İslam'ın Doğuşunda Muhammed ve İnananlar
 9786057789174

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İslam1m Doğuşunda

Muha m m ed ve İ n a n a n l a r

Fred M. Donner

Bu kitabın yayın hakkı PHOENİX YAYINEVİ'ne aittir. Yayınevinin ve yayınlayıcısının yazılı izni alınmaksızın kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya­ lanamaz, çoğaltılamaz ve yayınlanamaz.

islam'ın Doğuşunda Muhammed ve inananlar Fred M. Donner Orijinal Künye: Muhammad and the Believers At the Fred M. Donner, Harvard University Press, 2012.

Çeviri: Ekrem Berkay Ersöz Editör: Hasan Onat Kapak ve Sayfa Düzeni: Gamze Uçak ©Phoenix Yayınevi Tüm Hakları Saklıdır. Temmuz 2021, Ankara

ISBN No: 978-605-7789-17-4 Phoenix Yayınevi - Ünal Sevindik Yayıncı Sertifika Na: 11003 Şehit Adem Yavuz Sok. Hitit Apt. 14/1 Kızılay-Ankara Tel: 0(312) 419 97 81 pbx Faks: 0(312) 419 16 11 e-posta: [email protected] http://www.phoenixyayinevi.com

Baskı: Tarcan Matbaacılık Yayın. San. Sertifika Na: 47663 İvedik Köy Mah. İvedik Cad. Na: 417/A Yenimahalle/ Ankara Tel: 0(312) 384 34 35

Dağıtım: Siyasal Kitabevi Şehit Adem Yavuz Sok. Hitit Apt. 14/1 Kızılay-Ankara

O (312) 419 97 81 pbx O (312) 419 16 11 e-posta: [email protected] http://www.siyasalkitap.com

Tel:

Faks:

Origins of lslam,

İslam'ın Doğuşunda

Muhammed ve

İnananlar

Fred M. Donner

Alex ve Lucy'e

İ ç i n d ekile r

.............................................................................................

Haritalar Hasan Onat'ın Anısına Önsöz Teşekkürler Teamüller Üzerine Bir Not

.................................................. ...................

9

11

...............................................................................................

17

......................................................................................

21

...............................................................

23

1. İslam'ın Arifesinde Yakın Doğu................ .... ... .......... ... ............ 29 ...........................

31

..............................................................

33

..............................................................

46

Yakın Doğu'daki Geç Eski Çağ İmparatorlukları Bizans İmparatorluğu Sasani İmparatorluğu Büyük Güçlerin Arasındaki Arabistan Mekke ve Yesrib (Medine)

............................. . ............

57

..........................................................

65

2. Muhammed ve İnananlar Hareketi. .. .................. . . ...... ....... 69 Peygamber Muhammed'in Geleneksel Biyografisi 70 Kaynak Sorunu 82 İlk İnananlar Hareketinin Karakteri 89 Başlıca İnanışlar 89 Dindarlık ve İbadetler 94 Ekümenizm 101 Muhammed'in Cemaat İçindeki Statüsü 108 Apokaliptisizm ve Eskatolojik Yönelim 111 Militanlık 116.

. . .

.

.....................

............................................................................

.............................................

...................................................................... .............................................................

...........................................................................

..............................

..................................

...............................................................................

7

3. inananlar Cemaatinin Yayılması ........ . .. ..... .. . . ..... .. ..... 125 Kaynaklar 125 Muhammed'in Hayatının Son Yıllarında Cemaat . 128 Muhammed'in Halefleri ve Ridde Savaşları . . . .. 133 İnananların İlk Yayılmasının Karakteri . 143 İlk Yayılmanın Seyri ve Kapsamı . . 157 İlk Yayılma Döneminin Kurumları ve Düzenin Tahkimi 173 . .

.

.

. .. ..

.

.

...................................................................................

.... .................

.... ... ..... .

............

.................................. ....

........ ......................................

.............

4. Cemaatin Liderliği İçin Mücadele, 34-73/655-692 ................. 185 Birinci İç Savaş'ın Arka Planı 186 Birinci İç Savaşın Seyri (35-40/656-661) .................................... 196 İki İç Savaş Arasında (40-60/661-680) ....................................... 213 İkinci İç Savaş (60-73/680-692) ................................................. 220 İç Savaşlar Üzerine Düşünceler 234 ......................................................

.................................................

5. İslam'ın Doğuşu ...................... . .............. ......... .... .... ..... .. 239 Emevi Restorasyonu ve İmparatorluk Hedeflerine Dönüş 240 Temel Terimlerin Yeniden Tanımlanması . 248 Muhammed'e ve Kur'an'a Vurgu . . .. . . 250 Teslis Sorunu . 258 İslami Kült Pratiklerinin Detaylandırılması . . 260 İslami Köken Öykülerinin Detaylandırılması . 262 "Arap" Siyasi Kimliğinin Oluşumu . 264 Resmi Değişim ve Popüler Değişim . 267 . .

.

.

.

.

.

. . . .....

.... .............................

..... ....... ......

........... ... ........

..... .......................................................................

.... ...................... .... .............................

...................................... ... . ..

....................................... ...

Ek A: Ümmet Belgesi.. . . Ek B: Kubbetü's-Sahra'daki (Kudüs) Yazıtlar Daha İleri Okumalar İçin Notlar ve Bir Kılavuz Sözlükçe . . Resim Açıklamaları . Dizin .. .......

.... ............................ ..................... . ..

.

.

............................. ....

...........................................

.

.................. ............

...................................... . . ....

....................................... ................................

...............................................................................................

8

275 283 287 311 319 321

Ha rita l a r

1. Bizans ve Sasani İmparatorlukları, ykl.: M.S. 565 ........................ 30 2. Son Bizans-Sasani Savaşı, ykl.: M.S. 610-628 ............................... 56 3. Arabistan, ykl.: M.S. 600 .............................................................. 58 4. İlk Yayılma Seferleri 5. İç Savaşlar

..................................................... .............

158

..................................................................................

198

6. Sonraki Yayılma Seferleri

.

................ ...........................................

244

9

Ha sa n Onat' ı n An ı s ı n a

İslam Peygamber'i Hz. Muhammed hakkında batılı araştırma­ cılar, çeşitli dillerde pek çok araştırma yayınlanmıştır. Fred M. Donner'in Muhammad and the Believers: At the Origins of Islam (İslam'ın Doğuşunda Muhammed ve İnananlar, çev. Berkay Ersöz) adlı elinizdeki bu kitap, batıda bu türde yazılan araştırmaların en son örneklerinden birisidir. Klasik İslam tarihi kaynaklarının ve çağdaş araştırmaların eleştirisine bü­ yük önem veren Donner, Arap yarım adasındaki toplumsal, siyasi ve kültürel ortamda Hz. Muhammed ve İnanırlar'ının öncülüğünde İslam adıyla bir dini hareketin nasıl ortaya çıktı­ ğını farklı bir bakış açısıyla analiz etmeye çalışmaktadır. Bu kitabın İngilizce'den çevirisinin editörlüğünü Prof. Dr. Hasan Onat'ın üstlenmesi, bu esere başka bir değer katmaktadır. Prof. Dr. Hasan Onat, daha önce İngilizceden Türkçeye çeviri­ len ve Phoenix Yayınevi tarafından yayınlanan Marshal G. S. Hodgson'un İslam'ın Serüveni (çev.: Berkay Ersöz, İstanbul 2020-03) adlı oldukça önemli kitabın da editörlüğünü yapmış­ tı. Sayın Hocamızın, ne yazık ki, editörlüğünü yaptığı ikinci eserin yayınlanmış halini görmeye ömrü vefa etmedi. Fred M. Donner'in İslam'ın Doğuşunda Muhammed ve İnananlar adlı eserini dilimize kazandırıp yayınlayan Phoenix Yayınevi yetkililerini, çevirmenini ve editörü kutluyorum. Ayrıca Hocamın vefatının ardından birkaç söz söyleme ve bu

11

eserin Hz. Muhammed ile ilgili bahtla yazılan incelemeler .arasındaki önemi hakkında bir değerlendirme yapma fırsah veren yayınevi yetkililerine, hocamızın öğrencisi ve meslektaşı Prof. Sönmez Kutlu'ya kalbi teşekkürlerimi sunuyorum. Prof. Dr. Hasan Onat hocamla, 38 yıl önce Ankara Üni­ versitesi İlahiyat Fakültesi'nde 4. sınıfta öğrenci iken İslam Mezhepleri Tarihi dersinin hocası olarak tanımışhm. Çok de­ ğerli Hocam Hasan Onat idealizmi, yüksek enerjisi, ilahiyat alanına kendini adamışlığı ile hepimizi etkilemiş ve etkileme­ ye devam etmişti. Ömrünü İslam'ı anlatmaya adamış Hoca­ mızın 26 Eylül 2020' deki vefah bizleri, sevenlerini ve dostları­ nı çok üzmüştü. İslam dünyasının değerli bir bilim insanı ve samimi bir müslüman olan Prof. Dr. Hasan Onat; ilahiyatçı ve bilim insanı kimliğiyle İslam dinini vahiy, akıl ve bilim refe­ ransları eşliğinde insanları aydınlatma çabası içinde bir ömür geçirdi. Eleştirel yaklaşım ışığında yeni paradigmalar ortaya koyan ve Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu kurucu ilkeler ve kök değerler çerçevesinde İslam dünyasını birleştirmeye ve yeni bir medeniyet arayışına öncülük yapan bir bilim adamı olan Hasan Onat Hocamızın kaybı 'alimin ölümü, alemin ölümü gibidir.' sözünün gerçekliğini bize derinden hissettirdi. İlahiyatçı ve mezhepler tarihçisi kimliği ile değerli Ho­ camızın İslam'a yaklaşımının özünü 'İslam Ortak Paydası'nda Müslümanları buluşturmak ilkesi oluşturuyordu. Mezheplerin insanları ayrıştırıcı bir özelliği olduğuna her zaman dikkat çekiyor, Müslümanların birlik içinde olması gerektiğine vurgu yapıyor ve Müslümanların mezhep gerçeğini doğru algılama­ ları için Kur' an merkezli eleştirel bilinci ön planda tutmaları gerektiğini kendi sözleriyle şöyle dile getiriyordu: 'Günümüz dünyasında din alanında yaşanan problemle­ ri anlama ve bu meselelere çözüm üretebilmenin en önemli yollarından biri mezhep gerçeğini doğru anlamaktan geçmek­ tedir. Bunun için mezheplerin tarihi süreçte ortaya çıkan beşe­ ri oluşumlar olduğunun farkına varmak, Kur'an'ın ortaya

12

koyduğu kurucu ilkeler çerçevesinde konuyu anlamlandırmak gerekmektedir.' (Hasan Onat, 'İslam Ortak Paydası ve Mezhep Gerçeği', İlahiyat Akademi, 5 Temmuz 2017, ss.11-36, s.l.) 'İslam dünyasında, mezhep çatışmasının önüne geçebil­ mek için, mezhep farklılıklarından dolayı hiç kimsenin tekfir edilemeyeceğinin, adı ne olursa olsun hiçbir bir mezhebin İslam'la özdeşleştirilemeyeceğinin; imanın ve sorumluluğun bireysel olduğunun ve cennete veya cehenneme toplu rezer­ vasyon yapılamayacağının bilinmesi ve İslam ortak paydası bilincinin geliştirilmesi gerekmektedir. Bir kimsenin Müslü­ man olması için Kur' an' da belirtilen temel iman esaslarına (Tevhid, Ahiret, Nübüvvet) inanması yeterlidir. "Ben Müslü­ manım" diyen bir kimseye, hiç kimsenin "sen ne biçim Müs­ lümansın?" diye soru sorma hakkı yoktur. İslam, hiçbir kim­ senin, hiçbir mezhebin, cemaatin ya da tarikatın tekelinde değildir. Ayrıca, Cenab-ı Hakk'ın lütfettiği yaratıcı yetileri etkin kullanarak anlam ve değer üretemeyenlerin, İslam' ın hayatı ve barışı esas alan, adaleti kurucu ilke kabul eden bir din olduğunu kavramalarının çok zor olacağının, bu tip kim­ selerin ezilmişliğin de etkisiyle hem kendilerini, hem de diğer insanları bir "nesne" gibi göreceklerinin unutulmaması lazım­ dır. Evrensel Yaratma sürecine "salih amel"le katılamayanlar, ancak yakar, yıkar ve öldürürler.' (Hasan Onat, 'Mezheplerin Stratejik Boyutu ve Mezhep Çatışması', hasanonat.net) Prof. Dr. Hasan Onat, yetiştirmiş olduğu onlarca bilim in­ sanı, halkın güvenilir bilgiye ulaşımına katkı sunacak birçok faaliyeti ve bilim dünyasına kazandırdığı yapıtlarıyla düşünce dünyamızı zenginleştiren saygıdeğer bir bilim insanıdır. Fred M. Donner'in İslam'ın Doğuşunda Muhammed ve İnananlar adlı eseri, Hz. Muhammed ile ilgili batıda yazılan kitaplar arasında farklı bir yaklaşımı temsil eder. Donner, eserinde "İslam dininin kökleri, Arabistan'ın batısındaki Mek­ ke şehrinde, miladdan sonra altıncı yüzyılın ikinci yarısında doğmuş, Muhammed ibn Abdullah adında bir insanın uğraş-

13

larında yatar." diyerek Hz. Muhammed'in başarısına vurgu yapar ve eserini Hz. Muhammed ve inananları etrafında olu­ şan bilgi örüntülerini tarihsel metot eşliğinde irdeleyici bir bakış açısıyla okuyucuya sunar. Fred M. Donner, İslam'ın doğuşuna yönelik tarihsel bir kavrayışın edinilmesi için Arabistan dışındaki coğrafyalarda mevcut olan dinsel eğilimler bakımından da incelenmesi ge­ rektiğini söyleyerek tarihsel bağlamın önemini ön plana çıka­ rır. Bu yaklaşım eşliğinde Donner, birinci bölümde; İslam'ın Arifesinde Yakın Doğu başlığı altında Yakın Doğu' daki Geç Eski İmparatorluklar olarak adlandırmış olduğu Bizans İmpa­ ratorluğu, Sasani İmparatorluğu, Aksum Krallığının dinsel inanç ve yönelimlerinin ana hatlarıyla bir özetini sunar. Ar­ dından 'Büyük Güçlerin Arasındaki Arabistan ve Mekke, Yes­ rib (Medine) şehirlerinin İslam öncesi tarihine değinir. İkinci bölümde ise yazar 'Muhammed ve İnananlar Ha­ reketi' başlığı altında, Hz. Muhammed'in geleneksel kısa bir biyografisini, Hz. Muhammed hakkında bilgi edinilen kaynak­ ların sorunsal boyutunu ve ilk inananlar hareketinin karakte­ rini kendi bakış açısı eşliğinde okuyucu ile buluşturur. Üçüncü bölüm, inananlar cemaatinin yayılması konusuna ayrılmıştır. Bu bağlamda Hz. Muhammed'in yaşamının son yıllarında cemaat, Hz. Muhammed'in halefleri ve dönemle­ rindeki önemli olaylar, inananların ilk yayılmasının karakteri, seyri ve kapsamı, oluşturmuş oldukları kurumlar ve düzenin tahkim edilmesi ele alınmıştır. Eserin dördüncü bölümünde cemaatin liderliği için mü­ cadele, beşinci bölümünde de İslam'ın doğuşu meselesi farklı boyutlarıyla irdelenmiştir. Fred M. Donner kitabında batılı bilim insanlarının birço­ ğunun İslam dini ile ilgili ileri sürmüş olduğu 'Hz. Muham­ med'in tebliğinin dinsel değil, toplumsal bir reform içerdiği, bu hareketin Hz. Muhammed'in içinde yaşadığı toplumsal ve ekonomik gerilimler tarafından şekillendirildiği' iddiasına

14

karşı çıkar. Donner 'İslam toplumsal, ekonomik veya "milli" bir hareket olarak değil, dinsel bir hareket olarak doğmuştu; özellikle de, erdemli davranış sayesinde kişisel kurtuluşa ulaşmaya yönelik yoğun bir ilgiyi içeriyordu. İlk İnananlar sadece kurtuluşu kesinleştirmek için gerekli olan dindarlık ve doğru davranış kavramlarıyla ilişkili oldukları ölçüde toplum­ sal ve siyasal meselelerle ilgilenmişlerdi.' (s.7) diyerek İslam'ın dinsel bir hareket olarak doğuşuna işaret eder. Donner'in bu söylemi Kur'an'la birebir örtüşen bir söylemdir. Bu bağlamda Kur'an tevhid inancı ve onun etrafında şekillenen doğru dav­ ranış kalıplarına vurgu yapmakta, bu özelliği ile de inancı merkeze almaktadır. Fred M. Donner, 'Kaynak Sorunu' başlığı altında dikkat çekmiş olduğu Hz. Muhammed'in biyografisine ilişkin İslam tarihi kitaplarında yer alan malzemenin sorunsallığı oldukça önemlidir. Çünkü tarihsel gerçekliğe ulaşmada verilerin öne­ mi ve sözkonusu verilerin otantikliğini tespit etme yadsına­ maz bir husustur. Donner'in Hz. Muhammed'in hayatına iliş­ kin anlahların onun yaşadığı dönemden daha çok yıllarca sonra derlenmiş edebi kaynaklardan oluşmasının ve özellikle de tarihsel kaygıdan ziyade dinsel kaygılar eşliğinde oluştu­ rulmuş malzemenin tarihsel tespit açısından sorunlar oluştur­ duğunu söylemesi, bazı Müslüman tarihçilerin de sözkonusu verilerin bilimsel niteliğini irdelemesi ile koşutluk oluştur­ maktadır. Bu konuda Taberi (ö.310/922)'nin meşhur tarih kita­ bında konuyla ilgili şu değerlendirmeleri örnek verilebilir: 'Benim bu kitabımı gözden geçirenler bilsinler ki, bu eserimde dercedilen her bilgi ve haber, pek azı hariç olmak üzere, akli delillere, insanların fikir ve akıllarıyla düşünerek buldukları sebeplere dayanmayıp, ancak senetleriyle ravilerini gösterdiğim haber ve rivayetlere dayanır. Çünkü geçip gidenlere ve sonra gelenlere dair olan haber, olay ve hadiselerden her biri, bunları gözleriyle görmeyen ve o zamanları idrak etmeyenlere, ancak o halleri gören ve işitenlerin haber vermeleri, o haberleri naklet-

15

meleriyle bilinir, akıl ve fikir ile bilinmez. Geçip gidenlerin bazı­ larına dair naklettiğimiz haberlerin bir kısmını doğru ve hakiki bulmayıp inkar edenler veyahut çirkin sayanlar bulunursa, onlar bilsinler ki, bu haberler tarafımızdan uydurulmadan ravi­ lerce bize nakledilmiştir. O haberler bize nasıl nakledilmiş ise, biz de o şekilde alarak dercediyoruz' (Taberi, Milletler ve Hü­ kümdarlar Tarihi, çev. Zakir Kadiri Ugan -Ahmet Temir, İstan­ bul: MEB Yayınlan, 1991, s.7-8) diyerek bu hususa dikkat çek­ miştir. Kaynakların güvenilirliği bağlamında Donner'in Hz. Mu­ hammed'in hayah ve erken dönem İslam'ı anlamak için Kur'an'ı en güvenilir kaynak olarak nitelendirmesi, yazarın tarihçi kimliğinin önemli bir görüngüsü olarak okunmalıdır. Çünkü Kur'an'ın otantik olmadığı iddialan tarihsel bir gerçek­ liği yansıtmaktan ziyade ideolojik bir bakış açısının ürünü ola­ rak değerlendirilmelidir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Donner'in kitabı, İslam'ın doğuşu ve inananları hakkında farklı yaklaşım ve yorumlar eşliğinde ele alınmış ve okuyucu için zengin ufuklar oluşturan bir çalışma niteliği taşımaktadır. Kitabın editörlüğünü yapan Prof. Dr. Hasan Onat Hoca­ mızın kıymetli katkıları eseri daha anlamlı kılmaktadır. Ruhu şad olsun . . . Nahide Bozkurt

16

Ön söz

Yüz yıldan biraz uzun bir zaman önce, meşhur Fransız bilim insanı Emest Renan 1823-1892) İslam'ın kökenine ve ilk za­ manlarına ilişkin bulgularını şöyle özetlemişti: " Öyleyse bü­ tün bunlardan şu biricik sonuca ulaşırız: Müslüman hareketi adeta dinsel inançtan yoksun bir şekilde ortaya çıkmışhr; az sayıdaki sadık taraftarını bir yana bırakırsak aslında Muham­ med, Arabistan' da pek zayıf bir destekle faaliyet göstermiş ve Emevi hizbinin temsil ettiği muhalefeti alt etmeyi hiç başara­ mamışh." Renan'ın bu beyanı, kuşkusuz onun geliştirdiği fikirlerin aşırı ve nahoş bir ifadesi olmakla birlikte, İslam'ın başlangıcını araştıran Bahlı bilim insanları bu fikirlerin çoğunu yıllar bo­ yunca savunmuştur. Muhammed peygamberin (öl.: M.S. 632) ve taraftarlarının esasen din haricindeki etkenler tarafından yönlendirildiği ve 661'den 750'ye kadar hüküm sürmüş olan Emevi ailesinin esasen Muhammed'in hareketinin özüne düşman olduğu yönündeki bu kanılar Bah biliminde bugün bile yaygındır. Renan'ın en müstehzi yorumu -bizim bildiği­ miz haliyle İslam'a dönüşen bu hareketin "adeta dinsel inanç­ tan yoksun bir şekilde ortaya çıktığı" yönünde yaptığı yorum­ genellikle, Muhammed tarafından başlatılmış hareketin itici gücünün "aslında" dinsel inançtan başka bir şey olarak sap­ tanmasına dayanan bir indirgeme süreci yoluyla sinsice mas­ kelenerek, ondan sonra gelen birçok bilim insanı tarafından benimsenmiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonunda Hubert

17

Grimme, Muhammed'in tebliğinin her şeyden önce dinsel değil, toplumsal bir reformcuya ait olduğunu kanıtlamaya uğraştı; W. Montgomery Watt, yirminci yüzyıl ortalarında sosyal bilimlere hakim olan tutumu yansıtacak şekilde, bu hareketin Muhammed'in içinde yaşadığı toplumdaki toplum­ sal ve ekonomik gerilimler tarafından şekillendirildiğini ileri sürdü; bunlardan başka, L. Caetani, C. H. Becker, B. Lewis, P. Crone, G. Bowersock, 1. Lapidus ve S. Bashear gibi sayısız bilim insanı da bu hareketin aslında dini ikinci planda tutan (dolayısıyla asıl hedefler gerçekleştirilirken gösterilen bir ba­ haneden ibaret sayan) bir tür milliyetçi veya "yerlici" siyaset macerası olduğunu ileri sürmüştü. İlerleyen sayfalarda Renan'ın görüşlerinin neredeyse ta­ mamen zıddını ortaya koymayı deneyeceğim. Kanımca İslam toplumsal, ekonomik veya "milli" bir hareket olarak değil, dinsel bir hareket olarak doğmuştu; özellikle de, erdemli dav­ ranış sayesinde kişisel kurtuluşa ulaşmaya yönelik yoğun bir ilgiyi içeriyordu. İlk İnananlar sadece kurtuluşu kesinleştir­ mek için gerekli olan dindarlık ve doğru davranış kavramla­ rıyla ilişkili oldukları ölçüde toplumsal ve siyasal meselelerle ilgilenmişlerdi. Üstelik -ve yine Renan'ın ve ondan sonraki birçok Batılı (ve Müslüman) bilim insanının tam aksine- Emevi hanedanı hükümdarlarını, Muhammed tarafından başlatılan dinsel ha­ reketin dışsal açıklarını kendi yararına kullanan kimseler ola­ rak değil, hareketin en önemli hedeflerini gerçekleştirmek için pratik yollar bulmaya çalışmış ve İnananların kendi özgün kimliğine ve dinsel bir cemaat olarak meşruluklarına dair net bir hissiyata ulaşmalarına belki de başka herkesten daha çok yardımcı olmuş hükümdarlar olarak görüyorum. Emevilerin katkıları olmasaydı, bugün bildiğimiz haliyle İslam'ın var olması bile mümkün olmayabilirdi. İslam'ın doğuşuna dair doğru dürüst bir tarihsel kavrayış edinmek için, onu -her ne kadar Muhammed'in yaşadığı ve

18

faaliyette bulunduğu yer Arabistan olsa da, sadece Arabis­ tan' daki değil- Geç Eski Çağ' da Yakın Doğu'nun tamamında­ ki dinsel eğilimler bağlamında incelemek gerekir. M.S. altıncı yüzyılda komşu ülkelerde mevcut olan dinsel düşünce akım­ ları Arabistan' a derinlemesine nüfuz etmişti. Bu yüzden İslam öncesi Yakın Doğu bağlamı hakkında kısa bir değerlendirmey­ le işe başlayacağım (Birinci Bölüm), bundan sonra bir İnanan­ lar hareketinin Arabistan' da Muhammed'le birlikte nasıl baş­ ladığını (İkinci Bölüm), Muhammed'in ölümünü izleyen yıl­ larda İnananlar hareketinin hızla yayılmasını (Üçüncü Bölüm), hareketin ilk yüzyılında onu parçalayan içsel ayrışmaları (Dördüncü Bölüm) ve Muhammed'in ölümünden yaklaşık iki kuşak sonra açıkça İslam olarak bildiğimiz oluşumun bu İna­ nanlar hareketinden nasıl doğduğunu inceleyeceğim (Beşinci Bölüm).

19

reşekkürler Bu kitabın yazılmasına katkıda bulunmuş birçok kurumu ve bireyi takdir etmekten zevk duyarım. ABD federal hükümeti­ ne bağlı bir kurum olan Ulusal Beşeri Bilimler Vakfı'na (NEH) ve Amman'daki (Ürdün) Amerikan Doğu Araştırmaları Mer­ kezi' ne (ACOR}, 2001 yılında bana NEH/ACOR Bursu verdik­ leri için teşekkür ederim; bu burs sayesinde, o yılın ilk yarısı­ nın büyük kısmını, ACOR'un Amman' da bulunan kütüphane­ sinin huzurlu ve destekleyici ortamında bu eserin taslağını hazırlamakla geçirebildim. O dönem ACOR'un yöneticisi olan Dr. Pierre Bikai, Dr. Patricia Bikai ve ACOR personeli, özellik­ le de kütüphane görevlisi Humi Ayoubi, orada bulunduğum süre boyunca verimli ve keyifli bir çalışma yürütmeme yar­ dımcı oldular. Chicago Üniversitesi Beşeri Bilimler eski Deka­ nı Profesör Janel Mueller, bölüm başkanlığı sorumluluklarım­ dan kurtulmama tüm cömertliğiyle imkan verdiği için, izinli olduğum bu ayları ve 2002 ilkbaharının on haftalık bir kısmını kitabın taslağını oluşturmak için kullanabildim. Son dönem büyük ölçüde Beyrut Amerikan Üniversitesi'nin Jafet Kütüp­ hanesi'nde geçti, bu güzel kurumun bana epey yardımcı olan personeline de teşekkür etmem gerekiyor. Kütüphaneler ve kütüphane görevlileri arasında en çok Chicago Üniversite­ si'nin Regenstein Kütüphanesi'ne ve kapsayıcılığı ve kullanım kolaylığı bakımından emsalsiz bir koleksiyon oluşturmuş olan

21

Orta Doğu bibliyografı Bruce Craig ile çalışma arkadaşlarına borçluyum. Okurlar, bu eserin taslaklarını tümüyle veya kısmen oku­ yup cömertçe eleştirel yorumlarda ve önerilerde bulunmuş olan sayısız dostuma ve meslektaşıma şükran borçludur. Çünkü onlar beni birçok gaftan kurtarmış ve kitabın berraklı­ ğına, inandırıcılığına ve dengesine epey katkıda bulunmuştur. Geriye kalan kusurlar onların dikkatsizliğini değil, benim inatçılığımı yansıtmaktadır. İsimlerini alfabetik olarak sırala­ yacağım bu dostlarıma teşekkür ederim: Mehmetcan Akpınar, Fred Astren, Carel Berram, Paul M. Cobb, Hugo Ferrer­ Higueras, Mark Graham, Walter E. Kaegi, Khaled Keshk, Gary Leiser, Shari Lowin, Chase Robinson, Roshanak Shaery­ Eisenlohr ve Mark Wegner. Dr. Leiser ve Dr. Shaery­ Eisenlohr'un hararetli teşvikleri özellikle rahatlahcı oldu. 2000 yazında yönettiğim, "İslami Kökenler" hakkındaki NEH Yaz Enstitüsü'ne kahları yirmi beş yüksekokul öğretmenine de teşekkür etmek isterim; bu eserde sunduğum bazı fikirleri bu ortamda tartışmaya açmayı başardım, onların tepkileri düşün­ celerimi keskinleştirmeme ve bunları bu türden bir kitap hali­ ne getirmeyi denememe yardımcı oldu. Ürdün Üniversite­ si'ndeki saygıdeğer meslektaşlarım, Abdülaziz ed-Durl, Saleh Hamameh ve Falih Hüseyin'e, dostlukları ve bu projede bana verdikleri, muhtelif sebeplerden dolayı hızımı kaybettiğimde yeniden canlanmama yardımcı olan sarsılmaz destek için çok minnettarım. Meslektaşlarım Touraj Daryaee (Califomia Üni­ versitesi, lrvine) ve Gerd-R. Puin (Saarbrücken), çeşitli fotoğ­ rafları bulmamda bana yardımcı oldular. Nihayet, bilgece öğütleri, sevgisi ve bu kitap dahil, yaptığım her şeyde beni teşvik etmesi dolayısıyla eşim Carel Bertram' a sonsuz teşek­ kürlerimi sunuyorum.

22

Tea m ü l l er Üzeri n e Bir Not1

Bu kitap esasen uzman olmayan kimseler için --İslam'ın baş­ langıcına ilgi duyan genel okur kitlesi ve bu konuda çalışmaya hazırlanan öğrenciler için- hazırlanmıştır. Kitabın bir teknik uzmanlık çalışması olması hedeflenmedi, bununla beraber burada sunduğum bazı fikirlerin bilim insanları tarafından yenilikçi ve ciddi biçimde ele alınmaya değer bulunacaklarını umuyorum. Konuya aşina olmayan ve belirli bir konuda daha fazla bilgi edinmek için nereye başvurmak gerektiğini öğren­ mek isteyen okurlar veya söylediğim herhangi bir şey hakkın­ daki destekleyici kanıtları merak eden uzmanlar, aradıkları şeyleri çoğu zaman "Daha İleri Okumalar için Notlar ve Bir Kılavuz" başlığını taşıyan bölümde bulabilirler. Bu bölümde kitabın her bir bölümü ayrı ayrı ele alınmış ve belirli meseleler hakkında bibliyografik önerilere ve atıflara yer verilmiştir, bunlar hemen hemen kitabın genelinde ele alındıkları sırala­ maya göre düzenlenmiştir. Çevirmen notu: Yazar, bu bölümde belirttiği gibi, özgün eser boyunca belirli teamülleri gözetmiş olsa da, çeviride bunların bir kısmına uyulma­ dı. Sözü edilen vurgu işaretlerinin hiçbiri kullanılmadı. Uçları farklı yön­ lere dönük kesme işaretleri olan ayn ve hemze yerine sadece kesme işareti kullanıldı. Özel isimlerin transliterasyonunda büyük ölçüde TDV İslam Ansiklopedisi'nin yazımı ve Türkçeye yerleşmiş kullanımlar gözetildi. Özel isimlerde b. kısaltmasının yerine ibn sözcüğü kullanıldı.

23

Sözcükleri, Arapça ve diğer Yakın Doğu dilleriyle yazılan sözcükleri, Latin harflerine dönüştürürken vurgu işaretlerini genellikle atladım -bunlar genel okurları şaşırhr veya soğutur, uzmanlar ise genelde bunlara ihtiyaç duymaz, yayıncılar ise bunları külfetli ve maliyetli oldukları için sevmez. Bunun tek istisnası olarak ayn (' ) ve hemze ( ) işaretlerini muhafaza ettim. Kişi adları titizlikle transliterasyona uğrahlmışhr (ama vurgu işaretlerine yer verilmemiştir): Muhammad, 'A 'isha, Su­ layman vb. Öte yandan, yer adlarını mümkün olduğunca bil­ dik İngilizce biçimleriyle yazdım: Mecca (Makka değil), Damas­ cus (Dimashq değil) vb. Çoğu durumda Arapçada kişi, grup ve şehir adlarından önce kullanılan al- tanımlığını kullanmadım, bununla birlikte ('Amr ibn al-'As gibi) bileşik adların içinde yer alanları muhafaza ettim. Arapça adların çoğu patronimiktir (baba adından türetilir - ç.n.) ve "ibn" ("oğlu") sözcüğünü içerir, dolayısıyla '"Amr ibn Kays" adına "İbn Kays" veya basit­ çe "Amr" şeklinde rastlanabilir. "K." kısaltması bu metin boyunca, İslam'ın kutsal kitabı Kur' an' dan yapılan alınhları belirtmek için kullanılmıştır. Bazı tarihler ilk önce İslam veya hicret takvimi (H.) yılıyla verilmiş, bundan sonra bir taksim işaretinin ardından miladi takvim (M.S.) tarihi yazılmışhr -örneğin, Muhammed'in 11/632 tarihinde, yani İslami takvime (ay takvimine) göre 1 1 v e M.S. 632 yılında öldüğü söylenmiştir. Müslüman takvimi 354 günden oluşan bir ay takvimidir; sonuç olarak, belirli bir ay ve günün miladi takvime göre yeri zaman geçtikçe yavaş yavaş değişir. Müslüman takviminin on iki ayı dönüşümlü olarak 29 veya 30 gün çekerler: '

Muharrem Safer Rebiyülevvel Rebiyülahir Cemaziyelevvel

24

30 gün 29 30 29 30

Cemaziyelahir Recep Şaban Ramazan Şevval Zilkade Zilhicce

29 30 29 30 29 30 29

25

MUHAMMED VE .

iNANANLAR

1

İ s l a m'ı n Arifesi n d e Yakı n Doğu

İslam dininin kökleri, Arabistan'ın bahsındaki Mekke şehrin­ de, M.S. altıncı yüzyılın ikinci yarısında doğmuş, Muhammed ibn Abdullah adında bir insanın uğraşlarında yatar. Bu dö­ nemde Arabistan çevresinden yalıhlmış bir yer değildi. Burası daha ziyade Yakın Doğu ve Doğu Akdeniz ülkelerini içine alan, çok daha geniş bir kültür dünyasının parçasıydı. Bu ne­ denle, Muhammed'in içinde yaşadığı ve faaliyet gösterdiği ortamı ve başlattığı dinsel hareketin anlamını kavramak için ilk önce Mekke'nin yakın çevresinin epey ötesine bakmamız gerekir. Muhammed, bilim insanlarının deyişiyle "Geç Eski Çağ"ın -kabaca M.S. üçüncü yüzyıldan yedinci ve sekizinci yüzyıllara kadar süren dönemin- ortalarında, Yunan-Roma ve İran uygarlığı kültürlerinin tedrici bir dönüşüm geçirdiği bir zamanda yaşadı. Akdeniz bölgesinde ve ona komşu ülkelerde, daha önceki klasik kültürlerin birçok öğesi yedinci ve sekizinci yüzyıl gibi geç tarihlerde bile, yeni veya değişik biçimler almış olsalar da hala belirgindi, geri kalanlar ise ortadan kaybolmuş, tanınamayacak kadar değişmiş veya tamamen yeni anlamlar ve işlevler edinmişlerdi. Örneğin M.S. altıncı yüzyılda Doğu

29

w o

Key:STATES PEOPLES •

Cities

500km

\> Harita 1.

