Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık [3, 1 ed.] 9750500423, 9754709092, 9750500431, 9750500032


101 63 52MB

Turkish Pages 624 [625] Year 2002

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Recommend Papers

Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık [3, 1 ed.]
 9750500423, 9754709092, 9750500431, 9750500032

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

lletişim Yayınları 805 • Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce 3 ISBN 975-05-0042-3 (Ciltsiz)• ISBN 975-470-909-2 (Ciltsiz Tk. No) ISBN 975-05-0043-1 (Ciltli) • ISBN 975-05-0003-2 (Ciltli Tk. No)

© 2002 Iletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2002, lstanbul

SAYFA ve KAPAK TASARIMI Suat Aysu KAPAK_FILMI 4 Nokta Grafik DOZELTI Serap Yeğen

DiZiN Nihal Boztekin MONTAJ Şahin Eyilmez BASKI ve CiLT Sena or,et tletişim Yayınlan Klodfarer Cad. lletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34400 lstanbul • Tel: 212.516 22 60-61-62

Fax: 212.516 12 58 • e-mail: [email protected] • web: wwwiletisim.com.tr

IN2R��� SİYASİ DÜŞÜNCE CiLT 3

Modernleşme ve

Batıcılık

GENEL YAYIN YÖNETMENİ

İLEI1Ş1M A.Ş. ADINA SAHlBİ

Murat Belge Tuğrul Paşaoğlu

YAYIN KVRVLU Murat Belge, Tanı! Bora, Ahmet Çiğdem, Bağış Erten, Murat Gültekingil, Ahmet lnsel, Ömer Laçiner

EDttôRLER

YAYIN SEKRETERİ CİLT EDttôRLER1

Tanıl Bora, Murat Gültekingil Bağış Erten B 1 R 1 N c 1 c 1 LT Cumlıuriyet'e Devreden Düşünce

Mirası:

Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi MEHMET ô. ALKAN

iKiNCi CiLT

Kemalizm AHMET iNSEL ÜÇÜNCÜ CiLT

Modernleşme ve Batıcılık UYGUR KOCABAŞOGLU DÖRDÜNCÜ CiLT

Milliyetçilik TANIL BORA BEŞiNCi CiLT

Muhafazakarlık AHMET ÇIGDEM ALTINCI CiLT

Islamcılık YASIN AKTAY YEDiNCi CiLT

Liberalizm MUSTAFA ERDOGAN SEKiZiNCi CiLT

Sol Düşünce MURAT GÜLTEKINGIL DOKUZUNCU CiLT

Dönemler ve Karakteristikler ôMER LAÇINER

MODERN TÜRKİYE'DE

SİYASİ ..

..

DUŞUNCE

CENGiZ AKTAR • KAYA AKYILDIZ • MEHMET ALTAN



SUAVi AYDIN • MURAT

BELGE • ÖZLEM BERK • FATMAGÜL BERKAY • TANIL BORA • SELDA ÇAGLAR • METE ÇETIK • Y. DOGAN ÇETINKAYA • GÖKHAN ÇETINSAYA • AHMET ÇIGDEM • METiN ÇULHAOGLU • OGUZ DEMiRALP • TANEL DEMiREL • SEÇiL DEREN • ZEYNEP DiREK • BAGIŞ ERTEN • ÖZGÜR GÖKMEN • NiLÜFER GÖLE • IŞTAR B. GÖZAYDIN • TANSEL GÜNEY • NAZIM IREM • OSMAN KAFADAR • HASAN B . KAHRAMAN • ALPER KALIBER • BARIŞ KARACASU • KURTULUŞ KAYALI • UYGUR KOCABAŞOGLU • ORHAN KOÇAK • EROL KÖROGLU• MAHMUT MUTMAN



AYŞE

ÖNCÜ • DOGAN ÖZLEM • AYLIN ÖZMAN • FARUK ÖZTÜRK • BÜLENT PEKER • MITHAT SANCAR • TAŞKIN TAKIŞ • BÜLENT TANÖR • iLHAN TEKELi • SERDAR TEKiN • NiLGÜN TOKER• HiLMi YAVUZ• LEVENT YILMAZ• MURAT YILMAZ

lci11de·kiler :-,

Sunuş

13

.................................................... ..........................................................................................................................................

iL H A N T E K E L i

Türkiye'de Siyasal Düşüncenin Gelişimi Konusunda Bir Üst Anlatı

19

........................................................ ..................................................... ......



Ahmet Hamdi Tanpınar

OGUZ D E MİRALP ........................................ ....................... ......................... ....................................................... 24

• Adnan Adwar

KURTULUŞ KAYALl ....................................... ................ ..................................................................... ................36

M U R A T BEL G E

Batılılaşma: T ürkiye ve Rusya •

.

.

.

43

......................... . .................................................. ........... ..........

B_a�ı Dış'. Modernlik: Kavram Üzerine

N ILUFER GOLE .................................................. ..... .................. ............................................................................ . 56

A H MET ÇI G DEM

Batılılaşma, Modemite ve Modernizasyon •

İsmayll Hakkı Baltac10ğlu

AYLİN ÖZMAN

.

. .

. .

.

........... .... . ........... ..... ............................. .. ... ................ ..

................ ..... ........

.

........ . ........... .

....... ............................

.

68

. ................

74

N iL G Ü N T O K E R I S E R D A R T E K i N

Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri ........ .. ...................... .......... •

Halide Edip AdIVar

GÖKHAN ÇETİNSAYA ................... ....................................

.

........................ . ............ ..82

............................................................88

i Ç i N D E K i L E R

• Hilmi Ziya Ülken TAŞKIN TAKIŞ ........ ..

.

.................... . ...

.............. ...............

94

... ...................... .. ..... ..............................

A LPE R K A L I B E R

Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma Üzerine......... .

.. .....1 0 7

·· ················· · ····· - -· ······· ····

H A S A N BÜ L E N T K A H R A M A N

Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma.

. ..... .. ... .............. 1 25

• Balllılaşmanm Sosyo-politik Temelleri, Düşünsel ve Toplumsal Yapısı M E HMET ALTAN ···-·--···-·····

························· ··--····························-

--·-················-

..

.141

.......

T A N I L BO R A

T ürkiye'de Siyasal İdeolojilerde ABD / Amerika İmgesi ..... ....

.................. ............ ..........

.1 4 7

. . ... ........ .............. .......................

.........

M E T i N ÇU L H A O G LU

Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu

• Pertev Naili Boratav METE ÇETİK.................................

.......... ......

......

. ................ ...................... .

.1 70

......

..... ............. ...... . .. .................... . ... ..................... .. ......J 74

M A H M UT M UTMAN

Şarkiyatçılık I Oryantalizm........

-·--··············-·-

.

··············· ····-·······················-··-······

• Modernleşme: Parça mı, Bütün mü? Batıltlaşma: Simge mi, Kavram mı? HİLMİ YAVUZ ......

.

............... ....

· ·· ··············· ············· · · ····· ············

············· ···················· ········

..

..... ...

1 89

212

T A N E L D E M i R EL

Cumhuriyet Döneminde Alternatif Batılılaşma Arayışlan

.......

• Yahya Kemal TANSEL G Ü NEY

................... ..

-·-·-·

.

. . . . . . .... .

... ............... ...........

.

...... ...

......... ..

21 8

................................ .............................. ...... 222

• Mümtaz Turhan

TAN E L DEMİREL .. .................. .................

... .. . ..

·· ···· ····································· ········-··

........ ......... .. . ..228

• Şark'm Sonbaharı: Geçmiş Ölürken

LEVENT YILMAZ........................................... ......................... ............................................ .. .......................... 239

TA N I L BO R A

Milliyetçi-Muhafazakar ve İslamcı Düşünüşte Negatif Batı İmgesi .............................................................

.

.... ........................

......................................

• Mustafa Şekip Tunç

NAZIM İREM ................ . .......................

.....

........................ .........................

......

.................................... .. .

251 256

C E N Gi Z A K T A R

Olmayan Avrupa Düşüncesi Üzerine

.. ................. .......

.....

.

.. .............................

.269

F A T M A GÜ L B E R K T A Y

Doğu ile Batı'nın Birleştiği Yer: Kadın İmgesinin Kurgulanışı

. ........ .................... ... ... . .................. .... ... . .......2 75

· I Ş T A R B . GÖ Z A Y D I N

Türkiye Hukukunun Batılılaşması

....................................

........................... ...............

• Tarık Zafer Tunaya

BÜLENT TANÖR ........... ......................... . ................ .. .................................. .. . ...

................. ... ..................

286

.290

TA N I L BO R A - Y. BÜ L E N T P E K E R - M I T H AT S A N C A R

Hakim İdeolojiler, Batı, Batılılaşma ve İnsan Haklan.. ..

• Ahmet Ağaoğlu

.298

....

.. ...................... ...... ................. ........ ............................. 304

M U RAT YILMAZ ..............................

• Hüseyin Cahit Yalçm

Y. DOGAN ÇETİN KAYA .................

· ···················

.......

.

.............. ...............................................

.......... ... .. . ................

314

T A N I L B O R A I S E L D A ÇA G L A R

Modernleşme ve Batılılaşmanın Bir Taşıyıcısı Olarak Sivil Toplum Kuruluş lan................

...

.

336

Ö Z GÜ R GÖ K M E N

28 Şubat: Bir "Batılılaşma Restorasyonu mu?"

........

347

i Ç i N D E K i L E R

OSMAN

K AF A D A R

Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tartışmalan •



..351

.........................

...........................

Hasan Ali Yücel

AYL İN ÖZMAN ............................................................................ .......................... ...........................................358

İsmail Hakkı Tonguç

AYLİ N ÖZMAN ·························· ························ ····· ·

························· ····························

......................... ...

368

SEÇi L D E RE N

Kültürel Batılılaşma •



..382

..................... ............................................................. ........................... ..................

Ekrem Akurgal

SUAVİ AYDIN ............................................................................ .. .................. . .. ............................................. ..388

Bafllllaşma Karş1S1nda Arkeoloji ve Klasik Çağ Araştırmaları

SUAVİ AY DIN .

. .

...... ..................................................... ........

...............................

.....

.

.......................

.

403

.. .....

ZEY N EP D i R E K

Felsefede Modernleşmeci Düşünce ............. ......................... ........ •

Türkiye'de Varoluşçuluk

ZEYNEP DİREK .. ...... .................. .... ................. ..

.................... .. ................ .

...... .......428

.

.

.. .. ... ...............

.

44 J

..... ... ...........

D O G A N Ö Z LE M

Türkiye'de Pozitivizm ve Siyaset..

. ........

.

452

............ ........... . .. ..... .............. ......................

K A Y A A K YI L D I Z

Mavi Anadoluculuk . .

. . .............



. .

.

.... ... ................... ........... ........................................ ..

Sabahattin Eyuboğlu

KAYA AKYILDIZ ......................... .......................... . •

Cevat Şakir Kabaağaçll .

.......... ...................

465

.... ........

. ............. ..... ... .. ....... .......4 72

Nurullah Ataç ve Etkilenme Endişesi

ORHAN KOÇAK ...........

. ..............

..................... ..................... .... .................... .............468

BARIŞ KARACASU .. ... . ............... .. . ..................... . . •

.

...............................................

..

.......... .

482

........ ..........................

FA R U K Ö Z T Ü R K

Cumhuriyet ve Ütopya

.......

..

.........

....... .

488

........................ .... . ......... ....................... ..... .....................

EROL KÖROGLU

Türk Romanında Batıcılığın Yeri ...........................................

.

. .... ............... 499

i Ç i N D E K i L E R

Ö Z LE M

BE R K

Batılılaşma ve Çeviri

.........

.51 1

.................................. ................................................. .... .. ............ ...........

A Y ŞE Ö N C Ü

Üniversite Reformu ve Batılılaşma........................ .. ........................................... . ... .521

• 1 �93 l_leforf!:IU ve Yabancı Öğretim Üyeleri

ATILLA LOK - BAGIŞ ERTEN .........................................................................................

Kaynakça'ya Dair Kaynakça Dizin

.......................................

...........................................

.....................

··· · ··············-·······--··············································· ············--·-

. .......................

.............................................................................. ..............................

Seçme Metinler

.53 7

..........................

···· · ··················· ·-··· ················-··· ·········

···-··············· ··· ···

..

.545

...........

560

577

....................................... ......

........ .. ......... .. .. ......................... ........ ................................................... ................... . .....

593

. .....

"Alem-i medeniyete iptida duhul esbab ve şeraitinin en birincisi bol şalvarı çı­ karıp dar pantolon giymektir. .. Mede­ niyete kesb-i kemal etmek ise başına bir üstüviine koymaktan ibarettir. Eğer içi boş ise bundan iiliisı olmaz. Zira as­ rın iisar-ı nefise ve nadiresini vaz ve hıfz edebilir. "*

ni bulacaksınız. Bu hasretin çeşitli

Eski güzel günlerini (her ne zaman

dında yatan semantik/semiyotik, si­

ve nerede yaşanmış ise) asla unuta­

yasal/ideolojik anlamlara, bunlara

mayan karmaşık bir toplumun yakla­

yol açan tutum ve davranışlara, söy­

ifade ya da eleştiri biçimlerini dile getiren Batı-Batılı-Batıcı; Avrupa-Av­ rupalılaşma-Avrupalılaştırma; asri­ lik-modernleşme-modernizasyon; muasırlaşma-çağdaşlaşma vs. jenerik terim ve kavramlara ve bunların ar­

şık üç yüz yıldır süregelen bir hasreti

lemlere; bunların toplumsal hayatı­

var: "Batılılaşmak / Modernleşmek /

mızın felsefeden siyasete, sanattan

Çağdaşlaşmak". Kavramları günlük

eğitime hayatın her alanına etkisini

dile çevirmek gerekirse, en yalın ve

biraz daha iyi kavrayabilir/kavram­

en doğru ifadeyle bunun "daha iyi ve

laştırabilir miyiz? Derlemenin sorun­

mutlu yaşamak" hasreti olduğunu

salı kısaca böyle özetlenebilir. Böyle­

söyleyebiliriz. Oysa sürecin kendisi­

likle amaç, Modem Türkiye'de Siyasi

ne, yani Batılılaşma ya da modernleş­

Düşünce bağlamında Batılı/Batıcı/mo­

me olgusunun evrimine baktığımız­

dernleşmeci düşünme biçimini top­

da, hele bunu dünya bağlamında ele

lumsal hayatın her alanına etkileri

aldığımızda meselenin bir hayli kar­

bakımından ve elden geldiğince ta­

maşık olduğunu görürüz. Bu ciltte,

rihsel bir perspektif içinde irdeleme­

anılan hasretin değişik açılardan dü­ şünsel/ideolojik bir değerlendirmesi(*) [Teodor Kasap), "Tersine Terakki", Diyojen, Sayı 16 (23 Mart 1871).

ye yöneliktir. T ürkiye'nin modernleşmesi hem uzunca bir geçmişe sahiptir, hem de gecikmiş bir modernleşme deneyimi-

S U N U Ş

dir. Öyleyse bu gecikmişlik nasıl aşı­ lacaktır; "yerel"le "modern" nasıl

mek için Avrupa'ya bakmışız, onun

bağdaştmlacaktır, "biz"e ve "onlar"a

gibi olmak istemişiz. Batı'nın/Avru­

ait olanların sentezi nasıl yapılacak­

pa'nın kendisi de, kendisine benze­

tır, özel ve kamusal alanlar nasıl uz­

mek isteyenlerin ya da onun kendisi­

laştırılacaktır? Ayrıca, T ürkiye'nin

ne benzetmek istediklerinin bu genel

Batılılaşma/modernleşme girişiminin

hasretini "Avrupalılaşmak" olarak ta­

temel eksikliği, yani tarihsel gelişme

nımlamış. Ya da bir zamanlar öyle ta­

içinde kapitalist bir sosyo-ekonomik

nımlamıştı: "Benim gibi olmalı, bana

taban kurulmadan, ona özgü kurum

benzemelisin!"

ve davranışların adaptasyonunun, bir

14

Avrupa gerçekten. Hasretimizi dindir­

Avrupa yaklaşık beşyüz yılda Avru­

başka deyişle sanayileşmeden "mo­

pa oldu. Dolayısıyla 19. yüzyılni orta­

dernleşme"nin, daha yalın bir ifade

larından itibaren, ister Rönesans, Re­

ile üretmeden tüketmenin ülkeyi içi­

form ve Endüstri Devrimi'nin, ister

ne soktuğu tıkanıklık nasıl aşılacak­

kısaca kapitalist toplumun sonuçları­

tır. Kaldı ki, kapitalizmle demokrasi,

nı/etkilerini kendine benzemeyen

bilimsel düşünce, insan hak ve öz­

toplumlara yaymaya girişti. Bu etki ya

gürlükleri, ergin kültür ve sanat

da dönüştürme, siyaset alanında de­

ürünleri arasında çoğu kez varsayıl­

mokrasi, ekonomi alanında kapitalist

dığı gibi açık ve önemli bir bağ var

üretim ve bölüşüm ilişkileri, kültürel

mıdır? Dolayısıyla yukarda anılan

alanda bilimsel birikimin düşünüş ve

son derece doğal, haklı ve insani has­

davranış biçimi ve hatta dinsel inan­

retin gerçekleştirilmesi için nasıl bir

cın (misyonerlik!) "başka" toplumla­

strateji izlenmelidir? Elinizdeki ki­

ra empoze edilmesi şeklinde ortaya

tap, bu soruların yanıtlarına cevap

çıkıyordu. Bu olguya Avrupalılaşma

bulmayı değil, ancak cevapların bu­

ya da Avrupalılaştırma denildi. Esas

lunması için gerekli kritik düşünceyi

itibariyle 16. yüzyılda başlayan ve 19.

ve geçmiş deneyimi irdelemek için

yüzyıl sonlarında zirveye çıkan ve te­

gerekli zihin açıklığını özendirmeyi

melinde Avrupa'da oluşmakta olan

amaçlamaktadır.

üretim biçiminin yani kapitalizmin

Yukarda anılan insani hasretin ifade

itici gücü olan bu yayılmanın başka

biçimleri üzerinde biraz durulmalıdır.

bir adı daha vardı aslında: Kolonizas­

Nedir "Batı"? Niye bizim yönümüz

yon ya da sömürgecilik. 20. yüzyılın

yaklaşık üçyüz yıldır Batı'ya dönük­

ortalarına kadar, sömürgeciliğin doğ­

tür? Kimi sözlükler, "Güneşin battığı

rudan ve dolaylı biçimlerine, lngiliz,

taraf, memleketimiz yönüne göre Av­

Fransız, Alman patentli türlerine ta­

rupa" diye tanımlıyor Batı'yı. Dünya­

nık olundu. Bir yandan Avrupa kendi

nın düz sanıldığı dönemden kalma

doğusunu ve batısını dönüştürürken,

bir betimleme de olsa, bizim batımız

Batı-dışı dünya da, anılan hasretini

S U N U Ş

gerçekleştirmek, daha mutlu yaşaya­

yor. Onun adındaki efsun daha iddi­

bilmek, bir anlamda Batı'yla baş ede­

alıdır: Küreselleşme. Bu yeni olgu,

bilmek için Batılılaşmak, Avrupalılaş­

Batı'nın kendi dışına dayattığı yeni

mak isteyecekti. Bu etkileşim Batı'yı

bir ilişkiler setidir. Önceleri "asrileş­

da, Batılılaşmak isteyenleri de ekono­

mek/Garplılaşmak", daha sonra "mo­

mik, toplumsal, siyasal ve ideolojik

dernleşmek/çağdaşlaşmak", şimdiler­

düzlemelerde değiştirdi, dönüştürdü.

de ise "globalleşmek/küreselleşmek"

Bu etkileşimin ya da gerilimin, daha

isteyen yada buna zorlanan bir top­

açık bir ifade ile kapitalist üretim ve

lumda, moda değimle "önümüzü gö­

bölüşüm ilişkilerinin yarattığı iki

rebilmemiz" için geçmişteki deneyim

dünya savaşından, s ö m ürgelerin

ve birikimimizi, siyasal-ideolojik

uyanmaya başlamasından sonra Batı­

planda irdelemek, değerlendirmek

lılaşma/Avrupalılaşma kavramlarının

gerekiyor. Bu cilt işte esas itibariyle

yerini modernleşme/çağdaşlaşma

bunu yapmaya çalışıyor. Her alanın

kavranılan alacaktı . Batılılaşma ya da

ya da konunun kapsandığı gibi bir id­

Avrupalılaşma kavramları hem cazi­

dia söz konusu olmadığı gibi, değin­

besini yitirmiş, hem de Avrupa'nın el.ı­

melerin ve çözümlemelerin kesin

şında başka Batı ya da Batılar ortaya

doğruları ortaya koyduğu gibi bir id­

çıkmıştı. Hasretin yeni adı artık fark­

dia da söz konusu değil kuşkusuz.

lıydı: Modernleşme. Bu değişiklikte

Batılılaşma/modernleşme başka top­

şu iki olgunun rol oynadığı söylene­

lumlar için olduğu kadar toplumu­

bilir: Birincisi, kapitalist sömürünün

muz için de özünde bir değişme ve

de, kültürel etkilemenin de biçimleri

gelişme sorunudur. Her değişim bera­

değişmişti. Üstelik modernleşmenin

berinde özlenen gelişmeyi getirmedi­

tek biçiminin Avrupa'nın yolunu izle­

ğine göre, sorunun değişim ve gelişim

mekten geçtiği konusunda kuşkular

gibi iki farklı düzlemde irdelenmesi

belirmişti. Yeni paradigmanın adı mo­

kaçınılmazdır. Bunun için de belki

dernleşme/çağdaşlaşma idi artık. Mo­

öncelikle "modernite projesi"nin ku­

dernleşme konusunda yeni kuramlar,

ramsal bir değerlendirmesi yapılmalı;

yeni yöntemler geliştirildi; tartışıldı,

"modemite" kavramı üzerinde durul­

değişik ülkelerde farklı stratejiler uy­

malıdır. Özellikle "modernite"sini

gulamaya konuldu.

kendi iç dinamiklerinden ziyade dış­

Yaklaşık bir kırk yıl kadar iki ku­

tan gelen etkilerle biçimlendirmeye

tuplu dünyanın hassas dengesinde

çalışan bir toplumda bu değerlendir­

zaman geçirildikten sonra, Batı'nın

me daha da önem kazanmaktadır. O

(coğrafi değil, sistemik olarak) yeni

zaman şu soru akla gelmektedir: Tür­

bir hurucuna tanık oluyoruz. Buna

kiye'nin modernleşme bağlamında bir

artık ne Batılılaşma/Avrupalılaşma ne

özgüllüğü var mıdır? Deneyimleri

de çağdaşlaşma/modernleşme deni-

başka toplumların deneyimlerine ne

15

S U N U Ş

ölçüde benzer ya da benzemez? Böyle

16

T ürkiye'nin Batılılaşma/modernleş­

bir sorgulama ister istemez, Batıcı si­

me çabaları, arkeolojiden, sosyoloji­

yasi düşüncenin ülkemizde geçirdiği

ye, ütopyacı düşünüşten iktisata, po­

evrelerin ve ortaya koyduğu özellikle­

zitivizmden maddeciliğe her alanda

rin irdelenmesini, T ürk modernleş­

izler bırakmıştır bu izlerin sürülmesi

mesini sorunsallaştıran paradigmala­

bir yandan Osmanlı/Türk Batılılaşma­

rın açımlanmasını gerektirir.

sının niteliğinin, diğer yandan anılan

Batılılaşma/modernleşme serüveni

alanlimn ve konuların epistemolojik

ekonomik ya da toplumsal tek bir bo­

ve ontolojik anlamda daha iyi kav­

yuta indirgenemediğine göre, zihni­

ranmasının yolunu açacaktır. Bu ça­

yet ve kimlikleri biçimlendirme işle­

baların sonuçta Batı'yı ve kendimizi

vinin de üzerinde durulmalıdır. Batı­

daha iyi tanımamıza vesile olabilece­

lıbşmanın bu yönü, yani kurum, zih­

ğini inkar etmek mümkün müdür?

niyet ve kimlik oluşturma sürecinin

Bu çabayı geçmişte sürdürmüş ya

değerlendirilmesi konuya yeni boyut­

da halen sürdüren, benzerleri giderek

lar getirecektir.

seyrekleşen, Adnan Adıvar, A hmet

Gerçi Türkiye'nin bir Batısı hep ol­

Hamdi Tanpınar, Tarık Zafer Tunaya,

muş tur ama bu aynı Batı değildir.

lsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Halide

"Hangi Batı?", daha doğrusu, "ne za­

Edip Adıvar, Hilmi Ziya Ülken, Per­

man ve niçin o Batı?" sorusunun da

tev Naili Boratav, Yaşar Kemal, Müm­

yanıtlanması gerekmektedir. Kaldı ki

taz Turhan, Mustafa Şekip Tunç, Ah­

solun, sağın, muhafazakarlığın ve li­

met Ağaoğlu, Ekrem Akurgal, lsmail

beralliğin Batı'ya bakışı farklı olmuş­

Hakkı Tonguç, Hasan Ali Y ücel, Saba­

tur. Batılılaşma/modernleşme olgusu

hattin Eyuboğlu, Halikarnas Balıkçısı,

bu farklılıkların çözümlenmesiyle da­

Ahmet Hamdi Başar gibi bilim, dü­

ha iyi anlaşılabilir. O kadar ki, Ba­

şünce ve sanat insanlarımızın Batılı­

tı'nın Doğu'ya bakışı, kısaca "oryanta­

laşma/modernleşme bağlamındaki

lizm" de bu sorgulamanın dışında bı­

düşünsel/ideolojik katkıları ya da et­

rakılamaz. Doğu-Batı sorunsalının

kilerini irdeleyen yazılar da çerçeve

felsefeye, hukuka, eğitime, kültüre,

içinde ana temaların arasına serpişti­

üniversiteye, kadın imgesinin kurgu­

rilmiştir.

lanışına varıncaya değin etkilerinin

Yukarda anılan eski hasret zaman

ayn ayn sorgulanması gerekir. Bu

içinde "Batıcılık" diye bir "meslek",

ciltte elden geldiğince bunlar yapıl­

"Batıcı" diye bir tipin de yaratılmasını

maya çalışılmaktadır. Kuşkusuz farklı

beraberinde getirmiştir. Her ne kadar

duruşları, bakış açıları olan değişik

bağımsız bir akım olarak örgütlendi­

kuşaktan aydınların ve biliminsanla­

ğini söyleyemesek de bu düşünce çiz­

rının kendi düşünsel/ideolojik pers­

gisinin ya da siyasi duruş ve tercihin

pektifleri ve sınırlan çerçevesinde.

her yönüyle Batı'ya (özellikle Batı Av-

S U N U Ş

rupa'ya) benzemeyi özleyenlerin de­

ği, medeniyeti alınacak ama harsına,

ğişmeci/gelişmeci ekseninden, Ba­

kültürüne sırt çevrilecek bir referans

tı'nın kimi üstyapısal kurumlarını,

çerçevesi; sömürünün ve emperyafiz­

davranış biçimlerini benimsemeyi

min somutlanmış biçimi olmaktan;

amaçlayan bir tercihler skalasına de­

hakların ve özgürlüklerin kabesi, ye­

ğin farklı tezahürleri olmuştur. Bu te­

gane uyga rlık timsali, onun gibi

zahür farklılığından olsa gerek birin­

olunması istenilen/özlenen bir ütop­

cilere "gerçek Batıcı", ikincilere ise

ya olmaya kadar çok değişik anlam

"taklitçi" yaftaları bile yakıştırılmıştır.

ve kavramlaştırmalara konu olmuş­

Batılı ile Batıcıyı ayıran temel kısta­

tur. O kadar ki, Batı'nın bugün nesi

sın, Batı'ya nasıl ve ne kadar benzeni­

varsa, üzerinde yaşadığımız coğrafya­

leceği konusundaki ayrımla, bu dö­

dan kaynaklandığını ileri süren dü­

nüşümü kimin yapacağı konusundaki

şün ve sanat insanlarımız dahi vardır.

tercihte saklı olduğu söylenebilir. Da­

Dolayısıyla, Modern T ürkiye'de Siyasi

ha da önemlisi devlet ve siyasal elitler

Düşü n c e nin Batılılaşma/modernleş­

eliyle gerçekleştirilecek 'bir dönüşü­

meye ayrılan bu cildinin, bir yandan

'

mün, Batılı bir toplum ve bireyler de­

bu değer ve anlam çeşitliliğini netleş­

ğil en çok Batıcı tipler yaratabileceği

tirme bir yandan da o eski hasreti,

ve bunun da Batılılığın özüne aykırı

"daha iyi ve mutlu" yaşama hasretini

olduğu ileri sürülebilir.

gerçekleştirme yolunda en küçük bir

"Batı", siyasal/ideolojik kültürü­ müzde çok eski bir düşman, Hıristi­ yanlar yada zenginler kulübü; tekni-

katkısı, ortaya konan çabaların ma­ nevi ödülü olacaktır. Uygur KOCABAŞOCLU

17

Türkiye'de Siyasal Düşüncenin Gelişimi Konusunda Bir üst Anlatı i L HAN T E K E Li

G1R1Ş Osmanlı imparatorluğu ve Cumhuriyet dönemlerinde siyasal düşüncenin gelişi­ mini, bir düşünce tarihi anlayışı içinde, dünyada ve Türkiye'de gelişen düşünce­ lerin birbirini izlemesi ve etkilemesine dayanan bir anlatı kurarak ele almak ola­ naklıdır. Böyle bir anlatının, olayları ve olguları doğrudan yaşayanların kendi de­ neyimlerini anlatabilmeleri için uygun ol­ duğu söylenebilir. Oysa yaşanan tarihle yazılan tarih arasında uzun bir zaman aralığı varsa, toplumsal değişme ile dü­ şünceler arasındaki etkileşimi daha açık olarak ortaya koyabilecek üst anlatılar kurmak olanaklı hale gelir. Böyle bir üst anlatı, dünyada modernite projesinin gelişmesi ve Osmanlı lmpara­ torluğu'nu dönüştürürken parçalaması ve bunun içinden Türkiye Cumhuriyeti'nin doğması ve gelişmesini sürdürmesi olgu­ sunu ana değişme çizgisi alarak kurulabi­ lir. Bu tür bir üst anlatının kurulması, toplumun karşılaştığı değişme sorunsalı­ nı ve bunun siyasal düşünce üzerindeki yansımalarını daha derinden kavramaya olanak verecektir. Modernite projesi Avrupa'nın Kuzey A tlanti k kıyılarında o rtaya çıkmıştır. Önemli olan onun yeri değil niteliğidir. Bu proj enin içeriği onu kaçınılmaz olarak

dünyayı değiştirmeye yöneltmektedir. Eğer bu proje dünyanın başka bir yerinde de ortaya çıkmış olsaydı, aynı biçimde tüm dünyayı değiştirecek bir etki yarata­ caktı. Modernite projesi tabii ki, Aydınlan­ ma'nın bir çocuğudur. Aydınlanma ise in­ sana ve akla güvene dayanmaktadır. Bir yandan insan aklının doğanın ve toplum­ sal düzenin işleyişini kavrayabileceğine ve geliştirdiği yasa ve kuralları insanların m u tl uluğu için kullanabileceğine, öte yandan, bir insan için iyi olanın ancak o kişi tarafından belirlenebileceğine inanıl­ maktadır. Bu yolla insanın kaderi ilahi olanın elinden alınmakta ve insanın eline teslim edilmektedir. Modernite projesi de bu temel varsayımlar üzerinde kurulmuş­ tur. Söz konusu m odernite proj esinin dört temel boyut üzerinde geliştiği söyle­ nebilir. Bunlardan birincisi ekonomik boyuttur. Modernleşmenin ekonomik yüzü dediği­ mizde, kapitalist ilişkiler içinde, fosil ya­ kıtlardan elde edilen enerj iye dayanarak üretim yapan sanayileşmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Bu toplumda ürünler meta­ laşmış, emek ücretli hale gelmiş, liberalist mülkiyet anlayışı kurumsallaşmıştır. Bu yolla yıkıcı bir yaratıcılığa alan açılarak teknoloj i k gelişmenin hızlandırılması sağlanmıştır.

M

20

O

O

E

R

N

L

E

Ş

M

E

ikincisi, bilgiye, ahlaka, sanata yaklaşı­ mıdır. Bu üç alanın birbirine indirgene­ meyen otonom alanlar olduğu kabul edil­ mektedir. Toplumsal olguların doğru bir temsilinin yapılabileceğine, dolayısıyla nesnel ve evrensel geçerlilik iddiası taşı­ yan bir toplumbilimin kurulabileceğine inanılmaktadır. Bu durumda dil, bu bilgi­ yi etkilenmeden aktarabilen saydam bir aracı olarak görülmektedir. Evrensellik iddiası sadece bilim alanında değil, ahlak ve hukuk alanında da kendisini göster­ mektedir. Hukukun ve ahlakın yani de­ ğerler alanının da evrensellik iddiası taşı­ yarak kurulabileceği kabul edilmektedir. Modernitenin üçüncü boyutunu gele­ neksel toplum bağlarından kurtulmuş, kendi aklıyla kendini yönlendiren bireyin doğması oluşturmaktadır. Bunlar, eğitil­ miş, kapasiteleri artmış, belli bir yöreye bağlılığı azalmış, tarihsel gelişme içine kendini yerleştirebilen, yer değiştirebilen, akışkanlığı artmış bireylerdir. Geleneksel bağlılıklardan kopmuş, bireyleşmiş ve bu modern toplumun yurttaşı haline gelmiş­ lerdir. Bu bireyler daha büyük bir top­ lumsal alanda eşit sayılan ve anonim iliş­ kiler içindeki üyeler olarak yer almakta­ dır. Yani yerelin ötesindeki bir kamusal alana bir yurttaşlık sorumluluğuyla katıl­ maktadırlar. Dördüncü boyut ise gelişen kurumsal yapıdır. Bu tür ekonomik faaliyetler için­ deki, bu tür bireylerden oluşmuş, kendi yaptıkları üzerine düşünen ve onları ge­ liştirmeye çalışan toplum yeni bir örgüt­ lenme biçimi ortaya koymuştur. Bu dü­ zen kısaca ulus-devlet olma ve demokra­ tik süreçlere dayanma özellikleriyle özet­ lenebilir. Yerel bağlamdaki toplumsal iliş­ ki biçimini aşarak, daha büyük ve yaygın bir mekanda toplum içi dayanışmanın ve anonim toplumsal ilişki kalıplarının oluş­ turulabilmesi için ulus kimliklerinin ge­ liştirilmesi gerekmiştir. Kendisi için iyi olanı değerlendirebilen, eşit bireylerden meydana gelen, böyle bir toplumda yöne-

V

E

B

A

T

c

K

timin meşruiyeti de, ancak demokratik süreçlere dayanarak temellendirilebilir. Bu projeyi geliştirebilen toplumlar, iç­ lerinde güçlü dinamikleri barındırmakta­ dır. Bir yandan hızlı bir teknolojik geliş­ meye ve dolayısıyla üretim artışına açık­ tırlar. Böyle hızla büyüme potansiyeline sahip ve kapitalist yapıdaki bir ekonomi için ulus-devletin sınırları dar. gelmekte, dışa yayılma ve kendi dışındaki dünyayı dönüştürerek ekonomik denetime alma eğilimini taşımaktadır. Öte yandan bu eğilime, bilgiye ve hukuka yaklaşımında­ ki evrensellik iddiası da eklenince kendi dışındaki dünyayı dönüştürme po tansi­ yeli daha da güç kazanmaktadır. Yani bu projenin gelişmiş olduğu bir ulusun eko­ nomisi ve hukuk anlayışı o ülke içine hapsedilememekte, yarattığı dış çelişki­ lerle sürekli olarak o ülke dışına yayıl­ maktadır. Bu projenin doğurduğu bir ulus-devlet, taşıdığı dış çelişkinin yanı sıra, iç dinami­ ğini harekete geçiren bir iç çelişki taşı­ maktadır. O da, modernite projesinin ku­ rumsal yapısının toplumdaki bireylerin eşitliği varsayımı üzerinden geliştirilmiş olmasına karşın, ekonomik işleyişinin bi­ reyler arasındaki eşitsizliği sürekli artır­ masından kaynaklanmaktadır. Bu da bir iç çelişki yaratmaktadır. Modernitenin kendi eyleminin sonuçları üzerinde dü­ şünme ve eleştirme niteliği bu iç çelişki ile bir araya gelince içinden sosyalist bir modernite projesinin gelişmesine neden olmuştur. Bu nedenlerle modernite projesi, dün­ yanın herhangi bir noktasında, bir kez or­ taya çıktı mı, tüm dünyayı dönüştürecek etkiler yaratacaktır. Bu projenin dünyayı dönüştürme biçimi, yeryüzünün değişik yörelerinde, o yerin koşullarına, olanakla­ rına göre farklı olarak gerçekleşecek, öz­ güllükler yaratacaktır. Modernite projesi­ nin bu yerellikleri dönüştürmesi otomatik olarak kolayca gerçekleşmemektedir. Her toplum kendi düzeninden isteyerek vaz-

S i YA S A L

DÜŞÜNCE N i N

G E L i ŞiM i

K O N U S U N D A

B i R ÜS T

A N LATI

21

geçmemekte, kendi düzenini yeniden üretmeye çalışmakta, yani modernitenin yayılmasına karşı direnmektedir. lşte mo­ dernitenin ortaya çıktığı kapitalist merke­ zin dışındaki çevre ülkelerinde, moderni­ tenin etkilerine karşı direnmenin değişik biçimleri, değişik siyasal düşünceler ha­ linde kendilerini ifade etmektedirler. Modemitenin özelliklerini burada öne­ rilen dört ana boyutla özetlemek kuşku­ suz ancak günümüzde yapılabilen bir ba­ sitleştirmedir. Bu, sürekli gelişmelerle za­ man içinde açıklık kazanmış bir projedir. Bu proje sürekli olarak kendisini yeniden üretirken, geliştirmekte, kendisini aşmak­ ta ve yeni biçimler kazanmaktadır. Mo­ dernite projesinin sürekli olarak gelişmek­ te olması ona karşı gösterilen direnmenin ya da onunla ilişki kurma biçimlerinin de sürekli olarak yeniden tanımlanmasını ge­ tirmektedir. Çevre ülkelerdeki siyasal dü­ şüncenin gelişmesinin gerisindeki dinami-

ğin bir yönünü de bu sürekli yeniden ta­ nımlanma gereği oluşturmaktadır.

MODERNITE VE SANAY1LEŞME ÖNCESi BiR IMPARATORLUCUN MODERN�TE PROJESiNiN ETKlSI ALTINDA DÖNÜŞMESi Osmanlı imparatorluğu modernite ve sa­ nayileşme öncesi imparatorlukların en gelişmiş örneğidir denilebilir. Çok büyük alanlarda, farklı dinsel inanışları olan, çok sayıdaki kavmi bir düzen altında tuc tabilen ve bu büyük alanda kurduğu Os­ manlı Barışı'nın sağladığı olanaklarla lm­ paratorluk'ta yaşayanlara ek bir refah sağ­ layabilen bir örgütlenmesi vardır. Moder­ nite öncesi bir imparatorluk olduğu için yönetimi meşruiyetini ilahi olandan al­ maktadır. Sultan ilahi olanın dünyadaki temsilcisidir. Onu n düzenini dünyada gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sultanın sülalesi bu uğraşın sürekliliğini sağlaya-

M

22

O

D

R

N

E

Ş

M

E

caktır. Bu imparatorluk, sanayi devrimi öncesi koşullarda oluştuğu için örgütlen­ mesini ve kurumsallaşmasını o dönemin üretim, ulaşım ve haberleşme teknolojisi­ nin sınırları içinde gerçekleştirmiştir. Sı­ nırlı bir merkezi ordusu, askeri düzeniyle bütünleşmiş bir toprak düzeni vardır. Bu düzen içinde reaya toprağa bağlıdır. Mül­ kiyet düzeni sultan, tımar sahibi ve reaya arasındaki işbölümünü düzenlemektedir. Millet sistemi de değişik dinlere mensup reayanın bir çatışma içine girmeden bir arada yaşamasına olanak vermektedir. Modemite projesinin bu nitelikteki Os­ manlı İmparatorluğu ile ilişkiye girmesi ve onu dönüştürürken, ulus-devletlere parçalayarak ortadan kaldırması kısa sü­ rede , birden gerçekleşebilecek bir olgu değildir. Osmanlı İmparatorluğu gibi ol­ dukça karmaşık bir sistemin dıştan gele­ bilecek etkilerle kolayca dönüşmesi bek­ lenemez. Modemite projesi doğrultusun­ da gelişen toplumlarla ilişkilerinde, Os­ manlı yönetiminin bugün bizim yapabil­ diğimiz gibi modemite projesinin bütü­ nünü görmesi, ortaya çıkaracağı uzun erimli sonuçları kestirerek ve değerlendi­ rerek bir seçme yapması söz konusu de­ ğildir. Onlar ancak yaşamları içinde karşı­ laştıkları olaylar ve yaşadıkları başarısız­ lıklar sonucunda modernite proj esinin sonuçlarından etkilenecek ve ona uyum sağlacaklardır. Bu ise ancak küçük küçük değişmelerin ortaya çıkması şeklinde ola­ caktır. Bu değişiklikler zaman içinde biri­ kecek, daha önemli değişiklikleri hem olanaklı hem de zorunlu kılacaktır. İmparatorluğun, modemite projesinin Avrupa'da ortaya çıkardığı gelişmelerin sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığı dönem­ den, içinden bir ulus-devlet çıkardığı dö­ neme kadar geçen sürede modemite pro­ jesiyle ilişkilerini kurduğu aşamalar şöyle özetlenebilir: Birinci aşama, karşılaşılan sorunların çözümünü varolan siyasal ve sosyal sis­ tem içinde arama dönemi olarak adlandı-

V

E

B

A

T

c

K

rılabilir. Bu aşamada İmparatorluk sorun­ larla karşılaşmaktadır. İşlerin eskisi gibi yolunda gitmediğinin farkındadır. Ama karşılaştığı modemite proj esinin niteliği­ nin farkında değildir. Dolayısıyla, bu dö­ nemde çözüm arayışlarını modemite pro­ j esiyle ilişkilendirme hiç akla gelmemek­ tedir. Sorun varolan düzenin bozulmuş olmasında görülmekte ve çözüm eski dü­ zenin ihya edilmesinde aranmaktadır. Bu­ mm ötesinde yapılacak değişiklikler varsa o da kurulu düzenin kurumlarında yapı­ lan bazı değişikliklerle sınırlı kalacaktır. Örneğin, eğer savaş kaybediliyorsa o hal­ de merkezi ordunun güçlendirilmesi ve büyütülmesi sorundan kurtulmak için yeterli görülmektedir. Modemite projesi topluma h enüz sızmamıştır, tamamen dıştadır. Bu çözüm belli bir süre işler gibi görünse d e , sistemin kendini yeniden üretemez hale gelmesini engelleyemeye­ cektir. Verilen örneği izlemeyi sürdürür­ sek, büyüyen merkezi ordunun devletin harcamalarını artıracağını, devlet gelirle­ rinin yetişmeyeceğini, devletin önemli mali sorunlarla karşı karşıya kalacağını hemen fark ederiz. Bu geçen sürede karşı­ laşılan çözümsüzlükler karşısında artık modernite proj esini görmezden gelme olanağı kalmamıştır. Bu ise yeni bir aşa­ maya geçişi getirecektir. İkinci aşamada modemite projesi yö­ netimin araçsal bir mantıkla yaptığı re­ formlara i çerilmiş olarak topluma gir­ mektedir. Bu dönemde artık modemite projesinin geliştirildiği Avrupa ülkeleri­ nin tanınması arayışları ve bulunacak çö­ zümlerde onlardan etkilenme başlamıştır. Bu arayışlar ve etkilenme daha çok yöne­ tici kadrolar içinde kalmaktadır. Yönetici kadrolar bir yandan ilişki içinde oldukları dış güçlerin temsilcilerinin etkisiyle, di­ ğer yandan karşılaştıkları sorunların bas­ kısı altında eski kurumsal yapıları değiş­ tiren, yerine modem kurumları getiren reformları yapmaya başlamışlardır. Bu aşamada da modemite projesi İmparator-

S i YA S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

luğa salt bir siyasal düşünce olarak değil yapılan reformlara içerilmiş olarak gir­ mektedir. Bu reformlarda bir siyasal seç­ me değil, sorunlara çözüm bulmaya çalı­ şan araçsal bir mantık egemendir. Bu aşamada, modernite projesi sosyal sistemi birinci aşamada olduğu gibi dış­ tan değil, tersine içine sızarak içten etki­ lemeye başlamıştır. Modernite projesinin bu aşamada sistemi etkilemesi üç yolla olmaktadır denilebilir. Birincisi, ekono­ mik kanalla, yani piyasa mekanizması yo­ luyla olmaktadır. Önce dış ticaret yoluyla başlayan bu etkileme daha sonra iç ticare­ te yayılacaktır. Bunun bir tür difüzyonist bir etkileme olduğu söylenebilir. Ticaret alanında başlayan bu gelişmeler ilk olarak mülkiyetin güvence altına alınması, daha sonra üretim üzerinde sanayi öncesi dö­ nemden kalan denetimlerin kaldırılması vb. konulara yayılacak ve modernitenin kurumlarının çok yönlü gelişmesine ne­ den olacaktır. ikincisi ise modernitenin gerektirdiği ekonomik ve siyasal ilişkile­ rin kurulabilmesi için bir önceki dönem­ dekinden çok fazla sayıda eğitilmiş kişi gerekmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu gereksinmeyi karşılamak için önce ülke dışına öğrenci gönderilmekte, daha sonra ülke içinde m odern eği tim kurumları yaygınlaşmaya başlamaktadır. Böylece eğitim yoluyla modernite içinde gelişen bilgi, hukuk ve sanat anlayışları topluma girmeye başlamış o lmaktadır. Artık geç aydınlanan ülkenin erken aydınlananları b" u lunmaktadır. Bu erken aydınlananlar kendilerini bir misyon içinde görmekte­ dirler. Modernitenin yayıcı aktörleri olma işlevini yüklenmektedirler. Bu yolla, tica­ ret ilişkileri dışında bir başka difüzyonist süreç işlemeye başlamaktadır. Üçüncüsü ise gerek piyasa güçlerinin, gerek geç ay­ dınlanan ülkenin erken aydınlananlarının getirdiği kurumsal yeniden düzenlemele­ rin, ülkenin değişen dünyaya uyumunda yeterli olmaması üzerine, sistemin siyasal ve ekonomik bunalımlarla karşı karşıya

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N LAT I

kalması ve sistemi, bu bunalımlardan çık­ mak için daha köklü yeniden düzenleme­ ler yapmak zorunda bırakmasıyla gerçek­ leşmektedir. Artık bu yeni düzenlemelere yol gösterici bir siyasal düşünce olarak modernite bulunmaktadır. Bu aşamada gerçekleşen kurumsallaş­ malarla, lıireyin oluşmaya başlamış olan özel alanı güvence altına alınmıştır. Aynı zamanda da bu bireylerin bilgi edindikle­ ri, birbirlerini etkilemeye başladıkları bir kamu alanı ortaya çıkmaya başlamıştır. Kamu alanının oluşmasında informel et­ kileşme kanallarının yanı sıra, gazetelerin yayımlanmasıyla daha örgütlü kanallar da etkili olmaya başlamıştır. Yöneticilerin meşruiyetini sağlamakta artık ilahi olana dayanmak tek başına yeterli o lmaktan çıkmaktadır. Aynı zamanda kamu alanın­ da da yapılan uygulamaların haklılığını, akılcılığını savunma gereği duyulmakta­ dır. Böyle bir kamu alanının ortaya çık­ maya başlaması, modernite proj esinin çevredeki bir imparatorluğu dönüştürme sürecinde üçüncü aşamaya gelindiğinin bir işareti olarak görülebilir. Üçüncü aşama, modernite projesiyle ye­ ni ilişki kurma biçimleri öneren, belli bir biçimde iktidar talebi içeren, bunu kamu alanını etkileyerek gerçekleştirmeye çalı­ şan iktidar dışındaki kişi ve grupların si­ yasal düşünce ve hareketlerinin gelişmesi­ dir. Ancak bu aşamada, yani bir kamu ala­ nı oluşmasından sonra siyasal düşüncenin pratikteki etkisinden söz edilebilir. Böyle­ ce siyasal düşüncenin modemite projesi­ nin yarattığı dönüşüm süreci içindeki yeri açıklık kazanır. Burada gelişen bir siyasal hareketin mutlaka modernite projesi para­ lelinde olması gerekmez. Buna karşı bir direniş projesi de olabilir. Ama her halde modemite projesine göre bir ilişki seçme­ sini içerecektir. Böyle bir seçimin yapıla­ bilmesi için de toplumda modernite proje­ sinin bütünü için bir görüşün ya da kav­ rayışın gelişmiş olması gerekir. Bu aşamada ortaya çıkan siyasal düşün-

23

M

O

D

R

N

E

M

E

A. Hamdi Tanpınar O G U Z DEMİRALP

24

"En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nas ı l bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve ben l ik buhran ının çocukla­ r ı y ı z . . . " Beş Şehir kitabında İsta n b u l üzeri ne yazd ıkları n ı n s o n sayfasında b u söz l e re yer verm i ş o l a n A h m et Hamdi Tanpınar, yalnızca yaz ın değil, düşü nce tarih imizin d e önemli isim le­ rinden b i r i d i r. Düşünce tar i h i yerine "kend imiz üzerine düşünme tarihim iz" deni l i rse, Ahmet Hamdi'nin önemi da­ ha kolay anlaşılabil i r. Ahmet Hamd i'nin düşüncesinin mer­ kezinde, Türkiye'nin, kendi deyim leriy­ le, eskiden yeniye geçişi, uygarl ık de­ ğiştirmesi, yani toplumsal/kültürel kim­ liğinin değişmesi vard ı r. Ahmet Ham­ di'nin üstüne kafa yorduğu kimlik soru­ nu, asl ında, Türkiye'de birkaç gün ge­ ç i ren, b i raz gözlemci b i r yabanc ı n ı n ayrı msayab i l eceği den l i görün ü r nite-

ce için kritik olan husus, bir tür iktidar talebi içermesidir. iktidarın ilahi olana da­ yandığı bir toplumda bir tür iktidar talebi içeren bir siyasal düşüncenin ya da hare­ ketin gelişmesinin pek çok zorlukla karşı­ laşacağı açıktır. Toplumda modernite pro­ jesinin siyasal muhalefete tolerans anlayı­ şının kabul edilebilmesi için modernite projesi doğrultusunda önemli ölçüde yol alınması gerekecektir. Bu nedenle, ilk ge­ lişen siyasal düşünceler, varolan iktidarın

v

B

A

T

c

K

likted ir. O güzelim camileri, kervansa­ rayları, çeşmeleri, hamamları, ahşap evleri yapanlarla apartman diye anılan bugünkü ç i rkin binaları ya d a o kor­ kunç iş hanları n ı ya da kişil iksiz gökde­ len m ü sved d e l e r i n i yapa n l a r ı n ayn ı ul ustan olduklarına Türkiye'yi b i l me­ yen bir yabancıyı inandı rmak güçtür. Nerdeyse apayrı iki kimlik söz konusu diyenleri vard ı r. Çarpıcı olsun diye mimari alan ı ndan örnek getirdik. Yeniyle eski arasında üs­ tün l ü k y a r ı ş m a s ı d ü z e n l emek d e ğ i l amacım ız. Ancak hangi alanda nesnel bir karşılaştırma yap ı l ırsa yapı lsın varıla­ cak sonuç ayn ıdır: Eski ile yeni arasında b i r benzemezl ik i l işkisi görü l ü r. Ayn ı topraklarda, aynı halkta zaman içinde bu denli büyük bir değişimin tek nedeni olabi l i r: Toplumsal/kültürel bir kırı l ma ya da kopma meydana ge l m iştir. 1 9 . yüzyı lın başından beri gelişen modern­ leşme süreci, Cumhu riyet' in kurulma­ sından sonra art arda hızla yapı lan deği­ şikliklerle eski düzeni devirmiş; gerçek­ ten devrim olmuştur. Geçmişten kopuş, ileriye doğru atıl ıştır bu ed im. Kaldı ki, Cum h u riyet' in Osma n l ı'ya karşı kurulmuş olduğu kesindir. Kurtu­ luş Savaşı ya l n ııca d üşman işga l i n i n sona erdiril mesi sonucunu vermemiştir. Ayn ı zamanda ü lke içinde yaln ızca si-

yani sultanın meşruiyetini sorgulamaktan çok, yönetimin işleyişindeki hatalara yö­ nelecek, taleplerinde sınırlı reformlarla yetinecek, iktidar arayışları da daha çok bürokrasinin de üst kademlerinde deği­ şiklik sağlamaya ve bu kademelerde yer almaya yönelecektir. Bu sınırlı iktidar ta­ lebinin kamusal alanda yaratılan etkiler­ den de yararlanarak gerçekleştirilebilece­ ğini varsaymaktadırlar. Ama öngörülen değişiklikler daha kökten oldukça ve ikti-

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

yasal değ i l kü ltürel, top lumsal düzen de değiştiri l miştir. Aslında her devrim ya da kökl ü deği­ şim, geçmişten kopuşu getirir. Fransız Devrimi de, Reform hareketleri de geç­ m işle aralarına set çekmek, her şeyi ye­ niden kurmak amacını taşım ışlardır. Bu tür değişimler paradigma değişikliğidir. Paradigma değişince en kalıcı sand ığı­ mız şeyler, gelenekler bile değişir. Ne var ki, eskiden, geçmişten bütü­ nüyle kopuş o l a n a k l ı değ i l d i r. İ nsan doğas ı bu; top l u msal yaşamın değiş­ mez yasası. Eski, üzerine konuşmasak, konuşmayı yasaklasak bile, yan ı başı­ m ızda, i ç i m izdedir. Bel leğim izded i r, bil inçdışım ızdadır. Hele o eski bizimki gibi kökl üyse . . . B i rçok ayd ı n ı m ıza gö­ re, Türk insan ı , i l e r l emeci/deği ş i mci Batı uygarl ığına ayak uydurmaya çal ı­ şan daha n ice toplum gibi, iki kimlikli ya da kiml iği ikilikli hale gelmiştir. Do­ layısıyla bu i k i k i m liği bağdaşt ı rabil­ mek ya d a k i m l i k i k i l i ğ i n i giderebil­ mek, bir Türk insanı olarak bu ikil iği i ç i n d e yaşa d ı ğ ı n ı/ta ş ı d ı ğ ı n ı d ü şünen b i rçok ayd ı n ı m ız ı n ü stünde d u rduğu bir konu olagelm iştir. Türkiye'deki çeşitl i ayd ı n kesimlere göre, bu ikil iğin önemli bir nedeni, yeni düzenin geçmiş ile yaptığı hesaplaşma­ da, en hafif deyimiyle söylersek, biraz

dar talebi daha belirgin hale geldiğinde bu siyasal düşünce oluşmuş sınırlı kamusal alanda serbestçe kendisini ifade şansı bu­ lamayacaktır. Bu siyasal düşünce gizli ka­ lacak, yurtdışında ya da yeraltında örgüt­ lenerek etkili olmaya çalışacaktır. iktidar talebini gerçekleştirebilmek için siyasal darbeler ya da ayaklanmalar yoluna baş­ vuracaktır. Bu çabalarda başarılı olunabi­ lirse yeni bir aşamaya geçilecektir. Bu ni­ hai aşamaya nasıl ulaşılacağını çoğu kez

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N L A T !

25

Hem Doğulu !ıem Batılı hissiyatın "lıuzııt"sıız ikircikliği, modern ve ınulıafazakiir'ııı karşıt devinimi... "Yekpare geniş bir iinııı parçalanmış akışı "nın eşsiz anlatıcısıydı Tanpıııaı:

i nsafs ı z davra n m ı ş o l ma s ı d ı r. T ü rki­ ye'deki modern leşme s ü reci ayn ı za­ manda u l us-devlet yaratma s ü reci d i r. Batı'da olduğu gibi Türkiye'de de u l us­ devlet oluşturulurken, geçmişi belirli bir açıdan yeniden kurmak ya da ü retmek gerek m i şt i r. Bu amaçla İ s l a m öncesi Türk tarihinin keşfine çıkı larak önemli bir ad ım atı lmıştır. Ancak Osman l ı dö-

uluslararası konj onktürün olanakları ya da tarihsel süreç belirleyecektir. D ö rdüncü aşamada impara torluğun parçalanarak ulus devletlere dönüşmesi gerçekleşecek, yeni iktidarın meşruiyetini ilahi olan değil, halkın demokratik seç­ meleri belirleyecektir. Bu aşamada iktida­ rın değişmiş olması artık modernite pro­ jesinin utangaç yayılmacılığının yerini ra­ dikal bir modernite proj esinin almasına neden olacaktır. Kurulan ulus-devlt:t için-

M

26

O

D

E

R

N

L

E

M

nemine karşı genelde olumsuz bir tu­ tum alınmıştır. işte bu noktada, Osman­ lı geçmişimizle hesaplaşırken yeni dü­ zenin aşı rıya kaçtığı öne sürülür. E lbette, modern Türk düşünce tarihi içinde bu konuyu irdeleyen çoktur. Tu­ tucu düşünce okulunun sürekli beslen­ diği kaynaklardan biri olagel miştir bu konu (giderek siyasal istismar malzeme­ si b i l e yap m ışlard ır). Örneğin, Ahmet H a m d i ' n i n bir bak ı m a ustası sayd ı ğ ı Yahya Kemal'in a n a izleklerinden biri, yeni düzen in eskiye bakışı n ı eleştirmek­ t i r. Sabri Ü lgener'den Şerif Mard i n'e pek çok bilim adamı da bu konuyu eni­ n e boyun a işlemişle rd i r. Öte yandan, sol düşüncede, ATÜT'çülük ve Kemal Tah i r ile birl ikte, Cumhuriyet' i ve Ata­ türk'ü eleştirmek bir ara moda olmuştu. O günün koşu l larında yen i devleti ve d üzen i otu rtm ak i ç i n , bugün geriye doğru bakıld ığında aşırılık gibi görünen birçok davranışın kaçınıl maz olduğunu pek kabul etmek istemeyen ya da deği­ şimi tam olarak içine sindiremeyen bir­ çok kesi m bu tür negatif yaklaşım ları destekleyegelmişlerdir. Ancak Ahmet Hamdi'nin duruşunun b ütün b u n lardan, öze l l ikle ken d i s i ne sahip çıkmaya çal ışan tutucu kesimden ve Yahya Kemal' den ayrımlı olduğuna inan ıyorum . Kabaca söylemek gerekir-

de uluslaşma bu radikal modernite anla­ yışı içinde gerçekleşme sürecine girecek­ tir. Her radikal modernite projesinin uy­ gulanmasına bir misyon anlayışı içinde öncülük eden kadroların başarılarının ni­ hai sınanmasını demokratik süreçler için­ de kendilerini yeniden üretmeyi gerçek­ leştirebilmeleri oluşturacaktır. Bu tür bir sınanma kaygısı radikal modernite proje­ sinin popülist bir nitelik kazanmasına yol açabilecektir.

V

E

B

A

T

c

L

K

se, Ahmet H a m d i de, d iğerleri g i b i , geçmişimizle bugünümüz arasında b i r sürekl i l i k i l işkisi olması gerektiğini sa­ vunuyordu. " Bunu, Osmanl ı geçmişini yadsıyarak yapmak herhalde olanak l ı değildir. Geçmişi değiştiremeyeceğimi­ ze göre geçm i ş ile i l i şkimizi değiştir­ memiz gerekir," d iyordu. Ayrımı, duruşunun ayırıcı özell iğiyse bence şudur: Diğerleri "süreklilik için­ de değişim" derken, Ahmet Hamdi'nin düşüncesi "değişim içinde sürek l i l ik" yön ü n d e ev r i l m i şt i r. G e r ç i A h m et Hamdi'nin kend isi de "devam ederek değişmek ve değişerek devam etmek" demiştir. Ancak "ve" sözcüğünün ön­ cesinde ve sonrasında yer alan iki to­ parlamanın birbirine eşit oldukları, ay­ nı anlamı taşıdıkları kan ısında deği l i m . Ahmet Hamdi b i l e b u i k i sözü birbirine eşitm işçes i n e k u l l a n d ı ğ ı i ç i n (Yahya Kemal'in Ahmet Hamdi üzerindeki et­ kisi yüzünden olabi lir), aralarındaki ay­ rımı görmek kolay deği l . Ahmet Ham­ di'yi güçlü bir mercek altına al ınca bu ayr ı m bel iriveriyor. Görü lüyor Ahmet Hamdi'nin "Osma n l ıcı"lardan nerede ayrı l d ı ğ ı ; bu ç erçevede, istemese de, Yahya Kemal'den nerede ayrı düştüğü; hangi noktada "arı ve katı" cumhuri ­ yetçi lerce de yeterince anlaşılamadan yapayalnız kaldığı ....

Böyle bir ulus-devlete geçiş, modernite projesinin uygulanmasından elde edilme­ si beklenen sonucun niteliğinin de değiş­ mesine neden olmaktadır. !kinci ve üçün­ cü aşamalarda modernite proj esinden beklenen, lmparatorluğun parçalanması­ nı engellemektir. Oysa ulus-devlet aşama­ sına geçildiğinde böyle bir beklentinin anlamı kalmamakta modernite projesin­ den beklenen, ekonomik gelişmeyi sağla­ mak haline gelmektedir.

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

B i r yanda ezici b i r üst-ben gibi Yah­ ya Kemal, öbür yanda "gelenekten ay­ rılmakla, dünden kalanı değiştirip yeri­ ne günün gerektirdiğini koymakla yıkıl­ maz bir toplum, yaşama gücünü gös­ termi ş olur. Benliğini de yitirmez. Ge­ lenek değildir bir toplumun, bir u l usun ben l iğini yapan. B i r toplumun, bir u lu­ sun ben l iğ i , yaşay ı ş ı na, d üş ü nüşüne verdiği biçimded ir, kendi de ne yaptığı­ nı iyice b i l meks i z i n verd iği biçimde­ dir, " d iyen Nuru l lah Ataç. Arada kal­ m ıştır Ahmet Hamd i . Kendini, ayrımını istediği gibi gösterememiştir. Ayr ı m ı n ı göreb i l m e k i ç i n A h m e t Hamdi'nin düşüncesinin gel işimine za­ man ı n akışı i ç i n de bakmak, evr i m i n i izlemek yeter asl ı nda. Öğrencisi Turan Alptekin, Ahmet Hamdi'nin her zaman İnönü'yü desteklemiş olduğunu söylü­ yor. Öte ya ndan, A h m et H a m d i ' n i n Demokrat Parti iktidarına yı llar geçtik­ çe daha eleştirel b i r gözle bakm ış ve 27 Mayıs hareketini desteklemiş oldu­ ğu artık b i l iniyor. Kendisini Osmanl ıcı­ l ıkla eleştiren lere, Osma n l ı kü ltürüyle i lgilenmenin gerici l i k o lmad ığını, 1 93 2'den sonra b i r dönem kendi kafa­ sına göre bir "şark"ta yaşamasının Ba­ tı' dan uzaklaşmak sonucunu getirme­ d i ğ i n i , kend i s i n i n eskiden beri Batıcı o l d u ğ u n u a n l at m aya ç a l ı ş m ı ş hep.

Modernite proj esinin bir sanayi öncesi imparatorluğunu dönüştürme sürecine ilişkin olarak geliştirilmiş bu dört aşamalı model, temelde genel bir modeldir. Bu sü­ reç içinde gelişebilecek siyasal düşüncele­ rin çerçevesini ortaya koymak bir anlam­ da onları normalleştirmek için geliştiril­ miştir. Ama Osmanlı lmparatorluğu'nun ulus-devletlere parçalanma sürecini bu dört aşamalı modele uygulamak istersek, ikinci aşama III. Selim ve 11. Mahmut dö-

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N LA T !

Bence 1 9SO' lerde Batı Avrupa'ya yaptı­ ğı gezi ler, Paris'te geçi rd iği aylardan sonra Batı'ya bağl ı l ığı iyice güçlenmiş. Ahmet Hamdi Türk modernleşme süre­ cinin ürünü ve bir itici gücüdür. Verim­ l i çel işkisidir. Eleştirileri temelde pozitif bir yaklaşımdan türemiştir. Elbette, bunları söylemekle karş ı mız­ daki çel işki görüntüsü ortadan kalkmı­ yor. Değişimi savunan bir insan, geç­ m işle sürek l i l iği nas ı l sağlayabi l i r? İki değişik, giderek karşıt paradigma birbi­ rine nasıl bağlanabil ir? Bu sorularla bir­ l i kte Ahmet Hamdi'nin yaz ı m ı z ı n ba­ şında a l l iltı ladığımız sorusuna dönebi­ l i riz. " ... mazi ile nerede ve nas ı l bağla­ n �cağız? ... " diye soruyor Ahmet Ham­ di. Geçmiş ile aram ızda bir kopukluk olduğunu vurguluyor böylece. Ard ın­ dan, bu kopu k l uğun sonucu o larak, kimlik buna l ı m ı ortaya çıktığını söylü­ yor. Önermeyi ters inden alırsak, k i m l ik bunalımını aşmak için geçmiş i l e bağ­ lanmak gerekiyor. "Bağlanmak" sözcü­ ğü, -giderek kavramı -çok önem l i . Rast­ gel e ku l l an ı l a n b i r sözcük değ i l b u ; özenle seç i l m i ş . G eç m i ş i n sürmesin­ den ya da sürdürülmesinden değil, bu­ günkü öznenin geçm i ş ile bağlanma­ sından söz ediyor Tanpınar. Oysa Os­ m a n l ı c ı l a r ı n çoğ u n l uğu geç m i ş i n bir biç imde sürdürülmüş o l ması gerektiği

nemlerine, üçüncü aşama Abdülmecit, Abdülaziz ve ll. Abdülhamit dönemlerine tekabül etmektedir. Dördüncü aşamanın ise Il. Meşrutiyet ve Cumhuriyet'le ilişki­ lendirilebileceği söylenebilir. Bu aşamada Cumhuriyet sonrasından lkinci Dünya Sa­ vaşı'na kadar radikal bir modernite proje­ sinin uygu landığı , bu proj enin !kinci Dünya Savaşı sonrasında popülist bir nite­ lik kazandığı, 1980'ler sonrasında da dün­ yada modemite proj esinin aşılmaya başla-

27

M

28

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

izleğini işler. T3npınar' ı n bu tümcesini, Cumhuriyet i le kurduğu yaşı i lerledikçe daha olumlu n itelik kazanan i l işki ışı­ ğ ında şöyle yorumlayabil iriz: Tanpınar, Cumhuriyet'e ve kazan ı m larına karşı ç ı km ıyor. Ancak, geçmişe eklem len­ m es i n i n yetersiz kal d ığını, geçmiş i l e bağlanması gerektiğini savlıyor. Cum­ h uriyet öznesinin, geçmişi değiştireme­ yeceğine göre, geçm iş ile i l işkisini de­ ğiştirmesini öneriyor bir bakıma. Bu d eğ i ş i k l iği ken d i n ce yapm ıştır Ahmet Hamd i . "Kutup Noktası" başlık­ lı denememde, özel likle bu denemenin "Çınar" bölümünde, Ahmet Hamdi'nin tarih içinde kimlik s ürekl i l iğini öznel açıdan nasıl kurduğunu anlamaya ça1 ışm ıştı m . Ah met Hamdi söz konusu sürekl i l iği, geçmişe, kendi deyimiyle, "kalp adamı" o larak bakarak kurmuş, belki de daha doğrusu, kurgu lamıştır. Ahmet Hamdi'nin bu ruhsal ve anlıksal deneyi, deneyimi, bir toplumun değil, ancak bazı bireylerin öznel olarak ya­ pabi lecekleri bir girişim ya da arayıştır. Bunu topl umsal düzeye taşımak güçtür. Toplumsal d üzeyde kimlik çatışması bu tü r kişisel deneyimlerle aşı lamaz. An­ cak söz konusu deneyimlerin özell i kle kü ltür ve düşünce tarih leri açısından bir a n l a m ı vard ı r. Ah met Hanı d i ' n i n geçmişle i l işkiyi b i r kalp adamı olarak

masından etkilenerek, belli bir aşınma ya­ şadığı ileri sürülebilir.

