Ekolojik İhtilaflar ve Kapitalizm [1 ed.]
 9789755339061

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Aykut Çoban •

Ekolojik ihtilaflar ve

Kapitalizm



iMGE kitabevi

a

iMGE kitabevi Aykut Çoban, 1965 yılında

Karabük'te doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgi­ ler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nden mezun oldu. Doktorasını burslu ola­ rak gittiği lngiltere'de Essex Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde 200l'de tamam­ ladı. 20l l 'de Profesör oldu. 1991 yılında çalışmaya başladığı Siyasal Bilgiler Fa­ kültesi'ndeki görevine, banş talep ettiği için bir olağanüstü bil KHK'sıyla 7 Şubat 2017 tarihinde son verildi. Çalışma alanlan, siyasal ekoloji, çevre politikalan, ik­ lim politikalan, toplum-doğa ilişkileri, çevreci kuramlar, eko-Marksizm, embriyo haklan, biyoteknolojidir.

Eserleri:

Çevre Politikası (Can Hamamcı ve Ruşen Keleş ile birlikte, imge Kitabevi Yayınlan, 2005, 2009, 2012, 2015) Yerel Yönetim Kent ve Ekoloji-Can Hamamcı'ya Armağan (Der.) (imge · Kitabevi Yayınları, 2015) Doğa ve Kent Hakları için Siyasal Strattjiler (Der.) (Fevzi Özlüer ile birlikte, Ekoloji Kolektifi Derneği Yayını) Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm (imge Kitabevi Yayınlan, 2018)

Aykut

Çoban

Ekolojik İhtilaflar ve

Kapitalizm



IMGE kitabevi

lmge Kitabevi Yayınlan Genel Yayın Yönetmeni Şebnem Çiler Tabakçı

ISBN 978-975-533-906-1

© lmge Kitabevi Yayınlan, Aykut Çoban, 2018 Tüm haklan saklıdır. Yayıncı izni olmadan, kısmen de olsa fotokopi, film vb. elektronik ve mekanik yöntemlerle çoğaltılamaz.

l. Baskı: Ankara, Nisan 2018 Grafik Tasanın

Aslı Sezer Dizgi ve Sayfa Düzeni Yalçın Ateş

Baskı ve Cilt Yorum Matbaacılık Tel: O (312) 395 21 12 Sertifika No: 13651

lm g e K i t a b e v i Yayıncılık Paz. San. ve Tic. Ltd. Şti. Konur Sok. No: l 7f2 Kızılay 06650 Ankara Tel: O (312) 419 46 10 -419 46 11 lnternet: imge.com.tr • E-Posta: imge@irn ge.com. tr Yayınevi Sertifika No: 11546

İçindekiler

Sunuş

1.

.................................................................................

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel llişkiler

.

.......

.....

7

17

Geleneksel Uluslararası llişkiler Teorisinin Başarısızlığı

.

.................

..

...........

Çevreyi Uluslararasılaştırmak . ..

.

...

.

...............

.

...........

Kapitalist llişkiler Bakımından Aktörler . ..

.

...

........

.

. 18

....

.

.......

................

31 48

Sonuç ........................................................................ 65

il.

Genomik Bilgi ve Kamu- Özel Dengesizliği..

...........

69

Genorndan Kamu Yararına Gitmek: Kolay Bir Yol mu?

...............................................

72

Bir Dengesizlik llişkisi Olarak Fikri Mülkiyet Haklan Eşitsiz işbirliği Sonuç

.

.....

.................................................

..

......... ....

.

.................

.

............ . ..........................

.......................

85

102

. 109

.

...... ..............

..

lll. Devletin Egemenlik Haklarıyla Özel Mülkiyet Haklan Arasına Sıkıştırılmış Biyoçeşitlilik Düzenlemesi . .

.

.......

.

...

Yaşam Formlarının Metalaştırılması

Is

. 111

.

..................

.

.........

.

...

...

.

....

.

....

113

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

Özel Mülkiyet Haklarının Ekolojisi Devletin Egemenlik Haklarının Ekolojisine Karşı mı? lki Rejimin Eşleştirilmesi Sonuç

....

............. . ............ ..............

......... .............................................................

124 134 147

iV. Uluslararası Tahkim, Egemenlik ve Çevre Koruma: Türkiye Örneği Tahkim Yöntemi

.................... . . . . ......

........................................ . ... . .. . . ....

ldari Yargının Önemi

......... . . . . . . . . . . . . .........................

Tahkimin Ekonomi-Politik Bağlamı Sonuç

V.

.. . ... . . . . ........ .....

.................................. . .. . . ......................... . .... .

151 154 159 164 174

Topluluk-Kökenli Ekolojik Direniş Örneği Olarak Bergama Hareketi

........................................

Topluluk-Kökenli Direniş Hareketleri

....................

Altın Madenciliğine Direnen Bir Topluluk. Ortakyaşamı Savunma

lki Ortakyaşam Arasında Çatışma

...........................

Yerelden Ulusal ve Uluslararası Alanlara Sonuç Kaynakça

....... ......

................ ............................

................

....... . . ............... . . . ...... . . . ...... . . . .. . ............ ..........

............. ...........................................................

177 178 184 186 192 199 207 211

Sunuş

Birleşmiş Milletler'in 1972'de Stockholm'de gerçekleş­ tirdiği İnsan Çevresi Konferansı başlangıç alınırsa çevre konuları 45 yıldır dünya gündeminde yer alıyor. Son yıllarda zaman zaman ekonomik krizler nedeniyle ve ahmak taklidi yapan politikacıların ön ayak olmasıyla çevre politikaları bakımından geri çekilmeler görülmek­ le birlikte, yanın yüzyıla yaklaşan dönemde çeşitli ön­ lemler geliştirilmeye çalışıldı. Bununla birlikte çevre, gündemden düşmediğine ve tam tersine sorunların ağır­ lığı ve yoğunluğu daha da artmış olduğuna göre, yanlış giden bir şeyler olduğu açıktır. Uluslararası ve ulusal düzlemlerde bunca yıldır çaresi aranan ekolojik sorun­ larla ilgili bu durum, kuşkusuz çeşitli nedenler ve farklı gerekçeler ileri sürülerek açıklanabilir. İnsan-doğa çelişkisinden yola çıkanlar, insanın do­ ğadaki varlığının yarattığı uzlaşmaz karşıtlığa dikkati çekecektir. Makine kırıcılık geleneğini sürdürenler tek­ nolojiyi düşmanlaştıracağı gibi, tersine teknolojiye sığı­ nanlar da uygun teknolojinin henüz geliştirilmemiş ol­ masına hayıflanacaklardır. Gelişmişler azgelişmiş ülke­ leri suçlarken, azgelişmişler de haklı olarak gelişmiş ül-

11

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

keleri sorumlu tutacaktır. Doğaya yönelik ahlaki tutum­ lardaki yanlışları vurgulayanlar da olacaktır. Niyet oku­ ma mucizesi gösterenler ise politika üretmek için masa­ ya oturanların samimi olmamasından dem vuracaklardır. Elinizdeki kitap , bu gibi anlayışları bir yana bıraka­ rak soruna farklı bir açıdan yaklaşıyor: Ekolojiyi kapita­ lizm bağlamına yerleştirmekle yetinmiyor, kapitalist ilişkilerle dolayımlanmış ekolojik çelişkilerin, çeşitli ve çok katmanlı niteliğini tartışmaya girişiyor. Kitabın he­ deflediği katkılardan ilki budur. Sermaye doğanın ve ya­ şamın merkezine yerleşmişken, ekolojik sorunları, ser­ maye düzeni olarak kapitalizme ilişmeden kavramanın olanaksız olduğu yeterince açık olmalıdır. Dahası, kapi­ talist ilişkiler ekoloji tartışmasının fonuymuş gibi düşü­ nülerek de hafife alınamaz, çünkü o ilişkiler ekolojik ih­ tilafların mayasını, temelini oluşturur. Birleşmiş Millet­ ler sisteminin yarım yüzyıl önce ekolojik sorunları dün­ ya gündemine taşıması kadar, çözüm bakımından bu­ güne kadar ancak bir arpa boyu yol alınabilmiş olması da kapitalist çelişkiler nedeniyledir. Kapitalizmin yapı­ sal çelişkileriyle etkileşim halindeki ekolojik çelişkiler, ekolojik ihtilaflar olarak karşımıza çıkıyor . Kitapta, bu ihtilafların uluslararası ve toplumsal düzlemlerde beli­ ren çeşitli biçimleri ele alınıp incelenmektedir. Ekolojik ihtilafların tarafları arasında şirketler, ser­ maye örgütleri, devletler, uluslararası kurumlar, sivil toplum kuruluşları, ekoloji mücadelesi yürütenler, emek örgütleri, köylüler, bilim insanları, bürokratlar ve poli­ tikacılar sayılabilir. Bu aktörlerin etkinlikleri, başta eko­ nomi ve siyaset olmak üzere türlü toplumsal yapılar için­ de biçimlenir. Literatürde, ekonomi ve siyaset yanında, kamu ve özel, uluslararası ve ulusal, kültür ve doğa, in-

Sunuş

san ve çevre , egemenlik ve özel mülkiyet haklan örnek­ lerindeki gibi, örtük ya da açık biçimde birbirinden ne­ redeyse tümüyle bağımsızmışçasına sunulan, keskin iki­ li ayırımlar yapılmaktadır. Oysa bunlar, kapitalist üre­ tim tarzında yapay ayırımlardır. izleyen bölümlerde ki­ tabın hedeflediği ikinci katkı, dayanaklarıyla birlikte bu tezin tartışılmasıdır. Analitik düzeyde işlevsel olmakla birlikte, bu ayırımlar yapaydır çünkü sermaye birikimi­ nin gerekleri söz konusu olduğunda şirketlerle devlet, kamusal olanla özel olan, egemenlik ve mülkiyet hakla­ rı, uluslararası ve ulusal kurumlar etkileşim halinde ve birlikte iş görmektedir. Yine de sermaye merkezli bir kesişim kümesinin oluşması, ihtilafların sona erdiği an­ lamına gelmez. Yapısal olanlar ve aktörler arasındaki çe­ lişkilerle sermaye gruplarının iç çelişkileri, ihtilafları beslemeyi sürdürür. Kendisi de bir ihtilaf kaynağı olan toplumsal-eko­ lojik mücadeleler, taleplerini gerçekleştirmek için kapi­ talist düzene baskı uygulayarak çelişkileri keskinleştirir­ ler. Yaşamın çeşitli öğelerine zarar verecek politikalara karşı çıkarak, kararları iptal ettirerek, yatırımları gecik­ tirerek ya da uygulamaları engelleyerek sermaye biriki­ mine köstek olurlar. Bu bakımdan, kapitalist dengeyi, yani ekoloj ik yıkıma yönelmiş kararlı oyunu bozacak olan; yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası düzlemlerde çeşitli örgütsel biçimlere bürünerek serpilip gelişen top­ lumsal mücadelelerdir. Her ne kadar ihtilafların ince­ lenmesi ölçüsünde kapsamlı olmasa da kitabın üçüncü katkısı da ekoloji mücadelesine ilişkin yürütülen bu tar­ tışmadır. Yukarıda yörüngesi çizilen böyle bir çerçevede ka­ leme alınan kitaptaki makaleler, uluslararası dergilerde

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

İngilizce olarak yayımlanmışlardı. Bu kitapla birlikte Türkçe okurun görüş, eleştiri ve değerlendirmelerine de açılmış olacaklar. Çeviri sırasında herhangi bir güncel­ leme yapılmadı. Yazıların ilk yayımlanma tarihinden bugüne kadar geçen sürede mevzuat bakımından olsun, toplumsal mücadeleler konusunda olsun ve literatürde­ ki tartışmalarda olsun kimi gelişmeler yaşandı. Bununla birlikte, kitaptaki bölümlerin ağırlıklı olarak teorik tar­ tışmalarla inşa edilmiş olmaları nedeniyle geçerlilikleri­ ni koruduklarını ve günümüz çevre gündemiyle de uyumlu olduklarım düşünüyorum. Kuşkusuz, asıl önem­ lisi okurun ne düşüneceğidir. Kitaptaki ilk yazıda ekolojik ihtilaflar, hem çevrenin uluslararasılaşması sürecindeki etkileri hem de bu sü­ reçten etkilenmeleri hesaba katılarak incelenmektedir. Çevre konuları uzun zamandır uluslararası diplomasi­ nin gündeminde olmasına karşın, uluslararası ilişkiler teorisi çevreyle çok geç ilgilenmiştir. Genellikle de bu ilgi, çevreyi, bu akademik disiplinin öbür konularına bir eklenti olarak eklemenin ötesine gidememiştir. Böyle olunca uluslararası ilişkilerde yaygın olarak, çevre , ya realizmin perspektifinden çatışma ya da kurumsalcılığın perspektifinden işbirliği potansiyeli olan bir konu ola­ rak ele alınır. Bu yazı, realizm ve kurumsalcılık parante­ zine sıkışmış uluslararası ilişkiler teorisinin, çevre ihti­ lafının araştırılması bakımından yetersiz olduğu sapta­ masından yola çıkıyor. Yazı, uluslararası alanda çevre ihtilaflarını, yapısal çelişkilerin karmaşık bütünlüğüyle çok boyutluluğu ve örtüşen ve çatışan aktör çıkarları bağlamında tartışmayı amaçlamaktadır. Yazıda önce, ana akım uluslararası ilişkiler teorisinin açmazları, çevreye yönelik karmaşık ve çelişkili ilişkiler saptanarak belir-

l ıo

Sunuş

tilmektedir. Sonra, çevrenin uluslararasılaşmasının türlü yönleri, devlet-merkezli anlayışların ve sorun-çözme stratejilerinin eleştirel bir yeniden değerlendirilmesiyle birlikte araştırılmaktadır. Ulusal ve uluslararası alanlar arasındaki etkileşim de normatif çevre düzenlemeleri bakımından tartışılmaktadır. Daha sonra ise şirketler, devletler, uluslararası kurumlar ve sivil toplum kuruluş­ ları olarak temel aktörlerin, çevrenin uluslararasılaşma sürecindeki etkileri incelenmektedir. Bu inceleme aktör­ lerin yapılarla olan ilişkilerini göz önünde tutmayı ge­ rektirir. Bir başka deyişle, ulusal ve uluslararası düzey­ lerde, siyaseti ekonomiden ve aktörleri kapitalist yapı­ lardan ayıran hatalı bir uluslararası ilişkiler yaklaşımı yerine; yazıda, aktörlerin rolleri, bir yandan ulusal ve uluslararası alanlar arasındaki ve öte yandan ekonomik ve siyasal yapılar arasındaki karşılıklı ilişkiler çerçeve­ sinde çözümlenmektedir. lkinci yazı, Türkçe literatürde sık görmediğimiz bir konuyu, genomik bilgi üretimini incelemektedir. Genom, bir organizmanın genetik kodlarının tamamına gönder­ mede bulunur. İnsan genomumun DNA dizilimlerinin keşfedilmesi ve haritalanması; insan-doğa ilişkisinin kav­ ranması, gen, organizma ve çevre etkileşimi, hastalık ve sağlık için çevre koşullarının etkisi, genetik belirlenim­ cilik gibi önemli tartışmalara kapı açmaktadır. Aynca genom bilgisinin üretilmesi süreci kapitalizmde kamu ve özel alanlar arasındaki ilişkileri yeniden ele almayı da gerekli kılmaktadır. Bu yazı, kamuyla özel sektör ara­ sındaki ilişkilerin, genomik/genetik bilgi üretimi ve kul­ lanımı örneğinde ne ölçüde dengesizleştirici, yani eşit­ sizlik doğuran e tkiler yarattığını incelemektedir. Bu amaçla, makalede, birbiriyle bağlantılı iki soruna odak-

l ıı

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

lamlmaktadır. Ilki, genomik bilgi üretimi için yapılan kamu harcamalarını gerekçelendirmek üzere genomik bilgiye dayanaksız biçimde önem atfedilmesidir. ikincisi ise, mülkiyet ve serbestçe erişim sorunudur. Kamu-özel işbirliğini savunan yaklaşımlarda rastlanan, kamusal ya­ rarla özel çıkar arasında "denge" kuran retorik; bilgi ve molekül ayınını, DNA'mn patentlenebilmesi, üniversite­ sanayi-hükümet ilişkileri ve genişletilmiş kamusal ağla­ rın mülkiyete tabi genetik ürün ve teknolojilere ilişkin rolüyle birlikte araştırılmaktadır. Bu araştırma, özel sek­ törün çıkarları ile kamu yaran arasında olduğu varsayı­ lan dengenin, kapitalist toplum düzeninde aslında özel kesime yarayan bir dengesizlik olduğunu gözler önüne sermektedir. Biyolojik çeşitliliğin korunmasını eksenine alan üçüncü yazıda, bu kez , görünüşte egemenlik ve özel mülkiyet hakları ayırımına yaslanan ekolojik ihtilafların altta yatan nedenleri açığa çıkarılmaktadır. Biyolojik var­ lıklar üzerinde egemenlik ve/ya da özel mülkiyet haklan kuran iki uluslararası anlaşma, Biyolojik Çeşitlilik Söz­ leşmesi ve Fikri Mülkiyet Haklarının Ticari Yönlerine llişkin Anlaşma ışığında, egemenlik ve mülkiyet rejim­ leri arasındaki karşılıklı etkileşim araştırılmaktadır. Ya­ zı, biyolojik kaynaklara erişimle ilgili düzenlemelerdeki temel sorunun, egemenlik yanlılarının vurguladığından farklı olarak devletin egemenliğini azaltmak ya da güç­ lendirmekle değil de kapitalist ilişkilerle ilgili olduğunu savunmaktadır. Bu amaçla birbiriyle bağlantılı iki konu­ yu tartışmaya açar: Ilki, bu iki rejim arasındaki ayrışma­ lar ve kesişmelerdir. ikincisi ise egemenlik haklarından özel mülkiyet haklarına doğru yaşanan kurumsal deği­ şimin, sermaye çıkarlarının lehine olarak biyolojik kay-

l

12

Sunuş

naklar üzerinde devletin haklarını zayıflatmasının biyo­ çeşitliliği koruma örüntülerini de aşınmaya uğratıp uğ­ ratmadığı sorunudur. Bu tartışma önemlidir, çünkü yer­ li ya da uluslararası sermayenin, devletin, kamu kurum­ larının, yerel toplulukların ve köylülerin biyoçeşitliliğe erişimleri, sömürme ve koruma etkinlikleri sırasında oluşan ihtilafları anlamamızı kolaylaştıracaktır. Taruş­ mada elde edilen bulgular, normatif ve kurumsal farklı­ lıklarına karşın iki uluslararası anlaşmanın, dolayısıyla egemenlik ve mülkiyet rejimlerinin, ekonomi-politik ilişkiler göz önünde tutulduğunda aynı düzenin parçala­ n olduğu sonucuna götürmektedir. Küresel ölçekli ser­ maye birikim sürecinde çevrenin sömürülmesi veriliy­ ken, biyolojik kaynaklar üzerinde devletin egemenlik hakları ve şirketlerin fikri mülkiyet hakları birbirine karşıt olmaktan çok birbirini tamamlayıcıdır. Kitaptaki dördüncü yazıda, egemenlik kurumunun çevrenin bozulması ve korunması bakımından rolü tar­ tışması sürdürülmekle birlikte, araştırmanın odağında uluslararası sermayeyle ulus-devlet arasındaki ihtilafları çözüme kavuşturma yöntemi olan uluslararası tahkim konusu yer almaktadır. Makalenin temel sorusu, günü­ müzde egemenliğin sona erip ermediğinden çok, içerik dönüşümü geçirerek sermayenin katıksız bir aracına dö­ nüşüp dönüşmediğidir. Tahkim yöntemine, egemenliği ve bağımsızlığı tehdit eden boyutu yüzünden karşı çı­ kan ulusalcı bir perspektif, sermaye birikimi sürecinde yerli ya da yabancı sermayenin egemen devletle birlikte hareket ettiği gerçeğini gözden saklar. Yazıda bir yandan ulusal ve uluslararası dinamiklerin, sermayenin çevreyi daha etkin biçimde sömürmesi paydasında buluşma bi­ çimleri araştırılırken, bir yandan da uluslararası kurum-

