Çevre Politikası Ekolojik Sorunlar ve Kuram [1 ed.]
 9789755339511

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

-.

iMGE kitabevi Aykut Çoban

1965 doğumlu. Karabük Endüstri Meslek Lisesi Elektrik Bölü­ mü'nü bitirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bö­ lümü'nden mezun oldu. Doktorasını, burslu olarak gittiği lngiltere'de, Essex Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde tamamladı. 20ll'de Profesör oldu. 1991-2017 yıllan arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde çalıştı. Akademik ilgi alanlan, çevre politikaları, iklim politikalan, siyasal ekoloji, yeşil siyasal düşünceler, ekolojik hareketler, emek-ekoloji ilişkisi, eko-Marksizm, embriyo haklan, biyoteknoloji­ dir.

Eserleri: Çevre Politikası (Ruşen Keleş ve Can Hamamcı ile birlikte, imge Kitabevi Yayınlan, 2009, 2012, 2015)

Yerel Yön etim Kent ve Ekoloji-Can Hamam cıya Annağan (Der.) (imge Ki­ tabevi Yayınları, 2015)

Doğa ve Kent Haklan için Siyasal Stratejiler (Der.) (Fevzi Özlüer ile birlikte, Ekoloji Kolektifi Derneği, 2016)

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm (imge Kitabevi Yayınlan, 2018)

Aykut

Çoban

Çevre Politikası Ekolojik Sorunlar



iMGE kitabevi

ve

Kuram

lmge Kitabevi Yayınlan Genel Yayın Yönetmeni

Refik Tabakçı ISBN 978-975-533-951-1

© lmge Kitabevi Yayınlan, Aykut Çoban, 2020 Tüm haklan saklıdır. Yayıncı izni olmadan, kısmen de olsa fotoko pi, film vb. elektronik ve mekanik yöntemlerle çoğaltılamaz. 1. Baskı: Ankara, Kasım 2020 Baskı ve Cilt Pelin Ofset Ti po Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Tel: O (312) 395 25 80 Sertifika No: 16157

imge Kitabevi Yayıncılık Paz. San. ve Tic. Ltd. Şti. Konur Sok. No: 1712 Kızılay 06650 Ankara Tel: O (312) 419 46 10 - 419 46 11 İnternet: imge.com.tr E-Posta: imge®imge.com.tr Yayınevi Sertifika No: 44982 •

Özlem'e...

İçindekiler

Sunuş

...............................................................................

11

1. Bölüm: Toplumun Doğayla Etkileşimine

Yöntembilimsel Bir Giriş

15 . 16 . 19 Karşıtlığın Aşılması ................................................ 21 KUTU: lkici Yaklaşımların Sorunları ..................... 21 Özne lçin Nesne 25 Realist Anlamda Doğa . 26 Toplumsal Yeğlemelerin Sonuçlan ........................ 28 Kavramsal Ayrımın Yararlan 31 İçrek Doğa . 32 İdeolojik Maske Olarak Doğa 34 Doğal Kaynakların "Kıt"lığı 36 Toplumsal llişkilerde Doğa 37 Doğanın Bilgisi . 39 Etkileşimin Bağlamı 40 Toplumsal İnşacılık.. . 42 KUTU: Küçük Köpekli Kadın 44 Siyasetin Konusu Olarak Doğa ve Çevre .48 İnsansız Doğa Siyaseti . 49 Doğasız Siyaset.. 50 Yapılı Çevrenin Siyaseti ......................................... 5 3 Doğanın Yeri 55 Siyasal Ekoloji ........................................................ 56 .............................................

1. Deneyimlediğimiz Doğa Düşmanlaştırılan Doğa

......................................

........................ . .........

2.

..

........

............ . . .......................................

3.

.........

..................................

..................................

4.

....... ...........................

...........................

..... ............................

......................... . .........

5.

....................................

.................................... .

.................

...............................................

............................................

.

................................

6.

...............

.................... . .......

...............

............................................ . . .......

..................... . .................................. . .

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

il. Bölüm: İnsanlığın Eko-Tarihsel Serüveni.. . 59 1. Avcı-toplayıcılıkta Ekolojik Koşullar ..................... 60 . . . . . . . . . . . .

2.

. . . . .

Eşitlikçi llişkiler ..................................................... 61 Doğaya Bakış .......................................................... 62 Doğaya Etki ............................................................ 64 Doğayla Etkileşimin Tarıma Geçişle Farklılaşması ...................................................... 65 Ormanları Yiyen İnsanlar 66 KUTU: Tarımsal Üretimin Doğa Kavrayışına Etkileri 68 Kendine Yeterlilik . 69 Eşitsizliğin Artırdığı Ekolojik Baskı . 70 Kapitalizm Öncesi Sınıflı Toplumların Çevreyle llişkileri.............................................................. 72 Maya Uygarlığının Çöküşü 73 Yamyamlığa llişkin Ekolojik Bir Açıklama 75 Avrupa'da Çevreyle Feodal llişki ........................... 76 İnsanları Yiyen Koyunlar ....................................... 78 Kapitalizmin Ekolojik Yıkıcı Etkisi. ....................... 79 Sanayileşme ............................................................ 80 KUTU: Sanayi Üretiminin Doğa Kavrayışına Etkileri ............................................................... 81 Doğayı Kullanmanın Ekolojik Bilançosu 85 Toplumsal Metabolizma Karşılaştırması ................ 87 Türkiye'nin Madenler Bakımından Metabolik Görünümü ......................................................... 91 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . .

3.

. . .

. . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . .

4.

. . . . . . . . . . . . . . .

5.

III. Bölüm: Toplumsal Bağlamıyla Ekolojik Örselenme 93 1 . Türdeş İnsanlık Savı............................................... 94 . . .

Soninsan (Anthropocene) Devri . . . 94 Altıncı Yokoluş ...................................................... 95 Sermayeleşenyeni ( Capitolocene) Devir ................ 96 2. ln�an Türü lçinde Toplumsal Ayrışmalar .............. 99 Yıkım Ekipleri . ..... . . 101 3. Ekolojik Sorun ..................................................... 103 Sorunun Nedenleri ve Aracıları Ayrımı.. . . . 104 Ekolojik Etki Ölçütleri .. . ... . 105 . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . .

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

is

.

. . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . .

.

. .

. . . . . . . . . . .

. .

. . . . .

. . .

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

.

içindekiler

Çevre Kirliliği. . .. . .. . 107 KUTU: Dişli ile Göğçe . 1 15 4. Ekolojik Bozulmayı Hızlandıran Etmenler. 1 17 Nüfus 1 18 Kentleşme . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 26 Teknoloji. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 30 Enerji . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 35 5. Emek Süreci ve Kirliliğin Ölçek Geçişkenliği . 142 Emekçilerin Üreme Sağlığı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 144 Emek Gücünün Yeniden Üretimi... . . . . . 146 Yıkımdan Etkilenenler .. . . . 151 ......

........

.

. . . . .. . . . . ..

................

.

...................

.........................

..........

...................................................................

....

........

........

.........

.

.........

...................

iV. Bölüm: Üretimin Siyasal Ekolojisi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 157 1 . Doğanın lktisadi Değeri .. . 157 Doğayı Değerleme Yöntemleri . 1 62 Parasal Değerlemenin Sorunları .. . 1 66 Dışsallıkların İçerilmesi . 1 68 2. Sürdürülebilir Kalkınma . . . 1 72 llkeleri. . . ... . 1 74 Katkıları .. . 183 Çelişkileri . . 187 3 . Döngüsel Ekonomi . . 192 Yöntemleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 194 Açmazları 198 KUTU: Yeşil Büyüme Olanaklı mı? 202 4. Küçülme . . . . 203 Büyümenin Sınırları . . . 205 Uygulama Araçları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 208 KUTU: Gogol'un Paltosu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 1 0 Eleştirisi . . . 211 ........................

....

........

.........................

.........

.

...

..............

......................................

....................

......

....... ............. ...............

. . .......

.....

.

.....

......

.......

.................. . ...........................

.......

.......

...............

..............

......

.

..............................

.....................................

.............. ...............................................

......................

.......

....

.....................

..... . .

.

..........

....................................

........... ...............

.

............... . ........

...

..... ..............

..

V. Bölüm: Tüketimin Siyasal Ekolojisi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 15 1 . Tüketimle Üretimin Karşılıklı Bağımlılığı.. 216 Kullanıma Karşı Tüketim .. . 218 2. Tüketimi Kışkırtan Etkenler . 22 1 Gösterişçi Tüketim ... . . 223 Kimliğin Oluşturulması . . . 224 Diderot Etkisi . . . . . . . . 225 ..........

.............

...................

..

.............................

..

.......................

.

........

................

.

. . .. . ... . .........................

.

........ ..............

...........

....

..

.

.

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

Teknolojik Yenilik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 227 Görünmeyen Tüketim .. . . . 229 KUTU: Sedef Düğme . . . . . . 232 3. Çöpün Ekolojisi ... . . 234 Çöpe Dönüşen Doğa . . . .. . . . . . . . . . . . 236 Plastik Yaşam . . . . . 238 Atık Yönetimi. . .. . . . . .. . . 241 4. Alternatif Tüketim Pratikleri . . . . 245 Sürdürülebilir Tüketim . . . . . 245 Atıkların Azaltılması . . . . 24 7 Yeşil Tüketim . . .. . . .. . . . 249 Yaşam Tarzı Değişikliği . . . . .. 251 Tüketici Haklarının Kullanılması.. . 257 5. Çevre Koruma Stratejisi Olarak Tüketim 259 Yurttaş Karşısında Tüketici . . . . . . 260 Ekolojik Siyasetin Bireyselleşmesi.. . . 264 "Ya Dışındasındır Çemberin . " . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 268 Çağrılı Tüketiciler . . 27 1 .

.

. .

.

.

. . . . . .

. . .

.

.

.

. .

.

. . .

. . . . . . . . . . . . . .

. . . . .

. . . . . . . . .

. . . . . . .

. .

.

. . . .

. . . . . .

. . . . . . . . . . . . .

.

. . . . .

.

. . . . . . . . .

. . . . . . .

. .

.

. . . . . .

. . . . . . . . . . .

. . . . . . . . .

.

. .

.

. . . . . . . .

. .

.

.

. . . . . . .

. . .

. . . . . . .

.

. . . . . . . . . . .

. . . . .

. .

. . . . .

.

.

.

.

. . . . . . . . . . . . . .

.

.

.

.

. . .

. . . . . .

.

. . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . .

. . .

. . . .

. . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . .

.

.

. .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . .

. . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . .

.

. . . .

. . . . . . . .

. . .

.

. . . . . . . . . . .

. . .

. . .

. . . . . . . . .

. . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . .

. .

.

. .

. . . . . . . . . . . . .

. . .

.

. . . . . .

. . . .

. . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . .

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

VI. Bölüm: Ekolojik Örselenmeye Etik Yanıtlar . . . . . 277 1. Etik Tutumlarda Merkezci Yaklaşımlar. . . . . . . . . . . . . . . . 279 İnsanmerkezcilik. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 79 Çevremerkezcilik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 283 Merkezciliğin Yarattığı Sorunlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 287 2. Doğanın Etik Değeri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 293 Araçsal Değer . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 293 İçkin Değer . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 297 Tekil Varlığın ve Ekosistemin Değeri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30 1 3. İnsan-olmayan Varlıkların Ahlaki llgi Ehliyeti . 307 Hayvanların Ahlaki Eşitliği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 310 Ahlaki Yükümlülük. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 13 KUTU: Kocaoğlan'dan Vekaletname . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 316 4. Değerden Haklara . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 318 Hak v e Ödev . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 320 Ekolojik Adalet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 323 .

. .

. . . .

.

. .

Kaynakça . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33 1 Dizin 351 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

lıo

Sunuş

Elinizdeki kitabı, Ruşen Keleş ve Can Hamamcı ile bir­ likte yazarı olduğum, Çevre Politikasinın sekizinci bas­ kısının tükenmesi nedeniyle kaleme aldım. Daha altıncı baskı bittiğinde, Can Hoca , yeni baskı yerine yeni bir ki­ tap yazmamı önermişti. Çünkü eski kitap ekleme ve güncellemelerle sistematiğini yitirmekteydi. Araya giren işler izin vermeyince, iki baskı daha yapıldı. Sonra ben barış talep ettiğimiz için arkadaşlarımla birlikte Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden koparıldım. "Serbest akademis­ yen" olunca , üniversitedeyken yaptığım kamusal işler çok azalmasa da yeni kitabı yazmak için kararlılığım pe­ kişti sanırım. Daha önemlisi, yazmak, dönemin koşulla­ rında bir varoluş edimine dönüştü . Yeni kitap, bölümlemesiyle, kapsamıyla , içeriğiyle baştan başa yeni bir ürün. Bununla birlikte , 1. Bölüm ye­ ni sayılmaz , çünkü orada, daha önce bir derleme eserde "Doğa Toplum ve Yöntem" başlığıyla yayımlanan bir makalemi genişletip zenginleştirerek büyük ölçüde kul­ landım. O yayının ayrıntıları Kaynakçada yer alıyor. Bu kitabı izleyen ikinci bir cilt de olacak. lkinci ki­ tapta , çevre konularında uygulanan uluslararası, ulusal ve yerel politikalar, politika araçları, çevre yönetimi , ekolojik mücadeleler konuları yer alacak. lkisi, birbirle­ rini bütünleyecekler.

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram adının da çağrıştırdığı gibi, bu kitapta ekoloj ik sorunların çok bileşenli, pek katmanlı nedenlerini, oluşum süreçlerini, karmaşık belirtilerini, toplumsal etkilerini , yeryüzünde yaşam bakımından sonuçlarını inceledim. Bu inceleme sırasında, çeşitli kuramsal yaklaşımların öne sürdükleri tezleri sorguladım. Ayrıca, üretim, tüketim ve etik bö­ lümlerinde , çeşitli ölçeklerde önerilmiş ya da uygula­ maya konmuş politikaları da ayrıntılı biçimde tartıştım. Bunların, ekolojik örselenmeye çare olma potansiyelle­ rini eleştirel bir çözümlemeyle ele aldım. Ekoloj ik tartışmalar, genellikle disiplinler arası bir nitelikle donanırlar. Konunun dal budak salan yapısıyla ilgili bir durum bu . Ben de kitaptaki tartışmayı, farklı farklı disiplinlerden gelen araştırmacıların bulgularını kullanarak, çapraz bağlarla derinleştirmeye çalıştım. Bö­ lümlemeye uygun olarak, her bir bölümde bir adım öne çıkan bilimsel disiplinlerden de söz edebilirim. Birinci bölümde yöntembilim, ikincide tarih, üçüncüde biyolo­ ji, ekoloji, kimya, j eoloji gibi fen bilimleri ve tıp , dör­ düncüde iktisat, beşincide toplumbilim, altıncıda da ah­ lak felsefesi, o bölüme renk verdi. Adı geçen alanları, si­ yaset bilimi ve siyasal ekoloj i disiplinleriyle harmanla­ maya çalıştım. Kitabın, bölümlerini bir arada tutan yörüngesi ya da bütünlüğünü sağlayan ana izleği, toplumun doğayla et­ kileşim biçimleri. Her bir bölümde bu etkileşimin bir parçasına odaklanıyorum. izlek yanında bütünleyici ikin­ ci öğe, kitabın boylu boyunca omurgasını oluşturan ba­ kış açısı . . . Toplumsal yaşamın sürmesi iki koşula bağlı: doğa ve emek. insanlar doğanın sunduklarını emek güç­ lerini kullanarak dönüştürürler ve yararlı ürünler yara­ tırlar. Emeğin doğayla ilişkisi, belirli bir toplumsal bağ­ lamda biçimlenir. Kapitalizmde sermaye , kar amacıyla emekle doğayı seferber eder. Başka bir anlatımla, kapita­ lizmin doğayla etkileşimi , hem doğayı hem de emeği,

l1 2

Sunuş

böylece toplumsal yaşamı yıkıma sürüklemektedir. De­ mek ki, günümüz toplumlarında, kapitalist yapıları ve ilişkileri işin içine sokmadan toplumsal bağlamı açıklığa kavuşturamayız. Dolayısıyla da ancak o bağlama: oturta­ rak, ekolojik örselenmeyi kavrayabiliriz ve çözüm yolla­ rını öngörebiliriz . lki cilt olarak düşündüğüm kitap, üniversitedeyken üstlendiğim derslerde içerik kazandı. Diyeceğim, eliniz­ deki metni herhangi bir programda ders kitabı olarak okutmaya, okunmaya da uygun bir çerçeve ile oluştur­ dum. Bununla birlikte , kitabı , çevre konularında bir uz­ manlığı olsun olmasın, ilgilenen herkesin okumasına uy­ gun bir dille yazmak için özellikle çaba harcadım. Tar­ tışmanın iç içe giren çarklarının, dili yalınlaştırmayı güç­ leştiren sınırlarını aşmakta yer yer zorlandığımı itiraf et­ meliyim. Umarım akademik dili kırmayı başarmışımdır. Anlaşılmayı kolaylaştırmak için yabancı dillerden ödünç alınmış kavramları kullanmamaya özen göster­ dim. Türkçe karşılıkları olanları benimsedim, olmayan­ lar için önerdiğim karşılıkları kullandım. İngilizcedeki bir kavramı öylece alıp metne iliştirmek işin kolay yanı. Bunun, yabancı dil bilmeyen okuru , metinden soğuttu­ ğunu kestirmek zor olmasa gerek . . . Gelelim, Sunuşun benim için en zevkli , teşekkür kısmına . . . Mülkiyeliler Birliği bahçesindeki aylık olağan öğle yemeklerinde yaptığımız tartışmalarla zihnimi açan Can Hamamcı'ya , il . Bölümü okuyarak önerilerini pay­ laşan Alaeddin Şenel'e, desteklerini arkamda hissettiğim, Fakülte'den otuz küsur yıllık arkadaşlarım Mehmet Ye­ tiş'e, Bülent Duru'ya, derslerdeki değerlendirmeleriyle ve zor sorularıyla katkıda bulunan öğrencilere, "kitap bitti mi? " diye sık sık sorarak cesaretlendiren dostlara, kitabın editörlüğünü de yapan arkadaşım Elif Çongur'a, Refik Tabakçı'nın şahsında , yayım aşamasında eli kitaba değen, lmge Kitabevi Yayınları'nın emekçilerine teşek­ kür borçluyum. Zor zamanlara direnme gücü veren ge-

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

niş ailem ve kitabı yazdığım sürenin çoğunda ayrı ülke­ lerde ayrı düştüğümüz ama daima yaşama coşkum olan Özlem ve Dağlar için ne söylesem kısa kalır.

Aykut Çoban Delft, 1 2 Mayıs 2020

1. BÖLÜM

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

Toplumun doğayla ilişkileri, sonuçlan bakımından dü­ şünüldüğünde ekolojik sorunlar olarak görülür. Küresel ısınma, iklim değişikliği, sel , tayfun, kuraklık gibi aşırı hava olaylan, buzulların erimesi, deniz seviyesinin yük­ selmesi , su kaynaklarının azalması , doğal kaynakların tükenmesi, ormansızlaşma, çölleşme, biyolojik çeşitlilik kayıpları, radyasyona maruz kalma, gen kaçışı, toprak, su ve hava kirliliği günümüzün sık sık üzerinde durulan ekolojik sorunları arasında yer alır. Bir adım sonrası ise bu sorunları gidereceği sanılan çözüm yollarına yönel­ mek olacaktır. Oysa salt bu gibi sorunlara indirgendi­ ğinde toplumun doğayla ilişkilerinin çok yönlü ve çok katmanlı niteliği gözden kaçar. Resmin bütünü kavran­ madığında çözüm olarak önümüze getirilen önerilerin etkili olması da mümkün olmayacaktır. Bir bakıma, do­ lap beygiri gibi kısır döngü çemberinde dolanıp duru­ lur. Sorunlar giderek ağırlaşır, çözümler giderek daha da etkisiz kalırlar. Ekolojik örselenme (degradation) hep varmış, hep olacakmışçasına normalleşir, sıradanlaşır. Her bilimsel üretim gibi, doğanın bilimsel kavranışı da yöntembilimsel (metodoloj ik) payandalar üstünde yükselir. Bu bölümde, toplumun doğayla etkileşimlerini kavrama çabasının içerdiği kimi yöntemsel boyutları ve

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

tartışmaları ele alacağım. Şu öncülle (premise) işe koyu­ labiliriz: N esnenin bilgisi, o nesnenin özelliklerinden ve nesnenin içinde varlık bulduğu bağlamsal koşullardan bağımsız değildir. Bunu toplum-doğa ilişkilerinin bilgi­ sine uyarlayarak, doğanın özelliklerinin ilişkide tuttuğu yeri bilmek için realizm yaklaşımına, bağlamsal koşulla­ rın yeri için de toplumsal ilişkilere ve kapitalist yapılara odaklanarak yol alacağız . İnsanların doğayla etkileşim­ leri belirli toplumsal yapılar bağlamında gerçekleştiği içindir ki, toplumsal yapıları dikkate almadan etkileşimi gerçek anlamda kavrayamayız . 1. Deneyimlediğimiz Doğa Doğayla ilişkinin doğrudan deneyimlenmesi, onu ger­ çekten görebilmemizi ve bu sayede kavrayabilmemizi kolaylaştıracaktır. Roman yazarı john Fowles doğayla aracısız bir ilişkinin önemini vurgular. Fowles, bilim ve sanatın doğanın kavranması bakımından geniş olanaklar sunduğunu kabul etse de bunun yeterli olmadığı konu­ sunda uyarıda bulunur. Ormanın sesini ya da sessizliği­ ni, onun kokularını, ısı değişikliklerini , onu oluşturan farklı varlıkları ve yaşam biçimlerini, bunların araların­ daki ilişkileri sözcüklerle ya da kamerayla yakalamak güçtür. Kendisi bir varlık olarak ağaç, ancak başka bir varlık aracılığıyla, onun canlı duyuları ve bilinciyle kav­ ranabilir. Ağacın yerini alan bir kopyası, vekili ya da temsilcisi, sözcüklerle oluşturulmuş ya da ekrana yan­ sımış imgesi aracılıyla, başka gözler ve zihinlerle onu kavramaya ve yaşamaya çalışmak, onun gerçekliğini aşın­ dırır. Bu bakımdan, Fowles'a göre, doğa, "yalnızca her biri tarafından ve kendi şimdilerinde bilinebilir ve onun içine ancak böyle girilebilir; benim aracılığımla senin ta­ rafından, benim aracılığımla herhangi bir sen tarafından değil; yalnızca , kendin aracılığınla kendin tarafından ya da kendim aracılığıyla kendim tarafından" (Fowles , 1996: 61, 88) .

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

Doğal çevre, yaban yaşam, yabanıl ve evcil hayvan­ lar, kır, her türden doğal kaynaklar, kendi bedenlerimiz, Nemrut'ta güneşin doğuşu, Kapadokya'da günbatımı örneklerinde olduğu gibi, dünyanın gündelik yaşamda gözlemlenebilir özelliklerini aracısız biçimde deneyim­ leriz . Felsefeci Kate Soper, bu kolayca görünebilir özel­ likler bütününe "yüzey doğa" (surface nature) adını ve­ rir. Deneyimlediğimiz yüzey doğa, estetik ve ahlaki de­ ğerlendirmelere de konu olur. Bu, sevdiğimiz , esinlen­ diğimiz , bir tür iletişim kurduğumuz doğadır. Ayrıca yi­ tirdiğimiz, kirlettiğimiz, bozduğumuz, zarar verdiğimiz , saklayıp koruduğumuz ya da korumak istediğimiz do­ ğadır (Soper, 1995: 1 5 6 , 1 80) . Kuraklık olunca değeri anlaşılan su , tükettiğimiz petrol, bir dağın yüceliği, or­ manın dinginliği, kıyının güzelliği, Kapadokya'da gün­ batımının estetiği böyle bir doğa kavramıyla ilgilidir. Gerçekten de insanın kendisinin doğayı deneyimle­ mesiyle, üçüncü kişinin doğayı anlatması ya da izlettir­ mesi yoluyla doğayı kavraması hiçbir zaman aynı olma­ yacaktır. Bunu akılda tutmakla birlikte, şunları da göz ardı edemeyiz: Günümüz toplumlarında insanın doğay­ la aracısız ilişki olanakları giderek azalıyor. Hem dün­ yada kentsel nüfus rakamı kırsal nüfusu çoktan aşmış durumda, hem de kentlerde "yapılı çevre" sürekli olarak "doğal çevre" karşısında yayılıp genişliyor. Bu nedenle , kentte yapılı çevrede doğayı aracısız deneyimleme fırsat­ ları kısıtlıdır. Öte yandan, doğayla aracısız ilişkisine karşın tarla­ sında genetiği değiştirilmiş tohumla tarım yapmayı uy­ gun bulan bir çiftçiyle, böyle bir GDO'lu tarımsal üreti­ me karşı eylem yapan, yapılı çevre olarak kentte yaşa­ yan bir eylemcinin doğa kavrayışları arasındaki farklılık gibi örnekler tartışmaya açılabilir. Dahası, ağacın geçmi­ şini anlayarak onu gerçekten tanımak için her birimiz dendroekolog, deniz canlılarını bilebilmek için her bi­ rimiz Kaptan Cousteau , dağı kavramak için de dağcı Nasuh Mahruki olamayız. Doğayı aracısız kavramanın

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

bu gibi güçlükleri bulunduğuna göre , doğayı kavramlar­ la, görüntülerle , anlatılarla, kısacası bilim ve sanatla kavramayı tümüyle kenara atmak söz konusu olamaz. Doğrudan deneyimlemekten farklı olarak, doğayı bir aracıdan öğrenmek, aracının yargılarını, nitelemele­ rini, değerlendirmelerini öne çıkarır. Bir edebiyatçı ola­ rak Hasan Ali T optaş, kırsal yaşamda gördüğü doğayı şöyle betimler: Arada bir duyulan kuş sesleri de birdenbire çoğaldı. Sağdan soldan yaprak yaprak sarkmaya başladılar hatta, dal dal uzamaya, iç içe geçmiş irili ufaklı gölgeler halinde kımılda­ maya ve ot suretine bürünerek ağaçların ve taşların dibin­ den ince ince fışkırmaya başladılar.