MODERNITEYE KARŞI DlRENlŞ SiYASAL DÜŞÜNCEYi HANGi KARŞITLIKLAR lÇlNDE KENDiNE YOL BULMA DURUMUNDA BIRAKIYOR lmparatorluk'un modernite projesi tara­ fından dönüştürülmesinin üçüncü aşa­ masında içinde belli bir iktidar talebi içe-

V

E

B

A

T

c

L

K

kurmasının anlam ını bu kez değişik bir açıdan sökmeye çal ışıyorum. Bu konuda bir model akl ıma geliyor: Fransız Devrimi. Çünkü Fransız Devri­ mi Avrupa'daki keskin kopuş ve para­ digma değişiminin en öneml i örnekle­ rinden biridir. Cumhuriyetimiz için de esin kaynağı o l muştur. Cumhuriyet' in geçmişe bakışında da yalnızca Osman­ lı ile olan siyasal kavgası yoktur. Fran­ sız Devrimi'nin de etkisi vardır. "Avru pa ' n ı n Ka l ı t ı m ı " ya p ı t ı n d a Hans Georg Gadamer, "Fransız Devri­ mi'nin geçmişi bil inçli o larak deği l ledi­ ğini" söyler. Milat Takvimi'ni yürürlük­ ten kaldırı p yerine Devrim yılını ilk y ı l olarak alan yeni b i r tarihü/takvim baş­ latmaya kalkışacak den l i idd ial ı bir ko­ puştur Fransız Devrim i . Ancak, bu id­ dia yarım ka l m ış, devrim zamanla tarih içi ndeki yerine oturmuş; Fransız tari­ h i nde, Ah met Hamdi' n i n dey i m iyle, "devam zinciri" yeniden bağlanmışt ı r. ; Gadamer, bu bağlanmayı sağlayan et­ menlerden biri o larak romantizmi, arı T ü rkçes i y l e coşumcu l u k h a reket i n i gösterir. Gadamer'in savlamasına göre, Aydı n lanrna'ya ve Fransız Devrim i'ne eleştirici katkı lar getiren bu hareket yal­ n ızca Fransa' da değil, bütün Avrupa' da yen i bir s ü rekl i l i k ve tarih b i l i n c i n i n doğmasına yol açm ıştır.

ren bir siyasal düşüncenin gelişmeye baş­ laması bu düşüncenin yöneldiği temel so­ runsalın ne olduğunu da belirlemektedir. Bu düşünce Batı'da gelişen modernite projesiyle nasıl bir ilişki kurulacağına ya­ nıt aramaktadır. Bu ilişkinin nasıl kurula­ cağı konusunda gelişen düşünceler yaşa­ nan dönüşüm sürecinin etkisi altında ge­ lişmektedir. Her toplumsal dönüşüm gibi, bu dönüşüm sürecinin de kazananları ve kaybedenleri olmaktadır. lnsanların yaşa-

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

Konumuzla i lgil i yönlerini genel ola­ rak alırsak, romantizm, akl ın öne geçtiği dönemde duyarlı l ığı, n iceliğe karşı nite­ l iği, katı bilimsell iğe ve özdekçi liğe kar­ şı tinse l l iğ i savunmaya, geçmişe gön­ dermeler yaparak bugünün eksiklerini, aslında gerçekten öyle olduğu tartışmalı bir geçmiş imgesiyle tamamlamaya yö­ nelik eğil imlerden o luşuyor demek yan­ l ı ş olmaz. Ancak, sonu ç olarak, Fran­ sa'ya, Avrupa'ya geçmişini bir bakıma yeniden kazand ırıyor romantizm. Tarih bil inci n i, zaman içinde sürek l i l ik duy­ gusunu güçlendiriyor. Üstelik bunu Ay­ d ınlanma'nın, kentsoylu devriminin or­ taya ç ıkard ığı birey ve u lus kavramların­ dan vazgeçmeden yapıyor. Ayd ınlanma ve Fransız Devrim i sonu­ cunda Batı'da i nsana, i lerlemeye ina­ nan bir "ideal ist" bakış gelişir. Bilimin ve aklın ışığında her bireyin özgür, öbür bireylerle eşit, toplumla, ulusla bağda­ ş ı k o l ac a ğ ı n a i n an ı l ı r. Romantikler, Fransız Devrimi'nin hakça evrensel dü­ zen kurmaya yönelik ruhunu benimse­ yecekler; yükselen kentsoylu değerler dizgesinin olumlu görünümünü inançla evetl eyecek, bu görün ü m e gerçekl ik, derinlik kazandırmaya çalışacaklardı r. J ea n Sta rob i ns k i ' n i n 1 789, A klın Amblemleri kitabında rastladığıma gö­ re, Fransız Devrimi'nden bir y ı l sonra

nan dônüşümü nasıl kavradığı ve yorum­ ladığı içinde yaşadığı koşullarda kazanan­ lar ya da kaybedenler arasında bulunma­ sından etkilenecektir. Ama bu etkilenme çok yalın olarak salt çıkar araçsallığına indirgenerek anlaşılamaz. Bu çok yönlü, çok faktôrlü karmaşık bir süreçtir. Moderni tenin yarattığı dönüşümden yararlanan kesimlerin yorumlarında, çı­ kar, rasyonellik, uygar dünyanın bir par­ çası olmak gibi kavramlarla hızlandırılan

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N L A T I

Lou is C laude de Saint-Martin, kişinin bireysel merkez i n i n acunsal (kozm i k) ve tinsel bir merkezle örtüştüğü, bunun da yaşamın kaynağı olduğu düşüncesini işleyecektir. Saint-Martin insan ve acun tin leri arasındaki uyumu gizemci gibi anlatacak, bireyin özerk l iğini, merkez olma niteliğini yitirmeden çoğu l l uğunu vurgulayacak, bu tablo içinde devrim ile birlikte " insan ruhu"nun yükselişini görecektir. Georges Poulet'nin yargısını doğrular bu saptama: "Romantizm mer­ kez olduğunu bulgu layan bir varl ı ktır, kişidir." Birey arzın merkezidir. Elbette, romantik bakış açısı yaln ızca bi reye deği l ulusa da içsellik kazandı­ racaktır. ju les Michelet, 1 790 yıl ındaki Devrim yı ldönümü kutlamaları n ı an la­ tırken, " 1 789'da özgürlük, 1 790'da va­ tan kavra m ı n ın bulguland ığı"n ı söyler. Kutlamalarda, yu rttaşlar, bölge, s ı n ıf, meslek, c i n s iyet ayrım ı/ay ı r ı m ı kalk­ maksızın birbiriyle kaynaşmış, her şey tek bir noktan ı n, adı Fransa olan yüre­ ğin çevresinde dön meye başlam ış, o n okta o l m u ştur. Apo l l o n - D i on ys sos dengesini kurgulamıştır romantizm. Gelgelelim, romantikler daha sonra büyük düş kırıklıklarına uğrayacaklar­ d ı r. Ayd ı n-düzen karşıtlam ı n ı acıyla bu lgu layacak lar; baz ı ları b i r bakıma kend i i mgelemlerinde yaratt ı k l a rı bir

bir modernleşme arayışı ôn plana geçer­ ken, bu dönüşümden kaybedenlerin söy­ lemlerinde, kimliğini ya da kendi özü olanı yitirmeme gibi kaygılar ön plana ge­ çecek ve dönüşmeye karşı oluşturulması istenilen bir direnç gerekçelendirilmeye çalışılacaktır. Modernite projesiyle kuru­ lan ilişki konusunda toplum içinde var olan bu iki karşıt eğilim birbirinden ta­ mamen bağımsız değildir. Her biri diğeri­ ni etkilemektedir. Toplum içinde gelişen

29

M

30

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

geçmişi özleyecek, oradan beslenerek b u g ü n ü d ü ze ltmeye ç a l ı şacakl ard ı r. Ancak bu geçmişten de esinlenen eleş­ tirilerle bugün ve dün arasında sürekli­ l i k i l işkisi kurulacaktı r. Batı insa n ı n ı n ken d i n i aşma uğraşı meyve vermeyi sürdürecek, uygarl ı k i l erleyecektir. Gadamer' in söyled iklerini de a n ı m­ sayarak, eytişimsel (dialektik) bir işleyiş görebil iriz burada: Devrim yoluyla Es­ ki'yi kesip atan Yen i düzen savdı r (tez). Eskiyi anımsayarak eleştirmek (yermek demiyorum) ise karşı-sav (anti-tez) . Bi­ reşi m (sentez) çıkar o rtaya : Sürekl i l ik. E lbette, değişim içinde sürekli l i ktir bu. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, Cumhuri­ yet' in Batı l ı laşmacı yönüyle i l işkisi, ro­ mantizmin Fransız Devrimi ve bu dev­ ri m i n yerleşt i rd iği kentsoy l u d üzenle kurduğu i l işkiye bazı açılardan benze­ t i l e b i l i r. N itek i m , Ahmet H a m d i ' n i n "Kutup Noktası"na varmas ı, Georges Poulet'nin "Romantizm, merkez oldu­ ğunu bulgulayan bir varlı ktır, kişidir," sözüne örnek olabilecek bir ruhsal/an1 ı ksa l serüve n d i r. Dolayısıyla Ah m et Hamdi'ye "Türk romantiği" denebi l ir. Ancak, bu benzetmeyi F ransız Devri­ m i/romantizm i l işkisinin Türkiye'de yi­ nelenmesi olarak düşündüğüm öne sü­ rü l ürse, bu yan l ış o l u r. Fransa'n ı n ro­ mantik tarihçisi M ichelet "Yen iden Do-

siyasal akımlar da bu iki uçtaki eğilimle­ rin kaygılarına bir biçimde yanıt vermek durumundadır. Bu ortamda gelişen bir si­ yasal akım, söyleminde hem ilerlemenin yollarının açık kaldığını hem de kültürel kimliğini korumanın yollarının bulundu­ ğunu göstermeye çalışacaktır. Aslında moderniteyle ilişkinin nasıl kurulacağı sorunu genellikle bu hızlı dönüşme ve kimliğini koruma karşıtlığının nasıl uz­ laştırılacağı biçiminde ele alınmaktadır.

v

B

A

T

K

c

ğuş" kavra m ı n ı ortaya atan lardan d ı r. Türkiye üzerine bir kitap yazan Claude Perez adl ı çağdaş bir Fransız ise Türki­ ye'deki değişimi "Tabula rasa ve İkinci Doğuş" olarak niteler. Doğal olarak, bu iki doğuş türü arasındaki ayrım ı n da bi­ lincinde olmamız gereki r. B u s ı n ı r l a r ç e rçeve s i nd e , A h m e t Hamdi'nin romantik yönünün e n çok öne çıktığı yapıtı olarak Beş Şehir'i gö­ rüyorum. Pau l Dumont, Beş Şehir' i Ah­ met H a m d i ' n i n "otoportresi" o l arak gösterir. Tümüyle haksız değildir. Ah­ met Hamdi, bu yapıtında, coğrafyasıy­ la, ta r i h iy l e İ sta n bu l 'd a n E rz u ru m ' a ken d i y u rd u n u bütü n l ük, s ü re k l i l i k içinde kavrama, kendi n i yurduyla öz­ deşleme çabası içinded ir. B u n u yap­ mak için kul l andığı yöntem i şöyle ta­ nımlar Ahmet Hamdi: " . . . Eski bir garp­ çıyım. Fakat can l ı hayata, yaşayan ve duyan i nsana, cansız madde karşısın­ daki bir mühendis gibi değil, bir kalp adamı olarak yaklaşmayı istedi m ... Ahmet Hamdi, bildiğimiz gibi, "kalp adamı" yöntemini büyük ölçüde Berg­ son'dan a l m ıştır. Bergson'un Batı d ü ­ şünce tarih i içindeki yerine, yakın larda y i t i rd i ğ i m i z ü n l ü fe l sefe c i J e a n n e H e rs ch ' i n göz ü y l e baka l ı m : " B erg­ son'un düşüncesi akıntıya karşı gelişir, olgucu l uğun (poz itivizm) ve Auguste "

Modernitenin yayılışına ilişkin dört aşamalı modelde siyasal düşüncenin, -et­ kili gelişiminin ancak üçüncü aşamada ortaya çıktığı hatırlanırsa- artık bu aşa­ mada modernite proj esinin toptan yad­ sınmasını ileri sürmesinin anlamlı olma­ yacağı hemen görülür. Bu durumda dire­ nişi n siyasal düşüncesi, m odernitenin tümden yadsınması yerine, modernitenin yayılma alanını azaltmayı ve dönüşümün hızını yavaşlatmayı gerekçelendirecektir.

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

Comte'u n b i l i mselci safl ı ğ ı n ı n büyük ö l ç ü d e egemen o l d u ğ u k ü ltürel b i r çevreye v e b i r Sorbonne'a karşı." Berg­ son'un düşüncesinin yönünü çok özet biçi mde şöyle anlatır Hersch: "Nicele karşı n itel, yüzeysele karşı derin". Bergson'un Ahmet Hamdi üzerinde­ ki etkisi yalnızca bir dönem moda ol­ masından kaynaklanmaz. Bergson'un felsefesini kazmaya başlarsanız, "yeni­ Eflatu ncu l uğa" dek inersiniz. Oradan değişik bir yol tutturarak, İslam gizem­ cil iğine, Osmanlı u l emasını en çok et­ kilemiş düşünür olan Gazali'ye varabi­ l irsiniz. Bergson'un a nlatmaya çal ıştığı duygu ve sezgi alemi, Gazal i'nin tasav­ vufunu b i l en bir Osmanl ı entelektüeli­ ne yabancı gel meyebi l i r. Tanzimat'tan başlayarak Batı l ı laşma­ cı Türk ayd ın sınıfı, Comte'a, Durkhe­ im'a, olguculuk ve akılcıl ığa yönelmiş­ tir. B i l i m en üstün değer haline gelmiş­ tir. Adorno, "Aydı n lanma, hakikati bi­ l i msel d izgeyle özdeşleyen felsefed ir," der. Gecikmeli olarak Türkiye'ye varan bu zorun l u evrim, Batı'da olduğu gibi Türkiye' de de, Tanpınar gibi ruh adam­ larınca, kuşkuyla deği lse de, bir eksik­ lik duygusuyla desteklenecektir. Dola­ yısıyla Tanpınar' ı n "mühend is"e karşı "kalp a d a m ı " n ı koyuş u n d a y a l n ı zca Batı'daki akım lardan etkilenmesi değil,

Böyle bir gerekçelendirmenin gerisinde kaçınılmaz olarak toplumsal sistemlerin değişmeleri konusunda bir kuramsal an­ layış bulunmaktadır. Bu türde bir kısmi direnişi gerekçelendirmeye çalışanlar, toplumsal, özellikle de kültürel gelişme­ lerde tarihsel sürekliliklerin ortadan kal­ dırılamayacağını ve kültürün değişik par­ çalarının birbirini etkilemeden değişebi­ l eceğini kabul etmek durumunda kal­ maktadırlar. Öte yandan, dönüşmenin

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N L A T !

dış dünyayla i l işkisini değişik biçimde kurmuş Osma n l ı ruh u n u n, z i h n i n i n , Tanpınar'ın kişil iğinde unutu lmaya kar­ şı direnişi, yan l ış yorumların, siyasal is­ tismarın el inden kurtarı l ma çağrısı da vardı r. Ne i lginçtir! Paul Dumont, Ah­ met Hamd i'nin Beş Şehir' ini, Hersch'in Bergson için söylediğini yansı larcasına "akıntıya karşı" d iye n itelemektedir. Tanpınar' dan el almış yazınerlerimiz­ den Ahmet Muhip Dranas' ın bir tiyatro yapıtında baş kişinin "meden iyet hafıza ve muhafaza demektir" dediğin i anı m­ sıyorum . E lbette, Batı uygarlığına çok uygun bir söz bu. Yeniden ünlü Fransız tarihçisi Michelet geliyor aklı ma. Fran­ sız Devri m i ' n i n yarattığı k ı r ı l mayı b i r süreklilik içine yerleştirmiş romantik ta­ rihçi. Jeanne D' Arc'tan başlayarak b i r Fransız ruhu, dehası olduğunu anlatma­ ya ç a l ı şıyor c i ltler boyunca . . . Fransız Devrimi bir kopuş değil onun gözünde, Fransız dehasının bir dışavurumu. Mic­ helet' n i n tem s i l ettiği d ü şü nce akı m ı Fransız toplumsal romantizmi diye anı­ lıyor. Arthur Mirtzman şöyle tanı m l ıyor bu akımı: "1 840'lardaki muhalif yazar ve ideologların, topl u msal varo l uşta, doğada ve acunda (kozmos) uyum ara­ y ı ş ı . " Ah met Hamd i ' n i n yaklaş ı m ı n ı anımsatmıyor m u bu sözler? Ahmet Hamdi de Beş Şehir' de ve bir-

hızlandırılmasından yana olanlar sosyal değişme kuramlarında bir yapıdan diğer bir yapıya geçişin bir tarihsel zorunluluk olduğunu, bir kültürün bir bölümü deği­ şince sistemin bütünlüğünün diğer bö­ lümleri de dönüşmeye zorlayacağı üze­ rinde durmaktadırlar. Ziya Gökalp'in ünlü, kültürü medeni­ yet ve hars diye ikiye ayrımı böyle bir di­ reniş ideolojisinin en yaygın bilinen örne­ ği olmuştur. Medeniyet, başka bir deyişle

31

M

32

O

D

R

N

L

E

Ş

M

E

çok yaz ı s ı nda "Türk ruhu"nu oluştur­ maya çal ışmıştır. Özell ikle Osmanlı'nın ilk döneminden Cumhuriyet'e kopma­ dan gelen, süren bir özü görmeye çal ış­ m ıştır. Burada Yahya Kemal'i anımsatan bir yaklaşım içinded i r. Yahya Kemal'e göre Türk U l usu büyük ölçüde Malaz­ girt Savaşı i l e başlayan bir sürecin öz­ nesi ve ürünüdür. "Millet" ve "mill iyet" ayırımı yapar Yahya Kemal. Tanpı nar da Türkler'in Anadolu'ya girmesinden sonra "yeni bir vatan" ve "yeni bir mil­ let"ten söz eder. Bu yaklaşımda coğraf­ ya ön plana çıkmaktad ır. Böylece "va­ tan" kavramı somutlaşmaktad ır. "Mil­ let" ile "vatan" örtüşmektedir. Jean D'Ormesson, M ichelet' n i n ta­ rihç i l iği için şunları söyler: "Tarih kav­ ray ı ş ı devri m c i d i r. B i rçok bakı mdan öyled i r. Önce yöntem ba k ı m ı n d a n . M ichelet tarihi 'iyi b i r temele: İnsanları taşıyan ve besleyen toprak' temel ine oturtmak ister. Braudel'e dek gidecek bir yol açar: Tarihe coğrafyayı katan ilk odur. 'Coğrafi temel o lmayınca, halk, tarihsel eyleyen (aktör), zem i n i n eksik ka ldığı çin resimlerindeki gibi havada yürüyora benzer'demiştir." Bu yaklaşımın, ulus tarihini daha çok ı rk tarih i olarak gören, topraktan çok etn ik öğeye ağı rlık veren tarih anlayı­ ş ıy l a b i rçok bak ı m d a n ö rt ü ş m e d i ğ i

teknoloji v e üretim yöntemleri, Batı'dan alınabilecektir. Ama ülkeye özgü olan hars değişmeden korunmalıdır. Bu söy­ lem hem gelişmenin hızlandırılmasını, hem de kimliklerin korunmasını gerçek­ leştirmenin başarılabilir bir şey olduğu kanısını yaratmaktadır. Bu medeniyet ve hars ayrımı, bir yandan modernitenin bir toplumdaki yayılma alanlarını sınırlar­ ken, ö te yandan hars kanalıyla tarihsel sürekliliği de sağlamış olmaktadır.

V

E

B

A

T

c

K

açıktır. Ne ki, vatan toprak, ulus da o toprakta yaşayan insanların birbiriyle kaynaşmasıysa, Tanpınar'ın, Beyatlı'nın yaklaş ı m la rında doğruluk payı n ı n bü­ yük olduğu n u kabul etmemiz gerekir. N itekim "Mavi Anad o l u " k u ra m ı da toprak i l kesine d aya n ı r. Hala b ü y ü k destek gören bu anlayış, yurt edindiği­ miz toprakların biz gel meden önceki tari h i n i ben i mseme, bu geçm işe "bi­ zim" d iyeb i lme, sahip çıkma b i l i nc i açısından çok önem lid ir. Ancak, Tanpı­ nar'ın geçmişle i lgisi, daha çok "dini meden iyet" olarak gördüğü Selçuklu­ Osman l ı dönem leri n i kapsayan "eski meden iyet" ile s ı n ı rl ı kalacaktır. Çünkü a m a c ı , sözü e d i l e n d ö n e m l e r i n e n azından duygusal, ruhsal olarak yen i­ den kazanı lmasına yard ımcı olmaktır. Burada hemen vurgu lamam gerek i r ki, Yahya Kemal i le Tanpınar'ın yakla­ şı mları arasında önem l i bir ayrım görü­ yorum . Şiirinin bütün modern liğine, gi­ derek tarih konusunda romantik sayıla­ bi lecek yaklaşımlarına karşın, Kemal'in düşünsel eği l i m i, eskinin üstünlüğünü ideoloj ik açıdan savunmak, eski ile ye­ niyi b i rb i riyle u zlaşmaz i k i had g i b i görmek sonucunu d a verebilmekted i r. Örneğin, "Ezansız Semtler" denemesin­ de F ren k uyga r l ı ğ ı n ı n etk i s i n e g i re n semtlere yönelik eleşti risi, değişim orta-

Türkiye'de gelişen siyasal düşüncele­ rin, modernite gibi evrensellik iddiası ta­ şıyan bir projeyle ilişkisini, Batı-Doğu karşıtlığı gibi evrenselliği daha baş tan reddeden bir kavramlaştırma içinde ele alması, modernite p roj esi karşısındaki dirençlerin artması sonucunu doğurmuş­ tur. Modernite proj esinin evrenselliğini günümüzde görmek kolaydır. Ama mo­ derni te p roj esinin ilk yıllarında D o ­ ğu'dan onun Batılılaşma diye algılanma-

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

m ında birliğe gereksinim duyan bir top­ ILJmda aşıl ması güç iki l i kleri kışkırtabi­ lecek boyutlarda görün ü r, "Medenileş­ tikçe Müslümanl ı ktan ç ıktığ ı m ız ı tabii ve hoş gören eblehler"den söz ederken Çumhuriyet dönem inin en önemli ide.; oJoj i k kavgaları ndan b i ri n e yeşi l ı ş ı k yakmaktadır. Söz konusu ideolojik kav' ••'.,.gada, Tanpınar' ın değil Yahya Kemal'in 'c kullanılm ış, hala kullan ı l ıyor olması bu

1" iki yazar arasında önemli bir ayrım ol­ +

duğunun başka bir göstergesidir. Tan p ı n a r d üşmem iŞt i r bu ideo l oj ik tuzağa, "Mustafa Kemal ve arkadaşla­ rı"mı bakışı ayrı m l ı d ı r. Malazgirt'te baş­ layan• !'yapıcı ve yaratıcı ağrı"nın, "ya­ ratıcı hamle"nin bir uğrağı olarak se­ lamlar Anadolu'daki uyan ı ş ı . M iche­ l et'n i n Fransız Devrim i ' n i Fransız de­ h as ı n ı n yen i bir d ı şavurumu gibi gör­ mesini anımsatır böylece. Tanpınar' ın yine Michelet'yi, Miche­ let'nin 1 790'daki devrim yıldönümü kut­ lamasihı anı msatan bir yönü daha var­ d ı}: Maraş Kurtuluş Bayramı'nı anlatış ı . "Kufüp Noktası"nda şöyle yazmışım: ·

" . . . İ nsanla insan a rasında ayrı l ı k yoktur o gün. Yal n ı zca kend isiyle değ i l toplum, doğa ile de barışıktır ·.

insan. "Tabiat" da kat ı l m ıştır Bayram'a. " B i r nevi m üşterek ibadettir"

sına şaşmamak gerekir. Bu normal bir durumdur. Doğu ve Batı'nın hiçbir şekil­ de birbirine dönüşemeyecek türdeki bir karşıtlığı yalnız Osmanlılar ve Türkler tarafında olan bir algılama değildir. Avru­ pa'da gelişen oryantalist bakış açısı da bu karşıtlığı pekiştirmektedir. Evrensel bir kategori olan "insan"m yerine, onu Do­ ğulu ve Batılı olarak ikiye aymp bunların birbirinden çok farklı özlere sahip oldu­ ğu kabul edildiğinde, dönüşüm için kav-

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N L A T I

yapılan, "milliyet ve vatan denilen tanrılar kutlanmaktadı r. Maraş Kur­ tu luş Bayra m ı , Cumhuriyet Türki­ yesi'nde tinsel, düşünsel, tam birlik günü olarak anlat ı l ı r. Saatleri Ayar­ lama Enstltüsü'ride ayarı bozuk ola­ rak gösterilen yaşam bütün lük olur bayram günü ... İ n sandan i nsana, doğadan kültüre kesintisiz bir bağ­ lantı. Cumhuriyet'i n ideal hali." Ta n p ı n ar ' ı n ayd ı n o l a ra k idd i a s ı , Bursa'da bulduğu zamana b u ü l küsel parad igmada yer b u l maktı r; geçm işe dönmek d eğ i l , geçmişi gel eceğe kat­ maktır. Orhan Gazi'den Mustafa Ke­ mal'e bir sürekl i l i k kurabilmektir. Yahya Kemal de anıtsal "Süleymani­ ye'de Bayram Sabahı"nda u lusun tinsel birliğini şiirir. Ancak Yahya Kemal'in çizdiği tablo gelecekten çok geç m işe dönüktür. Bu u l u şiirde zaman bugü n ü umursamaz, i leriye doğru atıl maz, ken­ di üstüne, içine kapanır, k ı l ıç şakırtı ları ve tekbi r sesleriyle görke m l i biçimde parıldar Türk imgeleminde. Yahya Kemal'in birçok ş i i rinde oldu­ ğu gibi bunda da savaşkan, fütu hatçı Türk imgesi egemendir. Bu tür bir imge Batı l ı lar karşısında Türk insanı na geç­ mişteki üstünlüğünü anımsatmak, geç­ mişten güç alab i l mesini sağlamak bakı-

ramsal bir engel de oluşmaktadır. Bir in­ sanın kendisini Doğulu görmekten Batılı görmeye geçişi ile modemite öncesinden modemiteye geçişi aynı şey değildir. Her iki geçişte yaşandığı varsayılanlar çok farklıdır. Birincisinde ikincisinde olma­ yan bir kimlik d eğiştirmesi ve öz yitirme­ si söz konusudur. Modemiteye geçiş iç­ selleştirilebilmeye açıktır, yani bir kimlik yitirmesi olmadan gerçekleşebilecektir. Oysa böyle konulan bir Batı-Doğu karşıt-

33

M

34

O

D

E

R

N

E

Ş

M

m ı ndan toplumsal bir işlev de göregel­ miştir. Ancak, Batılı'nın imgelemindeki Türk de eli silahlı değil m id ir? Tanpınar bu noktada da ayrı l ı r usta­ s ı ndan. Batılı'n ın, giderek birçoğumu­ z u n b i l mediği sanatç ı , hattat, m i mar, müzisyen Osmanlı Türkü'n ü ön plana a l ır. Geçmiş uygarl ığımızın yalnızca fe­ tihlerden o luşmadığını, tinsel, sanatsal bir deri n l i k taşıdığını göstermek çabası i çindedir. Tanpınar, a l ı ş ı l m ı ş deyimle, "fütuhat edebiyatı" yapmamıştır. Tanpı­ nar'ın Osmanlısı, Batı l ı'nın ve birçoğu­ muzun i mgeleminde yaşayan cenga­ verle sın ırl ı deği ldir. Yüzyı llard ır kültür ü reten bir "iç insan ı m ız" ın var olduğu­ na inanm ıştır Tanpınar. Modern bir dü­ şüneri o larak Türkiye'de "birey" kavra­ m ın ı n gelişmesine hem yazıları hem de an latı larıyla katkıda bulunmuştur. Bire­ yin içsel boyutu içinde yaln ızca kişisel d eğ i l , top l umsal/kü ltürel geçm işin de yeri olduğunu görmüştür. Bu yerin ba­ kımsız kal masını önlemeye çal ışmıştır. Geç m işim izin kültürel zenginl iğini bul­ gulamış, kendimizi gel i ştirebi lmek için bu kaynaktan da beslenmem iz gerekti­ ğ i n i savlam ı ş b i r ayd ı n d ı r. C u m h u ri­ yet'e de Osmanlı'ya da "benim" diye­ rek yaklaşabilm iştir. Akl ı ve gönl ü zen­ gin, kültürl ü, nereden gelip nereye git­ tiğini bi len bir Cumhuriyet öznes i n i n

lığı varsa Doğulu olan için Batılılaşmak hep dışta, hep yabancı kalmak olacaktır, çünkü özler farklıdır. Bu ise direnilmesi gereken bir şeydir. Böyle bir kavramlaş­ tırmanın egemen o l d uğu bir t o plumda bu nedenle en radikal modernitc projesi­ ni uygulayanlar bile l\a t ı ya rağmen B a tı ­ lıi, şmaktan söz etm e k durum u nda kal­ mış!ardır. Onlar için ele Batı i )· ı ıı i n kay­ nağı olduğu kadar, içi nde köt ü y ü ele ba­ rındırmaktadır. Bu nedenle seçmeci ol'

V

E

B

A

T

c

L

K

oluşumuna katkı yapmak istemiştir. Ahmet Hamdi, bu öznenin, can l ı ka­ l ıtlarıyla birl ikte yaşad ığimız, içim izde duyumsad ığımız geçmişim izi yitirmesi­ ni ö n lemeye ç a l ışmaktad ı r. Geçmişe "daüssıla" dediği de olur. Bu kavramın akılcı bir açıklamasını yapsa da, duy­ gusal yan anlam ı n ı gizleyemez. Bu tav­ rıyla da Avrupal ı romantikleri anımsatır bir kez daha. G eçmişe d uyulan "sı l a özlem i" romantiklerin önem l i özel l ik­ lerindend i r, M i rtzman'a göre. Avru­ pa'nın romantik aydını hem eski hem yeni düzenin bozukluklarını deği l l eye­ rek gön l ü ndeki ütopik düzen i n özle­ miyle devinir. M i rtzman romantik kişi­ n i n "aşma itki s i y l e" h a reket etti ğ i n i söyler. Ancak, aynı k i ş i eski düzenin güzel l i klerine, örneğin ari stokrat (ak­ soylu) kültürün üstü n l ü klerine özlem duymaktan da geri kalmaz. Mirtzman bu "nostalji"nin "aşma itkisi"yle birl ik­ te yaşad ığını, bazen onunla karıştığını, bazen de onu hayırlad ığını söyler. Ah­ met Hamdi'nin ruhsal iklimine de ışık tutabi l i r bu sözler. Öze l l ikle, nostalji­ nin aşma itkisiyle karışması açısından. Ken d i n i aşmak isteyen kişi ya da top­ lum ister istemez geçmişe eğilecektir. Yeniden vurgulamak gerek: Ahmet Hamdi, "Türk Cemiyeti'nin yeni bir ha­ yatın eşiğinde o l d uğunu u n utmadan"

mak gereği, yani bir başka türdeki dire­ niş ortaya çıkmaktadır. Modernitenin özellikle kültürel alanda yayılmasına karşı bir başka direnme me­ kanizması siyasetin düşünceler üzerinden giderek değil, simgeler, semboller üzerin­ den giderek yapılmasıyla yaratılmaktadır. Kutsallaştırılan töreler, dinsel inançlar vb. kültürel öğeler bir türde tabulaştırılarak dokunulmaz ve değiştirilemez kılınmaya çalışılmaktadır. Böyle, duygusallığa daya-

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

geç m iş e eği l m i şt i r. B u deneyi m i nde yal n ı z olduğunun b i l inci nded i r. Geç­ m işle ilgilenmenin zorlamayla ol maya­ cağ ı n ı b i l e d ü ş ü n ü r. Top l u m u n bunu gerekseyeceği a n ı n geleceği sav ı n ı da ortaya atar. Toplumun "yeni bir zama­ n ı n peşi nde sab ı rsızlandığını" söyler. "Bizim yapacağı m ı z yen i, müstahsil ve can l ı bugünün rüzgarına kend imizi tes­ lim etmektir." der. Geçmişin geri gele­ ceğin i söyler: "En iyisi, bıraka l ı m hatı­ ralar içimizde konuşacakları saati ken­ d i l i klerinden seçs i n ler. Ancak bu cins uyanış anları nda geçmiş zaman ı n sesi bir keşif, bir ders, h ü lasa günümüze ek­ lenen bir şey olur." B i r kez daha değişi­ me öncelik veriyor Ahmet Hamdi, iyi­ ce kopuyor tutucu kesimden. Ne var ki, bu tutu m u a l ı rken Yahya Kema l'i taklit etmediği gibi Nurul lah At?..;:'ı da bütünüyle onaylamıyor. O günlerin heyecan ı içinde Ahmet Hamdi'nin ne dediği pek anlaş ı lama­ m ı ş . A h m et H a m d i ' n i n z a m a n ı çok sonra, ne yaz ı k ki ö l ü m ü nden sonra gel d i . Osman l ı 'ya modern bir ilginin uyanması için de ony ı l larca beklemek gerekti . Belki de bu gel işmeler Ahmet Hamdi'nin haklı olduğu n u gösteriyor. Nedir ki, Ahmet Hamdi'nin sözünü et­ tiği, B atı l ı top l u m l a rd a görd ü ğ ü m ü z "devam z inciri"n i kurup kuramad ığı-

nan katı direnç mekanizmalarının yaratıl­ ması, bu alanlarda hiçbir değişme olma­ yacağı anlamına gelmemektedir. Toplum­ sal yaşam içinde bu kutsallıklar önemini zaman içinde yitirebilmektedir. Ama bu kutsallaştırılanların düşünce akımları ta­ rafından kanrn alanında eleştirilmesi zor­ laşmaktadır. Bu nedenle, kutsalın aşınma­ sı kamu alanında değil, özel alanda için için olmakta, beklenmedik bir anda orta­ ya çıkmaktadır.

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N LA T I

m ı z hala tartışma l ıdır. Bunun da zama­ nı gelecek denebilir (mi?). Tanpınar'ı n sözlerinden, geçmişi bize getirecek geleceği akı l l ıca kurulan bir gelecek olarak gördüğü de an laşı l ıyor. Başka bir deyişle, kendimizi aşma itki­ siyle tasarlayacağımız bir gelecek. Geç­ m işle i l işkimizi yeniden değerlendirebil­ memiz, bu tür bir geleceği kurmamızı biraz olsun kolaylaştırmaz mı? Bence, Tanpınar kend isini okuyanlara bu soru­ yu yöneltiyor satırların arasında. M i mariden örnek geti rerek yaz ı ya girm iştik. B itirirken yine döne l i m m i­ mariye. Ahmet Hamdi, İbra h i m Paşa Sarayı'n ı n yıkı lmaması gerektiğ i n i sa­ vunurken şöyle der: "Hiç bir eski binayı kendi elimizle yı­ kamayız. Çünkü onların hepsi bize, ömrümüzün bir devama bağl ı oldu­ ğunu, zaman boyun ca uzanan b i r zincirin bir halkası olduğumuzu hatır­ latı r. Bu z i nc i r, o m u c izel i d evam duygusuyla milli hayatın ta kendisidir. İşte bu bina, benden dört yüz bu ka­ dar sene ewel yapıld ı . Bir Türk ustası tarafından yapıldı. Bana kadar geldi. Benden sonra da devam edecek. Ben ona bakarken, benden ewelki nesil­ lerle birleşiyorum. Sanki onlar bende yaşıyorlar ve ben onlar gibi genişl iyor, büyüyorum ve doğrusu da budur. . . "

35



Türkiye'de siyasal düşüncenin sürekli olarak içinde kaldığı bir başka karşıtlık, modernite düşüncesinin, insanlar için iyi olanın ancak o kişilerce belirleneceğine ilişkin inancıyla, bu düşünceyle aydınlan­ mış olanların düşüncelerini uygvlamak için kendi başlarına inisiyatif alma zorun­ luluğunu duymaları arasında ortaya çık­ maktadır. Toplumdaki aydınlar moderni­ te projesini uygulamak için kitlenin des­ teğinin varlığını ya da yokluğunu dikkate

M

O

D

R

N

Ş

M

A. Adnan Adıvar K U RT U L U Ş K AYA L I

36

Abdülhak Adnan Adıvar 1 882'de İ l mi­ ye mensubu bir babanın çocuğu ola­ rak doğdu. Tıbbiye'yi bitirdikten sonra Avrupa'da i htisas yapt ı . Tıbbiye öğren­ c i l iği nden itibaren gazetel erde siyasi yaz ı lar yazmaya başlad ı . Meşrutiyet' in i lan ından sonra Türkiye'ye dönerek tıp b ü rokrasisinde yönetici görevler üst­ l end i . 1 9 1 9'da İsta n b u l m i l l etve k i l i olarak son Osman l ı Mecl is-i Mebusa­ n ı 'na g i rd i . B i rinci D ü nya Savaşı'nın b it i m i n d e n sonra Anado l u 'ya geç i p M i l li Mücadele'ye katı ldı. Türkiye Bü­ yük M i l l et Mecl isi H ükümeti'nde bir yıl kada r s ü reyle Sağ l ı k Bakanl ığı ve İ çişleri Bakan l ığı Vekill iği yaptı, sonra M ec l i s İ k i n c i Başka n l ı ğ ı ' na s eç i l d i . Cumhuriyet rejiminin tek parti yöneti­ m ine dönüştüğü Takrir-i Sü kun döne­ m i nde d ışlanan muhal ifler arasındayd ı ve l 926'da yurtdışına gitti. 1 939'a dek İngiltere ve Fransa'da b i l i msel kurum­ larda çal ıştı. l 939'da Türkiye'ye dön­ dükten sonra, M i l li Eğitim Bakan l ığı ta­ rafı ndan hazı rlanan İslam Ansiklopedi­ si' n in yay ı ma haz ı r l ı k çal ışmaları nda yöneticilik yaptı, bili msel çal ışmaların ı

almadan bir atılım yaparlarsa, pratikte uygulanan ile düşüncede inanılan arasın­ daki açığın nasıl kapatılacağı sorulması kaçınılmaz bir soru olmaktadır. Her top­ lumda toplumun ortalamasından ayrılan bir elit grup bulunmaktadır. Ama burada

v

B

A

T

c

K

ve yazı hayatını sürd ürdü . 1 955'te ve­ fat etti. Ad nan Ad ı v a r ' ı n d ü ş ü nce a d a m ı olarak önemi üzerinde duru rken i l k al­ tı ç i z i l ecek nokta, onun tah l i l l eri n i n değişik düşün odaklarında revaç bul­ m u ş o l m a s ı d ı r. Bunun neden l e ri n i n başında, söylediklerini sosyal, kültürel ve tari hsel boyutlarıyla ele a larak sü­ rekli gündemde tutmaya çal ışması ge­ l i r. İ mparatorlu k'tan Cumhuriyet'e ge­ ç i ş sürec i n i yaşadığı için dönüşü me, değişime, sürek l i l iklere sağlam bir ger­ çekç i l ikle bakmış görünmektedi r. Buna bağl ı olarak siyaseti çok fazla önemse­ memiş, siyasetin düşünceleri deforme edeceğ ini sürekl i vurgulamıştır. Dola­ yısıyla, Türk modernleşmesinin salt si­ yasal boyutu çerçevesinde tartışı lması­ na e l eşti re l b a k m ı şt ı r. Yak ı n dönem Türk entelektüel ve ayd ı n larının, her şeyin başının siyaset olduğu düşünce­ sine daya l ı genel tutumundan ayrışır. Belki de Adnan Adıvar' ın en bariz vas­ fı budur; siyasete uzak tutumudur. A d n a n Ad ı v a r ' ı n d ü ş ü nce a d a m ı o l a rak ö n e m i n i yurtd ı ş ı nd a yaşa d ı ğ ı entelektüel süreç belirlem iştir. Türki­ ye'deyken sürdürdüğü muhalif siyasal uğraşa ve ben i msediği eleştirel tutuma karşın Cumlıuriyet'in getird iği değişik­ l ikler konusunda ol umsuz düşünceler b e l i rtmemiştir. T ü rkiye'd eki deği ş i m eği l imine karşı çıkmış, temelde bunla­ rın yapılış biçimine eleştirel bakm ıştı r. Tepkisi, eşi H a l ide Ed ip' i n tepkisiyle kıyas edi ld iğinde de sınırl ı d ı r. 1 926 yı­ l ındaki İzm i r Su ikasti dolayısıyla gıya-

sözü edilen ayrım bunun ötesindeki bir farklılıktan kaynaklanmaktadır. Geç ay­ dınlanan bir ülkenin erken aydınlananları kendilerini ilginç bir ahlaki açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Aydınlanmanın onları evrensel doğrulara ulaştırdığına

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

b ı n d a mahkum ed i l mesi de bu tutu­ munu d eğiştirmem i ş, tepkisell iğe yö­ nelmemiştir. Halide Edip' i n de bel irtti­ ği gibi, yurtdışındayken, inkı laplar ko­ nusunda eleştirel doğrultuda konuştur­ maya ç a l ı ş ı ld ığı, daha doğrusu tahrik ed i l d iği zaman, aykırı bir muhalefete tevessül etmem işti r. Turkey Faces West kitabında Halide Edip'in üzerinde dur­ duğu, gerici l e r i l e zor yöntemleriyle yen i l i k yapma eği l i m i n i ben imseyenler d ışında kalan üçüncü ayd ı n grubunun düşünceleri çerçevesi nde, Tü rkiye'nin sosya l ve kü ltüre l soru n la r ı n ı l i beral yoldan h a l l edeb i l eceğine i n a n m ı şt ı r. Terakki perver C u m h uriyet F ırkası dö­ nem inden beri bu tutumu s ü regider. N itek i m C u m h u riyet' i n i l k y ı l ları nda da, Demokrat Parti ( D P) l i stes inden bağ ı m s ı z m i l l etve k i l i o l d u ğ u 1 9 461 950 dönem i nde d e, m i l letveki l l iğin­ den vazgeçtiği 1 95 0 yılı sonrasında da Türkiye' de gerçek liberal eği l imin tem­ s i l ci lerinden b i ri o l a rak görül m ü ştür. Ancak, d ü ş ü nces i n i n ana mecras ı n ı , siyasal tarafın ı l ibera l l iği çerçevesinde mütalaa etmek m ümkün olmakla bera­ ber, bu siyasal ç i zgisinde fazla da du­ yarl ı ya d a ısrarcı olmamıştır. Türk tari­ h i n i n özgün şartla r ı n ı her zaman na­ zar-ı d i kkate a l m ı şt ı r. Metin leri daha beli rgin olarak kültü­ rel alanlarda odaklaşmış ve zaman ının çal ı şma larındaki siyasal darl ığı aşm ış­ tır. Yurtd ışındayken temel ilgi alanı bi­ l im ve d in olmuştur. 1 939 y ı l ı nda eşi H a l ide E d i p Ad ı var' l a b i r l i kte Türki­ ye'ye döndükten sonra yayım ladığı te-

inanmaktadırlar. Böyl e aydınlanmış bir grup birdenbire kendisini bir misyonla yükümlenmiş olarak bulmaktadır. Ya bil­ gileri doğrultusunda toplumu dönüştür­ meye çalışarak, sahip olduklarını düşün­ dükleri misyonu yerine getirmeye çalışa-

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N L A T I

37

"Garp medeniyetinin esaslarıııı insaniyetin ve medeniyetin başta gelen rehberi telakki ederdi. ·· (Halide Edip, Adnan Adıvar lıakkında)

mel iki metin de bu konudad ır. Bu me­ tinlerden biri 1 939'da Fransa'da bas ı l ­ m ış; Adnan Adıvar Türkiye'ye geld ik­ ten sonra M i l ll Eğitim Baka n ı H asan Al i Yücel ' i n öneris i üzerine bu eseri gel iştirerek, hatta tabir caizse yen iden yazarak Tü rkçe o larak yay ı m l a m ı ştır. B u e s e r Osm a n lı Türklerinde İlim (1 940) kitabıdır. Osman l ı toplumunda sosyal b i l i m alanı d ı şı nda matemati k ve tabiat b i l im lerindeki gel işmeleri an­ latan bu kitap, konusu ve kapsamı iti­ bariyle, sözü edi len dönemde emsal­ sizdir. Ad ıvar' ın o dönemde yayı mlan­ mış metin lerini yaz ı ldığı dönemin ge-

cak ve bu halde insanların kendileri için iyi olanı ancak kendilerinin belirlemesi inancıyla çelişecektir ya da zaman içinde toplumda olacak gelişmeleri bekleyerek, kendi misyonlarını görmezden gelecektfr. O halde de kendilerini toplumun sorun-

M

38

O

D

E

R

N

L

Ş

M

n e l çerçevesi d ı ş ı nda m üta laa etmek gerekir. Adıvar' ı n d iğer kitabı Tarih Bo­ yunca İlim ve Din (1 944) de dönem in­ de etk i l i o lmuş, hayli önemsenmiştir. Zamanın etkin entelektüel lerinden N i­ yazi Berkes'in bu kitapla ilgili yazdığı olumlu eleştiri, Adnan Ad ıvar' ın temel yaklaş ı m ı n ı açıklayabilecek mahiyette­ d i r : "Bu işi yapabi l mek için önümde i k i yo l aç ı l m ı ş b u l u nuyord u : B i ri bu mevzuda yaz ı l m ış eserlerden birini ay­ nen tercüme etmek, d iğeri de muhtelif eserlerden bir kompi lasyon (toplama) yapmak. B en okuyucular hesabına ve kendi hesabı ma ikinci yol u daha fay­ d a l ı buldum . . . Eserin bir kompilasyon olduğunu mukaddemede okuyan bazı m ü nevverleri m i z b e l k i d u d a k b ü ke­ ceklerdir. Çünkü onlar arasında şimdi moda olan iki söz vard ı r : Orij inal eser ve sentez. Orij inal eser ne demektir s e n tez n ed i r b u n l a r ı i y i c e a n l a m ı ş olanlar b i l irler ki, orij inal eserin iyisi olduğu gibi kötüsü daha çoktur ... Ter­ kibin pek kıymetl isi olduğu gibi yan l ış ve şaşırtıc ı olanı daha çoktur. Mesela acele yap ılan tamim l erin müell ifi sü­ rüklediği terkipler fikirleri şaşırtmaktan başka neye yarar?" Cumhuriyet' in i l k döneminde bir si­ yasetçi o l a ra k tebarüz eden Adna n Ad ıvar, 1 930'lu yıl lardan itibaren siya­ set adam ı o l maktan ziyade bir kü ltür adamı olarak bel i rmiş, ö lümüne kadar da öyle ka l m ıştır. 1 930' 1arda eski siya­ setç i lerin itibarlar ı n ı n iade ed i l mesin­ den sonra siyasetle uğraşmama konu­ sunda ısrarlı olanlardan b i ri odur. Ad-

lanna duyarsız kalmakla suçlayacaklardır. Kuşkusuz, bu zor bir durumdur. izlenen yol genellikle misyonu yerine getirmek olmaktadır. Ama bu misyonu yerine geti­ renler sürekli o larak kendil erine olan halk desteği konusunda kaygılı olacaktır.

V

E

B

A

T

c

K

nan Ad ıva r ' ı n entelektüel o l arak ü ç konuda önemsenmesi gereken işlevi o l m u ştu r. B u n l a rdan b i ri dönem inde kü ltü rel bakı mdan çok etk i l i olan ve hala değeri n i koruyan İslam Ansiklo­ pedisi'nin ed itörü o l ma s ı d ı r. B u n u n yanında y i n e o y ı l başlayan tercüme faa l iyetinde de önemli bir rol oynamış­ tır. Sözü edilen dönemde her iki kü ltü­ rel faal iyette birden yer alan entelektü­ el sayısının çok az olduğuna işaret et­ mek gerek i r. Ansikloped i'ye imzasız o l a r a k yaz d ı ğ ı "Mu kaddeme", Ad ı ­ var' ı n , kültür sorununa genelde nas ı l bakı l ması gerektiğine dair görüşlerinin i lginç ve kriti k bir yansımasıdı r. Onun Batı ve Doğu k ü ltürüne bakış tarz ı n ı sergileyen makale, Türklerin oryanta­ lizm konusundaki yaklaşımlarını yan­ sıtmak maksad ıyla İngil izce'ye çevril­ miştir. İslam Ansiklopedisi de temelde bir tercüme ansi klopedidir. Fakat Tür­ kiye'deki sınırlı sosyal b i l im potansiye­ l i n in bir ansiklopediye yansıtı lması ko­ nusunda ısrarcı ve seçici olan Adnan Ad ıvar' ın terc i h iyle, h i ç de az sayıda o l mayan tel if yaz ı l m ı ş maddeye yer verilmiştir. Ad ıvar, İslam Ansiklopedisi' nin ya­ yımlandığı dönemde, Türkiye'de tarih alanındaki çal ışmaların yeters izliğine i l işkin kanaatini d i le geti rmiştir: "Çün­ kü en son zamanlara kadar yazı lan ta­ rihi eserler, monografi ler, hatta iti raf edeyim ki, İslam Ansiklopedisi'ne ge­ çen makaleler arasında dahi tarih usu­ lüne ve terkib processus'una numune diye gösteri l ecek o l a n l a r ı pek azd ı r.

O da bir tür popülizm eğilimi halinde or­ taya çıkacaktır. Modernite projesini uygulayanların kit­ leye ulaşmasında önemli güçlükler bu­ lunmaktadır. Bu güçlük salt modernite projesinin ekonominin kapitalist işleyişi-

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

B una ne zaman itiraz etsek başlar sal­ lanarak 'biz henüz vakaları top layıp arşivleri tasnif etmek devrindeyiz; bu devri atlattıktan sonra asıl tarihi yazılar yazılabil ir' gibi büyük bir hikmet sav­ r u l d u ğ u n u işitiriz. Vak ı a Zeki Ve l i d i Bey' i n eserin i n 'Usul' bahsini okuyun­ ca bizlerin henüz bu devri atlayamadı­ ğımız anlaşıldığı gibi vakıalar toplan­ masında, arşivler tasnifinde i l mi yolun tutulup tutu lmadığı ndan insan ın içine şüphe düşüyor." İslam Ansiklopedisi tarih boyutu çok bel i rgin bir kültür an­ s i kloped i s id i r. A d n a n A d ı va r yine o d ö n e m d e y a z d ı ğ ı b i r m a k a l ed e 1 930'1arda inkılaplar sırasında tarih ve d i l alan ı nda köklü yan l ışl ıklar yapıldı­ ğını bel irtmiştir. Entelektüel öncül üğünün değişik ör­ neklerin i saptamak mümkündür. Örne­ ğin 1 98 1 'de, laikliğin sosyal taban ı n ı nazar- ı dikkate a larak yeni bir yorum i leri süren bir ayd ın, özgün zannettiği bu yoru m l a d a h a son ra Adnan Ad ı­ var' ı n eski b i r İ ng i l izce m akalesinde karş ı laştığı n ı bel i rtecektir. 1 980'1er ve sonras ı nda bazı sol ve d i ni çevrelerde revaç b u l an, D iyanet İ ş l eri Başkanl ı­ ğ ı ' n ı n devlet teşki l atı ndan ç ı karı l ması ve d insel hayatın d üzenlenmesine iliş­ kin işlerin cemaatlere bırakılmasın ı sa­ vunan laiklik a n l ay ı ş ı na, Adnan Ad ı­ var'ın l 950'li yılların başlarındaki me­ tin lerinde rast l a n a b i l ir. Ad ıvar, 1 954 yılında, dinsel eği l i m leri bel irgin Millet Partisi'nin kapat ı l masına karşı çıkmış­ tır. 1 940' 1 1 y ı l ların sonlarında gazetele­ re yazdığı denemelerinde, sosyal ko-

ni öngörmesi ve toplumda eşitsizliği artır­ masıyla da açıklanamaz. Nitekim, Türki­ ye'de modernite projesinin içinden çıkan sermaye sahipleriyle emekçiler arasındaki çelişkiyi temel alan sosyalist modernite projesi de halka ulaşmakta büyük ölçüde

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N L A T !

nulardaki eleştirileri yan ı nda D i l-Tarih ve Coğrafya Fakü.ltes i'ndeki öğretim ü ye l e r i n i n tasfi y e s i ko n u s u n d a d a Meclis'te tepkisini ifade etm iştir. Dö­ nem i n bağ ı m s ı z DP m i l l etve k i l i ve 1 950 sonras ı n ı n bağı msız yazarı Ad­ nan Adıvar' ı n o dönemde yazd ı k l arı genel yaklaşı mını yansıtacak ve siyase­ te kolayca tercüme edi lemeyecek ma­ h i ye tted i r. D e n e m e yaz ı l a r ı , B ilgi Cumhuriyeti Haberleri ( 1 945 ) , Dur Düşün ( 1 9 5 0) ve Ha kika t Peş inde Emeklemeler (1 954) kitaplarında der­ lenmiştir. Yazdığı üç deneme kitabı genelde toplum sorunlarına ne kadar mesafe l i baktığının i lginç kan ıtlarıdır. Siyasetle başlaya n , siyasette odaklaşan b i r ha­ yat, topluma bilgece bir bakışla, gün­ delik s iyaseti neredeyse h iç önemse­ meyen b i r hayata dö"n üşmüştü r. Son dönemde yazd ıklarından yapa b i lece­ ğimiz bir a l ı ntı, Adnan Adıvar' ın dur­ duğu yeri ve siyasete mesafesi n i açık1 ı k l a o rtaya koyacak m a h i yette d i r : "Hakikat arayıcılığının i l k şartlarından biri, hakikat yolcusunun sağdan, sol­ dan kend isine gösterilen meşa l eleri n ışığına kap ı lmayarak, bazen sağda, ba­ zen solda parlayan ayd ı n l ı klarla gözle­ ri kamaşmayarak hakikati kendi gö­ züyle ne tarafta görüyorsa o tarafa tev­ cih edebilecek kadar fikir istiklaline ve teşebbüs kudretine sahip o l ması d ı r. " İ şte kend : ifadel eriyle A d n a n Ad ıvar biraz da budur: Çeşitli tazyiklere rağ­ men fi k i r isti k l a l i n i koruyan b i r en­ telektüel.

39



güçlükle karşılaşmıştır. Bu da halka ula­ şamamasında salt araçsal boyutta açıkla­ namayacak nedenler bulunduğunu gös­ termektedir. Bu ikilemden kaçınmanın bir yolunun ise dönüşümü olabildiğince hızlandır-

M

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

V

mak, öncülerle kitle arasındaki açığı hızla kapatmaya çalışmak olduğu açıkur. Ama bunun ötesindeki öznel nedenlerin de ih­ mal edilmemesi gerektiğini akıldan çıkar­ mamak gerekir.

SIYASAL DÜŞÜNCENJN BAŞARI ÔLÇÜTLERI VE KAPSAYACACI ALAN NASIL BELiRLENMEKTEDiR

40

Buraya kadar üzerinde durduğumuz, te­ mel bir dönüşümün yaşanmakta olduğu bir ortamda gelişen ve yine üzerinde du­ rulan karşıtlıklar arasında kendisine bir yol bulmaya çalışan siyasal düşünceler belli konularda seçmeler yapmak duru­ munda kalmaktadır. Bu, çok geniş bir alanda yapılan seçmeleri içerecektir. Bu alan, iktidarın meşruiyetinin nasıl temel­ lendirileceğinden, dinsel ya da ilahi ola­ nın sınırlarının nasıl yeniden belirlenece­ ğine, bireyin özgürlüğünün nasıl tanımla­ nacağına, bireyin özel alanının nasıl gü­ ven altına alınacağına, kendisini ekono­ mik ve siyasal olarak yeniden üretmesini sağlayacak yeni kurumsallaşma önerileri­ nin ne olacağına, gelişme ve ilerlemeden ne anlaşıldığına kadar pek çok alanı kap­ sayacaktır. Bu tür çok önemli yapısal bir dönüşüm konusundaki siyasal politikalar sistemi hızlı olarak dönüştüremiyorsa, tüm ülkeyi ve ulusu saramıyorsa, bu ge­ niş alandaki politik seçmeler sürekli ola­ rak gündemde kalacak ve tartışma konu­ su olmayı sürdürecektir. Her siyasal düşüncenin nihai hedefi uy­ gulamada başarılı olmak ve bu düşünce­ lerin yaşama geçirilmesini sağlamaktır. O zaman başarılı olmasının ilk koşulu, bu düşünceyi geliştiren ve benimseyen kad­ roların iktidar olabilmesi, ikinci koşulu ise iktidarda bulunduğu sırada kendisini ekonomik ve siyasal olarak yeniden üre­ tebilmeyi başarması, toplumun dönüş­ müş kesiminin büyüklüğünü sürekli ola­ rak arurabilmesidir. Siyasal düşüncenin niteliğine göre ba-

·

E

B

A

T

c

K

şarının farklı bir biçimde tanımlanması­ nın olanaklı olduğu da söylenebilir. Bir siyasal düşünce dönüşmeye karşı bir di­ renç düşüncesi o larak geliştiyse, iktidar olmadan kendi mantığı içinde dönüşmeyi geciktirerek de belli bir işlev görebilir. Bu halde kendi amaçlan doğrultusunda bir başarı göstermiş, direnç üretmiş olur. Türkiye'de güncel siyasal akımların özelliği, kendileri konumunu gelecekteki proj eleri üzerine kurmaktan çok Türki­ ye'deki modernleşme deneyiminin eleşti­ rilmesine dayandırmasından kaynaklan­ maktadır. Geçmişe ilişkin bu değerlendir­ meler, kişinin modernite projesi konu­ sundaki başlangıçtaki tutumuna, kendisi­ ni o toplumun bir aktörü olarak ya da dıştan gözleyicisi olarak görmesine, top­ lumların ilerlemesine ve demokratikliği­ ne farklı olumluluklar yüklemesine göre farklılaşmaktadır. Birinci tür değerlendirmeler modern­ leşme projesini hiç sorgulamayan, toplum üstü nesnel bir değerlendirme yapmaya çalışan, toplumların modernleşme çizgi­ sinde ilerlemesine çok ağırlık veren bir yaklaşım içinde olanlar tarafından yapıl­ maktadır. Bu durumda, değerlendirici il­ gisini hemen hemen sadece modernleşme açığının büyüklüğü üzerinde toplamakta­ dır. Bu açığı kapamada, m odernleşme projesi yaşama geçirilebildiği ölçüde ba­ şarılı olunacaktır. Bu bakış açısına göre demokratik top iu m modernleşmenin so­ nunda ulaşılacak bir hedeftir. Geleneksel toplumdaki kişilerin geçmişin bağların­ dan koparılarak b irey-yurttaş olmaları gerçekleştikten sonra demokrasiye geçiş için koşullar hazır olacaktır. Piyasa güçle­ ri bu geleneksel bağları koparamıyorsa, bir süre için bu kopuşu sağlayacak baskı­ cı pratikler meşru görülebilecektir. Türki­ ye siyas e t i n d e Tek Parti d ö n e m i n i n CHP'sinin böyle bir çizgiyi temsil ettiği söylenebilir. Çok partili yaşama geçtikten sonra gelişen partiler genellikle böyle bir değerlendirme çizgisine uzak kalmışlar-

S i Y A S A L

D Ü Ş Ü N C E N i N

G E L i Ş i M i

dır. Son yıllarda Atatürkçü Düşünce Der­ neği içinde bu tür bir yaklaşımın yeniden üretildiği söylenebilir. İkinci tür değerlendirmeleri yapanlar da modernite proj esinin öngördüğü top­ lumsal düzeni ya da yaşantı biçimini sor­ gulamazlar. Kendilerini bu dönüşümü gerçekleştiren toplumun dışında tutarak, yaşanan dönüşümün araçlarını moderni­ tenin bir değeri olan demokratiklik açı­ sından sorgularlar. Eğer piyasa güçleri ki­ şileri geçmişteki toplumsal bağlarından koparıyorsa, buna paralel olarak toplum­ da kişilerin istekleriyle demokratik süreç­ ler içinde bir değişme ortaya çıkıyorsa, bu iyi bir şeydir. Ama bu değişmeyi elitlerin tepedenci yaklaşımlarıyla gerçekleştirme­ ye çalışıyorlarsa bu, demokratik meşru­ iyetin sınırlarının dışına çıkılması olarak değerlendirilecektir. Modernleşme açığı o nların temel ilgi alanları değildir. Ya kendiliği n d e n o l a n m o d ernleşmenin uzun erimde daha hızlı ve sağlıklı olaca­ ğına inanırlar ya da modernleşme açığı­ nın kapatılmasının hızlandırılması onları ancak zorlayıcı olmamak koşuluyla ilgi­ lendirir. lkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen Demokrat Parti'nin bu çizgiyi izle­ diği söylenebilir. D aha sonraki yıllarda ortanın sağı çizgisini izleyen partilerin de bu çizgide kaldığı söylenebilir. Son yıllar­ da gelişen lkinci Cumhuriyetçi akımın bu çizgideki bir eleştiriyi güçlü olarak vur­ guladığı görülmektedir. Bu tür kendiliğinden gerçekleşecek bir modernleşmeye razı olmanın bir başka biçimiyse tarihsel olmayı yüceltmek ola­ rak ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısın­ da, toplumun elitleri toplum dışında var­ sayılarak bir değerlendirme yapılmakta­ dır. Bu elitlere modernleşme yoluyla de­ ğişmeyi zorlayıcı, dolayısıyla toplumun tarihselliğini yok edici aktörler olarak bakılmaktadır. Bu bakış açısına göre, en sağlıklı gelişme toplumların kendiliğin­ den evrimsel gelişmeleridir. Bu evrimsel çizgiyi zorlamak tarihsel olanı dışlamak

K O N U S U N D A

B i R

Ü S T

A N L A T /

olarak görülmektedir. Tarihte özne ol­ mak hakkı sadece kitlelere tanınmakta, bunun dışındaki elitler meşruiyet dışı bı­ rakılmaktadır. Türkiye'de muhafazakar popülist akımların içinde böyle bir da­ mar gözlenmektedir. Üçüncü tür değerlendirmeler gerçekte modernleşmeyi yadsıyan, geçmişin yaşam biçimini savunan ve modernleşmenin so­ nunda ortaya çıkan yaşam biçimini eski dönemin değerleri açısından eleştirmeye çalışan yaklaşımlardır. Bunlar genel ola­ rak toplumun dışına çıkan kişinin değil, onun içinde kalanın değerlendirilmesidir. Pozitivist bir bilgi anlayışını da benimse­ medikleri için kendilerini toplumun dı­ şında tutamazlar. Değerlendirmeleri de, nesnel olduğu iddia edilen bilgiye dayan­ mayıp geçerliliği öznellikler arası olmayla kurulmuş bilgilere dayandığı için, kınama ya da gülünçleştirme eksenine o turacak­ tır. Bu bakış açısı çoğu kez desteğini öz­ nellikler arası temelde değişmez olduğu iddia edilen dini bilgiden, kutsal olandan almaya çalıştığı için, buna uyumsuzluk konusunda yapılan değerlendirme bir kı­ nama niteliği kazanmakta, bu yolla geç­ mişin yaşam biçimine dönüş için toplum­ da bir cemaat baskısı ya da çoğunluk bas­ kısı yaratmaya dönük olmaktadır. Türki­ ye'deki hem dinci hem de milliyetçi mu­ hafazakar çizgideki akımlar bu türde bir eleştiriden yola çıkmaktadırlar. Gerçekte modernleşmenin maddi alan­ da sağladığı başarı karşısında, bu üçüncü tür değerlendirmenin ya da eleştirinin saf biçimiyle ileri sürülmesi olanağı buluna­ maz. Savunulan geçmişin yapısının bu başarıyı gösteremediği açık hale gelmiştir. Bu durumda bu eleştiri, modernleşmenin ekonomik sisteme, doğa bilimlerine, tek­ nolojiye ilişkin değerleri kabul edilerek diğer öğelerinin yadsınması biçiminde or­ taya çıkmaktadır. Modernleşmenin tek­ nik ve ekonomik yönünün toplumun ge­ leneksel yapısı içinde başarıyla çalışabile­ ceği varsayılmakta, bu yolla toplumun

41

M

42

O

D

E

R

N

E

Ş

M

E

kimliğinin korunacağı savunulmaktadır. Bu tür bir bakış açısının savunduğu gele­ neksel değerler içinde demokrasi yoktur. D emokrasi sadece toplumda sesini duyu­ rabilmeyi ve iktidara gelebilmeyi sağlayan bir araç olarak değer kazanmaktadır. Bu, savunmada olan bir değerlendirme çizgi­ sidir, içeriğini modernleşmenin başarı dü­ zeyi belirlemektedir. Modernleşme başa­ rılı oldukça savunucu çizgi geriye çekil­ mektedir. Erbakan'ın kurduğu Milli Ni­ zam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi'nin böyle bir çizgi izlediği söylenebilir. D ördüncü değerlendirme çizgisi de modernleşme proj esini yadsıma üzerine kurmuştur. Bu yadsıma üçüncü türdeki değerlendirme çizgisinden farklı bir yön­ de gelişmektedir. Geçmişe özlem duyulan bir yadsıma değil, modernizmin ötesine geçen, bir anlamda modernite projesiyle yetinmeyen bir eleştiridir. Postm oder­ nizm böyle bir eleştiri getirmektedir. Ay­ dınlanma'nın akılcılığı insanlığı dini dog­ maların baskısından kurtarmıştı ama da­ ha sonra araçsallaştırılan akılcılık dünya­ yı büyük ölçüde varolan sisteme hapseder hale getirmişti. Dünyayı modernitenin araçsal rasyonelliğinden kurtararak in­ sanlığın yeniden özgürleştirilmesi amaç­ lanmaktadır. Bu ise bilim anlayışında eleştirel ger­ çekçiliğe geçişi gerektirmekte, değişebile­ cek olanın değişmez olarak gösterilmesini olanaksız hale getirmektedir. Daha çok sosyalist gelenekten gelenlerin izleyebile­ ceği bir çıkış noktası olabilecek bu eleşti­ rel konumun potansiyelinin Türkiye'de

V

E

B

A

T

c

L

K

henüz yeterince kullanılmadığı söylene­ bilir. Türkiye'de varolan sosyalist ve sos­ yal demokrat partiler böyle bir çizgiden oldukça uzaktır.