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

ların çevrenin korunması bakımından düzenleyici rolü­ nün devletle etkileşme biçimleri vurgulanmaktadır. İhti­ laflar söz konusu olduğunda herkese erişim hakkı veren kamu hukuku alanından, yalnızca şirketlere erişim hak­ kı veren özel tahkim yöntemine geçiş, sermayenin, öteki sınıflar ve kesimler üzerinde hakimiyetini pekiştirmesi­ ne işaret etmektedir. Bu durum çevre üzerinde sermaye baskısını artırarak yeni ihtilaflar doğurabilecektir. Da­ hası, tahkime erişimin yalnızca bir sınıfa tanınan hak olması kanun önünde eşitlik ilkesini ortadan kaldırdı­ ğından, egemenlik sorunu rejimin meşruiyeti tartışma­ sına evrilebilecektir. Kitaptaki son yazı, öteki makalelerde yeri geldikçe ele alınan toplumsal mücadele aktörlerinin ihtilaflardaki pozisyonlarını ve politikalara etkilerini, kapsamlı ve ay­ rıntılı olarak ve özellikle yerel toplulukların kararlı di­ reniş mücadelesini merkeze koyarak incelemektedir. Ya­ zıda önce, dünyanın çeşitli yerlerinde gözlemlenen top­ luluk-kökenli direniş hareketlerinin ayırt edici özellik­ leri saptanmaktadır. Topluluğun çevreyle kurduğu ilişki bir ortakyaşam (symbiosis) ilişkisidir, çünkü toplulu­ ğun iyi-oluşu çevreye bağımlı olduğu gibi çevrenin iyi­ oluşunun sürdürülmesi de topluluğun bu yönde verdiği mücadeleye bağlıdır. Bu aynı zamanda çevre-insan ikici anlayışına karşıt bi:r kavrayıştır. Bu çerçevede, yazının savlarından ilki, hareketin tehdit algısı, mücadele felse­ fesi, aktörleri, talepleri, hedefleri, strateji ve taktikleri gibi unsurlarını bağımsız biçimde ele almak yerine, çev­ re-topluluk ortakyaşamını savunma siyaseti içinde oluş­ turdukları kombinasyona göre kavramak gerektiğidir. lkinci savı ise, bu ortakyaşam siyasetinin kapitalizmde sermayenin devletle oluşturduğu ortakyaşamın karşısı-

l 14

Sunuş

na dikildiğidir. Nitekim, örnek olgu olarak incelenen Bergama hareketi, ne yalnızca madenci şirkete ne de yalnızca ona yol veren ve destek olan devlete karşıdır, her ikisine ve ikisinin ortakyaşam niteliği gösteren iliş­ kisine karşı bir direniştir. Şirketlerle devletlerin ilişkileri yalnızca yerel alana sıkışmış olmadığından, mücadele, yerel alandan ulusal ve uluslararası ölçeklere doğru ge­ nişleyerek gelişmiş ve güçlenmiştir. Yukarıda kısaca tanıtılan bu yazılar, Türkçeleştiril­ meleri sayesinde yeniden varlık buldu. Bu bakımdan, sı­ rasıyla çevirileri yapan Sabriye Ak Kuran, Hikmet Ku­ ran, Duygu Yıldız Karakoç, Ezgi Kovancı ve Can Giray Özgül'e teşekkür borçluyum. Çevirilerin birkaçını ben­ den önce okuyarak önemli düzeltmeler yapan Emel Tür­ ker'e minnettarım. Bütün çevirileri İngilizcesiyle karşı­ laştırmalı olarak okudum, ekleme, çıkartma ve değişik­ likler yaptım. Bunu iki nedenle belirtmek istedim: Bi­ rincisi, yüklü metinleri çevirmenin güçlüğünü böylece deneyimlemiş birisi olarak yukarıda adı geçen genç mes­ lektaşlarımın harcadığı emeğin değerini vurgulamak için. ikincisi de, hala anlaşılmayan cümleler kaldıysa, bunun sorumluluğunun, onlara ait olmadığını vurgulamak ve bana yüklenmesini sağlamak için. İngilizce metinler ya­ yımlanmadan önce önerilerinden yararlandığım Chris­ topher May, Sol Piccio tto, Ma tthew Paterson ve lan Fitzgerald'a ve anonim hakemlere de teşekkür etmeli­ yim. imge Kitabevi Yayınları'nın editörü Elif Çongur'a ve kitap olarak ortaya çıkması için katkıda bulunan emekçilerine de teşekkür ediyorum.

I

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel tlişkiler*

Uluslararası ilişkiler (Ut) teorisi çevre konularını özüm­ semeye kalkışmış olsa da, zaten gecikmiş olarak verdiği bu yanıt, çoğunlukla, çatışma ve işbirliği sorunlarının uluslararası arenasında çevreyi de bu sorun alanlarından yalnızca biri olarak gören neorealizm ve neoliberal ku­ rumsalcılık tarafından öne sürülen bir çerçevenin gele­ neksel soyutlamasını yansıtmıştır (Williams, 1 996: 423; Hovden, 1 999: 50) . Aslında son zamanlarda çevreyle barışan uluslararası ilişkiler teorisinin bu iki kolu, ulus­ lararası müzakereler üzerinde doğrudan ve dolaylı so­ nuçlara sahip sosyal yapılar ve ekosistem arasındaki et­ kileşimlere hemen hemen hiç açıklama getirmemiştir. Bunun yerine, neorealizm ve neoliberal kurumsalcılık, uluslararası kurum ve kuruluşlar, devletler ve sivil top­ lum kuruluşları gibi çatışma ya da işbirliği içinde olan aktörlerin bakış açılarından sorular yöneltmiştir. Bu bağ­ lamda, "farklı kavram ve kavramsal sistemler kullanma, Çeviren SABRiYE AK KURAN İngilizce metnin yayımlandığı yer: "Politico-Environmental Relations in the lntemational Arena," AlternatifPolitika, Cilt 8, Sayı 1, 2016, 67-108.

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

farklı sorular sorma ve farklı olguları tercih etme" (Hal­ liday, 1987: 2 1 6) bakımlarından birbirlerinden ayrılsa­ lar da çevre konusunda aynı anlayışı paylaşıyor görün­ mektedirler. Bu makale, neorealizm ve neoliberal kurumsalcılığı, ikisinden birini benimsemeden, eleştirel bir bakışla ele almaktadır. Bu iki ana akım düşünce okulu , uluslararası ilişkilerin farklı yönlerini ele almalarına rağmen, ulus­ lararası çevre politikalarının temel özelliklerini hesaba katmak konusunda aynı ölçüde başarısızdırlar. Makale, geleneksel uluslararası ilişkiler teorisinde ya tümden dışarda bırakılan ya da ele alındığında çok az değinilen şu konuya odaklanıyor: Tartışmanın bir hattı, uluslara­ rası çevre müzakerelerine ve anlaşmalarına da yansıyan, toplumsal yapı ve çevre arasında farklılaşan etkileşimle­ ri incelemektedir. Tartışmanın ikinci hattı ise, uluslara­ rası çevre rejimlerinin, ulusal ve uluslararası düzeyde meydana gelen karmaşık ekonomi-politik ilişkileri etkile­ me ve onlardan etkilenme biçimlerini araştırmayı amaç­ lamaktadır. Böylece, bir yandan uluslararası çevre ko­ ruma alanıyla toplumsal yapı-çevre bağıntıları arasında­ ki, öte yandan da bu alanla devlet-sermaye bağıntıları arasındaki diyalektik ilişkileri çözümlemektedir.

Geleneksel Uluslararası llişkiler Teorisinin Başarısızlığı Önde gelen neorealizm çalışmaları (Waltz, 1979; Gilpin, 1 98 1 ) uluslararası ilişkilerin doğasının, ulusal çıkarları­ nı ve güvenliklerini en üst düzeye çıkarmaya çalışan egemen devletler arasındaki güç rekabetinin yarattığı bir çıkar çatışması olduğunu ileri sürmektedir. ut teorisi-

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

nin neorealistleri, Hobbesçu anarşi olarak resmettikleri bir devletlerarası rekabet ve güvensizlik durumunu vur­ gularlar ve anarşiyi sona erdirecek düzen de ancak dün­ ya siyasetinde bir güç dengesi sayesinde kurulabilir (Gill , 1993: 5-6) . Böyle olunca, neorealistler için en önemli soru, Vogler'in .( 1 996: 6) de belirtiği gibi, "ege­ men devletlerden oluşan 'anarşik' bir sistemde düzen ve yönetimin nasıl sağlanacağıdır. " Neorealist bir bakış, devletlerin üstünde onlara eş bir ulusal otorite var ol­ madığından, uluslararası sistemin diğer bütün aktörleri gerçekte devletin yarattığı birimler olduğundan ve dev­ let aracılığıyla çalışmak zorunda olduklarından, devlet­ leri uluslararası alanın ana aktörleri olarak görmektedir. Böyle bir perspektiften uluslararası sistem küresel bir devletler sistemi olarak görülmektedir (McGrew, 1 992a: 18) . Ulus devlet toprak bütünlüğünü korumanın yanın­ da ekonomik güvenliği de sağladığı için dünya ekono­ misinin de tayin edicisidir (Tooze, 1992: 234-35) . Uluslararası sistemin anarşik niteliği varsayımı göz önüne alındığında, neorealizmde devletlerin, ortak çı­ karlara sahip olsalar bile işbirliği yapma konusunda is­ teksiz davrandıkları vurgusu vardır. Bunun nedeni, bir devletin bir başkasıyla bir anlaşma planladığında, daima diğer tarafın görece daha fazla kazanım elde edebilecek olmasından endişe duymasıdır (Grieco, 1 988: 487) . Neorealistler için uluslararası politikada elde edilen so­ nuçlar, işbirliği faaliyetleri yoluyla değil de "sistem içe­ risindeki güç olanaklarının dağılımı" ile ortaya çıkmak­ tadır (Paterson, 1 996: 63) . Her devlet kendi ulusal çı­ karlarını gözetme eğiliminde olduğundan devletlerin or­ tak amaçlarım gerçekleştirmek için hegemonik bir güç gerekmektedir. Aynca, kurumsallaşmış işbirliği örnek-

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

leri bile hegemonik bir güç sayesinde başarılmaktadır. Neorealist paradigmanın bakış açısından, işbirliği me­ kanizmalarının gelişmesinin, aykırı davranış ( örn. ticari korumacılık) maliyetini daha da artırdığı ileri sürülebi­ lir. Ancak uluslararasılaşmanın yeni koşullan içinde iş­ birliği ve dayanışma alanının genişlemesi, kendi çıkarla­ rını gözeten egemen aktörlerin gücünün azalması olarak düşünülemez. "Dünya politikasının dönüşümünün, dev­ letin etkisini azaltmaktan ziyade, büyük ölçüde genişlet­ tiği ve bunun ulusal ekonomi ve toplumda devletin ro­ lünün artmasıyla birlikte gerçekleştiği" belirtilmektedir (Smith, 1 992: 26 1 ) . Neorealist yaklaşım uluslararası ilişkilerin özü itiba­ riyle çatışmalı yapısının altını çizerken neoliberal ku­ rumsalcılığın önde gelen yazarları (Keohane , 1 984; Young, 1989 ; Krasner, 1983) bu ilişkilerin aslında işbir­ liğine yöneldiğini vurgulamaktadır. Hegemonya , işbirli­ ğini teşvik edebilirse de zorunlu bir koşul değildir çün­ kü işbirliği için önemli olan şey uluslararası rejimlerin oluşmasına yol açan ortak çıkarların ortaya çıkmasıdır (Keohane, 1 984: 65-84) . Neoliberal kurumsalcılar, "rea­ listler anarşinin devletlerin işbirliği yapma isteklilikleri­ ni sınırlandırdığına inanmakta haklı olsalar bile , yine de devletler birlikte çalışabilir ve bu çalışmayı özellikle uluslararası kurumların yardımıyla yapabilir" görüşün­ dedirler (Grieco, 1 988: 486) . Dünya çapında serbest pi­ yasa sistemi, finansal ilişkiler ve karşılıklı beklentileri biraraya getiren telekomünikasyon, sağlık ve çevrenin korunması konuları, karşılıklı bağımlılık ve dayanışma oluşturmakta, bu ise işbirliğine yönelik örtüşen çıkarlar yaratmaktadır. Neorealistlerin işbirliğinden kaynaklanan göreceli kazanımlar hakkındaki endişelerine karşıt ola-

!20

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

rak kurumsalcılar, bir devletin esas olarak işbirliği so­ nucu ortaya çıkan kendi mutlak kazanımlarıyla ilgilen­ diğini ve kendisininkini en çoğa çıkardığı sürece öteki devletlerin kazanımlarını umursamadığını savunurlar. Neoliberal kurumsalcılığa göre, devlet, dünya poli­ tikasında hala önemli olmasına karşın tek önemli aktör değildir. Uluslararası sistem, devletlerin yanı sıra ulusla­ rarası kurum ve kuruluşlar, hükümetlerarası örgütler, baskı ve lobi grupları, sivil toplum örgütleri, çok uluslu ortaklıklar ve çok uluslu şirketlerden oluşan karmaşık ve çok aktörlü bir sistemdir. Neoliberal kurumsalcılık, uluslararası kurumların gündem belirlemede, uluslara­ rası siyasa yapımında ve izleme süreçlerinde önemini vurgulamakta ve onları devletlerin yan oluşumları ola­ rak değil de kendi başlarına var olan, uzlaşmacı işbirli­ ğini ve ortak çıkarları temsil eden ve işbirliğini kolaylaş­ tıran bağımsız güçler olarak sunmaktadır (bkz . Haas , Keohane ve Levy, 1 993) . Neorealizmin aksine, dünya politikasında düzen, bir hegemonik güçle ya da güç dengesiyle değil, ortaklaşılan değerlere, normlara ve ku­ rallara dayanan hükümetlerarası yönetim rejimleri saye­ 1 sinde sağlanır. Geleneksel Ut teorisinin iki kolu, Marksizmden esinlenmiş olan eleştirel yaklaşımlar tarafından eleştirilmektedir. Kurumsakılıktan farklı olarak Marksist yaklaşım, uluslararası politikanın çaUşma ve çelişkilere dayandığı­ na dair bir varsayımdan yola çıkmaktadır. Bununla birlikte, realizmden de farklı olarak Marksist yaklaşım, uluslararası ilişkileri, ulusal ya da uluslara­ rası olsun sermayeler arasındaki ve sınıf ilişkileriyle dolayımlanmış devletler arasındaki çelişkilerin bir ürünü olarak görmektedir. Realistlerin, dünya dü­ zeninin güç ve güvenlik konularına dayanan bir devletler sistemi olduğu yö­ nündeki iddialarına karşıt olarak kurumsakılar, o düzenin, çeşitli aktörlerin ortak çıkarlarından kaynaklanan bağımlılık ağlan aracılığıyla sürdürüldüğü­ nü ileri sürerken Marksist bilim insanları, uluslararası kapitalist düzenin, uluslararası sömürgen üretim ve mübadele yapısı tarafından biçimlendirildi­ ğini savunmaktadırlar. Uluslararası politikanın Marksist eğilimli çeşitli yo-

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

Genelde bu iki hakim yaklaşım, çevre konularının uı teorisine dahil eden akademik çalışmaları belirlemiş­ tir. Geleneksel Ul teorisi mirasından hareket edilirse, çevre konulan uluslararası sahnede işbirliğine yardım eden ya da yoğun çatışmayı destekleyen bütün bileşen­ lere sahiptir (Rosenau, 1993 : 89-90) . Çatışma paradig­ ması, uluslararası çevre politikasına ilgi gösterdiğinde, kaynakların ve stratejik minerallerin kıtlığı, nüfus artışı, çevre mültecileri, gıda üretiminde azalma, kirlilik, iklim değişikliği ve benzeri sorunlardan kaynaklanan çeşitli çatışma türlerinden söz eder (bkz. Mandel 1 988: 1 1- 1 3 ; Homer-Dixon, 1 99 1 : 1 04- 1 3 ) . Çevresel değişiklikler , "ulusal ve uluslararası toplumda gerginlik düzeyini 'ar­ tırdıkları' ve böylece pek çok farklı çatışma türü olasılı­ ğını yükselttikleri ve işbirliği çözümlerinin gelişimini engelledikleri" için "savaş, terörizm ya da diplomatik ve ticari anlaşmazlıklar gibi çeşitli çatışmalara neden ola­ bilmekte ya da katkıda bulunabilmektedir" (Homer­ Dixon, 1 99 1 : 77-8) . Bu yaklaşımın uluslararası çevre sorunlarını çözme stratejileri, anahtar aktörler olarak devletlere dayandırı­ lır. Devletler, ilkelerin, normların, düzenlemelerin ve siyasaların oluşturulması ve uygulanmasından sorumlu olma anlamında çevre politikalarının kaynağı, nedeni ve sonuçlandır. Çatışma riskleri, devletler arasındaki güç ilişkileri dengede tutularak azaltılabilir ve bu da bir he­ gemonun varlığını gerektirir. Hegemonik bir gücün et­ kili liderliği, ki genelde bu rol için ABD düşünülür (bkz . Bamey, 1983 ; Benedick, 1998: 6 ve 3 1 6 ; Porter ve Brown, 1 996: 1 72) , uluslararası düzeyde çevrenin korunmasını rumlan için aynca bkz. Bobbio, 1987: 197-212; Cox, 1981; Gill, 1993; Halliday, 1994; Keeley, 1990; Smith, ı994.

