Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Cumhuriyet'e Devreden Düşünce Mırası Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi [1, 1 ed.]
 9754709106, 9754709092

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

GENEL YAYIN YÖNErMEN1 Murat Belge

1LEI1Ş1M A.Ş. ADINA SAHİBİ YAYIN KURULU EDİTÖRLER

Tuğrul Paşaoğlu Murat Belge, Tanı! Bora, Ahmet Çiğdem, Bağış Erten, Murat Gültekingil, Ahmet insel, Ömer Laçiner Tanı! Bora, Murat Gültekingil

YAYIN SEKREIEtl

Bağış Erten

cıu EDİTÖRLER1

B ı R ı N c ı c ı LT Cumhuriyet'e Devreden Dılşılncc Mirası:

Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi: MEHMET ö. ALKAN

iKiNCi CiLT Kemalizm: AHMET iNSEL ÜÇÜNCÜ CiLT Batıcılık: UYGUR KOCABAŞOGLU DÖRDÜNCÜ CiLT Milliyetçilih: TANIL BORA BEŞiNCi CiLT

Muhafazakarltk: AHMET ÇIGDEM ALTINCI CiLT

Islılmcılık: YASIN AKTAY YEDiNCi CiLT Liberalizm: MUSTAFA ERDOGAN SEKiZiNCi CiLT Sol Düşünce: MURAT GÜLTEKINGIL DOKUZUNCU CiLT

Dönemler ve Karahteristikler: ÖMER LAÇINER

ISBN 975-470-910-6 • ISBN 975-470-909-2 (Tk. Na) © 2001 lletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2001, lstanbul

SAYFA ve KAPAK TASARIMI Suat Aysu KAPAK FILMI Diacan Grafik DÜZELTi Serap Yeğen DiZiN M. Cemalettin Yılmaz MONTAJ Şahin Eyilmez BASKI ve CiLT Sena Ofset

lletişim Yayınlan Klodfarer Cad. lletişim Han Na. 7 Cağaloğlu 34400 lstanbul •Tel: 212.516 22 60-61-62 Fax: 212.516 12 58 • e-mail: [email protected] • web:

www. iletisim.com.tr

MODERN TÜRKİYE'DE

SİYASİ

DÜŞÜNCE

Cumhuriyet'e Devreden Düşünce Mirası:

Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi

MODERN TÜRKİYE'DE

SİYASI ••

••

DUŞUNCE CJ

.:·

L

D. İ · .,

N

Y

A

Z

"A

R .L

A

R

ti

MEHMET Ö. ALKAN • EMiN ALPER• MASAMI ARAi •SUAVi AYDIN • RIFAT N. BALI •OYA BAYDAR • FOTI BENLISOY • STEFO B ENLISOY • FATMAGÜL BERKTAY• HAMiT BOZARSLAN • GÖKHAN ÇETINSAYA• KAAN DURUKAN • ERDOGAN ERBAY • CEMAL KAFADAR • AYKUT KANSU • ISMAIL KARA • M. ASIM KARAÖMERLIOGLU • KEMAL H. KARPAT • CEM i L KOÇAK • ORHAN KOLOGLU • MURTAZA KOR­ LAELÇI • ATILLA LÖK • ŞERiF MARDiN • CHRISTOPH K. NEUMANN • CEMiL O KTAY•BURAK ONARAN• ILBER ORTAYLI •BARIŞ ÖZDEN • JALE PARLA • CENK REYHAN • SELÇUK AKŞIN SOMEL • A. GÜN SOYSAL • ZAFER TOPRAK • METE T UNÇAY • KEREM ÜNÜVAR • FÜSUN ÜSTEL• NICOLE VAN OS • ARUS YUMUL

lçindekiler

Sunuş

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Giriş

. . . . . . . .

.

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.1 1

. . . .

.1 7

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

23

. . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . .

. . . . . . . . . . . . . .

.

. . . . .

. . .

C E M AL KA F ADA R

Osmanlı Siyasal Düşüncesinin Kaynaklan Üzerine Gözlemler . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

C E M i L OKT A Y

Bizans Siyası ldeolojisi'nden Osmanlı Siyası ldeolojisi'ne . . .

. . . . . . . . . .

. .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.. 29 . .

I L B E R O R T A Y LI

Osmanlı'da 18. Yüzyıl Düşünce Dünyasına Dair Notlar.

. . . . . . . . . .

. .

. .

. .

· · · · · ·

.

. . . . .

. .

. . . .

.3 7

Ş E R i F M A R Di N

Yeni Osmanlı Düşüncesi

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . .

. .

. . . . . . . .

.

. . . . . . . . . .

. .

42

. .

.

. . .

54

G Ö K H A N Ç E TI N S A Y A

Kalemiye'den Mülkiye'ye Tanzimat Zihniyeti •

Mithat Paşa

GÖKHAN ÇETİNSAYA

.

. . .

. .

. .

. . . . .

.

... .. ... ............. ........................... .. . ...... ....60

CE M i L KO Ç AK

Osmanlı!Tiırk Siyasi Geleneğinde Modem Bir Toplum Yaratma Projesi Olarak Anayasanın Keşfi Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .72 . . .

i Ç i N D E K i L ER

• Tanzimat Bağlamında Ahmet Cevdet Paşa'mn Siyasi Düşünceleri CHRISTOPH K. NEUMANN

. . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . .

.83

S ELÇ U K AKŞ I N S O M EL

Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1 839-1 91 3 ) ................................. ...88 •Abdullah Cevdet

....98

KEREM ÜNÜVAR... ......... .......... ........... ..

S U A V i A Y DI N

İki İttihat-Terakki: İki Ayn Zihniyet, İki Ayn Siyaset •Ahmet Rıza

BARIŞ ALP ÖZDEN/ ATİLLA LÖK

.

. . . . . .

.1 1 7

................... .... .. . .... . .......... .......1 2 0

K E R E M Ü N ÜV A R Ittihatçılıktan Kemalizme

İhya'dan İnşa'ya

. .

. . . . . . . . . . . . . . . . .

. . .

. . . . . . . . . .

. . . . . . . . .

.1 29

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.1 43

. . . . . . . .

. . . . . . . . .

. . . . . . . .

K A A N D U R U KA N

Türk Liberalizminin Kökenleri

. . . . . . . . . . . . . . .

• Prens Sabahaddin CENK REYHAN

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . .

• Prens Sabahaddin'in Düşünsel KiJynaklan ve Aşm-Muhafazakar Düşüncenin ithali AYKUT KANSU ..........

.

· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

. . . . . . . .

J 46

.1 56

FÜS U N ÜSTEL

II. M eşrutiyet ve Vatandaşın "İcadı" ........

.......1 66

.

• Ahmed Mithat Efendi BURAK ONARAN

. . . . . .

. . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .

. . . . . . . . . . . . .

J 70

M A S A M ! A R Ai

Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği . .

• Ö�er Seyfettin EMiN ALPER....

. . . . . .

. . . .

.

.

.

. . . . . . . . . . .

.

. . .

.1 80

............................................ ............. .... J 86

A . GÜ N S O Y S A L

Tatarlar Arasında Türkçülük

. . . . . . . .

•Ahmet Ağaoğlu A. GÜN SOYSAL

. . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . .

.1 96

. . . . . . .

202

. . . . . .

. . . . . . . . . . . . . .

.

i Ç i N D E K i L E R

M U R T A Z A K O R LA EL Ç I

Pozitivist Düşüncenin İthali ........... . .... .... ........................ ... 21 4 J A L E P A R LA

Tanzimat Edebiyatı'nda Siyasi Fikirler ............. ......... . .. 223 .

• Tevfik Fikret

ERDOGAN ERBAY ...........

.. . ...... ................................... ........ ... 226 .

I S M A I L KA R A

lslam Düşüncesinde Paradigma Değişimi........ . ....... .... . . 234 • Namık Kemal CEMİL KOÇAK .

..... .................. ..... . .. ................ . . ..... .. . .... .. 244

G Ö K H A N Ç ET I N S A Y A

İslami Vatanseverlikten İslam Siyasetine.....................

. .. 265

• il. Abdülhamit'in Siyasal Düşüncesi ORHAN KOLOGLU ...........

... ................... ... .................. .... ... 273 .

.

A YK U T KA N S U

20. Yüzyıl Başı Türk Düşünce Hayatında Liberalizm ........................ ............... ...................... 27 7 M ETE T U N Ç A Y

Cumhuriyet Öncesinde Sosyalist Düşünce . .......... . . . ...... . 296 • Hüseyin Hilmi

OYA BAYDAR ....................

• Parvus Efendi

ASIM KARAÖMERLİOGLU ..

........................... ...................... .. 300 .

..... ......... ...

· · · · · ·

... ...

.304

ZA F E R T O P R AK

Osmanlı'da Toplumbilimin Doğuşu. • M. Ziya Gökalp

HAMİT BOZARSLAN .. ...

. ..... ........... ... .. .31 0

..... ........... ... .... . ..... . .

• Ziya Gökalp'in Korporatifçilik, Millet-Milliy�tçilik ve Çağdaş Medeniyet Kavramları Uzerine Bazı Düşünceler KEMAL H. KARPAT

.. 31 4

....... ......................................................... ... 328

iÇiNDEKiLER

NIC OLE A . N . M . V A N OS

Osmanlı Müslümanlannda Feminizm

.

.

. . . .

. . . . . . .

.

.335

.

.348

. . . . . . .

362

. . . . . . . . . . . .

.

F A T M A GÜL B E R K T AY

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Feminizm

.

. . . . . . . . . . . . .

. .

. . . . . . . . . .

A R U S YU M U L I R I F A T N . B ALI

Enneni ve Yahudi Cemaatlerinde Siyasal Düşünceler . . .

FOTI

. .

. . . . . . . . . . . . .

. . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

B E N L I S OY ! S T E F O B E N LI S OY

Millet-i Rum'dan Hellen Ulusuna (1 856-1 922)

.....367

M E H M E T Ö . A LK A N

Resmi ideolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir Deneme ... Kaynakça Dizin

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Seçme Metinler .

. . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . .

· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . .

377

. . . . .

. . . . .

· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

409 433

. . . .

449

Sunuş

Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce,

bir 'etkinlik' kazanmasının yolu bu

Türkiye'nin son, modern yüzyılının

değil midir?

siyasal düşüncelerinin eleştirel-anali­

Siyasal düşünüşün, dört düzlemini

tik bir dökümünü çıkartmayı amaçla­

ayırdetmeyi önerebiliriz. 1) Belirli bir

yan bir derlemedir.

tutarlılık ve bütünlükle ifade edilmiş

Şunu baştan vurgulamak gerek Bu­

savlara, sistemli olma iddiasındaki bir

rada amaç, siyasal olayların, eylemle­

akıl yürütmeye dayanan, 'dört başı

rin yorumlanması, değerlendirilmesi,

mamur' düşünsel metinler, fikir man­

yani siyasal tarihle ilgili düşünce üre­

zumeleri...

tilmesi değildir. insanın eyleyici, ku­

dönük programlar ve ideolojik koşul­

rucu, yaratıcı etkinliğinin düşünsel

lamayı, bağlanma (angajman) sağla­

doğasını, Praxis'i ihmal ediyor deği­

mayı hedefleyen

liz. Kuşkusuz -hele siyasal düzlemde­

ilmihaller, modern mitolojiler . 3)

düşüncesiz,

bir düşünüşe dayanma­

Dünyayı "felsefi-olmayan" ya da "fel­

yan, bir düşünüşü yaymayan etkin­

sefe-öncesi" olmayan bir biçimde yo­

lik/eylem olmaz; ya da düşünce so­

rumlamaya, anlamlandırmaya dönük

yutlanarak eylem/etkinlik-dışı bir

ideolojiler;

varlık olarak anlamlandırılamaz.

Ey­

doktriner açılımı olan, gerekse gün­

bağımsız uğraklar ya

delik/hendili ğ inden ideolojiler ... 4)

da 'istasyonlar' değildir. Ancak bu ki­

Savların, kavramların içinde kültürel

tap dizisinde amaçlanan, sadece söze

anlamlarını bulduğu düşünüş kalıpla­

ve metne döküleni değil eylemde

rı,

lem

ve

söylem,

'yansıyanı' da kapsayarak, düşünce­ nin üzerine eğilmek,

2)

Uygulamaya, eyleme

dohtriner

söylemler, . .

gerek yapılan dır ılmış,

zihniyetler. Modem Türkiye'de Siyasi Düşiince'de,

mümkün olduğu ölçüde, bu dört düz­

düşünce üzerine düşünmektir (refleksiyon, düşünüm).

lemin de hesaba katılması, aralarında­

Düşüncenin 'bilinçli' kılınmasının ve

ki yansımaların gözetilmesi istendi. Ne

SU N U Ş

12 var ki

zihniyet analizinin

özel bir alan

sıyla, diğerlerinden farklılaşıyorlar. 1.

olduğu ve çok yönlü bir düşünsel ar­

Ciltte, Türk modernleşmesinin Cum­

keolojiyi gerektirdiği takdir edilecek­

huriyet-öncesi siyasal düşünce mirası

tir. Zihniyet analizine ilişkin, bu edis­

toparlanıyor; bu miras, Cumhuriyetin

yondaki kimi makalelerin arkaplanın­

siyasal-düşünsel oluşumlarıyla sürek­

da değerli veriler bulunacaktır; ancak

liliği içinde ele alınıyor. 9. Ciltte ise,

bu işlevin tümüyle yerine getirilmesi

siyasal düşünüşün tarihsel süreci

bu çalışmadan beklenemez. Ancak

içindeki kopuşlar, süreklilikler, dö­

Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce, fi­ kirler, doktrinler ve ideolojiler bahisle­

nemsel bağlamların etkileri, akımları ve dönemleri yatay kesen ortak dü­

rinde eksik bırakmama iddiasındadır.

şünsel karakter özellikleri tartışılıyor.

Bu bakış açısıyla, kendisini doğru­ dan

siyasal seçişlerle ve iddialarla

Bu ciltteki yazıların bir bölümü kro­

ifa­

nolojik analize eğilecektir. Böylece,

de etmemekle beraber, siyasal düşü­

tek tek siyasal düşünce akımlarını iş­

nüş üzerinde dolaylı etkilerde bulun­

leyen

muş düşünsel faaliyetlere de değin­

edilmemeye çalışılsa da ancak arkap­

mek gerekirdi. Bu gereği gözeterek,

landa, satır aralarında izlenebilen ta­

akademik, edebi, toplumsal-ahlaki,

rihsel çerçeve takviye edilecektir.

dini vs. alanlardaki düşünsel üretim­

2. ila 8. ciltler ise Kemalizm/Ata­ türkçülük, Batıcılık/Modemizm, Milli­ yetçilik, Muhafazakarlık, Islamcılık, Liberalizm ve Sol Düşünce başlıklarım taşıyor. B u nl a rın çoğunu siyasal akımlar olarak adlandırmakta tered­ düt edilmeyecektir: Kemalizm/Ata­ türkçülük, Milliyetçilik, lslamcılık, Li-

leri de tarihsel siyasal etkileri bağla­ mında kapsamaya çalıştık. Diziyi oluşturan kitaplar, 1. ve 9. ciltler dışında, siyasal akımlarla baş­ lıklandmlmıştır. 1. Cilt bir tür "giriş" işlevi görmesiyle, 9. Cilt ise değerlen­ dirme veya muhasebeye yoğunlaşma-

(tematilı)

ciltlerde de ihmal

S U N U Ş

13 örgütleşen,

inceleyen, onu değişik veçhelerinden

tutunum ve kimlik sunan, fikir/dokt­

gören makalelerle ele alınmıştır. Bir

rin/ideoloji üreten siyasal düşünce

düşünceye özgül niteliğini ve 'anlamı­

odaklarıdır. Bu akımların kendi iç ay­

m' veren, onun etrafındaki ve kendi

beralizm

ve

Sol Düşünce,

rımlarının yamsıra etkilerine, yaygın­

içindeki tartışmalardır. Makalelerin,

lıklarına uygun bir kapsam oluşturul­

bir düşünsel oluşumu hem kendi iç

muştur; -örneğin siyasal- düşünsel et­

bütünlüğü ve kurgusuyla hem de dü­

kinliği ve iç çeşitliliği sınırlı olan

Li­

şünsel ve pratik etkileşimleriyle tasvir

cildinin/kitabının, diğerle­

ve tahlil eden bir toplam oluşturması

rinden daha ince olması makul ve

hedeflenmiştir. Belirli bir tartışmaya,

muhtemeldir. Muhafazakarlık ve

Batı­

odaklanmaya, sorunsala eğilen mo­

ise, özerk siyasal

nografik özellikli makaleler yanında,

beralizm

cılıh/Modernizm

akımlar olarak tanımlanması tereddüt

'makro' ölçekli yorumlar yapan, kimi

uyandıracak başlıklardır. Ancak mu­

zaman denemeci yam olan makaleler

hafazakar ve Batıcı/modemist düşün­

de görülecektir. Siyasal düşüncenin

ce örüntülerinin siyasal ideolojilere,

yeniden üretiminde rol oynayan ku­

onun ötesinde kendiliğinden ideoloji­

rumlarla, özellikle dergilerle ilgili mo­

lere ve zihniyet yapılarına etkisi

nografik çalışmalara yer verilmiştir.

önemlidir. Bu nedenle ayn başlık ola­

Ayrıca edisyon, çok sayıda düşünce

rak incelenmelerinde yarar görülmüş­

insanıyla ilgili monografik portreyi

tür. Nitekim bu iki cildin, siyasal dü­

kapsamaktadır. Bu portrelerde, sözko­

şünüşün daha derin katmanlarına nü­

nusu şahsiyetlerin, fikri ve ideolojik

fuz etmeye, arkaplan analizine özel­

üretimlerine veya temsiliyetlerine yo­

likle katkıda bulunduğunu sanıyoruz.

ğunlaşılmıştır. Yazarlardan, konuyla

Her cilde/kitaba başlığım veren dü­

ilgili temel ("ansiklopedik") bilgiyi di­

şünce akımı, onun değişik unsurlarını

daktik olmayan bir yapı içinde -ar-

S U N U Ş

14 kaplanda- kapsamaları, ancak bunu

Mensubiyet/aidiyet açısından bir

analitik bir değerlendirmeye bağlama­

muğlaklık olmadığı varsayılsa bile, bu

ları istenmiş; bu çerçeve içinde 'öznel

kesişimler ve etkileşimler göz önünde

yorumlara' da kapalı kalınmamıştır.

tutularak, farklı siyasal akımların ve o

Okuyucunun Iletişim in ansiklopedik

akımlara ilişkin kavramsal araçların

'

referans kitaplarından tanıdığı,

taraf­

sağladığı imkanların ışığında incelen­

iddia eden yakla­

meleri yararlıdır. Bir siyasal düşünce

şım bu edisyonda da geçerlidir. Bu ba­

figürüne, izleğine, diyelim ki hem

kımdan, kimi zaman aynı konuda ol­

milliyetçilik hem Batıcılık açısından

sızlık değil nesnellik

mak üzere, birbiriyle çelişik savları,

bakmak, zenginleştirici olacak, 'sağla­

bakış açıları olan makalelerin derlen­

ma yapma' işlevi görecektir. Tekrarlar

miş olması yadırganmamalıdır.

ve çapraz okumalar, bu bakımdan ter­

Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce'ye

cih edilmiştir. Ele alınacak izlekler

bir bütün olarak bakıldığında dikkat

saptanırken, farklı düşünsel akımların

çekecek bir nokta da, bazı temaların

o izlekler üzerinden birbirleriyle gir­

ve düşünce insanlarının iki (veya da­

dikleri etkileşimler (ya da bazen etki­

ha fazla) başlık altında tekrarla yer al­

leşimsiz görünen koşutluklar!) özel­

masıdır. Bazı siyasal düşünce figürleri

likle gözetilmiştir. Kaldı ki, özellikle

açısından bu tekrarlar ya da ikilikler

düşünce insanları sözkonusu oldu­

özel bir izaha muhtaç değildir. Sözge­

ğunda, şu veya bu ciltte yer almaları­

limi sol ile Kemalizm ya da milliyetçi­

nın bir topyekün siyasal aidiyet tayini

lik ile muhafazakarlık ve lslamcılık

olduğunun düşünülmemesi gerekir.

arasındaki bağıntılar T ürkiye'de yıllar­

Maksat, özneleri/kişileri tasnif etmek

dan beri tartışılır. Birçok kavram, sav,

değil, anlamlı bir analiz bağlamı, gere­

sözce, imge, şiar ve şahsiyet, bu gibi

kirse

kesişim alanlarında konumlanmıştır.

yorumlamaktır.

bağlamları

içinde düşüncelerini

S UNU Ş

15 Edisyondaki yazı çeşitliliği ve bakış

geleyici ve ek okumalar için yol gös­

açısı çoğulluğu, her cildin/kitabın

tericidir. Geniş tutulmuş, alt başlıkla­

editörünün kaleme aldığı Giriş maka­

ra ayrılmış Kaynakçaların ise doyuru­

leleriyle bir koordinat sistemine çıtur­

cu nitelikte olduğunu söyleyebiliriz.

tuluyor. Bu kuşatıcı sunuşlar, sözko­

Kaynakçalar, sözkonusu ciltte yer

nusu siyasal düşüncenin tarihsel geli­

alan yazıların atıf çerçevesinin ötesin­

şimiyle ilgili bir tasvir, bir yol haritası

de, o cildin ilgilendiği düşünce akı­

sunarken, tek tek yazıları bütünlüklü

mıyla ilgili kaynakça ihtiyacını karşı­

bir çerçeveye eklemliyor.

lama iddiasındadır.

Modern Türhiye'de Siyasi Düşünce,

Modern Türhiye'de Siyasi Düşünce,

yoğun bir Yazı Kurulu ve editörlük fa­

bütünlüğü olan bir edisyondur; cilt­

aliyeti ve ikiyüz civarında yazarın kat­

ler/kitaplar arasında bağıntılar, gön­

kılarıyla hazırlandı. Dar bir yazar-aka­

dermeler vardır. Bununla beraber,

demisyen çemberiyle sınırlı kalmaya­

edisyonun her cildi, bağımsız bir ki­

rak, bu alanda zaten fazla zengin oldu­

tap olarak da yararlanmaya açıktır

ğunu söyleyemeyeceğimiz akademik

(cilt/kitap sözcüklerini bunun için bi­

birikimin olabildiğince yaygın bir ak­

tişik kullanıyoruz).

tarımına çalışıldı. Konularında uzman

"Düşünce üretimi"nin, düşünce üze­

olarak tanınmış yazarların yanında,

rine düşünmenin zengin bir gelene­

yeni kuşak araştmcılarm potansiyelin­

ğinden ve bu çabanın önemsendiğin­

den olabildiğince fazla yararlanıldı.

den söz edemeyeceğimiz bir vasatta,

Kaynak­

Modern Türhiye'de Siyasi DüşCıııce'ııiıı

ile tamamlanmıştır. Siyasal düşün­

özgün ve kalıcı bir başvuru kaynağı

ce açısından temsili önem taşıyan öz­

olacağına inanıyoruz. Eleştirel, özgür­

gün metinlerin derlendiği seçmeler,

leştirici, geniş ufuklu bir siyasal düşü­

kuşkusuz tüketici değildir, fakat bel-

nüşe de katkısı olmasını diliyoruz.

Her cilt

ça

Seçme Metinler

ve

Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi baş­ lıklı bu çalışma, Cumhuriyet Türkiye­

evre, çalkantılı bir dönem, ağır bir kriz dönemidir. Gerçekten de siyasal düşünceler ta­

si'nde siyasal düşünce hayatına etki

rihine bakıldığında, önemli siyasal ku­

eden düşünce akımlarını inceleyen

ramların, genellikle, siyasal yapı ve

kapsamlı bir projenin ilk cildidir. Eli­

kurumların sorunlu ve bunalımlı ol­

nizdeki cilt Osmanlı'nın son dönemin­

duğu dönemlerde ortaya çıktıkları

den Cumhuriyet'e devreden siyasal

gözlemlenmektedir. Klasik bir örnek,

düşünce mirasını betimlemeyi amaçla­

Eski Yunan toplumudur. Bilindiği gibi,

m ış-tır. Zira Cumhuriyet Türkiye­

Antik Yunan toplumunun yaygın siya­

si'ndeki bir çok kurum gibi siya­

sal birimi "site" yönetimi idi. Site yö­

sal/toplumsal akımların da kökenini

netimlerinin çökmeye başladığı, top­

ve gelişimini Osmanlı modernleşme

lumsal ve siyasal sorunlara, istemlere

sürecinde bulmak olanaklıdır.

yanıt veremez duruma geldiği dönem­

Düşünceler, içinde yer aldıkları top­

de, önce Platon (Eflatun) ideal siyasal

lumsal, siyasal ve ekonomik ortam­

sistem arayışında ideal "site" kurgula­

dan bağımsız ele alınamazlar. Doğru­

masına gitmiş ve ünlü Devlet - Politeia

dan ya da dolaylı toplumsal yapının

yapıtını bu çaba içinde ortaya çıkar­

özellikleri ile sorunlarından etkilenir­

mıştır. Öğrencisi ve siyasal bilimin ku­

ler/etkilerler, bu sorunlara yanıt ara­

rucusu olarak kabul edilen Aristoteles

yışlarına girerler. Bir çok ülkede oldu­

(Aristo) ise bir yandan Politika, diğer

ğu gibi Osmanlı modernleşme süre­

yandan da kendi dönemindeki 158 si­

cindeki düşünce hayatı da dönemin

te anayasasını karşılaştırarak incele­

siyasal, toplumsal ve ekonomik so­

meler yaptığı 'Atinalılann Devleti adlı

runlarıyla yakından ilişkilidir, bunlara

yapıtı ile yönetimlerin dolaşım kura­

yanıt verme çabasındadır. Ve Osmanlı

mını geliştirerek uygulanabilir en iyi

modernleşmesine sahne olan bu uzun

site rejimini betimlemeye çalışmıştır.

G 1 R 1 Ş

18 Yeni Çağda, mutlak monarşilerin

gelişmeye başlamasıdır. Sonrasında,

güçlenmeye başladığı, feodal siyasal

güçlü merkezi devletin özellikle top­

birimlerin ekonomik, toplumsal ve si­

lum devlet ilişkilerinde ortaya çıkardı­

yasal sorunlar yarattığı bir evrede,

ğı tahakküm sorunları nedeniyle, sı­

merkezi devlet ve mutlak monarşiyi

nırlandırılması arayışlarına tanık olu­

savunan siyasal kuramların geliştiril­

ruz. ]ean ]acques Rousseau ve ]alın Loc­

diğine tanık oluyoruz. 16 . yüzyıldan

ke sözleşme kuramlarını, bu kez mer­

itibaren, Italy a nın baş sorunu olan

kezi siyasal iktidarın egemenliğinin sı­

birlik sağlama ihtiyacına yönelik ola­

nırlandırılmasının bir aracı olarak ge­

rak Niccolo Machiavelli'nin Prens - Il

liştirmişler ve eşitlik üzerinde dur­

Principe adlı yapıtında sınırsız yetkili

muşlardır. Montesquieu da kuvvetler

monarkın gerekliliğini "ahlak dışı" bir

ayrılığı konusundaki düşüncelerini,

meşruiyet çerçevesinde ele alması,

yürütme gücünün sınırlandırılması

Frans a da ]ean Bodin'in Devlet Üstüne Altı Kitap adlı yapıtında mutlak mo­ narşinin egemenlik kavramını hukuk­ sal temellere oturtması, nihayet Ingil­ tere de iç savaş sırasında Tlıomas Hob­ bes'un Leviathan'da sözleşme kuramını da kullanarak ve "hama hamini lupus"

için bir mekanizma olarak geliştirmiş­

[insan insanın kurdudur] durumun­

Marx'ın kapitalizm ve onun siyasal re­

dan kurtulmanın da yolu olarak mut­

jimi üzerine eleştirileri 19. yüzyılın

lak monarşinin savunusunu kurgula­

gelişen kapitalizmine ilişkin iki farklı

ması hep bu amaca yönelik düşünsel

tespit ve tepkidir. Bu örnekleri çoğalt­

etkinliklerdir. Bütün bunların ardında

mak ve çeşitlemek olanaklıdır.

'

'

'

tir. Tanzimat sonrası ve 1. Meşrutiyet öncesi dönemde Osmanlı aydınları arasında bu üç siyaset felsefecisinin et­ kili olması da benzer bir sorunla ilişki­ lidir. Tocqueville'in eşitlik ve sivil top1 um kurumları üzerinde durması,

yatan gerçek ise, feodal siyasal kurum­

Benzer biçimde özellikle 19. yüzyı­

ların çözülmeye, merkezi devletlerin

lın bir ürünü olan siyasal akımlar da

G 1 R 1 Ş

19 (milliyetçilik, liberalizm, feminizm, sos­ yalizm, anarşizm, dinlerin ideolojileş­ mesi, anayasacılıh akımları ve devletçi­ lik gibi) dönemin siyasal, toplumsal ve

leti'nin ve toplumunun yaşadığı, karşı karşıya kaldığı sorunlar bu dönemde gerek resmi metinlerin gerekse siyasal, toplumsal ve felsefi düşünce akımları­

ekonomik sorunlarına birer tepki, ara­

nın da ana temalarını oluşturmaktadır.

yış, takviye ya da yanıt olma amacını

llkin Osmanlı düşünüşünün başlıca

gütmüşlerdir. Bu ideolojilerin her biri

temalarından biri olarak "birlik ve be­

toplumsal ve siyasal değişim üzerinde

raberlik", ilerleme, devletin kurtarıl­

az çok belirleyici rol oynamıştır. Unu­

ması, bu arayışların sloganlarıdır, En

tulmaması gereken bir nokta, bu yüz­

kaba ayrımıyla 18. yüzyıl sonuna de­

yılda ülkelerarası etkileşimin artması­

ğin, devleti, "eskiyi ihya ederek" yeni­

nın bir boyutunun da ideolojilerin

den yapılandırma önerileri getiren dü­

yaygınlaşması oluşudur. Osmanlı lm­

şünüşün yerini, 19. yüzyılda -her ne

paratorluğu da dahil olmak üzere Av­

kadar yine eskiyi ihyaya yönelik bir

rupa'dan başlayarak geniş bir coğraf­

söylem taşısa da- yeni bir düzen yarat­

yada 'Jön (Genç) Hareketleri"nin yay­

ma düşüncesi almaya başlamıştır. Bu

gınlığı bunun somut örneğidir. Alman­

yeni düşünüşün ana ekseni ve temala­

ya'da, Italya'da, Ispanya'da, Mağrip'te Türkiye'de liberal, birlikçi, meşrutiyet­

rı ise 1839'da Gülhane'de okunan Tanzimat Fermanı ile 1856 yılında

çi ya da cumhuriyetçi gibi özellikleri

ilan edilen, Islahat Fermanı olarak bi­

olan bu hareketler "genç" öğrenci/ay­

linen, hatt-ı humayunlara verilen ad­

dın hareketleri olarak siyasal tarihte

larda karşımıza çıkmaktadır: "Tanzi­

yerlerini almışlardır.

mat" (düzenleme) ve "Islahat" (lyileş­

,

Tanzimat dönemine baktığımızda

tirme - reform) . Geleneksel cemaat

benzer bir özellik gördüğümüzü söy­

sisteminin çözülmeye başlaması, eko­

leyebiliriz. 19. yüzyılda Osmanlı Dev-

nomik ve mali güçlüklerin meydana

Gi R i Ş

20 getirdiği sorunlar karşısında adalet ve

nızca Türk milliyetçiliği değil, Sırp,

müsavat (eşitlik) temalarının günde­

Rum, Romen, Bulgaı; Enneni, Arnavut,

me geldikleri gözlemlenmektedir.

Arap, Kürt milliyetçilikleri) ya da pozi­

Elinizdeki cildin aktardığı düşünsel

tivizm, materyalizm gibi bir çok düşün­

panorama, bu tarihsel arkaplan teme­

ce akımının/ideolojinin de temeli bu

linde görülmelidir.

dönemde atılmıştır. Cumhuriyet dev­

Günümüzde var olan bir çok kurum

rimleri, düşünsel ve kurumsal olarak,

Osmanlı'nın bu arayış döneminin tan­

Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde

zimat ve ıslahat gayretlerinden miras

mayalanmıştır; bir çok alanda belirgin

kalmıştır ve bu kurumların günümüz­

bir süreklilikler tespit etmek zor olma­

deki mensupları, kurumlarının "es­

yacaktır. Dolayısıyla, siyasal fikirlerin

ki"liği ile övünmektedir. Bakanlıkların

ve onların bağrında yer aldığı kurum­

bir çoğu, yüksek yargı organları (Yargı­

ların, hareketlerin Osmanlı modernleş­

tay, Danıştay, Sayıştay), kolluk (zabıta

mesine uzanan bir arkeolojisini yap­

teşkilatı) ve kamu hizmet birimleri Clt­

mak, Cumhuriyet Türkiyesi'nin siyasal

faiye Teşkilatı, Deniz Hatları Işletme­

düşünce ortamını layığıyla tahlil etmek

si/Şirket-i Hayriyye), sivil ve askeri

açısından kaçınılmazdır.

okullar (Siyasal Bilgiler Falıültesi!Mek­

Böyle bir arlıeo!oji, bir yandan siya­

t eb-i Müllıiye, Istanbu! Üniversitesi,

sal zihniyet yapılarının ("Ittihatçı" an­

Harp Akademileri), bazı gazeteler... vb.

layış ya da "bürolıratilı" zihniyet/"dev­

değişik alanlarda bir dizi kurum Os­

letadamı" zihniyeti gibi ... ) oluşum ve

manlı modernleşme döneminin ürün­

aktarım koşullarını anlamayı sağlaya­

leridirler. Aynı şekilde demokrasi,

cak, diğer yandan bu döneme ilişkin

cumhuriyet, özgürlük, eşitlik vb. mo­

verili önkabulleri sorgulamaya da im­

dern siyasal kavramlar, keza Islamcılık ,

kan verecektir - örneğin, Prens Saba­

sosyalizm, feminizm, milliyetçilik (yal-

haddin'in Türkiye'de liberal fikriyatın

G 1 R 1 Ş

21 atası olarak kabul etmenin sorunlu

vazgeçilmez olduğunu unutmamayı,

yanları kendini gösterecektir.

öte yandan bu vazgeçilmezliği Os­

,

Modern devletler ve modern ulus­

manlı-Cumhuriyet kutupsallığına (ya

devletin kurucu ideolojisi olarak milli­

da "yarıştırmasına") taşımak gibi bir

yetçilikler,

genellikle, uzun ve zengin

anakronizmaya düşmemeyi gerektirir.

bir "Eski"ye sahip olmakla övünürler.

Bu anakronik bakışlardan uzaklaşıldı­

Türkiye açısından bu bakımdan sorun

ğında, örneğin 11. Abdülhamit'in bu­

Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki

günün

"süreklilik ve kopuş" (ya da "süreklilik

gun bir "ulu hakan" olmadığı görüle­

mi kopuş mu?") tartışmasında düğüm­

bilecektir.

lslaıncılıh

tasavvurlarına uy­

lenmektedir. Bu noktada süreklilik ve

Elinizdeki ciltteki makaleler, Cum­

kesinti çizgilerinin iyi çözümlenmesi

huriyet Türkiyesi'nin siyasal düşünce

ihtiyacı kendini göstermektedir. Mo­

oluşumlarının tohumlarıyla ilgili tat­

dernleşme süreci açısından Osmanlı ile

minkar bir çerçeve çizerken, Osmanlı

cumhuriyet arasındaki ilişki, nicel biri­

ile Cumhuriyet arasındaki bu kritik

kimlerin nitel sıçramaya dönüştüğü bi­

"süreklilik ve kopuş" tartışmalarını bir

çiminde ifade edilebilir. Cumhuriyet

çok açıdan değerlendirmeye yarayacak

modernleşme sürecini devrimci ve di­

katkılar da içermektedir.

namik bir yola sokmuştur.