Bizans ve Sasani İmparatorlukları, M.S. ykl. 565 (tahmini sınırlar).

Akdeniz çevresindeki eski Roma İmparatorluğu ülkelerinin okuryazar seçkinleri hala Yunan felsefesini, Roma hukukunu ve Yunan-Latin edebiyatım öğrenirlerdi, gerçi bu sanatlarla artık eskisi kadar yaygın biçimde uğraşılmazdı, hatta bu alan­ larda ortaya konan eserler çoğunlukla Roma dönemindekiler­ den farklı ve yeni konularla ilgili olurlardı. Aynı zamanda, bu dönemde çoğu insan eski pagan ibadetlerinden vazgeçip Hris­ tiyanlığı benimsemişti. Aynı şekilde, merkezinde amfitiyatro­ nun, hamamın ve yurttaşlık görevlerinin yerine getirilmesinin bulunduğu, klasik döneme özgü kamusal ve kentsel ayinler de -özellikle küçük kentlerde- körelmeye ve beşinci yüzyıldan itibaren, bunların yerine dinsel ve içgözlemsel nitelikli olan daha kişisel uğraşlar geçmeye başlamıştı. Hristiyanlığın Doğu Akdeniz ülkelerine yayılmasına, Yunanca ve Latincenin yam sıra, Süryanice, Kıptice, Ermenice ve Etiyopyaca gibi daha önce yazıya dökülmemiş yeni liturjik (ve bunun sonucunda edebi) dillerin de ortaya çıkışı eşlik etti. Yani geriye dönüp baktığımızda, Doğu Akdeniz' de Geç Eski Çağ' ın kendinden önceki, özenle düzenlenmiş bir kent yaşamını içeren ve Yu­ nan-Latin merkezli klasik çağ ile daha sonraki, kişisel dinsel faaliyeti ve Arapça gibi yeni bir edebi geleneğin gelişimini öne çıkaran İslami dönem arasındaki bir geçiş dönemi olduğu görülebilir.

Ya kın Doğu' d a ki Geç Eski Çağ İ m paratorl u k l a rı M.S. altıncı yüzyılın ikinci yarısında, Yakın Doğu'ya ve Akde­ niz havzasına politik bakımdan iki büyük imparatorluk hük­ mediyordu: Batıda Bizans veya Geç Roma İmparatorluğu ve doğuda Sasani Pers İmparatorluğu. Bizans İmparatorluğu aslında eski Roma İmparatorluğu'nun devamıydı. İmparator­ luk 1453'te yıkılana kadar hükümdarları kendilerine "Romalı" (Yunanca Rhomaioi) diyorlardı. Bu nedenle bu devlet bazen "Geç Roma İmparatorluğu" diye de anılır; ben ise bu devleti bu kitapta, başkenti Konstantinopolis'in üzerine kurulduğu,

31

İstanbul Boğazı kıyısındaki köyün adı olan Byzantium' a atfen Bizans İmparatorluğu diye anacağım. Alhncı yüzyılın sonlarında Bizans İmparatorluğu Akde­ niz havzasının doğu ve güney kıyılarındaki topraklara (bu­ günkü Türkiye, Suriye, Mısır vs. topraklarına) egemendi. Di­ ğer büyük imparatorluk, Sasani İmparatorluğu ise dağlık İran platosuna ve ona komşu olan, günümüzde Irak topraklarında bulunan ovalara, Dicle ve Fırat nehirlerinin bereketli havzası­ na egemendi. Tıpkı Bizanslıların Roma mirasını muhafaza ettikleri gibi, Sasaniler de kadim Pers ülkesinin çok eski impa­ ratorluk geleneklerinin mirasçılanydı. Afganistan' dan Orta Akdeniz' e kadar uzanan geniş bir bölgenin büyük kısmı bu iki imparatorluktan herhangi birinin doğrudan yönetimi altın­ daydı. Bu bölgede onların doğrudan egemenliğinin dışında kalan yerler bile ya bu güçlerden herhangi birinin etki alanı içindeydi ya da onlar arasında siyasi tabiiyet, dinsel etki ve ekonomik egemenlik etrafında yaşanan yoğun rekabetin bir sahnesiydi. Bu çekişmeli topraklar arasında Ermenistan, Kaf­ kasya ve konumuz bakımından en önemli yer olan Arabistan bulunuyordu. Yakın Doğu'da, bu ikisi kadar büyük olmayan üçüncü bir güç daha vardı: Aksum krallığı. Aksum başkenti Etiyopya dağlarında yer alıyordu, ama Aksumlular Kızıldeniz kıyısındaki liman şehri Adulis sayesinde büyük çaplı bir ticari faaliyet içindeydiler. Dördüncü yüzyıla doğru Aksum Hristi­ yanlığı benimsemiş ve bu nedenle zaman zaman Bizans ile ittifak kurmuşlardı; ama genel olarak Aksum hakkındaki bil­ gilerimiz epey sınırlıdır ve herhalde, Bizans ve Sasani Pers kültürünün aksine, Aksum kültürü İslami geleneğe pek fazla katkıda bulunmamışhr. Bu yüzden ilerleyen kısımlarda büyük ölçüde Bizans ve Sasani imparatorluklarından bahsetmeye özen göstereceğiz.

32

Bizans İmparatorluğu JUSTİNİANUS'UN KONSTANTİNOPOLİS HALKINA M.S. 554 TARİHLİ FERMANI, 132. KANUN (CORPUS IURIS CIVILIS) Tüm insanlık için birinci ve en büyük lütfun, doğru ve kusursuz olan Hristiyan inancının ikrarı olduğuna, böylece onun evrensel olarak tesis edilebileceğine ve bütün dünyanın tüm kutsal rahiple­ rinin birlik ve beraberlik içinde bir araya gelebileceğine inanıyoruz . . . .

Bizans imparatorları, İstanbul Boğazı üzerindeki başkent­ leri Konstantinopolis'te (günümüzde İstanbul) hüküm sürer­ lerdi; bu şehir, M.S. 330' da Roma imparatoru Konstantin tara­ fından "İkinci Roma" ilan edilmişti. Konstantinopolis'teki Bizans imparatorları, uzaklara yayılmış mülklerini hem askeri harekatlar hem de ustalıklı bir din siyaseti yoluyla bir arada tutuyorlardı. Bizans imparatorları, Bah' da ilk defa Büyük İs­ kender (öl.: M.Ö. 332) tarafından geliştirilen ve daha sonraları Romalılar tarafından benimsenen birleşik bir dünya düzeni vizyonunun Hristiyanlaştırılmış bir biçimini savunuyorlardı. Bunun Bizans'a özgü biçimini savunanlar, tüm tebaasının siyaseten imparatora ve dinsel bakımdan imparatorlarla yakın ilişki içinde bulunan Konstantinopolis patriğinin liderlik ettiği Bizans ("Ortodoks") kilisesine sadık olduğu bir evrensel dev­ letin hayalini kuruyorlardı. Bizans imparatorları bu vizyonu gerçekleştirmeye çalışır­ ken -Sasani rakiplerinin meydan okumaları dışında- en az iki büyük sorunla yüz yüze gelmişlerdi. Birinci sorun, o çağda mevcut olan iletişim ve idare teknolojilerinin ilkelliği göz önünde tutulursa, hükmetmek istedikleri geniş toprakların gücünü ve refahını devam ettirmek ve buraların etkin kontro­ lünü sağlamaktı, kısacası yönetim sorunuydu. M.Ö. birinci yüzyıl ve M.S. birinci yüzyıl arasındaki altın çağında Roma

33

İmparatorluğu Britanya' dan Mezopotamya ve Mısır' a kadar, yaklaşık 4000 kilometre veya 2500 millik bir mesafe boyunca uzanıyordu. Baş döndürücü ölçüde çeşitli dilleri konuşan birçok halkı içeriyordu: Akdeniz etrafındaki birçok şehirde Latince ve Yunanca, Avrupa' da Cermen ve Kelt dilleri, Kuzey Afrika' da Berberi lehçeleri, Mısır' da Kıptice, Suriye' de Arami­ ce ve Arapça, Kafkasya ve Anadolu' da Ermenice, Gürcüce ve düzinelerce başka dil, Balkanlarda Arnavutça ve Slav lehçeleri konuşuluyordu. İmparatorluğun bu kadar büyük olması im­ parator Diocletianus'un (284-305) biri batıda diğeri doğuda olmak üzere aynı anda faaliyet gösteren iki imparatora dayalı bir sistem oluşturmasına sebep oldu. Böylece her bir impara­ tor imparatorluğun kendi sorumluluğundaki yarısını daha iyi bir biçimde kontrol edebilecek, kendi topraklarındaki ayak­ lanma ve huzursuzlukları daha etkili biçimde bastırabilecek ve dışarıdan gelen saldırıları savuşturabilecekti. Fakat dör­ düncü ve beşinci yüzyıllarda, Cermen halklarının ve diğer "barbarlar"ın, mesela Avarlar ile Hunların akınları ve göçleri İtalya' daki imparatorların başa çıkabileceğinden açıkçası epey fazlaydı, öyle ki bunlar karşısında bozguna uğramışlardı. Al­ tıncı yüzyılın başlarında, imparatorluğun batı yarısının büyük kısmı birçok Cermen kralının toprağı haline gelmişti. Vizigot­ lar İspanya'yı, Vandallar Kuzey Afrika'yı, Franklar Galya'yı, Ostragotlar İtalya'yı ele geçirmişti. Bu siyasi çözülmeye koşut olarak Batı Akdeniz ülkelerinin çoğunda geniş çaplı bir eko­ nomik daralma yaşandı. İmparatorluğun doğu yarısı ise, bunun aksine, siyasi var­ lığını sürdürmeyi başardı ve ekonomisi Batı'nınkinden çok daha canlı olmaya devam etti. Konstantinopolis'teki Bizans imparatorları Avarlar, Bulgarlar ve Slavlarla zaman zaman güç bela baş etmelerine rağmen ardı arkası kesilmeyen bu barbar saldırılarına karşı koymayı becerdiler. Üstelik kendi­ lerini her zaman eski imparatorluğun tamamının hakiki hü­ kümdarı olarak gördüler. Kimileri batıda elden çıkmış olan

34

Konstantinopolis'in Kara Surları. Şehrin etkileyiciliğini hala koruyan muhteşem savunma yapıları, onun M.S. dördüncü yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar birçok düşmanın saldırısına karşı koymasına olanak sağlamışh.

toprakları geri alarak imparatorluğu görkemli günlerine dön­ dürmeyi dahi hayal etti. Bu durum, bakış açısına göre "Bü­ yük" ya da yalnızca megaloman olan Bizans imparatoru 1. Justinianus (h.d.: 527-565) için özellikle geçerliydi. Justinianus Bizans devletinin vergilendirme yetkisi de dahil olmak üzere tüm gücünü seferber edip batıda kaybedilmiş olan eyaletleri yeniden ele geçirmeye girişti. Zeki komutanı Belisarius İtalya ve İspanya'nın bir kısmında, Sicilya' da v� Kuzey Afrika' da Bizans (Roma) egemenliğini yeniden kurmayı gerçekten ba­ şardı. Justinianus tüm cömertliğiyle büyük mimari eserler de inşa ettirdi, Konstantinopolis'teki görkemli Aya Sofya kilisesi bunların geride kalan en güzel örneğidir. Fakat bunun maliye­ ti yüksek oldu, zira Roma'nın yitirilmiş görkemini fetihler ve inşaatlar yoluyla eski haline getirmeye yönelik girişimleri

35

imparatorluk nüfusunun yoksullaşıp öfkelenmesine, hazine­ nin boşalmasına ve orduların zayıflamasına yol açmışh. Doğu Akdeniz'deki kentsel merkezler, şehirlerin nere­ deyse ortadan kaybolduğu Bah' dakilerden çok daha güçlüy­ dü, ama bunların da refah düzeyi altıncı yüzyılın sonuna doğ­ ru düştü. Bunun bir sebebi bu dönemde Doğu Akdeniz ülkele­ rini tekrar tekrar vuran bir deprem dalgasıydı; bir diğer sebep ise 540'larda ortaya çıkan ve bundan sonra birkaç yılda bir tekrarlayan veba salgınıydı. Her salgında nüfusun bir kısmı yitirildi ve imparatorluğun kendini toparlama becerisi biraz daha azaldı. Altıncı yüzyılın sonuna doğru Bizans İmparator­ luğu, Sasanilerin yıkıcı saldırılarıyla sarsılmaya hazırdı; bun­ lar, M.S. birinci yüzyıldan beri süren uzun Roma-Pers savaşla­ rı zincirinin son halkasıydı. Kudretli büyük kral 1. Hüsrev Nuşirevan'ın (hükümdarlığı: 531-579) yönetimi sırasında ye­ niden toparlanan Sasaniler, Bizans İmparatorluğuna 540'lar ve 550'ler boyunca birçok defa saldırdılar. Bizans yönetimindeki Ermenistan, Lazika, Mezopotamya ve Suriye'yi istila ettiler ve Doğu Akdeniz' deki en önemli Bizans şehri olan Antakya'yı yağmaladılar. Bunun ardından Sasani büyük kralı il. Hüsrev Perviz (hükümdarlığı: 589-628) daha da yıkıcı bir saldırı başla­ tarak Perslerin Suriye, Mısır ve Anadolu'nun büyük bir kıs­ mını fethetmesini sağladı. Altıncı yüzyılın ortasındaki saldırı­ lar gibi bu savaş da kısmen Bizans İmparatorluğu'nun zayıf­ lamış halde olması sayesinde başarıya ulaşmışh. Bizans imparatorlarının üçüncü ve yedinci yüzyıllar ara­ sında yüz yüze geldikleri başka bir önemli güçlük ise dinle ilgiliydi. M.S. 313'te imparator 1. Konstantin (hükümdarlığı: 306-337) Milano Fermanı ile Hristiyanlığı Roma İmparatorlu­ ğu'nun yasal dinlerinden biri olarak ilan etti; Hristiyanlık, imparator 1. (Büyük) Theodosius (hükümdarlığı: 379-395) tara­ fından resmi din olarak kabul edilecekti. O zamandan bu yana imparatorlar, sadece genişliği bakımından evrensel olmakla kalmayıp dinsel doktrini bakımından da tümüyle birleşmiş bir

36

Justinianus'un Konstantinopolis'te inşa ettirdiği ve adı "Kutsal Bilge­ lik" anlamına gelen Aya Sofya, Bizans imparatoru ve kilise arasında­ ki sıkı bağlantıyı simgeliyordu. imparatorluk hayalini gerçekleştirmeyi umdular; bu vizyona göre, imparatorluğun tüm tebaasını hem birbirine hem de devlet ile imparatora sadakatle bağlayan inancın başlıca hami­ si ve koruyucusu bizzat Bizans imparatoruydu. Roma İmpara­ torluğu'nun daha önceki dönemlerinde, resmen kabul edilmiş olan tanrılaştırılmış imparator kültü bu amaca hizmet etmiş, ayrıca insanların kendi yerel pagan tanrılarına ibadet etmeyi sürdürmelerine de olanak vermişti; fakat Hristiyan tektanrıcı­ lığı imparatorluğun resmi dini olunca, imparatorlar tebaala­ rından daha derin ve özel bir dinsel sadakat beklemeye başla­ dılar. Fakat

bu

dinsel-siyasal

birlik

hayaline

erişmenin

imkansız olduğu da görüldü. Paganlar, Yahudiler ve Samiriler gibi imparatorluğun sınırları içindeki çeşitli grupların Hristi­ yanlığa inatla direnmesinin yanı sıra, İsa'yı kurtarıcıları olarak

37

İmparatorluğun sinirleri: Kuzey Suriye'de bir Roma yolu kalıntısı. Roma lejyonlarının hareketini kolaylaştırmak amacıyla inşa edilmiş olan bu yollar sadece imparatorların uzak eyaletlere hızla asker gön­ dermesini olanaklı kılmakla kalmıyor, ayrıca kara ticareti için de vazgeçilmez rotalar sunuyordu.

görenlerin arasında bile Mesih'in gerçek doğasının ne olduğu meselesi (kristoloji) ve bunun tek tek insanlar için doğuracağı sonuçlar hakkında keskin farklılıklar da ortaya çıktı. İsa kutsal ruhla dolmuş olsa da, aslında bir insan mıydı? Yoksa Tanrı mıydı, yani esasen ilahi bir varlık olarak sadece bir insanın bedenini mi işgal ediyordu? Haç üzerinde ölmüş olması Tan­ rı'nın öldüğü anlamına mı gelirdi? Öyleyse bu nasıl olabilirdi? Öyle değilse, İsa'nın ölmüş olduğu nasıl söylenebilirdi? Hris-

38

tiyanlar kendi kurtuluşlarının tam da bu tarz teolojik mesele­ lerin ilkesel formülasyonunun hatasızca ortaya konmasına bağlı olduklarına hararetle inandıkları için, Mesih'in doğası hakkındaki tartışmalar da yoğun ve uzun olurdu. Sonuçta, imparatorların tüm taraflar için makbul olan teolojik bir orta yol bulma arayışıyla bu anlaşmazlıkları çözüme ulaştırma girişimleri için epey kafa yormuş, para harcamış ve tebaaları­ nın iyi niyetini ortaya koymuş olmalarına rağmen, bu mesele­ lerin doyurucu biçimde çözülmesinin imkansız olduğu görül­ dü. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu doktrin tartışmaları, kilise bünyesindeki kuvvetli hizipleri de, doktrin kaynaklı olduğu kadar kişisel ve siyasal sebeplerden dolayı da, sık sık birbirine düşürüyordu. İskenderiye ve Konstantinopolis'in kadim pis­ koposluklarının patrikleri arasındaki eski rekabet bu bakım­ dan özellikle önemliydi; bununla birlikte Roma, Antakya ve başka merkezlerin piskoposları da bunda rol oynamıştı. Böylece Ortodoksluk, birçok başka işinin yanı sıra, hangi doktrinlerin sapkınlık olduğunu ilan eden bir dizi kilise kon­ seyi sayesinde tanımlanageldi (bu konseyler Hristiyan pisko­ poslarının, zaman zaman imparatorluk sarayının nezaretinde yapılan, son derece siyasi toplantılarıydı). Sonuçta, altıncı yüzyıla gelindiğinde, Yakın Doğu Hristiyanları, sınırları belli olan ve her biri kendi inanç versiyonunu geliştirmiş olan bir­ kaç cemaate bölünmüştü. Resmi Bizans kilisesi -günümüzde ABD' deki adıyla "Yunan Ortodoks Kilisesi" - tıpkı Roma' daki Latin kilisesi gibi diofizitti; yani Mesih'in biri ilahi biri insani olmak üzere iki doğası olduğunu, bunların birbirlerinden ayrı ama tek bir kişide birleşmiş olduğunu öğretiyordu. (Bu ayrım sayesinde Mesih'in çarmıha gerilmesinin onun insani doğası­ nın ölümünü ifade ettiğini, ilahi doğasının ise ilahi olmasın­ dan ötürü ölümsüz olduğunu düşünebiliyorlardı.) Bizans Ortodoks Hristiyanları Anadolu' da, Balkanlarda, Yunanis­ tan' da, Filistin' de ve imparatorluk otoritesinin kuvvetli oldu­ ğu diğer kentsel merkezlerde çoğunluktaydı. Öte yandan Mı-

39

sır' da, Suriye' de ve Ermenistan' da çoğu Hristiyan, özellikle kırsal kesimlerde yaşayanlar monofizitti, yani Mesih'in aynı anda hem ilahi hem de insani olan tek bir doğasının olduğunu kabul eden farklı kiliselerden birine mensuptu. (Onların bakış açısına göre, Mesih'in en önemli özelliği, onda Tanrı'nın insan ızdırabını ve ölümü gerçekten deneyimlemiş, ama Tanrı'nın ta kendisi olduğu için de yeniden dirilebilmiş olmasıydı.) İmpa­ ratorun Kalkedon Konseyi'ni (451) toplayarak bu uçurumu kapatmaya yönelik girişimleri, Bizans otoritelerinin zaman zaman sertleşen müdahalelerine rağmen kendi öğretilerine sıkı sıkıya bağlı kalıp ondan vazgeçmeyen monofizitlerin kon­ seyin sonuç formülünü reddetmeleriyle ters tepti. Üçüncü bir grup ise, altıncı yüzyılda büyük ölçüde Bizans topraklarından kovulmuş, ama Sasani İmparatorluğu'nda, hatta Orta Asya' da kalabalık olan ve adlarını, 431'deki Efes Konseyi'nde doktrini mahkum edilmiş Konstantinopolis Piskoposu Nestorius'tan alan Nesturilerdi. Nesturiler diofizit olmakla birlikte, hem "ortodoks" Bizans kilisesine hem de monofizitlere göre, Me­ sih' in insani doğasını çok fazla vurguluyor ve ilahiliğini hafife alıyorlardı. Kuzey Afrika ise sapkın sayılan başka bir mezhebe ev sahipliği yapıyordu: Bizans imparatorunun kendi iç işlerine herhangi bir şekilde karışmasını kabul etmeyen püriten Dona­ tistler. Donatistler, dördüncü yüzyıldan sonra, özellikle de Augustinus'un onları çürütmeye yönelik sıkı girişimlerinden sonra zayıflamış olsalar da Kuzey Afrika' da, bölgeye hakim olan Roma kilisesinin dışındaki bir azınlık olarak faaliyetlerine devam ettiler. Bu doktrin farklılıkları ve bunların apayrı mezhep cema­ atleri halinde kahlaşması Bizans imparatorlarının kendilerini destekleyecek bir ideolojik birleşme zemini inşa etmeye yöne­ lik girişimlerini sekteye uğrattı ve doğu eyaletlerinde (ve ba­ z�n batıda) Bizans otoritelerine geniş çapta kızgınlık duyul­ masına yol açtı; bu kızgınlığın örneklerini, kimi Hristiyan

40

Mar Saba. Kudüs'ün doğusundaki yarı çöl bölgede bulunan bu bü­ yük manasbr, Mısır, Suriye ve Mezopotamya' daki diğer manastırlar gibi, M.S. dördüncü ve altıncı yüzyıllar arasında Bizans İmparatorlu­ ğu çapında kabaran Hristiyan dindarlığının bir ürünüydü.

cemaatlerinin mensuplarının başkalarının inançlarına saldır­ mak amacıyla kaleme aldığı sayısız polemik risalede görebili­ riz. Hristiyan antisemitizminin ilk kıpırtılarını da hem açıkça Yahudiliği hedef alan risalelerde hem de Nesturileri, İsa'nın insani doğasını vurguladıkları için onun ilahiliğini tümüyle inkar eden Yahudilere benzeten diğer Hristiyanların yazdığı risalelerde görebiliriz. Çeşitli Hristiyan mezhepleri de Sasani İmparatorluğu'nun resmi dini olan Zerdüştçülük (aşağıya bakınız) aleyhine bazı polemik yazılar yazmışlardı. Hristiyan şovenizminin bu derece akademik olmayan şekillerde de gö­ rüldüğü vakiydi. Mesela onların Kudüs'teki Tapınak Tepe­ si'nde herhangi bir yapı inşa etmeyi reddetmeleri, İsa'nın Ta­ pınak'ta taş üstünde taş kalmayacağı yönünde söylediklerini

41

(Matta 24:2) kısmen doğruluyordu; fakat Bizans otoritelerinin bu alanı çöplük olarak kullanması ise, muhtemelen Yahudili­ ğin ve tapınağının İsa'nın vaazlarıyla aşıldığı ve "tarihin çöp­ lüğüne" ahldığı yönündeki görüşlerini simgeleyen bir davra­ nıştı. Theodosius döneminden itibaren, halk arasında zaman zaman baş gösteren Yahudi karşıtı gerginliklere resmi ayrım­ cılık uygulamaları, kamulaştırmalar, işkenceler, sinagogların kapatılması ve Yahudilerin Bizans otoriteleri tarafından dinle­ rini değiştirmeye zorlanmaları da eşlik etmeye başladı. Bizans Yakın Doğu'sundaki Hristiyanlığın bir diğer özel­ liği ise, görünüşe göre faklı Hristiyan mezhepleri tarafından benimsenmiş olan bir tür çilecilik eğilimiydi. Çileciliğin antik dünyadaki kökleri epey derindeydi, ama görünüşe göre beşin­ ci ve altıncı yüzyıllarda bu eğilim gittikçe yaygınlık kazanmış­ tı. Bu eğilimin en aşırı uygulayıcıları gösterişli -zaman zaman da yapmacık- sakınma biçimlerine teslim olurdu. Kimileri kendilerini bir ağaca bağlayarak uzun süreler, bazen yıllar boyunca böyle kalır, kimileri mağaralarda inzivaya çekilir, kimileri de, tıpkı ünlü Aziz Sütuncu Simeon (öl.: 459) gibi sütunların üzerine tüner ve kendilerini doğa olaylarına maruz bırakır, bu sırada vakitlerini ibadet ederek ve vaaz vererek geçirir, böylece çok sayıda hacının ilgisini çekerlerdi. Birçoğu aldığı besin miktarını veya uyuduğu süreyi en düşük düzeye indirir, hatta bunlardan adeta vazgeçerdi; kimileri de neredey­ se çırılçıplak halde kırları dolaşır, bu sırada ibadet eder ve Tanrı'nın ve anlayışlı köylülerin sunduklarıyla hayatlarını sürdürürlerdi. Bunlar kadar ilgi uyandırmasa da çok daha yaygın olan başka bir yöntem ise, insanların aşırılıklardan ve günahlarla dolu bu dünyanın ayartılarından epey uzak bir ibadet hayatına başlamalarına olanak veren manastırların kuruluşuydu. Manastır hareketi dördüncü yüzyılın başlarında Mısır çöllerinde başlamış olmakla birlikte bu tarz komünal sığınakların inşası Suriye'ye, Anadolu'ya ve Mezopotamya'ya hızla yayılmıştı. Mısır' daki Aziz Pachomios, Filistin'deki Mar

42

Saba, Suriye' deki Aziz Simeon ve Mezopotamya' daki Kartmin gibi ünlü manastırlar, aslında yaygın bir eğilimin en bilinen örneklerinden ibaretti. Bu çileci sakınma eğilimi, hangi biçimde olursa olsun, ahiretteki kurtuluş için sadece doğru inancın yetmeyeceği, ayrıca sıkı sıkıya erdemli davranışın da gerekli olduğu şeklin­ deki bir kanaatten güç alıyordu. Bu ise özellikle sürekli ibadet etmeyi ve uyku, gıda, barınma, cinsel doyum veya dostluk gibi, en azından kimileri tarafından şeytanın tuzakları olarak görülen fiziksel arzuların ayartılarına kapılmayı reddetmeyi gerektiriyordu. Çoğu insan ise elbette böylesine cesaret gerek­ tiren bir sakınma sürecine girmek için gereken kararlılıktan veya disiplinden yoksundu; fakat birçok kimse de bunun bir tür ideali temsil ettiğini kabul ediyor ve iştahlarına yeterince hükmedebilen mübarek bireylerin bu çabalarını destekliyor­ du; belki de onlara yardım etmek suretiyle çilecinin elde etmiş olduğu varsayılan kutsallıktan pay alacaklarını umuyorlardı. Çilecilik hareketi bu bakımdan, dördüncü ve altıncı yüzyıllar arasındaki Bizans Hristiyanlığına özgü, ruhban ile halk ara­ sındaki uçurumun kapanmasına yardımcı olan bir dizi popü­ ler dinsel uygulamanın ortaya çıktığının görüldüğü daha ge­ niş çaplı bir sürecin parçasıydı. Bu uygulamalar arasında hac ziyaretleri, törenler, azizlerin türbelerinde ibadet edilmesi, ikonaların ululanması ve yeni ayin biçimleri bulunuyordu, bunların hepsine hem ruhban hem de halk katılabilirdi, hatta bu uygulamalarda yetkili rahipler mevcut olmasa bile halktan kimseler kutsalla maddi bakımdan temas kurabilirlerdi. Altıncı yüzyılın Bizans topraklarındaki dinsel havanın çi­ lecilikle de alakasız olmayan başka bir boyutu ise, apokaliptik fikirlerin -yani dünyanın yaklaşan sonuna veya kıyamete ilişkin öngörülerin- çekiciliğinin yaygınlaşmasıdır. Bunlar genellikle, dünyada yaşanan zulmü veya ızdırabı bitirip er­ demli kimselerin temize çıkacağı (bu "erdemliliğin" ölçütleri elbette sözkonusu öngörüleri yayanların kim olduğuna göre

43

değişiklik gösterirdi) yeni bir çağı açacak yıkıcı bir değişimin pek yakında yaşanacağını öngörürlerdi. Bu yeni çağda erdem­ li kimseler geçmişte kendilerine zulmedenleri mağlup edecek ve Kıyamet Günü'nün şafağından önce bir süre boyunca mut­ luluk ve refah içinde yaşayacaklardı. Kıyamet ile birlikte er­ demliler nihayet cennette ebedi kurtuluşa ereceklerdi. Bu tarz birçok apokaliptik senaryo Mısır, Suriye ve Ermenistan mono­ fizit kiliseleri gibi Bizans'ın zulmüyle veya tacizleriyle karşı karşıya kalan dinsel cemaatlerin üyeleri tarafından oluşturul­ muştu ve bunlar tarhşmasız biçimde intikamcıydı. Fakat apo­ kaliptik fikirler sürekli yeniden şekillendirilir, hatta ortodoks­ lar tarafından da ortaya konabilirdi, onlar yaklaşan muazzam dönüşümü kendi inançlarının dik başlı rakipleri karşısında nihayet zafer kazandığı bir süreç olarak tasvir ederlerdi; onla­ ra göre tüin insanlığı ortodoksluğa kazanma mücadelesi Kıyamet Günü'nün belirtilerinden biriydi. Doğrusu apoka­ liptik fikirlerden biri bizzat Bizans imparatorunu doğrudan Kıyamet Günü olaylarıyla ilişkilendiriyordu. Yahudi mesih­ çiliğinin bir tür Bizans varyantı olan bu teoriye göre, Son İmparator, Hristiyanlığın düşmanlarını savaşta yenilgiye uğrattıktan ve bir adalet ve refah çağını başlattıktan sonra, dünyaya ikinci kez gelmiş olan İsa'ya kraliyet otoritesini devredecek (bu olayın Kudüs'te gerçekleşeceği öngörülü­ yordu), böylece Bizans İmparatorluğu'nu lağvedecek ve Kı­ yamet Günü'nden hemen önceki bin yıllık çağı başlatacaktı. Bu çeşitli apokaliptik fikirler, kimler tarafından ortaya kon­ muş olursa olsun, birçok kimseye, (belki de özellikle) yoksul­ luktan ve zulümden muzdarip olanlara bile, geleceğe dair bir umut veriyor ve insanların erdemli yaşamak ve böylece Kı­ yamet geldiğinde kurtarılacak olanlar arasında sayılacakla­ rından emin olmaları için daha fazla çaba sarf etmelerine yönelik bir davet olarak iş görüyordu.

44

Aziz Simeon. Aziz Sütuncu Simeon'un kırk yıl boyunca üzerinde oturduğu sütunların arasına inşa edilmiş büyük katedralin harabele­ ri; Simeon'un çilesi onun vaazlarını dinlemeyi isteyen dindarlardan ve meraklılardan oluşan kalabalıkların ilgisini çekmiş, böylece bu katedralin ve yanı başındaki manastırın yapılmasına yol açmıştı.