Buna karşılık kentsel çevre gri ve sevimsizdir: Bir de, egzoz dumanına batmış siyah kanatlarıyla her biri birbirinden küflü , yorgun güvercinler uçuşuyordu bu koku­ ların arasında; hep birlikte şehrin ve zamanın görünmeyen bir noktasından şakır şakır havalanıyor, havalanınca kubbe­ lerin ağartısında gezinen silik bir leke sürüsüne benziyor, boşlukları boşluk bulabilme telaşıyla geçiyor, geçerken bir­ kaç kez korna seslerinin parıltısına dalıp çıkıyor, sonra da kanatlarını açıp göğün derinliklerinde rahatça süzülemeden uçuşlarını tamamlayarak yine kokuların arasına dönüyor­ lardı (Toplaş, 20 1 3 : 61, 14).

Bir başkası ise Toptaş'ın kır-kent betimlemesinin tam tersi bir değerlendirmede bulunabilir. Bir örneği, Arap­ çada kent anlamına gelen medine ile karayolu arasında ilişki kuran ve "yol uğruna her şey feda edilir, yol me­ deniyettir" buyuran Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, ODTÜ Kampüsü'nde yüzlerce ağaç kesilerek yapılacak olan yo­ la karşı çıkanlara, "Türkiye'de orman çok. İstiyorsanız gidin ormanda yaşayın" önerisidir. Tayyip Erdoğan, or­ manı korumaya çalışan ODTÜ'lü gençleri, "ateist" , " te-

j

ıa

Toplumun Dogayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

rörist" nitelemeleriyle de suçlamış,tır (Radikal Gazetesi, 1 8 Eylül 20 1 3; Evrensel Gazetesi, Hürriyet Gazetesi, 22 Ekim 20 1 3; BirGün Gazetesi, 1 Mart 20 1 4) .

Düşmanlaştınlan Doğa Başbakan'ın önerisine de yansıyan "medenileştirilme­ miş" ya da daha genel bir anlatımla kontrol altına alın­ mamış olan doğayı hor görme, düşmanlaştırma tavrı ye­ ni sayılmaz. Orta Çağlar boyunca doğa, hem içerdiği tehlikeler nedeniyle korkulan ve lanetlenen bir varlık, hem de ahlakın bir düşmanıdır. O kadar ki, zina, büyü , gizem, canavar, her tür tehlike ve günahla örülmüş or­ man öyküleri karşısında , kilise , ormanda din ve kamu düzeni hüküm sürmediği için tedirgin olmuş ve şika­ yetçi bir tutum sergilemiştir (Fowles, 1 996: 63-74) . Yal­ nızca Orta Çağlar'da değil, belki de tarih boyunca, or­ manlar ve dağlar, zulme uğrayanların sığındığı sığınak­ lar olduğu için zalimlerce düzensizlik, suç ve günah yu­ vası olarak ilan edilmiştir. Bu kavrayışın neo-liberal yeni sürümü, insanın, ik­ tidarın denetimi ve sermayenin disiplini altına alınma­ mış doğayla doğrudan kurduğu ilişkiye kuşkuyla yaklaş­ ma, değersizleştirme ve suçlulaştırma (criminalisation) pratiğidir. Örneğin, lstanbul'da, 20 1 3 yazında Gezi Par­ kı'nın ağaçları altında doğayla doğrudan ilişki kurarak domates yetiştirmek, börtü böceği izlemek, kuş seslerini dinlemek, sohbet etmek, forum yapmak, resim çizmek, dantel işlemek, barış zinciri oluşturmak, anayasal hakla­ ra sahip çıkmak; gazlı, coplu, tornalı, akrepli ve silahlı güçlerce dağıtılması, mahkemelerde soruşturulması ge­ reken suçlara dönüştürülmüştür. Gezi Parkı'nın bulunduğu yere AVM yapılması pro­ j esi , park alanının sermaye kontrolüne geçmesine yol açacaktı, projenin gerçekleşebilmesi içinse parktaki yurt­ taşların suçlu ilan edilmesi ve kamu düzeninin sağlan­ ması gerekiyordu . Benzer biçimde , lstanbul'da Büyük-

l 19

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

çekmece sahilinde bulunan Albatros Korusu'nda ağaçla­ rı kesen belediyenin Park ve Bahçeler Müdürlüğü, uygu­ lamayı, "koru, orma!la dönüşüyordu , kriminal olaylar oluyor, bu bölgenin güvenliğini tehdit ediyordu" gerek­ çesiyle açıklamıştır. Koru daha önce imar değişikliğiyle turizm ve ticaret alanına dönüştürülmüş ve satılmak is­ tenmiş, yöre halkı tepki gösterince ihale iptal edilmişti ( Kundakçı, 20 1 4 ) . Ağaçları keserek koruyu yok etme çabası, sermayenin taleplerine uygun bir "medenileştir­ me"nin hazırlık çalışmaları olarak yorumlanabilir. Yukarıdaki örneklerdeki gibi, yüzey doğa, farklı kav­ rayışlara ve ahlaki değerlendirmelere konu olduğuna gö­ re, doğada, güzellik ya da çirkinlik, iyilik ya da kötülük, masumiyet ya da vahşilik görenler bulunacaktır. Oysa doğal, doğal olduğu için ne iyidir ne de kötü . Zehirli mantar da böğürtlen de doğaldır. Her ikisi de doğada kendiliğinden yetişir . Öyleyse , birinin uzak durulması gereken kötülük, öbürünün tadılması gereken bir zevk olmasının, onların doğal olmalarıyla bir ilgisi olmasa ge­ rekir. Murray Bookchin ( 1 994: 1 08) , doğayı, kültürel yargıların eklentisine dönüştürme anlayışının "acınası bir saflık" sergilediğini belirtir: "Hırlayan bir hayvan ne 'huysuzdur' ne de 'yabani'; ne 'yaramazlık ediyor'dur, ne de cezayı 'hak eder'; çünkü bazı dürtülere uygun şekilde tepki veriyordur. " Topluma ve insana ait niteliklerin insan-olmayan varlıklara yüklenmesi, insanbiçimcilik (anthropomor­ phism) olarak adlandırılıyor. Böylece, insanın kültürel, duygusal ve estetik değerlendirmeleri, ördek yavrusunu çirkin, köpek yavrusunu sevimli, kuğuyu güzel, fareyi iğrenç, yaban domuzunu canavar, aslanı hayvanlar kralı yapar. Doğal olanın kendisinde iğrençlik ya da krallık gibi özellikler yok. Doğada canavarlık, krallık gibi özel­ likler bulmak, kültürel öğelerle bezenmiş ahlaki yargıla­ rın yansımasıdır.

2. Karşıtlığın Aşılması

Doğa, genellikle insan elinden çıkmayan, insanın mü­ dahalesine uğramamış olan olarak anlaşılır. Bu durumda doğa, yaratılmasına insan elinin değmediği, insan etkin­ liğine önsel olana göndermede bulunur. Doğanın insanı öncelemesine işaret edilmesi, tarihsel olarak yerindedir. Bununla birlikte , doğa anlayışında vurgunun, insansız olmaya, insana karşıtlığa kadar götürülmesi, varlıkbilim (ontology) , bilgibilim (epistemology) ve yöntembilim ba­ kımından sorunlu. Bu anlayış, doğada bulunan ve insan elinden çıkan, doğal ve kültürel olan ayırımlarına yansıdığı biçimde, doğa ve toplumu birbirinin karşıtı olarak gören bir dü­ şünceye bağlıdır. Toplumla doğa arasında su geçirmez bir duvar olduğu düşüncesinin tersine , insan, öbür can­ lılar gibi, ancak doğada ve onun sayesinde yaşamını sür­ düren doğal bir varlık. Bu nedenle insanın içinde varlık bulduğu doğaya karşıt olması, kendine karşıt olması ka­ dar saçma olacaktır. Doğa ve toplumu birbirinden tü­ müyle ayırma çabasında olan bu gibi ikici (dualist) an­ layışların sorunları, aşağıdaki kutuda özetlenmiştir.

lkici Yaklaşımların Sorunları ikicilik (dualism) öngören yaklaşımlar, çeşitli biçimlerde kar­ şıtlıklar üreterek çıkar karşımıza: madde/düşünce, beden/zi­ hin, özne/nesne, doğa/insan, çevre/toplum , doğal/kültürel, do­ ğal/yetiştirme, doğada bulunan/insan yapımı, doğal/yapay, kır/ kent, doğa durumu/toplum sözleşmesi. . . ikici yaklaşımlarda doğa ile toplum birbirinin karşısında konumlandırılır. Öyle ki, doğadan kaynaklanan, doğuştan gelen, varlığın doğasında bulunan özellikler ya da "doğal olan" bir yana konur, bunun karşısına da insan elinden çıkan, yetiştirmeye bağlı, sonradan edinilmiş özellikler ya da " toplumsal olan" yerleştirilir.

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

lkici (dualist) yaklaşımlar, pek çok sorunu beraberinde getirir. Bu sorunlardan ilki, kullanılan terimlerle ilgilidir. Evelyn Fox Keller, doğal (natural) ile doğaya ait olmayan (non-natural) , doğal ile doğal olmayan (un-natural) arasında yapılan ayrımların içerdiği kavramsal bir açmaza dikkati çe­ ker. Böyle bir ayrımda, birinci düzeyde doğalın karşıtı, doğada bulunmayan bir şeydir; o kadar ki, o, gerçek ya da fiziksel de­ ğil, bir kopya, insanın yarattığı yapay bir şeydir (örneğin, ya­ pay göl) . Benzer biçimde, ikinci düzeyde de, doğalın karşıtı olarak doğal olmayan nitelemesinin anlamı , yapmacık, nor­ mal olmayan, beklentiyi karşılamayan ya da olması gereken­ den farklı olan bir şeydir (örneğin, "heykelin yüz ifadesi hiç doğal değil") . Bir başka deyişle, doğal olmayan, yalnızca do­ ğaya uygunluk bakımından başarısızlık sergilemiyor, aynı za­ manda belirli bir doğallık beklentisini de karşılamıyor demek­ tir. Bu durumda, doğanın ya da doğal olanın karşısına konu­ lan toplum, kültür, yetişme, yapay ve benzerleri, doğaya ait ya da onun bir ürünü olmadığı gibi, normal olana ya da beklen­ tiye de uygun değildir. Bu , doğal olan karşısında toplumsal olanın önemini vurgulamak için bu ikiliklere başvuranların istedikleri bir sonuç değildir. Bu bakımdan, doğanın karşısına toplumsal olanı, insan elinden çıkanı yücelterek yerleştiren anlayışın kafa karışıklığını gösteren bir durumdur (Keller, 2008 : 1 22-3) . lkinci olarak, ikici yaklaşımlar toplumun doğayla olan etkileşiminin doğru biçimde kavranması bakımından sorun­ ludur. Bunlar, doğa ile toplumu kesişmeyen iki ayrı yol imiş, iki ayrı dünyaymış gibi görürler. Böyle olunca , toplumsal ya­ şamın doğaya olan bağımlılığı gözden kaçar. Tüm organizma­ lar gibi, insanlar, ancak doğa içinde ve doğayla birlikte yaşar­ lar. İnsan doğada belirdiği andan bu yana , yaşamını sürdür­ düğü ortamı oluşturan öğelerden yararlanmaktadır. Pek çok canlı türü gibi insanın da hava, su, toprak ve doğanın sundu­

ğu kimi değerler olmaksızın yaşamını sürdürmesi söz konusu değildir. Ayrıca, insan, kendisi gibi yaşamını bu temel öğelere borçlu olan diğer canlı türlerini de kendi çıkarları doğrultu­ sunda kullanmaktadır. Toplum ile doğa iki ayrı dünya olarak

l 22

Toplumun Dogayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

ele alınınca, toplumsal olanda gömülü olan doğa da gözden kaçar. Marangozun elinden çıkan masa insan yapımı, yapay, doğaya ait olmayan bir nesne olarak sunulur, ama ağaç olma­ dan o masanın üretilmesinin olanaksızlığı göz ardı edilir. Üçüncü olarak, toplumsal ile doğal dünyalar birbirinden kesin olarak ayrıldığı içindir ki, ekolojik sorunlar sanki doğa­ da, doğal ilişkilerde ters giden bir şeylerin sonucuymuş gibi kavranacaktır. Bu durumda, kirlilik, buzulların erimesi, türle­ rin yok olması , yer altı sularının azalması gibi sorunlar, üre­ tim tarzıyla, toplumsal ilişkilerle, insan etkinlikleriyle açıkla­ namaz . Örneğin, kentlerde yaşanan susuzluk sorunu, ne uzun dönemli yatırımların aksatılmasına , ne kaçakları önleyecek altyapı yenilemesinin yapılmamasına, ne artan su gereksinme­ sine , ne çarpık kentleşmeye, ne de suyun metalaştırılarak pi­ yasa güçlerine terk edilme çabalarına ya da bu gibi nedenlere değil, yalnızca azalan yağmura bağlanacaktır. Ekolojik sorunların nedenleri, ya "topluma dışsal" olarak görülen doğada aranacaktır ya da tam tersine doğal koşullar dışarıda tutulup tümüyle " toplumsal alana" sıkıştırılacaktır. lkinci durumda, bu kez de örneğin bir meteorun düşmesinin, bir volkanın patlamasının yol açtığı ekolojik sorunları, top­ lumsal nedenlerle açıklamak biçiminde anlamsız bir görüşle karşı karşıya kalabiliriz. Yukarıdaki susuzluk örneğinde, top­ lumsal ve siyasal nedenlere ek olarak, o yıl düşen yağış mikta­ rındaki azalmanın da bir etkisi olabilir. Ekoloj ik sorunları tüm yönleriyle kavramak için toplumsal nedenler yanında, meteorolojik, jeolojik, atmosferik, ekolojik, fiziksel ve benzeri doğal koşulların etkisini de değerlendirmek gerekir. Bu ise, toplum ile doğayı birbirinden ayıran ikici bir yaklaşım ile ba­ şarılamaz. Dördüncü olarak, etkileşim yalnızca toplum ile doğa ara­ sında bulunmaz, aynı zamanda, doğa üzerindeki etkinlikle doğanın kavranması arasında da ilişki vardır. Tüm emek bi­ çimleri doğa üzerinde çalışmayı gerektirir. Doğa üzerinde uy­ gulanan emeğin, her zaman , ekolojik sorunlar gibi zararlı et­ kileri bakımından ele alınması gerekmez. Emek süreci, belirli amaçlar ve bunları gerçekleştirmeyi sağlayacak belirli madde-

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

ler ve kavramlarla başlar. Amaçlar, süreç içinde araçlara dö­ nüşür, çünkü doğa üzerinde çalışma yeni kavramlara ve mad­ di temellere götürür. Bunlar ise, doğa üzerinde çalışmanın ve doğayı dönüştürmenin yeni biçimleri için sıçrama tahtasına dönüşür. Örneğin bir bitki üzerinde emek harcama, o bitkinin alt türlerini yaratır. Bu alt tür ise tarımsal üretimin ve araştır­ manın yeni bir biçiminin temelini oluşturur (Dickens, 1996: 104). Emeğin doğayı dönüştürme biçimlerini, bir başka anla­

tımla, doğada gömülü olan toplumsallığı da göz önünde bu­ lundurmak gerekir. Son olarak, ikici yaklaşımların yol açtığı yönteme ilişkin kusurların ekoloj ik sorunların çözümleri bakımından da olumsuz etkisi söz konusudur. Dennis Pirages, insanlığı, do­ ğadan ve öteki türlerden ayırarak doğanın ve dünyanın efen­ disi olarak gören bir anlayışın, toplum bilimlerinin ekolojik sorunlara yanıt üretmekte gecikmesini beslediğini vurgula­ maktadır. Toplumsal örgütlenmede fiziksel çevrenin rolünü görmezden gelen ve öteki türleri kapsayan biyofiziksel yasala­ rın insan nüfusu için geçerli olmadığını ileri süren bu anlayış, "dışında tutma" yaklaşımı (exemptionist) olarak adlandırıl­ maktadır. Catton ve Dunlap (1978), bu yaklaşıma karşı çevre, nüfus, teknoloji ve örgütlenmenin karmaşık ve karşılıklı iliş­ kilerini gösteren yeni bir paradigmayı, ekolojik bir yaklaşımı önermektedir. Benzer biçimde , Pirages da çevre-insan ilişkile­ rinin bütünsel doğasını gözeten ve ekolojik perspektife daya­ nan "içerme" yaklaşımını (human inclusionist theory) öner­ mektedir. Böyle bir içerme yaklaşımının temel öğeleri, öteki türler için geçerli olan doğa yasalarının insan türünü de kap­ sadığının kabul edilmesi, çevresel sınırların gözetilmesi ve ekolojik yapıların toplumsal yapıları biçimlendirmede belirle­ yici rolünün dikkate alınmasıdır (Pirages, 1983).

Kaynak: R. Keleş, C. Hamamcı, A. Çoban, Çevre Politikası, 8. Baskı, Ankara, lmge , 2015, 45-48.

Özne lçin Nesne Toplumun doğayla ilişkilerini tartışmak istediğimizde, ister istemez toplumla doğayı birbirinden ayırmış olu­ ruz . Bu ayırma, ikiciliğin hortlaması sayılır mı? Toplum-doğa etkileşiminin araştırılabilmesi, birinin öbürüne göre konumlandırılmasını gerekli kılacaktır. Yine de , bir yandan ikici düşüncenin tehlikelerini sa­ vuştururken, öte yandan insanla insan-olmayanı metafi­ zik düzeyde saptayabiliriz. Bunun için, Soper, "doğa"yı metafizik anlamda bir idea olarak, fikir, kavram olarak ele almayı önerir. Öyle ki "doğa" kavramıyla, insanı do­ ğadan ayrı ve doğayı insanın müdahalesine uğramamış bir olgu olarak görmek yerine, doğayı yalnızca çözüm­ leme düzeyinde "insanlığa öteki" olarak kavramlaştır­ mış oluruz. Metafizik anlamda "doğa" insanlığın farklı­ lığını, kendine özgülüğünü ve insana ait olmayanı belir­ ten bir kavram olarak belirir. İnsanlığın doğayı koruma­ sına çağrı çıkarttığımızda da, koruyacak olan bir özneye (insanlığa) göre, korunacak olan nesneyi ya da varlığı (doğayı) belirtmek için böyle bir kavrama gereksinim duyarız (Soper, 1995: 1 4- 1 5 ; 1 55 - 1 56). Belirtmek gerekir ki , özne-nesne ilişkisi, güç ve egemenlik kavramlarıyla yakınlık barındırır. Varlıkları özneler ve nesneler olarak ayıranlar özneler oldukları için, şeyleri , kendi gereksinimlerine göre tanımlarlar, sınıflandırırlar ve değerlendirirler. Özne , nesnelerin tak­ dir ve seçim hakkı ile yetkisini yadsıyarak onları şeyler statüsüne sokar. O kadar ki, şeylere, kendisi için yararlı olup olmadığına ya da amaçlarına hizmet edip etmeme­ sine göre anlam yükleyebilir. Böyle olunca, öznenin ey­ lem özgürlüğü karşısına nesnenin boyun eğme gerekli­ liği yerleştirilir. Böyle bir özne-nesne ilişkisinde , "pasif, hissiz, dilsiz şeylerin varoluş amacının" , "aktif, sezgileri olan ve hüküm verebilen öznelere hizmet etmek olduğu sonucuna varma eğilimi" belirir. Böylece, insan özne­ nin, nesne doğayı egemenliği altına almasının dilsel ko-

\2s

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

şulları sağlanır. llişkide şeylere anlam yükleyen özne ol­ duğu için, böyle bir özne-nesne ilişkisiyle ilgili hararetli bir tartışmanın çözüme kavuşturulması da oldukça güç­ tür (Bauman, 20 14: 64-65) . Gerçekte özne-nesne ilişkisi daha karmaşıktır. Bitki için güneş yaşamsal bir nesnedir, ama bitki de güneşin nesnel ve yaşamsal gücünün ifadesi olarak güneşin nes­ nesidir (Marx, 1977: 1 3 7) . Özne-nesne ayrımı dilin ya­ pısıyla da ilgilidir. Çoğu dilden farklı olarak Maya dilin­ de, özne-nesne ayrımı belirsizleşip anlamını yitirmekte­ dir. Şu cümlelerde olduğu gibi: "ben beni içen suyu içi­ yorum ve ben baktığım her şey tarafından bakılıyorum" (Galeano , 20 1 2 : 93) . Böylece, metafiziksel doğa kavramı, toplumsal olanı ve doğal olanı varlıkbilimsel düzeyde birbirinden ayrı­ lan, birbirine dışsal alanlar olarak sunmaz; bir bakıma, güncel çevre politikalarında yer alan, koruyan özne ve korunan nesne ayrımını karşılamaya olanak tanır. Kaldı ki günümüzde toplumsal etkinliklerin sonuçlarından etkilenmemiş bir doğa kalmamıştır. Gerçek böyleyken, doğayı, insan elinin değmediği bir dünya olarak tanım­ larsak, insan etkisi apaçık olan, "doğa yürüyüşü" , "doğa parkı " , "doğal gıda" örneklerinde olduğu gibi günlük yaşamda doğaya yapılmış tüm göndermeler kavramsal birer çelişkiye dönüşürler. "Doğal yoğurt" dediğimizde , yoğurdun , süte hiçbir insan müdahalesi olmadan elde edilebilen bir ürün olduğu düşünülecektir. insan etki­ si dikkate alındığında doğal ve yapılı çevre, kır ve kent ayırımlarını yapmak zorlaşsa da, metafizik "doğa" kav­ ramı, insansal olanla olmayanın göreceli olarak kendine özgülüklerini niteleme olanağı sağlar (Soper , 1 995 : 1 920) .

3. Realist Anlamda Doğa insanla insan-olmayanı varlıkbilimsel ve metafiziksel bakımdan birbirinden ayırmanın anlamsız olduğu , tüm

1 26

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

varlıklar için ortaklığın bulunduğu durumlar da söz ko­ nusudur. Soper'a göre, felsefi bir yaklaşım olarak rea­ lizmin doğa kavramı, doğal ilke , yasa, yapı ve süreçlere göndermede bulunarak böyle durumları karşılar. Bura­ da, insana dışsal olan doğa kavramından farklı olarak, her şeyi kuşatan, insanı da içeren evrensel düzeyde ge­ çerli eğilimler vurgulanır. Realist anlamda doğa, fiziksel dünyada işleyen nedensel güçler ve süreçlerdir. Bunlar, doğa ve biyoloj i bilimlerinin araştırma konuları ve ça­ lışma nesneleridir. Canlı, cansız tüm varlıklar, doğanın yasalarına tabidir ve hiçbiri doğanın süreçlerinden kaçıp kurtulamaz. Nedensel yasalar ve süreçler olarak doğa, neyin, hangi koşullarda yapılıp yapılamayacağına, sınır­ ların bulunup bulunmadığına ışık tutar. Bu nedenle, re­ alist anlamda doğa, yapılabilir olanın sınırlarını çizmesi bakımından açıklayıcı bir kavram. Sınırları aşmaya ça­ lıştığımızda ya aptal görünürüz ya da aşma çabası içinde kaybolur gideriz (Soper, 1 99 5 : 1 5 5- 1 5 7) . Örneğin yerçekimi, canlı ve cansız tüm varlıklar için geçerli böyle bir yasadır. Kimse yerçekimine meydan okuyamaz ya da bunu iddia eden olursa da şu örnekte olduğu gibi komik bir durum oluşur: Yürekli bir adam, insanların, kafalarındaki yerçekimi düşüncesi nedeniyle suya gömülüp boğulduklarını iddia etmişti. Öyle ki, yer­ çekiminin, diyelim ki bir hurafe olduğunu anlayıp kafa­ larından çıkarıp atabilseler suda boğulmadan kalmaları mümkün olacaktır (Marx ve Engels, 1 998: 56) . Doğadaki nedensel güçler ve süreçler, doğayla iliş­ kimizde oluşan ekolojik sorunların nedenlerini, doğa­ daki etkinliklerimizin koşullara bağlı sınırlarını göstere­ bilir, ama neyin arzulanabilir olduğunu söylemez, "şunu yapmalısın" ya da "bunu yapmamalısın" biçiminde nor­ matif uyarılarda bulunmaz, uygun siyaseti , siyasal ön­ lemleri işaret etmez. Bir başka anlatımla, doğanın yasa­ larının ve sınırlarının bir anlamı vardır, ama doğa, bun­ lara uygun bir siyaset dayatmaz. Soper bu konuda hete­ roseksüel ilişki örneğini verir. Heteroseksüel ilişki nes-

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

lin sürmesini sağlar. Biyoloji, bize, türün üremesinin ay­ nı cinsiyetten bir kimseyle ilişkiye girerek mümkün ol­ madığını söyler, ama bu ilişkiye girenlerin siyasal eziye­ te uğratılmasını, suçlulaştırılmasım söylemez ya da ho­ moseksüel ilişkiyi normal dışı bir ilişki olarak görmeye zemin hazırlamaz. Günümüzde heteroseksüel ilişki ol­ madan da üreme olabilir, ama bu, doğanın süreçlerin­ den kurtulduğumuz anlamına gelmez. Tam tersine , üre­ me süreçlerinin tam bilgisine sahip olduğumuz ve buna uygun davrandığımız ölçüde üreme teknikleri ve tüp be­ bek uygulamaları mümkün olmuştur. Doğa tüp bebek ve başka yollarla üreme seçeneklerini engellemeyeceği gibi cinsel davranışımızı da belirlemez (Soper, 1 995: 14 21 43) .