Son olarak bu derleme, Türkiye'nin

Türkiye'nin düşünce hayatı açısın­

üç kuşak aydınları, biliminsanlarını

dan temel bir ihtiyaç, moder nleşme

bir araya getirmiştir. Çiçeği burnunda

tarihini güncel siyasal hareketlerin ve

akademisyenler veya araştırmacılar,

günlük siyasal rekabetlerin meşrulaş­

kendi alanında yol almakta olanlarla,

tırma aracı olmaktan çıkarmaktır. Bu,

nihayet bu konuda otorite olmuş isim­

Osmanlı'nın tarihsel birikiminin kav­

lerin bir araya geldiği nadir çalışmalar­

ramanın, modern toplumsal-siyasal

dan biridir.

yapıları doğru anlamak açısından da

Mehmet

Ö. ALKAN

Osmanlı Siyasal Düşüncesinin Kaynakları Üzerine Gözlemler C E M A L K A FA D A R

irkaç kuşak öncesi Osmanlı-Türk düşı:incesinde Büyük Iskender'in tartışılmaz bir yeri olduğunu bil­ mek, bugün şaşırtıcı gelebilir. Oysa, eli­ mizdeki en eski Osmanlı tarihi, Ahme­ di'nin ( 1334- 1413) kaleme aldığı ve Bü­ yük Iskender'in (daha doğrusu, Makedon kralı Büyük lskender'in yaşam öyküsünü çağnştıran öğeler ile iç içe geçmiş birçok menkıbenin kahramanı bir "Iskender"in) efsaneleşmiş öyküsünü anlattığı Iskender­ name adlı eserine eklediği kısa bir "son­ söz"den ibarettir. O ünlü fatihin gerçek ya da muhayyel maceralarını okumak ve anlatmak, tarih ve siyaset kitaplarında, şi­ irlerde, yeri geldiğinde anmak, Osmanlı kültür dünyasında sıradan şeylerdi. Klasik Osmanlı düşüncesinin kodları­ nın çözülmesi ile birlikte ortaya çıkan ulusal "biz"ciliğin başat biçimleri (lslamcı versiyonlar dahil), Helen ve Roma döne­ minin kültür mirasına, en azından Anado1 u'ya ait sayılmayan unsurlara bir anlamda sırt çevirirken, bizden olan ile olmayanı yeni ölçüt ve değerlere göre baştan har­ manlamıştır. Bu tarihi gerçeği dikka.te al­ mazsak, yerliliği hep aynı özü.n devamıy­ m'ış gibi tarihsizleştiriveriri:z. Oysa "bizim buralı, "bizden," "yerli" sayılan kişiler ve öğeler, ne kadar köklü görünürlerse gö­ rünsünler, değişime açıktır. Osmanlı siya­ sal düşüncesinin kökleri ya da kaynakları

B

üzerinde dururken, bugün uzmanların dı­ şında çok az kişinin farkında olduğu çok geniş bir kültür coğrafyasına ve çok derin bir kültür tarihine yayılmamız gerekir. Bu açıdan Doğu'ya da bakmak, yani kadim Iran ve Hint medeniyetlerini de işin içine katmak gerekir. Iran padişahla­ rından Anuşirvan, siyaset üzerine yazan­ ların sıkça andığı adil bir hükümdar ve bir bilge konumundaydı mesela. Siyaset ve ahlak yazınının eğlenceli kaynakların­ dan Tıitiname'nin, eski Hint klasiklerin­ den birine (Pançatantra) dayandığı Os­ manlılar tarafından gayet iyi bilinirdi ve bu eserin bir nice nüshası "yabancılık" çekmeden Osmanlı kültür dünyasında dolaşımını sürdürürdü. Batılılaşma.öncesi. Osma11lı-l)rk (ve genel. olarak lslam) kültiirünün Helenis­ tik ve Roma. mirasına. bir anlamda (her açıdan değil tabii) bµgünkünden. daha açık, daha benimseyici olması, Türk tari­ hinin ilginç. ironilerinden biri sayılabilir. Oysa bugün "Batı klasikleri" çerçevesinde yaklaşılan Eflatun (Platon) ve Aristo(te­ les) ya da Bukrat (Hipokrates) ve Ca'linus (Galen) gibi isimler, lslam ve Osmanlı kültürlerinin "temel klasikleri" arasın­ daydı. Osmanlı siyasal düşüncesinin en önemli kaynaklarından biri burada yatar. Gerçi bunlar halk arasında da, hiç olmaz­ sa özdeyişlerde ve menkıbelerde, yaşayan

T

24

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

isimlerdi, ama özellikle medrese ya da en­ derun gibi yüksek öğretim kurumların­ dan geçen eğitimli Osmanlı aydınları ara­ sında -ki bu yazıda daha çok bu ikinci ke­ simden, merkezi yönetimin ve kurumları­ nın içinde rol alan kişilerden söz ediyo­ ruz- bu yazarlara ait olduğu bilinen ya da sanılan metinleri ve görüşleri tanımak iyi okumuşluğun göstergelerindendi. Buradan yola çıkarak, Islam medeniye­ tinin ve Osmanlı siyasal düşuncesinin Yu­ nan-Roma kültürlerinin bir takipçisi, tak­ litçisi, daha da kötüsü, suyunun suyu ol­ duğu anlaşılmamalı. Osmanlı siyasal dü­ şüncesini (ya da başka düşünce alanları­ nı) ele aldığımızda kadim Ortadoğu ve Akdeniz medeniyetlerine dönüp bakmak gerekir derken, 19.-20. yüzyıllarda oluşan birçok önyargılı tavrı da aşmak gereklidir. Önce modern Batı düşüncesinin yaratmış olduğu önyargıları, sonra da bunlara ce­ vap olarak geliştirilen savunmacı tavrın barındırdıklarını . . . Bir yandan 1 9. yüzyıl Avrupası'nın (kah "tek medeniyet," kah "medeniyetler için­ de en üstün medeniyet" modelleri içinde geliştirdiği) "medeniyet" kavramı dayat­ ması, beri yandan rekabetçi ulusçulukla­ rın etkisiyle, değişik kültürlerin mensup­ ları/savunucularının "biz onlardan alma­ dık, onlar bizden aldı," ya da "alanlar öz­ gün olamazlar, bu tür kültürler yaratıcı olamamış geri kültürlerdir" savları çerçe­ vesinde "kültürel etkiler" konusuna, çevi­ ri ve şerh yazımı gibi etkinliklere, rahat­ sızlıkla yaklaşmışlardır. Bu ilkelliklere ce­ vap vermek için kültür kökleri ve etkile­ şim konularında bağnazlığa varan bir "bi­ ze has olan" anlayışı geliştirmiş, 19.-20. yüzyılların gerçeklerine göre tanımlanmış olan "öteki medeniyet" havzasına yabancı gözüyle bakmayı tercih etmişlerdir. Bu ta­ vır lslam dünyasının aydınları arasında "Grek ve Roma klasiklerinin Arapça çevi­ riler yoluyla yokolmaktan kurtarıldığı ve zaman içinde Batı'ya aktarıldığı" savı ile Rönesans'tan ve Bilim Devrimi'nden do.

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

I

K

I

M

1

!aylı ve buruk bir gurur payı çıkarılması­ nı engellememiştir. (Tabii, ulusçuluklar açısından, lslami düşünürlerin etnik kim­ liğini tartışma konusu yapmak özellikle bu noktada gerekli görülmüştür. ) Oysa, ortaçağ lslam düşünürlerinin kadim medeniyetlerle ilişkisini basit bir çeviri, etkilenme ve aktarma çerçevesinde görmenin doğru olmadığı bugün çok iyi anlaşılmıştır. lbn Sina'nın (980-1037) ve lbn Rüşd'ün (1126-1198) ortaçağ lslam ve Avrupa düşüncesine katkılarının, Aris­ toculuğun farklı ve özgün yorumları ola­ rak kadim felsefe geleneklerine yepyeni bir biçim verdiği kabul edilmiştir artık. Doğa bilimlerinden de lbn Heysem gibi (965-1039) çarpıcı örnekler verilebilir. Siyaset düşüncesi açısından daha da be­ lirgindir lslam, ve bu meyanda Osmanlı, bilginlerinin özgünlüğü ve bununla bir­ likte eskilerden etkilenme konusunda komplekssizliği. Eflatun'un ünlü eserinin Devlet diye çevrilmesi dahi bir yorumdur. Bir kere ve en önemlisi, lslam medeni­ yetinin kendine özgü siyasal kurumları ve düşünce sistematiği vardır. Hilafet, belki insanlık tarihinden birçok örneğe benzetilebilir, ama sonuç olarak lslam ta­ rihinin kendi dinamikleri içinde anlaşıla­ bilir. Sultanlık kurumu ile birlikte ortaya çıkan hilafet-saltanat ikilemi için de aynı şey söylenebilir. Bu konularda Maver­ di'nin (974 ?-1058) yazdıkları için kendi çağının gerçekleriyle yüzleşen bir "lslamI anayasa kuramı" denilebilir. Aynı şekilde Büyük Selçuklular döneminin siyasal ger­ çeklerine anlam ve yön vermek için yazı­ lan Niı;amülmüll{ün (1018-1092) Siya­ s et nıi m e's i daha eski Iran geleneklerine bağlansa da, kendini lslami olarak tanım­ layan devletlerin kurumları, kavramları, ve değerleri içinden kurar söylemini. Ahlak literatürünün kökeni belki kadim öncüllere dayanır, ama lslamiyet'in Tanrı anlayışı, Cennet ve Cehennem gibi kav­ ramları ile ahlak bambaşka bir metafizik ekseninde anlamını kazanır; ve bu litera,

O S M A NLI

S i YASAL

D Ü Ş Ü N CESiNiN

KAYNAKLAR!

Ü Z E R i N E

GÖZ L E M L E R

25

türün örneklerinde_siyaset dolaylı ya da dolaysız çeşitli bölümlerde ele alınır. Bunların yanı sıra, lslam dünyasının ken­ dine has düşünce alanlarından belki de en verimlisi olan fıkıh (kabaca: kuramsal ve/ya uygulamalı lslam hukuku) alanına giren metinlerde siyaset düzlemine ait ni­ ce kavram ve kurum değerlendirilir. Osmanlılar bütün bu türlerde ve konu­ larda yazılmış eserleri istinsah, çeviri, şerh yollarıyla değerlendirmekten öte, kendileri de bunlara mukabil eserler ver­ mişlerdir. Lutfi Paşa'nın (1488-1563 ?) hi­ lafet konulu risalesi veya Kınalızade'nin (1510-1572) Alıldlı-ı Ald'f'si gibi kitapla­ rın yanı sıra, güncel somut ya da kavram­ sal meselelere fıkıh perspektifinden cevap vermek üzere kaleme alınan fetvaların bir kısmı, Osmanlı siyaset düşüncesinin Os­ manlı kaynakları arasında sayılabilir. ls­ yana kalkışan yeniçerilerin eylemlerini meşrulaştırmak için zaman zaman fetva alma yoluna gitmeleri, fetva kurumunun siyasal işlevini ve özellikle soruları da da­ hil edersek fetva metinlerinin siyasal içe­ riğini çarpıcı bir biçimde yansıtır. Ayrıca, kadim medeniyetlerle devamlı­ lık çerçevesinde görebileceğimiz unsurlar yeni gerçeklere uyarlanmış, zaman zaman

da yeni fikirlerle harmanlanmıştır. Bu açı­ dan belki de en yaratıcı örnek Katip Ç�1�­ ]Ji'dir (1609-1657). Osmanlı ıslahat me­ tinleri arasında en kuramsal olanı diyebi­ lS'.ceğimiz eserinde Katip Çelebi, devletin içine girdiği zaafı anlamaya ve çözümle­ meye çalışırken, bir yandan Calinusçu tıp geleneğinin köklü "dört unsur" paradig­ masına başvurur: toplumu oluşturan dört sınıf, insan vücudundaki dört unsura kar­ şılıktır (ulema= kan, asker= balgam, tüc­ car= safra, reaya= sevda); bunların belir­ li dengeler içinde olmaması halinde sağ­ lık bozulur; Çelebi'nin kendi çevresinde gördüğü rahatsızlıklar, yaşlanan vücutlar­ da olduğu gibi, bu dengelerin bozulmuş olmasındandır. Öte yandan, bu paradig­ mayı kullanırken ve Osmanlı bünyesine uyarlarken, asıl amacı lbn Haldun'un (1332-1406) "devletlerin serpilme ve çö­ küşü" ile ilgili kuramını değerlendirmek­ tir. Yani, büyük Arap düşünürünün o ana kadar lslam dünyasında pek yankı uyan­ dırmamış olan Mulıaddime'sinin etkisi al­ tındadır: Devletlerin ortaya çıkış ve çökü­ şünü, kurucu güçlerin devletleşme süre­ cindeki değişim sosyolojisine bakarak yo­ rumlayan ve insan ömrünün değişik saf­ halardan geçerek yaşlanmasına benzeten

T

26

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

lbn Halduncu analitik çerçeveyi Osmanlı gerçeklerine tatbik etmektedir. Osmanlı düşüncesi bir yandan lslam medeniyet havzasının (gerek kadim me­ deniyetlerden süzerek benimsediği ve geliştirdiği, gerekse kendine özgü dü­ şünce ve davranış sistematiğine ait) gö­ rüşleri içinde serpilirken, bir yandan da lç Asya bozkırlarının köklü siyasal gele­ neklerini yeniden yorumlayarak taşımış­ tır. Bunlardan bir bileşim yaratmış ve uzun ömürlü bir devletin anlam dünya­ sını kurmuştur. lç Asya siyaset kültürü açısından ilk akla gelenler arasında, mu­ hakkak, "yasa" kavramı olacaktır. Padi­ şahın (ya da hanın), şer'i hukuku uygu­ la(t)manın yanı sıra ve hiç olmazsa ilke itibarıyla onunla çelişmeden, yasa koya­ bilmesi konusunda Osmanlılar hem açık hem sistematik davranmışlardır. Fatih Sultan Mehmet'in kanunnamesi, "ya­ sa"nın tek tek hükümler yoluyla değil de soyut ve genel bir dille yazıya dökülme­ si, yani kodifiye edilmesi yönünde, eli­ mizdeki ilk örnektir lslam tarihinde. Fa­ tih'in ölümünden bir yüzyıl kadar sonra, Gelibolulu Mustafa Ali ( 15 4 1 - 1 600) , Os­ manlı devletini özgün ve başarılı kılan özellikler arasında, "yasa" geleneğine sa­ hip çıkmasını ve bunu lslami bir devlet olmanın gereklerini yerine getirerek ya­ pabilmesini vurgular. Osmanlılar, padişah, sultan, han, (sey­ rek olsa da) kayser, hadim-i haremeyn ve halife gibi unvanları kullanırken bunların değişik siyaset geleneklerini yansıttığını ve değişik iddialar taşıdığını biliyorlardı. Padişah ile "imparator"u mukabil tutup kralı bunların altında değerlendirmeleri­ ne, Venedik "doge"larına "beg" demeleri­ ne tesadüf değil bilinçli bir tercih olarak bakmalıyız. Halil lnalcık'ın ayrıntılarıyla ortaya koyduğu gibi, Moskof devleti ile yazışmaları, bu devletin Cengizilerle olan ilişkilerini ve zaman içindeki dönüşümle­ rini oldukça iyi algıladıklarını gösterir. Devletlerarası yazışmaların zaman

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

içinde değişen söylemi ve casus kullanı­ mı gibi konularda araştırmaların yeter­ sizliği dolayısıyla, çevrelerindeki siyaset kültürlerini ne kadar tanıdıklarını şu an için çok iyi bilemesek de, yukarıdaki ör­ neklere, ya da Seyfi Çelebi (16. yüzyıl) ve Katip Çelebi gibi yazarların "siyasal coğrafya" içeren eserlerine bakarak, hiç olmazsa bazı Osmanlılar'ın komşu siya­ set dünyalarından haberdar olmak için belirli bir çaba verdiklerini söyleyebiliriz. Zaten Osmanlı devlet adamları ve düşü­ nürlerinden söz ederken, kimilerinin o komşu siyaset kültürlerinin içinden gel­ diklerini unutmamak gerekir. Mahmut Paşa (ö. 1474) son dönem Bizans-Balkan dünyasını, ldris-i Bitlisi (ö. 1520) Akko­ y unlu devletini, lb rahim Müteferrika (1674-1745) Habsburg-Macar siyasetini tanıdıktan sonra Osmanlı olmuşlardı. Bu önemli kişiliklerden birincisinin Balkan fütuhatındaki başarılarında, son ikisinin yazdıklarında, Osmanlı olmadan önceki geçmişlerinin izdüşümlerini bulmak mümkündür. Çevreleri bir yana, asıl kendi tecrübele­ ri Osmanlı siyasal düşüncesinin en önem­ li "kaynakları" arasında sayılmalıdır. Her siyasal oluşum kuşkusuz kendi tecrübele­ ri ile çok şey öğrenir ve kuramlaştırmasa dahi, uygulama düzeyinde öğrendikleriy­ le hesaplaşır. Osmanlı siyasal yapısına ve düşüncesine yön verenlerin bu açıdan gö­ rece duyarlı ve becerikli oldukları söyle­ nebilir. Özellikle iki yazın türünün hem nitelik hem nicelik açısından gelişmişliği, Osmanlı siyasetinin tecrübe ile sürekli hesaplaşmasının kanıtlarındandır. Bunlardan birisi tarih yazıcılığıdır: bu alanda verilen ürünlerin büyük çoğunlu­ ğu, mitleşmiş ya da "şanlı" ve uzak geç­ miştense, yazıldıkları çağın inişli çıkışlı tarihi ile yüzleşirler. Propaganda ve yağcı­ lık unsurları öne çıkanların yanı sıra, de­ ğişik dozlarda eleştirel tavırlar yansıtanla­ ra sıkça rastlanır. Osmanlı tarih yazıcılığı­ nı, resmi tarihçilik anlamında bir vakanü-

OSMANLI

SiYASAL

D Ü Ş Ü N C E S i N i N

visliğe (ya da kimilerinin yazımıyla: "va­ kanüvist"liğe) indirgemek, sadece savaş­ ları ve saray çevrelerinin bazı yaşantıları­ nı övgü yoluyla anlatmaktan ibaret say­ mak, vahim bir yanılgıdır; bu zengin kay­ nak malzemesinin düşünce tarihi açısın­ dan değerlendirilmemiş olması belki de bu yüzdendir. Diğer tür ise, "uygulamalı siyaset dü­ şüncesi" diyebileceğimiz nasihatname/si­ yasetname yazıcılığıdır.. Bu türde eser ve­ ren lslami kültürler arasında kendi çağla­ rıyla ve kendi güncel gerçekleriyle uğraş­ mak açısından, özellikle karşılaştırmaya nicelik öğesini de katarsak, Osmanlılar'ın benzeri yoktur. En geç lu.tfi Paşa'nın Asafname sinden başlayarak Osmanlı siya­ setnameleri, direkt olarak ve güncel göz­ lemlerle Osmanlı kurumlarının ince ayarı ile meşgul olurlar ve bu yönleriyle gele­ neksel siyasetname yazınından farklıdır­ lar. Özellikle Mustafa Ali'nin Nuslıatlis-se­ latin'i (yazılışı: 1580-8 1 ) ile birlikte, Is­ panya'daki çağdaşları gibi, "ihtilal, inhitat ve ıslahat" temaları ile boğuşmaya başlayan Osmanlı yazarları, yaşadıkları döne­ . min sorunlarına parmak basmak ve çö­ züm üretmek istedikleri metinlerinde sanki köşe yazısı yazıyormuşçasına gün­ celliğe bulanırlar zaman zaman. Bu kay­ nak malzemesini de, Batılılaşma öncesi ıslahatçılığın büyük bölümüne yönelti­ len, "Sultan Süleyman'la özdeşleştirilen bir altın çağın kurumlarına dönmekten başka fikir barındırmadıkları" niteleme­ siyle yargılama eğilimi hakim olmuştur. Başarılı ya da akılcı olup olmadıkları çok tartışma götürür, ama bir kere bu metin­ lerin yazarları arasında önemli-önemsiz birçok görüş ayrılığı vardır ki, bunlara yoğunlaşarak değişik kesimlerin değişik talep ve tavırlarını izlemek gerekir. Ayrı­ ca, ihtilal ve ıslahat üzerine kalem oyna­ tanlar, kendi eğilimleri doğrultusunda ki­ mi zaman tutucu kimi zaman yeniliğe açık, hatta uçuk, taze çözümler üretme arayışından kaçınmazlar. Daha geniş bir '

KAYNAKLAR!

Ü Z E R i NE

G Ö Z L E M L E R

açıdan, ıslahat söylemine ve tasavvuruna bir bütün olarak bakarsak, örneğin, 1 1 . Osman'ın Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmak is­ temesini, uzaktan yakından Kanuni dö­ neminin teşkilat yapısını canlandırma ça­ basına benzetemeyiz. Siyaset düşüncesini anlamak için sadece şu veya bu kaynakta ifade edilen fikirlere bakmak yetmez; belirli bir tutarlılık içinde kendini gösteren davranışlar, değişik kesimlerin benimsediği simgeler ve törenler de elbette siyasal tasavvurlara ve tavırlara ışık tutar. Osmanlı siyasetinin bazı özgün yanlarını, özellikle tecrübenin kaynak edinilmesi yoluyla geliştirilenleri, bu yöntemle görebiliriz. Sultanın toplumsal hayattan soyutlanması konusunda Os­ manlılar'ın gösterdiği duyarlık, saray haya tının törensel ve mima.ri düzeninde kendini gösterir. Bunun benzerlerini ya da öncüllerini Abbasiler'de bulabiliriz; ama Fatih Sultan Mehmet'in kanunnamesiyle ve Topkapı Sarayı'nın mimari konfi­ gürasyonuyla biçimlenen "sultan ve saray" anlayışı birçok açıdan Osmanlı devletine özgüdür. Yeniçeri ordusu ve kapıkulu sistemi, ortaçağ lslam devletlerinin "gulam/memluk" kurumları ile benzeşir; ama devşirme uygulaması, yani devletin kendi zımmi tebaasından nefer toplaması, tamamıyla Osmanlılar'a has bir buluştur. Osmanlı devletinin ve hanedanının uzun ömrünü açıklamak isteyenlerin, . yasalarla ifade edilse de edilmese de, Osmanlılar'da saltanat tevarüsü yöntemlerinin uygula­ masına bakması gerekir, çünkü saltana un tek varisin elinde kalması ve mülkün par­ çalanmaması yönünde tutarlı ve sistemli davranmak açısından, Türk ve Moğol kökenli hanedanlar arasında Osmanlılar eş� sizdir. Bu husus, Fatih'in (son zamanlarda birçok anakronistik polemiğe konu olan) "kardeş katli" yasasın�an çok önce dikkatleri çekmiştir: Timur'un varisi olarak Osmanlılar'a kendisinin tabii gözüyle bakmak isteyen Şahruh, Osmanoğulları arasında kardeşlerin mülkü paylaşmadığı-

27

T

28

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

na değinerek Çelebi Mehmet'e sorgulayıcı bir mektup gönderdiğinde, Mehmet'in ce­ vabı Osmanlı sultanlarının tecrübeyi kıla­ vuz edinerek saltanata ortak kabul etme­ diklerini belirtmek olmuştur. Osmanlı siyaset düşüncesinin izini sür­ mek ve anlamak isteyenlerin işi, direkt olarak siyaset ile ilgili kavramlaştırma ve kuramlaştırmalara yer veren (siyasetna­ me, ahlak gibi) eserlerle ya da yasama gibi devletle ilişkisi belirgin alanlarla, saray­ devşirme gibi kurumlarla sınırlı tutulama­ yacak bir iştir. Siyaset kültürünün değer­ leri ve duyarlıkları, şiirlerden masallara, latife derlemelerinden görsel kaynaklara, birçok alanda araştırılmalıdır. Bu tür kay­ naklar, Osmanlı merkez kültürünün siya­ set konulu görüş ve kavrayışlarını değişik boyutlarıyla yansıtabilir; örneğin siyaset ve cinsellik düzlemlerindeki iktidar anla­ yışlarının ilişkisi üzerine fikir verebilir. Ayrıca, bu yazıda ele alamadığımız değişik toplum kesimlerinin siyasal tavır ve dü­ şüncelerini çalışmak isteyenlerin de bu kaynaklara yönelmesi gerekir. Devletin dı­ şında kalanların, örneğin "kızılbaş" mu­ halefetini yürütenlerin düşünceleri teorik bir çerçevede, hatta öyküleyici bir nesir diliyle, ifade edilmemiştir belki, ama bun­ ları analitik gücü olmayan duygusal tepki­ ler olarak göremeyiz. "Her ağacın kurdu özünden olur" gibi felsefi/hikemi bir de­ yişte ya da "taşramızdan sormağ ile / kim­ se bilmez ahvalimiz" gibi isyan kokan bir beyitte ifade edilenler, bal gibi siyasal fi­ kirlerdir ve düşünce tarihi ile ilgilenenler-

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

I

R

1

K

I

M

1

ce ciddiye alınmaları gerekir. Osmanlı düşünce hayatına yönelik ça­ lışmaların daha emekleme döneminde ol­ duğunu söyleyerek bitirebiliriz bu yazıyı. Yukarıda sözü geçen türlerden daha bir­ çok eser tespit edilmemiş, edildiyse dahi okunmamış, okunduysa dahi bilimsel ola­ rak metni yayına hazırlanmamış, hazırlan­ dıysa dahi ciddi çözümleme çabalarına uğramamış, öncülleri veya çağdaşları ile karşılaştırılmamıştır ve bu konularla ilgi­ lenen araştırmacıları beklemektedir. Daha genel olarak, Batılılaşma öncesi Osmanlı kültür hayatını, ulusçuluk-Batıcılık-lslam­ cılık gibi modern çağların tarih yazıcılığı­ nı büyük çapta belirleyen perspektiflere de eleştirel bakarak, orta ve yeniçağların kendi dinamikleri bağlamında değerlen­ dirme işinin daha başlarındayız. Ancak, modernizmi biçimlendiren değişik ideolo­ jiler tarafından sanat ve kültür hayatının her dalında taklitçilik ve takipçilik sorun­ salının ("Süleymaniye mi? Aya Sofya'nın kopyası. Hayır, Aya Sofya ile ilişkisi yok.") dar çerçevesine sıkıştırılan Osmanlı dü­ şünce dünyası, en az bir-iki kuşak önce­ sinden başlayarak bazı öncülerin açtığı çı­ ğırdan yürüyen birçok araştırmacı tarafın­ dan çeşitli yönleriyle incelenmektedir bu­ gün. Belirgin bir canlılık dönemi yaşayan Osmanlı tarihi çalışmalarının bir süre içinde burada ele aldığımız konularda, si­ yaset düşüncesinin toplumsal gelişmelerle etkileşimini ve değişik dönemlerde nasıl evrildiğini de ele alan, zengin yorumlar ve yeni perspektifler geliştireceği umulur. O

Bizans Siyası 1deolojisi'nden Osmanlı Siyası ldeolojisi'ne* C E M i L O K TAY

A

meri ha'da Demolırasi çalışması­

nın sonlarına doğru, Amerikan t o plumunun mode rnleşmesi hakkında, Alexis de Tocqueville şöyle bir tespitin altını çizer: "Artık geçmiş, gelecek üzerinde yol gösterici olmadığı için, akıl, k a r a n l ı k t a y o l a l makta­ dır"(Tocqueville 1 968: 363). Burada, ge­ lenekle bağlarını tamamen koparmış bir toplumdan söz edilmektedir. Amerikan toplumuyla eşzamanlı olmasa bile, başta Avrupa kıtası olmak üzere, Rönesans'tan beri, sosyoloji biliminin gelenek diye adlandırdığı doku, hemen bütün enlem ve boylamlarda ufalanıp yıkılmaya, beşe­ ri davranışlar üzerindeki etkisini kaybet­ meye başlamışu. Silinen, giderek etkisini küçülten gelenek, bir bakıma insanoğlu­ nu da geleceğiyle baş başa bırakıyordu. Bu oluşumun sonucunda, kadim Yunan ve Roma uygarlıklarından beri, ilk kez olarak insanlık, davranışlarında başvur­ duğu a tıf kaynaklarından da mahrum oluyordu. Hannah Arendt'in tetkikleri­ nin sonucuna itibar edersek, toplumsal maceranın devamını sağlayan zincirdeki yeni halkayı, geleneğin ardından diya­ lektik tarih anlayışı tamamladı. Bu, hiç değilse 1 9 . yüzyıl açısından pek doğru (*) Bu makale ilk kez Mediterranees 20. sayısında yayımlanmıştır.

Dergisi'nin

bir saptamadır. Diyalektik veya başkaca bir sıfatla tanımlansın, böyle bir rolü ar­ tık bugün için tarihe yüklemek müm­ kün değildir. Geleneğe gelince, bilindiği gibi o, anlamı boşaltılmış ve kuru bir kavrama dönüşmüştür. En azından, in­ sanoğlunun beslendiği bir kaynak değil­ dir. Modern zamanların ortaya çıkışıyla, geçmiş ve gelenek, olayların akışında hiçbir özel anlam içermeyen bir anı, bir ayracı ifade eder (Arendt, 1989) . Bu girişi meşru kılan nedeni şöyle açık­ layabiliriz: Ataların tecrübeleri üzerine inşa edilmiş geleneksel bir uygarlık ola­ rak Bizans-Osmanlı uygarlığı, her şeyin değişken olduğu, hiçbir şeyin sabit olma­ dığı modern bireyci toplumun tam zıt ucunda yer alan bir uygarlıktır. Yani bir bakıma, Amerilıa'da Demolırasi yazarının kaygıyla sözünü ettiği karanlıklara ne Bi­ zanslılar ne de Osmanlılar tanık oldular. Kendisini kibirli tavırlarıyla kabul ettiren ve dev adımlarla ilerleyen akıl ve evrensel bireycilik uygarlığının hakim olduğu tüm çağdaş toplumların aksine, önce Bizans toplumu, daha sonra da halefi Osmanlı toplumu -en azından modernleşme döne­ mine kadar-, arkalarında hali ve geleceği aydınlatmak için başvurdukları, zihin güçlerini besledikleri bir geçmişe, bir ge­ leneğe sahip olarak varlıklarını sürdürdü­ ler. ister Bizans imparatorluğu söz konu-

T A

30

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

su olsun, isterse Osmanlı imparatorluğu gelenek ve geleneğin şekillendirdiği geç­ miş, kutsal atıf kaynaklarıdır. Bu nedenle geçmiş de, gelenek de bir arada her tür­ den toplumsal eylemin, tabii bu arada si­ yasi iktidarın gerçek meşruiyet kaynağını oluşturur. Bu makalenin asıl konusu, Bizans ve Osmanlı siyasi ideolojilerinin paylaştıkla­ rı noktaları incelemeye yönelik olmakla birlikte, bunun yanı sıra bu iki doku ara­ sındaki muhtemel benzerliklerden yola çıkarak -eğer söz konusu edilebilirse-, Osmanlı entelijansiyasının kadim Yunan dönemine bakışını anlamak için bir çalış­ ma çerçevesi geliştirmektir. Bu çizgi üzerinde daha fazla yol alma­ dan, her iki imparatorluğun zihniyet ve dünyaya bakış biçimlerinde süreklilik bulunduğuna dair, daha önce geliştiril­ miş olan savların kısa bir özetini ve de­ ğerlendirmesini yapmak uygun olacaktır. Bu alan, bilindiği gibi boş bırakılmış, ba­ kir bir alan değildir. Bizans ve Osmanlı imparatorluklarını karşılaştıran, ikincisi­ nin birincinin devamı olduğunu öne sü­ ren ciddi ve çok ünlü çalışmalar vardır. Bu çalışmalar ve öne sürülen savlar ara­ sında, hem en tanınmış olanı hem de en çarpıcı ve iddialısı, Rumen tarihçi Nico­ las l o rga'nın ileri sürdüğü savdır. Daha başlığında içeriğini ifşa eden yazar, özetle şu sözcüklerle hükmünü dile getirmekte­ dir: "Bizaııs'ııı ölümü 1 9. yüzyılın şafağın­ da oldu. lmparatorkıh Roma biçimiyle bin yıl varlığıııı siirdürdühten sonra, dört yüz­ yıl da Hıristiyan lıimliğiyle yaşadı" (Iorga 1 935: 13). Iorga'ya göre, eğer toplumbilimsel çerçe­ vede ifade etmek gerekirse, Bizans'ın düşü­ şü l 453'te değil, fakat ulusçu hareketlerin etkisiyle 19. yüzyılın başındadır. Modern yaşamın kendini göstermeye başlamasına kadar, yerleşik toplumsal yapı ve bu yapıy­ la birlikte Bizans uygarlığı, varlığını sapa­ sağlam korumuştur. Gerçek değişim, im­ paratorluk tahtı çerçevesinde kalmış bir

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

I

K

I

M

1

değişikliktir. Başka bir deyişle, paleologlar, diğer hanedan ailelerinin daha önceleri yaptıkları gibi, yeni fatihlerin kılıç güçleri­ nin karşısında iktidarlarını bırakmak zo­ runda kaldılar ve boyun eğdiler. Bu bakım­ dan, toplumsal ve siyasi hayatta Bizans'a özgü biçimlerin sürekliliklerinden söz et­ mek, bir abartma sayılmamalıdır. Süreklilik konusunu savunan yazarlar arasında Iorga'nın adını öncelikle zikret­ menin nedeni açıktır. lorga, süreklilik te­ zini savunmada o denli içten ve inanmış davranmaktadır ki, bu yüzden kitabına seçtiği başlık neredeyse görüşlerinin slo­ ganlaştırılmış bir ifadesidir. Bilindiği gibi, Romen tarihçinin yapıtının ana başlığı, Bizaııs Sonrası Bizaııs tır. Çok daha önce, 16. ve 17. yüzyıllarda, Busbec, Pietro del­ la Valle, Leunclavius gibi yazarlar, benzer tespitlerde bulunmuşlardır. izleyen yüz­ yıllarda, Lavisse, Diehl, Gibbon ve Babin­ ger gibi tarihçil er, Osmanlı luırumları üzerinde Bizans'ın etkisini ifadede adeta ittifak halinde ısrarcı oldular. Günümü­ zün ünlü Bizans yorumcularından Ducel­ lier'ye göre , Bizans'ın mirası , "Osnıaıılı lmparatorluğu'mm (. . . ) ortaya çılımasıııda lıuvvetli bir lıathıda bulumııuştur" (Ducel­ lier 1 988: 286). Böyle bir sav, Türk tarihçileri tarafın­ dan da önemli ölçülerde onaylanmış bir savdır. "Bizans Müesseselerinin Osmaıılı Müesseseleriııe Tesiri Hahlwıda Bazı Müla­ hazalar" başlıklı Fuat Köprülü'nün ünlü çalışması, işaret edilen bağlamda zikredil­ mesi gereken bir kaynak oluyor. Şu tes­ pitler, Köprülü'nün kaleminden çıkıyor ve makalesinin aşağı yukarı sonuç hü­ kümlerini ifade ediyor: "Tıirlıleriıı doğrudaıı doğruya Bizaııs ııii­ Juzu altında lıaldılılan en miilıim devir, şiip­ lıesiz, Anadolu fiitulıatıııı tahip eden asırlar­ dır (. .. ) Yeni yerleştilıleıi mıılıitiıı Bizaııs tesi­ riyle meşbu şartlarına intibah mecburiyetin­ de oldulıları gibi, islami medeniyetle de ta­ n"'1mıyla istinas etmiş değillerdi; ve oldııkça lıesif Hıristiyaıı lıütleleıiyle birlikte yaşıyor'

B i Z A N S

S i YASi

I D E O L O J I S l ' N D E N

!ardı. işte bu şartlar altmda Anadolu Türkle­ ri'nin bilhassa X-XII. asırlarda kuvvetli Bi­ zans tesiri altmda lıalmaları pelı tabiidir". 1 Köprülü'nün burada aktarılan hüküm­ leriyle, çalışmasının bazı bölümleri ara­ sında zaman zaman ince ve mesafeli fark­ lılıkların bulunduğunu belirtelim. Tarih­ çi, çalışmasının başlarında, kesin ve doğ­ rudan doğruya işleyen bir süreklilik savı­ m açıkça ve kararlılıkla yadsır. Tahlilleri­ nin ortaya çıkardığı asıl özellik, Küçük Asya coğraff.ısının oluşturduğu alanda yaşayan farklı kültürlerin kucağında şe­ killenen · bir terkibin varlığıdır. Bu terkip içinde Bizans, Anadolu Türklerinin kül­ türlerini oluşturan yapıcı öğeler üzerinde hakim bir tarzda ve tek başına işlememiş­ tir. Söz konusu terkibin kimyasına iyi nü­ fuz etmek, biraz da Sasaniler'den ve Orta Asya'dan tevarüs edilen mirası da hesaba katarak mümkün olabilir. Bizim kanaatimize göre, ilgili alanda ta­ rihçilerin vardığı sonuçların geçerliliğini sınama imkanını yaratacak olan vasıta, karşılaştırmalı bir yaklaşımdır. Bilindiği gibi, toplum bilimlerinde üzerinde ittifak edilen genel ve yaygın bir kanıya göre, karşılaştırma, olgulara nüfuz yetenekleri­ mizi daha bir keskinleştiricidir. Ancak bu şekilde her toplumun kendine özgü yön­ lerini ve değişik toplumların ortak özel­ liklerini daha açık seçik tesp i t etmek mümkündür. Kısacası, Bizans ve Osmanlı siyasi ideolojilerini karşılaştırmak yararlı bir girişim olacaktır. Bu karşılaştırmayı yapmanın uygun yollarından birisi, bu iki imparatorluğun ideolojik söylemlerinin sorgulanması ve bu sorgulamada, söylem­ lerin belirleyici bir yapı ve ortak terimler içerip içermediklerini araştırmaktır. Yapı kavramından, Claude Levi-Strauss'un ta­ nımladığı, "alabildigine zengin ve alıışlıan çeşitli durumların er geç içine yerleştiği bir tür [nehir yatağı] ve lıalıp" anlaşılmalıdır (Levi-Strauss 1 962: 225). Bizans siyasi ideoloj isinin ayrıntılı ve derinliğine bir tahlilini yapan H. Ahrewe-

O S M A N L I

S i YASi

I D E O L O J I S l ' N E

iler, bu ideolojiye özgü, aralarında bağ­ lantılı iki yapı unsurunu ortaya koyar, Bunlar, taxis ve oilwnomia'dır. Oikonomia, özlenen; dahası kutsal bir toplum düzeni­ nin muhafaza edilmesi ve yaşamın akışı­ nın onun çerçevesinde cereyan etmesi amacıyla izlenmesi gereken tarz ve yön­ temlerin tümünü tanımlar. Bir bakıma oi­ lıonomia, düzenin ekonomisidir. Taxis, yani siyasi ve toplumsal düzen, köklü dö­ nüşümler ve değişim konusunda gerçekte alabildiğine tutuk bir düzen egemenliği (taxiarşi) kimliğiyle tezahür eder. Yazarın tespiti şudur: Bizanslı, "hemen her zaman ve her durumda lıat'oikonomian lıarelıet eder. Başlıa bir ifadeyle, Bizanslı, yeni ger­ çeklere tedricen uyum sağlar; bunu geçmişin gerçelıleriyle olan bağlarına neşter vur­ madan yapar; lıölılü döıııişümlere meydan vem1eksizin yeni durumlara ayalı uydurur; lı ısacas ı , geçm işine sadı/ı ve adeta ona mahlıümmuş gibi, belirsiz geleceği çelıip çe­ vimteye, lıali kavramaya çalışır. Tüm bunları, varlıgınm temel taşı olan gelenelıten lıopmadan becermeye gayret eder" (Ahre­ weiler 1 975: 142). Constantin Porphyrogenetis'in "lmpa­ ratorlulı ilıtidan, Yaratıcı'ııın vazettigi dü­ zeni ve uyumu izlemelidir" yolundaki siya­ setine atıf yapan Ahreweiler, hükmünü bu çerçevede verir: "lmparatorlulı ilıtidarı, böylesi bir siyaseti gerçehleştinnelı için, iz­ lenmesi gerelıli en uygun yolu tay in eden elıonomiy e göre lıarelıet etmelidir. Bu aynı zamanda ideal düzene de hapı aralar" (Ah­ reweiler 1 975: 147). Hiç kuşkusuz düzen ( taxis) tartışılır; dahası yadsınır. Ne var ki, tekrar ihya edildiğinde, ilahi bir iradenin yansımasını ifade eder. llahi bir iradenin yansıması olarak algılanması, ne pahasına olursa ol­ sun, düzene itaati gerekli kılar. Evrenin bir düzeni varsa, toplumun da bir düzeni olmalıdır. Genel düzenin içinde, bu ge­ nelle kafiyeli olan daha küçük ölçeklerde düzenler (düzencikler) yer alırlar. Başka bir ifadeyle söylersek, her birini ayrı ayrı

31

T A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

geleııeğirıe, Osmanlı devlet felsefesinin ve siyasal ziluıiyet:inin esin kaynağı olarak dikkat çekitmiştiı: Ritüellere de yans�yan egemenlik / hükmetme biçimi ve devle ot-0ritesinin dinsel egemenliği 11/ıaesinde tııtUŞ'u, Bizans-Osmanlı yakınlığını veya 'sürekliliğini' yansıtı.r.

