Faşizm Nasıl İşler? Biz ve Onlar Siyaseti [1 ed.]
 9786258242676

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

FAŞİZM NASIL İŞLER? Biz VE ONLAR SiYASETi

F@ı.: 267 © MAK GRUP MEDYA PRO. REK. YAY. A.Ş. SERTİFİKA No: 44396 SİYASET BİLİMİ 03 POLİTİK DOŞÜNCE SERİSİ 03

FAşizM NASIL lşLER? -Biz VE ONLAR SiYASETi­ ]ASON STANI:EY ÇEVİREN: ERTUÖRUL UZUN ÖZGÜN ADI: How FASCISM WORKS - THE POLITICS OF Us AND TttEM EDİSYON:© 2018 jASON STANLEY. RANDOM HOUSE, PENGUIN RANDOM HousE LLC ARACILIÖIYLA yAYIMLANMIŞTIR. HER HAKKI SAKLIDIR. EDİTÖR: İSMAİL YILMAZ REDAKSİYON: EKREM BERKAY ERSÖZ GöRSEL YÖNETMEN: NURULLAH ÔZBAY GRAFİK TASARIM VE UYGULAMA: TAVOOS

BASKI: AYRINTI BASIM YAY. VE MAT. Hİz. SAN. Tİc. A.Ş. MATBAA SERTİFİKA No: 49599 ı.

BASKI: NİSAN 2023

İLETİŞİM ADRESLERİ CİNNAH CD. KIRKPINAR SK. 5/4

06420 ÇANKAYA ANKARA TEL.: 0312. 439

Ol

69

www.folkitap.com [email protected] [email protected] www.twitter.com/folkitap

FAŞİZM NASIL İŞLER? Biz VE ONLAR SiYASETi

]ASON STANLEY

ÇEVİREN ERTUGRUL UZUN

F@L

jASON STANLEY New York'ta Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi (1969). Babası Almanya'dan, annesi Polonya'dan ABD'ye göç etti, babaannesi Ilse Stanley ise göç etmeden önce, sahte bir kimlikle çalıştığı bir toplama kampından yüzlerce Yahudi'yi kurtarmıştı. Jason Stanley New York Eyalet Üniversitesi'nde dil felsefesi eğitimi aldıktan sonra doktorasını MIT'de tamamladı (1995) ve ardından Cornell, Michigan ve Rutgers Üniversitelerinin felsefe bölümlerinde çalıştı. 2013 yılından beri Yale Üniversitesi'nde felsefe profesörüdür. Esas uzmanlık alanı dil felsefesi ve epistemoloji olmakla birlikte çalışmalarında dilbilim ve bilişsel bilim gibi alanlardan da yararlanmaktadır. The New York

Times ve The Washington Post gibi birçok gazete ve dergiye de yazılar yazmıştır. Başlıca eserleri: Language in Context: Selected Essays (2007), Know

How (2011), How Propaganda Works (2015).

ERTUGRUL UZUN Konya, Akşehir doğumlu (1975). Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde tamamladı (1999). 2006'da kamu hukuku alanında doktor, 2012'de Hukuk Felsefesi doçenti unvanı aldı. Eskişehir Okulu üyesi. Başlıca eserleri: Akıl Tutkunu Hukuk (2010), Hukuk Göstergebilimi (2020), Hukuk Metodolojisinin Sorunları (2021), Çağdaş Hukuk

Düşüncesine Giriş (Bölüm yazarı ve ed., 2021); Ronald Dworkin, Hukukun Hükümranlığı (Çev., 2018); Eveline T. Feteris, Hukuki Argümantasyonun Temelleri (Çev., 2019); Hans Kelsen, Saf Hukuk Kuramı (Çev., 2020); Annette Gordon-Reed, Irkı Mahkemeye Çıkarmak (Çev., 2021); David Bruce Ingram, Hukuk Felsefesi (Çev. Ed., 2020); M. P. Golding ve W. A. Edmundson (Ed.), Hukuk Felsefesi

ve Hukuk Teorisi Rehberi (Çev. Ed., 2021); Otorite ile Yorum Arasında: Hukukun Doğası (Çev., 2022); Otorite ile Yorum Arasında: Hukuk Teorisi (Çev., 2022).

Emile, Alain, Kalev, Talia'ya ve onların nesline ...

İÇİNDEKİLER

TEŞEKKÜR

ll

GİRİŞ

15

l

EFSANELEŞTİRİLEN TARİH

22

2 PROPAGANDA

38

3 ANTİ-ENTELEKTÜEL

48

4 GERÇEKLİKTEN KOPUŞ

65

5 HİYERARŞİ

81

6 MAGDURİYET

92

7 ASAYİŞ VE DüZEN

105

8 CiNSEL KAYGI

120

9 SODOM VE GOMORA

131

10 ARBEIT MAcHT FREI

143

SONSÖZ

16 7

DiziN

1 73

TEŞEKKÜR

Annem Sara Stanley ve babam M anfred Stanley, Batı ve Doğu Avrupa'daki Yahudi karşıtlığının yarattığı dehşeti yaşadıktan sonra ABD'ye iltica etmişler. Babam, altıncı yaşına basmadan 1 O gün önce gerçekleşen Kristallnacht'tan sağ kurtulmuş. Annem ise Doğu Polonyalıdır ve Sibirya'daki bir çalışma kam­ pından sağ çıkıp 1 945'te memleketi Varşova'ya gönderilmiş. Burada da kendisi ve anne-babası Polonya'daki savaş sonrası Yahudi karşıtlığının acımasızlığına maruz kalmışlar. Büyükan­ nemin de mirasını almış birisiyim: ilse Stanley'nin 1930'ların Berlini'ndeki hatıralarını anlattığı Unutulmayan' dan [Unfor­ gotten] bu kitapta da bahsedeceğiz. Bu ailevi arka plan, ağır bir duygusal yük yükledi sırtıma. Fakat aynı zamanda, bu kitabı yazmaya da beni hazırlamış oldu. Fakat tabii ki bu kitabın içeriği sadece Avrupa'dan kök almıyor. Üzerimde düşünsel açıdan etkili olanların başında üvey annem Mary Stanley gelir. Mary hayatıma ben küçükken girdi ve Amerikan tarihine dalmama yardım etti. Sayesinde, daha küçük yaşta, köleliğin kaldırılmasını, işçi hareketinin tarihini ve her şeyden önce, onun da bir üniversite öğrenci­ siyken içinde bulunduğu sivil haklar hareketini öğrendim. Annemin ve babamın kötüm ser olduklarını söyle.ı;n ek çok da abartılı olmaz; bir sonraki nesle geçmemesi için uğraştığım, sırtımdaki duygusal bir yüktür bu. Mary ise her zaman bana insanlar için % 10'luk bir umut payı bırakmayı öğretti; sesi, ihtiyaç olan her an bu kitabın sayfalarında yankılanıyor. Mary aynı zamanda kitabın farklı taslak metinlerini dikkatle okudu ve aslında bakılırsa kitabın bazı kısımları onun yorumlarıyla şekillendi. Hayatıma girdiği için kendimi talihli addediyorum ve ona derin bir minnet duyuyorum. il

FAŞiZM NASIL lşLERI

Mary, ABD tarihinin faşizm için ne kadar önemli olduğunu görmemi sağlayan tek kişi değil. ABD tarihçisi Donna Murch ve felsefeci Kristie Dotson gibi, ABD' deki ırkçılığın Avrupa'da faşizmin yükselişini nasıl etkilediği konusunda benimle sabırla uzun uzun konuşan, varlıklarını bir lütuf olarak gördüğüm dostlarım da var. Dotson ve Murch bir araştırma ekibinin sadece parçasını oluşturuyor; New Haven ayağın da ise en başta Timot hy Snyder ile M arci Shore bulunuyor, onlara ekibin diğer üyeleri Reginald Dwayne Betts, Robin Dembroff, Zoltan Gendler-Szabo, Antuan Johnson, Ben Justice, Titus Kaphar, Kathryn Lofton, Tracey Meares, Claiı dia Rankine, Jennifer Richeson ve Anshul Verma katılıyor (ne yazık ki bu da eksik bir liste ) . Çalışmama sundukları cömert katkılar için New Haven'daki arkadaş grubum a minnettarım. " Propa­ ganda, İdeoloji ve Demokrasi" başlıklı dersimi alan ve yıllar içinde kendilerinden çok şey öğrendiğim lisans öğrencilerine de teşekkürü borç bilirim. New Haven dışında, Lewis Gordon, Lori Gruen, Howard Kalın, Sari Kisilevsky, Michael Lynch, Kate Manne; Charles Mili s, David Livingstone Smith, Amia Srinivasan, Ken Tayla r, Lynne Tirrell, Elizabeth Anderson ve Peter Railton gibi birçok düşünür bu kitaptaki konular hakkındaki düşüncelerimi etkil� di. Brian Leiter ve Samuel Leiter'e, beni 20 1 5 'te yayımlanan kitabımdaki propaganda teorisinin faşist politikalarla nasıl bağlantılı olduğunu açık­ lamaya zorladıkları için minnettarım. 1 Princeton University Press için üzerinde çalışmakta olduğum Hustle: The Politics of Language adlı başka bir k itabın ortak yazarı olan dilbilimci David Beaver'a özellikle çok şey borçluyum. David, bu süreçte paha biçilmez bir sohbet arkadaşı oldu. Bu kitap, Princeton University Press'teki editörüm Rob Tempio'nun 2 0 1 5 'te yayımlanan Propaganda Nasıl İşler? başlıklı kitabımı faşizm üzerine bir çalışmanın takip etmesini önermesiyle ortaya çıktı. Entelektüel cömertliği ve siyasi açı1

I2.

Brian Leiter ve Samuel Leiter, "Not Your Grandfather's Propaganda," The New Rambler Review, Ekim 2015.

TEŞEKKOR

dan önemli işler yapma kabiliyetime güveni için minnettarım. Daha önce akademik olmayan, genel okura hitap eden bir kitap yazmamıştım. Arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine temsil­ cilere ulaştım ve Regal Hoffman & Associates'ten Stephanie Steiker'ın editörüm olmasına karar verdim. Çalışma ilişki­ miz 20 1 7 yazında başladığında, bu kitabın iki sayfalık bir taslağı vardı. Eylül başında ilk kez buluştuk. Stephanie beni sürekli destekledi, gerekli olduğu durumlarda bana gerçeği süslemeden, dosdoğru söyledi ve duyacaklarımın beni çok yıpratacağını düşündüğü zamanlar gerçekleri benden sakladı. Kitabın sayısız taslağını okudu ve birçok kez beni sürülerden uzaklaştırıp açık denizlere yönlendirdi . Aynı ölçüde büyük bir şansım ise Random House' daki editörüm Molly T urpin oldu. Kasım 201 7'de kitabın haklarını aldıktan sonra, yarım düzine kadar taslak okudu ve satır satır düzeltmeler yaptı. Kitapta ön e çıkan kısımlar var- sa tebrikleri onun hanesine yazmak gerekiyor. Hem Stephanie'ye hem de Molly'ye çok şey borçluyum. New Haven'da yaşayan kayınvalidem Karen Ambush Thande, çeşitli şekillerde sürekli olarak bir destek kayna­ ğı olmuştur, örneğin bu kitapta üzerinde durduğum siyah Amerikalı geleneği hakkındaki derin bilgisini kullandım ve fikirlerimi onunla paylaşarak sınama imkanı buldum. Ço­ cuklarım Alain ve Emile benim en büyük neşe kaynağım ve bu çalışmanın gerekliliğinin canlı hatırlatıcılarıdırlar. Aldığım mirastan gelen bilgeliği onlara aktarırken ruhsal yüklerimi de yüklememek için çok çaba gösteriyorum. Bunu başarabilirsem benim en büyük zaferim olacak. Son olarak, her zamanki gibi, en büyük borcumu partnerim Njeri Th ande'yedir. On­ dan daha fazla borçlu olduğum ve daha fazla değer verdiğim başka biri yok.

13

GiRİŞ

Avrupa' dan mülteciler olarak kaçmak zorunda kalmış bir anne ve babanın çocuğu olduğumdan, Hitler'in ordularını yenmeye yardım eden ve Batı'da daha önce eşi benzeri görülmemiş bir liberal demokrasi çağını başlatan Ç> kahraman milletin hikayelerini dinleyerek büyüdüm ben. Babam Parkinson hasta­ lığının pençesinde ömrünü n son günlerine yaklaşmışken Nor­ mandiya kıyılarına gidelim diye tutturmuştu. Üvey annemin omzuna y aslanıp çok sayıda Amerikan gencinin faşiz me karşı savaş ırken hayatını kaybettiği o alanda yürürken ömürlük bir hayali gerçekleştirmişti. Fakat ailem bu Amerikan mira­ sını kutlayıp onurlandırırken bile, Amerikalıların cesareti ve kahramanlığı ile özgürlük fikirlerinin hiçbir zaman hikayenin tamamı olmadığını biliyorlardı. İkinci D ünya Savaşı'ndan önce, Charles Lindbergh gerçekleştirdiği tehlikeli uçuşlarla -ki bunlara Atlantik Okyanusu'nu ilk kez tek başına aştığı uçuşu da dahildir- ve sunduğu bu yeni teknolojiyle Amerikan gözüpekliğinin bir örneğini teşkil ediyordu. Ününü ve cesaret timsali imajını, Amerika'nın, Nazi Almanyası'na karşı savaşa girmesine karşı çıkan Önce Amerika [America First] hareketine önderlik etmek için kullanmıştı. 1 93 9 'da Amerika'daki dergilerin en Amerikalısı olan Reader's Digest'ta yayımlanan " Havacılık, Coğrafya ve Irk " başlıklı yazısında, Amerika için Nazizme yakın bir şey arzuluyordu: Şimdi, aramızdaki münakaşaları bir kenara bırakıp kendi beyaz istihkam surlarımızı yeniden örmenin zamanıdır. Ya­ bancı ırklarla yapılan bu ittifakın bize getireceği tek şey ölüm olabilir. Moğol ırkından, Perslerden, kara derililerden kendi 15

FAŞiZM NASIL iŞLERi

köklerimizi korumamı z gerekiyor, yoksa ucu bucağı belirsiz yabancı bir denizde boğulup gideceğiz.1 1 939 yılı, aynı zamanda, o sıralar altı yaşında olan ba­ bam Manfred'in, annesi Ilse'yle birlikte aylarca saklandıktan sonra Haziran ayında Bedin Tempelhof Havalimanı'ndan yola çıkarak Nazi Almanyası'ndan kaçtığı yıldı. New York'a 3 Ağustos 1939'da varacaklar, gemileri limana doğru usul usul ilerlerken Özgürlük Anıtı 'nın yanından geçeceklerdi. 1 920'lerden ve 1 930'lardan fotoğrafl arın bulunduğu bir aile albümümüz v ar. Son sayfasında, Özgürlük Anıtı'nın adım adım büyüyerek kadraja girdiği altı fotoğraf bulunuyor. Ônce Amerika hareketi, o dönem ABD' de palazlanan faşizm yanlısı hissiyatın kamusal yüzüydü. 2 1 920'lerde ve 1 93 0'larda birçok Amerikalı, Lindbergh'in ülkeye göçmen­ lerin, özellikle de Avrupalı olmayan göçmenlerin gelmesine karşı çıkan görüşlerini paylaşıyordu. 1924'teki Göçmen Yasası ülkeye gelen göçmenlere sınırlama getirmişti ve bu yasayla özel olarak amaçlanan şey, hem beyaz olmayanların hem de Yahudilerin ülkeye göçünün kısıtlanmasıydı. 1 939'da ABD çok az sayıda mültecinin ülkeye girmesine izin vermişti; mucize eseri babam da onlardan biriydi. 201 6'da Donald Trump " Önce Amerika"yı seçim slogan­ larına dahil edip yeniden diriltti ve göreve geldiğinin daha ilk haftasında mültecilere -özellikle de Arap ülkelerinden gelen göçmenlere- karşı üst üste seyahat yasakları koymaya çalıştı. Trump Amerika'daki beyaz olmayan Orta ve Güney Amerikalı kayıtdışı milyonlarca işçiyi sınırdışı etme ve onların yanlarında getirdikleri çocukları sınırdışı edilmekten koruyan yasal mev­ zuatı kal dırma sözü vermişti. Eylül 201 7'de Trump yönetimi 201 8 'de ABD'ye kabul edilebilecek azami mülteci sayısının 1 2

16

Charles Lindbergh, "Aviation, Geography, and Race," Reader's Digest, Kasım 1939, 64-67. Bkz. Richard Steigmann-Gall, "Star-spangled Fascism: American Interwar Political Extremism in Comparative Perspective," Social History 42: 1 (2017): 94-119.

GIRlş

45 .000 olmasına karar verdi ki bu, başkanlar bu tip sınır lar koymaya başladığından beri belirlenmiş en düşük sayıydı. Trump bir yandan " Önce Amerika" diyerek doğrudan Lindbergh'i hatırlatırken, diğer yandan yürüttüğ ü ba şkanlık kampanyasında " Amerika'yı Yeniden Büyük Yap " [Make America Great Again] diyerek tarihin başka bir belirsiz anına özlem duyuyordu. Peki, Amerika Trump'ın kampanyasının gözünde tam olarak ne zaman büyük olmuştu ? 1 9 . yüzyılda, ABD s iyah nüfusu köleleştirdiği çağda mı ? Siyah Amerikalı­ ların Güney'de oy kullanamadıkları J im Crow yasaları dö­ neminde mi ? Trump'ın kampanyası için en makbul dönemin hangisi olduğuna dair bir ipucunu 1 8 Kasım 2016 tarihinde Hollywood Reporter'da yayımlanan, Steve Bannon'la yapılan bir röportajda bulmak mümkün. Trump'ın başkan seçilmesini takip eden ilk aylarda baş stratejist olarak görev yapacak olan Bannon, yaklaşan dönemin " 1 930'lar kadar heyecan verici" olacağını söylemişti o röportajında. Lafı dolandırmadan, ABD'nin faşizme en fazla sempati duyduğu dönemin tam da o günler olduğunu burada belirtelim . •••

Son yıllarda dünyada birçok ülke farklı türlerde aşırı sağ milliyetçiliklere teslim oldu ; listede Rusya, Macaristan, Po­ lonya, Hindistan, Türkiye ve ABD de var. Böyle bir olguyu genelleştirme işi her zaman can sıkıcıdır çünkü her ülkenin koşulları kendine özgüdür. Fakat şu an için bu genelleştir­ me şart görünüyor. Faşizm etiketini, milletin, millet adına konuşan otoriter bir liderin şahsında tem sil edildiği (tıpkı Donald Trump'ın 20 1 6 Haziran'ında Ulusal Cumhuriyetçi­ ler Kongresi'nde dediği gibi: " Ben sizin sesinizim. " ) , çeşitli türlerdeki (etnik, dini, kültürel) aşırı milliyetçilikleri ifade etmek için kullanıyorum. Bu kitapta faşist siyaseti ele alıyorum. Özelde ise bir iktida­ ra gelme mekanizması olarak faşist taktiklere bakıyorum. Bu taktikleri kullananlar iktidara geldikten sonra, onların hüküm sürdükleri rejimlerin mahiyetini belirleyen şey büyük oranda 17

FAŞiZM NASIL İŞLER?

tarihsel koşullar olur. Almanya' da olup bitenler İtalya' da yaşa­ nanlardan farklıdır. Faşist siyaset illa apaçık ve aşikar faşist bir devlete yol açmaz ama yine de tehlike arz eder. Üstelik kendi içinde birçok strateji de barındırır: tarihin efsaneleştirilmesi, propaganda, anti-entelektüalizm, gerçeklikten kopuş, hiyerar­ şi, mağduriyet, asayiş ve düzen, cinsel kayg ı, anavatancılık ve kamu refahı ile milletin bütünlüğünün birbirinden ayrılması. Bunlardan bazılarının savunulması meşru ve kimi zaman haklı olabilse de tarihte bütün bunların tek bir parti veya siyasi harekette birleştiği bazı dönemler vardır. Fazlasıyla tehlikeli dönemlerdir bunlar. Bugün ABD' de, Cumhuriyetçi siyasetçiler bu stratejileri gittikçe daha sık kullanmaya başladılar. Böyle bir siyaseti benimsemeye yönelik giderek artan eğilimleri, dürüst muhafazakarları durup düşünmeye zorlamalıdır. Faşist siyasetin yarattığı tehlikelerin kaynağı, bu siyasetin halkın belli kesimlerini insan saymayışıdır. Faşist siyaset, bazı grupları dışlamak suretiyle yurttaşların birbiriyle empati yapma kabiliyetini sınırlar. Bunun sonucuysa özgürlüğün baskılanmasından kitlesel hapsetmeye, sınırdışı etmekten bazı uç durumlarda kitlesel imhaya kadar giden insanlıkdışı . muamelelerin meşru sayılmasıdır. Soykırımlardan ve etnik temizlik harekatlarından önce daima bu kitapta anlatılan siyasi taktikler kullanılmıştır. Nazi Almanyası, Ruanda ve günümüzün Myanmarı'nda etnik te­ mizlik kurbanları, rejimin soykırıma girişmesinden hemen önce liderlerin ve basının sözlü saldırılarına maruz kalmışlardı. Bu tür emsaller, bir başkan adayı ve başkan ola rak Donald Trump'ın göçmen gruplara açıktan hakaret etmesini bütün Amerikalıların ciddiye alması gerektiğini gösteriyor. Faşist siyaset, açıktan faşist bir devletin ortada olmadığı durumlarda bile bazı azınlıkları insanlığın dışında tutabilir.3

3

18

Bkz. Nour Kteily ve Emile Bruneau, "Backlash: The Politics and Real-World Consequences of Minority Group Dehumanization, " Personality and Social Psychology Bul/etin 43:1 (201 7): 87-104.

GiRiŞ

Myanmar, belli bir ölçüde demokrasiye geçiş sürecinde bulu­ nuyor. Fa kat Rohingya'da (Arakan) Müslüman nüfusu hedef alan ve beş yıl süren saldırgan retorik yine de İkinci Dünya ·Savaşı'ndan beri görülen en kötü etnik temizlik vakasıyla sonuçlandı. •••

Faşizmin en açık belirtisi bölünmedir. Faşizm toplumu " biz" ile " onlar" şekilde b ölmeyi amaçlar. Esasında siyasi hareketlerin birçoğu böyle bir bölünmeyi içerir: Mesela ko..'. münist siyaset sınıflar arasında bölünmeleri körükler. Fakat faşist siyasetin bir tanımını vermek, esasında faşist siyasetin etnik, dini veya ırksal ayrımlara başvurarak " biz" ve "onlar" ı birbirinden nasıl ayırdığını, ideolojiyi ve son kertede siyaseti şekillendirmek için bu bölünmeyi nasıl kullandığını anlatmak demektir. Faşist siyasetteki her mekanizma, böyle bir bölünme yaratmak veya bölünmeyi katılaştırmak üzere işler. Faşist siyasetçiler fikid erini, geleceğe dair hayallerini des­ tekleyecek efsanevi bir geçmiş yaratıp tarihe ilişkin genel, ortalama fikriyatı tahrip ederek gerekçelendirirler. Halkın gerçeklik anlayışını yeniden biçimlendirirler. Bunu yapmak için ideallerin dilini propaganda yoluyla, anti-entelektüalizmi destekleyerek eğip bükerler; kendi fi kirlerine saldırabileceğini düşündükleri üniversitelere ve eğitim sistemlerine hücum ederler. En sonunda bu teknikleri kullanarak gerçeklikten kopuk bir durum yaratırlar; artık incelikle yürütülen rasyonel tartışmanın yerini komplo teorileri ve sahte haberler almıştır. Gerçekliğe dair müşterek anlayışımız un uf ak olunca, faşist siyaset kendine, yanlış inançların köklenebileceği tehlikeli bir alan da bulmuş olur. Faşist ideoloji öncelikle insanın değeri­ ne dair hiyerarşiye bilimsel bir destek bularak grup içindeki farklılıkları doğallaştırmaya çalışır. Toplumsal kademeler ve bölünmeler keskinleştikten sonra, gruplar arasındEı, birbirini anlamanın yerini birbirinden duyulan korku alır. Azınlıktaki bir grubun durumunda meydana gelen herhangi bir iyileşme, baskın nüfusta mağduriyet hissini beslemeye başlar. Asayiş ve 19

FAŞiZM NASIL iŞLER?

düzen siyaseti çok ca zip gelir; " biz" i hukuka uygun yurttaşlar

yapar, " onlar"ın ise milletin gücüne tehdit teşkil eden isyankar su çlular olarak görülmelerini sağlar. Cinsiyetlerarası eşitliğin artışı ataerkil hiyerarşiyi tehdit ettikçe cinsel kaygı da faşist siyasetin tipik özelliği haline gelir. " Onlar"dan duyulan korku büyüdükçe " biz", iyi olan her şeyi temsil eder hale gelir. " Biz " , asıl anavatan olan taşrada yaşar. Milletin kirletilmemiş değer. leri ve gelenekleri, şehirlerde hüküm süren kozmopolitanizmin tüm tehditlerine rağmen taşrada mucizevi şekilde varlığını sürdürmektedir; liberal hoşgörünün yüreklendirdiği azınlık sürüleri uzakta, şehir­ lerdedir. "Biz" çalışkandır ve bulunduğu konumun itibarını mücadele ve sahip olduğu erdemlerle kazanmıştır. " Onlar" ise tembeldir, " bizim" ürettiklerimizi, " bizim " kurduğumuz sosyal yardım ve güvenlik sistemlerinin cömertliğini suiistimal ederek veya dürüst, çalışkan yurttaşları ücretlerinden etmeyi amaçlayan sendikalar gibi yozlaşmış kurumları kullanarak hayatta kalırlar. Birçok insan faşizmin ideolojik yapısının, faşist ideolojinin her mekanizmasının birbiri üzerine kurulduğunun farkında değil. Kendilerinden tekrarlamaları istenen siyasi sloganların birbiriyle bağlantılı olduğunu göremiyorlar. Bu kitabı yurt­ taşlara, liberal demokratik siyasetin meşru taktikleri ile faşist siyasetin haksız taktikler arasındaki farkı belirlemek için kullanabilecekleri eleştirel araçlar sağlayabilme umuduyla kaleme aldım. •••

ABD, bizzat kendi tarihinde hem liber al demokrasinin mirasının en iyi örneklerini hem de faşist düşüncenin köklerini bulabilir, nitekim Hitler de Konfederasyon' dan ve Jim Crow yasalarından esinlenmişti. İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı mülteci yığınlarının faşist rejimlerden kaçmasına sebep olan korkuları takiben, 1 94 8 İnsan Hakları Evrensel Beyanna­ mesi her insanın onura ve değere sahip olduğunu tasdik etti. 20

GIRlş

Beyanname'nin hazırlanmasına ve kabul edilmesine eski First Lady Eleanor Roosevelt öncülük etm işti. Belge, savaştan sonra yeni kurulan Birleşmiş Milletler'in olduğu kadar ABD'nin de ideallerinin büyük kısmını temsil ediyordu. İnsan olmaya, bir birey olmaya dair liberal demokratik anlayışın cesur bir ifadesi, güçlü bir tekrarıydı; bu düşüncenin kelimenin tam anlamıyla bütün bir dünya topluluğunu kapsayacak şekilde genişlemesini ifade ediyordu. Bütün milletleri ve kültürleri, tek tek her bir insanın eşitliğine hak ettiği değeri vermeye dair bir müşterek taahhüde bağlıyordu. Sömürgeciliğin, soykırımın, ırkçılığın, küresel savaşın ve evet, faşizmin getirdiği yıkımla karşı karşıya kalmış bitkin dünyada milyonların özlemlerini yankılıyordu. Savaş sonrasında, Beyanname'nin, herkesin sığınma talep etme hakkına sahip olduğunu resmen tasdik eden 14. m addesi bilhassa dokunaklıdır. Beyanname İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanan acıların tekr arlanmasını engelle­ meye çalışıyordu fakat belli grupların yeniden, bir zamanlar bayrağı altında yaşadıkları ulus devletlerinden kaçmak zo­ runda kalabileceğini de itiraf ediyordu. Faşizm bugün, 1 930'larda � lduğu şekliyle görünmüyor olabilir fakat mülteciler dünyanın her yerinde yeniden yolla­ ra dökülmüş durumdadır. Birçok ülkede mültecilerin içinde bulundukları kötü durum, milletin kuşatma altında olduğu, yabancıların sınırların hem içinde hem de dışında tehdit ve tehlike teşkil ettiği yönünde yapılan prop agandayı kuvvetlen­ diriyor. Yabancıların çektiği acılar, faşizmin yapısını sertleşti­ riyor olabilir. Fakat aynı zamanda gözlerin önün deki mercek değiştiğinde, empatiyi de tetikleyebilir.

21

1

EFSANELEŞTİRİLEN TARİH

Yahudi karşıtları kendi " bakış açıları" nı oluştururken, bunu gelenek adına yaparlar. Yahudilere "hiçbir zaman buraya ait olmayacaksınız " denirken, bu, Pascal ve Descartes ile kan bağı olan bir gelenek adına, uzun tarihsel bir geçmiş adına söylenir. Frantz Fanon, Siyah Deri, Beyaz Maskeler (1952)

Bu kitaba, faşist siyasetin her daim kendi kökünü keşfetme iddiasında bulunduğu yerle, tarihle başlamak en doğal yol gibi görünüyor. Faşist siyaset, trajik bir şekilde tahrip edilmiş saflık timsali bir efsaneleştirilmiş geçmişe başvurur. Milletin nasıl tanımlandığına bağlı olarak efsaneleştirilmiş tarih, dinsel açıdan saf, ırksal açıdan saf, kültürel açıdan saf veya bütün bunların hepsini birden karşılayan bir tarih de olabilir. Fakat bütün bu faşist efsaneleştirme pratiklerinde ortak bir unsur vardır: Efsaneleştirilmiş faşist tarihlerin hepsinde, ataerkil ailenin abartılı bir versiyonu, sadece birkaç nesil öncesinde bile en tepede hüküm sürmektedir. Zamanda daha da geriye gidildiğinde, efsaneleştirilen dönem, milletin tarihinin şanlı bir dönemi olarak karşımıza çıkar; kahraman komutanlar öncül üğünde s a vaş ılmış, fetihler yapılmıştır, ordular zinde ve sağlıklı halktan insanlarla doludur; bu yerel savaşçıların eşleri de evlerinde bir sonraki nesli yetiştirmektedir. Halihazırda bu efsanel er faşist siyaset çerçevesinde milli kiml iğin temelini oluşturur. Aşırı milliyetçilerin kullandığı retorikte böyle bir şanlı geçmiş, küreselleşmenin, liberal kozmopolitanizmin ve eşitlik 22

EFSANELEŞTiRiLEN

TARiH

·

1

gibi " evrensel değerler" e riayetin neden olduğu yozlaşma sonucunda kaybedilmiştir. Söz konusu değerlerin, milletin bekasına tehdit teşkil eden hakiki zorluklar karşısında milleti zayıflattığı düşünülür. Bu efsaneler genellikle geçmişt� hiç var olm amış bir homo­ jenlik vehmine dayanırlar. Bu homojenlik küçük kasabaların ve köylerin geleneklerinde, şehirlerin liberal yozlaşmasıyla nispeten kirlenmemiş halde varlığını devam ettirmektedir. Bu dilsel, dini, coğrafi veya etnik homojenlik bazı milliyetçi hareketlerde de görülebilir; faşist efsanelerin bunlardan ayrıldığı nokta, seçilmiş milletin üyelerinin, fetihler ve medeniyet inşa­ sında gösterdiği başarılar neticesinde diğerlerine hükmettiği şanlı bir milli tarihin yaratılmasıdır. Örneğin faşist imgelemde geçmiş, mutlaka geleneksel, ataerkil cinsiyet rollerini içerir. Faşist efsanevi tarihin kendine özgü yapısı, otoriter ve hiye­ rarşik ideolojiyi destekler. Geçmişte bu toplumların aslında nadiren faşist ideolojinin onları resmettiği kadar ataerkil -hatta daha doğrusu, şanlı- olup olmadığının hiçbir önemi yoktur. Bu hayali tarih, şimdiki hiyerarşinin dayatılmasını destekleyecek kanıtlar sağlar ve günümüz toplumunun nasıl görünmesi ve davranması gerektiğini söyler. 1 922'de Napoli'deki Faşist Kongre'de Benito Mussolini şöyle diyordu: Biz ke ndi efs ane mizi yarattık. Efsane inançtır, tutkudur. G er­ çe k olmasına ge re k yoktur . . . . Bizim e� sane miz mille ttir, e fsanemiz milletimizin yüceliğidir! İ şte biz he r şeyi ama he r şeyi, tam bir ge rçe kliğe çe virme k iste di ğimiz bu efs ane ye , bu yüce liğe tabi kılıyoruz. 1 Mussolini burada faşist tarih efsanesinin kasten, yani bile isteye efsanevi mahiyette olduğunu açıkça dile getirmektedir. Faşist siyasette efsanevi geçmişin işlevi, faşist ideolojinin temel

·

"Fascism's Myth: The Nation," Roger Griffin, ed., Fascism (Oxford: Oxford University Press, 1 995), 43-44.

23

FAŞiZM NASIL işi.ER?

düsturlarını, otoriterliği, hiyerarşiyi, saflığı ve mücadeleyi bir nostalji his siyle donatmaktır. Faşist siyaset tarih efsanesini yaratarak nostalji ile faşist ideallerin gerçekleştirilmesi arasında bir bağ kurmuş olur. Al­ man faşistleri, e fsanevi tarihin bu tarz stratejik kullanımından açıkça hoşnutlardı. Önde gelen Nazi ideoloğu ve önemli Nazi gazetelerinden Völkischer Beobachter'in editörü olan Alfred Rosenberg 1 924'te şöyle yazıyordu: "Efsanev i geçmişimizin ve r bizim kendi tarihimizin kavranması ve ona hürmet gösterilmesi, gelecek nesli Avrupa'nın hakiki an ayurd unun topraklarına daha sıkı şekilde bağlamanın ilk koşuludur. "2 Faşist efsanevi geçmiş, bugünü değiştirmek için vardır. •••

Ataerkil aile, faşist siyasetçilerin toplumda yaratmak istedikleri veya kendi iddialarına göre, toplumu yöneltmek istedikleri başka bir idealdir. Ataerkil aile milli gelenekle­ rin daima temel bir unsuru olarak var olmuştur ama son zamanlarda liberalizmin ve kozmopolitanizmin ilerleyişiyle zayıflamıştır. Peki, faşist siyaset için ataerki stratejik açıdan neden bu kadar önemlidir? Faşist bir toplumda milletin önderi geleneksel ataerkil aile­ nin babasına benzer. Önder/Reis, milletin babasıdır ve kuvv eti ve iktidarı onun hukuki otoritesinin kaynağıdır, tıpkı ataerkil ailenin babasının gücünün ve iktidarının onun çocukları ve karısı üzerindeki manevi otoritesinin kaynağı olduğunun var­ sayılmas ı gibi. Nasıl ki geleneksel ailede baba ailenin geçimini sağlar, işte [faşist toplumlarda] milletin dirliğini sağlayan da önderdir. Ataerkinin babasının otoritesi gücünden gelir ve güç de en yüksek otorite değeridir. Milletin tarihini ataerkil aile yapısıyla temsil eden faşist siyaset, böylece nostaljiyi, en

2

Alfred Rosenberg, "The Folkish idea of State," Nazi Ideology Before 1 933: A Documentation, ed. Barbara Miller Lane ve Leila J. Rupp (Austin: University of Texas Press, 1 978), 60-74, 67.

EFSANELEŞTIRILl!N TARiH

saf halini normlarında görmenin mümkün a ldığı örgütl eyici bir hiyerarşik otoriter yapıyla ilişkilendirmiş olur. Gregor Strasser, Nasyonal Sosyalist ( Nazi) rejimin( in ) 1 920'lerde propaganda şefiydi. Ardından b u görevi Joseph Goebbels devraldı. Strasser'e göre, " bir erkek için [tarihe/ millete] katılmasının en gurur verici ve en değerli biçimi as­ kerliktir, kadın içinse anneliktir. "3 Alman Kadınlar Birliği'nin lideri Paule Siber, Nasyonal Sosyalizmin kadınlar hakkındaki resmi devlet politikasını yansıtan bir belgede şöyle diyordu: " Kadın olmak, anne olmak demektir; anneliği tüm benli­ ğiyle benimsemek ve bunu kendi için kural haline getirmek demektir. . . . Nasyonal Sosyalist kadının en büyük görevi sadece çocuk doğurmak değildir, ayrıca bilinçli bir şekilde ve kendini tamamen annelik rol ve vazifesine adayarak hal­ kı için çocuk yetiştirmektir. "4 Nasyonal Sosyalizm üzerine çalışan İngiliz tarihçi Richard Grunberger, " kadın meselesi hakkındaki Nazi düşünüşünün özü "nü " ırklar arasındaki eşitsizlik kadar kesin bir cinsiyetler arası eşitsizlik" diye ifade ediyor.5 Tarihçi Charu Gupta ise " Cinsiyetin Siyaseti: Nazi Almanyası'nda Kadınlar" başlıklı 1 99 1 tarihli makalesinde meseleyi "Nazi Almanyası'nda kadınlara uygulanan baskı, 20. yüzyılda feminizm karşıtlığının en uç örneğini teşkil eder" diyecek kadar ileri götürmüştür. 6 •••

Cinsiyet rollerine dair bu idealler siyasi hareketleri yeniden belirlemektedir. _2 0 1 5 'te Polonya'nın aşırı sağcı partisi Hukuk ve Adalet Partisi (Lehçe, Prawo i Sprawiedliwosc- PiS) genel seçimlerde mec liste bariz bir üstünlük elde etti ve ülkenin ik­ tidar partisi haline geldi. Şimdiki haliyle PiS, temelde, ülkede Polonya taşrasının m uhafazakar Hıristiyan toplumsal gele3 4 5

6

" Motherhood and Warriorhood as the Key to National Socialism," Griffin,

Fascism, 123. "The New German Woman," Griffin, Fascism, 1 3 7. Richard Grunberger, The 12-Year Reich: A Social History of Nazi Germany 1933-45 (New York: Da Capo Press, 1971), 252-53. Charu Gupta, "Politics of Gender: Women in Nazi Germany," Economic and Political Weekly 26: 1 7 (Nisan 1 99 1 ) .

FAŞiZM NASIL iŞLERi

neklerine dönüş çağrısı yapıyor. Partideki siyasetçilerin çoğu eşcinselliği açıktan hor görüyor. Ayrıca PiS göçmen karşıtı bir parti. Avrupa Birliği Polonya' da iktidar partisinin aldığı hayli antidemokratik mahiyetteki önlemleri kınadı; hükümetteki bakanlara -ki bakanlar aynı zamanda parti üyesidir- kamu radyo ve televizyonlarının yayın yönetmenlerini işten çıkarma ve yerine yenisini atama yetkisi vererek devlet medyası üzerinde tam hakimiyet sağlamalarına imkan tanıyan yasa da işte bu önlemlerden biri. Fakat uluslararası arenada partinin en çok bilinen aşırılığı, güttüğü cinsiyet siyaseti. Kürtaj Polonya'da, yalnızca ceninin ciddi ve tedavi edilemez bir zarar görmesi, anne için ciddi risk teşkil etmesi ve tecavüz veya ensest durumlarında uygulanabiliyordu, bu gibi haller dışında kürtaj yaptırmak zaten yasaktı. Fakat PiS'in sunduğu bir yasa tasarısı, tecavüz ve ensesti istisna durumlar olmaktan çıkarıp kürtaj yasağına dahil ediyor, kürtaj olan kadınlara ise hapis cezası getiriyordu. Tasarı ancak kadınların şehirlerde sokaklara dökülerek gerçekleştirdikleri kapsamlı protesto ve gösteriler sayesinde yasalaşmadı. Cinsiyetle ilgili benzer fi kirler bütün dünyada yükseliştedir, hatta buna ABD de dahildir ve bu fikirler çoğu zaman tarihe atıfla desteklenmektedir. Weev takma adıyla bilinen Andrew Auernheimer, Andrew Anglin'le birlikte çevrimiçi faşist bir gazete olan The Daily Stormer'ı yayımlayan ünlü bir Neona­ zidir. Mayıs 201 7'de, gazetede " Geleneksel Cinsiyet Rolleri Nelerden i baret? " başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazıda, kadın­ ların geleneksel olarak bütün Avrupa kültürlerinde eşya olarak görüldüğünü, sadece an asoylu olan Yahudi toplumları ile bazı çingene gruplarında durumun farklı olduğunu ifade ediyordu: İşte bu yüzden Yahudiler bu tip fikirlere var güçleriyle sal­ dırıyorlardı çünkü malların babasoylu çizgiyi takiben devri onların kültürüne temelden tersti. Avrupa, kadınların ba­ ğımsız varlıklar olduğu şeklindeki bu saçma fikri, Yahudi aj anlarının örgütlü tahribatı sonucunda benimsedi.7 7

26

Weev, "Just What Are Traditonal Gender Roles?" The Daily Stormer, Mayıs 2017. https.//dailystormer.name/just-what-are -traditional-gender-roles/.

EFSANELEŞTIRlLEN TARiH

20. yüzyılın Nazizmini yankılayarak konuşan Weev'e göre, ataerkil cinsiyet rolleri Avrupa tarihinin merkezinde yer alıyor, beyaz Avrupa'nın "şanlı geçmiş"inin parçasını teşkil ediyordu. Weev'in yazısında tarih geleneksel cinsiyet rollerini destek­ lemekle kalmıyor, ayrıca grupları, gruba ait olanlar ile olma­ yanlar şeklinde de· bölüyor. Nazi Almanyası'ndan günümüze kadar devam eden bu öfke dolu ayırm a girişimi, soykırıma varan boyutlara ulaşabilmektedir. Nitekim Hutu Gücü ha­ reketi, 1 994 Ruanda Soykırımı'ndan önceki yıllarda faşist etnik üstünlü kçü bir hareket olarak ortaya çıkmıştı. 1 990'da Hutu Gücü'nün gazetesi, Hutu On Emri 'ni yayımlamıştı. İlk üç emir cinsiyetle ilgiliydi. İlk emir Tutsi kadınlarıyla evlenenleri hain ilan ediyordu çünkü onlar böyle yaparak saf Hutu soyunu kirletiyorlardı. Üçüncü emir Hutu kadınlarına çağrıda bulunuyor, onlardan kocalarının, erkek kardeşlerinin ve oğullarının Tutsi kadınlarıyla evlenmelerini engellemelerini istiyordu. İkinci emir ise şöyleydi: 2. Her Hutu bilmelidir ki Hutu kızlarımız kadın, eş ve aile­

nin annesi rollerine dah a uygundurlar ve bu görevleri daha özenli bir şekilde yerine getirirler. Onlar güzel, iyi sekreter­ ler8· değiller mi ? Hem daha dürüst değiller mi ?

Hutu Gücü'nün ideolojisinde Hutu kadınları sadece eş ve anne olarak vardır, Hutuların etnik saflığını sağlama görevi kutsaldı ve bu görev onlara tevdi edilmiştir. İşte bu etnik saflık arayışı, Tutsilerin 1 994 soykırımında katledilmelerinin temel gerekçesini teşkil edecekti. Kuşkusuz, cinsiyetçi dil ile kadınların rollerine ve özel değerlerine yapılan atıflar, içerimlerinin neler olduğu çok da düşünülmeden sık sık siyasi konuşmalara giriverir. Örneğin 20 1 6 ABD başkanlık seçimlerinde, başkan adayı Donald Trump'ın kadınlar hakkında tahkir edici sert sözler söylediği bir video kaydı ortaya çıkmıştı. Yine Cumhuriyetçi Parti'nin 2 0 1 2 yılı seçimlerinde başkan adayı olmuş Mitt Romney, 8

Birinci madde aynı zamanda Tutsi kadınları sekreter olarak çalıştıranları da hain ilan eder. [ Çev.]

27

FAŞiZM NASIL İŞLER?

Trump'ın ilgili sözlerinin " eşlerimizi ve kızlarımızı tahkir ettiğini " söyleyecekti. Beyaz Saray'ın Cumhuriyetçi Sözcüsü Paul Ryan ise "kadınların nesneleştirilmesi değil, savunulması ve hürmet görmesi gerektiğini " belirtecekti. Her iki yorum da Cumhuriyetçi Parti'nin siyasetine büyük oranda hakim olan ataerkil ideolojiyi göstermektedir. Bu siyasetçiler, Trump'ın sözlerinin yurttaşların yarısını tahkir ettiğini söyleyip olay­ ları en dolaysız şekilde tarif etmekle yetinebilirlerdi. Fakat Romney'nin yorumu, Hutu On Emri'nde kullanılan dili ha­ tırlatacak şekilde kadınları geleneksel aile içindeki tabi rolleri çerçevesinde, kızkardeşler olarak bile değil, "eşler ve kızlar" olarak tarif ediyordu. Paul Ryan'ın kadınları eşit muameleye değil "hürmet"e konu ederek nitelemiş olması ise eleştirdiği şeyi yaparak onları nesneleştiriyordu. Faşist siyasetteki ataerkil aile, milli geleneklerle ilgili daha kapsamlı anlatıların da ayrılmaz bir parçasıdır. Macaristan'ın başbakanı Viktor Orhan, 2 0 1 0'da yapılan seçimle göreve gelmişti. Ülkesinin liberal kurumlarının, kendisinin açıkça liberal olmayan devlet olarak nitelediği yapı uğruna yıkılı­ şına bizzat nezaret etti. Nisan 20 1 1 'de, Macaristan Temel Yasası 'nın, yani yeni anayasanın kabul edilişinin de başında bulunuyordu. Bu anayasanın gayesi, metnin baş kısmındaki "Ulusal Beyan " da dile getirilm ektedir. Beyan, Macaristan'ı kuran, " bin yıl önce ülkemizi Hıristiyan Avrupa'nın par­ çası yapan" Aziz Stefan'ı sena eder. Ardından, " pek çok mücadeleye girişerek Avrupa'yı [muhtemelen Müslüman Osmanlı İmparatorluğu'na karşı] savunan halkımızın" gu­ rurunu vurgular. " Milletin muhafazasında Hıristiyanlığın rolü " nü kabul eder ve " sahip olduğumuz mirası ilerletme ve koruma " sözü verir. Ulusal Beyan, " daimi bir manevi ve entelektüel yenilenme ihtiyacı"nı karşılama ve Macaristan'ın yeni nesillerine "Macaristan'ı yeniden büyük yapma " yolunu sağlama sözü vererek sonlanır. Bu anayasanın "Temeller" başlıklı ilk bölümündeki mad­ deler harflerle numaralandırılmıştır ve L maddesi tastamam şöyledir: 28

EFSANELEŞTiRiLEN TARiH

Macaristan e vlilik kurumunu bir e rke k ile bir kadının iradi k ararlarıyla kurdukları bir birlik olarak ve aile yi mille tin be kasının te me li olarak koruyacaktır. Aile bağları e vliliğe ve/ ve ya anne baba ile çocuklar arasındaki ilişkiye dayanmalıdır. 2. Macaristan çocuk sahibi olma kararını te şvik e de ce ktir. 3. Aile nin korunması yasayla düzenle ne ce ktir. Anayasa'nın· ikinci kısmı ise " Özgürlük ve Sorumluluk" başlığını taşır ve R oma rakamlarıyla numaraland ırılmıştır. il numaralı madde, kürtajı yasaklamaktadır. Burada verilen açık bir mesaj var: Ataerki geçmişe ait değe rli bir pratiktir ve ülkenin anayasası onu liberalizmden korumalıdır. Faşist siyasette ataerkil tarih efsaneleri, liberal fikirlerin ve bu fikirlerin gerektirdiği her şeyin tehdidi al­ tındadır; böylece hiyerarşik konumun kaybına dair bir tür panik hissi yaratmaya yararlar; hem erkekler hem de hakim grup, saflıklarını ve konumlarını yabancı istilasından koruma kabiliyetlerini yitiriverecek gibidir. Ataerkil bir topluma " dönüş" faşist siyasetteki hiyerar­ şiyi katılaştırır, bu hiye rarşinin kaynağı ise tarihte çok daha derinlere gide r; Macaristan örneğinde ta Aziz Stefan'a kadar uzanır. O şanl ı tarihte, seçilmiş milletin veya etnik grubun üyeleri, herkes için bir kültürel ve ekonomik gündem kurmak sure tiyle zirve deki haklı yerlerini almışlardır. Bu, stratejik açıdan hayati önem taşır. Faşist siyaseti bir hiyerarşi siyaseti olarak da düşünebiliriz (mesela ABD'de beyazların üstün­ lüğü anlayışı e bedi bir hiyerarşiyi talep eder ve doğurur) . B u hiyerarşinin farkına varmak içinse, onu gerç ekliğin güç kullanılarak yerinden edilmesi olarak görmeliyiz. Eğer bir grubu hakikaten istisnai insanlar olduklarına, doğal olarak diğer insanlara hükmetmeye yazgılı olduklarına veya dinin de böyle söyle diğine ikna e de biliyorsanız, onları şeytani bir yalana çoktan inandırmışsınız demektir. Nasyonal Sosyalizm hareketi, Alman völkisch hareketinin bağrından çıkmıştı. Völkisch hareketi, Almanların Ortaçağ­ daki e fsanevi tarihine ait geleneklere dönmeyi savunuyor1.

29

FAŞiZM NASIL iŞLERi

du. Adolf Hitler, kendi Reich modeli için daha ziyade antik Yunanlara ait bir perspektife çok daha yakın olsa da Nazi rejiminin önde gelen en güçlü üyeleri olan Alfred Rosenberg ve Heinrich Himmler gibiler völkisch düşüncesinin ateşli hay­ ranları ve taraftarlarıydı. Bernard Mees, Alman klasik tarih çalışmaları ile Nasyonal Sosyalizm arasındaki bağlantıyı ele aldığı 2008 tarihli eseri Swastika'nın Bilimi'nde şöyle diyor: Völkisch yazarları çok geçmeden eski Almanlara ait bir imge­

nin bazı pratik amaçlara hizmet edebileceğini keşfettiler; şanlı Alman tarihi, günün emperyalist amaçlarını meşrulaştırmak için kullanılabilirdi. Hitler'in Avrupa kıtasına egemen olma arzusu, 1930'ların sonlarındaki Nazi dergilerinde, Alman­ ların yazgısının gerçekleşmesinden ibaretmiş gibi sunuldu: Tarihöncesi dönemde Aryanların, Antikçağın sonlarında ise Cermenlerin bütün bir Avrupa kıtasına yayılan göçlerinin tekrarından başka bir şey söz konusu değildi.9

Rosenberg, Himmler ve diğer Nazi yöneticilerinin geliştir­ diği taktikler diğer ülkelerdeki faşist siyasetlere de esin kaynağı oldu. Hindistan'daki Hindutva h areketinin mensuplarına göre Hintler Hindistan'ın yerli halkıydı; önce Müslümanlar ardından da yozlaştırıcı Batılı değerleri getiren Hıristiyanlar gelene kadar ataerkil görenekler uyarınca ve katı kısıtlayıcı cinsel pratiklere riayet ederek yaşamışlardı. Hindutva hareketi, saf bir Hint halkının mevcut olduğu efsanevi bir Hindistan tarihi yaratarak, bilim insanlarının Hindistan'ın gerçek tarihi olarak kabul ettikleri tarihin eksikliğini gidermiş oluyordu. Hindistan'da hakim olan milliyetçi Bharatiya Janata Partisi ( BJP), Hindutva ideolojisini resmi öğretisi olarak kabul etti ve duygulara hitap eden bir retorik kullanarak kurgusal, ataerkil, hayli tutucu, etnik ve dinsel açıdan saf bir tarihe d önüş çağrısında bulunarak ülkede iktidara geldi. BJP, aşırı­ lıkçı, aşırı sağ Hint milliyetçisi bir örgüt olan ve Ülkede tüm azınlıkların bastırılmasını savunan Rashtriya Swayamsevak 9

30

Bernard Mees, The Science of the Swastika (Budapest: Central European University Press, 2008), 1 1 5 .

EFSANELEŞTiRiLEN TARiH

Sangh'ın ( RSS ) siyasi kanadından doğmuştu. Gandhi sui­ kastının faili Nathuram Godse RSS'ın bir üyesiydi, tıpkı şu anki başbakan Narendra Modi gibi. RSS, açıkça Avrupa'nın faşist hareketlerinden etkilenmişti ve örgütün önde gelen siyasetçileri 1 930'ların sonlarında ve 1 940'larda Hitler'den ve Mussolini'den sık sık övgüyle bahsediyorlardı . •••

Tarihe dair bu hiyerarşik inşa pratiklerinin stratejik amacı hakikatin yerinden edilmesidir. Nitekim şanlı bir tarihin icat edilmesinde, uygun görülmeyen hakikatlerin çıkarılıp atılması da kendine yer bulur. Faşist siyaset geçmişi fetişleştirse de fetişleştirdiği tarih hiçbir zaman hakiki tarih değildir. Uydu­ rulan tarihler aynı zamanda milletin geçmişteki günahlarını silikleştirir yahut tümden ortadan kaldırır. Faşist siyasetçilerin ülkenin gerçek tarihini, liberal seçkinler ile kozmopolitan­ l� rın hakiki "millet"e mensup insanları aldatmak için baş­ vurdukları bir tertip olarak sunmaları gayet yaygın görülen bir durumdur. Örneğin ABD'de, İç Savaş'ın sona ermesinin ardından köleliğin hayaletinin kaybolduğu bir kahraman Güney' e dair efsanevi tarihin parçası olarak Konfederasyon anıtlar ı ortaya çıkmıştı. Yine Başkan Trump, bu efsanevi tarihi kölelikle ilişkilendirmeyi, beyaz Amerikalıların kendi "kökleri"ni hayırla anmasına karşı bir saldırı girişimi olarak görerek açıktan kınayacaktı. Gerçek tarihin silinip atılması, geçmişte var olmuş etnik açıdan saf, erdemli bir millet imgesini meşrulaştırmaya yarar. Myanmar'ın Rohingya'da giriştiği etnik temizlik, bölge halkı­ nın fiziksel ve tarihsel varoluşu na dair her türlü izi silmektedir. U Kyaw San Hla'ya göre ki kendisi Rohingy aların geleneksel yurdu olan Rakhine Eyaleti'nin içişleri bakanlığında görev­ lidir, "Rohingya diye bir şey yoktur. Bu tümüyle yalandır. "10 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin hazır10

Hannah Beech, " 'There Is No Such Thing as Rohingya': Myanmar Erases a History," New York Times, Aralık 2, 2017.