Toplumsal Yeğlemelerin Sonuçlan Toplumun önünde ekoloj ik sorunları gidermek konu­ sunda çeşitli seçenekler bulunur. Kuşkusuz her bir se­ çeneğin ekosistem için sonuçları da farklı olacaktır. Ne­ densel yapılar ve süreçler olarak doğa, bu sonuçların be­ lirmesinde etkilidir. Bunların çoğu , doğanın sınırlarının ve koşullarının getirdiği etkiler. Bu etkilerden sakın­ mak, kaynaklar seti olarak deneyimlediğimiz doğayı ko­ rumak için, bu koşullan gözlemlemek ve öğrenmek zo­ rundayız. Ama bu düzeyde başarısız olursak, realist an­ lamda doğayı yok etmiş olmayız, çünkü doğa , bir siyaset dayatmadığı gibi toplumsal yeğlemelerimiz bakımından da kayıtsızdır. lnsan türlü amaçlar için doğanın yasala­ rından ve süreçlerinden yararlanabilir, ama yararlanma­ dığı ya da yararlanmamayı seçtiği durumda, onları yıkıp yok edemez. Bununla birlikte, doğanın yasa ve süreçle­ rini göz ardı eden bir üretimin, pratiğin ya da uygula­ manın sonucu olarak pek çok sorunla karşılaşırız. Daha açık bir anlatımla , ekosisteme istediğimiz gibi davranırız ve buna karşın hiç etkilenmeden hayatımıza devam ede­ bilmeyi umamayız. Bu , olanaksızdır (Soper, 1 995: 1 5 9 , 1 45 ) .

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

Betonarme bir bina, projenin öngördüğü biçimde demir kullanarak ya da maliyeti düşürmek için demir kullanmadan da yapılabilir. Binada gereğinden az ya da fazla demir kullanılması doğadaki bir enerji birikiminin boşalması olarak depremin olmasına ya da olmamasına etki etmez. Çünkü yeterince demir kullanılıp kullanıl­ maması, fay hattında enerji birikmesine engel olamaz. Doğadaki bir süreç olarak deprem insanlardan bağımsız olarak kendi hükmünü icra eder. Ama doğadaki bir sü­ reç olarak deprem gerçeği görmezden gelindiğinde, bi­ nanın yıkılması, ölüm ya da sakat kalma, iktisadi kayıp­ lar, yargılanma, hapis vb . gibi sonuçlara da katlanılacak­ tır. Bu sonuçların nedeni deprem olamaz; deprem "do­ ğanın intikamı" olmadığı gibi, "Tanrının gazabı" da de­ ğildir. Doğanın intikam almak için harekete geçen bir iradesi yoktur. Deprem bir doğa olayıdır, ortaya çıkan yıkım ise, malzemeden çalma, fay hattı üzerinde kent inşa etme gibi toplumsal seçimlerin sonuçlarıdır. Her işi­ mize geldiğinde "doğanın intikamı" sözünü kullanmak, doğayı, sorumlusu olmadığı yıkımların suçlusu ilan et­ mektir. Yerçekimi ve deprem gibi insandan tümüyle bağım­ sız işleyen doğal yasa ve süreçler yanında , toplumsal üretimim etkileşime girdiği nedensel güçlerden ve doğal süreçlerden de söz edebiliriz. lklim sistemi, toplumsal etkinliklerle doğadaki yapı ve nedensel süreçlerin etki­ leşimine örnek oluşturur. Atmosfer, hidrosfer, litosfer ve biyosfer, güneş ışınlarının bir bölümünün dünyada kalarak yaşam için gerekli ısıyı, bir bölümününse uzaya yansıyarak yeryüzünün aşın ısınmasının engellenmesini sağlar. Fosil yakıtlara dayalı, karbon salımı yoğun üre­ tim etkinliklerinin; havanın fiziksel ve kimyasal yapısını bozması, atmosferde karbondioksit yoğunluğunu artır­ ması, sera etkisine , küresel ısınmaya ve iklim değişikli­ ğine yol açması , doğanın iklimle ilgili yapı ve süreçleri­ ne uygun olmayan bir toplumsal pratiğin sürdürüldüğü­ nü gösterir. Doğa , bize, "böyle devam edin, bir şey ol-

1 29

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

maz" demediği gibi, "bu etkinlikleri terk edin, sürekli olarak enerji talebini çoğaltan kapitalist üretim ve tüke­ tim pratiklerinden vazgeçin, enerji kaynağı olarak pet­ rolü değil güneşi seçin" de demez. Ne de herhangi bir iklim politikası ya da değişen iklime uyum stratejisi da­ yatır. Bununla birlikte , yapılan ya da yapılmayan top­ lumsal seçimlerin; buzulların erimesi, kıyıların sular al­ tında kalması, ortalama sıcaklıkların artması, sel ve ku­ raklık biçiminde göstergeleri olan iklimin değişmesi gibi ekoloj ik sonuçları olur. lnsan, doğanın yasalarını fark ederek, keşfederek, öğrenerek, doğru biçimde uygulayarak, hem doğayla bir karşıtlık içinde olmadığını görür, hem de üretim etkin­ liklerinin doğadaki olumsuz etkilerini öngörmesi ve he­ saba katması gerektiğini anlar (Engels, 199 1 : 1 9 7) . Yer­ çekimini yok sayarak onu yok edemeyiz. Yerçekimini bil­ mek suya girerken önlem almayı düşündürecektir. Çün­ kü sudaki yerçekimi, yüzme bilmeyenlerin boğulmasına yol açar. Yüzme bilmek, suda yerçekimine rağmen su­ yun üstünde kalmayı sağlar. Uçak, yerçekimi yasasına aykırı değildir, yasayı yok etmez , yasadan kaçıp kurtul­ maz. Uçabilmenin koşulları keşfedildiğinde , uçak, yer­ çekimine rağmen uçar. lklim sisteminin işleyiş ilkeleri, toplumsal etkinlik­ lerin sonucu olarak iklim değişikliği biçiminde yeni bir iklim dengesi oluşturmaktadır. Bu kavrandığına göre , bir seçenek iklimin değişmesini durdurabilmek için ka­ pitalist üretim etkinliklerinden vazgeçmek, başka bir yol da eylemsizliği seçip kafayı kuma gömmek olacaktır. Her iki durumda iklim sisteminin ilkeleri ve nedensel süreçleri işlemeye devam eder ya ısınma şu anki bir de­ ' recelik artış dolayında tutulabilecek ya da altı dereceyi bulan bir ısınmaya katlanılacaktır. Doğanın ilke, yasa ve süreçleri varlığını korurken farklı toplumsal seçimler ve politikalar geliştirilebilmektedir.

Kavramsal Aynının Yararlan Kuşkusuz deneyimlediğimiz doğa ile realist anlamda do­ ğa birbirinden kolayca ayrılmaz. lklim sistemi gibi, de­ neyimlediğimiz bir ormanın ekosistemi de doğadaki ilke ve süreçlerin işleyişine bağlıdır. Bunun yanında ikisinde de olumsuz toplumsal etkiler oluşturabiliriz. Bir orman yapılaşmaya açıldığında olsun, küresel ısınmada olsun ekosistem üzerinde toplumsal etki yaratılmış demektir. Bununla birlikte , yapı ve süreç olarak doğa ile de­ neyimlediğimiz doğa ayrımı şu bakımlardan önemlidir: llkin, deneyimlediğimiz doğayı bozduğumuzda ya da yok ettiğimizde, doğanın ilke, yasa ve süreçlerini bozmuş ya da ortadan kaldırmış olmayız. Fosil bir doğal kaynak olarak petrolü tükettiğimizde, fosil kaynakların oluşum ilkelerini ve süreçlerini, karbon döngüsünü , maddenin korunumu yasasını yok etmiş olmayız. lkinci olarak, kavramsal ayrım, doğada neyi değiştirip neyi değiştire­ meyeceğimizi anlamamızı sağlar. Nemrut Dağı'nda yapı­ laşma , orada gün doğumunu izlemeyi, estetik bir do­ yumu olanaksız kılar, ama her gün güneşin yeniden doğması gerçeğini değiştirmez. Üçüncü nokta ise , değer verme ve korumayla ilgilidir. Deneyimlediğimiz doğaya, insan- ya da çevre-merkezli bakış açılarıyla değer verilir, bu değer nedeniyle korunması ve saklanması istenir (bkz. VI. Bölüm) . Buna karşılık, realist anlamda doğa, (örneğin yerçekimi yasası, deprem, gel-git, gündoğumu) herhangi bir toplumsal koruma siyasetine duyarsız ol­ duğu ve gereksinim duymadığı gibi, "yerçekimi güzel, vahşi ya da dingin bir yasadır" türünden ahlaki , estetik değerlendirmelere de konu olmaz. Bu nedenle, deneyimlediğimiz doğa kavramı, çevre koruma siyasetinin konusunun belirlenmesine , değer verilen doğanın unsurları için koruyucu siyasal önlem­ lerin geliştirilmesine , ekolojistlerin doğanın hangi un­ surlarının korunması bakımından mücadele yürüttükle­ rinin saptanmasına yardımcı olur. Realist anlamda doğa

Çevre PolitikasJ: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

kavramı ise , toplumsal etkinliklerin doğanın ilke, yapı ve süreçlerine uygun olup olmadığı tartışmasında yön göstericidir. Böylece , toplumsal etkinliklerin doğanın nedensel güçlerinin işleyişine denk düşüp düşmediği, örneğin karbon emisyonlarına yol açan üretim pratiği­ nin iklim sistemine ya da yapılaşmanın deprem olgusu­ na uygun olup olmadığı saptanabilir; toplumsal seçe­ neklerin, nedensel süreçlerin işleyişi çerçevesinde olası etkileri hesap edilebilir; toplumların, doğanın nedensel süreçlerinden aptalca mı yoksa akıllıca mı yararlandık­ ları açıklığa kavuşturulabilir; aptalca yararlanma biçim­ lerinin sorgulanıp değiştirilmesi gündeme getirilebilir.

4. içrek Doğa İçrek (inherent) doğa, bir varlığın kendinde, onun için­ de, özünde bulunan bir özelliği anlatır. Doğa sözcüğü­ nün Latincesi de doğmak kökünden gelir (Williams , 1 988: 2 1 9 ) . Bir şeyin doğası, onun doğuştan gelen özsel niteliğini, karakterini vurgular. Akreple kurbağanın ma­ salında olduğu gibi . . . Akrep , nehrin karşısına geçmek istermiş. Kurbağa­ dan onu sırtında karşıya geçirmesini istemiş. Kurbağa, bunu yapabileceğini, ama akrebin yarı yolda onu sırtın­ dan sokarak öldürmesinden korktuğunu söyleyince, ak­ rep, bu durumda her ikisinin de öleceğini, dolayısıyla kaygılarının yersiz olduğunu ileri sürerek kurbağayı ik­ na etmiş. Gelgelelim, nehrin ortasında kurbağa sırtında bir yanma hissedip , akrebe onu neden soktuğunu so­ runca, akrep, "bu benim doğamda var" yanıtım vermiş. "Akrebin doğası" , "insan doğası" ifadeleri, evrensel, sa­ bit ve değişmez doğal bir niteliği akla getirir. Toplumsal kuramda , toplumsal düzeni, doğada var olduğu ileri sürülen, sabit doğal ilke ya da yasalarla açıklayanlar var. Malthus'un nüfus ilkesi, besin kaynak­ larının sürekli artan nüfusu beslemeye yetmeyeceğini , bu bakımdan, insanlığın açlık ve sefalet koşullarında ya-

l 32

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

şamasımn doğal ve kaçınılmaz olduğunu; Locke'un do­ ğal haklar kuramı, yaşam, özgürlük ve özel mülkiyet hakkının doğuştan geldiğini; liberalizm, insanın bencil, kendi çıkarının peşinden koşan doğasının bulunduğunu ileri sürer. Doğada nelerin değiştirilebilir (deneyimledi­ ğimiz doğa) nelerin sabit (realist anlamda doğa) oldu­ ğuna dair yukarıda sürdürülen tartışma, "akrebin doğa­ sı" gibi öykülerin ve "insan doğası" na dayandırılan top­ lumsal kuramların tutarsızlığını değerlendirmek bakı­ mından da önem taşır. lçrek doğadan türetilen yaklaşımlar, bir dizi kusur içerirler. Varlığın doğasında bulunan, onun özünün ay­ rılmaz bir parçasından söz edildiğine göre, o özellik ve onun sonuçlan değiştirilemez. Genellikle de öne çıkarı­ lan doğal niteliğe ilişkin, iyi-kötü, normal-anormal bi­ çiminde değer yargılarına başvurulur ( Castree, 200 1 : 89) . Masalın kıssası, akrebin, ona iyilik yapanı bile ayrı tutmayacak biçimde her zaman akrepliğini yapacağını anlatır. Türkçede "o ne akreptir" , "akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğini" sözleri, örtük de olsa akrebin do­ ğasını akla getirir. içrek doğa ifadelerinde , varılmak is­ tenen sonucun kanıtları , göstergeleri de kendi içinde saklıdır. Başka bir gerekçe sunmaya, eleştirel sorgula­ maya gerek duyulmaz. Akrebin kurbağayı sokması, onun doğasının bir kanıtı olarak önümüze konur. Liberalizm­ de özel mülk edinme , kendi çıkarım gözeten ussal insan doğasının kanıtıdır. Yaklaşımın bizi inanmaya çağırdığı ve savunduğu düşünce, diyelim özel mülkiyet, insan do­ ğasının kendiliğinden bildirimiymişçesine önümüze ko­ nulur. lnsan doğasına yaslanan yaklaşımlarda , varsayılan bir değiştirilemez doğal nitelikten yola çıkılarak top­ lumsal dönüşüm taleplerinin önü kesilmeye çalışılır . Bunun en açık örneği, insanların doğal nüfus ilkesi ne­ deniyle yoksulluğa mahkum olduğunu belirten, bu yüz­ den toplumsal gelişme düşüncesini yadsıyan Malthusçu yaklaşımda bulunur. Liberalizmde insanın bencilliği do-

1 33

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

ğal sabit olduğuna göre, kapitalizmin insan doğasına en uygun rejim olduğu ileri sürülebilecek, böylece başka bir düzen arayışının insan doğasına aykırılık oluştura­ cağı ima edilecektir. Oysa, insan depremin olmasına en­ gel olamaz, ama kendisinin bencil olduğunu düşünü­ yorsa bunu değiştirme gücüne sahiptir. İnsanı ve toplumu doğal sabit bir özelliğin belirle­ diğini söylemek yanlıştır, çünkü insan doğal, ama aynı zamanda toplumsal bir varlıktır (bkz. Çoban, 200 7 : 267-74) . İnsanın doğal ve toplumsal varlığı, tarih içinde evrim geçirmekte, farklılaşmaktadır. insan, her zaman her yerde geçerli doğal bir özellik tarafından belirlenen bir varlık olarak kabul edildiğinde, tarih-dışı, tarih-aşın bir varlığa dönüştürülmüş olur. Kaldı ki, müzik, sanat, spor gibi alanlarda kimi üstün yetenekleri "doğuştan ge­ len" insanlarda bile, bu özelliklerinin gelişmesi ve ger­ çekleşmesi uygun toplumsal koşullara, kültürel ve ku­ rumsal ağlara, eğitime, disiplinli çalışmaya bağlıdır. De­ mek ki, insan doğası, daha genel anlamda söylersek do­ ğa, toplumsal ve tarihsel bağlamdan kopuk, toplumsal müdahalelere kapalı bir alan değildir.

İdeolojik Maske Olarak Doğa Doğada değiştirilebilir olanla değiştirilemez olanı birbi­ rine karıştırıp doğal sabit belirleyen yaklaşımlar, doğayı, baskıcı toplumsal ilişkilerin ideoloj ik maskesi olarak kullanırlar. Bunun toplumsal kuramda ve pratikteki pek çok örneğinden biri, "kadın doğası"nın bazı meslekleri yapmaya engel görülmesidir . Benzer biçimde, siyahlar, "siyah doğaları" nedeniyle daha az zeki oldukları iddia­ sıyla beyazların siyasal haklarından yararlandırılmazlar (Biro , 2005 : 3) . Başka bir örneği, toplumsal cinsiyet kim­ liğine (LGBTI bireylere) karşı işe koşulan önyargılar ve ayrımcılıktır. Bu kez de "cinselliğin doğası" toplumsal baskı aracı kılınır.

Toplumun Dogayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

Doğacılık, doğaya uygun olma gibi iddiaların, doğa adına hareket ettiğini ileri süren bir iktidar söylemine dönüşme riski yüksekti'r. İşte tam da bu nedenle, az ön­ ce gördüğümüz, doğanın herhangi bir siyaset dayatma­ dığı vurgusu akıldan çıkarılmamalı. lklim değişimi gibi önemli bir sorun karşısında ivedi önlemler alma gerekli­ liği, iktidar alanım genişletmek isteyen egemen sınıflar için elverişli bir " doğal gerekçe" o larak kullanılabilir. Örneğin, nükleer sermaye, fosil yakıtlara karşı nükleer enerj iyi , iklim siyasetinin gereği olarak sunar. İktidar sahiplerinin, "ulusal çıkar" , "millet için" "milli iradenin tecellisi" gibi terimlerle süslediği sınıf siyasetindeki top­ lumsallık iddialarını olduğu kadar, egemen sınıfların "doğal" nitelemelerle dokuduğu ideolojik meşruiyet ar­ gümanlarını da deşifre etmek gerekir.

Doğasızlaştırma Değer yargılarıyla koşullanmış, siyasal ve ideolojik bek­ lentileri karşılamak üzere inşa edilmiş bir doğa kavrayı­ şının, maskesinin düşürülerek doğallığından arındırıl­ ması mümkün. Doğasızlaştırma, bunu anlatan bir kavram. Doğasız­ laştırma (denaturalisation) o doğa bilgisinin belirli bir toplumsal bağlamın ürünü olduğunu göstermeyi, onun belirli toplumsal ve ideoloj ik amaçlara hizmet edip et­ mediğini sorgulamayı amaçlar ( Castree, 200 1 : 1 3 ) . Dep­ rem, sel, birer "-doğal afet" olarak adlandırıldığında do­ ğal nitelemesi , toplumsal yaşamdaki sorunları ve eşitsiz­ likleri gizleyen ideolojik bir işlev üstlenir (Bu sorunları, az ileride ele alacağım) . Doğasızlaştırma, doğal diye su­ nulandaki toplumsal yüklemeleri ve ideolojik koşullan­ dırmaları görünür kılar (Bira , 2005 : 199, 2 1 3 ) . Doğanın doğasızlaştırılması, doğa olarak önümüze konulanın, do­ ğallık örtüsünü kaldırır, doğallığının bulunmadığını, top­ lumsal güç ilişkileri bakımından bunun doğallaştırıldı­ ğını açık eder.

Doğal Kaynaklann "Kıt"lığı Doğasızlaştırma kavramını daha iyi anlamak için libera­ lizmin, sınırsız arzuların insan doğasının bir özelliği ol­ duğu öncülünü ele alalım . İnsanın sınırsız arzuları ve kaynakların kıtlığı düşüncesi , kapitalist toplumun bir icadı olarak, tarihsel olarak gereksinim duyulduğunda ileri sürüldü. Ne Aristoteles, ne de Aquinalı Thomas sı­ nırsız arzuların insanın doğal bir niteliği olduğundan söz etmişti. Kapitalist toplumun gelişmesiyle birlikte, bunu , Hobbes ve Locke dile getirdiler. Bireyci düşünüşte arzuların bir sınırı olmadığına göre, onları tatmin edecek araçlar kıttır, araçlar arzulara göre yetersiz kalır. Kıt kaynaklarla en çok tatmin ve do­ layısıyla arzuların karşılanmasının fonksiyonu olarak görülen en geniş bireysel mutluluk nasıl sağlanacak so­ runu ise , her şeyi rekabetçi pazar ekonomisine bırakma yöntemiyle çözülür. Böylece, sınırsız arzu ve kıt kaynak ikilemini icat eden liberalizm, çözümü de bulmuş olur. lnsan, arzularını, piyasa kuralları içinde serbestçe meta­ ları sahiplenerek, daha çoğuna sahip olarak, tüketerek tatmin eder (bkz. V Bölüm) . Bu ise , kapitalist toplu­ mun en önemli değerine , maddi mal ve mülk edinme hak ve özgürlüğüne kapıyı aralar. Böylece , arzu-kaynak ilişkisi, toplumda iktisadi olarak en üstte yer alanların sahiplenme eylemlerini meşrulaştırmayı ve altta yer alan­ ları da daha çok çalışmaları için motive etmeyi sağlar (Macpherson, 1 9 72: 50-62) . Sermayedar doymak bilmez çünkü doğal olarak arzuları sınırsızdır. Emekçiler de ar­ zularını daha çok mala sahip olarak tatmin etmek için daha çok çalışmalıdır. Arzu-kıtlık ikilemi, sahiplenme "özgürlüğü"nün içeriğini zenginleştirme işlevi görür. Aslında Locke'a göre, her bireyin ele geçirip kendi mülkü olarak ilan edebileceği, herkese yetecek kadar bol, tanrı vergisi doğal bir dünya vardır (Locke , 1 988: 286-292) . Demek ki, doğal kaynakların kıt olması, an­ cak arzuların sınırsız olması bakımından söz konusu-

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

dur. Bireyci düşünüşte ileri sürüldüğünün tam tersine , sınırsız arzular insan doğasının bir özelliği değilse, ya da insan arzularım sınırlandırabiliyorsa, kıt kaynaklar var­ sayımı da tartışmalı hale gelir. Ayrıca, arzuların, mülk olarak sahiplenme yoluyla karşılanması zorunluluğu da yok. Kentin öbür ucundaki dostunuzu görme arzusu­ nun karşılanması için özel otomobile ya da ağaçların al­ tında yürüme arzusu için bir parkın tapusuna sahip ol­ manız gerekmez. Bir an için arzuların doğal olarak sı­ nırsız olduğunu kabul etsek bile, bunların karşılanması (kolektif yollarla da mümkün olduğuna göre) sahiplen­ me özgürlüğü, özel mülkiyet hakkı, doğayı ele geçirme gibi kavramların gerekçesini oluşturmaz. Liberal demokrasilerde doğadaki varlıkları ve maddi nesneleri sahiplenme özgürlüğü, bir başka açıdan daha kendi içinde çelişkili. Sahiplenme özgürlüğü bazı kim­ selerin sermayeyi ve doğadaki varlıkları elinde tutması­ na yol açar. Bu kişilerin sahiplendikleri şeyler, sahiple­ nilmemiş olsaydı başkalarının üzerinde çalışarak emek­ lerini gerçekleştirecekleri araçlardır. Birilerinin özel mül­ kiyet oluşturması, başkalarının sahiplenme özgürlüğü­ nü olanaksız kılar. Eğer insanlar sahiplenme, mülk edin­ me bakımından özgür bırakılırsa, insanlığın bir kısmı­ nın mülk sahibi olmasını reddettiğimizi örtük biçimde kabul ediyoruz demektir. Mülkiyet, insanın doğasıyla ilişkilendirildiğine göre , mülk edinemeyen kişiler insan olarak görülmeyecektir. Öte yandan, bu kısmın insanlı­ ğını reddetmeyi kabul etmediğimizde ise , insanın doğal olan sınırsız arzularım mülk edinme yoluyla karşılama özgürlüğünü redde tmiş oluruz. Bu da yine insanlığın reddedilmesi olacaktır (Macpherson, 1972: 5 5 , 60) . 5.

Toplumsal llişkilerde Doğa

Gerek deneyimlediğimiz doğanın gerek içrek doğanın, kültürel ve siyasal yargılarla yüklenmiş olduğunu gör­ dük. Doğa, toplumsal konuma göre farklılaşan biçimde

1 37

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

de görülebilmektedir. Bir derenin suyu , bir köylünün kendisi , hayvanları ve geçimini sağladığı bahçesi için varlık koşuluyken, o dereye hidroelektrik santralı (HES) kuran sermayedar için birikim çarkını döndüren bir araçtır. Günümüzde de kuraklık sorunu yaşayan Califor­ nia'da 1920'li yıllardaki su savaşları, yönetmen Roman Polanski'nin Los Angeles'ta geçen, 1 9 74 tarihli China­ town filmine esin kaynağı olur. lşadamı Noah Cross su­ suzluk çeken kentte yeni yapılacak barajla sulamayı dü­ şündüğü kurak tarım topraklarım ele geçirerek büyük bir kazanç elde etmeyi amaçlar. Yeni barajın yapılması kararım çabuklaştırmak için de kentin mevcut su rezer­ vini baltalayarak susuzluk sorununu artırmaktan geri durmaz . Özel dedektif jake Gittes, konunun polisiye yönünü çözmüştür, ama insan yaşamım hiçe sayan pa­ ragöz davranışın güdüsünü anlamakta zorluk çeker: Gittes: Ne kadar servetin var? Cross: Hiçbir fikrim yok. Ne kadar istiyorsun? Gittes: Yalnızca ne kadar paran olduğunu öğrenmek istiyo­ rum . 10 milyondan fazla mı? Cross: Ya , evet. Gittes: Bunu neden yapıyorsun peki? Ne kadar daha iyi yi­ yip içebilirsin ki? Şu anda satın alamadığın neyi satın alabi­ lirsin? Cross: Geleceği, Bay Gittes, geleceği . . .