� ·

32

geçmişin, kurucu ataların, kısacası gele­ neğin şekillendirdiği küçük düzenler, ko­ muta zincirini (hiyerarşiyi) izleyen genel bir düzenle çerçevelendirilir. Ayrıca belir­ telim ki, hiyerarşi sözcüğü, Avrupa ve Batı dillerinin Bizans yazınına borçlu ol­ duğu bir sözcüktür. Bizans toplumu, bu belirt\len özellikler çerçevesinde, bir yandan ideal düzen fik­ riyle, diğer yandan halin icabı arasında do­ nup kalmış bir varlığı andım (Ducellier, 1976). Yaşanan gerçekle ideal düzen ara­ sındaki sapma açısını asgari düzeye indir­ meye yönelik, en bilge ve yapılabilir olanı yapmaya en yatkın yakla,şım anlamında kuJlanılan oikonomia siyasetinin yeri ve ağırlığı, tam bu noktada ortaya çıkar. Osmanlı siyasi ideolojisinin mahremi­ ne nüfuz eden bir bakış, yukarıda işaret edilen yapıya benzer bir yapıyı göz önü­ ne serecektir. Bizans siyasi ideolojisi gibi, Osmanlı siyasi ideolojisi d e iki temel kavram üzerine bina edilmiştjr. Bunlar, N izam-ı Alem ve Adale t'tir. N izam-ı Alem, Bizans'ın taxis kavramının işlevsel karşılığıdır. Adalet ise, ist.imalet kavra­ mıyla birlikte kullanıldığında, bize ister istemez oilwnomia anlamını anımsatır. Bi-

!indiği gibi, istimal�t, davranışlaı:da yuc muşaklık, esneklik ve muhatabın rızasını arayan yaklaşımlar içeren anlamına gel­ mektedir. Y öneticiler açısından istimalet siyaseti, en az kötü ve en yumuşak çö­ züm yolunu izlemeyi gerektirir. 15. yüz­ yıl tarihçisi Aşıkpaşazade, Bursa fethini izleyen günlerin siyasetini naklederken şunları yazar: "Hisardalıi lıalka dalıi emn u

aman ettiler, kimsenin bir çöpünü aldırma­ dılar(. ..) O kadar adi etti lıiın, cemi' ol vi­ layetin lıalkı eydıirler idi lıiın, nolaydı ka­ dim zamanda bunlar bize bey olalar idi". Kısacası, yerli halk, tarihçinin anlatımıyla "istimaletle yerli yerine" konulmuştur. 2 lstimalet siyasetinin temel hedeflerinden biri, yönetilenlerin yaşamsal çıkarlarına zarar vermeden mevcut düzeni sürdür­ mektir. lstimaletle hareket eden iktidar demek, . bu yçılla halkın rızasını sağlama­ ya çalışan yönetim anlayışı demektir. Asıl hedef, yerleşik düzenin sorgulanmadan işlemesini sağlayacak biçimde, halkın memnuniyetini kazanmaktır. Adalet ise, iş başındaki iktidarın meş­ ruiyetini ve temel direğini oluşturur. Dü­ zen varsa, adalet; adalet varsa, düzen var­ dır. Düşünce ve idrak, düzen'den adalet'e

B i Z A N S

S i YASİ

I D E O L OJ I S l ' N D E N

ve yumuşak tavra doğru adeta döngüsel bir hareketin içindedirler. Adalet olsun, düzen olsun her iki kavram, hem kendi aralarında bağımlılık ilişkisi taşırlar; hem de birbirlerini tamamlarlar. Örneğin adaletnameler -ki bir tür im­ paratorluk kararnameleri gibi görülebilir, esas itibariyle bozulmuş, ekseninden sap­ mış düzeni tekrar ihya etmeyi ve sıatıı qııo an te yaratmayı temel hedefleri olarak almışlardır.3 Adaletnameler, ya yönetilen­ lerin zaman içinde birikmiş şikayetlerini gidermek amacıyla, ya da sıradan tek bir kişinin istemi üzerine çıkarılabilir. İsti­ malet siyaseti olsun adalet girişimi olsun, her ikisi de değişmez v e kutsal sayılan düzenin ayakta tutulması için bir anlam taşırlar. 17. yüzyıl tanınmış ahlakçısı Kınalıza­ de Ali, Osmanlı siyasi ideoloj isini Alı lalı ­ i A laisi 'nde veciz o larak i fade eder. Bu, ünlü D a i re - i Adliye'dir. Kınalızadc'nin kalemine itibar etmek gerekirse, Adalet Dairesi'nin kökleri , Kadim Yunan'a, da­ hası Hint kültürüne kadar uzanır.4 Ah­ lakçı, bize söz konusu metnin kadim bir Süryani yazılı levhasında bulunduğunu, " düzenin, adaletin ikizi v e aralarında

a yr ı l ma z " olduklarını ha tırlatır. Daire - i Adliye'yi okuruna sunmadan, yazar, önce " ilahi" diye ni telediği Platon'a ve Fara­ bi'den beri adet olduğu gibi " muallim-i evvel" diye sözünü ettiği Aristo'ya övgü­ ler düzer. Devlet işlerinde kadim Yunan bilgeliğini önerir. " Yu n a n l ı ları n lıiihiiıııet etmclı amacıyla fen bi lgi /eri ıı i gel i ş t i rdi lde­

belirtir. Bununla beraber, Aristo ve Platon'un özgün öğre t i l eri ni Kınalıza­ de'nin kaleminde aramak boşuna bir ça­ ba o l ur. Her iki u s ta d a n A lı l a h - ı A l a i metnine yansıyan v e daha ç o k dini ahla­ kın rengine bürünen birkaç düşünce kı­ rıntısı kalmıştır. Çok zorlayarak, örneğin özel bir mercek al tına a larak, metinde belki paidea kültüründen soluk izler bu­ lunabilir. 5 Osmanlı siyasi ideolojisini adeta veciriııi"

O S M A N L I

S i YASİ

I D E O L O J I S l ' N E

zeleştiren D a i rc - i Adliye'nin i fadelerine bakalım. Şöyle deniyor: "Adidir mucib-i salah-ı cihan bir bağdır divan devlet Devletin nazımı şeriattır Şeriate olamaz hiç haris illa mülk Mülk zabt eylemez illa leşker Leşkeri cem' idemez illa mal Cihan

Malı cem' eyleyen raiyyettir

padişah-ı aleme adi " (Kınalızade Ali 1 833: 5 1 ) . Raiyyeti kul ider

Kınalızade'nin kendi cümleleriyle "Da­ ire-i Adliye alemin nizamı''dır. Buna, Bi­ zans'ın Taxis'i de denebilir. "AdCıleı i lalı i lıayııahıarı beslendiği içindir hi, dünya dii­ zeııi olsun, göhyiizü düzeni olsun, her i h is i

de adalet sayesinde vardır v e adalet oldıılıça var olaca/ıtır" . 6 Adalet ve düzen, ahlakçı­ mız tarafından birbirine bağlı, adeta yapı­ şık ikizler gibi görülmektedir. Her biri di­ ğeriyle bir anlam taşır. Düzen, söylem düzeyinde olsun, yaşa­ nan gerçeklik düzeyinde olsun, iktidarın en üst kademesinden en aşağıda .sıradan bireye doğru inen bir komuta zinciri, bir hiyerarşi olarak tanımlanmıştır. Düzenin piramidimsi biçimde algılanması , sadece imparatorluğun idari örgütlenmesiyle .sı­ nırlı b_ir anlayışı içerm(".z. Daha yaygın, toplumun derinliklerine, zihniyetin alt katn'ıanlarına kadar nüfuz etmiş bir anla­ yış söz konusudur. Yaşamın hemen her kesitinde hiyerarşi anlayışı kendini göste­ rir. Divan Edebiyatı bu bağlamda en ilginç örneklerden biri oluyor. Klasik düzende Osmanlı edebiyatının omurgası olan di­ vanlar, içinde gelişip serpildikleri toplum ve çevrenin en mahreın özelliklerini i fşa edici metinlerdir: Tıpkı mozaik, hat ve minyatür sanatlarında olduğu gibi, Divan yazarı, çok sınırlı bir alanda, oldukça katı kurallar çerçevesinde hareket etme duru­ mundadır. Kendini ifade ederken hiyerar­ şik bir düzeni izler. Şekip Tunç'un kale­ minden aktaralım: "Divanlarda evvela Al­ lalıın tazimi, sonra Peygambe r ve evliyala-

33

T

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

rın tebc i l edil mesi ve bl!ndan sonra lıaside denilen şövalye medhiye1erinin gelmesi, şah­ si h i s ve heyecan ların lereımiimü demelı olaıı gazellerin en sonraya bıralıı lması ideal lııymetleriıı ııe suretle mertebelendirildiğini gösterir: Sıra ve sı raya göre saygı orta za­ maııııı en lrnvvetl i ictiınai disipl inini teşlıil etliği i ç i n w n ıı m iyetle riayet edilmiş tir" . 7

34

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

çıkışiı, çoğu zaman da riskli basamakları­ na muhatap olmak, Osmanlı ü m erasını işaret edilen istikamette davranmaya sü­ rekli yönlendirmiştir. Ahreweiler'in Bi­ zans'a ilişkin tespitlerine dönersek, orada da benzer tavır alışlarla karşılaşıldığı gö­ rülür. Ahreweiler, dikkatlerimizi özenle şu konuya çeker: Eğer Bizans, " h ıınımlarını

Vezin ve kafiye tekniklerine gelince, şair, başarılı olabilmek için, en azından hattat­ ların veya minyatür sanatçılarının, tezhip ustalarının fırçaları kadar zarif bir kaleme sahip olmak zorundadır. Zarafet ve incelik becerisinde divan şairinin veya diğer sanatçıların yalnız olmadıklarını belirtmek gerekiyor. Tıpkı şair gibi, Osmanlı bürok­ ratı ve saray mensubu da son derece kar­ maşık yollardan geçmeden veya durumun gerektirdiği hareket kıvraklıklarına baş­ vurmadan, yeri n e getirmekle yükümlü bulundukları görevlerinin üstesinden ge­ lemezler. Yaşamlarının hemen her anında ve her işte önlerine gelen meseleleri kılı kırk yararak ölçüp biçmek, her şeyi ince­ den inceye düşünmek, tartmak zorunlulu­ ğu vardır. 17. yüzyılın kalemlerinden Na­ bi'nin tavsiyesini de hep belleklerde tut­ mak gerekir. Çok uzaklardan gelen bir hikmeti dile getiren bu şairin diliyle "Dev­ l e t aheste g erektir . . . " lyi tartılmamış, özen içermeyen, .alelacele oluşturulan ha­ reketler, kararlar, genelde Osmanlı insanı­ nı, doğal olarak Osmanlı bürokratını ya­ dırgatır. Onların dünyasında geleneklere

gerçelı manada bir ıslahattan hemen hemen

ve alışkanlıklara ters düşmeden, yeni olu­ şumlara, istimaletle uymak esastır. Halin icabını yerine getirmeye çalışırken, zaru­ rete yanıt aranırken, mirası kıskançlıkla korumak, geleneğin üzerinde titreillek . . . Özetlemek gerekirse, Osmanlı bürokratı­ nın temel derdi işte budur. Yeniyi yarat­ mak, onun ö ncelikli kaygıları arasında bulunmaz. Kalemiye olsun, ilmiye veya seyfiye olsun, önemli olan, mirasr vasiye­ tiyle b irlikte korumak ve gelenekl erin kutsanmış kurallarıyla sınırlı kalmayı sür­ dürmektir. Hiyerarşik bir düzenin inişli

vb. Bu yakıştır­ malarl a , h e m B izans h em de Osmanlı edebi ve günlük dillerinde sıkça karşılaşı­ lır. Keza lstanbul, Bizans halkının gözün­ de, Cebrail'in kuruluş yerini bizzat işaret ettiği bir kenttir. Müslüman halkın inan­ dığı efsanelere göre de, Osmanlılar tara­ fından fethedilmesi, Peygamber'in haber verdiği bir olaydır. Özetle, şu veya bu bi­ çimde kentin mekanına ya kutsallık bu­ laşmış ya da kutsal olanla i lişki kurul­ muştur. lmparatorluk hiyerarşisinin zirvesinde

buni.ın asıl nedeni, im­ paratorluğun "geçmişinin mahkumu" ol­ ması ve işleri oilwnomia siyasetiyle yürüt­ mesidir. Hiyerarşik düzenin hükümranlığı, be­ şeri ilişkilerle sınırlı d eğildir. lnsanın içinde yaşadığı mekana verdiği anlamlar­ da da yukarıdan aşağıya doğru işleyen bir düzen anlayışı görülür. lstanbul (stan po­ lis) d iğer kentlerden farklı bir k e n ttir. Her şeyden önce, efsanelı;rin süsl ediği mitik bir mekandır. Tüm bir imparator­ luk coğrafyası, lstanbul'dan itibaren belli bir anlam taşır. Genel toplumsal ve siyasi düzen gibi, lstanbul da öncelikle kutsal bir mekanın adıdır. Bu nedenle, mekanın hiyerarşik düzeni i çinde en üst noktada yer alır. Bizans ve Osmanlı sözlük hazine­ lerinde, lstanbul'a ilişkin övgüyü aşan ad­ landırmaların bolca görülmesi rastlantı olamaz. lstanbul'a yakıştırılan ve sayıları otuzun üzerindeki sıfat ve adlardan bir­ kaçını anmak, konu hakkında fikir sahibi olmaya yeter. "Şehirlerin Sııltanı", "Mutlıı­ hiç geçinııem işse",

l ıı lı Kapısı '', "Kııtsal Şelı i r ", "Mel e lı l e r i n Kanatları A ltmdalıi Şelıir"

B i Z A N S

S i YASİ

I D E O L O J I S l ' N D E N

duran Bizans imparatorları ve Osmanlı Sultanları için de benzer bir nitelemeyle karşılaşılır. Örneğin Bizans i mparatorları­ nın taşıdığı sıfatlar arasında, "Dünya'nın S ahib i " , "Zamanların S ahibi" sayılabilir. Hep, "Tanrının Gölgesi" gibi veya "Tan­ rının Yeryüzü İ çin S e çtiği" diye görül­ müşlerdir. Aşağı yukarı, benzer adlandır­ maları Osmanlı Sul tanları'nın da kullan­ mış olması, çok bilinen bir gerçektir. Os­ manlı Sultanları'na çok yakıştırılan un­ vanlar arasında -ki sayıları bir hayli kaba­ rıktır-, "Rum Memleketlerinin S ahib i " , "Karaların ve Denizlerin Sahibi", "Müs­ lümanların Emiri" vb. sayılabilir. Bizans lmparatorlarıyla birlikte taşıdıkları diğer birçok unvan içinde, ö zellikle altı çizil­ m es i gereken, belki en önemlisi ve hiç kuşkusuz en cüretlisi 'Tanrının Yeryü­ zündeki G ölgesi" yakıştırmasıdır. Çok açıktır ki, bu türden bir yakıştırmayı ls­ lam'ın akideleri arasından çıkartmak he­ men hemen tümüyle olanaksızdır. Oysa, söz konusu unvan oldukça sık kullanılan bir unvandır. Aslında i mparatorlar ve sul­ tanlar, hep bir kutsallık tacını başlarına geçirmeyi önemsemişlerdir. Her ikisi de sadece potestas ile yetinmemiş; buna bir de aııctaritas'ı eklemeyi, meşruiyetlerinin gerekli ve olmazsa olmaz koşulu olarak görmüşl erdir. G el en ek s e l i kt i darların böyle bir terkibi, modern zamanlara ka­ dar özellikle aradıklarını kaydedelim. Bizans ve Osmanlı siyasi söylemlerinin yapısal benzerlikleri, Osmanlıların kadim Yunan'a bakışı üzerinde varsayımlar geliş­ tirilmesine imkan vermektedir. Her i k i toplumun - k i biri, diğerinin adeta deva­ mıdır-, siyasi söylem ve zihniyet özellik­ lerinin incelenmesi sonucunda, Osmanlı­ ların Kadim Yunan hakkındaki görüşleri­ nin h i ç d eğilse bir yönüyle Bizans'tan devraldıkları geleneğin etkisinden çıka­ mayacağını hesaplamaya mezuniyet var demektir. J acqueline de R o m illy, "Neden Kadim Yunan ? " başlıklı kitabında, çağdaş dünya-

O S M A N L I

S i YASİ

I D E O L O J I S l ' N E

nın Yunan'a ilgi duymasının mantığını, Yunanlıların "beşeri yaşamı ahı/ dairesinde açılı/amaya çalışmış olmaları ( . . . ) ve bu şe­ lıilde logos uygarlığmı ( Romilly 1992: 17) kurmalarıyla açıklamaktadır. Romilly'ye göre Yunanlılar, bize "soyutlama becerisi­ nin yanı s ı ra zam anla smırlı olmayan ger­

Romilly 1992: 11) fikrini miras bırakmışlardır. Meclislerinde her türden konuyu tartışarak ele alan bu uygarlığa aynı zamanda "tartışma alışhaı ı l ığı ve haz­ zın ı" borçluyuz. Tüm bunlara ek olarak, "gizli, sadece bazı [ iman sahiplerinin] bi­ çehler" (

lebi leceği, valıyedilmiş lıalıilıatler anlayışı, Kadim Ylllıaıı'a özgü bir yalı/aşım dcği ldiı: Kadim Yuııaıı'da gerçelı leı; birlihte yapılan tartışmalarla ortaya çıhar" (Romilly 1992: 59-60). Bu son tespiti, başka bir deyişle, Yunan dünyasında gerçekler, ilahi değil beşeridir diye tercüme edebiliriz. Oys a b i liyoruz k i , Bi zansl ılard a ve Osmanlılarda, gerçek, ancak vahyedil­ miş -dolayısıyla kutsal ve taruşılmaz- ger­ çektir. Her iki uygarlık açısından bu tür­ den gerçeklerin bulunduğu tek ve rakip­ siz kaynak kutsal kitaplardır. Ancak, insa­ noğl u , kendisinden ve iradesinden ba­ ğımsız, dolayısıyla zaten varolan kutsal k i tapların gerçeklerine nüfuz edebilir. Genelde insan için önemli olan da dinden ve atalardan miras alınan geleneği ve o geleneğin içerdiği gerçekleri taşımaktır.

Yeryüzü yaşamının temel amacı ve anlamı buradadır. Kadim Yu nanlıların ürettiği bilgilere gelince, paideia kültürünün kör topal sürüp gelmesine rağmen, bu bilgile­ rin. ancak Kilisenin kurucu babalarının geleneklerini teyit eden yönleriyle önemli görüldüklerini belirtelim. Bir bakıma, yal­ nızca k u tsalı teyit edici bilgilere i tibar edilmiş tir. D olayısıyla, Yunan da dahil, tüm kadim toplumlar, kutsal kitapların ışığında okunup incelenmişlerdir. Tercih­ ler, kadim Yunan'ın eleştirel yaklaşımına değil, hep ortaçağın vahyedilmiş gerçek­ l er anlayışına yöneliktir. Yun a nlıların eleştirel özellikleri, "Helen çılgınlığı" ve-

35

T

36

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

ya "bilgelikten yoksun bilgeler bilgeliği" diye nitelendirilir. Zira gerçek bilgelik, ortaçağın i manı bütün bi lgelerinin gö­ zünde, ancak ve ancak dini inançlarda ya­ tar. Osmanlıların, hiç değilse hayatın zor­ lamalarıyla bağları koparıp atmaya başla­ dıkları döneme kadar sürdürdükleri gele­ nek, işte böylesi bir gelenektir. Kınalıza­ de'nin Platon anlayışı olsun, Aristo anla­ yışı olsun, baştan sona hep bu çerçevede ve vahyedilmiş gerçekler kavramı ışığında yönlendirilmiş görünüyor. Bu, diğer ta­ raftan demektir ki, Osmanlı E ntelijansi­ yası'nın Helenler Dünyası'na bakışı, orta­ çağ zihniyetinin Bizans marifetiyle biçim­ lendirdiği bir bakıştır. Arendt, çok haklı olarak modernleşme­ ye ilişkin bir tespitin altını özellikle çizer; o da ş u d u r : B a tı ' d a R ö n esans D ö n e ­ mi'nde, "Kadim Düııya'ııııı yeniden ortaya

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

çılıartılması, üzerinde hiçbir et/ıisiııin ola­ mayacağı biçimde, lıaynalzlanıı lıeııdileriııe lıadar iııerelı, gelenelıle bcığlarııı lıoparı l­ ması yalımda iliz girişimdir" (Arendt 1989: 39). Doğu'nun Rönesans'ında da aynı ol­ guya tanık oluyoruz. Örneğin, lorga'nın tespiti şöyledir: "Bi­ zaıısçılıktan [çağdaş] Yunan milliyetçiliği­

ne geçiş aşamasında, Antilı Ytınaıı'a dömiş olmııştur" (!orga 1935: 248) . Bu, Osmanlı Toplumu'nun çağdaş döneme geçişinin işareti o larak kabul edileb ilir. Bundan böyle olayların cereyan şekli ü zerinde, klasik dönemlerde tanımlandığı içeriğiyle geleneğin etkisi olmayacaktır. imparator­ luğun her unsuru, sahip olduğuna inan­ dığı [veya inandırıldığı] , özellikle de de­ netleyebileceğini düşündüğü araçlardan i tibaren geleceğini aramaya ve belirleme­ ye başlayacaktır. O

D İ PN OTLAR si ideolojisi mükemmel bir terkip ürünüdür. Terkibin unsurları, Küçük Asya co!jrafyasında birbirleriyle iyiden iyiye kaynaşmışlardır.

Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahaza­ lar, Türk Hukuk ve iktisat Tarihi Mecmuası, ls­ tanbul, 1 93 1 , c. 1, s. 298.

2

Aşıkpaşazade Tarihi, yayımlayan Nihal Atsız, ls­

3

Halil inalcık, "Adaletnameler", Türk Tarihi Bel­ geleri Dergisi, 1 965, c. i l, na: 3-4.

4

Yazılı metinlere göre Adalet Dairesi'nin ilk ör­ neklerinden birine 1 040'larda Yusuf Has Ha­ cib'in Kutadgu Bilig'inde rastlıyoruz, Bu Aine-i Devlet gelene!jinde bir metindir. Metin, Türk, Hint ve Çin geleneklerinden esinlenmektedir. Özellikle Pancatantra'nın izlerini taşır. (Bu ko­ nuda bkz. Halil inalcık, "Kutadgu Bilig'de Türk Siyaset Nazariye ve Gelenekleri", Reşit Rahmeti Arat için, Ankara, 1 966, s. 259-27 1 ) Pancatant­ ra önce Sasaniler zamanında Acemce'ye, daha sonra Arapların Müslüman olmalarını izleyen dönemde Arapça'ya tercüme edildi. Hiç kuşku­ suz, söz konusu metin, zamanın de!jişik halkla­ rını etki lemişti. Keza, birçok Avrupa hayvan masallarının kökeninde aynı metin vardır. Bir şey aşa!jı yukarı apaçık ortadadır: Osmanlı siya-

5

tanbul, 1 949, s. 120.

6

7

Paideia k ü lt ü rü hakkında bkz: Peter Brown,

Pouvoir et Persuasion dans L'Antiquite tardive, Seuil, 1 998, Bölüm il ve keza bkz: Ducellier, Les Byzantins, Bölüm V.

Kınalızade Ali, Ahlak-ı Altıi, Bulak Baskısı, 1 833, s. 47. L. H. Flescher, Tarihçi Mustafa Ali, Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, Tarih Vakfı, 1 996. Yazar s. 272'de Adalet Dairesi'ne ilişkin olarak şu notu düşmektedir: "Osmanlı bilim adamları sistemi ussal bir temele dayandırmak için, kanunu kul­ lanan güçlü bir merkezi otorite olmadan şeri­ atın korunamayaca!jını gösteren felsefi ilkelere baş vuruyorlardı. Bu ussallaştırma klasik ifade­ lerini 'Daire-i Adliye'de buluyordu. Daire-i Adli­ ye Aristoteles'e (başkalarına da) atfed i l en, Dewani ve onu Osmanlı'ya uyarlayan Kınal ıza­ de tarafından sistemleştirilen ve islamileştirilen eski bir siyasal bilgelik örne!jidir. " M. Şekip Tunç, "Sanat Meselesi ", Güzel Sanat­

lar Mecmuası, na: 1, s. 30.

Osmanlı'da 1 8. Yüzyıl Düşünce Dünyasına Dair Notlar I L B E R O RTAY L I

osyal değişme esas itibariyle Röne­ sans'ta fark edilen bir olgu ve buna bağlı olarak edinilen bir bilinç tir. Keşfedilen yeni kara parçalarındaki ilkel­ l er, "bon savage" (iyi vahşi) Avrupa'da in­ san ve insan toplumunun evrimi konu­ sunda bir bilinç uyandırdı. Bu evrim kuş­ kusuz Avrupa kıtasına has bir olgu olarak algılanıyordu. Özellikle Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'ya yapılan geziler n e ticesinde 18. yüzyıl Avrupası'nda, diğer dünya par­ çalarındaki toplumların durgun olduğu ve oralarda tarihin fasit bir daire teşkil ettiği fikri yaygındı. Bu keyfiyete seyyah Char­ din'in "Asya atalettir, Avrupa devamlı de­ ğişmedir" ifadesinde şahit oluyoruz. Mo­ usnier de 1 740'ta Paris Akademisi adına yaptığı bir açıklamada "Avrupa bilinç ve bilgi düzeyindeki gelişme sayesinde deği­ ş en b ir dünyadır, diğer b ölgeler a talet içindedir" der. Bu gibi görüşler Şark'ın münevverleri tarafından da değişm e çağında yani 1 9 . yüzyılda benimsenmiştir. 1 9 . yüzyılın ön­ cesinde Osmanlı lmparatorluğu'nda nasıl bir sosyal değişme ve ıslahat fikri vardı? Galiba 18. yüzyıl bizdeki değişme bilinci bakımından en önemli çağdır. Osmanlı 1 8 . yüzyılının da değişmeci dalgalanmala­ ra uzak olmadığı apaçık. . . Ama bu gerçek Türk tarih bilincinde yeterince akis bula­ mamıştır. Çünkü Türkiye'de bu memleke-

S

tin tarihinin 18. yüzyılı bilinmemektedir. Tarihsel dönemleme açısından "ll. Viya­ na muhasarası sonrası dönem" olarak mü­ talaa edegeldiğimiz 1 7. yüzyılın sonu ile 18. yüzyıl başlarında Osmanlı lmparator­ luğu Avrupa ile sıcak çatışma halindeydi. Rusya ve Avusturya (bu asırda henüz Al­ man i mparatorluğu adını taşıyor) hep müttefik olarak Osmanlı ordularıyla çarpı­ şıyordu. Osmanlı askeri modernleşmesi, bazen yenilgi, bazen direniş ve bazen za­ ferle geri püskürterek Avusturya ve Rus­ ya'ya karşı direnebiliyordu. Türkiye D oğu'­ daki değişme bilincinin doğduğu yerdi, zi­ ra bu tarihsel koşullarda bu bilince sahip olmak zorundaydı. 18. yüzyılın siyasi sos­ yal görüşleri en açık olarak sefaretnameler­ de izlenebiliyor. Ünlü gezgin ve dahi Evli­ ya Çelebi'nin istisnai örneğinden sonra se­ yahat eden ve seyahatname yazabilecek bi­ ri çıkmamıştır. Seyahatname Osmanlı ede­ biyatında zayıf ve geç gelişen bir tür; kla­ sik lslam çağı ve Rönesans Avrupası' ile boy ölçüşebilecek durumda değil. 18. yüzyıldaki siyasi tefekkürümüzü bu nedenle m emurların genel raporlarından izlemek zorundayız. !kinci kaynak ordu ve maliyenin başındakilerdir. Fennen geli­ şen merkezi ordunun ağır masraCTarını karşılayacak zümre, ıslahat üzerinde dü­ şünmek durumundaydı. Nitekim 18. yüz­ yıl Osmanlı dünyası, artık geçen asırlarda-

T

A

N

Z

i

M

A

T

V

E

M

E

Ş

R

kı ıslahat layihaları geleneğinden daha farklı bir ıslahat fikir ve hareke ti ihtiyacı i ç i ıı cl ecl ir. 1 7 . yüzyıl Osmanlı yazarları lbn-i Halduncu kuramdaki çöküşün far­ kında olarak , adeta "asabiyye" ve "daya­

38

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

I

R

1

K

I

M

I

na paralel bir ıslahat modeli ö ngörmüş­ t ür. Bu kuvvetli eserlerde lbn-i Halduncu bir çöküş teorisi takip edilirken, Osman­ lı'ya özgü bir düzelmenin mümkün görü­ lüp padişahlara tavsiye eclilcligi açıkllr.

nışmayı" askeri reformlarla sağlamayı ve

Ancak 1 8 . yüzy ı l ı n siyasi l i terat ürünü

m u hafazayı d üş ü n ürler; askeri refo r m .

teşkil eden layihalar ve sefaretnameler bu

m ü esseselerin iç içeliği i libariyle toprak

d oğrultuda değerlendiril emez. Vakıa. 1 8.

nizamı ve maliyeyi de etkileyecektir. Os­

yüzyılın siyasi düşüncesi, daha önceki as­

manlı, "devlet-i ebed müddet"e inanır. Bi­

rın yazarları gibi kuvvetli şahsiyetler tara­

naenaleyh çöküntü emarelerine rağmen

fından temsil edil mez. Layihalar açıkçası

d i r i l i ş i n , devletin temel m üesseselerine

bir teoriye dayanmaz; kaleme alanlar N a­

avdet ile m ü mkün olabileceğine i nanılır.

ima, Katip Çelebi , Selaniki gibi Osmanlı

Kınalızade'de bu görüş açıkça ortadadır.

tarihi müesseselerinden derinlemesine ha­

"lstanos P o l i tikos" deyim inden haberdar

berdar d eğildir. Daha ziyade uygulamacı

olan Katib Çeleb i , poli tika i l m i n i toplu­ m u bir insan bedeni gibi ele alarak m ü ta­

ve bizzat sivil-asker idareci ztımresinden­ d i r. M esela D efterdar Sarı M eh m ed Pa­

laa eder. Asıl olan h ü kü m d .a rlık. askeri

şa'nın eseri, ameli görüşlü ve bürokratik

kurumların d üzgünlüğü ve mali güçtür.

tecrübeye dayanan bir layihadır. Sefaretna­

Tabii ki bu yazarlar lbn-i Haldun'u be­

melcrdeki tavsiye ve tahliller, derin malü­

n i msemeye devam eder, ama onun işaret

mattan çok, somut gözleme ve yaşa m ı n

ettiği kaçınılmaz sona keneli reform layi­

içinde edinilen tecrübelere dayanır. Zekice

halannda pek i ti bar etmezler. Ş e y h ü l i s l a m P i r i z a cl e M e h m e t S a i d

kaleme alı ndıkları ölçüde, tıpkı Yirmisekiz Çelebi Mehınet'in bugünkü Fransa tarihçi­

E fendi'nin çalışmasını gözden geçirerek

lerini dahi yakından ilgilendirmesi gibi.

l b n - i H a l d u n\ın çevirisini ta mamlayan

geniş bir alana ışık tutabilirler. A.ına bunlar

k i ş i o ld u ğ u ha l d e , Cevdet Paşa büyük

ıslahat ve topl u msal değişimin sancısın ı

sosyologa temelden zıt bir düşünce geliş­

çeken 1 9 . yüzyılın mü tefekkirane eserle­

tirmiştir. 1 9 . yüzyıl siyasal edebiyaumız­

riyle m u kayese e d i l e m e z . M a mafi h 1 8 .

da özgün yeri olan Cevdet Paşa, bir faki­

yüzyıl uleması içinde Batı dillerini bilen ve

hin (hukukçu) yakla�ımıyla top lumu ele

dünya tarihi ile ilgilenenler de vardır. Me­

alır. Hem lbn-i Haldun'un dahiyane göz­

sela Hüseyin Hezarfen Efendi , Antoin Gal­

l e m ve k u rg u s u n d a n h e m de R o usse­

lancl'ı dahi hayran bırakan bir tari hçiydi.

au'nu n Rönesans tipi antropolojik vurgu­ larından uzak b ir devlet kuramı vardır.

bi ve Koçi 13ey'in görüşlerine kanlır.)