Eski Çağ' da olduğu gibi, altıncı yüzyılın Bizans İmpara­ torluğu'nda da çoğu kimse için günlük hayat son derece acı­ masızdı, öyle ki günümüzde, özellikle Batı' da yaşayanlarımı­ zın çoğu buna tahammül edemezdi. Seçkinler -(hepsi erkek olan) büyük toprak sahipleri ve kilise ile devlet erkanı- son derece zengindi, bir kısmı iyi eğitim almıştı ve keyifli hayatlar sürüyorlardı, ama toplam nüfusun çok küçük bir kesimini

45

oluşturuyorlardı. Bu erkek seçkinler neredeyse tüm resmi otoriteyi ellerinde tutuyordu ve kölelere, kadınlara, çocuklara ve avam tabakadan erkeklere hükmediyordu. Zengin çiftçiler­ den, kıdemsiz memurlardan ve kısmen ya da fazlasıyla zengin tüccarlardan oluşan bir orta sınıf da vardı ama nispeten ufaktı. Nüfusun ezici çoğunluğu korkunç bir yoksulluk içinde yaşa­ yan ortakçı ve köylülerden, yoksul kent emekçileri ve esnafla­ rından ya da dilencilerden oluşuyordu. Kölelik bir kurum olarak hala kanuniydi ve toplumsal bir fenomen olarak yay­ gındı. Halka pek az sosyal hizmet sunuluyordu; hastalıklar­ dan, açlıktan, korumasızlıktan, tükenmişlikten, istismardan ve şiddetten ileri gelen erken ölümler, özellikle sık sık çıkan top­ lumsal karışıklık dönemlerinde olağan olmalıydı. Toplumda yükselmenin pek az sayıdaki yollarından biri imparatorluğa hizmet etmekten, özellikle de orduya katılmaktan geçiyordu köylü kökenli bazı askerler imparator bile olmuştu- ama bu yol sadece az sayıda erkeğe açıktı. Altıncı yüzyılda piskoposların Bizans'ın Yakın Doğu'daki birçok kentinde gündelik yaşamın öncü figürlerine dönüşme­ si, hayatın acımasızlığını biraz azalttı; zira piskoposlar en azından kendi içlerindeki yoksulları, yetimleri ve dulları kendi cemaatlerinin parçası olarak görüyor ve böyle talihsiz kimse­ lerin sıkıntılarını hafifletmeyi sorumluluk sayıyorlardı. Paga­ nizmden farklı olarak Hristiyanlık her bireyin erdemli yaşama yoluyla azizlik mertebesine yükselme potansiyeli olduğunu kabul ediyor ve bu yüzden yeni bir tür eşitlikçiliğin kapılarını açıyordu. Fakat bu eşitlikçi vizyonun toplumda karşılık bul­ ması hemen hemen imkansız olduğu için, Hristiyanlıktaki çileci eğilimin ve apokaliptik kurtuluş umutlarının Bizans topraklarında nasıl yaygınlaşabildiklerini anlamak kolay olur. Sasani İmparatorluğu

Altıncı yüzyılın Yakın Doğu'sundaki öteki büyük güç, yani Sasani hanedanının büyük krallarının yönetimindeki Pers

46

İmparatorluğu (226-651 ) hakkında bildiklerimiz, Bizans hak­ kında bildiklerimizden çok daha azdır. Bu devletin de toprak­ ları epey genişti, batıda en önemli vergi geliri kaynağı olup başkenti (bu günkü Bağdat'ın kıyısında) Tizpon'un bulundu­ ğu, Dicle ve Fırat nehirlerinin bereketli ovalarından, doğuda Afganistan'a ve Orta Asya'nın sınırlarına kadar uzanıyordu. Bu devasa alandaki nüfus çeşitli diller konuşuyordu. Platoya ve imparatorluğun kuzeydoğuda Orta Asya ile olan sınırlarına birçok İ ran dili (Orta Farsça veya Pehlevi dili, Soğdca, Baktriya dili, Harezmce) hakimdi; Mezopotamya ovalarında ise Arami­ ce ve Arapça hakimdi; ayrıca engebeli ve zorlu Kafkasya böl­ gesinde de yer yer Ermenice, Gürcüce ve muhtemelen bir grup başka dil konuşuluyordu. Etkileyici başkent Tizpon'un ihtişamına rağmen, Sasani İmparatorluğu ilk zamanlarında çoğunlukla yeterli ölçüde merkezileşememiş ve bütünleşememiş bir devletti; iktidar, Sasani ailesinin liderliğine sık sık karşı koyan (ve genellikle hükümette önemli görevler alarak iktidarı paylaşan), İ ran platosundaki çok sayıda aristokratik aile arasında bölünmüş­ tü. Büyük kralın unvanı -şahanşah, yani "kralların kralı" - Sa­ sani ailesinin bu rakip soylu aileler karşısındaki belirsiz üstün­ lük iddiasına işaret eder, zira bu aileler de krallık iddiasında bulunmuşlardır. Fakat altıncı yüzyılda Büyük Kral 1. Hüsrev . Nuşirevan (hükümdarlığı: 531-579), emrindeki daimi ordunun ve garnizonlarının çabalarıyla ve geniş çaplı bir bürokrasinin yardımıyla devleti yeniden örgütleyip merkezileşme düzeyini artırarak, soylulara krallığın üstünlüğünü kabul ettirdi. Onun uyguladığı politikalardan en fazla yararlanan kişi, halefi il. Hüsrev Perviz (hükümdarlığı: 589-628) oldu; bu politikalar sayesinde il. Hüsrev Perviz, Bizans imparatorluğuna karşı 603 yılında büyük bir sefer düzenleyebildi. Bizanslılar gibi Sasaniler de sadece birçok dil konuşmakla kalmayan, ayrıca dinsel bakımdan epey çeşitlilik gösteren bir nüfusa hükmediyordu. İ ran'ın kadim geleneksel dininin bir

47

Sasani Taht Odası, Tizpon, Irak. Sasaniler, (günümüzde Bağdat'ın güney mahallelerinde yer alan) başkentleri Tizpon' da, tuğla mimari­ sinin muhteşem bir başarısı sayılan, büyük bir saray ve görkemli bir taht odası inşa ettiler. Merkezdeki kemerin iki yanındaki kanatlar artık büyük ölçüde çökmüş olsa da, kemerin kendisi hata ayaktadır.

versiyonu olan Zerdüştçülük (Mazdacılık), imparatorluktaki en önemli inançh ve özellikle İ ran platosunda hakimdi. Esasen Zerdüştçülük, evreni Hürmüz (Ahura Mazda) ve Ehrimen adlı tanrıların somutlaştırdığı iyi ve kötü güçler arasında kozmik bir mücadele arenası olarak kavrayan, ikici bir inançtı. Bu asli güçlerin sembolleri ışık (özellikle ateş ve güneş) ve karanlıktı, zamanla bu sembolizm batıya ulaşacaktı -örneğin Avrupa dinsel ikonografisinde kutsal figürleri ayırt etmek için hale

48

kullanılmasının esas kaynağı budur. Zerdüştçüler gün doğu­ mu ve gün batımı sırasında güneşe saygılarını sunmak için özel dualar okurlar ve ateş tapınaklarında birçok önemli ayin­ lerini gerçekleştirirlerdi; bu tapınaklarda Zerdüştçü rahipler, kutsal bir ateşin devamlı yanmasını sağlarlardı. Başlıca ateş tapınaklarının çoğu İ ran platosunda bulunuyordu. Zerdüştçülük öteden beri İ ran monarşisiyle ilişkilendi­ rilmiştir ve Sasaniler döneminde Sasani devletinin yarı resmi dini olmuştur, bununla bi rlikte Sasanilerin büyük kralları, Zerdüştçü rahipler (herbadlar) ve başrahipler (mobadlar) ara­ sındaki ilişkiler zaman zaman çekişmeli olurdu. Zerdüştçülük, birçok rakip mezhebi bulunan çağdaş Hristiyanlıkta olduğu kadar iç ayrılık yaşamamıştı, fakat Zerdüştçüler arasında Zur­ vancılık etrafında bir tartışma olmuştu. Zurvancılık görünüşe göre bir tür tektanrıcılıktı; kimileri tarafından ebedi zamanın bir tecellisi ve hem Hürmüz'ün hem de Ehrimen'in babası olduğu kabul edilen Zurvan figürüne odaklanmıştı. Birkaç büyük kral da (M.S. üçüncü yüzyılda peygamber Mani tara­ fından kurulan) Manicilik, Mazdekçilik (M.S. beşinci yüzyılın sonları) veya Hristiyanlık gibi rakip dinsel ifade biçimleriyle yakınlaşmıştı. Bununla beraber, Sasanilerin Zerdüştçülükle kurmuş oldukları özel ilişki, hanedanın sona ermesine kadar ve haklı olarak devam etti; çünkü Zerdüştçülük Sasanilerin evrensel egemenlik ideolojisini destekliyordu, buna göre bü­ yük kral Ahura Mazda'nın dünya üzerindeki egemenliğini temsil ediyordu. Bu ve Sasanilerin kendilerini geçmişteki bü­ yük Aryan imparatorluklarının mirasçıları olarak görmeleri, onların kendilerini dünyanın tüm diğer güçlerinden (mesela Bizanslılardan) üstün saymalarına yol açmıştı; onların naza­ rında bunlar sonradan ortaya çıkmışlardı ve ancak Sasanilere haraç ödeyecek kadar önem taşırlardı. Sasani İ mparatorluğu Zerdüştçü olmayan başka büyük cemaatleri de içeriyordu; kimi büyük krallar bunları amansız işkencelere maruz bırakmış, kimileri ise, görünüşe göre kendi

49

topraklarındaki dinsel azınlıklara gönülsüzce katlanan Bizans imparatorlarına kıyasla daha fazla hoşgörü göstermişlerdi. Irak'taki (Babil) büyük Yahudi cemaatlerini bu bakımdan özel­ likle anmak gereklidir; bu cemaatlerin ünlü Yahudi akademi­ leri o dönemde Yahudi hayatının ve ilminin muhtemelen bü­ tün dünyadaki en önemli merkeziydi. Monofizit ve Nesturi Hristiyan cemaatleri de önemliydi. Nesturiler, 431 'deki Efes Konseyi'nde sapkın olmakla suçlandıktan ve kaçmak zorunda bırakıldıktan sonra Sasani topraklarına içtenlikle kabul edil­ mişlerdi; öyle ki Sasani başkenti Tizpon, Nesturi patrikliğinin merkezi olmuştu. Sasani topraklarındaki monofizit Hristiyan­ ların büyük kısmı Mezopotamya'nın kuzeyinde, Pers Erme­ nistam'nda, Irak'ta ve İ ran platosunun en batı kısımlarında yoğunlaşırken, Nesturiler daha geniş bir alana yayılmış ve başta Orta Asya'ya, hatta Sasani sınırlarının epey ötesine dek uzanan ticaret yolları boyunca olmak üzere birçok yerde kü­ çük koloniler kurmuşlardı. Sasanilerin egemenliği altındaki Zerdüştçü toplumun başlıca özelliği, aslında Bizans toplumundakinden bile daha sıkı bir biçimde tanımlanmış bir hiyerarşik düzendi. Gelenek­ sel İ ran toplumsal düzeni, nüfusu birbirinden ayrı tabakalara bölüyordu; toprak sahiplerinden ve savaşçılardan oluşan kü­ çük bir siyasi seçkinler topluluğu ve dini liderler, köylülerden, zanaatkarlardan ve tüccarlardan meydana gelen bir halk taba­ kasından sıkı sıkıya farklılaşmış bir üst tabaka oluşturuyordu (başka bir şemaya göre sözkonusu tabakalar rahipler, askerler, katipler ve çiftçiler şeklinde bölünmüştü). Köleler elbette top­ lumun en aşağı tabakasıydı. Bu sıkı toplumsal hiyerarşi, farklı tabakalar için ayrı ateş tapınakları kuran Zerdüştçü ortodoksi tarafından takviye ediliyordu. Bu sistem en net biçimde muh­ temelen İ ran platosunda işliyordu; Mezopotamya ve Irak'ta, yani Zerdüştçülerin siyasi bakımdan önemli bir konumda olmalarına rağmen Yahudi ve Hristiyanlardan az sayıda ol­ dukları yerlerde, toplumsal düzen bir ölçüde daha gevşek

50

Şapfır'un Zaferi. Bişapfır'daki (İran), Sasanilerce oyulmuş bir duvar kabartmasının bu orta paneli, büyük kral I. Şapfır'un üç Roma impa­ ratoru karşısında kazandığı zaferi kutlar. Atının üzerindeki büyük kral, çok eski bir tutsaklık simgesi ile imparator Valerianus'un bileği­ ni tutarken betimlenir. Bu sırada, imparator Arap Philippus merha­ met dilemek için kralın önünde diz çökerken iki hizmetkar onu izler. İmparator III. Gordianus ise yerde yatmaktadır, büyük kralın ahnın ayakları alhnda ezilmiştir. Tepede, küçük bir melek büyük krala ilahi lütfu simgeleyen, kurdelelerle süslü bir tacı taşırken resmedilmiştir.

olmuştu, fakat buralarda bile seçkinler ve sıradan halk arasın­ daki tabakalaşma etkiliydi. Bu toplumsal düzenin katılığı, Manicilik veya Mazdekçilik gibi, daha eşitlikçi bir toplum yaratmayı hedefleyen hareketlerin halkın desteğini almasını sağlayan koşulların ortaya çıkmasına katkıda bulundu; bu durum Büyük Kral Hüsrev Nı'.'ışirevan'ın altıncı yüzyılın baş­ larında önayak olduğu reformlar tarafından ancak kısmen giderilebildi.

51

Bizans ve Sasani imparatorlukları tüm bu farklılıklarına rağmen bazı ortak özellikleri paylaşmış ve benzer güçlüklerle karşılaşmışlardı. Hükümdarları, gerektiğinde zor kullanarak ve tebaalarına dayatmaya çalışhkları, kendi egemenlik iddia­ larını destekleyen dinsel bir ideolojiye başvurarak geniş top­ rakları ve farklı toplumları bir arada tutmaya uğraşmışlardı. Mevcut toplumsal normların katılığını azaltmak için dinsel fikirlerden yararlanan ve eşitlikçi eğilimler taşıyan hareketle­ rin, istemeden de olsa güçlenmesine neden olmuşlardı. Kendi sınırlarındaki dış düşmanları savuşturmak gibi bir güçlükle de yüz yüze gelmişlerdi. Bunların çoğu Avrasya steplerinden gelen göçebe gruplardı: Bizanslıların karşısına Gotlar, Hunlar, Slavlar ve Avarlar çıkarken, Sasaniler Kuşhanlarla, Kızıl ve Ak Hunlarla ve Türklerle uğraşmak zorunda kalmışh. En önemlisiyse, bu iki imparatorluğun birbirleriyle mü­ cadele etmeleriydi. Altıncı yüzyılda Yakın Doğu' da egemenlik kurmaya çalışan bu iki büyük rakibin siyasi çekişmesinin din­ sel, kültürel-ideolojik ve ekonomik boyutları bulunuyordu; bu ekonomik rekabete madenler ve diğer kaynaklar için, ticaret gelirleri için ve vergilendirilebilir topraklar için verilen müca­ dele de dahildi ki büyük ölçüde yarı kurak bir bölge olan Ya­ kın Doğu' da bunlara pek rastlanmıyordu. Bu rekabet sadece Bizans ve Sasani siyasi kontrolü ve ekonomik nüfuzu etrafın­ da değil, Zerdüştçülük ile Hristiyanlık arasında ve İ ran ile Yunan kültürel gelenekleri arasında da sözkonusuydu. Her iki imparatorluğun da evrensel egemenlik iddiasında bulunduk­ larını ve birbirlerini sadece kerhen (ve muvakkaten) kendi eşitleri saydıklarını kesinlikle unutmamalıyız; bu, kökleri en azından Persler ile Büyük İskender arasında M.Ö. dördüncü yüzyılda gerçekleşmiş mücadelede bulunan, epey eski bir tutumdur. Bu rekabet, en azından siyasi, kültürel ve ekonomik düz­ lemlerde, Roma'nın ilk zamanlarına kadar uzanıyordu ve (aşağıda ifade edildiği gibi) Arap yarımadası da dahil, Yakın

52

Doğu'nun her yanında etkili olmuştu. Bu iki güç arasındaki rekabet, imparatorlukların doğrudan hükmetmedikleri veya Arabistan gibi, doğrudan hükmetmeye uğraşmadıkları sınır bölgelerinde siyasi tabiiyet ile kültürel ve ekonomik üstünlük sağlamayı hedefleyen dönemsel diplomatik manevralarda kendini gösteriyordu. Ticaret etrafındaki rekabet bu çekişmenin önemli bir bile­ şeniydi. Çin ipeği, Hint pamuğu, biber ve diğer baharatlar, Güney Arabistan tütsüleri, (imparatorluk orduları tarafından yoğun olarak talep edilen) deri ve başka birçok mal, Güney Hindistan' da bile ticari koloniler kurmuş olan Romalılar için önemli ticaret kalemleri olmuş ve Bizanslılar için de önemli olmaya devam etmişlerdi. Özellikle Orta Asya ve İ ran üzerin­ den Akdeniz'e ulaşan ve yaygın olarak " İ pek Yolu" diye bili­ nen ticaret yolları aracılığıyla elde edilen ipeğe çok değer veri­ lirdi. Hint Okyanusu'ndan gelen mallar Bizans topraklarına ya Basra Körfezi ile Dide-Fırat vadisi üzerinden ya da Kızıldeniz ' üzerinden ulaşırdı. Hint Okyanusu havzasında geniş çaplı ticari bağlantıları olan ve muhtemelen Hindistan' da kendi ticaret kolonileri bulunan Sasaniler ise Bizans topraklarına doğudan gelen lüks malların akışı üzerinde tekel kurarak bun­ lardan vergi almayı arzuluyordu. Bizans-Sasani barış anlaşma­ larının sıkça tekrarlanan bir hükmü, sözkonusu malların geç­ tiği sınır noktalarında resmi gümrük kapılarının kurulması hakkında olurdu. Bu iki imparatorluk sık sık diplomasiden sıkılır ve uzun süren bir dizi savaşa girişirlerdi, bu savaşlar her iki taraf için de epey maliyetli olurdu. Özellikle M.S. 500 ile Sasani devleti­ nin çöktüğü 630'lar arasında Bizanslılar ve Sasaniler arasında beş kez savaş çıkmış ve savaş hali bu dönemin son doksan yılı boyunca nerdeyse kesintisiz biçimde devam etmişti; bu süreç­ te, Kuzey Mezopotamya, Ermenistan ve Kafkasya gibi başlıca sınır bölgeleri sık sık el değiştirmişti. Her iki tarafın talihinin fevkalade şekillerde döndüğü sonuncu savaş (603-629) ise

53

Muhammed'i ve İnananlar hareketini ortaya çıkaran dolaysız arka planın bir parçasıydı. Bu sonuncu Bizans-Sasani savaşı, Bizans imparatoru Ma­ uricius' un 602' de Phocas tarafından bir askeri darbeyle katle­ dilmesinden kısa bir süre sonra başladı. Büyük Kral il. Hüsrev bu olaya derhal karşılık verdi. Hüsrev ya Bizans'ın içine düş­ tüğü karışıklık anından faydalanmak için, ya da 591 'de Erme­ nistan ve Mezopotamya' daki bazı sınır tavizleri karşılığında Tizpon' daki Sasani tahtını askeri bir gaspçıdan geri almasına yardımcı olmuş olan Mauricius'un intikamını almak için bir fırsat olarak görmüş olmalıydı. Asıl sebebi ne olursa olsun, Hüsrev 603 yılında Mezopotamya ve Ermenistan' daki Bizans mevzilerine saldırmaya başladı ve on yıl içinde Fırat' a kadar tüm toprakları kesin olarak Sasani kontrolü altına aldı. Bu sırada Bizans İ mparatorluğu'nda Phocas'a karşı, Ku­ zey Afrika valisi ve oğlu Herakleios önderliğinde bir isyan tertipleniyordu. Bu durum geniş çapta huzursuzluğa yol açtı ve nihayet Phocas'ın devrilmesine ve Herakleios'un 610 yılın­ da Konstantinopolis'te imparator ilan edilmesine neden oldu. Hüsrev bu huzursuzluğu fırsat bilip Bizanslılara yönelik taar­ ruzunu artırdı; büyük ihtimalle Bizans'tan tamamen kurtul­ mayı hedeflemişti. Sasani kuvvetleri Suriye'nin kuzeyini aşıp Akdeniz kıyısına ulaştı, Antakya'yı ele geçirdi ve burayı ku­ zeyde Anadolu'ya, güneyde de Suriye'ye ilerleyişi için üs olarak kullanmaya başladı. 610 ve 616 yılları arasında bütün Suriye ve Filistin işgal edildi ve büyük şehirlerde Pers garni­ zonları kuruldu. 614 yılında Kudüs, görünüşe göre yerli Ya­ hudi nüfusunun desteğiyle Persler tarafından ele geçirildi, sakinlerinin çoğu katledildi ve benzersiz bir simgesel önem taşıyan Hakiki Çarmıh'ın kalıntıları Tizpon'a götürüldü. Daha güneyde, Konstantinopolis'in başlıca hububat tedarikçisi Mısır 617 ve 619 yılları arasında Sasanilerin eline geçti. Kuzeyde ise Suriye' den yola çıkan Sasani orduları Kapadokya'yı ve başlıca merkezi Caesarea'yı (günümüzde Kayseri) ele geçirdi, Erme-

54

nistan' dan yola çıkan başka bir ordu ise Galatya'ya kadar (gü­ nümüzde Ankara civarı) ilerledi. 621 yılına gelindiğinde, Bi­ zans İ mparatorluğu'nun geleneksel kalbi sayılan Anadolu'nun yarısı ile birlikte Kafkasya, Ermenistan, Suriye ve Mısır tü­ müyle Sasanilerin elindeydi; bu yetmezmiş gibi Hüsrev aynı dönemde Konstantinopolis' e kuzeybatıdan saldıran göçebe Avarların lideriyle de ittifak kurmuştu. Bizans imparatorluğu'nun bu koşullar altında adeta mu­ cizevi görünen kurtuluşu Herakleios'un kararlılığına, ordu komutanı ve diplomat olarak maharetine ve gözü pekliğine ve belki de 626 yazında Herakleios ile ordusu çok uzaklarda se­ ferdeyken Avarların kuşatmasına karşı koyan Kontantinopo­ lis'in muhteşem surlarına bağlanabilir. Avarların aralıksız çabalarına ve Sasanilerin sıkı direnişine rağmen Herakleios Hristiyan imparatorluğunu kurtarmak ve Hakiki Çarmıh'ı Kudüs'e geri götürmek için Bizans birliklerini topladı, bu belki de dinsel bakımdan meşrulaştırılmış imparatorluk savaşları­ nın ilk örneğiydi. 624'te ordusuyla Orta Anadolu üzerinden Ermenistan'a ve Kafkasya'ya ilerledi; Herakleios'un bu çaba­ sını muhtemelen ailesinin Ermeni kökenli olması kolaylaştır­ mıştı. Buraya vardığında Sasanilerin steplerdeki düşmanı Türklerle temas kurdu ve onların yardımıyla stratejik olarak önem taşıyan ve Sasanilerin adeta arka bahçesi olan bu bölge­ deki Sasani hakimiyetini kırdı. 625'te Anadolu üzerindeki kontrolünü pekiştirdi. 627-628 sonbaharı ve kışında ordusuyla Kuzey Mezopotamya'ya ilerledi, sonra da Sasani başkenti Tizpon üzerine yürüdü. İ mparatorluğun kalbine doğru düzen­ lediği bu beklenmedik akın Hüsrev'in saraydaki desteğini yitirmesine neden oldu ve büyük kral 628 yılının başında bir darbeyle devrildi; halefi olan oğlu il. Kavad (hükümdarlığı: 628-629) barış istedi ve geriye kalan Sasani kuvvetlerinin Ana­ dolu' dan, Ermenistan' dan, Suriye' den ve Mısır' dan çekilmesi­ ni emretti. 629' a gelindiğinde Sasaniler yeni sınırların ardına çekilmişti, bu da Bizanslıların eski topraklarının tamamının

55

ANAHTAR Bizans s ı n ı rları, M .S. ykl. 600

-

Sasa n ilerin eline geçen Bizans topra kları, 610-628 Sasa n i sa ldırıları, 610-620



- - - - - - ...

Herakleios'un seferleri, 624-628

--·-----�

Son Bizans-Sasani Savaşı, M.S. ykl. 610-628 (Alıntı: W. Kae­ gi, Heraclius)

Harita 2.

yanı sıra Ermenistan'ı ve Mezopotamya'nın kuzeyini de kont­ rol altına almalarına olanak verdi. Sasaniler uzun bir siyasi istikrarsızlık dönemine girdiler, ikisi Sasani prensesi olmak üzere birçok kimse neredeyse on yıl boyunca tahta çıkmak için birbirleriyle yarışh. Herekleios 630'da Hakiki Çarmıh'ın kalın­ tılarını Kudüs'e geri getirmeyi başardı, fakat on yıldan uzun süren Sasani egemenliği yüzünden Bizans'ın Suriye ve Mı­ sır' daki siyasi altyapısı sarsılmış, birçok kent ve cemaat kendi başına karar almaya alışmıştı . .

56

Her iki büyük imparatorluğun onlarca yıl süren savaşlar­ dan sonra zayıf duruma düşmesine yol açan bu çarpıcı olay­ lar, Muhammed'in Arabistan'daki faaliyetlerinin arka planını oluşturuyordu.

Büyük Güçleri n Arasındaki Ara bista n Arabistan, iki büyük imparatorluğun güneyindeki çöllerin arasına sıkışmıştı. Burası alabildiğince geniş ve büyük ölçüde çorak bir ülkeydi, kuzeyde bugünkü Ürdün, Suriye ve Irak'ın sınırlarına kadar uzanıyordu. Arabistan'ın büyük kısmı kum çöllerinden ya da daha sıklıkla kayalık çöllerden oluşuyordu bu durumun başlıca istisnaları, bereketini bir ölçüde Hint Okyanusu'ndan gelen neme ve dağ pınarlarından çıkan suya borçlu olan, Arabistan'ın en güney kısmındaki Yemen ve gü­ neydoğusundaki Umman'ın bazı bölgeleriydi. Diğer yerlerde yağış yetersiz ve düzensizdi. Tarım yapmak için gerekli olan su, çoğunlukla yeraltı sularını yüzeye çıkaran artezyen kuyu­ ları sayesinde oluşan, hurmalıklarla kaplı, tahıl, meyve ve sebze yetiştirmeye elverişli vahalardan elde edilirdi. Arabistan vahalarının çoğu küçüktü, yine de kuzey ve doğu Arabis­ tan' da birkaç büyük vaha kenti mevcuttu: kuzeyde Palmira (Suriye), Ezrak (Ürdün), Dumetü kendel, Teyma, Hayber ve Yesrib (Medine); ve doğuda el-Yamama (Riyad), Hacer (el­ Hasa) ve Hail. Epey sulak olan Yemen, Arabistan'ın geri kalanına kıyas­ la daha gelişmiş siyasi örgütlenme biçimlerinin oluşumuna elverişliydi. M. Ö . birinci binyılda ortaya çıkan ilk Güney Ara­ bistan krallıklarından birçoğu - Saba (Şeba), Main, Kataban, Hadramut - sonunda daha da büyük bir devlete, M.S. birinci yüzyıldan altına yüzyıla kadar Yemen'in büyük kısmına egemen olan Himyer krallığına boyun eğdi. Fakat Arabistan'ın büyük kısmında tarımsal kaynakların kıtlığı, toplumsal ve siyasal düzenin, ancak insanları dayanış­ ma ve karşılıklı savunma anlayışları çerçevesinde bir arada

57

Jabi

• Pal • • Damascus • Jerusalem •A Gaza al- i • Petra • Duma al-Ubulla Ayla • 78buk • Ha'il • 78ymaN AJ D -S. Khaybar 4 'Jtithrib

Harita 3.

500 km

Arabistan, M.S. ykl. 600

tutan, aile ve akrabalık grupları ("kabileler") gibi yapılar etra­ fında sağlanmasına elveriyordu. (Doğrusu, Güney Arabis­ tan' da bile krallık esasen kabileci bir toplum üzerinde adeta eğreti duran bir maskeydi.) Bizim anladığımız tarzda bir "hu­ kuk" mevcut değildi; bunun yerine, bireyin kabilesi veya ge­ niş ailesi ona gündelik düzeyde güvenlik sağlardı, bu durum­ da kabilenin bir üyesine yönelik herhangi bir saldırı, özellikle de cinayet, failin kabilesine derhal karşılık verilmesini gerekti­ rirdi. Hem yerleşik hem de göçebe topluluklar kendi örgüt­ lenmelerini bu çerçevede kurmuştu; doğrusu, birçok grupta, aynı kabileye mensup yerleşik kesimler ve göçebe kesimler bir arada bulunabilirdi. İ slam'ın arifesinde, Arabistan'ın siyasal ve toplumsal par­ çalılığına dinsel çeşitlilik eşlik ediyordu. Arabistan'ın geleneksel dini çok tanrıalıkh: Bu, özellikle yıldız tanrılarını (güneş, ay, Venüs vs.) kutsallaşhran ve antik Yakın Doğu'nun pagan dinle­ rinin eski kalınhları olan yerel kültlerde olduğu gibi birçok

58

Barran Tapınağı, Marib. Antik Güney Arabistan krallıkları çeşitli yıldız tanrıları için bunun gibi büyük tapınaklar inşa etmişlerdi.

değişik şekilde kendini gösteren bir paganizmdi. Bu yerel çoktanrıcılık, Arabistan'ın toplumsal ortamına özelikle uy­ gundu; çünkü Arap kabileler birbirlerinin kan hısmı oldukla­ rını (gerçekten öyle olup olmadıklarını bilmeseler de) kabul etmelerinin yanı sıra, kendilerinin tanrısal koruyucusu saydık­ ları belirli bir yerel puta veya tanrıya tapınırken de sık sık bir araya gelirlerdi. Yani toplumsal kimliklerinin dinsel bir bile­ şeni de vardı. Bu Arap tanrılarına, çoğunlukla kutsal sayılan bir ağacın, kayanın, pınarın ya da sözkonusu tanrının mesken tuttuğu düşünülen başka bir nesnenin etrafında inşa edilmiş yerel tapınaklarda (harem) hürmet edilirdi. Harem, içinde kült mensuplarının kan dökmesinin veya şiddet uygulamasının yasaklandığı - bu yasak aynı tanrıya tapınan diğer gruplar ve tapınağın bekçiliğini yapan aile veya kabile tarafından uygu­ lanırdı - asıl tapınağı çevreleyen, sınırları belirli olan kutsal bir alandan oluşurdu. Bu özelliği sayesinde harem farklı kabileler­ den insanların, gerek bir pazar yerine gitmek, gerek ciddi an­ laşmazlıkları çözüme ulaşhrmak gerekse de evlilikler ayarla-

59

mak veya ittifaklar kurmak için güven içinde bir araya gelebi­ leceği yerlerdi. Yeterince suyun bulunması halinde bir harem büyükçe bir yerleşime dönüşebilirdi; çünkü bu durumda başta tüccarları olmak üzere, mal güvenliğini önemli sayan kimseler için cazip bir yerleşim yeri olurdu. Kuzey Arabistan'ın çoğu büyük kentinin merkezinde böyle bir harem ve yeterli miktar­ da temiz su bulunurdu. M.S. alhncı yüzyılda ise, Arap paganizminin bu kalıntıla­ rı görünüşe göre tektanrıcılığın tedrici yayılışı karşısında silik­ leşmeye başlamışh. Yahudilik Arabistan' a epey önce - muh­ temelen Romalıların M.S. 70'te Kudüs'teki İkinci Tapınağı yıkmalarının hemen ardından - gelmişti. Arapça konuşan Yahudilerin oluşturduğu cemaatlere Arabistan'ın çoğu yerin­ de, özellikle Yemen'de ve kuzeybatı Arabistan'ın - Tebük, Teyma, Hayber, Yesrib (Medine) gibi - vaha kentlerinde rast­ lanırdı. Bunlar Filistin veya Babil'den gelmiş Yahudi göçmen­ lerin veya sığınmacıların soyundan gelenler, yerli dönmeler veya her ikisinin karışımı olabilirdi. Arabistan' da Hristiyanlı­ ğa da rastlanırdı, özellikle (Bizans'ın dinsel propagandaları sayesinde dördüncü yüzyılda kurumsallaştığı) Yemen'de, doğu Arabistan'da ve Arabistan'ın Suriye ve Irak ile komşu olan kuzey sınırlarında; hatta buralarda bazı pastoral göçebe grupları arasında bile kendine taraftarlar bulmuştu. Hristiyan­ ların Hicaz'daki (Arabistan'ın dağlık batı yakası) yaygınlığı hakkında uzmanlar arasındaki görüş birliği bu kadar kuvvetli değildir, bununla beraber bazı münferit atıfların gösterdiği gibi burada Hristiyanların bulunduğu biliniyordu. Arabistan, Nasraniler diye bilinen, İ sa'nın Mesih olduğunu kabul eden, ama domuz eti ve şarap tüketme yasağına da bağlı kalan Ya­ hudi Hristiyanların cemaatlerine de ev sahipliği yapmıştı. Maalesef, alhncı yüzyıldaki bu değişik Yahudi ve Hristiyan cemaatleri hakkında ilk elden pek az bilgiye sahibiz. Bununla beraber, bunların genel olarak Yakın Doğu dünyasını o dö-

60

nemde etkisi altına almış çilecilik ve apokaliptisizm eğilimle­ rinden etkilendiklerini varsaymak akla yatkın görünmektedir. Arabistan' daki dinsel yaşamın bahsetmeye değer son bir boyutu ise, aktif peygamberlik geleneğinin alhncı yüzyılda Yakın Doğu'nun başka yerlerinde büyük ölçüde ortadan kalkmış olmasına rağmen burada varlığını sürdürmesidir. Bu dönemde ana akım Yahudiler ile birçok Hristiyan'ın aktif peygamberliği geçmişin bir kalıntısı saymalarına rağmen, peygamberlik esasen Küçük Asya' da rastlanan ufak bir Hris­ tiyan mezhebi olan Montanistler gibi birkaç grup tarafından benimsenmeyi sürdürüyordu. Maniciliğin kurucusu, M.S. üçüncü yüzyılda Irak'ın güneyinde yaşamış din öğretmeni Mani de peygamber olduğunu ileri sürmüştü. Ü stelik Mu­ hammed yedinci yüzyılın başlarında vaazlar verirken, Arabis­ tan' da onun gibi kendilerini ilahi bir mesaj ileten peygamber­ ler olarak sunan birçok başka figür de vardı. Tüm bunlar aktif peygamberlik geleneğinin özellikle Arabistan' da yaşadığına işaret eder ve Arabistan'da yaşayanların Muhammed'in pey­ gamberlik iddialarını nasıl kabul ettiklerini anlamamıza yar­ dımcı olur. Bizanslılar ve Sasaniler hem siyasal hem de ekonomik se­ beplerden dolayı Arabistan' da bir şekilde var olma ihtiyacını hissediyorlardı ki her birinin, diğerinin orada çok fazla nüfuz kazanmasını önlemek istemesi zaten yeterli bir sebepti. Yine de Arabistan'ın kuzeyindeki kaynak kıtlığı onları, bu bölge üzerinde doğrudan kontrol kurmaya çalışmaktan caydırıyor­ du; zira buradan güvenle toplayacaklarını ümit ettikleri vergi­ ler burada asker bulundurmak ve burayı idare etmek için yapılacak masrafları karşılamayacaktı. Bunun yerine, para, silah ve unvan karşılığında imparatorlukların çıkarlarına hiz­ met edecek Arap kabile reisleriyle ittifaklar kurmak gibi bir taktiği benimsediler; böyle dolaylı bir yönetim hem parasal hem de insani açıdan, bu bölgeyi kendi birlikleriyle kontrol etmeye çalışmaktan çok daha masrafsızdı. Sasaniler, merkezi

61

aşağı Irak'taki el-Hire'de bulunan Lahmi kabilesinin Nasri ailesinin "krallarıyla" böyle bir ittifak kurdular; Nasriler, Sa­ sani ordusuna asker gönderdiler ve Suriye'ye yaptıkları dü­ zenli akınlarla Bizanslılara sıkıntı çıkardılar. Sasaniler, Basra Körfezi'nin Arap kıyılarındaki diğer kabile reisleriyle de itti­ faklar kurdular. Umman'ın kuzeyinde sadece yerel hüküm­ darlar olan Cülendeler ile ittifak kurmakla kalmayıp, stratejik ve tarımsal bakımdan önem taşıyan bu bölgeyi devamlı denet­ leyebilmek için, Rustak'ta konuşlanmış Sasani birliklerinden oluşan kalıcı bir garnizon ile birlikte Sasani bir vali tayin ede­ rek burada daha doğrudan bir yer edindiler. Böylece Geç Eski Çağ'ın Arabistan'ının körfez kıyılarında Sasanilerin dev göl­ gesi iyice hissedilmeye başladı. Bizanslılar da Arabistan'ın kuzeybatısında benzer bir po­ litika izlediler. Taberiye Gölü'ne bakan Cevlan platosundaki el-Cebiye kentinde yaşayan Gassan kabilesinin Cefni ailesinin reisleri, altıncı yüzyılda Bizans imparatorları tarafından "kabi­ le reisleri" ya da imparatorluğa bağlı kabileler olarak tanındı ve bunlara silah, para ve unvanlar verildi. Daha önceki yüzyıl­ larda aynı rolü başka kabileler oynamıştı. Sasani muadilleri Nasriler gibi Cefniler de kendi hamilerine askeri destek verdi ve Romalıların Sasanilere karşı düzenlediği birçok önemli sefere katıldı, hatta bir defasında (570) Nasrilerin orta Irak'taki başkenti el-Hire'ye saldırdı. İ ki imparatorluğun bağlı kabilele­ ri Nasriler ve Cefniler açıkça savaş halinde olmadıklarında, Arabistan'ın kuzeyindeki göçebe halklar ve vaha yerleşimleri üzerinde nüfuz kazanmak için birbirleriyle rekabet ediyorlar ve genel olarak Sasani ve Bizans çıkarlarının temsilcileri olarak faaliyet gösteriyorlardı. Özellikle Cefnilerden, Bizans'ın ege­ menliğindeki Suriye topraklarının sınırlarındaki göçebe grup­ ların, vergilendirilmiş bölgelerdeki yerleşik topluluklar üzeri­ ne akınlar düzenlemelerini veya buraları yağmalamalarını önlemeleri bekleniyordu.