B u konuşmada, kapitalizmde geleceğin bile sermaye bi­ rikiminin bir aracına dönüştüğünü görürüz (DiMuzio, 20 1 2 : 383-384) . Cross'un geleceği satın almasını sağla­ yan su, pek çok insan için can suyudur. Doğa, sermaye­ dar için sermaye birikimini sağlayacak bir araca indir­ genmiş doğal kaynak, emekçi için emek etkinliğinin ger­ çekleşme koşulu, doğa bilimcileri için araştırma konu­ su, hükümetler için düzenleme, denetim ve siyasayla yön verme alam, ekoloj istler için korunması gerekli var-

1 38

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

lık, yerel topluluklar için geçim kaynağı olabilmektedir. Bu örneklerde olduğu gibi, doğa hakkındaki tüm iddia­ lar siyasaldır. Daha önce, doğanın insandan bağımsız , nesnel bir gerçekliğinin bulunduğunu belirten realist anlamda do­ ğa yaklaşımını ele almıştık . Orada insandan bağımsız doğa ve şimdi burada insana göre, sınıfsal konuma göre ya da toplumsal olarak farklı kavranan, farklı siyasal ta­ leplere konu olan doğa tartışması, bir çelişki olarak an­ laşılmamalı. Yukarıda ayrıntılı biçimde belirttiğim üze­ re, bu iki tartışma, doğanın farklı düzeylerini ortaya koy­ maktadır.

Doğanın Bilgisi Yine de belirtmek gerekir ki, deneyimlediğimiz ve içrek doğa konusunda olduğu gibi, yerçekimi, deprem gibi ol­ gular söz konusu olduğunda da, bilgi üretimi toplumsal bir süreç olduğu içindir ki, doğanın bilgisi toplumsal olarak oluşturulur, gözden geçirilip yeniden biçimlendi­ rilir, farklı biçimlerde yorumlanır. Başka bir anlatımla, doğanın bilgisi , değer yargılarından arınmış değildir. Tersine, doğanın bilgisi , doğadaki nedensel ilişkiyi sap­ tayanın, olgusal çözümlemeyi yapanın, doğa hakkındaki bilgiyi üretenin, yaygınlaştıranın, toplumsal eğilimleri­ ne , toplumsal sınıflarla olan organik ilişkilerine , dünya görüşlerine göre farklılaşır ve çeşitlenir. Toplumsal eği­ limleri ve siyasal çıkarları, nesnel gözlemlerden ve ne­ densel açıklamalardan ayırmak kolay değil. Demek ki, doğanın bilgisi toplumsal güç ilişkilerini yansıtır. Bu ba­ kımdan, doğa hakkındaki açıklamaları kim yapıyor, do­ ğayı araştıran bilim insanının çeşitli toplumsal kesimler­ le parasal çıkar ilişkisi var mı, araştırma siyasal güdüm­ leme (manipülasyon) amacı taşıyor mu sorulan yanıt­ lanmalıdır (Castree , 200 1 : 9) . Bilim insanının öznel yargıları bilim üretimi süreci­ nin dışında olmadığına göre, doğa hakkında üretilen bil-

139

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

ginin bilimsel nesnelliğinin bulunup bulunmadığı soru­ su da akla gelebilir. Herkesin bir dünya görüşü vardır ve olmalıdır da. Böyle olduğu için, nesnellik, bilim insanı­ nın bir dünya görüşünün olmaması, siyasal yargılarının bulunmaması ya da taraf olmaması olarak anlaşılamaz . Nesnellik, öğrenmenin bir ürünü olarak düşünüle­ bilir. Bilim insanı öğrenme , merakını giderme amacıyla hareket eder. Bilim üretimi sürecinde kullandığı yönte­ mi, elde ettiği bulguları, yaptığı çözümlemeleri ve ulaş­ tığı sonuçları açıklar. Bunlar meslektaşlarının ve ilgilile­ rin yorum, eleştiri ve değerlendirmelerine açıktır. Bilim insanı kendisini meslektaşlarının ve başkalarının görüş­ lerine teslim ederken, elde ettiği bilginin tutarlı ve doğ­ ru olduğu iddiasındadır ( Gulbenkian Komisyonu, 1 996: 86) . Bu bilgiden dünya görüşüne uygun siyasal sonuç­ lar, siyasal reçeteler ve toplumsal talepler türettiğinde de bilimsel bilginin güvenirliği zedelenmez. Oysa, me­ rakını giderme amacı dışında, maddi çıkar elde etmeyi ya da ilişki içinde olduğu sermaye çıkarlarına uygun olarak toplumu güdümlemeyi amaçlayan bir bilim insa­ nının ürettiği bilginin nesnel olduğu söylenemez.

Etkileşimin Bağlamı Malthus, nüfus-kaynak ilişkisini "doğal bir yasa" olarak uydururken, merakını gidermekten çok, yükselen bur­ juvazinin iyimserliği karşısında yoksulluğun "doğal" ne­ denlerle kaçınılmazlığını ve aristokrasinin iktisadi ola­ rak gerekliliğini ileri sürerek eski rejimin savunusunu amaçlıyordu (Marx ve Engels, 1 9 7 6a) . Yoksulluk bir "doğa yasası" olarak ilan edilince, yoksulluğun gideril­ mesi için siyasal çaba göstermenin boşuna olacağı ima edilmiş olmakla kalmaz. Aynı zamanda yoksulla zengin arasındaki eşitsizliğin ve sefalet koşullarının toplumsal düzenden kaynaklandığı gerçeği de gizlenmiş olur. Açlık fiziksel, biyolojik bir gereksinimdir. Açlığın giderilmesi, bedenin dışında bir nesneyi gerektirir (Marx,

1 40

Toplumun Dogayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

1977: 1 36) . Bununla birlikte açlığın giderilme biçimleri, kültürel olarak farklılaşması yanında, toplumsal eşitsiz­ lik örüntülerini de yansıtır. Kimisi açlığını et ağırlıklı olarak, bedensel gereksinmesinin ötesinde , şaşalı dört başı mamur masalarda tüketerek, atık yaratarak, dünya kaynaklan üzerinde aşın yük oluşturarak karşılarken, kimisi de açlığını, tek öğün kuru ekmekle, yetersiz bes­ lenerek, kaynaklar üzerinde yük oluşturmadan yatıştı­ rır. Toplumsal bağlam üzerinde düşünmek, açlık gibi fi­ ziksel ve biyolojik süreçlerle ilişkilerimizin toplumsal olarak farklılaşma biçimleri üzerinde düşünmektir. Toplumsal bağlam, insanların doğayla etkileşimle­ rinin sınıfsal ilişkiler, iktisadi, siyasal, kültürel, yönetsel, ideoloj ik, dinsel yapılar bağlamına oturtulmasını anlatır (bkz . lll. Bölüm) . Örneğin deprem, sel, susuzluk, kuraklık, don, aşın sıcaklık, kasırga, "doğal afetler" olarak görüldüklerinde, bunların toplumsal bağlamı dikkatlerden kaçırılmış olur. Bu gibi olaylardan etkilenmenin toplumdaki eşitsizlikle­ ri yansıtan, bu bakımdan sınıfsal bir niteliği var. lktisadi gücü olanlar, zemini sert mahallelerde ve depremde yı­ kılmayacak sağlamlıktaki binalarda oturmayı seçerler. Susuzluk ve kuraklık, sermayedar Noah Cross'u etkile­ mez, tam tersine, bir kazanç fırsatı oluşturur. Bu gibi "doğal afet" olarak sunulan olguların top­ lumsal bağlamla ilgili ikinci yönü, toplumsal acıların ve etkilerin, siyasal ve yönetsel organların karar ve uygu­ lamalarının sonucu olarak oluşmasıdır. Fay hattı üze­ rinde ya da genel olarak, imar kurallarına uygun olma­ yan bir yapılaşmaya izin verilmesi , dünyada yüzyıllardır olagelen depremi, toplumsal bir yıkıma dönüştürür. De­ re yatağına TOKl apartmanı dikilmesi, giriş katlarını sel altında bırakır. Su rezervlerini dikkate almayan yapı­ laşma ve sanayileşme, susuzlukla sonuçlanır. Sorunun toplumsal bağlama işaret eden üçüncü yö­ nü de, anayasal haklarla, sosyal devletle ilgilidir. "Doğal afetler"den kınlan yurttaşların varlığı, yaşama, barınma ,

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

çevre , suya erişim gibi anayasal haklarının yalnızca ana­ yasa kitapçığında kaldığını, gerçekleşmemiş olduğunu gösterir. Görüldüğü gibi, sorunu toplumsal bağlamına oturt­ mak, neden-sonuç ilişkisinin doğru kavranmasını, top­ lumsal nedenlerin ve eşitsizlik yapılarının açığa çıkartıl­ masını sağlar. Yanı sıra, gerek alınan kararlar gerek top­ lumsal eşitsizlikler bakımından sorumluluğun, yanlış bi­ çimde doğaya değil de , doğruca siyasal iktidara ve yö­ netsel organlara, toplumsal düzenin sınıfsal yapı ve işle­ yiş süreçlerine yöneltilmesine zemin hazırlar.

Toplumsal lnşacılık Yukarıda üzerinde durduğumuz realist yaklaşımda top­ lumsal bağlamın belirleyiciliği kabul edilmekle birlikte , doğanın, insandan, kültürden, söylemden bağımsız bir yönünün olduğu belirtilir. Bu nokta önemlidir, çünkü toplumsal bağlamın yerini kavrarken, doğayı toplumun içinde eriten toplumsal indirgemecilik hatasına da dü­ şülmemeli. Bu gibi olası tehlikeleri göstermek için, top­ lumsal inşacılık (social constructionism) ya da kültüra­ lizm yaklaşımını kısaca ele almak yararlı olacaktır. Toplumsal inşacılık yaklaşımında, doğanın toplum tarafından inşa edildiği savunulur. Bu yaklaşıma göre , "doğa üretilir; doğa, eğer toplumsal değilse hiçbir şey­ dir" (Smith, 20 1 0 : 47) . Benzer bir anlatımla, "doğa diye bir şey yoktur, " doğa, toplumsal temsil, kavram ve sınıf­ landırmalarda var edilir ( Castree, 20 1 4 : 3 1 8-324) . Realistler, fiziksel ve biyolojik süreçler hakkında, bunları açıklayan bilgi iddialarında bulunur. Farklı bilgi iddialan olabilir, bunlar yanlış çıkabilir ya da doğrula­ nabilir. Toplumsal inşacılar ise doğadaki yapı ve süreç­ lerin, onların bilgisine bağımlı olduğunu ileri sürerler. Özellikle aşırı toplumsal inşacılara göre, varlığın bilgisi olmadan o varlık, var olmaz. Doğanın hiçbir sabit özel­ liğinin olmadığını, bir kurgudan ibaret olduğunu, tümüy-

[ 42

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

le toplumsal olarak, dilde , söylemde kurulduğunu ileri süren görüşler, söylemin kurduğu doğanın dışında, nes­ nel bir gerçeklik olarak doğanın varlığını kabul etmez­ ler. Böyle olunca da çeşitli söylemlere göre çeşitlenen, bu bakımdan çoğul olarak " doğalar" dan söz edilir. Bir söylemde kurulan doğanın özellikleriyle bir başka söy­ lemde kurulan aynı doğanın özellikleri birbirinden çok farklı olabilir. Bu durumda, her söyleme göre farklılaşan aynı doğa parçasının neden bir toplumsal uyuşmazlık konusu ol­ duğu sorununu çözemeyiz. Örneğin, zeytin yetiştiren köylülerle orada termik santral (TES) kurmak isteyen şirket iki ayrı söylemde aynı araziyi farklı kavrarlar. Bu söylemleri karşı karşıya getiren şey, o toprak parçasının söylemden ayrı, söyleme de zemin oluşturan nesnel fi­ ziksel gerçekliğidir. Araziyi söylemde nasıl inşa edersek edelim, o toprak üzerinde hem santral kurup hem de zeytin ağacı yetiştirilemez. Kuşkusuz toplumsal inşacılık ve realizm içinde ayrı kollar var. Toplumsal inşacılar arasında doğanın söy­ lemden bağımsız bir gerçekliğinin bulunduğunu kabul edenler olabilir. Ancak bu durumda da sorun çözülmüş olmaz. Toplumsal inşacılıkta gerçeklik söylemde kurul­ duğuna göre, doğanın söylemden bağımsız gerçekliği na­ sıl ortaya çıkacaktır? Doğanın söylemden bağımsız ger­ çekliği kabul edildiğinde söylemin inşa ettiği gerçeklik nedir? Ya gerçeklik söylemde kurulur ve doğanın söy­ lemden bağımsız olduğu tezine yer yoktur; ya da doğa­ nın söylemden bağımsız bir gerçekliği vardır, dolayısıyla gerçeğin tümüyle söylemde kurulduğu tezine yer yok­ tur. Toplumsal inşacılığın önemli bir çelişkisi, inşa edi­ lecek bir doğanın, kültürel dokuma öncesinde beyaz bir sayfa olarak varlığının kabul edilmesidir. Doğanın, top­ lum içinde eritilmeden önce, bağımsız ham bir olgu ol­ ması gerekir ki, o kültür o doğayı yoğurup anlamlandı­ rabilsin. Kültürle inşa edildiği söylenen doğa, her sefe-

1 43

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

rinde inşa sürecinin ön koşulu olarak yeniden belirir. " Çünkü doğa bütünüyle kültürel olmuş olsaydı var ol­ ması için bir neden kalmayacaktı, bu sürecin tamam­ lanmasının aracı olduğu kabul edilen kültür de olmaya­ caktı, zira dolaylı olarak yansıtılacak nesnenin ortadan kalkmasıyla aracı da ortadan kalkmış olur" (Descola, 20 1 3 : 1 78) . Beyaz bir sayfadan toplumun inşa ettiği doğa kavra­ yışı, insanın doğa karşısında kendi türünü ve yarattığı söylemi ne denli abarttığının bir göstergesidir. Ne var ki, doğa, insandan önce vardı, insandan sonra da var olacaktır. Anton Çehov'un, Küçük Köpekli Kadın adlı öyküsünün içinde, incelikle dokuduğu gerçek de budur.

Küçük Köpekli Kadın Oreanda'ya çıkınca kilisenin yanındaki bir sıraya oturdu­ lar, konuşmaksızın denizi seyre koyuldular. Yalta , aşağıda sa­ bah sisleri arasında belli belirsiz seçiliyordu , yukarda dağların doruğunu durgun, beyaz bulutlar sarmıştı. Ağaçların yemyeşil yapraklan kıpırtısızdı. Ağustosböceklerinin ardı arkası kesil­ meyen cırıltısı, denizin tekdüze uğultusu insanın içine huzur veriyor; bizi bekleyen sonsuz dinginliği akla getiriyordu. Aşa­ ğıdaki deniz ne Yalta, ne Oreanda yokken de hep böyle uğul­ duyor olmalıydı. Şimdi de uğulduyordu , bizler öbür dünyaya göçüp gittikten sonra da aynı kayıtsızlıkla, sağır vurdumduy­ mazlıkla uğuldamasını sürdürecekti. Belki de bu süreğenlikte, yaşama ve ölüme karşı bu kayıtsızlıkta insanoğlunun sonsuz kurtuluşunun, yeryüzündeki kesintisiz yaşam kıpırtısının, ke­ sintisiz değişiminin, erginleşmesinin güvencesi gizliydi. Tan ağartısında gözlerine daha bir güzel gözüken genç bir kadınla yan yana o tururken, denizin, dağların, bulutların , geniş bir gökyüzünün oluşturduğu olağanüstü doğa karşısında dingin­ leşip doğanın güzelliğiyle büyülenmiş bulunan Gurov, şöyle bir düşünülürse, eğer yaşamın yüce amaçlarını, insanlık onu­ runu unuttuğumuz zaman yapıp etliklerimizi saymazsak, şu

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembi/imse/ Bir Giriş

dünyada her şeyin gerçekte ne kadar güzel olduğunu zihnin­ den geçiriyordu . . . Kaynak:

Anton Çehov, Bütün Öyküler (1895-1900), 8. Cilt, Çev.

M.

Özgül, İstanbul, Cem Yayınevi, 1999, 3 70-3 7 1 .

Ayakkabı Fırçası Doğanın yapı ve süreçlerinin, onlar hakkındaki bilgi sa­ yesinde kavrandığını belirtmekle (realizm) , o varlığın ve onun özelliklerinin o bilgi sayesinde var olduğunu söy­ lemek (toplumsal inşacılık) bambaşka şeyler. lkinci gö­ rüş, Engels'in şu uyarısını dikkate almaz: Ayakkabı fır­ çasını memeliler kümesinin bir unsuru olarak sınıflan­ dırdığımızda , ayakkabı fırçasının memeleri oluşmaz (Engels, 1 988: 52) . Doğa söylemde kurulsaydı, fırçanın memelerinin çıkması gerekirdi. Memeleri oluşturan dil ya da söylem değildir. Doğayı kavrarken, onun hakkın­ da bilgi üretirken ya da söylem oluştururken, doğanın özelliklerine de bakarız. Balığı kümelendirirken, onu, fi­ ziksel özelliğinden yararlanarak pullu kümesine koya­ rız ; balığı, tüyleri olmadığı için tüylü olarak kümelen­ dirmeyiz. Bu çerçevede , realizmde doğadaki varlığın bil­ gisi, ne yalnızca varlıkbilime (ontoloj iye) ne de bilgibili­ me (epistemolojiye) indirgenir; bir ölçüde varlığın özel­ liklerinin, bir ölçüde de onun toplumsal olarak kavran­ masının, oluşturulan kümelendirmelerin ürünüdür (Mar­ tell, 1 994: 1 75) . Toplumsal inşacılığın söz konusu hatalı doğa kav­ rayışım en açık biçimde, kitap kapağını konuşmak için Orhan Pamuk'un evine gelen kişinin depreme yaklaşı­ mında görürüz. Ona göre, lstanbul'daki deprem beklen­ tisine karşın, şu anda deprem olmayacakmışçasına ya­ şam sürmektedir. Bunu örneklemek üzere, kadın, dep­ remde balkonda olmanın tehlikesini bilmesine karşın, balkona çıkar. Balkonda dikilirken depremin olmayaca-

14 5

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

ğına inanmaktadır, çünkü buna inanmasa orada öylece dikilmeyecektir. içeri girerken durumu açıklar: "Bal­ konda ayakta dururken kafamdaki deprem fikrine karşı bir zafer kazandım. Böyle küçük zaferler sayesinde hep birlikte büyük depremi yeneceğiz" (Pamuk, 2000 : 3) . Yerçekimini zihninde yeneceğini ileri süren yürekli ada­ mın idealist düşüncesiyle olan benzerlik apaçık ortada­ dır. Doğanın nedensel yapı ve süreçlerinin varlığının kabul edilmesi, doğayla ilgili farklı söylemlerin, değer­ lendirmelerin, açıklamaların olmayacağı anlamına gel­ mez. Marmara'daki fay hatlarında biriken enerji, bilim insanları arasında bir İstanbul depremi beklentisi ya­ ratmıştır. Beklenen depreme ilişkin birbirinden oldukça farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. Bir başka deyişle, doğa hakkında farklı söylemler olabilir. Bununla birlik­ te, doğanın bilgisinin farklı söylemlerle, çıkarlarla , de­ ğer yargılarıyla örülmüş olduğunun kabul edilmesi, bu bilgiden bağımsız bir doğal maddi dünya bulunmadığı anlamına da gelmez. Doğanın, söylemde kurulana bağlı olmayan bir gerçekliği vardır. 1 986 yılında Çernobil'de­ ki nükleer santralde oluşan sızıntı Doğu Karadeniz sa­ hillerini etkiledikten sonra, 1 2 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren ve dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral çayda radyasyon olmadığını ileri sürerek radyasyo­ nu , onun gerçekliğini ve sonraki etkilerini yok edemedi­ ler. O kadar ki, radyasyona bağlı olarak Karadeniz Böl­ gesi'nde kanser sayılarında patlama yaşandığı gibi, artış oranları da Türkiye ortalamasının çok üzerindedir. Gö­ rülüyor ki, söylemde kurulan gerçeklik, ayakkabı fırça­ sının memelerinin çıkmasını sağlayamadığı gibi, doğa­ nın süreçlerindeki gerçekliği de silip yok edemez. Doğa, türlü söylemlerle inşa edilir, ahlaki yargılara, estetik değerlendirmelere konu olur. Söylem, dil , bilgi, kavram, yorum, doğanın kavranmasını sağlar, ama do­ ğanın gerçekliği yalnızca dilde ya da söylemde kurulan-

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

dan ibaret değildir. Kavramlar ve adlar, doğadaki varlık­ ları , yapı ve süreçleri belirtirler, adlandırırlar. Bu adlan­ dırma ile onları tanırız, ama söylemin öneminin kabul edilmesi, bu adlandırmaya da konu olabilen şeylerin, bu adlandırmadan önce de maddi gerçekliğinin yadsınma­ sını gerektirmez . Doğa, var olmak için bilgibilimsel dü­ zeyde kavramlaştırılmaya gereksinim duymaz. Isaac Newton'ın yerçekimini keşfedebilmesi için, yerçekimi­ nin keşiften önce var olması gerekir.

Ceviz Ağacı Toplum fiziksel olarak doğaya bağlı olduğu ve ondan yararlandığı için toplumla doğa arasındaki sınır belir­ sizdir. Toplumsal bağlam, doğadan yararlanma biçimle­ rindeki farklılaşmayı kavramamızı sağlar. Doğanın top­ luma sunduğu fiziksel fırsatlar ve kısıtlar, iktisadi, sınıf­ sal , kültürel ve teknik ilişkilerin örüntülerine görece farklılaşır (bkz . iV Bölüm) . Bu bakımdan, deneyimledi­ ğimiz doğanın fiziksel nitelikleri sabit değildir, toplum­ sal pratiklere bağlıdır (Castree, 200 1 : 1 3 , 1 5 ) . Aynı ce­ viz ağacı, cevizlerinden yararlanmak, savaşta insan öl­ dürmek için silah dipçiği yapmak, Bitlis'li bir yurttaşın yaptığı gibi elektro gitar üretip ihraç etmek ya da keres­ tecilikte kütük olarak kullanmak örneklerinde , toplum­ sal pratiklere göre farklılaşan fiziksel niteliklere bürü­ nür. Toplumlar doğa olmadan üretim etkinliklerini sür­ düremeyecekleri gibi, aynı zamanda bu etkinliklerle do­ ğayı da yeniden oluştururlar. Emek etkinliklerinin köp­ rüler, su kenarında oluşturulan setler , toprak aşınmasını önlemek için yapılan taraçalar, evcilleştirme, meyve aşı­ lama, ceviz bahçesi gibi ürünleri, insanın doğaya katıl­ masının, doğayı yeniden oluşturmasının örnekleridir. Doğayla iki yönlü etkileşimi Marx, "doğanın insanlaş­ ması" ve "insanın doğalaşması" kavramlarıyla tartışır

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

(Çoban, 20 1 2 : 103) . Gerek doğadan yararlanma gerek doğanın yeniden oluşturulması, tarih boyunca, üretim tarzlarına bağlı olarak toplumdan topluma farklılaşmış­ tır (bkz . il. Bölüm) . 6.

Siyasetin Konusu Olarak Doğa ve Çevre

Doğa kavrayışları, siyasetin konusuyla ilgili tartışmalar­ da da önemli bir yer tutar. Doğanın siyasal anlamı ba­ kımından birbirine karşıt iki siyaset tarzını kısaca ele alalım. Bunlardan ilki, siyaseti doğadan türeten bir düşün­ cedir. Bu düşünce biçiminde siyaset, belirli nitelikler yüklenen doğadan kopyalanan bir model olarak sunu­ lur. Doğada saptanan özelliklerin toplumsal ilişkilere yön vermesi istenir. Örneğin, doğadaki çeşitlilikten si­ yasal hoşgörü ve demokrasi, karşılıklı bağımlılıktan eşit­ lik, uzun sürelilikten gelenek ve muhafazakarlık, kadın olarak "doğa ana"dan bir tür feminizm türetilir (Dob­ son, 1 990, 24) . Doğadan çıkarılan bu gibi ilkeler, gerçekte çelişkili siyasal sonuçlar üretir. Doğada uzun sürelilik olduğu gibi yaşamı birkaç gün süren organizmalarda olduğu gi­ bi kısa sürelilik de var. Çeşitlilik içinde uyum ve istikrar yanında uyumsuzluk, istikrarsızlık, evrim, değişim ve dönüşüm de var. Doğada gözlenen, birbirinin tersi nite­ liklerden hangilerine göre siyasal model oluşturulacak? Neden istikrara siyasal prim veriliyor da değişim model alınmıyor? Nitelikler arasında yapılan seçim, belirli bir siyasetin "doğal"laştırılması çabasına yöneliktir de on­ dan. Doğadan gelenin doğru olduğuna ilişkin bir varsa­ yımdan siyasal güç devşirmek istenir. Kaldı ki, ilkenin doğadan çıkarılması, "doğal" olması, onu toplumsal il­ kelere üstün kılamaz , eleştiriye kapalı tutamaz. Kökü doğal ya da toplumsal sayılsın, tüm siyasal ilkeler sorgu­ lamaya, eleştiriye ve tartışmaya açıktır.