3I

FAŞiZM NASIL iŞLERi

ladığı Ekim 20 1 7 tarihli bir rapora göre, Myanmar güvenlik güçleri "Rohingyalı Müslümanların coğrafyasının hafızasını, onları hatırlatan işaretlerin tüm izlerini bilfiil silmek" için çalışmaktadır, " öyle ki topraklarına döndüklerindeki ıssız ve tanınma z bir araziden başka bir şeyle karşılaşmayacaklar. " 2 0 1 2 öncesinde Rakhine Eyaleti'nin bazı bölgelerinin çok etnili ve çok dinli olan yapısı, aradan geçen zaman içinde Müslüman halkı hatırlatacak hiçbir şey bulunmayacak şekilde tümden değiştiril miştir. Faşist siyaset, milletin tarihindeki karanlık anlaq da inkar eder. 20 1 8 'in başlarında Polonya parlamentosu, Nazilerin Polonya'yı işgali sırasında Polonya topraklarında işlenen katliamlardan Polonya'nın sorumlu olduğunu söylemeyi suç sayan bir yasa çıkardı, hem de bu döneme ilişkin gayet sağlam belgelendirilmiş olayların varlığına rağmen. Radio Polonia'ya göre "yasa tasarısının 55a maddesinin 1 . fıkrası uyarınca 'her kim Leh milletini veya Polonya devletini, alenen ve gerçeklere aykırı şekilde Üçüncü Alman Reichı tarafından işlenen Nazi suçlarıyla veya bu suçlara ortaklık . . . veya barışa ve insanlığa karşı suçlarla veya savaş suçlarıyla veya bu suçlara ortaklıkla suçlarsa yahut başka bir şekilde gerçek faillerin kusurunu ciddi ölçüde azaltırsa, üç yıla kadar para cezasıyla veya hapis cezasıyla cezalandırılır. " ' Türkiye'de ise ceza kanununun 30 1 . maddesi "Türklüğe hakaret" i suç kabul etmektedir ve buna Birinci Dünya Savaşı esnasındaki Erme­ ni soykırımından bahsetmek de dahildir. Milletin tarihinde temizlik yapmaya yönelik bu tip yasama teşe bbüs.leri, faşist rejimlerin karakteristik özelliğidir. Ulusal Cephe [Le Front National] , Fransa'nın aşırı sağ partisidir ve Batı Avrupa'da kayda değer seçim başarısı elde eden ilk neofaşist parti olmuştur. Kurucu başkanı Jean-Marie Le Pen Holokost'u inkar ettiği gerekçesiyle ceza almıştır. Le Pen'in Ulusal Cephe'deki başkanlığının halefi Marine Le Pen ise 201 7'deki başkanlık seçimlerinde ikinci olmuştur. Vichy yönetimi esnasında Fransız polisinin Nazi ölüm kamplarına 32

EFSANELEŞTiRiLEN TARiH

gönderilecek Fransız Yahudilerin toplanmasına katkıda bulun­ duğuna dair bol miktarda kanıt bulunuyor. Fakat 20 1 7'deki seçim kampanyasında Marine Le Pen, Fransız Yahudilerinin kalabalık bir grup halinde toplandığı önemli bir olayda (Nazi ölüm kamplarına gönderi lmek üzere 1 3 .000 kişinin Hiver Veledromu'nda toplanması) Fransızların Nazi lerle işbirliği yaptığını reddetmişti. 20 1 7 yılının Nisan ayında televizyonda yayımlanan bir röportajda şöyle diyordu: "Fransa'nın Hiver Veledromu'ndan sorumlu olduğunu düşünmüyorum . . . . Genel olarak ifade edecek olursam, eğer sorumlu birileri varsa, onlar o gün iktidarda olanlardır, Fransa değil. " Sözlerine, baskın liberal kültür "� ocuklarımıza [ülkeyi] eleştirmek için birçok sebepleri olduğunu ve tarihimizin yalnızca en karanlık yönlerine bakmayı öğretti" diyerek devam ediyordu: " Oysa ben onların Fransız olmaktan yeniden gurur duymalarını ist iyorum. " Holokost'uıi açıktan inkar edilmesini engelleyen benzer yasaların bulunduğu Almanya'da aşırı sağcı Alternativ fü r Deutschland ( AfD ) partisi 2 0 1 7'deki seçimlerden Alman parlamentosunun üçüncü partisi olarak çıkarak ana akım Alman kamuoyunu sarstı. Eylül 201 7'deki seçim kampanyası esnasında, parti liderlerinden Alexander Gauland bir konuş­ masında "Almanlar kadar yalan yanlış bir tarihle temsil edilen bir başka millet daha yoktur" diyor, "tarihin Alman halkına iade edilmesini" istiyordu. "Tarih" derken, Almanların " her iki Dünya Savaşında da askerlerimizin başarılarından gu­ rur duymakta " özgür olabilecekleri bir tarihi kastediyordu. ABD'deki Cumhuriyetçi Parti'deki siyasetçiler vahşi kölelik uygulam ası hakkındaki hakikatleri aksettiren tarih çalışma­ larını Amerikalı beyazları, özellikle de Güneylileri " mağdur ettiği" gerekçesiyle kınayarak beyazların utancına gem vur­ maya (ve oy devşirm eye) çalışırken, AfD de Almanya'nın Nazi geçmişine dair tarihsel olgulara karşılık gelen tarihi Alman halkına yönelik bir saldırı şeklinde sunarak oy kazanmaya çalışmıştır. Aynı yıl içinde daha önceki bir tarihte ise AfD 'nin liderlerinden Björn Höcke, Dresden'deki bir konuşmasında, 33

FAŞiZM NASIL İŞLER?

" bizi her şeyden önce atalarımızın büyük başarılarıyla temas etmeye sevk edecek bir hafıza kültürü" ne ihtiyaç duyuldu­ ğundan tutkuyla bahsedecekti. 11 Höcke'nin " hafıza kültürü" hakkındaki yorumları, N azi Almanyası efsanesinin yaratıcılarından birinin kulak tırmala­ yan bir yankısından ibaretti. Heinrich Himmler 1936'da, ba­ şarılar öne çıkarma meselesi hakkında benzer şeyler söylemişti: Bir halkın bugün ve gelecekte de mutlu bir şekilde yaşaya­ bilmesi için geçmişini ve atalarının yüceliğini kabul etmesi gerekir . . . . Mensuplarımızın ve Alman halkının şunu açıkça görmesini istiyoruz: Bizim tarihimiz öyle bin yıllık bir tarih­ ten filan ibaret değil; biz, kendine ait bir kültürü olmayan, başkalarının kültürünü edinmiş barbarlar değiliz. Halkımızın, kendi tarihiyle bir kez daha gurur duymasını istiyoruz. 1 2

Faşist siyaset nostalji hissini silah olarak kullanabileceği bir tarihi yaratamadığı hallerde tarihe bakıp kendine en uygun olan olayları seçer ve milletin yüceliğine d uyulan içi boş bir hayranlığı zaafa uğratacak her şeyi bu yolla dışarıda bırakır. •••

Ülkemizin ne yapması, hangi politikaları benimsemesi gerektiği hakkında dürüst ve samimi bir tartışma yürütebil­ mek için, gerçekliğe dayanan müşterek bir zemin üzerinde bulunmak şarttır ve buna kendi tarihimiz de dahildir. Liberal demokraside tarih, doğruluk normuna sadık olmalıdır; bu da siyasal gerekçelerle yaratılmış olmayan, tarihsel olgula­ ra uygun, yani isabetli bir tarih resmi oluşturmak gerektiği anlamına gelir. Oysa faşist siyaset, tarihin efsaneleştirilmesi talebini, kendi niteliğinin bir tezahürü olarak kendi içinde barındırır ve siyasi kazanç sağlamak üzere kullanacağı bir milli tarih yaratır. 11 12

34

https://www.tagesspiegel.de/politik/hoecke-rede- im-wortlaut-gemuetszustand­ eines-total-besiegten-volkes/1 92735 1 8.html. H. Himmler, "Zum Gleit," Germanien 8 ( 1 936): 1 93, akt. Bernard Mees, The Science of the Swastika (Budapest, Central European University Press, 2008), 124.

EFSANELEŞTiRiLEN TARiH

Tarihsel hafı zadan rahatsız edici unsurları silip atmaya niyet­ li siyasetçiler sizi endişelendirmiyorsa psikoloji literatüründe ko­ lektif hafıza hakkında yapılan çalışmalardan haberdar olmakta fayda var. Katie Rotella ve Jennifer Richeson, '"Unutma'ya Güdümlülük: Grup İçi Haksızl ıkların Hafızaya ve Kolektif Suç­ luluğa Etk ileri" başlıklı 2013 tarihli makalelerine temel teşkil eden araştırmalarında, ABD'li katılımcılara, "Amerika yerlile­ rine yönelik baskıcı, şiddet içeren muameleler hakkında" bazı hikayeler verdiler. Hikayeler iki farklı biçimde sunulmuşlardı. Sunumların bir türünde bu hikayelerdeki şiddetin failleri olarak Amerika yerlileri (grup içi koşul), diğer türünde ise sonraları Amerika olarak anılacak bölgeye yerleşen Avrupalılar (grup dışı koşul) gösteriliyordu. 13 Bu çalışma, insanların, faillerin açıkça kendi hemşerileri olarak nitelenmesi durumunda yapılan haksızlıklara dair bir tür hafıza kaybından mustarip oldukla­ rını gösterdi. Şiddetin failleri Avrupalılar yerine Amerikalılar olarak sunulduğunda olumsuz tarihsel hadiselere ilişkin hafıza kaybı belirgin oranda kötüleşiyordu ve "grup içi üyelerin fail oldukları durumda katılımcılar hatırladıklarını ilgisiz biçimde dile getiriyorlardı. " Rotella ve Ri cheson'ın çalışması, daha önce yapılmış ve benzer sonuçlara varmış çok sayıdaki çalışmanın üzerine kurulmuştu.1 4 Kişinin geçmişte grup içinde işlediği sorunlu eylemleri unutmaya ve en aza indirmeye yönelik güçlü bir yerleşik önyargı zaten mevcuttur. Siyasetçiler bu durumu körükleyecek hiçbir şey yapmasalar bile, Amerikalılar köle­ leştirme ve soykırım tarihini, Polonyalılar Yahudi düşmanlığı tarihini en aza indirmeye, Türk yurttaşları ise geçmişte Erme­ nilere yapılmış zulmü inkar etmeye meyilli olacaklardır. Resmi eğitim politikası zaten alevlenmiş bir yangını körüklerken, siyasetçiler bir de ateşe benzin dök üyorlar. Faşist liderler tarihe, gerçek tarihsel kayıtların yerine efsa13

Katie N. Rotella ve Jennifer A. Richeson, "Motivated to 'Forget': The Effects of In-Group Wrongdoing on Memory and Collective Guilt," Social Psychological and Personality Science 4:6 (20 1 3 ) : 730-37. 14 B. Sahdra ve M. Ross, "Group Identification and Historical Memory, " Personality and Social Psychology Bulletin 33 (201 7): 3 84-95.

35

FAŞiZM NASIL iŞLER?

nevi bir şanlı tarih koymak için başvururlar. Tarihin bu yeni versiyonu onların siyasi amaçlarına ve nihai hedefleri olan, ol­ guları güç kullanarak değiştirme giriişmlerine hizmet edecektir. Nitekim Macaristan'ın başbakanı Viktor Orhan, Macaristan'ın 1 6 ve 1 7. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun işgaline karşı verdiği mücadeleye dayanaraJ< , ülkesinin Hıristiyan Avrupa'nın savunulmasında üstlendiği tarihsel rolü . bugün mültecilerin ülkeye kabulünü sınırlamanın gerekçesi olarak kullanmıştır.15 Macaristan'ın geçmişte Müslümanların yönetimindeki bir im­ paratorluk ile Hıristiyanların başta olduğu bir imparatorluk arasında bir sınır teşkil ettiğinden kuşku yok.fakat bu çatışma­ larda din, belirtildiği kadar büyük bir rol oynamamıştı. ( Örne­ ğin Osmanlı İmparatorluğu Hıristiyan uyruklarından dinlerini değiştirmelerini istememişti. ) Orban'ın anlattığı efsanevi tarih, geçmişin karmaşık yapısını basitleştirmek ve kendi hedeflerini desteklemek bakımından yeterince kabul edilebilirdi, hepsi o. ABD'de, Güney'in tarihi her daim köleliği örtbas etmek üzere efsaneleştirilmiş ve siyah ABD yurttaşlarına kölelik sona erdikten sonra bile bir yüzyıl boyunca seçme hakkı verilme­ mesini haklı göstermek için kullanılmıştır. Güney'in siyahlara seçme hakkı vermeyi reddetmesinin haklı gösterilmesinde kul­ lanılan en önemli anlatı, Yeniden İnşa [Reconstruction] diye anılan döneme dair yanlış bir tarihtir. Yeniden İnşa dönemi, İç Savaş'ın sona ermesinden hemen sonra başlamış ve bu dö­ nemde Güney'deki siyahlara seçme hakkı verilmiştir. Siyah Amerikalılar bu dönemde Güney Carolina gibi l?azı Güney eyaletlerinde çoğunluğu teşkil ediyorlardı ve yıllar boyunca onların temsilcileri birçok eyalet meclisinde güçlü bir sese sahip olmuş, hatta Federal Kongre'de bile kendilerine yer bulmuş­ lardı. Yeniden İnşa dönemi, Güney eyaletlerindeki beyazların, siyah yurttaşların seçme hakkını geçmişe dönük olarak ya­ saklayan yasalar çıkarmasıyla sona erdi. Güneyli beyazların yaydığı efsaneye göre bu uygulama gerekliydi çünkü siyahlar ıs

Bkz. Örn. Ishaan Tharoor, " Hungary's Orhan Invokes Ottoman Invasion to Justify Keeping Refugees Out," Washington Post, 4 Eylül 2015.

EFSANELEŞTiRiLEN

TAR!H

kendilerini yönetme kabiliyetinden yoksunlardı. Bu dönemde oluşturulan tarihe göre Yeniden İnşa, eşi benzeri görülmemiş bir siyasi yozlaşma dönemiydi ve istikrarın sağlanması ancak iktidarın beyazlara yeniden verilmesiyle mümkün olmuştu. Bu konuda W.E.B. Du Bois'nın 1 936 tarihli başyapıtı Siyah Yeniden İnşa, Yeniden İnşa dönemine ait resmi tarihin kayıtsız şartsız bir reddi olarak karşımıza çıkmaktadır. Du Bois'nın da gösterdiği gibi, Güney'deki beyazlar, Kuzey'deki işbirlik­ çileri marifetiyle Yeniden İnşa'yı sonlandırmışlardı çünkü zenginler arasında, haklarını yeni kazanmış siyah yurttaşların yoksul beyazlarla birleşerek sermayenin menfaatlerini sarsa­ cak boyutlara ulaşacak güçlü bir işçi hareketi oluşturacağı yönünde bir korku vardı. Du Bois, Yeniden İnşa döneminin, meclislerde yer alan siyahların sadece kendi menfaatlerini gözetmediklerini, ayrıca beyazların korkularını yatıştırmak için de nasıl yırtındıklarını anlatır. Yazıldığı dönemde beyaz tarihçiler Siyah Yeniden İnşa'yı büyük oranda görmezden geldilerse de Du Bois'nın kitapta anlattığı tarih, 1 960'larda yaygın kabul gören anlatı haline gelecekti. Akademik tarihçiler, Yeniden İnşa döneminin yanlış bir tarihini siyasi gerekçelerle, bile isteye yaydılar. Disiplinlerini hakikatin peşinden gitmek için değil, beyaz Amerikalıların İç Savaş kaynaklı ruhsal yaralarını tedavi etmek için kullan­ dılar. Eyaletler arasındaki keskin ahlaki farklılıkları örten rahatlatıcı bir tarih imgesi sunarak daha önce kölelik taraftarı olan eyaletlerdeki siyah yurttaşların sahip oldukları asgari koruma araçlarının ortadan kaldırılmasını haklı gösterdiler. Siyah Yeniden İnşa 'nın son bölümü "Tarih Propagandası" başlığını taşır. Burada Du Bois, tarih biliminin doğruluk ve nesnellik gibi ideallerine siyasi hedeflere ulaşmak için baş­ vurulmasını şiddetle eleştirir. Du Bois'ya göre bu yapılanlar, tarih disiplininin temeline dinamit koymaktır. Siyasi menfaat uğruna doğruluk .ve nesnellik gibi mücevher kıymetindeki ideallere sığınarak yanlış bir anlatıyı destekleyip yayanlar, tarihi propagandaya dönüştürmektedirler. 37

2

PROPAGANDA

Kalabalık bir grubu doğrudan zarara uğratacak bir politikayı savunmak zordur. Siyasi propagandanın rolü, siyasetçilerin veya siyasi hareketlerin sorunlu hedeflerini yaygın kabul gör­ müş ideallerin arkasına gizlemektir. Tehlikeli, istikrarsızlaştı­ rıcı bir iktidar savaşı, bu şekilde amacı istikrar veya özgürlük olan bir savaş haline gelir. Siyasi propaganda, insanları nor­ malde itiraz edecekleri hedefler etrafında birleştirmek için erdemli ideallerin dilini kullanır. ABD başkanı Richard Nixon'ın " suça karşı savaş " giri­ şimi sorunlu hedefleri erdemli amaçlarla maskelemenin iyi bir örneğidir. Harvardlı tarihçi Elizabeth Hinton bu takti­ ği Yoksullukla Savaştan Suçla Savaşa: Amerika'da Kitlesel Hapsetmenin Kuruluşu başlıklı eserinde, Nixon'un genel sekreteri H.R. Haldeman'ın günlüğünü kullanarak ele alır: Haldeman 1 969 yılının Nisan ayına ait bir notunda Nixon'ın " Sorunun tamamen siyahlardan kaynaklandığı gerçeğiyle yüzleşmelisiniz. Yapılması gereken, görünürde öyle olmasa bile, bu gerçeği tanıyan bir sistem geliştirmektir" şeklindeki sözlerini aktarır. Doğrudan ve sistemli bir şekilde Nixon, suç politikasının gerçekten de yönetiminin asayiş programlarının ardındaki ırkçı niyeti gizleyebileceğini düşünmüştü.1 Nixon'ın bu sözleri sarf ettikten sonra kullandığı " asayiş ve düzen "

1

Elizabeth Hinton, From the War on Poverty to the War on Crime: The Making of Mass Incarceration in America (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2016), 142.

PROPAGANDA

retoriği, Beyaz Saray'ın duvarlarının içinde herkesin bildiği ırkçı bir siyasi gündemi gizlemek için kullanılacaktı . •••

Faşist hareketler nesiller boyunca " bataklığı kurutmak "la meşguldürler. Faşist siyasetin tipik bir özelliği, sahte yolsuzluk veya yozlaşma iddialarını ayyuka çıkarırken aynı şeyi bizzat yapmasıdır. Yolsuzluk ve yozlaşma karşıtı kampanyalar her zaman faşist siyasi hareketlerin gündeminin göbeğinde yer almıştır. Faşist siyasetçiler her zaman, yönetimini devralmak istedikleri devletteki yozlaşmadan dert yanarlar. Bu çok tuhaf bir durumdur çünkü yerine geçmek veya devirmek istedik­ lerinden çoğu zaman çok daha fazla yozlaşırlar. Nitekim tarihçi Richard Grunberger de Reich 'ın On İki Yılı başlıklı eserinde şöyle der: Bir paradoks söz konusuydu. Ortak bilince demokrasi ile yozlaşmanın eş anlamlı olduğunu kazıyan Naziler öyle bir devlet sistemi kurmaya giriştiler ki Weimar yönetiminin skan­ dalları devlet üzerine bulaşmış küçük lekeler gibi görünmeye başlamıştı. Yolsuzluk/yozlaşma Üçüncü Reich'ın en temel kurucu ilkesiydi aslında. Yine de birçok yurttaş bu olguyu görmezden gelerek yeni rejimin üyelerini ahlaki dürüstlüğe · gönül vermiş kişiler saydı. 2 •••

Yozlaşma, faşist siyasetçi için hukukun yozlaşması. değil, saflığın yozlaşması veya bozulmasıdır. Resmiyette, faşist siyasetçinin yozlaşmaya yönelik reddiyeleri, kulağa sanki siyasi yozlaşmaya ilişkinm iş gibi gelebilir fakat bu tip sözle­ rin amacı, geleneksel düzenin gaspı anlamındaki yozlaşmayı çağrıştırmaktır. Yeniden İnşa'nın sonunu getiren de uydurma bir yozlaşma suçlamasıydı. W.E.B. Du Bois'nın Siyah Yeniden İnşa' da yaz­ dığı üzere, "yozlaşma suçlamasının merkezinde . . . esasında 2

Richard Grunberger, The 1 2-Year Reich: A Social History of Nazi Germany 1 933-1 945 (New York: Da Capo Press, 1 995), 90. ·

39

FAŞiZM NASIL iŞLER?

yoksul insanların zengin insanları yönetmesi ve vergiye tabi tutması bulunuyordu."3 Siyah yurttaşların elde ettikleri oy hakkından mahrum edilmelerinin ardındaki temel retorik iddiayı anlatırken Du Bois şöyle yazıyordu: Güney, en nihayetinde, neredeyse tam bir birlik içinde, zen­ ciyi Güney'deki yozlaşmanın temel nedeni olarak belirledi. Şu suçlamayı tarihin kendisi haline gelene kadar tekrarlayıp durdular: Yeniden İnşa dönemindeki ahlaksızlığın nedeni, 250 yıllık sömürünün ardından, oy hakkı olmayan 4 milyon siyah emekçiyi yönetimde, ürettikleri şeyler üzerinde, yaptıkları işler hakkında ve yarattıkları zenginliğin bölüşümü konusunda söz sahibi yapacak yasal bir hakkın tanınmış olmasıydı.4

Birçok Amerikalıya göre, bizzat Başkan Obama yozlaşmış bir siyasetçidir çünkü tam da onun Beyaz Saray'ı ele geçirmiş olması, geleneksel düzenin bir şekilde yozlaşmış olduğu anlamına gelir. Kadınların siyasi iktidar dahilinde normalde erkeklere tahsis edilmiş makamlara ve mevkilere gelmeleri veya Müslümanların, siyaJ:ı.ların, Yahudilerin, eş­ cinsellerin veya " kozmopolitanlar" ın demokrasinin kamuya açık ürünlerinden ve hizmetlerinden, mesela sağlık hizmetle­ rinden yararlanması, hatta bunlara ortak olması, yozlaşma olarak algılanmaktadır. 5 Faşist siyasetçiler, destekçilerinin kendi hakiki yozluklarına gözlerini kapatacağını bilirler çünkü kendileri söz konusu olduğunda, mesele seçilmiş bir milletin hakkı olanı almasından ibarettir. Yozlaşmayı ve yolsuzluğu, yolsuzluk ve yozlaşmayla mü­ cadele kisvesi altında gizlemek faşist propagandanın alameti­ farikası olan stratejisidir. Vladislav Surkov, yıllarca Vladimir Putin'in propaganda bakanlığını yapmıştı. Peter Pomerantsev, -' W.E.B. Du Bois, Black Reconstruction, (New York: Oxford University Press, 2014), 419. 4 Age., 583. 5 Kate Manne, Down Girl: The Logic of Misogyny'de (New York: Oxford University Press, 20 1 8 ), benzer bir diyalektiğin Clinton'ın Trump'a karşı kaybetmesinde de sahnede olduğunu iddia eder (bkz. 256-63 ve 271 ) .

40

PROPAGANDA

Hiçbir Şey Gerçek Değil ve Her Şey Mümkün: Yeni Rusya'nın Gerçeküstü Merkezi başlıklı kitabında Surkov'un "minyatür siyasi sistemi"ni demokrasinin retoriğini kullanan fakat de­ mokratik olmayan amaçları bulunan bir sistem olarak tarif

etmektedir. 6 Asıl olan, faşist propagandanın ardındaki antidemokratik niyettir. Faşist devletler, hukukun üstünlüğünü ortadan kal­ dırmayı amaçlarlar. Onların amacı hukukun yerine tek tek liderlerin veya parti ağalarının öğretilerini koymaktır. Faşist siyasette bağımsız yargıya sert eleştiriler getirilmesi olağan bir durumdur; yargıyı önyargılı hareket etmekle suçlarlar ki bu da aslında bir tür yozlaşma ithamıdır. Söz konusu eleştiriler daha sonra bağımsız yargıçların yerine, hukuku alay ederce­ sine iktidardaki partinin menfaatlerini korumanın bir aracı olarak kullanacak yargıçlar getirmek için bir bahane olarak kullanılacaktır. Macaristan ve Polonya gibi görünüşte başarılı demokrasilerin yakın zamanda demokratik olmayan yönetim­ lere hızla dönüşmüş olmaları, bağımsız yargının altını oyan bu taktiği daha fazla gözler önüne seriyor çünkü iki ülkede de antidemokratik rejimlerin iktidara gelmelerinin hemen ardın­ dan bağımsız yargıçları partiye s.adık yargıçlarla değiştirmek üzere yasalar çıkarılmıştır. Resmiyette, çıkarılan bu yasalar için resmen sunulan gerekçe yargı tarafsızlığı adına yapılan daha önceki uygulamaların, iktidardaki partiye karşı var olan önyargının gizlenmesi için bir maske olduğudur. 7 Yolsuzluk ve yozlaşma ile var olduğu iddia edilen önyargının kökünden temizlenmesi adına, faşist siyasetçiler normalde iktidarlarını denetleyebilecek kurumlara saldırıp onları zayıflatırlar. •••

Faşist siyaset "yozlaşmanın karşısındayım" deyip nasıl hukukun üstünlüğüne saldırıyorsa, özgürlüğü ve bireysel ser6 7

Peter Pomerantsev, Nothing Is True and Everything Is Possible: The Surreal Heart of the New Russia (New York: PublicAffairs, 2014), 65. Ozan O. Varol, "Stealth Authoritarianism," Iowa Law Review, C. 1 00 (20 1 5 ) : 1 673- 1 742, 1 677.

41

FAŞiZM NASIL lşLER?

bestlikleri de koruyormuş gibi görünür. Fakat bu serbestlikler aslında bazı grupların baskı altına alınmalarına bağlıdır. 5 Temmuz 1852'de Amerika' da köleliğin kaldırılmasını savunan büyük hatip Frederick Douglass, Bağımsızlık Günü töreni vesilesiyle bir Dört Temmuz konuşması yapmıştı. Douglass sözlerine, kutladıkları günün bir siyasi özgürlük kutlaması olduğunu kabul ederek başlamıştı: Bu tören, Dört Temmuz vesilesiyle düzenleniyor. Milli ba­ ğımsızlığınızın ve siyasi özgürlüğünüzün doğum günüdür bu gün. Tanrının azat edilmiş kulları için Fısıh Bayramı neyse bugün de sizin için odur.8

Douglass konuşmasının ilk kısmında, kendilerini özgürlük davasına adamış milletin kurucularına methiyeler dizip bu günün özgürlük idealinin kutlanması olması hasebiyle övgüye değer olduğunu belirtiyordu. Fakat eski bir köle olan Doug­ lass, tam da içinde bulundukları ana dönerek şöyle soruyordu: Zincire vurulmuş bir adamı özgürlüğün göz kamaştırıcı ışık­ larla süslenmiş tapınağına sürükleyip onu söylediğiniz coşkulu marşlarda size katılmaya çağırmak, insanlıkdışı bir dalga geçme örneği ve saygısız bir ironiydi. Yurttaşlar, bugün ben­ den konuşma yapmamı isterken asıl kastınız benimle dalga geçmek miydi ?9

"Köle İçin Dört Temmuz Ne İfade Eder ? " başlıklı ünlü ko­ nuşmasında Douglass, köleliğin yürürlükte olduğu bir ülkenin özgürlük idealini kutlaması ikiyüzlülüğünü hedef alıyordu. Güney'de yaşayanlar da dahil olmak üzere ABD'liler 1 9 . yüzyılda ülkelerini bir özgürlük timsali olarak görüyorlardı. Douglass ise bunun nasıl mümkün olabileceğini soruyordu çünkü bu ülke, mülk edinme hakları, hatta çoğunun yaşama hakkı bile tümüyle yok sayılmış yerli nüfusun ve Afrikalı kölelerin emeğiyle kurulmuştu. Özgürlük retoriğinin bu du8

Frederick Douglass, "What to the Slave Is the Fourth of July?," 5 Temmuz, 1 852. Çevrimiçi erişim: https://www.thenation.com/article/what-slave -fourth­ july-frederick-douglass.

9

Agy.

PROPAGANDA

rumda kullanılabiliyor olmasının sebebi, gerek yerli nüfusun gerekse Afrika'dan getirilip köle olarak kullanılan kişilerin özgürlüğün nimetlerinden faydalanmaya uygun olmadığı yönündeki yaygın inançtı. Bu, ırkları taşıdıkları değere göre bir hiyerarşiye tabi tutan klasik faşist ideolojiydi. Nitekim özgürlük retoriği, Konfederasyon dönemi sırasında beyaz Güneylilerin özgürlüklerini açıkça kölelik uygulamasına bağ­ layarak işlemişti. Başkaları sizin için çalışırken, en azından görünüşte, istediğinizi yapmakta özgürdünüz. Güneyli çiftlik sahibinin rahat yaşamının içerdiği özgürlük, beyaz ırkın üs­ tünlüğü öğretisiyle yakından bağlantılıydı. Bu yapısal koşullar çerçevesinde, Güney'deki özgürlük/serbestlik kavramının ta kendisi, kölelik uygulaması içerisinde çarpıtılmış olmasından güç alıyordu. Böyle bir çarpıtmanın örneklerini "eyaletlerin hakları" retoriğinde bolca bulmak mümkündür. " Eyaletlerin hakları" ifadesi, Güney' deki ABD eyaletlerinin federal müda­ halelere karşı özgürlüğünü korumak için kullanılıyordu. Fakat "eyaletlerin hakları" retoriğine en fazla başvurulan federal müdahale durumu, köleliğin ve sonrasında siyah yurttaşla­ rın oy hakkını kısıtlayan Jim Crow yasalarının kaldırılması olmuştu. Güney eyaletlerindeki birçok beyazın "eyaletlerin hakları"ndan bahsederken talep ettiği özgürlük/serbestlik, aslında kendi eyaletlerindeki siyah yurttaşların özgürlüklerini kısıtlama özgürlüğüydü. Tarihe baktığımızda faşist liderlerin iktidara hep demokra­ tik seçimlerle geldiğini görürüz. Fakat bu özgürlük taahhüdü, tıpkı seçme hakkına içkin olan özgürlükte olduğu gibi, seçim­ de zaferin elde edilmesiyle birlikte sona erer. Nitekim Hitler Kavgam' da, parlamenter demokrasiye demediğini bırakmıyor ama hemen ardından "hakiki Alman Demokrasisi"ni övüyor­ du. Bu demokraside " Önder özgürce tercihlerde bulunur ve yaptığı ve sebebi olduğu her şeyin sorumluluğunu tamamen üstlenmek zorundadır" diyordu. Hitler'in burada anlattığı şey, ilk demokratik seçimlerin kazanılmasının ardından önderin mutlak hükümranlığının gelmesi gerektiğiydi. Hitler'in " ha43

FAŞiZM NASIL iŞLER?

kiki Alman Demokrasisi " diye nitelediği durumda önderin da�a sonra seçimlere tekrar gireceğini veya girmesi gerek­ tiğini gösteren herhangi bir emare veya ima yoktu. (Hitler aynı zamanda Alman krallarının ömür boyu hüküm sürmek üzere seçildiklerini anlatan efsaneleştirilmiş tarihe de sırtını dayıyordu.10) Bu sistem her neyse, demokrasi olmadığı kesindi. Konfederasyon'un özgürlük kavramını kölelik uygulama­ sının savunulması için kullanmasında, Güney eyaletlerinin köleliği savunmak için "eyaletlerin hakları"ndan bahsetme­ lerinde ve Hitler'in diktatörlük yönetimini demokrasi olarak sunmasında, liberal demokratik idealler, tam da bu ideallerin tahrip edilişinin örtbas edilmesi için kullanılmışlardı. Bun­ ların her birinde, antiliberal gayenin esasında liberal idea­ lin hayata geçirilmesi olduğu şeklinde aldatıcı argümanlar görürüz. Konfederasyon ve Jim Crowcu Güney söz konusu olduğunda, argüman şöyleydi: "Eyaletlerin hakları " , kendi kaderini tayin etme hakkı olarak da bilinen liberal idealin bir ifadesidir; bu haklar, bir ırkın başka bir ırka tabi olmasını mümkün kılar çünkü bu, her eyaletin kendi bilinçli tercihidir. Hitler ise " hakiki Alman Demokrasisi "nin, yani tek adam diktatörlüğünün hakiki demokrasi olduğunu ve ancak böyle bir sistemde karar alma yetkisi tek bir kişide olacağından, siyasi kararların bireysel sorumluluğunun da sadece böyle bir sistemde alınabileceğini söyler, oysa bireysel sorumluluk tastamam liberal bir kavramdır. •••

Platon'un Devlet'inin 8 . kitabında Sokrates insanların kendilerini yönetmek gibi bir doğal eğilimlerinin olmadığını, daha ziyade izleyecekleri büyük adamı aradıklarını söyler. Dolayısıyla demokrasi, ifade özgürlüğüne izin vermek sure­ tiyle demagogların, halkın büyük adam ihtiyacını istismar etmesine kapı aralar; büyük adam da bu özgürlüğü halkın 10

44

Bernard Mees, The Science of the Swastika (Budapest: Central European University Press, 2008), 1 1 2-1 3 .

PROPAGANDA

öfkelerine ve korkularına yatırım yapmak için kullanacaktır. Büyük adam iktidarı ele geçirdiğinde demokrasiye son verecek, yönetim tarzı tiranlık olacaktır. Kısacası Devlet'in 8 . kitabı, demokrasinin kendi idealleri tarafından baltalanan, kendi kuyusunu kazan bir sistem olduğunu savunur. Faşistler demokrasinin özgürlük ve serbestliklerini ona karşı kullanma reçetesinin daima ziyadesiyle farkında ol­ muşlardır. Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels bir ke­ resinde şöyle demişti: "Demokrasiyle ilgili hiç eskimeyecek bir şakadır: Ölümcül düşmanlarına kendisini tahrip edecek araçları kendi eliyle verir. " Bugün de geçmişten farklı değil. Yine karşımızda aynı stratejiyi uygulayan liberal demokrasi düşmanları var; ifade özgürlüğünü en uç sınırlarına kadar zorluyorlar ve son kertede onu başkalarının sözlerini saptır­ mak için kullanıyorlar. Eski bir kütüphaneci ve aktivist olan Desiree Fairooz, Adalet Bakanı Jeff Sessions'ın Senato'daki onay görüşmelerine katılmıştı. Sessions Alabama'nın eski senatörlerindendi ve 1 9 8 6'da ABD Senatosu, Sessions'ın hakkında var olan aşırı sağcılık ve özellikle de ırkçılık suçlamaları sebebiyle onun federal yönetimde görev almasına onay vermemişti (Sessions senatörken göçmenler hakkında ortalığı karıştıracak ölçüde panik yaratmsıyala ünlenmişti) . Alabamalı Senatör Richard Shelby, Sessions'ın " bütün Amerikalılara hukuk önünde eşit muamele ettiğine dair iyi bir sicili" olduğunu söyleyince, Fa­ irooz salonda kıkırdadı. Bunun üzerine apar topar gözaltına alınarak huzur ve sükunu bozmakla suçlandı. Sessions'ın ba­ şında bulunduğu Adalet Bakanlığı Fairooz'a karşı suçlamada bulunmuştu. 20 1 7 yazında davaya bakan yargıç, gülmenin izin verilen türden bir ifade olduğunu söyleyerek Fairooz'a yönel­ tilen suçlamaları reddetti ama Sessions'ın idaresindeki Adalet Bakanlığı 20 1 7 yılının Eylül ayında davayı sürdürme kararı verdi; Bakanlığın Fairooz'u kıkırdaması nedeniyle yargılatma çabasından vazgeçmesi aynı yılın Kasım ayını bulacaktı. Federal Adalet Bakanı Jeff Sessions'ın ifade özgürlüğünü 45

F AŞIZM NASIL iŞLER? .

savunduğunu söylemek zor. Tam da bakanlığın bir ABD'li yurttaşı kıkırdaması yüzünden yargılatmaya çalıştığı günlerde Sessions, Georgetown Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde üni­ versite kampüslerine verip veriştirdiği bir konuşma yapmıştı: Kampüsler ifade özgürlüğüne bağlılık taahhütlerinden vaz­ geçmişlerdi çünkü akademi, sağcı seslerin cesaretini kırmakla meşguldü. Sessions o konuşmasında " ifade özgürlüğüne ve Birinci Değişikliğe ulusal çapta yeniden bağlanma taahhüdün­ de bulunma" çağırısı yapacaktı. (Aşağı yukarı aynı günlerde, ajanslar Başkan Trump'ın Ulusal Futbol Ligi takımlarına, ırkçılığı protesto amacıyla milli marşın okunması esnasında diz çöken oyuncuları kovmaları çağrısında bulunduğunun haberlerini geçiyordu ki eğer Birinci Değişikliğin gerçek ha­ yatta tek bir uygulaması varsa muhtemelen o uygulama işte bu diz çökme eylemiydi. ) ABD siyaseti son zamanlarda aşırı sağcı milliyetçilerin ifade özgürlüğünü savunan retoriğinin hakimiyetine girmiş durum­ da. Oregon/Portland'daki alışıldık Trump taraftarı mitinglere "Trump i fade Özgürlüğü Mitingleri" deniyor. Mayıs 201 ?'de aşırı sağcı milliyetçi 35 yaşındaki Jeremy Joseph Christian'ın iki genç kadına Müslüman karşıtı hakaretler savururken olaya müdahale eden üç kişiyi bıçakladığı iddiasının ardından şehir, bilhassa beyaz milliyetçilerin vahşi terör eylemlerine sahne olmuştu. Bıçaklananlardan ikisi aldıkları yara sonucu öldü . . Christian, iddianamenin yüzüne okunacağı duruşma için mahkeme salonuna girerken şöyle bağıracaktı: Ya konuşmayı özgür bırak ya da öl Portland ! Sana rahat yok burada. Burası Amerika. İfade özgürlüğünü sevmiyorsan defol git. Sen ona terörizm diyorsun, ben ise vatanseverlik diyorum. 1 1

Demokraside ifade özgürlüğümüzün olmasının en önemli sebebi, yurttaşların ve onların temsilcilerinin siyaset hakkın­ da kamusal tartışma yürütmelerini kolaylaştırmaktır. Fakat birinin ağzından salyalar saçarak başkalarına hakaret ettiği 11

https://www. youtube.coın/watch?v=TIZJoCWuhXE.

PROPAGANDA

türden bir tartışmanın ifade özgürlüğünü korumayı amaçladığı kamusal tartışmayla bir ilgisi yoktur, hakaret eden bu kişinin fiziksel şiddete başvurmasına ve ardından da kendine yönelik kınamayı ifade özgürlüğüne saldırı olarak eleştirmesine ise gelmedik bile. Jeremy Joseph Christian'ın yapmak istediği türden bir konuşma, kamusal tartışmayı bırakın kolaylaştır­ mayı, onun olanağını dahi ortadan kaldırmaktadır. Faşizmin, irrasyonel olanı rasyonel olanın üzerine, fanatik duyguları aklın üzerine koyduğu, sıklıkla ve haklı olarak dile getirilir. Daha nadiren gündeme getirilen bir nokta ise faşizmin bu yükseltme işini dolaylı olarak, yani propaganda vasıtasıyla yaptığıdır. Amerikalı edebiyat teorisyeni Kenneth Burke'ün "Hitler'in 'Savaş'ının Retoriği" başlıklı 1 939 tarihli bir makalesi var. Burke bu makalesinde Hitler'in Kavgam ' da tekrar tekrar Nasyonal Sosyalist idealleri -mesela yaşamın, gruplar arasındaki, aklın ve nesnelliğin hiçbir rolünün ol­ madığı bir savaş olduğunu fark etmesi, insanların canavar olduklarını fark etmesi, aklın güdümündeki Aydınlanmayı reddetmesi gibi idealleri- benimsemek için verdiği mücadeleyi nasıl anlattığını aktarır. Şöyle der Burke: "Hitlerizmin irrasyo­ nel bir kült olduğunu söyleyenler, sözlerini bir miktar tasrih etmeliler: Hitlerizm gerçekten de irrasyoneldir fakat 'Akıl' sloganı altında icra edilmektedir. " Faşistler Aydınlanma'nın ideallerini reddederler ama aynı anda onları bunu yapmaya zorlayanın gerçeklikle sert bir karşılaşma olduğunu, doğal hukuk olduğunu iddia ederler. Burke'ün aktardığı şekliyle, Hitler " fanatik bir Yahudi karşıtı "na dönüşmesini '"kalbi'ne karşı 'aklın' ve 'gerçeğin' mücadelesi" olarak tarif eder. Fa­ şist, hayatın hakimiyet kurmak için yürütülen merhametsiz bir mücadele olduğu görüşüne bilimin aklıyla sürüklendiği­ ni iddia eder, onu tam da bu noktaya sürükleyen güç olan Aydınlanma'nın evrensel akıl ideali ise bu mücadele içerisinde terk edilmek zorundadır.

47

3

ANTi-ENTELEKTÜEL

Faşist siyaset eğitime, uzmanlığa ve dile saldırıp bunları de­ ğersizleştirerek kamusal tartışmayı tahrip etmenin peşinde­ dir. Farklı perspektiflerden haberdar olmadan, kişinin kendi bilgisinin yetmediği bir durumda uzmanlık bilgisine hürmet etmeden ve gerçekliği kesinkes tarif etmeye yeter zenginlikte bir dil olmadan akılcı bir tartışma yürütmek imkansızdır. Eğitim, uzmanlık bilgisi ve dilsel ayrımlar tahrip edilirse geriye sadece iktidar ve kabile kimliği kalır. Bu, üniversitelerin faşist siyasette rolünün olmadığı anlamı­ na gelmez. Faşist ideolojide yalnızca tek bir meşru perspektif vardır, o da hakim milletin perspektifidir. Okullar öğrencilere baskın kültürü ve bu baskın kültürün efsanevi tarihini tanı­ tırlar. Dolayısıyla eğitim, faşizm için ya bir tehdit teşkil eder ya da ona efsaneleştirilmiş millet anlatısını destekleyecek bir payanda verir. Dolayısıyla üniversite kampüslerindeki protesto gösterilerinin ve kültürel çarpışmaların hakiki bir savaş alanı teşkil etmesi ve ulusal çapta ilgi çekmesi şaşırtıcı değildir. Bu mesele, sonuçları itibarıyla hayli önemlidir. •••

Geride bıraktığımız en azından 50 yıl boyunca üniversiteler adaletsizliklere ve baskıcı teşebbüslere karşı çıkan pro­ testoların merkez üssü olmuşlardır. Örneğin üniversitelerin 1960'larda savaş karşıtı harekette oynadığı eşsiz rolü düşünün. Konuşmanın bir hak olduğu durumda, propagandacılar karşı görüşlere bodoslama saldıramazlar, onlara saldırabilmek için karşı görüşün şiddet içerdiğini, zorbalık anlamına geldiğini söylemek zorundadırlar ( böylece protesto "kargaşa "ya dö-

nüşür). 20 1 5 'te ABD' deki, polis şiddetini ve ırksal eşits izliği protesto eden Black Lives Matter [Siyah Canlar Önem lidir] hareketi üniversite kampüslerine de yayılmıştı. Hareketin Missouri/Ferguson'da başladığını hatırlarsak, protestoların ilk görüldüğü kampüsün de Missouri Üniversitesi'nin kampüsü olması şaşırtıcı değildir. Concernedstudent1 950 [Endişeli­ öğrenciler1 9 50], Missouri 'deki öğrenci hareketinin ism iydi ve bu ismi, Missouri Üniversitesi 'nde beyaz öğrenciler ile beyaz olmayan öğrencilerin birbirinden ayrıldığı yıla atıfla almışlardı. Hareketin amaçları arasında siyah öğrencilerin dü­ zenli olarak maruz kaldıkları ırk temelli taciz hadiselerini öne çıkarmak ve kültürü ve uygarlığı yalnızca beyazların ürünü olarak sunan ders müfredatına karşı çıkmak da vardı. Medya, hareketin ardındaki bu saikleri büyük oranda görmezden gelip protestocu siyah öğrencileri taşkınlık yapan öfkeli bir çete gibi göstererek, üniversitenin liberal siyasi aşırılıkları olarak kabul edilen uygulamalarına karşı halkı galeyana getirmek için fırsat bulmuş oldu. Faşist siyaset, bağımsız muhalif sesleri barındıran kurum­ ların güvenilirliğini sarsmaya çalışır, ta ki söz konusu kurum­ ların yerin.e bu sesleri reddeden bir medya ve üniversiteler getirilene kadar. Yaygın . bir yöntem, ikiyüzlülük suçlaması yöneltmektir. Tam da bugünlerde, sağcı kampanya üniversi­ teleri ifade özgürlüğü konusunda ikiyüzlü olmakla suçluyor. Diyorlar ki üniversiteler en üst seviyede ifade özgürlüğünü tatbik etme iddiasındalar ama sola meyletmeyen her sesi, kampüslerde bunlara karşı düzenlenen protestoları engelle­ yerek baskı altında tutuyorlar. Üniversitelerdeki sosyal a dalet hareketlerine yönelik eleştirilerde bulunanlar, kendilerini pro­ testoların mağdurlarına dönüştürmek için yakın geçmişte etkili bir yol buldular. Protestocuların, kendi ifade özgürlüklerine saldırdıklarını iddia ediyorlar. Bu suçlamalar dersliklere kadar uzanıyor. David Horo­ witz, üniversiteleri ve sinema sanayisini 1 9 8 0 'lerden beri hedef tahtasına oturtmuş aşırı sağcı bir aktivisttir. 2006'da 49

FAŞİZM NASJL iŞLER?

yayımladığı Profesörler başlıklı kitapta " Amerika'daki en tehlikeli 1 0 1 profesör"ün adı yer alıyor; çıkardığı listede bir­ çoğu Filistinlilerin haklarını savunan solcu ve liberal öğretim üyeleri bulunuyor. 2009'da bir başka kitap daha yayımladı: Tek Parti Dersliği/Üniversitesi, " Amerika'daki en tehlikeli 1 5 0 ders " in listesini sunuyor. Horowitz fikirlerini desteklemek üzere çok sayıda ör­ güt de kurdu. 1 990'larda kurduğu Kişisel Haklar Vakfı, muhafazakar Genç Amerikalılar Vakfı'na göre, " üniversite kampüslerinde fikir bildirmeye getirilen kurallara karşı savaşı başlat[mıştı] " . 1 992'de kurduğu aylık dergi Heterodoxy ise, Güneyli Yoksulluk Hukuku Merkezi'ne göre, "Horowitz'in Amerikan akademisine kök salmış sol tarafından yetiştirilmiş addettiği üniversite öğrencilerini hedef alıyordu. " 2003 'teki kuruluşunun ardından Yüksek Öğrenimde Hakkaniyet ve Kapsama Kampanyası yürüten Akademik Özgürlüğü Savu­ nan Öğrenciler hareketinin arkasında da Horowitz vardı. Akademik Özgürlüğü Savunan Öğrenciler hareketinin hedefi, muhafazakar dünyagörüşlü öğretim üyelerinin işe alınmasıydı. Bu teşebbüs, Genç Amerika Vakfı'na göre, "Amerika'daki kolej ve üniversitelerde düşünsel çeşitliliği ve akademik öz­ gürlüğü " desteklemek olarak pazarlandı. Geçtiğimiz birkaç onyıl içinde Horowitz Amerikan aşırı sağının en ucundaki figür olarak duruyordu. Son zamanlarda ise taktikleri ve amaçları, hatta retoriği, kampüslere yönelik, artık herkesin ağzındaki "politik doğruculuk" saldırılarına sahne olan ana akıma taşınmış durumda. Trump yönetimi Horowitz'in gündemini yakından takip etti. ABD Adalet Bakanlığı müsteşarı Jesse Panuccio, 26 Ocak 20 1 8 'de Northwestern Üniversitesi 'nde yaptığı ko­ nuşmaya kampüslerdeki ifade özgürlüğünün " hayati önemi haiz bir mesele " olduğunu söyleyerek başladı ve şöyle devam etti: "Muhtemelen sizin de bildiğiniz gibi Adalet Bakanlığı Onay Görüşmeleri bu konuyu bakanlığın öncelikli mese­ lesi haline getirdi. Mesele öncelik taşıyor çünkü bize göre

ANTl-ENTELEKT()EL

ülkedeki birçok kampüste ifade özgürlüğü korunmuyor ve desteklenmiyor. " Trump'ın başkanlık kampanyası kimi zaman "politik doğ­ ruculuğa" yönelik tam tekmil bir saldırı olarak da niteleniyor. 1 Trump yönetiminin kullandığı retoriğin, özellikle de "politik doğruculuğa " saldırılarının ve bunu ifade özgürlüğü retori­ ği olarak kullanmasının, üniversiteleri liberalizmin kaleleri olarak gösterip onlara saldırmak ve meşruiyetlerini ortadan kaldırmak üzere kurulmuş güçlü mali desteğe sahip kuruluş­ ların bazılarının gündemleriyle örtüşmesi de bir tesadüf değil. Horowitz'in en temel kuruluşu olan David Horowitz Özgür­ lük Merkezi [David Horowitz Freedom Center DHFC] ile Trump yönetimi arasında, özellikle de yönetimin aşırı sağdan gelen üyeleri arasında bağlantılar bulunuyor. Washington Post gazetesinde Haziran 201 7'de yayımlanan bir araştırmaya göre DHFC, yerleşik Washington siyasetini istikrarsızlaştır­ mayı ve istikameti aşırı sağa çevirmeyi hedeflemiş bazı siyasi nüfuz sahiplerini desteklemişti ve bu siyasi nüfuz sahipleri arasında Adalet Bakanı Jeff Sessions, kıdemli politika danış­ manı Stephen Miller ve Stephen Bannon da bulunuyordu.2 1 4 Aralık 20 1 6 tarihli bir makaleye göre, "Horowitz Trump'ın kazandığı zafer karşısında memnuniyetini ifade etti ve Cum­ huriyetçilerin en sonunda kendi siyaset yaklaşımının farkına vardıklarını söyledi" ve bu arada solcuları ifade özgürlüğünün düşmanları addedip kınıyordu. Horowitz, Trump yönetiminden en az 1 1 kişinin DHFC'nin destekçisi olduğunu söylüyor. Bunlar arasında Başkan Yar­ dımcısı Mike Pence, Sessions, Bannon ve Horowitz'in haklı olarak " kendisinin bir tür hamisi sayılırım" dediği Miller -

1

2

Mesela Chris Caesar Trump'ın stratejisini böyle nitelendiriyor: "Trump Ran Against Political Correctness. Now His Team Is Begging for Politeness," Washington Post, 1 6 Mayıs 2017. Robert O'Harrow Jr. ve Shawn Boburg, "How a 'Shadow' Universe of Charities Joined with Political Warriors to Fuel Trump's Rise," Washington Post, 3 Haziran 20 1 7.

FAŞiZM NASIL iŞLER?

da vardır (makalede Horowitz'in Miller'ın kariyerine uzun süreli desteğinin kanıtları da yer alıyor). Merkez, Trump'ın üst düzey yöneticilerinin kariyerlerine yıllar boyunca müdahil olmuştu ve Washington Post'un araştırmasına göre uzun süre yönetimin aşırı sağcı üyeleri için bir tür bilgi toplama merkezi görevi görmüştü. Horowitz'in üniversitelerdeki ifade özgürlüğüne saldırı­ sında hiçbir haklılık payı yoktur. Akademik özgürlüğe ilişkin şekli korumalara bakacak olursak ABD' deki üniversiteler her­ hangi bir işyerine kıyasla en serbest ifade alanını bünyelerinde barındırırlar. Amerika'daki özel işyerlerinde ifade özgürlüğü ancak bir hayaldir. İşçiler düzenli olarak gizlilik anlaşmalarına tabi tutularak çeşitli meseleler hakkında konuşmaktan men edilirler. Birçok işyerinde işçiler sosyal medyada siyasi fikirle­ rini açıkladıkları için işten çıkarılabilirler. Ülkede hakiki ifade özgürlüğünün bulunduğu yegane işyerlerine ifade özgürlüğü idealini kullanarak saldırmak, Orwell'in anlattığı o bildik propagandanın bir başka örneğini teşkil ediyor. Ocak 201 ?'de Missouri eyalet meclisi üyesi Rick Brattin, Missouri'deki devlet üniversitelerinde iş güvencesi sağlayan kadrolu çalışmayı yasaklayan bir eyalet yasa tasarısı sundu. The Chronicle of Higher Education dergisinde kendisiyle yapılan bir röportajda öğretim üyelerinin kadrolu çalışmasına "Amerikanca değil " dedikten sonra şöyle devam ediyordu: "Yanlış olan, bozulmuş bir şey var; çocuklarımızı eğitmesi gereken bir öğretim üyesi, onları daha iyi bir geleceğe taşıma­ ya odaklanmalıdır, oysa onlar asıl işlerini bir kenara bırakıp bulaşmamaları gereken siyasi meselelerle uğraşıyorlar. Kadro gibi bir güvenceleri olunca bunu yapma imkanı buluyorlar. İşte yanlış olan bu. " 3 Brattin, kadro güvencesinin kaldırıl­ masının akademik özgürlüğe zarar vermesinden ve öğretim üyelerinin siyasi gerekçelerle işlerini kaybetmesinden kaygı 3

Fernanda Zamudio-Suarez, "Missouri Lawmaker Who Wants to Eliminate Tenure Says It's 'Un- American,"' Chronicle of Higher Education, 12 Ocak 2017.

ANTl-ENn!LEKTOEL

duyup duymadığı sorusuna, başka bir soruyla, bu özgürlüğün başka hangi meslekte olduğunu ve akademinin neden özel bir durunı olarak görülmesi gerektiğini sorarak cevap vermişti. Bilim insanlarının yaptıkları işler, çalıştıkları alanlara göre zorunlu olarak bazı siyasi sonuçlar doğurabilir. Sağ cenahtan gelen saldırılar, sağcıların sorgulamanın, araştırmanın makbul sınırlarını kontrolleri altında tutma arzusunu açığa çıkarmak­ tadır. Demagojik propagandanın klasik biçiminde, kamusal aklı savunan kurumlara ve serbest tartışmaya saldırma taktiği, tam da bu ideallerin kisvesine bürünmeyi gerektirir. •••

Faşist siyasetçiler üniversitelerdeki fazla siyasi buldukları -tipik şekilde aşırı Marksist dedikleri- öğretim üyelerini hedef alırlar ve bazı çalışma alanlarını tümüyle suçlu ilan ederler. Faşist hareketler liberal demokratik devletlerde gelişim aşa­ masında iken, bazı akademik disiplinleı: seçilip ayrılır. Mesela toplumsal cinsiyet çalışmaları dünyanın her yerinde aşırı sağcı milliyetçi hareketlerin ateş hattında yer alır. Bu alanlardaki araştırmacılar ve öğretim üyeleri milletin geleneklerine say­ gısızlık yapmakla itham edilirler. Faşizmin tehdit teşkil ettiği her durumda, faşizmin temsil­ cileri ve işbirlikçileri üniversiteleri ve okulları, faşist siyasetin klasik öcüsü " Marksist beyin yıkama "nın kaynağı olmak­ la suçlarlar. Marx veya Marksizmle herhangi bir bağlantısı olmaksızın kullanılan bu ifade, faşist siyasette eşitliği hor görmenin bir yolu olarak iş görür. İşte bu yüzden, küçük bile olsalar kıyıda kenarda kalmış bakış açılarına da bir miktar entelektüel alan sağlamaya çalışan üniversiteler "Marksizm"in şer yuvası olma hakaretine maruz kalırlar. Faşizm baskın olan bakış açısıyla bağlantılıdır ve bu yüzden de faşist eğilimle­ rin hepsinde baskın görüşlerin haricindeki bakış açılarını öğreten disiplinleri -toplumsal cinsiyet araştırmalarını veya ABD'de Afrikalı-Amerikalı çalışmalarını yahut Ortadoğu çalışmalarını- hedef alan isimlerin arkasında ciddi bir destek vardır. Baskın olan bakış açısı genellikle yanlış bir şekilde 53

FAŞiZM NASIL İŞLERi

hakikat olarak, "gerçek tarih " olarak sunulur ve alternatif bakış açılarına yer verme teşebbüsleri "kültürel Marksizm" yaftasıyla hafife alınır. Özel olaraksa faşizmin toplumsal cinsiyet çalışmalarına yönelik itirazı, onun ataerkil ideolojisinden kaynaklanır. Nas­ yonal Sosyalizm kadın hareketlerini ve feminizmi de genel olarak hedef alıyordu. Nazilere göre feminizm, Aryan kadın­ lar arasındaki doğurganlığı bitirmeyi amaçlayan bir Yahudi tertibiydi. Charu Gupta, Nazilerin feminist hareketlere karşı tutumunu gayet güzel özetliyor: [Naziler] kadın hareketinin uluslararası bir Yahudi tertibi ol­ duğuna inanmışlardı; Alman ailesini yoldan çıkararak Alman ırkını ortadan kaldırmak amaçlanıyordu. İddialarına göre kadın hareketi kadınları kendi ekonomik bağımsızlıklarını talep etmeleri ve hakiki görevleri olan çocuk yapmayı ihmal etmeleri yönünde yüreklendiriyordu. Pasifizm, demokrasi ve "materyalizm " gibi dişil öğretileri yayıyordu. Doğum kont­

rolünü ve kürtaj ı teşvik edip doğum oranlarını düşürerek Alman halkının tam da varlığına saldırıyordu. 4

Faşistlerin üniversitelere saldırılarında, üniversiteler kadın hareketinin ardındaki "Yahudi tertibi" rolünü oynamakta­ dırlar. Toplumsal cinsiyet çalışmalarını desteklemek suretiyle erkekliği yolundan çıkararak geleneksel aileyi tahrip etmek­ tedirler. Rusya'da, Vladimir Putin bu konuda hayli saldırgan bir tutum göstererek üniversiteleri Batılı feminizmin sözde aşı­ rılıklarına karşı ideolojik bir silah olarak yeniden yapılan­ dırdı. Masha Gessen, 20 1 7 tarihli Gelecek Tarihtir: Totali­ tarizm Rusya'yı Nasıl Yeniden Teslim Aldı başlıklı kitabında Rusya'nın eşcinsellik ve feminizm karşıtı gündeminin, " aşırı muhafazakar Michigan Hillsdale College " da görev yapan Amerikalı tarihçi Allan Carlson tarafından 1 99 7'de Prag'da 4

Charu Gupta, "Politics of Gender: Women in Nazi Germany," Economic and

Political Weekly 26: 1 7 ( 1 9 9 1 ) : 40-48.

