Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Kemalizm [2, 2 ed.] 9754709491, 9754709092, 9750500059, 9750500032


120 68 77MB

Turkish Pages 687 [688] Year 2002

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Recommend Papers

Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Kemalizm [2, 2 ed.]
 9754709491, 9754709092, 9750500059, 9750500032

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

762 • Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce 2 975-470-949-1 (Ciltsiz)• ISBN 975-470-909-2 (Ciltsiz Tk. No) ISBN 975-05-0005-9 (Ciltli) • ISBN 975-05-0003-2 (Ciltli Tk. No) © 2001 lletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2001, İstanbul 2. BASKI 2002, İstanbul lletişim Yayınlan ISBN

SAYFA ve KAPAK TASARIMI Suat Aysu KAPAK FIIMI Diacan Grafik DOZELTl Serap Yeğen DIZIN M. ·cemalettin Yılmaz MONTAJ Şahin Eyilmez BASKI ve ClLT Sena Ofset lletişirn Yayınlan Klodfarer Cad. lletişim Han No. Fax:

212.516 12 58

7 Cağaloğlu 34400 lstanbul

• Tel:

212.516 22 60-61-62

• e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr

MODERN TÜRKİYE' DE

SİYASİ

DÜŞÜNCEi CiLT 2

Kemalizm

GENEL YAYJN YÔNEIMENl 11.ETİŞİM A.Ş. ADINA SAHİBİ YAYJN KURULU EDlTôRLER

Murat Belge Tuğrul Paşaoğlu Murat Belge, Tanı] Bora, Ahmet Çiğdem, Bağış Enen, Murat Gültekingil, Ahmet lnsel, Ömer Uıçiner Tanı! Bora, Murat Gültekingil

YAYJN SEKRETERİ

Bağış Erten

CİLT ED1TôRLER1

B1R 1Nc 1

c 1 LT Cumhuriyet'e Devreden Daşılnce Mirası:

Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi MEHMET ô. ALKAN

iKiNCi CiLT

Kemalizm AHMET iNSEL ÜÇÜNCÜ CiLT

Modernleşme ve Batıcılık: UYGUR KOCABAŞOGLU DÖRDÜNCÜ CiLT

Milliyetçilik TANIL BORA BEŞiNCi CiLT

Muhafazakarlık AHMET ÇIGDEM

ALTINCI CiLT

Islamcılık YASIN AKTAY YEDiNCi CiLT

Liberalizm MUSTAFA ERDOGAN SEKiZiNCi CiLT

Sol Düşünce MURAT GÜLTEKINGIL DOKUZUNCU CiLT

Dönemler ve Karakteristikler ÖMER LAÇINER

MODERN TÜRKİYE'DE

SİYAS İ ..

�---

..

DUŞUNCE

DOGAN AKYAZ • FARUK ALPKAYA • CUMHUR ASLAN • TOKTAMIŞ ATEŞ • SUAVi AYDIN • M URAT BELGE • TANIL BORA • HAMiT BOZARSLAN • ÜMiT CiZRE • N U R BETÜL ÇELiK • AHMET DEMiREL • M. GÖRKEM DOGAN • TARHAN ERDEM • NECMi ERDOGAN • N URAY KARACA EREREM• BAGIŞ ERTEN • ALI GEVGILILI •ÖZGÜR SEVGi GÖRAL • ASENA GÜNAL • ATTiLA iLHAN • AHMET iNSEL • AYKUT KANSU • BARIŞ KARACASU • M. ASIM KARAÖMERLIOGLU • KURTULUŞ KAYALI • ALI KAZANCIGIL • CEMiL KOÇAK•ORHAN KOÇAK• LEVENT KÖKER•DUYGU KÖKSAL•BILSAY KURUÇ• AHMET KUYAŞ • ATILLA LÖK • ELÇiN MACAR • NURŞEN MAZICI • NURAY MERT • HAN D E ÖZKAN • TAHA PARLA • AYŞE SAKTANBER • M E HMET SOYDAŞ • B i RSEN TALAY•YÜKSEL TAŞKIN• METE TUNÇAY•ÖMER TURAN•MUSTAFA TÜRKEŞ• ÖMER TÜRKEŞ• HAKKI UYAR•HASAN ÜNDER•CENNET ÜNVER• M. BÜLENT VARLIK• NEŞE G. YEŞILKAYA•MESUT YEGEN •AHMET YILDIZ•ERIK-JAN ZURCHER

Sunuş Gınş

.....

..... ..

........ ......................... .............................................................................................. ................................................

......... ...................

............................................................................................

.. .. ....................................................

13 17

M U R A T B E LG E

Mustafa Kemal ve Kemalizm

29

.........................................................................................................

E R iK J A N Z Ü R CH E R

Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynaklan

44

............................... ........................

M ESU T Y E G E N

Kemalizm ve Hegemonya?

......... ......... .... .................. ............................ .... .. ....... .

..............

....

..56

• Recep Peker AHMET YILDIZ

............................................................................................................................... ......... . ...........

58

• Falih Rıfkı Atay HANDE ÖZKAN

................................................. ............................. .......................................................................

64

N U R B E T Ü L Ç E L iK

Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem •Şükrü Kaya HAKKI UYAR

........... .. ........... .....

. ...

.. .......... .. .. ....... ........ .......... .....................................

.

.

................ .. ........... ................ ................................... ....... .. ...................

75

.80

M E T E T U NÇ A Y

İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)

.................... ...................

...

92

L E V E N T KÖK E R

Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi. ;........................................ .............................................97 ....................................... ........

i Ç i N D E K i L E R

• Necmettin Sadık Sadak HAKK I UYAR

................................................................................

....................... ........................ ........ .. .........

102

.

113

• Halkevleri

NEŞE G. YEŞİ LKAYA.

...................... .. .... ........... ................. ... .

................................. ............... ...

....... ......

C E Mi L K O Ç A K

Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedi Şef I Milli Şef... ... . ..... .... .. .... ..... .................. . .. . ... ......................... .. ................ .. .... .. .119 .

• İsmet İnönü AHMfT DEMİREL

HASA N

..... .......... ......... .... . ........ ..... .. .......

.............. ........ ..... .

.......... ................................ ......

124

ÜNDER

Atatürk İmgesinin Siyasal Yaşamdaki Rolü

.....

.138

............... ....... ........ ..... ...

Ü Mi T CiZ R E

Egemen İdeoloji ve Türk Silahlı Kuvvetleri: Kavramsal ve İlişkisel Bir Analiz

...

..................... ..............

.156

• Doğan Avc10ğlu E LÇİN MACAR

.....................................................................................................................................................

• Ordu ve Resmi Atatürkçülük DOGAN AKYAZ

162

180

.............. ........................................................ .................... ....................................................

A L I G E V GILI L I

Kemalizm ve Bonapartizm

192

... ..........................................................................................................

NUR AY M E RT

Cumhuriyet Türkiyesi'nde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu

............................................................................. ........

.197

• Halil Nimetullah Öztürk CUMH U R ASLAN

.............................................................................................................................................

200

A H M E T Y IL D IZ

Kemalist Milliyetçilik

................ ........... ......... .......................... ..... ........................................................

• Mahmut Esat Bozkurt HAKKI UYAR

........................................................................................................................... ...........................

• Afet İnan

ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL

........................ ...................... ...............................................................................

210 214 220

A LI K A Z A N CIGI L

Anti-emperyalist Bağımsızlık ldeolojisi ve Üçüncü Dünya Ulusçuluğu Olarak Kemalizm

..... . .... .. ............. .......

235

i Ç i N D E KiL E R



Memduh Şevket Esendal ÖMER TÜRKEŞ.................

.

.

.

. ...... . ... . .... .2 38

........... ...... ... ..... . . . . . . . . . . . ................... . . . . . . ..

AHMET KU YAŞ

Yeni Osmanlılar'dan 1930'lara Anti-emperyalist Düşünce.... . .. . .... ............ ....... .. .............. .. ... .............. .. ..........247 A YK U T KA N S U

Türkiye'de Korporatist Düşünce ve Korporatizm Vygulamalan .. ....... •

.

.

Ülkü: Halkevleri Mecmuası

M. B ÜLENT VARLIK ............... ..................... ...........

· · ·

· · ······ ··

·· ·

·············· ·

.

..

.253

....................... . .......................................268

.

M. A SI M K A R A Ö M E R L I O G L U

.........................272

Tek Parti Döneminde Halkçılık ....... .................. ....... . . ... .. •

Selim Sırrı Tarcan

HANDE ÖZKAN ........................

.. ..276

.

M. A S I M K A R A Ö M E R L I O G L U

u . . T ur .. k'ıye'de K"oycu··1··k •

Köy Enstitqleri

.

. . .

.

..

..

.

.

.

... ........... ............................................284

. .

_

M. ASIM KARAOMERLIOGLU

.... . ... .. .......

.................................................286

.

BI L S A Y K U R U Ç

Kemalist Ekonomi Görüşü: Kesitler . .. ............ .. . .. ................................................298 T A HA PA R L A

Kemalizm Türk Aydınlanması mı? ....................... ... ... ... ..... . . . . .. .. .. ........ ..3 1 3 T OKTA M I Ş AT E Ş

Kemalizm ve Özgünlüğü. . .. . . . ..

. . .. ..

..

.......

..

......... ....317

................................ .

A Y Ş E S A KT A N B E R

Kemalist Kadın Haklan Söylemi ........ ........ . ..... .. .. .. ..... ..... ................................323 BA R I Ş KA R A C A S U

"Mavi Kemalizm" Türk Hümanizmi ve Anadoluculuk. .. . ...... . .. ...... . . •

Niyazi Herkes

KURTU LUŞ KAYALI

. . . . . . . . . . . . . . . .......................

... . . . .

. . .... . .

.

. . . . . . . . ............. . . .

3 34

. ..3 38

....... . . . . . . ...............

S U A Vi A Y D I N

Cumhuriyet'in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Y ükselişi ve Düşüşü .. . 344 . . ... . . . . . . . . . .

. . . . . . ........

i ÇiN D EK i L E R



M. Saffet Engin

. ....350

CUMHUR ASLAN.....

O RH A N K O Ç A K

.

1920'lerden 1970'lere Kültür Politikalan. •



Cahit Tanyol

ÖMER TURAN ..... ..

.. . .

.

.. .

..

. .... .

. .. .. . .. . .

.

.. ..

. ...... . .. . .....382

Kemalist Kültür Politika/an Aç1S1ndan Türk Tarih ve Dil Kurumlan

YÜ KSEL TAŞKIN ........... . .

··

.3 70

· · · · · · · · · · · ······

·· ·

.

.419

Ö MER TÜRKEŞ

. .... 425

Güdük Bir Edebiyat Kanonu .... ... .. .. . ...

.



Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Bİ RSEN TALAY . ...... . . .. . ...... . . ..

.

.

. . . ... .. .. .

.

.

.

.. . .. . 430

. .. ... .. . .. . .

...

..

.. .

..

T A RH A N ER D E M

CHP'de Parti İçi Mücadelede "Kemalizm" ve ... . .. . . . . . . .. "Devnm . ler "Tiar tışmalan u·· zenne. ..



Turan Güneş

YÜ KSEL TAŞKIN •

.......

. . ......................

..

............

.

·

... ... .. ...... ...............

Bülent Ecevit

HAMİT BOZARSLAN .....

. ....

···

. ... .

. . 449

.

· ·············

. ..452

... .......

. . ... ......... ...................458

.

MUST A F A T Ü RKEŞ

. .... . .. . . 464

Kadro Dergisi.. . •

Şevket Süreyya Aydemir

.....466

CENNET ÜNVER .... .

F A RUK A L PK A Y A

.. .... . ... 477

Bir 20. Y üzyıl Akımı: "Sol Kemalizm" •

Uğur Mumcu

ASENA GÜ NAL ........ .... •

Attila İlhan

DUYGU KÖKSAL ........ . ................ . .... .



........ ..... . . ........ . ............482

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ........

Cumhuriyet'in Cumhuriyet'i: Cumhuriyet Gazetesi

BAGIŞ ERTEN - M. GÖRKEM DOGAN .............. .



İlhan Selçuk

.

······················· ············

MEHMET SOYDAŞ -ATİLLA LÖK .... ........................... ........................ . . .

. .

....... . . . . . . .

.488

....501 .. 512

i ÇiN D E K i L E R

A T TiLA iLH A N

Kemalizm: Müdafaa-i Hukuk Doktrini . .... ........................ ...

.. .......... .518

T A N I L B O R A -Y Ü KSE L T A ŞKI N

Sağ Kemalizm •

...

.............. ................................ ............ ............. ........................

Turhan Feyzioğlu

YÜKSEL TAŞKIN . •

.

.. .

...

.. .

.

.

. .

..

Celal Bayar

TANIL BORA .............................. ...... .. ................. . . . . .

.

.

.

. . ........... . .......

.......... .......................................

. .... . . . .... . . 534

. ..

. .. . . . ....

.

. .......

529

.. .... . ..

. ..

..

. 546

........ . .... .... . . . . . .

N U RŞE N M A Z I CI

27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu mu? ... . .... . . .... . .. . •

Hıfzı Oğuz Bekata

NURAY KARACA EREREM..

.. ..

. . . . . .555

. .. . ............. . .. .......................... . ........................... ... ....... .558

Y Ü KSEL T A ŞK I N

12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül

...................



... . .. .. . . ... . . .

.

Coşkun K1rca

YÜKSEL TAŞKIN ...... .

. .

.

. . .

.

570

. 574

.

N EC Mi E R D O G A N

Neo-Kemalizm, Organik Bunalım ve Hegemonya •

.... . ...... ...584

Son Dönemde Kemalizme Demokratik Meşruiyet Arayış/an ÖMER TURAN..............................

Kaynakça. . ...... . ... . . . .. .. . . .... ....... .... . .

..

.

.. . . .. . 601 ...625

Dizin . . ....

.

Seçme Metinler ............................... ................. . .

.. . .. .. . .... .. .. .... ................... . .......................... ....592

.

.

. .641

Sunuş

Modem dönem siyasi düşünce tarihi­

mı açısından bakınca büyük ölçüde

ni Türkiye'de değil, başka bir ülkede

kaybolur. Siyasal hareketle siyasal dü­

inceliyor olsaydık, belli başlı siyasal

şünce arasındaki fark dikkate alınınca,

düşünce akımlarının yanında, hatta

Golizmin veya başka bir ulusal ba­

onların en önünde Kemalizm/Ata­

ğımsızlıkçılık hareketi simgesi olan

türkçülük türünden yerel bir akıma,

Bolivann başlı başına inceleme konu­

hem de hacimli bir biçimde yer ver­

su olabilecek siyasal düşünce akımlan

mek ihtiyacı duymazdık. Modern dö­

olmadığı görülür. Bunlar ya siyasal

nemin evrensel siyasal düşünce akım­

hareketlerdir ya da siyasal simgeler.

ları olan liberalizm, muhafazakarlık,

Mısır'ın yakın tarihindeki konumu bir

korporatizm, Batıcılık/modernleşme­

ölçüde Mustafa Kemal'inkine benze­

cilik, sosyalizm gibi düşünce akımla­

yen Nasır da, sosyalist tınılı bir Üçün­

rının yanında, örneğin lngiltere'de

cü Dünya milliyetçisi siyasal hareket

Çörçilizm, Amerika Birleşik Devletle­

olmanın ötesinde, bir siyasal düşün

rinde Ruzveltizm veya Almanya'da

akımının kurucu referansı değildir.

Bismarkizm adıyla tanınan, özgün ve

Gandhi, çok güçlü bir siyasal ve felse­

canlı bir siyasal düşünce akımına bir

fi şahsiyettir ama Hindistan'da bir si­

cilt veya bir bölüm ayırmazdık. Fran­

yasal düşün akımına rehberlik yap­

sa'daki De Gaullecülük veya Golizm

maz.

akımının, bu tesbitin geçerliğini bo­

Buna karşılık, böyle bir siyasi dü­

zan bir karşı örnek olduğu düşünüle­

şünce tarihi çalışmasını Çin Halk

bilir. Mustafa Kemal ve Charles De

Cumhuriyeti'nde, Kuzey Kore'de,

Gaulle'un arasında, profesyonel ve si­

1989 öncesi Arnavutluğu'nda veya

yasal kariyerleri, siyasal tavırları açı­

SSCB'sinde yapıyor olsaydık, çalışma

sından ele alındığında gerçekten an­

ancak bir tek başlık altında hazırlana­

lamlı olan yakınlık, siyasal düşün akı-

bilirdi. Maoizm, Kim 11 Sung düşün-

13

S

14

U N U Ş

cesi, Enver Hoca düşüncesi veya

rının da güçlü biçimde var olmalarını

Marksizm-Leninizm ciltlerinin ele ala­

izah etmek, Kemalist siyasal düşünün

caklarından başka bir siyasal düşün­

en önemli ve ayırt edici özelliğini

cenin varlığı kabul edilmeyecekti. Ne

vurgulamak demektir. Kemalizm,

var ki, dayandıkları siyasal sistem

Türkiye siyasal düşün dünyasının he­

çöktüğünde bu siyasal düşünceler de

gemonik düşünce akımıdır. Ama için­

aynı hızla hegemonik konumlarını

de pragmatizm baskın biçimde bu­

kaybettiler. Hegemonyalarının, siyasal

lunduğu için, diğer "evrensel" siyasal

düşünce boyutundaki güç ve etkile­

düşünce akımlarının varlığına göreli

rinden ziyade, totaliter siyasal tahak­

olarak uyum sağlayabilen bir siyasal

küme dayandığı görüldü.

düşüncedir. Kemalizmin bu pragma-

Bu kaba betimleme, siyasal düşün-

tik içeriği, onun hegemonyacı konu­

ceyle siyaset alanı arasındaki bağlantı-

munu yumuşatır. Diğer siyasal dü-

nın modem dönemde iki temel model

şünce akımlarının Kemalizme bir bi­

içinde gerçekleştiğine işaret ediyor.

çimde eklemlenmelerini sağlayan,

Bir yanda, yerel ve kişisel boyutların

Kemalizmin kendi içinde bir episte­

var olmadığı veya çok geri planda kal­

moloji, bir yöntem taşımamaması ka­

dığı, daha evrensel siyasal düşünce

dar, bu pragmatik hegemonyacı içeri­

akımlarının etkili olduğu toplum mo­

ğidir. Düşünsel derinliğinin sığ ve dü­

deli; diğer yanda, tek bir siyasal dü­

şünsel örgüsünün seyrek olması, Ke­

şüncenin mutlak olarak egemen oldu­

malizmin yeni şart ve zamanlara ayak

ğu totaliter toplum modeli. Türki­

uydurabilmesini, zaman içinde farklı

ye'nin 20. yüzyıl siyasal düşünce ma­

yorumlar altında diğer siyasal düşün­

cerası, bu iki çekim merkezinin etki

ce akımlarının onu içselleştirmesini

alanı içinde, bu zıt kutupların varlığı­

sağladı.

nın yarattığı gerginlik ortamında, sığ

Kemalizm, birçok siyasal düşünce

içerikli ama görece istikrarlı bir mec­

akımı gibi, tek bir tanım ve tek bir an­

rada seyretti. Maceranın böyle seyret­

layışa indirgenmez. Bu nedenle Kema­

mesinin hataları ve sevaplarıyla baş

lizmlerden bahsetmek daha doğrudur.

sorumlusunun Kemalizm olduğunu

Bunlar sağ veya sol Kemalizm, devlet­

düşünmek abartılı değildir.

çi veya liberal Kemalizm, muhafaza­

Modern Türkiye'de siyasal düşün­

kar, kültüralist veya reformcu Kema­

cenin oluşum ve gelişimini inceleme

lizm olarak diğer siyasal düşün akım­

ve bunu hakim resmi ideoloji kalıpla­

larıyla eklemlenirler. Liberalizm, mu­

içinde yapmama iddiası taşıyan bir

hafazakarlık veya sol gibi farklı dü­



çalışmada, en ön sırada ve belki en

şünce akımlarına özgül ve güçlü bir

hacimli cilt olarak Atatürkçülük/Ke­

esin kaynağı sağlamaktan ziyade, as­

malizmin yer almasını ve hemen ar­

gari meşruiyet dayanağı verirler.

dından farklı siyasal düşünce akımla-

Mustafa Kemal'in kendisi, savun-

S U N U Ş

duğu programın sistemli bir ideoloji

sal düşünce akımı olarak Kemaliz­

olmadığını kabul eder. Hatta buna ıs-

min gelişmesini engelledi. Bu anlam-

rarla sahip çıkar: "Neşrettiğim prog­

da Kemalizm totaliter tarzda hege­

ramı, bir fırkai siyasiye için gayrikafi,

monyacı değildir.

kısa bulanlar oldu. Halk Fırkasının

Toplumun büyük bölümünün pay­

programı yoktur dediler. Filhakika,

laştığı bir ulusal modernleşme ideali­

umdeler namı altında malum olan

nin yoğunlaştığı, bunun bir siyasal

programımız, itiraz edenlerin gör­

duruşa dönüştüğü bir ideolojidir Ke­

dükleri ve bildikleri tarzda, bir kitap

malizm. Bu bağlamda, bir kuramsal

değildi. Fakat, esaslı ve ameli idi. Biz

mutlak doğruyu ifade etmekten ziya­

dahi, gayrikabili tatbik fikirleri, naza­

de, bir tavrı, bir siyasal duruş ve ko­

ri birtakım teferruatı yaldızlayarak,

numlanışı mutlaklaştırır. Siyasal dü­

bir kitap yazabilirdik. öyle yapma­

şün seviyesinde bir yüzyıla yaklaşan

dık. Milletin, maddi ve manevi teced­

zaman dilimi içinde egemen konumu­

düt ve inkişafatı yolunda, efal ve ic­

nu koruyabilmesini sağlayan etmen­

raat ile akval ve nazariyata takaddüm

lerden birisi, Kemalizmin kendini özel

etmeyi tercih ettik" (Nutuk, s. 718-

olarak konumlandırdığı mevkiin be­

719). Yapılan işin söz ve nazariyattan

lirlediği dönemsel mutlak doğrular

önce gelmesi, yani aksiyonun dokt­

üretme kabiliyetidir. Bunlar her döne­

rinden ağır basması Kemalist ideolo­

min gereklerine göre ya içerikleri ya

jinin ait olduğu ideolojiler ailesinin

da hiyerarşik sıralamaları değişen

önemli bir özelliğidir. Bunun için

"mutlak doğrular"dır. ideolojik olarak

doktrinin esnek olması , içeriğinin

sığ ve yöntemsel olarak pragmatik

katı biçimde tanımlanmamış olması

olan Kemalizmde içerikten ziyade, bir

gerekir. Mustafa Kemal, "doktrinin

siyasal duruş ağır basar.

donması" tehlikesine işaret ederken,

Bu ciltte, modern Türkiye siyasal

aynı zamanda ait olduğu, "hikmeti

yaşamında bir tür matris ideoloji ko­

hükümet" gereklerine tabi pragmatik

numundaki Kemalizm/Atatürkçülü­

modernleştirmeci ideoloji dünyası­

ğün değişik alanlardaki tezahürleri­

nın kaygılarını dile getirir. Bu da Ke­

nin, farklı perspektiflerden ele alın­

malizmin hegemonyacı özelliğini za­

masına özen gösterdik .

Kema­

yıflatır. Yakın zamana kadar, Kema­

lizm/Atatürkçülüğün Türkiye'nin 80

lizmin kendisini özerk bir toplumsal

·yıllık tarihinde oynadığı olumlu rol

hareket olarak var etmekten özenle

kadar, neden olduğu olumsuz etkileri

kaçınması, merkezi Kemalist akımla­

de inceleyen ve bunu esas olarak siya­

rın kendilerini esasen özerk bir dev­

sal düşün boyutunda değerlendirmeyi

let politikasının unsurları olarak gör­

amaçlayan böyle bir kapsamlı çalışma,

meleri, toplumu kapsamlı bir biçim­

önümüzdeki siyasal tartışmalar için

de mobilize etme kudretinde bir siya-

önemli bir kaynak oluşturacaktır.

15

Milliyetçilik ve medeniyetçilik, Ke­

dünyasını aydınlatmak gerekir. lmpa­

malizmin iki aslı öğesidir. Bu iki öğe­

rator luğun, candamarı sayılan bazı

nin ışığında, siyasal düşünün siyasal

toprakları hızla kaybetmesinin ardın­

eyleme dönüşmesini sağlayan kurucu

dan çökmesine, devletin dağılmasına

ilke, "Türkiye Cumhuriyeti'nin sarsıl­

şahit olan, bunun travmasını yaşayan,

maz temeller üzerinde" durmasını

birçoğu bu kaybedilmiş topraklarda

sağlayan unsur olarak kabul edilen

doğmuş ve büyümüş olan bir devlet

devleti korumak ve güçlendirmek

eliti zümresinin, devletin de yok ol­

misyonudur. Nutuk'ta Mustafa Kemal

ması tehlikesi karşısında duydukları

bunu şöyle dile getirir: "Binaenaleyh,

tepki, uzun yıllar etkisini koruyacak­

biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir

tır. Bu tepki, Kemalizmin asabiyyesini

noktai nazardan istifade ederiz. O

oluşturur. Gençlik dönemi Kemaliz­

noktai nazar şudur: Türk milletini,

minde bu asabiyyeyi besleyen unsur,

medeni cihanda, layık olduğu mevkie

yeni bir devlet ve yeni bir toplum

is'adetmek ve Türk Cumhuriyeti'ni

kurma ideali kadar, devletin ortadan

sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün,

kalkması tehlikesini bertaraf etmek­

daha ziyade takviye etmek" (Nutuk;

tir. Gerçekten de, lkinci Dünya Savaşı

s.897) . Bu milliyetçi ve medeniyetçi

sonuna kadar devam eden zaman di­

yaklaşım, kısa zamanda devletin ko­

liminde, dünya yüzünde devletlerin

runması endişesinin hakim olduğu,

ortadan kalkması mümkündü. Genç

savunmacı bir siyasal duruşa dönü­

Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten kad­

şür. Devleti korumak ve kollama mis­

rolar kadar, bir kısmı çok yakın bir

yonunun milliyetçi ve medeniyetçi

zamanda yaşadıkları toprakları terk

özelliklere baskın çıkmasının nedeni­

ederek Anadolu'ya göç etmek zorun­

ni anlamak için, dünya siyasal kon­

da kalmış insanlardan oluşan toplum

jonktürünün yanında, birinci kuşak

katmanları için de böyle bir yakın

Kemalistlerin içinde yetiştikleri zihin

tehlike inandırıcı ve etkiliydi. Ama

17

G 1 R 1 Ş

18

lkinci Dünya Savaşını izleyen yıllar­

biçimde gören bu siyasal tasarım tarzı,

da, çok küçük istisnalar dışında var

devleti başlı başına bir toplumsal ve

olan devletlerin sürekliliği ilkesinin

siyasal özne olarak tanımlama eğili­

uluslararası siyasete hakim olmasın­

minde oldu. Kökü Cumhuriyet önce­

dan sonra, devleti koruma asabiyyesi

sine giden bu siyasal kültür, Kemalist

Kemalizmin muhafazakarlaşmasının

inkılapçılığın hızla, toplumsal dene­

bir örtüsü oldu. Bu dönüşüm, Ata­

tim amacına hizmet eden bir devlet

türkçülük adı altında kendini daha

muhafazakarlığı söylemine dönüşme­

fazla ifade etmeye başlayan Kemaliz­

sine yol açtı. Bu çerçevede medeniyet­

mi, bir zümrenin siyasal ve toplumsal

çilik de, ilk dönemdeki canlılığını

planda hakim konumunu savunması­

kaybederek, Aydınlanma hareketinin

nın aracı haline getirdi.

günlük yaşamdaki birkaç tezahürüne

Kemalizmin gençlik dönemindeki

indirgendi. Jakoben/radikal Kemalist

inkılapçı asabiyyesi, Osmanlı lmpara­

dar bir akım dışında, Atatürkçü dü­

torluğu'nun son dönemlerinden beri

şünce sistemi olarak kendini tanımla­

yavaş yavaş olgunlaşmakta olan bir

yan merkez Kemalist düşün içinde

dizi medeniyetçi reformun kah rıza

Aydınlanma hareketi güçlü bir refe­

kah zorla ama hızla ve kararlılıkla ha­

rans olmaktan çıktı.

yata geçirilmesini sağladı. Atatürk in­

Devlete bir toplum yaratmak, yaratı­

kılapları adı altında sonradan dondu­

lan toplumu ıslah etmek ve onu dev­

rulan bu reformlar, modern bir top­

letle organik bir bütünsel bağ içinde

lum yaratmak kadar, tarihi ve kültürel

tasarlamak, "sınıfsız, kaynaşmış bir

kaynaklarının tanımı devletin deneti­

toplum" ülküsünün Kemalizmin farklı

minde olan bir insan türü yaratmayı

kulvarlarında baskın olmasına yol açtı.

amaçlıyordu. Emperyal tabiiyetten

Bu bağlamda, ulusu homojen bir orga­

ulus-devlet tabiiyetine geçiş sürecinin

nik bütünlük içinde tasarlayan Kema­

Türkiye özelinde taşıyıcı ideolojisi

lizmin en yakın durduğu siyasal dü­

olan Kemalizm için, yeni Türk insanı­

şünce akımı korporatizmdir. Kema­

nın kültürel kodlarının devlet mer­

lizmlerin ortak paydalarından birisi,

kezli tanımlanması önemliydi. Özerk

yekpare toplum idealidir. Fiilen top­

toplumsal örgütlenmelerin hızla orta­

lum hiçbir zaman yekpare olmadığı,

dan kaldırılması bu girişimi tamamla­

hele Türkiye toplumunun etnik ve

yan önlemlerdi. Kemalizmin çeşitli

kültürel kaynakları dikkate alınırsa

versiyonlarında, devlet merkezli bir

yekpare olması mümkün olmadığı

toplum ve insan tasarımı her zaman

için, Kemalizm toplumun yekpare bir

baskın oldu. Bu tasarımı açıkça dile

görünümde olmasına özel bir önem

getiren radikal Kemalistler için devlet,

verdi, vermeye devam ediyor. Bu ne­

"Atası etrafında toplanan millet"ti.

denle, din, sosyal sınıflar ve etnik kim­

Devletle toplum ilişkilerini de özel bir

liklerin görünür kimlikler olarak ka-

G I R 1 Ş

musal alanda yer almasına karşı şid­

me tercihi kuvvetler birliği ilkesinden

detli biçimde tepki gösteriyor. Kema­

yanadır. 1921 Teşkilatı Esasiye Kanu­

lizmin, bunların varlığının devletin be­

nu'na açık biçimde hakim olan bu an­

kasını tehlikeye atacağına olan güçlü

layış, daha sonra 1924 Anayasası'na

bir inancı hep "oldu. Bu inanç, Osmanlı

rağmen fiilen yürürlükte kalacaktır.

İmparatorluğu yönetim geleneğinden

CHP Genel Sekreteri M.S. Esendal bu

devralınan, devleti sağlam, sürekli ve

fiili durumu şöyle dile getirir: "Bizim

sabit bir tabana oturtma anlayışıyla pe­

iki anayasamız vardır: yazılmış ve ya­

kişti. Bu homojen toplum anlayışı, sol

zılmamış . . . Bunlardan yazılmış olanı

Kemalizmi de çok geniş bir halk tanı­

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'dur. Yazıl­

mı yapıp, geride kalan dar bir kesimi

mamış olanı ise, şimdiki fiili durumu­

de ya modem öncesinin kalıntısı (mü­

muz, yani Şef sistemimizdir" (1944).

tegallibe) ya da dış güçlerin maşası

Kast edilen fiili anayasa, kuvvetini

(komprador) olarak tanımlamaya itti.

parti ve devleti bütünleştiren Şef'ten

Genç dönem Kemalizminde militan

alır. Söz konusu olan kuvvetler birli­

biçimde öne çıkan üniter devlet- üni­

.ğidir ama burada kuvvetler birliği

ter toplum-üniter kimlik üçlüsü, mu­

kavramının dayandığı ilke, doğrudan

hafazakar Kemalizm döneminde Ata­

ve serbest seçimle gelmiş bir meclisin,

türk milliyetçiliği adı altında yumuşa­

"sürekli oturum halinde", bir tür sü­

tılmış olarak resmi ideolojinin omur­

rekli devrim meclisi gibi çalışması de­

gasını oluşturmaya devam etti. Türk

ğildir. Böyle bir "konvansiyon mecli­

milliyetçiliği gibi etnik vurgusu daha

si" gibi göreli demokratik bir ortamda

belirgin bir milliyetçilik yerine, Ata­

çalışan I. Meclis'in yerini, Il. Meclis'le

türk milliyetçiliği gibi içeriği daha

birlikte, meclis çoğunluğunun merke­

muğlak ve esnek, tanımı resmi ideolo­

zi siyasal otorite tarafından belirlendi­

jinin evrimine tabi bir kavramın be­

ği, bir tür "plebisiter diktatörlüğün"

nimsenmesi, Kemalizme başından beri

alması eğilimi, Takriri Sükün Kanu­

hakim olan utangaç milliyetçiliğin do­

nu'nun hemen ardından hızlandı ve

ğal bir tezahürüdür. Bu milliyetçilik,

kurumlaştı. Böylece 1924 Anayasası'­

emperyal hülyalar nedeniyle devleti

na hakim olan kuvvetler ayrılığı ilkesi

tehlikeye soktuğuna inanılan pantür­

kağıt üzerinde kaldı.

kizm gibi girişimleri, tehlikeli bir ma­

Kemalizmin Kuvvetler Birliği ilkesin­

ceracılık olarak değerlendirir. Kema­

den anladığı veya beklediği yapı, seç­

lizm için milliyetçilik, Türkiye Cum­

men iradesinin de devletin asli güçleri­

huriyeti'nin bekası için gerekli politi­

ne tabi olduğu, otoriter devlet anlayışı­

kalar bütünüdür. Bu anlamda, devlet.

na daha çok yatkındır. Atatürk'ün ha­

milliyetçiliği veya resmi milliyetçilik

yatında fiilen yürürlükte olan, fiilen

etnik milliyetçiliğe ağır basar.

bu şekilde düzenlenmiş olan Kuvvetler

Mustafa Kemal'in siyasal örgütlen-

Birliği ilkesi, onun ölümünün ardın-

19

G 1 R 1

20

Ş

dan Milli Şef kurumunun yaratılma­

güçlü olduğu dönemler olan 1930'

sıyla devam etti. Sağ Kemalizmle sol

larda, dünya siyasal konjonktürünün

Kemalizmi Demokrat Parti iktidarında

de etkisiyle, Kemalizme hakim eğilim

şiddetle karşı karşıya getiren nokta,

parlamenter demokrasinin zararlı

kuvvetler birliği ilkesinin fiilen yürür­

yanlarının ağır bastığı kanısındadır.

lükte olması değil, bu ilkenin ağırlık

Bugün bile Kemalist söylemde çok

merkezinin tesbitindeydi. DP'nin Ke­

sık duyulan bir tez, halkın olgun veya

malist gelenek içinde yetişmiş önder­

ergin olmaması nedeniyle demokrasi­

leri de hükümet-parti-parlamento üç­

nin sınırlı tutulması gereği, o dönem­

lüsünün aynı kuvvetin, ama bu kez

de başka bir gerekle güçlendirilir: ik­

CHP'nin değil, kendi ellerinde olması­

tisadi geri kalmışlıktan kurtulmak

nı doğal kabul ediyorlardı. Meclis ço­

için, tüm kaynakların bir elden, plan

ğunluğu meşruiyeti ile devlet seçkinle­

dahilinde ve düzen ve intizam içinde

ri çoğunluğunun meşruiyeti arasında­

kullanılması gerekir. Kemalizmde

ki öncelik çatışmasının yarattığı ger­

devletçilik sadece bir iktisat politikası

ginlik, kuvvetler birliği ilkesinin zirve

tercihinin ifadesi değildir. lktisatta

noktası olan askeri darbe rejimiyle so­

devletçilik, bir kalkınma politikası

nuçlandı. 1960 Kemalist askeri darbe­

aracı olmanın yanında, ama ondan

sinden yirmi yıl sonra, Atatürkçü as­

daha fazla, siyasal devletçiliğin ta­

keri darbenin tesis ettiği siyasal yapı

mamlayıcısıdır. Bu nedenle, devletçi

da, kuvvetler birliği idealini yansıtı­

politika ve gerekler, sadece pazar eko­

yordu. Muhafazakar Kemalizmin, güç­

nomisi dinamiği ve ilkeleriyle çatış­

lendirilmiş bir Milli Güvenlik Kuru­

mazlar, demokrasi ilkelerini de çoğu

lu'nu rejimin asli siyasal karar mercii

zaman karşılarına alırlar. Kemalizm

olarak görmesinin arkasında, atanmış­

düzenlenmiş bir pazar ekonomisine

ların güçlü biçimde içinde yer aldığı

ilkesel olarak karşı değildir. Ne var ki

yürütmenin, yasama ve diğer organla­

siyasal devletçiliği iktisadi devletçili­

rın üzerinde denetleme, yönlendirme

ğine çoğu zaman ağır bastığı ve de­

ve "yaptırma" yetkilerinin olduğu bir

mokrasi cephesindeki eksiğini halkçı­

kuvvetler birliği ilkesi yatar.

lık söylemiyle telafi etmeye dikkat et­

Kemalizmin bir tür amentüsü hali­

tiği için, gerçekte olduğundan daha

ne gelen, CHP'nin siyasal ilkelerini

fazla pazar ekonomisi aleyhtarı bir

temsil eden Altı Ok içinde demokrat­

görünüm sunar. Sol Kemalizmde

lığın yer almaması bir unutkanlık so­

planlı ekonomi olarak kendini ifade

nucu değildir. Kemalist düşün, de­

eden bu devletçi tavır, sağ Kemalizm­

mokrasiyi elbette reddetmez. Ama

de ise, devletin milli ekonomik güç­

bunu halkçılığa indirger ve laik cum­

lerle elele olduğu imajına dayanan bir

huriyet ilkeleriyle sınırlar. Kemalist

liberal devletçiliğe döner.

düşünün doktrinleşme çabalarının en

Kemalizmde baskın unsur olan

G 1 R 1

Ş

olarak algılar. Zaten bu nedenle, 1980 sonrası Türkiyesi'nde Kemalizm, sos­ yal statü sarsıntısı ortamında toplum­ sal statü koruma aracına kolaylıkla dönüşebilmiştir. Son dönem Kemaliz­ min enerjisinin önemli bir bölümünü, kılık ve kıyafetin düzenlenmesine hasretmesi ve bunu kamu alanını dev­ letleştirerek yapmasının ardında, "Garplı" simgelerle toplumsal hiyerar­ şide üstün konumda bulunanların, yani Cumhuriyet elitlerinin, "şarklı" simgelerin kamusal alanda daha fazla görünüyor olmasını, kendi üstün top­ lumsal statülerini alt bir tabakanın tehdit edişi olarak algılamaları da et­ kili olmuştur. Bu medeniyetçi milliyetçi duruşun konumlandığı yer, devletin bekasının gerekleridir. Bu anlamda Kemalizm devletten özerk bir milliyetçilik değil, bir tür devlet milliyetçiliği veya resmi milliyetçilik, Batı karşısında hissedi­

milliyetçiliktir. Bu medeniyetçi devlet

len bir aşağılık kompleksiyle damga­

milliyetçiliği duruşu, tarihsel olarak,

lanmış olarak, bir medeniyetçilik sap­

patrimonyal devlet anlayışından besle­

lantısı içinde kendini ifade eder. Top­

nir. Toplumu bir mülk nesnesi, devleti

lumsal sınıflar arasında çok belirgin

de bu mülkün sahibi olarak tanımla­

bir mücadelenin yaşanmadığı bir dö­

yan patrimonyal geleneği, "halk için

nemde biçimlenen Kemalizm için

halka rağmen" fikriyle dinamize eden

toplumsal yarılmanın ana ekseninde

Kemalizmin bütün versiyonlarında

medeniyetçi bir ayrım yer alır. Falih

çok belirgin bir patemalist boyut var­

· Rıfkı Atay, "bizde iki sınıf vardır:

dır. Zaten Kemalizme topluma derin­

Garplı ve Şarklı sınıf. Biz bütün sınıf­

lemesine müdahale etme meşruiyetini

ların garplılaşmasını, fakat garp mem­

veren etmenlerden biri de bu patri­

leketlerindeki sınıfların hastalıklarını

monyal devlet anlayışı geleneğidir. Bu

almamasını istiyoruz" (1932) derken,

gelenek, devleti mülk olarak algılar.

bunu çok net biçimde dile getirir.

Dolayısıyla devlet katının temsil ettiği

Garplılık ve Şarklılığın çatışmasını

konum, sahiplik konumudur. Kema­

Kemalizm gerçek bir sınıf çatışması

list çevrelerde, "devletin sahibi olduk-

21

G 1 R I Ş

22

lan" inancının çok güçlü ve yaygın ol­

özerkliğine son verilmesi ve adı kon­

ması, bu patrimonyal siyasal tasarımla

mamış bir "milli din" yaratılması ide­

bağlantılıdır. Toplum katıyla ilişkisini

ali, Kemalizmi Jakoben gelenekle ya­

paternalist tarzda tasarlayan Kemalist.

kınlaştırır. Dinin pozitivist yorumunu

düşün, kendini devletle bütünleştirir­

benimseyen, ateist olmayıp yaradancı

ken, devleti de özneleştirir. Devlet,

olan Jakoben gelenek ve onun temsil

toplumdan bağımsız, kendisine ait he­

ettiği Fransız Devrimi modeli, Kema­

def ve çıkarları olan bir yüksek özne­

lizm in gençlik döneminin önemli

dir. Kemalist düşün veya düşünler,

esin kaynaklarından birisidir. Genç

kendilerini bu öznenin bilincinin taşı­

Kemalizmin lslam'la olan ilişkisinde

yıcısı olarak görürler. Kemalizmin

bu Jakoben etki çok açık biçimde gö­

topluma bilinç taşıma misyonunun ar­

rülür. Fransa'da Jakoben yaklaşımın

kasındaki siyasal temel, patrimonyal

Kiliseyle olan çatışmasında ifade etti­

devlet anlayışı geleneği ve onunla ya­

ği, siyasal otoritenin denetimi dışın­

kından bağlantılı olan paternalizmdir.

da, başka bir otoriteye bağlı bir güce

Kutsalın yeryüzüne indiği ve varo­

duyulan tepkinin bir benzerini Kema­

luşun büyüsünün kaybolduğu mo­

lizmde buluruz. !kisinin arasındaki

dern zamanlarda, patrimonyal devlet

fark, Sünni lslam'la Katolikliğin ara­

geleneğinin durağan amaçlı ve toplu­

sındaki kurumsal gelenek farkıyla da­

mu uzaktan denetleme anlayışı, yeri­

ha çok bağlantılıdır. Dinle devleti bü­

ni, yakından ve dönüşüm amaçlı de­

tünüyle birbirinden ayırmayan, bu­

netime bırakır. Bu çerçevede genç Ke­

nun yerine Sünni lslam'ı devletleşti­

malizm, hem Osmanlı lmparatorlu­

ren Kemalist laiklik, bu nedenle milli

ğu'riun son döneminin medeniyetçi

kimliğin bir boyutunun ister istemez

reformculuğunun bir devamcısıdır,

dini kimlik olmasına rıza gösterir. Ay­

hem de önemli bir kopuşun taşıyıcısı­

rıca çok açık biçimde yapılan bir et­

dır. Kemalizm, Cumhuriyet'in ilk yıl­

nik tarife dayalı ulusal kimlik tanımı­

larında, diğer rakip reformist yakla­

nın, devlete bulunan yeni milleti hız­

şımlardan çok daha radikal bir dikey

la parçalayacağının da farkındadır. Bu

müdahale taraftandır. Bu müdahale­

nedenle Kemalist düşün, lslam'ın bir­

de, muassır medeniyet seviyesini ya­

leştirici kimlik olarak sürekli yedekte

kalamak, bunun için herşeyden önce

kalmasına özen gösterir. Hatta hakiki

medeni görünmek önemli ve gerçek­

lslam'ı "mürteciden daha iyi bilme"

ten inanılan bir saiktir. Toplumun ya­

iddiasını sürekli taşır. Buna karşılık

şam tarzım, dış görünümünü, dilini,

Kemalizmler, Türkiye'de var olan ls­

alfabesini, dinlediği müziği değiştir­

lam dışı dinlere karşı şüphecidirler.

meye yönelik bu dikey müdahaleye

Bu dinlerin kurumsal olarak göreli ve

ilaveten, dinin bütünüyle devlet de­

uzaktan denetlenir olmaları ve devlet

netimine alınarak dini kurumların

otoritesi dışında bir güç m erkezi

G i R i Ş

oluşturmaları veya böyle bir potansi­

de empoze ederken, bunun "kendine

yeli taşımalarından sürekli huzursuz­

özgü" bir Batılılaşma olması için de

luk duyarlar. Kemalist düşün, Müslü­

bir o kadar titiz davranmasıdır. Kema­

manlığa sempatisinden dolayı gayri­

lizmin evrenselci iddialarını görelileş­

müslim kurumlara karşı mesafeli de­

tiren ve ulusal bağımsızlıkçılık ve mil­

ğildir. Bu kurumların, dış güçlerin

liyetçilik söylemleriyle desteklenen bu

Türkiye içindeki faaliyetlerinin bir

kendine özgücülüğün esas motivasyo­

örtüsü olmalarından son derece kuş­

nu, homojen toplum tasavvurunun

ku duyduğu için mesafelidir. Lozan

("bir el ve bir yürek") ve toplumla

azınlıklarının, "milli birlik ve bera­

devlet arasındaki hiyerarşik ilişki biçi­

berlik" görüntüsünü, Tevhidi Tedrisat

minin korunmasıdır. Bu amaçları ko­

ilkesini ve sonuç olarak Milli tevhidi

rumak söz konusu olduğu zaman, Ke­

bozan varlıkları, Kemalizmlerin lslam

malizm hemen muhafazakarlaşır, hat­

dışı dinlere karşı kuşku ve şüpheyle

ta Batı aleyhtarı tavır takınmakta sa­

bakma nedenidir. Cumhuriyet'in ilk

kınca görmez. Sağ Kemalizm bunu

yıllarında, bazı protestan okullarında

devletin güvenliği gerekçelerini öne

gençlerin din değiştirmelerine karşı

çıkararak yaparken, sol Kemalizm

gösterdiği şiddetli tepkinin arkasında

özünde aynı motivasyonlarla hareket

bu endişe yatar. T ürkçe konuşan

etse de, söylemini ani-emperyalist bir

ve/veya Türk olan Ortodoks Hıristi­

zemine oturtmayı tercih eder. "Kuvayı

yanları mübadeleye tabi tutması da,

Milliye ruhu" olarak, kuruluş döne­

sadece geç Osmanlı kimliğinin deva­

mini bir altın çağ tasavvurunda fetiş­

mında yer alan bir politika değildir.

leştiren sol Kemalizmin tersine, sağ

Kemalizmin ikilemlerinden birisi,

Kemalizm daha pragmatiktir. Aslola­

medenileşmenin sınırları konusunda­

nın devletin toplum nezdindeki hü­

dır. Türkiye toplumunun homojen bi­

kümran konumunun korunması ol­

çimde Batılılaşması gereğine inanan

duğunu daha rahat ifade eder.

Kemalist düşün, bu dönüşümün top­

Kemalizmlerin buluşma noktası,

lumsal katmanların özerkleşmesini de

farklı tınılarda ifade edilse de, otori­

beraberinde getireceğinin bilincinde­

teryanizmdir. Kemalist düşünün ide­

dir. Bu nedenle, Türkiye toplumunun

ali, otoriter bir demokrasidir. "Disip­

gerçekten Batılılaşmasından, kendi

linli bir hürriyet", "nizamlı bir top­

içinde ayrışmasından, üzerindeki ho­

lum" ve devlet otoritesine mutlak ita­

mojenlik örtüsünü atmasından ve

atı içeren bu otoriter demokrasi anla­

devletten giderek özerkleşen bir dina­

yışı için, aslolan yönetimin rahat çalı­

mik kazanmasından büyük huzursuz­

şabilmesidir. Bu nedenle çoğulculuğu,

luk duyar. Kemalist siyasal düşünün

intizamsızlık, displinsizlik ve başıbo­

en büyük iç çelişkilerinden birisi, top­

zukluk olarak algılama eğilimindedir.

luma Batılılaşma hedefini büyük ölçü-

Kozmopolitizm karşısında genetik bir

G 1 R 1 Ş

rahatsızlığı vardır. Tasarladığı demok­

24

Kemalizm, otoritenin bölünmez

rasi modeli, otoriteye mutlak itaat ta­

birliğine inanır. Daha sonra "devle­

lep eder. Devlet otoritesi dışında kalan

tin, ülkesi ve milletiyle bölünmez be­

otorite simge ve merkezlerinin top­

raberliği" formülüne dönüşecek "bir­

lumda yer almasına şiddetle karşıdır.

lik ve beraberlik" gereği, özünde

Dini kurumlar kadar, devletten özerk

devlet otoritesinin paylaşılmazlığını

başka sivil otorite oluşumlarına karşı

ve bölünmezliğini ifade eder. Musta­

rahatsızdır. Bu nedenle yakın zamana

fa Kemal, şapka inkılabını ilan ettiği

kadar, özerk bir Kemalist toplumsal

Kastamonu konuşmasında, şeyh ve

hareket oluşmasına da iyi gözle bak­

din adamlarının kamusal alanlarda

mamış, CHP'nin toplumsal mobilizas-

törensel giysiler giyerek "sadece dev-

yon ve denetleme gücüyle Kemalist

let tarafından atanmış memurlara ait

toplumsal hareketin sınırlı kalmasına

olan otoriteyi gaspettikleri"ni iddia

özen göstermiştir. Bu bağlamda, Ar­

eder. Yasal ve meşru yegane otorite,

jantin'deki Peronist hareket gibi, kitle­

devlet otoritesi olmalıdır. Bu devlet

sel mobilizasyonlara dayanan bir po­

otoriteryanizmi, sağdan sola tüm Ke­

pülist bir hareket olmamıştır. Kema­

malist düşün akımlarının, farklı alan­

lizmde halkçılık popülist olmaktan zi­

larda ifade etmelerine rağmen, bütü­

yade patemalisttir.

nüyle paylaştıkları bir ortak payda-

G 1 R 1 Ş

dır. Merkeziyetçilik bunun olmazsa

ve sağ Kemalizmler, ordunun bir ide­

olmaz tamamlayıcıdısır.

olojisi olması ve bunun da Kemalist

Kemalizmden Atatürkçülüğe dö­

ideoloji olması gereğine inanırlar. Top­

nüşte süreklilik unsurlarından en

lumsal olarak canlı bir hareketliliğe

önemlisi, bu devletçi otoriteryanizm­

dayanmayan, bunun toplum içinde

dir. Ama giderek mufazakarlaşan ve

çatışmalar yaratmasından rahatsız

toplumu dönüştürmek yerine, toplu­

olan Kemalizm, bu eksikliği inkılapla­

mu olduğu yerde tutmak, toplumsal

rın bekçiliğini orduya atfederek karşı­

dinamizmi soğutmak misyonu ağır

lar. Mustafa Kemal 193l 'de Konya'da

basmaya başlayan Kemalizmin Ata­

yaptığı bir konuşmada bunu açıklıkla

türkçü olgunluk döneminde geriye,

dile getirir: "Bütün Türk milleti; mu­

çok genel bir Batılı, ulusal ve laikçi

vaffak olduğu her hayati şeyin kahra­

devlet ve toplum fikri kalmıştır. Son

manı olarak kendi ordusunu, ordusu­

dönem Atatürkçülüğü, toplumu dö­

na kumanda eden öz evlatlarından

nüştürme iddiası taşımayan, hatta bu

mürekkep zabitler heyetini, yüksek

iddiaya karşı mesafeli duran, mobili­

kumanda heyetini görmektedir" (bkz.

zasyon gücünü irtica ve bölücülükle

Seçme Metinler bölümü, Konya'da Bir

mücadeleyle sınırlayan, savunmacı bir

Konuşma, s. 647) . Devletle kendini

siyasal duruşa çekilmiştir. Siyasal dü­

mutlak olarak bütünleştirmiş, ulusun

şün planındaki savunmacı duruşun

kendisiyle mutlak bir bütünlük içinde

siyasal tavırdaki yansıması, siyaseti

olduğuna inanan, toplumsal köken

esas olarak savunmacı, statükocu bir

olarak aristokratik olmayan ve kendi­

güç ilişkisi içinde kavramaktır. Bu

ni yurdun savunulması misyonundan

çerçevede, Kemalizmler farklı vurgu­

çok daha geniş bir misyonla donanmış

larla olmakla beraber, Kemalist inkı­

olarak kabul eden bu Kemalist ordu

lapları savunacak asli güç olarak or­

imajı, Kemalizme Bonapartist bir renk

duyu görürler. Bu, aynı zamanda, dev­

verir. Sağ Kemalizmin kendini çok ra­

letin bekasıyla inkılapların korunması

hat hissettiği, TSK'nın bu pretoryen

arasında birebir ilişki kurulmasıyla

konumu, sol Kemalist için daha so­

bağlantılıdır.

runludur. Sol Kemalizm, kurumsal

Kemalizmin Silahlı Kuvvetler'le olan

olarak muhafazakarlaştığına inandığı

sıcak ilişkisi, herşeyden önce genetik­

ordunun bütününü değil, ordu içinde­

tir. Kemalizme ideolojik olarak güçlü

ki Kemalist zinde güçleri görev başına

bir içerik verme girişimlerinden en

davet etmeyi tercih eder. Kemalizmle­

önemlisi olan Kadro hareketinin önde

rin farklılıklarına rağmen, onları kut­

gelen sözcüsü Ş. S. Avdemir'in ifade

salında birleştiren Atatürk simgesi, bu

ettiği gibi, temel referans "ordulaşmış

asker ve sivil, ordu ve millet bütünleş­

millet rejimidir". Bunu daha sonra

mesini temsil eder.

"zinde güçler" olarak tanımlayacak sol

Kemalizmin herhangi bir Üçüncü

25

G I R 1 Ş

26

Dünya diktatörlüğüne dönüşmesini

akımın, Atatürk imajını lnönü'ye kar­

engelleyen unsurlardan birisi, Ata­

şı alelacele kurumsal olarak kutsallaş­

türk· figürünün siyasal alanda gördü­

tırması anlamlıdır. Önce "Atatürk'e

ğü düzenleyici işlevdir. Kemalizmde

karşı işlenmiş suçlar" ihdas ederek,

tek adam boyutu güçlüdür. Tüm ira­

ardından Anıtkabir'in inşasını hızlan­

deyi şahsında toplayan bir figürün

dırarak, Atatürk simgesinin hem do­

etrafında, meşrutiyetçi monarşiden

kunulmazlığı hem de ulaşılmazlığı

monarşik cumhuriyete geçilmiştir.

sağlanır. Kemalizmin olduğu kadar,

Ama söz konusu monarşik cumhuri­

Kemalist Cumhuriyet rejiminin ritü­

yetin hanedanı yoktur. Mustafa Ke­

elinde çok önemli bir yer işgal eden

mal'in ölümünden hemen sonra tesis

Anıtkabir, hiçbir ölümlünün artık o

edilen Ebedi Şef kurumu, monarşik

yeri işgal edemeyeceğinin düzenli

cumhuriyetin bir tezahürüdür. Ama

olarak hatırlatılması işlevi görür. Mo­

bu ideolojik planda etkili olan bir

narkı olmayan, daha doğrusu artık

monarşik cumhuriyettir. Mutlak oto­

hayatta olmayan bir monarşik cum­

rite mevkii Ebedi Şef'e aittir. Şef'in

huriyet rejiminin göreli istikrarını,

ölümüyle birlikte, o yer kimse tara­

örneğin askeri darbelerden sonra hız­

fından işgal edilemez. Burada, Mus­

la parlamenter rejime iyi kötü geri

tafa Kemal sonrasına geçişte kilit kişi

dönüşü sağlayan etmenlerden biridir

olan lsmet lnönü'nün tesiri görülür.

bu. Atatürkçülük, Ebedi Şef'in ölü­

Milli Şeflik kurumuyla, şahıs mer­

münden sonra, tüm siyasal meşruiye­

kezli otoriteryanizmden kurum mer­

tin o Şef'in öğretisine bağlandığı bir

kezli otoriteryanizme yumuşak bir

resmi ideoloji konumuna geçerken,

geçişi örgütleyen lnönü, öz Kemaliz­

aynı zamanda, hiç kimsenin mutlak

min kurucusudur. Devlet işlerinde

otoriteyi şahsında toplayamaması gü­

h e r türlü m a c e r a c ı yaklaşımdan

vencesini verir. Otoritenin gayri şah­

uzak, soğukkanlı, "beyt-ül malın çı­

sileşmesi, bir kuruma (devlete,

karları"nı gözetmeyi halkın çıkarları­

TSK'ya, vs. ) verilip, o kurumun ba­

nı gözetmek olarak algılayan olgun­

şındakilerin o otoriteyi şahıslarına

luk dönemi Kemalizminin kurucusu

mal edememeleri, şahsileşmiş bir mo­

lnönü'dür. Gençlik dönemi Kema­

narşik cumhuriyet yerine zümresel ve

lizınlerinin tutkusal yaklaşımından

kurumsal bir monarşik cumhuriyet

uzak, denge politikasının ağır bastığı,

rejimini pekiştirir. Atatürk'ün dilsiz

"mantık Atatürkçülüğü"nün temelle­

ama her yerde hazır ve nazır konu­

rini artmıştır.

mu, siyasal meşruiyetlerini mabedin

Milli Şef'le Ebedi Şef figürleri ara­

bekçiliği işlevinden alanlar için ge­

sında bir gerginlik yaratarak, bunu si­

reklidir. Kemalizmin bu biçimde don­

yasal alanda kullanmak isteyen Celal

durulmasını sol Kemalist çevreler

Bayar'ın başını çektiği sağ Kemalist

tam anlamıyla benimsemeseler de,

G 1 R 1 Ş

kurucu ve kurtarıcı baba figürünün

Siyasal alanın salt meşruiyet sınır­

bu kullanımı, onları son kertede ide­

larını değil, yasal sınırlarını da çizen

olojik olarak teslim alacak güçtedir.

"Atatürk ilke ve inkılaplarına sada­

Atatürkçülük ilkelerine dönüşerek,

kat" şartı, 1980 sonrasında, birbirin­

resmi ideolojinin matrisini oluşturan

den çok farklı siyasal akımı bu kalıp

olgunluk dönemi Kemalizmi, bir iki

içinde kendini ifade etmeye zorladı.

siyasal yaklaşım dışında, hemen he­

Buna bağlı olarak Atatürkçülük, tüm

men tüm siyasal yaklaşımların kendi­

si yasal akımları ister istemez aynı

lerine göre yorumladıkları bir tür kal­

merkeze doğru yönelmeye zorlayan,

kan işlevi görür. Siyasal ve ekonomik

bu çerçevede de siyaseti siyasetsiz­

doktrinler karşısında pragmatik olan

leştiren bir işlev· görmeye başladı.

Mustafa Kemal'de herkes işine gelen

Kabul edilir yegane ortak paydanın

bir söz, bir cümle bulabilmekte, bu da

"Atatürkçü düşünce sistemi" oldu­

Atatürkçülüğün siyasal düşün boyu­

ğu, bu ortak paydada birleşmeyen

tunu daha da fazla sığlaştırmaktadır.

her hareketin "ulusun ve vatanın

Bu sığlaşmaya paralel olarak, hatta

düşmanı oldukları" iddiası (Genel­

onun sayesinde, Atatürkçülük giderek

kurmay il. Başkanı Yaşar Büyükanıt,

flulaşan bir medenileşme hamlesi ve

1/10/200 1), Türkiye siyasal düşünü­

çekingen bir kalkınmacılık, toplum­

nün günümüzdeki konumunu özet­

daki otoriter reflekslerin kanalize edil­

lemektedir. Resmi ideoloji konu­

diği bir devletçilik olarak, Türkiye si­

mundaki son dönem Atatürkçülü�ü­

yasal düşününde hakim kutup olma­

nün, Türk siyasal düşünü ve yaşa­

ya devam etmektedir. Ne var ki, Ata­

mında, tüm enerjileri kendine doğru

türkçülüğün uzun yıllardan beri elin­

çeken ama karşılığında enerji üret­

de tuttuğu bu hakim ideolojik pozis­

meyen, astronomideki kara delik tü­

yon, onun düşünsel içeriğinden ziya­

ründen bir merkez işlevi gördüğünü

de, işgal ettiği resmi ideoloji konu­

söylemek mümkündür.

muyla bağlantılıdır.

Ahmet lNSEL

27

Mustafa Kemal ve Kemalizm M U R AT B E L G E

20. yüzyıl boyunca "Türk Düşünce Tari­ hi" adıyla adlandıracağımız faaliyetin, ya­ zılmış eserlerin, yazısız pratiklerin ve ol­ duğu kadar düşünce üreten kurumların büyük çoğunluğu, kronolojik anlamda, Cumhuriyet dönemi içinde yer almakta­ dır. Cumhuriyet'in kuruluşuna kadarki "20. yüzyıl tarihi" topu topu 23 yıl oldu­ ğuna göre, bunun böyle olması da doğal­ dır. Ancak, bir yüzyılın tam olarak bir çeyreğini bile bulmayan bu ilk dönemin entelektüel pratiklerin ürünlerinin Cum­ huriyet'in üç çeyreğindekilerle karşılaştır­ ması, ilginç bir karşılaştırmadır. Cumhu­ riyet'le birlikte geliş tiğini, genişlediğini söyleyebileceğimiz çeşitli düşünce akım­ ları veya düşünsel-bilimsel disiplinler, büyük ölçüde Cumhuriyet-öncesi etkin­ liklerden kaynaklanmaktadır. Cumhuri­ yet-öncesinde entelektüel formasyonunu almış bir kuşağın sözcüleri, Cumhuriyet döneminin düşünsel hayatının temel taş­ larını döşemişlerdir. Ancak, aralarından hemen hemen hiçbiri o sırada Cumhuri­ yet'in kendisi üstüne düşünmemiştir. Cumhuriyet, neredeyse bir "sürpriz" ola­ rak karşılarına çıkmış ve onlar kendileri­ ni Cumhuriyet'in içinde bulmuşlardır. Bundan sonra, bu son Osmanlı aydınları­ nın her biri, yeni koşullarla kendine göre bir ilişki kurarak, hayatını sürdürmüş, Cumhuriyet öncesinde geliştirdiği düşün-

ce yapısını Cumhuriyet olgusuyla uzlaştı­ rarak ve eklemleyerek devam ettirmiştir. Bu anlamda, Cumhuriyet'in düşünsel ha­ yatının temellerini onlar atmış, ama za­ man içinde Cumhuriyet'le çelişkiye düşe­ bilecek düşüncelerin ataları da çok za­ man yine onlar olmuş tur. D o l ayısıyla Cumhuriyet idealini düşünerek oluştur­ madıkları düşüncelerini (veya bilimsel pratiklerini) Cumhuriyet'in çatısı altında geliştirmişlerdir. Bu bağlamda eklenecek ilginç bir nokta da, bu kuşağın, Cumhu­ riyet tarihi içinde oldukça uzun bir süre yeni gelen kuşaklarca aşılmamasıdır. Türkiye uzun bir düşünce geleneğine sahip bir toplum değildir. Geleneğin kuşa­ ğı düşünülürse, 20. yüzyılın ilk çeyreğin­ de ortaya çıkan düşünürler kuşağının ni­ telikleri şaşırtıcı derecede parlaktır. "Mi­ nerva'nın baykuşu alacakaranlıkta uçar" sözünü doğrulayacak şekilde, Osmanlı lmparatorluğu'nun gecesiyle Cumhuri­ yet'in şafağı arasında formasyonunu edi­ nen bu kuşak, geleceğin kuşakları için, o kuşakların uzun zaman çok fazla aşındır­ madığı yollar hazırladı. Ancak, Cumhuriyet döneminin bütün (bugün de devam eden) düşünce hayatını, sözü geçen bu kuşaktan veya herhangi bir kuşaktan veya hepsinin toplamından daha fazla etkilemiş tek bir kişi vardır: Mustafa Kemal Atatürk

K

30

M

A

Cumhuriyet tarihi boyunca, "düşünce" üzerinde Atatürk'ün ve Atatürkçülüğün son derece yoğun bir belirleyiciliği ol­ muş, bu etki iki türlü işlemiştir: Pozitif anlamda, yani bir tarz düşünceyi teşvik ederek ve destekleyerek ve negatif an­ lamda, yani o tarza uymayan düşünceleri yasaklayarak veya marjinalize ederek. So­ nuç olarak, bütün bu Cumhuriyet tarihi boyunca, herhangi bir düşüncenin, "Ata­ türkçülük"le bir çeşit modus vivendi kur­ madan varolması hemen hemen imkan­ sız hale gelmiştir. Burada ilginç olan nokta, Atatürk'ün bir düşünür olmamasıdır. Şimdi, Atatürk'ün çok belirgin düşüncelerle davranan bir ey­ lem adamı olduğu açıktır. Zaten belirgin düşünceleri olmayan bir eylem adamını düşünemeyiz. Napoleon Bonaparte'ın da kendine özgü, güçlü düşünceleri vardı ve hayatı boyunca bunlara yerleşik ve ku­ rumsal bir biçim vermekten geri durmadı. Ama Napoleon Bonaparte'ın hayatını veya düşüncelerini öğrenmek için Avrupalı Da­ şünurler Tarihi gibi bir kitap karıştırmak aklımıza gelmez-çünkü öyle bir kitapta onu zaten bulamayız. Ama Türkiye Da­ şünce Tarihi gibi bir kitabın Atatürk'süz yazılması mümkün değildir. Ve zaten bu da, Türk düşünce hayatının bir özelliği, Türk düşünce ortamının bu ortam olması­ nın bir nedenidir. Ancak bu son değindi­ ğim konular Atatürk'ten çok Atatürkçülük kapsamına giriyor.

ATATÜRK'ÜN DÜŞÜNSEL FORMASYONU Yukarıda, Cumhuriyet'in düşünce dünya­ sını kurduğunu söylediğim kuşaktan kas­ tım, ağırlıkla, 1925 tarihinde 20 ile 35 yaş arasında bulanan kuşaktır ( 1890 ile 1905 arasında doğanlar) . Bunlara şüphesiz bazı istisnalar eklenebilir: birkaç yıl önce veya birkaç yıl sonra doğmuş olanlar. Atatürk i s e bu kuşaktan 1 0- 25 yaş büyüktü; 1 908'de 27, 192.5'te 44 yaşındaydı. Zaten Türkiye'de 1925'in, o 1925 olmasının ne-

z

M

deni oydu. Böylece, yeni Türk düşünce dünyasının içinde oluşacağı yeni devleti, yeni hayat düzenini kurmuştu . Kendisi düşünür olmaksızın o dünyayı bu kadar derinden etkilemesinin nedeni budur ve bu pek fazla yadırganacak bir şey değildir. Ayrıca, bu etkileme bir zorlamadan çok gönüllü bir kabullenmeye dayanıyordu. 1890-1 905 kuşağının aydınları, dünyaya ve ülkelerine, Cumhuriyet'in kurucusu ile aynı perspektiften bakmayı zaten istiyor­ lardı. Bu, kısmen kurucunun başarısına duydukları derin hayranlıktan geliyorsa, kısmen de onunla aynı entelektüel iklim­ de yetişmiş olmalarının bir sonucuydu. Peki, Cumhuriyet'in kurucusu nasıl bir entelektüel iklimde yetişmişti? Tanzimat'tan beri Osmanlı Devleti genel bir Batılılaşma rotası kabul etmiş ve bu yolda ilerlemeye çalışmıştı. Tanzimat Fer­ manı'ndan, hatta bundan önce il. Mah­ mut'un yönetimi gerçek anlamda eline al­ masından 1908'e kadar, Osmanlı siyasetin­ de aslında kayda değer büyük bir değişme veya sapma olmadı. Abdülhamit dönemi de bu rotayı değiştirmedi (olsa olsa, rota üstünde bazı önceliklerde revizyon yaptığı söylenebilir) . Ancak, bu dönemin başlan­ gıcının nicelikçe ve nitelikçe zaten çok çarpıcı olmayan düşünsel ürünleri, sözge­ lişi Şinasi'nin makaleleri veya Namık Ke­ mal'in şiirleri, 20. yüzyıl başının Türk-Os­ manlı aydınları için yol gösterici olmaktan çıkmışlardı. Batılılaşmanın, Osmanlı ay­ dınlanmasının arka planını oluşturuyor, belki edebiyat yoluyla genel değerleri ve duyguyu sağlıyorlar, ama somut durum hakkında ne yapılacağına dair bir işaret vermiyorlardı. Sultan Hamit dönemi Ab­ dülmecit bir yana, Sultan Aziz zamanının kişilerini ve kavgalarını bile unutturmuş­ tu. Günün tartışması, belki Ahmet Rıza ile Prens Sabahaddin arasında olandı; Mustafa Kemal konumunda olan genç subayların gözünü diktiği başlıca anlamlı örgüt lttihat ve Terakki'ydi; en güçlü ideolojik etki de Ziya Gökalp'ten gelendi.

M

U

S

T

A

A

K

E

M

A

Ziya Gökalp Türkiye'de "sosyolojinin babası" gibi sıfatlarla tanınmıştır. Durkhe­ im okuduğu, Auguste Comte'un "poziti­ vizm"inden etkilendiği doğrudur. Ama Gökalp temelde bir bilim adamı değildir. "Loji" sonekinin geçtiği herhangi bir kav­ ramla bağdaştırılacaksa, bu, " ideoloj i " kavramı olabilir. Toplumsal bilim alanın­ daki birikimini, ideolojisini (belki "idealo­ ji "sini) p ekiştirmekte seferber etmiştir. Türk "sosyoloji"sinin değil "milliyetçi"li­ ğinin babasıdır. Buna ilişkin olarak, "pozi­ tivist metodoloj i " yardımıyla, milliyetçi ideoloj iyi "bilimin gereği" ambalajıyla sunma alışkanlığının "babası" olduğunu da söyleyebiliriz. Sonuçta, Türkiye'de fikir hayatını Gökalp kadar etkilemiş hiçbir bi­ reysel "düşünür" olmadı. Yalnız, buna, bu etkileme biçiminin, bir "ideolog"a özgü bir etkileme olduğunu da eklemeliyiz. Türk milli devletini kurma sancılarında Türk milliyetçiliğinin, bütün 20. yüzyılı etkileyen davranış biçimleri ve uygulama­ larının bir simgesi olarak, üniversite me­ zunu olmayan (bunda siyasi haksızlığa kurban gitmesi sözkonusu) Gökalp'ın ilk Türk "sosyoloji profesörü" olarak Darül­ fünun'a atanması olayını hatırlayabiliriz. Gökalp'ın yalnız yüzyıl dönümü çerçe­ vesinde değil, bugün bile Türkiye'de dü­ şüncenin belli başlı odaklarından biri ol­ duğunu söylemek mümkündür. Öte yan­ dan, bu önermenin yanına da, Gökalp'ın özgün bir düşünürden çok, duyarlı ve zeki bir sentezci olduğunu eklemek gerekecek­ tir. Dışarıdan ve içeriden, zaten söylenmiş birçok düşünceyi alarak bunlardan kendi­ sine uyan (ve Türk milliyetçiliğinin çerçe­ vesini çizen) bir eklemleme yarattı. An­ cak, aslında hiçbir ("özgün" dediklerimiz dahil) düşünürün yalnızca kendi buluşu olan düşünceler üretmediğini, bu anlamda "güneş altında söylenmemiş hiçbir şey" olmadığını kabul etmek gerekir. Gökalp de düşüncelerini derledi, ama bundan ek­ lektik biçimde yanyana duran tezler değil, bir sentez üretmeyi başardı. Onun bu sen-

v

K

M

A

Z

M

tezi, bu kadar uzun bir zamandır, bir çö­ züm önermese de, geçerliliğini .korudu. Son olarak, Gökalp kendi düşüncesi için­ de aşamalar kaydetmekten geri durmadı; yani, baştan sona değişmeyen tek bir Gö­ kalp ideolojisinden değil, koşullara göre değişen veya olgunlaşan bir ideolojiden söz edebiliriz ki, bu da zaten o düşünce­ nin organikleştiğinin kanıtıdır. Ziya Gökalp adı telaffuz edildiğinde ilk akla gelen düşüncelerden biri, Tü.rkleş­ melı, Islamlaşmalı, Muasırlaşmak kitabının adındaki ü çlemedir. Ama bu ü çlünün onun buluşu olduğu söylenebilir mi? Bü­ tün Osmanlı 19. yüzyılı "muasırlaşma" uğraşıyla geçmişti. Üçlünün "Türk" kısmı öncelikle Rusya Türkleri arasından yeti­ şen milliyetçi ideologların Osmanlı dü­ şüncesine soktuğu bir şeydi. Ama Fethi Okyar veya Hüsamettin Ertürk'ün Abdül­ hamit'le ilgili anılarını okuyun, "Türkçü­ lük" gibi bir kavramla yanyana düşünme­ ye hiç alışık olmadığımız bu padişahın o kavramla çok ilginç bir ilişkisi olduğunu görürsünüz. Abdülhamit "muasırlaşma"nın parla­ mento gibi, siyasi demokrasiye ilişkin ta­ raflarını ortadan kaldırmış ya da kendi de­ diğine göre ertelemişti, ama özellikle eği­ tim alanında, o yöne doğru daha güçlü bir gelişme sağlamak için elinden geleni yapı­ yordu. lslam'ı öne çıkarmıştı. Çünkü Tan­ zimat'ın panotomanizminden umudunu kesmişti; Hıristiyan azınlıkları daha uzun süre İmparatorluk içinde tutamayacağını görüyo rdu . Ama lslam, Arnavutlar'ı, Araplar\ Çerkesler'i devlete sadık kılma­ nın yolu olabilirdi (bu sayılanlar ve Türk­ ler, simgesel bir şekilde, padişahın muha­ fız alaylarını oluşturuyordu). Abdülhamit "Türk" öğesini bir çeşit son çare olarak görüyordu; yani, o zaten temeldi ve ancak bütün çareler tükendiğinde oraya dönüle­ bilirdi. Selanik'te, Alatini köşkünde muha­ fızlığını yapan Fethi Okyar onun ağzın­ dan şu sözleri aktarır: " . . . ben, o tuz üç sene, bu memleketin

31

K

M

A

L

z

M

32

başındaki insan olarak, mensubu olmak­ la iftihar ettiğim Türk milleti ile, Türkle­ rin asli unsur olduğu devletin hudutları içinde yaşayan, Müslüman olsun olma­ sın, Türk olmayan unsurların hakiki va­ ziyetlerini bilmekteyim" (Üç Devirde Bir Adam, 104) . Onun bunları söylemesinden az sonra Balkan Harbi yaşandı ve arkasından, ls­ lamcı Mehmed Akif'e de gözyaşları dök­ türerek, Arnavutlar lmparatorluk'tan ay­ rıldı. Dünya Savaşı'ndan sonra Araplar da bağımsızlıklarını elde ettiler. Müslü­ manlık, ideolojik bir araç olarak, yalnız­ ca Lozan'da Kürtler'e azınlık statüsü ve­ rilmemesini sağlayabildi. Başka bir söyle­ yişle, üç aşağı beş yukarı, son çareye ge­ linmiş oldu. Bu değişim Ziya Gökalp'in yaklaşımın­ da da kendini belli eder. Taha Parla'nın işaret ettiği gibi, Gökalp, 1 9 1 8'deki Türk­

leşmek, lslamlaşmak, M uasırlaşmak'tan 1923'te Türkçülüğün Esas lan'na gelir. Ön­ celeri örtük biçimde geri plana itilmek is-

tenen lslamcılık şimdi açıkça geri planda­ dır; "hars" ve "medeniyet"in arasındaki ayrım çizgileri de görece yumuşatılarak, "muasırlaşma"nın daha fazla ön plana çı­ karılmasının imkanı hazırlanmıştır. Bunlar aslında Gökalp'in içinde bulun­ duğu düşünce ortamının öteki aktörleri­ nin de genel olarak paylaştığı yaklaşımlar­ dır. Bir bakıma, sentezin genel matrisinin, maddi konj onktürdeki değişim tarafından belirlendiğini de söyleyebiliriz.

ZIYA GÖKALP-MUSTAFA KEMAL lLlŞK.151 Mustafa Kemal Harbiye'de döneminin ol­ dukça özel denebilecek koşulları içinde yetişti. Osmanlı tarihinin son döneminde bütün yeniliklerin, "modernizasyon" ka­ tegorisine girecek her şeyin ordudan baş­ ladığı bilinen bir olgudur. Mustafa Ke­ mal'in kuşağı (yukarıda değindiğim sivil aydınların bir kuşak öncesi: 1870-85 arası doğmuş subaylar) hem Birinci Dünya Sa­ vaşı'nda, hem de Kurtuluş S avaşı'nda

M

U

S

T

A

A

K

M

A

Türk ordularına komuta eden kuşaktır. Bunlar ülkelerinin bilinen koşullarında, parlak asker olarak yetişmenin yanı sıra, tamamen politize olmuşlardı. Dolayısıyla topluma ve siyasete ilişkin bütün tartış­ maları da yoğun bir ilgiyle izliyorlardı. Şevket Süreyya Teh Adam'da bu döne­ min Harbiyesinde " münazara" nın çok önem verilen bir şey olduğunu ve bütün genç subay adaylarının belagat yetenekle­ rini, "natıka"larını geliştirmek için ciddi bir şekilde çalıştıklarını anlatır. Bu aslında çok anlamlı bir adettir. Sözkonusu öğren­ cilerin, belki bilinçdışı olarak siyasi bir kariyere hazırlanmakta olduklarını gö·ste­ rir. Clausewitz'in tanımı askerler için tabii çok önemli: Savaşın, muarızımızı kendi irademize uymaya mecbur eden bir şiddet eylemi olması. Münazara, tartışma, diplo­ masi vb. ise aşağı yukarı aynı işin şiddet öğesi olmaksızın yapılmasıdır. Savaştaki silahlı birlikler yerine, tumturaklı kelime­ ler, cümleleri seferber ederek karşıdakini pes ettirmek! Şevket Süreyya'dan başka, Lord Kin­ ross veya Andrew Mango gibi dikkatli araştırmacı ve biyografi yazarları da Ata­ türk'ün gençliğinde gördüğü askerlik dışı eğitimin sınırlı olduğunu söylüyorlar. Arkadaşı Ömer Naci'den Namık Kemal'i öğrendiği, Fethi Bey'le (Okyar) Fransız Devrimi ve düşünürleri üstüne konuş­ tukları, matematikte ise doğal yeteneğiy­ l e parlak bir öğrenci olduğu biliniyor. Mango , Harbokuluna, başladığı tarihte yabancı dil bildiğini gösteren bir şerit taktığını, bunun önemli bir farklılık sa­ yılması gerektiğini belirtiyor. Dolayısıyla, bu yıllarında bazı Fransızca kitapları as­ lından okumaya başladığını tahmin ede­ biliriz. Yine o yıllarda gece koğuş ışıkları s öndük ten s onra gizli gizli bir şeyler o kuduğunu biliyoruz. Şüphesiz bütün bunlar ahademi h bir yetişme tarzı anla­ mına gelmez ve zaten kendisinin de böy­ le bir eğilimi yoktu. Kurtuluş Savaşı sıra­ sında Meclis'te "Kuvvetler Ayrılığı" ko-

v

K

M

A

L

Z

M

nusu üstüne konuşurken Rousseau ile Montesquieu'yü birbirine karıştırıyor ol­ ması, bu gibi konularda bilgi kaynakları­ nın büyük ölçüde "sözlü" olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Doğal olarak, kendi ülkesinde yazılıp çizilenleri daha yakından izlemiş, düşün­ ce yapısının oluşmasında da bu düşünce­ lerin etkisi daha fazla olmuştur. Atatürk kendisi de, duygularının babasının Na­ mık Kemal, düşüncelerinin babasının ise Ziya Gökalp olduğunu söylemiştir. (Şa­ polyo, 153) Cumhuriyet'in kuruluşundan s o nra Atatürk'ün dile getirdiği ilkelere ve mey­ dana getirdiği kurumlara baktığımızda, bunların pek çoğunda Ziya G ökalp'in öncü konumunu görmemek mümkün değildir. Cumhuriyet ideolojisinin temel direği Türk milliyetçiliğidir; bunun baba­ sının herkesten önce Gökalp olduğu da açıktır. Ancak, "milliyetçilik" şüphesiz çok geniş bir kavram ve bir soyutlama; belki bazı noktalarını biraz daha özgül­ leştirmek gerekiyor. Örneğin Ata türk milliyetçiliği "ırk"tan çok kültürel milli­ yetçiliği öne çıkarmış bir milliyetçilik bi­ çimi olarak tanınır. Ziya Gökalp bu ko­ nuda çok daha önceden ilkelerini kesin­ likle belirtmiş, milletin temelinin ırk ola­ mayacağını söylemişti. Yine Gökalp, Türk milliyetçiliğinin sal­ dırgan ve yayılmacı olmaması, "üstün­ lük" iddiasında bulunmaması gerektiği gibi konularda dikkatli davranmıştır. Ata­ türk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" politi­ kası da Gökalp'in belki izolasyonizm do­ zu artırılmış "barışçı milliyetçilik" anlayı­ şının devamı gibidir. Gökalp de, Mustafa Kemal de, milliyetçiliğin asıl mücadele alanını savaşta, askerlikte vb. değil, "mu­ asırlaşma" dedikleri, ekonomik, kültürel, toplumsal modernizasyon alanında görü­ yorlardı . Ama bunları yaparken, G ö ­ kalp'in aslında soyut idealler olduğunu belirtmekten geri durmadığı "Kızıl Elma" ve "Turan" gibi ideallerle platoııih ilişkile-

33

K

34

E

M

A

rini de sürdürüyorlardı. Bu, sonuçta, cid­ di bir ideolojik belirsizlik yaratmak için bire bir bir tavırdı ve o belirsizliğin so­ nuçları bugün de yaşanıyor. "Muasırlaşma" bu iki insanın zihninde Türkiye'nin Batı ile ilişkisini kuran bağlan­ tı ve politikadır. Daha sonraki dönemlerin, örneğin bugünlerin tamamen Batı karşıtı Türk milliyetçilerinden farklı olarak, Gö­ kalp "Türkleşme" ile "muasırlaşma" ara­ sında bir çelişki veya uyumsuzluk bulun­ madığını savundu. Atatürk içinse Batılılaş­ ma Gökalp'ten de daha radikal yöntemler­ le izlenmesi gereken bir politikaydı. Buna karşılık, Gökalp, "hars" ve "medeniyet" arasına kendi teorisi açısından hayati bir ayrım koyarak, Batılılaşmayı yalnızca me­ deniyet alanıyla sınırlı hale getirmeye de çalışmıştı. Onun uzun yazılar ve kitaplar yazarak belirginleştirmeye çalıştığı bu ay­ rım, Atatürk'ün "Biz bize benzeriz" sözün­ de anlattığından farklı bir içeriğe sahip de­ ğildir. Sonuçta, medeniyette uluslararasıla­ şıp kültürde ulusal kalmak da, aşılmaz çe­ lişkilerle dolu bir ideolojik tavırdır ve onun sonuçları da halen yaşanmaktadır; ama şu anda konumuz bu sonuçlardan çok bu iki önemli insanın düşünceleri ara­ sındaki ortaklıkların saptanması. Yine Atatürk'ün "sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz" sözü , Gökalp'in uzun uzun anlattığı korporatist düzenin özeti gibidir. Bu ayrıca, Cumhuriyet'in uyguladığı temel politika olmuştur. Atatürk'ün "En hakiki mürşit ilimdir" sözü, herkesin kabul ettiği gibi, pozitiviz­ min ruhunu açıklayan bir sözdür. Bu da, başından beri, Ahmet Rıza yoluyla lttihat ve Terakki'nin ideolojisi ve Gökalp'in de kısmen Auguste Com te'tan, ama daha çok Emile Durkheim'dan yararlanarak kullandığı metodolojidir. Gökalp, öncelikle List'den etkilenerek korumacı bir "milli" ekonomiyi savun­ muştu. Atatürk'ün gönlünde daha liberal ve o ölçüde daha "global" bir ekonomi modeli vardı (lzmir iktisat Kongresi so-

z

M

nuçlarının da gösterdiği gibi) . Ama hem iç koşullar (sermaye yokluğunda devletin öncülüğünün kaçınılmaz hale gelmesi), hem de otuzlara gelindiğinde beliren dış koşullar (dünya buhranının liberal eko­ nomilere verdiği zarar) devletçi ekonomi­ ye yönelme zorunluğunu yarattı. Böylece, Gökalp'in şiddetle karşı olduğu liberal ekonominin zaten pek açık sayılamaya­ cak yolu iyice kapandı. Ama Gökalp yal­ nız ekonomide değil, her düzeyde libera­ lizme karşıydı. Onun bu tavr ı , Ata­ türk'ten çok, dönemin "Atatürkçü" kad­ rolarından (Yunus Nadi'den Fatih Rıf­ kı'ya, Şevket Süreyya'dan Recep Peker'e, Mahmut Esat'tan Ali Çetinkaya'ya) büyük destek almıştır. Liberalizm, Cumhuriyet ve "Tek Parti" dönemlerinin dört temel "düşman"ından biridir (öbürleri komü­ nizm, irtica ve Kürtçülük/ayrılıkçılık). Atatürk'ün dil (Türkçeleştirme) ve alfa­ be konusunda yaptıkları Ziya Gökalp'in muhtemelen gönülden onaylamayacağı uygulamalardı. Gökalp buralarda daha muhafazakar kalmayı tercih ederdi. Latin alfabesi daha Namık Kemal zamanından beri tartışılıyordu (Namık Kemal karşı çıkmıştı) ve Gökalp de bunu destekleme­ miş, dilin özleşmesini bir yere kadar sa­ vunmuş (Genç Kalemler ölçülerinde) ve en güzel Türkçe'nin Istanbul hanımları­ nın dili olduğunu söylemişti. Ama bu "inkılap"ların yapıldığı tarihte hayatta olsa, belki o koşullarda destekler­ di. Nitekim, bu noktada ilginç bir durum vardır. Ziya Gökalp Malta'da sürgünden kur­ tul unca önce Diyarbakır'a gitti, ama 1923'te resmi bir görevle (küçük bir gö­ rev) Ankara'ya geçti ve aynı yıl Diyarba­ kır milletvekili o larak Meclis'e gird i . Bundan bir yıl sonra öldü. Ankara'da pek fazla "taltif" edildiği söylenemez. Tarlı Töresi, Doğrıı Yol ve asıl Tü rhçülüğün Esaslan gibi kitaplarını da hayatının bu son iki yılında yazdı. G ö ka l p ' i n "Türkleşm ek/ls lamlaş-

M

U

5

T

A

A

K

M

A

mak/Muasırlaşmak" üçlüsü içinde en az ikincinin Atatürk'e sevimli göründüğünü, hatta ona göre gereğinden fazla kaçmış olan "lslamlaşma" dozunun bir miktarı­ nın geri alınmasının daha iyi olacağı yete­ rince açık bir olgudur. Atatürk'ün olduk­ ça kararlı bir agnostik olduğu, hayatını inceleyenler tarafından söylenmiştir. Ama din konusundaki kişisel görüşünün yanı sıra, Arap ve Arnavutlar'ı (tabii Çerkesleri ve benzerlerini de) imparatorluğa bağlı tutmak için din birliği konusunu öne çı­ karmanın gerçekçi bir nedeni de zaten kalmamıştı. Nitekim Gökalp de hayatının sonunda o "üçlü"den biraz gerilemiş gibi görünerek Türhçülüğüıı Esaslan'nı yazdı (bkz. Taha Parla) . Bu onun Atatürk'te temsil olunan yeni Türk milliyetçiliğiyle uzlaşmak için attığı bir adım olarak yo­ rumlanabilir. Bu yorum doğruysa (ki olgular bu yö­ nü işaret ediyor) ilginç bir durumla karşı­ laşıyoruz. Ziya Gökalp bir düşünür. Dü­ şünür olarak Atatürk'ü en çok etkilemiş kişi. Ama onun, son analizde Türk milli­ yetçiliği demek olan düşüncelerine ger­ çekleşme imkanı kazandıran kişi de Ata­ türk. Bu durumda Gökalp, Atatürk'le ara­ larında bazı nüanslar çıkıyorsa, kendini hemen Atatürk'e uydurmaya hazır. ittihat ve Terakki Gökalp'i neredeyse resmen "parti ideologu" ilan etmiş ve hayli saygıdeğer bir yere o turtmuştu. Ama dediğine uymak için çaba harcama­ mıştı. Hayatının son iki yılında durum değişti. Atatürk ve CHP onu yüceltmedi; ama düşüncesinin gerçekleşme şansının çok daha fazla artmış olduğunu sanırım Gökalp de fark etmişti. Yazının başında sözünü ettiğim, Cum­ huriyet'in düşünce dünyasını kuran daha genç kuşağın Atatürk'le ilişkisi de işte Gökalp'in burada anlattığım ilişkisi gibi olmuştur. Onlar, ayrıca daha da genç ol­ dukları için, ortaya koydukları düşünce­ lerin Atatürk'ün kurduğu dünya ile çeliş­ memesine özen göstermişlerdir.

v

K

M

A

Z

M

BEKLENEN ÖNDER Yakup Kadri, "entelektüel kurucu" olarak gördüğüm kuşaktan sadece bir yaş bü­ yüktür (1889 doğumlu). Atatürk adlı "bi­ yografik tahlil denemesi"ne şöyle başlı­ yor: "Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti. Biz . . . gözlerimi­ zi dünyaya bir bozgun havası içinde aç­ tıktı." Bu tespit çok doğru (ve zaten içtenlikle sonuna kadar yaşanmış). Kahraman has­ reti, ittihat ve Terakki'nin uyandırıp ce­ vap veremediği umutlarla büsbütün bü­ yüyor: "Yirmi yaşımıza girdiğimiz zaman, artık hiçbir kimseye hiçbir şeye inanmı­ yorduk. Meşrutiyet inkılabının şarkıları bize birtakım herzeler gibi geliyordu." Hayal kırıklığına rağmen, 1908 sonrası Yakup Kadri (ve yaşıtları) , belki biraz "te­ selli" gibi, iki şey, bir "ocak" ve bir "bil­ ge" bulmuşlardır: "Hatta arasıra, çatısı al­ tına iltica ettiğimiz bir 'mabet' bile bul­ muştuk: Türkocağı. Lakin içerisindeki adam, Buda heykelini andıran acaip adam, bize, mu ttasıl , gelecek olan bir kurtarıcıdan ve bir kurtuluş gününden bahseder dururdu." Yakup Kadri kuşağının üstündeki bü­ yük entelektüel etki, bu alıntının da gös­ terdiği gibi, Türkocağı'nda oturan Buda, yani Ziya Gökalp'tir. O herkese öyle inan­ mak istediği için inandırıcı gelen şeyler söyler. Örneğin, "milli kahraman bir fert değil, milletin müşahhas timsalidir," der. "Fakat, bunu söyleyen şair üç ay sonra, tam 'Sarıkamış' faciasının ertesi, Enver Paşa'ya, 'milli kahraman' unvanını veri­ yordu. Kimbilir, belki beklemekten artık bıkmıştı... Lakin, biz, 'ittihat ve Terakki' ideologunun bu hareketi karşısında yeni bir hayal kırgınlığına daha uğramış ve onun fikri samimiyetine inancımızın yarı­ sını kaybetmiştik. " Yakup Kadri'nin bir ölçüde kısal tarak aldığımız anıları ve analizi, yine de, art arda hayal kırıklıklarının yarattığı derin

35

K

36

E

M

A

karamsarlığı yansıtıyor olmalı. Trablus, Balkan, Dünya Harbi ve işgal (93 Har. bi'ne falan gitmeden) . . . Belli ki bu kuşak, G ökalp gibi birinden ne kadar "teselli" bulsa da, artık bir düşünen değil yapan beklemektedir. Onların bu bekleyişi sürerken Gö­ kalp'ten S yaş küçük, Yakup Kadri'den 8 yaş büyük ve Enver Paşa ile yaşıt olan Mustafa Kemal, birbirini izleyen çeşitli olaylar ve tarihlerde, iktidarın uzağına iti­ liyordu. Harbokulunu bitirdiğinde Make­ donya yerine Suriye'ye gönderilmekle işin uzağına düşmüştü. Hareket Ordusu'nda da son anda Enver yolunu keser. Enver Saray'da beğenilir ve damatlığa layık gö­ rülür; Mustafa Kemal görülmez. Ancak Dünya Harbi sırasında, Çanakkale Musta­ fa Kemal adını ülke çapında insanlara du­ yurur. Ama bundan sonra yine talihsizlik­ ler başlar. Veliaht Vahdeddin'le tanışmış olması belki ileride semere verecektir. Mütareke imzalandığı zaman lttihatçı ra­ kipleri de ortada yoktur artık. Ama Ah­ met lzzet Paşa hükümetinde bakan olma talebi de karşılıksız kalır. Tuhaf bir şekilde, Mustafa Kernal'in en büyük talihi, aslında bu talihsizlikleridir. Çünkü bu sayede, bütün sorumluluklar, onu sürekli iktidar çevresinden uzak tu­ tan lttihatçılar'ın sırtında kalmış, Mustafa Kemal ise hiçbir pisliğe veya başarısızlığa bulaşmamıştır. Çevrede görünen bütün yalancı pehlivanların ne olduğu ortaya çıktığında ve Yakup Kadri ile kuşağının "milli kahraman" bekleme sancısı artık dayanılmaz raddeye vardığında, artık bir son çare olarak, Anadolu'dan Mustafa Ke­ mal adı işitilir. Bundan böyle de, sürekli o işitilecektir. Bu süreç şüphesiz Mustafa Kernal'in işi­ ne yaramıştı. Ama Mustafa Kemal'in so­ nunda kazandığı başarının bir "şans ese­ ri" olduğunu düşünmüyorum. O kendi hayatına bizim gibi sonradan bakmayıp dakika dakika yaşadığı için -ve her daki­ ka yapılması gerekli bir şey gördüğü için-

z

M

sürekli iktidara erişmek üzere çabaladı. Koşullar da onu tam zamanında oraya ge­ tirmeye karar vermişçesine, bu erken ça­ baları boşa çıkardılar. Ama Mustafa Ke­ mal'in bir imparatorluğun çöktüğü bu sü­ reç içinde, hemen hemen her badire ve göçükte, olanları orada bulunan herkes­ ten daha iyi kavradığı ve değerlendirdiği­ ni, dolayısıyla da en doğru tepkiyi göster­ diğini gözlemleyebiliyoruz. Onun için Mustafa Kemal'in başlangıç­ ta iktidardan uzak tutulması da, sonra di­ reniş hareketinin başına geçtikten sonra yaptıkları da, "talih" veya rastlantıyla ilgi­ li değildi. Onu izleyenler de, o ana kadar bilip tanıdıklarından farklı bir "nitelik"le karşılaştıklarını anlıyorlardı. Bunu anla­ dıkları ölçüde önderlerine daha çok bağ­ landılar.

DEMOKRATiK DÜŞÜNCE GELENECI? Bu ara bölüme de Yakup Kadri'nin Ata­ t ürh'ünden bir alıntıyla başlayalım: "Bir gün Cumhuriyet Halk Partisi'nin ilkeleri­ ni gözden geçiriyordu. O sırada ukalalık edip demiştim ki: 'Paşam, bu her balıın1-

dan bir inkılap Partisidir. inkılap Partisi ise bir ideolojiye, bir dolıtrine dayanmaksızın yürüyemez.' Yüzüme bir masumun yüzü­ ne bakar gibi bakmış ve gülürnsiyerek 'O zaman donar kalırız' demişti. Atatürk'ün bu sözle ne dernek istediğini şimdi her vakitten daha iyi anlıyorum." Yakup Kadri'nin 1970'te bundan ne an­ ladığını araştırmamıza gerek yok. Ama Atatürk'ün bir "doktrin" oluşturmak iste­ mediği oldukça açık. Bu görüş tartışılabilir. Bir "dünya görü­ şü"nün ille de "donma" ile sonuçlanması gerekmediği, "açık" bir teori olabileceği söylenebilir. Ama, sözgelişi, Marksizmin de böyle bir düşünce olması gerektiği dü­ şünülebilirdi; oysa olamadı. Dolayısıyla belki bu gibi durumlarda sorun, düşünce tarzının kendi içindeki esnekliği ve dü­ şünce işlemine bir sağlama uygulama

M

U

T

A

A

K

E

M

A

yöntemlerine sahip olup olmamasından çok, o düşünceyle onun taşıyıcısı olanlar ve ayrıca da genel olarak o toplumla dü­ şünce arasındaki ilişkilerde düğümleni­ yor. Teoriyi benimseyen seçkinler açık değil kapalı düşünce tarzına alışıksa, top1 um o nların bu alışkanlığına meydan okuyacak düzeyde değilse, en açık ve "bi­ limsel" ve "şüpheci" bir teori de dogma­ tik bir öğretiye dönüşebilir. Yine Yakup Kadri'den bir örnek vere­ yim: "Batan geminin içinde son duasını mırıldanan kazazede gibi kendi kendi­ me, durmadan, onun adını tekrar ediyo­ rum: Mustafa Kemal, Mustafa Kemal. Ve batan bir gemide son duasını mırıldanan kazazede gibi yüreğimde derin bir emni-

v

K

M

A

Z

M

yet, derin bir sükünet hasıl oluyordu" (Atatürk, 36). Yakup Kadri mistik-mizaç bir ateistti. Yani, dini imgeleri ve duyguyu, panteizmi ve tasavvufu severdi. Romanına Sodom ve Gomore adını verir, her bölümüne Tev­ rat'dan alınular seçer veya yine Atatürk'te milli sevincini "Hosanna ! Hosanna ! " di­ yerek dile getirebilirdi; ama sonuç olarak ateistti, hele ortodoks dinden hiç hazzet­ mezdi. Onun için Yakup Kadri'nin burada verdiği örnek aklımıza Allah adını anarak tesbih çekmek veya zikir gibi oldukça ko­ yu dini pratikler getirse de, yazar için bunun olsa olsa bir "metafor" olduğunu düşünebiliriz. Ama Yakup Kadri bütün Türkiye toplumunda ne kadar temsili olabilir? Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlak'ünde, altmışlara kadar, "din" maddesinde bu kelimenin "mecazi" kullanımına örnek olarak, "Atatürkçülük Türk'ün dinidir" gibi bir cümle yer almaktaydı. Bu "metafor"lar üstüste yığılmaya başlayınca, işin mahiyeti de yavaş yavaş değişmeye başlıyor. insan, kaçınılmaz olarak, "Bu ideoloji sahiden bir alternatif din mi acaba?" diye düşünüyor. Tabii verdiğim bu bir iki örneğin yanında yıllardır kurumsal olarak süren ve hayatın her alanına yayılan bir "kült" olduğunu unutmamak gerekiyor. Yakup Kadri'nin durmadan "Mustafa Kemal" demesi de bu kült ve bu ritüel içinde, bir "metafor" olmaktan çıkıyor. Atatürk'ün başlattığı "sekülarizasyon" şüphesiz çok önemli bir süreçtir. Kurum­ sal düzeyde sekülarizasyon, zihnin çalış­ masının sekülarizasyonundan daha kolay gerçekleştirilebilir, çünkü son analizde si­ yasi iktidarın yapacağı bir yasal düzenle­ meye bağlıdır. ikincisi ise -hele bütün bir toplum düşünüldüğünde- gerçekleşmesi çok uzun zaman alabilecek bir değişim­ dir. Zihni sekülarizasyonun gerçekleşme­ si, eleştirel bir düşünce yeteneğinin yara­ tılmasına sıkı sıkı bağlıdır. Büyük top­ lumsal dönüşümler, bu gibi zihni dönü­ şümlere bir yandan kapı açar, bir yandan

37

K

38

M

A

da onları zorlaştırırlar. Yenileşmeyi ve se­ külarizasyonu temsil ve teşvik eden güç­ ler, çok zaman, bunun gerektirdiği uzun süreyi bekleyebilecek durumda olmadığı için, zihni mekanizmaların çalışma biçi­ mini değiştirmeden zihinlerdeki düşünsel içerikleri değiştirmekle yetinmek zorun­ da kalırlar. Sekülerleşmemiş düşünce de­ yince, doğal olarak, imanı, dogmayı, bun­ ları belirleyen kesin bir otoriteyi vb. ha­ tırlıyoruz. Yeni düzenin kavramları da çok zaman tam bu şekilde kitlelere be­ nimsetilir. Dünyanın pek çok yerinde, ge­ nel modernizasyon girişimlerinde, özel­ likle de sosyalizmin kurulmaya çalışıldığı yerlerde, bu süreçler kaçınılmaz biçimde yaşanmıştır. Kemalizm, bu sosyalizm girişim ve de­ neyimlerinden farklı olarak ve Atatürk'ün Yakup Kadri'ye söylediği biçimde, bir öğ­ reti getirmekten kaçınmıştır. Marksizm gibi, hayatın bütününü evrensel ölçüde açıklama iddiasını taşımaz. Sonuçta, Tür­ kiye'de yaşayan Türk milletinin milli mo­ dernizasyon ideali ve ideolojisidir. Bu özellikleriyle de esnek ve pragmatiktir. Altı Ok'ta özetlenen başlıca ilkeleri bile tartışmaya açıktır: Örneğin, "inkılapçılık" nasıl yorumlanmalı? Bu bir "devrim" mi anlatıyor, "reform" mu? "Devletçilik" ne­ reden nereye? Sermaye birikimi olmayan bir topluma özgü bir zorunluk mu? Öy­ leyse, o birikim tamamlandıkça bir ilke olmaktan çıkması gerekmez mi? "Halkçı­ lık" nasıl tanımlanabilir? Kemalizm'in bu esnek ideolojisi, Cum­ huriyet'in erken döneminde, yazının ba­ şında sözünü ettiğim kuşağın genç bir toplumun düşüncesini, düşünsel disiplin­ lerini, akademyasını kurmalarına yardım­ cı oldu. Milli bir modernizasyonu, dönü­ şümü yaşamanın enerjisiyle hareket etti­ ler ve yaptıkları işin önüne, yeni devlet ciddi bir engel çıkarmadı. Bu bağlamda 1 933'te Darülfünun kapatılmışken, kon­ j onktüre! nedenlerle Almanya'da Nazizm­ den Türkiye yönünde kaçan bilim adam-

z

M

!arının gelip yeni açılan üniversitede yer bulmaları, Cumhuriyet'in düşünce haya­ tına çok önemli bir katkı sağladı. Ancak, Türkiye'de Atatürk'ün ölümün­ den sonra şiddeti artan "lider kültü" ("Ebedi Şef' vb.), tuhaf bir şekilde, dog­ matik bir düşünce dünyası yaratmaya başladı. Aydın kesimin büyük çoğunluğu zaten Kurtuluş Savaşı yıllarından beri an­ ti-liberal bir tavırdaydı. Sonraki yıllarda Almanya ve ltalya'da yükselen (Doğu Av­ rupa'nın tamamını da derinden etkileyen) faşizm buradaki düşünce iklimine en uy­ gun düşen ideoloj iydi. Böyle c e , Ata­ türk'ün "dogma" haline getirmemeye ça­ lıştığı "Atatürkçülük" , kendi içinde bir teori , bir epistemoloji, bir metodoloji ta­ şımaksızın bir dogma haline geldi. Bu epey paradoksal bir gelişmedir. Atatürk'ün kendisi o to riterdi . Başka türlü olması beklenemezdi. Ama komşu Bulgaristan'dan Ill. Reich'a kadar haritayı kaplayan faşist veya faşizan rejimlerden birini kurmamıştı. Serbest Fırka'yı kur­ durması ve kapattırması, bu tür rejimle­ rin ve önderlerin toplumsal koşulların­ dan ötürü yaşamak zorunda olduğu çeliş­ ki ve paradoksların iyi bir örneğidir. Ama Mussolini veya Hitler'in bir muhalefet partisi denemeye kalkışması söz konusu olamazdı. Troçki, Stalin'in çevresini saran "mürit­ leri"ni anlatmak için "epigon" kelimesini kullanmıştır. Ali Fuat Paşa da bir gün Atatürk'e "senin apotrların kimlerdir?" diye sormuştu. Demokratik bir kültürü ve siyaset geleneği olmayan, kitlelerin edilginliğe alışmış olduğu, büyük ölçüde pre-kapitalist (tarımsal ve kırsal) bir top­ lumda, dönüşümler görece dar kadrolar, seçkinler tarafından gerçekleştirilmiştir. Böyle yapılarda "epigon" ya da "apotr" gibi terimler kullanılması da d oğaldır. Troçki, "epigon"un tanımına şu önemli ayrıntıyı ekler: "Epigon" yalnız önderini izleyen değil, onun belirleyici özelliğini abartarak taklit eden kişidir. Kendi dü-

M

U

S

T

A

F

A

K

M

A

v

K

M

A

Z

M

39

şünce tarzından donuk bir dogma çıkma­ sını istemeyen o toriter kurtarıcı ve kuru­ cu Atatürk'ün epigonl�ı.rı da onun otori­ terliğini öne çıkardılar. Bir muhalefet partisinin gereğini duyan Atatürk'ten çok, onu bastıran ve kapatan Atatürk'ü model aldılar. Yine Yakup Kadri bir hikaye anlatıyor. Mustafa Kemal kendisinden farklı düşü­ nen bir küçük memurla tartışıyor: "Sert ve sinirli bir tonla konuşuyor, arasıra elini masaya vuruyordu. Muhatabı ise, bundan hiç alınmamış görünüyor, süku­ netle inadında ısrar ediyordu. Biz, ona acıyorduk. İstikbalini tehlikeye düşmüş sanıyorduk. Halbuki bu küçük memur bu hadiseden birkaç ay sonra yüksek bir vazifeye tayin edildi. Ondan sonra da mebus oldu. Zira Atatürk, bunun inatçı-

lığına kuvvetli bir karakter manası ver­ mişti. " Burada otoriter bir önder resmi çizili­ yor, ama onun aslında bağımsız kişilik ve düşünceye ne kadar saygılı olduğu anlatıl­ mak isteniyor. Ama anlatılandan çok anla­ tanın zihninde, otoritenin nasıl peşinen kabul edildiğini görüyoruz; örneğin "is­ tikbalini tehlikeye düşmüş" saymaları çok "normal". Bu ürkütücü. Ama "ikbal"de ürkütücü: herhangi bir nesnel ölçüye uy­ mayan, bir peri padişahının keyfine bağlı bir "yükselme" hikayesi anlatılıyor. Ata­ türk'ün ne kadar "iyi" olduğunu anlatmak için ona alabildiğine "kötü" olma hakkı tanıyan bir anlayış bu. "Epigon"ların, kahramanlarında belirleyici olarak gör­ dükleri özelliği kendi kişiliklerinin parça­ sı haline getirmelerinin iyi bir örneği.

K

E

M

A

BUGÜNKÜ DURUM

40

Çok partili rejime geçtikten sonra Ata­ türkçülüğün Türkiye politikasındaki rolü biraz daha değişti. Bu dönemde yaşanan üç askeri darbe de sivil iktidarın çiğnediği A tatürk ilkelerine dönmeyi, darbenin amaçlarından -veya gerekçelerinden- biri olarak öne sürdüler. Bu tekrarlar darbeyi yapan kurumla Atatürkçülük arasında taruşılmaz bir ilişki yaratmış oldu: Silahlı Kuvvetler en doğru Atatürkçüdür ve top­ lumdaki bütün kurumların Atatürkçülük derecelerini bir tek o bilir. Bu yaklaşım ayrıca -ve kaçınılmaz olarak- meşruiyetin temelini de ikiye ayırmış oldu (sonra ye­ niden tek'e indirgemek üzere) : seçim il­ kesine ve pratiğine dayalı, parlamenter sistem, siyasi partiler, seçimle iktidara gelmiş hükümetler ve bütün bunların meşruiyeti, bir yanda. Öbür yanda da, ül­ keyi "koruma ve kollama" görevi yapan kurumun, bu meşruiyetin bozulduğunu ilan ederek duruma el koyma meşruiyeti. Sözkonusu darbelerin başında bulunanla­ rın bu II. Meşruiyet'i haklı göstermeleri­ nin başlıca yöntemi, onu Atatürkçülükle özdeş kılmaları olmuştur. Son darbede, yapılan işlerin Batı ülkele­ ri tarafından anti-demokratik olduğu için eleştiriye uğraması, darbenin "Atatürkçü" başının da Batı'ya karşı söylemler geliştir­ mesine yol açtı. Atatürkçülük, Atatürk'ün anlayışına göre bir "dogma" veya bir "öğ­ reti" olmasa da, her düşünce gibi, son analizde birtakım temel dayanakları olan bir düşünce biçimiydi ve "muasır mede­ niyet seviyesine ulaşmak" da bu temel da­ yanaklardan biriydi. 12 Eylül darbesinin başı, Batı'yla ve demokrasiyle kavga ede­ rek, bu dayanağı büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Yani, Kemalizm adına, Kemaliz­ min en temel özelliğini silmiş oldu. 1980'lerden bu yana Atatürkçülük iyi­ den iyiye muhafazakar bir ideolojiye dö­ nüştü. Yüzyılın son onyılında Doğu Av­ rupa sosyalizminin çöküşüyle açılan yeni

z

M

dönemde, ekonomide ve siyasette dünya­ nın kabul ettiği standartlara uyma gereği, Türkiye'de ciddi bir "değişim" krizi ya­ rattı. Varolan dünya görüşü farklılıkları­ na göre biçimlenen bir "yana olma/karşı olma" durumu değildi bu. Siyasi yelpaze­ nin her yerinde veya toplumsal sınıfların her yerinde, düzenin eskisi gibi sürme­ sinden yana olanlarla değişimden yana olanlar aynştılar. Sözgelişi, büyük çaplı "İstanbul sermayesi" içinde de, küçük ve orta çaplı "Anadolu sermayesi" içinde de veya CHP veya "lslamcı kesim" içinde de "yana olan/karşı olan" bölünmeleri gö­ rüldü. Bu arada, Atatürkçülük ideolojisi­ ni bir izolasyonizm olarak yorumlayan­ larla Batılılaşma olarak yorumlayanlar da ayrıştı. Ancak, 1980 sonrasına gelindi­ ğinde, ikinci kategoridekilerin Atatürk­ çülüğü, genel bir "çağdaş yaşama biçi­ mi"ne uymaktan çok daha başka bir şey olmaktan çıkmıştı. O kesim, sayıca ço­ ğunlukta olsa da, özellikle "sesli" bir ke­ sim değil. Birinciler ise, altmışlardan sek­ senlere yaşanan çeşitli "sol Kemalist" ideolojik-politik olayların da etkisiyle Atatürkçülüklerinin çizgilerini adamakıl­ lı koyultmuşlardı. Bugünkü ortamda en çok onlar seslerini duyuruyor ve izolas­ yonizmden yana, küreselleşmeye karşı, dolayısıyla otoriter-muhafazakar cephe­ nin merkezini oluşturuyorlar. Sonuç olarak, en temel özelliği "dönü­ şümcülük" ve "değişim" olan, "muasır medeniyet seviyesi" demekle bu dönıl­ şümcıllüğün hedefini de oldukça net bir biçimde gösteren Atatürkçülük ideolojisi, 1980'lerden itibaren, Cumhuriyet Türki­ yesi'ni yönetegelmiş kadroların herhangi bir yenilenmeye (yani kendi varoluş bi­ çimlerinde değişime yol açabilecek bir yenilenmeye) karşı muhafazakar direniş­ lerinin bayrağı haline gelirken, Batı da uyulması gereken hedef değil, mücadele edilmesi gereken düşman oldu. Toplu­ mun Batı'ya değil, kendi içine, kendi de­ ğerlerine bakması istendi. Yine aynı şekil-

M

U

S

T

A

A

K

M

A

de ve anlaşılır nedenlerde, Atatürk'ün bir "öğreti" haline getirmekten kaçındığı Atatürkçülük, özellikle seksen sonrası Atatürkçülerin elinde gitgide bir öğreti görünümü almaya başladı. Sonuçta, orta­ da gerçek bir öğreti olmadığı için, bu du­ rum, birilerinin öğretinin ne olduğuna karar vermesi anlamına geliyor. Bugünün konj onktüründe izolasyoniz­ min devamı hayati bir önem taşıdığı için, örneğin "bağımsızlık" gibi bir kavram "öğreti"nin temel taşı olarak sunuluyor. Bu, evet, Atatürk'ün düşüncesinde ve ey­ leminde önemli bir yer tutuyordu; ama o ideoloj ideki her şey gibi o da değişmez değildi; ayrıca, somut konjonktürde, Sov­ yetler ve komünizm düşmanlığı yapma­ makla birlikte, Bau dünyasına daha yakın durmanın tercih edildiği de açıktır. Oysa Soğuk Savaş döneminde Türkiye'yi yöne­ tenler bu "bağımsızlık" ilkesini kendi dünya görüşleri doğrultusunda revize et­ tiler. O zaman "tam bağımsızlık" diyerek, sözgelişi NATO'dan ayrılmayı savunanla­ ra karşı bu kesim dünyada artık tam bir bağımsızlığın mümkün olmadığını söylü­ yordu. Şimdi, küreselleşmenin bir dünya olgusu haline geldiği bir anda, aynı kesim " tam bağımsız" o lmanın gerekliliğine inanmaya başladı. Bu durumda ortaya ilginç bir paradoks çıkıyor. Türk milliyetçiliği, yüzyıl başın­ da, bir önceki yüzyıl sonundaki fikir ha­ reketlerinden etkilenerek doğmuş ve ge­ nel koşullara uyduğu için ana çizgisiyle egemen ideoloji olmuştu. Bu ana çizginin o zamanın koşullarında en bütünsel, en­ telektüel ihtiyaçlara en uygun cevabı ve­ ren daha özel ve özgül formülasyonunu Ziya Gökalp gerçekleştirmişti. Türk milli­ yetçiliğini somut pratik düzeyinde temsil eden Ittihak ve Terakki, Gökalp'e "resmi ideolog" denebilecek bir paye vermişti, ama onun söyledikleriyle Cemiyet'in yap­ tıklarının tastamam uyduğunu söylemek zordur. Cumhuriyet'in kurulmasıyla Ata­ türk i ttihat ve Terakki'ninkinden farklı

v

K

M

A

Z

M

bir milliyetçi pratik yarattı. Buradaki fark­ lılık, kendi ideolojisiyle Gökalp'in ideolo­ jisi arasında koyduğu farklılıktan çok da­ ha fazladır. Farklılığın en temel etkeni de ittihat ve Terakki'nin denetimsiz keyfiliği­ ne (kişisel yönetim eğilimine) karşılık Mustafa Kemal'in kurum yaratma çabası ve meşruiyetçi (lejitimist) çizgisidir. Şimdi, yüzyıl sonunda gerçekleşen pa­ radoks, yüceltilen ve bir öğreti olarak tak­ viye edilen Atatürkçü ideolojinin, aynı zamanda ve buna rağmen, fiili düzeyde, i ttihat ve Terakki çizgisine daha fazla yaklaştırılmasıdır. Bunda, çağdaş sorunla­ rın bastırmasının da etkisiyle, Türk milli­ yetçiliğini topyekün, Enver'iyle, Bahattin Şakir'iyle her şeyiyle birden kucaklama ihtiyacının da payı olmuştur. Bu çerçeve­ de bugünün Türkiyesi, 2000'lerin dünya­ sından çok 19 12-18 arası Türkiye'ye daha fazla yaklaşmıştır. Sonuç olarak, Türk "düşünce"sinin 2 1 . yüzyıl başında varmış olduğu nokta par­ lak değildir. Türkiye, dünya çapında önemli düşünürler y e tiştirem emiştir. Dünya standartlarında kabul edilir düzeye varan aydınlarıyla da geçinememiştir. Bir­ kaç bireysel/rastlantısal durum dışında, toplumsal bilimlerde olsun, doğa bilimle­ rinde olsun, dünya çapında adam yetiş­ mediği gibi, Cumhuriyet'in erken dönem­ lerinde akademik ve entelektüel hayatın temel taşlarını döşeyen kuşağın üyelerini aşan kişiler de pek çıkmamıştır. Eğitimin genel yapısına bakıldığında ve toplumda "düşünce" ile ilgisi bulunan bütün kurumların yapısına bakıldığında (sözgelişi, RTÜK'ün, BBC'nin Türkçe ya­ yınlarını yasaklaması) bunun niçin böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bunun sorumlu­ luğunun Cumhuriyet'in ilk yarısından çok ikinci yarısında aramak herhalde da­ ha iyi sonuç verecektir. Ancak, Cumhuri­ yet'ten de önce başlayan ve bugüne kadar devam eden bir eğilime daha değinmek gerekiyor. Türkiye tarihinde, "modern" anlamda bir "düşünce" çabasının Batılı-

41

K

42

M

A

!aşma ile başladığını biliyoruz. Düşünce de, tarihte her şey gibi zamanda ve me­ kanda evrensel, değişmez bir şey değildir. Eskimo düşüncesinden Kartezyen düşün­ ceye, Kartezyen düşünceden Japon dü­ şüncesine, rahatça gidip gelecek koridor­ lar yoktur. Bir düşünce tarzı bir somut ta­ rih içinde doğar, metodolojisini geliştirir, akımlarını üretir vb. Bu bakımdan, "ithal etmesi" en zor nesnedir. Batılılaşma, devletin kendini kurtarmak için başvurduğu çareydi. Modern anlam­ da düşünme de, bu çarenin öğelerinden biri olarak bu toplumun hayatına girdi . Vurgulamak istediğim nokta, toplumun veya "seçkinleri"nin diyelim- düşünceyle kurduğu ilişkinin pragmatik bir ilişki ol­ masıdır. Bu, toplam hayat pratikleri ara­ sında "düşünce"ye bir "ast" (subordinate) rolü verilmesi anlamına gelir. Descartes "cogito ergo sum" demek için pek çok şey düşünmüş, sonunda bu­ nu söylemişti. Düşündüğü bütün adım ve basamakların birbirleriyle ve bu sonuçla aralarında sağlam nedensellik bağları var­ dı (düşünceleri birbirine sadece bu içkin mantıki bağlar bağlayabilir). Dolayısıyla Descartes'in düşüncesiyle kurduğu ilişki ilginçti. Düşünen oydu, ama nesnel ger­ çekliğin ne olduğunu araştırmış, buldu­ ğuna inandığı anda da o düşünceye tabi olmuştu. Şimdi o düşüncenin "baba"sı değil, hizmetkarıydı . T.ürk toplumunun düşünceyle kurdu­ ğu pragmatik ilişkide ise düşünce bizim "efendimiz" değil, yardımcımızdır. Aslın­ da efendimiz olan Devlet'in, Vatan ve Millet'in, Din-i Mübin veya işçi sınıfının, "efendi" diye kimi bellemişsek onun, iyi­ liği, esenliği, bekası, neşvüneması, ege­ menliği, saltanatı için çare üretecek araç­ tır. Yukarıda, Ziya Gökalp'e bakarken, dü­ şüncelerinin temel ögelerini veya bunla­ rın arasındaki bileşimi, koşullara göre de­ ğiştirebildiğini söylemiştim. Ondan önce Abdülhamit de öyle yapıyordu. Abdülha-

z

M

mit lslam'ın her bakımdan üstünlüğüne kesinlikle inandığı için değil, pratik ko­ şullarda devletin birliğini en etkili bu te­ melde koruyabileceğine inandığı için ls­ lamcı bir politika uygulamıştı. Ziya Gö­ kalp zaten lslam'ı Türk milliyetçiliğinin faydalanacağı biçime sokmaya çalışıyordu ve savaş sonrasında biraz geri plana itil­ mesine itirazı yoktu. Descartes, "kartezyen epistemoloji" ha­ line gelecek düşüncelerini geliştirmek üzere, örnek olarak, balmumunun "birin­ cil" ve "ikincil" özelliklerinden söz etmiş­ se, bazı yüksek devlet çıkarları için bir sü­ reliğine birincillerin ikincil, ikindilerin de birincil oluvermesini kabul edemezdi. Yu­ nanistan tarihini veya düşünce tarihini Türkiye'ninki kadar yakından bilmeme imkan yok. Orada da, Yunan Bağımsızlık Savaşı'nda dinden yola çıkan ve Ortodoks imanla hareket edenler ile sekülarist olan ve Hıristiyanlık-öncesi Yunan medeniyeti­ ne hayranlık duyanlar olduğunu, araların­ da her zaman gerginlik olduğunu biliyo­ rum. Dediğim gibi, bilgim biraz uzaktan, okumayla edinilmiş, ama bu tartışmada tarafların, düşüncelerine çok daha fazla düşünce olarak sarıldıkları, bir düşünceyi "şimdi bu yararlıdır" diye değil; "bu kendi içinde doğrudur" diye savundukları izle­ nimini ediniyorum. Bu izlenimim doğruysa, şimdi gelen ikinci gözlemim daha şaşırtıcı. Yüzyılın sonunda (ama başında da olan yöntem­ leri geliştirerek) Yunan toplumu bu gibi ciddi ayrımlarına bayağı iyi işleyen uz­ laşma formülleri bulabildi ve gerilimleri­ ni gevşetebildi . Bizim entelektüel alış­ kanlıklarımız, bir "fikre" bağlanmakta içtenlik ne kadar fazlaysa, orada uzlaş­ manın o kadar zor olacağı yönündedir Yunan ö rneğinin şaşırtıcılığı burada. Ama belki de bu sorunun gerçek biçimi değil, algılanışının ideolojik biçimi. Belki "fikre" bağlılık sözkonusu değil; "fikir" benim iktidarımın entelektüel yansıması olarak ortaya çıktığı için, ben ona bağlı

43

göfi:in�9r��IJ. aslında onunla iktidarımı p�kiş t,i�iyor4m. cı.i�hu iyet'in kurulmasından sonra Atatürk'ün dil-tarih-kültür konularına daldığını ., biliriz. Kendine özgü Osmanlı tarihi11il1'�rdından kurulmuş bir millet­ deyle�İ:e bu, konuların incelenmesine ihti­ yaç rdı .�; çünkü hiç incelenmemişti. Bu­ rala � , �-n .l mesi, ayrıca, Atatürk'ün kül­ tü.r'e 'ne �adar önem verdiğini gösterir. G elgelel!nı, bu gibi çalışmalar ciddi bir aka � i disiplin içinde yapıldığı zaman 1 anl.amlı veJaydalıdır. Bu disiplin bilinmi­ yorsa� y�' pa herhangi bir nedenle yoksa, zararlı dahi olabilir. . fü.ı Çe&�vede, sözgelişi "Öztürkçe" ile "Güneş pü Teorisi" birbirinin tam karşıtı­ q,ır. Ayn{ Şekilde, bir Orta Asya mitolojisi­ r\i yeniden. yaratma çabalarıyla Sümer-Eti şecereleri· kurma çabaları da birbirinin karşıtıdır.. Aslında her ikisinde de "ırkçı"



.