SON VERlRKEN Bu yazıda yapıldığı gibi Türkiye'deki siya­ sal düşüncenin gelişimi için bir üst anlatı kurulmasına çalışılmasının işlevinin ne olduğu sorulabilir. Bu soruya birbirini ta­ mamlayıcı iki yanıt verilebilir. Bunlardan öncelilı le belirtilmesi gereken, böyle bir üst anlatının ayrınulı bir düşünce tarihini gereksiz kılmaya çalışmadığı, tersine onu tamamlamaya çalıştığıdır. Böyle bir yakla­ şım ayrıntılı ve belli bir yere özgü düşün­ ce tarihinin tarihsel bağlamına oturtulma­ sında önemli bir zenginlik sağlayacaktır. Bu yolla tarihsel bağlama oturtulmasında doğrusal ve homojen olarak akıp giden bir zamanı temsil eden kronolojinin ötesi­ ne geçilmektedir. Tarihin akışını niteliksel sıçramalar haline getirmekte ve yerel tarih böyle bir tarih akışı içine oturtulduğunda tarihsel bağlama oturtmanın sağlayabile­ ceği açıklayıcılıklar artmaktadır. !kinci olarak böyle bir üst anlatının bir anlamda, tarih metodolojisi içinde önem­ li bir yeri olan karşılaştırmalı tarih analiz­ lerini ikame etme işlevi gördüğü de söyle­ nebilir. Böyle bir anlatı, bir ülkede, belli bir dönemde ortaya çıkan bir siyasal dü­ şünceyi ya da hareketi bir tür normalleş­ tirme işlevi görmektedir. Tarihe yaklaşımı yargılama amaçlı olmadan uzaklaştırmak­ tadır. Hatta yargılayanı yargılama konusu haline getirebilmektedir. O

Batılılaşma: Türkiye ve Rusya M U R AT B E L G E

Dünyada "Batılılaşma" adıyla tanınan bir süreç, bir program, bir fiil varsa, bunun ilk örneği Osmanlı ve Rus lmparatorluk­ lannda görülmüştü. Böyle bir örneğin or­ taya çıkış tarihi de Rusya için yaklaşık 17. yüzyılın son on yılı, OsJlrnnlı imparator­ luğu için de 18. yüzyılın ilk yarısı olarak saptanabilir. Bu tarihlerde Batı, "Batı" di­ ye tanımlanabilecek ö zelliklere sahip farklı bir bütünlük olmaya başlamıştı, ama o da bu sürecin oldukça erken aşa­ malarındaydı ve kendisi de "Batılılaş­ ma"ya devam ediyordu. Yaklaşık bir yüz­ yıl sonra, Fransız Devrimi ve Sanayi Dev­ rimi'nin gerçekleşmesiyle Batı, Batı ola­ caktı. Özellikle ikinci olgu Batı'yı bütün dünyada tek ve b enzersiz bir konuma yerleştirecek ve bundan böyle "Batılılaş­ ma" fiili "Batılı" olmayan bütün dünya­ nın başlıca uğraşı haline gelecekti. Daha sonraları, bu "Batı" kavramında, bu işi yapanlar için biraz tedirgin edici çağrı­ şımlar bulunduğu için, kulağa daha nötr gelen "modernleşme" terimi daha yaygın bir tercih görecektir. Batı'nın hemen doğu kıyısında, Avras­ ya'nın bitişme noktasında, "r" ile "a"nın bulunduğu yerde, Rus ve Osmanlı impa­ ratorlukları bulunuyordu. Batı'nın batısın­ da ise önce bir okyanus, sonra da okyanu-

su aşarak kurduğu Amerika kolonileri yer alıyordu. Bunların "Batılılaşma" diye bir kaygılan olmadı. Hatta, tersine, kendi ana ülkelerine karşı siyasi bağımsızlık savaşı vererek nihai kimliklerini edindiler. Ama kültürel anlamda "Batılı" dan başka bir şey o l duklarını düşünmüyorlardı. Zaman içinde yoksul kalan Güney "modernleş­ me" gereğini duydu (Arjantin, Şili ve Uru­ guay'ı kastediyorum) ama "Batılılaşma" kavramı onların sözlüğüne uygun bir kav­ ram değildi. Dolayısıyla bu ada uyan çabayı ilk başla­ tanlar, o Batı'ya göre Doğu'nun başladığı çizgideki komşular oldu. Aynı tarihlerde Asya'nın büyük çaplı medeniyetlerinden Hindistan Batılılaşma değil, sömürgeleşti­ rilme sürecinin başındaydı. Bu, daha son­ raki dönemlerde, dünyanın büyük bir kıs­ mında insanların Batı ile gerçek yüzleşme­ lerinin biçimi olacak ve Batılılaşma ile ko­ lonizasyon iç içe yürüyecekti. Ama Do­ ğu'nun en batısındaki Türkiye ve Rusya ile bir süre sonra onlara katılma gereği du­ yan lran'da, aynca Doğu'nun en doğusun­ daki Çin ile japonya'da, bu anlamda bir sömürgeleşme görülmeyecekti. Ancak, 17. ve 18. yüzyılların dönüşünde, Uzakdo­ ğu'nun bu büyük medeniyetlerinin Batı ile tanışıklığı henüz hiç ileri gitmemişti. "Batılılaşma", Türkiye ile Rusya'nın or­ tak özelliği haline geldi. Süreç ilerledikçe,

M

44

O

D

R

N

E

M

kaçınılmaz benzerlikler görüldü. Ama bütün bu benzerlikler benzem ezlikler üretiyordu. Başlangıçta bunlar muhteme­ len mahiyet farklılıklarından çok derece farklılıklarıydı. Ama süreç ilerledikçe, klasik deyimle, niceliksel farklılıklar nite­ liksel farklılıklara dönüştü. Bir örnek olarak, bir benzerlik üstüne birkaç şey söyleyeyim. Rusya'nın Batılı­ l aşmasının b aşkahramanı Büyük P e t­ ro'dur. Petro henüz tam iktidarla Çar ol­ madan önce Avrupa'ya gitmiş, orada bir yılı aşkın süreyle kalmıştı. Çok zaman kimliğini de gizleyerek, Batı'yı Batı'da öğ­ renmek için çalışmaya başlamıştı. lngilte­ re'de dört ay kaldıktan sonra Hollanda'ya geçmişti. Oradaki incelemelerinden sonra Viyana'ya gitmeye hazırlanıyordu (Os­ manlılar gibi Ruslar için de, o konjonk­ türde, ilk ciddi Batı Viyana'ydı). Buraya varmışken ya da varmak üzereyken ken­ disini acele Moskova'ya çağıran bir gizli mesaj aldı: Streltsi ayaklanmıştı. Streltsi özel bir askeri birlikti. "Devşir­ me"lik gibi bir durumları olmamakla bir­ likte, bizim Yeniçeriler'e birçok bakımdan benzerler. Bir kere bir "hassa" birliği ola­ rak Çar'a yakın ve ayrıcalıklıydılar. Tarih­ te, birçok savaşta başarılar kazanarak bu ayrıcalıklarını arttırmış ve pekiştirmişler­ di. Böylece epey şımarmış, başına buyruk bir hale gelmişlerdi. Askerlik dışında, çı­ kar elde etmelerini sağlayan kazançlı işle­ re el atmışlardı. Yine bozulma sonrası Ye­ niçeri ocağı gibi, hanedanlaşmış, ayrıca­ lıklarının çocuklarına geçmesini garanti altına almışlardı. En önemlisi, bütün bu avantajları toplumsal ilişkilerin olduğu gibi devam etmesine bağlıydı ve onlar da bunun bilincindeydiler. Bu, mulıafaz.akar­ laş ma'nın temel koşuludur. Petro , Rus­ ya'yı değiştirmeye karar vermişti; Streltsi değişime karşıydı. isyan bastırılır gibi olmuştu. Ama Petro dönünce "Deli" sıfatını da hakettiğini gösterir bir şiddetle isyancıları cezalan­ dırmaya girişti. Bütün iktidarı da kendi

V

E

B

A

T

c

K

eline aldı. Bu Streltsi'nin sonu ya da son isyanı olmadı. Direniş biraz daha sürdü. Ama sonunda Petro kazandı; birliği dağıt­ tı ve eritti. Reformlara girişti. Bundan bir süre sonra Osmanlı'da Pat­ rona isyanının çıkması ilginçtir. Gerçi bu isyan "Lale Devri" dediğimiz dönemde girişilen politikayı değiştirmez; Ill. Ahmet'i değiştirir, ama onun yerine geçen I. Mahmut isyanı çıkaranları yok ettikten so nra kalınan yerden d evam eder. Ama kalınan yer de, devam ı d a , Petro'nun girişiminin yanında son derece cılızdır. Ülkenin askeri gücünün muhafazakar ve bağımsız bir politik güç haline gel­ mesi, o ülkede pek fazla değişim imkanı bırakmaz. Petro bu durumla karşılaştı v e g ö ğ ü s g ö ğü s e s a v a ş ı s e ç e r e k bu ö n e m l i e n g e l i b e r t a r a f e t t i . Ta r i h 1 699'du - Osmanlılar'ın Karlofça'yı im­ zalamak z o ru n d a kaldığı yıl. Vaka-i Hayriye ise 1 826'dır. işte bu , bir bakıma, basit bir "zaman farkı" gibi görünebilir. "Biri hızlı gitmiş, öbür ağırdan almış" diyebilirsiniz. Bu ka­ dar kocaman ve karmaşık toplumsal sü­ reçler söz konusu olduğunda, neyin ni­ çin "daha iyi" olduğu ("daha iyi" ne de­ mek zaten? ) belli olmaz gerçekten de. Ama bu zamanda öncelik, bütün sürecin daha yaygın ve daha derin işlediğinin de kanıtıdır. Bu çer_çevede, hızlı davranma­ nın bir avantaj olduğunu yoksamak pek de kolay değildir. Bu "radikalizm" farkı, sürecin başından beri, kendini her an ve her durumda belli eder. Petro'nun Avrupa gezisinin tamamı (Riga ve Königsberg'den Berlin'e, sonra lngiltere ve Hollanda'ya, oradan Viya­ na'ya) bir buçu k yıla yakın sürmüştür. Rusya dışına çıkan ilk Çar'dır. Türkiye dı­ şına çıkan ilk sultan Abdülaziz'di. Onun gezisi Petro'nunkinden yaklaşık 1 70 yıl sonradır; Paris, Londra ve V!yana'yı kap­ sayan bu gezi üç ay sürdü. Ama bu sayısal karşılaştırmaların ötesinde, gezilerin nite-

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

!iği önemlidir. Petro konuk devlet başka­ nı olarak değil, neredeyse stajyer öğrenci gibi gitmiş, bedeni çalışmaya girmiş, gemi inşaatında çıraklık etmiş, hastanesinden fabrikasına her türlü kuruma giderek Av­ rupa'da işlerin nasıl yapıldığını anlamaya çalışmıştı. Bir an için, Petro'nun buradaki çağdaşı lll. Ahmet'i benzer işler yaparken hayal etmeye çalışalım. Galiba hayal et­ mesi dahi mümkün değil. Petro'nun bu kişisel davranış ve özel­ liklerini vurguluyorum. Tarih elbette kişi­ lerin özelliklerine göre biçimlenmez; ama kişiliğin tarih üzerindeki etkisi ne kadar sınırlı olursa olsun, sonuçta o da bir iz bı­ rakacaktır. Petro'nun etkisi, ülkenin Batı­ lılaşma sürecine Osmanlı'ya kıyasla kararlı ve gözüpek bir tutumla girmesini sağladı. Bu üslupla girilmesi de sürecin bütününün karakterinde etkili oldu. Ama, her "kişisel" etkinin de yine "ta­ rihi" bir açıklaması olması gerekir. Niçin Rus tarihi, bu işe bu kadar istekli bir Çar üretebildi de, aynı ş ey Osmanlı bağla­ mında (en azından daha bir yüzyıl bo­ yunca) görülmedi. Bu yazıda ortaya attığım ve atacağım başka sorular gibi bunun da cevaplandı­ rılması kolay değil. Koskoca toplumlar­ dan, son derece karmaşık süreçlerden, üstelik, tarihte çözmesi en zor şifrelerden biri olan ideoloj ik formasyonlardan söz ediyoruz. Sorduğum bu sorulara kendi­ me göre bazı cevaplar vermeye çalışaca­ ğım, ama bu noktaya gelmişken, bunla­ rın ne kadar varsayımsal olduğu konu­ sunda bir uyarıda bulunayım. Böyle bir karşılaştırmada akla gelen ilk açıklamalardan biri "din" oluyor: Rusya Hıristiyan'dı, dolayısıyla Batılılaşmak on­ lar için zor olmadı; oysa Müslüman Os­ manlı'nın "gavur" diye küçümsediği Ba­ tı'ya kendini benzetmeye çalışması çok daha güçtü. Bu argümana çok fazla katılmıyorum. Argümanın ikinci bölümü üstüne söyle­ nebilecek fazla söz yok. Ampirik olgulac

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

A

rın incelenmesi de, bunun Osmanlı için çok zor olduğunu gösteriyor. Benim itira­ zım daha çok argümanın birinci kısmıyla, yani Hıristiyan olmanın Rusya'nın işini kolaylaştırması görüşüyle ilgili . Bunun çok doğru olduğu kanısında değilim. Rusya'nın "Ortodoks", Batı'nın ise "Ka­ tolik" ve "Protestan" olması yeterince ayı­ rıcı olabilirdi. Ne kadar ayırıcı olacağı, ta­ rihi konjonktürde belirlenir. Somut kon­ jonktürün somut öğeleri bir dini veya bir ideolojik formasyonu ötekine yaklaştıra­ bilir ya da aralarına aşılmaz uzaklıklar koyabilir. Birinin ya da ötekinin olması, bu ideolojilerin kağıt üstünde formülle­ yeceğimiz benzerlik veya benzemezlikle­ rinden çok, somut konj onktürdeki tarihi eğilimlerin nihai üst-belirlenme biçimine bağlıdır. Petro'dan çok farklı bir dünya görüşü olan bir Çar, öğretiyi, Ortodoks­ luk'la öteki mezheplerin ebedi çatışması sonucunu çıkarsayacak biçimde yorumla­ yabilir ve Batı'ya açılan bütün pencereleri kapatabilirdi. Buna karşılık bir Osmanlı padişahı, "Hepimiz ehl-i Kitab'ız" gibi bir yorumla, varolan ayrılıkları yumuşatmaya girişebilirdi. Dolayısıyla, yalnız verili ide­ olojinin akademik denebilecek bir tanı­ mından yola çıkarak bu gibi büyük tarihi süreçleri açıklayamayız. Karşıt yönde ilerleyen iki adam, kısa bir süre, optik bir kesitte yan yana, üst üste görünebilir. Ele aldığımız tarihi dö­ nemeçte böyle bir şey olmaktaydı. "Rus" adı , bugün bu adla andığımız_ Slav boyuna, Kiev çevresinde, muhteme­ len başlarındaki Viking krallarından ötü­ rü verilmiştir (Rurik soyu). Moğol işgali "Kiev Rus" devletini yıktı ve onların güç­ lerini kaybettiği sıralarda Rusluk, Mosko­ va Knezliği (Prensliği) çevresinde yeni­ den güçlenmeye başladı. Bundan sonra, Rusya'nın gitgide güçlenip büyüdüğünü görüyoruz. Sürece daha yakından, kısa dönemlerde baktığımızda, bu bakışta hep olacağı gibi, birçok ilerleme ve gerileme, çatışma, yengi ve yenilgi görürüz. Ama

45

M

46

O

D

R

N

E

M

E

kuşbakışı perspektiften görülen, oldukça tutarlı bir ilerleme çizgisidir. Rusya, uzun süre hep "bir şeylerin or­ tasında" yaşadı. Doğusunda Sibirya, uç­ suz bucaksız, uzanıp gidiyordu. Güneyi­ ni Osmanlı'ya bağlı, eski Moğol egemen­ liğinin kalıntısı, Tatar Hanlığı kuşatmıştı (kısmen, doğusunu da). Batı'da ise Leh­ ler ve Baltlar, onların gerisinde lskandi­ navlar vardı. Rusya'nın bütün o lvanlar zamanında süren mücadeleleri, bir çu­ kurluktan düze çıkma uğraşı gibiydi. Bu metafor çerçevesinde, ayağını yükseltiye basıp, onun gerisinde neler olduğunu görmek, ilk kez Petro'ya nasip olmuştu. Dolayısıyla Petro aklını öncelikle deniz­ ciliğe takmıştı. Kara kenti Moskova'dan Baltık kıyısına gelmesi ve inanılmaz feda­ karlıklarla (ve zorbalıkla) yeni başkent P etersburg'u yaptırması da bunun için­ dir, Prut'u da içeren, Karadeniz'e çıkma çabaları da. Petro'nun ardında, yükselen koca bir toplumun "po zi tif enerjisi" olduğunu söylemek istiyorum. Rusya kendisini ku­ şatan engelleri belirli bir ölçüde aşmış ve durduğu yerden yeni bir dünya görmüş, o dünyayı beğenmişti. Oraya ulaşmak için oraya benzemesi gerekiyordu ve bu göze alınabilir bir şeydi. Aynı tarihlerde Osmanlı Devleti kendi duru mundan hoşnut değildi. Osmanlı Devleti Rusya'nın şimdi hissettiği o yük­ selme duygusunu çoktan yaşamıştı. So­ run da buydu. Osmanlı için, geride kal­ mış bir Altın Çağ vardı ve bu her şeye ba­ kışı belirliyordu. Pek çok incelemeci, Os­ manlı'da evrensel anlamda bir "reform" kavramı bulunmadığına dikkat etmek zo­ runda kalmıştır. Osmanlı varolan duru­ mun iyi bir durum olmadığının fazlasıyla farkındaydı ve bundan kurtulmak için sürekli uğraş içindeydi. Ancak bu uğraşın özü, yeni bir şey yaratmak değil, eslzi du­ ruma dönmenin yolunu aramak şeklinde açıklanabilir. Şu halde, "reform" değil, "restorasyon" diyebiliriz.

V

E

B

A

T

c

K

Rusya'nın çabası Avrupa'da kendine yer açmak içindi; Osmanlı'nınki Avrupa'daki yerini korumak için. Ancak, 18. yüzyıl başındaki, "ilk" B'atılılaşma çabası diyebi­ leceğimiz girişimin zamanı ve niteliği il­ ginçtir. Zaman, Karlofça ve Pasarofça'nın imzalanmasından sonradır. Yani, bir Av­ rupa gücü olma imkanının ortadan kalk­ tığının sert bir şokla anlaşılmasından son­ ra. Avrupa gücü olmak bir yana, bu kıta­ da ayak basmaya devam etmek de, bun­ dan böyle, son derece zordur. Öte yan­ dan, Lale Devri "Batılılaşması" Osmanlı için "restorasyon" dan "reform"a doğru bir tercihin ilk kıvılcımı sayılabilir. Ama bir kıvılcımdan pek fazla ileriye geçme­ miştir - "bugüne kadar" diyebiliriz. Mizancı Murat Bey bu psikolojiyi şöyle anlatır: "Dinleriyle mazilerine mağrur olan Osmanlılar için Frenklere taklit et­ mek tariki pek sakim gelir idi . " Doğru­ dur. Bunun sonucunda, ele aldığımız bu ikili çerçevede, Rusya Batılılaşma'ya, "Ne kadar çok Batılı olabilirim?", Osmanlı ise "Ne kadar az Batılı olmakla yetinebili­ rim?" sorularıyla girmiş gibidirler. Bunun sonuçları da zaten bellidir. II

Benzemezlik, böylece, daha en başından ortaya çıkıyor ve büyümeye başlıyor. Bu­ na rağmen, yapıl�n işin mahiyeti, çok te­ mel bir alanda, önemli bir b enzerliğin uzun zaman devam etmesini gerekli kıl­ mıştır. Bu, " toplumda 'aydın'ların yeri" diyebileceğimiz bir alandır. Bilgi her toplum için önemlidir ve bü­ tün toplumsal biçimlerde sınıflaşma olur­ ken bir bilgi "kast"ı da oluşmuştur: Çin Mandarinleri, Mısır rahipleri, Ortaçağ'da kilise, Osmanlı'da ulema v.b. Batılılaşma ile birlikte ortaya çıkan "bil­ gi ihtiyacı" , bilginin (ve bilginlerin) bu eski biçimlerinden farklılaşan özellikler taşır. Burada başlıca sorun, istenen bilgi­ nin, başka bir yerde üretilen bir bilgi ol-

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

masıdır. Osmanlı lmparatorluğu'nun ba­ şından beri, bilgi, adı üstünde, Ulema sı­ nıfının elindeydi. Ama bir an gelmiş, dev­ let, Ulema'nın kendisine verdiği bilgi ve düşüncelerin yetersiz olduğunu görmüş, yetersiz kaldığına karar vermişti. Tam bu sıralarda, Osmanlı Devleti, ilk kez uzunca bir süre kalmak üzere bir elçi (tabii Fran­ sa'ya) gönderir ve Mehmet Çelebi'nin orada gördüklerini anlattığı "rapor" özel bir önem kazanır. Bu, bilginin olduğu ye­ re o bilgiyi alıp getirecek birini gönder­ menin örneğidir. Ama aynı zamanda iki adam memlekette önemli işler yapmaya başlarlar: Ibrahim Müteferrika ile Hum­ baracı Ahmed Paşa. Birincisi Macar, ikin­ cisi Fransız'dır, ama bazı rastlantılarla iki­ si de Müslüman olmuştur. Bu, o aşamada devletin işini muhtemelen kolaylaştır­ maktadır, ama sonuçta her ikisi de, dışa­ rıda, bilginin olduğu yerde öğrendiklerini Osmanlı Devleti içinde uygulamaya baş­ layan "ecnebi"lerdir. Bu iki küçük örnek, böyle bir sürecin zorunlu ve temel parçalarıdır. "Kökü dı­ şarıda" olan bilginin artık içselleştirilme­ si gerekmektedir. Bunun için dışarıdan uzmanlar gelip süreci başlatacak, o bilgi­ lerle donanan insanlar yetiştireceklerdir; bu insanlar s onradan gereğinde o uz­ manların yerini alabilecektir. Ama süreci hızlandırmak ve çapını genişletmek için bir yandan dışarıya insan göndermek ve onların orada yetişmesini sağlamak gere­ kecektir. Yukarıda değindiğim "nicelik" ve "nite­ lik" konuları burada da hemen kendini gösterdi. il. Mahmu t , 1 826'dan sonra, muhtemelen 100 kadar Osmanlı gencini Batı'da öğrenime göndermiştir. Petro yüz yıldan fazla zaman önce binlerce kişiyi göndermişti. içeride açılan okul, öğrenim gören kişi, hem zaman hem sayı olarak aynı oranlardadır. Petro o tarihlerde Bi­ limler Akademisi kurmuş, takvimi değiş­ tirmiş, Kiri! alfabesini sadeleştirmiş, ilk Rus gazetesini kurmuş, edebiyat _çevirile-

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

A

rini başlatmıştı. Ilk Rus tiyatrosu, sonra­ dan Kızıl Meydan adını alacak yerde tem­ siller verdi. Kadın-erkek kaç-göçünün te­ melleri sarsıldı. Belli ki, "dışarıda üretilmiş bilgi" Rus­ ya'ya hem daha gür bir biçimde akıulmış, hem de içeride daha çok kişinin üstüne akması sağlanmıştır. Bu durum, bir toplumsal değişim de­ mektir; her toplumsal değişim de pek çok yeni sorun üretir. Ilkin, en genel biçimde, toplumda olanlara bakalım: Toplum, ken­ di tarihi boyunca, o tarihin girinti ve çı­ kıntılarına göre biçimlenen bir sınıflaşma ve tabakalaşma yaratmışken, toplumda farklılıklar buna göre biçimlenirken, şim­ di ortaya yepyeni bir etken çıkmıştır: Bu yeni (ve "yabancı") eğitimi alanlar. Sözge­ lişi, geleneksel durumda Boyar/Mujik ay­ rımı varken, bu yeni etken d enklemin "Mujik" kısmını başlangıçta pek fazla et­ kilemeyecek, ama "Boyar" kısmında he­ men "Batılılaşan/Ba_tı lılaşmayan" ayrımı başlayacaktır. Süreç ilerledikçe bu yeni "boya" her yere - değişen koyuluk dere­ celerinde - bulaşacaktır. Bundan ilkin "eski bilgi kastı" zarar gö­ recek ve ilk muhalefet oradan başlayacak­ tır. Daha sonra, çeşitli sınıf ve tabakalar ve onların ara bölümleri, yürürlükte olan sürece eklemlenme biçimlerine göre veya oradan dışlanmalarına göre, yeni koşulla­ rın getirdiği kazanç ya da kayıplara göre, duruma karşı çeşitli tavırlar alacaklardır. Homoj en bir destek veya homoj en bir reddiye beklenemez. Her iki toplum da, çok uzun olmayan bir süre içinde, Batılılaşma'ya karşı akım­ lar üretti ve geliştirdi. Osmanlı Devleti'n­ de Batılılaşma'nın yaygınlaşması Tanzi­ mat'ı bulmuştur. Burada söz konusu etti­ ğim türden toplumsa] çatışmaların en iyi yansıdığı kerte olması bakımından Tanzi­ mat edebiyatında karşımıza çıkan temalar üzerinde durabiliriz. Aslında bu konuda inceleme yapan herkesin hemen dikkat ettiği gibi, o dönemde "roman yazan" bi-

47

M

O

D

R

N

M

v

B

A

T

c

L

K

48

ri , doğal olarak, çizginin Batı tarafında duran biridir. Ama bu erken dönemin aşağı yukarı b ü tün romanlarında bir "alafrangalık" eleştirisi vardır. Berna Mo­ ran bu ilk dönemin hicvedilen tiplerini "Alafranga Züppe" olarak adlandırır ve Kurtuluş Savaşı aşamasına gelindiğinde bunun "Alafranga Hain"e dönüş tüğünü anlatır. Jale Parla ise erken dönem ro­ manlarında, baba evinin geleneksel de­ ğerlerini, maddi servetle birlikte harcayan mirasyedi tipini ve temasını işler. Her iki yazarın incelediği simgeler aslında aynı bütünün parçalarıdır ve Mizancı Murat Bey'in "Dinleriyle mazilerine mağrur olan Osmanlılar için Frenklere taklit etme"nin ne kadar dayanılmaz bir şey olduğunu gösterirler. Çünkü bu toplumsal bölün­ mede, Batı tarafında olan yazarlar, kendi yaptıkları işin toplumsal sonuçlarından da ürkerek, h erkes ten önce kendil eri "alafrangalaşmış" tipleri teşhir etmeye ça­ lışmaktadır.

Batılılaşma Rusya'da da benzer tepkiler yaratmıştı. Zaman içinde, panislavizm bunların içinde en güçlü ve en kolay ta­ nımlanabilir tepki olarak sivrildi. Ama Rusya'daki bütün ideoloj ilerde biraz Batı tepkisi bulunur. Narodnizmde de vardır bu, Rus tipi Marksizmde de. 1 9 1 7 Devri­ mi'ni gerçekleş tiren Enternasyonalist Devrimciler kuşağının yerini alan (Sta­ lin'le birlikte) ikinci kuşakla hemen "mil­ lileşme" başlar. Gelgelelim, Rus edebiyatında ve roma­ nında gözlemlediğimiz "Batı", buradaki kadar dışsal ve yüzeysel değildir. Rus ay­ dını Batı'ya belki burada olduğundan da­ ha şiddetle karşı çıkmaktadır, ama aynı zamanda onu çok daha iyi bilmekte ve anlamaktadır. Rus romanlarında gördü­ ğümüz "Batılı" karakterlerin özellikleri, Felatun B ey gibi pantalon dikişlerinin patlamasına benzemez. Osmanlı, Batılı tipi anında karikatürize ederek dışlaştır­ mış ya da dı�laştırdığını sanmış ya da

B

A

T

1

L

1

L

A

Ş ·. M , A

T

başkı.larını buna inandırmaya çalışmıştır. Ama Felatun'un pantalon dikişini attıran . AhmeL Mithat kendisi parayla, mülkle, e�onomiyle, tamamen Batılılaşma'nın belirlemesi altında bir ilişki geliştirmekten geri dµrmaz. Rusya!da Ba tı'yla e n büyük s orunu olan Dostoyevski'nin, Raskolnikov'dan Stavrogih'e birçok karakterinde Batı'nın _bir Rus için en yıkıcı olduğuna inandığı eğilimlerini incelerken, bu karakterlere ne kadap değer verdiğini de görmemek niümkün değildir. "Batılılaşma" gibi bir sürecin, uzun sü­ re, bir "kültürel ithalat" şeklinde işleme­ mesi• mümkün değildi. Dünyada "Batılı­ lık" denilen özellikler manzumesini (bu­ nun pek çok özgül versiyonunu) Batı'nın kenqisi üretiyordu. Sanayi D evrimi'yle birlikte bu dönüşüm, Batı'da, doğanın dönüştürülmesi olarak anlaşılmaya baş­ landı. llk ciddi tepki, Romantizm akımı olarak biçimlendi. Dickens'ın Hard Times romanını bu tepkinın biraz daha sonraki, ama olduk­ ça de.rli toplu bir örneği olarak kabul edebiliriz. Dickens burada bu yeni buhar gücünün, onun ürünü fabrikanın, onun "Qrünü Manchester t i p i yeni prol eter kentlerinin özelliklerini çizer: "Kırmızı " ttiğladan bir kentti, ya da duman ve kül iı;in yerse kırmızı kalacak tuğladan. Ama ' şimdiki durumda, bir vahşinin boyalı yüz-q gibi, doğadışı bir kırmızı ve karadan 1olµşmuş bir kentti. Makinelerin ve uzun b,acalann kentiydi, bu bacalardan durma1daJı. ve durmadan bitmez tükenmez du­ ıpa� yılanları dolana dolana çıkıyordu . . . Üçü;ıde kara bir kanal akıyordu . . . Bir bu­ har-makin asının pistonu tekdüze çalışı­ yqrdu . . . Birbirine benzer birkaç büyük sokağı, birbi rine daha da benzer birçok kÜ. çük sokağı . . . " Kent böyledir. Kentteki bir okulda, bir .ders sahnesi de şöyle anlatılır: "Thomas Gradgrind, bayım. G erçekçi bir adam. Ç)lgu ve hesap adamı. iki kere ikinin dört

Ü

R ,. K

1

Y

E

V

E

R

U

S

Y

A

ettiği ve daha fazla bir şey etmediği ilke­ sinden sapmayan ve bundan fazla her­ hangi bir şey olacağı n a hiçbir zaman kanmayan bir adam . . . Elde bir cetvel, bir de terazi, insan yaradılışının herhangi bir paketini ölçer, biçer, ne ettiğini size tas­ tamam söyler. 'Yirmi numaralı kız,' dedi Mr Gradg­ rind, dört köşe işaret parmağıyla dört kö­ şe işaret ederek. .. " Evet, Sanayi Devrimi' sonrası lngiltere. Felsefede faydacılık, siyasette kolonya­ lizm/emperyalizm, ekonomide kapitalizm - toplumsal hayatta servet ve sefalet. Dic­ kens gibi bir yazar için korkunç bir süreç. Ama bu süreç her yerden çok onun kendi ülkesi olan Britanya'da işliyor. Gözünün önünde oluyor her şey. Sır değil, açıkça. Hayat değişiyor, doğa değişiyor. Rusya'da Hard Times'la en rahat kıyas­ layacağımız roman Turgenyev'in Babalar ve Oğullar'ıdır. Oradaki Bazarov da böyle "olgu "lara, "iki kere iki dört eder"lere düşkün biridir. Ama Bazarov yabancı ül­ kede öğrenim görmüş bir Rus'tur; dolayı­ sıyla -Turgenyev'e göre- Rusya'ya "yaban­ cılaşmıştır" . llk Batılılaşan iki ülke, Osmanlı ve Ro­ manov imparatorlukları, Batı'da hayatın kendisini değiştiren mekanizmaları uzun zaman - belki bugüne kadar - kendileri kuramadılar. Bilgisini çeşitli biçimlerde ithal ettiler. D olayısıyla, 1_9 . yüzyılda başlayan ve bizi bugünün kapitalizmine getiren süreç bu ülkede Doğa'nın değiş­ mesi olarak değil, kültürün değişmesi ola­ rak yaşandı. Böylece, modern kapitaliz­ me, onun teknolojisine, onun sınıflaş­ masına, onun hayatın her alanını kendi­ ne göre değiştirmesine duyulan tepkinin içine, kaçınılmaz bir "yerli/yabancı" bo­ yutu da eklendi. iki ülke arasındaki, buraya kadar anlat­ tığım tempo farkından ötürü, Rusya, Ba­ tı'da olanları çok daha yakından izliyor­ du. Türkiye'de ise her şey çok daha silik ve soluk, çok daha fazla üstyapısaldı. Dic-

49

M

O

D

R

N

L

Ş

M

kens'ın anlattığı " Coketown" kenti pek tasavvur edilir bir şey değildi. Batı hala, büyük ölçüde, redingot ve baston, kafe şantan ve tiyatro, Hugo ve Voltaire'di. "Yerli/yabancı" bölünmesi, dolayısıyla, daha keskindi.

III

50

Dünyanın bir bölgesinde gerçekleşmiş bir dönüşüm dünyanın o bölgesiyle geri ka­ lanı arasında ciddi bir güç dengesizliği yaratınca bu yeni bilgiye sahip olmak ola­ ğanüstü önem kazanır. Buna erişmek iste­ yen devletler, bu bilgilerle donanacak in­ sanlar yetiştirmek zorunluğunu duyar. Bu insanlar, o bilgilerin üretildiği yer­ l erde d e önemlidir. 1 9 . yüzyıl başında kendini hem buhar gücü hem de yeni bi­ limsel bilgilerle takviye eden kapitalizm, bilginin ö nemini habire artırmaktadır. Napoleo n'un, Bri tanya'nın ablukasına karşı pancardan şeker üretme girişimi gi­ bi o layları düşünün . . . Daha önce besin kimyagerleri bunun mümkün olduğunu bulmuşlardı, ama şeker kamışı üstünde oturan koca bir sistemi yerinden oynatma cesareti kimsede olmadığı gibi, "mücbir sebep" de yoktu. Abluka "mücbir sebep" yaratmış oldu. Ama p ancardan şekeri üretmenin fabrikasyon yöntemini geliştir­ mek, fabrikaları kurmak, bunun ekono­ mi-politiğini kurmak vb. Aslında bugün­ kü üretim süreçlerinde bilginin tuttuğu yerle kıyaslarsak bunlar bize çocuk oyun­ cağı gibi görünebilir, ama o dönem için muazzam yeniliklerdi. Dolayısıyla Batı da uzman yetiştirmek, daha iyi ve daha çok uzman yetiştirmek baskısını duyuyordu. Ama Batılılaşan toplumlarda bu baskı çok daha ağırdı. "Bilgi sahibi" insana verilen önem de ister istemez farklıydı. iki toplumun yakın ta­ rihlerinde bu önem hemen belli olur. "lntelligentsia", Rusça'da türetilmiş ve oradan çeşitli dünya dillerine yayılmış bir kelimedir. Bu da, Rus kültüründe bu keli-

V

E

B

A

T

c

K

m e n i n adlandırdığı kesime n e kadar önem verildiğinin bir göstergesidir. Veri­ len bu önem, yalnız Batıcılarla, liberaller­ le vb. sınırlı değildi. Süreç tamamen belir­ leyici olduğu için, Batı'ya karşı panisla­ vistler de - kendi tanımlarına uyan aydın­ lara - aynı şekilde önem veriyorlardı. Her iki akıma da dıştan ve üstten bakan Marksizm için de sorunsal fazla farklı de­ ğildi. Pizarev, Dobrolyubov, Belinski ve Çernişevski gibi, Rus aydınlanmasının önde gelen yazarlarının bütün Rus inteli­ censiyasına yükledikleri "halkı aydınlat­ ma" misyonu ( "Halka Doğru" hareketi, "Halkın Dostları" v.b . ) Lenin'in özgün parti teoris i n d e , "kendinde-sınıf"tan "kendi-için-sınıf' olmaya geçişin zıplama tahtasını bulamayan proletaryanın bu sıç­ ramayı yapması için gerekli "dışarıdan" bilinci ona kazandırmakla yükümlü "pro­ fesyonel devrimciler"de Marksizm-Leni­ nizme uymuş olarak yeniden karşımıza çıkar. Daha sonra bütün parti bu (Grams­ ci'ci değil de, Rusyalı) "ortak aydın" kim­ liğini üstlenir. Türkiye'de daha bu tabakanın adından başlayan bir "bitmeyen kavga"' hep ol­ muştur. "Münevver", devlet için gerekli olan bu yeni bilginin ışığıyla aydınlanmış insandır ki onun bu ışığı geleneksel "bilgi sahibi"ni hemen karanlıkta bırakmakta­ dır. Türkiye'de siyaset retoriğinin en po­ püler metaforları bu "aydınlık/karanlık" ikilisi üstünde döner ( "uyanmak/uyu­ mak/uyandırılmak" da Doğu'nun popüler metaforlarındandır). 20. yüzyılda başla­ yan dil akımıyla eski "münevver" bugün­ kü "aydın"a dönüşürken, geleneksel ke­ sim de eski dile sadık kalarak "Nur" hare­ ketini yarattı. "Münevver" veya "aydın"ın, Batı dille­ rindeki, "akıl" kökünden gelen "entelek­ tüel" veya Rusça'da yine aynı kökenden gelen "intelligentsia" ile etimolojik bir akrabalığı olamadı. Biz Aydınlanma'ya ta­ kılmayı tercih ettik. Ama bu ad, yakın za­ manda, Batı'yı ve Batı zihniyetiyle donan-

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

mış kişileri sevmeyen milliyetçi gazete yazarları tarafından, ucu budanmış olarak yine onlara yakış tırıldı. Böylece, halen devam edegelen (genellikle aynı zamanda "liboş" olan) "entel" edebiyatı doğdu. Bu "Alafranga Züppe"den "Alafranga Hain" e evrilmiş zincirin şimdilik son halkası. Bu tarihin bütün ''frustratioıı" birikimi "aydın" kavramı üstüne boşalır Türki­ ye'de. Aydın, toplum için her şeyi yapma­ sı beklenen adamdır; kurtarıcıdır. Dolayı­ sıyla çok saygı görür, el üstünde tutulur. Ama "kurtuluş" bir türlü gerçekleşmedi­ ğine göre (bu aslında, "kurtuluş"un ger­ çekleştiği Rusya'ya karşı Türkiye'nin şan­ sı) "aydın"ın da görevini yerine getirme­ diği anlaşılır. Dolayısıyla en fazla suçla­ nan ve hakarete uğrayan da odur. "Aydın­ lar, görevlerinin sorumluluğunu üstlen­ medikçe . . . " türü cümleler, Türkiye siyaset sohbetlerinde en sık kulağımıza çarpan cümlelerdir. Yalnız, " aydın" d enildiğinde, Türki­ ye'de uzun zaman, Batılılaşmış kesimin okur-yazarı anlaşılmıştı. Al tmışlardan seksenlere kadar olan dönemde bundan da öte, bir "aydın=solcu" denklemi kurul­ duğu bile söylenebilir. Bu durum şimdi yavaş yavaş değişiyor olabilir, ama her ke­ simin kendi aydınlarını yetiştirmesi yö­ nünde mi, yoksa genel bir zihni plebleş­ me sürecinde aydının topyekun tahribi yönünde mi olduğunu sürecin ancak da­ ha ilerideki aşamalarında anlayabileceğiz. * * *

Verili koşullarda , Ba tılılaşan iki toplu­ mun " aydın" ya da " intelligentsia"ları, doğrudan doğruya devletlerinin yavrula­ rıdır. Batı'da bu da böyle olmamıştı. Kep­ ler'den ve Bruno'dan Galileo ve Paracel­ sus'a, yeni bilim ve felsefeyi temsil eden­ lerle geleneksel otorite arasında, sonucu somut konjonktüre göre belirlenen, ama uzun vadede yeni düşünce lehine sonuç­ lanan bir mücadele olmuştu. Ama bu ye­ ni düşünceyi oluştu ran ve savunanlar,

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

A

ö ncelikle bağımsızdılar. H erhangi bir

devletin adamı olmaktan çok, Avrupa'nın çok-yanlı iktidar mücadelesinin yara ttığı

boşluklar ve serbest bölgelerde kendileri­ ne basacak yer bulan (veya Bruno gibi, bulamayan) insanlardı. Ama Rusya ve Türkiye'de (ve daha son­ ra bütün "Üçüncü Dünya"da) devlet bu kararı vermiş olmasa, böyle bir insan tipi de oluşamaz veya oluşması ç o k daha uzun bir zaman alırdı. Batı tarzında yetişecek bu insanlar dev­ letin en değerli yardımcı gücü o lacak, devletin kendini modernleştirmesinde, edindikleri bilgilerle en önemli rolü onlar oynayacaklardı. Ama çok geçmeden işin bu kadar basit olmadığı anlaşıldı. Bu "de­ ğerli yardımcılar," gerekli tedbirler alın­ mazsa, " tehlikeli muhalifler" haline gele­ biliyorlardı. Öyle olmaları nesnel durumun kaçınıl­ maz bir sonucuydu. Bu insanlar, gençlik çağlarında, işlerin bir tür yürüdüğü bir toplumun üyeleri olarak, işlerin çok daha başka (ve daha iyi) yürüdüğü bir toplu­ mun bilgilerini ve kurallarını öğreniyor­ lardı. Bu bilgileri onları, kendi devletleri­ ne karşı yabancılaştırabilirdi - üstelik pra­ tikte yabancılaştırıyordu. Yeni bilgileri ışı­ ğında, kendi toplumlarında birçok bo­ zukluk görüyorlardı. Bunların bir kısmı­ nın belki imkansızlıktan, ama bir kısmı­ nın da böylesi yönetenlerin işine gelmedi­ ği için düzeltilmediğini anlıyorlardı. içlerinde, çok radikal bir dönüş yapıp, tamamen, yeni dünya görüşlerini aldıkla­ rı ülkeye bağlanan çok çıkmadı. Ama sa­ dakatlerini devletten toplumun kendisine kaydıran çok oldu. Bu zaten devlet için daha da sakıncalıydı. Böylece, modern çağın "aydın soru­ nu"nun bu versiyonu ortaya çıktı. Kitlele­ rin çeşitli yapısal nedenlerle "siyaset" de­ nen yerin uzağında tutulduğu veya dur­ duğu ortamlarda, siyasi mücadele bu kad­ rolar arasında geçmeye başladı. Şüphesiz bunun derecesi çeşitli somut konjonktür-

51

M

O

D

E

R

N

M

E

!erde değişiyordu. Sözgelişi Osmanlı'da mücadele eden sayısı da, mücadelenin geçtiği alan da, Rusya'ya göre bir hayli sı­ nırlıydı. Ama lran'da daha da sınırlıydı. . . Osmanlı Devleti'nde yaşayan aydının top­ lumda ayağını dayayacağı bir yer olmadığı için (onu yaşatabilecek bir halk olmadığı gibi burjuva da yok) "aydın" olmakla bir kere yüklendiği "kurtarıcı" rolünü nerede ve nasıl oynayacağına karar vermesi gere­ kiyordu: Devlet hizmetinde mi, devlete karşı mı? ikincisi, zahmetli olan yol, az önce belirttiğim "yokluk" nedeniyle, dev­

52

let içinde bir alternatif güç (Namık Kemal kuşağı için Mustafa Fazıl Paşa) ya da tam illegalite ( 1900'lerde gizlice lttihatçı olan genç subaylar) gerektiriyordu. Dolayısıy­ la, bütün bu muhalif aydınlar, değişen nesnel konjonktürlere ve kendilerinin bunları öznel değerlendirmelerine göre, bu rollerde zaman zaman bulundular. "Devlet-aydın" ilişkisi de, "toplum-ay­ dın" ilişkisi de, böyl ece, başından beri pürüzlü bir biçimde kurulmuş oldu. Bau­ lılaşma dünyaya yayılırken, çeşitli devlet­ ler, siyasi bakımdan anlaşamadıkları ay­ dınları, kültürel olarak dışında kaldıkları " toplum"a şikayet edebildiler. Veya, Ab­ dülhamit'in Mithat Paşa'yı önce azledip sonra sürmesi, sonunda da öldürtmesi gi­ bi, "aydın-toplum" kopukluğundan ya­ rarlandılar. * * *

Türkiye'de ve Rusya'da 19. yüzyıl bu gibi mücadelelerle geçti ama 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, her ikisinde, aradaki bütün farklara rağmen Batılılaşma sürecinde ol­ gunlaşmış olma noktasında ortak olan kadrolar iktidarı ele geçirerek hanedanla­ rı yıktılar. Kurdukları rejimlerin farkları­ na rağmen, tarihten gelen benzerlikler yi­ ne eksik değildi. Örneğin Rusya sosya­ lizm, Türkiye kapitalizm adına "devletçi­ lik" yaptı. Bu örnekler sosyalizme ve ka­ pitalizme benzemekten çok birbirine ben­ zedi ve bir tür "azgelişmiş ülke devletçili-

V

E

B

A

T

c

K

ği" örneği haline geldi. Sovyetler'in "sos­ yalizm" dediği şeyin yıkılmasından sonra, şimdi yetişen "eski neomenklatura - yeni burj uva" kesimin durumuna bakılırsa, orada da modelin daha çok burjuvaziye sermaye birikimi yapmaya yaradığını dü­ şünmek mümkün. Daha önce değindiğim gibi, Rusya'da 1 9 1 7 Devrimi'nin gerçekleşmesinde belir­ leyici rol oynayan Bolşevik kadro, Stalin gibi istisnalar dışında, Rusya'nın en "en­ ternasyonalize" insanlarından meydana geliyordu. Radek, Buharin, Troçki, dün­ yayı avucunun içi gibi bilen, bütün sol "intelligentsia"larla senli benli, dolayısıy­ la dünyanın her yerinde evinde gibi yaşa­ yabilecek insanlardı. Ama Stalin'in partiyi ele geçirmesinden ve bu kadroları tasfiye etmesinden sonra, Sovyet Komünizmi millileşti. Uluslararası herhangi bir dene­ yimi olmayan, alttan yetişme kadrolar yu­ karılara tırmandı. Kruşçev kuşağı da, onu izleyen Brejnev kuşağı da, sonrakiler de, bu bakımdan hep aynıdır. Emperyalizmle kuşatılmış olmak, bu entelektüel izolas­ yonizmin gerekçesi oluyordu. Stalinist re­ jim, koca Komintern'i de, dünyaya komü­ niste tanımanın değil, dünyadaki Komü­ nistler'e kendi iradesini empoze etmenin aracı olarak baktı. Bu dönemde, Batı'dan gelen her bilgi­ nin, Batı Komünizmi'nin bilgisi de dahil olmak üzere, ciddi bir tehlike olarak ka­ bul edildiğini görüyoruz. Çar'ın eski iki­ lemine Sovyetler yeni bir biçim verdi. Bizdeki " hars/medeniyet" ayrımına da çok iyi uyacak bir şekilde, Sovyetler Ba­ tı'dan gelecek her türlü telmih bilgi için yanıp tutuşuyorlardı ve bu yolda oldukça başarılı bir "sanayi casusluğu" şebekesi de kurdular. Ama bir entelektüeli " tek­ nokrat" olmaktan çıkarıp entelektüel ha­ line getirecek her türlü bilgi ve düşünceyi yasakladılar. Sanayi casusluğu yoluyla ge­ lecek bilgilerden başkasının Sovyet Sos­ yalist Cumhuriyetleri için gerekli ya da faydalı olmadığına inandılar.

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

1 990'larda rej imin çökmesinin en te­ mel, en belirleyici nedeni budur.

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

A

ama Rusya ve Türkiye'den Batılılaşma bağlamında söz ederken aynı trenin biraz sonraki bir vagonunda bulunan Iran'a hiç değinmemek olmayacak.

ölesiye düşmandılar. Türkiye'nin Baucıla­ rı'nın "Batı"sı çok daha az bilinen, çok daha idealize bir şeydi; dolayısıyla Türki­ ye Cumhuriyeti Batı'ya cephe almadı; ter­ sine, önceki dönemleri Batılılaşma'yı ye­ terli enerjiyle götürmediği için eleştirerek bunu "muasır medeniyet seviyesi" adı al­ tında birinci hedef haline getirdi. Ama bu da, Türkiye'de Rusya'ya oranla çok daha güçlü olan ve genel koşullardan

Iran bana abartılı bir Rusya olmaktan çok, abartılı bir Türkiye gibi görünüyor. Türkiye'ye oranla da, burjuvalaşma daha az, feodal tahakküm daha fazla. Her ba­ kımdan, daha monolitik bir toplum. Bu­ rada modernleşme ancak daha dar bir kadro eliyle yürütülebilir; bu kadronun

ötürü fiilen işleme imkanı bulan izolasyo­ nizme bir tepkiydi. Cumhuriyet intelli­ gentsia'sı o sıralar Batı'da en çok faşizmle ilgiliydi, çünkü kendine en yakın bunu buluyordu. Ama Mustafa Kemal bunun ciddileşmesine imkan tanımamayı başar­ dı. Sonuçta, Ekonomik Buhran gibi dün­

değerleri ve kültürü de, kitlelerinkinden çok daha kopuk olmak zorundadır. Bu nedenle lran'ın Batıcıları Türkiye'dekiler­ den daha Batıcı, hatta daha Batılı olabilir­

ya etkenlerinin de zoruyla, Cumhuriyet, Mustafa Kemal'in ideallerine göre daha izole bir ülke olarak yeni Dünya Sava­

* * *

Araya kısa bir Iran paragrafı sıkıştırayım. Iran benim iyi bildiğim bir örnek değil,

ler - toplumdan kopuk olma koşuluyla ve zaten bu nedenle. Iki Şahlık hanedan ve çevresinde topla­ nan yeni oligarşik zümre (bürokratları ve o nların güdümündeki iş adamlarıyla) Türkiye'deki Kemalist rejimin de, sonraki çok partili sistemin de, siyasi seçkinleriy­ le karşılaştırılamayacak kadar güvenilirlik yoksunu ve topluma yabancıydı. Bu ko­ şullarda, modernleşmeci güçlerin belirli bir konj onktürde çle geçirdiği iktidar kendini toplum nezdinde saygıdeğer kıla­ madı. Musaddak gibi veya "sosyalizm" gi­ bi, yine modernleşmeden çıkan ama bir ölçüde ayrışan alternatiflerin yaşamasına da izin vermedi. Bu durumda, toplumda, kendisiyle geleneksel ideoloji arasında bir şey kalmadı. Böylece kendi ipini çekti. * * *

Gelelim Türkiye'ye ve Türkiye'de bitire­ lim. Türkiye'nin, Rusya'daki Bolşevikler gibi enternasyonalize olmuş seçkinleri hiçbir zaman olmamıştı. Bolşevikler Ba­ tı'yı çok iyi biliyorlardı, aynı zamanda Ba­ tı'nın kapitalizmine ve emperyalizmine

şı'nın eşiğine geldi. Bu dönemde, Modern Tarhiye'de Siyasi Düşü nce'nin ikinci cildinde değindiğim gi­ bi, Türkiye'nin entelektüel hayatına, lm­ paratorluk son döneminin sert çalkantıları arasında yetişmiş, 1 890- 1 905 arasında doğmuş kuşak yön verdi. Bunlar, tam da bir milli devlet kuruluşu sırasında, bir ayakları zorunlu olarak siyasetin içinde olmak üzere, kültürel-akademik-entelek­ tüel hayatta "kurucular" rolü oynadılar. Çoğu, öncü oldukları alanda halen de ·aşılmamış doruklar olarak dururlar. Fuat Köprülü tarih yazımında, Ömer Lü tfü Barkan iktisat tarihinde, Hilmi Ziya dü­ şünce tarihinde, Ah qıed Hamdi Tanpınar edebiyat tarihçiliğinde bunun örneğidir. Eliçin'in de söylediği gibi, Şevket Süreyya ile Ahmet Hamdi Başar, "milli ekono­ mi'nin sol ve sağ versiyonlarının ideolog­ ları olarak (ve tabii öbür "Kadrocular") Türk düşüncesinde önemli izler bırakmış­ lardır. Mehmet lzzet bilimsel sosyolojinin, Besim Darkot coğrafyanın, Arif Müfi t Mansel arkeolojinin, Yavuz Abadan siya­ set biliminin, Nusret Hızır felsefenin ku­ rucularıdır. Çeşitli sanat alanlarında Na-

53

M

54

O

D

E

R

N

Ş

.M

E

V

E

B

A

T

c

K

zım Hikmet, Muhsin Ertuğrul, Mesut Ce­ mil, Vasfi Rıza Zobu bu kuşaktandır. Ga­ zetecilik, kültür adamlığı, siyaset alanla­ rında gezinen Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Mahmut Esat, Hasan Ali, Ahmet Şükrü ve daha niceleri bu kuşaktandır. Cumhuri­ yet'in şansı, otuzlarda Hitler'in Alman­

!er bu benzerliğe engel oldu. Şöyle ki, Sovyetler Birliği, kendi anlayışına göre "sosyalizm"i olabilecek en "total" biçim­ de kurmuştu. Toplumda, devletin deneti­ mi dışında herhangi bir köşe bucak kal­ mamış ve toplumun en azından "resmi" yüzeyi tam anlamıyla standardize edil­

ya'da adım adım iktidarı elde etme süre­ cinde oradan ayrılma gereğini duyan Ya­ hudi, solcu ve liberal parlak akademisyen­ lerin bir kısmının yolunun buraya düşme­ sidir. Atatürk bu fırsatı hemen değerlen­ dirmiş (o olmasa kimse bu cesareti göste­ remezdi) ve Üniversite'nin kuruluşunda onların da bulunmasını sağlamıştı. Saydığım bu Cumhuriyet aydınları da, Türkiye'de dünyayı en iyi bilen ve izle­

mişti. Türkiye'de de benzer anlayışlar ve eğilimler vardı ama nihai hedefin kapita­ lizm olmasından ötürü toplumun her kö­ şesi aynı sıkı denetim altına alınamıyor­ du. Dar kadro devleti de, her düzeyde ço­ ğulluğun potansiyellerini taşıyan Türkiye toplumunda SSCB'deki kadar kusursuz bir standardizasyon sağlayamıyordu. Za­ man geçtikçe, sözgelişi sermaye güçlen­

yen insanlardı. Osmanlı'nın son fırtına­ ları içinde yetişmeleri ve formasyonları­ nı edinmelerinin onları başka kuşaklara göre daha fazla uyardığını ve bilediğini tahmin edebiliriz. Aşağı yukarı hepsi milliyetçi olmakla birlikte, onları izleyen kuşakların dar kafalı milliyetçiliğiyle il­ gileri yoktu. Ama kültürü yoğun, ideolojisi gevşek Osmanlı'ya karşı, kültürü zayıf, ideolojisi kuvvetli ittihat ve Terakki geleneği Cum­ huriyet'te ölçüleri belirleyen ilke oldu. Bunun gerektirdiği eği tim de SSCB'de olandan çok farklı değildi. Geçişi belki en iyi özetleyecek iki isim, Osmanlı son dö­ neminin şairi Yahya Kemal'le Cumhuri­ yet'in şairi Behçet Kemal'dir. Dolayısıyla başlangıçta yolu açan kad­ ronun düşük niceliğine karşılık niteliği yüksekti. Gelgelelim, açılan yoldan gele­ cek olanların çapı aynı çap değildi. Onun için Cumhuriyet Batılılaşması 1) Kitlelere çok fazla yayılamadı (ama hiç yayılmadı da denmez) ; 2) dolayısıyla kendi dışın­ dan ürken bir kadro hareketinin çemberi­ ni kırarak siyasi demokrasiye geçemedi; 3) bu koşullarda kültürel uzanımları da b içimsellikten kurtulamadı. Bu gidiş, Sovyet deneyimine benzer bir yerde son bulabilirdi, ama bütün içindeki bazı öğe-

dikçe, devletten bağımsız geçim yolları bulmak daha çok mümkün oldu. Türkiye'nin Batılılaşma ile kritik yüz­ leşmesi seksenlerde gerçekleşti. Bu zama­ na kadar, egemen ideoloji Kemalizmin Batılılaşmacı özelliği hiç tartışılmamıştı. Böyle bir özelliği olduğu da zaten yeterin­ ce açıktı. Ancak Türkiye seksenler on yı­ lının kapısını bir askeri darbeyle açtı. O zamandan beri üst üste gelen çeşitli olay­ ların gösterdiği gibi bu darbe konj o nktü­ re! bir soruna geçici bir çözüm bulmak­ tan çok, ülkeye uzun süreli, kalıcı bir bi­ çim vermeyi amaçlamıştı. Bu, darbenin bilinçli amacı olmasa da, yirmi yıl sonra darbeyle gelen düzende herhangi bir cid­ di değişim yapılmaması, hem işin buraya vardığını, hem de yapılan işin bir toplum­ sal temeli olduğunu gösteriyor. 1960'ta da bir darbe olmuş ve o dönemde yapılan anayasa, Türkiye'nin o zamana kadar pek fazla sahip olmadığı bir demokrasiye kapı açmıştı. Ama ülkede 1 9 6 l 'in tartışması hiç bitmedi. Yetmiş darbesindeki değişik­ likler de tartışmanın sonunu getiremedi. 1 9 6 1 Anayasası'nın iğretiliği i l e 1 98 2 Anayasası'nın o turmuşluğu, herhalde bir mesaj vermektedir. Ancak, 1982 Anayasa­ sı için bir hayli iltifatkar olan bu mesajın Türkiye için de iltifatkar olduğunu dü­ şünmek zordur.

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

1 2 Eylül'ün anti-demokratikliği şüphe g ö türmez uygulamaları , S o ğu k Savaş müttefiki olmanın verdiği bağışıklığa rağ­ men, özellikle Avrupa'da eleştirilere yol açtı. Bu da, cunta ö nderinin eleştirileri yöneltenlerle birlikte, eleştiriye zemin ha­ zırlayan demokrasi konusunun kendisine cephe alınmasını getirdi. Cunta önderi, Komünist Parti'yi yasaklayan rej imimizi eleştiren Batı demokrasisini Faşist Parti'yi yasakladığı için suçlamak gibi davranış­ larda bulundu. On yıla yakın bir zaman önce Arjantin cuntasının konumu ve benimsediği ide­ olojik tavırlar, Türkiye'deki bu duruma bir paralellik gösterir. Yazının başında söylediğim gibi, nüfusunun ezici çoğun­ luğu beyaz olan Latin Amerika cumhuri­ yetleri için "Batılılaşma" bir hedef değil­ di. Ama Avrupa'nın liberal-demokratik siyasi kurumları ve kültürüyle yaşamak hedefti. Yetmişlerdeki cuntacılar da ben­ zer şekilde eleştiriye uğramış ve o zaman gelen eleştirinin zeminini oluşturan libe­ ral-demokratik değerlere savaş açmak durumunda kalmışlardı. S eksenlerde Türkiye'de de aynı şey oldu. Ama Türki­ ye'de Batı'nın kendisinin de "düşman" ilan edilmesi de, kolay olmaktan öte, ka­ çınılmazdı. O zamana kadar lslamcı ve ırkçı-milliyetçi çevrelerde yaygın olan

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

A

Batı düşmanlığı, böylece resmi söylemin içine taşınmış oldu. O zamandan beri bu ideolojik eğilim de, özellikle Avrupa Bir­ liği tartışmaları çevresinde, şiddetlenerek devam ediyor. 1 2 Eylül döneminde gerçekleşen bu rota değişikliği, görünüşe göre toplumun ya da seçkinlerinin fazla bilincinde ol­ dukları bir şey değil , ama aslında çok önemli. Bununla, olayın adı konulmaksı­ zın, Kemalizm içinde bir değişiklik yapıl­ mış olduğu da söylenebilir. Gerek 1 2 Ey­ lül'ün sahipleri, gerek o zihniyetin bu­ günkü sözcüleri, şiddetle Kemalist ol­ dukları için, bu önerme paradoksal görü­ nebilir. Ama fiili düzeyde gerçekleşen de­ ğişim önemli bir değişimdir. Bununla, Mus tafa Kemal'in tavrından, Ziya Gö­ kalp'in tavrına geçildiği de söylenebilir. Kemalizm, Gökalp'in " hars ve medeni­ yet" ayrımına açık bir eleştiri getirme­ miş, ama pratiğiyle onu yok saymıştı. Ba­ tı'nın yalnız tankını, topunu ya da o to­ mobilini değil, kültürünü de almaktan yanaydı . "Atatürk Devrimleri" olarak bil­ diğimiz bü tün uygulamalar, G ökalp'in getirdiği ayrımın kabul edilmemesi üstü­ ne inşa olunmuştur. Ama 1 2 Eylül'den bu yana Türkiye Mustafa Kemal'in ideal­ lerinden çok Ziya Gökalp'in çizdiği de� ğerler çerçevesinde yaşıyor. O

55

Bali Dışı Modernlik: Kavram Üzerine NİLÜFER GÖLE

56

Batı l ı o l mayan topl u m l arın modern l i k deney i m leri yen i b i r i d d i a taşıyab i l i r m i ? İ k i yönlü b i r iddiadan söz ediyoruz: B i ri n c i s i modern l i k pratiğ i ne, i ki n c i s i i se b i l gi n i n ü retim i n e i l işki n . Tabiatıyla, b i lg i somut toplumsal tarihten ve bera­ berinde gelen i ktidar i l işkilerinden ko­ p u k deği l d i r. Ama Batı-d ışı moder n l i k, toplumsal gel işim beklenti l erine tercü­ man olduğu için, bu pratiğin kavram­ sal laştı rı l mas ı n ı n d a kend i i ç i nd e ayrı b i r iddia taş ıdığı n ı u n utmamak gerekir. İ l k elde akla gelen soruları şöyle s ı ra­ layab i l i ri z : Batı-dışı nda kalan toplum la­ rın gelişme iddiası nasıl bir güzergah iz­ leyecektir? Batı gel işme çizgisinin (ki bu kabaca B at ı Avrupa ve Kuzey Ameri­ ka'yı i ç i ne a l ı yor) d ış ı nda ka l m ı ş top­ l u m lar ekonomik b i r güç oluşturabi l e­ cek gel i ş m i ş l i k d ü z ey i n e erişeb i l i rler m i ? Yoksa örneğin yakın geçmişte "As­ ya Pasifik mucizesi" n i n yarattığı hayal­ kırıklığı, Batı d ünyası dışı nda farklı eko­ nomik merkezlerin ç ı kmakta olduğu te­ z i n i çü rütmüş müdür? Kaldı ki ekono­ m i k gelişme doğrudan yeni bir modern­ l iğin habercisi midir? Fark l ı yerel doku­ lar ve kültürel havzalar kendi lerine "öz­ gün" değerler silsi lesiyle alternatif mo­ d e rn l i k b i ç i m l eri yaratmakta m ı d ı rlar?