54

ANTl-ENTEU!KTOEL

düzenlenen Dünya Aileler Kongresi 'nden nasıl doğduğunu anlatıyor. Toplantının hayli kalabalık bir katılımcı listesi vardı. Gessen şöyle diyor: "Toplantının düzenleyicileri, katılımcıların çokluğundan aldıkları güçle Dünya Aileler Kongresi'ni eşcinsel haklarıyla, kürtaj haklarıyla ve toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla mücadeleye odaklanmış daimi bir örgüte dönüştürdüler. " 5 Toplantının ilham verdiği politikalara bir örnek, Rusya hükümetinin St. Petersburg Avrupa Üniversitesi'ne liberal eğilimleri sebebiyle uyguladığı tacizkar tutumdur. Rus yetkili makamları yıllar boyunca üniversiteyi kapatmaya çalıştılar ve nihayetinde 201 6'da eğitim ruhsatını askıya alarak amaç­ larına ulaştılar. Üniversitenin bildirdiğine göre, " üniversite hakkındaki soruşturmalar Vitaly Milonov'uıi resmi şikayeti üzerine başlatılmış "tı. Vilanov Rus parlamentosunda Vladi­ mir Putin'in Birleşik Rusya Partisi'ne üye bir milletvekiliydi ve Rusya'daki eşcinsellik karşıtı bazı yasal düzenlemelerin arkasında o vardı. Milonov üniversitede toplumsal cinsiyet çalışmalarının öğretilmesi konusunda kaygısını dile getirmiş­ ti. Christian Science Monitor dergisine verdiği röportajda, "Şahsen bunu iğrenç buluyorum; sahte çalışmalar bunlar, bu yüzden yasadışı kabul edilmeleri gerekiyor" demişti. 6 Macaristan'da ve Polonya'da da bir süredir toplumsal cin­ siyet çalışmaları siyasi tartışmaların merkezinde yer alıyor ve üniversiteleri liberal beyin yıkamanın yuvaları şeklinde yaftalama peşindeki siyasetçilerin öfkesini çekiyor. Andrea Peto'nun " Cephe Hattından Haberler: Macaristan'da Top­ lumsal Cinsiyet Çalışmaları Hakkındaki Tartışma " başlıklı makalesinde aktardığı üzere, Macaristan İnsan Kaynakları Bakanlığı müsteşarı Bence Retvari, toplumsal cinsiyet ça­ lışmalarını Marksizm ve Leninizmle, yani faşist rejimlerin standart öcüsüyle kıyaslamıştı. 5 6

Masha Gessen, The Future Is History: How Totalitarianism Reclaimed Russia (New York: Riverhead Books, 2017). Alıntılar: 264-67. Fred Weir, "Why Is Someone Trying to Shutter One of Russia's Top Private Universities? " Christian Science Monitor, 28 Mart 2017.

55

FAŞİZM NASIL İŞLER?

Rusya ve Doğu Avrupa' da olduğu gibi, toplumsal cinsiyet çalışmalarına saldırmak ABD' deki aşırı sağcı hareketin de alametifarikasıdır. 201 0'da Kuzey Carolina eyalet meclisinde aşırı sağcı "Çay Partisi" hareketiyle bağlantılı Cumhuriyetçiler çoğunluğu elde ettiler. Cumhuriyetçi vali Pat McCrory'yle bir­ likte Cumhuriyetçi vekiller eyaletin müstesna bir kurumu olan Kuzey Carolina Üniversitesinin peşine düştüler. Üniversitenin kısa süre önce göreve başlamış Mütevelli Heyeti, büyük bir takdir kazanmış olan ilerici rektörü Tom Ross'un görevine son verdi. Vali McCrory, kendisiyle yapılan bir röportajda kamu üniversitelerinin "toplumsal cinsiyet veya [140 milyon insanın ana dili veya ikinci dili olarak konuştuğu bir Afrika dili olan] Swahili" gib� dersler vermemesi gerektiğini söyleyerek şunları ekledi: " Eğer toplumsal cinsiyet çalışmaları dersleri almak istiyorsanız, sorun yok, gider özel bir okuldan alırsınız. " Üniversitelerin her türden görüşün temsilcilerini barındır­ ması gerektiğini ve Kuzey Carolina'da görülenler gibi yapılan bazı değişikliklerin muhalif bakış açılarına da yer açtığını iddia edenler çıkabilir. Bu argümanlar, kendi görüşlerimizde haklı çıkmanın karşıt görüşlerle düzenli olarak boğuşmayı gerektirdiği düşüncesine dayanır ( aynı zamanda en başta haklı olabileceğimiz bir konum olmadığını da söyler) . Felsefe eğitimi almış herkes bilir ki karmaşık görüşlere dair kuvvetli savunmalarla yüzleşmek çoğu zaman iyidir ve üniversiteler de kuşkusuz siyasi yelpazedeki görüşlerin zeki ve derin ta­ raftarlarından menfaat elde ederler. Yine de bu tip durumlar, üzerinde biraz düşündüğümüz takdirde, söz konusu genel ilkeyi bilhassa kabul edilebilir kılmıyor. Serbest bir araştırma ve sorgulamanın varlığı için, üni­ versitelere dünyanın düz olduğunu kanıtlama peşindekileri doldurmanın gerekli olduğunu düşünen yoktur herhalde. Dünyanın düz olduğu gibi bir fikrin sonuç vermeyeceğini kesin netice veren bir bilimsel araştırma yoluyla belirlemiş bulunuyoruz. i fade özgürlüğünün en ateşli taraftarları bile, o çok değerli eşsiz üniversite kaynaklarını bu mesele için

ANTl-Eım!LEKT()BL

harcamak gerektiğini iddia etmeyeceklerdir. Tam tersine, bir düz dünyacıyı üniversitede işe başlatmak nesnel araştırmanın önünü kesecektir. Keza, bir üniversite dersliğinde ve kantinin­ de herhangi bir taraftarıyla karşı karşıya gelmeden de IŞİD'in ideolojisini rahatlıkla ve haklı bir şekilde reddedebilirim. Yahudi halkının genlerinde cimrilik olduğu şeklindeki Yahudi düşmanı bir saçmalığı haklı bir şekilde reddedebilmek iç�n bu görüşü savunan bir meslektaşın varlığına ihtiyacım yok. Üniversite koridorlarına bu tip sesleri dahil etmenin, böylesi yıkıcı ideolojilere karşı geliştirilen argümanlara faydası olaca­ ğını kabul etmek kesinlikle mümkün değil. Böyle bir durumda iletişimin tümden ortadan kalkması ve ağız dalaşlarına yol açarak akıl temelli tartışmaya zarar vermesi daha olasıdır. Ne var ki faşist siyaset, efsanelere olgu muamelesi yaptığı için onların olgular olarak ele alınıp araştırılmasına izin verir. Faşist ideolojide eğitim sisteminin işlevi, efsaneleştirilmiş tari­ hin yüceltilmesi, milletin fertlerinin başarılarının abartılması ve millete mensup olmayanların bakış açılarının ve tarihlerinin görünmez hale getirilmesidir. Kasıtlı bir kullanımla kimi za­ man müfredatın. "sömürgecilikten kurtarılması" olarak anılan süreçte ise görmezden gelinmiş bakış açıları ders programına dahil edilmekte, böylece öğrencilerin tarihteki aktörlere dair bütüncül bir bakışa sahip olması sağlanmaktadır. Faşizme karşı yürütülen savaşta, ders programının bu şekilde dü­ zenlenmesi sadece "politik doğruculuk "tan ibaret değildir. Mevcudiyetleriyle içinde yaşadığımız dünyayı biçimlendirmiş ve kurmuş olanların seslerinin temsil edilmesi, faşist efsanelere karşı esaslı bir korunma yolu da sağlar. •••

Faşist ideolojide lisans öncesindeki ve üniversitelerdeki genel eğitimin amacı efsaneleştirilmiş tarihe bir gurur unsuru aşılamaktır. Faşist eğitim hiyerarşik normları ve milli geleneği tahkim eden akademik disiplinleri yere göğe koyamaz. Faşist­ ler için okullar ve üniversiteler milli ve ırksal gururun zihinlere ve ruhlara kazınacağı, mesela milliyetçiliğin ırksallaştırıldığı 57

FAŞiZM NASIL İŞLER?

durumlarda hakim ırkın şanlı başarılarının öğrencilere ak­ tarılacağı yerlerdir. Vali McCrory, devlet okullarındaki müfredattan bazı ders­ lerin çıkarılması gerektiğini söyleyip kenara çekilmedi. Daha da ileri gitti ve üniversiteleri, öğrencilerin daha iyi demokratik yurttaşlar olmasını sağlayan sosyoloji gibi konuların kapladığı yerden çalarak, işverenlerin ihtiyaç duyduğu düşünülen beceri temelli bir eğitim türüne daha fazla odaklanmaya çağırdı. Desteğe gelen, Pope Yüksek Öğr�tim Politikaları Merkezi oldu. Merkezin başında ve mali desteğinin ardında, Kuzey Carolina'nın hayli güçlü ve zengin Cumhuriyetçi bağışçısı, Kuzey Carolina Üniversitesi'ni öğrenim ücretlerini artırmaya zorlayabilmiş Art Pope bulunuyordu. Pope'un keskin zekasıyla fark ettiği gibi, öğretim ücretlerinin artırılması hamlesi çok daha fazla öğrencinin beşeri ve sosyal bilimlerden uzaklaşa­ rak "mesleki beceriler" kazandıracak lisans programlarına kaymalarına yol açacaktı. İnsan kültürel çeşitliliğinin daha iyi kavranmasını sağlaya­ bilecek alanları kötülemenin yanında, Pope Yüksek Öğretim Politikaları Merkezi (şu anda Akademik Yenilenme İçin james G. Martin Merkezi olarak biliniyor), aynı zamanda "Büyük Kitaplar" [Great Books] temelli bir müfredatın uygulanmasını da talep ediyor ve bu müfredat beyaz Avrupalıların kültürel başarılarını öne çı� arıyor. 7 Antidemokratik sistemlerde eği­ timin işlevinin, pazarlık gücü olmaksızın işgücü piyasasına girmeye mecbur bırakılan ve tarihin en büyük uygarlaştırıcı gücünü baskın grubun temsil ettiğini düşünmeye ideolojik olarak eğitilmiş itaatkar yurttaşlar yetiştirmek olduğunu fark ettiğinizde, buradaki öncelik tercihleri de anlam ifade etmeye başlar. Nitekim muhafazakar figürler, eğitimde sağcı hedefleri ilerletme projesine büyük meblağlar akıtmaktadır. Örneğin

7

Yukarıdaki iki paragrafta Kuzey Karolayna ile ilgili verdiğim bilgileri Jedidiah Purdy'nin New Yorker'da çıkan ( 1 9 Mart 2015) "Ayn Rand Comes to UNC" başlıklı muhteşem makalesinden aldım.

ANT!-ENrı!LEKT0EL

bazı kaynaklara göre, ABD'deki sağcı oligarkların finanse ettiği muhafazakar vakıflardan yalnızca biri olan Charles Koch Vakfı, yaklaşık 350 kolej ve üniversitede büyük ölçüde muhafazakar ideolojiye hasredilmiş projeleri desteklemek için 201 7'de tek başına 1 00 milyon dolar harcamıştır.8 Faşist ideolojinin desteklediği düşünce hayatının ürünleri (kültür, uygarlık, sanat) yalnızca seçilmiş milletin mensupları­ nın ürünleridir. Üniversiteler, sunduğu zorunlu dersler/konular listesini Avrupalı kültür ürünlerinin en önemlileriyle sınırlaya­ caksa bu, beyaz Avrupalıların insan uygarlığının çekirdeğini oluşturduğunu iddia etme riski taşıyacaktır. "Büyük Kitaplar" gibi programların taraftarları bir an için durup Hitler'in Kav­ gam'ındaki şu sözlerine bakmalılar: "Yeryüzünde hayranlıkla baktığımız her ne varsa; bilim, sanat, teknik beceri, icatlar; hepsi bir avuç dolusu milletin yaratıcı ürünüdür. . . . Bütün bu kültürün mevcudiyeti tümüyle onlara dayanır. . . . İnsan ırkını kültürün kurucuları, sürdürücüleri ve yıkıcıları olmak üzere üç sınıfa ayıracak olursak, Aryan ırkının tek başına ilk sınıfı teşkil ettiği kabul edilebilir. " Üniversitelerimiz böylesi faşist efsanelerle suç ortaklığı yapmamalı, istemeden de olsa onları yaymamalıdır. Faşizmin yükselmesiyle birlikte, zaman içerisinde ve farklı farklı yerlerde, ilk ve orta dereceli okullar ile üniversiteleri milliyetçi veya gelenekçi ideallere daha fazla yakınlık duyan öğretim elemanlarıyla doldurmak isteyen figürlerin sayısı da artıyor. Macaristan' da olup bitenler bunun klasik bir örneğini teşkil ediyor. Viktor Orhan iktidara gelince lisans öncesi eğitim kurumlarını liberal beyin yıkama mecraları olmakla suçladı. Daha önce yerel kurullara tabi olan lisans öncesi eğitim siste­ mini merkezileştirdi ve bütün öğretmenlerin katılmak zorunda olduğu, öğretmenleri "milletin menfaatine " hizmet etmekle yükümlü kılan bir meslek örgütü kurdu. Yeni kurulan talim 8

Annie Linskey, "With Patience, and a Lot of Money, Kochs Sow Conservatism on Campuses, " Baston Globe, 2 Şubat 201 8-

59

FAŞiZM NASIL İŞLER?

terbiye kurulu, Yahudi karşıtı Macar yazarların eserlerinin okutulmasını önerdi. İlk ve orta dereceli okullardan, şanlı efsanevi Macar milli tarihine dair coşku yaratacak, binicilik ve Macar halk türkülerinin söylenmesi gibi çeşitli etkinlikleri teşvik etmeleri istendi. Macaristan' daki en iyi üniversite, Macar devletinden özerkliğini koruyan Orta Avrupa Üniversitesi'dir ' [Central European University - CEU] . Orban CEU'dan, yerel Macar okullarını ortadan kaldırmaya çalışan, göçmen taraftarlığı gibi liberal evrenselci değerleri yayan yabancı bir kurum olarak bahsetti. Nisan 201 7'de Macaristan parlamentosu göçmen­ lik karşıtı bir yasa tasarısına eklediği maddeyle, CEU'nun Macaristan'da bir Amerikan üniversitesi olarak çalışma ola­ nağını ortadan kaldırmaya ve öğretim üyeleri ile öğrencilerin hareketlerini milli güvenlik gerekçesiyle sınırlamaya yönelik bir adım attı. Sonuç itibarıyla, CEU Macaristan' da kapılarını kapatma riskiyle karşı karşıya. Eğitim programını milliyetçi hedeflere göre şekillendir­ me yönünde benzer çabalar bütün dünyada gözlemleniyor. Örneğin buna Türkiye de dahil. Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 201 6'daki kendisine yönelik darbe girişi­ minden sonra ilk tasarruflarından biri, 5 .000'den fazla dekan ve öğretim üyesini demokrasi yanlısı ve sol eğilimli oldukları şüphesiyle görevlerinden almak oldu. Birçoğu hapse atıldı. 201 7 Şubat'ında Voice ofAmerica'daki bir makale için yapılan röportajda, İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi'ndeki görevin­ den atılan siyaset bilimi öğretim üyesi İsmet Akça şöyle diyor: "Atılan bu insanlar sadece demokratik sol eğilimli insanlar değil, aynı zamanda çok iyi bilim insanları, çok iyi akademis­ yenler. Onları atmakla hükümet aynı zamanda bu ülkedeki yükseköğretim fikrine de, üniversite fikrine de saldırıyor. " 9 201 7'de kendisine kapsamlı, neredeyse diktatörlük yetkileri 9

"in Turkey, Crackdown on Academics Heats Up, " Voice of America, 14 Şubat

2017.

60

ANT!-Eım!LEKTOEL

veren bir referandumu kazandıktan sonra Erdoğan ilk ve orta dereceli okullar için yeni bir eğitim programını yürürlüğe koydu. Programın amacı, sektiler düşüncelerin ağırlığını azal­ tıp dini ideolojiye uygun olmayan evrim teorisi gibi bilimsel teorileri ayıklamaktı. Milli eğitim bakanı, Türkiye tarihinin "milli ve ahlaki bir eğitim zaviyesinden" öğretileceğini söy­ ledi. Amaç, Kemal Atatürk'ten beri, eğitim sistemi de dahil olmak üzere Türk sivil toplumunun merkezinde yer almış olan sektiler liberal ideallerin yansıtılması değil, "milli değerler"i korumak olacaktı. •••

Aşırı sağcı Amerikan radyosunda program yapan Rush Limbaugh, kendisine ait popüler radyo şovunda " düzenbaz­ lığın dört ayağı " olduğundan bahsetti: "hükümet, akademi, bilim ve medya. Bu kurumlar halihazırda yozlaşmıştır ve sırf insanları kandırarak varlıklarını sürdürmektedirler. İşte böyle yayın yapıyorlar, böyle zenginleşiyorlar. " 10 Limbaugh bu sözleriyle faşist siyasetin uzmanlığı nasıl hedef aldığına mükemmel bir örnek teşkil ediyor: dalga geçerek, itibarsız­ laştırarak. Liberal demokraside ise siyasi liderlerin, temsil ettikleri insanlar yanında gerçekliğin siyasetten talebini en isabetli şekilde açıklayabilecek uzmanlara ve bilim insanlarına da danışması beklenir. Faşist liderler .ise danışmaya ve müzakereye başvurmayan "eylem adamları" dır. Fransız faşist Pierre Drieu la Rochelle, 1 94 1 tarihli " Avrupalı İnsanın Yeniden Doğuşu " adlı ma­ kalesinde şöyle diyor: " O, kültürü reddeden bir insandır. . . . O, fikirlere inanmaz, bu yüzden de öğretileri reddeder. Sadece eylemlere inanır ve eylemlerini belli belirsiz bir efsa­ neye uygun şekilde icra eder. " 11 Üniversitelerin ve uzmanların itibarı yerle bir edildikten sonra, faşist siyasetçiler artık kendi 10 11

Akt. "Science Scorned" (editoryal), Nature 467. 133, Eylül 2010. Pierre Drieu la Rochelle, "The Rebirth of European Man, " Roger Griffin, ed., Fascism, (Oxford: Oxford University Press, 2010), 202-203.

61

FAŞiZM NASIL iŞLER?

gerçekliklerini kendi bireysel arzuları çerçevesinde şekillen­ dirmekte serbesttirler. Limbaugh yıllardır bilime saldırıyor ve " bilim[in] sürülmüş sosyalistler ve komünistlerin yuvası haline gel[diğini] " söylüyor. ABD siyasetinin, Trump'ın ve yönetiminin iklim bilimiyle alay ettiği ve küçük gördüğü şu günlerinde, bilimsel uzmanlığın itibarsızlaştırılmasının zafe­ rine şahitlik ediyoruz. Uzmanlığın değerini reddeden faşist siyasetçiler, böylece incelikli, ilkeli bir tartışmanın gerekliliğini de ortadan kaldır­ mış olurlar. Ne var ki gerçeklik onu temsil etme araçlarımız­ dan her zaman çok daha karmaşıktır. Bilimin dili çok daha karmaşık bir terminoloji gerektirir; amaç, bu suretle onun yokluğunda görünmez olan hususların farkına varılmasını sağlayan ayrımlar yapmaktır. Toplumsal gerçeklik de en az fiziksel dünyanın gerçekliği kadar karmaşıktır. Sağlıklı bir liberal demokraside, söz konusu ayrımları yapabilen zengin ve çeşitlenmiş bir söz dağarına sahip kamusal dil hayati bir önem taşır. Böyle bir dilin yokluğunda, sağlıklı bir kamusal tartışma yürütmek mümkün değildir. Faşist siyaset, siyasetin dilini bozmak ve değersizleştirmek ister, böylece gerçekliği örte bilecektir. Victor Klemperer'in, Nasyonal Sosyalizmin LTI (Lingua Tertii Imperii) adını verdiği dilini konu ettiği LTI Nasyonal Sosyalizmin Dili başlıklı kitabının " Alametifarika: Yoksulluk" başlıklı Üçüncü Bölümü şöyle başlar: " LTI yoksuldur. Esaslı bir yoksulluktur bu; sanki yoksul olmaya ant içmiş gibidir. " Adolf Hitler, kamusal tartışmayı bu şekilde yoksullaştırmanın önemi konusunda gayet açıktır. Kavgam'da propagandayla ilgili bölümde şöyle der: -

Propaganda tümüyle halka dönük olmalı ve tutturduğu ente­ lektüel düzey hitap etmeyi amaçladığı kesimin zeka bakımdan en düşüğünün anlayabileceği şekilde olmalıdır. Bu nedenle, yakalamak istediği kitlenin sayısı ne kadar büyürse, seviyesini o kadar indirmek durumundadır . . . . Kitlelerin anlama kabi­ liyeti çok sınırlıdır, anlayışları kıttır; diğer yandan unutmaya

AN11-ENTEU!KTOEL

yönelik çok ciddi bir kudretleri vardır. Bu yüzden, etkili bir propaganda sadece, sloganlar şeklinde ortaya çıkan birkaç meseleyle sınırlanmalıdır. 1 2 Sağlıklı bir liberal demokraside dil, bilgi ve malumat ak­ tarmanın bir aracıdır. Faşist propagandanın amacı sadece siyaset hakkında yürütülen güçlü ve çok katmanlı tartışmayla alay etme veya onu küçümseme değildir; bilakis tartışmanın olanağını ortadan kaldırmayı hedefler. Klemperer'e göre, her dil kendisini bütün beşeri ihtiyaçları karşıladığını iddia etmeye kabildir, hem akla hem de duygulara hizmet eder, iletişim ve sohbettir, mırıldanma ve duadır, ricadır, buy­ ruktur, coşturmadır. LTi sadece coşturma amacına hizmet eder . . . LTI'nin yegane amacı herkesi bireysellikten sıyırmak, kişi olarak bir şey yapamaz hale getirmek, insanları belli bir yöne sevkedilen ve güdülen bir sürü içerisindeki düşünme­ yen ve evcil sığırlar haline getirmek, onları yuvarlanmakta olan devasa bir kayanın atomları kılmaktır. LTi, kitlesel fanatizmin dilidir . 1 3 FaŞist siyasetin temel bir özelliği olarak, hitabetin gayesi aklı veya zekayı ikna etmek değil, iradeyi etkilemektir. İtalyan faşist bir gazetede 1 925'te imzasız yayımlanan bir makale­ de şöyle yazıyor: " Faşizmin mistisizmi, zaferinin kanıtıdır. Muhakeme insanları cezbetmez, fakat duygular cezbeder. " 14 Hitler, Kavgam'daki " İlk Günlerdeki Mücadele: Hatibin Rolü " başlıklı bölümde basit dili aptalca bulup bir kena­ ra bırakmanın büyük bir hata olduğunu söyler. Kavgam'ın başından sonuna kadar propagandanın amacının, kamusal alandaki ilkeli, akla dayalı kanıtlamanın yerine irrasyonel korku ve tutkuları koymak olduğunu açıkça dile getirir. Şubat 12

13

14

Adolf Hitler, Mein Kamp{ (My Battle) (Boston ve New York: Houghton Mifflin Company, The Riverside Press Cambridge, 1 933, Kısaltma ve çev. E. T. S. Dugdale, 76-77. Victor Klemperer, The Language of the Third Reich (New York: Continuum, 1 947), 20-21 [Tıirkçesi: LTI - Nasyonal Sosyalizmin Dili, çev. Tanı! Bora, İletişim Yayınları, 2020] . "Fascist Mysticism, " Griffin, Fascism, 55.

FAŞiZM NASIL iŞ LERi

201 8 'deki bir röportaj da Steve Bannon ise şöyle diyecekti: " Bataklığı Kurutun, Kadını Hapse Tıkın, Duvarı Öreceğiz15" gibi sloganlara kazandık seçimi . . . . Tümüyle öfkeye oynadık. Öfke ve korku, insanları sandığa çekiyor. " 1 6 Şu an için bütün dünyada aşırı sağcı hareketlerin üniversi­ telere "Marksizm" i ve "feminizm" i yaydıkları ve aşırı sağın kabullendiği değerlere merkezi bir yer vermedikleri gerekçe­ siyle saldırdıklarını görüyoruz. Dünyanın en iyi üniversiteler sistemine sahip ABD'de bile üniversitelere Doğu Avrupa'da karşımıza çıkan tarzda saldırılar söz konusu. Öğrencilerin protesto gösterileri basında başıboş çetelerin ayaklanması gibi gösteriliyor, huzura ve düzene tehditlermiş gibi anlatı­ lıyor. Faşist siyasette üniversitelerin kamusal tartışmadaki değeri düşer; akademisyenler artık meşru bilgi ve uzmanlık kaynakları sayılmazlar, araştırma yapma kisvesi altında solcu bir ideolojik gündemi yayan "Marksistler" ve "feministler" olarak görülürler. Faşist siyaset, yükseköğrenim kurumlarını itibarsızlaştırıp siyaset hakkında yürüttüğümüz tartışmanın müşterek söz dağarını yoksullaştırarak tartışmayı ideolojik çatışmaya indirger. İşte bu stratejiler vasıtasıyla bilgi ve ma­ lumat alanlarını sıfırlar ve gerçekliği gizler.

1 ·1

16

201 6 Başkanlık seçİll).lerinde Trump'ın, rakibi Hillary Clinton'a karşı yürüttüğü seçim kampanyasında kullanılan sloganlardır. Drain the Swamp -Bataklığı Kurutun/Kurutacağız, federal yönetimdeki yolsuzluklara ve yozlaşmaya gönderme yapıyor; Lock Her Up- Kadını Hapse Tıkınffı kacağız, Hillary Clinton'ın dışişleri bakanlığı yaptığı dönemde suç işlediği iddialarına dayanıyor; Build a Wall - Duvar/Duvarı Öreceğiz/Örelim ise, Trump'ın seçimlerde göçmen geçişini engellemek için Meksika sınırına örmeyi vaat ettiği duvara atıf yapıyor. [Çev.] Michael Lewis, "Has Anyone Seen the President? " Bloomberg View, 9 Şubat 20 1 8 . ••

4

GERÇEKLİKTEN KOPUŞ

Propaganda ideallerin iç içe geçip karışmasında başarılı olur, üniversiteler değersizleştirilir ve önyargı kaynağı olarak suçla­ nırsa gerçekliğin bizzat kendisinden şüphe edilmeye başlanır. Artık hakikat üzerinde anlaşamaz oluruz. Faşist siyaset akla dayalı tartışmanın yerine korkuyu ve öfkeyi koyar. Başarılı olursa, hitap ettiği kitleyi istikrarsızlaştırılmış bir kayıp his­ siyle baş başa bırakır; insanlar artık, kendilerine bu kaybın sorumlusu oldukları söylenen kişilere karşı duydukları bir güvensizlik ve kızgınlık çukuruna saplanmışlardır. Faşist siyaset gerçekliğin yerine tek bir kişinin veya belki de bir siyasi partinin beyanlarını koyar. Düzenli ve sürekli tekrarlanan aşikar yalan söyleme pratiği bu sürecin bir par­ çasını teşkil eder, böylece faşist siyaset bilgi ve malumat ala­ nını ortadan kaldırır. Faşist bir lider hakikati güç kullanarak silip atabilir ve hiçbir olumsuz sonuçla karşılaşmadan yalan söylemeye devam edebilir. Faşist siyaset, dünyanın yerine tek bir insanı koymakla, argümanları müşterek bir standartla ölçüye vurmamızı imkansız hale getirir. Faşist siyasetçi, bilgi ve· malumat alanlarını tahrip etmek ve gerçekliği bozuma uğratmak için kendine has teknikler kullanır. •••

ABD siyasetinin, Rusya siyasetinin veya Polonya siyasetinin şu anki halin� bakan herkes komplo teorilerinin varlığını ve siyaseten sahip oldukları kudreti hemen fark edecektir. Komplo teorilerini tanımlamanın bizi hayli zorlayan bir­ takım yönleri bulunuyor. Felsefeci Giulia Napolitano komplo teorilerinin belli bir dış grubu hedef aldığını ve belli bir iç 65

FAŞiZM NASIL iŞLER?

grubun menfaatine kurulduğunu düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Komplo teorileri, hedef aldıkları grupları, özellik­ le simgesel öneme sahip sorunlu eylemlerle ilişkilendirerek karalamaya ve gayrimeşru hale getirmeye yararlar. Bunlar sıradan malumata benzer şekilde işlemezler. Her şeyden önce, çoğunlukla o kadar tuhaftırlar ki onlara inanmak çok zordur. Dolayısıyla komplo teorilerinin asıl yaptıkları şey, hedef al­ dıkları grubun itibarı ve dürüstlüğü hakkında genel bir şüphe uyandırmaktır. Komplo teorileri, ana akım medyayı gayrimeşru hale ge­ tirmede kullanılan hayati bir mekanizmadır. Faşist siyasetçiler medyayı bu sahte kötücül işbirliklerini haber yapmamaları nedeniyle suçlarlar ve medyanın bu konuda önyargılı oldu­ ğunu söylerler. 20. yüzyılın belki de en ünlü komplo teori­ si Siyon Liderlerinin Protokolleri ile ilgili olandır, nitekim bu protokoller Nazi ideolojisinin temellerinde yer alıyordu. Protokoller 20. yüzyılın başında uydurulmuştu. Yahudilerin dünyayı ele geçirme planının el kitabı olarak yazıldıkları iddia edildi. Bilim insanları bu metinlerin Maurice Joly'nin 1 8 64 tarihli Machiavelli ile Montesquieu 'nün Cehennemdeki Diyalogu başlıklı kitabından cömert alıntılar içerdiğini orta­ ya çıkardılar. Bu kitap aslında siyasi bir hicivdi. Liberalizmi savunan Montesquieu ile tiranlığı savunan Machiavelli'nin Cehennem' deki tartışmasını konu ediyordu. Machiavelli'nin tiranlık savunusu için sunduğu argümanlar, Protokoller'de, dünya hakimiyetine soyunmuş Yahudi liderlere karşılık gelen " Siyon Liderleri"nin argümanları haline gelmişti. Anlaşıldığı kadarıyla Protokoller ilk kez Rus yazar ve dini mistiği Ser­ gei Nilus'un 1 905 tarihli Deccal isimli kitabının eki olarak yayımlanıyor. St. Petersburg'da çıkan bir gazetede 1 906 yı­ lında "Komplo veya Avrupa Toplumunun Dağılışının Kök­ leri " başlığıyla yayımlanıyor. 1 907'de St. Petersburg Sağır ve Dilsizler Derneği tarafından kitaplaştırılıyor. 1 920'lerde bütün dünyada milyonlarca adet satılıyor; nitekim ABD'de

66

GERÇEKLiKTEN KOPUŞ

de otomobil üreticisi Henry Ford 1925 yılında yaklaşık yarım milyon kitabı basıp dağıtıyor. Protokoller'e göre, Yahudiler en saygın ana akım medya kuruluşlarını ve küresel ekonomik sistemi elinde tutan kü­ resel bir tertibin merkezinde yer alıyorlardı. Ellerindeki bu gücü demokrasiyi, kapitalizmi ve komünizmi yaymak için kullanıyorlardı ve bütün bunlar Yahudilerin menfaatlerini maskeliyordu. En önde gelen ve etkili Nazi liderleri, Hitler ve Goebbels de dahil olmak üzere, bu komplo teorisinin doğru­ luğuna gönülden inanmışlardı. Nazi metinlerinin tamamın­ da "Yahudi basını"nın uluslararası Yahudi tertibini bırakın kınamayı, buna yer bile vermediği gerekçesiyle kınandığını görürüz. ABD'deki 20 1 6 başkanlık seçimleri de bir dizi komplo teorisi eşliğinde yürütüldü. Bu komplo teorileri Demokratların adayı Hillary Clinton'ın yanı sıra Müslümanların ve mülte­ cilerin de aralarında bulunduğu birçok hedefe yönelmişti. Belki de en acayip teori "Pizzagate " idi. Pizzagate'i yayanlara göre, Clinton'ın seçim kampanyasının başında bulunan john Podesta'nın sızdırılan elektronik postalarında, Washington D.C.'deki bir pizzacı aracılığıyla yürütülen Demokrat kongre üyeleri tarafından istismar edilmek üzere çocuk temin edil­ mesiyle ilgili şifreli mesajlar bulunuyordu. Bu komplo teorisi sosyal medyada dolaşmaya başladıktan sonra onca tuhaflığına rağmen şaşırtıcı şekilde ciddi ölçüde paylaşılarak yayıldı. Clinton ile Demokratlar hakkındaki onlarca tuhaf komplo teorisinden sadece biri olsa da, ulusal çapta muazzam bir ilgi gördü. Bunun sebebi sadece çok ama çok acayip olması değildi; iddiaların yaygınlaşmasında Edgar Maddison Welch isimli Kuzey Carolinalı bir yurttaşın, pizzacının sahiplerinin karşısına çıkıp seks kölelerini kurtarmak amacıyla elinde silahıyla dükkanın kapısına dayanmasının etkisi de büyüktü. Teorinin amacı, hedef aldığı Demokratları son derece ahlaksız eylemlerle ilişkilendirmekti. Connecticut Üniversitesi'nden felsefeci Michael Lynch

FAŞiZM NASIL İŞLER?

"Pizzagate"i, komplo teorilerinin olağan bir malumat olarak görülmesinin istenmediği tezine bir kanıt olarak sunuyor. Lynch diyor ki eğer bir kişi gerçekten de Washington D.C.'deki bir pizzacının Demokrat kongre üyelerine seks kölesi olarak kullanılmak üzere çocuk kaçırıp tedarik ettiğine inanıyorsa, aynen Edgar Maddison Welch gibi davranması kesinlikle ras­ yonel, akla uygun bir iş olacaktır. Oysa " Pizzagate " komplo teorisini yayanlar istisnasız şekilde Welch'i yaptıklarından do­ layı kınamışlardı. Lynch'e göre bu komplo teorisinin olağan, normal bir bilgi veya malumat olarak görülmesi amaçlanma­ mıştı. Komplo teorileri hedef aldıklarını karalıyor, lekeliyor­ lardı ama seslendikleri kitleyi doğru olduklarına inandırmak zorunda değillerdi. Nitekim Pizzagate komplo teorisi de çamur atıp şüphe uyandırmakla yetiniyordu. D onald Trump'ın ana akım siyasetin ilgisini çekmesi, basını, " birtherism" olarak �simlendirilen komplo teorisine sansür uyguladığını iddia ederek eleştirmesiyle gerçekleşmiştir. "Birtherism ", Başkan Obama'nın Kenya'da doğduğuna ve bu yüzden de ABD başkanı seçilme yeterliğine sahip olmadığı inancına verilen isimdir. Trump, 29 Mayıs 2012'de CNN'de kendisiyle röportaj yapan Wolf Blitzer'e çıkışarak, CNN'in meseleyi haberleştirmediğini çünkü Obama'ya çalıştığını söy­ lemişti. Fox News ise Trump'a komplo teorilerini yayabileceği bir mecra sunuyordu. Başkan Trump bu konuda bir istisna teşkil etmiyor: Komplo teorileri faşist siyasetin alametifari­ kalarıdır. Komplo teorileri, bu teorilerin varlığını görmezden gelenlere saldırmanın araçlarıdır. Bu teorileri haberleştirmeyeı:ı medya, tam da bu hareketiyle, haberleştirmeyi reddettiği komplonun taraftarı ve parçası olur. Komplo teorileri gerçeklik algılarını etkileme gücüne sahip olmakla kalmaz, ayrıca gerçek olayların gidişatını da belir­ leyebilirler. Polonya'nın iktidardaki aşırı sağcı partisi PiS, toplumsal muhafazakarlığı ve liberal demokratik kurumla­ ra düşmanlığıyla tanınır. Fakat Polonya'da yaşamayanların dikkatini o kadar çekmeyen bir husus, Donald Trump'ı önce 68

GERÇEKLiKTEN KOPUŞ

ana akım ABD siyasetine ve sonunda da başkanlığa taşıyan " birtherism" teorisi kadar acayip komplo teorileri sayesinde PiS'in iktidara gelmiş olmasıdır. 1 0 Nisan 2 0 1 0 günü, Polonya Devlet Başkanı Lech Kaczyiiski ve eşi ile Polonya Silahlı Kuvvetleri ·Genelkurmay Başkanını, Merkez Bankası Başkanını ve Polonya siyasetin­ den üst düzey isimleri taşıyan uçak, Rusya'daki Smolensk Havalimanı 'na inmeye çalışırken ormanlık alana düşmüştü. Uçaktaki heyet, Sovyet gizli polisinin 20.000'den fazla Polon­ ya güvenlik görevlisini öldürdüğü Katin [Ormanı] Katliamı anısına düzenlenen anma toplantısına katılacaktı. Uçağın düşüşü Polonya için milli bir trajedi anlamına geliyordu. Rusya'da ve Polonya'da uçağın düşme sebebini araştırmak üzere kurulan komisyonlar, eldeki uçuş kabini ses kayıtları çerçevesinde, kusurun pilotta olduğuna kanaat getirdi. Ne var ki kazanın hemen ardından, PiS mensubu önde gelen siyasetçiler Rusya ve Polonya araştırma komisyonlarının kazayla ilgili resmi raporlarını sorgulamaya başladılar. PiS'in kazadan sonraki stratejisi Polonya'nın ılımlı hükümetinin Rus devletiyle işbirliği yapıp uçağı düşürdüğü ve olayın üstünü örttüğü şüphesini uyandırmaktı. PiS'le bağlantılı isimler ka­ zayla ilgili belki 20 farklı komplo .teorisini hemen dola.Şıma soktular. Ana akım basın, " Smolensk Tarikatı " olarak adlan­ dırdığı komplo teorisyenlerini ülkeyi ikiye bölmekle suçladı. Bu komplo teorilerinin mucitleri ise daha sonra aynı nitelemeyi peşin hükümlü ve önyargılı addettikleri basını karalamak için kullanacaklardı. PiS'in nihayetinde parlamento seçimlerinde kazandığı başarının kaynağı, bu komplo teorilerini ülkenin en önemli demokratik kurumlarına, hükümete ve basına duyulan güveni azaltmak için kullanması oldu. Faşist siyasetçiler "liberal medya"yı, deli saçması aşırı sağcı komplo teorilerine yer vermediği gerekçesiyle sansür uygu­ lamakla suçladılar. Böylece liberal demokratik kurumların üstündeki şaşaalı cilanın hain eylemleri örtbas ettiğini ima ediyorlardı. Bu itibarla komplo teorileri toplumun paranoya

FAŞiZM NASIL lşLl!R?

uyandırmaya en müsait unsurlarına oynarlar. ABD söz konusu olduğunda bu unsurlar yabancılar ile İslam' dır; Macaristan'da ve Polonya' da bu, Yahudi ve komünizm karşıtlığıdır. Komplo teorilerinin amacı güvensizlik ve paranoya yaratıp "liberal" medyanın sansüre tabi tutulması veya toptan kapatılması ve " devlet düşmanları "nın hapsedilmesi gibi sert tedbirleri haklı çıkarmaktır. George Soros, Macar Yahudisi kökenli Amerikalı milyar­ der bir hayırseverdir. Soros'un yardım kuruluşu Açık Toplum Vakfı, kendi vatanı Macaristan da dahil olmak üzere 100'den fazla ülkede uzun süredir demokrasi inşa etmeye yönelik te­ şebbüslerde bulunuyor. Macaristan'da bu destek sonucunda ülkenin en önemli üniversitesi olan Orta Avrupa Üniversitesi de kuruldu. 201 7'de Macaristan başbakanı Viktor Orhan, Macaristan'ı Hıristiyan olmayan göçmenlerle doldurmayı amaçlayan bir "Soros Planı"nın varlığırı.dan bahsetti. Bu plan başarıya ulaşırsa ülkenin Hıristiyan kimliği silinip gidecek­ ti. Orhan hükümeti George Soros'a ve onun sözde planına karşı bir kampanya başlattı. Kampanyada Soros'u hedef alan afişler ve televizyon reklamları birçok kişi tarafından ciddi oranda Yahudi karşıtı olarak görüldü. Yahudi yatırımcının Macaristan'ı Hıristiyan olmayan göçmenlerle doldurmak gibi bir planının olup olmadığına dair elbette hiçbir kanıt yoktu ama ana akım medyada buna dair bir kanıtın bulunmaması Orhan hükümeti tarafından bu kez de Soros'un medya üze­ rindeki hakimiyetinin bir kanıtı olarak görüldü. Oysa bu vakada gerçekliği çarpıtan Orban'ın ta kendisiydi. 20. yüzyılın totalitarizm hakkındaki belki de en önemli teorisyeni olan Hannah Arendt, antidemokratik siyasette komplo teorilerinin taşıdığı öneme dair en açık uyarıyı yap­ mıştır. Totalitarizmin Kaynakları'nda, şöyle der: Böylesi gizemlilik, konu seçiminin ilk ölçütü haline geldi. . . . Bu türden propagandanın etkili oluşu modern kitlelerin belli başlı niteliklerinden bir tanesini ortaya çıkarmaktadır. Kitle­ ler, görünen hiçbir şeye, kendi öz deneyimlerinin gerçekliğine

GERÇEKLiKTEN KOPUŞ

bile inanmazlar; kendi gözlerine, kulaklarına güvenmeyerek, bir anda kendi başına evrensel ve tutarlı olan herhangi bir şeyin peşine takılarak, yalnızca kendi imgelemlerine saygı duyarlar. Kitleleri ikna eden şey, olgular, hatta uydurma olgular da değildir, yalnızca, bu olguların parçaları oldukları düşünülen sistemin tutarlılığıdır . . . . Tekrarlama yöntemi, sırf kitleleri zaman içinde tutarlılığa inandırdığı için önemlidir. 1

Teorinin yanlış olduğunun ispatlanabiliyor olması, komplo teorilerinin seslendiği kitlenin kendi deneyimlerini bir kenara bırakmaya hazır olması yüzünden çoğunlukla bir önem taşı­ maz. Teksas'ta Haziran 201 7'de vali Greg Abbot'ın imzasıyla yürürlüğe giren ve "Amerikan Mahkemeleri İçin Amerikan Yasaları" olarak da bilinen yasa [Texas House Bill 45] Müs­ lümanların Şeriat hukukunu eyalete getirmelerini engellemeyi amaçlıyordu. Müslümanların sinsice Teksas'ı bir İslam dev­ letine dönüştürmeye çalışmaları kesinlikle ihtimal dahilinde değil, tıpkı B a şka n Obama'nın, ABD'yi yıkmak için Hıristiyan kisvesine bürünmüş gizli bir Müslüman olmasının ihtimal dahilinde olmadığı gibi. Böyle olmasın rağmen bu komplo teo­ rileri ne yazık ki sonuç doğuruyorlar çünkü algılanan tehditler karşısında duyulan hınç veya yabancı düşmanlığı kaynaklı korku gibi normalde irrasyonel olan hislere birtakım basit açıklamalar sunuyorlar. Başkan Obama'nın ABD'yi yıkmak için Hıristiyan kılığına bürünmüş gizli bir Müslüman olduğu düşüncesi, beyazların, onun başkanlığa yükselişi vesilesiyle hissettikleri irrasyonel korkuya rasyonel bir hava katıyor. Müslümap.ların gizliden gizliye Teksas'a Şeriat hukukunu getirmeye çalıştıkları fikri, dinsel milliyetçilerin yaydığı Müslüman karşıtı yabancı düşmanlığı ile dünyanın öbür ucunda işlenen terör saldırılarını içeren IŞİD propaganda videolarının bir araya gelerek yol açtığı korku hissini rasyonel hale geti­ riyor. Halk irrasyonel korku ve hınç söz konusu olduğunda 1

·

Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism (New York: Harcourt, Brace, 1973 ), 351 [Türkçesi: Totalitarizmin Kaynakları - Totalitarizm, çev. İsmail Serin, İletişim Yayınları, 201 8 , 1 09-1 10.].

71

FAŞİZM NASIL iŞLER?

komplo teorileriyle düşünmenin konforuna bir kez alışınca, siyasi müzakerede aklın rehberliği de sona eriveriyor. •••

Faşist siyaset etrafa çılgın komplo teorilerinin yayılmasından nemalanır. İyi de, liberal demokrasinin kamusal alanında akıl her zaman galip geliyorsa bu nasıl mümkün oluyor? Fikirler pazarında nihayetinde hakikatin zafer borusu ça­ lınacaksa, liberal demokrasinin en yanlış ve tuhaf olanları da dahil olmak üzere bütün ihtimallerin dolaşıma girmesini desteklemesi gerekmez mi? Felsefede ifade özgürlüğünün belki de en meşhur savu­ nusunu, 1 859 tarihli Hürriyet Üzerine [On Liberty] başlıklı eserinde John Stuart Mill dile getirmişti . .''Düşünce ve Tartış­ ma Özgürlüğü Üzerine" başlıklı ikinci bölümde Mill, hatalı bile olsa herhangi bir fikrin susturulmasının yanlış olduğunu gösterir. Hatalı bir fikrin susturulması yanlıştır çünkü bilgi sadece " [doğrunun/hakikatin] yanlışla çarpışması "ndan do­ ğar. Başka bir deyişle, doğru inancın bilgi haline gelmesi için tartışma, uzlaşmazlık ve münakaşa çarpışmasından galibiyetle çıkması gerekir. Mill'e göre bilgi, yalnızca karşıt fikirlerle müzakerenin sonucunda ortaya çıkar ve böyle bir müzakere ya kanlı can­ lı muhalifler arasında yahut bir iç diyalog vasıtasıyla ger­ çekleşmelidir. Böyle bir süreç olmadan doğru bir inanç dahi "önyargı " dan ibaret kalacaktır. Her türlü söze, konuşmaya, ifadeye, bunlar hatalı iddialar ve komplo teorileri olsalar bile izin vermemiz gerekir çünkü ancak bu yolla bilgiye ulaşmak için bir şansımız olabilir. Birçok insan Mill'in Hürriyet Üzerine'deki " fikirler pazarı " nı, belki haklı belki haksız bir şekilde, eğer kendi başına bırakılırsa önyargıyı ve hatayı sürüp çıkaracak ve bilgi üretecek bir alanla ilişkilendirir. Fakat "fikirler pazarı" kavramı, tıpkı genel bir serbest pazar gibi, tüketicilere dair ütopyacı bir anlayış üzerine kuruludur. Fikirler pazarı eğreti­ lemesinin ardındaki ütopyacı varsayım, karşılıklı konuşmanın

GERÇEKLllCTEN KOPUŞ

sebeplerin ve gerekçelerin alışverişiyle işlediği, taraflardan birinin kendi gerekçelerini sunduğu, bu gerekçelere karşılık olarak muarızının da kendi gerekçelerini verdiği ve en sonunda hakikatin ortaya çıktığıdır. Halbuki karşılıklı konuşma sadece bilgiyi veya malumatı karşı tarafa aktarma amacını taşımaz, farklı bakış açılarının engellenmesi, korku yaratılması, önyargı oluşturulması amacıyla da kullanılır. Filozof Ernst Cassirer 1 946'da, faşist siyasetin Almanca üzerinde yarattığı değişimler hakkında konuşurken şöyle demişti: Günümüzün siyasi mitlerini ve nasıl kullanıldıklarını ince­ lersek, sadece etik değerlerimizin değiştirildiğini değil aynı zamanda insan dilinin dönüştürüldüğünü de Ş aşkınlıkla fark ederiz . . . . Yeni kelimeler uyduruldu, hatta eski kelimeler yeni anlamlarda kullanılmaya başladı ve anlamlarında köklü değişimler meydana geldi. Anlamdaki bu değişim, eskiden betimleyici, mantıksal veya semantik bir tarzda kullanılan bu kelimelerin artık belli sonuçlar doğurmayı ve belli bazı duyguları kışkırtmayı hedefleyen sihirli kelimeler olarak kul­ lanılmasından kaynaklanıyor. Olağan gündelik kelimelerimiz anlamlarla yüklüdür, oysa bu yeni moda kelimeler hislerle ve şiddet dolu tutkularla yüklü. 2

"Fikirleri pazarı" lehine ortaya konan argüman, kelimele­ rin sadece " betimsel, mantıksal veya semantik anlamlarıyla " kullanıldığını varsayar. Fakat siyasette, en canlı şekliyle de faşist siyasette dil sadece ya da belki asıl olarak, bilgi ve malu­ mat aktarmak için değil, duyguları uyandırmak için kullanılır. İfade özgürlüğünün modelini teşkil etmek üzere "fikirler pazarı" düşüncesine dayanan argüman ancak toplumun, aklın irrasyonel düşünce ve önyargıların gücünden daha kuvvetli olduğu yönünde bir temayül gösterdiği takdirde işler. Eğer bölünmüş bir toplum varsa, bu durumda demagoji ustası

2

Ernst Cassirer, "The Technique of the Modern Political Myths," The Myth of the State, böl. 18 (New Haven: Yale University Press, 1 946) [Tıirkçesi: Devlet Efsanesi, çev. Necla Arat, Say Yayınları, 2005] .

73

FAŞİZM NASIL İŞLER?

·

74

siyasetçinin dili korku tohumları atarak, önyargıları güçlen­ c;lirerek ve nefret nesnesi haline gelmiş grubun üyelerine karşı intikam çağrısında bulunarak bu bölünmüşlüğü istismar ede­ bilir. Böyle bir retoriğe akılla karşılık vermeye çalışmak, size doğrultulmuş bir tabancayı rulo haline getirilmiş bir gazete parçasıyla savuşturmaya çalışmaya benzer. Mill bilginin ve ancak bilginin tutkulu muhalifler arasın­ daki tartışmalardan doğacağını düşünür gibidir. Mill'e göre böyle bir süreç önyargıyı ortadan kaldıracaktır. Bu durumda Mill'in " Daha Fazla Sor" sloganını kullanan Rus televizyon kanalı RT'yi pek beğeneceğini söyleyebiliriz. Mill haklıysa, mümkün olan en geniş haliyle Neonazilerden solculara kadar uzanan siyasi yelpazenin her yerinden farklı seslere yer veren RT, bilginin üretilmesi için model teşkil eden bir kaynak ol­ malıdır. Oysa RT'nin stratejisi bilginin üretilmesi için tasar­ lanmamıştı. Aksine, bir propaganda tekniği söz konusuydu; amaç, temel demokratik kurumlara güveni azaltmaktı. Bu uygulamada, nesnel doğruluk bir kakofoni içerisinde boğu­ lup gider. RT'nin yayın politikasının ve ABD de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki komplo teorisi üreten web sitelerinin sonucu, demokratik müzakere için gerekli olan müşterek gerçekliğin istikrarsız hale gelmesidir. Peki, Mill nerede hata yapmıştı ? Herhangi bir anlaşmazlık durumu, anlaşmazlığın tarafla­ rının dünya hakkında bir grup ortak temel varsayıma sahip olmasını gerektirir. Bir düelloda bile tarafların kurallar hak­ kında anlaşmış olmaları gerekir. Başkan Obama'nın sosyal güvenlik programının iyi bir politika olup olmadığı husu­ sunda anlaşamıyor olabiliriz. Fakat siz Başkan Obama'nın ABD'yi yıkmaya çalışan gizli bir Müslüman casus olduğundan şüphelenirken ben böyle bir şeyden şüphe duymuyorsam verimli bir tartışma yürütmemiz de mümkün olmaz. Artık Obama'nın sosyal güvenlik politikasının artıları ve eksileri üzerine değil, güttüğü politikaların hepsinin birden gizli amaç-

GERÇEKLiKTEN KOPUŞ

ları olan antidemokratik bir gündemi gizleyip gizlemediğini konuşuyoruzdur. Rusya'nın propaganda sorumluları RT'nin güdeceği stra­ tejiyi planlarken çok sayıda fikrin ve gerçekleşme ihtimali son derecede düşük iddiaların oluşturduğu kakofoni sayesinde, dünya hakkında verimli bir soruşturmayı olanaklı kılan en temel varsayımların tahrip edilebileceğini fark etmişlerdi. Eğer bir kişi, iklim değişikliği hakkında konuşan bilim insanlarının eşcinsellik yanlısı gizli bir gündemi olduğundan kuşkulanırsa (mesela Evanjelik medya önderi Tony Perkins 29 Ekim 2014'te Washington Watch adlı radyo programında böyle bir şey ima etmişti3}, onun iklim politikaları hakkında ilkeli, akla dayanan bir tartışma yürütmesi de hayli zor olacaktır. Her fikrin kamusal alanda kendine yer bulmasına izin vermek ve bu fikirler üzerinde uzun uzadıya durmak, bırakın müzakere yoluyla bilgi ortaya çıkarabilecek bir süreci yaratmayı, böyle bir sürecin olanağını bile ortadan kaldırır. Liberal demokraside sorumluluk duygu­ suyla hareket eden medya, böyle bir tehdit karşısında doğruları bildirmeye çalışmalı, ne kadar f�ntastik olursa olsun, sırf birileri öne sürüyor diye olanaklı her türlü teoriyi sunmanın ayartısına direnmelidir. •••

Komplo teorileri siyasette geçer akçe haline gelir, ana akım medya ve eğitim kurumları itibarsızlaşırsa yurttaşlar artık de­ mokratik müzakerenin zemini olarak iş görebilecek ortak bir gerçekliğe sahip olmazlar. Böy�e bir durumda yurttaşların pe­ şinden gidebilecekleri, doğruluk veya güvenilirlik haricinde işaretler aramaktan başka çareleri kalmaz. Böyle olunca, bütün dünyada gördüğümüz gibi, insanlar siyaseti bir yandan kişisel hınçlarını yöneltebilecekleri bir tür kabile kimliği olarak, diğer yandansa eğlencesine ilgilendikleri bir alan olarak görürler. Haber programlarını spor olayları işgal ettiğinde büyük adam belli bir popülarite kazanır. Faşist siyaset, haberleri bilgi ve 3

Bkz. Brian Tashman, "Tony Perkins: Gay Rights Part of Population Control Agenda", Right Wing Watch, 30 Ekim 2014.