'{•

>-

§



; y �

_d. � f

milliyetçilikten kültürel milliyetçiliğe ve medeniyetin ırkla değil kültürel tevarüsle tanımlamasına doğru bir geçiş isteği açık­ ça görülmektedir. Ama bu gibi çabaların gerisinde de, "milletimiz için en hayırlısı hangisi olacaksa" pragmatizmi aynı açık­ lıkla hissedilmektedir. "Gençlik", hoşgörü gerektirir. Bireysel çerçevede olsun, toplumlar, rejimler, sis­ temler çerçevesinde olsun, gençliğe hoş­ görüyle bakmak gerekir. Bunun nedeni, başka hiçbir çağda gençliğe özgü o saf iyi niyet ve iyi iş yapma enerjisinin buluna­ mamasıdır. Ama gençliğin aşırılıklarını, inatçılıklarını, çeşitli kusurlarını daha ile­ ri yaşlarda yapmaya devam edenler çekil­ mez olurlar. Bu bakımdan Cumhuriyet'in ikinci yarısı, düzeltmesi gerekenleri dü­ zeltmeyip pekiştirdiği, onların yanına ye­ ni yeni dogmalar getirip yığdığı için ağır sorumluluk altındadır. O

Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları ERIK-JAN ZÜ RCH E R

1923'ten sonra Kemalist cumhuriyetçi re­ j imin ideolojik tavrına ait radikalizmin çağdaşlarını hayrete düşürmesinin ardı hiç kesilmedi. Yirmilerde ve o tuzlarda Türkiye'yi uzaktan izleyenlere ya da (köy­ lerini değil ama) şehirlerini ziyaret eden­ lere göre, sadece Türkiye'nin kurumlarını ve yasal sistemini değil; fakat, aynı za­ manda Türklerin hayat tarzını etkileyen görkemli bir dönüşüm yaşanıyor gibiydi. Birçok gözlemci Türkiye'nin yakın tarihi­ ne ve geç Osmanlı lmparatorluğu'nun modernleşme alanındaki başarılarına çok yakından aşina olmadığı için, Kemalist Cumhuriyet'teki gelişmeler tamamen ce­ sur ve bütünüyle yeni bir deneyin parçası olarak görünüyordu. Türkiye üzerine po­ püler yazında bu imge sürüp gitmektedir;

ancak, akademik yazında, Kemalist siya­ saları Osmanlı lmparatorluğu'nca başlatı­ lan reform politikalarının son safhası ola­ rak gören çözümlemeler çoktan bunların yerini almıştır. Kemalist "devrim"in kö­ kenlerini ve Osmanlı entelektüel mirası tarafından nasıl etkilendiğini bilimsel dü­ zeyde sınamak isteyenler için, her şeyden önce Kemalistlerin nerede radikal yenilik­ çiler olup nerede olmadıklarını tam ola­ rak saptamak önemlidir. Bunu yaparken, Kemalist partinin kendisi tarafından belir­ lenen ideolojisindeki asli unsurların, yani 1 93 l'deki parti kongresinde benimsenen

ve 1 937'de Türkiye Anayasası'na sokulan Altı Ok'un tanımını başlangıç noktası ola­ rak almak en iyisi: cumhuriyetçilik, laik­ lik, milliyetçilik, inkılapçılık, halkçılık ve devletçilik. Bunlardan ikisinin, siyasanın hedeflerinden ziyade araçlarıyla ilgili ol­ duğu söylenebilir: cumhuriyetçilik v e devletçilik. O yüzden kalan dördü hep birlikte Kemalist ideolojinin özünü oluş­ turur. Bunlar ne ölçüde yeni ve radikaldi? Bu dört unsura sırasıyla kısaca bakalım ve Kemalist siyasaları kendinden önceki dö­ nemin siyasalarıyla ve il. Meşrutiyet dö­ neminin bir dizi önde gelen düşünür ve yazarı tarafından geliştirilmiş fikirlerle karşılaştıralım. Bereket versin, önde gelen Jöntürk dü­ şünürlerinin hepsinin eserlerine dair mü­ kemmel akademik çözümlemelerden ya­ rarlanabilecek durumdayız. Ziya Gökalp, 1950 yılı kadar erken bir vakitte yayımla­ nan Uriel Heyd'in Foundations of Turhislı

Nationalism [Ziya Gökalp: Türlı Milliyetçi­ liğinin Temelleri ] * kitabında ilk kez ilgi

gören kişiydi. Şerif Mardin'in 1 964 tarihli

}öntü.rlılerin Siyasi Fik irleri, önde gelen Jöntürk göçmen dergilerinde, Ahmet Rı­ za, Abdullah Cevdet ve Samipaşazade Se-

(*) Metinde anılan kitaplar, Türkçe olarak yayım­ lanmışlarsa, köşeli parantez içinde ilk çeviriler­ de kullanılan adlara yer verilmiştir. Diı:ier eser­ lerin adları çn olarak Türkçeleştirilmiştir [çn).

K E M A L i S T

D Ü Ş Ü N C E N i N

zai gibi yazarlarca ifade edilen fikirlerin ve yanı sıra buradaki tartışmayla ilgisi bu­ lunmayan, 1 9 1 2'den bile önce Jöntürkler arasındaki baskın lttihatçı hizip tarafın­ dan reddedilmiş olan Prens Sabahaddin hizbinin fikirlerinin bir çözümlemesidir. Mardin'in konusu, yetmişlerden bu yana Şükrü Hanioğlu'nun eserlerinde ele alın­ mıştır; önce Bir Siyasal Düşünür Olarah Abdullah Cevdet ve Döııemi nde ( 1981) ve sonra Jöntürk hareketinin 1889 ile 1908 arasındaki tarihine ilişkin iki ciltte: Tlıe Yoımg Turhs iıı Oppositioıı ( 1995) [Bir Si­ '

yasal ôrgat Olarak "Osmanlı Ittilıat ve Te­ ralılıi Cemiyeti" ve "]öııtürhlalı " (1 8891 902) ] v e Preparatioıı for a Revolııtion (200 1 ) [Bir D evrim Hazırlığı, ç11 ] . Os­

manlı lmparatorluğu'ndaki Rus göçmen­ ler arasında önde gelen iki entelektüel fi­ gürden Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu, sırasıyla, François G eorgeon'un, Türk­ çe'de 1986'da Tıirk Milliyetçiliğinin Kö­ lıeııleri: Yusuf Alıçura (1876-1 935) adıyla yayımlanan, 1 979 tarihli doktora tezinde ve Holly Shissler'in henüz yayımlanma­ mış Turlıislı Identity Between Two Empires: Ahmet Ağaoğlu (1 869-1 9 1 9) [iki impara­ torluk Arasında Türk kimliği: Ahmet Ağaoğlu ( 1 869- 1 9 1 9) , çıı] başlıklı dokto­ ra tezinde ele alınmıştır. Bunlara ek olarak, bireysel düşünürlere değil, �ma akımlara dair çalışmalara da sahibiz: Füsun Üstel'in Tarlı Ocakları ha­ reketi çalışması ve Masami Arai'nin bu hareketin dergisi Tarlı Yıırdu'nun içerik çözümlemesi; Esther Debus'un lslamcı­ modernist Sebilürreşad dergisi üzerine yaptığı çalışma ve jacob Landau'nun pan­ türkçülük ve panislamcılık üzerine çalış­ maları. Şükrü Hanioğlu'nun Garbcılar* hareketine dair makalesinin [de] , Kema(*) Şükrü Hanio�lu, "Garbcılar: Their Attitudes To­ ward Religion and Their lmpact on the Official ldeology of the Turkish Republic" [Garbcılar: dine yaklaşımları ve Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ideolojisi üzerindeki etkileri], Studia /s/a­ mica 86 (1 997), s. 133-1 58. [çn]

O S M A N L I

K A Y N A K L A R !

lizmin kaynakları üzerine herhangi bir tartışmayla özel bir ilgisi vardır. Kemalist ideolojiyi, bu etkili Jöntürk yazarlarının (Ahmet Rıza, Abdullah Cev­ det, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu ve Yu­ suf Akçura) fikirleriyle mukayese ettiği­ miz zaman, elbette bunların bu hayati meselelere dair fikirlerinin zaman içinde evrildikleri gerçeğinin farkında olmalıyız. Muazzam bir kargaşa döneminde (anaya­ sal devrim, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Rus Devrimi, Kurtuluş Savaşı ve imparatorluğun sonu) yaşadılar ve düşü­ nüşleri kendilerini saran, hızla değişen koşulları yansıttı. Her birinin tek tek ya­ zılarında zıtlıklar bulmak zor değildir; fa­ kat, laiklik, milliyetçilik, halkçılık ve in­ kılapçılık ilkelerine dair düşünüşlerinin temel vasıflarını anlamaya çalışabiliriz.

LAIKL1K Laikleşme akımlarının Osmanlı lmpara­ torluğu'nda en azından bir yüzyıldır va­ rolmuş olduğundan şüphe duyulamaz. Erken dönemdeki modern imparatorluk bile, kendisini Selçuklular'a uzanan ku­ ramlara dayandırarak, din ve devleti (din u devlet) farklı alanlar olarak tanımış, fa­ kat bunları karşılıklı olarak birbirine ba­ ğımlı telakki etmişti. Tanzimat devri ve Hamidiye dönemi, idari ve eğitsel kurum­ ların Avrupa, bilhassa Fransız, doğrultu­ sunda dönüştüğüne, başka bir deyişle, devletin modernleşmesine tanıklık etmiş­ ti. Sadece geleneksel ulema eğitimine sa­ hip olanlar, Fransız graııdes ecoles mode­ linde açılan kurumlarda eğitilen profes­ yonel bürokratlara yer vermek zorunda kalmış ve yüksek makamlara gittikçe da­ ha az gelir olmuşlardır. Er geç, din de et­ kilendi. Devlet denetiminde eğitsel ku­ rumların ve Avrupalı örneklerden alınan yasamanın hayata sokulması, ulemanın asli etkinlik alanları olan ilim ve yasama üzerindeki rolüne tecavüzde bulunmak anlamına geliyordu. J öntürk reformları,

45

K

46

M

A

bilhassa Şeyhülislam'ın, ülkedeki en yük­ sek dinsel o tori tenin , kabineden ihraç edildiği ve medreseler ile vakıflar üzerin­ deki yetkinin laik bakanlıklıklara aktarıl­ dığı 1 9 1 6- 1 ?'dekiler, Osmanlı laikleşme sürecindeki son adımlardı. Yasamanın ha­ la şeriata dayanan kısmı olan medeni hu­ kukta yapılan değişiklikler, 1 9 1 ?'de bunu da Avrupa uygulamasına yakınlaştırdı. lstanbul'daki Savaş sonrası rejim bu de­ ğişikliklerin bir kısmını tersine çevirmeye çalıştı, ancak Kemalistler lttihatçıların bı­ raktığı yerden devam ettiler. Kurtuluş Sa­ vaşı kazanılır kazanılmaz, barışın sağlan­ masından bile evvel , Mustafa Kemal di­ nin rolüne dair fikirlerini kamusal olarak ifşa etmeye başladı ve bunu da çok tutarlı bir şekilde yaptı. Islam'a karşı olmadığını vurguladı; tam tersi, onu "dinlerin en ras­ yonel ve doğalı" olarak savundu . ı Aynı zamanda, gerçek Islam'ın papazlık ya da Tanrı ile kul arasında herhangi bir tür aracı kurum tanımadığını söyleyerek,

z

M

ateşli bir biçimde ruhban sınıfın rolüne saldırdı.2 Bilhassa konumları devlet tara­ fından tanınmayan din adamları husu­ sunda eleş tireldi. Söylevlerinin ulema karşı tı b el ag a tı çoğu kez dini s iyasal amaçlar uğruna kullanacak gericilerden gelen tehlike hakkında ikazlarla birleş­ mişti. Jöntürkler arasında Nisan 1909'da­ ki karşı devrim zamanı yaygınlık kazanan bir terim olan irticaya, söylevlerinde sıkça atıfta bulunuluyordu·.3 Aynı zamanda "saf' Islam'ı rasyonel ve ilerici olarak savunan bu ulema karşıtlığı, Jöntürk seleflerine açıkça çok şey borçlu­ dur. Meşveret'te ve Paris'te kaldığı uzun dönem boyunca diğer dergilerde basılan yazılarında Ahmet Rıza dinin eğitim, ida­ re ve siyaset üzerindeki nüfuzundan vaz­ geçtiği laique bir düzenin inançlı bir sa­ vunucusu olarak kendini ortaya koymuş­ tur. Aşikar bir biçimde, lslam'ın vahyedil­ miş bir inanç olarak onun için çok cazi­ besi yoktu; ancak toplumsal bir birleştiri-

K E M A L i S T

D Ü Ş Ü N C E N i N

ci olarak önemliydi ve yanı sıra ilerleme­ ye diğer inançlardan daha elverişliydi.4 lslam'ın temel rasyonelliği ve bilime açık­

lığını savunan mazur kılıcı argümanlar yazılarında büyük bir yer işgal eder. Rı­ za'ya göre, lslam'dan materyalizme, hatta pozitivizme geçiş, Hıristiyanlıktan geçiş­ ten çok daha kolaydı. Özel yazışmaları bile, Ahmet Rıza'nın ("cahil imam ve sof­ talar"ı bilgisizlik taraftarlığını [ obscuran­ tism] beslemekle suçlayarak) ateşli bir şe­ kilde ulema karşıtı olduğunu gösterir gi­ bidir, fakat, bilim ve materyalizmle tama­ men uyumlu "gerçek" bir lslam'ın varlığı­ na da inanır gibi görünmektedir.s Tüm Jöntürk yayıncılar arasında Ab­ dullah Cevdet en radikal laikti . Sadece din ve devlet arasında tam bir ayrımın sa­ vunuculuğunu yapmadı, inançlı bir ma­ teryalist olarak Müslümanları tedricen dinsel dünya görüşlerinden vazgeçirme­ nin ve onlara sadece bilime dayanan bir dünya görüşüne doğru rehber'lik etmenin y o llarını aradı . C evdet'in u l e'maya ve şeyhlere aleni saldırıları, Ahmet Rıza'nın­ kilerden daha açıksözlü olmuştur. (Her ne kadar Mardin düşünüşünde gizemci bir unsura işaret ediyorsa da)6 eninde so­ nunda kendisini ateist olarak kabul etti­ ğinden çok az şüphe duyulabilir; ancak, Ahmet Rıza gibi, arındırılmış lslam'da toplumsal uyum ve ilerleme için değerli bir araç olduğunu kabul etti . Zamanla, Abdullah Cevdet ilerlemenin aracı olarak lslam'ın olanakları hususunda daha ka­ ramsarlaşmış gibi görünür. Din ve devletin katı bir ayrımına taraf olmak anlamında Ziya Gökalp inanmış bir laikti. ittihat ve Terakki meselesine dair 1 9 1 7 tarihli muhtırası , Kemalistl erin 1924'te Şeyhülislamlığı ve medreseleri kal­ dırmalarının yolunu açtı. Gençliğinde ke­ sinlikle lslami gizemcilik tarafından etki­ lenmiş olsa da, taraftarlarına aşılamış oldu­ ğu kaderci zihniyet yüzünden dinsel buy­ rukları hor gördü. Bütünüyle dinsel bir ha­ lifeliğin lslam dünyasında bir ün vasıtası

O S M A N L I

K A Y N A K L A R !

olduğunu düşünerek, halifeliğin kaldırıl­ masına taraf olmadı; fakat bazı alanlarda, bilhassa da evkafın kamu tarafından de­ netlenen yerel idarelere devrini talep etme­ siyle, Kemalistlerden daha da ileri gitti.7 Ahmet Ağaoğlu, bilgisizlik taraftarı ule­ manın hükümet işlerine ya da düşünce özgürlüğüne müdahale etmelerine izin verilmemesi konusunda Ziya Gökalp'le anlaşıyordu. Bu anlamda laik ve ulema karşıtıydı. Diğer birçok Jöntürk düşünü­ rüyle birlikte, lslam'ın bilime karşı değil, tam tersine onunla uyumlu olduğu ve ls­ lami toplumun Avrupa teknolojisi ve bili­ minin benimsenerek yeniden canlandırı­ labileceği görüşünü benimsedi. Gökalp ve diğer birçok lslamcı modernist gibi, ls­ lam'ın ebedi ve ezeli gerçekliği ile belirli zamanlar ve belirli toplumlardaki uygula­ ması arasına bir ayrım koydu; fakat, (Gö­ kalp'in zaman zaman yapar göründüğü gibi) Tanrı'yı cemaatin ya da ulusun ahla­ ki değerlerinin bir tezahürü olarak göre­ cek denli ileri gitmedi.B (Akçura gibi) ls­ mail Gaspıralı'nın, pantürkçü fikirleri ls­ lami dirilişçilikle birleştiren, Usul-u Cedid hareketinden kuvvetli bir şekilde etkilen­ di ve en azından Jöntürk döneminin so­ nuna dek, her iki unsur da düşünüşünde önemli bir yer işgal etti. Yusuf Akçura, burada ele alınan Jön­ türk düşünürleri arasında dinsel konulara en az ilgisi olan gibi görünmektedir; fa­ kat, lslam üzerindeki fikirleri, Ağaoğ­ lu'nunkiler gibi, Rus lmparatorluğu'ndaki Usul-u Cedid hareketinden alınmışa ben­ zer. Gökalp gibi, Tanzimat reformları ta­ rafından yaratılan Avrupa-lslam ikiliğini ve Tanzimat politikacılarının lslam'ı "bil­ gizlik taraftarı" din adamları ve şeyhlere bırakmış olmalarını eleştirdi. Yine Gökalp gibi, kendi durumunda dinsel dil olarak Türkçe'nin Arapça'nın yerini alması anla­ mına gelen Türkleştirilmiş bir lslam'a ta­ raftardı. Akçura medreselerin kaldırılma­ larını değil, medreselerdeki lslami eğiti­ min esaslı bir ıslahını savundu.9

47

K

48

M

A

Aşikar bir şekilde, Kemalist laikliğin lengeri konu üzerindeki temel J öntürk fi­ kirlerinde atılmıştı. 1924'teki Kemalist re­ formların tümü (Halifelik ve Şeyhülis­ lamlığın kaldınlması, eğitimin laik bir ba­ kanlık altında birleştirilmesi, din işleri ve vakıflar için müdürlüklerin kurulması) Osmanlı laikleşme sürecinin mantıksal sonu çları o larak görül ebilir. Kemalist­ ler'in seleflerinden çok daha ileri gittikle­ ri alanlar, 1 9 2S'te tarikatların yasaklan­ ması ve tekkelerin kapatılması ile 1 9 26'da Avrupa medeni hukukunun toptan kabu­ lüydü. Bu önlemler radikal olarak yeniy­ diler; çünkü, devletin artık kendine bağlı olmayan dinsel kurumlara ve yurttaşlar arası kişisel ilişkilere önceden görülme­ miş bir ölçüde müdahale etmesi anlamına geliyordu. Bu sadece kurumlar ve yasa­ mayı değil, ama sıradan yurttaşın "hayat tarzı"nı da etkiledi. Bununla birlikte, ya­ kın bir dinsel yönü bulunmayan ve Türk hayat tarzını Avrupalılaştırmaya yönelik önlemlerde bile, laiklik ve ulema karşıtlı­ ğı bir rol oynadı: Mustafa Kemal, kıyafet reformu seferberliğini başlattığı Kastamo­ nu'daki 1 925 tarihli söylevinde açık bir şekilde, şeyh ve din adamlarının kamusal alanlarda törensel giysiler giyerek sadece devlet tarafından atanmış memurlara ait olan otoriteyi gasbettikleri gerçeğine ve binişlerin bu kullanımının yasaklanması gerekliliğine işaret etti. 1 0 Kemalistlerin medreseleri (ve daha sonra bir de imam okulları ile lstanbul'daki ilahiyat fakülte­ sini) kapatma kararları da, çoğu lslami eğitimin modernleştirilmesini fevkalade önemseyen J öntürklerin fikirleriyle açık bir kırılma teşkil et.ti.

MlLLIYETÇILIK Avrupalı akademik oryantalizmin ve ls­ mail Gaspıralı'nın Usul-u Cedi d inden et­ kilenen Rus lmpara torluğu'ndan gelen Türk entelektüellerinin etkisi altında, ayrı bir kimlik olarak Türklük'ün bilincine '

z

M

varmak ve bundan gurur duymak, yüzyıl dönümünde Osmanlı yönetici eliti arasın­ da yaygınlık kazanıyordu; ancak Osmanlı Türk entelektüelleri için bu, Osmanlı te­ baası (ve çoğu kez Osmanlı Devleti'nin bir hademesi) ve Müslüman olmanın en azın­ dan eşit bir biçimde önemli olduğu kar­ maşık bir kimlikte sadece tek bir unsur­ du. Pantürkçü duyarlılıklar, panislamcı duyarlılıklar gibi, ittihatçı hükümet tara­ fından siyaseten kullanıldı, ancak inanmış pantürkçü çevre çok dar kaldı ve bu çev­ reye Rusya'dan göçenler hakim oldular. it­ tihat ve Terakki Fırkası hiçbir zaman Os­ manlı'dan ziyade Türk olan bir devleti ter­ cih etmedi ve Hasan Kayalı'nın göstermiş olduğu gibi, Araplar ve Arnavutlar tarafın­ dan onlara yöneltilen Türkleştirme itham­ ları büyük ölçüde aklandı. 1 1

Ahmet Rıza, millet ve milliyetçilik me­ seleleri hakkında hiçbir zaman çok fazla yazmadı, ancak birçok çağdaşınınkiler gi­ bi fikirleri zamanla evrildi. 1890'larda hala açıkça bir Osmanlıcıydı ve ona göre milli­ yet Fransız Devrimi geleneğindeki ihtiyari ve kanuni bir kavramdı. 1902'den sonra, sadece Osmanlı lmparatorluğu'nu savun­ manın değil, bunun içinde Osmanlı-Müs­ lüman elitinin mevkiini savunmanın da, Fırka önderleri için gittikçe daha önemli hale geldiği tedrici bir değişim yaşandı. 1 906'yla birlikte bu değişim tamamlan­ mıştı. 1 2 Bu dönemde, Osmanlı-Müslüman oranlılığı ile Türk milliyetçiliğini birbirin­ den ayırmak zordur, fakat Müslüman elit içinde baskın unsur Türk olduğu için, Türklük de daha fazla önem gördü. Bu­ nunla birlikte, Ahmet Rıza hiçbir zaman açık sözlü bir Türk milliyetçisi olmadı. Osmanlı lmparatorluğu'nu tanımlamak için "Türkiye" terimini diğer Osmanlı en­ telektüellerinden daha önce kullanmış ol­ sa da, Abdullah Cevdet tutarlı bir biçimde Ittihadı Anasır'ı savundu. "Osmanlıcılık" teriminden hoşlanmamış olması, Osmanlı yurtseverliğini, monarşiye bağlılığa değil, farklı cemaatlerin ortak menfaatlerine da-

K E M A L i S T

D Ü Ş Ü N C E N i N

yanır görmesi gerçeğine bağlıdır. 1 3 Bütün J öntürkler içinde Abdullah Cevdet belki de bir cumhuriyetçi olmaya en çok yakla­ şandı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Osmanlıcılıkın iflasını kabul etmek zo­ runda kaldığında gelişmemiş Kürt milli hareketine dahil olarak. Türk milliyetçili­ ğine değil, kendi Kürt kökenlerine döndü. Paradoksal olarak, birçok açıdan Kemalist programa en yakın olan düşünürün ta kendisi, ateşkes yılları boyunca benimse­ diği siyaset yüzünden cumhuriyetçi rejim tarafından siyasetten men edildi. Gökalp, çoğu kez, Türk milliyetçiliği­ nin babası olarak tanımlanmışur, fakat bu ancak kısmen doğrudur. Fransızca laique olma manasında sıkı bir laik olsa da, Gö­ kalp lslam'a Türk milli kimliğinin kurucu bir unsuru olarak önemli bir yer verdi. Hakikaten, bazı yazılarında milleti en yüksek otorite olarak Tanrı'yla eşit sayar görünür.1 4 lslam ve milliyetçiliğin bağdaş­ maz olduğuna dair geleneksel lslami gö­ rüşü reddetti ve dirilmiş Türk milli devle­ tini hem lslam, hem de Türk dünyasının siperi olarak gördü. Gökalp (her ne kadar bu konudaki fikirleri oldukça bulanık kal­ sa da) lslam'ın Türkleştirilmesini savundu ve hakiki bir popüler dini, millet inşası için bir güç kaynağı olarak kabul etti. Ağaoğlu, gençlik yıllarında kendisini, siyase ten Rus l mp aratorluğu'nun bir Müslümanı, kültürel olarak da Farsi ya da Şii bir Müslüman olarak tanımladı.15 Tedricen, pantürkçü milliyetçilik kendisi için gittikçe daha önemli oldu, fakat -en azından Cumhuriyet'in kuruluşuna dek­ yaşayabilir bir milli devletin temelini oluşturmak için gerekli olan milli kimli­ ğin birleştirici bir parçası olarak dinin vazgeçilmez olduğu görüşünde olduğu için, devlet ve dinin tamamen birbirinden ayrılmasını reddetti.16 Yusuf Akçura, Üç Tarzı Siyaset olarak b i l i n e n m eş h u r m ak a l e l er dizisinin l 904'teki yayımının s onrasında , Türk Ocakları kulüpleri ve Türk Yurdu dergisi

O S M A N L I

K A Y N A K L A R !

çevresinde gelişen Türk milliyetçi akımı­ nın tanınmış önderiydi. Temel tezi, Os­ manlı lmparatorluğu'nun kendisini Türk milliyetçiliği ile tanımlaması ve kendisini Türk dünyasının başına koyması gerekli­ liğiydi. Pantürkçü milliyetçiliği, bu dö­ nemde henüz ırkçı yananlamlar taşıma­ yan ve daha uygun bir şekilde "etnisite" olarak çevrilebilecek olan, ırk kavramına dayanıyordu. 1 7 Birinci Dünya Savaşı'nın (ve Rus devriminin) ardından, büyük öl­ çüde siyasal pantürkçü tutkularını terk etti ve bunun yerine, hem siyaseten, hem de akademik olarak Kemalist millet-inşası çabalarını destekledi. 1 8

KEMALIST M1LL1YETÇ1L1K BU RESME NASIL OTURUYOR? 1923'ün baharı kadar erken bir dönemde, Lozan'daki görüşmelere halen ara veril­ miş ve barış daha çok uzak görünürken, Mustafa Kemal, (her ne kadar, o dönem­ de, hala cumhuriyetçi bir rejimden tama­ men farklı bir tür olduğunu iddia etse de) hal efi o ldukları Osmanlı Devleti'nden farklı, yeni ve Türk bir devlet kurmuş ol­ duklarından bahsetti. Mustafa Kemal ta­ rafından, en azından 1 9 1 9'dan bu yana, arada sırada Osmanlı lmparatorluğu'nun muadili olarak kullanılmış, ödünç alın­ mış bir kelime olan Türkiye artık ülke için yegane tanımlayıcı terim haline gel­ di. 1 9 "Türk-Müslüman" ve " O s manlı­ Müslüman" haklarından ve "Türk-Kürt dayanışması"ndan dem vuran Milli Mü­ cadele döneminin baskın söylemi bir ge­ cede terk edildi. Halk Fırkası'nın 1927 ve 193 1 tarihli programlarının da belirteceği üzere, yeni milli devlet Türk'tü ve Türk kimliği dil, hars ve mejkure'ye dayanıyor­ du. Türk milliyetçi söyleminin, daha ön­ ce tartışılan laiklik söyleminden farklı bir şekilde, büsbütün kendiliğinden açık bir şeymiş gibi içeriği taruşılmadan ya da gö­ rüşülmeden 1923'te kabul edilmesi çarpı­ cıdır. Aslında on b eş yıl s o nra, Tekin

49

K

50

E

M

A

Alp'in 1 938'deki Le Kemalisme'ine [Kema­ lizm] dek, Türk milliyetçiliğinin doğasını ayrıntılarıyla tartışmaya yönelik bir teşeb­ büs görmüyoruz.20 J öntürklerin fikirleriyle karşılaştırıldı­ ğında Kemalist milliyetçiliğin Akçura'nın etnik milliyetçiliğinden ziyade, Gökalp'in kültürel olarak tanımlanmış milliyetçiliği­ ne çok daha yakın olduğunu görürüz. Gö­ kalp'in Tönnies'den ödünç aldığı lıars ve medeniyet arasındaki temel fark, Kemalist­ lerce korunmuştur ve Gökalp gibi, onların bir yandan Avrupa medeniyetine geçişi desteklerken, öte yandan Türk kültürünün dirilişini savunmalarına el verir. Bununla birlikte, Kemalist milliyetçilikte bütünüyle eksik olan, Gökalp, Akçura, Ağaoğlu ve belirli bir ölçüde Rıza ve Cevdet tarafından paylaşılan, lslam'ın, milli kimliğin bir un­ suru ve toplumsal bir birleştirici olarak önemli bir rolü olması gerektiği fikridir. Kemalistlerin 1923'ten başlayarak radi­ kal bir biçimde laik ve Türk milliyetçisi bir tavır almayı seçmeleri dikkate değerdir; çünkü, bu karar ya da kararlar dizisi tam da, geç Osmanlı tarihinde siyasal söylemin dinsel renge en güçlü şekilde büründüğü­ ne tanıklık etmiş olan dönemin hemen ar­ dından gelir. 1 9 1 2'de Balkan Savaşı'nın patlamasından sonra ve kesinlikle Babıali Vahıası'nın (Ocak 1913 darbesinin) ardın­ dan, ittihatçılar halkı Müslüman dayanış­ ması duyarlılığına müracaatla seferber et­ meyi denediler. 1 9 1 2'den sonra kurulan, adlarında milli lafını taşıyan birçok kulüp , komite ve cemiyet istisnasız Osmanlı Müs­ lüman mensubiyeti olan örgütlerdi. Milli lktisat programı yürürlüğe konduğunda, faaliyete geçen tüketici kooperatifleri, üre­ tici kooperatifleri, firmalar ve bankalar, ay­ nı şekilde genellikle adlarında milli keli­ mesini taşıyorlardı ve Avrupa menfaatle­ riyle işbirliği içinde Osmanlı iktisadının modern sektörlerini ellerinde tutan Hıris­ tiyan azınlıkla açık rekabet halinde, Os­ manlı Müslümanlarınca, Osmanlı Müslü­ manları için kurulmuşlardı.

z

M

19 14-18 yılları, etnik/dinsel gerilimle­ rin ve karşılığında Osmanlı siyasetinin dinsel tinnetlerinin yoğunlaşmasına tanık oldu. Bu, doğrudan doğruya Ege Körfe­ zi'ndeki Rum cemaatinin büyük bir bölü­ münün ihracıyla ve elbette, 19 l 5'te Er­ menilerin tehcir ve kırımıyla sonuçlandı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Anado­ lu'daki milli direniş hareketi, Milli Müca­ dele, dinsel unsurlar katkılı siyasetin ulaş­ tığı en yüksek mertebeyi teşkil eder. Ha­ reketin, Temmuz 1 9 1 9'd aki Erzurum Kongresi'nin bildirisiyle başlayan ve Sivas Kongresi, son Meclis-i Mebusan ve ilk Millet Meclisi'ninkilerle devam eden bil­ dirileri ( 1 9 10-1923 ) , aynı şekilde, Musta­ fa Kemal Paşa gibi hareket önderlerinin söylevleri, Anadolu nüfusunun ne ölçüde Müslüman dayanışması temelinde sefer­ ber edildiğini açığa çıkarır. lslami sembo­ lizm ve dinsel merasimler o denli görü­ nürdü ki Şark Cephesi Kumandam Kazım Karabekir gibi oldukça muhafazakar biri­ si bile bunun hakkında yazmıştır. Niha­ yet, 1923'te lozan'da mutabık olunan nü­ fus mübadelesi, değiştirilecek grupları dinsel terimlerle tanımladı; Türkiye'den Rum Ortodokslar karşılığında Yunanis­ tan'dan Müslümanlar.2 1

Bu bağlamda bakıldığında, Yeni Cum­ huriyet'in siyasal önderliğinin radikal la­ iklik ve ( Osmanlı-Müslüman yerine) Türk milliyetçiliği siyasetini tercih etme­ leri daha da şaşırtıcıdır. Bu değişikliğin nedenleri, tatminkar bir biçimde, hala açıklanmalıdır; fakat, en mantıklı açıkla­ ma, ülkenin hayatta kalmasına yönelik tehdidin ortadan kalkmasıyla birlikte, ge­ niş ölçüde seferberlik ihtiyacının da kay­ bolmuş olması gibi görünmektedir. Os­ manlı reformcularının iki kuşaktır kendi­ lerine sormuş oldukları "Devlet nasıl kur­ tarılabilir?" sorusu, başka bir anlam ka­ zandı. Askeri ve siyasal olarak kurtarıl­ mıştı. Şimdi Kemalistlerin bir numaralı önceliği, servet ve kuvvet bakımından Avrupa'yı yakalamak için, toplumun ihya

K E M A L i S T

D Ü Ş Ü

N C E N i N

O S M A N L I

K A Y N A K L A R !

51

edilmesi ve modernleştirilmesiydi. Mus­ tafa Kemal Paşa ve onun çevresinin gö­ zünde bu ancak laik bir milli devlet bağ­ lamında başarılabilirdi. Laiklik ve milliyetçilik, şüphesiz, Ke­ malist ideolojinin özünü teşkil eder. Şim­ di Altı Oh'tan seçtiğimiz diğer iki ilkeye kısaca temas edelim.

lNKILAPÇILIK lnhılapçılıh teriminin doğru tefsiri, Türki­

ye'de uzun bir süredir hem akademik hem de siyasal bir tartışma konusu olmuştur; ancak, kanımca Mustafa Kemal ve taraf­ tarlarının bunu kullandıklarında kastettik­ lerinin devrimden ziyade reformizm oldu­ ğuna şüphe yoktur. Bu sadece bir etimolo­ ji soruriu değildir. Fransız Devrimi'ne yap­ tıkları birçok atıfta kullandıkları ihtilal te­ rimini kullanmaktan dikkatle kaçındılar. Jöntürkler ve benzeri bir şekilde Kemalist­ ler için Fransız Devrimi ilham verici bir örnek olsa da, devrimci değildiler. Hakika-

ten, Hanioğlu'nun işaret etmiş olduğu gi­ bi,22 Jöntürkler arasında, "rejimin devrim olmadan nasıl değiştirileceği sorunu, en önemli sorun addedildi" . Jöntürk düşünür ve siyasetçilerinin tüm bir kuşağı Gustave LeBon'un kitlelerin psikolojisine dair fi­ kirlerinden derinden etkilendiler ve sıkı bir biçimde entelektüel bir elit tarafından yönlendirilmeyen bir halkın irrasyonel davranış tarzından duyulan korku arala­ rında derine kök saldı. Kemalistler için, aşağıdan ayaklanma değil, yukarıdan yön­ lendirilen düzenli bir dönüşüm idealdi ve bu konuda geç dönem Osmanlı reformist­ leriyle hemfikirdiler. Monarşi kaldırıldı, ancak yönetici elitin hükmetme ve toprak sahiplerinin toprağı temellük etme hakkı hiçbir zaman sorgulanmadı.

HALKÇILIK Halkçılık kavramı, Kemalistlerce kullanıl­ dığı biçimiyle, her zaman belirsiz oldu . Bir yandan, Birinci Dünya Savaşı'nın Hal-

K

52

E

M

A

ka Doğru hareketine ve dolaylı olarak Rusya'daki Narodniki'ye bir şeyler borçlu olan, belirli bir "halk"ın, bilhassa Anado­ lu köylülüğünün, romantik olarak ideal­ leştirilmesi unsuru vardı. Bunun daha önemli ve somut yananlamı, Türkiye'de sınıfların varlığının inkarı ve toplumun her kesiminin oynayacağı özgül bir role sahip olduğu mutlak milli dayanışma sa­ vunusuydu. Mustafa Kemal 1922'de par­ tisini kurduğunda, bunun solcu ya da hatta sosyalist bir parti olduğuna dair en­ dişeleri giderebilmek üzere, Halk Fırka­ s ı'ndaki " Halk"ın bu anlama geldiğini açıklamak zahmetine girdi. Halkçılık teri­ mi, halihazırda bunu tenasiitçiilük ile de­ ğiştirilebilir olarak kullanan Ziya Gö­ kalp'in gözdesi olmuştu. Sınıf mücadele­ sini inkarlarında, milli dayanışma çağrıla­ rında ve sınıf temelli örgütleri insafsızca bastırmalarında, ittihatçılar ve Kemalist­ ler arasında dolaysız bir devamlılık var­ dır; fakat, sonrakiler (ittihatçılar arasın­ da, Birinci Dünya Savaşı boyunca ve An­ kara'daki ilk Millet Meclisi'nde belirli bir popülarite kazanmış olan) korporatizmi bile çok bölücü bularak reddettiler.23 Da­ yanışma kisvesi altında, Cumhuriyet'in sosyoekonomik politikaları, ittihatçıların 1 9 1 3'te uygulamaya koymuş oldukları milli iktisat programının bir devamıydı. Bunlar, Yusuf Akçura ve Alman sosyalist s ilah tüccarı Alexander Helphand'in ("Parvus") fikirlerini tekrarlayarak, dev­ letin koruması altında bir "milli" burju­ vazi yaratmayı hedefledi. J öntürk döneminin önde gelen düşü­ nürlerinin fikirleri ile Kemalist politikalar arasında büyük ölçüde ortak yanlar oldu­ ğu sonucu, mantıksal olarak ortak kay­ naklar olup olmadığı sorusuna yol açar. Bunları bulmak güç değildir. Çarlık Rus­ yası'ndaki Usul-u Cedid hareketinin, Rus l mparatorluğu'ndan gelen, Ağaoğlu ve Akçura (ya da, hatta Hüseyinzade Ali) gibi Müslüman göçmenlerin düşünüşü için önemine halihazırda işaret ettik. Fakat

z

M

(laicite manasında) dünyevilik üzerindeki vurgu ile ulema karşıtlığı, ama aynı za­ manda, bilime, eğitime ve toplumu dö­ nüştürmede entelektüel bir elitin rolüne duyulan inanç, düzenli reform ve ilerle­ me ile dayanışmacılığa dayanan bir top­ lum tercihi; bunların tümü, bizi neredey­ se o tomatik olarak Fransız pozitivizmi doğrultusuna sevk eder. Ve hakikaten, Jöntürk ideologları üzerindeki çalışmalar, Fransız pozitivizmiyle bağlantılandırılan birçok ismin, bunları en derinden etkile­ yen isimler olduğunu ortaya koyar. An­ cak Jöntürklerin kendileri ya da hatta on­ ları en derinden etkileyen Fransız düşü­ nürler gerçekten pozitivist kabul edilebi­ lirler mi? Ahmet Rıza, elbette, öyle olduğunu kendisi itiraf etmiş bir pozitivistti. Önde gelen J öntürkler arasında emsalsiz bir şe­ kilde, gerçekten pozitivist kilisenin men­ subu oldu ve Comte'un 1 857'de ölümü­ nün ardından, hareketin çoğunluk kana­ dının başı ve Dinsel, (daha sonra Poziti­ vist), Kurul'un Başkanı olarak onun yeri­ ni alan Pierre Laffitte tarafından derinden etkilendi. Ahmet Rıza'nın, "bilimsel" bir elitin aydınlanmış rehberliği altında, iş­ bölümü dolayımıyla düzenli ilerlemeye dayalı ideal toplum resminin Laffitte'den devşirildiğine hiç şüphe olamaz. Laffit­ te'nin pozitivizmin oldukça açık fikirli bir biçimini temsil e tmesi v e " p o z i tivist inanç sisteminin temel ilkelerini cömert sağduyu dozlarıyla sulandırmaya meyilli olması"24 yardımcı olmuş olmalıdır. An­ cak Hanioğlu'nun işaret etmiş olduğu gi­ bi, işbölümü üzerine kurulan düzenli, uyumlu bir topluma dair fikirler, aynı za­ manda kolaylıkla toplumsal düzene dair eski Osmanlı fikirleriyle de telif edildi.25 Diğer Jöntürk yazarlarından hiçbiri, ör­ gütlü pozitivizm içinde yer alan kimseler­ le bu denli yakından ilişkili değildi. Bun­ lar arasında, pozitivistlerle temas halinde olan ve çoğu kez kendi kendilerini poziti­ vist olarak nitelendiren bir dizi insan çok

K E M A L i S T

D Ü Ş Ü N C E N i N

. etkiliydi. Böyle merkezi bir figür, felsefeci ve tarihçi Ernest Renan'dır. Ağaoğlu, Er­ nest Renan'la doğrudan ilişkideydi ve ta­ rih ile din konularındaki fikirlerinde ke­ sinlikle ondan etkilendi. Renan laik ve ruhban sınıfın karşıtıydı, fakat yine de di­ ni temel bir insani ihtiyaç ve toplumsal bağ olarak kabul etti.26 Abdullah Cevdet Renan'la temas halindeymiş gibi görün­ mez; fakat Islam ve Muhammed peygam­ beri, Renan'ın Vie de ]esus'da [lsa'ııın Ha­ yatı] Hıristiyanlığı ve Isa'yı ele almış oldu­ ğu gibi işleme çabası olarak değerlendiri­ lebilecek olan Dozy'nin Essay sur l'Histoire de l I s lamisme inin [ lslamcılığın Tarihi üzerine Deneme, çn] Türkçe çevirisi dola­ yımıyla bir caııse celebre [meşhur bir dava, meşhur bir ihtilaf, çıı] oldu. Renan'ın, mil­ leti m eşhur bir şekilde " günlük plebisit" olarak tanımlayan, fakat aynı zamanda ta­ rihsel olarak gelişmiş bir Fransız "milli karakter"ini idealize ettiği milliyetçilik kavramsallaştırmasının da ] öntürkleri et­ kilemiş olduğu söylenebilir. Kemalist mil­ liyetçilik kesinlikle benzer, aynı anda hem ihtiyari/kanuni, hem romantik olma vasfı­ nı sergiler. Ancak Renan bir pozitivist miydi? llahiyatı ve metafiziği kabul etme­ d i , fak a t 1 84 8 ' d e yazılan ama ancak 1 890'da yayımlanan, pozitivizme en yak­ laştığı kitabı erken dönem l'Aveııir de la Science'ında [Bilimin Geleceği] Comte'u açık bir şekilde reddetti.27 Littre'nin (pozi­ tivizm içindeki azınlık hizbinin önderi) yakın arkadaşıydı ve Laffitte'in College de France'a atanmasına yardımcı oldu, fakat p ozitivizmi entelektüel bir deli gömleği olarak gördüğünü yazdı. Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura'nın her ikisi de Paris'te 1 874'te kurulmuş ve üst düzey Fransız yönetici kuşakları ye­ tiştirmeye devam eden, ünlü Ecole Libre des Sciences Politiques'de derslere devam ettiler. Burada entelektüel iklime, poziti­ vizm olmasa da, kesinlikle onunla ilişkili fikirler ve insanlar hakimdi. Bunlar ara­ sında en başta gelen, okulun kurucusu ve '

'

O S M A N L I

K A Y N A K L A R !

yöneticisi Emile Boutmy idi. Ağaoğlu ve Akçura (diğerlerinin yanı sıra) onun öğ­ rencisi oldular ve Abdullah Cevdet aynı zamanda Boutmy'nin fikirlerinden derin­ den etkilendi ve eserlerinden ( "lngiliz halkının siyasal psikolojisi" üzerine olan) birini Türkçe'ye çevirdi.28 Belki de hiçbir Avrupalı düşünürün Jöntürkler üzerinde, birçok eseri Abdul­ lah Cevdet tarafından çevrilen, Gustave LeBon'dan daha büyük etkisi olmadı. Le­ Bon'un katkısı iki yönlü oldu. Bir yandan, ırkların gelişimine dair bir kuram oluş­ turdu, öte yandan kitle psikolojisinin te­ melleri attı. Sanayileşmiş bir toplumda kitlenin, kitle psikolojisinin rolüne dair fikirlerinin kökeni, Paris Komünü'nün hayaletinin liberal burjuvazide yarattığı korkuda yatıyordu. Bu fikirler daha sonra Mussolini gibi insanlarca benimsenecek­ tir; fakat Jöntürkler için de oldukça ikna edici oldular. Bu kısmen aralarındaki bir dizi askere (ya da en azından askeri eği­ tim almış insana) bağlı olabilir. "Güruh"u denetim altında tutmak için kanun ve dü­ zen ihtiyacına yaptığı kuvvetli vurgu, Le­ Bon'u Fransız subayları arasında da çok popüler kılmıştır. LeBon'u pozitivist ola­ rak kabul edebilir miyiz? Şüphesiz LeBon pozitivizmden ilham almıştı. Kitle psiko­ lojisi üzerine çalışması, bilime dayanan bir sanayi toplumunda demokrasinin uy­ gulanamaz o lduğunu gös terme çabası olarak görülebilir ve bu anlamda Com­ te'un otoritaryanizmiyle uyum içindedir. Fakat Comte ilham kaynaklarından sade­ ce birisidir. 29 Darwinizm ve Herbert Spencer'in fikirleri de düşünüşü için en az bunun kadar önemliydi. Nihayet elbette, Ziya Gökalp üzerindeki karşı konulmaz etkisi iyi bilinen Emile Durkheim'ı anmalıyız. Durkheim poziti­ vist olarak başladı ve 29 yaşında sosyoloji dalında ordinaryüs profesör olarak atan­ masını pozitivizmin etkisine ve Comte'un sosyolojiyi bilimin bir dalı olarak savunu­ suna borçluydu. Alanında temel Komtçu

53

K

M

A

dogmayı, sosyoloji metodolojisini ve üç faz kuramını benimsedi. Bununla birlikte, 1 895'te yeni ufuklar açan Les Regles de la

Metlıode Sociologique'ini [lçtimaiyat Usulü­ Kaideleri] yayımladığında, " Comte'a

ııiiıı

54

karşı tutarlı bir biçimde eleştirel" olmuştu ve artık kendisini pozitivist değil, rasyo­ nalist olarak tanımlıyordu.30 Elbette, bu figürler sadece j öntürk dü­ şünüşü üzerindeki en önemli etkiyi yara­ tan bir avuç insanı temsil eder; fakat ilk sonuç şöyle görünecektir: "Pozitivist" ya­ zarların etkileri başlıca j öntürk düşünür­ lerinin hepsinin fikirlerinde görülebilir, ancak bu yazarlar pozitivizm içinde öyle farklı akımlara aittirler ki aynı ve tek bir harekete mensup oldukları güçlükle söy­ lenebilir. Aslında, Renan, Durkheim, Le­ Bon ve Boutmy'yi, daha uygun bir şekilde "bilimcilik" olarak anılan geniş Avrupa akımı içinde telakki etmek muhtemelen daha iyi olacaktır.31 Laffitte istisnası dı­ şında, bunlardan hiçbiri aslında tanım­ landığı dar anlamıyla Pozitivizm'e -farklı biçimleriyle, insanlık Kilisesi'ne- mensup değildi. Aynı şey j öntürklerin kendileri için de doğrudur. Sadece Ahmet Rıza po­ zitivist hareketin etkin bir mensubuydu. Aynı zamanda hepsi pozitivizme geniş ta­ nımıyla -sadece tabiatı değil, ama aynı zamanda tarih ve toplumu, bunların geli-

z

M

şimlerini belirleyen kanunları ortaya çı­ karmak amacıyla, bilimsel modelleri uy­ gulayarak açıklamayı gözeten entelektüel akım- bağlıydı. Bu geniş pozitivizm akı­ mıyla bazı temel tavırları paylaştılar: ruh­ ban karşıtlığı, bilimcilik, biyolojik mad­ decilik, o toritaryanizm, entelektüel eli­ tizm, kitlelere duyulan derin güvensizlik ve milletlere ve toplumlara bir bütün ola­ rak yansıtılan belirli bir tür Darwinizm. Milliyetçilik elbette pozitivistlerle ortaya çıkmadı; ancak Jöntürklerin okuduğu, çalıştığı ve entrika çevirdiği Fransa'nın, 1 870 mağlubiyetiyle yaralanmış ve J ön­ türklerin hareket ettikleri muhafazakar li­ beral çevrelerde militan ve revanşist bir milliyetçiliğin yaygın bir toplum olduğu unu tulmamalı. Fin de siecle [yüzyıl sonu, çıı] Fransa­ sı'ndan soğurdukları tüm bu tavır ve fi­ kirler bohçası; ruhban karşıtlığı, bilimci­ lik, biyolojik maddecilik, otoritaryanizm, entelektüel elitizm, kitlelere duyulan gü­ vensizlik, sosyal Darwinizm ve milliyetçi­ lik, daha sonra jöntürk düşünür ve yayın­ cıları tarafından, devletlerine ve toplum­ larına kendi fikirlerine göre -kendilerin­ den önceki j öntürklerden çok daha fazla­ şekil verecek bir durumda olan Kemalist eylemcilere aktarıldı. O ÇEVi REN

ÖZGÜR GÖKMEN

D İ PNOTLAR da Milliyetçilik, Etnisite ve Emek, çn) içinde, Londra: l.B. Tauris, 200 1 , s. 207-220.

Nimet Ünan (der.), Atatürk'ün Söylev ve De­ meçleri il (19-6-1 938), Ankara: TTK, 1 959, s. 90. 2

3

Nimet Ünan (der.), Atatürk'ün Söylev ve De­ meçleri il (1 9-6- 1 938), Ankara: TTK, 1 9 59,

4

Şerif Mardin, Jöntürklerin Siyasi Fikirleri 18987908, Ankara: iş Bankası, 1 964, s. 1 3 1 .

s.144-146.

5

Erik-Jan Zürcher, '"Fundamentalism' as an Exclusionary Device in Kemalist Turkish Nati­ onalism" [Kemalist Türk Milliyetçili!;jinde Dışla­ yıcı Bir Araç Olarak "Köktencilik", çn), Willem van Schendel ve Erik-Jan Zürcher (der.), lden­

Şükrü Hanio!;jlu, The Young Turks in Oppositi­ on [Bir Siyasal Örgüt Olarak "Osmanlı ittihat ve Terakki Cemiyeti" ve "Jöntürklük" (1 8891902)). Oxford: Oxford University Press, 1 995,

6

Şerif Mardin, Jöntürklerin Siyasi Fikirleri 18987908, a.g.e., s. 179.

7

Uriel Heyd, Foundations of Turkish Nationa­ lism: The Life and Teachings of Ziya Gökalp

tity Politics in Central Asia and the Muslim World: Nationalism, Ethnicity and Labour in the Twentieth Century [Orta Asya ve Müslü­

man Dünyasında Kimlik Politikaları: 20.Yüzyıl-

s. 200.

K E M A L i S T

D Ü Ş Ü N C E N i N

(Ziya Gökalp: Türk Milliyetçiliğinin Temellen], Londra: Luzac and Company, 1 950, s. 9 1 .

8

9

A. Holly Shissler, Turkish Jdentity Between Two Empires: Ahmet Ağaoğlu 1 869- 1919 (iki imparatorl uk arasında Türk kimliği: Ahmet Ağaoğlu 1 869- 1 9 1 9, çn], yayımlanmamış dok­ tora tezi, Şikago, 2000, s. 276-28 1 . François Ge o rge o n, Türk Milliyetçiliğinin Kö­ kenleri: Yusuf Akçura (1876-1 935), Ankara:

Yurt Yayınevi, 1 986, s. 89.

1 0 Nimet Onan (der.), Atatürk'ün Söylev ve De­ meçleri il (19-6-1938), a.g.e., s. 2 1 5-21 6. 1 1 Hasan Kayalı, Arabs and Young Turks: Otto­ manism, Arabism, and Jslamism in the Otto­ man Empire, 1 908- 1 9 1 8 [löntürkler ve Arap­ lar: Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve /slamcılık (1908- 1 9 1 8)], Berkeley: University of

California Press, 1 997, s. 1 1 3.

1 2 Şükrü Hanioğlu, Preparation Far A Revolution: The Young Turks, 1902- 1908 [Bir devrim hazır­ l ı ğ ı : Jöntürkler, 1 902-1 908]. Oxfo rd: Oxford University Press, 2001, s. 300.

O S M A N L I

K A Y N A K L A R !

20 E rik-Jan Z ürcher, "Young Turks, Ottoman Muslims and Turkish Nationalists: ldentity Po­ litics 1 908-1938" [Jöntürkler, Osmanlı Müslü­ manları ve Türk Milliyetçileri: Kimlik Politika­ ları 1 908- 1 938, çn], Kemal H. Karpat (d e r.) , Ottoman Past and Today's Turkey [Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yerıl içinde, Leiden: Brill, 2000, s. 1 76.

21 Erik-Jan Z ü rcher, "Young Turks, Ottoman Muslims and Turkish Nationalists: ldentity Poli­ tics 1 908-1 938", a.g.e., s. 1 50-179. 22 Şükrü Hanioğlu, The Young Turks in Oppositi­ on, a.g.e., s. 207. 23 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kö­ kenleri: Yusuf Akçura (1876-1 935), a.g.e., s. 1 09. 24 W. M. Simon, European Positivism in the Nine­ teenth Century: An Essay in lntel/ectual His­ tory ( 1 9. yüzyılda Avrupa Pozitivizmi: Entelek­ tüel Tarih Üzerine B i r Beneme, çn], lthaca:

Cornell University Press, 1 963, s. 63. 25 Şükrü Hanioğlu, The Young Turks in Oppositi­ on, a.g.e., s. 204.

1 3 Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Ankara: üçdal Neşriyat, 1 981, s. 2 1 6-21 9.

26 A. Holly Shissler, Turkish ldentity Between

14 Bunda Durkheim'ı izlediği iddia edilebilir, fa­ kat Heyd'in işaret ettiği gibi, Gökalp Durkhe­ im'ın "toplum" kavramını "millet" kavramıyla değiştirmiştir. Uriel Heyd, Foundations of Tur­

27 W. M. Simon, European Positivism in the Nine­

kish Nationalism: The Life and Teachings of Ziya Gökalp, Lond ra: Luzac and Company,

1 950, s. 57.

1 5 A. Holly Shissler, Turkish ldentity Between Two Emp ires: Ahmet Ağaoğ/u 1 869- 1 9 1 9, a.g.e., s. 1 1 0 ve sonrası.

16 A. Holly Shissler, Turkish ldentity Between Two Empires: Ahmet Ağaoğlu 1 869- 1 9 1 9, a.g.e., s. 1 32.

1 7 1 9 2 1 t a r i h l i Redho use Sözlüğü'ne atfen, Erik-Jan Zürcher, "The Vocabulary of Muslim Nationalism" (Müslüman Milliyetçili!)inin Lü­ gatçesi, çn], lnternational Journal of the Soci­ ology of Language 137 (1 999), s. 90. 18 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kö­ kenleri: Yusuf Akçura (1876-7935), a.g.e., s. 1 06 ve sonrası. 19 Nimet Ünan (der.), Ata türk'ün Söylev ve De­ meçleri il (19-6- 1938), a.g.e., s. 70, 92.

Two Emp ires: Ahmet Ağaoğlu 1 869- 1 9 1 9, a.g.e., s.132. teenth Century: An Essay in lntellectual His­ tory, lthaca: Cornell University Press, 1 963, s.

95. 28 Şerif Mardin, Jöntürklerin Siyasi Fikirleri 18981 908, a.g.e., s. 1 3 1 ; Şükrü Hanioğlu, The Yo­ ung Turks in Opposition, a.g.e., s. 233. 29 Robert A. Nye, The Origins of Crowd Psycho­ logy: Gustave LeBon and the Crisis of Mass De­ mocracy in the Third RepubHc [Kitle Psikolojisi­

nin Kökenleri: Gustave LeBon ve Üçüncü Cum­ huriyette Kitle Demokrasisinin Bunalımı, çn]. Londra: Sage, 1 975, s. 39.

30 W. M. Simon, European Positivism in the Nine­ teenth Century: An Essay in lntellectual His­ tory, a.g.e., s. 146.

31 Robert A. Nye, The Origins of Crowd Psycho­ logy: Gustave LeBon and the Crisis of Mass De­ mocracy in the Third Republic, a.g.e., s. 9; W. M. Simon, European Positivism in the Ninete­ enth Century: An Essay in lntellectual History, a.g.e., s. 3.

55

Kemalizm ve Hegemonya ? M ESUT YEGEN

I.

II.

Kemalizm lıegemonilı bir (program-) ide­ oloji midir? Ya da, toplumsalı anlamlan­

Kemalizmin tarihsel seyrine dair bir çö­ zümlemenin odaklanacağı öncelikli mo­ ment, hiç şüphesiz, Kemalizmin "zuhur etme" dönemidir. Bu, kabaca Nutulı'un CHF kongresinde okunması ( 19 27) ile başlatılıp, fırkanın devletle bütünleşerek "dünyadaki ilk parti-devletin" oluşması2 ve partinin Altı Ok'unun anayasal pren­ sipler olarak kabul edilmesiyle ( 1 9351937) bitirilebilir bir dönem-momente işaret eder. Bu ortaya çıkma momentinde Kemalizmi mümkün kılan söylemsel eko­ nomiye bakıldığında, görünen şudur: Ke­ malizm, kendisini epey önceleyen Türki­ ye'nin modernleşme-Batılılaşma serüveni­ ni -belirli bir okuma/sabitleme üzerin­ den- sürdürme girişiml erinden birisi , şüphesiz siyaseten en başarılı olanıdır. Bu , Kemalizmin muhtevasına dair iki önemli özelliğe işaret eder. llkin, Kema­ lizm, Türkiye'nin modernleşme-Batılılaş­ ma serüveni içerisinde mümkün olmuş bir ideolojidir. ikinci olarak ise, bu serü­

dıran bir ufuk olarak Kemalizm, ulusal­ popüler bir kolektif istenci örgütleyebi­ len bir "adlandırmalar" toplamına, genel bir entelektüel ve moral önderliğe denk düşmekte midir?1 Siyasi bir ideoloji ola­ rak Kemalizmin niteliğine dair bu soru­ nun, Kemalizmin hegemonik kapasitesi­ ni anlamak üzere tasarlanmış en doğru soru olmadığını ve bu sebeple de, Kema­ lizmi yerli yerine oturtma işinde pek bir işe yaramadığını peşinen kabullenmek gerekir. Kapsam ve performans i tibariyle, zamana dayanıklı ve müşahhas bir Ke­ malizmi varsayması itibariyle peşine dü­ şülemez bu soru yerini, Kemalizmin de­ ğişen kapsam ve performansını hesaba katan bir başka soruya terk e tmelidir. Kemalizmin hegemonik kapasitesini an­ lamamızı mümkün kılabilecek daha ye­ rinde bir soru şudur: Türkiye siyasi tari­ hinde Kemalizmin lıegemonilı bir ideoloji

peıfom1aıısını gösterdiği bir dönem olmuş mudur? Bu "yerinde" sorunun kastettiği

ortadadır: Hegemonik kapasitesinin anla­ şılması, kapsamı ve p erformansı itibariy­ le, Kemalizmin tarihsel seyrini izlemeyi gerektirir.

veni özel bir biçimde okumanın/sabitle­ menin, yorumlamanın ve sürdürmenin adıdır. Kemalizmin bu iki özelliği, Kema­ lizmle Türkiye modernleşmesi arasındaki ilişkiye dair oldukça önemli bir durumu gösterir: Türkiye modernleşmesi, Kema­ lizm benzeri ideoloji ve programların sa-

K

M

A

Z

M

v

H

E

G

M

O

N

Y

A

?

57

bitleme girişimlerine açık, genel ve dola­ yısıyla Kemalizme indirgenemeyecek bir serüven olmuştur. Diğer bir deyişle, Ke­ malizm, Türkiye modernleşmesinin teda­ rik ettiği toplumsalı görme biçimlerinden yalnızca birisidir. Kemalizm, Türkiye'nin modernleşme-Batılılaşma serüvenini ku­ şatmadığı gibi, bu serüvende hep olmuş olan toplumsalı görme biçimlerinden bi­ risidir; dahası ö teki bir kısım görme bi­ çimleri pahasına mümkün olmuş bir gör­ me biçimi. . . Kemalizmin hegemonik ka­ pasitesinin anlaşılması için bu son nokta­ nın üzerinde durmak gerekiyor. Türkiye modernleşmesinin Kemaliz­ min ortaya çıktığı momente kadarki ge­ nel seyrine kaba bir bakış şunu gösterir. Bu seyir, esasen bütün modernleşme de­ neyimlerinin hulasasını oluşturan temel bir gerilim olarak geçmiş ve şimdi gerili­ mi etrafında gerçekleşen bir hikaye ol­ m u ş tu r. M erkeziyetçilik, karşı ya da adem-i m erkeziyetçilik,3 Türkçülük, Os-

manlıcılık ya da kozmopolitanizm, sekü­ larizm, Islam ya da Gelenek kategorileri arasındaki gerilimlerse, bu genel gerilim hikayesinin alt-öykülerini oluşturmuştur. Bu kaba fotoğrafın anlattığı, anılan bu öy­ küler toplamının, bu öyküler arası farklı eklemlenme ya da kapışma ihtimalinden dolayı , Türkiye modernleşmesine dair farklı görme biçimlerine imkan tanıyan genel bir söylemsel zemini döşediğidir. Nitekim, Kemalizm, bu farklı görme im­ kanlarından birisi olmuştur. Diğer bir de­ yişle, Kemalizm, anılan bu genel söylem­ sel zemini kuran unsurların bir kısmının, geçmiş karşıtlığı üzerinden ve şimdi genel göstereni altında özel bir eklemlenmesin­ den başka bir şey değildir. Tabii ki, öteki birtakım eklemleme girişimlerini alteden ö z el bir eklemleme.4 Kemalizmin (en azından bir dönem için) kapsamını oldu­ ğu gibi, görece değişmez çekirdeğini de tayin edecek olan bu eklemlenmeyi özel kılan şudur: Kemalizm, radikal bir sekü-

K

M

A

Recep Peker AHMET YILDIZ

58

Recep Peker, Te k Parti d ö n e m i n i n "kudret l i" devlet ada m ı v e ideologu, bu s ı fat ıyla da C H P p rogram ları n ı n m i marı d ı r. C H P i ç i n d e Kem a l i z m i n devletçi kapitalist yoru munu geliştiren ve hararetle savu nan Peker, 1 93 1 -36 d ö n e m i n de, Te k Parti rej i m i n i n en önem l i organı o lan, m i l letveki l i aday­ l a rı n ı b e l i r l eyen ve kara r l a r ı bütün parti üyeleri için kayıtsız şartsız bağla­ yıcı olan CHP Genel Başkanl ık Kuru­ l u � nda, Atatürk ve İ nönü ile b i r l i kte üçüncü üye ol arak b u l u n muştur. Pe­ ker, partinin genel sekreteri sıfatıyla ve 1 93 1 CHF tüzüğünün ikinci maddesi gereğ i , part i n i n d a i m i u m u mi reisi . Atatürk adına konuşma ve iş yapma yetkisine sahipti . C H P' n i n 1 9 3 1 ve 1 935 program taslakları onun tarafın-

larizm, etnisist bir milliyetçilikS ve kap­ samlı-otoriter bir merkeziyetçiliğin bir şimdi genel göstereninde düğümlenme­ siyle mümkün olmuştur. Öte yandan bu eklemlenmenin, bir geçmiş genel göstere­ ninde düğümlenerek anlaşılan/anlatılan geleneksellik-lslam, kozmopolitlik ve taş­ ra kategorileriyle karşıtlıktan oluşan bir hudut üzerinde gerçekleştiği de belirtil­ melidir. Bu durum , Kemalizmin görece daha dayanıklı da olacak, başlangıç kap­ samına dair bir ilk sap tamayı mümkün kılmaktadır: lslam ve onunla yoğrulmuş geleneğe karşı radikal bir sekülarizm, et-

L

z

M

dan haz ı rl a n m ı ş ve program aç ı k l a­ maları onun tarafından yap ı l m ıştır. Pe­ ker, Kemal ist Tek Parti devleti nin i nşa­ sında ve Kemal ist ideoloj i n i n o l uşu­ mu nda, öze l l ikle Altı Ok'un bel i rlen­ mesinde en büyük paylardan b i ri n e sah ip olmuştur. Kadro derg i s i n i n , yönet i c i el itten bağ ı ms ız olarak Kema l izmin anti-fa­ ş i st, "so l " b i r yoru m u n u gel işt i r m e arayışları karşısında, " Kemal izm n e­ d i r?" sor u s u n a cevap aray ı ş ı n ı n b i r yan s ı ma s ı o l a n ve l 93 4'te İsta n b u l Ün iversitesi İnkı lap Tari h i Kürsüsü'nde ver i l meye başlanan İnkılap Oersle­ ri'nde Kemal ist inkı labın askeri ve da­ h i l i s i yaset boyutları n ı n a n l at ı m ıy l a Recep Peker görevlend i r i l m işti r. Pe­ ke r ' i n b u rada verd i ğ i d e r s l e r Ülkü dergisinde yer almış ve İnkılap Dersle­ ri adıyla yayınlanmıştır. Peker'in ide­ oloj i k formü lasyon ları CHP program­ larıyla somut ifadesini bu lmuştur. Öy­ le k i , Atat ü rk ' ü n görü ş l e r i y l e C H P programları arasında b i r fark l ı l ığın söz kon u s u ed i l emeyeceği gibi, Peker' i n progra m aç ı k l a m a l a r ı i l e C H P ' n i n program larında ifad es i n i bu lan ide­ olojinin lafzı arasında da bir fark bu­ l u n mamaktad ır ( Parla, 1 99 1 , 1 50).

nik heterojenliğe karşı, etnik olmasa da kültürel homojenliği öneren özümsemeci bir milliyetçilik ve her şeyi içine alıp, hiç­ bir şeyi dışarda bırakmak istemeyen bir devlet-bürokrasi fikri& Kemalizmin kuru­ luştaki esasını oluşturur. Öte yandan, Ke­ malizmi mümkün kılan eklemlenmenin gerçekleştiği bu momentin, Türkiye mo­ dernleşmesinde esas yürütücü aktörün 19. yüzyılın büyük bir kısmında olduğu gibi saray ve saray bürokrasisi olmaktan çıkıp, genel olarak devlet bürokrasisi ol­ duğu bir dönem-moment olması da, Ke­ malizmin kuruluş esasını tayin edecek-

K

M

A

Z

M

v

C H P içinde "her şeyi devlete refe­ ransla, devlet için ve devletin içinde" a n l a m l a n d ı ran kanad ı n önderi olan Peker, örgütlenme formu olarak faşist­ otoriter devlet yapı lanmasına pek iti­ raz ı ol mayan ancak ekon omik faa l i­ yetlerin sın ıfsal karakterine atfettikleri önemden dolayı da hal kç ı öğretinin "sın ıfsız, imtiyazsız" bir toplum anla­ yışını beni msemeyen "liberal kanadı· na" karşı sistematik bir mücadele yü­ rüttü ve bunu aktif pol itikadan çekil in­ ceye kadar devam ettird i . CHP içinde Celal Bayar' ın öncül üğündeki l i beral kapita l i z m savu n u c u l a r ı Demo krat Parti hareketiyle ayrı bir siyasi orga­ nizmaya vücut verdikleri nde bile Pe­ ker ' i n ş i d detl i m u h a l efet i n e maruz ka l m ı ş, doktriner n ite l i kteki siyasi ve ekonomik devletç i l i k ile etn isist m i l l i­ yetç i l i k anlayışı Peker' in temsil ettiği çizginin temel öze l l iği olarak öne çı k­ m ıştı r. B i r Osman l ı subayı olarak Yemen, Trab lusgarp ve Balkan Savaşları'na ka­ tılan Peker, B i rinci Dü nya Savaşı ve M i l li Mücadele'ye de kat ı l d ı . 1. Mec­ l i s ' i n i l k gen e l sekreteri olan Peker, 1 923'te Kütahya mebusu o larak ikinci dönem TBMM'ye gird i . Aynı yıl Halk

tir.7 Türkiye modernleşmesinin değiş­ mezlerinden olmuş olan ve devlet-bürok­ rasi yoluyla toplumun tepeden ıslah (ve yeniden inşa) edilmesi fikri olarak tanım­ lanabilecek bu durum, bilindiği üzere, Kemalizmin genel kanonuna inkılapçılık olarak tercüme edilecektir. Kemalizmin ortaya çıkış dönem-mo­ mentindeki kapsamını böylece tespit et­ likten sonra, bu ilk Kemalizmin perfor­ mansına bakmak gerekiyor. Bu perfor­ mansın anılan kapsam tarafından koşul­ landığı şüphesiz. Ancak Kemalizmin per­ formasını tayin eden kilit unsur, Kemaliz-

H

G

E

M

O

N

Y

A

?

59

Recep Pekeı; CHP'niu Tek Parti iktidarıııın en sert yüzünün temsilcisi olmuştuı: Otoriterfaşizan çizgisi;vle, parti içinde önemli bir mi/ıraktı. Çok partili hayata geçiş sürecinde, radikal bir Atatürkçü ve inkılapçı restoras;•oıı hattı çizerek, muhalefete karşı tavizsiz bir politika izledi. Bu noktada tasfiyesi, CHP yönetimi ve inöııü adma, bir "yumuşama " görüntüsü verme fırsatı oldu.

min esas olarak toplumun ıslahı peşinde­ ki devletin-bürokrasinin "ufku" olması­ dır. Modernleşme serüveni esnasında gi­ derek daha toplumsal bir .karakter edin­ miş olmasına rağmen, devlet-bürokrasi ile sivil toplum arasındaki mesafe, Kema­ lizmin bu zuhur etme momentinde, halen bir uçurum niteliğini taşımaktadır. Böyle­ si bir mesafe durumunda, Kemalizmin neredeyse kategorik bir biçimde devletin­ bürokrasinin ufku olması, bu ideolojinin performansı üzerinde tayin edici bir etki­ de bulunmuştur. Bütün bu dönem bo­ yunca Kemalizmin ulusal-po püler bir

K

60

M

A

Fırkası Katib-i Umu m isi seçildi; bir sü­ re Ha kim iyet-i Milliye gazetesi n i n başyazarl ığını yapt ı . 1 924-25 y ı l ların­ da dah i l iye veki l l iğine getirildi. Fethi Okyar hükümetinin Şeyh Said isyanın­ daki "yu m u şak" tutu m u n u protesto ederek istifa etti . 1 9 27'de ikinci kez Cumhuriyet Halk F ı rkas ı genel sekre­ terl iğine seçilen Peker, Mayıs 1 93 1 'de toplanan C H F ' n i n Ü ç ü n c ü K u ru lta­ yı'nda bu göreve yen iden getiri ld i . Bu görevi sırasında Tek Parti yöneti minin güçlenmesinde öne m l i ro l oynayan Peker, Mayıs 1 935'teki Dördüncü Ku­ rultay'dan önce Avrupa'da, özell ikle İtalya ve Al manya'da uzun bir incele­ me gez i s i n e ç ı kt ı . Bu gez ideki göz­ lemlerinden yola çıkarak kurultaya su­ nu lmak üzere yeni bir tüzük ve prog­ ram tasarısı haz ırladı ve parti-devlet özdeşl iğini savundu. Hazırladığı prog­ ram, bir parti progra m ı olmaktan çok b i r devlet d üzeni programıyd ı ve bu n itel iğinden dolayı da, programın te­ mel esasları 1 93 7'de Anayasaya dahil ed i lecekti. Faşizmin İtalya'da, Naziz­ m i n de Al manya'da kitleleri harekete geçirmede sağlad ığı başarı ve başta si­ lah ü ret i m i olmak ü zere end üstriyel ü reti m d e kaydett i ğ i aşamalar C H P

kolektif istence denk düşen bir adlandır­ malar toplamı olduğunu gösteren güçlü bir işaret yoktur. Diğer bir deyişle, top­ lumsala bakışta devletin-bürokrasinin penceresi olarak Kemalizmin , bu mo­ mentte genel ya da popüler-ulusal bir ta­ hayyüle denk düşecek bir biçimde sivil toplumdan beslendiğini ya da karşılık bulduğunu düşünmeye imkan yok gibi­ dir. Nitekim, 1924'te Terakkiperver Cum­ huriyet Fırkası'na, 1930'da Serbest Cum­ huriyet Fırkası'na gösterilen teveccüh ve nihayet 1950'deki ilk serbest seçimde De­ mokrat Parti'nin zaferi, bu karşılık bula-

z

M

içinde devletçi kapitalizmin önderl iği­ ni yapan Peker'i büyü lemişti . C H P' l i lerin "demokrasi" ded i kleri Tek Parti düzen ini Peker şöyle açıkla­ maktayd ı : "Tü rk iye Cumhu riyeti b i r parti devletidir. Parti devletle beraber ça l ı ş ı r. Demo krasi, h a l k taraf ı n d a n h a l k i ç i n devlet idaresi demektir. Fa­ kat demokrasi hiçbir yanına dokunu­ lamaz, değişti ril mez, olduğu gibi alı­ nır bir rej i m deği ldir. Her memleketin ihtiyacı na göre uygu lanması gereken bir kavramd ır." (Goloğlu, 1 974, 1 89). Kuru ltay'da dördüncü kez genel sek­ reter l i ğe seç i l e n Peker, 1 5 Haz i ra n 1 936'da bu görevden a l ı n d ı . Peker' i n görevden a l ı n masında CHP içinde ka­ natlar arasındaki mücadelenin ve ikti­ dar paylaş ı m ı nda Atatürk'ün karizma­ sını gölgeleyecek gelişmelerin önünün a l ınmas ı n ı n yanı sıra, Türkiye'ye yö­ nelen İtalyan tehdidinin güncell eşme­ si de rol oynamıştır. Recep Peker Tür­ kiye'deki İtalyan ve Alman sempatile­ rinin hamisi mevki indeydi . Üç gün sonra d a Parti Genel Baş­ kan Vekili İsmet İ nönü, partiyi devlet part i s i o l a ra k ko n u m l a n d ı ra n ü n l ü bildiriyi yayımlad ı . Siyasi otorite dev­ let ve hükü met kavramlarında toplan-

mama hikayesinin alt-başlıklarını oluştu­ rurlar. Bütün bu sivil toplum nezdinde karşılık bulamama hali, 1930'ların Kema­ lizminin ulusal-popüler bir kolektif isten­ ce denk düşen bir "adlandırmalar" topla­ mını örgütleyebilen genel bir entelektüel ve moral önderlik kuramadığını ve dola­ yısıyla da hegemonik bir ufuktan mah­ rum olduğunu gösterir.s Esasında, top­ lumsal bir rızayı örgütlemek, farklı top­ lumsal grupların ufkunu tek bir ufuk içe­ risinde genelleştirmek ya da sivil toplum nezrinde karşılık bulmanın Kemalizm açısından öncelikli kaygılar olmadığı or-

K

M

A

Z

M

v

d ı . Devlet başkanı i le hükümet başka­ nı bu otoriten in tek tems i lcisi ha l i ne getiri ldi. B i ldiri, bir anlamda partili si­ yaseti ortadan kal d ı r ı yordu, ç ü n k ü içişleri bakan ları CHP genel sekreteri, val i ler de CHP il başkanı yapılmışt ı . Bu görüşlerin sahibi Peker' in görev­ den alınması, asl ında bir tür "fikri ik­ tidarda kendi z indanda" durumuydu. O rtada fikri ve ideo l oj i k bir an laş­ maz l ı ktan çok, i ktidarın Atatürk' ün şahsında odakl an m as ı n ı ö n leyici "kontrolsüzlüklerin" önlenmesi, yani bir i ktidar paylaş ı m ı terc i h i söz konu­ suydu . Ayn ı d u ru m , Mecl i s başka nı Kazı m Özalp ve Başbakan İsmet İnö­ n ü ' n ü n görevd en a l ı n m a ları nda da görülmekted ir. Peker, 1 934-42 y ı l ları aras ında An­ kara ve İ stan b u l ' d a k i ü n i vers i te ve yüksek oku llarla Harp Akadem isi'nde i n k ı l a p tar i h i ders leri verd i . İ n k ı lap dersleri, "hayattan a l ınan i l ham"la ha­ yatı dönüştü rmeyi amaçlayan Kema­ l i st i n k ı l a b ı gen ç l iğe öğretme ve bir " i n k ı lap şuuru" ol uşturmak amacıyla Saraço ğ l u h ü kü m etlerinde d a h i l iye vek i l l iği yapt ı . Ağustos 1 946'da çok partil i dönem in i l k hükümetini kuran Peker, sert tutumu ve Meclis genel ku-

tadadır. Kemalizm, bizzat kendisinin de ifade ettiği üzere, halka rağmen halk için bir ideolojidir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, Ke­ malizm ya da Kemalizmin taşıyıcısı ola­ rak devlet-bürokrasi, kendi ufkuyla sivil toplum arasındaki uçurumdan bihaber olmadığı gibi, bu uçuruma kayıtsız da de­ ğildir. Diğer bir deyişle, Kemalizmin or­ ganik bir ideoloji olma yolunda ciddi hiç­ bir niyet taşımadığım düşünmek olanak­ sızdır. Aksine, görünen odur ki, Kema­ lizm radikal sekülarizm, etnisist milliyet­ çilik ve otoriter-merkeziyetçilik üçleme-

H

G

M

O

N

Y

A

?

rulunda Adnan Menderes'i "psikopat" olarak n itelemesi yüzünden muhalefet m i l l etvek i l leri n i n mecl isi boykot et­ meleri ne yol açtı. Buna İnönü i l e i l iş­ k i lerindeki sürekli gerg i n l i k de ekle­ n i nce Eyl ü l 1 947'de istifa etmek zo­ runda kald ı ve 1 9SO'de öldü. "Milli Şef" deyi mini i l k kul lanan k işi Peker'dir. Peker'e göre, m i l letçe üstün olabi lmek için ulu bir şefin etrafında kenetlenmek şarttır. "Isıtıcı, besleyici ve alıp götürücü" vasıflarıyla şef, ulu­ sun babas ıdır. N itekim, 1 93 6'da ger­ çekleşti r i l en parti-dev l �t özdeşl i ğ i n­ den son ra Atatürk için en çok kul lanı­ lan sıfat, "şef" sıfatı olmuştur. Bayar'ın hükü met programını açıklarken Mec­ l is genel kuru lunda yaptığı konuşma "şef edebiyatı n ın" en tipik örneği dir. 1 93 8 'deki olağanüstü C H P Kuru lta­ yı nda, Atatürk "Ebedi Şef," İnönü de "Mi l ll Şef" olarak ilan edi l miştir. "Disipl inli hürriyet" kavramı etrafın­ da otoriter bir rej i m i n sözc ü l ü ğ ü n ü yapan Peker, Yen i Türkiye' n i n siyasi rej i m i n i n bel irlenmesinde faşizm, Na­ z i z m ve ko m ü n i z m i n etk i s i n i iti raf eder, ancak bu i deoloj i lerden m i l let beraberl iğini bozucu unsurlar ayıkla­ narak yararlan ıldığını bel irtir.

sinden mürekkep program-ideolojisini si­ vil toplum alanında karşılık bulacak ve ondan beslenecek bir biçimde tercüme et­ meyi hep önemsemiştir. Nitekim, Kema­ lizmin halkçılığı ve köycülüğü bu çerçe­ vede değerlendirilebilir. Bu tercüme faali­ yetinin önemsendiğinin belirgin bir işare­ ti, bu uğurda profesyonel-kurumsal bi­ rimlerin oluşturulmasıdır. Halkevleri ve Köy Enstitülerini, devletin toplumu gör­ me biçimine ve onu ıslah etme fikrine si­ vil toplumun katılmasını sağlama amacı taşıyan kurumlar olarak değerlendirmek pek de abartılı olmasa gerektir.9

61

K

62

M

z

A

1 93 1 ve 1 935 CHP programları he­ men bütü n ü y l e Peker ' i n ü r ü n ü d ür. 1 9 3 1 progra m ı n ı n ru hunu u l usçu luk ol uştu rmuş, bu "ruh" eğitim-öğretim­ den sermaye-emek i l i şki lerine kadar her böl üme yansımış ve CHF'nin söy­ lemde tota l iter, eylemde otoriter Tek Parti ideoloj isinin omurgas ını oluştur­ muştu r. Peker, 1 93 5 CHF program ında yer a l d ı ğ ı şek l i yle u l usçu l u k i l kesini açıklarken, bu i l keyi yaln ızca parti de­ ğ i l devlete de mal etme zarureti üze­ rinde durur. Nasıl cumhu riyetçi ol ma­ yan bir Türkiye düşünü lemezse, ulus­ çu olmayan bir Türkiye de düşünü le­ mez. İ lerici hayat tarzının koru nması için bu iki i l ke de eşit derecede önem­ i i d i r. Peker, anarşizm, Marks izm, fa­ şizm, h i l afetç i l i k ve beynel m i l e l c i l i k akım larına karşı u lusçuluğun Türkiye i ç i n taş ı d ı ğı "bütü n l eşti rici" n ite l i ğ i vurgu lar. Türk h a l k ı n ı koru mak için, Türkiye' nin kapı ları n ı bu tür akım ve ideo loj i lere kapatacak u l usçu k i l ide, hem parti hem de devlet sah ip olmalı­ d ı r. Peker'e göre, ul usçu luk hem parti hem de devletin a k id es i d i r. ( Peker, 1 935, 1 0). Peker'in 1 935 program açıklamala­ rı, Kema l i z m i n "devlet örgütl e n m i ş

Netice itibariyle, zuhur etme dönemin­ de Kemalizmin performasına dair söyle­ nebilecek olan ortaya çıkmıştır. Sivil top­ lumdan beslenmemiş ve bu alandan bir karşılık görmemiş oluşu ve hakimiyetini tesis etmede toplumsal rızanın örgütlen­ mesini önemsememesi, he sinden önem­ lisi, ulusal-popüler bir tahayyüle denk düşen bir "adlandırmalar/çağırmalar" toplamını örgütleyebilen genel bir ente­ l ektüel ve moral önderlik kuramayışı, l 930'ların Kemalizmini hegemonik bir toplumsal ufuk olarak nitelemeyi imkan­ sız kılmaktadır. ıo Nitekim, belki de tam

p

M

u l u stur" an layışı nda ifades i n i bulan , devlet karş ı s ı nda ferde h içbir özerk hareket alanı bırakmayan yekpare ka­ rakteri nin bulanık olmayan bir resmini vermekte d i r. İç bütü n l üğü koru m a k amacıyla, devl etin örgütl eri n i n yan ı sıra "ul usal olarak örgütlenmek," Pe­ ker'in ana vurgularından biridir. Ata­ türk etrafı nda ol uştu rulan l ider kültü, sosyo politik, ideoloj i k ve ekonom i k m u h a l efet i n tasfi yes i n i n u l u s a l b i r m i syon olarak görü l mesi, bütün va­ tandaşları resmi ya da potansiyel üye­ si olarak gören Tek Parti anlayışı, Ke­ mal ist Tek Parti devleti nin total iter ka­ rakterinin aç ık tezahürlerid i r. M i l l iyetçi liği, "mill iyetçi Türkiye re­ j iminin Cumhuriyet Halk Partisi prog­ ra m ı nda nas h a l i n e gel m i ş esasları" arasında zi kreden Peker, " i nkı lap ve istiklal" kavramlarıyla tan ımladığı Ke­ mal ist dönüşümün köken lerini açı kça tel affuz etm ekten kaç ı n ı r. O s m a n l ı geçmişini reddederken, Türk tarih i ne referansını, "Türk u l usunun kan ındaki yücel i k" l e s ı n ı rlayarak tarih-d ı ş ı b i r u lusçu luk tasviri yapar. Kan ul usçulu­ ğuna önem atfetmez görünürken sü­ rek l i olarak Türk u lusunun kanındaki safl ı k ve yücel iğe atıfta b u l u n man ı n

da bu nedenledir ki, Kemalist ufuk-prog­ ramın taşıyıcı partisi ilk serbest seçimler­ de iktidarı bırakmak durumunda kala­ caktır.

III. CHP'nin 1950'de almış olduğu kesin ye­ nilgi Kemalizmin birinci dönemini de ka­ patır. Aslında, bu durumu, bir yerde, Ke­ malizmin sonu olarak bile görmek müm­ kündür. Çünkü, bilindiği üzere, bu tarih­ ten sonra tecrübe edilen genel siyasi prog­ ramların hemen hiçbirinin başat ideolojik

K

M

A

Z

M

v

i şaretlediği i k i rc i k l i tutum, Peker' in ulus ol uşumunda, Atatü rk' ü n "ırk ve menşe birliği" ol arak ifade ettiği kan birliğini, önem l i bir unsur olarak gör­ d ü ğünü ortaya koymaktadır. Peker'e göre, Osmanlı İ m paratorluğu'nun du­ raklama ve çöküş dönem lerinde, " . . . bozul ması m ü m kün ol mayan tek bir şey, Türk kanı, bütün bu gürültüler içinde temiz kalm ıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içi nde kan ı n ı n arılığını koru­ du ve saklad ı . Dünyaya Batı l ı l ı k örne­ ği gösteren Osma n l ı ordu sunun yük­ sek l iği, devlet idares i n i n kötü lüğüne rağmen, bu orduları yaratan bay Türk U l usu'nun kan ı ndaki yücel ikten i leri gel iyord u ." (Peker, 1 984, 1 6) . Bu sözler kan ul usçul uğu söylem ini yansıtmakla b i r l i kte, daha çok m i l li seciye teorisi bağlamında düşünülebi­ lecek, dolayısıyla ırkçı ol maktan çok etnisist bir söylemin ifadesidir. Peker, İngiliz devri m i n i Fransız devrim inden ayı rt eden u nsurlar arası nda, "iki ulus arasındaki kan farkı"nı da sayar. Os­ man l ı Devleti' n i n kül lerinden bir Türk u l usunun doğmas ı n ı sağlayan faktör­ lerden biri, yine "kan vaziyeti"dir. Peker, u l usal k ü ltürü yek pare b i r tarzda, ul us-hal k-etni-kültür özdeşliği

H

G

M

O

N

Y

A

?

içi nde ta n ı m lamakta, böyl ece K ü rt, Çerkez, Laz, Pomak gibi Türk unsuru dışındaki etn ik toplul ukları sanal top­ l u l uk lara i n d i rgemekte ve " d ı ş kay­ nak l ı tel k i n l er" olarak soyutlamakta­ d ı r. Farklı etn ik kökene sah ip olanlar ya da o l d ukları n ı d üşünenler u l u sal toplul uğa katı lamazlar; çünkü ulusal toplu luğun tek bir etnik kökeni vard ır, o da Türklüktür. Ayn ı düşünceler, Me­ deni Bilgiler kitabı nda Atatürk tarafın­ dan da dile getirilm iştir. Peker, H ı risti­ yan ve Yahudi az ı n l ık mensupları n ı n d i l v e ü l kü birliğini beni msemeleri hal i n d e, C H P ' n i n b u n l a r ı b ü t ü n ü y l e T ü rk ka b u l edeceğ i n i bel i rtme kte, . böyl ece h e m ü m m et hem de reaya an layışlarını reddetmekted ir. Sert ve otoriter kişiliğiyle, pa rlamen­ ter rej im karşısı nda "disipl i n l i hürriye­ ti" öne ç ı karan ve "her şeyin devlet için" var olduğu otoriter bir sistemin erdemine inanan Peker, Kemal ist ide­ olojinin otoriter n iteliğinin Atatürk dö­ nemi ndeki formülasyonuna en büyük katkıyı yapmış, doğru bildiği yolda tek başına yürüyen bir "kesin inançlı"d ır. Eğer Kemalist inkılabın bir ikinci ada­ mı varsa, üçüncüsü hiç şüphesiz Pe­ ker'dir.

63

• adlandıranı, 1930'larda olduğu gibi, Ke­ malizm olmayacaktır. 1950'leri Kemaliz­ min sonu olarak nitelendirirken kastedi­ len budur; yani, Kemalizmin genel bir siyasi programın başat ideolojik adlandı­ ranı olma halinin sonu. 1950 sonrasında Kemalizmin seyrine dair bu tereddüt ve sınırlama önemli, çünkü, genel bir siyasi programın ideolojik adlandıranı olma ka­ biliyetini yitirmiş olmakla birlikte, Kema­ lizmin 1 950 sonrası Türkiye siyasetinde bir genel gösteren olarak mevcudiyetini devam ettirdiği kesindir. Kemalizmin 1950 sonrası akıbetine dair olarak işaret

edilmeye çalışılan bu müphemlik, Kema­ lizme dair önemli bir saptamayı zorunlu kılar. Bütün devamlılığına rağmen, Kema­ lizmin genel seyrinde temel bir kopukluk söz konusudur: görece sistema tik bir siyasi programı sabitleyen bir adlandırma olmakla, 1 950 sonrası belli başlı bütün siyasi programların başvurduğu genel bir gösteren olmak arasındaki bir kopukluk. Bu kopukluk-devamlılık durumu açıklan­ maya muhtaçtır. İşaret ettiği siyasi programın buharlaş­ masına rağmen Kemalizmin bir genel gösteren olarak mevcudiyetini devam et-

K

E

M

A

Falih Rıfkı Atay HAN D E ÖZKAN

64

Falih Rıfkı Atay' ın 1 894 yıl ında İstan­ bul'da başlayan yaşam ı 1 9 7 1 y ı l ında ayn ı yerde son buldu . Rehber-i Tahsil Rüştiyesi'nde, Hüseyin Cahit Yalçın'ın müdürü olduğu Mercan İdadisi'nde ve D a r ü l f ü n u n Edeb i yat Fakü ltes i ' n de okudu. Yazı hayatına 1 9 1 1 yılında Ser­ veti Fünun, Tecelli ve Kadın dergilerin­ de yayımlanan şiir ve kısa nesirleriyle başlad ı. Gazetecil iğe geçişi ise 1 91 3 yı­ l ında Tanin gazetesinde "İstanbul mek­ tubu" başl ığı altında yazd ığı cumartesi sohbetleriyle oldu. Bu dönemde ayrıca B a b ı a l i Mektu b i K a l e m i ' n d e kat i p (1 91 3) ve daha sonra Dah il iye Nezareti Kalem-i Mahsusu'nda Talat Paşa' n ı n tirmesine yol veren, diğer bir deyişle, Ke­ malizmi bir kopukluk-devamlılık belir­ sizliğiyle donatan, CHP'nin 1950 seçimle­ rinde aldığı yenilginin Kemalizmin ve onun dayandığı bütün kurumsal ve ente­ lektüel geleneğin genel ve toptan bir ye­ nilgisi olmamasıdır. G örün en odur ki, Kemalizmin içinden boy verdiği gelene­ ğin stratejik hedefi olan ve hiç şüphesiz Kemalizmi önceleyen Barılı, ulusal ve se­ küler bir devlet/toplum inşa etme işinin kabası, diğer bir deyişle, kurumsal boyu­ tu, CHP iktidarı bırakmazdan önce aşağı yukarı tamamlandığı gibi, bundan da önemlisi, "Baulı-ulusal-seküler bir devlet­ toplum" fikri, Tek Parti iktidarının niha­ yetlenmesinden sonra uzunca bir dönem,

z

M

özel kalemi (1 91 4) olarak çalıştı. Birin­ ci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Falih Rıfkı iV. Ordu Karargahında Cemal Pa­ şa'nın yanında yedek subay olarak gö­ rev yapmak üzere Suriye ve F i l isti n'e g i tt i . ( 1 9 1 4- 1 9 1 7 ) . A teş ve Güneş (1 9 1 8) ve Zeytindağı (1 932) isimli eser­ lerinde bu yıllara ait anılarını an latmak­ tad ı r. Falih Rıfkı savaşın son aylarında İstanbul'a döndü (1 9 1 7) ve önce Bahri­ ye Naz ı r ı olan Cemal Paşa' n ı n Özel Kalem Müdür Muavini, sonra da Çarkçı Mektebi'nin edebiyat öğretmeni olarak ça l ı ştı ( 1 9 1 8 ) . M ütareke dönem inde Kazım Şinasi (Dersan), Ali Naci (Kara­ can) ve Necmettin Sad ık (Sadak) ile bir­ likte Akşam gazetesini kurdu ve 1 926 yı l ına kadar yazd ığı makalelerde Milll Mücadele hareketine karşı olanları sert bir dille eleştird i . Bu nedenle idam iste­ miyle tutuklanıp Divanı Harbe verildiy­ se de İnönü zaferinden sonra kurtuldu. Yine bu dönemde Şair, Nedim, Yeni Mecmua ve Büyük Mecmua gibi dergi­ ! erde yaz ı l a r yazd ı . Yen i Mecm ua 1 9 1 7-1 923 yı lları arasında Türk Ocağı tarafından ç ı karı l m ı ş ancak Mütareke neredeyse 1990'lara kadar, Türkiye siya­ setinin asgari zemini olmuştur. Bütün bu dönem boyunca boy veren temel siyasi programlar bu asgari zeminin üzerine bi­ na edilmiştir. Bu durumun anlamı şudur: Türkiye modernleşmesinin 1930'lardaki özel yorumu olarak Kemalizm değil, an­ cak Türkiye modernleşmesinin Kemaliz­ min bu özel yorumundan bağımsızlaşmış genel akideleri, geçerliliklerini 1 950 son­ rasına taşımıştır. Tersinden söylemek ge­ rekirse, 1 950'yle birlikte yenilen ya da ge­ çersizleşen Batılı, ulusal ve seküler bir devlet-toplum fikrine denk düşen Türki­ ye modernleşmesinin genel patikası değil, fakat bu genel patikayı, radikal bir sekü­ larizm, kültürel homojenliği öneren etni-

K

E

M

A

Z

M

v

ve Milll Mücadele dönemlerinde kapa­ tılmıştı. Falih Rıfkı, 1 Ocak 1 923 tari­ hinde Hamdul lah Suphi Tanrıöver, Ziya Gökalp, Yakup Kad ir Karaosmanoğlu, H üseyin Rah m i G ü rpı nar, Necmettin Sadı k Sadak, Avram Galanti ve Ahmet Ağaoğlu'nun da katkı larıyla dergiyi ye­ n iden yay ı m l a m aya başlad ı . Büyük Mecmua ise, 1 9 1 8 yılının karamsar si­ yasal ortam ı nda birçok farkl ı görüşten yazarın Sab iha ve Zekeriya Serte l ' i n öncül üğünde halkı cesaretlend irmek amacıyla ç ı kard ığı bir dergiyd i . Fal ih Rıfkı Milll Mücadele'nin başlarında An­ kara'ya geçerek Mustafa Kemal'in gü­ ven i n i kazandı ve 1923- 1 938 y ı l ları arasında Çankaya'da Mustafa Kemal'in yan ında kaldı. M i l li Mücadele sonrası M ustafa Kem a l ' i n i steğiyle i l . Büyük M i l let Meclisi'ne Bolu'dan mil letvekili seçildi (1 922), daha sonra da uzun yıl1 a r A n k a ra m i l l etve k i l l i o l arak TBMM'de görev yaptı. Ard ından Haki­ miyeti Milliye, Ulus ve Milliyet gazete­ lerinde başyaz ı l a r ve kendi kurduğu Dünya gazetesinde de başyazı, fıkra, sohbet ve anılarını yayımlad ı . 1 924 yı-

sist bir milliyetçilik ve her şeyi içine alıp, hiçbir şeyi dışarda bırakmak istemeyen qir devlet-bürokrasi fikrinden oluşan da­ ha özel bir patikaya dönüştürmek isteyen Kemalizmdir. Ancak kabul etmek gerekir ki, bu ye­ nilgi Kemalizmin kategorik iptaliyle de­ ğil, Kemalizmce gös terilenin dönüşü­ müyle sonuçlanmıştır. Görünen odur ki, 1 950 sonrasında aldığı yenilgiyle birlik­ te, Kemalizm , l 930'larda işaret e ttiği kapsamlı bir ıslah ve inşa programından, genel bir "Batılı-ulusal-seküler devlet­ toplum" fikrine doğru çekilmiş ve siste­ matik olarak tarif edilmiş bir fikirler seti­ ne işaret etmek yerine, Türkiye siyaseti­ nin asgari zeminini tarif eden genel ilke-

H

E

G

M

O

N

Y

A

?

65

Falilı Rıfkı Ataf,'Kernalizmin önemli orta katman:aydınlarından veya vulgerizatorleiirtde'!Jtf.ir. Otoriter bir Kemalizm yorumu fl;ra.mış, demokrasi fikrine he p şu phryle yaklaşmıştır ,; !

lında Mustafa Kemal'in isteğiyle Zekeri­ ya Sertel ve Hakkı Tarık Us'un yan ında Hakimiyeti Milliye gazetesinin iyileşti­ rilmesine yönelik projede yer aldı. La­ tin alfabesine geçiş sürecinde Dil Encü-

!eri göstermeye başlamıştır. Nitekim, bir noktadan sonra, Kemalizm yerine daha gevşek ve daha az sistematik bir fikirler setini ifade eden Atatürkçülüğün kulla­ nılmaya başlaması bu dönüşümle ilgili olsa gerektir. 1 1 Türkiye modernleşmesinin genel birta­ kım prensiplerine işaret etmeye çekilerek daha mütevazı ve genel bir ideolojik ko­ numu işaretlemeye başlaması, Kemaliz­ min 1 950 sonrası hakkında konuşmayı adeta imkansız kılmaktadır. Bu imkansız­ lık haline yol veren şudur: Kemalizmin çekilmiş olduğu modern, ulusal ve sekü­ ler bir devlet/toplum fikri Türkiye siyase­ tinin asgari zeminini tayin ettiği ölçüde, bu asgari z eminde sahne a l a n bü tün

K

66

E

M

A

meni'nde çalışan Fal ih Rıfkı yaşamı bo­ yunca CHP'nin savunucusu oldu; 1 930 yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fır­ kası'nı eleştirdi, çok partili yaşama ge­ çild iğinde CHP'yi savunmayı sürdürdü ve 1 950 yıl ında DP iktidara geldiğinde muhalefete geçerek Ulus gazetesinde DP'yi eleştiren yazılar yazdı . Fal i h R ıfkı Atay gazetecil iğinin yanı sıra, bir edebiyatçı olarak ve gezi yazı­ larıyla tan ınd ı . Son derece k ıvrak ve akıcı b i r d i l l e yazd ı . Devri n önem l i isim lerinden ve farkl ı dönemlerde bir­ l i kte çalıştığı Zekeriya Sertel anı larında Falih Rıfkı'yı Türkiye'nin "en zeki, en kabi l iyet l i edip ve yazarlarından biri" (Sertel, 1 977) olarak anlatır. Fal i h Rıf­ kı'nın gerek siyasi yazı larında, gerekse gezi yazılarında tartıştığı en temel me­ sele Türkiye' n i n Batı l ı laşması ve Ata­ türk devrimlerinin yayı lması ve korun­ ması oldu. "KEMALİZM TÜRKİYE'YE MAHSUSTUR"

"Biz ne komünistiz; ne faşistiz: Kema­ listiz. Bizim Rusya'da ve İtalya'da sevsiyasi programlar bir kısmıyla Kemalist­ Atatürkçü olmuşlardır ve bu i tibarla da, Kemalizm bir "her şeyi ve hiçbir şeyi im­ leyen" , bir "her yerde mevcut, mevcut-ol­ mayan" özelliğini kazanmış tır. Bizzat mevcudiyetine işaret etmek güçleşmiş ol­ makla birlikte ve belki de tam da bu yüz­ den, Kemalizmin hayaletleri artık Türkiye siyasetinin her yanındadır. Doğrusu, bü­ tün bu halinin, şöyle ya da böyle halen sı­ nırlanabilir, işaret edilebilir bir nesnelliğe denk düşüyormuşçasına Kemalizm üzeri­ ne konuşmaya devam etmek yerine, Ke­ malizm hakkında konuşmaktan vazgeç­ meyi daha makul ve cazip kıldığını kabul etmek gerekiyor. 1 95 0 sonrası muh tevası üzerine k o -

z

M

d iğimiz şey, bizim işim ize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır." {Atay, 1 935) Fal ih Rıfkı'nın 1 930'lu yıl­ larda yazmış olduğu bu satırlarda d ik­ kat çeken komünist ve faşist rejimlere yönelik vurgu, kendi sözlerinde belki de en iyi ifadesini bul maktad ır. Kema­ l izm, Falih Rıfkı'nın gözünde faşizm ya da komünizm gibi bir ideolojidir. Üste­ lik henüz bitmemiş "yürüyen, kımı lda­ yan, arayan, canlı ve oynak bir ihtilal­ dir" (Atay, 1 932). Ancak bu dinam izm, bu bitmemişlik aynı zamanda bir teh l i­ ke unsurudur Kema lizm için. İ şte bu nedenle Falih Rıfkı ısrarla Kemalizmin s istemleştiri lmesi gerektiğ i n i vurgu la­ makta; ideolojisi ciddi bir biçimde ya­ pılmadığı sürece Kemal izmin her yöne çekilebi leceğinden korkmaktadır. "B iz­ de ara sıra gördüğümüz bu kargaşal ık, programımız olmamasından, hatta ek­ sik olmasından deği l, Kemalizmin ide­ olojisinin yapılmamasından, her tarafa çekilebilir müphem ve umumi esaslar bir takım ları n ı n hoşuna gitmesinden­ dir." (Atay, 1 932) Fal i h R ıfkı bu end işeyi dile geti rd inuşmak güçleştiği gibi, Kemalizmin bu dönemdeki performansına dair yapılacak bir çözümleme de ancak "aşırı bir yo­ rum" olabilir gibi gö rünüyor. O rtada üzerine konuşulabilir müşahhas bir Ke­ malizm olmadığından, Kemalizmin 1 950 sonrasında hegemonik bir ideoloji per­ formansını gösterip gösteremediği, ilk bakışta anlamsız ya da içinden çıkılmaz bir sorudur. Ne var ki, bir hayalet durum olarak da olsa, devam eden mevcudiyeti, Kemalizmin 1950 sonrasında hegemonik bir performans gösterip göstermediği so­ rusunun tümüyle iptal edilemeyeceğini gösterir. Bütün bu belirsizlik durumunda Kemalizmin performasına dair halen ge­ çerli bu soruyu cevaplamak için başvuru-

K

M

A

Z

M

v

ğinde yıl 1 932'dir, ancak arzuladığı bu ideoloj i hiçbir zaman net bir biçimde oluşmamış olmalı ki yıllar sonra 1 965 yıl ında yazd ığı İnanç ad l ı kitapta, her partinin Atatürkçü olduğundan, ancak bu sis perdesinin altında gerçek varl ık­ larını ve emellerini gizlediğinden şi ka­ yet etmektedir. Sonraki y ı l l arda Ata­ türkçül üğü anlatan kitaplar yazması da hiç şüphesiz bu endişenin ve hayal kı­ rıkl ığının bir sonucudur. Fal ih Rıfkı'nın 1 9 5 0 ' l erde ve 1 960' larda yazd ıkları kaygan b i r zem inde tak ı l ı p kalan ve fark l ı aksesuarlarla her amaca uyduru­ lan bir giysi hal ini alan gerçek Atatürk­ çülüğü anlatmak, öğretmek ve koru­ mak ister gibidir. Peki F a l i h R ıfk ı ' n ı n gözünde Ata­ türkç ü l ü k ned i r ? O öncel i k l i olarak Kemal izmin Türkiye'ye özgü bir ide­ oloji old uğunu vurgu lamaktadır. Top­ l umsal örgütlenme toprağa bağlı ola­ rak gel işmekted ir: "İçtimai organ izas­ yon demek, insan ları n hayatını, mu­ ayyen bir toprak parçasında ve muay­ yen b i r devirde tanzim eden en uy­ gun m ü esseselerin hepsi d emekti r." lacak makul b i r yol , meseleye Kemaliz­ min hegemonikliği açısından bakmak ye­ rine, bu dönemde hegemonik olmuş ide­ oloji-programların Kemalistliği açısından bakmak olabilir. Meseleye bu açıdan ba­ k ı l d ı ğ ı n d a , s o n u ç o r ta d a d ı r : tıpkı 1930'lardaki gibi, 1 9 5 0 sonrasında da, Kemalizmin hegemonik bir ideoloji ol­ duğunu gösteren güçlü bir işaret yoktur. Bu aşırı yoruma imkan veren tespit şu­ dur: 1 9 5 0 sonrası Türkiye siyasetinde popüler-ulusal tahayülleri örgütlemiş gö­ rünen belli başlı programların esas sabit­ leyeni Kemalizm o lmamıştır. Sırasıyla söylersek, ne 1950'lerin "Yeter, Söz Mille­ tindir"i, ne 1960'ların "Büyük, Kalkınan Türkiyesi" , ne l 9 7 0'lerin "Halkçı Dü-

H

G

M

O

N

Y

A

?

(Atay, 1 9 32) Nas ı l faşizm italya'nın, komünizm de Rusya' n ı n kendine has koşu l ları n ı n bir sonucu olarak ortaya ç ı km ı şsa Kema l i z m de Türkiye' n i n koşu l ları n ı n bir ürünüdür. Fal i h Rıfkı bu tezini Kemalizmin pragmati k yü­ züyle il işki lendirmekted ir. Zaman za­ man komün izm ve faşizmi de "hayat denen korkunç real iten in bağrı ndan sö k ü l m ü ş f i k i r l e r i n ka l ı b ı " (Atay, 1 93 2) olarak tan ı m lasa da bu vurgu Kemalizm ba hsi nde çok daha yoğun bir biçimde yer almaktad ır: "Mosko­ va'da kitap hayatı, bizde hayat kitabı zorlamışt ı r." " Nazariye ezberc isi de­ ğ i l , hayat ve rea l ite a d a m l a r ı y ı z . " (Atay, 1 93 2) Fal i h Rıfkı, Mustafa Kemal'i ve onun düşünces i n i incelerken tem elde hep yoz laşmış ve kokuşmuş olan eskinin karşıtı olan genç ve yeni m i l lT devlet temas ı üzerinde d u rm uştu r. M u stafa Kemal ve onun Cumhu riyeti 1 9 1 8'in karan l ığında doğmuş olan bir güneştir adeta ve Kemalizmi mu hafaza etmek için yap ı l m ası gereken en önem l i i ş "Kemalizmin Türk ve Türkiyeci, müszen"i, ne de 1980'lerin "Çağ Atlamacılı­ ğı" esas olarah Kemalist ya da Atatürkçü­ dür. 1 2 Diğer bir deyişle, toplumsal rıza­ nın örgütlenmesi üzerinden ve ulusal­ popüler bir tahayyüle denk düşecek bir adlandırmalar/çağırmalar toplamı olduğu öne sürülebilecek bu programların hiçbi­ rinin başat sabitleyeni Atatürkçülük/Ke­ malizm olmamıştır. 13 Başat sabi tleyeni Atatürkçülük görü­ nen 1960 ve 1980 darbe programları ise oldukça kısa bir zaman zarfında, popü­ lerliği kuşku götürmeyecek iki programa yerlerini bırakmışlardır. Bu durum, bu iki programın hegemonik kapasitesinin sınırlarını göstermektedir. llkinde kentli yeni sınıfların popüler desteğini arkasına

67

K

68

M

A

ta kil ve istiklalci karakterine candan bağlı kalmak"tır (Atay, 1 932). Her tür irredantizmin redd idir bu an layış. Ona göre Mustafa Kemal'in cumhuriyeti la­ ik m i l li bir devlettir. N itekim Falih Rıf­ kı Kema l i zm i n en büyük düşman ı n ı şeriatç ı l ı k ol arak görmekted i r. Hatta Osman lı miras ı diye bir şey de söz ko­ nusu değ i l d i r ve " k ı rtasiye ve maaş imparatorluğunun" sona erişini kutla­ mak gerekmektedir. Mustafa Kemal'in devri mlerinin Falih Rıfkı'nın gözünde­ ki önemi tek bir sözcükle özetlenebi­ l i r: Batı l ı laşma. Modern bir devlet ay­ gıtından harf devri m i n e, otoriteryen terbiye metotlarından laisizme ve hat­ ta faşizm ve komünizm övgüsüne her yen i l i k, temelde Bat ı l ı laşmaya yönel ik bir adımdır. MOSKOVA VE ROMA

Moskova ve Roma; bu iki sözcük belki de Atatü rkçü l ükten son ra F a l i h Rıf­ kı'nın kelime dağarcığında en ön sıra­ da yer al maktad ır. Birçok Türk ayd ını ve siyaset adamı gibi Fal ih Rıfkı da ge-

alan sanayi burjuvazinin tarım ve ticaret burjuvazisiyle olan çatışmasını sanayi burjuvazisi lehine düzenleyen, ikincisin­ deyse genel olarak Türkiye burjuvazisi­ nin emekçi sınıflarla olan çatışmasını burjuvazi lehine sonuçlandıran bu iki müdahale, düğümleme/sabitleme nokta­ sını Atatürkçülüğün oluşturduğu dar darbe programlarıyla hegemonik olama­ mış ya da olmaya devam edememiş, di­ ğer bir deyişle geleceği vaat edememiş­ ler, ancak düğümleyen/sabitleyen unsu­ run Atatürkçülük olmaktan çıktığı iki hegemonik program-ideoloj iye (büyük ve çağ atlayan Türkiye programları) ge­ çiş sağlamışlardır. Bu itibarla, bu iki dar­ be programının hegemonikliği meselesi

z

M

rek faşizmin gerekse komünizmin oto­ riter disiplin mekan izmalarından etki­ lenmiş; bu ideolojilerin yeni insan ya­ ratma yolunda kitleleri harekete geçir­ menin ve eğitmenin tek yolu olduğuna inanmıştır. Fal i h Rıfkı'n ı n 1 930'lu yıl­ larda yazdığı yazılar sert bir parlamen­ ter demokrasi eleştirisiyle doludur. İtal­ ya' da Fransız demokrasis inin mümkün ol amayacağ ı n ı açıkl arken, m i l letleri zayıflatan bir prensip, demokrasi bile olsa doğru değildir demekte ve daha da ileri giderek milletlerin zaman za­ man bir di ktatöre i htiyaç duyduk ları görüşünü savunmakta, güçlü bir devlet kavra m ı n ı benimsemekted ir. N itekim İtalyan faşistleri ni Kuvayı Mill iyecilere benzetmekte, sınıf fark l ı l ı kları n ı orta­ dan kald ı ran korporatist ekonom i n in Türkiye'de de uygulanmasının gerekti­ ğini savunmaktadır. "Faşizm, mevcut s ı n ıfların şiddetl i ve müzmin kavgas ı n ı men etmeğe ve uz laştırmağa çal ışıyor: Kemalizm, he­ n üz sınıf kavgası doğmamış bir yurtta, demokrasi salgın ları n ı n yerleşmes i n i menedecektir. Bizde şimdilik i k i s ı n ıf temel bir belirsizlik içerir. Esas sabitle­ yenlerinden birisi Atatürkçülük olan bu darbe programlarının her ikisi de, esas sabitleyenleri arasında Atatürkçülük ol­ mayan hegemonik iki programa eşik oluşturmuştur. Ö te yandan, 1950 sonrasının hegemo­ nik üç programın Kemalizmle olan iliş­ kisinin aynı kıvamda olmadığını da be­ lirtmek gerekir. Açıktır ki, bu program­ ların her biri Kemalizmle farklı geçitler üzerinden köprü kurmuş tur. Yine de, kabul etmek gerekir ki, bu programlar arasında, Kemalizmle en "yakın" müna­ sebet kurmuş görünen 1970'lerin halkçı­ lığı bile, Kemalizmle ancak özel bir "ye­ niden-canlandırma" ü zerinden ilişki

K

E

M

A

Z

M

v

vard ır: Garp l ı ve şark l ı s ı n ıf. B iz bü­ tün s ı n ıfl a r ı n garp l ı laşmas ı n ı , fakat garp memleketlerindeki sın ıfların has­ ta l ı k l a r ı n ı a l m a m a l a r ı n ı i sti yoruz . " (Atay, 1 932) Bu satırlar Falih Rıfkı'nın Kemalizmi­ nin ana eksen i n i n Batı l ı laşma hedefi olduğunu bir kez daha hatırlatmakta­ dır. Komünizm sınıf mücadelesi ilkesi­ ne dayandığından Falih Rıfk ı ' n ı n (ve Kemal izmin) benimsediği "sın ıfsız, i m­ tiyazsız toplum" an layışıyla çel işmek­ ted ir el bette. Ancak Moskova'nın Ke­ malizm için taş ı d ığı en büyük önem, kitlesel bir Batı l ı laşma hareketi olması­ d ı r. Bir kült olarak şefin varl ığı, propa­ ganda ve "yığın sanatları" bakımından son derece zengi n bir kaynaktır Mos­ kova'n ı n başard ı kları . Fal i h Rıfkı 'nın 1 930'lardaki yaz ı la­ rındaki göndermeler genelde bu iki si­ yasa merkezine yönelik övgü lerle do­ luyken 1 960' lara gelind iği nde yazarın söyl e m i nde kayda değer bir deği ş i m göze çarpmaktadır. 1 930' 1arda parla­ menter demokrasiyi eleştiren, d iktatör­ lerin gerekl i l iğinden dem vuran Falih

H

G

M

O

N

Y

A

?

Rıfkı, 1 960' 1ara gelindiğinde Kemaliz­ min bir demokrasi ve hürriyet savaşı olduğunu, Mustafa Kemal'in d i ktatör lafını duymaktan bile rahats ız olduğu­ nu anlatmaktadır. 1 930'larda överek bahsettiği, san ı l d ığı gibi k ı z ı l bir ce­ hen nem olmadığını ortaya koymaya çal ıştığı Sovyetler B i r l i ğ i ' n i n yeri n i 1 960' larda çok farkl ı ve olumsuz bir Sovyetler B i rl iği resm i almaktad ı r. Bu deği ş i m d e h i ç şüphesiz 1 9 60' l a rda Türkiye'de ivme kazanan sol hareket­ lerin Falih Rıfkı'da yarattığı end işen in ve rahatsızl ığın etkisi büyüktür. Sosya­ l izmin sadece gelişmiş Batı ü l kelerinde özgürce yaşayabi ldiğini, Doğu'da ise üniformal ı bir sosyalizmin ortaya çıktı­ ğını düşünen Falih Rıfkı bir kez daha Batı l ı laşma konusundaki ısrarı n ı ve ha­ yal k ı rı kl ı ğ ı n ı vurgu lamaktad ı r. Ata­ türkç ü l ü k düşüncesini Cum huriyet' i n i l k yıl ları nda d isipl in ve otorite temala­ rı ü zer i n d e i n şa e d e n F a l i h R ı f k ı , 1 960' lara gel i nd iğinde demokrasi ve hü rriyet sevdalısı bir ideoloj iden bah­ setmektedir. CH P'ye olan i nancı ise eskiden olduğu gibi güçlüdür.

69

1 kurmuş ve Kemalizmi başat sabitleyen olarak kullanmamıştır. Takdir etmek ge­ rekir ki, 1 9 70'lerin Halkçı D azeni'nin halkçılığıyla 1 9 3 0' ların Kemalizminin halkçılığı arasında benzerlikten çok farklılık vardır. 1970'lerin halkçılığının, 1 930'larda olduğu gibi, egemenliğin kay­ nağı olarak ulusun çıkar çatışması içeri­ sinde olmayan yekpare bir topluluktan oluştuğu fikrine gönderme yapan korpo­ ratist bir halkçılık olmayıp, kapitalist bir ulusal pazarın gelişmesi ve kentlerin bü­ yümesiyle mümkün olan modern çatış­ ma biçimlerinden mustarip olma koşul­ larında adalet nosyonuna işaret eden bir halkçılık olduğunu iddia etmek müm­ kün görünmektedir. 14

IY.

Kemalizmin bir "her şey ve hiçbir şey" ol­ ması ve buna bağlı olarak da, "somut ve genel bir siyasi programın başat ideolojik sabitleyeni olmama hali" aşağı yukarı 1990'lara kadar devam edecektir. Bilindi­ ği üzere, doksanların ortalarından itiba­ ren bu durum değişecek ve Atatürkçülük olarak Kemalizm, kısmen 1930'lardakine benzer bir biçimde, yeniden, ancak bu kez hemen hemen tamamıyla Atatürk sembolizmi üzerinden, devletin esas ak­ tör olduğu sistematik bir inşa ve ıslah programının ideolojik sabitleyenlerinden biri olacaktır. Aslında, Kemalizmin tarihsel seyri açı-

K

70

M

A

sından bakıldığında, doksanlı yılların ol­ dukça " tutarsız" bir momente denk düş­ tüğünü teslim etmek gerekir. Pek iyi bi­ lindiği üzere, l 990'ların sonuna doğru kanlı canlı bir ideoloji-program olarak karşımıza yeniden dikilmezden hemen önce Atatürkçülük-Kemalizm, aşağı yu­ karı en zayıf anlarından birisini yaşamak­ taydı. Ancak, en zayıflamış göründüğü bu anda, Atatürkçülük-Kemalizm yeniden, hem de hiç hafife alınmayacak bir biçim­ de ve aşırı bir sembolizmı s üzerinden gö­ rünür oldu ve değinildiği gibi, bununla kalmayıp, genel bir siyasi programın ba­ şat ideolojik sabitleyenlerinden biri oldu . llk bakışta tutarsız görünen bu durumun açıklanması i çin, yeniden Kemalizmle Türkiye modernleşmesi arasındaki ilişki­ ye dönmek gerekiyor. Yukarıda aktarıldığı üzere, 1950 sonra­ sında Atatürkçülük/Kemalizm Türkiye modernleşmesinin stratejik hedefi olan modern, ulusal ve seküler bir devlet-top­ lum fikrine çekilmiş ve adeta onunla öz­ deşleşmişti. Oysa, bütün bir doksanlar boyunca Türkiye'nin tecrübe ettiği genel siyasi, kültürel ve iktisadi süreç tam da bu stratejik hedefin her üç ayağını birden zayıflatan bir toplam süreç olarak yaşan­ dı. Bir yandan, siyasal lslam'ın yükselişi ve Kürt direncinin ayrılıkçı bir programla bütünleşme eğiliminin güçlenmesi, öte yandan, SSCB'nin çöküşü, Körfez Savaşı, küresel bir ekonomi ve siyasetin usul usul güçlenmesiyle oluşan yeni 'uluslara­ rası' ortama uyum sağlama sancısı, hep birden, Türkiye modernleşmesinin asgari zeminini oluşturan sacayaklarını sarsar oldu. Çünkü, bütün bu gelişmeler, üzeri­ ne aşağı yukarı genel bir uzlaşmanın ol­ duğu Batılı, seküler ve ulusal bir Türkiye projesini aşındırma ihtimali arz ediyordu. Görünen odur ki, Atatürkçülük/Kema­ lizm'in 1990'lardaki garip serüveni tüm bu devasa toplam süreçle alakalıdır. Bir yanda, Atatürkçülük/Kemalizm'le özdeş­ leşmiş olan Batılı, seküler, ulusal Türkiye

z

M

fikrinin sosyolojik ve siyasi manada güç­ ten düşmesi Kemalizmin -kayda değer bütün ideoloj iler için bir vazgeçilmez olan- "geleceği vaat etme" kabiliyetini za­ yıflatırken, beri yanda da, anılan bu top­ lam sürece karşı gelişen tepkilerden olu­ şan bir genel refleks Kemalizme yeniden kan vermeye başladı. Diğer bir deyişle, doksanlarda karşısına dikilen güçlü di­ renç, modern, seküler ve ulusal Türkiye fikrini yeniden canlandırdı. Nitekim, bü­ tün askeri ve devletlu niteliğine rağmen 28 Şubat'ı hafife alınamayacak bir popü­ ler-siyasi destekle donatan da bu sürecin ta kendisidir; ya da bü tün bu sürecin Türkiye'nin modernlik serüveninin esası­ na ilişkin olarak cereyan etmesiyle bağ­ lantılıdır. Bu noktada kritik olan şudur: modern, seküler ve ulusal Türkiye fikri, kendisini aşındıran bu sürece tepki olarak yeniden canlanırken, gerek temel toplumsal sınıf ya da aktörlerin organik bir ideoloji örgüt­ lemekteki kifayetsizlikleri, diğer bir deyiş­ le, ortada bu tepkiyi anlamlandıracak en­ telektüel ve moral bir önderliğin mevcut olmayışı ve gerekse de, anılan bu tepkiyi kışkırtan, genelleştiren ve örgütleyen esas unsurun askeri bürokrasi oluşu, modern, seküler ve ulusal Türkiye'nin "muhafaza­ sı" programının başat ideolojik sabitleyen­ lerinden birinin Atatürk sembolizmi ol­ masına yol açtı ya da bunu kolaylaştırdı. Dolayısıyla, Atatürkçülük/Kemalizm bu­ gün otuzlarda arz etmiş olduğu bir özelli­ ği yeniden arz eder görünmektedir: genel bir siyasi programın başat ideolojik göste­ reni olmak. Ne var ki, Atatürkçülük/Ke­ malizm bugün, otuzlarda sahip olmadığı bir özelliği daha arz eder gibidir. Görünen odur ki, Atatürkçülük/Kemalizm bugün daha önce sahip olmadığı bir performansı sergiler olmuştur. Bugün, aşırı bir sembo­ lizm olarak Atatürkçülük/Kemalizm ve işaret ettiği modern, seküler ve ulusal Türkiye'nin "muhafazası" programı, esas olarak ordunun önderlik ettiği devlet bü-

K

M

A

Z

M

v

H

G

M

O

N

Y

A

?