62

Altın ve başka cevherlerin madenciliğinin İ slam'ın doğu­ şundan önceki yüzyılda Arap yarımadasının ekonomik canlı­ lığına katkıda bulunmuş olduğu yönünde de bazı bulgular vardır. Bununla birlikte, en son çalışmalar gösteriyor ki, Ara­ bistan'ın imparatorluklarca talep gören başlıca kaynağı, onla­ rın ordularının eyer, koşum takımı, ayakkabı, kalkan, çadır ve başka malzemeler için ihtiyaç duydukları deri olmuştu. Arabistan'ın başka bir ekonomik önemi d e, Bizanslıların Hint Okyanusu havzasına ve buradaki zengin ticaret olanak­ larına ulaşmak için kullanmak zorunda olduğu yolun üzerin­ de bulunmasından ileri geliyordu. Hint pamuğu, biber ve diğer baharatlar, Güney Arabistan tütsüleri ve başka mallar Akdeniz dünyasına ya Arabistan'ın etrafından dolanan deniz yollarından geçen ve limanlarına - özellikle Güney Arabis­ tan' daki Muza (Mocha) ve Kane limanlarına - uğrayan gemi­ lerle ya da Arabistan'ın batısındaki Mekke gibi kentler üze­ rinden kervanlarla ulaşıyordu. Kızıldeniz' de deniz ticaretinin büyük kısmı Bizans döneminde bu bölgenin başlıca limanı olan Adulis'ten gelen Aksumlu gemiciler tarafından yürütü­ lüyordu. Bizans ve Sasani imparatorlukları bu ticari faaliyeti ve bunun üzerinden elde edebilecekleri vergi gelirlerini kont­ rol etmeyi arzuluyordu, bunun sonucunda Arabistan bu im­ paratorluklar arasındaki ciddi rekabetin odağı haline geldi. Mesela Bizanslılar (Akabe Körfezi'nin ağzındaki) Tiran Boğa­ zı'ndaki Iotabe adası üzerinde bir gümrük kapısı kurmuştu; ayrıca bazı raporların işaret ettiği gibi, hem Bizanslılar hem de Sasaniler bu bölgeyi kendi nüfuz alanlarına katmak amacıyla, İ slam'ın arifesinde, Yesrib ve Mekke'nin vergilerini toplamak için yerel liderlerle özel ilişkiler kurmayı denemiş, belki de bunda başarılı olmuşlardı. Yemen, kısmen dinsel sebeplerden dolayı, kısmen de Bi­ zans ve Sasani imparatorluklarının Arabistan ticareti etrafın­ daki çekişmede özellikle merkezi bir yere sahip olduğu için bu Bizans-Sasani rekabetinin özel bir odağı haline geldi. Altıncı

63

yüzyılın ilk üç çeyreğinde Bizanslılar, (Konstantinopolis'ten 3500 km veya 2715 deniz mili) uzakta olmasına rağmen, onla­ rın Kızıldeniz üzerinden doğrudan Hint Okyanusu'na açılan kapısı olan Yemen üzerinde bir bakıma dolaylı bir nüfuza sahiplerdi. Bizanslılar için bu rota, Hint Okyanusu havzasına ve Doğu Asya'ya uzanan, ya İ ran' dan - ünlü " İ pek Yolu"ndan - ya da Basra Körfezi üzerinden lrak'tan geçen diğer ticaret yollarını kuşatan Sasanileri atlatmalarını sağlaması bakımın­ dan önemliydi. Bizans'ın Yemen'deki siyasi varlığı esasen müttefikleri olan Hristiyan Aksum krallığının aracılığıyla sağlanmıştı. Bizans imparatoru Justinus'un ısrarı üzerine Aksum kralı Elle Asbeha, M.S. yaklaşık 523 yılında Yemen'i işgal etti ve buraya Hristiyan bir hükümdar tayin etti. Bu istila, ya bu olayların öncesinde Yemenli Hristiyanlarla bir dizi kanlı çatışmaya gir­ miş olan, Himyerilerin Yahudi kralı Zunüvas'ın faaliyetlerine verilmiş bir tepkiydi ya da esasen Bizans'ın Hindistan'la tica­ retini kolaylaştırma amacını taşıyordu. Yemen'deki bu Eti­ yopya rejimi, kısa süre içinde Aksum' dan bağımsızlaştı ve ülkeye yarım yüzyıl boyunca egemen oldu; en önemli lideri, egemenliğini kuzey ve orta Arabistan'a yaymayı deneyen ve geleneksel olarak, Muhammed'in doğduğu dönemde Mek­ ke'yi kuşatmış ama başarıya ulaşamamış olduğu rivayet edi­ len kral Ebrehe'ydi. Sasaniler ise Bizans'ın Güney Arabistan'daki bu dolaylı varlığına göz yummayacaklardı. 570'lerde Büyük Kral il. Hüs­ rev Yemen'e bir sefer düzenledi, burayı işgal etti ve emri al­ tında güçlü bir garnizon bulunduran bir Sasani valisi tarafın­ dan doğrudan idare edilen bir imparatorluk eyaleti haline getirdi. Yani altıncı yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Sasaniler Arabistan'ın doğu ve güney sınırlarım kontrol altına almış ve bu bölgeyi neredeyse tamamen kuşatmışlardı; sadece Kızılde­ niz kıyıları ve Suriye'nin güneyine uzanan vadi onların kont-

64

rolü allına girmedi. Öte yandan Bizans imparatorluğu özellik­ le kuzeybalı Arabistan' da etkili oldu.

Mekke ve Yesri b ( Med i ne) Muhammed'in hayalını geçirdiği iki şehir, Mekke ve Yesrib (sonraları Medine olarak adlandırılmışlır), Arabistan'ın batı­ sındaki Hicaz denilen engebeli bölgede yer alıyordu ve birbir­ lerinden yaklaşık 325 km (200 mil) uzaktaydı. Bu iki kent bir­ birlerinden epey farklıydı. Yesrib tipik bir hurma ağacı vaha­ sıydı; aslında, kalıcı pınarların etrafında yetişmiş hurmalıkla­ rın arasına dağılmış kerpiç evleri ve başta arpa olmak üzere hububat tarlaları bulunan, dağınık bir köyler topluluğundan oluşuyordu. Her köyde veya mahallede bir veya daha fazla kerpiç kule (utm, çğ. atam) bulunurdu, soyguncular veya düş­ man göçebeler tarafından tehdit edilen köylüler buralara sığı­ nırdı. Muhammed döneminde Yesrib'in sakinleri birçok farklı kabileye veya aşirete mensuptu. Görünüşe göre, vahanın asıl sakinleri sayıları bir düzineye varan Yahudi aile veya aşiretti, bunlar arasında Kaynuka, Nadir ve Kureyza aşiretleri özellikle öne çıkıyordu. Bunların çoğu çiftçiydi ve zengin topraklara sahipti; diğerleri ise ticaret ve zanaatla - mesela Kaynuka ku­ yumculukla - uğraşıyordu. Muhammed'in yaşadığı dönem olan altıncı yüzyılın sonlarında ise kente yaklaşık on tane pa­ gan (çoktanrıcı) aşiret hakim olmuştu; bunlar Yesrib'e birkaç kuşak önce yerleşmişlerdi ve esasen tarımla geçiniyorlardı. Bunlar arasında Evs ve Hazrec aşiretleri en güçlüleriydi ve kentin liderliğini elde etmek için zaman zaman amansız bir rekabete ve çatışmalara giriyorlardı. Yahudiler de bu mücade­ lelere fazlasıyla müdahil oluyorlardı. Öte yandan Mekke bir vaha kenti değildi ve tarımsal potansiyeli çok azdı. Zemzem kuyusu yeterli içme suyunu sağlıyor ve küçük çapta bahçecilik yapmaya olanak tanıyordu. Ama kentin bulunduğu taşlık tepeler ekstansif tarıma elverişli değildi; Muhammed'in yaşadığı dönemde birçok temel gıda

65

Arabistan'da bir vaha. Umman'daki Cebrin vahasının bu fotoğrafı, Yesrib gibi, büyük hurmalıklar arasına dağılmış kerpiç evlerden ve bahçelerden oluşan hurma vahalarının genel görünüşü hakkında bir fikir vermektedir.

maddesi, Arabistan'ın diğer yerlerinden ve Suriye'den ithal ediliyordu. Mekke'nin önemi tarımdan değil, dinsel kültler­ den ve ticaretten kaynaklanıyordu: Burası, şiddetin ve kan dökmenin yasak olduğu tipik bir Arap haremiydi. Kentin mer­ kezinde Kabe adını taşıyan tapınak - bir köşesine siyah, kutsal bir taş yerleştirilmiş, küp şeklinde, büyük bir yapı - bulunu­ yordu, burası pagan tanrısı Hubal'ın tapınağıydı. Bu tapınağın koruyucuları Kureyş kabilesine mensuptu, bu kabilenin par­ çası olan birçok farklı aşiret Mekke nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyordu ve hacılara su ve gıda temin etmek, özel hac kıyafetleri hazırlayıp satmak ve belirli ayinleri yönetmek gibi çeşitli kült sorumluluklarını aralarında paylaşmışlardı. Başka kabilelere mensup kimseler, özellikle de Mekke'nin yakınla­ rında yaşayan pastoral göçebeler de bu külte dahil olur; za­ man zaman kendi putlarını saklanması için bu tapınağa geti­ rirlerdi.

66

Kabe, Mekke. Kabe'nin etrafındaki yapılar yüzyıllar içinde sayısız defa yeniden inşa edilmiş olmasına rağmen, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına ait bu fotoğraf, İslam'ın ilk yüzyıllarında, yani yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki muazzam genişletme ve yeniden inşa faaliyetlerinden önce bu tapınağın neye benzediği hakkında biraz fikir veriyor.

Mekke' deki Kureyş kabilesi ticaretle de yoğun biçimde uğraşırdı ve Mekke ile Yemen, doğu Arabistan ve güney Suri­ ye' deki ticaret merkezleri arasında mal taşıyan kervanlar dü­ zerlerdi; kuşkusuz Aksumlu tüccarlarla da temasları vardı. Ayrıca Mekke yakınlarındaki Ukaz adındaki bir yerde, her yıl düzenlenen bir panayıra da katılırlardı; bu panayırda Arabis­ tan'ın birçok farklı yerinden tüccarlar bir araya gelirdi. Önce­ leri Mekke'nin, Doğu Afrika, Hindistan ve Yemen gibi yerler­ den gelen fildişi, köle ve baharat gibi lüks malların ticaretiyle uğraşan önemli bir merkez olduğu düşünülüyordu, ama

67

1970'lerden beri yapılan çalışmalar gösteriyor ki, burada bü­ yük ölçüde, hayvan postları ve temel gıda maddeleri gibi daha mütevazı ürünlerin ticareti yapılıyordu. Hicaz' da alhn maden­ lerinin bulunması, bu kıymetli madenin de ticaretinin yapıl­ mış olabileceğini akla getirir. Ticareti yapılan mallar ne olursa olsun, görünüşe göre Mekke'nin ticari etkinliği dolayısıyla Mekke dışından birçok kimse kentin kült faaliyetlerine de katılmıştı; öyle ki altıncı yüzyılın son yıllarında, yani Mu­ hammed'in Mekke'de yetiştiği zamanlarda, kentin haremi, Arabistan'ın bahsındaki birçok tapınağın en önemlilerinden biri haline gelmişti. Buranın koruyucuları, Muhammed'in de mensup olduğu Kureyş kabilesi ise bu müşterek ticari girişim­ lerin örgütlenmesi ve idaresinde kayda değer bir deneyime ve Arabistan çapında hatırı sayılır bir irtibat ağına sahipti. İ şte İ slam'ın peygamberi Muhammed ibn Abdullah'ın içinde do­ ğup yetiştiği ortama bu mütevazı ticari etkinlikler ve hem Arap paganizminden hem de geniş çapta Yakın Doğu'ya özgü tektanrıcı geleneklerden kaynaklanan çeşitli dinsel fikirler hakimdi.

68

2

Muha m m ed ve İ n a n a n l a r Ha reketi

İ slami gelenek, tüm Müslümanların peygamberleri olduğunu kabul ettiği Muhammed'in hayahna dair son derece ayrıntılı bir hikaye sunar. Bu hikaye güncel değildir; Muhammed'in ölümünü izleyen birkaç yüzyıl boyunca Müslüman cemaati içinde deveran edip derlenmiş olan rivayetler üzerine kurulu­ dur. Bu bölümde daha ayrıntılı biçimde araştırılacağı üzere, bu rivayetlerin içerdiği malzemeler çok çeşitlidir. Bazıları, görünüşe göre, olayların, nihayetinde görgü tanıklıklarına dayanan makul anlatımlarıdır. Ötekiler ise mucize öyküleri veya olanak dışı idealleştirmeler içerir ve görünüşe göre efsa­ nelerin veya dinsel savunmaların sahasına aittir. İ zleyen say­ falarda, öncelikle Muhammed'in geleneksel biyografisinin epey kısaltılmış bir özeti, açıkça efsanevi olan bu rivayetler göz ardı edilerek incelenecek. Bundan sonra ise bu geleneksel resmin bazı sorunlarını tartışacağız ve Muhammed'in hayatı­ nın bu sorunları hesaba katan, alternatif bir okumasını ortaya koyacağız.

69

Peyga m ber M u h a m med' i n Geleneksel Biyografisi İ slam geleneğine göre, Muhammed ibn Abdullah, Batı Arabis­ tan' daki Mekke kentinde, M.S. altıncı yüzyılın ikinci yarısında (kimi rivayetlere göre yaklaşık 570 yılında, farklı rivayetlere göre ise başka tarihlerde) doğdu. Mekke'ye hakim olan Ku­ reyş kabilesinin parçası Haşim aşiretine mensuptu. Küçük yaşta yetim kaldı ve bundan sonra o dönemde Haşim aşireti­ nin reisi olan amcası Ebu Talib tarafından yetiştirildi. Daha önce söylendiği gibi, Muhammed'in yaşadığı dö­ nemde Mekke, sakinleri şu iki etkinlik alanıyla yoğun biçimde uğraşan bir kentti: ticaret ve din. Kureyş'in kervanlar düzmesi ve çeşitli panayırlara katılması, onların Arabistan çapında başka kabileler ve cemaatlerle temas kurmasını sağladı. Ku­ reyş kabilesinin Kabe'deki ve Mekke civarındaki diğer kutsal yerler etrafında yapılan dinsel ayinlerin idaresiyle uğraşması ise, başta Kabe'nin etrafında dönme ayini olmak üzere çeşitli biçimlerde ibadet etmek için Kabe'ye gelen birçok grupla te­ mas kurma olanağını onlara veriyordu. Mekke'nin harem sta­ tüsünden ileri gelen güvenliği, açıkçası ticari faaliyetlerin le­ hineydi; bu yüzden Kureyş'in ticari faaliyetlerdeki rolü ile tapınağın koruyucusu olarak oynadığı rol birbirine sıkı sıkıya bağlıydı. Muhammed genç bir adamken Mekke'nin ticari ve dinsel hayatına katılmaya başladı. Kendisinden birkaç yaş büyük ve varlıklı bir dul olan Hatice ile evlendi ve onun kervan ticareti girişimlerini idare etti. Olgunluk yaşına geldiğinde Kureyş kabilesinin diğer mensupları tarafından zekası, dürüstlüğü ve zarafeti dolayısıyla epey saygı duyulan biri olmuştu. Ayrıca ara sıra tefekküre dalmaya gereksinim duymaya ve kendi hayatı üzerine düşünmek için inzivaya çekilmeye başlamıştı. Geleneğe göre, yaklaşık 610 yılında, tam da böyle bir kişisel inziva deneyimi sırasında Muhammed baş melek Cebrail ara­ cılığıyla Tanrı'dan vahiyler almaya başladı. Vahiyler ona çar­ pıcı sesler ve görüntüler şeklinde geliyordu, öyle ki bunlar

70

onun kendinden geçmesine neden oluyordu. Bu durumday­ ken olduğu yerde yatmaktan başka bir şey yapamıyor ve bu deneyimi sona erene kadar titreyip terliyordu, bundan sonra ise kendisine vahyedilmiş sözler kalıcı olarak hafızasına kazı­ nıyordu. Bu sözler daha sonra izleyicileri tarafından yazıya dökülecek ve İ slam'ın kutsal kitabı ve bu bakımdan inanan Müslümanlara göre Tanrı'nın sözlerinin harfi harfine yazıya geçirilmiş hali olan Kur'an'ı oluşturacak şekilde bir araya geti­ rilecekti. Muhammed yaşadığı bu deneyim yüzünden ilk önce dehşete kapılmış ve Tanrı'nın kendisinden yerine getirmesini talep ettiği peygamberlik görevini üstlenmeye çekinmişti; ama onun bu dinsel deneyimleri devam etti ve sonunda bu sorum­ luluktan kaçamayacağını net biçimde kavradı. Onun bu dene­ yimlerinin gerçekliğini kabul eden ve böylece onun peygam­ berlik görevine inanan ilk kişi olan eşi Hatice de onu cesaret­ lendirmişti. Bundan sonra Muhammed kendisine vahyedilen mesajı alenen tebliğ etmeye başladı: Tanrı'nın birliği, Hesap Günü'nün gerçekliği ve dindarca, Tanrı korkusuyla davran­ manın gerekliliği. Yavaş yavaş insanların desteğini kazanıyor­ du. Bu insanlar pagan inançlarından vazgeçti ve bunun yerine Tanrı'nın mutlak birliğini ve Muhammed'in peygamberlik rolünü tanıdı. İ lk taraftarlarından bazıları yakın akrabalarıydı: kuzeni ve Ebu Talib'in oğlu olan Ali ve muhtemelen Muham­ med'in annesinin bir akrabası olan Sa'd ibn Ebi Vakkas. Diğer­ leri ise, görünüşe göre, Kureyş'in daha güçsüz aşiretlerine veya marjinal toplumsal gruplara mensup olan kimselerdi. Önde gelen bazı Mekkeliler de onun ilk taraftarları arasına girdi ve bunların çoğu cemaatin gelecekteki hayatında merke­ zi roller oynadı. Bunlar arasında iki adam epey ünlüydü: Teym aşiretinden bir tüccar ve Muhammed' in en yakın sırdaşı olan Ebu Bekir ve Ebu Bekir' in akrabası Talha ibn Ubeydullah. Muhammed'in diğer taraftarları arasında güçlü Ümeyye (Emevi) aşiretinin epey zengin bir mensubu olan, cömertliğiy-

71

le sık sık peygamberin hizmetine koşan ve peygamberin kızla­ rı Rukiyye ve (onun ölümünden sonra) Ümmü Gülsüm ile evlenen Osman ibn Affan, Zühre aşiretinden Abdurrahman ibn Avf ve Esed aşiretinden Zübeyr ibnü'l-Avvam bulunu­ yordu. Bu kimseler Muhammed'in ölümünden sonraki olay­ larda epey önemli roller oynayacakb. Kureyş kabilesine mensup birçok kimse, atalarından kalma çoktanrıcılığa, "atalarının inancına" Muhammed tara­ fından yöneltilen bu saldırıdan dolayı şaşkına dönmüş veya bundan rahatsız olmuş, onu ve taraftarlarını önce alaya almış, sonra da onlara daha ağır tacizlerde bulunmaya başlamışlardı. Muhammed bir süre boyunca bu tacizlerden, amcası ve Haşim aşiretinin reisi olan ve Muhammed'i himaye etmekten hiç vazgeçmeyen Ebu Talib'in kararlı desteği sayesinde korun­ muştu. Haşim aşiretinin Kureyş'in diğer aşiretleri, özellikle de güçlü Mahzum aşiretinin reisi "Ebu Cehil" (bu isim bir aşağı­ lama sözüdür ve "Cahillerin Babası" anlamına gelir) tarafın­ dan boykot edilmesi bile Ebu Talib'i, talep ettikleri gibi, onlara Muhammed'i teslim etmeye yöneltmedi. Bununla birlikte, Muhammed'in Mekke'deki konumu, gittikçe hassaslaşıyordu ve rivayetlere göre birçok taraftarı, bu dönemde zulüm gör­ memek için Habeşistan'ın Hristiyan kralına sığınmıştı. Muhammed'in Mekke'deki durumu, onun başlıca duy­ gusal ve toplumsal destek kaynakları olan Hatice ve Ebu Talib'in art arda ölümünden sonra hızla kötüleşti. Haşim aşi­ retinin liderliği Ebu Talib'den sonra Muhammed'in amcala­ rından bir diğerine, "Ebu Leheb"e geçti (bu da muhtemelen bir aşağılama sözüdür ve "Alevlerin Babası" anlamına gelir); fakat Ebu Leheb yeğenini desteklemedi ve bir süre sonra onun üzerindeki korumayı kaldırdı. Bu olay muhtemelen M.S. yak­ laşık 619 yılında gerçekleşti. Kureyş kabilesinin büyük kısmı­ nın kısa süre içinde ikna edilemeyeceğini kavrayan Muham­ med, kedisine başka taraftarlar bulabilmek için vaazlarını Mekke'nin dışındaki panayırlarda vermeye başladı. Başta pek

72

başarı yakalayamadı, hatta Mekke'nin yaklaşık 100 km (60 mil) bahsındaki Taif kentinin liderleri tarafından geri çevrildi. Fakat o sıralarda, Mekke'nin yaklaşık 325 km (200 mil) kuze­ yinde yer alan bir hurmalık vahaları topluluğundan oluşan Yesrib kentinden gelen küçük bir grup onunla temas kurdu. Daha önce belirtildiği gibi, Yesrib uzun bir süredir, buraya hakim olan Beni Kayle kabilesinin birbirine rakip aşiretleri Evs ve Hazrec arasındaki siyasi çekişme yüzünden bölünmüştü. Yesrib'in üç önemli Yahudi aşireti olan Nadir, Kureyza ve Kaynuka da bu çekişmeye dahil olmuştu. Muhammed'i arayıp bulan Yesribliler kentlerini yeniden birleştirecek ve iyileştire­ cek birinin özlemini çekiyordu; Muhammed'in mesajından etkilenmiş ve onu benimsemişlerdi, bu yüzden ertesi yıl pana­ yıra daha fazla insanla geleceklerine dair söz verdiler. Ertesi yıl daha büyük bir grup Muhammed'le buluştu ve onu, Mek­ keli taraftarlarıyla birlikte Yesrib'e gelmeye ve orada hiçbir engellemeye maruz kalmadan, Tanrı'nın istediği gibi yaşama­ ya ve ibadet etmeye kendini adamış yeni bir cemaat oluştur­ maya davet ettiler. Bundan kısa bir süre sonra, M.S. 622' de, Muhammed ve Mekke'deki taraftarları (artık medinet'ün-nebi, yani "peygamberin şehri" sözcüğünden gelen, bir sonraki adıyla, Medine olarak anacağım) Yesrib'e hicret ettiler ("göç ettiler" veya "sığındılar"). Muhammed'in Medine'ye hicreti, siyaseten bağımsız bir İnananlar cemaatinin başlangıcı sayıla­ geldiği için, Muhammed'in ölümünden birkaç yıl sonra İ slami takvimin başlangıcı (H. 1) olarak kabul edildi. Muhammed' le birlikte Hicret etmiş olan Mekkeliler muhacirun, yani "göçmen­ ler" diye anılırken, onları ağırlayan Medinelilere ensar, "yar­ dımcılar" denildi. Geleneksel anlatılar, Muhammed'in Medine' deki hayatını epey ayrınhlı biçimde betimler ve bizi onun birçok evliliği ve çocuklarının doğumu (ve ölümü) gibi kişisel nitelikli birçok olay hakkında bilgilendirir. Bu kişisel konuların en önemlisi, sadık destekçisi Ebu Bekir'in kızı olan (ve İ slami geleneğe göre

73

Muhammed'in hayatı boyunca evlendiği yaklaşık on beş eşi arasından en sevdiği olan) genç A işe ile evlenmesiydi. Mu­ hammed'in mesajını ilk kabul edenlerden biri olan ve kızı Fatıma ile evlenen kuzeni Ali ibn Ebi Talib ile kurduğu sıkı ilişki de önemliydi. Geleneksel kaynaklar, Muhammed'in ibadet pratiklerini belirlemesi ve yeni cemaat için toplumsal esaslar ve hukuksal ilkeler oluşturması hakkında birçok açık­ lama yaparak onun Medine' de bağımsız bir cemaati nasıl oluşturduğunu da vurgularlar. Ama hepsinden önemlisi, bu geleneksel anlatılar Mu­ hammed'in Medine' deki siyasi faaliyet sürecini betimlerler; bu süreç, Muhammed'in hayatının sonlarında, kuruluş aşama­ sındaki bir devlet olduğunu söyleyebileceğimiz, bağımsız bir siyasal cemaatin oluşmasını sağlamıştı. Bu sürecin iki önemli izleği vardır. Biri, Muhammed'in Medine üzerindeki siyasal iktidarını sağlamlaştırmasının hikayesidir, bu süreç onun bir­ çok farklı güçlükle uğraşmasına yol açmıştır. Bunlar arasında muhacirun ve ensar arasında ara sıra çıkan gerginlikler, (münafikun, "ikiyüzlüler" diye anılan) bazı Medinelilerin sert muhalefeti, perde arkasında onun aleyhine faaliyet gösterdiği düşünülen kayıtsız taraftarlar ve Medine Yahudileri ile yaşa­ dığı - hem dinsel, hem toplumsal hem de siyasal bakımdan sıkıntılı ilişkiler yer alır. Muhammed'in Medine'deki siyasi hayatının ikinci önemli izleği, onun eski memleketi Mekke ile ve onun çağrısına direnmiş olan ve artık Ümeyye aşiretinin yeni reisi Ebu Süfyan'ın liderliğindeki Kureyş mensupları ile uzun sürmüş ama zaferle sonuçlanmış mücadelesinin hikaye­ sidir. Onun ilk önce Medine civarındaki pastoral göçebe grup­ larının, ilerleyen zamanlarda da daha uzaklardaki göçebe ve yerleşik toplulukların desteğini kazanmak için verdiği müca­ delenin hikayesi ise, bu ikisiyle açıkça ilişkili üçüncü bir izleği oluşturur. Bu toplulukların, onun Arabistan'ın batısında inşa ettiği muzaffer koalisyonun can alıcı bileşeni olduğu zamanla anlaşılacaktı.

74

Muhammed, Yesrib/Medine' de yaşamaya başladığında kentin çeşitli aşiretleriyle bir anlaşma yaptı (ya da bir anlaşma­ lar silsilesinin ilk adımını attı). Bu anlaşma bir yanda o ve Kureyşli Göçmenler ile diğer yanda Medineli Yardımcılar ve onlara bağlı Yahudi aşiretleri arasında, her birini tek bir cema­ atin (ümmet) üyesi haline getirecek şekilde birbirine bağlayan birtakım karşılıklı yükümlülükler tesis ediyordu. Günümüzün bazı yazarlarının izinden gidersek bu anlaşmayı "ümmet bel­ gesi" diye adlandırabiliriz. Bu belgenin birçok çarpıcı özelliği var ve bunlardan bazılarını ilerleyen kısımlarda daha ayrıntılı bir biçimde ele alacağız; ama genel olarak söylenirse, bu belge Medine' deki çeşitli gruplar arasındaki işbirliğinin esaslarını saptıyordu. Bu esaslar arasında, mesela savaş zamanlarındaki karşılıklı sorumluluklar, kan parası ödemelerinin ve esirler için ödenen fidyelerin belirlenmesi ve en önemlisi de savaş durumunda tarafların birbirlerini destekleme yükümlülüğü yer alıyordu. ( Ümmet belgesinin tam metni için Ek A'ya bakı­ nız.) Geleneğe göre, Muhammed ve taraftarlarının, Mekke'ye varmalarından hemen sonra, hep birlikte ibadet etmek için bir yer belirlediği, yani ilk mescidi kurduğu söylenir. ( İngilizce mosque sözcüğü, İ spanyolca mezquita ve Fransızca mosquee sözcükleri üzerinden, Arapçada "secde edilen yer" anlamına gelen ve Arapçanın bazı lehçelerinde mesgid şeklinde telaffuz edilen mescid sözcüğünden türetilmiştir [Türkçe cami sözcüğü ise, Arapçada cemaati toplayan mescid" anlamındaki, sadece cuma namazı kılınan büyük mescitleri ifade eden el-mescidü 'l­ cami şeklindeki tamlamadan gelir - ç.n.]) Başta Muhammed ve İnananlar namaz kılarken Yahudiler gibi Kudüs'e doğru yöne­ liyorlardı; fakat bir süre sonra Muhammed, İnananların Mek­ ke'ye doğru yönelerek namaz kılmasını buyurdu. Vahiyle bildirilen (K. 2:142-145) bu kıble (namaz sırasında dönülen yön) değişikliği, Muhammed'in, kentteki, geleneksel kaynak11

75

lara göre çoğunluğu harekete katılmamış olan Yahudilerle ilişkilerinin kötüleşmesini yansıtıyor olabilir. Muhammed'in Medine'deki başlıca pazarlardan birini kontrol eden Yahudilerle sıkıntı yaşamasının nedenlerinden biri, muhtemelen onun Medine' de Mekkeli Göçmenlere yar­ dımcı olması için yeni bir pazar kurma arzusuydu. Buna kar­ şın memleketleri Mekke' de rahatça yaşamalarını sağlayan geçim yollarından kopmak ve yakın çevrelerinden büyük ölçüde ayrılmak zorunda kalmış bazı Göçmenler çok geçme­ den kendilerini yoksulluğun eşiğinde buldu, Medineli Yar­ dımcıların da onlar için yapabileceklerinin bir sınırı vardı. Çaresiz kalan Muhammed, birkaç göçmenden bir baskın gru­ bu oluşturdu; onlar da Mekke'ye bağlı bir kervanı Nahle kenti yakınlarında pusuya düşürdü. Elde edilen ganimet sevinçle karşılandı; fakat Nahle baskını Muhammed ve Kureyş arasın­ da uzun bir mücadele sürecini başlatmış, hatta yerel gelenek­ lere göre şiddetin yasak sayıldığı kutsal aylarda yapıldığı için Muhammed'in bazı taraftarlarınca epey eleştirilmişti - bu ihtilafın (en azından Muhammed'in taraftarları arasında) çö­ zümü ancak onu meşrulaştıran yeni bir ayetin (K. 2:21 7) inme­ siyle mümkün olacaktı. K. 2, BAKARA ! İNEK: 21 7 Sana, haram (kutsal) aylarda savaşmayı soruyorlar. D e ki: O ayda savaşmak büyük [günahtır], ama insanları Allah yolundan alı­ koymak, O'nu inkar etmek ve kutsal mescitten (Mescid-i Haram) uzaklaştırmak ve halkını oradan sürmek Allah katında daha bü­ yük bir günahtır. Fitne çıkarmak cinayetten daha ağırdır. Güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmayı sürdürecekler. İçinizden kim dininden döner ve kafir olarak ölür­ se, onların tüm yaptıkları bu dünyada da ahirette de boşa çıkmış olur ve onlar ateşin dostlarıdır, orada sonsuza dek kalacaklardır.

76

Muhammed'in taraftarlarından oluşan daha büyük bir grup, 2/624 yılında Bedir denilen yerde büyükçe bir Kureyş kervanına saldırdı; onu korumakla görevli Mekkeli birliklere üstün geldi ve onlardan sayıca az olmalarına rağmen oldukça fazla ganimet elde etti*1 • Bu zafer, Muhammed'in taraftarları­ nın hem moralini yükseltmiş hem de ekonomik durumunu iyileştirmiştir; ayrıca Mekke'nin Muhammed ve Medineliler tarafından fiilen ablukaya alınmasının ilk adımı sayılabilir. Bundan başka, Muhammed'in ona muhalefet eden Yahudilere ilk kez açıktan saldırmak konusunda kendisini yeterince rahat hissetmesini sağladı. İ lk önce, Muhammed'i alaya almış olan bir Yahudi lider, onun taraftarlarınca katledildi; bundan sonra Medine'nin başlıca pazarını işleten önemli Yahudi aşireti Kaynuka'nın mahallesi kuşatıldı ve sonunda, yapılan pazar­ lıkların ardından, mülklerinin büyük kısmını geride bırakmak şartıyla şehirden sürüldü. Muhammed'in taraftarları bu mülk­ lere el koydu. Kaynuka ise önce Medine'nin kuzeyindeki Vadi'l-Kura'ya çekildi, daha sonra da Suriye'ye göç etti. Mekkeliler, Bedir' deki yenilgilerinden sonra Muhammed ve taraftarlarıyla hesaplaşmaya hiç olmadığı kadar istek duy­ maya başladılar. Karşılıklı birkaç baskının ardından Medi­ ne'ye saldırmak üzere bir ittifak oluşturdular. Uhud Savaşı (3/625) diye bilinen bu çatışmada Muhammed'in güçleri ye*Bazı kaynaklarda (İbn Hişam, Vakıdi, İbn Sa'd, Taberi vb) Bedir Sava­ şı'nın Ebu Süfyan'ın sorumluğunda olan bir kervanın ele geçirilmesi ile il­ gili olduğu bilgisi mevcuttur. Ancak kervanın yolunun Müslümanlar tara­ fından kesileceği söylentisi üzerine Ebu Süfyan'ın Mekkelilerden destek istemesi üzerine hem kervanı korumak, hem de Medinelilere gereken dersleri vermek amaçlı, yaklaşık 900 kişilik bir grubun Medine'ye doğru yola çıkhğı ve Bedir'deki savaşın Müslümanlarla bu grup arasında ger­ çekleştiği bilgisi de kaynaklarda yer almaktadır. (Vakıdi, İbn Sa'd) Nite­ kim Kur'an'dan hareket edildiğinde de Bedir savaşı esnasında kervanın başka bir yerde olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bk. Enfal, 42 (Hani siz Be­ dir vadisinin Medine'ye en yakın yamacında yer tutmuştunuz; onlar da Mekke'ye en uzak kısmında konuşlanmışlardı. Kervan ise sizden daha aşağıda (deniz tarafında) idi" .) (ed.)