75

FAŞiZM NASIL iŞLER?

malumatın ve ilkeli, akla dayalı tartışmanın mecrası olmaktan çıkarır ve büyük adamın yıldız olduğu bir sahneye dönüştürür. Gördüğümüz üzere faşist siyaset basına ve üniversitelere yönelik güveni yıkmaya çalışmaktadır. Fakat sağlıklı bir de­ mokratik toplumun bilgi ve malumat alanı sadece demokratik kurumlardan ibaret değildir. Etrafa genel bir şüphe ve endişe yayılması yurttaşlar arasındaki karşılıklı saygı bağlarını çözer, onları sadece kurumlara değil birbirine de karşı bir güvensiz­ lik batağına saplayıp bırakır. Faşist siyaset sağlıklı bir liberal demokrasinin temelini teşkil eden, yurttaşlar arasındaki kar­ şılıklı saygı bağlarını yıkıp onların yerine nihayetinde tek bir isme, öndere duyulan güveni koymak ister. Faşist siyasetin en başarılı olduğu an, önderin takipçileri tarafından tek güvenilir makam ve isim olarak görüldüğü andır. ABD' deki 20 1 6 başkanlık seçimlerinde Donald Trump hem tekrar tekrar ve açıkça yalan söyledi hem de nesillerdir kutsal addedilen liberal normlarla alay etti. ABD'deki ana akım medya bir görev bilinciyle onun birçok yalanını haberleştirdi. Rakibi Hillary Clinton ise eşit saygıya dayalı liberal normları takip etti; bir seferinde rakibinin bir kısım destekçilerine "çer­ çöp" diyerek bu normları ihlal etmiş olması ise tekrar tekrar yüzüne vuruldu. Ama her defasında Amerikalılar Trump'ı daha sahici, daha samimi bir aday olarak gördüler. Kamusal tartışmalarda dile getirmenin uygun olmadığı düşünülen sar­ sıcı his ve düşünceleri seslendiren Trump'ın ne düşünüyorsa onu söylediği kabul edildi. Klasik bir demagog tavrı sergileyen bir siyasetçinin açıkça sahtekar olmasına rağmen daha samimi kabul edilebileceğini de böylece görmüş olduk. Bu türden bir siyasete imkan sağlayan koşullar, bir de­ mokrasi dahilinde ancak belli şartlar söz konusu olduğunda ortaya çıkabilir. 4 Propaganda amacıyla anlamın eğilip bü­ külmesinin başka bir türünde siyasetçiler herkesin iyiliğinin temsilcisi oldukları mesajını iletmek için açıkça ortak iyiye 4

Bkz. Oliver Hahl, Minjae Kim ve Ezra Zuckerman, "The Authentic Appeal of the Lying Demagogue," American Sociological Review, Şubat 201 8 .

GERÇEKLiKTEN KOPUŞ

saldırırlar. Bu kafa karıştırıcı durumun nasıl mümkün oldu­ ğunu görmek için, yakın tarihte bu tip koşulların görüldüğü ABD siyasetine bakılabilir. 10 numaralı Federalist Yazı'da james Madison, ABD'nin bir temsili demokrasi olması ve demokratik değerleri en iyi temsil eden liderleri seçmeye çalışması gerektiğini söylemişti. Nitekim bir seçim kampanyasının, başkan adayının, yurttaşların ortak menfaatlerine gönülden bağlı olduğunu göstermeye çalıştığını göstermesi beklenir. Temsili demokrasinin sağlaması gereken korumal�rı aşındıran iki faktör bulunuyor. Birincisi, adayla­ rın başkanlık makamı için yarışabilmek için ciddi ölçüde para bulmaları gerekiyor. (Hatta ABD Yüksek Mahkemesinin 2010 yılında verdiği Birleşik Yurttaşlar kararından sonra çok daha fazla para bulmaları gerekiyor. ) Böyle olunca da büyük bağış­ çılarının veya finansörlerinin menfaatlerini temsil ediyorlar. Ne var ki ortada bir demokrasi olduğundan, aynı zamanda herkesin menfaatini temsil ettiklerini de göstermeleri gerekiyor. Kendi seçim kampanyalarını fonlayan çokuluslu şirketlerin yüksek menfaatlerine milletin de ortak menfaatiymiş gibi yaklaşmaları gerekiyor. İkincisi, bazı seçmenler demokratik değerleri sahiplenmi­ yorlar. Oysa siyasetçiler onlara da mürac.aat etmek zorundalar. Büyük eşitsizlikler söz konusu olduğunda, sorun ağırlaşıyor. Bazı seçmenler, kendi din, ırk, cinsiyet veya doğumla sahip ol� dukları konumun lehine bir sistemi daha cazip buluyorlar. Tat­ min edilmemiş beklentilerin yarattığı hınç, baskın geleneklerin parçası olmayan azınlık gruplarına yönelebiliyor. Bu grupların yararlandığı olanaklar, demagog siyasetçiler tarafından tıpkı sıfır toplamlı bir oyunda olduğu gibi, çoğunluğu oluşturan gruptan gasp edilen olanaklar olarak sunuluyor. Bazı seçmen­ ler, havada kalan umutlarının sorumlusu olarak ekonomik seçkinlerin yapıp ettiklerini değil, işte bu grupları görüyor. Adayların bu seçmenleri demokratik değerleri çiğnemeden cezbetmesi gerekiyor. Böyle olunca da birçok siyasetçi, mevcut hıncı istismar ederken, tıpkı Cumhuriyetçi Parti'nin " Güney stratejisi"nde olduğu gibi, muhalif grupların perspektiflerini ·

77

FAŞiZM NASIL İŞLER?

görmezden gelme suçlamasından kurtulabilmek için şifreli bir dil kullanıyor. Pek meşhur Cumhuriyetçi siyaset stratejisti, daha sonra Reagan'ın Beyaz Sarayı'nda danışmanlık yapan Lee Atwater (sonra da George H.W. Bush'un 1 9 8 8 'deki zafe­ rinde seçim kampanyası amiri olmuştur) , siyaset bilimci Ale­ xander Lamis'e 1 9 8 1 'de verdiği bir röportajda, ırkçı saiklerin zaman içerisinde daha az belirgin hale getirilmesini anlatır: 1 9 6 8 'de ABD'de " nigger" diyemezdiniz, derseniz geri te­ perdi, zarar görürdünüz. Siz de zorunlu otobüs uygulaması, eyaletlerin hakları filan diyerek soyut şekilde konuşurdunuz. Şimdi ise vergileri azaltmaktan bahsediyorsunuz, konuştuğu­ nuz her şey tamamen ekonomik konular hakkında arpa bir bakıyorsunuz siyahlar beyazlardan daha fazla incinmiş . . . 5 Bu tip taktikler sır değil ve birçok sebepten ötürü ABD siyaseti pek çok seçmene hiç samimi gelmez. Hatta illallah etmişlerdir siyasetten; ilkeli, dürüst siyasetçileri dört gözle beklemektedirler. Siyasetçilerin özü sözü bir olsun isterler. Nihayet, ortak bir değerler kümesinin yokluğunda bile böyle adayları beklemeye devam edecekler. Fakat nasıl oluyor da siyasetçiler ikiyüzlü olmadıkları izlenimini veriyorlar, özellikle de seçmenler hem hakiki hem de uydurma sebeplerle ikiyüzlülüğe karşı şerbetli olmalarına rağmen? Adayların ikiyüzlülüğe karşı mevcut o yaygın tiksintiyle başa çıkabilmesinin bir yolu, kendilerini demokratik değer­ lerin en büyük savunucusu gibi göstermektir. Teoride, bu tip adayların, demokratik bir kültürde en fazla rağbet gören adaylar olması gerekir. Fakat bazı siyasi iklimler söz konu­ su olduğunda bu hiç de sonuç verecekmiş gibi görünen bir strateji değildir. Genel bir güvensizlik ikliminin hakim oldu­ ğu bir çevrede kişinin kendini hakikaten ortak menfaatlerin temsilcisi olarak sunması zordur. Böyle bir görüntü vermek, ırk veya cinsiyet eşitliği gibi demokratik değerleri reddeden,

5

https://www.thenation.com/article/exclusive-lee -atwaters - infamous - 1 9 8 1 -interview -southern -strategy/.

GERÇEKLiKTEN KOPUŞ

hatta eşitsizliklerin var olduğunu bile reddeden seçmenleri cezbetmez. Bunun yanında elbette demokratik değerleri en iyi kendilerinin savunduğunu iddia eden adaylar arasındaki rekabete seçmenler arasında da ciddi bir rekabet eşlik eder. Fakat bir siyasetçinin, diğer adaylara üstün gelebilmek için aynı stratejiyi gütmek zorunda kalmadan samimi bir görüntü vermesinin bir yolu vardır: özür dilemenin, savunmaya geçme­ nin hiçbir emaresi olmadan ayrılığın ve çatışmanın tarafında olmak. Böyle bir aday açıkça Müslümanlara ve ateistlere karşı Hıristiyanların, göçmenlere karşı Amerikalıların, siyahlara karşı beyazların veya yoksullara karşı zenginlerin yanında yer alabilir. Pişkin yalanlar söyleyebilir. Kısacası, değerli addedi­ len siyasi değerleri alenen ve hiç dolandırmadan reddetmek suretiyle sahicilik izlenimi uyandırabilir. Bu tip siyasetçiler hem gerçekten ikiyüzlülüğün bulun­ duğu hem de ikiyüzlülüğün etrafını sardığı düşünülen siyasi kültürde nefes almak için ihtiyaç duyulan taze hava yerine geçerler. Hele bir de oylarına talip oldukları seçmenlerin uzak durduğu grupları hedef almak suretiyle kendilerine atfettikleri sahiciliği kanıtlayabilirlerse çok daha büyük bir etki yaratırlar. Demokratik değerlerin bu şekilde açıkça reddedilmesi, siyasi bir cesaret olarak, bir sahicilik belirtisi olarak görülecektir. Platon'un, demokrasinin getirdiği özgürlükleri, bu özgürlük­ leri gerçekliği paramparça edip yerine kendilerini geçirmek için kullanacak marifetli demagogların ortaya çıkmasına izin vermek diye değerlendirmesinde haklılık payı bulunuyor. Platon ve Aristoteles'in konu hakkında yazmalarından beri siyaset teorisyenleri demokrasinin eşitsizlikle zehirlenmiş topraklarda yeşeremeyeceğini çok iyi biliyorlar. Mesele sadece, değinilen bölünmüşlüklerden beslenen hıncın demagoglar için cazip hedefler olmasından ibaret değil. Daha önemli olan, köklü bir eşitsizliğin, sağlıklı bir liberal demokrasi için gerekli olan müşterek gerçeklik için ölümcül bir tehlike arz etmesidir. Bu eşitsizliklerden menfaat sağlayanlar genellikle imtiyazlı hallerinin rastlantısal olduğunu görmelerini engel­ leyen belli birtakım yanılsamaların etkisindedirler. Özellikle 79

FAŞiZM NASIL İŞLER?

de eşitsizliklerin çok büyük olduğu dönemlerde bu yanılsa­ malar yayılmaya meyillidir. Hangi diktatör, hangi kral ya da hangi imparator tanrılar tarafından bu rol için seçildiğini düşünmemiştir ki! Hangi sömürgeci güç etnik, dinsel, kültürel veya yaşam tarzı bakımından üstünlük yanılsamasına kapılıp bunların yayılmacı emeller ve işgaller için haklı bir gerekçe oluşturduğunu düşünmemiştir ki ? Amerika'daki İç Savaş'tan sonra Güney' de beyazlar köleliğin tam da köleler için büyük bir lütuf olduğunu düşünüyorlardı. Güneyli çiftlik sahiplerinin kaçmaya veya isyan etmeye yeltenen kölelere karşı göster­ dikleri acımasız tutum, kısmen bu tip hareketlerin küstahlık olduğuna dair sarsılmaz inançlarından kaynaklanıyordu. Aşırı ekonomik eşitsizlik de liberal demokrasiyi zehirleyici bir etkiye sahiptir çünkü ekonomik eşitsizlik gerçekliği ör­ ten yanılsamaları besler ve toplumdaki ayrılıkları gidermeyi amaçlayan ortak akıl yürütme ve müzakere etme olanakla­ rını ortadan kaldırır. Mevcut büyük eşitsizliklerden menfaat sağlayanlar, sahip oldukları imtiyazı çalışarak hak ettiklerini düşünmeye teşnedirler. Bu öyle bir yanılsamadır ki bu insanlar gerçekliği olduğu gibi göremezler. İlgili hiyerarşilerden hiçbir menfaati olamayacağı açık olanlar bile işin böyle olduğuna inandırılmış olabilirler. Böylece, ırkçılığın kullanılması saye­ sinde ABD'deki yoksul beyaz yurttaşlar bir şekilde aynı ten rengine sahip oldukları aşırı zengin beyazlar için vergi indirimi sağlanmasını destekleme tuzağına düşürülürler. Liberal eşitlik farklı güç ve zenginlik seviyelerinde bulu­ nanların yine de eşit değere sahipmiş gibi görülmesi anlamına gelir. Liberal eşitlik, tanımı itibarıyla ekonomik eşitsizlikle uyumlu olmak zorundadır. Ama yine de ekonomik eşitsizlik ciddi bir ölçüye ulaştığında onu ayakta tutmak için gerekli olan efsaneler liberal eşitliği de tehdit edecektir. Büyük maddi eşitsizlik koşulları içerisinde ortaya çıkan efsaneler kamusal tartışma için gerekli olan ortak hakemin, yani dünyanın gözardı edilmesini meşrulaştırırlar. Faşist si­ yaset gerçekliği tümüyle ortadan kaldırabilmek için liberal eşitlik idealinin yerine tam tersini, yani hiyerarşiyi koyar. 80

5

HiYERARŞİ

İnsanların kaderleri eşit değildir. İnsanlar sağlık, zengin­ lik veya toplumsal statüye sahip olmak ya da olmamak bakımından birbirinden farklıdır. Basit bir gözlem bile bu tip durumların her birinde daha avantajlı olan kendi ko­ numunu bir şekilde "meşru " , sahip olduğu avantajın "hak edilmiş" olduğunu düşünme, dezavantaj lı olan ise bu duru­ ma kendi "k1:1suru"yla geldiğini görme ihtiyacı hissettiğini gösterecektir. Farklılığın tümüyle tesadüfi sebeplerden kay­ naklandığı aşikar bile olsa bu durum değişmez. Max Weber,

On Law in Economy and Society ( 1 967),

335.

Liberal yurttaşlığın yani hukuk çerçevesinde eşit olmanın tarihi, genel itibarıyla genişleme eğilimi göstermiştir. Örneğin gitgide tüm ırklardan, dinlerden ve cinsiyetlerden insanları kapsamıştır. Bu husus siyaset felsefesi açısından da geçerlidir. Mesela engellilik_ konusunda yazan teorisyenlerinden etkilenen filozoflar insan onuru kavramını çoğu durumda siyasi yar­ gıgücü kabiliyetini kullanamayanları da kapsayacak şekilde genişletmişlerdir. 2 1 . yüzyılda çoğu liberal düşünür evrensel insan statüsünün ve onurunun geniş bir şekilde tanınmasını öngörmüŞ; fiziksel acıyı hissetme, duygulara sahip olma ve çeşitli şekillerde özdeşlik ve empati ifade etme kabiliyetini bu kapsamda değerlendirmiştir. Buna karşılık faşist ideolojiye göre doğa, güç ve baskınlık bakımından, liberal demokratik teorinin temel kabul ettiği saygı görmede eşitlik ilkesiyle tümüyle uyumsuz hiyerarşiler dayatır. Hiyerarşi faşist siyaset tarafından kolaylıkla istismar edi81

FAŞiZM NASIL İŞLER?

lebilecek kitlesel bir yanılsamadır. Sosyal psikolojinin önemli bir dalını teşkil eden· ve Jim Sidanius ve Felicia Pratto tara­ fından ortaya atılan sosyal baskınlık teorisi, "meşrulaştırma efsaneleri" adı vererek bu yanılsamaları inceler. 1 Sosyal bas­ kınlık teorisi'nin son 15 yılına ilişkin 2006 tarihli literatür incelemesinin ilk satırlarında şu iddia yer alıyor: Toplumdaki yönetim biçiminden, toplumun temel inanç sisteminin içeriğinden veya o toplum dahilindeki sosyal ve ekonomik düzenlemelerin karmaşıklığından bağımsız olarak insan toplumları, en azından bir grubun diğer gruplardan daha fazla sosyal statüye ve iktidara sahip olduğu grup temelli toplumsal hiyerarşiler oluşturmaya meyillidirler.2

İşte faşist ideoloj i de insanların hiyerarşik toplumlar kurma eğiliminden faydalanır ve faşist siyasetçiler kendi hiyerarşilerini kesin olgular olarak meşrulaştıran efsaneler sunarlar. Hiyerarşiye ilişkin sunulan en önemli gerekçe bizzat doğanın kendisidir. Faşiste göre eşitlik ilkesi doğal huku­ kun inkarı anlamına gelir çünkü doğal hukuk daha güçlü olanların geleneklerini diğerlerinin geleneklerinin üzerinde tutar. Doğal hukukun erkekleri kadınların önüne koyduğu, seçilmiş milletin mens � plarını diğer grupların üstüne yer­ leştirdiği iddia edilir. Faşist yazılarda sürekli doğaya başvurulur. 2 1 Mart 1 8 6 1 'de, Konfederasyon'un başkan yardı �cısı Alexander H. Stephens, Cornerstone Nutku olarak bilinen bir konuş­ ma yaptı. Burada Stephens, ABD Anayasası'nda öngörülen özgürlük ve eşitlik ilkelerini doğa yasalarının inkarı olmakla suçlamıştı: Yeni hükümetimiz tam da [eşitlik ilkesinin] aksi yön[ün] de bir fikir üzerine bina edilmiŞtir; temelleri, köşe taşları, 1 2

Jim Sidanius ve Felicia Pratto, Social Dominance: An Intergroup Theory ofSocial Hierarchy and Oppression (New York: Cambridge University Press, 1 999. Felicia Pratto, Jim Sidanius ve Shana Levin, "Social Dominance Theory and the Dynamics of Intergroup Relations: Taking Stock and Looking Forward," European Review of Social Psychology 1 7: 1 , 271 -320, s. 271 -72.

HiYERARŞi

zencinin

[negro]

beyaz adama eşit olmadığı şeklindeki büyük

hakikate dayanır; kölelerin üstün ırka tabiyeti, onların doğal ve olağan durumudur.3 Cornerstone Nutku, libera l demokratik ilkelerin doğayla çatışma halinde oldukları gerekçesiyle terk edilmelerini savu­ nan faşist mantığın esasını açıkça ortaya koyuyor. Hatırlıyorum da bir keresinde kuzey eyaletlerinden ciddi bir güç ve imkan sahibi bir beyefendi, Temsilciler Meclisi'nde, biz Güneylilerin en nihayetinde bu kölelik meselesinde boyun eğeceğimizi, tıpkl fizikte ve mekanikte olduğu gibi siyasette de bir ilkeye karşı başarılı bir savaş yürütmenin imkansız olduğunu söylemişti. l lke en nihayetinde baskın çıkacaktı. Köleliği muhafaza etmekle bir ilkeye karşı savaşıyorduk; doğada bulunan bir ilkeye karşı, insanların eşit olduğu il­ kesine karşıydı bu savaş. Ö yle diyordu. Ona şöyle cevap verdim: Onun kendi sunduğu gerekçeye bakılırsa biz en ni­ hayetinde başarılı olacaktık, o ve avenesi ise kurumlarımıza karşı yürüttükleri savaşta öyle ya da böyle kaybedeceklerdi. Hakikaten, tıpkı fizikte ve mekanikte olduğu gibi siyasette de bir ilkeye karşı başarılı bir savaş yürütmek imkansızdı, bunu kabul ettim; ama şunu da dedim, ilkeye karşı gelenler sen ve yardakçılarındır. Çünkü Yaradan'ın eşit yaratmadıklarını eşit kılmaya çalışıyorsunuz. Konfederasyon, dedi Stephens, doğanın yasalarıyla " sıkı sıkıya uyum l a ilkeler üzerin de teme llenmiştir" , bu i l ke l e r " yeni binamızın gerçek 'köşe taşları ' d ır " . Stephens, ırksa r seviye fark l ı l ığından kaynakl anan eşitsizl iği inkar edenl eri " hakikatin ebedi ilkeleri " ni reddeden " fanatikler" olmakla suçlar. Nitekim Konfederasyon, tıpkı Hitler'in Reich'ı gibi, " doğadaki aristokratik ilke "yi, ırksal hiyerarşi ilkesini sa­ vunmak üzere kurulmuştu. Üniversite l erde, zeka ve şiddete yatkınlık gibi konular­ da ırklar arasında genetik farklılıklar o l duğuna dair " ilke l i/ 3

http://teachingamericanhistory.org/library/document/cornerstone-speech/.

FAŞiZM NASIL İŞLER?

akıl temelli tartışma " yapmaya yönelik çağrılarda bulunan güçlü sesler varlığını devam ettiriyor ve biz bu çağrılarda Stephens'ın köleliği kaldırmak isteyenleri ırksal eşitlik yönün­ deki katı inançları sebebiyle irrasyonel " fanatikler" olmakla suçlamasının net bir yankısını duyuyoruz. Gavin Evans, The Guardian'da 20 1 8 Mart'ında yayımlanan "Irk Biliminin Hoş Olmayan Yükselişi" başlıklı makalesinde, ırk biliminin, siyaset bilimci Charles Murray ve Harvardlı psikolog Steven Pinker gibi isimler vasıtasıyla ana akım tartışmalara nasıl sızdığını anlatıyor. Evans'a göre 2005 yılında Pinker, " Aşkenaz Ya­ hudilerinin fıtratları itibarıyla zeki oldukları" nı, bu fikrin " ırk biliminin gülümseyen yüzü " olduğu görüşünü yaymaya başladı. Aşkenaz Yahudilerinin fıtratları itibarıyla zeki ol­ dukları iddiası, okurların diğer gruplar hakkında -ve onların " fıtratları itibarıyla zeki olmadıkları" yönünde çıkarımlarda bulunmasına olanak tanıyordu. 2007'de çevrimiçi yayın yapan The Edge 'de Pinker, "politik doğruculuk" un araştırmacıları "tehlikeli fikirler" i çalışmaktan menettiğinden yakınıyordu. Bu tehlikeli fikirler arasında "Kadınlar, ortalamaya vuruldu­ ğunda, erkeklerden daha farklı bir eğilim ve duygu profiline sahip midir ? " , " Aşkenaz Yahudileri, ortalamaya vuruldu­ ğunda, ataları borç para vermede gerekli olan ihtiyatlılık/ açıkgözlülük için seçildiklerinden, diğer milletlerden daha mı zekidirler? " ve "Afrikalı-Amerikalı erkekler, ortalama­ ya vurulduğunda, beyaz .erkeklerden daha yüksek testoste­ ron düzeyine mi sahiptirler? " gibi sorular bulunuyordu. Bu tip yazıların ardında yatan düşünce, eşitsizlik için doğal bir kaynak arayanları, kalbin eğilimi olan eşitliği reddetmeye aklın yönelttiği cesur hakikat arayıcıları olarak sunmaktır. Bu araştırmanın, en iyi ihtimalle şüpheli olduğu kanıtlanmış bulunuyor ama Stephens'ın bir vakıa olarak işaret ettiği eşit­ sizliğin doğal kaynağına yönelik arayış, bir kutsal kasenin peşine düşülmüşçesine devam ediyor. Faşistler değer bakımından söz konusu olan doğal hiye­ rarşilerin bir olgu olarak var olduğunu iddia eder ve bunların

HiYERARŞi

varlığı, eşit ilgi gösterme yükümlülüğünü ortadan kaldırır. Bu türden bir değerlendirmeyi Donald Trump'ın 201 6'daki başkanlık seçimlerindeki birçok beyaz destekçisinin sözlerinde görmek mümkündür. Bu destekçiler ABD hükümetinin sağlık sistemi çerçevesindeki cömertliğinin "hak etmeyen" yararla­ nıcılarından bahsedip durdular ve kastettikleri ·çoğunlukla siyah yurttaşlardı. Trump, başkanlık kampanyası sırasında ABD'lilerin ırklara göre "hak edenler" ile "hak etmeyenler" olarak sıraya sokuldukları uzun bir tarihi istismar etti. Gazeteciler " hak edenler" ile "hak etmeyenler" arasındaki ayrımın gerekçesini göstermeye zorladığında, bu sözcükleri kullanan Amerikalıların ilk başvurduğu terimler ırksal ayrımı yansıtan bir dil yerine "çalışkanlar" ile "tembeller" oldu. Fa­ kat yurttaşlar arasında böyle bir ayrımı gerekçelendirmek pek de mümkün değildi çünkü her şeyden önce, ABD' de ırkçılık, siyahları tarih boyunca tembellikle ilişkilendirmişti. Böyle bir dil her zaman ırksal hiyerarşiye dayan bir ayrımın Şifresi mahiyetinde olagelmişti. İkincisi, bu ayrım bir kafa karışıklığı yaratıp liberal demokrasi anlayışına, değerli olmayı baştan varsayılan bir sıkı çalışma anlayışından hareketle ölçme fikrini sokar. Liberal demokrasi teorisinin en temel ilkelerinden biri olan eşit saygı görme ilkesinin çok çalışmayla kazanılacağını belirten hiçbir şey yoktur. Liberal demokrasinin temelinde yatan düşünce, hepimizin toplumun temel faydalarını eşit derecede hak ettiğimizdir. Kimileri belli insan gruplarının fıtratları itibarıyla zeka ve özdenetim kabiliyeti bakımından birbirinden farklı olduklarını iddia ederken, aynı zamanda herkesin eşit onura sahip oldu­ ğunun kabul edilmesi gerektiğini de söylerler. Gelgelelim tarih, bir yandan sistematik grup farklılıklarına inanırken diğer yandan tüm insanlara eşit muamele edilmesini desteklemenin zorluklarını gösteren bariz örnekler sunmaktadır. W.E.B. Du Bois, 1 920 tarihli "İnsanların Yönetilmesi Üzerine " başlıklı makalesinde, politikaların belirlenmesinde kadınlara eşit söz hakkı tanınmaması hakkında şöyle yazar: 85

FAŞiZM NASIL İŞLER?

[K] adınlar, kadınların tabi konumda olması gerektiğini söy­ leyen teori yüzünden ve kocalarının veya diğer erkeklerin onların menfaatlerini kollayacağı iddia edildiğinden modern demokrasiden dışlandılar. Şimdi açıkça görülüyor ki çoğu koca, baba veya erkek kardeş onların menfaatlerini kendi bildikleri veya gördükleri şekilde gözetecektir . . . . Dışladı­ ğımız bu bilgeliğe ne kadar ihtiyacımız olduğunu görebilmek için tek bakmamız gereken şey, bütün dünyada cinsiyetler arasında mevcut olup tatminkar mahiyette olmayan ilişkiler ile çocukların sorunlarıdır. 4 Bu tip örnekler bilişsel kabiliyetler veya kişinin kendi ey­ lemlerini yönetme kabiliyeti konusunda genetik grup farklı­ lıklarına inanırken aynı anda etik bir değeri sürdürmenin zor olduğunu gösteriyor. Hiç kimse, gerçeklikle çelişmeden, bu türden -örneğin cinsiyetler, ırksal veya etnik gruplar arasın­ da- hiyerarşik farklılıklar olduğuna inanmaya zorlanamaz. Bu tip hiyerarşiler yüzyıllardır dini beyanlarla veya bilimsel araştırmalarla kurulmaya çalışılmışsa da onların varlığına dair ikna edici bir kanıt yoktur. Zeka veya özdenetim kapa­ sitesi bakımından ırksal hiyerarşilerin var olduğunu hararetle savunanlar, aynı zamanda liberal olmayan ahlaki veya siyasi sonuçlara ilgi duymadıklarını reddedenler yanlış yola sapmaya meyillidirler. •••

Değerler bakımından bir hiyerarşi kurma ameliyesi hiç şüphesiz tam da liberal demokrasinin meşruiyet dışına çı­ karmaya çalıştığı türden bir iktidar elde etme ve kullanma aracıdır. Bu hususta, liberal i deallere hem geleneksel soldan hem de geleneksel sağdan yöneltilen eleştiriler vardır. Soldan gelen liberalizm eleştirileri, liberalizmin yapısal ve tarihsel eşitsizlikleri izah edemediğini, liberalizm pratiğinin geçmişten kaynaklanan adaletsizliklere deva olacak çözümler içerme-

4

86

W.E.B. Du Bois, "Of the Ruling of Men," W.E.B. Du Bois, Dark-water (Dover, 1 999).

HiYERARŞi

diğini belirtir. Aynı cenahtan kaynaklanan eleştiriler bunun yanında eşitliğe ve özgürlüğe ilişkin liberal ideallerin baskın grupların iktidarını tahkim etmek üzere kullanılabileceğini iddia eder. Örneğin köklü yapısal adaletsizlikleri telafi etme yollarının, diyelim pozitif ayrımcılık programlarının eşit mu­ ameleye ilişkin liberal idealleri ihlal ettiği iddia edilebilir. Liberalizme sağdan yöneltilen eleştirilerinse başka bir havası vardır. Sağcı eleştirmenler, liberal eşitliğin marjinalleştirilmiş gruplar tarafından baskın grupların ve geleneklerinin imtiyazlı statüsünü ortadan kaldırmak için bir silah olarak kullanıla­ bileceği uyarısında bulunurlar. Liberalizme gerek sağdan gerekse soldan yöneltilen eleş­ tiriler, liberal ideallerin iktidar sahibi olmaktaki farklılıkları göz ardı ettiği olgusuna odaklanırlar. Solcular böyle yapıldığı zaman liberal ideallerin mevcut eşitsizlikleri güçlendirdiğini savunur. Sağcı eleştirmenler ise, liberalizmin iktidar farklılıkla­ rın göz ardı edip baskın grupları haksız ve adaletsiz bir şekilde "iktidarlarını paylaşmak" zorunda bırakmak suretiyle imti­ yazlı konumlarından ettiğini söyler. Bu ikinci türden eleştirinin Hitler'in yazılarında da Siyon Liderlerinin Protokolleri'nde de açıkça bulunabileceğini göreceğiz. Hatırlayacak olursak Protokoller Yahudilerin öncüle­ ri addedilen " Siyon liderleri " tarafından, Yahudi halkının dünyaya hakim olmasını sağlamak üzere yazılmış talimat­ nameler oldukları söylenen sahte belgelerdi. " Muhalifleri liberalizm denen özgürlük düşüncesiyle zehirlemek" gerek­ tiğinden dem vurarak açılıyordu metin. Protokoller'e göre, liberalizm "muhalifler"i (burada Hıristiyanlar kastediliyor) zayıflatıyordu çünkü Hıristiyanların Yahudilere eşit haklar tanımasını sağlıyordu. Hıristiyanlar liberalizmi kabul ederlerse bunun sonucunda diğer dini gruplara eşit saygı gösterecekler ve onları eşit göreceklerdi, bu da onların geleneksel üstün konumunu ortadan kaldıracaktı: Siyasal özgürlük tartışmasız bir olgu değil fikirdir. Otorite mevkiinde bulunan bir başkasını bertaraf etmek kastıyla

FAŞİZM NASIL işi.ER?

kitleleri kendi tarafına çekmek gerekli olduğunda bu fikri bir yem olarak nasıl kullanacağını bilmek önemlidir. Bu görev, karşısında olduğunuz kişinin bizzat kendisi liberalizm denen özgürlük fikrine kapılmış ve bu fikre sadık kalarak iktida­ rının bir kısmını bırakmak niyetinde olduğu takdirde çok daha kolay olacaktır. Teorimizin zaferi tam da buradadır; devletin gevşeyen dizginleri hayatın bir kanunu olarak zaman geçmeden yeni bir el tarafından kavranır çünkü milletin kör kudreti tek bir gün bile rehbersiz kalamaz ve yeni otorite, liberalizmle zayıflatılmış bulunan eski otoritenin işgal ettiği yere çok iyi bir şekilde uyum gösterir.

Protokoller'in varsayılan yazarları,

" Siyasal özgürlük tar­

tışmasız bir olgu değildir, bir fikirdir" ifadeleriyle, Stephens'ın Cornerstone Nutku'ndaki izleği yankılarlar: Siyasal özgürlük, dolayısıyla siyasal eşitlik bir yanılsamadır, doğanın tek bir grubun önde olmasını ve tahakküm kurmasını gerektirmesi nedeniyle olanaksızdır.

Protokoller,

" siyasal özgürlük " veya

" liberalizm" efsanesinin hakim sınıfların mensupları arasında yayılmasını salık verirler. İktidardakiler, " siyasal özgürlük" efsanesini kabul ettiklerinde, o an için eşit statüde olmayanlara eşit statü vereceklerdir. Fakat " hayatın kanunu " yüzünden, doğa tek bir grubun hüküm sürmesini ister, hakim durumda olan Hıristiyanlar Yahudilere bir miktar iktidar verdikten son­ ra, Yahudiler artık bütün bir iktidarı ellerine alabileceklerdir. Faşiste göre eşitlik liberalizmin Truva atıdır. Odysseus'un rolünü oynayabilecek birçok grup vardır: Yahudiler, eşcinsel­ ler, Müslümanlar, beyaz olmayanlar, feministler vs. Liberal eşitlik öğretisini yayan herkes ya enayinin tekidir, " özgürlük düşüncesi illetine kapılmıştır" yahut sadece haince ve esasın­ da liberal olmayan amaçlarla liberalizmin ideallerini yayan millet düşmanlarıdır. Faşist tasarı, hakiki " millet" in mensuplarının statü kaybı endişesini, nefret nesnesi olmuş azınlık gruplarının eşitliğinin tanınması korkusuyla birleştirir. 20. yüzyılın Ku Klux Klan'ları için Yahudiler hep siyahların ırksal eşitliğinin ardındaki güç 88

HiYERARŞi

olarak algılanmıştır: Yahudiler, beyazların saf kanını bulan­ dırmak ve beyaz Hıristiyan etnik devletini yıkmak amacıyla siyahların eşitliğinden nemalanmak istemektedirler. Nazi ideoloğu Alfred Rosenberg'in 1 923 'de Siyon Liderlerinin Protokolleri hakkında bir yorumda yazdığı gibi, " çok iyi bilinmektedir ki her türden Yahudi her allahın günü özgürlük ve barış için savaşırmış gibi yapar; sözcülerinin dudakların­ dan insancıllık ve insanlık aşkı sızar; elbette böylece esasında Yahudilerin menfaatleri savunulmaktadır. " 5 Nazi ideolojisine göre, Yahudiler de hiyerarşinin doğanın bir parçası olduğu konusunda aslında Nazilerle hemfikir olsalar da liberal de­ mokrasinin evrensel ilkelerini bu hiyerarşinin paravanı olarak kullanırlar. Daha önce de gördüğümüz gibi, liberal demok­ rasinin hakiki savunucularını bu idealleri sadece ortadan kaldırmak için savunuyormuş gibi göstermek faşist siyasetin şaşmaz bir özelliğidir. Faşistlere göre, liberaller ve Marksistler (veya " kültürel Marksistler" ) eşitlik ve özgürlük ideallerini savunurlar fakat fikirlerini, en nihayetinde kendi isteğiyle iktidarı onlara teslim edecek hakim grubun üyelerini etkileyecek "mikroplar" ola­ rak yayarlar. Kadınların eşitliği söz konusu olduğunda liberal ideallerin kabulü, faşist efsanenin temelini teşkil eden faziletli ataerkil toplumun tahrip edilmesiyle sonuçlanacaktır. Nitekim Lindbergh'ün Ônce Amerika hareketi, liberal idealleri, milletin "saf kanı "nı göçmenlik vasıtasıyla kirletmekle sonuçlanacağı gerekçesiyle kınıyordu. Günümüzün Rusyası'na ve ABD' deki Hıristiyan sağın büyük bir kısmına geldiğimizdeyse, liberal demokrasinin göçmenliğin meşrulaştırılması, göçmenlerin kitlesel tecavüzlerinin gündeme getirilmesi ve zaten var olduğu kabul edilen " cinsel sapkınlık" günahıyla birlikte eşcinselliğin kabulü anlamına geldiğini görüyoruz.

5

Alfred Rosenberg, "The Protocols of the Elders of Zion and Jewish World Policy," 44-59, Nazi Ideology Before 1 933: A Documentation, ed. Barbara Miller Lane ve Leila J. Rupp (Austin: University of Texas Press, 1978), 55.

FAŞiZM NASIL !şua?

•••

Hiyerarşi, faşist siyasetin işine başka bir şekilde daha yarar: Hiyerarşinin sağladığı menfaatlere alışanlar, liberal eşitliği bir mağduriyet kaynağı olarak gören görüşe kolaylıkla sevk edilebilir. Hiyerarşiden menfaati olanlar kendi üstünlüklerini telkin eden bir efsaneyi kabulleneceklerdir. Bu efsane, toplum­ sal gerçeklik hakkındaki temel vakıaları görünmez kılar. Böyle olunca da hiyerarşinin avantajlı kesimi, liberallerin gündeme getirdiği müsamaha ve kabullenme taleplerine güvensizlikle bakarlar. Onlara göre bu talepler, kendi ellerindeki iktidarın başka gruplarca ele geçirilmesini perdelemektedir. Faşist siya­ set hiyerarşik konumun kaybının sebep olduğu ağırlaştırılmış bir mağduriyet hissinden beslenir. Çöküşe geçmiş imparatorluklar bu kayıp hissi sebebiy­ le, faşist siyasete daha açıktırlar. Bir hiyerarşinin yaratılmış olması imparatorluğun doğasında . vardır; imparatorluklar sömürgecilik faaliyetlerini kendilerinin müstesna kurumlar oldukları efsanesiyle meşrulaştırırlar. Çöküşe geçtiklerinde ise halk kolaylıkla bir milli aşağılanmışlık hissine yönlen­ dirilebilir ve bu da faşist siyaset tarafından farklı amaçlarla kullanılabilir. 19 ve 20. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'da ve Afrika'da 400.000 milkare [yaklaşık 1 milyon kilometrekare] toprağı kaybederek büyük bir çöküş yaşadı. Kaybedilen topraklar arasında Libya, Arnavutluk, Makedon­ ya, Bosna, Hersek ve Hırvatistan da bulunuyordu. Osmanlı sultanı 1 908 'de tahttan indirildi, 1 9 1 3 'te ise imparatorluğun yönetimi, Türk olmayan, gayrimüslim azınlıkların varlığını tehdit ettiği söylenen tamamen efsanevi, saf bir etnik Türk tarihi vizyonunu vaaz eden aşırılık yanlısı aşırı milliyetçilerin eline geçti ( bu efsane burada bilhassa aşırıdır çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nun yurdu olan modern Türkiye, zamanında dünyanın en güçlü ve en uzun süre varlığını devam ettirmiş Hı­ ristiyan imparatorluğunun, yani Bizans'ın vatanıydı) . Bu aşırı milliyetçiler aşağılanmışlık ve hınç hisleriyle toprak kaybını, 20. yüzyılın ikinci onyılında tarihin en dehşet verici suçların-

HiYERARŞi

dan birinin, Türkiye' deki Hıristiyan nüfusun katledilmesinin gerçekleşmesi için suiistimal etme imkanına sahip oldular. 2 0 1 6 Haziran'ında The Nation'da " Neden Şimdi ? Bu Bir İmparatorluk, Aptal ! " başlıklı bir makale yayımlayan New York Üniversitesi'nden tarihçi Greg Grandin, Donald Trump'ın güttüğü siyasetin 2 0 1 6 seçim döneminde etkili olmasını, Amerikan imparatorluğunun çöküşe geçtiği bir döneme denk gelmesine bağlar. ABD'nin dünyadaki üstün­ lüğünü yegane süper güç olarak devam ettirdiği Soğuk Savaş sonrası dönemin artık geride kaldığı bir çağa şahitlik ediyo­ ruz. Grandin makalesinde, imparatorlukların yurttaşlarına rahatlatıcı bir üstünlük efsanesi sunarak normalde siyasal açıdan sıkıntılar yaratabilecek birçok toplumsal ve yapısal sorunu örtbas edebildiklerini iddia eder. Zayıflamayla bir­ likte, bir zamanların muktedir imparatorluğunun yurttaşları kendilerine biçtikleri müstesna konumun bir efsaneden iba­ ret olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırlar. Grandin, 2008 'den, yani yaklaşık olarak Barack Obama'nın başkanlık seçimini kazanmasından beri " emniyet supabının, 2008 mali kriziyle birleşen Irak'taki yıkıcı savaşla birlikte tıkan[dığını] " söylüyor. " Çünkü Obama iktidara geldiğinde neoliberalizmin ve neomuhafazakarlığın enkazını devralmıştı, imparatorluk artık tutkuları hafifletme, menfaatleri sağlama ve ayrılıkları birleştirme kabiliyetini kaybetmişti. " İmparatorluk hiyerarşisi çöküp d e toplumsal gerçeklik tüm çıplaklığıyla meydana çıkınca, anavatanda o bildik ve rahatlatıcı üstünlük yanılsamasını muhafaza edecek bir me,. kanizma görevi görecek hiyerarşik hisler ve düşünceler zuhur eder. Faşist siyaset de kültürel, etnik, dinsel, cinsiyete dayalı veya milli bir üstünlük duygusunu savunmaya yönelik, her za­ mankinden daha zayıf ve zorlu mücadeleden kaynaklanan bir haksız kayıp ve mağduriyet duygusundan beslenmeye başlar.

91

6

MAGDURİYET

f'.aşist siyasette, iki karşıt kavram olan eşitlik ile ayrımcılık birbirine karışıverir. 1 8 66 tarihli Sivil/Kişisel Haklar Yasası, Güney'de yeni özgürlüğüne kavuşmuş siyah Amerikalıları ABD yurttaşı haline getirmiş ve temel/kişisel haklarını koru­ ma altına almıştı. Yasa, Senato'dan geçtikten sonra 14 Mart 1 8 66'da Temsilciler Meclisi'nde de kabul edildi. Aynı ayın sonlarına doğru, Başkan Andrew Johnson Sivil/Kişisel Haklar Yasası'nı veto etti. Gerekçesi "yasa[nın] , herhangi bir Genel Yönetimin beyaz ırka o güne kadar sağladığı güvencelerin çok daha ötesine giden bir korumayı renkli ırka sağla [dığı] " idi. W.E.B. Du Bois'nın işaret ettiği gibi, Johnson, siyahların eşitliğine giden yolun daha en başında, bu asgari düzeydeki güvenceleri, " beyaz ırka karşı ayrımcılık" olarak görmüştü.1 Bugün, beyaz Amerikalılar ABD'nin son 50 yılda ırksal eşitlik yolunda kat ettiği mesafenin boyutunu çılgınlığa varan ölçüde abartıyorlar. Siyahlar ile beyazlar arasındaki ekonomik eşitsizlik kabaca Yeniden İnşa dönemi [ 1 865- 1 8 77] ölçüsün­ dedir; ortalama düzeydeki beyaz bir ailenin biriktirdiği her 1 00 dolara karşılık ortalama siyah bir ailenin sadece 5 dolar birikimi vardır. Yine de Jennifer Richeson, Michael Kraus ve Julian Rucker'ın 201 7'de kaleme aldıkları "Amerikalılar Irksal Ekonomik Eşitliği Yanlış Algılıyor" başlıklı makalede gösterdikleri üzere, beyaz Amerikalı yurttaşlar bu durumun büyük ölçüde farkında değiller ve ırksal ekonomik eşitsizliğin 1

92

W.E.B. Du Bois, Black Reconstruction in America: 1 860-80 (New York: Free Press, 1 935), 283.

MAôDURIYET

ciddi ölçüde azaldığına inanıyorlar.2 Başkan Donald Trump'ın destekçilerinin %45'i, beyazların Amerika' da ayrımcılığa en çok maruz kalan grup olduğuna inanıyor; Trump'ın destek­ çilerinin % 54'ü Hıristiyanların Amerika'da en fazla zulme maruz kalan dini grup olduğunu düşünüyor. Hiç şüphesiz, hınç ve baskı hissi ile hakiki eşitsizlik ve ayrımcılık uygulaması arasında önemli bir ayrım vardır. Geleneksel azınlık gruplarının mensuplarının temsilinin artmasının baskın gruplarca çeşitli biçimlerde tehdit edici mahiyette algılandığına dair uzun bir sosyal psikoloji araştır­ maları tarihi bulunuyor.3 Yakın zamanlarda toplanan ciddi miktardaki sosyal psikoloji verisi, baskın grubun, azınlık grupların mensuplarıyla iktidarı eşit paylaşma ihtimalinden kaynaklanan bir mağduriyet hissi yaşadığı olgusunu kanıtla­ maktadır. ABD'de son zamanlarda dikkatler 2050 dolayla­ rında ABD'nin "çoğunluğun azınlık olacağı " bir ülke haline geleceği, yani beyazların artık Amerikalıların çoğunluğunu teşkil etmeyeceği olgusuna yönelmiştir. Bu bilginin çarpıcı bulunmasından faydalanmak isteyen bazı sosyal psikologlar, beyaz Amerikalıların durumdan haberdar edilmesi halinde neler olacağını ölçmek istemiştir. 2014 tarihinde yürütülen bir çalışmada Maureen Craig ve Jennifer Richeson isimli iki psikolog, ülkede çoğunluğun kısa vadede azınlık haline geleceğinin sadece biliniyor ol­ masının bile, herhangi bir siyasi bağlılık hissetmeyen beyaz Amerikalıların sağcı siyasetlere verdiği desteği kayda değer ölçüde artırdığını tespit etti.4 Örneğin ırklar arasındaki nüfus oranının değişeceği ve bugün çoğunluğu oluşturan beyazların 2

3 4

Michael Kraus, Julian Rucker ve Jennifer Richeson, "Arnericans Misperceive Racial Economic Equality," Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America 1 14:39, 1 0324-3 1 . Klasikleşmiş ilk makalelerden biri şudur: Herbert Blumer's "Race Prejudice as a Sense of Group Position," Pacific Sociological Review 1 : 1 (Spring 1958): 3-7. Maureen Craig ve Jennifer Richeson, " On the Precipice of a 'Majority-Minority' Arnerica: Perceived Status Threat from the Racial Demographic Shift Affects White Arnericans' Political Ideology," Psychological Science 25:6 (2014 ): 1 1 89-97.

93

FAŞiZM NASIL İŞLER?

yakın gelecekte azınlığa düşeceklerini telkin eden bir şeyler okumak beyaz Amerikalıları pozitif ayrımcılığa daha mesafeli getiriyor, göçmenlere getirilen sınırlamaları ise daha fazla desteklemelerine neden oluyordu. Hatta belki de şaşırtıcı bir şekilde, savunma harcamalarında artışa gidilmesi gibi "ırktan bağımsız " muhafazakar politikaları bile daha fazla destekle­ meye başlıyorlardı. Bu çalışmayı yakında yayımlanacak bir . makalede özetleyen Maureen Craig, Julian Rucker ve Jennifer Richeson şöyle diyor: " Gittikçe artan sayıda çalışma, Beyaz Amerikalıların (yani halihazırdaki ırksal çoğunluğun} yaklaş­ makta olan çoğunluğun azınlık olması durumunu kendilerinin sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan baskın statülerine bir tehdit olarak deneyimlediklerine dair açık bir kanıt teşkil etmektedir. "5 Bu tehdit hissi, siyasette sağcı hareketlerin des­ teklenmesi için kullanılabilmektedir. Bu diyalektik kesinlikle ABD'ye özgü değil, bilakis grup psikolojisinin genel bir özelli­ ği. Baskın grupların mağduriyet hissinin, yurttaşlığı ve iktidarı azınlıklarla paylaşma ihtimali belirdiğinde istismar edilmesi, günümüz uluslararası faşist siyasetin genel bir özelliğidir. •••

Ayrımcılıkla karşı karşffa kalmış baskı altındaki gruplar tarih boyunca tehlike altındaki kimliklerine saygı gösterilmesi talebiyle çeşitli hareketler oluşturmuşlardır. Batı Avrupa'da Siyonist hareketin Yahudi milliyetçiliği, zehirli bir Yahudi karşıtlığına bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. ABD'de siyah milliyetçiliği, zehirli bir ırkçılığa yanıt olarak doğmuştur. Kökenleri itibarıyla bu milliyetçi hareketler baskıya verilen yanıtlardı. Sömürgecilik karşıtı mücadeleler tipik bir şekilde milliyetçilik bayrağı altında toplanırlar. Örneğin Mahatma Gandhi Hint milliyetçiliğini İngiltere'nin tahakkümüne karşı bir araç olarak kullanmıştı. Bu tür bir milliyetçilik, yani bas-

5

94

M. A. Craig, J. M. Rucker ve J. A. Richeson, "Racial and Political Dynamics of an Approaching 'Majority-Minority' United States," Annals of the American Academy of Political and Social Science (baskıda, Nisan 201 8 ) .

MAllDURIYET

kıdan kaynaklanan bir milliyetçilik doğd uğu andan itibaren faşist değildir. Milliyetçiliğin bu biçimlerinin ilk anki halleri eşitlik talebinden doğan milliyetçi hareketlerdir. Sömürgecilikte sömürgeci millet tipik bir şekilde kendini evrensel ideallerin taşıyıcısı olarak sunar. Mesela Kenya'daki İngiliz sömürgeciler, Hıristiyanlığı evrensel bir ideal olarak takdim ettiler ve birçok yerel kabile dininin ilkel ve vahşi olduğunu s öylediler. Kısmen bu dini baskıya bir yanıt olarak İngiltere'ye karşı cereyan eden Mau Mau isyanı geleneksel Gikuyu dinini önce çıkardı. Mau Mau isyanına katılanlar Gikuyu tanrısı Ngai'ye yemin ediyordu. Burada sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadele, sömürgecilikle savaşmak için mil­ liyetçi dini idealleri kullandı. Fakat Mau Mau mücadelesinin amacı Gikuyu'nun dini geleneklerinin İngiliz dini geleneklerine galip gelmesi değildi. Onların hedefi, Gikuyu geleneklerinin İngilizlerin onları ilkel vahşiler olarak şeytanlaştırması karşı­ sında eşitlik için savaşmaktı. Bunu yapmak için, bu gelenekleri yüceltmek, onları kutsal ve özel addetmek gerekiyordu, ama İngiliz geleneklerinin değerini alaşağı etmenin aracı olarak değil, bilakis eşit saygı talebini vurgulamanın vasıtası olarak kullanıldılar. Ö zetle, bu türden bir milliyetçilik hiçbir anlam­ da eşitliğe karşıt değildir; ortaya çıkan görüntü aksi olsa da hedef eşitliktir. ABD ' deki bugünlerin Black Lives Matter hareketi de buna benziyor. Hareketin muhalifleri bu sloganı, sadece siyahların canı önemlidir anlamına gelen illiberal milliyetçi bir sloganmış olarak sunmaya çalışıyorlar. Fakat slogan ABD'deki beyaz­ ların canlarının değerini yok saymayı kesinlikle kastetmiyor. Bilakis, ABD' de beyazların canının diğerlerinin canından daha fazla önemsendiğini işaret etmek istiyor. Black Lives Matter sloganının amacı, eşit saygı gösterilmemesine dikkat çekmek ve bu bağlamda aslında " Siyahların da canı önemli­ dir " anlamına geliyor. Faşizmin merkezinde kabileye, etnik kimliğe, dine, gelene­ ğe veya tek kelimeyle ifade edersek millete sadakat bulunur. 95

FAŞiZM NASIL iŞLERi

Fakat eşitliği sağlamayı amaçlayan milliyetçilik biçiminin aksine faşist milliyetçilik, liberal demokratik ideali yok sa­ yar. Bu milliyetçilik türü tahakkümün hizmetindedir ve bir iktidar hiyerarşisinin tepesinde elde edilmiş konumu koruma, sürdürme ve böyle bir konum kazanma amacını taşır. •••

Baskının harekete geçirdiği milliyetçilikle tahakkümü hedefleyen milliyetçilik arasındaki fark, bunların eşitlikle kurdu­ ğu ilişkiye bakıldığında açıkça ortaya çıkar. Fakat söz konusu fark ancak içerid en görülebilmektedir. İmtiyazlı statünün kaybedilmesine eşlik eden üzüntü hakiki bir marj inalleşti­ rilmeye eşlik eden baskıya uğramışlık hissine benzesin ya da benzemesin, ortada yine de bir üzüntü ve acı vardır. Eğer dini bayramlarımın milli tatil olduğu bir ülkede doğup büyümüş­ sem, çocuklarımı daha eşitlikçi bir ülkede, dini bayramlarımın diğer dinlerinkiyle aynı muameleyi gördüğü bir ülkede yetiş­ tirmek bana kenara atılmışlık hissi verebilir. Eğer filmlerde ve televizyon programlarında gördüğüm her bir karakterin tıpatıp benim gibi olduğu bir toplumda doğup büyümüşsem, ara sıra bana benzemeyen bir kahramanla karşılaşmak bende yavaş yavaş çemberin kenarına itiliyormuşum hissini uyan­ dırabilir. Kültürümün artık " benim" olmadığını düşünmeye başlayabilirim. Eğer erkekleri kahramanlar kadınları ise.onla­ ra tapan pasif nesneler olarak görerek yetişmişsem, kadınlarla işyerinde veya başka bir mücadele alanında eşit sayılmayı doğumla sahip olduğum bir hakkın elimden alınması olarak görebilirim. Haksızlık teşkil eden eşitsizliklerin giderilmesi her zaman bu tip adaletsizliklerden menfaat sağlayanlar için acı verici olur. Bu acı kaçınılmaz şekilde bazılarınca baskıya uğrama şeklinde algılanabilir. •••

Faşist propaganda tipik olarak, baskın konumun kaybına eşlik eden bir kederi terennüm eden ağıtlar yakar. Bu kayıp hissi ki sahici bir histir, faşist siyasette ağır bir mağduriyete

MACouRIYET

dönüştürülür ve geçmişteki, süregiden veya yeni baskı biçim­ lerinin meşrulaştırılması için istismar edilir. İşçi sınıfına mensup olan ama yapısal ekonomik nedenlerle işsiz kalmış beyaz bir erkeğe, " sen önce kendi imtiyazına bak6 " demek, bu kişinin, beyaz üstünlüğünün gündeminde herkesin · eşit ve hakkaniyetli fırsatlara sahip olduğu bir du­ rumu görme ihtimalini artırabilir. Faşist siyaset bu tip ciddi liberal talimatlarla alay eder. Yapısal eşitsizliğe ilişkin bir araştırma, ırk ve cinsiyet temelli statünün beyaz erkeklere ve biraz daha az olmak üzere beyaz kadınlara, siyah yurttaşlar için asla mümkün olmayan özgürlükler verdiğini gösteren güçlü kanıtlar hakkında kamunun kolektif şekilde kafa yor­ masını gerektirir. "Sen önce kendi imtiyazına bak", beyazlara, her gün içinde salimen yol aldıkları izole edilmiş toplumsal gerçekliğin farkına varmalarına yönelik bir çağrıdır. Ne var ki bu ifade, liberal seçkinlerin ikiyüzlülüğünü ifade etmek üzere kamusal alana gerisin geri atılıverdi çünkü beyaz milliyetçi propaganda 2 0 1 7'de siyah yurttaşlara karşı herhangi bir ırkçılık görmüyordu, daha ziyade beyazlara karşı bir ırkçılık olduğunu düşünüyordu. Faşist siyaset, yapısal eşitsizliği gidermek için harcanan uzun ve zorlu çabayı tersine çevirmeye, yanlış aksettirmeye ve altüst etmeye çalışarak yapısal eşitsizliği örtbas eder. Po­ zitif ayrımcılık, en iyisinden, yapısal eşitsizliği kabullenme ve giderme amacıyla tasarlanmıştır. Fakat pozitif ayrımcılığı küçümseyen bazı kişiler, onu bireysel değerden ayrılmış bir şey gibi yanlış bir mahiyette sunarak pozitif ayrımcılığa yeni bir biçim kazandırırlar ve mevcut kanıtları görmezden gele­ rek pozitif ayrımcılık savunucularını, kendi ırk veya cinsiyet temelli " milliyetçilik" lerinin peşine düşmüş, hem de bunu çalışkan beyaz Amerikalıların zararına yapan kişiler olarak 6

" Check your privilige! " : Kullanımına göre bazı anlam farklılıkları olsa da, toplumdaki bazı grupların farkında bile olmayabilecekleri bazı imtiyazlara sahip olduğunu söyleyen, bu gruplara mensup kişilerin söz ve eylemlerinde bu durumu dikkate almalarını hatırlatmak için kullanılan ifade. [Çev.]