71

rokrasisince örgütlenmekle birlikte, sivil toplum nezdinde hacimli bir karşılık bu­ lan genel bir program haline gelmiş du­ rumdadır. Kabul etmek gerekir ki, bugün 28 Şubat'la simgelenen bu program, lstan­ bul'un büyük burjuvazisinden alt-orta sı­ nıf kentlilere, pop yıldızlarından yüksek yargıçlara, ev kadınlarından generallere, Ege ya da Akdeniz köylülerinden lstan­ bul'un yeni profesyonellerine açılan geniş bir toplumsal yelpazede karşılık bulmuş­ tur. Bu hal, Kemalizmin tarihsel seyrinde önemli bir dönüm noktasıdır. Anlaşılan odur ki, Atatürkçülük olarak Kemalizm, genel bir siyasi programın başat ideolojik gösterenlerinden biri olarak sivil toplum nezrinde ilk kez kayda değer bir karşılık bulmuştur. Keza, görünen odur ki, esas olarak Kemalizm üzerinden düğümlenen bir temel siyasi program ilk kez kayda de­ ğer bir toplumsal onay üzerinden genel­ leşmektedir. Bütün bu yeni hal ve performans neyi

göstermektedir? Atatürkçülük olarak Ke­ malizmin ilk kez hegemonik bir ideoloji niteliği kazanmış olduğunu mu? Belki! Sivil toplum nezdinde kayda değer bir karşılık bulmuş olmasına ve toplumsal onay üzerinden genelleşme yeteneğini kazanmış görünmesine rağmen, Kemaliz­ min hegemonik olup olmadığına ilişkin bu tereddütün kaynağını açıklamak gere­ kiyor. Aldığı toplumsal onaya rağmen, Atatürkçülük olarak Kemalizmin bugün entelektüel ve moral bir önderlik kurup kurmadığı ya da bir an için kurmuş oldu­ ğunu varsayarsak bu önderliği devam et­ tirip ettiremeyeceğinin oldukça belirsiz oluşu bu tereddütün esas sebebidir. Atatürkçülük olarak Kemalizmin akıbe­ tine dair bu belirsizliğe mahal verense Ke­ malizmin doksanlarda yeniden canlandı­ rılmasında tayin edici olan modem, sekü­ ler ve ulusal Türkiye'nin "muhafazası" programına genel bir restorasyon progra­ mının eşlik ediyor oluşudur. Diğer bir de-

K

72

E

M

A

yişle, bugün sivil toplum nezrinde kayda değer bir onay bulmuş görünen bu prog­ ram, sökülme ihtimali güçlü, temel bir di­ kişlilikle "malüldür". Görünen odur ki, bugün modern, seküler ve ulusal Türki­ ye'nin muhafaza edilme projesi, Türkiye'yi soğuk savaş sonrasının küresel dünyasın­ da oluşan yeni mevzilere uygun olarak restore etme projesine teğellenmiş durum­ dadır. Mevcut halde, gereklilikleri farklı bu iki projeyi aynı anda işaret edebilmesi­ ne rağmen, bugünün Kemalizminin bu özelliğini koruyup koruyamayacağı belir­ sizdir. Aşırı bir genelleştirme üzerinden söylersek, bu belirsizliğin esas sebebi, 20. yüzyılın başında pürüzsüz olarak bir araya getirilen Baulı ve ulusal olma hallerinin,16 2 1 . yüzyılın başındaki beraberliğinin artık gerilimli bir beraberlik haline gelmiş ol­ masıdır. Diğer bir deyişle, bugün Baulı ol­ makla ulusal olmanın gereklilikleri arasın­ da artık birebir bir örtüşme durumundan bahsetmek mümkün değildir. Nitekim bu durum, bugünün A tatürk­ çülerinin garip heterojenliğinde de ken­ disini göstermektedir. Bugün gözlenen, Atatürkçülüğü, laiklik ve ulusallık ekse­ ninde ve (emperyalist-küresel) B atı'ya karşıtlık üzerinden kodlayanlarla, laik­ lik, ulusallık ve artık küreselleşmecilik demek olan Batıcılığı bir arada kodla­ mak isteyenler arasında, ileride nasıl çö­ züleceği belirsiz bir gerilimin mevcut ol-

z

M

duğudur. Açıktır ki , sırasıyla söylersek, siyasal lslam'ın ve etnik canlanmanın "pençesine" bırakılamayacak bir seküla­ rizm ve ulusallık üzerinde uzlaşmalarına rağmen, ulusallığın küresel bir iktisat ve siyasetçe aşındırılmasına karşı çıkmak ya da çıkmamak bu gerilimin esasını oluşturmaktadır. Ne var ki, anılan bu ge­ rilimin telif edilip edilemeyeceği, edildi­ ğinde Kemalizmin bu günkü genel işa­ retleyen olma statüsünü koruyup koru­ yamacağı , geleceğin açıklığından kay­ naklanan bütün belirsizliğe rağmen, bir muamma da değildir. Görünen odur ki , lslam'ın siyasal niteliği ve Kürt direnci­ nin ayrılıkçı programlarla bü tünleşme temayülü zayıfladıkça, Türkiye'nin 1990 sonrası dünyada oluşan yeni mevzilere ve küresel iktisada uyum gösterecek bi­ çimde restore edilmesinin gereklilikleri, modern, seküler ve ulusal Türkiye'nin muhafaza proj esinin gerekliliklerinin önüne geçecek ve anılan belirsizlik bu yeni duruma uygun olarak telif edilecek­ tir. Ancak bu yeni duruma uygun siyasi programı sabitleyen ideolojik adlandıra­ nın esas olarak Kemalizm olup olamaya­ cağı ya da böylesi bir programın entelek­ tüel ve moral bir önderliğe denk düşe­ cek bir adlandırmalar toplamım örgütle­ yip örgütleyemeceği, hiç şüphesiz, Tür­ kiye siyasetinin geleceğe açıkhğınca ta­ yin edilecektir. O

D İ PNOTLAR Hegemonya kavram ı, bu çalışma içerisinde, A. Gramsci'den E. Laclau ve Ch. Mouffe'a uza­ nan bir düşünsel devamlılık içerisinde kavran­ maktadır. Bu kavrayışa göre, hegemonya ön­ celikle bir söylemin ya da ideolojinin, toplum­ salı radikal bir açıkl ı k olarak kuran farkların kimilerini (başka eklemleme girişimleri tara­ fından alt edilmeye müsait bir biçimde) ek­ lemleyerek, belirgin bir biçimde bir grup ya da sınıfa dair olmaktan, bunları temsil etmek­ ten kurtulmasıyla ve hep eksik ya da kısmi ol-

maya mahkum bir genelli!ji ya da evrenselli!ji temsil etmesiyle alakalıdır. Açıktır ki, bu kada­ rıyla, di!jer bir deyişle, bir imkansızlık olarak toplumsalı mümkün kılan farklararası bir ek­ lemleme prati!jine sınırlı olarak hegemonya, modern siyasetin ontolojisine içsel olup, bü­ tün ideolojilerin neredeyse kaderidir. Bu du­ rumda, hegemonik kapasiteleri itibariyle ide­ olojiler, söylemler ya da toplumsal ufuklar arasında "halen" bir ayırım yapabilmek için, hegemonyanın toplumsala dair bir ufkun ulu-

K

M

A

Z

M

V

E

sal düzeyde bir popülerli!:ji (eksik-) temsil ede­ bilecek bir eklemlemeler toplamını becerebil­ mesiyle, üstelik bu temsili toplumsal rızanın örgütlenmesi üzerinden gerçekleştirmesiyle de ilgili oldu!:junu eklemek gerekir. Di!:jer bir deyişle, peşinde oldu!:ju adlandırmanın/ça!:j ır­ manın kayda de!:jer bir popülerli9e denk düş­ mesi ve zor yerine, esas olarak rızanın örgüt­ lenmesi üzerinden gerçekleşmesi, toplumsala dair b i r ufkun hegemonik addedilebilmesi için elzemdir. Hegemonya kavramına dair bu kavrayışın döşendi!:ji temel metinler için bkz. A. Gramsci, Prison Notebooks, Lawrence and Wishart, Londra, 1 97 1 ; E. Laclau & Ch. Mouf­ fe, Hegemony and Socia/ist Strategy, Verso, Londra, 1 985; E. Laclau, New Reflections on the Revolution of Our Time, Verso, Londra, 1 990; Ch. Mouffe "Hegemony and ldeology in G ramsci", Ch. Mouffe (der.) Gramsci and Marxist Theory, Routledge and Kegan Paul, Londra, 1 979. 2

CHF başkanının cumhurbaşbanı, başkan yar­ dımcısının başbakan, genel sekreterinin içişle­ ri bakanı ve il başkanlarının vali olmasını ön­ gören düzenlemelerin akabinde, parti genel sekreteri Recep Peker Türkiye Cumhuriye­ ti'nin 'dünyadaki ilk parti-devleti' oldu!:junu duyurmuştur. 8kz. C. Koçak, "Siyasal Tarih (1923-1 950)", Sina Akşin (der.), Türkiye Tarihi iV Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, lstanbul, 1 990.

3

Bunu, Avrupa'da mutlakıyetçi devletin ortaya çıkmasıyla başlayıp Fransız Devrimi'yle zirvesi­ ne ulaşan modern hükmetme biçiminin kuru­ luşu olarak da adlandırmak mümkündür.

4

Burada önemli bir noktaya işaret etmek ge­ rekiyor. Kemalizmin alt ya da bertaraf etti9i öteki eklemleme girişimleri, di9er bir deyişle, öteki görme biçi m l eri, yuka rıda aktarı lan şimdi-geçmiş geri l i minde kategorik olarak geçmiş düzlemine ait görme biçimleri de!:jil­ di. Başka b i r ifadeyle, C u m h u riyet'i kuran kadronun bütün iddialarına ra9men, Kema­ lizmin a ltetti9i görme biçimlerinin tümünün "gerici" görme biçimleri oldu9unu savunmak mümkün de!:jildir. Kemalizmin altetti9i gör­ me biçimleri arasında, Türkiye modernleşme­ sinin sacaya9 ı n ı o luşturan merkeziyetçi lik, m i l l iyetçi l i k ve s e k ü l a r i z m i K e m a l izmden farkl ı, daha mutedi l biçimlerde eklemleyen ideoloji ve programların oldu9unu kabul et­ mek gerekir. Bunun anlaşılması için, Terakki­ perver Cumhuriyet Fırkası programının genel bir okuması bile yeterlidir. Böylesi bir oku­ manın gösterece!:ji gibi, Kemalizmin altettik­ leri arası nda geçmişin kalıntıları oldu9u ka­ dar, merkeziyetçilik, milliyetçilik ve sekülariz­ mi jakoben-inkılapçı bir m uhteveyla eklemle­ meye muhalafet eden daha mutedil ve mu­ hafazakar bir eklemleme girişimi de vard ır. Ne var ki, Türkiye li beral leri nin zaman za­ man coşkuyla selamlad191 bu mutedil ve mu­ hafaza kar modernleşmeci l i 9 i n tıpkı Kema­ lizm gibi esas olarak elitist ve tepedenci bir modernleşmec i l i k oldu9unu da kaydetmek

H

E

G

M

O

N

Y

A

?

gerekir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın programı için bkz. M. Tunçay, T. C. 'nde Tek­ Parti Yönetiminin Kurulması ( 1 923- 1 93 1),

Cem Yayınevi, lstanbul, 1 98 1 . Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası hakkında daha genel bir de9erlendirme için bkz. E. J. Zürcher, Terak­ kiperver Cumhuriyet Fırkası, Ba!:jlam Yayınla­ rı, lstanbul, 1 992. 5

Kemalist ulusçulu9un, ulusal toplulu!:ju etnik­ lik ekseninde tanımlad191 ve bu itibarla da et­ nisist oldu!:juna dair kapsaml ı bir çalışma için ' bkz. A. Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilen e Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1 9 1 9- 1 938), iletişim, lstanbul, 200 1 .

6

B u devlet bürokrasi fikrini, bütün alakasına ra9men Kemalizmin iktisadi devletçilik prensi­ biyle karıştırmamak gerekir. Kemalizmin ikti­ sadi devletçili9i, esas olarak 1 929 buhranına bir cevap niteli9i taşıyan konj onktüre! bir prensip olmasına karşın, Kemalizmin zuhur etme momentinde ortaya çıkmış olmasına bi­ naen, Kemalizmin kurucu kanonu arasına ko­ nan bir ilkedir. Oysa, hem 1 927 öncesinde he­ nüz rüşeym halindeyken ve hem de 1 990'1arın küreselleşme ortamında benimsedi9i iktisadi programlar, iktisadi bir devletçili!:jin "Kema­ lizm" açısından daha konjonktüre! bir "pren­ sip" oldu!:junu gösterir. Cumhuriyet'in Büyük Buhran öncesinde takip etmiş oldu9u iktisat politikaları için bkz. K. Boratav, Türkiye iktisat Tarihi 1 908-1985, Gerçek Yayınevi, lstanbul, 1 988 ve Y. S. Tezel, Cumhuriyet Döneminin ik­ tisadi Tarihi (1923-1 950), Yurt Yayınları, An­ kara, 1 982.

7

Kemalizmin, ama daha önemli olarak Türkiye Cumhuriyeti projesinin, modernleşme-Batılı­ laşma işinde esas ajanın saray ve saray bürok­ rasisi olmaktan çıkıp, orta-alt bürokrasi oldu­ !:ju bir momentte mümkün olmuş olması ol­ dukça önemli bir duruma işaret eder. Hem Kemalizm hem de Cumhuriyet projesi, genel ilkeler üzerinden konuşul ursa, tepedenci ve otoriteryan olmalarına ra9men, Türkiye mo­ dernleşmesi açısından bakıldı9ında, siyasetin toplumsallaşma işinin daha derin leşti9i bir döneme aittirler. B u itibarla, siyasetin top­ lumsal laşması esprisinden bak ı l ı rsa, her ikisi de Türkiye modern leşmesinin görece daha demokratik bir momentine denk düşerler.

8

Baglı sınıfların rızasının örgütlenmesi üzerin­ den entelektüel ve moral liderli!:jin ele geçiril­ mesi Gramsci'nin hassasiyetle üzerinde durdu­ gu bir meseledir. 1 860'1arda ltalyan Birli9i'nin saglanmasıyla sonuçlanacak Risorgimento ha­ reketini Fransız Devrimi'yle yapılan bir karşılaş­ tırma üzerinden çözümleyen Gramsci, köylülü9ün rızasının kazanmayı beceren Jakobenlerin bu türden bir l iderli9i ele geçirmiş olmasına karşın, ltalyan Birli!:ji peşindeki Mazzini ve Ga­ ribaldi'nin bu türden bir rızayı örgütleyememiş oldugunu ve dolayısıyla, ltalyanın demokratik cumhuriyetle sonuçlanacak jakoben tarzı bir devrim f ı rsat ı n ı kaçırd ı g ı n ı i d d i a eder. A. Gramsci, Prison Notebooks. ss. 106- 1 1 4.

73

K

9

74

M

z

A

K e m a l i z m e top l u m s a l b i r a k i s s a ğ lamayı amaçlamaları (bunu k ısmen başard ı klarına şüphe yoktur) itibariyle Kemalist ideolojinin organikleşme süreci içerisinde değerlendirile­ bilir özellikler arz etmelerine rağmen, bu ku­ rumların, son tahlilde, devletin kurumları ol­ duklarını ve kurulma ve faaliyet biçimlerinin tamamıyla yukarıdan-aşağı olduklarını belirt­ mek gerekiyor. Köy Enstitüleri ve Halkevleri üzerine bir değerlendirme için bkz. M. Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, iletişim Ya­ yınları, lstanbul, 1 999, 4. bölüm.

10 öte yandan eklemek gerekir ki, hakimiyetini tesis etmede toplumsal rızanın örgütlenmesi­ ni önemsememesi ve ulusal-popüler bir tahay­ yüle denk düşen bir "adlandırmalar/çağırma­ lar" toplamını örgütleyebilen genel bir ente­ lektüel ve moral önderlik kuramayışı itibariyle hegemonik bir ideoloji olmadığını savundu­ ğumuz Kemalizmin, toplumsalı mümkün kılan bir kısım farkı başka bir kısım farka karşı çizi­ len bir hudut (milli, seküler ve merkezi olma­ yan geçmişe karşı milli, seküler ve merkezi bir şimdı) üzerinden eklemlemiş olduğu da kesin­ dir. Bu itibarla, modern bir (program-)ideoloji olarak Kemalizmin kuruluşunun hegemonik bir pratiği içerdiği kabul edilmelidir. 1 1 1 950 sonrasında yaşanan bu dönüşüme bağlı olarak Kemalizmin görece bağımsız ve mü­ şahhas bir ideoloji olma hali de son bulmuş­ tur. Modern, ulusal ve seküler bir devlet-top­ lum fikrine çeki lmiş haliyle Kemalizm (Ata­ tü rkçü l ü k), bundan böyle genel b i r siyasi programın başat ideolojik adlandıranı olmak yerine, birtakım başka genel ideoloj i-prog­ ramların, meşreplerine uygun olarak vurgula­ dıkları, tarif ettikleri, dönüştürdükleri refe­ ranslardan birisi olacaktır. 12 Bu yazının sınırları içerisinde kabaca ve hızla hegemonik olduğu iddia edilen bu ideoloji­ programların bu niteliğinin ciddi bir tartışma konusu edilebileceği açıktır. 1 980'1erin Özalcı­ lığına dair bu türden ciddi bir tartışma için bkz. M. Tünay, "The Turkish New Right's At-

M

tempt at Hegemony", The Political and Soci­ oecomic Transformation of Turkey, A. Eralp, M. Tünay, B. Yeşilada (der.), Praeger, ABD, 1 993. 1 983 sonrası Özalcılığı değerlendiren Tünay, oldukça ikna edici bir biçimde, seksen­ lerin çağ atlamacılığının, bütün şaşaasına rağ­ men, genel bir ulusal-popüler tahayyüle denk düşecek bir adlandırmalar çoğulluğunu kura­ madığını ve bu itibarla da hegemonik bir söy­ lem olma yolunda başarısız olduğunu savun­ maktadır. 13 Öte yandan, bu programların tümünün, Batı­ lı, seküler ve ulusal Türkiye fikrininin üzerine yükselmişliği itibariyle Kemalist olduklarına şüphe yoktur. 14 1 970'lerin halkçılığının bir başka önemli fark­

lılığı daha var gibidir: Toplumsal değişmenin esas aktörü olarak devletin yerine halkı işaret etmek. Nitekim, halkı toplumsal değişmenin esas faili olarak inşa etme fikrinin radikal ver­ siyonu Türkiye solunda devrimciliğe yol vere­ cek, Türkiye solunun yörüngesine giren Ke­ malizm de kendi kanonunda yer alan ve esas olarak toplumun devlet tarafından ıslahı ve inşası anlamına gelen inkılapçı l ı ğ ı n yerine devrimciliği kullanmaya başlayacaktır. Bilindi­ ği üzere bu yörüngeye girme durumu 1 980'1e birlikte son bulacak, 12 Eylül devrimcilik yeri­ ne inkılapçılığı yeniden yerleştirmek için özel bir çaba sarf edecektir.

1 5 Onuncu Yıl Marşı, Anıtkabir ziyaretleri, Ata­ türk rozetleri vb. bu sembolizmin temel un­ surlarını oluşturmuştur. Bu sembolizmi değer­ lendiren N. Göle, bir arınma pratiği olarak Atatürkçülüğün neredeyse dinsel bir rütüele dönüştüğünü belirtmektedir. Bkz. N. Göle, Is­ lam ve Modernlik üzerine Melez Desenler,

Metis, lstanbul, s. 9 1 .

1 6 N e diyordu Hamdullah Suphi daha 1 923 yılın­ da: "Kendimiz Avrupalı hissettikçe Türk kala­ cağız. Türklüğümüzü Avrupalı olmay a. yüz tuttuğumuz zaman bildik" aktaran, F. Ustel, Türk Ocakları ( 1 9 1 2 - 1 93 1 ) , Doktora Tezi, AÜSBF, 1 986, s.139. (iletişim Yayınları, 1 997).

Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem* N U R BETÜL ÇELiK

ürkiye Cumhuriyeti'nin resmi ve kurucu ideolojisi olarak tanımla­ nan Kemalizmin siyasal toplumsal proj esi, yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni bir kimlik ve bu yaratılmış ulus için yeni bir tarih tanımlamakla kalmamış, Türk insanı için siyasetin statüsünü ve an­ lamını da değiştirmiştir. Bir söylem olarak Kemalizm , Türk toplumunun belli bir gerçeklik duygusu ve bir toplum anlayışı kurmasına aracılık eden pratikleri, anlam­ ları ve alışkanlıkları eklemleyen bir pra­ tiktir, bunların üzerine yazıldığı bir yü­ zeydir, eklemleyici bir pratik sonucu yapı­ lanan, aslında siyasal olan toplumsal iliş­ kiler ve pratiklerden oluşan somut bir toplumsal sistemdir. Bir söylemin kurulu­ şu, bazı olasılıkların dışarıda bırakılmasını ve bunun sonucunda da farklı toplumsal

T

ajanlar arasındaki ilişkilerin bir yapılanışı­ nı kapsamaktadır. Bu, her zaman iktidar lmllanımını içeren radikal bir eylemdir. Kemalizmin söylemsel oluşumu da, karşıt konumların kuruluşunu, içeridekilerle dı­ şarıda kalanlar arasındaki siyasal sınırla(*) Bu yazıdakine benzer bir tartışma için bkz. Nur Betül Çelik (2000). "The Constitution and Dissolution of the Kemalist lmaginary." Disco­ urse Theory and Political Analysis: ldentities, Hegemonies and Social Change. David Ho­ warth, Aletta J. Norval ve Yannis Stavrakakis (der.) içinde. Manchester: Manchester Univer­ sity Press.

rın çizilmesini içerdiği için ihtidar lrnllanı­ mmı gerektirmiştir. Söylemler, dışarıda bı­ raktıkları siyasal güçlere ve kontrolleri dı­ şında gelişen olayların yerinden edici so­ nuçlarına karşı savunmasız, oluşsa! ve ta­ rihsel yapılardır (Howarth ve Stavrakakis, 2000: 4). Kemalizm de bu anlamda kırıl­ gan, oluşsa! ve tarihsel bir yapı olarak kavranmalıdır. Kemalizmin dönüşümün­ de, dışarıda bırakuğı siyasal güçlerle iliş­ kisi önemli olmuştur. Kemalizm, siyasal mücadelelerin, toplumsal taleplerin ortak dili olabildiği sürece hegemoniktir, bütün söylemsel alanı kendini evrensel kılarak tanımlamayı ve siyasal olayların yerinden edici sonuçlarını özümlemeyi başaramadı­ ğı ölçüde de hegemonik bütünlüğü çözül­ meye uğramıştır. Bu yazıda öncelikle Kemalizmin Cum­ huriyet'in ilk yıllarından itibaren söylem­ sel kuruluşu ve mitsel bir uzam olarak or­ taya çıkışı incelenecektir. Daha sonra, Ke­ malizmin mitsel bir uzamdan imgesele dö­ nüşümü 1945'ten sonraki siyasal ve top­ lumsal gelişmelerin ışığında tartışılacakur.

KEMALiST SÖYLEMiN MiTSEL BiR UZAM OLARAK KURULUŞU 1930-1945 arasında mitsel bir uzam ola­ rak ortaya çıkan Kemalizm, Osmanlı lm­ paratorluğu'nun çöküşünü izleyen yapı-

K

76

E

M

A

sal yerinden oluşların sonuçlarını düzel­ tecek yeni bir düzen anlayışını temsil eder. Önerilen, laik, modern ve Baulı yeni b i r Türk kimliğinin yaratılmasına ve Türk ulusunun bölünmemiş, türdeş ve uyumlu bir bütünlük olarak temsiline da­ yalı bir düzendir. Türdeş toplum mitinin iki işlevi vardır: Tek Parti rejimini meşru­ laştırma ve bir dizi yapısal yerinden olu­ şun yazımlanabileceği bir yüzey oluştur­ ma. Temsil edilenle temsil uzamı arasında bir simetri varsayan mit, kendi somut içe­ riğiyle, yani Kemalist düzenin özgül da­ yanaklarıyla, genel evrensel düzen ihtiya­ cı arasındaki uzaklığı yok sayar. Kemalist düzen, düzen ihtiyacını karşılayan, alter­ natifi olmayan evrensel bir düzene dönü­ şür. Mit, cumhuriyetle Türk ulusunun doğası (cumhuriyet, Türk ulusunun do­ ğasına en uygun yönetim biçimidir) , mo­ dern Batı ile Türklük (Türk ulusu, mo­ dern Batı dünyasında hak ettiği yere ka­ vuşacaktır. Batılılaşma, Türk ulusunun karakterine uygundur) , Türk toplumu­ nun sınıfsız doğası ve Tek Parti rej imi arasında bir dizi eşdeğerlik kurar. Birinci Dünya Savaşı'nın s onundan Cumhuriyet'in ilanına kadar askeri ve si­ yasal alandaki bütün iktidar mücadelele­ rinden zaferle çıkan Kemalist gü çler, Cumhuriyet'in ilanını izleyen dönemde kendi söylemlerinin sınırlarını çok daha açıklıkla ifade edebilecek bir durumday­ dılar. Toplumun ilerlemesi ve kalkınması için 'doğru' yolu ortaya koyma hedefi bu söylemin temelini oluşturuyordu. Batılı­ laşma ve m odernleşme , 'doğru' yolun adıydı. Mustafa Kemal (Atatürk) tarafın­ dan kurulan (Cumhuriyet) Halk Fırkası, cumhuriyetçi ideallerin peşinde, bir deği­ şim aracı olarak tasarlanmıştı. Fırka, ku­ ruluşunu izleyen yıllarda giderek siyasal pratiğin merkezi haline geldi: Fırka'nın varlığından ve eylemlerinden bağımsız herhangi bir siyasal etkinlik düşünmek olanaksızdı. Bunun nedeni, Fırka'nın ulu­ sa, ulusun devlete, dolayısıyla Fırka'nın

z

M

aynı zamanda devlete özdeş sayılmasıydı. Fırka programları, devlet ve yurttaşlar arasındaki sınırları açık biçimde çiziyor, yurttaşların ve devletin siyasal edimleri­ nin alanını tanımlıyordu. Devlet-parti öz­ deşliği nedeniyle, programlar, anayasalara eşdeğer kurucu metinler sayılıyordu. Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 1 9 3 1 ve 1 935 programları, Türkiye Cumhuriye­ ti'nin resmi ideolojisinin temel ilkelerini belirten metinlerdir. Programlar kısadır; bunlarda sıralanan ilkeler ayrıntılı biçim­ de tanımlanmamıştır. Yine de, özellikle başka metinlerle birlikte okunduklarında, Kemalizmin siyasal proj esini yorumla­ mak için yeterli temeli sunarlar. Kemaliz­ min ideolojik karakterinin belirginleştiği. ilk belge olan 1 93 1 programı Kemalizmle özdeşleşmiş olan altı ilkeyi sayar ve ta­ nımlar: Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçı­ lık. Yazının izleyen bölümünde bu altı il­ kenin çerçevesinde Kemalist söylemin bir çözümlemesi yapılacaktır. Türk aydınlarının bağlandıkları ilk dü­ şünce sistemlerinden biri olan halkçılık, Jön türklerden beri, p ozitivist bilimsel ilerleme düşüncesi üzerine temellenen toplum proj elerinin kurucu öğesidir. Mo­ dernleşme ve Batılılaşma yolunda yapılan reformların kaynağında halkçı modern­ leşme kuramlarının yattığı, halkçılığın Türkçü ve Baucı politikaların temel söy­ lemi olduğu söylenebilir. Halkçılık, Cum­ huriyet'e ruhunu veren bir ilke olarak Ke­ malist rejimin de çekirdeğini oluşturmak­ tadır. Bu nedenle halkçılık, Kemalist söy­ lemin işleyiş mantığının daha iyi anlaşıl­ masını sağlayan tek ilkedir. Bundan yola çıkarak, Cumhuriyet Halk Fırkası'nın programlarında sayılan ve o zamandan bu yana Kemalist ideolojinin sınırlarını çiz­ diği kabul edilen altı ilkenin halkçılık te­ melinde yorumlanmasında yarar vardır. Burada önerilen, Kemalizmi basitçe halk­ çılığa indirgemekten çok, halkçılığı bü­ tün Kemalist ilkeleri bir arada tutan ve

K

E

M

A

L

i

Z

M

:

H

E

G

E

M

onları yeniden anlamlandıran bir kurucu öğe olarak ele almaktır. Kemalist halkçılığın siyasal b oyutu, onun cumhuriyetçilik ilkesiyle bağlarını aydınlatarak ortaya konulabilir. Cumhuri­ yetçiliğin özü, Anadolu'da, ulusal müca­ delenin halkçı söylemi içinde şekillenen ve ifadesini bulan ulusal egemenlik dü­ şüncesidir. O dönemde ifade edildiği biçi­ miyle ulusal egemenlik düşüncesi, Os­ manlı devlet kuramından bir kopmayı temsil ediyordu. Buna göre, meşruiyet, Tanrısal iradenin bir sonucu olmaktan çı­ karılıyor; iktidarın kaynağı, halkın alanına taşınıyordu. O güne değin salt kültürel bir kategori olarak görülen 'halk' kavramının siyasallaştırılması, kamusal alanın genişle­ mesini beraberinde getirdi. Ulusal ege­ menlik ilkesinin tanınmasıyla, halkın si­ yasete katılmasının önündeki engeller ku­ ramsal olarak kaldırılmış oluyordu. "Ege­ menlik, kayıtsız şartsız milletindir. " , "hal­ kın kendi kaderini tayin hakkı" gibi ifade­ ler, bu erken dönem halkçılığına aittir. Halkçı ideallerin bu ifadesinde, 1920'le­ rin ortalarına doğru başlayan ve özellikle Tek Parti döneminde belirginleşen bir de­ ğişimden söz etmek mümkündür. Ulusun kayıtsız şartsız egemenliği ilkesi aynı kal­ makla birlikte, etki alanı başka bir halkçı ifadeyle daraltılıyordu: hükümet etmek, "halkı, halk için, halka rağmen" yönet­ mek demekti. Bu ifadeyle kendilerini temsil organıyla, yani meclisle özdeşleşti­ ren Kemalist seçkinler, cumhuriyetçi ide­ alleri halk adına gerçekleştirme görevini üstleniyorlardı. Hedef, kimi zaman halkın iradesiyle çelişse de gerçekleştirilmeliydi. Halkçılığın bu iki çelişik önermesinden il­ kinin bir halk hükümeti gerektirmesine karşılık, ikincisi, seçkinlere, halkı halka rağmen yönetme hakkını vermekle halk hükümeti düşüncesini etkisiz kılıyordu. Böylece meclis, siyaset yapmanın müm­ kün olabileceği tek alan haline geliyor ve siyasal katılımın alanı daraltılıyordu. Siyasal halkçılığın bir başka boyutu,

O

N

I

K

B

1

R

S

Ö

Y

L

E

M

cumhuriyetin seçkinler ve halk arasında­ ki tarihsel kopukluğun aşılmasına imkan veren tek rej im olarak düşünülmesinde yatmakta dır. Tıpkı Osmanlı .kültürel Türkçülüğünde olduğu gibi, Kemalist seçkinler için de, halk romantik bir kav­ ramdı. Halk kavramının idealleştirilmesi, halk ile seçkinler arasındaki açıklığın ka­ patılması hedefi ve Cumhuriyet içinde aydınların büyük başarılara halktan ala­ cakları esin ve güçle ulaşabilecekleri dü­ şüncesi, halkçılığın bu romantik boyutu­ nu tanımlamaktadır. Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'in kuruluşunun birinci yıl­ dönümünde Vakit gazetesinin yaptığı bir röportajda söylediği biçimiyle, uzun yıllar siyasete yabancı kalan Türk ulusu, so­ nunda kendi doğasına en uygun yönetim biçimini cumhuriyet ile bulmuştur: "Türk milletinin tabiat ve şiarına en mutabık olan idare, Cumhuriyet idaresi­ dir. Bir senelik hayat, bu hakikati bütün vuzuhiyle ispat etmiştir. Türk milleti ha­ kimiyetini en şümullü surette tecelli etti­ ren yeni idareye kavuşuncıya kadar daima mevcu t müessesat-ı siyasiyeye yabancı kalmıştır" (Söylev ve Demeçler III: 106-7) . Bu düşünce, Cumhuriyet öncesi döne­ min halkçılık anlayışıyla bir süreklilik ta­ şımaktadır. Bu dönemin halkçılık anlayı­ şı, ulusun önüne hedef olarak sürekli ilerlemeyi koymaktadır. Bu hedefin ger­ çekleştirilmesinin ise üç koşulu vardır: Türk ulusunun özelliklerine uygun bir ilerleme siyasetinin ortaya konulması, yö­ netimde aydınların öncü rolünün kabul edilmesi ve aydınların halka yönelmesi­ nin ve halkla bütünleşmesinin bir gerek­ lilik olarak tanınması. Bu dönemde halk­ çılığın ana temalarının, ulusal egemenlik, aydınların refahı gerçekleştirmedeki öncü rolü, halkın erdemi ve ulusal kalkınma olduğu söylenebilir. Cumhuriyet'in kuru­ luşunun ardından, buna Cumhuriyet ile Türk ulusunun özü arasında doğal bir uyum olduğu düşüncesi eklendi. Bu tür bir doğallaştırma sonucu, halkçılık milli-

77

K

78

M

A

yetçilikle kaynaşmaya başladı. Halk kate­ gorisi yerini ulus kategorisine bıraktı. Halkçılık açısından Cumhuriyet döne­ minin söylemsel stratejisinin, Cumhuri­ y e t ö n c esinden farklı o lduğu açıktır. Halkçılık, bu dönemde söylemde yerini korumasına karşın, seçkinci bir milliyet­ çilikle özdeşleşmeye başladı. Ancak, bu stratej ik değişim, iki dönem halkçılığı arasında özellikle demokratik idealler açı­ sından bir kopma olduğu biçiminde anla­ şılmamalıdır. l 920'lerin halkçı söylemi, aydınların pozitivist ideallerden beslenen " toplumsal mühendislik" rolünü vurgula­ yan, bu anlamda da "halka doğru gitme" düşüncesini siyasal açıdan anlamlı bir dü­ şünce olmaktan alıkoyan bir özelliğe sa­ hipti. Bir başka deyişle, bu dönemin söy­ lemi, halk kültürünü romantik biçimde yüceltmenin ötesine geçip halk kavramı­ na siyasal bir içerik kazandıramadı. Bu n edenle, "çoğulculuk" , "halkın kendi kendisini yönetmesi" gibi demokratik ideallerle örtüşen kavramlar, bu söylem içinde demokratik eğilimi yalnızca bir potansiyel olmaktan çıkartacak güce sa­ hip değildi. Tersine, romantik halk kavra­ mı, devlet, ulus (halk), parti ve lider ara­ sında Cumhuriyet halkçılığının ayırıcı özelliği olan dolaysız bir örtüşmeye ze­ min hazırladı. Cumhuriyet döneminin halkçılığı, halk egemenliği kavramını tür­ deş, birleşmiş ve uyumlu toplum miti te­ melinde vurgulamaya başladı. Cumhuriyet düşüncesi ile Tek Parti halkçılığı arasındaki çelişki, Batılı anlam­ daki siyasal parti kavramının tem elde toplumsal sınıflara dayandığı ve çok par­ tili rejimlerin farklı sınıfların temsiline olanak veren rejimler olduğu, oysa sınıf­ ların olmadığı bir toplumda Rousseaucu bir anlamda "genel iradeyi" temsil eden Tek Parti'nin ulus egemenliğini gerçekleş­ tirmek için yeterli olduğu düşüncesiyle aşılmaya çalışılır: Ulus, bir bütün olarak, ulusal kurtuluş hareketinin sembolü olan parti tarafından temsil edilecektir.

z

M

"Muassır medeniyetler seviyesine ulaş­ ma" ideali, Batılılaşma-modernleşme yo­ luyla ilerleme tasarısının bir ifadesiydi. Kemalizm, kendisini , bu idealin gerçek­ leştirilmesinin tek yolu olarak sundu. Bu , toplumsal alanın yanlış özdeşlik formla­ rından arındırılması talebini doğurdu. llerlemenin toplumsal birlik ve uyumun sağlanması temelinde gerçekleşebileceği inancı, farklı kimliklerin değişen taleple­ rine kapalı bir siyasal ve toplumsal örgüt­ lenme modelinin benimsenmesine yol aç­ tı. Sarıbay'ın ifadesiyle, Kemalist seçkinle­ rin cumhuriyeti bir ilerleme ve gelişme ölçütü olarak görmeleri, siyaseti seçkinle­ rin söz sahibi olabilecekleri bir alan ola­ rak tanımaları, kamusal alanın toplumsal taleplere açık bir dönüşüm yaşamasını engelledi ve siyasette seçkinlerin Osman­ lı'dan beri süregelen sorgulanamaz ege­ menliğini perçinledi (1992: 37). Böylece Kemalizmin siyasal projesi, bir yandan Cumhuriyet'e, ulusal egemenlik ülküsünü en iyi uygulayan ve temsil eden yönetim biçimi olarak bağlanırken, öte yandan , Cumhuriyet'i her tür tehdide karşı korumak adına halkın karar alma süreçlerine katılımını engelleyen politika­ lar önermekten geri durmadı. Bu söylem içinde halk, hem birtakım temel, saf de­ ğerlerin taşıyıcısı olarak romantikçe yü­ celtiliyor, hem de yine romantik bir tavır­ la her türden gerici (irticacı), rejim karşı­ tı, komplocu faaliyetlerin kaynağı olarak yadsınıyordu. Milliyetçiliğin Kemalist yorumu, para­ doksal oluşumu açısından ilginçtir. Ke­ malist milliyetçilik, son derece farklı ve çatışan millet (ulus) kavramlarına daya­ nır. Söyleme örnek oluşturabilecek me­ tinler içinde, birbiriyle çelişen en az iki ulus kavramına rastlamak mümkündür: Tarihsel bağlam içinde ortaya çıkan her değişimle birlikte Kemalistler, farklı milli­ yetçi proj eler uyarladılar. Kimi tarihsel anlarda, modernleşmeci tutumlarını Batı­ lılaşmış ve modernleşmiş bir toplum adı-

K

E

M

A

L

i

Z

M

H

E

G

E

M

O

N

I

K

B

I

R

S

Ö

Y

L

E

M

79

na geleneksel düzeni kökünden söküp at­ maya vardırdılar. Ancak, Kemalizmin ta­ rihi içinde Türk toplumunun kültürel, ta­ rihsel ve coğrafi profilinin "ulus" tanı­ mında çok daha önemli bir yere sahip an­ lar da oldu. Aralarında tarihsel bir aralık olmadan da, aynı metin içinde bile, farklı milliyet­ çilik kavrayışlarını bir arada b u lmak

mümkündür. Kemalizmin farklı milliyet­ çilikler arasında gidiş gelişi, Kemalist si­ yasetin yüzeyinde meydana gelen kayma­ ların çerçevesini de çizdi. Ulusal kimliğe dair önermelerin muğlaklığı ve kararsızlı­ ğı, Kemalistlerin tarih boyunca birbirin­ den keskin biçimde farklı siyasal strateji­ leri benimsemeleri sonucunu doğurdu. Bu aynı zamanda, Kemalist siyasi pratik-

K

M

A

Şükrü Kaya H A K K I U YA R

80

Devlet ve siyaset adamı Şükrü Kaya 1 883 İstanköy'de doğdu. i l k ve ortaöğ" ren imini doğduğu yerde yaptı, Midi l l i İdadlsi'ni bitirdi. İstanbul'a giderek Ga­ l atasa ray S u l tanls i ' n e g i rd i , b u rada okurken aynı zamanda Hukuk Mektec­ bi'ne devam etti . 1 908 yıl ında Hukuk Mektebi'n i bitirince Paris'e gitti ve bu­ rada Hukuk Fakültesi'ni bitirdi (1 91 2). Türkiye'ye dönünce hariciye vekaleti umum-u ticariye şubesinde katiplikle devlet hizmetine başladı. 1 91 3'te Edir­ ne s u l h haki m l i ğ i , 1 9 1 4'te m ü l kiye müfettişliği yaptı. Ayn ı yıl Bulgarlarla birl ikte kurulan Mübadele-i Ahali Muh­ telit Komi syon larında görev ald ı . İz­ mir'deki Rum tehcirini de denetlemekle görev l e nd i r i l d i . Aşa i r ve Muhacirin (Aşiretler ve Göçmenler) Genel Müdürü oldu. Bu görevi dolayısıyla Anadolu'da ve l ra k'ta denetlemel erde b u l u nd u (1 9 1 6). 1 91 7 yıl ında birinci sınıf mülki­ ye müfettişliğine atandı; 1 91 8'de göre­ vinden istifa ederek İzmir'e gitti. Buca Sultanisi'nde bir süre öğretmenlik yaptı. Mondros Mütarekesi' nden sonra İz-

ler içinde, geniş bir çeşitlilikle eklemlen­ melerin olabilmesine de zemin hazırladı. Ö rneğin, Cumhuriyet Halk Fırkası'mn 1931 programında milliyetçilik ilkesinin tarifinde, milliyetçiliğin siyasal anlamı öne çıkmaktadır. Halk özgürlüğü ve ege­ menliği doktrinine dayanan bu tarif, ön-

L

z

M

mir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Ce­ miyeti'ne girerek dış ilişkiler bölümün­ de çal ışt ı . M i l li Mücadele için yaptığı çal ışmalar yüzünden tutuklanarak, İs­ tanbul'daki Bekirağa Bölüğü'ne gönde­ rildi. İstanbul'un işgalinden sonra 67 ar­ kadaş ı y l a b i r l i kte Ma lta' ya s ü rü l d ü (1 920). Malta' dan kaçarak Avrupa'ya gitti. Bir süre İtalya ve Almanya'da kal­ dıktan sonra Anadolu'ya geldi ve Milli Mücadele'ye katı ldı. 1. Lozan Konferan­ sı'na giden heyette danışman olarak ça­ l ı ştı (1 922). Konferansta bulunduğu sı­ rada İzmir Belediye Başkanlığı'na seçil­ di. 1 923 y ı l ında Menteşe m i l letveki l i olarak TBMM'ye seçildi ve 1 924 yılın­ da İsmet Paşa Hükümeti'nde tarım ba­ kan lığı yaptı. Fethi Bey kabinesinde dı­ şişleri bakanl ığına getiri ldi; hükü metin istifasıyla bu görevden ayrı ldı. Üçüncü dönemde ( 1 9 2 7) M u ğ l a m i l l etvek i l i olan Şükrü Kaya, dördüncü İsmet Paşa kab inesinde içişleri bakan l ığında bu­ lundu (1 927). Bundan sonra Atatürk'ün ölümüne kadar kuru lan bütün h ü kü­ metlerde aynı görevi sürd ürdü. 1 1 y ı l içişleri baka n l ı ğ ı yapan Ş ü krü Kaya, Atatürk döneminde en uzun süre ba­ kanlık yapan kişilerden biridir (bir diğe­ ri de 1 3 y ı l d ışişleri baka n l ı ğ ı yapan Tevfik Rüştü Aras'tır). 1 936 y ı l ı nda CHP genel sekreterl i­ ği nden a l ı nan Recep Peker' i n yerine CHP genel sekreterliğine getirildi. Bu göreve getirildiğinde içişleri bakanı idi ve her iki görevi de 1 938 yılına, Ata­ türk' ün ö l ü m üne kadar sürdürdü (1 1

celikle Türk toplumunun u luslararası topluluk içindeki yeri ve statüsüne dikkat çeker. Ulusu halk egemenliği ve halk ira­ desi ile özdeş sayar ve egemenlik hakkını vatan toprakları sınırları dahilinde kulla­ nacak bir devlet ve bu durumu garantile­ yen bir siyasal toplum öngörür. Uluslara-

K

E

M

A

L

i

Z

M

H

E

G

E

M

Kasım 1 938). Peker ve Kaya, Tek Parti döneminde CHP'nin en güçlü iki genel sekreteri olarak nitelenebilir. Çok partili dönemde de CHP Kasım Gülek ve Bü­ lent Ecevit gibi güçlü genel sekreterlere sahip ol muştur. Kaya'nın içişleri bakanı iken, CHP genel sekreterliğine getiril­ mesi onun parti içinde gücünün artma­ s ı n ı sağladı. Ayrıca bu uygulama, Ba­ tı'daki benzer otoriter tek parti lerden, özell ikle de faşist partilerden farkl ı bir yönte m d i . Faşist yö neti mlerde parti devlete hakim olurken, Türkiye'de dev­ let partiye hakim oluyordu. İçişleri ba­ kanı C H P genel sekreteri, Val i ler de CHP il başkanı oldu. Söz konusu uygu­ lama 1 939 yıl ına kadar, 3 yıl sürdü. C H P içerisindeki gruplaşmaların ve ülkedeki önceliklerin değişmesinin de etkisiyle, 1 93 7'de İsmet İ nönü başba­ kan l ı ktan alındı ve yerine Celal Bayar getiri ldi. Bayar' ı n başbakanlığa getiril­ mesinde kend isinin ekonomik alandaki başarı ları büyü k ro l oynad ı . Çünkü, 1 930'1arın Türkiye'sinin temel sorunu ekonomik kalkınmayd ı. Atatürk'ün has­ tal ığının artmas ı üzerine, onun yerine kimin geçeceği sorunu gündeme geldi. Atatürk' ü n yak ı n ı nda yer alan Tevfik Rüştü Aras ve Şükrü Kaya, İ nönü'nün cumhurbaşkanı olması n ı engellemeye yönelik çalışmalar yapmaya başlad ılar. Artık sadece bir mil letvekili olan İnö­ nü'nün tamamen siyasal yaşamdan tas­ fiyesi amaçlan ıyord u . İzledikleri yön­ temlerden biri İ nönü'nün yurtdışına elçi olarak gönderi lmesiyd i . Aras, İnönü'ye

rası topluluk karşısında toprak bütünlü­ ğünün ve bağımsızlığın garanti altına alınması, bu milliyetçiliğin temel hedefle­ rinden biridir. Türkiye'nin eşit haklarının dünya uluslarınca tanınması, ulus-devle­ tin kuruluşu açısından temel koşul olarak belirtilir. Programda, ulus-devletler ara-

O

N

I

K

B

1

R

S

Ö

Y

L

E

M

81

�W

' Atatürk 'e ya�ın, ğ 1a bt#�en Şükrü Kaya, !çişleri Bakanlığı ve CHP Genel Sekreterliği 'gibi liitit makamlarda bulunmuştur. Kemalizmin ideologlarından değildir; ancak "sert" ve "sadık" bir uygulayıcı olarak, rejimin otorifer·devletçi karakterini kişileştirenlerdendir. Amerika elçil iği önerd i. Bu, o günün koşu l ları düşünüldüğünde Amerika'ya gidip gelmek aylar sürecekti. Daha ön­ ce de bu yöntem Fethi Okyar, Hamdul­ lah Suphi Tanrıöver ve Yakup Kadri Ka­ raosmanoğlu'na uygulanm ı şt ı . İ nönü teklifi reddetti. Bu kez, Aras ve Kaya se­ çimleri yen ileyerek (erken seçim kararı aldırarak) İnönü'yü saf dışı etmek istedi­ ler. Ancak, Atatürk'ün erken ölümü bu planın gerçekleşmesini engelled i . Kaya ve Aras, İnönü'nün yerine bir başkası­ nın cumhurbaşkan ı olması n ı istiyordu. Adaylar arasında en güçlü olanların ba­ şında Genelkurmay Başkan ı Mareşal

sında uyumlu ve eşitlikçi ilişkilerin tesisi­ ne, siyasal toplumun egemenlik hakları­ nın güvence aluna alınması açısından ha­ yati bir önem atfedilir. Milliyetçilik, kendine bir hedef ilan eder: "Yurtta sulh, cihanda sulh." Bu he­ def, her şeyden önce, Türk devletinin di-

K

82

E

M

A

Fevzi Çakmak gel iyordu. Çakmak ile Aras ve Kaya'nın arasının açık olması bir uzlaşmayı engelledi. Başbakan Ba­ yar da tarafsız kald ı . T BMM başkanı Abd ü l halik Renda' n ı n da ad ı adaylar arasında geçiyordu. Bir başka aday da Şükrü Kaya' n ı n ken d i s i yd i . Kaya ve Aras'ın tüm engelleme çabalarına rağ­ men, Atatürk'ün ölümü üzerine İnönü cumhurbaşkanı seç i l d i . B u , Kaya ve Aras'ın siyasi yaşamının sonu demekti . Yeni kurulan hükümette her ikisine de görev verilmedi; Kaya, genel sekreterlik görevi nden alındı. 1 939 seçim lerinde de tekrar mil letveki l l iğine aday gösteril­ med i l er. İ nönü'yü tasfiye etmek ister­ ken, Kaya'nın kendisi tasfiye oldu. Şükrü Kaya, CHP içindeki masonla­ rın önde gelenlerinden biriydi. 1 930'lu yıl larda Türkiye'de ve dünyada mason­ luk aleyhtarı kampanyalar artınca, ma­ sonlar da kendilerini savunmaya yönel­ diler. Basında M. Esat Bozkurt'un öncü­ lük ettiği bir tartışma başlad ı. Parti için­ deki masonlar ve mason luk karşıtları karşı karşıya geldi. Kaya, Atatürk'ün is­ teği ile mason locaları n ı n kendilerini feshetmelerini sağlad ı . Böylece, parti içindeki masonlar ile masonluk karşıtla­ rının çatışması önlenmiş oldu (1 935). Şü krü Kaya' n ı n i ç i ş l eri baka n ı ve CHP genel sekreteri olarak yaptığı bir­ çok konuşma broşür olarak yayımlandı . B u kon uşmalarda, biri nde, 2 0 Şubat 1 938 tarih inde Halkevlerinin 6. açılış yı ldönümünde yaptığı konuşmada Ke­ malist rej imi şöyle tan ıml ıyordu:

ğer siyasal toplumların egemenlik hakla­ rını ve toprak bütünlüklerini tanıdığının ve kendi haklarının da benzer biçimde di­ ğer devletler tarafından tanınmasını bek­ lediğinin bir ifadesidir. Bu, uluslararası topluluğa verilen bir garantidir: Türk Devleti, Birinci Dünya Savaşı sırasında

z

M

"Menfi muzır elemanları memleketin ve milletin bünyesinden çıkarmak ve atmak bu memleketin ve milletin millf seciyesini koruyarak müsbet ilmin ve modern tekniğin bütün icaplarını tatbik etmek ve Türk milletini tarihte layık ol­ duğu yüksek hayat ve medeniyet sevi­ yesine çıkarmak, istihsal sahasında bil­ hassa nüfusta kemmiyetle beraber key­ fiyeti de arttırmak işte: Türk devletinin kurumunu ve Atatürk inkılabının gaye­ sini hülasa eden esaslar. Cihan buna Kemalist rejimi diyor. Biz Türkler buna Atatürk inkılabı di­ yoruz. Ancak ve ancak bu inkılabın ve prensiplerinin memleketimizi koruya­ cağına ve istiklalini kurtaracağına geç­ mişteki, etrafımızdaki ve önümüzdeki bin bir misal ile inanıyoruz". Siyaset i n yan ı s ı ra yazarl ı k yapan Şükrü Kaya, Daniel De Foe'dan Robin­ son Crouse ( 1 923), Henri Berau'dan Şişko (1 924), Charles Rist ve Charles G i de'den Günümüze Kada r iktisadi Mezhepler Tarihi (1 92 7), Bukley'den Eski Yunan Masalları ve Mathiez'den Fransız İhtilali (1 950) ad l ı eserleri dili­ mize çevirdi. Ş. Kaya, Malta'da sürgün­ de iken Şişko'yu çevirmiş, bu metinle sürgündeki arkadaşlarına Fransızca ça­ lıştırmıştı. Cumhuriyet gazetesinde ma­ ka leler yazan Şükrü Kaya ' n ı n 1 9 2 7 1 937 yıl ları arasındaki konuşmaları ve yaz ı ları da k itap olarak yayı m l an d ı : Şükrü Kaya, Sözleri- Yazıları, 1 9271 937, Birinci Kitap (İstanbul, 1 937). Ek­ rem Ergüven tarafından derlenen bu ya-

kaybettiği topraklar üzerinde hiçbir hak talep etmeyecek ve egemenlik hakkını Misalı-ı Milli ile çizilen sınırlar içinde kullanacaktır. Bu barış ve uyum arayışı, bir bütün ola­ rak uygarlığın gelişimi açısından da önemlidir. Yine de, Türk toplumu gibi

K

E

M

A

L

i

Z

M

H

E

G

E

M

zı ve sözlerinin devamı yayım lanama­ d ı . Ergüven'in bel irttiğine göre, bunlar üç cilt olarak yayımlanacaktı. İkinci cil­ di bakan l ığı dönem indeki raporları ve umumi emirleri; üçüncü cildi ise, ba­ kanlığa gelmeden (1 927 öncesi) sözle­ rini ve yazı larını içerecekti. Ayrıca, Şük­ rü Kaya ' n ı n 1 9 3 5 - 1 9 3 8 y ı l ları ndaki söylevlerin i n bir böl ümü, Tü rkçe ve Fransızca broşür olarak çıktı. İ s m et Bozdağ ' ı n bel irttiğine göre, Şükrü Kaya anıları n ı da yazmış, ancak yayım lamam ıştı . Bu anı ları üç klasör halindeydi ve ölümünden sonra orta­ dan kaybolmuştu . Kaya'n ı n anı larında Atatürk ve İ nön ü'yü anlattı ğ ı n ı i l eri s ü ren Bozdağ, a n ı ları n ça l ı nd ığ ı ve bundan da İ nönü'nün sorumlu olduğu i m a s ı n d a b u l u n ma ktad ı r ( Bitmeyen Kavga, Emre Yay., İstanbul, 1 995). Do­ ğan Hızlan ise bir yazısında Şükrü Ka­ ya' n ı n "özel koleksiyonunun" tasnif ed il meden Beyazıt Devlet Kütüphane­ s i ' n d e b u l u n d u ğ u n u bel i rtmekted i r (Hürriyet, 2 7 Kasım 2000). Şükrü Kaya Kemalist ideolojinin te­ orisyenlerinden biri değildir. Onun dik­ kat çekici özel l iği Kemalist ideolojinin halka nasıl aktarılacağı/ Kemalist "terbi­ yenin " ve "politikanın " kitlelere nas ı l verileceği yönündeki çabalarıdır. Kaya, Kemalist ideoloj inin bel li başlı uygula­ yıcılarından birisid ir. Kaya içişleri bakanı ve C H P genel sekreteri ol arak Kema l ist ideoloji n i n hem dev l et kademel eri nde v e parti i ç i n d e hem de top l u m s a l yaşa mda

O

N

I

K

B

1

R

S

Ö

Y

L

E

M

(Halkevleri aracılığı ile) egemen ol ma­ sı yön ünde önem l i çabalar sarf ett i . Toplumun v e devletin modern leşti ri l­ mesi bu dönemde temel sorundu. Ka­ ya ve kuşağ ı n ı n top l u m u ve dev l eti modernleştirme amaçlarının temel da­ yanağı bir daha çöküş tehl i kesi i le kar­ şı karşıya kalmamaktı . Şükrü Kaya devrim i n amacını şöyle an latıyor: "Cumhuriyet Halk Partisi'nin prensipleri evvelemirde modern bir devlet kurmaktır. (... ) Asırların gösterdi­ ği tarihin seyri ispat etmiştir ki modern tekniğin ve ekonominin, maliyenin tek­ nik ve müspet icaplarına gündelik ha­ yatlarını ferdi olarak ve cemiyet halin­ de uydurmayanlar daima geri kalmaya mahkumdur/ar. İlerlememek gerilemek, ezilmek demektir. ... Devletler arasında . . . geri kalmak çiğnenmek demektir. Çiğnenmemek için Türkün her gün da­ ha fazla ileri adım atması lazım ve şart­ tır. Biz yakın mazinin bıraktığı boşluk­ ları doldurmakla mükellef olduğumuz gibi atiye de çocuklarımıza hiçbir fena miras bırakmamak mecburiyetinde bu­ lunan nesiliz. Mazide zamanda ve me­ kanda yapılan hataları az zamanda te­ lafi ederek istikbali ona göre hazırla­ mak lazımdır. Yalnız mazinin kusurları­ nı itiraf etmek ve yahut örtmek kafi gel­ mez. İstikbalin de icaplarını ona göre hazırlamak iktiza eder. Bu vasfı haiz olmayan devletlerin bilhassa Türk dev­ letinin istikbalinden dahi şüphe edile­ bilir. Atatürk'ün kurduğu prensiplerin asliyeti budur".

83



bağımsızlığını henüz kazanmış ve mo­ dernleşme yolunda büyük bir atılım ger­ çekleştirmesi zorunlu bir ulus için bunla­ rın önemi taruşmasız daha büyüktür. Mo­ dernleşmecinin hedefi, toplumun gelişen uygarlığa eşit koşullarda katkıda buluna­ bilecek biçimde seferber edilmesidir. Do-

layısıyla devlet, yalnızca ilerlemeyi değil, ulusun çağdaş uygarlığa eşit katılımını da garanti aluna almakla yükümlüdür. Türk milliyetçileri, toplumu bu hedef doğrultusunda seferber etmeye çalıştılar. Bir dizi duygu ifadesi, deyim ya da deyiş, veya pratik, onların bu çabasına siyasal

K

84

E

M

A

meşruiyet kazandırmakta araç oldu. iddi­ a ları, diğerlerinden farkı olmayan bir devlete sahip olmaktı. Devlette ulusun (laik aydınların) özlemlerinin vücut bul­ duğunu düşündüler. Otorite ilişkilerinin nihai laikleşmesi, sırasıyla saltanatın ve halifeliğin kaldırılmasında ifadesini bul­ muştu. Bu, geleneksel bağların ve yapıla­ rın daha rasyonel ve bilimsel olanlarla yer değiştirmesi demekti . Böylece, bir yandan modern anlamda yurttaşlığa ge­ çiş başarılırken bir yandan da devasa bir devlet aygıtı yaratılmıştı. Bir kez daha, bu kez milliyetçilik vurgusuyla, Cumhu­ riyet, devleti bir değişim aracı olarak ta­ nımlamış oluyordu. Diğer siyasal milli­ yetçiliklere benzer bir yol izleyen Kema­ list milliyetçilik, devlete, toplumun mo­ dernleşme doğrultusunda dönüştürülme­ sinde merkezi bir rol yükledi. Milliyetçilik, devletle toplum, siyasal olanla siyasal olmayan arasındaki ilişki sorununa bu temel üzerinde bir yanı t öneriyordu. Ancak, bu, "gerçek bir çö­ züm" değildi: Milliyetçiler, siyasal olanla olmayan arasındaki ilişkilerin muğlaklığı­ nı, kamusal olanla özel olan, toplumsal olanla, kültürel olan ve siyasal olan ve toplumla devlet arasındaki ayrımları yok etmek suretiyle kötüye kullandılar (Bre­ uilly, 1 994: 1 12). Devlet, yalnızca ulusal değerlerin ve duygu örüntülerinin değil, her şeyiyle ulusun ifadesiydi. Böylece, Kemalist mit, devletle ulus arasındaki, temsil edenle edilen arasındaki açıklığı ortadan kaldırdı, kendi düzen anlayışına evrensel bir değer atfederek iktidar talep­ lerine meşruiyet kazandırdı. Kısacası, bu özdeşlikten meşruiyetini alan milliyetçi seçkinler, oyunun kurallarını belirleme gücüne de sahip oldu. Toprak bütünlüğü, ulusa! bağımsızlık, kesin tisiz ilerleme, toplumsal değişim, milliyetçi seçkinlerin oyunun kurallarını üzerine kurduğu ana temaları oluşturuyordu. Ulus ve devlet arasındaki özdeşlik, Kemalist söylemi erişilmez ve topluma ka-

z

M

palı kıldı. 1 93 l'de, Atatürk'ün kendisi, Türk ulusunun özelliklerini, ortak bir si­ yasal varlık (üniter devlet) , ortak bir dil, ortak bir vatan, ortak bir ırk ve köken, ta­ rihsel ve ahlaki akrabalık bağları olarak belirtiyordu (Vatandaş lçin Medeni Bilgi­ ler: 22). Türklüğü bir ulusal kimlik ola­ rak tanımlayan bu öğeler arasında din yoktu. 1 920lerin, ulusu, etnik ve kültürel açıdan çeşitli Müslüman unsurların bir birliği olarak gören anlayışı yerini, Kema­ lizmin laik toplumsal ilişkiler öngörüsü­ ne dayanan bir milliyetçiliğe bırakıyordu. Dinin ulusu tanımlayan öğelerin dışında bırakılması, birliğin vurgulanmasını ko­ laylaştırıyor ve böylece modernleşme adı­ na ulusun "Türkleştirilmesini" meşrulaş­ tırıyordu. "Türklük" salt ırksal bir kate­ gori değildi, çoğu kez "rıza" ve "irade" te­ melinde tanımlanıyordu, ancak, birliğin tehdit altında olduğu durumlarda kolayca kapsayıcı değil, dışlayıcı bir kategoriye dönüşebiliyordu. Kamusal dilden etnik farklılıkların silinmesi ise, daha dışlayıcı bir ulus kavramına kayıldığını gösterdi. Bu, Gellner'in sözleriyle, "olmadığı yerde ulusun icat edilmesi" anlamına geliyordu (Gellner, 1 964: 1 69). Ulus, artık kültürel çeşitlilik temelinde tarif edilmiyordu; farklılık, "hayali bir topluluk" olarak ulusla diğer siyasal topluluklar arasına yerleştiriliyordu. Bu yeni ulus kavrayışı, derin bir sadakat duygusu temelinde sıkı bir birlik tasarımıydı. Bu kavrayış, "Türk­ lüğü" geleneksel özdeşlik formlarına bir alternatif olarak sundu. Kemalist milliyet­ çilik, böylece, Köker'in de belirttiği gibi, halkçılık ilkesiyle çelişen bir sonuca ulaş­ tı: halk, artık milliyetçi siyasetin odağın­ da değildi. Milliyetçilik, Türk halkının özgünlüğünü korumayı değil, Türk halkı için bir özgünlük yaratmayı hedefler hale gelmişti ( 1 993: 153). Batılılaşma yoluyla modernleşme dü­ şüncesi, Kemalizmin çekirdeğini oluştu­ rur. Kemalizm, tam bu noktada bir ulus ve modernleşmenin gerektirdiği yeni bir

K

E

M

A

L

i

Z

M

:

H

E

G

E

M

insan yaratmayı hedefler. Kendisini, mo­ dernleşmiş rasyonel laik siyasal toplulu­ ğun oluşturulmasının (alternatifi olma­ yan) bir aracı olarak sun.a r. Toplumun bütününün modernleşmeci Kemalist pro­ jeye kendini adaması ulus olabilmenin, bu anlamda milliyetçi olmak da, yurttaş olmanın esas koşulu haline gelir. Bu öz­ deşlikler zinciri, bir başka sorunu berabe­ rinde getirir: meşruiyet sorunu. Gelenek­ sel olanın kamusal alanda yok sayılması, çabuk ve derin çatışmaları uyandırır. Mo­ dernleşme projesinin meşruiyetini sağla­ ma sorunu Kemalistleri, tarihe ve etnik kökenlere dönmeye zorlar. "Büyük adam­ larla ve onların kahramanlıklarıyla, par­ lak zaferlerle dolu bir geçmiş," Kemaliz­ min modernleşme hedefini gerçekleştir­ mek için hegemonik iktidarını kurarken dayandığı mitsel bir kaynak oldu. Türk ulusunun tarihi ve etnik kökenleri üze­ rinde, devlet kurumlarında araştırmalar başlatıldı. Bu araştırmalarla beslenen "et­ nik tarihselcilik" (Smith, 1 994: 1 13-121), Türk ulusunun büyük uygarlıkların do­ ğuşunda ve gelişmesinde oynadığı tarih­ sel rolün altını çizerek gerçek bir önder ve hükümet ile yeniden dünya uygarlığı­ na dahil olabileceği düşüncesine haklılık kazandırır. Bu modernleşmeci milliyetçi­ lik, görünüşte hala halkçıdır. Ancak, halkçılık folklorik bir anlatıya indirgen­ miş gibidir: halkçılık, halkın (folk) anla­ mının saf ve biricik kültürel form olarak sabitlendiği dar bir çerçeveye hapsedilir. Bu biriciklik ve saflığı, Türk ulusunun ta­ rih boyunca maruz kaldığı dinin tarihsel olarak kanıtlanmış yozlaştırıcı etkisinden arındırarak yeniden keşfetmek ve koru­ mak bu tarz bir halkçıhğın hedefi duru­ mundadır. Kemalist milliyetçi söylem, devlet ve ulus arasında dikkatli biçimde tasarlan­ mış bir ilişki öngörür: devlet ve ulus bir­ birlerinin varoluş nedenleridir. Ancak, aralarındaki ayırıcı çizgi sonuçta anlam­ sız kılınmıştır. Devletle ulusun birbirleri

O

N

I

K

B

1

R

S

Ö

Y

L

E

M

içinde erimeleri, türdeş toplum mitiyle haklılaştırılır. Kemalist söyleme, ulusal iradeyi devletle ve Tek Parti döneminde partiyle özdeşleştirerek, siyasal ve tarihsel bir varlık olarak "halk" kavramını soyut, tarih-dışı bir "ulus" kavramıyla değiştire­ rek kamusal/özel ayrımını ortadan kaldı­ rır. Bu, kamusal ve özel alanların kendile­ rinin ortadan kalkması anlamına gelir. "Kamusal ve özel alanlar arasında, insan­ ların kendilerini yurttaş olarak tanıdıkla­ rı, birbirlerini ortak bir dünyanın sınırları olarak konumladıkları bir toplumsal uza­ nım yokluğunda" siyaset varolamaz (Le­ fort, 1988: 48-9). Bu durumda, siyasal öz­ nelik ya da yurttaşlık mümkün değildir. Kemalist söylem, sınırlı temsil mekaniz­ malarının önermekte, ancak bunlar, bi­ çimsel uygulamalar olmanın ötesine ge­ çememektedir. Siyasal etkinlik, toplumsal uzamı türdeş kılmak ve farklılıkları en aza indirmek için bu sınırlı temsil meka­ nizmalarına hapsedilir. Genellikle Kemalizmin en önemli sayı­ lan ilkelerinden biri olan laiklik, iki dü­ zeyde anlaşılmaktadır: öncelikle ulus ege­ menliği kavramının bir sonucu olarak dinsel olanın siyasal alandan çıkartılması anlamında devlet aygıtının laikleştirilme­ sini ve buna paralel olarak ikinci düzeyde toplumun modern uygarlıkların dayandı­ ğı bilimsel ilkeler ve kurallara göre örgüt­ lenmesini kapsamaktadır. Laiklikle ikti­ darın kaynağı dinsel olmaktan çıkar, ege­ menlik hakkının kaynağı olarak ulusal irade/ halk iradesi gösterilir. La ikli k ilkesi bununla sınırlı kalmaz, toplumun d i nsel ve geleneksel ahlaki değerlerinin laik, rasyonel ve bilimsel değerlerle değiştiril­ mesini de kapsar. Laiklik ilkesine dayanan reform hare­ ketlerinin hedefi, "yeni insanı", kimliği­ nin ayırıcı unsuru din olan Osmanlı kimliğinin karşısında "Türk kimliğini" yaratmak biçiminde anlaşılabilir. Bu bağ­ lamda, kendine bilimsel kuralları temel edinmiş olan devletin toplumun kültürel

85

K

M

A

z

M

86

ve ahlaki yapısını dönüştürme görevini üstlenmesi yine laiklik ilkesiyle temel­ lendirilir. Söylemin yapısı içinde laiklik, çağdaş yaşama geçişin bir garantisi ola­ rak sunulur. Geleneksel ve dinsel olanla laik ve bilimsei (rasyonel) olan arasında, doğululuk, Müslümanlık ve Osmanlılık­ la Batılılık ve modernlik arasında karşıt­ lıklar kUran laiklik söylemi, bireyleri Ba­ tılı hümanist, aydınlanmacı değerleri be­ nimsemeye, düşünme ve muhakeme et­ me tarzını bilimsellik ve rasyonellik öl­ çü tünde değiştirmeye, halkın düşünüş tarzını belirlediği düşünülen hurafe ve inançları kökünden yok etmeye ve yeni toplumun temeline pozitif ve deneysel bilimlerin bakış açısını yerleştirmeye dö­ nük bir tasarıdır. Söylemin temel çizgisi, dini siyaset-dışı, inanca dair her şey gibi özel alana ait saymaktır. Meşru ve meşru

olmayan dinsel etkinlikler arasında ke­ sin bir ayrım öngörülür. Bu ayrımın ve genelde dinsel alanın denetimi devletin elindedir. Ancak Kemalist ulus-devlet içinde dinin konumu her zaman kararsız ve muğlak olmuştur. Burada anlatılmak istenen, Ke­ malist devletle onun "Müslüman" yurttaş­ ları arasındaki gerilimli ilişkidir. Kemalist laiklik söylemi, bir yandan lslam'a karşı kuşkucu davranır ve dinin toplum haya­ tındaki rolünü sınırlamaya çabalarken, öte yandan da meşruiyetini sürekli balta­ layan, yurttaşlarının çoğunun kimliklerini inançları temelinde tanımlamakta olduk­ ları gerçeği karşısında kırılgandır. Bu du­ rum, geçerli düzenle düzenleme-yönetme işlevi arasındaki açıklıkla açıklanabilir. Kemalist laiklik, yeni bir kimlik ve yeni bir düzen kurma iddiasındadır; lsliim ise,

K

E

M

A

L

i

Z

M

:

H

E

G

E

M

bu kimliğin ya da düzenin varlık bulması­ nın olanaksızlığını sürekli hatırlatan yapı­ sal açıklığa işaret eder. Kemalist söylem içinde bu gerilimi aş­ mak üzere üç ayrı söylemsel stratej iye başvurulur. Ilki, lslam'ı Cumhu riyet'in gerçek düşmanı olarak yadsıyan dışlayıcı bir mantığa dayanır. Ö tekinin bir ya/ya da ilişkisi içinde köktenci biçimde yadsın­ ması söz konusudur. Ancak, Ö tekinin bir yadsımaya konu olabilmesi için bir kimli­ ğe gereksinimi olması, bu kimliğin yadsı­ yan tarafından yeniden kurulmasını ge­ rektirir. Bu da, tam anlamıyla yok sayma­ nın mümkün olmaması anlamına gelir; böylece, önerilen stratej i , gerilimi çöz­ mekte başarısızlığa uğramış olur. !kinci strateji, dini bütünüyle yadsımak yerine Türkiye Cumhuriyeti'nin herhangi bir inancı resmi din olarak tanımasının laiklik ilkesi gereği mümkün olmadığını vurgulayarak, dinin alanını sınırlamaya yöneliktir. Dünyevi olan, yani ulusa ve devlete ait olan işlerde dinin yol gösterici olamayacağı kabul edilir. Böylece laiklik ilkesinin din ve devlet işleri ayrımına da­ yalı bir yorumuna da ulaşılmış olur. Bu yorum, dinin ait olduğu inanç alanının "kabul edilebilir bir lslam" tanımı çerçe­ vesinde laikleştirilmesi edimini de içerir. Buna göre, kişiselleştirilmiş, rasyonelleş­ tirilmiş ve siyasetten arındırılmış bir ls­ lam, kabul edilebilir bir inanç formu ola­ rak tanınmaktadır. Söylemde, bu formun, özünde, kökeninde rasyonel ve bilimsel olan "gerçek" lslam'ı temsil ettiği iddia edilir. Böylece devlete, laiklik ilkesinin gerçekleştirilmesi çerçevesinde, inancı, hurafelerden, mitlerden, dogmalardan ve her türlü sapkın yorumlardan arındırma görevi de verilmektedir: "İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dini­ miz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü di­ miz akla, mantığa, hakikate tamamen te­ vafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla mantı­ ğa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavanini tabiiyeyi ilahiye

O

N

I

K

B

1

R

S

Ö

Y

L

E

M

beyninde tezat olması icabederdi." (Söy­ lev ve Demeçleı; II: 98) (. . . ) "Efendiler, yapmakta olduğumuz inkı­ lapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti hal­ kını tamamen asri ve bütün mana ve eş­ kaliyle medeni bir heyeti içtimaiye haline isal etmektir. Inkılabatımızın umdei asli­ yesi budur. Bu hakikati kabul edemiyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslan­ dıran uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler kamilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkansızdır" (Söylev ve De­ meçleı; II: 224). Üçüncü strateji ikincisine yakındır: Is­ lam değil; fanatikler ve fanatiklik redde­ dilir. Halkın inancını sömüren siyasetçile­ re karşı geliştirilen bu strateji güçlü bir halkçı vurguya sahiptir. Ö zellikle, Cum­ huriyet'in kurulmasından önceki yıllarda, Kemalist güçlerin yaygın bir desteğe ihti­ yaç duydukları geçiş döneminde hakim olan bu söylemsel strateji, Kemalist laikli­ ğin lslam'la karşı karşıya kaldığı durum­ lardaki kırılganlığı nedeniyle hiçbir za­ man söylemsel ufuktan bü tünüyle ,silin­ memiştir. lslam'ın popüler formlarıyla ne zaman bir müzakereye girişilse yeniden ortaya çıkmaktadır. Kemalizmin altı ilkesinden beşincisi, inkılapçılıktır. 1930'larda Kemalist ilkeler oluşturulurken inkılapçılığa ikili bir işlev yüklenmiştir. Bunlardan ilki, ulusal kur­ tuluş hareketinin başarılarını korumaktır. ikincisi ise, çağdaş uygarlık düzeyine eri­ şinceye kadar değişimi sürdürmektir. in­ kılapçılığın bu ikinci yüzü, sürekli bir de­ ğişimi gerektiren yeni bir düzenin varlığı­ nı varsayar. inkılap, varolan kurumların zorla değiştirilmesinin ardından yıkılmış kurumların yerine yenilerinin kuruluşu­ nu da kapsayan iki aşamalı bir süreç ola­ rak anlaşılmaktadır (Atatürk'ten aktaran Afet inan, 1968: 259) . Kurulan yeni dü-

87

K

88

E

M

A

zen içinde, "en yüksek sivil ve modern" gerekler ve zorunluluklar çerçevesinde sürekli ilerleme öngörülmektedir. Yeni si­ yasal sistemin kuruluşuna kadar devrimci olan söylem, siyasal sistemin kurulması­ nın ardından "güçlü bir ulus-devlet", "ulusal birlik ve beraberlik", "beraberlik ve dayanışma içinde gerçekleştirilecek ekonomik ilerleme" ve "çağdaş uygarlık düzeyine erişmek için halkın ekonomik, siyasal ve toplumsal seferberliği" temaları etrafında bir değişme ve ilerleme tasarı­ mına dönüşmüştür. Kemalist inkılapçılı­ ğın önemli yanlarından birisi, toplumsal değişimin tepeden bir hamleyle gerçek­ leştirilmesi girişimidir. Kemalizm hiçbir zaman bir taban hareketi olma iddiasında olmadı. Yasama, yeniliğin gerçekleştiril­ mesinin ve topluma kabul ettirilmesinin aracı olarak görüldü. Yeniliklerin halkın direnişiyle karşılaşabileceği düşünüldü­ ğünde, halkı aydınlatmak ve yenilikleri tanıtmak üzere birtakım aracı kurumlar oluşturuldu. Ancak bu kurumların yeni­ liklerin benimsetilmesinde yeterli olma­ dığı ve yeniliklerin halk tarafından be­ nimsenmediği durumlarda ise, bunların korunmasını sağlayacak yeni kanunlar çı­ kartıldı (Köker, 1993: 1 75). lnkılapçılık, özellikle halkçılıkla ilişkisi açısından sorunlu bir ilkedir. Ö ncellkle, ulusal irade ve meclis arasındaki ilişkinin bir temsil ilişkisinden çok bir özdeşlik ilişkisi olması nedeniyle meclis kararları, meşruiyeti rızadan kaynaklanmayan, ama meşruiyeti özünde kararlardı. Bu durum, "halk egemenliği" kavramında ifadesini bulan halkçılıkla çelişmekteydi. Varolan düzenle, getirilmek istenen düzen arasın­ daki açıklıkta duran halkın eğitilmesinin, bilimsel, rasyonel, modern değerlere sa­ hip kılınmasının bu açıklığı kapatacağı varsayılıyordu. Ancak, Tek Parti döne­ minde inkılap ruhunu halka yaymak amacıyla kurulan kurumların çoğu, seç­ kinlerin temsil ettiği yeni düzenle halk arasındaki açıklığı kapatmakta başarılı

z

M

olamadı. Bunların çoğu, Tek Parti rejimi­ nin propaganda araçları olmaktan ö teye gidemedi. Kemalist söylem içinde devletçilik, bi­ reysel girişimin devlet eliyle yaratılması ve desteklenmesi anlamında salt ekono­ mik bir tercihi ifade etmez, toplumsal ya­ şamın belli ilkeler çerçevesinde, "halk için halka rağmen" örgütlenmesi hedefini de içerir. Ancak toplumun devlet eliyle endüstrileşmesi ve kapitalistleşmesi so­ nucu sınıf farklarının belirginleşmesi ve derinleşmesi, özünde Kemalist halkçılıkla çelişen bir durumdur: Halkçılık, daha ön­ ce belirtildiği gibi, türdeş, uyumlu bir toplum mitine dayanmaktaydı. Buna gö. re, Türk toplumunu oluşturan bireylerin, farklı mesleklere mensup olsalar bile, çı­ karları arasında herhangi bir çauşma söz konusu olamazdı; çünkü bunların hepsi aynı "ulusun" üyeleriydi. Buna dayanarak amaç, bı.i türdeşliği ve çıkar birliğini ko­ ruyucu önlemleri almaktı. Ancak, devlet­ çi politikaların uygulanması sonucu top­ lumsal farklılıkların varlığı yadsınamaz hale geldi; yine de sınıflar arasındaki ça­ tışma ve çelişkiler hoşgörülmüyordu. Devletçilik bu noktada, bu tür çauşmala­ rın ortaya çıkmasını önlemenin bir aracı olarak formülleştirildi. Kemalist söylem içinde devlet, geçici bir yatırımcı ya da girişimci olmanın ötesinde bir anlam taşır. Eğitim reformları, dinsel etkinlikler üzerindeki kau denetim meka­ nizması ve kültürel ve etnik farklılıkların denetlenmesi yoluyla siyasal ve toplumsal pratiğin yönetim ve gözetimi, Kemalist devlete toplum karşısında bir öncelik ve­ rir. Bu kapsamlı devletçilik, inkılapçılığın da özünü oluşturur: halkın, modern, laik, rasyonel toplumun kuruluşu için tepeden bir hamleyle seferber edilmesi. Toplumsal olana özerk bir alan tanımayan bu devlet­ çilik anlayışı , liberalizm ve sosyalizmle karşıtlıkları çerçevesinde tanımlanırken, Türk toplumunun eşsizliği temelinde de haklılaştırılmaktaydı.

K

E

M

A

L

i

Z

M

:

H

E

G

E

M

Türdeş toplum miti, Türk toplumunun tekliği ve eşsizliği, lslam'ın önerilen dü­ zene uygun rasyonel özü, Cumhuriyet'in Türk toplumunun doğasına uygunluğu . . . Bütün bunlar, Kemalizmin mitsel uzamı­ nı tanımlayan temalardı. Her mit gibi Ke­ malizm de, kendisine bir evrensel doğru1uk atfederek içeriğini tanımlar; kendi­ siyle vaat ettiği düzen ve doğruluk ilkesi arasındaki açıklığı yok sayar. Bu strateji, söylemin hegemonya mücadelesinde te­ meldir.

MiTTEN iMGESELE Kasım 1 945'te lnönü'nün duyurduğu siyasi kararla başlayan ve Demokrat Parti (DP) iktidarıyla özdeşleş tirilen çok parti deneyimi, bir sağ-kanat halkçılığının do­ ğuşuyla sonuçlandı. DP'de simgeleşen bu yeni halkçılık yorumu, kitlelerle iletişi­ minde popüler kültürün gösterenlerini kullanarak dinsel ve kırsal değerleri meş­ rulaştırdı (Mardin, 1973: 1 84). DP, halk­ çılığı ve halk egemenliğini vurguladı ve siyasal girişimin partiden (tepeden) değil, halktan (tabandan) gelmesi talebini dile getirdi (Ahmad , 1 9 9 3 : 1 0 5 ) . Bu yeni halkçılık, Kemalist reformlara rağmen kendilerini lslam'la ve Müslüman Türkle­ rin unutulan tarihiyle özdeşleştirmeyi sürdüren grupların taleplerini dile getir­ me işlevini yüklendi ve o günden beri bu işlevi sürdürdü. Yeni halkçılığın yükselişi, 'çevrenin' bastırılan toplumsal-kültürel çeşitliliğinin, inanca ait bir dizi gösterenle lslam'a yeniden eklemlenerek, laik, pozi­ tivist bir ideolojiye dayandırılmış katı bir ilericiliğe direnmekte olduğunu gösterdi. Mit, metaforik bir doğaya sahiptir. Bir başka deyişle, mitin somut veya gerçek içeriği, kendisinden farklı bir şeyi, yani hedeflenen, evrensellik atfedilen bir doğ­ ruluk ilkesini temsil eder. (laclau, 1990: 63) . Bu anlamda, Tek Parti yönetimine karşı kitlesel hoşnutsuzluğun, Kemalist mitsel uzanım tamamlanmamış ve metaL

O

N

I

K

B

1

R

S

Ö

Y

L

E

M

forik doğasını görünür kıldığı söylenebi­ lir. Kemalist modernleşme prpjesinin meşruiyeti sorgulanmıyordu, ancak yarat­ tığı düş kırıklıkları ve engellemeler, tür­ deş ve bölünmemiş toplum miti ile karşı­ lanamadı. Bu yapısal yetersizlik, söylem­ sel alanda 'demokrasi'nin yeni bir mit ola­ rak ortaya çıkışının koşulu oldu. Demok­ rasi, egemen Kemalist söyleme bir alter­ natif olarak sunuldu, ona karşı bir dü­ ğüm noktası oluşturdu. Demokrasi miti, yaygın hoşnutsuzlukların ve taleplerin temsil edileceği yeni bir yüzey oluşturu­ yordu ve Kemalist söylemin kuruluşu sı­ rasında dışarıda bırakılan güçleri ve öğe­ leri siyasal alana yeniden eklemlemeyi va­ at ediyordu. Ancak bu gelişme, Kemalist mitsel uza­ nım genişlemesiyle sonuçlandı. Kema­ lizm, demokrasi gösterenini hegemonize ederek kendi söylemsel zincirine ekleme­ yi başardı. 1 960'da 'devletçi seçkinler' DP yönetimine karşı harekete geçmeye karar verdi. Ordu, rejime, demokrasiyi ve dev­ leti kurtarmak ve Atatürk'ün mirasını ko­ rumak amacıyla müdahale etti. Kemalist seçkinler, demokrasiyi yerleştirmek üzere görev başındaydılar. Demokrasi böylece Kemalist söylemin hegemonya alanına soku l mu ş oluyordu . Bu b ü tünleşme, Cumhuriyetçi seçkinlerin askeri rejimi ve genişleyen rollerini meşrulaştırmak için başvurdukları söylemsel stratejilerde be­ lirginleşir. Ö rneğin, 1961 Anayasası Ke­ malist modernleşme ile demokratikleşme arasındaki 'tartışmasız' özdeşliği vurgula­ yan bir belgedir. lktidarın merkezde yo­ ğunlaşmasını engelleyen denetim meka­ nizmaları oluşturan ve hak ve özgürlükle­ ri güvence altına alan Anayasa, aynı za­ manda "Atatürkçü düşüncenin siyasal bir manifesto olarak korunmasına" dönük bir girişimdi (Heper, 1988: 324). 1 5 3 . madde, Anayasanın hiçbir hükmünün 'devrim yasalarına' aykırı biçimde yorum­ lanamayacağını hükme bağlayarak siyasal rejim içinde Kemalist reformların taruşıl-

89

K

90

M

A

maz konumlarını güvence altına almak­ taydı. Anayasa ile devrim yasaları arasın­ daki sürekliliğin bu madde aracılığıyla vurgulanmasından, Kemalist ilkelerin si­ yasetin temelini oluşturmayı sürdürdüğü sonucu çıkarılabilir. Anayasanın bu ikili işlevi, 'modern, Batılılaşmış, laik ve rasyo­ nel toplum' mitinin bir imgesele dönüş­ mekte olduğunu gösteriyordu: başlangıç­ ta Kemalizmin hegemonyasını tehdi t eden demokrasi göstereni , Kemalizm ta­ rafından özümleniyor, böylece Kemalist mi tsel uzam genişleyerek imgesele dönü­ şüyordu. l 970'lerin sonuna kadar olan dönemde söylemsel mantık, ayrı kimlikleri , sağ­ cı/solcu, gelenekçi/modernleşmeci, geri­ ci/ilerici, aşırı milliyetçi/Marksist gibi bir dizi karşıtlık temelinde söylemsellik ala­ nına yerleştiriyor, Kemalist modernleşme projesiyle demokratik idealler arasında eşdeğerlikler kuruyordu. Demokratik ve modernleşmeci Kemalizm, her nesnenin ortaya çıkışının olabilirlik koşulu olduğu ölçüde bir imgesel olmaktaydı. Ö rneğin, Türkçülük, Kemalizmin 'güvenli, müref­ feh, mutlu ve modernleşmiş bir Türkiye' arzusunu paylaşıyordu. Milliyetçilik, Tür­ kiye'yi geleneksel değerlerden ve ulusal özgünlüklerden ödün vermeksizin mo­ dernleştirmek üzere bir 'üçüncü yol' ola­ rak öneriliyordu. Sol, Türk devriminin anti-emperyalist bir öz taşıdığı iddiasıyla, Kemalist modernleşme projesini, Türki­ ye'nin feodal ve yarı feodal yapısından kaynaklanan sorunların üstesinden gelme p o tansiyeliyle değerlendirdi. Ö rneğin Türkiye Komünist Partisi, Kemalizmin kalkınmacı ve görece anti-emperyalis t perspektifine paralel bir sosyalist söylem g e l i ş ti rd i . Benzeri b i ç i m d e l s l a m , l 940'lardan i tibaren , modernleşmeyle kurduğu olumlayıcı i l işki bağlamında Cumhuriyet'le özdeşleşebiliyordu. Rıza­ nın ifadesindeki söylemsel stratejilerin çeşitliliğine rağmen, lslamcı söylemde öncelik, Kemalist modernleşme projesine

z

M

sessiz ama gönülsüz bir rızaya veriliyor­ du . Mardin, 1 972'de kurulan Milli Sela­ met Partisi'nin modernleşmecilikle kur­ duğu sentez açısından Türk tarihinde en­ der rastlanır bir durum oluşturduğunu belirtiyor ( 1 977: 279-99). Bu da, Kema­ lizmin hegemonik edimine bağlanabilir. Hegemonik bir söylem olarak Kemalizm, çeşitli özne konumlarının ortaya çıkması­ na ve kendilerini 'laik-modern Türklük' biçiminde ifade edilecek olan merkezi öz­ ne konumuna eklemleyebilmelerine ola­ nak sağlamıştır. Ancak Kemalizm, top­ lumsal-dini alanın çoğulluğunu denetle­ nebilir evrensel bir bütünde yeniden inşa etmede başarısız oldu. Kemalizmin başa­ rısızlığı, lslam'ın eklemlenebileceği yolla­ rı çeşitlendirdi. lslam'ı kamusal alandan silme girişimi, lslam'ın siyasallaşmasını beraberinde getirdi. Kemalizm, siyasal arenada tanınabilme­ nin bir aracı ve Batı dışı bir modernleş­ menin göstereniydi, siyasal mücadelelerin kendi olabilirlik koşullarını buldukları bir ufuktu. Kemalist özne konumu etra­ fındaki eklemlenmelerin çoğalması, olası bir Kemalist kimlikle diğerleri arasındaki sınırı belirsizleştirdi. Kemalizm, çevresin­ de birleşen eşdeğerliklerin içini boşaltıp gerçek içerikleriyle bağlarını zayıflattı, böylece boş bir gösterene dönüştü . Kendi yokluğımım göstergesi olmaya başladığın­ da Kemalizmin konumu bdirsiz ve karar­ sız hale geldi. 1961 Anayasası ile siyaseti düzenleme niyetini ifade etmiş olan mer­ kez, toplumsal ve siyasal alanları birleş­ tirmekte ve kendi hegemonik kapsamının dışına taşan söylemsellik alanını denetle­ mekte başarısızdı. l 9 70'lerin sonlarına gelindiğinde, siyasal radikalizmin bir so­ nucu olarak ortaya çıkan karşıtlıklar ve mücadele alanları, hegemonyasını yıpra­ tarak, sınırlarını zedeleyerek ve toparlayı­ cı etkilerini yok ederek merkezin kökten oluşsallığını, düzen ve düzenleme arasın­ daki açıklığın kapatılmasının olanaksızlı­ ğını gösterdi.

K

E

M

A

L

i

Z

M

:

H

E

G

E

M

'Demokrasinin düzene konulması' he­ defi, 1 980 darbesinde de, devlet ve siya­ set arasında bir ayrışmanın sağlanmasına zemin hazırladı. Askeri rejim, ulusal bir­ liği ve demokrasi pahasına da olsa Türki­

ye Cumhuriyeti'nin b ekasını özellikle vurguladı. Bu, bir anlamda Kemalizmin totaliter eğilimlerinin dirilişiydi. Kısa sü­ rede parlamenter rej ime dönülmesine rağmen, siyasal katılımı sınırlayan anaya­ sal hükümler aracılığıyla yarı totaliter eğilimlerin siyaset üzerindeki belirleyici etkisi sürdü. Ordunun lıölıii dışarıda ide­ olojileri Atatürkçülükle değiştirme çaba­ sı, Kemalistlerle askeri seçkinler arasın­ daki tarihsel bağlardan kaynaklanıyordu. Uyumlu toplum imgesi, toplumsal ve si­ yasal yaşamı tüm boyutlarıyla etkileyen yeni yönelimin temelini oluşturdu. ide­ olojik olmayan rızaya dayanan bir toplu­ mun yaratılması ve ulusal birlik ve bü­ tünlüğün sağlanmasında dinin önemi üzerinde duruldu. lSlam'ı Türklüğün bir parçası sayarak onunla uzlaşan ordu, Ke­ malizmin laik, rasyonel ve modern top­ lum tanımını yeniden eklemledi. lnancın rasyonel temellere oturtulması, devletin elinde Kemalist rej im e ki tlesel destek sağlama yolunda ideolojik bir araca dö­ nüştü. Bunun sonucu, kültürün ana be­ lirleyicisi olarak lslam'ın devlet söyle­ miyle eklemlenmesidir.

SONUÇ YERlNE. .. Laclau , kökten bir düzensizlik halinde

düzenin bir yokluk olarak bulunduğunu belirtir. Henüz, düzen tanımlanmamıştır. Düzeni her tanımlama girişimi, bir hege­

monya kurma girişimidir; bu girişimde başarılı olan siyasal güçler hegemoniktir. (Laclau , 1 99 6 : 4 5 ) Türkiye tarihinin, Kurtuluş Savaşı'ndan askeri müdahalelere kırılma momentleri, böyle bir yokluğun

O

N

I

K

B

1

R

S

Ö

Y

L

E

M

varolduğu , rej imin siyasal , ekonomik, toplumsal hedeflerinin Kemalist ilkeler doğrultusunda yeniden tanımlandığı mo­ m en tlerdir. 1 9 60- 1 9 80 yılları arasında gerçekleştirilen üç askeri müdahale, dev­ letin siyasal belirsizlik ve düzensizlikle mücadelesinin sonucuydu. Bu moment­ lerde Kemalizm, düzen tanımlarının dü­ ğüm noktasını oluşturdu. 1 980 sonrası­ nın, siyaset korkusu, uyum ve birlik öz­ lemleriyle beslenen, Anayasada güvence altına alınan otoriter ideolojisi de, aslın­ da, 1 980 öncesinin bölünmüşlüğü ve ku­ tuplaşmışlığına Kemalist bir yanıttı. Yeni rejimin mantığını Kemalist ilkelerden alan otoriter vurgusu, Kemalizm ve de­ mokrasi arasındaki özdeşliğin sorgulan­ masına hız verdi. Jöntürk hareketinden Kemalizme bütün halkçı ideolojilerin sa­ bit öğesi olmuş toplumsal tabiplik fikri, devletçiliğin karşısına muhafazakar bir li­ beralizmi koyan yeni sağ-kanat halkçılığı­ nın hegemonik müdahaleleriyle etkisiz­ leşti, olumsuz bir anlam yüklendi. Muha­ fazakar ve lslamcı karşı-özdeşlik formla­ rının çoğalması, fazlaca çatışmalı ve siya­ sallaşmış bir toplumda hegemonik söyle­ min sınırlarının belirginleşmesi, 1 980'den bugüne siyasal alanın başat özelliğidir. Söz konusu olan ikili bir süreçtir: ilkin Kemalizm, metaforik gücünü ve imgesel boyutunu yitirmekte, yani, metaforik bir tamlığı ifade etmekten, toplumsal taleple­ ri , yerinden edilmeleri özümsemekten gittikçe uzaklaşmaktadır, ki bu, onun he­ gemonik konumundaki kaymayı gösterir; ancak Kemalist güçlerin tamamen çözül­ düğü iddia edilemez; çünkü Kemalizm , köktendinci ve etnik milliyetçi kimliklere karşı özdeşlik formları sunan, ordunun siyasete doğrudan ya da örtük müdahale­ lerinde belirginleşen siyasal projesiyle he­ gemonyasını yeniden kurma potansiyeli­ ne sahip olmayı sürdürmektedir. O

91

lkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama) M E T E T U N Ç AY

illi Mücadele'nin başlangıcından Cumhuriyet'in ilanına kadar, halk arasında ulusçu bir tutu­ num (cohesion) bilincinin yaygın olma­ ması nedeniyle, Islami dayanışmadan ya­ rarlanılmıştı. Hatta "dinin siyasete alet edilmesi" yolunda, Osmanlı dönemine oranla daha da ileriye gidilmişti. Cumhuriyet'in ilk dört ayında, halifelik de devam etti. Ancak 1924 Martının baş­ lannda, hilafet kaldırılıp hanedan üyeleri yurtdışına sürülürken, (medreseler ve şeriat mahkemeleri gibi) eğitim ve yargı­ daki din kurumları da yasaklandı. Ama, 1924 Anayasası'nın 1928 Nisanında yapı­ lan değişikliklerine değin, "Türkiye dev­ letinin dini, din-i Islamdır" hükmü ko­ rundu. Niyazi Berkes'in "kutsallaşmış gelene­ ğin boyunduruğundan kurtulma" diye ta­ nımlayarak çağdaşlaşma ile özdeşleştirdi­ ği " l a i k l eş m e " a d ı m l a r ı , b u i lkenin 1937'de Altı Ok içinde Anayasaya girme­ sine kadar devam etmiştir. Bu adımların başlıcaları şöyle sıralanabilir: 1925 başlarındaki Şeyh Said Ayaklan­ ması üzerine çıkarılan Takrir-i Sükun Ka­ nunu'nun (ve istiklal Mahkemelerinin) yarattığı buyurgan hava altında yapılan şapka ve giyim kuşam devrimleri; " tekke ve zaviyelerle türbelerin seddi", dolayısıy­ la tarikatların yasaklanması. Aynı yılın

M

sonlarında, hicri ve muaddel rumi tak­ vimler yerine, Milat başlangıçlı uluslara­ rası takvimin ve alafranga saatin kabulü (yani 134 1 , 1925 oldu; "gün" de güneşin batmasından başlatılmak yerine, kökenle­ ri Roma hukukuna kadar giden bir uyla­ şımla geceyarısından başlatıldı) . 1 926 yılında, benim "çeviri yasalarla hukuk devrimi" dediğim şey yapıldı. As­ lında, 19. yüzyıl ortalarında başlayan Batı yasalarını b enimseme hareketi , birçok alanda şeriat yasaları yürürlükte kaldığı için bir ikilik yaratmıştı. Cumhuriyet'tey­ se, aile, borçlar vb. konularındaki dinsel hükümler kaldırılarak reception tamam­ landı; kıta Avrupa hukuku yalnız başına hükümferman oldu. 1928 Mayısında "beynelmilel erkanı" (Arap rakamlarının Batı'da kabul edilen biçimleri) alındı; Kasımda da Latin esaslı "Türk Alfabesi" kanunlaştırıldı. Halka ye­ ni harfleri öğretmek için, Millet Mektep­ leri Teşkilatı kuruldu. 193 1 yılında, bü­ tün ö l çüler m e trik sisteme uyarlandı. 1935'te de pazar günü hafta tatili olarak benimsendi. Tarık bin Zeyyad'ın lberya'ya çıkarken geri dönülmesini imkansız kılmak için gemilerini yaktırmasına benzer bir biçim­ de, geçmişle ilişkilerin kopartılmasını amaçlayan bu reformların arasında, bence en etkilisi "Yazı Devrimi" olmuştur.

K N A

( I N A N D I R M A )

Y E R i N E

Yazı karakterlerinin, yani alfabenin din­ lerle garip bir ilişkisi vardır. Tarihte bir takım halklar, yeni bir dini kabul ettikleri ya da dinlerini koruyarak anadillerini de­ ğiştirdikleri durumlarda, o dinin kutsal metinlerini geleneksel ya da edinilmiş dillerine çevirmeye razı olsalar bile, me­ tinlerin yazılı oldukları özgün alfabeyi kullanmaya devam etmişlerdir. [ Eski Mı­ sır'ın resim-yazısına hieroglif (kutsal oy­ malar) denildiğini unutmayalım. Bu te­ rim, "Tanrı'nın (el)yazısı" diye de düşü­ nülebilir! ] "Tılsım" gibi kavramlara baş­ vurmadan anlaşılması ve çözümlenmesi zor olacak söz konusu ısrara birçok ör­ nek gösterilebilir. Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemiş Türk kökenli insanlar mı ol­ dukları, yoksa Elen(leşmiş) bir halk iken Türkçe'yi mi özümsedikleri bilinmeyen Karamanlı Rumlar, kiliselerinde "Isa Me­ sih'in namazı"nı pekala Türkçe eda eder­ lerken, bütün yaşamlarında Yunan alfabe­ sini kullanmayı sürdürmüşlerdir. 20. yüz­ yılın başlarında hala Yunan ve Ermeni harfleriyle basılmış Türkçe İnciller vardır. Bizim tam tersimize, yeniden varolma ideolojisini kopuş yerine sürekliliğe da­ yandırmak isteyen lsrail devleti 1949 yı­ lında kurulurken, o vakte kadar sinagog­ ların dışında kullanılmayan lbrani alfabe­ si (o dille birlikte) canlandırılmıştır. Din-Dil ilişkisi açısından Hıristiyanlıkla Müslümanlık (ve Yahudilik) arasında bü­ yük bir fark vardır. "Eski Ahid"in Yahudi­ ler tarafından lbranice olarak sürdürüle­ gelmesine karşılık; birçok bölümü her­ halde Arami ya da lbrani dillerinde yazıl­ mış olan "Yeni Ahid", "Hıristiyanlığın za­ ten Yunanlılaşmış bir Yahudilik olduğu" görüşünü doğrularcasına, en başında ya Yunancaya çevrilmiş ya da kimi bölümleri Yunanca kaleme alınmıştır. Daha sonra Aziz Hieronymus'un yaptığı Latince Vul­ gata çevirisi Katolik dünyasında resmi metin olarak benimsenmiş, Reformas­ yon'da ise çeşitli ulusal dillere yapılan çe­ virileri Protestan kiliselerinde kullanılma-

T E C E B B Ü R

( Z O R L A M A )

ya başlanmıştır. Bu kutsal kitapların Tanrı buyruklarını içerdiği kabul edilmekle bir­ likte, Kuran-ı Kerim için inanıldığı gibi "Kelamullah" oldukları anlayışı yoktur. Dolayısıyla, Kuran'ın Arapça'dan başka dillere "mealen" çevrilmesine razı olunsa da, ibadette Arapça özgün metnin kulla­ nılmasında ve din hizmetlileri başta, bü­ tün aydın müminlerin bu dili öğrenme­ sinde ısrar edilmiştir. Osmanlıca'nın yazılmasında yararlanı­ hm Arap harflerinin " ıslah" edil erek Türkçe'ye uyarlanması yönünde en az ya­ rım asırdır öneriler yapılıyordu. Namık Kemal bu fikre karşı çıkmış ve (Mene­ menlizade Rıfat Bey'e 8 Ağustos 1878 ta­ rihli bir mektubunda) "yazının ıslahı için Latin harflerini bizim lisana almak, Frenk elbisesi giymeyi mülkün ıslahına medar olur zannetmek kabilindendir" demişti. Enver Paşa'nın Birinci Dünya Savaşı yılla­ rında "huruf-u munfasıla" denilen biçim­ de Arap harflerinin bitiştirilmek yerine ayrı ayrı kullanılmasını sağlamak için bir girişimde bulunduğu, ama bu reformun savaş ertesine bırakıldığı bilinmektedir. Cumhuriyet'in ilanından sonra, l 926'da Bakü'de toplanan bir kongredeyse o za­ mana kadar Türkçelerini Arap alfabesiyle yazan Sovyet halkları Latin harflerine geçme kararını alırlarken, Fuat Köprü­ lü'nün başkanlığındaki T. C. delegeleri çe­ kimser kalmıştı. Kaldı ki, Türklerin Arap harflerini gü­ zel ve estetik (kaligrafik) olarak yazmak­ ta, övündükleri özel bir becerileri vardı. "Kuran-ı Kerim Mekke'de nazil olmuştur (Peygambere inmiştir) , Kahire'de tilavet edilmiştir (usulüne göre okunmuştur), lstanbul'da (en başarılı hüsn-ü hatla) ya­ zılmıştır" sözünü hatırlamak gerekir. Yazı Devrimi, simgesel önemi bakımın­ dan belki Şapka Devrimi'yle karşılaştırıla­ bilir. Fakat şapka giymeye ancak "Frenk mukallitliği" (öykünmeciliği) diye karşı çıkılabilirken, alfabe değiştirmek, bir ku­ şak içinde o zamana kadar yazılmış bü-

93

K

M

A

z

M

94

tün yapıtları okunmaz/anlaşılmaz hale sokmuştur. Bu, düşünülebilecek en kök­ tenci kültür değiştirme girişimiydi. Çün­ kü lslam dininin de, yükseltilmek istenen Türk milliyetçiliği ışığında yeniden bi­ çimlendirilmesini ima ediyordu. Yazı Devrimi'ni, Cumhuriyet'in ilk on yılında dil üstünden denenen "lslamiyeti Türkleştirme" hareketleri bağlamında değerlendirmek gerekir. Önce, 1926 ilk­ baharında Türkçe'yle namaz kıldırma de­ nemeleri yapılmış, dört yıl sonra llahiyat Fakültesi çevresindeki bir grup "moder­ nist" lslamcıdan oluşan bir kurul "refor­ masyon" ö nerileri hazırlamıştır. 1 93 2 başlarında d a (Rama zan ayı içinde) , Türkçe Kuran tutar mı, tutmaz mı diye araştırılmıştır. [Bu son konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. Dücane Cündioğ­ lu, Türkçe Kuran ve Cumhuriyet ldeolojisi (İstanbul: 1 998) . ] lbadette Türkçe Ku­ ran'ın zorlanmasından o dönem vazgeçil­ mekle birlikte, aynı yılın sonlarından

1950'deki Demokrat Parti iktidarına ka­ dar, Ezan ve Kamet Türkçe okunmuştur. Türkçe Kuran konusu, 20. yüzyılın so­ nunda bazı çevrelerce yeniden savunulan bir dava oldu. 19. yüzyılda Osmanlı çağdaşlaşmacıları arasında ortaya çıkan, genel olarak dinin, bizim özelimizde de lslamiyetin "mani-i terakki" (ilerlemeye engel) olduğu fikri, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında da de­ vam etmiştir. Pozitivistçe bir "bilime inanma" tutumuyla iki yoldan birini seç­ mek gerekiyordu. Kemalist hakim düşün­ ceye göre, Batı'da Lutherci Protestan Re­ formasyonu kutsal kitabı ulusal dillere çevirince Hıristiyanlık çağdaşlık yoluna girmişti. Biz de onun gibi yapabilirdik. Öteki yol, Sovyet Devrimi'nin yaptığı gi­ bi, açıkça dine karşı çıkmaktı. Sanıyo­ rum, kamu güvenliği açısından, sıradan halkın dindar kalmasının daha istenilir olduğu düşünüldü. Onun için, öncelikle lslam Reformasyonu projesi üstünde du-

i K N A

( I N A N D I R M A )

Y E R i N E

ruldu. Bu yalnızca bir dil ve yazı sorunu değildi; ibadet düzeninin de değiştirilme­ si, örneğin secde etmek yerine, camilere o turacak sıralar konulması, müzikH ayin­ ler yapılması vb. önerildi. Kuran'ın Türk­ çe'ye çevrilip ibadette Arapça özgün met­ nin yerine bunun kullanılması fikri yay­ gın bir hoşnutsuzluk yaratınca, zamanın ve zeminin henüz uygun olmadığı gerek­ çesiyle lslam Reformasyonu düşüncesi ra­ fa kaldırıldı. Türkiye'de hiçbir zaman, dine Sovyet­ ler'deki kadar açıkça karşı çıkılmamış ol­ makla birlikte [ unutmayalım ki , orada Moskova'nın bir katedrali büsbütün yıkıl­ mış, Leningrad'ın Kazan katedrali ise Tan­ rı-tanımazlık müzesi yapılmıştı! ] , özellik­ le Cumhuriyet'in ilk on yılında, lslam ko­ nusunda inanılması güç boyutlara varan bir "mübalatsızlık" (diyelim, umursamaz­ lık) gösterilmiştir. Örneğin, bir ara Sulta­ nahmet Camii'nin resim galerisi yapılması önerilecek kadar ileriye gidilmişti.* Bence asıl endişe edilen, bu tür düzel(*) Cemal Reşit Rey anlatıyor: " 1 926 A!;"ıustosunda maarif vekili [Mustafa] Necati Bey bir Sanayi-i Nefise [Güzel Sanatlar] Encümeni toplamıştı Bu encümene beni de davet etti. işte o encü­ mende alınan kararla mekteplerden Alaturka müzik tedrisatı kaldırıldı. Böyle isabetli karar­ ların yanında fazla cüretkaranelerinin de alın­ masına ramak kaldı!;"ıına şahit oldum. Bu encü­ menimizin reisi rahmetli Namık lsmail [Ye!;"ıe­ no!;jlu] ile rahmetli Çallı lbrahim, Necati Beye bir dilekçe sundular. Bu dilekçede ressamların eserlerini teşhir edecek bir galeriden mahrum bulundu!;"ıu belirti liyor ve hükOmetten bu iş için bir m a h a l isteniyordu. isten i len mahal neydi biliyor musunuz? Sultan Ahmet Camii. Ancak ilave ediliyordu ki, camide yukarıdan gelen ışı!;jın az oluşu resimlerin en iyi şerait al­ tında teşhirine mani idi. Bunun için kubbede delikler açılması teklif edilmişti. Necati Bey muvafakatini vermek üzere iken, rahmetli Mi­ mar Kemalettin Beyin pürhiddet yerinden kal­ karak söyledi!;"ıi sözlerden sonra bu karardan vazgeçildi. n

Yazarın muhtemelen Cumhuriyet gazetesinde çıkmış olan "Atatürk ve Müzik" başlıklı maka­ lesinin tümü şu kaynakta aktarılmıştır: Atatürk Devrimleri ideolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı Etkileri (lstanbul: Bo!;"ıaziçi

Ü niversitesi Türk M ü z i !;j i K u l ü b ü Yayı nları, 1 980). s. 142-45.

T E C E B B Ü R

( Z O R L A M A )

timlerle dinin ve dinadamlarının güç ka­ zanmaları ve laik iktidara rakip bir yetke merkezi oluşturmaları ihtimaliydi. Dinin her yerde ve her zaman toplum üyelerinin dünya görüşlerini özellikle eği­ tim üstünden kalıplayageldiği bilinmekte­ dir. Bizde, Tanzimat ve Meşrutiyet dö­ nemlerinde mühendislik ve l!p okulların­ dan itibaren geleneksel medrese ve tekke­ lere rakip bir dünyevi eğitime yönelme başlamıştı. Hatta, uygulamaya dönük bu (ameli) bilgi dallarına, dinbilgisiyle özdeş olan "ilim" yerine, "fen" deniyordu . Nite­ kim, yeni kurulan Osmanlı üniversitesine de, fenlerevi anlamındaki "Darülfünun" adı verilmişti. (Rusya'da Büyük Petro'nun akademisi kurulurken, bilim yerine, naıık sözcüğünün kullanılmasında da benzer kaygılar rol oynamıştır.) Sultan il. Abdülhamit'in 1876 Anayasa­ sı'nı "talik" etme (askıya alma) gerekçesi, meşrutiyet iyi ve çağdaş bir şey olmakla birlikte, halkın anayasalı yönetime henüz hazır bulunmadığı, eğitilerek çağdaşlığa hazırlanması gerektiğiydi. Bu tanı ve sa­ ğaltma yönteminin, kamusal yaşamımız­ da bugüne d eğin geldiğini söylemek abartma olmaz. Ne var ki, Cumhuriyet'in ilk dönemin­ de benimsenen eğitim anlayışı, bilgi akta­ rımının yanı sıra eleştirel ve yaraucı dü­ şünmeyi amaçlamamış, yapılan dewimle­ rin içselleştirilmesi ve yayılması için bir rejim propagandası aracı olarak kullanıl­ mak istenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaşlaşma projesi, akla ve bilime beslediği inanç ba­ kımından, Tanzimat ve Meşru tiyet dö­ nemlerinin (yani 1 839- 1 9 1 8 yıllarının) devamı niteliğindeydi. Şu farkla ki, o dö­ nemlerin sakıngan ve uzlaşmacı tutumu­ na karşılık, Cumhuriyetçiler daha gözü­ kara davranıyorlardı. Osmanlı uzlaşmacı­ lığının "telifçi" (eklektik, hatta senkretik) olduğu, içinde çelişkiler barındırdığı doğ­ rudur. Fakat, "uzlaşma" çağdaş liberal de­ mokrasi kültürünün önemli bir öğesidir.