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

başarmak için hayati önemdedir. Hegemonik liderlik görüşü , William Ophuls'un daha erken tarihli o toriter korumacılık yaklaşımıyla da uyumludur. Hobbes'un ( 1 968) "herkes herkese karşı" ve Hardin'in ( 1 968) " or­ tak alanların trajedisi" önermelerini benimseyen Ophuls, "çevre sorunlarının kıtlık dünyasında tekil egemen dev­ letler arasında işbirliğiyle çözülemeyeceği ve etkili bi­ çimde zorlayıcı güce sahip bir dünya devletine olan ge­ reksinmenin çoğunlukla tüm siyasi sorunların esasını oluşturduğu gerekçeleriyle" bir "gezegensel Leviathan" önermektedir (Ophuls, 1973: 228) . Buna benzer biçimde , ama oluşturulması biraz za­ man alabilecek kapsamlı bir dünya devleti yerine, küre­ sel anayasal bir çerçevenin devletler arasında artan çev­ resel çatışmaları kısa vadede çözebileceği öne sürülmek­ tedir. Doğrudan seçilen bir "Dünya Çevre Konseyi" ve bir "Uluslararası Çevre Mahkemesi" tüm uluslara ve halklara uygulanacak ilkelere dayanan böyle bir çerçe­ veyi geliştirebilir (Low ve Gleeson, 1 998: 190-93) . Ben­ zer bir anlayışa sahip Daniel E tsy'e ( 1 993 : 34) göre , "çevreyle ilgili çabalan eşgüdümleyecek geniş yetkileri olan ya da yetkileri yeterince güçlü olan tek bir kurum olmadan gezegenin ekolojik sorunlarına bulunan çözüm­ ler, dağınık, etkisiz ve yetersiz kalacaktır. " E tsy'e göre ticaret ve çevre alanlarında politikaları belirleyenler ara­ sındaki mücadelede ortaya çıkan çatışmalar, GATT'ın serbest ticaret ilkelerini koruduğu gibi çevreyi korumak için de bir "Uluslararası Çevre Örgütü" oluşturulmasına gerek duyulduğunu göstermektedir. Bir Uluslararası Çev­ re Örgütü , "gezegenin korunması için ortak bir taahhü­ dü yerine getirme çabasında olan ülkeler için kapsamlı bir uluslararası çevre hukuku organı ve bağlayıcı kural-

Ekolojik lhtilafiar ve Kapitalizm

lar, normlar, yöntemler ve usuller geliştirebilir" (Esty, 1 993: 36) . Dünya Ticaret Örgütü'nün kurumsal ve hu­ kuki açıdan benzeri olacak bir "Dünya Çevre Örgütü" önerisi de, Dünya Ticaret Örgütü'nün ticaret ve çevreyle ilgili sempozyumlarından birinde , o zamanki Başkan Renato Ruggiero tarafından dile getirilmiştir (Ruggiero , 1 999) . "Çevresel bozulmaların yol açtığı ortak kırılganlı­ ğın" kabul edilmesi, uluslararası konferanslarda işbirliği arayışlarının takdir edilmesine ve ardından da akademik vurgunun, güç ilişkilerine odaklanan neorealist yakla­ şımdan "karmaşık karşılıklı bağımlılık" koşullarının ana­ lizine doğru kaymasına yol açmıştır (Vogler, 1 996: 5 ) . Kurumsalcı U l teorisinde, ortak çevresel çıkarlar v e or­ tak bir kaderle "hepimiz aynı gemideyiz" düşüncesinin uzantısı , uluslararası işbirliğinde somutlaşan "sorun­ çözme stratejileri"dir. Karşılıklı bağımlılık görüşünden yararlananlar için, ozon tabakasının yok olması ve küre­ sel ısınma gibi uluslararası çevre sorunlarının sınır aşan özellikleriyle pek çok ülkeyi etkilemesi ve yine bu özel­ likleri nedeniyle ülkelerin tek başına çare bulmasının güçlükleri, çözüm için uluslararası işbirliğini gerekli kıl­ maktadır ( Conca ve Lipschutz, 1 993: 6) . Çoğu durum­ da, "çevre sorunlarını çözmek şöyle dursun onlarla yüz­ leşmenin dahi, ancak devletler kaynaklarını birleştirip elbirliğiyle ortak açmazlarını ele alırlarsa mümkün ola­ bileceği dikkate alındığında" çevresel değişiklikler karşı­ lıklı bağımlılık konusudur (Rosenau, 1 993: 75) . Ku­ rumsalcılar, gelişmiş ve azgelişmiş bütün devletleri ik­ lim değişikliği gibi küresel çevresel sorunları çözmek için sürekli uluslararası işbirliği kurmaya çağırmaktadır.

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

Kurumsalcılara göre, uluslararası. kurumlar ve ör­ gütler aracılığıyla çevreyle ilgili sorun-çözme teknikle­ rinin geliştirilmesiyle "bildirgeler ve taahhütler (ulusla­ rarası antlaşmaların imzalanması) , eylemler (politika oluşturma ve yatırımlar) ve çıktılar (çevresel kalite) ba­ kımlarından" göze çarpan sayıda ve başarılı çevresel iş birliklerine tanık olduk (Haas, 1990: 348) . 1970'lerin başından bu yana, uyulması zorunlu ya da gönüllü ku­ rallardan, sözleşme, antlaşma , protokol, bağlayıcı olan ya da olmayan kararlara ve bilgi değişimi planlan ve sı­ nır ötesi bildirim sistemlerine varıncaya kadar çeşitlilik gösteren, uluslararası çevre koruma biçimlerinin pek çok farklı türü vardır (Gladwin, 1987: 24-5). Uluslara­ rası çevre koruma rejimlerinin varlığı , uluslararası ala­ nın Hobbsçu betimlemesine bir meydan okuma olarak görülebilir. Bu, yalnızca çevre rejimlerinin gelişiminin liderlik rolünü üstlenen tek bir devletin hegemonik reh­ berliği ya da kontrolü olmadan başarılmış olması nede­ niyle değildir, aynı zamanda da uluslararası rejimlerin "devletlerin davranışlarına etkide bulunan kurallar ve normlar oluşturması nedeniyledir. Kaldı ki, bu kurallar ve normlar, Hobbsçu bir dünyada olması gerektiği gibi güç kullanma tehdidiyle desteklenen yetkiler de değil­ dir" (Weale, 1 992: 1 90) . Bu çerçevedeki bir uğrak da kurumsal bir yönetim aygıtı olarak devletle yönetme süreçlerini simgeleyen yönetişim arasındaki ayırımdır (McGrew, 1992b: 3 23 ) . Bir dünya devletinin yokluğunda, uluslararası ilişkiler bir anarşi durumu olarak değil, daha ziyade Rose­ nau'nun "devletsiz yönetişim" kavramıyla formülleştiri­ lebilir. Yönetişim, "yalnızca devlet kurumlarını kapsa­ makla kalmaz aynı zamanda gayrı resmi, hükümet dışı

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

mekanizmaları da kapsar;- bu mekanizmalar aracılığıyla yönetişimin kapsamındaki kişi ve kuruluşlar harekete geçer, gereksinmelerini karşılar ve isteklerini gerçekleş­ tirirler" (Rosenau, 1 992: 4) . Uluslararası yönetişim me­ kanizmalarında, devletler çevre rejimlerinin oluşması ve uygulanması bakımından hala önemli aktörlerdir, ama güncel rejim oluşum süreci birçok başka aktör türünü de içermektedir (Young, 1 990: 34 3-44; Eckerberg ve joas: 2004: 406-7) . Hükümet dışı aktörler (Sivil Toplum Kuruluşları, STK) ulusal delegasyonlarda temsil edilir ve Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı (BMÇKK) sürecinde olduğu gibi, uluslararası kurumla­ rın çalışmalarına resmi ya da gayri resmi olarak katılabi­ lirler. Bu yaklaşım, kurumların ve devlet dışı aktörlerin rollerinin önemini vurgulamakla birlikte devleti esas alan uluslararası ilişkiler anlayışına dayanır . Bu anlayışa göre, Keohane, Haas ve Levy'nin ( 1 993: 24) sözleriyle ifade edilecek olursa, uluslararası kurumlar, "devletlerin yerine geçmez ya da devletleri gölgede bırakmaz " ancak "devletlerin içinde, etrafında ve üzerinde ağlar yaratabi1.ır. " Kurumsalcı yaklaşımdaki devlet dışı aktörler vurgu­ sunu hareket noktası olarak ele almakla birlikte, onu devlet merkezli olduğu için eleştiren Paul Wapner, . STK'ları küresel çevre yönetişiminin aktörleri olarak gö­ rür. Wapner'e göre ( 1 996: 3-6) , devlet ve uluslararası devlet sisteminin yetki alanından ayrı olarak çevreyle il­ gili çabaları örgütleyip hayata geçirecek bir "küresel si­ vil toplum" alanı vardır. Küresel sivil toplum, kendi kendilerine örgütlenen ya da en azından enerjilerini ulusal sınırlar dışına yönlendiren STK'lardan oluşmak­ tadır . STK'ların faaliyetleri, "devletlerin insan ilişkilerini

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

yöneten araçlar üzerinde tekelci kontrol oluşturmadığı­ nı, daha önemlisi devlet dışı yönetişim biçimlerinin var olduğunu ve kapsamlı bir değişim yaratmak için kulla­ nılabileceğine" işaret eden bir çeşit "dünya yurttaşlığı politikası" oluşturur (Wapner, 1 996: 7) . STK'ların rolü­ nü yalnızca devlet politikaları ve devletlerarası işbirliği­ ni etkilemekle sınırlandıran görüşleri eleştirmesine rağ­ men Wapner'in bakış açısı, yine de eleştirdiği görüşlerle şöyle bir ortak paydada buluşmaktadır: "Devletlere dün­ yayı koruma konusunda baskı yapılmalı ya da bunun için köşeye sıkıştınlmalıdırlar. Çünkü dünyayı ekolojik bir dengeye doğru hareket ettirmenin önemli bir yön­ temi, devletler üzerinde küresel sınırlamalar yaratmak­ tır. Bu , devletlerin dar ve anti-ekolojik eğilimlerini dur­ duracaktır. Ulus ötesi çevre grupları, uluslararası karşı­ lıklı bağımlılıkların küresel çevrenin iyi-oluşuna hizmet etmesini sağlayarak bu gibi kısıtlamalar yaratmaktadır" (Wapner, 1 996; 1 48) . Başka bir anlatımla, Wapner, STK'lann devletler ve devletler arası sistem üzerinde yoğunlaşmasını ve baskı uygulamasını önermektedir (Ayrıca bkz. Wapner, 1 997; 80- 1 ) . Aynı nedenle küresel çevre yönetişimi görüşünü desteleyen Hilary French de (2000: 1 63-76) STK'lann, devletleri ve uluslararası ku­ rumlan küresel çevresel bozulmasının üstesinden gel­ mek için kurallar ve kurumlar tesis etmeye zorlayarak ve ayrıca uygulama ve izleme aşamalarına da katılarak yönetişim modelinde ana rolü oynadıklarını savunur. Ronnie Lipschutz da STK'lann, çevre gruplarının, yerli halkların ve derneklerin oluşturduğu ağlan kapsa­ yan küresel sivil toplum aktörlerinin çalışmalarında so­ mutlaşan, benzer bir küresel çevre yönetişimi anlayışına sahiptir. Küresel sivil toplum, "uluslararası politikaya

l21

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

giderek daha çok katılan, her zaman olmasa da çoğun­ lukla sınırlan içinde çalıştıkları devletlerden büyük öl­ çüde özerk olan aktörler alanıdır. Bu, küresel sivil top­ lumun devlet sisteminden bağımsız olduğu anlamına gelmediği gibi, küresel sivil toplum bütünüyle bu siste­ min nesnesi ya da eseri de değildir" (vurgu orijinal me­ tindendir, Lipschutz, 1 996: 77) . Demek ki, küresel sivil toplum ve devlet sistemi karşılıklı olarak kurucu bir ni­ telik taşımaktadır. Küresel yönetişim, küresel sivil top­ lum ve devlet arasındaki müzakereler sürecinde ortaya çıkar. Lipschutz'a göre , küresel ve yerel, küresel sivil toplumda yönetişim etkinliklerinde bulunan aktörlerin çabalan sayesinde birbir leriyle bağlantılı hale gelir. Lipschutz küresel ve yerel arasındaki bağlantıyı, yerel grupların dünyanın diğer bölgelerindeki örgütlerle olan kapsamlı ilişkilerinde görür. Bağlantının temelini sağla­ yan ise, inançlar, çevreyle ilgili endişeler ve simgelerin küresel olarak ortaklaşılan sistemi ve farklı bir toplum­ sal birim, grup ya da kurumdan diğerine bilgi aktarıl­ masıdır. Küresel çevre ağlan dünyanın çok uzak bölge­ lerinde bile çevresel tahribata karşı mücadele eden yerel eylemcilerle bağlantı kurar. Küresel çevresel yönetişim aktörlerinin bağlantılar, ağlar ve koalisyonlar aracılığıyla hem yerel hem de kü­ resel çevre politikalarında giderek daha etkili hale gel­ diği iddia edilmektedir (Biermann ve Pattberg, 20 1 2 : 6-7) . Bununla birlikte, yerel ve küresel arasındaki ilişki, yerel/küresel olarak hareket eden çevre grupları arasın­ daki bağlantılarla sınırlandırılamaz. Başka biçimde söy­ lemek gerekirse, Lipschutz'un ve Wapner'ın çalışmala­ rında eksik olan unsur, çeşitli düzeylerde işlev gören ekonomi-siyaset ilişkileri, devletler, çok uluslu şirketler,

128

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

uluslararası örgütler gibi aktörler arasındaki ilişkiler ve bu aktörlerle çevresel gruplar arasındaki ilişkilerdir. Bu karmaşık ilişkileri hesaba katmaktaki başarısızlık, bir yandan STK'lann yerel ya da uluslararası çevre koruma konusundaki etkisine aşın vurgu yapılmasına, diğer yan­ dan da çevre rej imi oluşumunda/uygulamasında devlet­ sermaye ilişkisinin rolünün (aşağıya bakınız) ve bu iliş­ ki örüntülerine karşı yürütülen yerel mücadelelerin ro­ lünün gözden kaçırılmasına neden olmaktadır (bkz. Ço­ ban, 2004a) . Geleneksel Ut teorisinin burada kısaca açıkladığı­ mız vurguları; teorik tartışmalarda çevrenin, "çevreyle ilgili olmayan" (örn.1 güç çatışmaları, "ulusal çıkarlar, " işbirliği gibi) amaçlar için bir araç olarak ele alındığını (Conca, 1993: 3 1 2) ya da bu "çevreyle ilgisiz tartışma­ lar"ın "çevresel" duyarlılıklar yoluyla alevlendirildiğini açıklığa kavuşturmuştur. Her iki durumda da çevrenin hesaba katılmasının nedeni kendisi değil başka unsurlar­ dır. Böyle bir sunuş, insan-doğa ortakyaşam (symbiotic) ilişkisini ve bu ilişkinin uluslararası alandaki sonuçları­ nı gözden kaçırmaktadır. Bu ilişki anlaşılmayınca da "sorun-çözme stratejileri"ne dayanan tamamen oyalayıcı uluslararası çözümler önermek olağanlaşır. Son yıllarda bu sorunlu yapının artan ölçüde farkına varılması, ana akım Ut teorisinin çevreyle ilgili bir bakış açısından eleştirilmesini sağlamıştır (bkz. Laferriere ve Stoet, 1 999; Hovden, 1 99 9 ; Paterson, 1 99 6 ; Brand ve Görg, 200 1 ; Saurin, 1 996; Williams, 1996) . Geleneksel Ut teorisinin devletler arası ilişkiler üze­ rindeki vurgusu da, hem ulusal ve uluslararası alanlar arasındaki ilişkiyi hem de politika ve ekonomi arasın­ daki ilişkiyi çözümlemek bakımından sorunludur. Ut

1 29

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

teorisinin hakim kp lları, ulusal olanı uluslararası olan­ dan ve politik olanı ekonomik olandan ayrı tuttuğu için eleştirilmiştir (bkz. Cox, 1 98 1 ; Gilpin, 1987; Halliday, 1 987; Rupert, 1 993 : 83-4) . "Uluslararası politik ekono­ mi" olarak bilenen okulun, geleneksel Ul teorisine kar­ şı oluşturduğu alternatifler (Gilpin, 1 987; Murphy ve Tooze, 1 99 1 : 4) bu ikili ayrımları birleştirme amacına odaklanmaktadır. Ulusal ve uluslararası düzeylerde politikanın eko­ nomiden ayrılması varsayımından yola çıkan görüş, devletler arasındaki ilişkileri, sanki devletler tarafsız , ev­ rensel ve tarih dışı birimlermişçesine betimlemektedir. Devletler arasındaki çevreye dair ilişkileri, sanki bu iliş­ kiler kapitalist sınıf ilişkilerinden, sermaye birikiminin gerekliliklerinden ve ulusal/uluslararası sermayeyle çev­ re mücadelelerinin baskılarından soyutlanmış gibi res­ metmektedir. Yapıları dikkate almaksızın aktörlere odak­ lanma , "aktör-yapı ilişkisi" sorununu ele almaktan ka­ çınmaktadır. Geleneksel Ul teorisinin devlet-merkezli yaklaşımı, aktörlere (devletler ve devlet dışı aktörlere) odaklanır ancak aktörlerin rollerinin kapitalist yapılarla eklemlendiğinde anlamlı hale geldiğini gösteren bir bağ­ lam sunmaz. Halliday'ın ( 1 987: 2 1 7) belirttiği gibi, "tar­ tışma, bizim devlet merkezli olup olmadığımızla ilgili de­ ğildir, devlet derken ne kast ettiğimizle ilgilidir. " Ulus­ lararası çevre sorunlarına ve çevrenin korunmasına iliş­ kin olarak, dünya politikasının kapitalist yapısı içerisin­ de faaliyet yürüten devlet ve diğer aktörlere aşağıda de­ ğineceğiz. Ama bunu incelemeye başlamadan önce, ulus­ lararası çevre konularıyla ilgili çelişkilerin çokluğunu ve karmaşıklığını açıklayarak, çevreyi, uluslararası arenada yerli yerine yerleştirmeliyiz.