(*)

Bu yazının temaları Türkçe'de ilk olarak "Batı­ Dışı Modernlik Üzerine Bir İlk Desen",

Batı

Doğu­

derg"i. Sayı 2, 1 998 ve Batı-dışı Modern­

liğin Ka' ' .ınısal laştırılması Mümkün mü?, Sos­ yal Bilimi�" Ypniden Düşünmek- Sempozyum Bildirilerı. 1 ·ı •'""'

ve Bilim ve Defter dergileri,

İ st a n b u l , "'" " ' Y a y ı n l a r ı , 1 9 98 ve " İ stan­ bul'dan Honı; lnı;'a: Batılı olmayan Modern­ likler üzerine notlJr",

NPQ Türkiye,

1, 1 998'de gelişıırilmiştir.

cilt 1 , sayı

Japon modeli ya da Asya değerleri buna bir örnek teşkil edebi l i r mi? Yoksa "As­ ya d eğerl e r i " söy l em i n i n asl ı nd a b i r kurmaca olduğunu ve sadece görünüşte Anglo-Ameri kan l i beral d ü ş ü n ces i ne meydan okuduğunu mu düşünmeliyiz? Bu tür farkl ı l ı k idd iaları (ki buna İslami değerleri de ekleyebil iriz), Batı karşısın­ da kendisine alternatif değerler atfetmek isteyen üçüncü d ü nyacı tepki n i n yeni bir versiyonu ve sonuçta modernleşme­ nin daha m i l l i yetçi bir tezahürü müdü r? Daha da ötesi, küresel leşen modern l i ­ ğ i n t e k tip b i r model olduğunu, hatta kaçınıl maz bir biçimde ergeç kendi (yö­ netim, yaşam, bi lgi, estetik, etik, sanat, cinse l l i k) mode l i n i arzulattığını ve yay­ gınlaştı rdığını mı söylemeliyiz? Son senelerd e polemi k yaratm ı ş ve tartışma zem i n i n i gen i ş l etm iş iki fa rkl ı tez yukarıdaki soru lara verdiği cevapla b i rbi ri nden ayr ı l ı yor. F rancis F u ku ya­ ma' n ı n "tarihin sonu" tezi l i beral dünya görüşünün ve piyasa ekonomisinin mo­ dern d ü nya içerisindeki zafe ri n i i ş l e­ mekte ve b u n u n sonucu o l arak fa rklı görüşler arasındaki çatışmanın sona er­ d i ğ i n i ve s a nayi top l u m l a r ı a ras ı nda benzeşme ve homojenleşmeye yo l açtı­ ğını i leri sü rmektedir. Samuel Hunti ng­ ton' ı n tezi ise tersine, küresel l eşme sü­ rec i n i n fark l ı laşma ve hatta "med e n i ­ yetler arası çatışma"ya götürdüğü üze­ ri nde durmaktad ır. Esasında her iki tezi b i r a rada i l e ri s ü rm e k m ü m k ü n ; b i r yandan l iberal piyasa ekonom isinin ku­ ral l arı küresel leşirken, öte yandan alter­ natif k i m l i k-kültür arayı şları n ı n yüksel­ diğini söyleyebi l i riz. Ancak her iki tez de Batı-merkez l i olduğu i ç i n, bizim "id-

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

dia" arayışlarımıza yönel i k pek aydınla­ tıcı olamıyorlar. Liberalizmin zaferi tezi zaten iddianın varlığını b i l e yersiz kılı­ yor. Çatışma tezi ise farkl ı l aşma çizgi le­ rini ya da arayış ları n ı en azından Batı açısı ndan sakı ncal ı , hatta b i r tehdit ola­ rak algı l ı yor, bu nedenle de modern l i k ve B at ı - karşıtı ha reket l e re i n d i rgi yor. H u ntington tez i n i n bu kadar yankı bul­ mas ı n ı n bir nedeni de küreselleşen mo­ dern l i k karşısında gösterdiği Batı-mer­ kez l i d uy g u s a l ve n osta lj i k tep k i d i r. H u ntington Batı i l e modern l i k arasında özdeş l i k i l işkisi kalmad ığını, diğer top­ lumların da modern leştiğini ama Batı l ı­ laşamad ı kları i ç i n modern say ı l amaya­ cakları n ı i leri sü rmekted i r. H atta yazara göre Batı' n ı n dışında b i r modern l i k ola­ mayacağına göre b u toplumlar potansi­ yel çatışma kaynağı dırlar ve aşı lamaya­ cak b i r m ed e n i yet fark l ı l ı ğ ı n ı tem s i l ederler. H untington Batı modern liğinin evrensel ve i lerlemeci idea l leri n i terk ederek, kend i coğrafyasına ve kabuğu­ na çeki l mesini savunmakta d ı r. Batıcıdır ama Batı'yı başkaları i ç i n model olmak­ tan çı karmak istemektedi r. Başka top­ lumların modern l i kten nas i b i n i almala­ rını küçümsemekte, Batı'n ı n modernl i k üzerindeki teke l i n i n kal kmasına içerle­ mekted i r. Meden i yetler çatışması tezi bugünkü Batı ve modern l i k arasındaki i l iş k i n i n değişmesi karşısında Batı içeri­ si nden veri len politik açıdan reaksiyo­ ner ve geçmiş-bak ı ş l ı bir tezd i r. Yaklaşımlar her ne kadar birbiri nden farkl ı da olsa ortak saptama modern l i ­ ğ i n kü rese l l eşmekte ve yere l l eşmekte olduğudu r. Yan i Batı'nın coğrafya, tarih ve kültürüyle tan ı m kazanmış modern­ l i k deneyi m i bugün farkl ı coğrafyalara açılmakta, yen i kültürel havzalarda ye­ şermekte, değişik d i l lerde yen iden anla­ t ı lmaktad ır. Batı-dışı modern l i k kavramı çok yön l ü bu güzergah ı izleme, görme, d i l lendirme iddias ı taş ımaktad ı r. Hatta diyebi l i riz ki bu güzergahı farkına var­ d ı racak yeni görme ve an latım biçimle-

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

ri, d i l grameri gerekecektir. Bu nedenle bu yaz ı n ı n amacı top l u m b i l i msel iddi­ ayı önplana çıkarmaktır. Toplumu yen i ­ d e n kurgulamaktan ziyade toplumu ye­ n iden a n lamaya yön e l i k olan b i r kav­ ramsallaştırma girişimidir. Toplumsal-ta­ rihsel i d d i a topl u m -b i l i msel o l a n d a n bağı m s ı z deği l d i r. Ancak b i rb i r l e r i n i karşı l ı k l ı beslemelerin in ötesinde, b i l i m i v e sanatı y a n i d i l i o l mayan top l u msal bir deneyimin gerçek l i k kazanma şansı nedir diye sorarak denklemi öteki ucun­ dan okumayı yeğlemektedi r. Ans i klope­ d isiz bir Ayd ı n lanma Çağı, resimsiz bir Rönesans, sosyoloj isiz bir Sanayi Toplu­ mu, romansız bir modern Bi rey, antro­ poloj isiz bir Sömürgeci l i k, medyasız bir İ l et i ş i m Top l u m u d ü ş ü n eb i l i r m i y i z ? Toplumun kendi kendi n i b i l i m ve sanat yoluyla anlaması i l e - ki buna kültür d i ­ yeb i l iriz - k e n d i ken d i n i ü retmesi v e hatta aşması arasında yakın bir bağ var­ d ı r. Eser i l e eylem, analiz i le o l uşum, b i l i n ç ile gerçekl i k aras ı nd a b u l u n a n hem fark l ı l ı k hem bağl ı l ı k gibi . Batı-dışı modernl i k kavramı, tarihsel­ toplumsal iddiayı, hatta ütopi k bir bi­ çi mde top l u m u n yen iden tasavvuru n u önplana çı kartabi leceği i ç i n bunları ha­ tırlatmak istedi m . Öze l l i kle B atıl ı-ol ma­ yan top l u m l arda Bat ı -d ı ş ı m o d e rn l i k kavramı, "üçü ncü yo l " gibi, daha çok alternatif arayışları n izdüşümü nde (yan­ l ı ş ) a n l aş ı l ı yor. Varolan karmaş ı k, ek­ lemlenmiş b i r süreci okuma biçiminden ziyade, varo lması a rz u l a n an ı n k u rgu­ landığı bir tartışm ada kend i n e zem i n bul uyor. Çoğu l c u m o d e rn l i k, a l ternatif mo­ dern l i kl er, yerel modern l i k ya da ben i m kavramsa l l aştı rmaya çalıştığım g i b i Ba­ tı-dışı modern l i k kavramı, değişen mo­ dern l i k deneyimi ve tan ı m ları üzerine farkl ı coğrafya ve kültürlerin kon u rT'�n­ dan yeniden düşünme uğraş ı s ı n i rı bir parçası d ı r. Bu uğraş aynı zamanda sos­ yal b i l i m lerin üzerine temel lendiği gör­ me ve anlatım biçimleri n i sorgulamak-

A

57

M

58

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

E

tad ı r. Modern l i ğ i n kü ltü rlerüstü tektip bir gel işme eğrisi olduğu i nancı i l e ev­ rensel yasal arı b u l mayı hedefleyen bi­ lim anlayışı b i r l i kte gel işmişl erd i r. Tek güzerga h l ı , kü ltürdışı modern l i k anlayı­ ş ı i le evrenselci felsefe ve Avrupa-mer­ kezli pozitivist sosyal b i l i m anlayışı bir­ b i r l e r i n e t e ka b ü l etm i ş l e rd i r. B u g ü n modern l i ğ i n kavramsal laştı rmasına i l iş­ kin eleşti riler sosyal b i l i m i temel lendi­ ren düşü ncelerin, varsay ı m ların, teori­ l eri n de sorg u l anmasına yol açmakta­ d ı r. Sosyal b i l i m a n a l i z l eri modern l i k o lgusunu homojenleştiren, tek merkez l i b i r g ü ç olarak görmekle yetinmeyerek, merkezkaç güçleri, fark l ı l ıkları anlama­ ya yönelmekted irler. B i l im an layışı da bu değişime eşl i k etmekte ve evrenselci ve yer dışı nesnel b i l i m an layışı n ı geri­ d e b ı rakarak kü ltür ve bağlam içinden konuşmaya önce l i k vermektedi r. Kavramlar üzeri nde yeniden düşüne­ rek konu n u n k u ramsal i ncel i k l e ri n i n , açıl ı m ları n ı n v e hatta çı kmazların ı n da­ ha iyi farkına varab i l i ri z . Çoğul modernlikler (mu ltiple rnoder­ n ities) kavra m ı , tek güzergah l ı, kü ltürdı­ ş ı modern l i k anlatımı yerine, modern li­ ğin çok güzergah l ı ve kültür-bağı m l ı ye­ n i b i r oku ması n ı getirmek istemektedir. 1 H atta Batı modern l iği'nin kendi içinde­ k i farkl ı l ı kl a r ı n ı gün ı ş ı ğ ı n a çı kararak, tekçi bir modern l i k anlatı m ı n ı , Batı' n ı n m e r kez i n d e n e l eş t i r m e kte, Batı mo­ dern l iği d i ye bütünsel b i r kategor i n i n n e redeyse o l amayacağ ı n ı d ü ş ü n d ü rt­ mektedi r. Bu yaklaşım, modern l i k anla­ tısını farkl ı kü ltü rlerin ve tarihsel ç izgi­ l erin ışığında zengi nleştirmektedi r. An­ cak çoğu l c u l u k üstüne olan vurgu ister i stemez fark l ı deney i m l e r a ras ı nd a k i göreceliği önplana ç ı kartmakta v e mo­ dernliğin ü l keler arasında yarattığı i kti­ dar ve alt-üst i l işkilerini ikinci plana ite­ b i lmektedir. B i r d iğer soru, modernleşme ile mo­ dern l i k kavramları aras ındaki tan ı m far­ kına i l işkin olabi l i r. Modernl i k evrensel-

V

E

B

A

T

J

C

I

L

I

l i ğ i içermektedi r. Modernleşme ise fark­ lı ü l kelerin tari h ve kültürleri nden yola ç ı karak ç i zd i k l eri güzerga h ı n a d ı d ı r. Başka b i r deyişle modern l eşme zaten kendi içinde çoğuldur d iye düşüneb i l i­ riz. Fransa'n ı n jakoben sanayi modern­ l eşmesi i l e İngi ltere'n i n piyasa ekono­ misine dayal ı l i beral modernleşme mo­ delleri fark l ı l ı k taş ı maktadır. Ancak mo­ dern l i k tan ı m ı i l e ü l kelerin modernleş­ me tari h leri b i re bir kes işmemektedi r. Modern l i ğe çoğ u l cu ve gö rece l i b i r yakl aşım sadece Batı-merkezci yakla­ ş ı m ları değil, aynı zamanda modern l i k kavramının taşıdığı evrense l l i k iddias ı n ı d a anlamsız k ı labi l i r. Alternatif modern l i k kavra m ı b i r yandan Batı modern l iğini referans nok­ tası olarak a lmakta, öte yandan ise "al­ ternatif" modern l i k arayışlarına meşru­ l u k zem i n i hazırlamaktad ı r. Modern l i­ ğin tan ı m ı n ı değiştirebilecek olan yeni deneyi mleri n varl ı ğ ı n ı varsaymaktadır. Alternatif modern l i k, fark l ı kü ltürel gü­ zergahl arla yeti nmeyip, fark yaratma, varolan moder n l i k mod e l i n i aşma soru­ s u n u gündeme getirmekte d i r. Bu bağ­ lamda yen i l iğin taşıyı c ı l ı ğ ı n ı yapab i l i r. Ancak beraberi nde topyekun siste m i k b i r değişim anlayışını getirme zaafiyeti taşıyab i l i r. Alternatif kavra m ı b i r yan­ dan Batı modern l iğ i n i n eleştirisi, hatta reddini, öte yandan daha siyasi, istence bağl ı , gön ü l l ü bir değişim modeli n i ak­ la getirmektedi r. Halbuki modern l i k ol­ gusu siyasi aksiyona tabi ol mayan daha karmaşık, çok katman l ı , çok aktörlü ve melezlenmeyle gel i şen bir serüvend i r. Öte yandan, alternatif kavramı "otan­ tik" bir fark l ı l ı k arayışını da beraberin­ de getireceği ö lçüde zorlayıcı, dayatı c ı fi kir ve eylemleri de beraberinde getire­ bilir. Yerel modernlik kavra m ı Batı-mer­ kez l i modern l i k okumalarından ç ı k ı p çevreye, ötekine, tikel pratiklere yönel­ mekte, bizi yen i melezlenme şeki l l erini anlamaya yaklaştı rmakta ve sosyal bi-

K

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

! i msel l isan tarafı ndan kavramsal l aştı rıl­ mamış, d i l lenmemiş bir alana sokmak­ tad ı r. Ancak bu o l guları "yerel" etiketiy­ le takibe almak Batı-merkez l i bi lgi mo­ delleri n i aşamamak anlam ı na da gele­ b i l ecekti r. Hangi topl u msal prati klerin, kültürel k i m l i klerin evrensel l iği taşıdığı­ na, hangileri n i n yerel ile s ı n ı rl ı olduğu­ na hangi kıstasa göre kim karar· vere­ cekt i r ? Modern to p l u m i l e i ns a n l a r ı n mobi l i tesi (hareket l i l iği, akışkanlığı) bir­ b i r i y l e d o ğ r u d a n i l i ş k i l i o l u p , Ta l a ! Asad ' ı n e l eşti rdiği gibi insan lardan "ye­ rel" olarak bahsetmek, onların bir yerle bağ l ı ve s ı n ı r l ı olduklarını, yan i kökle­ rinden bağımsızlaş ı p, akışka n l ı k kaza­ n ı p, kozmopol it ve evrensel (yani tüm dünyaya ait ve tüm d ünyaya sah ip) ola­ madıklarını ima etmektedi r.2 Batı-dışı modernlik kavramı i se Ba­ tı'yı merkezden kayd ı ra rak modern l ik ü z e r i n e Batı ' n ı n k ı y ı s ı n da n yen i b i r okum a v e d i l üretmeye çalışmaktadır, yani yerel olguların analiz i n i n evrensel b i r d i l kazand ı ra b i leceğ i n e işaret et­ mektedir. Batı-dışı top l u m ları ikinci el bir mo­ dern ite anlatısıyla çözüm lemek yerine, B at ı l ı o l m ayan to p l u m l arı m odern ite sorunsa l ı n ı n merkezi ne taşıyarak, yal­ n ızca bu topl u mlar üzerine "yerel" bilgi ü retmekle kal mayıp, modern l iğin ken­ disine yeni bir okuma, dahası sosyal bi­ l i m l e re e l eştiri ve a ç ı l ı m get i reb i l iriz. N itekim lmmanuel Wa l lerste i n ' i n sos­ yoloj i k kültüre meydan okuma3 olarak saydığı konulara - meden iyet fark l ı l ı kla­ rı, zaman kavra m ı ve kad ı n merkez l i bilgi temaları gibi - Batı-d ışı modern lik perspektifi n i n yeni bir sosyoloj i k kültü­ rün yaratıl mas ı nd a katkıda b u l u nabi l e­ ceğini söyleyeb i l i riz. Batı-dışı modernl i k kavram ı n ı kul lan­ mam d iğerlerinin dışlanması anlamında okunmamal ı d ı r. H atta ters ine Batı-d ışı modern l i k kavra m ı n ı daha iyi anlama­ n ı n yol u d iğer kavra mlarla i l işkilendir­ mek ve b i rb i ri n e e k l e m l e m e kt i r. Her

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

kavramın kendi içinde s ı n ı rları o l makla beraber, her biri fark l ı kuramsal açı l ı m­ l ar getirmekted i r. Çoğul modern l i kler yakl aşımı tekçi ve kültür-dışı modern l i k a n l atı m ları n ı n aşı l ması n ı sağ l a m a kta; yerel modern l i k mekan, zaman ve kül­ tür bağıml ı, modern liğin daha b i r içer­ den yerl i okuması n ı yapmakta; alterna­ tif modern l i k kavramı ise varo l a n mo­ dern l i k model i n i aşabi lecek, yeni b i r modern l i k tan ı m ı v e oluşumu olup ola­ mayacağı n ı sorg u l a maktadı r. Batı-dı ş ı modern l i k kavramı modern l iğin çoğu l, yerel, alternatif anlatı m l arı üzeri ne te­ mellendirilmelidi r. Ancak bu kavram da kendi i ç i nde sorunlar taşımaktad ı r. Bi­ rincisi, Batı-dışı deyince Batı-karşıtı ya d a modern o lmayan top l u m lar akla gel­ mektedi r. Modernleşme ile Bat ı l ı laşma­ n ı n 1 9 . yüzyı l boyunca özdeş o l d uğu hatı rlanırsa, modern l i k olgusu ile Batı­ l aşma i ste n c i n i birbiri nden ayı rman ı n zorluğu, hatta smırları ortaya çıkar. B u r­ da kavramsa l l aştı rıl maya çal ışılan Batı l ı olmayan top lum ların modern l i ğ i aktar­ ma, resmetme, hatta yeniden bestel eme biçi mleridir, yoksa modern l iğin dışında kalmaları ya da karşıtı olmaları deği l . Kavra m ı n e n önem l i zayıf noktası Batı­ modern l i ğ i n i sorg u l a madan b ü t ü n c ü l b i r kategori o ld u ğ u n u varsaym as ı d ı r. Batı ' n ı n d ış ı ndan Bat ı l ı o l mayan top­ l u m l a r ı n tari h ve b i reyleri n i n gözüyle bakı l d ı ğ ı nda Batı-modern l i ğ i ç o k şey ifade etmektedi r ve zaman içinde deği­ şim geç i rmekle b i r l i kte tan ı m l anab i l i r. Ancak Bat ı ' n ı n içerisi nden bak ı l d ı ğı n­ da, hatta Batı l ı o l u p Batı' n ı n periferi s i n­ de kalan top lumlar için kavram pek an­ lam taşımayacaktır. Batı modern l iğ i n i n çoğu l cu çözümlemeleri de buna ekle­ nirse, "Batı modern l iği" tanımı n ı n hem zaman içinde, hem farklı ü l keler zavi­ yesi nden bak ı l dığında gösterd i ğ i deği­ şim ve fark l ı l ı k kavram ı n işlerl iği n i zor­ layacaktır. Batı l ı o l m ayan modern l i k l er kavra­ mıyla açmaya çal ı ştı ğ ı m kuramsal ze-

A

59

M

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

E

m i n 1 . Batı mode l i n i n merkezden kay­ d ı rı l mas ı ; 2. i l erlemeci zaman an layı­ ş ı ndan eşzamanlı modernl i k an layışına g e ç i l m e s i ; 3 . Eksik yerine ekstra mo­ dern olanın göz lem lenmesi; ve 4. Gele­ n eksel yeri n e geleneks iz leşme tez leri üzeri nde temellenmekted ir. 1. MERKEZ-DIŞ/ BATI

60

Demek k i B at ı l ı o l mayan to p l u m l a ra özgün modern l iğ i n kavramsal laştı rı la­ b i l mesi i ç i n perspektif d eğ i şti rmemiz gerekiyor: Batı-dışı toplumları modern­ l iğin aynasında deği l , modernl iği Batı­ d ı ş ı top l u m l a r ı n aynas ı n d a yen i d e n o kuyab i l mek. Batı-d ışı kavramı Batı ' n ı n karşısında o l ma hal i nden ziyade Batı l ı o l m ayan top l u m ları n modern l ikle i l işki­ lerini an lamayı hedefliyo r. Tekrar eder­ sek, B atı - d ı ş ı kavramı B at ı l ı o l m ayan ama modern l iğ i n etki a l a n ı n a g i r m i ş to p l u m l a ra i şa ret e d i yo r, yoksa, mo­ dern l iğin d ı ş ı nda kalma d u rumuna de­ ğ i l . Zaten modernleşme tarihi bunu ko­ nu edinmiştir. Ama Batı-d ışı modern l i k kavramı, d a h a da ötesi n i yan i Bat ı l ı ol­ mayan toplu mların modernl i k i l e arala­ rı ndaki i l i ş k i n i n sadece e d i l gen değ i l aynı zamanda üretken olabileceği var­ s a y ı m ı na a ç ı l ıyor. Modern l i k i l e Ba­ tı'nın arasındaki özdeş l i k i l işkis i n i n kı­ rıl ması beraberinde alternatif çoğul mo­ d e rn l i k mode l l eri soru s u n u get i r i yor. Modern l i ği n farkl ı coğrafi ve kültüre l havzal arda yeniden şeki l l e n i p şek i l l e­ nemeyeceği üzerine bizleri düşünmeye zorluyor. Modern l iği Batı l ı o l mayan toplum la­ r ı n m e rc e ğ i n d e n ye n i d e n o k u m a ya ka l ktığım ızda, karşım ıza b i rinci olarak bu to p l u m l a r a ra s ı n d a Batı -d ı ş ı mo­ dern l i k kavramını meşru kı lacak ve mo­ dern l iğin yen i bir okuması n ı yapmamı­ za o l anak sağl ayacak bir müşterek l i k o l u p olmadığı ç ı kıyor. İ k i ncisi de mo­ dern l i k ve Batı b i rbiri nden ayrıştığı nda, modern l i k tan ı m ı n ı n s ı n ırl arı nedir so-

V

E

B

A

T

I

C

I

L

I

rusu ve beraberi nde getird i ğ i modern kavra m ı n ı n aşınmaya uğraması . B a t ı l ı o l m a y a n ü l ke l er i n o rtak b i r öze l l iği, Batı modern l i ğ i n i kend i dene­ yimlerini anlamakta referans noktası al­ malarıd ı r. Kendi tari h l e ri n i , top l umsa l pratikleri n i standart koyucu olarak ka­ bu l edilen Batı modern l i k model i karşı­ sında d i key o larak çözümlemekte, ko­ n u m l and ı rmaktadırlar. N itek i m coğrafi mesafelerin a l g ı l an ı ş ı da bundan etki­ lenmekte, si mgesel olarak Batı coğraf­ yas ı n ı yakın, komşu ül keleri uzak tasav­ vur etmektedi rl e r. Batı-d ı ş ı modern l i k kavrar.ıı , Batı l ı o lmayan ü l keler arasın­ da yatay i l işkilend irmelere, çapraz oku­ m alara davet etmektedir. En çok ikinci s ı n ı f Batı olara k tan ı m lanmış bu ü l kele­ rin top lumsal pratikleri n i n b i rbirleriyle karş ı l aştı r ı l m a s ı , b i rb i rl e r i n e tercüme edi l mesi ve i l et i l mesi durumunda yeni bir görünürlük ve dil kazanabi l ecek ol­ malar! entelektüel olarak sosyal b i l i m ­ lere yeni b i r fırsat, hatta meydan okuma sunmakta, Batı i l e Batı - d ı ş ı arası ndaki bilgi-iktidar i l işki l erini s ınamaktadı r. 2. EŞZAMANL/ MODERNLİK

Modern l i k d ü nya top l u m l ar ı aras ı n d a ortak b i r deneyimi varsaymı ş ancak za­ man .;e konumlandırma açısı ndan h iye­ rarşiye tabi tutmuştur. Modern 0 l a n l a r i l e geleneksel ler, meden i l er i l e barbar­ lar, gelişmişler i le geri kal m ı ş l ar, mer­ kezdekiler i l e periferideki ler, "geriden gelenler" anlamı nda bir kronoloj i k za­ man fark l ı l ığ ı n a ve h i yerarş i k konum­ land ı rmaya tabi tutulmuşlard ı r. Ara ka­ tegoriler - modernleşmekte olan lar, ge­ l işmekte olanlar, yarı-periferideki ler gi­ bi - l isteye eklenmiş, ama kronoloj i k ve hiyerarşik farkl ı l aşma analizlerin temel taşı olmuştur. Modernl i k i l erlemeci görüş ile birlikte işlev kazanmış ve farklı toplumların ka­ deri n i birbirine bağlam ıştı r. İ l erlemeci felsefe azge l işmiş, geleneksel toplumla-

K

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

rın da moderniten i n güzergah ı n ı takip edebileceği inancında toplum ları birleş­ tirmiştir. Azgelişmiş l i k teori leri bu iyim­ serl iği paylaşmam ışlar ve azgelişmişli­ ğin gel iş m i ş l iğin sonucu o larak ortaya çıktığın ı (Andre G under Frank), sömürü ve egemen l i k i l işkilerinin beli rleyiciliği­ n i açığa vurarak ilerl emeci bakış açısını e l eşt i r m i ş l erd i r. Ancak kronoloj i k za­ man an layışını, ve h iyerarşi k konumlan­ dırmayı azgel işmişlerin optiğinden bak­ makla birl ikte yeniden ü retirler. K ısacası modernl i ğ i n ideoloj i k bir za­ man a n layışı vardı r ve "öte k i ler"lerle i l işkisi nde "ötek i l er" i , kend i s i y l e aynı i l erleme düzey i n i ve zamanı paylaşa­ maya n l ar, y a n i "çağdaş" o l mayan l a r olarak tan ı m lar. Batı "öteki"yle i l işkisi­ nin tan ı m ı na ideoloj i k bir zaman kavra­ mı atfeder ve aralarındaki fark l ı l ığı za­ man ve m e k a n i ç i nd� mesafe o l ara k kurgulayarak, Batı l ı o l mayanl ara "çağ­ daş", kendisiyle "eşzaman l ı " olma hak­ kı tanımaz (Fabian, 1 983). Modern za­ manlara ayak uydu ramamış olmak Batı­ l ı olmayan top l u mları n da b i l i ncini ya­ ra l a m ı ş t ı r ( S h ayegan, 1 9 9 1 ) . "Muas ı r meden iyet seviyesi n e erişmek" y a d a y e n i T ü rkçey l e "çağd a ş l aş m a k " mo­ d ern l i k l e a ra l a r ı n d a k i kapatı l a m ayan mesafeyi ve özlem i l işkisini d i le getir­ mektedi r. "Çağdaş", sözl ü k a n l a m ı yla bugünkü zamana i lişkin, eşzam a n l ı an­ lamına gelmekle beraber, Türk modern­ l eşmesi bağlamı nda, hep i leriye doğru­ yu işaret eder ve Batı modernl iğiyle öz­ deş l i k taşı r. Batı top l um larıyla eşzaman­ l ı l ığı çağrıştırmadığı gibi tersine gelece­ ğe i l işkin i lerlemen i n yönü n ü ve değer­ leri n i bel i rler. Örneğin 1 983 sonrasında üniversitelerde ortaya çıkan İslamcı ba­ şörtüsü talebi n i "çağdaş giyim" olmadı­ ğı gerekçes iyle, yasaklamak buna bir ör­ nektir. Başörtüsi..ı d i ni ve geleneksel kü l­ türün uzantısı nda, ilerleme n i n karşısın­ da ve geçm işe dönük değerlerin, çağ­ daş giyim anlayışı ise Batı l ı modern de­ ğerlerin taşıyı c ı l ığını yapmaktadı r. Batı l ı

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

toplum lar, b i l i min, etiğin, estetiğin ev­ rensel doğrularını, böylel ikle modernl i ­ ğin kıstasını belirlemekte v e kend i s i n e d iğer top l u m l a rı n d a k a b u l ett i ğ i b i r çağdaşl ı k atfedebilmektedi r. Tabiatıyla, modern l iğin kronoloj i k za­ man ve hiyerarşik konumland ı rması yal­ n ızca b i r an latım kurgusu ya d a ege­ men l iğini meşrulaştıran bir ideoloj i de­ ğildir. Modern l i k Batı l ı topl umların kül­ tür, b i l i m ve eylemleriyle şeki l le n m iş, bunun d ışında kalanlar ise modern liğin tari h i n i n yaz ı m ı nd a zayıf ve kenard a kal m ışlard ı r. "Zayıf tarihse l l i k" Batı l ı ol­ mayan top l u mların modern l i kle arala­ rında kurdu kları yara l ı ama bağ ı m l ı i l iş­ k i n i n adı d ı r.4 Batı modern l iğinin dışın­ da, kenarında, gerisinde kalan toplum­ lar kendi kültür ve tarih güzergahlarının yolunda evr i l erek deği l , ancak o yol u arkalarında b ı rakarak i l erleyeb i lecekle­ r i n e, ya n i m o d e r n l eş eb i l ec e k l e r i n e i nanmışla rd ı r. Gerek Batıcı modernleş­ meci, gerek solcu gelişmeci siyasal ha­ reketleri n ortak noktası geç m i ş l e bağı koparmaya yöne l i k devrimci ve i lerle­ meci değişim anlayışlarıdı r. Devrimci s i l baştan söylem ve eylemleri, modern ta­ rihsel liği zayıf toplu m l arı n geçmişlerin­ den kopmak ve "yeni"yi yakalamak is­ tenc i n i ifade eder. Zaman kavra m ı na dönersek, d iyeb i l i riz k i bu topl u m la r "şimdiki zaman"larıyla barışık olmayan, bugünlerine yabancılaşmış toplumlardır. Bu yüzden kendi leri ni gelecekte (sosya­ l ist ütopya) ya da idea l l eşti r i l m i ş geç­ mişte (İslamcı altın çağ ya da m itoloj i k m i l liyetç i l i k) yeniden kurgularlar. Modern l i k o l g u s u , B a t ı l ı o l m a y a n toplumların kendi tarih leriyle i l işkileri n i altüst ediyor. Hatta diyeb i l i riz k i mo­ dernite, zi ncirin h a l kaları n ı birbi rinden kopararak, geçm i ş l e bugün aras ı ndaki devam l ı l ı k köprü lerini attığı gibi, tari­ h i n v e k ü l t ü r ü n k a r m a ş ı k ö rg ü s ü n ü s iyasi ideoloj i k bas itlemelere terk edi­ veriyor. T ü rkiye modern l eşmes i , Os­ man l ı ' n ı n zaten başlattığ ı B atı l ı laşma

A

61

M

62

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

E

hareketleriyle devam l ı l ığı sahiplenmek­ ten z i yade, Osma n l ı kozmopo l it l i ğ i ne karşı tan ı m l a n d ı . B u nedenle b i r yan­ dan " ç a ğ d a ş l a ş m a k" i ste n i rken, öte yandan da Avrupalı laşma sevdası alaya a l ı nan b i r tema olmuş ve asri l i k Avrupai tarzda yaşamaya özenen yüzeysel ve g ü l ü nç, "alafranga züppe" tipleri betim­ l emiştir. Asri l i k "özenti ayd ı n ı n " halka yabancı laşması olarak küçü k görü lmüş, köksü z l ü k l e b i r tutu l u p e l eşti r i l m i şt i r. C u m h u riyet ideolojisi Tanzimat'ın koz­ mopolit modern liğine karşı, m i l li değer­ l e r ve h a l kçı söylem üzerinde yüksel­ m iştir. "Yaba n c ı " tes i rl erden arı n mak, "öz"e yani tasavvur edi len Anadolu'ya dönmek, m i l l iyetçi Cumhu riyet projesi­ nin en temel temalarından biridir. N ite­ k i m m i l li-devletin d ü ş ü n ü rü Ziya Gö­ kalp "Tü rkl ü k kozmopolitlik' e karşı İs­ l a m i yet ve Osma n l ı l ığ ı n hakiki istinat yeri d i r" d i ye yazarak C u m h u riyet ide­ o l oj i s i n i m i l l i yetç i , a n t i - ko z m o po l i t bazda temel lendirmiştir. Anti-kozmopo l i t tavı r sadece m i l l i ­ yetçi akıma da özgü değ i l d i r. N itekim Peya m i Safa "Türk İ n k ı l a b ı n a B a k ı ş ­ lar"da Avrupa l ı laşman ı n kozmopol it ru­ h u n u n h e p · e l eşti r i l d i ğ i ne, a n a n e n i n etekl er i n e m i l li ucundan Tü rkçü lerin, dini ucundan İslamcı ların yapıştı kl arına d ikkat çekmiştir. Şerif Mard i n de cema­ atçi normların "aşırı Batı l ı laşma"ya kar­ şı tepki duyduğu gibi, Cumhuriyet ide­ oloj i s i n i n de m i l l iyetçi ve popü l i st söy­ lemleriyle anti-kozmopol i t nitelikler ta­ şıdığını i leri sürmüştür.s Bugün de m i l l iyetçi akım ve İslamcı h a reketler, her ikisi d e "saf" k i m l i kl er aray ı ş ı n d a ve anti-kozmopol i t tavı rda b i rleşirler ve "yabancı" unsurlara, kü l ­ türlere karşı "öz"ü, "köken"leri savu n­ maktadı rlar. İşaret ed i len "yabancı" za­ man i ç inde değişiyor, farklı adlandırı l ı ­ yor: Gavur, gayrimüsl im, dönme, azın­ l ı k, Yahudi, Ermen i, Kürt, Batı, hatta ay­ d ı n vb . K i m i zaman d ı ş ı m ızdaki, k i m i zaman içimizdeki yabancı, b i z e yaban-

V

E

B

A

T

I

C

I

L

I

c ı l aşmış, bizden ol mayan, yabancı un­ surların tem iz lenmesi, tem i z l e n e b i l e ­ ceği mitosu tarih imizi e s i r alıyor. Kültü­ rel ve etni k safl ı k istenci ve hareketleri tota l iter, kapa l ı ve basitçi ideo loj i lerin temel i n i o l u şturuyor. Ve bu genel l i kl e san ı la n ı n tersine, geçmişten ka lan ağı r bir m i ras deği ldir. Modernite karşısında geçmişin karmaşıklığını bugünde yaka­ layamamaktan kaynaklanmaktad ı r. Bugün modernite Batı l ı olmayan top­ lumların tari h i ne, topl umsal m uhayye­ l e s i ne, d ü ş ü n ce b i ç i m l eri ne, kolektif eylem lerine hatta bireyleri n i n davra n ı ş v e arzu biçim l erine kadar nüfuz etmiş­ tir. Gönül l ü modernizasyon hareketleri ve küresel leşmen i n geti rdiği mal, kü ltü r ve insan dolaş ı m ı modern liğin Batı top­ l u m l a rı d ı ş ı nda yen iden ü reti l me s i n e neden ol muştur. Modern l i k artı k sadece Batı l ı (Avrupa ve Ameri ka anlamı nda) topl u m ları n teke l inde değ i ld i r. (N itekim hangi Batı sorusunun cevabı bu neden­ le karmaşı klaşmaktad ı r.) Ancak moder­ nite Batı l ı olmayan toplumların toplum­ sal, siyasal ve b i reysel prati klerinin dı­ şı nda değil demek, bu toplumların mo­ dern o ldukları tez i n i i leri sürmemize de yetecek zem i n h a z ı rlamaz. Ama mo­ dern iteyi eşza m a n l ı bir biçimde yaşa­ d ı kları tezi, b u topl umları okuma al ış­ kan l ı klarımızı değiştirecektir. Modern l i k an latımları n ı n ideloj i k za­ man an layışı - yani gel işmiş Batı-dışın­ daki top l u m l a r ı n zama n ı n geri s i nden geldiği ancak i lerlemeci felsefe ve tekçi modern l i k anlayışına uygun olarak, ayn ı güzergah ı takip etmeleri gerektiği görü­ şü - bi lgiyi de bel i rl emiştir. Şöyle ki, Ba­ tı' n ı n dışındakiler zaten Batı'ya tabi ol­ dukları ndan "bi l i nmeye" gerek duyu l ­ mazlar. Zaten geçecekleri aşamaları ve çizecekleri yol u Batı önceden yaşamıştır ve bugün b i l me kted i r. Modern l i k ve "avant-garde", yan i öncü entelektüel profi l i birbirini tamamlarlar. Entelektüel toplumun bir adım i lerisi nde, öncü ko­ numdad ı r. Batı l ı entelektüel, sosyal bi-

K

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

! imci, femin ist Bat ı l ı o lmayan toplumlar ile arasındaki i l işkide her zaman bilen, öncü konumdad ı r. Batı l ı ol mayan top­ lumlar yeteri nce sayg ı n l ığı olan bir me­ rak ve bilgi konusu değildirler. (Bu kü­ çümseme i ron i k b i r biçimde Batı l ı ol­ mayan entelektüellere de si rayet etmiş, kendi toplumları üzeri ne çal ışan sosyal b i l imci lere "yerl i", "taşralı" konumu at­ fed i l ip, hafif yukarıdan bak ı l m ı ştır.) Ta ki Bat ı l ı olmayan toplumlar Batı ' n ı n dışın­ dan kendisine b i r "öteki " konumu atfe­ d i p, Batı model i ne s i yasal ve b i l i msel bir meydan okuma oluşturması n ; İslam­ c ı l ı k örneği nde olduğu gibi. İslamcı l ı k Batı'nın ötekine duyduğu, korku, i lgi ve başkalaştırmayı pekişti rmektedi r. İslam­ c ı l ı k Bat ı ' n ı n pol i ti k, b i l i msel i lgi kayna­ ğı ol makta, hem de en çok modern bilgi ideoloj isinin kl işeleri n i n yeniden üretil­ diği bir örnek oluşturmaktadı r. 3. EKSTRA MODERNLİK

Ancak her ne kadar analiz perspektifi­ m i z i Avru pa-merke z l i b i l giden ve tek güzergah l ı modernl i k anlayışı ndan ço­ ğul modern l i kl ere doğru gen işletsek de, Batı i l e Batı-dışı toplumlar arası nda tam bir si metriden, tam b i r görecel i fark l ı ­ l ı ktan sözetmek m ü m kü n değ i l d i r. Eş­ zaman l ı l ı k eşgerçek l i kler anlamına gel­ memel i d i r. Eşzama n l ı l ı k modern iten i n p a y l aş ı l a n b i r o l gu o l d u ğ u n a a n c a k farkl ı konum larda ve farkl ı b i ç i m l erde yan s ı m a b u l d u ğ u na, ç a rp ı t ı l d ı ğ ına ya da yen iden şekil bulduğuna işaret eder. Çoğul modern l i k kavramı yerine Batı­ d ı ş ı modern l i k kavra m ı n ı n k u l l a n ı m ı asimetrik yönleri daha iyi ayd ı nlatmak­ tadı r çün kü konu m lar arasındaki farklı­ l ı k l a ra, i ktidar ve güç i l i ş k i l e r i n i n ta­ n ı m l a n mas ı n a o l a n a k sağl a m a ktad ı r. Çoğul modern l i kl e r kavramı tekçi geli­ şim model leri n i n e l eştiris i n i yapmakta­ d ı r. Ancak B atı l ı o l mayan top l u m l ar ı y a l n ızca görec e l i farkl ı l ı klar tezi nden hareketle anlamak, güç, egemenl i k, ik-

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

tidar i l işkilerini yadsı mak anlamına ge­ lecektir. B i r kere Batı-d ı ş ı top l u m l ar ı n tarihsel güzergahl arı, toplumsal m uhay­ yeleleri, pol itik kuru m ları, bi l i m an l a­ yışları Batı'nın yörüngesinde yol a l mış­ t ı r. Batı-d ı ş ı top l u m ların ortak özel l i ği Batı modernl iğine olan bu bağım l ı l ı kla­ rıd ı r. ister sömürgec i l i ğ i n zorlamasıyla, ister gönü l l ü modernizasyon arac ı l ığıy­ la bu toplumların tari h i Batı ' n ı n izdüşü­ münde yen iden yaz ı l m ıştır. Zayıf tarih­ sel l ik, n itek i m bu bağ ı m l ı l ığı, ekonomik i l işkilerin ötesi nde kavramsal l aştırmayı amaçlamışt ı r. Batı bağı m l ı l ığ ı n ı n top­ l u msal mu hayyele ve toplu msal eylem üzerindeki izdüşümünü tasvir edebi l ir. Modern l iğe öykünme, yani Batıcı l ı k ya da modernist tutum Batı-dışı top l u m la­ rın ortak öze l l iğidir. Batı modern l i ğ i n i n -zaman ve mekana bağım l ı olarak- na­ sıl tekrar k u rgu land ı ğ ı , Batı l ı ol mayan aktörler tarafı ndan, Batı modern l iğ i n i n hangi özelliklerin in seçilerek diğerleri­ nin göz ardı edi ldiği asimetrik modern­ l i k üzeri ne i puçları verecektir. Batı-d ışı toplumlarda moder n l i k, Batı i le simetri içerisinde değil, ne de tam b i r dışarda­ l ı k ve farkl ı l ı k içerisi nde, ama yarattığı ekstra modernl i k diyeceği miz, aşırı mo­ dern l i k ya da modern l i k fazlası nda an­ laşı labi l i r. Ekstra modern l i k Batı l ı olmayan top­ l umların modern l i k istenci ni d i l e getir­ mektedi r. Ekstra'yı hem (Batı' nın) d ı ş ı n­ da hem fazladan anlamıyla düşüne b i l i­ riz. Batı l ı o lmayan toplumları geri kal­ mış (zaman açısından) ve Batı'ya yeti­ şememiş, böylelikle birşeylerin gerisin­ de ka l m ış, eks i k modern l i k ol arak ta­ n ı m l a maya a l ı ş k ı n ı z . B a z ı a l a n l a rda modern l i k fazlası olabi leceğini tasavvur edemeyiz. Modern liğin fetişize edil me­ si, gösterişçi bir tutkuya dönüşmesi Ba­ t ı - d ı ş ı modern l iğ i n i n b i r özel l i ğ i . D i n değiştirenlerde görü ldüğü gibi, modern­ liğe yüzünü dönenl erin de aidiyetlerini serg i lemeye, i spatlamaya çal ıştı k l a r ı n ı söyleyeb i l i r i z . Batı-d ı ş ı modern l i ğ i n e

A

63

M

64

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

E

"ekstra" n itelemes i n i eklerken, aynı za­ manda o l ağandışı, a l ı ş ı lagelmişin dışın­ da, şaşırtıcı tarafları olabileceğini, yani " b i l i nmeye" değer olduğunu, yani bilgi ü reti m i ne yöne l i k bir iddia taşıd ı ğ ı n ı söylemek ist_iyoruz. Batı ' n ı n arkasından, i z l e r i n d e n yü rüyen e k s i k modern l i k perspektifi yerine, Batı ' n ı n güzergah ı n ­ dan farkl ı bir yol takip eden v e böyle1 i kl e k i m i a l a n l a rd a e kstra modern l i k ç izgisi geliştiren toplumların okunması, b i l i n mesi modern l i k üzerine o l an ku­ ramsa l a n a l izleri m i z i değişti rmeye zor­ l ayacaktır. Ya n i başta ded i ğ i m i z g i b i Batı l ı ol mayan topl u m la rı modern l i k i l e aralarındaki mesafeyl e ölçmek, yargıla­ mak yeri ne, modern l iği Batı l ı ol mayan toplumların ekstra modern l i k pratiğinde yen iden s ı n a m a k, yen iden d ü ş ü n mek kuramsal açıdan d a h a ilginç o lacaktır. E kstra modern l i k kavra m ı b u g ü n kü toplumsal pratiğin daha zengin b i r oku­ mas ı n ı yapma fırsatı verecek, h atta yeni bir farkına varma h a l i , göz açı lması du­ rumu get i re b i lecektir. İ lerlemec i tarih tezi ve eşzaman l ı l ığ ı n i n karı, örneğin kad ı n lara i l işkin şöyle bir varsayımdan yola ç ı kar: Batı' d a kad ı n l a r eğer ayrım­ c ı l ığa uğramaktaysalar, Batı'n ı n gerisin­ de kalmış top l u m l arda olsa olsa bu ay­ r ı mc ı l ı k d a h a da faz l ad ı r. Ayrı mc ı l ı k kavra m ı n ı n ci nslerarası egemen l i k i l iş­ k i leri n i tan ı m lamakta pek de ayd ı n latıcı olamayabileceği ya d a kad ı n ları n farklı b i r güzergah i z l eyeb i l eceği , h atta Ba­ tı'daki hemcinslerinden bazı a l a n larda daha "i leri" bir konumda olabi leceği bu perspektiften anlaşılamaz. Ekstra modern l i k, Batı-d ışı topl umla­ rın bazen daha merkezi, daha "öncü" olabi leceği varsay ı m ı n a açıktır - ki bu d a modern l iğe yen i bir okuma geti re­ cektir. Örneğin, kamusal a l an, Batı top­ l u mlarınd a başlangıçta işçi s ı n ıfı ve ka­ d ı nları dışlayarak bir burjuva alanı ola­ rak kuru l muştur.6 Batı'dan farklı olmak üzere, b i rçok M ü s l ü ma n ü l ke n i n mo­ dern leşme projesinde ise kadı n l a r mer-

V

E

B

A

T

I

C

I

L

I

K

kez b i r konumda yer a l m ışlar hatta ka­ m u s a l a l a n ı n s ı n ı r l a r ı n ı n temel taş ı n ı oluşturmuşlardır.7 B u bağlamda, kadın­ ların kamusal görü n ü r l ü l üğünün, yurt­ taşl ı k ve kad ı n hakları n ı n, Türk moder­ nizminin bel kemiğini teşkil ettiğini öne süreb i l i riz. Türk modern l eşme projesin­ de kad ı n l a ra yüklenen ve onların yük­ lendi kleri bu i l erlemeci ideal, kad ı n l a­ rın kamusal a landan dışlandıkları, seç­ me ve seç i l me h a k l a r ı n ı n veri l med iği b i rçok Batı l ı ü l ke n i n tarihsel modern­ leşme güze rga h ı nd a n fa r k l ı b i r s ü reç oluşmasına neden ol muştur. Ekstra modern l i k perspektifi, yaln ızca aktörleri ve pratikleri n i değ i l aynı za­ manda tarihsel d eğ i ş i m i yön l e n d i re n kavraml arı, topl umsal m u hayy i l eyiB de ele a l m a l ı dı r. Batı modern l iğini oluştu­ ran kavramların, öteki top l u m l ara taşı n­ dıkları nda hem abartı l ı bir yaşama geç­ tiklerini, hem de yen i bir mu hteva ka­ zand ı kl a r ı n ı görüyoruz . M i l l iyetç i l i k, l a i k l i k, eşit l i k gibi Türk toplumsal mu­ hayyi lesine n ü fuz etmiş kavramlar buna bir örnek. Laiklik Batı köken l i bir gel işi­ min sonucunda ortaya ç ı ktığı için, Batı1 ı o l mayan topl u m l ar ı n , öze l l i k l e de Müslüman topl u m ların, azgelişmiş mo­ dern l i k tezi ne uygun olarak, daha az la­ ik olmas ı beklen i r. Ancak örneğin Tür­ k i ye'deki l a i k l i k o l gusu a n c a k ekstra modern l i k perspektifiyle a n l aş ı l ı r k ı l ına­ b i l ecektir. Ç ü n kü hem top l u msal mu­ hayy i l eye n üfuz etmiş, hem de Batı l a­ i k l iğ i n i n b i re b i r b i r yansıması ol arak okunamayacak kadar da özgün b i r ifa­ de b i ç i m i b u l m uştur. Devlet, asker ve siyasi seçkin lerin üçgeninde hapsolma­ m ış, s i v i l topl u m örgütlenmelerine de damgasını vurmuş, bu nedenle de ide­ oloj i n i n s ı n ı rl arı i ç i nde kalmayıp, top­ lumsal mu hayyile diyebi leceğimiz dü­ şünce ve eylem a l a n ı n a sirayet edebil­ m iştir. H atta b i r tür laiklik "fazlasından" söz etmek m ü mkündür ki bu da l a i k l i k i l e demokrasi arası nda bir i k i l e m oluş­ masına ve bu karşıtlığın kolayca birin..

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

c ı n ı n leh i n e sonuç l a n m a s ı n a yol aça­ b i lmektedir. Kısacası l a i k l i k toplumsal­ l aş m a kta (s i v i l to p l u m u n , top l u ms a l mu hayyelenin bir parçası olmakta) an­ cak sivil leşmekte zorlanmaktadır. H i ndistan deneyimi nden laikl i k olgu­ s u n a b a kt ı ğ ı m ı z d a ise (ki sekü l a rizm ku l l a n ı l maktadı r), laikl iğin, farklı di nler arasında barışı s imgelediğini, çoğulcu­ l uğun ve demokra s i n i n garantörü oldu­ ğunu gözlemleyeb i l iriz. 4 . GElENEKSİZLEŞME

Batı-d ı ş ı top l u m l a rd a gelenek ve mo­ dern l i k arasında özel bir kop u k l u ktan, süreks i z l i kten söz etme k m üm kü ndür. Geleneksel topl u m kl işes i n i n aksine, bu toplumların geleneksel l i ksizleşti ri l d i kle­ ri söylenebi l i n i r. G ö n ü l l ü otoriter mo­ dern izasyon projeleri n i n (Tü rkiye, Çin) etki l i olduğu durumlarda geçmişten ve gelenekten kopuş, sömürgeci modern i­ zasyondan ( H indistan) daha radikal ol­ m a ktad ı r. H indistan geleneğiyle arasın­ daki bağlantıyı sahiplenm iş, hatta bunu sömürgeci l iğe d i ren i ş i n bir biçimi h a l i­ ne dönüştü rmüştür. Türkiye ve Ç i n gibi ü l kelerde ise, geç m i ş i n radikal biçimde redd i, "yen i l i k ç i l ik" ideoloj i n in , "yeni h ayat" arayış l a rı n ı n teme l i n i o l u ştur­ muştur.9 G elenekler modern l i ğe engel teş k i l ettiği gerekçes iyle ya gözardı edi l miş, kend i l iği nden yok o l muş ya da yasak­ lanmıştır. Sonuç olara k da modernl iğin etkisi gelenek üzerinde dönüştürücü ol­ mam ıştı r. 1 0 Gelenekler, değişimin di na­ m i k kaynakları olarak yen iden yorum­ l a n ı p modern liğin içerisine taş ı nmamış, b u n u n yerine donduru l m uş, fol klorik­ leşti ri l m iş ya da müzeleştiri lmiştir. Eğer v a ro l mayı s ü rd ü re n gelenekler varsa, bu s i stem i n kenarında ka l m a l a rı sure­ tiyle mümkün olmuştu r. Batı-d ışı ortam­ l arda, gelenek ve modern l i k birbirleriy­ le örtüşmeyen ya da zayıf bir tekabüli­ yet gösteren uyumsuz parçacı k l a r ola-

U

R

K

I

Y

E

V

E

R

U

S

Y

rak ortaya çı kmaktadır. Gelenek ve modernl i k arasında radi­ ka l kültü re l b i r kırılma o larak gönü l l ü modernizasyon projesi v e ikisi a rasın­ d a k i sess iz bir a rada varoluş, kents e l mekana ve kaotik zaman bil incine yan­ sımaktadı r. Kronoloj i k bir zaman boyu­ tunun ol madığı, üst üste, yan yana fark­ lı zamana a it pratiklerin karş ı n ı z a b i r anda çıkıp sizi şaşırtacağı akortsuz b i r zaman v e kaotik b i r mekan düzen leme­ sidir içi nde yaşadığımız dekor. Ackbar Abbas'ın Hong Kong için tasvir ettikleri İstanbul için de söylenebi l i r: " ... değişi­ min bel i r l i bir yö n ü n ü n b u l u nmadığı, değişik zamanlar ve h ızların koşuştuğu b i r mekan . . . k ro n o l oj i kavra m ı n ı n ve birbi rini takip eden tarihsel zaman kav­ ram ı n ı n zayıflaması sonucu eski ve ye­ n i n i n kol ayl ı k l a birbi rin i n çağdaşı oldu­ ğu, s ü rekl i l i k lerle s ü reks i z l i klerin yan y a n a varo l ab i l d i ğ i ve pre-modern ve postmodern o l u ş u m l a r ı n b i rb i rl e r i n i n varl ığı n ı kabu l etmeye zorlanmadan e l e l e tutuştu kları . " 1 1 Kentsel a l a n ı n ku l l a n ı m ı da gelenek­ le modern l i k arasındaki uyumsuzluğun a l t ı n ı çizmekted i r. K ı raathane, ka hve­ hane geleneğiyle, global yaşam biçim­ leri n i n nüfuz a l an ı nda son on senedi r gel işen İstanbul "cafe"leri arasında d a benzer b i r görmez l i kten g e l m e d u ru­ mundan, h atta kör-sağı r bir i l i ş k i de n söz edebi l i ri z . Geleneksel kahvehane­ ler İstanbul'da hala orada burada, mo­ dern Türk gözüne gözü kmeden, yere l cemaat yaşa m ı n ı n s ı n ı rları içi nde u n u ­ tu l m u ş b i r şeki l de, geçici modern he­ veslere di rayet göstererek, kağıt, okey, tavl a oynanan, pol itika muhabbeti ya­ pılan, futbol seyredi len böylece bir çe­ şit sosy a l i z asyo n u n s a ğ l a nd ı ğ ı erkek meka n l a r ı o l a r a k varl ı k l a r ı n ı s ü rd ü r­ m ekted i r. S o n i k i y ı l d ı r İ s ta n b u l ' d a mantar g i b i türeyen "cafe"ler i s e erkek­ lerle kad ı n ların sosyal izasyonu i ç i n ka­ musal meka n l a r olarak modern yaşam tarz ı n ı simgelemekted i rler.

A

65

M

66

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

E

İ ç meka n l a r ı n ku l la n ı m ı d a benzer bir süreç izlemektedi r. G e leneksel a l ış­ kan l ı kl a r l a modern l i ğ i n fetiş nesneleri­ n i n bir aradal ığı, domesti k iç mekanl a r­ d a b i rb i rleriyle neredeyse i letişim kur­ madan yan yana ku l l a n ı l ma l arıyla ger­ ç e k l eşmekted i r. 1 2 En m ü tevazı sosyal s ı n ıflar arasında bi le, örneği n, düğünler için bir zoru n l u l u k olan büfe l i bir ye­ mek masası, zoru n l u tüketim biçim leri­ n i n bir parçasını teşkil etmektedir. An­ c a k b i rç o k l a rı n ı n yaş a m ı nd a yemek masası hala m isafi rlere ayrı l makta, ai le, yemekleri n i yerde otu rarak yer masası etrafı nda yemektedir. Türkiye'de modern leşme projesi yu­ karıdan aşağıya doğru i nmekte, s ı rt ı n ı g e ç m i ş e v e g e l enek l ere çevi rse d a h i , yaşam pratiklerine n üfuz etmekte, a n ­ cak (sivi l ) topl u m düzeyi nden yen iden ü reti l i rken b i r çeşit kaos yaşanmaktad ı r. Ya da siyasi açıdan d iyeb i l i riz ki, sivil­ l eşme ve topl umsallaşma a rasında b i r paradoks yaşanmaktadı r. Modern kültür ve siyaset toplumsallaşmakta ancak çok zaman sivil ve kentli kültürel değerlerle b i r l i kte gitmemektedi r. B u açmazı sa­ nat, medya, ve siyaset a l a n l arında göre­ bil iriz. Arabesk müzik, varoşlardan baş­ l ayarak kültü rel özgü rleşmen i n bestesi olmuş, özel l i kle Doğu tı n ı larını Batı'ya taş ı m ı ş ve i l k nesil kentl i lere b i r çeşit y a ş a m reh b e r l i ğ i y a p m ı şt ı r. Ü st kent m ü z i k kü ltürü ise uzun bir zaman Batı­ cı ve seçkinci zorlamaları n etkis i nde tu­ tuk k a l m ı ştır. G azete sektöründeki aç­ mazlar d a bu dinami klerin bir sonucu­ dur denebi l i r. Aydı nların gazetesi Cum­ huriyet sol resmiyetten seçkin s i v i l l iğe g e ç e m e m i ş , b u n a k a rş ı n ö r n e ğ i n 1 980'1i y ı l larda Sabah gazetesi varoşla­ rın yüksel iş dalgasına oturmuş, "arabes­ ki hor görmeyerek" top l u msa l l aşmayı tem s i l etmiştir. Benzer bir biçimde siya­ sette sosyal demokrat hareketler de ye­ teri nce yerl i leşemem iş ve s i v i l leşeme­ m iş, buna karşın 1 9 80' l i yı l l a rda yen i­ lenme ve tem s i l d i n a m i kleri sağ p.ırti le-

V

E

B

A

T

I

C

I

L

I

rin, - öze l l ikle de yükselme, yaşama ve tü ketme arzusu d a lgas ı n a oturan a ra­ besk ve ANAP' ın kesişme noktasında e l i ne geçmiştir. Atatürkç ül ü ğü n geçirdi­ ği evrim ise modern l i k p rojesi n i n nas ı l yukarıdan aşağıya doğru nüfuz ettiğine e n güzel ö rnekti r. Atatü rkçü l ü k res m i ideoloj i, asker v e s i v i l seçkinlerin d ü n ­ ya görüşü ya d a Kema l ist s o l yo r u m aşamalarından geçerek, 1 990' l ı y ı l l a r­ dan itibaren top l u msal l aşmış, h atta po­ pü lerleşmiştir. Bu nedenle Kema list ta­ n ı m l amasından ziyade (ki sol ve ayd ı n kes i m i n ideoloj i k tekel i n i ifade etmek­ ted i r), Atatürkçü tan ı m laması yen iden (kad ı n dernekleri nde, gen ç l i k fi k i r ku­ lüp lerinde, kültür piyasasında-fotoğraf­ lar, ş i irler, rozetler vb.) yaygı n l ı k kazan­ mıştır. Ancak l a i k ve cumhuriyetçi de­ ğerlerin toplumsa l l aşması' doğrudan si­ vil leşmeyi pekişti rmemekte, hatta tersi­ ne otoriter m ü d a h aleler i ç i n kamuoyu ve zem i n teş k i l edeb i l mekted i r. G e l e­ cek y ı l l ara da seçkinci, İsl ami ve l iberal değerler a ras ındaki karşıtl ı ğ ı n, mel ez­ l e nmen i n ya d a rekabet i n damgas ı n ı vuracağı n ı söyleyebi l iriz. Seçkin v e ge­ leneksel, s i v i l ve top l u ms a l değe r l e r arasında yeni eksenlerin yaratıl ı p yara­ tılamayacağı siyaseti belirleyecektir. Batı-dışı topl u m l arda gelenek i l e mo­ dern l i k a rası n d a ki i l i ş k i l e r bizi şaş ı rt­ maya devam edecektir. Modernist gele­ neksiz leşme p rojes i n i n s o n u n a d a h a ç o k y a k l aşt ı ğ ı n ı ve g l o b a l i z m i n yerel yaşam tarzlarını yuttuğunu düşündüğü­ müz anda, geleneğe yönel i k yeni bir i l ­ gi, u n utu l m uş tat l a r, geçmiş nosta l j i s i u m u l madık b i r a n d a ve biçim lerde ye­ n iden karş ı m ı z a ç ı k ıvermekted i r. Hor görü len "alaturkal ı k" değer kazanmak­ tad ı r. H atta İslamc ı l ı k böyl e bir tebd i l i kıyafetin örneği o la ra k görü lebi l i r. Bu, geçm işe dönüşten ziyade, bugün i ç i n ­ de geç m i ş i yen iden kurgu l ayarak, öz­ n e l l i k ve modern l i k arasında, belki h i ç­ bir zaman elde e d i l emeyecek b i r h a r­ mani ( ideal) a rayış ı d ı r.

K

B

A

T

I

L

I

L

A

Ş

M

A

:

T

Ü

R

K

i

Y

E

V

E

R

U

S

Y

A

D İ P N O TLAR "Multiple Moderni ı ies i n an Era of Globa­ lization", World Congress of the lnternati­ onal lnstitute of Sociology, Tel Aviv, Tem­ muz 1 1 -1 5, 1 999.

2

Tala! Asad, Genealogies of Religion, Dis­ cipline and Reasons oi Power in Christi­ anity and lslam, The John Hopkins Uni­ versity Press, Londra, s. 1 1 . l mmanuel Wallerstein, "The Heritage of Sociology, The Promise of Social Scien­ ce", P res i d en t i a l Add ress, 1 4 . World Congress of Sociology, Montreal, 26 Tem­ muz 1 998.

4

Zayıf tarihse l l i k kavra m ı n ı , azgel işmi şli­ ğ i n ekonomiyle s ı n ı r l ı o l m ayan kültürel ve kollekt i f muhayyi l e düzeyinde izdü­ ş ü m ü n ü a n l a tabi l mek için i l k defa Mü­ hendisler ve İdeoloji kitabımd a k u l l an­ m ı ş t ı m . N i l ü fer G ö l e , Mühendisler ve İdeoloji, i l k basım İ l etişim Yayı n l arı, Me­ tis Yayı n ları, 1 99 8 .

7

N i l üfer Gö le, "Gendered Nature of the Pub l i c Sphere", in Public Culture, cilt 1 O, sayı 1 , Güz 1 997, s. 61 -81 .

8

Cornelius Castoriadis, L 'institution imaginaire de la societe, Paris, der. Du Seuil, 1 975 .

9

Çin'deki kültürel modernlik üzerine, geçmişten radikal kopuş ve "acımasız unutuş" için bkz. Chi ng-kiu Stephen Chan, "Beyond the Cultural Dominant: Far a Tektual Politics in Modern China" Tsing Hua Journal of Chinese Studies, New Series cilt 1 9 sayı 2 , Aralık 1 989, s . 1 25-1 63.

67

1 0 Ayrı ca bkz. Mustafa Armağan'ın çal ışmaları, Gelenek ve Modernlik Arasında, istanbul, 1 99 5 . "Hayal i Doğu'dan Hayali Batı'ya", Doğu-Batı dergisi, yıl 1 , sayı 2, Şubat-Nisan 1 998.

5

Şerif Mardin, "Tanzimat'tan sonra Aşırı Ba­ t ı l ı laşma", Türk Modernleşmesi, Makaleler 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 1 992.

1 1 Ackbar Abbas, Hong Kong, Culture and the Politics of Disappearance, Hong Kong Un iversity Press, Hong Kong, 1 977. Ayrıca, " B u i l d i ng on D i sappearance: H ong Kong Architecture and the C i ty", Public Cu/ture , 1 994, sayı 6, s. 448-449.

6

Jürgen H abermas, The Structural Transtor­ mation of the Public Sphere, Cambridge, The MiT Press, 1 99 1 .

1 2 Sencer Ayata, "Kentsel Orta Sınıf Ailelerde Statü Yarışması ve Salon Kullanımı", Top/um ve Bilim, sayı 42, Yaz 1 988.



" Türk Batılılaşması "nı Açıklayıcı Bir Kavram: Türk Başkalığı

Batılılaşma, Modemite ve Modernizasyon AH M E T Ç I G D E M

"M

odernite" ve "modernizasyon" arasında Habermas'ın kastetti­

ği anlamda esaslı bir farklılık vardır ve bu farklılık, sadece Batılı top­ lumların değil, aynı zamanda Batılı olma­ yan toplumların da tarihsel evrimini be­ lirlemiştir. Kısaca söylemek gerekirse, modernite bir projeye, refleksiyona, mo­ dernizasyon ise bu projeyi, refleksiyonu mümkün kılan kurumsal-yapısal evrime işaret eder. Bu çerçevede tekrarlanması gereken bir başka yargı, Batı dışı toplum­ ların, sadece "modernleş tikleri " , ama "modern" olamadıkları yani ancak mo­ dernitenin kurumsal altyapısıyla ( "mo­ dernizasyon") eklemlenebildikleridir. Ba­ tılılaşma, kolonizasyon ve kapitülasyon ikilisiyle kapitalist pazarın büyümesini de kapsadığından, tarihsel evrimin Batı lehi­ ne olmak üzere eşitsiz gelişmesini içerir. Batılı olmayan toplumların, hangi adlarla adlandırılmış olursa olsun, yaşadıkları ya da maruz kaldıkları "modern" pratikler, tarihsel olarak asla "çağdaş" pratikler ol­ mamıştır. Batılılaşma, bu halde zaten, bir " telafi edici" ideoloji ve "tarihsel gecik­ mişliğin" giderilmesinin bir aracısı olarak kendisini kurmuştur. Siyasal olarak bakıl­ dığında , modernite ve m odernizasyon, normatif ve kurumsal olarak ikiye ayrılan bir evrilmeyi gösterirler. Modernite, bire­ yi ve sınıfları kendi kimliklerinde eğiten _

bir süreçtir; buna karşılık, modernizas­ yon bu eğitimin, altyapısını, bir başka de­ yişle siyasal çerçevesini oluşturur. Batılı­ laşma ya da sürecin bu açıdan daha an­ lamlı bir ifadesiyle "Batılılaştırma" , mo­ dernite olarak karşılaştığı direnmeyi he­ nüz aşmış değildir ama buna karşılık, bü­ tün dünya toplumlarını "modernleştir­ me" yolunda geri çevrilemez değişimlere yol açmıştır. Nitekim artık "modernizas­ yon" olarak kavramsallaştırılabilecek Ba­ tılılaşmanın, sadece sosyolojik teorinin değil, aynı zamanda modern tarihyazımı­ nın önemli bir konusu haline gelmesi de tarihsel gecikmişlik durumunun farklı toplumlarda karşılanma biçimlerini anla­ ma isteğinden kaynaklanmaktadır. "Batı­ lılaşma"dan, "modernleşme"ye dönüşen adlandırmanın, sürecin, ekonomi politiği­ ni gözden uzak tutmamak kaydıyla -çün­ kü toplumsal eşitsizlik pratiklerini besle­ miştir- vazgeçilemezliğine ilişkin kabul­ lenmeyi de ima ettiği açıktır. Bu ayrımın, "bugüne" ait bir ayrım ol­ duğu ve geçmişe yönelik olarak işlevselli­ ğini kaybedeceği söylenebilir. Oysa, olgu­ sal olarak bunun tam tersini iddia etmek mümkündür. Batı "ilmi", "teknolojisi" ve "sanayii" ile, "Batı zihniyetini" , "Batı-lı­ dünya görüşünü" birbirinden ayırma ya da ayırmamaya ilişkin Batılılaşmanın baş­ langıç bilinci , Osmanlı, Japon, Rus ve

B A T I L I L A Ş M A ,

M O D E R N

Iran toplumlarında çeşitli düzey ve ton­ larda hep olagelmiştir. Bu toplumlar taşı­ dıkları tarihsel birikimlerden ötürü, Batı­ lılaşma (modernizasyon) süreci içerisinde ayrıcalıklı bir yer işgal etmişlerdir. Bu bi­ rikimin ne olduğu sorusuna verilecek do­ laysız cevap, önce Batılılaşmayı kendi ge­ leceği için zorunlu gören siyasi bir irade ve bu iradeyi mümkün kılan toplumsal bir örgütlenmenin varlığı olacaktır; daha açık bir biçimde söylenirse, merkezi bir devletle, bu devleti çekip çevirecek bir bürokrasiyi ve koruyacak bir askeri taba­ kayı içeren bir örgütlenmenin. Bu neden­ le bu toplumların her zaman Batı'yla re­ kabet edebileceği varsayılan bir "biz" ta­ hayyülüyle hareket ettikleri, bu tahayyül­ le kendileri ve başkaları hakkında fikri arayışları sürdürdükleri, böylece Batılılaş­ ma sürecine ilişkin sadece kendilerine da­ yatılan isteklerle değil, içsel taleplerle de hareket ettikleri söylenebilir, ancak bu ta­ lepler Batılılaşmanın, "tarihsiz" toplumla­ ra kıyasla oldukça sorunlu ve çatışmalı gerçekleşmesine kaynaklık etmiştir. Kapi­ talizmin, görece daha iptidai toplumsal formasyonlara nüfuz etmesi, belki daha kanlı ve fakat daha kolay gerçekleşmiştir­ kaldı ki, kolonyalizm sonrasında da, "biz­ lik"e ilişkin başkaca problemler doğacak­ tır. Burada farklılık, ilk durumda, Batılı­ laşmaya verilen tepkinin eşzamanlı, ikin­ ci durumda art zamanlı oluşundan kay­ naklanır. Türkiye, Rusya, Iran ve japonya başka bir medeniyeti " tercüme edebile­ cek" bir tarihin sahipleridir ve bu neden­ le Batılılaşmayı kendi varoluşlarını takvi­ ye edebilecek bir "vasıta" olarak değer­ lendirmelerini hep meşru saymışlardır. Bu meşruiyetin sağladığı , Batılı, Avrupalı, Fransız ya da İngiliz -gibi- olmayı ister­ ken, kendisini her ne olarak kuruyorsa, o olarak kalmayı vaat eden bir başkalık ta­ lebidir. Bu talebin varlığı, Batı medeniye­ tinin, ilk anın göz kamaştıran şaşırtıcılığı bir yana bırakılırsa, bütün boyutlarıyla değerlendirilebildiğini kanıtlar. Başka bir

T E

V E

M O D E R N i Z A S Y O N

ortaklık, geleneğin ve milli kimliklerin üretilmesinde Batılılaşmanın kurucu ro­ lüdür. Türkiye, Iran, Rusya ve japon top­ lumları, Batılılaştıkça kendilerini ve ken­ dilerini ifade eden geleneklerini üretmiş­ lerdir. Batıcılık, karşıtlık ya da uzlaşma olarak gelenekçiliğin anlaşılmasında bu nedenle vazgeçilmez bir kavram olmak durumundadır. Türk Batılılaşması, Osmanlı olarak kal­ mayı, Türk olarak kalmayı, Müslüman olarak kalmayı talep etmiştir. Rus Batılı­ laşması, Avrupa'ya ihtiyaç duyduğu ruhu iade etmeyi ümit eden büyüklük sanrıları da dahil olmak üzere, Rus ve Hıristiyan kalmayı düşünmüştür. Konfüçyüsçülük, Budizm ve Şintoizm gibi farklı inanç örüntülerine sahip olabilen J aponya'da bile, ahlak ve teknik için farklı öğretiler kullanılması -"Çin öğretisi ahlak için, Ba­ tı öğretisi teknik için " -(Tözeren, 1 984: 31) gerekliliği erken dönem Japon yeni­ leşmesinin yönlendirici ilkelerinden birisi olmuştur. Shayegan, biri ötekine benze­ meyi, biri kendisi olarak kalmayı öneren Batıcılık ve lslamileşmenin Iran örneğin­ de giderek birbirine benzediğini, bunun da toplumsal hayatın ve bilincin yarılma­ sına yol açtığını yazar (Shayegan, 1 993) . Koyre'nin yazdıkları, Rusya'nın da aynı kalıba sokulabileceğini gösterir: "Ülkenin [Rusya] , Batı karışısındaki tutumu -eski­ den beri- iki türlüydü; "Slavcılar" gibi "Batıcılar" da, hep aynı yolu tuttular. Bi­ rincisi, kendini göstermek, Batı'ya karşı çıkmak, ulus yaşantısının iç 'zenginliğini', kendi varlığını, ayırıcı özelliklerini koru­ mak gereğini giderek daha bilinçle duy­ malarıydı. ikincisi, kendilerini dışlanmış hissettikleri bu parlak uygarlığı, benimse­ mek, ona öykünmek, onu Rusya'ya taşı­ mak istemeleriydi. Bu iki tutumdan ilki Büyük Petro'nun reformuna karşı olan ih­ tiyar yobazların maziperestliğinden, dü­ şünceye nefretinden başlayıp Slavcıların -yaşayan geleneğin temelleri üzerinde­ gerçekten ulusal bir uygarlık kurmayı dü-

69

M

O

D

R

N

M

şünmelerine kadar uzanır. lkincisi ise Ba­ tı uygarlığının, dış görünüşlerinin, yaşa­ yışını, giyim kuşamını, hatta dilini körü körüne taklitle başlayıp yine aynı ulusal uygarlığın temelini atmaya kadar gider­ isteyerek değil çoğu kez farkına bile var­ madan. Herzen'in çok sonraki deyimi ile, 'iki düşman kardeşin' çekişme ve zıtlaş­ malarında, Rusya'da ulusal bilinci hazır­ layan o karmaşık süreci buluruz- hem de iki yanda . . . Batıcı, Slavcı. biri ne kadar ulusunu, vatanını seviyorsa, öteki de bir o kadar seviyordu aslında. Ülkemiz bü­

70

yük, halkımız mutlu olsun, dileği hepsi­ nin tutkusuydu, içinde bulundukları za­ manı hepsi sert bir dille yeriyor, yine hep­ si p arlak bir gel ec eği müj d eliyord u . " (Koyre, 1994: 1 1) Şerif Mardin, "Bihruz Bey alafrangalılığının" Türkiye'yi milli bağımsızlığına götüren yönleri olduğunu belirtirken benzer bir hususu vurgular; Batılılaşma snobizmi bile sonunda pozitif bir işlev görmektedir (Mardin, 1 99 1 : 8 1 ) . Geçerken, Türk Batılılaşma tarihinin "üç tarz-ı siyasetine" Cumhuriyet'le birlikte kötü muamele edildiğine, oysa bu siyaset­ lerin hemen her birinin kendi zamanları­ na karşı eleştirel, geleceğe karşı ümidvar oluşlarının "modern" Türkiye'nin kurul­ masına eşit katkılar yaptığını belirtelim. Üstelik, genel bir eğilimi temsil etme­ mekle birlikte, günümüz milliyetçili­ ği/Türkçülüğü, lslamcılığı ya da Batıcılı­ ğının geçmişteki örnekleriyle karşılaştırıl­ dığında daha derin bir entelektüel bir performans sergilediklerini ya da topluma karşı daha hoşgörülü yahut mevcut duru­ ma karşı öncülleri kadar eleştirel olabil­ diklerini söylemek kolay olmasa gerektir. "Başkalık" kavramı, bir taraftan bütün gayretiyle "öteki" olmaya ilişkin bir ka­ rarlılığı taşımak, diğer taraftan "kendisi" ( "olarak") kalmak iddiasına işaret eder ve hem toplumsal yapı analizlerinde hem de düşünce tarihi çalışmalarında benzeri başka kavramlardan, örneğin "özgüllük" kavramından ayırt etmek gerekir. Çünkü

v

B

A

T

c

K

herhangi bir topluma ilişkin özgülük tale­ bi, bu talebi haklılaştıracak obj ektif bir karşılığa sahipse anlamlı olabilir. "Başka­ lık" talebiyse, nesnel karşılığı olmasa bile, söylemsel olarak ayakta durabilir. Bazen, özgüllük talebi, pozitif olarak değil, nega­ tif olarak kurulabilir. Her iki durumda da tarihsel-mukayeseli bir perspektifin kul­ lanıldığı ve bu persp ektifin Batı Avru­ pa'nın tarihsel gelişim çizgisine nispetle türetildiği açıktır. Modern devletin oluşu­ mu, toplumsal sınıfların ortaya çıkışı, en­ düstrileşme, kapitalist pazarın birikimsel büyümesi vb. olguların yarattığı gelişme­ lerin sonuçlarına bakarak ya da bu so­ nuçları farklı toplumsal formasyonlar için karşılaştırarak, ele alınan süreç (Batılılaş­ ma, kapitalizm, burjuvazi, bürokrasi vb.) hakkında bir fikir sahibi olabiliriz. Tabi­ a tıyla burada sadece bir yorumdan ve onun metodolojik kurallarından söz edi­ lemez, çünkü bu çerçevedeki bütün yo­ rumların politik vargıları olması kaçınıl­ mazdır. "Yerel" bir örnek verelim: Türki­ ye'deki sosyalist hareketin en kitlesel ha­ reketi Türkiye lşçi Partisi'nin büyümesi ve parçalanması, Türkiye tarihinin ve sı­ nıfsal yapısının yorumlanması tartışmala­ rını da ihtiva etmektedir. Daha sonra Mil­ li Demokratik Devrim (MDD) tezi adıyla anılacak yorum, Kemalizm-sosyalizm sentezinin ürünü ve Türk başkalığının vurgulanması olarak anlamlıdır. Siyasal tercihleri itibariyle de Türk Batılılaşma­ sındaki jakoben geleneği sürdürmesi tesa­ düfi olamaz. Buna karşılık Mehmet Ali Aybar, Batı toplumlarıyla karşılaştırıldı­ ğında, Türkiye'de devlet ve sınıfların ta­ rihsel gelişimlerinden kaynaklanan siya­ sal konumlarının ldris Küçükö mer'in vurguladığı biçimde " ters" lokasyonlara yerleştiğini savundu. Bunun sonucunda mesela, "özgürlük" meselesi Türk sosya­ lizmi için daha hayati bir sorun olarak görülmeliydi (Belge, 1983). Aybar böyle yaptığında bile MDD'ye göre daha "Batılı" kalıyordu. TIP içerisinde her iki kanat,

B A T I L I L A Ş M A ,

M O D E R N I T E

V E

M O D E R N i Z A S Y O N

71

Türkiye'ye ilişkin bir farklılık olduğu ka­ nısında ortaktır: ancak bu farklılığın baş­ kalık/özgüllük olarak yorumlanması bir­ biriyle uzlaşması mümkün olmayan poli­ tik yöntemlerin kullanılmasını ve yine politik ittifakların kurulmasını sağlayabil­ miştir. MDD hareketinin öncülü, Kadro ve sağ muhafazakar muadilleri gibi daha anti-demokratik bir çizgiye o turmas ı , Türk başkalığı tezinin, bir tez olmanın yanında daha politik-bürokratik vesayeti kurumsallaşurdığını da göstermektedir.