İnsansız Doğa Siyaseti Kimi çevreci yaklaşımlarda doğa yüceltilirken siyaset, insan düşmanlığına kadar vardırılır. Toplumun doğada­ ki yıkıcı etkilerinin siyasallaştırılmasından farklı bir an­ layıştır bu. İnsan doğanın parçası olarak değil de güze­ lim doğayla uzlaşması olanaksız , doğayı hızla yok eden bir tür olarak görülür. Doğanın siyasal olarak idealize edilmesi, insanın do­ ğada "işgal" ettiği yerin göze batmasına yol açar. Doğa korumacı kimi siyasal tutumlarda, " el değmemiş doğa" alanlarının yaratılması ve artırılması, doğanın, hiç değil­ se bir bölümünün insandan tümüyle arındırılması amaç­ lanır. Bu anlayışlara , insansız doğa siyaseti diyebiliriz. Bu gibi çevreci yaklaşımlardaki el değmemiş doğa ideali, "bekaret kültü"nden beslenir. Örneğin, Yeni Dün­ ya'nın yeni sakinleri Kalifomiya'ya vardıklarında "bakir" topraklara ulaştıklarını sanıyorlardı . Oysa orası, çok uzun zamandır yerli Amerikalıların yurduydu. Yabanıl yaşamın korunması düşüncesini savunanlar, el değme­ miş olduğu ileri sürülen milli parklardan yerlilerin ko­ vulmasını önerdiler (Radkau , 20 1 7 : 7) . İnsansız doğa siyaseti , el değmiş, bozulmuş, kirle­ tilmiş çevreyle ilgili ne yapılacağı konusunda siyasal dü­ şünce tembelliği de oluşturur. Bu siyaset tarzı, örselen­ miş bölgeyi insansızlaştırarak doğaya terk etmek dışında bir söz söylemez . lnsansızlaştırılmayan yerlerde , toplu­ mun doğayı yıkıma uğratmadan etkinliklerini sürdürme biçimleriyle ilgili bir siyasal öneride bulunmaz . Bu ba­ kımdan insansız doğa siyaseti , ekolojik eylemsizliktir. Karabük Demir Çelik Fabrikası'nı kapattığımızı dü­ şünelim. Kapatma, fabrikanın çevre ve toplum sağlığı etkileri düşünüldüğünde yerinde bir önlemdir. lyi güzel ama, bu yapılırken hem fabrika yerleşkesinin ekolojik toplumsal dönüşümü öngörülmeli. . . Yüksek fırınlar, had­ dehaneler , cüruf yığınları, bulundukları yerde doğaya

1 49

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

zararlı etkileri onlarca yıl sürecek maddeler, öylece ye­ niden yabanlaşmaya bırakılamaz. Yerleşke, örneğin, eko­ lojik ve toplumsal ussallığı birlikte gözeten bir etkinlik alanı olarak yeniden örgütlenebilir. Hem de Karabük'te kentsel toplumsal dönüşüm planlanmalı. Fabrikada ça­ lışan emekçiler, kent nüfusu için tarımsal üretim yapan köylüler, kentteki öteki toplum kesimleri "doğa zararlı­ ları" olarak görülüp ölüme terk edilemezler. Demek ki, insansız doğa siyaseti, emekçi kesimler bakımından sorunlu sonuçlara yol açar. Emek etkinlik­ leri doğada gerçekleştirilir. Emekçi, sermayedardan farklı olarak emek etkinliği sayesinde yaşamını sürdürür. Do­ ğanın kendine gelmesi için doğanın insanlardan arındı­ rılması talebi , bir tür emek düşmanlığıdır. tık sorun, bu­ dur. İkincisi, emek etkinlikleri olmadan toplumsal ya­ şamın sürdürülmesinin olanaksızlığıdır. Emekçi sınıfla­ rın emek etkinlikleri sayesinde toplumsal metabolizma­ nın çalışmasını sağlayan üretim gerçekleşir. Üçüncü so­ run ise toplumsal yaşamın sürmesi için gerekli emek ile belirli , güncel emek etkinliği arasında ayrım gözetme­ yen toptancı bir eğilimle ilişkili. Bu toptancılık, günü­ müzde geçerli, kapitalist, sömürgen, yıkıcı, kirletici, eko­ lojik yıkıma götüren üretim tarzını gizlemiş olur. Karşı çıkılması, kaçınılması, değiştirilmesi, doğadan kovulma­ sı gereken, kapitalist üretim tarzında geçerli olan emek etkinliğidir.

Doğasız Siyaset insansız doğa siyaseti, doğanın içindeki toplumsal insa­ nı silip yok etmek ister. Buna karşılık, ikinci siyaset tar­ zı ise topluma bütünleşik doğayı kazıma derdindedir. Bu siyaset, toplumsal inşacı doğa kavrayışına dayanır. Toplumsal olanın belirlemeleri dışında kendinde bir do­ ğanın var olmadığı, zaten olmayan bir doğanın siyasal gündemden arındırılması savı ileri sürülür. Bu tarz an­ layışlara, doğasız siyaset diyebiliriz .

J so

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

Örneğin Bruno Latour (2004: 25-28) , doğanın insan için değil de doğa için savunulduğu iddiasını gerçekçi bulmaz , çünkü insansız bir doğanın iyiliğinin betim­ lenmesi olanaksızdır. Tekil bir bütünsellik olarak doğa, doğal düzen, doğal hak, doğada nedensellik kavramla­ nyla siyaset zayıf düşürülür. Bu bakımdan, doğanın öl­ düğünü ilan ederek, siyaset kavramını yükseltmek gere­ kir. O kadar ki, doğa ile siyaset, iki rakibi karşı karşıya getiren bir tahterevalli hareketi sergilerler, biri yükse­ lince öbürü aşağı gider. Bu yüzden siyaset, doğasız ol­ mak zorundadır. Böylece, "doğal düzen"i topluma mo­ del kılan bir anlayışa karşı çıkarken doğayı da onunla birlikte çöpe atar. Oysa, önceki başlıklarda vurguladığım üzere, doğa siyaseti, doğayı ideolojik olarak yüceleştirmeden de ya­ pılabilir. Latour'un yaklaşımı, doğayı, toplumsal ve fi­ ziksel varlıkların ilişki ağlan içinde yok eden tekçi (mo­ nist) bir varsayım sunsa da gerçekte , toplumla doğayı tahterevallinin iki ayrı bölümüne yerleştiren, ikici bir düşüncedir. Toplum-doğa ikiliğinin yarattığı sorunlar, oluş ve süreç olarak doğayı yok sayan bir tekçilikle aşı­ lamaz. Doğasız siyaset yaklaşımlarında savunulduğu gibi doğa sona erdiyse, var olmayan bir doğanın korunması da söz konusu olmaz. Doğa öldüyse , tanım gereği, ko­ runacak bir şey yok demektir. Bu durumda, Kaz Dağlan, Kuzey Ormanlan, Karadeniz dereleri ve yaylaları, Salda Gölü, Munzur Gözeleri, Antalya kıyıları, Akdeniz foku, meralar, taş ocaklarıyla eritilmek istenen dağlar için sür­ dürülen mücadeleler konusuz kalır . Bu mücadeleleri yürütenler, o doğa varlıklanna sermayeyle devlet ortak­ lığında ne yapılmak isteniyorsa o "yapılmasın" diye uğ­ raşıyorlar. Mücadelenin konusu olan "şey" e ne ad vere­ ceğiz? Henüz projeler yapılmadığı için "yapılı çevre"nin tamamlanmadığı, ama doğasız siyaset düşüncesine göre "doğa" da diyemediğimiz bu varlıklara, o varlıkların oluş­ tuğu sürece bir ad veremez duruma düşeriz.

l sı

Çewe Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

Her şey toplumsallığa indirgendiğinde insan-olma­ yan varlıklara verilen zararı da konuşamayız. Doğa top­ lumun içinde eritildiğinde, deniz kirliliğini, plastiklerin tıkadığı balıkların sindirim sistemlerini, denizel tür ka­ yıplarını, doğaya verilen zarar olarak konuşamayız. De­ niz ekosistemindeki kirlilik, toplumun topluma zararı olur ! Toplumun doğada oluşturduğu yıkımı engelleye­ cek toplumsal mücadeleleri , politikaları , önlemleri de planlayamayız. Bu bakımdan doğasız siyaset, ekolojik eylemsizlik tir. O "şey" deneyimlediğimiz doğadır. Farklı sınıfsal ve toplumsal kesimler arasında ekolojik uyuşmazlıkların sürüyor olması, bu doğanın varlığını gösteriyor. Kaldı ki, emek etki nliklerinin dayandığı deneyimlediğimiz do­ ğa olmadan, doğa karşısında yüceltilen toplumsallık da toplumsal yaşam da olmaz. Deneyimlediğimiz doğa, do­ ğadaki çeşitli mekanizma ve süreçlere bağlı olarak olu­ şur. Öte yandan, gündoğumu, günbatımı, j eolojik kat­ manlar, yerçekimi gibi yasa ve süreç olarak doğa sona ermiş olsaydı , bunu hep birlikte fark etmiş olurduk doğrusu . Slovaj Zizek de (2004: 58-59) "doğa yoktur" diye yazar. Ama Zizek için doğanın var olmaması, toplumsal inşacılann anladığı anlamda değildir. O, insanın etkin­ likleriyle dengesini bozduğu bir doğanın olmadığını vur­ gular. Doğa, neden-sonuç ilişkisi barındırmaz, zaten dü­ zensizdir, çalkantılıdır, kaotiktir. Bu bakımdan insanın doğaya dönmesi, insanla doğa arasında denge arayışı çabaları anlamsızdır. Toplumun doğa üzerindeki etkileri dikkate alındığında, insanlığın doğaya yabancılaştığı gö­ rüşündedir. Yapılması gereken, bu yabancılaşmanın ka­ bul edilmesi ama tümüyle kontrolden çıkmasına da en­ gel olunmasıdır. Yabancılaşmayı kanıksayan bu düşün­ ceden, yabancılaşmanın kapitalist toplumdaki koşulla­ rını ortadan kaldırarak bir değişim umudu çıkarmak zor görünüyor. Başka bir toplum-doğa etkileşimi için siya­ set yapmanın, baştan önünü kesen bir yaklaşım bu.

l s2

Yapılı Çevrenin Siyaseti Çevre , doğal dünya olarak, doğa ile eş anlamlı kullanı­ labiliyor. Sözlük anlamı bakımından çevre, bir şeyin çevreleyeni, bulunduğu ortam, onu kuşatan koşullardır. Bu kullanımlarda çevre, doğadaki canlı (biotic, dirim­ sel) ve cansız (abiotic, fiziksel) varlıklarla , bunlar ara­ sındaki etkileşimleri içerir. Etkileşim vurgusu, çevrenin etkisiz bir arka plan ol­ madığını belirtir. Çevre , çevrelediği varlığın kurucu par­ çasıdır. Bu nedenle , çevreyi kavrayabilmek için çevrele­ diği varlığı, o varlığı kavrayabilmek için de çevresindeki koşulları, yapı ve mekanizmaları çözümlemek gerekir. Bu durumda daha soyut, evrensel doğadan, belirli bir varlıkla onu çevreleyen koşulları ve aralarındaki ilişkile­ ri anlatan belirli bir çevre kavramına ulaşılır. Bu açıdan çevre , bir organizmanın ya da türün yaşam ortamını an­ latır (Barry, 1999: 1 2- 1 6) . Bu anlamıyla, insan söz ko­ nusu olduğunda çevre, insanın etkileşim içinde olduğu doğal ve yapılı öğelere birlikte göndermede bulunur. Bunun yanında, yapılı çevre, yapay çevre , kentsel çevre, toplumsal çevre terimlerinden anlaşılacağı gibi, çevrenin, doğa sözcüğünden ayrılan anlamları da bulu­ nuyor. Yapılı çevre, tarihsel, kültürel, teknolojik biriki­ me bağlı olarak insan yapımı, toplumun yarattığı, çalış­ ma, barınma, dinlenme, eğlenme gibi çeşitli gereksinim­ leri karşılayan, yapı, mekan, aygıt, yerleşke, yerleşim bütünüdür. Steven Vogel (20 1 6 : 1 5 2- 1 58) , doğa insanlar tara­ fından tümüyle dönüştürüldüğü içindir ki yalnızca ya­ pılı çevrenin var olduğu kanısında. O da doğanın sona erdiğini düşünenlerden. Dünya , insanların ürettiği bir yapıntıdır. Bu yüzden çevrecilik, ortadan kalkan bir do­ ğayı değil, çevreyi konu edinmeli. Çevreci siyasal kuram da yapılı çevrenin siyasal kuramına dönüştürülmeli. Çevreci düşünüş, insanın olmadığı bir yer olarak tanım­ ladığı doğayı boş vermeli, insanın yaşadığı yerle ve yapı-

[ s3

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

lı çevreyi oluşturma pratikleriyle ilgilenmelidir, ona göre. Vogel için, çevre sorunları doğayla uyumlu yaşaya­ rak çözülemez. Çünkü çevre sorunları doğayla ilgili so­ runlar değildir. Çevre sorunları, hangi eylemleri gerçek­ leştirme ve hangi sonuçları doğurma konusunda birlikte karar verememe hatasının sonucudur. O nedenle, çevre sorunları, daha iyi bir çevre yaratmak için demokratik biçimde tartışarak, toplumsal olarak bilinçli biçimde ka­ rar vererek çözüme kavuşturulur. Toplumsal yaşamdaki her sorunun çözümü için, konuşmak ve birlikte karar vermek önerisi yapılabilir, doğrusu . Ama Vogel, çevre konularının niçin demokra­ tik biçimlerde konuşulmadığını, kararların neden birlik­ te alınmadığını, konuşmanın tarafları arasında güç eşit­ liği koşullarının nasıl sağlanacağını sorgulamıyor. Diye­ ceğim, ekolojik uyuşmazlıkların iktisadi ve siyasal ne­ denlerini araştırmıyor. Bu biçimiyle önerisinin, şiddetli geçimsizlik sorunu yaşayan bir çifte , "konuşmadığınız için sorun yaşıyorsunuz" diye akıl vermekten çok da farkı yok. Çevre ile doğa sözcüklerinin örtüştüğü ve ayrıştığı, farklı anlamlarını göstermeye çalıştım. "Oturma odasın­ daki bir kişinin doğada olduğunu söyleyemeyiz" cümle­ si (Vogel, 20 1 6 : 1 50 ) , haklı olarak, yapılı çevre ile doğa arasındaki farka işaret ediyor. Ne var ki, odanın yapıldı­ ğı malzemeler, üstünde yükseldiği toprak, odada solu­ nan hava, içilen su , konuşulan cep telefonun pilinde kullanılan kobalt, nikel, demir elementleri, dünyadaki her şeyin tabi olduğu yerçekimi gözetildiğinde , odadaki kişinin doğanın dışında olduğunu da söyleyemeyiz. Vogel, çevre yapım sürecinde yalnızca toplumsal pra­ tikler bulunmadığının farkındadır; onların yanında, in­ san-olmayan varlıkların da yer aldığını yadsıyamaz. Ya­ pılı çevre o varlıklarla birlikte yapılır. Ama çevreyi ya­ panlar, insanlardır. Ne yapılacağına ve nasıl yapılacağı­ na insanlar karar verir. Onun bu mantığının izini sürsek

l s4

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntem bilimsel Bir Giriş

bile şu gerçekten kaçamayız: İnsanların karar vericiler ol­ ması, insan-olmayan varlıklar olarak doğayı ortadan kal­ dıran bir etki doğuramaz. İnsanlar doğanın nasıl kullanıl­ dığıyla ilgili karar verirler, o kararın nesnesi ise doğadır.

Doğanın Yeri Doğayı öne çıkaran insansız doğa siyaseti ile toplumu öne çıkaran doğasız siyaset yaklaşımlarındaki ortaklık, doğanın ölümü varsayımıdır. Doğanın ölümüne insansız doğa siyaseti hayıflanırken, doğasız siyaset öleni selam­ lar. Ama her iki siyaset de toplumun doğayla ilişkilerini yanlış kavrar. Bu ortak yanlışın, gündelik yaşamda da örnekleriyle karşılaşırız . 2020 yılında dünyayı saran Kovid- 1 9 virüs salgını sürecinde sokaklar birkaç hafta boş kalınca, yabanıl hay­ vanların kent içindeki görüntüleri paylaşıldı sosyal med­ yada. Kimilerine göre , insanlar evlere çekilince "kent, doğaya kaldı" , "doğa geri geldi . " Birkaç yanılgıyı birden barındırıyor fotoğraf altına iliştirilen buna benzer acele yorumlar. llki, doğanın toplum yaşamından bıçakla ke­ silmiş gibi ayrılması inancıdır. Doğa, Amazon Ormanla­ rı'nın derinliklerindeki kervan geçmez yer olarak tanım­ lanmadıkça, toplum, doğadan hiçbir zaman kopmuş ol­ maz. Amazon da, toplumsal etkinliklerin neden olduğu iklim değişikliğinden bağışık değildir. Kaldı ki , ortaya çıkmasının ve dünyaya yayılmasının da gösterdiği gibi, salgın da toplum doğa etkileşiminin bir biçimidir. İkincisi , toplumsal yaşamdan sanki olanaklıymışça­ sına kazınan doğa, şimdi birdenbire beliriveriyorsa, çok da uzağımızda değilmiş demektir. Doğa sona ermediği gibi, toplum, doğanın dışında da değildir. Az önce kul­ landığım oturma odası örneğinin gösterdiği gibi, top­ lumsal yaşam ancak doğanın katkısıyla var olur. Doğa uzaktaki bir mesire yeri değildir, bir yere gitmediği için geri geldi de denilemez . Üçüncüsü de, yapılı çevre , sekiz on kadar yabanıl hayvan asfaltta gezmeye başlayınca ani­ den doğallaşmış olmaz. Yapılı çevre doğayla kolaylıkla

l ss

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

bütünleştiğine göre, yapılı ve doğal çevreyi, aralarında Çin Seddi varmış gibi hiçbir geçişkenliğin olmadığı alan­ lar olarak görmek gerçekle bağdaşmaz . Doğa toplumun, toplum da doğanın parçasıdır. Top­ lum doğaya , doğa da topluma indirgenemez (Malın, 20 1 8 : 283 ) . Bu nedenle, "doğanın siyaseti mi yoksa ya­ pılı çevrenin siyaseti mi" sorusu , doğayla toplumu bir­ birlerine göre önceliklendiren yanlış bir sorudur. Top­ lum ve doğa, ikici düşünüşte olduğu gibi, birbirleriyle kesişmeyen iki ayrı dünya değildir; tekçi düşünüşte ol­ duğu gibi, biri öbürünün içinde de eritilemez. Toplumla doğa arasında sürekli bir etkileşim olur. O etkileşim, si­ yasal ekolojinin inceleme alanıdır.

Siyasal Ekoloji Ekoloj i sözcüğünü, bir biyolog olan Ernst Haeckel , 1 866 yılında türetir. Ekoloji, Yunancada ev, yuva, yaşa­ nan yer anlamına gelen "oikos" ile söz, bilim anlamına gelen "logia" sözcüklerinden oluşur. lzleyen yıllarda eko­ loji, organizmaların canlı ve cansız çevreleriyle olan iliş­ kilerini inceleyen bir bilim dalı olarak gelişir. Haeckel'in sözcüğü türetmesinden yüzyıl sonra da ekolojik sorun­ ların, iktisadi, siyasal, ideolojik yönleri , kapitalizmle ve emperyalizmle doğrudan bağlan konuşulmaya başlanır. Benzer biçimde, insanların çevreleriyle karşılıklı ilişkile­ ri, l 9 70'lerde başlayan ekoloji mücadelelerinde siyasal­ laştırılır. Bu gelişmeler, siyasal ekoloji (political ecology) yaklaşımının habercileridir. Kavram, bu yaklaşımla ya­ pılan araştırmaların artmasıyla l 980'lerde artık yerleş­ miştir. Latour'un yaklaşımında ise siyasal ekoloji, daha doğ­ muş bile sayılmaz. Latour, bunun nedenlerini, yerleşik siyasal ekolojiyle ilgili kendi değerlendirmesinde şöyle açıklar: Siyasal ekoloji doğa hakkında konuşma iddiasın­ dadır, ama sürekli olarak insanların yarattığı ekolojik sorunları vurgular. Doğanın insanlardan korunması id­ diasındadır, oysa korumaya yönelik etkinlikleri, insan-

l s6

Toplumun Doğayla Etkileşimine Yöntembilimsel Bir Giriş

lann doğaya daha yoğun ve yayılmacı biçimde içeril­ mesine denk düşer. Doğanın doğa için savunulduğu id­ diasındadır, ama bu misyonu insanlar tarafından yerine getirilir. O misyon da ayncalıklı insanlann doğa hazzı ba­ kımından gerekçelendirilir. Bütün hakkında konuştuğu iddiasındadır, ama tekil, yerel, belirli durumlara odakla­ nır. Geleceğin siyasal sistemini oluşturma iddiasındadır, ama birkaç yerde, sınırlı seçim başansının ötesine geçe­ memiştir. Latour, ileri sürdüğü böyle bir siyasal ekoloj inin ge­ lişmemiş olmasına sevinir. Onun görüşüne göre, siyasal ekoloji, gerçekten doğup serpilmesi için şu özelliklere sahip olmalı: Doğayı siyasete sokarak siyaseti olanaksız kılan siyasal ekoloji, doğayı siyasete sokmak konusunda başansız oldukça, gerçek anlamda siyasal ekoloj i olarak belirecektir. Çünkü siyasal ekolojinin doğayla hiçbir il­ gisi olamaz. Siyasal ekoloji doğayı korumaya çalışmaz. İnsan olan ve olmayan varlıkların çeşitliliğiyle ilgilidir. Siyasal ekoloji, doğanın iyiliği saptanamayacağı için do­ ğaya hizmet etme iddiasında olamaz , bunun yerine in­ sanlar ve şeylerle ilgili yerleşik düşünceleri sorgular. Ye­ rel eylemleri bütünlüklü bir program çevresinde bir ara­ ya getirme yeteneği de yoktur, pek çok canlı ve olgu tek çatı altında bütünleştirilemez . İnsanlar ve insan-olma­ yan varlıklar kolektifler oluştururlar. Onun betimlediği siyasal ekoloj inin odağında, doğada ve toplumda bulu­ nan biyoloj ik ve toplumsal varlıklann bir arada oluştur­ dukları bu kolektifler, birlikler, ağlar, ağ içi kısa süreli aktör ilişkileri olmalıdır. Kolektifin aktörleri dil yetene­ ği, toplumsallık gibi ölçütlere göre biçimlenmezler. İn­ sanlan ve insan-olmayanları temsil edenler, konuşmacı­ lardır. Siyasal ekoloji, konuşmacılar hakkında kuşkulu ol­ mayı elden bırakmayacaktır. Toplumsal aktör olma yete­ neğinin yeniden dağıtımıyla ilgilenecektir (Latour, 2004: 20-22; 232) . Siyasal ekolojinin doğaya göndermede bulunan eko­ loj i parçası kopartılınca, geride kalana neden yalnızca siyaset denmiyor sorusu sorulabilir. Kaldı ki , geriye ka-

l s7

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

lanı siyaset olarak adlandırmak da güç görünüyor. Çün­ kü Latour, doğada olduğu gibi toplumda da nedensel ilişkilerin, altta yatan yapısal mekanizmaların bulunma­ dığını ileri sürer. Böyle olunca , siyasal ekoloj i de ekolo­ jik sorunların, kapitalizmin yapılarından ve işleyiş yasa­ larından, sermaye sınıflarının artık değer yaratma yıkıcı­ lığından kaynaklanan gerçek nedenleriyle ilgilenmeye­ cektir. Demek ki Latour'un siyasal ekolojisi, hem doğa hem de siyaset açısından önümüze diktiği setlerle, eko­ lojik örselenmenin nedenlerini arayıp bulmamızı engel­ liyor. Bu kitapta, bir yaklaşım olarak siyasal ekolojiyi, ka­ pitalizmi çözümlemeye uygun yöntem araçlarıyla berki­ terek, şöyle bir içeriğe büründürerek kullanıyorum: Si­ yasal ekoloji, toplumun doğayla etkileşimlerinin iktisadi ve siyasal yapılarla, sınıfsal ilişkilerle birlikte incelenme­ sini konu edinir. Doğa derken, bu bölüm boyunca yü­ rüttüğüm tartışmalarla çizdiğim çerçeveyi kastediyorum. Siyasal ekoloji, çeşitli ekolojik sorunları ve doğaya veri­ len zararları, toplumsal eşitsizliklerle ekolojik eşitsizlik­ ler arasındaki simetriye odaklanarak ele alır. Daha açık bir anlatımla, ekolojik sorunların yükünün, kapitalist sı­ nıfların yararını gözetecek biçimde yoksulluk, toplum­ sal cinsiyet, etnik kimlik, ırk ayrımlarına uygun olarak toplumun ezilen sınıf ve kesimlerinin ve doğanın üze­ rinde bırakılma biçimlerini araştırır. Yerel, ulusal, ulus­ lararası ölçeklerde beliren ekolojik uyuşmazlıkların ta­ raflarının, yaklaşımlarını, siyasal taleplerini, bu taleple­ rin sosyo-çevresel ve iktisadi politikalara yansıma bi­ çimlerini tartışır. O taraflar arasında yer alan ekolojik mücadelelerin gelişimlerini, beslendikleri siyasal düşün­ celeri, stratejilerini, eylemlerini inceler. Toplumun doğayla etkileşimlerinin yöntembilimsel incelemesini, böylece tamamlamış olalım. Bu etkileşim­ lerin tarihsel, ekolojik, üretimle tüketime ilişkin ve etik yönleri, kitabın izleyen bölümlerinin konuları . . .