97

FAŞiZM NASIL İŞLER?

gösterirler. Bir kere bile sorgulanmamış, kök salmış onuru, siyah olmamakla, beyaz olmakla var olmuş bir onuru kaybet­ me hissi, kolaylıkla beyazların mağduriyetinin dili tarafından ele geçirilir. ABD' de 1990'ların Erkek Hakları Aktivizmi hareketi, im­ tiyaz kaybının bir mağduriyet olarak deneyimlenişini açıkça gösteriyor. Stony Brook Üniversitesi'nden sosyolog Michael Kimmel, 2013'te yayımlanan Öfkeli Beyaz Erkekler: Bir Çağın Sonunda Amerikan Erkekliği başlıklı kitabında şöyle yazıyor: Beyaz erkeklerin baskıcı rolünde olduğu durumlarda sıra­ dan orta sınıf erkekler çoğunlukla bu iktidarın kendilerine dokunduğunu hissetmezler . . . Erkek Hakları Aktivistlerine göre Amerikan toplumundaki gerçek mağdurlar erkekler­ dir, bu yüzden de erkeklerin feminizme yönelik endişe ve öfkeleri etrafında şekillenen örgütler kurarlar, mesela Ö z­

( Coalition for Free Men), Ulusal Erkekler Kongresi (National Congress for Men), Ö zgürlük ve Eşitlik İçin Çalışan Erkekler (Men Achieving Liberty and Equality MALE) ve Erkek Hakları ine. (Men's Rights Inc.­

gür Erkekler Koalisyonu

-

MR, ine . ) . Bu gruplar eşitliğe bağlı olduklarını, cinsiyetçiliği sona erdirmeye ant içtiklerini söylerler, nitekim tam da bu yüzden feminizmle savaşmak mecburiyetinde kalmışlardır.7

Kimmel şöyle devam ediyor: " bu yeni öfkeli beyaz erkek lejyonlarının tuhaf bir özelliği var: Beyaz erkekler bütün bir dünyada güç ve kontrolü hala ellerinde bulundursalar da, tam da bu beyaz erkekler mağduriyet hissetmektedirler. " Bu mağduriyet hissini efsanevi ataerkil geçmişin sürdürülmesine bağlıyor: Söz konusu fikirler aynı zamanda geçmişteki dünyaya yö­ nelik bir tür nostalj ik hasreti de yansıtıyor; erkekler tarihte milletin seçkinleri arasındaki yerlerini sadece canını dişine takarak çalışmakla aldıklarını düşünüyorlar. Ne ki, böyle

7

Michael Kimmel, Angry White Men: American Masculinity at the End of an Era (New York: Nation Books, 201 3 ), 1 1 0-1 1 .

MAÖDURIYET

bir dünya hiçbir zaman var olmadı; ekonomik seçkinler her zaman kendilerini meritokrasinin ideallerine rağmen yeniden üretmeyi başardılar. Fakat bu, erkeklerin böyle düşünmesine engel olmuyor. Amerikan Rüyası tam da bu. Erkekler ne za­ man başarısız olsalar inciniyorlar, aşağılanmış hissediyorlar, öfkelerini nereye koyacaklarını bilemiyorlar. 8 Efsanevi bir tarih yazmak, makul olmayan beklentiler yaratır. Bu beklentiler gerçekleşmediğindeyse mağduriyet hissi ortaya çıkar. 9 Faşist siyasi taktikleri kullananlar, b u duygudan bile isteye faydalanırlar, çoğunluğu oluşturan nüfusta ağır bir mağduriyet hissi yaratırlar, mağduriyeti bu durumdan kesinlikle sorumlu olmayan bir grupla ilişkilendirirler ve bu grubun cezalandı­ rılması halinde mağduriyet hissinin dineceği vaadinde bulu­ nurlar. Kate Manne, ataerki ile kadın düşmanlığı arasında bir ayrım yaparak bu durumu gösterir. Ataerki, Manne'e göre, makul olmayan yüksek statü beklentileri yaratan hiyerarşik bir ideolojidir. Kadın düşmanlığı ise, ataerkil beklentilerin tatmin edilmediği durumda suçlanan kadınların karşılaştığı şeydir. Manne'in kadın düşmanlığının mantığı dediği şey, bize faşist siyasetin mantığının çarpıcı bir modelini sunmaktadır. Güçlü bir aşırı sağcı Amerikan medya organı olan Breit­ bart News, sürekli göçmen karşıtı bir propaganda yapıyor ve mültecileri kamu sağlığına, medeniyete ve asayişe tehdit ola­ rak sunuyor. Bu tip medya kurumlarında, baskın durumdaki çoğunlukların mağduriyet hissinin siyasi menfaat elde etmek amacıyla nasıl bir silah gibi kullanılabileceğini açıkça görmek mümkün. Breitbart, ABD' deki Somalili mültecileri başlığa taşıyan onlarca haber ve yazı yayımladı. Örneğin bunlardan bazıları şöyle: "Aktif Tüberküloz Tanısı Konmuş 296 Mülteci Minnesota'da, Diğer Eyaletlerden On Kat Fazla Mülteci Var", "Somalililer: 201 ?'de ABD'ye Gelen En Eğitimsiz Mülteciler. " 8 9

Age., 1 1 2. Bkz. Kate Manne, Down Gir[: The Logic of Misogyny (New York: Oxford Press, 201 8), 156-57.

99

FAŞiZM NASIL İŞLER?

Breibart, o dönem ABD'de yayılan propaganda dalgasının

ancak küçük bir parçasını teşkil ediyordu. Göçmen karşıtı aşırı sağcı Mülteci Yerleşim Gözlemcileri grubundan Ann Corco­ ran, Nisan 20 15'te yayımlandıktan sonra 3 milyon kez izlenen bir videoda, ABD'nin " Müslümanlarca sömürgeleştirilmesi" planından bahsediyordu. Corcoran'a göre bu plana yardım ve yataklık edenler arasında Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumlar, ABD Dışişleri Bakanlığı gibi federal birimler ve " bu insanları bütün bir ülkeye yaymak için görevlendirilmiş Hıristiyanlar ve Yahudiler" de bulunuyordu. Bu yayınlar, milletin geleneklerini tahrip etmek amacıyla insan hakları söz dağarını kullanarak " liberal" grupların aramızda " beşinci kol" faaliyetleri yürüttükleri konusunda bir paranoyaya se­ bep oldular. Böyle yapmakla liberal ideallere zarar vermekle kalmadılar, aynı zamanda sırf baskın grup korkuyor diye, hedef tahtasına oturttukları grupların çok sıkı bir denetime ve cezalandırmaya tabi tutulması gerektiğini düşündürttüler. •••

Mağduriyet iddialarını değerlendirirken toplumdaki iktidar/güç dinamiklerini anlamak büyük önem taşır. İktidarda meydana gelen değişimlere gerekli önem verilmezse, eşitliği hedefleyen milliyetçilik kolaylıkla baskıcı bir nitelik kazana­ bilir. Nitekim bazı sorunlu milliyetçi duygular hakiki baskı hikayelerinden doğarlar. Örneğin Sırplar hiç şüphesiz geçmişte baskı görmüşlerdi. Böyle bir baskıyı aramak için, Sırplarda ciddi bir milli öfke uyandıran ve kimlik meselesi addettikleri Birinci Kosova Savaşı'na ( 1 3 89) kadar geri gitmeye gerek yok; toplama kamplarında katledildikleri İkinci Dünya Savaşı'na bakmak yeterli. Bugün yaşayan Sırplar, zulüm gördükleri geçmişi hatırlayan ailelerden geliyorlar. Sırp milliyetçiler işte bu zemini daha güçsüz ve daha marjinalleşmiş durumdaki Müslüman gruplara yaptıkları zulmü haklı çıkarmak için kullandılar. 1986'da Sırp Sanat ve Bilim Akademisi, eski Yugoslavya' da katliamlarla sonuçlanacak zehirli Sırp milliyetçiliğinin ana I OO

MAılDUKIYET

hatlarını belirlediği genellikle kabul edilen bir belge yayımladı. Bu metin, mağduriyet ile baskıcı milliyetçi duygular arasındaki bağı anlamayı kolaylaştıran hayli kullanışlı bir rehber niteliği taşıyor: O sıralar Kosova vilayeti sakinlerinin etnik bakımdan Arnavutlardan oluşan çoğunluk kesimi daha fazla özerklik talep ediyordu. Metnin yazarları, Arnavutların Kosova'daki Sırp etnik gruplara reva gördükleri muameleyi " Sırp nüfusa yönelik fiziksel, siyasi, hukuki ve kültürel soykırım" olarak betimleyip "Başka hiçbir Yugoslav milleti yoktur ki Sırp mil­ leti kadar kültürel ve manevi bütünlüğü üzerinde böylesine tepinilmiş olsun. Başka hiçbir milletin edebi ve sanatsal mirası Sırpların mirası kadar yağmalanıp yıkılmadı " diye devam ediyorlardı. Sırbistan'a karşı sürdürülen "aralıksız ekonomik ayrımcılık" tan ve katı " ekonomik boyun eğdirme" den de bahsediyorlardı. " Bu cumhuriyete karşı uygulanan intikamcı politika, zaman içerisinde maharetinden hiçbir şey kaybet­ medi; aksine, kendi başarısından cesaret alarak, soykırıma varacak denli güçlendi" diyorlardı. Metin, Sırpların mağduri­ yetine dair hayli abartılı bir dil kullanarak hem etnik Sırpların hem de Sırbistan'ın geleneksel tarih ve kültürünün geçmişte savunulduğu gibi tekrar savunulması çağrısında bulunuyordu. Slobodan Milosevic, 1 9 89'dan 1 997'e kadar Sırbistan'ın başkanlığını yürüttü. 28 Haziran 1 9 89 'da Milosevic Kosova Savaşı'nın yapıldığı meydanda, savaşın 600. yıldönümü anma toplantısında büyük bir kalabalığa karşı bir konuşma yaptı. Sırpların "altı asır boyunca acı çekmiş " olmalarını ve Kosova Savaşı'nda Osmanlılara yenilmelerini birlik olamamaları­ na, Sırp milliyetçiliği ruhunu teşkil edememelerine bağladı. Konuşmasında, Sırpların milli bir gurura sahip olmamaları­ nın, yüz binlerce Sırp'ın katledildiği faşist terör yönetiminin neden olduğundan da büyük boyutlarda, asırlar süren bir " aşağılanma "ya ve " keder"e yol açtığını söyledi. MiloseviC'e göre, yüzyıllar süren dehşet ve korkuyu sona erdirmenin yegane yolu milli birliğin sağlanması, yani Sırp milliyetçili­ ğinin gündeminin ·benimsenmesiydi. Sırpların mağduriyetine IOI

FAŞiZM NASIL İŞLER?

dair sunduğu anlatı ona siyasi zafer getirdi. Bu anlatı bir dizi vahşi savaşın da gerekçesi ya p ıldı. Buna Kosova'da girişilen savaş da dahildi ki Milosevic Kosova'daki Arnavut nüfusa karşı girişilen eylemler nedeniyle daha sonraları Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde soykırım ve insanlığa karşı suçlar işle­ mekle suçlandı. Hiç şüphesiz Sırplar tarihte farklı kuvvetlerin baskısına maruz kalmışlardı. Fakat Milosevic için hedef al­ dığı grupların çoğunun Sırpların tarih boyu maruz kaldıkları baskılardan fiilen sorumlu olup olmadıklarının pek önemi yoktu. Sırbistan'ın demagog milliyetçilerin yönetimi altındaki yakın tarihi, geçmişte maruz kalınan baskıların faşist siyaset dahilinde hayali düşmanlara karşı askeri seferberliği sağlamak için nasıl kullanılabileceğini göstermektedir. Mağduriyet, eşitlik talep eden milliyetçi hareketler ile ta­ hakküme meyilli milliyetçi hareketler arasındaki karşıtlığı da ortadan kaldıran ağır bir duygudur. İktidardaki gruplar hegemonyalarını devam ettirmek için baskıdan doğan milli­ yetçilik maskesini veya geçmişte gördükleri hakiki bir bas­ kıyı kullandıklarında, bunu eşitliği ortadan kaldırmak için yaparlar. Örneğin İsrail sağı, tarihte Yahudilere reva görülen tartışma götürmez baskıyı, Yahudileri Filistinlilerin toprakları ve canları üzerinde hakim kılmak için kullanırken eşit saygı görme mücadelesi ile tahakküm kurma mücadelesi arasındaki karşıtlığı bulanıklaştıran bir mağduriyet hissine başvurur. Baskı eyleme geçirici, güçlü bir saiktir fakat kim ne zaman hangi koşullar altında ve kime karşı bu saikle hareket ediyor, işte bu daima önemli bir mesele olmaya devam edecektir. •••

Milliyetçilik, faşizmin göbeğinde yer alır. Faşist lider, bir grup kimliği yaratabilmek için ortak bir mağduriyet duygusu­ nu harekete geçirir. Bu grup kimliği, doğası itibarıyla kozmo­ politan ethosa ve liberal demokrasinin bireyciliğine karşıttır. Grup kimliği ten rengi, din, gelenek, etnik köken gibi farklı temellere dayandırılabilir ama daima milletin karşısına konan ve böylece onu tanımlayan bir öteki üzerinden belirlenir. Fa102

şist milliyetçilik, karşısında savunmaya geçilecek, yerine göre savaşılacak, hakimiyet altında tutulacak tehlikeli bir "onlar" sınıfı yaratarak grup onurunu yeniden inşa etmeyi amaçlar. 12 Ekim 201 7'de, Macaristan başbakanı Viktor Orhan Budapeşte'de, Hıristiyanların Uğradığı Zulme Dair Ulusla­ rarası Toplantı 'da bir konuşma yaptı. Konuşmasına Hıristi­ yanların Avrupa'da maruz kaldıkları ve "haksızlık olduğu su götürmez" zulümden bahsederek başladı; " ayrımcı" ve " ıstırap veren" bir zulümdü bu. Macaristan'ın geleneksel olarak üstlenmiş olduğu Hıristiyan Avrupa'yı savunma rolünü överek konuşmasına devam etti ve " Bugün Hıristiyanlığın dünyanın en fazla zulme uğrayan dini olduğu bir gerçektir" dedi. Ona göre bu durum "Avrupalı yaşam tarzının ve kim­ liğimizin geleceği"nin tehlike altında olduğunu gösteriyordu ve " bizim [Avrupalıların] karşı karşıya olduğumuz en büyük tehlike, Avrupa'nın Hıristiyan köklerini inkar eden kayıtsız sessizliği " ydi. Avrupa'yı Hıristiyan köklerinden koparma tehlikesini de beraberinde getiren bu lakaytlığın tezahürü Avrupa'nın fazlasıyla cömert göçmen politikalarıydı: "Avru­ pa'daki bir grup entelektüel ve siyasi lider, sadece birkaç nesil içerisinde kıtamızın kültürel ve etnik yapısını dönüştürecek, dolayısıyla Hıristiyan kimliğini de tamamen değiştirecek kar­ ma bir toplum yaratmayı arzuluyor. " Orban'ın bu konuşmasında faşist siyasetin mağduriyetçi­ liğinin bütün unsurlarını görüyoruz: Göçmenlerden duyulan irrasyonel korkuları kamçılıyor ve Macaristan'ın efsaneleş­ tirilmiş tarihinde Avrupa Hıristiyanlığının savunucusu olma imgesini, kendi şahsını halka liberal seçkinlerin ( " Avrupa'daki bir grup entelektüel ve siyasi lider" in) tehlikeye attığı o Hı­ ristiyan Avrupa'yı savunmaya cesaret göstermiş savaşçı bir lider olarak sunmak için kullanıyor. Liberal seçkinlerin bir göçmen dalgasına izin vermek suretiyle " dünyanın en fazla zulme uğrayan dini"nin içerden yıkılmasına sebep olacaklarını iddia ediyor. Yabancı topraklarda devam eden savaşlardan kaçıp gelen mülteciler Orban'a göre Hıristiyan Avrupa'nın 1 03

FAŞiZM NASIL !şua?

duvarları içinde " beşinci kol faaliyetleri" yürütmeye çalışan işgal kuvvetlerinden ibaretler. Orhan, kendisini dinleyen­ lerden düpedüz " insan hakları" nı inkar etmelerini istiyor ( ama bu arada insan haklarının anayurdunun Hıristiyanlık olduğunu göz ardı ediyor) , bunun yanı sıra modası geçmiş diğer kavramları da bırakmalarını talep ediyor. Dinleyicile­ rinden, zulmün mağdurları olarak, Macaristan'ı Hıristiyan Avrupa'nın barbarlara, kanun tanımaz yağmacılara karşı efsanevi savunucusu rolünü üstlendiği şanlı geçmişine geri kavuştururken kendi arkasında durmalarını istiyor.

1 04

7

ASAYİŞ VE DüZEN

1989'da beş siyah çocuk (Central Park Beşlisi), New York'taki Central Park'ta koşu yapan beyaz bir kadına toplu tecavüz ettikleri suçlamasıyla gözaltına alındı. O dönemde gazeteler "vahşi" , kanun nizam tanımaz gençlerin beyaz kadınları darp ettiklerine ve onlara tecavüz ettiklerine ilişkin soluk kesen hikayelerle dolup taşıyordu. O günlerde Donald Trump New York gazetelerine tam sayfa ilanlar vererek çocuklardan aklını kullanamayan uyumsuz kişiler olarak bahsedip idam edilme­ leri gerektiğini söylüyordu. Ne var ki Central Park Beşlisi'nin masum olduğu, hatta soruşturmaya ve kovuşturmaya dahil olanların çoğunun onların bu suçu işlemediklerini bildikleri daha sonra ortaya çıkacaktı. Yıllar sonra, beşli tüm suçlardan tümüyle aklandı ve New York şehir yönetimi onlara tazminat ödemek zorunda kaldı. Şu anki ABD Adalet Bakanı Jeff Sessions 2 0 1 6 yılının Kasım ayında, kısa süre sonra ABD Başkanı seçilecek Donald Trump'ın Central Park Beşlisi hakkında 1 9 8 9 yılında yaptığı yorumları överek bu ifadelerin Trump'ın " asayiş ve düzen"e bağlılığını gösterdiğini söyledi. Bu hayli çarpıcı bir asayiş ve düzen anlayışıdır çünkü çocukların esasında tamamen masum olmalarının yanında Trump'ın sözleri vakada huku­ ka uygunluğa, hukuk devletine hiçbir yer bırakmamaktadır. Liberal demokratik devlette asayiş ve düzen ilkeleri tümüyle adildir ve hakkaniyete uygundur. Sessions'ın "asayiş ve düzen" kalıbını kullanışı ise görünüşe göre genç siyah erkekleri sırf varlıklarıyla asayişi ve düzeni ihlal eden kişiler ilan eden bir kurallar sistemine atıf yapmaktadır. 1 05

FAŞiZM NASIL iŞLER?

•••

Sağlıklı bir demokratik devlet, bütün yurttaşlarına eşit ve adil muamele eden, insanlar arasında -ki buna kolluk kuvvetlerinde görevli olanlar da dahildir- karşılıklı saygı bağlarıyla desteklenmiş yasaların yönetimi altındadır. Oysa faşist "asayiş ve düzen " retoriği insanları açıkça iki sınıfa ayırır: fıtratı gereği hukuka saygı gösteren seçilmiş milletin mensupları ile fıtratı gereği hukuk tanımaz diğerleri. Faşist siyasette geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine uymayan kadınlar, beyaz olmayanlar, eşcinseller, göçmenler, "yozlaşmış kozmopolitanlar " , baskın dinin mensubu olmayanlar sırf varlıklarıyla asayişi ve düzeni tehdit ve ihlal ederler. ABD' deki demagoglar, siyah Amerikalıları hukuka ve nizama tehdit gibi göstererek, beyaz olmayan "tehdit"ten korunmayı gerektiren güçlü bir beyaz milli kimliği yaratma olanağı bulmuştur. Bütün bir dünyada kullanılan başka bir taktikse halkı göçmenlere karşı birleştirebilmek için korku üzerine inşa edilmiş bir dost/ düşman ayrımı yaratmaktır. •••

Nasyonal Sosyalizmin tarihi, faşist siyasetin milli kim. liği nasıl inşa ettiğini gösteren adeta bii- ders kitabı gibidir. Nasyonal Sosyalizm hareketinin çıkış noktası, 1 8 80'lerden başlayarak Avusturya ve Almanya'da gelişen bir çeşit etnik milliyetçilikti. Völkisch hareketi diye bilinen bu milliyetçilik, Alman Volk'unun etnik saflığını telkin eden romantikleştiril­ miş bir anlayıştan doğmuştu. Völkisch düşüncesinde Yahudi karşıtlığı Alman Vo/k'unun tanımının bir parçasıydı. Nitekim bu hareket dahilinde Volk, düşmana, yani Yahudilere karşıtlığı üzerinden tanımlanmıştı. Nasyonal Sosyalistler aynı zaman­ da bir azınlık grup hakkında korku tohumları atmanın en yaygın yöntemini, yani onları asayiş ve düzene tehdit olarak göstermeyi de kullanacaklardı. 1936 yılının baharında büyükannem ilse Stanley, bir tiyat­ ro turnesinden yeni dönmüştü ve turne sebebiyle neredeyse bütün bir kış Berlin'den uzak kalmıştı. Döndüğünde tek bul106

ASAYiŞ VE DOzEN

duğu, "gittikçe daha fazla arkadaşının ortadan kaybolduğu" bir şehirdi. Berlin'e dönmesinden kısa bir süre sonra eve bir kuzeni geldi. Kuzeninin dediğine göre Gestapo, kuzeninin kocasını alıp bir toplama kampına götürmüştü. 1 957'de ya­ yımladığı Unutulmayan başlıklı hatıratında büyükannem kuzenine, kocasının neden alınıp götürüldüğünü sorduğunu söyler. Aldığı cevap şöyledir: Çünkü sabıkası varmış. Mahkeme kararıyla ödediği iki para cezası bulunuyordu; biri hızlı araç sürmekten diğeri ise başka bir trafik suçundan. En sonunda dediler ki mahkemenin bütün bu yıllar içinde yapmayı ihmal ettiği şeyi yapacaklarmış; sabı­ kası olan bütün Yahudilerden kurtulacaklarmış. Suç sabıkası dedikleri, sadece bir trafik cezasıydı.

Büyükannemin kitabının ilk yarısı, Hitler'in iktidara ge­ lişini takip eden yılların dikkatli bir tasviridir. Kitabının o kısmında, Alman Yahudi cemaatinin karşı karşıya olduğu tehlikeyi anlamasını sağlamanın ne kadar güç bir iş olduğunu gösterir. Büyükannem tehlikeyi sezmişti çünkü Nazi sosyal hiz­ met görevlisi kılığında Sachsenhausen Toplama Kampı 'ndan mahpusları kurtarmaya çalışıyordu. Kampta tanık oldukları sebebiyle, Yahudi cemaatinin diğer üyelerinin aksine, olup bi­ tenlerin bütün dehşetinin farkındaydı. Tıpkı şu anda ABD'deki göçmenlerin tutulduğu alıkonma merkezlerinde mültecilere ve göçmenlere nasıl muamele edildiğinden kimsenin haberi olmadığı gibi, bu olaylar da o sıralar halkın geri kalanından gizleniyordu. Arkadaşlarını ve aile üyelerini ülkeyi terk et­ meye ikna etmekte nasıl zorlandığını kitabı boyunca tekrar tekrar anlatıyor. Eh, sonuçta Alman Yahudilerinin büyük kısmı kendini suçlu olarak görmüyordu. Şubat 201 6'da aşırı sağcı SVP (Schweizerische Volkspartei) İsviçre'de " göçmenler" in gönderilmesine yönelik bir refe­ randumu gündeme getirdi. Gönderilecek grupta, İsviçre'de doğmuş, İsviçre'de ikamet eden ve park yeri ihlalleri gibi küçük suçları işlediği tespit edilen ikinci, hatta üçüncü nesil göçmenler bile vardı. Referandumun kabulle sonuçlanacağı1 07

FAŞiZM NASIL iŞLER?

na kesin gözüyle bakılıyordu. Biraz da "suçlu göçmenler "i sınırdışı etme anlatısını değiştirmek üzere örgütlenmiş İsviç­ reli öğrencilerin kurduğu Operation Libero'nun çabalarıyla referandumda hayır oyları kazandı. ABD' de de Donald Trump başkanlığa "suçlu yabancıları" ülkelerine geri gönderme vaadiyle geldi. Göreve başladığından beri göçmenleri hedef almaya devam ediyor. Gerek kendisi gerekse idaresindekiler, göçmenleri suçla ilişkilendirip göç­ menlerden duyulan korkuyu düzenli olarak körüklüyorlar. Önümüze sürekli " suçlu yabancılar" heyulası çıkarılıyor; hatta durum sadece orada burada konuşulanlarda değil resmi belgelerde de bile böyle. Örneğin İçişleri Bakanlığında "suçlu yabancıların işlediği suçların mağdurları "na yardıma hasre­ dilmiş yeni bir dairenin kurulduğu ilan ediliyor. " Suçlu" kelimesinin lafzi bir anlamı var elbette ama bir de çağrışımları var; fıtratı itibarıyla toplumun normlarına duyarsız, menfaatleri gereği veya sırf kötülük olsun diye kanunu çiğneyen insanları düşündürtüyor. Bu sözcüğü bir yasayı taksirle çiğneyen veya çaresiz kalıp çiğnemeye sürük­ lenmiş kişiler için kullanmayız genellikle. Otobüse yetişmek için koşan biri nasıl atlet olmazsa, her suç işleyene de suçlu denemez. " Suçlu" sözcüğü daha ziyade insanlara belli bir karakter tipi atfeder. Psikologlar, "gruplar arasında dilsel tarafgirlik" adını ver­ dikleri bir pratik hakkında çalışmalar yaptılar. Bu çalışmalara bakılırsa, " bizden" saydıklarımızın eylemlerini, "onlardan" saydıklarımızın eylemlerinden hayli farklı nitelemeye meyil­ liyiz. Eğer " bizden" saydığımız biri kötü bir şey yaparsa, mesela bir paket çikolata çalarsa, onun eylemini somut bir şekilde betimleme eğilimi gösteriyoruz. Başka bir deyişle, eğer ar­ kadaşım Daniel bir paket çikolata çalarsa, onun yaptığını anlatırken, " bir paket çikolata çalmak" diye tarif ediyorum. Buna karşılık " onlardan" saydığımız biri aynı şeyi yaptığın­ da, bu eylemi daha � oyut bir şekilde, faile kötü bir karakter 108

AsAYIŞ V E DOZEN

atfederek anlatmaya meyilli oluyoruz. Örneğin " onlardan" saydığımız Jerome bir paket çikolata çaldığında, Jerome'un hırsız veya- suçlu olarak nitelenme ihtimali çok daha yüksek. Beyaz bir Amerikalı üstü başı düzgün beyaz bir Amerikalıyı polis arabasının arkasında elleri kelepçeli halde gördüğünde, aklına gelen soru, tam da bu belirli gözaltına alınma eylemi­ ne sebep olacak ne yaptığı oluyor. Buna karşılık, beyaz bir Amerikalı siyah bir Amerikalıyı aynı şekilde polis arabasının arka koltuğunda elleri kelepçeli halde gördüğünde zihninde beliren soru, polisin " suçlu"yu nasıl yakaladığı oluyor. İyi eylemler söz konusu olduğunda ise bu durumun tersi geçerli. " Bizden" addettiğimiz biri hayırlı bir iş yaptığında, olup biteni anlatırken onun karakterinin iyiliğine atıf yapan açıklamalarda bulunmaya meyilli oluyoruz. Daniel'ın bir çp­ cuğa bir paket çikolata vermesi, "Daniel'ın cömertliği"nin ör­ neği olarak anlatılıyor. Halbuki Jerome'un bir çocuğa çikolata vermesi böyle bir durumda daha somut ifadelerle anlatılıyor: " Bu adam şu çocuğa bir paket çikolata verdi. " Gruplar arasında dilsel tarafgirlik üzerine yapılan çalışma­ lar, bir kişinin eylemlerinin soyut ya da somut tarzda betimle­ nişini dinleyen bir başka kişinin, o kişinin " bizden" mi yoksa " onlardan" mı olduğunu çıkarabildiğini gösteriyor. Örneğin deneye katılanlar bir kişinin bir başka kişiyi tarif edişinden, bu kişinin tarif ettiği kişiyle aynı siyasi partiyi destekleyip desteklemediğini veya aynı dinden olup olmadığını çıkara­ biliyor.1 Bir kişiden " suçlu" diye bahsetmek, aynı zamanda bu kişiye korkutucu daimi bir karakter özelliği atfetmek ve onu " biz" dairesinin dışına yerleştirmek anlamına geliyor. Onlar suçludur, bizse ancak hata yaparız. Belli insan sınıflarını tümüyle " suçlu " olarak niteleyen siyasetçiler bu insanlara başkalarına korkutucu gelen değiş-

1

Shanette C. Porter, Michelle Rheinschmidt-Same ve Jennifer Richeson, "Inferring Identity from Language: Linguistic lntergroup Bias Informs Social Categoriza­ tion, " Psychological Science 27: 1 (2016): 94-1 02.

1 09

FAŞiZM NASIL iŞLER?

mez kişilik özellikleri atfederler, bir yandan da kendilerini bizim koruyucularımız olarak konumlandırırlar. Böyle bir dil makul kararlar vermeyi sağlayan demokratik süreci ortadan kaldırarak onun yerine korkuyu koyar. ABD söz konusu olduğunda göze çarpan başka bir özellik, siyasi protestoları nitelemek için " kargaşa" [riot] teriminin kullanılmasıdır. ABD'de 1 960'larda sivil haklar hareketi şehirlerin belirli bölgelerinde (en ünlüsü Los Angeles'ın Watts mahallesinde ve Manhattan'ın Harlem bölgesinde) yoğunlaşan polis şid­ detine karşı siyahların gerçekleştirdikleri siyasi protestoları da içeriyordu. Bu protestolar medyada sürekli " kargaşa" olarak nitelendiriliyordu. James Baldwin'in medyanın bu protesto gösterilerini tarif edişi hakkında zamanında yazdığı gibi, " beyazlar baskıya karşı ayaklandıklarında kahraman olurlar; siyahlar ayaklandığındaysa olan biten onların fıtra­ tındaki vahşiliğe bağlanır. Varşova gettosundaki ayaklanma bir kargaşa olarak nitelenmemişti, ayaklanmaya katılanlara eşkıya denip kara çalınmamıştı; Watts'ta ve Harlem'de yaşa­ yan oğullarımız ve kızlarımız bunun tamamen farkındalar. "2 Bu tip çarpıtmalar Richard Nixon'ın 1 968 'de kampanyasını "asayiş ve düzen" meselesine odaklayarak başkanlığa ulaşma­ sını sağlamıştı. Nixon yönetiminin daha sonraki dönemlerde ABD'li siyah yurttaşların kitleler halinde hapsedilmelerinin temellerini attığı genel olarak kabul görmektedir. 20 1 5 'te Freddie Gray'in polis tarafından öldürülmesinin ardından Baltimore'da polis şiddetine karşı siyahlar yoğun bir şekilde gösteriler düzenlediler. Nic Subtirelu, Nisan 20 1 5 'te Linguistic Pulse'ta yayımlanan bir makalede, çeşitli medya or­ ganlarının Baltimore'daki gösterileri anlatırken "protesto" ve "kargaşa " kelimelerini kullanışını karşılaştırdı. Subtirelu'nun tespitlerine göre, ABD'deki aşırı sağcı televizyon kanalı Fox News, Baltimore'daki gösterilere ilişkin haberlerinde "karga2

I IO

James Baldwin, "Negroes Are Anti-Semitic Because They Are Anti-White," New York Times, 9 Nisan 1 967.

ASAYiŞ VE DOZEN

şa" kelimesini "protesto " kelimesinden iki kat fazla kullan­ mıştı. Buna karşın CNN "kargaşa " kelimesini "protesto" dan biraz daha fazla ama hemen hemen aynı sıklıkta, MSNBC ise "protesto "yu "kargaşa "dan biraz daha fazla kullanmıştı.3 Siyasi protesto gösterilerinin kargaşa diye nitelenerek çarpı­ tılması, Donald Trump'ın, Nixon'ın seçim kampanyasından güçlü yankılar barındıran kampanyasının önemli unsurla­ rından biriydi. Ne var ki Nixon, şiddet suçlarının arttığı bir dönemde seçimlere hazırlanıyordu. Trump'ın başarıya ulaşan " asayiş ve düzen" kampanyası ise şiddet olaylarının ABD tarihinde kayıtlara geçen en düşük düzeyde seyrettiği bir dönemde yürütülecekti. •••

Hem sırf zevk için birden fazla öldürme suçu işleyenleri hem de trafik mevzuatı ihlallerini kapsayan "suçlu" gibi terimlerin kullanıldığı tartışmalar veya siyasi bir protesto için " kargaşa " gibi kelimelerin geçtiği beyanlar tutumları değiştirip siyaseti şekillendirmektedir. Bir grup insanı toptan suçlulaştıran bir dilin tartışmayı rayından çıkararak nasıl hiç hoş olmayan sonuçlar doğurabileceğine dair iyi bir örnek, Af­ rikalı-Amerikalı yurttaşların kitleler halinde hapsedilmeleridir. 1 9 80'de, federal ve yerel hapishanelerde yarım milyon Amerikalı bulunuyordu. 2013'e gelindiğinde ise bu sayı 2,3 milyonu aşmıştı. Hapishanelerdeki mahkumların sayısında yaşanan patlamada, bu ülkede daha önceleri köle olarak tutulmuş insanların soyundan gelen Amerikalı yurttaşlar aleyhine ciddi bir orantısızlık söz konusuydu. Nitekim be­ yaz Amerikalılar ABD nüfusunun % 77'sini teşkil ederler, siyah Amerikalıların J?.Üfusa oranıysa % 1 3'tür. Böyle olmasına rağmen, hapiste bulunan siyah Amerikalıların sayısı, beyaz Amerikalılarınkinden çok daha fazladır. Tarihte, dünyadaki hapishane nüfusunun bu kadar büyük bir kısmını tek bir gru3

Nic Subtirelu, "Covering Baltimore: Protest or Riot?" Linguistic Pulse: Analyzing the Circulation of Discourse in Society, 29 Nisan 2015.

111

FAŞiZM NASIL İŞLER?

bun oluşturduğu başka bir zaman neredeyse hiç olmamıştır. Siyah Amerikalılar ABD nüfusunun yalnızca % 1 3 'ünü oluş­ turuyor olabilirler ama dünyadaki tüm hapishane nüfusunun %9'unu oluşturuyorlar. ABD' deki adalet sistemi adilse ve 3 8 milyon siyah Amerika­ lı dünyadaki ortalama bir etnik grup kadar suça meyilliyse (bu etnik grup 6 1 milyonluk İtalyanlar da olabilir, 45 milyonluk Guceratlılar da), siyah Amerikalıların aynı zamanda dünyanın 7. 1 3 5.000.000 civarında olan toplam nüfusunun da %9'unu oluşturmalarını beklememiz gerekirdi. Yani böyle bir durumda dünyada 600 milyonun üzerinde siyah Amerikalının bulun­ ması da gerekirdi. Siyah Amerikalıların herkes gibi olduğunu düşünüyorsanız, ABD njifusunun iki katı kadar olmaları, yani dünyanın en kalabalık üçüncü milleti olmaları da lazım gelirdi. Bu olgulara bakarak bile, hala ABD'de hapis cezası öngören yasaların adil şekilde uygulandığını ve insanların ten rengine göre farklı muamele görmediklerini düşünüyor olabilirsiniz. Ama böyle düşünüyorsanız aynı zamanda siyah Amerikalıların insan uygarlığının binlerce yıllık tarihindeki en tehlikeli gruplardan biri olduğunu da kesinlikle düşünüyor olmanız gerekir. ABD' deki hapsetme oranlarında görülen keskin artışa, suç oranındaki keskin bir düşüş eşlik etti. David Roodman, 201 7 tarihli "Hapsetmenin Suça Etkileri " başlık! � makalesinde, ".1 990 ila 20 1 0 yılları arasında kişi bazında görülen %59'luk artışa, FBI'ın takibindeki 'katalog suçlar' da %42'lik bir düşü­ şün eşlik ettiğini" belirtiyor.4 Ne var ki yine de Roodman'ın isabetle belirttiği üzere, " araştırmacılar daha fazla insanı parmaklıklar ardına koymanın suç oranındaki düşüşe sadece mütevazı bir katkı sağladığı konusunda hemfikir. " Her şeyden önce, Kanada da ABD'dekine benzer bir örüntü deneyimledi ve 1 990'lardan beri suç oranlarında sert düşüş yaşanıyor. Fakat 4

112

David Roodman, "The lmpacts of Incarceration on Crime Open Philanthropy Project," Eylül 2017.

AsAYIŞ V E DO ZEN

Kanada'da hapsetme oranları, ABD'de 1 990'larda yaşanan kitlesel hapsetme deneyimiyle paralellik göstermedi. Genel olarak Kuzey Amerika' da 1 990'dan itibaren suç oranlarının düşmesinin bir açıklaması varsa, bu açıklamanın hapsetme oranlarında görülen artış olmadığını söyleyebiliriz. Araştırmacıların hapsetme oranlarındaki artış ile suç oran­ larındaki düşüş arasında bir ilişki olmasına ilişkin şüphe izhar etmelerinin temel sebebi, araştırmaların hapsetmenin ta ken­ disinin suç oranlarının artmasına neden olduğunu gösterme­ leridir. Daha önce hapis yatmış kişiler iş bulmada ciddi zorluk yaşarlar. Kitabın son bölümünde göreceğimiz gibi, bu durum siyah Amerikalılar için daha büyük bir zorluk yaratır. Daha önce hapis yatan yurttaşların hapisten çıktıktan sonra olağan gündelik hayata tekrar karışma oranları genellikle hayli düşük kalır, bu insanlar sivil toplumdan büyük oranda uzaklaşırlar.5 Hapsetmenin aynı zamanda hapsedilen kişinin ailesi üzerinde de olumsuz etkileri vardır ki bu durum daha önce hüküm giy­ miş yurttaşların tekrar hapse girme ihtimalini de artırır. Aynı suç söz konusu olduğunda bile siyah Amerikalıların hapse girme riski, beyaz Amerikalılarınkine kıyasla daha fazladır. Nitekim uyuşturucuyla bağlantılı suçlar sebebiyle siyahlar ile beyazların hapse girme oranlarının birbirinden epey farklı olması da bunun kanıtıdır. Araştırmalar aynı zamanda hap­ setmenin bizzat kendisinin de suça sebep olduğunu gösteriyor. Roodman hapsetmenin bu etkisini, "hapiste ne kadar fazla zaman geçirilirse, hapisten çıkıldıktan sonra o kadar çok suç işlenir" diyerek özetlemektedir. Fakat daha da önemli bir soru, siyah Amerikalıların içinde bulundukları olumsuz toplumsal koşullara yanıt olarak neden sert cezai tedbirlerin tercih edildiğidir. Eğer bir toplulukta suç oranı yüksekse, ortada empati ve anlayış gerektiren bir toplumsal sorun ve sorunun altında yatan yapısal nedenleri s

Bkz. Amy Lerman ve Vesla Weaver, The Democratic Consequences of American Crime Control (Chicago: University of Chicago Press, 2014).

ıı3

FAŞiZM NASIL lşLElt?

çözüme kavuşturacak politikalara acil ihtiyaç var demektir. O halde burada sorulması gereken daha önemli soru şudur: Bu gruba yönelik yaygın bir empati yoksunluğunun kaynağı nedir ? Bir an için burada duralım ve ABD medyasında günümüz­ deki " opiyat krizi6 " "nin haberleştirilmesi esnasında empatinin nasıl işlediğini görelim. Opiyat krizinin korkunç ve tehlikeli " opiyat kartelleri "nden kaynaklandığı anlatılmadı. Opiyat bağımlıları da suçlu olarak nitelenmedi. Medya, siyasetçiler, kanaat önderleri, tıpçılar ve Başkan Trump dahi ağız birliği et­ mişçesine işi önemsiz gösterip bunun bir kriz olmakla beraber kamu sağlığı alanına giren bir salgın olarak görülebileceğini, asayiş ve düzeni doğrudan ilgilendiren bir mesele olmadığını söylediler. Çünkü Opiyat krizininin temelde Afrikalı-Amerika­ lılarla bir bağlantısı yoktu. Bilakis, bu kriz Trump'ın tabanını oluşturan kırsal kesimdeki beyazlar ve işlerinden olmuş sanayi işçileriyle ilgiliydi. Kısacası, opiyat bağımlılığına ilişkin olarak ABD' deki kamusal tartışmalarda karmaşık ve şefkatli bir ka­ musal analizin yapılması söz konusuydu; federal yönetimin ve eyalet yönetimlerin inisiyatifleri ise krizi sonlandırıp krizden etkilenenleri tedavi etmeye odaklanmışlardı. Keşke benzer bir analiz uyuşturucu bağımlılığıyla ilişkilendirilegelen Afri­ kalı-Amerikalılar için de yapılmış olsaydı. Bütün ırklardan, sınıflardan ve gruplardan yurttaşların bağımlılığı şefkatle, empatiyle ve ortak insan onuru ve eşitliği gibi liberal değerler ekseninde ele alınmalıdır. 1 8 96'da Frederick L. Hoffman Amerikalı Zencinin Irksal Özellikleri ve Eğilimleri başlıklı bir kitap yayımladı. Tarihçi Khalil Gibran Muhammad bu kitabı "yirminci yüzyılın ilk yarısındaki ırk ve suç çalışmalarına muhtemelen en fazla tesir­ de bulunmuş " eser olarak tarif eder. Kitabın·tezi şuydu: Siyah 6

1 14

Morfin içeren veya morfin benzeri etkisi olan, aynı zamanda gevşeme sağlayan opioid türü ağrıkesicilerin düzenli kullanımıyla ortaya çıkan bağımlılık vakaları 1990'1ardan itibaren ABD'e ciddi bir artış göstermiştir. Bu durum aynı zamanda "opiyak epidemisi" olarak da anılmaktadır. [Çev.]

AsAYIŞ VE DOZEN

Amerikalılar kendilerine özgü şekilde şiddete eğilimli, tembel ve hastalığa yatkındır. 1 996'da William J . Bennett, John J . Dilulio, Jr. ve John P. Walters, Kelle Sayısı: Ahlaki Sefalet .

. . ve Amerika'nın Suç ve Uyuşturucuya Karşı Savaşı Nasıl Kazanılır başlıklı bir kitap yayımladılar. Kitabı tezi şöyleydi:

Amerika yeni nesil genç erkeklerden kaynaklanan eşi benzeri görülmemiş bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bu gençlerin büyük kısmı, eziyet etmeye, şiddet eylemlerine bilhassa yatkın, dü­ rüstçe çalışma kabiliyeti olmayan siyahlardan oluşmaktadır. Yazarlar, bu genç erkeklere " süperavcılar" dediler. Kitap, bu "süperavcılar" ın uygulayacağı bir genç şiddeti dalgasının eli kulağında olduğu uyarısını yapıyordu (böyle bir dalga elbette gelmedi; şiddet içeren suçlar kitabın yayımlanması izleyen yıllarda bırakın artmayı, ciddi oranda azaldı) . Biri yüzyılın başında diğeri ise sonunda yazılmış bu iki kitap, sözdebilim aracılığıyla Amerikalıların bilincinde, suçluluk ile köleleştirilmiş Afrikalıların soyundan gelen Amerikalılar arasında bir bağ kurdular. İki kitap arasında bir yüzyıllık mesafe olmasına rağmen bunların benzer oldukları de açıktır: Her ikisi de yaklaşan ırk temelli bir şiddet dalgasına yönelik bir panik havası yaratmak için istatistiğin ağırbaşlı dilini kullanırlar. (Kelle Sayısı, Hoffman'ın kitabının aksine, yanlış kestirimlerini genetiğe değil de "varoş kültürü"nün " ahlaki sefaleti" ne da yandırır. ) İşin doğrusu, siyah Amerikalılar var oldukları andan beri "suçu ırka yıkmaya" yeltenen sözdebilimsel girişimlerle müca­ dele ediyorlar. 1 89 8 tarihli "Zenci Sorunlarının İncelenmesi" başlıklı makalesinde W.E.B. Du Bois "Amerikalı Zenci söz konusu olduğunda nüfuz ve bilgi sahibi insanların verdiği bitmek tükenmeyen bilmeyen kesin yargılar" dan, hem de " doğru dürüst her öğrencinin bildiği bir gerçeğe, yani bugün için herhangi bir bilim insanının sekiz milyon Amerikalı Zen­ cinin halihazırdaki koşulları ve eğilimleri bakımından kesin ve nihai yargılarını dayandırabileceği, güvenilirliği ispatlanmış

II5

FAŞiZM NASIL iŞLER?

yeterli veri olmadığı gerçeğine " rağmen verilen kesin yargı­ lardan yakınıyordu. 7 Du Bois burada, sosyal bilimcilerin bildikleri ile olguların tamamı arasındaki uçurumu vurgulamaktadır; bu uçurum, İskoç filozof Alasdair Maclntyre'ın deyişiyle "manipülatif uzmanlık" için yer açar. Du Bois'nın sözleri bugün de geçer­ liliğini sürdürüyor. Manipülatif uzmanlığın hem rahatsız edici hem de bize çok şey öğretmeye aday önemli bir örneğini, "süperavcılar teorisi"nde görüyoruz. Teodnin en azından güncel bir versi­ yonu, Kelle Sayısı'nın eşyazarı ve o dönem Princeton'da siya­ set bilimi profesörü olan John Dilulio, Jr. tarafından, çocuk suçluların cezalarını yetişkinlerin kaldığı infaz kurumlarında çekmesini savunması bağlamında gündeme getirilmiştir. Bu teori bir " süperavcılar" grubunun varlığından yola çıkar; bunlar doğaları itibarıyla şiddete meyillidirler; "öldürürler, tecavüz ederler, darp edip sakat bırakırlar, hırsızlık yaparlar ve bu yaptıklarından kesinlikle pişmanlık duymazlar. " Bunlar için ıslah bir seçenek değildir. Dilulio hem Kelle Sayısı'nda hem de diğer eserlerinde 1 995'ten 2000'e kadar şiddet suçlarında ciddi bir artış olacağını öngörmüş, bunun topluma dahil olan "süperavcılar" patlamasının -gizemli bir şekilde- yayılmasın­ dan kaynaklanacağını söylemişti. Dilulio'nun tahmini itibar gördü, hem de ABD'deki şiddet suçları 1 990'ların başından beri düşmeye başlamasına ve bu düşüş 1 995-2000 yılları arasında da devam etmiş olmasına rağmen. Dilulio, kanıtla­ rının izin verdiğinden çok daha kesin bir dille konuşuyordu. Bunun, ırk ile suçu birbirine bağlayan zeminde eldeki veriler ile sosyal bilimcilerin bunları yorumlayışı arasında var olan derin uçurumu açıklayan bir vaka olduğunu düşünmek pekala mümkündür. Teori kamusal tartışmalara ciddi ölçüde tesir etti. 1996'daki 7 W. E. Burghardt Du Bois, The Annals of the American Academy of Political and Social Science, 1 1 : 1 -23, Ocak 1 898.

II6

ASAYiŞ VE DO ZEN

seçimlerde ABD başkan adayları Bill Clinton ile Bob Dole, bu "süperavcılar" a karşı kimin daha sert tedbirlere başvuracağını göstermek için yarıştılar. Teorinin ne ölçüde etkili olduğunu ölçmek zor olsa da çocukları ceza takibine yetişkinlerle aynı şartlarda konu eden aşırı sert ve anayasaya uygunluğu şüpheli politikaların kabulüne kayda değer ölçüde katkıda bulunduğu açıktır. Bu yasaların ırk temelinde asimetrik şekilde uygulandı­ ğına dair elimizde çok güçlü kanıtlar var. Örneğin 2012 Adli Ceza Raporu, araştırmaya konu edilen,- çocukken işledikleri suçlar nedeniyle şartlı tahliye imkanı olmaksızın müebbet hapis cezası çeken 1 5 79 kişinden 940'ının siyah olduğunu gösteriyor. Süperavcılar teorisinin kamusal kültüre katkısı ise siyah çocukların beyaz çocuklara kıyasla suça çok daha yatkın sayılmaları olmuştur. Demagoji dilinin kamusal tartışmaları etkilemekle kalma­ yıp bütün bir nüfusun yargılarında ve algılarında çok derinlere kök salan birtakım sonuçlar da doğurduğuna dair birçok veri bulunuyor. Suçlu, kişiliği bozuk, doğası itibarıyla toplu­ mun yardım edemeyeceği biridir. Jennifer Eberhardt'ın sosyal psikoloji çalışmaları, siyah Amerikalıları ıslahı kabil olma­ yan suçlulukla ilişkilendiren 1 5 0 yıllık ırkçı propagandanın sonuçlarını belgelemeye yardımcı olmaktadır. Eberhardt'ın 2012 yılında yayımlanan ve Aneeta Rattan, Cynthia Levine ve Carol Dweck'le birlikte kaleme aldığı bir makalede akta­ rılan bir araştırmada beyaz deneklere, Yüksek Mahkeme'nin çocuk suçlulara şartlı tahliye hakkı olmaksızın müebbet hapis cezası verilmesinin anayasaya uygun olduğu hükmüne var­ dığı bir davanın değerlendirme içermeyen bilgisi sunuluyor. 8 Katılımcılara sunulan materyallerde, karara konu olan çocuk hakkında şu bilgiler yer alıyor: " 14 yaşında bir oğlan, 1 7 suçtan sabıkası var, yaşlı bir kadına ağır şiddet uygulayarak

8

Aneeta Rattan, Cynthia Levine, Carol Dweck ve Jennifer Eberhardt, "Race and the Fragility of the Legal Distinction Between Juveniles and Adults," PLoS ONE 7:5, May 23, 2012.

1 17

FAŞiZM NASIL İŞLER?

tecavüz etmiş. " Çocuk, deneklerden bazılarına " siyah bir erkek" , diğerlerine ise " beyaz bir erkek" olarak tarif ediliyor. Bu bilgiyi alan katılımcılara, " Şiddet içeren ama ölümle so­ nuçlanmayan suçlardan mahkum olmuş çocuk suçlulara şartlı tahliye imkanı olmaksızın müebbet hapis cezası verilmesini ne ölçüde destekliyorsunuz? " diye soruluyor ve yanıtlarını 1 ( "kesinlikle destekliyorum" ) ila 6 ( "kesinlikle desteklemiyo­ rum" ) arasında derecelendirmeleri isteniyor. " 1 4 yaşındaki erkek çocuk"un siyah olarak tanıtıldığı durumlarda cevaplar, çocukların şartlı tahliye imkanı olmaksızın müebbet hapis cezasına çarptırılmasını daha fazla destekler yönde oluyor. Eberhardt ile Rebecca Hetey'in 2 0 1 4 tarihli " Hapsedi­ lenlerin Artışında Irk Temelli Farklılık - Ceza Politikalarının Kabulü" başlıklı makalesine konu alan araştırmada, deneyi yapan kadın görevlilerden biri, Kaliforniya seçmen kütüğüne kayıtlı beyazlara Kaliforniya'nın çok sert, merhametsiz " üç ihlal " [three strikes] yasasını anlatmış ve bu yasada değişik­ lik yapılmasını öngören bir dilekçe de sunmuştu. 9 1 9 94'te çıkarılan bu yasaya göre iki ağır cürüm işleyen biri, bu suçlar ne kadar önce işlenmiş olursa olSun eğer "park halindeki bir araçtan bir dolar tutarındaki bozuk paraları" çalmak gibi hafif bir suç bile işleyerek " [kanunları] üçüncü kez ihlal ederse " 25 yıldan başlayıp müebbet hapis cezasına kadar varan ceza­ lara çaptırılabilirdi. Değişiklik talebi içeren dilekçedeyse bu "üçüncü ihlal "in şiddet suçlarıyla sınırlanması öngörülüyordu. Deneyci deneklere dilekçeyi vermeden önce onlara 40 sa­ niyelik videolar izletmişti. Videolarda hem siyahlardan hem de beyazlardıın oluşan 80 mahkumun sabıka kaydı alınırken çekilmiş fotoğrafları yer alıyordu. Videoların birinde gösterilen yüzlerin %45'i siyahtı ( " daha fazla siyah koşulu " ) . Diğer vide­ oda ise yüzlerin %25'i siyahtı ( "daha az siyah koşulu"). "Daha

9

Rebecca C. Hetey ve Jennifer L. Eberhardt, "Racial Disparities in Incarceration lncrease Acceptance of Punitive Policies, " Psychological Science 25: 1 0 (2014):

1 949-54.

II8

ASAYiŞ VE

DO ZEN

az siyah koşulu "nda, deneklerin % 5 1 'i dilekçeyi imzalamıştı. "Daha fazla siyah koşulu "nda ise deneklerin yalnızca %27'si dilekçeyi imzalamıştı. Bu bakımdan Eberhardt'ın çalışması, Afrikalı-Amerikalıların kitleler halinde hapsedilmesinin, kö­ lelik günlerinden beri süregelen, bu grubun üyelerini ıslahı kabil olmayacak suçlular olarak gösteren ırkçı propagandada köklerini bulduğunu gösteren büyük bir araştırmalar bütünü­ nün sadece en yakın tarihlisidir. Nitekim bu propaganda bu grubun ABD'deki hapishane nüfusu içinde son derece aşırı biçimde temsil edilmesine yol açmıştır. Elbette faşist propaganda, hedef tahtasına oturtulan grup­ ların üyelerini suçlular olarak resmetmekle kalmaz. Bu grup­ lara ilişkin ihtiyaç duyduğu türden bir panik havasının yara­ tılmasın! sağlamak için, söz konusu insanları millete yönelik belli türden tehditler olarak sunar. Bunun en önemli ve en yaygın türü, onları milletin saflığına yönelik bir tehdit olarak sunmaktır. Sonuç itibarıyla faşist siyaset aynı zamanda belli bir türdeki suçu öne çıkarmaktadır. Faşist propagandanın korku iklimi yaratmak için kullandığı temel tehdit, hedefteki grubun üyelerinin seçilmiş milletin üyelerine tecavüz edece­ ği, böylece milletin " soyunu " kirleteceğidir. Kitlesel tecavüz tehdidi, aynı zamanda faşist devletin ataerkil normlarına, milletin "erkekliğine" de tehdit olarak sunulur. Tecavüz suçu faşist siyaset için temel mahiyettedir çünkü cinsel kaygı ve buna eşlik eden, faşist otoritenin milletin erkekliğini koruma ihtiyacını yaratır.

I I9

8

CiNSEL KAYGI

Demagog milletin babası olduğundan, ataerkil erkeklik ile geleneksel aileye yönelik her türlü tehdit faşistin güçlü imajını zedeler. Bu tehditler arasında tecavüz ve darp yanında sözde cinsel sapkınlık da bulunur. Cinsel kaygı siyaseti, geleneksel er­ keklik rolleri -örneğin ev geçindiren aile reisi rolü- ekonomik sebeplerle zaten tehdit altında olduğunda daha da etkili olur. Faşist propaganda melezleşmeden ve ırkların karışmasın­ dan, Ônce Amerika hareketi adına konuşan Charles Lind­ bergh'ün sözleriyle.milletin saflığının "aşağı s�ylar" ile bozul­ masından duyulan korkuyu körükler. Faşist propagandanın tipik bir özelliği olan bu korku, öt.ekinden duyulan korkunun cinselleştirilmesiyle büyütülür. Faşist siyasetin temelinde ge­ leneksel ataerkil aile bulunduğundan, bu korkuya geleneksel aileden uzaklaşıldığı paniği de eşlik eder. Bu süreçte translar ve eşcinseller geleneksel erkeklik rollerine yönelik tehdide ilişkin kaygıyı ve paniği artırmak için kullanılırlar. •••

Tarihçi Keith Nelson, 1 970 tarihli "'Ren Nehri'nde Siyah Korkusu' : 1. Dünya Savaşı Sonrası Diplomasisinde Bir Etken Olarak Irk" başlıklı makalesinde 1919'tan itibaren Renanya'yı işgal eden Fransız birliklerinde görev yapan Afrikalı askerler hakkındaki, Almanya'yı kaplayan kitlesel histeriyi belgeliyor.1 Afrika'daki sömürgelerden gelen Fransız askerlerinin Alman kadınlarına tecavüz ettiği iddiasını içeren propaganda o sı­ ralar bölgede alabildiğine yayılmıştı. Hatta bu metinlerden 1

I 20

Keith Nelson, "The 'Black Horror on the Rhine': Race as a Factor in Post-World War 1 Diplomacy," ]ournal of Modern Hi$tory 42.4 (Aralık 1 970) : 606-27.