TÜRK BATILILAŞMASI Bir imparatorluğun çöküşü, cumhuriye­ tin kuruluşu ve nihayet takviyesi olarak gelişen bir sürece eşlik eden Türk Batılı­ laşma ideolojisinin, Batı'ya ilişkin algısı­ nın eksikliğinden s ö z edilemez. Şerif Mardin'in "Tanzimat'tan Sonra Aşırı Batı-

lılaşma" ( 1 99 1 : 23-81) başlıklı incelemesi bir çok düzeyde aydınlatıcıdır. Batılılaş­ manın davranışsa! düzeyde bir snobizm olarak eleştirilmesi durumunda bile, yer yer muhafazakar ve ahlakçı olabilen böy­ le bir eleştirinin bile Batılılaşmaya diren­ mediği tespit edilebilir. Üst tabakalara, sa­ ray efradına ve bürokrasiye, okumuş-yaz­ mışlara da yönelebilen bu eleştiri, Batılı­ laşmanın rasyonelini kavramasından ötü­ rü değil belki, ama bu rasyonelin başka bir "davaya" aracı kılınmasından rahat­ sızdır. Yahya Kemal'in hatıralarında zik­ rettiği bir husus hem Batılılaşmanın ru­ huna vasıl olma konusunda hem de bu inhıraf konusunda fevkalade dikkat çeki­ cidir: "Acaba biz Türklerin Avrupa'daki siyasi fikirleri kavramağa istidamız yok mu? Böyle bir sual abes olur. Şahsen gü­ zide olanlarımızdan bazıları daha vakit bile bir Fransız cemiyetinde herhangi bir

M

O

D

E

R

N

L

E

Ş

M

Fransız kadar zeka, anlayış, vukuf mezi­ yetleri ibraz ediyordu. Fakat kendimize yani Türkiye'ye nisbetle muayyen bir si­ yasi meslekten olarak ayrılamıyordu. Pi­ erre Qillard'ın Ahmet Rıza Bey'e bir gün: 'Sizin siyasi fikirlerinizle Abdülhamid'in siyasi fikirleri arasında zerre kadar fark yoktur! ' demesi, Ahmet Rıza Bey'in o za­ man zannettiği gibi, aslaa bir tahkir değil­ di. Bir tahkikdi, bir hakikati ifade ediyor­ du. Bu hüküm doğru idi. Ahmet Rıza Bey'in ve hepimizin fikirleri gibi, mevcud Memalik-i Osmaniyye'de kendi milli te­ fevvukumuzu temin etmek hedefine mü­ teveccihdi. Ancak Abdulhamit re'sen pa­ dişah olduğu için bu tefevvukun ancak kaahir bir istibdad ile kaaim olduğu neti­ cesine varmıştı. Biz ise muhalif olduğu-

72

·

muzdann bu tefevvukun bir meşrutıyyet şekliyle meşriliyyet kesbedeceğini teveh­ hüm ediyorduk" ( 1 9 76 : 180). Batılılaş­ manın, belirli bir toplumda iktidarla mu­ halefetin, hakim sınıflarla toplumun geri kalan kısmının çıkarlarını karşı karşıya getiren ve normatif bir biçimde çözmele­ rini talep eden bir gelişmeyi içermesi beklenir. Oysa Yahya Kemal'in durumun­ da ve en azından Osmanlılarda bunun böyle olmayacağı sürecin başında verili­ dir. Cumhuriyet'in bu tabloyu değiştirdi­ ğine ve değiştirmek istediğine ilişkin bir emare yoktur. Şerif Mardin'in sözünü et­ t i ğ i t o p l u ms a l s eferb erliğin a n c a k 1 970'lerden sonra işlevsel olduğu söyle­ nebilir ve bu kez de söz konusu seferber­ liğin dikey, yani devlete yönelik değil, ya­ tay bir hareketlenmeyle kısır bir siyasal­ laşmaya kurban gittiği görülecekti. Bir tek medeniyetin -Batı medeniyeti­ bulunduğunu ve çözümün bu medeniyeti bütünüyle kabul etmekten geçtiğini belir­ ten Abdullah Cevdet'in düşüncelerinin Türkiye toplumunun bu yeni yüzyılda re­ el politiğini yansıtacak kadar genelleştiği­ ni görmek şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan lctihad'da Cumhuriyet uygulamalarını ön­ celeyen bir projeyi ortaya koyan Abdullah

v

B

A

T

c

K

Cevdet'in değil, Ziya Gökalp'in Cumhuri­ yet'in ideologu olmasıdır. Turk Batılılaş­ masının bütun birikimini paranteze alan "milliyetçi" ve "ulusalcı" bir siyasal söyle­ min, bugün karşılaştığımız ölçüde yaygın­ lık kazanması, "katışıksız" Batıcılığın, pratik zemini kalmayan Osmanlıcılığın ya da tarihine dönmeksizin kendisini yenile­ meyi hedefleyen Islamcılığın Cumhuriyet rej imi açısından elverişli ideolojiler ol­ maktan uzaklaşmasıdır. Osmanlı modern­ leşmesinin kazanımlarının Cumhuriyet döneminde görmezlikten gelinmesi, Ke­ malizmin kendisini "sıfır noktası" olarak kurma istemine bağlanabilir belki ama yi­ ne de cevaplanması gereken soru, Abdul­ lah Cevdet'in sorunsalı, hala geçerliliğini korur. Bir tek medeniyet varsa, neden o medeniyete eklemlenmekte güçlük çeki­ yoruz; eğer başka medeniyetler varsa, ne­ den o medeniyetler Batı medeniyetinin düzeyine varmaktan acizler? Ziya Gökalp ve haleflerinin verdiği ce­ vap butün anakronizmine rağmen, Durk­ heimci adlandırmayla Türk kolektif tasa­ rımlarına nüfuz etmiştir. Bunu sadece Gökalp düşüncesinin arkasında duran si­ yasete bağlamak mümkün değildir. Çün­ kü Kadro örneğinde olduğu gibi, siyase­ tin lehteki teveccühünün bile sürükleye­ mediği daha mufassal düşünce hamleleri de cereyan etmiştir. Gökalp'in cevabı, Batı medeniyeti vardır, ama Türk medeniyeti de vardır; Batı kültürü pratik, kullanımlı ve yararlıdır ama Türk kültürü de tarih­ seldir ve işlevselleştirilebilir şeklindedir. Islam, Hıristiyanlık benzeri bir reformas­ yon süreci geçirirse, Batı toplumlarının dinle birlikte yaşama pratiklerine ulaşıla­ bilir; aslında buna gerek olup olmadıği da tartışılmalıdır. Gerçek lslam zaten böylesi bir yoruma izin vermektedir. Bu mealdeki yorumları çoğaltabiliriz. Çünkü buradaki baskın düşünce, Türk'e ait ne varsa "baş­ ka" saymaktan, gerektiğinde başka kıl­ maktan dem vuran bir düşüncedir. Türk başkalığının dayanakları dönem dönem

B A T I L I L A Ş M A ,

M O D E R N

T E

V E

M O D E R N i Z A S Y O N

değişse bile bir iddia olarak sürekli kalır. G erek Osmanlı yenileşmesinin b ü tün akımları, bütün siyasetler Türk başkalığı tezini desteklemektedir. Cumhuriyet'in Osmanlı düşünce mirasıyla olan ilişkisi

jik bir çözüm olmadığını, Türk milleti, lslam ümmeti ve Garp medeniyetinin bir­ likte ve uyum içinde varolabilmesini sağ­ lamayı hedeflediğini, "ümmetin" fiilen ortadan kalkması nedeniyle de, milliyet­

bu tezin savunulmasıyla sınırlı denilebi­ lir; çünkü bu tez Türk Batılılaşmasının

çilikle Batı arasındaki mümkün ilişkiler zeminini araştırmayı üstlendiğini, bunun

esas olarak hakim tabakaların siyasal ikti­ darda kalmasını sağlayacak bir biçimde

da doğrudan politik bir yüklenme oldu­ ğu açıktır. Bu yüklenmenin esas amacı,

sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır. "Türk başkalığı" kavramı bu adla çağrıla­ bilecek bir ideolojiye de yol açar ve bu ideoloji, esasta ve uygulamada hegemo­ niktir. Türk Batılılaşması, Batılılaşma ra­ dikalizminden, fundamentalist Batı(cılık) eleştirilerine kadar bir "başkalık iddiası" ihtiva etmiştir. Bu iddia "Batı'ya rağmen

Türk başkalığını kurumsallaştırmaya yö­ neliktir: "Milli kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, milli kültü­ rü bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek başka bir millet, siyasi mücadeleye girin­ ce, milli kültürü kuvvetli olan millet da­ ima galip gelmiştir" (Gökalp, 1990: 42) . Gökalp'in kaygı giderici izahındaki hege­ monik vurguyu hissetmemek mümkün değildir. Böylece Gökalp ve sonrası milli­ yetçilik günümüze kadar, "milli kültürü kuvvetli" kılmak konusunda oldukça bü­

Batıcılık" tutumunda bile sergilenir. Nitekim Batılılaşma konusundaki ikaz­ larını temelli bir lisanla ifade etme imkanı­ nı bulan Sait Halim Paşa, "memleketimi­ zin siyasi ve içtimai şartlarının farklı olma­ sı sebebiyle, aslında ne kadar doğru olursa olsun garp milletlerinin siyasi ve içtimai tecrübelerinden istifade etmeye kalkmak bizim için tehlikeli olacaktır. Bu arzunun, üzerimize düşen vazifeleri doğru ve akıllı­ ca ele alma işinde bir engel olarak karşı­ mıza çıkacağından korkulur" (tarihsiz: 79) ve "bir milletin örf, adet ve gelenekle­ rini bir günde değiştirmeye kalkışmak, bu örf ve adetlerin gelişmesine ve gelenekle­ rin teşekkül edip yerleşmesine hükmeden içtimai temel kanunları bilmemeye bir de­ lildir" (tarihsiz: 89) diyecektir. Paşa'nın, bunu sadece sık sık vurguladığı "hayatın katı gerçeklerine" yönelik sosyolojik ilgi­ siyle söylemediği açıktır. Yine bütün Os­ manlı yenileşmesinin giderek kötüleşen siyasi ve iktisadi şartların ezici belirleyici­ liği altında gerçekleştiği de herkesin malu­ mudur. Ancak Sait Halim Paşa'nın "mane­ vi vatanı" üzerinde yaşanılan toprakların varlığını aşan birimi muhafaza etmek ve ilelebet yaşatmak iddiası daha baskındır. Ziya G ökalp'in, kültür ve medeniyet arasında yaptığı ayrımın, sadece sosyolo-

yük mesailer sarf edilmesinin nedenlerini anlayabiliyoruz. l 950'den sonra aradaki kısa ve özsel olarak farklı olmayan peri­ yotlar hariç tutulursa, sağ iktidarların kalkınma, sanayileşme (ağır sanayii) reto­ riklerinin yedeğinde, "milli kül türün kuvvetlendirilmesi" hususunun bilhassa unutulmaması tesadüf değildir. Abdullah Cevdet, hem Batılılaşma yo­ lunda alınan mesafeleri hem d e l c ti ­ had'ın görevini tamamladığını belirten Peyami Safa'ya yazdığı bir mektupta lcti­ had davasının sürmesi gerektiğini belir­ tir ve kurtuluş reçetesi olarak sunduğu umdelerin Cumhuriyet Türkiye'sinde yerlerde süründüğünden şikayet eder; mesela l c tihad umdel erinin birincisi, vicdan hürriyetinin sağlanması gereklili­ ğidir. Ş öyle der bu konuda Abdullah Cevd et: "Hürriyetlerin en birincisi ve mukaddesi vicdan hürriyetidir; 'itikadını intihap ve itiraf etmekte serbest olmıyan kimse ruhunun yarısını kaybeder'. lcti­ had'ın ilk hedefi olan bu noktaya varıl­ mış mıdır? lctihad hürriyeti var mı? Vic­ dan hürriyetine hürmet var mı? . . Serpuş

73

M

O

D

E

R

N

E

Ş

M

İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu AY L İ N Ö Z M A N

74

Batı 1 ı l aşma o l gu s u n u n a rtan b i r iv­ meyle topl umsal ve s iyasal hayatı şe­ k i l lend ird i ği u lus devletleşme süreci­ ne hakim olan Cumhu riyetçi modern­ l eşme projesine a lternatif olabilecek modern leşme kavramsa l l aştırmalarına ya da söz konusu projenin farklı oku­ malarına i l işkin o l arak veri lebi lecek refe ra n s l a r ç e rçev e s i n d e , İ s m a y ı l Hakkı Baltacıoğlu önde gelen d üşün­ ce a da m l a r ı n d an b i r i d i r. P e d a goj i , sosyoloj i, felsefe ve edebiyat alanla­ rı nda eserler veren Baltac ıoğlu 1 908 y ı l ı nda Darü lfünun Tabi iye bölümün­ den mezun o l d u ktan sonra , deği ş i k o k u l l a rd a s ü rd ü rd ü ğ ü öğretm e n l i k mesleği n i n yanı s ı ra, Darü lfü nun Ede­ b i yat F a k ü l t e s i D e k a n l ı ğ ı , M a a r i f M ü steşar l ı ğ ı v e Darülfünun E m i n l i ği d e d a h i l o l mak üzere pek çok idari görevde b u l u n m u şt u r. D a r ü l fü n u n tasfiyesi i le birl ikte İstanbu l Ü n iversi­ tesi'ndeki görevine son veri len Balta­ cıoğlu, 1 942 y ı l ı nda pedagoj i profe­ sörü o l a rak An kara Ü n iversitesi D i l v e Tarih Coğrafya Fakü ltesi'ne atan-

değiştirmeği, kadınların yüzü örtülü çık­ mağa mecbur tutulmamaları gibi şeyleri asrilik hatimesi addetmek bizden uzak­ tır. Biz serpuştan ziyade serlerin değiş­ mesini istedik . . . Başımızda şapka, hey­ kellerin başına takılan şapkalar gibi kal­ dıktan sonra ne işe yarar? Biz bununla

v

B

A

T

c

K

m ı ştır. Baltacıoğlu, 1 942-1 950 y ı lları arasında Cumhuriyet Halk Partisi M i l ­ letveki l iği yapmıştır. Ba ltacıoğlu'nun çal ışmaları incelen­ d i ğ i nde, zamandaşları n ı n çoğu i ç i n geçerli olduğu gibi temel sorunsal, ye­ ni b i r rej i m i n şaası safhas ı nda b u l u ­ nan toplumun değişim stratej isine i l iş­ kin açı l ı mlar ortaya koymaktır. Bu çer­ çevede amaç, yeni rej i m i n modernleş­ me ekseni n i n ya da rotasının bel i rlen­ mesidir. Baltacıoğlu düşüncesinde, bu rota, ul uslar aras ı ndaki kültürel farkla­ rın vurgu lanmas ı n ı n bel irleyici olduğu ve bu anlamda evrenselci modern l i k anlayışının karşıs ında yer a l a n anane­ ci ve kü ltü rc ü modern leşme görüşü olarak ortaya ç ıkmaktad ı r. Ba lta c ı oğ l u ' n a göre Ta n z i mat'tan Cumhuriyet'e süregelen modernleşme çabalarının yol açtığı en temel sorun ahlaki buh rand ı r. Bu buhranın sebebi ise medeniyet ile kültür, fosil ile ana­

ne, irtica ile köke bağlılık ve değişen ile değişmeyen iki lemlerinde gizlid ir. Modernleşme ya da kend i deyimiy­ le Avrupalılaşmak, temelde meden iyet ve k ü l t ü r aras ı n d a k i fark l ı l a ş ma n ı n göz ard ı edi lmesi sonucu b i r çıkmaza girme tehl ikesiyle karşı karşıya kalm ış­ tır. Tan ı k olunan bu topl umsal sarsıntı i l i m, fen ve tekn i k hareketleri olarak tan ım lanan meden ileşme hareketi i l e birl i kte ayn ı zamanda Batıl ı ulusların kü ltürlerine aşılanmak tehl ikesinin b i r son u c u d u r. B u noktada, B a ltac ıoğ­ l u ' n u n m i l let kavramsa l l aştırmas ı n ı n

mı mücahedeye hi tam verilmek lazım geldiğine ve asriliğin fethedilmiş olduğu­ na hükmedeceğiz?" ( 1953: 30). Abdullah Cevdet'ın feryadı, çok da an­ lamsız değildir; Ictihad "evinde" 1932 yı­ lında yazılan mektup, sadece Batılılaşma konusunda alınan mesafeden şikayet

B A T I L I L A Ş M A ,

M O D E R N I T E

ana unsurunu oluşturan anane ya da uzun y ı l lar çıkard ığı hafta lık edebiyat ve kültür dergisi Yeni Adam' ı n (1 9341 9 7 8 ) m i syo n u o l a ra k tan ı m l a d ı ğ ı ananecilik, çözüm lemelerin i n değer­ l e n d i r i l m e s i ve s i ya s a l d u r u ş u n u n özel l i kle muhafazakarl ı k / i lerici lik ek­ sen ine referansla i rdelen mesi açısın­ dan anahtar kavramlar olarak e!e alı­ nab i l i r. Ba ltac ıoğ l u ç a l ışmalarında anane, d i l , ah lak, hukuk, zevk, muaşeret gibi örflerin m i l l etlerin evrimi boyunca de­ ği ş m eyen u n s u r l arı o l arak e l e a l ı n ­ makta d ı r. Fark l ı b i r deyiş le ananeler kolektif vicda n ı n sabitlenmiş parçala­ rıd ır. Ananecilik ise zaman la can l ı l ığı­ nı koruyan bu u nsurların tan ınmasıdır ki bu tan ı m Baltac ıoğlu'nun muhafa­ zakar l ı k tan ı m ı n ı n s ı n ı rlarını çizmek­ ted i r. Z i ra, m u ha fazakarl ı k zamanla değişmek zoru nda kalan ölü örflere bağl ı l ı ktı r. Ancak bu tan ı m l am a l ara farkl ı bir açı dan yaklaş ı l d ı ğı n da ana­ necilik ya da anane kavramlarını deği­ şim içerisinde s ü rek! i 1 iği sağlamaya yönelik formü lasyonlar ya da muhafa­ zakar bir deği ş i m anlay ı ş ı n ı n öğeleri o larak a lgılamak mü mkündür. Bu çerçevede geçm iş, bugün ve ge­ lecek arası ndaki bağın ol uşturu lması, m i l let olma fikri temel inde Baltacıoğ­ l u ' n u n ana soru n sa l ı o larak tan ı mla­ nabil ir. Söz konusu bağ ise ananecilik temelinde kuru lacak olup, "geçm işten kopmayarak geleceğe sarı l mak" düs­ turu ile sınırları ç i z i l m iş bir konumla-

eden bir metin olarak yorumlanmamalı, aynı zamanda bir tür Cumhuriyet seçkin­ leri eleştirisidir de. Türk Batılılaşması yo­ rumu hala özgünlüğünü koruyan ldris Küçükömer, Batılılaşma ilişkisinin, Batılı­ laşan toplumların yapısal-kurumsal yeter­ sizlikler nedeniyle bir tür "kültür devri-

V E

M O D E R N i Z A S Y O N

75

"Batıya gitmek, Avrupalılaşmak gerektir ve iyidir Ancak Bat�J'a gitmeyi istemek başka, bunu do,�rıı olarak yapabilmek başka!" (İ.H. Baltacıoğlıı, Batıya Doğru)

n ı ş gerektirmekted i r. Baltacıoğlu'nun tarih tezi bu konumlanışın netleştiril­ mesi açıs ından bel i rleyicidir. Çal ışma­ larında hakim olan organizmacı top­ l u m görüşüne referan s l a vurgu l anan sürek l i l i k teması çerçevesi nde, toplu­ mun geçmişi i l e olan i l işkisi yaşayan bir i l işki o larak tan ı m lan maktad ı r. An­ cak, Ba ltacıoğlu'na göre " . . . h a l i n e l i n­ de mazi ne bir model ne de bir parça­ lar mecbuasıdır. Sadece ma lzemed i r. Hal bu ma lzemeyi i ş l iyen s a n atkar­ d ı r." Bu açıdan m i llet olabi lmenin ön­ koşu lu olarak ortaya kon u lan, geçmiş-

mi"ne dönüştüğünü belirtir (Küçükömer, 1989) . Batılılaşmanın yaratması umulan toplumsal dönüşüm başarısız kaldıkça, bu dönüşüme ilişkin ideolojik, kültürel ve politik vurgu ağırlık kazanır. Bu çelişki derinleştikçe, Batılılaşma ideolojisi gide­ rek bir hakim sınıf söylemi olarak somut-

M

76

O

D

E

R

N

E

Ş

M

le bugün ve bugünle gelecek aras ı n­ daki bağl ant ı n ı n kuru l ması ya da ta­ rihsel s ürekl i l iğinin sağlanması, geç­ mişin ananeler vasıtasıyla bugün içeri­ sinde yaşat ı larak yaratıcı bir sentezle geleceğe yansıtı l ması ile m üm kün k ı l ı­ nacaktır. Bu d urumda geçmişle kuru­ lacak bir i l işki aslında yeni toplumsal k u r u m l ara uyum sağ l a m a ktan başka bir şey değildir. Zira, her yen i l i k aslın­ d a geçmişin yen i şartlar ve ihtiyaçlara göre yen i d e n ş ek i l l en d i r i l m e s i d e n başka b i r şey deği ldir. B u a n l a m d a b ü t ü n se l l i k a n l ay ı ş ı içerisinde d eğerlen d i r i l en top l u msal hayat s ü re k l i b i r o l u ş hali o larak ta­ n ı m l anmaktad ı r. Düşünsel a ltyapısını, H enry Bergson'un zaman ve oluş fel­ sefesi n i n hazırladığı bu görüşler doğ­ ru ltusunda, top lu msal değişim meka­ n i k evri mcilik kuram ı n ı n eleştirisi üze­ rine kurgu.l a n m ış ve yaratıcı evri mcil ik görüşü i l e a ç ı klanm ıştır. Bu çerçeve­ de, Ba ltac ıoğlu top l u m sa l deği ş i m i n itici gücünü yaratıcı atı l ı m kavramı i l e ortaya koymaktadır. Kend i dey i m iyle

tekamül, bir tedricin ve birikmenin eseri değil, yaratıcı bir fiilin mahsulü­ dür. Söz konusu d eğ i ş i m B a ltacıoğ­ lu'na göre her toplumun kendi koşul­ larına bağlı olarak ortaya ç ı kacak ge­ rek l i l i k l erin b i r son ucu o l arak kendi kendine oluşacaktır. Bu görüşten hare­ ketle, Baltacıoğlu Cumhuriyet devrim­ l eri n i , Atatürk önderl iğinde, topl u ma kabul ettiril mi ş d ı şsal bir yen i l i k hare­ keti olarak değil, ancak, tarihi ve top-

!aşmış ve vaat ettiği özgürleştirici misyo­ nunu yitirmiştir. Türkiye ve lran'da po­ püler olmuş iki eleştiri, Batılılaşmayı, he­ men hemen bu çerçevede değerlendir­ mekte ve bir aydın ihaneti-yabancılaşma­ s ı n ı gündeme geti rmektedir (Doğan, 1 979: 1 1 9 vd; Ahmed, 2000). Küçılkö-

v

B

A

T

c

K

l u m s a l koşu l la r ı n b i r sonucu o l arak değerlendi rmektedir. Konstrüktivist-ak ı lcı siyaset anlayışı­ n ı n yeri n i kendi liğindenci bir anlayışa b ı raktığı b u y a k l aş ı m çerçevesinde, Baltacıoğlu çal ış maları nda siyasal ey­ lemin özü h a l kç ı l ı k teması etrafı nda ş e k i l l e n d i r i l m ekted i r. Bu a n l a m d a top l u m sa l d eğ i ş i m s ü rec i n d e h a l k a dönmek y a da ayd ı n ve h a l k arasında oluşan kop u k l uğun aşı iması söz ko­ nusudur. Bu noktadaki siyasal startej i ise ananecilik o larak somutlaşmakta­ d ı r. Zira, toplumsal değişi min itici gü­ cü olara k tan ı m lanan yaratı c ı l ı k an­ cak halk ruhunun keşfed i lmesiyle var­ l ı k bulacaktır. K ültür hareketleri içeri­ s i n d e B a l ta c ı oğ l u ' n u n hassas iyet l e üzerinde d u rduğu meselel erden b i ri olan d i l hareketi bu anlamda oldukça çarpıcı bir örnek oluşturmaktad ı r. Bal­ tacıoğlu d i l hareketi konusundaki gö­ rüşl eri n i şu şeki ide ifadelendirmekte­ dir: Dil ilmin (. . . ) izah edebileceği bir

kemiyet a leminden ibaret değildir. (. . . ) Yapılacak şey nedir? (. . . ) dilimi­ zin kalıp gelenekleri gibi ruh ve zevk geleneklerini de aramak. Gelenekler halktadır. Öyle ise bu anlamda 'dilde Türke doğru demek dilde halka doğ­ ru' demektir (. . . ) Bütün mil/f devrim­ lerde olduğu gibi, dil devriminde de temel, gelenekçiliktir. G e l eceğ i n a k ı l l a kavra n ab i l i r ve "toplum mühendisl iği" yoluyla şek i l ­ lendirilebilir olduğu varsayımına daya­ nan konstrüktivist siyaset anlay ı ş ı n ı n

mer'in kitabı Türk Batılılaşmasının eko­ nomi politiğinin Cumhuriyet'in kuruluşu ve sonrasında nasıl e tkili olduğunu, Cumhuriyet rejimi ve bürokrasisinin bu ekonomi politiği süreklileştirmek üzere çeşitli metotlara müracaat ettiğini kanıtla­ yan benzersiz bir metindir. Baulılaşmanın

B A T I L I L A Ş M A ,

M O D E R N I T E

eleştirel bir okuması olarak değerlen­ d i rilebilecek B altacıoğlu çal ışmaların­ da, halk ruhunun keşfi "ak ı l gözünden kalb" gözüne geçişle mümkün olacak­ tır. Bu çerçevede, s iyasal alanda rasyo­ nal ite, yerini yaratı c ı l ığı yön lendirecek olan sezgiye b ı rakmaktadı r. Baltacıoğlu'nun felsefe, sosyoloj i ve tarih d i s i p l i n l eri arasında öngördüğü i ş bölü m ü özellikle akıl ve sezgi kav­ ramsa l laştırma l a r ı n a gerek d üşünsel ve gerek prati k o larak yüklediği an­ l a m l a r ı n i rdelenmesi bağla m ı nda ol­ dukça önem l i d i r. "( ... ) tasn iflerimiz ne kadar i l mi olurlarsa olsunlar b ize ha­ yatın sı rları, ( . . . ) yaratıcı kudreti hak­ k ı n d a h iç b i r fi k i r vermez l er. Tar i h l e müşaade i l e vücudu görürüz a m a can ı sezemeyiz. İçtimaiyatla mazimizi, ha­ l i m iz i a n larız ama yarı n ı m ız ı sezeme­ yiz ( . . . ) Yarı n ı n ız ı istikba l i n iz i görmek mi istiyorsunuz? B u n u n için i l i m saha­ s ı n d a n f i k i r a raz i s i nden ç ı k ı n ı z ( . . . ) kalb kaşanesine vicdan sarayı n a giri­ niz". İşte bu noktada, Baltacıoğlu top­ lumsal değişimin yönüne ve d i namik­ lerine i l i şk i n soru l arın ceva p l and ı rı l ­ ması açısından genel olarak felsefenin önem i n i vurgulamakla beraber, özel­ de aranan cevapların ancak ne ilmin aynı ne de gayrı o larak n itel endirdiği Bergson'un sezgici felsefesi i le bulu­ nacağ ı n ı savunmaktad ı r. Z i ra, Bergson felsefesi akı l l a kavranamayacak ger­ çekl iği, fark l ı bir deyişle yaşam ı, ger­ çeğin özünü sezgi i l e kavramaktadı, r ki bu asl ı nda i l m i n alanı olan gerçeğin

V E

M O D E R N i Z A S Y O N

k u ru msa l laşmış parça l a r ı n ı n kavran­ masını da içermektedir. Baltacıoğlu'nun sosyoloji çal ışmala­ rında önem l i ölçüde etkisi h issed i len Durkheimcı görüş, Bergson felsefesine olan inancıyla çel işki l i görü lmekle be­ raber aynı zamanda görüşleri n i n öz­ gün bir n iteliği olarak bel i rgin l i k ka­ zan maktad ı r. Fransız fi k i r hayatı nd a Wi lbois' n ı n yapmak i sted iği şek i l d e, Durkheim sosyolojisi ve Bergson me­ tafiziği'ni uzlaştırma denemes i olarak değerlen d i r i l eb i l ecek B altac ıoğl u dü­ şüncesinde, bu durum akı l-sezgi ikile­ m i n in işbölümü ve son rakinin önceki­ ni içerir n ite l i ğ i ile özetl enebi lecek kavra m s a l ve m etod o l oj i k bir çaba kapsam ı nda, öze l l i k l e cem iyetçi ve ferd iyetçi a n l ay ı ş ı n şahsiyetç i l i k yo­ l uyla uzlaştı rı lması o larak ortaya ç ı k­ maktad ı r. Bu anlamda, B a ltac ı o ğ l u , toplumsal değişime i l işkin açıklamala­ r ı n d a top l u m u n iç d i n a m i k l e r i n den kaynaklanan zoru n l u l u kl ardan hare­ ket etmekte ve son tah l ilde değişi m i n özünü zoru n lu lara bağ l ı olarak şekil­ l enen ferdi irade de bul makta d ı r. Bal­ tac ıoğlu ça l ı şmaları b u eksende de­ ğerlen d i r i l d iğ i zaman, Kalbin Gözü eseri n d e d e r l e n e n , Dergah ( 1 9 2 1 1 924) dergisinde ve Akşam gazetesin­ de yazd ığı yaz ı l arı nda etki n bir şeki l­ d e gö r ü l e n Bergson etk i s i , Tarih ve Terbiye adlı eserinde yerini söz konu­ su uz laştı rma girişimine b ı ra k m ı ş ve bu girişim İçtimai Mektep eseriyle ol­ dukça sağlam bir temele oturmuştur.

77



kapitalizmden bağımsız olarak düşünül­ memesi gerektiğini sık sık ve öncelikle

edilmesi değildir, kendi özbilinçlerine ve varlıklarına ilişkin radikal bir şüpheciliği

vurgulayan da Küçükömer'dir. "Üç tarz-ı siyaset", Batılılaşmanın ürü­ nü olarak doğdu; Batılılaşmaya karşı ge­ liştiler ve sonuçta Batılılaşmayla uzlaştı­ lar. Bu uzlaşma, bir mağlubiyetin deklare

de temsil eder. Türk Yurdu, lctilıad ve Se­ bilüJTeşad dergilerinde somutlaşan proje­ lerin Osmanlı lmparatorluğu'nun içeri­ sinde bulunduğu durumdan türetilebile­ cek hazır nedenleri vardı ve imparatorlu-

M

O

D

E

R

N

M

ğun Avrupa güçleri karşısında yaşadığı gerileme, bu siyasetlerin ufkunu da belir­ ledi. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte Os­ manlıcılık ve İslamcılık "nesnel" zeminle­ rini kaybettiler. Milliyetçilik ve Batıcılık, daha sonra mesela Kadro dergisinde başka bir yoruma tabi tutulmuş olsalar bile, esas karakterlerini korudular. Üstelik Kadro, Türk başkalığı konusunda pek farklı bir tutum izlemedi. Kadro'nun 1932 tarihli 12. sayısının editoryal yazısı ilgi çekicidir:

78

lğreti bir espapla dolaşılabiliı: Kundurıı­ larını lıazırcıdan alanlar pek çoktuı: lğreti dişler ve iğreti saçlar takanlar da vardır. Fa1ıat iğreti bir ruhla nasıl yaşamr? Bir iğreti beyinle nasıl düşünülür? Türk mil­ letinde, bunun, tamamiyle zıddı gör(i/­ müştür. Osmanlı lmparatorluğu'nun ilh orta devı-inde Türkün espabı lıendisinindi. Kendi pabuçlarını hendi elile hendi evinde yapardı. lğreti saç ve iğreti diş tahmazdı. Lalıin, ruhu Acemin, beyni Arabındı. Os­ manlı lmparatorluğu'mın son devrinde, artık, dışımız da içimiz gibi iğretileşti. Frenlı sınaati, Frenlı telıniği, Frenk bilgisi ve Frenk örneği yalnız memleketimizi de­ ğil bizi de müstcınlc1ıcleştirdi. Bununla birlikte, hem siyasi hem de düşünsel olarak Osmanlı modernleşmesi­ nin çelişkileri ve kazanımları daha çok sağ ideolojik ve politik oluşumlarda yaşa­ maya devam etmiştir. Daha sonra, Batılı­ laşmanın esas amacı olarak tayin edilen Cumhuriyet rejiminin milli kimlik inşaın­ da, düpedüz ırkçılığa da varan bir başka­ lık stratejisi takip edildiği gözlemlenmek­ tedir (Bora, 1998: 13-52). Bora'nın kitabı, Türk sağının "üç hali"nin, milliyetçiliğin, muhafazakarlık ve Islamcılığın Cumhuri­ yet dönemi boyunca birbirine benzeyerek evrildiğini, bunun da özellikle politik ko­ nularda benzer tutumların üretilmesine katkıda bulunduğunu göstermektedir. Türk muhafazakarlığı ve sağının "sen­ tezci" ufkunu hala belirleyen Peyami Safa, Türh lıılulabına Bahışlar'da, Türkçüler,

v

B

A

T

c

K

Garpçılar ve İslamcıların, "derecesi" farklı olmak üzere, Batılılaşma esasında müşte­ rek olduklarını belirtir (Safa, 1 988: 4 1 ) . Ancak bu ideali paylaşmakta daha a z gö­ nüllü davranan Safa, aslında 1960'lardan başlayarak oldukça yaygın hale gelecek bir bilim/teknoloji eleştirisi ve yarı mistik bir spiritüalizmle yoluna devam etmeyi düşü­ necektir. Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'su, Batılılaşmanın hakikisiyle sahtesi arasın­ daki ayrımı dinsel kitlelere hatırlatma gö­ revini üstlenmiş tir. Remzi Oğuz Arık, Mümtaz Turhan ve Ali Fuat Başgil gibi sağ entelij ansiyanın önde gelen kalemleri , farklı tonlarda, gerçek Batı sorunsalına eğilecekler, gerçek Batı'yla milliyetçiliğin telif edilebilirliği hususunda olumlu fikir­ ler serdedeceklerdir. Bu çizgide, gerçek Batılılaşmanın sonuçlanacağı alanlar ola­ rak kültür ve milliyetçiliğin nasıl şekille­ neceği konusunda Erol Güngör'e ( 1 980) gelinceye kadar anlamlı bir değişim olma­ mıştır. Harehet dergisi etrafında toplumsal mistik Nurettin Topçu'nun geliştirdiği dü­ şünme biçimi, toplumsal konularda daha duyarlı ve örtük Cumhuriyet eleştirisiyle siyasal olarak daha keskindir. Tıpkı Top­ çu, milliyetçi ve muhafazakar düşünce bi­ çimlerine karşı bir tür mesafeyi" korumayı başaran Cemil Meriç, "Batılılaşmaya" kar­ şı, ama "Batılı" kişisel bir üslup geliştirir. Bu üslup , Batı'nın hakkını teslim eden eleştirel bir üsluptur; yine de Islam, Doğu, Osmanlı vb. konularda Meriç'in daha "içerden" konuşmayı sürdürdüğü görüle­ cektir. lslamcılık 1980'lerde kazandığı iv­ meyle Batı sorununu yeniden ele alacak, Batılılaşmayı eleştirisinde geleneksel radi­ kalizmini sürdürecek ancak tarihinde hiç olmadığı kadar da Batılı ögelere yakın du­ racaktır. ismet Özel, lslamcılığın birçok önkabulünü yıktığı Üç Mesele başlıklı ki­ tabıyla, "Batılı bilim ve tekniğin" sanıldığı kadar masum sayılamayacağını, Batı me­ deniyeti karşısındaki sahihlik iddialarının temellendirilmesinin de artık mümkün olamayacağını savunur (Özel, 1988) .

B A T I L I L A Ş M A ,

M O D E R N I T E

TÜRK BAŞKALIGININ HAKLILAŞTIRILMASI OLARAK]APONYA Türk Batılılaşmasındaki başkalık vurgu­ sunun meşrulaştırılabileceği geleneksel dayanaklardan birisi Japonya olagelmiştir ve özellikle muhafazakar sağ siyasal ide­ olojilerin uzun bir müddet kalkınma ve gelişme retoriklerinde Japon usulü "Batı­ lılaşma" önemli bir yer tutacak, ancak bu yer daha sonra, özellikle 1950'den başla­ yarak Amerika'ya terk edilecek tir. Bu noktada "gelenek" vurgusu, toplumsal olarak baskın ve fakat gevşek bir dinsellik vurgusuyla yer değiştirir. Bu çerçevede anlamlı bir örnek, Türk siyasal hayatının en popülist ve kalkınmacı liderine "Mor­ rison" sıfatı yakıştırılmasıdır. Milli Nizam Partisi'yle başlayan Anadolu Islamcılığı kendisine öncelikle Almanya'yı rehber edinmiştir. "Japonya" kültünün varlığı, bir bakıma Batılılaşma çabasının istika­ metini ve niyetini gösterme açısından da­ ha iddialıdır. "Eleştirilesi" bir "biz" kaygı­ sı vardır, kurulmak istenen bir "biz" var­ dır. Sonuçlarına bakarak bu kaygının çok verimli olmadığını söylemek mümkün­ dür. Ancak söz konusu Amerika'ysa artık bu tür endişelerin ortadan kalktığına ta­ nık oluruz; orada bir "düzey" vardır, amaç ne olursa olsun o düzeye, o düzeyin vaat ettiklerine ulaşmaktır. Japonya örne­ ği, Türk Batılılaşmasının "meydan oku­ ma" ruhunu kaybetmediği bir döneme aittir. Bu meydan okumanın sahiciliği, tıpkı örneğin kendisinin sahih bir yenilik için kullanılabilirliği gi.bi, tartışmalıdır. Japon mucizesinin erken Türk Batılı­ laşması tarihindeki imgesel belirleyiciliği konusunda çok az şüphe söz konusudur ve bu şüpheler çok sonraları dile getirile­ cektir. Kadro'da Burhan Asaf, Asya'nın Ba­ tı'ya karşı uyanışına ilişkin ümitlerini ser­ gilerken, "tabiat, istihsal vasıtası makine ve insan arasındaki karşılıklı münasebet­ leri ve bu münasebetlerin putperest el­ lerde doğurduğu tezatları görmeden ve

V E

M O D E R N i Z A S Y O N

ihata etmeden, 'elişi' inanış ve tasavvufu­ nun afyonunu reddetmek istemedi. Yok­ sa, höta (vurgu bana ait- A.Ç.) Japonyalı­ nın yapmak istemediğini yapmak, Asya­ nın bir çok milletleri için mümkündü" ( 1 932: 1 2-3). Kadro'nun "Batılılaşma ve uluslaşma" konusundaki tutum ve görüş­ lerini paylaşacak olan Berkes, Japonya ör­ neğinin "lslamcı ve gelenekçi tezi ispatla­ madığı" kanaatindedir ( 1 975: 2 2 1 ) . Ja­ ponya bütün ideoloj ilerin numunesi ol­ muş, Batıcılar bile, "güçlü" bir toplum is­ temlerini karşılayacak iradeyi Japonya'da keşfetmişlerdir. J aponya özellikle 1905 Rusya Savaşı'ndan sonra Türk entelij ansi­ yası tarafından dikkatle izlenmiş, Batı ve Batılı güçlere karşı vermiş oldugu müca­ dele dikkatle takip edilmiştir. Ancak vur­ gu her zaman sonraları Ziya Gökalp'in meşrulaştıracağı ayrımı da doğrulayacak ölçüde Japonya'nın "seçici Batılılaşma" için bir örnek teşkil etmesi tek başına doğru sayılmaz, bazen Batı'nın kendisi bi­ le böylesi bir yakınlaşma için veri olarak kullanılabilir. Aşağıdaki satırlarda aslında daha sonra muhafazakar cumhuriyetçili­ ğin de dünya görüşü haline gelecek satır­ larda Iskilipli Mehmet A tıf Efendi şöyle yazmaktadır: "Şu halde Avrupa'nın sefa­ het şaibesinden ve milliyet renginden arınmış ve bütün insanlığın maddi teka­ mülerine hizmetkar olan ilimlerin, fenle­ rin, sanatların ve sanayiin, araç gereçlerin hepsini almak, kabul etmek ve bu husus­ larda onları taklit etmek meşrudur ve rağ­ bet edilen bir şeydir. Fakat meyhane, ker­ hane, dans, bar, tiyatro ve diğer süfli mü­ esseseler ve sefihane telakkiler gibi dini hüviyetin ve Islamın faziletli ahlakının mahv ve izalesine sebep olan batıl olan inançlar, kötü huylar, rezil alışkanlıklar, kötülenmiş fiil ve amellerini almak, kabul etmek ve bu hususlarda onları taklit et­ mek gayrimeşrudur ve bu nefret edilen bir şeydir" (Kara, 1986: 252-3). Bu gay­ rimeşru davranışın izale edilmesinde A tıf Efendi Batı toplumlarında da girişimlerin

79

M

80

O

D

R

N

E

Ş

M

E

bulunduğunu belirtir. Ancak şu vurgu il­ ginçtir: "Tokyo'da mahalli memurlar tara­ fından umumi ahlakı i fsad ettiği sebep gösterilerek bütün çağdaş danslar yasak­ lanmıştır." Mehmet Akif, Japonların daha fazlasını başardığı görüşündedir. 1 980'ler Türkiye'.sinde somutlaşacak bir Islam pro­ testanlığı anlayışının öncülü olarak de­ ğerlendirilebilecek şu sözleri etmekten geri durmaz: "Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?/ Onu tasvire zafer-yab olamam, hayrettir!/ Şu kadar söyliyeyim: Din-i mübin orada,/ Ruh-ı feyyazı yayıl­ mış, yalınız şekli: Buda./ Siz gidin, safvet­ i Islamı Japonlarda görün !/ O küçük boy­ lu, büyük milletin efradı bugün/ Müslü­ manlıktaki erkanı siyanette ferid;/ Müslü­ man denmek için eksiği ancak tevhid." (Safahat) Ziya Gökalp, "koruyarak değiş­ m enin" cumhuriyetle yaşıt düşünürü, ''.Japonlar, dinlerini ve milliyetlerini mu­ hafaza etmek şartıyla, Batı Medeniyeti'ne girdiler. Bu sayede her hususta Avrupalı­ lara yetiştiler. Japonlar böyle yapmakla, dinlerinden mili kültürlerinden hiçbir şey kaybettiler m? Asla. O halde biz niçin te­ reddüt ediyoruz? Biz de türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı muhafaza etmek şar­ tıyla, Batı Medeniyeti'ne kesin olarak gi­ remez miyiz? " sorusunu sorar. Peyami Safa, Türk Batılılaşmasının, Japonya'dan gerekli dersleri çıkarması konusundaki geleneğin sürdürücülerinden birisidir: "Osmanlı Meşrutiyetinin mütefekkirleri ve onlardan ilham alan inkılapçılarımız, Japonya'ya ait herşeyi bilselerdi, milli benliğini ve manevi hüviyetini kaybetme­ den Avrupalılaşmanın daha kısa bir za­ manda dünyanın en ileri milletleri hizası­ na yükselmenin sırrına ereceklerdi. . . Ja­ pon inkilabı, Avrupa metod ve sistemleri­ ni kabul etmeğe, kendi sosyal bünyesini değiştirmekle, derebeyliği tasfiye etmekle başlamıştır. . . Böylece satıhta kalmaktan kurtula ve sağlam temellere dayanan Ja­ pon inkilabı, milli geleneklerinden ve di­ ni itikadlarından hiçbirini feda etmek zo-

V

E

B

A

T

c

K

runda kalmamıştır. Hata Japon alfabesi denilen ve harfleri yukarıdan aşağı ve sağdan sola yazılan o acayip ve zengin böcek kolleksiyonunu aynen muhafaza etmiştir. Çünkü milli kültürünün ve milli benliğinin yıkılmasına razı olmamıştır." (Safa, 1 978: 2 03-5). Batı medeniyeti'nin algılanması konusunda, "medeniyetin bö­ l ünemezliği" mefhumuna az çok riayet eden insanlardan birisi olmasına rağmen, Ahmet Ağaoğlu da Japonların bu konuda vermiş olduğu mücadeleyi takdirle zikre­ der: ''.Japonya Avrupa medeniyeti yolunu tutmak için içinde ne kadar sarsıntılar ge­ çirdi . . . Avrupa medeniyetinden sakınmak isteyen bütün cemiyetlerin ve özellikle ls­ lam medeniyetine mensup olanların her gün tükenip gitmekte olduklarını görü­ yoruz. Aksine olarak, Japonya gibi, o me­ deniyetlere vaktinde ve tam olarak yak­ laşmış olanları hayatlarını korumuş, kuv­ vet ve kudretlerini artırmış buluyoruz." (Ağaoğlu, 1 972: 1 0-1) Gökalp-Safa çizgi­ sini birleştirmeye yönelik eklektizmin da­ ha yakın tarihli bir bir savunucusu olarak Orhan Türkdoğan, bu çizginin belirleyici özelliklerinden birisi elitizmi bu kez Ja­ ponya örneğinden kalkarak tartışır: "Batı­ lılaşma, özellikle kendine yönelik milli değerlerini ve kültürel potansiyelini gün­ deme çıkaracak elitist kadrolar yoluyla gerçekleştirileceği yerde, dış kaynaklı önerme, inanç sistemi ve normlar düzeni­ ni ithal yoluna gitmiştir. Böylece, -aydın Batı ve doğu sentezinin kilit adamı- yara­ tıcılığını büyük ölçüde yitirmiş, taklite dönüşmüş ve adeta bir taşıyıcı durumuna düşmüş tür. J ap onya'nın Tokukawa ve Meiji dönemlerine benzer hazırlıkların ülkemizde yapılmamış olmaması nede­ niyle, herşey boşlukta kalmıştır. " ( 1 999: 332) . Japon mucizesi konusunda "büyü­ lenmiş" Türk sağının temsilcilerinden Mehmet Turgut, aynı düşünceyi paylaşır ve Osmanlıların, Batılılaşma konusunda Japonlardan yapısal olarak daha avantajlı konumda olmakla birlikte, Japonların

B A T I L I L A Ş M A ,

M O D E R N

T E

V E

M O D E R N i Z A S Y O N

Meiji dönemindeki devlet adamları aya­ rında bir yönetici sınıfın bulunmaması nedeniyle bu avantajı kullanamadıklarını belirtir (Turgut, 1985: 508).

bakılırsa Kemalist modernleşme projesi, türkifikasyonu amaçlayan bir proj edir; et­ nik olarak, kültürel olarak ve siyasal ola­ rak. Etnik olarak, Osmanlı'dan devralı­

Aslında, eğitim ve eğitim yoluyla oluş­ turulacak "sınıf'la Batılılaşma konusun­ daki sorunları halletme girişimi, sadece

nan ekaliyetin önce sınıfsal, sonra kültü­ rel, daha sonra da biyolojik varlığı orta­ dan kaldırılacaktır. Kültürel olarak, bü­

milliyetçi-muhafazakar siyasete indirge­ nemeyecek kadar genel bir temayülü yansıtmaktadır. Bu konuda da örnek yine elbette japonya olmaktadır. Mümtaz Tur­ han, "Garplılaşmanın neresindeyiz?" so­ rusunu cevaplandırı rken, "bilgili in­ san " ın önemine değinir ve eğitimin bu a maçla i şlevselleştirilmesini vurgular (Turhan, 1 9 74: 82-3 ) . Turhan'ın eğitim üzerindeki vurgusu, muhafazakar sağ ka­ nattaki hamasi kültür kavramının dönüş­ mesini sağlayan birkaç metinden birisi

tün kültürel pratiklere, dile, musikiye ve diğer sanatlara uzanan bir tavrın yapay (ersatz) bir ''Türklük" ürettiğini görülür. Siyasal olarak, Türklük, sadece kendisi­ nin olabileceği bir tarihe götürülür ve o tarih bugüne taşınmak istenir. Bugün anakronik gibi duran bu formülasyonun günümüzdeki izlerini sürmek bir hayli güçtür. Ancak son yıllardaki gelişmeler, Kemalizmle milliyetçilik arasındaki bağın sanıldığından daha güçlü olduğunu gös­ termektedir. Üstelik Kemalizm, artık Batı­

olan Kültür Değişmeleri ( 1969) başlıklı kitabında da devam eder, çünkü, kültü­

cılığın/Batılılaşmanın safkan ideolojisi olamayacağı bir düzeye taşınmıştır. Avru­ pa Topluluğu'yla entegrasyon projelerine en büyük direniş, Kemalist ve MHP milli­

rün "denetim altında" değişebileceğine ve zaten kültürel değişmenin de böyle ol­ ması gerektiğine ilişkin reformist tutumu temsil eder. Yine de eğitim konusundaki vurgunun başka bir amacı olduğunu dü­ şünmek durumundayız. Zira eğitim, Tür­ kiye'de Türk başkalığı tezinin doktrinas­ yonu için her zaman en uygun örgütlü vasatı oluşturmuştur. Cumhuriyet'in ku­ rucu ideolojisi Kemalizmin, eğitimden beklediği misyon, sadece doktrinasyon olamaz, aynı zamanda Cumhuriyet'e bağ­ lı bir seçkinler ordusunun yaratılması da düşünülmelidir. Kemalizmin, üç tarz-ı siyaseti reel ola­ rak bitirdiği doğrudur ama birbiriyle telifi mümkün milliyetçilik ve Batıcılık ekse­ ninde yürüttüğü modernleşme çabaları­ nın hemen hepsinde aslında Türk başka­ lığı tezinin etkili olduğu açıktır. Aslına

yetçiliğinden gelmektedir. Halihazırda Batılılaşma Türk toplumu için geçmişte taşıdığı gerilimlerden daha fazla ve daha önemli bir eşiği temsil et­ mektedir. Bu eşikte Türkiye'nin daha faz­ la Batılılaşması, Batılı bir toplum olması, Batı medeniyetinin verimlerinden yarar­ lanması artık asla münhasıran maddi en­ dişelerle açıklanamaz. Türkiye'nin Batılı­ laşması, behemehal Batılılaşması, bu top­ raklarda bundan sonra daha insani ve öz­ gür bir toplum varkalacaksa, onun vazge­ çilmez şartı olmak üzredir. Tarihsel Türk Batılılaşması, Batılılaştıkça Türk başkalı­ ğını doğrulamayı ummuştu; bugün Batılı­ laşma, bu topraklarda yerleşip kalan obs­ kürantizmin yanlışlanmasından başka bir anlama gelmemelidir.

O

81

Batıcı Siyası Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri:

'Kamusuz Cumhuriyet'ten 'Kamusuz Demokrasi'ye N iL G Ü N T O K E R

BATICI SlYASl D ÜŞÜNCENlN GENEL BELlRLENlMLERl Osmanlı Devleti'nde 18. yüzyılın ilk yarı­ sında başlayan, ama asıl olarak 19. yüz­ yılda gelişen Batılılaşma hareketlerinin, Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar uzanan yaklaşık 150 yıllık süre içinde belirginle­ şen iki genel özelliği olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, 'devletin korunup kollan­ ması ve ihya edilmesi' türünden pratik bir amacın, başlangıcından i tibaren Batılılaş­ ma hareketlerine yön veren temel saik ol­ masıdır. Bu durum, Batıcı siyasi düşünce­ nin 'uygulamaya dönük' veya 'aplikatif'1 bir zihniyet yapısı içinde gelişmesine yol açmıştır. !kinci olarak, başlangıçta kısmi amaçlarla ortaya çıkan Batılılaşma hare­ ketlerinin, giderek bir 'topyekun Batılılaş­ ma' hamlesine dönüşmesi söz konusudur. Bu süreç 'Batılılaşma'dan 'Batıcılık'a, 'bir yöntem olarak Baulılaşma'dan, 'bir prog­ ram olarak Batıcılık'a geçiş olarak adlan­ dırılabilir. Batıcı Düşüncenin Aplikatif Karakteri Osmanlı Devleti'nde Batılılaşma gereğinin hissedildiği, yani belli bir sorunun teşhis edildiği alan öncelikle askeriye olmuş (III. Selim, il. Mahmut); ardından buna bağlı olarak siyasVidari merkezileşme ve

S E R DAR T E K i N

eğitim reformları gündeme gelmişti (il.

Mahmut, Tanzimat, il. Abdülhamit). Do­ layısıyla Batılılaşma çabalarının Cumhu­ riyet dönemine kadar aslen siyasVida­ ri/askeri planda gerçekleştiğini gözlemle­ mek mümkündür. Osmanlı'da Batılılaşma hareketlerinin devlet gücünün yeniden tesisi veya devle­ tin kurtarılması gibi amaçlara odaklanmış olması, bu hat üzerinde gelişen siyasi dü­ şüncenin de genel olarak uygulamaya dö­ nük bir karakter taşımasına ve sonuç ola­ rak, 20. yüzyılın başından i tibaren kendi­ sini bir program olarak takdim eden siya­ si Batıcılık'ın teknik ve aplikatif bir zihni­ yet yapısı içinde gelişmesine yol açmıştır. Batılılaşma hareketlerinin uygulamaya dönük bir zihniyet üretmiş olmasının kayda değer bir sonucu, devletle ilgili so­ runların 'kısmi' reformlarla çözülebileceği görüşünün uzunca bir süre benimsenme­ si olmuştur. Kısmi reform anlayışı ise, 'Batı' denen şeyin aslında bir bütün oldu­ ğunun teşhis edilememesine; yani askeri, idari ve siyasi konularla ilgili olarak Ba­ tı'dan ithal edilen teknik ve modellerin arkasında bütünlüklü bir değer ve düşün­ ce sisteminin bulunduğunun nispeten geç anlaşılmasına yol açmıştır. Bu durum, 1 9 . yüzyıl boyunca, Batılı­ laşma yanlılarını, genel olarak yeni ku­ rumlarla eski değerler arasında ortaya

' K A M U S U Z

C U M H U R I Y E T ' T E N

' K A M U S U Z

D E M O K R A S l ' Y E

çıktığını gözlemleyebileceğimiz bir çatış­

zer bir siyasal ve sosyal düzeni tesis ede­

mayla ve bu çatışmanın yol açtığı sorun­

bileceğini ileri sürmek mümkün hale gel­ mektedir. Çünkü bizzat Batı'da modernli­ ğin tesis edilme süreci, doğanın ve toplu­

larla uğraşmak zorunda bırakmıştır. Yeni kurumlarla eski değerleri tatmin edici bir tarzda telif etme çabasının 1 9 . yüzyılın son çeyreğine kadar Batılılaşma hareket­ lerini belirleyen önemli bir etken olduğu söylenebilir.

mun akıldan hareketle kavranmasının bir sonucu olarak görülmekte ve dolayısıyla modernlik, bir 'gelenekten kopuş' hamle­ si olarak anlaşılmaktadır. O halde Batı'nın topyekun model alın­

Bir Program Olarak Batıcılık:

masını öngören Batıcılık'ın temelinde Ba­

Akıl versus Gelenek

tı'nın üstünlüğünün evrensel bir ilke ola­ rak akıldan kaynaklandığı görüşü yer al­

Tanzimat'ın devletle, orduyla, idari sis­ temle ilgili belli sorunların çözümünde Batılılaşma'yı bir yöntem olarak öneren 'ılımlı' yaklaşımının yerine, 1 9 . yüzyılın sonundan itibaren, 'topyekun Batılılaşma' yanlısı olan bir çizginin etkinlik kazandı­ ğı görülmektedir. Bu 'radikalleşme', aslın­ da, Batı'nın bir bütün o lduğu fikrinin zo­ runlu sonucudur. Eğer Batı model olarak alınacaksa ve eğer model olarak alınacak olan bu Batı bir bütünse, bu durumda, değişimin de topyekun bir program ola­ rak tasarlanması gerekmektedir. Bu yak­ laşımın nüveleri Tanzimat'ta bulunmakla beraber, hayata geçirilmesini mümkün kı­

lan ideolojik donanım il. Abdülhamit dö­

neminde jöntürk hareketi içinde maya­ lanmış ve söz konusu yaklaşım 'meyvele­ ri'ni, nihayet, Cumhuriyet'in kurulmasını takip eden yıllarda vermiştir. Bir program olarak Batıcılık'ın temel öncülü olan, Batı'nın bütünüyle bir mo­ del olarak benimsenebileceği ve dolayı­ sıyla Batılılaşma'nın topyekun bir biçim­ de gerçekleştirilebileceği fikri, Batı denen bütünün kültüralist olmayan bir temelde düşünülmesini gerektirir. Bunun anlamı, Batı'nın, Hıristiyanlık'ın ve onun kültürel geleneklerinin dünyası olarak değil, pren­ sip olarak evrenselleştirilebilir bir ilke­ den, yani akıldan hareketle kavranması­ dır. Böylelikle Batı ile aynı geçmişi pay­ laşmayan, aynı kültürel geleneklerden gelmeyen, aynı etlıos'a sahip olmayan top­ lumların da Balı toplumlarınınkine ben-

maktadır. Bu görüş , akıl ve geleneğin , bizzat ve ilk önce Batı'da karşı karşıya geldiği, Batı'nın bunlardan ilkini tercih ettiği ve ancak böyle yapmakla üstün bir güç olabildiği anlayışına dayanır. Aydın­ lanma düşüncesi -özellikle de Fransız Ay­ dınlanması -ve Fransız Devrimi bunun teyidi olarak görülmektedir. Bu noktada, Batıcılık'ın, 19. yüzyıl so­ nunda gelişen Osmanlıcılık, Islamcılık ve Türkçülükten temel bir farklılığı dikkat çekicidir. Devletin korunup kollanması ve kurtarılması amacına tahsis edilen ide­ olojiler olarak Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük, bünyelerinde Osmanlı etlıos'u ile süreklilik oluşturan temalar içermek­ tedirler (Kadıoğlu, 1999: 26). Buna karşı­ lık, devletle ilgili pratik amaçlara odak­ lanmış olmak bakımından onlarla 'ruh birliği' içinde olduğu söylenebilecek Batı­ cılık'ın bu ideolojilerden temel farkı, siya­ sal ve sosyal değişimi süreklilik esasından değil, kopuş esasından hareketle düşün­ mesidir. Cumhuriyet sonrasında Kemalist tarih yazımının bol bol işleyeceği 'kopuş tezi' Batıcı düşüncenin akıl ve gelenek arasında tesis ettiği bu uzlaşmaz karşıtlı­ ğın bir ürünü olarak anlaşılabilir.