77

nilgiye uğradı ve kayıplar verdi. Muhammed de hafif yara­ landı, ama Mekke ittifakı zafer kazanamadan dağıldı ve geri çekilmek zorunda kaldı, böylece Muhammed ve taraftarları her ne kadar sarsılmış olsalar da durumlarını koruyabildi. Uhud'un ardından iki taraf da birbirleri üzerine baskınlar düzenledi ve böylece birbirlerinin bölgede yaşayan göçebe kabilelerden destek bulmaya yönelik girişimlerini engelleme­ ye çalışh. Bu baskınlardan bazıları Medineliler için başarıyla sonuçlandı; ötekiler, mesela Bi'ri Malı.ne denilen yere düzen­ lenen sefer ise zayiatla sonuçlanmıştı. Kabilelerle ittifak kur­ mak için girişimlerde bulunan Muhammed, bazen kimi pagan kabilelerin kendi ata dinlerine bağlı kalmalarına izin vermek zorunda kalıyordu; yine de müttefiklerinin çoğu onun tektan­ rıcı mesajını benimsemişti. Muhammed, Mekke güçlerinin geri çekilmesinden istifade ederek, Medine'nin ikinci önemli Ya­ hudi grubu olan Nadir aşiretinin bazı mensuplarının Mu­ hammed'i öldürmeyi tasarladığını gerekçe gösterdi ve onları hedef almaya başladı. Mahallelerinin Muhammed'in taraftar­ larınca kuşahlması üzerine Nadir aşireti, teslim olup geri çe­ kildi; çoğu mensubu Medine'nin yaklaşık 230 km (143 mil) kuzeyindeki, Yahudilerin hakim olduğu büyük vaha kenti Hayber'e gitti. Geleneksel kaynaklar, bu dönemde Medine' deki İnanan­ lar tarafından Arabistan'ın kuzeyindeki - Medine'nin tam olarak 700 km (435 mil) kuzeyindeki - bir vaha ve ticaret mer­ kezi olan Dfımetülcendel'e bir sefer düzenlendiğini belirtir; fakat amacı ne olursa olsun, anlaşılan o ki bu sefer kesin bir sonuca ulaşamamıştı. Daha da önemlisi, Kureyş öncekilerden daha büyük, yeni bir ittifak oluşturup Muhammed ve Medi­ ne'ye başka bir saldırı düzenledi, üstelik bu sefer topladığı kuvvetler arasında bir süvari birliği de vardı. Bunun üzerine, Muhammed ve taraftarları, söylendiğine göre, Mekke süvari­ lerini etkisiz hale getirmek için Medine' nin etrafına hendekler veya siperler kazmış, böylece onları kenti kuşatmakla yetin-

78

mek zorunda bırakmışlardı. Bu yüzden Hendek Savaşı (5/627) diye bilinen bu savaşta bazı çarpışmalar yaşandıysa da, birkaç hafta sonra Mekkelilerin ittifakı bir kez daha çözülmeye baş­ layınca Kureyş geri çekilmek zorunda kaldı. Muhammed, yine, Kureyş'le yaşanan önemli bir çatışmanın ardından ken­ disine muhalif Yahudilerle savaşmaya hazırlandı; bu seferki kurbanlar Medine'nin son büyük Yahudi aşireti Kureyza'ydı. Rivayetlere göre, Medine kuşatıldığı sırada Kureyza hainlik edip Mekkelilerle temas kurmuştu. Bu yüzden Muhammed'in taraftarları onların kentteki sığınaklarını kuşattı. Kureyza ise teslim oldu ve Muhammed'in taraftarları arasında bulunan eski bir müttefiklerinin kendileri hakkında hüküm vermesine razı oldu; fakat verilen hüküm ağırdı: Erkekler öldürülecek, kadınlar ve çocuklar ise esir alınacaktı. Bundan sonra Muhammed Medine'nin etrafındaki ve da­ ha uzağındaki birçok kabileye elçiler gönderdi ve Medine'nin kuzeyindeki bazı hedeflere - mesela (yine) Dumetülcendel'e ve azatlısı Zeyd ibn Harise'nin ticaret yapmaya gittiği Suri­ ye'nin güney sınırlarına - hakkında pek bilgi sahibi olmadı­ ğımız birkaç sefer düzenledi. Sonra, geleneksel kaynaklara göre 6/628 yılında, Muhammed ve taraftarlarından oluşan kalabalık ve silahsız bir grup, Kabe'de çeşitli ayinlerin yapıl­ masını içeren umre, yani "küçük hac" ibadetini yapmayı amaç­ ladıklarını beyan ederek Mekke üzerine yürüdü. Yola silahsız çıkmaları niyetlerinin barışçıl olduğunu doğruluyordu. Ku­ reyş ise, aralarında yıllarca devam etmiş olan düşmanlık yü­ zünden, Muhammed ile taraftarlarının kentlerine hiç direniş görmeden girmelerine izin verme niyetinde değildi; üstelik Muhammed Mekke kervanlarının geçişine hala engel oluyor­ du. Bu yüzden Mekke'yi çeviren haremin sınırında, Hudeybiye denilen yerde onların önünü bir asker kordonuyla kestiler. Burada yapılan uzun pazarlıkların ardından Muhammed ile bir anlaşmaya vardılar: Buna göre Muhammed umre yapma­ dan Medine'ye dönecek ve Mekke üzerindeki ablukayı kaldı-

79

racak, bunun karşılığında ertesi yıl hiçbir engelle karşılaşma­ dan umreye gidebilecekti. Taraflar ayrıca on yıllık bir ateşkes yaptı, bu ateşkes süresince hiçbir taraf diğerine saldırmayacak, ama istediği herkesle temas kurabilecekti. Hudeybiye Anlaşması, Muhammed'in talihinde bir dö­ nüm noktası olmuş gibidir. Bu anlaşma yapıldıktan kısa bir süre sonra Muhammed büyük bir sefer kuvveti oluşturdu ve Yahudilerin yaşadığı Hayber vahasının üzerine yürüdü; bu kent Mekke'nin Muhammed ile olan mücadelesinde uzun zamandır başlıca müttefiklerinden biriydi, fakat anlaşma Hu­ deybiye Anlaşmasıyla korunmamıştı. Hayber teslim oldu, fakat Yahudi sakinlerinin kentine geniş hurmalıklarını işlet­ meleri ve Muhammed'in yıllık hasattan pay alması koşuluyla burada kalmalarına izin verildi. Muhammed ayrıca bu sıralar­ da, henüz boyun eğdirilmemiş göçebe kabileler üzerine sayısız baskın ve kuzeye doğru birkaç sefer düzenledi. Bunlardan biri (yine) Zeyd ibn Harise tarafından yönetildi ve Suriye'nin gü­ neyine kadar ilerledi, ama günümüzde güney Ü rdün' de bulu­ nan Mfüe' de yerel Bizans kuvvetleri tarafından püskürtüldü; Zeyd bu savaşta öldürüldü, ama kuvvetlerinin büyük kısmı sağ salim geri döndü. Hudeybiye anlaşmasından bir yıl sonra Muhammed ve taraftarları planlandığı gibi umreye gitti. Bu sıralarda, yıllar önce Muhammed'in Mekke'deki en kötü gün­ lerinde Habeşistan' a gitmiş olan İnananlar, nihayet Medi­ ne' deki Muhammed'e katılmak üzere geri döndü. Onların geri dönme kararı muhtemelen Muhammed ile cemaatinin Medi­ ne' deki konumunun gittikçe sağlamlaşmasının bir sonucuydu. Kureyş'le yapılan Hudeybiye barışı, on yıllık bir süreyi kapsıyordu; ama sadece iki yıl sonra, 8/630 yılında Muham­ med, Kureyş'in çeşitli eylemlerinin bu anlaşmanın hükümleri­ ni ihlal ettiğini ileri. sürdü. Bunun üzerine büyük (kimi riva­ yetlere göre, iki bini muhtemelen göçebe müttefiklerden olu­ şan on bin kişilik) bir silahlı kuvvet oluşturdu ve Mekke üze­ rine yürüdü. Kureyş savaşmadan teslim oldu ve Muham-

80

med'in tektanrıcı mesajını benimsemeye razı oldu; Muham­ med'in Mekke'deki en amansız muhaliflerinden sadece birkaç tanesi dışında kimse öldürülmedi, hatta Mekkeli liderlerin çoğuna Muhammed'in çevresinde önemli makamlar verildi. Bu karar, Muhammed'in hem Göçmenler hem de Yardımcılar arasındaki ilk destekçilerinden bazılarını düş kırıklığına uğ­ ratmıştı. Muhammed Mekke'ye girdiğinde ilk işi Kabe'yi pa­ gan putlarından arındırarak burayı tektanrıcı ibadetlerin gele­ cekteki odağı olma rolüne hazırlamak oldu. Müslüman gele­ neğine göre Kabe esasen tek bir Tanrı'ya adanmış bir tapınak olarak İbrahim tarafından inşa edilmişti, dolayısıyla Muham­ med bu eylemleriyle aslında burayı eski, tektanrıa amacına yeniden vakfetmekten başka bir şey yapmamıştı. Mekke'nin fethi (doğrusu işgali), Muhammed'in siyasi kariyerinin belki de doruk noktasıydı; fakat artık eşsiz bir güce sahip olmasına rağmen, hala ona muhalefet edenler var­ dı. Batı Arabistan'ın en büyük üçüncü kenti Taif'i kontrol eden Sakif kabilesi, Mekke ve Kureyş ile önceden beri sıkı ilişkilere sahipti ve Muhammed'in kendileriyle yakınlaşma girişimleri­ ni reddetmeyi sürdürüyordu. Ü stelik Sakif kendi yakınların­ daki, epey tehlikeli olan Hevazin gibi kuvvetli göçebe kabile­ lerle ittifaklar kurmuşlardı. Bu yüzden Muhammed Mekke'yi aldıktan kısa bir süre sonra kuvvetleriyle Sakif ile müttefikleri Hevazin'in üzerine yürüdü ve onları Huneyn Savaşı'nda ye­ nilgiye uğrattı. Savaşın ardından Taif'i kuşattı ve sonunda kent teslim oldu. Muhammed artık Batı Arabistan'ın tartışmasız hakim si­ yasi figürüydü ve Mekke ile Taif'in düşmesinden yaklaşık bir yıl sonra, Arabistan' daki, ona bağlılıklarını sunmak için birbir­ leriyle yarışan, yerleşik veya göçebe, sayısız kabile grubunun gönderdiği elçileri kabul etıneye başladı. Muhammed bu sıra­ lar kuzeye başka bir büyük askeri sefer daha düzenledi, bu seferin hedefi Tebük kentiydi; asıl nedenleri iyi bilinmese de, bu sefer Muhammed'in kuzeye olan ilgisinin devam ettiğini

81

gösteriyordu. Muhammed, akıllıca bir hamleyle, Ebu Süfyan ve oğulları Muaviye ile Yezid gibi, daha önce kendisine muha­ lefet etmiş olan güçlü Kureyş liderlerinin sadakatinden emin olmak için bu son seferlerden yararlandı, onlara önemli görev­ ler ve ganimetlerden ayrıca pay verdi. Dahası, bu seferler sıra­ sında sağlıklı taraftarlarının daha faal olması gerektiğini ısrarla vurguladı. Yine bu sıralarda, Muhammed'in gittikçe artan siya­ si ve askeri gücü, onun pagan kabilelerle ittifaklar kurma politi­ kasından vazgeçmesine olanak verdi. Daha önce Mekke ile mücadele ederken mümkün olduğunca fazla müttefik bulmak gerektiği için bu politika kaçınılmaz olmuştu. Ama artık çok­ tanrıcılarla işbirliği yapmama politikasını ilan ediyordu; bun­ dan böyle onlara saldırılacak ve Tanrı'nın bir olduğunu kabul etmeye ya da savaşmaya zorlanacaklardı. (Bkz.: K. 9:1-16) 10 yılının sonunda (Mart 632), rivayetlere göre, Muham­ med Mekke'ye giderek büyük hac ziyaretini gerçekleştirdi. Medine'ye döndükten kısa bir süre sonra hastalandı ve birkaç gün sonra evinde, başı gözde eşi A işe'nin kucağındayken öldü (1 1/632). Yerel adetler gereğince, vücudu evinin zeminin altına defnedildi.

Kaynak Soru n u Muhammed'in hayahndaki olaylara ilişkin bu kısa özet, bir­ çok yönden makul (ve muhtemelen bazı yönlerden doğru) olsa da tarihçiler için rahatsız edicidir. Sorun, Muhammed'in faaliyetlerine ilişkin bu ayrınhlı resmin belgelerden ya da hiç olmazsa Muhammed'in yaşadığı dönemden kalma hikayeler­ den yararlanılarak değil, bundan yıllarca - hatta yüzyıllarca sonra derlenmiş edebi kaynaklardan yararlanılarak oluştu­ rulmuş olmasıdır. Bu kaynakların çok sonraki bir döneme ait oluşu ve epey özel hedefler gözetilerek oluşturulmuş olması, bunların daha iyi bilmek istediklerimiz hakkında çoğunlukla pek fazla şey anlatmadığını gösterir; mesela kadınların top­ lumdaki konumundan bu kaynaklarda ancak laf arasında

82

bahsedilir. Bu kaynaklarda aktarılan bazı - belki de birçok olayın gerçekten yaşanmış şeylere dair güvenilir açıklamalar olmadığından, daha ziyade Muhammed'in peygamberlik sta­ tüsünü doğrulamak, daha sonraki Müslüman cemaatinin tö­ rensel, toplumsal veya hukuki pratiklerini şekillendiren em­ saller oluşturmayı sağlamak ya da sadece, bundan sonraları yaşamış Müslümanların haklı olarak hakkında her şeyi bilme­ yi gittikçe daha fazla arzu ettikleri kurucularının hayatının yeterince iyi bilinmeyen kısımlarını doldurmak için daha son­ raki Müslüman kuşakların ürettiği efsaneler olduğundan kuş­ kulanmak da mümkündür. Muhammed'in hayahna ilişkin, yukarıdaki kısa özel'i.n kaynağı olan bu muazzam geleneksel açıklamalar deryası, o kadar fazla çelişki içerir ve o kadar kuşkulu bir anlatıma sa­ hiptir ki birçok tarihçi, onu olduğu gibi kabul etmeye çekin­ miştir. Örneğin mucize öykülerine ve açıkçası efsane kabilin­ den olduğu anlaşılan başka rivayetlere bolca rastlanır; mesela İ sa hakkındaki Hıristiyan efsanelerinde geçen "kalabalıkların doyurulması" öyküsünü andıran bir olaydan bahsedilir. Ü ste­ lik Muhammed hakkındaki bu geleneksel malzemenin krono­ lojisi sadece belirsiz ve karışık değildir, ayrıca nümerolojik sembolizm gözetilerek şekillendirilmiş olduğu yönünde de bazı göstergeler vardır. Mesela Muhammed'in hayahndaki tüm önemli olayların farklı yıllarda da olsa, aynı tarihte ve haftanın aynı gününde (12 Rebiyülevvel, Pazartesi) gerçekleş­ tiği anlatılır. Ayrıca, Muhammed'in geleneksel biyografisinde epey önem taşıyan bazı olayların, Kur'an'ın belirli ayetlerine tarihsel bir boyut kazandırmaya yönelik girişimlerden ibaret olduğundan kuşkulanılabilir; örneğin kimilerinin ileri sürmüş olduğu gibi, Nahle baskını hakkındaki rivayetler K. 2:21 7'nin bir tefsiri olarak üretilmiştir (bkz.: s. 45, kutucuk). Muham­ med'in hayat hikayesinin diğer bazı unsurları ise, bu hikaye­ nin gerçek bir peygamberin yapacağı şeylere ilişkin çağdaş beklentilere uygun düşmesi için üretilmiş olabilir (örneğin

83

yetim kalmış olması veya kendi halkı Kureyş kabilesi tarafın­ dan inkar edilmesi ve onlara karşı mücadele etmesi, Musa'nın hikayesini hatırlatır). Tarihçiler, Muhammed'in hayatının ana hatlarını gele­ neksel açıklamalarda betimlendiği haliyle kabul etse bile, kay­ nakların yanıtsız bıraktığı birçok inatçı soruyla yüz yüze gelir­ ler. (Mesela, Mekke'deki Kureyş kabilesi Muhammed'in mesa­ jına bu kadar sert bir biçimde karşı koyarken Medineli pagan­ lar neden kolayca ikna olmuşlardı? Muhammed'in Medi­ ne'deki asıl statüsü tam olarak neydi? Medineli Yahudilerle olan ilişkisi aslında nasıldı?) Maalesef elimizde geleneksel biyografinin herhangi bir unsurunu su götürmez bir şekilde doğrulayabilecek hiçbir özgün belge bulunmuyor; ne çağdaş­ ları tarafından Muhammed'e veya onun hakkında yazılmış ya da Muhammed tarafından başkalarına yazılmış mektupların asli nüshaları, ne de onun cemaatinin mensupları tarafından onun yaşadığı dönemde tutulmuş herhangi bir kayıt elimiz­ dedir. Muhammed'in hayatı hakkındaki geleneksel açıklamala­ rın sınırlarına ilişkin bu haklı kaygılar, kimi uzmanların bu açıklamalardaki her unsurun reddedilmesi gerektiği sonucuna varmalarına neden olmuştur. Fakat bu kadarı da kuşkusuz fazla olur ve bu bakımdan geleneksel açıklamalarda yer alan her şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmek kadar hassaslıktan uzak bir yaklaşımdır. Hakikat bu ikisinin ortasında bir yerde saklı olmalıdır; yakın zaman önce yapılan bazı çalışmaların göster­ meye başlamış olduğu gibi, geleneksel anlatılar içerdikleri tüm bu rahatsız edici sorunlara rağmen, görünüşe göre Mu­ hammed'in hayatı hakkındaki bazı en eski malzemeleri de içermektedirler. Bir gün, uzmanlar geleneksel malzemeler yığınını daha etkili bir biçimde ayıklamayı öğrendiklerinde, Muhammed'in hayatındaki başlıca olayların oldukça isabetli ve makul bir açıklamasını yapmak da mümkün olabilir. Fakat bugün bile böylesine hassas çalışmalar yapılmaktadır, hatta

84

şimdilik geleneksel anlahları tedbirli ve özenli bir şekilde de­ ğerlendirmek sağduyulu bir yaklaşım olacakhr. Bununla beraber, Muhammed'in hayahyla ve mesajının mahiyetiyle ilgilenen tarihçiler olarak bizim durumumuz hiç de umutsuz sayılmaz. Yedinci yüzyıldan kalma, Muham­ med' in yaşadığı zamandan kısa bir süre sonrasına, ama Müs­ lümanların geleneksel derlemelerinden epey öncesine ait olan birkaç gayrimüslim kaynak - sıkı sıkıya belge niteliğinde ol­ masa da - esasen güvenilir görünen bir tanıklık sunar. Bu kaynaklar sayıca az ve içerdikleri bilgiler bakımından epey sınırlı olsa bile çok kıymetlidirler. Örneğin, Hristiyan yazar Papaz Thomas tarafından yazılmış ve yaklaşık 640 yılına, yani Muhammed'in ölümünden sadece birkaç yıl sonrasına tarih­ lenmiş eski bir Süryanice kaynak, Muhammed'e dair en eski bahsi içerir ve onun taraftarlarının Gazze civarına bir baskın düzenlediği konusunda bizi bilgilendirir. Bu metin, en azın­ dan, kimilerinin ima ettiği gibi, Muhammed'in kendisinden sonraki dindar kuşakların yarattığı, tamamen hayal ürünü bir figür olmadığı konusunda tarihçilerin kendilerinden biraz daha emin olmalarına olanak verir; yani Muhammed adında bir kimsenin yaşadığını ve bir tür harekete liderlik ettiğini biliyoruz. Bu durum da geleneksel Müslüman malzemelerinin oluşturduğu muazzam topluluğun içerdiği diğer bilgilerin de tarihsel gerçeklere dayandığından biraz daha emin olmamızı sağlıyor. Asıl güçlük ise nelerin gerçeklere dayandığına ve nelerin dayanmadığına karar verilirken çıkıyor. (Bkz . : üçüncü bölüm, "Papaz Thomas" başlıklı kutucuk.) Üstelik ilk İnananlar cemaati hakkındaki en önemli bilgi kaynağı üzerinde de durmak gerekir: İ slam'ın kutsal kitabı Kur' an. İnanan Müslümanlara göre Kur' an, kuşkusuz Mu­ hammed' e vahyedilmiş olan Tanrı kelamının yazıya dökül­ müş halidir. Onu oluşturan ve binlerce ayetten (gerçek anla­ mıyla, Tanrı'nın varlığının "alametleri") oluşan 1 1 4 ayrı bö­ lümün (sure) her biri, İnananlara göre, normal, dünyevi, tarih-

85

sel zamanın çerçevesinin dışında var olan ebedi değerin dile getirilmiş halidir. Geleneksel Müslüman tefsiri, Kur' an için detaylı bir kronoloji geliştirmiş, her bir ayetin vahyini Mu­ hammed'in hayatının belirli bir anıyla ilişkilendirmiştir ve böylece esbıib-ı nüzul (iniş sebepleri) diye bilinen bir literatürü meydana getirmiştir. Batı' daki geleneksel Kur' an araştırmala­ rının yakından takip ettiği bu literatür, metni genellikle hem üslup hem de içerik farklılıkları dolayısıyla, Muhammed'in hayatının belirli aşamalarında (erken Mekke, orta Mekke, geç Mekke veya Medine) inmiş olan ayetler şeklinde böler. Müs­ lüman geleneği, aynı şekilde, vahyin yazılı bir kitaba dönüşme sürecine dair açıklamaları da kayda geçirir. Bu görüşe göre, ilk önce peygamberlerinin hafızasına kazınan muhtelif vahiyler onun taraftarları tarafından ezberlenmiştir; bundan sonra ilk cemaate mensup farklı insanlar bunları pasajlar halinde yazıya dökmüştür; sonunda, Muhammed'in ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra, dağınık haldeki vahyin yazıya dökülmüş ve henüz dökülmemiş olan kısımları, yazıcılardan oluşan bir heyet tarafından bir araya getirilmiş ve nihai yazılı haliyle derlenmiştir. Muhammed'in hayatı hakkındaki geleneksel anlatıları sorgulayan tarihçiler, Kur'an'ın metninin nasıl birleştirildiğine dair bu açıklamayı olduğu gibi kabul etmekte de muhtemelen zorlanacaklardır; fakat bu açıklamayı reddedersek, Kur'an'ın ne tür bir metin olduğundan ve nereden geldiğinden emin olamayız. Edebi-eleştirel metin yaklaşımlarından yararlanan revizyonist uzmanlar, bu noktadan hareket ederek son yıllar­ da Kur'an'ın kökenleri ve mevcut haliyle mahiyetine ilişkin alternatif teoriler sunmuşlardır. Kimileri Kur'an'ın Hristiyan Arap cemaatlerinin İ slam öncesi strofik ilahilerinden doğdu­ ğunu, Muhammed'in Kur'an'ı oluştururken bunları uyarladı­ ğını ileri sürmüştür. İlk defa 1970'lerde yaygınlaşan "geç kö­ kenler" hipotezi de aynı ölçüde radikaldir. Bu görüşe göre, Kur'an M.S. yedinci yüzyıl başlarının Batı Arabistan'ının bir

86

ürünü olmak şöyle dursun, aslında Müslüman cemaati içinde, iki yüz yıldan uzun bir zaman boyunca ve çoğunlukla Arabis­ tan' ın dışında, belki de esasen Irak'ta yavaş yavaş ortaya çık­ mıştır. Bu teorinin savunucularına göre, Kur'an'ın kökenlerine ilişkin geleneksel anlatı, yani onun Muhammed'e inmiş vahiy­ lerden oluştuğu anlatısı, aslında kendi inançlarını ve cemaat­ lerinin mevcudiyetini eski bir peygamber figürünün dinsel deneyimine dayandırmayı arzulayan, daha sonraki dönem­ lerde yaşamış Müslümanlar tarafından yapılmış dindarca bir yansıtma girişiminden ibarettir. "Geç kökenler" hipotezi doğru ise, Muhammed'in haya­ tını ve ilk cemaatin inançlarını anlamaya uğraşan tarihçiler için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Fakat "geç kökenler" hipote­ zi, Kur' an metninin birçok özelliğini açıklamakta yetersiz ka­ lır; çünkü metin analizleri, Kur'an'ın aslında Muhammed'in cemaatinin tarihinin epey erken bir kısmında - Muhammed'in ölümünü izleyen en fazla otuz yıl içinde - bir araya getirildi­ ğini gösteriyor. Örneğin, uzmanların kuşaklar boyunca yaptığı özenli çalışmalar, bu metin M.S. yedinci yüzyılın başlarından daha sonra oluşturulmuş olsaydı, cemaatin sonraki dönemle­ rinde yaşanan önemli olaylara yapılmış olması neredeyse ke­ sinlikle beklenebilecek herhangi bir anakronistik atfa ilişkin makul bir ipucuna rastlamamışlardır. Üstelik Kur'an'da yer alan bazı sözcükler bu metnin ya da onun önemli kısımlarının Batı Arabistan' da üretildiği izlenimini uyandırıyor. Sonuç olarak, görünüşe göre, ele aldığımız metin, cemaatin Batı Ara­ bistan' daki hayatının ilk aşamalarının ürünü olmalıdır. Fakat bu, en başa döndüğümüz ve Kur'an'ın kökenlerine dair geleneksel görüşü kabul edeceğimiz anlamına gelmez. Bizzat Kur' an "apaçık Arapça bir dilde" indirilmiş olduğunu ileri sürmesine rağmen, onu oluşturan birçok pasaj, sözcükle­ rinin özgün bağlamlarında neleri ifade etmiş olabilecekleri bi­ linse bile, apaÇık olmaktan hayli uzak olmaya devam etmekte­ dir. Kur'an'ın daha eski metinlerden pasajlar içermesi, bunları

87

H. birinci yüzyıla tarihlenen, San' a' da (Yemen) bulunmuş, bilinen en eski Kur'an'ın bir yaprağı (K. 7:37-44). Erken tarihli bu yaprağın ayırt edici özelliği, dikey fırça darbelerinin sağa yatık olması, vurgu işaret­ leri art arda yazılmış olması ve birçok harfin şeklinin daha sonraki Arapça el yazısından ziyade anıtlardaki yazılara benzemesidir.

88

değişikliğe uğratmış ve yeniden kullanmış olması mümkün­ dür. Kur'an'ın çeşitli parçalarının üslubunun ve içeriğinin belirgin biçimde farklı olması, mevcut haliyle bu metnin esa­ sen Arabistan' daki farklı İnananlar cemaatlerine ait ayrı me­ tinlerin bir bileşimi olduğunun delili olabilir. Son zamanlarda yapılmış bazı araşhrmalar, Kur'an'ın metninin Yakın Do­ ğu' daki Süryanice konuşan Hristiyan cemaatlerinin teolojik tartışmalarından sadece haberdar olmakla kalmayıp bunlara kendince karşılık verdiğini de akla getiriyor. Metin üzerinde yapılacak olan başka çalışmalar, hem geleneksel İ slami araş­ tırmaların hem de geleneksel Batılı araştırmaların ayrıntılı biçimde ileri sürdüğü gibi, Kur' an' daki belirli pasajların Mu­ hammed' in hayatının belirli aşamalarıyla yakından bağlantılı olup olmadığını gösterecektir. Şimdilik söyleyebileceğimiz tek şey, Kur'an metninin açıkça eski olduğudur.

İ l k İ n a n a n l a r H a reketi n i n Ka ra kteri Kur' an metninin Muhammed tarafından başlatılan hareketin ilk aşamasına tarihlenmesi, tarihçilerin bu ilk cemaatin inanç­ larıyla değerlerinin içyüzünü anlamak için bu metinden fay­ dalanabileceği anlamına gelir. Daha sonraki edebi kaynaklar ise, bu ilk inançların neler olduğunu daha ayrıntılı bir biçimde kavramak amacıyla ancak bunun ardından ve ihtiyatla kulla­ nılmalıdır; fakat daha sonraki tarihlere ait bu kaynaklarda rastlanan tahrif ve idealleştirme sorunları bunların "destekle­ yici" rolünü bile çoğu kez iyice belirsizleştirir. Bu yüzden bilgi edinmek için Kur' an' da söylenenlere sıkı sıkıya bağlı kalmak en doğrusu olacaktır. Başlıca İnanışlar

O halde Kur' an bize Muhammed ve ilk taraftarları hakkında neler anlatmaktadır? Öncelikle, Kur'an'ın çoğunlukla kendi deyişiyle " İnananlar"a (mü 'minun) hitap ettiğini belirtmeliyiz. Bu bakımdan, genellikle Muhammed' e ve taraftarlarına esasen

89

"Müslümanlar" (müslimun, asıl anlamıyla "teslim olanlar") diye ve onun hareketine " İ slam" diye atıfta bulunan gelenek­ sel Müslüman anlatılarından ve modern bilimsel pratikten farklılaşır. Bununla beraber bu son kullanım biçimi, Kur' an' a yansıdığı haliyle cemaatin ilk zamanlarına uygulanırsa yanıl­ tıcı olur. İslam ve müslüman sözcüklerinin Kur'an'da geçtiği elbette doğrudur, hatta bu sözcüklerin metinde zaman zaman Muhammed'i ve taraftarlarını kastetmek için kullanıldığı da öyle. Fakat bu örnekler, Muhammed ve taraftarlarına mü 'minun, " İnananlar" diye atıfta bulunulan durumların sayı­ sının yanında çok azdır - yaklaşık bin defa mü'minun denme­ sine karşılık müslim sözcüğünün geçtiği yer sayısı yetmiş beşi bulmaz. Daha sonraki Müslüman geleneği, Muhammed'in yaşadığı dönemin üzerinden yaklaşık yüz yıl geçtikten sonra, Muhammed'in taraftarlarının kimliğini Müslümanlar şeklinde vurgulamaya ve onlardan İnananlar diye bahsedilen birçok pasajın önemini azaltmak amacıyla, bu iki terimi eşanlamlıy­ mış ve birbirlerinin yerine geçebilirlermiş gibi sunmaya başla­ dı. Fakat Kur' an' da yer alan birçok pasajın net biçimde gös­ terdiği gibi mü 'min ve müslim sözcükleri açıkçası ilişkili olma­ larına ve kimi zaman aynı kimseler için kullanılmalarına rağ­ men eşanlamlı olamazlar. Örneğin K. 49:14'te şöyle denir: "Bedeviler, ' İnandık' (amenna) dediler. [Onlara] de ki: ' İnan­ madınız; fakat "teslim olduk" (eslemna) deyin, zira İ man he­ nüz kalplerinize girmiş değil."' Bu pasajda İnanç açıkçası "tes­ limiyet"ten (islam) farklı (ve daha iyi) bir şeyi ifade ediyor; dolayısıyla İnanan ile Müslüman'ı bir tutmamalıyız, bununla beraber kimi Müslümanların İnananlardan olduğunu söyleye­ biliriz. Kur' an' ın - genellikle "Ey İnananlar . . . " gibi ifadelerle - sık sık İnananlara hitap etmesi, bizi Muhammed'in ve ilk taraftarlarının kendilerinin her şeyden önce bir Müslüman cemaati olduğunu değil, bir İnananlar cemaati olduğunu dü­ şündüklerine ve kendilerine İnananlar diye atıfta bulundukla­ rına hükmetmemiz gerektiğini gösteriyor. Üstelik onların

90

kendilerini İnananlar olarak saydığı düşüncesi, Muhammed' in ölümünü izleyen onyıllara tarihlenmiş, epey eski bazı belgesel kanıtlarla da doğrulanmaktadır. Bu nedenle standart bilimsel pratiği ben de bir kenara bırakacağım ve bu sayfalarda Mu­ hammed' e ve ilk taraftarlarına " İnananlar cemaati" veya " İna­ nanlar hareketi" diye atıfta bulunacağım. (Müslim sözcüğünün en eski gerçek anlamı hakkındaki bir tartışma için bu bölümde yer alan "Ekümenizm" başlıklı kısma bakınız.) Ayrıca, Mu­ hammed muhtemelen kendi hareketini kısa bir süreliğine, İ slam öncesine ait olup hakkında pek net bilgiye sahip olma­ dığımız bir tektanrıcılık anlayışına atıfla "Haniflik" (hanifiyye) diye adlandırmış olabilir, fakat görünüşe bakılırsa bu kulanım yaygınlaşmamıştır. Muhammed ve taraftarları kendilerinin en başta İnanan­ lar olduğunu düşünmüşlerse, neye inanmışlardı? Her şeyden önce, İnananlara Tanrı'nın birliğini tanımaları emredilmişti: (Allah, açıkçası "Tanrı" sözcüğünün Arapça karşılığıdır.) Kur'an katı bir tektanrıcılık mesajını durmadan tekrarlar, onu duyanlara daima Tanrı'yı önemsemelerini ve O'nun iradesine itaat etmelerini öğütler. Çoktanrıcılık günahını (şirk, yani baş­ ka şeyleri Tanrı'ya "ortak koşmak") sertçe eleştirir, ki Müslü­ man geleneğinin belirttiği gibi, Muhammed'in yetiştiği Mek­ ke'deki baskın dini görüş buydu. Kur'an'ın veya İnananların perspektifine göre, her şeyi yaratan ve bize hayat veren Tan­ rı'nın birliğini tanımamak en büyük nankörlük.tür ve inançsız­ lığın (küfr) özüdür. Fakat Kur'an'ın katı tektanrıcılığı, Hristi­ yanlığın teslis öğretisini de Tanrı'nın mutlak birliği düşünce­ siyle bağdaşmadığı için kınar: "Tanrı'nın üçün üçüncüsü ol­ duğunu söyleyenler inançsız olmuşlardır; oysa tek Tanrı' dan başka tanrı yoktur . . . " (K. 5:73). Görmüş olduğumuz gibi, tektanrıcılık düşüncesi, Mu­ hammed'in yaşadığı dönemde Arabistan da dahil olmak üzere bütün Yakın Doğu'da gayet iyi bilinmekteydi, dolayısıyla Kur' an "çoktanrıcıları" sık sık kötüleyerek, kimilerinin haklı

91

olarak ileri sürmüş olduğu gibi, teslisçi Hristiyanları ve Mu­ hammed'in gönülsüz tektanrıalardan saydığı başka herkesi hedef almış olmalıydı. Ne olursa olsun, Kur' an İnananların başlıca mecburiyetinin Tanrı'nın birliğini kayıtsız şartsız kabul etmek olduğunu açıkça belirtir. Göreceğimiz gibi, hakiki ima­ nın diğer çoğu unsurunun kaynağı da en temelde yer alan bu kavram, yani Tanrı'nın asli birliği düşüncesiydi. Ahiret Günü veya Hesap Günü'ne (yevmud-din) inanmak da İnananlar için önem taşır. Dünyayı ve onun üzerindeki her şeyi yaratan ve hayat veren Tanrı olduğu gibi, tüm bunların bildiğimiz haliyle fiziksel dünyanın, zamanın ve her şeyin - ne zaman sona ereceğine de O karar verecektir. Kur'an Ahiret Günü hakkında kayda değer ayrıntılar sunar: O gün aniden ve habersiz gelecek; o günden hemen önce doğal dünya büyük değişimler geçirecek - dağlar su olup akacak, gökler yarılacak, yıldızlar düşecek; o günden önce ölmüş olan herkes dirilecek ve mezarlarından çıkacak; tüm insanlık nihai hükümle yüz­ leşmek için Tanrı'nın huzuruna çıkarılacak ve bundan sonra hepimiz ya zevk ve rahatlığın hakim olduğu bir cennete ya da işkence ve ızdırap dolu bir cehenneme gönderileceğiz ve son­ suza kadar orada kalacağız. Ama Kur'an Hesap Günü'nün nasıl yaklaştığını betimlemekle kalmaz - her şeyden önce, o günün yaklaştığı konusunda bizi uyarır, Tanrı'ya içtenlikle inanarak ve erdemli bir şekilde yaşayarak kendimizi o güne hazırlamamız gerektiğini öğütler. Kur' an' dan ayrıca İnananların vahiy ve peygamberlik kavramlarını kabul ettiklerini de çıkarabiliriz. Kur' an Tan­ rı'nın kendi kelamını insanlığa birçok defa, bir dizi elçi (resul) ve peygamber (nebi) aracılığıyla bildirdiğini açıkça ifade eder. (Resul ve nebi arasındaki teknik ayrıma bu bölümün ileriki kısımlarında daha ayrıntılı bir biçimde değinilecektir.) Kur'an bu elçi ve peygamberlerin hayatları hakkında birçok hikaye sunar ve bunlardan birçok ders çıkarır. Bunlar arasında Eski ve Yeni Ahit'ten aşina olduğumuz birçok figürün - A dem,

92

Nuh, Eyyub, Musa, İbrahim, Lut, Zekeriya, İsa vd. - yam sıra, başka hiçbir kaynakta bahsedilmeyen birkaç Arap peygamber (Hud, Salih) ve elbette Kur'an'ın indirildiği Muhammed yer alır. Doğrusu, Kur'an Tanrı kelamının en son vahyi olduğu için, zaman içinde çarpıhlmış oldukları söylenen daha önceki vahiy­ leri hükümsüz kılar. İnananlara da meseleleri "Tann'ya ve O'nun elçisi" Muhammed'e göre çözmeleri öğütlenir. Bu fikirler bileşkesinin bir kısmı, bazı hallerde, Tanrı kelamının hatasız biçimde yazıya geçirilmiş olan kutsal örneğine, başka hallerde ise görünüşe göre doğrudan Kur' an' a ya da diğer, daha eski kutsal kitaplara ahfla "kitap" kavramında kendini gösterir. K. 7, A'RAF ! YÜKSEKLİK: 11-18 Biz sizi yarattık ve size şekil verdik, sonra da meleklere "Adem' e secde edin!" dedik. İblis dışında hepsi secde etti, o ise secde eden­ lerden olmadı. /0 [Tanrı], "Sana [böyle yapmanı] emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan neydi?" dedi. İblis, "Ben ondan daha üstünüm; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan." diye yanıtladı. /[Tanrı] dedi ki: "Öyleyse in oradan [bahçeden]; orada gururlan­ maya hakkın yok. Çık, çünkü sen küçük düşenlerdensin." /[İblis] dedi ki: "Bana onların yeniden dirilmesine kadar izin ver."/ [Tan­ rı] dedi ki: "Sen izin verilenlerdensin." /[İblis] dedi ki: "Öyleyse beni ayarthğın için ben de senin doğru yoluna pusu kuracağım. /Sonra onlara önden, arkadan, sağdan ve soldan sokulacağım; onların çoğunun [sana] şükrettiğini görmeyeceksin." /[Tanrı] dedi ki: "Çık oradan, sen kınandın ve kovuldun! Sahiden, seni izleyen her kim olursa cehennemi onlarla dolduracağım."