Ona göre devlet bir vahiydir. Cevdet Pa­ şa'daki epistemolojik sorun, diğer kuram­

n i n a d ı n ı n k o n m ayıp zaruri o larak ya­

laştırma gayretlerinde de rnevcumır.

şandığı bir asırdır. Dolayısıyla 18. yüzyılı

(Bernard Lewis'e bakılırsa o da Katip Çele­

1 8 . yüzyıl i lginç bir asırdır. Değişme­

Osmanlı siyaset düşüncesinde bir nok­

mektep ki taplarının deyişiyle "gerileme

tanın genellikle dikkate alınmadığı görü­

çağı " olarak kabul etmek bir d üş ü nsel

l üy o r : A s l ı n d a , L ü t fü Paşa' n ı n Asafna­

hamlıktır. B u kabuk değiştirme çağında

m e'si ( 1 6. yüzyıl) veya Gelibolulu Musta­

devlet ve topl u m , asri merkezi bir ordu­

fa Ali'nin Nasihat'us Selatin'i ( 1 6. yüzyıl s o n u ) gibi eserler ve 1 7 . yüzyıl ı n Koçi

n u n kurul uşuyla, b u na mümasil vergi­

Bey, S e l a n i k i Tar i h i , Hızr-ul M ü lük ve

temez yükselen tüketi mle ve bunun ya­

Mustafa Naima Ta rihi'ndcki ve Kü tib Çc­ lebi'deki fikirler, l 9 . yüzyılda ortaya çı ka-

mek zorundayd ı . D ini tepkiler babında,

lendirme ve mali organizasyonla, ister is­ ratacağı el ini tepkilerle bir arada baş et­

O S M A N L l ' D A

1 8 .

Y Ü Z Y I L

D Ü Ş Ü N C E

D Ü N Y A S I N A

D A i R

N O T L A R

39

18. yüzyılda Necid'de ortaya çıkan ve lb­ nI Suud ailesinin ö n cü lüğünü yaptığı Vahhabi hareketi önemli bir örnektir. Vu­ kufla ve büyük maharetle bu hareketi ele alan Ahmed Cevdet Paşa, m edeniyeti reddeden ve her yenilikte bid'at arayan Vahhabiliğin kökünün lbn Taymiyye'ye kadar uzandığını söyler, ki doğrudur. Bir çok bedevi kabilenin hükm ettiği Orta Arabistan ve Necid'de, Muhammed lbn Abd-ül Vahab, eski bedevi adetlerinin or­ taya çıktığını ve lslam'a zarar verdiğini ileri sürerek ortaya çıkmıştır (Palgrave, 1 86 6 : 3 2 8 vd . ) . Vahhabilik Osmanlı merkezi otoritesini sarsarken, taassubu­ na rağmen yeni bir sosyal, siyasal yapı­ lanma öneren akımdı. 1 6- 1 7. yüzyıllarda Kadızadeliler gibi hareketlerde de lbn Taymiyye'nin eşitlikçi ve anarşist eğilimli gö rüşlerini aramalıdır; bu p ekala 1 8 . yüzyıla yakışan bir görüştür. Muvaffak olamamasının tek sebebi asrın gerisinde olması değil, ehil olmayan söylemi, ayrı­ ca yetersiz düşünür kadrosuna ve taraftar kitlesine sahip olmasıdır. I I I . S elim devri, Selim daha veilaht

iken Fransa Kralı XVI. Louis ile istişari yazışmasından da anlaşılacağı üzere (1. Abdülhamit bu olayı biliyordu ve hoşgö­ rülü davranmıştı) artık devlet sisteminde Avrupa modelli bir ıslahatın kaçınılmaz olduğu fikrinin yerleştiğini gösterir. Er­ gin Çağman'ın bu konuda ıslahat layiha­ larının sayısı, yirmisi Türk, ikisi de ecne­ bi mütehassıslara ait olmak üzere 22'dir. Mehmed Şerif Efendi'nin layihası ( Çağ­ man, 1992: 4-7, 2 1 7 vd. ) , her şeyden önce gelir ve giderin eşitlendiği, önceden bilindiği, yani merkeziyetçi ve bütçeye tabi bir maliyeden söz eder. Bu meyanda mukataaların da satılmayıp (yani ihaleye verilmeyip) merkezi hazineden idare · edilmesini önerir. Mehmet Şerif Efendi faide ve geliri azalan tımarların da tasfi­ yesini ve dirliklerin merkezi hazineye rabtını ister. Bu gerçekçi ve devrimci ma­ li öneriler, varidat ve mesarifatın eşitliği­ ne, vergilerin toplanmasına bağlıdır. Ver­ gilerin düzgün toplanması için ayanlık müessesesini önerir. Bu feodal parçalan­ mayı ifade eden bir ayanlık değildir, da­ ha sonra Tanzimat'ta da başvurulan yerel

T A

N

Z

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

güçlerle mali işbirliğin i öngörür. Döne­ min askeri ve mülki erkanının ıslahat fi ­ k i rl eri Naima, Koçi B ey, Katip Çelebi hatta Ahmed Resmi Efendi'den farklı olarak değişen dünyayı , bilhassa değişen askeri tekno loj iyi gözleyebi lmek tedir. B u n lard a n b i ri o l a n El H a c A l i Paşa (Svetkova 1 9 7 5 ) , 1 803'de kaleme aldığı eserinde, lbn-i Halduncu bir çöküş ya da fasi t bir ıslahat dairesi fikrine iltifat et­ meden özellikle askeri ıslahat üzerinde durmuştur. Yazarın Nasihatname başlıklı bir risalesinde (Sofya Kiri! Metodiy Milli K ü tü p h a n esi O p/ 1 363 N o . da kayı tlı) mali mevzuat ve askerin düzeni üzerinde getirdiği önerilerden, Avrupa orduları ve düzeni üzeri nde fikri olduğu anlaşılır. Çok daha ilginç layihalar, daha doğrusu muhtıralar da vardır. l. Abdülhamit dö­ neminde, l 789'un ilk ayında Galata'da C e n e v i z s u r l a r ı n ı n Karaköy kapısına Kaptan Paşa sebili önüne kimliği bilin­ meyenlerin yazdığı bir kağıt bırakılmış­ tır. "Sultan Abdülhamid, bizim takatimiz kalmadı, aklın başına gelmiyor" d iye başlayan layiha Yusuf Paşa'ya muarız i fa­ de taşır (Sarıcaoğl u, 2000 ) . Bugün e l i ­ mizde aslı bulun mayan v e Cevd et Paşa tarihi ndeki nüshayı kullandığımız Se­ ned-i ittifak da o çağdaki benzerlerinden biridir. Bu meti n , kendisini aşan olaylar ortasında, taşra ve merkez arasında bir istişareyi ö n ermekle yeti nir. Öte yanda yine Cevdet Paşa Tarihi'nde yer alan Ko­ ca S ekbanbaşı risalesinde N izam-ı Ce­ did'e karşı çıkanlar, görgüsüz, bilgisiz (hem d e " taharet i n i b i l me z " ) v e galiz zümreler olarak n i telenir. Gerici-ilerici, cahil-aydın gibi geleneksel i nkılapçı di­ kotomiler (zıt ikilemler) böylece ortaya çıkmaktadırlar. 18. yüzyıl siyasal düşüncesi Türk top­ lumunun Batılılaşması etrafında cereyan eder. Ancak Batılılaşmanın adı kon ma­ mıştır. Hele Batı'nın siyasal müesseseleri­ nin kabul veya ret anlamında mülahazaya alınması hiç söz konusu değildir. O kadar ,

40

i

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

ki Fransız i h t i l a l i s e n el e rinde Beyoğ­ lu'ndaki Fransız Sefarethanesi p ersoneli­ nin ihtilalci giyimini, üç renkli kokartlar­ la gezip etrafta propaganda yapmalarını Reis'ülküttab'a şikayet eden Avusturya se­ firine bu zatın: "sizin ne düşünüp ne yap­ tığınız bizi ilgilendirmez, is terse üzüm küfesi giyerler" diye cevap verdiği nakle­ dilir1 Sonraki dönemin diktatör müşaviri Halet Efendi bu ihtilali, adeta keferenin birbirini kırdığı, "oh olsun" d enecek bi r olay gibi görür ( Lewis , 1 953) . Baul ılaş­ manın layihalarda ifade ve talep edilmek­ ten çok, hayatın içinde gerçekl eştiğini vurgulamamız gerekir. Batılı laşma Türk Osmanlı için tarz-ı hayat, zengin yaşam, renk ihtişam ve güzel cins bahçeler ve ar­ tık hoşlanmaya başladıkları Batı musikisi­ dir. Batılıların çok şey bildiğine inanılır; tıp bilirler, astronomi bilirler, mekanik bi­ lirler, hatta lbn-i Haldun'u dahi duymuş­ lardır. Ahm et Resmi Efendi'nin Viyana S e faretnamesi , Yirmisekiz Çel ebi Meh­ med Efendi'nin Fransa S e fa retnamesi , Ebubekir Ratıb Efendi'nin N emçe S e fa­ retnamesi, Nişli Mehmed Ağa'nın ve ar­ dından 11. Katerina devrinde giden Mus­ tafa Rasih Paşa'nın Rusya S e faret nam ele ri bu tasavvuru yansıtan eserlerdir. G öz­ lem ve nakilde yeni bir dü nyaya di kkat çekerler. Ama hürriyete, parlamentoya vs. 'ye dair söz yoktur (zaten bu kurumlar Kara Avrupası'nda da henüz olgunlaşma­ mıştır) ve s efirl erin hiçbiri e n telek tüel dünyaya girecek kadar dil bilmezler. Bu arada, 19. yüzyıl başlarında Mısırlı Tahta­ vi'nin Fransa S eyahatnamesi ile 1 9 . yüz­ yıl başların d a Ahmet Resmi Efendi'nin Şark hakkındaki gözlemlerinin şaşırtacak paralellikler arz ettiğini de ilginç bir hu­ sus olarak kaydetmek gerekir. Sefaretname türü içinde en ilginç eser­ lerden biri M ustafa Sami Efendi'nin Avru­ pa Risalesi'dir (Andı, 1 996 ve Asiltürk, 2000: 1 7 vd. ) . Bu eser, Avrupa'nın teka­ mül. refah ve kanun i idares i n i ilim ve fendeki ilerlemesine bağlar. Sağlık, Ma­

O S M A N L l ' D A

1 8 .

Y Ü Z Y I L

D Ü Ş Ü N C E

arif, Endüstri gibi Avrupa'yı Avrupa ya­ pan çağdaş unsurlara dikkat çeker. Poziti­ vist zihniyeti benimseyenlerin ilk naiv ör­ neklerinden olan Mustafa Sami Efendi, Paris, Berlin, Tahran sefaretlerinde bulun­ muş, Takvimhane Nazırı da olmuştur. Va­ kanüvis Mehmed Lütfi Efendi'nin nakline göre Avrup a'ya devamlı m e d h-ü sena edip, Osmanlı'yı zemmetmesinin sebebi daima görevlerinden a tılmış olmasıdır. Daha ilginci, Avrupa'yı devamlı metheden Mustafa Sami Efendi'nin, Avrupa dillerin­ den hiçbirini öğrenemediği söyle.nir. Tan­ zimat arefesinde Osmanlı bürokratının pragmatik ve gözlemci Batıcılığını ifade eden bu portre, bizdeki bir "Batıcı" tipi­ nin ilk örneklerinden sayılabilir. Bu çizgidekilerin hepsi siyasi müessese­ lere eğilen münevverler değildir. 18. yüz­ yılda tarih, musiki, lisanlar (hatta Yunan­ ca, Latince) ile uğraşan Nefiyoğlu, Yanyalı Hoca Mehmed Esad E fendi (eski Galata kadısı ve Müteferrika matbaasının musah­ hihi) Nikolo Mavrokordatolar ve Dimitri Cantimir gibi aydınların siyaset teorisi ile uğraştıkları, Aristo'yu, Farabi'yi okuyup tartıştıkları malümdur; fakat bunlardan ıs­ lahata yönelik bir risale ve kitap hasıl ol­ mamıştır. Tanzimat döneminin siyasi dü­ şünce açısından en önemli katkısı, tarihçi­ lik, hukukçuluk gibi disiplinlerin ışığın­ da, Ahmed Cevdet Paşa'yla başlayarak si­ yasi teori düzeyine ulaşılmasıdır. 1 8 . yüzyıl Türk siyasi düşüncesi hak­ kında yapılan bu özetlemede, Müslüman toplumuna ait ve Türk dilindeki düşünce ve raporlar ele alınmıştır. Oysa impara­ torluğun 18. yüzyılı sadece Türk 'etni'si­ nin dili ile anlaşılamaz; zira imparatorlu­ ğu oluşturan kitlelerin bazıları değişim­ den, ulustan, tarihten söz etmeye başla­ mıştı. Sanıldığı gibi sadece Helenler de­ ğil, bağımsız ulus fikrindeki Hıristiyan kitlelerin hepsi benzer programlarla ve görüşlerle ortaya çıktılar. Mehitarist-Ka­ t o l i k Ermenil er, B u lgarlar, R o m enl er, Sırplar da Helenleri izledi. Balkan halkla-

D Ü N Y A S I N A

D A i R

N O T L A R

rı bu asırda yeni bir tarz-ı hayatın içine girmiştir. imparatorluğun Balkan eyalet­ l eri kaynamaya başlamıştır. B ulgaris­ tan'da 18. yüzyılda halk tabakası folklor ve dini vaaz dili olarak Bulgarca'yı yaşı­ yordu; ama aydın ve tüccar sınıf Helen eğitimi ve diliyle Helen bilincini sürdür­ mekteydi. Popüler bir Bulgar tarihi yazıp milliyetçi bir söylem getiren Paissiy Hil­ landerskiy ile Sofroniy Vrasanskiy gibi ra­ hipler Bulgarlık bilinci aşıladılar. Romen, yani Boğdan-Ellak voyvodalıklarında Ro­ men kültür ve tarihi kendini klasik La­ tinliğe bağlayan bir eğitim ve bilinçle yetişti. Helenizm bu asırda henüz bütün Ortodoks Hıristiyanların ortak bilinciydi, ama Avrupa'daki Helen koloniler bu dev­ l etlerin d es teğiyle müstakil b i r siyasi programa meylettiler. Genç Sırp ve Ma­ kadonlar, birincisi Avusturya'yla , ikincisi Fransa ve Avusturya'nın Katolik propa­ gandası ile tezatlı bir biçimde, milli bilinç ve kül türlerini geliş tirmeye başladılar. Aslında Balkanlara ulusalcı bilincin Fransız ihtilali sonucu geldiğini tekrarlamak, bu gelişmeleri göz önüne aldığımızda biraz hazırcı bir yorumdur. Ayı1ı şeyi Yunan ayaklanması için de söyleyemeyiz. Türk siyasal düşüncesinin dışında kalan, ama Osmanlılık olgusu için birinci derecede önemi haiz Helen ve Slav milliyetçi dü­ şüncesi, Avrupa merkezli eğitim odakları kadar, popüler bir söylemle de gelişti; bu ülkemiz tarihçiliğinde ihmal edilen bir safuadır. Şüphesiz Ermeni-Katolik bir dini tarikat olan M ehitaristlerin Venedik, Viyana gibi merkezlerdeki kültürel faali­ yetlerinin de modern Ermeni milliyetçiliğini hazırladığını hatırlamak gerekir; nihayet Lübnan Maruni ve M elkitleri de Katolik dünyadan edindikleri kül tür ve yöntemle , çok geçmeden mod ern Arap kültürünün ve tarihçiliğinin öncüsü ola­ caklardır. Velhasıl Osmanlı tarihinin bu d ö n e m i n i siyasi k ü l türel y ö n d en b i r lıoııglomera [ karmaşık bileşim] olarak in­ celemek gerekmektedir. O

41

Yeni Osmanlı Düşüncesi* ŞERiF MAR D i N

1

962 yılında basılan Yeni Osmanlılar hakkındaki kitabımın araştırma ve yazılış safhasında tek bir amacım vardı. Türkiye'de (Osmanlı lmparatorlu­ ğu'nda) Cumhuriyet'ten önce demokratik düşüncenin bir türünün ortaya çıkmış ol(*)

Yeni Osm a n l ı l a r topluluğunu anlamak için uzun süreler bilgi topladım. Toplumsal hare­ ketlere katılanların bilgi dağarcıklarında yer alan bilgiler, onları kuşatan toplumsal yapılar hakkında kişil er, tarihler, düşüncelerle ilgili saptamalar ya pmaya çalıştım. Bunlar "eski" ve "yeni"ye ait bilgilerdi. O sıralarda bizde ve hala bugünlerde- makbül yaklaşıma göre "yeni" geldiğinde "eski"yi bilgi dağarcıklar­ dan atıyordu. Foucau lt, fikir süreçlerinin "kı­ r ı ima n o kta l a r ı " teorisiyle b u y a k l a ş ı m a umulmadık b i r yerden destek veriyord u. Yine aynı bize has yaklaşıma göre, atılmadığı za­ man ise " eski " bi lgi, daha da kemi kleşmiş, yerinde duruyordu. 1 960'/arda old uğu gibi, Yeni Osma n l ı lara bu son bakışımda da, Ba­ tı'daki toplum bi lim lerinin ve tarihi araştır­ maların defalarca tekrar ettiği bir yaklaşımı kullandım: toplumsal muh ayyi lenin "yeni" öğelerle de olsa "sıfır/aşarak" çal ışamayaca­ ğı, "yeni"nin ancak eskiden çıkarak bir değiş­ mede yer a l ab i leceğ i n i tahlillerime kattım. Böyle bir varsayım 1 962'de basılan kitabımda da mevcuttu. Yeni Osmanlılar zaten sistemle­ rini bu gerçeği bilerek geliştirmişlerdi. Fakat zamanla eskinin sürekliliğine ait kanım daha teorik bir eksene oturdu. "Yeni"nin şu veya bu şekilde, görünürde ya da "latent" olarak, eskinin izini taşıdığı hatta eski "kanon" ve düşünce şablonları n ı n ana­ h at l a r ı n ı n çok zaman, gizli olarak hayatını sürdürdüğü savı b u savın tarihsel değişim ve dönüşümü, yapılan çalışmalarda çok daha an­ lamlı bir şekilde ortaya çıkıyordu. Son on yılda

duğunu vurgulamak. Tek tük sathi su­ nuşlar dışında bu konuda bir çalışma ya­ pılmamıştı. Cumhuriyet ideolojisi, Cum­ huriyet'in öncül eri konusundaki resmi dogmayı Mustafa Reşit Paşa'nın kimliğini öne çıkararak oluşturmuştu. Diğer taraf­ tan Cumhuriyet fikriyatı Tanzimat devri tarihinin "ara istasyonlarının" ilginç, il­ ginç oldukları kadar karmaşık, karmaşık oldukları derecede iç dengesizliklerle do­ lu fikriyatının gelişimini merak etme­ miş/ettirmemişti. Okul kitapları söyle­ minde Reşit Paşa - 1. Meşrutiyet ll. Meş­ rutiyet birbirini tabii olarak izleyen tarih­ sel gelişmeler olarak anlatılıyor, Tanzi­ mat'ın ilanındaki prensipl erin Cumhuri­ yet'te rüştüne eriştiği imgesi vurgulanı­ yordu. Bu da, 19. yüzyıl tarihimizin çok yönlü gelişmesini i nkar e t tiği oranda, bende aksine bir merak uyandırmıştı. Tarık Zafer Tunaya, ll. Meşrutiyet ko­ nusunda gazete makaleleri olarak çıkan yazılarında bu noktada bir çığır açmıştı. Bu yaklaşımın daha da geriye götürülebi­ leceği açıktı. Çabam 1860'larda kendile­ rince "Türkistanın erbab-ı şebabı (Fran-

karşıma çıkan bir diğer gerçek de şuydu: Ba­ tı'da eskinin devamlılığı tezimi kullanmamış olanlar dahi tarihsel bir süreci çok genel bir söylemle ifade eden, değişim dinamiğinin ay­ rıntılarını incelemeyen bir yaklaşım geliştir­ mişlerdi. Max Weber'e yapılan tenkitlerin ba­ şında böyle bir argüman yer alıyordu.

y

N

o

M

A

N

sa'da 'j eune Turquie") olarak bilinen ha­ reketin ana hatlarını ortaya çıkarmaktı. Kendilerine Türkçe Yeni Osmanlılar adı­ nı veren bu grubun ortaya çıkışı 1 865 yı­ lıydı. En genel anlamda liberalizm adını verebileceğimiz bu gibi bir hareketin şe­ killenmesi konusunda mukayeseli bilim­ lerinin bize verdiği ders, böyle bir Loplu­ luğun a ncak hazı rlayıcı bazı öğelerden faydalanarak şekil a l a b i l eceğiyd i . Yen i Osmanl ılar'a dinamiğini veren b u arka plan neydi? Hareketin temelindeki ivme bas i t a n l amda Tan z i mat'ın b i r devamı olamazdı. lira Yeni Osmanlılar'ın, hede­ fi , ikinci kuşak Tanzimatçıların bizzat kendileriydi . Aslında m ukayeseli tarih açısından bakıldığında bir liberal hareke­ tin yüksek m e m u rları h ed e n emesi nde pek de yeni bir şey yokw. N i haye t , 1 789 ihtilalinde ihtilalcilerin de okları 1 6. Lo­ uis'den çok devlel adamlarının "idaresiz­ liğine" yönelmişli. Genç liberallerin bizzat devlet kuruluş­ larının içinden geldikleri hatırlandığında bu çıkış noktasından onları tanımlayacak bir anlam çıkarılabilirdi. Muhtelif resmi görevlerde olan kişilerin asırlar boyunca Osmanlı l mparatorluğu'nda hükürnetin başında olanlara karşı, durmadan enLrika ürettikleri bilinen bir özellikti. Ban'da bu entrikaların zorunluluğunu a nlatan bir sistem bile geliştirilmişti : Padişah'la teb'a arasında "ara kuruluşlar" (örneğin meşru bir aristokrasi gibi) o lmadığından, Os­ manlı için politika, yapısal olarak saray entrikalarına inhisar ediyordu. Pek tabii ki akla, "Acaba Yeni Osmanlılar hareketi bu davranışın tevarüs e t m e s i n den m i kaynaklanıyordu? " şeklinde bir soru ge­ lebiliyordu. Ancak ö nceleri entrika çevi­ renlerin "genç"liklerini (Türkistanın er­ bab-ı şebabı - Türkistanın genç olanları) ileri sürdükleri görül memişti. Aksine Os­ manlı'da aydınlar i ç i n prestij sağlayan yaşlı olmak, gelenekleri bilmek, tecrübeli olmaktı . G enel olarak Tanzimat'ı inceleyenler,

D

Ü

Ü

N

C

Ta nzinıa t'taki "yeni" konusunda d iğer bazı fikirler de il eri sürmüşlerdi. Tanzi­ mat fermanı'nda Padişah'ın bir belge ile kendini bağlamasını tam anlamıyla "ye­ ni" sayanlar olmuştu . Ancak bu saptama­ nın, daha önemlisi Tanzimat Fermanı'n­ da "eski"yi açıktan bal talayabilecek her­ hangi bir ilkenin görülmemesiyd i . Buna rağ m e n , 1 839- 1 86 5 yılları arasındaki Tanzimat'ın pratiği bir tür "yeni" nin im­ paratorlukta yerleştiğini gösteriyordu : Yeni okullar, yeni kanunlar, yeni '·akade­ m i " ler. " G enç"ler kendilerinden "gençlik" olarak bahsettiklerinde aslında Tan­ zimat'ın "yeni"sini olumlu, fakaL bazı ihtirazi kayıtlarla değerlendirdiklerini ifade ediyorlard ı . i s i m l erindeki diğer i p u cu "Türkistan" kelimesiyd i . G erek ··ı eune" gerek "Turquie" aslında Gau'nın bazı Doğu sorunu (Question d'Orient) izl eyiciler i n i n O s m a n l ı ' d a y a p ı l a n r e fo r m l a ra olumlu bir açıdan bakukları nda. bu çabaları yürütenlere bir ad vermek için o yüzyılın kendi liberal izm tari hinden çı­ kardıkları bir isimdi. Eskiden " turcs" olarak (örneğin 28 Çe­ lebi seyahaLine ail Fransız yüksek me­ murların zabıtlarında) tanımlanan bir toplul uğun "Turqui e " ye çevri l m e s i n i n kendi başına bir anlamı vardır. Hala ba­ kir bir alanı oluşturan bu konu, aslında Osmanlı l mparatorluğu'nun Batı tarafın­ dan bir gerçek ve Batı'ya katılabilir (res­ mi olarak 1 856'dan beri) bir devlet sayıl­ dığının bir ifadesidir. Yeni Osmanlılar'ın ise "La j eune Turquie"yi kendilerine mal etmelerinde bu anlamdan ayrılan bir vur­ gu vardı. " ltalya" hala dağınık bir mozaik iken d'Azeglio, l talia tabirini il eriye dö­ nük bir ideal olarak kullanmıştı. ·· Giova­ ne l talia" böyle bir ümidin i fadesiyd i . Durumu daha değişik olan Osmanlı l ın­ paratorluğu'nda "Turquie"deki "Türk", o sı ralarda O s m a n l ı l mp a r a t o r l u ğu ' n d a millet-i hakimenin rolü konusunda daha belirginleşmemiş bir ümidi ifade diyor­ du. Bunu Namık Kemal'in dil konusun-

43

T

44

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

daki teklifl erinde izleyebiliriz. Yeni Os­ manlılarca kullanılan jeııne Ttırq tıie bir bakıma Batı'nın "ayna"sına bakarak üre­ tilen bir kavramdı. Bu tip "onların bize bakmasından yola çıkarak bizim kendi­ m i z e bakmamız" durumu Tanzimat'tan bugüne kadar modernliğimizi saptayan b i r d eğerl endirme olmuştur ve galiba "Batı'nın bilim ve fikirlerini toplumumu­ za yerleştiriyoruz" savından çok daha an­ lamlı bir değerlendirmedir. "Yeni" söylemini bir bütün olarak ithal eden ilk düşünür lbrahim Şinasi Efendi ( 1 826- 1 8 7 1 ) olmuştur. Yeni Osmanlılar, Şinasi'nin şiirinde ve o şiirin dolaştığı sı­ nırlı çevrelerde ol duğu kadar herkese açık olarak, Tasvir-i Eflııir gazetesinde ( 1862) başlattığı yeni bir yaklaşımın va­ risleriydi. Eskiden beri Osmanlı lmpara­ torl uğu 'nda tenkitçi, d evletin "beka"sı için nelerin yapılması, değişmesi gerekti­ ğini anlatan kişiler ortaya çıkmıştı. Fakat Şinasi'nin yalnız fikirlerinin değişime yö­ nelişi değil söyleminin tümü de farklıdır. Bundan kastettiğim, Şinasi'nin tenkit'e ilaveten, düşüncenin kaynağı temel kav­ ramlarda ve bundan yola çıkarak düşünce dizisinde bir yenilik getirdiğidir. Muhte­ melen bunlar Şinasi'nin Paris'te geçirdiği yılların ( 1 849- 1 854) ürünüydü. (Çelik, 1997) Bir kere Şinasi'nin basılmayan fa­ kat lstanbul'un saygın Tanzimat düşünce odaklarına giren şiirlerindeki küstahlık yeniydi. Kendini himaye eden Reşit Paşa hakkında:

Ettin ıizıid bizi olmuş ilıeıı zulme esir Celılimiz sanlıi idi lıendimize bir zencir... Bir ıtılmıimedir iıısıiııa senin lıaanaıııııı Bildirir lıaddiııi Stıltıiııa senin lzaanaıııııı (Dizdaroğlıı 1 954: 42-43) mısraları bunu açıkça gösteriyordu. Şinasi'nin tavır almasının yanında bir katkısı da, "ansiklopedizm" adını verebi­ leceğimiz, Batı'nın bilgilerini sistematik olarak aktarma çabası olmuştur. Bunu ilk köklü m o d ern gazete olan Tasvir-i Ef-

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

lııir'da tefrika şeklinde sunuyordu. Örne­ ğin lsviçreli hukukçu Vat tel'in tabii hu­ kuk üzerine kitabı bu şekilde aktarılmış­ tı. (Tasvir-i Eflııir, Ağustos 1 862 - Hazi­ ran 1 865) Ancak bu makale serisinin hemen gö­ rülmeyen bir arka planı vardır: Vattel'in " tabii hukuk"u Tanrı'ya değil , hukukun kendi içsel seküler/rasyonel temeline da­ yanıyordu. Bunun yanında Abdurrahman Sami ve Adullatif Suphi Paşalar gibi, ko­ naklarında memleket konuları tartışılan kişilerin yeni tarih metodolojileri konu­ sunda Tasvir-i E.flııir'da makalelerinin çık­ ması, burada bir aydınlar örüntüsü ve ls­ tanbul'da bir çeşit Batı ile ilişki kurmuş bir fikir canlanması karşısında olduğu­ muzu anlatıyor. Şinasi'nin "söylemi"nin eski "fikir"lere göre özgünlük gösterdiğine gelince. Kul­ l andığı "hey'eti-i i çtimaiye", " h ey'et-i mecmua" tabi rleri , (Dizdaroğl u , 1 95 4 : 72-74) Batı'daki "societe" mukabili ola­ rak, toplumun kendi başına bir nesne, devlet çerçevesi dışında algılanabilir bir kurum olduğu n u vurgul uyordu . D aha başka bir anlatıyla, Şinasi Osmanlıların " teb'a" olarak kavramlaştırdıkları gele­ neksel Osmanlı imgesi yerine, fertlerin teb'a olmanın dışında bir kollektif yapı gösterdiklerini vurguluyor, onlara "yuka­ rıdan" bakıldığı kadar "aşağıdan" bakıldı­ ğında da bir anlam ifade ettiklerini anlatı­ yordu. Bu "kollektivite" ögesi Osmanlı'da yoktu.1 Fakat paradoksal olan, Şinasi'nin söyleminin en soyut anlamda yeniliği, bir taraftan "societe" gibi çok soyut bir kav­ ram kullanırken bunu günlük hayata in­ dirgeyerek kullanmasıydı. ( Dizdaroğlu 1954: 86-87) Batı'nın söyleminde bu iki uç mevcuttu. G eleneksel Osmanlı düşün­ cesinde ise bu iki planı birden kullanma­ ya rastlanmıyor. (Tanpınar 1 988: 1 95) Şi­ nasi hayranı ve Tasvir-i E.flııir'daki halefi Yeni Osmanlılar'dan Namık Kemal'in bile bütün bu yenilikleri tam anlamıyla kavra­ yamadığı söylenebilir.