CUMHURiYET VE TOPYEKÜN BATILILAŞMA Batıcılık'ın akla yaptığı vurguya ve aklı Ba­ n medeniyetinin merkez kavramı olarak teşhis etmesine rağmen, Cumhuriyet dö-

83

M

O

D

E

R

N

L

E

M

neminde uygulamaya konan topyekün Ba­ tılılaşma programının belli bir felsefi te­ melinin olmaması dikkat çekicidir (Mar­ din, 1998: 55-56; Mardin, 1 989: 10-17). Bu durum, akıl kavramının Türkiye'de sa­ hip olduğu yegane anlam ufkunun poziti­ vizm ile sınırlı kalmasına neden olmuştur. Akılsallık kategorisinin, bir yandan gele­ neğe karşıtlık içerisinde, diğer yandan da pozitivist bir zeminde benimsenmesinin, siyasi düşünce düzeyinde yol açtığı üç ka­ lıcı sonuçtan söz edilebilir. Bunlardan ilki, akılcılığın, yukarıda

84

işaret ettiğimiz aplikatif zihniyet tarafın­ dan biçimlendirilen pozitivist-otoriter bir yönetim ideolojisinin payandası haline gelmesidir. Siyaseti, toplum üzerinde uy­ gulanan ve belli bir sosyal düzeni 'imal etme'ye ve 'denetleme'ye yarayan bir 'sos­ yal teknik' olarak kavrayan bu ideoloji, Cumhuriyet'in Tek Parti dönemine dam­ gasını vurmuş ve etkisini, daha sonra da, farklı biçimler altında, bugüne dek sür­ dürmüştür. !kinci olarak, modern Türkiye'de siyasi düşüncenin, 'modernliğin özgürleştirici boyutları' denen şeye yabancı kalmış ol­ ması söz konusudur. Batı'da felsefe gele­ neği ile düşüncenin 'kendisi için' olması, düşüncenin kendisi için olması ile aklın kendi üzerine düşünme yeteneği, aklın kendi üzerine düşünme yeteneği ile Ay­ dınlanma, Aydınlanma ile eleştiri ve yargı gücü ve nihayet eleştiri ve yargı gücü ile yurttaş olma kapasitesi arasında kopmaz bağlar vardır. Bu bağlar, 'kamusallık' de­ nen şeyi temellendirmekte ve canlı tut­ maktadır. Türkiye'de bu anlamda bir 'ka­ mu'nun hiç oluşmadığı ve yurttaşlığın öz­ gürleştirici bir kategori olmadığı, hatta artık herhangi bir değer bile taşımadığı göz önüne alındığında, modern Türk dü­ şüncesinin o toriter karakteri daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Üçüncü olarak, yine modern Türki­ ye'de, normatif bir siyasi düşüncenin ge­ lişememiş veya -en iyi ihtimalle- son de-

B

v

A

T

c

L

K

rece güdük kalmış olması söz konusu­ dur. Bir yandan, siyasete otantik bir meş­ ruiyet temeli sunabilecek olan 'gelenek'in akılsallık kategorisinden hareketle berta­ raf edilmek istenmesi; diğer yandan ise, Batı'da siyasetin akılsal meşruiyet zemi­ nini tesis etmiş olan 'felsefi temellendir­ me' etkinliğinin Türkiye'de pozitivist akılcılık tarafından dışlanmış olması, bu sonucu kaçınılmaz kılmıştır. Dolayısıyla, Cumhuriyet'le birlikte uygulamaya ko­ nan topyekun Batılılaşma programı ikili bir meşruiyet krizi ile maluldür. Bir yan­ dan 'eski' meşruiyet kaynağı olan gelene­ ği saf dışı bırakmak istemekte, geleneğe karşı aklı, sürekliliğe karşı kopuşu tercih etmekte; diğer yandan ise, söz konusu 'akıl' kavramını pozitivist bir temelde yo­ rumladığından, modern Batı felsefi-siyasi düşüncesi içinde ortaya konan 'doğal hu­ kuk' veya 'halk egemenliği' gibi 'yeni' bir meşruiyet temeline dayanamamaktadır. Bu durum, Cumhuriyet'in meşruiyet te­ mellerinin 'iktisadi kalkınma' ve 'laik­ milli kimlik' gibi siyaset dışı zeminlerde aranması türünden, cumhuriyetçiliğin si­ yasal idealleriyle telifi kabil olmayan bir sonuca yol açmıştır. Şimdi bu üç noktayı daha yakından gö­ relim. Bir Yönetim İdeolojisi Olarak Pozitivist-Otoriteryanizm Cumhuriyet'le birlikte yürürlüğe konulan topyekun Batılılaşma programı, 'poziti­ vist-otoriteryanizm' olarak adlandırılabile­ cek bir 'yönetim ideolojisi' ile birlikte ha­ yat bulmuştur. Bu ideoloji, epistemolojik bakımdan, 'toplum' ve 'doğa' hakkındaki bilgilerimizin aynı türden bilgiler olduğu; siyasal bakımdan ise, söz konusu bilginin toplumu 'biçimlendirme' ve 'denetleme' işlevine sahip olduğu anlayışına dayanır. Toplum ve doğa hakkındaki bilgileri­ mizin aynı türden bilgiler olduğu düşün­ cesi; insansal dünyanın da, doğal dünya

' K A M U S U Z

C U M H U R 1 Y E T ' T E N

' K A M U S U Z

° D E M 0 K R A S 1 ' Y E

85

gibi 'olgu'lardan meydana geldiği, dolayı­ sıyla olguların akılsal olarak çözümlen­ mesi ile aralarındaki bağıntıların ortaya çıkarılabileceği ve böylelikle, doğada hü­ küm süren yasalar nasıl keşfedildiyse, toplumda hüküm süren yasaların da aynı biçimde keşfedilebileceği anlamına gelir. Bu bakış açısı, modern bilimin doğa üzerinde tesis etmiş olduğu epistemolojik hakimiyeti insansal dünyaya tahvil etme arayışını ifade etmektedir. Burada dikkat çekici olan nokta, modem bilimin, doğal olgu ve süreçleri 'parçalarına ayrılıp tekrar birleştirilebilme', dolayısıyla yeniden üre­ time elverişli olma esasından hareketle kavraması ve doğa üzerindeki epistemolo­ jik hakimiyetini bu kavrayışa borçlu ol­ masıdır. Bu parçalama ve birleştirme (yani analiz ve sentez) işlemi, 'olgu'nun yeniden üretilebilme koşullarını açığa çıkartmakta; böylece, doğal olgu ve süreçleri yapay ko-

şullarda yeniden üretmek, yani teknik, mümkün hale gelmektedir. 'Olgu'nun tek­ nik vasıtasıyla yeniden üretilebilir olması­ nın en cazip tarafı, 'olgu'yla ilgili süreçle­ rin öngörülebilir, dolayısıyla denetlenebi­ lir olmasını garanti etmesidir. Şimdi, eğer doğa ve toplum hakkındaki bilgilerimiz aynı türdense ve eğer modern bilimin doğa üzerinde tesis ettiği episte­ molojik hakimiyeti, insansal dünyaya ta­ şımak mümkünse; o zaman, modern bili­ min ürünü olan tekniği de topluma uygu­ lamak mümkün olmalıdır. Bu sonuç, bizi, sosyal olguların da yapay koşullar altında -yani geleneğin belirlenimlerinden arındı­ rılmış koşullar altında- yeniden üretilebi­ leceği; ve bu yeniden üretimi sağlayacak bir 'sosyal teknik'in mümkün olduğu an­ layışına gönderir. Bir yönetim ideolojisi olarak pozitivist-otoriteryanizmin siyaseti düşünme tarzını karakterize eden şey, si-

M

O

D

R

N

M

yasetin bir 'sosyal teknik' olarak anlam­ landırılması ve bir sosyal teknik olmak sı­ fatıyla, toplumsal ilişkileri, yani sosyal ol­ guları 'üretme' ve 'denetleme' işleviyle do­ natılmasıdır. Türkiye'de Cumhuriyet'in kurulma ve kurumsallaşma sürecine damgasını vuran bu ideoloji, gerek Batıcılık'ın 1 9 . yüzyıl boyunca içinde geliştiği aplikatif zihniye­ tin, gerekse Cumhuriyet'le birlikte hare­ kete geçen 'yeni bir toplum yaratma' ar­ zusunun taleplerini karşılamakta; üstelik bu talepleri devletçi bir eksende birbirine

86

eklemlemek gibi özel bir işlevi de yerine getirmektedir. Söz konusu devletçi eksen, toplumun, devlet marifetiyle uygulanan bir sosyal teknik yoluyla yeni baştan ya­ ratılabileceği, böylelikle devlet tarafından bütünüyle denetlenebileceği ve nihayet, devletin bekasının da, ancak bu yolla sağ­ lanabileceği anlayışını ifade etmektedir. Türkiye'de Batıcılık'ın, pozitivist-otori­ ter yönetim ideolojisi çerçevesinde siya­ sete yüklemiş olduğu, toplumu 'imal et­ me' ve 'denetleme' işlevi, yukarıda 'kamu­ sallığın dışlanması' diye adlandırdığımız sorunla doğrudan bağlantılıdır. Bunun nedeni, Cumhuriyet'in kuruluşuna dam­ gasını vuran 'yeni bir toplum yaratma' proj esinin, siyasal egemenliği topluma öngelecek bir tarzda, yani toplum tarafın­ dan belirlenmeyen ama toplumu mutlak olarak belirleyecek bir tarzda tesis etmiş; böylelikle, 'kamusal olan'ın Cumhuri­ yet'ten dışlanmasına ve onun yerini 'ka­ musuz Cumhuriyet'in, yani devletin dol­ durmasına yol açmış olmasıdır. Kamusuz Cumhuriyet Modern Batı siyasi düşüncesinin temelin­ de bulunan bir fikrin, Türkiye'de Cum­ huriyet'in kuruluş sürecini yönlendiren Batıcı seçkinlerin zihinlerinde de öteden beri geçerlilik kazanmakta olduğunu göz­ lemlemek mümkündür. Bu fikir, siyasal organizasyonun, doğa veya Tanrı tarafın-

V

E

B

A

T

c

K

dan verilmiş olmadığı, aksine insanlar ta­ rafından tesis edilen 'yapma bir şey' (arli­ fact) olduğu düşüncesidir. Batı siyasi düşüncesinde, siyasal orga­ nizasyonun 'yapma bir şey' olduğu anla­ yışı, insanın doğası gereği toplumsal veya siyasal bir varlık olmadığını, dolayısıyla siyasal organizasyonun da doğadan gelen bir şey olmayıp insanlar tarafından kurul­ duğunu ifade eder. Ne var ki, aynı düşün­ ce geleneğinde, siyasetin ve siyasal orga­ nizasyonun doğal veya Tanrısal bir teme­ linin bulunmadığı fikri, kaçınılmaz ola­ rak, siyasal gücün meşrulaştırılması soru­ nuna yol açmaktadır. Yani, insanların biz­ zat kendi doğalarından veya Tanrı'nın on­ lar için tasarlamış olduğu evrensel bir plandan kaynaklanan yükümlülüklerinin olmadığı modern koşullar altında, siyasal gücün meşruiyet temelleri, yani ona bo­ yun eğmeyi haklı ve meşru kılan gerekçe­ ler neler olacaktır? Modern siyasi düşüncenin bu soruna getirdiği ve bugün de geçerliliğini koru­ yan belli başlı iki yanıttan söz edilebilir: Bunlardan ilki, liberal siyaset felsefesi ge­ leneği içinde gelişen 'doğal haklar' veya 'insan hakları' teorisi; ikincisi ise cumhu­ riyetçi siyaset felsefesi geleneği içinde ge­ lişen 'halk egemenliği' teorisidir. Her iki teori de, farklı bakımlardan, 'modernliğin özgürleştirici boyutları' denen şeyin tesis edilmesine katkıda bulunmuştur: 'Doğal haklar'· teorisi, bireyin topluma ve dolayı­ sıyla devlete önselliğini temellendirmiş ve böylece bireye, devlet karşısında moral bir dokunulmazlık sağlamıştır. Cumhuri­ yetçi siyaset felsefesi ise siyasal katılınır merkeze alan bir kamusal alan teorisi ge­ liştirmiş ve bu sayede yurttaş özgürlüğü­ nü , yani siyasal özgürlüğü tesis etmiştir. Türkiye'de ise, siyasal organizasyonun 'yapma bir şey' olduğu fikrinin, 19. yüzyı­ lın sonundan itibaren Batıcı seçkinlerin zihinlerinde gelişmeye başladığını; ama bunu, söz konusu organizasyonun siyasal terimlerle meşrulaştırılması gerektiği fik-

' K A M U S U Z

C U M H U R I Y E T ' T E N

rinin izlemediğini görüyoruz. Bizzat ku­ rucuları tarafından Cumhuriyet'le özdeş­ leştirilmiş olan 'yeni bir ·toplum yaratma' ideali, eski meşruiyet kaynağı olarak gele­ neği, çürümüş ve imha edilmesi gereken bir 'geçmiş'e hapsetmekte; yeni meşruiyet kaynağı olarak halk egemenliğini ise he­ nüz varolmayan bir 'gelecek'e ertelemek­ tedir. Bu durum, Türkiye'de Cumhuri­ yet'in, siyasete yüklediği anlam ve işlev bakımından Batı cumhuriyetçiliğinin soy idealleri karşısında bir 'genetik sapma' haline gelmesine yol açmıştır. Batı'da cumhuriyetçiliğin, tüm insansal etkinlikler arasında 'siyaset'e özel ve te­ mel bir konum atfetmesi; siyasal insanı yani 'yurttaş'ı yüceltmesi ve nihayet yurt­ taşın kendisini gerçekleştirdiği bir dünya olarak 'kamusal alan'ı diğer varoluş alan­ ları karşısında -tabiri caizse- ayrıcalıklı kılması söz konusudur. Cumhuriyetçi düşünce tarzında, siyasetin sahip olduğu bu ayrıcalıklı konum, siyasetin, 'halk ege­ menliği'nin temel koşulu olmasından, ya­ ni halkın kendi kendisini belirleme ve belli bir 'ortak iyi' etrafında bir araya gel­ me edimi olarak tanımlanmasından kay­ naklanır. Dolayısıyla yurttaşlık, bu edi­ min gerçekleştirilmesine 'katılım' yoluyla kişinin kendisini belirleme ve toplumun 'ortak iyi'sine dahil olma kapasitesini ha­ yata geçirdiği asli varoluş tarzı olarak gö­ rülmekte; kamusal alan ise bu varoluş tarzına gerçeklik kazandıran ve siyasal katılımı mümkün kılan yegane saha ola­ rak teşhis edilmektedir. Oysa Türkiye'de siyasete yüklenen an­ lam ve işlev, yukarıda belirttiğimiz üzere, Batıcılık'ın belkemiği olan pozitivist-oto­ riter bir yönetim ideolojisine atıfla biçim­ lendirilmiştir. Siyaset, bu çerçevede, bir katılım etkinliği olarak değil, bir sosyal teknik olarak anlamlandırılmış ve ona yüklenen işlev de halkın kendi kendisini belirlemesi değil, ama yeni bir toplumun belli bir m o dele (Batı m odeline) göre i mal edilmesi olmuş tur. B u , Türkiye

' K A M U S U Z

D E M O K R A S l ' Y E

Cumhuriyeti'nde 'siyaset'in her zaman idari bir etkinlik olarak düşünüldüğü an­ lamına gelir. Siyasetin idari bir etkinlik olarak düşünülmesi, ister istemez 'ka­ mu'nun da idari bir saha olarak tanımlan­ masına ve yurttaşların siyasal katılımına kapatılarak devletle özdeşleştirilmesine neden olmuştur. Kamunun yurttaşların siyasal katılımına kapatılması ise, 'ortak iyi' denen şeyin her daim devletin teke­ linde olmasına yol açmakta; ve bu durum 'cumhuriyetçi yurttaşlığın' aslında Türki­ ye'de hiçbir zaman tesis edilmemiş oldu­ ğuna işaret etmektedir. Sonuç olarak, modern Türkiye'nin ku­ ruluşunda siyas etin , kamusallığın ve yurttaşlığın anlamlandırılma tarzı, söz konusu kavramları Türkiye Cumhuriye­ ti'nin halk egemenliği temelinde meşru­ laştırılmasını imkansız kılacak ölçüde, cumhuriyetçiliğin soy ideallerinden uzak­ laştırmıştır. Bu durumun en önemli sonu­ cu, siyasal meşruiyetini toplumdan alma­ yan, dolayısıyla meşruiyet sorununu top­ lum nezdinde tartışmaya açma konusun­ da son derece kıskanç olan 'kamusuz Cumhuriyet'in, toplumsal ve iktisadi alanlan devletçileştirmek yoluyla kendisi­ ni meşrulaştırmaya yönelmiş olmasıdır. Bunun anlamı, lnsel'in deyişiyle, toplum­ sallığın "bir devletçi-toplumsala, yani devletin kendini gerçekleştireceği bir me­ kana" ( 1 996: 42) dönüştürülmesidir. "Devletçi Toplumsal" Toplumsallığın, devletin kendisini ger­ çekleştireceği bir mekana dönüştürülme­ si, kuşkusuz, bir program olarak Batıcı­ hk'ın ve o n u n i d e o l oj ik b elkemiğini oluşturan pozitivist-otoriteryanizmin ör­ tük amacını ifade eder. Ancak, bir nokta­ nın özellikle belirtilmesi gerekmektedir: Söz konusu amaç, aynı zamanda, toplu­ mun kendisini anlamlandırmak için baş­ vurabileceği yegane referans noktası ola­ rak devlete işaret etmekte; yani toplu-

87

M

O

D

R

N

L

E

Ş

M

Halide Edip Adıvar G Ö K H A N Ç E T İ N S AYA

88

Yıldız Sarayı'nda görevl i b i r Abdü l ha­ m it dönem i bürokrat ı n ı n k ı z ı d ı r. Kü­ çük yaşta annesini kaybettiği için ço­ c u k l uğu ve genç k ı z l ı ğ ı i k i farkl ı/z ıt k ü l türün etk i s i nde kaldığı babas ı n ı n v e anneannesinin evl erinde geçti . Ba­ bas ı n ı n evinde her bakımdan Anglo­ sakson te rbiyes i n i n , a n n ean nes i n i n evinde ise Osman l ı-İslam kü ltürün ü n etkisinde kald ı . B i r yandan geleneksel mahalle ortamında Kuran dersleri a l ı p Arapça öğrenirken, d i ğer yandan Ü s­ küdar Ameri kan Kol ej i'nde İ ngi l izce öğrenip İncil okumaları yaptı. Bir ev­ de Battal Gazi h ikayeleri, diğer evde Batı m ü z i ğ i d i n l ed i . R ıza Tevfi k'ten (Böl ükbaşı) felsefe ve Türk edebiyatı d ersleri a l ı rken, kolejden m ez u n ol­ d u ktan sonra evlendiği (1 901 ), devrin ü n l ü poz itivisti Sal i h Zeki'yle mate­ matik çal ıştı. 1 908'e kadar olan dönemi iki oğlu­ n u büyüterek, dünya edebiyatı ve Os­ man l ı tarih i okuyarak geçird i . 1 908 İh-

mun, kendisini devletin aynasında tanı­

V

E

B

A

T

c

K

tilali i l e birl ikte yazı hayatına başlad ı : Başta Tanin ol mak üzere devrin çeşitli gazete ve dergilerinde kad ın, eğitim ve sosyal meseleler üzerinde yazı ları ya­ y ı m l a n d ı . Yaz ı l a r ı n ı n m u hafazakar çevrelerde gördüğü tepki nedeniyle 31 Mart O layı s ı rasında oğu llarıyla birl i k­ te (hayatın ı n teh l i kede olduğu endişe­ siyle) M ısır'a kaçtı. İstanbul'a döndük­ ten sonra çok çeşitl i alanlarda yoğun bir faal iyet içer i s i nde o l d u : Edebi ve fikri (özelikle kadı n ve çocuk eğitimi­ nin ele a l ı nd ı ğ ı ) ç a l ı şm a l a r ı devam ederken, Darü l mual l i mat'ta (Kız Öğ­ retmen Okulu) pedagoj i öğretmenl iği­ ne getiri ldi. Vakıf okul ları genel müfet­ tişi o l arak top l u m u n (daha sonra ro­ man larında yer vereceği) çeşitl i kesim­ leriyle tan ı şt ı . 1 909 ve 1 9 1 1 'de kısa sürelerle İngi ltere'yi ziyaret etti; başta Bertrand Russel l o l mak üzere b i rçok aydınla görüştü. Kad ınların toplum ha­ yatına katılması ve eğiti l mesi amacıyla Teal i-yi Nisvan Cemiyeti'ni kurdu. Bu cem iyetin hastabakıc ı l ı k d a h i l sosyal yard ı m faa l i yet l e r i n e katı l d ı . K e n d i üzerine i k i n c i b i r evl i l i k yapmak iste­ yen kocasından ayrılarak ( 1 9 1 O), i k i çocuğuyla birlikte (yaşadığı yoğun psi­ koloj i k buna l ı ma rağmen) ayakta kal­ ma mücadelesi verd i . 1 9 1 7'de Dr. Ad­ nan (Adıvar) i l e evlendi. Trablusgarb ve Balkan Savaşları dö­ neminde d iğer b i rçok Osmanlı ayd ı n ı gibi fikri b i r dönüşüm/hesaplaşma ya-

yaratma amacını açığa vurur.

masını talep etmekted i r ( inse l , 1 99 6 :

Bu amacın gerçekleştirilme koşulları

4 5 ) . Toplumsalın devl c ı 1 ;�'Yn •·. . ·· ·ünce yapışım Aa olduğit" Batı 'ııır1; �erıcf:jsi deği4 · teın�ilret�iği haz Aü11)!asıdn:''.Zihf1ı, mt1,dd� ik�.lerlz fnde . , , , .. · Doğu 'ya düşeft. 1iq?ıuınu, Safa 'nııı ;tt;plııtns.al cinsiJ!et(J jilfe

PEK UYANIK BİR UYKU* ABDULLAH CEVDET Celal Nuri Beyefendiye, Mu hterem Efendim, Dün gece alem-i menamda bir şahs-ı nurani

medeniye-i m i l l iye vücuda gelmiş olacakd ı r. Ba'dema calis-i taht olacak padişah hazretle­ ri, küfüvleri olan hanedandan (Müsl üman ol­

(ruhani değil) bana size gönderilmek üzere ati­

mak müreccahdır) bir kız ile izdivac edecek ve

de münderic mektubu tevdi etmiş ise de ika­

yalnız bir zevce-i meşruası olub resmen cevari

metgahınızı ve hangi d i yarda bulunduğunuzu

istifraş etmekden feragat edecekdir. Padişahlar

b i l mediğim için İçtihad'ın vesatetine müracaat

ba'dema Top kapı sarayında i kamet edüb Dol­

etdim. Vusulünde beni haberdar etmenizi istir­

mabahçe Sarayı m i l let sarayı ittihaz olunacak

ham ederim.

ve fakat Çırağan Sarayı gibi ta'me-i-leh'ib omla­

Oğlum Celal Nuri Bey, size tebşirat-ı atiyeyi müsaraaten tebliğ ederim: 1 . Bütün şehzadegan ile suret-i mahsusada

veliahdların tea llum ve terbiyelerine ziyadesiyle d i kkat ve iti na ed i lüb, kendilerine b i le faidesi dokunmayan o küçük başların yani zencilerin ve hadımların telki nat-ı eblehanesinden kurtarı­ lacaklardır. Genç şehzadeler umumiyetle ordu ve donanmaya idhal edilüb orada terakki ve te­ feyyüz edecekleri gibi bu suretle asil bir heyet-i zabitan vücuda getirmek için bir esas-ı metin vaz'ed ilmiş olacakdır. Pespayegan ba'dema za­ bit olamayacaklardır. H i l katda müsavat-ı tam­ me olmadığından herkes yal nız huzur-u meha­ kimde müsavi olacak l(e hususat ve ahva!-i sa­ irede herkes kendi tabakası dahili nde cevelan edebilecekdir. Bu suretle Türkiya'da dahi taba­ kat-ı sınıf-u ahali vücuda getirilerek esas l ı bir ( * ) Akt. Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdul­ lah Cevdet ve Dönemi, M. Şükrü Ha n i o!j l u, üç­ dal N eşr iyat, 1 9 8 1 .

ması için hükü met mütabassirane hareket ede­ cekdir. D iğer saraylar ve köşkler ve makam-ı sa l tanata aid emlak tamamen satı l ı b ba'dema padişah-ı zaman hazretleri maaşlarından artdı­ rabilirler ise emlak sahibi olabi lecekler ve ba'd­ ı vefathim işbu emlaka umum evlad-ı hanedan değil de belki şer'an müstahak olanlar varis ola­ bileceklerd ir. Keza hazine-i hümayunda bulu­ nan eşya ve mücevherat-ı tarihiye müze-i hü­ mayunda tahsis ed ilecek daireye nakl ve orada teşh ir ve diğerleri alelusul ve tamamen füruht olunub yekunu mektebler inşasına ve muall im­ leri idare için varidat verecek akaretler mübaya­ asına hasr-ü tahsis olunacakdır. İhtiyar şehzade­ ler ve prenseslere kayd-ı hayat şartıyla mu has­ sesat-ı makule ve kafiye verilecek ve genç pren­ sesler küfüvlerine tezvic olunacaklardır. 2. Tü rkler, a h kam-ı haki kiye-i kur'aniyeye son derece iman ile tevessül edüb b i r ta kım menkCılalat ve isra i l iyat yerine makulat ikame edeceklerdir. Ba'dema, mesela Tevekkeltü Alel­ lah" levhas ı n ı n baş tarafına azimet kel i mes ini

S E Ç M E

M E T i N L E R

ilave edeceklerdir. Binaların takına asdıkları "Ya

H ar b i ye Nezareti tarafı n d a n tayin e d i l ecek

Hafız" levhası altına bir de herhangi bir sigorta

azimkar zabitler nezaret edeceklerdir.

kumpanyası n ı n levhasını asacaklar ve yangın­

Osm a n l ı İ m p a ra torluğu d a h i l i n de i kamet

dan korunmak için kargir haneler inşa, şehir ve

eden her Müslüman İslam' ı n şartı kaçd ır? suali­

kasabaların sokakl arını tevsi' vesait-i itfaiyeyi

ne altıdır! dedikden ve malum olan beşini say­

teksir edecekler ve mahalle tulumbacılarını bir

dıktan sonra altıncısı: bir tüfek bin fişek, daimi

an'ane-i mill iye gibi muhafaza edecekler ise fa­

taze ve üç günlük idareye kafi bir torba ekmek

kat herhalde tensik ve tanzim edeceklerdir. Her

sa hibi olmakdır cevabını verecekd ir.

Türk hanesinin her odasına yan yana iki levha

3. Mevcut akmişe fabrikaları tevsi' ve yenileri

asacak bu levhaların birinde nurani bir hat ile

küşad edilüb hazret-i padişah v hanedan-ı salta­

"İttihad-ı İslam" ve diğerlerinde ateşin bir hat

natdan itibaren bütün nezar, ayan ve meb'usan

ile "İntikam" yazılmış bulunacakdır.

594

azalarıyla ordu ve donanma erkan ve ümera ve

Münderecatı artık bir gaye ve hedef-i milliye

zabitanı ve kaffe memurin, efrad-ı askeriye ve

olacak olan işbu iki levha mekteb lerde, cami­

fabrika ameleleri resmi ve hususi mekatib şakir­

lerde, kışlalarda, sokaklarda, meydanlarda, kah­

dan ve mual limini işbu fabrikaların ma'mulatın­

vehanelerde ve hülasa her yerde duvara ta'lik

dan giymeğe mecbur tutu lacakd ı r. Ahali dahi

ed i l miş olacakd ır.

gerek gazeteler ve gerek salif-ül-zikr ameli mek­

Her Türk son sistem bir mavzer, bir sand ı k fi­

tebler vasıtasıyla irşad ve teşvik edilüb emtia-ı

şenk, nümunesine tevfikan bir takım askeri elbi­

dahil iyenin sürümü tezyid edi lerek milel-i saire­

se ile sair levazım-ı seferberiyi daima hazır bu­

nin medar-ı kuvvet ve mi knetleri olan kadim ve

l u nduracak ve bunları i hzar ve ikmal etmemiş

Hrıstiyan Bizansl ı ların milli serpuşu olan fes ka­

olanlar: teehhü lden, işden ve cenaze merasi­

mi len def' edilüb yeni bir serpuş-u milli kabul

m i nden mahrum kal ı b ai le-i Türkiya'dan nevü­

olunacakdır.

ma tard edilecekdir. Her mahallede mektebe gitmemiş veya gide­

Askerlerin başlarına giydikleri kalpaklar dahi tebd i l olunub ecdadımızın kullandıkları m iğfer­

memiş ve ba'dema dahi bittabi gidemeyecek

lere müşabih ve fakat zaman-ı hazır nazeketine

olan yaşl ı lar için ameli (yani ağızdan öğreten)

muvafık bir siperi miğfer, serpuş-u askeri ittihaz

mektebler açılacağı gibi mahal lede birir endaht

edilecekdir. Bu suretle efrad-ı askeriye harb za­

m a h a l l i veya s a l o n u vücuda geti r i l i b Cuma

manlarında yağmurdan ve ziyadan dolayı ateşi

günleri orada herkes 5 - 1 O fişenk ihrakına mec­

kesmeyecekdir.

bur o l acak ve senede ki def'a müsabaka icra

4. Kadınlar d i ledikleri tarz ve biçimde teleb­

o l u nacakdır. İşbu müsabakalarda on kurşunu

büs edüb yal n ı z ısra etmeyeceklerd ir. Pol i s ler,

hedefin birinci dairesine isabet etd irenler bir ni­

softa lar ve suret-i mahsusada arabacı makulesi

şancı madalyasına malik olacak ve onu hamil

kesan ve evbaşa n ı n kad ı n l arın telebbüslerine,

o l a n l ara karakol l a r ve nöbetç iler tarafı ndan

çarşaf ve peçelerine kat'iyyen müdahaleye hak

resm-i tazim icra olunacakdır. Keza at yetişdir­

ve s e l a h iyet l e r i o l amayacağı g i b i b a ' d e m a

mek, ata binmek, yüzmek, güreşmek vesair id­

Şeyh-ül-İslam Efendiler hazeratı d a h i çarşanara

man harekatına son derece ehemmiyet veri lib

dair makaleler i m la ve imza etmeyeceklerdir.

kızlarımız dahi bu idman harekatına devam ve

Polis kadınlar işine ancak ve ancak münasebet­

iştirak edebilecekler ve indelhacce Almanya'da

siz ve adab-ı umum iyeyi muhil ahvalde müda­

olduğu gibi manevra için kendi civarlarına or­

hale ve fakat işbu vazife-i kanun iyelerini kemal­

dular geldiği zaman esbsüvar olan işbu latif atlı­

i nezaketle i fa edeceklerd ir. Erkekler kad ı n ların

lar süvari keşşaflarına rehberlik edüb ordunun

ehemmiyetini takdir edüb onlara hürmet ve ri­

tal i m ve tenbiyesine e netice-i fevz-ü-zarerine

ayet edecek ve hele hiç kimse dünyanın mem­

iştirak edeceklerd i r. B ütün mem lekete, i cab

leketimizden ma'da hiçbir yerinde mevcud ol­

eden fişek ve tüfekleri yetişdirmek için imalat-ı

mayan kadınlara karşı harfendazl ı k ve taşkınlık

harbiye fabrikaları tevsi' edilüb gece ve gündüz

reza letine devama cür'et edemeyüb yol l arda,

çalı şacaklardır. B ütü n bu işlere pek başka bir

vapurlarda, tramvay ve sair merakibberiyye ve

vukuf ve küşayişle iş görmeğe başlayacak olan

bahriyede hanı mlara kemal-i ihtiramla yol vere-

S E Ç M E

M E T i N L E R

cekleri gibi şayed bir kad ı n ayakda kal mış ise

l ı ş ı b kazanmaya mecbur tutu l acaklard ı r. Bun­

derhal ona yerlerini vermeğe müsaraat edüb bu

lardan nefes etmek kallaşlığıyla ötekini berikini

suretle vaz i fe-i insan iyet ve hissiyat-ı aciz neva­

dolandıranlar cezaya çarpılacaklardır.

zilerini izhar edeceklerdir.

7. Hal-ihazır medreseleri ilga edilüb, Sü ley­

Kadınlar vatanın en büyük velini meti addedi­

maniye medresesi yerine (College de France)

l i b kend ilerine o yolda muamele edi lecek ise

tertibinde gayet mükemmel bir (Ôlum-u Edebi­

de kad ınlarımız dahi bunlardan şımarıb kabar­

ye Medresesi) yapılacağı gibi Fatih Medresesi

mayacaklar ve bil 'akis bu gibi muamelat-ı insa­

yerine ise (Ecole Polytecnic) tarz ı nd a d i ğer bir

niyetkaraneye layı k olan mütemeddin ve zarif

(Medrese-i Aliye) vücuda getirilecekd i r.

mahlukat olduklarını isbat edeceklerd i r. 5. Kızlar tahsilleri ve bekarl ı kları müddetin­

O l um-u al iye ve ileyh ve bu mekteblerde ve Darülfünunlarda tahsil olunub softa l ı k mesleği

ce, Müslüman Boşnak ve Çerkeslerde cari olan

ila olunacak ve mekteblerde softalara şimdiki

müstahsene üzerine asla tesettür etmeyecekleri

medreselerde olduğu gibi b i rer oda verilmeyüb

gibi vel i leri refakatı nda oldukları halde gerek

dünyanın her tarafında olduğu gibi nezaret al­

yaşlı e alim erkekler ve gerek hemsin ve küfüv­

t ı n d a b u l u n d u r u l a c a k l a rd ı r. Ve ke n d i l e r i n e

leri olan namuslu ve terbiyeli delikanlı ları i l e

muntazam taam, elb ise, hizmetci, karyola, ma­

edibane görüşüb hayat-ı umumiye karışacaklar

aş verilecekd i r. Softalar çalışı rken rakkas gibi

ve bu suretle say-ü-amel-i mi lli ve vatani husu­

artık sallanmayacaklar ve hele köy ve kasaba­

sunda hisselerine isabet eden kısmını icra ede­

l a rda o l d u ğ u g i b i beah i m ese l - i m u a l l i m i n

ceklerdir. İşte bu suretle herkes gördüğü, tedkik

önünde boylu boyuna uzanub ders d i n l emiye­

etdiği, beğendiği ve intihab etd iği kız ile teeh­

ceklerdir.

hül etmek ve suhuleti vücuda gelmiş olacağın­

Sarığı sarmak ve cübbe giymek yal nı z ulema­

dan geçimsiz l i k ve hane d i r l i ks i z l i ğ i ortadan

yı kirama tahsis ed ilüb mekatib-i al iye-i d i niye­

kal karak şeriat-ı muhammediye n i n bahş-ü-ih­

den şehadetnamesiz olanlar ve tefsir ve hadis-i

san buyurduğu hakk-ı talakın ibtizalen isti'mali­

şerif i le sair ulum-u din iyeden bi nasib bulunan­

ne mahal kalmayıb ancak elzem olduğu zaman

lar sal if-ül-arz kisve-i ilmiyeye bürünemiyecek­

isti'mal edilecekdir. Hanım kızlarımız için aza­

lerdir. Bu suretle sarık ve cübbe b i r a l amet-i

befgan olan o ma'hud görücülük adet-i gayr-i

fazl-ü-irfan addolunarak erbab ına karakollar ta­

mergubesine dahi hitam verilmiş olacakdır.

rafından resm-i ta'zim icra olunacakdır. Efrad-ı

Kızlar i ç i n diğer mekatib ma'ada bir de tıbbi­ ye mektebi küşad ed i lerek arzu eden kızlarımız

askeriye dahi bu muhterem füzelaya selam ver­ meden geçmiyeceklerd i r.

orada tababet tahsil edecekleri gibi d iğer kızlar,

Mekteb mualli mleri ancak bu gibi alim-i ha­

bu kad ı n lar dahi orada h i lal-i ahmer hidematı

kiki efendilerden biri olduğu halde sarı klı bulu­

i ç i n hasta bakı c ı l ığı ve hususat-ı saire teal lüm

nabi lecekdir. Ahalinin zlOlemayı takliden başla­

ve tederrüs edebilecekdir.

rına doladıkları sarık tarz ı ndaki paçavralar kirli

6. Elyevm b i rer menba' -ı atalet ve masdar-ı

müstekreh bezler kam i l en p o l i s ma' r i fetiyle

batalet olan tekaya ve zevaya kamilen ilga olu­

men' edilecekdir. Mekatib-i idadiye ve daha yu­

narak -mavüzi h l e h i n e sarf olunmayıb ya l n ı z

karı mekati b mezunları arzu etd i kleri takdirde

evlad-ü-ayal meşayihe bad-ü-hava mekel itti­

sakal sal ıverecekler ve efrad-ı nassdan sal ıve­

haz olunan- ve iradat ve muhassesatları kat' ve

renler derece derece resme tabi' olacaklardır.

maarif büdcesine i lave olu nacakdır. Meşayih meyanında a l i m ve faz ı l bulunmuş

8. Evliyaya nezrler men' edi l üb bu gibi tebe­ ruat donanma ve müdafaa-i m i l l iye cemiyetleri

olanlara b i rer hane ve kayd-ı hayat şartıyla ve

kasalarına girecek zira evliyanın bu gibi nezrle­

fakat mekatibden b i rinde mual l i m l i k etmek kay­

re ihtiyacı yokdur. İndallah merzukdurlar ve on­

d ıyla tahsisat verilecekd i r. Diğerleri yani cah i l

lar havf-ü-hüzünden beridi rler. Şer' -i şerifin sa­

o l u b d a sermayesi babadan kalma birkaç mir­

daka verilmesine cevaz gösterdiği blçaregan ve

kelamat ve tabi ratdan ve ( H u, eyvallah erenler)

ma'lul in ise tesis edi lecek dar-ül-acezelerde yi­

den ibaret olan ve şimd iye kadar halkı fikren ve

ne kendilerin i n yapabileceği işler gördürülmek

i lmen ızrar edenlere hiçbirşey veri l meyerek ça-

şartıyla infak-ü-iskan eyleyeceklerd i r. B u suretle

595

S E Ç M E

M E T i N L E R

orta l ı k z i l let-i sual ve meskenetden tamamen

le nezaretlere cahil cemiyetlilerden ziyade alim

duğu öğredilecektir. Bu suretle 'El-izzetu llah ve

ve vakıf vatanperverler gelecekd ir.

resulih ve' I müminin" hükm-i şerifi tecelli ede­

1 1 . Aha l i n i n a h kam-ı şer'-i şerife mugayir

cekd ir. Herkes mükafat-ı say-ü-verzişini alacak,

bazı mutekidatı tashih ounub mesela "El-kana­

ızbandud gibi herifler şunun, bunun kesesinde

at kenz layağni" hadis-i şerifinden maksad sof­

bad-i hava geçinemeyeceklerd ir.

talar ve cah i l meşayihin öğrendikleri: (Canım,

Yap ı l acak bütün hayrat ve hasenat vacib-üy­

Dünya fani değil m i ya? Aza kanat edüb cem'i

vücuda hazretleri namına yapılub şuna buna atf

mal etmeyiniz. Ahretde o altunlar hep derileri­

ed i lemeyecekdir. Herkes mütalib-i ma' neviyesi­

ne yapışacakd ır!) gibi yaveler ve mashara l ı klar

ni Allahına arz edecek ve Hazret-i Peygamberin

olmayub insan mes'ud ve bahtiyar olmak içün

şefaatinden başka kimsenin yardım ve şefaatini

çok çalışmak ve namuskarane kazanmak ve fa­

istemiyeceklerdir.

596

meclisdeki fırkalara terk edeceklerd ir. Bu su ret­

tathi r edilüb Müslumün lara izzet-i nefsin ne ol­

kat ihtiyacat ı n ı fak l i l edüb israf ve sefahatdan

O ku y u c u l ar, üfürü k c ü l er, ı s ıtma bağcı l a r

sakınmak ve mükafat-ı say-ü-ameli olarak ka­

kam i len ten k i l ed i l ü b ı s ı tmaya d ü ç a r olanlar

zandığı ve tasarruf edüb biriktirdiği paralardan

behemehal sülfato içmeğe mecbur tutulacak­

indel hacce menafi'-i umumiye-i vatan içün sarf

lardır.

etmek demekd i r ve kanaatdan taleb olunan ne­

D in, mezheb, akıl, mantık, tababet, medeni­

tice dahi budur demek olduğu anlatılacak ve

yet, insaniyet ve bunlardan ibaret olan İslam iyet

diğer hususat ve evamir dahi bu yolda tefsi r ve

için şeyn olan -Yemiş Çarşusu meydanı ndaki- o

teb l i ğ edilüb meşayih ve tekayan ı n veya softa­

ma'hud pis, murdar, müstekreh resmi ve aleni

ların avam-ı nası izla l i ne müsaade ed ilmeye­

başa okuyucular ordan def' edi leceklerdi r.

cek mahsus-ül-husus kara cah i l şeyler "el-fakr­

Yen i Cami-i Şerif civarında bir takım matbu'

ü fahri" hadis-i alisini yan l ı ş tefsir ederek halkı

ve sahte şeriat-ı mutahharam ız i ç i n hakaret-i

say-ü-amelden ve fakrın yani anların ta'birince

mahz olan o bitmez tüken mez, bıçak kesmez,

zükuretl ik hasmı olan nazafetden men' etdikle­

kurşun delmez, bin derde deva nüshaların fü­

ri içün "kadr-el-fa kr" hadis-i şerifi Türkce tercü­

ruhtu men' ed ilüb bunların yerine efrad-ı aske­

mesiyle baraber levha hal inde boyunlarına ası­

riye ve avam halka o nüshalardan daha müfid

larak bu vec h i l e fakr-ü-zaruretin i nd al l a h ne

ve daha hıfzedici risaleler her Cuma gün leri

kadar menfur b i r vaziyet olduğu h a l ka i z a h

hükümet tarafı ndan tesis ed i lecek "Tenvir-i Ef­

edi lecekdir.

kar-ı Millet" cemiyetleri tarafı ndan meccanen

1 2 . Diğer devair ve nezaretlerde olduğu gibi

tevz i' edi lecekdir. İşbu risaleler suret-i mahsu­

d a i re-i m u a l la-yı meşi hatda dahi tasfiye ve

sada herkes i n a n l ayacağı b i r tarz-ü-beya nda

tenksi kat-ı kamile icra ve hele deva-i şer'iyye

olacakd ı r.

ömrü bir sür'at-ü-katiyyet ve adaletle rüyet olu­

9. Belediyeler ekl-ü-şürbe müteal l i k mevada

nacakdır.

ve belediyen i n sathında nezafet ve taharetine

Ôlema-yı rüsumun kemal-i cehlinden ve tac­

son derece d i kkat edüb ahal iyi dahi öğrenecek

dara n ı n temami-i istibdad ından dolayı asırlar­

ve mukarrerat-ı nafıasını tav'an ve kerhen aha­

dan beri mesdud kaldığı iddia edilen bab-ı içti­

l iye kabul ve icra · etdirecekd i r. Artık faaliyete

had yeniden açılacak yani tefsirler ve içtihadlar

gel m iş evlad-ı ahali içün blfaide ise de mahza

meydana konacağı gibi Kur'an-ı azimüşşan ile

derhatır etd irmek içün "koşunuz, acele ediniz,

beraber ehadis-i şerife n i n sahi hleri Tü rkceye

durmayınız" gibi levhaları şuraya buraya ta'lik

tercüme ed i lecek ve ba'dema hutbeler Türkce

edecekdir.

ve ihtiyac-ı asra göre i' rad edi lecekdir.

1 O. Hürriyet ve İtilaf ve İttihat ve Terakki ve

Ahkam-ı şer'iyye ve şeair-i İslam iye, Müslim­

sair mevcud cemiyetler ba'dema hükümet işiyle

lere olduğu gibi telkin ve mesela hacca gitmek­

uğraşmayub b u n l arı ehi o l a n l ara terk ederek

den maksad kızgın kumlar üzerinde ya lın ayak

kendileri donanma, müdafaa-i mill iye, maarif-i

ve kavurucu bir güneşin altında başı açık gez­

umumiyye, hıfz-ı s ı hhat-i umumiyye gibi mesail

mek ve taşlara yüz ve el sürmek olmayub ancak

i le iştigal ve meslek-i siyasiyelerinin tatbiklerini

Cenab-ı Hakka karşı vazife-i ubudiyeti ve Haz-

S E Ç M E

M E T i N L E R

ret-i Beni Ekreme karşı kemal-i ta'z i m i ifa et­

rana lisanen avdetden sarf-ı nazar ed i lecekdir.

mekle beraber zımnen de Müslümanların birbi­

Osmanlı l i san kendisine mahsus IOgat kitabına

rini anlamaları ve birbirinden haberdar olmaları

m a l i k olduğu gibi yine kendisine ma hsus b i r

ve birbirlerini görüb teşyid-i rabıta-i uhuwet ve

sarf-ü -nahvi o l acakd ır. Osmanl ıca öğrenmek

müdavele-i efkar ve müzakere-i umur-u m i l let

içün hiç kimse Osmanlıcan ı n ihtiyacından faz­

kaziyye-i mu'tenası olduğu ifham edilecekdir. 1 3 . Ordu ve donanmaya itaat, inzibat, malO­

la Arabi ve Farsi tahs i l i n e mecbur o l mayub eğer bu l isanları tahs i le heves edenler buluna­

mat girecek ve Harbiye Nezareti mesela yalnız

cak ise bu arzuları mahza o iki l isanda tedkikat

resm-i ta'zim içün senede b i rkaç def'a -müna­

ve tetebbuatda bulunmak içün olacakd ı r. Os­

kasa i lanları verir gibi- beyanname neşr edüb

manlı d i l i nde müsta'mel ne kad a r ke l i meler,

g ü l ü n e olmayacakdır. H a rb i ye Nezareti a rtık

terkibler, kaideler vasra hangi lisandan a l ı nmış

kani' olacakd ı r ki, bütün ordu u m u ru ya l n ı z

olursa olsun Osmanlıcaya mal edilecekdir. Me­

emir vermekle değil, evvela öğretmekle v e son­

sela 'temettü' kelimesi Osmanl ıca telaffuz ve

ra verd iği evam iri takib ve icra etd irmekle kabi l

hecası m u c i b i nce "temettü' yaz ı l a b i lecek ve

olabi lecekdir. Zabitan dahi dargı nlar gibi birbi­

etfal-i sagire mekatib-i idad iyede l isanlarını se­

rine selamlar vermeyerek uh uvvet-i hakikiye-i

rian öğrenmek içün bu suretle büyük b i r suhu­

askeriyeyi i rae edecek suretde gerçekden mu­

lete mazhar ed ilmiş olacaklardır.

h ibbane selamlaşacaklar ve erkan-ı ümera ve zabitanı o sahte azimetleri terk edüb şu resm-i temenna hususunda herkese numOne-i imtisal olacak ve bu babda ıstar etd ikleri müzekkere­ ler müeddasına evvel-be-evvel kend i leri itaat edeceklerd ir. Ordu her şeyden ewel temizliğe itina ve bu da birçokları tarafından gayet ad i görülüb, fakat büyük bir ehemmiyeti haiz olan traş olmak ve saçlarını taramakdan ibtidar eyleyecekdir. Ordu­ da erkan-ı ümera, zabitan, efrad hergün munta­ zaman traş olmağa mecbur tutulacaklardır.

1 6 . Osmanlılar hükümetden hiçbir şey bekle­ meyecekler, yol larını, köprülerini, l i manlarını, şümendiferlerini, kanallarını, vapurlarını, fabri­ kalarını kendi teşebbüs ve faaliyetleri i le vüvO­ da getireceklerd i r.

1 7.

Ramazan ayl arında ve d i ğer m ü barek

günlerde camilerde vaizler tarafından halka ve­ rilen vaaz ve nasihatlarda vaizler mecburen iti­ hak etdikleri vechile ba'dema halkın l isanında söylemiyecekler, yani ca h i l ve fasid-ü l-ahlak olan insanlar mutlaka kendi lisanlarından anlamak şanlarından olduğu ve bu da elyevm en zi­

1 4. Mezahib-i muhtelifenin söz sahibleri ak­

yade söğüb, sayan ceraid ile bin dürlü yaldızlı

dedecekleri samimi b i r ictimada tevhid-i fikr-ü­

müfsid-i ahlak esami-i müstekrehe içün ilk ge­

maksad ederek yeniden b i l içtihad tamamıyla

len usul-u hitabet bu ise de "Fırtınaların havayı

yeni bir meslek kabul ed ilecek ve işbu mezheb

tashih etdiği iddiası gibi bu muharebe ve felaket

umum memalik-i Osmaniye ve İslamiyeye, Ha­

fırtınası" Türklerin ahlakını tashi n edeceğinden

l ife-i İslam Hazretleri n i n emr-i şerifleriyle ta­

balada beyanı sabık etd iği vech ile vaiz Efend iler

mim ve i lan ed ilüb ba'dema Müsli mler arasın­

halkın bugünkü lisanında söylemiyeceği ve bel­

da mezheb ş i kakı ref' ed i lerek ma'na-yı maku­

ki yeni iktisab etd ikleri ahlak-ı faz ı l aya çesban

luyla gaye-i umumi olan İttihad-ı İslam kaziy­

nezih bir lisan ile idare- i kelam edüb h a l kı di­

yes i n i n husOlü teşri etmiş olacakdır. İşbu mez­

leklerine göre sağ taraflarında ırmakları coşan

hebin havi olacağı a h kam-ı cedide Müslüman­

ve işban ve nebatatı fürüzan ve derun larında

l a r ı n i ktisaden ve ictimaen terakki leri n i kafi!

herkese d i lediği kadar verilecek olan hur ev gıl­

olacakdır.

man ile müzzeyyen ve şaşaafeşan hadayıkcina­

1 5 . Şimdiye kadar mefkud olan b i r Osmanlı

ne veya sol taraflarında müdhiş alev ve duman­

IOgat kitabı memleketin l i saniyyOn ve ed ib le­

larıyla tüten ve semiaçak i n ilti leriyle kaynayan

rinden müteşekkil bir heyet-i alime ve fazıla ta­

cehennem kazanlarına atmayacakları gibi vakit­

rafından te l i f ed ilecek ve fakat bugüne kadar

lerini dahi gyek veya güvercin hikayeleriyle ve­

Türklerin adeta şiarı olan "yavaş yavaş" ta'biri

yahud kend ilerinin dahi anlamadıkları bir takım

l isan-ı ümmetden kat'iyen i h rac ed ilecekdir. Li­

derin mebahisle imata ve imrar etmeyecekler ve

san Osmanlı l isanı olarak muhafaza edi l ü b Tu-

belki halka adab ve erkan-ı feraiz ve sünnetden

597

S E Ç M E

598

M E T i N L E R

sonra vatanperverlikden, fezail-i say-O-amelden,

edemed iğimiz o ma'hud " ı slah-ı kavanin" ka­

tasarrufdan, namuskarane kazancdan, hüsn-i

ziyyesi tam ihtiyac-ı zamana göre ta'dil ve ıslah

ahlakdan, yekdiğere uhuwet ve muhabbetden,

olunub arazi ve evkaf kanunları cümlesine tak­

ittihad-ı İslamın ehemmiyetinden bahusus-el­

dim ve bu meyanda ta'dadı zaid gördüğüm bir

husus i'dad-ı kuwetden bahsedeceklerdir.

çok iyili kler dahi istihsal-i tem i n edi lecekd ir.

1 8. Senelerden beri ta'd i l ve ıslah ı n ı arzu e

Müştakınız

def'alarla i lan edüb de kimsen i n kulağına isal

Tımsal-i Emel

DUMLUPINAR'DA BAŞKOMUTANLIK MEYDAN SAVAŞI'NIN 2. YILDÖNÜMÜ DOLAYISIYLA YAPILAN KONUŞMADAN (30.8 . 1 924)* M USTAFA KEMAL ATATÜ RK ( . . . ) Efendi ler, m i l letimiz i n hedefi, m i l letimizin

l ı k, muhakkak içtimai, iktisadi, siyasi aczi mu­

mefkuresi bütün cihanda tam manasile medeni

cip olur. Ai leyi teşki 1 eden kadın ve erkek un­

bir heyeti içtimaiye olmaktır. B i l irsiniz ki, dün­

surların hukuku tabiiyelerine malik olmaları, ai­

yada her kavm i n mevcudiyeti, kıymeti, hakkı

le vazifelerini idareye muktedir bulunmaları la­

hürriyet ve isti klali, malik olduğu ve yapacağı

zimedendir.

medeni eserlerle mütenasiptir. Medeni eser vü­

Efendi ler, m i l letimiz burada tesbit ettiğ i m iz

cude gtirmek kab i l i yetinden mahrum olan ka­

büyük zaferden daha mühim bir vazife peşinde­

O zaferin idraki m i l leti mizin iktisat sahasın­

vimler, hürriyet ve istiklalleri nden tecrit olunma­

dir.

ya mahkumdurlar. Tarihi beşeriyet baştan başa

daki muvaffakiyetleriyle mümkün olacaktır. Bi­

bu dediğimi teyit etmektedir. Medeniyet yolun­

lirsiniz ki, iktisaden zayıf bir bünye fakrü sefa­

d a yürümk ve muvaffak olmak, şartı hayattı r. Bu

letten kurtulamaz; kuvvetli bir medeniyete, re­

yol üzerinde tevakkuf edenler veya hut bu yol

fah ve saadete kavuşamaz; içtimai ve siyasi fe­

üzerinde ileri değil geriye bakmak cehil ve gaf­

la ketlerden yaka sı n ı kurtaramaz. Memleketin

letinde bulunanlar, medeniyeti umumiyenin hu­

idaresindeki muvaffa kiyet de iktisadiyatındaki

ruşan seli altında boğulmaya mahkumdurlar.

m u ktesebat dereces ile mütenasip olur. H i çbir

Efendiler, meden iyet yol u nda muvaffa kiyet

medeni devlet yoktur ki, ordu ve donanmasın­

teceddüde vabestedir. İçtimai hayatta, iktisadi

dan evvel iktisad ı n ı düşünmüş olmasın. Memle­

hayatta ilim ve fen sahasında muvaffak olmak

ket ve istiklal müdafaası için vücudu lazım olan

için yegane tekamül ve terakki yolu budur. Ha­

bütün kuvvetler ve vasıtalar iktisadiyatın inbisat

yat ve maişete hakim olan ahkamın, zaman ile

ve i n kişafiyle mükemmel olabil ir.

tagayyür, tekamül ve teceddüdü zaruridir. Me­

M i l letimizin muttasıf olduğu kuvvetli seciye,

den iyetin i htiraları, fennin harikaları, cihanı ta­

sarsılmaz irade, ateşin m i l l iyetperverl ik iktisa­

havvülden tahavvüle duçar ettiği b i r devirde,

d i muvaffakiyetten nebean edecek fiyizlerle de

asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle mu­

layık olduğu derecede takviye olu nmak zaruri­

hafazai medeniyet mümkan değildir. Medeni­

d i r. As ır mü berezesinde m i l leti mizi muvaffak

yetten bahsederken şunu da katiyetle beyan et­

edecek bir iktisadi hayat tem i n i n i istihdaf eden

meliyim ki, medeniyetin esası, terakki ve kuv­

u m u m i maarif ve terbiye s i stem lerimiz, her

vetin temeli, aile hayatı ndadır. Bu hayatta fena-

gün daha çok esaslaşacak ve elbette muvaffak olacaktır.

(*) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Türk Tarih Ku­ rumu Basımevi, 1 990.

Efend i l er, a rt ı k b u g ü n hayat ve i n s a n iyet icapları bütün haki katiyle tecelli etmiştir. Bun la-

S E Ç M E

M E T i N L E R

ra mugayir olan rivayetler ahlak ve imana esas

Bu temas ı n, mü nasebetlerin yeniden tesisini

olmaz. Hakikat tecel l i edince kizp ortadan kal­

ya l n ız arzu etmekle kalmıyoruz; onları i nkişaf

kar. Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmal ıdır.

ettirmek için her şey yapıyoruz.

Her türlü teali ve tekemmüle müsteit olan mil­

Matubatla mill iyetperver Türkiye' n i n ecnebi

letimizin içtimai ve fikri inkılap hatvelerini kı­

düşmanı olduğu ilan edilirse, büyük b i r hata ir­

sa ltmak i steyen mani ler behemehal bertaraf

tikap edilmiş ve haki katen mevcut olan şeyin

edilmelid ir. ( ... )

aksi iddia edilmiş olur.

( . . . ) S -Avrupa 'da Türkiye'nin Avrupa'ya ve garp/ılığa husumeti bulunduğu fikri vardır. Türk matbuatında da bu nokta hakkında bir münaka­ şa açılmıştı. Bu münakaşada garplılık müdafaa

İkinci noktaya gelince, yani Türk matbuatın­ dan da garpl ı l ı k ve şarkl ı l ı k mü nakaşası açıldı­ ğına gel ince, matbuat istediği bahiste, isted iği veçhile tefsiratta b u l u n a b i l i r. Matbuat h i ç b i r

ediliyor, veya aleyhinde bulunuluyordu. Bu hu­ susta ne düşünülüyor?

veçhi l e tehakküm v e nufuza tabi tutu lamaz. Be­

C - Asırlardan beri düşmanlarımız Avrupa ak­

nim bu hususta şahsi nokta-i nazarım şudur ki,

vamı arasında Türklere karşı kin ve husumet fi­

mu hafazakar olan ve bu hususta y a l n ı z olan Tevhid-i Efka r ' ı n karşısında, Türk matbuatı n ı n

kirleri tel kin etmişlerd i r. Garp zihinlerine yerleş­

ekseriyeti var. B u matbuat garpl ı l aşmak veçhe­

miş olan bu fikirler, hususi bir zihniyet vücuda

sini müdafaa ed iyor. Tevhid-i Efkar' ı n fikri bizim

getirmişlerdir. Bu zihn iyet hala herşeye ve bü­

i n kişafımızın garp usulünde vaki olmas ı n ı tad i l

tün hadisata rağmen mevcuttur. Ve Avrupa'da

edemez. O n u n hareketi garp matbuatına karşı

h a l a Türk' ü n her t ü r l ü tera k k i 'ye h a s ı m b i r

aksülamel diye telakki edilebil ir. O garp matbu­

adam olduğu, manen v e fikren inkişafa gayrı

atı, ki ekseriyeti mukaddema bizim aleyhim izde

müstait bir adam olduğu zannedilmekted ir. Bu

bulunuyord u . Vaki olan tebeddü lata rağmen,

azim bir hatadır. Ceva b ı m ı basitleştirmek için

eski, metodlarını değiştirmiyorlar." ( . . . )

size şu m i sali serdedeceğim: Farzediniz ki, kar­ şınızda iki adam var; bun lardan biri zengin ve emrine her türlü vesait müheyya; diğeri de fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut değil. Bu vesait fıkdan ından başka ikincinin manevi ruhu da di­

(29 .X. 1 923)

Fransız muharriri Maurice Pemot'ya demeç

ğerinden h iç farkı ve maduniyeti yoktur. İşte Av­ rupa ile Türkiye yekdiğerine karşı bu vaziyette­

( ... ) - İki nci, ecnebi düşmanlığı, noktasına gelin­

d i r. Bizi madun olmağa mahkum bir kavim ola­

ce: Şu bilinsin ki, biz ecnebilere karşı herhangi

rak tanımakla iktifa etmemiş olan garp, harabl­

hasmane bir his beslemed iğimiz gibi, onlarla

m izi tacil için, ne yapmak lazı msa yapmıştır.

samimane münasebatta bulunmak arzusunda­

Garp ve Şark z i h i n lerinde yekd iğerine muarız

yız. Türkler bütün medeni m i l letlerin dostları­

iki prensip mezubahs olduğu vakit, bunun en

dır. Ecnebiler memleketimize gelsinler; bize za­

mühim menba ı n ı bulmak için Avrupa'ya bak­

rar vermemek, hürriyetlerimize müşkilat irasına

malı. İşte Avrupa'da mütemadiyen mücadele et­

çalışmamak şartiyle burada daima hüsn-ü kabul

tiğimiz bu zihn iyet mevcuttur.

göreceklerdir. Maksad ımız yeniden mukarenet

İmparatorluk zamanında sultanın hükumetle­

peyda etmek, bizi başka milletlere bağlıyan re­

ri Türk m i l leti n i n Avrupa i le temasına mani ol­

vabıtı tezyit etmektir. Memleketler muhtel iftir,

mak için ellerinden geleni yapmışlar ve mil letin

fakat medeniyet bird i r ve bir mil letin terakkisi

arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak icra-yı

için de bu yegane medeniyete iştirak etmesi la­

hükumet etmişler ve Türk m i l letini terakkiden

zımdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun sukutu, gar­

hariç bırakmışlardır.

be karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağ­

Biz milliyetperverler gözleri açık adamlarız.

rur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlı­

Gözlerimizi hergün daha z iyade açmaktayız ve

yan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata

gerek dahilde ve gerek hariçte olup biteni görü­

idi, bunu tekrar etmiyeceğiz.

yoruz. Milletimizin mütemeddin mil letlerle tema­ sını teshi !etmek menafi imiz muktezıyatındandır.

Bu maksatlardan, Fransa'da pek büyük mem­ nun iyetlerle malum olacak şey, siyasetimizin,

599

S E Ç M E

M E T i N L E R

ananelerimizin, menafi imizin bizi fikr ü tema­

müstaki l lesi n e s a h i p olması netices ine vard ı .

yü l itibariyle b i r Avrupa Türkiyesi, daha doğru­

Bundan sonra mem leketimize gelecek ecnebi­

su garba teveccüh etmiş bir Türkiye arzu etme­

ler, samimiyetle b i z i hükm ü esaretlerine a l ­

ğe meylettirmesi olacaktır.

maktan feragat ederlerse, hüsn-ü k a b u l göre­

Şüphe mi ediyorsunuz? Fakat siz, tari h imizi

600

ceklerdir. İlga edilen uhCıd-u atika, Türk m i l leti­

nazar-ı itibare almalısın ız. Türklerin asırlardan­

n i n bir hezimeti neticesi değildi. Bu, Türkiye'ye

beri takibettiği hareket, devamlı bir istikameti

zorla kabul ettirilmiş bir boyunduruk değil, pa­

muhafaza etti. B iz daima şarktan garba doğru

dişah larımızın birkaç ecnebi devlete kemali ICıtf

yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu de­

ü mü rüvvetle takd i m ett i kleri bir hediye i d i .

ğiştirdikse, itiraf etmel isiniz ki, bu bizim hata­

Devlletler b u hediyeden aleyhimize istifade et­

mız değildir. Bizi siz mecbur etti niz. Ric'at arızi

tiler. UhCıd-u atika memleketimizi fakre düşür­

ve gayri ihtiyari oldu. Takd i r edersi n iz ki, şarkta

dü, harabetti . Eğer ecnebi düşman l ı ğ ı ndan, o

i kametgah i ntihab ı na mecbur olduğumuz için,

kadar pahalı elde edilen bir istiklale halel vere­

ı rk ı m ı z ı n beş i ğ i i l e alakadar olması itibariyle

cek herşeyden nefret manası ç ı karı l ı rsa, evet,

mümkün olduğu kadar yakın garbi b i r ikamet­

bizim ecnebi düşmanı olduğumuz söylenebi l i r.

gah i ntihap etti k. Fakat vücutlarımız şarkta ise

Size açıkça söyledim ve sonuna kadar açık söz-

fikirlerimiz garba doğru mütevecci h kalmıştır.

lü olacağım. Henüz emniyetimiz yerinde değil-

Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün

d i r, evvelce Türkiye'de ecnebi teşebbüsatın ın,

mesa i m iz Türkiye'de asri, binaenaleyh garbi bir

ecnebi maksatlarının bize tel kin ettiği endişeler

hükumet vücude getirmektir. Medeniyete gir-

kamilen zail olmuş değildir. Eğer hazan ihtiyat-

mek arzu edip de, garba teveccüh etmemiş mil-

kar hareket ed iyorsak, ifrat derecede şüpheli

let hangisidir? B i r istikamette yürümek azminde

davran ıyorsak, bize çok pahalıya malolan hürri-

olan ve hareketinin ayağı nda bağlı zincirlerle

yet i m i z i kaybetmek hususundaki korkumuz-

işkal edildiğini gören insan ne yapar? Zincirleri

dand ı r. Bu hürriyetin bir küçük kısm ı n ı sakat et-

kı rar, yürür. Fakat, tahaddüs eden vakayi, Türki-

mektense, heps i n i b i rden feda etmeği terci h

ye' n i n b i la-kaydü şart Türkiye' n i n hakim iyeti

ederiz." ( ... )

TÜRKİYE'DE ŞARK, GARP VE AMERİKAN TESİRLERİ* HALiDE EDiP ADIVAR ( . . .)

nl ve geniş bir görüş veren, ahlaki ve mistik ta-

Tanzimatçı lar, · i l k devirde şuurlu bir şekilde

rafları da vard ı r. Bunların ahlaki ve ruhi kıymet-

devlet kuran Osman lı Türkleri n i n, daha küçük

leri yer yer halk tabakası n ı n tavır ve hareketle-

çapta b i r ekipidir. Bundan dolayı, fikirleri, re-

rinde kend i n i gösterdiği gibi, atalete, geri l i ğe

form larının i l ham kaynakları, bunları tatbika ça-

götüren tarafları da vardı. Şarkın bilhassa insani

lıştıkları saha çok d ikkate değer. Tanzimatçılar-

münasebetler ve ruh kıymetlerii bakımından ya-

da, tıpkı imparatorluğun İ n h itat Devrinde şark

şayan taraflarını, Tanzimat Devri menevverleri-

unsuru, garbı çok geride b ı rakacak şekilde ağır

nin içi nde de görürüz. Hatta Fransız İthtilali'nin

basmıştı. Osmanlı Türkleri n i n hayat ve zihn iyet-

öncüleri olan Fransız ansklopedistleri nin tesiri

!erine tesi r yapan şarkın, kötü, köhne tarafları

altına girdikten sonra dahi, Türk münevverleri-

olduğu gibi, bütün zaman için medeniyete insa-

nin başta gelenleri kendi gönülleriyle rabıtaları­ nı koparmış değillerd i . Onları n mücadeleye gi­

(*) Halide Edip Adıvar, Türkiye'de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri, lstanbul 1 955.

riştikleri şeyler, şarkın atıl tarafı, siyasi hayattan bugün dahi silin miyen kötü lükleri olmuştu.