CiNSEL KAYGI

bazıları Esperanto dahil olmak üzere neredeyse tüm Avrupa dillerine çevrilmişti. Alman devleti siyah erkeklerin beyaz kadınlara kitleler halinde tecavüz ettiğine dair ırkçı fanteziler yayıyor, bunu Fransız işgaline karşı savaşın bir parçası ola­ rak kullanıyordu. Bu propaganda "ırklara duyarlı" ABD' de daha da başarılı oldu. Kendilerine " Renanya'daki Dehşete Karşı Çıkan Amerikalılar" adını veren bir grup, "Almanya ve İrlanda kökenli varlıklı Amerikalıların katkı sağladığı" parayı kullanarak 10.000 broşür bastırıp dağıttı ve 2 8 Şubat 1921 'de New York'taki Madison Meydanı'na doluşan 12.000 kişilik bir toplulukla " Renanya'daki Siyah Dehşet"e karşı bir gösteri düzenledi. Nelson şöyle diyor: Keza Adolf Hitler adlı genç Alman milliyetçisiriin unutamadığı bir şey de şuydu:

"7.000.000 insan yabancı hakimiyeti altında

çürümekte ve Alman halkının en geniş yolu, Afrika' dan gelmiş sürülerin oyun alanından geçiyordu . . . . Zencileri, Renanya'ya getirenler hep Yahudilerdi, en nihayetinde soy bozulacaktı; zaten en baştan beri gizli tuttukları düşünceleri de buydu; he­ defleri açıkça nefret ettikleri beyaz ırkı ortadan kaldırmaktı. "

Hitler'e göre Yahudiler, siyah askerlerin saf Aryan kadınlara tecavüz etmesi suretiyle " beyaz ırkı" ortadan kaldırmaya yönelik bir tertibin arkasındaki isimlerdi. Bu komplo teorisini 1 920'lerde Amerika'daki Ku Klux Klan örgütü de benimse­ mişti: Yahudilerin siyah erkekleri beyaz kadinlara toplu olarak tecavüz ettirme planları yaptıklarını, amaçlarınınsa ABD' deki beyaz ırkı zayıflatmak olduğunu söylüyorlardı. "ABD'nin tarihinde, sah�e tecavüz suçlamaları ırkçılığın icat ettiği en ürkütücü buluşlardan biridir. Ne zaman siyahları hedef alan ve sürekli yinelenen şiddet ve terör dalgaları ikna edici bir gerekçeye ihtiyaç duysa, siyah tecavüzcü efsanesi yöntemli bir şekilde anımsatılır" diyor aktivist Angela Davis.2 ABD'de siyah erkeklerin lin edilmesi, beyaz Amerikalı ka2

"Rape, Racism, and the Myth of the Black Rapist," Angela Davis, Women, Race

and C/ass (New York: Random House, 1 9 8 1 ), 1 73.

I2I

FAŞiZM NASIL İŞLERi

dınların saflığını koruma ihtiyacıyla gerekçelendirilir; tarihçi Crystal Feimster'ın sözleriyle, "güneyli beyaz erkekler siyasi menfaat uğruna siyah tecavüzcü imgesini" etkili bir şekilde dolaşıma sokmuşlardır.3 Güney Carolina senatörü Benj amin Tillman'ın Senato genel kurulundaki sözleriyle "Yoksul Af­ rikalılar birer zalim haline geldiler, kimi mideme indirsem diye etrafta dolanıp duran hayvanlar gibiler. Cezaevlerimizi ağzına kadar doldurdular. Etrafta sinsi sinsi dolaşıp, katletmek veya zulmetmek için savunmasız beyaz kadınları arıyorlar. " Onyıllar boyunca siyah Amerikalıların korkunç bir şekilde kitlesel linçe maruz kalmasına yol açanlar, onlar hakkında cinsel endişeleri bulunan ve demagogluk edenler sadece beyaz erkekler değildi. Rebecca Latimer Felton, halkın gözü önünde ilerlemiş uzun bir kariyerin ardından, 1 922'de atama yoluyla (bir günlüğüne) ABD'nin ilk kadın senatörü olmuştu. Kadın hakları savunucusuydu (ama beyaz kadınların haklarını sa­ vunuyordu) . Kariyeri süresince ırkçılık ateşine körükle gitti. Hatta 1 897 yılında yaptığı bir konuşmada siyah tecavüzcüler tehlikesinden bahsederken "eğer kadınların en önemli var­ lıklarını sarhoş, açgözlü hayvanlardan korumak için lince başvurmak gerekiyorsa, haftada bin defa linç etmeye varım diyorum! " diyecek kadar ileri gitmişti. Linçlere karşı mücadele eden önemli bir isim de Ida B. Wells'ti. Wells, yayımladığı " Güney'in Korkuları: Bütün Safahatıyla Linç Hukuku" ( 1 892) ve "Kanlı Sicil: ABD'de 1 8 92-1 893- 1 8 94'te Gerçekleşen Linç Eylemlerinin Tablolu İstatistikleri ve Nedenleri" başlıklı iki kitapçıkta bu anlatıya karşı koymaya çalıştı. Well'in, linç kurbanlarının çoğunluğu­ nun, tecavüzle suçlanan siyahların sayısına bile ulaşmadığına dair tespiti, birçok tarihçinin belgelediği üzere yaygın bir şüpheyle karşılanmıştı.4 Bütün Amerika'da beyazlar, beyaz

3 •

122

Crystal Nicole Feimster, Southern Horrors: Women and the Politics of Rape and Lynching (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2009), 78-79. Örn. bkz. Age., 90.

CiNSEL KAYGI

kadınları hedef alan ve faillerin siyah erkekler olduğu bir kit­ lesel tecavüz salgınının varlığına inanıyorlardı. Bu inanç, linç eylemlerini haklı göstermek için kullanılıyordu ve beyazların, siyahları yurttaşlar olarak eşit kabul etmeleri halinde statü kaybı yaşayacaklarına inanmalarından kaynaklanan korku ve endişelerini akla uyduruyordu. Nitekim cinsel kaygının paranoya veya takıntı haline geldiği her durumda, genellikle arka planda daha somut bir güvensizlik hissi bulunur. 1 9 ve 20. yüzyıllarda ABD'de deneyimlenen bu korkular bütün bir dünyada tekrar karşımıza çıkmaktadır. 20 1 7 gü­ zünde, İkinci Dünya Savaşı 'ndan beri görülen en fena etnik temizlik harekatı Myanmar'ı silip süpürdü. Bu harekat ülkede çoğunluğu teşkil eden Budistlerle aynı dine mensup olmayan Müslüman azınlık nüfusun bulunduğu Arakan bölgesindeki insanları hedef aldı. Yüzlerce Rohingya köyü yerle bir edildi ve gerçekleştirilen katliamlar ve vahşet dolu toplu tecavüz eylem­ leri nedeniyle yarım milyondan fazla Rohingyalı Bangladeş'e sığındı. Rohingya halkına karşı tarifi imkansız bir vahşilikle gerçekleştirilen etnik temizlik harekatının yakın tarihli kay­ nakları arasında, 2 0 1 2 yılının Haziran ayında genç bir Budist kadının çok sayıda Rohingyalı erkeğin tecavüzüne uğrayarak öldürülmesiyle başlayan kargaşa bulunuyor. 2 0 1 4 yılında sosyal medyada bir başka Budist kadının tecavüze uğradı­ ğına ilişkin söylentiler bölgede şiddet olaylarının artmasına neden oldu. Rohingyalılara uygulanan soykırımı genel olarak, Müslümanların Budist kadınları avlayıp tecavüz etme planla­ rından bahseden paranoyakça teoriler ateşledi. Los Angeles Daily News 'ta Rohingya'daki durumu aktaran 2014 tarihli bir haberin başlığı şöyleydi: MYANMAR'DA BUDİST HALK MÜSLÜMAN TECAVÜZCÜLER HAKKINDAKİ SÖYLEN­ TİLER SONUCUNDA AYAKLANMIŞ DURUMDA. Myan­ mar uzmanlarıyla yapılan görüşmelerle hazırlanan bu haber, Budist aşırılıkçıların " Müslüman erkeklerin Budist kadınlara saldırı planları"ndan bahseden propagandasının, onlarca yıl geriye giden uzun bir tarihinin olduğunu göstermektedir. 1 23

FAŞiZM NASIL İŞLER?

Hindistan'da Hint milliyetçiler Müslüman karşıtı hisleri düzenli şekilde körüklüyorlar. Yürüttükleri kampanyalarda Müslüman erkeklerin Hint erkekliği açısından oluşturduğu tehlikeyi işaret ediyorlar. Son zamanlarda bu durum " aşk cihadı " denen bir şeyden duyulan korkuya dönüştü. Indian Exp ress 'te 2 0 1 4 Ağustos'unda yayımlanan bir makalede, Hint tarihçi Charu Gupta, RSS'nin ve Hint milliyetçi partisi BJP'nin bazı hiziplerinin "aşk cihadı " denen harekete karşı düzenlediği ve "farkındalık toplantıları " na sahne olan " sal­ dırgan ve sistematik kampanya " ya dikkat çekiyor. BJP'ye göre " aşk cihadı " hareketi Hint kadınları nikah kıyarak ve kandırarak İslam'a geçmeye zorluyor.5 Gupta, bu kampan­ yaların grupları birbirinden ayıran bölücü ilkeler üzerine kurulduğunu ve bu ilkelerin "Müslüman erkeklerin saldırgan ve cinsel enerjilerine yapılan, ortak bir 'öteki düşman' yara­ tan göndermder" le ayakta tutulduğunu belirtiyor. Gupta, "Hintlilerin akli melekelerini " , "kültürel saflık siyaseti ve bir masumiyet efsanesi" karşısında yitirmelerinden yakınıyor. Bu tutum, "eylemin algılanan 'gayrimeşruluğu' ile birleştiğinde şiddet, işgal, ayartı ve tecavüz hakkında öfkeli veryansınlara " neden oluyor. Bu satırların yazıldığı esnada ABD' de de göçmen grupları tecavüzle ilişkilendiren bir propaganda sağanağı karşısında " akli melekelerin" kaybedildiğine şahit oluyoruz. Bilindiği gibi Trump, seçim kampanyasına başlarken, Meksika'dan ABD'ye gelen göçmenlerin ırz düşmanları olduğunu söyle­ mişti. The New York Times'ta 26 Eylül 201 7'de yayımlanan bir makalede Caitlin Dickerson, Idaho'da küçük bir kasaba olan Twin Falls'da gerçekleşen olayları aktarıyor. Yedi, on ve on dört yaşlarındaki üç mülteci erkek çocuğu, beş yaşın­ daki Amerikalı bir kız çocuğuna cinsel tacizde bulunmakla 5

1 24

Charu Gupta, "The Myth of Love Jihad," Indian Express, 28 Ağustos 2014. Gupta'nın Aşk Cihadı efsanesi hakkında akademik bir makalesi de bulunuyor: "Allegories of 'Love Jihad' and Ghar Vapasi: Interlocking the Socio-Religious with the Political," Archiv Orientalnf 84 (201 6): 29 1-316.

CiNSEL KAYGI

suçlandılar. Olayın hemen akabinde olayla ilgili Facebook grupları kuruldu ve "küçük kızın bıçak tehdidiyle tecavüze uğradığını, faillerin Suriyeli mülteciler oldtığunu ve babaları­ nın onları 'çak' yaparak tebrik ettiğini" iddia eden yazıların bulunduğu web sayfalarının bağlantıları paylaşıldı. Çok geç­ meden, internette en fazla ziyaret edilen sitelerden bir olan Drudge Repo rt'ta ana sayfada manşete çekilen yazının başlığı şöyleydi: "HABER: SURİYELİ 'MÜlTECİLER' IDAHO'DA KÜÇÜK BİR KIZA BIÇAK ZORUYLA TECAVÜZ ETTİLER. " Yayımlanan yazıların hepsi yalan yanlış bilgilerle doluydu. Dickerson'ın bildirdiğine göre, Twin Falls'da hiçbir Suriyeli mülteci bulunmuyordu. Hatta ortada bir saldırının olup olma­ dığı bile belli değildi (bir polis memuru, olayın cep telefonuyla çekilmiş görüntülerine dayanarak, olayla ilgili olarak inter­ nette dolaşan bilgilerin "yüzde yüz yanlış olduğunu, gerçekle uzaktan yakından ilgili olmadıklarını" söyledi) . Yine de yalan haberler Twin Falls'daki kamu görevlilerine yönelik tehditkar bir taciz dalgasının yayılmasına ve o yöredeki mültecilere karşı bir öfke fırtınasının kopmasına yol açtı. Özetle, yalan haberler mültecilerin Amerikalı beyaz kızlar için cinsel bir tehdit teşkil ettikleri yönünde bir panik yarattı ve bu panik henüz yatışmış değil. Trump'ın seçim kampanyasını çepeçevre kuşatan (ve Trump'ın ekibini çevrelemeye devam eden) göçmenlik hak­ kındaki retorik, Rusya'daki propaganda organlarının tak­ tiklerini örnek alıyor. Bu yayınlar, Ortadoğulu göçmenlerin Avrupa' da beyaz kadınlara tecavüz ettiğine dair (abartılı olay anlatımları içeren) yalan haberler yayıyorlar. Tek bir örneğe bakmak yeterli: 201 7'nin Eylül ayında Jim Rutenberg The New York Times 'ta kaleme aldığı bir yazıda, Rus propaganda yayın organlarının 2 0 1 6 yılında Berlin'de 1 3 yaşında bir kız çocuğunun Ortadoğulu bir göçmen tarafından tecavüze uğ­ ramasını konu alan sahte bir skandal yaratmaya çalıştıklarını anlatıyor. Birçok medya organı bu tecavüz iddiasına ilişkin haberler yaptı, hatta 700 kişi aslında hiç gerçekleşmemiş bir olayı protesto etmek üzere bir araya bile geldi. Rus medyaI 25

FAŞiZM NASIL iŞLER?

sında çıkan b u haberler infiale yol açtı. Bütün bunların Al­ manların 1 920'lerde "Renanya'daki Siyah Korkusu"nu konu alan propagandasının yayılmasını ürkütücü şekilde andırıyor olması, bu tür "sahte haberler"in sosyal medyadaki modern devrimin sonuçları olduğu şeklindeki -şimdilerde moda olan­ görüş � rağbet etmememiz gerektiğini de gösteriyor. •••

Ataerkil erkeklik, erkeklerde birtakım beklentilere yol açar. Bunların başında toplumun, erkeklerin ailelerinin tek koru­ yucuları ve geçindiricileri rolünü üstlenmelerine izin vereceği beklentisi bulunur. Bu nedenle, aşırı ekonomik kaygıların yaşandığı dönemlerde, gittikçe artan cinsiyet eşitliğinin bir sonucu olarak statü kaybına uğradıkları düşüncesiyle zaten kaygılı olan erkekler, demagoglar tarafından cinsel azınlıklara karşı kışkırtılarak kolaylıkla paniğe sevk edilebilirler. Bu du­ rumda faşist siyaset, kaygının kaynağını kasten çarpıtmakta­ dır. (Faşist siyasetçinin hiçbir zaman ekonomik sıkıntıların asıl nedenlerini ortadan kaldırmak gibi bir derdi yoktur. ) Faşist siyaset erkeğin ekonomik kaygılarla zaten artmış kaygılarını çarpıtarak, bu kaygıyı gelenekleri ve geleneksel aile yapısını reddedenlerin onun kendi ailesinin varlığına bir tehdit oluştur­ duğu korkusuna tahvil eder. aurada faşist siyasetin kullandığı silah yine potansiyel bir cinsel saldırı tehdidi varsayımıdır. 20 1 6 yılının Mart ayında Kuzey Carolina Meclisi, Tuvalet Yasa Tasarısı olarak bilinen House Bili 2 'yi kabul etti. Bu tasarıya göre, mahalli eğitim kurumlarında " birden fazla kişinin aynı anda kullanabileceği tek cinsiyetli tuvaletleri" zorunlu tutacaktı. Bunun anlamı şuydu: Trans bireyler, doğ­ duklarında atandıkları cinsiyete ait tuvaletleri kullanmak zorundaydılar (dolayısıyla bir trans kadın erkekler tuvaletini kullanacaktı) . "Tuvalet yasa tasarısı "yla ilgili bütün tartışma, trans kadınların cis (trans olmayan) kadınlar için teşkil ettiği tehdide odaklanmıştı. Tasarının destekçileri ve taraftarları trans kadınların muhtemel cinsel avcılara benzediğini iddia ederek bastırıyorlardı. Kuzey Carolina'nın Cumhuriyetçi valisi 126

CiNSEL KAYGI

Pat McCrory, tasarıyı imzalama kararının gerekçesi olarak, House Bili 2'nin Kuzey Carolina'daki kadınları korumak için gerekli olmasını sundu. Bunu takiben 20 1 6 yılında, bir düzineden fazla eyalette eyalet milletve.killeri House Bill 2'yi örnek alan tuvalet yasa tasarılarını gündeme alacaklardı. Julia Serano klasikleşmiş eseri Kamçılı Kız, trans kadın­ ların, kadınlığı tercih etmeleri nedeniyle ataerkil ideolojilere tehdit teşkil ettiklerini söyler: Erkek merkezli cinsiyet hiyerarşisinde erkeklerin kadınlardan daha iyi olduğu, erkekliğin kadınlığa üstü� olduğu kabul edilir. Burada, trans kadınların varlığından duyulan kor­ kudan daha büyük bir korku yoktur çünkü trans kadınlar, erkek olmalarına ve erkeklerin imtiyazlarını miras almalarına rağmen kadın olmayı "tercih " etmişlerdir. Kadınlığımızı ve dişilliğimizi olumlayarak benimsediğimizde, bir anlamda, er­ kekliğin ve erilliğin o iddia edilen üstünlüğüne gölge düşürmüş oluyoruz. Kültürümüz, erkek merkezli cinsiyet hiyerarşisine teşkil ettiğimiz tehdidin hafiflemesi için -özellikle de medya yoluyla- bizi darmadağın etmek için geleneksel cinsiyetçiliğin heybesinde bulunan her türlü taktiği kullanıyor.6

Serano'nun kitabının 2007'de yayımlanmasından beri, trans kadınlara yönelik retorik saldırılar ABD siyasetinin merkezine yerleşti. Cinsiyet hiyerarşisinin faşist ideoloji için ne kadar önemli olduğu düşünüldüğünde, siyasetçilerin trans kadınlar hakkında toplu bir histeriyi körüklemeye çalışmaları hiç şaşırtıcı değildir. Nitekim bu durum, faşist siyasi taktiklerin bir tezahürü ve faşist siyasetin cari olduğunun işareti olarak görülmelidir. Trans kadınları toplumda gittikçe daha fazla kabul görmeleri ise liberal demokratik normların kuvvetli biçimde onaylanması olarak anlaşılmalıdır. Ataerkil ailenin faşizm için taşıdığı önemi hatırlayalım: Faşist lider, ataerkil babanın veya reisin muadilidir, geleneksel 6

·

Julia Serano, Whipping Girl: A Transsexual Woman on Sexism and the Scapegoating of Femininity (Berkeley: Seal Press, 2007), 15.

1 27

FAŞiZM NASIL iŞLER?

ailenin CEO'sudur. Babanın ataerkil ailedeki rolü, anneyi ve çocukları korumaktır. Trans kadınlara saldırmak ve korku duyulan ötekiyi milletin erkekliğine tehdit olarak sunmak, erkeklik düşüncesini siyasetin odağına yerleştirmenin yol­ larıdır. Bu şekilde, hiyerarşinin tesis edilmesi ve fiziksel güç kullanarak tahakküm kurmak gibi faşist ideallerin kamu alanına yavaş yavaş girmesi sağlanmış olur. Marie Schmidt, Budapeşte'de bulunan Macaristan Te­ rör Evi müzesinin müdürü olan Macar bir tarihçidir. Viya­ na Üniversitesi 'nde dilbilim profesörü olarak görev yapan Johanna Laakso, Schmidt'in 2 0 1 ?'de yayımlanan Dil ve Özgürlük başlıklı kitabı hakkında bir makale kaleme aldı ve makale Hungarian Spectrum'da çevrimiçi yayımlandı. Laakso, Schmidt'in düşmanlarının "Müslüman göçmenler, solcu liberal seçkinler ve George Soros " olduğunu söylüyor.7 Aynı inceleme yazısında Laakso, Schmidt'in Angela Merkel'in yaklaşık 1 milyon Suriyeli mülteciyi Almanya'ya alma kararı ve ülkenin bu mültecileri kabul etmesi hakkındaki eleştirilerini de aktarıyo�. Schmidt şöyle diyor: Normal bir erkek veya delikanlı, vazifesinin farkındadır: Karısını, kızını, annesini veya kız kardeşini koruyup kollar. Oysa günümüzün Almanları beyinleri yıkanmışçasına ve erkekliklerine hiç yakışmayan bir şekilde gösterdiler ki bunu bile yapmaya güçleri yetmiyor.

Schmidt, büyük bir Suriyeti mülteci grubunun Almanya'ya kabul edilmesinin suçunu, ataerkil cinsiyet rollerinin yozlaş­ masına atıyor. Onun bu açıklamasındaki mantıksal boşluğu dolduransa, yozlaşmadan önceki zamanlarda erkeklerin ka­ dınları yabancıların etkisinden " koruma " şeklindeki gele­ neksel ataerkil cinsiyet rolünü üstlendikleri faşist bir efsanevi tarihin var olduğunu inancıdır. Erkeklerin kadınları ve çocukları koruma kabiliyetini ör7

1 28

Johanna Laakso, " Friends and Foes of 'Freedom,' " Hungarian Spectrum (çevrimiçi), 28 Aralık 201 7.

CiNSEL KAYGI

selediği varsayılan tehditlerin öne çıkarılmasıyla faşist siya­ setçiler için önemli olan bir siyasi sorun çözüme kavuşturul­ muş olur. Liberal demokraside özgürlüğe .ve eşitliğe açıktan saldıran siyasetçiler pek fazla destek görmezler. Cinsel kaygı siyaseti ise güvenliği öne sürüp bu meselenin etrafından dolan­ manın bir yolunu teşkil eder. Bu şekilde de liberal demokrasi ideallerine yine saldırılmaktadır ama saldırı saklanmış olur. Cinsel kaygı siyasetini uygulayan bir siyasi lider, dolay­ lı yoldan da olsa özgürlüğü ve eşitliği bir tehdit olarak su­ nar. Toplumsal cinsiyet kimliğinin veya cinsel tercihin dışa vurulma biçimleri özgürlüğün kullanılması anlamına gelir. Eşcinsellerin veya trans kadınların kadınlara ve çocuklara yönelik bir tehdit olarak sunulmasıyla, hatta bunun bir sonucu olarak erkeklerin onları koruma kabiliyetlerine yönelik bir tehdit olarak da sunulmasıyla, faşist siyaset liberal özgürlük idealine [dolaylı yoldan] karşı çıkmış olur. Kişinin istediği kişiyle evlenmesi özgürlüğün kullanılmasıdır; bir dinin veya ırkın üyelerini dinler veya ırklar arası bir evlilik olasılığına kapı aralıyorlar diye tehdit olarak sunmaksa liberal özgürlük idealinin yadsınmasıdır. Cinsel kaygı siyaseti eşitliğin de zeminini aşındırır. Ka­ dınlara eşitlik sağlandığında erkeklerin ailelerinin yegane koruyucusu olma rolleri tehdit görmeye başlar. Erkeklerin, eşlerine ve çocuklarına yönelik cinsel tehditlere karşı çaresiz­ liğini öne çıkardığınızda, ataerkil erkekliğin kaybına ilişkin kaygıları da güçlendirmiş olursunuz. Cinsel kaygı siyaseti, özgürlük ve eşitliği açıktan reddetmeden de esaslı tehditler olarak sunmanın güçlü bir yoludur. Cinsel kaygı siyasetinin dirençli bir varlık gösteriyor olması belki de liberal demok­ rasinin aşındığının en belirgin işaretidir. Siyasetçiler de dikkatlerini cinsel sapkınlığın ve şiddet tehditlerinin en berbat ve yoğun olduğu mekanlara, yani kozmopolit şehir merkezlerine çevirirler. Tekvin' de anlatıldı­ ğına göre Sodom ve Gomora, Tanrı'nın fesatları ve günahları sebebiyle cezalandırmak üzere seçtiği iki şehirdir. Hangi gü1 29

FAŞiZM NASIL İŞLERi

nahların bu şehirlerin yıkılmasına sebebi olduğu hakkında bir tartışma var. Bilginlerin tartışmalarını bir kenara bırakıp tarih içerisinde oluşmuş tasavvura bakarsak, bu günahlar hep cinsellik çerçevesinde, özellikle de eşcinsellik temelinde düşünülegelmiştir. Gerek retorik gerekse edebiyat, bu şehirleri hep yozlaşma ve günah mekanları olarak, özellikle de cinsel yozlaşma ve günahkarlık mekanları olarak görmüştür. Sodom ve Gomora, cinsel kaygı için Kitab-ı Mukaddes temelli bir kaynak mahiyetindedir ve eşcinselliğin, ırkların karışması­ nın ve faşist ideolojiye karşıt diğer günahların ortaya çıkma ihtimalinin en fazla olduğu yerlerdir.

130

9

SoooM VE GoMORA

O öğleden sonra, eski müdürün kulübesinde, beslenmek

için tavşan yetiştiren fakat onları öldürmeye yüreği el vermeyen bir adamdan, ateş etmeyi öğrendim. Bu hayvansever, bu bölgeyi kendine özgü kılan kültürel tutumlardan bahsederken şöyle demişti: "Örneğin eşcinseller kasabamıza gelirse onları öldürürüz. " Nicholas Muellner, In Most Tides an Island

Kavgam'ın Birinci Bölümünün başlığı " Evim"dir. Üç buçuk sayfadan ibaret kısa bir bölümdür. Burada Hitler doğum yeri olan Braunau am Inn'i hayırla yad eder: "İki Alman devle­ tinin arasındaki sınırda uzanan" ve milli gururun yaşandığı, çalışkan ve gayretli sakinleri olan küçük bir kasaba. Ne yazık ki "yoksulluk ve acımasız gerçeklik" onu o cennetimsi küçük kasabadan koparmıştı ve Hitler " bir bavul dolusu elbise ve çamaşırla, gÖzünü karartıp Viyana'ya " gitmişti. Kavgam'ın İkinci Bölümünün başlığı, "Viyana'daki Öğre­ nimim ve Mücadelem"dir. Bu bölüm, Hitler'in, Avusturya'nın en büyük ve en kozmopolit şehrindeki tecrübelerini anlatır. Viyana, "zehirli bir yılandır" ; onun "zehir dişlerinin bilgisine vakıf olmak için" orada yaşamak gerekir. Hitler Viyana'yı, geleneksel Alman kültürünü mide bulandırıcı ölçüde yozlaşmış sahte bir versiyonunu yaratmak için pataklayan ve tahkir eden Yahudilerin hakimiyeti ve yönetiminde bir şehir olarak anlatır. Viyana' da Alman milli gururunun olmamasından dert yanar. En önemlisi de Viyana'yı kozmopolitliği sebebiyle hor görür çünkü burada farklı kültürler ve etnik gruplar birbirine 13 1

FAŞiZM NASIL İŞLER?

karışmaktadır: " Başkentin farklı ırkların o birbirine karışmış görüntüsünden tiksiniyordum. Çeklerin, Lehlerin; Macarların, Rutenlerin, Sırpların, Hırvatların birbirine karışmış olmasın­ dan, ama en çok da mantar gibi her yerde biten Yahudilerden tiksiniyordum. " 1 Almanya' da, edebiyat ve kültürde, şehirleri toplumsal hastalıkların sebebi gören, taşrayı ise temizleyici bir unsur kabul eden romantik bir gelenek vardı. Nasyonal Sosyalist ideoloji işte bu romantizmi en uç noktasına taşıdı: Saf Alman değerleri taşradaki yerli değerlerdi, köy yaşamında hayata geçmişlerdi; şehirler ise ırkın bozulduğu yerlerdi, saf Kuzeyli kanı, diğer kanlarla karışıp murdar olmuştu. Hitler'in, yayımlanmamış İkinci Kitap'ta yazdığı şekliyle: [B]ir milletin, barışçıl diye anılan ekonomi politikasının yarattığı asıl tehlike, ilk başta nüfusta belli bir artışın ger­ çekleşmesini sağlamasıdır ama bu nüfus, halkın kendi yur­ dunun ve vatan ının verimliliğinde pay sahibi olmayacaktır. . Hiç nadir sayılamayacak sıklıkta, çok sayıda insanın yetersiz bir Lebensraum'da yoğunlaşması, aynı zamanda zorlu top­ lumsal sorunlara da yol açar. Halk artık iş yerlerinde bir araya gelmektedir. Bu çalışma mekanları kültür alanlarından daha ziyade halkın vücudundaki çıbanlara benzer; bütün kötülükler, fenalıklar ve hastalıklar sanki bir araya gelmiş gibidir buralarda . Her şeyden önce de kanların birbirine karıştığı ve yozlaşmanın hüküm sürdüğü şer yuvalarıdır; bu nedenle genellikle ırkın bozulmasına yol açarlar. En sonunda, uluslararası Yahudi cemaatine ait irin saçan kurtçukların yaşamak için elverişli bir ortam bulduğu ve nihayetinde de halkın kesinkes çürümesine sebep olan pislik saçan bir sürü ortaya çıkarırlar. 2

Hitler'in kozmopolit şehirleri ve onların kültürel ürün­ lerini bu şekilde yermesi faşist siyasetin vazgeçilmezidir.

1

Mein Kamp(, 52.

.

Adolf Hitler, Gerhard Weinberg ve Krista Smith, Hitler's Second Book: The Unpublished Sequel to Mein Kamp( (Enigma Books, 2006), 26.

I32

SooOM VE GOMORA

" Hollywood"un, veya onun yerel muadilinin genellikle Ya­ hudilerce yönetildiği düşünülür; bunlar "sapık" � ir sanat üretmek suretiyle her zaman geleneksel değerleri ve kültürü tahrip etmektedirler. Kampfbund für deutsche Kultur'un (Al­ man kültürü için resmi Nasyonal Sosyal "savaş derneği"nin) 1930'daki manifestosunda Alfred Rosenberg "tiyatroda halka zarar veren her türlü eğilime karşı direnç gösterme" çağrısında bulunuyordu "çünkü tiyatro neredeyse bütün büyükşehirlerde sapkın güdülerin sahnesi haline gelmiştir. Kendimize ait adalet kavramlarımızın dur durak bilmeksizin yayılan yozlaşmasına karşı savaş veriyoruz. Bu yozlaşma, büyük dolandırıcılara halkı sömürmek için bir hareket alanı yaratıyor. " 3

·

•••

Faşist imgelemde şehirler, çoğunlukla Yahudilerin ve göçmenlerin yarattığı bir kültürel yozlaşma kaynağıyken, taşra saf ve tertemizdir. " Çiftçilere ve Tarıma İlişkin Resmi Parti Beyanı ve Tutumu" 1930'da Nasyonal Sosyalist Völkischer Beobachter'de Hitler imzasıyla yayımlandı. ( Gerçi bu met­ nin asıl yazarının kim olduğu tam olarak belli değildir. ) Bu metin, milletin hakiki değerlerinin taşra insanında buluna­ cağını, Nasyonal Sosyalistlerin " çiftçileri sağlıklı bir halk mirasının asıl taşıyıcıları, halkın gençliğinin kaynağı ve askeri kuvvetin belkemiği olarak" gördüğünü ilan etmesi itibarıyla Nazi ideolojisinin özlü bir ifadesiydi. Faşist siyasette aile ve çiftlik, milletin değerlerinin köşe taşlarını teşkil eder ve aile çiftliği şeklindeki topluluklar milletin ordusunun omurgası­ dır.4 Bunun yanında milletin saf kanının kaynağı olan taşra halkı, dışarıdakilerin kanıyla göçmenlik yoluyla kirletilemez. Nazilerin resmi politikası "Yerel tarım emeğinin payının artı­ rılıp köyden kaçışın engellenmesiyle yabancı tarım işçilerinin 3

4

Alfred Rosenberg, " German Freedom as a Prerequisite far Folk Culture," Nazi Ideology Before 1 933: A Documentation, ed. Barbara Miller Lane ve Leila J. Rupp (Austin: University of Texas Press, 1 978), 124-26. "Official Party Statement on Its Attitude Toward the Farmers and Agriculture," Lane ve Rupp, Nazi Ideology Before 1 933, 1 1 8-23 .

133

FAŞiZM NASIL İŞLER?

ithali gereksiz hale gelecek ve bu yüzden de yasaklanacaktır" şeklindeydi. 5 Washington Post ile Kaiser Vakfı'nın yaklaşık 1 700 Ameri­ kalı arasında yaptığı Haziran 201 7 tarihli bir araştırma, "göç­ menlere karşı tutumların ABD şehirleri ile kırsal topluluklar arasındaki en derin uçurumlardan birine karşılık geldiğini" ortaya koydu. 6 Taşrada yaşayanların % 42 'si ankette yer alan " Göçmenler ülkemiz için bir yüktür çünkü işlerimizi, evlerimizi ve sağlık hizmeti imkanlarımızı elimizden almak­ tadırlar" ifadesine katıldıklarını bildirdiler. Göçmenlerin bu şekilde bir yük olarak nitelenı�esine katılan şehirli nüfus oranı ise % 1 6 ' da kaldı. Araştırma, taşra siyaseti ile şehir siyaseti arasındaki bu karşıtlığın, demagoj i yapan, bilhassa da göçmenlik meselesi üzerine konuşan ABD siyasetçileri için bereketli bir alan olduğunu gösteriyor. The Guardian'da, Fransa'daki 20 1 7 başkanlık seçimleri sü­ rerken 21 Nisan' da yayımlanan bir makale, Ulusal Cephe'nin tabanını ve partinin başkan adayı Marine Le Pen'i " büyük şehirlerden uzakta, orta karar kasabalarda ve taşradaki köy­ lerde yaşayan insanlar" olarak tarif ediyor. Le Pen'in "katı güvenlik ve göçmen karşıtlığı " yönündeki mesajları, partisine yönelik taşra desteğinin artışının sebebi olarak yorumlanıyor. Nitekim taşrada göçmen karŞıtı düşünceler " göçmenlerin buralarda çok az sayıda olmalarına rağmen" hem köklü hem de yaygındır. Seçimlerin ilk turunda Le Pen, Fransa'nın baş­ kenti ve en büyük şehri Paris'te % 5 'ten daha az oy almasına rağmen, Emmanuel Macron'un ardından ikinci sırada yer aldı. Bu durum " bölgesel sonuçların büyükşehirler ile daha kırsal alanlar arasındaki "siyasi yarılmaya işaret ediyor" du.7 İkinci turda Emmanuel Macron beklendiği gibi büyük bir 5 6 7

134

Age., 122. Maria Sacchetti ve Emily Guskin, "in Rural America, Fewer Immi grants and Less Tolerance," Washington Post, 1 7 Haziran 201 7. Lucy Pasha-Robinson, "French Election: Marine Le Pen Wins Just 5 % of Paris Vote While FN Rural Support Surges," Independent, 14 Nisan 201 7.

SoooM VE GOMORA

zafer kazandı fakat taşra/şehir ayrışması devam etti. BBC' de 12 Mayıs 201 7'de yayımlanan bir makale, destekçilerin fark­ lılığını şöyle özetliyor: Macron büyükşehirlerde en yüksek oyu aldı; Paris'te her on seçmenin dokuzu ona destek verdi. En güçlü olduğu bölge bu­ raydı. Buna karşın Le Pen'e en büyük destek taşradan geldi. 8

Keza ABD'deki 2 0 1 6 başkanlık seçimleri sırasında da Donald Trump'ın sert göçmen karşıtı retoriği, çok az göçmen barındıran taşra bölgelerinde çok daha etkili olmuştu . •••

Faşist siyaset mesajını büyük şehirlerin dışındaki nüfusa yöneltir; en çok onlara dil döker, en çok onları pohpohlar. Buna özellikle de küreselleşme dönemlerinde çokça rastla­ nır. Ekonomik güç, tıpkı 1 930'larda Avrupa'da olduğu gibi, gelişmekte olan küresel ekonominin merkezleri olarak bü­ yükşehirlere kayar. Faşist siyaset, küreselleşen ekonominin kırsaldaki insanlara yaptığı haksızlığı dile getirir. Buna bir de kendine yeterlik şeklindeki geleneksel taşra değerlerini öne çıkarmayı ekler. Liberal şehirlerin başarısının kültürel ve ekonomik açıdan kendine yeterliği riske attığı söylenir. 2014 'te Minnesota' da eyalet meclisi için yapılan seçimlerde Cumhuriyetçi bir dalgayla Demokratik çoğunluk sona ermiş oldu. Patrick Cordon, 25 Ocak 2015'te Star Tribun e 'da ya­ yımlanan bir makalede Demokrat bir adayın Cumhuriyetçi rakibi tarafından "Metro Jay9• " lakabı takılarak alay edildiği Cumhuriyetçilerin zaferinin arka planını anlatırken birçok yerel ve milli meseleyi de aktarıyor. Bunlar arasında şunlar da var: [Minnesota eyaletinin başkenti] St. Paul'deki yeni eyalet senatosu çalışma binası, eşcinsel evliliğin yasallaşması ve Dü­ şük Maliyetli Sağlık Sigortası'nı [Obamacare] Minnesota'ya 8 9

https://www.bbc.com/news/world-europe-39870460. Cumhuriyetçi aday Jeff Backer, Demokratların adayı Jay McNamar hakkında, büyük şehirlere, metropollere gönderme yapan "Metro" kelimesini kullanarak dalga geçiyor. Fakat kelime, eşcinselliği de ima eder şekilde metroseksüelliğe de gönderme yapıyor. [Çev.]

13 5

FAŞiZM NASIL iŞLER?

getirme çabaları. Eyaletin en ücra köşelerindeki birçok Cum­ huriyetçi aday, büyükşehir Demokratlarının devlet hazinesinin ganimetlerini istiflerken kendi değerlerini küçük kasabalara dayattıkları yönündeki rahatsızlıktan yararlanmıştı. Minnesota'daki şehirlerde yaşayanların, Minnesota'nın ça­ lışkan kırsal nüfusunun ödediği vergilerle geçindiği yönündeki yaygın . algı, Cumhuriyetçilerin 2014 yılındaki zaferinde önemli bir rol oynamıştı. ( Cordon, Minnesota'da taşrada yaşayan . birinin sözlerini şöyle aktarıyor: "Biz de vergi ödüyoruz ama ödediğimiz dolarların çoğunun büyükşehirlerin geliştirilmesi için kullanıldığını görüyoruz. Oysa bu payın bir kısmını biz almak istiyoruz. Biz de yollarımızın güzel olmasını istiyoruz. " ) Yine de küreselleşme zamanlarında taşra ile kent arasındaki bölünmeyi şiddetlendiren siyasette tipik olduğu gibi, bu algı da bir efsaneye dayanıyordu. Nitekim küreselleşmiş ekonomide birçok yerde olduğu gibi Minnesota'da da "devletin ekonomik motoru, eyaletin her köşesine akan vergi dolarlarını üreten" büyükşehir alanlarıdır. Faşist siyaset, çalışkan taşralıların tembel şehirlileri destek­ lemek için para ödediği şeklindeki aşağılayıcı efsaneyi besler, bu nedenle başarısının temelinin kırsal bölgelerde bulunması şaşırtıcı değildir. Nicho Passchier, Nazi Partisi'ni destekleyen seçmenlerin çeşitliliği hakkında kaleme aldığı 1 9 8 0 tarihli makalesi "Nazi Oylarının Seçmen Coğrafyası "nda şöyle di­ yor: "Kırsal, özellikle de tarımla uğraşan bölgelerde Nazilere destek çok fazlaydı" ve Naziler "çok daha homojen bir top­ lumsal yapının bulunduğu, güçlü bir yerel dayanışmanın ve toplumsal kontrolün hissedildiği küçük çiftliklerden oluşan bölgelerde özel bir başarı" elde ettiler.10 Faşist siyasetçilerin şehirlere yönelik saldırılarının isabetli olup olmaması bu saldırıların başarısı için önemli değildir. 10

Nico Passchier, "The Electoral Geography of the Nazi Landslide: The Need for Community Studies, " Who Were the Fascists, ed. Stein Ugelvik Larsen, Bernt Hagtvet ve Jan Petter Myklebust ( Oslo: Universitatsforlaget, 1 9 80), 283-300.

SODOM VE GoMoRA

Çünkü bu mesajlar, şehirlerde yaşamayan seçmenler ara­ sında yankılanır ve onların da şehir sakinlerinin oylarına talip olmaya ihtiyaçları yoktur. Şehir karşıtı retorik 20 1 6 ABD başkanlık seçimleı:inde de merkezi bir rol oynamıştı. ABD'de 2 0 1 6-2 0 1 7'de gerçekleşen şiddet içerikli suçların oranı, neredeyse tarihin en düşük oranıydı (şiddet suçlarının en önemli örneği olan silahlı toplu saldırılar münhasıran şehir alanlarıyla ilgili değildirler ve genellikle beyaz erkekler tarafından gerçekleştirilirler) . Şehirler refah kaynağı haline gelmişti; ABD' deki "milenyum kuşağı" şehir alanlarını ban­ liyölere tercih etmişti ve şehir alanları bu nedenle muazzam bir canlanma kaydetmişti. 1 970'lerde ve 1 9 8 0'lerde çürü­ müş şehir gettolarının temsilcisi haline gelmiş Harlem gibi birçok bölge, öyle ya da böyle ciddi bir şekilde yenilendi ve bu bölgelerdeki konut fiyatları müthiş bir şekilde arttı. Buna rağmen ABD başkanı Donald Tromp, 201 6 başkanlık seçimi kampanyasında ve sonrasında, düzenli bir şekilde Amerikan şehirlerinin harabeye döndüğünden ve çürüdüğünden bahsetti. Örneğin 14 Ocak 201 7'de attığı bir tweette, seçimi kazanmış ama henüz göreve başlamamış olan Trump " ABD'nin suç kaynağı haline gelmiş, yangın yerine dönmüş iç şehirleri " hakkında konuşuyordu. Amerikan şehirlerindeki muazzam gelişime rağmen Tromp her defasında şehirlerin siyah insan­ larla (ki bununla muhtemelen onların suçlular olduklarını ima ediyordu) dolu gettolar içerdiğini söylüyordu. Seçim kampanyasında sık sık dile getirdiği cümlelerden biri şuydu: "Afrikalı-Amerikalı topluluklar bugüne kadar hiç, hiç ama hiç olmadıkları kadar kötü durumdalar. O iç şehirlere bir bakın; eğitim göremezsiniz, iş göremezsiniz, sokakta yürürken vu­ rulursunuz. " Ne var ki o dönemde ABD' deki şehirler nesiller boyunca gördükleri en düşük suç oranlarına sahipti ve yine işsizlik oranları da en düşük seviyesindeydi. Trump'ın şehirler hakkındaki retoriği, ancak daha kapsamlı bir faşist siyaset bağlamına yerleştirildiğinde anlam kazanıyor. Nitekim faşist siyasete göre şehirler her türlü illetin merkezidir, bünyelerinde I37

FAŞiZM NASIL İŞLER?

diğer insanların sırtından geçinen aşağılık azınlık gruplarıyla dolu iğrenç gettoları barındırırlar. •••

Faşist siyasette taşraya sarılma olgusu, dindar mahallelerin veya kırsal kesimden gelmiş yoksul emekçilerin yaşadığı semtlerin bulunduğu bazı ülkelerde kılık değiştirebilir çünkü bazı otoriter liderlerin tercih ettiği popülist ekonomik poli­ tikalar bu bölgelerde yaşan insanlara da çok güzel hizmet edebilir. Recep Tayyip Erdoğan milli düzeydeki siyasi kariye­ rine Türkiye'nin en büyük şehri olan İstanbul 'un Büyükşehir Belediye Başkanı olarak başladı. İstanbul'da muhafazakar dindar seçmenlerin yoğunlaştığı büyük semtler vardır. Bu bölgeler ilk andan itibaren Erdoğan'a taban teşkil etmişlerdir. Erdoğan'ın popülist ekonomik politikaları İstanbul'un ihmal edilmiş yoksullarına da hitap etmiştir. Fakat Erdoğan 1991 'de laiklik karşıtı, tartışmalar koparan bir konuşma yapmak üzere " ülkenin dini bakımdan muhafazakar ve gerilimli güneydoğu bölgesinde bulunan bir şehir" olan Siirt'i seçmişti. Bu konuş- · ması onun daha sonra "halkı dini farklılıklar temelinde kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçundan yargılanıp cezaevine girmesine neden olacaktı. 1 1 Erdoğan faşist siyaseti giderek artan şekilde benimsedikçe tabanı da taşraya kaydı. Ona neredeyse diktatörlük yetkileri veren 20 1 7 halkoylamasında Türkiye'nin üç büyük şehri de aleyhte oy kullanmasına rağ­ men, Erdoğan'ın bu merkezlerin dışından [taşradan] aldığı güçlü destek sayesinde kabul oyları baskın çıktı. Büyük şehir merkezleri çoğulcu olmaya ciddi oranda me­ yillidirler. Şehirlerde yüksek oranda bir etnik ve dini çeşitliliğin yanı sıra ciddi oranda bir yaşam tarzı ve görenek çeşitliliği de vardır. Nitekim Nasyonal Sosyalizm hakkındaki literatür de şehir alanlarının daha hoşgörülü bir ortam sunduğu ve Na­ zilerin hedef tahtasına oturttukları grupların en azından bir süre daha korunmalarını sağladığı görüşünü desteklemektedir. 11

Elliot Ackerman, " Atatürk Versus Erdoğan: Turkey's Long Struggle, " New Yorker, 16 Temmuz 2016.

SODOM VE GOMORA

Richard Grunberger'e göre, "köylerde ve küçük kasabalarda yaşayan Yahudiler pencerelerinin taşlanarak kırılması ve darp gibi uygulamalara maruz kaldılar, kimi zaman bu saldırılar ölümle sonuçlandı. Bu tür uygulamalar onları anonimliği ve bir cemaat içinde bulunma rahatlığını aramaya itti. Bunu Frankfurt ve Bedin gibi büyük şehirlerde bulabiliyorlardı . . . . Taşra, Ya­ hudi karşıtlığına şehirlerden daha teşneydi. Nitekim şehirlerde Yahudi karşıtı hisler şehirlerin büyüklüğüyle ters orantılıydı. " 1 2 Faşist ideoloji çoğulculuğu ve hoşgörüyü reddeder. Faşist siyasette, seçilmiş milletin her bir mensubu aynı din veya ya­ şam tarzını ve aynı görenekler bütününü paylaşır. Bu yüzden büyük şehirlerdeki çeşitlilik doğası itibarıyla farklılıklara tahammül etme tutumunu da beraberinde getirdiği için faşist ideolojiye tehdit teşkil eder. Faşist siyaset finansal seçkin­ leri, "kozmopolitanlar"ı, liberalleri ve dini, etnik ve cinsel azınlıkları hedef alır. Birçok ülkede, bunlar şehirli nüfusun niteliklerindendir, dolayısıyla şehirler faşist siyasetin klasik düşmanlarının vekili olarak görülüp hedef tahtasına oturtulur. •••

Faşist ideolojide taşra hayatını yönlendiren, kendine yeterlik ethosudur. Kendine yeterlik taşrada iktidarın ve kuvvetin kaynağıdır. Taşra topluluklarında yaşayanların şehirlerde yaşayan " asalaklar" gibi devlete dayanmalarına gerek yoktur. Hitler Viyana'da geçirdiği dönemden çıkardığı bir dersin şu olduğunu yazar: " Sosyal yardım diye bir toplumsal vazife yoktur; bu hem saçmadır hem de yararsızdır. Asıl toplumsal vazife, ekonomik ve kültürel hayatımızın örgütlenmesinin en derinlerinde yer alan hataları gidermektir; bu hatalar en nihayetinde bireyin aşağılanması sonucunu doğurmaya mahkumdur. " 1 3 Richard Walter Dam�, önde gelen bir Nazi ideoloğu ve SS'in en önemli yöneticilerinden biriydi. Darre'nin

12 13

Richard Grunberger, The 1 2-Year Reich: A Social History of Nazi Germany 1 933-1 945 (New York: Da Capo Press, 1995), 45 8 . Mein Kamp(, 9 .

1 39

FAŞiZM NASIL iŞLER?

1 929 tarihli "Kuzeyli Irkı Anlamanın Anahtarı Olarak Köylü­ ler" başlıklı eserinin tezi, hakiki özgürlüğün ancak köylülerin kırsal tarım hayatında gerçekliğe dökülebileceğiydi. Taşra hayatında kişi "kendi kabiliyetlerine dayanmak" ve kendine yetmek zorundaydı, bir " asalak" olamazdı; şehirlerde yaşa­ yanlarsa asalaklardı. 14 Faşizmde devlet bir düşmandır; devletin yerine millet kon­ malıdır. Millet, etnik veya dini bakımdan yücelmeyi ortak hedef belleyip bu uğurda kendini feda edebilecek, kendine yeten bireylerden oluşur. Bir sonraki bölümde ele alacağımız bir gerilim çerçevesinde faşist ideoloji, kendine yeterlik ve " devlet"ten azade olmak şeklinde karşımıza çıkan liberteryen ideale en azından görünüşte benzeyen bir unsura sahiptir. Faşist hareketler, milletin yücelmesinden bahsederlerken, azalan doğum oranlarını tersine çevirmeyi takıntı haline geti­ rirler. Bu doğrultuda, kendilerini ailelerine adamış kadınların çekip çevirdiği büyük aileler kurmayı millete bir hedef olarak sunarlar.15 Faşist siyasette şehirler doğum oranlarının azalma­ sından sorumlu tutulur; nüfusta azalma kozmopolitanizmin nüfusu zayıflatıcı etkisine bağlanır çünkü kozmopolitanizm erkekler ile kadınların geleneksel cinsiyet rollerini (örneğin askerler ve anneler olmayı) üstlenme kabiliyetlerini ellerinden alır. İtalyan faşist lider Benito Mussolini 1 927'de yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyordu: Bir an gelir ve şehir hastalıklı bir şekilde gelişmeye başlar, artık kendi kaynakları yetmez ve dışarıdan destek almak zo­ runda kalır. . . . Yurttaşlar arasında düşük doğum oranlarının yayılmasıyla şehirlerin hızlı ve hayvani büyümesi arasında dolaysız bir ilişki vardır . . . . Metropoller genişler, taşradaki insanları cezbetmişlerdir; taşradan metropole gelenler şehir14 ıs

140

R. W. Darre, "The Peasantry as the Key to Understanding the Nordic Race," Lane ve Rupp, Nazi Ideology Before 1 933, 103-106. Putin'in doğum oranlarına yönelik takınnsı için bkz. Masha Gessen, The Future Is History: How Totalitarianism Reclaimed Russia (New York: Riverhead Books, 20 1 7), 374-75

SoooM VE GoMoRA

leşir şehirleşmez metropoldeki insanlar nasılsa hemencecik onlar gibi doğurganlığını kaybederler . . . . Şehir ölmektedir, millet ise artık kendisini korumasız sınırlardan geçip saldıran gençlere karşı koruyamayacak yaşlı ve yozlaşmış insanlardan oluşmaktadır . 1 6 Mussolini, beyaz olmayan nüfusla dolu oldukları gerekçe­ siyle dünyanın New York gibi büyük şehirlerini kötülüyordu. Nitekim faşist ideolojide şehir, milletin mensuplarının çocuk sahibi olmadan yaşlanıp öldükleri, kontrolsüz bir şekilde üreyen, çocukları devlete sürekli yük olan, sürüler halindeki ötekiler tarafından kuşatıldıkları yerlerdir. Faşist dünya görüşünde şehirler, insanların hayatta ka­ labilmek ve rahat etmek amacıyla kamusal altyapıya, yani "devlet"e dayandığı ortak teşebbüslerdir. Şehirlerde yaşayan­ lar beslenmek için ne avlanırlar ne de ürün yetiştirirler, bunları gidip dükkanlardan alırlar. Bu, taşralı tarım ve hayvancılıkla sağlanan kendine yeterliği ideal edinni.iş faşist ideolojiyle taban · tabana zıt bir durumdur. Faşist ideolojide üretimi gerçekleş­ tiren, geçimi sağlayan devlet değil millettir. Milletse topluluk halinde çalışan, kendine yeter bireylerden müteşekkil, etnik ve dini açıdan saf, küçük cemaatlerden oluşur. Bu ideolojinin açık bir örneğini bugünkü ABD'de de buluyoruz. Önceki sayfalarda değindiğimiz 20 1 7 tarihli araştırmaya taşradan ve şehirden katılanlar arasında çalışkanlık ve kendine yeterlik konularında da çok ciddi bir uçurum vardı. " Size göre bir insanın yoksulluğuyla ilgili olarak suçlanması gereken daha çok hangisidir? " sorusuna, araştırmaya taşradan katılanla­ rın %49'u " Çok çaba göstermemiş olması" cevabını verdi. %46'lık kesim ise "Kontrollerinin ötesindeki zorlu koşullar"ı işaret etti. Buna karşın şehirlilerin yalnızca %3 7'si " Çok çaba göstermemiş olması" seçeneğini tercih ederken %56'lık kesi­ mi "Kontrollerinin ötesindeki zorlu koşullar" da karar kıldı. 16

Benito Mussolini, "The Strength in Numbers," Roger Griffin, ed., Fascism (Oxford: Oxford University Press), 58-59.

FAŞiZM NASIL iŞLER?

Faşist siyasetin bir özelliği, şehirlerdeki yaşayan azınlık gruplarını, dürüstçe ve canla başla çalışan taşralıların sırtın­ dan geçinen kemirgenler ve " asalaklar" olarak nitelemesidir. Hitler'in Kavgam'da yazdığı şekliyle: Aryanlar ilk başta muhtemelen göçebeydiler ve zaman içe­ risinde yerleşik hayata geçtiler. Bu, başka hiçbir şey olmasa bile, onların hiçbir zaman Yahudi olmadığını kanıtlar! Hayır, Yahudi göçebe değildir, çünkü göçebenin bile "çalışma "ya karşı belli bir tutumu zaten vardır . . . . Yahudi söz konusu olduğunda ise, bu kavramın herhangi bir karşılığı yoktur. Yahudi hiçbir zaman göçebe olmamıştır, o her zaman diğer milletlerin bünyesinde bir asalak olarak yaşamıştır.17

Nasyonal So�yalist eğitim sisteminde " Yahudiler fabrika işçiliği, duvarcılık, demircilik, anahtarcılık, madencilik, çiftçilik, sıvacılık gibi mesleklerde gösterilmezler. Başka bir deyişle, Yahudiler kol gücüyle çalışmaktan ve ağır işlerden kaçınırlar 'ama komşularının döktüğü ter sayesinde yaşarlar. Yahudi, ağaca dolanmış ökseotu gibi bir asalaktır. ' " 18 Faşist siyasette şehirlerdeki azınlıkların tembellikleri ancak onları ağır çalışmaya zorlamakla iyileştirilebilir. Nazi ideolojisinde ağır çalışmanın kayda değer bir gücü vardır: Doğası itibarıyla tembel olan bir ırkı saflaştırabilir.

17 18

Mein Kamp{, 127. Gregory Paul Wegner, Anti-Semitism and Schooling Under the Third Reich (New York: Routledge I Studies in the History of Education, 2002), 59.