Y

E

N

o

M

A

N

L

Yeni Osmanlılar'ın Şinasi'nin öncülü­ ğünden faydalandıkları kadar lstanbul'da­ ki konak tartışmalarıyla örtüşen "kozmo­ polit" havadan, örneğin Şarkiyatçı Mordt­ mann'ın bu konaklarla olan ilişkilerinden faydalandıkları biliniyor. Bu da bize Yeni Osmanlıların içinden çıktıkları toplumsal ağ hakkında, yani içinde çalıştıkları çer­ çeve hakkında bir ilave bilgi sağlıyor. Şinasi'nin Tasvir-i Ejlı ar'da yeni ve geniş bir kitle tarafından anlaşılabil e cek bir Türkçe kullanması, bu fikirlerin 20003000 kişilik bir halkaya yayılmasını sağ­ lamıştı. Gazete artık "med a" alanını kur­ muştu. Üzerinde durulması gereken ve hala incelenmemiş bir konu ise bu oku­ yanlar zümresinin nasıl bir toplumsal ya­ pı oluşturduklarıdır. Yeni Osmanlılar'ın 1 865'den sonraki maceraları, Fransa'da 1 848 ihtilalinin ya­ rattığı hayal kırıklığından sonra dağılma­ ya başlayan liberal romantizmden hala samimi olarak ekilendiklerini gösteriyor. Bunun yanında ise liberal fikirleri açığa çıkarmakta hazırlıklıydılar. 2 Bunun ilk kanıtı, Mustafa Fazıl Paşa gibi Mısır Hi­ divliği'ne aday ve bu proj esi davranışları­ nın arka planında iz bırakacak bir Os­ manlı devlet adamının, Paris'ten çağrısı­ na yanıt vermiş olmalarıdır. Bu çağrı, ön­ ce Paşa'nın 1 865 yılında Avrupa'dan ya­ yılmasını sağladığı, P adişah'a seslenen bir "Mektup"ta yer almıştı. Bu mektupta daha sonra Osmanlı lmparatorluğu'nda ve Türkiye'de görülecek olan hemen he­ men bütün "meşru" temalar işleniyordu: Padişah'a sadakat, Osmanlı lmparatorlu­ ğu'nda "ihtilal"lerin Hıristiyan teb'a tara­ fından körüklendiği, Osmanlı Müslü­ manlarının diğer dinlere m ensup Os­ manlı teb'asından daha çok eziyet gör­ dükleri, M ü sl ü m a n halkın fed akarlık edecek hali kalmadığı, millette ahlakın günden güne bozulduğu, m emurların zulmü, Türk ( ! ) milletine mahsus mer­ hamet, Tanzimat eğiliminin başarısızlığı, her başarının temelinde hürriyetin olma-

y

D

Ü

Ü

N

C

sı gereği, sanat, ticaret ve tarımın gerile­ mekte olduğu, Türkiye'de yabancı me­ mur ve görevlilerinin zararları, Batı'ya ls­ lam dininin zayıflatıcı bir etkisi olmadı­ ğının ispatlanması, Türk soyunun diğer milletlerinkinden aşağı olmadığı ve son­ da Osmanlı halkının Padişah'a, kendisine layık olan kutsal görevi (bu noksanları kaldırıp bir hürriyet havası estirmesini) gerçekleştirmeye daveti. . . (Ebüzziya Tev­ fik, 1973: 27-43.) Ayrıntılı bir incelemesi mevcut olma­ yan bu belgenin kimler tarafından nasıl hazırlandığı kesin olarak açık değildir. Fakat bu temaların birbiri ardına ve oldukça etkili bir edebi yapı ile hazırlanmış olması, mektubun uzunluğu ve kapsamı, s onradan davranışlarını izleyeceğimiz Mustafa Fazıl Paşa'nın kaleminden çıkmış olması ihtimalini azaltıyor. lstanbul'da Courrier .d'Orient naşiri Giampietri'nin Yeni Osmanlılar'a gösterdiği yakınlık, m ektu p ta gözüken fikirlerin lstan­ bul'daki bazı Batılılarca paylaşıldığını an­ latıyor. O zamanlar Osmanlı devleti için çalışan Batılı uzmanlar arasında da, Os­ manlılardaki hasletleri, Batı'nın karakterini üstün gören kimselerin mevcudiyetini biliyoruz.3 Mustafa Fazıl Paşa hakkında az bilgi sahibi olanlar bile, Paşa'nın mek­ tubuyla etkisini incelediklerinde, bir proj enin dağılan yankısından çok, konuya başka bir açıdan girmek zorundadırlar. Etkinin tipine ise, Batılıların Osmanlılar hakkındaki görüşlerinin Batılılarla fikri köprüler kuranlarca içtenleştirilmesi di­ yebiliriz. Bu iki uçlu, kendi üzerine kat­ lanmış etki tipi, genellikle kullandığımız daha önce de irdelediğim "Batı etkisi" sa­ vından oldukça değişiktir. Osmanlı lmpa­ ratorluğu'nda 19. yüzyılda beliren ideolojileri ve Batı etkisini açıkladığımızda, daima bu "katlanmış" ideolojilere bir yer ayırmamız gerekir. "Kendimizi", bizi onların gördüğü gibi görmemiz durumu ise Batı ile ilişkilerimizde bugün de etkisini sürdürmektedir. /

45

T

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

46

Mustafa Fazıl Paşa'nın zengin bir Hidiv akrabası olarak belki de en önemli arka plan kaygılarının da, ayrıca, mektubun­ dan az sonra harekete geçtiğini de izleye­ bileceğiz. Mart 1 867'de açıklanan Mustafa Fazıl Paşa'nın mektubu, yukarıda göstermeye çalıştığım gibi münbit bir toprağa düş­ müştü. Yeni Osmanlılar da bundan bir hayli önce teşkilatlanmışlardı. Kendileri­ ne s onradan katılan gazeteci Ebüzziya Tevfik, gençlerin 1 865 Haziran'ında ilk toplantılarından şöyle bahseder: "O günkü görüşme ve tartışmanın ana çizgileri şunlardır: Mutlak padişahlık ida­ resinin ortadan kaldırılması, bunun yeri­ ne M eşrutiyet idaresini koymak için ge­ rekli tedbirler. . . Bu tedbirleri gerçekleştir­ mek için de gizli bir örgüt kurulması. . . Refik Bey'le birlikte altıyı bulan b u genç­ ler, beraberlerinde birkaç kitap götürmüş­ lerdir. Mesela Ayetullah Bey, kendi özel kitaplığından, vaktiyle l talya'da kurulan 'Carbonari' derneğiyle , Polonya'daki gizli derneklerle igili bir iki kitabı da getirmiş imiş(. . . ) ( . . . ) Sardunya gibi küçük bir devl eti Avrupa'nın güneyinde, bir Hıristiyanlık dinini sadece gülünç ve öç aleti yapan pa-

palık makamını, diğer ikisi Toskana ve Napoli gibi yalnız zulüm temelleri üstüne kurulmuş olarak hüküm süren iki müste­ bit idareyi de:virip de sosyal adaleti öngö­ ren bir l talya devletine dönüştüren 'Kö­ mürcüler' ( Carbonari] adlı fedakar genç­ lerin, azim ve imanla dolu teşebbüslerini her türlü engell eri yıkacak bir azimle okudukça, kim bilir nasıl kükremiş birer hürriyet aslanı kesiliyor ve bu u ğurda canlarını seve seve vermeyi tasarlıyorlar­ dı. Aradan b el i rli b i r zaman geçmişti. Şimdi 'Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nde ve­ zirlerden, din ve bilim adamlarından, yüksek rütbeli askerlerden ve yüksek mevkideki sivil m emurlardan, nihayet halk yığınlarından olmak üzere 245 kişi mevcuttu. " (Ebüzziya, 1973 : 77-79). Bu ifadede "padişahlık idaresinin orta­ dan kaldırılması" , Yeni Osmanlılar'ın hiç­ b i r programında g ö r ü l m e d iğine g ö re Ebüzziya'nın bir abartması olmalıdır; ya da yazının yazıldığı 1 1 . Meşrutiyet'in ha­ vasına uydurulmuştur. Yeni Osmanlılar'ın asıl hedefi, Tanzi­ mat'ın amaçlarını geliştiren "ikinci ku­ şak" Tanzimatçılardı. Bunlar, II. Mahmut devrinden beri tedricen ortaya çıkan mer­ kezileşme temayüllerini devam ettirmiş,

y

N

o

M

A

N

kadı'nın eski sistemdeki öneminin yerine yeni bir idare mekanizmasını ve müderri­ sin yerine yeni bir eğitim yapısını yaygın­ laşlirmışlardı. Yeni eğitim ise açıkça eğiti­ me bir sekülerleşme getirmişti. Bunun ya­ nında -Mustafa Fazıl Paşa'nın mektubun­ da yansıdığı gibi- Tanzimat ikinci kuşak devlet adamlarının B atı'ya fazla tavizkar politikası ve Osmanlıların Batı karşısında manen küçülmeleri, Tanzimat bürokratla­ rına karşı hareketlerinin bir diğer temel ögesiyd i . Bu d u r u m d a l stanbul'da bir grup Ulema'nın kendilerini desteklediğini hayretle karşılamamak gerekir. Bu deste­ ğin daha derinde yatan tabanını anlamak için ise, Nakşibendiliğin bir p opülist ve proto-demokrat hareket olarak o sıralarda Ortadoğu'da ve Asya'da nasıl işlediğini ayrıca irdelemek gerekir. Bu son derece önemli konuda bize, bugün ülkemizdeki ideoloj i k yaklaşımlar dolayısiyle, ancak Türkiye dışında yapılan e tü tl erden bir ipucu gelmektedir. Aslında Yeni Osmanlılar'ın anlaşılma­ mış olan girişimleri "padişahlığı kaldır­ mak" değildi. Yeni Osmanlılar görünüşte geleneksel Osmanlı meşruiyet normların­ dan hareketle Padişah'tan "adalet" istiyor­ lardı. Fakat bu isteklerin Padişah'ın ada­ letinden değişik bir nesne, kendi başına anlamlı ve Padişah'tan ayrı yaşayan bir adalet alanına (liberalizmin esaslarına) yapılan bir referans olarak şekilleniyordu. Oysa Osmanlı pratiğinde -ve genel lslami pratikte bile- böyle, kendi başına anlamlı bir adalet alanı yoktu. Yeni Osmanlılar şe­ riatın temellerinden hareket ettiklerini tekrar etseler de, sonunda adalete dayalı geleneksel Osmanlı formülünden başka bir formül teklif ediyorlardı. Bunu ne de­ recede idrak ettiklerini anlamak zordur. Fakat gazetelerde 1 860'larda yaydıkları söylemin yine bu planda da çok açık ol­ madığını söyleyebiliriz. Onlara katılan di­ ni liderlerin de bu noktadaki bir yanlış anlama dolayısıyla onları destekledikleri­ ni sanıyorum. Bu ikilik ancak zamanla

D

0

Ü

N

C

ortaya çıkacaktı. ileride üzerinde duraca­ ğım gibi, 1 890'ların J ö n Türkleri, Yeni Osmanlılar'ın "yazılı" anayasacı tutumla­ rına, "tabiatın" iç dinamiğine dayanan bir kainat görüşünü de ilave ederek eski ya­ pıyı daha da zayıflatan bir tutumla işe gi­ rişeceklerdi. Yeni Osmanlılar, devletle ilişkileri bir hayli zorlaş tığı bir sırada, 1 867'de Mustafa Fazıl Paşa'dan özel bir davet aldılar ve benimsedikleri idealler uğrunda yurttan ayrıldılar. Grubun başında Namık Kemal vardı, prestij sahibi fakat az bilinen bir bürokrat olan Ziya Paşa ve Ali Suavi de kafileye katıldılar. Burada hemen üzerinde durulması gereken bir nokta, Namık Kemal ile Yeni Osmanlılar'ın Avrupa'da ilk gazetelerini çıkaracak olan Ali Suavi arasındaki farktır. U l ema k ü l türünün künhüne vardığını ileri yıllarda defalarca iddia edecek olan bu kişi kimdi? Yeni Os­ manlılar'ın faaliyetlerini gizlice geliştirdikleri sırada, l866'da Suavi lstanbul ca­ milerinde "heyecanlı vaazlar" vermektedir. (Çelik 1994: 64.) Geniş bir biyografisini yazan Hüseyin Çelik'in verdiği bilgilere göre, onu Rüşdiye (Tanzimat'ın yeni ortaokulu) mezunu fakat daha sonra Rüşdiye hocalığı yapan, "Simavna kasabasında Koşulu medresesinde tedris"te, memuriyette ve gene de Ulema'dan o lmaya hevesli bir vaiz olarak görüyoruz. Bu karışık geçmişten onu, ne tam Batılı ne de tam lslam eğitimi gören bir o todidakt olarak tanımlamak gerekir. " l lmiyye" nin karşılaştığı ve paradoksal olarak Batı'nın etkisiyle oluşan bu, ilmi kendinden menkul şahısların ortaya çıkışından Ulema, 1 9 . yüzyılda zaman zaman acı acı şikayet etmiştir. Fakat bizim için önemli olan dini bilgimizin yayılabileceği yeni bir alanın teşekkül etmiş olmasıydı. 186 ?'de Ali Suavi bir Alman gazetesince "lslami bir ajitatör" olarak tanımlanmaktadır. Aynı za­ manda Mıılıbir adıyla çıkan bil gazetede hükümeti tenkit eden makaleler yazmaktadır.

47

T A

48

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

M u/ıbir'deki makalelerin pek de yüksek olmayan entel ektüel kıratı göz önünde tutulduğunda Avrupa'da, Yeni Osmanlılar adın a çıkan ilk gazetenin Lond ra'daki M u/ıb i r o l ması hala cevaplandırılması beklenen sorular üretmektedir. lstanbul Mulıbir'ine bakıldığı zaman araştırmalar­ da üzerinde durulmamış bir özellikle kar­ şılaşılır: Her ne kadar Şinasi dili sadeleş­ tirmiş idiyse de, M u/ıbir'de ve Suavi'nin bütün yazılarında, "kaba" Türkçe'nin hem daha "lslami özentili" hem de daha "halk" bir versiyonu beliriyordu. Londra M u lıbir'inin misyonu Şinasi'nin yakala­ madığı M üslüman popülist söylemi mi yerleştirmekti? Bunu Namık Kemal gibi birinin fark etmemiş olması mümkün de­ ğildir. Bu durumdaki tepkisinin ne olmuş olduğunu bilmiyoruz. Fakat bir müddet sonra alim ve ansiklopedici olma hevesli­ si Suavi'nin Yen i Osmanlılar'ın tezini an­ latamadığı açığa çıkıyor. Mıılıbiı"in 40. sa­ yısından sonra, 29 Haziran 1 868'de Yeni Osmanlılar'ın sözcüsü olarak Hiirriyeı ga­ zetesi çıkar. Bu tarihten sonra kendilerini HiiıTiyct gazetesine veren Yeni Osmanlılar arasında çıkan temel anlaşmazlıklar, Mustafa Fazıl Paşa'nın daha Muhbir'in birinci sayısı çık­ tığında hükumetle anlaşarak ls tanbul'a dönmesinin bir ürünü olmuştur. Yeni Os­ manlılar'ın Mustafa Fazıl Paşa-Hidiv-Os­ manlı Hükümeti üçlüsünün oluşturduğu alan içindeki yalpalamaları üzerinde dur­ mayacağım. Fakat bu noktada da hürri­ yetçi , istihbaratçı, j urnalcı, vatanperver politikacı kimliklerinin iç içe girmesinin, hala bugünlere kadar gel en zaman için bile, araştırılmasına ihtiyaç duyulduğunu sanıyorum. Bu karışık duruma yine Batı­ lılıkla ilgili bir "siyasi kimlik" / "siyasi te­ ori" buhranı diyebiliriz. Bunların bugün­ kü uzantıları üzerinde durmayacağım. K o nu y u a n l a ma m a m ı z ı z o rlaş tıran nokta, bu entrika çerçevesi dışında, Yeni Osmanlılar arasında gerçek i d e o l oj i k farkların d a mevc u t olduğudur. A l i Su-

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

I

R

1

K

I

M

1

avi'nin siyasi teorisi bir Osmanlı geleneği olan "ihkak-ı hak" türünden bir adaletin yeniden canlandırılmasıydı. Ovsa bu kav­ ramda " h ak" bir gü ç l e r ayrılığının ve bunların birbirini dengelemesi anlamını taşımaz, " ihkak-ı hak" fertlerin uğradıkla­ rı haksızlıkların ortadan kaldırılması ve Padişah'ın hakem rolünü üstlenmesi ele­ m ek tir. Bundan da çıkan sistem , üme­ ra'nın (Padişah'ın yetki verdiği kişilerin) halk üzerindeki hakimiyeti , Ulema'nın emirler üzerind eki hakimiyeti ve ilahi adaletin U l em a üzerindeki hakimiy eti­ dir." (bkz. Mardin 1 962: 368. ve Cevdet Paşa'nın bu söyl emler i ç in N eu m a n n 2 0 0 0 : 1 8 7 . Hüseyin Çelik'in Ali Suavi hakkındaki etraflı araştırması , Suavi hak­ kında yeni bilgiler edinmemi mümkün kılmışsa da siyasi fikirleri hakkındaki gö­ rüşümü değiştirmemiştir.) Ali Suavi'nin Padişah'ın bir çınar altın­ daki konumundan adalet dağıtmaz şahıs­ lara yapılan haksızlıkları kaldı rmakta bir filtre olarak çalışabilir. Bu örtülü despo­ tizme bir " filtre" olanak sağlayabilir fakat kesinlikle demokrasi ya da sol liberal si­ yasi teori ile ilintili değildir. Ziya Paşa'nın ise Namık Kemal-Suavi çizgisinin bir çe­ şit orta yerinde durduğunu söyleyebiliriz. Namık Kemal, Ali Suavi gibi şeriatı ana­ yasa i l e temellendirilecek b i r s i s temi önermektedir, fakat onun fikirleri, en ge­ nel anlamda demokrasi fikrine daha ya­ kın görüşleri çok daha ayrıntılı ve derin­ di. Fakat her şeye rağmen onun da tekli­ finde siyasetin içinde "karşıt" güçlerin te­ mellendirilmesi gibi bir şey yoktur. So­ nunda, siyasi reform teklifi sofistike bir "dolaylı demokrasi" sistemi oluşturmak­ tadır. Bu nitelik de kendisinin, muhafaza­ kar Ill. Napo lyon Fransası anayasasını tercih etmesiy l e sonuçlanıyordu. (bkz. Namık Kemal, "Usul-u Meşveret Hakkın­ da Mektuplar", Külliyat-ı Kemal, Birinci Terti p, Makalat-ı Siyasiye ve Edebiye, ls­ tanbul, Selanik Ma tbaası, ss. 1 76-23 1 . ) Ülkemizde , lslami sistemlerde "kaza-

y

N

o

M

A

N

D

Ü

Ş

Ü

N

C

49

y a rg ı " n ı n Padişah.tan ç ı k a n b i r a d a l e t fonksiyonu anlayışının v e güçler denge­ sinden merkezi güçlerin korkmalarının, hala, değişik bir şekliyle, kurumlarımıza işlemiş olduğu söylenebilir. Yeni Osmanlı liderlerinin tümü 187l'de yurda dönmüşlerdi. Suavi 1 876'ya kadar Avrupa'da neşriyatını sürdürmüştür. (Çe­ lik, 1 994: 279) Yeni Osmanlılar, romantik liberalizmle birlikte "sine"lerinde şiddetli ve .romantizmden de gelen bir vatanper­

tek ayakta kalan Müslüman birl iği hak­ kındaki fikirleri, "bizim familyam ızdan" olan "Türk Müslümanlar" hakkında yeni bir ilgi simgeler (Çelik, 1 994: 492) . Bu odak noktasının önemi, etraflı ve güveni­ lir bir inceleme ile irdelenmemiştir. Çe­

verlik barındırıyorlardı. Ancak karşılaş­ tıkları problem Osmanlı imparatorluğu gibi değişik etnik ve dini gruplardan olu­ şan bir alanda "vatan"ın neresi olduğu tespit problemiydi . "Osmanlı" olmak en anlamlı şekliyle imparatorluğun sınırları­

lik'in Suavi'ye sempati besleyen eserinde bile, Suavi'nin Türklükle ilgili vurguları­ nın ne kadar lngiliz muhafazakarlarının Orta Asya politikasıyla çakışttğı açıktır. (Çelik, 1994: 368-370, 489). Gene bura­ da daha etraflıca anlatılmasını bekleyen "biz-onlar-biz" diyalektiği görülebilir. Y.:ni Osmanlılar'la Avrupa'ya giden bir kişi de Ziya (Bey/Paşa) idi. Ziya Paşa'nın siyasi fikirlerinin ne olduğunu çözmek kolay olmuyor. idareci olarak gördüğu

nın savunmaktı, fakat bu sınırlar içinde paylaşılan bir "kimlik" oluşturmak daha zordu. Bundan dolayı Yeni Osmanlılar'da, " Osmanlı" -"Türk" - " l slam- M üslüman" kimliği etrafında devamlı gidip gelmeler tespit edebiliriz . Diğer taraftan A l i Su­ avi'nin Orta Asya'da Hiyve Hanlığı'nın

rüşvet ve baskı olaylarının kendinde bir infial yarattığını ve bu gücün ke ndisini Londra'ya kadar gönderdiğini söyleyebili­ riz. Tanpınar'ın Ziya Paşa'nın siyasi fikri­ yatı hakkındaki olumlu görüşleri de ikna edici değildir. (Tanpınar, 1 988: 3 28-336) Fakat Paşa'nın "Şiir ve inşa" makalesi ve

T

50

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

edebi "şive"si hakkın­ da Tanpınar'ın tespi t e ttiği özgun fikirl e r ise, bize siyasi teoride p e k zayıf kalan bir kimsenin, muhafaza­ kar da olsa, edebiyat yoluyla ne gibi deği­ şiklikler getirebilece­ ğini anla tır. (Tanpı­ nar, 1988: 339) Bir dereceye kadar Namık Kemal hari ç , genelde Yeni Osman­ lılar Mustafa Fazıl Pa­ şa'yla olan ilişkilerin­ d e , h ü k u m e t , Hidiv, vatan aşkı, h ü rriyet yolu gibi tekliflerinde, menfaat, ideal, yapı ve d eğ e r k o n u l a r ı n ı n karmaşıklığı ortaya çı­ kar. Yeni Osmanlılar bunları birbirinden ayıramamışlardır. Bu­ nu hisseden Şinasi'nin muhtemelen bun­ dan dolayı onların faaliyetlerine katılma­ dığı anlaşılıyor. Yurda dönen Yeni Os­ manlılar'ın içinde siyaset, kültür ve Os­ manlılık konusunda ciddi fikir üretmeye devam eden yalnız Namık Kemal oldu. Namık Kemal'in müsellem olan Osmanlı vatanperverliği ise bugün sanıldığı gibi Türk milliyetçiliği değildi. lmparatorluk­ ta bir cuntanın darbesi sonucunda anaya­ sa üzerinde çalışma şansına ulaştı. Ancak, sonra siyaset gene onun aleyhine döndü: N. Kemal il. Abdülhamit'in Osmanlı lm­ paratorluğu'nda 1 888'de menkup Sakız Mutasarrıfı olarak ölür. Namık Kemal'in lbret gazetesindeki lslamcılığa yatkın gö­ rüşleri, müceddidi Nakşinbendilerin, po­ pülizm seviyesinde ve lslami bir söylemin içinden geliş tirmeye devam ettikleri et­ kinlik, satıh a ltında oluşurken o da ls­ lamcıhğın bir dış stratej i olarak geliştiril­ mesini, bir ideoloji olarak neler verebile­ ceğini tartıyordu. Zamanımızda "ideolo-

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

I

K

1

M

1

j ik" adını verebilece­ ğimiz alandaki lslam­ cıhkla popülizm sevi­ yesinde gelişen lslam­ cılığın sınırları yumu­ şadığından bunlar bir tek "pota" o larak in­ celenmektedir. Ancak bu kısmi örtüşmenin kendi devrimizin bir özelliği olduğu akıl­ larda tutulmalıdır. Yi­ ne bu noktada Nakşi­ b endiliğin p o p ülizm girişiminin a ç ı k ola­ rak incelenmesine ih­ tiyaç vardır. N ak ş i ­ bendiliğin bu "sosyo­ l oj ik " d eğerlendiril­ m esi mutlaka karşı­ mıza yeni bakış açıları getirecektir. Yeni Osmanlılar'ın fikriyatı, 1 876 Anayasacılığı ve parlamen­ tosuna varan bir iz bırakmıştır. Fakat bu iz Osmanlı lmparatorluğu'ndaki idari ve eğitim reformlarıyla, lstanbul'un kozmo­ poli tliğiyle, B atı'dan giren modalar ve bunların gerektirdiği günlük hayatı çerçe­ veleyen eşya kullanımlarıyla birlikte, in­ ceden inceye izlememiz mümkün olma­ yan interaktif bir süreç sonunda oluşmuş­ tur. Bu izin tekli olarak etkisini ortaya çı­ karmaya çalıştığımız anda ise Yeni Os­ manlılar'da yeni bilgi "stok"larıyla birlik­ te yeni değerlerin,. yeni iletişim ağının ve yeni söylemin y erini vurgulamalıyız. 1 890'larda beliren Jön Türk hareketinde bu üç sacayağı yanında, göreli olarak yeni bir tabiatı ve dünyayı bilme/anlama/kav­ rama sürecinin etkisinin arttığı o yılların verdiği manzaraya, bir genel ve spekülatif bir giriş olarak ileri sürülebilir. Yeni Osmanlılar yurda döndükten son­ ra Namık Kemal'in tek başına vermeye devam e ttiği eserleri ise bir bakıma fikir­ lerinin nasıl inkişaf edebileceğinin bir en-

y

N

O

S

M

A

N

deksidir. ibret gazetesi l 870'den sonra ye­ niden şekillenen fiki rlerinin odak nokta­ sıdır. "Şark Meselesi" , "Askerlik" , Rütbe­ ler, M uhabbet, Girit M eselesi, istikbal, Memur, ibret, " ln tizac-ı Akvam, Terakki " , Avrupa Şarkı, lttihad-ı lslam, Bilmez, Di­ yojen ve Hadika gazetelerinde çıkan yazı­ ları kendi başına bir küme o luşturur ve ciddi bir inceleme beklemektedir. Bu yıllarda karşılaştığı zorluklar, muh­ telif sürgünleri, bize intikal eden imgenin ana hatlarını teşkil eder. Sultan Abdüla­ ziz'in tahttan indirilm esinden sonra Ke­ mal ve Ziya bir anayasa üzerinde çalışma imkanını buldular, fakat 1876 sonbaha­ rındaki çalışmalarında Y. Murat'ın yerine tahta geçen Sultan ll. Abdülhamit'in mu­ halefetiyle karşı laştı lar. N amık K emal 1 888'de G elibolu mu tasarrıfı olarak ls­ t a n b u l ' d a n u z a k l a ş t ı r ı l d ığı y ı l l a rd a , 1 888'de vefat etti. Yeni Osmanlılar'ın etkisi 1876 Anayasa­ sı'na k o n a n "geçici" rafa kaldırmadan sonra bile devam· etmiştir. Ancak bu nok­ tada gerçek bir tarih birimi olarak görme­ miz gereken " i l . Abdülhamit devrinin" çerçevesini iyice sınamamız gerekir. Bu çerçeve en iptidai şekliyle bize resmi söy­ lemde anlatılan "despotluk" devri değil­ dir. Modernite ile geleneksellik öğelerini kendi içinde birleştiren, kendi içinden çe­ lişkili ve bu çelişkiye sonunda yenik dü­ şen bir devirdir. Bu karmaşık yumağı tam o larak çözebilmenin daha eşiğinde bile değiliz. Ancak buraya bir başlangıç nok­ tası koyabilirsek, o d a i l . Abdülhamit devrinde Tanzimat refo rmcularının dü­ zenleyici- rasyonelleştirici vurgunun de­ vam etmiş olmasıdır. Stanford Shaw bir makalesinde, Padi: şah'ın lngiliz büyük elçisi Sir Henry Elll­ ott'a, tahta geçtikten bir müddet sonra yapmasını istediği b ü tü n düzen lemeleri geliştirdiğini göstermiştir. Kişileri medre­ seden çıkarıp " okullar"a gitmeyi temin eden od ur. Osmanlı l mparato rluğu'nda yüksek okullara destek veren ve geliştiren

D

Ü

Ü

N

C

odur. Bu deneyimde baştan beri üzerinde durduğum (iç dinamiği hala esrarlı olan) tarikatların bir çeşit popülist güç ifade et­ tiklerini anlayıp bir taraftan müceddicli Nakşibendiliğe ve Gümüşhanevi dergahı­ na uzak dururken daha genelde bu gücü kendisine mal etmeye çalışan da odur. M emleket sathında telgraf ve dcmiryo­ lu ağları o n u n ısrarıyla k u r u l m u ş t ur. 1 890'l arda A B D Libra ry of Coııgrcss'c yol lad ığı ve Türkiye'nin e n fra s t rüktür bakımından ne derece "modern"leştiril­ diğini anlatan fotoğraf albümleri kaygısı­ nı ifade eder. "Türklük" ve "hükümranlık" unsurların birbirinin içinde olan ögeler şeklindeki düşüncesi Yeni Osmanlılar'ın bir tutumunu devam ettirir. Onların açtıkları Asya ile ilgili jeopolitik spekülasyonları cidiye aldığı anlaşılıyor. Saydığımız bütün bu olumlu çerçeve­ l e rden bakıldığında rej i m e sad ı k kalıp Abdülhamit devrini normal saymış o kur yazar kitlesini anlamakta bir zorl uk çekil­ miyor. Asıl üzerinde durulması gereken konu Abdülhamit'i destekleyenler açısın­ dan " normal" olarak gözüken şartların hangi sebeplerden d o layı bazı l arı i ç i n "anormal" veya "ağır" gözüktükleri ve o n ları karşıt gruplar oluştur maya iten faktö rlerin neler olduğudur. Bunun bir ipucunu Yeni Osmanlılar'ın kaynağı olan toplum katını , 1 890'ların ihtil a l ci l eri n toplum katıyla karşılaştırmakta buluruz. Yeni Osmanlılar'ın toplumsal tabanı Tanzimat d evlet hiyerarşisi ve -gel iştiği derecede- lstanbul'un Batı'dan haberdar "sosyetesiydi " . Buradaki iç içeli k te n bir örnek Yeni Osınanlılar'ın en "ihtilalcisi " olan (Çelik, 1994: 2 13 ) Mehmet Bey'dir. Mehmet Bey so nradan Sadraza m olan Mahmut N edim Paşa'nın yeğeniydi. Bü­ tün Yeni Osmanlılar'ın yüksek devlet per­ soneliyle yakın ilişkileri vardı ve devlet kurumlarında yetişm işl erd i . 1 890'ların Jön Türkler'inde bu toplumsal orijin de­ ğişmiştir, ana çerçeve "devlet" değil "yük-

51

T

52

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

sekokul"dur. Yalnız bu yönden bile ne kadar değişik bir "statü alanı" kaynağı ile karşı karşıya bulunduğumuz açıktır. Yüksekokulların standardının yüksel­ mesi Abdülhamit'in desteklediği bir yön­ temdi. Bundan dolayı, örneğin Mülkiye­ nin öğretim personeli zamanın en yete­ nekli aydınlarından, Abdurrahman Şeref, Recaizade Ekrem gibi kimselerden oluşu­ yordu. Böylece J ö n Türklerin Yeni Osmanlı­ lar'a nispetle "devlet sınıfı" ile çok daha esnek ilişkileri olduğunu ve Yeni Osman­ lılar'ın içinde büyüdükleri bir devlet söy­ lemi yerine, yetişmelerinde bir "okul söy­ lemi"nin etkili olduğunu söyleyebiliriz. G erek okul gerek Batı'dan gelen kay­ naklardan edinilen bilgiler 1 860- 1 890 arası Türkiye'yi değiştirmişti. Genelinde Tanzimat'tan itibaren Batıcı-düzenleyici (rasyonelleştirici) nesnel adını verebilece­ ğimiz unsurların artmış olduğu doğrudur. Fakat bunun kaba bir etki-tepki yoluyla değil, bir algılama-kavramlaştırma deği­ şikliğiyle oluştuğu söylenebilir. Başka bir ifade ile iktisadi şartların değişmesi, idari yapının yenilenmesi yeni eğitim kurum­ larının harekete geçmesi tabii ki değişim için önemli bir çerçeve oluşturmuştur. Fakat daha önemlisi bu öğelerin etkisinin bir algılama değişikliğinden geçtiğidir. Önemli olan ve 1 890'ların Jön Türklerini anlatan algılama örüntülerinin değişmesi olmuştur ve o sıralardaki karşı koyma sis­ tematik muhalefeti, ayaklanma gibi hadi­ seleri anlamak için dikkatimizi bu algıla­ ma süreci üzerine odaklaştırmalıyız. Fa­ kat bunu tek bir "dağarcık doldurma' ola­ rak görmemiz 1890'ların temelinde yatan dinamiğini oluşturması için yeterli değil­ dir. 1 860-1 890 arası süreci incelerken okumuş insanları çerçeveleyen eğitim gi­ bi kurumları anımsayarak, dinamiğin yal­ nız bir yönünü ortaya çıkarmış oluruz. lkinci bir etki odağı olan Batı'dan edini­ len bilginin "kafa değiştirici" dokusunun da açıklamazsak, yine dinamiğin bir yö-

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

I

M

1

nünü ihmal etmiş oluruz. Bu "kafa değiş­ tirmenin" de ancak çok "kat"lı olduğuna şüphe yoktur. Örneğin Şarkiyatçı Vam­ bery 1 860-1890 yılları arasındaki değişik­ liği anlatırken arada bir "tarih bilincinin" ortaya çıktığını vurgular. Bu bir "kolektif' kafa değişikliğidir. Ramsay de, Abdülha­ mit'in Anadolu'da bir "Osmanlılık" bilin­ cinin oluştuğunu anlattığı zaman, bu kol­ lektif bilincin bir şekline atıfta bulunur. Fakat bunlar Abdülhamit devri toplumsal değişiminin incelenmesinin ancak baş­ langıç öğelerini verir. Önceki sayfalarda Tanpınar'ın Şinasi için ileri sürdüğü ve burada kullandığım değişik söylem ve değişik "muhayyile" kavramını Yeni Osmanlılar ve Jön Türk­ ler'le de kullanabileceğimizi sanıyorum. Şöyle ki: Tanpınar Namık Kemal'in Abdülhak Hamid'e yazdığı mektubun bir satırı üze­ rinde duruyor. Altını çizdiği ifade şu: "bir güzelin velev mehasin-i maneviye onun dağa benzetmek bizim tabiatımıza -zan­ nımca- mülayim gelmiyor. " (Tanpınar, 1 988: 439. F A . Tansel, "Mektuplarına göre Namık Kemal ve Abdülhami t", s . 2 l 'den.) Namık Kemal'in "güzel"i dağa benzet­ mekte zorlanması, tabiatla ilgili gelenek­ sel-aksi omatik bir kavramlaştırmanın ve ona bağlı bir estetik anlayışının sınırla­ masından ileri gelmektedir. Tanpınar, Ke­ mal'in biraz da zorlanarak, zamanla bura­ daki tutumunun aksine "muhayyilesini tabiattan ve eşyadan gelen" ihsaslara açtı­ ğını anlatıyor. (Tanpınar, 1988: 3 7 1 ) . J ö n Türklerin a ) zamanlarındaki genel kurumsal gelişmelerde b) eğitim kurum­ larında c) muhayyileleri seviyesinde tek­ rar tekrar aynı "tabiattan ve eşyadan ge­ len" vurgularla karşılaştıklarını söyleye­ biliriz. Böylece Şinasi'de bir şahısta gör­ düğümüz bir vurgu, 1 890'larda toplum­ sal ve iktisadi şartların yarattığı yeni çer­ çevelerde gelişiyor. Bu gelişme ise para­ doksal olarak bir bakıma eğitim kurum-

y

N

o

M

A

N

!arını geliştirmek isteyen Padişah'ın bir "atiyesi"ydi. Jön Türklerin hareketinin uzun vadesi­ ne bakuğımız zaman ise bu "maddiciliğe" ve beraber yürüyen rasyonalizasyon baş­ langıçlarına kısmen set çekildiği görülebi­ lir. Başka bir ifade ile başlangıç ta J ö n Türkler enerjilerini imparatorluğun güç­ lenmesine çevirir ve bunun kurumların değiştirilmesiyle olacağını umarken, za­ manla "kimlik" konusunun bu yolda kar­ şılaşacakları en önemli problem olduğunu, Ermeni, Arap, Arnavut kavramlarının ayrı bir problem alanı oluşturduğunu görecek-

D

Ü

Ü

N

C

!erdi. llginç olan Yeni Osmanlıların kimlik arayışları sırasında aynı güçte bir tepki ile karşılaşmamış olduklarıydı. Bunun basit bir ifadesi olarak "milliyetçilik" sorununu karşılarında bulmalarını ifade edebiliriz. Yepyeni bir yaratık olan devlet birimi­ nin katı sınırları, milliyetçilik politikaları, vatandaş enerjilerini bir merkeze toplama politikalarıyla pek tabii ki karşısında bu çerçevelere sığmayan toplum birimlerinin tepkisini bulacaktı. Devlet biriminin mu­ hafazasında Abdülhamit'ten daha da ıs­ rarcı olan Jön Türklerin de bu yeni güç­ lerle karşılaşmaları tabii idi. O

Dİ PNOTLAR Zamanla, toplum bilimlerinde, Batı'da 1 9. yüz­ yıldan beri tartışılan fakat Türk aydınları ara­ sında sıfıra yakın bir iz bırakan bir teorik çerçe­ ve (Husserl, Schutz, Gadamer, Heidegger dört­ geni) gel işti: Toplumsal değişmenin a) yalnız "dış" belirlenimlerle değil b) "eski"leri sıfırla­ madan ve c) "algı lama, kavrama, anlama ve bunları zorlayarak yeniden yaratma" gibi "ara istasyon larından" geçerek oluştuğu fikri ber­ raklık kazandı. Batı'da bu yeni birikimi salt bir "kültür" yaklaşımı olarak görüp yerenler böyle bir an latı ma karşı ç ı kt ı lar. Bizde ise teorinin içindeki "kat"lar (a, b, c) anlaşılmadığından ta­ rihimizin ana hatlarının tanımlamasında aydın­ larca benzer yaklaşımlar kimi zaman tartışıldı fakat profesyonel toplum araştırmacılarını he­ men hiç etkilemedi. ileri sayfalardaki sunuşum­ da hem "maddi" belirlenimlerin hem de "kav­ rama "ya b a ğ l ı unsurların nasıl birl ikte göz önünde tutulmaları gerektiğini gösterme!;'Je ça­ lışıyorum. Bizde böyle bir yaklaşımı toplum analizlerinde geliştirilecek birçok alan mevcut. 2

Gerçi Osmanlılar da "umur-u mülk-ü millet" kavramını kullanmışlardı fakat bu hiçbir zaman

Avrupa'da 16. yüzyılda kullanılmaya başlanan "society" - "societe" muadili değildi. bkz. Sela­ niki Mustafa Efendi, Tarih-i Selaniki ( 1 0031 008/1 595-1 600) Haz. Mehmet l pşirli, Cilt i l, Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1 9 99, s. 482. "Hey'et-i içtimaiye aynı zamanda muhtemelen o yıllarda Fransız tarihçisi Michelet'nin kullan­ dı!;'Jı ve baş tacı ettiği "peuple", "halk" karşılı­ ğıydı. Bu açıdan Şinasi'nin kullandığı "millet"in de yeni bir anlamı vardı. 3

içinde yoğuruldukları toplumsal çerçevenin (gerek okuryazar halk gerek elit tabaka) dola­ yısıyla ne kadar "Osmanlıca" bir vurgu benim­ semek mecburiyetinde kaldıkları da ortaya çı­ kıyor.

4

Francois Georgeon, "Un positiviste ou Orient ou XIXe Siecle: Charles M ısmer, La Turquie et l'lslam," in François Georgeon, Des Ottomans aux Turcs, lstanbul, ısıs, 1 995, ss. 1 24-1 57. Ali Suavi mektubun Ganesco adında bir Romen ta­ rafından yazıldığını bildirir. Bk. Ş. Mardin, "The Genesis of Young Ottoman Thought, Prince­ ton, 1 962, s. 278

53

Kalemiye'den Mülkiye'ye Tanzimat Zihniyeti G Ö K H A N Ç E T I N S AY A

Ç

ağdaş Türk siyasi düşünce tarihi çalışmalarının duayeni Şerif Mar­ din'in vardığı hükme göre, " 1 9. yüzyıl Türk düşünce tarihinden bahset­ mek mümkün değildir. Ancak bir 1 9 . yüzyıl 'düşünce sosyolojisi'nden bahsede­ biliriz." Yine Mardin'in yargısına göre, Ba­ u'daki gibi bir felsefi spekülasyon söz ko­ nusu değildir, amaç "devleti kurtarmak" ve bunun için kısa vadeli, pratik, "devlet için geçerli" çözüm yolları aramaktır (Mardin, 1983: 9-17) . Eğer Mardin'in teklif ettiği şekilde bir 'düşünce sosyolojisi' yapılacaksa, bu dü­ şüncelerin ortaya çıktığı, bir çözüm ola­ rak düşünüldüğü, kısaca devletin içinde bulunduğu ortamı iyi anlamak gerekiyor. 1 9 . Yüzyıl'da Osmanlı l mparatorlu­ ğu'nun karşılaştığı (ikisi de birbiriyle ya­ kından ilişkili) iki temel iç ve dış tehdit mevcuttu: Rusya tehlikesi ve gayrimüs­ lim milliyetçiliği/ayrılıkçılığı. Ü s telik devletin zaaf içinde olması, (Mehmet Ali Paşa örneğinde olduğu gibi) Müslüman unsurlar arasında da ayrılıkçı eğilimlere y o l açmaktadır. En hayati sorun çok farklı unsurlardan oluşan bir imparator­ luğu ayakta tutma gayretidir. Tanzimat dönemi boyunca gösterilen bütün çaba­ lar, toplam nüfus içindeki payları %40 gibi önemli bir oranda olan gayrimüslim­ l er i n ayrılı k ç ı lı ğ ı n ı ö n lemek i çind ir.