Çevreyi Uluslararasılaşurmak Bu başlığın amacı, çevrenin uluslararasılaşmasının bü­ tün nedenlerini ayrıntılı olarak anlatmak değildir. Çev­ renin uluslararasılaşmasının nedenleri arasında şunlar sayılabilir: Ekolojik bozulmanın kapsam ve etkilerinin ve sınırötesi niteliğinin fa rk edilmesi (Pickering ve Owen, 1 997) , ekolojik sorunlara ilişkin artan kamu bi­ linci , çevre hareketlerinin ve STK'lann rolü , bilimsel araştırmalardaki gelişmelerin etkisi (Parson, 1 993 : 45-6; Wiman, 1 99 1 ; Haas, 1990: 354-.i8) , uluslararası örgüt­ lerin etkisi (Haas, Keohane ve Levy, 1 993) ve uluslara­ rası bürokrasinin oluşumudur (Sklair, 1994: 2 1 2; Wil­ liams , 1 993 : 1 6 ) . Çevrenin uluslararasılaşması yönünde yapılan tüm bu açıklamalar kendi içinde teorik değere sahip olabilir ve aşağıda yeri geldiğinde bunlara başvu­ rulacak ve tartışılacaktır. Uluslararası çevre sorunlarının ana akım Ut teorisinin çözümlemelerine nasıl dahil edil­ diğini açıklığa kavuşturduğumuza göre şimdi tamam­ lanması gereken iki temel görev var: Ilki, çevre konula­ rının yalnızca çatışma ya da yalnızca işbirliği örüntüle­ rini mi, yoksa her ikisini birden mi ifade ettiği tartışma­ sına dayalı olarak geçerlilik sorununun ele alınmasıdır. Bu yön, çevrenin uluslararasılaşmasının görünen neden­ lerine ilişkindir. Bununla bağlantılı olarak ikincisi ise , geleneksek ut teorisinin dışarıda bıraktığı konular varsa bunların da teori tarafından kapsanması gerektiği öncü­ lünden yola çıkan yeterlik sorunudur. Bu ikinci nokta , çevrenin uluslararasılaşmasını ve aktörlerin talep ve faa­ liyetlerini ekonomik, politik ve toplumsal yapısal bile­ şenlerin geniş bağlamı içerisinde anlamaya yardım eder.

Çatışma, işbirliği ve Devlet-Merkezcilik Açıktır ki, çevrenin uluslararasılaşmasına neden olan kimi çevresel çatışma örüntüleri vardır. Bunlar arasında sayılabilecek olanlar, devletlerin egemen birimler olarak kaynaklara erişimi, kirletme haklan, çevre koruma ihti­ lafları , yükümlülüklerle ilgili ihtilaflar (Sachs, 1 993: 1314) ve kaynakların ve yutakların (sinks) dağıtımı ve ye­ niden dağıtımıdır (Rosenau, 1 993: 82-3 ) . Örneğin, mi­ nerallere ve balık stoklarına erişim İngiltere ve Arjantin arasındaki Falkland!Ivf.aldivler çatışmasındaki etkenler­ den birisiydi. Benzer biçimde, Basra Körfezi'ndeki ça­ tışmanın bir nedeni, kıt petrol kaynaklarının daha fazla işletilmesine yönelik koşulların sürdürülmesiydi (El­ liott, 1998: 22 1 ). Tatlı su kaynaklarına erişimin ve onla­ rın kullanımının, aynı nehrin suyuna bel bağlayan ülke­ ler arasında yaşanabilecek olası uluslararası çatışmalarla bağlantısı vardır. Su, Hindistan ve Pakistan arasındaki 1 965 savaşında önemli bir unsurdu. Ortak nehir suları, Şili ve Bolivya arasında, Ürdün, İsrail ve Suriye arasında ve Türkiye, Irak ve Suriye (Middleton, O'Keefe ve Mo­ yo , 1993: 1 4 1 -42; Porter ve Brown, 1 996: 1 57) arasın­ daki örneklerde olduğu gibi, bölgesel anlaşmazlıkların önemli bir belirleyenidir. Ancak bu durum, çevresel ko­ nuların mutlaka "sıcak" çatışmalara neden olma eğili­ minde olduğu anlamına gelmez. Ozon tabakasını incel­ ten maddelerin ve küresel ısınmaya ve iklim değişikliği­ ne yol açan sera gazı salımlarının azaltılması girişimle­ rinde olduğu gibi, atmosferde ve toprak altında ve üs­ tündeki kirletici maddelerin yeniden dağıtımı çok taraflı müzakerelerde anlaşmazlığa neden olabilmektedir ( Cha­ sek, Downie, Brown, 2006: 106- 1 2 7). iklim sözleşmesi

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

bakımından, ABD , küresel ısınmayla ilgili bağlayıcı he­ defler belirlenmesi ve etkili eylemlerin gerçekleştirilme­ sine yönelik işbirliği çabalarında her zaman isteksiz dav­ ranmıştır. Coğrafi konumu ve iklim değişikliğiyle mü­ cadelede finansal kaynaklan düşünüldüğünde ABD'nin iklim değişikliğinin olası etkilerinden, sera gazı salını­ lan konusunda anlaşılır nedenlerle en sert kısıtlamaları isteyen küçük ada devletleri kadar şiddetli biçimde etki­ lenmesi beklenmemektedir (Paterson, 1 996: 7 1 ; Sachs, 1 993: 14) . Çevre konulan gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler ara­ sındaki çatışmayı da yoğunlaştırabilir. Bu bağlamda ulus­ lararası çevre müzakereleri ve müzakere çıktıları, her ülkenin "kaynak" ve "yutak" kullanımında kendi payını en çoğa çıkarma çabasından beslenen sert anlaşmazlık­ larla ilgili kanıtlar sunmaktadır. Gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki gerilim; çevreyi koruma amacından ziyade güçlü ve ayrıcalıklı ülkelerin talep ve çıkarlarının bir dışavurumu olarak, ekolojik krizin "küresel" işbirli­ ğiyle çözülmesi yaklaşımının olumsuz etkilerini göster­ mektedir. Stockholm Konferansı'ından Rio+20 Konfe­ ransı'na ve sonrasına kadar, gelişmiş ülkelerin başlıca kaygısı, kaynakların sömürülmesi, kirlilik ve Başkan Bush'un BMÇKK'da "Amerikan yaşam tarzı müzakere edilemez" sözüyle ifade ettiği Batılı yaşam standardının korunması gibi sorunlar etrafında dönmüştür. Kuzey, mevcut dünya düzenini yeniden yapılandırmakla pek il­ gisi olmayan kontrol ya da iyileştirme önerilerinin tek­ nik uygulanabilirliğine odaklanmaktadır. Öte yandan, azgelişmiş ülkeler çevreyi ekonomik büyümelerini sür­ dürmenin bir aracı olarak görmektedir. Bu ülkeler, ge­ lişmiş Batıyı, sanayileşmekte olan dünyada ekonomik

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

büyüme ve kaynak kullanımını azaltma motivasyonuyla hareket etmekle eleştirmektedir (bkz. Falk, 1 993; Hild­ yard , 1 99 3 ; Lohmann, 1 99 3 ; Shiva , 1 993; Williams , 1 993) . Çevreyle ilgili konularda zengin ve yoksul ülke­ ler arasındaki ilişkiler; doğal kaynaklara erişim ve bu kaynaklardan yararlanma , iklim değişikliğini azaltma stratej ileri , bağışçı/alıcı rolleri , borcun hafifletilmesi , çok uluslu şirketlerin faaliyetleri, ticaret ve yatınmlann kontrolü ve benzeri gibi sermaye birikim sorunlarıyla belirlenen bir diyalektiğin ürünü olan daha geniş bir yapının parçasıdır. Bu örneklerde çatışma, diyelim petrol ve su gibi kaynaklar ve karbondioksit salımlarının emilimini sağ­ layan yutaklar olarak çevrenin toplumsal düzen bakı­ mından önemiyle ilgilidir ve belirsiz "ulusal çıkarlar" ile pek ilgisi yoktur. Neorealist teoride hegemonik güç iliş­ kileri bakımından ya da neoliberal anlatıdaki servetin maksimuma çıkarılması bakımından "ulusal çıkarlar"a öncelik veren yaklaşım, çevre ve kalkınma tartışması da dahil olmak üzere (Vogler, 1 996: 1 2- 1 3 ) , eko-politika­ nın normatif boyutunu ve birçok aktörün çevre konu­ sundaki mücadelelerini gözardı etmektedir. Birleşik Dev­ letler eski Başkanı George Bush, BMÇKK'da söylediği "biyolojik çeşitlilikte önemli olan kendi haklarımızı, şir­ ketlerin sahip olduğu haklarımızı korumaktır" sözüyle, sermayenin çıkarlarının nasıl " ulusal" çıkarlar ya da "devlet" çıkarları haline geldiğini açıkça ortaya koymuş­ tur. Görülüyor ki, neoliberalizm ve neorealizm devlet­ merkezli anlayışı sürdürmektedir . Başka bir ifadeyle, çevreyle ilgili kaygılar önceden belirlenmiş "devlet çı­ karları"na, teoride ve uygulamada tabidir (Saurin, 1 996: 77) . "Ulusal çıkarlar" saplantısı olan neorealizm, dengi

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

ana akım yaklaşımın ileri sürdüğü çevresel karşılıklı ba­ ğımlılığın önemini anlamaktan acizdir. Diğer taraftan, "ortak ulusal çıkarlar"a kendini kaptırmış olan kurum­ salcılığın da toplumun doğayla kurduğu tarihsel ilişkile­ rin uluslararası karşılıklı bağımlılığa yönelik sonuçlarını gözden kaçırması olasıdır. Ayrıca, tartışmayı "ulusal çı­ karlar"a dayanarak devletlerarası ilişkilerle sınırlamak, çevre sorunlarının nedenleriyle bunlara uygun çözümle­ rin geniş kapsamlı biçimde anlaşılmasını gölgelemekte­ dir. Çevreyle ilgili kaygıların karmaşık nedenlerini ya­ kalayabilen soruların sorulmaması durumunda, devlet­ merkezli anlatı, çelişkilerin çeşitliliğini göz önünde tut­ maktan kaçınmaya hizmet eder ve böyle olunca da yal­ nızca devletlerarası "çözümler"i vurgular. Çevrenin uluslararasılaşması, çatışma örüntüleriyle olduğu kadar işbirliği konularıyla da ilgilidir. Tatlı su kaynaklarının kıt olduğu Orta Doğu'da bile su sorunları, Ürdün ve lsrail tarafından imzalanan ve su kaynaklarıy­ la ilgili bir işbirliği çerçevesi sağlayan 1994 tarihli Barış Antlaşması'nda olduğu gibi, işbirliği çabalarına destek oluşturmaktadır ( Committee on Sustainable Water Sup­ plies for the Middle East, 1 999 : 1 2 ) . Gelişmiş ve azge­ lişmiş ülkeler arasında sorunların tanımlarıyla nedenleri ve politika öncelikleri bakımından önemli farklılıklar olmasına rağmen, bunlar arasındaki ilişkilerin herhangi bir işbirliğine yol açamayacağını ileri sürmek yanıltıcı olacaktır (Elliott, 1 998: 1 70) . Toplum-çevre ilişkilerinin farklılaşmış ve tarihsel olarak biçimlenmiş olduğunun farkına varılması, uzun dönemde güçlü işbirliği model­ leri oluşturmak için mütevazı bir başlangıç sayılabilir. iklim değişikliği politikaları örneğinde , karbondioksit salınılan bakımından ülkeler arasındaki tarihsel ve mev-

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

cut farklılıkları göz önünde bulunduran ve dolayısıyla uluslararası çevre alanında hakkaniyet, eşitlik ve adalet gibi kavramları içeren bir "farklılaştırma rejimi"ne ge­ reksinme duyduğumuz savı ileri sürülmektedir (Row­ lands 1 997; Roberts ve Parks, 2007: 2 13-239) . Uluslara­ rası alanın toplumsal yapı-çevre ilişkisini görmezden geldiği ve "hem çevresel bozulmaya neden olmak bakı­ mından hem de bu küresel bozulmanın sonuçlarından etkilenmek bakımından yüklerin eşit olduğunu" vurgu­ ladığı konusunda hiç şüphe yoktur (Saurin, 1 996: 82; Tokar, 20 1 0 : 1 3-32) . Örneğin, BMÇKK anlaşmaları ge­ lişmiş dünyanın çevre üzerindeki olağanüstü olumsuz etkilerini ve gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin bu bozul­ mayla başa çıkabilme kapasitelerindeki farklılığı açık ve kesin biçimde ifade etmemiştir. Benzer biçimde, geliş­ miş ülkelerin yükümlülükleri dikkate alındığında, iklim değişimi rejiminde olduğu gibi Rio Zirvesi'nin sicili de zayıftır. Bununla birlikte, BMÇKK'da, Rio Bildirgesi'nin "ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar" ilkesinin yer aldığı 7. maddesiyle farklılıkları göz önünde bulun­ durmaya yönelik küçük bir adım atılmıştır. Bu tür bir ilkenin normlara , düzenlemelere ve bağlayıcı yükümlü­ lüklere kolayca dönüştürülememesi gerçeği, çevre so­ runlarının ekonomik boyutlarıyla ilgilidir. Sorun- Çözme Stratejileri işbirliğinin temeli olduğu varsayılan karşılıklı bağımlılık kavramı, uluslararası müzakere masalarında genellikle, çevreyle ilişkileri bakımından toplumlar arasındaki fark­ lılıkları sürdürmek ve derinleştirmek için kullanılmak­ tadır. Kavram, gelişmiş ülkelerin doğayla etkileşimde bu-

1 36

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

lunma yollarının azgelişmiş ülkelerinkiyle çeliştiğine işa­ ret eden bir yaşarkalmanın ortak koşulları olarak anla­ şılmadığı sürece, en çok kirleten ve en çok çalan tarafla­ rı yeni kirlilik, sömürü ve doğaya hakimiyet biçimleriyle donatacaktır. Farklı biçimde söylemek gerekirse, karşı­ lıklı bağımlılığın hakim mantığı, "idare etmeye odak­ lanmış sorun-çözme stratejileri üretir ki, bunlar, üretim ve birikim sürecinin bir çevresel bozulma etmeni oldu­ ğunu göz ardı eden stratejilerdir. Çevre , toplumların farklı kullanım düzeylerine bakılmaksızın tüm insanlı­ ğın gereksinmelerini karşılayan kaynaklar ve yutaklar olarak düşünüldüğünde, bunu izleyen argüman, çevre bakımından artan karşılıklı bağımlılığın "sorun-çözme" teknikleriyle yönetiminin birincil öncelik sayılmasıdır (Pirages, 1 983 : 25 1 ) . Sorun-çözme söylemi, üç bakım­ dan sorunludur. Birincisi, bu söylem, "dünyayı, hüküm süren toplumsal güç ilişkileri ve bu ilişkilerin içinde ör­ gütlendiği kurumlarıyla , olduğu gibi kabul eder ve bu verili durumu eylem çerçevesi olarak ele alır" ( Cox, 1 98 1 : 1 28) . Böyle yaparken de, yapısal bir değişimle nerdeyse hiç ilgilenmez, öyle ki, "mevcut dünya düze­ ninin modem , hükmeden kapitalist özelliklerini temel­ den değiştirmek anlamında bir yeniden yapılandırma yerine kendini yeniden üretme anlamında yeni-bir-yapı­ landırma eğilimi" göstermektedir ( Conca, 1 993: 3 10). ikincisi, sorun-çözme stratejilerine özgü olarak so­ runun ve çözümünün ılımlılaştırılmasıdır. Uluslararası kuruluşlar, bir uluslararası çevre sorununun tanımlan­ ması ve çözümünün uluslararası düzeyde belirlenmesi sürecinde o kuruluşa duyulan bir gereksinme icat eder­ ler. Ormansızlaşma sorunu ve Gıda ve Tarım Örgü­ tü'nün (FAO) işlevi, ılımlılaştırmayı kuramsal açıdan

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

ele alma çabası için iyi bir örnek olabilir. Burada, ılımlı­ laşurmanın kuramsallaşunlması konusunda Thompson'ın ( 1 988) belirsizlik üzerine çalışmasından (ayrıca bkz . Dryzek, 1 987: 3 1 ) ve belirsizliğin kullanım biçimlerin­ den yararlanılacaktır. Dünyanın her yerinde, yakacak odun tüketim rakamlarını (ormansızlaşmanın nedenle­ rinden biri) tahmin eden uzmanlar vardır, bununla bir­ likte bu uzmanların tahminlerinin hepsi bilimsel kesin­ lik iddiası da taşıyarak en düşükten (X) en yükseğe (Xn) kadar değişen bir aralığa sahiptir. FAO bir politika belirlemek istediğinde bu kesinlikleri biraraya getirmeye çalışır ama bunlar arasında ortak bir anlaşma noktası da bulamaz . Eldeki veriler çelişik ve uzlaştırılamaz oldu­ ğunda her bir politika aktörü bu verilerin bazılarını key­ fi biçimde dışarda tutarak, gerçek nasıl olsun istiyorsa öyle görünmesi yönünde seçim yapmakta serbestmişçe­ sine hareket etmektedir. Politika oluşturma süreçlerinde, veri ya da tahmin­ ler çelişkili olduğunda sorun gerçek fiziksel bozulmaya uygun şekilde tanımlanamaz. Bunun yerine, sorun, iyim­ ser ve kötümser kesinlikler arasında bir nokta seçilerek tanımlanmaktadır çünkü bu seçilen nokta FAO'nun ras­ yonel bir şekilde çalışmasını sağlamaktadır. Yakacak odun tüketimi ormanların kendini yeniden üretmesi için gerekli olan sürdürülebilirlik seviyesi olarak varsa­ yılan X aralığında bulunuyorsa ormanlar konusunda FAO'nu'n uluslararası bir çözüm sunmasına gerek kal­ maz. Sürdürülebilir bir seviye söz konusuysa, FAO bu­ nunla ilgili ne söyleyebilir ki? Benzer biçimde, FAO tahminleri, yakacak odun tüketiminin en yüksek aralık­ ta (Xn) yer aldığını gösteriyorsa , tüketimin zaten en yüksek olduğu bir düzeyde FAO projelerinin önemli bir