il. BÖLÜM

İnsanlığın Eko-Tarihsel Serüveni

Siyasal ekoloj i yazınında genellikle toplumların çevre üzerindeki etkilerinin türlü yönleri tartışılır. Bu tutum yanlış da değildir. Bununla birlikte , doğanın da toplum­ sal yaşam üzerinde etkide bulunduğunu gözden kaçır­ mamalıyız. Toplumun doğa ve doğanın toplum üzerin­ deki karmaşık etkileri, kitabın bütününde yeri geldikçe ele alınıyor. Bu bölümde ilk insanlardan bu yana doğay­ la kültür arasındaki etkileşimin ana izlekleri açıklığa kavuşturulacaktır. İklim, flora ve fauna gibi ekolojik ko­ şulların insan topluluklarının geçim yollarını, yeme iç­ melerini, doğayla ilişki biçimlerini nasıl etkilediği soru­ sunun araştırılması, bu bölümün öncelikli konusudur. İnsanlar doğayı kavradıkları ölçüde onun kısıtlayıcı ko­ şullarını aşmaya yönelik yol , yöntem ve araç gereçler ge­ liştirmeye girişirler. Böylece doğa üzerinde denetim ola­ nakları genişler. Ama aynı zamanda etkinlikleri nede­ niyle değişen çevrenin topluluğa etkisiyle de yeniden uğ­ raşmaları gerekecektir. İnsanların doğayla çok yönlü etkileşimi iktisadi, si­ yasal, kültürel, ideolojik, hukuki yapıların ve sınıfsal ilişkilerin içinde biçimlenir. Bir başka deyişle , etkileşi­ min kapsamını, içeriğini, hızını, yaygınlığını, yoğunlu­ ğunu belirleyen, üretim tarzıdır. Tarih, üretim tarzı kav­ ramı bakımından dönemlere ayrıldığında, kabaca, ilkel-

l s9

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

eşitlikçi, feodal, kapitalist ve sosyalist üretim tarzların­ dan söz edilir. Sosyalizm deneyimi başarısızlığa uğradı­ ğına göre başarısızlığın türlü nedenlerinin tartışılmasına da yer ayırmak gerekeceği için, bir eksiklik olmakla bir­ likte, sosyalist toplum-doğa etkileşimini burada dışarda bırakmayı yeğledim. insanlığın ilk evreleri birkaç milyon yıl sürdüğün­ den arkeologlar bu uzun dönemi çağlara ayırma yoluna gittiler. Bunlara Eskitaş ve Yenitaş çağları dediler. Eskitaş Çağı (Paleolitik Çağ) ilk insan cinsinin be­ lirdiği 3 milyon yıl önce başlayan ve günümüzden 1 2. 000 yıl öncesine kadar olan zaman dilimidir. Bir mil­ yon yıl önce Homo Sapiens türü ve 200.000 yıl önce de bugün var olan çağdaş tipte insan ırkları görünür. Eskitaş Çağı'nda geçim biçimi, toplayıcılık ve avcılıktır. Yenitaş Çağı (Neolitik Çağ) bitkisel ve hayvansal besin üreticiliğinin başladığı MÖ 1 0 . 000 yılı ile sınıflı, devletli, kentli, ideolojili topluma geçildiği MÖ 3500 yılları arasını kapsar (Şenel, 20 1 9 : 9) . iki çağı birbirin­ den ayıran temel unsur, ikincisipde tanına geçilmiş ol­ ması. Tanına geçilir geçilmez avcı-toplayıcılıktaki ilkel­ eşitlikçi yaşam biçimi birdenbire sona ermez. Zamanla sınıfsal ayrımların, yöneten ile yönetilen bölünmesinin ve erken devletin belirmesiyledir ki artık eşitlikçi toplu­ luk ilişkileri kesin olarak kaybolur. Daha sonra tarımsal üretimi yapan toprağa bağlı köylünün ürününe el koyan derebeyliğin yerleşmesine koşut olarak da feodal top­ lumlar tarihte yerlerini alırlar. Ardından şimdi yeryüzü­ ne egemen olan kapitalizm gelir. Tarihsel sırasına göre ilkin avcı-toplayıcıların do­ ğayla etkileşimiyle başlayalım. 1.

Avcı-toplayıcılıkta Ekolojik Koşullar

Ilk insanların doğa üzerindeki etkilerinin sınırlı olduğu, kolayca tahmin edilebilir. Çevrede buldukları ve topla­ dıkları meyveleri, yumrulu bitkileri, kabuklu yiyecekle-

l 6o

lnsan/Jğın Eko- Tarihse/ Serüveni

ri, kurtçukları, böcekleri, hayvan leşlerini ve yakaladık­ ları hayvanları yemek, bunlarla yetinmek zorundaydılar. Gordon Childe'a göre yamyam olmaları da olası. O dö­ nemde besinler bakımından savurganlığa yer yok. Toplayıcılıkla birlikte avlanarak da karınlarını do­ yurmayı başardılar. 2,5 milyon yıl önce ağaç dallarından ve taştan basit araç gereç yapmaya başlamaları, avlan­ malarını kuşkusuz kolaylaştırmıştır. Eskitaş Çağı'nda zaman, günümüz kapitalizminde olduğu gibi hızlı ak­ mıyordu. Avcılık araç kutusunu çeşitlendirip geliştirme­ leri de çabucak olmaz. Karınlarını doyurmak için avla­ nan bu çağ insanlarının yerkürenin uygun bölgelerinde avcılıkta ustalaşmaları, günümüzden 50.000 yıl öncesi­ ne denk düşer. Çağın zor yaşam koşullarına uyum sağlamanın yol­ larını bir biçimde buluyorlar. Av hayvanlarının peşin­ den oradan oraya dolaşmak bunlardan biri. Bu bakım­ dan sınırlı bir çevrede , çok dar bir bölgede yaşamadıkla­ rını söyleyebiliriz .

Eşitlikçi Ilişkiler Avcı-toplayıcılar 30-40 kişilik küçük topluluklar. Saldır­ gan hayvanlardan korunmak ve otçul hayvan sürülerine saldırmak için topluluk halinde hareket ederler. Bu top­ lulukların birbirleriyle de ilişki içinde oldukları, kay­ nakları, işgücünü, deneyimlerini paylaştıkları akla yatan bir görüş (Faulkner, 20 1 3 : 4) . Zor doğa koşullarına uyum sağlamayı başarmanın önemli bir yolu , topluluk­ lar arası işbirliği ve dayanışmadır. Avcı-toplayıcılar, besinleri ortaklaşa elde edip or­ taklaşa bölüşen eşitlikçi bir geçim biçimine sahipler. Be­ sin kaynaklarından "herkesin gereksinimine göre" ya­ rarlandığı küçük bir toplulukta kimse aç kalmıyor. Bu bakımdan eşitlikçi yapı zorluklarla baş etmeyi kolaylaş­ tıran bir başka önemli etmen. Ayrıca eşitlikçi yapı, top­ luluğun, gereksinimini aşacak biçimde doğa üzerinde

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

yıkıcı bir baskı oluşturmasına da engeldir. Çünkü özel mülkiyet, miras bırakma , para ve piyasa ekonomisi yok. Bunların olmadığı bir yerde avcı-toplayıcı topluluk, rast­ lantıyla gerekenden daha çoğunu elde etse ne yapacak? Saklama , depolama olanağı bulunmuyor. Kaldı ki içle­ rinden biri sakladı diyelim, onu da bir süre sonra gerek­ sinim duyulduğunda yine topluca tüketecekler. Gizli saklı ziyafet sofrası kuracak bir ortam yok. Pazar yok başkasına satamaz, miras yok çocuklarına da bırakamaz (Şenel, 2020: 1 5 5 ) . Özel mülkiyetin olmadığı koşullar, paylaşım ve dayanışmayı artınyor. Üretimin olmadığı avcı-toplayıcı geçim biçiminde gereksinimin karşılanmasıyla yetinilir, artık ürün elde edilmez. Dolayısıyla, artık ürüne el koyacak egemen sı­ nıflar da ortaya çıkamaz. Sömüren sınıf olmayınca o sı­ nıf üyelerinin zenginleşmesi için doğa üzerinde ek bir toplumsal yük de oluşturulmaz.

Doğaya Bakış Avcı-toplayıcılar besin bulmayı ve avda başarı sağlamayı kolaylaştırmak için sihir ayinleri icat etmişler. Bugün yağmur duasına çıkılmasına benzer biçimde, doğal ko­ şulları sihir yardımıyla denetleyebileceklerini düşün­ müşler. Ne ki sihrin işe yarayan bir gücünden de söz edebiliriz. Sihir ayinleri ve totemler, topluluk içi daya­ nışmayı çoğaltması yanında avcıya totemin davranışla­ rını tanıtarak avını tanımasına ve özgüveninin artması­ na yardımcı olur ( Childe, 20 1 8 : 69) . Sihir ayinlerinin, avlanacak hayvana özenle yakla­ şıldığını gösterdiği ileri sürülebilir mi? Bir başka deyişle, doğa kavrayışları hakkında ne biliyoruz? Bu törenlerin ne ölçüde avcıyı cesaretlendirmeye adandığını, ne ölçüde insanın yaşamını sürdürmesini sağlayan ava yönelik bir saygıyla kurgulandığını ya da her ikisinin bir karışımı mı olduğu konusunda güvenilir bir yargıda bulunamayız. Bu konuda o topluluğun do-

l 62

insanlığın Eko- Tarihsel Serüvenİ

ğayla ve hayvanlarla kurduğu ilişkiyi nasıl anlamlandır­ dığı önem taşır. Kaldı ki farklı kıtalarda farklı koşullar­ da farklı zamanlarda toplulukların anlam örüntüleri farklılaşabilir. Yine de, eşitsizliğin bilinmediği bir yaşam biçiminde doğadaki varlıklara da olsa olsa iyi bildikleri eşitlikçi bir gözle baktıklarını öngörebiliriz. Kendilerini, avladıkları hayvanlardan üstün ya da aşağı görmüş ola­ mazlar. Topluluk yaşamını, hayvan türünün bitmesi pa­ hasına önceliklendiren topluluklar olmuş olabilir. Ter­ sine, hayvan varlığının belirli bir düzeyde kalması ile topluluk yaşamının sürdürülmesi arasında bir bağ kur­ muş da olabilirler. Topluluk, geçim araçlarını toplayıcı­ lık yanında su ürünleri toplayıcılığı ve balıkçılıkla çeşit­ lendirdiği ölçüde, avlanma nedeniyle av hayvanlarının tükeniyor olmasını daha az dert edinebilir. Avlanmanın hacmi daralınca kendi nüfuslarını denetim altında tut­ mayı denemiş de olabilirler. Gerçekten de bazı çalışmalarda ilkel topluluğun nü­ fusunun belirli bir düzeyi aşmaması için çaba gösteril­ diği belirtilmektedir. Marvin Harris ilkel topluluklarda nüfus kontrolü uygulamalarını ayrıntılı biçimde tartışır. Uygulanan yöntemler arasında şunları sıralar: Çocuk düşürme , doğan çocukları özellikle de üremenin ana ak­ törü olan kız çocuklarını bakımsız bırakarak ölmelerine izin verilmesi ve gerektiğinde savaşta asker olacak erkek bebeklerin kayırılması yollarıyla üreme hızının azaltıl­ ması, hastalanan yaşlılara zaten ölüymüş gibi davrana­ rak ölüme doğru yol almalarını kolaylaştırma, annenin çocuğu emzirmeyi sürdürerek adet görmeyi geciktirme­ si ve emzirme sırasında da fazladan kalori yakması saye­ sinde kendi vücut yağ oranının düşük kalmasını sağla­ yarak gebeliği engellemesi. İstenmeyen çocuklardan kur­ tulma çabası yalnızca ilkel topluluklara özgü sanılma­ sın. Bu pratikler tarih boyunca sürmüştür. O kadar ki İngiliz Parlamentosu 18. yüzyılın ortasında "buluntu has­ taneleri" kurulmasına karar verir. Fransa'da 1 824- 1 833 yılları arasında bebeklerin yasal olarak terkedildiği bu

1 63

Çewe Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

gibi kurumlara bırakılan bebek sayısı, 336. 297'dir. Bıra­ kılan bebeklerin yüzde 80'den çoğu da birinci yaşının içinde ölümle tanışırlar (Harris, 20 1 8 : 29-37 ; 288-90) . Nüfus kontrolü, besin kaynaklarının dönemsel ye­ tersizliği karşısında çevreye uyum sağlamanın yolların­ dan biri miydi, yoksa topluluğu küçük tutmak için dü­ zenli biçimde mi uygulanmıştı sorusuna kesin bir yanıt vermek güç. Örneğin, MÖ 30.000 ile 1 0 . 000 arasındaki dönemde avcı-toplayıcı topluluklar besin sıkıntısı çek­ miyor, açlık ve sefalet içinde bir yaşam sürmüyordu. is­ kelet kalıntılarından elde edilen bulgular iyi beslendik­ lerini gösteriyor. Günümüzde geçimlerini sağlamak için günde 1 0 - 1 2 saat harcayan insanlar kadar besin bulma­ ya zaman ayırmıyorlardı . Bunun yarısı kadar bir sürenin yeterli olduğu sanılıyor (Harris, 20 1 8 : 22-5 ) .

Doğaya Etki Kimi avlanma yöntemleri, avcı-toplayıcıların da zaman zaman ekolojik bakımdan zararlı işler içinde olduklarını gösteriyor. Bu toplulukların etinden, derisinden yarar­ landığı bazı türler yok olur, bazılarının da sayısı azalır. Bu olguyu açıklayacak çeşitli nedenlerden söz edilebilir. Tarihçiler avcı toplulukların bölgeye gelmesiyle büyük hayvanların sayısının hızla azalması ya da yok olması arasında zamansal bir örtüşme olduğu konusunda anla­ şıyorlar. Hayvan sürülerinin uçuruma doğru kovalanıp kitlesel olarak öldürüldüğüne ilişkin bulgular var. Av­ lanmada ateşin kullanılması da, örneğin avı tuzağa dü­ şürmek için çalılığın, korunun yakılıp yok edilmesi, ekosisteme zarar verir. Hayvan türlerinin yok olmasına yol açan başka bir etmen de buz çağının bitmesiyle birlikte iklimdeki de­ ğişmedir. Dördüncü buz çağından çıkılırken çok soğuk koşullarda yaşamaya alışkın büyük hayvanlar olumsuz etkilenir. Çünkü ısınmayla birlikte hayvanların otladığı bozkırlar daralmaya, yerlerini ormanlar almaya başlar.

1 64

lnsanlıgın Eko-Tarihse/ Serüveni

Çayırların azalması büyük sürülerin besin bulmasını zor­ laştırmış olmalı. Bu koşullarda, avcı toplulukların av­ lanma alışkanlıklarını sürdürmeleri zincirleme bir etki­ leşimle türlerin yok olmasına katkıda bulunacaktır. Büyük sürü hayvanlarının yok olması, otçul olan bu hayvanlarla beslenen yırtıcı etçil hayvanlar üzerinde ve gezinerek otlanan sürüler sayesinde yayılan bitkiler üze­ rinde de olumsuz etkide bulunur (Haila ve Levins , 1 992: 1 93) . Avcıların yaşamı sürülere, sürülerinki otla­ ra, ot ve bitkilerin yayılması da sürelere bağlıdır. Avru­ pa'daki avcılar kuzeydeki soğuk bölgelere çekilen ma­ mut, rengeyiği ve bizon gibi sürü hayvanlarının peşin­ den giderler. Ormanlaşmanın olduğu yerlerdeyse or­ manda otlayan geyik ve sığırlar, toplulukların beslen­ mesine olanak tanımıştır (McNeill, 2002: 29-30) . Türkiye'yi de içine alan bölgede ise yeniden orman­ laşma Avrupa'daki kadar geniş değildir. Hatta ısınmayla birlikte Ortadoğu'da yer yer çölleşme başlar. iklimin de­ ğişmesiyle Asya'nın kuraklaşan yerlerinde avcılık ve toplayıcılık yeterli besini sağlamayınca insanlar besin için yeni yollar bulmak zorundaydılar. Besin üreticiliği böyle bir gereksinimden doğar. 2.

Doğayla Etkileşimin Tanına Geçişle Farklılaşması

Tür yok oluşunu da içeren ekolojik koşullardaki bu gibi değişiklikler taş çağı insanlarını yaşamlarını sürdürecek farklı geçim çabalarına yöneltir. Avcı-toplayıcı topluluk­ lar, besin bulma sıkıntısını avlanmayı ve toplamayı yo­ ğunlaştırarak ve çeşitlendirerek aşmaya çalışırlar. Bu­ lunduğu yerlerde keçi, ceylan, tavşan, balık, yengeç, kuş avlamaya başlarlar. Yoğunlaştırma ve çeşitlendirme için aletlerini ve tekniklerini geliştirmeleri gerekir. Yeni tek­ niklerle uğraşmaları tarıma geçişe de ortam hazırlaya­ caktır. Yenebilir yabanıl otlan toplarken, yabanıl buğday ve arpanın tohumlarını da toplarlar. Çok sonra o tohumla-

1 65

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

rı ekip biçmeyi akıl ettiklerinde tarımsal üretimi başlat­ mış olurlar. Yakın Asya'da yabanıl arpa ve buğdayın kendiliğinden yetiştiği yerlerin bitişiğinde rastlantısal olarak yabanıl koyun, keçi, sığır ve domuzlar da yaşardı. Onları öldürüp etini yemenin yanında kontrol edip, eği­ tip evcilleştirdiler de. Yenitaş Çağı topluluklarının ekin yetiştirmekle hayvan beslemeyi birlikte yaptıklarım gös­ teren sağlam bulgular var. Evcilleştirdikleri keçi, koyun ve ineklerin sütünden, yününden yararlandılar. Böylece , çevrede bulduklarıyla yeni besin kaynaklarına sahip ol­ dular. Bunun yanında çevrede bulduklarım dönüştüre­ rek yeni maddeler de yarattılar. Balçığı pişirerek çanak çömlek yaptılar, bitki saplarını, yün ve keten liflerini dokuyup ördüler ( Childe, 20 1 8: 73) .

Ormanları Yiyen İnsanlar Avcı-toplayıcılıktan tarıma geçilmesi sanıldığı gibi kes­ kin olmamıştır. Topluluklar avcılık ve toplayıcılığı sür­ dürürken yar-kurut-yak tarımmı da başlattılar. Yar-ku­ rut-yak yöntemi iki biçimde uygulanabilir. Ağaç dalları, sarmaşıklar ve çalılar kesildikten sonra yakılırdı. Bir de ağaç gövdelerinin kabuğunu çepeçevre yarıp soyarak ağaç kurutulduktan sonra yakılırdı . Her durumda yak­ manın amacı bir kül tabakası oluşturmaktır. Gübre işle­ vi gören külle örtülü toprağı sürmeye gerek kalmadan tarımsal üretim yapılır. lki üç üretim mevsimi sonra kül yağmur sularıyla akıp gittiği ve yaban otlar alam kapla­ dığı için yöntemin tekrarlanması gerekir. Yeniden küle dönüştürülecek ağaçların ve çalıların gelişmesi için bir süre ormanlık alanın kesilmiş kısmı nadasa bırakılır, hazırdaki kısmı kesilip yakılır. Güneydoğu Asya'da yar­ kurut-yak tarımı yapan çiftçiler kendilerini "ormanları yi­ yen insanlar" olarak görürlerdi (Harris, 20 18: 1 48-49 ) . Yar-kurut-yak tarımı , insanların toprakla uğraşmaya başlayınca onun verimini artırma çabasına giriştikleri­ nin de bir örneğidir. Ayrıca, yakma, yabanıl otları yok

1 66

insanlığın Eko- Tarihsel Serüveni

ettiği için otkıran (herbisit) işlevine sahip. Bu basit yön­ tem, tarıma olanak sağlaması yanında, yakmadan bir sü­ re sonra arazide bolca ve tazelenmiş ot çıkmasını, hay­ vanların bölgeye gelmesini, böylece avlanmayı kolaylaş­ tırabilir. Yakma yöntemi ağaç kabuklarının soyularak ağaçların kurutulması ya da yaygın bir orman yakmayı içeren en ağır biçimiyle uygulandığında ormanı yok eder. Yakma işlemi, toprağın yüzeyine, börtü böceğe de zarar verir. Koruların ortadan kalkması toprağın aşın­ masına (erozyona) neden olur. Maisels'ın ( 1 999: 60) he­ saplamalarının işaret ettiği gibi, yanmayla oluşan du­ man ve karbondioksit azımsanmayacak ölçüde hava kir­ liliğine yol açar. Bu zararları nedeniyle yar-kurut-yak ta­ rımını yasaklayıcı kurallar ilk kez 1 6 . yüzyılda Bran­ denburg-Prusya orman yasalarında yer alacaktır. Ama çok daha önce, Antik Çin'de MÖ 4. yüzyılda dağlara, sulak alanlara, ormanlara ve bitki örtüsüne özen göste­ rilmesini sağlamak amacıyla yangınları önleyecek kural­ lar da koyulmuştur (Radkau , 20 1 7 : 70-74) . Çin örneği gösteriyor ki, adı konmasa da çevrenin korunması için kural koyan düzenlemelerin tarihi çok eskidir. Belirtmekte yarar var, tarımsal etkinlik avcı-toplayı­ cılığa görece daha zor ve zahmetlidir. Uygun toprak bu­ lunacak, düzleştirilecek, taş ve köklerden arındırılacak, çapalanacak, tohum ekilecek, yabanıl otlar ayıklanacak, sulanacak, gübrelenecek, su baskını olursa su boşaltıla­ cak, kuraklık ya da dondan etkilenmediyse ekin topla­ nacak, tane sapından ayrılacak, taneden un, undan ekmek yapılacak, gelecek yıl için tohum alınacak . . . (Faulkner, 20 1 3 : 8) . Bunca güçlüğüne karşın neden tarım kalıcılaş­ tı? Yukarıda gördüğümüz gibi, ekolojik ve toplumsal ko­ şullar tarıma geçişin zeminini zaten hazırlamıştı. Daha­ sı, tarım, topluluğun doğayla görece daha kararlı etkile­ şimine olanak sağlıyordu. Topluluk, avın peşinde sü­ rüklenmeden ektiğini biçerek beslenebiliyordu. Kaldı ki, hayvansal besini de arka bahçedeki hayvanlardan sağla­ yabiliyordu. Topluluk nüfusu arttığında tarım, işgücünü

1 67

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

emecek ve besleyecek bir esneklik sunuyordu. Depo­ lanmaya uygun besin kaynaklarının topluluklar için ge­ lecekte olası açlıklara karşı bir güvence sağlaması da ta­ nını vazgeçilmez kılıyordu .

Tanmsal Üretimin Doğa Kavrayışına Etkileri # Doğayla düzenli etkileşim Topluluklar toplayıcılık, leşyiyicilik gibi doğada asalak, göre­ ce edilgin konumdan daha etkin bir konuma geçtiler. Besin üreticiliği doğayla daha düzenli bir ilişki kurmalarını sağlar.

# ilginin hayvanlar dünyasından bitkiler dünyasına kayması Hayvanlardan farklı olarak bitkiler sanki yoktan var olmakta­ dır. Bu gözlem , yaratma ve yaradan düşüncesini, uygar top­ lum döneminin başında ise tanrı kavramını hazırlayacaktır.

# lnsanmerkezciliğin doğuşu İnsanın emeğiyle bitkileri büyütmesi, ilgisini kendisine ve emeğine de yöneltir. Doğayı emeğiyle etkileyebildiğini anlar. Kendisini doğayı biçimlendirebilen istenç ve erk sahibi bir özne olarak görmeye başlar. Dünyaya insan merkezli bir pen­ cereden bakmanın tohumları böylece atılır.

# Nedenselcilik yerine erekselci/iğe savruluş Üretime geçişle birlikte güneş, toprak, su gibi üretim koşulla­ rının tohumdan ürün elde etmedeki etkilerini fark etmiştir in­ san. Emek (ekme , çapalama, biçme) ile ürün arasındaki bağ­ lantıları görmüştür. Bu bakımdan üretim süreci insanın do­ ğayla etkileşiminde neden-sonuç ilişkisini kavramasına uy­ gundur. Ama insan nedenselci bir kavrayışa ulaşamamış, erekselciliğe (teleolojik düşünüşe) savrulmuştur. Erekselcilik­ te, doğadaki her bir varlığın oluşumunu ve gelişimini belirle­ yen bir amacı vardır.

insanlığın Eko- Tarihsel Serüveni

# Nedenselci/iğin ortaya çıkmamasının yapısal nedenleri İnsanın doğada olanı biteni kavrayacak bilgisi, gözlem araçla­ rı,

teknik ve düşünsel donanımı, yani maddi ve simgesel kül­

tür birikimi yeterince gelişmemiştir. Doğada üretim yapmakla birlikte doğa üzerinde denetimi tam ve güvenilir derecede de­ ğildir. Böyle olunca nedenini saptaması olanaksızken üründe­ ki hastalığı ya da doğa güçlerinin yol açtığı zararı istenç sahibi yüce bir gücün yaptığına inanmıştır. Kaynak: Alaeddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere insanlık Ta­ rihi, 6. Basım, Ankara, lmge, 2020, s.397-399.