95

K

96

E

M

A

Erken Cumhuriyet'in yönetici seçkinleri, kendi doğrularından çok emindiler. Bun­ ları topluma kabul ettirmek için, gelenek­ lerle uzlaşmayı düşünmüyorlar, halk yı­ ğınlarını laik eğitim yoluyla "irşad" ve "ikna" etmeyi amaçlıyorlardı. Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilanından yedi ay önce, Konya'daki Türk Ocağı'nda yaptığı bir konuşmada, aydınlara yol gös­ termek için kullandığı bu terimler (ve ay­ nı aydınları suçlayan karşıtları: "tahak­ küm" - "tecebbür" - "istibdat" ) , lslam dinbiliminden ödünç alınmış kavramları yansıtmaktadır. Ben, bu konuşmanın bazı bölümlerini, TC'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1 923-31 (lstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay. , 1999, 3 . b as.) kitabımda (s. 219'da) , Gazi Paşanın o zamanki halkçı­ lık anlayışını göstermek için alıntılamış­ tım. Gazi, burada lslamiyet'in "akli ve ta­ bii din" (rational and natııral religion) ol­ duğunu, ama "ciddi ve hakiki ulema" dı­ şındaki dinadamlarının yalnız onun kişi­ sel inançlarına değil, "millet"in yaşam ve çıkarlarına aykırı tutumları nedeniyle "te­ pelenmeleri" gerektiğini savunuyordu. Daha sonra da, "avam" ile "münevveran" zihniyetleri arasındaki uyumsuzluktan yakınıyordu: "Sınıf-ı münevver telkinle, irşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaa muvaffak olamayınca, başka vasıtalara tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre başlar, halkı istibdatta bu­ lundurmağa kalkar. " Kamusal alanda, doğru'nun, iyi'nin, ya­ rarlı'nın ne olduğunu, (dini ya da ideolo­ jisi yoluyla) bilen bir kimsenin, halkla uz­ laşmaya, onlara danışmaya ihtiyacı yok­ tur. Hatta doğruyu bilenin, onu topluma zorlamasının ahlaki bir ödev olduğu bile

z

M

söylenebilir. Atatürk'ün 1 923 Martında, aydınları sıradan halkı kendi doğrularına inandırmaya çağırması, zorlamanın uygu­ lamada işe yaramamasından ö türüdür. Ama, uyum sağlama yönünde sonuç ala­ bilmek için geleneklerle uzlaşmayı, yerle­ şik inanışlara "tavizler" (ödünler) verme­ yi aklına getirmemektedir. Pekiyi, Cumhuriyet devrimleri hiç ya­ pılmasalar daha mı iyi olurdu ? Buna "evet" demek, elbette olanaksızdır. Ku­ ramsal bir olasılık, 1920'lerdeki ve 30'lar­ daki Jakoben çağdaşlaşmacılığın daha sonraki yıllarda da sürdürülmesiydi. Bu yolu kapatan iç ve dış nedenleri hep bili­ yoruz. Fakat farz-ı muhal onlar olmasa­ lar da, gerçekleştirilebilecek sonuç, ne tür bir "çağdaşlık" olacaktı? Belki biçim­ sel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağcıllıktan uzak, özgürlükler­ den, insan haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış. Ya da daha yavaş, sin­ dire sindire, halkın katılımıyla, onun is­ tediği yönde yürümek. Halk çoğunluğu­ nun uzun dönemde yanlış bir yolda ısrar etmeyeceği, lslami bir kabul olduktan başka, demokrasinin de temel varsayım­ larındandır. Mesele, meşrutiyeti ya da demokrasiyi, halk onları yaşamaya hazır hale geldik­ ten sonra tadı çıkarılacak rej imler diye düşünmemek, sorunların üstesinden gel­ meye çalışırken bu çağdaş siyasal yöne­ tim biçimlerini uygulamaktır. Geçmişte öyle yapılsaydı, bugün böyle olmazdık. Ama, rahmetli babamın diline pelesenk ettiği bir totolojiyle, "Olmuş bir şeyin ol­ mamış olmasına imkan olmadığı gibi, ol­ mamış bir şeyin de olmuş olmasına im­ kan yoktur." O

Kemalizm/Atatürkçülük: Modemleşn1e, Devlet ve Demokrasi LEVENT KÖKER

ürkiye Cumhuriyeti'nin kurulu­ şundan sonra, l 930'ların başına te­ sadüf eden Tek Parti yönetiminin pekişmesiyle eşzamanlı olarak resmiyet kazanan Kemalizm (bkz. Tunçay, 1989), 1945 sonrası çok partili siyasi hayatın bu­ günlere dek süregelen çalkanulı ve kesin­ tili süreçleri içinde, çeşitli ve birbiriyle çauşan yorumlara konu olmuştur. Bu yo­ rumlar, Tek Parti döneminin ürünü olan Kemalizm sözcüğünün 1 yanı sıra, 1 940' !arın "Milli Şef' yönetimi altında görece sakıncasız bir muhalefeti dillendirebilme yolu olarak bulunmuş gibi görünen "Ata­ türkçülük" 2 sözcüğünü de ortaya çıkarta­ rak gelişip karmaşıklaşmıştır. Örneğin, özellikle l 960'lardan itibaren daha çok sol siyasi düşünce ve örgütlenmeler tara­ fından veya onlarla birlikte telaffuz edile­ gelen Kemalizm yerine, milliyetçi-muha­ fazakar düşünce ve örgütlenmelerde Ata­ türkçülük sözcüğünün tercih edildiğ"i;3 bununla birlikte, sol düşünce içinde yer alıp "Atatürkçülük" sözcüğünü "devrim" ile birlikte kullananların da var olduğu (örneğin Tunaya, 1 981); dahası, özellikle sol düşünce akımları içinden söz ve ey­ lem üretenlerin, karşıtlarını "sahte Ata­ türkçü" veya "gardırop Atatürkçüsü" diye niteledikleri bilinmektedir. Cumhuri­ yet'in ekonomik, siyasi ve kültürel hayatı açısından son yirmi yılın bir nevi miladı

T

diye alabileceğimiz 12 Eylül 1 980 askeri darbesinden sonraki süreçte, askeri yöne­ timin güdümü ve belirleyiciliği altında gerçekleştirilen yeni bir anayasal rejim oluşturmaya yönelik uygulamaların meş­ ruluğunu sağlamak amacıyla başvurulan Atatürkçülük vurgusunu da - m esela, "Devrim Tarihi" yerine "Atatürk llkeleri ve inkılap Tarihi" tabirini yerleştirme gayretini- bu terimleştirmeler arasında kaydetmek gerekmektedir. Bu terimleştir­ me meselesi bağlamında, 12 Eylül otori­ teryanizminden çok partili siyasi hayata yeniden geçiş süreci içinde, örneğin Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu'nun kapatılıp, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu'nun oluşturulması vesile­ siyle açığa vurulan, "Atatürk'ün vasiyeti çiğnendi" veya "Atatürk'e ihanet edildi" türünden tepkilerde yine -zımnen de ol­ sa- "sahte" ve "gerçek" Atatürkçülük ay­ rımına dayanılmış olduğunu hatırlamak gerekmektedir.4 Tabloyu, Cumhuriyet'i yıkma amacıyla siyaset yapuğı için Ana­ yasa Mahkemesi tarafından kapaulan Re­ fah Partisi'nin "siyasi yasaklı" önderinin "Atatürk yaşasaydı Refah Partisi'ne girer­ di" mealindeki yargısıyla tamamlayabili­ riz.5 Özetlersek: Kemalizm ve Atatürkçü­ lük sözcükleri sıkça, farklı ve çatışan yo­ rumlamalara konu edilmekte; her bir yo­ rum sahibi veya siyasi akım mensubu,

K

98

M

A

muhalifini, kendi "gerçek" Kemalizmi ve­ ya Atatürkçülüğü açısından sahtecilikle suçlayabilmektedir. Manzara, yarım asrı aşan bir süredir çok partili siyasi hayatı sürdürme çaba­ sındaki Türkiye Cumhuriyeti'nde, bıra­ kın Kemalizm/Atatürkçülük aleyhtarlığı yapmayı, Kemalizm/Atatürkçülük eleşti­ risine yönelen akım ve örgütlenmelerin olmadığını, olamadığını açıkça göster­ mektedir. Bir diğer deyişle, Türkiye Cum­ huriyeti'nin anayasa ve sair hukuk norm­ ları ile siyasi-hukuki pratiği içinde, ancak Kemalizm/Atatürkçülük sınırları dahilin­ de bir muhalefetin varlığına izin verildiği­ ni ileri sürmek abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Bu sınırları aşmaya yönel­ mek, "bölücülük," "yıkıcılık," "gericilik," gibi yaftalar veya konj o nktüre! olarak bunlarla eşanlamlı o larak kullanılan muhtelif ideoloji adlarıyla özdeşleştirilen bir biçimde "vatana ihanet" ya da "devlet düşmanlığı" suçlamalarına uğratılarak, gerektiğinde en şedit biçimde bastırılmayı hak etmek demektir (bkz. Mardin, 199 1 : 1 76-193) . Yakın geçmişteki Marksist sol hareketlerin, Kürt sorununa bağlı siyasi yansımaların, siyasi lslamcılığın muhtelif örgütlenmelerinin akıbetleri gibi örnekle­ rin yanı sıra, kurulu devlet düzeninin ekonomik ve siyasi reformlar yo luyla "Avrupa Birliği ölçülerine uygun" hale getirilmesi sürecinde bugün de gözlenebi­ len ayak sürümelerle, sık sık "ekonomik ama aslında siyasi" denen krizlerle açığa çıkan gerilimler de bu "sınırlar"ın ne denli muhkem olduğu hakkında yeterin­ ce fikir vermektedir. O halde, şöyle bir yargıya varabiliriz: Türkiye toplumunu m eydana getiren farklı kesimlerin taleplerinin siyasi olarak ifade edilip karar alma süreçlerine aktarıl­ ması ve böylece devlet yönetiminde bir karşılık bulması imkanı, Kemalizm/Ata­ türkçülük sınırına kadar gerçekleşebil­ mektedir. Çünkü, Kemalizm/Atatürkçü­ lük sınırı, aynı zamanda devletin kendi

L

z

M

varlık sebebini de tayin etmekte, bu varlı­ ğını koruyup sürdürme mantığıyla (ra­ is oıı d'Etal yahut lı i lmıel i lıülzamet ile) öz­ deşleştirilmiş olmaktadır. Bu durum , bir bakıma ve ö z e l l i kle Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki espriye de uygun düşen bir biçimde, mo­ dern ulus-devletlerin ortak özelliği diye görülebilir. Modern devletin devlet olma niteliği, tarihi olarak, toplumu oluşturan farklı bireylerle grupların ôzel ve dolayı­ sıyla lzısmi ilgi, istem ve çıkarlarını aşan, bütünün ortalı gönencini temsil etmekle belirlenmekte ve bu ortalı gôneııç ile dev­ letin varlılz sebebi arasında özdeşlik ilişki­ si kurulmaktadır. 6 Bu özdeşlik, modern devletin tarihi olarak demokratikleşme­ siyle birlikte ortaya çıkan "modern de­ mokrasi" tahlillerinde, "demokrasinin dikey boyutu" (Sartori, 1993: 1 43-197) veya "istikrar" (Huntington, 1 96 5-66) gibi ifadelendirmelerin teorik çerçevesi içine alınmıştır. Bu bakımdan, K ema­ lizm/A tatürkçülük de Türkiye'de mo­ dern ulus-devlet oluşumunun özgül bir ifadesi diye anlaşılabilir. Aynı doğrultu üzerinden gidersek, siyasetin, bu ortak gönenci ve onu temsil eden devletin var­ lığı ve d evamlılığı mantığının çizdiği (Türkiye Cumhuriyeti açısından Kema­ lizm/Atatürkçülüğün belirlediği) sınırlar içinde mümkün kılınan bir çatışma-uz­ laşma süreci olduğu, demokrasinin de ancak bu anlamda ve bu sınırlar dahilin­ de geçerli olabileceği sıklıkla ileri sürüle­ bilmektedir. Şimdi, sorun da tam bu noktada açığa çıkmaktadır: Türkiye Cumhuriyeti, dev­ let olarak varlık sebebini ve sürdürülebi­ lirlik mantığını Kemalizm/Atatürkçülük temelinde inşa etmişse, bu temelin ne ol­ duğunun da -en azından, siyasi çekişme­ lerin odağı haline gelmeyecek ölçüde- be­ lir lenmiş o lması gerekmektedir. Oysa, Tek Parti döneminde de kısmen ve çekin­ gen bir biçimde mevcut olan farklı yo­ rumlara, özellikle çok partili siyasi hayat -

K E M A L i Z M / A T AT Ü R K Ç Ü L Ü K :

M O D ERNLEŞME,

DEVLET VE

D E M O K RASi

99

süreci içinde muhtelif Kemalizm/Atatürk­ çülük yorumlarının eklendiği; çeşitlenen yorum!�r ;üzerinden Cumhuriyet'in siyasi sın�rlarınıri, dolayısıyla da devletin "var­ lık sebej:ıi"nin tartışma gündeminde tu­ tulduğu görülmektedir. Farklı Kema­ lizm/Atatürkçülük yorumlarının, toplu­ mu rrıefdaria getiren değişik kesimlerin desteğini alabilen, siyasi iktidarı ele geçir­ me hedefine göre örgütlenmiş hareketlere (siyasi partilere) dönüşmeleri, (büyük ih­ timat'rrieyzu' hukuk düzeni izin vermedi­ ği için) �efi zaman adı açıkça konulama­ mış o lsa:' d a , aslında, devletin Kema­ lizm/Ataturkçülük temelinin tartışılması �nlamına ielıllektedir. Buna ekı c.ılatak, Cumhuriyet'in Kema­ lizm/At�tÜrkçülük ·e saslarında belirlen­ miş olan siyist�ideolojik temeli, önemli bir paradoks içermektedir. ldeoloj inin ·

gösterdiği hedef, "modernleşmek", yani Türkiye toplumunu ekonomik, kültürel ve siyasi düzeylerde -resmi söylem öğesi­ ni kullanarak belirtmek gerekirse- "mu­ asır medeniyet seviyesi"nin üstüne çıkart­ maktır. Ekonomide "sanayileşme", kül­ türde "fikri, irfanı, vicdanı hür" birey­ yurttaş esasını bir değer olarak hakim kıl­ ma, s iyasette ise -resmileşmiş i fadesi "milli hakimiyet" olan- "demokratikleş­ me" hedeflerini içeren Kemalizm/A ta­ türkçülük, paradoksal bir biçimde, özel­ likle ifade ve örgütlenme özgürlükleri ile demokratik siyasetin kurumlaşması bakı­ mından varolan engelleri de meşrulaştırı­ cı bir işlev görmektedir. Bu paradoks, ka­ çınılmaz bir biçimde, modern toplum "ideal tipi"nin belirlenmesine kaynaklık etmiş toplumsal formasyonların devl�t­ demokrasi ilişkileri bağlamında yaşaya-

K

1 00

M

A

geldikleri ve farklı teorik bakış açılarının dikkatlerini üzerine çeken paradoksları­ nın genel çerçevesi içinde, ama tabii Tür­ kiye'nin özgüllükleriyle birlikte yer al­ maktadır. Sonuç olarak, Kemalizm/Atatürkçülük hakkındaki değerlendirmelerin, ( 1 ) Ke­ malizm/Atatürkçülük ideolojisinin çizdiği "modernleşme" doğrultusunun eleştirel bir tahlilini; (2) Türkiye Cumhuriye­ ti'ndeki siyasi süreçlerin, devlet-demokra­ si ilişkisi bağlamında, Kemalizm/Atatürk­ çülük kayn.aklı paradokslarının eleştirel muhasebesini içermek durumunda ol­ duklarını söylemek gerekmektedir. Bu ge­ reklilik ise, Kemalizm/Atatürkçülük ko­ nulu inceleme ve değerlendirmelerin na­ sıl bir metodolojik çerçeve içinde gerçek­ leştirildiğini göz önüne alarak yerine geti­ rilebilir; Dolayısıyla bu yazı, önce Kema­ lizm/Atatürkçülük konulu incelemelerde görülen metodolojik özellikleri ele alacak ve bundan sonra, önce Kemalizm/Ata­ türkçülük ideolojisinin Türkiye toplumu için öngördüğü "modernleşme" progra­ mını değerlendirecektir. Türkiye toplumu için öngörülen "modernleşme" hedefine ulaşma bakımından en temel araç, Kema­ lizm/Atatürkçülük açısından devletin itici gücü olduğundan, Kemalizm/Atatürkçü­ lük içinde Türkiye Cumhuriyeti'nin nasıl bir devlet olarak tasarlandığı ve bu devlet tasarımının demokratik siyaset ile olan bağları ve paradoksları, Kemalist/Atatürk­ çü modernleşme programı üzerinde du­ rulduktan sonra değerlendirilecektir.

METODOLOJi SORUNU Kemalizm/Atatürkçülük konulu incele­ melerde, tarih ve sosyal bilimlere özgü önemli bir metodolojik tartışmanın, ba­ zen açıkça, bazen. de zımnen sürdürüle­ geldiği görülmektedir. Tartışma, kısa yol­ dan ve basitçe belirtmek gerekirse, poziti­ vizm ile p ozitivist olmayan metodoloji anlayışları arasında yer almaktadır.

z

M

Tarihi arkaplanında ''.Jöntürk bilimcili­ ği" (Hanioğl u , 1 984) yer alan K ema­ lizm/Atatürkçülüğün "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" düsturunu adeta (ancak, üzerinde çok da fazlaca ve derinlemesine düşünmeksizin) zihniyet evreninin teme­ line yerleştirmiş olduğunu söyleyebilece­ ğimiz " akademik pozitivi z m , " Kema­ lizm/Atatürkçülük konusuna bakışında, çoğu kez birbiriyle çakışan veya birbine bağlanan bir dizi önkabul üretegelmiştir. Nesnellik: Kemalizm/Atatürkçülük ko­ nusunda pozitivist yaklaşımın ürettiği bi­ rinci argüman, "bilimin nesnelliği" ilkesi­ ni tarihe uygulama amacındadır. Buna göre, Kemalizm/Atatürkçülük öncelikle bir tarihi olguyu ifade etmektedir ve her tarihi olgu gibi kendi özgül şartları içinde mütalaa edilmelidir (Akşin, 1989: 1 1-21 ) . Tarihte olguların "kendi başlarına" ve "kendiliğinden açığa vurulmuş" anlamla­ rı olduğunu, tarihçinin görevinin de bun­ ları sadece belgelemekten veya tespit et­ mekten ibaret olduğunu ileri süren 1 9 . yüzyıl kökenli ampirizmin bir tekrarı gibi görünen bu yaldaşım, çoğu kez, olguların tespitinden öteye giderek, bilimsel meto­ dun bir diğer görevinin de, olguların ser­ gilediği "düzenlilikleri" veya "kuralsallık­ ları" keşfetmek olduğunu kabul etmekte­ dir ( toplum teorisinde pozitivizm için bkz. Giddens, 1990). İlerleme: Bu anlayış uyarınca, Kema­ lizm/Atatürkçülük tahlili sadece olgusal tespitlerden ibaret, saf bir olguculuk ile sınırlandırılamayacaktır. Bilimin tikel ol­ guların nesnel incelenmesinden genelle­ melere (evrensel geçerliliği olan "yasa­ lar"a) ulaşmayı hedefleyen bir faaliyet ol­ duğu yolundaki klasik pozitivizmin izin­ den giden "akademik pozitivizm," böyle­ ce, ikinci argüman olarak, Kemalizm/Ata­ türkçülük konusunda "toplumsal değiş­ menin yasaları" kavramına özel bir ağır­ lık yüklemektedir. Bu yaklaşım, toplum­ ların tarih içinde değişimlerinin belirli düzenlilikler gösteren kalıplara (pattem)

K E M A L i Z M /ATATÜ R K Ç Ü L Ü K :

M O D E R N LE Ş M E,

göre gerçekleştiğini; sosyal bilimin göre­ vinin bu düzenlilikleri nesnel olarak orta­ ya koyup açıklamak, dolayısıyla öndeyide (prediction) bulunmak (gelecekte ne ola­ cağını da "açıklama" içinde söylemek) ol­ duğunu benimsemiştir. Buna göre Kema­ lizm/Atatürkçülük, geleneksel toplum ti­ pinden m odern t o p l u m ti pine doğru "ilerleyen" bir topyekün toplumsal değiş­ me süreci içinde, bu ilerlemenin hem an­ laşılmasını mümkün kılmakta, hem de yönlendirici fikri çerçevesini oluşturmak­ tadır.7 Vesayet: Nesnellik ve ilerleme, genel anlamda bir pozitivist bakışı temsil etme­ nin yanı sıra, Türkiye toplumunun Cum­ huriyet odaklı bir tarihi açıklama üzerin­ den anlaşılmasında "devlet" düzeyine özel bir yer verilmesini de mümkün kıl­ maktadır. "Geri"yi ifade eden "geleneksel toplum" yapısının çözülme süreci içinde, "ileri"ye, "modern toplurrı"a gidişin re­ formcu aygıtı olan "devlet" , Osmanlı geç­ mişindeki "tedricilik"ten Cumhuriyet'le birlikte kurtulmayı başarmıştır. Böylece "devrimci" -veya "inkılapçı"- bir hamleyi, bir kopuş noktasını belirleyen Cumhuri­ yet, eğitimsiz, cahil bir halk kitlesinin "kalkındırılması" suretiyle ilerletilmesi misyonunu üstlenmiş olmaktadır. Feroz Ahmad'ın ( 1985) nitelemesiyle "Doğmak­ ta olan bir burjuvazinin öncü kolu" olan İttihat ve Terakki ile aynı fikri iklim için­ den çıkmış olan Kemalizm/Atatürkçülük, devleti bir yandan topyekün toplumsal ilerlemeyi gerçekleştirecek gerçek güç olarak algılayıp sunmakta, diğer yandan da bu gücün "demokratikleşmesini," iler­ lemenin oluşturacağı bir "rasyonel yurt­ taşlar topluluğu" ortaya çıkıncaya kadar ertelemeyi uygun görmektedir. Cumhuri­ yet ile demokrasi arasında bir gerilimi kendi iç bünyesinde sürekli hale getiren bu anlayış, Kemalizm/Atatürkçülük yo­ rumları içinde, çok partili siyasi hayata geçişten sonra da devam etmiştir. Böyle­ likle, modern topluma özgü demokratik

DEVLET VE

D E M O K RAS i

siyasi süreç özelliklerini Kemalizm/Ata­ _ türkçülük sınırı içinde "meşru" görüp, bu sınırın tartışılmasını ve aşılmasını devlete yönelik bir tehdit gibi sunmak, hem Ke­ malizm/Atatürkçülük ideolojisinin, Tan­ zima t-s onrası Türkiye tarihine ilişkin "ilerlemeci yorumu" ile bu yorumun da­ yandığı "bilimsellik" iddiası temelinde haklılaştırılmasını mümkün kılan, hem de devletin toplum üzerindeki gözetleyi­ ci, yönlendirici, müdahaleci fonksiyonla­ rını pekiştirici bir nitelik kazanmışur. Kemalizm/Atatürkçülük ideolojisinin kendini algılama ve takdim etme biçimi ile sonraki yorumlar arasında, Tek Parti yönetiminin yerleşmesinden sonraki sü­ reçte ortaya çıkan sosyal bilim teorileri­ nin de katkıda bulunduğu bir biçimde, devletin toplum üzerindeki vesayetini onaylayan ve bu onayı Kemalist/Atatürk­ çü pozitivizmle paralel bir "akademik po­ zitivizm" ile pekiştiren bir benzeşme gö­ rülmektedir. Dolayısıyla, bu benzeşmenin eleştirisi, pozitivizm temelli modernleşme teorisinin eleştirisiyle ve buna bağlı ola­ rak da, Kemalist/Atatürkçü devlet kavra­ yışı ile demokratik devlet kavrayışı ara­ sındaki gerilimin tahlili ile anlam kazana­ bilmektedir.

MODERNLEŞME lDEOLO]lSl VE KEMALiZM/ATATÜRKÇÜLÜK "Modernleşme," sözcük anlamı itibariyle "modern olan" doğru ilerleyen bir süreci anlatmaktadır. Bu yalınkat anlamıyla "modernleşme," bir toplumsal ilişkiler bütününün tamamına veya bir bölümüne ilişkin olarak kullanılabilmektedir. Örne­ ğin, tarımda, eğitimde, aile yapısında, hu­ kukta ve sair ilişki alanlarında, ayrı ayrı, "modemleşmek"ten bahsedilebildiği gibi, toplumsal ilişkilerin tüm boyutlarını kap­ sayıcı bir biçimde "modernleşmek" de söz konusu edilebilmektedir. Sosyal bilimlerde "modernleşme"8, bir teorik inşa olarak, "geleneksel t o p -

1 01

M

K

A

Necmettin Sadık Sadak HAKKI UYAR

1 02

Gazeteci, s i yaset adamı ve sosyolog olan Necmettin Sadak 1 890 yıl ında ls­ parta'da doğd u . Galatasaray Lisesi'ni bitirdi (Sadak, 1 92 8 y ı l ında Galatasa­ ray Spor Kulübü başkanlığı da yapa­ caktır) . Fransa'daki Lyon Ün iversitesi Edeb iyat Fakü ltes i 'nden mezun oldu ( 1 9 1 4) . B a s ı n hayat ı n a F ransa'daki Progres gazetes inde yazdığı yazı larla başl adı. 1 9 1 6 y ı l ı nda İstanbul'a dön­ dü kten sonra Maarif Nezareti Tel if ve tercüme Dairesi'nde çal ıştı; daha sonra Darülfünun'da Ziya Gökalp' in müder­ ris olduğu İçti maiyat (Sosyoloji) bölü­ münde, müderris muavinliğine getiril­ d i . Z iya Gökalp'in öğrencisi olan bir kişi de Fuat Köprü lü'dür. Gökalp'in her iki öğrencisi de i leride dışişleri bakanı

lum"dan "modem toplum"a doğru ilerle­ yen bir değişim sürecini anlatmaktadır. Buna göre, tarihin başlangıcı ile sonunu anlatan iki toplum tipi vardır: "gelenek­ sel" ve "modern" toplum. lnsanlık tari­ hinde ilk kez Batı Avrupa'da başlayıp geli­ şen ve Kuzey Amerika'da en belirgin ger­ çeklik düzeyinde kendini açığa vuran sü­ reç, sanayileşmiş, evrensel geçerliliği olan bir bireysellik ve rasyonalite kültürünü yerleştirmiş, demokratik temsili sistemle yönetilen bir "toplum tipi"ne erişmiştir. Dünyanın geri kalan bölümünde tarih, bu "modern toplum tipi"ne doğru bir deği-

z

M

olacaktır. Sosyoloji böl ümünün kurum­ sal laşmasında, Sosyoloji Enstitüsü'nün kuru lması nda ve bu konuda bir dergi (İçtimaiyat Mecmuası) ç ı karıl ması nda büyük rol oynayan Gökalp' in 1 9 1 9 yı­ l ı nda İngil izler tarafından Malta'ya sür­ gün ed i l mesi üzerine yerine, müderris olarak Necmettin Sadak geçti . 1 9 30 ve 1 940' 1 1 y ı l l a r ı n Tü rkiye­ si'nde liselerin son sınıflarında esteti k, mantı k, sosyoloji ve mantık dersleri okutu luyord u . Mantı k' ın yazarı Hasan A l i Yücel, sosyolojinin yazarı Necmet­ tin Sadak, estetik'in yazarı Suud Kemal Yetkin ve fi lozofiye (Felsefeye) başlan­ gıc' ın yazarı Mehmet Emin Erişirgil idi. Sadak'ın yazdığı sosyoloji kitabı, 1 936 y ı l ından 1 9 5 0 y ı l ına kadar 1 iselerde okutu l d u . Söz konusu kitabın 1 93 6, 1 9 37, 1 9 3 8, 1 939 ve 1 941 baskıları "Sosyo l oj i " a d ı n ı ta ş ı rken; 1 943 ve 1 9 44 bas k ı s ı "To p l u m b i l i m " ; 1 9 4 5 , 1 947, 1 948, 1 949 v e 1 950 baskı la rı "Toplumbilim Sosyoloji" ad ını taşımak­ tadır. Sosyoloji kitabı; toplumbil imin ilk haberc i leri, toplu m b i l i m i n tan ı m ı ve metodu, ulus, devlet, hükümet, din, ai­ le ve kad ın, ahlak, hukuk, bilim, felsefe, sanat ve ekonomi bölümlerinden

şim sürecini yaşamaktadır. "Modernleşme," bir sosyal bilim teorisi olarak birçok yönden ilgi çekici özellikler göstermektedir. Teorinin dayandığı dünya görüşü ile felsefi öncüller, teorinin tercih ettiği ampirik metodun içinde yer aldığı ve teorinin "bilimsellik" iddiasının da da­ yanağını oluşturan "pozitivizm," bir bü­ tün olarak bu teoriyi incelerken ele alın­ ması gereken hususlar arasında öncelikli bir yere sahiptir (bkz. Köker, 1998). Bu­ nunla birlikte, burada ele alınan Kema­ lizm/Atatürkçülük konusu bakımından asıl dikkat çekilmesi gereken noktalar, (a)

K E M A L i Z M /ATAT Ü R K Ç Ü L Ü K :

MODERNLEŞME,

oluşuyord u . Kitab ı n böl ümleri nin Ke­ mal ist ideolojiye uygun olarak yazıld ığı görü lmektedir. Örneğin Sadak devletçi­ l iğin ekonom ik açıdan faydaları olarak şunları i leri sürmektedir: "Devletçilik, yanı� fert anamal ve gi­ rişiminin başaramayacağı ve ulusal ha­ yatın evrimi, memleketin yoksulluktan kurtulması bakımından, yapılması bek­ lenemeyecek kadar acele ve zorunlu olan ekonomi işlerini devletin ulusal anamal ile başarması, devletle ulusun bir olduğu devirde sosyolojik bir zo­ runluluktur. Devletçilik, top lumsal egemenlik kurumunun sonucu olduğu gibi, ulu­ sal evrime yardım eden bir sistemdir. Devletçilik rejiminde endüstri çabuk ilerler. Bu yüzden üretmen köylü ürü­ nünü daha çabuk, daha çok, daha iyi fiatle satar. Devletin açtığı fabrikalarda işçiler çalışır, işsizlik ortadan kalkar. Menfaat gözetmeyen devlet, işçilere daha çok gündelik verir. Hem üretmenin, hem iş­ çinin çok kazanması, halkın satınalma yeteneğini arttırır, memlekette hayat düzeyi yükselir. Bu da uygarlığın ilerle­ mesi demektir. (...)

modernleşme teorisinin bir toplumsal de­ ğişme "anlatısı" (naırntive) olarak, kökle­ ri 1 7 . yüzyıla dek geri götürülebilecek olan ama esasen 19. yüzyılın fikir iklimi­ ne damgasını vurmuş bulunan "ilerleme" anlayışına dayanan bir fikirler kümesinin içinden bir ideoloji mahiyetinde nasıl or­ taya çıktığı; (b) bu "ideoloj ik teori"nin, bilimsel olarak açıklamayı amaçladığı toplumsal değişme süreçlerine ilişkin öz­ gül incelemelerinde nasıl bir "politik ko­ numlanış "a yol açtığı ve (c) "modernleş­ me teorisi"nin genel önkabulleri ile Ke­ malizm/Atatürkçülük ideolojisinin devlet

DEVLET VE

D E M O K RASi

1 03

Necmettin Sadak, Kemalizmin ideolojileştirilmesi çabalarına, resmi sosyolojinin yazıcısı ve "öğretmeni" olarak katkıda bulunmuştur. Referansları esas itibarıyla Comte, Durklıeim, Gökalp 'tiı: Devletçiliğin en büyük faydası, ka­ zanç ve anamalın sayılı fertler elinde birikmesine engel olmak, Avrupada ol­ duğu gibi sosyalizm, komünizm gibi cereyanların doğmasına sebep bırak­ mamaktır. Bunun içindir ki büyük eko­ nomi ve endüstri hayatına devletçilik

modeli arasındaki örtüşmeler üzerinde yoğunlaşacaktır. llerleme Fikrinden Modernleşme İde­ oloj isine: "Değişme," tek çizgili bir za­ man anlayışıyl a , insanın ve d o ğanın özünde yer aldığına inanılan bir eğilimin sonucu olarak, gL �ınişten bugüne ve gele­ ceğe doğru, düzenli aşamalardan geçilme­ si biçiminde, her bir aşamanın kendinden öncekilere göre daha iyi olduğu inanıldığı zorunlu ve bir doğa yasası kadar kesin olarak kavranıyorsa, "ilerleme" diye nite­ lendirilmektedir (Köker, 1984) . lnsan ak­ lının özgür bırakıldığı takdirde böyle bir

K

1 04

M

A

rejimi ile girişilen Türkiyede işçi ve pat­ ron kavgaları, milyoner ve aç sınıfları olmayacaktır". Devletç i l iğin salt eko­ nom ik bir işlevi olmadığına dikkat çe­ ken Sadak'a göre, devletin toplumsal yard ım, fikir ve sanat hayatı ile ilgil i de görevleri vard ır. Sadak, kitab ı n ı n so­ nunda tarihsel maddecilik ve toplum­ bilim konusuna değinmektedir. Ekono­ mik menfaatlerin top l umda her şeyin başı, ekonomik olguların toplumsal ev­ rimi açı klayan tek etken olmadığını be­ lirten Sadak, diğer etkenlerin de (din, ai le, devlet, hukuk vs.) rolü olduğunu be l i rtm ekte ve tar i h sel maddeci l i ği eleştirmektedir. Durkheim ekol ünün Türkiye'deki ön­ de gelen temsilcisi olan Ziya Gökalp'in çevresinde yetişen N. Sadak'ın yazdığı ders kitabı siyasal sosyolojiye ağırl ık ve­ ren bir kitaptır. Kemalist ideolojinin sos­ yolojik açıdan desteklendiği, toplumun Cumhu riyet rej i m i n i ve Kemalist ide­ o lo j i y i ben i msemes i n d e k u l l a n ı lan önemli araçlardan biridir. Sadak' ın sos­ yoloj i ders kitabı n ı n görd üğü i şlevin benzerlerini yurtta şlı k bilgisi dersleri ve tarih dersleri için yaz ı lan kitaplar da de­ ğişik açı lardan görmüşlerdir.

ilerlemeyi hem kavrayabileceğini hem gerçekleştirebileceğini kabul eden Aydın­ lanma Felsefesi'nin bir ürünü olan "pozi­ tivizm," toplumların "pozitif bilim ilkele­ ri" uyarınca örgütlenmeleri halinde değiş­ menin "ilerleme" mahiyetini kazanabile­ ceğini öngörmüştür. 1 9 . yüzyıl sanayi toplumuna vücut veren pozitif bilimler ile teknoloji alanındaki gelişmelerin kay­ naklık edip desteklediği ve Auguste Com­ te'un sosyolojik anlayışında "düzen için­ de ilerleme" diye özet bir ifadeye kavuş­ turulmuş olan bu fikir, "ileri Batı"ya göre "geri"yi temsil ettiği kabul edilen toplum-

L

z

M

Türk i ye'ye döndükten sonra Vakit gazetesinde yazılar yazmaya başlayan Necmettin Sadak, 1 9 1 8 yı l ı nda arka­ daşlarıyla (Kazım Şinasi Dersan ve Ali Naci Karacan) İstanbul'da Akşam gaze­ tesini kurdu. Bu gazetede yazılar yazan Falih Rıfkı Atay i le birlikte Milli Müca­ dele'yi destekledi ler ( 1 9 1 9-1 922). Mustafa Kemal'i ve M i l li Mü cade­ le'yi destekleyen birçok gazete sah ibi ve başyazar, 1 920 ve 1 930'1u yıl larda milletvekili oldu ve bu 1 940'1 1 yıllarda da devam etti. Cumhuriyet gazetesi sa­ hibi Yunus Nadi, Akşam gazetesi sahi­ bi Necmettin Sadak, Milliyet gazetes i sahibi Mahmut Soydan ve Vakit gaze­ tesi sahibi Ası m Us bunlar arasında sa­ yı labi lir. Bu kişi ler, gazete sah ibi olma­ nın yanı sıra, aynı zamanda gazeteleri­ nin başyazarıyd ı lar. Sadece başyazar olup milletveki li olan Falih Rıfkı Atay' ı da b u n l a ra e k l eye b i l i r i z . Atay, CHP'nin resmi yayın organ ı olan Haki­ miyeti Milliye'nin (sonradan Ulus) baş­ yazarıyd ı . Necmettin Sadak, 1 92 7�1 950 yıl ları arasında m i l l etveki li olarak TBMM'de yer al d ı . Sadak, 1 93 2 y ı l ı nda Türki­ ye'n i n Mil letler Cemiyeti'ne girdiği i l k

!arın incelenmesinde de yol gösterici ol­ muştur. Klasik sosyoloji teorilerinin top­ lumları belirli kavramsal tiplere göre tas­ nif edişine de sinmiş olan ilerleme fikri, temel ö z ellikl erini koruyarak, i kinci Düny a Savaşı'ndan sonraki dönemde "modernleşme" adını almış görünmekte­ dir (Meriç, 1983). Modernleşme, "bilimsellik" iddiası taşı­ yan bir teori olarak, Fukuyama'dan çok önceki bir zaman diliminde, "tarihin so­ nu" n u "modern toplum" ideal tipiyle tespit etmiş (Bendix, 1970) ve bu tespit esasına göre dünya üzerindeki farklı top-

K E M A L i Z M /ATAT Ü R K Ç Ü L Ü K :

M O D E R N LE Ş M E,

toplantıya Necmettin Sadak ve Türki­ ye' n i n Bern tems i l c i s i Cemal Hüsnü Taray katı l d ı . Türk iye'yi Cenevre Si­ l a h s ı z l a n m a Ko nfera n s ı ' n d a ( 1 9 3 2 ) tems i l e d e n Sadak, 1 9 3 6 y ı l ı n d a k i Montrö Boğaz lar Sözleşmes i görüş­ melerinde Türkiye'yi temsil eden he­ yet içeri s i nde yer a l d ı (heyet, Tevfik Rüştü Aras, N u man Menemencioğlu, Asım G ündüz, S uad Davaz ve Nec­ mettin Sadak'tan oluşuyordu). Sadak bu dönemde, T ü r k i ye' n i n M i l letler Cemiyeti'nde Sürekli Temsilcisi, Sivas M i l letvek i l i, D ı ş i şleri Kom isyonu ra­ portörü idi. Necmettin Sadak, 1 947-1 950 yıl la­ rında d ı şişleri bakan ı oldu. D ı şişleri bakanı ol arak, l 947-1 949'da Hasan Saka ve 1 949-1 950'de Şemsettin Gü­ na ltay hüküm etleri nde yer a l d ı . Sa­ d a k , b a ka n l ı ğ ı d ö n e m i n d e "Türki­ ye'nin bir Kıbrıs meselesi yoktur" de­ mesiyle tan ınmaktad ı r. Sadak' ı n dışiş­ l e r i b a ka n ı o l d u ğ u dönem T ü rk i ye aç ısı ndan son derece hareketi i bir dö­ nemdir. Bu hem iç hem de d ı ş pol iti­ ka açısından geçerl idir. İ kinci Dünya Savaşı'nın biti m i ile birlikte, dış pol iti­ ka aç ısından iki önem l i olaydan söz

DEVLET VE

D E M O K RASi

etmek mümkündür. Truman Doktrini­ Avrupa Kalkınma Projesi (Marşal Pla­ nı) ve Atlantik Pakt ı . Sadak, 1 949'da TBMM'de yaptığı bir konuşmada At­ lantik Paktı'na Türkiye'nin son derece s ı cak bakt ı ğ ı n ı , A B D ' n i n Avrupa ' n ı n güven l i ği i l e i l g i l en m e s i n den m e m ­ n u n olduklarını bel i rtti. Sadak'a göre, Avrupa'daki savaş teh d i d i ve soğuk savaş neden iyle en çok Türkiye' n i n zarar gördüğünü ve ağı r savunma yü­ künü Tü rkiye' n i n taş ı d ı ğ ı n ı i l eri s ü r­ mekteyd i . 1 950'de CHP'nin seçim yen ilgisine uğraması ve iktidarı kaybetmesi sonra­ sında, TBMM dışında kalan Necmettin Sadak, ölümüne kadar Akşam gazete­ sinde yazmaya devam etti. Bu yaz ı la­ rında d ı ş pol itika konu larına değinen ve hükümeti eleştiren Sadak, DP'nin Kore'ye asker göndermesi ile ilgi l i ola­ rak şunları yazıyordu: "Türkiye'den ciddi yardımı kimse ak­ lına getiremez. Bunun maddeten imka­ nı yoktur. Türkiye bir tecavüze uğrarsa Kore'ye yardım etmiş, diye hiç kimse bizim yardımımıza gelmez". Necmettin Sadak, 1 953 yıl ında kan­ ser tedavisi gördüğü New York'ta öldü.

1 05



lumların değişim süreçlerini açıklamaya yönelmişti. Bu teoriye göre toplumsal de­ ğişme, sonuçta "modern toplum"a eriş­ mek üzere adeta önceden programlanmış bir kaçınılmazlığı ifade etmekteydi. Teori­ yi benimsemiş olan sosyal bilimciler ara­ sında tartışma yaratan farklılıklar, "mo­ dern toplum" tipinin içerik olarak ne ifa­ de ettiği yahut "tarihin sonu" veya "ereği" olup olmadığı noktasında değil, bu sona doğru "ilerleyen" somut toplumların in­ celenmesinde başvurulan kavramsal araç­ ların yerindeliği üzerinde yoğunlaşıyordu (Binder vd., 1971).

Tarihin nihai ereği olarak "modern top­ lum" ideal tipi, ekonomik bakımdan sa­ nayileşmiş, sosyal yapı bakımından kent­ leşmenin gerçekleştiği, okuryazarlık dü­ zeyinin ve dolayısıyla eğitimli nüfus ora­ nının yüksek olduğu , insanların kendi yerel yaşam çevrelerini ve bu çevreyle sı­ nırlı kültürlerini aşarak evrenselliğe yö­ neldikleri, hayatlarını kendi özgür irade­ leriyle planlama ve yönlendirme imkanı­ na (bireysel özgürlüğe ve rasyonaliteye) sahip oldukları, bu ekonomik, sosyal ve kültürel yapı özelliklerine ek olarak, poli­ tik örgütlenmenin de temsili demokratik

K

1 06

M

A

ilkelere uygun olarak gerçekleştiği bir toplumu anlatmaktadır. Şimdi, modernleşme teorisinin tercih ettiği bilimsellik anlayışını belirleyen po­ zitivizme uygun olarak, bu "ideal tip," ta­ nım gereği, gerçeklikte saf haliyle bulun­ mamakta fa kat, gerçekliği anlama ve açıklama işlevlerini görmektedir. Bu "nes­ nel" anlama ve açıklama iddiası, modern toplum kavramının bir "ideal tip" olarak "idealize" edilmediği anlamına gelmekte­ dir: Yani, bu teorinin iddiasına göre mo­ dem toplum, sadece kavramsal bir araç n i teliğinde o l u p , " o l a n " ı açıkl amayı amaçlamakta, "olması gereken"e dair bir "normatif' içerik taşımamaktadır. Buna karşılık, her bilimsel faaliyet alanı için geçerli olduğu üzere, sosyal bilimle­ rin de kaçınamayacağı "epistemolojik eleştiri" açısından "pozitivizm"in nesnel­ lik argümanını temellendirme güçlükleri­ ni bir kenara bırakarak belirtmek gerekir­ se, modernleşme teorisi iki yönlü bir ide­ olojik karakter arz etmektedir: Modern­ leşme teorisinin ilk ortaya çıktığı dönem­ de daha açıkça vurgulanan ve zaman için­ de artan bir zımni kabul halinde varlığını sürdüren "modem toplum ideal tipi" ,9 esasen lngiltere ve ABD örneği üzerinden geliştirilmiş ol u p , bu t o p l u mların l 9 5 0'lerle l 960'lardaki durumlarının "eleştirel incelemesi"ne kapalı bir teorik inşa niteliğindedir. ikinci olarak, "mo­ dem toplum"un Batı dünyasındaki olu­ şum sürecini, feodal Orta Çağ'dan kapita­ list sanayi toplumuna geçişi kapsayan yüzyıllarla ölçülebilir bir zaman dilimin­ de teşhis eden bu teori, aynı sürecin Batı­ dışı dünya için -ilerleme fikrinin bir teza­ hürü anlamında- zorunlu olarak çok da­ ha kısa bir sürede gerçekleştirilmek duru­ munda olduğunu kabul etmektedir. Bu kabul, modernleşme sürecindeki toplum­ larda devletin -kimi teorisyenler tarafın­ dan "geçici" diye ilan edilmiş olan- otori­ ter ve baskıcı bir yönetim sistemini yer­ leştirmesi "olgusu"nu "açıklayıcı" bir ze-

z

M

min oluşturmaktadır. Ayrıca ve belki de daha önemli olarak, modernleşme teorisi, politik sistemin modem toplum ideal ti­ pinde olduğu türden "temsili demokrasi" haline gelmesini, ekonomik kalkınma ve demokratik politik kültürün oluşması ön koşullarının gerçekleşmesine bağlı bir ne­ tice diye formülleştirdiğinden, "geçiş sü­ reci"ndeki o toriter yönetim sistemlerini, "ilerleyen tarihin zorunlulukları" diye gö­ rebilmektedir. ıo Bu karakteristik özellikleri içinde ele alındığında, "modernleşme teorisi," bir yandan "ideal tip" oluşturmasına kaynak­ lık eden gerçekte varolan "modem top­ lumlar"daki status quo'yu eleştiri süzge­ cinden geçirme gereğini duymayarak onaylamakla, 1 1 diğer yandan da -teorinin özellikle l 960'ların ortalarından itibaren farkına vardığı bir biçimde- "modernle­ şen toplumlar" daki (askeri veya sivil) otoriter sistemleri -eleştiriden azade kıldı­ ğı Batı ile uluslararası ittifak alanı içinde kalmış olmaları koşuluna bağlı olarak­ "demokrasi öncesi" sistemler adı altında meşrulaştırmakla, "ideoloji" haline gel­ miş olmaktadır.12 Modernleşme İdeolojisi Olarak Kema­ lizm/Atatürkçülük: Bu noktada, ilgi çeki­ ci bir tespitte bulunma imkanı ortaya çık­ maktadır: "Modernleşme teorisi," Kema­ lizmin resmiyet kazanışından çok sonra ortaya çıkmış olmakla birlikte, Kema­ lizm/Atatürkçülük ideolojisiyle örtüşen bir içeriğe sahiptir. Bir diğer deyişle, Ke­ malizm/A ta türkçülük ideolojisi, sanki modernleşme teorisinin Türkiye'deki iz­ düşümü gibi görünmektedir. Şöyle ki: ( 1 ) Kemalizm/Atatürkçülük, 19. yüzyıl ilerleme fikrinden ittihat ve Te­ rakki aracılığıyla tevarüs ettiği ekonomik kalkınma (sanayileşme) ve kültürel geliş­ me (eğitim yoluyla bilimsel-rasyonel bir toplumsallığın oluşturulması) olmadan, siyasi sistemin demokratikleşmesinin ger­ çekleşemeyeceğini kabul etmektedir. Baş­ langıçta, aşağıda açıklanacak ideoloj ik

K E MALiZ M/ATATÜ R K Ç Ü L Ü K :

M O D E R N LEŞME,

öğeler temelinde, Türkiye toplumuna öz­ gü bir demokrasiyi Tek Parti yönetiminde gerçekleştirdiği iddiasında olan Kema­ lizm, sonradan, çok partili siyasi hayat içinde Atatürkçülük olarak yeniden ifade­ lendirilirken, Batı tipi (modern ideal tipe uygun) demokrasi karşısındaki eksiklik­ leri, bu "ideal tip"in gerektirdiği ekono­ mik ve kültürel ön şartların tam olarak gerçekleştirilmemiş olmasına bağlamıştır. Bu çerçevede Kemalizm, hem insanlık ta­ rihinde gerçekleştirilebilmiş ve dolayısıy­ la "ütopya" olmaktan çıkmış bir "toplum tipi"ni hedefleyerek, "modern toplum"un mevcut halini (topyekün toplumsal iler­ lemenin erişmesi gereken "medeniyet se­ viyesi" diyerek) idealleştirmiş olma anla­ mında ve hem de Türkiye toplumu üze­ rindeki otoriter Tek Parti yönetimini dev­ letin varlığı ve bekasıyla özdeşleştirerek meşrulaştırma anlamında iki yönlü "ide­ olojik" niteliği bakımından "modernleş­ me ideolojisi"yle neredeyse tam bir uyum içindedir. Bir diğer deyişle, 1 930'lardaki Tek Parti d ö n e m i n i n K e m a l i z mi i l e 1950'lerin modernleşme teorisi, yukarıda açıklanmaya çalışılan iki yönlü ideolojik niteliği bakımından örtüşmektedir. 13 (2) Çok partili siyasi hayata geçişten sonraki dönemde Türkiye toplumunun tecrübe ettiği ekonomik, kültürel ve siya­ si dönüşümler, Kemalizmin modernleşme hedefiyle, modernleşmenin siyasi boyutu­ nu ifade eden "demokratikleşme" arasın­ da bir gerilimi ortaya çıkarmıştır. Esasen, Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki sü­ reçte, Kemalizm ile devletin varlık sebe­ binin ve bekasının özdeşleştirilmiş olma­ sıyla zaten varolduğu görülen, toplumu meydana getiren farklı kesimlerin devlete erişebilmelerinin önünü kesen gerilimin çok daha belirgin -yani siyasi düzeye damgasını vuracak biçimde- ortaya çıktı­ ğı, genellikle paylaşılan bir değerlendir­ medir. Bu gerilimin doğurduğu sorunla­ rın çözümü, ya Batı "ideal tipi"ne uygun bir demokratikleşme ile ya da siyasi siste-

DEVLET VE

D E M O KRASi

min o t o riterliğinin pekiştirilmesiyle mümkün olabilirdi. Birinci yol , Kema­ lizm/Atatürkçülük için, Kemalizm/Ata­ türkçülüğün ve dolayısıyla onunla eklem­ lenmiş devletin varlığını tehlikeye soka­ cak bir yol diye algılanıp takdim edilmiş ve devlette esas olanın "istikrar" olduğu, Türkiye toplumunun özgül koşullarında kendine özgü bir "Kemalizm/Atatürkçü­ lük ile sınırlı demokrasi"nin ancak müm­ kün olabileceği ileri sürülegelmiştir. Kemalizm/Atatürkçülüğün modernleş­ menin siyasi boyutu ile ilgili bu ideoloj ik tavrı, yine ilginç bir biçimde, "modernleş­ me teorisi" tarafından da teyit edilmiştir. Türkiye gibi "modernleşmekte olan" veya "geçiş sürecindeki" toplumlarda, ekono­ mik kalkınma ile birlikte ortaya çıkan kentleşme, eğitim düzeyinin yükselmesi gibi sosyal değişim özellikleri, toplumun devletten (daha doğrusu siyasi kurumlar­ dan) beklentilerini ve taleplerini artırmak­ ta; bu beklenti ve taleplerin doğurduğu sorunları sistem içinde çözme kapasitesi­ ne sahip olmayan siyasi yapılar çökmekte; yerlerini otoriter yönetim sistemlerine bı­ rakmaktadırlar. Bu " teori , " açısından önemli olan, tıpkı Kemalizm/Atatürkçü­ lük için olduğu gibi, siyasi sistemin "de­ mokratikleşmesi " değil " isti krarı" dır. "Modernleşmekte olan" toplumlar, bu sü­ reç sona ermeden, yani "tarihin sonu"nu ifade eden "modern toplum"un ekonomik ve kültürel özellikleri yerleşiklik kazan­ madan, modem "ideal tip"e uygun bir de­ mokratikleşmeyi de tamamlayamayacak­ lardır. Çok özet olarak anahatları verilen bu "teori" doğrultusunda Türkiye'nin si­ yasi hayatını inceleyen birçok sosyal bi­ limcinin, Türkiye'nin siyasi sistemini ve bu sistemi meşrulaştırıcı Kemalist/Ata­ türkçülük ideoloj isini "vesayet" terimi aracılığıyla nitelendirmesi (Weiker, 1 966), bu bakımdan anlamlıdır. llerleme fikrinde varolan "toplumsal değişmenin zorunlu yasaları" unsuru, bu kez "toplumsal mo­ dernleşmenin gerçekleşmesi için siyasi

1 07

K

M

A

z

M

1 08

otoriterliğin kaçınılmazlığı" diye yeniden ve daha özgül bir biçimde formüle edilmiş olarak karşımıza çıkmaktadır.

KEMALiZM/ATATÜRKÇÜLÜKTE DEVLETÇ1L1K VE MODERN DEVLETE ÔZGÜ DEMOKRAS1 Kemalizm/A ta türkçülük ideolojisinin Türkiye'de bir "modern devlet" kurmayı amaçladığı; bu amaca, öncelikle ekono­ mik, kültürel ve hukuki dönüşümlerin gerçekleştirilmesiyle erişilebileceği; geliş­ menin nihai evresinin ise modem devlet düzeni içinde "demokrasiye geçiş" olarak tasavvur edildiği, Kemalizm/Atatürkçü­ l ü k hakkındaki yaygın , akademik ve resmi yorumu özetlemektedir (Özbudun vd. , 198 1 ) . Bu yorum biçiminden hareket edildiğinde: ( 1 ) "siyasi otoriterlik" baş­ langıçta zorunlu bir evre diye algılanmak-

tadır çünkü, Bau modernleşmesinin yüz­ yıllara yayılan aşamalı değişim süreçleri­ nin Türkiye toplumunda çok daha kısa bir zamanda gerçekleştirmek, bunun için de devletin cebri gücünü devreye sokmak gerekmektedir. (2) Modern devletin olu­ şumu için zorunlu görülen ekonomik, kültürel ve hukuki dönüşümlerin gerçek­ leştirilmesinden sonraki evrede erişilmek ist.endiği ileri sürülen "demokrasi" de "modern devlete özgü" bir demokrasi olarak algılanmaktadır. Sonuncudan başlayacak olursak, Ke­ malizm/Atatürkçülük ideolojisinin nihai hedefinin demokratikleşme olduğu tezi ikna edici olmaktan uzaktır. Çünkü: ( 1 ) Kemalizm/Atatürkçülük, l 93 0'lardaki formülasyonu içinde, modern devlete öz­ gü demokrasiye karşı, kah "liberalizm" diyerek, kah Batılı toplumlardaki sınıf gerçeğinin bir zorunlu sonucu olarak gö-

K E M A L i Z M /ATAT Ü R K Ç Ü L Ü K :

M O D E R N LE Ş M E,

rüp, Türkiye toplumunun "dayanışmacı" yapısı içinde sınıfların olmadığı, dolayı­ sıyla da demokrasiye gerek bulunmadığı yolundaki bir muhakeme tarzını benim­ seyerek olumsuz bir tavır takınmıştır (Pe­ ker, 1 984). (2) Bundan da öte, çoğu kez sadece bir iktisadi kalkınma yolu diye gö­ rülüp gösterilmek istenen "devletçilik" il­ kesi ve anlayışı içinde, ekonomik kalkın­ ma sürecinin yaratabileceği "sınıf farklı­ lıkları" ile "sınıf çatışması"nın önlenmesi görevi de devlete yüklenmiştir (Köker, 1995: 96 vd.). Dolayısıyla, Kemalizm/Ata­ türkçülük bakımından, Türkiye'de, ge­ rekli ekonomik, kültürel ve hukuki dö­ nüşümler sağlandıktan sonra bir "demok­ ratikleşme" hedefinin benimsenmiş oldu­ ğu yorumu, tarihi-fikri zeminden yok­ sundur. Buna karşılık, süreç içinde, her ideoloji gibi Kemalizm/Atatürkçülüğün de değiş­ tiği ve demokratikleşme yönünde bir açı­ lım gösterdiği ileri sürülebilirse de, bu açılım, "modern devlete özgü demokra­ si"nin en daraltılmış çoğulculuğuna, Tür­ kiye'ye özgü tarihi koşulların da katkıda bulunduğu bir "korporatist modele" bağ­ lı kalınarak gerçekleşmiştir. 1 4 Aksi halde -Batı toplumlarında farklı siyasi partilerin mevcudiyetini bu toplumlarda çatışan sı­ nıfların varlığına bağlayan orijinal Kema­ list yoruma sadık kalınırsa- 1923'ten çok partili siyasi hayata geçildiği 1945'e dek geçen çok kısa bir süre içinde Türkiye'de de sınıfların ortaya çıktığını ve dolayısıy­ la, "ekonomik kalkınmanın yaratacağı sı­ nıf farklılıklarını önleme" görevini yerine getirmek bakımından da "devletçiliğin" başarısız olduğunu kabullenmek gereke­ cektir. Bu noktada, aslında Kemalizm/Atatürk­ çülük ideolojisinin bir iç paradoksunu teşhis etmek ve bu teşhis üzerinden, Tür­ kiye'deki modernleşme tecrübesinin siya­ si düzeyde ancak "Kemalizm/Atatürkçü­ lük ile sınırlandırılmış bir "demokratik­ l eşmeye" izin verebildiğini göstermek

DEVLET VE

D E M O KRASi

mümkün olmaktadır. Fakat sorun, Kema­ lizm/Atatürkçülük ideolojisinin bu ken­ dine özgü paradoksu ile sınırlı olmayıp, modern devlete özgü demokrasinin bir genel -farklı modern devlet tecrübelerine sahip toplumların özgül deneyimlerinde de gözlenebilen- niteliğini ilgilendirmek­ tedir. Çok özet olarak belirtmek gerekirse, modern devlet, cebir kullanma tekeli ile bu tekelin meşruluğunun "bir"liğini ifade etmektedir (Weber, 1 978) . Bir iradenin kendisine karşı gelinmesi halinde bile yü­ rütülebilmesi anlamında "iktidar" (potes­ tas) ile bu iktidarın meşruluk ilkesi anla­ mında "otorite"nin (auctoritas) birleşme­ si; bu birliğin bir "statü"ye bağlanmışlı­ ğından gelen "hukukilik"le tanımlanmış olması ve fakat, -çoğu kez, toplumun ge­ nel menfaatinin (gönencinin) gerektirdiği durumlar diye belirtilen belirli şartlarda­ bu hukukiliğin dışına çıkma ayrıcalığının da aynı "birlik" anlayışı içinde kabul edil­ mişliği: 15 Modern devlet oluşumunun ta­ rihi süreci içinden süzülen bu özellikler, toplumu meydana getiren farklı bireylerle grupların devletin (state) dışında oluşları­ nı ve devlete dışarıdan baskı yapmak su­ retiyle kendi isteklerini iktidarın karar al­ ma (yasama) ve uygulama (yürütme ve yargı) süreçlerine aktarmak durumunda kalmış olduklarını anlatmaktadır (Poggi, 199 1 : 1 1 5 vd.). İktidar ve meşruluğun birliğine tanınan hukuki statünün ifade ettiği "devlet" ile bu hukuki statüye, aslında devlet ile öz­ deşleşmiş olup da "toplumun genel men­ faati (gönenci)" [res publica-commonwe­ alth] diye söze dökülen hukukiliğin dışı­ na çıkma ayrıcalığında varolan "devlet mantığı", bu anlamıyla devlet dışında ka­ lan toplum kesimlerinin yönetime (ikti­ darın belirlenme ve yürütülme süreçleri­ ne) katılımlarının da sınırını tayin etmek­ tedir. Nitekim, "siyaset bilimi" alanında "baskı" veya "çıkar" grupları diye bili-

1 09

K

110

M

A

nen, işlevleri "siyasi iktidarı etkilemek" olarak tanımlanan örgütlerin çoğulculu­ ğu ile amaçları siyasi iktidarı ele geçir­ mek veya paylaşmak diye belirtilen "siya­ si partiler"in çokluğuna dayalı rekabetçi temsili sistem, öncelikle ekonomik nite­ likli olmayan talepleri dile getiren yeni toplumsal hareket ve örgütlenmelerin or­ taya çıkışı karşısında, en hafif tabirle bir "uyum sorunu " , ama daha doğru bir ta­ birle bir "bocalama" süreci yaşamaktadır (Keane, 1993). Özetle, modern devlete ö zgü dem okrasi d e , m odern devletin "mantığı" ile sınırlı bir çoğulculuğa göre tanımlanmış ve örgütlenmiş olup, bu sı­ nırın aşılmasını kendi mantığı açısından "giderilmesi gereken tehdit" diye algıla­ maktadır. Kemalizm/Atatürkçülük ideolojisindeki d evlet anlayışı da aslında bu "modern devlete özgü demokrasi"nin dışında de­ ğildir. Kemalizm/Atatürkçülüğün, örne­ ğin "statü ayrıcalıklarını reddetmek" diye özetleyebileceğimiz "yurttaş eşitliği" anla­ yışı, "yurttaşlık" anlayışının hukuki eşit­ liğe dayandırılmak istenmesi gibi, özellik­ le "halkçılık" ve "laiklik" ilkeleri içinde ifadesini bulmuş olan hedefleri, Türkiye devletinin de yukarıda özet olarak sunu­ lan modern devletin özelliklerine kavuş­ turulması idealini gösterir ilkelerdir. Keza, Kemalizm/Atatürkçülük ideoloji­ sinin "devletçilik" ilkesinde vurgulanmış olan ve bugün için adeta bir "sağduyusal ( commonsense) tavır" haline gelmiş oldu­ ğunu söyleyebileceğimiz, "devletin genel (toplumsal/kamusal) çıkarı gözetirken, bireylerin ve grupların genel olanla örtüş­ meyen, çoğu kez de tanımı gereği çatışan özel (kısmi) çıkarı temsil ettikleri" anla­ yışı da özde modern devletin dayandığı, hatta kendisine hukukiliğin ö tesine geç­ me ayrıcalığını tanımakta başvurduğu " toplumsal ortak gönenç" öğesinden farklı görünmemektedir. Buna mukabil, Kemalizm/Atatürkçülük ideolojisi, tevarüs etmiş olduğu özgül ta-

z

M

rihi gelenek içinde biçimlenmiş o l an "devletin kutsallığı" anlayışına bağlılığını sürdüregelmiştir. Bunu nla kastedilen, "imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle" olarak algılanan "Türk toplumu"nun mo­ dern devlete özgü demokrasinin izin ver­ diği sınırlar dahilinde bile bir farklılaşmış çoğulcu yapıya sahip olduğunu kabul et­ memek/edememek temelinde, devleti, bu sınıfsız, kaynaşmış kitle tasavvurunun en üst somutlaşmış iradi organı olarak algı­ lamaktır. Bu bakımdan d evlet , Kema­ lizm/A tatürkçülük için hep "ladini 1 6 bir kutsallık" halesiyle donanmıştır ve aslın­ da -yine tevarüs edilmiş olan bürokratik­ merkeziyetçi gelenek içinden çıkan bir özellik olarak- uygun hukuki formüller bulunduğunda ideal olarak düzenlenmesi gereken; böylece düzenlenmesi duru­ munda da toplumun da ideal varoluşunu gerçekleştirecek olan; dolayısıyla da tüm yurttaşların önünde hizmetkar konu­ munda eşit o ldukları bir üst bütünlük idealini anlatmaktadır. Devletçiliğin yalnızca geçici, laiklik ve milliyetçilikten farklı olarak, tartışılması mümkün ve vazgeçilebilir bir iktisadi kal­ kınma stratejisi diye takdim edilip yo­ rumlanmış olması, devletçiliğin bu siyasi­ kültürel boyutlarını görmeye engel olma­ malıdır. Siyasi çoğulculuğun sınırını eko­ nomik devletçi lik-liberalizm eksenine o turtmaya çalışan sonraki Kemalist/Ata­ türkçü yorum ve uygulamalar, 1 7 Kema­ lizm/Atatürkçülüğün oluşma ve yerleşik­ lik kazanma evresinde açıkça vurgulanan "sınıf farklılıklarının ortaya çıkışını önle­ me" görevinin devletçilik ilkesinde mün­ demiç olması; özgür yurttaşlar yetiştirme fonksiyonunun "Kemalist/Atatürkçü reji­ me uygun bireyler yetiştirme" anlamına gelmesi; eğitim ve kültür politikalarının bu doğrultuda devlet tarafından tayin ve tespit edilmesi gibi özelliklerle bitiştiğin­ de, şu nokta açıkça ortaya çıkmaktadır: Laiklik ve milliyetçilik Kemalizm/Ata­ türkçülük için ne kadar vazgeçilmez, do-

K E M A L i Z M /ATAT Ü R K Ç Ü L Ü K :

M O D E R N LE Ş M E,

!ayısıyla Kemalist/Atatürkçü "hikmet-i hükumet" anlayışı için ne kadar temel bir yere sahip ise, devletçilik de, bu kültürel­ siyasi boyutlarıyla aynı düzeyde temel ve değişmezdir.

SONUÇ Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Kema­ lizm/Atatürkçülük ideolojisinin, hem ilk oluştuğu 1 930'ların dünyasında, hem de bugün, Türkiye toplumunu ve devletini, ekonomik, kültürel ve siyasi düzeylerde yenileştirme hedeflerini içeren bir tasav­ vurlar bütünü olduğu söz götürmez. Bu­ nunla birlikte, Kemalizm/Atatürkçül ü­ ğün özgül paradoksları ile modern top­ lum ve devlet örgütlenmesinin, yine mo­ dernliğe özgü i çsel gerilimleri, Kema­ lizm/Atatürkçülüğün devralmış olduğu tarihi gelenekler ve özellikle de devlete toplumsal hayatın hemen her alanında yüklediği görevler dolayısıyla yerleşmiş bulunan merkezi kontrol imkanları, Tür­ kiye'nin özgül modernleşme tecrübesin-

DEVLET VE

D EM O K RASi

de otoriterliğin kalıcılığının haklılaştırıcı zeminini m eydana getirmektedir. De­ mokratikleşmenin idealize edildiği günü­ müz dünyasında, demokrasi görünümü altında, sinsice ilerlemekte olduğu teşhis edilebilen "yumuşak despotizm" tehlike­ si (Taylar, 1995) , Türkiye'de, zaten mev­ cut olan Kemalist/Atatürkçü o toriterliği kimi zaman maskeleyen "çok partili tem­ sili sistem"in -Kemalist/Atatürkçü olan veya olmayan- ama açık ve büsbütün to­ taliterlik potansiyeli taşıyan bir başka re­ jimi doğurma tehlikesine dönüşme po­ tansiyeline sahip görünmektedir. Bunun yanı sıra, Türkiye Cumhuriyeti ve Türki­ ye toplumu, Kemalizm/A tatürkçülük ide­ olojisini eleştirerek aşma anlamında bir "post-Kemalist" süreci yaşama potansiye­ lini hayata geçirme imkanına da kavuş­ muştur. Değişimin daha o tori ter, hatta totaliter bir yönde mi, yoksa post-Kema­ lizm yönünde mi olup olmayacağını, el­ bette Türkiye toplumunu meydana geti­ ren birey ve grupların politik edimleri belirleyecektir. O

D İ PN OTLAR Milli Mücadele döneminde, daha çok yabancı yayın organlarında, Mustafa Kemal'in izleyici­ lerini anlatmak üzere "Kemalist" teriminin kul­ lanılmasına karşılık, Türkiye toplumunun nasıl bir toplum olması gerektiğine ilişkin bir ekono­ mik, kültürel ve siyasi degişim projesini ifade eder biçimde Kemalizmden söz edilmesi ilk kez Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 1931 Programı ile gerçekleşmiştir. 2

Atatürk'ün vefatından sonraki gelişmeler için­ de, ismet lnönü'nün " Milli Şef" ilan edildiği 1 938-1 945 döneminde lnönü'ye ve lnönü'nün temsil ettigi otoriter rejime muhalefet, doğru­ dan lnönü aleyhtarlığı yapmak gibi o dönem için "sakıncalı" bir yol yerine, "Atatürkçü ol­ ma"yı dillendirmek suretiyle kendini ifade et­ meyi tercih etmiştir. B u muhalefetin örgütlü bir siyasi alternatif o l a rak, Demokrat Parti adıyla ortaya çıkıp iktidarı ele geçirmesinden soNaki ilk icraatları arasında "Atatürk'ü Koru­ ma Kanunu"nun yer almış olması da bu bakım­ dan kayda değerdir. Keza, 3. Cumhurbaşkanı

merhum Celal Bayar'ın "Atatürk, seni sevmek milli ibadettir" deyişi de hatırlanmalıdır. 3

Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki süreçte CHP dışı (ve dolayısıyla Kemalist ol mayan) " s ol " u n tasfiye e d i l m i ş o l ma s ı , öze l l i k l e 1 960'1ardan itibaren etkili olmaya başlayan sol fikir akımları ile örgütlenmelerinin (CHP içinde gelişen "Ortanın Solu" -bilahare "sosyal de­ mokrasi" ve "demokratik sol"- başta olmak üzere) büyük bölümünde Atatürkçülük yerine Kemalizm teriminin tercih edilmesi, buna karşı­ lık, kendilerini milliyetçi-muhafazakar olarak nitelendiren düşünce akımı ile örgütlenmeleri­ nin karşı çıkıp eleştirdikleri "(Sol) Kemalizm" yerine Atatürkçülük terimini tercih etmeleri, bir bakıma bu akım ve örgütlenme mensupla­ rının Demokrat Parti'ye varan hareket ile olan tarihi baglantılarının ürünü olarak görülebilir.

4

Nadir Nadi'nin "Ben Atatürkçü değilim!" kina­ yesi bu bağlamda akla gelen bir örnektir.

5

"Siyasi lslam"ın, Türkiye'deki kamusal görü­ nürlüğünün artmasına paralel olarak, maruz

111

K

M

A

kaldığı "takiyyecilik" -yani gerçek niyeti (burada " Kemalist/Atatürkçü Cumhuriyet'i yıkma" niyeti) gizleme- bu gündelik siyasi çekişmeler bağlamındaki ifade için de geçerli sayılabilirse de, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önünde duran ve insanların siyasi niyetlerini açıkça ortaya koymalarını yasaklayan hukuki ve siyasiideolojik engellerin varlığını da dolaylı olarak işaret eden bir örnek diye alınabilir. 6

1 12

Devlet ile toplum arasında ilk kez Avrupa tarihinde teşhis edilmiş olan bir ayrışmaya dayanan bu "devlet mantığ ı " (veya hikmet-i hükümet) nosyonunun ortaya çıkışına dair açıklayıcı bir tarihi-kavramsal inceleme için bkz. Maurizio Viroli, From Politics to Reason of State.

7

Kemalist devrimin (veya Atatürk [Türk] devriminin) ideolojisinde pozitivizmin merkezi konumu için bkz. Timur, 1 993: 95 vd.

8

Buradaki açıklamalar için bkz. Köker, 1 995; özellikle "Birinci Ayrım".

9

Modern toplum "ideal tipi"nin oluşuturulmasında ABD'nin nasıl örnek oluşturduğuna ilişkin olarak bkz. Apter, 1 969.

1 0 Bu bakış açısının iyi bir örneği olarak bkz. Huntington, 1 968. 1 1 En iyi örneklerden biri için bkz. Samuel P. Huntington, American Politics, the Promise of Disharmony. Aynı yıllarda liberal demokrasinin gerçek durumu ile bu durumu meşrulaştırıcı değerler arasındaki kopmaya ve bu kopmaya eklenen kapitalizm-demokrasi ilişkisinin eleştirel sorgulanmasına yönelen bir yaygın tartışma sürmektedir. örneğin, Macpherson, 1 962 ve 1984. Modern toplumların status quo'suna yönelik bu eleştirel incelemeler ve tartışmalar "modernleşme teorisi"nin hemen hemen hiç dikkatini çekmemiştir. 1 2 Burada "ideoloji"yi bir toplumsal yapıyı sürdürmeye hizmet eden düşünceler anlamında kullanıyorum.

z

M

1 3 Bu örtüşmenin, Kemalizmin kendi ideolojik içeriğini algılama ve takdim etme biçimiyle modernleşme teorisinin kendi teorik inşaını algılama ve takdim etme biçimi arasındaki, zamana ve d ü nya siyasi konjonktürüne bağlı farklılıklara rağmen oluşması ilginçtir. Bu bakımdan, modernleşme teorisinin 1 950'1erdeki ortaya çıkışından sonraki dönemde, Tek Parti Kemalizmini modernleşme teorisi içinden inceleyen akademik pozitivizmin, modernleşme teorisi üzerinden Kemalizmi tasdikleyici ürünler vermesi pek de şaşırtıcı olmamaktadır. 14 Türkiye devletinde "kamu felsefesinin korporatist" niteliğinin hakimiyeti ve kalıcılığı tezi için bkz. Parla, 1 989. 1 5 Poggi ( 1 99 1 ). B u noktada, John Locke, yürütme erkine sahip olan kralın toplumun tümünün korunmasını gerektirdiği biçimde davranma ayrıcalığını mevzü (pozitif) hukuktan değil de "doğal hukuk"tan aldığını kanıtlamaya ve böylece hukukileştirmeye girişmekle modern devletin tarihi gelişim serüveni içinde ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Bkz. "Of Prelogative", J. Locke, Two Treatises of Government, a Critical Edition with an lntroduction and Apparatu Criticus by Peter Laslett, 2. yayımlanış, Cambridge, Cambridge University Press, 1 967, s. 392-398. 16 Buradaki "l.'.ıdinilik," pek tabii ki Türkiye toplumu bağlamında Müslümanlık başta olmak üzere, tüm semavi dinleri kapsayan bir "dinsel olmama" durumunu ifade etmektedir. Buna mukabil Kemalist/Atatürkçü pozitivizmin, özellikle bu ideoloji tarafından devralınan Jöntürk pozitivizmindeki "Saint-Simon-Auguste Comte'çu "yeni din" özelliğini bir kez daha işaret etmek gerekmektedir. 1 7 Bu noktada, örneğin 1 2 Eylül rejiminin, biri daha çok, diğeri daha az devletçi iki siyasi partiden oluşan bir siyasi sistemi idealize etmesini özellikle hatırlamak gerekir

Halkevleri N E Ş E G . Y E Ş İ L KAYA

1 93 1 yılı Cumhuriyet Halk Fırkası Büyük Kongresi, hem parti hem de Türk siyasi

nı sürdürür. B u n l ar : Dil, Tarih, Edebiyat;

düşünce tarihi açısından önem l i bir dö­

Ar (sanat); Gösterit (tiyatro); Spor; Sos­

nüm noktasıdır. Bizzat Atatürk tarafından

yal Yard ım; Halk Dershaneleri ve Kurs­

(Parla, 1 992) Kemal izm olarak adlandırı­ lan i l keler, Altı Ok olarak son şekl ini 1 1 1 .

lar; Kitapsaray ve Yayın; Köycü lük; Mü­ ze ve Sergi şubeleridir. B i r H a l kevi n i n

Büyük Kongrede a l ı r. B u kongrede Ke­ malist ideoloji kendisini Altı Ok i l e net

aç ı l abi l mesi i ç i n gerekl i bina, para ve d iğer maddi araçlar sağland ı ktan sonra

Halkevleri dokuz şube ile çal ışmaları­

olarak ifade etmekle yetinmez, aynı za­

bu şubelerden en az üçünün çal ışması

manda i l kelerle formüle ed ilen ideoloji­

gerekir. Halkevi başkanı bağlı bul undu­

n i n geniş kitlelere yayılmasın ı sağlayacak

ğu i l, i lçe, kamun Parti Yönkurulu (Yö­

mekanizmaları örgütlemek üzere hareket

netim Kuru l u ) üyeleri arasından seç i l i r.

eder. Ü lke kalkınmasında Atatürk tarafın­

H a l kevleri yönetim kuru l ları y ı l d a i k i

dan görevlendirildiği ifade edilen parti,

defa parti genel sekreterl iği ş u b e l e r i n

Halkevlerin i n kuruluş kararı nı bu kong­

çal ışmaları hakkında b i lgi gönderir. Köy

rede a l m ıştır. B u karar ayn ı zamanda

ve nahiyelerde Halkevi açmak i ç i n ge­

Türk Ocaklarının kapatı l ışı i l e de i lişki li­

reken üç şubenin sağlanamaması nede­

dir. 1 93 1 yılında parti genel sekreterliği­

ni i l e i l k olarak 1 940 y ı l ı nda Halkodala­

ne tekrar getirilen Recep Peker, partinin

rı açılmıştır.

örgütsel ve doktri ner bakımdan güçlen­ mes i ne ve part i n i n devlet ve hükümet

Halkevleri, Serbest Cumhuriyet Fırka­ sı'ıiın kapatılması i le 1 930 yı l ı nda başla­

üzerinde egemenl i k kurmasına çalışır. Bu

yan, 1 9 3 8'e kadar Atatürk (Ebedi Şef),

çabaların en önem l i sonuçları ndan biri

1 93 8-1 946 yıl ları arası M i l li Şef İ nönü

partin in, Türk OcakJ3rını kendi bünyesi­

dönem leri olarak iki dönemden ol uşan

ne katma talebidir. Bunun üzerine Ocak

Tek Parti egemenl iği içinde yer a l makta­

kendi n i l ağvetme kararı a l ı r. Bu kararın

d ı r. Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Mene­

1 93 1 yı l ı parti kongresinde onaylanması

men olayları toplumda yükselen tansiyo­

i l e b i r l i kte kapatı l a n Türk Ocakları n ı n

nun işaretidir. Bu ortam içerisinde Parti,

yeri ni a lmak üzere Halkevleri n i n kurul­

hal kla temasını artırmak ve rej i m i halka

masına karar verilir. Parti bir yıl içerisin­

benimsetme gayret i nded i r. H a l kevleri

de tasarladığı hedefi gerçekleştirecek, 1 9

parti n i n h a l kla bağ l a r ı n ı g ü ç l e n d i rme

Şubat 1 93 2 'de i l k olarak 1 4 Halkevinin (Afyon, Ankara, Ayd ın, Bolu, Bursa, Ça­

·

çabas ı n ı n ürünü olarak ele a l ı n ma l ı d ır. B u n u n y a n ı s ı ra 1 93 0' 1 1 y ı l l arda tüm

nakkale, Denizli, Diyarbakır, Emi nönü,

dünyada benzer örgütler vardır. Alman­

Eskişeh i r, İzm i r, Konya, M a l atya, Sam­

ya, İtalya, gibi otoriter rejimlerin hüküm

sun) açılışını yapacak, bu açılışı törenler,

sürdüğü ü l kelerin yanı sıra demokrasi i le

radyo yayınları i l e tüm yurda duyuracak­ tır. Halkevlerin i n kapatıldığı 1 950 yılına

yöneti len ü l kelerde de yer alan bu ör­

kadar bu sayı 478 Halkevi, 4322 Halko­ dasına ulaşır.

oloji çerçevesinde politizasyonu n u sağ­ lamakla kalmamakta iş hayatından arta

gütler, yal n ı zca kitlelerin bel l i bir ide­

1 13

K

E

M

A

ka l a n boş zama n ı n değerlend iri lmesi,

1

Z

,

ya l ı olan parti n i n i l keleri ni yaymak ve

bazı pratik bilgi ve beceri lerin kazandı­

bu ideo l oj i n i n ü r ü n ü o l a n devr i m l eri

r ı l m a s ı n ı s a ğ l a m akta d ı r. Bu a n l am d a

yerleştirmek amaç l a n ı r. Öze l l ikle 1 9 2 3

Halkevleri tamamıyla dönemi n ihtiyaç­

v e 1 930 y ı l ları arasında bir d i z i devrim

larına cevap veren bir örgüttür.

gerçe kl eşti r i l m iştir. H a l ke v l e r i n i n e n

Kema l izmin ya l n ı zca siyasi alanda de­

önemli işlevi devrimlerin telkin ve terbi­

ğil, kültürel alan ve günlük yaşam üze­

kamusal alanın genişlemesini ve tüm ül­

ye yolu ile ha lka benimseti lmesid ir. Ke­ m a l i z m i n propagandaya verdiği önem 1 9 3 1 y ı l ı nda CHP Halk Hatipleri Teşki­ latı n ı örgütlemesinden de a n l aşı l a b i l ir. Halkevlerinde Dil ve Edebiyat şubesi ko­ nuşmalar ve konfera nslar düze n l e r ve bunları hoparlörler ile halka din letir. Ay­ r ı ca, Anka ra Radyosu yay ı n l arı n ı n d a hoparlörler i l e bahçe v e meyd a n l arda d i n leti lmesine gayret ed i l i r. Dergi ve ki­ tap yayı n ları yap ı l ı r. H a l kevleri 1 9 y ı l boyunca 77 dergi çıkarır. Atatürk'ün is­ m i n i verd iği Ülkü-Halkevi Dergisi' n i , Ankara Halkevi çıkarır. Bu yayı nlar çok sayıda yazarın yetişmesini sağlar. Kütüp­ hane Halkevinin, i l k kurulma şartl arı n­ dan birisidir ve her H a l kevi nde bir kü­ tüphane ve okuma odası bul undurul ma­ sı şart koşu l u r. Kitapsaray Şubesi, uram

keye yay ı l ması n ı sağlar. Ev ve iş yaşamı

(mahal le) ve köy odalarında, parti ocak­

rinde bel i rleyici o l ma gayreti n i n en so­ mut ürünü Halkevlerid ir. Halkevleri ile Kema l ist i l keler çerçevesi içi nde bel i r­ l e n m iş yeni bir kam u s a l a l a n yarat ı l ı r. 1 9 . yüzyı ldan itibaren modernleşme ha­

reketleriyle b i r l i kte geleneksel Osma n l ı

1 14

l

kentinde cami lerde gerçekleşen kamusal yaşam, bu sın ırların d ış ı na çıkmaya baş­ lamıştır. Liman kentlerinde ve öze l l ikle İstanbul'da bu yen i yaşam kal ıpları n ı n örnekleri görülür. Cumhuriyet asker, bü­ rokrat ve ayd ı nlarından oluşan seçkinle­ rin al ışkın o ldukları bu yaşam kalıpları­ n ı n H a l kevleri arac ı l ığı i le Anadolu'ya taşınmasına çal ış ı l ı r. H a l kevleri yayım la­ d ı k l a r ı dergi l er, düze n l e d i kl eri konfe­ ranslar i l e parti n i n h i mayesi altı ndaki

d ışı nda yeni bir toplanma mekanı oluş­

l a r ı nda ve açık havada okuma günleri

turu l u r. Yen i eğ lence an layışları, dans,

yapar. Uygun bulunan kitap, okuma ka­

müzik, tiyatro, Kemalizmin yaygın laştı­

pasitesi o l a n b i r yu rttaşa yüksek sesle

r ı l ması için araç olarak ku l la n ı l ır. Kad ın­

okutu l u r ( C H P H a l ke v l e r i Öğre n e ğ i ,

erkek bir arada müzikl i aile toplantıları

1 9 3 8 : Madde 64). Okuma sevgisi o luş­

için balo salonları, müzik holler; tel kin

turulması için yazarlardan, Halkı n anl a­

için tiyatro salonları; gürbüz, sağlıklı ye­

yabileceği açıkl ıkta "açık d i l l i, m i l li d uy­

n i nesi l i ç i n spor s a l o n l arı ve avlu lar;

gul u, Türk özlü eserler" beklenir (CHP,

d i n leyen, d üşünen, konuşan yeni nes i l

1 9 3 5 : 1 09).

için toplantı salonları; bir arada çal ışma

"Fikir ve tez telkininde" Sanat Şubesi

ve üretme için şubelere ait ça lışma oda­

de görevlidir. "Sanat", "mürebbi" olarak

ları ; okuma zevkin i n aşılanması için kü­

görü l ü r ve sanatın "devri m i n " emrinde

tüphaneler yapı l ı r. H a l kevi bina ları n ı n

olması beklenir. Müzik zevkinin değişti­

hükümet konakları ile birl ikte Cumhuri­

rilmesine gayret edil ir. Fasıl ve saz musi­

yet meyd a n l ar ı n d a yer al ı ş ı , Tek Parti

kisinin esaretinden kurtarılan halkın tür­

dönemi nde, Parti - Devlet bütünlüğünün

kü lerinde "keman, ut, cümbüş, kanun,

en somut ifadesid ir. Altı Ok, H a l kevler i n i n açı l ı ş tari h i n ­

ney" ku l l a n ı lamaz. (Halkevleri Çal ışma Tal i m atnamesi, 1 940). H a l k için müzik

d e n beş y ı l sonra, 1 93 7 y ı lı nda Teşkilat-ı

akşamları ve müsamerelerin müzik prog­

Esasiye Kanunu'na (Anayasa) eklenerek

r a m l a r ı n ı d ü z e n l eyen H a l kevl e r i n d e,

"resmi ideoloj i" şekl i n i al acaktır. H a l ­

"Devrim telakkisine ve halk terbiyesine

kevleri i le Kemalist ideoloj i v e b u n a da-

hasr" (CHP, 1 935 :39) ed ilen müzik için

M

K E M A L i Z M /A T AT Ü R K Ç Ü L Ü K :

M O DE RN LE Ş M E,

DEVLET VE

D E M O K RASi

( C H P, 1 9 3 5 : 5 0) o l duğu savu n u l u r ve bundan yararlanmak üzere Kurtu luş Sa­ vaşı ve devrimleri konu a l a n oyu n l ar sahnelenir. "Tezli bir piyes" i le 1 3 6 hal­ kevinde 1 3 6 .000 den fazla yurttaşa "bir iki gün içi nde bir fikrin telkin edilebi le­ ceği" hesa p l a n ı r (CHP, 1 9 35 :5 1 ) . S i ne­ ma gösteri l eri n i n yayg ı n l aştı rı l m a s ı n a çalışı l ır. Tiyatro ve konserler g i b i bedava o l a n s i n e m a göste r i l e r i n d e f i l m l e r CHP'nin veya hükümetin gönderd iği ya da Halkevi İdare Heyet i n i n satın a lacağı fi lmlerdir (Halkevleri Çal ışma Tal imatna­ mesi, 1 9 40). F i l m ler de b i rer "te l k i n " aracıdır (CHP, 1 9 3 5 :62). U l us-devleti n i nşas ı n d a H a l kev l e r i önem l i görevler a l ı r. M i l l iyetç i l i k i l kesi ile ümmetç i l iğe karşı m i l let fikrine daya­ lı siyasi bir yönetim şekl i getiril mektedir.

"Artık flatkevlerinde konferans, ' müsamere, konser, temsil gibi cazip vasıtalar, bir sıkıntı olmaktan çıkın�� başlı başına alaka toplayan, kalabalığı çeken ve telkin vazifesini tam yapan bir unsur lıaliııe gelmiştir. " (N Kansu, 1939)

Parti programı nda da m i l let tan ı m ı için­ de d i n ve ırk birl iği aranmaz. H a l kç ı l ı k ve m i l l iyetç i l i k i l kelerin i n i lişkisinde m i l­ liyetçi l ik, halkçı lığın kültürel boyutu ola­ rak a l g ı l a n makta d ı r. Kem a l i st ideo loj i, ha l kç ı ve m i l l iyetçi d i r ancak ümmetçi deği ldir. Kemalizm, bütünleşmiş bir top­

rej i m i n tercih ettiği üslupta medeniyet ve m i l l iyet iki l i s i karş ı m ı za ç ı kar: "Tekn i k beynelm inel, ruh Türk; usul beynelminel, üslub Türk" (CH P, 1 9 35 :38). "Ku lakları ve zevkleri çok ses l i müziğe alıştırmak ve ısınd ırmak" için halka Garp musikisi din­ lettirileceği bel irtil i r (1 940 yılı Tal imatna­ mes i : Madde 21 ) . Müzik gibi dans/folklor a l ı şkan l ı kları n ı n da değişmesi gereklidir. H a l kevleri, " u l u s a l rakısları n " yanında "zevk l i garp d a n s l a r ı " n a yer vermeyi amaçlar (CHP, 1 93 5 :40). M i l li bir sembol olarak görü len "raks"ı n b i r salon dansı

lum (ha l kçı l ık) ve G üneş- D i l teorisi i l e Türklük (mi l liyetçil ik) fikri n i gel iştirirken, Osmanlıcı l ığa karşıdır. Halkevleri yayın­ larında s ı k l ı kla Osman l ı 'ya ve Saltanat yıl larına karşı kuvvetli eleştiri ler yer a l ı r. Telkin ve terbiyelerde Türklük fikri işle­ nir. Türk, Orta Asya'dan beri "medeniyet mürebbisi"d ir (Reşit Galip Bey'i n Nutku, 20 Şubat: 35). "Türk: medeniyet rehberi"

d i r ( C H P, 1 9 3 5 : 9 5 ) . Res i m a l a n ı nd a "milli destan ları yaşatan, kahramanl ıkla­ rımızı canla ndıran, kendi öz benl i k ve hayat ı m ı z ı i l g i l e n d i r e n " kon u l a r d a k i

niteliğine kavuşturulması amaÇ lanır. Ban­

tarzların destekleneceği bel i rti l ir ( H al­

kir telkininde olduğu gibi kulak terbiye­

Madde 3 1 ) . Spor Şubesinde m i l li sporlar

do, koro ve orkestralar kurulur. Radyo fi­

kevleri Ça l ışma Ta l i matnamesi, 1 9 4 0 :

sinde de görev a l ı r. " Radyo, musiki terbi­

olarak güreş, yağ l ı güreş, ci rit, avcı l ı k

yesinde en yorulmaz, en kolay çalışır bir

desteklen i r. Ancak boks, eskrim, yüzü­

mürebbi" dir (CH P, 1 9 35 :4 1 ) .

cülük, kürek gibi modern sporlara da yer

D e vr i m l e r i n b e n i m se t i l m e s i n d e önem l i tel kin araçları ndan biri d e tiyat­

verilir (Halkevleri Çal ışma Tal imatname­ si, 1 9 40). D i l ve Edebiyat Şubeleri bu­

rodur. Tiyatron u n "eşsiz tel k i n kudreti"

lunduğu bölgedeki Öztürkçe kel imeleri

1 15

K

E

M

A

derlerken, Ar Şubesi h a l k arasında yaşa­

I

Z

neşelendirecek hızlı danslar tercih ed il ir.

yan u l usal oyunları ve türküleri nota ve

Bütün bu u lusal raksların, zevkli Garp

sözleri ile birlikte toplamakla görevlidir

danslarının, sanat terbiyesinde "seferber" olan radyo, bando, koro, orkestraların ve

(CHP H a l kevleri Öğreneği, 1 93 8 : Mad­ de 44). Tel k i n ve terbiye i le yap ı l a n dolaylı

1 16

L

bunların yanı sıra caz bantların ı n bir gö­

eğitimin yan ı sıra, kurs şubesi ile meslek

revi de yüzyı l ların al ışkanlığı kabul edi­ len ruh h a l i n i n değiştiri lerek, halkın ha­

eğitimi veri l i r. Amaç saltanat zamanında

reketlendiril mesi, canlandırı lmasıdır. Et­

cahil bırakılan halkın "düzeyini yükselt­

rafa "neşeyi ve şevki" getirmektir (CH P,

mek"tir. "Pratik hayat bilgi leri öğretmek

1 9 3 5 ) . Sporda da amaçlanan "Seç k i n

ve ferdi kuvvetlendirmek"dir. Hal kevle­

tekler değil, gürbüz yüzbinler"dir (CH P,

rinde, genel eğitimi sağlayacak Türkçe,

1 93 5 :69). Müz'ik çal ışmalarının hedefle­

okuma-yazma, yabancı d i l, fen, zanaat,

d iği hep bir ağızdan marş ve şarkı söylet­

tarih - yurt b i lgisi, sosyal b i l g i ler gibi

mek gibi, spor şubesinin de görevi j i m­

kursların yanı sıra; daktilo, hesap, hesap

nastik hareketlerini "kütle halinde tapta­

tutma usulü, d i kiş, nakış, ütü, şapkacı l ık,

mak"tır (tatbi k etmek). Sosyal yard ı m şu­

çiçekçil ik, yöreye göre bağc ı l ı k, arıcı l ı k,

besinin de görevi "Türk mil letini kaynaş­

motorculuk, elektri kçi l i k vb. gibi meslek

m ış b i r kütle yapmak yolu nda, h a l k ı n

sağlayacak kurslar açı l ır. Okuma yazma

birbirinin sevinç v e derd lerine ortak ol­

kurs larından sonra en çok ilgi yabancı

malarını telkin" etmektir (CHP, 1 935 :82).

d i l k u rs l a r ı n a göster i l i r. Acemce ve

Bunun için Halkevinin bulunduğu bölge­

Arapça yerine "Garpl ı l ı k fikri n i n anah­

de yardım� i htiyaç duyan kimsesiz ka­

tarları olan diğer yabancı d i l leri", "kültür

d ı nlara ve çocuklara yardım eder, gerekli

arkadaşı, meden iyet akrabası d i lleri" öğ­

kaynakları yaratmak üzere müsamere,

retmek amaçlanır (CHP, 1 9 3 5 :96).

eğlenti, gezi vb. hazırlar (CHP Halkevleri

Halkçı l ı k i l kesi ile sınıf kavgaları aşı la­

Öğreneği, 1 93 8 : Madde 53).

cak ve böylelikle m i l li birl ik, dönemin si­

Aydı nların halkı, halkın birbirini tanı­

yasileri n i n ifadesi ile "kaynaşmış kütle",

ması nı amaçlayan köy gezileri H a l kev­

"sın ıfsız katı kitle", "granit kütle" elde

leri n i n önem l i faal i yetleri ara s ı n d a d ı r.

ed i lecektir. H a l kevlerine yüklenen en

Köycü l ü k ş u bes i n i n görevi köyl ü n ü n

öneml i görevlerden biri bu "halk-mi l leti"

hem bedensel, sosyal, bediğ gel işimine

yaratarak, birlik ve beraberl i k sağlamak­

katkıda bulunmak, köylü ile şeh irli ara­

tır. H a l kçı l ı k i l kesi doğrultusunda "kay­

sı nda uyum ve b i r l i k sağl amak o l a rak

naşmış bir kütle" elde edebilmek için yi­

be l i rl e n i r (C H P H a l kevleri Öğreneğ i ,

ne sanattan yararlanılır. Ar şubesinin gö­

1 9 3 8 : Madde 66). Şube yakın köylerin

revlerinden biri h a l k ı n u l usal marş ve

H a l kevleri müsamerelerine ve H a l kevi

şarkı ları öğrenmesine yard ı mc ı ol arak

üyeleri n i n köylerde kır bayram ları na ka­

önem l i günlerde marşların, "beraberce

t ı l ı m ı n ı sağlar. Dershane ve kurslar şu­

bir ağızdan söylenmeleri n i sağlamaya

besi ile b i r l i kte köylerde okuma-yazma

çal ı şmak"tır (CHP H a l kevleri Öğreneği,

vb. kursları açar, köylünün mektuplarını

. 1 9 3 8 : Madde 43). Böylece "Bir ağızdan

yazar, sosyal yard ı m şubesi ile b i r l i kte

terennüm eden onbinler" (CH P, 1 93 5 :40)

köyl ü n ü n sağ l ı k soru n l a r ı n ı çözmeye

yaratı lacaktır. Ayrıca, u lusal bayram ları

yardım eder. Köylülerin kentte olan res­

ve büyükleri anma günlerini "beylik içti­

mi işlerini takip ederek çözmek için ça­

ma olmaktan kurtarmak"( . . . ) "birer ma­

l ış ı r ( C H P H a l kevleri Öğreneği, 1 9 3 8 :

nalı ve heyecan l ı halk toplantısı" haline

Madde 66-67-68-69). Köylüye sergilerle

getirmek amaçlanır (CHP, 1 942:4). Halk

yerl i mallarını tanıtmak, onun görgü ve

dansları arasında h a l kı canlandıracak ve

bilgi seviyesi yükseltmek, "temsi l ler, ka-

M

K E M A L I Z M / A T A T Ü R K Ç Ü L Ü K : ---M O D E R N L E Ş M E ,

DEVLET VE

D E M O KRASi

ragöz, k u k l a, m i l li rakıslarla köylerde

(Recep Bey'i n Nutku 20 Şubat 1 9 3 2 : 6).

neşe ve şerateti n artmasına" çalışmak

Ancak H a l kevlerinin partiden özerk bir örgüt olamaması, kapatılması için döne­

görevleri arasındad ı r ( H a l kevleri Çal ış­ ma Ta l i matnamesi, 1 94 0 : Madde 1 061 07- 1 1 1 - 1 1 2) . Osmanlı geleneğine ve d i n i n katı ku­

min siyasi atmosferinde geçerli bir baha­ ne olacaktır. Böylel ikle Türk Ocakları i le a y n ı kaderi p a y l a ş a c a k, C u m h u r i yet

ra l l a r ı n a karşı modern l a i k b i r yaşam

H a l k Partisi'nin siyasi ve kültürel a l a n­

modeli savunulur. "Asırların, sakat din telakkileri" (CHP, 1 9 35, s.37) ile müca­ dele Halkevlerinin her şubesi nin görevi­

daki egemenl iğine karşı, Demokrat Parti

d ir. Aile toplantı ları ile kad ı n ve erkeğin

de Demokrat Parti döneminde kapatı l ı r.

iktidarı tarafı ndan kapatı lacaktır. Halkevlerinin ardından Köy Enstitüleri

b i r araya geti r i l mesine ça l ı ş ı l d ı ğ ı gibi,

1 9 60 y ı l ı nda yen iden örgütle n m es i ne

danslarda da kad ı n ve erkeği bir araya

izin verilen Halkevlerinin, 1 9 50 yıl ında

get i renler terc i h ed i l i r. Kad ı n ı n tiyatro

al ınan malvarlıkları iade ed ilmez. 1 2 Ey­

oyun larında sahneye çıkması desteklenir

l ü l 1 9 80 askeri müdahalesinden sonra

ve kadın roller asla erkeklere verilemez.

birçok dernekle beraber tekrar kapat ı l ı r.

Sergi grubu geleneksel kü ltürde yer al­

1 988 yı l ı nda üçüncü defa kurulmuştur.

mayan yeni s a n at a l a n l a r ı n ı tanıtmak

H a l kev l er i n i n i k i n c i d ö n e m i n d e

için, ressam, heykeltraş ve diğer sanatçı­

(1 960-1 980) Cumhuriyet Halk Partisi -ve

ların eserlerinin H a l kevi binalarında ser­ gi lenmesine yard ı mcı ol ur. Mimarın da

onun yanında Ordu- ile i l işkileri devam etmiştir. Bu dönemde sırası ile M i l l i Bir­

görevi m i maride "yeni" zevki aşılamak­

l i k Grubu üyesi ve tabii senatörler Kadri

t ı r (CHP, 1 9 3 5 , s 46) . H a l kevleri kendi

Kaplan ve Ahmet Yıldız genel başka n l ı k­

.

b i naları ile bu "yeni" ve "modern" mi­

ta bulunmuştur. H a l kevleri 1 9 75 yıl ı na

mari zevkin örneklerin i oluşturur. Bu mi­

dek "resmi Atatürkçü" ya da "sağ Kema­

maride "Kubbe ve kemerler", "cami ve

l i st" ideoloj i n i n etkisi altında kalmış, faz­

çeşme motifleri" kısaca dini motifler ve doğuya ait motiflere yer a l maz. Yine bir

la etkili olmamıştır. Ancak 1 9 75 yıl ından sonra, kitlesel leşen rad ikal sol hareket,

telkin aracı olan H a l kevi binaları üzerin­

sola açık Kemal istlerle i l işki için bir im­

de "Ne mutlu Türküm D iyene" gibi ve­

kan ve "zorunlu bir l iman" (Bozkurt, N . :

cizeler hem ulus fikri ni aktarır, hem de Latin harfleri ile yeni laik düzeni simge­ ler. Yazı ve rölyefler için uygun boş bir duvar elde edi l ir. Cam iye alternatif bir top l a n m a meka n ı o l a r a k m i n areler i n arasında Hal kevi kuleleri yer al ır.

"1 970-1 980 Dönemi Halkevleri",

Sosya­ liz ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklope­ disi, s. 2234-5) olarak gördüğü H a l kevle­ rine ilgi gösterecektir. Ahmet Y ı l d ız' ı n Başka n l iğı dönem i nde "sol Atatürkçü­ lük" H a l kevlerinde etki n liğini artırır. Bu y ı l l arda H a l kevleri A h met Y ı l d ı z ve

HALKEVLERİNİN KAPATIUŞI VE 1960 SONRASINDA "YENİ" HALKEVLERİ

CHP'li parlamenterlerin desteği ile kamu yararına çal ışan bir kun:ım olarak bütçe­ den yardı m al ır. Halkevlerinin i ki nci dö­

Parti ile olan bağları na rağmen Halkev­

neminde kültür sekreterliği, genel sekre­

lerin i n siyasi k i m l i kten ayrı tutu lmasına

terl ik ve ikinci başka n l ı k yapan Anı l Çe­

gayret ed i ld iği göz l e n i r. Recep Peker

çen, Halkevlerinin bu yıllarda siyasi tar­

nutkunda " H a l kevleri Cumhuriyet Halk

tışmalardan uzak kalmaya çal ıştığı n ı ve

Fırkası'nın siyasi bünyesinden büsbütün

Atatürkç ü l üğü yayma k i ç i n H a l kevleri

ayrı, siyasi mah iyette çalışmadan büsbü­

Atatürk Enstitüsü'nün kurulduğunu bel i r­

tün uzak ve fakat idare noktasından fır­

tir. Atatürk Enstitüsü'ne göre Atatürkçü­

kaya bitişik bir mahiyet arzederler" der.

l ü k tan ı m ı , H a l kevleri yöneti m i n i n sol

117

K

E

M

A

Kema l i z m a n layış ı n ı n özeti sayı l a b i l i r : Atatü rkçü l ü k Türk top l u m u n u bağ ı m ­ s ı z l aştı r m a k v e çağd aş l aşt ı rm a k devri­

118

L

1

Z

M

Demokrati k Kitle Örgütü ( D KÖ) o l a r a k ta n ı m l a m ı ş t ı r. H a l kevleri n i n söy l e m i n ­ d e k i e n ö n em l i d eğ i ş i kl i k, örgütü n s o l

m i d i r. A kı lc ı l ı k, ka l kı n ma c ı l ı k, çağdaş­

k a d ro l a r ı n ı n 1 9 3 0 - 4 0 ' l a r ı n k ü l t ü r e l

l aş m a , h a l kç ı l ı k , d e vr i mc i l i k, l a i k l i k,

a l a n d a k i m i l l iyetçi tutu m u n u " o l u m s u z

sosyal a d a l etç i l i k, u l u s ç u l uk, b a r ı şç ı l ı k,

m i ras" o l arak tan ı m l a m a l a r ı v e "kültürel

c u m h u r i yetç i l i k , d e m o kratl ı k Atatürk­

çoğ u lc u l u k" fikr i n i gel i şt i rmelerid i r. Ar­

ç ü l ü ğ ü n t e m e l i l ke l er i d i r. F e l sefe a l a�

tık devlet-kurucu m i syon u n b i r taş ı yı c ı s ı

n ı nd a Atatü rkçü l ü k a k ı l c ı l ı ğa ve pozitif

d eğ i l , m u ha lif b i r yap ı d ı r. Kültür pol iti­

b i l i m k a v ra m ı n a d aya n ı r. To p l u m sa l

kası a ç ı s ı ndan da, i l k dönem i ndeki g i b i

a l a nd a h a l kç ı ve sosyal a d a letçi b i r dü­

"yü ksek k ü l t ü r ü " h a l ka b e n i msetmeye

zen k u r u l m a s ı a s ı l d ı r. Ekonom i k a l anda

değil, otantik h a l k k ü l tü r ü n ü n sol (daya­

Atatü r kç ü l ü k emperya l i z m e karşı ç ı kar

n ış m a c ı , özgü r l ü kçü) öğeleri n i gel i şt i r- .

ve bağ ı m s ı z l ı ğ ı savu n ur. Siyasal a l a n d a

meyi hedefleyen b i r yöne l i m i ç in d ed i r.

ise tam bağ ı m s ı z ve demokrati k b i r Tür­

1 9 3 2 y ı l ı nd a k u r u l a n H a l ke v l e r i n i n

kiye yaratma k Atatür kç ü l ü ğ ü n ana he­

tüzel kişi l iğ i n i sürdüren bugünkü örgüt,

defid i r. H a l k egemeı:ı l i ği nden yana o l a n

gerçekte önem l i farkl ı l ı k l a r taşımaktadır.

Atatü rkçü l ü k a y n ı z a m a n d a çağdaş v e

B u örgüt H a l kevleri n i n geç m i şte C u m ­

u l u s a l d e ğe r l e r i n b i re ş i m i o l a n özg ü r

h uriyet H a l k Partisi v e süreği sosyal de­

b i r d ü n y a g ö r ü ş ü d ü r. Ü ç ü n c ü D ü n ya

mokrat eği l i m l i parti l e r i n ortam ıyla h a l a

ü l ke l er i i ç i n b i r u m u t ı ş ı ğ ı o l a n Atatü rk­

b i r i l işkisi vard ı r, ancak bu farkl ı ve ba­

ç ü l ü k b i l i m d ış ı tüm yöntemlere ve yö­

ğ ı m s ı z b ü n y e l e r a r a s ı n d a b i r i l i ş k id i r.

n et i m lere karş ı d ı r. Yab a n c ı ideoloj i lere

H a l kevleri, sol-sosya l ist fikirler doğru ltu­

karşı o l a n Atatü r k ç ü l ü k T ü r k ha l k ı n ı n

su nda yoksu l ha l k top l u l u kl ar ı n ı n öz-ör­

u l u s a l d ü n ya g ö r ü ş ü d ü r ( H a l ke v l e r i

gütl e n m e l e r i n i t.e şvik etmeye dön ü k, ço­

Atatür k E nstitüs ü : 1 973'den aktaran Çe­

ğ u n l u k l a b ü y ü k ke n t l e r i n geceko n d u

çen, 1 989 : 3 3 7 ) .

m a h a l l e l e r i ne d ö n ü k b i r faa l iyet y ü r üt­

H a l kevle r i n i n taba n ı nd a ise, devrimci

me çabas ı n d ad ı r. C H P ve başka Kema­

gen ç l i k h a reket i n i n ve sosyal i st görüşle­

l i st yap ı la r l a i l i ş k i l eri, H a l kevleri i ç i n b i r

rin etkisi giderek artmıştır. N itek i m 1 9 79

meşru i yet ve yay ı l m a Zem i n i d i r, fakat

y ı l ı K u r u l tayı "devr i m c i H a l kevci l e r i n "

sadece bu kadar d eğ i l d i r : Atatü rkçü l ü ­

başarı s ı i le s o n u ç l a n ı r. C H P' l i ler g e n e l

ğ ü n "bağ ı m s ı z l ı kçı/anti-emperya l i st" ve

kuru ldan ayrı l ı r lar, Başkan Ahmet Y ı l d ı z

" h a l k ç ı " yoru m l a r ı tem e l i nde, Kem a l i st

H a l ke v l e r i n e mesafe koyar. B u i h t i l af,

orta m l a sol-sosya l ist ortam aras ı nd a b i r

sosya l i st hareketle sol Kem a l izm arası n ­

geçiş zem i n id i r. Bu zem i n i de, ideoloj i k

d a k i ayrışm a n ı n bel i rg i n b i r be l i rt i s i d i r.

progra m l ar ı berra kl aşm ı ş tarafl a r ı n b i r­

O l ağan üstü genel kuru l bu sor u n u çöz­

b i rleri n i etk i lemeye çal ıştığ ı b i r m ü zake­

mek i ç i n karar a l ı r a nca k a l ı na n kararlar

re ya da m ü cadele zem i n i o l ara k d e ğ i l ,

u yg u l a m aya k o n a m a d a n 1 2 E y l ü l i l e

i d e o l oj i k m u ğ l a k l ı k l a r ı n, geç iş l i l i k l e r i n

H a l kevleri i k i n c i d ö n e m i sona erer.

h ü k ü m sürdüğü b i r kaygan zem i n o l arak

1 2 E y l ü l 1 9 80 a s ke ri rej i m i s o n r a s ı

tasa r l a m a k uygun o lacaktır.

g ö re l i " n o r m a l l e ş m e " s ü rec i nd e 1 988

Modern Türkiye' n i n s iyasi düşünce ta­

y ı l ı nd a y e n i d e n a ç ı l a n H a l kev l e r i n i n

r i h i nde, 1 9 30 ' l arda 2 0 00 ' lere Kem a l i z­

ü ç ü n c ü dönemi nd e i l k genel başkan yi­

m i n far k l ı yoru m l a r ı n ı H a l kevleri l i tera­

n e Ahmet Y ı l d ı z 'd ır. İ z l eyen yı l l a rd a ge­

t ü r ü n d e i z l em e k m ü rn k ü nd ü r. B u n d a

n e l başkan l ığ ı y i n e C H P'ye yakı n isim­

şüphesiz H a l kevler'i n i n ü n ü ne sah i p ç ı k­

ler ü st l e n m i şt i r. H a l ke v l e r i kend i n i b i r

ma isteğ i n i n de ro l ü a ra n m a l ıd ı r.



Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedi Şef / Milli Şef CEMiL KOÇAK

ek Parti yönetimi ( 1925- 1 945) , en azından ilk bakışta ve görünüşte, anayasal bir rejimin içinde yer alı­ yordu. 1924 Anayasası, her ne kadar tek partili bir meclisin eseri olsa da, aslında o sırada henüz Halk Fırkası içinde yer al­ maya devam eden parti içi muhalefetin etkisiyle de, rej imin çerçevesini klasik anlamda parlamenter bir sistem olarak çizmişti. Unutulmasın ki, tek partili bir meclis, henüz tek partili bir rejim anla­ mına gelmiyordu. Aksine, muhalefet, son derece canlı ve tartışmalı bir mecliste gö­ rüşlerini serbestçe dile getirebiliyor, da­ hası yeni bir siyasi partinin, bir muhale­ fet partisinin kuruluşuna doğru yol alını­ yordu. TBMM, daha d o ğrusu Halk Fırkası Meclis Grubu içindeki muhalefetin gücü ve önemi, 1924 Anayasası'nın görüşme­ leri sırasında bir kez daha açığa çıkmıştı. Meclis, Kemalist yönetimin hazırladığı ve yürütme organına, bu arada cumhur­ başkanına geniş ve önemli yetkiler tanı­ yan Anayasa taslağını reddederek, güçler birliği ilkesi gereğince, egemenliğin ta­ mamen ve sadece meclise ait olduğunu kabul etmişti. Buna göre, genel ve eşit oy ilkesi (an­ cak bu ilkenin derhal uygulan[a] madığı­ nı da belirtmem gerekiyor; öncelikle ha­ tırlamak gerekir ki, bütün Tek Parti dö-

T

nemi boyunca seçimler iki dereceli ol­ muştu; diğer yandan, kadınların da seç­ me ve seçilme hakkı kazanması tedricen ve daha ilerideki bir tarihte mümkün olabilecektir) gereğince, halk tarafından seçilen temsili niteliğe sahip meclis ve meclisin içinden çıkan, fakat ona karşı sorumlu olan bir hükümet modeli ve cumhurbaşkanının da nihayet yürütme organı içinde kısmen var olması (cum­ hurbaşkanının gerektiğinde hükümete başkanlık edebilme yetkisi de vardı) , anayasal sistemin omurgasını oluşturu­ yordu. Bu şekil, anayasa hukuku açısın­ dan, güçler ayrılığından ziyade, güçler birliğine daha yakın olan ve sadece görev ayrılığına dayanan bir anlayışı ortaya ko­ yuyordu. Diğer yandan, Anayasaya göre, cum ­ hurbaşkanının mecliste her yıl kasım ayı başında, hükümetin geçen yılki çalışma­ ları ve gelecek yıl için alınması gereken kararlar ve önlemler konusunda bir söy­ lev vermesi ya da bu söylevini başbakana okutturması (bu yalnızca bir kez olmuş ve hastalığının son safhasında, ölümün­ den sadece b irkaç gün önce, 1 Kasım 1 938 tarihli cumhurbaşkanlığı Söylevi, Atatürk'ün adına Başbakan Celal Bayar tarafından okunmuştu), bu ilke ile çelişi­ yordu. Anayasaya göre, siyasi sorumlulu­ ğu olmayan cumhurbaşkanının söylevi-

K

M

M

z

A

nin siyasi dayanağı belirsizdi. Cumhur­ başkanı, eğer söylevinde kişisel görüşle­ rini ifade ediyorsa, bu durumda, güçler birliği ilkesi gereğince, yasama yetkisinin ve yürütme erkinin toplandığı TBMM'ce seçilen cumhurbaşkanının, meclise her­ hangi bir konuda görüş bildirmesi ya da ö neri getirmesi düşünülemezdi. Eğer cumhurbaşkanı, söylevinde, hükümetin, yani iktidar partisinin etkinliklerinden ve gelecekle ilgili siyasi karar ve düşüncelerinden söz ediyorsa, bu halde de, hüküc met etkinliklerinden dolayı siyasi sorum­ luluğu olmayan cumhurbaşkanının söy­ levinin, esas itibariyle, hükümetin görüş ve önerileri doğrultusunda hazırlanmış siyasi bir metin olması kaçınılmazdı. Si­ yasi bakımdan sorun yaratabi l ecek ve anayasal bakımdan da açıkça çelişkili olan bu durum, Tek Parti yönetimi bo­ yunca açığa çıkmadı. Çünkü, bu dönem­ de cumhurbaşkanları, aynı zamanda, ik­ tidar partisinin Değişmez genel başkanı idiler. 1924 Anayasası'na göre, cumhurbaşka­ nı, TBMM tarafından ve meclis üyeleri arasından seçiliyordu. Cumhurbaşkanı seçilen kişinin parti üyeliği ve milletve­ killiği ise devam ediyordu. Dolayısıyla da, cumhurbaşkanı, aynı zamanda, parti üyesi, milletvekili ve parti genel başkanı idi. Sonuçta, tek partili rejimde, cumhur­ b aşkanını n , aynı zamanda da, iktidar partisinin genel başkanı sıfatı ile, mecli­ se, yani, fiiliyatta, kendi partisinin millet­ vekillerine görüş bildirmesi, öneri getir­ mesi ve hatta talimat vermesi, doğal sa­ yılmıştı. Anayasanın bu hükmü, anayasal sisteme tamamen ters düşmekle birlikte, fiilen uygulanan şeflik sistemine ve mev­ cut siyasi mekanizmalar son derece uy­ gundu. Tek partili rejimde, formel olarak, siya­ si sistemin çerçevesini çizen 1924 Anaya­ sası idi. Dışarıdan bakıldığında, anayasa­ nın şekillendirdiği siyasi sistem kusursuz bir biçimde işliyordu. Ancak, 1924 Ana-

·

120

ismet lnönü CHP 5. Kurrdtayında. tek Parti re,jiminde, birparti-devleti ihdas edümişti ve partinin seçime tabi olmayan genel başkanı "halk egemenliğini" kişi/eştiriyordu. Tiiziikteki ifadesiyle "Değişmez Genel Başkan � Genel Başkanlık Divanı'yla ("Genbaşkur") beraber, seçilecek milJetvek'i/kiini atıyordu. 1935 'teki Iv. Kurµltay'd:a çıkartılan tüzükle, parti genel se/ireterliği ile içişleri bakanlığı, parti il b�kartlığı görevi ile de valilik birleştinlmiştir.

·

,

·

·

yasası'na bakıldığında görülen siyasi sis­ temle, fiilen uygulanan şeflik sistemi ara­ sında çok önemli bir nitelik farkı vardı. Gerçekte, rejim tamamen farklı bir şekil­ de işliyordu. Bunu sağlayan ne anayasa idi, ne de yasalar. . . Gerçekte rejimin nite­ liğini ortaya koyan siyasi mekanizmalar, Cumhuriyet Halk Partisi tüzüğü ile var­ lık bulmuştu. Bir siyasi parti tüzüğünün, anayasadan da, yasalardan da üstün ola­ bilmesi elbette mümkün değildi. Ama, gerçekte, siyasi sistem, anayasanın değil, söz konusu parti tüzüğünün öngördüğü şekilde işliyordu. lşte bu, tek partili reji­ min şeflik sistemiydi. CHP tüzüklerine yakından bir bakış,

T E K PARTi Y Ö N ETi M i, K E M A L i Z M V E Ş E FL i K S i STE M i : E B E Dİ Ş E F I M i LLi Ş E F

bu mekanizmaların nasıl oluştuğunu an­ lamak bakımından önemlidir. CHP'nin 1927 yılında kabul edilen tü­ züğüne göre:

"Umumi Reis, Büyük Kongre'nin, Fırka Divanı'nın, Umumi Heyeti ldare ile Mec. listehi Fırka Grubu'ııun da tabii reisidir. Umumi Reis, fırkanın idarei aliyesini elinde tutar ve fırkayı temsil eder. Fırka namına söz söylemek salahiyetini ancak Umumi Reis haizdir. Umumi Reis lüzum görürse, bu baptaki huhuh ve salahiyeti­ ni Umu m i Reis Veh i l i 'ne veya Katibi Umumiye tevdi eder. " "Umumi Riyaset Divanı, fırka Umumi Reisi ile kendilerinin bizzat intihap ede­ cekleri Umumi Reis Veh ili'nden ve Umu­ mi Heyeti ldare azası meyanından seçe­ cekleri fırka Katibi Umumisi'nden iba­ rettir. Umumi Riyaset Divanı'nın vereceği kararlar tekmil fırka azasınca bilahay­ düşart mutadır. Umumi Riyaset Divanı, Büyük Millet Meclisi intihabım idare ve fır hanın mebus namzetlerini tesbit eder. " CHP'nin 1931 yılında kabul edilen tüzüğüne göre, yukarıdaki hükümler değiş­ tirilmezken, ayrıca, partinin milletvekili adaylarının, genel başkan tarafından ilan edileceği de kararlaştırılmıştı. 1935 yılın­ da kabul edilen tüzükte de, benzer hü­ kümler yer almıştı. Ancak, bu kez, söz konusu atama mekanizması açıklığa ka­ vuşturulmamıştı. Milli Şef d öneminde de, 1939 ve 1943 tarihli tüzükler, benzer hükümleri ve hatta daha da geniş yetki­ leri içerirler. Görüldüğü gibi, genel başkana tanınan yetkilerle parti içinde şeflik sistemi oluş­ turulmuştu. Çünkü, genel başkan, bizzat vekilini ve genel sekreterini seçme imka­ nına sahipti ve bu üçlünün oluşturacağı organ da, partinin milletvekili adaylarını tayin ediyordu; Dolayısıyla, genel baş­ kan, bütün milletvekillerini tayin etme yetkisine sahipti. Ayrıca, partiyi ilgilendi­ ren bütün kararlar, aynı organ tarafından

alınıyordu ve bu kararlara bütün partili­ lerin itaati zorunluydu . işte, bu şekilde, anayasa ve yasalar ile verilmeyen geniş yetkiler, CHP'nin tüzüğü ile tanınmış oluyordu. Şeflik sisteminin temel kayna­ ğı buydu. Şef, aynı zamanda, CHP Değişmez Ge­ n e l Başkanı i d i . Ya da t a m t e rs i . . . CHP'nin 1 927 yılında kabul edilen tüzü­ ğüne göre, ilk kez, partinin genel başka­ nı, Değişmez Genel Başkan sıfatını ka­ zanmıştı. Hüküm(ler) şöyle formüle edil­ mişti: "Cumhuriyet Halk Fırhası'nın Umu­

mi Reisi, fırkanın banisi olan Gazi Mustafa Kemal Hazretleridir. (... ) lşbu umumi esas­ lar, h içbir veçhile tebdi l edilemez. " Bu, CHP içinde olsun, genel siyasal sistem içinde olsun, şeflik sisteminin gözle gö­ rülür, elle tutulur bir başlangıcı olarak yorumlanabilir. S ö z konusu gelişme, 193 1 ve 1935 yılında kabul edilen CHP tüzüklerinde de yer almıştı. Söz konusu formülasyonlar da şöyleydi: "Cumhuriyet

Halk Fırhası'nın Daimi Umumi Reisi, fır­ kayı kuran Gazi Mustafa Kemal Hazretle­ ridir. (... ) Partinin Değişmez Genel Başka­ nı, onu k uran Kamal Atatarh'tür. " Tek Parti yönetiminin sona ermesine çok az bir süre kala, 1944 yılında, (ancak bunu bu tarihte henüz hiç kimse bilmi­ yor ve öngörmüyordu bile) CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal, CHP lstanbul vilayeti idare heyeti üyesi ve ls­ tanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Me­ deni Hukuk Profesörü Hıfzı Veldet Veli­ dedeoğlu'na, şeflik sistemini şöyle tanım­ lıyordu:

"Siz huhuh profesörüsünüz... Bilirsiniz hi, bazı memleketlerin anayasaları ya­ zılmış, bazılarınki ise yazılmamıştır. (. .. ) Bizim ise, ik i anayasamız vardır: Yazılmış ve yazılmamış ... Bunlardan ya­ zılmış olanı, senin h itapta o kuduğun, Teşkilatı Esasiye Kanunu [1 924 Anaya­ sası]'dır. Yazılmamış olanı ise, şimdiki fi­ ili durumumuz, yani Şef sistemimizdir.

121

K

M

A

Bu sistem, lıııvveLini CHP'deıt alıı: " Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, anılarında, Esendal'ın söylediklerini şöyle değerlen­ diriyor:

"Düşünüyordum: Menıdıılı Şevlıet Eserı­ dal, bir parti ideologıı, s iyası bir dtişünür o laralı, 'M i l l i Şefl i lı S islem i 'n i n saıılıi ideolojisini yaptyordıı. "

1 22

Memduh Şevket Esendal'ın sözünü et­ tiği şeflik sistemi, kendisinin de belirttiği gibi, sadece gücünü değil, ama yegane si­ yasi meşruluk kaynağını da CHP'nin tü­ züğünden alıyordu. Tek Parti dönemi boyunca, CHP genel sekreteri Memduh Şevket Esendal'ın da belirttiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nde tamamen farklı iki yönetim modeli vardı. Birincisi, formel biçimde Türkiye'nin yö­ netim biçimini oluşturan 1924 Anayasası idi. 1 924 Anayasası'ndan bakıldığında görülen siyasal sistem ile fiilen uygula­ nan şeflik sistemi arasında çok önemli bir nitelik farkı vardı. Bu nedenle, Tek Parti yönetimi boyunca, 1924 Anayasa­ sı'nın ö ngördüğü , meclis üstünlüğüne dayanan parlamenter sistem, yani seçim­ le gelen bir parlamento ve onun içinden çıkan, meclise karşı sorumlu bir hükü­ met modeli, hiçbir zaman uygulama şan­ sı bulamamıştır. 1924 Anayasası'nda yü­ rütme organının başı olarak gösterilen cumhurbaşkan (lar)ı ise, anayasada hiç görülmeyen çok geniş yetkilere, şeflik sistemi sayesinde, fiilen sahip olmuş(lar) ve bu yetkilerini h e r zaman kullan­ mış(lar)dır. Şeflik sisteminin, 1 945-1950 döneminde de devam ettiği, süreç içinde tedricen o rtadan kalktığı, ancak CHP içindeki etkilerini daha uzun bir süre muhafaza ettiği söylenebilir. Cumhurbaş­ kanının yanında, 1924 Anayasası'na gö­ re, siyasi sorumluluğu olan başbakan ve hükümet, her zaman gölgede kalmıştır. Öyle ki, cumhurbaşkanının aldığı karar­ ları ve verdiği talimatları mutlaka yerine

L

z

M

getiren hükümetler, cumhurbaşkanına karş ı ( n ) h erhangi b i r girişimde b u ­ lun(a)mamışlardır. Gerçekte, siyasi karar alma o rganı , meclis deği l , fakat dar bir kadroydu. Başta cumhurbaşkanı ve başbakanın oluşturduğu, parti yönetimini dahi tam olarak kapsamayan bu dar kadronun al­ dığı siyasi kararlar, önce iktidar partisi­ nin meclis grubunda benimseniyor ve en sonunda da meclis tarafından tasdik edi­ liyordu. Bu su retl e , meclis tamamen devre dışı kalmış oluyordu. Bu siyasi mekanizma içinde, meclise düşen görev, önüne getirilen kararları onaylamaktan ibaretti. Meclise de zaten bu nedenden dolayı ihtiyaç vardı. Meclis, dar bir kad­ ro içinde alınan kararların meşrulaştığı ve yasalaştığı bir kurumdu. 1924 Anaya­ sası'na göre son derece üstün ve güçlü b i r d u r u m d a o l a n yasama o rganı (TBMM) , bu görevini hiçbir zaman yeri­ ne getirememiştir. TBMM, hükümet fa­ aliyetlerini denetleyen bir organ olmak­ tan çok, yönetime yardımcı olmayı ken­ disine asıl görev seçmiş bir organ niteli­ ğindedir ve bu hali ile yönetimin aldığı kararların meşru hale gelmesine hizmet eden bir işlev görmektedir. Aslında siyasi sistem, anayasanın ön­ gördüğünden tamamen farklı bir şekilde işliyordu. Cumhurbaşkanı, sadece görü­ nürde meclis tarafından seçiliyordu. Ger­ çekte, fiilen, meclis üyelerini belirleyen cumhurbaşkanının kendisiydi. Ama, bu­ nu cumhurbaşkanı sıfatı ile değil d e , CHP Değişmez Genel Başkanı sıfatı ile yapıyordu. Şef, hem parti politikasını, ki bu aynı zamanda devlet politikası de­ mekti, hem de parti yönetimini belirli­ yordu. Görünüşte dahi, Şef'in parti yöne­ tim kadrolarını ve partinin meclise gire­ cek olan üyelerini atama yetkisi vardı. Dolayısıyla, cumhurbaşkanı ve aynı za­ manda CHP Değişmez Genel Başkanı olan kişi, gerek parti, gerekse siyasi sis­ tem içinde, tek yetkili Şef olarak beliri-

T E K PARTi Y Ö N ET i M i , K E M ALiZM V E Ş E F L i K S i S T E M i : E B E Dİ Ş E F

I

M i LLİ ŞEF

123

yordu. Bu siyasi mekanizma, 1 924 Aniı­ yasası'nın öngördüğü siyasi sistemin ta­ mamen kağıt üzerinde kalmasına neden olacaktır. Şeflik sistemi, hiçbir zaman anayasal ya da yasal bir temele oturtulmadığı gibi, yine hiçbir zaman ideolojik bir açıklama­ ya da konu olmadı. Şef deyimi, Atatürk döneminde de sık sık kullanılıyordu. Ba­ sında da kullanılıyordu, siyasi söylemler­ de de . . . lsmet lnönü'nün mecliste oku­ nan hükümet programlarında hiç geçme­ mesine karşın, lnönü'den sonra başba­ kan olan Celal Bayar'ın kurduğu hüku­ metin mecliste okunan programında, Şef deyimi bir hayli sık geçmişti. Bayar, hü­ kümet programında tam 39 kez Şef'in ta­ limatlarından söz etmişti. Ayrıca, hükü­ met programında Atatürk'ün adı da tam beş kez geçiyordu. Bayar hükumetinin

programı, cumhurbaşkanı ile başbaKanın ve hükümetin uyumunu gösteren ve ger­ çekte kimin hakim rolde olduğunu her­ kese açıkça deklare eden bir gösterge sa­ yılabilir. Özellikle de l 930'lu yıllarda cumhurbaşkanı ile sabık başbakan haline gelecek lsmet lnönü arasındaki anlaş­ mazlıklar ve çatışmalar göz önüne alına­ cak olursa . . . Gelişmeler, siyasi sistem içindeki gerçek ağırlığın cumhurbaşkanı olduğunu kanıtlıyor. Ebedi Şef'likten Milli Şef'liğe geçiş sü­ reci, yani 1 938 yılı sonları ile 1939 yılı başları, şeflik sisteminin ilk kez içinin doldurulmaya çalışıldığı bir süreç olarak değerlendirilebilir. Daha sonra Ebedi Şef unvanı verilecek olan Atatürk'ün ölü­ münden sonra cumhurbaşkanı seçilen ls­ met lnönü, cumhurbaşkanı seçildikten yaklaşık olarak altı hafta sonra, CHP De-

K

M

.