1 38

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

fark yaratması mümkün olmayacağı için yaptığı açıkla­ malar ve müdahaleler de rasyonel temellerini kaybede­ cektir. FAO en iyi ve en kötü senaryolarda herkes tara­ fından bilinen açık gerçekliği kabaca belirtmek dışında kendisini nasıl haklı çıkartabilir? Bu nedenle, FAO gibi uluslararası kuruluşlar için mantıklı olan, "sorunu, su­ nabildikleri çözümlere uyacak biçimde tanımlamaktır" (Thompson, 1 988: 137) , bu da , X ve Xn arasında bir ye­ re denk düşer. Durum böyle olduğunda , uluslararası kuruluşların sorun-çözme stratejileri gerekli çözümleri bulmaya yardım etmez çünkü bunun için öncelikle ger­ çek sorunun belirlenmesi gerekir. Üçüncüsü, sorun-çözme stratejileri hem "küresel iş­ letmecilik yaklaşımı"na (Hawkins, 1 993: 227; Swynge­ douw, 20 1 3 : 1 0 - 1 3 ) hem de çevre sorunlarına yönelik piyasa-odaklı çözümlere abartılı bir inancı yaygınlaştır­ maktadır. Bu anlayış, çevreye, bir dizi teknik, yönetsel ve yasal kararlar ve piyasa-odaklı mekanizmaları destek­ leyen uluslararası anlaşmalar tarafından çözülecek hari­ ci bir sorun olarak bakan "ekolojik modernleşme" söy­ leminin (bkz. Haj er, 1 995; Simonis, 1 989; Weale, 1 992: 66-92) bir parçasıdır. Kaynak verimliliği için teknolojik yeniliklere güvenen, kurumsal önlemlere ve finansal araçlara dayanan görüşler (örn. , Weizsacker, Lovins ve Lovins, 1 998) , ekonomik büyüme, tüketimci yaşam tar­ zı ve çevresel bozulmayla sermaye birikim süreçleri ara­ sındaki ilişkiyle ilgili sorulan sormayı ihmal etmekte , dolayısıyla sorunun nedenleri ve etkileri ve çözümün araçları ve amaçları arasındaki bağlantıyı kaçırmaktadır. BMÇKK'da sürdürülebilir kalkınma için işletmecilik yaklaşımının ve ticaretin serbestleştirilmesinin diploma­ tik olarak kutsanmasının ardından (bkz. Hildyard, 1 993:

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

32-4; Sachs, 1993: 1 1 ; Menotti, 1 998: 354) Aralık 1997 Kyoto iklim Konferansı'nda "salım ticareti" ve "ortak yürütme" örneklerinde görüldüğü gibi çözümlerin tica­ rileştirilmesi ayrıntılandınlmıştır. Bu, ondokuzuncu yüz­ yıl iş adamlarının, "nerde çamur varsa orda sikke var­ dır" (Hobsbawm, 1 994: 26 1 ) eski sözünün, kirlilik ka­ zanç demektir biçimine dönüşmüş olarak yeniden hayat bulmasıdır. Ben Elton ( 1 990) , Derin Bir Soluk Al ( Gasping) başlığıyla Türkiye'de de sahnelenen oyunun­ da, sanatsal bir öngörüyle, yeni bir para kazanma yolu­ na dikkati çekmiştir: Kirli kent havasına özelleştirilmiş bir alternatif olarak parayla satılan temiz hava. BM iklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin eki Kyoto Protokolü, karbondioksit salımlarını emen dünya yutak alanları bakımından ülkelerin karşılıklı bağımlı­ lıklarını yeniden ele almış ve çözümü "salım ticareti" ve "ortak yürütme" mekanizmaları aracılığıyla "kirlilik ti­ careti"nde bulmuştur (bkz. Grubb, 1 999; French, 1 998: 235-37; Kronick, 1 999: 105; Newell, 1 998: 1 54-57; Euro­ pean Commission, 201 5 ) . Bu piyasa yaklaşımı Kyoto sonrası iklim değişikliği rejiminde de devam etmektedir. Kapitalizmdeki "ekonomik davranış"ın, maliyet yükü olmadığı sürece çevreyi önemsemediği gerçeği göz önü­ ne alındığında, bu mekanizmalar atmosferin ticarileşti­ rilmesi yoluyla dışsal olanının içselleştirilmesinde olum­ lu bir niteliğe sahip olabilir. Bununla birlikte, bu "eko­ nomik gerekçe" yalnızca etkilerin ekonomiye nasıl dahil edilebileceği sorunuyla ilgilendiği için hala çevresel za­ rarın nedenlerini görmezden gelmektedir. Genel olarak, bu mekanizmalar, salımların azaltılmasında çok az etki­ ye sahip olabilirler çünkü büyümenin hala fosil yakıtla­ ra bağımlı olduğu gerçeğini değiştirmezler; bunun yeri-

l

40

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

ne, bir ülkenin kirletmeye devam edebilmesi için görece daha az kirleten başka bir ülkenin kotasını kullanması­ na yol açarlar. Kapitalist Bir Dünyada Düzenleme Akışları Literatürde hakim olan karşılıklı bağımlılık anlayışının sorunlarını belirttikten sonra, tartışmanın ana eksenine dönebiliriz. Çatışma örüntülerinde olduğu gibi işbirliği­ nin arkasında da çelişkilerin çokluğu bulunur. Sınır aşan sorunların farkına varılmasına karşın, 1 9 70'lerin çevre korumaya yönelik uluslararası çabalan ulusal sı­ nırlar içindeki kirliliğin kontrolüne odaklanmıştır. 1 980' lerde ise faaliyetlerin merkezinde, çevre için uluslararası siyasi işbirliği rejimine yol açan uluslararası toplum yer almıştır. Çevre sorunlarıyla uluslararası ölçekte uğraş­ mak, uluslararası ekonomi-politik yapıların önemli bir bileşeni haline gelmiştir. Bunun nedeni, ülkeden ülkeye farklılık gösteren çevre standartlarının belirli sanayiler için önemli maliyet etkilerinin bulunduğunun anlaşıl­ ması olabilir. Neoliberal bakış açısından, ekonomilerin entegrasyonu rekabet koşullarının yaratılmasını ve sür­ dürülmesini gerektirir. Vergi ve standartlar da dahil ol­ mak üzere çevreyle ilgili müdahaleler ürünlerin maliye­ tini yükseltebileceği için çevre maliyetleri ticari taraflar arasında eşit olmalıdır. Örneğin, 1 983 Büyük Yakma Tesisleri Yönetmeliği'nin kabul edilmesinden sonra Al­ man endüstrisi, bunun diğer Avrupa ülkelerindeki ra­ kiplerine oranla bir maliyet dezavantajı yaratmamasını sağlamak istemiştir. Bu , AB genelinde benzer kirlilik kontrol donanımlarının kurulmasına yol açmıştır (Weale, 1 992: 204) . Pestisitleri sınırlandırmak için oluşturulan

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

çeşitli ulusal politikalarda olduğu gibi, farklı ulusal çev­ re koruma önlemleri, uluslararası sermaye için bazı güç­ lükler doğurabilir. Uluslararası tarımsal kimya sanayisi için bu gibi farklı ulusal politikalar, ürünlerini onlarca farklı ülkede ayrı ayrı kaydettirme zorunluluğu ve belir­ li bir maliyet anlamına gelmektedir. ABD gıda şirketleri, AB'nin özellikle planlı pestisit kontrol önlemlerini sor­ gulamıştır ve bunları ticari korumacılığın gizlenmiş bir biçimi olarak görmüştür. Paarlberg'in ( 1 993 : 3 1 3 - 1 4) belirttiği gibi, "çoğunlukla sa.nayinin bu tür kaygılarına yanıt olarak, düzenleyici önlemlerin 'uluslararası uyum­ laştırılması' kısa sürede birkaç önemli uluslararası kuru­ luş içinde bir gündem maddesi olarak belirmiştir. " Rekabet edebilmenin öteki yanı, dezavantajı avanta­ ja çevirmektir (bkz. Vlachou, 2004: 934-37) . Şirketler kendi ülkelerinde yasal sınırlamalara uyum sağladıkla­ rında, bunu bir rekabet üstünlüğü olarak kullanmak is­ terler. Bu amaçla, şirketler kendi ülkelerinde yürürlükte olan kanunların benzerlerinin bir uluslararası düzenle­ me olarak önerilmesi için hükümetleri üzerinde baskı oluştururlar. Örneğin, "Alman hükümeti hurda araçla­ rın geri dönüşümü için yasal düzenleme yaparak bir po­ litika değişikliği başlatmıştır. Bu erken yasal düzenleme yeni teknolojik çözümlerin hayata geçmesini sağlayınca bir üstünlük elde ettiği düşünen Alman otomotiv sanayi, bunu başka uluslar karşısında bir üstünlük olarak geliş­ tirmek için düzenlemenin Avrupa Komisyonu bünyesin­ de benimsenerek genişletilmesine çalışmıştır" (Vaughan and Mickle, 1993: 86) . Üye devletlerin farklı düzenle­ meleri mal, hizmet, sermaye ve insanların serbestçe ha­ reket etmesini tehdit edeceğinden, genel olarak Avrupa Birliği'nin çevre politikasının ortaya çıkışı uyumlaştı-

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

rılmış asgari standartların uygulamaya sokulması saye­ sinde olmuştur. Böylece "uyumlaştırma" düzenlemeye karşı isteksiz fakat karşılıklılık konusunda hevesli üye devlet sanayileri arasında, sanayicilerin ve çevrecilerin (aşağıda ele alınan) karşıt talepleri arasında ve çevre dü­ zenlemelerinin maliyetleri ve çevreyle ilgili düzenleme yapmamanın maliyetleri arasında oluşan bir dizi çelişki­ ye bağlı olarak gelişmiştir. Görece sıkı çevre düzenlemelerine sahip gelişmiş ülkelerdeki yeni temizleme teknolojileri, denizaşırı pa­ zarların genişlemesi talebini doğurur; bu ise, uluslarara­ sı çevre düzenlemelerinin geliştirilerek bu gibi çevre teknolojileri için ihracat koşulları yaratılmasını gerekli kılar Qanicke ve jacob, 2004) . Harvey'in ( 1 99 6 : 382) belirttiği gibi, "rekabet edebilir kalmak için mücadele eden bu ülkelerde yüksek teknoloji çözümleri gerekti­ ren sıkı çevre düzenlemelerinin yürürlüğe konması , yalnızca kendi sanayilerine bir rekabet üstünlüğü ge­ tirmedi, aynı zamanda geliştirdikleri daha çevre dostu teknolojiler için güçlü bir ihracat pazarı da sağlamış ol­ du. " lç piyasanın olgunlaşma eğiliminin farkında olarak, çevre sanayisi büyümesini sürdürmek için teknoloji ve hizmetlerine yurtdışında talep oluşturmaya çalışmıştır. Buna yönelik olarak uluslararası alanda kullanılan araç, gelişmiş ülkelerin çevre yasalarıyla yönetim modelleri­ nin çoğunlukla düşük çevre standartlarına sahip azge­ lişmiş ülkelere ihraç edilmesidir. 2 Kirlilik sektöründeki Açıktır ki, çevre sanayisinden gelen baskı, uluslararası çevre düzenlemeleri­ nin güdüleyicilerinden yalnızca birisidir. Uluslararası ölçekte bir örnek ve kapsayıcı çevre standartları oluşturma çabalarının izi 1970'li yılların ortala­ rına kadar sürülebilir; yani, çevre sanayisinin ve temiz teknolojilerin geliş­ mesinden önce başlamıştır. Yine de sanayinin, yalnızca standartların gerekli­ liklerini karşılayan teknolojiyi ve donanımı sağlayarak değil, aynı zamanda

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

doğrudan yabancı yatırımlan; çevre kuruluşlarının yara­ tıldığı, çevre düzenlemelerinin oluşturulduğu ve yürür­ lüğe konulduğu ve kirliliğe karşı önlemler için ödeme gücü yeterli olan yerlere doğru akabilir. Dolayısıyla, ön­ ce ulusaldan uluslararası düzeye ve sonra da uluslarara­ sından diğer ulusal düzeylere doğru bir düzenleme akışı süreci vardır. Temizleme sanayisinin yurt dışındaki pa­ zarlardan gelir elde etme derecesi, çevrenin uluslarara­ sılaşmasının bu yönünü kanıtlamaktadır. Bazıları bu ge­ lişen çevre sanayisini "yeşil emperyalizm"in bir parçası olarak görmektedir (Pratt ve Montgomery, 1997) . Uluslararasından ulusal alana olan düzenleme akış­ larını açıklamak için biraz daha tartışma gerekli. Düzen­ leme derken, Majone'nun ( 1 990: 1 ) yalnızca "bir kamu kurumu tarafından uygulanan sürekli ve odaklanmış kontrole göndermede bulunan" Amerikan kullanımın­ dan ayırdığı şekliyle, "yasama, yönetme ve kontrol ala­ nının tamamını" kapsayan Avrupa'daki anlamını kast ediyoruz. Bu daha geniş anlamıyla, "düzenlemeler, dü­ zenlemekten daha fazlasını yapar: siyasi ilgi yaratmaya yardımcı olur, temel standartları belirler, tercihlerin yo­ ğunluğunu gösterir, mali transferleri meşrulaştırır (ozon tabakasını korumayı amaçlayan düzenlemelere uyum sağlamayı artırmak için Montreal'de kurulan uluslarara­ sı fon gibi) " (Levy, Keohane ve Haas, 1 993: 404) . Ulus­ lararası ilkeler, normlar ve rejimler, taraf devletlere , ulusal düzenlemelerle daha fazla korumanın da uygulastandartları yükseltmeleri için hükümetlere ve uluslararası örgütlere lobici­ lik yaparak da süreci etkilediği kesindir. Belirtilmesi gereken diğer bir nokta, azgelişmiş ülkelerde çevreyle ilgili düzenlemelerin gelişmesinin nedenini yalnızca uluslararası baskılarla sınırlamanın yanlış olacağıdır. Bu bağlamda özellikle önemli olan, tıpkı gelişmiş ülkelerdeki gibi bu ülkelerde de büyü­ yen çevre farkındalıgı ve mücadelelerdir.

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

nabileceği bir referans çerçeve sağlar. Örneğin, 1 9 72 Stockholm Konferansı'nda yer alan ülkelerden yalnızca 26'sının ulusal çevre kurumlan vardı. On yıl içinde, 144 ülke benzer yönetim yapıları kurmuştur ( Gladwin, 1 987: 8) . Kuşkusuz, başka gelişmeler bu süreci teşvik etmiştir, ama hiç kimse uluslararası iklimin de etkisinin olduğunu reddedemez. Uluslararasından ulusal alana olan çevre düzenlemeleri akışının oluşturduğu etki, yü­ rürlüğe konulabilmesi için ulusal düzenlemelerin ya­ pılmasını gerektiren ozon sözleşmesi ve iklim rejimin­ de, özellikle de Kyoto Protokolü'nde, açıkça görülmek­ tedir. Bununla birlikte, uluslararası düzenlemeler genel olarak "zehir-kirlilik yaklaşımı"na dayanmaktadır (bkz. Fisher-Kowalski ve Haberi, 1 993: 433-36; Fisher-Ko­ walski, Haberi ve Payer, 1 994: 339-42) . Küresel ısınma­ ya ilişkin olarak bu yaklaşımın sorun tanımı, karbondi­ oksit salım oranlarından ibarettir ve uluslararası düzen­ lemenin önerdiği çözüm de bu oranı azaltmaktır. Bu yaklaşım, nadiren, toplum-doğa etkileşiminin ilişkisel bir kavrayışını içermektedir. Eğer bu anlayışı içerseydi, kişi başına düşen salım ve tarihsel olarak birikmiş salım düzeylerini temel değişkenler olarak ele alacağı gibi, üretim ve tüketim örüntüleri, sermaye birikimi için çev­ renin akıl dışı kullanım biçimleri ve büyümenin fosil yakıtlara bağımlılığı gibi etmenlere de yer verirdi. Böy­ lece, düzenlemeler fosil yakıt kullanımını azaltmaya, kapitalist yaşam tarzına ve kalkınmanın sürdürülemez niteliğine odaklanmış olurdu. Ozon tabakasının incel­ mesinin önlenmesine ilişkin çabalar bu bakımdan de­ ğerlendirildiğinde, başarılı olduğu iddia edilen Montreal Protokolü düzenlemeleri ve değişiklikleriyle dahi, zehir-

1 45

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

kirlilik yaklaşımının garanti ettiği yalnızca şudur: "At­ mosfere on milyar ton kloroflorokarbon gazı daha salı­ nacaktır ki bu da tarihsel olarak tüm kloroflorokarbon üretiminin yansına eşit bir miktardır" (Litfin, 1 993 : 1091 0 ) . Dahası, zehir-kirlilik yaklaşımına dayanan uluslara­ rası bir örnek standartlar yerel ekosistemlerin kapasite­ sini dikkate almaz. Oysa ekosistem kapasitesi yerel çev­ resel farklılıkları göstermesi bakımından önemlidir; ör­ neğin, Ren nehrine tuz atıklarının bırakılması önemli so­ nuçlar doğurur ancak kıyılarda önemsiz olabilir (Vaug­ han ve Mickle , 1 993: 76) . Ayrıca , örneğin, Ren Neh­ ri'ndeki kirlilikten ya da küresel ısınma ve iklim deği­ şiminden kim sorumludur sorusunda olduğu gibi, eko­ sistemlerin nerede, kim tarafından ve ne ölçüde aşırı kullanıldığını hesaba katmak da gereklidir. Zehir-kir­ lilik yaklaşımından kaynaklanan ve sorun-çözme strate­ jileriyle bağı olan bu dar perspektif nedeniyle uluslara­ rası düzenlemelerin etkililiği çok sınırlıdır. Çevrenin uluslararasılaşması, sermaye grupları ara­ sındaki çelişkiler nedeniyle her zaman katı düzenleme­ lere ve yüksek standartlara yol açmaz. Temizleme sana­ yisi örneğini ele alalım: Bu sanayinin uluslararası dü­ zenlemeler yapılması yönündeki çıkarları ile çevreye duyarlı üretimin gerekliliklerinden olumsuz olarak etki­ lenme olasılığı yüzünden çevre rejimi oluşumuna direnç gösteren gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin kirli sanayile­ rinin çıkarları birbiriyle çatışır. Benzer biçimde, bazı ül­ kelerin önceden gerçekleştirdikleri çok taraflı çevre ön­ lemleri, sermaye gruplarının çelişen çıkarlarının yarattı­ ğı engeller nedeniyle daha kapsamlı ve daha gelişkin çevresel işbirliğine ulaşmayı güçleştirebilir. 1 970'lerde ve 1 980'lerin başında Toronto Grubu (ABD , Kanada ,

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

Finlandiya, Norveç ve lsveç) kloroflorokarbon gazları­ nın ikincil kullanıım.na ilişkin yasakları yürürlüğe ko­ yarken 1 980'de Avrupa Komisyonu aerosol üretimine üst sınır getirdi (Elliott, 1 998: 5 5 ) . Bu iki önlem türü­ nün sanayiden farklı sorumluluklar talep ettiği açıktır. Her iki ülke grubunun kendi içinde yürüttüğü daha ön­ ceki işbirliği çabaları, 1 985 yılında Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Viyana Sözleşmesi'nin kabul edildiği Viyana'da daha fazla yükümlülük oluşturulmasının en­ geline dönüşmüştür. Her bir grup , sözleşmenin, müza­ kere taraflarının halihazırda taahhüt ettiklerinden daha sıkı hedefler ve kontrol mekanizmaları öngörmemesi gerektiği konusunda ısrar etmiştir. Sözleşme üretim ye­ rine kullanım hedefleri oluştursaydı, AB sanayisi için ek koşullar belirlemiş olacak ya da tersi durumda bu kez aynısı diğer grup ülke için geçerli olacaktı. Sonuçta , Vi­ yana Sözleşmesi herhangi katı bir hedef ya da kontrol mekanizması saptayamadı. Belirli ulus devletlerin hayata geçirdiği sıkı düzen­ lemeler yüzünden pazar ve yatırım paylarında bir düşüş belirmesi olasılığı, devletler ve şirketler tarafından çevre dostu politikaların uygulanmasına yönelik çabaları ray­ dan çıkarmak için güçlü bir siyasi silah olarak kullanıl­ maktadır (Tietenberg, 1 99 1 : 1 9 1 ) . GATT/DTÖ kuralları yerinde örnekler olarak düşünülebilir. GATT/DTÖ ku­ ralları, "ayrımcılık yapmama ve ortak muamele kavram­ larıyla ticaretin serbestleştirilmesini pekiştirerek" çevre standartlarının "sulandırılması ya da tamamen ortadan kaldırılması" i_çin baskı yaratmaktadır (Hirst ve Thomp­ son, 1 996: 138) . Meksika balıkçı filolarının uygulamala­ rının ABD'nin tükenebilir doğal kaynak koruma stan­ dartlarım ihlal ettiği gerekçesiyle Meksika'dan ton balığı

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

ithalatını yasaklayan ABD ticaret ambargosuna karşı Meksika'nın şikayetine yanıt olarak, GATT uyuşmazlık paneli, ithalat yasağının GATT kurallarına aykırı oldu­ ğuna karar vermiştir (Vogel, 1 99 8 : 4-5 ; ayrıca bkz . Pritchard, 2005 ) .