IO

ARBEIT MACHT FREI

201 7'de ABD'yi arka arkaya muazzam sertlikte kasırgalar vurdu. Ağustos ayında Harvey Kasırgası Teksas eyaletindeki Houston şehrini yerle bir etti. Eylül'de ise Maria Kasırgası ABD'ye bağlı bir bölge olan Porto Riko'ya ciddi hasar verdi ve birçok insanın aylarca elektriksiz kalmasına yol açtı. Porto Riko'da doğanlar da tıpkı Houston'da doğanlar gibi ABD yurttaşları olmalarına rağmen, hem federal düzeyde Başkan Trump'ın hem de ABD' de yaşayan birçok beyaz Amerikalının bu iki kasırgaya yaklaşımı arasında çok ciddi bir fark vardı. 20 1 7 yılının Ekim ayında The Washington Post gazetesinde Jema Johnson "TEKSAS'TA AFET YARDIMI ALAN BİRÇOK TRUMP SEÇMENİ PORTO RİKOLULARIN DA YARDIM ALMASI GEREKTİGİNDEN EMİN DEGİL" başlıklı bir makale kaleme aldı. Johnson, Houston'da yaşayan 75 yaşın­ daki Fred Maddox'un, Porto Riko'nun Houston'a yapılan afet yardımına benzer bir yardımdan faydalanması gerekip gerekmediğine ilişkin şu sözlerini aktarıyor: "Bunun bizim üzerimize kalmaması gerekiyor. Olmaması gerektiğini düşü­ nüyorum. Onlara bir uyarı bu: İşinizi yapın. Sorumluk alın." Maddox ailesi sel sigortası yaptırmadığı halde Federal Afet Yardım Kurumu'ndan 14.000 dolarlık bir yardım almıştı. Makale, Maddox'un Başkan Trump'ın felaketlere karşı farklı tutumlar benimsemesi hakkındaki görüşünü aktararak biti­ yordu: " Bir işadamının göreve gelmiş olmasından, özellikle de acı gerçekleri korkmadan söylemesinden mutluydu. 'Artık o masada bizim için mücadele eden biri var' dedi . " Faşist ideolojide kriz anlarında devlet, desteğini seçilmiş 14 3

F�lzM NAsıL İşLER?

milletin mensuplarına, " biz"e tahsis eder; "onlar"ı ise ihmal eder. Bu hiç değişmez. Bu tutumun gerekçesi " onlar"ın tembel olmaları, iş ahlakına sahip olmamalarıdır. " Onlar" devlet tarafından mali açıdan desteklenemezler çünkü suçludurlar, başkalarının cömertliği sayesinde yaşamaktadırlar. Faşist siyasette "onlar"ın tembellikleri ve hırsızlıkları ancak ağır çalışmayla tedavi edilebilir. Bu yüzdendir ki Auschwitz'in giriş kapısına ARBEIT MACHT FREI [ÇALIŞMAK ÖZGüRLEŞ­ TİRİR] sloganı kazınmıştır. Nazi ideolojisinde Yahudiler tembeldir, vakitlerini çalışkan Aryanların paralarını ellerinden alma planları yaparak geçiren tefessüh etmiş suçlulardır; onların bu mesleği icra etmelerini kolaylaştıran da devlettir. Deutsche Arbeiterpartei'ın (DAP, Alman İşçi Partisi, Nazi Parti'sinin eski ismi) 1919 tarihli "Ana Esaslar" belgesinde şöyle sorulur: "DAP kime karşı mücadele vermektedir? " Cevap şöyledir: "Değer yaratmayan, zihinsel veya fiziksel emek ortaya koymadan yüksek kar elde eden herkese karşı savaşmaktadır. Biz devletteki miskinlere karşı mücadele veriyoruz; bunların çoğu Yahudilerdir; iyi hayatlar sürüyorlar, kendilerinin ekmediği ürünü hasat ediyorlar. " 1 Sundukları çözüm devleti ortadan kaldırıp yerine milleti koy­ maktı. Millet, devletin aksine, "sosyal yardım" gibi mekaniz­ maları barındırmıyordu; Hitler sosyal yardımları, bireylerin ekonomik bağımsızlık olanaklarının gasp edilmesi olarak görüyordu. Devlet, çallşkan yurttaşların ürettiği zenginliğin, baskın etnik veya dini toplulukların dışında kalanlara yani " bunu hak etmeyen " , yurttaşların zenginliğinden faydalanan azınlıklara yeniden dağıtılmasını temsil ediyordu. Beyaz Amerikalıların " sosyal yardım" programlarına ver­ diği desteğe ilişkin hayli fazla sosyal bilim araştırması bulunu­ yor (gerçi "sosyal yardım" çok da iyi tanımlanmış bir kategori

1

1 44

" Guidelines of the German Workers' Party," Nazi Ideology Before 1933: A Documentation, ed., Barbara Miller Lane ve Leila J. Rupp (Austin: University of Texas Press, 1978), 1 0 .

ARBEIT MACHT FREl

değil) . Amerika' da sosyal yardım programlarına yönelik itiraz çoğunlukla bireyciliğe bağlılığın, dolayısıyla kendine yeterlik ahlakına desteğin ve arzusunun tezahürü olarak sunulur. Yine de beyaz Amerikalıların sosyal yardım programlarına karşı tutumları hakkındaki araştırmalardan çıkan baskın izlek şudur: Beyaz Amerikalıların "sosyal yardım" olarak anılan programlara karşı tutumlarının en büyük bağımsız değişkeni, siyahların tembel olduğu yargısına ilişkin tutumlarıdır. Prin­ ceton Üniversitesi'nde çalışan siyaset bilimci Martin Gilens, 1996 tarihli " 'Irk Kodlama' ve Beyazların Sosyal Yardım Karşıtlığı " başlıklı makalesinde " Siyahların tembel olduğuna dair algı, beyaz Amerikalıların sosyal yardım politikalarına ilişkin tercihleri üzerinde ekonomik menfaatlerden, bireyci­ liğe dair kanılardan veya genel olarak yoksullar hakkındaki görüşlerden daha etkilidir" diye yazıyordu.2 Hiç şüphesiz ırkçılık, yoksulların tembel olduğu inancı ve benimsenen bireycilik tarzı gibi değişkenler birbirinden tama­ men bağımsız değildir. Beyaz Amerikalıların birçoğu, kimlerin yoksul olduğuna dair yanlış inançlara sahip. Sosyal yardım programlarından yararlananların çoğunluğunun beyazlar olduğunu birçok insan bilmiyor. Dahası bir önceki bölümde de değindiğimiz gibi, kendine yeterliğin değer addedilmesi faşist ideolojinin merkezinde yer alır ve nefret edilen belli başlı azınlık gruplarına yönelik düşmanlıkla iç içe geçmiştir. Siyahların tembelliği, yoksulların tembelliği ve kendine ye­ terliğin değerli oluşu hakkındaki görüşleri elbette ayrı ayrı ele almak mümkündür ama faşist ideolojiye meyledenlerde bunların hepsi bir arada bulunur. Faşist ideolojide çalışkanlık ideali, azınlık gruplara karşı bir silah olarak kullanılır. Örneğin Fransa'daki neofaşist Ulusal Cephe partisi sert bir göçmen karşıtlığı politikası gütmektedir. Parti temsilcileri hiç durmadan mültecilerin, çalışkan ve işini 2

Martin Gilens, " 'Race Coding' and White Opposition to Welfare, " American Political Science Review 90.3 (Eylül 1996): 593-604.

I4 5

FAŞiZM NASIL İŞLER?

hakkıyla yapan "hakiki" Fransız halkının sırtından geçinen asalaklar olduğunu söyler. Örneğin partinin şu anki başkanı Marine Le Pen, 201 7'deki başkanlık seçimi kampanyasında " dünyanın dört bir yanından gelen işgalciler. . . Fransa'nın varlıklarına çökmek istiyorlar" demişti . •••

"Hukuka uyan" ile "suçlu" arasında kurulan karşıtlık gibi, "çalışkanlık" ile "tembellik" arasında kurulan karşıtlık da faşizmin " onlar" ile " biz" arasında yaptığı ayrımın merkezin­ de yer alır. Fakat bu retorik bölünmelerle ilgili en korkutucu şey, faşist hareketlerin "onlar" hakkındaki efsaneleri sosyal politikalar eliyle gerçekliğe dönüştürme girişimidir. Dünyada ne zaman bir mülteci hareketliliği söz konusu olsa bu girişimle karşılaşırız. Hannah Arendt şöyle yazıyor: Faşist propaganda�ın az dikkat çekmiş alametifarikasıdır; yalan söylemekle yetinmez, yalanlarını gerçekliğe dönüş­ türmek için bile isteye çabalar. İ şte mesela, Das Schwarze Korps, savaşın patlak vermesinden yıllar önce bile, Almanya

dışındaki insanların, bütün Yahudilerin sadece, diğer millet­ lerin iktisadi organizmasına tutunmuş asalaklar şeklinde ya­ şayabilecek evsiz dilenciler olduğu yönündeki Nazi iddiasına tümüyle inanmadıklarını itiraf ediyordu. Fakat tahminlerine göre, yabancı kamuoyu, birkaç yıl içinde, Alman Yahudileri sınırdan dilenci sürüleri gibi sürülüp çıkarıldığında bu olgu­ nun gerçekliğine ikna olma fırsatına sahip olacaktı. Böyle yalancı bir gerçekliğin üretilmesine kimse hazırlıklı değildi. Faşist propagandanın en temel özelliği asla söylediği yalanlar olmamıştır çünkü öyle ya da böyle her yerde ve her zaman propagandada yalan vardır. Asıl mesele, gerçeklikle hakikati birb'irine karıştıran Batılı kadim önyargıyı kullanmaları ve o zamana kadar ancak yalan olarak ifade edilebilecek bir şeyi "hakikat" kılmalarıydı.3

Ruhsal açıdan sarsılmış, ceplerinde beş kuruş olmadan 3

Hannah Arendt, "The Seeds of a Fascist lnternational," Jewish Frontier 1 945,

ARBEIT MACHT FREI

sınırlara kitleler halinde yığılmış mülteciler emek piyasasına girmeden önce devletin yardımlarına ve desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu insanların dil öğrenmek için ve en azından ilk başta başlarını sokacak bir yer bulabilmek, karınlarını doyurabilmek ve mesleki eğitim almak için böyle bir destek almaları şarttır. Faşist hareketler aşağıladıkları bir azınlık grubunu insanlıkdışı bir muameleye tabi tuttuktan sonra ülkenin sınırlarından başka memleketlere mülteciler olarak göndermekle, bu grubun üyelerinin tembel oldukları, devlet yardımıyla veya çalıp çırparak hayatta kalmaya mahkum oldukları yönündeki iddialarına temel teşkil edecek bir ger­ çeklik görüntüsü yaratabilmektedirler. Bu tür yöntemleri kullanarak, faşist siyaseti etkili kılan koşulları da ihraç etmiş olurlar. Arendt'in kastettiği şuydu: Faşistlerin yarattığı, gerçekliğe aykırı durum, bir senet mahiyetindeydi. İlk başta kalıpyar­ gıdan ibaret bir efsaneye dayanır şekilde müstakbel bir ger­ çekliğin olguya dönüşeceği konusunda güvence veriyordu. Arendt'in de açıkladığı üzere faşist yalan, faşist siyaset için bir girizgahtır. Faşist siyaset ile faşist politikalar birbirinden kolaylıkla ayrılamazlar. Faşist siyaseti icra edenler, iktidarı devraldıklarında bu iktidarı, eskiden fantastik sayılabilecek beyanlarını daha makul hale getirebilmek için kullanmaya meyillidirler. Böylece hükümetler, etnik temizliğin veya s oykırımın peşrevi olarak, hedeflerindeki nüfusa insanlıkdışı muame­ lelerini meşrulaştırıyor görünen koşulları devlet içinde ya­ pay bir şekilde oluştururlar. Nazi Almanyası'nın 1 9 39'da Çekoslovakya'yı işgalinin ardından Jozef Tiso'nun önderliğin­ de kurulan Slovak devleti bunun iyi bir örneğini sunmaktadır. Yale Üniversitesi'nden tarihçi Timothy Snyder, 2 0 1 5 yılında

12- 1 6 . Pasaj şurada yer alıyor: Hannah Arendt, Essays in Understanding, ed. Jerome Kohn (New York: Random House, 1 994), s. 147.

1 47

FAŞiZM NASIL iŞLER?

yayımlanan Kara Dünya: Tarih ve İkaz Olarak Holokost başlıklı kitabında şöyle diyor: Çekoslovak hukukundan Slovak hukukuna geçiş döneminde Slovaklar ve diğerleri büyük bir coşkuyla Yahudilerin malla­ rını yağmaladılar. Tiso ile yeni devletin liderleri bu durumu Slovakların orta sınıf Yahudilerin yerini alış sürecinin (ve biraz da Slovak Katoliklerin Slovak Protestanların yerini alış sürecinin) doğal bir parçası olarak gördüler. Yahudilerin mallarına el koyan yasalar, yapay bir Yahudi sorunu yarat­ mışlardı: Peki, şimdi bu yoksul insanlarla ne yapılacaktı ?4

Snyder Slovak liderlerin bu örnekte tercih ettiği yöntemin, Yahudi nüfusu Auschwitz'e göndermek olduğunu anlatıyor. Bu kararı vermeden önce Nazi yöneticilerinden Heinrich Himmler'den, gönderdikleri 5 8 .000 Slovakya Yahudisi 'nin iade edilmeyeceği güvencesini almışlardı. Arakan'da 20 1 7 yılında yaşanan etnik temizlik ve katli­ amlar da öyle durduk yere meydana gelmemişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, olaylar 2012 yılında Budist pir kadının çok sayıda Rohingyalı erkek tarafından tecavüze uğrayıp öldürülmesinin ardından tırmanmış ve bu süreçte çok sayı­ da Rohingya yüzlerce köyde toplanıp dünyayla bağlantıları kesilerek seyahat etmeleri yasaklanmıştı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği'nin Haziran 20 1 6 tarihli raporuna göre Rohingyaların; şehirler arasında ve çoğunlukla şehir içinde bile h�eket ede­ bilmeleri için resmi izin almaları gerekiyor (mesela kuzeydeki Rakhine Eyaleti'nde, köyden ayrılma izni alınabilmesi için başka bir köyde bir gece kalmak gerekiyor) . Seyahat prose­ dürleri hayli külfetli ve ciddi zaman alıyor. Söz konusu kural­ lara uyulmaması sonucunda kişiler gözaltına alınabiliyor ve yargılanabiliyorlar. Bu kısıtlamalar genellikle kolluk kuvvet­ lerinin ve kamu görevlilerinin kötü muamelede bulunmasına

4

Timothy Snyder, Black Earth: The Holocaust as History and Warning (New York: Crown, 2015), 228 .

ARBEIT

MACllT FREI

yol açıyor . . . . Uzun süreli yerinden etmeler, kampların aşırı kalabalık olması, temel ihtiyaç maddelerinin bulunmaması ve hayatın tüm alanlarına yönelik kısıtlamalar gerilimleri besliyor ve şiddet riskini artırıyor.5 Rohingyalar maruz kaldıkları muamele sonucunda iş fır­ satlarını kaybettiler ve aralıksız devam eden tacizler ve kol­ luk denetimleri hiç şüphesiz bölge insanlarının ruh sağlığını ciddi ölçüde etkiledi. Bütün bunlar Rohingyalar hakkındaki olumsuz kalıpyargıların güçlenmesine yaradı. Hem 201 7'deki etnik temizlikle zirveye ulaşan insanlıkdışı mm,ımeleyi meş­ rulaştırmaya hem de diğer ülkelerde bu insanların mülteci olarak kabul edilmesine itirazların yükselmesine hizmet etti. Psikiyatrist Frantz Fanon, Martinik'te doğmuş ve hayatını Fransa ve Kuzey Afrika'da geçirmiştir. Fanon'un 1 952'de henüz yirmi yedi yaşındayken yayımlanan Siyah Deri, Beyaz Maskeler başlıklı kitabı, 20. yüzyılın sömürgecilik karşıtı kla­ sik eserlerinden biridir. Bu eserinde Fanon, Fransız polisinin Cezayirlilere reva gördüğü muameleyi anlatırken, sömürge­ cilerin -bu vakada Cezayir'deki Fransız polisinin- olağan uygulamalarının ırkçı kalıpyargıların temelini oluşturan maddi koşulları nasıl yarattığını özlü bir şekilde aktarır. Fransızların Araplarla ilgili kalıpyargısına göre Araplar hilekar, içten pazarlıklı, pasaklı ve güvenilmez tiplerdir. Fakat Fanon bu kalıpyargının Fransız polisinin Araplara yönelik mutat muamelesiyle yaratıldığını ve onları yoksullaştıranın bizzat Fransızlar olduğunu göstermiştir. Hiç durmadan güpe­ gündüz polis tarafından durdurulan herkes illa "tekinsiz, kaç­ maya meyilli biri gibi görünecektir. " Oysa bu davranış böyle bir muameleye verilecek doğal karşılıktır. Fransız polisinin uygulamaları, sömürgeleştirilenlerin tam da bu kalıpyargıya 5

"Situation of Human Rights of Rohingya Muslims and Other Minorities in Myanmar," Report of the United Nations High Commissioner for Human Rights, Annual Report of the United Nations High Commissioner for Human Rights and Reports of the High Commissioner and the Secretary-General, 28 Haziran 2016.

I 49

FAŞiZM NASIL İŞLER?

uygun şekilde hareket etmelerine sebep olmuştur. Fanon du­ rumu şöyle özetler: "Alt sınıf haline getirilmiş olanı yaratan, ırkçının ta kendisidir. " 6 •••

ABD'nin, kalıpyargıları besleyen ve onları gerçekmiş gibi gösteren politikalara dair kendisine ait bir tarihi vardır. Kolluk faaliyetlerinin ve hapsetmenin yapısı ile beyazların bunlara verdiği tepki, ABD' de ırk temelli kitlesel hapsetmenin negatif grup kalıpyargılarını nasıl inşa ettiğinin ve meşrulaştırdığının açıklanmasında önem arz ediyor. Amerikalı siyah erkeklerin hayatları boyunca en az bir kez hapse düşme ihtimali 1/3'ken, Amerikalı beyaz erkeklerde bu ihtimal sadece 1/1 7'dir. Fakat bu istatistiğin gösterdiği trajedi, hapse girenlerin tahliyele­ rinden sonra da devam ediyor. Hapis tecrübesi yaşayanlar iş ararken de çok ciddi engellerle karşılaşıyorlar. Hapis cezası almış olanlar işverenlerden vebalı muamelesi görüyor. 2003 yılında yapılan bir araştırma, hapis cezası almış olmanın iş bul­ mayı nasıl zorlaştırdığını gösteriyor. Harvard Üniversitesi'nde çalışan Devalı Pager, tıpkı üniversite mezunu olmak veya sosyal yardım almak gibi, bireylerin aldıkları hapis cezalarının da onların üzerine yapışan bir etiket haline geldiğini yazıyor. Bir sabıka kaydıyla ilişkilendirilen "negatif kimlik bilgisi" , benzersiz bir tabakalaşma mekanizmasını temsil ediyor çünkü bu durumda devlet belirli bireyleri ayrımcılığa veya sosyal

dışlanmaya. uğramaya elverişli saymış ol uyor 7 Pager bu müstesna çalışmasında daha önce alınmış bir hapis cezasının iş bulma olanağı üzerindeki ciddi etkileri olduğunu ortaya koydu. Bunun için benzer görünümlere ve özgeçmişlere sahip iki denetçi ekibi kullandı. Bir ekipte iki siyah, diğer ekipte ise iki beyaz bulunuyordu. Her ekipten bir .



7

1 50

Frantz Fanon, Black Skin, White Masks (New York, Grove Press, 2008), 73 [Türkçesi: Siyah Deri, Beyaz Maskeler, çev. Orçun Türkay, Metis Yayınları, 2022] . Devalı Pager, "The Mark of a Criminal Record," Americanfournal ofSociology 108:5 (March 2003 ) : 937-75.

?

ARll EIT MACHT FREI

üyeye kokain satmaktan 1 8 ay hapis yattığını beyan etmesi söylendi; diğeri ise sabıka kaydı olmadığını beyan edecek­ ti. Sabıka kaydının olduğunu bildiren ekip üyesi her hafta değişiyordu. Ekipler birlikte Milwaukee, Wisconsin'deki iş tecrübesi aranmayan işlere başvurdular. Beyazlardan oluşan ekipte sabıka kaydı, iş tecrübesi aran­ mayan bir iş için mülakata çağırılma olasılığını %50 düşürdü {Pager'ın sabıka kaydı beyan etmeyen beyaz denetçileri %34 oranında mülakata çağrıldı, sabıka kaydı beyan edenlerin mülakata çağırılma oranı ise % 1 7'de kaldı). Pager'ın kullan­ dığı siyah denetçiler beyazlarınkilere hayli benzer özgeçmişler sunmuşlardı ve sabıka kaydı beyan etmeyenlerin mülakata çağırılma oranı % 1 4'tü. Bu sonuç, sabıka kaydı beyan et­ meyen siyah Amerikalıların, sabıka kaydı beyan eden beyaz Amerikalılara kıyasla iş tecrübesi aranmayan işlere girebilme oranlarının daha düşük olduğunu gösteriyor. Sabıka kaydı beyan eden siyah Amerikalıların ise sadece %5'i mülakat için çağrılmıştı. Pager'ın yürüttüğü çalışmaya göre hem ırk hem de geçmişte hapis cezasına mahkum edilmiş olmak insanların iş bulma olanaklarını ciddi ölçüde etkiliyordu. Irk unsuru ile hapis cezası almak bir araya geldiğinde ise durum çok daha kötü hale geliyordu. Siyah nüfusta hapse girme oranlarının yükselmesinin sonucunda aynı nüfus içerisindeki işsizlik ora­ nının da yükselmesini beklemek doğal bir durumdur. Beyaz Amerikalıların, siyah Amerikalıların tembel ve şid­ dete meyilli oldukları şeklindeki kalıpyargıları, ABD'nin ta ilk zamanlarından, yani bu davranış özelliklerinin Amerikalı siyah nüfusun köleleştirilmesinin meşrulaştırılmasında sürekli kullanıldığı dönemlerden kaynaklanır. Kölelik döneminin ardından bu kalıpyargılar, yine aynı ölçüde acımasız bir uy­ gulama olan hükümlülerin kiralanmasının haklı gösterilmesi için de kullanıldılar. Bu uygulama çerçevesinde, savaştan önce Güney'in köleleri olan siyahlar, işledikleri hafif suçlar bahane edilerek yakalanıyor, ardından ağır işlerde çalıştırılmak üzere demir, çelik ve kömür şirketlerine kiralanıyorlardı. Bu çalışma

FAŞiZM NASIL İŞLER?

koşullarının çoğunlukla ölümcül sonuçları oluyordu. 8 Siyah Amerikalıların ırk temelinde kitleler halinde hapsedilmesinin zeminini teşkil eden mekanizmalar, bu halkın tembel oldu­ ğunu -yani çalışmaya istekli olmadıkları için iş edinebilecek kabiliyetlerinin de olmadığını- telkin edegelmiş meşrulaştırıcı kalıpyargılar geleneğinin bir parçasıdır. 1 960'larda Kennedy ve Johnson yönetimleri sivil haklar hareketine, cezalandırıcı suç önleme tedbirlerinin yanına mes­ leki eğitim ve yoksulluğu önleme programlarını koyarak bir yanıt vermişlerdi. Richard Nixon 1968 'teki başkanlık yarışın­ da konuyu toplumsal adaletten asayiş ve düzene kaydırmak için şehirlerdeki huzursuzlukları kullanacaktı. Bu dönemde şehirlerde huzursuzluklar artmış ama hapse girme oranları da düşmüştü. Tarihçi Elizabeth Hinton şöyle diyor: Richard Nixon göreve geldiğinde, mahkum sayısını azaltan bir ceza sistemi devralmıştı. 1 960'larda ülkenin tarihinde federal hapishanelerde ve eyalet hapishanelerindeki mahkfım sayısın­ da görülen en büyük düşüş yaşanmıştı. 1 969'da, 1 950'dekin­ den 1 6.500 daha az mahpus bulunuyordu. Hapsetme karşıtı bu eğilime rağmen, Nixon yönetiminin kanatları altında fe­ deral devlet eşi benzeri görülmemiş oranda yeni hapishaneler inşa etmeye başladı.9 Nixon yönetimi ülkenin dikkatini asayiş ve düzene çeker­ ken Johnson'ın yoksullukla mücadele programlarını ve istih­ dam atılımlarını gündemden düşürmeyi başararak özellikle Afrikalı-Amerikalı nüfusun yoğun olduğu şehir merkezlerinde cezalandırıcı suç tedbirlerine yoğunlaştı. Hinton ile diğer araş­ tırmacılar, Nixon'ın ve hükümetin diğer üyelerinin, izledikleri politikaların siyah yurttaşların hapsedilme oranlarında çok ciddi bir artışla sonuçlanacağının pekala farkında olduklarına 8 9

Douglas Blackmon, Slavery by Another Name: The Reenslavement of Black Americans (rom the Civil War to World War II (New York: Doubleday, 2008). Elizabeth Hinton, From the War on Poverty to the War on Crime: The Making of Mass Incarceration in America, (Cambridge, MA: Harvard University Press, 201 6 ) , 1 63.

ARBEIT MAcHT Fııı!ı

inanmamız için güçlü kanıtlar sunuyorlar. ABD'de kitlesel hapsetmeye ilişkin mevcut krizin nedenleri hakkında bugün devasa boyutlara ulaşmış literatürde bazı anlaşmazlıklar ve cevaplanmamış sorular bulunuyor. Fakat siyah Amerikalı topluluklarını hedef alan sert ve ceza temelli suç politikaları ile sosyal yardım programlarında ve mesleki eğitimde yapılan kesintiler bir araya geldiğinde trajik sonuçların ortaya çıktığı ve kendini tekrar eden kalıpyargıların ve politikaların birbirini beslediği bir örüntünün yaratıldığı hususunda herhangi bir ihtilaf bulunmuyor. Hapsetme ile iş bulamama arasındaki açık bağlantıya ek olarak sosyal güvenlik ağında ve istihdam programlarında yapılan ciddi kesintilerin ceza temelli suç politikalarıyla tamamlanması, siyah Amerikalı nüfusun çok yüksek olan işsizlik oranlarının bir türlü düşürülememesine neden oluyor. Faşist taktikler uygulayan siyasetçiler bu işsiz nüfusu işaret ederek nesillerdir süren yoksulluğun sebebi ola­ rak hakiki nedenlerden değil tembellikten bahsetme imkanına sahip oluyorlar. Bir sonraki aşamada ise sosyal güvenlik ağı biraz daha zayıflatılıp daraltılmak suretiyle bu insanların ağır çalışmaya zorlanarak tembelliklerinin tedavi edilebileceği söylenebiliyor. Beyazların siyahları, özellikle de daha önce hapis cezası almış siyah yurttaşları işe almadığını gösteren kanıtları aklımızda tutacak olursak, bu durum sadece bu tip işsizlik örüntülerini güçlendirmiş oluyor, ayrıca faşist siyasette kullanışlı olan o yanıltıcı kalıpyargının varlığını sürdürmesini de sağlıyor. 1 970'lerde bu politikaların bu şekilde bir araya gelmesinin ne tür sonuçlar doğuracağı pek belli değildi. Suç önlemeye yönelik sert cezai tedbirlerin, şiddet ve işsizlik gibi müzmin toplumsal sorunlarla hiç ilgilenmemekten daha iyi olabilece­ ğini düşünmek mümkündü. Oysa bugün çok iyi biliyoruz ki azınlıkları hedef alan, suçu önlemeye yönelik saldırgan tedbir­ ler, bu grupları destekleyecek sosyal yardımlarda kesintilerin yapılması halinde yıkıcı birtakım sonuçlar doğurmaktadır. 1 970, 1980 ve 1 990'ların "suça göz açtırmama " hareketle1 53

FAŞiZM NASIL İŞLER?

rinden doğan politikaların getirdiği yıkıma medya yıllardır dikkat çekiyor. Bu felaket, iki partinin de suçu önleyici cezai önlemlerden sosyal programlara geçişi desteklemesiyle sonuç­ landı. Gelgelelim bu değişime eşlik etmesi gereken ama henüz gerçekleşmemiş bir husus var: Suça göz açtırmama retoriği ve politikaları faşist mahiyetteydi, biz/onlar karşıtlığını tesis etmek amacıyla oluşturulmuşlardı ve öteden beri var olan hiyerarşik kalıpyargıları tahkim ediyorlardı. Dolayısıyla diyebiliriz ki ABD'li yurttaşların, bu satırların yazıldığı esnada iktidarda olan Cumhuriyetçi Parti'nin pek çok üyesinin (ki bunlara halihazırdaki ABD Başkanı Donald Trump, Adalet Bakanı Jeff Sessions ve Beyaz Saray Sözcüsü Paul Ryan da dahil) şu an için zaten yetersiz olan sosyal yar­ dımları kaldırarak aynı zamanda ceza adaleti sistemini çok daha ceza yönelimli hale getirme planlarından endişe etmeleri gerekiyor. Medyanın yıllardır bu tip politikaların sonuçlarını göstermesinin ardından, hiç kimse söz konusu politikaların bu şekilde yan yana gelmesinin hem siyah Amerikalılar üzerindeki hem de beyazların ırka ilişkin tutumları üzerindeki sonuçlarını bilmediğini iddia edemez. Bu ancak olguları bilmezden gelmek olabilir. Connecticut Üniversitesi'nden felsefeci Lewis Gordon bu durumun iflas etmiş politikaların yeniden gündeme getiril­ mesi anlamını taşıyan bir çeşit "gaflet" olduğunu söylüyor. 10 İşte tam da böyle bir gaflet, daha önce de gördüğümüz üzere faşist rejimlerin bir niteliğidir. Amerikan siyasetçilerinin suç politikasına ve sosyal yardım programlarına yönelik tutumla­ rında görebileceğimiz üzere bu kasıtlı cehalet hiç de zararsız değildir. Arkasında dile getirilmemiş bir maksat yatar; faşist kalıpyargıların yeşermesine imkan sağlayacak koşullar yara10

Lewis Gordon, Bad Faith and Anti-Black Racism (Humanity Books, 1995). Ayr. bkz. Charles Milis, "White lgnorance," Shannon Sullivan ve Nancy Tuana, Race and Epistemologies of lgnorance (SUNY Press, 2007), 1 3-3 8, Gaile Pohlhaus, " Relational Knowing ·and Epistemic Injustice: Toward a Theory of Willful Hermeneutical Ignorance, " Hypatia: A ]ournal of Feminist Philosophy 27:4 (20 12): 715-35.

ARll EIT MAcHT Fım

tılmak istenmektedir. Böylece siyasetçiler seçimi kazanabilmek için faşist taktikleri suiistimal etmeye devam edebileceklerdir. •••

Yukarıda anlatılan türden biz/onlar ayrımlarının önündeki engellerden biri, sınıfları ayıran hatlar boyunca birlik olmak ve empati kurmaktır. Bunun en güzel örneğini ise sendikalar oluşturur. Düzgün işleyen sendikalarda beyaz emekçiler siyah emekçilere hınç duymazlar, bilakis onlarla kucaklaşırlar. Faşist siyasetçilerse işte bu dayanışmanın bölücü politikalara dire­ nirken ne kadar etkili olduğunu bilirler, bu yüzden sendikaları lağvetmeye çalışırlar. Faşist siyaset "elitleri" kınıyorsa da sınıf mücadelesinin önemini en aza indirmeye çalışır. İşçi sendikaları toplumların farklı açılardan birbirinden ayrılan insanları birbirine bağlamak için bulduğu en önemli mekanizmadır. Sendikalar işbirliğinin ve topluluk olmanın kaynaklarıdır; işçilere ücret eşitliğinin yanı sıra küresel ticare­ tin gelgitlerinden korunma mekanizmaları da sağlarlar. Faşist siyasete göre sendikalar dağıtılmalıdırlar. Bu gerçekleşirse işçiler küresel kapitalizm deryasında kendi kaderleriyle baş başa kalacak, böylece bir parti veya öndere bağımlı olmaya da hazır hale geleceklerdir. İşçi sendikalarına yönelen nefret, faşist siyasetin ana izleklerinden biridir ve bunu anlamadan faşizmi hakkıyla anlamak mümkün değildir. Hitler işte bu yüzden Kavgam'ın Birinci Bölümünde her fırsatta sendikalara saldırır: " [Yahudiler] yavaş yavaş sendikal hareketin yönetimini ele geçiriyorlar, hem de rahatça. Çünkü onlar için önemli olan, toplumsal kötülüklerin gerçek anlamda ortadan kaldırılması değil, milli ekonomik bağımsızlığı yok etmek amacıyla sanayide körü körüne itaat eden bir savaş gücünün oluşturulmasıdır. " 11 Kavgam'ın " İşçi Sendikaları Sorunu " başlıklı bölümünde ( "Yahudi Sorunu"yla bağlantı kuran bir isimlendirmedir bu) ise Hitler, "Marksizm [sendika sistemini] kendi sınıf savaşı aracına dönüştürdü. Marksizm 11

Mein Kamp{, 1 3 1 . I55

FAŞiZM NASIL IŞLEll?

uluslararası Yahudiliğin özgür ve bağımsız milli devletlerin ekonomik temellerini, milli sanayilerini ve ticaretini boza­ rak onları tahrip etmek için kullandığı ekonomik bir silah yaratmıştı " diyor ve sendikaları, "ticari hayatta ve bir bütün olarak milletin yaşamında verimliliği engellediği" gerekçesiyle kınıyordu.12 Sendikaların yeni bir amaç edinmeleri gerektiği­ ni, sınıfın menfaatlerine değil milletin menfaatlerine hizmet etmeleri gerektiğini söylüyordu. Ekonomik bağımsızlık ve ticari verimlilik endişesi, Hitler'in sendikalara duyduğu nefreti gizleyen bir örtüden başka bir şey değildi. Hannah Arendt'in 1951 tarihli klasik eseri Totalitariz­ min Kaynakları'nın Onuncu Bölümü " Sınıfsız Toplum" başlı­ ğını taşır. Bu bölümde Arendt faşizmin toplumdaki bireylerin " atomlaştırılmasını" -yani farklılıklarının silinmesinin yanı sıra kurageldikleri bağların da koparılmasını- gerektirdiğini söyler. Sendikalar, ırk veya din hattında değil sınıf hattında karşılıklı bağlar yaratırlar. İşçi sendikalarının faşist ideolojide hedef tahtasına konmasının temel nedeni budur. Faşist ideolojinin sendikaları hedef seçmesinin başka se­ bepleri de var. Faşist siyaset en çok sert ekonomik eşitsizlik koşulları altında etkili olur. Araştırmalar gösteriyor ki sen­ dikaların çoğalması bu tip koşulların gelişimine karşı en iyi panzehirdir. Harvard Üniversitesi'nden siyaset bilimci Archon Fung, "eşitsizlik oranının düşük olduğu toplumların birçoğu, sendikalaşma oranının en yüksek olduğu toplumlardır" di­ yor.13 Fung, OECD ülkelerinde -yani Kuzey Amerika ve Av­ rupa' daki en istikrarlı demokrasilerin çoğunda- 20 1 3 yılında eşitsizlik ile sendikalaşma oranı arasındaki ilişkiyi inceleyen bir araştırmadan çarpıcı bir istatistik de paylaşıyor. Yazarın aktardığına göre, " sendikalaşmanın yüksek olduğu ülkeler gelir eşitsizliğinin düşük olduğu ülkelerken (Danimarka, Fin­ landiya, İsveç ve İzlanda) , gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu 12 13

Age., 258. Archon Fung, "lt's the Gap, Stupid," Boston Review, 1 Eylül 2017.

Aıuım MAcHT Fuı

ülkeler sendikalaşmanın düşük olduğu ülkelerdir (ABD, Şili, Meksika ve Türkiye) . " Bu araştırma kapsamında incelenen ülkeler arasında hem gelir eşitsizliğinin hem de sendikalaş­ ma oranının yüksek olduğu ülkelerin sayısı ise sıfır olarak karşımıza çıkıyor. Sendikalar eşitsiz bir ekonomik zeminin oluşmasına karşı kullanılabilecek güçlü silahlardır çünkü faşizm ekonomik belirsizlik şartlarında korkunun ve hıncın yurttaşları birbirine karşı harekete geçirebileceği durumlarda filizlenir, sendikalarsa faşist siyasetin toprağa kök salmasını engellerler. ABD'de ırk temelli bölünme her zaman işçi hareketinin birleştirici gücüyle karşılaşmıştır. İşçi hareketi tarih boyunca şirket ve fabrika sahiplerini ve bu kurumlara yatırım yapmış olanları tehdit etmiştir. W.E.B. Du Bois'nın Siyah Yeniden İnşa kitabının On Dördüncü Bölümünün başlığı "Mülkiyet Karşıdevrimi" dir. Bu bölümde Du Bois, Yeniden İnşa döne­ minde ortaya çıkan emek hareketini betimlerken hareketin " Güneyli emekçilere verdiği kudret sayesinde, akıllı ve fedakar liderlik ve açık bir idealle birlikte emekçilerin Güney toplu­ munun ekonomik temellerini yeniden inşa edebildiğini, refaha el koyup yeniden dağıtabildiğini ve bu sayede kitleler için gerçek bir sanayi demokrasisi inşa ettiğini " söyler.14 Du Bois, Güney'de ortaya çıkan emek hareketinin yoksul beyazların toplumsal hiyerarşide özgürlüklerine yeni kavuşmuş siyah yurttaşların konumlarının üzerinde yer alagelmiş konumlarını kaybetmekten duydukları korkunun sonucunda ırk temelli bir hınçla nasıl parçalandıklarını anlatır. Kuzey'in sanayicilerinin Güney'in eski beyaz iktidar yapılarıyla bir araya gelerek ırksal sınırları aşan bir emek hareketinin oluşma ihtimalini ortadan kaldırmak için bu hınç hissini kullandığını iddia eder çünkü ona göre böyle bir hareket, ekonomik eşitlik sağlamaya ola­ nak tanıyan ciddi bir güç teşkil edecektir. Yoksul beyaz işçiler 14

W.E.B. Du Bois, Black Reconstruction in America: 1 860-1 880 (New York: Free Press, 1935), 580.

I 57

FAŞiZM NASIL lşLEll ?

yoksul siyah işçilerle sınıfsal açıdan özdeşlik kuramadıkları müddetçe yeniden o bildik ırksal bölünme ve hınç hattına geri döneceklerdir. " Çalışma hakkı" mevzuatı bugün ABD'nin 28 eyaletinde yürürlüğe girmiş durumdadır. Bu satırların yazıldığı tarih itibarıyla Yüksek Mahkeme'nin bu mevzuatı en azından · kamu işçileri sendikaları açısından anayasaya uygun bulma tehlikesi var. Bu yasal düzenleme, sendikaların aidat ödemek istemeyen çalışanlardan aidat almalarını yasaklıyor ve aidat ödememeyi seçen çalışanlara da eşit sendikal temsil ve haklar sağlamalarını şart koşuyor. Bu gibi düzenlemeler sendikaların mali desteğini kesintiye uğratıp onları yıkmayı amaçlıyor. " Çalışma hakkı " , işçilerin toplu pazarlık yapabilme güçleri­ ne saldıran, böylece onların seslerini kısan bir mevzuat için Orwell'in romanındaki gibi seçilmiş bir isim. Çalışma hakkı yasalarının Amerika'da işçi sınıfının Ortabatı'daki kaleleri olan Wisconsin ve Michigan'da yürürlüğe girmesinin hemen ardından ve özellikle 201 6'da ırk temelli bölünme üzerinden yürüyen başkanlık seçimlerinden sonra bu eyaletlerde rüzgar sert bir şekilde sağdan esmeye başladı. Günümüzdeki ırk temelli ayrışmada çalışma hakkı yasalarının oynadığı rolü anlamak için bu yasaların tarihini incelemek gerekiyor. Çalışma hakkı yasaları 1 940'larda Teksas'ta ortaya çıktı. İlk kez Vance Muse isimli bir lobici tarafından, sendikal�rın " bölgenin ırk temelli politik ekonomisine" itiraz etmesine bir tepki olarak teklif edildi. 1930'ların ortasında, daha kapsayıcı olmakta -özellikle vasıfsız işçilerin de kucaklanmasında- ısrar eden Sanayi Örgütleri Kongresi [Congress of Industrial Orga­ nizations, CIO], Amerikan İşçi Federasyonu'ndan [American Federation of Labor, AFL] ayrılmıştı. Dolayısıyla CIO en başından itibaren, içinden çıktığı ve en sonunda günümüzün AFL-CIO'sunu oluşturmak üzere tekrar birleştiği AFL'den daha ilerici bir örgüttü. Dartmouth Üniversitesi'nden sosyolog Marc Dixon'ın da belirttiği üzere, CIO'ya bağlı sendikalar " ırk konusunda AFL sendikalarından daha ilerici olmaya

AıuıErr MAcHT FREı

meyilliydiler. . . . ve 1 940'ların ilk yarısında Güney eyaletle­ rinde kelle vergisinin kaldırılması için sık sık kampanyalar yürütmüşlerdi. " 15 Muse ise petrol şirketleri adına lobicilik faaliyetleri yapan Hıristiyan Amerikalılar Derneği'nin baş­ kanıydı. Bu dernek ırkçıydı, Yahudilere ve Katoliklere de karşıydı. Sendika düşmanlığına ilişkin gündemine ise bildik bir faşist program eşlik ediyordu: komünistlerin beyazların hakimiyetine son vermek için ırk eşitliği peşinde koştuklarını söyleyerek kamuoyunda panik yaratmak. Vance Muse, sendikalara çalışma hakkı yasaları aracılı­ ğıyla yapılan saldırının ırkçı saikleri konusunda çok açıktı: " Şu andan itibaren beyaz kadınlar ve beyaz erkekler siyah Afrikalı maymunlarla aynı örgütlerde bulunmaya zorlanacak­ lar. Ya bu maymunlara 'kardeşim' diyecekler ya da işlerini kaybedecekler" diyordu. 1 945'te ise şöyle diyecekti: "Bana Yahudi düşmanı ve zenci düşmanı diyorlar. Bakın, biz zencileri seviyoruz ama yerlerini bildikleri müddetçe . . . . Bizim [ça­ lışma hakkı yasasıyla] yaptığımız değişiklik zencinin de işine yarıyor; ona ayrımcılık yapılmıyor. Ama iyi zencilere yarıyor, komünist zencilere değil. Yahudilere gelince: Onlara bir şey olduğu yok, benin en yakın arkadaşlarımdan bazıları Yahudi yahu ! Elbette onlar iyi Yahudilerden. " Muse " bir Güneyli ve beyaz üstünlüğü taraftarı olduğunu" da gizlemiyordu ve Hıristiyan Amerikalılar "Yeni Düzen'i 'Yahudi Marksizmi 'nin Hıristiyanların serbest girişimciliğine yönelttiği daha kapsamlı bir saldırının parçası olarak değerlendiriyorlar" dı. 1 6 Çalışma hakkı yasaları ilk başta tam da Hitler'in Kavgam' da sendikalardan söz ederken kullandığı dil kullanılarak gündeme getirilmişti. Ne olursa olsun, bu yasaların açıkça beyazların ırk hiyerarşisindeki üstünlüğünü sürdürüp ırkları ve dinleri 15 16

Marc Dixon, " Limiting Labor: Business Political Mobilization and Union Setback,'' States Journal of Policy History 1 9.2 (2007): 3 1 3-44. Michael Pierce, "The Origins of Right to Work: Vance Muse, Anti-Semitism, and the Maintenance of Jim Crow La bor Relations,'' Labor and Working Class History Organization, 1 2 Ocak 201 7.

1 59

FAŞiZM NASIL iŞLER?

aşan bir dayanışmayı engellemek üzere kurulmuş sendika karşıtı gündemi ABD'de şimdilik başarıya ulaşmıştır. Ni­ tekim bu tip sendika karşıtı politikalar, kısa süre önce bir başkan adayının 1 930'lara duyduğu özlemi açıktan ifade edip beyaz milliyetçiliği temelinde seçim kampanyası yürüterek Ortabatı'nın bir zamanlar işçi yuvası olmakla gurur duyan eyaletlerinde bile ezici bir zafer kazanmasına izin veren yolun taşlarını döşemiştir. •••

Sendikalara darbe vurmak ve belirli grupları tembellikle suçlamak, faşist siyasetin başarısı için hayati öneme sahip ayrılıkları yaratır. Peki, tembel olmak faşist siyasette neden toplumsal değerler hiyerarşisinin alt basamaklarında yer al­ mayı belirleyen unsurdur? Faşist siyasetçiler yüceltilebilecek onca kimlik arasında neden sınıf birliğini kullanmaya değil de bozmaya çalışırlar? Bu sorunun yanıtı faşist siyasetin temelini teşkil eden sosyal Darwinizmde yatıyor. Faşist hareketler sosyal Darwinizmin şu düşüncesini benim­ semişlerdir: Hayat bir iktidar mücadelesi, rekabetidir. Toplu­ mun hangi kısmının kaynaklarının tamamen serbest piyasadaki rekabete bırakılacağı da buna göre belli olur. Faşist hareketler, sosyal Darwinizmin sıkı çalışma, özel teşebbüs ve kendine ye­ terlik ideallerini de benimser. Sosyal Darwiniste göre, değerli bir hayata sahip olabilmek için mücadele ederek diğerlerinin üzerine çıkmak, kaynakları elde edebilmek için girilen sert re­ kabette ayakta kalabilmek gerekir. Başarılı bir şekilde rekabet edemeyenler toplumun kaynaklarını ve ürettiklerini de hak et­ mezler. Değeri verimlilikle, üretimle ölçen bir ideolojide grubun üyeleri dışındakileri tembeller olarak sunan propaganda, onları değer hiyerarşisinde daha aşağı basamaklara yerleştirmeyi haklı göstermenin bir yolu olarak karşımıza çıkar. Faşist ideolojinin bu yönü Nasyonal Sosyalistlerin engel­ lilere karşı tutumunu da açıklamaktadır. Nitekim Nasyonal Sosyalizmde engellilik lebensunwertes Leben yani "yaşamaya değmez bir hayat" sayılıyordu. Engelli yurttaşlar değerden 1 60

ARllElT MACHT fREI

yoksun görülüyorlardı çünkü Nasyonal Sosyalist ideolojide değer, kişinin topluma emeğiyle yaptığı katkıdan kaynak­ lanıyordu. Nazi ideolojisinde hayatta kalmak için devletin yardımına bağımlı olanlar her türden değerden yoksundular. Faşist hükümetler tarih boyunca engellilere karşı insanlığın en zalim yönlerini göstermişlerdir. Nazi Almanyası'nın 1 933 tarihli Neslin Kalıtsal Hastalıklardan Korunması Yasası, en­ gelli yurttaşların kısırlaştırılmasını öngörüyordu. Bu yasayı daha sonra gizli T4 Programı izledi. Bu program çerçevesinde engelli Alman yurttaşları denek olarak kullanılarak zehirli gazlara maruz bırakıldılar ve nihayet 1 939'da hekimlere onları öldürmeleri emredildi. Faşizmin çoğunlukla bireyciliğe karşı olduğunu, gücünü birbirinin aynı insanlardan oluşan kitlelerden aldığını düşü­ nürüz. Oyşa Hitler defalarca hem bireyin değerini hem de meritokrasi idealini övgüyle dile getirmiştir. Faşist hiyerarşiye yapısını veren ve tembellik suçlamasını açıklayan, bireysel değere ilişkin sosyal Darwinist anlayıştır. Faşizmde gruplar işte ve savaşta sergiledikleri başarılara ve diğerlerinin üzerine çık­ ma kabiliyetlerine göre sıralanırlar. Hitler liberal demokrasiyi [doğaya] aykırı bir değerler sistemi sunduğu gerekçesiyle kınar. Liberal demokrasinin değerler sisteminin kişiye verdiği değer, doğal, meritokratik mücadelede edinilen zaferden bağımsızdır. Hitler'e göre demokrasi bireysellikle uyumsuz olduğu için kötüdür çünkü demokrasi tek tek yurttaşların rekabetçi bir mücadele içerisinde birbirinin üzerine çıkmalarına imkan tanımaz. Faşist bireysel özgürlük anlayışı liberteryenlerin rekabeti hak olarak gören ama başarıyı, hatta yaşamayı bile hak olarak görmeyen bireysel hak anlayışına benzer. Ekonomik liberteryenizm öğretisi özgürlüğü de kendine özgü bir tarzda anlar: Özgürlük serbest piyasanın sınırlanma­ mış olmasıdır. Ekonomik liberteryenizmde " eşit oyun alanı"na erişim söz konusudur, yani pazarlar resmi düzenlemelerle hiçbir şekilde sınırlanmamalıdır. Bu mücadelede zayıf düşen kişi, ka­ yıplarından kendi sorumludur. Ekonomik liberteryenizm hem özgürlüğü hem de erdemi refahla ilişkilendirir. Bu ilkelere göre, r6r

FAŞiZM NASIL İŞLER?

kişiler özgürlüklerini mücadele vererek ve varlık biriktirerek kazanırlar. Özgürlüğünü bu şekilde kazanamayanlar onu hak etmiyorlar demektir. Bununla birlikte faşizmde değere ilişkin grup hiyerarşilerine bağlılık söz konusudur ki bu da hakiki ekonomik liberteryenizmle düpedüz uyumsuzdur çünkü liber­ teryenizm bireyin ötesine gitmez. Yine de her iki düşünce de değerin neyle ölçüldüğüne bakıldığında ortak bir ilkeye sahiptir. Son kertede ekonomik liberteryenizm, sosyal Darwinizmin seçkin davetlilerin bulunduğu bir kokteyle katılmış halidir. 2012 ABD başkanlık seçimlerinde başkan yardımcılığına aday olan Paul Ryan, her fırsatta Amerikan toplumunun "yapanlar" ile " alanlar" arasında bölündüğünü söylüyordu. Toplumda "yapanlar" ın sayısını artırıp " alanlar" ın sayısını azaltacak politikalar izlemenin şart olduğunu iddia ediyordu. İlk başlarda ABD'nin " alanlar"ın çoğunluk, "yapanlar"ınsa azınlık haline geldiği bir topluma dönüşmeye başladığını konusunda uyarılarda bulunuyordu. Bu toplumda "alanlar", " ödedikleri vergilerden daha fazlasını federal devletten nakit para olarak alan" kesimdi. Oysa "yapanlar" varlıklı kesim olduğu için " alanlar" dan daha değerliydi. Ryan bugünlerde bu meseleyi yapanlar/alanlar karşitlığı üzerinden ifade et­ meyi bıraktıysa da daha az varlıklı kesimin karşısında daha varlıklı kesimi kayıran politikaları savunmayı sürdürüyor. "Yapanlar" ve "alanlar" a örneğin farklı ten renkleri atfet­ meye meyilli Amerikalılarsa böyle yapmakla liberteryenizmi de aşıp faşizme varıyorlar. Liberteryenizm serbest pazarlarda bireysel rekabet özgür­ lüğünü savunsa da hiyerarşik şirketleri de destekler. Faşist siyasetin liberteryen felsefeyi takdir etmesinin bir sebebi de budur. Nasyonal Sosyalizm, çalışma alanlarının genel olarak hiyerarşik biçimde örgütlenmesi gerektiğini kabul eder. Bütün yetkileri elinde toplamış bir CEO veya fabrika/şantiye amiri olmalıdır. Silahlı kuvvetlerde olduğu gibi özel teşebbüslerde de kendi siyasetinin propaganda aracılığıyla istismar edebi­ leceği tanıdık otoriter bir yapı görür. Nasyonal Sosyalistlerin yaptıkları konuşmalarda, devlet müdahalesini özgürlüğün 1 62

ARBElT MAcHT Fıuıı

kaybıyla ilişkilendiren ve bir CEO'nun önderliğinde olmanın değerinden bahseden Amerikan sağ siyasetinin yankılarını bulmak pekala mümkündür. 17 Hitler özel teşebbüslerde kendi ideolojisiyle aynı çizgide ilkelerin bulunduğunu görmüştü. Büyük adamın yetkinli­ ği hasebiyle önder yapılmasını öngören meritokrasi ilkesi . ona pek cazip gelmişti; bu itibarla kuvvetli olanın zayıf olan üzerinde iktidar sahibi olup onu yönetmesini de doğru bu­ luyordu. Hitler'e göre meritrokrasi, Nasyonal Sosyalizmin önemli liderlik ilkelerinin hepsini destekliyordu. Özel işyerleri hiyerarşik şekilde düzenleniyor, bir CEO'nun başında olduğu bir emir-komuta zinciri bulunuyordu. ( CEO'nun yönetim ku­ ruluna hesap vermek zorunda olduğu gerçeğiyse faşist siyaset tarafından ısrarla gözardı edilen bir ayrıntıdır. ) Hitler, " iki ilkenin keskin bir tezat oluşturduğunu " gör­ müştü: İlki " demokrasi ilkesidir. Her yerde pratik sonuçların­ dan da apaçık görüleceği üzere bir yıkım ilkesidir bu. Diğeri ise bireyin otoritesi ilkesidir ama ben buna kazanım ilkesi demek istiyorum. " 18 Demokratik bir siyasi alan ile otoriter bir ekonomik alanın istikrarsız bir karışım oluşturduğu konu­ sunda uyarıda bulunuyordu çünkü devlet, demokratik yollarla dayatılan düzenlemeler vasıtasıyla ticaret alanına haksız bir müdahalede bulunmaya meyilliydi. Hitler, sanayicilerin Nazi hareketini desteklemeleri gerektiğini de söylüyordu çünkü ticaret zaten " önderlik ilkesi" , yani Führer İlkesi çerçevesinde işliyordu. Özel teşebbüslerde CEO bir emir verdiği zaman çalışanlar buna uymak zorundaydı, demokratik yönetişime yer yoktu. Hitler, siyasette de önderin tıpkı şirket CEO 'su gibi iş görmesi gerektiğini savunuyordu. Tüketicileri veya işçileri koruyan düzenlemelere ise kesin17

18

Ekonomik liberteryanizmin antiliberal sonuçları ile bu paragraflarda dile getirilen temalar hakkında bkz. Elizabeth Anderson, Private Government: How Employers Rule Our Lives (And Why We Don't Talk About lt), Princeton University Press, 201 7. Hitler's Speech to the Industry Club in Düsseldorf, Max Domarus, ed., Hitler:

Speeches and Proclamations 1 932-1 945, The Chronicle of a Dictatorship (Londra: I. B. Tauris, 1 990), C. 1, 94-95.