1 840'lardan 1870'lere kadar bütün siyasi fikir tartışmaları ve siyasi elitler arasın­ daki bütün mücadele, aslında bu mesele­ ye getirilen (bir başka ifadeyle devletin nasıl kurtarılması gerektiği konusunda ileri sürülen) farklı (ve çoğu zaman kar­ şıt) çözümlerden ibarettir. Bu yazı 'Tanzimat zihniyetini' yansıtma­ yı amaçlıyor. Ancak Tanzimat dönemi dü­

şünce hayatının bütün yönlerini değil, sa­ dece siyasi düşünceyi ele almayı hedefli­ yor. Bunu yaparken de, bütün siyasi fikir akımlarını değil, sadece Tanzimat projesi­ nin yürütücüleri olan, bürokrasiden yetiş­ me (hepsi de en azından nazırlık ya da büyükelçilik yapmış) devlet adamlarının zihni yapılarını, dünya görüşlerini, siyasi düşüncelerinin belli temel taşlarını ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Zaman dilimi olarak 1830'ların sonları ile 1870'lerin ilk yarısı­ nı kapsayan bu çalışmada ele alınan dev­ let adamları farklı yetişme ortamları içeri­ sinde farklı eğitim düzeylerine sahiptir: Mustafa Reşit Paşa ( 1 800-1 858), Sadık Rı­ fat Paşa ( 1 807-1858) , Mustafa Sami Efen­ di (ö. 1 8 5 1 ) , Ali Paşa ( 1 8 15-187 1 ) , Fuat Paşa ( 1 8 1 5 - 1 869) , M ü ni f Paşa ( 1 8281 9 10), Safvet Paşa ( 1 814-1883), Sadullah Paşa ( 1 838- 1 89 1 ) , Mus tafa Fazıl Paşa ( 1 83 0 - 1 8 7 5 ) , Halil Şerif Paşa ( 1 83 2 1879) , Mahmut Nedim Paşa ( 1 8 1 8- 1 883) , Mithat Paşa ( 1 822-1 884). B u isim listesi

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

genellikle 19. yüzyıl başıyla 1 830'lar ara­ sında doğmuş yaklaşık üç kuşaktan oluş­ maktadır. Bu kişilerin bizzat kaleme aldık­ ları metinlerden hareketle Tanzimat (dev­ let adamlarının) zihniyetinin ipuçları ya­ kalanmaya çalışılacaktır. Bütün bu kişilerin bıraktıkları metinle­ re genel olarak baktığımızda, l 700'lerden beri gelen ıslahat hareketlerinin geçirdiği aşamaların bir muhasebesi sonucunda, devletin iç ve dış problemleri karşısında ne yapılması gerektiği hakkında, hemen hemen hepsinin aynı fikirde buluştukları­ nı söyleyebiliriz: Eski usullerden vazgeç­ mek! Tanzimat Fermanı, "usül-i atikayı bütün bütün tağyir ve tecdid" etmekten bahsederken, Fuat Paşa'ya göre geçmiş ile ilgiyi keserek yeni gelişme ufuklarına yö­ nelmek zorunludur. Bu potansiyel mev­ cuttur ama, bunun için "bütün siyasi ve idari kurumlarımızı değiştirmek mutlaka gereklidir" (Akarlı, 1978: 1-2). Bu topye­ kün değişim önerisi için iki temel gerekçe ileri sürülür: dini ve beşeri. Fuat Paşa'ya göre, "herhangi bir devle­ tin artık Avrupa'da varlığını sürdürebilme­ si için gerekli ve zorunlu olan bu önemli [siyasi ve idari] kurumları Islamlığın gü­ venliği için bir an önce mutlaka benimse­ meliyiz." Devletin yönetimini bu doğrul­ tuda değiştirerek Islama aykırı hiç bir şey yapılmayacaktır. Zira, "dini ve beşeri bü­ tün kurumlar için geçerli olan birinci yasa kendini koruma yasasıdır. " Girişilen bü­ tün ıslahat hareketlerinde lslamın korun­ masından başka bir amaç güdülmemiştir (Akarlı, 1978: 2, 7). Ali Paşa da, "ehven-i şer" prensibinden hareket etmekle bera­ ber yine aynı sonuca varır. lslam devletini ve milletini "kurtarmak için artık ufak te­ fek sakıncalara bakılmamalıdır." Asıl olanı korumak için ayrıntılardan belli bir dere­ ceye kadar fedakarlık etmek gerekmekte­ dir. Osmanlı devletinin karşı karşıya bu­ lunduğu felaketler karşısında, "devlet ge­ misini kurtarmak için bir yük atmakta" duraksanırsa, bir başka ifadeyle "en az kö-

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

tüyü benimsemek hükmünde" olan bu tedbirler benimsenmezs... , lslam devletle­ rinin en büyüğünün varlığı tehlikeye gi­ rer; lslam devleti çöker ve lslam milleti is­ tiklalini kaybeder. "Devlet-i Aliyye'ye bir hal olursa, din ve milletimiz tamamen sa­ hipsiz kalır ve birliği berbat olur." Bu ne­ denle, "şimdiki durumumuzu bulunduğu­ muz yüzyılın gereklerine elden geldiğince eriştirmek (. . . ) farz derecesini geçmiştir" (Akarlı, 1 978: 12, 15). lkinci gerekçe beşeridir: lnsan ilıtiyacat­ ı z:amaııiyeyi takip etmeli, icab-ı asr u za­ mana uygun hareket etmelidir. Ejlıar ve etvar-ı mutaas ı baneden sakınmalı, hal-i inziva ya da taassub-ı lıal yerine Avrupa ile miibadele-i ejlıar yolu tutulmalıdır. Sadık Rıfat Paşa'nın ifadesiyle, devlet işlerinde "asır ve zamanın hükmünü ve ihtiyacatını bilip ona göre hareket etmek" gerekmektedir. Zira, "tabiat-ı beşeriyyeye muhalif olan hüküm ve madde, daimi, cari ve payidar olamaz. (. . . ) Hilaf-ı tabiat olan şey, hiç bir zamanda iyi olamaz. ( . . . ) Çünkü mizac-ı asr ve ejlıar-ı zamane cuş u hurüşa gelmiş bir nehre" benzer. Bu sebeple, "eflıar-ı zamaneye tebaiyyet eden zevat, hem sür'atle ileri gider, hem de ser-menzil-i merama vasıl olur. 'Rüzgarın önüne düş­ meyen adem yorulur' denildiği gibi mizacı asra muhalif olan niyat ve efkarın fi'ile gelmesi ve gelse bile devam etmesi" mümkün değildir (Kaplan, 1988: 38-39, 50) . Tanzimat döneminde siyasi düşünce­ mize birçok yeni kavram girmiştir. Bura­ da bu dönem metinlerinde en çok geçen dört kavram çifti (medeniyet ve terakki, ulüm ve fünün, kanun ve nizam, hürriyet ve meşveret) seçilerek, bu kavramların ışığı altında Tanzimat düşüncesinin izleri sürülmeye çalışılacaktır. MEDENIYET VE TERAKK.1

Ahmet Hamdi Tanpınar'a göre, "Tanzimat devrinin ilk ideolojisi medeniyetçiliktir. (. . . ) Tanzimat'tan sonra ilk ideoloji cris-

55

T

56

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

tallisation'u bu kelimenin etrafında olur. " imparatorlukta 19. yüzyıl boyunca orta­ ya çıkacak, Osmanlıcılık, lslamcılık ve Türkçülük gibi bütün fikir akımlarının te­ melinde bu yatar. Tanzimat dönemi kulla­ nılışında medeniyet her şeydir; her şeye kadir, kendisinden bir din gibi bahsedilen, din haline getirilen bir kavramdır. Örne­ ğin şiirlerinde medeniyetten bir din gibi bahseden Şinasi, Tanpınar'ın ifadesiyle, "getirdiği nizamla bize medeniyetin kapı­ sını açan Reşid Paşa'yı bir peygamber gibi över. O, bazen 'medeniyet resulü', bazen 'fahr-ı cihan-ı medeniyet' olur, devri 'asr-ı saadet', vücudu 'mucize', millet arasında görünüşü 'bi'set' (Hak tarafından gönderil­ me) dir. Bu yeni dinin kitabı vardır: 'ka­ nun"' (Tanpınar, 1985: 1 5 2, 200). 1 830'larda ilk kullanılmaya . başlandı­ ğında henüz " civilisa tion/sivilizasyon" kelimesine Türkçe bir karşılık bulunama­ mıştır. Mustafa Reşit Paşa ve Sadık Rıfat Paşa gibi bu kavramı ilk kullanan devlet adamlarının yazdıkları metinlerde, "sivili­ zasyon usulü ... yani terbiye-i nas ve icra­ yı nizamat", "sivilizasyon usı11-i mergCıbe­ si", "Avrupa'nın şimdiki sivilizasyonu ya­ ni usCıl-i me'nı1siyet ve medeniyeti" gibi çeşitli karşılıklarla i fa de edilmeye çalışı­ lan kavram, 1 850'lerde kesin anlamını b u l u r ve "m edeniyet" karş ılığını alır (Baykara, 1 9 9 2 ) . 1 860'1arın başlarında medeniyeti "cemiyet-i beşeriyeyi terkib eden efradın her yönden mazhar-ı enmi­ yet-i lıiimile ve mütemetti-i nimet-i asayiş ve refalı olması demektir" diye tanımla­ yan Ali Paşa'ya göre, "nev-i beni adem bi­ t-tab' medenidir ve bu tabiatın tabiat-ı as­ liyesi ise daima terakki-i medeniyeti müs­ telzim ve müsted'i olduğu derkardır" (Ali Paşa, 1862). Dönemin diğer Tanzimat yazarlarında da benzer ifadelerle karşılaşırız. Mecmua-i Fünıln sayfalarında genel olarak, 'ulum, fü­ nı1n ve sanayi sayesinde, toplum içindeki fertlerin işbirliğine dayanarak, insanları refah, rahatlık, servet ve dolayısıyla da sa-

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

8

1

R

1

K

1

M

1

adete ulaştıran bir yol' olarak tanımlanan medeniyetin insanoğlu için tabii ve zaruri olduğu, insanların medeniyete muhtaç ol­ dukları sık sık vurgulanır. Tanzimat döne­ mi kullanılışında medeniyetin karşıtı be­ deviyettir. Medeniyet niçin bedeviyet kar­ şısında üstündür, gereklidir ve kaçınılmaz­ dır? Buna Mecmua-i Fiimiıı yazarlarını iz­ leyerek üç temel argümanla cevap verebili­ riz: llk olarak, insanın tabiatı gereği mede­ ni olma zorunluluğu vardır. lnsanoğlu (bir sosyal evrim süreciyle) "vahşiyet ve huşu­ net" halinden "bedeviyet" haline oradan da "medeni" hale geçer. Medeniler tabiatı kendi kontrollerine alır, ondan istifade eder, menfaatine göre kullanır; bu sayede saadete erişir. ikinci olarak, medeniyetin askeri güç bakımından üstünlüğü vardır. Münif Paşa "Mukayese-i llm ü Cehl" baş­ lıklı yazısında, yirmi otuz bin kadar Avru­ palının, birkaç aylık mesafeyi katederek, üç yüz elli milyonu aşkın nüfusu ve birkaç milyon askeri bulunan Çin devletini ko­ layca mağlup etmelerini örnek göstererek, "eğer Çinliler usul-i kadinıe-i medeniyet-i gayri nıülıemnıeleleri muhafazasında ısrar etmemiş olsalar idi, birkaç bin ecanibin şu hakaretine düçar olurlar mıydı?" diye sor­ maktadır. Tanzimat devlet adamları için sömürgecilik ve ırkçılık medeniyetin do­ ğal, haklı ve kaçınılmaz bir sonucu olarak görülür. Üçüncü olarak, dini açıdan da medeniyetin bedeviyete üstünlüğü savu­ nulur. Klasik Islam geleneğinden kalka­ rak, ilim-medeniyet ve cehalet-bedeviyet arasında paralellik çizilir; medeni olmak eşittir Müslüman olmak formülüne, me­ deni olmak dinin bir gereğidir, sonucuna varılır (Aydın, 1995). Bütün Tanzimat yazarları medeniyet ile terakki arasında güçlü bir bağ kurarlar. Ali Paşa'ya göre, "daire-i emniyet ve refa h bir hal ve vüsatte kalmayıb bi-t-tedric te­ vessü etmek ister ve bu tevessüe teralıhi ıtlak olunur" (Aii Paşa, 1862). Medeniye­ tin ayrılmaz bir parçası olan terakkinin savunulmasında dini argüman tekrar kar-

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

şımıza çıkar. Fuat Paşa'ya göre, insan sü­ rekli kendini aşmak eğilimindedir. insan tabiatının bu özelliği lslam'ın özüyle tam bir uyum içindedir. lslam terakkiyi amaç­ layan bütün akideleri içermektedir: "ls­ lamlık bize aklımızı iyi kullanıp dünya­ nın terakkisi yolunda ilerlemekliğimizi emretmekte ve değil Arabistan'da ve Müs­ lüman ülkelerde, hatta yabancı yerlerde, Çin'de, dünyanın en ırak köşelerinde bile bilim ve beceri ışığını aramaya bizi yö­ neltmektedir" (Akarlı, 1 97 8 : 2 ) . Klasik lslam geleneğinden alınan Çin örneği, "il­ mi Çin'de dahi olsa arayıp almakla me­ muriyetimiz malumdur" ya da "ilmi tah­ sile çalış Çin'de ise var ara bul" gibi ifade­ ler Tanzimat yazarlarınca en sık kullanı­ lan kalıplardan birisidir. Yine Fuat Paşa'nın söylemine devam

57

edersek, " lslamlığın emrettiği bilim başka­ larının tahsil ettiği bilimden farklıdır sa­ nılmasın. Katiyyen. Bilim tektir. Akıl ve idrak dünyasını her yerde aynı güneş ışıtır ve ısıtır. Ve madem bizim inançlarımızca İslamlık evrensel gerçeklik ve bilginin bir ifadesidir, o halde yararlı bir buluş, yeni bir bilgi kaynağı nerede bulunmuş olursa olsun, ister putperest ister Müslümanlar arasında, ister Medine ister Paris'te olsun, her zaman lslam'a aittir" (Akarlı, 1978: 2). Bu argümanın mantıki sonucu şudur: Öyleyse, Avrupa'nın buluşu olan yeni yasa ve gelişme araçlarını bizim de benimsemememiz için hiç bir engel yoktur. Fuat Paşa'nın bu yaklaşımı Yeni Osmanlılar ku­ şağına kadar olan dönemde Tanzimat zih­ niyetinin önemli bir özelliğine işaret eder. llk dönem Tanzimat devlet adamları ken­ dilerini Avrupa'dan farklı bir medeniyetin ve ilim geleneğinin varisleri olarak gör­ mezler; medeniyet ve bilim tektir. Yazıla­ rında "lslam medeniyeti" ya da "Avrupa m e d e n i y e t i " g i b i kavramlara (ya da Garp/Şark ayrımına) rastlanmaz. Yeni Os­ manlı düşüncesinden farklı olarak sentez yapılacak iki ayrı medeniyet anlayışı çok belirgin değildir (Aydın, 1 995). Avrupa

medeniyeti ve bilimi Müslümanların "yi­ tik malı"dır; geçmişte Avrupa'nın lsliim­ dan devralıp geliştirdiği miras şimdi tek­ rar lsliim dünyasına ithal edilebilir. Tanzimat yazarları için medeniyet her türlü maddi ve manevi ilerlemedir; her ·

türlü ilerlemenin ön şartıdır. Medeniyet­ teki ilerlemenin sonu yoktur. Peki mede­ niyet ve terakkinin ölçüsü ne olacaktır? Fuat Paşa'ya göre, "artık önemli olan çok terakki etmek değil, fakat kesin olarak Avrupa'nın öteki ülkeleri kadar terakki etmektir." Avrupa'da söz sahibi olabilmek için terakki yolunda Avrupa ülkelerine yetişilmeli ve hatta onlarla yarışılmalıdır: "mahvolma felaketinden kurtulabilmekli­ ğimiz, İngiltere kadar paraya, Fransa ka­ dar bilgi aydınlığına ve Rusya kadar aske­ re sahip olmaklığımıza bağlıdır" (Akarlı, 1978: 1 -2). Medeniyet ve terakkinin ölçü­ tü ise toplumun değişik kesimlerine göre

T

58

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

farklılıklar gösterir. Tüm toplum kesimle­ ri göz önüne alındığında, medeniyet kısa­ ca insanı saadete götüren her şeydir: otel­ dir, lokantadır, kağıt paradır, müzedir, an­ tikadır, kaldırımdır, trendir, telgraftır, ba­ loya gitmektir, rokfor peyniri yemek, ta­ haretsiz gezmek ya da eşini kıskanma­ maktır. Ancak inceleme konusu yaptığı­ mız devlet adamları için genel olarak de­ miryolu, karayolu, şirketler, nüfus çoklu­ ğu, şehirleşme, kanun ve nizam, emniyet ve refah gibi şeyler bir toplumun medeni­ yet ve terakki derecesini gösterir. Örneğin Fuat Paşa'ya göre, "Avrupa ülkeleri kadar demiryoluna sahip olduğumuz gün dün­ yada en önde gelen bir devlet olacağız"; Mecmua-i Fünün yazarlarına göre ise, bir memlekette yollar, şirketler ve nüfus çok­ luğu gibi kıstaslar ahalinin derece-i mede­ niyetini gösterir. Peki medeniyetin kaynağı/sebebi nedir? ULÜMIAKJL VE FÜNÜNIMAARlF

Tanzimat söyleminde, faziletleri saymakla bitmeyen medeniyet ve terakki ile bilgi/bi­ lim kavramları arasında güçlü bir ilişki kurulur. Bu dönem yazarlarının sık sık vurguladığı gibi , Avrupa medeniyetinin sebebi iklimi, toprağı ya da din ve mez­ hepleri değildir; ilim ve fen (ya da marifet, fazilet, maarif, akıl) gücüyledir. Avrupalı­ lar cehaleti en büyük kötülük bilirler; en büyük gayretleri maariftedir (Örneğin bkz. Mustafa Sami Efendi, 1996). Bu dönem Tanzimat yazarlarına göre, medeniyetin bütün nimetlerinin ortaya çıkışı ilim ve akla bağlıdır. Sadık Rıfa t Pa­ şa'nın ifadesiyle, Avrupa medeniyeti "Ce­ nab-ı Hak'kın insana ihsan eylediği liya­ kat ve istidat ve sa'y u gayret ve ulüm ve maarifin kisb ü tahsiline ikdam ve dikkat semeresiyle eşref-i mahlukat olan insanın işidir. Ma'muriyet-i mülk ve memleket kesret-i nüfus ve ziraat ve san'at ve servet ve ticaret ve ahalice sa'y u gayret ile hasıl olur ise de, bunların cumlesinin husulü

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

I K 1

M

I

dahi, yine ilim ve alıla menut ve muhtaç­ tır" (Kaplan, 1988: 48) . Ali Paşa'ya göre de, "her bir cemiyet-i insaniyenin derece-i temeddün ve terahkiyesi kendüsünü terkib eden ( . . . ) azanın mertebe-i terbiye ve vu­ k ufuna göre olmak umur-i zaruriyeden­ dir." Gıdasız beden olamayacağı gibi "me­ deniyyun bi-t-tab' bulunan insan dahi gı­ da-i ruhani olan ilimsiz, hayat-ı temed­ dünden mahrum olmak mukarrerdir" (Ali Paşa, 1 862). Fuat Paşa'nın yukarıda medeniyet ve terakki bahsinde öne sürdüğü dini gerek­ çeyle tekrar karşılaşırız. Avrupalılar bu ilimlerin bir kısmını kendileri bir kısmı­ nı da eskiden Müslüman Araplardan alıp geliştirmişlerdir. Mustafa Sami Efendi'nin ifadesiyle, " Ortaya çıkışı Müslümanlar tarafından olduğu için aslında bizim ger­ çek mirasımız olan ilim ve kemal, eğer eskiden olduğu gibi lslam memleketleri­ nin ahalisine yaygınlaştırılabilse ( . . . ) bu suretle Avrupalılar'ın pek çok zaman ve emek ile vücuda getirdikleri her türlü ni­ zam ve sanayi [yani medeniyet] pek az vakit içinde milletimize dahi yayılacak ve o z a m a n h e r y ö nden k a r l ı o l a c a ğ ı z " ( 1 996: 1 1 7-8) . Tanzimat Fermanı'nda d a benzer b i r ifadenin yer alması ("beş o n s e n e zarfında " ) , Avrupa m edeniyetine çok kısa bir zamanda ulaşılabileceği bek­ lentisinin 1 85 6 öncesi dönemde yaygın olduğunu gösterir. (Bu işin çok kısa bir zamanda olamayacağı 1 856 sonrasında fark edilmeye başlanacaktır.) Üstelik " . . . bütün arazimiz münbit v e mahsuldar ol­ duğu için ve halkımız da yaratılıştan ze­ ka ve feraset ehli bulunduğu için ... " bu­ nun gerçekleşebilmesi için şartlar hazır­ dır (a.g.e. Benzer bir ifa de için krş. Tan­ zimat Fermanı) . Görüldüğü üzere ilk dönem Tanzimat devlet adamları için genel olarak Avru­ pa'da ilmin gelişmesini teşvik eden un­ surlar, Osmanlının kısa zamanda pratiğe geçirmesi mümkün olan, Müslüman hal­ kın zihniyet ve dinini değiştirmeden be-

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

nimseyebileceği özelliklere sahiptir. lslam kimliği ve kültürü korunarak Avrupa'dan arzu ettikleri kurumları ve değerleri ithal etmenin mümkün olduğunu düşünen bir yaklaşımı savunan bu bürokratlara göre, yapılacak bazı siyasi ve idari reform­ lar/kurumlar yoluyla Osmanlı toplumun­ da, Avrupa toplumu gibi eğitimli ve bi­ limde ilerlemiş bir toplum yaratılabile­ cektir. Bu yüzden Tanzimat bürokratları­ nın, Osmanlı ile Avrupa arasındaki fark­ ları çoğunlukla sosyal, iktisadi ve benzeri 'harici' şartlar çerçevesinde açıkladıkları­ nı; din, zihniyet ve ilmi gelenek gibi 'da­ hili' farklılıkları vurgulamadıklarını gör­ mekteyiz (Aydın, 1 995). llim ve fennin yararlarına gelince (tıpkı medeniyetin faydalarında olduğu gibi) , iktisadi/mali sahadan askeri sahaya kadar pek çok yararı sayılmaktadır. Bir yandan "ahiretimizi dahi bayındır kılar"ken, di­ ğer yandan "halkımızın bütününün ilim­ den nasibi olduğu takdirde herkes vatan ve milletinin kıymetini gerektiği gibi öğ­ renecek" tir (Mustafa Sami Efendi, 1996: 118). Mustafa Fazıl Paşa'ya göre, Prus­ ya'nın Avusturya'yı yenmesinin sebebi, "Prusya ahalisinin Avusturyalıdan ziyade malümatlı olduğudur" (Kaplan, 1 978: 4). Bütün bu sebeplerle, Sadık Rıfat Paşa için ilim tahsil etmek dince ve akılca farzdır. Ali Paşa için ise, "sermaye-i saadet olan ulüm ve fünün-i nafianın neşr u tamimi­ ne say eylemek vezaif-i lı ubb i vatan ve -

millettir" (Ali Paşa, 1 862) . Bu bizi eğitim konusuna getirir. "Top­ lumsal değişmenin biricik esası ve her maddi ve manevi büyüklüğün tükenmez kaynağı" kabul edilen genel kamu eğiti­ mine önem verilmesi hususunda herkes hemfikirdir. Ali Paşa için de devletin en birinci işi genel eğitimi yaygınlaştırmak­ tır: "milletimizin eğitimini ve bilgisini ge­ reken dereceye getirmeye pek çok çaba, emek ve para harcamamız da kesin bir zorunluluktur. Yoksa ( . . . ) dayanamayıp biteriz ve her nasıl etsek ve çevremize

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

Çin duvarı gibi hisarlar çeksek yine bilgili kavimler bize üstün gelir, giderek her şeyi elimizden alırlar. " Genel eğitimden kas­ tettiği "lslam ve Hıristiyan çocuklar(ın) bir araya karıştırılarak" kaynaştırıldığı karma eğitimdir. Gayrimüslim unsurlara her alanda fırsat eşitliği verilmesine karşı çıkanların gerekçelerine hak vermekle birlikte şu cevabı verir: "Ancak, ne yazık ki, sözü edilen bilgi [yüzyılımızda ülke­ nin yönetimi için gerekli bilgi) olmaksı­ zın ve kendimizi öteki uygar milletler dü­ zeyine getirmeksizin, bizim bu ülkeyi Hı­ ristiyanlar olmasa da yönetemeyeceğimiz bellidir" (Akarlı, 1 978: 15). Şimdi de medeniyet ve terakkinin en önemli esaslarından kabul edilen kanun ve nizama değinelim. KANUN I HUKUK VE N1ZAM!TANZ1M

Tanzimat devlet adamları için, medeniyet ve terakkinin en önemli esaslarından biri temel/tabii ferdi hakların teminat altına alındığı, iktidarın keyfi yönetiminin sınır­ landığı, kanun hakimiyetinin sağlandığı bir hukuk devletine imkan tanımasıdır. Muntazam devlet olarak adlandırılan bu sistem medeniyetin bir gereğidir. Böyle bir kanun devleti kurmak (ya da Avrupai anlamda mutlak monarşiye geç­ mek), sihirli bir el gibi devleti kurtarmanın (gayrimüslim milliyetçiliğini ve dolayısıyla dış müdahaleyi önlemenin) bir çaresi ola­ rak görülmekteydi. Mustafa Reşit Paşa'nın Tanzimat ilanından kısa bir süre önce Lord Palmerston'a söylediği gibi, kafasında 'de­ ğişmez esaslara müstenit iyi işleyen bir iç idare' (lıüsn-i idare) kurmak fikri vardır. Buna göre, "(tesis edilmesi elzem olan) ye­ ni (siyasi) müesseseler, akl-ı selimin ve id­ rakin emrettiği şekilde idare edildikleri takdirde, herkes, değişmeyen bir sistemin hakiki faidelerini istihsal ederdi. lstibdat azaldıkça, hükümete karşı sevgi çoğalır ve halk bütün kalbiyle faydalı olan ve iyilik bahşeden yeniliklere bağlanırdı. Böylece

59

T

A

N

Z

i

M

A

T

V

E

M

E

Ş

R

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

d a h i l o l mak üzere) taşrada kend isine

Mithat Paşa

verilen özel görevleri başarıyla yerine

G Ö K H A N Ç E T İ N S A YA

getird i . Eyalet idaresinde reform konu­ sundaki fikirleri bu sırada şekil lenmeye başlad ı . Reşit, Ali ve Fuat paşalarla i l iş­ ki leri arttıkça, Babıa l i'de yaşanan ikti­ dar mücadelesi içinde dostlar ve d üş­ manlar kazan d ı . Bu paşa ların i n i ş ve çıkışları onun da kariyerini etkilemeye başladı . Reşit Paşa' n ı n ölümünden son­

1 822'de İstanbul'da doğan (Ahmet Şe­ fik) Mithat Paşa Tan z i mat dönem i n i n

60

en önem l i devlet adamlarından birisi­ d i r. B i r u l ema a i l e s i n e mensup o l an Mithat Paşa 1 0 yaşında Kur'an'ı ezber­ l eyerek hafız o l d u . 1 8 3 4 'te Dlva n - ı H ü m a y u n K a l em i ' ne g i rd i . 'M i th at' m a h l as ı n ı a l d ı ğ ı bu b ü roda k ı sa za­ manda başarı gösterd i . B u s ı rada b i r yandan Arapça ve Farsça öğren irken, bir yandan da dönem in ü n l ü a l imleri­ n i n c a m i d e rs l e r i n e d ev a m ett i . l 8 4 0 ' d a B a b ı a l i S a d a ret Ka l e m i ' n e

nakled i l d i . Tanzimat' ı n ilanı ertesi ndeki bu dönemde bürokraside sağlam ad ım­ larla yükselmeye başlad ı . Ayn ı zaman­ da taşrada çeşitl i görevlerde bul undu : tahri rat kat i p l iği, divan kati pliği, teftiş ve tahkikat memurluğu. 1 849'da dönemin en nüfuzlu kurulu­ şu olan Mecl is-i Vala-yı Ahkam-ı Ad l i­ ye Mazbata Odası'na geçti. Bu görev­

ra A l i ve (öze l l ikle) Fuat Paşa'n ı n hima­ yesine giren Mithat Paşa, l 858'de, ka­ riyerindeki d üşüşlerden biri s ı rası nda, Avrupa'ya giderek, Paris, Londra, Brük­ sel ve Viyana'da a ltı ay geçirdi. Yakın zamanda öğrenmeye başladığı Fransız­ cası n ı i lerletti. Bürokratik kariyerinin ikinci aşaması 1 86l 'de, Balkan lar'da en sorunlu eya­ letlerden biri olan N iş'e val i atanmasıy­ la başlad ı . Üç yıl boyunca görev yaptı­ ğı bu eyaletteki başarısı onu (önce Bal­

kanlar daha ;onra bütün ü l ke için dü­

şünülen) yerel idari reformun mimarla­ rından birisi yapt ı . 1 864'te istanbu l'a çağrılarak yeni oluşturu lmaya çalışılan "vilayet usu l ü"nün hazırl ı k çal ışmaları­ na katıld ı . Ayn ı yıl, bu çalışmalar sonu­ cunda ortaya çıkan n izamnamen in ör­ nek uygulaması için seç i len Tuna vi la­ yetine va l i oldu. Bugünkü Bulgaristan sınırlarına sahip olan Tuna vi layetinde üç buçuk yıl boyunca gösterd iği olağa­

de de ayn ı başarıyı göstererek on yıl

nüstü başarı nedeniyle, vilayet sistem i

i ç i nde başkat i p l iğe yükse l d i . B u rada

birkaç yıl içinde ülkenin diğer bölgele­

Reşit, A l i ve Fuat paşa ların d ikkati n i

rine de genişletilmeye başlan d ı .

çekerek, merkezde v e ( B a l k a n l a r da

sırf millet sevgisinin muharrik kuvvetiyle hakiki bir reformun süratli inkişafı ve do­ layısıyla, Osmanlı lmparatorluğu'nun, kar­ şısına geçilemeyecek kadar kuvvetli bir şe­ kilde canlanmasını temin etmek mümkün olurdu" (Mardin, 1990: 250).

1 868'de y e n i kuru lan Şura-yı Dev-

Tanzimat ilanının hemen öncesi ya da sonrasında kaleme alınan metinlere baku­ ğımızda, bu değişmez esaslara dayalı yeni idareyi kurmak için, her şeyden önce yapı­ lacak en temel şey, "mücedded bir suret-i idare vaz" etmek ve "tebaa-i Devlet-i Aliy-

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

let' in başına getiril mesiyle bürokratik kariyeri n i n ü ç ü n c ü aşaması başlad ı . Vazifesi kanun layihaları hazırlamak ve tartışmak olan Şu ra-yı Devlet'teki kısa süreli başkan l ığı dönem inde metrik sis­ tem, vatandaş l ı k , maden ler, emn iyet sandığı ve sanayi mektebi gibi konular üzerinde çal ıştı . Merkezde ilk kez yük­ sek bir göreve gelen Mithat Paşa, kısa zamanda Sadrazam A l i Paşa i l e hem kişisel düzeyde hem de Şura-yı Devlet ile ilgili meseleler üzerinde anlaşmazl ı ­ ğa düştü . Bir yıl sonunda (Mart 1 868-

61

Şubat 1 869) başarı s ı n ı kimsen in tartış­ madığı val i l iğe (bu sefer kend isini bir Arap vilayetinde kanıtlamak üzere) geri dönmeyi kabul ederek Bağdat'a atandı . Musul v e Basra ' n ı n d a d a h i l olduğu, bugünkü l rak'a tekabül eden Bağdat vi­ layetini üç sene boyunca gen iş yetki­ lerle (aynı zamanda 6. Ordu kumanda­ nı idi) ve başarıyla yönetti. Ali Paşa'nı n 1 87 1 Eylül'ünde ölümü ile birlikte iktidar Tanzimat karşıtlarının l ideri Mahmud Nedim Paşa'ya geçince çatışma kaçın ı lmazd ı . Kendisine yönelik baskılar karşısında Mayıs 1 872'de Bağ­ dat val i l iğinden istifa ederek İstanbul'a döndü . Hemen (başta Yeni Osman l ı lar çevresi o l mak üzere) muha lefetin ilgi odağı haline geldi. İstanbul' da kalmasını teh l i k e l i b u l a n M a h m u d N e d i m Pa­ şa' n ı n önce S ivas'a, o l mayınca Edir­ ne'ye 'va l i olarak s ü rmesi' s ü rpriz bir gelişmeye yol açtı: görev yerine gitme­

Mitlıat Paşa, geleneksel Osmanlı yöııetiın zilıııiyetiııin ve '�levletlü " nosyonunun modern "siyaset ve devlet adamı " figürüne dönüşümü sürecinde bir eşik oluşturuı: Bu döniişiimii temsil eden biı· sembol kişilik olarak Cumhuriyete devreden bir imgesi vardır. ki şikayetlerin son dereceye varmasının da etkisiyle) Sadrazam atandı. Bürokra­ sinin zirvesindeki bu görevi ancak 80 gün sürebildi (Temmuz-Ekim 1 872). Kı­ sa zamanda (kendisini Niş val i l iğinden beri istenmeyen adam i lan eden Rusya elçiliğinin de çabalarıyla) Saray'la ara­ s ı nd a baş gösteren çeşitl i s iyasi/idari uyuşmazl ıklar nedeniyle azledildi. B u ndan sonraki dört sene boyunca

den önce padişah tarafı ndan huzura ka­

Mithat Paşa kısa süreli görevlerde bu­

bul edilen Mithat Paşa (rakibi hakkında-

lundu: Adalet Nazırı (Mart-Eyl ü l 1 873);

ye'lerinden olan bilcümle ehl-i lslam ve

ifadeyle, devletin "lıasn-i idaresi zımnında

milel-i saire"ye, kısaca herkese "can ve mal

bazı lıavaııin-i cedide vaz' ve tesisi" gerekli

ve muhafaza-i ırz ve namus hususlarında"

görülmüştür. Bu gerekli kanunlann en te­

emniyet-i hamile vermek, yani niziimiit de­

melleri (ister Avrupa'ya ister lslam'a göre,

nilen şeyleri yerine getirmektir (Kaynar,

ister Şer'an ister kanunen olsun temeVtabii

1 985: 1 7 1 -84). Tanzimat Fermanı'ndaki

kişi haklandır) : can ve mal, ırz ve namus,

T

62

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

Selanik Val is i (Ekim 1 873-Şubat 1 874) ;

Mütercim Rüşdi Paşa, Serasker Hüseyin

uzun b i r mazul iyet dönem i n i n ard ı n ­

Avni Paşa, Şeyhül islam Hayru llah Efen­

d a n tekrar Adalet N a z ı r ı (Ağustos-Ka­

d i ve M ithat Paşa' n ı n ba ş ı n ı çekt i ğ i

s ı m 1 875). B i rinci görevinden azled i l e­

"hal' erkanı" Abdülaziz'i tahttan indir­

rek Selan i k'e gönderi lmes i n i n sebebi,

di ler (30 Mayıs 1 876) .