Kapitalist tlişkiler Bakımından Aktörler Aktörler, yani şirketler, uluslararası örgütler, devletler ve sivil toplum örgütleri arasındaki ilişkiler daha fazla ilgi ve derinlemesine taruşmayı hak eder. Şimdi bu ko­ nuya eğilmeliyiz. Aktörlerin uluslararası kurumlar kar­ şısındaki konumlarını açıklayarak başlayabiliriz . Levy ve Egan'ın ( 1 998: 338) etkinleştirici ve düzenleyici uluslararası kuruluşlar olarak önerdikleri ayırımı izleye­ rek, şirketler, devletler ve uluslararası örgütler arasın­ daki ilişkilerin iki yönü ayırt edilebilir. Bunlardan birin­ cisi, liberalleşmeye eğilimli dünya ticaret, finansman ve yatırım rejiminin altyapısını sağlayan, etkinleştirici yön­ dür. ikincisi ise ulusal emek ve çevre politikalarına ulus­ lararası standartlar getiren, düzenleyici yöndür. Besbelli ki, uluslararası sermaye, uluslararası kuruluşların etkin­ leştirme işlevi söz konusu olduğunda son derece etkili ve destekleyici olduğu halde , emek ve çevre haklarının ve düzenlemelerinin iyileştirilmesine, eğer doğrudan karşı değilse, genellikle isteksizdir. Sermaye; ticaret, fi­ nans ve yatırım faaliyetlerinde sermaye hareketlerini ko­ laylaşuran önlemleri benimseyen uluslararası kuruluşla­ rın destekleyicisiyken, özellikle sermaye akışına engel yaratabilecek emek ve çevre düzenlemelerinin ulusal öl­ çeğe sıkıştırılmasından yanadır. tlki, uluslararası alanın gelişimine katkıda bulunur; ikincisi ise küreselleşme te-

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

orisinin iddia ettiği gibi ulus devlet yapılarını zayıflat­ maz, tersine bu yapılan güçlendirir. Sermayeyle zaten yakın bir ilişki içinde olan devletler, devletin bütünlüğü bozulmadığı sürece uluslararası kuruluşların bu ikili ro­ lünü uygun bulacaklardır. Uluslararası ölçekte kabul görmüş bağlayıcı çevre düzenlemelerinden doğan ekonomik dezavantaj larla karşılaşmaktan sakınmak için, sanayi grupları, ülkeleri birbirine düşürmeyi kolaylaştıracak farklılaştırılmış ulus devlet politikalarını tercih edeceklerdir. Aynca ortalama bir şirketin, küresel düzeyde yaratabileceği etkiyle kı­ yaslandığında ulusal bir politika oluşturma sürecinde kendi çıkarları doğrultusunda bir fark yaratması daha kolaydır. Sermayenin bu pozisyonunun tersine, STK ve çevre hareketleri, tanımı gereği devletler ve sanayi üze­ rinde çevreyi koruyucu yükümlülükler oluşturma eği­ limi bulunan, bir örnek uluslararası çevre düzenlemeleri oluşturulması için uluslararası kurumlara baskı yapar­ lar. Diğer yandan da, uluslararası kuruluşlar çoğu du­ rumda çevre korumanın aleyhine sonuç doğuran, ticaret ve yatırımları liberalleştirme eğiliminde olduklarından, STK ve çevre hareketleri etkinleştirme işlevi bakımın­ dan ulusal düzeyin destekçisidirler. Örneğin, iş dünyası (bkz. The lnternational Chamber of Commerce , 1 99 9 ; The Transatlantic Business Dialogue, 1 999) ticaret ve hizmetlerin daha da serbestleştirilmesine odaklanan ve 30 Kasım-3 Aralık 1 999 tarihlerinde gerçekleştirilen DTÖ Seattle görüşmelerinden memnuniyet duyarken, çevre grupları (bkz . The NGO Statement, 1 99 9 ; The Center for lnternational Environmental Law and Green­ peace lnternational, 1999) görüşmeleri pro testo etmiş ve DTÖ'nün dünya çapında çevrenin korunmasına kat-

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

kıda bulunan bir örgüte dönüştürülmesi yönünde radi­ kal bir talepte bulunmuşlardı. Şirketlerin Gücü Sanayi gruplarının uluslararası düzeye kıyasla ulusal düzeydeki çevre politikalarına daha çok etki etmeleri, uluslararası çevre düzenlemelerinin oluşum sürecinin sermayenin baskılarından bağımsız olarak kendi mantı­ ğı üzerine kurulu olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, çoğu durumda iş dünyası ve uluslararası örgütler ara­ sında doğrudan bir bağ vardır. Paarlberg ( 1 993: 3 1 9-27) pestisit kullanımına karşı alınacak uluslararası önlemle­ rin engellenmesine yönelik olarak sanayi çıkarları ve hükümet desteği arasında kurulan bağlantıya benzer bi­ çimde, F AO'nun tarımsal kimya sanayiyle olan yakın kurumsal ilişkisini göstermektedir. Uluslararası müza­ kerelerin bazılarında -örneğin, ozon tabakasını koruma (bkz . Parson, 1 993 : 37) ve Antartika minerallari (bkz . Porter ve Brown, 1 996: 62) müzakerelerinde- sanayi temsilcileri ulusal delegasyonda resmi olarak yer almış­ tır. Bu gibi örnekler arasında, BMÇKK süreci en çarpıcı olanıdır. Ürünlerinin yarısı nükleer enerji sistemlerin­ den oluşan Ontario Hyrdo'nun icra kurulunun başkanı olan milyoner iş adamı Maurice Strong, Rio'da BMÇKK' nın Genel Sekreteri olarak görev yapmıştır. Strong, bun­ dan önce 1972 Stockholm Konferansı'nda da aynı görevi yerine getirmiştir ve daha sonra BM Çevre Programı'nın ilk lcra Direktörü ve Bruntland Komisyonu olarak bili­ nen Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu'nun üyesi olmuştur. BMÇKK'da genel sekreterin kişisel danışmanı da sanayici Stephan Schmidheiny'ydi. Schmidheiny, as-

\s o

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

best sanayisine yatırım yapmış, nükleer reaktör üreticisi olan Asea Brown Boveri ve bebek maması ürünüyle yıl­ lardır çevreci aktivistlerin temel hedeflerinden biri ol­ muş olan Nestle'nin yönetim kurulunda yer almıştır. 1 990 yılında Strong'un özel isteği üzerine aynı iş adamı, Rio'da çok uluslu şirketlerin faaliyetlerini eşgüdümleye­ cek olan Sürdürülebilir Kalkınma lş Konseyi'ni3 (BCSD­ Business Council for Sustainable Development) kurmak üzere 48 şirket liderini bir araya getirmiştir (Elliot, 1 998: 1 27; Greer ve Bruno , 1 996: 28-9; Levy ve Egan, 1 998: 342 ) . lş adamlarının "kişisel tavsiyeleri"ni almaya ek olarak, Chatterj ee ve Finger ( 1 994: 1 1 7- 1 8 ) , Zirve Sekreteryasının toplam harcamalarının ( 1 6,9 milyon ABD doları) yaklaşık beşte birinin şirketler tarafından finanse edildiğini belirtmektedir . Rio , şirketlerin BM konferanslarını mali olarak desteklemesinin ilk örneği değildi ancak miktar kesinlikle eşi görülmemiş ölçek­ teydi . Kuşkusuz , uluslararası bir konferansın finanse edilmesi, tek başına önem taşımayabilir ama bir bütün olarak değerlendirildiğinde BMÇKK'nın şirket çıkarları­ nın damgasını taşıdığına işaret eden sorunun bir parça­ sıdır. Kişisel bağlantılar dışında , sanayi-uluslararası örgüt ilişkileri uluslararası lobicilik faaliyetlerinde de ortaya çıkmaktadır. Lobicilik modeli BMÇKK sürecinde güç­ lendirildi, böylece teorik olarak STK'lardan sanayi tem­ silcilerine kadar bütün gruplar çıktıların oluşumunu et­ kilemek için örgütlenebileceklerdi. Oysa , en güçlü ve Bu Konsey'in kalkınma ve çevre konusundaki perspektifi için bkz. Schmid­ heiny ve Business Council for Sustainable Development, 1992. BCSD, 1994 sonlarında başka bir ticari ağ olan Çevre için Dünya Sanayi Konseyi ile birle­ şerek Sürdürülebilir Kalkınma Dünya lş Konseyi (WBCSD) adını almıştır.

l sı

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

mali bakımdan en etkili aktörler tarafından en iyi şekil­ de kullanılması için tasarlandığından, tam da beklendiği gibi, pratikte bu modelden en çok sanayi ve iş sektörü için lobicilik yapan gruplar yararlanmıştır. Nitekim, iş dünyası lobicilik grupları , BM'nin kendi birimi olan Ulusaşırı Şirketler Merkezi (UN CTC- United Nations Centre for Transnational Corporations) toplantılarında gündeme gelmesi gereken çok uluslu şirketlerin çevre üzerine etkileri konusundaki tartışmayı engellemeyi ba­ şardılar. Bu Merkezin, "daha fazla hesap verebilirlik, şir­ ket düzeyinde çevre muhasebesi ve raporlama usulleri­ nin uyumlaştırılması için 1 O yıllık bir hedef konması ve çevre fiyatlandırması yapılması" önerisi (Grubb vd. , 1 993: 38) BMÇKK delegelerine dahi dağıtılmamıştır. Dünya Zirvesi'nden birkaç ay önce Ulusaşırı Şirketler Merkezi, statüsünü kaybetmiş ve önce fiilen dağıtılmış ve ardından sessizce kapatılmıştır (Hildyard, 1 993 : 28; Greer ve Bruno, 1996: 24) . Bir lobi grubu olarak çalışan Sürdürülebilir Kalkınma lş Konseyi o denli başarılıydı ki "Gündem 2 l 'de şirketlerin sözünün edildiği tek yer, sürdürülebilir kalkınmadaki rollerinin artırılmasına iliş­ kindir. Ne gezegenin kirlenmesindeki rollerinden ne de gelecekte daha sorumlu olmalarını sağla} acak herhan­ gi bir kılavuzdan ya da düzenlemeden söz edilmiştir" (Chatterjee ve Finger, 1994: 1 1 6) . Şirketler, uyulması zorunlu olacak düzenlemeler yapılmasını engellemek amacıyla, çok uluslu şirketlerin faaliyetleri için gönüllü davranış kuralları oluşturulması yönünde lobicilik yaptılar. Gündem 2 l'in 30. Bölümü serbest piyasa mekanizmaları, gönüllü girişimler ve öz­ düzenlemenin önemine işaret eder; bir başka deyişle , bunlar, uluslararası ölçekte kabul gören düzenlemelere

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

ve komuta-kontrol rejimlerine karşı Sürdürülebilir Kal­ kınma lş Konseyi'nin önerdiği ilkelerin aynısıdır (bkz. Schmidheiny, 1 992: 20- 1 ) . Ozon tabakasının incelmesi, iklim değişimi ve tarımsal biyoteknoloji örneklerinde , şirketler, gelişen çevre düzenlemelerine karşı genellikle tepkili ve engelleyici aktörler oldular. Ekonomik bir fır­ sat ortaya çıktığında ise bu fırsatı değerlendirmek iste­ yen şirketler , düzenleme karşıtı ve öz-düzenlemeden yana olan stratejilerini terk ettiler (Falkner, 2008: 49187) . Thomas ( 1 923 : 20) iş dünyasının öz-düzenleme dü­ şüncesinin, "bir şirketin ulusal ya da küresel ekonomi­ deki rekabetçi konumunun etkilenmeye başladığı an" ile sınırlı olduğunu belirtir. Dahası, öz-düzenlemeyi sa­ vunan şirketlerin çevre sicilleri hiç de umut verici de­ ğildir (Espach, 2005; Karliner, 1997; Lepkowski, 1 987; Rowell, 1 996; Tokar, 1 99 7 ) . Öz-düzenleme düşüncesi, gönüllü davranış kurallarının etkinliğine ve verimliliği­ ne yönelik olarak şirketlerin siciliyle ilgili kaygısı olan­ ları ikna etmeye çalışır. Bu nedenle, bu düşünce, kamu­ sal farkındalığın artmasına yanıt olarak geliştirilen, "ye­ şil göz boyama" olarak da adlandırılan (bkz. Greer ve Bruno , 1 996; Edward, 1 999 ; Tokar, 1 997) çevre için "iyi kurumsal davranış" biçiminde yalnızca göstermelik bir imge üretmekle kalmaz, aynı zamanda uyulması zorun­ lu düzenleyici rejimlerin yürürlüğe konmasını da engel­ leyebilir. O halde öz-düzenlemenin ardındaki nedenlerden birisi de görece daha sert müdahalelerle karşılaşmaktan­ sa "yumuşak ödünler" vererek uluslararası çevre belge­ lerinden şirket faaliyetlerini düzenleme önerilerini çı­ karmaktır. Kısacası, çevrenin uluslararasılaşması hiçbir

Ekolojik ihtilaflar ıte Kapitalizm

iş fırsatı sunmadığında ve sınırlamaları fırsata dönüş­ türme olasılığı bulunmadığında, şirketler, ya sorunu ele alan bağlayıcı bir uluslararası rejimin kurulmasına di­ renmek, ya uluslararası normları sulandırmak ya da çevresel kural ve politikaların oluşumunu ulus devlet düzeyine bıraktırmak için uluslararası kuruluşlara baskı yapmaktadırlar. Şirket ve Devlet lttifaklan Şirketler, devletlerin uluslararası ve yerel düzeylerde müzakere pozisyonlarını etkileyerek uluslararası alanda taleplerini gerçekleştirme girişiminde bulunurlarken devletlerin güçlü desteğini arkalarına alırlar. Diyelim ki karbondioksit salımlarını azaltma önlemleri nedeniyle maliyetlerde olası bir artış tahmin edilmesi, etkilenecek şirketleri yerel düzeyde devlet üzerinde baskı yapmaya itmektedir. Ve benzer baskılar uluslararası karar alma mekanizmalarının ana belirleyicisi olan devlet tarafın­ dan uluslararası alana da aktarılmaktadır. Aralarındaki ortakyaşam ilişkisinden ötürü devlet ve sermayenin BMÇKK'daki tutumları benzerlik göstermiştir. BMÇKK sırasında çok uluslu şirketlerin denetlenmesi yönündeki çabalara, kendi sanayi kuruluşlarının çıkarlarını tehli­ kede gören devletler de muhalefet etmiştir. Devletlerin lklim Sözleşmesi müzakerelerinde gözlenen farklı bakış açıları da çarpıcıdır. Müzakerelerde göreceli olarak Fran­ sa ve Almanya karbondioksit salımlarının kontrol edil­ mesine destek verdiler. Bu desteğin nedeni, Fransa'nın elektrik enerj isi üretiminde nükleer enerjiye aşırı ba­ ğımlı olması ve nükleer teknolojisi için ihracat pazarları kazanmaya çalışması; Almanya'nın ise salım oranlarını