İnananlara ayrıca Tanrı'nın meleklerine - yani Tanrı'ya çeşitli biçimlerde, mesela en önemlisi Tanrı'nın kelamını vahiy anında peygamberlere taşıyarak, Hesap Günü sırasında katip­ lik yaparak ve Tanrı'nın iradesi uyarınca dünyevi olaylara muhtelif şekillerde müdahale ederek yardımcı olan yaratıklara - inanmak da öğütlenir. Şeytan (diğer bir deyişle İblis), Kur' ani ilkelere göre, daima insanlarla bir arada bulunan ve

93

onlara günah işletmeye uğraşan, düşmüş bir melekten başka bir şey değildir (K. 7:1 1 -22). Dindarlık ve İbadetler

Kısacası, İnananlar hareketini şekillendiren başlıca kavramlar şunlardı: tek Tanrı, Kıyamet Günü, Tanrı'nın elçileri, kitap ve melekler. Ama Kur' an, gerçek bir İnanan olmak için bu fikirle­ ri kabul etmenin yeterli olmadığını, bunun dışında dindarca yaşamanın da gerekli olduğunu açıkça belirtir. Kur' an' a göre, Tanrı'nın yarattıkları olma durumumuz, O'nun kelamına din­ darca itaat etmeyi gerektirir: Tanrı'yı aklımızdan çıkarmama­ mız ve ibadet ederken O'na hürmet etmemiz gerekir. Ayrıca, aynı ölçüde Tanrı'nın yaratıkları olan diğer insanlara da say­ gıyla davranmamız gerekir; Kur'an'ın kibre (tekebbür) karşı yaptığı uyarılar ve talihsiz kimselere yardımcı olunması yö­ nünde verdiği emirler, onun çeşitli ayinlere yansıdığını gör­ düğümüz, sıkı sıkıya eşitlikçi bir mesaja sahip olan dindarlık görüşünün önemli bir parçasıdır. Ayrıca görünüşe göre İna­ nanlar günahlarla dolu bir çağda yaşadıklarını hissetmiş ve daha erdemli bir hayat sürmedikçe kurtuluşlarının tehlikeye gireceğinden korkmuşlardır. O halde İnananlar hareketinin dindarlığı nasıldı? Her şeyden önce, Kur' an İnananların düzenli olarak ibadet etmesi gerektiğini açıkça belirtir. Bu ibadetler Tanrı'nın yardımının dilendiği veya iyiliğinin istendiği, herhangi bir şekle bağlı olmayan duaları ve daha biçimsel bir ibadet olan, günün belirli vakitlerinde ve belirli bir şekilde gerçekleştirilen ve tercihen, sosyal statüleri ne olursa olsun birbirlerinin eşiti sayılan İna­ nanların, Tanrı'nın huzurunda omuz omuza durarak kıldıkları namazı (salat) içerir. Kur'an'da namaza yapılan atıflar, onun içtenlikle yerine getirilmesi için verilen emirler ve ne zaman ve nasıl kılınacağına dair talimatlar o kadar sıktır ki, bir göz­ lemcinin ileri sürdüğü gibi, "namaz . . . Kur'anı dünya görü­ şünde, dinsel davranışın temel dokusunu oluşturur."

94

K. 1 1, HÜD: 1 14 Ve günün iki ucunda, bir de gecenin bir kısmında namaz kıl; doğ­ rusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu hahrlayanlar için bir hatırlat­ madır.

Kur' an şafaktan önce, gün batımından önce, geceleyin ve gün içinde namaz kılmayı öğütler (örneğin bkz.: K. 1 1 : 1 14, 1 7:78-79, 20:130 ve 76:25-26). "Orta namaz"a yapılan bir atıf (K. 2:238), Muhammed'in hayatının belirli bir aşamasında İnananlar arasında standart örüntünün günde üç kez namaz kılınması olabileceğini akla getirir, fakat Kur' an' da namaz vakitlerine yapılmış atıflarda geçen sözcükler çeşitlidir ve dönemsel içerimleri bakımından net değillerdir; bu atıflar evrimleşmekte olan bir durumun farklı evrelerini yansıtıyor olabilirler. Namaz ibadetinin açıkça tanımlanmış bir biçimde beş vakit halinde sistemleştirilmesi henüz gerçekleşmemiş gibidir (en azından Kur'an'da böyle bir sistemleştirmeye dair ikna edici bir delil bulunmaz), bu sistemleştirme Muham­ med'in ölümünü izleyen yüzyılda yapılmıştır2, fakat genelde ilk İnananlardan Tanrı'yı gün boyunca akıllarından çıkarma­ maları beklenmişti. İlk İnananlar günde kaç vakit namaz kıl­ mış olursa olsunlar, namaz ibadetinin nasıl gerçekleştirildiğini Kur' an' daki ilgili atıfların içerdiği sözcüklerden yola çıkarak anlayabiliriz. Namazın ayakta durmayı, eğilmeyi, secde etme­ yi, oturmayı ve Tanrı'nın adını anmayı içerdiği netti, fakat bu ibadetin eksiksiz bir mekaniğini ve işleyişini tek başına Kur' an' dan çıkaramayız. Bundan başka, Kur' an İnananların önceden namaza davet edildiğinden ve namazdan önce suyla temizlenmeleri gerektiğinden de bahseder. Öyleyse kesinlikle açıktır ki, Muhammed döneminde yaşamış İnananların kıldığı İbn İshak, Rebi' İbn Habib, Abdürrezzak gibi erken dönem kaynaklarda Hz. Peygamber'in peygamberliğinin ilk yıllarından itabaren namaz kıldı­ ğı, ancak İsra olayından sonra 5 vakit kılmaya başladığı konusunda bilgi­ ler vardır. (ed.)

95

düzenli namazın daha sonraki "klasik İ slami" namazla ben­ zerlikleri epey fazlaydı, bununla beraber ilk namaz pratikleri­ nin kesin içeriği günümüzde bile hala net değildir. Kur'an'ın İnananlar için çok önemli olduğunu belirttiği diğer bir pratik ise hayatta sıkıntı çeken kimselere iyilik yap­ maktır - bu, tüm insanların temelde eşit olduğu ve talihleri­ mizdeki tüm farklılıkların salt tesadüfi olduğu fikrinin başka bir biçimde ifadesidir. Bu, Kur'an'ın birçok yerinde su götür­ mez biçimde ifade edilmiştir: " . . . fakat Tanrı' ya, Ahiret Gü­ nü' ne, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan, serveti[ni] çok sevse bile yakınlarına, yetimlere, muhtaçlara, yolculara, dilenenlere ve [özgür olmaları için] kölelere veren ve namaz kılıp zekat veren . . . doğru insandır" (K. 2:177) . Daha sonraki Müslüman geleneği, bu tarz hayır işlerine zekat veya sadaka terimleriyle atıfta bulunur; bu iki terim, Kur'an'ın sayısız pasajında namazla sıkı sıkıya ilişkilendiril­ miştir ve sonraki Müslüman geleneği bunların namaz gibi, İnananları ayırt eden "imanın şartlarından"*3 biri olarak kabul eder. Yakın zaman önce yapılan araştırmalar ise, zekat ve sada­ kanın özgün Kur' ani anlamının hayırseverliği içermediğini, daha ziyade belirli bir tür günah işlemiş kimselerin, günahla­ rından arındırılmaları ve diğer işlerinin yolunda gitmesi ama­ cıyla Muhammed'in kendileri için dua etmesi karşılığında ödedikleri bir cezayı ifade ettiğini öne sürüyor. Doğrusu, yu­ karıda alıntılanan ayette bile, namaz kılmaktan sonra zekat vermekten bahsedildiği görülebilir, bunun da yoksullara para veya mal vermekten (ki sadaka ile genellikle bunu kastederiz) farklı bir şey olduğu anlaşılır, çünkü ayette bundan bahsedilen yer de namazdan bahsedilen yerden öncedir. Zekat veya sada­ kanın kefaret veya günahlardan arınmak için yapılan bir öde­ me olduğu şeklindeki bu anlayış, şu ayetlerde daha net bir *3

96

"İman" ve "İslam" kavramlarının anlamları için bk. Atay, Kur'an'da İman Esasları, Ank. 1998; TDV İslam Ansiklopedisi "İman" ve "İslam" madde­ leri (ed.)

biçimde göze çarpar: "Diğerleri günahlarını itiraf ettiler . . . . / Onları temizlemek ve arıtmak [tuzekki] için mallarından sadaka al ve onlar için dua et, çünkü senin duan onlar için bir teselli­ dir. Tanrı her şeyi duyar, her şeyi bilir" (K. 9:102-103; "arın­ mak" fiilinin Arapça karşılığı ile zekat sözcüğü aynı kökten gelmektedir). Bununla beraber, İnananların zaman zaman bunun gibi arınma ödemeleri yapmakla sorumlu tutulması, cemaatin kendi manevi saflığını muhafaza etmeye, tam anla­ mıyla erdemli biçimde yaşayan bir cemaat olmaya çalışmaya, böylece kendilerini çevrelerindeki günahkarlardan ayırmaya ve ahiret hayatında selamete ermeye es a sen ne kadar odak­ landığını ortaya koyar. Görünüşe göre, zaman geçtikçe bu mensubiyet ölçütü gevşetilmiş, böylece temel iman beyanını dile getiren herkes cemaate kabul edilir olmuştur, fakat bu kimseler bu beyanla kendilerini birtakım yüksek ahlak stan­ dartlarına en azından teorik olarak tabi kılmış olurlardı. İnananlardan sağlıklı oldukları sürece, Müslüman takvi­ minin dokuzuncu ayı Ramazan' da ve başka belirli zamanlarda günahların kefareti için gündüz saatleri boyunca oruç tutma­ ları da beklenirdi (K. 2:183-185) . Oruç, özellikle de aşure (birin­ ci ayın onuncu günü) orucu, Yakın Doğu'daki Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından eskiden beri tutulurdu; bu pratik muh­ temelen Arabistan' daki pagan kültlerine bağlı olanlar arasında da mevcuttu ve bu durum İ slam döneminde de böyle devam etmişti. Bununla beraber, bu eski oruç geleneğinin İnananların pratiğine ne ölçüde katkıda bulunduğu net değildir. Yine de yılın bu mevsiminde Ramazan orucu tüm İnananların, en azından teoride, Tanrı'yı özellikle hahrlamasını sağlardı ve İnananları toplu bir törensel faaliyet sayesinde bir cemaat halinde birbirine bağlardı. Sonuçta Ramazan orucu öne çıka­ rıldı ve aşure orucunun tutulması isteğe bağlı hale getirildi. Kur' an ayrıca İnananların yapması gereken hac törenle­ rinden de bahseder. Bunlar Mekke'deki Kabe çevresinde ger­ çekleştirilen umre, yani "küçük hac" ile Zilhicce ayının belirli

97

günlerinde Mekke' den birkaç mil uzaktaki Arafat ve civarında gerçekleştirilen "büyük hac" dı (K. 2:196-200, 5:94-97). Kabe'ye yapılan hac ziyareti, tavaf ve diğer ayinlerle birlikte İ slam' dan önce de yapılmaktaydı, hatta Geç Eski Çağ Yahudiliği ve Hris­ tiyanlığında haccın başka biçimlerinin sağlam bir yeri vardı, öyle ki ilk İnananların hac pratiklerini incelerken bakmamız gereken çerçeveyi kısmen bunların meydana getirdiğini dik­ kate almamız gerekir. Yine de, görünen o ki haccın İnananlar için bir yükümlülük olarak emredilmesi ancak Muhammed'in Medine' deki son yıllarına rastlamış olmalıydı, zira açıktır ki Muhammed ve Medine' deki taraftarlarının savaş halinde ol­ dukları Mekke'ye gitmeleri mümkün değildi. Genel olarak Muhammed'in peygamberliğinin Mekke dönemine tarihlenen Kur' an surelerinde hacdan hiç bahsedilmemesi de manidardır. Bununla beraber Muhammed'in hac meselesini 6/628'deki Hudeybiye seferi sırasında, hac ziyaretini yapmak amacıyla taraftarlarından oluşan büyük bir grupla birlikte, silahsız ola­ rak Mekke'ye yürüdüğü zaman öne çıkardığını görürüz. İna­ nanların bu ziyareti, Kureyş tarafından geri çevrildi; ama bundan önce onlara ertesi yıl hac ziyareti yapmak için Mek­ ke'ye gelmelerine izin veren bir anlaşma yapıldı. Elbette, İ sla­ miyet'ten önce Kabe' de yapılan ve pagan ayinlerinden oluşan hac törenlerini İnananların tektanrıcı görüşleri ışığında yeni­ den yorumlamak gerekiyordu. Müslüman geleneği, Kabe' deki törenlerin esasen ilk tektanrıcı olan İbrahim tarafından başla­ tıldığını ama bundan sonra pagan pratikleriyle bozulduğunu ileri sürer. İnananların haccı da esasen tektanrıcı bir pratiğin yeniden uygulamaya konması şeklinde tarif edilmişti. Mu­ hammed'in 6/630'da Mekke'yi işgal etmesine ilişkin hikaye, görmüş olduğumuz gibi, onun Kabe'yi içindeki pagan putla­ rından nasıl temizlediğini anlatır.

98

K. 2, BAKARA / İNEK: 183-185 Ey İnananlar, sizden önce gelenlere olduğu gibi size de, takvaya eresiniz diye, oruç tutmak farz kılındı. [184] Sayılı günlerde tutula­ caktır. Aranızdan hasta olanlar ve yolculuk edenler ise başka gün­ lerde oruç tutsun. Oruç tutabilecek durumda olup tutmayanlar ise yoksul bir kimseyi doyurarak fidye öder; bir kimse kendi isteğiyle daha fazla bir iyilik yaparsa bu onun için daha hayırlı olur; fakat bilseniz, oruç tutmak sizin için daha hayırlıdır. [185] Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, öğütlerin ve emirlerin apaçık delili olan Kur'an'ın insanlara indirildiği aydır: Aranızdan kim bu aya ererse oruç tutsun, kim o zaman hasta olursa veya yolculuğa çıkarsa [tu­ tamadığı orucu] başka günler tutsun. Tanrı sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bunun için [bu günleri] tamamlayın ve Tanrı'yı yüceltin, çünkü O size doğru yolu gösterdi; böylece ona şükretmiş olabilirsiniz.

İnananların kendilerini ayırmayı istedikleri, günahlarla dolu bir dünyada yaşadıklarını düşünmüş olma ihtimali, Kur' an' da öykünme veya yasak konusu olarak öne çıkarılan daha rutin başka pratiklerde de ifadesini bulur. İnananlar mü­ tevazı giyinmeye teşvik edilmişlerdir (K. 24:30-31) - bunun çevrelerindeki kimselerden farklı görünmek için yapıldığı açık­ hr - ve onların domuz eti ile hayvan leşi yemesi ve kan içmesi yasaklanmışhr (K. 2:173). Sarhoşken namazlara kahlmamaları emredilmiştir (K. 4:43). Genel ahlaksal esaslara da sık sık rastla­ nır. Örneğin K. 60:12' de, görünüşe göre epey yaygın olan ve ağır günah sayılan bir dizi uygulama birkaç sahrda yasaklanır: Tann'ya ortak koşmak (şirk), hırsızlık, zina, çocuk katli, yalancı şahitlik, peygambere itaat etmemek. Bunlar gibi pasajlar, İna­ nanların kendi çevrelerindeki, günahkarlığın kol gezdiği bu dünyadan duydukları kaygıları ve kendi davranışlarında daha yüksek bir standardı benimseyerek yaşamayı istediklerini orta­ ya koyuyor.

99

Kur'an'ın İnananlara emrettiği dindarlık ise onların Tan­ rı'yı akıllarından çıkarmadıklarını birçok yolla, devamlı gös­ termelerini gerektirirdi: namaz kılmak, hayır işleri yapmak, doğru davranış vs. Kur'an'ın erdemli davranışın önemine yaptığı vurgu o kadar fazladır ki, sıkı sıkıya tektanrıcı bir ha­ reket olan İnananlar hareketini, aynı zamanda sıkı sıkıya din­ dar bir hareket olarak tanımlamamızda hiçbir sakınca olmadı­ ğı ortaya çıkar. Bu bakımdan İnananlar hareketi, Geç Eski Çağ'ın Yakın Doğu dinlerinde bulunan dindarlık eğiliminin bir devamı olarak görülebilir. İnananlar hareketini bu genel bağlamda görmek anlamlı olsa da, Kur' an' dan yola çıkarak kavradığımız haliyle İnananlar hareketinin dindarlığının, bu daha geniş çaplı dindarlık eğiliminin Arap kültürel ortamına uyum sağlamış, benzersiz bir tezahürünü temsil ettiği de kuş­ kusuz doğrudur. İnananlar kendi etraflarındaki dünyanın kötülüklerle dolu olduğunu hissetseler de, onların hareketinin dindarlığı, en azından asli bir unsur olarak, Geç Eski Çağ'ın Hristiyan geleneğinde, özellikle Suriye ve Mısır' da epey öne çıkan çileci yönelimden yoksundur. Doğrusu, ölçülülük ve tevazu Kur'an'ın eşitlikçi ethosu çerçevesinde farz kılınmıştır, zenginlik ise ara sıra gafiller için bir tuzak olarak sunulur. Bir pasajda çocukların ve ailenin, insanı Tanrı' dan başka hiçbir şey düşünmeme görevinden alıkoyan oyalamalar olduğu bile ima edilir: "Zenginlik ve oğullar dünya hayatının süsüdür; baki kalan iyi işler ise Tanrı katında daha iyidir . . . " (K. 18:46). Fakat bu düşünceler, bu hayata özgü iyi şeylerin Tanrı'nın lütfu olduğunu ve O'nun İnananlara bahşettiği iyilikler olarak kabul edilmeleri gerektiğini belirten birçok ayetle fazlasıyla dengelenir: "Ey İnananlar, Tanrı'nın size helal kıldığı güzel şeyleri kendinize haram etmeyin, aşırıya da kaçmayın, çünkü Tanrı aşırıya kaçanları sevmez" (5:87). Öyleyse, görünüşe gö­ re, İnananların kendi çevrelerinde gördükleri kötülükler, ta­ mamen insani veya toplumsal fenomenlerden ileri geliyordu; bu da doğal dünyanın nimetlerinin Tanrı'nın nimetlerinden

100

farklı olması gerektiğini hiçbir şekilde göstermezdi. İnananla­ ra ölçülü davrandıkları sürece bunlardan ve topluma özgü birçok şeyden keyif alma izni verilmiş, en azından herhangi bir yasak konulmamıştı. Evlilik ve çocuk yetiştirme olağan sayılmış ve genelde erdemli yaşamaya uygun düşmeyen bir şey olarak sunulmamıştı. Kısacası, İnananların dindarlığı dünyanın ve gündelik hayatın parçası olarak işlemesi öngörü­ len bir dindarlıktır ve Geç Eski Çağ'ın Hristiyan geleneğinde olduğu gibi çileci bir sakınma ile onlardan koparılmamıştır. Bu bakımdan İnananların dindarlığı, Geç Eski Çağ'ın Yahudi­ liğinde görülen, sağduyuya dayalı doğruluk anlayışına daha fazla benziyordu. K. 60, MÜMTEHİNE / İMTİHAN EDİLEN KADINLAR: 12 Ey Peygamber, İnanan kadınlar herhangi bir şeyi Tanrı'ya ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina etmeyecekle­ rine, çocuklarını öldürmeyeceklerine, kimseye asla iftira atmaya­ caklarına ve olağan işlerde sana itaatsizlik etmeyeceklerine söz vererek sana geldiklerinde onları kabul et ve Tanrı' dan onları bağışlamasını iste, çünkü Tanrı bağışlayandır, merhamet edendir.

K. 16, NAHL / BAL ARISI: 1 14-1 15 Arhk Tanrı'nın size helal ve temiz olarak verdiklerinden yiyin ve O'na kulluk ediyorsanız nimetleri için şükredin. (115] O sadece leş, kan, domuz eti ve Tanrı' dan başkasına adanmış şeyler yeme­ nizi size yasaklarnışhr; istemeden [bunlardan yemeye] zorlananla­ ra, aşırıya kaçmadıkları sürece [izin verilmiştir], şüphe yoktur ki Tanrı bağışlayıcıdır ve esirgeyicidir.

Ekümenizm

Kur'an'daki deliller, ilk İnananlar hareketinin Ahiret Günü'ne hazırlanma gereğini, peygamberliğe ve vahyedilmiş kitaba

101

inanmayı ve sık sık namaz kılmak, işlenen günahlar için kefa­ ret ödemek, belirli zamanlarda oruç tutmak ve başkalarına karşı hayırhah ve mütevazı bir tutumu benimsemek gibi yol­ larla doğru yaşamayı önemseyerek tektanrıcılık düşüncesini esas aldığını gösterir. Bütün bu düşünceler ve pratikler, ye­ dinci yüzyılda Yakın Doğu' da gayet iyi bilinmekteydi; gerçi bunlar elbette Kur'an'da benzersiz bir şekilde (ve yeni bir edebi araç olarak Arapça ile) dile getirilmişti. İlk İnananlar kendilerinin erdemli ve dindar tektanrıcılardan oluşan, doğru yaşamanın kurallarına sıkı sıkıya riayet ederek çevrelerindeki, onların sıkı yasalarına uygun davranmayan kimselerden çoktanrıcılardan, aşırıya kaçacak kadar katı veya günahkar tektanrıcılardan- ayrı bir grup veya cemaat oluşturduklarını düşünüyorlardı. Öte yandan, İnananların yeni ve ayrı bir dinsel inanç grubu (Kur'an! bir terimle, millet, K. 2:120) oluşturduklarına inandıklarını düşünmemizi gerektirecek herhangi bir ipucu yoktur. Doğrusu, birçok yerde Muhammed'in mesajının daha önceki peygamberlerin getirdiklerinin aynısı olduğu açıkça belirtilir: "De ki: Peygamberler arasında yenilikler çıkaran biri değilim; bana veya size ne olacağını bilemem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım" (K. 46:9) . Öyleyse görünüşe göre, İnananlar hareketinin tarihinin bu ilk aşamalarında, yeterince dindar olan Yahudiler veya Hristiyanlar da arzu ederlerse, Tanrı'nın birliğini zaten tanı­ dıkları için bu harekete katılabilirlerdi. Ya da başka bir deyişle, ilk İnananlardan bazıları Hristiyan ya da Yahudi'ydi - ama kuşkusuz hepsi değildi. Bu "inanç açıklığının" veya ekümenik niteliğin sebebi, basitçe ifade edilirse, İnananların temel dü­ şüncelerinin ve sıkı sıkıya dindarca yaşamanın kurallarına riayet edilmesini vurgulamalarının kimi Hristiyan ve Yahudi­ lerin inançları ve pratikleriyle hiçbir şekilde çelişmemesiydi. Gerçekten de Kur' an kimi zaman İnananlar ve kurulu tektan­ rıcı inançlar (Kur'an'ın sıkça kullandığı bir terimle ehlü 'l-kitab

102

[ehl-i kitap, kitap ehli - ç.n.], "kitaba inananlar," K. 48:29) ara­ sındaki bazı benzerliklere dikkat çeker. Kur'an yakından incelenirse, bazı Hristiyanların ve Ya­ hudilerin - sadece Hristiyan veya Yahudi oldukları için değil, doğru yaşamaya eğilimli oldukları için de - İnananlar hareke­ tine dahil olduklarını gösteren birçok pasaj bulunduğu görü­ lür. Örneğin K. 3:199'da şöyle denir: "Ehl-i kitaptan öyleleri vardır ki hem Tanrı'ya, hem size indirilene hem de kendilerine indirilene inanırlar . . . . " Başka ayetler, mesela K. 3:113-1 1 6, ise bunu daha ayrıntılı biçimde ortaya koyar. Bu pasajlar ve di­ ğerleri, kitaba inananlar arasından bazı kimselerin - Hristiyan­ ların ve Yahudilerin - İnananlardan sayıldığını hissettirir. İnananları inanmayanlardan ayıran çizgi, öyleyse, kitaba ina­ nanlarla olan sınırlarla örtüşmemekle kalmadığı gibi, Tanrı'ya bağlılık ve O'nun yasasına riayet düzeylerine bağlı olarak bu cemaatler için geçerli olur ve bu bakımdan onlardan bazıları İnananlardan sayılırken diğerleri sayılmaz. Öyleyse, bağlı oldukları dinsel inanç grubu ne olursa ol­ sun - gerek (teslisçi olmayan) Hristiyanlardan, Yahudilerden veya "Kur' ani tektanrıcılar" diye adlandırabileceğimiz, paga­ nizmden yeni dönmüş olanlardan olsunlar - İnananlardan Tanrı'nın kendi cemaatlerine Tanrı tarafından vahyedilmiş yasaya sıkı sıkıya riayet ederek yaşamaları bekleniyordu. Ya­ hudiler Tevrat'ın yasalarına, Hristiyanlar İncil'deki yasalara uymalıydı. Önceden mevcut olan tektanrıcı cemaatlerden herhangi birine mensup olmayanlar ise Kur'an'ın emirlerine uymalıydı. Bu yeni Kur' ani tektanrıcıları ifade etmek için kul­ lanılan genel terim müslümandı, ama önce, Kur' an' da geçen müslüman ve islam sözcüklerinin asıl anlamlarını ayrıntılı bi­ çimde incelemek için burada biraz durmamız gerekiyor.

103

K. 3, AL-İ İMRAN / İMMN AİLESİ: 1 13-1 16 . . . Kitap ehlinden dosdoğru bir topluluk vardır; bunlar geceleyin Tanrı'mn ayetlerini okuyarak secde ederler. Onlar Tanrı'ya ve Ahiret Günü'ne inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar ve iyi işlere koşuşurlar. İşte onlar erdemliler arasındadır. Onların yaphğı hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacakhr, çünkü Tanrı takva sahiplerini tanır. İnkar edenlere gelince, ne servetleri ne de çocuk­ ları onları Tanrı'dan koruyacakhr. Onlar cehennem ateşinin dost­ larıdır; orada sonsuza dek kalacaklardır.

Muhammed'in yaşadığı dönemdeki ilk İnananlar cemaa­ tinin dindar Hristiyanları ve Yahudileri içerdiği düşüncesi, daha sonraki dönemlere ait geleneksel Müslüman kaynakları­ nın bize anlathklarından elbette epey farklıdır. Daha sonraki, bugüne kadar süren İslami gelenekte, " İ slam" Hristiyanlıktan, Yahudilikten ve diğerlerinden ayrı, belirli bir dini, "Müslü­ man" ise bu dinin taraftarlarını ifade eder. Bu terimler aslında Kur' an' dan çıkarılmıştır, ama anlamları, daha sonraki gelene­ ğin kullanımı bakımından nazik bir değişim geçirmiştir. Mese­ la; " İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan' dı, o müslüman bir hanifti ve müşriklerden değildi" (K. 3:67; Arapça metin hanifen müslimen şeklindedir) şeklindeki Kur' an ayeti okunursa, Kur'an'da geçen müslüman sözcüğünün, daha sonraki (ve şimdiki) "Müslüman" kullanımından başka bir şeyi ifade etti­ ği açıkça görülür: Öncelikle, bu cümlede geçen müslüman, (ne anlama geldiği hala tartışmalı olan, muhtemelen İ slam öncesi dönemde "tektanrıcı"ları ifade eden) hanif ismini niteleyen bir sıfat olarak kullanılır. Müslüman terimi esasen Tanrı'ya "teslim olan" veya Tanrı'nın emirlerine ve insanlık için takdirine "it­ aat eden" ve elbette Tanrı'nın birliğini de kabul eden demek­ tir. Başka bir deyişle Kur' an' daki müslüman kullanımı aslında sadık tektanrıcıları ifade eder, islam ise kişinin kendisini Tan­ rı'nın takdirine teslim etmesi anlamında sadık tektanrıcılığı ifade eder. Tam da bu yüzden Kur'an'ın bu ayetinde İbrahim

104

bir hanif müslüman, "sadık, tektanrıcı bir hanif' olarak değer­ lendirilir. Öyleyse Kur'an'da kullanıldığı haliyle islam ve müs­ lüman, günümüzde "İslam" ve "Müslüman" terimleriyle ilişki­ lendirdiğimiz anlamda apayrı bir inanç grubunu ifade etmez­ ler; bunlar daha geniş ve kapsayıcıdırlar, hatta zaten tektanrıa olan kimi Hristiyan ve Yahudileri de ifade ederler (K. 3:52, 3:83 ve 29:46). Bu Kur'ani sözcüklerin (islam ve müslüman) bundan sonra Hristiyanlık veya Yahudilikten ayrı, yeni bir inancı ifade eden, daha sınırlı dinsel anlamını nasıl kazandığı­ nı da kolaylıkla kavrayabiliriz. İnananlar arasından Hristiyan veya Yahudi olanlar her zaman böyle tanımlanabilirdi, ama daha önceden çoktanrıcı olan bir İnanan' a artık müşrik dene­ mezdi, bu yüzden onun için kullanılabilecek tek terim, tektan­ rıcılığı benimsediği ve Kur' ani yasaya riayet ettiği için, müslü­ man olabilirdi. Zamanla, müslüman terimi sadece Kur'ani ya­ saya uyan "yeni tektanrıcıları" belirtmek için kullanılır hale geldi. K. 29, ANKEBÜT / ÖRÜMCEK: 46 Kitap ehliyle ancak en güzel yoldan (yani nezaketle) tarhşın kötülük yapanları hariç. Deyin ki, "Bize indirilene de size indirile­ ne de inanıyoruz. Bizim Tanrımız ve sizin Tanrınız birdir ve biz ona teslim oluruz."