Sadrazam Ş i rvan izade Mehmet Rüşdi

Ancak, son yetm iş yı l l ı k Osmanlı ta­

Paşa'n ı n konağında Sultan ın keyfi ikti­

rihindeki bu i l k saray darbesi sorun ları

darını s ı n ı rlayabi l mek için alınması ge­

çözmek yerine, peşi s ı ra gelen bir dizi

reken (mebusan mec l is i de dahil) ön­

olumsuzluklar nedeniyle daha da kar­

lemler üzerine yaptıkları tartışmanı n ve

maşıklaştırd ı : a) darbeyi gerçekleştiren­

bu konuda M ithat Paşa' n ı n bir layiha

lerin arasında anayasa ve meclisin ge­

hazı rlamakta olduğunun Abdülaziz ta­

rekl i l iği konusunda ihti laf çıktı; b) dev­

rafından öğre n i l mesiyd i . 1 8 7 5 Kası­

rik sultan Abdülaziz (arkasında şüphe­

m ı 'nda ise kend i s i çığ g i b i büyüyen

ler b ı rakarak) i nt i h a r e tt i ; c) H üseyin

problem l er (idari kaos, mali iflas, Bos­

Avn i Paşa bakanlar kurulu toplantı ha­

na-Hersek'te başlayan isyana çare bu-

l i ndeyken Abd ü laziz' i n öcünü a l mak

1 u n a m a m a s ı ) k a rş ı s ı n d a S a d raz am

isteyen b i r subay tarafından katled i l d i ;

Mahmud Ned i m Paşa'yı protesto et­

d) Balkanlar'da devam eden isyan ( B u l ­

mek için istifa etti .

garistan' dan sonra) S ı rbistan v e Kara­

İ sta n b u l ' d a ç e k i l d i ğ i köşes i n d e

1

dağ'a da yay ı l d ı ; e) tahta geçtiği gün­

( 1 8 7 5 - 7 6 k ı ş ı n da) mevcut rej i m d e n

den beri psikolojik rahatsızlık gösteren

hoşnut o l mayan ve ku rtu l uşu a n c cı k

V. Murad bu traj i k olayların da etkisiyle

meşruti rej imde gören çeşitli (ulema, si­

akıl sağl ığı n ı yitird i ; f) bu duruma b i r

vil ve asker bürokrasiye mensup) çevre­

çare bulunamayacağının anlaş ı l masıy­

lerle temas içerisinde oldu, anayasa ve

la tahta i l . Abd ü l ha m it geç i r i l d i (3 1

parlamento fikrini tartışt ı . 1 876 i l kbaha­

Ağustos 1 876).

rında İstanbul kamuoyunda hoşnutsuz­

Bütün bu zaman zarfında Mithat Pa­

l u k tırman d ı kça Mithat Paşa alternatif

şa kendisini büyük bir iktidar mücade­

iktidar odağı haline gel d i . Haz ırlanışın­

lesinin içinde bu ldu ve bütün çabasını

da kend isinin de parmağı olduğu söyle­

kendi başkanl ığında kurulan b i r komis­

nen Medrese öğrenci leri n i n gösterileri

yon vasıtasıyla anayasan ı n hazırlanma­

( 1 0-1 1 Mayıs) sonucu Mahmud Nedim

s ı ve kabul edi lmesine hasretti . Su ltan

Paşa ' n ı n azled i lmesiyle k u ru lan yen i

Abdülhamit ve desteklerin i ald ığı (Cev­

kabinede Mithat Paşa da yer ald ı . Artık

det Paşa gibi) muhafazakar Tanzimatçı­

devletin kurtarı lması için düşünülen ça­

lar i l e Mithat Paşa ve yandaşları arasın­

relerin önündeki tek engel Sultan kal­

daki tartışmalar sonucunda, üzerinde

mıştı; kısa bir süre içerisinde, Sadrazam

zorla da olsa (karşı l ı k l ı tavizlerle) uzla-

vergi ve askerlik hususlarında emniyet-i

uyarınca ilerlemek herkesin "can ve mal

lıamile (ya da lıukuk-ı lazime-i luin-iyet) ve­

ve ırz ve itibarı hakkında emniyet-i kami­

ren kanunlar/nizamlardır. Kanun ve nizam ile terakki arasında bi­

lesinin istihsaline" , yani lwlıulı-ı lazıme-i hürr iye tin gerektiği gibi uygulanmasına

rebir ilişki kurulur. Sadık Rıfat Paşa'ya

bağlıdır. Avrupa devletlerinde olduğu gi­

göre, "Avrupa'nın şimdiki sivilizasyonu"

bi, "emniyet ve lıulııılı-ı hürriyet be-gayet

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

şılan ilnayasa metni 23 Ara l ık l 876'da

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

da Rusya karşısında Osmanlı Devleti'ni

i lan ed i l d i . Bu ndan daha b i rkaç gün

savunan bir çaba içerisinde oldu. Ağır

önce (1 9 Ara l ık'ta) Sadrazam l ı ğa getiri­

savaş yen i lg i s i n i n ard ı ndan, tekrar i ç

len Mithat Paşa bu i ki nci sadaretinde iç

meselelere yönelen Abdü lhamit, d ı şar­

politikadan çok, son safhasına varmış

da kal masını sakınca l ı bulduğu M ithat

o l a n B a l kan k r i z i ve büyük güçlerin

Paşa'n ın yurda dönerek a ilesiyle birlikte

m ü d a h a le leri ile uğraşmak zoru nda

G i rit'te ikamet etmesine izin verd i . İki

kald ı . M i that Paşa' n ı n isyan ların yol

ay bile geçmeden ise, uzun kriz ve sa­

açtığı d iplomatik krizi Rusya ile bir sa­

vaş yılları sonrasında ciddi problemle­

vaşa dönüştürmeden sonu çland ırabil­

rin başgösterd iği Suriye'ye val i atad ı .

me çabası (savaş isteyen bir kamuoyu,

Son derece farkl ı unsurlardan meydana

s ü re k l i Rusya leh i nde m üdahalelerde

gelen Suriye vilayeti ndeki yaklaşı k iki

bulunan Avrupal ı güçler ve ne yapaca­

yıllık val i l i k dönemi nde (Kasım 1 878-

ğına henüz karar verememiş tecrübesiz

Ağustos 1 880) tıpkı Tuna ve Bağdat'da

fakat ku rnaz b i r pad i şa h üçge n i nde)

olduğu gibi bayındırl ık, maarif ve asayiş

başarısız kal d ı . Bütün merkezi yüksek

alan larında benzer icraatlarda b u l u n­

görevlerinde olduğu gibi, Osmanlı eli­

mak istedi ise de, gerekli gördüğü poli­

tinin geleneksel tarzına ters gelen ba­

tikaları uygulayabi lmek için aynı yetki

ğımsız şahsi üslubu/davran ı şları ve Sa­

devri ve genişliğini merkeze yaptığı ıs­

ray'la kısa zamanda başlayan çeşitli si­

rarlı başvurulara rağmen elde edemed i .

yasT/idari anlaşmaz l ıklar (özell ikle Mit­

Üstelik geçmişte kendisine düşman kıl­

hat Paşa'nın ' m i l let askeri' adıyla gö­

d ığı kişiler Y ı ldız Sarayı içinde konuş­

n ü l l ü asker toplaması, saltanatı lağve­

lanmış, aleyhinde sayısız jurnal ü retil i­

derek cumhuriyet ya da kendi d iktatör­

yor ve vilayet idaresinde yapmaya ça­

lüğünü ilan edeceği şayiası, padişaha

l ı ştıkları 'Mehmet Ali Paşa özenti l iğ i '

karşı soru m l u b i r sadraza m d a n çok

olarak görül üyordu. D a h a önce istifası

m i l lete soru m l u bir başbakan gibi dav­

iki kez reddedilen Mithat Paşa sonunda

ranması) üzerine karş ı l ı kl ı restleşmele­

İzmir val i l iğine kaydırıld ı .

rin sonucunda a z l e d i lerek yurtd ı ş ı n a

Bir yı ldan a z süren bu son val i l iğinde

s ü r ü l d üğ ü n d e sadareti n i n henüz 4 9 .

(Ağustos 1 880-Mayıs 1 88 1 ) etrafındaki

günündeydi ( 5 Şubat 1 877). Osmanl ı-Rus savaşı dönemini (Nisan

çember iyice daral maya başlad ı . Ab­ d ü l hamit'in kendi rej i m in i oturtma sü­

1 8 77-Şubat 1 878) yurtd ışında (İtalya,

reci çerçevesinde geçmişle hesaplaşma

İspanya, Fransa, İngi ltere ve Avusturya)

baş lamış, Su ltan Abd ü laziz'in ö l ü m ü

geçiren Mithat Paşa, Abdü lhamit aley­

dosyası tekrar açıl arak aslında i ntihar

h i nde herhangi bir faaliyette bulunmak­

etmeyip öldürüld üğü hakkında (başta

tan kaç ı nd ı . Aksine, Avrupa kamuoyun-

paşanın hasımları olmak üzere) delil ler

mutena ve muteber" tutulmalı, hiç bir za­

alıliyye-i siyasiyye" dışında olursa, "hü­

man "gadr ü cebr muamelesi"ne başvur­

kümet-i cebriyye" haline gelirdi. Bu meş­

madan "idare-i emr-i hükümetde lıulmlı-ı

ru olmayan hükumetlerde ise "gayret-i

millet ve lıaıum-ı devlet üzere hareket"

vataııiyye" ve "lıubb-ı vatan ve millet" ola­

edilmeliydi. Zira, bağımsız bir hükümetin

mazdı. Mevcut kanunlardan ve yönetim­

idaresi "kavanin-i Şer'iyye ve /ıavanin-i

den hoşnut olan bir milleti kışkırtmak

63

T

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

üretilmeye başlanmıştı . Ası l amaç (bun­

64

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

renebilm iştir; fikri kaynakları doğrudan

ca yıl sonra bile hala alternatif iktidar

Batı etkisi taşımaz. E l l i yaşı na gel ince­

odağı olarak görülen) "hal' erka n ı " n ı

ye kadar Babıal i'de yüksek siyasi gö­

bertaraf etmekti. İstanbul'daki dostların­

revlerde bulunmamıştır. Kariyerinin bü­

dan aldığı uyarılara rağmen yurtd ışına

yük kısmı merkezde veya taşrada idari

kaçmayan Mithat Paşa Mayıs 1 881 'de

görevlerde geçmiştir. D iplomasi en za­

tutuklanarak istanbu l 'a geti r i l d i . Saray

yıf tarafını oluşturur. Ü l kenin genel si­

darbesine karışan diğer asker ve sivil ler­

yasi meseleleri karşısında bir 'vali bakış

le birlikte (Abd ü laziz' i n katl ine iştirak

a ç ı s ı n a ' s a h i p o l d u ğ u s ö y l e neb i l i r;

suçuyla) Y ı l d ı z Sarayı içinde kurulan

olayları taşradan İstanbul'a bakarak de­

özel bir mahkemede yargı lanarak (ve

ğerlendirir. Bu da onun (yüksek siyasi

aksi yöndeki bütün savun masına rağ­

görevlerinde) hem avantaj ı n ı hem de

men suçlu bulunarak) idama mahkum

dezavantaj ı n ı oluşturur.

ed ildi. İç ve dış itirazlar nedeniyle ceza­

Gerek günümüze kalan metinlerden

sı Abd ü l hamit tarafı ndan ömür boyu

gerekse uyguladığı pol itikalardan kal­

hapse çevr i l erek, d iğer h ü kü m l ü l erle

karak bakt ı ğ ı m ızda, M ithat Paşa' n ı n

birlikte Taif'e gönderildi. Yaklaşık üç yıl

s i yasi düşüncesi ü ç ayakl ı b i r temel

boyunca (yu rtd ışına kaçabileceği şüp­

üzerine otu rur: Osma n l ı c ı l ık, meşve­

hesiyle) gittikçe ağırlaşan ve kötüleşen

ret/m e ş ru t i yet ve g e n i ş l et i l m i ş b i r

bir muameleye maruz kald ı . Her şeye

a d e m - i m erkez iyet (ye r i n d e n yöne­

rağmen anı larını gizl ice kaleme al mayı

tim) . Mithat Paşa medeniyet ve terak­

başard ı . Hapishane günlerinde kendisi­

ki, u lum ve fünCın, kanun ve hürriyet

n i ibadete veren, dini il imler ve tasav­

gibi hususlarda tipik bir Tanzimat ada­

vufa yönelen Mithat Paşa, 7/8 Mayıs

m ı d ı r. İslam iyetle barış ıktır. Osma n l ı­

1 884 gecesi h ücresi nde boğularak öl­

c ı l ı k ( itti had-ı Osmani) s iyaset i n e ve

d ü rü l d ü . Resm i ölüm sebebi ş i rpençe

müsavat (eş i t l i k) prens i b i n e yürekten

olarak açıklanan Mithat Paşa'nın cesedi

bağ l ı d ı r; bu bağ l ı l ığ ı n ı icraatıyla da i s­

bile şüphe konusu olmuş, gerçekte ölüp

patlamıştır.

ölmediğinden emin olabi lmek için Yıl­

A l i ve Fuat Paşa çizgisinden farkı bir

d ı z Sarayı tarafından defalarca soruştur­

siyasi rej i m olarak Meşrutiyet'in (ana­

ma yapı lmıştır.

yasal monarş i n i n ) gerek l i l iği hususun­

Tanzi mat devlet adamları içerisinde

dadır. Bu bakımdan Avrupa meden iyet

M it h a t Paşa fark l ı b i r k u şa ğ ı tems i l

ve terakkisi i l e anayasal düzen arasın­

eder. Hariciye'den veya Tercüme Oda­

d a k u rd u ğ u doğrudan sebep- s o n u ç

s ı 'ndan gelmez; çok kısa b i r yurtd ı ş ı

i l işkisi ilginçtir: "devlet v e m i l letin uğ­

tecrübesi vard ı r; Fransızca'yı geç yaşta

rad ı ğ ı h a l - i b u h ran ve teh l i ke lerden

(ve doğal olarak bel l i bir düzeyde) öğ-

[gayri m ü s l i m ayrı l ı kç ı l ığ ı , ma l i i s raf,

mümkün değildir (Kaplan, 1988: 28, 38) .

1

iktidarının sınırlandınlmasıdır.

Sinasi'nin "bildirir haddini Sultan'a senin

Kanun ve nizamın ya da diğer bir tabirle

kanunun" dediği gibi, Sultan'm (ve hüku­

muntazam devletin üç temel yararı vardır.

met üyelerinin) yapılan kanunlara uyaca­

ilk olarak, tebaa ile devlet arasındaki ilişki­

ğına dair "vallahi deyu kasem-i billah" et­

leri düzenler. Tanzimat Fermanı'ndaki ifa­

tiği böyle bir sistemde amaç, sarayın keyfi

deyle, "dünyada candan ve ırz u namustan

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

idari su istimal, kanunsuz/keyfi idare­

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

sast ı r. B u t ü r eği l i m leri gerekt i ğ i n d e

den] kurtarı l ması ( . . . ) tedbir ve tek ça­

kuvvet kul lanarak bastırmaktan çekin­

resi meşveret u su l ü, h ü rriyet ve ser­

memiştir.

bestlik esası üzerine kurulan ve Avru­

Çok başar ı l ı geçen val i l iklerinde Os­

pa'n ı n medeniyet ve mamuriyetini bu­

ma n l ı c ı l ı k s i yaset i n i n ve m eşve ret

gün gördüğümüz i lerleme dereces ine

prensibinin sam imi ve başarı l ı bir uy­

getiren Constitü syon kan u n u g i b i

gu layıcısı ol muştur. Bu bakımdan Tan­

memleketim izde de b i r kanun ç ı karıl­

zimatın bütün ideallerine bağl ıdır: eğer

masına bağ l ı d ı r" (Mi that Paşa 1, 1 997:

gayrimüslim tebaan ı n can ve mal gü­

1 9 1 ). Ayn ı şeki l d e, O s man l ı c ı l ı k ve

ven l iği sağlan ır, sosyoekonom ik bakım­

Meşrutiyet fikri de birbirine sıkı s ıkıya

dan durumu iyi leşt i r i l ir, ve yönet i m e

bağl ı d ı r. 'İ mtizac-ı akvam ' ı (fark l ı un­

katılarak söz sah ibi olması sağlanırsa,

surları b i rbirine kaynaştırabi lmeyi) ba­

karma bir genel eğitim s istem i n i n de

şarmak için meşruti/anayasal rej i m ge­

yard ı m ıyla Osmanlı yurtseverliği yara­

rekl idir. Hazı rlanacak olan bu 'kanun-i

tılabil ir, m i l l iyetç i l i k akı mları önlenebi­

esasl'n i n amacı "çeşitl i ırk ve cinsler­

l i rd i . Bu sebepten va l i l i k l e r i n d e b i r

den mürekkep olan Devlet-i Osmaniye

yandan Müslüman ya da H ıristiyan bü­

tebaası n ı n m üsavatıyla beraber, cüm­

tün yönetilenlerin (tabi i ki eşraf vasıta­

lesin i n Osman l ı nam ve bayrağı altın­

s ı yla) yönet i m e katı l d ığ ı ve böyl ec e

da birleşip toplanması"d ı r. Eğer bütün

ona sahi p çıkacağı bir idare tarz ı n ı be­

b u n l a r gerç e k l eşti r i l e b i l irse " u m u m

n imseyerek tavizsiz bir şekilde uygu lar­

ahali v e tebaa ( . . . ) kanun-i esasi gere­

ken, bir yandan da h izmet ve faal i yet­

ğince vaad ol unan h ü rriyetin lezzetiy­

lerini üç ana alan üzerinde yoğunlaşt ı r­

le fevka lade memnun, m ü s l i m ve gay­

mıştır: asayiş, bayındırlık ve maarif. Bu

rimüs l i m herkesi n kalbi devlet ve va­

alan larda gerçekleştird ikleri n i n b i r dö­

tan gayretiyle" dolacaktır (Mithat Paşa

kümünü yapmak gerçekten etki leyici­

1, 1 99 7 : 206, 2 1 6). A l i ve Fuat paşalar­

dir. Vi layet yönetim indeki bu başarısı­

dan ayrı ldığı b i r başka nokta da, Tanzi­

na karşın merkezdeki yüksek görevler­

matın öngördüğü kısmi adem-i merke­

de ayn ı başarıyı gösteremem i ş ya da

z iyet (yerinden yönetim) ve tevsi-i me­

göstermeye vakit bulamamıştır.

zuniyet (yetki gen i ş l iği) uygulamas ının

Türk siyasal hayatında bir mit haline

gerekirse kısmi b i r federa l izme kadar

gelen, anayasal ve parlamenter rej i m i n

götürü lebi leceği kon usundaki bakışı­

simgesi sayı lan 'hürriyet şeh idi' Mithat

d ı r. Bununla beraber bu maha l l i oto­

Paşa'nın, Jön Türk hareketinden Türk

nom i n i n ayrı l ı kç ı l ığa kadar gitmesine

Soluna kadar farklı kesimlerin kahrama­

izin vermez; devletin egemenl i k hakla­

nı olarak her dönemde 'geri' karşısında

rı ve toprak bütün l üğü konusunda has-

' ileri'yi temsil ettiği varsayı lm ıştır.

65

• eazz bir şey olmadığından, bir adam onları

milletine hüsn-i hizmetten olacağı" açıktır.

tehlikede gördükçe" bunların muhafazası

Aynı gerekçe mal emniyeti için de geçerli­

için devlet ve memlekete zararlı teşebbüs­

dir. Mal emniyeti olmayan "herkes ne dev­

lere bile girişebilir; halbuki bunlardan emin

let ve ne milletine ısııımayıp ve ne imar-ı

olduğu zaman "sıdi< u istikametten ayrıl­

mülke bakmayıp" sürekli endişe ve ızdırap

mayacağı ve işi ve gücü hemen devlet ve

içinde olur; halbuki "emval ve emlakinden

T

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

emniyet-i hamilesi" olursa, kendi işi ile uğ­

66

raşıp kazancını arturmaya çalışır ve kendi­ sinde her geçen gün "devlet ve millet gayreti ve vatan muhabbeti artıp" iyi davranışlarda bulunur. Sadık Rıfat Paşa'nın deyişiyle, "ol memleket ki vatan ittihaz olunmağa şayan­ dır, onda lıulıuh-ı tasaıTuf-ı eııılalı ve emval ve ınııaıneliit ve dostlarıyla ihtilal ve ünsi­ yette erııniyet-i hamile mevcut ve mer'i ol­ mak lazım gelir" (Kaplan, 1988: 37). !kinci olarak, ilk dönem metinlerinde kanun (kanun-ı akliyye-i siyasiyye) ile kuvvet ve refah arasında doğrudan bir ilişki kurulur. Örneği n , Tanzimat ilanı öncesi toplanan meclis mazbatasında, "lıavanin-i cedide vaz' olunmadıkça tahsil­ i kuvvet ve miknet ve iktisab-ı asayiş ve refahiyyetin çaresi olamayacağı cümle ta­ rafından itiraf kılınmış olduğu . . . " belirti­ lirken ( Kaynar, 1 9 8 5 : 1 7 1 ) , Tanzimat Fermanı'nda şu ifadeler yer almaktadır: "Velhasıl, bu kavanin-i nizamiyye hasıl ol­ madıkça, tahsil-i lıııvvet ve ma'müriyyet ve asayiş ve istirahat mümkün olmayıp . . . " , Üçüncü olarak, her şeye muktedir olan kanun (ve nizam) güzel ahlak ve terbiye­ nin de kaynağıdır. Sadık Rıfat Paşa'nın ifadesi ile "insanı islah ve terbiye eden ancak kanun ve nizamattır. Ve tehzib-i ahlak ise, kavanin ve nizamat-ı hasene­ den tevellüd eder" (Kaplan, 1 988: 37). Bir 'muntazam devlet'te tabii ki haklar ve vazifeler konusunun, tebaa-devlet iliş­ kilerinin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu konuda Tanzimatçıların hepsinin 'as­ rın icabı'nın farkında olmalarına rağmen, 'memleketin içinde bulunduğu şartlar icabı' farklı yaklaşımlar sergileyebildikle­ rini görüyoruz. Bir grup, Sadık Rıfat Pa­ şa'nın veciz i fadesiyle, "hükümetler halk için mevzu' olup, yoksa halk hükümetler için mahlük değildir" görüşündedir (Kaplan, 1988: 35). Münif Paşa d a benzer bir yaklaşıma sahip tir: Eskiden " eşhas devlet için yaratılmıştır zannedilir idi . " Halbuki "hükümet dahi heyet-i ictima'iy­ yenin selamet ve saadet-i hali esbabının

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

1

M

1

husulü yani halkın ( . . . ) mesalih-i umü­ miyyesinin tesviye ve istihsal ve istikmali için teşekkül ve teessüs" etmiştir. "Hükü­ metin vazifesi mesalih-i umiımiyyeyi tes­ viye için bir nezaretten ibaret bulunduğu anlaşılmıştır" (Kaplan, 1988: 183-4) . Ali Paşa ise meseleyi hak ve vazife zavi­ yesinden ele alır. Ona göre, "çarh-ı cerh-i idare-i beş eriyenin mihveri ve k a ffe - i hey'at-ı mütemeddinenin ruhu halı v e va­ zife olup hangi cemiyette bu kaideye riayet ziyade ise anın hali asar-ı ma'muriyet ve ümran ile mali olduğu . . . " aşikardır. "Bu­ nun haricde tarifi her memleketin kavani n ve nizamat-ı mer'iyyesinin temin etdiği hukukdan istifade etmek her ferdin hakkı ve ana itaat eylemek vazifesi"dir (Ali Paşa 1862). Bu manada, "devlet ve hükümetle­ rin en önemli işi, tebaanın birbirine zıt emellerinin karşılaşmasından doğacak teh­ likeleri önlemek için, herkesin halılııııı sağlamakla beraber vazifelerini de gereğin­ ce yerine getirmesini dikkatle göz altında bulundurmak"tır (Akarlı, 1978: 13). Buraya kadar yazılanlardan Tanzimat döneminde sanki yeni bir 'adalet daire­ si'nin oluştuğunu söyleyebiliriz. Buna gö­ re, insana her şeyden önce lazım olan ilim ve fendir; ilim ve fen olmadan mede­ niyet ve terakki olmaz; medeniyet ve te­ rakki ancak kanun ve nizamla olur; ka­ nun ve nizam olan memlekette tebaa dev­ lete bağlanır; tebaası ve devleti birbirle­ rinden emin olan memleket refah ve sa­ adete erer. 1 860'larda bu 'daire'ye hürri­ yet ve meşveret de katıldı.

HÜRRlYET VE MEŞVERET 1 9 . yüzyılda bir devletin gündemine siya­ si hürriyetler ve meşveret/meşrutiyet me­ selelerinin gelmesi kaçınılmazdı; Osmanlı devletinin gündemine de 1860'ların ikin­ ci yarısında yerleşti. Tanzimat döneminde temel/tabii kişi hürriyetleri ya da "hukuk­ i hürriyet" konusunda en kapsamlı izahı inceleme konusu yaptığımız devlet adam-

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

lan arasında (konumuz dışında kalan Ye­ ni Osmanlılar haricinde) bir tek Münif Paşa'da buluyoruz. Münif Paşa hürriyeti, "Almanya'lı ha­ kim-i meşhur Kant cenabları" ve Montes­ quieu gibi çeşitli kaynaklardan alarak, "alem-i medeniyyete nafi' olan ve hiç bir kimseye muzırr olmayan harekatta herke­ sin serbest" ya da ferdin "hukuk-ı meş­ rü'asına mutasarrıf' olmasıdır diye tarif eder. "Hukuk-ı hürriyet başkasının hu­ kuk-ı hürriyetine dokunmayacak kadar ilerleyebilir. Yani hürriyetin başka hududu olmayıp, bunun hududu diğerinin hudud­ ı hürriyetidir" (Kaplan, 1988: 182). Peki, "hürriyeti sü-i istimalden muhafaza için kavanin ile vaz'olunacak hudud nedir?" Münif Paşa yine 'Avrupai' bir cevap verir: "sü-i istimalin men'i, yine hürriyet ile olur. (. . . ) lşbu hürriyet-i akliyye ne kadar men' ve tazyik ve tahdid olunursa olunsun, ma­ dem ki mukteza-yı tabiat-ı insaniyyedir, madem ki bir hakur, bir gün olur zuhür eder. Şu kadar var ki bir müddet tehir olunmuş olur" (Kaplan, 1988: 189, 192). Hürriyet ile medeniyet ve terakki ara­ sında doğrudan bir ilişki vardır: "Hürri­ yet, her türlü terakkiyatın menba'ıdır. Hürriyet olmasa bu terakkiyat hasıl ol­ maz. Hür olmayan adamın terakki ihti­ mali yoktur. Çünkü hür olmalı, sa'y et­ meli, esbabına teşebbüs eylemeli ki te­ rakki olsun" (Kaplan, 1 988: 1 83 ) . Sadul­ lah Paşa da aynı görüştedir: Bu [medeni­ yet ya da] " terakkiyat-ı beşeri [ye] ( . . . ) bütün hürriyet eseridir. Akvam ve milel bu sayede karin-i saadettir. Hürriyet ol­ mayınca emniyet olmaz. Emniyet olma­ yınca sa'y olmaz, sa'y olmayınca servet olmaz, servet olmayınca saadet olmaz ! " Örneğin, Paris'te görülecek bütün "asar-ı nefise kanun-ı hürriyete tabi' memalikin mahsül-ı terakkiyatıdır" (Kaplan, 1978: 638). Mustafa Fazıl Paşa'ya göre de, (ih­ tilal sonrası) Fransız milleti hürriyet sa­ yesinde dünyanın en faal ve en zengin milletlerinden olmuştur: "Bunun sebebi

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

oldur ki, milletler maddeten dahi hürri­ yetle muammer olurlar. Ve her nerede ki muhafaza-i hukuk olunmaz, orada akıbet yiyecek ekmek bulamayacak dereceye inilir. " Prusya'nın Avusturya karşısındaki askeri zaferi bile "iğneli tüfenkten ziyade ahalisine verdiği serbestlik sayesindedir" (Kaplan, 1978: 6, 10). Hürriyetler muhteliftir: hürriyet-i mez­ hebiyye, hürriyet-i edebiyye/ahlak, hürri­ yet-i akliyye/ilmiyye, hürriyet-i sanayi', hürriyet-i ticariyye, hürriyet-i şahsiyye ve hürriyet-i siyasiyye. Münif Paşa için hür­ riyetin en başlıcası ve en mühimi hürriyet-i akliyye/ilmiyyedir (la libcrte eııtellec- '

tuelle): "Esas, hürriyet-i akliyyedir. Hürriyet-i mezhebiyye ve ahlakiyye ve ticariyye ve sına'iyye ve husüsiyye ve siyasiyye ve saire bundan sonradır" (Kaplan, 1988: 187, 1 9 1 ) . Hürriyet-i akliyyeden başlayarak bütün bu hürriyetler "tedricen" (aşama aşama) meydana gelir; siyasi hürriyetler ise en sonda yer alır. Bu sürecin ta­ mamlanabilmesi için belli şartların oluşması gerekir ki, bunların başında "terbi­ ye/eğitim" gelir. Bu noktada hemen hemen bütün Tanzimat devlet adamları hemfikirdir. Örneğin Sadık Rıfat Paşa'ya göre, "Ter­ biye-i millete ihtimam etmeyen devletler­ de (. . . ) ahlak ve adab-ı hasene" bozulur. ( . . . ) Ahlak ve adab-ı hasenesi olan kavim ve millet serbestiyet ve hürriyete müsta­ hak olurlar ki, esbab-ı serbestiyi umür-ı hayriyye ve nafi'aya bezi ve sarf ederler ve bilakis ahlak-ı rediesi olan millet serbesti­ yete layık ve müstahak olamaz. Çünkü serbestiyete mazhar olsalar, serbestiyetin esbab-ı hayriyesini umür-ı rediyye ve ınu­ zırraya sarf ve i fna ederler" (Kaplan, 1 988: 4 1 ) . Münif Paşa'ya göre de, "Her ferd hürriyetten kendi derece-i terbiye ve idralıi nisbetinde istifade edebilir. ( . . . ) Hürriyet, terbiye ve idrak tevessü' ettikçe tevsi' kılınmalı ve evvel emirde terbiyeye müte'allik ulüm ve ma'arifi halka ta'lim ve ta'mim etmelidir. (. . . ) Onun için hü-

67

T A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

kümetler mektebler küşadıyla halkı ta'lim ve terbiyeye sa'y ve gayret etmelidir. ( . . . ) Hürriyetten layıkıyla istifade etmek için insanlar kendi terbiye-i umümiyelerine i'tina etmelidirler. " Münif Paşa şunları da ilave eder: "Hürriyetin tevessü ve intişarı terbiye-i umumiyeye mütevakıftır. Hürri­ yetin hakikatini derk ve onu talep ve icra etmek terbiye-i umumiyye ile hasıl olur. Terbiye-i umumiyye istihsalinin esbabı teshil edilmiş olmak için de bunu mecbu­ ri ve meccanen yapmışlardır. Elhasıl luir­

68

riyetin mebniyyıin-aleylıi terbiye-i umu­ miyyedir" (Kaplan, 1988: 187, 192). Her ne kadar son sırada yer alsa da, si­ yasi hürriyetler meselesi ister istemez (çe­ şitli iç ve dış şartların zorlamasıyla) Tan­ z i m a tç ı l a r ı n g ü n d e m i n e g e l e c e k tir. 1 860'ların başlarından itibaren ( 1 85 6 sonrası ortaya çıkmaya başlayan muhale­ fetin bir sonucu olarak) siyasi rejimle il­ gili üç farklı görüş açısının oluştuğunu görüyoruz. Bir kere en başta, otoriter bir kanun devletinden veya genişletilmiş bir meşveretten yana olan Tanzimat bürok­ ratları vardı. Tercihlerini Avrupa'da mev­ cut siyasi rejimler içerisinde lngiltere ve Fransa gibi " hüküm eti meşrüta" lardan yana değil, Avusturya ve Prusya gibi "hü­ kümet-i mutlaka"lardan yana yapmışlar­ dı. Kanun hakimiyetinin hüküm sürdüğü ve kurumlaşmış bir meşverete izin veril­

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

I

R

1

K

I

M

1

dal taraftarları; diğer yanda, başını önce Mustafa Fazıl Paşa'nın daha sonra Mithat Paşa'nın çektiği, devletin kurtuluşu için anayasal monarşi (hükümet-i meşrüta) rejimine geçmekten başka çözüm kalma­ dığını ileri sürenler vardı. "Hükümet-i meşruta usulü"ne geçmek isteyenler 1 860'larda ciddiyet kazanmaya başlayan iki temel meseleye çözüm arayı­ şı içindeydiler. Birincisi , 1 85 6 Islahat Fermanı ve sonrasındaki politikalara rağ­ men gayrimüslim ayrılıkçılığının tekrar hızlanmaya başlamasıydı. l kincisi ise, Abdülaziz döneminde tekrar ortaya çı­ kan ve mevcut sistemde siyasi/idari/mali büyük problemler yaratmaya başlayan padişahın (hukuku/hududu) iktidarının sınırlandırılması meselesidir. Buldukları çözüm, bir anayasa ilan ederek ve bir parlamento oluşturarak hem gayrimüs­ limleri (ve onların Avrupalı hamilerini) memnun etmek, hem de sarayı kontrol altına alarak hatalı politikaların önüne geçebilmektir. "Hükümet-i meşruta" , "temsili hükü­ met" ya da "nizam-ı serbestane" olarak adlandırılan bu yeni "usul-i idare" Musta­ fa Fazıl Paşa'nın ifadesiyle, "lslam ve Hı­ ristiyanların kaffe-i hukukda ve vezaifte müsavatını mu tazammın olacağından" Avrupa devletleriyle aramızdaki ilişkileri de düzeltecektir. D evletin temellerini

diği bu hükümet-i mutlakada (mu tlak

güçlendirecek olan bu değişiklik için "pa­

monarşide) iktidar birkaç ehil devlet ada­ mının elinde olacaktır. Bunların karşısında Tanzimat'ın iç ve dış politikalarının başarısızlığa uğramaya başlamasından güç alarak 'devletin beka­ sı' için farklı kurtuluş reçeteleri öneren iki farklı muhalif grup ortaya çıktı. Bir yanda , başını Mahmut N edim Paşa'nın çektiği, iktidarın Babıali bürokrasisinin elinden alınarak tekrar padişaha dönmesi ve padişahın Tanzimat öncesinde olduğu gibi hiç bir nizam ve kanunla sınırlandı­ rılmaması gerektiği görüşünde olan (kla­ sik lslam geleneğindeki anlamıyla) istib-

dişahın istiklal ve kudretini elinden alıp alet menzilesine tenzil eder" itirazı da yersizdir: "nizam-ı serbestane denilen şey yalnız kuvvet-i istiklaliyeyi mahdud kılar, yani bir müstakil kuvvetin lüzumundan ziyade olan cihetlerini kasreder, ve padi­ şahdan ancak şu hali ref' eder ki, padişah aldanmaz ve fenalık etmez olur." Milletin dinlerini ve adetlerini terk etmek zorun­ da kalacağı şayiası da doğru değildir: "Millet hakkında nizam-ı serbestane mil­ letin namus ve salahına mugayir hiç bir şey cebretmez, belki mal ve mülkü hıfzet­ tiği gibi din-i mukaddesi dahi vikaye

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

69

eder" (Kaplan, 1978: 7). Bu çözümün bir diğer savunucusu olan (ve görüşlerini ay­

caktır. (. . . ) Eşitlik, mezhep, siyaset ve ti­ caret hususlarında serbesti usulünün ka­

nı tarihte- 1 867'de- kaleme alan) Halil Şe­

bulüyle de, Osmanlı devletinin kuvveti­

rif Paşa'nın argümanları daha açıktır: "Bu

nin tezyid ve tahkimi bir mucize değildir"

devlet, meşruti hükumet usulünü tatbik

(Küçük, 1979: 635).