A

.

ismet lnönü A H M ET D E M İ R E L

1 24

İ nönü'nün yaşam öyküsü, bir an lam­ da, Türk iye Cu m h u riyet i ' n i n i l k e l l i y ı l l ı k tarihinin öyküsüdür. Kuruluşun­ dan İ nönü'nün yaşama veda ettiği 25 Ara l ı k 1 9 73'e kadar geçen elli yı l l ı k z a m a n d i l i m i i ç e r i s i n d e , Tü r k i y e Cumhuriyeti'ni i lgilendiren hiçbir olay yoktur ki İ nönü içinde bulunmasın. İ nönü, bir Osman l ı bürokratı olarak başl ayan kariyeri n i , Milli M ücadele dönem inde en önem l i görevleri üstle­ nen bir asker ve devlet adamı olarak sürdürmüş, ateşkes ve barış görüşme­ leri sırasında bu vasıflarına bir de dip­ lomatl ı k eklemiştir. Türkiye Cumhuri­ yeti'nin kurulduğu 29 Ekim 1 923'ten, C H P ' n i n o zamana kadar tek parti o l arak s ü rd ü rd üğü i ktidar ı n ı, Beyaz İ ht i l a l o larak adland ı rı lan b i r seç im yen ilgisin in ard ından DP'ye 14 Mayıs 1 95 0'ye kadar geçen devrede İ nönü, gerek devlet kademeleri nde, gerekse

ğişmez Genel Başkanı olacaktır. CHP tü­ züğü, o kadar Şef ağırlıklıydı ki, herhan­ gi bir nedenle, parti kurultayının, olağan olsun, olağanüstü olsun, toplantıya çağ­ rılma yetkisi yalnızca CHP Değişmez Ge­ n el Başkanı'na tanınmıştı. Atatürk'ün ölümünden sonra, başbakan ve CHP De­ ğişmez Genel Başkan Vekili Celal Bayar, kurultayı, vekil sıfatı ile, olağanüstü top­ lantıya çağırmıştı. Aslında, o zaman da,

z

M

dönem in tek partisi CHP içinde en üst düzeydeki görevleri üstlenen bir dev­ let adam ı d ı r. Bu uzun zaman d i l i m i içerisinde çok kısa süreli bazı ara dö­ nemler d ı şarıda tut u l u rsa, İnönü ya başbakan ya cumhurbaşkan ı ve aynı zamanda ya CHP genel başkan veki l i y a da C H P genel başka n ı d ı r. İnönü, bu dönemde, bir devlet adam ı olarak, Kemalist i l kelerin hayata geçiril mesin­ de en etkin rol ü oynamış; veya tersten bakı l ırsa onun başında bulunduğu ic­ raat sonradan Kemalizmin i lkeleri ola­ rak anılmıştır. Çok part i l i s i steme geçi l m e s i ve 1 950'deki seçim yeni lgisinden son ra, İnönü artık ana muhalefet partisi lideri­ dir. Bununla birl ikte, bu yeni kim l iği, hiçbir zaman çok fazla önplana çıkma­ m ış veya gerek seçkinler gerekse geniş halk yığın ları İ nön ü'yü yaygın olarak bu şekilde algılamamıştır. Bu yeni dö­ nemde, İnönü, iktidar partisi DP'ye al­ ternatif bir muhalefet partisinin l ideri olan bir siyaset adamı olarak görülme­ miştir. Yandaşları na göre o bir siyaset adamı değil, devleti kurtaran ve kuran iki l iderden biri, her türlü müşkülat kar­ şısında mutlaka danışı lması, fikri alın­ ması gereken, adeta parti ler üstü b i r d ev l et a d a m ı d ı r. İ kt i d a r ı devra l a n DP' l i lerin gözünde d e o , kendi lerine muhalefet eden bir partinin l ideri değil,

şimdi de, bu küçük ayrıntının üzerinde durulmuş değildir. Oysa, bu durumda, yani CHP Değişmez Genel Başkanlığı'nın b o ş o l du ğ u bir sırada, partinin o la­ ğan/olağanüstü kurultaya gidebilmesi hukuken mümkün değildi. Bayar'ın top­ lantı daveti, tüzüğe aykırı sayılmalıdır. Bayar'ın, vekil sıfatı ile, partiye olağanüs­ tü kurultay çağrısı yapması, tüzüğe uy­ gun olmamakla beraber, yine de doğal

T E K PARTi Y Ö N ET i M i, K E MALiZM V E Ş E F L i K S i STE M i : E B E D i Ş E F I M i LLi Ş E F

esas olarak, Cumhuriyet' in başından o zamana kadar sürd ürmüş olduğu bü­ yük otoritesinin hışmından korunulma­ sı gereken bir l iderd i r. 27 Mayıs 1 960'taki askeri darbenin ardından İnönü'nün ağırl ığı kendini bir kez daha h issettirm iş, i ktidara el koyan M i l ll B irl ik Komitesi, her türlü icraatın­ da, sürekli olarak, İnönü'nün desteğini aramış veya en azından onun karşı çı­ kabileceği icraattan kaçınmıştır. Askeri yönetimden sivil yönetime geçiş süre­ cinde İnönü yine anahtar rolü oyna­ m ış, bu zor dönem, 1 96 1 seçiminde partisi yeterl i oyu alamamış ol masına rağmen, onun başbakanl ığı altında ge­ ç i l m i ş, yeni darbe g i r i ş i m leri o n u n ağı rlığı sayesinde aş ı l m ı ş v e başarı l ı politikaları sayes i n de ordu k ışlasına dönmüştür. Kapatı lan DP mensupları­ nın affı ve siyasi haklarının iadesi soru­ n u n u n ü l kede yaratt ı ğ ı çalkantılarla geçen 1 960' 1 1 yıl ların i kinci yarısında da, yeniden ana muhalefet partisi l ide­ ri konumuna geçm iş olan İnönü'nün s i yasal yaşam i ç i ndeki özel ağırlığı hiçbir zaman azalmamıştı r. O rd u n u n 1 2 M a rt 1 9 7 1 verd i ğ i muhtıradan sonra giri len ara rej im dö­ nem inde de askerler, yaş ı art ı k çok i lerlemiş olmasına karşın, sürekli ola­ rak İnönü'yle karşı karşıya gelmekten kaç ı n m ı ş l a rd ı r. B u d ö n e m d e, İ n ö-

karşılanmalıdır. Çünkü, aksi halde, ku­ rultay parti tüzüğüne göre, bundan böyle ne olağan, ne de olağanüstü şekilde, bir daha hiçbir zaman toplanamazdı. Çün­ kü, parti tüzüğüne göre, olağan kurultay da, dört yılda bir, fakat Değişmez Genel Başkan'ın göstereceği yer ve bildireceği zamanda toplanabilirdi. Parti tüzüğünün öngörmediği ve daha önce üzerinde hiç düşünülmemiş böyle olağanüstü bir du-

1 25 '-

"... içine kapalı, ama, rulı alemi, bütün karar ve icraatına damgasını vuran bir insandı. (..) Atatürk'e minnettardı. Onun eseriydi denilebilir. Ama, görüş, hareket ve karar bağımsızlığını daima korudu. " (İkinci Adam) nü'nün, partısının ara rejim hükümet­ lerine bakan verme politikası C H P içinde itirazlara yol açm ış ve b u süreç i ç i n d e İ n ö n ü g e n e l b a ş ka n l ı kt a n , CHP'den v e m i l letveki l l iğinden istifa etmiş ve eski cumhurbaşkan larına ve­ rilen sürekl i senatörlü k hakkını kul la­ narak Cumhuriyet Senatosu'ndaki ye­ rini alm ıştı r. Böylece İ nönü çok parti l i s i steme geç i l d i kten sonra b i l e , fi i l i olarak bir siyaset adamından çok, b i r

rumda, partinin hukuka bağlı kalarak, yeni bir genel başkan seçmesi, artık hiç­ bir biçimde mümkün olamazdı. Bu hu­ kuki darboğazı aşmak, ancak siyasi bir kararla mümkün olabilirdi ki, böyle de yapılmıştır. Gerçi vekilin asilin b ü tün yetkilerine sahip olduğu savunularak, burada. dikkat çekmeye çalıştığım bu kü­ çük ayrıntının hukuki planda da doğru olduğu söylenebilir. Belki. . . Fakat asıl

K

E

M

A

devlet adamı olarak n itelendiri lebi le­ cek kariyerini, fi i l i olduğu gibi resmen de partilerüstü bir devlet adam ı olarak tamamlamıştır. ***

126

24 Eyl ü l 1 884'te İzmir'de doğan İnö­ nü, bi rçok çağdaş ı gibi b i r Osman l ı bürokratı olarak yetişti . 1 903'te Harbi­ ye, 1 906'.da da Harp Akademisi'ni bi­ rinc i l ikle bitird i . 1 907'de Edirne'de i l . Ordu emrinde kurmay yüzbaşı olarak görevi iyken, Makedonya'daki örgüt­ len mesinden etk i l enerek, gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye oldu. Bu­ nunla birlikte, askerl iği önplanda tuttu­ ğundan, cemiyet içi nde pek öne çık­ mad ı . Bu nedenle, İnönü'nün adı, hiç­ bir zaman, örneğin bir Celal Bayar gi­ bi, İttihat ve Terakkici l i k ile yan yana geti rilmemiştir. 3 1 Mart Olayı ol arak b i l i nen ayaklan mayı bastırmak üzere İstanbul'a gelen Hareket Ordusu'nda görev a l d ı . B a l kan Savaşı ve B i rinci Dünya Savaşı'na kat ı l d ı ; bir Osman l ı subayı olarak parlak bir askeri kariye­ rin sah ibi oldu; 1 91 S'te albayl ığa yük­ seld i . Mondros M ü ta rekes i 'n i n imza­ lanması ndan (30 Ekim 1 9 1 8) kısa bir süre önce, rahatsızl ığı neden iyle, gö­ revli olduğu Halep'ten İstanbu l'a gel­ d i . B i rinci Dünya Savaşı sırasında za­ man zaman M ustafa Kemal Paşa i l e

üzerinde durulması gereken konu, bu küçük ayrıntı olarak nitelendirdiğim, hu­ kuki yapı değil, tam tersine, tüzüğün ka­ leme alınışındaki zihniyet yapısı/dünya­ sıdır. Parti kurultayının toplanma süreci dahi, tamamen ve sadece Değişmez Ge­ nel Başkan'ın inisiyatifine bırakılmış du­ rumdadır. Bütün bu göstergeler, gerçek­ te, şeflik sisteminin ideolojik/teorik ola­ rak vücut bulmamış, ama siyasi sistemi

z

M

birlikte çal ı şma fı rsatı bulan ve yakı n i l işki lere giren İnönü, Mütareke döne­ minde ve M i l li Mücadele'nin kongre­ ler dönemi ve Heyet-i Temsil iye döne­ mi olarak bi l inen ilk aşamasında İstan­ bul'da kald ı . 1 920 başında Ankara'ya giden İnönü, birkaç hafta burada kal­ d ı ktan s o n ra H a rbiye Naz ı rı F evz i (Çakmak) Paşa'nın çağrısına uyarak İs­ ta n b u l ' a d ö n d ü . Ard ı n d a n , bu kez Mustafa Kemal Paşa'nı n çağrısı üzeri­ ne, 9 Nisan 1 920' de gizi ice Ankara'ya geçti ve İstanbul'la bütün bağlarını ko­ p a rd ı . 2 3 N i s an 1 9 2 0 '.d e a ç ı l a n TBMM'ye Edirne mebusu olarak katıl­ d ı . İnönü'nün M i l li Mücadele dönemi­ nin ilk aşaması n ı İstanbul'da geçirmi� olması, bazı yazarlarca eleştiri konusu yapı lm ış, İnönü Mil li Mücadele'ye geç katı l m ı ş o l makla s u ç l a n m ı şt ı r. B u n a karş ı l ı k bazı yazarlar da o n u n İ stan­ bul'da kalmasını ve M i l li Mücadele'ye bu yo l l a katkıda b u l u n masını bizzat Mustafa Kemal Paşa'nın istediğini yaz­ mıştır. Hangi kimliği (asker, diplomat, devlet adam ı, siyasetçi) önplana çıkar­ sa ç ıksın, "temkinli davranmak i lkesi" her zaman İnönü'nün kişiliğine dam­ gasını vurmuştur. Bel irsizliğin ağı r bas­ tığı bu dönem i, nedeni ne olursa ol­ sun, İstanbul'da geçirmiş olması, İnö­ nü'nün temkinli kişi l i k yapısına uygun düşmüştür.

oluşturan unsurlarıydı. Değişmez Genel Başkan'ın/Şefin ölümü halinde, partinin yeniden bir genel baş­ kan/Şef seçmesi, yine parti tüzüğüne göre, mümkün değildi. Bu, artık şaşırtıcı sayıla­ bilir. Çünkü, bir partinin genel başkanı­ nın nasıl seçileceği hususu, elbette, parti tüzüğünün önemli hükümlerinden biri sayılmalıdır. Ama sayılmamıştı. Tüzükte, CHP Değişmez Genel Başkanı'nın herhan-

T E K PARTi Y Ö N ETi M i , K E MALiZM V E Ş E F L i K S i ST E M i : E B E D İ Ş E F

***

İ n ö n ü , An kara'ya geçti kten sonra, Mustafa Kema l Paşa' nın en güvendiği kişidir. M i l li Mücadele' n i n örgütlen­ m esi, yürütülmesi, başarıyla sonuçlan­ d ı r ı l ması, Lozan'da Barış Antlaşma­ sı'nın imzalanması ve ard ından Türki­ ye Cumhuriyeti'nin kuru l ması aşama­ larında İnönü her zaman Mustafa Ke­ mal Paşa'nın sağ kolu olmuştur. 23 N isan 1 920'de E d i rne mebusu ol arak kat ı l d ı ğ ı T B MM'de, 3 Mayıs 1 9 20'de erkan-ı harbiye-i umumiye vek i l l iğine getiri ldi. Albay ol masına ve mecl iste örneğin Fevzi (Çakmak) Ali Fuat (Cebesoy), Kazı m (Karabekir) gibi daha üst rütbeli subaylar bu lunmasına karş ı n, bu göreve geti r i l m i ş o l ması Mustafa Kemal Paşa' nın ona başından beri olan güveninin önem l i bir göster­ gesidir. İnönü Kuvayı M i l l iye dönemi olarak bil inen düzensiz ordudan dü­ zen li orduya geçiş sü rec inde en etkin ro l ü üstl e n d i , Çerkes Ethem'e bağl ı güçleri tasfiye etmeyi başard ı . Ocak ve N i san 1 9 2 1 ' d e B i ri n c i ve İ k i nci İnönü Savaşlarında Yunan güçleri nin i l e r l e m es i n i d u rd u rd u ktan sonra, 4 Mayı s 1 92 1 'de Kurtuluş Savaşı'nın en önem l i cephesi olan Batı Cephesi'nin k o m u t a n l ı ğ ı n a ata n d ı . Te m m u z 1 9 2 1 ' d e gen e l ku rmay başka n l ı ğ ı n ı Fevzi (Çakmak) Paşa'ya devreden İnö-

gi bir nedenle görevinden ayrılması ya da ayrılmak zorunda kalması durumunda, yeni genel başkanın/Değişmez Genel Baş­ kan'ın nasıl ve kim tarafından seçileceğine ilişkin bir hüküm bulunmuyordu. Açıkça­ sı, CHP'de, Atatürk Değişmez Genel Baş­ kan ilan edilmiş, fakat Atatürk'ten sonrasi için, yeni Şef'in seçilme yöntemine ilişkin bir usul hiç düşünülmemiş ve öngörülme­ mişti. işte, tam da bu nedenden dolayı,

I

M iLLİ ŞEF

nü, Sakarya Savaş ı'nın kazanı lmasın­ da da önem li bir rol üstlendi. Büyük Taarruz'un planları n ı Mustafa Kemal ve Fevzi Paşalarla birl ikte haz ı rl ad ı . Milli Mücadele'yi başarıyla sonuç lan­ dıran Mudanya ateşkes görüşmelerin­ de Türk heyetine başkanlık etti; ard ı n­ dan hariciye vekilliği görevine geti ri­ lerek Türkiye ad ına barış görüşmeleri­ ni yürüttü ve ka lıcı bir barışı sağlayan Lozan Antlaşmas ı ' n ı Türk iye a d ı na imzalad ı . Milli Mücadele'de dönemindeki bu askeri başarı ları ve Lozan'daki d i plo­ matik başarısı, İnönü'nün, Türkiye' nin s i yasal yaşanı ı n a, b i r d e v l et adam ı olarak da mgas ını vurduğu izleyen dö­ nemde mutlak otoritesinin meşru iyet kaynağı n ı oluştu rdu. ***

Fethi Okyar' ın Cumhuriyet'in ilk y ı l la­ rında üç buçuk ay süren başbakanl ığı (2 1 Kasım 1 924 - 3 Mart 1 925) d ışarı­ da tutu lursa, İnönü Türkiye Cumhuri­ yeti'nin kuru luşundan, Atatürk'ün iste­ ği üzerine istifa ettiği 25 Ekim 1 93 7 'ye kadar ara l ı ksız 1 4 y ı l süreyle başba­ ka n l ı k görevinde b u l u n d u . Ayn ı za­ m a n d a , d ö n e m i n t e k p a rt i s i o l a n C u m h u r i yet H a l k Parti s i ' n i n ge n e l başkan veki l l iğini de üstlenen v e bu sayede hem h ü k ü m et hem d e parti

Bayar, vekil sıfatı ile de olsa, CHP'yi olağa­ nüstü kurultaya davet ederken, aslında kurultayı sadece parti tüzüğünde yapılma­ sı öngörülen değişiklik nedeniyle toplaya­ bilmişti. Gerçek gündem maddesine, yani partinin yeni genel başkanının seçilmesi hükmüne ise, işte bu nedenden dolayı yer verilememişti. Şef'in nasıl değişeceği ya da değiştirileceği tamamen belirsizdi. Bu, an­ cak değişiklik sırasındaki siyasi konjonk-

127

K

1 28

M

A

üzerinde büyük bir otorite kuran İnö­ nü, başbakan ve C H P genel başkan vekili sıfatıyla, yeni Türkiye Cumhuri­ yeti dev l eti n i n , Kem a l i z m i n i l keleri ışığında inşa ed il mesinde Atatürk'ten sonra en etkin rolü oynayan ikinci l i­ derd i r. Bu nedenle Atatürk için "Tek Adam" nitelend irilmesinde bulunulur­ ken, İ nönü için "İkinci Adam" beli rle­ mesi yap ı lmıştır. Kemal izmin i l keleri İ nönü'nün baş­ baka n l ığı dönem inde hayata geçiril­ miş ve İ nönü bu ilkelerin bir numaralı uygu layı c ı s ı o l m u ştur. Kem a l i z m i n , esas olarak, Tek Parti dönem inde kris­ talleşen bir ideoloji olduğu açı ktı r. Bi­ rinci Dünya Savaşı sonrasında dünya geneli nde, liberal kapital izmin redde­ dildiği, otoriter ve total iter rej i m lerin egemen olduğu bir dönem ortaya çı­ kan Kemalizm Türkiye'de devleti ku­ ran ve inşa eden Tek Parti'nin ideolo­ j i s i n i o l u ştu rm u şt u r. B u i d eo l oj i 1 920' 1erden başlayarak kendi içinde bir bütünlük ve sürekl i l i k göstermiş ve bu sürek l i l i k CHP'nin program larında açıkça ilan ed i l m i şti r. İdeoloj inin te­ mel leri, 1 920'lerin başında, Mi llT Mü­ cadele y ı l larında atı l m ış, izleyen y ı l­ larda tutarl ı bir biçimde gel iştiri l miş, 1 9 3 0 ' l u y ı l l a rd a ise iy ice işlenerek krista l leşti rilm iştir. 1 920'lerden beri ü l keye egemen olan Kemal ist ilkelere

türün elverdiği şartlar içinde bir şekil ka­ zanabilecekti. Aslında, öngörülen tüzük değişikliğinde kabul edilecek yeni formü­ lasyon, yeni Şef'in nasıl seçileceğini ve kim olacağını da tayin edecekti. Daha doğrusu, yeni cumhurbaşkanının yeni Şef olacağı kesindi, ancak bunun CHP içinde­ ki uygulaması, ancak bu vesile ile belirle­ necekti. Bir tüzük d eğişikliği için toplanan

z

M

" Kema l izm prensi pleri" ad ı n ı n veri l ­ mesi için 1 93 0'lu yıl ları beklemek ge­ rekmiştir. Kemalizmin en gel işkin bel­ gesini oluşturan CHP'nin 1 93 5 prog­ ra mında yer alan i lkeler, bu belgede ilk kez açıkça "Kemalizm prensipleri" olarak adland ırılmıştır. Programın giriş bölümünde aynen şöyle denil mekte­ d i r : " C u m h u r iyet H a l k Partis i ' n i n progra m ı n a temel o l a n ana fikirl er, Türk devri minin başlangıcı ndan bugü­ ne kadar yap ı l m ış olan işlerle, ya l ı n o l arak, o rtaya ko n m u ştur. B u n d a n başka, bu fiki rleri n başl ıcaları, 1 92 7 y ı l ı nda Parti Kuru ltayı n ca da kabu l o l u n a n tüzüğün genel esas ı n d a ve genel başkan l ı ğ ı n , aynı K u ru ltayca onanmış olan bildiriğinde ve 1 93 1 ka­ mutay seçimi dolayısıyla ç ı karılan bil­ d i ri kte saptanmıştır. Yal n ı z bi rkaç y ı l i ç i n değil, geleceği de kapsayan tasar­ larımızın ana hatları burada top l u ola­ rak yazılmıştı r. Partinin güttüğü bütün bu esaslar, Kamalizm prensiplerid ir". Bu açıklamadan hareketle, Kema1 i z m i n , en g e n e l h a t l a r ı y l a , C H P progra m ı n ı n merkezinde yer a lan "Al­ tı Ok" çerçevesinde oluşturu lmuş bir ideoloj i ve eyleme yol gösteren bir program o l d u ğu söylen eb i l i r. Yan i cumhuriyetçi, m i l l iyetçi, halkçı, dev­ letçi, laik ve inkılapçı bir ideoloj i ve eylem kı lavuzu ...

CHP Olağanüstü Büyük Kurultayı'nda, 1935 tarihli parti tüzüğünde yapılmak is­ tenen değişiklik şöyle formüle edilmişti:

"Partinin banisi ve Ebedi Başkanı, Tür­ kiye Cumlıuriyeti'nin müessisi olan Ke­ mal Atatürlı'tüı: Partinin Değişmez Genel Başkanı ls­ met lnônü'düı: Partinin Değişmez Genel Başkanlığı

TEK PARTi YÖN ETi M i, K E MALiZM VE ŞEFLiK S iSTE M i : E B EDİ Ş E F I M i LLİ Ş E F

B u n u n l a b i r l i kte, Kem a l i z m , Afa­ türk' ün sağl ığında resmi olarak, açık ve net biçimde tan ım lanmam ıştır. Bu yüzden de, Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre sonra, 29 Ma­ yıs - 3 Haziran 1 939 tarihleri arasında toplanan CHP'nin V. Büyük Ku rulta­ yı'nda bu konuya d i kkat çek i l m işti r. Kuru ltay' da parti programının yukarıda değinilen giriş bölümü yeniden ele alı­ n ı rken şunlar söylem işti r: " Kemalizm bir ideal deği ldir. Tahakkuk etti rilmiş bir takı m realitelerd ir. Siyasi, iktisadi, içtimai, zi rai velhas ı l bir milletin bütün siyasi faal iyetine giren şeyler bu Kema­ lizmin içindedir" . Gerçekten de İ nönü, başbakan ve CHP genel başkan veki l i olarak Kema­ l izmin i nşası sürecinde anahtar bir rol oynam ıştır. 1 93 5 programının girişin­ de yer alan "Cu m h u riyet Halk Parti­ si'nin progra m ı na temel olan (ve Ke­ malizm prensipl eri ol arak adlandırı­ lan) ana fikirler, Türk devriminin baş­ l a n g ı c ı ndan bugüne kadar yap ı l m ı ş olan işlerle, yal ın olarak, ortaya kon­ muştur" ifadesi ile, CHP'nin 1 939'da­ ki kuru ltayında d i l e getirilen " Kema­ lizm ( . . . ) tahakkuk ettirilmiş bir takım rea l itelerdir" şeklindeki ifade birl ikte okunursa, asl ı nda, İnönü'nün başba­ kan ol arak başı nda b u l u nduğu icra­ atın sonradan (1 935'te) resmen Kema-

aşağıdalıi iiç sıırette inhilal edebilir: Vefat, vazife yapamayacalı bir hastalı­ ğı sabit olması halinde, istifa... Bıı iiç şelıildeıı birisi dolayısıyla inhilal vak anda, parti biiyiilı lııırıı ltayı, derhal toplanaralı, partiye mensııp mebııslardan bir zatı Değişmez Genel Başlıanlığa seçeı: " Ö ngörülen tüzük değişikliğinin birkaç amacı vardı. Öncelikle, Atatürk, ölümün-

l izm olarak tanı mlanmış olduğu orta­ ya çıkmaktadı r. Böyle olunca, Türki­ ye'de zaman �-aman yapılan Atatürk İnönü ayrı m ı geçersizd i r. (Ya da şimdi­ l ik, en azından Tek Parti dönemi için böyle bir ayrımın geçersiz olduğu ra­ hatl ıkla söylenebilir.) Tek Parti dönemi boyu nca Kem a l i z m i n i l keleri kon u­ sunda Atatürk ile İnönü aras ında hiç­ bir önem l i fi kir ayrı l ığı olmam ış; aksi­ ne İnönü bu i l kelerin hayata geçi ricisi olmuş ya da onun dönem inde hayata geç i r i l m i ş o l a n i l keler Kem a l i z m i n prensip leri içi nde say ı l m ı ştır. İ n ö n ü Kemalizmin Altı Ok'unun tümüne gö­ nü lden bağ l ı olmasına karş ı , yaşa m ı boyunca bu ilkelerden ikisine, devlet­ çilik ve laiklik ilkelerine özel b i r vur­ gu yapmıştır. ***

İnönü'nün 1 93 7'de Atatürk' ü n isteği üzerine başbakanlıktan ve CHP genel başkan vekilliğinden ayrıl ması ve yeri­ ne Celal Bayar' ı n getiri lmesi Atatürk ve İnönü arasında Kema lizmin i l kele­ rinden kaynaklanan bir an laşmaz l ığın sonucu deği ldir. Atatürk - İnönü anlaş­ mazl ı ğ ı şu neden lerden kaynakl a n ı­ yordu: Atatürk sık sık hü kümet çal ı ş­ malarına müdahale ediyor, birçok te­ mel karar Çankaya'da alın ıyordu; Ha­ tay konusunda Atatürk bir an önce

den sonra, Ebedi Başkan sıfatını kazanı­ yor ve kendisine yine değişmez bir ma­ kam tahsis edilmiş oluyordu. Buna karşı­ lık, Değişmez Genel Başkanlık kurumun­ da bir değişiklik yapılmıyor ve lsmet lnönü, adeta doğal olarak, bu sıfa tı Ata­ türk'ten kendi üzerine alıyordu. Son ola­ rak da, Değişmez Genel Başkanlık'ta ge­ lecekte herhangi bir nedenden dolayı bo­ şalma olması halinde, o zamana kadar

1 29

K

M

A

den yorum lad ı, Ama, devletçilik ve la­ ikliğin biraz yumuşatı lması d ışında Al­ tı Ok'ta hiçbir şekilde temel değişik­ liklere gid i l med i . Devletçilik ve laiklik i l keleri n i n bi raz y u m u şatı l ma s ı ise, Kemalizmin günün değişen koşu lları­ na uyarlanmasın ı n ötesinde fark l ı bir anlam taşı mamaktad ı r. ***

1 32

İnönü, 1 950 seçim lerinden sonra bek­ lenmed i k bir biçimde i ktidardan uzak­ laştı ve 1 9 60 darbesine kadar 1 O yı 1 süreyle ana muhalefet partisi lideri ve Malatya Mil letveki l i olarak siyasal ya­ şam içinde yerini al d ı . Bu dönemde de Kem a l ist i l keleri taviz vermeden savu ndu. Özel l i kle l ider kadrosu Tek Parti dönemi boyunca etkin görevler üstlen m i ş olan Demokratik Parti ise, CHP'nin Tek Parti yöneti mi sırasındaki baskıcı pol itikalarını her zaman eleş­ tirmekle birlikte, ülke içinde kısa süre içinde h ızla baskıcı bir yönetim kur­ d u . İ n ö n ü 2 7 yı l l ı k C H P i ktidarı n ı n olumsuzluklarının adeta tek sorumlu­ su i lan ed ildi. Ama ana muhalefet par­ tisi lideri olduğu bu dönemde de İnö­ nü, DP' l i lerce bi le, kendi lerine rakip olan bir siyasi partinin liderinden çok devleti kuran ve tepki lerinden korku­ lan bir devlet adamı olarak algı land ı . 2 7 Mayıs l 960'ta DP'yi i ktidardan

alıidei siyasiye o/aralı kabul ve ilan etmiş olan ve siyasi bir partinin dar çerçevesin­ den çılrnrah, lıenıen bütün vatandaşları sinesinde toplamış olan bir partinin Şefli­ ğine intihap edilecek olan ali şahsiyetin (Milli Şef) vasfmı da ihtisab etmiş olması tabii olduğıına göre, parti Umum Reisi'nin yiilıselz şahsiyetini lıer dört senede bir ve her lmrıı ltay toplanışmda miizahere ve m iiııalzaşaya mevzıı ıı itti haz etmeyip,

z

M

uzaklaştırıp yönetime el koyan M i l ll B i r l i k Kom itesi de İ nön ü'yü s ı radan b i r parti n i n l i deri olarak değ i l adeta parti lerüstü b i r devlet adamı ol arak gördü. Darbeden sonra, İnönü, deste­ ğini arayan M i l li Birlikçilere isted ikleri bu desteği verdi, ama, sivil yönetime bir an önce geçilmesi için de yoğun çaba h a rcad ı . M i l li B i r l i k Kom itesi içinde görüş ayrı lı kları ortaya çıktı ktan sonra, sivil yönetime bir an önce ge­ çi lmesini isteyen ı l ı m l ı kanad ın haki­ m iyeti ele geç i rmesinde İ n ö n ü ' n ü n desteğinin önemli rolü oldu. Ta lat Ay­ dem ir ek ibinin darbe girişim leri de bir ölçüde İnönü faktörünün devreye gir­ mesiyle ön lend i . İnönü'nün ağırl ığını koymaması hal inde sivil yönetime ge­ çişin çok daha sanc ı l ı olacağı ve çok daha uzun bir süre alacağı görüşü ge­ niş ölçüde destek bulmaktad ır. Başında bulunduğu CHP 1 961 seçi­ minde yeterli oyu alamamış olmasına karşın İnönü, Milll Birlikçi lerin kendi­ sine verd iği destekle, 1 96 1 - 1 96 5 arasında değişik koal isyon ların başba­ kanlığını üstlendi. 1 961 Anayasası'n ı n geti rmiş olduğu geniş özgürlükler or­ tamı içi nde yükselen sol değerlerin de etkisiyle, C H P, 1 965 seçi mlerine, "Or­ tan ı n Sol u" slogan ıyla g i rd i . A P ' n i n tek başına iktidara gelmesiyle sonuç­ lanan 1 965'teki seçim yen ilgisinin ar-

parti Umıım Reisliği'nde (Değişmez) vas­ fın ı esas olarah habııl etmeh, bıı yü'1selı malwmm istilırarım temin ve otoriteyi talıviye balmnmdan milli menfaate dalıa ııygıııı görlilmüştüı: " Gerekçede ilk kez, muhtemelen Ebedi Başkan/Şef sıfatına karşılık, Milli Şef sıfa­ tına da rastlanıyordu. Basında olsun, si­ yasi edebiyatta olsun, Milli Şef deyimi

K

130

M

A

atağa geçilmesini i sterken, İ nönü so­ runun daha ı l ım l ı bir pol itikayla diplo­ matik yollardan çözüm lenmesini isti­ yordu ve n i hayet ekonom i k a l anda İnönü katı bir devletçiliği savunurken, Atatürk bu pol itikanın somut bir başa­ rısı görü lmediği için, özel gi rişimc ili­ ğin desteklenmesini istiyordu. İnönü, Atatürk' ün ölümünden son­ ra, üzerinde resmi olarak, sadece Ma­ l atya mebusluğu s ıfatı o lmasına kar­ şın, 1 4 y ı l l ı k başbakan l ı ğı ve CHP ge­ nel başkan veki l l iğinin kendisine sağ­ ladığı mutlak otorite sayesinde, nere­ deyse oybi rliğiyle (karşı oy sayısı sa­ dece 1 ' d i r - H i kmet Bayu r'u n Celal Bayar'a verdiği oy) cumhurbaşkanı ve CHP'nin Değişmez Genel Başkanı se­ çi ldi ve Türkiye' de M i l li Şef dönemine girildi. B u yeni dönemde, İ nönü, ilk iş olarak, devlet adam l ığı vasfını önpla­ na çıkartarak, muhalif ve potansiyel muhaliflerle barışma pol iti kas ı n ı uy­ gu lamaya soktu ve kısa bir süre için­ de, Milli Mücadele dönem inde önem­ l i görevler üstl e n m i ş a m a sonradan Atatü rk' ü n çevres i nden uzaklaşmış o l a n önem l i l id erleri n yeniden CH P'ye kat ı l ma l a rı n ı v e m i l letvek i l i seç i l meleri n i sağlad ı . İzled iği o lağa­ n üstü denge politikasıyla, Türkiye'yi, cumhurbaşkanı seçi ldikten k ısa bir sü­ re sonra patlak veren İ kinci Dünya Sa-

partinin genel başkanını seçme yetkisi bulunmamasından dolayı, yeni bir siyasi tıkanma yaşanmamasını temin etmek için, bu kez parti kurultayına bu yetki teslim ediliyordu. Kurultayın toplanması da, yaşanan deneyimden sonra, otomati­ ğe bağlanmıştı. Söz konusu tüzük değişikliğinin gerek­ çesinde, Şef(ler)e ve şeflik sistemine iliş­ kin olarak şu satırlar dikkati çekiyordu:

z

M

vaşı'nın d ı ş ı nda tutmayı başard ı . B u ­ nunla birl ikte savaş yılları nın getirdiği, yokluk, ekonomik ve toplumsal sıkın­ tı l ar, öze l l i k l e de bir ·si mge o l arak "karne uygu laması", daha sonra, İ nö­ nü için en temel eleştiri konuları ndan biri yap ı l m ı ş ve bu eleşt i r i l er gen i ş h a l k yığın ları aras ında da yankı bul­ muştur. İnönü bu dönemde Köy Ensti­ tüleri n i n kurulmas ı n ı sağlayarak, Ke­ m a l i st eğitmen l e r i n yeti şmes i n i ve böylece Kemalist ilkelerin daha geniş halk yığın larına aktarı l ı p ben i msetil­ mesi çabasına da girişti ve bu konuda önem l i bir yol aldı. Ama, İnönü, Köy Enstitüleri uygulaması yüzünden, son­ raları, "komün ist fesat ocakları k u r­ makla" da suçlanm ışt ı r. Oysa, M i l li Şef dönem i nde yap ı l a n uygu lamalar ve C H P program ve tüzüklerinde ya­ p ı l a n değiş i k l i k l e r i ncelen i rse, İ nö­ nü'nün, Mil\7 Şef döneminde de, Ke­

malist ilkeleri tavizsiz bir biçimde sür­ d ürdüğü açı kça görü l ü r. Bu neden le Kemal ist i l keler ve uygu lamalar açı­ s ı ndan, bazı yazarların yaptığı gibi, b i r Ebedi Şef (Atatürk) ve M i l li Şef (İnönü) ayrım ı yapmak geçersizdir. ***

İ nönü'nün kişiliğinin bir başka temel öze l l i ğ i g ü n ü n değişen koş u l l a r ı n a h ı z l ı bir biçimde uyum sağlamasıd ı r.

"Siyasi partiler, milli ve vatani yüksek menfaatleri temin edici prensiplerde kana­ atleri birleşmiş vatandaşların teşkil ettik­ leri siyasi cemiyetlerdir. Millet arasında politik kanaatleri birbirine uygun olanlar kendi halinde dagınıktır(lar). Bunları an­ cak bir Şef birleştirir ve hepsini bir teşki­ lat altında toplar. Şefin rolü, her memle­ kette ve bilhassa parti hayatına yeni gir­ miş memleketlerde çok mühimdir. Çünkü,

TEK PARTi YÖNETi M i, K E MALiZM VE ŞEFLiK SiSTE M i : E B EDİ Ş E F I M i LLİ Ş E F

N itekim bu özell iği, İkinci Dünya Sa­ vaş ı ' n ı n bitmesi n d e n hemen sonra kend i n i göste r m i ş ve İ n ö n ü , Türki­ ye'nin siyasal yapısı nda, dünyanın de­ ğişen koşu l l arına uygun d üşecek te­ mel değişikli klerin yapılmas ı n ı sağla­ m ı ş ve Türkiye'de tek parti l i sistemi sona erd i rerek, iki partili sisteme geçi­ şi sağlamışt ı r. İnönü'nün kafasındaki "çok partili sistem", en azından i l k ta­ sarland ığında, aslında, iktidardaki bir CHP i le, bu partinin içinden çıkan ve "güven i l ir" kişi lerin kuracağı bir mu­ halefet partisinden oluşan bir sistem­ den ibaretti. Bu tasarı m, daha önceki dönemdeki Serbest Cumhuriyet Fırka­ sı (SCF) ve Müstakil Grup uygulamala­ rından çok da farklı deği l d i . 1 92 2 1 9 2 3 ' t e k i İ k i n c i G r u p ve 1 9 2 4 1 92 5 'teki Terak k i perver C u m h u riyet F ı rkası m u h a l efetleri n i n n itel iği çok daha farklıyd ı . Her iki muhalif hareket de i ktidarın denet i m i d ı şında kurul­ muş, i ktidara ciddi eleştiri ler getirmiş, bu yüzden "makbul" bulunmamış ve k ı sa s ü rede bertaraf ed i l m işti. Buna karş ı l ı k gerek l 930'da kuru l u p üç ay yaşayan SCF, gerekse 1 939-1 946 ara­ sında faal iyet gösteren Müstakil Grup, tamamen iktidarın isteği doğrultusun­ da güdüml ü olarak kurulmuş ve faali­ yet l e r i d a r b i r a l a n a hapsed i l m i şt i . SCF'n i n gücü b u d a r alanın d ışına taş-

politik kanaatleri ekseriya prensipler ha­ linde birleştirip olgunlaştıracak ve pren­ sipleri zihinlere aşılayacak ve mütemadi­ yen besleyecek, memleket siyasetine isti­ kamet verecek, millet efradını politik sa­ hada yetiştirecek olan Şeftir. Her cemiyette ve lıer parti içinde bu yaksek vasıflarda şahsiyetleri daima ha­ zır bulmak kolay olmadığı gibi, bir siya­ si partinin, idarei aliyesini eline teslim

ma riski gösterince, bu parti ken d i n i feshetmek zorunda kal mıştı . Müstakil Grup i se h iç b i r ko n u d a m u h a l efet . yapmaması sayesinde yedi yıl ayakta kalm ış, ama iktidarı denetleme işlevi­ ni hiçbir zaman gerçek anlamda yeri­ ne getirmem işti. İnönü, İkinci Dünya Sava ş ı ' n ı n ard ı ndan değişen d ü n ya koşul larında, Türkiye' nin u l uslararas ı a l anda ken d i s i n e ko l ay l ı k l a b i r yer ed inebil mesini ko laylaştırmak üzere, SCF ve Müstaki l Grup gibi kontro l l ü bir muhalefeti kuru l m a s ı n ı hararetle destekledi. 1 945 yılı boyunca yaptığı konuşmalar ve izled iği pol itikalarla, CHP i ç i n d e bazı temel eleşti r i l erde b u l u n a n B a y a r ve a r k a d a ş l a r ı n ı C H P'den ayrı lmaya ve yeni bir parti kurmaya zorladı. Gerçekten de 1 93 7 - 1 93 8'de Kemalist ilkeleri hayata ge­ çiren icra organ ının başkanl ığını (baş­ bakanlık) üstlenmiş olan Bayar, kont­ rol l ü bir muhalefet partisin i n l iderliği i ç i n b i ç i l m i ş b i r k afta n o l a b i l i rd i . 1 945 'ten 1 950'ye kadar uzanan tek parti l i s istemden, (genel o l arak çok parti l i sistem deni len) iki parti l i s iste­ me geçiş süreci içinde İnönü, genel olarak ı l ım l ı bir siyaset izledi, muhale­ fet partisinin kurulup gel işmesini des­ tekledi ve CHP içindeki sertlik yanl ı la­ rını devre dışı bırakmayı başard ı . B u geçiş dönem inde CHP Altı Ok'u yen i-

ve emanet ettiği makam ve şahsiyet üze­ rinde sık sık değişiklik ler yapması da, otoriteyi zayıflatmak bakımından mah­ zurdan ari addedilemez. Cumhuriyet Halk Partisi gibi milletin kurtuluş ve ilerleyiş mücadelesinde kendi­ sine rehberlik etmiş, Cumhuriyetçilik, ln­ kılılpçıhk, Laiklik gibi Tarh milletini mü­ temadiyen itibar ve refah mevkiine yük­ seltmekte olan prensipleri, değişmez bir

131

TEK PARTi YÖN ETi M i , KEMALiZM VE ŞEFLiK S iSTE M i : E B EDİ ŞEF I M i LLİ Ş E F

d ı n d a n , 1 8- 2 1 E ki m 1 9 66 tari h l eri aras ında Ankara'da toplanan CHP 1 8 . Kuru ltayı "Ortanın Solu" görüşünü be­ n i mseyen lerin zaferi yle son uçland ı . C H P Genel Başkanı İsmet İnönü'nün, Temmuz 1 965'te gazeteci Abd i İpek­ çi'ye verd iği mü lakat sırasında aç ıkla­ d ı ğ ı ve o günden sonra parti içinde tartışı lagelen "Orta n ı n Solu" görüşü part i n i n siyasi çizgisi olarak benim­ sen d i . B u görüşün önderl iği n i yapan Bülent Ecevit partinin genel sekreterl i­ ğ i n e seç i l d i . İ nö n ü , b u k u r u ltayda yaptığı açı l ış konuşması nda, "partinin O rta n ı n So l u n d a o l m a s ı n d a n o n u n sosyalist parti olduğunu veya olacağı­ nı zannedenler yan ı l maktad ırlar. CHP sosyal ist deği ldir ve sosyalist parti ol­ mayacaktır" diyerek Kemalizm ile sos­ yal izmin sentezinin yapı lması çabala­ rına son noktayı koyd u . Aslı nda, içi pek dolduru l madan, devletç i l i k, laik­ l i k, reformcu l u k ve sosyal adaletten y a n a o l m a k o l a ra k tan ı m l a n a n " O rta n ı n S o l u " , Kem a l i st i l ke l e r i n farkl ı b i r isimle yeniden d i le getirilme­ sinden başka bir şey değildi. Kald ı ki, bu tan ımın içinde yer alan ilk üç öğe (devletç i l ik, l a i k l i k, i n k ı lapç ı l ı k) Ke­ malizmin Altı Ok'undan üçünün tam da kendisiyd i . B u nedenle İnönü'nün başlattığı Ortanın Solu hareketinin Ke­ mal izmden b i r sapma olarak değer-

lendiri lmesi doğru olmadığı gibi, bu­ nu, 1 960'ların Türkiyesi'nin gerçekle­ rinden yola ç ı karak, bu i lkelere, bir de sosyal adaletin eklenmesi olarak�de­ ğerlendirmek çok daha gerçekçidir. 1 2 Mart 1 971 'deki askeri müdahale­ nin ardından, olayların hızlı bir biçim­ de gelişimi, İnönü'nün kend isini k ısa bir süre içinde CHP'nin d ışında bul­ masına yol açt ı . M ü daha l e n i n C H P içindeki Ortanın Solu hareketine karşı yapıldığını ve ası l amacının C H P'nin iktidara gel mesini önlemek olduğunu öne süren, bu yüzden de müdahaleye açıktan tavır alan Ecevit ile müdahale­ ye açıktan karşı çıkıl masını onaylama­ yan ve hatta kurulacak ara rejim h ükü­ metlerine C H P'nin bakan vermesi ge­ rektiğini savunan İnönü arasında derin bir görüş ayrı l ığı ortaya çıktı. Bu an laş­ maz l ı k s ı rası nda parti i ç i n d e E cevit yanl ılarının ağı r basması üzerine, İnö­ nü, 8 Mayıs 1 972'de C H P genel baş­ kani ığı ndan, 4 Kas ı m 1 9 72'de C H P üyeliğinden ve 1 4 Kasım 1 972'de mil­ letveki ll iğinden istifa etti ve Cumhuri­ yet Senatosu'na senatör olarak katıld ı . Hayatı boyunca Kemal ist i l keleri taviz­ siz bir biçimde savunan ve hayata ge­ çiren "İkinci Adam" İ nönü, 2 5 Aralık 1 973'te partilerüstü b i r devlet adamı orarak vefat etti.

1 33



günlük kullanıma hızla girecektir. Oysa, bu sıfat, ne parti tüzüğünde yer alıyordu, ne de bir başka resmi mevzuatta . . . Sadece CHP'de bir tüzük değişikliği sırasında, tüzük değişikliğini hazırlayan parti ko­ misyonunun kaleme aldığı gerekçede yer almıştı, o kadar... Ama bütün bu görüşlerin yeni olduğu da söylenemezdi. Çünkü, aynı ya da ben­ zer görüşlere, zaten bundan yalnızca bir-

kaç yıl önce, CHP genel sekreteri iken Recep Peker'in de konuşmalarında ve ya­ zılarında rastlanıyordu:

"Siyasal parti hayatında bilhassa üze­ rinde durulmaya layık başlıca bir unsur, Şef'tir. Şef, bir siyasal partinin bütün ana düşüncelerini, iradesini, yapış kuvvetini ve şerefini temsil eder. Şef, kendi ruhun­ da beslediği heyecan ve hararetle partisi-

K

E

M

A

ni ve muhitini ısıtır, aydınlatır. Bütün et­ rafını, kendine ve birbirlerine içten gelen bağlarla sararak, doğruladığı amaca i lerletir. (. .. ) Eğer bir siyasal partinin hakiki Şef'i yoksa, o partinin bugünkü politika hayatmdaki büyük güçlüklere göğüs germesine imkan yoktur. (. . ) Şef'e verilecek değer telakkisinde, za­ manımızın olgun muhitleri, az çok fark­ larla, bir düşünürler. Fakat bunun ya­ nında, ya Şef'in rolünü küçülten anarşik düşüncelere veya medeni ve değerli in­ sanların bilgilerini, tecrübelerini, ze1ıa­ larını hiçe indiren ve Şef'i zamanımız te­ lakkisine uymayan, yapma bir büyütüşle peygamberleştiren fi1ıirlere rastlarız. lki­ si de yanlış olan bu akışın ortasındaki ha1ıi1ıate uyan nolıta, bizim Şef telalıki­ mizin ifadesidir. Şef, dediğim gibi, bütün ısıtıcı, besleyi­ ci, alıp götürücü vasıfl arı ile, baştadır. Falıat onunla birlikte giden ve beraber .

1 34

z

M

inanan varlıkların yek ununu, bir sürü telakki etmek hatadır. Şef'in onuru da, değeri gibi, üstün olmalıdır. Hiçbir k ıy­ met taşımayan ve sürü farz edilen yığın­ ların başında olmayı onur tanıyan bir Şef telalıkisi, yeni Türlıiye'nin anlayışın­ da yer almamıştır. " Tüzük değişikliğini öngören söz konu­ su önerinin kabul edilmesi ile birlikte, artık yeni bir genel başkan seçmeye ge­ rek kalmıyordu. Çünkü, tüzük hükmü gereğince, lsmet lnönü, partinin Değiş­ mez Genel Başkanı olmuştu bile! Kurul­ tay, yalnızca tüzük değişikliğini onayla­ mıştı, ama yeni Değişmez Genel Başkan da, bu arada, otomatik olarak atanmış oluyordu. Bir yeni seçime gerek kalma­ mıştı. Görüldüğü gibi, yeni Şef, bir se­ çimle değil, yalnızca bir tüzük maddesi­ nin değiştirilmesinin onayı ile belirlen­ mişti. Kurultay, Değişmez Genel Başkan seçme hak ve yetkisini, ancak bir sonra-

TEK PARTi YÖN ETi M i, K EMALiZM VE ŞEFLiK SiSTEMi: E B E D! Ş E F I M i LLi Ş E F

ki sefer kullanabilirdi. Yine de hemen eklemeliyim ki, CHP kurultayları, Tek Parti dönemi boyunca, partilerine hiçbir zaman bir Değişmez Genel Başkan seç­ me yetkisine ve olanağına sahip olama­ mışlardır. Ş eflik s i s t e m i , g e l eneksel Osman­ lı/Türk mo dernleşme dinamiğine son derece uygundu. Şef'in yönetiminde bir seçkinler grubunun, toplumu kendi dü­ şündüğü ve öngördüğü tarzda modern­ leştirme çabasını yansıtıyordu. Bu ba­ kımdan, bir modelin kopyası olmaktan ziyade, toplumun tarihsel evriminin bir sonucuydu. Bununla birlikte, şeflik sis­ tem i , zaman zaman, kendi dışındaki benzer örnekleri de dikkatle izlemiştir. Faşist l talya, bu b ahistendir. Nazi Al­ manya'sı da, etkil erini gös terec ektir. Ama gelenek, çok daha geniş kapsamlı bir geçmişin izini taşır. Dışarıdan etki­ lenmeler karşısında, söz konusu gelene­ ğin izlerini yitirme ve konuyu , yapısal olmaktan ziyade, bir konjonktür sorunu olarak ele alma yanılgısına düşmemek gerekir. Osmanlı/Türk siyasi seçkinleri­ nin toplumu modernleştirme misyonu, şeflik sisteminin ana öğesini oluşturur. Bu, üstü kapalı da olsa, sistematik olma­ yan ve derin izleri günümüzde dahi pek ç o k siyasi akıma b ulaşmış durumda olan, bir siyasal felsefeyi de yansıtır. Di­ ğer yandan, yabancı m odellerin etkisine bir örnek vermek gerekirse, Ebedi Şef'­ likten Milli Şef'liğe geçiş aşamasında, Değişmez G enel Başkanlık kurumunu muhafaza etmenin nedenlerinden biri , eğer iç politikada bir iktidar ve otorite boşluğu yaratmamak kaygısı ise, bir di­ ğeri de, bu dönemde adeta moda olan ve içte ve dışta prestijleri hayli yüksek, ba­ şarılı tek partili şef sis temlerinin (Al­ manya'da Hitler/Führer, ltalya'da Musso­ lini/Duçe ve lspanya'da Franco/Caudil­ lo) etkisidir. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekir­ se, tek partili rejimlerde şeflerin değiş-

mesi halinde, halef ile selefin birbirini tamamlayıcı bir nitelik taşıdıkları genel­ likle ileri sürülür. Bazen de halef, selefi­ ni mahkum edebilir. Bir başka seçenek de, halefin selefini, kendi istediği gibi, adeta yeniden yorumlaması ve siyasi meşruiyetini, meşruiyeti tartışıl(a)maya­ cak olan selefi üzerine kurmasıdır. Ta­ rihten buna pek çok misal verilebilir. Sı­ rasıyla, Sovyetler Birliği'de Stalin'in, Le­ nin'i tamamlayıcı misyon sahibi olarak iktidar oluşu, Kruşçev'in Stalin'den son­ ra Stalin'i siyasi olarak mahkum etmesi ve nihayet, Stalin'in, başka versiyonları­ nın yanında, Lenin'i bizzat kendisinin yeniden yorumlaması ve Lenin'in ve Le­ ninizmin bir anlamda resmi açıklamasını yapmasıdır. Avrupa'daki tek partili re­ jimlerde böyle bir gelişme hiç olmamış­ tır, çünkü hiçbirinde bir halef söz konu­ su ol(a)mamıştır. Tek Parti döneminde, Ebedi Şeflikten Milli Şef'liğe geçiş sürecinde ve Milli Şef döneminde, halefin selef ile ilişkisi üze­ rinde pek durulmamış tır. Oysa, Ata­ türk'ün ölümünden hemen sonra siyasi gündemde nasıl yer aldığını (ya da ala­ madığını) analiz etmek, belki de çok il­ ginç sonuçlar yaratabilir. Ben maalesef

Türkiye'de Milli Şef Dönemi (1938-1 945) adlı çalışmamda, döneme özel olarak bu gözle hiç bak(a)madım. Belki bir miktar gözlemlerimi ve sezgilerimi ortaya koy­ muş olabilirim, ama özel olarak bu gözle bir metin analizi, hiç kuşkusuz, çok daha anlamlı ve çarpıcı sonuçlara varabilirpi. Yine de bir karşılaştırmalı yaklaşımın ilk basamağı olarak şunları yazmak yan­ lış olmayacaktır sanırım: Halef, selefi ve dönemi hakkında en küçük bir tartışma ya da görüşme açıl­ masına izin vermemiştir. Bu yöndeki gi­ rişimleri derhal önlemiştir. Atatürk'ün ölümünden sadece beş ay kadar sonra, Atatürk devri muhaliflerinden Kazım Ka­ rabekir'in, Atatürk ve dönemi ve özellik­ le de Nutuk konusunda bir tartışma baş-

1 35

K

1 36

E

M

A

!atmak amacı ile basına yaptığı açıklama, bu saptamayı temellendirir. Hatırlanacağı gibi, Kazım Karabekir, TBMM'nin 1 1 . Dö­ neminde İstanbul milletvekili ve 1 924 yı­ lının s o nbahar aylarında kurulan Terak­ kiperver Cumhuriyet Fırkası'nın da baş­ kanıydı. Takriri Sükun Kanunu'ndan sonra, 1925 yılının haziran ayında, Te­ rakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıl­ mış ve partiye mensup milletvekilleri ile b irlikte, Kazım Karabekir de, lzmir Su­ ikastı dolayısıyla, 1926 yılında lzmir'de, Ankara istiklal Mahkemesi'nce yargılan­ mıştı. Bu yargılama sonucunda Karabekir beraat etmişse de, 1927 yılında askerlik­ ten ayrılarak emekli olmuştu. 1926 yılın­ dan sonra Atatürk ile Karabekir arasında · hiçbir ilişki kurulmamış ve Karabekir, ls­ tanbul/Erenköy' deki evinde/köşkünde, aktif siyasetten tamamen uzak bir yaşam sürmüştü. lnönü'nün cumhurbaşkanı ol­ masından hemen sonra, Atatürk'ün ölü­ münden sadece iki ay kadar sonra, Kara­ bekir, bizzat lnönü'nün eski muhal-det ile "barış politikası" sonucunda,. CHP lis­ tesinden İstanbul milletvekili olacaktır. Karabekir, milletvekili olduktan sadece üç ay sonra da, nisan ayının hemen ilk günlerfnde, Tan gazetesine verdiği bir mülakatta, şöyle diyecektir:

"Şahsen benim 15 sene menkub vaziyette kaldığımı biliyorsunuz. Bu menhubiyet müddeti, bilhassa çoluğum çocuğum için pek acı geçti. Buna rağmen ben bildiğim yoldan şaşmadım: Her zaman _için haki-. katin müdafii olarak haldım. Fakat, ne _ yazık ki, bu 15 sene içinde, k ıymetli fi­ kirlerle ortaya çıkarak, helj'atlarıiıı is­ tihkar edercesine çalışan ve memlekete büyük hizmetler ifa eden bazı vatnn ço­ c-uhlarınJn bir kenarda nasıl unutulduk­ ları, himsenin gözünden kaçmamıştır. Onların batan hizmetleri yalnız kökün­ den inkar edilmekle kalmamış, belhi on­ lara türlü isııadlar da yapılarah, herbiri dipdiri mezara gömülmek istenmiştir. Bu

z

M

suretle, memlehet bunların olgun ve dol­ gun başlarından istifadesiz bırakılmıştır. Bütan bunlarda modern hurafenin büyiik tesiri olmuştur. (. . . ) Reishara yaranmah için uluorta fihir­ ler neşrinden evvel, hadiseleri olduğu gi­ bi tesbit edereh, yeni nesile aynen anlat­ mamız gerehir. Aksi halde, birçoh halıra­ manları sefil olarah göstermeh ve birçoh halpazanları, naehlileri de layıh olnıa­ dıhları vasıflarla tevsif etmek gafletine düşebiliriz. Matbuat sayfaları bir tiyatro sahnesine benzetilmemelidir. Yani mat­ buat, liderleri temsil edileceh herhangi bir tarihi piyes gibi, rolleri istedihleri himselere vermemelidir. (. . . ) Matbuatın yalım vakte hadar, çok defa sırf reiskarı memnun etmek gayretini güttüğünü söy­ lemeye mecbttruz ve sırf bu gayretle, ha­ disatı ve birçoh tarihi vehayii inkar ede­ cek kadar ileri de gitmiştir. (. . . ) Ve ben bir müddet _için, o vakte lıadar olduğu gibi, bir )ıenarda nezaret altında yaşamaya mecbur kaldım. (. . . ) Muhak­ halı olan nokta, bir takım şahsiyetlerin nıemleke-te yanlış olarak gösterildikleri ve ifa ettikleri büyük hizmetlerin bir ka­ lemde çizildiğidir. Hadiseler, yalnız bir şahsın dilediği tar�da ifadesiyle ortaya çıkamaz. (. . . ) Yalnız herhangi bir dava­ cının ifadesine göre haham vermek hiç­ bir zaman doğru olamaz. (. ) Büyük Nutuk'ta da üzerinde ehemmi­ yetle durulması icab eden haksızlıhlar ve yanlışlıklar mevcuttur." . .

Kazım Karabekir'in Tan gazetesindeki mülakatında yer alan bu pek de alçakgö­ nüllü sayılamayacak ve aynı zamanda da dolaylı ve dolaysız biçimde bizzat Ata­ türk'ü ve Atatürk dönemini hedef alan suçlayıcı sözleri sert karşılık görecektir. Mülakat basında sert bir biçimde eleştiri­ lecek ve yer yer gösterilere neden olacak­ tır. Bu gösteriler üzerine de, mülakat er­ tesi gün devam etmeyecek ve ilk tefrika­ da kesilecektir. Oysa, mülakatın yayımla-

TEK PARTi YÖ N ETi M i, K E MA L i ZM V E Ş E F L i K S i STE M i : E B E D İ Ş E F I M i LLİ Ş E F

nacağını haber veren Tan gazetesi, müla­ katın birkaç gün süreceğini açıklamıştı ! lnönü , Atatürk dönemi muhalefeti ile barışmış olabilir, ama barışmanın koşul­ ları vardı ve temel koşullardan bir tanesi de buydu. Yalnızca koşulu unutanlara, bir hatırlatmada bulunulmuştu. Selef b elki sık sık ha tırlanmaya caktı, ama u nu tulmasına da izin verilmeyecekti. Hele hele bir mahkumiyet asla söz ko­ nusu olamazdı. Halef, s elefini tamamlayan bir tablo çizmeye çalışmıştır. Atatürk ve lnönıl adları, adeta yan yana ve birlikte anıl­ mak zoru ndadır. Ama bunun yalnızca dönemin başına ait bir izlenim olduğu­ nu da belirtmem gerekir. Zamanla, Ata­ türk ismi gölgede kalır. lnönü/Milli Şef, tabiatıyla, öne çıkar. Dikkat edilmesi ge­ reken bir nokta da, halefin, kendi siyasi, iktisadi ve kültürel ya da dış politika gi­ rişimlerinde, siyasi meşruiyet kaygısı ile, selefinin ismini ya da görüş ve düşünce­

lerini argüman olarak kullanma kaygısı­ nı hiç taşımamasıdır. Diğer yandan, Os­ manlı egemenlik ve otorite simgesi ola­ rak da, çok daha geniş bir tarihsel pers­ pektiften bakılacak olursa, para üzerin­ deki resmin değiştirilmesi, bu çerçevede anlamlı ve anlaşılırdır. Yaşayan Şef, ikti­ darın, gücün ve otoritenin gerçekte ki­ min elinde olduğunu, topluma bu gele­ n eksel simge ile yansı tmak istemiştir. Halef, asla selefinden bir alt basamakta olmamaya, böyle bir görüntü çizmemeye özel bir önem vermiştir. Halefin selefin lstanbul'daki cenaze törenine katılmayı­ şı, bu belki de dönemin güvenlik kaygı­ l arının bir ürünü olabilir, fakat Anka­ ra'daki cenaze töreninde ve daha sonraki anma törenlerinde, eski bir silah arkada­ şını/yoldaşını ziyaret eder bir manzara çizmeyi tercih etmesi de manidardır. Bu,

. s elefe gösterilen törensel saygıdan da öte, eski bir arkadaşa gösterilen yakınlık ölçüsündedir. Bir nokta daha tamamen eksik kalmış sayılabilir. Bu da, CHP'nin Altı Ok'unun resmi açıklaması ya da Kemalizmin bir ideoloji olarak (belki de yeniden) yo­ rumlanması konusundaki isteksizlik ve çekingenliktir. CHP'nin geleneksel ide­ olojik yön ve temel eksikliğini, belki de kısmen giderecek bir atılımın hiç olma­ ması, bu bakımdan anlamlıdır. Kema­ lizm, Milli Şef tarafından, resmi bir dokt­ rin olarak işlenmemiş ve açıklanmamış­ tır. Oysa, bu yapılabilirdi. Partinin ide­ olojik eksikliği ve güçsüzlüğü, bu şekilde giderilebilirdi. Özellikle bir tercih söz konusu gibidir. Bu anlamda, Milli Şeflikte, ne Atatürk, ne de Kemalizm ile bir siyasi hesaplaşma söz konusudur. lki dönemin siyasi kad­ roları bir miktar farklı olabilir, fakat üze­ rin de yükseldikleri siyasi sistem/şeflik sistemi aynı şekilde sürmüştür. O�sa olsa, rej im değişikliğinden sonra, Demokrat Parti iktidarında, bu yönde bir girişim olabilirdi. Ne var ki, belki de beklenenin ve umulanın aksine, bu dönemde de bu yönde bir girişimden kaçınılacak, hatta, tam aksine, Ebedi Şef ile Milli Şef arasın­ da yapılan ince bir politik ayrım sayesin­ de, yalnızca halefin dönemi mahkum edilecek, fakat buna karşılık, halef, selefi yeterince ortaya çıkarmadığı için, eleşti­ rilecektir. Bütün bu gelişmelerin tesadüfi olmadığını, aksine belirli bir politik ek­ sen üzerinde yükseldiğini görmek gere­ kir. Ama burada asıl üzerinde durulması gereken husus, şeflik sisteminin bütün Tek Parti döneminde geçerliğini koruma­ sıdır. Şefler arasında farklılıklar olabilir, fakat şeflik sisteminde farklılık bulmak kolay değildir. O

137

Atatürk İmgesinin Siyasal Yaşamdaki Rolü HASAN Ü N D E R

ustafa Kemal Atatürk, 1919'dan sonra hayattayken her zaman, öldükten sonra da hemen her zaman Türkiye'de siyasal, ideolojik ve kültürel yaşamın merkezinde olmuştur. O, Türkler için Kurtarıcı, Kurncıı, Ata ve B a şöğre t nıen 'dir. Adı, "büyük" , "ulu " , "yüce", "eşsiz" , "ölümsüz" . . . gibi sıfatlar­ la birlikte anılır. Türkiye'de kamusal ya­ şam, Atatürk'le dolu bir ortamda geçer: Paralarda, devlet dairelerinde, okullarda, sınıflarda, iş yerlerinde hatta evlerde onun resmi, her gün geçtiğimiz meydan­ larda onun heykelleri veya büstleri vardır. G eçtiği yerler, kaldığı mekanlar ayrıcalık­ lı hale gelmiştir. Sözleri düstur olarak pek çok yere yazılmıştır. Adı pek çok cadde ve meydana, kurum ve kuruluşa verilmiş­ tir. Kabri, heykelleri, büstleri resmi tören­ lerin merkezindedir. Ulusal bayramlar, bir bakıma onu anmadır. llke ve inkılap­ larına bağlı vatandaşlar yetiştirmek, eğiti­ min her kademesinde başlıca amaçtır. 11köğretimde öğrenciler her gün ona bağlı­ lık andı içerler. Bu bağlılığı -en azından­ dil ile ikrar etmek, kamusal görevler ala­ bilmenin zorunlu koşulu gibidir. Ona ve düşüncelerine bağlılık (ya da en azından saygı) , bir siyasi ve toplumsal hareketin meşruiyetinin ön koşulu gibidir. Yaşamımızda böylesine merkezi bir yer tutan Atatürk'ün, ortalama insanın kafasın-

M

daki imgesi doğrularla abartmaların bir ka­ rışımıdır. Bu imgeye göre, Atatürk üstün yetenekli bir lider ve kahraman olarak doğmuştur. Uzak görüşlü ve yanılmaz bir dahidir. 1919'dan sonra yeni Türkiye'yi he­ men hemen tek başına ve neredeyse hiç yoktan, bir mucize ile var etmiştir. Mütare­ ke günlerinde lstanbul'da 1938'e kadar ya­ pacaklarını planlamış , uygulamak için Samsun'a çıkmış, kongreleri ve Meclisi toplamış, orduyu yaratmış, yok denecek kadar kıt kaynaklarla ülkeyi düşman işga­ linden kurtarmıştır ve ardından kurtuluşu pekiştirmek ve çağdaş, Batılı bir ulus yarat­ mak için Cumhuriyet'i ilan etmiş, devrim­ leri yapmış, izlenmesi gereken ilkeleri ve yolu göstererek bu dünyadan ayrılmıştır. Bunlar kuşkusuz büyük ölçüde doğru­ dur. Fakat sadece bunları söylemek, sü­ permen gibi bir Atatürk imgesi oluşturur. Kafasında böyle bir imge olan kişi, Ata­ türk'le ilgili, onu sıradan insana yaklaştı­ ran bazı olguları -örneğin, aşkları, tutku­ ları olduğunu, karlar üstünde uyurken çekilmiş fotoğrafının bir mizansen oldu­ ğunu, kendisinin yanlişlar yaptığını kabul ettiğini, sesinin ince olduğunu, içmediği zamanlar utangaç olduğunu, kadınların makyaj yapmasına, oj e veya ruj sürmesi­ ne kızdığını, alaturka müzikten hoşlandı­ ğını- öğrenince Atatürk'ü daha bir insan görmeye başlar. Fakat Batıcı, içinde yetiş-

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

tiği gelenekleri aşmış, bir kahramandan beklendiği gibi gür sesli ve her zaman çevresine hakim Atatürk imgesinde bir değişiklik olur. Yine, Cumhuriyet dev­ rimlerini bir başlangıç değil, uzun bir Ba­ tılılaşma sürecinin bir devamı olarak yo­ rumlayan veya Kurtuluş Savaşı'nın başa­ rısında diğer komutanları, kitleleri ve maddi imkanları biraz öne çıkaran bir ta­ rih yazımı da, Atatürk'ü olayları yaratan değil, olayların yaratuğı ve olayların tek öznesi olmayan bir kişi haline getirdiği için tarihsel rolünü zayıflatır. Fakat bun­ lar da doğrudur.

ATATÜRK'ÜN ZlH1NLERDEK1 1MGES1 GERÇEK ATATÜRK'E GÖRE YÜCELTILMIŞ MIDIR? Bir insanı yüceltme, onu, şu ya da bu bi­ çimde, tek tek sıradan insanların üstün­ de yer alan gizemli, aşkın veya içkin bir güçle ilişkilendirerek veya özdeşleştire­ rek sıradan insanların üstünde bir yere çıkarmak, ona 'aşırı' bir sevgi, saygı ve bağlılık duymaktır. Aşkın güç, Tanrı ya da bir tanrı olabilir. lçkin güç, tarihte ve doğada kendini açığa vuran Hegelci an­ lamda bir "dünya tini", romantik ulusçu­ luğun, örneğin, Herder'in "halk/ulus ti­ ni" dedikleri şey ya da doğada kendini açığa vuran bir "erek" olabilir. Yüceltilen kişinin, bu tür güçlerin sahip olduğuna inanılan yanılmazlık, mutlak güç ve mut­ lak bilgi sahibi olma, yasa ve kural koy­ ma, düzen verme, ölümsüzlük, kusur­ suzluk, kö tülerden i n tikam alma gibi özelliklere sahip olduğu veya bu güçlerin iradesini gerçekleştirdiği varsayılır. Bun­ ların yanında, yüceltmede, yüceltilen ki­ şinin onu sıradan insanlara yaklaştıran yönleri geri plana itilir veya bu yönleri, aşkın veya içkin güçlerle ilişkisinin bir göstergesi olarak yorumlanır. Yüceltme, gerçekliğe, insan doğasına, siyasete ve tarihe ilişkin açık veya belirsiz bir metafiziği varsayar. Yüceltmenin ola-

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

bilmesi için tektanrıcı (teistik) veya çok­ tanrıcı metafizik görüşlerde olduğu gibi maddi alemin ötesinde bir tanrının veya doğa ve toplum gibi kolektivitelerde, on­ ları oluşturan tek tek bireyleri aşan ve ge­ nellikle Tanrı olarak yorumlanan erek, dünya tini, ulus tini, kolektif bilinç gibi içkin bir güç olduğunun varsayılması ge­ rekir. Bazı tarih kuramları (örneğin, Ya­ hudiliğin, Hegel'in ve bir ölçüde Carly­ le'ın tarih anlayışları), ilahi iradenin bir dışavurumu 7a da dünya veya ulus tini­ nin açılımı olarak görürler ve bu iradenin ya da tinin belirli kişiler (peygamberler, kahramanlar) aracılığıyla kendini gerçek­ leştirdiğini varsayarlar. Siyaset kuramı alanında, monarşi ve diktatörlük gibi demokratik olmayan yö­ netim biçimlerinin yürümesi için olağa­ nüstü ya da "büyük" insanlara gereksi­ nim olduğundan, bu rejimlerde iktidarda bulunan ya da iktidara aday olan kişilerin sıradan insanları yönetmeye hakları oldu­ ğunu göstermek için, onların sıradan in­ sandan daha üstün, tanrılara daha yakın bir konuma çıkarmak, gelenekselleşmiş bir uygulamadır. Bu rejimlerin siyaset ku­ ramları, genellikle yukarıdaki metafizik ve tarih görüşlerinden birine ya da birka­ çına yaslanır ve büyük adamın bu güçleri temsil ettiğine ya da bu güçlerle özdeş ol­ duğuna inanırlar. Modern insan ise az çok materyalisttir; doğa üstüne ve içkin güçlere kuşkuyla bakar; tarihte bireyin rolünü küçültür. O, bilimsel bakış açısının bir sonucu olarak, olayların nedenlerini bu güçlerde ve kişi­ lerde değil, toplumsal ve ekonomik yapı­ larda görür. Modem insan, özellikle !kin­ ci Dünya Savaşı'ndan sonra çoğulcu de­ mokrasilerin de zaferi dolayısıyla, de­ mokrasi idealine bağlıdır, sıradan insanlar çoğunluğunun yanılma olasılığının bir tek kişiye göre daha az olduğunu varsa­ yar ve kişi yüceltmeyi, tek adam üstüne kurulu totaliter veya otoriter rejimlere öz­ gü ve demokrasilerde yeri olmayan olum-

1 39

K

1 40

M

A

suz bir uygulama olarak görür. Atatürk yüceltilmiş midir? Mustafa Ke­ mal gibi olağanüstü işler başarmış bir ki­ şinin yüceltilip yüceltilmediği her zaman tartışma götürür. O olmasaydı Cumhuri­ yet dönemindeki değişim büyük ihtimal olmazdı ya da olsa bile çok geç olurdu. Fakat yine de yanıt, yukarıdaki metafizik görüşlerden hangisine yerleştiğimize gö­ re değişecektir. İnsanlar arasında övülen ve Tanrı'da en mükemmel şekliyle bu­ lunduğuna inanılan özellikler -örneğin, güç, bilgi, uzak görüşlülük, bilgelik, dü­ şünce, tasarım, yanılmazlık. . . - onda sıra­ dan insanda olduğundan kuşkusuz daha çok olmakla birlikte, modern bakış açısı­ na yerleştiğimizde -ki biz bu açıdan bakı­ yoruz-, Mustafa Kemal'in yüceltildiğini söylemek gerekir. Çünkü, aşağıda göre­ ceğimiz gibi, ona edebiyatta ve resmi söylemde doğaüstü, tanrısal güçler atfe­ dilmiş veya böyle güçlerle ilişkilendiril­ miş; o, ulusal, kolektif güçlerle özdeşleş­ tirilmiş, pek çok insan tarafından çok se­ vilmiş ve sevilmektedir; dolayısıyla yü­ celtilmiştir. Bu yüceltme de, yukarıdaki metafizik ve tarih görüşlerinden biri ya da birkaçı çerçevesinde yapılmıştır. Mustafa Kemal'in yüceltilmesinde, Türk kamusal yaşamının merkezine yer­ leşmesinde ve orada kalıcılık kazanma­ sında, çeşitli tarihsel, siyasal, kişisel, kül­ türel, ideolojik ve düşünsel etmenlerin bir araya gelmesi, fakat en çok da Ata­ türk'ün siyasal hedeflerini gerçekleştirme, gerçekleştirilen hedefleri koruma ve pe­ kiştirme arzusu önemli rol oynamıştır.

KAHRAMAN ARAYAN BiR KUŞAK KAHRAMANINI B ULUYOR Mustafa Kemal, Türk tarihinde olağanüs­ tü bir dönemde yaşayan, çaresizliği, ümit­ sizliği ve toplum olarak yok olma korku­ sunu yüreklerinde çok derinden hisseden ve ölüm kalım mücadelelerinden geçen insanların kahramanıdır. Deneyimleri göz

z

M

önünde tutulmadan bu kuşağın Mustafa Kemal'i olabilecek en son noktaya kadar yüceltmelerini anlamak olanaksızdır. " 1908'1iler" diyebileceğimiz bu kuşak ay­ nı zamanda Cumhuriyet'in kurucu kuşa­ ğıdır ve gençlik yılları, Yakup Kadri'nin ifadesiyle, "bir milli kahramana" , Gö­ kalp'in deyişiyle sürüyü toplayacak bir "çoban"a hasretle geçer. Kimisi ulusu si­ yasi ve askeri aşağılanmalardan kurtara­ cak, kimisi dini kurtaracak, kimisi de zih­ niyette, toplumsal ve siyasi kurumlarda inkılap yapacak, kimisi de bunların tü­ münü yapacak bir kurtarıcı bekler. Bu kuşak, aşağılayıcı Balkan Savaşı yenilgisi­ ni, Birinci Dünya Savaşı yenilgisini, Mü­ tareke'yi, "kara gün"ü (S. NaziO, Anado­ lu'nun işgalini, Sevr dayatmasını görür, "adem mezarının kenarında" (Atatürk) "ateşle imtihan"dan (H. Edib) geçer. Ger­ çekten de Osmanlı Devleti'nin "bütün or­ duları dağınlmış, bütün kaleleri zapt edil­ miş ve bütün tersanelerine girilmiş ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edil­ miş" tir. Takım oyununun yok olduğu bozgun dönemlerinde sık sık olduğu gibi, l 908'liler de kötü gidişe son verecek, mu­ cizeler yaratacak bir kurtarıcı, bir kahra­ man ararlar ve öne çıkan kişilerde kahra­ man alametleri olup olmadığına bakarlar. l 908'liler kahraman ararken, bazı kay­ naklara göre (örneğin, Atay 1 984, 49, 5 13) Mustafa Kemal daha 1908'den önce, bir arkadaş grubuyla "bizden -Yunanistan ve lran'da olduğu gibi- niye kahraman çıkmaz" diye tartışılırken, kahraman ol­ maya niyet etmiş ve bu onun "ilk benliği­ ne kavuştuğundan beri, şuur altını ve üs­ tünü kıvrandıran 'mesele' olmuştur." Ata­ türk'ün kendisine karşı kampanya açtırdı­ ğı ama eserini beğendiği Arms trong'a (1996, 96, 133, 193, 201 , 253) göre Mus­ tafa Kemal, kendisinin Türkiye'yi kurtar­ ma, ondan büyük bir ulus yaratma misyo­ nu olduğuna fanatik bir biçimde inanır; annesi de onun "seçilmiş kişi" olduğuna inanır. Bu yorumu, Atatürk'ün gözetimi

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

141

altında yazılan ve Cumhuriyet döneminin belki en resmi tarihi olan TTTC 1934 (s. 22-23)'deki, "yaradılıştan lider" ve "Tür­ kün müstakbel hayat tarihi için büyük va­ zifeleri hamil" gibi ifadeler de destekler. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı sırasın­ dan tartışmasız bir kahraman olarak çıkar. O, 1 9 19 öncesinde özellikle Anafarta Sa­ vaşları'nda başarılı bir komutan olarak öne çıkmakla birlikte, henüz kendini ka­ nıtlamış, tartışma götürmez bir kahraman değildir; sadece ast olarak başarılı biridir. Mayıs 1919'dan sonra ise o, "baş" olarak sahnededir: Heyeti Temsiliye Reisi, TBMM Reisi ve Başkomutandır. Ölüm kalım sava­ şını zaferle sonuçlandırır; vatanı, ulusal onuru ve dini kurtaran bir lider olur. Do­ ğal olarak, daha so nraki etkisi nin en önemli dayanağı olacak olan muazzam bir karizma kazanır. Amasya Tamimi'ni imza­ layan diğer paşaların arasında (ve onların gözünde de) çok öne geçer. Birinci Mecli­ s'in verdiği "Gazi" ve "Müşir" gibi saygın resmi askeri unvanlar yanında "kurtarıcı"

anlamına gelen "halaskar" veya "münci", "münci-i azam" gibi gayriresmi unvanlar da kazanır. 1 908'lilerin tam aradığı insan olduğunu tartışma götürmez bir biçimde kanıtlar. Halk "Gazi"ye, haklı olarak, içten ve kendiliğinden büyük bir sevgi, saygı ve bağlılık duyar. O artık bir kurtarıcı ve halk kahramanı olur. Cumhuriyet'in kurucu kuşağı ve halk için Mustafa Kemal, geçmişte kalan Kur­ tuluş Savaşı'nın kahramanı olarak minnet ve şükran duyulrnası gereken birisi değil­ dir sadece. Savaşların sürekliliğine, barış­ ların birer ateşkes olduğuna inanan, Hit­ lerlerin ve Mussolinilerin savaş çığlıkları attığı, yeni bir paylaşım savaşının hazır­ lıklarının yapıldığı bir dönemde yaşayan bu kuşağın büyük çoğunluğuna, başların­ da Mustafa Kemal gibi denenmiş bir kah­ ramanın bulunması güven vermektedir. Siyasi, toplumsal ve kültürel reformların yapılmasını da arzulayan Batıcı, milliyet­ çi-Türkçü aydın kesime umut da vermek­ tedir Mustafa Kemal.

K

M

A

lKTlDAR VE RE]lM JÇlN

1 42

Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, Atatürk'ün daha Yunanlılar Izmir'e doğru kovalanır­ ken, "Yunanlılardan sonra birbirimizle dövüşeceğiz; birbirimizi yiyeceğiz" (Adı­ var 1 992, 227) sözleriyle haber verdiği iktidar mücadelesi başlar. Mus tafa Ke­ mal'in siyasi hedefleri, gerçekleştirmek is­ tediği bir ütopya da vardır ve bunları ger­ çekleştirmek için iktidarda kalmak ister. A tatürk'ün siyasi hedefi , her şeyden önce, zayıfa yaşam hakkının tanınmadığı uluslararası arenada bağımsız ve güçlü bir devlet kurmaktır. O, güçlenmek için tam Batılılaşmanın gerekliliğine ve bunun hal­ kın iyiliğine kuvvetle inanır. Ona göre, halk eğitimsizdir ve hurafelere bağlıdır, iradesi özgür değildir, hakikati göremez, gerici güçlerin arkasından gitmeye eği­ limlidir. Bu nedenle, o milli egemenliğin gerekliliğine inanmakla ve liberal-demok­ ratik düşünce ve özlemler taşımakla bir­ likte, medeniyet değiştirme anlamına ge­ len Batılılaşma yolunda devrimlerin refe­ randum gibi demokratik yöntemlerle ger­ çekleştirilemeyeceğine, millet adına siya­ sal ve toplumsal hakikatleri gören aydın bir elit tarafından emr-i vakiler şeklinde hayata geçirilebileceğine ve daha sonra halka benimsetilebileceğine inanır (bkz . , Vandemir 1 952). B u anlayış, demokrasi­ nin, "halk için en iyi olanı halk kendisi bilir" ilkesinden farklı hatta ona karşıt bir ilkedir. Dolayısıyla, Atatürk'ün yöntemi jakobenist, halka karşı tutumu paterna­ listtir. (Hakimiyet-i milliye ilkesinin de­ mokratik yorumunun geleneksel güçlere yarayacağını düşündükleri için Atatürk ve çevresi ilkeyi Jakobence yorumlarken, geleneksel düzene ılımlı olan muhalifler ilkeyi daha demokratik bir biçimde yo­ rumlamışlardır. Ve ilginç olan nokta, ge­ lenekçi güçler iktidarda kalma yöntemi konusunda değilse bile iktidara gelme yöntemi konusunda demokrasiyi daha çok savunmuşlardır.) Halkın gerçekleri

z

M

görmesi, "iki kere sekizin onaltı ettiğini öğrenmesi" uzun zaman alacağı için, Ke­ malist devrimci kadro paternalist bir tarz­ da -yani, halkın iyiliği için fakat gerekti­ ğinde halka rağmen- davranabilecek bir otoriter ve muhalefetsiz bir yönetim anla­ yışına yönelecektir. Mustafa Kemal, siyasal ütopyasını ger­ çekleştirmek için basının ve etkili çevrele­ rin kendisine destek olmasını, en azından engel çıkarmamalarını, muhalefet etme­ melerini ister. Fakat muhalefet vardır. Milli Mücadele sırasında ve sonrasında Mustafa Kemal'in kendisine ve programına (ama daha çok kendisine) bağlı grup dışında he­ men bütün güç odaklan Mustafa Kemal'in askeri liderliğini ve başarısını takdir etseler de, kalıcı siyasal liderliğine karşıdır. Lozan Antlaşması'ndan sonra Mustafa Kemal ile Amasya Tamimi'ni imzalayan arkadaşları arasına soğukluk girince bu paşalar ve Kurtuluş Savaşı'nda ön saflarda aktif rol alan birçok kişi, liberal ve eski düzene ılımlı Istanbul basınından büyük destek gören Terakkiperver Cumhuriyet Fırka­ sı'da (TCF) örgütlenir. Basında, ordu göre­ vini yaptı, artık işi ehline bırakmak gere­ kir; diktatörlüğe, istibdada doğru gidiyo­ ruz, yollu yazılar çıkar. 1 926'da Mustafa Kemal'e Izmir suikastını düzenleyecek olan ittihat ve Terakki kalıntıları da yeni­ den örgütlenme, Halife ise prestijini ve gü­ cünü restore etme çabaları içindedir. Do­ ğuda Şeyh Said isyanı patlak verir. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nda muazzam bir karizmaya sahip bir kahra­ man olarak çıkmıştır. Fakat yıpratılmaya­ cak kahraman yoktur. Başarılar küçültü­ lebilir, kusurlar öne çıkarılabilir. Atatürk için de aynısı yapılır. "Diktatör" olduğu söylenir. "Savaşı hep birlikte yaptık" de­ nir. "Askerlik ayrı, siyaset ayrı" denir. Özel hayatı kanştınlır. 1 927'ye kadar süren bu iktidar savaşın­ dan Mustafa Kemal "tek adam" olarak çı­ kar. Milletvekili seçimleri ile kendine da­ ha bağlı bir meclis oluşturur; Halk Fırka-

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

sı'nı kurar, Ankara'yı başkent yapar, Cumhuriyet'i ilan eder, Hilafeti kaldırır, medreseleri kapatır, muhalif paşaların or­ du ile ilişiğini kesip orduyu güvenli hale getirerek, istiklal Mahkemeleri ve Takrir-i Sükun Kanunu aracılığıyla muhalefeti ve basını susturarak, isyanı bastırarak, mu­ halif Terakkiperver Fırka'yı kapatarak ve paşaları etkisiz hale getirerek, ittihatçıları tasfiye ederek 1927'de, her şeye hakim "tek adam" olarak Nutuk'unu okur. Bu iktidar mücadelesinde Mustafa Ke­ mal, kendisi ve çevresi tarafından kuvvet­ le öne çıkarılır; zaferdeki payı ısrarla vur­ gulanır. Nutuk'unda, başlangıç cümlesi­ nin ("1919 senesi Mayısının 19 uncu gü­ nü Samsun'a çıktım" [abç]) ima ettiği gi­ bi, Kurtuluş Savaşı'nın Mustafa Kemal merkezli bir tarihini verir. iktidarda pay talebi ile zaferdeki hisse arasında bir doğ­ ru orantı kurulduğundan, kendisinin yö­ netme hakkına sahip olduğunu ima eder. 1923-1927 iktidar mücadelesinden tek adam olarak çıkarken, Mustafa Kemal'in kendini öne çıkarmasının iki biçimi kalıcı hale gelir. Bunlardan birisi, heykellerinin dikilmesi, diğeri Atatürk merkezli bir ta­ rih yazımının yerleşmesidir. l 925'den iti­ baren bütün Türkiye'de, Atatürk'ün Kur­ tuluş Savaşı'ndaki rolünü ve siyasi yaşam­ daki tek adamlığını görselleştiren heykel1 er yapılmaya başl ar. Sarayburnu'na ( 19 26), Ankara-Ulus'a ( 1927) , Taksim'e ( 1 928) anıtları dikilir. l 926'dan itibaren Türkiye'nin her yerinde Gazi'nin heykeli­ ni dikme çalışmaları yaygınlaşır. Tarih ya­ zımı alanında Nutuk, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemi tarihi için bir stan­ dart haline gelecektir. Bu standarda göre yazılan tarih kitapları, Cumhuriyet ku­ şaklarının kafasındaki zaferin ve devrim­ lerin tek belirleyicisi Atatürk imgesini şe­ killendirecek ve yeniden üretecektir. Nu­ tuk'tan önce, zaten pek fazla olmayan ta­ rihi olaylar, oldukça nesnel ve kurumlan öne çıkaran bir tarzda anlatılırken, Nu­ t u k'tan sonra, kurumlar ve diğer kişileri

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

arkaplana iten, Milli Mücadele ve Cum­ huriyet dönemini Mustafa Kemal'le öz­ deşleştiren ve onu yücelten bir anlatım gelişir. Örneğin, "mebuslar Cumhuriyeti ilan etti" , "Mustafa Kemal Cumhuriyeti ilan etti" haline gelir. Ilk baskısı 193 l'de yapılan TITC 1934, aşağıda göreceğimiz gibi, Mustafa Kemal'i daha da öne çıkarır. Çocukluk ve gençlik yılları anlatılırken de, lider olmasının kaçınılmaz olduğu iz­ lenimi verilir. Dolayısıyla, Türk ulusunu yönetmesinin onun hakkı olduğu açıkça veya dolaylı olarak söylenir. Bu arada, Kurtarıcı, Kurucu, Türklük ve Medeniyet Kahramanı Mustafa Kemal'e samimi s evgi ve bağlılık nedeniyle ve belki de tek adam haline gelmesi ve ikti­ darda kalıcı olduğu belli olunca, iyi ge­ çinme amacıyla, gerçekten yüceltme sa­ yılabilecek özellikler atfedilir. "Fevkalbe­ şer" (insanüstü) bir varlık olduğu söyle­ nir. 1928'de, Türkün Altın Kitabı yüceltici mahiy e t t e biyografil er, Tü.rk'ü.n Yeni Amentüsü. gibi, Gazi'yi Allah'ın e n sevgili kulu ve Türklüğü bir iman konusu ya­ pan yayınlar çıkar. 1930'dan sonra Mustafa Kemal'e insa­ nüstü nitelikler atfedilmesinde başarısızlı­ kla sonuçlanan çok partili demokrasi de­ neyi, ikinci önemli siyasi olayı ve evreyi oluşturur. Atatürk'ün, arkadaşı Fethi (Ok­ yar) Bey'e kurdurduğu Serbest Cumhuri­ yet Fırkası'nın (SCF) başarısı, CHP'nin ve rejimin kitlelere kök salmadığını, kurtarı­ lanların kurtancılanna bağlılığının tam ve mutlak olmadığını, inkılapların oturmadı­ ğını, halka inmediğini gösterince, Atatürk ve çevresi çok partili demokrasi fikrini he­ men tamamen terk edip daha o toriter bir rejime yönelir. CHP'nin ideolojisini, icra­ annı ve amaçlarını, "iki kere sekizin onaltı ettiğini" halka daha iyi anlatmak gerektiği vurgulanır. Yönetici kadro, çok partili de­ mokrasi fikrini hemen tamamen terk edip şeflik sistemine yaklaşır. CHP, kitlelerle bağlarını güçlendirmek amacıyla, ideolojik bir kampanya başlatır. (Kemalizm'in Altı

1 43

K

M

z

A

Ok şeklinde formüle edilmesi, Halkevleri­ nin açılması, üniversite reformu, üniversi­ telerde inkılap Tarihi derslerinin okutul­ maya başlanması ve dönemin önde gelen ideologları tarafından verilmesi, eğitmen kurslarının başlaması, okul programları­ nın CHP programına göre yeniden düzen­ lenmesi bu kampanyanın birer parçasıdır.) Kampanyanın merkezine yeni düzenle özdeşleşen Gazi Mustafa Kemal yerleştiri­ lir. Bunda amaç, ona olan sevgiyi, hayran­ lık ve bağlılığı CHP'ye ve tehdit altında

M

görülen yeni düzene aktararak, yeni düze­ ni ve CHP'nin halkla bağlarını güçlendir­ mektir. Örneğin, Falih Rıfkı Atay 193l'de, Yeni Rusya'sında, Rusya'dan propaganda teknikleri konusunda dersler getirirken, olasılıkla S talin'in yarattığı "kişi kül­ tü"nden etkilenmiş olarak, "Kemalist in­ kılapçıların baş işlerinden biri Mustafa �emal'i her gün daha iyi tanıtmaktır. Her tarafta Fırka ocaklarında Mustafa Kemal köşesini hemen yapmağa başlamalıyız" di­ ye yazar. Yine 193 l 'de CHP'nin III. kong-

1 44

-

C11ınlmriyetin inşası.na, Atatürk 'ü iıısanüstiiteştirerek yücelten bir anlayış eşlik etnı·işti1: Bu, öncelikle, 1ılusal kı.wtutuş/kııruluş mitolojisinin bir unsurudu1: Yönetici elitin "Tarihi kahramanlar yapar" anlayışına yatkın1ığı; Jıalffepadişalı figürünün merke�de olduğu dinsel tasavmcmıı. mirası; bir otoritefigiirü duşturına arayışı... da bu yüce/tinin /aktörleri o�ardk diişünideoilirleı:

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

resinde Alaeddin adlı bir delege Mustafa Kemal'in prestijinden "millet namına isti­ fade etmek zaruretini takdir etmeliyiz" der. lnönü ( 1 934, 87) "Türk inkılabını anlamak ve sevmek, . . . Büyük Reis Musta­ fa Kemal'i anlamak ve sevmek[le] ... bir ve b eraberdir" der. Ve kampanyada Ata­ türk'ün üstün kişiliği, öncekilerden farklı olarak, hükumet tarafından planlı olarak ve daha çok vurgulanır. (Cumhuriyet ile Atatürk'ün özdeşliği, Türk siyasi yaşamı­ nın temel bir aksiyomu olacaktır.)

ŞEF OLARAK KAHRAMAN 1923-1927 dönemi iktidar mücadelesinde oluşan, Mustafa Kemal imgesi, sonradan yeni felsefi ve ideolojik destekler bulur. Bunlardan biri, Thomas Carlyle'ın dünya tarihini büyük adamların biyografileri ile özdeşleştiren, toplumun da "kahramanla­ ra-tapınma" üzerine kurulduğunu savu­ nan görüşü, diğeri totaliter rejimlerde ge­ liştirilen ve Carlyle'ın görüşlerinden bol bol yararlanan şeflik kuramıdır. (lslami etkiden aşağıda söz edilecek.) Bu fikirle­ rin her ikisi de, liberal fikirlerle birlikte, Atatürk'ün düşünsel donanımında sis­ temsiz bir biçimde zaten mevcuttur. Kah­ ramanların tarihte belirleyici rolü olduğu­ na inanan ve kendisini bir kahraman ola­ rak hazırlayan ve fiilen de kahraman hali­ ne gelmiş olan Mustafa Kemal, Carlyle'ın Kalıramanlar'ını okumuş ve muhtemelen bu eserde savunulan görüşte (ve onu bol bol kullanan şeflik kuramında) kendi inançlarının daha ayrıntılı ve sistematik bir anlatımını bulmuştur. (Nitekim 1929 sonrası konuşmalarında bu eserden yan­ sımalar vardır (bkz. , Atatürk 1989, 3 : 125, 1 3 1 ) ) . Bu arada, 1 9 3 2'den sonra Türk Devrimi'ni ve Mustafa Kemal'i bir Calyle kahramanı olarak yorumlayan yazılar gö­ rülür (örn., Resimli Şark 1 932; Cemalet­ tin Ekrem 1 932; Köprülü 1936, 3; Yedi­ gün 1937; Yücel 1943, 6). SCF deneyinden sonra, çok partili de-

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

mokrasinin olabilirliğine inancın yitiril­ mesiyle Atatürk ve çevresi, ltalya'daki ve daha sonra Almanya'daki rejimlerin ide­ olojisini etkilemekten daha çok onlardan etkilenir hale geJir. ı Örneğin, "şef' sözcü­ ğü 1 930'da siyasi söyleme girer ve yerle­ şir. Bu etkilenme ile l talya ve Almanya gi­ bi şeflik rejimlerinden etkilenmenin söz konusu olamayacağı 1 9 23'de, Mustafa Kemal'in bazı konuşmalarında bulunan şeflik ilkesinin epistemoloj i k temaları öne çıkarılır. Örneğin, Mustafa Kemal ( 1 989:2, 165), kendisinin "bir hissi umu­ minin amili, ifadesi, mümessili" olduğu­ nu, Türk ulusunun "efkar ve hissiyatına yakından vakıf olmaktan" , onun "kabili­ yet ve ihtiyacını ifadeden başka bir şey yapmadığını ifade eder. O, halkın "kabili­ yet ve hissiyatına vukufumla müftehirim" der. Bu, Atatürk'ün kendi iradesinin ulu­ sun iradesi ile aynı olduğuna inandığını gösterir. Şefin, herkesin eşit ölçüde görme yeteneğinden yoksun olduğu sonu! ger­ çekliği görebildiğini, evrenin sırlarına mistik bir iç görü ışığı ile doğrudan ve aracısız olarak nüfuz edebildiğini, yaşamı sıradan insanın gördüğünden farklı göre­ bildiğini, kendisine sentez gücü, sezgi ve ilham bahşedildiğini, bir piramit olarak görülen devletin ve ulusun tepe noktasın­ da bulunduğunu, halkın 'hakiki' iradesi­ nin kendini parlamento oyları ya da halk oylaması aracılığıyla değil, şef aracılığıyla açığa vurduğunu ileri süren şeflik kura­ mı, rejim şeflik sistemine yaklaştıkça, Mustafa Kemal'in (liberal, özgürlükçü fi­ kirlerinin değil) şeflik sistemiyle uyumlu fikirlerinin ve şefe özgü kişisel nitelikleri­ nin öne çıkarılmasına ve işlenmesine kat­ kıda bulunmuştur. Totaliter rejimlerin henüz gözden düş­ mediği, tersine "yeni" , geleceğin rejimleri olarak görüldüğü 1 93 0'larda, Türkiye kendi yerinin bu rejimler arasına olduğu­ na karar vermiş gibidir. ltalya'da Duçelik, Almanya'da Führerlik sistemi (ve Sovyet­ lerde Stalin rejimi), bir ders kitabı olan Sa-

1 45

K

1 46

E

M

A

dalı 1 938'de (s. 79), yeni ve aynı zamanda, milli iradenin siyasi kahramanlarda tecelli ettiği varsayımıyla, "demokrasi idareleri" olarak görülür ve Türkiye de bunlar ara­ sında sayılır. Türk tarihinin ve Cumhuri­ yet dönemi siyasi sürecinin ve sisteminin şef merkezli açıklamaları yapılır. Örneğin, M E. Bozkurt ( 1995, 75) , "ihtilallerin ge­ nişliği ve kavrayışı, şeflerin kafalarının dı­ şa yansımasıdır" der. CHP'nin Cumhuri­ yet'in onuncu ve onbeşinci yılları için kendi icraatını ve olaylara bakışını anlat­ mak için hazırladığı kitaplarda ( 1 938, 6; 1 933, 7), CHP'nin ilkelerinin Büyük Şefin ruhundan doğduğu, şefin, özellikle parti hayatının gelişmemiş olduğu ülkelerde, ulusun siyasi eğitiminde büyük rolü oldu­ ğu ileri sürülür. Hatta bazı yazarlar devle­ ti, "Atası etrafında toplanan millet" şeklin­ de tanımlar. Böylece, Mustafa Kemal'in ki­ şisel nitelikleri ve ideolojik yönelmeler, sistemin şeflik olarak yorumlanmasını ko­ laylaştırırken, sistemin şeflik olarak görül­ mesi de Mustafa Kemal'in şef nitelikleri­ nin vurgulanmasına veya ona bu nitelikle­ rin atfedilmesine yol açmışur. Bu gelişmeler, tarih yazımına da yansır. Bugünkü Atatürk imgesinin oluşumunda önemli rolü olan ve standart resmi tarih yazımının ilk v·e tipik örneği, 1 93 l'de çı­ kan, Mustafa Kemal'in inisiyatifiyle, katkı­ sıyla v e g ö z e ti m i n d e y a zı l a n T T T C l 934'te yüceltme tam şeklini alır. Kitapta, muhalifler kötülenirken -iyiler ve kötüler bu tarih yazımının ana temasıdır-, Musta­ fa Kemal'e bağlı kalanlar olabildiğince öne çıkarılır. Milli Mücadele onun "mucize"si olarak görülür. Cumhuriyet dönemi, hatta Türk ulusu, Mustafa Kemal ile özdeşleşti­ rilir. Şeflik kuramına uygun olarak, "nafiz nazarı" (delip geçen bakışı) olduğu, "ha­ yat ve şeniyeti [gerçekliği) tam idrak etti­ ği" , Türk ulusunun potansiyel güçlerinin, "pek kadim maziden beri . . . kahramanlar halinde tecelli" ettiği ve Mustafa Kemal'in T ü rk ulusunun yetiştirdiği "en büyük adam" olduğu, Türk milletini şahsında

z

M

" tecessüm [ c isimleştiği ) " ve "tecessüd [bedenleştiği] " ettirdiği ifade edilir. Onun lider olarak, "insanları sevk ve idare için" yaratıldığı, "Bugünkü ve yarınki Türk ne­ sillerinin iman ve mefkure babası" olduğu belirtilir (s. 14, 16, 20, 96, 107, 1 1 7) .

OLUŞAN MANEVi BOŞWGUN DOLDURULMASI lnsanlar dünyayı belli kavramsal ve sem­ bolik formlarla algılarlar. Bu formlar, bel­ ki Kant'ın ileri sürdüğü gibi a priori ve evrensel değil, daha çok kültürün ürünü­ dür. Mustafa Kemal'in siyasal alanda bir şef haline gelişini, kurucu kuşağın lmpa­ ratorluğun okullarında aldıkları siyasal eğitim kuşkusuz kolaylaştırmıştır. Okul­ larda her gün "Padişahım çok yaşa" diye­ rek, zıll-ullalı (Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi) sayılan padişahı ululayan, başla­ rında bir baba figürü görmeye alışan ku­ rucu kuşak, Saltanatın ve Hilafetin kaldı­ rılmasıyla ortadan kalkan padişah-baba figürünün ve bazıları da onun gölgesi ol­ duğu Tanrı'nın yerine Mustafa Kemal'i koymuştur. Fakat yüceltmede belki daha önemli rol oynayan etmen, kurucu kuşağın dinsel kültürüdür. 1 908'liler lslami sembollerin merkezi bir yer tuttuğu bir ortamda yetiş­ mişlerdir. Atatürk dahil, hemen hepsi ço­ cukluğunda dinsel bir eğitim almış, namaz kılmanın mecburi olduğu okullarda oku­ muşlardır. Ayrıca, lslam, onların kimlikle­ rinin önemli bir öğesidir ve ömürlerinin şu ya da bu döneminde şu ya da bu dere­ cede inandık ları dindir. Örneği n , A ta­ türk'ün kendisi, gençliğinde bazı tarikatla­ ra girip çıkmıştır (Atay 1984, 3 1 ) . 193 l'de Atatürk'ün gözetiminde, materyalist açı­ dan yazılan tarih kitaplarında, Atatürk'e ait olan cümlelerde (bkz . , Perincek 1 99 4 , 249), lslam'ın kendi iç dünyalarındaki ye­ rini gösteren şu ifadeler de yer alır: "Mu­ hammed'in neşrettiği din, insanların kal­ binde derin bir ihtizaz uyandırdı. O ölüp

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

gittikten on dört asır sonra bile lslamiyet,

hala lıalplerde ihtizaz lrnrnle getinnelıtedir [ti treş imler yaratmahtadır] " diye yazar (TTTC 193 1 , 92 -abç). Dönemin diğer şef­ lerinden Fevzi Çakmak, dindarlığı ile ün­ lüdür ve ömrü boyunca Arusi tarikatına bağlı kalmıştır. ismet Paşa, Kuran okuma­ yı hiç bırakmamıştır. l943'te Atatürk'ü bir Tanrı olarak gören Hasan Ali Yücel bir Mevlevidir. 193 l 'e kadar üstün hitabetiyle devrimleri savunan, milliyeti bir din ola­ rak gören Hamdullah Suphi, Cerrahi tari­ katına mensuptur ve "kalben" bu tarikata bağlı kalmıştır. 193l'de laik bir devlette di­ ni bayram tatillerinin olamayacağını ileri süren ve insanüstü Atatürk imgesinin oluşmasında önemli katkıları olan ve ku- . şağının duygu, dılşünce ve özlemlerini edebi bakımdan en iyi yansıtan yazarlar­ dan biri olarak kabul edebileceğimiz Ya­ kup Kadri'nin Bektaşi tarikatı mensupluğu vardır ve 1 92l'de yazdığı bir yazıda, Eski­ şehir önünde şehit düşen askerlerin ruhu­ na okunan mevlitle katılınca, din değiştir­ meye benzer bir kimlik dönüşümü geçirir. Kendisinin ve kuşağının lslam'dan uzak geçmiş yıllarını her bakımdan kötü yıllar olarak betimledikten sonra, "Rabbe bin kere hamd ü sena olsun ki dünden beri hakikat ve selametin bir cami ile cemaat haricinde bulunmadığını biliyorum" der. 1930'ların radikal dergisi Kadro'nun teoris­ yenlerinden ve 1975'de, "mecburduk inkı­ labımızı oturtmaya ve Atatürk'ü putlaştır­ maya" diyen Ş. 5. Aydemir'in çocukluğu kubbelerin, minarelerin gölgesinde geç­ miştir ve bu gölgelerin ruhuna nakşolunan serinliğini ömrü boyunca hissetmiştir. Her ne kadar -en materyalist ve laikçi o ldukları dönemde bile- lslam onların kalplerinde ayrıcalıklı bir yer tutmayı ve titreşimler yaratmayı sürdürse de, onlar bir yandan da lslam'ı " terakkiye mani" olarak gördükleri ve ulusal beka için Batı­ lılaşmanın gerekliliğine inandıkları için, lslam ve lslami semboller 1924'den itiba­ ren laikleşme süreci içinde toplumsal ve

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

kültürel yaşamda geri plana itilir. 1 9241 9 28 arasında alfab esinden giyimine , l 930'larda diline ve tarihine kadar değiş­ miş bir toplum kurulur. lslam'ın geri plana çekilmesinde ve onun yerini ulusçuluğun ve Kemalizmin almasında başlıca etmenler arasında Türkçülüğün benimsenmesi, ulusçuluk­ la lslam'ın çatıştığı inancı, bu arada ge­ nel olarak kurumlaşmış dinlere karşı fel­ sefi bir tutumun gelişmesini anabiliriz. Mustafa Kemal ve ekibi , Meşru tiyet'in Türkçülük görüşünü -Osmanlıcılık ve lslamcılık Birinci Dünya Savaşı'nın biti­ minde iflas etmiştir- ilgi alanını Türkiye ile sınırlayarak benimser ve Kurtuluş Sa­ vaşı 'ndaki Osmanlı hanedanına bağlı " lslam unsurlar" yerine "Türk" unsuru temel alınmaya başlar. Bunu, 1 925'in Ni­ sanında ismet Paşa, "Vazifemiz bu vatan içinde bulunanları behemehal Türk yap­ maktır. Türklere ve Türkçülüğe muhale­ fet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o a d a m ı n T ü r k v e T ü rkçü o l m asıdır" ( Va h i t , 2 8 N i s a n 1 925) sözleriyle; 1 925 Kasımında Mus­ tafa Kemal (1989, 2:249) , "Milletin ida­ me-i mevcudiyet için efradı arasında dü­ şündüğü rabıta-i müştereke, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyeti tebdil etmiş, yani millet, dini ve mezhebi irtibat yeri­ ne, Türk milliyeti rabıtasıyla efradını toplamıştır" sözleriyle kesin bir biçimde bildirirler. ikincisi, Türkçülük aynı zamanda laik bir Türkçülüktür. Mustafa Kemal, cum­ hurbaşkanı seçilinceye kadar, yapılanları ve yapmayı tasarladığı yenilikleri (örne­ ğin, heykel yapmayı) meşrulaştırmak için sık sık baş vurduğu yenilikçi lslami söy­ leme s o n verir (Atatü rk l 989'daki 3 0 Ekim 1923 öncesi v e sonrası konuşmala­ rını karşılaştırınız).2 Cumhuriyet'in ilanı­ na kadar birbirine karşıt şeyler olarak gö­ rülmeyen dini ile milli, 1924'ten sonra, karşı karşıya konur. Atatürk, 1 927'de,

1 47

K

1 48

M

A

okullarda sadece "milli" eğitim verileceği­ ni söyler. Bu arada, -lslam dahil- genel olarak ku­ rumsallaşmış dinlere karşı felsefi bir tu­ tum belirir. Mus tafa Kemal, l 928'de, Meslier'in (D'Holbach'ın) , kurumlaşmış dinlere ve ruhban sınıfına karşı bir reddi­ ye olan Le Bon Seııs (Ahlı Selim)'ini3 Ab­ dullah Cevdet'e çevirtip okur. 1 929'da Mustafa Kemal, lslam'ı, "Arapların dini", ümmet fikrini de "Arap fikri" olarak nite­ ler (inan 1988, 364-365) . Eski düzenden, inançlardan ve sembol­ lerden uzaklaşma veya kopuş, Mustafa Kemal'in Ruşen Eşrefe 1929'da söylediği gibi, "manevi potansiyelimizin bataryala­ rı[nda bir] boş[luk]" meydana getirmiştir (Bozdağ 1974) . Bunu, bir yandan zihin­ lerdeki kavramsal ve sembolik formların içeriklerinin (dış dünyadaki karşılıkları­ nın) kalkması olduğu için varlıksal, diğer yandan, bu içerikler inanç konusu olduğu için, psikolojik boşluk olarak anlayabili­ riz. Kurucu kuşak boşalan formları yeni içeriklerle dolduracak ve bu içerikleri inanç nesnesi haline getirecektir. Psikolo­ jik boşluğun ya da inanç boşluğunun dol­ durulması ise, Mustafa Kemal'in başlıca uğraşlarından biri olacakur. Manevi gücü takviye için o, bilinçli olarak, bir yandan Tarih ve Dil tezleri ile ulusçuluğa yeni bir kapsam ve derinlik katmaya, diğer yan­ dan lslam'ı millileştirmeye ve rejimle bağ­ daşır hale getirmeye çalışacaktır. insan bir kutsala inanmadan yaşaya­ maz gibi görünür. Mircae Eliade, "kutsal" kategorisinin bilincin yapısal bir öğesi ol­ duğunu savunur. insanda evrensel bir "din duygusu" olduğunu ileri süren Carl­ ton ] . Hayes'e göre, insan bir dine inancı­ nı yitirebilir, fakat, dinsel duygu ortadan kalkmadığı için, o bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendine başka bir tapınma objesi bulur veya yaratır. Hayes, ulusçuluğu, bu evrensel din duygusunun modern bir dı­ şavurumu olarak değerlendirir. Türkiye'de de, ulusçuluğun bir din ola-

z

M

rak yorumlanması ve l 930'larda Kemaliz­ min, sözcüğün Durkheimci anlamında, iman ve bağlanma konusu bir 'din' olarak formüle edilmesi, bilinçli bir planlamanın sonucu olmakla birlikte, aynı zamanda bilince çıkmayan bir inanma ihtiyacının sonucu olarak da görülebilir. Mustafa Ke­ mal'in gözlediği manevi boşluk, çevresin­ dekilerde ve belki kendi içinde de hisset­ tiği bir boşluktur.4 Gerçekten de, ulusçuluk, ulusu kutsal­ laştırma ve tanrılaştırma ve bir 'din' hali­ ne gelme eğilimini taşır. Türkiye'de de Türkçülüğün önde gelen kuramcısı Ziya Gökalp, Durkheim'in, -ulusçular tarafın­ dan çok kullanılan- Toplum ile Tanrı'nın özdeş olduğu, Tanrı'nın şekil değiştirmiş ve simge halinde düşünülen toplumdan başka bir şey olmadığı şeklindeki görüşü­ nün etkisiyle, örneğin, "Fertler yok, ce­ miyet var, / Lailaheillallah! " derken, top­ lumu tanrılaştırır. Ulusu tanrılaştırmak için, bu özdeşlikte toplum yerine ulusu koymak yeterlidir. Ulusçuluk, 1925-1945 arasında Türkiye'de lslam'a karşıt ve al­ ternatif bir 'din' olarak gelişir. Karpat'ın ( 1967, 216) gözlediği gibi, ulusçuluk, Is­ lam dogması içinde yetişmiş Türk aydını için lslam dogmasının yerini alır. Daha 1926'da, örneğin, Ruşeni [Barkur] , Ata­ türk'e sunduğu ve onun da onaylayarak okuduğu el yazması Din Yolı Milliyet Var: Benim Dinim Benim Türklüğümdür adlı eserde ulusçuluğu lslam'a alternatif bir 'din' olarak önerir (bkz., Perinçek 1 994, 329-339). Ulusun kutsallaştırılmasından liderin kutsallaştırılmasına geçmek için fazla bir mesafe katetmek gerekmez. Durkheim'ın Toplum=Tanrı özdeşliğine (ki bu özdeş­ lik, Atatürk'ün 1920'li yılların sonların­ da, Medeni Bilgiler (lnan 1 988) için dikte ettirdiği ve kitaba geçen notlardaki " [ Ce­ miyetten] başka fail yoktur. Üluhiyette, timsali bir şekilde düşünülmüş cemiyet dahi mündemiçtir" cümlelerinde yansı­ masını bulur), şeflik ilkesindeki şef-ulus

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

özdeşliğini eklemek yeterlidir. Böylece, "Tanrı=Türk ulusu=Mustafa Kemal" öz­ deşliği elde edilir. Dolayısıyla, Mustafa Kemal'in ya da ulusun birinin yüceltil­ mesi, dolaylı olarak diğerinin de yüceltil­ mesi anlamına gelir. Hem ulusçuluğun mantığı hem de kut­ sallık boşluğu, ulusun ve Mustafa Kemal kutsallaştırılmasnı.a katkıda bulunmuştur. 1924'de kendisinin ve genel olarak bir ki­ şinin yüceltilmesine karşı çıkan, bir kişi­ ye herhangi bir vatandaştan daha fazla ehemmiyet atfedilmesinin, "her şeyi bir ferd-i milletin şahsiyetinde temerküz et­ tirme"nin "layık" ve "lazım" olmadığını; ne kadar sevilirse sevilsin "mevcudiyet-i . milliye"nin bir kişiye verilmesinin, "bir millet varlığı için, bir millet şerefi ve hay­ siyeti, bir millet büyüklüğü için" en bü­ yük "hata" olduğunu söyleyen Mustafa Kemal ( 1989, 2 : 203) 1 9 28'den itibaren kutsallaştırılır, bir tapınma objesi, dinsel bir kişilik, bir resul, hatta zaman zaman bir 'Tanrı' haline getirilir. Yüceltme yeni dinsel b içimler alır. l 93 0'larda Yakup Kadri, Anhara'smda, onun "Türk milleti­ nin maneviyetinden" (bunu "ulusçulu­ ğun tanrısından" diye okuyabiliriz) "risa­ let" aldığını; Ruşen Eşref "Resul'ün bir vasfı d a : 'Emin olmasıdır' d erler; bu, O'nda vardı ! . . . " (Ünaydın 1954, 48) diye yazarlarken, onu kitap getiren bir pey­ gambere benzetirler. Yakup Kadri, Ata­ türk'ün Sofrası'nı lsa'nın havarileriyle ye­ diği yemeklere benzetir. Yine pek çok şi­ irde Mustafa Kemal, ölüleri dirilten Isa, kavmini esaretten kurtaran Musa, insanlı­ ğın ikinci atası Nuh, darda kalanların im­ dadına yetişen Hızır, dünyayı düzeltecek Mehdi gibi resul ya da nebi peygamberle­ re ya da dinsel figürlere benzetilir (bu şi­ irlerin örnekleri Oy 1989'da bulunabilir). Cariyle ( 1976, 78), "insanların gerçek içgüdüleri Büyük Adam'da daima ilahi bir şeyler bulmuştur. Onu bir Tanrı mı, pey­ gamber mi, ne olarak karşılayacaktır? Bu daima önemli bir soru olagelmiştir" der.

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

Bazı yazılarda yüceltme olabilecek en son noktaya götürülür, Mustafa Kemal tanrı­ laştırılır. Yakup Kadri, Carlyle'm bu göz­ lemini doğrular gibidir. O ( 1 99 1 , 1 84) , l934'de, Mustafa Kemal'in edimlerini, Ki­ tabı Mukaddes'in "Tekvin" kısmında anla­ tılan Tanrı'nın dünyayı yarat ı rkenki edimlerine benzetir. Atatürk'ün ölümün­ den sonra, Nurullah Ataç, onun "Tanrı­ türk" olduğunu; 1943'de Hasan Ali Yücel, Carlyle'ın Kahramanlar'ımn R. N. Günte­ kin tarafından yapılan çevirisine yazdığı Ônsöz'de, 1918-22 yılları arasında onun bir "Tanrı" olarak doğduğunu yazar. Ve birçok şiirde (bkz. , Oy 1989, 55-62) Ata­ türk 'Tanrı' olarak resmedilir ve ona son­ suz bilgi ve güç gibi tanrısal nitelikler at­ fedilir. Dönemin pek çok şiirinde, İslami sem­ b ollere tekabül eden Kemalist-ulusçu sembolleştirmeler oluşturulur. Fakat bu semboller, ulusçuluk-lslam karşıtlığı do­ layısıyla, aynı zamanda birbiri ile karşıt­ laştırılır: Çankaya/Dolmabahçe-Kabe, Mevlit-Bizim Mevlit.. gibi lsllimi sembol­ lerle Kemalizmin sembolleri karşı karşıya konur. lslami klişelerdeki "Allah", "Mus­ tafa Kemal" ile değiştirilir: "Allahüek­ ber" -"Atatürk Ekber" , "besmele" -"Musta­ fa Kemal"/"Atatürk" . Tapınma ululamanın zorunlu bir öğesi­ dir. Atatürk'ün tanrısallığına inancın ya­ nında, bir dinde olması gerektiği gibi, ibadet boyutu da vardır. Celal Bayar'ın söylediği gibi "Atatürk'ü sevmek milli ibadet" haline gelir (Oy 1989, 55). "Milli Şef'e kopmaz bağlarlarla ve sarsılmaz inanla bağlanma" , "Türkün ıralarından biri" olarak görülür (Duru 1938, 44). Yi­ ne Mustafa Kemal'in, T. Fikret'in "Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" sözleriyle di­ le getirdiği, özerk, eleştirel birey ideali ye­ rini, "Kamalizm dininin hiç şaşmayan, şa­ şırmayan orunçlu [ ? ] ve coşkun tapkanı [zahidi, abidi ] " (Aykut 1936, 79) olan bi­ rey idealine bırakır. Okulların ders kitap­ ları ve programları 1930'larda CHP prog-

1 49

K

1 50

M

A

ramına göre yeniden düzenlenir, kitaplar­ da "mukaddes" CHP'nin tanıtımına bü­ yük yer verilir. Yönetici kadro, 1 930'larda bu 'ibadet'i halka da yaygınlaştırmaya ça­ lışır. Örneğin, CHP'nin köylüler için 1 5 günde bir çıkardığı Yurt gazetesi (no: 15 ( 1 .6. 1934)), köylülere, 19 Mayıs'ta Sam­ sun'dan doğan "güneş"in, "Büyük Ga­ zi"nin, "önünde eğilelim" telkininde bu­ lunur. Yine, Türkiye'nin çeşitli yerlerinde halk festivalleri şeklinde "Atatürk Günü" düzenlenir (bkz . , Ulus, 2 1 , 23 . 7 . 1 93 5 ; 2.9. 1935) . Ve Türkiye bir "mukaddes ma­ bed" haline gelir (aşağıda sözünü edece­ ğimiz sivil dinin tapınma boyutu) . Mustafa Kemal bir peygamber, bir Tan­ rı haline gelince, onun eserleri de bir va­ hiy haline gelir. Yaptığı konuşmalar birer 'hadis', çevresi 'sahabe', özellikle Nutulı , hadis ile Kuran arasında bir statü kazanır ve ( 1 958'de Osman Nuri Çerman'ın açık­ ça söyleyeceği gibi) "bir ilham-ı ilahi" ha­ line gelir. Kutsallık kazanan yazılar, eleş­ tirel bir bakışla okunmaz, okunması da istenmez. Otoriter bir ders kitabında, ör­ neğin, Nutuh'u, Türklerin, lslam'ın kutsal metinleri nasıl okunuyorsa öyle, "hürmet ve tazimle" (TTTC 1 934, 1 76) okuması gerektiği yazılır. YEN1 DÜZEN1 MEŞRULAŞTIRMA: ÇÜNKÜ ATATÜRK. ..