FAŞiZM NASIL iŞLER?

tikle taraftar değildi, tıpkı sosyal güvenlik aracılığıyla sağlanan veya sendikalar eliyle önerilen korumalara taraftar olmadığı gibi. Geniş kapsamlı genel bir sosyal güvenlik sistemine bağlı­ lığın temelinde, her bir yurttaşın temel bir değer sahibi olduğu inancı yatar. Liberal demokratlar ise değer sahibi olmayı re­ kabete bağlayıp "yapanlar" ile "alanlar"ı birbirine kırdıran bir düzen tasarlamazlar. Nitekim geniş kapsamlı bir sosyal güvenlik sistemi, toplumu demagogların istismar edebileceği kısımlara ayırmaz, toplum içerisinde karşılıklı ihtimam bağ­ larıyla birlik sağlar. Sendikalar farklı etnik ve dini arka plan­ lardan gelen farklı cinsel kimlik ve yönetimlerden emekçileri ortak hedefler çerçevesinde, işverenle daha iyi bir sözleşme yapılması için işbirliği yapmak üzere bir araya getirirler. İnsan yapımı kurumların hepsi az çok kusurludur, sosyal güvenlik sistemleri ile sendikalar da bunun istisnası değildir. Fakat herhangi bir kurumun kusurlarını eleştirirken onların yokluğu halinde nelerden yoksun kalınacağını sormak da önem arz eder. Herkesin daha iyi koşullar içinde yaşamasını sağlamak üzere birlikte harekete geçmek, bizi görünüş, et­ nik köken, din, engellilik durumu, cinsel yönelim ve cinsiyet farklılıklarına rağmen ortak bir insanlığı kabullenmemizi sağlayacak şekilde bir araya getiriyor. Ama ne yazık ki ister siyah ister beyaz olalım, toplumsal cinsiyet kalıplarına uyalım veya uymayalım, ister erkek ister kadın, ister Hıristiyan ister Müslüman, Yahudi, Hindu veya ateist olalım, hafta sonu tatiline, beslenmek için gıdaya ve yaşlanan büyüklerimize bakmak için vakte ve desteğe hepimizin ihtiyaç duyduğunu insanlara sürekli hatırlatmak gerekiyor. Bize demokratik et­ hosumuzu veren kurumlar ve politikalar ne kadar kusurlu olursa olsunlar, bunların yokluğunda liberal demokratik top­ lum çökme riski taşır. Hitler bir yandan demokratik siyasi bir sistemi olan, diğer yandansa ekonomisi hiyerarşi ilkeleri çerçevesinde işleyen özel teşebbüslere dayanan bir toplumda hakiki gerilimler olduğu konusunda haklıydı. Birçoğumuz bu tip toplumlar­ da yaşarız ve bu yüzden demokratik normlar ile ekonomik

AıuıEIT MACHT FR81

normlar arasındaki çatışmadan beslenen gerilimler içerisinde hayatımızı sürdürürüz. Bu mücadele çerçevesinde işçi hareketi hafta sonu tatilini, günde en fazla 8 saat çalışma hakkını ve daha birçok kazanımı elde etti. Bunların hiçbiri hafife alınacak şeyler değiller ama son kertede demokratik açıdan dönüştürücü mahiyette de değiller. Hitler demokratik bir toplumda ailelerin, işyerlerinin, devlet kurumlarının ve sivil toplumun farklı uygulamaları ve yapıları arasında birtakım gerilimler bulunduğu hususunda haklıydı. Faşizm işte bu ge­ rilimleri söz konusu farklılıkları ortadan kaldırarak çözmeyi vaat eder. Faşist ideolojide aileden iş dünyasına ve devlete kadar bütün kurumlar Führer İlkesi uyarınca işleyecektir. Faşist ideolojide baba, ailenin önderidir; CEO ise şirketin önderidir; otoriter lider ise devletin babası veya CEO'sudur. Demokratik bir toplumda bir CEO'nun başkan olmasına özlem duyan seçmenler esasında içlerinde saklı faşist dürtülere uygun davranmaktadırlar. ) Faşist siyasetin güçlü bir caz_ibesi vardır. İnsan varoluşunu basitleştirir; bize, varsayılan tembelliğiyle bizzat kendi erdem­ lerimizi ve disiplinimizi gün yüzüne çıkaran " onlar" gibi bir hedef verir. Dünyayı anlamlı kılmamıza yardım edecek güçlü bir liderle özdeşlik kurmaya bizi teşvik eder. Bu liderin hiçbir şey "hak etmeyen" insanlara ilişkin açık sözlülüğü bize zinde­ lik katar. Demokrasi başarılı bir ticari faaliyet olarak ne kadar çok görülür ve gösterilirse, CEO ne kadar sert konuşursa ve demokratik kurumları ne kadar az önemserse, hatta onları ne kadar kötülerse o kadar iyidir. Faşist siyaset, hakir gördü­ ğümüz kişilerin daha fazla acı çektiklerini bildiğimizde kendi acılarımıza daha kolay kadanabilmemizden, yani düpedüz insanın bir zaafından beslenir. Bir yandan demokratik bir yönetim alanına, diğer yandan demokratik olmayan hiyerarşik bir ekonomik alana, ayrıca iyi bir hayatın ne olduğuna ve nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin birden fazla görüşe bağlı sayısız kuruluş, dernek ve topluluk barındıran karmaşık bir sivil topluma sahip bir devlette ya-

FAŞiZM NASIL İŞl!ER?

şamanın yarattığı gerilimleri idare etmek yorucu ve yıpratıcı olabilir. Nitekim demokratik yurttaşlık belli ölçüde empati, içgörü ve nezaket gerektirir ve bu hepimiz için ciddi bir talep anlamına gelir. Fakat hayatı sürdürmenin daha kolay başka yolları da vardır. Örneğin kamuyla temasımızı tamamen tü­ ketime indirgeyebiliriz: Emeğimizi tüketici pazarına cebimizde parayla girmek, kullanacağımız araç gereçleri seçmekte özgür olmak için yapmamız gereken her şeyi yapmak olarak görüp kimliğimizi tüketim üzerine inşa edebiliriz. Ya da bunun tam tersine dünyayı tanımak için gezip diğer kültürleri ve harika­ ları anlamaya çalışarak " biz"e dair fikrimizi genişletebiliriz. Hem dünyanın her yerindeki mülteci kamplarında yaşayan insanları hem de Iowa'daki küçük kasabaların sakinlerini komşularımız olarak görürüz ve bir yandan da kendi yerel geleneklerimiz ve görevlerimizle bağlantımızı koparmayız. Gelgelelim, benliğimizle ilgili olan ve zaman içinde, kültür­ ler boyunca hareket eden bu cazip vizyon, keskin ekonomik eşitsizliğin hakim olduğu koş1:1llarda baştan aşağı sorunludur. Çünkü her türden farklılıkla karşılaşmayı gerektiren esaslı tec­ rübelere ihtiyaç duyar. Kapsamlı, bilgelik dolu, sektiler bilime ve şiirsel hakikate adanmış bir eğitim gerektirebilir. ABD söz konusu olduğunda tek bir çocuğun iyi bir üniversitede okuma­ sının sadece bir yıllık masrafı bütün bir ailenin yıllık gelirine mal olabilir. İşte tam da burada şu soruyu sormak gerekiyor: Durum buysa hangimiz böylesine başarılı ve açık fikirli bir yurttaşlar topluluğunun üyesi olabiliriz? Üniversite ücretleri ABD' deki gibi pahalı olduğunda, onların sunduğu kapsamlı liberal bakış açısı da faşist demagoglar için kolay bir hedef haline geliyor. Sert ekonomik eşitsizlik koşullarında liberal eğitimin faydaları ve farklı kültürler ve normlarla karşılaşma olanağı yalnızca varlık sahibi az sayıda insan için mümkün olduğunda liberal hoşgörü kolaylıkla bir elit imtiyazı olarak sunulabiliyor. Keskin ekonomik eşitsizlik faşist demagoglar üreten bir ortam yaratıyor. Liberal demokratik normların bu tip koşullarda yeşerebileceğini düşünmek bir hayaldir. r 66

SONSÖZ

Faşist siyasete ait mekanizmalar tümüyle birbirini destekleye­ cek şekilde yapılanmıştır. Yaydıkları " biz" ile "onlar" ayrımı, romantize edilmiş " biz"e ait, " onlar"ın olmadığı bir tarihe dayanır ve bizim sıkı çalışmayla hak edip kazandığımız parayı elimizden alarak geleneklerimizi tehdit eden yozlaşmış liberal elitlere duyulan hınçla desteklenir. " Onlar", özgürlüğün hak­ kını veremeyecek tembel suçlulardır (zaten özgürlüğü de hak etmezler) . " Onlar" , yıkıcı gayelerini liberalizmin diline veya "toplumsal adalet" kisvesine büründürürler; kültürümüzü ve geleneklerimizi yıkmak, " biz" i zayıflatmak için gece gündüz uğraşırlar. " Biz" çalışkanızdır, kurallara uyarız, özgürlüğü­ müzü alnımızın teriyle kazanmışızdır; "onlar" ise tembeldir, sapkındır, yozlaşmıştır, soysuzdur. Faşist siyaset, apaçık ha­ kikatlere rağmen " biz" ile " onlar" arasındaki bu tip sahte ayrımlar yaratan sanrılar yayar. Dile getirdiğim argümanlarda haddinden fazla tepki gös­ terdiğimi veya günümüzdeki örneklerin ağırlığının tarihte­ ki suçlarla eşleştirilmeye yetmediğini söyleyenler çıkabilir. Fakat faşist efsanenin normalleştirilmesi tehdidi gerçektir. "Normal" in zararsız olduğunu düşünmeye meyilliyizdir; gi­ dişat normalse, telaşa mahal yoktur. Ne var ki hem tarih hem de psikoloji normallik hakkındaki yargılarımıza her zaman güvenemeyeceğimizi gösteriyor. Yale Üniversitesi'nden felse­ feci Joshua Knobe ile aynı üniversiteden psikolog meslektaşı Adam Bear, 2 0 1 7 yılında Cognition dergisinde yayımlanan "Biraz İstatiksel, Biraz Değerlendirici" başlıklı makalelerinde, normallik yargılarının hem insanların neyi istatiksel açıdan normal gördüklerinden hem de ideal olarak normal olana

FAŞiZM NASIL lşl.Ell ?

-yani neyin, mesela günde kaç saat televizyon seyretmenin, sağlıklı ve düzgün olduğuna- dair düşüncelerinden etkilen­ diğini gösteriyorlar. 1 New York Times Sunday Review 'da yayımlanan bir makalelerinde ise aynı yazarlar vardıkları sonuçları toplumsal dünya hakkındaki yargılarımıza uygu­ luyorlar ve Başkan Trump'ın ilk başta hayretle karşılanan söz ve eylemlerinin aynı şekilde devam etmesinin gerçek ve can sıkıcı sonuçları olduğu yargısına varıyorlar: " Bu eylemler sadece gittikçe daha [Trump'a] özgü kabul edilmekle kal­ mıyor, her geçen gün daha normal görülmeye de başlıyor. Bunun sonucunda da eskisi kadar kötü görünmez oluyorlar ve öfkelenmeye daha az değer bulunuyorlar. " 2

Knobe ve Bear'ın çalışması, demokrasiden faşizme geçiş dönemlerinde yaşayanların kişisel deneyimlerine dayanarak ve büyük bir endişeyle düzenli olarak vurguladıkları bir olgu için, yani toplumların bir zamanlar düşünülemez olanı nor­ malleştirme eğilimi için bir temel sağlıyor. Büyükannem ilse Stanley'nin 1 957'de yayımlanan Unutulmayan başlıklı hatıra­ tının ana konusu da budur. Büyükannem yeraltı faaliyetlerine devam edebilmek için mümkün olan en geç tarih olan Temmuz 1 939'a kadar Berlin'de kalmıştı. 1 936'dan Kristallnacht'a kadar, Sachsenhausen Toplama Kampı'na Nazi sosyal hizmet görevlisi kılığında girip çıkıyordu. Yüzlerce Yahudi'yi tek tek oradan çıkarıp ölümden kurtarmıştı. Kitabında, toplama kampında şahit olduğu aşırılıklar ile Berlin'deki Yahudi ce­ maatinin bu durumun ciddiyetini inkar edişi, normall�ştirişi arasındaki uçurumdan bahseder. Komşularını hakikatin ne olduğuna ikna etmek için büyük çaba harcamıştı: Dışarıdakilerin gözünde toplama kampı bir tür çalışma kam­ pıydı. insanların darp edildiğine, hatta öldürüldüğüne dair söylentiler dolaşıyordu ama trajik gerçek kesinlikle henüz 1 2

168

Adam Bear ve Joshua Knobe, "Normality: Part Statistical, Part Evaluative," Cognition, C. 1 67 (Ekim 2017): 25-37. Adam Bear ve Joshua Knobe, "The Normalization Trap," New York Times Sunday Review, 28 Ocak 201 7.

SONSÖZ

tam olarak anlaşılmamıştı. Hala ülkeden ayrılma imkanımız vardı; evlerimizde yaşamaya devam edebiliyorduk; ibadetha­ nelerimize gidip hala ibadetimizi edebiliyorduk; Gettodaydık, ama insanlarımızın çoğu hala hayattaydı. Ortalama bir Yahudi için bunlar yeterli görünüyordu. Hepi­ mizi aynı sonun beklediğini anlayamamışlardı. Yıl, 1 937'ydi. ABD'de aşırılığa varan politikalara hızla eşlik eden ırk temelli kitlesel hapsetme vakalarının normalleştirilmesine şahit olduk. Bu benim yaşadığım dönem içinde oldu. Daha yakın bir zamanda ABD' de toplu silahlı saldırıların normalleştiril­ mesine de şahit olduk. Başarılı liberal demokrasiler arasında yer alagelmiş Macaristan ve Polonya'da, çok kısa bir süre önce faşizmin hızla normalleşmesinin bariz örneklerini kendi gözler�mizle gördük. Şimdiyse devletin mültecilere ve kayıtsız işçilere insafsız muamelesinin bütün bir dünyada nasıl nor­ malleştirildiğini izliyoruz. ABD' de, Donald Trump'ın göçmen karşıtı kampanyası ağırlaştıkça, her türden farklı kökenden gelen kayıtsız işçiler, özel sektör tarafından anonim şekilde. işletilen toplama merkezlerine götürülüp burada gözlerden ve halkın dikkatinden uzakta tutuluyorlar. Normalleştirme ahlaken sıradışı olanı sıradanlaştırır. Ön­ ceden hoş göremeyeceğimiz şeyleri sanki her zaman öyley­ mişler gibi göstererek bunlara artık hoşgörü göstermemizi sağlar. Buna karşılık "faşist" sözcüğü konusunda ise bugün tam tersi bir durum söz konusu. Bu sözcüğün kullanılması normal değil aşırı bulunur hale geldi ve onu sık kullanan­ lara yalancı çoban muamelesi yapılıyor. Faşist ideolojinin normalleştirilmesi tanımı gereği " faşizm" eleştirilerinin aşırı tepkiler olarak görülmesine neden oluyor, hatta normları bu tedirgin edici çizgiye gelen ülkelerde bile böyle görülüyor. . Normalleştirme tam da ideolojik açıdan aşırı uçlarda yer alan koşulların artık normal görülmeye başlamalarından dolayı sanki uçlarda değillermiş gibi kabul edilmeleridir. Faşizm suçlaması her zaman aşırı bir suçlama olarak görülecektir;

FAŞiZM NASIL iŞLER?

nitekim normalleştirme, " aşırı" terminolojinin kullanımının nerede ve ne zaman meşru olduğunu belirleyen nirengi nok­ tasının sürekli ötelenmesi anlamına gelir. Normale ilişkin algımızın ve onu yargılama kabiliyetimizin değişiyor olması, faşizmin eşikte beklediği anlamına gelmiyor. " Faşizm" suçlamalarının abartılı olduğu yollu sezgisel hissi­ yatın, bu sözcüğün kullanılmasına karşı çıkmak için sağlam bir gerekçe teşkil etmediği anlamına geliyor. Faşist siyasetin yayılışına ilişkin argümanlar daha ziyade onun anlamının ve şemsiyesi altına giren çeşitli taktiklerin belirli bir biçimde anlaşılmasını gerektiriyor. Faşist taktikleri siyasi menfaat elde etmek için kullananla­ rın farkı gayeleri var. En azından şimdilik, Hitler'in yeltendi­ ğine benzer şekilde dünyayı ele geçirmek için kitleleri harekete geçirmeye çalıştıklarına dair bir emare yok. Hedefleri farklı farklı da olsa faşist düşünüşün ve siyasetin tam bir uyum içe­ risinde çalışan ortak birtakım yönleri de bulunuyor. Ben bir Amerikalı olduğumdan, bu gayelerden birinin faşist siyasetin ikiyüzlü bir şekilde kullanılması olduğunu da ifade etmeliyim: Bir yandan beyaz orta sınıfın ve işçi sınıfının karşısına geçip milliyetçilik bayrağını açarken, diğer yandan devletin varlık­ larını ve imkanlarını oligarklara peşkeş çekmeyi amaçlıyor. Siyasetçiler tıpkı ABD'deki Jim Crow yasaları döneminde olduğu gibi bugün de kendi destekçilerine, farklı şekillerde tanımlarn:m milli kimliğin "paha biçilemez" bir statü ve onur bahşettiğini söylemeye devam ediyorlar. Faşist siyasetçiler bir yandan seslendikleri kesimleri demok­ ratik normlardan azade olmanın ayartıcılığıyla büyülerken, diğer yandan önerdikleri alternatifin istikrarlı bir ulus devletini ayakta tutabilecek bir özgürlük tarzı olmadığını ve herhangi bir serbestliğin teminatı da olamayacağını gizliyorlar. "Biz" ile " onlar" arasındaki devlet temelli etnik, dini, ırksal veya milli bir çatışma, uzun süre istikrarlı biçimde sürdürülemez. Haydi diyelim faşizm istikrarlı bir devletin kurulmasını sağ­ ladı, peki bu devlet çocukların empati sahibi insanlar olmak 1 70

SONSÖZ

üzere toplumsallaştığı iyi bir siyasi topluluk da olacak mıdır? Çocuklara nefret etmeyi öğretilebileceğinden kuşku yok ama nefreti toplumsallaşmanın bir parçası olarak onaylamanın istenmeyen birtakım sonuçları mutlaka olacaktır. Gerçekten de çocuklarının kimlik duygusunun ötekilerin marjinalleşti­ rilme mirası üzerine kurulmasını isteyen birileri var mıdır? İklim değişikliğini ve bu değişikliğin etkilerinin artışının kaçınılmazlığını, günümüzün yukarıda değindiğimiz siyasi ve toplumsal istikrarsızlığını ve büyüyen küresel ekonomik eşitsizliğe içkin gerilimleri ve çatışmaları dikkate aldığımızda, çok yakın bir zamanda, geçmiş dönemleri gölgede bıraka­ cak -hatta İkinci Dünya Savaşı'ndaki mülteci hareketlerini bile gölgede bırakacak- boyutlarda büyük bir dezavantajlı insan hareketliliğiyle karşı karşıya kalacağız gibi görünüyor. Yasal göçmenlere ilaveten ruhen sarsılmış, varını yoğunu kaybetmiş ve yardıma muhtaç mülteciler, hiyerarşik grup imtiyazını sürdürmeye ve faşist siyaseti kullanmaya kararlı liderler ve hareketler tarafından ırkçı kalıpyargılara elverişli hale getirilecekler. Dünyanın dört bir yanında dikkatli in­ sanlar bu oyunun çoktan sahneye konduğunun farkındalar. Faşistlerin gündeminde mülteci anlatısı (mülteci kampların­ daki yaşam, korkudan ve çatışmadan kaçarak bu kamplara gidiş ve buralarda uzun süre kalmaya eşlik eden ümitsizlik), empati uyandırmak yerine terörizme ve tehlikelere ilişkin bir başlangıç hikayesi oluşturacak şekilde yontulur. Oysa bu topluluklar, güvenli limanlara ulaşabilmek için, anlatılma­ sı mümkün olmayan dehşet dolu bir mücadele verirler. Bu tür insanların bile temel tehditler olarak resmedilebilmeleri, faşist efsanenin yanıltıcı gücünün bir kanıtıdır. Bu kitapta, karşılaşıldığında tanınabilsin ve ona direnilebilsin diye işte bu efsanenin yapısını açıklamaya çalıştım. Karşılaşacağımız zorluklar muazza� büyüklükte olacak. Korku ve güvensizlik bizi efsaneyle yaratılmış bir üstünlüğün teselli edici kollarına atıp bir haysiyet duygusu peşinde koş­ maya sevk ederken, müşterek bir insanlık hissini nasıl koru-

yabileceğiz? Çağımız tam da huzursuz edici soruların çağıdır. Yine de geçmişte uzun süreli zorluklara ve zorlu mücadelelere rağmen empati sağlamada başarılı olmuş ilerici toplumsal hareketlerin tarihlerine bakarak biraz da olsa rahatlayabiliriz. Faşist siyasetin doğrudan hedef aldıklarına (mülteciler, feminizm, sendikalar, ırksal, dini ve cinsel azınlıklar) baktığı­ mızda, bizi bölmede kullanılan yöntemleri görebiliriz. Fakat faşist siyasetin başlıca hedefinin hitap ettiği kitle olduğunu ve onları kendi hayali pençesine alarak, insan statüsüne "layık" gördüğü herkesi gitgide kitlesel bir yanılsamaya tabi kılmaya çalıştığını asla unutmamalıyız. O hedef kitleye dahil olama­ yanlarsa dünyanın toplama kamplarında tecavüzcü, katil, terörist rolüne sokulmak üzere bekliyorlar. Faşist efsanelerin büyüsüne kapılmayı reddederek birbirimizle temas kurma özgürlüğümüzü kazanıyoruz. Hepimiz kusurluyuz; hepimizin düşüncelerinde, deneyimlerinde ve anlayışında elbette eksik­ likler var ama hiçbirimiz şeytan değiliz.

1 72

DiZİN

1 94 8 İnsan Hakları Evrensel Beyan­ namesi 20 2012 Adli Ceza Raporu 1 1 7 201 6 ABD başkanlık seçimleri 67, 76, 9 1 , 135 20 1 7 Fransa başkanlık seçimleri 134 A Abbot, Greg 71 ABD: - Anayasası 82; - başkanlık se­ çimleri 27, 1 37, 1 62; - siyaseti 46, 65, 77, 78, 127 ahlaki sefalet 1 1 5 aile 1 6, 24, 27, 28, 29, 1 07, 120, 126, 133; - bağları 29; - reisi rolü 120; -nin korunması 29; akademi 61 akademik özgürlük 50, 52 Akademik Özgürlüğü Savunan Öğren­ ciler hareketi 50 Alman: - İşçi Partisi 144, - Kadınlar Birliği 25; - Yahudileri 1 07, 146 Alternativ für Deutschland (AfD) par­ tisi 33 Amerika yerlileri 35 Amerikan: - İşçi Federasyonu 158; Rüyası 99; - sağ siyaseti 1 63 Anglin, Andrew 26 antidemokratik: - rejimler 4 1 ; - sistemler 58; - siyaset 70 anti-entelektüalizm 1 8 , 1 9 Arendt, Hannah 70, 71, 146, 147, 156 Aryan(lar) 30, 142, 144; - ırkı 59; asayiş 18, 19, 38, 1 05, 106, 1 1 0, 1 1 1 , 1 14, 152; - ve düzen 19, 105 aşırı sağ 1 7, 30 Aşkenaz . Yahudileri 84 ataerki 24, 29 99

ataerkil: - aile 22, 24, 28, 120, 127, 128; - aile babası 24; - aile yapısı 24; - cinsiyet rolleri 2 7, 128; - er­ keklik 120, 126; - erkekliğin kaybı 1 29; - ideoloji(ler) 54, 127; - tarih efsaneleri 29 Atwater, Lee 78 Auernheimer, Andrew 26 Avrupa Birliği 26 Aydınlanma 47 ayrımcılık 8 7, 92, 93, 94, 97, 1 0 1 , 1 50, 159 azınlık(lar) 1 8 , 20, 30, 77, 88, 93, 94, 106, 123, 138, 142, 145, 147, 153, 1 62, 1 72; - grup(lar) 8 8 , 93 1 06, 138, 142 Aziz Stefan 28, 29 B Baldwin, James 1 1 0 Bannon, Stephen 5 1 Bannon, Steve 1 7, 64 barış 32, 89 başkanlık seçim(ler)i 32, 67, 134, 135, 137, 146 Bear, Adam 1 67, 168 Bennett, William J. 1 1 5 Beyaz Saray 2 8 , 39, 40, 1 54 beyaz(lar) 29, 33, 36, 37, 49, 71, 79, 89, 80, 92, 93, 95, 97, 98, 1 1 0, 1 13, 1 14, 1 1 8 , 122, 123, 145, 150, 1 5 1 , 1 5 3 , 154, 157, 159; - Amerikalı(lar) 3 1 , 92, 93, 94, 97, 1 1 1 , 1 1 3, 121, 143, 144, 145, 151; -(!arın) üstün­ lüğü 29, 97, 159 Bharatiya Janata Partisi 30 bilim 30, 59, 60, 61, 62, 75, 1 1 5, 144, 166

1 73

FAŞiZM NASIL iŞLER?

bireycilik 145, 1 6 1 Birinci Dünya Savaşı 3 2 Birinci Kosova Savaşı 1 00 Birleşik Yurttaşlar kararı (ABD, 2010) 77 Birleşmiş Milletler (BM) 21, 31, 1 00; - insan Hakları Yüksek Komiserliği 3 1 , 148 birtherism 69 Black Lives Matter hareketi 95 Blitzer, Wolf 68 Brattin, Rick 52 Burke, Kenneth 4 7 Bush, George H.W. 78 c

Carlson, Allan 54 Cassirer, Ernst 73 Central Park Beşlisi 1 05 Christian, Jeremy Joseph 46, 4 7 cinsel: - azınlıklar 126, 1 72; - kaygı 1 8 , 20, 1 1 9, 123, 1 30; - kaygı siya­ seti 120, 129; - saldırı tehdidi 126; - tehditler 129 cinsiyet(ler) 26, 27, 53, 54, 55, 56, 77, 78, 91, 97, 1 06, 126, 1 27, 128, 129, 140, 1 64; - arası eşitsizlik 25; - eşitliği 78, 126; - hiyerarşisi 127; - cinsiyet siyaseti 26; -çilik 27, 98 Clinton, Bili 1 1 7 Clinton, Hillary 40, 64, 67, 76 Corcoran, Ann 100 Cornerstone Nutku 82, 83, 8 8 Craig, Maureen 93, 94 cumhuriyet 101 Cumhuriyetçi: - Parti (ABD) 27, 28, 33, 77, 1 54; -!er 1 7, 56, 1 35, 136 çalışma hakkı 158, 159, 165 Çay Partisi hareketi 56 Çekoslovakya 14 7

ç

çingene grupları 26 çocuk suçlu(lar) 1 1 7, 1 1 8 D Dam�, Richard Walter 139, 140 Darwinizm 1 60

1 74

Davis, Angela 121 değer(ler) 1 3 , 20, 23, 32, 42, 6 1 , 78, 79, 84, 93, 97, 1 1 4, 1 1 7, 142, 144, 145, 1 60, 1 6 1 , 1 64, 168; - hiyerar­ şisi 1 60; - sistemi 1 6 1 demagoji 73, 1 2 2 1 34; - dili 1 1 7 demokrasi(ler) 1 2 , 15, 1 9 , 20, 34, 39, 40, 41, 43, 44, 45, 46, 54, 60, 6 1 , 62, 6 3 , 67, 70, 72, 75, 76, 77, 79, 8 5 , 8� 8 9 , 1 02, 1 29, 1 5 � 1 6 1 , 1 63, 1 65 demokratik: - çoğunluk 135; - değer­ ler 77, 78, 79; - devlet 1 06; - ethos 1 64; - kurumlar 69, 1 65; - müzake­ re 74; - normlar 1 64; - seçimler 43; - toplum 76, 1 64, - yurttaşlık 166 Demokratlar 67, 1 3 6 Descartes, Rene 22 devlet 1 8 , 25, 26, 28, 39, 44, 45, 52, 58, 69, 70, 73, 88, 105, 1 06, 1 1 9, 1 36, 140, 1 4 1 , 143, 144, 147, 148, 1 50, 1 52, 1 6 1 , 1 62, 1 63, 1 65, 1 69, 1 70 Dickerson, Caitlin 124 Dilulio, John J., Jr. 1 1 5, 1 1 6 din(ler) 36, 77, 8 1 , 95, 1 02, 129 1 39, 1 56, 1 64 Dixon, Marc 1 5 8 Dole, Bob 1 1 7 Douglass, Frederick 42 Du Bois, W.E.B. 3 7, 39, 40, 85, 86, 92, 1 1 5, 1 16, 157 Dünya Aileler Kongresi 55 düzen 1 8 , 20, 3 8 , 1 05, 106, 1 1 0, 1 1 1 , 1 64 Dweck, Carol 1 1 7 E Eberhardt, Jennifer 1 1 7, 1 1 8, 1 1 9 edebiyat 47, 1 30, 1 32 efsane(ler) 22, 23, 80, 82; -leştirilmiş tarih 22, 44, 57; -vi tarih 24, 3 1 , 36, 48 eğitim 19, 35, 48, 55, 57, 58, 59, 60, 61, 75, 1 26, 1 37, 1 42, 147, 1 52, 166; - sistem(ler)i 19, 57, 61 ekonomik: - ayrımcılık 1 0 1 ; - bağım­ sızlık 54, 144, 156; - eşitlik 157; -

DiZiN

eşitsizlik 80, 92, 156, 1 66; - liberter­ yenizm 1 6 1 , 1 62; - seçkinler 77, 99 empati 1 8, 21, 8 1 , 1 1 3, 1 14, 155, 1 66, 1 70, 1 7 1 , 1 72 Erdoğan, Recep Tayyip 60, 6 1 , 1 3 8 erkek: - Hakları Aktivizmi hareketi 98; - merkezli cinsiyet hiyerarşisi 1 27; -ler tuvaleti 126; -lik 54, 1 20, 126, 128 Ermeni soykırımı 32 eşcinsel(ler) 40, 8 8 , 1 06, 1 2 0, 129, 1 3 1 ; - evliliğin yasallaşması 1 35; - hakları 55 eşcinsellik 26, 54, 55, 75, 89, 130, 135 eşit: - oyun alanı 1 6 1 ; - saygı görme mücadelesi 1 02; - eşit saygı talebi 95; - statü 88 eşitlik 20, 22, 53, 78, 80, 8 1 , 82, 84, 87, 88, 8 9, 90, 92, 95, 96, 98, 1 00, 1 02, 1 14, 129, 1 57, 1 59 ; - ilkesi 8 1 , 82 eşitsizlik(ler) 25, 49, 77, 79, 80, 83, 84, 92, 93, 96, 97, 1 56, 1 5 7, 166 etik değerler 73 etnik: - grup(lar) 29, 86, 1 3 1 ; - kimlik 95; - köken 1 02, 1 64; - milliyetçilik 1 06; - saflık 27, 1 06; - temizlik 1 8 , 1 9, 3 1 , 123, 1 4 8 ; - v e dini çeşitlilik 138 Evans, Gavin 8 4 evrensel: - akıl ideali 4 7; - değerler 23; - idealler 95; - ilkeler 89; - insan statüsü 8 1 evrim teorisi 61 eyalet: - meclis(ler)i 52, 56, 1 3 5 ; yönetimleri 1 14; -!erin hakları 43, 44, 78 F Fairooz, Desiree 45 Fanon, Frantz 22, 149, 150 farkındalık toplantıları 124 faşist: - devlet(ler) 1 8, 4 1 , 1 1 9; - dünya görüşü 141; - dürtü(ler) 1 65; efsane(ler) 22, 23, 57, 59 89, 1 67, 1 72; - hareket(ler) 3 1 , 39, 53, 140, 146, 1 47, 1 60; - hiyerarşi 1 6 1 ; ideoloji(ler) 1 9, 20, 23, 48, 57, 59,

8 1 , 82, 127, 1 30, 1 39, 1 40, 1 4 1 , 1 43 , 1 45, 156, 1 60, 1 65, 1 69; imgelem 23, 133; - Kongre (İtalya, 1 922) 23; - liderler 35, 43, 6 1 ; milliyetçilik 1 02; - otorite 1 1 9; propaganda 40, 4 1 , 63, 96, 1 1 9, 120, 146; - rejimler 20, 32, 55; siyaset 17, 1 8, 1 9, 20, 22, 23, 24, 28, 29, 30, 3 1 , 21, 34, 39, 41, 48, 49, 53, 57, 61, 62, 63, 64, 65, 68, 72, 73, 75, 76, 80, 8 1 , 89, 90, 91, 92, 94, 96, 97, 99, 1 02, 1 03, 1 06, 1 1 9, 120, 126, 127, 1 29, 1 32, 1 33, 135, 136, 137, 138, 1 39, 140, 142, 144, 147, 153, 155, 1 56, 1 57, 1 60, 1 62, 1 63, 1 65, 1 70, 1 71 , 1 72; - siyaset­ çiler 19, 24, 3 1 , 39, 40, 4 1 , 53, 6 1 , 62, 6 6 , 6 9 , 82, 129 1 3 6, 1 55, 1 60, 1 70; - taktikler 1 7, 99, 1 27, 1 70 Federal Afet Yardım Kurumu 143 Feimster, Crystal 122 Felton, Rebecca Latimer 122 feminizm 25, 54, 64, 98, 1 72 Fısıh Bayramı 42 Ford, Henry 67 Fung, Archon 156 G Gandhi, Mahatma 94; - suikastı 3 1 Gauland , Alexander 3 3 gelenek(ler) 20, 22, 29, 82, 95, 1 00, 1 02, 126, 132 geleneksel: - aile 54, 1 20, 126, 127; Gikuyu dini 95; - taşra değerleri 135 genetik: - farklılıklar 83; - grup farklılıkları 8 6 Gessen, Masha 54, 55, 140 Gestapo 1 07 getto{lar) 1 3 8, 1 69 gizlilik anlaşmaları 52 Godse, Nathuram 3 1 Goebbels, Joseph 2 5 , 4 5 Goebbels, Joseph 2 5 , 4 5 , 6 7 Gordon, Lewis 1 2 , 1 54 göçmen(ler) 16, 1 8 , 26, 45, 60, 64, 70, 79, 94, 99, 103, 106, 107, 108, 124, 125, 128, 133, 1 34, 1 35, 1 45, 1 69, 1 71 ; - karşıtlığı 1 34, 1 45, 1 69; politikaları 1 03; - Yasası 1 6

175

FAŞiZM NASIL işi.ER?

göçmenlik 60, 89, 1 25, 1 33, 134 Grandin, Greg 91 Gray, Freddie 1 1 0 Grunberger, Richard 25, 39, 139 grup(lar) 1 9, 47, 84, 86, 94, 98, 1 02, 1 08, 1 14, 1 3 1 , 1 6 1 ; - kimliği 1 02; psikolojisi 94 Gupta, Charu 25, 54, 1 24 Güney stratejisi 77 -

H hafıza kültürü 34 hakikat 3 1 , 37, 54, 65, 72, 73, 83, 84, 146, 1 6 8 Haldeman, H . R . 3 8 halkoylaması 1 3 8 hapis ceza(lar)ı 26, 1 12, 1 1 7, 1 1 8, 150, 1 5 1 , 153 hapishane nüfusu 1 1 1 , 1 12, 1 1 9 hapsetme oranları 1 1 3 Harvey Kasırgası 143 hayali tarih 23 Hetey, Rebecca 1 1 8 Hıristiyan: - Amerikalılar Derneği 159; - Avrupa 28, 36, 103, 1 04; kimliği 70, 103; - sağı 89 Himmler, Heinrich 30, 34, 148 Hindu(lar) 1 64 Hindutva hareketi 30 Hint: - halkı 30; - milliyetçiler 1 24; milliyetçiliği 94 Hinton, Elizabeth 38, 1 52 Hitler, Adolf 1 5 , 20, 30, 3 1 , 43, 44, 47, 59, 62, 67, 83, 87, 1 07, 1 2 1 , 1 3 1 , 1 32, 1 33, 139, 142, 144, 1 55, 156, 1 59, 1 6 1 , 1 63, 1 64, 1 65, 1 70 Hiver Veledromu 33 hiyerarşi(ler) 1 8 , 19, 20, 24, 23, 29, 43, 80, 8 1 , 82, 83, 86, 89, 90, 128, 1 64; - siyaseti 29 hiyerarşik: - farklılıklar 86; - inşa pra­ tikleri 3 1 ; - normlar 57; - şirketler 1 62; - toplumlar 82 Hoffman, Frede.rick L. 1 14 Holokost 32, 33, 148 Horowitz, David 49, 50, 51, 52 Höcke, Björn 33, 34 Hukuk ve Adalet Partisi (PiS, Polon­ ya) 25

Hutu(lar) 27, 28

ırk(lar) 25, 43, 44, 49, 58, 77, 78, 8 1 , 83, 8 4 , 8 5 , 9 2 , 93, 9 7 , 1 14, 1 1 5, 1 1 6, 1 1 7, 1 20, 1 2 1 , 129, 1 30, 1 32, 142, 150, 1 5 1 , 1 52, 1 54, 1 56, 1 57, 158, 159, 1 69 ırkçılık 12, 2 1 , 45, 46, 80, 85, 97, 121, 122, 145 ırksal: - ayrım 85; - ekonomik eşitsiz­ lik 92; - eşitsizlik 49; - hiyerarşi(ler) 83, 85, 86 IŞlD propaganda videoları 71

iç Savaş 31, 36, 37, 80 ideoloji 19, 27, 82, 127, 1 32, 1 39, 140 ifade özgürlüğü 44, 45, 46, 47, 49, 50, 51, 52, 56, 72, 73: - retoriği 5 1 ikinci Dünya Savaşı 1 5, 1 9 , 20, 2 1 , 1 00, 1 23, 1 71 iklim: - değişikliği 75; - politikaları 75 iktidar 1 7, 24, 26, 30, 33, 38, 40, 41, 43, 45, 48, 59, 68, 69, 82, 86, 87, 88, 9 1 , 93, 94, 96, 1 00, 1 07, 147, 1 57, 1 60, 163: - hiyerarşisi 96; mücadelesi 1 60; - savaşı 38 İslam devleti 71 Israil sağı 1 02 isyan 48, 80 işçi: - hareket(ler)i 37, 1 57, 1 65; sendika(lar)ı 155; - sınıfı 97, i s8, 170 J Jim Crow yasaları 1 7, 20, 43, 1 70 Johnson, Andrew 92 Johnson, Antuan 1 2 Johnson, Houston 1 4 3 Johnson, Jema 1 4 3 Johnson, Lyndon B. 1 52 Joly, Maurice 66 K kabile kimliği 48, 75 Kaczyıiski, Lech 69 kadın(lar) 25, 26, 27, 28, 29, 54, 82, 84, 85, 86, 97, 99, 1 06, 1 1 8, 1 2 1 , 122, 123, 125, 126, 127, 128, 129,

DlztN

140, 164; - düşmanlığı 99; - hakları 1 22; - hareketi 54 kadro güvencesi 52 kamu: - refahı 18; - sağlığı 99, 1 14 kamusal: - alan 63, 72, 75, 97; - altyapı 141; - dil 62; - kültür 1 1 7; tartışma(lar) 46, 47, 48, 62, 64, 76, 80, 1 1 6, 1 1 7 kapitalizm 6 7 kara derililer 1 5 kargaşa 1 1 0, 1 1 1, 123 Katin [Ormanı] Katliamı 69 kelle vergisi 15 9 Kennedy, John F. 1 52 Khalil Gibran Muhammad 1 14 kırsal: - topluluklar 1 34; - nüfus 1 36alanlar 134 kimlik 1 00, 1 50, 1 60, 1 64, 1 7 1 ; duygusu 1 71 Kimmel, Michael 98 kitlesel: - fanatizm 63; - hapsetme 1 8, 1 1 3, 1 53 , 1 69; - histeri 120; - imha 18; - linç 1 22; - tecavüz salgını 123; - tecavüz tehdidi 1 1 9; - tecavüzler 89 Klemperer, Victor 62, 63 Knobe, Joshua 1 67, 1 6 8 kolektif hafıza 3 5 kolluk faaliyetleri 1 5 0 komplo teori(ler)i 1 9, 6 5 , 6 6 , 67, 6 8 , 6 9 , 70, 71, 72, 74, 7 5 , 121 komplo teoriler 72 komünistler 62, 159 komünizm 67, 70 Konfederasyon: - anıtları 3 1 ; - dönemi 43 korku iklimi 1 1 9 Kosova Savaşı 1 0 1 kozmopolitanizm 2 0 , 24, 140 kozmopolitanlar 31, 40, 1 06, 139 köle(ler) 42, 43, 80, 1 1 1 köleleştirme 35 kölelik 1 1 , 31, 33, 36, 37, 42, 43, 44, 80, 83, 84, 1 1 9; - dönemi 1 5 1 ; -in kaldırılması 42 Krau, Michael 92 Ku Klux Klan 121 kültür(ler) 21, 2633, 34, 48, 49, 59, ·

6 1 , 96, 1 1 5, 1 27, 1 3 1 , 1 32, 133, 1 66; - ürünleri 59 kültürel: - çarpışmalar 48; çeşitlilik 58; - Marksizm 54, 89; - saflık siyaseti 1 24; - yozlaşma 133 küresel: - ekonomi 1 35; - ekonomik sistem 67; - kapitalizm 155; - savaş 2 1 ; - ticaret 155 küreselleşme 22, 135, 136; - dönemleri 135; - ekonomi 1 3 6 kürtaj 2 6 , 54, 5 5 L Laakso, Johanna 128 Lamis, Alexander 78 Leninizm 55 Levine, Cynthia 1 1 7 liberal: - değerler 1 1 4; - demokrasi(ler) 15, 20, 34, 45, 6 1 , 62; 63, 72, 75, 76, 79, 80, 85, 86, 89, 1 02, 129, 161, 1 69 ; - demokratik devlet(ler) 53, 105; demokratik ideal(ler) 44, 96; - demokratik ilke(ler) 83; - de­ mokratik kurum(lar) 68; - demok­ ratik norm(lar) 1 66; - demokratik siyaset 20; - demokratik teori 8 1 ; - demokratlar 1 64; - eğitim 166; eşitlik 80, 87, 88 90; - hoşgörü 20, 166; - ideal(ler= 44, 86, 8 7, 89, 100; - kozmopolitanizm 22; - kültür 33; - özgürlük ideali 1 29; - seçkinler 3 1 , 97, 1 03, 128; - yozlaşma 23; yurttaşlık 8 1 liberalizm 24, 29, 5 1 , 66, 86, 87, 88, 1 67; - eleştirileri 8 6 liberalizmin 24, 5 1 , 8 6 , 87, 88, 1 67 liberteryen: felsefe 1 62; - ideal 140 liberteryenizm 1 6 1 , 1 62 lider(ler) 1 8 , 35, 6 1 , 171 Limbaugh, Rush 6 1 , 62 Lindbergh, Charles 15, 16, 1 7, 89, 120 lobicilik faaliyetleri 159 Lynch, Michael 12, 67, 68 -

M Macaristan Temel Yasası 28 Machiavelli 66 Maclntyre, Alasdair 1 1 6 Macron, Emmanuel 134, 135

1 77

FAŞiZM NASIL İŞLERi

Maddox, Fred 143 Madison, James 77 mağduriyet 1 8, 19, 90, 9 1 , 93, 94, 98, 99, 101, 1 02 Maliyetli Sağlık Sigortası 1 3 5 manevi otorite 24 Manne, Kate 12, 40, 99 Maria Kasırgası 143 Marksizm 53, 54, 55, 64, 155 Mau Mau isyanı 95 McCrory, Pat 56, 58, 127 medya 49, 6 1 , 66, 67, 68, 69, 70, 75, 76, 99, 1 10, 1 14, 125, 127, 154 Mees, Bernard 30, 34, 44 meritokrasi 99, 161, 1 63 Merkel, Angela 128 meşrulaştırma efsaneleri 82 milenyum kuşağı 137 Mili, John Stuart 72, 74 Miller, Stephen 24, 5 1 , 52, 89, 133, 1 44 millet 1 7, 3 1 , 33, 48, 88, 95, 140, 141; -in babası 24, 120; -in bekası 23, 29; -in bütünlüğü 1 8; -in çıkarları 59; -in değerleri 133; -in dirliği 24; -in erkekliği 1 1 9, 128; -in hakiki değerleri 133; -in kurucuları 42; -in mensupları 1 06, 1 4 1 , -in muhafa­ zası 28; -in ordusu 133; -in önderi 24; -in saflığı 1 1 9, 120; -in tarihi 22, 24, 32 milli: - aşağılanmışlık hissi 90; gelenek(ler) 24, 28, 57; - gurur 131; - kimlik 22; - tarih 23, 34; -milli ve ırksal gurur 57 milliyetçi: - duygular 1 00, 1 0 1 ; - ha­ reketler 23, 94, 1 02; - hedefler 60; - veya gelenekçi idealler 59 milliyetçilik 57, 94, 95, 96, 97, 1 00, 1 02, 1 03, 1 06, 1 70; - bayrağı 94, 1 70 Milonov, Vitaly 55 Milo§evic, Slobodan 1 0 1 , 1 02 mistisizm 63 Modi, Narendra 3 1 Montesquieu 66 muhafazakar(lar) 25, 50, 54, 58, 59,

94, 138; - dindar seçmenler 138; ideoloji 59; - politikalar 94 muhafazakarlık 68 muhalif(ler): 72, 74, 77, 87 Murray, Charles 84 Muse, Vance 158, 159 Mussolini, Benito 23, 3 1 , 140, 141 mülteci(ler) 15, 16, 20, 2 1 , 36, 67, 99, 1 03, 124, 125, 128, 145, 146, 147, 149, 1 66, 171, 1 72; - kampları 166 Müslüman(lar) 1 9, 28, 30, 32, 36, 40, 46, 67, 71, 74, 88, 1 00, 123, 124, 128, 1 64; - erkekler 123, 1 24; göçmenler 128 N Napolitano, Giulia 65 Nasyonal Sosyalist(ler) 1 06, 133 Nasyonal Sosyalist: - eğitim sistemi 142; - idealler 47; - ideoloji 1 32, 1 6 1 ; - kadın 25 Nasyonal Sosyalizm 25, 29, 30, 54, 62, 63, 1 06, 1 3 8 , 1 60, 1 62, 1 63 Nazi(ler) 32, 33, 39, 54, 89, 133, 136, 1 3 8 . Bkz. Nasyonal Sosyalist(ler) Nazi: .. Almanyası 15, 16, 1 8 , 25, 27, 30, 34, 147, 1 6 1 ; - gazeteleri 24; - ideolojisi 66, 89, 1 33, 142, 144, 1 6 1 ; - Partisi 1 36, 144. Bkz. Nas­ yonal Sosyalist Nazizm 1 5 , 27. Bkz. Nasyonal Sosyalizm Nelson, Keith 120, 121 Neonazi(ler) 26, 74 Neslin Kalıtsal Hastalıklardan Korunması Yasası 1 6 1 Nilus, Sergei 6 6 Nixon, Richard 3 8 , 1 1 0, 1 1 1 , 1 52 norm(lar) 25, 1 64, 1 65, 1 66 normalleştirme 1 67, 168, 1 69, 1 70 nostalji 24, 34 o

Obama, Barack 40, 68, 71, 74, 91 opiyat krizi 1 14 Orhan, Viktor 28, 36, 59, 60, 70, 103, 1 04 Orwell, George 52, 1 5 8

DiZiN

otorite 24, 87, 88 oy hakkı 40, 43

ö öğrenci hareketi 49 Önce Amerika [America First] hareketi 15, 1 6, 89, 120 Önder/Reis 24 öteki düşman 1 24 özdenetim kabiliyeti 85, 86 Özgür Erkekler Koalisyonu 98 özgürlük 15, 1 8, 3 8 , 4 1 , 42, 43, 44 ; 45, 46, 47, 49, 50, 5 1 , 52, 82, 87, 88, 89, 97, 129, 1 6 1 , 1 62, 1 67, 170; - Anıtı 1 6 p

Pager, Devah 1 50, 1 5 1 Panuccio, Jesse 5 0 Parkinson hastalığı 1 5 parlamenter demokrasi 4 3 Pascal, Blaise 22 pasifizm 54 Passchier, Nicho 136 Pen, Jean-Marie Le 32 Pen, Marine Le 32, 33, 1 34, 1 35, 146 Pence, Mike 5 1 Perkins, Tony 75 Peto, Andrea 55 Pinker, Steven 84 Platon 44, 79 Podesta, John 67 polis şiddeti 49, 1 1 0 politik doğruculuk 50, 5 1 , 57, 84 Polonya 25, 32, 65, 69 Pomerantsev, Peter 40, 41 Pope, Art 58 popülist ekonomik politikalar 138 pozitif ayrımcılık 8 7, 94, 97, 138 Pratto, Felicia 82 propaganda 12, 1 8 , 19, 2 1 , 25, 37, 38, 40, 45, 47, 52, 62, 63, 65, 71, 74, 75, 76, 96, 97, 99, 1 00, 1 1 9, 120, 121, 124, 125, 1 60, 1 62 protesto(lar) 26, 46, 48, 49, 64, 1 1 0, 1 1 1 , 1.zs psikoloji 35 Putin, Vladimir 40, 54, 55

R Rashtriya Swayamsevak Sangh 30 Rattan, Aneeta 1 1 7 Reagan, Ronald 78 refah 1 3 7, 1 6 1 referandum 6 1 , 1 07, 1 0 8 Reich 25, 3 0 , 32, 3 9 , 6 3 , 8 3 , 1 39, 1 42 renkli ırk 92 resmi: - devlet politikası 25; - eğitim politikası 35; - resmi tarih 37 retorik 1 9, 22, 30, 40, 125, 127, 1 30, 1 37, 146 Richeson, Jennifer 12, 35, 92, 93, 94, 1 09 . Rochelle, Pierre Drieu la 61 Romney, Mitt 27, 28 Roodman, David 1 12, 1 1 3 Roosevelt, Eleanor 2 1 Rosenberg, Alfred 24, 3 0 , 8 9 , 1 3 3 Ross, Tom 5 6 Rotella, Katie 3 5 Ruanda Soykırımı 2 7 Rucker, Julian 92, 9 3 , 94 Rutenberg, Jim 125 Ryan, Paul 28, 1 54, 1 62 s

Sachsenhausen Toplama Kampı 1 07, 168 saflık 24, 2 9 , 39 sağcı(lar) 46, 49, 59, 93, 94 sağlık hizmetleri 40 sahte: - haberler 1 9, 126; - tecavüz suçlamaları 1 2 1 ; - yolsuzluk veya yozlaşma iddiaları 39 sanat 59, 1 33 Sanayi Örgütleri Kongresi 1 5 8 savaş karşıtı hareket 48 Schmidt, Marie 128 seçilmiş millet 23, 29 seçim(ler) 1 6, 28, 32, 33, 64, 67, 77, 78, 91, 1 1 1 , 124, 125, 134, 137, 1 60 seçme hakkı 36, 43 seçmenler 77, 78, 79, 136, 1 37, 1 65 sendika(lar) 20, 1 55, 156, 1 57, 1 5 8 , 1 60, 1 64, 1 72; - düşmanlığı 1 5 9 ; karşıtı politikalar 160 Serano, Julia 127

I 79

FAŞiZM NASIL iŞLER?

serbest piyasa 1 6 1 , 1 62 sermaye 37 Sessions, Jeff 45, 46, 51, 1 05, 1 54 Shelby, Richard 45 sınıf(lar) 19, 1 14, 155 Sırp milliyetçiliği 1 00, 101 Siber, Paule 25 Sidanius, Jim 82 sinema 49 Sivil/Kişisel Haklar Yasası 92 sivil: - haklar hareketi 1 1 0, 1 52 ; toplum 1 1 3, 1 65 siyah(lar) 3 6, 37, 38, 40, 78, 79, 85, 88, 89, 92, 95, 1 1 0, 1 1 3, 1 15, 1 1 8, 1 2 1 , 1 22, 123, 145, 1 5 1 , 1 53 ; Amerikalılar 1 7, 36, 1 06, 1 1 1, 1 12, 1 1 3, 1 14, 1 1 5, 1 1 7, 122, 1 5 1 , 1 52, 153, 154; - askerler 1 2 1 ; - çocuk­ lar 1 1 7; - emekçiler 1 55; - erkek­ ler 1 05, 1 2 1 , 123; - insanlar 1 37; öğrenciler 49; - tecavüzcü(ler) 121, 122; - yurttaşlar 36, 37, 40, 43, 85, 97, 1 1 0, 157 Siyon liderleri 66, 87 Siyonist hareket 94 Smolensk Tarikatı 69 Snyder, Timothy 12, 1 47, 148 Soğuk Savaş sonrası dönem 9 1 Sokrates 44 solcu(lar) 74, 87, 128 Soros, George 70, 128 sosyal Darwinizm 1 60, 161, 1 62 sosyal: - güvenlik 74, 153, 1 64; - medya 67, 123, 126; - psikoloji 82, 93, 1 1 7; - yardım(lar) 20, 1 3 9, 1 44, 145, 1 50, 1 53, 154 sosyoloji 58 Sovyet gizli polisi 69 soykırım(lar) 18, 21, 27, 35, 101, 1 02, 123, 147 sömürgecilik 21, 57, 90, 94, 95, 120, 149 Stanley, ilse 1 1 , 1 6, 1 06, 1 6 8 Stephens, Alexander H . 8 2 , 8 3 , 84, 88 Strasser, Gregor 25 Subtirelu, Nic 1 1 0, 1 1 1 Surkov, Vladislav 40, 4 1

1 80

ş

şehirli nüfus 1 34, 139 Şeriat hukuku 71 şiddet: 35, 1 1 1, 1 1 5, 1 1 6, 1 23, 1 29, 137 T tarih 1 7, 1 8, 19, 22, 23, 24, 25, 26, 27, 29, 30, 3 1 , 33, 34, 35, 36, 37, 40, 43, 44, 54, 57, 58, 77, 8 1 , 85, 90, 93, 94, 98, 99, 101, 1 02, 1 06, 1 1 1 , 1 2 1 , 1z8, 1 30, 1 37, 1 50, 1 5 7, 158, 1 6 1 , 1 67, 168 taşra 20, 133, 1 34, 135, 136, 139, 140, tecavüz 26, 1 05, 1 16, 1 1 8, 1 1 9, 120, 1 2 1 , 123, 1 24, 125, 148 tek cinsiyetli tuvaletler 126 Temsilciler Meclisi 83, 92 ten rengi 1 02 terörizm 46, 71, 121 Tillman, Benjamin 122 tiranlık 45, 66 Tiso, Jozef 1 4 7 tiyatro 1 06, 1 33 toplumsal: - adalet 1 67; - cinsiyet 53, 54, 55, 56, 1 06, 129, 1 64; - gerçek­ lik 62, 90, 9 1 , - hiyerarşi(ler) 82, 1 57; - kontrol 1 3 6 totalitarizm 70 trans(lar) 1 20; - birey(ler) 1 2 6 ; kadın(lar) 126, 1 27, 128, 129 Trump, Donald 1 6, 1 7, 1 8, 27, 50, 5 1 , 6 8 , 76, 8 5 , 9 1 , 9 3 , 1 05, 1 08, 1 1 1 , 135, 1 37, 1 54, 1 69 Tutsiler 27 tuvalet yasa tasarıları 126, 127 u

Ulusal: - Beyan 28; - Cephe 32, 1 34, 145; - Cumhuriyetçiler Kongresi 1 7; - Erkekler Kongresi 98 Uluslararası Ceza Mahkemesi 1 02 Ü üçüncü nesil göçmenler 1 07 Üçüncü Reich 39 üniversite(ler) 1 1 , 1 9, 46, 48, 49, 50,

DiZiN

5 1 , 52, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 59, 60, 6 1 , 64, 65, 76, 150, 166 v

Varşova gettosu 11 O Vichy yönetimi 32 völkisch 29, 30, 1 06 w

Walters, John P. 1 1 5 Weimar 39 Welch, Edgar Maddison 67, 68 Wells, Ida B. 122 y

yabancı(lar): - düşmanlığı 71; - istilası 29; -ın işlediği suçlar 1 0 8 Yahudi(ler) 1 6, 2 2 , 26, 3 3 , 4 0 , 5 7 , 66, 6 7 , 8 4 , 8 7 , 8 8 , 89, 1 00, 1 02, 1 07, 1 2 1 , 1 3 1 , 1 32, 133, 1 39, 142, 1 44, 1 46, 148, 155, 156, 1 59, 168; - düşmanlığı 35; - karşıtlığı 22, 94,

1 06, 1 39; - milliyetçiliği 94; - soru­ nu 148; - tertibi 54, 67 yargı tarafsızlığı 41 yasa(iar) 26, 29, 32, 33, 36, 4 1 , 52, 60, 71, 92, 106, 1 12, 1 1 7, 126, 127, 148, 158, 159 yaşam tarzı 80, 1 3 8, 139 Yeniden inşa 36, 37, 39, 40, 92, 157 yoksulların tembelliği 145 yoksulluk 40, 131, 1 52 yolsuzluk(lar) 39, 40, 4 1 yozlaşma 2 3 , 3 7 , 3 9 , 40, 41, 64, 1 30, 1 32, 1 3 3 Yüksek Öğrenimde Hakkaniyet ve Kapsama Kampanyası 50 z

zenci(ler) zorbalık 48

181