S E Ç M E

M E T i N L E R

Fransız İ ht i l a l i, devlet mefh umu sahasında

çok karışık bir vaziyet husule getirmişti. Yani,

dünyaya iki ideal yaymıştır. Birincisi siyasi de­

Selim ve Mahmud'un o kadar zahmetle hazırla­

mokrasidir, tanzimatçılar bu ideali tuttu lar. Bil­

d ı kları, Tanzimatçıların sürüp hazırladıkları ze­

hassa insan hakları beyannamesi muhayyeleleri

min altüst olmuştu. Böyle bir vaziyet karşısında

üstünde çok derin bir tesir yapmıştı. Bunu tercih

yeni baştan yeni fikirler ve müesseselerle muva­

etmelerindeki sebep, İslam iyetin içtimai-adalet

zeneli bir yeni terkip ihtimali hemen hemen or­

esasının tesirine çok bağlıdır. H i ç şüphesiz Os­

tadan kalkmıştı . ( ...)

manlı devletin i n kurucularında -Türk ve diğer

Tanzimatçılara veyahut her hangi tarih b i len

unsurlardan gelen- Romanın devlet mefhumu­

ve geniş düşünene malum olması lazım gelen

nun oynadığı rol, bu içtimai-adalet imaniyle be­

bir nokta vard ı r: Zamanla değişmiyen ve insani­

raber, devletin kudretli ve salahiyetli idaresinde

yete elzem olan kıymetler Garpte olduğu kadar

müessir olmuştur. Bu içtimai adalet esası daha

Şarkta da vardır. Garbin bu insaniyetin siyasi te­

fazla Müslümanlığa bağlı kaldıkça, devletimiz

kamülü için elzem telakki etti kleri k ı ymetleri

de kudreti ni uzun müddet muhafaza etti. Yakın­

Tanzimatçılar imkan dairesinde memlekete tat­

Şark ve Balkanlara temas eden garp eserlerinde

bike, hiç olmazsa memlekette fikir olarak yay­

(sonraları bir iğtişaş ve zulüm vasıtası olan) Ye­

mağa çalışırken, Garbi kendilerinin mevkiinden

niçeri teşkilatı nın başlangıçta ne kadar adalete

lal ine tekrar bağlı ve ırk ile din hudutları tanımı­

üstün görmemiş/er; yani hiç bir zaman aşağılık duygusuna kapılmamış/ardı. Esasen Tanzimatçı­ lar, Garp medeniyetinin mekanik tarafiyle, sa­ nayie ve ticarete ait kısımlariyle pek de meşgul olmamışlardı. Onlar Garbe akı l l ı , çalışkan ve iş­ b i r l iği yapmak isten ilen b i r komşu nazariyle

yan siyasi demokrasiye rağbetleri nin sebepleri

bakmışlardı.

arasında, bir şuur-altı dahi olsa Osmanlı İmpa­

olduğu g i b i , fikir sahasında d a , münevver kütle­

İttihatçılara gelince; onlar Garbin daha fazla materyalist inkişafını ve teknik başarıları üstün­ de durmuşlar; haklı olarak bu sahada Şarkın, hatta Türkiyenin çok geride kaldığını idrak et­ mişler; bu sahada, yani Garp medeniyetinin maddi tezahüratını gözön ünde tutmuş, ona doğru uzanmaya çok gayret sarfetmişlerdir. Faz­ la olarak bu sahada Garple aramızdaki mesa fe­ nin genişliğini gidermek için çoksüratle hareket

yi aşan Garbin iyi tarafl a r ı n ı gören d üşünüş

etmek mecburiyetini hissetmişlerd ir. Fakat Tür­

bağlı olduğunu gösteren hatırı sayılır sayıda pa­ sajlar vard ı r. Bugünün d a h i hasret çektiği bu adalet hissi dejenere olduktan sonra Türk mü­ nevverlerinin, Garptan gelen, yani Fransız İhti­

ratorluğu'nun i l k devrindeki içtimai adalet mef­ humunun tesiri de olsa gerektir. ( ...) Eğer birbirini takip eden ecnebi müdahaleleri ve entrikaları ve ni hayet harpler araya girmese hiç şüphesiz Tanzimatın muvaffakiyeti çok mü­ h i m olacaktı. Maamafih, b i l hassa Mithat Paşa gibiler sayesinde idarede esas l ı görüşler has ı l

tarzlar d a memlekete nüfuz etmişti. Tanzimatın

kiye gibi Şarkın manevi bakımdan Garbe faiki­

en d ikkate değer tarafı, harsimize ve ananemize

yetine kani olanların ekseriyette olduğu bir yer­

b a ğ l ı sağlam tarafları koparm adan, o l d u kça

de, bu maddi terakkiyi süratle tahakkuk ettire­

esaslı bir şeki lde, Garp müessesatını tatbik ede­

bilmek için kuvvete müracaat etmek suretiyle

b i lecek ve fikirlerini kavrıyabilecek bir zih niyet

hal letmek mecburiyeti ni h i ssetm işlerdir. işte -

hazılamış olmasıydı. Esasen Sel i m 1 1 1 ve Mah­

kanaatimce- bu his İttihat ve Tera kki'yi teşrii

mut ll'nin devirleri Tanzimatçı ların ilerlemesini

(constitutionel) vasıtalardan çevirmiş, gitgidear­

kolaylaştırmıştı. Eğer Abdülhamit l l'nirı karanl ı k ve geri usul­ leri, Şarkın en kötü ve köhne taraflarının hortla­ ması araya gi rmese, tekamül yolunda daha pek çok ilerlemiş olacaktık. Fakat o devir, bir taraf­ tan memleketi geriye doğru sürüklerken, diğer taraftan sonsuz ve haksız sürgü nler, hafiye siste­ m i n i n yarattığı huzursuzluk, emniyetsizlik, in­ san münasebetlerini bozan tarafları memlekette

tan kuvvet vasıtalarına ve metod larına sevket­ miştir. Bu günleri içinden b i lenleri d i n lerken,

1 908 Genç Türklerinin bilhassa harpler esna­ sındaki metodları ile, Birinci Cihan Harbinden sonraki diktatörlük/erin kullandıkları metodlara sevkeden zihniyet/erde bir benzeyiş hissetme­ mek kabil değildir. Siyasi teşkilat bakı m ı ndan da tek partiye doğru gidişleri n i n şekil lerinde çok benzeyiş vardır. ( . . . )

601

S E Ç M E

602

M E T i N L E R

U nutmama l ı d ı r ki bu m i l let altı asır süren,

her sahada bes l e d i ğ i ü s t ü n l ü k-duygus u d u r.

başka başka hatta zıt unsurlardan teessüs eden

Grap, b i lhassa 1 B. Asırdan itibaren Şarka tepe­

bir imparatorl uğun varisidir. Bütün bunları bir

den bakmış, Şarklıları her bakımdan iptidai te­

buçuk asra yakın bir zamandan beri Garp tesir­

lakki etm iştir fakat. . .

leri altında sezmiş, değişmelerinde bu olgunlu­

1 - Garp her şeye rağmen insan haklarını ken­

ğu tekrar tekrar gösterm işti . Maamafih Garbe

di içinde dahi olsa, maddi ve ma nevi sahada

doğru tekamül hükumet ve ordu kuruluşunda

yükseltmiş, imkan dairesinde kanuna bağlamış­

can l ı bir surette kend ini göstermesine rağmen,

tır. İç-idaresinde içtimai adalet mefhumunu tut­

m i l letin mü nevver ve halk tabakasında, o gün­

muş olan Garp bu bakımdan Şarktan üstündür.

lerde Garbe karşı derin bir hayal sukutu hasıl

2- Bugünkü Garp, 1 B. ve 1 9 . Asırdakinden

olmuştu. Bunda en fazla müessir olan şey, Yu­

bir hayli başkadır. Garp daima yeni vaziyetler

nan işgal kuvvetlerin i n ellerine geçirdikleri yer­

karşısında yeni şekiller ve tedbirler almağa ça­

de halka yap ılan zulme Garp hükumetleri n i n ve

lışmış, her hangi cemaatte cemiyetin yükselme­

basının sükut etmesi olmuştur. Çünkü Garp hü­

si ve i lerlemesi için elzem olan fikir hürriyetine

kumetlerinin Türkiyede H ı rıstiyanlar tehl ikede

taraftar olmuştur. Vücudun bakası için nefes al­

olduğu zaman donanmalarını göndermiş olma­

mak ne kadar hayati ve zaruri ise, nefes tıkanın­ ca nasıl vücut ölür giderse; insanı hayvandan yüksek tutan kafanın hürriyeti de insanın mane­ vi teneffüsüdür. Bu tıkanınca insanı hayvan ve sürüden ayıran vasıflar boğulur gider. Bunu Garp medeniyeti tamamiyle idrak etmiş, ifade etmiş, tahsil ve terbiyesine esas itıihaz etmiş, bunun için asırlarca mücadele etmiştir. Buna mukabil sağ ve sol totaliter rejimlerin topyekun makineleşme ve korku ile tedris vasıtaları ile milletleri kuklalaştırmasına Garp medeniyeti daima muarız kalmıştır. Eğer, insanlar insan ola­ rak beka bulacaksa Garp medeniyetinin galebe­ si mukadderdir. (. . . )

ları, halkımız tarafı ndan vaktiyle, Garp medeni­ yet i n i n insani duygu larına a tfed i lmişti. Şimdi Türklere yapılan zulme seyirci kalmaları, umu­ mi efkarda çok kötü bir intiba yapmıştı. Bunun b i l hassa Türklerin, veri len sözlere i nanarak si­ lahlarını terkettikten sonra yapılması hayal inki­ sarını teşdi t etmişti. İşte bu malese(, kısa bir za­ man için dahi olsa, Garplaşma hareketimize bir darbe ol muştu . ( ... ) Garbın insani ve kudretli tarafları ya n ı nda çirkin ve haksız tarafları da olduğunu inkar et­ mek mümkün değildir. En çirkin ve netice itiba­ riyle kendisi için dahi tehlikeli tarafı, Şarka karşı

2 . DÜNYA SAVAŞI İLE İLGİLİ RADYO KONFERANSLARINDAN* B URHAN B ELGE ( ... ) Medeniyet ve kültürlerin, ölüp müstehase

ne içtimai bir uzviyet halinde öldüğü yahut isti­

h a l i n e geldi kten sonra da (mesele eski Aztek

hale ettiğidir. Binaenaleyh, garp medeniyet ve

yahut Grek yahut Mısır medeniyeti) evet bu ha­

kültürü, kendi esasları yüzünden değil, kendine

le geldi kten sonra da, tetkikleri neticesinde varı­

sal i k ve kendini amil bulunan insanların yan i

lan hüküm, bunların birer insan ve cemiyet ese­ ri, dolayısiyle birer içtimai mahsül olduğu ve bu sebeple de bir içtimai uzviyet olarak doğup yi-

garplı lar camiasının hataları yüzünden bir çık­ maza girmiştir. Yoksa medeniyet ve kültürlerin, istisnasız olarak hepsi, hele, vücut buldukları devirler gözönünde tutulursa, temiz ve masum­

(*) Burhan Belge: "Garp Meden iyetinin Çıkmazı" (2. Dünya Savaşı ile ilgili Radyo Konferansların­ dan, (4.4.1 942)]

dur. Aksi takd irde, çünki bir meden iyet ve kül­ tür doğamaz. Garp medeniyetinin ne gibi esaslara dayan-

S E Ç M E

M E T i N L E R

dığını ve bunlar arasında b i l hassa i l i m ve tekni­

niyetin neden ibaret olabileceği meselesi, garplı

ğin ne büyük bir rol oynadığını bil iyoruz. Keza,

olmadıkları halde mükemmel medeni olan bu

b i l iyoruz ki, medeniyet, kendine "garplı" den­

gibi camiaların, uzun yıllar, idrakleri haricinde

mesine rağmen, bütü n insanlığın b i r eseridir.

kalmıştır. Mesela Ç i n , uzun müddet, i ntibak

Çünki kendinden önceki medeniyetlerin bir de­

edememiştir. Gandi ve herhangi b i r Gandist,

vamı ve yeniden terkibidir.

bugün dahi, intibak etmek arzusunda değildir.

Bu itibarla, onun bütün insan l ı k tarafı ndan er

Buna mukabil, Japonya, garp l ı tarafı ndan yapı­

geç benimsenmesine, esasları, bakımından hiç

lan medeniyetin bir mühim tarafına süratle nu­

bir engel olmamak lazımd ı r. Meğerki, garplı ca­

fuz ederek ayni süratla onun bir taklid i n i mey­

m i a onu kendi i n h isarına almak isteyerek b i r

dana getirmiştir. Hem de siyasi ahlakına varın­

bakımdan tagşiş etmiş olsun.

caya kadar.

Bence, garplı daima, o da n i hayet insanlar­

Fakat, J a ponya ' n ı n bu mu vaffa kiyeti daha

dan ibaret bulunduğundan, bu hatayı işlemiştir.

doğrusu bu marifeti diyelim, zi ra, muvaffakiyet

Garp, kendi medeniyetini üç amilin mu hassala­

derinde bir şeye varmak, marifet ise satıhda bir­

sı sayar:

şey bulmak manasına gelir. Evet, Japonyanın bu

1 - Feudal devirden kalan Şuvalyelik ahlakı,

marifeti, davayı ne şark nede garp namına hal­

2- H i ristiyan ahlakı,

letmiştir. Öyle değilmi: Bir defas ında garpte za­

3 - G reko- Latin kültürün pagan ve müsbet

ten tağişise uğrayan bir güzel medeniyetin, üs­

ilim ve sanat ahlakı.

tel ik bir de şarkta tağşişe uğramasından ne çı­

Bu üç ami lden üçüncüsü garp camiası ile an­

kar? Lazım olan, adı garplı, fakat kendisi, bütün

cak uzaktan ve dolayisiyle alakadard ı r. B irincisi

şimd iye kadarki i nsan l ı ğ ı n ve medeniyetlerin

ve ikincisi yani Şuvalyelik ahlakı ve H iristiyan

bir eseri olduğu için tamamiyle insani (insani)

ahlakı, evet, fakat o da h i ristiyanlığın garbe id­

olan bu medeniyeti, ona garpte ve şarkta oyna­

hal ed i lmiş bir din olduğunu unutmak şartiyle,

nan oyunlardan kurtararak, bütün insanlığın an­

garplıdır.

layıp seveceği bir hale getirmektir.

Ancak bu garp l ı diyebileceğimiz iki amilin,

Öyle sanıyorum ki, ( . . . ) bu harbin, bu büyük

garp medeniyetini, ama bütün i nsanl ığa göre

ve emsa lsiz facianın hakiki mevzu ve gayesi,

kullanışlı bir garp medeniyeti ni, daha doğrusu

budur. Bu olmal ıdır.

ve kısaca modern medeniyeti, yarattığını değil,

Garplı, tamamiyle hGman yani beşeri olması

kend ini yaratmaktan alakoyduğunu iddia etmek

laz ı m bu medeniyete, feodal şuvalye ahlakını

ka b i l d i r. Ç ü n k i , greko- latin esas l a ra yani üç

ve hi ristiyan ahlakını katmakla, insanlığın hali­

amilden üçüncüsüne göre, pek ala human yani

ne uygun bir suç işlemiştir. İnsan çünki hodbin

beşeri yani bütün insanlık için anlaş ı l ı r bir muh­

ve nobrandır. Daima, bir faydadan önce kendisi

tevada olan bu medeniyet, garplını ona kattığı

faydalanmak, arkasından da yalnız kendisi fay­

feudal Şuvalyel ik ahlakı ve H i ristiyan ahlakı yü­

dalanmak ister.

zünden, ya lınız garp l ı n ı n anlayabileceği ve se­

Garplı modern medeniyeti yeni bir fikir, ruh

vebileceği bir şekil almış ve bu şekliyle, her iki

ve madde terkibi hali nde işlerken, kendi orta

ahlaka yan feudal Şuvalye ahlakı i le hristiyan

çağ ı ndan, yani ke ndi varl ı ğ ı n ı n kasvetinden

ahlakına yabancı kalan i nsan camialarınca, bir

kurtulmak ve çıkmak hevesinde idi. Halbuki iş­

türlü sevilememiştir.

te, bu orta çağda, hem feudal yani hierarşik ve

N itekim, Ç i n'de, H i n d istan'da, İran'da, Os­

müstebit hem de kaba sofu denecek kadar hiris­

manlı İmparatorluğu'nda yaşayan insan lar, bu

tiyan idi. Bi nanelaeyh, önüne çıkmış olan gre­

medeniyeti, böyle bir şeklinde anlatmakta hem

ko-latin mebdelerinden yürüyüp insanın akıl ve

güçlük çekmişler ve onun bütün hususiyetleri ni,

ruh yoluyla azadlığını ararken, her taraftan fe­

toptan, hem a k ı l l a r ı hem de h i sleriyle tasvip

odal bü nye bir taraftan da müteassıp kiliseye

edememişlerdir. Bu sebeple, kendilerine kadar ta uzaklardan

karşı bir çok tavizlerde bulundu. Ve Avrupanın dışına bu tavizler yüzünden, insani ık ufku tek­

gelen ve türlü tezahü rleri ile (ticaret, maliye,

rar daralmış olarak ve bir kazanç fikri ve ken­

ilim, sanat v.s) kapılarını itip deviren bu mede-

di nden olmayanı hor görmek hissi ile çıktı .

603

S E Ç M E

M E T i N L E R

Kendisi farkı nda deği l d i . Fakat her denizlere

medeni yeti n i n müstehliki olmamak fikrile içe­

de, haçlı seferlerine giden Şuvalyeni n karan l ı k

ride son derece muhafazakar bir devlet ve mil­

O üzeri ndeki

let pol itikasında karar kıl arak, neticede, garp

ve ç i r k i n taass u b u yaşıyord u .

greko-latin t ı l ı s ı m ise, yalınız garp l ı lara yani

medeniyetini kendine göre istihsal etmeğe de­

kendinden olanlara karşı, o d a kısmen mevcut,

ğil, d i kkat buyurunuz, garp meden iyeti n i ken­

yabancılara karşı ise sadece bir c i l a i d i . Garp­

d i n e göre i st i h s a l etmeğe deği l , garp u s u l ü

lı, dünyayı bulup heybesine ind irdiği gün, i şte

maddeler istihsal i n i n metotları n ı elde etmeğe

bu sebeple, bir medeniyetin idealist babası gi­

muvaffak ol muştur.

bi değil oportü nist varisi gibi hareket etti. Ve derhal, o medeniyeti, her türlü fayda hesapları yaparak, bi� vasıta, bir istismar vasıtası h a l i ne getird i . E l i nden gelse idi, yahut onu sekiz i n c i asır

604

liras ı n a i n k i l ap etm iştir. Japonya hatta, garp

doğru açılan garpl ı n ı n ruhunun deri n l i klerin­

sonlarına doğru meydan alan garp l ı lar arasın­ daki büy ü k mücadele, l i bera l izm ve tolerans

Netice itibariyle, garbın faydacı l ı k prens ibi, iki yüzlü b i r bıçak gibi işlemişti r. Önce kendi lehi ne, arkasından kendi aley­ h i ne. ( ... ) Çıkmaza giren garp medeniyeti, işte bu me­ den iyetti r.

adına değil de garbın dışarıya doğru daima ka­

Eğer garp l ı, feudal Şuvalye l i k ve h i ristiyan

palı durmas ı n ı fakat bunun için de medeniye­

ahl akı üzerinde d u rmayarak sadece greko-la­

tin bizzat garpte bir havas mesleki hali nde kal­

tin kültürün pagan ve müsbet i l i m ve sanat ah­

mas ı n ı isteyen m ü rteci garp l ı l a r l e h i n e bitse

lakını işlese i d i, o zaman, onaltı ncı, onyed i nci

i d i, Japonya, bütün marifetlerine rağmen tekni­

ve onse k i z i n c i a s ı rlard a yaptı ğ ı h ü m a n i z m a

ğin sırrına varamayacak, d i ğer m i l letler de, do­

hareketini mahdut tutmayacak yan i bu iki eski

ğan hanedan garbın kulları haline konacaktı.

meden iyete sadece kendini bağlamakla kama­

D i yeceks i n i z ki, yap ı l a n bundan başka b i r şeymidir?

yaca k; b u i k i meden i ye t i n halen yaşa ma kta olan bir çok Avrupa dışı fakat medeni m i l letle­

Arzedeyi m :

rin kültür tari h l e r i n e de şu yahut bu yo ldan

Yapı lan, aşağı yukarı budur; A k s i takd i rd e

bağla nması n ı teşvik ederek hümanist fi kir ha­

sömürgec i l i k n i z a m ı teessüs etmiş olmazdı. Ş u

reketin in, dünyadaki bütün m i l letler için açık

var k i , garb ı n , Fransız i n k ı l a b ı n a y o l a ç m ı ş

bir kültür hayratı haline gelmes i n i tem i n etmiş

olan büyük f i k i r hareketi n i beni msemesi neti­

olacaktı.

cesinde, garplı i nsanı için, tan ıdığı haklar, i l i m

Garp bunu yapmadı. Bunu yapmamakla, ya­

ile teknikte tam bir inh isarcı lığa v e orta çağda

ratmış olduğu medeniyet anlayışsızlıklara, mu­

olduğu gibi bir nevi "usta s ı rrı"na gidilmesine

kavemetlere ve aksülamellere uğradı. Sade bu­

mani olmuştur. Garplı olmayan mi lletlerin ge­

da değil, bu güzelim medeni yet üstelik bir hak­

l i p garp memleketlerindeki i l i m müesseselerin­

sızlığın vasıta ve alemdarı oldu.

de yeni bi lgileri öğrenmeleri ve garp l ı n ı n yaşa­

Şimdi, pazarlar fukaral aşıp birer birer ısyan

ma tarz ı n ı isted ikleri gibi ve isted i kleri kadar

edince ve her memleket, kend i istikl a l i i ç i n

tetkik eylemeleri bu suretle kab i l olmuştur.

mücadeleye başlayıp bunun arkasında herşey­

Gerçi, garp bunu da faydacı l ı k pren s i b i n i n

den önce i l i mdeki, teknikteki ve sanayideki is­

tatb i k i n i temi n için yapmış ve kendinden olma­

tiklal düşünecek b i r olgunl uğa gel ince, garplı­

y a n l a r ı k e n d i meden iyet i n i n adetl e r i n e ve

l a r, kendi araları nda, bu ya l ı n ı z ken d i l e r i n e

zevklerine al ıştıracak olursa, yaptığı mall arı dış

mahsus bild ikleri medeniyetin tefsir v e telakkisi

piyasalard a daha büyük m i ktarlarda satacağı n ı

üzerinde, korkunç bir ihtilaf h a l i nde b u l u n u ­

hesaplamıştır. Ve gerçekten, b u , böyle olmuş­

yorlar. B u harp, bu i h t i l aftan doğmuştur. B u

tur. Ancak garplı olmayanların garp medeniye­

kavga, garpl ı l arın kendi aralarındadır. Kavga n ı n

tine karşı, onun b i r müste h l i k i olmak zaviye­

gayesi, şu yahut bu toprak değildir. Kavga n ı n

s i nden başlayan alaka ve tecessüsleri, zaman­

gayesi, mede n i ye t i n mevcut vasıta l a r ı n a ( k i

la, onl arda, bu medeniyetin ayni zamanda ve

hep garpte mütekasif bulunmaktadır) topyekün

hatta tercihan müstahs i l i olabilmek arzu ve ih-

el koyarak, medeniyetin kendisine, yine garplı-

S E Ç M E

far idaresinde kalmak şartiyle, yeni bir düzen ve istikamet vermektir.

M E T i N L E R

ve hürriyet, havasda mı kalsın avamda m ı ? Bugün çatışan tezler, yine ayni birbirine aykı­

Hangi karargah gal i p çıkarsa çıksın, mevcut

rı köklerden kuvvet alarak ayni suali fakat bu

kültür ve medeniyet hakkında. s iyasi iktisadi ve

sefer kendi fertleri için değil, dünyadaki m i l let­

içtimai, herşeye şam il, yeni bir şartname kale­

me a lacaktır.

ler için sormaktadı r: Hak ve h ü rriyet, havastan olan m i l letlerde

Fransa i nk i labı günlerinde de böyle idi. Fakat

mi, avamdan olan m i l letlerde mi kals ı n ?

o gün lerdeki karşı l ı klı tezler, bizzat Avrupalı in­

( . . .)

sanlar için konuyord u : İdare ve dolayisiyle hak

Bence bugünkü siyasi vaziyet, işte budur. ( . . .)

iNSANIN YENi MANASI* PEYAMi SAFA Batı medeniyetinin bizi nası l kurtaracağını dü­

Xll'nci yüzyı la kadar uzanan hareket noktasını

ş ü n meden önce, onun kend i kend i s i n i nası l

teşkil eder. Bu, insanın kendi kendinden ve ana

kurtaracağını düşünmeliyiz. Doktoru can çeki­

tabiatten başka hiç b i r transandantal gerçeğe ar­

şen b i r hastaya benz i yoruz. Selameti Batıda

tık ümidini bağlamadığı bir dönemi n başlangıcı­

arad ığımız tarihten beri, yüz yıldan beri, Avru­

dır. Bütün hakikati kendi kendisi ile tabiat ara­

pa meden i yeti, bugün kend i s i n i kıvrandıran

sındaki münasebet içinde görmeye başlayan in­

buhranın artık her zekaya teslim olmuş bedaha­

san ın yeni ihtirası, tabiatı son sırrına kadar anla­

tini hazırlayan safhalarını yaşamıştır. Batıda bu

yarak fethetmek ve kendi manasını bu fethin ge­

buhranın total karakteri n i i n kar eden yoktur ve

rektirdiği bi lgi lerin sınırı içi nde aramak, daha kı­

bu, orta malı b i r hakikattir. İ l i mde fiziğin ve loj i­

sacası, Protagoras'ın deyimiyle kendi ölçüsünü

ğin temel lerini yıkan, plastik sanatlarda kübizm

kendinden bu lmağa çalışmak olacakt ı . Bütün

ve edebiyatta sürrealizm gibi kendilerinden ön­

yeni çağ bu fethin tarihi ve insan ın Allah'ı öldü­

ceki estetik ölçü leri ortadan kald ı ran, sosyal

rerek onun yerine geçmesi gayretlerinin mace­

müesseselerin hepsi n i sarsan ve politikada de­

rasıdır. Bu fetih, geçen yüzyı lın sonlarında baş­

mir perde gibi dünyayı ikiye ayıran bu buhran,

layan tekn i k mucizeler devri ile, bugün en yük­

Batı medeniyeti n i n bütün kollarını sardığı için

sek zafre noktasına varmıştır. Fakat tabiatın ki­

b i r çağ sonu işaretler i n i taşımakta d ı r. İ nsan ı n

birli fatihi onu anladığı ve hükmü altına aldığı

Rönesans anlayışiyle artık doymaz v e kanmaz

nispette kendi kend i n i anlamış ve i htiraslarına

olduğunu Batıda hemen herkes b i l i yor. Kendi

hakim olabilmiş değildir. B i lakis bu fetih onun

kend i s i n i yeniden i n şaya çal ışan insanın yeni

gururunu, bencil ihtirasları n ı, keyif ve kazanç iş­

zamanlar içinde aldığı mana buhran ve inkılap

tah ını azdırmıştır. Kendi kend i n i gayeleştiren in­

geçirmektedi r.

sanın kendinden daha üstün bir değerler mave­

Gökyüzünden umduğunu bulamadığı i ç i n

rası için kendini vasıta sayması imkanı kalma­

b i n yı l l ı k hayalden kend i s i n i _koparan Ortaçağ

mıştır. Onun teknik zaferi ile manevi bozgu nu

i ns a n ı n ı n , yavaş yavaş, hummalı tecessüsünü

arasındaki bu tersine nispet zamanımızdaki me­

gökten yere indirişi, Rönesans denilen hadise­

deniyet buhranının kaynağıdır. ( ... )

nin kaba saba bi lindiği gibi XIV'üncü ve XV'inci

XX'nci yüzyı l ı n insanı, Ortaçağı n sonundan

yüzyı llar arasında değil, son i ncelemelere göre

beri ken d i kendine verd iği bu yeni manan ı n, yani kendi kend i n i tanrılaştırman ı n yan l ı ş l ığını

(*) Peyam i Safa, Doğu-Batı Sentezi, Ya�mur Yayın­ ları, 1963.

anlamaktan gelen bir buhran içinded i r. Nitekim Yeniçağ içi ndeki reform hareketleri de bu ma-

605

S E Ç M E

M E T i N L E R

naya karşı duyulan huzursuzluğun bir başlangı­

hiç bir elemanını borçlu olmayan her hangi bir

c ı sayı l a b i l i r. Böylece insan d i n i n , ahlakın ve

gerçek ve orijinal düşünceye de rastlamıyoruz.

manevi tercih lerin yerine koymak istediği ilmin

Fakat yen i fikir ve medeniyet sente2:Jeri, eski

de yetersizliğini anlamıştır. B izzat bu i l im, ge­

parçaları birbirine yamamaktan i baret eklektik

çen yüzyı l ı n sonlarına kadar hiç değişmez gö­

ve bir bakıma mekani k değil, elemanlarına irca

rünen iki teme l i n i n yıkı lışına şahit olmuştur. Ce­

ed i l i rse kendi kendisi olmaktan çıkan orga n i k

nevre toplantısında Ortega Y. Gasset' nin dediği

bir bütündür. Bu sentez her hangi bir özel dü­

g i b i , Batı mede n i yet i n i n temeli olan i l i m ve

şünce n i n orijinal icadı olmadan önce tari h i n

onun iki temeli olan fizik ve loj i k kendi kendi n i

mahsulüdür. Eğer b irçok Batı filozof ve tarihçile­

kökünden baltalam ıştır. ( ... ) Rönesansın insana verd iği manayı reddetme­

606

ri ile birlikte orta ve uzak doğu milletlerinin fikir temsilcileri de, Batı nın ve Doğunun can l ı değer­

ğe başlayan bugünkü Batı medeniyeti nin kade­

leri arasında bir sentez arıyorlarsa, bu, uzun me­

ri, b i r bakı ma, tek n i kle ma nevi l i k aras ı ndaki

safeleri kısaltan ve mil letler arasındaki temasları

mücadelenin sonunda doğacak -ve daha şimdi­

arttıran ileri tekni k vasıtalar devrinde, medeni­

den bel i rti leri görülen-yeni i n s a n tel a kkisine

yetler arasındaki temasların da çoğalması ve bu­

bağlıdır. Bu mücadelede zafer, ne tekniğin, ne de ma­

güne kadar bir kıta medeni yeti h a l i nde kalan Avrupa medeniyet i n i n, öteki medeniyetlerdeki

nevll iğindir. Tekniğin değildir, çünkü insanın ta­

canlı geleneklerle de zenginleşerek evrensel bir

b i ate h ükmed i ş i n i n ve i l m i n, tekn i k i l erleme

karakter almağa başlamasının neticesidir.

n ispetinde insana manevi ve ahlaki değerler ka­

Türkiye kendi milll ve manevi değerleri ni bu

zandıramadığı, yalnız "olan"ı anlamakla kaldığı

yeni sentezin içine katmadıkça, Batı medeniye­

ve "olması gereken"i bulamadığı, hatta bununla

tinin geride kalan eski modeli önünde hayran

meşgul olmağa bile lüzum görmed iği anlaşıldı.

ve onu taklitten başka hiç bir ideali olmayan,

Atom fiziği yalnız atom bombasını yaptı, bunun

yaratı cılıktan mahrum bir seyirci halinde kala­

iyi veya kötü maksatlara göre kullanılması ihti­

caktır. İçinde bütün dünya mil letleriyle beraber

mal leri önünde tasasız kald ı . Bugün, atom si­

Türklerin de payı olmayan bir medeniyet evren­

lahlarını kontrol için kurulmasına çalışı lan ınil­

sel deği ldir ve bizim dışımızda kalır.

letlerarası teşki l at, i l m i n bu yetersizliğini telafi

Bizim anladığımız ve özled iğimiz ma nada

için, i nsanın pol itika yoluyla barış ve hürriyet

i n san, kendi kend i n i gaye h al i ne soktuğu ve

gibi değerleri korumağa uğraştığının açık i şare­

tanrılaştırdığı i ç i n bencil ihtirasları n ı n kulu ve

tidir.

kurb a n ı olmuş Batı i n sa n ı n ı n üstünde, kendi

Tekn i k-manevil i k mücadelesinde zafer mane­

kend i n i daha yüksek bir değerler nizam ı n ı n va­

vil i ğ i n de değild ir. Çünkü tek n i k i lerlemen in,

sıtası telakki eden ve kendi manasını daha yüce

insan ideal ve iradesinin hükmü altında olmak

bir gayenin gerçekleşmesi nde gören, tabiatıyle

şartıyle lüzumlu ve hayırlı olduğunu kabul et­

ideal i barıştı rm ış topyekun - insandır. Bizzat Ba­

meyen b i r geri zihn iyete yer yoktur.

tı meden iyeti n i n, bugün hasretini çektiği insan­

Problemi n halli, bu çatışmanın, insana verile­

dır. Böyle olu nca, biz ne Batı kültürünün insan­

cek yeni b i r mananın ışığında tekniği ve manevi

lığa kazandırdığı yü ksek değerlerin, ne de ilmin

değerleri uzlaştıran bir senteze varılmasındadır.

ve tekniğin düşmanıyız. Ancak, XIX'uncu yüz­

Batı medeniyeti kendi kend i n i böyle bir sentez­

yılın ikinci yarısında sona ermeğe başlayan bir

le aşabi lecek ve içi nde çırpındığı büyük buh­

Batı ve medeniyet anlayışının eksik kalmış ma­

randan kurtarabi lecektir. Medeniyetin ve fikirlerin tari hine bakı l ı rsa her

nevi cephesini tamamlamağa ve insana maddi manevi bütünlüğünü kazandırmağa çalışan ye­

medeniyet ve her fikir bir sentezdi r. Her yeni

ni bir insanlık ve medeniyet hamlesinin Türki­

medeniyetin eskilerine neler borçlu olduğu ve

yede -karınca kararınca- öncülüğünü ve yar­

onlardan hangi unsurları alarak yeni bir terkip

d ı mc ı l ığını yapa nlardanız. Böyle bir i leri insan

yaptığını b i l iyoruz. Batı meden iyeti de Grek -

ve medeniyet anlayış ı n ı n özlem i n i taşıdığımız

Roma - Hristiyanlık üçgeniyle gösterilen bir sen­

içindir ki, biz, Ortaçağ ve Rönesans, yahut Do­

tezd i r. S ı fırdan kalkan ve kendinden öncesine

ğu ve Batı softalarından ayrıl ıyoruz.

ŞARK VE GARP* H iLMi ZIYA İçinden geçtiğimiz medeni istihaleye ne zaman

velki bütün noksan, kıyafets iz, natamam şek i l ­

temas edi lse, hatıra hemen şark ile garp arasın­

l e r karşısına ç ı kar. Böylece o , ya l n ız coğrafi b i r

da bir mukayese yapmak gelir. Burada şark ve

istikamet v e mevzi o l m a k l a kalmaz; aynı za­

garp, artık puslanın gösterd iği i k i coğrafi isti ka­

manda bir devre mahsus olan izafi bir medeni­

met veya güneşin doğduğu ve battığı yerleri işa­

yet te değildir. F i lhakika eski Yunan medeniyeti

ret ettiği için kullanı lan iki mecazi tabir deği ldir.

ke n d i s i nden evvelki med e n i yetlere nazarak

Haritanın üzerinde muayyen bir istikamete doğ­

garp olduğu gibi İslam iyet Yunana, Renaissan­

ru yüründüğü zaman bütün noktalara şark veya

ce İslamiyete ve modern Avrupa hatta Renais­

bi lakis bütün noktalara garp diyebil iyoruz: Ni­

sance'a nazaran garptır. B i naenaleyh şarktan

tekim bize göre Avrupa, Avrupaya göre Amari­

garba geçmek garp l ı laşmak demek izafi ve

ka ve Ameri kaya göre Japonya garptır. Şüphe

gayri muayyen bir tahavvül kabul etmek değil,

yok ki bu tabir bir mecazdır. Ve onunla kaste­

fakat teknik ve kıymetler tekamü l ü n ü takip et­

d i l mek istenilen şey coğrafi istikamet ve mekan­

mek, medeniyetin yekpare ve d i namik terakki­

dan çok uzak bir k ıymet, b i r mefhum, b i r ma­

si nde en son hatveyi atmak demektir.

O derecede ki Fasa nazara n Al manya

Bu kadar geniş ve remzi bir madna anladığ­

garpta old uğu gibi, Japonya nazaran Korada

mız bu i ki mefhum arasında, hiç değilse bugün

nadır.

şarktad ı r. LGgat mutaassıplarının endişe ile kar­

için tesbit edebileceğimiz bir bariz farkın mev­

şılayacakları bu tabirlerin remzi manalarında o

cut olması lazımdır. Çünkü aksi takdirde onları

kadar belagat var ki onları yeniden tarif etmek

iki zıt isti kamet halinde düşünmeye i m kan kal­

ve kullanmakta büyük b i r zevk duyuyorum.

mıyacaktır. Nitekim bizde çoktanberi bu i htiyaç

Bazıları şark deyince yalnız İslam meden i ­

duyulmuş olmalı ki muhtelif ves ilelerle şark ve

yet i n i v e garp deyince H ı r i stiyan a l e m i n i ve

garb ı n m u kayeses isne g i r i ş i l m i ştir. A m iyane

onun doğurduğu Avrupa medeniyeti n i kaste­

mütalealar b i r tarafa bırakılınca b i rkaç esaslı fi­

derler. Amerikayı Avrupan ı n bir istitalesi olmak

kirle karşıl aşıyoruz. Birincisine göre şark keyfi­

itibarile ayn ı mefhuma dahil farzederler. Ehli­

yet, garp kem iyet alemid i r. Şarkta eşya keyfi

s a l i p l erden beri devam eden b i r m ü cadeleyi

kıymetlerine göre mütalea edilmiş; manaya, ru­

tem s i l etmesi itibarile bu görüş i nsana doğru

ha, esasa girilmiş fakat şekil ve kalıpla, kemiyet

g i b i gel i yorsa d a : A ks a y ı ş ark m eden i yeti n i

ile meşgul ol unmam ıştır. Şark, ölçü ve vuzuh

bun lardan ayı rmaya imkan yoktur. Garbın zıd­

tanımamıştır. H ad iseleri, kıymetl eri, zamanı

dı olmak itibarile sark mefhumu i ç i n e İslam,

ölçmeye lüzum görmemiş, onu bütün vüs'at ve

H i nt ve Çin medeniyetler i n i koymak lazımdır.

bereketile sarf etmiştir. B i n bir sebebe atfed ilen

Çünkü her medeniyet teknikin, içtimai kıymet­

bu m ü h i m fa rkın neticeleri ol arak bir tarafta

lerin öyle bir kama l i n i tems i l eder ki ona naza­

ruhçuluk, kedercilik inkişaf etmiş; ötede usulcü­

ran noksan ve kıfayetsiz olan bütün eski mede­

lük, i l imcilik temel kurmuştur. Şarkla garbın far­

niyetl er, aralarında ne kadar i htilaf ol ursa ol­

kı bankada, s igortada, metroda, stati sti que'te,

sun bir bütü n teşkil ederler. Bu bütün, terakki

hasılı ölçü ve sarahattedir.

karşısında an'anen in, kemal karşısında noksa­

Ş ü p h e yok ki bu m u kayese ç o k c a z i p t i r.

n ı n bütü nüdür. Ve işte garb ı n karşısında şark­

Hatta uzun müddet için insanı başka fark ara­

tan bahsed i ldiği zaman a n lamaklığımız lazım

m a ktan vazgeçi recek kadar esasl ı d ı r. Ancak

gelen şey budur. Bu manada garp, mütemadi ­

pek ala b i l i riz ki ölçmek i ç i n ölçülecek b i r şe­

yen h a l i terakkide o l a n medeniyetti r ki e n mü­

y i n mevcut a l m a s ı l az ı m d ı r. Kem i yet ya l n ı z

kemmel ve en yüksek şekilde, kendisinden ev-

keyfiyetin tayini i ç i n doğmuştur, Garpte kemi­ yet değil fakat kemmll eşmiş olan keyfiyet var­

(* ) insani Vatanperverlik, Rezmi Kütüphanesi, 1 933.

d ı r, demek daha doğru olur. Aynı zamanda şar­ kın kıymet verdiği mana ve keyfiyet i le garbın

60 7

S E Ç M E

M E T i N L E R

mesahaya çal ıştığı keyfiyet te birbiri n i n aynı

ka ve ahlak siyasete ulaşmıştır. Garb ı n bu inzi­

l iğinden yeni bir fark aramak mecburiyeti mey­

batlı, sistem l i tefekkürüdür ki dağı nık kuvvetle­

dana çıkıyor. Bu ikinc i telakkıye göre garp şen iyete açık, şark ise şeniyete kapalı ve nazarını yal n ız ken­ dine çevirmiş olan ruhu temsi l etmektedir. B i rincisi tabiat muhabbetini ve tekn iği, diğe­

608

ği doğurmuştur. Felsefe h i kmete, h ikmet ahla­

deği ldir. Hatta bunlar o kadar ayrıdır ki kendi­

rin üzerinde meden iyet abidesi n i n kurulmasını tem i n eder. Bu fikirler bize diğerlerinden çok daha cazip ve esa s l ı görü n ü yor. B u n u n l a beraber iti raf edel i m ki bunun üzerinde de bir lahza durmak

ri mistik tefekkürü ve esrar alem i n i doğurmuş­

mecburiyetini h issediyoruz. Asırlarca müddet

tur. B öylece farkl arın aranmasında bir az daha

devletler kuran, teşki latlar ve yapan, kitleleri

derin leşmiş, daha köklü bir noktayı elde etmiş

idare eden şark neden bu idzibatlı ve sistem l i

oluyoruz. F i l hakika şeniyete merbut olan ruh,

tefekkürü doğurmasın d a , bi lakis uzun müddet

zaruri olarak ölçüye sarahat ve vüzuha kıymet

siteler, burglar, serbest şehirler ve belediyeler

verecek; kendi içine saklanmış olan ruk ise, is­

h a l inde d a ğ ı n ı k kuvvetlerden i ba ret k a l m ı ş

ter istemez esrar, i bham ve kara n l ı k içinde ka­

olan garbın esas ı n ı sistemli tefekkür teşk i l et­

lacaktı. Nitekim bu mukayese birçok mütefek­

sin? Bu insana i l k bakışta çok garip ve garip ol­

ki rleri cezbetm iş ve muhtelif ifadeler altında

duğu için de bir türlü kolay kolay ısınamadığı

bugüne kadar en çok tekrar ve kabul ed ilm iştir.

bir fikir geliyor.

H i n d i n m i sti kleri, İslam ı n sufiyyunu mey­

Haki katte doğru olan hem bu fikir, hem de

dandadır. Daha d ü n şarkı n ruhunu ifade için

onun karşısında duyulan şüphe ve hayret his­

m i s a l o l arak gösterilen dervişleri kim inkar

s i d i r. Ç ü n kü, garbı şarktan ayıran el bette· ve

edeb i l i r ? Fakat u n utmam a l ı d ı r ki şark alemi n i n

her şeyden evvel sistemli ve inzibatl ı tefekkür­

m ü h i m bir safhas ı n ı teşkil eden Ç i n medeniye­

d ü r. Fakat bu sistem ve inzibat harici ve tah­

t i n d e b u n l a r ı n eseri yoktur. Ve h ı ristiya n l ı k

mil ed ilmiş bir kuvvet olmayıp, insan ı n kendi

m istik ruhun kendisidir. G a rp medeniyet i n i n

ke n d i n e y ü k l e d i ğ i , kendi dağı n ı k h a y a l ve

i l i klerine kadar işl iyerek şiryanlar halinde her

mefhumlar alem i n i mecbur ve mükellef kıld ığı

tarafa yayı l m ı ştır. Garbın o rta ve aşağı kitlesi

enfüsi bir inzibat ve ideal bir sistemdir. Ga rpta

şarktan çok faz la misti k ve esrara mutekittir.

hürriyet olduğu i ç i n cemiyet vard ı r. Garpta in­

Ancak ş u kadar var ki garb ı n dağı n ı k kuvvetle­

san deruni hayatı n ı müstakil ve hür b i r mev­

ri yukarı zümrelerin fikri inz ibat ve nüfuzu al­

cudiyet gibi telakki ettiği içindir ki kendi ken­

t ı n da d ı r. İ l i m o n l a r ı n üzerinde b i r naz ı m ve

d i n i içti mai mükellefiyet ve n izama tabi k ı l ­

bir frend i r.

m a k v e fi k i rleri n i b i r n i z a m v e kadro i ç i ne

Öyle ise şark ve garbın fark ı n ı daha derin bir

sokmak kudret i n i ve mah areti n i kazanmıştır.

noktada, sistem l i ve sistemsiz tefekkürde ara­

Yoksa o bir s i h i rbazın değneği i l e eşyayı de­

m a k l az ı m d ı r. Ş a r k ı n tefekkürü s i stemsizd i r :

ğiştirmesi gibi, d ı şardan yap ı l acak bir marifet

orada mefh u m l a rd a n kuru l a n b i n a , b i r b i r i n i

veya b i r oyuncunun sı raya dizdiği satranç taş­

tevl i t eden fikirler zenciri deği ldir. B i rçok l ü ­

l arı gibi ceb i r ve tazyikle teşkil edi lecek b i r

zumsuz taşları, yan l ış kurulmuş kemerleri var­

kuvvet değildir.

d ı r. Bazen bütün bir bina küçük bir taş üzerin­

Hası lı garbı şarktan ayıran en mühim vasıf,

de d u rur. U nsurların insicam ve irtibatı düşü­

"şahs iyet"d ir: Şahsiyet iled ir ki hürriyet ve inzi­

n ü lmeksizin her tarafı lüzumsuz teferruat için­

bat, fert ve cemiyet şuurda doğan b i r sistem

de boğul muştur. G a r b ı n tefekkürü s i stem l i d i r : Orada mef­

halini a l ı r. Ve her sistem insani şeniyete bağlı ve ona müteveccih bir kuvvetler mecmuas ına

h u m la r b i n a s ı şeniyet teme l i n e istinat eder.

kalbeder; her kuvvetler mecmuası i l mi, tekn iği

Her yükselen sütun kuvvetini zeminden a l ı r.

ve onl arın neticesi olan şuurlu siyaseti doğu­

Her süs bir maksat ve bir lüzum içind ir. Orada

rur. Biz kemiyeti, şeniyeti, sistemi aramıya l ı m .

fi kirler birbirine z i n c i r h a l i nde bağ lanmış ve

Çünkü onlar yo lu muzun ö n ü n e kendliği nden

hepsi birden en son neticelerine kadar götürül­

çı kacaktır; fakat yalnız şahsiyeti ve şahsiyetle­

müştür. Tefekkür usulü, usul i l m i ve ilim tekn i-

rin teşkilini hazırl ıyan sebepleri arıya l ı m . ( . . . )

S E Ç M E

M E T i N L E R

YAHYA KEMAL* A H M ET HAMDI TANPINAR Avrupa i le olan kültür alış veriş imiz başladığı

bu davranış M i l li Mücadele senelerinin ıztırabı

andan itibaren hiç kimse o kadar şey borçlu ol­

içinde daha bariz ve daha derin görünür. Fakat

duğumuz Garp aleminin karşısında Yahya Ke­

haki katte bu bir dine gidiş mi, yoksa o kadar sa­

mal kadar tam bir eşitlik içinde konuşmağa mu­

rih su rette muztarip olan halkımızın kendisine,

vaffak olamamıştı.

m i l li vicdana doğru bir yönelme mi idi? Bunu

Garbli muharrirlere olan borcu ne olursa ol­

kestirmek güçtür. Şurası muhakkak ki, psikoloji

sun bu makaleler bir kültürün öbür kültürle tabii

bakımından o kadar tutu m l u olan Yahya Ke­

münasebetinden öteye geçmiyordu. Denebilir ki

mal'de tek derin leşme, bir çeşit hasret şeklinde

edebiyatımızın Garp edebiyatlarıyla olan müna­

vermesini bildiği bu noktadadır. ( ... )

sebetini a i le içi nde bir konuşma, tabii bir alış

Haki katte Yahya Kemal, müslümanl ığı halkı­

veriş, şekline sokmuştu. Dışarı ile olan münase­

mızın saf ruhunun hem yapıcısı, hem de en sa­

beti Servet-i Fünu ncularda olduğu gibi kendimi­

hih aynası addediyordu. Eski ş i i ri n havasına da­

z i i n karın aras ı ndan gelmiyordu. Kaldı ki, bu

ha derinden girdiği devirlerde yazd ı ğ ı b i rkaç

makalelerde hiç olmazsa şiirimizi, aradaki garb

gazelde bu din telakkisini "ene'l-Hak" felsefesi­

tecrübes i ne rağmen daima kendi mahrekinde

ne doğru derinleşmiş göreceğiz. Bununla bera­

bir değişme şeklinde gösteriyor ve öyle tenkit

ber yakında yaşamış bir insan sıfatiyle hu susi

ediyordu ("Vezi n ler" ve "Kafiye" makaleleri).

konuşmalarında cemiyeti miz için daha ziyade

Bununla beraber bahsettiğimiz mu harrirlerle

Sünni akideyi tercih ettiğine şah it oldum. Kaç

bu mü nasebet, bazı benzerl i kler şeklinde olsa

defa bana, "eğer tasavvuf ve Melamil i k araa gir­

bile mevcuttu. Mesela din karşısındaki davranışı

mese idi, tıpkı İngiliz'ler gibi işinde ve ibadetin­

h i ç ol mazsa Barres ' i n k i n e benzer. Yahya Ke­

de çalışkan insanların cemaati olurduk" demiş­

mal'in d i n meselesinde hiçbir teklifi veya inkarı

ti. Kendi kendisine zanaatkar ve sünni, e l i n i n

olmamıştır. Bir taraftan en tabii fonksiyonunda

işiyle geçinen b i r h a l k tipi, b i r n a l ı ncı Ahmet

ona cemiyetimizin büyük ve tarihi düşünül ürse

efendi tahayyül etmişt i . Ona göre bu çalışkan,

yapıcı realitelerinden b i ri olarak bakmış, diğer

namuslu, işinde, gücünde insand ı . Ve cemiyeti­

taraftan onda şiirin büyük kaynaklarından birini

mizin asıl teme l i Melamil iği ve ona kaçan ta­

aramıştır. Bu iki noktada da Yahya Kemal'i Kato­

savvuf ceryanlarını, bilhassa XVl l . asır sonu tari­

l i k kilisesi tarafı ndan o kadar tenkit edilen Bar­

himiz i tenkit ederken (Eline her def alan, "ben

res'e yakın görmemek mümkün değildir. Fransız

Allahım" diyer. Böyle bir cemiyeti nasıl idare

m i l l iyetçi lerinden Mithouard " H ı ristiyanlıkdan

eders i n ? ve nasıl terakki ettirirsin?) d iye sık sık

boşanmış bir Katol isizim garbı n ta kendisidir"

tenkit ederd i . ( . . . )

der. Barres ' i n olduğu gibi, Ernest Renan'dan

Bütün bunları söylemekle, gerek zevk, gerek

başlamak üzere bütün b i r neslin -bazı dine dö­

teknik i tibariyle sanatının asıl s ı rrı n ı Garb'dan

nüşler istisna ed i l i rse- din karşısındaki vaziyeti ni

aldığını inkar etmiş olmuyoruz. Tekrar edelim,

bu cümle ile hülasa etmek daima mümkündür.

bu gazellerin düzeni, muayyen bir kafiyenin ve­

Fil hakika, daha ziyade kültürün ve s ı r ihtiyacı­

ya red iiin etrafında mazmun çerçevesinden çı­

n ı n peşinde id i . H ıristiyan l ı kta kendi benl iğini

karılan eski hayal unsurlarını bu tarzda seçmek

hatta düşüncesiyle kurduğu tezatl ı ızd ı raplarla

ve sıralamak, mısra ve beyitlere bu pürüzsüz ve

zengin leştiren büyük bir hazine görüyordu. Bir

ölçülü, daima kendisine hakim coşkunluğu sin­

kelime ile tarih ve hayat üzerinde her hü lya, zi­

dirmek ve n i hayet sesini bu tarzda idare etmek,

h i n lerinde ölüm düşünces i n i n her kımı ldanışı,

hülasa daima esaslının ve bütünün peşinde ol­

ikisini de aynı şekilde dine ve dini hayatın man­

mak Grab'dan gelen terbiyedir. Ve biz bu ga­

zaralarına götürür. Şurası var ki Yahya Kemal'de

zellerde eğer Şark ded iğimiz şeyi bir bütünlük şeklinde bu luyor ve seviyorsak şüphesiz bu ni­

(*) Yahya Kemal, Milliyet Kültür Sanat, 1 962.

zamın sayesindedir. ( ... )

609

S E Ç M E

M E T i N L E R

ATATÜRK İLKELERİ VE KALKINMA* M ÜMTAZ TURHAN

Milli Kültürlerin Doğması Garptaki medeni m i l letler bugünkü seviyelerine erişebilmek için kültürlerinin her sahasında asır­ lar süren kesif bir zihni faaliyette bulunmuşlar­ d ı r. Siyasi, iktisadi, sı nai ve teknik sahalardaki gelişmelere muvazi olmak üzere cemiyetin mo­ dern bir m i l let hal i ne gelebi lmesi emeliyle siya­ set ve din adamları, edebiyatçıl ar, hukukçular,

61 0

bu mevzulara ait eserler, şii rler, romanlar yaz­ mak suretiyle milli bir dilin, milli bir edebiyatın meydana gelmesine çalışmışlardır. Tarihçiler de kendi milletleri nin menşe' lerini ta eski devirlere götürmeğe müstesna meziyyet ve kabil iyetlerini, fevkalade başarı larını belirterek diğer mil letlere olan üstünlüklerini, Allah tarafı ndan hususi bir vazife ile yaratılmış olduklarını isbata çalışmış, böylece cemiyette derin, köklü ve kuvvetli bir m i l li şuur uyandı rmağa uğraşmışlardır. B u zihni ve fikri faaliyete bütün san'atkarlar, musikişinas­ lar, ressam ve heykeltraşlar, her nevi i l im, fikir adamları, filozoflar da katı lmışlar, mensup ol­

yetçilik bir şuur hal inde Avrupada ortaya ç ı ktığı zaman İngiltere ve Fransa millet bü nyesini ka­ zanmış ve tam bir birl iğe kavuşmuş bulunuyor­ du. Bu tarihten sonra Avrupa ve Doğu Avrupa­ da fikir sahasında alevlenmiş bir şekilde görüle­ cek olan m i l l iyetç i l i k, İngiltere ve Fransa gibi millet olma, m i l li bir kültür ve birliğe kavuşma iştiyakından başka b ir şey değildir. Görü lüyor ki, Avrupada içtimai ve iktisadi bakımdan kal­ kınma, ilerleme ile m i l let olma, m i l li birlik ve kültür bütü n l üğün ekavuşma cehd i aras ı n d a, hiçbir fark yoktur. Onun için Türkiye Garb ı n bu çok uzun süren içtimai, iktisadi ve kültürel ge­ lişmesi i le onun seyrini layıkiyle kavramadı kça bu hususta isabetli kararlar alması imkansız de­ necek kadar güçtür. Zira Türkiye bugünkü vaziyetiyle Garbı bir­ çok sahalarda model olarak alıp taklit etmek is­ tediği takdi rde kendisiyle Garp m i lletleri arasın­ daki tekamül farkı n ı bilmesi lazımdır. Aksi tak­ dirde henüz emeklemekte veya ilk okul çağında olan bir çocuğun yaşlı başlı, olgun bir erişkini taklit etmesi gibi bir vaziyete düşmüş olacaktır.

dukları mil letlerin oluş ve teşekküllerinde asır­ larca çalışmışlardır. Aynı suretle bütün maarif teşkilatı ve müesseseleri b i l hassa ün iversiteler m i l li kültürün teşekkülünde ve yayı l m a s ı nda mühim bir rol oynamışlardır. Görülüyor ki, Garp m i l letleri, 1 9. asrın başın­ da, devrin moda bir fikri olarak doğmuş olduğu z a n nedi len m i l l iyetç i l i k sayesinde akşamdan sabaha veya bugünden yarına ortaya çıkmış ol­ mayıp en az 5 asır süren bir tarihi ve içtimai te­ kamülün eseridir. Haki katte bu çok uzun süren içtimai ve s iyasi oluş sonunda kültür bütünlüğü, m i l li şahsiyet ve benlik şuurunu ilk olarak idrat eden İngiltere ile Fransa olmuştur. Onun için m i l l iyetç i l i k bu mem leketlerde kültür bütünlü­ ğünden, içtimai tesanüdten, demokratik ve milli idareden gelen bir benlik şuuru halinde tecelli etmiş, diğer Avrupa memleketleri için sırf özen­ me, gıpta kaynağı olmuştur. B inaenaleyh m i l li(*) Atatürk ilkeleri ve Kalkınma, Şehir Matbaası, ls­ tanbul, 1 965.

Türkiye'nin Tarihi Oluşu B u b a k ı md a n Türk top l u l u ğ u h er n e kadar Dünya n ı n en büyük dini ve askeri imparator­ luklarından birisini kurmuş ve onu diğerlerine nazaran çok daha uzun bir zaman yaşatmağa muvaffak olmuş ise de bugünkü manada, geniş halk kitlelerine dayanan ne m i l li bir devlet tesis edeb i l m iş, ne de ona temel teşkil edecek m i lli bir kültüre erişebilmiştir. Türkiye, Garp m i l letlerinin siyasi, içtimai, ik­ tisadi ve m i l li kültür sahalarında tekamü l lerinin zirvesine eriştikleri bir devirde ancak ağır ka­ yıp lar ve ş iddet l i mücadeleler sonunda m i l li devlete şeklen kavuşabilmiş ise de henüz m i l li bir kültürün nüvesini dahi teşkil edememiştir. Gerçekten bugün Türkiye' deki vaziyet, Avru­ pa'nın 1 3 . asır i le 1 9 . asır arasındaki durumuna benzemekted ir: B i rbirinin çok yakını nda veya birbiri nden çok uzakta yaşayan, başka başka

S E Ç M E

d i l ler konuşan, kend i lerine has örf ve adetleri,

M E T i N L E R

m ı şt ı r. Buna mukabil aynı d i ne mensup olan

yaşayış ta rz l a rı o l a n grupl a r, kümelen mel er,

Danimarka n ı n hakimiyetinden kurtu lmak mak­

köyler vard ı r.

sad ıyla Norveç l i ler evvela d i l leri n i , sonra da

Çoğu birkaç yüz kişiyi geçmeyen veya bin le­

edebiyatları n ı geliştirmişlerdir. Böylece dil ve

ri bulmayan, başka ırk ve kültürlere mensup bu

edebiyat kültürde en m ü h i m rol ü oynam ıştı r.

topluluklar birbirine ve Türkiye'ye sadece dini

Buna benzer misalleri sayısız denecek derece­

bağlarla bağ l ı d ı r lar. B e l k i b i r kısmı nda buna

de çoğaltmak mümkündür. B inaena leyh bir ce­

i lave olmak üzere b i r Osmanl ı l ı k veya aynı de­

miyetin, umumi, müşterek, m i l lT b i r kültüre ka­

recede bulanık b i r tarih, yahut devlet şuuru da

vuşmak cehid ve gayretlerinde, hedefe erişin­

vardır.

ceye kadar h a l ' ü hazır vaz iyette m ü ses i r ve

Görülüyor ki, fertleri, bunların katıldığı her

kuvvetli b i r rol oynayan kültür unsurlarından

nevi sosyal grup ve teşekkülleri birbirine bağla­

faydalanmasından daha tabii ve a k ı l l ıca bir ha­

mak suretiyle m i l l ite yıkı lamaz bir kale haline

reket olamaz.

getiren m i l lT kültür Türkiye' de henüz zayıf gev­

Parça lar hal inde de olsa b i l i nmesi l az ı m ge­

şek, münferit birer unsur hali ndedir. Burada za­

len bu b i l g i lerin ışığı altı nda Tü rkiye' n i n bu­

yıf bir kültür unsurundan, mu hteva ve fikri ba­

günkü durumunun yüksek bir ilim ve fikir sevi­

k ı m d a n gel i ştiri l m e m i ş , i ş l e n m e m i ş olmas ı ;

yesi nde i n celenmesi icap ettiği söylene b i l ir.

gevşek b i r kültür unsurundan da, bütün fertleri

Böyle bir tahlil neticesinde, Türkiye' n i n ana ve

ve grupları aynı derecede a lakadar etmemesi

hayati davas ı n ı n mil let olma ve m i l lT bir kültü­

ve birbirine bağlayamaması kast ol unmaktadır.

re kavuşma davası olduğu anlaşılacaktır. İktisa­

Zaten d i n , d i l , edeb i yat, tari h ş u u ru, örf ve

di kalkınma bu ana davanın ihtiva etti ği umu­

adetler, gelenekler ve sair kültür unsurları birle­

mi terkibin b i r cüz'ünden başka bir şey değil­

şip bir terkip hal inde m i l lT kültürü meydana ge­

d i r. Türkiye'nin esas hedefi n i teşkil eden bu ter­

bu unsurlardan birisi veya birkaçı üzerine alır.

miş olması na rağmen yukarıda görüldüğü veç­

t i remed i ğ i müddetçe o n u n bi rleştirici rolünü

kibin çok umumi ve çeşitli unsurları ihtiva et­

Bu unsurlarda n hangis i n i n veya hangi leri n i n

h i le b i r i l i m mevzuu olabi lecek b i r husus i l iği

m i l lT kültürün rolünü tek başına veya kısmi b i r

de vardır. Haki katte m i l li kültür deni len bu ter­

terkip halinde tems i l edeceği cemiyetten cemi­

kibin her b i r unsuru gayet objektif bir şekilde

yete, devirden devi re, o cemiyetin sosyal yapı­

incelenmek üzere bir veya birkaç i l m i n mev­

sına, içinde yaşadığı tarihi ve coğrafi şartlara

zuu olabi lecek bir mah iyetted ir. O halde bütün

tabi kalarak değişir. Bu bakımdan kültür unsur­

mesele bu mevzuu i l mT bir şekilde ele almak­

larından hangi leri n i n diğerlerine nazaran daha

tan ibaret kal ıyor.

m ü h i m, daha kuvvetli olduğuna dair umumi bir hüküm verilemez. Zira bir cemiyette varl ı­ ğıyla yokluğu hissedilemeyecek derecede pasif bir halde ka lan bir kültür unsurunun diğer bir

Milli Kültüre Kavuşma Davası

toplulukta en mühim ve birleştirici bir rol ay­ nadığını müşahade etmek mümkündür. Mesela l 9'uncu asıra kadar Anadoluda yaşayan Erme­ ni ve Rumların tamamiyle eriyip temessül et­ meleri n i d i n leri önlemiştir. Hakikaten l S'i nci

M i l let olma ve millT bir kültüre kavuşma mese­ lesi, gerçekleştirilmek üzere ilmT bir şekilde ele al ındığı takdirde herşeyden evvel Atatürk inkı­ laplarının bu gaye ile olan münasebetin i n tes­

asırdan itibaren Anadoluyu gezen yabancı sey­

biti gerekmektedir. Asl ı nda Türkiye' n i n tarihi

yahlar, her bakı mdan mahalli Türk kültürüne

ve içtimai oluşunun seyri ta kip ed i ldiği zaman

i ntibak ve iştirak eden Ermeniler için H ıristiyan

Atatürk İnkı lapları n ı n gayes i n i n çağdaş mede­

Türkler demişlerdir. Aynı şeyi Anadolunun bir­

n iyet seviyesinde bir m i l let olma ve mi l li bir

çok yerlerinde yaşayan Rumlar i ç i n de söyle­

kültüre kavuşmadan başka birşey olmadığı an­

mek mümkünd ür. Bu misalden de an laşılacağı

laşılır. Nitekim bu nokta, Atatürk'ün bütün ko­

veçh i le d i n burada birleştirici bir unsur olmak

nuşmalarında, fiil ve hareketlerinde, davranış­

üzere kültür bakı m ı nd a n hakim bir rol oyna-

larında açık bir şekilde bel irmekted ir. ( ... )

61 1

S E Ç M E

M E T i N L E R

TARİH VE BATI GÖRÜŞÜ* CEVAT ŞAKIR KABAAGAÇLI

612

İnsanoğlu tari h i gün ümüze değin, insansal bir

lanm ıştır. İnsanı bundan ancak pek yüksek in­

açıdan incelenmiş değildir. İstihale sonucu gü­

sansal bir kültür kurtarabilir. Bu antipati duygu­

nümüzün düşünür, konuşur insanı olan yaratık­

suna emperyalizm de sömürücü bir ek olarak

lar Orta Asya'da b i r yerde üreyip türem işt ir.

katı l ı r. Böylece, doğu soyulmaya elveriş l i b i r

Göç zorunda kalı nca, Akdeniz'e doğru akmış­

kaz diye batı l ı larca doğal olarak horlanır. Gele­

lar ve başka soylar birbiriyle karışarak, Akdeniz

lim Haçlı seferlerine: İkinci Haçlı seferine Pier­

çevresinde, başka yerde görül meyen bir uygar­

re l'Hermite komuta etti. İlk işleri Almanya'dan

l ıklar kalabalığı yaratmışlardır. Bu uygarlı klarda

başlayarak Yahudileri k ı l ı çtan geçirmek o l d u .

şimdi bu soyun, sonra şu soyun etkisi büyük

Haçlılar, Macarları v e Bulgarları fena kızdırdı­

o l muştur. B u uygarl ıkl arı i nceleyen lerin çoğu

lar, İsta n b u l üzeri nden Anadolu'ya geç i n ce,

batı l ı olduğu için, bunlar insanoğlu tarihini in­

orada Türkler tarafından yok edi ldi ler. Sonraki

sansal değil, H ı ristiyansal ve İndo-Avrupasal

Haçlılar Kodefroy de Bouil lon komutası altında

bir açıdan incelemişler ve tarihi hep kendileri­

Kudüs'ü zaptetti. Selahaddin Eyyubi şehri geri

ne doğru yontagelmişlerdir. Örneği n ; Türklerin

a l d ı . Dördünca H aç l ı seferleri fransa'da top­

ya da Türk soyu Türk d iye a n ı l mazdan önce,

lanmaya başlad ı . Ama Kudüs'ü mudüsü almak­

onların Sümer uygarlığındaki payları büyüktü.

tan vazgeçti ve işi tamamıyla ticari emperya l iz­

Ama batılı tarihçiler Sümer uygarlığındaki Türk

me döktü. Seferin komutanı Vened i k doju Enri­

etkisini pek üstünkörü geçerler. Batılılar bu din­

co Dandolo Yakındoğu'da Vened ik'in ticari ç ı ­

sel ve ırksal şovenizmleri n i n sonucu, Hellenle­

karlarını sağl amak için, Hellenizmin merkezi

re ve son zaman l a rd a ("Tevra t" ı n H ı ristiyan

olan İstanbul'u aldı, şehri soyup soğana çevir­

"İnci l"e bağlantısı dolayısıyla) Samilerin Beni

di, yaktı yıktı, yed isinden yetm işine kadar ka­

İsra i l koluna karşı büyük sempati duymuşlardır.

dın, kız ne varsa topunun ırzına geçti, öldürdü.

Bu duygular dolayısıyla da bir Batı -Doğu zıtl ığı

Bu Haçlılar doğuda çok tahribat yaptılar. Oysa

peydahlanmıştır. Batı- Doğu zıtl ı ğının kökü din­

o zaman doğu lul a r, batı l ı lara karşı uygarlıkta

sel ve eskidir. Yüzyıll arca Ortaçağın zifiri ka­

çok üstündüler.

ran l ığı nda yaşayan Avrupa ulusları nın bir batı­

fen, dünyada Anadolu'da başlamıştı . i.ö. al­

l ı l ı k b i l i nçleri yoktu. Papa İkinci Urbain, on bi­

tıncı yüzyı lda Anado l u ' n u n M i letos şehri nde

rinci yüzyı l ı n başında bütün Avrupa uluslarını -

Thales'in güneş tutulması n ı hesap edecek ka­

Alman, Fransız, İtalyan- hepsini i l k Haçlı sefe­

dar, matematik ve astronomide ilerlemiş oldu­

rinde bir batı l ı l ı k ve H ı ristiyan l ı k, Haçlı bayrağı

ğunu yazmıştık. Sonra bu akım Hellenistan'la,

altında toplad ı . Böylece batı l ı l ı k ve H ı ristiyan­

özell i kle Atina ve Ispa rta emperya l izmleri n i n

l ı k b i l i n c i doğu düş man l ı ğı üzerine kurulup

çatışmasıyla- durdu. B i n beş yüz yıl sonra Arap­

kök saldı. Bunun ekonomik yanı talan ve soy­

larca Alcaebra'ya kadar ilerletildi. (Alcebra'ya

gundu. Çünkü i l kel ekonomisi ta landır, sonra

adını veren Elhuarzimi'dir). Yine durdu. Son bir

cascavlak talan gelişir emperya lizm ol ur, kapi­

buçuk yüzyı lda Avrupa'da yine hız aldı .

talizm olur, olur oğlu ol ur. Çocu kluk çağında duyulan çok şiddetli bir

Önce de bild irildiği gibi Batı dünyası Anaclo­ lu'ya hiç önem vermemiştir. (Verdiyse bile Os­

d uyguya ideo s i n krasi derler p s i kolojide. Bu

manlı İ mparatorluğunu sömürmek için vermiş­

duygunun etkisi çoçuğun ömrünce sürüp gider.

tir. Hatta Atarük Türkiyesinde bile. Lozan'da ka­

U l usların da bir çocukluk ve gelişme çağı var­

pitü l asyon l a r kon uşul urken, Lord Curzon ' u n

d ı r. Batıda gelişen birlik duygusuyla eşit, batı l ı

"bir g ü n gelecek bize muhtaç olacaksınız" yol­

o l m ayan l ara karşı d i nsel bir antipati peydah-

lu sözleri, bir gün gelecek biz gene sizi di lediği­

(*) Halikarnas Balıkçısı, Anadolu'nun Sesi, 1 97 1 .

Anadolu'ya karş ı n "Kutsal Ü l keler" denilen Hı-

miz g i b i sömüreceğiz, a n l am ı na geliyordu.)