Mustafa Kemal'in yüceltilmesinde, yeni rejime bağlılığı sağlama ve yeni rej imi meşrulaştırma çabalarının önemli rolü ol­ muştur. Bilindiği gibi, Atatürk dönemi, Türkiye'nin Tanzimat'la başlayan Batılı­ laşma sürecinde en radikal evredir. 19231 9 28 yılları arasında, Mustafa Kemal, Kurtarıcı olarak kazandığı muazzam ka­ rizmaylaS yıkılmaz sanılan geleneksel ku­ rumları ve onları destekleyen zihniyeti birbiri ardına yıkarak Batılı bir devlet kurmuş tur. Bu düşünsel ve toplumsal devrimler, Ziya Gökalp gibi "Garpta şark­ lı yaşayıştan usananların", lbrahim Hilmi

z

M

(Çığıraçan) gibi, kesif "cehalet ve taassup tabakasını" delip geçecek müstakbel, "ce­ sur" bir "inkılap reisi"ni selamlayanların, Abdullah Cevdetlerin, Kılıçzadelerin. . . kı­ sacası Tanzimat'tan bu yana şu ya da bu ölçüde Batılılaşmanın gereğine inananla­ rın, özellikle de Batıcı aydınların "uyanık uykularda" gördükleri "rüya"larını ger­ çekleştirmiş, Mustafa Kemal onların gö­ zünde Şinasi'nin Reşit Paşa için söylediği sözlerle, bir "medeniyet resulü" (uygarlık peygamberi) haline gelmiştir. Mus tafa Kemal, kendini bir Romulus yapan yeni Türk Devleti'nin kurucusu unvanını da kazanmıştır. Fakat Batılılaşma, hep bir meşrulaştır­ ma sorununu da birlikte getirmiştir. Gele­ neksel Osmanlı düzeni, şeriat düzeni de­ ğilse bile en azından lslam açısından meş­ ru bir düzendir. Meşruiyet temelini ls­ lam'da bulan geleneksel düzenin yerine Hıristiyan Batı'nın kurumlarının alınma­ sı, ulemanın etkisindeki geniş toplum ke­ simleri tarafından hep bir 'gavurlaşma', 'frenk mukallitliği' ve 'kendi benliğinden uzaklaşma' olarak görülmüş ve meşrulaş­ tırma özsel değerler bağlamında değil, araçsal ya da pragmatik çerçevede yapıl­ mıştır. Fakat, birçok kutsalın simgesi ha­ line gelmiş olan fes yerine, "Hıristiyanla­ rın beterinin" simgesi olarak görülen şap­ kanın giyilmesini, Hicri ve Rumi takvim yerine Miladi takviminin alınmasını ya da Kuran'ın yazıldığı Arap harfleri yerine ln­ cil'in yazıldığı Latin harflerinin alınması­ nı haklı çıkarma söz konusu olduğunda, pragmatik argüman inandırıcılığını hayli yitirir. Bütüncül Batılılaşmanın gerekli ol­ duğuna inanan etkiri azınlık, halk kitlele­ rinin ve ulemanın Batılılaşmaya karşı di­ rencini kırabilmek için aradığı güçlü, ka­ rizmatik lideri Mustafa Kemal'de bulmuş­ tur. Fakat geniş halk kitleleri gözünde re­ j imin meşruiyetini sağlama sorunu çözül­ meden kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında, Atatürk'ün yüceltilmesi ve onun etrafında bir 'din' kurulması, inkılapların kabulk-

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

1 51

nilmesi, rejime bağlılığın sağlanması ama­ cına da hizmet eder. Çünkü, kahraman kutsallaşınca, onun edimleri, sözleri de ve hatta kullandığı nesneler, gittiği yerler kutsallaşır. Dolayısıyla, Batılı kurumların salt Atatürk tarafından istenmiş ve alın­ mış olması onları kendiliğinden kutsal­ laştırır ve millileştirir. "Bu rejime, onun esaslarına ve yöneticilere niçin uymalı­ yız" sorusuna verilen yanıt Atatürk zama­ nında olduğu gibi, şimdi de temelde aynı­ dır ve aşağı yukarı şudur: "Çünkü Ata­ türk öyle yaptı / dedi / istedi. "6 Böyle bir insan tarafından istenen ve temelleri atı­ lan rejimin her ne pahasına olursa olsun korunması haklı olur. Atatürk'e duyulan bağlılık, sevgi ve saygı yeni düzeni yerleştirmeye hizmet eden bir sivil din işlevi de görür. Her dev­ letin bir din üzerine kurulduğunu savu­ nan Rousseau, genel iradenin hüküm sür-

düğü gibi toplumda yurttaşlara yurttaşlık görevlerini sevdirecek, tanrı sevgisini ka­ nun sevgisi ile birleştirecek, iyi yurttaşlığı besleyecek, devletin temellerini sağlam­ laştıracak, vatana ve devlete bağlılık duy­ gusu aşılayacak, devlete hizmet etmenin Tanrı'ya hizmet etmekle bir ve aynı şey olduğunu öğretecek bir dinin varlığını hükümet açısından çok önemli bulur. Antik sitelerin dinleri, özellikle Sparta'nın dini, sivil dinin tipik örnekleridir. Antik siteler kendi Tanrılarıyla, kahramanlarıy­ la, bayramlarıyla, belirli günlerde yapılan törenleri ve ayinleriyle bir tapınaktır. ls­ lam şeriatı da Tanrıya hizmetle rejime hizmeti birleştirmiştir. Kemalizmi Türkiye'nin sivil dini, Mus­ tafa Kemal'i de bu dinin peygamberi ola­ rak yorumlamak yanlış olmaz. Mustafa Kemal'in kutsallaştırılması, düşüncelerine ve eserlerine bağlılık duyulması, törenler-

K

1 52

M

A

le saygı gösterilmesi, Atatürk-Cumhuri­ yet özdeşliği dolayısıyla, aynı zamanda, rejime bağlılık, rejimi sevmek demektir. Bir bozgun ve savrulma döneminde bü­ yük acılar, heyecanlar yaşayan 1908'liler kuşağı ona saygı ve bağlılık duymayı ve bunun bir sonucu olarak onu yüceltmeyi, siyasi, insani ve tarihsel koşulların bir araya gelmesinin sonucu olarak fakat en çok da minnet duygusuyla ahlaksal bir görev olarak görmüşlerdir. Onu, ikbal beklentisiyle samimiyetsizce yüceltenler olmuş olabilir, fakat büyük çoğunluğu­ nun samimiyetinden kuşku duymak için bir neden yoktur. Nitekim Atatürk öldük­ ten sonra, onu yüceltenlerin hiçbiri -Sov­ yetler Birliği'nde S talin'i yüceltenlerin s onradan dediği gibi- "korktuğumuz, mecbur olduğumuz için yüceltmek zo­ rundaydık" dememiştir. Ayrıca, bu yü­ celtmeler temelsiz de değildir. Mustafa Kemal'in inisiyatifiyle, etkisiyle veya kat­ kısıyla başarılmış işler art arda eklendi­ ğinde, hangi metafizik ve tarih kuramı açısından bakılırsa bakılsın, Mustafa Ke­ mal sıradan olmayan büyük bir özne ola­ rak belirir. Atatürk bu dünyada kendisinin varolu­ şu ve misyonu ile ilgili hislerini, metafi­ zik-dinsel konulardaki düşüncelerini, kendisinin tanrısal alemle ilişkisini nasıl gördüğünü kimseye açmamıştır. Kendisi­ ne "sen Allah'sın" dediklerinde Allah kav­ ramının insan zihninin çok zor kavraya­ bileceği metafizik bir mesele olduğunu söylemiştir. Fakat, yüceltilmek hoşuna gitmiş olabilir. Çünkü, her insan gibi in­ san varoluşunun sınırlılıklarını aşmayı, bir yıldız olmayı, etkili olmayı, iz bırak­ mayı, ölümsüz olmayı şiddetle arzuladı­ ğından emin olabiliriz. Ama tanrılık, pey­ gamberlik iddiasında bulunmamıştır. Ya­ nılmadığını söylemiştir fakat, yanılmazlık iddiasında bulunmamıştır. Kendisine bağ­ lılık yemini edilmesini, tapılmasını iste­ memiştir. Yüceltmeler ve övgüler karşı­ sında, en belirgin özelliği olan gerçekçili-

z

M

ğini ve sağduyusunu korumuştur. Yakın çevresi ile ilişkilerinde hep konuksever, sohbet sever, hatır gönül bilir, dostlukla­ rında vefalı, şakacı, kendisiyle alay edebi­ len bir insan olarak kalmıştır. (Nitekim insan Atatürk'ü en iyi, yakın çevresinde bulunanların yazılarından tanıyoru z . ) Naçiz vücudunun toprak olacağının far­ kında olmuştur. Bununla birlikte, tarihsel olayların yönlendirilmesinde ve halkların siyasi eğitiminde kahramanların önemli bir rol oynadığına, kitlelerin kahramanlar tarafından yönlendirilmesi gerektiğine inanmıştır. Yüceltilmesine karşı çıkma­ ması, kişisel nedenlerden belki de daha çok, kurduğu ve ulusun yararına olduğu­ na kuvvetle inandığı rejimin pekişmesine yardımcı olacağına inanmasındandır. 1 938 SONRASI

Türk siyasi hayatı için ilginç olan nokta, Atatürk'ün, öldükten sonra da siyasi, ka­ musal ve kültürel yaşamda merkezi yerini korumasıdır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: 1) Daha sonra iktidara gelen kadrolar (İnönü ve Celal Bayar) Atatürk'ün davası­ na inanmışlardır ve kendilerini Ata­ türk'ün mirasını korumakla yükümlü görmüşlerdir. 2) Türkiye'nin en güçlü ve örgütlü kurumu olan ordu, Atatürk'ün devrimlerine ve ideallerine bağlı kalmış, Atatürk'ün ilke ve inkılaplarından sapma olarak değerlendirdiği durumlarda uyarı­ larda veya müdahalelerde bulunmuştur. 3) Bu kadrolar, lslam gibi güçlü bir moral desteğe sahip potansiyel veya edimsel muhalefete karşı Cumhuriyet'i sürdür­ mek için Atatürk'ün karizmasının yıpra­ tılmaması, "tersine beslenmesi ve sürdü­ rülmesi gerektiğine inanmışlardır. Nite­ kim, Atatürk'ün SCF'yi kuran arkadaşla­ rını 1939'da siyasi hayata davet eden lnö­ nü'nün tek koşul olarak "Atatürk'ün şah­ sı ile uğraşmak olmayacaktır" koşulunu koyması, "Cumhuriyeti ve inkılapları ko­ rumak ve devam e ttirmek" için "Ata-

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

türk'ü korumak vazifedir" inancına daya­ nır. Aynı inanç, "Atatürk Aleyhine işle­ nen Suçlar" kanununun da gerekçesini oluşturur. Son olarak, 4) bu inançların bir sonucu olarak, eğitim aracılığıyla genç kuşakların zihinlerinde Atatürk imgesi­ nin sürekli olarak yeniden üretilmesidir. Atatürk'ün ardından, Tek Parti rejimi­ nin cumhurbaşkartlığına lsmet lnönü se­ çilir. Atatürk "Ebedi Şef' olarak, lnönü "Milli Şef' olarak anılır. lnönü kendini her ne kadar Atatürk'ün mirasını koruma ve geliştirmekle görevli görse de, Tek Par­ ti rejimi tek adamsız olamayacağı ve Milli Şefin de az çok Ebedi Şef kadar üstün ni­ telikli olması gerektiğinden, lnönü döne­ minde Atatürk'ün karizması dondurul­ muş, lnönü daha önplana çıkmıştır. Ör­ neğin, paralara, pullara lnönü'nün resmi basılmış; şimdi olduğu gibi, bir uygula­ mayı meşrulaştırmak Atatürk adına mü­ racaat edilmemiş; Anıtkabir'in yapımı ağırdan alınmıştır. 1 946'da çok partili döneme geçişle bir­ likte, kahramanlar dönemi de sona erer. Demokrasinin genel ve eşit oy ilkesi gere­ ği, herkes iktidarın belirlenmesinde söz sahibi olur. "Halk için iyi olanı, elitler de­ ğil, halk kendisi bilir ilkesi" önplana ge­ çer. CHP'nin paternalist ve otoriter ikti­ dar anlayışı sona erer; Tek Parti dönemin­ de iktidar tarafından eğilimleri belirlen­ meye çalışılan kitleler, iktidarı belirleme fırsatına kavuşur. Bu arada, tek partili dö­ nemde oyları önemsenmeyen toplumun dindar veya gerici kesimlerinin oyları da değer kazanır, bu oyları toplamak için, zorunlu olarak partiler arasında rekabet başlar. Rekabet, demokrasi tarihimizin geleneksel hastalığını, Batılılaşma yönün­ deki uygulamalara karşı, dinsel duygulara müracaatı tekrar depreştirir.7 Bu kesimle­ ri tatmin etmek için CHP, 1 946 sonrasın­ da bu yönde adımlar atmış, laiklik ilkesi­ ni yumuşatmıştır. Bu uygulamalarıyla CHP, Kemalist devrimcilerin desteğini önemli ölçüde kaybetmiş, fakat yeni din

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

politikası ile de dindar ve gerici kesimle­ rin oylarını kazanmayı da başaramamış­ tır. DP ise, Bayar aracılığı ile Atatürkçüle­ re, Menderes aracılığı ile dindar ve gerici kesimlere hoş g ö r ü n m eyi b aşarmış, 1950'de iktidar olmuştur. DP, siyasi rakibi CHP'yi ve onun lideri lnönü'nün karizmasını yıpratıp sıradan bir muhalefet partisi lideri haline getir­ meye çalışırken, Atatürk'ü önplana çıkar­ mıştır. Paralara tekrar Atatürk'ün resmi basılmış, devlet dairelerinden lnönü'nün resimleri kaldırılarak, sadece Atatürk'ün resmi asılmış ve Anıtkabir'in yapımı ta­ mamlanmıştır ( 1953). iktidarının ilk yı­ lında Ticanilerin Atatürk heykellerine git­ tikç\'. artan saldırılarını, "Cumhuriyete ve inkılaplar rejimine tevcih edilmiş" bir sal­ dırı olarak değerlendiren DP hükümeti, 195 l'de "Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun"u çıkarmıştır. Bu dö­ nemde, lslam'ın eğitimde ve kamusal ya­ şamda yerini almaya başlamasıyla, Ata­ türk bir tanrı mertebesine yüceltilmeden ve metafizik bir çerçeve ile de açıkça iliş­ kilendirilmeksizin, fakat sadece Kurtancı, Ulu ônder; Kunıcu ve Cumhuriyet'in ide­ allerini, felsefesini, yaşam tarzını temsil eden bir sembol olarak partilerüstü bir konuma yükselmiştir. CHP'nin, soğuk savaş döneminde, oy kaygısıyla ortanın solu veya sosyal de­ mokrasi gibi Kemalizmle bağdaşması zor akımlara yönelmesi, Atatürk'ün iyice par­ tilerüstü ve ulusal bir sembol olmasına yol açmıştır. Bu ulusal sembolü ve onun bir eseri ve mirası olan "Cumhuriyeti ve inkılaplar rejimini" "koruma ve kollama" işini, oy endişesi olmayan ve partilerılstü bir kurum olarak Silahlı Kuvvetler üslen­ miş, gerektiğinde siyasal alana müdahale ederek siyasetin sınırlarını belirlemiştir. Bugün Türkiye'de birbirine zıt siyasal fikir ve eğilimleri olan çok çeşitli kişi ve gruplar, rejimle özdeşleşen ve saygın bir ulusal değer haline gelen Atatürk'ün söz­ lerini ve ilkelerini, kendi davalarını meş-

1 53

K

1 54

M

A

rulaştırmak için kullanmışlardır ve kul­ lanmaktadır. Bunu kimisi Cumhuriyet'e karşı "görünmemek" için, kimisi onun saygınlığından yararlanmak için, kimisi gerçekten Atatürk'ü sevdiği için yapmak­ tadır. Son derece esnek, siyasal ve ekono­ mik doktrinler karşısında pragmatik bir bakış açısına sahip olan ve düşünceleri sürekli gelişip değişen Atatürk'te herkes işine gelen bir söz, bir eğilim veya bir ilke bulabilmekte ve kendine uygun bir Ata­ türkçülük üretebilmektedir. Bunu yapar­ ken de Atatürk'ün kendine uygun olma­ yan düşüncelerini görmezden gelmekte, eğer imkanı varsa, (Atatürk'ün 1 9 201923 arasındaki konuşmalarından dindar bir Atatürk üretmeye çalışan 1 2 Eylül yö­ netiminin yaptığı gibi) aykırı düşüncele­ rini örtbas ederek yapmaktadır. Böylece, solcu, sağcı, dindar, ateist, demokrat, eli­ tist, Batıcı, Türkçü, küreselci, içe kapan­ macı. . . Atatürkçülük yorumları ortaya çıkmaktadır. Ve 'gerçek' ya da resmi Ata­ türkçülük yorumu da iktidar ve otorite ilişkileri ile belirlenmektedir. Son olarak Kemalizmin amaç-araç çe­ lişkisi olarak adlandırabileceğimiz bir çe­ lişkisine işaret edelim. Kemalizmin temel misyonu, sosyal Darwinist bir espri için­ de algılanan uluslararası arenada yenil­ meyecek, yeni bir Sevr dayatması ile kar­ şılaşmayacak güçlü bir ulus-devlet yarat­ maktır. Atatürk bunun için tam Batılılaş­ manın gereğine kuvvetle inanır. Bu yolda d evrimleri o , muazzam karizmasıyla emr-i vakilerle yapar. Bir diktatör gibi görünmekten rahatsızlık duyan Mustafa Kemal çok partili demokrasiye geçmek istemiş, fakat halkın serbest iradesinin kurulan yeni rejimi onaylamasını da bek­ lemiş ve istemiştir. Halkın onaylamaya­ cağı az çok anlaşılınca, deneye son ver­ miş, -belki geçici b elki sürekli olmak üzere- daha otoriter bir tek parti yöneti­ minde karar kılmıştır. Atatürk zamanın­ da Batılı olmanın zorunlu koşulu olma­ yan demokrasi, -özellikle lkinci Dünya

z

M

Savaşı'ndan sonra- Türkiye için, daha çok dış dinamikler nedeniyle, bir zorun­ luluk haline gelmiştir. Ne var ki, devrim­ leri yapan ve onu koruyan irade ile az çok demokratik sayılan prosedürlerle be­ lirlenen halk iradesi her zaman örtüşme­ miş, Kemalist Cumhuriyet'i demokratik yollarla sürdürmek zaman zaman sorun olmuştur. (Bu sorunların boyutları, hatta varlığı ve yokluğu tartışılabilir. ) Böyle durumlarda, Kemalist cumhuriyetin ko­ ruyuculuğunu üstlenen Silahlı Kuvvetler (örneğin, 27 Mayıs 1960, 1 2 Mart 1 9 7 1 , 1 2 Eylül 1980, 2 8 Şubat 1997'de olduğu gibi) müdahale etmiştir. Bu dönemlerde demokrasiye ara verilmiş, özgürlükleri kısıtlanmış, hukuk zorlanmış, insan hak­ ları ihlal edilmiş ve yeni anayasalarla ola­ ğan dönemlerdeki siyasetin çerçevesi be­ lirlenmiştir. Bu kriz durumlarında müdahaleyi haklı çİkarmak için, normal zamanlarda da halk oyunun izin verilen sınırların dışına çık­ maması, Cumhuriyet'in temel ilkelerin­ den ayrılmaması için, bu ilkelerle özdeşle­ şen Atatürk'e bağlılık aşırı biçimde vurgu­ lanmıştır. Bu dönemlerde esas olarak SCF deneyi sonrası başlatılan kampanya for­ malı yeniden uygulanmıştır. (Hatta, 1 2 Eylül'ün lideri Kenan Evren, Atatürk rolü­ ne girmiş, bastonla ve fötr şapka ile dolaş­ mıştır.) Ve bu döngü belirli aralıklarla de­ vam eder ve Atatürk, eğitimdeki, kamusal yaşamdaki merkezi yerini korur. "Cumhuriyetin ve inkılaplar rej iminin" korunması açısından sonuçlara baktığı­ mızda bu modelin şimdiye kadar başarılı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu mode­ lin bir parçası olarak Atatürk imgesi, Ke­ malizm ile kesişme noktaları olan radikal sol harekete karşı çok etkili olmasa bile, kendini Atatürk'e ve Kemalizme karşıt olarak tanımlayan lslamcı veya gerici ha­ reket karşısında, örneğin, Atatürk'ün fo­ toğrafı ve 1 930'ların havasını çok iyi yan­ sıtan Onuncu Yıl Marşı çok etkili olmuş­ tur. Fakat, bu modelin, Kemalizmin Tür-

A T A T Ü R K

i M G E S i N i N

S i Y A S A L

kiye'yi tam Batılı bir ülke yapma misyo­ nunu gerçekleşmesi için, ortadan kaldırıl­ ması gereken pürüzlere, daha doğrusu ge­ leneksel pürüzlerin değişik biçimde sür­ dürülmesine yol açmıştı. Bunlardan biri­ si, skolastiğin tipik özelliği olan doğru­ nun ölçütü olarak otoritecilik anlayışının, eğitimde ve bazı çevrelerde Kemalist sko­ lastik şeklinde sürdürülmesidir - ki fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" deyişinde di­ le gelen modern insan idealiyle çelişir. !kincisi, birinciye bağlı olarak, modeli Ba­ tı'da olan rejimin, orada olduğu gibi , ör­ neğin halk iradesine, insan doğasına, hal­ kın mutluluğuna, evrensel ahlak değerle­ rine ilişkin kuramlara müracaatla değil, hala, antik ve dinsel bir anlayışla, "Ata­ türk böyle istedi / yaptı" ya da "o olsaydı böyle yapardı" formülü ile meşrulaştırıl-

Y A Ş A M D A K i

R O L Ü

masıdır. Son olarak, "kendisi için en iyi olanı halk kendisi bilir" ilkesi yerine "halk için en iyi olanı elitler bilir" ilkesi­ nin sürdürülmesidir. Bu anlayış halkı yanlış yapmaktan korumuş olabilir, fakat hep çocuk kalmasına, bileği güçlü, kariz­ matik bir lider ya da bir "Baba" arayışında payı da vardır. Bu son nokta ile ilgili bir kıssa ile noktalayalım . Atatürk, "Türk milleti kendini ne zaman kurtulmuş saya­ bilir?" diye sormuş. Hasan Ali Yücel, "Pa­ şam" demiş "Türk milleti ne zaman kur­ tarıcı arama ihtiyacını duymayacak duru­ ma gelirse o zaman kurtulmuş olur." Ata­ türk tartışmayı şu sözlerle toparlamış: "Hepiniz enteresan fikirler söylediniz. Fa­ kat (Yücel'i göstererek) bu çocuğun ileri attığı [ fikir] , bizi derin derin düşündür­ meye değer bir fikirdir." O

D İ PNOTLAR Türkiye'nin bu rejimlerden etkilendiği varsayı­ lır genellikle. Fakat örneğin, her ikisi de Ata­ türk'ün dava arkadaşı olan F. R. Atay ve M. E. Bozkurt, asla bir kara çalma amaçları olmaksı­ zın, Mustafa Kemal'in bu rejimleri etkilediğini kabul ederler. Hitler, Atay'ın bulunduğu bir Türk heyetinin önünde, kendisinin ve Mussoli­ nin, Mustafa Kemal'in öğrencileri olduğunu söylemiştir (Atay 1984, 3 1 9). Mahmut Esat Boz­ kurt (1995, 107), bu rejimlerle Kemalist rejimin benzerliğini kabul eder fakat etkileyen tarafın Kemalizm olduğunu ileri sürer. 2

Fakat, Atatürk devrimlerin lslfım içinde meşru­ laştırılabileceğine inancını korumuş gibi görü­ nür. ôrne!;jin, TITC 1 93 1'de (s. 1 18), "Muham­ med'in mesleğinin ruhunun Cumhuriyet döne­ minde hakkıyla idrak edildiği ve gerekenin ya­ pıldığı" yazılır ki bu, devrimlerin lslfım açısın­ dan meşru, dahası lslfım'ın bir gereği olduğuna inandıklarını gösterir.

3

Kitabın yeni baskısı: Sağduyu: Tanrısızlığın ilmi­ hali (lst.: Kaynak, 1 995).

4

Şerif M a rd i n ( 1 9 92, 1 23), kurucu kuşa ğ ı n 1 946'dan sonra manevi boşluktan şikayet eder­ lerken "kesinlikle" kendi duygularını ifade et­ tiklerini ileri sürer.

5

Kendilerine şapka giydirdiği için Atatürk'ü Di­ yanet işleri Reisi Rıfat Börekçi'ye şikayet et­ mek isteyen din adamlarına Börekçi, " Efendi­ ler, onun her yaptığı doğrudur. Eğer dininizi değiştirin derse, tereddüt etmeyin, onda da bir hikmet vardır" der. 1. H. Sevük de, Atatürk Kastamonu'da "Bunun adına şapka derler" demeden önce "birimiz g iyse binimiz saldırır­ dı, o sözden sonra hepimiz giydik" der. Bu sözler Mustafa Kemal'in karizmasının ne ka­ dar büyük olduğunu gösterir. Yeni bir din ge­ tiren bir peygamberin karizması herhalde da­ ha fazla olamaz.

6

Atatürk'ün ölümünden hemen sonra, Kazım Özalp, Celal Bayar'a, sorgusuz sualsiz uyulacak bir yol gösterici otoritenin olmad ığı anlamın­ da, lslfım skolastiğinin ünlü ifadesini kullana­ rak, "Celal artık '.kaale Atatürk' yok" der.

7

Bu eğilim o kadar güçlüdür ki, TCF programı­ na, partinin "efkar ve itikadat-ı diniyeye hür­ metkardır" cümlesini koyar. SCF kurulunca, Atatürk' ün SCF'ye verdiği kız kardeşi Yalo­ va'nın köylerinde din propagandası yapar. Çok partili dönemde ise her parti az ya da çok din­ sel duygulara müracaat etmiştir.

1 55

Egemen ldeoloji ve Türk Silahlı Kuvvetleri: Kavramsal ve llişkisel Bir Analiz Ü M iT CiZRE

ürk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Tür­ kiye'de rejimin kurucu/resmi ide­ olojisinin, yani Kemalizmin asli ta­ şıyıcısı olarak kabul edilegelmiştir. Bu, hem TSK'nın kendisini böyle algılaması, rejim içindeki konumunu ve işlevini böy­ le anlamlandırması bakımından; hem de Kemalizmi bir politik ideoloji olarak be­ nimseyen ya da ona eklemlenen düşünsel akımlar açısından böyledir. TSK, politika­ ya ilişkin söylemiyle ve politik faaliyeti tasarlama biçimiyle, belirleyici bir işleve sahip olmuştur. TSK'nın kurucu/resmi ideolojisiyle bağlantısı sorunu, bu bakım­ dan önem taşımaktadır. Söz konusu bağlantı sorunu, iki çok te­ mel eksen üzerinde incelenmeli. Bunlar­ dan ilki, resmi ideolojinin, TSK'nın siya­ sal, toplumsal hatta ruhsal (ya da kültü­ rel) iktidarına hizmet eden, ona meşru­ iyet sağlayan bağlantı eksenidir. Bu ek­ sen, TSK'nın iktidarını çeşitli biçimlerde ifade eden "siyaset üstülük", "tarafsızlık" geleneği ve "bekçilik rolü" gibi tanımlayı­ cı sıfatlarla iç içe geçmiştir. Bu rolleri so­ runlaştırmadan yana bir araştırmacı ola­ rak benim ikame edici tanımlamam "siya­ sal özerklik" olageldi. 1 TSK, ikinci bağ­ lantı ekseninde, resmi ideolojiyi, siste­ min, kurumların, aktörlerin, bireylerin kalbine, bilincine ve dokusuna yedirerek yeniden üretmektedir. Askeri bürokrasi,

T

resmi modeli, askerlik yoluyla toplumun tüm erkeklerine benimsetme kolaylığına sahip olmakla kalmayıp, Cumhuriyet mo­ dernleşmesinin ve Batılılaşmasının kuru­ cu, taşıyıcı ve kollayıcı ajanı sıfatıyla, top­ lumun tüm girinti ve çıkıntılarına, yaşlı, genç, kadın tüm nüfusa toplumsallaşma yoluyla ulaştırmaktadır. Rejimin kurucu ideolojisini yeniden üretme misyonunu mümkün kılan en önemli etken, TSK'nın resmi ideoloji adına ülkenin kim tarafın­ dan ve nasıl yönetileceğine ilişkin son söz söyleme hakkını elinde tutabileceği stra­ tejik bir konumdan, siyasete şu ya da bu yolla müdahale etme yeteneğini sürdür­ mesidir. Bu iki eksenin içerdiği ve ima ettiği ol­ guları, etkileri açıklayıp sorunlaştırmaya geçmeden önce resmi ideolojinin muhte­ va ve dışavurum biçiminin de zaman içinde değiştiğini not etmek gerekir. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman D emirel'in 1980'li yıllarda yaptığı düz bir tespit, bu gerçeği netlikle ortaya koymakta: "On se­ ne içerisinde, birinde ihtilale gerekçe sa­ yılan bir mesele, diğerinde tamamen yer ve yön değiştirebilmektedir. . . 1960 ... kuv­ vetli icraya karşıdır. 1 980 darbesi kuvvetli icra aramaktadır. 1 9 7 1 reformcudur. . "2 28 Şubat 1997 müdahalesi ise siyasal ls­ lam'ın yükselttiği kimlik politikalarına karşı belirli bir yaşam tarzını ve rejim .

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

kimliğini (modern, çağdaş, laik sıfatlarıy­ la) ve siyasal partiler konfigürasyonunu tercih ederek, siyasal alanda bir tasfiyeye başvurdu. lslam-devlet ilişkisini, sınırları daralmış yeni bir modele kaydırdı. Devle­ tin laiklik ve kimlik siyasetini, müzakere ve tartışma kapılarını kapatarak sıfır top­ lamlı bir oyunmuşçasına yeniden formüle etti. Siyaseti, bizatihi bu tür yaşamsal ko­ nulara ilişkin hedefleri, kamusal arenada tartışma, ikna, diyalog yoluyla belirleme faaliyeti olmaktan çıkardı. Siyasal katılımı ve aktif vatandaşlık öğesini zedeleyerek, "kuvveti, aktörleri, faaliyet alanı" yeniden tanımlanan bir kamu felsefesini yürürlü­ ğe koydu. 1960, 1971, 1980 müdahalele­ rinde olduğu gibi, meşruluk kaynağı ola-

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

rak bu kamu felsefesini işaret ederek, dü­ şünce ve eylem planında bu felsefeye hiz­ met etmeye çalıştı. Yani, TSK ve Kema­ lizm ilişkisinin kesişen iki ekseni üzerin­ de yürüdü. Ancak birçok can alıcı noktada bu mü­ dahaleler birbirinden farklılaştı. Resmi id eolojiye farklı anlamlar yüklendikçe TS K-rej i m bağlantısının tayin e ttiği askeriyenin siyasal rolü, motivasyonları, stratejileri ve müttefikleri değişime uğra­ dı. Bu değişim sonrasında da resmi ide­ oloji ve onun cisimlendiği kurumlar, alanlar ve araçlar farklılaştı. RE]1M-ASKER-S1V1L ARASINDA 'ETK1LEŞ1M' MI, KISMI '1L1ŞK1' MI VAR?

R�jim-asker bağlantısının evriminden söz edince, içinden geçtiği tarihsel dönemeç­ leri ve askeri bürokrasinin sistem içinde oynadığı rolü birinci eksen üzerinde sap­ tamak amacıyla, önce, 2000'1erin başında gelinen noktadan işe başlayalım: Bölge­ sinde ve iç siyasette etkinliği çok yüksek bir ordu yapılanması ile karşı karşıyayız. 2001 yılı savunma harcamaları gayri safi milli hasılanın yüzde 3 .3'ü olarak belir­ lenmişken, bu bütçenin dışında yer alan Savunma Sanayii Müsteşarlığı fonları, dış krediler ve gizli bazı kalemler göze alındı­ ğında bu rakam iki katına çıkabilmekte­ dir. 3 TSK, bütçeden edinmek istediği sa­ vunma payını koşulsuz elde etmekte, bu payın tutarı ve nasıl harcanması gerektiği, parlamentoda gerçek bir denetime tabi tutulmamaktadır. Silah tedariki, personel ataması, tayin, terfi ve cezalandırmalarda, kuvvetlerin dengelenmesi ve eğitim prog­ ramlarının düzenlenmesinde ve moderni­ zasyonunda, yani "içişlerinde" özerk ka­ rarlar alabilmektedir. Silah sanayiinin tüm dünyada uluslararasılaşması trendine uygun olarak Türk askeri sanayi komp­ leksi, 1990'larda büyük önem kazanan ve sonraki bölümlerde inceleyeceğimiz "iç tehdit" (Kürt milliyetçiliği ve siyasal ls-

157

K

1 58

M

A

lam) ve varlığını sürdürdüğü ileri sürülen bölgesel dış tehditler nedeniyle devleşe­ rek ekonominin birçok alanına girmeye başlamıştır. Ordu üst kademesi, öncelik­ lerini ve niteliğini kendisinin tayin ettiği çok hırslı bir modernizasyon programına angajedir. Profesyonel işlevlerin yerine getirilme­ sinde kurum dışı müdahalelere karşı ku­ rumsal özerkliği koruma kıskançlığı dün­ yanın birçok ordusunda gözlemlenebile­ cek, anlaşılır bir vakıadır. Ayrıca, savun­ ma politikalarının bazı alanlan meşru bir biçimde gizlidir. Ancak, özellikle Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra "ordula­ rın demokratik denetimi" kavramı çok et­ kin bir biçimde globalleşti. Avrupa Birliği ve NATO'nun, kendileri ile bütünleşmek isteyen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine önerdikleri bir koşula dönüştü. NATO bünyesinde kurulan "Barış lçin Ortaklık" birimi sırf bu misyonu gerçekleştirmek için örgütlendi. Demokratik denetim, üç temel alanda i cranın askeri bürokrasiyi denetlemesi, yasama meclisinin de hem i crayı hem orduyu denetlemesi ya da yeni ifadeyle, gözetim altında tutması anlamı­ na gelmekte:4 lç politikada ordunun siya­ sete müdahalesinin engellenmesi; savun­ ma bütçesi, silah temini, personel ve üc­ ret, atama, tayin ve terfi politikası ile gü­ venlik tehdidinin askeri stratejiye dönüş­ türülmesine ilişkin politikaların sivil ira­ de tarafından kararlaştırılması; ve son olarak dış politikaların temel parametre­ lerinin çizilmesinde ordunun etkileme potansiyelinin denetim altında tutulması. Soğuk Savaş sonrası dünyasında askeri bürokrasi üzerinde sivil siyaset sınıfının, onun üzerinde de toplumun "demokratik" denetimi esas olmuş ve askeri bürokrasile­ rin siviller aleyhine bir siyasal rol üstlen­ me maliyetleri çok yükselmişken, Türki­ ye'de tersi trend hüküm sürmektedir. TSK, 28 Şubat 1997 müdahalesinde olduğu gibi demokratik yollarla işbaşına gelmiş hüku­ metlerin üstüne, hem de yine Anayasaya

z

M

dayanarak, çıkabilmekted ir. " Siyasal özerklik" olarak ifade edilmesi gereken bu durumda, TSK iç ve dış siyasette ve kendi kurumsal alanına giren konularda tercih, kaygı ve itirazlarını belirtmede asker dışı toplumlara (sivil, siyasal, ekonomik top­ lumlar) göre ayrıcalıklı bir konumdadır. Söz konusu müdahaleden bu yana, TSK'nın siyasal özerkliği, sivil siyasetin "doğru" kulvarda yönlendirilmesi amacıy­ la mikro siyasal düzleme sıçramış, aleni­ leşmiş, askeri alan dışına müdahale oranı artmış, TSK'nın arkasındaki toplum deste­ ğine verilen önem yükselmiştir. TSK'nın siyasal özerkliğinin ya da sivil icranın yanında bir paralel iktidar odağı olmasının kaynağı nedir? Nasıl olmakta­ dır da Türk askeri bürokrasisi Batı dışı or­ duların çoğunun bile ıtoktan yitirdiği bir ağırlık ve nüfuzu, üstelik "siyasetüstü" , "nötr" v e "tarafsız" imajlarını çok da ze­ delemeden korumaktadır. Savaş tehdidi­ nin asgariye inmesiyle, bütün dünyada ulusal güvenlik politikalarının belirleyicisi olan siyasal korkular yerini iktisadi müla­ hazalara, yani savunma bütçelerinden ta­ sarruf eğilimine bırakırken, zorunlu as­ kerlik radikal bir biçimde tarihe karışır­ ken ve ordular bir varoluş krizine itilmiş­ ken, nasıl olmaktadır da TSK, savaş ve or­ du sosyolojisindeki bu mini-rönesansın dışında kalmaktadır? Misyonunu, anlamı­ nı, önemini siyasal ve toplumsal ağırlığını hala devletin bekasına yönelik Soğuk Sa­ vaş korkularına dayalı bir güvenlik anlayı­ şından daha sivil ve daha barışçıl bir gün­ deme kaydıramamaktadır. Askeri bürok­ rasi, Batı'daki orduların maruz kaldığı va­ roluş krizinden ve bu krizin yol açtığı ye­ niden tartışma, düşünme ve yapılanma or­ tamından uzak kalarak, Avrupa Birliği'ne (AB) aday ülke konumundaki Türkiye'nin 1993 Kopenhag AB Zirvesi Sonuç Belge­ si'nde dile getirilen üyelik koşullarını yeri­ ne getirememe durumuna nasıl ve niçin katkıda bulunmaktadır? Bu ve buna benzer sorulara cevap oluş-

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

1 59

turan en yaygın değerlendirme şudur: TSK, dönüştürücü bir kamu felsefesinin (Kemalizmin) kurucu, taşıyıcı ve yayıcı bir aj anı olarak, laiklik, modernlik ve çağdaş medeniyete ayak uydurma şeklin­ de algıladığı rejimin temel payandalarının muhafızlığı rolünü tarihsel olarak özüm­ semiş ve içselleştirmiştir. Bu payandaların tehlikeye girdiğini gördüğü anda, biçimi ne olursa olsun müdahale eder. Bu cevap, Cumhuriyet'in dayandığı ilkelerin tartışıl­ mazlığı ve TSK'nın resmi ideoloji ile bağ­ lantısının organik niteliği üzerine inşa edilmiştir. Bu nedenle, askeri bürokrasi­ nin siyasal etkinliğini büyük ölçüde açık­ lamasına rağmen tarih-asker, toplum-as­ ker, sivil-asker ve rejim-asker bağlantıla­ rının dinamik boyutlarını, karmaşık nite­ liğini, ortaya attığı yeni soruları cevapla­ yamaz. Bir gerçeğe parmak basmakla, onun sorunlu özünü görmezlikten gel­ mek ayrı şeylerdir. T S K'nın k endisin e biçtiği platonik

"bekçilik" misyonu, sivil-asker ilişkileri modellerinde zaman içinde oluşan deği­ şimleri yani tarihselliği reddeden, sürek­ liliğe öncelik veren bir şablon içinde su­ nulmakta. Dolayısıyla, bu ülkede her­ hangi bir anda varolan sivil-asker ilişkisi­ nin niteliğini açıklamakta yetersiz kal­ maktadır. TSK'nın siyasal özerkliliğinin göstergesi olarak aldığımız siyasal giri­ şimleri, uyarı, yönlendirme ve vetoları si­ vil siyaset geleneğinin, kurum ve sınıfı­ nın güçsüzlüğünden mi kaynaklanmak­ tadır? Rej imin temel ilkelerinin siyaset sınıfınca yanlış kavrandığı ya da yanlış yöntemlerle uygulandığı durumlarda mı zuhur etmektedir? Yoksa TSK ile sivil si­ yaset arasında oluşturulmuş zımni bir karşılıklı taviz anlaşmasından mı söz et­ mek gerekir? Hakim ideolojiyi büyük öl­ çüde benimsemiş başbakan, siyasal parti ve hükümetl erin bile (28 Şubat 1 99 7 müdahalesi sonrası ANAP hükümeti gi­ bi) TSK ile sürtüşme noktasına gelmeleri

K

1 60

M

A

nasıl açıklanabilir? "Siyasetüstü" imajın bir ordunun siyasete müdahale yeteneği� ni artırdığını kabul ettiğimizde, TSK'nın 1 995 seçimlerinden bu yana terk ettiği "perde gerisi rol"ün yerini alan aktif ve enerjik siyasal etkinliği, "siyasetüstü" bir duruşla nasıl bağdaşır? Askeri bürokrasinin özerkliğinin en de­ ğerli meşruluk kaynağı Kemalizmin türe­ vi olan bir "muhafızlık" anlayışıdır. An­ cak, bu durum TSK'nın siyasal ağırlığını tek başına tayin edici koşulları sağlaya­ maz. Siyasal özerkliği açıklayabilmek için verili bir anda dört yeni parametrenin çerçeveye dahil edilmesi gerekir: 1. Sivil siyasetin sivilleşme düzeyi, yapısal aktör­ sel ve konjonktüre! durumu, siyaset, de­ mokrasi ve Kemalizm anlayışı; 2. Ordu­ nun kendi kurumsal ve yaşamsal çıkarla­ rı; Üçüncü Dünya'daki (global) trendlerin tayin ettiği güvenlik, savaş, barış anlayış­ larının bu coğrafyadaki yansımaları ve ül­ kenin bölgesel ve stratejik önemi; 4. Si­ lahlı Kuvvetler'in toplumla kurduğu ikti­ dar ilişkisi modeli. "KISMI 51V1L" SlYASET VE "BEKÇILlK"

Sivil siyaset ve askeri bürokrasi ilişkisin­ de, Atatürk'ün çizdiği Cumhuriyet gele­ neği nedir? Sivil siyasetin resmi ideoloji ile ilişkisinin bu geleneğe etkisi ne ol­ muştur? Erken Cumhuriyet döneminde, Mustafa Kemal, parlamenter olmak iste­ yen Milli Kurtuluş Savaşı kahramanı ge­ nerallerin askerlikten istifasını isteyerek üniforma gölgesi dışında bir sivil siya­ setten yana olduğunu gösterir. Ancak bu gelenek muğlaktır, çünkü 1 9 20-24 ara­ sında görev yapan 6 kabinede Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (lsmet ve Fev­ zi Paşalar) bakanlar kurulunun üyesi olarak görev yapmıştır. Buna ek olarak "Müdafaai Milliye vekaletinde de Fevzi, Refet ve Kazım Paşalarla, kabinede her zaman iki generalin bulunduğu görül­ m ektedir. " (Özdemir, 1 989: 5 3 ) genel-

z

M

kurmay başkanlığı 1 924'te bakanlık sta­ tüsünü kaybettikten sonra 1 944'e kadar cumhurbaşkanına bağlanmış, hükümet ve parlamento denetiminin dışında tu­ tulmuştur. Dolayısıyla Mustafa Kemal, ismet Paşa ve Fevzi Çakmak'tan oluşan üçlü troykanın kaygısı, aslında ordunun rakip bir iktidar odağı olarak güçlenme ihtimalini engellemektir. Bir diğer deyiş­ le, bu dönemde ordunun sivil siyasette bir ağırlık taşımaması ve Batı ülkelerin­ deki sivil-asker ilişki modeline b enzer bir modelin işler gibi olmasının ardında Silahlı Kuvvetler'in siyasetten arındırıl­ mış olması değil, rejime sadakatini sağ­ layarak bir karşı darbe yapmasını engel­ lemek fikri yatmaktadır.s Dolayısıyla Erken Cumhuriyet'in bu konuya ilişkin mirası muğlaktır. 1908'de Il. Meşrutiyet'in ilanını sağlayan 'Genç Türk' darbesi ile başlayan, onun ardın­ dan ittihat ve Terakki ile ordunun iç içe­ liği üzerine inşa edilen Geç Osmanlı dö­ nemi geleneğini yıkacak bir kararlılık ve etkinlikte değildir. Erken Cumhuriyet dönemindeki bu tablodan çıkarılacak bir başka ders, sivil siyasetin yapısı, aktörler ve konjonktür açısından TSK'nın siyasal rolüne etkisi ile ilgili: Sivil sektörün tekçi olduğu, otorite boşluğu bırakmadığı, de­ mokratik olmasa bile icraat anlamında faal olduğu ve askeri kesimin çıkarlarını savunacak (eski-asker) kadroları icraya dahil ettiği durumlarda TSK'nın pasifize edilebildiğini görüyoruz. Ancak bu, de­ mokratik ilkelere aleni aykırılığı nede­ niyle Prof. Tarık Zafer Tunaya'nın bun­ dan 18 yıl önce ifade ettiği biçimiyle, son derece karamsar bir ders : "Türkiye'de 1 908'den itibaren oluşmuş olan iktidar­ lar sivilleşememişlerdir. . . Buna 'kısmen' sivilleşme demek mümkün. Sivilleşeme­ yen siyasal iktidarların yapısında askeri­ lik ya da askeri kontrol ağır basmıştır. Abdülhamit rejimi, kendisini yıkan itti­ hat ve Terakki'nin oluşturduğu iktidar­ dan daha sivildi. Daha mülki idi...DP ik-

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

tidarı bu bakımdan sivildi. Fakat bir pa­ rantez olarak, 'istisnai' bir niteliği olmuş­ tur. Ve askeri bir müdahale ile son bul­ muştur. "6 Askeri yapıya ilişkin yasal düzenleme­ lerden genelkurmay başkanının konu­ muna ilişkin olanı, Prof. Tunaya'nın "kıs­ mi sivilleşme" görüşünü haklı çıkarır: genelkurmay başkanı, ismet lnönü'nün "Milli Şef" yönetimi altında 1944 yılında yapılan bir değişiklikle başbakana karşı sorumlu kılınmıştır. 1 9 4 9 ' d a , ikinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra NA­ TO'nun kuruluşunun ardından, savaş sı­ rasında araç-gereç ve kaynak yetersizli­ ğinden felç olmuş olan TSK'nm modern­ leşip yeniden yapılanması gündeme gel­ miştir. Savaş sonrasının daha liberal at­ mosferinde, muhalefet partisi DP'nin ku­ ruluşundan 4 yıl sonra, genelkurmay başkanının milli savunma bakanlığına bağlanması, sivil iradeye demokratik ta­ biiyet ilkesine uygunluğu açısından ilk b a k ı ş t a ş aş ı r t ı c ı g e l e b i l i r . Ancak, l 949'dan l 960'a kadar süren bu rejimin getirilmesinde ikinci Dünya Savaşı sıra­ sında asli işlevini yapamayacak hale dü­ şen TSK'nın bu durumundan ordunun bizzat kendisinin General Fevzi Çakmak ve Cumhurbaşkanı lsmet lnönü'yü so­ rumlu tutması önemli bir rol oynamıştır (Belen, 1 9 7 1 : 28-30) . Yukarıda sözü edi­ len çok partili dönemin daha özgürlükçü ruhu ve ABD ile NATO'nun, yaptıkları askeri yardımların kullanımını denetle­ me isteği nedeniyle bir yeniden yapılan­ ma talebinde bulunmaları da bu sonuca etkide bulunan faktörlerdendir. Nitekim, güvenlik doktrinine sıkıca sarılarak siya­ sete müdahale sorunu, ikinci Dünya Sa­ vaşı sonrası Soğuk Savaş döneminin bir icadı olarak çevre ülkelerde yürürlüğe konmuştur. G en elkurmay başkanının milli savunma bakanına sorumlu kılın­ ması, bu gerçeği değiştirmeye yetmemiş­ tir. 1961 Anayasası, genelkurmay başka­ nını tekrar başbakana karşı sorumlu tu-

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

tarak bugün de yürürlükte olan ve AB ve demokratik çevrelerce eleştirilen rej imi başlatmıştır. SlVIL SiYASET: 'MERKEZE' YAKIN OLDUCUNDAN MI, UZAK OLDUCUNDAN MI GÜÇSÜZ?

Teorik olarak sivil siyaset, modernleşme sürecinin hızlanmasına bağlı olarak Cum­ huriyet paradigmasına müdahale edebile­ cek, seyrini değiştirebilecek, TSK'nın bu paradigmaya yaslanan özerkliğini törpü­ leyebilecek bir aktör olarak düşünülebilir. Ancak şimdiye kadar, kurucu momentin askeri yapı, kadro, anlayış ve ruhunun si­ vil siyaseti belirleme gücünden söz ede­ rek, olgular dünyasında bu tezin işleme­ diğini, sivil parametrelerin etkisizliğini gösterdik. Bu sorunu, analizi daha ileriki dönemlere taşıyarak biraz daha derinleş­ tirebiliriz. Başta Türk siyasal yaşamının egemen sivil siyaseti olan merkez sağ çiz­ gi olmak üzere aşırı milliyetçi kutup ve Tek Parti döneminin hegemonyacı partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nden türe­ yen merkez sol, TSK ile statükonun ko­ runması temelinde anlaşmaktadırlar. Bu çizgilerin içinde anlaşılması en güç olanı, merkez sağ güçlerin tavır ve pozisyonu­ dur: Rejimin laik ve Batıcı ilkelerine sada­ kati daha gevşek köylü-tüccar gibi kesim­ lerini temsil eden sağ muhafazakar parti­ lerin siyasal söylem ve eylemleri, laik-bü­ rokratik-seçkinci merkezi statükoyu tem­ sil eden TSK ile barışık bir seyir izlemiş­ tir. Soğuk Savaş'ın anti-koınünizm siyase­ ti ve l 970'li yıllarda yükselerek düzen için tehdit oluşturmaya başlayan radikal sol hareketler, bu yakın ilişkinin oluşma­ sında katalizör görevini üstl enmiştir. 1 9 7 1 müdahalesinden sonra m erkez sağın temsilcisi Adalet Partisi ile TSK, devletin "demokratik" otoritesinin tesisi için 196 1 Anayasası'nın özgürlükçü mad­ delerini daraltma konusunda işbirliği yapmışlardır. Anavatan Partisi (ANAP) li-

1 61

K

M

A

Doğan Avcıoğlu ELÇ İ N MACAR

1 62

Doğan Avcıoğlu, 1 960'1arda, tutkulu bir anti-emperyalizm ve "tam bağım­ s ı z l ı k" çı l ık temelinde, " h ı z l ı kalkın­ mayla azgelişmişlikten kurtulma yön­ tem i" o larak anlaş ı lan bir sosyal izm yoru muyla bağdaştırd ığı Sol Kemaliz­ minin öncü ideoloğu olmuştur. Kema­ l izmin orta sın ıf/küçük burjuva taba­ n ı n ı , özel l i kle ayd ı n ve asker zümreyi radikal leştirerek devri mci bir güç ola­ rak seferber etmeyi hedefleyen "M illl Demokratik Devrim" progra m ı n ı , ta­ ri hsel b i r toplum analizi nden somut uygu l a m a po l it i k a l a r ı n a varı n caya dek ayrı ntısıyla işlemiştir. 1 9 26'da B ursa' n ı n Mustafakemal­ paşa i lçesinde Doğan Avc ıoğlu, Fran­ s a ' d a s i yasal b i l i m l e r ve ekonom i okuduktan sonra, 1 95 5'te Tü rkiye'ye dönerek, Türkiye ve Ortadoğu Amme idaresi'nde (TODAİ E) araştırma asista­ n ı o l d u . C H P a raştı rma b ü ros u n u n

deri Mesut Yılmaz'ın 2 8 Şubat 1 997 mü­ dahalesinden sonra laikliği keskin bir bi­ çimde koruma anlamında yeniden tanım­ lanan resİni ideoloji ile sıcak bir ittifaka girmesi de bu bağlamda bir sürekliliği temsil eder. Bir başka p erspekti ften bakıldığında, . resmi ideolojinin taşıyıcı ve bekçisi olan TSK ile merkez sağ ve solun tutturduğu ilişkiden şu sonucu çıkarmak mümkün:

z

M

kuru l u şu nda yer al arak, burada b i r­ çok rapor haz ı rlad ı . D P dönem i n i n muhalif yayınları Ulus, Kim v e Akis'te yaz ı lar yazdı, Metin Toker hapse gir­ d i ğ i n d e A kis' i y ö n e tt i . 2 7 M a y ı s 1 960'tan sonra İnönü'nün kontenja­ n ından Temsilci ler Meclisi'ne girerek, 1 961 Anayasası'nı hazı rl ayan kom is­ yonda görev aldı. Ancak ekonomi ile i l g i l i h ü k ü m ler başta o l m ak üzere, h ı z l ı çalı şan bir meclis ve güçl ü hü­ kü met isteyen Avcıoğlu, bu hükümler isted iği gibi ç ı kmayınca, Anayasaya "hayır" ded i . Türk-İş araştırma bürosu müdürlüğü yapt ı . Kend isinin d ışında Mümtaz Soysal, İ l h an Selçuk, İ l ham i Soysa l , Şevket Sü reyya Aydemir, Sadun Aren ve N i ­ yazi Berkes'in ağırl ıklı olarak yazd ı k­ ları, çok önem l i bir ayd ın platformu­ na dönüşen, Türk ayd ın dünyası n ı en çok etk i l e m i ş dergi olan Yön'ü, 2 0 Aralık 1 96 1 -30 Haziran 1 967 arasın­ da 222 sayı yay ı m l ad ı . Yön, N az ı m Hi kmet gibi tabu haline gelmiş konu­ ları cesurca işledi, "Coca Cola zeh i r­ dir içmeyin" gibi provokatif ve kam­ panya başlatıcı kapaklar yaptı, sosya­ l izmi Türkiye'nin tartışma gündemine taş ı d ı . Ş u tan ım, o n u n sosyalizm anlayışı­ nı özetler: "Kısa bir anlatımla, sosyal adalet i ç i n d e h ı z l ı ka l k ı n m a m eto-

Türk siyasal yaşamında varlığını hep not ettiğimiz merkez-çevre, ilerici-gerici, seç­ kinci-popülist ve liberal-muhafazakar bö­ lünme ve gerilimler, bir üst belirleyici olarak TSK'ya ve onun yorumlayıp yeni­ den tanımladığı "bekçilik" işlevinin çizdi­ ği sınırlara tabi olagelmişlerdir. Sorun, iki konuda ortaya çıkmakta: Merkez sağın laiklik ve Baulılaşma çizgisinden tam ay­ rılmamasına karşın dindar kesimlere kar-

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

du".1 Sosya l izm, 1 960' 1ar ortam ında bu tan ı.m ekse n i n d e Kema l i zme ek­ l e m l e n m i ş, popül erleşmiş, özell i kl e kentl i orta s ı n ıfl ara ç e k i c i gelmiştir. En gen iş şekl iyle, bütün insanların öz­ gürlük, eşitl i k ve kardeşl i k i l kelerinin ışığı altı nda, en iyi şeki ide yaşamala­ rına ve gel işmelerine olanak veren bir toplum düzen ine kavuşma çabası bi­ ç i m inde özetled iği sosya l i zm ideali, Avcıoğlu'na göre, esas olarak tek ve evrenseldir. Ancak ona u l aşmada ü l ­ kelerin koşu l larına bağl ı farkl ı yol lar mevcutt u : Batı sosyalizmi, Doğu sos­ yal izmi, azgelişmiş ü l keler sosyalizmi gibi.2 Sosyal izme geçiş için i se Türki­ ye' n i n bir " m i l li demokrasi" dönem i yaşaması gerekmekteyd i. Bu nedenle yap ı lması gereken i l k iş anti-emper­ yal i st ve anti -feo d a l m ü cadeleyd i . Sosyal izme giden yo l ö nce b u radan geçmel iyd i .3 Türkiye sosyal ist çevrel erinde Avcı­ o ğ l u ' n u n M a rks i st o l mad ı ğ ı na d a i r hakim bir görüş bulu nsa da, o Mark­ sizmi, " i nsan l ı k tarih süreci n i n bütü­ nünü açıklayan tek yaklaşım" sayıyor­ d u (Av c ı o ğ l u , 1 9 7 8 : 8 9 ) . Yö n i l e l 9 3 0' l u y ı l l arda yay ı n la n m ı ş Kadro dergisi s ı k s ı k karşı laşt ı r ı l m ış, Kadro­ c uların, gel iştirmek isted ikleri Kema­ l iz m i ç i n Marks izmi, Yöncülerin ise yoru m lamak isted ikleri Marksizm için

şı izlediği muhafazakar bir "empati" poli­ tikası ve bürokratik seçkinciliğe karşı za­ man zaman sergilediği düşmanca tavır. Ancak merkez sağ ile resmi ideoloji ara­ sında din politikasına ilişkin siyaset fark­ lılığı göründüğünden daha az süreklilik arz eden, iniş çıkışlarla dolu bir çizgidir. Çünkü, resmi din anlayışının kendisi, konjonktüre bağlı olarak, zaman zaman dini kamu alanından radikal bir biçimde

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

1 63

Doğan Avcıoğlu, bagımsızlıkçılık ve anti-emperyalizmi merkezi ilke olarak benimseyen, böylelikle milliciliğe açılan sol-Kemalizm çizgisinin tutkulu ve üretken savıuıucusuydu. Kema l i z m i kul land ı kları yorum u ya­ p ı l m ıştır (Özdemir, 1 986:275). Avcıoğlu, 1 960' 1 1 yıl ların ortaların­ dan iti baren başlayan, özel i ikle Os­ man l ı tarihi çerçevesindeki ATÜT-fe­ oda l ite tartışmalarında "Osma n l ı fe­ oda l bir üretim tarz ı na sahipti r" görü­ şünden yana tavır koymuştur. Sol Ke­ malizme bugün de hakim olan temel bir görüşe öncü lük ederek, DP'nin ik-

dışlayıcı, zaman zaman da içleyici pratik­ ler içermiştir. Devlet seçkinlerinin 1980 müdahalesinden sonra dine karşı müsa­ mahakar tutumları ile -Kemalizme uy­ gun, hijyen bir din anlayışı da olsa- 28 Şubat sonrasında siyasal lslam'ı öncelikli iç tehdit olarak ulusal güvenlik stratejisi­ nin temel hedefine dönüştürme yaklaşım­ ları arasındaki farkı işaret etmek yeterli. Türk merkez sağının merkezi bürokrasi

K

1 64

M

A

tidara gel işini, hatta 1 945'ten başlata­ rak, ka rş ı-devrim o larak n itelem i ştir. 1 965 seç imleri sonucunda TİP'in al­ d ığı oy m i ktarı, parlamenter yola kar­ şı zaten zayıf olan i nanc ı n ı köreltmiş, yaz ı larında " F i l i p i n tipi demokras i", "cici demokrasi" gibi mevcut demok­ ras i n i n biçi msel ve içi boş n itel iğini vurgulayan teri m ler ağı rl ı k kazanmış ve "azge l i ş m i ş ü l ke l erd e sand ı ktan hep Amerika' n ı n ç ı ktığı" fikri ni ısrarla işlemeye başlam ıştır. Zaten Yön çevre s i , i l k kurul duğu zaman larda olumlu karş ı ladığı TİP' i, daha sonra, "dar" b i r bakış açısına sa­ h i p old uğu ve rad ikalleşen ara taba­ kaları ihmal ettiği itham ıyla şiddetle e l eşti rmeye başlam ıştır. Avc ıoğlu'na göre, "Tİ P progra m ı ndaki top l umsal yap ı n ı n tah l i l i i l e i l g i l i uzun açı kla­ malar e l l i yıl önce yaz ı l m ı ş çok genel planda kalan bir 'çeviri'den ibarettir. . . Batı aktarmac ı l ığından öteye pek gi­ d i lmiş deği ldir." Tİ P çizgisiyle Avc ıoğlu aras ı ndaki ayrışma, 1 9 60'1 ı yı il arı n sonlarında ş i d d etlenen, Sosya l i st D evri m-M i l lT Demokratik Devrim tartışması nda de­ rin l eşm iştir. Bu tartışma n ı n özü nde, devri m i n kimin önderl iğinde olacağı ve d evri m c i l erin programları n ı n n e ol mas ı gerektiği soruları yatıyord u . B u Türkiye' n i n s ı n ıfsal ya p ı s ı n ı n ve

ve seçkinler karşısındaki antipatisine ge­ lince: 1980 sonrasında ANAP'ın başlattığı ekonomik liberalizm atağı ile bürokrasi, teknokrat kimlikli serbest piyasacı yöneti­ ciler tarafından işgal edildi. ANAP iktida­ rından başlayarak, Türk siyasetinde sivil iktidar odağı bürokrasiye kayınca, TSK ve merkez sağın Cumhuriyet tarihi boyunca bürokrasi üzerinde sürdürdüğü çekişme büyük ölçüde anlamını yitirdi; en azından

l

z

M

gelişm i ş l i ğ i n i n de bu tez l ere c evap verecek şeki lde tah l i l i n i beraberi nde getiriyord u . Tİ P'çe savunulan birinci teze göre, Tü rkiye artık kapital ist bir ü l keyd i . Dolayısıyla devri min progra­ mı sosya l i st bir program olma l ı , ön­ derliği işçi s ı n ıfı üstlenmel iyd i . Sosya­ l izme kitlelerin bil inçlenmesi ve par­ lamenter yolla geçilecekt i . M i l li Demokratik Devrim fikri ise, "Geniş Cephe" ya da " M i l li Kurtuluş Cephesi" adlarıyla önce Avcıoğlu ta­ rafından işlenmiştir. Buna göre, Türki­ ye'de devri m i n iki aşaması olmal ıyd ı . Önce Batı'da burjuvaz inin gerçekleş­ tird iği demokrati k devrim yaşanmalıy­ d ı . Ancak Avcıoğlu, Batı l ı toplum ların ge l işmes i n d e i lerici ve devrimci b i r rol oynayan sanayi burjuvazisini, Tür­ kiye'de bu yetenekte görmemekteyd i . Çünkü, sanayi burjuvaz i s i Batı 'daki­ nin aksine prekapital ist d üzen i n geri­ ci s ı n ıflarıyla ittifak hal indeyd i . Böy­ lece, sanayic i sinden, ithalat ve i h ra­ catçısından, tefeciye ve toprak ağası­ na kadar uzanan b i r tutucu egemen s ı n ıflar koa l i syonu ortaya çı kmaktay­ d ı . Yine de Avc ıoğlu, burjuvaziyi bir blok olarak karşıya almaktan kaç ı n ı l ­ m a s ı gerektiği n i, ken d i arala rındaki çıkar çatışmalarından dolayı, b i r kıs­ m ı n ı n, m i lli sanay i i gel iştirmek i ste­ yen m i l l iyetç i lerin yan ında yer alabi-

"eski bürokrat" çevreye indirgendi. TSK'nın siyasal belirleyiciliğinin Os­ manlı'dan devralınan tarihsel ve kültürel mirasa dayandığını ve bu vasi rolün top­ lumun bilincine kök salmış olduğunu kabul etmek, analizi, bu kültürü oluştu­ ran yapı taşlarından birisi olarak sivil si­ yasete kaydırmamızı engellemez. Bunu yapınca da sivil kesimin liberalizm anla­ yışı ve demokrasi vizyonunun çok sınırlı

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

leceğ i n i söylemiştir. Ancak m i l li de­ mokratik devri m , işçi, köy lü, ayd ın, gen ç l i k , esnaf ve m i l li serm ayen i n ol uşturacağı b i r cephe tarafından ger­ çekleştiri lecekti .4 Sosyal ist devrim ise bundan sonra gelecek ikinci aşamay­ d ı . K ü ç ü k b u rj uvazi, Avc ıoğl u ' n u n sözleriyle "ara tabakalar", gerçekleşti­ ri lecek devrimin temel gücüydü. Çün­ k ü ç ı ka r l a r ı , modernleşme ve h ı z l ı k a l k ı n m a d a n y a n a y d ı , ken d i l e r i n i topl u m hayatındaki önem l i rolleri do­ layısı i le, öncü bir rol oynamaya, özel ç ı karlarının üstüne çı kmaya zorlayan tari hi bir misyonu n sahibi sayma eği­ l i m indeyd iler: "M i l li kurtu luş hareketi safh a s ı n d a , m ü c a d e l e n i n i d eoloj i k alanda öncü l üğünü, istesek d e iste­ mesek d e, ayd ı n l a r yapacak, gerekli kadroyu gen iş ölçüde onlar sağlaya­ caktır. Bu konuda her türlü romantiz­ m i , ayd ın sosya l iz m i gibi çocukça kö­ tülemeleri b ı rakarak, gerçeği olduğu gibi görmeliyiz."5 Avcıoğlu' n u n bu görüş leri ni şek i l ­ l e n d i re n kayn a k l a r ara n ı rsa, i l k i n , 1 960' 1 1 y ı l lara d a mgas ı n ı vuran "az­ gel i ş m i ş l i k" teorileri akla gel i r. "Ba­ ğ ı m l ı l ı k Okulu"nun etkisi nde gel işen "azgel işm işl i k" kavra m ı , bağı m l ı l aş­ ma aşamala r ı n ı n ird elen mesi i le ba­ ğı m l ı l ığı alt edecek devrim stratejisini iç içe kuramlaştırıyordu. Azgel işm işli-

olması nedeniyle egemen kamu felsefesi ile radikal sorunlar yaşamadığı ortaya çıkmakta. Ancak siyaset sınıfına çok da haksızlık etmemek gerek. TSK'nın "bek­ çi'' rolü, Türkiye siyasetinin varlık ve ha­ reket alanının sınırlarını belirlediği süre­ ce siyasetin oyunu kendi doğal kuralları­ na göre oynanamamaktadır. Bütün sivil siyaset yapıları, tutum, strateji ve ideolo­ jilerini derinden etkileyen bir ordu faktö-

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

ğin Batı'nın sömürüsünün doğurduğu bir sonuç, d ışsal bir olgu olduğu şek­ l i ndeki k l a s i k emperya l izm an layışı da buna para le l d i r. Marksiz m i n 1 9 . yüzyıl için açıklayıcı b i r bakış açısı olduğunu, 20. yüzy ı l d a i lerlemen i n u lusal kurtu l uş savaşları i l e yürüyece­ ğini i leri süren Şevket Süreyya Ayde­ m i r' in bu merkez-çevre perspektifin­ den ve onun temsil ettiği Kadro dev­ letç i l i ğ i n den de hayl i etk i l e n m i şt i r Avcıoğl u. Zaten Şevket Süreyya Ayde­ m i r Yön'ün yazarları arası ndad ır. Av­ cıoğlu'nun tarihe ve Osmanlı tarihine bakışı ise, N iyaz i Berkes etki s i taş ı r. Söm ürge d u ru mundan yeni kurtu l muş bulunan u l usların, "Asya ü ret i m tar­ zı"na benzer topl u m biçimlerinden, kapita l ist aşamayı atlayarak sosya l i z­ me geçişlerinin mümkün olabi leceği­ ne i l işkin, Yves Lacoste'un çal ışmala­ rından etki lenmiştir. 1 960' 1 1 y ı l l a rda Peru, M ı s ı r, Li bya gibi bolca örneği olan " i lerici" askeri rej i m uygu lama­ ları da onun ilham kaynakları arasın­ dadır. Yine 1 9SO' l i yıl ların ilk yarısın­ da b u l u nd u ğu F ransa'da, başbakan­ lardan Pierre Mendes France' ı n parla­ mentoya karşı güçlü hükümeti savu­ nan görüşünden etki lendiği, bu görü­ şün, "zinde güçler" ad ını verd iği, or­ d u , ayd ı n l a r ve gençl iğe d ayanarak reform ları gerçekleştirecek olan hü-

rünü, yaşamları boyunca kaile almak zo­ rundalar. Siyasal dengeleri korumak uğ­ runa askeriyenin gücünü bir veri olarak kabul ederek etik bir sapmaya itilmekte­ dirler: Bir yandan askerin gözünde meş­ ruluk kazanmaya yönelik bir söylemi ha­ zır tutarken, s eçimlerd e p a r t i l e r i n e emekli general devşirme yarışına girişip, Milli Güvenlik Kurulu'nun icrayı yönlen­ diren üst belirleyiciliğine karşı çıkmayıp,

1 65

K

1 66

M

A

kü met model i n i beni msemesine yar­ d ı m c ı olduğu söyleneb i l i r (Özdemir, 1 98 7 :36). B u n l ara, Yön dergi s i n i çı karı rken kurduğu Yön Yay ı n l arı'nda yayı mla­ d ı klar ı n ı n , etkilendiği yazarlar ve ki­ tapları olduğu kabu l ü de ekleneb i l i r. Örneğin, Sosyalizm ve İslamiyet (Ga­ raudy), Yoksul Ülkeler Nasil Soyulu­ yor? (Jalee), Amerikan Harp Doktrin­ leri (Fahri), Asya 'da Marksizm ve Mil­ liyetçilik (d'Encausse/Schram), Batıcı­ lık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrim­ ler (Berkes), Sınıf Açısından Azgeliş­ m işlik (Lacoste), gerçekten dönemi açısı ndan yeni ve rad i kal fikirler ileri s üren eserlerd i . G araudy' n i n Sosya­ lizm ve İslamiyet adlı kita b ı n ı basa­ rak, m u htemelen, "Müslü man ü l ke­ lerde ve İslam'da sosyal izm olduğunu yayarak, S i lah l ı Kuvvetler mensupları­ na, sosya l i z m i n , Tü rkl ere pek uzak o l m ad ığ ı n ı " a n l atmak istiyordu (Kü­ çük, 1 986:294-295). 1 967'de Yön'ün kapanması üzerine T ü r k i ye tari h i n e e ğ i l e n Avc ı o ğ l u , 1 968'de B i lgi Yayı nevi'nden, e n ünlü eseri olan Türkiye'nin Düzeni' n i ya­ y ı m l ad ı . Arkas ı n d a n , 1 9 69'da yine ayn ı yayı nevi nden 3 1 Mart'ta Yabancı Parmağı ad l ı çal ışması ge l d i . Türki­ ye'n in D üzeni: D ü n - B ugün - Ya rın, kuşkusuz Türkiye'nin yak ı n tari h i n i n

fırsat doğduğunda eleştirel b i r söylem tu t turmak talar. Hiçbir siyasal grup, TSK'nın, devletin bekasını koruma ge­ rekçesiyle hakim ideolojiyi yeniden ta­ nımlayarak iktidara müdahale yeteneğini bertaraf edebilmiş değil. askeri bürokra­ si, her müdahaleden sonra demokrasiye geçiş koşullarını ve yapılarını sonuna ka­ dar denetlemekte ve sivil rejimlerin gele­ ceğini ipotek altına almakta.

z

M

en fazla yankı uyand ıran s iyasa l ki­ taplarından biridir. Öze l l i kle yay ı m ­ lanmas ı n ı izl eyen k ı s a dönemde, fa­ kat sadece o dönemde değil, yaklaşık 1 970'lerin sonlarına dek genç kuşak­ ların umumi bir sol düşünce doğrultu­ sundaki arayışları n ı karşı layan baş l ıca popüler eserlerden biri olmuştur. On yı l içinde on üç baskı yapmıştı r. "Ju r­ nalistik", yani gazeteci üslubunda ya­ z ı l m ı ş olan Türkiye'nin Düzeni'nde, T ü rk i ye' n i n azge l i ş m i ş l i ğ i n i n , Ba­ tı 'ya/AB D'ye bağ ı m l ı l ı ğ ı n ı n tari hsel gel i ş i m i e l eşti rel b i r göz l e i n celen­ mekte, "devrimciliği sona erdirip Tan­ z i mat Batı c ı l ı ğ ı n ı yeniden başlatan 1 950 karşı-devri m i n in" ü l keyi soktu­ ğu bağı m l ı kapita l istleşmeye yola kar­ şı, "milliyetçi-devri mci" bir h ı z l ı kal­ kınma yolu aran maktad ır. 1 967-68'den i t ibaren bağımsız se­ natör Cemal Madanoğlu'nun etrafın­ da, İ l han Selçuk, İlhami Soysa l, eski MBK üyesi Osman Köksal gibi kişi le­ rin yan ı nda, b i r grup m uvazzaf kur­ may albayın katı l ı m ıyla oluşan gru­ bun teorisyeni olan Avc ıoğlu, bu yol­ la Türk Silah l ı Kuvvetleri i l e fi i li i l işki­ ye girmiş oldu ve 1 969'dan iti baren Türkiye' n i n soru n larına ü rettiği çö­ z ü m lerin temel u ygu l ay ı c ı s ı o l arak görd üğü orduya doğrudan m esaj lar vereceği Devrim'i yayı m l amaya baş-

HANCISI DAHA SIVIL? DP, ANAP VE RP?

Türk siyasal yaşamında, TSK'nın çizdiği çerçevenin dışına çıkmayı başararak ikti­ darı sivilleş tirdikleri iddia edilen DP ( 1 9 5 0 - 1 9 6 0 ) , ANAP ( 1 9 8 3 - 1 9 9 3 ) v e RP'nin (1 996-1 997) iktidar dönemlerine ilişkin olarak ne söylenebilir? DP'nin, re­ j imin kurucu ideolojisi ve orduya dair politikası üzerindeki değerlendirmeler

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

lad ı . Devrim, 2 1 Ekim 1 969-27 N isan 1 97 1 arası 79 sayı yayı m lanacak, te­ mel okur kitlesi genç subaylar olacak­ tır. Ya lçın Küçük'ün deyişiyle, Avcıoğ­ l u , Yön'de yaptığı topçu atı şlarından sonra, Devrim' le tank savaş ı n ı başlat­ m ı ştır (Küçük, 1 985 :286). Yani şimdi h ed efi n i n tam karş ı s ı nda mücadele etmekte ve ona son darbeyi vuracak gücü yan ı na a l m aya çal ışmaktad ı r. Gerçekleşti ri l m esi amaçl anan dev­ r i m i n esas "vurucu" ve "öncü" gücü ordudur. Ordu, reform ları gerçekleşti­ recek olan kadronun hem i ç i n ded i r h e m d e önünü açacaktır. 2 7 Mayıs, 2 2 Şubat ve 2 1 Mayıs örneklerini, or­ d u n u n s i yasi ge l i şme l ere m ü dahale potansiye l i n i göstermesi bak ı m ı ndan referans a l ı r. Avcıoğlu'na göre, "ordu­ nun m utlaka faşizm getireceğini i leri sürenler, her şeyden önce Nasır dene­ m e s i n i ay d ı n l ı ğ a ç ı k a rt m a l ı d ı r­ lar. . . Başkan Nasır'ın . . .açıkladığı prog­ ram ı oldu kça i leri sosya list b i r prog­ ramd ı r."6 Azge l işmiş ü l kel erde ordu­ n u n s ı n ı fsa l dayanağ ı n ı da Duver­ ger' n i n etkisiyle şöyle açıklamaktad ır: "Ordu, bazen solcu bir pol itik güç olab i l i r. . . Günümüzün bazı azgel işmiş ü l ke lerinde durum böyled i r. Buralar­ da askeri oku l lar, fakir sın ıflara ya da küçük burjuvaziye mensup kab il iyetli çocukl ara top lu msal yükse l m e yo l u

birbirinden ç o k farklı. B i r görüşe göre Milli Kurtuluş Savaşı'nı yürüten ve rejimi kuran partinin karşısında olmanın getir­ diği kompleksle, askeri yapı ve zihniyet­ ten hem çekinen hem de uzak durmaya çalışan bir haleti ruhiye içindedir.7 Bir başka görüşe göre ise DP, Erken Cumhu­ riyet'te Atatürk'ün temelini attığı iddia edilen "tarafsız ordu" geleneğini yıkarak, Silahlı Kuvvetler'i, rakip parti karşısında

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

açmaktadır. Subaylar, büyük feodal le­ rin e l l erindeki siyasi i ktidar karşıs ın­ da, bu top l umsal gru p l arı te m s i l et­ m e y e y ö n e l e b i l i r l e r" (Avc ı o ğ l u , 1 984:1 1 84). Marks izmin orduya bakı­ ş ı n ı da el eştiren Avc ıoğlu, "orduyu h a k i m s ı n ı f l a r ı n e l i n d e itaatkar b i r alet olarak düşünmek büyük b i r hata­ dır" der ve şunları ekler: "Mem leketi­ mizin Batı l ı laşma hamlelerinde, ordu, daima i l erici lerin safında yer alm ıştır. Bugün de, i lerici kuvvetlerin Anaya­ sadan da [vurgu ben i m-EM] kuvvetli tem inatı ordudur."7 Avc ıoğlu, " . . . 'aşı rı sağa da, aşırı so­ la da karşıyız' idare-i maslahatç ı ları, darbe yapabi l i rler, ama hiçbir zaman devri m yapamaz lar ... " görüşüyle, or­ du içindeki cunta oluşumlarının mü­ dahale aşamasına yaklaştığı dönem­ de, "darbe"nin "devrim"e dönüşmesi i ç i n gere k l i görd üğü b i r " program" hazırlığı yapm ıştır. MDD'nin ilk aşa­ mas ında yer a l acak toprak reformu, NATO'dan ç ı kmak, bankac ı l ı k, d ı ş ti­ caret ve sigortac ı l ığın d ev l etleştiri l ­ mesi gibi somut konu lara dair görüş­ leri ayrıntı l ı olarak, Şubat 1 97 1 'de yi­ ne B i lgi yayınevinden, haz ı rlanmakta olan "sol darbe" için adeta hükümet progra m ı olarak hazırladığı Devrim Üzerine adlı kitabında mevcuttur. Av­ cıoğlu'nun tasarladığı hükümet prog-

kendi partizan çıkarları adına "asayiş"i sağlamakla görevlendirerek tahrik ve mağdur etmiştir.B DP'nin Atatürk'ün laik devrimlerinden sapması, orduyu ihmal etmesi ve demokrasiyi açılımcı değil ka� panımcı bir mecraya sokması da listeye eklenerek 1960 müdahalesinin gerekçele­ ri sıralanır. Türk solunun bir bölümü bu darbeyi halka güvenmeyen, onu vesayete muhtaç bir kalabalık sayan, solu macera-

1 67

K

1 68

M

A

ram ı , " k a p i ta l i st o l m ayan ka l k ı n ma yolu" tasa r ı m ı n a daya n ı r. B u " m i l l i devrimci kalkınma yolu"nu Avcıoğlu, "komün ist kalkı nma yolu" ve "Ameri­ kan t i p i kalkı nma yo l u"na alternatif olarak düşün ür. Kemalizmin i l k döne­ m i n d e k i " b i z e - ö z g ü c ü l ü ğ ü n " ve üçüncü yolculuğun yen i b i r versiyonu n ite l i ğ i n d e k i bu sav ı n k u ramsal ar­ kaplanında, Sovyetler Birliği'nin geri kal m ı ş ü l keler için sunduğu sosyal iz­ me geç iş mod e l leri de b u l u n a b i l i r. Avc ıoğlu'nun "M i l li devri mci ka lkın­ ma yolu"nun ana çizgi leri şöyle özet­ l eneb i l ir: 1 . Kamu sektörü, ekonomi­ de daimi bir yere sahiptir. Kamu sek­ törünün büyüme hızı, özel sektör bü­ yüme hız ından daha yüksektir. Böyle­ ce, kamu sektörü giderek bütün eko­ nomide egemen duruma gelmektedir. 2. Stratej i k nite l i kteki bel l i üretim kol­ l arı devletin el inded i r. Bu faa l iyetler­ de kamu sektörü egemen l iği, en kısa zamanda gerçekleşti ri l m e l i d i r. 3 . Bi­ rinci ve i k inci şıklar son ucu, tekelci karakterdeki yer l i ve yabancı serma­ yen i n faa l i yet a l a n ı dara lt ı l maktadır. 4. Ortaçağ kal ı ntısı s ı n ıfların tasfiyesi ve tarı m ı n ka l k ı n ma d a gere k l i ro l ü uygulayabilmesi için, kökl ü b i r toprak reformu zorunludur. 5. Temel sanayi­ l er i n kuru l m a s ı n a ö n ce l i k veren ve esas itibariyle kamu sektörüne daya-

cılığa teşvik eden müdahaleler geleneği­ nin başlangıcı olarak değerlendirir. Bir di­ ğer bölümü ise 1960 ile askeri bürokrasi­ nin, DP'nin himayesindeki yükselen bur­ j uvaziye ve muhafazakar kitleye karşı "ilerici" bir darbe yaptığını düşünür.9 DP iktidarının subayların emir eri kul­ lanımını iptalden başlayarak, askeri yargı­ nın bağımsızlığına karşı harekete geçme­ ye, orduda reform ve yeni bir savunma

z

M

nan plan l ı sanayi leşme, ü l ke n i n kal­ kı nması n ı gerçekleştirmek ve ekono­ m i k bağ ı m s ı z l ı ğ ı n ı sağlam temel lere oturt m a k a m a c ı n ı g ü t m e kted i r. 6 . Kaynakların hem malT, hem d e fizi ki p lan lamas ı n ı öngören şüm u l l ü ve ger­ çekl eşti r i l mesi zoru n l u b i r p l a n , b u t i p kalkınman ın vazgeçi l mez arac ı d ı r. Avc ıoğ l u , bu mod e l e uygun o l arak kal kınma stratej isini de şöyle çizer: 1 . K a l k ı nma p rogra m l a r ı n a göre öncü sektör sanayi olmalıd ır. 2 . Çok yüksek bir yatı rım ve tasarruf oranı sürdürül­ mel id ir. B u egemen sın ıfların lü ks tü­ ketimi kırılarak, tarı msal üreti mde bü­ yük çiftl ikler kuru larak gerçekleşti rile­ b i l i r. 3 . Sanayi yatırıml arında ağır sa­ nayiye yönel i nmeli ve 'denges iz b i r gel işme modeli' izlenmelid ir. Bu mo­ d e l e göre ekonom i n i n daha yü ksek bir aşamaya u l aşması i ç i n , b i r s ü re bazı sektörler ihmal edi l eb i l i r. 4. Kar­ ma teknoloj i (gereği n e göre i l eri ve geri teknoloji bir arada) ku l la n ı l ma l ı­ d ı r. 5 . Teknik ve mesleki eğitim h ı z­ l a n d ı rı l ma l ı d ı r. 6. D ı ş ticarette ithal ikamesine öncelik tanı nacaktır. Avc ı­ oğlu'na göre " m i l li devri mci kal k ı n ma yol u Kema l ist tezin temele indiril me­ sinden ve böylece Atatürk devrim leri­ nin devam ettirilmesinden başka b i r şey değ i l d i r" . Avcıoğlu, 1 9 82-83 yıl­ larında kend i s i yl e görüşen H i k met

politikası oluşturma tasarısından, milli sa­ vunma bakanlığına emekli bir albayı ata­ maya kadar gelişen bir "sivilleşme" altya­ pısı hazırlığı içinde olduğunu söylemek mümkün. Arka zeminde ise belirleyici ilişki CHP ve lideri lsmet lnönü'nün TSK ile rejimin bekçiliği konusunda geliştirdi­ ği göz ve dirsek temasıdır (Arcayürek, 1985: 3 1 5-317). Ancak "neye karşı bekçi­ lik" sorusunun cevabını vermek güç. Ge-

E G E M E N

i D E O L O J i . V E

T Ü R K

Özd e m i r'e, Türkiye'nin Düzeni' nde an latı lan üç kal kınma yolu hakkında, "as l ında sosya l ist ve kapita l ist yollar­ dan başka b i r üçü ncü yol u n b u l u n ­ m ad ı ğ ı n ı ; o r a d a sözü e d i l en 'Mi l li Devri mci Kalkınma Yolu' ad land ırma­ s ı n ı n 1 9 7 1 önces i n i n özel koş u l ları d i k kate a l ı n a r a k d ü ş ü n ü l d ü ğ ü n ü " [vurgu lar benim, EM] anlatacaktı r. B irçok kaynaktan ç ı kan ortak nok­ ta, Avc ıoğ l u ' n u n 1 2 Mart 1 9 7 1 'den önceki dönemde, "çok geç kalındığı­ na" ve derhal harekete geçilmesi ge­ rektiğine d a i r s ü re k l i uya r ı l a rda bu­ lunduğudur. 9 Mart'ta yapıl ması plan­ lanan "sol darbe" yerine gerçekleşen 1 2 Mart askeri darbesi ve beraberinde geti rd iği işkenceler, baskılar ve yasak­ l a r, "ordunun i lericil iği" varsayı mına dayanan bu siyasi hareketin sonunu geti rm iştir. Böylece, kapita l izmin bu kadar hakim olduğu b i r dönemde, te­ melde onun yarattığı s ı n ıflara yasla­ nan bir siyasi programı ol mayan hare­ ketl erin b i r sonuca ulaşamayacağı gö­ rülmüştür. 1 2 M a rt' ı n e rt e s i n d e Avc ı o ğ l u , "Madanoğlu Davası"ndan hapse atı l­ d ı , Ziverbey Köşkü'nden geçti . Dava beraatle sonuçland ı . "Türk Bonapar­ tizm inin en seçkin kuramcısı" (Özde­ m i r, 2000 :4 5 ) bu y e n i l g i d e n sonra araştı rmalara yöneldi. Önce üç sonra

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

dört cilt ol arak yayımlanan Mi//f Kur­ tuluş Ta rih i n i ( 1 9 7 4- 1 9 7 5 ) , ö l ü m ü ned e n i y l e y a r ı d a k a l a n b e ş c i l t l i k Türklerin Tarihi (1 978-1 982) ile çeşitli gazetelerde yer almış makale ve yaz ı dizilerini içeren Devrim ve Demokra­ si (1 980) izled i . Avc ıoğlu, Türkiye'nin Düzeni'nde, Türklerin ve Türk devle­ tinin tarihte "kudretl i ve ileri" olduğu dönem l erden öz l e m l e bahset m i şt i . Türklerin Tarihi nde Atatürk' ün Türk Tar i h Tez i p rogra m ı n ı , " ı rk ç ı o l ma­ yan" bir temelde sürdürmeyi hedefle­ diği söyleneb i l i r. Türk entelektüel yaşam ının görmeye al ışık olmad ığı çal ışkanl ı ktaki Avcıoğ­ l u , en veri m l i çağında, 5 7 yaş ı n da, 1 983'te m ide kanserinden ölmüştür. '

'

,

1 69

DİPNOTLAR 1 "Ya p ı c ı M i l l iyetç i l i k" , Yön, s a y ı : 4 , 1 0 Ocak 1 962. 2 "Sosyalizm Anlayışımız", Yön, sayı : 3 6, 22 Ağustos 1 962. 3 "Sosyal ist Gerçekç i l i k", Yön, sayı : 39 , 1 2 Eylül 1 962. 4 "Sınıf Mücadelesi, Sosyal izm ve M i l l iyetçi­ l i k", Yön, sayı :1 82, 23 Eylül 1 966. 5 "Bir Sosyal ist Stratej inin Esasları", Yön, sa­ yı:l 85, 1 4 Ekim 1 966. 6 "Sosya l i st Gerçekçi l i k", Yön, sayı :39, 1 2 Eylül 1 962.

7 "Sosya l i st Gerçekçi l i k",

Yön, sayı : 3 9, 1 2

Eylül 1 962.



rekçe listesi uzun olmasına rağmen ikna edici bulmak pek mümkün değil. Dolayı­ sıyla müdahaleyi tetikleyen nedenler ara­ sında DP'nin, demokrasi kültürünün ye­ tersizliğine rağmen, kurucu ideolojinin askeri kanat aracılığıyla yeniden tanımla­ narak siyasette ağırlık kazanmasını engel­ leyici bir tavır içinde olması gösterilebilir. Yaygın bir kanıya göre, Turgut Özal li­ derliğindeki ANAP yönetimleri, 1 983-91

arasında, belirli bir sivilleşme planı çer­ çevesinde hareket ederek resmi ideoloji­ nin TSK aracılığıyla kamuya müdahale gücünü sınırlandırmaya çalışmıştır. Ör­ nek olay da, Başbakan Turgut Özal'ın, ge­ nelkurmay başkanlarının haleflerini ken­ dilerinin belirlemesi geleneğini bozarak, 1987 Ağustos'unda Orgeneral Necip To­ rumtay'ı genelkurmay başkanı olarak atamasıdır. Ancak bu çıkışın başarılı ol-

K

M

A

z

M

1 70

masının nedeni, 1980 müdahalesini ger­ çekleştiren askeri grubun içindeki çatla­ madır. 1 980 darbesinin lideri Cumhur­ b aşkanı Kenan Evren, genelkurmayın a dayı o l a n Orgeneral N e c d e t Ö z t o ­ run'dan değil hükümetin adayından yana tavır koymuş ve sorun böylece çözül­ müştür: " ... ben yok o olmasın bu olsun deseydim Öztorun olurdu. Ama isteme­ dim böyle bir şey olmasını, çünkü To­ rumtay'ın olmasını ben de arzu ettim. Benim de gönlümde o yatıyordu . . . " 10 Sivil iktidarın bu kararında temel et­ ken, genel kanının aksine, askeri bürok­ rasinin siyasetten geri çekilmiş görünü­ müne rağmen perde gerisinde iktidarda söz sahibi olma yarışını hala sürdürüyor olmasıdır. Erken emekliliğini isteyen, iş­ başındaki Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ, kendi yerine geçmesini tasarladığı Orgeneral Öztorun'un desteği ile 1 989 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday ol­ mayı düşünmekte ve aynı arzuyu payla-

şan Turgut Özal'ın kızgınlığını çekmekte­ dir. Askeri bürokrasi içerisinde, Özal kar­ şıtı grubun sivil otoriteye itaat konumun­ da olmadığını ve bu durumun, icraatla­ rıyla ülkede bir destek tabanı yakaladığı­ na inanan hükümeti rahatsız ettiğini be­ lirten kanıtlar var: " . . . Üruğ ve Özto­ run'un davranışlarından demokrasiye ge­ çemediğimizi anımsattım (Özal'a). Bilhas­ sa Öztorun'un dengesiz ve ölçüsüz dene­ cek davranışları, ikimizin de gözünden kaçmamıştı. Öztorun, istek yerine her ko­ nuşmada adeta muhtıra verir havada dav­ ranıyordu. Özal her halinden rahatsızdı. . . MiT bilhassa Güneydoğu ile bilgileri ön­ celikle askerlere ve Evren'e vermekte ısrar ediyordu . . . askerlerin . . . hüküm e tten uzak kalmaya çalıştıkları belli idi." ı ı Askerlerin, gereken uyum ve işbirliğini göstermemeleri anlamında hükumetten "uzak kalmaları", aslında genişlemiş bir siyasal özerkliğin tezahürüydü. 1 9 8 2 Anayasası , daha önceki anayasa i l e ba-

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

kanlar kuruluna güvenlik konularında " tavsiye" fonksiyonu olan sivil ağırlıklı bir MGK'nın yerine, tavsiyeleri bakanlar kurulunda öncelikli olarak görüşülen ve ancak cumhurbaşkanının sivil kesimden gelmesi durumunda sivillerin ağırlıkta olacağı bir MGK oluş turmuş tur. Aynı Anayasa, toplumsal ve siyasal yaşamın odağında yer alan birçok kurumun üst yönetim kurullarına asker üyelerin atan­ ması usulünü getirmiştir. Sivil iktidarlara koşulsuz tabiiyet yerine, oluşturdukları politikalara uyarı ve veto yetkisinin yük­ selmesini kolaylaştırıcı etmenler arasında güneydoğudaki savaş, Körfez Savaşı'ndan sonra başlatılan Kuzey Irak operasyonla­ rı, ABD'nin bölgeyle ilgili stratejisinde Türkiye'nin askeri gücünün büyük önem kazanması da sayılmalı. Doğru Yol Parti­ si'nin her iki liderinin (Süleyman Demirel ( 1987- 1993) ve Tansu Çiller (1 993-) baş­ bakanlığı sırasında TSK ile herhangi bir sorun yaşanmamış, Refahyol iktidarı ile birlikte ( 1996-97) bu uyumlu sürecin so­ nuna gelinmiştir. TSK'nın 28 Şubat 1997 müdahalesinin ve onun ardından başlattığı merkez sağı yeniden yapılandırma harekatının hedefi RP idi. Kurucu ideoloj i , mevcut kon­ j o nktürde bir " ö teki"nin, yani RP'nin varlığının itmesiyle cumhuriyetçi bir ref­ leksle "irtica"yı temel iç güvenlik tehdidi konumuna yükseltti. Sivil kesimin "ay­ dınlar" , "bölücüler" ve "irticacılar" sıfat­ larıyla olumsuzlanması, 1 2 solun, muhafa­ zakar sağın, mevcut merkez solun, mer­ kez sağın, kimlik politikalarının ve kuru­ cu ideolojinin bütün eleştirel tüketicileri­ nin, yani alternatif ideolojilerin yolları­ nın kesilmesini amaçlıyordu. Bu durum­ da, 1 999 seçimleri güzergahında, milli­ yetçi ve yalnızca temiz politika yapmakla -yani anti-siyasallıkla- maruf iki siyasete yol açılıyordu. İktidarların sivilleşeme­ mesi sorunsalına katkıda bulunacak, 28 Şubat'la ilgili iki hususu belirtmekte ya­ rar var: Milliyetçilik dışında bütün siya-

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

setlerin birer alternatif olmaktan çıkarıl­ ması, Refah Partisi kadar, belki ondan da çok Türkiye'nin merkez sağ çizgisini sarstı. Merkez sağın bir partisi, DYP, par­ yalaştırılıp siyasal alanın dışına itilirken, ikincisi, ANAP, müdahale süreci ile bü­ tünleşmesine, sivilleşme konusunu arada sırada yaptığı çıkışlar dışında terk etme­ sine, "irtica" ile bağlantısının olmaması­ na ve her iki partinin de tarihsel olarak devletçi söylemle bütünleşme anlamında olumlu bir pratiğe sahip olmalarına rağ­ men, belki de tam bu yüzden, TSK ile şiddetli bir gerilim içine girdiler. " lrti­ ca"yı denetim altına alan ılımlı bir mer­ kez sağ çizgisi hep varolagelmekle birlik­ te, 28 Şubat'ın dinamikleri, merkez sağ yapıları ittifak kurulacak odaklar olarak değil, devletin yeniden tanımladığı din politikasına ters düşen odaklar olarak ta­ nımladı. Yani uzun bir iktidar geleneğine rağmen, bir merkez sağ partisi boşluğu yaratıldı. 28 Şubat'ın en radikal sonuçla­ rından birisi budur. Şu ana kadarki analizden ortaya çıkan sonuç şu: 28 Şubat müdahalesinin meşru­ luk kaynağı, rejimin kurucu ideolojisidir. Ancak bu saptama bize, bu müdahalenin siyasal tercihlerinin yönü, tasarımı, sınır­ ları ve aktörleri konusunda fazla bir şey söylememekte. TSK ile egemen kamu fel­ sefesi arasındaki bağlantıya, sivil siyaset de yapılanmasıyla, kültürüyle, aktörleriy­ le müdahaleci değişken olarak katılmakta ancak "belirleyici" olamamaktadır. Bu noktada sürecin niçin ve nasıl geliştiği so­ rularına ışık tutacak olan p erspektif, "toplum ve ordu" , "ordunun kendi çıkar­ ları" ve "güvenlik kavramının araçsallaş­ tırılması"dır. Ancak ö nce 28 Şubat'ın hedefi olan RP'nin "sivilliği" konusunda kısa bir not düşmek gerekir. Gerek Refahyol iktidarı, gerekse daha önceki muhalefet dönemin­ de, bu partinin çoğulcu bir demokrasiye, din-içi çoğulcu bir duruşa ve düşüncelere inancı konusunda yoğun bir kuşku doğ-

1 71

K

1 72

M

A

muştur. MGK'nın anayasal fonksiyonları­ nın, Anayasa dışı rol ve ağırlığının sınır­ landırılması yönünde bir girişimi, ya da MGK'nın 28 Şubat 1997'deki kararlarına imza atmamak biçiminde aleni bir karşı duruşa geçmesi söz konusu olmamıştır. Refahyol hüküm etinin istifasından ve partinin kapatılmasından sonra başvur­ duğu dem okratikleşme söylemi, hem inandırıcılıktan uzaklığı hem de 28 Şu­ bat'ın partinin siyasal rolünde ve etkisin­ de yol açtığı gerileme nedeniyle Türki­ ye'deki ordu-siyaset ilişkilerini etkilemek­ ten çok uzaktır. En önemlisi, Kemalizm ile lslamcı siyasetin birbirleriyle temas ve buluşma noktaları vardır. Her ikisi de kestirilebilir birer toplum yaratma hülya­ sında; her ikisi de devleti adeta sağduyu­ sal biçimde itaat gösterilmesi gereken bir kudret odağına dönüştürmekten ve siya­ seti Kemalist ya da lslamcı değerlerle iyi­ ce moralize etmekten yanadır. EGEMEN KAMU FELSEFES1N1 YENiDEN ÜRETMEK

Ordu-kamu felsefesi ilişkilerinin bir ikin­ ci eksenini, bu felsefenin yaşama dönüş­ türülmesi faaliyetinin oluşturduğunu be­ lirlemiştik. Sorun, bu yeniden üretim sü­ reci sırasında resmi ideolojinin niçin, na­ sıl ve hangi yapılara hizmet eder bir bi­ çimde değişime uğradığı ya da uğramadı­ ğıdır. Kemalizmi -ve bu arada kendini de- metamorfoza uğratarak yeniden üret­ tiği varsaydığımız TSK'nın bu uğurda ya­ rarlandığı çok net olan iki araçtan birisi askerlik yoluyla erkek vatandaşlara Ke­ malist devlet, birey, toplum, demokrasi, Batılılaşma ve hijyenik resmi din anlayışı­ nı benimsetmek, ikincisi de rejimin para­ metrelerini gerekirse müdahale yöntemi ile koruyabilmektir. Ben bu bölümde üç önemli aracı problematize edeceğim: l . Özellikle 2 8 Şubat'tan sonra çok büyük bir ivme kazanan toplumsal destek üret­ me politikaları; 2. iç tehdit ve güvenlik

z

M

doktrini yoluyla siyasal bekçilik rolünü pekiştiren ve yeniden üreten strateji; 3 . ordunun yaşadığımız kamu felsefesini kendi kurumsal, onursal ve iktidarsa! çı­ karlarını sürdürme amacıyla yeniden be­ lirleme yeteneği. TOPLUM DESTECI VE GÜVEN1URL1C1

TSK'nın, özellikle 28 Şubat süreci olarak adlandırılan müdahale sonrası siyaseti ya­ pılandırma döneminde, siyaset sınıfını bir müttefik olmaktan tümüyle çıkararak topluma dönüş yaptığını gözlemlemek mümkün. Özellikle medya aracılığıyla, vatandaşların kendilerine, toplumlarına ve demokrasiye ilişkin anlayışları günlük hayatın ritmine yedirilerek yeniden şekil­ lendirildi. Örneğin, Türk toplumunun kimlik politikalarının ortaya attığı sorun­ lardan yalıtılması için siyasetin dışında, ö tesinde, dokunmadığı bir yerlerde oluş­ turulan birleştirici değerler sabitlendi. Bu ülkenin birlik, bütünlük ve selameti için tekçi değerlerle içi doldurulmuş bir siya­ sete ihtiyaç gösterilince (birlik, bütünlük, laiklik) siyasette içerik önemini yitirdi, yöntem ağırlık kazanmaya başladı. Dar değil, yaygın bir hegemonya, pasif değil aktif bir onayın hedeflediği bu stratejide, 8 yıllık eğitim reformu ile ve Gramscici anlamda hegemonya aracı olarak zora de­ ğil eğitime ve şekillendirmeye dayanan bir devlet anlayışı yürürlüğe sokuldu (Gramsci, 1 9 7 1 : 242). Dolayısıyla, 1 997 sonrası ordu-toplum ilişkisi modelini geçmişten farklı kılan yan şudur: TSK'nın yükselen siyasal özerkliğinin gerçek sırrı kontrol-merkezli stratejisinde değil "he­ gemonyaya rıza gösteren vatandaş üret­ me" projesine medya ve sivil toplum ku­ ruluşlarını katarak eğilmesinde yatar. Or­ dunun kendi kendine atfettiği "siyaset üs­ tü" sıfatı, toplum-iktidar ilişkilerini de­ ğiştirmeden, sınıflararası ittifaklar kurma­ dan, tüm çıkarları içinde toplayan "daha yüksek bir sentez" yaratma çabasına gir-

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

meye cevaz vermiştir. Tekçi siyaset, bir­ lik-bütünlük temaları ve törenlerle, top­ lantılarla, anma m erasimleri , yandaş medyalar, bütün eğitim kurumları, gele­ neksel Kemalist bürokratik kuşakların aşkla yaydığı mesajlar, sermaye kuruluş­ ları ve geleneksel-sol yapılar vasıtasıyla toplumun modern kesimlerinin dokusu­ na nüfuz ettirildi. Çoğulcu, özgürlükçü ya da alternatif demokrasi modelleri saç­ malaştırılmaya çalışıldı. Ancak sorun şudur: Merkez solun, glo­ bal ekonomi politiğin de büyük etkisiyle marjinalleştiği bir konjonktürde toplumla kurulan bu yeni iktidar ilişkisi, sosyal de­ ğişimin ve yeni zamanların kimlik ve siya­ set çatışmalarının getirdiği köklerinden koparılmışlık, belirsizlik, güçsüzlük, işsiz­ lik, yoksulluk ve yoksunluk durumlarını telafi edebilecek bir topluluk ruhuna sa­ hip değil. Ne egemen ideolojinin ne de

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

geleneğin gücü bu ruhu yakalamaya yeti­ yor. Otoriteye, düzene, orduya, siyasete, modernizme ve kapitalizme tartışmasız ve müzakeresiz bir rıza isteniyor. Bunun as­ gari koşullardan birisi bireyin, ordunun, siyaset sınıfının kendilerine, her birinin de siyasete, diğer aktörlere ve kurallara "güven" duygusunu sürdürebilmeleri. Korkunun, kendine, başkalarına ve hu­ kuk devletine güvensizliğin, ürkekliğin ve siyasal etkinsizlik duygusunun hakim ol­ duğu bugünkü toplumdan ve makro ikti­ dar ilişkilerini yeniden üreten sivil toplum evreninden otoriteye ve düzene verilecek desteğe de güvenmemek gerekir. ORDUNUN KURUMSAL RUHU, VAROLUŞSAL ÇIKARI

TSK'nın siyasal özerkliğinin adım adım, aşama aşama yükselmesine dair önemli

1 73

K

1 74

M

A

bir husus da şudur: Ne erken Cumhuriyet ne de çok partili dönemde, bu özerklik, lslam'ın ve Kürt bölücülük tarafından te­ tiklenen, Cumhuriyet'in bekçiliği refleksi­ ne atıfta bulunularak kazanılmadı. Çün­ k ü , karşı h egemonyacı da olsalar, bu akımlar rejimi tehdit edici bir profilde al­ gılanmadılar. 1945'ten 1 990'lara kadar sü­ ren Soğuk Savaş ve sonrası dönemde, NA­ TO'nun güçlü bir müttefiki, Sovyetler Bir­ liği'ne sınır bir ülkenin askeri yapısı ola­ rak TSK, iktidar alanını " cumhuriyetçi refleks"ten çok anti-komünist tepkilere dayanarak yaydı. Ancak " Cumhuriyet bekçiliği" rolü sol hareketleri veto reflek­ sine ve 1 990'larda da siyasal lslam'a tepki­ ye dönüşünce şu soruya cevap bulma ihti­ yacı da kendini belli etmeye başladı: Aca­ ba bu bekçilik işlevi kurumsal bir inanca ve bilince dönüştürülerek, kuşaktan kuşa­ ğa devredilen bir "ethos" mu, yoksa aslın­ da TSK'nın varlığını meşru kılan bir "mi­ tos" mudur? Buna cevap bulmanın bir yo­ lu orduların "kendi"lerini anlamaya çalı­ şan kavramsal çerçeveler olabilir. Soğuk Savaş döneminde Latin Ameri­ ka, Orta ve Uzak Doğu ordularının artan· siyasal güç ve hırslarını incelemeye alan onlarca araştırmacıya göre bu silahlı kuy­ vetlerin siyasal özerklikleri, kurucu felse­ fe ve kurumları koruma refleksinden de­ ğil, hızlı modernleşmenin getirdiği sosyal ve ekonomik değişime statükonun ayak uyduramamasından kaynaklanan otorite boşluğunu doldurma refleksindendi. 13 Kendi dışlarında oluşan bir bunalıma ce­ vap vermekteydiler. Askeri yönetimler iş­ başındayken ya da sivil rejime geçiş ko­ şulları hazırlandıktan sonra siyasal ve sosyal yaşamda oluşan daralma ya da ge­ rilemeler ise, askeriyenin değil seçilen ik­ tisadi modelin ya da kurulan ittifakların eseri olarak değerlendirildi. Orduların kurumsal ya da topluluk bilincinin, ru­ hunun, özelliklerinin, ideolojisinin ba­ ğımsız bir ivme kazanabileceği üzerinde çok fazla durulmadı.

z

M

Orduları anlamak ve açıklamak için onların "kendi"lerine bakma perspektifini benimseyenler ise çelişkili ya da yetersiz analiz çerçeve ve araçları ile çalıştılar. Çevre ülkelerin silahlı kuvvetlerinin artan siyasal ağırlığı, kurumsal otonomilerinin korunması kaygısından hareketle açıklan­ mak istendi. Tartışmanın bir ayağında Sa­ muel Huntington'un öncülüğünü yaptığı, profesyonelliğin asker-siyaset ilişkileri üzerindeki belirleme gücü etkeni yer aldı. Huntington'a göre hiyerarşisi köklü, bü­ tünlüğünü koruyan, uzmanlaşmış ve sivil ile askeri alanları birbirinden ayırmış bir ordu, iç ve dış siyasete müdahale yatkın­ lığı geliştiremez (Huntington, 1957). Ba­ tı'daki modeli açıklayan bu tezin karşıtına göre ise sivil ve askeri alanların böylesine kalın bir çizgi ile ayrıştırılmaları müm­ kün değildir. Orduların kendileri hem bi­ rer küçük sosyal sistem oluşturur ve bu­ nu korumaya alır, hem de içinde yer aldı­ ğı büyük toplumsal sistemle bütünleşip uyum sağlar Qanowitz, 1971). Ayrıca, So­ ğuk Savaş döneminde Latin Amerika'da yürürlüğe giren ve orduların işlevini dış tehditten (komünizm) onun uzantısı sa­ yılmaya başlanan iç güvenliğe kaydıran yeni profesyonellik anlayışı ile ordular, ABD'nin mali yardımı ve eğitim program­ larından da yararlanarak, uzmanlıklarını, siyasal iktidarlarını yaymak ve yükselt­ mek için kullandılar (Stepan, 1 973) . So­ ğuk Savaş sonrası dönemde iç güvenlik, hedefini değiştirerek ayrılıkçı hareketleri içine aldı. Üstelik küçülmüş ama daha et­ kin vuruşan, özel istihbarat örgütlerini geliştirmiş, kendini ülke meselelerinde daha bilgili, yetkili ve sorumlu hisseden bir subay kadrosu belirdi. Yaptıkları sa­ vaşlar etnik kaynaklı, düşük yoğunluklu iç savaşlar da değil. Kimlikler üzerinden, silahlı kuvvetlerin iktidarlarının ve varo­ luş koşullarının yeniden üretildiği siyasal nitelikli savaşlar. Dolayısıyla profesyonel­ lik düzeyi dorukta olan orduların, böyle olmayanlara göre, siyasal iktidarlarını ve

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

kolektif militer varlık ve kültürlerini da­ ha kolaylıkla sürdürebilecekleri açıkça kendini göstermekte. Orduların kendilerini irdelemeye dö­ nük perspektif, Soğuk Savaş döneminin ideolojik çerçevesine bağlı kalarak, bir de orduların toplumsal kökenine inip, aske­ rin ulusal çıkarı hangi sınıfsal bağlantılar üzerinden formüle ettiğine eğildi Qohn­ son, 1962). Amerikan sosyal bilimcilerin demokrasinin güçlendirilmesi açısından orta sınıflara bağladığı umudu doğrulat­ ma gayreti içinde olan bu tartışma, bir çok ülkede ve özellikle Türkiye açısından yetersiz bir açıklama çerçevesi sundu. Si­ lahlı Kuvvetler'in herhangi bir sınıfın ba­ sit bir aracı olmak yerine hem ülke çıkar­ larını hem de kendi içsel çıkarlarını çeşitli baskılardan bağımsız bir biçimde formüle edebilme yeteneğini görmezlikten geldi. En önemlisi, kendi sınıfsal kökenlerini aşabilmesinin gerisinde yatan temel nede­ ni ihmal etti: Herhangi bir ülkenin askeri kurumunun siyaseten belirleyiciliğini sağ­ layan husus toplumsal çelişkiler arenasın­ daki stratejik konumudur. TSK'nın kapi­ talist iktisadi yapı ile bütünleşmesine "kurumsal çıkarlarının kendisi" olarak bakanlar da sebep-sonuç ilişkisini tersyüz etmekteler. 1 4 TSK'nın OYAK aracılığıyla kapitalist ilişkiler ve çıkarlar geliştirmesi, "siyasal" nitelikli bir özerkliğin ve müda­ hale potansiyelinin nedeni değil sonucu­ dur. Kurucu paradigmanın temel payan­ dalarını koruma işlevinin tarihsel bir zih­ niyet olarak içselleştirilmiş olmasını ve bunun sürekliliğini açıklayamaz. TSK'nın belirli bir siyasal ideolojinin taşıyıcısı gibi değil, kendi kolektif varlığını ve gücünü sürekli kılabilmek için tam tersine, yani ideolojiler ve siyasetlerüstü bir duruş içindeymiş gibi görünmeyi nasıl başardı­ ğını da cevaplayamaz. Türkiye siyasetinde ordu lehine oluşan denge, TSK'nın kurumsal varlığını yeni­ den üretme kaygısı ile, bu kaygı da laik ve modern bir rejim kimliğini koruma-kolla-

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

ma misyonu ile sıkı bir biçimde bağlantılı­ dır. Askeriyenin sol siyaset-merkez sağ-si­ yasal lslam-liberaller-aydınlar gibi çok ge­ niş bir hedefler spektrumuna karşı savaş­ ması, eksik tasavvurlu bir demokrasi pro­ jesiyle hareket ettiğini gösteriyor. lrtica ve bölücülük, askeriyenin varlığına ve muha­ fız rolünün meşruluğuna hizmet eden tehditler olarak algılandığında da şöyle bir sonuç çıkmakta: Hep "öteki"ler bulan ve onlar karşısında hukuk devleti güvencele­ rini yeterli bulmayarak müteyakkız duran bir rejimde asker-siyaset ilişkisi hep geri­ limli olmaya mahkum. Dolayısıyla, koru­ naklı bir rejim, korunacak vatandaşlar, ya­ şam biçimleri, değerler, taahhütler, ku­ rumlar dernek oluyorsa, bunu gerçekleşti­ recek kurum olarak askeriyenin konumu daha da şiddetli bir biçimde korunacak demektir. Ancak bu mantıktan yola çıka­ rak, Cumhuriyetçi reflekslerin subay kad­ rolarınca samimi bir biçimde içselleştirilip bir mililer altkültür normuna dönüşmedi­ ği de söylenemez. Varoluşunu sürdürme anlamında kurumsal çıkarın korunması kaygısının da bu kültürle iç içe geçtiğini düşünmek gerekiyor. Bu son argümanın en mükemmel örne­ ği, AB'nin TSK lehine oluşmuş dengeyi AB-Türkiye bütünleşmesi yolunda kilit sorun olarak algılamaya başlamasıdır. Ko­ penhag Kriterlerindeki dolaylı atıfların dışında son Katılma Ortaklığı Belgesinde ve llerleme Raporlarında MGK'nın faali­ yet ve yetkisinin daraltılması, genelkur­ may başkanının başbakan yerine milli sa­ vunma bakanına karşı sorumlu olması ve savunma ve güvenlik konularında parla­ menter denetimin optimal bir düzeye çı­ karılması talepleri yer almakta. Daha da önemlisi, yeni iç tehditler olarak algıla­ nan Kürt milliyetçiliği ve siyasal lslam'a karşı yürütülen savaşımlarda demokratik ilke ve normların askıya alınmış olması ve insan hakları ihlalleri, AB ile bütünleş­ me yolunda en kayda değer engeller ola­ rak ortaya konmakta.

1 75

K

M

A

z

M

1 76

da bir ülke" olduğu, Kürt terörüne karşı

TSK'nın Cumhuriyet'e bekçilik misyo­ nu ile ifadesini bulan siyasal rol ve öne­

"geçici" ve "sistematik olmayan" insan

m i , Cumhuriyet'in kendi tasarımı olan

hakları ihlalleri yapılmış olabileceği argü­

"Avrupalılaşma"ya ters düşmüyor mu?

manlarıyla çıkması, resmi ideolojinin ta­

Cumhuriyet'in temel proj esinden, "irtica"

şıyıcılarının, Batılı normlara itiraz ve ret

ve "bölücülük" gerekçeleriyle tırmandırı­

aşamasından, savunmacı ve tartışmacı bir

lan savaşlardan dolayı vazgeçiliyor mu?

aşamaya geç tiğini göstermektedir.

Cevap olarak, yukarıda vardığımız sonuç ile paralellik gösteren iki noktayı sapta­

RESM1 SÖYLEM1 YENiDEN ÜRETMENiN EN ETKlN ARACI: "ÔTEKl"Nl KlM, NASIL TAYIN ETMEKTE?

mak mümkün: TSK'nın Avrupalılaşma ile ilişkisi kendi varlığını koruma düşüncesi­ nin dolayımı ile beli rlenmektedir. Katıl­ ma sürecini kontrol edebileceği sürece

Soğuk Savaş döneminde "dış güvenlik"

s o n:ıca olum lu bakmakta, yani birçok

savunma ile eş anlamlıydı. "lç güvenlik"

alanda köklü değişim gerektiren bir süre­

ise yalnızca periferi ülkelerde yürürlüğe

ci bütün olarak değerlendirememektedir.

konan, devleti "uluslararası komünizmin

Ancak bir ikinci boyuttan soruna baktığı­

içerdeki uzantılarına" karşı koruyan bir

mızda biraz daha farklı bir değerlendirme

kavramdı. Soğuk Savaş sonrasında Ba­ tı'daki güvenlik anlayışı giderek demok­

yapmak mümkün. TSK hiyerarşisinin, eleştirilere karşı "Türkiye'nin i ç ve dış tehditlerle çevrelenmiş çok özel konum-

·

rasi ile bağlantılandırılmakta, güvensiz­ lik ise demokrasisiz ortamlarda p a tlak

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

veren ve interdisipliner bir açıdan görül­ mesi gereken bir durum olarak nitelen­ dirilmekte. Savaş, barış, ulus-devlet ve vatandaşlık kavramları, güvenlik çerçe­ vesi içinde yeniden tartışılırken, ordula­ rın yapısı, misyonları ve kimlikleri üze­ rinde de yeniden düşünülmeye başlan­ d ı . 15 B a tı'da ulusal güvenlik giderek uluslararasılaştı; bölgesel ve küresel den­ geleri tehdit eden etken, uzaklarda bir yerlerde beliren "yeni savaşlar" olmaya başladı. Barışı sağlamak ve korumak için yapılan müdahaleler, insani yardım, te­ rörle ve uyuşturucu trafiği ile mücadele, orduların misyonlarını devlet merkezli olmaktan çıkararak toplum-merkezli kıl­ maya başladı. Bu tür bir misyonun, sivil­ ler ile askerlerin alanlarını titizlikle ay­ rıştıran Batı'da, büyük bir çalkalanmaya neden olması kaçınılmazdı. Türkiye'ye gelince: Bu ülkenin Cumhu­ riyetçi modernleşme politikası bizatihi güvenlik-merkezli bir kontrol stratejisine dayanageldi. Dolayısıyla ulusal güvenliği tehdit eden öğeler ve onlara karşı oluştu­ rulan güvenlik stratejisi, kurucu ideoloji­ nin yeniden tanımlanma koşullarını oluş­ turdular. Aralarında simbiyotik bir bağ oluştu. Tehdit algılanmasında ve güvenlik arenasında bir tırmanma, askeri cenahın kurumsal ve siyasal özerkliğinde de bir artışa neden olageldi. Ulusal güvenlik, Soğuk Savaş'tan bu yana, Cumhuriyetçi kavrayışa göre, siya­ sal, sosyolojik, kültürel, diplomatik, ikti­ sadi ve hukuksal alanları da kaplayan çok geniş bir kavramdır. Nitekim bu kav­ ram -Anayasada değil, 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu'nda­ şöyle tanımlanmıştır: "Ulusal güvenlik, devletin anayasal düzeninin, milli varlı­ ğının, bütünlüğünün, milletlerarası alan­ da siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hu­ kukunun her türlü iç ve dış tehditlere karşı korunması ve kollanmasını ifade eder. " 1 6 Batı orduları, savaş-merkezli iş-

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

!evlerini büyük ölçüde yitirmeleri nede­ niyle askerlik dışı, yani topluma hizmete yönelik alanlara kayarken, diğer sivil ku­ rumlardan farklı olmadıkları da vurgu­ landı. Halbuki TSK için askerlik dışı alanlarla ilgilenmek, ulusal güvenlik an­ layışının bir gereğidir ve ordunun top­ lumsal gruplarla eşitliğini değil, onlardan ayrıcalığını vurgulamaya hizmet eder. Soğuk Savaş sonrasının daha az gergin ortamında TSK ve rejim açısından ulusal güvenlik kavramının tanımı, uygulan­ ması ve siyasal sonu çları konusunda açıklığa kavuşturulması gerekli iki soru var: 1. Ulusal güvenlik, iç ve dış tehdit­ lerle ilişkili bir olgu olduğuna göre, Tür­ kiye'ye yönelik tehditlerin ve dış ve iç düşmanlara karşı oluşmuş güvensizliğin azaldığını düşünebilir miyiz? 2. Ulusal güvenliğe tehdit unsurlarını ve güvenlik politikasını belirleyen ve uygulayan oto­ rite hangisidir? Birinci soru, başlı başına bir sorun. Çünkü asıl meselemiz Türkiye'ye tehdit­ lerin azalıp azalmaması değil. Tehdit algı­ lamasını yapan ve ulusal güvenlik strate­ jisini onu üzerine kurgulayan ajanın kim­ liği. Çünkü ulusal güvenlik, objektif kri­ terlerle belirlenebilen bilimsel bir olgu değil. Öznel algılayışları, entelektüel bir birikimi, yaşama bakış felsefesini yansıtır. Kimin üstlendiğine bağlı olarak iktidar sahiplerini, dengesini, dağılımını, ideolo­ jisini hem belirler hem de açığa vurur. Ki­ min oluşturduğuna ve formüle ettiğine bağlı olarak içeriği ve dolayısıyla hizmet ettiği amaçlar değişir. Türkiye'de, yasal olarak, ulusal güven­ liği belirleme ve uygulama yetkileri sivil hükümete değil MGK'ya verilmiştir. Bu husus, hem Anayasanın 1 18. maddesin­ de hem de 2945 sayılı MGK ve MGK Ge­ nel Sekreterliği Kanunu'nda şöyle belir­ tilmiştir: "Ulusal güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere u laşması amacı ile MGK'nın belirlediği görüşler dahilinde, bakanlar kurulu tarafından tespit edilen

1 77

K

1 78

M

A

iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti ifade eder. " 1 7 B u strateji, 1 992'den b u yana Milli Gü­ venlik Siyaseti Belgesi adıyla anılan bir resmi belgenin muhtevası olarak kamu­ oyuna açıklanmakta. Soğuk Savaş döne­ minde Batı'da Yunanistan, Doğu'da Sov­ yetler Birliği o larak b elirlenen tehdit odakları, Soğuk Savaş sonrasında 18 Ka­ sım 1992 tarihli belge ile yenilendi ve tehdit odağı olarak Kürt milliyetçiliği ve terörü tayin edildi. Ulusal güvenlik anla­ yışı 29 Nisan 1 997'den başlayarak MGK tarafından değiştirilerek "irtica" öncelik­ li tehdit düzeyine çıkarıldı. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası Türkiyesi'nde ulusal güvenlik stratejisinin askeri ağırlıklı mi­ marları, Türkiye'ye yönelik iç ve dış teh­ ditlerin azalmadığı konusunda birleş­ mektedirler. Milli savunma bakanlığının iki yılda bir yayımladığı Beyaz Kitap'ta, Bakan Sabahattin Çakmakoğlu imzasıyla yayımlanan ancak askeri hiyerarşinin bakış açısını da yansıtan düşünce bunun yazıya dökülmüş kanıtı: "Dengelerin de­ ğişim sürecinde olduğu Ortadoğu, Kaf­ kaslar ve Balkanlar gibi istikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu bir bölgenin ortasın­ da yer alan Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde de terörizm ve radikal dinci akımlar, etnik farklılıklardan kaynakla­ nan bölgesel çatışmalar, kitle imha silah­ ları ile uzun menzilli füzeler gibi risk ve tehditleri dikkate almak zorundadır. "1 8 Soğuk Savaş sonrasında gevşemeyen · bir Türkiye, 2 1 . yüzyıla normalleştirilmemiş asker-sivil ilişkileri ile girmek du­ rumda. Ülkenin büyük iç ve dış tehditlere maruz bulunduğunu ortaya koyan söy­ lem, aynı derecede sık tekrarlanarak top­ lumun belleğine kazılmak istenen "ülke-

z

M

nin jeostratej ik önemi" söylemi ile koşut olarak sürdürülmekte. Türkiye'nin NA­ TO'nun bir kanat ülkesi konumundan çı­ karak Avrupa'yı Asya'ya bağlayan Avrasya kuşağında merkezi bir cephe ülkesine dö­ nüştüğü ve Avrupa güvenlik mimarisi üzerinde tartışılmaz bir öneme sahip ol­ duğu savunulmakta. 1 9 Son söz olarak ulusal güvenlik strateji­ sinin oluşturuluş biçimine ve oluşturucu ajanlara dikkat çekmenin yaşamsal öne­ mini vurgulamak isterim. Çünkü, Cum­ huriyet paradigmasının nasıl ve hangi aktörler tarafından yeniden, nasıl ve ni­ çin tanımlandığına ve uygulandığına ışık tutacak en sağlıklı değişken, güvenlik ya da güvensizlik politikalarıdır. Batı gele­ neğinde askeri kesim, düşmanın oluştur­ duğu tehdidin doğasını tarif eder, ancak ülkenin tehdit altında olup olmadığına ve tehdit altında ise buna nasıl bir cevap verileceğine karar veren sivil otoritedir. O coğrafyalarda, iç ve dış tehdidin ve o temeller üzerinde inşa edilen ulusal gü­ venlik politikasının askeri bürokrasinin egemenliğinde belirlenmesinin sakıncalı olduğu düşünülür, çünkü bu durumun, silahlı kuvvetlerin kendi kurumsal ve va­ roluşsal çıkarlarını koruyabilmek için abartılı tehdit değerlendirmesi yapması­ na ve optimum üstü bir kuvvete sahip ol­ masına yol açacağından endişe edilir. Ay­ rıca, tehdit algılayışını ve ona cevap oluş­ turan poli tikalarının formülasyo nunu kendi tekeline alan herhangi bir ordu­ nun, siyasetin özünü ve usulünü, yani yaşamsal önemi olan bütün konuların aşağıdan yukarıya tartışma, diyalog, ikna ve uzlaşma yolu ile belirlenmesi ilkesini ihlal ettiği kabul edilir. O

E G E M E N

1 D E O L O J ·ı

V E

T O R K

S I L A H L 1

K U V V E T L E R 1

D İ P N OTLAR Bu konuda biri lngilizce, diğeri Türkçe iki yazı için bkz. Ümit Cizre Sakallıoğlu, "The Anatomy of the Political Autonomy of the Turkish Military, " Comparative Politics, 29, 2 (Ocak 1 997) ve Ümit Cizre Sakallıoğlu, "Ordu ve Siyaset, "

9

Cumh uriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi-

10 Nurcan Akad, "O Gece 9", Türkiye'yi Sarsan Geceler Yazı Dizisi, 14 Temmuz 1 994, Hürriyet.

Yüzyıl Biterken, Cilt 1 5, (iletişim Yayınları: Istanbul, 1 996), s. 1 248-1252. 2

Süleyman Demirel'in gazeteci Cüneyt Arcayürek'le mülakatı. Bkz. Cüneyt Arcayürek Açıklıyor, 1 0, Demokrasi dur, 12 Eylül 1 980 (Bilgi yayınevi: Ankara, ikinci basım, 1 990), s.. 431 .