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

azaltmış olması, kirliliğin önlenmesi çalışmalarında ve yenilenebilir enerji teknolojilerinde önde gelmesidir. In­ giltere , 1 990'ların başında kömür ocaklarının çoğunu kapatıp , doğal gaz kullanımını artırıp kömüre olan ba­ ğımlılığını azaltınca, karşıt olan tutumunu salımların kontrolünden yana değiştirmiştir (Levy ve Egan, 1 998: 348) . Buna karşılık ABD, salımların uluslararası kural­ larla kontrolü önerilerine hiçbir zaman sıcak bakmamış­ tır. Bunun nedeni, Hildyard'ın ( 1 993: 29) belirttiği gibi, ABD hükümetinin müzakerelerdeki pozisyonunun, " tu­ tarlı biçimde Bush yönetimi ve şirket çıkarları arasında­ ki yakın bağı yansıtmasıdır: iklim Sözleşmesi müzakere­ lerine katılan ABD delegelerine dağıtılan kılavuzlar pet­ rol sanayisinin görüşlerine sadık kalarak hazırlanmış­ tır . " Petrol, kömür, enerji ve otomobil şirketleri tarafın­ dan yapılan baskı, ABD hükümetinin iklim değişikliği konusundaki ulusal ve uluslararası politikalarının bir belirleyenidir (Monbiot, 2007: 38-39; Gelbspan, 2004: 39-58) . Bu şirketler, uluslararası ikhm değişikliği reji­ minde ABD'nin konumunu güçlendirmek için Clinton yönetiminin gereksinme duyduğu, ABD'nin karbondi­ oksit salımlarını azaltmak için kullanılabilecek akarya­ kıt vergisi önerisi (Levy ve Egan, 1 998: 344) ve "oto­ mobillerde ortalama akaryakıt ekonomisi" biçiminde gö­ rece sıkı standartlar getirilmesi gibi alçakgönüllü ulusal politika önlemlerini bile engellemiştir (Porter ve Brown, 1 996: 6 1 ) . Ortakyaşamsal bir niteliği bulunan ekonomi­ politik ilişkilerin yanı sıra, şirketlerin politikacılara yap­ tıkları finansal katkılar da uygun politik sonuçlar üre­ tilmesine yardımcı olmaktadır. BMÇKK Sekreteryası ve şirketler arasındaki mali ilişkiye benzer biçimde, Avrupa

lss

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

ülkelerinde olduğu gibi, ABD'de de sanayi grupları ve politikacılar arasında bağışcı-alıcı ilişkileri vardır (bkz. Rowell , 1 996: 78-8 1 ; Gelbspan, 2004: 44-45) . " Kam­ panya bağışlarının, bağışı yapan şirketlere kamu politi­ kasını etkilemek ve biçimlendirmek üzere kamu görev­ lilerine eşsiz erişim olanakları sunduğu" açıktır (Retal­ lack, 1 999: 1 1 -7) . Bağış yapan şirketlerle politikacılar arasındaki bu ilişki nedeniyle , Kongre ve Beyaz Saray'ın, ABD'nin sera gazı salımını azaltma yönünde kayda de­ ğer bir uluslararası yükümlülük üstlenmesine karşı çık­ ması şaşırtıcı değildir. Aralık 20 1 5'te Paris'te gerçekle­ şen COP2 1 öncesinde de, Obama yönetimi, ABD'nin ya­ sal olarak bağlayıcı yükümlülüklere karşı olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Şirketlerin devletin müzakere pozisyonlarına etkisi o kadar açıktır ki değişen çıkarlarının devletleri önemli girişimci liderlik rolleri oynamaya yönlendirmesi müm­ kün olabilmektedir . Ozon tabakasının korunmasıyla ilgili müzakerelerde ABD'nin rol değişimi dikkate de­ ğerdir. ABD'nin önde gelen kloroflorokarbon üreticisi DuPont, l 980'lerin ortasında olası CFC ikame ürünleri araştırmaktaydı. 1 9 86'da ikame kimyasallara yönelik araştırmalar için 5 milyon dolar ( 1 987'de 10 milyon ve 1 9 88'de 30 milyon dolar) ayıran DuPont, aynı yılın Mart ayında, ürün geliştirme çabaları uygun piyasa ko­ şullarıyla desteklenirse, başka bir deyişle CFC için al­ ternatif olacak kimyasalların kullanımını sağlayacak ulus­ lararası yaptırımlar geliştirilirse, beş yıl içerisinde ikame kimyasalların piyasada olacağını ilan etmiştir. Ağustos ayında, daha öncesine kadar ozon müzakerelerine karşı çıkan şirket bu muhalefetinden vazgeçmiş ve CFC üre­ tim düzeyleriyle ilgili uluslararası kurallar getirilmesini

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

kabul etmiştir. Şirketin bu yeni pozisyonu, kuşku götü­ rür stratosfer bilimi savıyla CFC düzeylerinin denetimi­ nin dayanaksız olduğunu iddia eden Avrupalı üreticiler­ le DuPont arasında daha önceden kurulmuş olan birle­ şik cephenin dağılmasına da neden olmuştur. 4 Görünen o ki bu gelişmeler, ABD'nin müzakerelerdeki pozisyo­ nunu dramatik bir biçimde etkilemiştir. Ozon müzake­ relerinde aşamalı olarak kullanımdan kaldırma önerisi­ ne karşı çıkanların değişmez önderi olan ABD , Kasım 1 986'da, mevcut CFC tüketim düzeyinin hemen sabit­ lenmesi ve ardından tüketimin aşamalı olarak sıfıra in­ dirilmesi konusunda resmi bir açıklama yaparak ilk kez ozon diplomasisinde liderlik rolü üstlenmiştir (bkz . Parson, 1 993: 4 1 ) . Sivil Toplum Kuruluşlarının ikili Rolü Artık sıra, şirketler, uluslararası örgütler ve devletlerle sivil toplum kuruluşlarının ilişkilerinin incelenmesine geldi. Tartışmayı, çevreci grupların, muhalefet aktörleri ve işbirliği aktörleri olarak ayrılabilecek iki farklı özelli­ ği içerisine, yani çevre hareketinin ikili yaşamı çerçeve­ sine yerleştirebiliriz. Bazı çevre hareketleri aynı anda bu iki niteliğe sahip olabilir; kimileri de farklı zamanlar ve konj onktürlerde ilk ya da ikinci özelliği benimseyebilir. Örneğin, l 9 70'lerde ve l 980'lerin başında Alman çevre hareketi, çevresel bozulmaya ve siyasi düzene karşı güçDuPont CFC üretimini sona erdirmeyi kabul etmiş, ama bu gazlann yerine iklim değişimi sorununa katkıda bulunacak başka tehlikeli maddeleri koyma arayışına girmiştir. CFC yerine geçebilecek iki kimyasal olan hidroklorof­ lorokarbon ve hidroflorakarbonu araştırmıştır. llki, CFC 11'in yüzde bir ile yüzde altısı kadar ozon tabakasını incelten, ikincisi ise ozon tabakasına zarar vermeyen, ancak her ikisi de sera etkisine yol açan gazlardır.

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

lü direniş göstermiştir . Ancak 1 980'lerin ortalarından beri muhalefetini bir ölçüde sürdürmekle birlikte, daha önceleri hareket tarafından sorunun bir parçası kabul edilen siyasi sisteme entegre olmuştur. iki yönde de işlev üstlenmesi gereken çevre hareke­ tinin varoluşsal oluşumu, ikili yaşamı besler. Şöyle ki: Bir sorunun gündeme getirilmesi muhalif bir özellik ta­ şır -ekolojik hasarı protesto etmek, hükümet politikala­ rına muhalefet etmek, kirletici endüstriyel uygulamaları eleştirmek, vb. gibi. Ama aynı zamanda bu, bir kurucu müdahaledir de . Çünkü hükümetler, şirketler ve ulusla­ rarası örgütlerden farklı politikalar talep eder, alternatif­ ler önerir, hükümetle ve hükümetlerarası kuruluşlarla işbirliği yapma arzusu gösterir, tartışmanın, politika oluş­ turma ve uygulama sürecinin bir parçası olmak ister. Böyle bir kurucu müdahale geçerliyken, muhalif niteli­ ğinin düzenle eklemlenmesi oldukça olasıdır. Çevre hareketleri, pek çok ülkede şirketlerin ve devlet.lerin çevresel bozulmaya neden olan faaliyetlerine karşı önemli muhalefet merkezleri olagelmiştir. james O'Connor'a göre, çevre hareketleri "daha iyi sağlık hiz­ meti talep ettikleri, toprakların tahrip edilmesini protes­ to ettikleri ve sermaye maliyetlerini artıracak ve serma­ ye esnekliğini azaltacak biçimde kentsel dokuyu savun­ dukları zaman" sermaye birikimi için potansiyel bir teh­ dit oluşturur (O'Connor, 1 998: 242) . Başka bir anlatım­ la, tıpkı emek sömürüsünün, sermayeye karşı kendisini " toplumsal bir engel"e dönüştüren bir emek hareketini doğurması gibi; doğa sömürüsü de sermaye için yine "toplumsal bir engel" oluşturabilecek çevre hareketleri­ ne zemin hazırlamaktadır (O'Connor, 1 996: 21 1 ) . Ger­ çekten de çevre hareketlerinin, nükleer enerji ve silah-

j sa

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

lanma, fildişi ticareti ve yağmur ormanlarının yok edil­ mesine karşı protestoları, balina ve yunus katliamının durdurulmasında ve pek çok ülkede genetiği değiştiril­ miş ürünlere karşı direnişin örgütlenmesinde üstlendik­ leri roller, bu bağlamda düşünülebilir. Sağlık, çevre ko­ ruma, mekan kullanımı ve benzeri konularda çevre ha­ reketlerinin mücadeleleri, çevreyi, kapitalist üretimin aşırılıklarından ve doğanın daha çok ele geçirilmesine olanak tanıyan devlet politikalarından koruma çabası olduğu içindir ki, hem devletin dışında hem devletin içinde hem de devlete karşı mücadelelerdir. Bir yanıyla çevre hareketi, sermaye birikiminin bozulan koşullarım onaracak biçimde devletin önlem almasına yol açtığı öl­ çüde sermayenin yararınadır. Oysa öbür yanıyla da çev­ re hareketi potansiyel olarak antikapitalisttir, çünkü ha­ reketin talebiyle bu koşulları iyileştirmeye yönelik çevre politikalarının ve kamu müdahalesinin gerekliliğinin or­ taya çıkması, sermayenin aşırılıklarının ve özel mülkiye­ tin akıldışı niteliğini görünür kılmaktadır. Ayrıca STK'ların eylem ve etkinlikleri çevresel bo­ zulma, insan-doğa ilişkileri ve kalkınma-çevre ilişkileri­ nin etkileriyle ilgili tartışmaları teşvik ederek halkın çevre konularına yönelik farkındalığını canlandırmak­ tadır. Halkın çevreye yönelik ilgisi, çevre politikaları oluşturma ya da geliştirme bakımından hükümetler üze­ rinde baskı oluşturmakta ve uluslararası çevre günde­ mini de etkilemektedir. "Bir ulusun, ister içeriden ister dışarıdan olsun toplumsal hareketlerin ve diğer devlet dışı aktörlerin kayda değer bir baskısına maruz kalma­ dan küresel çevrenin korunması konusunda nadiren ön­ derlik ettiği" görüşü doğrudur (Litfin, 1 993: 1 0 1 ) . Çev­ re hareketleri, doğrudan eylemler, yayınlar ve medya

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

aracılığıyla hükümet politikalarına ve uluslararası mü­ zakerelerdeki başarısızlıklara karşı eleştiriler yöneltirler. Bu gibi faaliyetleri yanında, çevreci STK'ları "hükümet­ lerin ve şirketlerin ödün vermeye istekli oldukları kimi değerlerin savunucuları olarak" (Princen, 1 994: 35) al­ gılayan halk kesimlerinin artan desteği de çevre hareket­ lerinin eleştirel seslerini duyurmaya yardım eder. Muha­ lif sesleri ve önerileri, hala sınırlı da olsa, çevre politika­ larının ve rejimlerinin gelişimine etki edebilmektedir. STK'ların çevre rejimi oluşumu üzerindeki etkisi farklı biçimlerde ve farklı derecelerde ortaya çıkabilir. Porter ve Brown ( 1 996: 54-6) STK'ların hükümetleri ve uluslararası rejimleri etkileme yollarından beşi üzerinde durur. Bu örnekler şunlardır: Yeni bir sorun ortaya ata­ rak ya da eski bir sorunu yeniden tanımlayarak çevre gündemine katkıda bulunmak; bir sorun karşısında da­ ha ileri bir pozisyon almayı kabul etmeleri için kendi hükümetlerine ve diğer hükümetlere baskı yapmak; tar­ tışma , müzakere ve konferanslarda öneriler sunmak; uluslararası müzakerecilere ve hükümetlere lobicilik yapmak; sözleşmelerin uygulanmasını izlemek; ve ulus­ lararası örgütlere ve taraflara raporlar sunmak. Ayrıca bilim topluluklarıyla, toprağa bağlı ve yerli topluluklarla kurdukları bağlardan yararlanarak uzmanlık bilgisi sağ­ layabilirler. Uluslararası kuruluşları etkileme sürecinin çevre hareketleri için de olumlu bir geri bildirimi vardır. STK'lar, sorunun uluslararasılaşmasına katkıda bulu­ nurken, uluslararası rejimler de (kurulduğunda) hükü­ metlerden aktif yurttaşlık mekanizmaları geliştirmeleri­ ni talep ederek, STK'ların uluslararası düzeyde tartışma­ lara ve ulusal düzeyde izleme ve uygulamaya katılmala­ rını resmi olarak güçlendirmektedir.

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel llişkiler

Bununla birlikte, bu katılım sürecinin STK'ların mu­ halif karakterini üç biçimde zayıflatması olasıdır (bkz. Betsill ve Corell 2008'deki örnekler) . Birincisi, resmi bir çevre koruma uygulamasının parçası olmak, bir çevre örgütüne "bilimsel temelli" ve "ikna gücü olan" önerge­ ler ve öneriler hazırlamada yardım edecek uzman ve profesyonel çalışanları gerektirir. llgili politika konu­ sunda sağlam bilgi sahibi olmanın STK'ların politik et­ kisinin kapsamını belirlemede önemli bir etmen olduğu bilinmektedir (Arts , 1 998: 258-59 ) . Oysa, demokratik işleyişleriyle övünen ve siyasal sistemden katılımcı de­ mokrasi talebinde bulunan STK'larda uzmanlığın artan önemi bürokratikleşmeye, profesyonelleşmeye ve üyele­ rin iç karar alma sürecindeki kontrollerini kaybetmele­ rine neden olur (bkz. Jamison, 1 996: 230-40; Diani ve Donati, 1 999: 1 7-24) . iç mekanizmaları eleştirdikleri şe­ ye benzemeye başlarsa düzene karşı muhalefetleri tek­ nik detaylara indirgenecektir. ikincisi, ulusal ve uluslararası toplantı, tartışma ve müzakerelere dahil olma konusunda çevre grupları ara­ sında yaşanan rekabet, "radikalliklerini" aşındırabilir. Dünyada pek çok çevre örgütü ve yerel hareketler var­ dır, ancak bunlardan bazıları bu süreçlere katılmaya da­ vet edilmekte ya da katılımlarına izin verilmektedir (bkz. Yearley, 1 996: 90- 1 ) . "Radikalizm" ölçütünün, ör­ gütleri itici kılan ve müzakere kapısının dışında tutan unsurlardan birisi olduğu neredeyse kesindir (Elliott, 1 998: 1 40) . Bazı grupların "aşırı" bulunması, "hükümet ve iş dünyası liderlerinin "ılımlı" ana akım çevre grupla­ rıyla müzakereye oturmalarına yol açabilir (Kamieniec­ ki, Coleman ve Vos, 1 995: 324-25) . Örneğin, Rio'da bin­ lerce -ve dünya üzerinde yüz binlerce , ki yalnızca Bang-

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

ladeş'te 10 bin kayıtlı STK (French, 1 996: 252)- olması­ na rağmen, yalnızca 1400 STK, BMÇKK'ya resmen ka­ bul edilmiştir. Arts ( 1 998: 28) , BMÇKK sürecinin, taban örgütlerinin oluşturduğu STK ağlarını çoğunlukla dış­ larken, Ortak Geleceğimiz Merkezi aracılığıyla ana akım STK'larla kendi danışma mekanizmalarını oluşturduğu­ nu belirtmektedir. Muhalefet özelliğini zayıflatan üçüncü unsur ise STK temsilcilerinin ulusal delegasyonda yer bulması ör­ neğinde olduğu gibi, STK'larla devlet arasındaki doğru­ dan ilişkinin sorunlarıyla ilgilidir. llk bakışta , devletle bu tür bir bağ, STK'ların bir rejim ve politika oluşumu­ na daha çok katkıda bulunarak kurucu rollerini yerine getirmeleri için bir fırsat olarak görülebilir . Bazıları, Smillie ve Helmich'in ( 1 999) "paydaş ortaklığı" kavra­ mını ödünç alarak STK temsilcilerinin ulusal delegas­ yonlarda iş dünyasının ve hükümetin temsilcileriyle yan yana hazır bulunmalarının, çevre için hak ve sorumlu­ lukların paylaşılması yoluyla müzakerelerin demokra­ tikleşmesini sağladığını iddia edebilir. Oysa durum bu kadar basit değildir. Rio'da , ana akım STK'lann resmi delegasyonlarına (genellikle gözlemci olarak ve nadiren de olsa öneride bulunabilmelerine izin vererek) katılma­ larına izin veren on beş devlet olması gerçeğine rağmen, bu delegeler BMÇKK belgelerinin son metinlerinde her­ hangi bir önemli farklılık yaratamadılar (Chatterjee ve Finger, 1 994: 97; Finger, 1994: 208-9; Porter ve Brown, 1 996: 58-9; Thomas, 1993 : 4) . Aslında BMÇKK'nın ilk Hazırlık Toplantısında, STK'ların BMÇKK sürecinde res­ mi müzakere rolüne sahip olamayacaklarına karar ve­ rilmiştir; bu ise , STK'ların böyle bir rol elde etmelerine engel olunmasını resmi olarak ifade etmesi bakımından

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

geçmiş uygulamadan farklı olsa da, bir kez daha BM müzakerelerinin devletler arası yapısını göstermiştir (Arts, 1 998: 29) . Müzakere rolüyle donatılmış olsalardı bile , devlet-sermaye ilişkileriyle karşılaştırıldığında ve sermayenin devleti ve uluslararası örgütleri etkile,m e gücü düşünüldüğünde, STK'ların devlet ve devletlerara­ sı sistemle olan ilişkileri aynı türden değildir. Bu çerçevede, STK'ların, eleştirel konumlarını bü­ yük ölçüde korumayı sürdürdükleri halde, devletin po­ litikalarım ve müzakere pozisyonlarını ne ölçüde ve ne kadar etkili olarak biçimlendirebilecekleri sorusu beli­ rir. Daha da önemlisi, sermayeyle devlet bir ortakyaşam ilişkisi içinde var olurken STK'ların, yani hükümet-dışı örgütlerin, tanım gereği zaten devletin dışında kalmaları gerekir. Devlete ait alanın bir parçası haline geldiklerin­ de, politika üreten devlet aygıtlarının uzantılarına dö­ nüşürler. Böyle olunca, yani "içeride" olduklarında, tek­ nik ve yönetsel basit rötuşlar değil de kapsamlı alterna­ tifler üretme rolüne ne ölçüde bağlı kalabileceklerine dair ikinci bir soru akla gelir. Bu durumda, neden kimilerinin ( Cameron ve Mac­ kenzie, 1 996; Doherty, 1 994) BMÇKK'yı çevre STK'ları için bir başarı öyküsü olarak görürken, başkalarının (Finger, 1 994; Middleton, O'Keefe ve Moyo, 1 993) tam tersine inandığını görmek şaşırtıcı değildir. Bu ikili de­ ğerlendirmenin nedeni, çevre hareketinin ikili yaşamın­ da yatar. Bir yandan, çevre açısından korumacı ve siyasi yönden muhalif aktörler olarak çevreci STK'lar, muhalif seslerini yükseltmeye, müzakerelerdeki eksiklikleri or­ taya çıkarmaya ve halkın dikkatini müzakerelerdeki ba­ şarısızlıklara yönlendirmeye çalışırlar. Öte yandan, içe­ riden ya da dışarıdan önerilerde bulunmak, müzakere