Kur'an'ın dışında başka kanıtlar da en azından bazı Ya­ hudilerin Muhammed'in cemaatine mensup olduğu fikrini doğrular. Kur'ani dönemden daha sonrasına ait geleneksel Müslüman kaynaklarına güvenmekten şimdiye kadar sakın­ mış olsak da, Muhammed ile Yesrib halkı arasında yapılmış olan, daha önce de bahsettiğimiz ve ümmet belgesi diye bilinen anlaşma, görünüşe göre adeta belge niteliğindedir. Sadece daha sonraki tarihlerde oluşturulmuş derlemelerde muhafaza edilmiş olmasına rağmen, bu metin üslubu ve içeriği bakımın­ dan bu derlemelerdeki diğer her şeyden öylesine farklıdır ve

105

karakter bakımından açıkça öylesine arkaiktir ki, İ slam'ın ilk dönemleri üzerine çalışan, en kuşkucusu da dahil olmak üzere herkes onun sahiciliğini ve belgesel değerini kabul eder. Ümmet belgesinin bir bölümü şöyledir: "Avf kabilesinin Yahudileri, İnananlarla birlikte bir halktır [ümmettir]; Yahudi­ lerin dini [yasaları?] kendilerine, müslümanların dini kendileri­ nedir. [Bu] kendileri için de himayeleri altındaki dostları [mevali] için de geçerlidir; haksızlık yapanlar ve haince davra­ nanlar hariç, çünkü onlar sadece kendilerine ve kendi aile fertlerine zarar vermiş olacaktır" [Bazı değişikliklerle Serjeant çevirisi, paragraf C2a] . Başka bir deyişle, ümmet belgesinde yer alan bu ve birçok başka pasaj görünüşe göre Medine Yahudi­ lerinden bazılarının Muhammed'le bir anlaşma yaparak üm­ metin veya İnananlar cemaatinin bir parçası olarak tanındıkla­ rını açıkça doğrular. Bu pasajdaki müslüman terimi ise muh­ temelen (belgenin dediği gibi kendine ait bir yasası olan Ya­ hudilerden ziyade) Kur'an! yasaya riayet eden İnananlara atıfta bulunur. Ümmet belgesi, Muhammed'in Medine Yahudileri ile iliş­ kileri hakkındaki, geleneksel kaynaklarda yapılmış betimle­ melerle ilgili, kafa karıştırıcı birçok soruyu ortaya çıkarır. Ör­ neğin, geleneksel kaynaklar onun Medine'nin üç büyük Ya­ hudi aşireti - Kaynuka, Nadir ve Kureyza - ile yaşadığı çatış­ maları epey ayrıntılı biçimde betimlerken bu aşiretlerin hiçbi­ rinin adı ümmet belgesinde geçmez. Belgedeki bu eksikliği nasıl yorumlamamız gerekir? Ümmet belgesinin onlar hakkın­ daki sessizliği, bu belgenin Muhammed'in yaşamının daha sonraki bir döneminde, mesela bu üç Yahudi kabilesi yenilgi­ ye uğratıldıktan sonra oluşturulduğunu mu kanıtlar? Yoksa kaybolan veya bu kabileler artık Medine' de bulunmadığı için gereksiz bulunup metinden çıkarılan hükümler (ya da başka belgeler) mi sözkonusuydu? Yoksa bu sessizliği, Muham­ med'in Medine Yahudileri ile olan çatışmaları hakkındaki hikayelerin daha sonraki Müslüman geleneği tarafından fazla-

106

sıyla abartıldığının (veya belki de tümüyle uydurulduğunun) delili olarak mı yorumlamalıyız? Ki böyle bir girişimin bir amacı, Muhammed'i çevresindeki çetin direnişin üstesinden gelmek zorunda olan gerçek bir peygamber olarak betimle­ meye çalışmak da olabilirdi. Bu ve benzeri birçok soru, gele­ cekteki bilimsel çalışmalar tarafından hala yanıtlamayı bekle­ mektedir. Yine de burada, şunu belirtmeliyiz ki daha sonraki Müslüman geleneği, Muhammed ile aynı dönemde yaşamış, Yahudi kökenli birçok İnanan'ın varlığından bahseder - bun­ lar Yahudilikten İ slam'a geçmiş "mühtediler" diye betimlenir­ ler. Bu figürlerin gerçekten mühtedi olup olmadıklarını sor­ mamız gerekebilir; yani bu Yahudiler, Yahudilikten vazgeç­ meden İnananlar hareketine katılmış ve çok sonraları, İnanan ve Yahudi kategorilerinin karşılıklı olarak dışlayıcı olduğunu düşünen gelenekçiler tarafından "mühtediler" diye nitelenmiş olabilir miydi? İ lk İnananlar hareketinin dinsel inançlar bakımından ekümenik karakterinin, hangi inanç grubundan olursa olsun, dindarlık yanlısı ve takva sahibi tektanrıcılara açık olmak ol­ duğunu kabul edersek, Muhammed'in yaşamının çeşitli aşa­ malarında gerçekleşmiş olan olaylar hakkındaki algılarımızı (onun yaşamına ilişkin, geleneksel kaynaklar tarafından akta­ rılmış kurguları kabul etmeyi ne ölçüde istediğimize bağlı olarak) gözden geçirmemiz gerekir. Örneğin Muhammed'in hayatına ilişkin geleneksel hikaye, onun belirli Yahudi grupla­ rıyla yaşadığı çatışmalar da dahil olmak üzere, bazı uzmanla­ rın Muhammed' in vaazlarını ve hareketini bir bakıma özellik­ le Yahudi karşıtı olduğunu düşünmeye itmiştir. Bu, Hendek savaşından sonra mensupları katledilen veya esir edilen Ku­ reyza aşiretinin uğursuz kaderi hakkındaki hikaye için özellik­ le geçerlidir. Fakat bazı Yahudilerin İnananlar hareketine ka­ tıldığını göz önünde bulundurursak, diğer Yahudilerle veya Yahudi gruplarıyla yaşanan çatışmaların onlardan kaynakla­ nan, Muhammed'in liderliğini veya peygamberliğini kabul

107

etmeyi reddetmek gibi belirli tutumların veya siyasi faaliyetle­ rin sonucu olduğuna hükmetmemiz gerekir. Bunlar, İnananlar hareketinde Yahudilik aleyhine genel bir düşmanlığın bulun­ duğunun kanıh olarak değerlendirilemezler, aynı şekilde Mu­ hammed' e zulmetmiş bazı Kureyş mensuplarının idam edil­ mesi veya cezalandırılması da onun Kureyş karşıtı olduğu sonucuna varmamıza yol açmamalıdır. Muhammed'in Cemaat İçindeki Statüsü

Geleneksel anlatılar, Muhammed'in Yesrib/Medine'ye, bura­ daki birbirine düşman kabileler, özellikle de Evs ve Hazrec kabileleri ve onların Yahudi müttefikleri arasındaki anlaşmaz­ lıkların çözümünde hakemlik etmek için davet edildiğini anla­ hr. Dürüstlüğüyle tanınan bir yabancının - düşman taraflar­ dan herhangi birine mensup olmayan bir kimsenin - hakem olarak seçilmesi Arabistan bağlamında alışılmadık bir durum değildi. Dinleyicilerine "Tann'ya ve O'nun elçisine itaat etme­ yi" veya yalnızca elçiye itaat etmeyi emreden birçok Kur' an ' ayeti de muhtemelen onun hakemlik rolünü yansıhr. Yesrib'in önemli Yahudi kabilelerinin başlangıçta onu hakem olarak kabul etmeyi pek arzulamamış olduğunu düşünmemiz için herhangi bir sebep yoktur; aynca yukarıda belirtildiği gibi, Yahudiler ümmet belgesinde öngörülen, yeni, birleşik cemaatin bir parçası olmuşlardı. Öyleyse Muhammed'in siyasi liderlik rolü onunla aynı zamanda yaşamış Yahudiler veya Hristiyan­ lar için muhtemelen pek bir sorun teşkil etmemiş olmalıydı. Bununla beraber, bizzat Muhammed' in İnananlar hareke­ tinin dinsel ideolojisindeki statüsünü takdir etmek daha zor­ dur. İnananlar, görmüş olduğumuz gibi, tektanrıcı olmayan insanlara Tanrı'nın birliğini kabul etmeyi emreden ve tüm tektanrıcılara Tanrı'nın insanlığa - Tevrat, İncil veya Kur'an yoluyla - tekrar tekrar bildirdiği yasaya sıkı sıkıya riayet et­ meyi emreden, sıkı sıkıya tektanrıcı, son derece dindar, ekü­ menik veya başka inançlara açık bir dinsel harekete mensup-

108

lardı. Peki, İnananlar Muhammed'in rolünün ne olduğunu düşünüyordu ve özellikle, bu düşünceleri, Muhammed'in İnananlar hareketine kahlma davetini duyan Yahudiler ile Hristiyanların istekliliğini ne şekilde etkilemiş olabilirdi? Bir kez daha bu sorunu ele alırken başvurabileceğimiz tek kesin kanıt kaynağı, Muhammed ve onun dinsel statüsü hak­ kında birçok özel bölüm içeren Kur'an'dır. Kur'an'da Mu­ hammed' den birçok farklı sözcükle bahsedilir; o, her şeyden önce elçidir (resul), Tanrı'nın elçisidir ve peygamberdir (nebi). Bu iki terimin eşanlamlı olup olmadığı net değildir, ama en azından "Tanrı'nın elçisi ve peygamberlerin mührü" diye anıldığı bir ayette (K. 33:40), iki terim de onu aynı anda niteler. K. 7:157' de bu ikisinin birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanıldığı görülür: " . . . elçiye, ümmi peygambere uyarlar . . . " Onun Tevrat ve İncil' de geleceği bildirilen peygamber olduğu söylenir (K. 7:94) . Ayrıca o müjdeler taşıyandır (mübeşşir), uyarıcıdır (nezir) özellikle yaklaşan Hesap Günü'nün uyarı­ cısıdır - ve ara sıra tanıktır (şahid) veya başkalarını inanmaya davet edendir (dm). Çoğu kez, kendisine vahyedilenleri etra­ fındakilere aktarmaktan sorumlu olan vahiy alıcısı olarak be­ timlenir. Vahiy alma sürecine "indirilme" (tenzll) denir ve bunun ilahi bir kaynaktan geldiği açıkça belirtilir (örneğin bkz.: K. 1 1 :14). İndirilenlerin içeriği değişik şekillerde ifade edilir: Kur'an (K. 6:19, 12:3 ve 42:7), kitap (29:45, 3:79, 6:89, 18:27, 35:31 ve 57:26), hikmet (3:79, 6:89, 57:26 ve 1 7:39), pey­ gamberlik (3:79, 6:89 ve 57:26), gizli kalanların bilgisi (3:44, 12:102 ve 1 1 :49) ve Tanrı'nın tekliğinin bilgisi (K. 1 1 :14 ve 18:1 10). Nitekim Muhammed sırf herhangi bir yolla ilham almadı­ ğını, aslında hpkı geçmişteki peygamberler gibi vahyedilmiş bir kitabı aktaran gerçek bir peygamber olduğunu ileri sürmüştü. Hatta ona "peygamberlerin mührü" de denmişti, yani o Tan­ rı' dan vahiy alanların oluşturduğu uzun bir silsilenin son hal­ kasıydı. Muhammed'in ardından gidenlerden sadece Tann'ya -

109

ve Son Gün'e değil, Muhammed'in peygamberlik iddiasına ve ona vahyedilenlerin geçerliliğine veya sahiciliğine de inanmala­ rı bekleniyordu (K. 5:81). O günün Yahudilerinin ve Hristiyan­ larının, Muhammed'in ilahi vahyi aktaran bir peygamber oldu­ ğu iddiasını nasıl karşıladıklarını tahmin etmek ise kolay değil­ dir. Görmüş olduğumuz gibi, peygamberliğin hala mümkün olduğu düşüncesi İ slam'ın yükselişinden önceki yüzyıllarda Yakın Doğu'nun birçok yerinde geçerliliğini henüz yitirme­ mişti, yine de bu konu hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyo­ ruz. Görünen o ki bu tarz düşünceler Arabistan' da yaygın olmuştu; sonraki Müslüman geleneği, Muhammed dönemin­ de yarımadanın birçok yerinde çok sayıda "sahte peygamber" ortaya çıkhğını aktarır. Kur' an' da karşımıza çıkan peygamber­ lik kavramı, peygamberler silsilesi ve "peygamberlerin müh­ rü" gibi anlayışlar da dahil olmak üzere, M.S. ilk yüzyıllardaki bazı Yahudi-Hristiyan tarikatlarda görülen ve bunlardan Ma­ nicilik gibi başka gruplara yayılan anlayışla benzerlik gösterir. Bu bakımdan Muhammed'in peygamberlik faaliyeti, bu tarz faaliyetlerin dönemsel olarak ortaya çıkacağına dair mevcut beklentileri paylaşan insanlar için hiç de olağanüstü değildi. Yine de onun öğretisinin bazı yanlarını Hristiyanların ve Ya­ hudilerin kabul etmesi kuşkusuz epey güçtü. Teslis fikrine (katı tektanrıcılıktan sapma olduğu için) . açıkça saldıran az sayıdaki Kur' an ayeti, dindar bir teslisçi Hristiyan' ın önünde aşılmaz bir engel oluştururdu; bazı Yahudiler de bizzat tanı­ dıkları, görebildikleri ve işitebildikleri bir kimse olan Mu­ hammed'in, geçmişteki saygın kurucu atalarıyla - İbrahim, Musa, Davud vd. - aynı düzeye çıkarılması gibi bir düşünceye direnmiş olabilirlerdi. Yine de bu soruyu yanıtlamaya çalışırken şunu unutma­ malıyız: Neredeyse on dört yüzyıl sonra bütün bu olaylar üzerine düşünürken bu tarz çelişkilerin ve gerginliklerin tüm sonuçlarının farkına varmak bizim için çok daha kolay ola cak-

110

tır. Muhammed'in yaşadığı dönemde, İnananlar hareketine katılan çoğu insanın muhtemelen okuryazar olmadığını ise aklımızdan çıkarmamalıyız; bu insanlar okuma bilseler bile ellerinde inceleyebilecekleri bir Kur' an nüshası bulunmuyor­ du, bilinen kısımlar ise büyük bir ihtimalle çoğunlukla ezber­ lenmiş pasajların okunması sayesinde biliniyordu. Bu insanlar bizim bugünkü avantajımıza, yani özellikle tartışmalı sayılabi­ lecek kısımları bulmak için Kur' an metnini baştan sona, sabır­ la tarayabilmek gibi bir avantaja sahip değillerdi. Doğrusu, ilk İnananların çoğunun, bugün bizim Kur' an' da ayrıntılı olarak dile getirildiği söylenebilecek en temel ve genel dinsel fikirler­ den fazlasını muhtemelen bilmediğini varsaymak yerinde olacaktır. Muhtemelen Muhammed ile aynı zamanlarda ya­ şamış çoğu insan, hatta İnananlar hareketinin en sadık taraf­ tarları bile, Tanrı'nın bir ve tek olduğundan, Son Gün'ün yak­ laşan (belki de eli kulağında olan) korkunç bir gerçek oldu­ ğundan, erdemli bir hayat sürmek ve bunu ibadetle doldur­ mak gerektiğinden ve Muhammed'in Tanrı'nın elçisi ve pey­ gamberi olarak onlara bu inançlarda kılavuzluk eden kişi ol­ duğundan daha fazlasını bilmiyordu. Bu fikirler ise Hristiyan­ lar ve Yahudiler için biraz sıkıntılıydı. Apokaliptisizm ve Eskatolojik Yönelim

İ lk İnananlar hareketinin bariz dinamizminin ve taraftarlarını harekete geçirme gücünün temelindeki başka bir özelliği de onun eskatolojik yönelimiydi. İnananların savunduğu başlıca fikirlerden birinin Hesap Günü'nün gerçekliği olduğunu daha önce görmüştük. Kur' an' daki bazı pasajlarda ileri sürüldüğü gibi, bu fikir Hesap Günü'nün (veya "Son Gün" ya da basitçe "Saat") belirsiz, uzak bir gelecekte gerçekleşeceğinden ibaret değildi. Doğrusu, bazı pasajların gösterdiği gibi, İnananlar cemaatinden Son Gün'ün kısa süre içinde geleceğine - hatta belki de "sonun başlangıcı"nın çoktan geldiğine - inanmaları bekleniyordu. Bu apokaliptik bakış tarzı, genelde dünyaya

111

günahkarlığın hakim olduğunu düşünen ve iyi ile kötü ara­ sında keskin bir ayrım yapan - ki görmüş olduğumuz gibi bu İnananlar için de geçerliydi - hareketlerle ilişkilendirilir. Ü ste­ lik bu hareketler bu düşünceleri, bir apokaliptik düşünce uz­ manının betimlediği gibi "kolaylıkla görselleştirilen sahnelerle ve çizgileri keskin karakterlerle" dile getirir, Kur' an' da ise bunlara bolca rastlarız. Son Gün'ün yakın olduğu düşüncesinden birkaç ayette açıkça bahsedilir: " İnsanlar sana o saati sorarlar. De ki: Onun bilgisi yalnızca Tanrı' dadır; nereden bilebilirsin, belki de o saat yakındır" (K. 33:63); "Gerçekten biz sizi yakın bir azap ile uyardık; o gün insan elinin geçmişte yaptıklarına bakacak ve kafir de diyecek ki 'Keşke toprak olsaydım!"' (K. 78: 40). Ayrı­ ca Kur' an'ın nispeten kısa surelerinin birçoğunda epey öne çıkan, Hesap Günü'nün sıkıntılarına hazırlanmak için tövbe etmek ve dindar olmak gerektiği yönünde durmaksızın yapı­ lan uyarılar da Saat'in yakın olduğunun düşünüldüğünü epey kesin bir biçimde gösterir. Fakat diğer pasajların açıkça ifade ettiği gibi, Hesap Günü yakın olsa da onun kesin vaktini yal­ nızca Tanrı bilir (K. 7:187). Saat'in mahiyetine gelince, daha önce belirtildiği gibi, Kur'an onu çoğunlukla dehşetli ayrıntılarla betimler. Onun gelişi, Tanrı'nın aşkın kudretini ve O'nun yarattığı dünyadaki her şeyin, bizim kanıksamış olduğumuz her şeyin geçici nite­ liğini kesin surette sergileyen sayısız alametle bildirilecektir. O gün boru üflendiğinde yıldızlar düşecek ve kararacak, gökler yarılacak, dağlar bir anda yok olacak, kum veya su gibi akıp gidecek. Denizler kaynayacak ve yükselecek. Maddi dünya paramparça olurken kulakları sağır eden bir gürültü kopacak. İnsanlar tam anlamıyla şaşkına dönecek; kimse sevdiklerinin halini merak etmeyecek, anneler yeni doğanları yok sayacak, çocuklar ihtiyarlara benzeyecek ve saçları kırlaşacak. Ölmüşle­ rin mezarları açılacak ve ölüler ayaklanacak, hep birlikte Tan­ rı'nın hükmüyle yüzleşmek için öne çıkacaklar. Tanrı'nın tah-

112

tını taşıyan melekler yukarıdan inecek. Sonra Hesap anı gele­ cek; iyi insanlar hiç korku duymayacak, gözlerinin içi gülecek, günahkarlar ve kafirler ise tam bir dehşet duyacak, ümitsizliğe düşecek, kendilerinden geçecek ve ağlamaktan kıvranacak. Herkesin yaptıkları teker teker takdir edilip tartılacak ve buna göre ya ödüllendirilecek ya da cezalandırılacak. Kafirler bir araya toplanacak ve yüzlerindeki ateşle cehennemin sonsuz işkencelerine doğru sürüklenecekler, iyiler ise yeşilliklerle, gölgeliklerle, coşkun ırmaklarla, nefis yemek ve içeceklerle ve güzel yoldaşlarla dolu bir bahçeye gidecekler. Kur'an'ın Hesap Günü'ne yaptığı apaçık vurgu - ki bu kavram Tanrı'nın tekliği ve her şeyin yaratıcısı olma rolü an­ layışlarıyla sıkı sıkıya ilişkilidir - İnananların dindarlığa ve erdemli yaşamaya odaklanmalarının ardındaki itici güç olan, Saat'in gelişinin an meselesi olduğuna dair inançlarını yansı­ tır. Etraflarındaki dünyanın günaha ve ahlaksızlığa batmış olduğuna ikna olmuş olan İnananlar, Hesap Günü her an ge­ lebileceği için, vahyedilmiş yasaya sıkı sıkıya riayet ederek kendi kurtuluşlarını güvence altına alma ihtiyacını hissediyor­ lardı. Fakat bu noktada Kur' an' da, bireyin kendi inancı ve dindarlığından sıkça tekrarlandığı gibi nihai olarak sorumlu olduğu düşüncesi ile bireyin ancak başka İnananların oluştur­ duğu bir cemaat içinde erdemli bir hayata erişebileceği anlayı­ şı - yani kişinin kurtuluşunun toplumsal bir kurum sayesinde pekiştiği iması - arasında hafif bir gerilim olduğu sezilir. Kur'an'daki bazı pasajlar, Hesap Günü'nde dini cemaatlerin birer bütün olarak yargılanabileceğini akla getirir (K 16:8489) . Dolayısıyla bireyin kaderini kısmen onun bir İnanan ce­ maatine mi yoksa günahkar bir topluluğa mı mensup olduğu belirler - Hesap Günü'nde günahkar ve zalim liderliğin Kur' ani örneği olan Firavun tarafından cehenneme götürüle­ cek olan zavallı ruhlar gibi (krş.: K 1 1 :98-99). Kimileri Kur'an'ın miras veya haksızlıkların cezalandı­ rılması gibi konuları düzenleyen kapsamlı bölümlerine işaret

113

ederek, İnananların yaklaşan Son' a gerçekten odaklanıp odak­ lanmadıklarını sorgularlar. Onların bakışına göre, bu bölümler ahirete değil, mevcut dünyaya ilişkin bir kaygıyı yansıtıyor gibidir. Fakat bu iki tür kaygı birbirlerini d ışlamaz. Doğrusu, Son'un yakın olduğuna ve kişinin ahiretteki kurtuluşunun kendi cemaatinin erdemli davranışına bağlı olduğuna inanan bir kimse, tam da bu sebepten dolayı, cemaatinin toplumsal davranış kurallarının ayrıntılarına fazlasıyla dikkat eder. Baş­ ka bir deyişle, "buraya ve bu ana" ilişkin hükümlerin Kur' an' daki hakimiyeti, ilk İnananlar arasındaki son saat zih­ niyetinin başka bir yansımasından ibaret olabilir. İ lk İnananlara göre, öyleyse, Hesap Günü'nün çok geç­ meden geleceğine ilişkin duyulan dehşet verici beklenti, onla­ rı, Tanrı'nın peygamberi ile vahyettiği yasasına sıkı sıkıya riayet etmeye kendini vererek kurtuluşa ermiş bir cemaat inşa etmeye kararlı hale getirmişti. Bu, son peygamber Muham­ med'in liderliğini sıkı sıkıya izleyen bir cemaatti; onlar, Son aniden geldiğinde, kendi bireysel ve müşterek kurtuluşlarını her şeyden çok onun kılavuzluğunun güvenceye alacağına inanıyorlardı. Fakat hepsi bu kadar değil. Kur'an'ın geleneksel tefsirinin ve birçok çağdaş incelemesinin Kur' an metnini, bir ayetin Muhammed'in hayatının hangi döneminde vahyedilmiş oldu­ ğuna bakarak kabaca "Mekke" ve "Medine" ayetleri şeklinde sınıflandırdığını daha önce belirtıniştik. Bu ayrımı kabul eder­ sek ilginç bir durum ortaya çıkar. Yoğun biçimde apokaliptik olan ayetlerin büyük çoğunluğu Mekke dönemine aittir. Buna karşılık Medine ayetleri ise, görünüşe göre, Hesap Günü'ne ilişkin uyarılara çok daha az odaklanmıştır ve Mekke ayetle­ rinde olduğu kadar tesirli apokaliptik imgeler içermezler; öte yandan Medine ayetleri, Kur'an'ın "hukuki" malzemesinin büyük bir kısmını, yani muhtemelen İnananların yeni "kurta­ rılmışlar cemaati" için temel ilkeler olarak tasarlanmış olan, toplumsal ve kişisel meselelere dair düzenlemeleri ve hüküm-

114

leri içerirler. Uzmanlar zaman zaman bunu, Medine' de cemaa­ tin büyümüş olmasına, bu yüzden de toplumsal düzenlemele­ re ihtiyaç duymasına, Mekke' de ise dinsel mesajın önemli olmuş olmasına bağlarlar. Bununla beraber, ilk İnananların kendi cemaatlerini Medine' de kurarken yeni bir erdem çağını açtıklarına, dolayısıyla Son'un ilk olaylarına fiilen tanıklık ettiklerine inanmış olmaları da aynı ölçüde mümkün görünür. Öyleyse, onların Hesap Günü'nün yaklaştığını gösteren olay­ ların aslında tam da kendi gözleri önünde gerçekleşmeye baş­ ladığını düşündükleri ileri sürülebilir. Kur' an' daki bazı pasaj­ ların apokaliptik bir eskatolojiyi vurguladığını ve sonun geli­ şini müjdeleyen birçok belirtiden bahsettiğini belirtmiştik; fakat bu uyarıcı belirtilerin halihazırda gerçekleştiğini betim­ leyen başka ayetler de bulunur: "Onlar Saat'in ansızın gelme­ sinden başka bir şeyi mi bekliyorlar? Oysa onun alametleri zaten gelmiştir . . . " (K. 47: 18); "Saat yaklaştı, ay ikiye yarıldı!" (K. 54:1 ) . Başka pasajlar ise İnananların, Hesap Günü'nü önce­ leyen, görünüşe göre günahkar toplulukların erdemliler tara­ fından yenilgiye uğratılması ve hakimiyetin İnananlara geç­ mesi gibi olayları fark etmeye yeni başladıklarını ifade eder. K. 10:13-14'te söylendiği gibi, "Sizden önce birçok kuşağı, pey­ gamberleri onlara kanıt sunduğunda bile zulmettiklerinde ve yine de iman etmediklerinde yok ettik. İ şte biz suçlu bir halkı böyle cezalandırırız. Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye, yeryüzüne onların yerine sizi getirdik." Bu sürecin bir sonucu olarak İnananlar, tıpkı eski pey­ gamberlerin taraftarlarının yaptığı gibi, dünyayı günahkarlar­ dan adeta miras aldılar: Mesela K. 14:13-14'te belirtildiği gibi, Musa'ya Tanrı'nın Firavun'u ve kötülük edenleri ülkelerinden süreceği söylenmiş ve "onların yerine sizi yerleştireceğiz" denmişti. Kur' an' da yer alan ve tefsircilerin geleneksel olarak Hendek savaşıyla ilişkilendirdiği bir bölüm de peygamberin yaşadığı döneme ait bir örnek sunar (Muhammed'in taraftar­ ları bu savaşın ardından Kureyza Yahudilerinin mülklerine el

1 15

koymuştu): "Tanrı kafirleri öfkeleriyle geri çevirdi; onlar hiç­ bir şey elde edemediler. Tanrı savaşta inananlara yetti: Tanrı güçlüdür ve üstündür. / Kitap ehlinden olup onlara [kafirlere] arka çıkanları da kalelerinden çıkardı ve kalplerine korku düşürdü; bazılarını öldürüyor, bazılarını da esir alıyordunuz. / Ve O, sizi onların topraklarına, evlerine, mallarına ve henüz ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı. Tanrı'nın gücü her şeye yeter" (K. 33:25-27). Tanrı'nın ödül ve cezalarının kişinin sadece ahiretteki kaderini değil, buradaki, yani yeryüzündeki kaderini de etkilediği anlayışı, talihin İnananlar lehine bu dö­ nüşünün yaklaşan Kıyamet senaryosunun bir parçası olabile­ ceğini akla getirebilir. Muhammed'in görevini içtenlikle kabul etmiş olan İna­ nanlara göre, inançsız düşmanların kendi mülklerinden edil­ mesi ile Tanrı'nın Kıyamet için öngördüğü planı birbirleriyle ilişkilendiren bu görüş, inançsızlığı dünyadan silmeye ve kendilerince dünya üzerinde Tanrı'nın rehberliğinde, erdemli bir düzen kurmaya yönelik pozitif - gerekirse askeri - faaliyet­ lerin itici gücü olmuş olmalıydı. Bu da bizi ilk İnananlar hare­ ketinin üzerinde durmamızı gerektiren son özelliğine getirir: Mili tanlık. Militanlık

Az önceki ifadelerden anlaşılacağı gibi, ilk İnananlar hareketi­ nin Kur'an'da kanıtları bulunan başka bir özelliği de, Kur'an! karşılığı cihad olan militanlığı ya da eylemci yönelimidir. Kur' an' da cihad teriminin "Tanrı uğruna" ("Tanrı yolunda," fi sebllillah) gönüllü ve bireysel olarak çaba sarf etme kararlılığı anlamında kullanıldığı, daha sonraki (M.S. sekizinci yüzyılda kendini gösteren) İ slam hukukunun klasik dinsel savaş öğreti­ sini henüz ifade etmediği görülür. İnananlara, dindar bir ha­ yat sürmekle kalmak ve dünyaya aldırmamak yetmezdi; onlar etraflarındaki dünyada var olan küfre karşı koymak, hatta mümkünse onun kökünü kazımak için de etkin biçimde gay-

116

ret sarf ederlerdi. Mesela K. 4:95'te şöyle denir: "Özrü olanlar dışında eylemsiz kalan ["oturan"] İnananlar ile Tanrı yolunda mallarıyla ve canlarıyla çaba sarf edenler eşit değildir." Bu "çaba" (cihad) bazen kişinin doğruluğu kendi hayahna uygu­ lamak için usanmadan uğraşması anlamına gelir, bazen de İnananların Tanrı tarafından vahyedilmiş bilgiyi yaymaya çabalaması gerektiği (K. 3:187) ve bilfiil "iyiyi emretmek ve kötüyü yasaklamak . . . ve Tanrı' ya ina�ak" ile yükümlü ol­ duğu (K. 3:1 10) anlamına gelir. Öteki Kur' an ayetleri ise daha saldırgan bir tutum sergiler. K. 9:73, İnananlara "kafirlere ve münafıklara karşı mücadele etmeyi ve onlara sert davranma­ yı" emreder. Başka bir ayette ise Muhammed'e İnananları inançsızlarla savaşmaya teşvik etmesi emredilir (K. 8:65), hatta inançsızlara karşı yeryüzündeki mücadelesinde onları öldür­ mesi buyrulur (K. 8:67). Aynca Peygamber ve İnananlar müş­ rikler için af dilememeliydi. Onların Tanrı'run tekliğini inkar ederek işledikleri günah Tanrı nazarında o kadar iğrençti ki onlara merhamet etmek mümkün olamazdı: "Yakın akraba bile olsalar. . . müşrikler için af dilemek peygambere de İna­ nanlara da yakışmaz" (K. 9:1 13). Bununla beraber, Kur'an'ın söyleminin ayırt edici bir özelliği, onun inançsızlığa ve iİlkarcılığa yönelttiği sert itham­ ların çoğuna, bunların bariz katılığını azaltan ve daha esnek bir yaklaşıma kapı açan yahşhrıcı ibarelerin eşlik etmesidir. Örneğin Kur'an'ın dokuzuncu suresi ve genelde tüm Kur'an'ın en uzlaşmaz ve en militan surelerinden biri olan Tevbe suresinin 5. ve 6. ayetleri, İnananlara müşrikleri yakala­ yıp öldürmelerini emreden bir cümleyle başlar, ama hemen sonra geri adım atar ve müşriklere tövbe etmeleri veya İna­ nanlardan korunma talep etmeleri halinde zarar görmeden gitme izni verilmesini emreder. Bunun gibi "cayma hükümle­ ri"ne başvurulması, Kur'an'ın ayırt edici özelliklerinden biri­ dir ve görünüşe göre hayatın pratik durumlarında ihtiyaç duyulan esnekliği öngörme yoludur. Bir yandan İnananlar

117

müşrikleri her fırsatta inanmaya zorlamaya çalışmalıydı, ama öte yandan da bağnaz olmamalı ve belirli bir durumun ger­ çeklerini ve her müşriğin kendi davranışını göz önünde bu­ lundurmalıydı. Görünüşe göre Kur'an, dinleyicilerine hoşgö­ rünün belirli hallerde kaba kuvvetten daha etkili olduğunu ve Tanrı'nın evrensel olarak tanınması hedefine ulaşmaya çalışır­ ken bazı uygulamaların diğerlerinden daha etkili olacağını tavsiye etmektedir. Kur' an bu bakımdan eylemcilik veya militanlık meselesi hakkında, sadece sözlü tartışmalara izin veren, pasifist sayıla­ bilecek bir dingincilik anlayışından, kendini savunmak için savaşmaya ve nihayet müşriklere sırf direnmeyi değil, onları arayıp bulmayı ve teslim olmaya zorlamayı da öngören sal­ dırgan bir tutum benimseme hakkına kadar birçok görüşü içerir. Müslüman geleneği bu görüş çeşitliliğini, Muham­ med'in ömrü boyunca süren ve İnananlar cemaatinin aşamalı olarak artan gücünü ve emniyetini yansıtan bir ilerlemenin kanıtı olarak yorumlamıştır. Yakın zamanda yapılan çalışma­ lar ise bu farklı hükümlerin ilk İnananlar cemaati içinde bir arada bulunan, farklı alt grupların birbirinden ayrı tutumlarını yansıtmış olabileceğini göstermiştir. Gerçi, yukarıda belirtildi­ ği gibi, klasik cihad öğretisi henüz oluşturulmamışsa da, Mu­ hammed'in yaşamının sonuna doğru cemaat içindeki hakim tutumun ideolojik bir savaş yürütmenin meşrulaştırılması, hatta teşvik edilmesi haline gelmiş olduğu açıkça bellidir. Artık müşrikler aranıp bulunacak ve İnananlar hareketinin yeni dinsel ideolojisine boyun eğmeleri için onlarla savaşıla­ caktı - gerçi bu kadar saldırgan olmayan diğer tutumlar da hala kimilerince savunuluyordu. Bu arada unutmamak gere­ kir ki, Kur' an burada inançsızlarla savaşmaktan bahseder, Hristiyanlar veya Yahudiler ise tektanrıcı - ehlü 'l-kitab sayılı­ yor ve en azından bazıları, görmüş olduğumuz gibi, İnananlar arasında yer alıyordu. -

118

K. 9, TEYBE / TÖVBE: 1-6 [1] Bu, Tanrı'dan ve O'nun elçisinden, kendileriyle anlaşma yap­ mış olduğunuz müşriklere bir ihtar/ sorumsuzluk bildirisidir (bedi.et). [2] Yeryüzünde dört ay daha dolaşın, ama bilin ki Tanrı'yı aciz bırakamazsınız, Tanrı inkarcıları (kafirun) rezil edecektir. [3] Büyük hac gününde Tanrı ve elçisinden insanlara bir bildiridir: Tanrı müşriklerle ilişkisini kesmiştir, onun elçisi de [öyle], . . . [4] Kendileriyle anlaşma yaphğıruz ve herhangi bir konuda size karşı kusur işlemeyen ve sizin aleyhinize kimseye arka çıkmayan müş­ rikler hariç; onlarla yaphğınız anlaşmaya süresi bitinceye kadar uyun: Şüphesiz Tanrı sakınanları sever. [5] Haram aylar bitince, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, kuşahn ve her yolla tuzağa düşürün - ama tövbe edip namaz kılarlarsa ve zekat verirlerse onları serbest bırakın. Tanrı bağışlayandır, merha­ met edendir. [6] Ve müşriklerden biri senden korunma talep ederse onu koruman altına al ki Tanrı'nın kelamını dinleyebilsin, bundan sonra onu kendini güvende olacağı yere ulaşhr - çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.