3

Bkz Lale Sarıibrahimoğlu, "New Horizons", Jane's Defence Weekly, 28 Şubat 200 1 .

4

Silahlı kuwetlerin demokratik kontrolüne ilişkin, özellikle Orta ve Doğu Avrupa üzerine büyüyen bir literatür, örgütlenmeler, seminerler ve atölye grupları mevcut. Bir örnek olarak, The Report on the Conference on Democratic Control of Armed Forces in Central Eastern Europe: Civil - M i l itary Relations and Defence Planning in the New Era , Kiev, Ukrayna, 24-27 Mart 2000. Bu konferans NATO, lngiliz Savunma Bakanlığı ve Kiev'deki Doğu-Batı Enstitüsü isimli sivil toplum örgütünce düzenlenmiştir.

5

Erken Cumhuriyet döneminde ordu-siyaset ilişkilerinin gerçekçi ve doyurucu bir analizi için bkz. D. Lerner ve Richard Robinson, "Swords and Ploughshares-The Turkish Army as a Modernizing Force," World Politics, 13, (1 960-61); Dankwart A. Rustow, "The Army and the Founding of the Turkish Republic," World Politics, 4 (Temmuz 1 959).

6

Prof. Tarık Zafer Tunaya ile söyleşi. Söyleşiyi yapan Zafer Toprak, "Tüm Fikirler Serbestçe Açıklanabilmelidir.,'' 20 Şubat 1 983 Milliyet.

7

Kemal Karpat, "The M i l itary and Politics in Turkey:1 960-64: A Socio-Cultural Analysis of a Revolution," American Historical Review, 65 (Ekim 1970), s. 1 662; Kemal Karpat, "Military lnterventions: Army-Civilian Relations in Turkey before and after 1 980," A. Evin ve M.Heper, derleyenler, State, Democracy and the Military in Turkey in the 1980's (Walter de Gruyter: Berlin, New York, 1 988), s. 1 38.

B

D. Lerner ve R. Robinson, "Swords and Ploughshares", s.42

Cem Eroğul, "The Establishment of Multiparty Rule" 1 945-71," lrvin Schick ve Ahmet Tanak, derleyenler, Turkey in Transition, New Perspectives (Oxford University Press: New York, Oxford, 1 987), s.1 18

1 1 Nurcan Akad, "O Gece 9 " 1 987 yılında Başbakan ôzal'ın danışmanı olan Güneş Taner'in anlattıkları. 1 2 Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu' nun Cumhuriyetin 75. yıldönümü nedeniyle Sabah gazetesi okurları için kaleme aldığı mesaj. "Uyanık ve Tetikteyiz", 3 0 Ekim 1 998, Sabah. 13 Modernleşme, bunalım ve askeriyenin artan özerkliği konusunda soğuk savaş literatürüne örnek olarak bkz : Samuel Huntington, Political Order in Changing Societies (Yale University Press: New Haven, 1 968), Samuel Finer, The Man on Horseback: The Role of the Military in Politics ( Pall Mali: Londra, 1 962) , derleyenler Leonard Binder, et al, Crises and Sequences in Political Development (Princeton University

Press: Princeton, NJ, 1 971).

14 Gencay Şaylan, "Ordu ve Siyaset : Bonapartizmin Genel Kültürü," Bahri Savcı'ya Armağan (Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları: Ankara, 1 988). 1 5 Güvenlik kavramına ilişkin olarak ordulardaki değişimi incelemek için bkz. der. Charles Maskas, et al, The Postmodern Military (Oxford University Press: Oxford, 2000); derleyenler Mary Kaldor ve Basker Vashee, Restructuring the Global Military Sector, Sayı 1 : New Wars (Pinter: Londra ve New York, 1 997); Mary Kaldar, derleyenler; Ulrich Albrecht ve Genevieve Schmeder, Restructuring the Global Military Sector, Sayı 2: The End of Military Fordism (Pinter: Londra ve New York, 1 998); Mary Kaldor, ed. Restructuring the Global Military Sector,

Sayı 3: Global lnsecurity (Pinter: Londra ve New York, 2000 ). 1 6 Resmi Gazete, sayı 1 82 1 8, 1 1 Kasım 1 983. 1 7 Resmi Gazete, sayı 18218, 1 1 Kasım 1 983. 18 Beyaz kitap 2000, Milli Savunma Bakanlığı, s. 1 . 1 9 A.g.e., ikinci Kısım.

1 79

Ordu ve Resmi A tatürkçülük D O G A N A K YA Z

1 80

Atatürkçülüğün Türkiye'nin siyasal gelişi­ minde demokratikleşme sürecini bazı bi­ çimlerde genişletici rol oynadığı gerçeğin nasıl bir yüzü ise, egemen ideoloji olarak rolünün, bu bağlamda bir sorun kaynağı olduğu da diğer yüzüdür. Tam da bu nok­ tada, tarihsel ve teorik/hukuki zemin üze­ rine oturttuğu görevini yalnızca ülke top­ rakları n ı ve bağımsızl ı ğ ı n ı d ış güçlere karşı korumakla sınırlı görmeyip rejimi ve Atatürk İlke ve İnkılaplarını -Atatürkçü lü­ ğü- korumayı da üstlenen ordunun Ata­ türkçülük perspektifinin hangi parametre­ lerde ortaya çıktığı açıklanmaya muhtaç­ tır. Konu ordunun rej im içi ndeki işle­ vi/konumu bağlamında ve mukayesel i olarak ele alınabilir. Atatü rk'ün siyasal ve sosya l reform programının temel i l kelerine daha resmi ve doktriner bir nitelik kazandırma- ide­ o l oj i k formülasyon-çabalarında 1 9 1 91 938 yıl ları oluşma ve bir dereceye kadar da incelenme yılları olmuştur. Atatürk dö­ nemi olarak isimlendirilen bu dönemde ordu 1 9 1 9-1 925 arası nda Kemalist devri­ min destekleyici silahl ı gücü ve en güçlü dayanağı; 1 925-1 938 arası nda ise eseri­ nin koruyucu gücüdür. 1 945-1 960 yı l ları arasında Atatürkçülük ideolojisi adına ba­ zı öneml i gelişmeler kaydedilmekle bir­ l i kte daha az ça l ışmanın yapıldığı, ço­ ğunlukla aktarma çerçeves i nde kaldığı yıllardır. Bu yıl larda siyasal sistem içinde ordunun konumunu bel irleyen olay, önce Kemalist devrimin bekçil iği nden ardın­ dan da iktidar ortakl ığından uzaklaştırı l­ mış o l masıdır (Ki l i , 1 9 75 : 23; Ozdağ, 1 991 : 43, 1 26, 1 47) Çok parti li yarışmacı siyasal yaşamla birlikte siyasal elitin artık daha çok bürokrat aydı nlar ve bürokrat-

!aşmış devrimcilerden oluştuğu düşünül­ düğünde iktidar ortakl ığından çıkarıl ma­ nın zaten ordunun yapısal sorun ları ve profesyonel kaygılar yüzünden görece ra­ dikal ize olmuş subay heyeti üzerinde et­ ki l i sonuçlar doğurması zor olmadı. Zira ordu İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ge­ leneksel yapısından koparak Amerikan usul ve prensipleri doğrultusunda yen i­ den olma organize süreci içi ndeyd i . Söz konusu süreç silah, araç-gereç ve tekno­ lojik değişim yan ı nda su bay heyeti n i n zihniyetini d e derinden etkilemişti. Nite­ kim siyasal iktidara karşı ilk gizli örgüt­ lenmelerin bu yıllarda açığa çıktığını, De­ mokrat Parti iktidarı n ı n i l k yıl larındaki gevşemenin ardından 1 950'1erin ortala­ rından itibaren büyük bir ivme kazanarak siyasal düzene müdahale ile 1 960'da zir­ veye u laştığı n ı b i l iyoruz. Bu bağlamda 1 960 yılı ordu ve Atatürkçülük ideolojisi ilişkisinde en önemli kilometre taşların­ dan birisidir. Her ne kadar DP hükümetinin orduya karşı bel irgin duyarsızl ığı n ı n Atatürk' ü gözden düşürmeyle eşanlamlı olduğun u otomatik olarak varsaymak mümkün ol­ masa da 27 Mayıs müdahalesinde genç subayları siyasi iktidara karşı gizl i örgüt­ lenmelere götüren nedenlerden öneml i birisi b u subaylarda yer eden, iktidar par­ tisi nin Atatürk devrimlerine özell ikle la­ ikl iğe karşı tavır almış olduğu inancıydı. Örgütlenme sürec inde birçok gru b u n amaçları arasında Atatürkçülüğün korun­ ması veya yeniden ca nland ırı iması yer almıştı. Örneğin orduda reform yapmak ve gelecekteki gelişmeler karşısında her­ hangi bir müdahaleye hazır olmak amacı taşıyan Harp Akademisi örgütünün çekir...

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

dek kadrosu 1 956 yı l ında "Atatürkçü ler Cemiyeti" adıyla bir araya gelmişti. Mü­ dahaleden sonra da bu subaylar kendile­ rini yalnızca devleti değil, Atatürk ilke ve inkı laplarını da korumaktan sorumlu gör­ müşler ve müdahaleyi bu temelde gerek­ çelendirmişlerdir. Orhan Erkanlı'nın ifa­ desiyle belirtmek gerekirse 27 Mayısçı lar "Atatü rkçülüğün arkasına sığı narak ve kendisine hakem görevi vererek işe baş­ lamışlardır" (Erkanlı, 1 972: 1 43). Böyle­ ce 27 Mayısçı subaylar ordunun müda­ halec i l i k mirasına yeni bir öğe katarak bir anlamda kend i l erinden sonraki ler için traj ik sonuçlara yol açacak bir emsal yaratıyorlardı. Atatürk ilke ve inkılaplarının korunma­ sı düşüncesi müdahaleden hemen sonra kurulan MBK'ya yansımıştır. Komite üye­ leri arasında anlaşmazlıklar ve tasfiyeye kadar giden fikir ayr ı l ı klarına rağmen, üzerinde anlaşma sağlanan bir konu var­ sa o da, "Atatürk ruhunun canlandırı lma­ sı ve halkın Atatürk ilke ve inkı laplarına bağl ı l ığının güçlendirilmesi" gereği idi. Nitekim bu anlayış i l k kez Ülkü ve Kül­ tür Birliği kurulması için hazırlanan ka­ nun tasarısında ortaya konmuştu. Tasarı­ ya göre kurulacak olan "Türkiye Ülkü ve K ü l t ü r B i r l i ğ i G e n e l Başka n l ı ğ ı " n ı n amaçlarından birisi "Atatürkçü ruh ve ül­ kü yolundaki devrim ideal ini yaymak" idi. Teklif Komite'de bölünmeye neden oldu ve yarattığı tepkiler sonucu geri çe­ kildi. Fakat en azından "Atatürk reform­ larının daha sıkı bir merkezi kontrolle ele alınması" na yönelik eği l imleri gösteriyor­ d u (Wei ker, 1 9 6 7 : 1 5 4-1 6 1 ; Oz­ dağ, 1 997: 363-367). Atatürkçülüğün radikal subaylarca or­ du hiyerarşisine ters darbe girişimlerinin meşrulaştırılmasında bir araç olarak kul­ lan ı lmasının en açık ve ilk örneği Talat Aydem ir'in darbe girişimlerinde görülür. İlk darbe girişiminde (22 Şubat 1 962) bir eksiklik olarak ortaya çıkan darbeye ide­ olojik bir temel verme gereğini kavrayan Aydemir; "Atatürk sağ olsaydı, o da böyle

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

yapard ı", "Atatürk sağ olsa idi, bugünkü memleket gerçekleri karşısı nda tekrar Samsun'a ayak basar ve mücadeleye yeni baştan girişirdi. Bizde kendimizi af ettire­ mezd ik" ( Cumhuriyet, 1 O Kasım 1 962; Aydemir, 1 96 8 : 208) d iyerek n iyeti n i n ipuçlarını veriyordu . Nitekim iki ncisi n i n (21 Mayıs 1 9 63) hazırlıkları sırasında "Kemal izm Doktri­ n i " adıyla bir b i l d i ri hazırland ı . Harp Okulu ve genç subayları kazanmak ama­ cıyla hazırlanan bildirinin nasıl kullanıl­ dığını Aydemir şöyle açıklamıştır. "Zaten eskiden Silahlı Kuvvetler içi nde kuru l u bulunan teşkilatımızı yeniden daha güve­ nilir tarzda küçük rütbelerden başlamak üzere yukarı doğru reorganize ediyorduk. Bu teşkilat Türk ordusunda (Kara-Hava­ Deniz-Jandarma) olmak üzere dört kuv­ vet içinde genç kuşaklar arasında çığ gibi gelişiyordu. Kısa zamanda çok iyi netice­ ler almıştık. Hele Kemalizm doktrini yayı­ l ıp dağıtı ldıktan sonra bu gelişme iki kat daha artmıştı. Çünkü bundan evvel ordu­ da yapı l a n çal ışma larda böyle esas l ı doktrin fi kri n kaleme al ı nmış değ i l d i " (Aydemir, 1 968: 1 68). Ne var ki bildirinin Aydemir'in bekle­ diği oranda etki yaratmadığı açıktır. Aslın­ da etkisi yal n ızca Kara Harp Oku lu öğ­ rencileri ile Tank Okulu'ndaki subaylarla sınırlı kalmıştır. Bununla birlikte önemli olan bir subayın Atatürk'ün adını ve Ata­ türkçülüğü bir darbenin "maskesi" olarak kullanabi lmesidir. Topl umun büyük bir bölümünün ide­ olojik kutuplaşmayla karakterize olduğu yıl larda Atatürkçülüğün radikal düşünce ve eylemlerin meşruiyet aracı olarak kul­ lanılması çabaları daha da arttı . Özel likle 1 960' 1 1 yı l ların ikinci yarısından itibaren fikri bakımdan yayınlanan kitaplar Cum­ huriyet tarihini yalnızca siyasi ve askeri yönüyle değil, sosyokültürel ve ekonomik yanıyla da ele almaya başlamıştı. Ülke sorunları na çözüm olarak i leri sürülen görüşler kon u ları çoğunlukla "Kema list perspektifle" ele ald ıkları iddiası ndaydı-

1 81

K

1 82

E

M

A

lar. Genel l ikle Atatürkçülüğün "Tam Ba­ ğımsızl ık" ve "Mi l li Egemen l ik" i lkeleri öne çıkartıl ıyor, bu ilkeler üzerinden çok geniş bir yelpazedeki görüşler Atatürkçü­ lük ile bağdaştırıl ıyordu. Soğuk Savaş dö­ nem i n i n etkisiyle ideoloj i hemen her alanda belirleyici unsurdu. Sol ideolojiler bu dönemde ün iversite öğrencileri için olduğu kadar askeri öğrenci ve genç su­ baylar için de çekiciydi . Oysa aynı dönemde askeri öğrenci ve genç subaylara verilen Atatürkçü lük eği­ tim anlayışı onun kişi l iği ve askeri dehası üzerinde yoğun laşmaktan, yan i Atatürk ruhuyla subaylar arası ndaki özel il işkiyi vurgulayan bir anlayıştan öteye gitmiyor­ du. İdeolojik içerikten yoksun bir Atatürk­ çülük perspektifi yolunu arayan genç su­ bay ve askeri öğrenciye artık doyurucu gelmemeye başlam ıştı . Ordu açısından bunun anlamı ve sonucu; yapı taşının en önemli u nsurunu oluşturan personelinin, şu veya bu şekilde Atatürkçü lükle bağ­ daştığı iddiası ndaki çeşitli "yıkıcı" ideolo­ j i lere angaje olması ve ordu sistem inin ideoloj ik tehdit ile yüz yüze gelmesidir. Ordunun buna ilk tepkisi, tehdit değer­ lendirmesine paralel olarak, yükselen ra­ dikal sola karşı kendi personeline komü­ nizmle mücadele etmenin araçlarını ver­ mek oldu . Bu amaçla Ekim 1 965'te Ge­ nelkurnıay Başkanı Cemal Tura!, "Komü­ nizmle Mücadele (El Kitabı)" başl ıklı kü­ çük bir broşür yayı mlad ı . Broşürün ya­ yımlandığı emirde konu ları n birlikleri n ders planlarında yer alması ve bütün as­ kerlere öğreti lmesi isten iyord u . Komü­ nizmle mücadele için aile, anayasa teme­ linde demokrasi, temiz bir Türkçe kulla­ nılması, atalara ve tarihten gelen örf ve adetlere bağlılık gibi araçlar sıralanmıştı (Genkur. Yay., 1 96 6 : 23-28) . Ancak bir araç olarak Atatürkçülükten hiç söz edil­ miyordu. Dahası bu tarihlere kadar askeri okul larda özel olarak "Atatürkçülük" hak­ kında dersler bile yoktu . 1 965- l 966'da Kara Kuvvetleri'ne bağlı okul lardaki müfredat programları baştan

L

1

Z

sona gözden geçirilmiş, bazı değişiklikler yapı lmıştı ama bunların içinde Cumhuri­ yet tar i h i n i n öğret i l mesi ta rz ıyla i l g i l i önemli sayı labilecek b i r değişikl iğe yer verilmemişti . Atatürkçü lük ile ilgi l i her­ hangi bir ders de eklenmemişti. Böyle bir ideoloj ik tedbir henüz gerekl i görülmü­ yordu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra soğuk savaşın etkisiyle "Mil li Savunma" düşün­ cesi yerini "Milli Güvenlik"e bırakmış ve bunun eğ itim alanına ya nsıması bütün ortaöğretim müfredatına Mil// Güvenlik dersleri nin konu lması olmuştu. Asi ında savaş öncesinden itibaren l ise ve dengi o ku l l a rda daha sonra Mi/il Savunma dersleri den ilen askerl ik dersleri vard ı . Fakat b u derslerde öğrencilere bazı temel asker becerilerinde pratik deneyim dah il çeşitli askeri konu larda yal n ızca temel bi lgi ler veri l iyordu . Yani Milff Güvenlik kavramı n ı n içerdiği siyasal/ideolojik bir yanı yoktu . Milff Güvenlik dersinin amacı "Türk gençliğini daha oku l çağından iti­ baren yurt savunmasına hazırlamak, mil­ liyetçi ve vatansever bir gençl ik yetiştir­ mek" idi (MEBTD, 26 Eylül 1 966). Prog­ ram ı genelkurmay tarafı ndan hazırlan­ mıştı ve ne Atatürk'ten ne de Atatürkçü­ lükten söz ediliyordu. 1 960'11 yıl ların sonuna doğru ideoloj ik kaynaklı şiddet ve terör eylemlerinin art­ ması üzerine ordu üst kademeleri ülkenin kötüye giden durumunun düzeltilmesi ve olayların önlenmesinde ordunun nasıl bir rol oynaması gerektiği konusuna odak­ lanm ıştı . Ancak komuta kademelerini kaygıland ı ran yalnızca ülkenin durumu değ i l, ayn ı zamanda ordunun iç d u ru ­ muyd u . Çünkü özel l i kle genç subaylar arasında rad ikal fikirler hızla yayıl ıyordu. Genç subaylar 27 Mayıs ve onu izleyen dönemde hükümetlerin yapamadıklarına inandı kları reform ların devrimci bir dü­ zen değişikliği ile gerçekleştirilebileceği­ ne inanmaya başlamışlardı . Aslında radi­ kal subaylardaki bu düzen değişikl iği fikri üst kademelerde bulunan bazı komutan-

M

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

!arca da paylaşı l ıyordu. Fakat komutanlar genç su baylar kadar rad i ka l deği l lerd i . Aydemir olaylarından sonra hızını kaybe­ den ama her zaman var olan ordu içi ör­ gütlenmeler yen iden başlamıştı. Üstelik önceki dönemin örgütlenmele­ rinden farklı olarak subayların büyük bir kısmı bu kez sosya l ve ekonomik politika kaygısıyla harekete geçiyordu. Atatürk ve Atatürkçülük bir kez daha askerlik d ışı faal iyetlerin gerekçesiydi. Amaçların giz­ lenmesinde ku llan ı l an bir araçtı . Örneğin 1 97l 'de Batur ile yakın il işkisi olan grup kendisine "Devrimci Kemalizm Grubu" adını verm işt i . Bu subaylar kend i leri ni "gerçek Atatürkçü" o l arak görüyord u . Batur'a göre ise grubun kurmayı düşün­ d üğü rej ime yöne l i k öneri lerin Kema­ l izmle ilgisi olmadığı gibi "Atatürk'ün ru­ hunu muazzep eder" idi (Batur, 1 985 : 2 2 1 ; Gürkan, 1 98 6 : 22 6-248; H ughes, 1 994: l l l -1 1 4) .

Böylece Aydemir'den sonra radikal su­ baylar bir kez daha Atatürkçülüğü kendi darbeleri nin meşrulaştırılmasında kullan­ maya çal ı şıyor, fakat hangi yaklaşımın gerçek Atatürkçül ükle tutarlı olduğu ko­ nusu nda yüksek komuta kademeleriyle anlaşmazlığa düşüyorlardı. Asl ı nda "Gerçek Atatürkçülük" tartış­ maları yüksek rütbeli subaylar arasında da yapılıyordu. 1 2 Mart öncesinde gene­ rallerin bir kısmı bazen gençl iğin ve mil­ letin Kemalizm etrafında toplanmasını is­ terken, Kemalizm terim inin artık kullanıl­ maması gerektiğini, çünkü solun onu is­ tismar ettiğini söyleyenler de vardı. Belir­ tildiğine göre Kemalizm yerine "Atatürk İlkeci l iği"nin kullanı lması nı öneren kor­ genera l l er b i l e o l m uştu (Batur, 1 9 85 : 2 8 2 ) . Bu tartış m a l a r i ç i n de 1 2 Mart 1 971 'e gelindi ve muhtıra veri ldi. Muhtı­ ra metn inde mevcut anarşik durumun or­ tadan kaldırıl ması ve reformların uygu­ l anması istenirken muhtı racı lar bunun "Atatürkçü bir görüşle" ele al ınması iste­ mişti. Fakat Atatürkçü görüşün ne olduğu açık deği ldi. İşte bu aşamada Atatürkçü-

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

lüğün diğer ideoloji lerden uzaklaşmada kullanı labi lecek açık bir doktrine çevril­ mesi gereği ortaya çıkıyordu . Atatürkçülüğün doktriner bir ideoloj i halinde sunulması konusunda muhtıra­ dan hemen önce sivil ve askeri akade­ misyenler tarafından önem li çalışmalar yapılmaya başlanmıştı. Örneğin Suna Kili Kemalism ad lı kitabında, Kemal izm ide­ olojisinin Atatürk'ün sağlığında yeterince sistematize edilmemesinin bugünkü karı­ şıkl ığa katkıda bulunduğunu belirtti kten sonra Atatürk'ün sözleri ve konuşmaları­ na daya l ı olarak "Kemalizm İdeo l oj isi­ nin" temel i l ke ve kavramlarını ortaya koymuştu. Kili, birbiriyle çatışan çeşitl i görüş, doktrin ve ideolojilerin bütün yan­ daşlarının Atatürkçülük ideoloj isine bağ­ lılık iddiasından dolayı, Kemalizmin çağ­ daş yorumlarının sağcıdan sosyaliste ka­ dar geniş bir yelpazeye yayıldığına dikkat çekiyordu (Kili, 1 969: 54-60). Kili'ye göre bu "sözde Atatürkçülük" anlayışıydı. Benzer şekilde İsmet Giritl i'de Kema­ lizm adlı kitabında Kemalizmi basitçe Ba­ tılılaşma olarak tanıml ıyor ve temel ilke­ sinin ideoloj ik bağımsızlık olduğunu vur­ gu luyordu. Giritli Marksizm ile Kemaliz­ min uyuşmadığını, gençliğinin aşırı sağa ve aşırı sola kaymasının Kemalizmin ye­ terince öğretilmemesinden kaynaklandı­ ğını, toplumdaki kutuplaşmayı ön leme­ nin tek yolunun "Kemal izmin bizim kur­ tuluş, kuruluş ve yeni doğuş kaynağımız­ dır" düşüncesine bağlı Atatürkçü kuşaklar yaratmak olduğunu savunuyordu (Giritl i, 1 970: 1 4, 49, 72). Kili ve Giritli gibi aka­ demisyenlerin dışında emekli albaylar­ dan mühendislere kadar daha birçok kişi Atatürkçülük üzerine kitaplar yazd ı . Ordu eliyle yürütülen çalışmalarda iki husus dikkat çekmekted ir. İl ki, bu yı llarda sivil akademisyenlerden farklı olarak or­ dunun Atatürkçülüğü henüz bir ideoloji olarak s ı n ıfl andırmaktan kaçınmas ı d ı r. Her ne kadar Atatürkçülükte diğer "sa­ pık" ideoloj i lerin karşıtı görülmeye baş­ lanmışsa da ideoloji yerine "dünya görü-

1 83

K

E

M

A

şü" ya da "düşünce s istem i" kavramları terc ih ed i l d iği görü l ü r. Bunda şüphesiz

I

Z

lenmesi gere k l i görü l med i . Fakat 1 960 yıllarının sonlarında soldan (ve aynı za­

ideoloji sözcüğün ü n Kom ü n izm ve Fa­

manda sağdan) gelen tehdit daha endişe

şizm gibi total iter/otoriter ideoloj ileri çağ­

verici olmuştur. Nitekim, 1 970'1erin baş­

rıştırması n ı n etkisi büyüktü.

larında Atatürkçülüğün işlenmesi gereği

İkinci nokta, Atatürkçülüğe daha fazla

duyulmuştur. O zaman asker kesimimiz

önem verilmeye başlanmasıd ı r. N itekim

halkımızı -ve bilhassa gençlerimizi- sapık

1 9 73'te m i l li güven lik derslerinin gözden

ideoloj i l er i l e saptırmamak maksadı i l e

geçirilmesi sırasında bu değişim açıkça

'bizim bir ideoloj imiz var, o d a Atatürk­

görülür. Yine genelkurmay tarafından ha­

çülük' fikrini vurgulamaya karar verd i ler" (Hughes, 1 994: 1 1 8-1 1 9) .

z ı rlanan yen i program ı n temel özel l iği

1 84

L

"Atatürk i l kelerine tamamen sad ı k ve ina­

1 970'lerde gittikçe daha çok vurgula­

nan bir gençl i k" yaratılmasına yer verme­ sidir. Önceki lerde olmadığı derecede ar­

nan Atatürkçülük ordu açısından artık her türlü siyasal istikrarsızlık ve belirsi z l iğ i n

tık Atatürkçülüğe önem veri len program­

aşıl ması nda aran ı l acak b i r ölçüt h a l i ne

da "çağımızın ve yurdumuzun içinde bu­

gel meye de baş l a m ı ştı . Örneğ i n 1 9 73

lunduğu gerçekler nedeniyle bütün m i l li

cumhurbaşka n l ığı seçim lerinde ordu üst

güven l i k konuları Atatürkçü açıdan" de­

yönetimi kendi cumhurbaşkanı profi l i n i .

ğerlendiriliyordu. Ders kitabı da aynı dü­

çizerken, tarafsızl ık ve m i lletçe sevilen ve

şüncenin etkisi altında hazırlanmıştı.

sayılan bir kişi olması yanında "Atatürk

Ordunun kurumsal çaba larına paralel

İnkılap ve i l kelerinden taviz vermeyecek

olarak öze l l i kle erbaş ve erleri Atatürk ve

ve taraf tutmayacak birisi" olarak tan ı mlı­

Atatürkç ü l ü k kon u l a r ı nda eğitmek için

yordu (Evren, 1 990: 1 58).

tek tek subayların çabaları da görülüyor­ du. Tipik bir örnek bu yıl larda Albay Mu­

Orduyu resmi bir Atatürkçülük an layı­ şı geliştirmeye iten önemli bir faktör Ata­

hittin Fisunoğlu'nun, K ıbrıs'ta başlattığı

türkçü lüğün saptırılması karşısında duyu­

"Atatürk Kimdir?" sorüsuna cevap arama­

lan kaygıyd ı . Saptırılmış bir Atatürkçü lük

ya dayalı programıyla Atatürk'ün kim ol­

a n l ay ı ş ı n ı n o rd u n u n genç s u b a y ve

duğunu öğretmeye çalışmasıdı r. Fisunoğ­

askeri öğrencilerini etkilemesi bu kaygıyı

l u sonraki y ı l larda orgenera l l iğe kadar

daha da derinleştiriyord u . Nitekim Cum­

yükselerek Kara Kuvvetleri Komutanı ola­

huriyet' i n e l l inci yı ldönümü nedeniyle

cak, "Erbaş ve Erler i ç i n Atatürkçül ük"

genelkurmay başka n l ığı tarafı ndan ya­

adlı bir broşür hazırlayacaktır. Buna göre

yımlanan "Türk Silahlı Kuvvetleri ve Ata­ türkçülük" ad l ı kitap bu kaygının izlerini taşır. Tuğgeneral Turhan Olcaytu tarafın­

Atatürk; "En Büyük İnsan, En Büyük Ko­ mutan, En Büyük Teşki latçı, En Büyük M i l l iyetçi, En Büyük Dahi, En Büyük Si­

dan yazılan kitapta, altı i l ke "Atatürk'ün

yaset Adamı, En Büyük İnkılapçı, En Bü­

siyasal sisteminin i l keleri" olarak açıkla­

yük L ider, En Büyük Devlet Adam ı , En

nıyord u . Genel olarak d iğer ideoloj i lere

Büyük Politikacı" idi.

Atatü rkçü l üğü saptırd ı kl a r ı d ü ş ü n ü len

Ordu içinde Atatürkçülüğe daha fazla

noktalarda cevaplar verilmesi anlayışıyla

önem verme eği l i m i ile ilgili olarak P.

kaleme alınmıştı. Örneğ i n Cumhuriyetçi­

Hughes, bir generalin kendisine aktard ığı

l i k İ l kesi açıklan ı rken; "bugün Türkiye'de

şu sözleri belirtir; " 1 960 İhtilal i'nden he­

devlet kadrosunun, bütün yöneticilerin

men sonraki senelerde Atatürkçülük hak­ kında fazla bir şey söylenmedi . Bunun se­

ve her kişinin üzerine titreyeceği bağım­ sızlık; Atatürk'ün tanı mladığı biçimdeki

bebi , teh d i t -ve b i l hassa soldan gelen tehdit- o zamana kadar fazla büyük gö­

bağımsızl ığ ı mıza gölge düşürmekten bü­ yük bir d ikkatle sakınmaktır. Atatürkçü­

rülmemiştir. Onun için Atatürkçülüğün iş-

lük ancak bununla mümkündür. Burada

M

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

Terörün sonucu: YönetiM Milli Güvenlik Konseyin4�

AtatürR" ;IOIQJld,

1 85

, .,. ' "'ıli!iener.c.r

ı•P· ��crı:ı���·

Kendinden önceki iki darbe gibi 12 Eylül de "Atatürkçülük yolunda devam" vurgıısımu sürekli öne çıkarıyordu.

şuna işaret etmel iyiz ki, son yıllarda aşırı

d e recede resmiyet kaza n d ı r m a ktad ı r

solcu ların, komünistlerin sokaklarda ba­

(Hughes, 1 994: 1 20-1 2 1 ) .

ğırd ı kları ve duvarlara yazd ıkları 'Tam

1 970'1erin ortalarında sözü edilen en­

bağımsı z l ı k' sözleri Türkiye'yi bir komü­

d işeler yüzünden sta ndartlaş m ı ş resmi

nist peyki haline getirmekten başka bir

bir Atatürkçül ü k versiyonu geliştirme yo­

a n l a m taş ı m a m a ktad ı r" d e n i l i yord u .

lundaki çabalar arttı . 1 976'da ordu kendi

Halkç ı l ı k i l kesi n i n Marksizmin önüne ge­

personeline Atatürkçü lüğü daha sistema­

çilmez olduğunu iddia ettiği ve kamçıla­

tik bir şekilde öğretme çabasına gird i . Bu

dığı "sınıf bilincini, sınıf çıkarını, sınıflar

maksatla b i r l i klerde gece dersleri nde,

arası çatışmayı reddeden bir i l ke" oldu­

askeri oku l larda ATAT eğitimi süresince

ğuna dikkat çekil iyord u .

verilecek Atatürkç ü l ü k eğitim i nde oku­

O lcaytu'ya göre Atatürkçü lük b i r ide­

tulmak üzere "Atatürk İ l keleri ve İnkılap

oloji ya da doktrin değ i l dogma lardan

Tarihim iz" adıyla bir kitap hazırlanması

arınmış bir d ü nya görüşüyd ü . İnkı lapçı­

kararlaştı r ı l d ı . 1 9 77 Ara l ı k ayında KKK

l ı k i l kesi sayesinde sonsuza kadar uza­

tarafından yayımlanan bu kitap daha çok

nan bir uygulama n itel iği ile siyasi dokt­

öğretme işinde birl i k sağlamak ve komu­

rin lerin çok üstünde bir güce u l aşmıştı .

tanlara yardımcı olması için hazırlanmış­

Bu dünya görüşünü bozan her düşünce,

tı. Son bölümde Atatürkçülük tanımlan ır­

her eylem ve davra n ı ş Atatü rkçü l ü ğ ü

ken daha önce açıklanan "Atatürk i l kele­

saptırmaktı . Anlaşı ldığı kadarıyla ordu,

ri ve inkı lapları ile bunların dayandığı te­

Atatürkç ü l üğü h a l a bir ideoloji olarak

mel ler Atatürkçü lüğü oluşturur" d e n i l ­

n itel ememe tutu m u n u sürd ürmekted ir.

mekte ve böylece Altı Ok i le Atatürkçü­

genelkurmayın yay ı n ıyla buna bel l i bir

l ü k arasındaki bağ muhafaza edilmektey-

K

E

M

A

1

Z

d i . Ayrıca Atatürkçülüğün nitelikleri be­

ğına Mi/11 Güvenlik dersleri i ç i n yeni bir

l i rti lirken i l keler arasında bütünlük oldu­ ğu, birinin diğerinden ayırt edilemeyece­ ği, her i l kenin ve inkılabın bütünü oluş­

program göndermişti. Atatürk ve Atatürk­ çü lüğe daha da fazla yer veri ldiği görü len progra m ı n genel amacı n ı n i l k u ns u r u "yarınlarımızın koruyucusu ve kollayıcısı, geleceğimizin teminatı, Atatürk'ün İstiklal ve Cumhuriyet'i mizi emanet ettiği Türk gençliğini Atatürk İ l kelerine inançla bağlı olarak yetiştirmek" olarak açıklanıyordu

turmada aynı düzeyde önem ve değeri olduğu vurgulanıyord u . Özel l i kle vurgu l a n a n bir diğer konu ise, Atatürkçü lükten faydalanarak kendi­ lerini kabu l ettirme çabası içindeki kay­ nağı dışta bazı aşırı akım ve ideoloj ilerle Atatürkçülüğün hiçbir i lgisi nin olmadığı idi (KKK yay. 1 978: 89-90). Kitapta ide­ oloji sözcüğünü ku l lanmama eği l i m i de­

1 86

L

vam etmekle birlikte Atatürkçülük d iğer ideoloj i l ere bir alternatif olarak sunulu­ yord u . 1 978- 1 979 yıllarında kitap emir­ lerle tüm birliklere dağıtılarak Atatürkçü­ lük öğretim inde "esas doküman" olarak kul lanı lmaya başland ı . Ordu eliyle yürütü len Atatürkçülüğü öğretme çaba l a r ı n d a 1 9 80'1 ere doğru gözlenen önem l i bir gelişme odağın git­ tikçe sivil kesime doğru kaymasıdır. Bu çerçevede 1 979 yılı mayıs ayında genel­ kurmay başkanlığı m i l li eğitim baka n l ı -

(MEBTD, 1 5 Ekim 1 979). Ayrıca bütün Mi/11 Güvenlik konu larının Atatürkçü bir perspektifle değerlend i r i l mesi gerektiği vurgu lanmıştı. Öğretim esaslarında Ata­ türkç ü l üğün b i r inanç s iste m i olduğu, Türk Devleti'nin u l usu ve vatanı ile bö­ lünmez bir bütün olduğu, Atatürk i l keleri­ nin birl i k ve beraberlik içinde çağdaş uy­ garlık düzeyine ulaşmak ve geçmek açı­ sından öneminin üzerinde durulması iste­ niyordu . Böylece 1 970'1erin sonuna gelindiğin­ de ordu yalnızca kendi personel ine değil orta ve yüksek öğre n i m genç l i ğ i ne de Atatürkçülüğü öğretme çabasına aktif ola­ rak başlamışt ı . Başl ıca kaynakları Kara

Askeri geçit resmi. Mustafa Kemal'in 1937'deki sözleri, ordımım rejim açısından profesyonel' işlevinin ötesinde ifade ettiği anlamı özetler: "Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidiı: Ordıunuz, Türk topraklarmm ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için saif etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkansız teminatıdır. "

M

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

Kuwetleri'nin "Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihimiz" i l e genelkurmayın Milll Gü­

görül üyord u . 1 2 Eylül yönetim i ne göre

venlik dersleri için hazırlamış olduğu ki­

Türkiye'yi bölen kutuplaşmada Türk Si­

taplar i d i . Subaylar bu kitapları askeri bir­ l i k l e r i n y a n ı s ı ra derse g i rd i k l eri s i v i l oku l larda da kullan ıyorlard ı . Türk gençli­

müdahales i n i n meşru dayanağı o l a rak

lahlı Kuvvetleri sadece Atatürk i l keleri doğrultusunda yürüdüğü için tarafsız ka­

ği art ı k ordu tarafı n d a n resmi o l a rak

labi l m i şti. Türk toplumunun en saf Ata­ türkçü unsuru olan orduya, yal nızca Ata­

onaylanmış ve kendilerini bu kutsal ide­

türk i l ke ve inkılaplarının devamlı takip­

oloj i n i n koruyucuları olarak gören kişiler

çisi ve koruyucusu olduğu için değil, aynı zamanda topluma bunları doğru şekilde

tarafından sunulmuş bir Atatürkçülük ver­ siyonunu öğreniyordu .

açı klayacak yegane kurum olduğu i ç i n

1 2 Eyl ü l 1 980'de "Türk Silahlı Kuwet­ leri İç H izmet Kanunu'nun verd iği Türki­

d e güven ilebil irdi . 3 0 Ey l ü l 1 9 80'de Kara H a rp O k u ­

ye C u m h uriyeti' n i koru ma ve kollama

l u ' n u n ders y ı l ı açı l ı ş töre n i nde Devlet

görevini Yüce Türk Mil leti adına emir ve

Başka n ı Evren genç s u bay adaylarına

komuta z i n c i r i i ç i nde ve emirle yerine

şöyle sesleniyordu; "Bu çağlarda sizlere

getirme kararı alarak" ülke yönetimine el

çok kimseler yanaşır, izm ' l i ideoloj i leri

koyduğunu açıklad ı . İktidarı ele geçiren

aşı lamak ister. Bunları biz çok yaki nen

MGK (Mi l li Güven l i k Konseyi) adına ya­

b i l i yoruz. Eğer izm ' l i bir ideoloj i aşı la­

y ı n l anan i l k b i l d i ride (1 No'lu B i ld iri),

mak lazım gel irse, işte Ulu Önder Ata­

devletin, başlıca organ ları ile işlemez du­

türk'ün Kemalizm ideolojisi vardır. Onu

ruma getirildiği, anayasal kuruluşların te­

benimseyiniz . . . sizlere aşılanmak i stenen

zat ve s usku n l uğa b ür ünd üğü, s iyasal

izm' lere kulağınız tıkayın, sırtı n ızı çevi­

partilerin kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tu­

rin" (Evren, il, 1 99 1 : 82). Evren'in mesajı

tumları ile devleti kurtaracak birlik ve be­

açıktı; öğrenci ler bir izm, bir siyasal ide­

raberliği sağlayamadıkları ve gereken ted­

oloj i arayı ş ı i ç i nde i seler bu M G K'ca

b i rleri a l amad ı k l a r ı i leri s ü r ü l üyord u .

üreti len Atatü rkçü l ü kten başka bir şey

Bunların hemen arkasından d a "Atatürk­

olmama l ıyd ı .

çülük yerine i rticai ve d iğer sapık ideolo­

MGK, sadece askeri öğrenci leri değ i l

jik fikirlerin üretilerek . . . " devletin güçsüz

bütün gençleri n, Atatürk i l keleri yerine

bırakı lıp acze düşürüldüğüne dikkat çe­

komünizm, faşizm ve İslami fundamenta­

kilmişti (Evren, 1 990: 546).

l izm gibi "yabancı" ideoloj ilerle yetişme­

Açıklamalara bakı l ı rsa daha ilk günden

sinin önüne geçecek tedbirleri behemehal

itibaren devlet otoritesi n i n yeniden tesis

almak istiyordu. İlk girişilen işlerden biri,

edilmesi ve demokratik düzenin işlemesi­ ni engel leyen nedenleri ortadan kaldır­

çülük eğitiminden geçirmek oldu . Bu dö­

binlerce siyasi tutukluyu sıkı bir Atatürk­

manın yanı nda MGK rej i m i n i n amaçla­

nemde Mamak Cezaevine yaptığı ziyareti

rından birisi de, Atatürk i l kelerine yeni­

anlatan bir gazetecinin ifadesiyle "verilen

den güç ve işler l i k kazandırmaktı . Ger­

emirle birlikte Atatürk'ün Gençliğe Hita­

çekten de uzunca bir süreden beri yüksek

besi n i ya da Onuncu Yıl Nutku' nu han­

kom uta heyet i n d e b u l u na n genera l ler

çerlerini yırtarcasına ezbere okuyan" (Mil­

'

devlet otoritesinin yeniden tesis edilebil­

liyet, 08 Aralık 1 980) çok sayıda tutuklu

mes i n i n, ancak, başta siyasi partiler ol­

bu Atatürkçülük eğitiminden geçiri ldi. Bu

mak üzere tüm anayasal kuruluşların Ata­

sırada üzerinde dramatik bir üslupla duru­

türkçü bir görüşle bir araya gelmeleri i le

lan temel tespit, bu gençlerin Atatürk ve

mümkün olacağın ı i leri sürmekteydi. Za­

Atatürkçülük hakkında "bilgisiz" oldukları

ten Atatürkçü lük, daha önceki müdahale­ lerde olduğu gibi, ordunun siyasal sürece

b i lgisizl iğe bağlanıyord u . Tedb i r olarak

idi; "zararl ı " ideoloj i lere kapı l maları, bu

1 87

K

E

M

A

h e m e n g e n e l k u r m a y tarafı n d a n Ata­ türk'ün çeşitl i kon u l a rdaki sözleri nden oluşan bir derleme oluşturma projesi baş­ latıldı. Bu proje Mart 1 982'de Atatürkçü­ lük/Birinci Kitap' ı n yayım lanmasıyla ha­ yata geçirilecektir.

1 88

L

1

Z

lı eğitim göreceklerini söylüyord u . Eği­ tim bu kampanya n ı n odağı ndayd ı . Bu çerçevede ilk öneml i adım i nkılap tari­ hinin orta öğrenim düzeyinde standart tarih dersinden ayrılması ve 1 98 1 -1 982 eğitim-öğretim yıl ı ndan başlayarak Tür­

Ordunun geliştirdiği onaylanmış resmi

kiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi adıyla

Atatürkçülük anlayışı, 1 2 Eylül'den sonra

yeni bir ders olarak konması oldu. Yük­

topl u m u ve devleti yukarıdan aşağıya

sekoku l l arda ders Türk İnkılap Ta rihi

doğru yeniden düzenleme ve denetleme

olacakt ı . Derslerin temel amacı öğrenci ­

çabası içinde "güçlü devlet-otoriter yöne­

lere Atatü rkç ü l üğü beni msetmek, Ata­

tim" isteğine denk düşüyordu. Toplumun

türk'ün dünya görüşü nü ve düşünceleri­

bu yöndeki ideoloj i k rehabil itasyonu için

ni kavratm akt ı . Atatü rkç ü l üğe ayrı l a n

Atatürkçü lük ideoloj ine başvurulacaktı.

bölüm altı i l ke üzeri nde yoğunlaşıyor,

N itekim ilk olarak 1 976 başında orta­

yard ı m c ı i l kel erden bağ ı m s ı z l ı k, m i l li

ya atı lan Atatürk'ün yüzüncü doğum yıl­

egemen lik ve m i l li birlik ve beraberl iğe

dönü m ü n ü "Atatürk Y ı l ı " olarak kutla­

d i kkat çek i l iyordu (ME BTD, 25 Mayıs

mak düşüncesi bunun için iyi bir fı rsat

1 98 1 ) . Esas kaynaklar olarak ise Nutuk

yarattı . 23 Eylül l 980'de, müdahaleden

ve Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri id i .

yaklaşık iki h afta sonra, Atatürk'ün yü­

Ayrıca MEB'ce 1 8 Ocak 1 982'de öğren­

züncü doğ u m yı ldönümünün bütün yıl

c i lerin Atatürkçü olarak yetişmeleri ve

boyunca kutlanması için düzenleme ve

bunu bir davranış hal i ne getireb i l meleri

başlıca faaliyetleri içeren bir kanun çıka­

için yal n ızca Türkiye Cumhuriyeti inkı­ lap Tarihi ders i n i n yeterli olamayacağı bel irtilerek diğer tüm ders ve öğretmen­ lerinin derslerde yeri geldikçe öğrencile­ rin Atatürkçü yetişmeleri konusunda ne­ ler yapmaları gerektiğ i n i açı kl ayan bir yönerge çıkart ı l d ı . 1 9 8 1 y ı l ı s o n l a r ı n a d o ğ r u M G K, YÖK'ün kurulması ile Atatürkçülük eğiti­

r ı l d ı . 2302 sayı l ı Kanun doğru ltusunda "Atatürk Y ı l ı " veya " l 00. Yıl", seminer­ ler, sempozyumlar, konferanslar, yarışma ve törenler de dahil olmak üzere yurtiçi ve yurtd ışı nda birçok faal iyetle kutlana­ caktı . Amaç, "Atatürkçü düşünce tarzı ve Atatürkçü davra n ı ş ı " ayd ı n l atmaktı . Bu faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamak ve yürütmek üzere bir devlet bakanının

m i ni yayg ı n laştıran bir adım daha attı .

başka n l ı ğ ı nda Kut l a ma Koord i nasyon

MGK, Türkiye'n i n "üniversite, akademi

Kurulu oluşturu ldu. Devlet Başka n ı Or­

ve yüksekokul l arımızın geçmişte i h m a l

genera l Evre n ' i n başka n l ı ğ ı ndaki M i l li

ve istismar edildiği ve bu yüzden çok za­

Komite ise bütün faaliyetleri planlayacak

rar gördüklerini" tespit ettiği için, "bu i l i m

ve planlananları onaylayacakt ı . 5 Ocak

ve irfan müesseselerimizi toplum yapımı­

1 98 1 'de TBMM'nde yaptığı bir konuş­

za ve çağdaş hedeflerimize uygun mües­

mayla Orgeneral Evren, 1 98 1 Atatürk Yı­ lı kutlamalarını başlattı ( Evren, il, 1 991 :

seseler haline getirmek amacıyla" YÖK'ü

1 82-1 89). Kampanya, dozu kimi zaman

re yükseköğretimin i l k amacı "öğrencile­

kurdurmuştu. YÖK kuruluş kanununa gö­

onu gerekli görenler arasında dahi tepki­

rini Atatürk i l keleri ve inkı lapları doğrul­

! ere n e d e n o l a c a k b i r yoğ u n l u k l a ,

tusu nda Atatürk m i l l iyetç i l iğ i n e bağ­

1 982'ye d e sarkarak sürdürüldü. B u arada devlet başkanı artık her ko­

lı. .. olarak" yetiştirmekti ! Kanun No: 2547 madde: 4-a( l ) ] . Böylece yalnızca ortaöğ­

nuşması nda Atatürkçül üğe değiniyordu .

reti m öğre n c i leri değ i l ayn ı z a m a n d a

Türk gençlerinin Atatürkçü lük konusun­

yüksek öğretim öğrenci leri i ç i n de Ata­

da bundan sonra daha ciddi ve kapsam-

türkçülük eğitimine yönel ik kanun ve yö-

M

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

netmelikler hazırlanmış oldu.

Görüşü" konularında veri len bu konfe­

Bu dönemde eğitim sahasında belirtil­ mesi gereken diğer bir gelişme de ilk ve

ranslarla "1 2 Eylül müdahalesini kaç ı n ı l­

orta öğren i mde zoru n l u d i n kültürü ve ahlak dersinin konu lmasıdır. MGK bunu Türk gen ç l iğine genel ol arak d i n ler ve özel olarak da İslam iyet hakkında temel

maz yapan her türlü yıkıcı bölücü akım­ larla bunların dayandığı esaslar, uygula­ ma takti kleri ve son bağımsız Türk Devle­ ti olan T.C.'yi yıkmayı amaçlayan hedef­

bi lgilerin sağlam, doğru, resmi eğitim al­

lerin"gözler önüne serildiği bel irti lerek, amacının "personel i bu akımlardan koru­

mış eğiticiler tarafı ndan ve denetlenebi­

yarak devleti yıkılmaktan kurtarman ı n ye­

len b i r ortamda ver i l mesi m a ksad ı y l a açıkl ıyordu. Ancak ası l niyetin izinsiz Ku­

gane yolunun Atatürk'ün düşüncelerin i n ben i msenmesi o l d u ğ u " a ç ı k l a n ı yordu

ran kurslarının popülerliğini geriletmek

(KKK yay., 1 98 2 : 5). Belirtildiğine göre bir süre sonra bu konferanslar kitap h a l i ne

olduğu açıktı. Daha sonra 1 982 Anayasa­ sı'na da giren bu karar aydınların bir kıs­ mı tarafından ağır b i r şekilde eleştirildi.

getirilmiş ve asker sivi l beş yüz bin kişiye dağıtı l mıştır.

İtirazların çoğu d i n eğitiminin gereğinden

MG K'n ı n Atatürkçü lük eğiti m i konu­

çok, dersin fundamentalist İslamcılar ta­

sunda en çok önem verip üzerinde dur­

rafından istismar edileceğine yönelik kay­

duğu konulardan birisi bir bilim kurulun­

gılardan kaynaklanıyord u . Bir kısım aydın

ca s i v i l ve askeri oku l larda okutu l mak

ise yalnızca laikliğe aykırı olduğu düşün­

üzere 'dört başı mamur bir yapıt' hazırla­

cesiyle karşı çı kıyor ve bu eğitimi destek­

makt ı . Daha öncede değ i n i ld i ği üzere

leyenleri "Atatürk düşmanları" olarak ni­

Atatü rk' ü n çeş i t l i kon u l a rda söyled i ğ i

teliyordu.

sözlerin b i r derleme şek l i nde b i r araya

MGK rejimi döneminde ordu içindeki

getirilerek yayı n ı konusu, 1 2 Eylül'ün he­

Atatürkçülük eğitimi de sivil alana paralel

men ardından genelkurmayca başlatı l m ış

b i r yoğ u n l u kta s ü rm ekteyd i . Örneğin

bir projeydi . Bu kitap Atatürkçülük/Birin­

1 981 yılı sonlarında Kara Kuvvetleri Ko­

ci Kitap adıyla Mart 1 982'de Orgeneral

mutanı Orgeneral N u rettin Ers i n imza l ı

Kenan Evren imzasıyla yayımlanmıştı. Ki­

b i r cep kitabı çıkarı l m ış ve tüm kuvvet

tabın ilk sayfasına konulan Emir'de bel i r­

personel ine dağıtı l mıştı. Atatürk El Kitabı

tildiğine göre amaç; "geleceğin subay ve

adl ı bu kitapçığın yayınlanma amacı "Ka­

astsubaylarını kendi öz varl ığımız olan

ra Kuvvetlerimizin genç erleri ile subay

Atatürkçü l ü kte bütünleştirmek, s iste m l i

ve astsubay adayı askeri öğrenci lerine

b i r eğitimle Atatürk Kültürü vererek Ata­

Atatürk'ü tanıtmada, Atatürk ilke, inkı lap

türkçülük ideolojisi i l e dolu birer asker

ve fi kirler i n i öğretip benimsetmede, her

olmalarını sağlamak, Atatürkçü lüğü b i r

zaman cepte ve elde bu lundurulacak bir

bütün olarak v e bütün beşeri faaliyetleri

müracaat kitabı sağlayarak, kendilerine yard ı mcı o l u p, doğru yol u göstermek"

kapsayacak genişlikte açıklamak"tı (Gen­ kur. Yay., 1 982 : 1 ) .

i d i . Bu kitap ç ı kta Atatürkç ü l ü k "Ata­

A n c a k M G K Ata t ü r k ç ü l ü ğ ü n b a z ı

türk' ü n görüş ve i n kı l a p l a r ı i l e ortaya

özel l i kleri n i açıklayacak v e ayd ı n l ar ı n

koyduğu yeni düşünce sistemi" olarak ta­

g ö r ü ş l e r i n i ya n s ı ta c a k r e s m i o l a r a k

nımlanm ıştı (KKK Yay., 1 981 : 8, 20).

onaylanmış b i l imsel bir Atatürkçülük ki­

Yine orgeneral Ersin'in bu kapsamdaki

tabı hazırlanmas ı n ı istiyordu . Bu amaçla

bir diğer çabası da Kara Kuwetleri bün­

Genelkurmay İki nci Başka n ı Orgeneral

yes indeki bütün b i r l i klerde verilen seri

Necdet Öztoru n'un başka n l ı ğ ı nda b i r

konferanslar oldu. "Türkiye'de Yıkıcı ve

" B i l i m Kuru l u " ol uşturuldu v e Evren'in

Bölücü Akımlar", "Atatürkçü Düşünce ve Yaklaş ı m Tarz ı " , "Atatürk' ü n Ekonomi

onayını a ld ı ktan sonra çal ı şmalara baş­ lad ı . Sonuçta da Atatürkçülük/İkinci Ki-

1 89

K

1 90

E

M

A

tap ortaya ç ı ktı . İkinci kitabın hazırl ıkları sırasında hedef kitle ya l n ı z askeri öğren­ ciler değ i l bütün gençlik olarak belirlen­ m işti (Bölügiray, 1 99 1 : 34-35). Ard ı ndan da Atatürkçü Düşünce Sistem i ' n i n k i l it öze l l i klerin i n doğru ve birleştiri l m iş bir sentez i n i vermek düşünces i y l e Özto­ run'un bizzat bazı bölümlerini yazd ığı Atatürkçülük/Üçüncü Kitap hazırlanarak 1 983 y ı l ı n d a yayı m l a n d ı . Atatü rkç ü l ü ­ ğ ü n tan ı m ı n ı n yap ı l ı p g ü ç l ü bir devleti öngördüğü vurgu lanan son kitapta, Ata­ türkç ü l ü kte devletin d i n a m i k idea l i n i n y a n ı sıra temeli n i Atatürk'ün sözlerinin o l u şturduğu devlet hayatı, fikir hayatı, ekonomi k hayat, din ve laiklik konuları­ na yer veril iyordu.

L

1

Z

kişileri topladık ve üç tane kitap bastırdı k ve sizlere okutulması i ç i n verd ik" (Evren, iV, 1 991 : 3 58) . Buraya kadar anlatı lan lardan varılacak sonuçları kı saca vurgu lamak gerekirse şunlar söylenebilir: 27 Mayıs askeri mü­ dahalesinin diğer müdahalelerden ayrıl­ d ığı temel bir özel liği örgütlenme aşama­ s ı ndan başlayarak ordu h iyerarşi k yapı ve d isipl i n siste m i n i n d ışı nda ve hatta bunu tehdit ed ici şekilde gerçekleşmesi­ dir. Bu tecrübenin öğreticil iği ile 27 Ma­ yıs'tan sonra ordunun bozulan hiyerarşik siste m i n i yeniden o luşturmaya yöne l i k huku ksal v e sosyoekonom i k/pol itik bi r­ çok tedbir al ındı. Ne var ki 1 970'lere ge­ l i ndiğinde ideoloj ik bir desteğe de i hti­

MGK döneminde ordunun üç y ı l bo­

yaç duyu l muştur. Çünkü 1 970'1erin ba­

yunca yürüttüğü Atatürkçülüğü yeniden

şında her şeye rağmen 2 7 Mayıs gelene­

etki n k ı l m a çabaları n ı n sonucunda bir

ğinde, yani hiyerarşik sistem dışında ör­

Atatürkçülük tan ı m ı ortaya çı kmıştı . Ata­

gütlenmiş müdahaleci gruplar hala yük­

türkçülük/Üçüncü Kit ap ta yer a l a n, resmi ve onaylanmış bir öze l l i k taşıması b a k ı m ı n d a n önem l i o l a n bu ta n ı mda Atatürkçülük şu ifadelerle tan ı mlanıyor­

sek komuta kademeleri için ciddi bir teh­

d u ; "Türk M i l letinin bugün ve gelecekte

1 960' 11 yılların ikinci yarısından itibaren

tam bağımsızl ığa, huzur ve refaha sahip

ü lkenin genel siyasi havası orduyu da et­

olması, devletin m i l let egemenl i ğ i n i esa­

ki led iğinden; a rtan siyasi rad ika l izm ve

'

d it olarak varl ıkları nı sürdürebi l iyorlardı . Üste l i k bu dönemdeki örgütlenmeler i n 1 960 öncesinden belirgin b i r farkı vard ı .

s ı na dayandırılması, a k l ı n ve i l m i n reh­

ideoloj i k kutu p l aşman ı n çekim a l a n ı n a

berl iğinde Türk kültürünün çağdaş uy­

giren rad i ka l subayların örgütlenmeleri

garl ı k düzeyi üzerine ç ı karılması amacı

de bu doğrultuda ideoloj i k bir karakter

ile temel esasları yine Atatürk tarafı ndan

kazanmıştı . Atatürkçülük işte bu ideolo­

belirti len devlet hayatı na, fikir hayatına

jik temeldeki örgütlenmede radi ka l l erce

ve ekono m i k hayata, top l u m u n temel

hem örgütlenmenin gen işliğini sağlama­

müesseselerine i l işki n gerçekçi fikirlere

da ( n i cel) hem de d ı şarıya yansıtı l m a

ve i l kelere Atatürkçülük den ir" (Gen kur.

aşamas ı nda meşruiyet kazand ı r ı c ı b i r

Yay., 1 983 : 7).

araç (nitel) olarak kullanılm ıştır.

Orgeneral Evren 3 Ekim 1 983 tarihinde

Diğer yandan rad ikallerin Atatürkçü­

yine Kara Harp Okulu öğrencilerine yap­

lüğü (çoğunlukla Kemal izm kavra m ı ile

tığı bir konuşmada ordunun bu kitaplara

ifade edi l irdi) angaje oldukları ideoloj i­

verd i ğ i önemi şu sözlerle a ç ı k l ı yord u .

ler perspektifinde ele a l ı p kendi askerl i k

"Atatürkçülükten ayrıld ığınız sürece, Ata­

dışı eylemlerinin meşru iyet aracı olarak

türkçülükten saptığınız sürece bize hayat

k u l l a n m a l a r ı n a kadar ordu kuru m s a l

hakkı yoktur. Bu üç sene içerisinde bütün

olarak resmi b i r Atatürkçülük ifadesi ge­

oku l l arımızda, özell ikle askeri oku l l arı­

l iştirmemişti . 1 960' 1 1 yıl ların ikinci yarı­

m ızda Atatürkçülüğün yerleştirilmesi için

sındaki gelişmelerden sonradır ki bu de­

büyük çaba sarf ettik. Bu konuda çok kıy­

fa ordu, hem kendi bünyesindeki rad i­

metli i l i m adamlarımızı, tarihi değeri olan

kaller hem de tüm gençl i k ve halk için

M

E G E M E N

i D E O L O J i

V E

T Ü R K

"resmi olarak onaylanan bir Atatürkçü­ lük" açıklamas ı n ı ortaya koydu . Dolayı­ sıyla Atatürkçülük hem müdahale amaç­ lı örgütlenmelerde hem de bunun karşı­ sı nda sistemin korunması için konjonk­ türe! olarak ihtiyaç duyulan ideoloj ik bir destek o l a rak çift tarafl ı ku l l a n ı l m ıştır denileb i l i r. Ordunun geliştirdiği Atatürkçülük ver­ siyonu başlangıçta, kendini ifade etme­ nin en iyi yol unun ideoloj i k tan ı m l ama olduğu y ı l larda, tüm gençlik kesimi gibi rad i kal izme kayan askeri öğrenciler ve genç subay/astsubaylar için gerekl i gö­ r ü l d ü . Yü ksek kom uta kademel eri n i n bundan beklediği "ithal -izm'lerin" etki­ sinin kırılarak ordu içi ideoloj ik bütünlü­ ğün sağlanması idi . Z i ra ideoloj i k olarak homojen bir ord u n u n hiyerarşik sistemi kuvvetlenecek, başta genç subaylarda ol­ mak üzere, törpülenen radika l izmin yeri­ ni hiyerarşiye sadakat alacaktı. Bunda da başarı l ı ol unduğu 1 2 Eyl ü l ' ü n emir ko­ muta zinciri içinde ve emirle gerçekleş­ mesiyle ortaya çıktı. İşte bu başarıyladır ki ordu bu kez 12 Eylül'de iktidara el koyduktan sonra ben­ zer çabayı kendi dışındaki sivil alan için hem de daha yoğun olarak uygulamaya

soktu. Bu kez sadakat gösterilecek merci kuşkusuz devlet olacaktı. Bu noktada so­ rulabilecek soru 1 2 Eylül yönetiminin he­ deflenen başarıya ulaşıp ulaşmadığıdır ki

S I L A H L I

K U V V E T L E R i

bunun cevabı 1 980 sonrası Türk siyaseti­ ne bakarak aranmalıdır. Son olarak -1 960 sonrası döneme ağır­ lık veri lerek ve daha çok ordu iç neden­ lere daya l ı biçimde Atatürkçü ideoloj in i n üretiminde ordunun rolünün e l e a l ı nd ığı­ buraya kadar söylenenlerden, ord u n u n C u m h u riyet ' i n kuru l uş u n d a n i t i b a ren üstlendiği diğer işlevlerin göz ardı edi ldi­ ği anlamı çıkarılmamal ıdır. Gerçekten de Cumhuriyet' in i lanından itibaren askeri eğitimi n dışında rej im i n/devletin meşru­ laştırılması çabalarına da ordu her alan­ da katı l m ıştır. Kısaca yeni devletin i hti­ yaç duyduğu yeni i nsan tipi nin yaratıl­ ması nda, oku l l aşma ora n ı n ı n bir hayl i düşük olduğu düşünülürse, ord u n u n en 1 önem l i kurum olduğu söyleneb i l i r. Bun­ da şüphesiz, zorunlu askerlik mode l i sa­ yesinde -ulus devletin yaratıl ma süreci içinde tarihte başka örneklerine de rast­ ladığımız gibi- çoğu kırsal kökenli gen­ cin resmi ideoloj iyle yoğun şeki lde as­ kerl ik sırasında karşılaşmasının payı bü­ yüktür. Böylece hem ordunun faaliyetleri dev l eti n/ rej i m i n , o n u n i d e o l oj i s i n i n meşru l u k zem i n i n i güçlend i rmeye hiz­ met etmiş, hem de daha önemlisi yaratı­ lan yeni kültür ve insana ordunun h iye­ rarşi ve otorite gibi öze l l ikleri aşılanarak ken d i faa l i yetleri n i n de meşr u l u ğ u n u sağlayacak kontrol edi lebi l i r b i r 'vasat' yaratı lmıştır deni lebil i r.

1 91



Kemalizm ve Bonapartizm ALI G EVG I LILI*

T

aı.·i lı'in ötesine geçmek isteyen sivil toplum'un ileri dönük güçleri, her

şeyden önce, toplumsal düzenlerin göz açıp kapayıncaya kadar tümüyle bom­ boş duruma getirilebilecek bir asta yazıl­ mamış alan ya da tabula rasa olamayacağı­ nı bilirler. Maddelerin somut dünyasındaki ilişkiler, ne sonsuz fantazya'ların , ne de uçsuz bucaksız ütopya'ların alanıdır. Bü­ tün düzenler, ekonomik, siyasal, kültürel düzeylerde, belirli nesnel ilişkiler altında ortaya çıkan toplumsal oluşum'lara daya­ nırlar. Çatışma, çelişki ve sosyal güçlerle birlikte belirlenen yepyeni çözüm ya da uzlaşım dinamikleri rol alır, modern si ­ vil/siyasal toplunı'un iç dünyasında. . . Kaba anlamıyla zor'un, özellikle olağan koşu llarda yetkin bir sivil/siyasal top­ lum'da yeri bulunmamak gerekir. Ne var ki, uluslararası düzeyde eşitsiz gelişinı'in varlığını sürdürdüğü bir çağda, tarih'in ötesine geçme aşamasına erişeme­ miş, gelişimi yetersiz toplumlar belirli alanlarda çok çetin bunalımlarla yüz yüze gelebilirler. Hele o düzenlerde giderek dünyaya bakış açıları yenileşen hentsel si­ vil toplum güçleri ile geleneksel ilişki ve yaşam biçimlerini tümüyle aşamayan çe(*) Yazarın onayıyla Türkiye'de Yenileşme Düşün­

cesi Sivil Toplum, Basın ve Atatürk (Ba�lam Ya­

yınları, lstanbul, 1 990) adlı kitabından özetlen­ miştir.

şitli eski güçler arasında, uzlaşmaz iç çeliş­ kiler belirmişse . . . Bunalımların iktidar'ı elinde tutan değişik kentsoylu kesimler arasında etkin bir "ilıtidar blolrn" oluştu­ rulmasını bile bazen olanaksız kıldığı böy­ le bir süreçte, toplumun gittikçe güçlenen modern çalışan sınıflarından yükselen da­ ha ileri demokratik istek, özlem ve dire­ nişler karşısında, siyasal toplum içinde gö­ reli özerlılilı kazanan belirli devlet aygıtla­ rının birden öne çıktıkları görülebilir. Sivil toplum'a özgü siyasal partiler'in ve toplum­ sal örgütlenişin görevlerini yerine getirir getirmez görünüm aldıkları çok şiddet'li uzun bunalım dönemlerinde, asker ve sivil barohrasi bu kez devlet'in tüm aygıtları yardımıyla yönelim görevini üstlenir. Hat­ ta bu iş yapılırken, geçmiş dönemlerin kahraman'lanna ait dünya görüşlerinin ya­ nısıra tarihsel giysiler bile yeni dönemle­ rin önde gözüken kişilerinin üstüne geçi­ rilmek istenebilir. Türkiye'ye özgü praxis içinde, güçlü bir "lıurtarıcı" yaratma deneyimleri, yoğun bunalımlar karşısında, giderek yeni bir Atatürk olma özlemine de dönüşür. Geçmiş dönemlerin bütün büyük önca­ ler'i, tüm iç ve dış dinamiklerin bir daha asla yiııelenemeyecelı nitelikteki somut, nesnel, özgül koşullan alunda birer varlık kazanmışlardır. Tarihsel öncüler, kendi kendilerine kahraman değillerdi; sivil/siya-

K

M

A

Z

M

v

sal toplum'un benzersiz bir yeniden oluşum halkasında, ilk ve son kez olarak dönüşüm sürecine katılmış ve o sürece gerçekten de "eşsiz" bir ivme kazandırabilmişlerdi. Oy­ sa, koşullar ve ilişkiler bir daha hiçbir za­ man -ne içsel ve ne de dışsal olarak- o "eş­ siz" konuma geri dönemezler. Kahramanların büyüklükleri, yaşadıkla­ n ortamların tarilı'lerinin içindedir. Onlar, başka tarih kesitlerinin ilişki ve koşulları altında bir daha "kahraman" olamayacak­ larını bilecek kadar da büyüktürler. Kahramanlar, eşsiz benzersiz niteliktelıi tarilı'lerinden bir daha geri dönmezler. Ye­ ni çağların önderleri, ancak yeni kişilikler, kazanabilirler. Ne var ki, yetkinleşmiş bir sivil toplum, kahramana gerek de duyma­ yan ileri bir düzendir. Bir yaı:ida tarilı'in sonu'nu getirebilecek kadar ilerlemiş, öte yandaysa hala tanlı ya da tarilıöncesi'nin koşulları altında yaşayan yeterince gelişememiş toplumlann yan ya­ na varolabildiği bir evrende, kendi kendi­ sini yönetemez duruma giren düzenlere, dış dinamikler, bazen başka oluşumların kapılarını da aralayabilirler. Dünyanın usu, bir yerden sonra, yepyeni evrensel dina­ mikler'i ortaya çıkardığı gibi; bazen de be­ lirli bir uluslararası sistem, kendi gerekleri açısından -kısa ya da uzun süreli olarak­ kaçınılmazlaşan belirli amaçları, çevre ülke ve toplumlara uygulatmak da isteyebilir. Gelişimini çağdaş düzeylere ulaştıramamış bir toplumun uzun ve ağır bunalım aşa­ malarında, bu koşullar sonucu daha da ge­ nişleyen göreli özerlı li lı lerind en yararla­ nan bürohrasi ya da belirli devlet aygıtla­ rı'nın, siyasal toplum düzleminde yönetim işlevine el koymaları, 20. yüzyıl dünyasın­ da belirli aralarla rastlanan bir olgudur. Sayısız Latin Amerika, Asya, Ortadoğu ve Afrika ülkesi, çeşitli yönetime el koyma de­ neyimlerinden geçti. Sivil toplum'un kendi içinde gerçekleştiremediği belirli değişim­ leri, üstten düzenleme yöntemiyle uygula­ mayı amaçlayan "yönetime el hoyma" giri­ şimleri, 19. yüzyılda örnekleri görünen '

B

O

N

A

P

A

R

T

Z

M

Bonapartizm'den çeşitli otoriter yönetim bi­ çimlerine, diktatörlük ya da en aşırı biçi­ miyle faşizm'e kadar uzanabilir. Ne var ki, hangi "iyi niyetli", "kahramansı", "roman­ tik" ya da "fanatik" gerekçelere sığınırlarsa sığınsınlar, "üsttenci" yöntemler, son çö­ zümde, yine de sivil toplum dokusu önün­ de aşamalarla çözülüp dağılırlar. Ôzgiirlüh ve demohratihleşme süreçlerin­ den ötelerdeki üstten yönetim deneyimleri­ nin arkalarında bıraktıkları sonuç, En­ gels'in 13 Nisan 1866'da Marx'a yazdığı ünlü mektuptaki yazgıdır: "Bonapartizm ne de olsa, modem burju­ vazi nin gerçelı din idi r. Burjuvazi'nin doğ­ rudan doğruya yönetme yeteneğine sahip olmadığı ve Ingiltere gibi, herhangi bir oli­ garşi' si bulunmayan yerlerde, devlet'i ve toplum'u belirli bir bedel karşılığında bur­ '

'

juvazinin çıkarlarına göre yönetme işi için, Bonapartist bir yarı diktatörlüğün nonııal biçim haline geldiğini her geçen gün daha iyi görüyorum; bu diktatörlük, burjuvazinin büyük maddi çıkarlarını hatta burjuvaziye karşı ele alıyor, ama yönetim sürecinde de buıjuvaziye hiç yer bırakmıyor. ôte yandan, bu diktatörlük, kendi istemese de, kendini burjuvazinin maddi çıkarlarına uydunııak zorunda kalıyoı: " (M iliband-Poulantzas, Laclau, 1 9 77: 121) Bonapartizm, sahneye çıkışının ilk anla­ rında dile getirilmiş tüm efsanelerin bir süre sonra yine kendi elleriyle yadsınışı­ nın ve yıkılışının tarihini yazar. Gerçekte, Bonapartizm, çoğu kez arkasına sığındığı öncü "kahraman"ın yüceltilmiş kişiliğine karşı indirilmiş bir darbe'dir de... Yetkinleşmiş hiçbir sivil toplum'da, yö­ netime üstten Bonapartist el koymaların gerçekleştirilemeyişi bir rastlantı olarak nitelenmez. Sivil toplum, kendisi için gere­ ken yönetim'i, siyasal toplum'u, devlet'i de, en azından, toplumsal örgütleniş ve dünya görıişıi aracılığıyla çok karmaşık bir de­ mokratik oluşum sürecinde karşılıklı ola­ rak etkiler. Sivil toplum ile siyasal toplıım böylece içinde yaşanılan koşul ve ilişkiler-

1 93

E

K

M

A

deki dönüşümleri karşılayacak biçimde

Özgürlükler ve de­ mohratih gelişim, yeniden üretim sürecinde üsttenci tüm yönetime el koyma girişimle­ rini ya da Bonapartizm deneyimlerini dış­ lar. Tarilı'in sonunu yaklaştıran demolıra­ tilıleşme ve özgürleşme giderek Bonapar­ ti :vn i de öldürür. Bonaparlizm, modern kentsoylular için bir din olma görünümünden çoktan çık­

birbirleriyle eklemleşir.

'

mıştır. Siyasal bilimci Ralph Miliband, yeni ça­ ğın gerçekliklerini vurgulamak için,

1 94 -

napartizm, yürütme

"Bo­

gücünün aşın şişmesi

z

M

sivil toplum'un bütün siyasal güçlerinin zorla harehetsiz bırahılması demek oldu­ ğuna göre, hiç de burjuvazi'nin din'i ola­ ve

maz. Burjuvazinin buna başvurması için,

siyasal deııgesizlilı

koşulları adamakıllı ço­

ğalmalı, varolan toplumsal düzenin ve şüphesiz, bu düzenin merkezi parçası olan

lıalı imiyet

sis teminin sürdürülmesi için

tehdit haline gelmelidir. Böyle son çare dir, Bonapartizm . . . " (Miliband-Poulantzas, Laclau, 1 9 77: 121)

büyük bir

bir durumda

'

diye ekler.

Sivil toplum'un yönetimine üstten el lıoy­ ma ya da Bonapartizm, bir tarih çağına ait belki bir "son çare" ama tarihin ötesi'ne doğru yürüyüşte kesin bir "tarihsel çöziim­ süzl ıi lı tür. "

Tarık Zafer Tunaya, lttihat ve Terakki dönemi Türkiyesi'nin bilançosunu çıkarır­ ken, Türkiye'de yeni bir

sivil toplum

olu­

şumunun özellikle Cumhuriyet ve Ata­ türk öncesinde hangi aşamaya ulaşabildi­ ğinin ilginç bir panoramasını çizer:

"Tiirlıiye'nin yalım tarihinde illı olarah yay­ gm, disiplinli, coşlıulu, hırçm, acımasız ve de tecrübesiz bir kitle örgütü ve partisi mo­ delini, l ttihat ve Terakki yaratmıştır. Bu tablo onun husıırlannı perdelemez. Falıat si­ yasi partiden de öte, hitleleri eyleme geçire­ bilen bir politih güç oldıığıınıı da lıanıtlaı: lt­ tihatçılar, ihtiyatlı bir deyimle, yukarıdan aşağıya'cı "halka rağmen devrim" yöntemi­ ne inanmış bir elıip olmıışlardıı: Vesayetçi, hendi lıari:vnasma "iman" eden, muhalifli­ ği vatan hainliği sayabilen tutumları, bıı özelliğinin simgeleri sayılabilir. Bu durum bağlandılıları anayasa teorisi'ni, siyasal re­ jim tercihini de etlıilemiştir. 1ttilıatçılar, yazgısma egemen oldulıları üllıe gibi, az gelişmiş, dış baslıılara boyıın eğmiş, sivil rengi silik bir siyasal ilıtidar oluştıınnıışlardır. Ittilıatçılılı, komitacılık-partizanlık harı­ şımı bir olgudıır. Bıı durum tıim bir lııışağı, bir kültür'ıi ve bir kafa yı simgeler. Ittilıat­ çılar ıızıın bir süre tarih'in lıapısnıdan içeri ginnelı isteınemişlerdir ve güncellilılerini lıo"

"

K

M

A

M

Z

v

rumakta inatçı olmuşlardır. " (Tunaya, III/1 989: 1 0)

B

O

N

A

P

A

R

sıyla, Türkiye'de aydın,

iilke

M

Z

T

konularıyla

ilgilenen ve bu sorunları düzeltmeye uğra­

girişimi, çağın

nizam-ı alemci'ye verilen addır. Düzelt­ me işini de Osmanlı'dan beri genellikle bü­ rolırasi içinde yaptığından, "Türk aydını, kendini , devlet'in ilerisi için sorumlu gören

çok şeyleri alıp götürmesine karşın, yine

yönetici ler'inden biri saymayı" sürdürür

de aynı inançlar yumağından yola çıkar ve

(Mardin,

Bu yargılar, gerçekte, Türkiye'ye özgü

tarihsel bir

"yönetime el koyma" geleneği­

nin tüm ideolojik kökenleriyle de ilgilidir­ ler. Her yeni

sonunda

Bonapartizm

taıihi11 lıapıs ı 'ndan

yine bir türlü

içeri giremeden, sahnenin dışına sürükle­ nir. Yeni bir uygarlığa uzanan yollar, ancak toplumsal dokunun karmaşık yapısını, sarp doruklarını, uçurumlarını özgür ve hoşgörülü açılımlarla aşmayı göze alabile­ cek kadar ilerlemiş modern güçlere açıktır. Yeni bir Türkiye, her şeyden önce, yeni bir

iistyapı

oluşumuyla derinden ilişkilidir.

yararcı 20. yüzyıl dünyası, va­ uluslararası Jıegemo11ya ilişkilerinin

Oysa, aşırı rolan

de ivmesiyle, toplumsal sorunları çoğu kez

elıonomilı şemalar'a ya matematik denhlemler'e indirgemiştir.

aşırı basitleştirilmiş da

şan

1976: 103).

Düze11i11 Yabancılaşması nda siyasal toplum düzeyin­ deki devletçi aydm olgusuna karşı, sivil topl um u n yanıtını, Doğurnllslamcı lıallı cephesi kavramında aramıştı. Yeniçeri - es­ naf - ulema birliğinden gelen Doğucu!ls­ idris Küçükömer, ünlü yapıtı '

'

lamcı halk kesimleri, yüzyıllar boyunca,

emperyalist

oyunları önünde

reıımeh'ten

mıştı. Kendisini

Burohratih aydm 1908

çapta etkin olan

aydm

kesim giderek yeni

ne

"aydm"

denilenlerin çoğunun gerçekte

ancak birer yarı

aydm

olmalarının kaçınıl­

maz sonucudur. Uygar düzenlerde

aydın,

ve

di­

gören bürokrat, Do­

miirteci saymıştı.

geleneğinin siyasal ör­

gutu olarak ittihat ve Terakki'nin ilk kez den sonra,

bir yol ağzındadır. Bu , biraz da, kendileri­

ileri

ğucu kampı gerici ya da

elwnomik yararlar sağlamak ya da çeşitli arpalık sistemleriyle bazılarına ö�el ayrıca­ lthlar tanımak, güncel iktidar dengelerinin klasik oyun alanlarına dönüşmüştür. Bir tür toplum mühendisliği niteliğini taşıyan iktidar tahtikleri, genellikle gü11cel oluşuma belirli yanıtlar verebilir ama tarihsel süreç­ lere tümüyle egemen olabilir mi? Oluşum süreçleri, kısa parantezlere sığ­ mayacak kadar büyük ve uzu11 erimlidirler. 20. yüzyıl öncesinin Türkiyesi, tüm iist­ yapısı'yla karmaşık bir çelişhiler yumağını sergiler. Toplumda yüzyıl boyunca önemli

"içine hapanmah "

başka bir çözüm yolu bulama­

Sivil toplumun değişik kesimlerine belli

,

kıskacı i çi n d ek i b ü ro kra t

11. Meşrutiyetiyle

lum'u

devlet'i

gelmesin­

top­

ele geçirmek olmadığı anlaşılacaktı.

Oysa, " o n l a r,

halh'ı

iktidar'a

ele geçirmenin,

toplum'u,

elde edeceklerine,

daha d o ğrusu

devlet'i

elde et­

mek is temekteydiler ve bu yoldan elde edilen ya da "hapılan" devlet lmrtanlabilir sanıyorlardı" (Küçuhömeı; 1 968: 82-85) . Devlet'in toplumda hiç değilse bazı sınıf­ larla organik b ıitünlüğü bulunmaksızın giiçl ü olamayacağını, kurtulamayacağını göremeyen Osmanlı bürokratı devlet gü­ cünün temelini de anlayamayacaktı.

narak

Sıçra­

elde edilen böyle bir iktidar ise, gö­

reli bir

yalnızlığa

mer, "Türkiye'nin

mahkumdu. Küçukö­

politik elil'i

böyleydi ve

hep böyle kaldı" diye ekler. Eğer kesim

20. yüzyıl sonları Türkiyesi'nde bir

"aydm"

-üstelik, yine

ihtidar'a el at­ yalnız kal­

düşünce dünyasını belli başlı bir amaç ola­

mak istediğinde- olağanüstü

düşünce uğraşı­ Ohuryazar olmanın bile uzun süre bir ayrıcalılı niteliğini taşıdığı Türkiye'de ise, aydın, çoğu kez salt bir

mışsa, bunun ana nedeni yine Türkiye'ye

olmr'dur. Şerif Mardin'in ilginç tanımlama-

aşamalarına giren bir toplum, yığmları

rak alan ve tüm yaşantısını

na

adayan

kişidir.

özgü tarihsel üstyapıda aranmalıdır. Şunları da unutmamakta yarar var:

1. Sosyal gelişmenin gittikçe dinamik

hü-

1 95

K

1 96

M

A

çümseme tavrıyla da güvenilir çözümlere götürülemez. Bu toplumun kurtuluşu, onun yeni bir sosyal lmruluş'a doğru götü­ rülebilmesiyle olasılıdır. Bu iş, çağdaş halk yığınlarının somut ve etkin katılımı varsa başarılabilir. 2. Uzun süreli çözümler, yetenekli ol­ dukları varsayılan birtakım uzman, bürok­ rat ya da telmokrat'ı yönetime geçirerek de bulunamaz. Ejlatun'un ütopilı cumhuriyet özleminden bir türlü ayrılamayan orta sı­ nıf aydınlarının anlayamadıkları gerçek, diploma ya da uzmanlık gibi olguların an­ cak teknik düzeydeki şeyler olduklarıdır. Oysa, karar alma ve karar verme tümüyle sosyolpolitik bir olaydır. Telmokrasi, en so­ nunda, söz konusu grupların dayandıkları sosyal sınıf ve katmanların ideolojik bir yansıma alanıdır. Bir toplumsal düzense, herhangi bir orta sınıf ideolojisinin deney alanı değildir. Teknokrat oligarşisi, yeryü­ zünün hiç bir toplumunu kurtaramamıştır (Gevgilili, 1987: 798-799). Türkiye'de 1990'lara doğru gittikçe be­ lirginleşen i ktidar boşluğu, karmaşık bir siyasal seçeneksizlik olgusuyla üst üste getirilir. Geleneksel seçkinci ideoloji'nin dayanak­ larını parçalayan yeni dinamikler, üstyapı­ da, ilginç bir kültür kaosu ile yan yana ger­ çekleşmekteydi. Her Bonapartist girişimle bilim ve düşünce alanında bir daha yaşanan duraklama ve çöküş, bu kez, alt ve lümpen kültürlerin 1980'lerdeki yükselişine denk düşüyordu. Örnek olarak, arabeslı diye ta­ nımlanan şarkı ve türkülerin kısa bir süre içinde eriştikleri etkinlik ile klasik yazılı k ültar ün uğradığı genel gerileme birbirle­ riyle ilişkili değişimlerdir. Kağıt ya da ki­ tap, gazete, dergi gibi yazılı kültür ürünleri fiyatlarının -uygulanan bilinçli politikalar yardımıyla- olağanüstü yükseltildiği bir ortamda okuryazar'ın son lıültür simgesi de böylece elinden alınıyordu. Türkiye, 2000'li yıllara Cumhuriyet'in kuruluş ortamındakinden bambaşka dina­ miklerle giriyordu: '

z

M

1920'ler sonrası, Osmanlı düzeninin ar­ dından yeni bir dönemi açmak amacıyla, geçmiş kültürün simgelerini paramparça etmek istemişti. l980'ler sonrasının Bonapartizm eşliğin­ deki liberalizm girişimi ise, kendinden ön­ ceki ideolojilı ve lıültürel üstyapıları tersine çevirmek için doğrudan doğruya Cumhu­ riyet'in resmi ideoloji sinde bir altüst oluşu yarattı. Bireysel çıkarcılığı ve varlık edin­ meyi öne çıkarmak amacıyla, varolan etilı'i ve ideoloj i k çerçeveleri inanılmaz hızla aşındırdı. Dayanak noktalarını büyük öl­ çüde yok edip onları boşlukta bıraktı. Üstyapıdaki kültürel değerler ve simge­ ler kargaşası, son çözümde sivil toplum'da nitel ve nicel olarak önemli dönüşümlerin bir öncülüdür ancak. .. Gerçekte, toplum­ sal ilişkilerin tarihini, bu ilişkilerin "değiş­ tirilmelerinin, kaldırılmalarının, birinin geçersiz kılınıp bir yenisinin ortaya kon­ masının ya da aynı ilişkinin yeni bir tarzda kurulmasının meydana getirdiği çizgi oluşturur" (Kuçuradi , 1988: 9) . Bir tip toplumundan, başka bir tip'e geçiş'in tari­ hidir, bu . . . 1980'li yıllar Türkiye'de, gerçek anla­ mıyla, II. Cumhuriyet dönemini açma giri­ şimi olarak da nitelenebilir. Türkiye'nin yenileşme ve modern bir si­ vil/siyasal toplum oluşumu sürecinde geli­ nen yer, bu bağlamda, bir dönüm nolıta­ sı'dır. Bu dönüm noktası çok daha yoğun bunalımlar'ı da getirebilir; yepyeni demolı­ ratilı platformlar'ı da aralayabilir. Gelişimin yönünü belirleyecek olan, geçmiş dönemlere oranla daha da karma­ şık bir iç ve dış dinamilıler eytişimi ola­ caktır. Yeni ortamın yaratıcı bir dinamiği, ay­ dın üstündeki tarihsel bürokratilı ilişki ve denetimlerin büyük çapta dağılmış olu­ şudur. Bu bağlantı şolıu, daha ileri bir ya­ rın arayan tüm güçler arasında, organilı ilişkilere dayalı, modern demolıratik bir­ leşimlerin de gerçek başla111ç aşamasına dönüşebilir. O '

Cumhuriyet Türkiyesi'nde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu N U R AY M E R T

eyami Safa, 1 938'de yazdığı Tarh In­ lnlabma B ah ış lar'da, "Atatürk inkı­ labına kadar laiklikle milliyetçiliğin birbirine mani akideler olmadığını idrak eden tek bir fikir adamı çıkmadı" (Safa, 1993: 39) diyor. 1923'de kurulan Türkiye Cumhuriyeti; modern bir devlet olarak, öncelikle, laik­ lik ve milliyetçilik ilkeleri üzerine kurul­ du. Cumhuriyet'in tarihi ve düşünsel bir boşluğa doğmadığını biliyoruz; bu bakım­ dan Cumhuriyet devrimini ve onun dü­ şünsel boyutunu anlamanın yolu, son dö­ nem Osmanlı tarihi ve düşünce hareketle­ ridir. Özellikle il. Meşrutiyet dönemi dü­ şünce hareketlerini göz önünde bulun­ durduğumuzda, Cumhuriyet'in kuruluşu­ nu izleyen ve 'inkılaplar' olarak tanımla­ nagelen radikal dönüşümlerin, hiç değilse düşünce alanında Cumhuriyet'le doğma­ dığını, çeşitli siyasi tartışmalar çerçevesin­ de, daha önce ortaya atılmış önerilerin de­ vamı olduklarını görürüz. Cumhuriyet devrimi, ilk bakışta, son dönem Osmanlı düşünce hayatını belirleyen üç akımdan; lslamcılığın yenilgiye uğrayıp, diğer ikisi olan Türkçülük ve Batıcılığın birlikte ikti­ dar olması şeklinde tanımlanabilir. Il. Meşrutiyet dönemi Batıcıları, Cum­ huriyet'in sonradan gerçekleştirdiği re­ formlara zemin teşkil eden Batı medeniye­ tini tümüyle kabul etme düşüncesini sa-

P

vunuyorlardı. Türkçüler ise, hem büyük ölçüde Batıcıların tezlerini paylaşıyorlar hem de, Osmanlıcılık ve Islamcılık siya­ setlerine karşı milli bir uyanışı temsil edi­ yorlardı. Ancak, o dönemde, laiklikten söz eden yoktu. Laiklik o dönemde hayata geçirilmesi çok uzak bir kavram olarak görülüyor olsa gerekir. Ahmet Emin, Cumhuriyet Devrimi için "Gerçekleşen Rüya" (Yalman, 1 938) de­ mekte haklıdır. Cumhuriyet'in kuruluşu ile gerçekleştirilen dönüşümlerden, Meş­ rutiyet devrinde düşünülmüş, tartışılmış olanları bile, hiç değilse, kısa vadede ger­ çekleştirilmesi güç bir hayal olarak görül­ müştür. Kılıçzade Hakkı'nın, Cumhuriyet reformlarını çağrıştıran önerilerinden olu­ şan makalesine "Pek Uyanık Bir Uyku" ve daha sonra " Rüya"1 başlığını vermiş olma­ sı bu ruh halinin en iyi ifadelerinden biri­ dir. Celal Nuri, Cumhuriyet'in kuruluşun­ dan hemen sonra; "Abdülhamit devrinde yetişmiş, Avrupa görmüş, zihniyetini de anlamıştım. Fakat hiçbir vakit, o günlerde hatır ve hayalimizden geçmezdi ki, yirmi sene gibi az bir fasıladan sonra kadınları­ mız hukuk-u hürriyetlerine sahip olacak­ lar, saltanat ve hilafet milli hakimiyete ye­ rini bırakacak, taaddütü zevcad haram olacak . . . " diyordu ( C elal Nuri , 1 926: 1 25). O dönemde, belli ki bazı dönüşüm­ ler hayal bile edilemeyecek kadar uzak

K

M

M

görünmüştür; laik bir devlet, en hızlı Batı­

'Medenileşme' tasarısını, net bir şekil­

cılar için bile, herhalde bu türden bir kav­

de Batıcılık ile milliyetçiliği uzlaştırıp,

ramdı. Ni tekim yine Cumhuriyet kurul­

seküler bir ulus devlet yaratma tasarısına

'lnkılab' üzerine yazılan ri­

dö nüştüren Cumhuriyet devrimidir. Da­

salelerden birinde de, "Milletin içinde la­

hası Cumhuriyet devrimi laiklik ilkesi

duktan sonra

aded Mustafa Kemaller vardır. Lakin onlar

çerçevesinde uyguladığı sekülerleşme si­

için herşey bir hayal idi. Bu hayalleri ta­

yasetini, medenileşme tasarısının temeli­

hakkuk kudretini Gazi Mustafa Kemal Pa­

ne yerleştirmiştir. Birinci Dünya Savaşı

şa' da bulabildiler" (Habil Adem,

1 9 25:

125) deniliyordu. Diğer taraftan, Türkçülerin laik bir

1 98

z

A

sonunda imparatorluğun Türkler dışın­ daki Müslüman nüfusun büyük çoğunlu­ ğunu kaybetmiş olması, savaş içinde or­

ulus devleti öngörmediklerini biliyoruz.

taya çıkan devrim koşullarının bu köklü

Aslında, II. Meşrutiyet döneminde belir­

değişime zemin hazırladığı söylenebilir.

ginleşen, son dönem Osmanlı düşünce

Ancak, seküler olmayan bir milli kimliğe

akımlarını kesin çizgilerle tanımlamak

dayalı m o d erleşme tasarılarının zaten

oldukça güç. Batıcı yanı ağır basan Türk­

fazlasıyla z o rlama olduğu, çelişkili ve

İslami yanı ağır basan Türkçü­ lerden söz etmek mümkün, ancak, genel çizgileri ile, il. Meşrutiyet döneminde, Türkçülüğün henüz yeterince sekülerleş­ mediği rahatlıkla söylenebilir. Türkçüler diye bilinen isimlerin Meşrutiyet döne­ minde, milli kimlik tanımları, genelde, kaçınılmaz biçimde Islami muhtevalıdır. Daha sonra Cumhuriyet'in ideoloğu diye

ikircikli öneriler sunmaktan öteye gide­

çüler ve

tanımlanan Ziya Gökalp'in, milliyetçilik

anlayışına zemin teşkil eden terkibi ma­ lumdur; "Türkleşmek, Islamlaşmak, Mu­ assırlaşmak" . Gökalp, bu terkip _ içinde, modern bir milli kimlik sentezi oluştur­ ma çabası içinde, medeniyeti milli kimli­ ğin evrensel boyutu olarak tanımlarken, Islam'ı da bu kimliğin vazgeçilmez bir parçası olarak görüyordu. Batıcı ekolün önde gelen isimlerinden Celal Nuri, 'medenileşme' kavramının ay­ nı zamanda bir ulusallaşma sürecini içer­ diğinin farkındaydı, ( 1330 ?) yazdığı Mu­ kadderat-ı Tarilıiye'de artık dünyada 'dini hislerin yerini milli hislerin' aldığını söy­ lüyor, ancak bunun uzun bir zaman dili­ minde gerçekleşebileceğini, Osmanlılar için henüz bu koşulların varolmadığını ileri sürüyordu. O yüzden de, "Milliyet münhasıran dinin bir şekli olmak üzere gösterilmelidir ki esasgir olabilsin"2 öneri­ sinde bulunuyordu.

mediği de aşikardı.

Cu mhuriyet'in için­

den çıktığı savaş ve devrim koşulları bu

ikircikli tutumlara kesin bir son verme imkanı vermiştir. Sonuç olarak, Türkiye ni n Cumhuriyet idaresi ile birlikte tanıştığı 'laiklik', Os­ manlı'nın son döneminde ortaya çıkan ül keyi kurtarma, Batı karşısındaki yenilgiye son verme, kısaca selamete kavuşma tasa­ rısının bir parçası veya bir sonucuydu. Bu gayret içinde, akla ilk gelen; Osmanlılar'ın içinde bulundukları çöküş ve yenilginin nedeninin Islamiyet'e dair bir sorun oldu­ ğudur. Bu o dönemin koşulları içinde son derece anlaşılır bir akıl yürütmedir; zira o dönemin düşünce ve kurumsal yapısı ol­ duğu kadar, siyasal toplumsal sınıflandır­ ma sistemini belirleyen de dindi. Osmanlı­ lar kendilerini, öncelikle Islam aleminin, Batı'yı da Hıristiyan aleminin temsilcisi olarak görüyorlardı. Bir yenilgi söz konusu ise bu aynı zamanda Islam'ın yenilgisiydi. Koyu Batıcılardan biri olan Kılıçzade Hakkı için bile bu böyle idi ; Kılıçzade ( 1329 ?) da şöyle diyordu; " Düşünmeye muktedir olduğum günden beri . . . Millet-i Osmani ile dinen merbut olduğum alem- i Islam'ı düşünür ve onların -Hıristiyanla­ rın şevket ve saadetine mukabil- düçar bulundukları sefalet ve felaketi kemal-i '

­

L A i K L i K

V E

K A R Ş I

L A I K L I G I N

D Ü Ş Ü N S E L

B O Y U T U

1 99

yeis ve elemle derpiş ederek esbab-ı muci­ besini teharri ederim" (Kılıçzade Hakkı, 1329 [ 19 13/1914]). Temel sorun, 'tarihin gidişatına' ayak uydurmak, lslam dünyasına galebe gelen Batı'yı izleyerek yükselme imkanı bul­ mak, Osmanlı'nın çöküşü ve giderek yo­ kolmasını önlemekti. Osmanlı aydınları, lslam aleminin Batı karşısındaki yenilgi­ sinin nedenlerini kurcalamaya giriştikle­ rinde tanıştıkları Batı düşüncesi ve Ay­ dınlanma felsefesinin ürünü olan düşün­ celer; Osmanlı lmparatorluğu'nun tari­ hin ileriye doğru giden, toplumları refah ve saadete ulaştıran trenini yakalamakta geciktiğine işaret ediyordu. Batı'da hakim olan ve Osmanlılar'ı da etkileyen poziti­ vist düşünce dünyası; toplumların sela­ metini, dinsel-metafizik düşüncenin ye­ rini bilimsel-akılcı düşüncenin almasın­ da görüyor, dini kurum ve düşüncenin belirlediği toplumsal hali, toplumların tarihinde bir tür çocukluk devresi olarak

görüyordu. Toplumların refaha ulaşması · olgunlaşmalarına bağlıydı, olgunlaşma ­ nın koşulu ise, dinsel düşüncenin yerini bilimsel akılcı düşünceye, buna paralel olarak dinsel kurumların yerini seküler olanlara bırakmasıydı. Cumhuriyet'in temelini attığı ulus dev­ letin temelindeki laiklik ilkesinin gerisin­ deki, il. Meşrutiyet devrinin Garbcıları ta­ rafından çekingen bir uslupta, Cumhuri­ yet'in kuruluşunun ardından ise, net ve açık olarak ifade edilen düşünce budur. 1927'de Cumhuriyet gazetesinde yayımla­ nan bir makalesinde; "(. . . ) Millet-i Türk­ lüğü müdafaa ve i'la eylemek hususunda eski surlardan fazla kıymeti olmayan mü­ esseselerin etrafında toplanmaya davet et­ mek ( . . . ) , cahilane ve mecnunane değil midir?" diye soran Vasfi Raşid, laikliği bu temelden hareketle tanımlıyordu; ona gö­ re, "(. . . ) ilim ve irfanın menbaı olan aklı beşerin ahlaki ve içtimai kıymetine iman etmek, akıl ile mücehhez ve terbiyeye

K

M

A

Halil Nimetullah Öztürk C U M H U R A RSLAN

200

Hal i l Nimetu l lah Öztürk, Cumhuriyet döneminin önde gelen rad i kal-poziti­ vist ve anti-Osman l ıc ı düşüncelere sa­ h i p b i r d üşünürü ve b i l i m adam ı d ı r. O s m a n l ı D a rü lfü n u n u ' n d a m a n t ı k dersleri veren, 1 933 Ün iversite refor­ muyla görevine son ver i l en Öztürk, Kemal i st ideolojinin Osmanl ı karşıtlı­ ğını ve Osman l ı l ı k eleştirisini en fazla ben i msemiş ve görüşlerini bu çerçe­ veden sunmuş b i r ayd ı nd ı r. Cumhu riyet ideoloj i s i anti-em per­ yalist ve anti-Osma n l ıcı düşüncelerle yakından i l işki l i olmuş, anti-emperya­ l ist düşünce ideoloj i k düzeyde pol iti­ ze olduğundan ve kapsam l ı bir em­ peryalizm eleştirisi nden ziyade kolon­ yal izm karşıtı bir tepkiye dayandığın­ dan s ı n ı r l ı kal m ış; buna karş ı l ı k anti­ Osman l ı c ı düşünce, dönemin b i rçok

müstenid olan beşere itimad etmek layık­ lığın illet ve esasıdır, cumhuriyetin cevhe­ ridir ( . . . ) !ayıklıktan mücerred bir cum­ huriyet aynen ruhsuz bir cevherdir. " 3 Son devir Osmanlı aydınları ve özellikle Cumhuriyet idaresinin kurucuları, yenilgi ve çöküşün tespitini yapıp, çözüm yolları­ nı keşfettiklerine kanaat getirdikten sonra da kendilerinin tarihi bir vazife ile karşı karşıya olduklarını düşünüyorlardı. Onla­ ra göre, Bau'da kendiliğinden vuku bulan gelişme bizde yaşanmadığından, yani "Şark medeniyeti intibah, ıslahat-ı diniye

z

M

aydını, düşünürü için öneml i bir refe­ rans olmuştur. Cumhu riyet ideoloj isi­ nin teme l parametre l eri n i saptarken "sekü l e r l eşme" a n l ayı ş ı n ı n u l us l aş­ ma/Türkleşme pol itikalarına yön ver­ diğini, dolayısıyla Türkleşme pol itika­ larındaki etn isiteye ve ırka dayal ı yo­ rumlama çabalarına ihtiyatla yaklaşıl­ ması yönündeki tezin geçerl i olduğu­ nu söylemek mümkün. Cumhuriyet' in vu lgarize, pozitivist söylemiyle birl i k­ te ortaya çıkan Türkleşme pol itikaları seküler, laik b i r top l u mun kurumsal­ laşmasını içermektedir. Dil, ekonomi, hukuk, siyaset, aile vb. gibi toplumsal hayatın tümü ndeki Türkleştirmeye dö­ nük Cumhuriyetçi söylemin ı rkç ı/ya­ yı l macı boyut i çermed i ğ i n i ; o rtaya konan Osma n l ı eleşti risin i n " i n k ı l ap" yoru m larıyla b i r l i kte d i n öğes i n i ba­ rındırmayan bir toplumu hedeflediği­ n i söyleyebi l i riz. C u m h u riyet döneminde " i n k ı l ap " sözcüğü Osmanlı dönem i n in eleştirisi­ ni ve yeni Türk devleti nin oluşumu sü­ recini ifade eder. Mustafa Kemal i n kı­ labı "Türk m i l letini son asırlarda geri bırakmış o l a n m ü esseseleri y ı kara k yerlerine, m i l letin e n yüksek medeni icaplarına göre i lerlemesini temin ede­ cek yeni müesseseleri koymuş olmak-

ve ihtilal hareketlerini muaffakiyetle geçi­ rerek tekamül etmiş olmadığından , el­ yevm (. . . ) skolastik ve talili usulu tefek­ küre mahkum bir halde olduğundan" 4 bu tarihi vazifeyi yerine getirmek toplumun seçkinlerine düşüyordu. Yusuf Akçura, Cumhuriyet'in kuruluşunun hemen ar­ dından; "Efendiler, tarih bize naklettiği bütün inkılabların muayyen gayelere vu­ sul azminde bulunan şuurlu bir ekaliyetin metin, fedakar ve icabında şedid faaliyet ve harekatıyla vuku bulduğunu gösterir"s diyordu. Abdullah Cevdet, "lcabat-ı ilmi-

L A i K L i K

V E

K A R Ş I

L A I K L I G I N

t ı r" şek l i n d e tan ı m l aya rak Osma n l ı geçmişinin b ı ra k ı l masının zoru n l u l u­ ğunu vu rgu lar. (İna n : 1 9 79 : 1 01 ) Cum­ h u r i yet dönem i n i n önde gelen id e­ ologlarından CHP Genel Sekreteri Re­ cep Peker ise inkı li\bı şöyle tanı mlar: " İ n k ı l ap fen ayı, köhneyi, haksızı ve zava l l ıyı b i rden kökünden söküp onun yerine iyiyi, yen iyi, doğru ve haki ıyı ve faydal ıyı koymak ve bunların bütün esasl arıyla içti mai bünyen i n ruhunda kökl eşti rip yaşatmaktır. ( ... ) Bütün bu fena, bütün bu köhne, bütün bu çürü k ve fersude şeyler zorluk kuvvetler kul­ lanı larak yerinden sökü leb i l ir." (Peker; 1 93 3 : 733). Cumhuriyet döneminin il­ ginç düşü n ürlerinden anti-Marks ist, anti-kapital ist, ırkçı, otoriter açı l ı m l ı düşünürlerinden M . Saffet Engin ise inkılabı " ... eski içti mai n izamın fena­ l ı kları anlamış olduğundan o n izama karşı asidir. Onu yeni baştan ve yen i b i r terbiyeye göre kurar" şekl inde ta­ n ı m lar (Engin ; 1 93 3 : 471 -472). Cum­ huriyet' i n bir başka teorisyeni M. Esat B o z k u rt i s e i n k ı l a b ı şöy l e a n l atı r : "Türk inkılabı . . . modern m i l letler kar­ şısında bin y ı l geri kalmış bir u l usun, Türk u l usunu bir ham lede bin yıl i leri götüren bir zeka ve b i r b i lgi idi" (Boz­ kurt, 1 940: 1 25).

ye fenniye neyi istilzam ederse, avamın hoşuna gitmese bile onu iltizam etmek idare adanılan için bir vazifedir" diyen ls­ met Paşa'ya katılmakla kalmayıp, 'avam'ın değişimi kolay kabul etmeyeceği ihtimali­ ne karşı ona destek veriyordu, zira; "avam eski çarığını bile yeni çarıkla tereddüdsüz mübadele etmez"di. 6 Aydın-bürokrat seçkinlerin topluma ön­ derlik etme iddiaları pozitivist tarih anla­ yışı ile uyum içindeydi. Nasıl toplumlar dinsel düşünceye dayandıkları dönemde çocqkluk devrini yaşıyor sayılıyorsa, top-

D Ü

Ü N S E L

B O Y U T U

201

Kemalist ideolojinin sosyolojik temellerini güç_lendirme çabasındaki H. Nimetullah Oztürk 'te, Müslümanlığı laik yapıya "millf din " olarak entegre etme fikri önemlidir. Hal i l N i metu l lah Öztürk, 1 92 8 yı­ l ı nda "İnkılabın Felsefesi" ad l ı çal ış­ masıyla i n k ı l a b ı n fel sefi temel l er i n i ortaya koymaya çal ı şı rken dönem i n genel eği l i m leriyle para l el l i k içi nde­ d i r. H a l i l N i metu l l ah ' ı , d i ğer ayd ı n ideologlarından ayı ran unsur, Darü l­ fü nun geleneğinden gelmiş olmasıdır. Cumhuriyetçi olduğu halde Darü lfü-

!umun dine bağlı geniş kesimleri henüz çocukluk devrinde sayıldığından, bilimsel düşünceyi özümseyerek olgunluğa erişmiş seçkinleri onlara vasi tayin etmek doğal kabul ediliyordu. Mustafa Şekip, 'Halkda Zihniyet' başlıklı makalesinde bu düşün­ ceyi çok iyi ifade ediyor; "En basit bir mü­ şahede her yerde ve her milletde halkın münevverlerden ziyade ibtidai zihniyete yakın olduğunu gösterir."7 Abdullah Cev­ det'in benzer ifadesi ile, "Havasın dini ilim, avamın ilmi din" di (Abdullah Cev­ det, 1 9 1 2: 66), bu durumda 'havas'ın yani

K

202

M

A

nun reformuyla görevinden al ınması­ n ı başka t ü r l ü i zah edemeyiz. Öte yandan olabild iğince açık bir teoriye sah i pt i : Türk İ n k ı l a b ı n ı n Osma n l ı l ı k­ tan tamamen sıyrıl ması gerektiği dü­ şüncesi . Bu düşünce elbette öneml iy­ d i . Fakat daha gen iş bir topl u msal-si­ y a s a l pro g r a m a t i ğ e i ht i ya ç d u yan Cumhu riyet'in seçkin leri için çok na­ ifti; rej i min belki sadece Reşit Galip gibi, Afet İnan gibi "ol uşturu lmuş" ay­ d ı n lara-ideologlara ihtiyacı vard ı . Re­ cep Peker gibi siyasal kurumsal laşma­ da, politik ol uşumda bel irleyici, yön­ l e n d i r i c i yönetici lere ihtiyacı vard ı . Cumhu riyet' in 1 930' lardaki k itlesel­ po l itik- ideoloj i k şek i l lenmesinde de­ r i n l i k l i o l m aya n , tari hsel arkap l a n ı çok yeterli bulunmayan, Atatürk kül­ tüne çok bağ(ı m)lı ayd ı n ve ideologla­ rın büyük etki si b u l unmaktad ı r. Gü­ neş-Dil Teorisinin oluşumu ile " ı rkçı" açıl ım ları içeren tari h tezinin şekil len­ mesi ve gerçekd ışı temal ara kayma­ s ı nda, yen i devlete ve onun l iderine çok bağ(ı m ) l ı ayd ı nların önem li fonk­ s i yon l a r ı b u l u n ma ktad ı r. C u m h u ri ­ yet' i n seç k i n l erinden H a l i l N i metu l­ lah Öztürk de, düşüncesi nin varabile­ ceği en üst noktalara u laşm ış, B i rinci Tarih Kongresi'ne katı l ı p bir konuşma

aydınlanmış seçkinlerin, ülkeyi selamete çıkarmak için, 'avam'ı yani dini düşünce­ nin etkisi altındaki geniş halk kitlelerini, ileri bir toplum oluşturmak üzere dönüş­ türmesi gerekiyordu. Cumhuriyet'i kuran­ lar için laiklik bu dönüşümün temel ko­ şullarından biri, belki en önemlisiydi. Yeni idarenin kurucuları, ülkeyi felakete sürüklediğini düşündükleri süreci tersine çevirmenin yolu olarak gördükleri tarihin ileriye doğru giden trenine yetişebilmek için, dini, özellikle lslamiyet'i en büyük engel olarak görmekteydiler ve bu açıdan

z

M

yapmış, ölümüne kadar bütün d i l ku­ ru ltaylarında b u l u nm uş, d i lde özl eş­ meci l i ğ i savu nmuştu r. Fakat Öztürk "pol itik" bir kişi l i k o lamam ıştı r, daha çok düşünsel, teorik düzeyde kal m ış­ tır. N itekim eğitimi, yetişmesi, teori k ge l i ş i m i i l . Meşruti yet d ö n e m i n d e o l u ştuğu v e Darülfü n u n'da hoca l ı k yaptığı için ti pik bir Cumhu riyet ayd ı ­ n ı d a o l a m a m ı şt ı r. Zaten C u m h u r i ­ yet' i n özel l i k l e sekü ler, l a i k b i r top­ l u m için olmazsa olmaz temeli olan Osma n l ı karş ı l ığ ı ve e l eşt i r i s i n i çok i leri düzeylerde savunduğu halde b i r Cumhuriyet ideo loğu olarak yeterl i i l ­ giyi göremem iştir. H a l i l N i metu l l ah Öztürk, Kema­ l izmin öze l l ikle 1 930'larda yeni kim­ lik sürecinde önem l i rol oynayan Os­ m a n l ı -İslam geleneğini en ciddi sor­ gu layan ayd ı n larım ızdandır. İnkılabın f e l sefes i n i " O s m a n l ı C u m h u r i y e ­ ti'nden T ü r k Cumh uriyeti ' n e geç iş" o l a ra k s i st e m l e şt i r m i şt i r. (Özt ü r k ; 1 92 7 : 1 28 7) Dolayısıyla yeni devletin siyasal, top l u msal yap ı s ı , Göka l p' i n saptad ığı gibi "Türkleşmek, İsla mlaş­ mak, Muas ırlaşmak" değil, daha farkl ı düzeyde "Tü rkleşmek, Layıklaşmak, Çağdaşlaşmak"tır (Öztü rk: 1 953). Bu yorum, d i n i bir m i l leti oluşturan un-

laiklik onlar için hayati önem arz ediyor­ du. Meşrutiyet dönemi, Batı uygarlığının üstünlüğünün genel olarak kabul görme­ sine karşı din konusunda kararsız ve çe­ kingenlik gösteren tartışmalarla geçmişti. En koyu Batıcılar bile, kendilerini lslam'ın ilerlemeye engel teşkil etmediğini ispat et­ mek zorunda hissetmişlerdi. Celal Nu­ ri'nin 'lslamiyet ilerlemeye engel midir?' sorusuna verdiği cevap, 'hayır değildir'di, sorumlu tutulması gereken lslamiyet'in mevcut haliydi,B lslamiyet'in yanlış anla­ şılmasıydı.9 Yine koyu Batıcı Abdullah

L A i K L i K

V E

K A R Ş I

L A I K L I C':i l N

surlardan biri o l arak değerlendi rme­ yen Mustafa Kem a l ' i n yoru muyla ör­ tüşm ekted i r. Z i ya Gökal p'te sanc ı l ı bir şekilde duran "d in" unsu ru, Cum­ huriyet' in ayd ı n ları için sürekl i bir ra­ hats ı z l ı k kaynağı d ı r. Gökalp'in Com­ te - D u rk h e i m ç i z g i s i n den aktard ı ğ ı pozitivizm in d i n i sosyal b i r olgu ola­ rak yoru m laması, yeni kim l iğin temel sacaya k l a r ı n d a n b i r i s i n i o l uşturur. Göka l p' i n daha çok Durkheim poziti­ v i z m i n e yas l a n ma s ı n a karş ı l ı k Hal i l Ni metu l lah Öztürk, (M. Saffet Engin, M. Esat Bozkurt vb. ayd ı n la rda) A. Comte'u n kaba pozitiv izm i n i aynen ben imsem işti r. Bu kaba pozitivizmle Türk tari h i n i değerlend i rm iş ve teorik b i r temelden Cumhu riyet ayd ı nlarının A. Comte'u n pozitivizmindeki üç hal yasas ı n ı n Türk ta rihine uygu lamaları i ç i n prat i k b i r kol ayl ı k sağl a m ı şt ı r. Metafiz i k döne m l e Osman l ı dönemi kolayca bütü n leştirilerek Osmanlı sü­ reci acı masızca ve gerçek dışı bir yo­ rum l a eleşti r i l m i ştir. H a l i l Nemetul l ah Öztürk, Comte' u n poz iti v i z m i ndeki son halka olan pozitivist dönemi n bi­ l i msel felsefel ere daya l ı boyutunu E. Durkheim'dan aktard ığı "toplum duy­ gusu", " m i l li vahdet" an l ayışıyla bir­ leşt i rerek devri m i n teorik temel leri ni

Cevdet, aynı tezleri savunuyordu; sorun doğrudan lslam değil, Islam'ın yanlış anla­ şılması, hurafeye dönüşmesi, siyasi istib­ dada alet olmasıydı. 1 0 Oysa, Ahmet Ağaoğlu'nun ifadesiyle, ls­ lam medeniyeti mağlup, Garp medeniyeti galipti ve medeniyeti kısmen benimsemek mümkün değildi. Şöyle diyordu; "Garb medeniyetinin tevafuk ve galebesini kabul ve itiraf ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Ediyorsak o galebeyi yalnız ulum ve funu­ na ve hatta bazı siyasi ve içtimai teşkilata atfetmemeliyiz. Bütün medeniyetin mec-

D Ü

Ü N S E L

B O Y U T U

ortaya koyar (Öztürk; 1 944 : 9-2 1 ) . Bu s ü reçte C u m h u r i y et' i n tüm teo r i k ana l i z l erinde var o l an " b i l imsel amentü", toplumsal yasa ve bir b i l im olarak sosyoloj i bütünleşti rici bir etki yapmıştır. Türk devri m i n i n amacı "ulusal var­ l ı ğı kend i u l u sa l o l mayan kura l l a r ı , g e l e n e k l e r i i ç i n d e boğma kta o l a n 'Osma n l ı l ığı' atmak, 'Tü rklüğü' b u l ­ makt ı r, ç ü n kü i n k ı l a b ı n b ize b ı rak­ mayı icap ett i rd i ğ i hayat eski 'Os­ man l ı hayatı', b ize edin meye zaruri k ı l d ı ğ ı h a yat d a i ç i n e g i rd i ğ i m i z 'Türk Hayatı'"dır. Türk Tarih Kongre­ s i ' n d e y a pt ı ğ ı k o n u ş m ada Öztürk, "qu eser [Türk Tarihi Tetkik Cemi yeti kasted i lerek] mazide ne olduğumuzu bütün i n san iyetiyle medeniyete ı ş ı k saçan asil bir va rlığa nas ı l m a l i k ol­ duğu muzu gösterd i kten sonra göğsü­ müz gurur hi sleri i l e kabartarak yine bütün d ü nyaya karşı b i ze ' B i z var i d i k ve böyle vard ı k ' ded i rt m i şt i r" (Öztürk, 1 93 2 : 3 29 ) . "Türkler en eski dönemde totemci l i k devres i n i yaşar­ larken halkçı, cumhuriyetçi, tesan üt­ çü b i r te m e l e daya n m aktad ı r. Türk ruhunun en bel i rg i n vasfı i s e 'tesa­ n ütç ü ' b i r hasl ata m a l i k o l m as ıd ı r. 'Tesanütçü olan Türk Töresi . . . kadın-

muuna, zihniyetine, tarzı telakkisine, ru­ huna kafasına, dimağına, kalbine, atfet­ meliyiz ( . . . ) kurtulmak, yaşamak, idame-i mevcudiyet etmek istiyorsak hayatımızın ( . . . ) umumisi ile -yalnız libasımızı ve ba­ zı müesseselerimizi değil- kafamız, kalbi­ miz, tarz-ı telakkimiz zihniyetimiz itiba­ riyle de ona uymalıyız. Bunun haricinde halas yoktur."11 Cumhuriyet idaresi, bu konudaki tüm tereddütlere son vererek, 'kurtuluş yo­ lu'ndaki tüm engellere son verecek olan reformları dayandırdığı laiklik ilkesini be-

203

K

204

M

A

c ı l ı k (femin isme) ve ahlakçı l ı k esas la­ rına daya n ı r. Dolayısıyla b i r taraftan ' i nsan iyetç i', d iğer taraftan ' m i l l iyet­ ç i ' olan Türk cemiyet i n i n hayatında en başl ıca hasleti de 'halkçı' ol mak­ t ı r" (Öztürk, 1 93 0 : 40-66) . Öztürk Türk'ün temel özel l i ğ i n i n " u l u s a l l ı k d u ygu s u " o l d u ğ u n u , b u u l usa l l ı k duygusunun Osman l ı l ık dö­ nemi i l e tamamen ortadan ka lktığını söyler. Osmanlı döneminde "(i)çtimai varl ı k kaybol muş, m i l li şuur doğma­ m ış, cem iyet kendi ben l iğini unutmuş olarak yabancı unsurların" etki s i al­ t ı n d a kaim ıştı r. Osm a n l ı l ı kta si yasi hayatı teşkil eden bütün müesseseler isti bdat ve mutlakıyet ruhuna göre şe­ k i l len i rken, ' içti mai hayatı' oluşturan bütün kuru m larda da yabancı b i r ha­ yat, metafizik an layış hakimdir. Öyle ki Öztürk'e göre Osma n l ı döneminde 'mi lli onur' bile kalmamış yabancı bir kü ltür içinde kalarak " m i l li" onurunu kaybeden fertler "bir sap ı k l ı k batakl ı­ ğı i ç i n d e s a p l a n ı p ka l ı r" (Öztürk, 1 940: 88) Osman l ı döne m i nde m i l l iyet duy­ gusu n u n ve u l usal var l ığ ı n ortadan kal kmasının en büyük neden i Osman­ l ı l ığın "yabancı kü ltürün", yan i İslam kü ltürünün etk isi a l tında kalmas ı d ı r.

nimsemiştir. Bu reformlar öncelikle, mo­ dern bir toplum inşasına temel teşkil eden kurumsal ve toplumsal dönüşümlerin tü­ müne zemin hazırlamayı hedefliyordu; dinsel kurum ve hiyerarşilerin yanı sıra, geleneksel topluma özgü tüm kurum ve hiyerşileri ortadan kaldırıyordu. İnsanla­ rın evrensel eşitliği ilkesinin benimsenme­ siyle, sadece dini değil, geleneksel toplu­ ma özgü tüm unvan ve ayrıcalıklara son veriliyordu. Laiklik ilkesi bu yönüyle, ge­ leneksel toplumdan modern bir topluma dönüşümün çerçevesini belirliyordu.

z

M

Osmanlı dönem inin yok sayıl masında esas unsur, bu din unsuru o l m uştur. Dinin eleştiril mesi ve onun yerine se­ kü ler bireylerin yetiştiri l mesi, Cumhu­ riyet reform ları n ı n esas içeriğini ol uş­ turmaktad ı r. Gökalp ile başlayıp Mus­ tafa Kema l , İ nönü, Recep Peker, M . Esat Bozkurt, Reşit Gal ip, Celal N u ri i leri vb. bir çok ideolog-pol itikacı n ı n Osma n l ı e l eşti risi, özünde b i r kü ltü­ rel/siyasal a lan olarak d i n i hedef a l ­ maktadır. Ve İslam kültürünün şek i l ­ lendirdiği bi rey yeri ne u l usçu l u k/po­ zitivizmin şek i l lend irdiği dünyevi, la­ i k b i reyin yaratı lması amaçlanm ıştır. Bu teorin i n en sistem l i d üşünürü ise H a l i l N i m etu l l ah Öztürk'tür. O n u n Osman l ı l ı k i l e d i n arasında kurduğu bağlantı, b i r yandan b i r kültür unsuru olarak d i n i n bütün toplumda etk i l i ol­ ma s ı n ı n gere k l i l i ğ i i l e öte ya n d a n İ s l amcı l ığ ı n teokratik b i r siyasal s i s­ tem olarak Türk toplumuna zarar ver­ d i ğ i d üşüncel eri i l e şeki l l e n i r. Z i ya Gökalp "din"i reforme ederek siyasa l­ laşmanın d ışına itmekle birlikte siste­ mine dah i l ederken, rad ikal pozitivist b i r ayd ın olan Öztürk de, Osmanlı l ı k i l e Türklüğü metafizik i l e fizik aras ın­ daki fark l ı l ı k l a açıkl amasına para l e l o l arak, İ s l a m c ı l ı k i l e M ü s l ü m a n l ı k

Diğer taraftan, laiklik modern bir ulus ve ulusal kimlik oluşturma tasarısının ay­ rılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet'in he­ deflediği siyasal kimlik artık, tereddütsüz ulusal kimlik olmuştur. İslamiyet kaçınıl­ maz olarak bu kimliğin asli unsuru olma­ ya devam etse de, Cumhuriyet'in kurucu­ ları kuramsal planda, ulusal kimliği sekü­ ler çerçevede tanımlama yoluna gitmişler­ dir. Bu Il. Meşrutiyet döneminin dini içe­ riği ağır basan Türkçülük anlayışından farklılık gösteren bir milli kimlik anlayışı­ dır. Birinci Dünya Savaşı sonunda, özel-

L A i K L i K

V E

K A R Ş I

L A I K L I G I N

a ra s ı n d a da i l g i n ç b i r ayrıma gider. Türk d ü nyası Osman l ı l ıktaki ümmet devri n i geçmiş u lus devrine girm iştir. Ona göre 'Üm met' devri nin üzerinde yürüdüğü yol "İslamcıl ık"tı, u l us dev­ r i n i n ü z e r i n d e y ü r ü d ü ğ ü yo l i s e "Türkçülük" olacaktır. B undan dolayı M ü s l ü m a n başka, İ s l am c ı başkad ı r. H e r İ s l a m c ı M ü s l ü m an d ı r fakat her M ü s l ü m a n İ s l a m c ı değ i l d i r. B i r i b i r devri henüz d i n olan i l e d i n ol mayanı b i rb i ri nden ayı rmayarak her şeyi din gören "Osman l ı l ı k" devr i n i gösterir, ötek i ise "Tü r k l ü k" devri n i göster i r. (Öztürk, 1 95 3 : 9 1 ) B u yor u m d i n i n u l usçu (anti-Os­ manl ıcı boyut) düzleminde e l e a l ı n ­ malıdır. Osma n l ı ' n ı n İslamc ı l ığı başka b i r d i n, Tü rk' ün Müsl ümanl ığı başka b i r dindir. Öztürk, yeni devlete özgü olarak İslam' ı Müslüma n l ı k yorumuy­ la Türkleştirmeye, u luslaştı rmaya çal ı ­ şırken, kend isinin de içinde yer aldığı d inde reform tasarısında ise dinin bi­ l i msel esasları dah i l inde düzenlenme­ si a m aç l anm ışt ı r. Osman l ı ' n ı n şeriat ile yönetilen yabancı bir d i ne dayan­ d ı ğ ı n ı b e l i rten Öztürk, yeni devletin d ine tan ıdığı alanı b i reysel vicdanlar­ la s ı n ırl ı tutmaya çalışırken pozitivist teorin in, hem mühendislik hem de ja-

D Ü

Ü N S E L

B O Y U T U

koben geleneğin izlerini taş ı r. 1 947 yı l ı nda kendi yayım ladığı Ergene der­ gisindeki öze l l ikle "Kara Kuvvete Kar­ şı" ad l ı yaz ı larında çok aç ı k o l a rak d i n se l l i ğ i n art ı ş ı n ı ve özel l i k l e Din Yolu, Selamet, Sebilürreşat gibi İslam­ cı dergi leri ağır biçimde el eştirm iştir. Devletin d i ne müdahale etmesi gerek­ tiğini "hac yolculuğuna çı kan yurttaş­ ları mızın . . . soyu lup soğana çevril me­ leri"nden dolayı "bu acık l ı yolcul uğa izin vermemek, bütün bunlar ortadan kalkıp düze l i nceye kadar eskiden ol­ duğu g i b i yine hacca gitmek izn i n i ka l d ı rmak" gerektiği n i bel i rterek çok açık olarak devletin d i ne müdahalesi­ ni sav u n m a ktad ı r. Böyl ece Öztürk, Os m a n l ı top l u m u n u n metafiz i k b i r hayat o l a n " ü m m et" ya p ı s ı i ç i n d e İslamcı l ı k dininin etkisi nde olduğunu, oysa " l ad i n i C u m h u ri yet" olan yeni devl ette i s e, "fizik" gerçek l i k o l a n "Türklük" duygusunu "Müs lüman l ı k" olarak yaşamakta olduğunu savun u r. H a l i l N i metu l lah Öztürk, C u m h u ri � yet' i n d i n i n fonksiyonlarına karş ı l ı k m i l liyetç i l i k duygusunu yerleştirmeye çal ışmasının i lginç b i r yoru munu su­ nar. Bu çerçevede İslam'ı Türkleştir­ meye çal ışarak d i n sel b i r u l usçu l u k çabasına gi rer.