Kendine Yeterlilik Yenitaş Çağı'nın tanın toplulukları, avcı-toplayıcılar gibi özel mülkiyetin olmadığı, ortaklaşa ve eşitlikçi ilişkile­ rin biçimlendirdiği küçük topluluklardır. Toplayıcılık ve bitkisel üretici işlevini üstlenen kadınla, avlanmayı ve hayvanların bakımını yüklenen erkek arasındaki iş­ levbölümü farklılaşması dışında , bildiğimiz anlamıyla bir uzmanlaşma görülmez. Bitkisel ve hayvansal besin üreticiliği, çok sonralan düzenli tarımsal artık üretimine geçilinceye değin geçimlik bir etkinliktir. Avcı-toplayı­ cılar gibi bu topluluklar da kendilerine yeterlidir. Başka bölgeler ve halklar üzerinde ekolojik yük oluşturmadan kendi yağıyla kavrulmak anlamına gelen kendine yeter­ lilik, günümüz ekoloj i tartışmalarında ulaşılmak istenen bir hedef, gerçekleştirilmeye çalışılan bir ilkedir. Bununla birlikte, tarımsal geçim biçiminde kendine yeterlilik bir sorun da yaratır o çağda . Doğal koşullar üzerinde yeterince denetim sağlanamamış olduğu için oldukça kırılgan bir özellik sergiler kendine yeterlilik. Kuraklık, sel, fırtına, don ve salgınlar, ekinleri ve sürü­ leri yok ettiğinde topluluğun yaşarkalması çok güçleşir. Besin yedekleri bu güçlüğü aşmaya yetmeyecek denli sınırlı kalabilir.

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

İşte bu sorun, üreticiler artık ürün elde etmeye razı edilerek ya da zorlanarak aşılır. Artık ürün besin üretici­ lerinin kendileri için yeterli olandan daha çoğunu üret­ meleriyle sağlanır. Kaldı ki yeni doğan bazı meslekler de artık ürün sayesinde gelişim gösterebilir. Bakır, gümüş, kurşun, kalay ve sonra tunç elde edilmesi ve bu maden­ lerden araç gereç ve silah yapılması belirli bir uzman­ laşma ve ustalık işidir. Bu madenlerden yapılan nesnele­ re olan gereksinim toplulukça kabul edildikçe bunları yapan zanaatkarların yalnızca bu işle ilgilenmelerini sağlayacak olan tarımsal artıkla beslenmeleri gerekecek­ tir. Maden işinden anlayanlar kadar sihir ve din adamla­ rı , çömlekçi , kentlerin ortaya çıkmasıyla profesyonel araba ustası ve kayık ustası gibi kimselerin de besin ge­ reksinimi artık tarımsal ürünle karşılanır. Bölgelerinde maden cevheri bulunmayan toplulukların bu gereksi­ nimi başka topluluklardan alışverişle sağlamaları için de karşılığında önerebilecekleri ürünleri olmalıdır. Kendi­ ne yeterli topluluk ekonomisi böyle böyle aşınmaya baş­ lar (Childe, 20 18: 95-1 09) .

Eşitsizliğin Artırdığı Ekolojik Baskı Madenciliğin ve metalürj inin gelişmesinin, günümüzle karşılaştırılamayacak ölçüde de olsa, her zaman çevre ve halk sağlığını bozan etkileri olacaktır. Yar-kurut-yak ta­ rımı yapmak için yinelenen biçimde yeni tarla kazanıl­ ması az önce belirtilen ekosisteme yönelik zararların da yinelenmesi demektir. Yar-kurut-yaktan çok daha ve­ rimli olan sulamalı tarıma geçilmesi bu kez de başka so­ runlar doğurur. Artık ürünü çoğaltmak için emeğin üretkenliğini ar­ tırmak, bunun içinse saban gibi yeni araç gereçleri, su­ lama ve gübreleme gibi yeni üretim tekniklerini ve yön­ temlerini devreye sokmak gerekir. Asya'da ve başka yer­ lerde, bazı kuramcıların ''Asya Tipi Üretim Tarzı " adını verdikleri, barajlar, kanallar, taşkın denetimi ve akaçla-

l10

insanlığın Eko- Tarihsel Serüveni

mayı içeren sulamaya dayalı tarım, verimliliği çok artı­ rır. O kadar ki, MÖ 2500'de arpa tohumundan 86 katı ürün elde edilebildiğini belirtiyor Gordon Childe (20 1 8 : 1 22) . Ilk kentlerin ortaya çıktığı Sümer uygarlığı böyle gelişir. Bununla birlikte , toprağı aşırı sulama toprağın zarar görmesi, çamurlaşması, tuzlaşması ve çoraklaşma­ sıyla ve ürün elde etmenin çok zorlaşmasıyla sonuçla­ nır. Sıtma hastalığının yayılmasına da yol açar. Sulama sisteminin yönetimi, bu ağır işler için gerek­ li disiplini, çalışanları, köleleri, bürokrasiyi ve zor kul­ lanmayı örgütleyecek yöneticileri, yani yöneten-yöneti­ len ayrışmasını derinleştirir. Aynı zamanda sulamayla başlangıçta sağlanan üretim artışı, üst yönetim katman­ larıyla birlikte asker-sivil bürokrasinin beslenmesini karşılar. Topluluk içi ve topluluklar arası ayrışmayı besleyen bir başka önemli olgudan daha söz edilebilir. Besin üre­ ticilerinin, nüfusun artması, buna karşılık verimin düş­ mesiyle verimli yeni tarım topraklarına yönelmeleri ne­ deniyle ve göçebe çobanların da yeni otlak arayışları yü­ zünden, topluluklar, rekabet, çatışma ve savaşa dönüşen biçimde karşı karşıya gelirler. Çatışma ve savunma or­ tamında savaş şefleri belirir, savaşta inancı yardıma ko­ şan rahip takımı da çoğalır, erkleri artar. Bunlar, eşitlik­ çi topluluk içindeki ayrışmayı belirginleştiren gelişme­ ler. Besin üreticiliğiyle karşılaştırıldığında göçebe çoban­ lık geçim yolunun, kendine yeterlilik durumunun uza­ ğında olduğu açık. Çobanlar bu eksikliklerinin çaresini fetihte bulurlar. Yerleşik köy topluluklarının toprakları­ nı ele geçirip oraya yerleşirler. Fetihler, fetheden efendi­ lerin fethedilen yerdekileri köleleştirmesiyle beliren efen­ di-köle ayrımını (daha genel bir söyleyişle, efendiye , top­ rağa, tapınağa "bağımlı emek" biçimlerini) yaratır. Köle­ leştirmediklerinde ise üretici köylüleri düzenli haraca bağlarlar. Bu süreç aynı zamanda erken devlete giden bir yoldur. Besin üretenlerin artık ürününe el koymayı

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

düzenli kılma yolunda erken devleti icat eder fetihçi ço­ banlar (Şenel, 20 1 9 : 1 3 - 1 4 ; Şenel, 20 1 5 : 1 44- 1 45) . Devlet sınıflı toplumda ortaya çıkan ve egemen sını­ fın egemenliğini kurup sürdürmesi için baskı aracı olan bir kurum. Devleti hazırlayan koşullar, çobanlığın etkisi dışında, toplumsal katmanlaşmanın olduğu antik kent­ lerde de oluşmuştur. Toparlamak gerekirse , artık ürünün çoğalması top­ lumsal yedeği artırır. Tarımsal artık ürün elde edilmesi sayesinde yeni ortaya çıkan ya da sayılan artan zanaatçı­ ların, tacirlerin , sihir/din adamlarının , askerlerin, me­ murların, kent yöneticilerinin kendileri besin üretme­ den beslenmeleri mümkün olur. Böylece, üreticilerle ta­ rımsal artık ürüne el koyanlar arasında sömürü ilişkisi ve sınıfsal ayrışma ortaya çıkar. Bunlar en açık biçimde ilk antik kentlerin sınıflı toplumunda görülen toplumsal farklılaşmalardır. Bu bakımdan antik kentlerde kent devletinin belirmesi bir rastlantı değil. Eşitlikçi ilişkiler çözülürken özel mülkiyet, zenginlik ve yoksulluk farklı­ laşması artık yerleşmiştir. Üretim, gereksinimin karşı­ lanmasından çok, eşitsizlikçi toplumun egemenleri için devletin zor aygıtının da yardımıyla zenginlik yaratılma­ sına yöneltilmiştir. Zenginliğin sürdürülmesi ve artırıl­ ması için emek, toprak, su ve madenler daha yoğun ola­ rak kullanılacak, daha çok ekolojik baskı oluşacaktır.

3. Kapitalizm Öncesi Sınıflı Toplumların

Çevreyle llişkileri " Çevresel çöküşün bir toplumun sonu olmasına ilişkin en açık örnek" Maya uygarlığıdır diyor Clive Ponting (2008: 95) . Ancak bu yargı , o sonun yalnızca, tek bir öğe olarak ekolojik nedene indirgenebileceği sonucunu da doğurmasın. Bu noktada, çevresel çöküşe yol açan nedenler nelerdir sorusu anlamlı bir sorudur. Ama in­ san topluluklarının çevresine uyum sağlamadaki başarı­ larında olduğu gibi, toplumsal yıkımı da yalnızca ekolo-

l 12

lnsanlıgın Eko-Tarihsel Serüveni

j ik koşullarla açıklamak yanıltıcıdır. Toplumun çevreyle etkileşimi, ekolojik koşulların yam sıra toplumsal yapı­ ların belirleyici etkileriyle biçimlenir.

Maya Uygarlığının Çöküşü Bugünkü Meksika , Guatemala, Belize ve Honduras sı­ nırlan içinde, piramitleri, anıtsal tapınakları, sanat eser­ leri , yazı ve takvimleriyle, matematik ve astronomi bilgi­ leriyle bir dönem göz alıcı bir uygarlık kuruyor Mayalar. Oysa 800'de beliren sorunlar giderek ağırlaşıyor ve 30 ile 50 bin arasında insanın yaşadığı kentler, 900'lü yılla­ rın hemen daha başında tümüyle terk edilmiş yerlere dönüşüyor. Mayalar tropik ormanlık arazilerde yar-kurut-yak yöntemiyle orman açarak mısır ve fasulye yetiştirdiler. Avcılık ve balıkçılık yaptılar. Akaçlamayla bataklıkları kurutarak oralardan çıkan balçığı oluşturdukları taraça­ lara sererek tarım toprağı elde ettiler. Taraçaları, yamaç­ lık yerlerdeki tarım topraklarının aşınmasına karşı bir yöntem olarak da kullandılar. Yağışlı ayları izleyen üç beş aylık kurak dönemlerde içme suyu ve tarımda kul­ lanılacak su için yerleşimlere yakın sığ göllerden, baraj ­ lardan, arazi yapısına uygun olarak oluşturdukları su haznelerinden ve kanallardan yararlandılar. Besin gereksinimini karşılamak amacıyla daha çok tarla açmak için yamaçlardaki ormanlar daha çok kesi­ lince, toprak aşınması yoğunlaştı ( üretimin etkisı) . Ağaç­ ların yakacak odun, yapı malzemesi ve görkemli saray­ ların ve tapınakların kireç sıvasını elde etmek için ke­ silmesi de ormansızlaşmayı etkiledi. Toprak aşınması­ nın çoğalması toprağın verimliliğinin düşmesini, taşınan toprakla taraçaların zarar görmesini, bakımlarının güç­ leşmesini, sığ göl, kanal ve su haznelerinin tabanında tortu birikmesini, dolayısıyla yağışsız dönemde kullanı­ labilir suyun azalmasını beraberinde getirdi. Yeterli su­ lama yapılamayınca ürün verimliliği düştü . Gübresin-

173

Çewe Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

den tarımda yararlanılacak evcil hayvanlar yoktu (fau­

nanın etkisı) . Tarım sistemi bozulduğunda bile egemen sınıflar saray ve anıtsal tapınaklar yapmaktan geri dur­ madı ( inanç sisteminin etkisı) . Kentlerdeki yöneticile­ rin, bürokrat seçkinlerin, rahiplerin ve ordunun artan artık ürün talebi tarımın yoğunlaşmasını, bu ise çevre üzerindeki yükü artırdı (sını!Sal etkı) . Kentlerin besin gereksinimini karşılamak için köylünün elindeki ürün­ den daha çok pay isteme girişimleri ayaklanmalara yol açtı. Kaynak yetersizliğinin de etkisiyle Maya kentleri arasında çıkan savaşlar arttı. Sayısı artan askerlerin ve savaşların sürdürülmesine ayrılan toplumsal kaynaklar ve enerji, sorunlu iktisadi yapıyı kısır bir döngüye soktu (savaşın etkisı) . Sonuç, nüfusun büyük bölümünün yok­ sullaşması oldu . İskeletler üzerinde yapılan araştırmalar, yoksul kesimler arasında besin yetersizliği nedeniyle has­ talıklardaki, çocuk ve kadın ölümlerindeki artışları or­ taya koymaktadır (Ponting, 2008: 98- 1 00) . Araştırmacıların üzerinde durduğu bir başka etmen de iktisadi ve siyasal örgütlenm en in değişen yapısıdır. Uygarlığın yükselme döneminde toplumsal işbirliği ve eşgüdüm düzeyi yüksekti. Geniş alana yayılmış üretici topluluklarla onların artık ürününün alışverişinin yapıl­ dığı küçük merkezler olarak kentler arasındaki ilişki, bilgi akışı ve iletişim dengeliydi. Toplumsal ürün, kır ve kent nüfusunu beslemeye yetiyordu. Sonralan, birkaç büyük kentte nüfus yoğunlaştı ve kentle kır arasındaki hiyerarşi keskinleşti. Özellikle iki kent (Tikal ve Calak­ mul) hegemonik siyasal merkeze dönüştü , merkez kır­ sal topluluklarla eşgüdümlü işbirliğinden uzaklaştı (Scar­ borough, 20 1 1 : 56-57) . iklim, Mayaların kurduğu toplum-çevre ilişkisinde süregiden dengeyi olumsuz etkileyen önemli bir başka öğedir. Maya uygarlığının çöküşünün gerçekleştiği yüz yıl içinde özellikle 8 1 0 , 860 ve 9 1 0 yıllarında hızlı geli­ şen, aşırı kuru ve sıcak kuraklık dönemleri saptanmıştır (Redman vd. , 20 1 1 : 136- 1 43) . İçme suyunun ve sula-

1 74

lnsanbğın Eko- Tarihsel Serüveni

manın yağış sularının biriktirilmesine bağlı olduğu bir uygarlıkta anılan kuraklık yılları kuşkusuz yıkıcı sonuç­ lar doğurur. Sulama ve tarım sistemi bozulmaktayken yağış miktarının azalması tarım sorununu derinleştirir. Bununla birlikte , aşırı kurak yıllar, MS 7 ile 1 0 . yüzyıl­ lar arasındaki küresel iklimdeki ısınma döneminin par­ çasıdır. O uygarlığın neden uzun ısınma döneminin geç evresinde çöktüğü sorusu, iklimin yanında yukarıda sı­ ralanan başka olguların da göz önünde tutulmasını ge­ rekli kılıyor.

Yamyamlığa llişkin Ekolojik Bir Açıklama Tarihte Afrika'da ve Asya'da çeşitli toplulukların insan eti yediğini biliyoruz. Orta Amerika'da 1 300 ile 1 5 2 1 yıllan arasında bir uygarlık yaratan Aztekler de savaş tutsaklarını ve köleleri tanrılarına kurban ederler ve sonra da sistemli biçimde topluluğa dağıtarak yerlerdi. "Yamyam" olup olmamayı bazı insanların daha acı­ masız bazılarınınsa daha insancıl olmasıyla açıklamak güç . Ölü bedeni yemekten kaçınıyor diye canlı tutsağa her türlü eziyeti yapmayı insancıl bir yaklaşım olarak göremeyiz. Eski Dünya'da olduğu gibi yüce tanrıların yamyamlığı yasaklamış olması da yeterli bir dayanak oluşturmuyor. Çünkü bu yasak başka yerlerdeki tanrıla­ rın yamyamlığı niye özendirdiğine ilişkin bir gerekçe koyamaz önümüze. Kaldı ki, dinin "yüksek ahlakı" yam­ yamlığın ortadan kalkmasını sağlayan tek neden olarak düşünülürse, aynı ahlak anlayışının insanların savaşlar­ da kitlesel olarak birbirlerini öldürmelerine niçin engel olmadığı sorusu akla gelecektir. Marvin Harris bazı topluluklar yamyamlık yaparken başkalarının yapmaması olgusunun, toplulukla ekolojik koşullar arasındaki ilişkilerle açıklanabileceğini düşü­ nüyor. Orta Amerika'nın hayvan varlıkları başka her­ hangi bir bölgeye göre aşırı biçimde tüketilmiş durum­ daydı. Başka yerlerdekinin tersine evcilleştirilebilir bü-

l1s

Çewe Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

yükbaş ve küçükbaş sürü hayvanlarından da yoksundu­ lar. Eski Dünya'mn evcilleştirilmiş hayvan türleri otçul­ dur ve geviş getirirler. insanların sindiremediği çayır ot­ larıyla, anızlar ve yapraklarla beslenebilirler. Bir başka deyişle, insanın bitkisel besin kaynaklarını tüketerek azaltmazlar. Dahası, Aztekler sık sık tarımsal üretim bu­ nalımlarıyla da karşılaştılar, bitkisel besin sıkıntısı çek­ tiler. Dolayısıyla, bitkisel ve hayvansal besin darlığı ve­ riyken tanrılara kurban olarak sundukları tutsak insanın tüm bedenini hayvansal protein kaynağı olarak yiyerek değerlendirme yoluna giderler (Harris, 20 1 8 : 1 76- 1 79 ; 1 9 7) . lşgücüne gereksinim duyulan bölgelerde , savaş tutsaklarının ya köleleştirilerek ya da özgür çiftçiler sa­ yılarak emeklerinden yararlanılmış, buna karşılık ekolo­ jik koşulların hayvansal besin bulmayı zorlaştırdığı yer­ lerdeyse yamyamlık gelişmiş olabilir.

Avrupa'da Çevreyle Feodal llişki Avrupa'da 1 1 . yüzyılda artık yerleşmiş olan feodal üre­ tim tarzında toprağın, otlağın, ormanın, suyun ve tarım­ sal üretim araçlarının mülkiyeti senyöre , yani derebeyi­ ne aittir. Derebeyinin altında ona bağlı, onun kadar gü­ cü olmayan, ondan aldığı toprağın kullanım hakkına ya da mülkiyetine sahip olan kişiye vassal deniyor. Dere­ beylerin ve vassalların zora dayalı uyruğu olan halk, ge­ çimini tarımdan sağlıyordu. Görece özgür köylüler ve toprağın mülkiyetiyle birlikte alınıp satılan, toprağa bağlı serfler üretici sınıfı oluştururlar. Üründen öncelikle sen­ yörün payı olan feodal rant alınır, kalam yettiği kadar serf ailesine bırakılırdı. Geniş topraklara sahip kiliseye bağlı rahipler ve şövalyelikte olduğu gibi savaşan küçük soylular egemen sınıfların öteki parçaları. Derebeylerin birbirleriyle sık sık çatışmaya girmesi ve vassalların yurtluklarım içine kapalı bölgeler olarak kontrol etmelerinin etkisiyle, üretilen ürün üretildiği böl­ gede tüketiliyordu. Bir anlamda kendine yeterli bir ta-

l

16

lnsanlıgın Eko- Tarihsel Serüveni

rım ekonomisi söz konusudur. Uzak yerlerle ticaretin gelişmesi bu dengeyi bozacaktır. Haçlı Seferleri ve sürekli iç çatışmalar savaş araç ve gereçleriyle ilgili teknik ilerlemeleri sağlasa da savaş ekonomisinin harcamalarının karşılanması gerekiyordu. Ayrıca derebeylerin birbirleriyle yarıştırdıkları lüks tü­ ketimleri için de yeni gelir kaynaklan bulunmalıydı. Derebeyleri , köylülerin feodal yükümlülüklerini para olarak ödeyebilmelerinin yolunu açarak nakit gelire ka­ vuştular. Soyluların tüketimlerine uygun zanaat işleri ve ticaret gelişiyordu. Köylüler arasında zanaat sahibi olan­ lar ürünleri için uygun pazarlar sunan kasabalara ve kentlere göç ettiler. Zanaatlarda uzmanlaşma ve pazar için meta üretimi arttı. Dokumacılık, maden dökümcü­ lüğü gibi alanlarda üretim işlikleri çoğaldı. Dokumacılı­ ğın çevreye etkisi Sicilya'da gözden kaçmadı. Sicilya Krallığı'nda 1 2 3 1 yılında yürürlüğe konulan Melfi yasa­ ları, kumaş yapımında kullanılmak üzere içinde keten liflerinin çürütüldüğü ve suyu kirleten keten havuzlama tanklarını, akarsu kıyısına kurmayı yasaklamıştı (Rad­ kau, 20 1 7 : 87) . Gelişen zanaatların ve ticaretin de etki­ siyle kentler canlandı. Alışverişte para yaygınlık kazan­ dı. Buna karşılık tarımsal üretimi yapan geçimlik köylü­ lük, derin bir yoksulluk içindeydi. O kadar ki, örneğin 14. yüzyılın ortasında patlak veren veba salgını, yoksul­ ları vurdu, Avrupa nüfusunun üçte birini yok etti. 1 5 . yüzyılda feodal üretim tarzı sınırlarına dayanıyor kapi­ talizmin ayak sesleri duyuluyordu (Faulkner, 20 1 3 : 8384; Zubritski, Mitropolski ve Kerov, 1 980 : 1 50-250) Rönesans hümanizmi (insancılık) kilisenin dogma­ larına karşı insana olan güveni yaygınlaştırdı. Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans, antik Yunan uygarlığı­ nın insanı merkeze koyan, doğayı ve insanı önemseyen insancı düşünüşün yeniden can bulmasına aracılık eder. Rönesansın açtığı yolda 1 6 . yüzyılla birlikte insanın do­ ğayı kavramasına yönelen doğa bilimleri, hızlı bir iler­ leme gösterir. Kapitalizmde o bilimlerin bulguları, ser-

[

11

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

mayenin doğayı daha yoğun kullanma araç ve teknikle­ rinin geliştirilmesinde kullanılacaktır.

lnsanlan Yiyen Koyunlar Avrupa'da üretim araçlarının gelişmesi, yaygınlaşması ve emek üretkenliğinin artması , tarımsal ürünü bollaş­ tırmıştır. Bu ise tarımsal üretimin çekiciliğini azaltır. Derebeyleri nakit gelir elde etmek üzere mülkleri olan tarım arazilerini otlaklara çevirip yünleri için koyun ye­ tiştirmeye koyuldular. Toprağı kullanan serfleri ve öz­ gür köylüleri zorla topraklarından attılar, köylünün or­ taklaşa yararlandığı araziyi çitlediler. Thomas More (2002: 18) 1 5 1 6 yılında yayımlanan Ütopya adlı yapı­ tında , "lngiltere'de koyunlar öyle aç gözlü olmuşlar ki insanları parçalayıp yiyorlar. Arazileri , evleri kasabaları yok edip insansızlaştırıyorlar" diye yazar. Yar-kurut-yak tarımında ormanları yiyen insanlardan binyıllar sonra tarım insanlarını yemeye koyulan koyun yetiştiriciliği sahnededir. Tarımsal üretimde arazi kullanımındaki de­ ğişikliğin (ormandan tarla, tarladan o tlak) tarihteki ör­ nekleridir bunlar. Avrupa'da Romalılar döneminden beri kürk ticareti yapılırdı. Soylu, tüccar ve tefeci sınıfların pahalı zevkle­ ri, ticaretin yaygınlaşmasıyla birleşince kimi hayvanların soyunun tükenme tehlikesi belirir. Kürkleri için öldürü­ len samur, 1 6 . yüzyıldan 1 8 . yüzyıla varıncaya değin yalnızca Avrupa'da değil Sibirya'da da yok olmak üzere­ dir. Kunduz için benzer bir durum Avrupa'da ve Kuzey Amerika'da geçerlidir. Avcılığın hedefindeki ayı ve iri geyikler (elk) ise Avrupa'nın güneyinde tümüyle yok edilirler (Haila ve Levins, 1 992: 202) . Yeni Dünya'nın keşfiyle sömürgecilik dönemine gi­ rilir. Böylece insanlık tarihinde ilk kez okyanusaşırı ti­ caret, doğal kaynak sömürüsü ve doğa talanı başlar. Sö­ mürgeci ülkeler için meta olarak şeker üretimi, koloni­ lerin ekoloj isini değiştirmiştir. Büyük çiftlik (plantas-

J 1s

insanlığın Eko-Tarihsel Serüveni

yon) sahipleri, orman arazilerini ağaçlardan arındırıp şeker kamışı üretimine açarlar. Şeker rafinerilerinde ya­ kılacak odun için de ormanlar yok edilir. Ormansızlaş­ ma ise kuraklığa ve toprak aşınmasına davetiye çıkart­ maktır. Ayrıca sonraki yılın üretimini sağlayacak olan kök, toprakta bırakıldığından şeker kamışı dönüşümlü ekime uygun değildir. Bu nedenle toprak yorgun düşer, verim azalır. Şeker üretiminde doğa yıkımıyla birlikte yerli halklar, milyonlarca insan ya öldürülür ya da köle­ leştirilir. Üç yönlü , çok karlı, kıtalararası, öldürücü bir ticaret üçgeni söz konusudur: Üçgenin birinci ayağı, bir Avrupa limanından Afrika'ya gi­ den ve tuz , tekstil, ateşli silahlar, donanım, boncuktan ya­ pılmış kolyeler ve rom yükü taşıyan gemilerdeydi. Bu ürün­ ler Amerikalara gönderilirken

'raflardaki kitaplar gibi di­

zilmiş' olarak gemilere tıka basa doldurulmuş kölelerle ta­ kas ediliyordu . Köleler Amerikalarda plantasyon sahiplerine satılıyordu ve üçgenin son ayağı -tümü köle emeği ile üreti­ len- şeker, gümüş, şeker pekmezi, tütün ve pamuk satın alı­ nıp Avrupa'da satılmak üzere gemiye yükleniyordu (Foster, 2002: 50-51) .