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

salonlarında oturmak, müzakerecilere lobi yapmak gibi yollarla, resmi konferans süreçlerinin (Küresel Forum gibi) içinde ve dışında işbirliği aktörleri olarak kurucu bir rol oynamaya çaba gösterirler. Bazıları çevreci STK' lann uluslararası karar alma ve uygulama süreçlerinde " ortaklar" haline gelme performanslarından memnun olurken, diğerleri ise "gerçek ortaklar" haline gelmek yerine, eleştirmiş oldukları bir sürecin içine çekildikleri ve sömürgeleştirildikleri gerekçesiyle bundan memnun olmamıştır. Bir bütün olarak düşünüldüğünde, devletle­ rin ve uluslararası örgütlerin egemen mantığını ne kadar güçlü ve katı biçimde eleştirseler de, STK'ların müzake­ relere damga vurma çabalan hoşnutsuzlukla sonuçlanır; çünkü çoğunlukla onlara bırakılan alan, muhalif sesle­ rin yerleşik düzene eklemlenmesi sürecinde bir araç olarak işlev görmeleridir. Bunu kolaylaştıran da STK'la­ rın ikinci niteliğidir, yani, işbirliği yapma arzularıdır. Uluslararası çevre müzakereleri, çevreci STK'lann sürecin parçası olma taleplerini sıcak karşılar. Ancak bu hoş karşılama oldukça retoriktir, çünkü etkili bir katı­ lım için uygun kanallar yaratılmaz ve çoğu STK'lar her­ hangi bir ciddi etkide bulunacak ölçüde ekonomik, si­ yasi ve finansal güce de sahip değildir. Sonuçta, STK'lar, politika çıktılarına "demokratik-meşru temeli" sağlamak için ana akım tartışmaların bir parçası haline getirilirler. Sanayi ve iş dünyası BMÇKK sözleşmelerinde (bkz . Chatterjee ve Finger, 1 994: 105- 1 1 ) ya da iklim müza­ kerelerinde (bkz. Schreuder, 2009) önemli etkilerde bu­ lunurken STK'ların etkisi nihai belgelerde neredeyse hiç yer bulamayan yeni eleştirel düşüncelerin ortaya dökül­ mesiyle sınırlıdır (bkz. Tokar, 20 1 0) . Bu yorum doğruy­ sa , bunu da haklı çıkaracak biçimde denebilir ki, serma-

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

ye ve uluslararası örgütler arasındaki ilişki, Stockholm' den Rio'ya giden ve izleyen süreçte mesafeli olmaktan çıkıp uluslararası çevre rejiminin kuruluşunda müttefik haline geldikleri bir ilişkiye evrilmiştir.

Sonuç Bu makaledeki inceleme, uluslararası çevre rejimlerinin; sorunun karmaşıklığı ve çelişkilerin çokluğuyla aktörle­ rin örtüşen ve çatışan çıkarlarının birlikte oluşturduğu bir temel üzerinde yükseldiğini umarım gösterebilmiş­ tir. Yazıda çevresel çatışma ve işbirliğinin çoklu düzey­ leri açıklığa kavuşturulmuş ve uluslararası çevre koru­ ma alanının sorunlu yapısına işaret edilmiştir. Bütün ta­ rafların herhangi bir uluslararası çevre ihtilafında kolay­ ca oydaşmaya ulaştığını ya da uygun bir çözüm buldu­ ğunu gösteren örnekler bugüne kadar pek görülmemiş­ tir. Yine de bu, çevre korumayla ilgili işbirliği çabaları bakımından uluslararası alanın büsbütün değersiz oldu­ ğu anlamına gelmez; yani, gerekçeleri yukarıda tartışıl­ dığı üzere, uluslararası alan tümüyle gözden çıkarıla­ maz. Çevre konuları ikiz bir örüntü sunarak hem çatış­ maya hem de işbirliğine yol açabilmektedir; bunun ne­ deni, ana akım Ut teorisinin iki kanadının bu iki boyutu birbirine karşı konumlandırmaları değildir, ama çatışma ve işbirliğinin, ulusal ve uluslararası politik-ekonomik yapılarda gömülü olan çelişkilerin karmaşıklığının ve çokluğunun iki farklı görünümünü oluşturuyor olması­ dır. Benzer biçimde, uluslararası çevre ve ekonomi ku­ ruluşları, daima ya da mutlaka birbirleriyle çelişmezler; gördüğümüz üzere, mevcut çevre yönetimiyle ilgili ön­ lemler ve çevreyle ilgili çözümlerin ticarileştirilmesi ör-

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

neklerinde birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar. Sivil top­ lum kuruluşlarının devlet, devletler arası sistem ve çok uluslu şirketlerle olan ilişkileri de, bu kuruluşlar muha­ lefet ve işbirliği arasında salındığına göre , hem zıtlık hem de işbirliği sergiler. Rejimin kuruluşunun yam sıra o rejimin çıktıları da ekonomiyle siyasetin ulusal ve uluslararası düzeylerde oluşturduğu biçimlenme ile uluslararası örgütler ara­ sındaki ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Bu ilişkile­ rin temel belirleyicisi sermayedir. Bu ifade, uluslararası kurumların, sermayenin yalnızca gölge-olguları haline geldiği biçiminde yorumlanamaz; ama yurt içinde devlet politikalarını biçimlendirme gücü ve araçları ve ulus­ lararası alanda uluslararası kurumların yörüngesini etki­ lemedeki konumunu göz önünde bulundurarak serma­ yenin rolü ve etkisini vurgulamaktadır. Devletle serma­ ye arasındaki ve uluslararası örgütlerle şirketler arasın­ daki ilişkiler uluslararası düzeyde daha yakın hale gel­ miştir. Sermaye yalnızca kendi potansiyelini kullanmak­ la kalmamakta aynı zamanda uluslararası çevre konula­ rında sınırlan çizmek üzere devlet kurumlarım da hare­ kete geçirmektedir. Diğer ana aktörlerden birisi olarak STK'ların ulusla­ rarası çevreyle ilgili karar alma süreçlerine etkileri sınır­ lıdır. STK'ların etkilerinin sınırlı olması , yalnızca çevre örgütleri ve grupları için uygun katılım kanallarının ek­ sikliğinden değil, aynı zamanda muhalefet ve işbirliği şeklindeki ikili yaşamlarından da kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak, uluslararası çevre politikaları, çevre ko­ rumanın gelişimine katkısı, ulusal politikalar üzerindeki etkisi ve çevre hareketini berkitme potansiyeli bakımın­ dan önemli olmalarına karşın, bu politikaların çevre so-

Uluslararası Alanda Siyasi-Çevresel ilişkiler

runlannın şiddetine uygun kurumlar oluşturabilme ye­ teneği oldukça sınırlıdır. Uluslararası düzeyin çağımızın ekolojik sorunlarına çözüm üretmede yeterince etkili ol­ madığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, yerel, bölgesel ve ulusal düzeylerin çevrenin korunmasında hayati öneme sahip oldukları anlaşılır. Bununla birlikte, bu düzeylerde gerçekleşen çevre savaşlarının ayrıntılı bir incelemesinin de , kapitalizmde siyasi-ekonomik sis­ temin çevreyle ilişkisinde var olan çelişkilerin çokluğu­ nu göstermesi beklenmelidir.

II

Genomik Bilgi ve Kamu

-

Özel Dengesizliği*

Kamu kaynaklarıyla desteklenen Uluslararası lnsan Ge­ nomu Dizilimi Konsorsiyumu ile Craig Venter'in kur­ duğu ve yönettiği özel bir kuruluş olan Celera Geno­ mics Şirketi arasındaki "genom yarışı" mutlu sonla bitti. Haziran 2000'de Beyaz Saray tarafından, insan genomu ile ilgili ilk incelemenin tamamlandığına dair resmi bir duyuru yapıldı. 1 tık başta, "ideolojiler ve dizilim strateÇeviren HiKMET KURAN lngilizce metnin yayımlandığı yer: "Genomic Information and the Public­ Private lmbalance," Capital and Class, Sayı 94, 2008, 71-105. Konsorsiyumun insan Genomu Projesi ile Celera'nın insan genomu çalışma taslakları sırasıyla Nature (vol. 409, 15 Şubat 2001, s. 860-921) ve Science, (vol. 291, 16 Şubat 2001, s. 1304-51) dergilerinde yayımlanmıştır. Bu çalış­ ma taslakları eksik ve karmaşıklıkları çözmeleri açısından üzerinde daha çok çalışılmaya muhtaç durumdaydı. Numaraların hepsini içeren ancak gerçek telefon numaralarına ayrılmamış bir Telefon Rehberi gibilerdi. IGP'nin başa­ rıyla tamamlanmış hali resmi olarak 14 Şubat 2003'te duyuruldu. DNA dizilerinin bir insandan diğerine tamamen özdeş olmadığını belirtmek. gerekir. insan genomlanndaki önemli dizilim varyasyonları nedeniyle, genetik bir "insan genomu" nosyonu eleştirilmektedir (Bowring, 2003: 149). Tekil genomlar arasındaki dizilim varyasyonları veriliyken, tamamlanmış olan insan genomu dizilimi, birçok anonim bağışçının referans dizilimi ya da bileşim dizilimidir (Sulston, 2002: 67). Genomlar, kromozomlar, genler ve DNA ile ilgili temel bilgiler için bkz. Gribbin, 2002; Nossal ve Coppel, 2002;

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

jilerinin çatışması, akademi ile büyük sermayenin karşı karşıya gelmesi, kamu mülkiyeti-özel sektör girişimcili­ ği karşıtlığı" (Davies, 2002: xi) olarak düşünülen bu ko­ nu; sonunda "kamu finansmanı ile özel sektör girişimci­ liğinin bir evliliği" Qasny ve Kennedy, 200 1 ) şeklinde sunulmaya başlandı. insan genomunun haritalandırıl­ masının ve diziliminin tamamlanması, kamu-özel sektör işbirliğinin anlı şanlı bir başarısı olarak gösterildi. Bu rekabet-işbirliği salınımı görüşü, kamu ve özel düzlem­ lerinin birbirinden tümüyle ayrılmış olduğu nosyonuna dayandırılır. Bu iki alanın birbirinin karşısında konum­ landırılması, kamusal/ulusal yararlar, dayanışma , kay­ nak dağılımında adalet, açıklık ve kamudaki verimsizlik ve hantallık gibi kamusal alandaki niteliklerle; bireysel çıkarlar, adaletsizlik, erişime kapatma , özgürlük, giri­ şimcilik, etkinlik, verimlilik ve hız gibi özel alandaki ni­ telikler arasındaki rekabet ve çekişme çağrışımları ekse­ ninde temellendirilir. Daha sonra da bunu izleyen bi­ çimde, genom girişiminin başarısının, kamusal ve özel alanlarda bulunan birbirinden farklı bu özelliklerin bir­ biriyle kaytaştırılmasında yattığı iddiasının öne sürül­ mesidir. Celera şirketinin dizileme yöntemi çok hızlı ol­ masına karşın, kamunun insan Genomu Projesi'nin (kı­ saca IGP) yöntemi zaman kaybı içermekle birlikte araş­ tırmanın daha güvenilir sonuçlar vermesini sağladı; üç yıl içinde projeyi bitireceğini ilan eden Celera'nın hızı, 1 990 yılında 15 yıllık bir planla başlayan IGP'yi, rakibi­ ne yetişebilmek için daha çok kamu fonundan yararla­ narak daha verimli hale gelmeye ve daha hızlı olmaya zorladı. Aynı ölçüde, IGP, Celera şirketinin, elde edilen Ho, ı999; Gould, 198 1 , Hubbard ve Wald, 1 999; Lewontin, 1993; Lewontin, Rose ve Kamin, 1 985.

Genomik Bilgi ve Kamu

-

Özel Dengesizliği

bilgilerden kar sağlama amaçlı bencil girişimlerini boşa çıkaracak biçimde, genomik verilere sınırsız ve açık eri­ şim elde etmemizi sağladı (Dennis ve Gallagher, 200 1 : 32; Jasny ve Kennedy, 200 1 ; Davies : xiv) . Tüm bunlardan yola çıkılarak, bizlere, insan geno­ mu dizilimi konusundaki bu iki araştırma çabasının, teknik anlamda birbirlerine katkıda bulunmakla kalma­ yıp aynı zamanda ortaya çıkan ürünün özel çıkarlarla kamusal yararlar arasında ortak iyi bakımından politik bir denge oluşturduğunun göstergesi olduğu söyleniyor. Bu iddia , Başbakan Tony Blair tarafından, Beyaz Sa­ ray'dan uydu aracılığıyla yapılan şu açıklamayla destek­ lendi: "Biz, hepimiz, insan genomunun kamuya mal ol­ muş niteliğinin tüm insan ırkının ortak iyiliği için kul­ lanılmasını garanti etme görevini paylaşıyoruz" (Blair, 2000) . Benzer biçimde, genetik bilgi ve materyaller üze­ rindeki Fikri Mülkiyet Hakları (FMH) gerekçelendiri­ lirken kamu-özel dengesi fikrinin temel alınması, genel anlamda kabul görmektedir. Bu, bir yandan buluş ve ye­ nilikler için ödül ve teşviklerin (özel çıkarlar) , diğer yandan da bilgi ve teknolojinin yayılmasının (kamu ya­ rarı) önünü açmaktadır. Denge mekanizmaları sayesin­ de , sanki herkesin yararına bir durum varmış gibi gö­ rünmektedir. Ancak ben bu makalede, var olduğu sanılan kamu­ özel sektör dengesinin, kapitalist toplumsal düzen için­ de, gerçekte özel sektörün çıkarına yönelik bir dengesiz­ lik durumu yarattığını göstermek amacıyla kamu-özel ayırımını tekrar tartışmaya açıyorum. Bu amaçla birbi­ riyle bağlantılı iki konuyu gündeme taşıyorum. Bunlar­ dan ilki, bu bilginin üretimi için yapılan kamu harcama­ larım makul göstermek bakımından önem taşımasıyla;

Ekolojik ihtilaflar ve Kapitalizm

ikincisi ise mülkiyet ve erişilebilirlik sorunlarıyla ilgili­ dir. Eğer genomik bilgi, vergi mükelleflerinin parasının, bu bilginin üretiminde kullanılmasını gerektirecek ka­ dar önemliyse, üzerinde kurulan mülkiyet haklarının bu bilgiye herkesin erişebilirliğini sınırlandırması nasıl açık­ lanabilir? Burada, kamusal ve özel alan, siyasi ve iktisadi olan, devlet ve sivil toplum, egemenlik ve mülkiyet hak­ ları olarak biçimsel ayırımlara ilişkin geçmişten beri üze­ rinde çalışılan ve geliştirilen teorik tartışmalara katkıda bulunmaya yeltenmeyeceğim. Bunun yerine, kamuyla özel sektör arasındaki ilişkilerin, genomik/genetik bilgi üretimi ve kullanımı örneğinde ne ölçüde dengesizleşti­ rici etkiler yarattığını inceleyeceğim.

Genomdan Kamu Yararına Gitmek: Kolay Bir Yol mu? Medya genellikle, genom diziliminin yapılmasıyla kamu yararı arasında matematiksel bir eşitlik oluşturmaktadır. Örneğin, bir Ingiliz gazetesi, pirincin iki alt türünün taslak dizilimleriyle ilgili yayınlardan yola çıkarak, sanki açlık genomik bir sorunmuş gibi, "pirinç DNA'sı bulgu­ larının, dünyanın beslenme biçimini dönüştüreceğini" ileri sürdü (Aktaran Cyranoski, 2003 : 796) . Benzer bi­ çimde, insan genomu diziliminin önemi, siyasal arenada da büyük beklentiler oluşturdu. Başkan Bili Clinton, bu bilimsel başarıyı, "Tanrı'nın yaşamı yarattığı dil" olarak nitelendirdi. Clinton'a göre , "Bu yeni engin bilgi saye­ sinde insanlık, hastalıkları tedavide yeni ve daha etkin bir güç kazanmanın eşiğine gelmiştir" (White House, 2000). Genomik bilginin kamusal yararlarına ilişkin bu vurgular yalnızca popüler ve siyasi jargonda değil, bi-

j1 2

Genomik Bilgi ve Kamu

-

Özel Dengesizliği

limsel literatürde de kendisine yer bulmaktadır. Örne­ ğin, söz konusu haşan, literatürde, insanın oluş kuralla­ rını okuyabildiğimiz için, hem insanlığın kendini anla­ yabilmesi şansını zirveye taşıması hem de hastalık teşhi­ si, tedavisi ve yeni hastalıkların önlenmesini vaat eden teknik ilerleme gerekçelerine dayanarak "hayal edilebi­ lecek en değerli bilgi derlemesi" olarak nitelendirilmek­ tedir (Dennis ve Gallagher, 200 1 : 7-8) . lGP'nin başlan­ gıç anından itibaren, insan genomu bilgisinin değeri, al­ tı çizilen bu iki yaran ekseninde tekrar tekrar ele alın­ mıştır (Keller, 1992: 294) . Gerçekte, projenin resmi hedefleri, insan genomun­ daki üç milyar DNA bazının dizileme ve haritalandınl­ masının yapılması ve bunu yapacak teknoloji ve yön­ temlerin geliştirilmesiydi. Aslında insan genomu araş­ tırmaları 1 980'lerin ortalarında, radyoaktif ve diğer tok­ sik atıklara maruz kalmanın gen mutasyonu bakımın­ dan etkilerinin anlaşılması amacıyla ABD Enerji Bakan­ lığı tarafından başlatılmıştı. Bakanlığı mikrobik geno­ mik araştırmaları yapmaya cesaretlendiren ise, bazı bak­ teri türlerinin genetik mühendislik aracılığıyla atık kont­ rolü ve çevre temizliği alanlarında kullanılabilme olası­ lığıydı. Bakanlığın bu araştırma girişimi, ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü'nün (USE) katılımıyla birlikte, insan genomunun tümünü kapsayan kamusal finansmanlı bir mega proje haline geldi, projenin kamusal yararları da " daha temiz bir çevre"den, "yaşamın gizemlerinin çö­ zülmesi" "kendimizi bilmek" "genetikte devrim" ve "has­ talıkların önlenmesi" biçiminde bir genişlemeye uğradı (Human Genome Program, 1 996: 2-6 ) . Bilimsel ve_