205

1 likle Arap nüfusun tutumu, ardından ls­

karşı gelişen bir tarihi uyanış hareketi ol­

tanbul hükümetlerinin, şeyhülislam fetva­

duğu gibi tesbitlere bırakmıştır. Milliyet­

ları ile, dini gerekçelerle Milli Mücadele'ye

çiliğin pozitivist açıklaması için gerekli

karşı çıkmaları, milli kimliğin sekülerleş­

zemin zaten hazırdı; Mus tafa Şekip , "Bu­

mesini kolaylaştırmış, en azından buna iyi

günkü insanı anlamak için nasıl tek hüc­

bir mazeret oluşturmuştur. Cumhuriyet'in

reli hayata kadar rücu ediyorsak, milli­

kuruluşunu takiben, milli kimliğin sekü­

yetçiliği anlamak için de onun doğmaya

ler tanımı büyük ölçüde bu gerekçelendir­ me üzerinden yapılmıştır. 1 2

başladığı zamanlara kadar geri gitmek la­

Seküler milliyetçiliğin önünün açılma­

liyetçiliğin kiliseye karşı mücadelelerden

sıyla; din konusundaki ikircikli ifadeler

doğduğunu ve insaniyetin ilerlemesinin

zımdır" diyor ve geriye gittiği zaman mil­

yerini, sekülerliği vurgulayan milliyet ta­

koşulu olduğunu tespit ediyord u . 1 3 Da­

nımlarına, milliyetçiliğin aslında dine

hası, seküler milli kimlik, laikliğe milli

M

K

z

A

M

bir arkaplan sunabiliyordu; bazıla rına göre, din ve dünya işlerini ayırma kabili­ yeti "Türk milletinin yaratılışında" vardı, lslamiyet öncesi Türklerin devlet teşkila­ t ı , Kutadkubilig buna örnekti , dinI ta­ asup Acem ve Arap etkisi ile yerleşmişti (Refik Sıtkı [ Gür] ; 1 9 27) . Nihayet, Islam Arap medeniyetinin bir unsuruydu; Yunus Nadi, "( . . . ) Arabistan­ da zuhur eden dini bir idrakin umumi ha­ yata tatbik edilmiş kaidelerinden bir nev'i hayat tarzı çıktı" , Arap medeniyeti "Yunan ulum ve fonunu" aldığında yükseldi, ama

206

bu gelişmenin de önü kesildi diyordu. 1 4 Bu koşullar altında, lslam giderek daha ziyade Arap medeniyetinin bir unsuru olarak değerlendirilerek kültürelleştirilir­ ken, Batı medeniyeti ise giderek daha fazla kültürel çerçevesinden çıkarılarak evren­ sell eştiriliyord u. Türk Yurdu'ndaki bir konferansta " ( . . . ) içtimai hayatımızın ta­ bii tekamül ve inkişafını istiyorsak Garb medeniyeti ünvanı altında tanınan bu en mükemmel beşeri m edeniyeti kabul ve ona hizmet gayesini takib etmeliyiz" ıs de­ niliyordu. Batı ileri toplumun timsali olduğuna

kiplerimize kendimizi saydırmak ve tel­

göre, seküler milli kimlik, aynı zamanda,

kin-i hürmet etmek için onlardan hiçbir

tartışmasız biçimde Batılı bir kimlik ola­

farkımız bulunmadığını göstermek lazım­

rak düşünülüyordu. Görüntü olarak da

dır" 1 6 diyordu. Yıllar sonra, Uluğ İğdemir,

Batılı olmak, medeniyetine dahil olmanın

o yıllara ilişkin anılarında, Cumhuriyet'in

Cı{mlıuriyet ga­

kılık kıyafet değişimine ilişkin kanunları­

somut gös tergesi olacaktı.

zetesinde 1 Eylül 1 9 25'de yayımlanan bir

nı değerlendirirken, "Bu devrim bizi dün­

yazıdaki ifadeyle, "Kırmızı fesi atarak ye­

yanın gözü önünde gülünç olmaktan, Av­

rine şapkayı geçirmek, .medeniyet dünya­

rupa memleketlerinde soytarılar gibi do­

sına dönerek, 'Efendiler, Türk yepyeni bir

laşmaktan, onlardan ayrı insanlarmışız et­

alemdir. Bu alemin sizinkinden hiçbir far­

kisini uyandırmaktan kurtardı" ( lğdemir, ·

kı yoktur. . . Türk de sizin gibi bir insan­

1 9 76: 1 22) demiştir.

dır, sizin gibi bu medeniyet faziletlerinden

Laikliğin ş e kli o l arak B a t ı l ı l a ş m ayı

istifade etmek ister, yaşamak, mesud ol­

önemsemes i b o şuna d eğildir. i ç eri d e ,

mak hakkıdır' demek(ti)", "bu amaç için

Cumhuriyet devrimi ile hukuken ilga edi­

ş eklin ne ö n emi var" diyenl ere karşı,

len, dini ve geleneksel kurum ve hiyerar­

" dünyaya kafamızın değiştiğini ispat için

şilere set çekmenin sembolik ifadesi olma­

onun içini açıp göstermek ne kadar kabil

nın yanında, modernleşmenin olmazsa ol­

değilse, dışını göstermek o kadar kolay­

maz koşulu olarak görülmüş ve nihayet

dır" deniliyordu. Siirt Mebusu Mahmud, "Hayattaki ra-

dünya önünde bir " telkin-i hürmet" ve iti­ bar meselesi olarak görülmüştür. Bu tek

L A i K L i K

V E

K A R Ş I

L A I K L I C'; I N

taraflı bir algı sorunu değildir. Batılılar da meselenin şekli boyutunu en az Cumhuri­ yetçiler kadar önemsiyorlardı. Cumhuri­ yet'in kuruluş yıllarına ilişkin gözlem ve değerlendirmelerden oluşan kitabında Pa­ ul Genziton şöyle diyordu: "Müslümanla­ rın şapka giymeleri, bu sırada Batılılara önemi az bir ayrıntı gibi görünebilir. Oy­ sa, bu reform Mustafa Kemal'in gerçekleş­ tirdiği reformların en ağır sonuç verenle­ rinden biridir ( . . . ) bugüne kadar bütün Doğu, bir kısmı mümin yani müslüman­ lar, diğeri ise mümin olmayanlar yani Hı­ ristiyanlar diye ikiye bölünmüştü. Bunlar taşıdıkları başlıklarla ayırt edilirlerdi. . . bu­ gün . . . Allah'ın sevgilileri, peygamberin to­ runları, imansız dedikleriyle giyiniş bakı­ mından bir oldular. ( . . . ) Bu dış benzeme inanılmayacak bir yaklaşımdır" _ 1 1 CUMHURIYET LAlKLlGlNE MUHALEFET VE LAlKLlGlN MUHAFAZAKAR TANIMI

Diğer taraftan, Genziton'un dediği gibi, 'Şapka Devrimi' veya genel olarak Cumhu­ riyet devriminin, gündelik hayat ve sem­ bolik alanda, kanun çıkararak gerçekleştir­ diği değişimler, en çok tepki topluyan ve sorun haline gelen değişimlerdir. Yine, Genziton'un gözlemi isabetlidir; kılık kıya­ fetin Müslümanlar için dini olmanın öte­ sinde, daha doğrusu dini olanla özdeşleş­ miş tarihi önemi vardır. Dahası, şapka ve­ ya başka Batılı kisveler, Müslümanlar için yüzyıllarca, kendilerini Müslüman olma­ yanlardan sadece ayırt etme aracı değil, ay­ nı zamanda üstünlük sembolü idi. Cum­ huriyet devrimine muhalefetin kalkış nok­ talarından en önemlisi; özellikle laiklik il­ kesi çerçevesinde gerçekleştirilmeye girişi­ len değişimlerin, koşulsuz bir teslimiyet olarak algılanmasıdır. Kılık kıyafette ve kültürel hayatın diğer alanlarında Batılılaş­ ma, muhafazakar aydınlar ve dindar halk kesimleri tarafından, başından itibaren, Batı'ya koşulsuz teslimiyetin ve dolayısı ile

D Ü

Ü N S E L

B O Y U T U

lslamiyet'e karşı kurulmuş muazzam bir tuzağın timsali olarak görülmüştür. Cumhuriyet'in ilk kuruluş yıllarında 'inkılaplara' tepkilerin sindirilmesi ve mo­ dern, Batıcı laik cumhuriyet programının, tek partili bir rejimle hayata geçirilmesi­ nin ardından, laiklik ilkesi çerçevesindeki uygulamalara karşı ilk yasal ve demokra­ tik muhalefet, 1945'te çok partili hayata geçişle birlikte boy göstermeye başladı. 11. Meşrutiyet döneminde çıkıp Cumhuri­ yet'in ilk yıllarında yayını son bulan, lslamcı dergi Sebilüneşad bu dönemde Eş­ ref Edip yönetiminde tekrar çıkmaya baş­ ladı Bu dergi ve yine o dönemde yayım­ lanmaya başlayan benzerlerinde, Cumhu­ riyet'in laiklik anlayışına ilk, üstü kapalı eleştirilere rastlamak mümkündür. Ancak, Cumhuriyet Türkiyesi'nde, laiklik konu­ sunda, Meşrutiyet döneminin lslamcı tez­ lerinden sözetmek imkansızdır. Söylene­ bilenler; artık, 'demokrasi' ve 'din hürriye­ ti' çerçevesine taşınmak durumundadır. Eşref Edip, Sebilülreşad'da CHP'nin din si­ yasetinden "demokrasiye muhalif zihni­ yet", laiklik anlayışından "din hürriyetini tahdit" olarak bahseder. DP ile inişli çıkış­ lı bir ilişki kuran dergi, CHP ile aynı, hat­ ta daha "sert" bir laiklik anlayışına sahip olduğu için, başlangıçta, DP'nin din siya­ setinden genelde şikayetçidir. DP'nin laik­ lik tanımı daha serttir, zira, CHP progra­ mında laiklik "kanunların muasır medeni­ yete, ilim ve fenlerin temin ettiği esas ve şekillere ve dünya ihtiyaçlarına göre yapıl­ ması " ş eklinde tanımlamasına karşın, DP'nin tanımı "hiçbir din düşüncesinin kanunların tanzim ve tatbikinde müessir olmaması" IS şeklindedir. Bu arada, siyasi çıkışını büyük ölçüde dindar muhafazakar tepkilere dayandıran DP çevresi, kendine has bir laiklik formü­ lü geliştirdi. Muhafazakar bir laiklik yo­ rumu diyebileceğimiz bu formül mevcut laik devletle muhafazakar tepkileri müm­ kün mertebe uzlaştırmayı hedefliyordu. DP'nin ideologlarından Ali Fuat Başgil,

207

K

208

M

z

A

M

1 954'te yayımladığı Din ve Devlet başlıklı

konusundaki ikircikli ve dolaylı ifadeleri­

kitabında; "Zannediyorum ki din ile dev­

nin benzerleri, Cumhuriyet döneminde

let arasındaki bağlılığı ve bunun şeklini

muhafazakar söylemleri seslendirenler ta­

tarihi ihtiyaçlar ve içtimai realiteler tayin

rafından bu sefer, dinin alanını genişlet­

etmektedir. (. . . ) Din ile devlet münase­

mek için kullanılmaya başlandı . C elal

betleri lslam dininin itikadi ahkamından

Nuri'nin, seküler ulus kavramına zemin

değil ameli ahkamındandır . . . ameli ah­

teşkil etmek üzere önerdiği; vatanperver­

kam, zamanın ve hayat şartlarının değiş­

liğin "bir emri dini olmak üzere telkin

mesiyle değişir, o halde dün olduğu gibi

e d i l m e s i " n i , 19

bügünde dinle devletin birleşmesi lazım

muhafazakarları tersine çevirerek; dinin,

gelmez. Çünkü zaman ve şartlar değiş­

vatanperverliğin ve milli kimliğin ayrıl­

Cumhuriyet d ö nemi

miştir. (. . . ) bir kelime ile laiklik, devrimi­

maz bir parçası olduğu iddiasıyla, vatan­

zin ihtiyaçlarından doğan bir zaruretdir"

perverlik kavramı üzerinden dinin alanı­

(Başgil,

1985 [ilk basım 1 954] : 172- 1 74)

nı genişletmeye çalışıyorlardı.

diyordu. Başgil'den başlıyarak, laikliğin

lslam'ın Türklerin karekterine uygun

mantığından ziyade Türkiye'deki uygula­

bir din olduğu, Türklerin hizmetleri ile

nışını sorun eden muhafazakar bir muha­

yükseldiği gib i , Meşrutiyet döneminde

lefet söylemi gelişmeye başladı.

Şemsettin Gunaltay gibi ılımlı veya Batıcı

Muhafazakar laiklik yorumu, öncelikle

lslamcı denilebilecek isimlerin veya milli

ya doğrudan ya da dolaylı ifadelerle, katı

kimliği dini çerçevede tanımlayan Türk­

Fransız laiklik anlayışına karşı Anglo-Sak­

çülerin görüşlerine benzer görüşler, mu­

son sekülerleşme geleneğini çıkarıyordu.

hafazakar laiklik anlayışının zeminini

Bu çizginin temsilcilerinden, bir süre AP

oluşturdu. Bu söylem çerçevesinde din

mill etvekili de olan Prof. Osman Turan;

millileşmiş, milli kimlik dinselleşmiş olu­

"hukuken laik olan Fransa'nın ve hususiy­

yordu (Mert,

2000).

le Türkiye'nin laik olmayan lngiltere'den

Osman Turan'ın, Batı'da gelişen laikli­

daha fazla vicdan hürriyetine sahip oldu­

ğin yanlış yorumlanmasının sonucu olan

ğu iddia edilemez" diyor ve laikliği şöyle

mevcut laiklik anlayış ve uygulamaları­

tanımlıyordu; "laik düşünce yani vicdan

nın, milli gücümüzü zaafa uğratmasından

hürriyetine saygı zihniyeti, din ile insan

şikayetçiydi. Laiklikliğin beklendiği gibi

hakları veya türlü mezhep ve inanışlar

yükselmemize değil, tam tersine, "Milli

arasında bir barış, bir ahenk kurmak zaru­

gururun kırılmasına, aşağılık duygusunun

retiyle meydana çıkmış bir mefumdur"

doğmasına, tarihi şahsiyet ve vekarımızın

1993 [ilk basım 1964] :42). Aslın­

sarsılmasına, bu yüzden de Şark'ta manevi

da öncelikle barıştırılmak istenen din ve

nüfuzumuzun ve Garbte de itibarımızın

(Turan,

devletti. Muhafazakar söylemin peşinde

azalmasına amil" olduğu yetmiyormuş gi­

koştuğu; laikliğe karşı tepkilerin yarattığı

bi; laiklik yüzünden "milli birlik ve ide­

devlete mesafeli duruşa karş ı , yeni bir

olojide sarsıntı olmuş . . . içtimai ve ahlaki

devlete saadakat formülüydü. Sağ siyasal

nizam zayıllamış"tı (Turan,

söylemin kendini 'komünizm tehlikesine"

1993 : 81).

Kökleri Demokrat Parti dönemine daya­

karşı siper ettiği yıllarda yazan Turan için

nan sağ muhafazakar laiklik yorumu, bir

bu acil bir sorundu. Laikliğin "millileşme­

yandan devletin dine müdahalesini kısıt­

si" gerekiyordu, zaten "ilmi, milli ve de­

lama gayreti şeklinde, din ve inanç özgür­

1993: 80) bir müessese

lüğü söylemine ağırlık vererek Anglo-Sak­

idi, bizde de bu özelliğin tecelli etmesini

son sekülarizmini gündeme getirmiş, di­

mokratik" (Turan, sağlamak lazımdı.

11. Meşrutiyet devrinde Batıcıların din

ğer yandan dini milli kimliğin vazgeçil­ mez bir parçası olarak tanımlayarak, dini

L A i K L i K

V E

K A R Ş I

L A i K

l (; I N

D Ü

Ü N S E L

B O Y U T U

millileştirme gayreti göstermiştir. Bu çizgi­

gayeleri" ise, öncelikle, "milli mutabakatı

nin günümüzde, milliyetçi kanattan tem­

sağlamak ve perçinlemek", nihayet "dev­

silcilerinden birinin ifadesiyle; "laisizm­

let'i toplumu ve tarihi ve lslam ile barıştır­

den milli sekülerizme" (Hocaoğlu,

1 995)

doğru yol alınmış tır. Hocaoğlu'na göre;

mak" (Hocaoğlu,

1995: 398) dır.

Türkiye'd e , muhafazakar sağ siyasal

her şeyden önce sekülerizm "Batı menşeli

söylemin çıkış noktası Cumhuriyet devri­

olmasına rağmen . . . din ile laiklik gibi saç­

minin Batıcı ve laik çerçevesine itirazdır.

saça başbaşa, gırtlak gırtlağa kavgalı olma­

Ancak, ister merkez sağ, ister koyu milli­

ması dolayısıyla daha az sabıkalı ve daha

yetçi çerçevede ifade bulan muhafazakar­

az kirlenmiş bir kavramdır" (. . . ) " çağdaş­

lık, bir siyasal tepki olarak devleti eleştiri

laşma problemini halletmesi gereken Tür­

konusu yapmaktan da kaçınmak duru­

kiye'nin sosyal dünyevileşmesini en iyi

mundadır. Sağ siyasal söylemin bu ikile­

ifade edebilecek kelim enin sekülerizm"

me bulduğu çeşitli çareler vardır; bu söy­

olduğu düşünülmektedir. Ona "Türk kül­

lemin en hassas olduğu konu olan laiklik

türü ve lslam ile barışık olduğu anlamına

konusunda, kendine mahsus bir yorum

g elmek ü z ere milli s ı fa t ı " ( H o ca oğlu ,

ve tutum geliştirmesi kolay olmadı. Ho­

1 995: 393) eklenmiştir. Yazarın ifadesiyle,

caoğlu'nun ifadesiyle "Devlet'i eleştirmek

"milli sekülerizm milli Batılılaşmanın bir

ama aynı zamanda cansiparane bir şekil­

parçasıdır ve aynı zamanda çağdaş milli­

de savunmak zor bir san'attır", ama ona

leşme anlamına da gelmektedir" (Hocaoğ­

göre, "doğrusu buna da değer" (Hocaoğ­

lu ,

1995: 397). "Milli sekülerizmin ana

lu,

1995: 400).

O

DİPNOTLAR Kılıçzade Hakkı, "Pek Uyanık Bir Uyku", lçtihad, No.55, Şubat 1328 ( 1 9 1 2), " Rüya", ltıkad-ı Batılaya ilan-ı Harb, lstanbul: Sancakcıyan Matbaası, 1329 ( 1 9 1 3- 1 4) 2

Cel a l N uri, Mukadderat-ı Tarihiye, lstanbul: Matbaa-ı lçtihad, 1 330 ( 1 9 1 4/1 5). s.280

3

Vasfi Raşid, "layıklık", Cumhuriyet, 20 A!'.Justos 1 927

4

Akçurao!'.Jlu Yusuf, Asri Türk Devleti ve Münevver/ere Düşen Vazife, Türk Yurdu, c.2, no.1 3, 1 925

5

A.g.e.

6 7 8

12 A!'.Jao!'.Jlu Ahmet, "Milliyetçilik Cereyanının Esasları," Türk Yurdu, 1 925, c.2, no. 1 1 , vd. 13 Mustafa Şekip, "Milliyetçilik Mefkuresinin Tahlili," Milli Mecmua, 1 Teşrinewel 1 926, No.70 14 Yunus Nadi, "Bir Medeniyet Merhalesi," Cumhuriyet, 30 Teşrinsani 1 928 1 5 "Halkçılık-Garbcılık," Konferans, Türk Yurdu, Mart 1 928

Abdullah Cevdet, "Yolumuz Aydınlandı", içti-

16 Siirt Mebusu Mahmud, "lnkılab Sahasında Yeni Bir Hamle Daha," Hakimiyet-i Milliye, 1 925, No. 1519

Mustafa Şekip, Halkda Zihniyet, Milli Mecmua, 1 O Kanunisani 1 340

17 Paul Genziton, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Ankara, 1 983, s.108 (ilk basımı Cumhuriyet'in ilk yıllarında olsa gerekir.)

had, 1 5 Haziran 1 925

Celal Nuri, "lslamiyet Mani-i Terakki midir?,"

Edebiya t-ı Umumiye Mecmuası, 1 9 1 8, no.88,

90-91 9

1 1 A!'.Jao!'.Jlu Ahmet, "Üç Medeniyet," Türk Yurdu, C.1, No.1

Celal Nuri, "lslamda Vücub-u Teceddüd, " içti-

had, 15 Kanunisani 1 327 (1912), no.39-40

1 0 Abdullah Cevdet, "Cihan-ı lslam'a Dair," içtihad, 1 1 Temmuz 1327 ( 1 9 1 1 )

18 Eşref Edip, "Partilerin Din Siyaseti," Sebilürreşad, Nisan 1950, zikreden, Fahrettin Gün, Sebilürreşad Dergisinde Din, Siyaset ve Laiklik, Yüksek lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Ortado!'.Ju ve lslam Ülkeleri Enstitüsü, 1 998 19 Celal Nuri, Mukadderat-ı Tarihiye, lstanbul: Matbaa-1 lçtihad, 1 330 (1 914/1 5), s. 182

209

Kemalist Milliyetçilik AHMET YILD IZ

üslümanlar, Hıristiyanlar, Yahu­ diler, Türkler, Araplar, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Sırplar ve Bulgarlar gibi etnik ve dini toplulukları, siyasi açıdan tekçi, kültürel bakımdan ço­ ğulcu "millet sistemi" içinde barındıran, ancak etnik milliyetçi akımların iteklediği ve emperyal güçlerin himaye ettiği ayrı­ lıkçı hareketler karşısında mülki bütün­ lüğünü koruyamayarak tarih sahnesinden çekilen Osmanlı lmparatorluğu'nun "zo­ raki" mirasçısı olan Türkiye Cumhuriye­ ti; mübadele sonrasında, tarihinde ilk de­ fa neredeyse bütünüyle Müslümanlardan oluşan bir ülke üzerinde, millet sistemi­ nin üzerine oturduğu "millet-i hakime" anlayışının seküler versiyonuna dayalı, siyasi meşruiyeti seküler temeller üzerine kurulmuş, "muasır medeniyet seviyesine ulaşmak ve hatta aşmak" olarak tanım­ lanmış bir milli devlet oluşturma amacına göre yapılandırılmıştır. Bu bakımdan Cumhuriyet'in berabe­ rinde getirdiği en müşahhas yenilik, mil­ liyetçiliğin en temel ilkesiydi: "Biz Tür­ küz; bu yüzden Türkler tarafından yöne­ tilmeliyiz." Söz konusu Türklük, vatan­ daşlık anlamında Türklükten çok, millet olarak Türklük anlamına gelmekteydi. 1 9 24 Anayasası'nın 88. maddesi ve bu madde üzerindeki tartışmalar, bu ayırı­ mın, "Türk'ün Türk tarafından yönetil-

M

mesi" şiarı açısından anahtar bir ayırım olarak görüldüğünü göstermektedir. ls­ tiklal Marşı şairi Mehmet Akif'in Arna­ vut, şair Ahme t Haşim'in Arap, Türk Ocaklarının kurucu başkanı Hamdullah Suphi'nin bile Çerkez olma, dolayısıyla Türk olmama "suçlamasına" maruz kal­ dığı bir ortamda, etnik olarak Türk ol­ manın vatandaş olarak Türk olabilmenin ön şartı o larak kurgulandığını o rtaya koymaktadır. Üstelik sözü edilen "Türk­ lük," hakim Türkçü-milliyetçi edebiyatta öne sürülenin aksine, yalnızca yönetici seçkinler ve laik-entelektüel sınıf için "mevcut"tu; halk kitlelerinin kendilerini Türk olarak görmeleri söz konusu değil­ di. Popüler düzeyde mevcut olan Türk­ lüğün milli bir kimliğin adı olmakla uzaktan yakından ilişkisi olmadığı gibi, pozitif bir anlamı da yoktu. (Yıldız, 200 1 : 65-67). Yeni Cumhuriyet rejimi, Il. Meşrutiyet döneminde birer siyasi akıma dönüşen enternasyonal proj elere, özellikle pan­ türkçülük ve panislamizme karşıtlığını, sembolik düzeyde, Türkiye Cumhuriyeti adlandırmasıyla ortaya koymuştur. Pan­ türkçülerin önerdiği "Anadolu Cumhuri­ yeti" ve "lslamcıların" önerdiği "Türkiye lslam Cumhuriyeti" adlandırmalarına tercih edilen bu isim, Kemalist milliyet­ çiliğin sahih bir resmini vermektedir:

K

M

A

T

M

Hanedanlık karşıtı, lslami olmayan ve et­ nik imalar barındıran mülki açıdan sınır­ lanmış bir milliyetçilik. Yeni adlandırma süreci içinde "vatan" kavramı da semantik bir dönüşüm yaşa­ mış, seküler kutsallığın şiarı olarak Türk vatanı, vatan kelimesinin yerel (kişinin doğduğu ve büyüdüğü yer) ve dini (ls­ lam şeriatinin hüküm sürdüğü yer) an­ lamlarından arındırılıp, pantürkçü ve pa­ nislamcı sadakatlere ikame edilerek, da­ ha sonra geliştirilecek tarih tezi aracılı­ ğıyla milliyetçi sadakat mercilerinden bi­ ri olarak tanımlanmıştır. Böylece mülki (teritoryal) milliyetçiliğin havası, orma­ nı, denizi, dağı, toprağı ve seküler nite­ likli yeni ziyaret mekanlarıyla kutsallık arz eden, uğrunda seve seve can verilen, tek bir çakıl taşının bile kem gözlerden esirgendiği "yurtçu" söylemi , Yakup Kadri'nin Yaban'mda tasvir ettiği kıraç, verimsiz, bakımsız, "ilham vermeyen" ve "kutsallık" arz etmeyen "vatan" imajının yerini almıştır. Yeni Türkiye Cumhuriye­ ti'nde "Allah ve Sultan" hükümranlıgını yitirmiştir; artık "Her şey vatan için"dir. Kemalist milliyetçilik, seküler bir ko­ lektif tasavvur oluşturabilmek için mülki milliyetçiliğin yanı sıra, ha tta daha da fazla, etnik temalara başvurmuştur. Et­ nik milli tasavvurun temel figürü de, milli türeyiş destanının ezeli/ebedi bir mevcudiyet olarak Türk milletini, esaret­ ten hürriyet ve kurtuluşa gö türen yolda rehberlik/ebelik yapan bozkurt figürü­ dür. Dönemin mimarisinden şiirine, para ve pullarından marşlarına kadar tüm millet inşa araçlarında bozkurt figürü­ nün varlığı izlenebilir. Bu tarihsel efsane yaşayan bir "efsane" ile kaynaştırılmıştır: Mustafa Kemal Atatürk. "Gazi," "En bü­ yük baş," "Büyük Şef' ve nihayet "Ata­ türk" olarak Mustafa Kemal, tüm mille­ tin babası/kaynağıdır yani "Bozkurt" tur. Bir milletin varlığının eşlendiği kurucu bir ilke olarak Mustafa Kemal Atatürk, Kemalist milliyetçiliğin de kurucu ilkesi-

y

T

Ç

K

dir; somut varlığının ötesinde milli var­ lıkla kaynaşmış, soyut/kutsal bir niteliğe sahiptir. Atatürk temi, Kemalist milliyet­ çiliğin seküler evreninin en kutsal disku­ rudur. Kemalist milliyetçiliğin s emboller dünyasına ilişkin notları burada noktala­ yıp, siyasi gelişim sürecine baktığımızda son derece "rasyonel" bir "mevcut du­ rum muhasebesi" ile karşılaşırız. Kema­ list milliyetçilik, savaş sonrası dönemde­ ki revizyonist eğilimin dışında kalmayı yeğleyerek mülki açıdan "büzülmeci" bir politika izlemiş, böylece her türlü irre­ dentist niyete set çekmiştir. llk defa Bal­ kan Savaşları sonunda ( 1 9 13) imzalanan barış antlaşmasıyla çizilen ve Milli Mi­ sak'la teyit edilen sınırlar, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin değişmez sınırları ol­ muştur. Bu mülkilik, lslami bir referans taşımadığı gibi, milliliğin Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan yorumu, daha "evrensel" nitelikler taşıyan pantürkçü ve panislamist referansların reddine da­ yanmaktaydı. Bu yüzden, lmparatorluk'tan Cumhu­ riyet'e geçişle belirginleşen "milli siya­ set"in doğuşu, Osmanlıcılık, milletlera­ rası komünizm, panislamizm ve pantür­ kizm gibi her çeşit "millet-ötesi kardeş­ lik" hayallerini sona erdirmiştir. Kema­ list milliyetçilik, Tanzimat'la belirginleş­ meye başlayan devlet merkezli modern­ leşme geleneğinin radikal bir versiyonu olarak, devletin nasıl kurtarılacağı soru­ suna Osmanlıcılık, panislamcılık ve pan­ türkçülükten oluşan "üç tarz-ı siyaset"in önerdiği " eklektik" çözümleri açıkça reddetmiştir. "Türk" isminde s embolik yansımasını bulan etnik niteliğe dayalı bir mülkilik anlayışını b enims emiştir (lnan, 1 9 7 1 : 1 2 1 ) . Yeni devletin adı olan Türkiye de, bu etnik imalı mülkilik anla­ yışının bir başka sembolik yansımasıdır. Osmanlı lmparatorluğu'nun dağılma­ sı, bütünüyle Müslüman halklarla mes­ kün milli bir devletin kurulmasına yol

21 1

K

212

M

A

açtı. Bu devletin Milli Misak'la belirlen­ miş mülki sınırlarının tanımlanmasında tam bir mu tabakat vardı . Ancak milli kimliğin sınırlarının belirlenmesi prob­ lemli bir alandı. Öncelikle milli kimlik tanımı, henuz olmayan fakat "inşa edil­ meyi" bekleyen milli hamurun nasıl ka­ rılacağını belirleyecekti. Milli kimlikten bahsedebilmek için önce bir millet söz konusu olmalıydı; öte yandan bu mille­ tin sınırları oluşturulurken, milli kimli­ ğin nasıl kurulduğu belirleyicilik kazan­ maktaydı. Kemalist milliyetçiliğin inşa döneminde, Mustafa Kemal'in milli kim­ lik sınırları tanımlaması, Ziya Gökalp'in ortak kültür tanımına yaklaşacaktı. An­ cak Gökalp'in yaklaşımından farklı ola­ rak, Kemalist tanımdan ortak kültürün bir kaynağı olarak Islam'ın yerini Islam­ dışı geçmiş almıştır. "Geçmiş" temi, tüm milliyetçi edebi­ yatların söylem kaynağı ve sembol depo­ sudur. Kemalist milliyetçilik de seküler bir "şimdi" o luşturmak için öncelikl e "geçmişi" sekülerleştirmiştir. Islami tesir­ lerden arındırılmış ve Islam öncesi Türk geçmişinin ayıklanıp yeniden inşa edil­ miş unsurlarıyla "zenginleştirilmiş" Ke­ malist milliyetçilik, bütün sosyo-politik faaliyetleri belirleyen yüksek kuvvet ola­ rak Cumhuriyet'in üzerine oturduğu te­ mel çerçevedir. Milli kimliğin Kemalist sınırları b elirginleş tikçe , Cumhuriyet kendi hayatiyetini tazelemiştir. Tarih, Ba­ tı dünyasının 'Türk" (yani Müslüman) karşıtı önyargılarıyla yaralanmış Türk milli gururunu onarmak amacıyla, Os­ manlı-Islam geçmişinin bakiyelerini tas­ fiye edip, bü tünüyle Türki unsurlarla ikame etmede motor güç olmuştur. Milli kimliğin sınırlarının belirlenmesinde ni­ hai çerçeveyi, bu maziye dayalı istikbal vizyonunu yansıtan Kemalist "asrilik" ütopyası oluştursa da, mevcut siyasi-kül­ türel şartlar, bu ütopyanın tarihsel açılı­ mında belirleyici bir rol oynamıştır. Osmanlı Devleti'nin küllerinden doğan

z

M

Kemalist Cumhuriyet'in resmi akidesi, referans ideolojisi, "Türk'ün yeni amen­ tüsü" milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, Be­ nedict Anderson'ın kullandığı anlamda, bütüncül bir cumhuri-laik kültürel sis­ tem mahiyetini haizdir. Kemalist bir aka­ demisyen-politikacı olan Turhan Feyzi­ oğlu'na göre bu "kül türel sistem " , milli birlik ve ülke bütünlüğüne büyük önem atfeder; ırkçılığı reddeder; hayali üstün ırk fikriyle hiçbir ilişkisi yoktur; medeni­ leştirici ve çağdaşlaştırıcıdır; sekülerdir ve bu yüzden mezheplere dayalı ayırım­ cılıkları onaylamaz. Sosyal adalet ve top­ lumsal dayanışmayı vaz ettiği için sınıf çatışmasını reddeder. Yurtseverlik fikriyle bağlantılı �!arak, sınırları belli bir mülki­ lik anlayışına sahiptir. Dış Türklerle ilgisi yalnızca kültüreldir; politik bir ima taşı­ maz. Hanedani ve teokratik yönetimi ka­ bul etmez; milli egemenlik fikrine yasla­ nır. lnsancıl ve barışçıdır; topraklarını genişletme gibi bir hedefi yoktur. ı Kemalist milliyetçiliğin bu "rasyonel, modern, medeni, ilerici, demokratik, bir­ leştirici, onurlandırıcı, insancıl ve barış­ çıl" tasviri , Türk resmi literatüründe ha­ kim görüşü yansıtır. Bu hakim görüş, Kemalist milliyetçiliğin bütünüyle mede­ ni-siyasi bir milliyetçilik olduğu ve et­ nik-soya dayalı unsurlar ihtiva etmediği önermesine dayanır. Hem akademik hem de popüler Kemalist söylemdeki Kema­ list milliyetçilik sunumu, Türkiye Cum­ huriyeti sınırları içinde yaşayan herkesi aynı kültür potasında eritmeye çalışan ve dil, din ve ırktan bağımsız kalarak Türk olarak değerlendiren, toprak ilkesini esas alan bir anlayışı yansıtır. Bu naif tutum, Kemalist milliyetçi seçkinlerin iç ve dış politik şartları, "unsur-u asli/millet-i ha­ kime" ve "devlet-i ebed müddet" para­ metreleri etrafında kurgulamasından ve Kemalizmin etnik bir veçheye sahip ol­ masının, onun medeniyetçi kamusal imajına ciddi düzeyde zarar vereceği inancından kaynaklanmaktadır.

K

M

A

T

M

y

T

Ç

K

213

Kemalist milliyetçiliğin bu sunumu , olgusal durumu tam olarak yansıtmadığı gibi, Kemalist millet inşa pratiğinin etni­ sist-soya dayalı bir veçheye de sahip ol­ duğunu göz ardı etmektedir. Kemalis t milliyetçilik, son tahlilde, millet ve dev­ let üyeliğini net olarak birbirinden ayırır ve devlet üyeliğini (vatandaşlık) fiilen millet üyeliğine bağlar. Millet üyeliği için de hem sübjektif hem de objektif düzey­ de tanımlanmış niteliklere sahip olmak zorunlu tutulmuştur. Bu yüzden (devlete üye olmanın bir sonucu olarak) vatan­ daşlık haklarının kullanılması, pratikte (millete üye olabilmenin gereği olarak) Türk olmanın şartlarını karşılayabilmek­ le ilişkili olmuştur. Türk olabilmek ise, hem söylem hem de eylem düzeyinde et­ nik-soya dayalı unsurlar ihtiva etmekte­ dir. Resmi Türk milli kimliğinin sınırları, Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne

uzanan süreçte, buna göre şekillenmiştir. Çok partili döneme geçildikten sonra ise Kemalist milliyetçiliğin etnik damarının görünürlüğü askeri darbe dönemlerinde artmakla birlikte, resmi söylem düzeyin­ de mülki boyutu öne çıkarılmış ancak, vatandaşlık haklarının kullanılmasında etnik boyut her zaman göz önünde tu­ tulmuş ve ayırımcı uygulamalara ebelik yapmıştır. lnşa dönemi, Kemalist milliyetçiliğin oluşum dinamiklerini anlamak açısından büyük önem taşımaktadır; çünkü Kema­ list milliyetçiliğin pek de güçlü olmayan dönüşüm dinamiklerinin referansları bu döneme aittir. Kemalist Altı Ok'tan biri olan ve diğer bütün "Ok"lara ruh veren milliyetçilik ilkesi Cumhuriyet Halk Par­ tisi programlarının çeşitli maddelerinde yansımıştır. Kemalist rej imin eğitim p o l i tikası

K

E

M

A

Mahmut Esat Bozkurt H A K K I U YA R

214

1 892 yılında Kuşadası'nda doğan Mah­ mut Esat Bozkurt, Darülfünun Hukuk Fakü ltesi ' n i bitird Yükseköğren i m i n i tamamladıktan sonra dayısı U beydul­ l ah Efen d i ' n i n de etkisiyle İsviçre'ye gitti; burada h u ku k alan ında tekrar l i­ sans eğitimi aldı ve ayrıca hukuk dok­ torası yaptı. Doktora tez konusu, "Du Regime des Capitu lations Ottomanes" (Osmanlı Kapitülasyon ları) idi. İzmir'in Yuna n l ı l ar tarafı ndan işgal edil mesi üzerine ü lkeye döndü ve Ku­ şadası yöresindeki Kuvayı M i l l iye ha­ reketin i n başına geçti. Eylül 1 920 tari­ h i nden ölüm tari h i olan Ara l ı k 1 943 tarihine kadar İzmir m i l letvekili olarak TBMM'de yer ald ı . Kend i n i İttihat ve Te ra k k i F ı rka s ı ' n ı n " s o l ce n a h " ı n a bağ l ı o l arak gören Bozkurt, Kurtu luş • .

bunlardan biridir. "Kuvvetli cumhuri­ yetçi, milliyetçi ve laik vatandaşlar" ye­ tiştirmek, eğitimin (milli talim ve terbi­ ye) her aşamasında en çok önemsenen, telkini zorunlu temasıdır. "Büyük Türk tarihi"nden mülhem olarak milli karak­ terin yüceltilmesi, "büyük bir emel" ola­ rak telakki edilmektedir. "Büyük Türk tarihi"nin öğretilmesi, partinin büyük önem atfettiği bir husustur; çünkü "bu bilgi Türk'ün kabiliyet ve kudretini, nef­ sine itimat hislerini ve milli varlık için zarar verecek her cereyan önünde yıkıl­ maz mukavemetini besleyen mukaddes

z

M

Savaşı y ı l l a r ı n d a Mu stafa Kem a l ' i n kurd u rduğu Resmi TKF (Türkiye Ko­ münist F ı rkas ı) içerisinde yer aldı. Bozkurt, 1 922-1 923 y ı l ları arasında i ktisat vek i l l iği yaptı; bu s ı rada İzm ir İktisat Kongresi'nin toplanmasına ön­ c ü l ü k ett i . A d l iye vek i l l i ğ i yapt ı ğ ı 1 9 24- 1 9 3 0 y ı l l a r ı n d a, T ü rk H u k u k Devr i m i ' n i gerçek l eşti ren k i ş i o l d u . Ankara Ü n iversites i H u k u k Fakü lte­ s i ' n i n de kurulmas ı n ı sağlayan Boz­ kurt, burada ders verd iği gibi, i l erle­ yen yıllarda ün iversitelerde devrim ta­ r i h i ders l eri n i n okutu l masında görev a l d ı . Bu dersleri okuta n l a r aras ı n d a Bozkurt'un yan ı sıra Recep Peker, Yu­ suf Kemal Tengirşek ve Yusuf H i kmet Bayur da vard ı . Bozkurt, - 1 6 yaşında olduğu- 1 908 tarih i nden öldüğü 1 943 yı l ı na kadar gazetelerde yüzlerce ma­ kale yazd ı . Ayrıca, b i rçok k itab ı da yayımlandı. Bozkurt'un kitapları şun­ lard ı r: Beynelmilel Bozkurt-Lotus Da­ vasında Türk- Fra nsız Müdafaaları, (Ankara, 1 92 7); Du Regime des Capi­ tulations Ottomanes Leur Caractare }uridique d'apres l'historie et fes tex­ tes, (İstanb u l , 1 928); Türk İhtilali'nde Vatan Müdafaası, (İzm ir, 1 934); Huku­ ku Düvel, Yardımcı Talebe El Notu,

bir cevherdir. " Tarihin yeni Türk milli kimliğinin kurucu unsurlarından birisi olarak kullanılması , "seciye-i milli , " "Türk'ün kabiliyet v e kudreti" vb. ifade­ lerin de gösterdiği gibi, her zaman etnik temalar barındırmaktadır. Genel olarak, CHP programlarında milliyetçilik, sa­ vunmacı ve modernleştirici/Batılılaştırıcı bir ilke olarak belirmektedir. Bir taraftan Türk milletinin özel vasıflarının korun­ ması vaz edilirken, bir taraftan da mil­ letlerarası arenada, ilerleme ve gelişme yolunda diğer milletlerle uyum içinde olmak ö n erilmektedir. Bu yaklaşım,

K

M

A

S

T

M

(Ankara, 1 93 9 ) ; Türk Köylü ve İşçileri­ nin Hakları, (İzm ir, 1 939); Atatürk İh­ tilali, (İstanbul, 1 940); Devletler Arası H a k, " H ukuku D ü ve l" , ( A n k a r a , 1 940); Aksak Demir'in Devlet Politi­ kaları, ( İ stan b u l , 1 9 4 3 ) . Yaz ı ları n ı n be l l i ba ş l ı ko n u l a r ı ; T ü r k Devri m i , ekonom i, m i l l iyetç i l i k i l e Türk işçi ve köylüsünün hakları d ı r. Adalet baka n l ı ğ ı görevinden ayrıl­ d ı ktan son ra, 1 93 0 yı l ı son larında ar­ kadaşı Nebizade Hamdi 'nin çı kardığı Halk Dostu gazetesinde yolsuz lukla­ rın üzerine giden yaz ı l ar yazd ı . H ı r­ sızların, soygu ncuların artık çeteleştik­ lerine di kkat çeken bu yazı lardan biri de " H ı rsızlar! . . Tes l i m Olunuz! . . "dur ( Halk Dostu, 1 3- 1 4 Ara l ı k 1 93 0 ) . O y ı l larda olay yaratan ve yıllarca konu­ şulan bu yazının hedefi, Barut İnh isa­ rı' ndaki yo lsuzları ortaya ç ı karmak; ayrıca, i ktidar partisi olan C H F üyele­ rinin karıştıkları yolsuz lukları dile ge­ ti rmekti . Öncel i ki i o l arak yol suzluk­ l a r l a m ü cad e l e eden b u gazete n i n adının Bozkurt tarafı ndan bil inçli ola­ rak, Halk Dostu kon u l d u ğu tah m i n ed ilebil ir. Fransız Devri mi'ni iyi b i len b i ri olan Bozkurt, devri min önde ge­ len düşünürlerinden ve yolsuzluklarla

Türklüğün l 9 24'ten s onra kristalize olan siyasi/sübjektif sınırının açık bir te­ zahürüdür. Devlet, millet ve milli kimlik inşasını ana hedef olarak belirleyen Kemalist mil­ liyetçilik, çatışmalardan arınmış, Cum­ huriyet iradesinin yekpare bir görüntüy­ le yansıyacağı bir alan olarak tasarladığı kamusal alanı, bu görüntüyle uyuşma­ yan her türlü "sızma"ya karşı koruma al­ tına almış ve üç temel problem olarak gördüğü din, sosyal sınıflar ve etnikliğin görünür kimlikler olarak bu alana taşın­ masını reddetmiştir. Kemalist milliyetçi-

y

T

Ç

K

215

"Kemalizm otoriter bir demokrasidir, ki kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer - tabanı halk, tepesi yiııe halktan gelen bir baştır ki, bizde buna şefdenir. "(Atatiirk lhtilati 'nden) mücadelesi ile tan ınan Marat'n ı n Ami de People adlı gazetesi nden esi n l en­ miş olsa gerektir. Bozkurt'un ağırl ıklı olarak ele aldığı konulardan biri de ekonomidir. Kurtu­ luş Savaşı y ı l larından beri Türk köylü­ sünün sorun l arıyla ilgi lenen Bozkurt,

lik açısından "sınıfsız, imtiyazsız, kay­ naşmış bir kitle" olarak halk, milli insi­ camın cisimleşmesini temsil ed er. Bu türdeş olmayan kitle içinde dini, etnik ya da sınıfsal göstergeler milli birlik ve dir­ lik ruhunu kemiren, "bölücü" ve "ayrı­ lıkçı" nitelikler olarak değerlendirilmiş ve kamusal alandaki görünürlükl eri mutlak yasak kapsamına alınmıştır. Dini, etnik, sınıfsal, hanedani ve diğer tür kolektif bağlanmaların gayrimeşrulu­ ğuna dayalı Kemalist millet i nşa süreci, uzun bir hanedanı devlet inşasını ve mil­ liyetçi-Batıcı reformların gelişimini izle-

K

216

M

A

Türk İhti la l i ' n in en büyük payını Türk köy l üs ü n e borç l u o l duğu n u ; bu n e­ denle de, Türk İ hti l a l i ' n e "Türk Köylü İ h ti l a l i " den i leb i l eceğ i n i i l eri sürd ü . Ona göre Yeni Tü rkiye, b i r Halk Dev­ leti i d i . Kurtu luş Savaşı'na çeşitli sın ıf­ l a r (asker, m e m u r, öğretmen, tüccar vs.) arasında en büyük katkıyı üretici olan köyl ünün yaptığını bel irten Boz­ kurt'a göre, her s ı n ıf yaptığı katkı ora­ n ı nda elde ed i l en başa rıdan hak ala­ caktı r. B u bağlamda Bozku rt, emeği temel alan "Mesl eki Temsil" görüşünü TBMM'de savunan lar aras ında yer al­ d ı . Bu görüşe göre, emekçi ol mayan ı n seç i m hakkı olmayacaktı. Seç i m hak­ k ı n ı n ku llanımı da sendikalar arac ı l ığı i le olacağından, emekç i leri n çal ıştık­ ları meslek dalları n a göre send ikalar kurmaları zorunlu olacaktı. Mes leki Temsil görüşünü savunan lar genel l i kl e TBMM' n i n ı l ı m l ı sosya l ist kanad ı n dandı. Bu görüşü savunanlar­ dan biri olan Bozkurt'a göre, Mesleki Tem s i l i l e ü l ke ekon o m i s i n i tem s i l eden gruplar Mec l is'e yansıyacak; ay­ rıca, Mesleki Temsil ekonomik bağım­ sızlığın ve u lusal kalkınmanın önem l i b i r öğes i olacakt ı . 1 . Mec l i s'te, 1 92 1 y ı l ı n ı n i l k gün lerinde güçlü b i r şeki lde

yen dönemde vücut bulmuş ve büyük öl­ çüde son dönem Osmanlı sivil-askeri bü­ rokrasisine dayanmıştır (Rustow, 198 1 ) . Milli kurtuluş hareketlerinin ilk örneği olarak Kemalist milliyetçilik, klasik siya­ si modernleşme teorisinde ö ngörülen aşamalara tekabül eden oluşum sürecin­ de önce milli topluluğa dayalı bir siyasi çerçeve oluşturup siyasi sınırları tanım­ lamış, sonra milli siyasi liderliği kurum­ sal olarak pekiştirmiş ve nihayet sosyo kültürel ve ekonomik reformlara giriş­ miştir. Takip edilen sıra, en etkili moder­ nizasyon safhalaması olarak kabul edilen

z

M

savunulan bu görüş, az bir oy farkıyla kabul ed ilmed i . 1 92 2-1 9 2 3 yıl ları arasında b i r y ı l ka­ dar iktisat veki l l iği görevinde bulunan Bozku rt, bu süre içerisinde toplan ma­ sına öncü lük ettiği İzm i r iktisat Kong­ resi'nde Mesleki Temsil görüşün ü uy­ gu lamaya çalıştı; yine ayn ı dönemde Mesleki' Tem s i l için önem l i bir u ns u r olan sendika örgütlenmeleri n i savundu ve bir Mesai Kanu nu/İş Kanunu hazır­ lattı. Ancak, her iki çabas ı nda da başa­ r ı l ı olamad ı . Yazı larında Kari Marx'a b i r hay l i atıfta bulunan Bozkurt, ba­ kan l ı k dönem i nde Oas Kapita/' i Türk­ çe'ye çevi rtmeye gi rişti . İşçi lerin lehi­ ne haz ı rladığı İş Kan u n u Tasarısı' n ı n d a etkisiyle, baka n l ı ktan istifa etmek zorunda kal ı n ca bu iş de yarım kald ı . Bozkurt'u n baka n l ığı dönem i nde uy­ gulan mayan diğer iki proje de, Chester Grubu ile imzalanan "Alat ve Edevat-ı Ziraiye Mukavelenamesi" i le "Türkiye Köy Bankaları Kanun Projesi"dir. Bozkurt, İ z m i r İ ktisat Kongres i ' ne ilişkin yay ı n ladığı genelgede, Kongre­ n i n Tü rkiye' n i n u lusal ekonomi tari­ h i nde bir dönüm noktası ve yükselme devrine bir başlangıç olacağını bel irt­ mekteyd i. Kongreye, Türkiye' n i n eko-

birl i k , otorite ve eş i t l i lı sıralam asıdır. (Huntington, 1 968: 347-348) . Türk milli kimliğinin Kemalist inşa sürecinde hukuki-siyasi (seküler/cum­ huriyetçi) ve etnik olmak üzere iki kuru­ cu bileşen ayırt edilebilir. Kemalist Türk milli kimliğinin etnik ve siyasi bileşenle­ ri arasındaki açı büyük bir gerilim hattı­ na otursa da, bu kurucu bileşenler Türk milli kimliğinin Kemalist inşasının yapı­ sal unsurlarıdır. Türk milli kimliğinin Kemalist inşa süreci, birbirini izleyen ve 1 9 19-1938 yıllarını kaplayan üç döneme ayrılabilir:

K

M

A

T

M

nom ik ka lkınmas ı n ı sağlamak amacıy­ la görüşmeler yapmak üzere zi raat, ti­ caret, işçi ve sanayi temsilci leri katıla­ caktı . Bozkurt, bu s ı rada yaptığı ko­ nuşmalarda l i beral ekonom i sistem ini el eştirerek, bu s i stemin ve d i ğer sis­ temlerin Türkiye'ye uygun olmadığını, uygu l anması gereken sistem i n "Yeni Türkiye İ kti sat Mektebi" (Devletç i l i k) o l d u ğ u n u i l eri s ü r m ekted i r. Ancak, Kongre daha tems i l c i l erin seç i l m esi aşaması ndan iti baren Bozkurt'un um­ duğu sonucu vermed i . Katı l ı mcı sayısı azd ı ; i kt i sat veka l eti n i n i stemes i n e rağmen h e r yıl topl anamad ı ; Kongre­ de al ınan kararlar Bozku rt'un isteğinin aksine l iberal kararlar oldu; tam an la­ m ıyla b i r i ktisat program ı oluştu rula­ mad ı . Ayrıca, Bozkurt'un tüm "iktisat a rn i l leri"nin "teşk i lat" (send i ka) kur­ m a ! a r ı p l a n ı g e r ç e k l eş m e d i . Boz­ k u rt' u n kongrede önerd i ğ i e konomi pol itikası 1 930'1arın başı ndan itibaren uygu lan maya başland ı . Devletç i l iğin b i l i msel karş ı l ı ğ ı n ı n "devlet sosyal iz­ mi" olduğunu bel i rten Bozkurt'a göre, bu sistem "Özel m ü lkiyeti tan ıyan, fa­ kat i nsanın insan tarafından sömürül­ mesini ön lemek ve m i l li ka l k ı nmayı başarmak için devlete ekonom i k işler-

1 . M i l li M ü c a d e l e D ön e m i ( 1 9 1 91 923): Bu dönemi oluşturan Milli Müca­ dele yıllarında Türk milli kimliği baskın bir dini karaktere sahip olmuş, milliyet Müslümanlıkla tanımlanmış, reelpolitiğin bir yansıması olarak, resmi politik söylem etnik çoğulculuğu veri olarak almıştır. Bu döneme hakim olan tanım "Anadolu ve Trakya'daki Müslüman halkı Türk ola­ rak" kabul eden tanımdır. Burada Türk­ lük mülki açıdan sınırlandırılmış lslam'la özdeştir. Etnokültürel çoğulculuğu veri olarak alan Erzurum ve Sivas Kongrele­ rinde kabul edilen beyannameler ile Milli

y

T

Ç

K

de kontrol ve teşebbüs hak ve yetk i l e­ rini kabul eden bir sistemd i r". Bozkurt, Türkiye'de tam olarak be­ lirgin ol masa da bir sınıf yapısının ol­ duğunu kabul etmektedir. Bu bakım­ dan Tek Parti döneminin yaygın görü­ şü olan "i mtiyazsız sın ıfsız kaynaşmış kitle" düşün cesinden ayr ı l m a ktad ı r. Ona göre, Türkiye nüfusu nun %80'i emekçi (köylü ve işçi)'dir. Köylü ve iş­ çi h a k l a r ı n ı savu nan l a ra " Ko m ü n ist ya hut sosya l i st damgas ı n ı yap ı ştırma gayreti n i güden ler şahsi menfaatlerini çal ışan kitlel erin zararlarında arayan­ lard ı r" . Türk işçisi, Türk tari h i n i n "en maz l u m çehres i " d i r. Ü l keyi k a n ı y l a koruyan v e koruyacak o l a n işçiler için Türk Devri m i çok az şey yaptı. Gele­ ceğ i n demokras isi, yüzy ı l ı m ı z ı n çok şi ddetl i a k ı m larına karşı iş ve işçide tutunabilecektir. "Muası r demokrasi ler komünizmi sermaye kuvveti ile değil, hakları öden miş işç i l erle yeneb i l i rler. Tılsım buradad ı r". Hakları ödenen işçi "demokrat inkı lab ı m ızın bi leği bükül­ mez bekçisi olacaktır". Köylünün tüccar ve simsar tarafı n­ dan sömürüldüğünü belirten Bozkurt, tüccar ve s i msarları "kravatlı eşkıya" olarak tan ımlamaktayd ı . Türk köyl üsü-

Misak, Türklüğün lslami sınırlarını tayin eden metinlerdir. 7 Ağustos 1335 ( 1 9 19) tarihli Erzurum Kongresi Beyannamesi­ nin birinci maddesi, etnokültürel çoğul­ culuğun ve sosyo politik b irliğe temel oluşturan dini harcın ifadesidir:

"Trabzon vilayeti ve Cani k (Samsun) sancağı ile Vilayat-ı Şarkiye namını taşı­ yan Erzurum, Sivas, Diyarbekiı; Mamu­ retülaziz, Van, Bitlis vilayeti ve bu saha dalıilindelıi elviye-i müstakile hiçbir se­ bep ve bahane ile yekdiğerinden ve Ca­ mia-i Osmaniye'den ayrılmak imkanı ta-

21 7

K

218

M

A

nün "rad ikal" b i r şeki lde kal kınd ı rılma­ sı gerektiği n i bel i rten Bozkurt'a göre, işe bucaklardan başlanma l ı d ı r. Bütün kültürel, sosyal ve ekonomik kurumlar b u rada yer a l m a l ı d ı r. Okul lar, sağ l ı k merkezleri, kooperatifler, kredi kurum­ ları, idari, mali ve zi rai kuru luşlar, ada­ let kurumlarının küçük birer örneği bu­ caklarda olma l ı d ı r. Türk köyl üsü ka l­ kınmad ı kça, Türk ulusunun yükselmesi mü mkün deği ldir. "İtiraf etmek lazım­ d ı r ki Türk İhtilali'nin prensipleri idare­ mizde henüz esaslı bir yer almamıştır. Rad i kal bir değişi klik yapamamıştır. Bu prensiplere göre isteni len yen i l ikler ba­ şarı lamamıştır. Yap ı l an işler azametl i­ dir. Bund an şüphe yoktur. Bundan bi­ raz da köyler nasip sahibi olmalıdır ki, köylü (Atatürk İ hti lal i)nin n imetlerini, güze l l ikleri n i tadabilsin". Bozkurt bu "sosyal" içerikli görüşle­ rinin yan ı s ı ra, koyu m i l l iyetçi l iği i l e d i kkat çekmekted ir. Bozkurt'un m i l l i­ yetç i l iğinde de ekonomik görüşler ağır basmaktad ı r. Ona göre, modern m i l l i­ yetç i l iğin bel l i başl ı öze l l ikleri arasın­ da Türk m i l leti n i n %80'den fazlas ı n ı o l uşturan köy l ü ve işçi n i n hakları n ı düşün mek, koru mak ve istemek yer a l ı r. Bu "M i l l i yetç i y i m ! " d i yen her

savvtır edilemeyen bir ktildür. Saadet ve felalıette iştiralıi tam kabul ve mukadde­ ratı hakkında aynı maksadı hedef ittihaz eyler. Bu sahada yaşayan bilcümle aııa­ str-ı islamiye yelıdiğerine karşı mütekabil bir lıiss-i fedakarı ile meşhım ve vaziyet-i ırkiye ve içtimaiye/erine riayetlıar öz lıardeştirler. " (Kansu, 1 986: 1 1 4). Dokuzuncu madde, Şarki Anadolu Mü­ dafaa-i Hukuk Cemiyetine üyelik şartları­ nı belirler ve üyeliği Müslümanlıkla sı­ nırlar: "Bilcümle lsla.m vatandaşlar cemi­ yetin azay-ı tabiisindend ir. " (Kansu ,

z

M

Türk'ün i l k ödevid ir. "Biz yer ve gök için, ot ve su için m i l l iyetçi deği l iz". Büyük bölümü işçi ve köylü olan Türk u l usunun mutlu yaşamas ını istiyoruz. İşçi ve köylü olan çoğunluğu d i kkate a l madan " i l e ri s ü r ü l e n m i l l i yetç i l i k davası : bize Sezar' ların anladığı m i l l i­ yetç i l ikten fazla b i r şey ifade etmez. Buna i nsan l ığın üstünde şahsi saltanat kurmak derler". Bozkurt'un m i l l iyetç i­ l i k anlay ı ş ı n ı n Kemal ist m i l l iyetç i l i k anlayışı i l e yer yer ters düştüğünü söy­ lemek mümkündür. Kemal ist m i l l iyet­ ç i l iğin temel tezi "Ne mutlu Türküm diyene" iken Bozkurt "Ne mutlu Tür­ küm d iyeb i l ene" demektedir. Koyu m i l l iyetç i l iği ve sol eği l i mleri ile d ikkat çeken Bozkurt'un b i r başka özel l iği de, 1 930'1arda Mason locala­ rı n ı n kapatı l masında baş ro l ü oyna­ masıdır. 1 93 1 ve 1 932 yı l l arında ba­ s ı ndaki yaz ı ları i l e mason l uğa karşı savaş açan Bozkurt ve partideki d iğer mason l u k karşıtları, 1 935 CHP prog­ ram ına u l uslararası amaçlarla ve kökü d ı şarıda dernek kuru l masını yasakla­ yan bir madde eklettiler. CHP içindeki mason lar da açık bir çatışmayı göze alamayarak, geç ici olarak mason lo­ caları n ı kapattı lar. Bozkurt'un mason

1986: 1 1 6). Hem Anadolu hem de Trak­ ya'yı içine aldığı için bütün Milli Misak sınırlarına dönük olarak karar alan 9 Ey­ lül 1 9 1 9 tarihli Sivas Kongresi Beyanna­ mesinin birinci ve dokuzuncu maddeleri de aynı noktal arı tekrarlar ( G oloğlu, 1 968: 2 19-226). Anadolu ve Rumeli Mü­ dafaa-i Hukuk Cemiyeti Tüzüğü de aynı hususlara yer verir. Mustafa Kemal Paşanın bu dönemdeki konuşmaları, Nutuk'ta ifade ettiği "vicda­ nında taşıdığı milli sırrın" gereği olarak, dini sembolizmle örülüdür. Yasama faali­ yetleri "şer-i şerif' çerçevesinde gelişmiş,

K

M

A

T

M

localarına karşı olması n ı n ana nedeni maso n l uğun e m peryal ist amaçları ve m i l liyetçi l i k karşıtı o lmasıyd ı . Bozkurt v e o n u n kuşağı olağanüstü b i r dönemi n kuşağıyd ı la r. İ m parator­ l u ğ u n çöküş s ü re c i n e g i rd iği ve b u d ev let n a s ı l k u rt u l u r sorusuna yan ıt a randığı bu dönemde ortaya ç ı kan çe­ şitl i kurtu luş yol l arı/ideoloji ler devle­ tin kurtarı lmasına yetmed i . Dönemin ayd ı n la r ı söz konusu ku rtu l uşu ger­ çekleştirmek için eklektik bir biçimde çeşitl i ideoloj ilerin sentezi n i yapmayı da d e n ed i l er. Yeş i l Ordu ( İ s l a m ve Sosya l iz m ) d ü ş ü n ces i n i n yan ı s ı ra, Resmi TKF ve Anadolu'da Yen i Gün gazetes i etraf ı n d a n top l a n a n -Boz­ kurt' u n da içinde bulun duğu- bir grup ayd ı n M i l l iyetç i l ik ve Sosyal izm/Sen­ d i ka Sosya l izmi'n i n sentezi n i yapma­ ya yöneld i . Bozkurt, bu "sol m i l l iyetçi " d üşün­ celerin i Kemal izme yönelik kuramlaş­ tırma çabalarına da yansıttı. 1 924 yı­ l ında yazdığı "Türk İhti lali'nin Düstur­ ları" a d l ı yazı ları, Türk Devri mi'ni te­ orileştirmeye yönel i k i l k girişimdir. Bir ekip o l a ra k Kadro c u l a r K e m a l i z m e "sosyo ekonom i k" ve " Ü çü nc ü Dün­ yacı " bir içerik kazandırmaya çalış ır-

y

T

Ç

K

ken, Ülkü dergisi etrafı n d a k i l er d e "sosyokültürel" v e "köycü" içerik ka­ zand ı rmaya çal ışıyorla rd ı . G ü n ü m üz­ de de varl ığı n ı sürdüren farkl ı Kema­ l izmlerin kökeni 1 920 ve 1 93 0'lu yıl­ lara dayanmaktad ı r. Bu dönemde, Ah­ met Ağaoğlu'nun " l i beral" Kem a l izm anlayışından Bozkurt' un "sol m i l i iyet­ çi" Kemal izmine kadar -Kadro ve Ülkü dergi leri ile diğer bireysel girişimler de dahil- tüm farkl ı Kemal iz mlerin ortak noktası otoriter ve eklektik o lmalarıdır. Bozkurt'un Kemal izmi d iğer Kem a l izm an layışları gibi hala can l ı d ı r. Bozkurt'un "sol m i l l iyetçi " görüşle­ ri n i n g ü n ü m ü z T ü r k i yes i ' n d e h a l a g ü n c e l l iğ i n i koru d u ğ u n u söy l e m e k mümkün. Sağ kesi mde o n u n m i l l iyet­ ç i l iğine yoğun b i r Şeki lde atıf yap ı l­ m a kta d ı r; Kema l i st k e s i m i s e o n u n Hukuk Devr i m i ' n i n m i marı o l ma s ı n a d i kkat çekmekted i r. Bozkurt' u n tüm yön leriyle, yani "sol m i l l iyetçi" kimli­ ği i le etki lediği kesimler de bul u nmak­ tad ı r. " U l u s a l sol" d e n i len M ü mtaz Soysal vb. kişi lerin temsil ettiği görüş i le, Ati l l a İ l han, Doğu Peri nçek g i b i " m i l l iyetçi sosya l i st" görüşleri tem s i l eden kişi lerin de referans ald ığı kişi le­ rin başı nda Bozkurt gel mekted ir.

219

• alkollü içecek kullanımını yasaklayan 14 Eylül 1336 (1 920) tarihli Meıı-i Müslıirat Kaııuııu örneğinde görüldüğü gibi , Osmanlı'nın son döneminde yoğunlaşan . devlet kaynaklı laikleştirme trendi Milli Mücadele döneminde kesintiye uğramış­ tır. Bu dini milliyetçilik döneminin sem­ bolik yansıması olarak Milli Meclis duva­ rında, Kuran'dan alınan şu ayet asılı bu­ lunmaktaydı: "Onların işleri aralarında şura iledir" (Şura Suresi, 38. Ayet). 21 Şubat 134 1 ( 1924)'te bu ayete işaret ede­ rek konuşan Kastamonu mebusu Ahmet Mahir Efendi, bu ayetin ruhunun mem-

leketin istiklali için oluşturulan Müslü­ man etnik koalisyonuna hayat verdiğini belirtmekteydi. Bu dönemde açıktır ki, halk katında milli bilinçten eser yoktu. Temel toplum­ sal aidiyeti, lslam ümmeti fikri etrafında cisimleşen dini bağlanma oluşturmak­ taydı. Hem pantürkçü hem de panislam­ cı muhalefeti geriletmek, ayrıca halk ta­ rafından "dinsiz" anlamında kullanılan "farmason" nitelemesine maruz kalma­ mak bakımından, Mus tafa K emal ve "kadrosu" için dinin araçsal kullanımı, daha sonra benimseyecekl eri katıksız

K

M

A

Afet İnan ÖZG Ü R S E V G İ GÖRAL

220

Afet İnan, Kemalizmin adanmış ve va­ zifelend irilmiş kızıyd ı . Siyaset bilimin­ den, tarihe, arkeoloj iden kad ın hakları­ na dair yazdığı tüm yazılara damgasını vuran telaş, Kemalizmi ve genç Türkiye Cumhuriyeti ' n i b i l i m sel, rasyonel ve gerçekçi bir biçimde savunma ve meş­ rulaştırma telaşıyd ı . İ nan, erken dönem Cumhu riyet' in "m isyoner" sosyal bi­ l i mc i lerinin tipik örneğiyd i : Politik de­ ğil bilimsel olduğu iddia ed ilen bir dil, vatandaşın devlete karşı vazifelerinden prehistorik ırkların brekisefal özell ikle­ rine oldukça angaje bir i lgi alan ı ! Kemalist ideoloj i n i n mob i l ize ettiği sad ık ve rej ime hep borçlu h isseden çağdaş Türk kad ı n ı n ı da temsil ed iyor­ du bir yandan . Aslı nda İ nan, hem bir sosyal bil imci olarak hem de bir Cum-

dindışılığın aksine, daha "rasyonel bir seçenekti. Milli Mücadelenin itici gücü­ nü oluşturan lslami bağlanm a , Türk, Kürt, Çerkez ve Lazların oluşturduğu Müslüman etnik koalisyonunun ideolo­ jik ortak paydasını oluşturmuştur. işgal güçleriyle işbirliği içinde "devlete karşı isyan" halinde olduklarından gayrimüs­ limlerin Ankara'da yeni toplanan Meclis için yapılan seçimlere katılmalarının ya­ saklanması ve savaş yorgunu köylüleri harekete geçirebilmek için kullanılan di­ lin "hilal-salip çatışması" eksenine otur­ ması bunun göstergesidir. n

z

M

huriyet kad ı n ı olarak nesnel ve bilimsel meti n l eriyle erken dönem Cumhuri ­ yet' in egemen m i l l iyetç i l i k anlaş ı n ı ol uştu ranlardan biri olarak, o müth iş sadakatiyle, hep rej i m e ve Atatürk'e olan, bitmez tükenmez borcunu öde­ meye çal ıştı umutsuzca. 1 908'te Selan ik'te doğan İnan, Bursa Kız Öğretmen Okulu'nu bitirerek 1 925 yı l ı nda İzm i r' de öğretmenl iğe başl ar. Ayn ı y ı l Mustafa Kemal i l e tan ı ş ı r ve tüm hayatına damgasını vuracak olan bu tanışıklık sonucu Lozan'a dil öğren­ meye gönderi l i r. Öğretm en l i k yapar iken Atatürk'ün bir sözüyle bütün ha­ yatı boyunca uğraşacağı tarih branşına 'vazifeli' olarak geçer. İnan tarih çal ış­ maya, 1 928 yıl ında Fransızca bir coğ­ rafya kitabında, Türklerin ikincil sarı ır­ ka m e n s u p o l d u ğ u n u okuyan Ata­ türk' ü n kend i s ine "bu böyle olamaz, sen bunun üzerinde çal ış" demesiyle başlar. 1 93 1 'de sağlık bakanl ığının yar­ d ı m ıyla Anadolu'daki 64 000 kad ın ve erkek iskelet kal ı ntısı üzerinde çal ışa­ rak, İsviçre Cenevre Ü n iversite s i ' n e "Türk Halkının v e Tarihinin Antropolo­ j i k Öz e l l i k l e r i " a d l ı tez i n i v e r i r. 1 947'deki Türkçe baskısına yazd ığı ön­ sözde İnan, çalışmasın ı n amacını açık-

Bütün bunlara bakarak, Kemalist Türk milli kimliğinin tanımlanmasında dinin yapısal bir unsur olduğunu ileri süren tez, bütüncül bir bakış açısından yoksun olduğu için, pratik gerçekliğin tarihi sü­ rekliliği yok sayma imkanına sahip ol­ madığını göz ardı etmektedir. Din, Ke­ malist Türk kimliğinin inşasında isten­ meyen ama kovulamayan tarihsel ger­ çekliğin dikte ettiği gizil bir damardır; bu damarın tasfiyesi ise zamana bırakıl­ mıştır. Unutulmamalıdır ki, ideoloj ilerin pra tik yansımaları, teorik durumların "saf' yansımaları değildir.

K

M

A

T

M

ça ortaya koyar: Bugün Anadolu' da ya­ şayan Türk nüfusuyla prehistorik atalar arası ndaki sürek l i l iği maddi ve som ut del i l lerle ispat etmek ve kafatası kal ı ntı­ larından yola çıkarak tarihsel sürekl i l ı ­ ği, yan i Anadolu'nun antikiteden b e ı ı bir Türk yurdu olduğunu fiziki antropo­ loj i yoluyla kan ıtlamak. 1 932'deki B i ­ r i n c i Türk Tarih Kon gres i' nde yaptığı "Tari hten Ewel ve Tarih Fecrinde" adlı konuşmada Türklerin Orta Asya'da ki meden iyetleri n in kentli ve yüksek kül­ tür mertebes inde olduğunu vurgular ve Avrupa Uygarl ığın ı bu kökene dayan­ dı rmaya çabal ar. As l ı nda Afet İnan ' ı rı yaptığı, Pittard ve dönem in ırkç ı antro­ poloj isi etkisi altındaki tarih ve antro­ poloj i çal ışmaları esas olarak, Türklerin Osman l ı İ m paratorl uğu' nu kurmadan çok önce Orta Asya'da yüksek bir me­ den iyet kurduğu ve oradaki coğrafi ko­ şullar nedeniyle göç ederek bütün dün­ yaya yayı ldıkları, dolayısıyla Mezopo­ tamya'dan Avrupa'ya tüm kü ltürlerin kurucusu oldukları yönündeki cüretkar Türk Tarih Tezi ' n i güçlend i rme çaba­ sından başka bir şey değildi. Onun ta­ rihçiliği, Türk Tarih Tezi'nin resmi bel­ gesi olan "Türk Tarih i n i n Ana Hatla­ rı"nı yazmaktan, Halit Çambel ile bir-

2. Cumhuriyetçi Dönem ( 1 924-1929): Kemalist milliyetçilik nesnesini "halk" , öznesini " Kemalist aydınlanmışlar"ın oluşturduğu bir selfkolonizasyonla yeni baştan bir toplum inşa ameliyesi girişi­ midir. İnanç/doktrin olarak lslam'la ide­ olojik düzeyde yürüttüğü mücadelenin yanı sıra, "kendi cemaati içinde kültür olarak lslam'ın 'baskıcı' kayıtlarından ki­ şiyi azade kılarak" (Mardin, 1 984: 2 1 7) yeni bir "milli insan" oluşturmayı hedef­ leyen Kemalist ameliye, dinin, hem siya­ si hem de sosyal görünürlüğünü "sıfırla­ yarak," onu "vicdanlar" ve "mabetlere"

y

T

Ç

K

22 1

Afet inan, Kemalizmin Batıcı ve uygarlıkçı karakterini vurgulamaya dönük çalışmaları yanında, Atatürk 'ün düşüncelerinin aktarımında "sahih " bir kaynak işlevi de görmüştür. likte Türk Tarih Kurumu'nun programı­ nın ana hatların ı Atatürk'ün dikte etti r­ d iği gibi açıklamaya kadar adanmış bir misyon tarihçiliğini temsil ediyordu. O dönemdeki m i l l iyetçi tari h yaz ı m ı n ı çok etkilemiş ırkçı-kafatasçı akıl yürüt­ meler ise İ nan' ı 1 962'de bile bırakma-

sıkıştırmış ve bu "sıkıştırılmış" dini de yine kendisi şekillendirmeye çalışmıştır. Dinin bu şekilde, topyekün "özelleştir­ meye" tabi tutulması, Kemalist Türki­ ye'ye pozitivist bir anıt-kabir görüntüsü vermiştir (Lewis, 1961: 480) . Dinin sosyopolitik alandan kovulma­ sıyla doğan boşluk, din olarak algılanan "milliyet duygusu" ile doldurulmaya ça­ lışılmıştır. Anderson'ın kavramlarıyla ko­ nuşursak, hanedani-dini siyasi-kültürel sistemin yerini curnhuri-laik sistem al­ mıştır. Buradaki "cumhurilik" reel değil, sembolik bir mahiyet taşımış, görünür

K

222

M

A

m ı ş göz ü küyor: " B i r ı rk olarak Türk halkı görüntü olarak Batı l ı halklara çok yakındır." Afet İnan' ın hem kişisel hem de poli­ tik olarak durduğu yerin en görünür ol­ duğu metin, dönemin onaylanmış ve makbul metni "Medeni Bi lgiler"d ir. İlk defa 1 930'da yayım lanan kitaba Ata­ türk'ün ölümünden sonraki baskıların­ da Atatürk'ün kişisel notları ve el yaz­ maları da eklenm iştir. Afet İnan' ın tüm entelektüel üretimine ve kişisel hayatı­ na sinen ana tema, yani Atatürk'e karşı duyduğu büyük borçluluk en çok bu metinde bel irgind ir. Kitabın girişinde uzun uzun anlattığı gibi bu kitap da ya­ zıl ışını Atatürk'ün kişisel karizmas ına ve yüreklendirmesine ve onun meclis­ lerinde yapılan verimli entelektüel tar­ tışmalara borçludur. Asl ında İnan'a gö­ re bu mem lekette yapılan her şey, ka­ dınların oy hakkından, laik eğitime ka­ dar varoluşunu bizzat Atatürk'ün varo­ l uşuna borçludur. Afet inan için Ata­ türk, başka bir yazısında bel irttiği gibi, "Türk m i l l et i n i n tari h i n i hem yazan hem yapan, bu mil letin yetiştirdiği en büyük evlad ı d ı r. " O bütün doğru ları daha önceden görür, ama tıpkı bi lge ve şefkatli bir baba gibi evlatlarının o doğ-

meşruiyete zemin sağlamıştır. Hiç şüphe­ siz, Kemalist seçkinlerin kökendeki meş­ ruiyetlerini Milli Mücadele'deki konum­ ları sağlamıştır. Mustafa Kemal Paşa ve "kadrosu" , Milli Mücadele'de cumhuri­ laik duruşun tam tersi "sultani-dini" bir duruşu, taktik gereklerle benimsemiş , iktidar zeminini sağlamlaştırdıkça da, stratejik yönelimin açılımlarını kuvve­ den fiile çıkarmışlardır. Kemalist millet inşa sürecinde, Os­ manlı imparatorluk maslahatlarına göre teşekkül etmiş lslamcılık ve Türkçülük tarihin çöp sepetine atılırken, yerlerine,

z

M

runun uygu lanması için yeteri kadar ol­ g u n laşmaları n ı s a b ı r l a bekler. Afet İnan'ın tüm yazılarına sinmiş olan ama özell ikle "Medeni B i lgi ler"de çok net bir biçimde hissedi len bu temalar kuş­ kusuz, kuşaklar boyu Kemalizm'in kol­ lektif belleğinde yer eden, çoğu zaman ket vurucu bir borçluluk hissinin Cum­ huriyet'in ilk yıl larındaki yazılı ifadele­ rini oluşturur. "Medeni B i lgiler" de İnan, millet kav­ ram ı n ın tan ı m ı ndan Türkiye'deki ban­ kalar sistem ine, bakan l ı klardan "hak ve vazifelere" kadar geniş bir yelpaze­ deki konu ları hem siyaset teorisi açı ­ sından hem d e Türkiye'deki uygulama­ larıyla birlikte değerlendirir. En öne çı­ kan tema "devlet" ve onun toplum için vazgeçil mezliğidir. İnan inanılmaz bir el çabukluğuyla millet, devlet, halk ve cemiyet sözcüklerini geçişli olarak bir­ birleri nin yerine kul lan ır: "Türk milleti, halk idaresi cumhuriyetle idare olunur bir devlettir." M i l let, devlet, halk ve ce­ miyet sözcükleri birbirini karşılayan ve b i rb i r i n i n " m ütem m i m c ü z ' ü " o l a n sözcükler g i b i görü lür. Ama bunların aras ında en önemlisi "devlet"tir. Ol­ dukça Rousseaucu bir tanımı benimse­ yen İnan'a göre genel irade topl umda-

yeni ferdi ve kolektif kimliğin belirleyi­ cileri olarak milliyetçilik ve medeniyet­ çilik umdeleri ikame edilmiştir. Safa'nın da tespi t ettiği gibi, tüm Kemalist re­ formlar bu iki önermeden doğmuştur. (Safa , 1 9 9 0 : 9 1 ) . Başka bir ifa d ey l e , "Atatürk lhtilali"nin iki ana umdesi bu­ lunmaktaydı: milliyetçilik ve medeniyet­ çilik iradesi. Medeniyetçilik iradesi Batı düşüncesi ve hayat tarzına, milliyetçilik önermesi Türklerin Orta Asya kökenine ve dil ve tarih birliğine giden yola ilet­ mekteydi. Ancak, hedefi itibariyle, milli­ yetçilik iradesi de medeniyetçilik irade-

K

M

A

L

T

M

ki tek tek bireylerin toplamından daha başka ve yüksek b i r kavramdır. Tektir, bö l ü n emez ve devred i l emez. Ve bu m i l li irade cem iyet hayatı içinde devlet el iyle kullanıl ır. Zaten İ nan'a göre dev­ let ve vatandaşı karşı karşıya koyarak karşılaştırmak yan lıştır. Bu iki olgu bir­ b i r i n i m ü kemmelen tamamlar. Kitap boyunca sık sık vatandaşın devlete kar­ şı vazifeleri vurgulanır. "Türk Devleti" tarihinin en eski devirlerinden beri ku­ ru ltay geleneğine dayandığı için içkin olarak demokrattı r. Bunu sadece son dönem müstebit padişahlar bozmuştur. Dolay ı s ıyla demokrasi, "Türk devlet ge leneğ i n i n" kend i l iğinden ayrı l maz b i r parças ı d ı r. İ n a n "Meden i B i lgi­ ler"de sadece millet, devlet ve halk ke­ limelerin i değil cem iyet ve m i llet keli­ melerin i de birbirleriyle değişmeli ola­ rak kullanır. Örneğin İnan, ahlak konu­ sunda şunu söyler: "Bir işin ah laki ol­ ması ayrı ayrı insan lardan daha yüce bir cemiyet yani m i l let kaynaklı olma­ sıdır." Tıpkı Ziya Gökalp gibi Afet İnan için de cem iyet ve m i l let aynı şey ola­ rak ele alın ır. Kitaptaki devlet vurgusuyla uyumlu bir paternalizm d ikkat çekicid i r. Örne­ ğin devletçilik anlatı l ı rken bunu bir tür

sinin bir parçasını oluşturmakta ve ona nispetle araçsal bir nitelik taşımaktaydı. Milli hakimiyetin tesisi ve Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşu, saltanat ve hilafe­ tin ilgası, milli iktisat siyaseti, Türk tari­ hinin Orta Asya kökenine uzatılması ve Osmanlı-lslam geçmişinin dışlanması, Güneş-Dil teorisi, Soyadı Kanunu, eza­ nın Türkçeleştirilmesi gibi adımların tü' m ü , Kemalist milliye tçilik ilkesinden kaynaklanmıştır. Medeniyetçilik şiarından türeyen Ke­ malist reformlar ise laikleştirmeye iliş­ kindir: Şeyhülislamlığın kaldırılması, di-

y

T

Ç

K

sosyal izm olarak algılanmaması gerek­ tiği hususunda çok nettir. Devlet m i l li ç ı kar peşinde şefkatl i ve çok yoksul olanı, çok zengin karşısında koruyan bir aygıt olarak milli dayanışma duygu­ ların ı geliştirir. Devletçilik bir tür piya­ san ın "milli tamamlayıcısı" olarak algı­ lanmal ıdır, ferdi teşebbüsün tersine bir rej im yaratmanın aracı olarak değ i l . Bu anti-sosyalist tını, özel l i kle demokrasi­ ye m u h a l if asri cereya n l a r aras ında "Bolşevi k nazariyes i" baş l ı ğ ı altında kom ünizmin ne kadar gayri milli ve to­ taliter olduğunu anlatmak İnan'a yeterl i gelmemiş olacak ki, bir diğer demokra­ s iye muhalif asri cereyan olarak " i hti­ lalci s iyasi sendikalizm nazariyesi " n i anlatır. Bunlar İ nan'a göre, her türlü s i­ yasi teşekkürleri yalnız, kendi menfaat­ leri lehine yaptırmak ve n ihayet siyasi kuvvet ve hakimiyeti ellerine geçirmek i steyen i ş ç i gru p l arı d ı r. Bu gru p l a r umumi grevler yoluyla hükümete taz­ yik yaparak kendi taleplerin i gerçekleş­ ti rmeye çalışı rlar. Ama Türkiye'de de­ ğ i l , İ ng i l tere, F ransa ve Al manya'da güçlüdürler. Türkiye' deki "Ali i ktisat Meclisi herhangi bir tazyik üzerine de­ ğil, doğrudan doğruya hükümetin fay­ dalı görmesinden istişari mahiyette, vü-

ni mahkemelerin ve medreselerin kapa­ tılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, okullardan din derslerinin kaldırılması, dini ·mevzuatın yerine Batılı kanunların ikamesi, çok kadınla evliliğin kaldırılma­ sı, şapkanın milli başlık olarak kabulü, alaturka müziğin öğretilmesi ve çalınma­ sının yasaklanması, opera, bale, çoksesli müzik, Batı tipi resim ve Mustafa Ke­ mal'in heykellerinin dikilmesinin teşviki, Hıristiyan takviminin kabulü ve Batı gi­ yiminin ve adab-ı muaşeretinin resmileş­ tirilmesi. Medeniyetçiliği Batıcılıkla, me­ deniyeti Batı'yla özdeşleştiren Kemalist

223

K

224

M

A

cuda getirdiği bir heyettir." İ n an' ı n poz itivist ya n i b i l i msel ve nesnel olduğu iddiasındaki üslubu as­ l ı nda oldukça pol itiktir. Gayet bil imsel bir tonda mil let nazariyesini an latırken b i r anda K ü rt ve Çerkez meseles i n i canh ı raş biçi mde araya katması, d i n k ı s m ı n ı an latırken, an iden bunun Os­ manlı için öldürücü etk isine atlaması bu "nesnel" gibi görünen kuru dilin po­ liti kliğinin altını çizer. İnan belki de her m i l l iyetçi yazarın taşıdığı çelişki l i bir kavrayış biçimini taşı r. Var olan olguyu, pozitivist bir inançla, olduğu gibi anla­ tıyor olduğunu iddia ederken asl ında olguyu olmasını istediği biçimde yan­ sıtır. Olan ve yazarca olması gerektiği­ ne inanı lan olgular hemen her metinde içiçe geçmiş gibidir. Tüm bu 'akad em i k' ça l ı şmalarıyla b i r l i kte Afet İ n a n ayn ı zamanda b i r Cumhuriyet kad ı n ı d ı r da. H e m kendi sadı k ve militan varoluşuyla Cumhuri­ yet' i n kad ı n k u rgu s u n u tem s i l eder, hem de konuya gösterd iği i lgiyle ve 'kad ı n meselesiyle' ilgili yazd ıklarıyla o kurguyu yaratan ideolojinin yaratıcıla­ rındandır. Cumhuriyet dönemi mill iyet­ çi-Kema l i st politikalar, Türk kad ı n ı n ı hem "modern leşmen i n ikon ları" hem

çağdaşlaşma proj esi , lslam'dan ve lslami­ leşmiş kültürden arındırılmış yeni milli Türk insanını, yeni Türk milliyetçiliği vasıtasıyla Batı/Hıristiyan enternasyonali içine yerleştirmiştir. Kemalist milliyetçiliğin cumhuriyetçi­ laik niteliğinin kristalize olduğu bu dö­ nemde dini tanımdan radikal bir kopuş gerçekleştirilmiş ve çoğulcu söylem terk edilmiştir. Dinin hem siyasi hem de sos­ yal görünürlüğünün yok edilerek yalnız­ ca "vicdanlarda ve mabetlerde" yaşanma­ sını öngören militan bir laiklik, cumhu­ riyetçi tanıma asıl rengini vermiştir. Bu

z

M

de "kü ltürel otantikl iğin imtiyazlı taşıyı­ cı ları" olarak algılamış ve kod lam ı ştı. Bu dönemde hem pol itik elit için hem de Cumhuriyetçi kad ı nların kendi ken­ d i leri n i tan ı m lamaları açısından femi­ n izm ve Kemal izm sözcü lerin i n nere­ deyse geçişli olarak kul landığı açıktır. Türk kad ını, yüzyı l lard ır mutaassıp İs­ lam'ın etkisi altında evlere ve özel ala­ na hem de peçelerle, çarşaflarla türlü çeşitli Arap kıyafetleriyle tıkılmıştır. Ke­ malist elit için sorun açıktır: Türk kadı­ nını hak ettiği modern ve asri görüntü­ ye kavuşturup kamusal alana mill iyetçi projeyi desteklemek koşuluyla sokmak. Burada kad ı n ların görüntüsü iki yön­ den çok önemlidir; kad ı n lar hem asri ve Batı l ı. görüntüleriyle Türk modern­ leşmesini görünür k ı lar ve Afet İ nan' ı n deyi miyle genç Tü rkiye' n i n artık b i r "Doğu" ül kesi olmad ığın ı ispat ederler, hem de bu görüntü kad ın ların kurtuluş hareketin i n kendisini ikame eden bir il­ lüzyona dönüşür. Dolayısıyla kad ın la­ r ı n kam u sa l hayata aktif ve i n a n ç l ı cumhuriyetçiler/m i l liyetçiler olarak ka­ tılmaları, bu kad ın ların a priori olarak kurtu lmuş olduğunu işaret eder ve me­ sele daha b ütünsel bir m i l li proj e n i n b i r parçası olarak ele a l ı n ı r. Kemal ist

tanımın şiarını, "dilde, kültürde ve ülkü­ de birlik" oluşturmuştur. Hukuki-siyasi bir mahiyet arz eden Cumhuriyetçi tanı­ mın politik muhtevası hukuki muhteva­ sına kıyasla çok daha belirleyici bir öne­ me sahip olmuştur. Bu tanıma göre, Tür­ kiye C u mhuriyeti v a tandaşı o l an v e Türkçe konuşan, Türk kültürüyle yetiş­ miş ve Cumhuriyet ülküsüne sadık her­ kes, Türk olarak kabul edilmekteydi. 3. Etnik Tanıma Kayış: "Halkta Bir­ lik" Dönemi ( 1 92 9- 1 9 38 ) : Türk milli k i m l i ğ i n i n Kemalis t inşa s ü re c i n d e üçüncü safhayı, milli topluluğu etniklik

K

M

A

T

M

elitin kad ı nların kamusal hayata katı l ı­ m ı n ı canhıraş desteklemelerinin (hangi kad ı n ların ?) yumuşak karn ı ve kadına araçsal bakışı açı kça bel l i eden ye r "namus/iffet" mesel esid i r. Cumhuri­ yet' i n ilk kuşak c i n siyetsizleşti r i l m i ş, tayyörl ü, aseksüele varacak derecede iffetl i bu makbul kad ı n ları, ayn ı za­ manda "otantik" Anado lu kad ı n ı için de doğru modeli oluşturuyordu. Örne­ ğin Atatürk'ün manevi kızları ndan pi lot Sabiha Gökçen Dersim Harekatı'na ka­ tıl ı rken uçağının düşüp namusuna her­ hangi bir halel gelmesi riskine karş ı l ı k Atatü rk, bizzat kendi silah ı n ı pi lot kızı­ na veri r. Afet İ n a n ' ı n 1 9 6 2 y ı l ı n da UNESCO için yazdığı ve kad ın hakları ve i l kçağdan bu yana Türk kadını ko­ nulu The Emancipation of the Turkish Women'ı işte bu genel bağlam içinde değerlendirmek gerekir. Afet İnan hem The Emancipation of the Turkish Women'da hem de "Mede­ n i Bilgiler" kitabında aynı anıyı aktarır ve bu anı onun kad ı n hakları ve özel1 i kle kadı n ların oy verme hakkıyla ne den l i i lgilendiği n i n ispatı gibidir. İ nan 1 9 29-30 ders y ı l ında Ankara Musiki Mual l i m Mektebi' nde Yurt B i lgisi ve

ekseninde tanımlayan ve ortak köken duygusunu temel alan ırki-soya dayalı motiflerin Cumhuriyetçi tanıma eklem­ lenmesi çabaları oluşturmuştur. Bunun sembolik düzeydeki yansıması, "dild e, ekin (kül tür)de, kanda birlik"in, yeni milli şiarı oluşturmasıdır. Cumhuriyet ülküsünün cezbedici bir ideal olarak za­ yıflığı, o rtak köken duygusunu ortak payda olarak alan, mitik ve sözde-bilim­ sel ırki-soya dayalı milli süreklilik tezi­ nin Türk milli kimliği içinde yapısal bir değer kazanmasına yol açmıştır. Va t a n d a ş l ı ğ ı n a n ay a s a ta r a fından

y

T

Ç

K

Tarih öğretmen l iği yapmaktad ır. Okul­ da kız ve erkek öğrenciler birl ikte eği­ t i m gö rm ektedi rler. İ nan yurt b i l g i s i ders i nde dersi uygu lama l ı a n l atmak amacıyla b i r yerel seç i m denemesi yaptırır. Sın ıfta belediye başkan ı olarak bir kız öğrenci seçilince, erkek öğren­ cilerden biri mevcut kanunlarda kadın­ ların oy hakkı olmadığı gerekçesiyle iti­ raz eder. Bunun üzerine İnan, çocuğa en kısa zamanda kadın ların da oy hak­ kına kavuşacakların ı ve en azından bu sınıf içi nde kız öğrenci lerle erkek öğ­ renci lerin tamamen eşit ve ayn ı haklara sah ip olduğunu vurgular. Kemal izmin adanmış kızı İ nan, ayn ı gün Atatürk'e "hiç olmazsa erkek öğrencim kadar bir hak sahibi o lmadan o sın ıfta ders ver­ meyeceğim" deme cesaretini gösterir. Asl ında bu anısını mütemad iyen anla­ tarak İ nan, "anoni m, kişisell iği hor gö­ ren ve b i l i msel" üslubuyla kad ı nların oy hakkı nı kazanmalarında kendisinin katkısı olduğunun örtük bir biçimde al­ tını çizer. İnan The Emancipation of the Tur­ kish Women'da i nançl ı b i r m i l l iyetçi o l a rak ezel-ebed "Tü rk" kad ı n ı n ı n özelliklerini, içinde yaşad ığı toplumsal koşul ları MÖ. 4000 yıl ından günümü-

"anayasal Türklük" le tanımlanması ve milliyetten ayrılması , söylem ve eylem arasındaki geniş açı göz önüne alındı ­ ğında, "Hakiki Türk olmak ne anlama gelir? " sorusunun ışığında, Türklüğün etnik-soya dayalı parametrelerinin ve söz konusu dönem bağlamında bu para­ m e trelerin i m a ettiği dışlama ya da özümseme arasındaki ikame edilebilirlik ilişkisinin ortaya konmasını özellikle önemli kılmaktadır. Bu bakımdan, Türk milletini Türk kavmi (ethnie)ne aidiyet temelinde tanımlayan Kemalist milliyet­ çilik, Abdulhamit döneminin emperyal

225

K

226

M

A

ze kadar an lat ı r. Değişmeyen b i r öz o l arak "Türk" kad ı n ı n ı n 6000 y ı l l ı k h ikayesi fikri kendi başına mill iyetçidir; ama özell ikle Sümer ve Hitit kadınları­ nı anlatı rken onları Türk Tarih Tezini en cüretkar zamanında olduğu gibi Türk kad ı n ına basitçe eşitlemez. Sü mer ve H itit kad ı n larından İnan için oldukça temkin l i kabul edi lebi lecek şu ifadeler­ le bahseder: "Türk halkı hem İs lami­ yet' i n kabu lüyle b i rl ikte Anadolu'ya göç edenler, hem de zaten Küçük As­ ya'da yaşayan ve ikamet eden halkların karışımıyla oluşmuştur. Dolayısıyla Hi­ tit kad ı n ı ve Türk kadını arasında tarih­ sel bir bağ tesis etmek faydal ı olacak­ tır." İ nan, Anadolu'da Müsl üman l ığın kabulü öncesinde kad ınların toplumsal ve siyasal hayata erkeklerle eşit olarak katı ldığını, özell ikle H itit kraliçelerinin po l it i k gücünü vurgu layarak anlatır. Orta Asya neredeyse bir kadın cenneti olarak anlat ı l ı r. İnan, Orta Asya'daki Türk kad ı nlarının hem evde, hem top­ lumsal hayatta, savaş ve barış zamanla­ rında, pol itikada ve tüm kamusal akti­ vitelerde erkeklerle birlikte ve onlarla eşit bir biçimde katıldığın ı vurgular. Zi­ ya Gökalp'in bir tür "Türk feminizmin­ den" bahsettiği, otantik, Orta Asya! ı

milliyetçiliği ile Ziya G ökalp'in Türk milliyetçiliğinden hatırı sayılır farklılık­ lara sahiptir. Bu yüzden Atay'a göre, Ke­ malist milliyetçilik, Türk milliyetçiliği­ nin bir versiyonu değildir. Kemalist mil­ liyetçiliğin laiklikte odaklaşan medeni­ yetçilik vurgusu, hem Türkçülerin, hem de Kemalistlerin Kemalizmi Türk milli­ yetçiliği dışında, farklı bir kategoriye koyma eğilimini güçlendirmiştir. Özel­ likle Kemalistler, Kemalist milliyetçiliği Türkçülük geleneği içinde mütalaa et­ mek istemez. Falih Rıfkı Atay bu eğilimi şu değerlendirmeyle seslendirir:

z

M

Türk kadınının özgürlüğünün, toplum­ sal hayat ı n ı n her alan ı n ı n katı l ı m ı n ın altını çizdiği "altın çağ" dönemini ka­ d ı n lar için de tems i l eden Orta Asya anlatımı İ nan'da da birebir mevcuttur. İnan' ın Türk kadınının hikayesini anla­ tı rken m i l l iyetç i ta rih yaz ı m ı y la en uyumlu olduğu kısım Osman lı İmpara­ torluğu boyunca Türk kad ı n ı n ı n duru­ munu anlattığı bölümdür. Kemalist mil­ l iyetçil iğin resmi "ötekisi" Osman l ı, ki­ tapta Türk kadınının kamusal alan lar­ dan en çok d ı şlandığı ve peçe ler ve yaşmaklarla özel alana en çok tıkıldığı ve en öneml isi kad ın ve erkek arasında daha ö n ce var olduğu kab u l e d i l e n eşitl iği bozduğu için lanetlen i r. O rta Asya' da kadınlar ve erkekler arasındaki işbölümü "maku l" bulunuyor iken, Os­ manlı döneminde gerek aile, miras hu­ kuku ve çok eşl i l i k gibi medeni hukuk uygulamaları yüzünden, gerekse örtün­ me ve harem l i k selam lık gibi toplumsal ve kültürel uygulamalar yüzünden, ka­ d ı n ve erkek arası ndaki denge açıkça kad ın aleyhine bozulmuştur. Fakat ka­ d ı n ı n kamusal hayattan d ışlanmas ı n ı n sorumlusu, "dönemin Arap hatta Roma yasalarına göre kad ı nlar açısından ol­ dukça ileri düzenlemeler getiren İslami

"Belki dikkat edenler olmuştur, seneler­ den beri 'Kemalist' tabirini 'milliyetper­ ver' sözüne tercih ediyoruz. Bunun bir sebebi vardır: Kemalist, garpçı, layik ve cumhuriyetçi milliyetperver demektir. Sadece milliyetperverli k, muhafazakar ve ananeci manasına da alınabilir ve en geri softa taassuplarının müdafaası için maske olarak kullanılabilir. Bir takım ahlak, anane ve adetler milli olmakla müdafaa edildikleri zaman bir milliyet­ perver için, onları milliyetperverliğin yabancı telakkisine karşı münakaşa et­ mek güçtür. Kemalizm, Türk milliyet-

K

M

A

T

M

yasaların kendisinde" deği l, bu düzen­ lemelerin orij inal düzenlemeleri bozan Arap ve Farslı yorumları n ı n egemen ol­ masıdır. Dolayısıyla İslam' ı n gerici bir Arap ve Fars yorumu altında yaşayan Osma n l ı kad ı n ı kağıt üzerinde sah ip olduğu hakları bile kul lanamaz olmuş ve kitlesel bir biçimde kamusal alan­ dan d ışlanmıştır. M i l l iyetçi paradigma­ nın içi nden konuşan İnan'a göre kad ın­ lar, tarih boyunca patriyarkaya direnen veya onunla uzlaşan özneler ol mak ye­ rine ancak modern leşme hareketlerinin ortaya ç ı kmasıyla ve "eğitim" s i lah ı n ı kullanmaya başlamasıyla kendini ifade etmeye başlar. İnan, Nigar Hanım, Fat­ ma Makbule Han ı m, Mihrün isa Hanım gibi 1 9 . yüzyı l ı n ikinci yarısının kadın şairlerin i anlatarak hem kadınların tüm faaliyetlerin i modernleşme paradigması içinde değerlend iren bakışı temsil eder, hem de Kema l i z m i n kad ı n haklar ı n ı gökten zembille indirerek Türk kad ını­ na verdiği resmi anlatıdan bir miktar da olsa ayrı l ı r. Cumhuriyet dönem ine geldiğimizde İ nan, gerçekçi bir biçimde kad ınların oy verme hakkına karşı çıkan m i l l et­ vek i l l e ri n i a n latır, ancak b u n u Ata­ türk'ün biricikliğin i n ve uzak görüşlü-

y

T

Ç

K

l

l üğünün altı n ı çizmek için yapar. As­ l ı nda Atatürk, yıllar öncesinden kad ı n­ lara seçme ve seçilme hakkı veri lmesi gerektiğinin farkındad ır ancak ileri gö­ rüşlü bir siyasetçi olarak koşu lların ol­ gun laşmasın ı ve halkın buna haz ı r ol­ ması n ı bekl er. 1 9 2 6 Med e n i K a n u ­ nu'yla kad ı n ve erkeği medeni haklar aç ısı ndan, daha sonra ise seçme ve seç i l m e h a kk ı n ı vererek d e p o l i t i k haklar açısı ndan eşit kılar. Her ne ka­ dar ikameti kocan ın belirlemesi, evi n reisinin koca ol ması, kad ı n ı n çal ışma­ sı üzerinde söz sahibi olması gibi tat­ s ı z ay rı n t ı l ara rast l a n sa da b u n l a r İ nan'a göre a i l e kurumunun korunma­ s ı a m a c ı n ı taş ı r ve o l d u k ç a " m a­ kul"dür. Afet İ nan, kitap boyunca ka­ d ı n ları Türk modern leşmes i n i n sem­ bolleri, Kurtuluş Savaşı' n ı n yiğit savaş­ çı ları, genç Cumhuriyet' i n avukatları o larak görüp bu araçsal l ı k içinde yü­ celttiği, kad ı n ı n özgü rleşm es i n i b i r hak-hukuk meselesine indirged iği v e özel li kle kad ının Batı lı modern görün­ tüsün ü n Türk Devleti açısından öne­ m i n i vurgu lad ığı ölçüde, kuru, ci nsi­ yets iz ve " b i l imsel" d i l iyle, modern­ leşme parad igmas ı ve m i l l iyetç i d i l içinde kal ı r.

22 7

·



perverliğini, garpçılık, layisizm ve cum­ huriyetçilikle tezad teşkil eden maddi ve manevi müesseselerden, adet ve anane­ lerden tasfiye etmektedir. "2 Bu ayırım, 1982 Anayasası görüşülür­ ken de gündeme gelmiştir. 1982 Anaya­ sası'nın Cumhuriyet'in niteliklerini belir­ ten ikinci maddesinde "Atatürk milliyet­ çiliği" deyiminin kullanılmasına Türk milliyetçi çevreleri, Atatürk'ün de bir Türk milliyetçisi olduğu , d olayısıyla "Türk milliyetçiliği" deyimine yer veril­ mesinin daha doğru olacağını ileri süre-

rek karşı çıkmış, ancak, Milli Güvenlik Konseyi'ni oluşturan 12 Eylül askeri dar­ besinin generalleri, Falih Rıfkı'nın belirt­ tiği noktaların farkında olarak bu itiraza olumlu bakmamışlardır. Milli siyaseti benimseyerek ilgilerini kendi mülki sınırlarına hasreden ve irre­ dantizmi reddeden Kemalist milliyetçilik tasavvurunun sınırları Türkiye Türklüğü tarafından çizilmiş , b öylece Kemalist milliyetçilik, dış politikada, kendi ayak­ ları üzerinde durmaya çalışan, yayılmacı­ lık karşıtı, içe dönük, hatta büzülmeçi, ilgileri Misak-ı Milli sınırlarını bile tama�

K

228

M

A

mıyla kuşatmayan bir çizgi sunmuştur. Siyasi pantürkçü hareketler desteklen­ mediği gibi, bunların Türkiye içindeki faaliyetleri de hukuki koğuşturmalara konu yapılmış, dış Türkler, "uzak kuzen­ ler" olarak yalnızca kültürel bir ilginin konusu olmuştur. Buna karşılık, Türk etnisitesi Kemalist milliyetçilik içinde giderek merkezi bir konum edinmiştir. Türk milli kimliğinin etnik-soya dayalı sınırlarını belirleme ça­ basında, Kemalizm, ırkı kurucu bir un­ sur olarak kullanmıştır. Ancak bu, hiçbir zaman sistematik ırkçılık şekline bürün­ memiştir. Kemalist milliyetçilik ırkçı de­ ğil, etnisisttir; etnoseküler açıdan farklı kalmakta ısrar edenlere karşı açıkça ayı­ rımcıdır; milli topluluğu etnik topluluk (Türklük) temelinde tanımlayarak var olan etnik farklılıkları milli farklılıklara dönüştürdüğü için tanımayı reddetmiş, milli kimliğin meşruiyet zeminini, etno­ kültürel farklılıklar ve bunlara dayalı ta­ leplerden bağımsız olarak inşa etmeye çalışmıştır. Bu yüzden, Kemalist milli bütünleşme sürecinin itici gücünü asimi­ l asyon, tehcir, vs. gibi e tnik yönetim stratej ileri oluşturmuştur. Kemalist millet inşa pratiği, çağdaşlaş­ tırıcı bir söylemle, Türklük temelinde milli türdeşliği sağlamaya yönelen çok boyutlu bir siyasi mühendislik projesi­ nin yansımasıdır. Bu projenin etnik-soya dayalı veçhesine, "bilimsel" destek sağla­ mak amacıyla Anadolu halklarının Türk­ lüğünü temel varsayım olarak alan Türk Tarih Tezi geliştirilmiş, böylece asimilas­ yon politikalarını mümkün kılacak şekil­ de milli "biz"in tanımı, etnik niteliğine rağmen, genişletilmiştir. lslam-Osmanlı geçmişinden arındırıl­ mış milli bir kimlik oluşturmak için Türklerin Asya köklerini öne çıkarma ve övme ile Anadolu'yu sahiplenme iddi­ asındaki Rum ve Ermeni milliyetçilikle­ rinin tezlerine karşı, Anadolu'nun ezeli­ e b edi Türklüğünü "ispat edebilmek"

z

M

amacıyla Anadolulu atalar bulmak ya da "önce gelen haklıdır" önermesinden ha­ reketl e Anadolu'nun ilk sakinlerinin Türklüğünü ortaya koyarak "köksüzlük" problemini çözmek Türk Tarih Tezi'ni biçimlendiren iki temel kaygıdır. Tarih Tezi ile Türk tarihi lslam tarihin­ den soyutlanmış ve Anadolu'da bir Türk milli devletinin kuruluşunu haklılaştır­ mak için Türk tarihi genel olarak dünya tarihi, özel olarak da Batı tarihi ile bü­ tünleştirilerek Osmanlı geçmişi tarih-dışı bir genellemeyle "karanlık"la eş kılın­ mıştır. Tezin ana amacı, arkeolojik bul­ guları kullanarak Anadolu'da Türklerin tarihi bakiyelerini ortaya çıkarmak, böy­ lece bir millet olarak Türklerin büyük bir medeniyete sahip olduklarını göster­ mektir. Türklerin insanlığın kök ırkını teşkil ettiği ve kayda değer bütün ırkla­ rın Adem ve Havvası olduğu kabul edil­ miş, bunun bilimsel temellerini "ortaya koymakla görevlendiril en Türk Tarih Kurumu öncülüğünde 1 932 ve 1 937'de iki Tarih Kongresi toplanmış ve tezin bi­ limsel nitelikli nihai gerçekliği " tescil edilmiştir" . Bu sözde bilimsel inancı eği­ tim yoluyla yaygınlaştırarak Türklüğün milli özsaygısını Türklerin Anadolu top­ raklarındaki tarih öncesi bakiyeleri ile özdeşleştirmek, milliyetçiliği Tü rkiye Türkleri ile sınırlamıştır. Irki unsurların araçsallaştırılarak, milli kimliğin etniklik temelinde yeniden inşası ve Milli Misak sınırlarına bağlılık tarih tezinin iki belir­ gin özelliğidir. Türk Tarih Tezinin bir türevi de, Gü­ neş-Dil Teo risi'dir. Dilin Türkleştirme yoluyla sekülerleştirilmesi, Kemalist mil­ liyetçiliğin önemli çabalarından birini oluşturur. Arap alfabesi yerine Latin alfa­ besinin ikamesi , ezan da dahil olmak üzere ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi ve Arapça ve Farsça kökenli kelimel erin "geriliği ve şarklılığı" temsil ettikleri ge­ rekçesiyle dilden kovulması, "milli ül­ kü"nün lazımları babında meşrulaştırı-

K

M

A

T

'

M

lan bu dil reformunun önemli unsurları­ dır. Bu refo rmların gerçekleş tirilmesi amacıyla 1932 yılında Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Dilin Türkleştirilmesi, Kemalist seç­ kinler tarafından Türk ırkının geleceği­ nin korunmasında hayati öneme sahip bir mesele olarak görülmüştür. 23 Eylül 1 932'de toplanan Birinci Dil Kongre­ si'nde, Türk Tarih Tezinin Türkleri "kök ırk" olarak gören önermesinin bir türevi olarak, Türkçe'nin bütün dillerin anası olduğunu ileri süren bir tez sunuldu. 1 936'daki Üçüncü Dil Kongresi'nde ise teori resmileştirildi. Bu teoriye göre, ilk insanın taptığı varlık güneşti. Bu sebeple ilk dilin güneşle ilişkili bir ana kökten türemiş olması gerekir. Güneş bu teori­ nin kavramsal dilinin "kök paradigması­ dır". Bu kök dil ise, ön-Türkçe'ydi. Diğer bütün diller bu kök dilin türevleriydi. Bu meyanda yayımlanan çok sayıda "bilim­ sel" makalede, Arapça, Farsça, Fransızca ve diğer kelimelerin Türkçe köklerinden nasıl türediği gösterilmeye çalışılıyordu. Dil teorisi tarih tezi ile aynı amacı pay­ laşıyordu: milli özgüven ve saygıyı yeni­ den kazanmak. Elbette, bütün dillerin Türkçe'nin başkalaşıma uğramış versi­ yonları olduğunu söylemek tam bir toto­ lojiydi. Bütün dillerin Türkçeleştirilmesi, Türkçe'yi Arapça, Fransızca, Farsça ve lngilizce gibi tüm medeniyet dillerinin sahibi kılıyordu. Bu arada, ortaya çıkan teorik tutarlılık problemi, dil reformu­ nun öbür veçhesini oluşturan Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe'den kovulma­ sı sürecini geçici de olsa sekteye uğrattı. Türklüğün kapsamı inşa dönemi milli­ yetçiliğinde yatay bir genişleme göster­ miştir. Milli Mücadele döneminde, bü­ tün Müslüman etnik unsurları içine alan şemsiye bir kavram o larak kullanılan Türklük, Cumhuriyet'ten sonra giderek bu anlamını yitirmiş, sonunda söylem düzeyinde, gayri Türk Müslüman etnik unsurların varlığını reddeden, gayrimüs-

y

T

Ç

K

!im azınlıkları, özellikle de Yahudileri ise, Lozan Antlaşması'nın azınlık hakla­ rının korunmasına ilişkin hükümlerine uymasa da, asimilasyon yoluyla Türklük akidesine bağlanmaları şartıyla kapsamı içine alan bir niteliğe bürünmüştür. Asi­ milasyonun kabul görmediği durumlar­ da ise etnisist politikalar devreye sokul­ muş, tüm tek parti dönemi asimilasyon­ etnisizm sarkacında vatandaşlık-Türklük gerilimine sahne olmuştur. Belirtilen kı­ sıtlarla Kemalist "biz" kapsamının gayri Türk Müslüman unsurlarla, gayrimüslim azınlıkları içine alacak şekilde genişle­ mesi, medenileşme iradesini esas alan, asimilasyonu da bunun aracı kılan bir yaklaşımı ortaya koymaktadır. Ancak söz konusu Türkleştirme politikalarına mu­ hatap olan grupların ayak diremesi ha­ linde, devreye etnisist politikalar girmiş, bu durum karşı milliyetçilik bilincinin gelişmesinde önemli bir faktör olmuştur. Son tahlilde, Kemalist milliyetçiliğin etnik boyutu, seküler(siyasi-hukuki) bo­ yutu karşısında araçsal bir işleve sahip olmuş, bu durum etnisizmden ırkçılığa kayışı engell emiştir. Çünkü , K emalist milliyetçilik, Batı'nın "büyüleyici" dün­ yası karşısında hissedilen onulmaz aşağı­ lık kompleksinin tahrik ettiği bir mede­ niyetçilik iradesidir. Bu iradenin temeli­ ni, dine karşı laiklik anlayışı oluşturmuş, milliyetçilik bu sürecin gereklerine göre şekillenmiş ve ferdi ve kolektif aidiyet bağı olarak dine alternatif eksende ko­ numlanmıştır. Yeni Türk adamının milli bilinci, Kemalizmin pozitivist bilim aki­ desine uygun olarak, hem dindışı hem de dine karşı olarak kurgulanmıştır. "Ha­ yattaki her şey için" "müspet ilimleri" kılavuz gören kaba bilimcilik, kolektif bilinç düzeyinde çok yoğun bir duygu ve heyecan açığı meydana g e tirmiş, bu "açık," yani "rasyonel" olanı "nasyonal" hale getirme ihtiyacı, etnik temaların Ke­ malist milliyetçiliğin yapısal bir parçası haline gelmesine yol açmıştır.

229

K

M

A

z

M

230

Kemalist milliyetçilik anlayışı , "tek yü­ rek, tek bilek" şiarına dayalı "halk birli­ ği"ni esas almıştır. Birliği her şeyde tekli­ ğe irca eden bu totaliter anlayışta milli ülküden sapma oluşturabilecek hiçbir şeyin görünürlüğüne yer yoktu. "Tek yü­ rek, tek bilek" şiarının vtirguladığı milli durumu gerçek kılabilmek için, Kemalist seçkinler her türlü farklılığı çatışma kay­ nağı olarak kabul ettiler ve bütün nüfusa tek bir üniforma biçtiler: Türklük. "Tam vatandaş" olabilmek için herkes Türk ol­ mak ve Türk gibi hissetmek zorundaydı. Ancak Türk olmak için "Ne mutlu Tür­ küm diyene!" sözünün yanlış yorumuna dayalı yaygın kanaatin aksine, "Türk gibi hissetmek" yeterli değildi. Obj ektif gös­ tergeler açısından da Türklüğün açığa çı­ karılması gerekmekteydi. Dolayısıyla Türk olmanın "mutluluğuna" erişmek, Türk olduğunu belirtmekle sınırlı süb­ j ektif bir sürece işaret etmemektedir.

Köken, dil, kültür ve ülkü birliğinin sağlanması, Kemalist milliyetçi d evlet seçkinleri tarafından Türk olma mutlu­ luğuna erişmenin objektif şartları olarak değerlendirilmiştir. Kemalist milliyetçi­ lik sübjektif değil objektif Türklüğü ön­ celemektedir. Bu bakımdan, gayrimüslim azınlıkların varlığı, Lozan Antlaşması'yla karara bağlandığından, onların Türklü­ ğü, içinde yaşadıkları toplumda bulun­ manın yani Türkiye Cumhuriyeti vatan­ daşı olmanın zorunlu bir sonucuydu. Bu y ü z d e n a z ı nlıklar " k a n u n - ı m e d e n i Türkleri" olarak isimlendirilmiş, buna rağmen azınlıklara dönük Türkleştirme politikaları uygulanmıştır. Türkiye Cum­ huriyeti aynı ırkın kafa, gönül ve dil bir­ liğine sahip çocukları olarak gördüğü Türkleri y ü c e l tmeyi kendisine ülkü edinmiştir. Bu sebeple, Türk kültürün­ den uzak kalmış olanların bu kültürü benimsemeye zorlanmaları gerekmekte-

K

M

A

5

T

M