4. Kapitalizmin Ekolojik Yıkıcı Etkisi Kapitalizm Avrupa feodalizminin bağrında doğar. Top­ lumsal işbölümü ve uzmanlaşmanın, zanaatların, işlikle­ rinin, imalathanelerin, özgür işçiliğin, pazar için meta üretiminin, ticaretin ve kentlerin gelişmesi feodal üre­ tim tarzının altını oyar. Aristokrasinin toprağından ko­ vulan ya da kaçan köylülerin özgür işçiler olarak kentle­ re yığılması, yeni kapitalist işletmeler için işgücü ordu­ sunu oluşturacaktır. Avrupa'nın denizlerle çevrili olma­ sı, kıta içi önemli su yolları oluşturan büyük nehirlerin varlığı gibi ticareti kolaylaştıran doğal koşullar, üretim araçlarının gelişmesiyle emek üretkenliğinin artması, sö­ mürgecilik, parçalanmış siyasal iktidar yapısının yol aç-

1 79

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

tığı devletin güçsüzlüğünün burjuvazinin serpilmesine uygun bir ortam hazırlaması gibi toplumsal koşullarla birleşince , kapitalizm önce Avrupa'da belirir. Güçlenen burj uvazi, ilki 1 609'da Hollanda'da görüldüğü gibi siya­ sal iktidarı soyluların elinden çekip almaya başlar. Kapitalizm emeğin sömürülmesine dayanır. Temel sınıflar, üretim araçlarına sahip olan kapitalistler ve üc­ ret karşılığı çalışan emekçilerdir. Kapitalist, yani serma­ yedar sözcüğü, elindeki iktisadi varlığı yatırıma dönüştü­ rerek üretilen artık değere kar ya da faiz adı altında el koymayı anlatır. Tarım sektörüne yatının yapan ya da toprak sahibi olan sermayedarlar çalıştırdıkları tarım iş­ çilerinin, fabrikatörler de fabrika işçilerinin yarattıkları artık değere el koyarak başlangıç sermayesini çoğaltırlar. Kapitalizmde meta üretimi ve dolaşımı, genelleşmiş ve dünya yüzeyine yayılmıştır. Metaları üreten ve değeri yaratan işçi, kapitalistin özel mülkiyeti olan üretim araçlarından ayrılmıştır. Üretim yeri ağırlıklı olarak fab­ rikalardır. Feodalitede küçük köylülüğün ve az da olsa serflerin emek süreci üzerinde denetimleri vardı. Oysa işçinin emek süreci üzerinde denetimi yoktur. Kapitalist üretimde, çevre koruma önlemlerinden kullanılan tek­ nolojiye , doğal kaynaklara ve hangi ürünün üretileceği­ ne varıncaya kadar, kararlar işverenin tekelindedir. İş­ verenin kısa süreli amacı ise üretimin en az gider ve en çok karlılık ilkesiyle gerçekleşmesidir. Kapitalistler ara­ sındaki pazar rekabeti de giderleri azaltma yönünde baskı oluşturur. Bu nedenlerle sermaye , giderleri artıra­ cak, emekçinin sağlığıyla ve çevrenin korunmasıyla ilgi­ li önlemlere toplumsal baskı olmadığı sürece yanaşma­ yacaktır. Kapitalizmin sıralanan bu özellikleri onu çev­ resel yıkıma yapısal olarak eğilimli kılar.

Sanayileşme Makineleşme ve teknolojik ilerleme, daha az emek gü­ cüyle daha çok ürün elde etmeyi, dolayısıyla emek üret-

[eo

insanlığın Eko-Tarihsel Serüveni

kenliğini, artık değeri ve karlılığı artırmayı sağlar. Maki­ neleşmenin önü.nü açan, Sanayi Devrimi ve 1 8 . yüzyılın sonlarına doğru buhar gücünün makinelerde kullanıl­ masıdır. Buharlı makineler pamuk ipliği üretiminde kul­ lanılınca tekstil sanayi üretimi patlama yaşar. Elektrikli motorlar, makine yapan makineler ve ikinci Dünya Sa­ vaşı sonrası yaygınlaşan benzinli motorlar gelişmiş ülke­ lerde sanayileşmeyi doruğa çıkarır. Yalnızca imalat sek­ töründe değil tarım ve hayvancılıkta da makineleşme ve sanayileşme yaygınlaşır.

Sanayi Üretiminin Doğa Kavrayışına Etkileri # Üretimin yapısında değişim Bitkisel ve hayvansal besin üretimi sürmekle birlikte sınai meta üretimi baskın hale gelir. Üretimin yeri tarlalar, çiftlikler, ot­ laklar değil cansız maddelerin üretildiği fabrikalardır. Fabrika çatısı altında süren üretim yağmur, güneş, sel, don gibi do­ ğanın kararsızlıklarından etkilenmez .

# Üretimin rastlantısal olmaktan çıkması Sanayi üretimi avcılık ve toplayıcılıktaki gibi doğada rastlantı­ sal olarak bulunan varlıkların elde edilmesine dayanmaz. Ta­ rımsal üretimdeki gibi iklim, mevsim ve yıllık dönemlere de bağımlı değildir. Fabrikada üç vardiyalı ve 24 saat üretim ya­ pılır. Bu da doğa üzerinde bırakılan etkileri kesintisiz kılar. Artan sınai kirlilik ve toplumsal etkinlik arasındaki bağların kavranması ise zaman alacaktır.

# Üretim üzerinde denetimin artması Sanayi üretimi insanın emek, istenç ve bilgisinin denetiminde yapılır . Neyle, ne kadar karışımla , hangi koşullarda , hangi yöntemlerle, ne kadar sürede, ne kadar ürün alınacağı önce­ den bilinebilmektedir. Üretimde neden-sonuç ilişkisinin bi­ lincine erişilmesi , doğa kavrayışında tanrısal inanca gereksi-

J aı

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

nimi azaltacaktır. Ne var ki, sermaye çıkarları, sınai etkinliğin çevre için zararlı sonuçları bilinse de onların nedenlerini or­ tadan kaldırmanın önünde bir engeldir.

# Kuram-pratik ilişkisi Kuramsal bilginin pratikle sınanması kolaylaşmış, gelişmiş ve artmıştır. Sınanan kuramlar geliştirilmiş, gerçekliğin sınavın­ dan geçemeyen varsayımlara dayanan kuramlar terk edilmiş­ tir. Bu , doğanın süreçlerini ve yasalarını araştıran bilimsel bil­ gi birikimine katkı sağlamıştır.

# Nedenselci düşünüş Bilen özne insanla bilinen nesne arasına , yağmur duasında ol­ duğu gibi aşkınözneleri sokma gereği kalmamıştır. Bilim in­ sanları ellerindeki araç gereçler, teknolojik donanımlar, bi­ limsel kavram ve kuramlarla doğadaki neden-sonuç ilişkileri­ ni saptamakta, açıklamakta ve yayınlayarak yaygınlaştırmak­ tadır. Kaynak: Alaeddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere insanlık Ta­

rihi, 6. Basım, Ankara, lmge, 2020, s.41 1 -4 1 2 .

Toplum-çevre ilişkisi bakımından, sanayileşmenin başlangıç dönemiyle kömürün egemen olduğu gelişkin sanayileşme arasındaki farkı gözden kaçırmayalım. Sey­ yah anlatılarında, erken dönemde hububat tarlaları, su boylarındaki değirmenler , pazar yerlerindeki coşku ve hareketli yaşamdaki mutlu anlar betimlenir. Bu dönem oduna, suya, hayvan ve insan gücüne dayanıyordu. Ma­ dencilikten demir, çelik ve demiryolu etkinliklerine ka­ dar sanayinin artan yakacak odun ve kütük gereksinimi, ormanlar üzerinde kesinlikle yıkıcı etkilerde bulunuyor­ du. Odunun yerine maden kömürü kullanılması, yıkıcı etkiyi azaltmakla birlikte ormanların geliştirilmesinin savsaklanmasına yol açan önemli bir etmene de dönü­ şür. Sanayi Devrimi'yle artan odun talebinin de baskısıy-

j s2

insanlığın Eko- Tarihsel Serüveni

la kömürün yaygın olarak kullanıldığı ikinci dönemde, zehir yüklü kara bulutlar çökmüştür yeni sanayi peyzaj­ larının üstüne . lşçi yerleşimleri kurumla kararmıştır. Kötü koşullarda yaşayan işçiler fiziksel çevre ve beden­ sel sağlık sorunlarıyla cebelleşmektedir. Madenden kö­ mür çıkaran işçilerin çalışma ve sağlık koşullan, odun kesen baltacılarla karşılaştırılmayacak ölçüde berbattır (Radkau, 20 1 7: 345 ) . 1 6 . yüzyılda başlayan yaygın kömür kullanımı sa­ nayide, ısınmada ve yemek pişirmede o denli artar ki, lngiltere'de 1840- 1900 arasında kentsel hava kirliliği, 1 ,4 milyon kişinin ölümüne yol açar (Ponting, 2008: 429 ) . 2 1 . yüzyılda tepe noktasına . çıkan fosil yakıt kullanımı, iklim değişikliğiyle olan bağı nedeniyle günümüz çevre tartışmasının sıcak gündeminde yer alır. Yaşam ve çalışma çevresinin bozulması, yalnızca odundan kömüre geçişle açıklanacak bir değişiklik ola­ rak görülmemeli. Bir enerji kaynağının tek başına belir­ leyiciliği yoktur. Enerjinin rolü ancak üretim tarzının öğeleriyle ilişkisi içinde anlam kazanır. Nükleerden rüz­ gara kadar enerji kaynaklan çeşitlendirilse bile maden­ cilik, imalat, kimya, petrol, çimento , otomobil, inşaat sektörleri geliştikçe sanayinin ekolojik etkileri daha da yıkıcıdır kuşkusuz . Bu durumda şu soru sorulabilir: Ekolojik bozulma­ nın tek suçlusu sanayileşme midir? Çevreci yazında , sanayileşmenin müj decisi olan Sa­ nayi Devrimi'ni ilk çevre günahı olarak gösteren bir damar var. Birkaç sorun doğar, Sanayi Devrimi ekolojik yıkımın başlangıcı kabul edilirse. llkin, yukarıda ele alı­ nan sanayileşme öncesinde de var olan ekolojik sorun­ lara açıklama bulunamaz. İkincisi , bunlar açıklanama­ dığına göre yadsıma yoluna gidilir. Sanayi öncesi dönem sorunsuz bir ekolojik cennet olarak romantikleştirilir. Üçüncüsü , böyle bir geçmiş kavrayışı olgusal gerçeği yansıtmaz. Ekolojik ve toplumsal sorunların birleşerek yarattığı açmazın, sanayileşmenin ufukta bile görünme-

1 83

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

diği dönemlerde tanın uygarlıklarını tarihten sildiğini yukarıdaki örneklerinden biliyoruz. Aynca, madencili­ ğin ve metal eritmenin bilindiği antik dönemde, bu et­ kinlikler kirlilik yaratıyordu. Dördüncüsü , ekolojik so­ runları tek nedene indirgeme kolaycılığıdır. Kitabın bu bölümünde yer alan tarihsel bir çözümleme, farklı çağ­ lardaki ekolojik sorunların nicel ve nitel farklılıklarını üretim tarzlarının özellikleriyle anlamaya olanak tanır. Sonuncusu, sanayileşme indirgemeciliğinin ekolojik so­ runa çözüm yolunu, sanayileşme öncesi geçmişe özlem­ den türetmesidir. O cennete geri dönmeyi ya da onu ye­ niden canlandırmayı istemek, çağaşan (anakronik) bir yanılgıdır. Ekolojik sorun sanayileşmeyi de yaratan üre­ tim tarzıyla ilişkili olduğu için çözümü de oradadır. Yanlış anlaşılmaması için şu vurguyu yineleyelim: Sana­ yileşmenin ekoloj ik bozulmayı hızlandırıcı bir etmen olarak payını gözden kaçırmadan, bozulmanın nedenle­ rini, üretim tarzının yapısal özelliklerinde aramak gere­ kir. Kapitalizmin genel özellikleri sanayileşme boyunca belirleyicidir. Engels 1 845 tarihinde yayımlanan lngilte­ re 'de Emekçi Sınıfların Durumu adlı yapıtında, emekçi­ lerin işyerinde, mahallede , kentte yaşadıkları ekolojik ve toplumsal sorunları kapitalizm bağlamında tartışır. Özel mülkiyet, emek sömürüsü , sefalet ücretleri, kar güdüsü , rekabet, sermayenin ve nüfusun merkezileşmesi, burju­ va hukuku, mekanda sınıfsal ayrışma, kömür kullanımı ile yoksulluk, çarpık kentleşme , barınma sorunu, hava ve su kirliliği, göç , çocuk emeğinin kullanılması gibi so­ runları birlikte inceleyerek örnekleriyle serimler. Bunlara, kapitalizmde ekolojik sorunlar tür ve yo­ ğunluk olarak artmışken devlet ve yerel yönetimler tara­ fından gerekli önlemlerin alınmasına bir başka engel oluşturan ekonomik liberalizmin o dönemde çoktan egemenliğini ilan etmiş durumda oluşu da eklenmelidir. Yaşam ve çalışma koşullarındaki görece iyileşmeler çok sonraki yılların işidir. İyileştirmeler için emek ve çevre

1 84

insanlığın Eko-Tarihsel Serüveni

hareketlerinin yükselen mücadelelerine koşut olarak dev­ letin kirlilik azaltıcı düzenlemelerini ve uluslararası çev­ re politikalarının az da olsa katkısını beklemek gereke­ cek. Yine de ekolojik ve toplumsal sorunların çözümün­ de o günden bugüne değin yeterince yol alınamamış ol­ duğu da apaçık bir gerçek olarak duruyor önümüzde.

Doğayı Kullanmanın Ekolojik Bilançosu Kapitalizm sanayileşmeyle birlikte semirdikçe doğal var­ lıklar üzerindeki baskı daha önce görülmemiş bir düze­ ye çıkar. 20 . yüzyılda dünya nüfusu 4 kat büyüdüğü halde ekonomi 14 kat, sanayi ürünleri 40 kat ve enerji kullanımı 1 3 kat artmıştır (McNeill, 20 1 1 : 302) . Bunun içinde , bir süre için sosyalist ülkelerin payının da bu­ lunduğunu atlamayalım. Makineleri çalıştıracak enerji ve makinelerde emekçinin üzerinde çalışacağı hammad­ deler için yeraltı ve yer üstü doğal varlıklara hücum eder sermaye . Kimi göstergeler bakımından 1 890'larla 1990'lar ara­ sındaki yüz yıl içinde ekosistemdeki değişme şöyledir: Tatlı su kullanımı 9 kat, yakalanan deniz balığı 35, ekin­ lik tarla 2, sulanan arazi 5 , otlak arazisi 1 ,8, büyükbaş hayvan sayısı 4 ve karbondioksit salınılan 1 7 kat artmış­ tır. Orman arazisi yüzde 20 azalmıştır. Kentsel nüfus da 13 kat artmıştır (Hibbard vd. 20 1 1 : 343 ) . Bu değişimin ağırlıklı bölümü 1950 sonrasında gerçekleşir. lktisadi değeri olan doğal maddelerin özütleme (extraction, elde edilmesi) miktarlarını gösteren sayısal artışlar da ürkütücüdür. Bu maddeler (materials) ; biyo­ kütle, fosil yakıtlar, metaller ve metal olmayan mineral­ ler olarak anlaşılmalı. Birleşmiş Milletler Çevre Programı'nın (IRP, 20 1 9 : 27-96) raporuna göre, 1 9 70-20 1 7 arasındaki yaklaşık elli yılda dünya nüfusu 2 katına, gayri safi yurtiçi hasıla 4 katına çıkar. Buna koşut olarak dünyada özütlenen mad­ de miktarı oran olarak nerdeyse 3 , 5 kat büyür. 1 970'de

ls s

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

27 milyar tondan 20 1 Tde 92 milyar tona ve kişi başına 7 tondan 12 tona çıkar. Bu artışın üçte ikisinden yalnız­ ca 10 ülke sorumludur. Yüksek gelir kümesindeki ülke­ lerde kullanılan doğal varlıklar, düşük gelir kümesinde­ ki ülkelerden 13 kat daha çoktur. Bu fark aynı zamanda, ülkeler arasında eşitsiz bir çevresel etki dağılımını da haber veriyor. Söz konusu maddelerin kullanımındaki 3 ,5 katlık artış içinde , biyokütle (tarım ürünleri, ekin artığı, ot, odun kütüğü, avlanmış balık, hayvansal besinler) mik­ tarı, l 9 70'de üçte birden 20 1 Tde dörtte bire düşer. Baş­ ka deyişle, sanayileşme evrenselleştikçe organik olmayan enerj i ve madde tüketimi daha çok artmıştır. Yine de yi­ yecek, yakacak ve hammadde olarak kullanılmak üzere üretilen biyokütle miktarı, 9 milyar tondan 24 milyar tona çıkarak 2,5 kattan çok büyümüştür. 20 1 7 yılında, elli yıl öncesine göre yer altından çı­ karılan fosil yakıt miktarı, 6,2 milyar tondan 1 5 milyar tona çıkarak 2,5 kata yakın artmıştır. Pek çok sektörde kullanılan demir, alüminyum, ba­ kır, altın gibi metal cevherlerinde özütleme , 2,6 milyar tondan 9 , 1 milyar tona çıkar ve 3,5 kat artar. Kum , çakıl ve kili içeren ve daha çok inşaat sektö­ ründe kullanılan metalik olmayan maddeler ise 9 ,2 mil­ yar tondan 43 ,8 milyar tona ulaşarak 4,7 katlık artışla tüm maddeler içinde en yüksek orana çıkar elli yıl için­ de. Sıralanan maddelerde milyar tonlar içinde her bir tonluk artış bile çevrede oluşturulan yükün birikimli bi­ çimde artması demektir. Bilançonun bir yanına doğal varlıkların iktisadi et­ kinliklere hoyratça içerilmesini ortaya koyan bu sayılar konursa, öbür yanına da ekolojik etkileri koymak gere­ kecek. Sera etkisine yol açan gaz salımlarının yarısı, anı­ lan maddeleri özütleme ve işleme sırasında oluşur. Bu maddelerin tüketimi sürecinde, örneğin fosil yakıtları ya da odunu yakarak kullanırken oluşan sera gazı salımları

1 86

lnsanbğın Eko-Tarihsel Serüveni

ise bu hesaba dahil değildir. Artan salımlar hava kirliliği olarak insan sağlığını bozar. Sera gazlarındaki artış ik­ lim değişimine neden olur. Orman ve bataklık gibi arazilerin kullanımındaki değişiklik nedeniyle biyolojik çeşitlilik kayıplarının, su kullanımı ve kirlilik nedeniyle oluşan su sıkıntısının yüzde 90'ı da o maddelerin üretilmesi sırasında yaratılan etkilerden kaynaklanır. Tarımda artan biyokütle üretimi­ nin rolü, biyolojik çeşitliliğin yitirilmesi ve su sıkıntısıy­ la ilgili etkiler bakımından çok büyüktür. Ekin yetişti­ rirken gübre ve kimyasal kullanımı da kirletici çevresel sonuçlar yaratır. 3 , 5 katlık artış gösteren metal özütlemenin çevresel etkisi, toplam madde üretiminde oluşan iklim değişimi etkisinin yüzde 18'ine ve hava kirliliğine bağlı sağlık et­ kilerinin de yüzde 39'una denk düşer. Metalik olmayan maddelerin üretimi yerel ekosis­ temleri yıkıma sürükler. Sucul ve denizci ortamlardan ya da taş ocaklarından kum ve çakıl elde edilmesi, pek çok su ve kara canlısının habitatını yok eder. 5.

Toplumsal Metabolizma Karşılaştırması

Şimdiye değin sürdürülen, üretim tarzlarında doğayla etkileşimin farklılaşması tartışmasının sayısal sağlaması yapılabilir mi? Bunun için toplumsal metabolizma yaklaşımına ve onun madde ve enerji akışları yöntemine başvurabiliriz . Bilindiği gibi metabolizma bir organizmanın iç işle­ yiş süreçlerini anlatır. Bu süreçlerin işleyebilmesi için organizma, çevresiyle ve öteki organizmalarla madde alış­ verişinde bulunur. Bu ilişki sayesinde organizma varlığı­ nı sürdürebilir. Toplumsal metabolizma kavramında da toplumun doğayla girdiği benzer bir madde ve enerji et­ kileşimine göndermede bulunulur. 1990'larda geliştirilen toplumsal metabolizma yak­ laşımı, izleyen yıllarda çevre yazınında ve sürdürülebilir

j s1

Çevre Politikası: Ekolojik Sorunlar ve Kuram

kalkınma araştırmalarında kendine önemli bir yer edin­ miştir (Çoban, 200 1 : 9 5 ; de Molina ve Toledo , 20 1 4 : 43-44) . Her ne kadar toplum bir bütün olarak ele alın­ dığı için toplum içi farklı sınıfların ve kesimlerin madde ve enerj i kullanımlarında oluşan farklılığa, ülkeler arası eşitsiz güç ilişkilerine vb. yer verilmese de bu yaklaşım, farklı üretim tarzlarını, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeleri matematiksel olarak karşılaştırmak için elverişlidir. lnsan yaşamı ve iktisadi etkinlikler, öncelikle su , hava ve toprak olmadan sürdürülemez . Ayrıca her top­ lum doğadan sağlanan maddelere ve enerjiye gereksi­ nim duyar. "Madde ve enerji akışlarının hesaplanması" adı verilen yöntemle , bir toplumun girdiler olarak do­ ğadan elde ettiği maddelerle, yararlı ürünler, salımlar ve atıklar olarak olumlu ya da olumsuz olsun doğaya yap­ tığı katkılar fiziksel büyüklük cinsinden hesaplanır. Pa­ rasal olarak dolar cinsinden değil de ton ve gigajul (Gj ) olarak yapılan hesaplama , toplumun çevrede yarattığı biyofiziksel etkilerin daha doğru kavranmasını sağlar. Bu yaklaşıma göre , bir toplumun metabolizması , üretim tarzı, o üretim tarzına göre doğadan elde ettiği ve kullandığı kaynaklar ile nüfusun büyüklüğü ve artma eğilimi arasındaki ilişkiye bağlıdır. Diyelim besin ya da enerji kaynağı sıkıntısı baş gösterdiyse yeni kaynaklar bulunmalı, yeni üretim araçları ve teknikleri geliştirilme­ lidir. Gereksinim duyulan yeni enerji kaynağı fosil ya­ kıtlarla karşılanabilir. Ama bu yapıldığında, enerji kay­ nağı bulunması sorununun yerini atık cephesinde için­ den çıkılmaz başka sorunlar alır (Fischer-Kowalski ve Haberl, 1997: 62-69) . Aşağıdaki çizelgede, avcı-toplayıcıların, 1 8 . yüzyıl Avrupa'sında feodal toplumun ve gelişkin kapitalist top­ lumun metabolizmaları karşılaştırılmaktadır. Buna göre, kapitalist sanayi toplumunun kişi başına yıllık madde kullanımı, feodal tarım toplumundan 6 kat, avcı-topla­ yıcılardan 25 kat daha çoktur. Bir avcı toplayıcı yılda 1 tonla yetinirken kapitalist toplumda bir kişi 25 ton mad-

iee

lnsanlıgm Eko- Tarihsel Serüveni

de tüketmektedir. Sanayi toplumunda madde girdisi için­ de metallerin ve metal olmayan minerallerin payı da çok artmış olduğundan, üretimleri ve tüketimleri sırasında çevre üzerinde oluşturdukları kirletici etkileri de tarıma dayalı ekonomilerden o ölçüde yüksektir.

Üretim Tarzlannın Metabolik Farklılıkları Ava-

Feodal

Toplayıolar

Toplum

Kapitalist Toplum

Gj/kişi/yıl

1 0-20

40-70

1 50-400

" ilyı1 ton/kış

0,5- 1

3-6

1 5-25

0,025-0 , 1 1 5