S E Ç M E

M E T i N L E R

ristiyan l ığın beşiği Suriye ve Fil istin'e, bir de İn­

lumbayı icat eden insan .aklı, bir "tabu l a raza"

do-Avrupasal l ığın beşiği sanılan Helmenistan'a

olsaydı, b i r emme basma tu lumba kadar tıkı­

önem veriliyordu. Çünkü buz gibi kibirli gözle­

rında i şleyen sosyal bir düzen bulurdu el bet.

r i nde doğa n ı n evre n i yaratmaktaki amac ı n ı n

Şimdi her yıl Hellenler üzerine b i rkaç kita­

Avrupa uygarl ığını v e o n u n beşiği olduğu sanı­

bın yaz ı lması bir batı modası olmuştur. Bu ki­

lan Fil istin'le Hellenistan'ı yaratmak olduğu gö­

tapların başlıca amacı da, batı l ı larca kuşaklar­

rülüyordu. Ama arkeoloj i k kazılar Anadolu'da,

ca süren batıcı Hellen kültürünün, sağla mca

daha adları takı lmayan eski uygarlıkların izleri­

perçin lenmesidir. Yani statükodur. Her yeni ki­

ne rastgeli n ce, bu sefer önceki yargılarının doğ­

tap önceki kitaplarda yazılanların tekrarı olma­

ruluğundan şüphelendi ler.

ması için, her i nsan gibi güzel i m bir insan olan

Batı n ı n varl ığı, insansal b i r açıdan göreme­

Hellen tipinde yeni b i r meziyet keşfeder. Böy­

mesi, batı usunun -ağır bir çoğu nl ukla- "tabula

lece günümüzün Helleni de insandan başka,

raza", yani temiz bir masa olmamasından ve o

alaca bul aca bir tavuskuşu kuyruğuna döner.

batı usunun üzeri bir sürü geleneksel eski püs­

Ası l tuhafı, Hellenler de kendileri hakkında ya­

küyle ve kalı ntıyla örtü lü ve yüklü olmasından

zılanlara inanıp insanlıktan çıkarlar ve zaval l ı ­

i leri gel i r. Denecek ki, batı nın b i rçok şaşılacak

lara hey heyler gel i r. Örneğin geçmiş Hellenis­

keşif ve icatları vard ır, hatta aya kadar gidilmiş­

tan Başveki l i Papandreu, ta rihin yürüdüğünden

tir filan falan. Bu fen buluşlarını ve araçları, ya­

ve istanbu l'u alacağından söz eder. Papandreu

ratma ve yaşatmadan ziyade, statükoyu muha­

aman tasalanmasın, tari hin durduğu yok; yer­

faza i ç i n öldürmekte kullanmaktadır. Örneğin

yüzünün her yönünde tabanları yağlamış ala­

Fransa, Cezayir'de statükoyu sürdüreceğim di­

bi ldiğine koşuyor bi le. Çünkü evren statik de­

ye -çaresiz kalı ncaya dek- son si stem teknoloj i

ğil, d i n a m i ktir. i h tiyarlamış b i r batıya karşı n ,

i le, bir Patagonya l ı vaşiyi b i le utandıracak ci­

çel i k suyundan geçmiş v e b ü y ü k i h t i m a l l ere

nayetler işlemi ştir. Oysa aynı Fransa, yüz şu ka­

gebe genç bir üçünü dünya var. Vietnam ve Af­

dar yıl önce b i r Fransız ihtilal i i l e statükoyu yı­

rika' da boğazına geçirelen yaşlı ölüm i l miğini,

karak, ilerleme ve yenilenme gücünde idi. Ba­

kılıç çakışıyla biçiyor. Gerçekten şan l ı d ı r o kı­

t ı da Beatles meatles g i b i k ı z g ı n ya d a del i

lıç ki, ç ı rçıplak ve parlak kınından fırlar. Türk

gençl i k deni lenlerin isyanı vardır. Bu gençler

u l us a l savaşı nda, Mısır'da, Tu nus'da, Ceza­

kend i lerine ahlak, terbiye d i ye gevelenen ne

yi r'de, Yemen'de, lrak'ta ve Küba'da o k ı l ı ç

varsa, bunların hepsi n i n varlıklı larca güle oy­

parl ıyor. Hel len is tan da, bütün cart-curtlara

naya çiğnendiğini görüyorlar. Öğütleri yutmu­

rağmen, üçüncü dünyadandır. U l usal Kurtuluş

yorlar. Onun için ahlak mahlak ne varsa, vur

Savaşında Atatürk, yerde çiğnenen bir Hellen

patl a s ı n çal oyn a s ı n , topunu k ı r ı p geçi rerek

bayrağı n ı, "yazı ktır, b i r ulusun sembolüdür" di­

günlerini, erkekli dişili, gün etmeye bakıyorlar.

ye kaldırtıp, ayak altında kalmayacak bir yana

Bütün umutl arını yitirmiş, yeis içindeki bu kız­

koydurtmuştur. Tuhaftır ama, emperya lizm ato­

g ı n gençl iğin "kavuşan kavuşa na"sından, yeni

m i k bomba larını patlatarak insanoğlu soyunun

b i r dünya doğamaz. B at ı n ı n sanat dal ında bir

köküne kibrit suyu dökmezse, Türk U l usal Sa­

uygarlığı, yüksek de b i r müziği vardı, ama bun­

vaşında Hellenlerin de -i nsan olarak- emperya­

lar dert içi nde yanan bir batı çoğunluğunu etki­

lizme karşı savunulmuş oldukları, b i r gün anla­

leyemed i . Teknoloji ve icatta, emme basma tu-

şı l acaktı r. ( ... )

61 3

S E Ç M E

M E T i N L E R

BATI, DOGU* SABAHATIIN EYUBOGLU Avrupa dünyamızın gençliği, yeniden doğuşu,

614

olarak görü lmel idir. Bazı Avrupalı fi kir adamla­

yarına açılan penceresidir. İnsanlığın bütün de­

rının Doğu mistisizmiyle i l gisi olmamakla be­

ğerleri Avrupadadır demiyorum; Yu nan öncesi

raber mistik denebilecek eğilimleri, m istikl iğe

ve Avrupa dışı değerlerin varlığını, hatta türlü

benzer görüşlere kaçma l a r ı d ü nya gerçeğ i n i

bakımlardan üstünlüğünü i n kar etmiyorum; fa­

kucaklayamaz olan dar b i r akılcılığı yıkma, bu­

kat i n s a n l ı ğ ı n değer olarak nesi varsa bugün

lunandan öteye gidebi lecek daha derin bir akıl

için ancak Avrupa sayesinde ortaya çıkabi lece­

yolu arama kaygılarından doğmuş olsa gerektir.

ğine, ancak Avrupa kafasıyla faydal ı olabilece­

Nitekim Bergson sezgi ad ıyla akla karşı koydu­

ğine inanıyorum. En derin düşünce kaynakları­

ğu yol a rd ı ndan gidenleri tabiat ötesine değ i l

nın Doğu'da olduğunu kabul etsek bile Avrupa­

tersine tabiatın d a h a derin gerçeklerine götür­

sız bu kaynaklar kuru çeşmelerden farksızdır.

müş, existentialist'lerin yeni b i r çeşit metafiziğe

M i l letimiz kendi geleneklerini hor görüp Av­

çalan felsefeleri insanı daha içten, daha özden

rupa'nın düşünce, b i lgi, ahlak, hukuk ve sanat

tanımağa, hatta en aktüel dünya meselelerine

i l keler i n i beni msemeğe karar vermekle bugün

katılmağa yöneltmiştir. Tıpkı sembolizm, sürre­

gençl i k çeşmes i n i n nerde olduğunu açığa vur­

a l izm, k ü b i z m , dadaizm . . . ves a i re g i b i a k ı l

muştur. Bu böyle iken bazı Avrupal ı ların, hem

düşmanı olarak ortaya çıkmış sanat hareketl eri­

de bazen en değer l i leri n i n b i r tükenişten, b i r

n i n netice itibari yle akl ı n s ı n ı rları n ı genişlet­

ihtiyarlamadan bahsetmelerine, Avrupa'yı Av­

miş, bugün art ı k makul görülen değerlere var­

rupa yapan realist dünya görüşünden sapıp in­

mış oldukları gibi. Bu arada tabii sular bulan­

san ve dünya ötesine başvurmalarına ne deme­

mış ve bulanık suda, balık avlayanlar olmuştur.

l i ? Ü stad Yahya Kemal'den, b i r fıkra d i n lemiş­

Sözü d i n lenmez olan, otlağı n ı kaybeden, za­

tim: Genç Türkler, kendileri gibi inkı lapçı, yeni

mana ayak uyduramayan, genç ve yen i olan

kafalı diye Jean Jaures'e dert yanmağa gitmiş­

herşeye içerleyen türlü türlü insanlar bu hran,

ler; memleketteki irtica hareketinden, geri kafa­

iman, şeytan, iflas, dejeneresans gibi dumanlı

l ı lardan söz açmışlar. Jean Jaures; mürteci lerin

kavram ları habire kullandıl ar. İ nsanlar maki ne­

neler söyled i k ler i n i sormuş, Genç Türkler de

leşiyormuş, ruhsuz ahlaksız ol uyormuş, saygı,

kendileri n i n Avrupa'ya ayak uydurmak istedik­

zevk, edep erkan ortadan kalkıyormuş. Halbu­

leri ni, mürtecilerin ise Avrupa' n ı n çürümüş ol­

ki dünyamızın Avrupa kafası sayesinde günden

duğunu, y ı k ı l ması gerektiğ i n i ve y ı k ı l acağ ı n ı

gune daha iyiye gittiğine, yer yer ve muvakkat

ileri sürdüklerini anlatmışlar. Bunun uzerine Je­

gerilemelere, aksamalara, sabotaj lara rağmen

an Jaures, hiç hatır gönül d i n lemeden, "Ben de

dünden daha haklı, daha a kı l l ı , daha zevkli,

sizin mürteciler gibi düşünüyorum, onlar hakl ı :

daha mesut olduğunu görmemek i ç i n ya kör

Avrupa kötüdür v e değişmelidir" demiş. Jaures

yahut da bi lerek bil meyerek her türlü değişme­

Avrupa'yı değiştirmek için b izdeki Avrupa düş­

den zarar göreceklerin adamı olmak lazım. Av­

manlarıyla işbirliği edeb i l ir; ama kendi dü nya­

rupanın bulduğu açık ve cömert kültür formülü

s ı n ı değiştirmek, daha ileriye götürmek isteyen

sayesinde her gün ve her şeye rağmen dünya­

Jaures Avrupa kafas ı n ı n ta kendisidir. Gerçi Ja­

nın her yerinde hakkını, medeniyet pay ı n ı i ste­

ures Avru pa'yı daha çok siyasi bünyesi bakı­

yenlerin sayısı alabildiğine artmıyor mu?

m ı ndan kötülüyordu, fakat Avrupa kültürünü

Kriz d i ye adlandırılan rahatsızlığı doğuran

çı kmazda gören, Avrupa dışı değerlere başvu­

da belki bu artışın ta kend isidir. Sokağı ayd ı n la­

ran fikir adamları da nihayet Avrupa'nın kendi

tan elektriğin er geç ruhları da ayd ınlatacağı su

kend i n i tenkit, kendi s ı n ırlarını zorlama gayreti

götürmez. Ama evlerinde elektriğin bir dakika kesilmesine razı olmayan bazı ayd ı n kişi ler yi­

(*) Sabahattin Eyübo!'.rlu, Mavi ve Kara, Can Yayın­ ları, 1 973.

ne de insan larn mum ışı ğıyla daha mesut ve daha ahlaklı olacağını söylüyorlar. N i ç i n ? Bu

S E Ç M E

M E T i N L E R

kişilerin elektrik payları fazla kaçmış da ondan

Aslında maddi manevi ikiliği üzerine fikir ku­

diyeceğim geliyor. Medeniyetin maddisi mane­

ranlar ruhla bedeni ayıran çağları n düşünce ka­

visi d i ye ayırmalar yapa n l ara ben olsam h i ç

l ı plarına bağlı kal ıyorlar. Bizim çoğumuz, bütün

elektrik vermem.

ikilikler gibi bunları da ortadan kaldı rma, insanı

Dünyada medeniyetin n i metlerinden fayda­

ve dünyayı bir çözül mez bütün olarak görme

lanmayan sürülerle i ns a n b u l u ndukça bu n i ­

yol undadır. Fizikle metafiziği, d i n l e felsefeyi,

metlere kavuşa nların medeniyeti kötülemeleri

akılla imanı, sanatla tekniği, insan içi i le insan

gülünç b i r şeyd i r. Tekn iğin, m a k i n a n ı n çağı­

dışını, zıt kutuplar olarak görmek artık bizi i leri­

mızda i nsanl ığa ettiği hizmetler yanı nda, bun­

ye değil geriye götürür. Yen i düşüncenin var­

ları ihtiraslarına alet edenlerin sebep oldukları

makta olduğu bütuncüllüğün mistik ve panteist

büyük felaketler bile küçük kal ı r. Teknik, maki­

dünya görüşüyle bir benzeğliği yok deği l . Fakat

na maddi şeylerd i r, ama onları yaratma nın ve

şimdiki düşünce evren i n ötes ine değil, büsbü­

m u h taçlara d ağıtm a n ı n hazzı, heyec a n ı d a

tün berisine, özüne doğru gidiyor. 1 954

maddi m i d i r ?

615

ULUSLAŞMA SÜRECİNDE BATILILAŞMANIN YERİ* NiYAZi B ERKES ( ... ) Kema l izmin sadece bir Batıcı l ı k akımı ola­

İç-içe üç halkalı görüş bize Batı l ı laşma tutu­

rak yorumlanması, Kemalist devri mciliğinin es­

munun bel irli koşullara bağlı olduğunu gösterir.

ki Tanzimat Batıcı lığına döndürülmesi demektir.

Bat ı l ı l aşma, Batı uygarl ığının ekono m i k pren­

Kema lizmin "hars"çı l ı k tutuculuğu değil, uygar­

siplerine göre değil, geri kalmışlığın zorunladığı

l ı k ilerici l iği olduğunu, bu ikisi arasında önemli

toplumsal kalkınma prensiplerine göre olabil ir.

bir yan olan toplumsal devrimciliğin kalkması

Ancak bunun sınırları içinde devrimsel değişme

sonucu Demirel türü "Batı medeniyetç i l iği" an­

amacına dönük bir Batı lı laşmadan söz edilebi­

layışına döndürülmesi olmuştur. Bu ned enlerle Kem a l izme özgü üç h a l ka

lir, ama buna u l uorta "Baltı lılaşma" denmesi bi­ ze çok bir şey öğretir mi?

olan (a) ulusal bağımsız l ı k, (b) egemen liğin hal­

Eğer ayd ı n lar, politikacılar ulusal bağımsızlık

kın kalkınmasına yarayacak yönde olması, (c)

savaş ı n ı n getirdiği u l usçu luk i l e Batı l ı l aşmayı

bunun devrimci atı l ı mlarla gerçekleştirilmesi i l­ keleri arasındaki bağlar kopmuştur. Tanzi mat, Abdülham it, Menderes ve bu "Batı meden iyet­ çil iği" anlayışlarının Batı cı lığı, bu üç-halkalı Ba­ tıcılık anlayışına ters düşer. Tek-hücreli Batıcılı­ ğın tarihimizde ve günümüzde en çok gericilik zamanlara rastlaması tesadüf değildir. Devrim­ cil iğe en aşırı şekilde düşman olan Abdülhamit dönemi, o çeşit Batıcıl ığın en aşı rılaştığı zaman­ d ı . Gerici lik düşünüşünün mutlaka Batıcılık kar­ şıtı, Batıl ı l aşma düşmanı olduğunu sanmak na­ s ı l yani ışsa, Atatü rkçüluğü de sırf Batıcı! ık ve Batılılaşma sanmak o kadar yanl ıştır. (*) Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yayınevi, 1975.

toplumsal devrimcilikle ilişiklikler açısından an­ lamış olsalardı bugünkü kalkınma, m i l l iyetçil ik, demokrasi bunalımlarına yol açan yıkımlı iç ve dış politika ödünlerine gidilmiş olmazd ı . Atatürkçülüğün b i r Batı l ı laşma davası olduğu sanısının ayd ı n lar arasında kökleşmiş olması, bugünün aydınının da Tanzi mat, Meşrutiyet dö­ nemi aydınları gibi, toplumsal içten ve bağdan yoksun kişiler olduğunu gösterir. Uygarlık tarihi görüşünün çürütü l mesi de ayd ı n ı n top l umcu görüş ve top l u m l a bağ yoks u n l uğ u n d a n i l eri gelmiştir. Batı üzerine edebiyat ve kültür kanal­ ları ndan, kitap ve dergilerden, Batı seyahatle­ rinden gelen mihanikl, safdil Batı l ı l aşma görü­ şünün diğer bir yanı ayd ı n ı n ilericilik adına akıl

S E Ç M E

61 6

M E T i N L E R

ve d i n ayd ı n l a n m a c ı l ı ğ ı n a mutlak i n a n ışıd ı r.

Ulusal bağımsızl ı k savaşı öncesi dönemler bo­

Top lumsal yapı devrimci liğinin gerektirdiği eko­

yunca Türk düşünü bir yandan Batı l ı laşma soru­

nomik kalkınma yolu yerine akıl ve din aydın­

nu ile, bir yandan da ulusal varlığın niteliği so­

lanması, Batı l ı laşma n ı n gerçek koşulu olduğu

runu i le karşı laşmış; bu i k i s i n i n altı nda yatan

görüşü i lerici aydınlar arasında yaygı ndır. Bu,

gerçek sorunun bir devrimsel toplum değişmesi

Batı'dan ne yanda, nerede geri kaldığımız soru­

sorunu olduğu an laşılmamış; Batı l ı l aşma Batı

suna geçişte gerici lerin verdiği yanlış cevapların

uygarl ığını "alma"; U lusçuluk da bunun karşı­

eleşti rilmeden ilerici ayd ı nlar elinde bir geçerek

sında ya din, ya da ırk kavramlarına dayandı rı­

i lerleme yolu olduğu sanısının bir yansımas ıdır.

lan geleneklere "sarılma" olarak anlaşılm ıştır.

Ta nzi matta "geri kaldık" teşhisine varıldığı nda

"Batıcılık" ile "Mi l l iyetçilik" birbirine zıt i ki eği­

"Batı neden ilerled i ? Biz neden geri kaldık" so­

l i m olarak kalmıştır. Prens Sabahatti n ' i n Asya

rusu, Abdülhamit döneminde "d in" nedeni gös­

türü toplum ile devlet yapısından Batı uygarl ığı­

terilerek yanıtlanmıştı. Bu görüşün etkileri, za­

na özgü yapıya geçme görüşü ulusçuluğa aykı­

manımıza kadar, düşünümüzü bir türlü doğrul­

rı; Gökalp'in "ümmet" uygarlığından " m i l let"

tulamayan bir eğrilik içine sokmuştur. Bu görüş,

harsç ı l ığına geçme görüşü Batıcıl ığa aykırı iki

Batı uygarl ığı ile Türk toplumu arasındaki farkı

görüş olarak kalmıştır.

"din" planına koymakla, olumsuz bir açı içine sokmuştur. Bu görüşün güçlendği Abdülhamit dönemin­

İkisi arasında bağl ı l ı k ancak U l usal Bağım­ sızl ık Savaşı ertes i n i n ürünü olan Kemalizmin toplumsal devrimci l i k görüşü ile kurulabi l i rd i .

de, Batı uygarlığı, Batılıların kendi d i nsizl ikleri­

Bundan ötürü, bu düşün üşte ul usçuluk ile Batı ­

nin eseri olarak Batı l ı l ara özgü bir uygarlıktı.

c ı l ı ğ ı n yeni a n l am larını, bunların Türk top l u ­

Müslümanlar da kendi d i nlerinin uygarl ı ğ ı n ı n

m u n u n çağdaşlaşması bakımı ndan yeri n i tartış­

yüksek gerçeklerini ortaya ç ı karaca klar; Batı

tık. Devri mcilik yolunun ba ltalanıp bozulmuş,

uygarlığına ihtiyaçları kalmayacaktı. Abdülha­

tamamlanması önlenmiş kaldığını gördük. B i r

mit dönemi n i n başlattığı obskürantizmin temel

yandan u l u sçu l u ğ u n gene e s k i İ s l a m c ı , Os­

i l kesi budur.

manlıcı, Türkçü biçimlerine dönüldüğünü; Ba­

Meşrutiyet döneminde buna karşı gelen tep­

tı c ı l ı ğ ı n da Ta nzimat dönemi uyduculuğu ile

ki, Tanzimat Batıc ı l ığının etkisı altında, bu eğri­

Meşrutiyet dönem i n i n özel girişimci l i k an layış­

l i ğ i düzeltmek yerine, onu ters ine çevirmekle

larına dönüştüğünü gördük. İki sorun arasında­

sadece olumsuz bir tepki oldu. Esas tez, Batı'yı

ki bağıntı gene kopmuş; hem ul usçuluk, hem

d i nce a n layış gene olduğu gibi kaldı. Ters ine

Batıcı l ı k Türk toplumunun çağdaş bir ulus ola­

çevri l i nce bu tez şu biçimi aldı: Batı, d i nsizleş­

rak değişme ve kalkı nmas ına değil, bulu nduğu

tiği için değil, H ıristiyanlıkta reform yaptığı için

halde b i le kalmasına elveri ş l i olamayan sonuç­

ayd ı n l anarak uygarlığını yaratmıştır. O halde İs­

lara varmıştır.

l a m l ı k da b i r reform geçirmeli, d i n i uygarlığa

U l usçuluk anlayı ş ı n ı n anti-Kemalist yönlere

karşıt bir şey olmaktan ç ı karma l ı d ı r. Bu görüş

girmesi, devletç i l i ğ i n başarısızl ı kları n ı n başla­

Cumhuriyet döneminde de yaşıyor.

ması i le birl i kte ortaya çı kmıştır. Bunların kökle­

B i raz kurcalanırsa görülür ki bunun Abdül­

ri, devletçiliğin kaldıramadığı geri l i k kaynakları­

hamit dönemindeki i nanışa üstün bir yanı yok­

nın toplumda hala yaşamasındad ı r. Devrimsel

tur. Batı uygarl ı ğ ı n ı n d i n reformu ve ayd ı n lan­

değişmeler önlenince Ulusçuluk ile Batıcı l ı k ge­

masının sonucu olduğu inancı, bu uygarl ı ğ ı n

ne birbirine aykırı iki anlayış olmağa başlamış­

Müslüman y a da Arap uygarl ığının etkisi altın­

tır. Tarih görüşü ile d in-devlet ayırımı sonunları,

da H ı ristiya n l ı ğ ı n zayıflaması eseri olarak doğ­

Ulusal bağı msızl ı k anlayışından yoksun politi­

duğu san ı s ı kadar temel s i z d i r. Ziya Gökalp,

kacılar elinde, ırkçı l ı k ya da Mukaddesatç ı l ı k ;

Abd ü lhamit dönem i n i n görüşünün b i r yanı ile

di n-devlet sorunu da Fransız "laicism"i modeli­

Meşrutiyet döneminde Abdullah Cevdet' i n güt­

ne göre anlaşılmıştır. İki yan ı n altındaki ters Batı

tüğü bir yanı kaynaştı rarak, bu yan l ış san ıyı da­

anlayışı, toplumcu ekonomik kalkınma pol itika­

ha da kökleştird i . ( . . . ) Buraya kadarki tartışmalarımız göstermiştir ki

sına ters sonuçlar vermiştir. Nasıl dünya uygar1 ı ğ ı n d a Türk görüşü yer i n e uydurma Tu ran

S E Ç M E

M E T i N L E R

"hars"ında Türk anlayışı gelmişse; nasıl ruhani

zararına yürü mekte olduğunu tartışacağız. Çün­

d i n lere aykırı Türk geleneği yerine Türk toplu­

kü sonuç, Türk halkının üçüncü dünyanın yeni

munun d i n-devlet geleneği ile i l işiği ol mayan

kurulmuş u l usları arasında "gelişmemiş toplum"

uydurma b i r "layiklik", ayd ı n din adamı görüşü

şeklinde yer alması olmuştur. Bunun İslam ön­

getirilm işse, devletç i l i k siyaseti n i n yerine de Ba­

cesi, İslamlık dönemi, Osmanlı dönemi süreleri

tı kap i ta l i z m i ç ı ka r l a rı h i zmet i n d e b i r yerl i

içi ndeki yeri, bir proto-halk, bir çekirdek u l us, bir reaya olarak bakılmakla anlaşılabi lecek olan

komprador dincil iğine dönül müştür. Bun lardan ötürü, geçmişte olduğu gibi, son

bir yerd ir. Saydığımız dönemlerin ürün leri ola­

yirmi beş yı l l ı k dönemde de Batı l ı l aşma, Batıcı­

rak bugün de var olan Şeriatçı, Osmanlıcı, ırkçı

lık görüşü hep olumsuz sonuçlar vermiştir; top­

ayd ı n ı n kopmuşluğunu böyle bir "gelişmemiş"

l umun çağdaş bir u l us toplumu olarak gelişme­

yani ilkel ulus içi nde incelemekle daha iyi kav­

s i ne, topl u msal ekonomi kalkınmasına yeterli

rayabileceğiz. Peşin söyleyelim ki bunların hep­

olmamıştır. Batı cı l ı k, İslamcı, Osmanl ıcı, Türk­

si B atı l ı l aşmış kişi ler torbası i ç i nde yanyana

çü görüşlerin hiçb i rine karşı başarı l ı b i r görüş

durmaktad ırlar. Aralarındaki tepişmel er, Batı lı­

olamamıştır. Bu hale gelmiş bir Batıcılığın önü­

laşma üzerine değil, toplumsal yapı devri mcili­

müzdeki yıl larda da neden Türk top l umunun

ğ i üzerined i r.

TÜRKİYE'NİN SİYASİ HAYATINDA BATILILAŞMA HAREKETLERİ VE KAYNAKLARI* TARIK ZAFER TUNAYA

Giriş

Osmanlı lmparatorluğu'nda Batılılaşma Hareketleri

Batılılaşma terimine çeşitli tarifler bulmak kabil­ d i r. Konumuz bakımından belki de en geniş an­

( . . .)

lamı seçeceğiz: Batı l ılaşmak, modern bir toplum

İlk ıslahat, kısmi müessese ıslahları şekli nde

olmak üzere girişilmiş teşebbüsler ve gerçekleş­

görülür. Bu cereyan, 1 7 . yüzyıldan itibaren baş­

tirmelerdir. Türkler, önce büyük bir imparatorlu­ ğun kurucu unsuru olarak, sonra da bağımsız bir milli Devleti n kurucuları olarak, onyed inci yüz­ y ı l ı n sonlarından beri bat ı l ı laşma olayları, top­ lumlarını ve devletlerini içinde bulundukları ça­ ğın gidişine uydurmak, ihmale uğramış bir sosyal yapıyı Batı medeniyeti seviyesine çıkarmak gay­ reti içindedi rler. Bu gayret hala devam ediyor. Bugün ulaşılmış olan merhale uzun b i r geliş­ men in mahsulüdür: Teokratik - mutlak bir mo­ narşiden meşruti b i r rej ime geçilmiş, bu kanal­ dan da layik - cumhuri bir Devlete varılmıştır. Gelişme kesintili olmuştur, daimi surette kendi­ s i n i yorumlayıcı ve açıklayıcı fi kir hareketleriyle de beslenmiştir. ( ... ) (*) Türkiye'nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareket­ leri ve Kaynakları, Yedigün Matbaası, 1 960 (?).

latı labi l i r. ( . . . ) Kısmi müessese ıslahları devresinde, ısla­ hat metodu d i kkati mizi çekmelidir. Bu ikici, te­ l i fçi, tavizci bir metottur. B i l hassa Sel i m 111, Ni­ zamı Cedit'i ile, bu yolu açmıştır: Eski ' n i n ya­ nında yeni'yi kurmak. Metot hiçbir şekilde, isa­ betli bir sentez mahiyeti taşımamıştır. Bir kere her i ki müessese birbiri ni inkar ediyordu. Her fırsatta, birisi öteki n i ortadan kaldı rmayı gaye ed inmişti. Yeni, varlığını, eski'ye taviz vererek kabul ettirmek isteğindeyd i . Metod bu devrede uygulanmaya başlamıştır. Ve Türk Devriminin i l k yıllarına değin devam etmiştir. Batı medeni­ yet alanına kesi n geçiş kararını ilk olarak, Türki­ ye Cumhuriyeti vermiştir. Gene bu devreded i r ki, Osma n l ı İmpa rator­ luğu, Batıyı hakir görmek si yaseti n i terketmiş

61 7

S E Ç M E

M E T i N L E R

Avru p a n ı n muvazene siyasetine g i rmiştir. N i ­

islahat programından başka bir mahiyete sahip

zamı Ced it' i n b i r özel l i ğ i bu hususu sağlamış

olmamıştır. ( ...)

olmasıd ı r. B üy ü k Avrupa merkezlerinde, da­

Birinci Meşrutiyet, sosyal alanda Tanzimattan

imi elçi l i klerin kuruluşu Sel i m 1 1 1 devres i n i n

fazla ıslahat yapamamıştır. Fakat bütün ıslahat

eseridir.

j imi, gerçek ıslahatın i l k şartı, kendisi sayı l m ış­

leceğimiz, Mahmut ll'nin saltanatı devresi nde

tır. Bir ideal hali nde yaşatılm ıştır. Bundan böyle,

görülür. ( . .. )

Batı l ı laşman ı n adı, Meşrutiyetin gerçekleştiril­

Mahmut 11, geleneklerle savaşmaktan çekin­ meyen b i r hükümdar olmuştur. Mutlak otoritesi­

61 8

hareketleri nin sembolü olmuştur. Meşrutiyet re­

İki nci ıslahat sistem i, ayd ı n despotl uk diyebi­

mesi, yeniden i lanı olacaktır. Bu idea l i n yaşatı­ cıları Jön Türk' fer olm uştur. ( ... )

ne muayyen dozda rasyonal izm katmasını bil­

İkinci Meşrutiyet önce siyasi ıslahatta karar

m i şti r. B u b a k ı m d a n 1 8 . yüz y ı l Avrupas ı nda

kılm ıştır. Bütün gayeler çok partili rej ime daya­

"aydın despotl uk" denilen b i r sistemi de temsi l

nan Parlamenter b i r hükumet sistem i n i n kurul­

ettiği söyleneb i l i r. Fakat Mahmut ll'nin giriştiği

masında teksif ed ilmiştir. Bu sistem her türlü ıs­

bütün hareketler, yen i l i kç i karakterlerine rağ­

lahatın en esasi ı şartı olarak kabul edi i m i ştir.

men, yukarıdan aşağı bir isti kamet takip etmiş­

Aslı nda böyle bir gaye de yen i bir hayalden

lerdir. Mahmut i l, karşısında mutlak otoritesiyle

ibaretti. Aynı zamanda kağıt üzerinde kalmış bir

çarpışan, yetki lerini hudutlamak isteyen bir kit­

teşebbüsten ileri gidememiştir. ( ... ) 1 9 1 2 sene­

le bulmamıştır. Bizzat Osma n l ı toplumuna yeni,

sinden itibaren iktidarda tek başına kalmış olan

batı l ı müesseseler vermek, haklar daha doğrusu

İttihat ve Terakki otarşik bir zihniyetle, bitmez

müsaadeler vermek yoluna gitmiştir. Bu bir oto­

tükenmez iş ve dış gaileler ortasında, bir hayli

l i m i tasyondu. ( ... )

sosyal meseleyi ıslahat olarak ele almıştı r. Bun­

Mahmut i l ıslahatını, daha ileri b i r adım takip

ları planlamıştır. Bir kısm ı n ı da kan unlaştırmak

etmiştir. Tanzimat sistemi modern Devlet fikri n i

imkanını bulmuştur. Bu suretle İmparatorluğun,

d a h a fazla gerçekleştirici b i r gidişi ifade eder.

hayatının son sekiz yılında, batılı laşma bir İkti­

Tanzimat Hattı yeni bir siyasi organ izasyonun

dar partisi progra m ı haline getirilm iştir. İttihat

lüzumunu da bel i rtmişti. Tanzimat aynı zaman­

ve Terakki ideoloj isi nde M i l l iyetç i l i k prensibi,

d a b i r z i h n iyettir. Sonraki devrelerin b i raz da

batı l ı laşmak hatta layikleşmekle aynı anlamda

küçümseyerek "Tanzimat Kafası" dedikleri top­

sayı lmıştır. Kültür alan ında "Mi l l iyetçilik - Garp­

lum an layışı, muhafazakar (teokratik ve gele­

ç ı l ı k" prens i b i , hu rafe ve gelenekç i l i ğe karş ı

nekçi), ikici (telifçi ve tavizci), bununla beraber

açılmış savaş ı n ağır topları olmuşlardır. ( . . . ) İkin­

daima araştırıcı ve Batıcı bir karaktere sahip ol­

ci Meşrutiyet bütün yönleriyle, Batının fikirleri­

muştur. 1 8 . yüzyıldan beri süregelen, batıcı l ı k

ne ve müesseselerine ardına kadar açık bir kapı

hareketleri şekilsizdi. Tanzimat bunlara b i r açık­

olmuştur. M i l li ve layik bir Devlet formü l üne

lık ve şekil vermiştir. ( ... )

varmak için bütün haz ı r l ı k l a r ve denemeler

Ta nzimatın i k i n c i ısla hat metodu, Devletin gayes i n i de iki leştirmiştir. İsl ami gaye yan ında

İkinci Meşrutiyet adını verdiğimiz siyasi labora­ tuvarda yapılm ıştır. ( ... )

Osma n l ı l ı k gayesi de yer alm ıştır. Bundan böy­ le, Osma n l ı eti k ' i ç ifte gayeye dayanacaktır. Ümmet yanında, Jön Türklerin vatan, mil let gibi terimleri de yer almaya başlıyacaktır. Tanzima­

Türkiye Cumhuriyeti Rejiminde Batılılaşma Olayları ve Fikirleri

tın müesseseleri bu yenileştiri lmiş, ya da yeni bir anlam kazandırılmış gayeye göre teşkil edil­

( . . .)

mişti r. B u gaye, batılı laşma cereyanına çok ya­

Türkiye Cumhuriyetini Osmanl ı İmparatorlu­

kındı. Ta nzimat ilk olarak, Batı karşısında, batı­

ğunun ı s l a hat h a reketlerinden ayıran b ü yük

l ı laşmaya mecbur olduğunu resmen i lan etmiş­

özel l iği kesin b i r kararla Batı meden iyeti alanı­

t i r. B u mecburiyetin sebepleri arasında, bizzat

na geçişi kabul etmesindedir. En i leri medeniyet

Batı ' n ı n müdahaleci tutumu başl ıca a m i l ol­

seviyesi Batı medeniyeti olduğuna göre, Türki­

muştur. 1 856 ıslahat Fermanı, d i kte etti rilmiş bir

ye'n i n de gayesi bu seviyeye ulaşmak olmal ıy-

S E Ç M E

M E T i N L E R

d ı . Bu seviye dışı nda, ancak geriliklerle besle­

çeklere asla uygun deği ldir. N i hayet iki medeni­

nen bir hayat telakkisi kal ıyordu. Şu halde Batı

yet arasında ahen kli bir sentez olabi l i r, o ka­

medeniyeti alanına geçiş m i li b i r hayat prensipi

dar... Bütüncüler bu fikirlerde nisbeten ahenkli

sayı l m ı ştır. B u riyazi b i r gerçek ol arak kabul

bir birl iğe varmış sayılabili rler. Ne var ki birçok

ed ilmiştir. Batı l ı bir toplumun ve Devletin kuru­

meseleleri ortak bir gözle görmed ikleri de vaki­

labi lmesi için herşeyden evvel yeni bir hayat

d i r. Üzerinde çok durdukları sentez unsurlarını

tarzını yerleştirmek, sonra da b u n u n yeni bir

kaba taslak dahi olsa tespit etmiş değil lerdir. İş­

hukuk düzeniyle kurunması yoluna gidil miştir.

ledikleri bazı temalar arasında Batı'dan kork­

Hukuk deği şikliğinin temel prens i i layiklik ol­

mamak ve kaçmamak, Doğu'nun tarifi, skolasti­

muştur. ( . . . )

ğin reddi, irtica ile savaş gibi meseleler yer al­

Türk Devri mcilerine göre Batı meden iyeti sa­

mıştır. Halen Türkiye'de Batı l ı l aşmak Devrimci

dece H ı ristiyanlığın eseri sayılamazdı. O müşte­

bir prensip olarak savunulmaktadır. B u fikri işle­

rek bir medeniyetti . Yirminci yüzyı l ı n hayatını

yen yayım orga n l arı aras ı nda Var l ı k, Forum,

yaşamak kat birkaç asır boyunca, kitleleri hura­

Türk Düşüncesi gibi dergiler vardır. Yal n ız bun­

fe ve batıl itikatlar içine sokmuş Türk Devrimi­

ları n Batı l ı laşma problemine baktıkları açıların

nin Batı medeniyetini kabulü, Türklerin mukad­

farklarını tesbit gerekir.

desatını, d i n lerini kaybetmesi demek de ola­

Bölümcü görüşler Batı l ı l aşma meselesini kıs­

mazdı. Batı medeniyeti ile Türklerin milli has­

mi bir şekilde nazara alan görüşlerdir. Bunlara

letleri ve özellikleri arasında bir sentezin ifadesi

göre Batı tamamen a l ı namaz. Ancak kısmen ik­

olabi l i rdi. Türk Devrimini Orta - Doğunun alı­

tibas ed i l eb i l i r. Batıdan a l ı nacak olan sadece

şılmış hareketlerinden ayıran karakteri bu suret­

onun tekniğidir. Onun manevi, doktrinal ve sos­

le ortaya çı kar. Ve 1 950 y ı l ı nda, Dünya tarihin­

yal değerlerine lüzum yoktur. D i kkate değer

de ilk defa olarak tek parti rejiminden çok parti

nokta odur ki, bu görüş birbirine taban tabana

rej i mine geçiş örneği n i Türkiye Cumh uriyeti nin

zıt iki fikir akımı tarafı ndan savunulmuştur.

vermiş olması, Türklerin Batı meden iyeti cami­

1 9 3 3 yı l ı na doğru, tari h i n gidişine sosyal ist

a s ı n a yapmış oldukları b i r yard ı m sayı labi l i r.

bir acıdan bakan Kadro'cular Avrupa'nın mahi­

Böylece Türkler, Batı l ı müesseselerin kendi top­

ye t i n i tay i n e teşe b b ü s et m i ş l e rd i r. i h t i y a r

lumlarında müspet sonuçlar vererek gelişebile­

kıt'anın kapitalizm ve emperyalizm baskıları a l ­

ceklerini ispat etmişlerdir. Batı l ı laşma terimi bu­

tında çökmekte ve dağılmakta olduğu kanaatine

gün yaratıcı bir ilim zihniyetine dayanarak, de­

varmışlardır. Türk İnkılabı Batı'dan sadece tek­

mokratik b i r Devletin kurulması anlamını ka­

n i k alacaktır. Türk İnkılabı Avrupa tekn iği n i n

zanmıştır.

"hayra n ı " d ı r, "mirasçısı" olamaz. ideoloj i s i n i

Türk Devriminin dayandığı gayenin gerçek­

Avrupadan a l a maz. Ke n d i s i n i d o ğ u r a n t a r i h

leşmesi, korunması ve geliştirilmesi inkilapçı bir

olaylarından v e toplum şartlarından almalıdır.

hukuk n izamı n ı n fonksiyonu olarak kabul edil­

Böylece Faşizm ve ihti lalci Sosyalizm arasında­

miştir. Bu bakımdan kanun koyucunun toplum

ki yeri n i kazanmıştır.

üzerinde yaratabileceği tesirlerin azamlsinden faydalanmak yoluna gid i l m iştir. ( ... ) Cumhuriyet rej imi içinde Batılılaşma proble­

Bölümcü bir diğer görüş de gelenekçi çevre­ lerin fikirlerini ve tezlerini birleştirir. B i r bakı­ ma bu çevre Meşrutiyetin İslamcı cereya n ı n ı

mi Osmanlı toplumundaki şekl ini değiştirmiştir.

devam ettirmektedir. Fakat mensupları ile İkin­

Ve iki cereyan halinde belirm iştir. Bununla be­ raber Meşrut iyette vücut bulmuş bazı tez lerin

ci Meşrutiyetin İslamcı cereya n ı n ı n savunucu­

bugün de savunuld uğu görülür. Bu iki ana görü­

büyük farklar vardır. Meşrutiyette olduğu gibi

şü "Bütüncü" ve "Bölümcü" olmak üzere ayır­ mak mümkün dür.

sah iptirler. Fakat büyük bir kısmı i l imden ta­

Bütüncülerin ittifak ettikleri tez şudur: Batı Medeniyeti bir bütündür. Ancak bütü nlüğü ile

cı bir veçhe vermek idd iasındadırlar. Ve Meş­

alınabilir. Bu kesi n bir karard ı r. Zira herhangi bir medeniyeti kısmen iktibas etmek i l mi ger-

vam etti rmekted irler. Mesela; Saidi N u rsl 3 1

ları a ras ı n d a b i l hassa i l mi bakımdan büyük bu çevre mensupları kısmen ilmi b i r z i h n i yete mamen uzak nakli ve iptidai görülerine İslam­ rutiyetin 3 1 Mart'çı gidişi n i fiilen ve iikren de­

61 9

S E Ç M E

M E T i N L E R

Mart hareket i n i n Saidi Kürdi's i d i r. O zamanki

Görül üyor ki Batılı laşma meselesi Cumhuri­

fikirlerini ısrarlı bir sadakatle bugün de tekrar­

yet Türkiye'sinde, Meşrutiyette olduğu gibi "Bu

lamaktadır. Genel olarak bu görüş sah i pleri la­

Devlet nasıl kurtarılabil ir?" sorusuna bir cevap

y i k l i k mefhumu, kifayet meselesi, öğretim me­

arayışı olarak ortaya çıkmamaktadır. Milli kur­

seleleri ve her çeşidi ile s i yasi olayların yo­

tuluş hareketi n i tama m l a m ı ş b i r memlekette

r u m l a n m a s ı ü z e r i n d e d u rm a ktad ı r l ar. Teşri

modern bir sosyal hayatın ve Demokratik bi r re­

alanda d a mecl i s çalışmalarının islarnileştiril­

j i m i n nas ı l yerleşeceğinin araştırılmasını ifade

rnes i n i i leri sürmüşlerdir.

etmekted ir. ( . . . )

BATILILAŞMA İHANET!* D. M E HM ET DOGAN

620 Önsöz

Bugün ilk batı l ı laşma hareketl eri nin üzerinden iki yüz yıla yakın bir süre geçmiştir. Hatta son sürekli bat ı l ı laşma hareketleri de yarım asırlık b i r tarihe malolmuş bulunmaktadır. Namuslu Türk ayd ı nları yakın tarihimize bakarak, Avru­ palılaşma / Garplılaşma / Medenileşme / Uygar­ laşma / Çağdaşlaşma . . . g i b i ke l i melerle i fade edi len batı l ı l aşmadan ne beklenildiğini, Türki­ ye'ye neler geti rd iğini, karş ı l ığı nda nelerimizi yok ettiği ni çok iyi bilmelidi rler. Yakın tari h i miz araştı rıld ığında ilk planda göze çarpan, batı lı­ laşma hareketleri üzerindeki açık - gizl i yabancı baskısıd ır. 1 839 Tanzimat ve 1 85 6 ıslahat fer­ manlarından başlayarak 1 920'1erdeki hareket­ ler, 1 9 46'da çok p a rt i l i s iyasi hayata geçiş, 1 9 60 ve 1 9 70'lerdeki birçok s iyasi / ikti sadi / içtimai hareketler üzerinde yabancıların baskı­ ları barizdir. Bugün bu gerçek bütün namuslu tari hçiler tarafından kabul edil mekted i r. Yer yer doğrudan yabancı baskıların hissedil­ d i ği batı l ı laşma hareketlerinde sömürgeci Batı­ n ı n gayrimüsl im azı nlık gruplarla çıkar koalis­ yonu yaparak devletimizi sömürgeleştirme gay­ retleri ağır basmaktadır. Yabancılar, gayrıtürk ve gayrimüslim gruplardan kendi çıkarları doğrul­ tusunda faydalandıkları gibi, aynı şekilde "yeni

aydınlarımız"dan da, medenil i k yaftasıyla sun­ dukları bazı maymuncul yen i l i klerle esir etmek suretiyle, istifade etmişlerdir. Böylece, sömürü­ cü Batı, azın l ı klar ve batıcı ayd ı nların teşki l etti­ ği menfaat cephesi ile halkımızın çıkarları çeli­ şir hale gelmiştir. Türkiye'de asırlık zıtlaşmala­ rın geçen zaman içinde törpülenmek bir yana günümüze daha da pekişerek intikali, bu tür ha­ reketlerin halk vicdanında doğurduğu tepkilerle ilgili olmal ıdır. Halkımız el bette toplumuna ya­ bancılaşmış ayd ı n ı n mayrnuncul "medenileş­ me" tavırlarına karşı ç ı kacak ve onu kend inden sayrnıyacak, inka r edecekti. 1 83 9 Ta nzimat ve 1 8 5 6 ıslahat ferman ları şüphesiz Osman l ı üniforması giymiş paşalar ta­ rafı ndan okundu. Ancak bu paşaların arkasın­ daki, emperya l iz m i n uzun vade l i hesaplarını di kte edenler d i kkate alı nmazsa hem tarihi hem de günümüzü ayd ınlatan sonuçlara varmamız imkansız hale gel i r. Yağmurlu bir kasım sabahı ailesi efrad ıyla helal leşerek Gül hane Hattı Hü­ mayununu okumaya giden "Büyük" Reşit Paşa, elindeki padişah fermanı n ı n İngiltere'deki elçili­ ği sırasında, Dışişleri Bakanı Palrnerston tarafın­ dan teklif ve telkin edilen ıslahatlarla i l işkilerini (benzerl ikleri n i hatta ayn ı l ı klarını dernek daha doğru) b ilmeni n korkusu içinde olsa gerektir. Aynı Reşit Paşa, Batı'nın sömürgeleştirme emel­ lerine en geniş ölçüde hizmet eden 1 83 8 imti­ yaz ı n ı İ n g i l izlere, devleti kurtarma haya l l er i

(*) D . Mehmed D..o!;jan: Batılılaşma ihaneti, Birlik Yayınları, 1 975.

içinde verm işti. Yabancılar Türkiye'yi sömurgeleştirrnek i ç i n

S E Ç M E

M E T i N L E R

her türlü yola başvuruyorlard ı . Bu yollardan biri

lü, kendi geri kalmışlığı bir ölçüde çizil iyor bu

de borç l a n d ı rmayd ı . İ n g i l i z elçisi Canning'in

kitapta. Bir yazar da aynı d i l i m i anlatırken "Dü­

Batı l ı l ardan borç al ınmasına i l işkin ıslahat layi­

zenin yabancılaşması" deyimini uygun buldu.

hası Abdülmecid tarafı ndan reddedi l mişti. Na­

Bürokrasi, "ayd ın" denilen tabakanın macerası,

muslu idareciler, başta Padişah olmak üzere ya­

halkla zıtlaşması, sömürgecilere alet oluşu bu

bancı lardan borç a l ı nmasına karşı d i reni rken,

kitabın konusudur. Bu kesitte bürokrasi yalnız

batı l ı laşma tari himizin "büyük"lerinden Ali Pa­

kend ini konu edinen b i r tari hi hak etmiştir. Bu

şa, 50 m i lyon fra n k l ı k b i r borç antl aşmas ı n ı

tarihe onun iki yüz yıllık macerası ve kendi iç

l BSS'de gizlice imzalıyordu. B u antlaşma daha

yap ılanışı d i kkate alı narak " B i r çağdışı oluşun

sonraki borçlanma ların, neticede Osmanlı mali­

tarihi" adını vermek en uygunudur. Ş üphesiz,

yesinin iflası n ı n ve yabancı devletlerin borçları­

bütün medenileşme, modernleşme, batı lı laşma,

nı tahsil etmek için ü l kemizde kurdukları "Dü­

Avrupal ı laşma ve çağdaşlaşma iddialarına rağ­

yunu Umumiye"nin önsözü oluyordu.

men "çağdışı" olanların tarihi ibretle okunacak­

Batı l ı sömürgeci ler Devlet i m ize güç veren

tır. Burada bu tarih kesitinin günü açıklamada

ne kadar müessese varsa heps i n i yok etmeye

fayda sağlayacak bazı çizgi lerine d i k kati çek­

aziml iydi. İktisad ımız, kültür ve eğitim kurum­

mekle yetineceğiz.

larımız yıkı l m ış, yerine emperya l istlerin çıkar­ l a r ı n a h i z m et eden m üessese l e r k u r u l m aya başlanmıştı. Batı l ı emperya l i stler bu yöndeki açık ve gizli çabalarına yüzyıllar boyu devam

Komprador Bürokrasinin Doğuşu

ettiler. Önlerinde en önemli engel olarak dev­ leti mizin İslam top l u l u klarıyla bağl arını koru­ yan müesseseler vard ı . Gerçekten, XX. yüzyıl başlarında, İslam hali­

Batı'nın kendi sistem i n i yayacak, kültürünü aşı­ layıp menfaatlerini koruyacak bir aj anlar kesi­ mine ihtiyacı vardır. Makineleşme üretimi artır­

fesinin adı, bütün İslam toplulukları nın camile­

mıştı r. Bu ise yeni pazarların aranması, zorlan­

rinde okunuyordu. H icaz dem i ryolu bütün dün­

ması nı gerektirir. Artan üretimi besleyecek ham­

ya Müslümanlar ı n ı n iştirakiyle i n şa edil irken,

madde ihtiyacı da önemli bir baskıdır. Sömür­

Osma n l ı n ı n g i rdiği bütün şavaşlar İslam toplu­

geci liğin maddi temeli bu iki ihtiyaca dayandı·

l u kları nda ya nkı bul uyor, mesela Edirne, Bul­

rılır. Bir pazar aynı zamanda hammadde kayna­

garların e l i nden geri alındığında dünyan ın her

ğıdır Avrupalı için. Avrupalı pazara çok şey ar­

tarafı ndaki Müslümanların kutlama telgrafları

zetmiştir. Hem de herkes için makul fiatla. Tür­

başkent İstanbul'a akıyordu. İslam alemi hürri­

kiyeli bürokratlar bu pazarda çok ucuza gitmiş·

yet uğrunda başkaldırmak için H i lafet müesse­

tir. En çoğu bir takım frenk kostümüne ... Ve ay·

ses i ni n meydana getirdiği manevi birliğe umut­

d ı nlar bütün halkımızı bu bedele razı etmeyt

la bağlan ıyordu. Öyleyse, bütün İslamcı hare­

çalışmışlardır. İki yüz yılın, yüz elli y ı l ı bu ça·

ketler ve Hal ifelik emperyal izmin gözünde yok

bayla geçmiştir. 1 50 yı lda 1 B 3 B ticaret sözleş­

ed ilmesi gereken şeyerd i . Ve emperya lizm bir

mesi, dış borç anlaşmaları, Düyunu Umumiye

g ü n bunu d a gerçekleşti recekti ( 1 924). Oysa

idaresi, meşrutiyetler, teşkilatı esasiyeler, hürri­

emperyalizmin ağababası İngi ltere bugün bile,

yetler ve mağlubiyetler birbirini kovalarken ay­

bütün fonksiyon larından soymasına rağmen, es­

d ı n ların bütün meselesi Avrupalı gibi giyinmek,

ki sömürgelerle bağlantı sağladığı i ç i n kra l l ı k

yemek, içmek, dans etmek, okumak, yazmak . . .

müessesesini korumaya devam etmekted i r. ( . . .)

kısacası Avrupalı g i b i yaşamaktır. Osmanlı ülke­ sinde Avrupalı lar az ınl ıklar dışında pek komp­ rador burjuvazi bul amamışt ı r ama, tes i r l i b i r

Bir Çağdışı Oluşun Tarihi

komprador bürokrasi tabakası oluşmuştur k i , sömürge çarkları onların gaflet, dalalet v e hatta

Eğer yazılsa iki yüz yıllık batı l ı laşma tarihimiz

h ı yanetleri sayes i nde rahatça iş leyeb i l m iştir.

bu adla anılabilirdi. Bir yazar, "Geri kalmışlığın

Bü rokrasi bu süre içinde hep iktidara bütünüyle

tarihi" dedi. Bürokrasin i n bu oluşumundaki ro-

sahip olacağı çağı özlemiştir. İdaren i n başı (pa-

621

S E Ç M E

M E T i N L E R

dişah) din, i l im kurumları buna mani oldukça

" u mut" v.b . s ı fatl arl a a n ı l ı rl a r. Bir seviyede

onları yok etmenin yolları n ı aramıştır. Bu aynı

bunların l l ' ncisi, l l ' üncüsü de sömürücü men­

zamanda sömürgeleşmeye karşı koyan halktan

faat çevreleri ve onların aletleri bürokrat taba­

kurtuluşun da yolu olacaktır. Bürokrasi bu fırsa­

ka tarafı ndan tezgahlanıp halka takdim ed i l i r.

tı, savaşlar, savaşlarla dolu yıl lardan sonra bul­

"Büyük", " l l " n c i Büyük" ve "Onlardan sonra

muş ve yaz ı m ı z ı n başı nda sözünü ettiği miz

l l l 'üncü Büyük" v.s. sıfatla r ı n ı n a rdında yatan

"çağdışı çağı" oluşturmuştur.

gerçek 'Tinci baş komprador bürokrat", "ll' nci baş komprador bürokrat'', "lll' üncü baş komp­ rador bürokrat" olmalarıdır. Emperyalizm, böy­

Baş Komprador Bürokratlar

le bir baş komprador bürokratlar (B.K.B.) salta­ natı n ı y u rd u muzda gerçekleştirmiştir. Türki­

Batı l ı lar her devirde Türkiye' de bir "baş komp­

ye' n i n "çağd ışı çağ" ı n ezici baskısından az çok

destekleyerek kendi emellerine alet etm iştir.

tidar güçlerinin zayıfladığı anlar olmuştur. Bü­

rador büro krat" türetmiş veya isti dadı olan ları

622

sıyrı ld ığı anlar baş komprador bürokratl arın ik­

B u n l arın ad ı Reşit Paşa'dır, Mithat Paşa'dır, İs­

rokrasi ve ayd ı nlar bu anları Türkiye' n i n geri l i k

met Paşa ' d ı r veya b i r başkas ı d ı r. Fakat "Bü­

çukuruna yuvarlandığı a n l a r olarak kabul eder

yük", "Kurta rıcı'', "Hürriyet kahramanı", "Dış

ve çeşitli fırsatlar hazı rlayarak iktidarı n ı yenile­

siyaset kahramanı", "Demokrasi kahramanı",

meye çal ışır. ( . . . )

TÜRK HÜMANİZMİNİN ÖZÜ* SUAT SINANOGLU ( ... ) B u soru nla ilgi lenen batı l ı ayd ı n ların karşıt

lamadı kça, yalnızca teknik alandaki ilerleme ve

görüşüne rağmen, Türk toplumu, kuşaklar bo­

toplumsal kurumların yenilenmesi i le kesin kur­

yunca sürdürülecek bir çaba ile, batılı evrenin

tuluşa erişemiyeceğini sezmiştir. Ancak düşünce

ruh gelişimine basamak oluşturan aşamalardan

ve ahlak alanında böyle bir biçi mlenmeye baş

bir bir geçmek zorunda asla kalmıyacaktır; kal­

vurma kararına varıldığında, bir gerçeği kabul et­

masına olanak yoktur, çünkü Türk humanizmi

me zoru n l u l uğu i l e karşı laş ı l ı r : batı n ı n forma

topl umun iç yapısından doğan zorunluklarla ve İtalyan humaniz m i n i n zorunluluk ve sorunları

mentis' ini benimsemenin tek ve zorunlu koşulu, batı evren i n i n tarih boyunca yaşayıp edindiği

ile hemen hemen hiç bir tarihsel benzerl ik gös­

deneyimin tümünü toplumca kültür b i l i ncinde

termeyen bir takım sorun ları çözümlemek için

yaşatmaktır.

vücut bulmaktadır. ( ... )

Bunun sonucunda, Türk toplumu kendi karşı­

( ...) Türk humanizmi toplumun içinden gelen

sında, insanlığın incelenmesi ve ilgilenilmesi ge­

bir hareketle ortaya çıkmış değild ir. İlk dürtü dış­

reken deneyim alanları olarak, yalnız klasik ev­

tan gelm iştir. Türk toplumunu kendini yeni leme çabasına iten kuvvet insancıl bir içgüdüdür; kişi ve toplum olarak varlığını sürdürme içgüdüsü­ dür. Türk toplumu, genç kuşakları ciddi bir fikir ve ahlak eğiti minden geçirmedikçe ve böylece Atatürk'ün koyduğu ilkelerin benimsemesini sağ(*) Suat Sinano!)lu, Türk Hümanizmi, Türk Tarih Kurumu, 1 980.

reni değil, İtalyan humanizmi ve uyanış dönem­ leri ile bunları izleyen bütün öbür dönemleri de bulmakta, böylece batı evreni ona i n s a n l ı ğ ı n manevi gelişimini çizen uzun, düz b i r çizgi gibi görünmektedir: bu çizgi aşağı yukarı i.ö. 9. yüz­ yıldan başlayarak günümüze kadar gelmektedir. Görül üyor ki Türk humanizmi, doğduğu an­ dan başlayarak, kendi özünü kuramsal açıdan değerlendirmek zorundadı r : kendiliğinden do-

S E Ç M E

M E T i N L E R

ğan değil, b i l i nçli düşüncenin ortaya koyduğu

rih i boyunca avrupalı ve hı ristiyan olmamış bir

b i r human izmd i r. Başka türlü olması beklene­

toplum için, Almanların klasik düşüncenin Ger­

mez: Türk hümanizmi olayların zoru i le, doğal

man top l u l ukl arına yayı lmasını açıkl ayan ku­

yoldan kendini kabul ettiremez, gelişemez; ger­

ramlarını oluştururken dayandıkları avrupalı ve

çeklerin ve duygu l a r ı n dürtüsü i l e ol uşamaz;

hıristiyan nitelikli tutamaklardan yararlanma ola­

çünkü Türk toplumunu klasik evrene bağlayan

nağının bulunmayışıdır.

hiç bir gelenek ya da tarih bağı yoktur; dil bakı­

Türk humanizminin bu konuda eriştiği kendi­

m ı ndan da herhangi b i r yak ı n l ı k söz konusu de­

ne özgü görüş ortaya bir takım gerçekler koy­

ği ldir, tersine Avrupa u l usları i le o evren arasın­

maktadır. Bunların ilki şudur: batı uygarl ığı deyi­

da etk i l i bir aracı rolü oynayan hı ristiyan dini­

mi ile Avrupa'nın ve Amerika'nın bugünkü uy­

n i n arac ı l ığından da yararlanma olanağından

garlığı anlaşıl ıyorsa, bu uygarl ık klasik evrenle

yoksundur.

olan bağıntısı göz önüne tutülmadan kavranı la­

O halde gerçek şudur ki Türk humanizminin

maz; öte yandan Yunan uygarlığından başlaya­

kaynağını ilintilik zorunluluklar oluşturduğu hal­

rak batı uygarl ıklarının bütünü olarak düşünülü­

de, bu akımı güçlendirmek ve yerleştirmek için

yorsa, ad ının "batı dünyası uygarlıkları nın bütü­

hiç ara vermeden bil inçli bir sistem yaratma ge­

nü" olması çok daha uygun düşer; hatta "uygar­

reği vardır. Toplumun kültür koşullarının gerçek­

lıklar"dan söz etmektense -çeşitli ülke ve çağlar­

leri, çağdaş batının etkisi, topluma özgü sanat

da çeşitli ulusların katkıları ile beslenmiş olması

duyarlığı ve günün zorunlulukları Türk humaniz­

itibariyle- "insanlığın manevi gel işim tari hi"nden

mine bugün için tahmini olanaksız bir öz, bir bi­

söz etmek çok daha yerinde olur. ( . .. )

çim ve bir yapı kazand ı racaktır; bundan kuşku

Türk humaniz m i n i n ortaya ç ı kardığı i k i n c i

duyulamaz. Ancak şu da bir gerçektir ki bir top­

gerçek şudur: bir batı uygarl ığından söz edilemi­

lumun kendi amaçlarının ve öz nitel iğinin bil in­

yeceğine göre (ed ilmemesine bir neden de hıris­

cine erişmesi olayı sanat ve fikir alanlarında gös­

tiyan dininin Suriye kökenli, yani doğu köken li,

terd iği özgür etkinl iği derinden derine etkile­

dolayısiyle humanist düşünceyi benimsediği öl­

mekten geri kalm ıyacaktır; üstelik toplumun is­

çüde batı l ı olmasıdır) bizzat batı lı laşma terimi,

teklerine ve gereksinmelerine daha kesin, daha

bugünkü Avrupa-Amerika uygarlığının ben im­

belirgin bir yön vermeyi de başaracaktır.

senmesi anlamında kullanılıyorsa, salt taklitçi lik

Türk humanizmi, insan aklının İtalyan huma­

aşaması için geçerlidi r. Ama bu aşama, açıkla­

nizminin yaratıcı atı lımını -özel l i kle aydınlanma

maya çalıştığımız kuram sayesinde, bir kez aşıldı

yüzyılında yapılan çalışmalar sayesinde- sisteme

mı, artık batı l ı l aşmadan değil, toplumarın "in­

bağlamış bul unduğu ve klasik evrenle modern

sanlığın evrim sürecine katı lmaları"ndan söz et­

evren arasındaki i l işkiler sorununa bel l i bir çö­

mek çok daha yerinde olur. Çünkü bu sürecin,

züm getirdiği bir sırada (Alman neo-humanizmi

kendi gelecekleri soru nunu humanist açıdan ele

yorumlama gücünü en başta bu sorunun çözüm­

alan -yani otuz yüzyıldan beri insanlığı aşama­

lenmesine yöneltmiştir) ortaya çı kmaktadır; bu

dan aşamaya götüren zihin ve ahlak değerlerini

nedenle ve tarih bil incinden aldığı kuvvetle Türk

kendi istekleri ile benimsemeye çalışan- toplum­

humanizmi daha başından beri kendi etkinliğini

lara açık olduğu ortadadır.

bi l i nçli düşüncenin ışığı ile aydınlatma olanağı­

Başka bir gerçek te şudur ki batı dünyasının

na sah i p bulunmaktadır. ( . . . ) Türk humanizmi,

Türk humanist düşüncesi tarafı ndan i nsanlığın

klasik düşünceyi -daha doğrusu batı düşüncesi­

manevi evrimi olarak değerlend i ri l mesi -batı

ni- hıristiyan batı nın sınırlarının da ötesine yay­

düşünces i n i zengi n l eştirmekten, onun kendi

mayı amaç edinmiş bir fikir akımı nitel iğindedir.

değeri n i daha iyi kavramasını sağlamaktan ve

Dolayısiyle o, Türk toplumunu yalnızca teknik

ona bugünkü tarihsel i ş l e v i n i göstermekten

uygarlığa ayak uydurmaya zorlamakla kalma­

başka- bu yeni fikir akım ı n ı n anlam ve önem ini

makta; aynı zamanda batı nın deneyimini yeni­

daha d a derinleşti reb i l eceği son ucuna götür­

den değerlendirmekle, bu deneyim üzerine ken­

mekted i r. Gerçekten, Türk humanizmi, böyle­

d i ne özgü b i r görüş getirmektedir. Bu görüşün

ce, insan lığın yeni bir gelişme aşamasına gird i ­

oluşmasını sağlıyan neden, Türk toplumu gibi ta-

ğ i n i n i l k kanıtı olarak belirmekted i r. Netekim

623

S E Ç M E

M E T i N L E R

Türk humanizmi dünyanın bütün toplumları n ı

eklenen yeni b i r halkadır, insanlığa onur kazan­

ramsal bir sav olarak i leri sürmekle kalmayıp,

dıran uzun b i r aşamalar d izisine eklenen yeni

bunun ayn ı zamanda pratik bir kanıtı olduğunu

bir evrim aşamasının başlangıcıdır.

ortaya koymaktad ı r. ( . . .)

624

Türk humanizmi fikir evriminin uzun zincirine

insan lığın evrim sürecine katma olanağını ku­

Gerçekten Türk humanizmi, sorunları yalnız­

Sonuç olarak, Türk toplumu batı n ı n kültür ta­

ca batı insan ı n ı n değil, bütün insanlığın açısın­

rihinin çeşitli aşamalarını tarih düzeyinde yeni­

dan kapsayan görüşü ile; özel tarihsel koşullar­

den yaşamak durumu ile karşı karşıya değildir;

ca önüne çıkarı lan ve bu yüzden kendine özgü

ona düşen -tıpkı bugünkü batı lı kuşakların bizzat

olan sorunları çözümlemek zorunda kalması ve

yaptıkları gibi- insanlığın manevi gelişimine kat­

pek eski bir kültüre ve büyük bir deneyime sa­

kıda bulunmuş olan ulusların deneyimini düşün­ ce düzeyinde yeniden yaşamaktır; bir deneyimi

sanlığın evrim sürec i n i n sürüp gittiği bir uygar­

hip olması nedeni ile, batı dünyasını, içinde in­

tarih düzeyinde yaşamakla onu düşünce düze­

l ıklar bütünü olarak değerlendirmesi sonucun­

yinde değerlendirmek ise bambaşka şeylerd ir.

da, insanlığın i lerlemesine katkıda bulunabile­

Türk humanizmi, batılı olmayan toplumarda

cek ve aynı zamanda bütün öbür batı l ı olmayan

gözlenen ve onların, batı l ı laşma hareketlerinin

uygarlıklara örnek oluşturabilecek n iteli kte b i r

bugün kü aşamasında, göze çarpan b i r özel l i k

akımdır. S o n a m a c ı batı l ı evre n i n z i h i nsel ve

olarak ortaya koydukları çeşitli taklitçi l i k örnek­

ahlaksal değerlerini h ı ristiyanlığın çizğdiği sınır­

lerinden b i r i değ i l d i r; Türk humanizmi h ı z ı n ı

ları n ötesine, batılı ve hıristiyan olmayan ülke­

taklitten a l a n v e taklitte tükenen b i r a k ı m değil­

lere taşırmaktır.

dir. Gerçi manevi alandan alınan örnekler;iı tak­

Bu durumda Türk humanizmi Alman neo­

lidi, b i r uygarl ığın dış görünüşünü ve tekniğini

huma n i z m i n e o ra n l a ye n i ve çok ö n e m l i b i r

taklit etmeye benzemez; çünkü manevi örnekle­

adım ol arak görül mekted i r, çünkü i n s a n l ı ğ ı n

rin tak l i d i çoğu zaman beklenmed i k sonuçlar

büyük evrim sürecine katı lma olanak v e zorun­

doğurabilir, yepyeni gelişmelere yol açabilir. An­

luluğunun bütün insan toplul ukları için var ol­

cak Türk humanizmi bununla kalmamaktad ır:

duğunu kesinl ikle ortaya koymaktad ır.

1

Tanzimat ve Meşnıtiyet'in Birihimi

2

Kemalizm

3

Modernleşme ve Batıcılıh

4

Milliyetçilih

5

Muhafazaharlıh

6

MilJfye[ç ilik E D i T Ö R : TA N I L B O R A

·

ısıii�ncılıh -



·�,,iL

7

Lib'eialızm

8

Sol Düşünc e

9

Dönemler ve Karahteristihler