ettiği takdirde devam eder, kuvvetlenir ve

Ali ve Fuat Paşalar gibi Tanzimatçılar

ilerler. Evet! Osmanlı saltanatını kuvvet­ lendirecek ve kurtaracak yalnız bu usul­

da (Meşrutiyet'i savunan yazarlar gibi) devleti kurtarmanın (ya da gayrimüslim

dür. Meşruti hükumet, Osmanlı devleti'ni

milliyetçiliğini önlemenin) çaresinin Os­

derhal Rusya'nın fevkine çıkartır. lslam

manlıcılık siyasetini ve müsavat prensibi­

ve Hıristiyanlar arasında siyasi ve hukuki

ni tam anlamıyla uygulamaktan geçtiğini

bakımdan olan farklar ortadan kalkarak,

düşünmekteydiler. Nihai çözüm, Fuat Pa­

hepsini bir adaletin himayesi altına dahil

şa'nın ifadeleriyle, "devletin ve ülkenin

eder. Her ferd hukukundan emin olunca hepsinde vazife aşkı doğar. Siyasi ve hu­

herkesin eşitliğine dayandırılan büli­ ği"nde yatıyordu. Ülkede yaşayan "çeşitli

kuki bakımdan olan hissiyatın avdeti, Os­

halkları kaynaştırmak" ya da "ırk ve din

manlı imparatorluğunda derhal çalışma arzusunu ve gayretini arttıracak ve böyle­

ayrımı gözetmeksizin" kucaklamak ge­ rekti. Kısaca, Ali Paşa'ya göre, "devletin

ce de umumi servetin artmasını sağlaya-

temellerini p ekiştirmek i çin tek ilaç" ,

T

70

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

"bütün tebaanın din ve mezhepten başka hususlarda birbirleriyle kaynaştırılma­ sı"ydı (Akarl ı , 1 9 7 8 : 6, 7, 1 6 ) . Lakin 'Meşrutiyet'in gerekliliği konusunda aynı fikirde değildiler; 'Meşru tiyet'ten değil, (genişletilmiş bir) 'meşveret'ten yanaydı­ lar. Eski bir lslam-Osmanlı siyaset gelene­ ği olan 'meşveret'in boyutlarını, II. Mah­ mud döneminden başlayarak , Meclis-i Ahkam-ı Adliyye'den Ş ü ra-yı D evlet'e uzanan çizgide, Avrupa örneğindeki gibi genişletmeye, kurumsallaştırmaya, kalıcı ve etkili kılmaya gayret gösterdiler. Mem­ leketi kurtarmak için Avrupai manada bir 'kanun-i esasi'nin yahut 'Meşrutiyet'in Osmanlı'da uygulamaya konmasında şim­ dilik bir fayda yoktu. Böyle bir şey ancak medeniyetce son derece ilerlemiş ya da halkın zihinlerinde bu rejimi kabule iyice hazırlanmış olduğu bir ülkede uygulana­ bilirdi. Bu şartlar ise uzun zamana ihtiyaç gösteriyordu. Bu şartlar yerine gelmeden, böyle farklı millet, ırk ve mezheplerden oluşan bir ülkede bu .rejim tatbik edildiği takdirde, imparatorluğu teşkil eden ka­ vimlere ait hususi şartların etkisiyle iç ça­ tışmalara yol açması kaçınılmazdı (Bilge­ gil, 1 976: 5 1- 1 05). Bu itirazlarının bir ba­ kıma 'hiç kimseye bir yararı dokunma­ yan, insanlığın gelişmesine zararlı ve dünya barışını tehdit eden anlamsız milli­ yetçilik usulü'nü zihinlerinde 'serbestlik esası' ile eşitlemelerinden ileri geldiği an­ laşılıyor. Ali ve Fuat Paşalara göre mevcut kanun ve nizamlar (örneğin 1 864 tarihli Vilayat N izamnamesi) l ayıkıyla uygulandığı , m evcut müesseselerin (örneğin Şüra-yı Devlet) serbestçe işlemesine izin verildiği ve özellikle müsavat esaslarına uyularak tatbik edildiği takdirde, Osmanlı Devle­ ti'nin karşı karşıya olduğu sorunlar çöze­ bilirdi. Mevcut yapı içerisinde Hıristiyan­ lara biraz daha fırsat alanı yaratılabilirse (karma bir eğitim sisteminin de yardımıy­ la) her şeyin (bu arada padişahın keyfi ta­ sarruflarının da) halledilebileceğini savu-

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

1

R

1

K

I

M

1

nuyorlardı. Kısaca, lbrahim Edhem Pa­ şa'nın dediği gibi, "bize konstitüsyon de­ ğil enstitüsyon lazımdır" ( lnal , 1 9 8 2 : 635) . Ali ve Fuat Paşalar "vatanperverlik ba­ hanesi altında en münasebetsiz 'ütopiler' peşinde" koşmakla ve 'düşmanların ağ­ zından konuşmakla' suçladıkları bu kesi­ mi sürgün ve yasaklamalarla durdurmaya çalış tılarsa da, 187l'de Ali Paşa'nın ölü­ mimden sonra bu sefer, Meşrutiyetçiler ve istibdatçılar arasında bir iktidar müca­ d elesi başladı. Kaleme al dığı "Ayine-i Devlet" adlı risaleyle Tanzimat karşıtlığı­ nın teorisini yapmış olan Mahmud N e­ d i m Paşa'nın fikirl eri (Abu-Manneh, 1990) (Ali Paşa tarafından keyfi tasarruf talepleri Tanzimat-! Hayriye'ye aykırı' ol­ duğu gerekçesiyle sürekli engellenmeye çalışılan) Sultan Abdülaziz'e sarfettiği şu sözlerde özetlenebilir: "Efendimiz bir pa­ dişah-ı [klasik lslam düşüncesindeki an­ lamıyla] müstebidsiniz, her emir ve fer­ manınızı icraya muktedirsiniz" (Pakalın, 1 940: 12). Meşrutiyetçilerin başını çeken Mithat Paşa ve arkadaşlarınca ise, devleti zaafa uğratan "bu hastalıkların [idari suistimal ve mali israfların] en müessir ve kestirme tedbir ve çaresinin bir Mebusan Meclisi ile hasıl olacağı ittifakla kabul ediliyordu" (Mithat Paşa I, 1 997: 1 72) . Bizim milletin seviyesi ya da ülkenin durumu henüz müsait değil tarzı itirazlara karşı da Mit­ hat Paşa şu cevabı vermektedir: "Fakat dünyada medeniyet ve kalkınma ile iler­ leyen millet ve kavimlerin hepsi, bizim Kanun-i Esasi dediğimiz hürriyetçi dü­ zenle bu refah ve saadete yükselmiş ve devletimizin idaresinden çıkalı çok za­ man geçmeden Yunanistan, Sırbistan, Ro­ manya ve hatta Bulgaristan bile hürriyet esası üzerine konulan ve 'Constitüsyon' denilen idarenin kurulmasıyla her biri düzenli bir devlet sırasına girmişlerdir. Kısacası nazarımızda seyis, çoban ve bah­ çıvan gözüyle bakılan ve en kabiliyetsiz

K A L E M I Y E ' D E N

M Ü L K I Y E ' Y E

gördüğümüz Bulgarlar bile, becerilerini meydana koydukları halde, millet-i Os­ maniye ve lslamiyyenin böyle bir kanun-ı medeniyet ve hürriyet düzenini henüz hak etmemiştir denilmesi ve milletimizin her kavim ve milletten aşağı tutulması pek ağır ve büyük bir sözdür" (Mithat Pa­ şa ll, 1997: 1 1 0) . Sonunda, Ali ve Fuat Paşalar'ın bıraktı­ ğı boşluğu doldurmak için sürdürülen bu iktidar mücadelesi ülkeyi önce bir krize ve ardından kaosa götürdü. Tanzimat po­ litikalarının birer birer iflas ettiği bu dö­ nem, Meşrutiyet taraftarı asker ve sivil bürokratlar ile ulemanın katıldığı (Yeni­ çeriliğin ilgasından beri asker ve ulema­ nın ilk defa 'siyasete karıştığı' modern Türk siyasi hayatının ilk) hükümet dar­ besiyle sonuçlandı (30 Mayıs 1876). Sonuç olarak, her bakımdan bir dene­ me hüviyeti taşıyan bu yazının sınırlılık­ ları üzerinde durmak gerekiyor. Bir kere, modern dönem Türk düşünce tarihi ça­ lışmalarının henüz 'arkeoloji' safhasında olduğu gerçeğinden hareketle, sadece bu­ güne kadar 'bulunmuş' metinler esas alı­ narak oluşturulan bu tablo, yeni 'keşifler' oldukça değişikliklere uğrayabilir. !kinci­ si, en başta belirtilen 'düşünce sosyoloji­ si'nden hareketle, burada söz konusu edi­ len fikirlerin siyasi, sosyal ve iktisadi ger­ çeklikle irtibatları daha ayrıntılı bir şekil­ de kurulabilir, ele alınan teklifler/talepler ifade edildikleri bağlamlar içerisinde an­ lamlandırılabilirdi. Aynı şekilde, burada ana çizgileriyle özetlenmeye çalışılan si­ yasi fikirlerin genel düşünce sistemi içeri­ sindeki yeri, dönemin dini, iktisadi, sos­ yal ve bilimsel düşüncesi ile karşılaştır­ malı olarak irdelenebilirdi. Üçüncüsü, ele alınan fikirlerin gerek esinlendikleri ya da etkisi altında kaldıkları Batı düşüncesi ile, gerekse klasik lslam ve Osmanlı gelene-

T A N Z i M A T

Z i H N i Y E T i

ğildüşüncesi ile olan irtibatları kurulabilird i . Yaygın kanaa t Tanzi mat ( d evl et adamlarının) zihniyetinin, Batı'dan ama Fransa ya da lngiltere'den çok Prusya­ Avusturya'dan (Kameralizm'den) etkilend i ğ i ş e k l i n d eydi ( ö rneğin T ü r k ö n e , 1993) . Son zamanlarda ise Tanzimat dü­ şüncesinin (Batı etkisini yadsımadan) aslında topyekun bir zihniyet değişimi yahut bir kopuş olmaktan çok, mevcut olan bir zihniyetin (örneğin 18. yüzyıl Osmanlı düşüncesinin) bir tür dönüşümü olarak görülmesi hususunda (ne değişti/değişi­ yordan çok ne devam etti/ediyor soruları etrafında) birtakım dikkatlerin belirmeye başladığını görüyoruz (Abu-Manneh, 1994) . Burada gözden geçirebildiğimiz kada­ rıyla Tanzimat zihniyeti ile ilgili iki husus özellikle dikkati çekmektedir. llk olarak, Osmanlı!lslam modernleşmesi, sosyoloji ve ekonomi perspektifinden uzak, siyaset ağırlıklı bir proj e olarak ortaya çıkıyor. Siyasetin ekonomiden teknolojiye her şe­ yi kurmaya/düzenlemeye muktedir oldu­ ğu konusunda yaygın bir kabul var. !kin­ ci olarak, bu dönem düşüncesi mevcut si­ yasi, sosyal ve ekonomik süreçleri yakın­ dan takip ederek, doğrudan etkilenerek, onların içerisinde oluşuyor. Bir başka ifa­ deyle, 'hayat' (ya da sosyoekonomik sü­ reçler) 'düşünce'nin önünde yer alıyor; fi­ kirleri değişime uğratan yahut yeni teklif­ leri şekillendiren de Batı'dan esinlenilen 'fikirler'den çok Batı'dan adapte edilen 'müesseseler' (ve onların yol açtığı sosyo­ kültürel değişme) olarak beliriyor. Bu hiç şüphesiz Türk modernleşmesinin para­ dokslarından birisini oluşturuyor: hayatla düşünce (ya da sosyoloji ile ideoloji) ara­ sındaki gerilim belki de Tanzimat'ın Cumhuriyet'e devrettiği mirasın unsurla­ rından biri olarak görülebilir. O

71

Osmanlı/Türk Siyası Geleneğinde Modem Bir Toplum Yaratma Proj esi Olarak Anayasanın Keşfi

Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet C E M i L K O ÇA K

smanlı modernl eşme hareketi, yönetici elit içindeki dar bir gru­ bun, siyasi güç dengelerini de­ vamlı gözeterek ve bu hassas dengeyi, za­ man zaman ikna ederek, zaman zaman da güç kullanarak kendi lehine değiştirmeye çalışarak, dış müdahalelere zaman zaman

O

karşı durarak, zaman zaman da bu müda­ halelerden yararlanmaya çalışarak, ama her zaman gelgitler içinde sürdü. 19. yüz­ yılın Osmanlı toplumunda derin bir kırıl­ mayı simgeleyen Tanzimat sonrasında, modernleşme yanlısı yönetici elit, kendi içinde de önemli sayılması gereken bir bölünmeye uğradı. Bugünden bakıldığın­ da, Osmanlı modernleşme tarihinin birbi­ ri ardına sıralanmış gibi görünen zincirle­ ri içinde, Tanzimat modernleşmesi, bir anlamda kendi zıddını doğururken, bir anlamda da kendini tamamlayacak süreci

değişik genç elit adaylarının kendilerince geliştirdikleri bazı önermeler vardı. Söz konusu önermelerin birbirine ne ölçüde benzediği ya da ne ölçüde örtüşüp çelişti­ ği de ayn bir konudur. Yeni Osmanlılar denildiğinde, siyasal ve ideolojik fikriyat olarak kendi içinde tutarlı, örgütsel bir dayanışma içinde, baştan kesin olarak be­ lirlenmiş siyasi iktidar hedefleri olan bir gruptan söz etmek mümkün değildir. Ol­ sa olsa, Yeni Osmanlılar namı altında, bir­ birleriyle zaman zaman yoğunlaşan, za­ man zaman da uzaklaşan ilişkiler içinde bulunan, Osmanlı yönetici elit adayların­ dan söz edebiliriz. Yeni Osmanhlar'ı oluşturan ö n emli isimler arasında bulunan Şinasi'nin Avru­ pa'ya gitmesinden önceki siyasi faaliyetle­ ri ile bundan sonrakiler neredeyse kıyas kabul etmez. Şinasi, esas olarak siyasi bir

başlatmış oldu. Yeni Osmanlılar hareketi olarak tanımlanan ve Tanzimat modern­ leşmesinin bir eleştirisi ile son siyasal for­

kişilik sayılabilecekken, Avrupa'ya gidi­ şinden sonra akademik çalışmalar içine girmiş bir alim hüviyetine bürünür. Hat­

mülasyonlarına ilişkin hatırı sayılır çe­ kinceleri bulunan genç yönetici elit aday­ ları, Osmanlı modernleşme hareketinde, modernleşme yanlısı ekip içinde bir mu­

ta, kendisinden sonra Avrupa'ya gelecek olan Yeni Osmanlılar hareketinin diğer üyeleri ile arasına dikkatli, uzak ve hayli soğuk bir mesafe koyar. Yeniden lstan­ bul'a döndüğünde de b u tutumundan vazgeçmez. Şinasi'nin ne ölçüde kişiliğin­ d en ve ne ölçüde siyasi görüşlerinden

halefeti oluşturuyorlardı. Yeni Osmanlılar hareketi, belki de genellikle sanıldığı gibi, homojen bir siyasi grubun açıkça deklare ve formüle edilmiş siyasal fikriyatını pek az yansıtır. Ortada bir hareketten ziyade,

kaynaklandığı bilinmeyen bu tutumu, ha­ reketi oluşturan üyelerin gerçek ilişkileri-

Y E N i

O S M A N L I L A R

V E

ni göstermesi bakımından manidardır. Anlaşılabilir bir Türkçe ile yazma tarzı konusunda Namık Kemal'i derinden etki­ leyen Şinasi'nin bu tavrına karşılık, Ziya Paşa'nın ağdalı dili, üslup konusundaki farkı hemen dile getirir. Bütün bunların yanında, hiç kuşkusuz, Şinasi, diğer Yeni Osmanlılar ile kıyaslanmayacak kadar, "saf bir Avrupalı/Avrupacı" sayılabilir. Ta­ bii göreli olarak . . . Herhalde Ali Suavi, bütün bu isimler arasında en "garip" ola­ nıdır. Onun avama olan yakınlığı ile bir direniş hakkı ve teorisi geliştirme çabası, ayırt edici özelliğidir. Ayrıca, Namık Ke­ mal'in geliştirdiği lslami temelde bir Batılı siyaset felsefesine karşı da eleştireldir. Bu türden bir birleşimin doğruluğu konu­ sunda kuşkuludur. Siyasi eylem platfor­ munda da yine daha aktif olmak isteyen bir isimdir. Bt1gı1n için isimleri en çok hatırlanabi.­ lenler olarak tan,ınılanabilecek Şinasi, Zi­ ya Paşa, "N amık Kemal ve Ali Suavi'den oluşan söz konusu adayların ortak nok­ talan da vardı . Öncelikle, ilke o larak, kendilerinden önce başlamış olan mo­ dernleşme projesinin içinde yer alıyorlar­ dı. Fakat kendilerinden önceki sürecin mirasını kısmi olarak reddetme konu­ sunda birlikte tavır almışlardı. Modern­ leşme proj esi, onlara göre, yeniden göz­ den geçirilmeli ve geçmişte yapıldığını ileri · sürdükleri yanlışlardan ve abartma­ lardan da kaçınılmalıydı. Modernleşme proj esi, "taklit" gibi yanlış olduğunu id­ dia ettikleri bir yörüngeden çıkarılmalı ve m ev c u t c o ğ r a fy a n ı n ve t o p l umun özellikleri dikkate alınarak, yeniden ve kendilerince tanımlandığı "doğru" bir şe­ kilde geliştirilmeliydi. Osmanlı modernleşmesi, aslında yal­ nızca bir askeri modernleşme olarak baş­ lamıştı. Bu, son derece doğaldır. Çünkü, her toplum, ilk olarak, en hayati gördüğü eksikleri kapatmak üzere harekete geçer. Osmanlı yönetici eliti için de, askeri me­ seleler, toplumun ve devletin en hayati

B i R i N C i

M E Ş R U T i Y E T

gediğiydi ve zaman yitirilmeden bu gediğin doldurulması zarureti, kendisini iyiden iyiye belli etmişti. Bununla birlikte, burada can alıcı önemi olan konu, mo­ dernl eşmenin sadece ve sadece askeri alanla sınırlı olarak algılanmasıdır. Dahası, yönetici elit açısından, bugün bakıldığında, modernleşme hareketinin başlangıcı olarak görülebilecek olan 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın ilk dönemi, sorunu, esas itibariyle ve sadece bir askeri yenilik konusu olarak ele alır. Bir adım daha ileri atarsak, başlangıçta bugün kul­ landığımız anlamda b i r m o dernleşme projesinden de söz edilemeyeceğini anlarız. Hele bir Batılılaşma ve çağdaşlaşma proj esinden hiç söz edilemez. Osmanlı yönetici eliti açısından, bizim bugün kul­ landığımız ve anladığımız anlamda bir "modernleşme proj esi" hiç yoktu. Osmanlı modernleşme proj esi, baştan bir paket proje olarak tasarlanmadı; aksine, zamanla ve süreç içinde, olayların şekil­ lendirmesi ile düşünce ve önerilerin birbiri üzerine eklemlenmesi, bazılarının alt sıralara düşmesi, bazılarının gündeme gelmesi, tercih edilmesi, bazılarının uygu­ lanması, fakat sonuç alınamaması üzerine terk edilmesi, bazılarının hiç uygulanma şansı bulamaması üzerine bina ederek, sonuçta bir karışım halinde ve kolayca yeniden tanımlanabilir özelliğini hiç yitir­ meksizin oluştu. Bu uzun süreç, p rojenin içinin doldurulmasını ve gerektiğinde bo­ şaltılarak yeniden doldurulmasını sağladı. Proje, bu nedenle, kendi içinde bir bü­ tünsellikten yoksun ve homojenlikten de u z�ktır. Proje sahiplerinin kendileri de, proj enin pelteleşmiş kıvamından hoşnut kalmış olabilirler. Çünkü, bu durum, onlara gerektiğinde geniş bir manevra alanı sağlıyordu. Manevra alanı, özellikle de siyasi iktidar mücadelesinde, taraflara son derece gerekli bir araçtı. Göç yolda düze­ lebileceği gibi, bir modernleşme projesi de, çıkış nedeni ve ilk eylem atılımının gücü ne olursa olsun, yol aldıkça kıvamı-

73

T

74

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

na kavuşabilir miydi? Osmanlı/Türk siya­ si tecrübesi, bu soruya verilecek yanıt açı­ sından belki de yegane örnek olmayabilir, fakat herhalde güzel bir örnektir. Bu noktada, projenin içinin boş olma­ sı, ya da eğer mübalağalı bir tavırdan ka­ çınacak olursak, bir başka ifade ile yete­ rince dolu olmamasının ne önemi olabi­ lirdi ki? Burada, kanımca, tayin edici bir farklılık vardır. Ama ancak karşılaştırma­ lı bir yöntem kullanırsak, bunun farkına varabiliriz. Bu türden karşılaştırmalı ör­ nekler üzerinde bir zamanlar hayli du­ rulmuştu. Rusya ve J ap onya , Osmanlı modernleşmesi ile kıyaslanmıştır. Rus ve Japon örneğinde bulunan esas farklılık, proj enin daha başta n toplumun b ütün alanlarını kapsayıcı olarak düzenlenmesi ve proj enin uygulanmasındaki kararlılık ve ısrardır. Osmanlı örneğinde bunların eksik olması, projenin özünü de, şeklini de derinden etkilemiş ve belki de tayin edici olmuştur. Osmanlı örneği, modern­ leşme proj esinin toplumla olan yakın ve d erin münasebetinin başından i tibaren farkına varılamamış olmasının, son dere­ ce geniş ve değişik boyutlar yaratan, dik­ kat çekici bir araştırma alanıdır. 18, yüz­ yılın başı,nda Osmanlı yönetici elitinin, o da ancak bir kısmının, basil bir aske.ri re� for m olarak. başlattıkları dönüşümün, yüzyıl sonra ulaştığilulaşaca.ğı nokta, bu işe girişenlerin hiç de hayal et.tikleri nok­ ta değildi. Aksine, muhtemelen, onlar bu noktayı görebilselerdi, ya bu işe hiç kal­ kışmazlardı ya da d.aha . büyük . ihtimalle, bir başka formülasyonu gündeme getir­ meyi tercih ederlerdi. Lakin, tarihin kırıl­ ma anlarında, yönetici seçkinlerin tercih edebilecekleri siyasi formülasyonların sa­ nıldığından daha az olduğunu da bilmek gerekir. Yönetici seçkinler genellikle zor­ lanırlar. Bu zorlama, içeriden ziyade, Os­ manlı örneğinde olduğu gibi, dışarının gündelik hayat üzerindeki dayatmaların­ dan kaynaklanır. Seçkinler açısından hiç­ bir şey yapmamak gibi bir tercih imkanı

U

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

I

R

1

K

I

M

I

hiç yoktur. Yapılması gerekenler ile yapı­ labilecekler arasındaki ince siyasi çizgi üzerinde dans etmek zorundadırlar. 1 8 . v e 19. yüzyılın Os!llanlı!Türk siyasi eliti­ l1in, esas itib�riyle, böyle ince ve tehlikeli bir ipin üzerinde, kendi algılamasına, de­ ğerl endirmesi n e ve öngörüsüne göre , cambazlık yaptığını söylemek mübalağa olmaz. \'eni Osma.nlılar'ın siyasal çıkış n.oktala­ n kendi içinde çelişkiler taşıyordu. Bit yandan, eskinin ve geleneğin bağrıncJ.a yaşıyorlardı, bir yandan da, kendilerince v.e el yordamı ile, yeni olanı, !llodı:rni yac kalamanın çabası içindeydiler. B.ir başka ortak noktaları, ümit veren ve gelecek va­ at eden genç yönetici elit adayları olarak, bir yandan, geleneksel Qsmanlı!T.ürk. eli" tinin hiyerarşi . bas.amaklarında yükst:lmı: ­ nin koşullarına uymak zorunda kalmal.a­ rı, diğer yandan da, siyasi bir t.avır olarak, tam da bu noktada muhalif bir tutum be­ nimsemeye çalışrı:ıalarıydı. Bir ayııklnemli bir kısmında devlet memuru olmaları ve kendilerini devlete hizmetle görevli saymaları, onları, bir yandan Osmanlı geleneksel siyasi eli­ tinin olası üyeleri arasına sokuyordu, ama diğer yandan da devlet-toplum ilişlüsin­ de, dengeleri yitirmek gibi bir sakınca ta­ şıyordu. Namık Kemal ve Ziya Paşa, Os­ manlı devletinin memurları olarak, ister Sarayın güvenini taşısınlar, isterse taşıma­ sınlar ve oradan oraya uzaklara sürgün edilsinler, her zaman için hayatlarını ve

Y E N i

O S M A N L I L A R

V E

B i R i N C i

M E Ş R U T i Y E T

75

Divam Harb-i ÖifiJnin (Sıkıyönetim Mahkemesi) kararıyla asılmış üç kişi... JI. Meşrut�1ıet dönemindeki askeri öğrencilik anılarını yazdığı Yanda Kalan llıtilfil adlı kitapçığında Ha­ san Amca, bu mahkeme/etin hafifsuç isnatlarıyla ilgili yargılamalarına bile hakim olan atmosj(Jri şöyl.e anlatır: "Kamına hiç güvenemezdik. Divan-ı Harb'i duyunca adaleti müınldin olduğu kadar uzaklarda bellemek lazımdı. Mahkeme hey'etinin beş azası da (...) askerdi. ( ... ) nihayet eınretıneği, aldığı emri hiç incelemeden yerine getinneği meslek edinmiş insanlardı bunla1·." Yargı ile si:Jıaset ve giiç iNşkilerini:n hem l hem de Il Meşrutiyet dönemin 'formalı, katıcı bir . kiiltihü. ımsuru olarak eumhnriyete taşımacaR.tır.

iktidar _ mücadelelerini sürdürebilecekleri bir alanı garall ti etll1iş oJuyorl Tarilı - i Is­ lam> Tarilı-i Osmaııi biçiminde sıralan­ makta ve Osmanlı Devleti lslam tarihinin bir parçası olarak ele alınmaktadır. Bu anla tımlarda Osmanlı Devleti'nin kökeni ve kendisine atfettiği kutsallık açısından iki kaynak göze çarpmaktadır. Bunlardan biri, Türklerin Nuh'un oğulla­ rından olan Yafes'in soyundan geldiğinin belirtilmesidir. Bu soyun Avrupa soyunu da içerdiği ve buna bağlı olarak Selçuklu ve Osmanlılar'ın da Türk soyundan gel­ dikleri ve Avrupa ile "alıraba" oldukları vurgulanacaktır. ikinci olarak, Osmanlı Devleti, hem bir uygarlık, hem de bir si­ yasal güç olarak lslamiyet'in taşıyıcısı ve Arapların da ırken akrabası olarak sunul­ makta, 11. Abdülhamit dönemi düşün ya-

R E S M i

i D E O L O J i N i N

D O G U Ş U

V E

şamının temel temalarından biri olan ls­ lamiyet'in ilerlemeye engel olmadığı savı da ders kitaplarında işlenmiştir. "Şer'en din ve milletin bir olması" nedeniyle bü­ tün Müslümanların kardeş olması ve Os­ manlı öncesi lslam tarihinin bilinmesinin önemi üzerinde durulmuştur. Bazen Türklerin lslamiyet'i kabul et­ meden önce vahşi, as i ve yağmagir ol­ dukları üzerinde, bazen de sadılı ve itaat­ lıar oldukları vurgulanmıştır. Üzerinde durulan bir diğer konu Türklerin lslami­ yet'i kendi rızaları ile seçmeleridir. Adeta Türkler lslamiyet'i kabulleri sonrasında daha olumlu bir kimliğe bürünüp, mede­ nileşmişlerdir. Türk soyundan gelen Sel­ çuklulara ve Osmanlılar'a, lıaos'daıı hoz­ mos'a, lslami söylemle " ııizam-ı alem"e geçiş misyonunun da yüklendiği görül­ mektedir. lstanbul'un saltanat ve hilafet merkezi, padişahın ülkedeki bütün Müs­ lüman ve Hıristiyanlann hükümdarı , dünya üzerindeki bütün Müslümanların halifesi ve hamisi olduğu güçlü bir bi­ çimde vurgulanacaktır. Bir süre sonra ders programlarından çı­ karılmaya başlanacak olan " Genel Ta­ rihffarih-i Umumi" kitaplarında, dünya üzerindeki ırkların Nuh Tufanı sonrasın­ da Nuh'un oğullarından çıktığı belirtil­ mektedir. Bu kitaplarda Türklerin Orta Asya'ya ve sonra da Avrupa'ya yayılmaları ve Oğuz Han ile Hunlar, Tatarlar, Moğol­ lar, Peçenekler, Özbekler gibi Türk ka­ vimleri hakkında bilgiler verilerek Macar­ ların, Btılgarlanıı ve Ulahların ayrıca Sel­ çukluların atasının Türk olduğu belirtilir. "Nuh'un oğlu Yafes'in oğlu Türk" biçi­ mindeki soyağacı Türklüğü kutsallaştırır­ ken Osmanlı hanedanının Oğuz Han nes­ linden olduğunun altı çizilmektedir. Sivil okulların tarih ders kitaplarında, bir kaç istisna dışında, Osmanlı Devleti kurucularının Türk soyundan gelişi ge­ nellikle bir kaç cümle ile belirtilmekte, ama Türklük vurgusu kısa tutulmakta ba­ zılarında ise belirtilmemektedir.

E V R i M i

Ü Z E R i N E

B i R

D E N E M E

Doğrudan askeri okullarda okutulan tarih kitaplarınaa Tarlı kavmi konusu üzerinde daha uzun ve ayrıntıyla durulmuştur. (Askeri okullarda okutulan kitapları sivil okullarda okutulanlardan farklı olarak Meclis-i Maarif-i Askeri komisyonu tarafından saptanmakta, incelenmekte, önerilmekte ve basılmasına izin verilmektedir.) Bu bize II. Meşrutiyet döneminde subaylar arasındaki milliyetçilik ideolojisine bağlılığı da açıklamakta yardımcı ol­ maktadır. Bir dönem askeri okullarda okutulan Siileyıııaıı Paşa'nın Tarilı-i Alem adlı 1 876 yılında yayınlanan genel tarih kitabının önemi, ilk kez erken Türk tarihi ve mitoloj isinin ilk çağdan başlayarak üzerinde uzun sayfalar boyunca durmasıdır. Bu kitabın bir özelliği de, yaratılış sorunu ile ilgili hem dini hem de bilimsel bilgileri içiçe anlatmasıdır. "Alem"in tarihi ve dünyanın yaratılışı konusunda pozitif bilimler çerçevesinde bilgi verilmekte. dünyanın gaz halinde oluşu ile başlayan oluşum süreci "nebatatın", "hayvanatın" ve en nihayet insanın yaratılışı ile devam eden bir sıra ile anlatılmaktadır. Kitapta, sonraki tarih kitaplarına da girecek olan Türklerin Yafes'in gözde oğlu olan Tıirlı'teıı geldiği, buna bağlı olarak erken Türk mitolojisi ve Türklerin soyağacı, Yafes'in oğullarının yeryüzünün çeşitli yönlerine dağılışı, Türk'ün uygarlığa katkıları ayrıntılı olarak anlatılacaktır. Örneğin Os­ manlılar'ın atasının Türk olduğuna ilişkin "mitos"a göre Oğuz Han'ın üç oğlu vardır. "Glin Han Osınaıılılar'ııı, Deniz Han Selçulılarııı ve Dağ Haıı Oğıız ismiyle ıııarııf olaıı Tıirlıleriıı Cedd-i alasıdır. . " 9 Anlatımda Türklerin bir yandan Avrupa ile olan akrabalığı, diğer yandan da Macarlar, Bulgarlar ve LelıHlerle olan akrabalığı, aynı soydan geldikleri, dolayısıyla onların da Türk oldukları vurgulanır. Bu vurgunun "Panslavizmin" Balkanları faaliyet alanı olarak seçtiği yıllarda ortaya çıktığını bir not olarak kaydetmek gerekir. Dönem boyunca askeri okullarda akutu.

393

T

A

N

Z

i

M

A T

V

E

M

E

Ş

R

T

I

Y

E

T

'

I

N

B

I

R

1

K

1

M

1

metinler ve çizimler ders kitaplarına gir­ meye başlamıştır. Öğrenciler okula, sınıfla­ ra girip çıkarken Il. Abdülhamit dönemin­ de olduğu gibi "Padişahım çok yaşa ! " diye bağırmamakta, ilahiler ve "vatan-millet" manzumeleri, şarkıları ve marşları söyle­ mektedirler. Ders kitaplarında yakın siya­ sal tarih Jön Türklerin eylemleri ile ittihat ve Terakki iktidarını meşrulaştırıcı bir tarzda anlaulmakta, Il. Abdülhamit öğren­ cilere "müstebit" bir padişah olarak tanı­ tılmak tadır. I l . Meşru tiyet'le birlikte II. MEŞRUTiYET: "TÜRKLEŞMEK, "Hürriyet'in llanı" olarak da adlandırılan ISIAMLAŞMAK, MUASIRLAŞMAK" anayasanın yeniden yürürlüğe konulması il. Meşrutiyet Dönemi, görünüşte Osman­ ilk kez milli bir bayram (id-i milli) sıfatıy­ lıcılığın yeğlendiği izlenimi verse de 11. la kutlanmaya, o gün okullar tatil edilme­ Abdülhamit dönemindeki " lslam-Türk ye başlamıştır. Il. Abdülhamit Döneminde Sentezi", "Türk-lslam Sentezi"ne dönüş­ kullanılamayan vatan, millet, devlet, ana­ müş, Türklük ve Türk milliyetçiliği vurgu­ yasa, meclis, seçim, yasa, mahkeme, yurt­ su hakimiyet kazanmıştır. Ancak sistema­ taş gibi kavramlar kutsallaştırılmış, eğitim tik bir ideoloji olmaktan çok inşa halinde az çok laik/ulusal değerleri içeren katılım­ bir görünüm sunmaktadır. il. Meşrutiyet cı bir siyasal kültürün aktarıldığı bir süreç döneminin resmi ideolojisini Ziya Gö­ haline dönüşmeye başlamıştır. Tanzi­ kalp'in önce yazı dizisi sonra da 1918 yı­ mat'tan beri uygulanamayan ilkokulun lında kitap haline gelen kitabının başlığı zorunluluğu ilkesi kısmen de olsa bu dö­ özetlemektedir: "Türk­ nemde gerçekleştirile­ leşmek, lslamlaşmak, bilmiş , bu a m a ç l a Muasırlaşmak." Aslın­ okul çağına gelen ço­ da bu slogan lttihat ve cukların listeleri çıka­ Terakki'nin de parti rılmıştır. Mülki amir­ ideolojisidir. Bu parti lere bu konuyu izle­ ideoloj isi Selanik'ten meleri için yetki akta­ biçimlenmeye başla­ rılmış , çocuğunu o ­ mış, Balkan Savaşları k u l a gö ndermeyen ile de netlik kazanmış­ velilerin mahkeme tır. "Türk-lslam Sente­ kararı olmaksızın bu zi" söylemi militer bir konuda oluşturulan milliyetçiliği içinde ba­ tedris meclisleri aracı­ rındırmaktadır. Asker­ lığı ile para ve hürri­ lik fırsat düştükçe yü­ yeti bağlayıcı cezalara celtilmiş ve dinsel de­ uğratılması yetkisi ta­ ğerlerle meşrulaştırıl­ nınmıştır. Siyasal kül­ mıştır. Kaybedilen top­ tür açısından 11. Ab­ rakların geri alınması d ül hami t dönemine için öğrencilerin dinsel göre derin bir değişim ve ulusal duygularını meydana gel m iş tir. c oşturacak n i telikte . ._._____.....,..._ ... - Dinsel bir kutsallıkla . ......,.. .,.. .._....-...

lan ve benzer anlarımı içeren diğer kitap­ lar, Atatürk'ün de hocası olan ve Cumhuri­ yet dönemi dahil uzun yıllar tarih hocalığı yapan Mehmet Tevfik'in Osmanlı Tarihi ile Bahriye'de kullanılan, Mehmet Şükrü'nün Osmanlı Tarihi kitabıdır. Bu okullarda oku­ tulan coğrafya kitaplarında da Türk kö­ kenli kavimlerin özellikleri ve bulunduk­ ları yerlere ve "Ttıran Jıavmi içinde Tiirk neslinden" sık sık söz edilmektedir.

394

U

R E S M i

i D E O L O J i N i N

D O