Öyleyse Muhammed'in hayatının sonuna doğru İnanan­ lar, artık sadece etiği ve Tanrı'ya bağlılığı önemseyen dindar bir hareketten ibaret değildi, ayrıca saldırganca bir eğilimle Tanrı'nın çirkin saydığı pratikleri (özellikle çoktanrıcılık gibi) bulup yok etmeye yönelmiş, Tanrı'nın buyruklarına sıkı sıkıya riayet edilmesini her yerde sağlamaya niyetli bir militan din­ darlık hareketi haline gelmişti. Kur'an'da böyle bir ifade asla geçmese de, bu durum adeta "Tanrı'nın yeryüzündeki krallı­ ğını," yani Kur' an' da buyrulmuş dinsel kurallara dayanan ve Bizanslılarla Sasanilerin günahkar siyasi düzeninin yerini alması gereken yeni bir siyasi düzen (ya da en azından bir toplum) kurmayı hedefleyen bir programı öngörür. Bu eylem­ ci yönelimin başka bir ifadesinin de hicret anlayışı olduğu düşünülebilir. Hicret geleneksel kaynaklarda en hafif şekilde "göç" anlamında yorumlanır (ve görmüş olduğumuz gibi, özellikle Muhammed'in Mekke'den Medine'ye taşınmasına

1 19

ahfta bulunmak için kullanılır). Ama hicret sözcüğünün Kur'an'daki (ve göreceğimiz gibi, daha sonraki bazı kaynak­ lardaki) kullanımlarını yakından incelersek bunun daha fazla anlam ifade ettiğini ·görürüz. Öncelikle hicretin göçebelik haya­ tını geride bırakhrmayı gerektiğine dair bazı ipuçlarına rastla­ rız. Bu bakımdan İnananlar hareketi, kentlere ve yerleşim yerlerine dayalı bir hareketti; çünkü imanın bütün ritüel ge­ reklerine ancak buralarda hakkıyla uyulabilirdi. Peygamberin ölümünün ardından İnananlar, Arabistan'ın dışına yayıldıkla­ rında temas kurdukları halklar tarafından muhacirler (Süryani­ ce mhaggraye; Yunanca agarenoi) diye tanınmaları bundan do­ layı olabilir. Başka bir açıdan hicret, zulümden kaçmak için başkalarına sığınmak anlamına geliyordu - geleneksel kay­ naklarda ilk İnananlardan bazılarının Habeşistan' a hicretinden bahsedilmesi bundan kaynaklanır. Bununla bağlantılı olarak Kur' an' da günahkar bir çevreden kurtulmak için "Tanrıya ve elçisine hicret" edenlerden de bahsedilir (K. 4:100) . "Tanrı yo­ lunda hicret etmek"ten bahseden pasajlar ise hicretin kabaca cihadla, yani yine "Tanrı yolunda" sarf edilen "çaba"yla eşan­ lamlı olduğuna işaret eder. Bazı pasajlarda ise hicret savaşmak amacıyla yurdunu terk etmekle ilişkilendirilir (K. 3:195, 22:58). Gerçekten de, bu geniş anlamıyla hicret, tıpkı Hristiyanlar için vaftizin oynadığı rol gibi, İnananlar cemaatine tam mensubi­ yet için belirleyici bir gösterge olarak iş görmüş olabilir: "Ger­ çekten de, İ man edip hicret edenler ve Tanrı yolunda mallarıy­ la ve canlarıyla çaba sarf edenler [ve cahedu] ve [onlara] barı­ nak sağlayıp yardım edenler - onlar birbirlerinin dostlarıdır. İ man etmiş olup [henüz] hicret etmemiş olanlara gelince, onlar hicret edene kadar [başkalarının] karşılıklı yardımlaşmasından pay almazlar . . . " (K. 8:72). Muhammed, yedinci yüzyılın başlarında Arabistan'ın ba­ tısında yaşamış, vahiy almış, öngörü sahibi bir kimseydi. En iyi şekilde, taraftarlarının kendi deyişiyle " İnananlar hareketi" şeklinde adlandırılabilecek, dindarlık yanlısı bir dinsel hareke-

120

ti başlatmışh. Kur'an'ın tanıklığı, bu hareketin temel ilkesinin Tanrı'nın birliği ve tekliğini vurgulamak ve çoktanrıcılığı, hatta tektanrıcılığa gönülsüzce bağlılığı bile kesinlikle red­ detmek olduğunu gösterir. Yakın Doğu halklarının çoğu ol­ masa da bir kısmı çoktandır görünüşte tektanrıcı olduğu için, ilk İnananlar hareketi yeni ve ayrı bir dinsel inanç grubu ol­ maktan ziyade, en iyi deyişle, tektanrıcı bir reform hareketi olarak nitelenebilir. Yine de İnananlar görünüşe göre Tanrı'nın vahiylerine sıkı sıkıya riayet etmeye dayanan ve belki de hicret kavramı etrafında birleşmiş, benzersiz bir cemaat oluşturduk­ ları yönünde net bir hisse sahiplerdi. İnananlar Hesap Günü'nün pek yakın olduğuna da inanmışlardı ve etraflarının ahlaksızlık ve günahkarlıkla kuşa­ tılmış olduğunu hissettikleri için, kendilerini erdemli bir ce­ maate dönüştürmeye ve böylece Hesap Günü'nde kurtuluşa ermeye çabalamışlardı. Bu yüzden tüm İnananları Tanrı'nın vahyettiği yasaya sıkı sıkıya riayet etmekle yükümlü kılan, yoğun bir dindarlık hareketi oluşturdular. Bu hareket, başlan­ gıçta henüz apayrı bir inanç grubu anlamında bir "din" olma­ sa da, kurulu tektanrıcı inançların mensupları Yahudi veya Hristiyan kimliklerinden vazgeçmek zorunda kalmadan ona katılabilirlerdi; paganizmden vazgeçmiş "yeni tektanrıcı­ lar" dan Kur' ani yasaya riayet etmeleri beklenirken İnanan Yahudilerin Tevrat'ın buyruklarına, Hristiyanların da İncil'in buyruklarına uymaları yeterli görülüyordu (Görmüş olduğu­ muz gibi, bazı Hristiyan gruplar İ slam'ın arifesinde sıkı, hatta çileci dinsel usulleri özellikle benimsemişlerdi.). Mu­ hammmed'in ömrünün sonuna doğru, İnananlar hareketinin dindarlığı iyice militanlaştı, öyle ki İnananlar çevrelerindeki günahkar dünyaya gittikçe daha fazla müdahale etmeye, er­ demli bir düzen kurmak ve kendi değerlendirmeleriyle hakiki inancı yaymak amacıyla cihad etmeye başladılar. Bu eylemci veya militan nitelik sonunda, inançsızlığı ortadan kaldırmak için inanmayanlarla askeri olarak mücadele edilmesini de -

121

"Tanrı yolunda" (Kur'an'ın deyişiyle fi sebilillah) savaşmayı veya çaba sarf etmeyi - içermeye başladı. İnananlar, gelenek­ sel kaynaklara göre Muhammed' in son yıllarında kazanılmaya başlayan askeri zaferlerde, Son Gün' e zemin hazırlayan büyük olayların başlangıcına tanık olduklarım da düşünmüş olabilir­ lerdi; bu olayların başında, etraflarım kuşatmış günahkar yö­ netimleri ortadan kaldırıp zafer kazanmaları ve kendi hege­ monyalarını kurmaları geliyordu. Böylece onlar dünyayı mi­ ras alacak ve burada Kıyamet senaryosu doruğuna ulaştığında insanlığı kurtuluşa götürebilecek olan erdemli, Tanrı'nın reh­ berliğini benimsemiş bir cemaati inşa edeceklerdi. Bu hiç de alışılmadık bir program değildir; çünkü İnananların tüm in­ sanlığı kurutuluşa eriştirme hedefi, Bizanslıların dünyadaki herkesi kendi değerlendirmelerine göre hakiki inanca kazan­ ma amaçlarına epey benzer; her iki halde de bu amaca ya da­ vet yoluyla ya da gerekli olduğu takdirde savaş yoluyla ulaşı­ labilirdi. İ lk İnananlar hareketinin ne olduğunu sorgularken, onun ne olmadığını dikkate almak da önemli bir adım olur. Mu­ hammed ve İnananların "Araplar" olarak "milliyetçi" veya yerlici bir saikle hareket ettikleri sık sık ileri sürülür - hatta varsayılır. Fakat bu kimlik kategorisi, Muhammed' in yaşadığı dönemde, en azından siyasal anlamda, henüz mevcut değildi; dolayısıyla İnananların bir "Arap hareketi" oluşturduklarını düşünmek yanıltıcı olur. Kur' an, mesajının kendilerini İnanan­ lardan sayan insanlara yönelik olduğunu açıkça belirtir, İna­ nan olmak ise etnik kökenle bağlantılı değildir. A 'rab terimi (ki genellikle "göçebe" anlamına gelir) Kur'an'da yalnızca birkaç defa geçer ve çoğunlukla aşağılayıcı bir anlam taşıdığı görü­ lür. Kur'an kendisine birkaç yerde "Arapça Kur'an" diye atıfta bulunur, fakat bu da görünüşe göre dilsel bir nitelemedir, belki de bugün Arapça diye bildiğimiz konuşma dilinin belirli bir biçimine işaret eder.

122

İnananlar hareketi, esasen toplumsal koşulları iyileştir­ meye yönelik bir girişim de değildi. Kur'an'ın sık sık yoksulla­ ra, dullara ve yetimlere merhamet edilmesi gereğinden bah­ settiği doğn.ı.dur; fakat bu toplumsal faaliyetler, sadece mer­ hamet etmenin Tanrı'ya ve O'nun birliğine yönelik hakiki inanca eşlik eden görevlerden biri olduğu için emredilmiştir. Mesajın toplumsal boyutları inkar edilemeyecek kadar önem­ lidir, ama bunlar Kur'an'ın tek Tanrı'ya inanmak ve Tanrı'nın iradesine itaat edildiğinin kanıtı olarak erdemli davranmak gibi merkezi görüşlerinin yanında ikinci plandadır.

123

3

İ n a n a n l a r Ce m a ati n i n Yayı l m a s ı

Muhammed'in 1 1/632 yılında ölümünün ardından İnananlar, cemaatin liderliği meselesini çabucak (ama göreceğimiz gibi biraz tartışmalı bir . şekilde) çözdü ve bundan sonra hızlı bir siyasal yayılma sürecini başlattı. Bu süreç genellikle " İslami fetihler" ya da (bu kadar isabetli olmayan bir deyişle) "Arap fetihleri" diye anılır. Bu yayılma birçok kesintiyle birlikte yak­ laşık yüz yıl boyunca devam etti ve çarpıcı bir biçimde İna­ nanlar cemaatinin hegemonyasını ta İspanya ve Hindistan' a kadar taşıdı. Bu bölümde bu yayılma sürecinin nasıl başladığı açıklanmaya, yayılmanın niteliği ortaya konmaya ve özellikle ilk otuz yıllık kritik süreçte, yani yaklaşık 35/656 yılına kadar gerçekleşmiş başlıca gelişmelerin izi sürülmeye çalışılacak. Ama ilk önce, cemaatin tarihinin bu dönemini kavramak için tarihçilerin kullanabileceği kaynakları bir kez daha değerlen­ dirmemiz gerekiyor.

Kaynaklar Kur'an, Muhammed'in ölümünden hemen sonraki birkaç yıl için, cemaatin tarihi hakkında önemli bir kaynak olmaya en

125

azından dolaylı bir biçimde devam eder. Kur'an'ın tümüyle Muhammed'in yaşadığı dönemin bir ürünü olduğunu kabul etsek bile, onun yönlendirici ideallerinin Muhammed'in ölü­ münü izleyen ilk birkaç yılda İnananların görüş ve eylemlerini şekillendirmeye devam ettiklerini varsayabiliriz. Kur' an'ın metninin bu ilk birkaç onyıl boyunca somutlaşmaya hala de­ vam ettiğini savunan alternatif görüşü kabul ettiğimizde ise, bu metnin cemaat içindeki çeşitli grupların o zamanın İnanan­ larının yüz yüze geldiği can alıcı meseleler hakkındaki farklı görüşlerini daha doğrudan bir biçimde yansıttığını ileri süre­ biliriz. Bununla birlikte, görünüşe göre Kur'an, Muhammed'in ölümünden sonraki yayılma hareketi hakkında hiçbir doğru­ dan bilgi içermez. Bu nedenle, yayılmanın ilk onyıllarını araş­ tırmak isteyen tarihçiler, daha sonraki Müslüman cemaatinin bu konu hakkında derlediği geleneksel anlatıların oluşturdu­ ğu hacimli külliyatı dikkate almak zorunda kalırlar. Bu anlatı­ lar da tıpkı Muhammed'in hayatı hakkındaki anlatılar gibi, tarihçiler için epey tartışmalıdır ve büyük bir dikkatle ele alınmaları gerekir. Fetih anlatıları, Muhammed hakkındaki anlatılar gibi, sadece daha sonraki cemaatin merak edeceği meselelere ilişkin birçok tahrifi içerir; özellikle de olayları Tan­ rı'nın İnananlara lütfettiğinin delili olarak, idealleştirilmiş bir tarzda betimleme ve muhtemelen Medine liderliğinin merkezi kontrolünü abartma eğilimi gösterirler. Fakat bu geleneksel anlatılar hakkındaki son araştırmalar, hem Muhammed'in Medine' deki faaliyetinin son yıllarında hem de yayılma hare­ keti sırasında yaşanmış tarihsel olayların akışına dair basit bir çerçeveyi yine de oluşturabileceğimizi gösterirler; üstelik söz­ konusu anlatıların bu olaylara dair tahrif ve değerlendirmele­ ri, bunların yaşandıkları döneme özgü kaygılardan ziyade daha sonraki bir döneme özgü kaygılar tarafından oldukça etkilenmiş olmasına rağmen.

126

Ayrıca, yayılmanın ilk onyıllarında, İnananlar cemaatinin tarihinde ilk kez, onun hakkında gerçekten belge niteliğindeki kanıtlarla karşılaşmaya başlarız. Bunlar İnananların bastırdığı, bilinen ilk madeni paralar şeklinde ve bunlarla çağdaş olup onlar tarafından ya da onlar hakkında yazılmış yazıtlar veya papirüsler şeklinde karşımıza çıkar. Yayılma döneminin ilk yılları hakkında çok az belgesel kaynak bulunduğu doğrudur, fakat bu durum onların tanıklığını bizim için daha da değerli kılar; çünkü İnananlar hareketinin tarihsel bir resmini yeniden oluşturarak söylemek istediğimiz her şeyin bu belgelerin sun­ duğu kanıtlara uygun olması gerekir. Bulutlu havalarda yolu­ nu bulmaya çalışan denizciler için birkaç sabit yıldızın a.nlık parıltısı ne kadar önemliyse, bunlar da bu dönemi araştıran tarihçiler için aynı ölçüde önemlidir: Bu parıltıları göremeyen denizciler büyük ölçüde tahminlerle iş görmek zorunda kalır­ lar. İnananları betimleyen, ama İ nananlar hareketinin men­ subu olmayan kimselerce yazılmış olan en eski edebi kaynak­ lardan bazıları da neredeyse ilk gerçek belgeler kadar önelidir. Yakın Doğu'nun çeşitli Hristiyan cemaatlerine ait - Süryanice, Yunanca, Ermenice ve Kıptice - yazılar ile birkaç Yahudi kay­ nak özellikle önem taşımaktadır. Müslümanlara ait daha son­ raki kaynaklar gibi, Müslüman olmayanlara ait bu edebi kay­ nakları da gayet dikkatle inceleyip değerlendirmemiz, böylece tam olarak ilk defa ne z a man yazıya geçirilmiş olduklarını, bize ne kadar doğru biçimde aktarılmış olduklarını ve özellik­ le de, İnananlar ve onların eylemleri hakkındaki betimlemele­ rini hangi (çağdaş veya daha sonraki) eğilim ve önyargıların şekillendirmiş olabileceklerini anladığımızdan emin olmamız gerekir. Yine de bunlar, hem edebi hem de belge nitelikli baş­ ka kaynaklarla birlikte ele alındıklarında, sözkonusu döneme ilişkin, tarihsel bakımdan daha sağlam temellendirilmiş bir anlayışa ulaşmamıza yardımcı olacak alternatif bir bakış açısı-

127

bize sunarlar. Bu kaynakların bir kısmından aşağıda, özel­ likle yayılma sürecinin karakterini ele alırken yararlanacağız.



M u h a m med' i n H ayatı n ı n Son Yıllarında Cemaat İnananlar cemaatinin Muhammed'in ölümünden sonra hızla yayılmasının nedenleri, onun hayahnın son yıllarında yaşadı­ ğı olaylarda gizlidir. Daha önce gördüğümüz gibi, Muham­ med ve taraftarları Kureyş ile yapılan Hudeybiye anlaşma­ sının (6/628) ardından kayda değer siyasi başarılar elde etme­ ye başlamışlardı. Bu anlaşmanın hükümlerinin Muhammed' in nispeten ateşli taraftarlarından bazılarını başlangıçta rahatsız ettiği rivayet edilir. Bunlar muhtemelen hala düşmanca dav­ ranan Mekkeli müşriklerle herhangi bir biçimde "anlaşma" yapma fikrine karşı çıkıyorlardı. Özellikle de Kureyş'in, söz­ konusu belgede, Muhammed'in "Tanrı'nın Elçisi" diye anıl­ masına veya İnananların o yıl kutsal bölge sayılan Mekke'ye girmesine izin vermemelerine gücenmişlerdi. Fakat onların bu endişelerine rağmen Muhammed ve taraftarları, bu anlaşma­ dan kısa bir süre sonra kuzeydeki başlıca vaha olan Hayber'i fethetmeyi, yine kuzeye birçok başka akın düzenlemeyi ba­ şarmış ve şimdiye kadar bağlantısız kalmış birçok pastoral göçebe grubunun Medine'yle ittifak kurmasını sağlamışlardı. Tüm bu faaliyetler, Muhammed'in askeri ve siyasi konumunu sağlamlaştırmıştı; özellikle de uzun zamandır kendisine karşı Mekke'nin müttefiki olan Hayber'in fethi, Muhammed'e, düşman kuvvetlerinin Medine'ye arkadan saldırma ihtimalin­ den korkmadan Mekke'ye son kez saldırma olanağını vermişi. Medine' deki İnananlar cemaatinin konumunun gittikçe gü­ venli hale gelmesinin, daha önce Habeşistan' a gitmiş göçmen­ lerin, bu dönemde Hicaz' a geri dönmelerinin başlıca sebebi olabileceğini bundan önceki sayfalarda belirtmiştik. Muham­ med' in konumunun iyileşmesinin diğer bir yansıması ise Ku­ reyş'in ileri gelen birçok mensubunun Hudeybiye anlaşma­ sından Mekke'nin fethine kadar geçen yıllarda onun hareketi-

128

ne kahlmış olmalarında görülebilir. Bunlar arasında en önem­ lileri Halid ibnü'l-Velid ve Amr ibnü'l-As idi. Kureyş'in güçlü Mahzum aşiretine mensup olan Halid, sıra dışı bir komutandı. Yeteneğini daha önce Muhammed'e karşı Uhud savaşı sıra­ sında göstermişti; fakat bundan sonra Muhammed adına bir­ çok seferi yönetecek ve Muhammed'in ölümünden sonra İna­ nanlar cemaatinin yayılmasında önemli bir rol oynayacaktı. Amr ibnü'l-A s ise Muhammed'e bağlılığını ilan ettikten sonra Doğu Arabistan'da yer alan Umman'a Muhammed'in temsil­ cisi ya da valisi olarak görev yapmaya gönderildi ve Muham­ med'in ölümünü izleyen yıllarda önemli bir siyasi ve askeri figür olarak öne çıktı. 8/630 yılında Mekke'nin ve bundan kısa bir süre sonra Taif kentinin fethedilmesiyle birlikte Muhammed'in gücü o kadar artmışh ki Arabistan' daki birçok grup ona biat ettiğini bildirmek için temsilciler göndermeye başlamışlardı. Bu du­ rum özellikle "heyetler yılı" diye de bilinen, Muhammed'in hayatının sondan bir önceki yılında (9/Nisan 630-Nisan 631) doruğuna ulaşmıştı. Medine' deki ilk yıllarını belirsizlikler içinde geçiren Muhammed, Mekke'nin fethinden sonra ko­ numu sağlamlaşınca, siyasi fayda elde etmek amacıyla pagan gruplarla ittifak kurmaya artık ihtiyaç duymamaya başladı. Kur'an hem "ortak koşanlar" / müşrikler ile yapılan daha ön­ ceki anlaşmaların varlığından hem de gelecekte bu tarz ittifak­ lar kurulmasını yasaklayan bir politika değişikliğinden bahse­ der; bir yerde şöyle bir ifade içerir: "Haram aylar bitince müş­ rikleri bulduğunuz yerde öldürün" (bkz.: s. 1 19, kutucuk, "K.9, Tevbe / Tövbe: 1-6"). Yani bundan böyle müşriklerin cemaate katılmasına izin verilmeyecek, böylece cemaat çevresindeki günahkar dünyadan kendi inancı ve erdemliliği ile ayrılan bir grup haline gelmeye bir bütün olarak daha fazla odaklanabile­ cekti. Cemaat artık müşriklerle devamlı savaş halindeydi, müş­ rikler takip edilecek ve Tanrı'nın birliğini tanımaya zorlana­ caklardı. Muhammed'i son yıllarında ziyaret etmiş oldukları

129

söylenen birçok kabile heyeti, yeni İnananlar cemaatinin salt müttefikleri haline gelmekle kalmayıp - müttefik sayılmak için - cemaatin asli mensupları da oldular, böylece namaz ve vergi ödemeleri (ya da geçmişteki günahlarının kefareti olarak arınma ödemeleri) gibi görevlerden sorumlu tutuldular. Müt­ tefiklerin artık ideolojik ve mali konularda kurallara riayet etmesi gerekiyordu, cemaatin tüm mensupları tarafından ödenen vergiler de bundan sonra onların bağlılığının önemli bir nişanesi olacaktı. Medine' deki İnananlar cemaati, ilk günlerinde epey kü­ çüktü; insanlar, geleneksel kabile ve soy gruplarına hala bağlı­ lık göstermeyi sürdürüyordu; fakat artık birbirleriyle yeni yol­ larla işbirliği yapmakla yükümlüydüler. Bu durum, başka ku­ rumların eksikliği dolayısıyla, Muhammed'in kişisel olarak çözüme ulaştırmak zorunda kaldığı birçok gerginliğe ve reka­ bete neden olmuştu. Muhammed bunu yaparken onun sözün­ den çıkmayan yakın kişisel destekçilerinin - özellikle de görü­ nüşe göre Muhammed'in başlıca danışmanları olan ve kızları Aişe ve Hafsa ile evlenerek sıkı ilişkiler kurduğu Ebu Bekir ve Ömer ibnü'l-Hattab'ın - yardımına bel bağlamıştı. Bununla beraber Muhammed'in hayatının son yıllarına doğru İnananlar cemaati büyümüş ve karmaşıklaşmıştı. Artık önceden bağımsız olan, Medine, Mekke, Taif, Hayber, Vadi'l-Kura köyleri vd. gibi çok sayıda yerleşim yerini ve kenti içeriyordu. Ayrıca Medine ve Mekke civarında yaşayan, Süleym, Hevazin, Müzeyne ve Huzaa gibi sayısız pastoral göçebe grubu da artık cemaate dahildi. Bu yerleşim yerlerinden veya gruplardan bazıları, Hayber'in veya Vadi'l-Kura'nın Yahudi sakinleri gibi, Mu­ hammed'in boyun eğdirdiği, haraç ödeyen tektanrıcılardı, kimi­ leri ise Medine' den epey uzakta yaşıyordu. Cemaat büyüyüp karmaşıklaşırken Muhammed, önemli idari görevleri güvenilir kimselere bırakmayı gittikçe daha gerekli bulmaya başladı; bu kimseler boyun eğmeyen kabileler üzerine akınlar düzenledi, pagan putlarının bulunduğu tapı-

130

nakları tahrip etti veya muhtelif yerleşim yerleri ve grupların fiili yöneticileri olarak hizmet ettiler. Görevlendirilen kişilerin birçoğu, en önce Müslüman olmuş güvenilir kimselerdi; bağlı­ lıklarını birçok kez kanıtlamış Göçmenler ve Yardımcılardı. Bununla beraber Muhammed eski müşriklerin, hatta hareketi­ ne epey geç kahlmış olanların hizmetlerini de geri çevirmedi, bu durum büyüyen cemaatin idaresi için gerekli olan yetenek­ lere sahip kimseler için özellikle geçerliydi. Yukarıda kendile­ rinden kısaca bahsedilen, Mekkeli Halid ibnü'l-Velid ve Amr ibnü'l-A s'ın faaliyetleri bunun tipik örnekleridir. Daha da çarpıcı olan bir şey ise Muhammed'in, ancak son dakikada, Mekke'nin ele geçirilmesi sırasında boyun eğen çok sayıda Kureyşlinin yönetimde önemli görevler almasına izin verme­ siydi - doğrusu, Muhammed bunlardan bazılarına, muhteme­ len onları cemaate daha sıkı bağlamak amacıyla, fazladan özel ödemeler yapılmasını bile emretmişti. Fakat Muhammed'in, Kur' an' da kendilerinden "gönülleri ısındırılanlar/ yumuşah­ lanlar" (el-müellefetu kulubühüm) (K. 9:60)*1 diye bahsedilen bu eski düşmanlarından bazılarına böyle özel bir muamelede bulunması, onun en eski taraftarlarından bazılarını gücendir­ mişti. Bu kimseler, hareketin aşağı tabakalarında hizmet et­ meye devam ederken - Kureyş'in Ümeyye aşiretinin reisi ve uzun zamandır Mekke'nin Muhammed aleyhine muhalefeti­ nin lideri olan - Ebu Süfyan ve oğulları Yezid ve Muaviye gibilerinin lütuflara ve yüksek makamlara boğulmasından rahatsızlık duyuyorlardı. Fakat "gönülleri ısındırmaya" yöne­ lik bu politika, önemli bağlantılara ve idari yeteneklere sahip *1

"Terim anlamını Tevbe suresindeki (9/60) "el-müellefetü kulfıbühüm" ifadesinden alan tamlama, maddi ihsanda bulunmak suretiyle gönül­ lerinin İslam'a ve müslümanlara karşı yumuşatılması arzulanan gayri müslimleri, kendilerinin veya bağlılarının İsJam'ı benimsemesi umulan yahut zarar vermelerinden korkulan veya düşmana karşı himayeleri istenen nüfuz sahibi kimseleri ve dinde sebat etmeleri arzulanan yeni mühtedileri belirtmek için kullanılmıştır." C. Kallek, TDV İslam Ansi­ klopedisi, "müellefe-i Kulub" maddesi. (ed)

131

oldukları için tehlikeli muhaliflere dönüşme ihtimali olan bu tür kimsele re İnananlar hareketinin başarılarında pay sahibi olma fırsatını verdi ve böylece onların harekete sadık kalması­ nın sağlanmasına katkıda bulundu. Görünüşe göre Muham­ med bu tarz ödünlerle, ortaya koyduğu temel ideallere bağlı kalmayı sürdürürken, hareketine dünyevi meselelerde başarı kazandırmasını mümkün kılan pragmatik bir bakış açısını benimsiyordu. Muhammed'in bu politikası, İnananlar hareke­ tinin başarısına uzun vadede önemli ölçüde katkıda bulundu. Yani Muhammed öldüğü sırada İnananlar cemaati, Batı Arabistan' daki eski kontrol ve etki sahasını hızla genişletmek­ teydi. Onun bu dönemdeki kontrol sahasının bazı bakımlar­ dan tam olarak ne kadar geniş olduğu hala net olmasa da, birkaç yıl öncesinden çok daha geniş olduğuna hiç kuşku yok­ tur. İnananların Yemen'de (güney Arabistan), Umman'da (doğu Arabistan) ve hatta kuzey Arabistan'ın birçok bölgesin­ de ileri karakollarının olduğu rivayet edilmiştir. Görünüşe göre Muhammed, kuzeye doğru yayılmaya özellikle ilgi gös­ termişti; daha Mekke'nin fethinden önceki yıllarda, Medi­ ne'nin yaklaşık 600 km (375 mil) kuzeyinde bulunan Dume­ tülcendel'e (günümüzdeki adıyla el-Cevf) bir (veya birçok) akın düzenlediğini daha önce belirtmiştik. Mekke'nin ele geçi­ rilmesinden sonra kuzeye doğru gerçekleşen bu yayılmanın daha da yoğunlaştığı görülür, buna Bizans topraklarının Suri­ ye' deki (günümüzde Ürdün'ün güneyinde bulunan) güney sınırlarına düzenlenen en az iki sefer dahildir. Kuzeye olan bu bariz ilginin nedeni neydi? Muhtemelen, Kureyşlilerin ticari faaliyetler sayesinde iyi bildikleri büyük şehirlere ve bereketli tarım arazilerine sahip olan Suriye coğrafi bölgesinin ticari ve başka ekonomik sebeplerden dolayı Muhammed'in yakın çevresindeki bazı kimselere çekici görünmesiydi. Görünüşe göre bazı Kureyşliler, Muhammed' in peygamberlik faaliyetleri başlamadan önce Suriye' de mülkler edinmişti; bunlardan ba­ zılarının, Şam yakınında mülkleri olan Kureyş reisi Ebu Süf-

132

yan ve Filistin'in güneyinde mülkleri olan Amr ibnü'l-A s ol­ duğunu biliyoruz. Üstelik İnananlar, tüm dünyayı miras al­ maya yazgılı olduklarını düşünmüşlerse, buna başlamak için bereketli Suriye' den daha iyi bir yer bulamazlardı. Kuzeye gösterilen ilginin başka bir muhtemel sebebi ise İnananlar hareketinin eskatolojik tutumuna bağlı olabilir. He­ sap Günü'nün yakın olduğuna ikna olmuş olan kimi İnanan­ lar, "başlıca apokaliptik şehir" diye anılan Kudüs'ü kontrol altına almanın acil bir gereklilik olduğunu hissetmiş olabilir­ ler. Eski Çağ'ın sonlarında Yahudiler ve Hristiyanlar arasında dolaşan birçok kıyamet senaryosu, Hesap anının Kudüs'te gerçekleşeceğini belirtiyordu ve bu düşünce, Kur'an'da ifade edilmemiş olsa da kısa süre içinde İ slami eskatolojik görüşlere dahil olmuştu. İnananlar erdemli bir "kurtarılmışlar cemaati" inşa etme süreci içinde oldukları için, bir an önce Kudüs'te kendilerine yer edinmeyi gerekli görmüş olmalıydılar.

M u h a m med' i n H a lefleri ve Ridde Savaşları Muhammed'in 1 1/632 yılında ölümü, geride kalan İ nananları ciddi bir güçlükle karşı karşıya bıraktı. Taraftarlarından bazı­ ları - mesela, rivayetlere göre, Ömer - onun gerçekten öldü­ ğüne inanmak istememişti*2• (Bu isteksizlik, onların Hesap Günü'nün Muhammed yaşarken geleceğine inanmış olmala­ rından ileri gelmiş olabilir.) Muhammed'in İnananlara liderliği son derece kişisel olmuştu. Tavsiye alırken ve çeşitli görevle­ rin yerine getirilmesini sağlarken başlıca taraftarlarına bel

*2

Ömer ibn el-Hattab gibi bir insanın Hz. Muhammed'in ölmediğine inan­ dığını söylemek hem onun karakteriyle, hem de olayların akışı ile pek uyuşmamaktadır. Kırtas olayında Hz. Muhammed'in ölmek üzere oldu­ ğunu dile getiren odur. Sakife olayında, Hz. Peygamber'in naaşı defne­ dilmeden, kimin yönetici olacağı ile ilgili tartışmalar yapan odur. Muhtelif kaynaklarda Hz. Ömer'in, Hz. Peygamber'in henüz olmediğini ifade ettiği rivayet ile, Hz. Ebu Bekir'in, Hz. Peygamber'in vefat ilanını konu olan ri­ vayetin peş peşe gelmiş olması böyle algıya zemin hazırlamış olabilir. (ed)

133

bağlamış olsa da, kendisinin ölümü halinde kimin hangi göre­ vi üstleneceğini belirleyecek, net bir "emir komuta zinciri" oluşmamıştı. Üstelik - Müslüman geleneği bu mesele hakkın­ da çelişkili yorumlar öne sürse de - görünüşe göre Muham­ med halef tayinine veya seçimine ilişkin, tartışmaya yer bı­ rakmayacak herhangi bir usul oluşturmamıştı, öyle ki Kur' an' da da bu mesele hakkında tartışmasız bir yönlendirme yer almıyordu. Muhammed yaşarken İnananlar arasındaki sayısız çekişmeyi ve küskünlüğü - zaman zaman ucu ucuna kontrol altında tutmuştu; onun ölümü üzerine bu çekişmeler hemen yeniden su yüzüne çıktı. Medine'nin Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki eski düşmanlık, Göçmenler ve Yardımcı­ lar arasındaki hiçbir zaman pek dostça olmamış çekişme ve Muhammed'in en eski taraftarlarından bazılarının harekete son dakikada katılmış Kureyşlilere kızgınlıkları, İnananlar hareketinin çekirdeğini oluşturan Medine' deki cemaati pa­ ramparça etme tehlikesini doğuruyordu. Aynı zamanda, Mu­ hammed'in ölüm haberi de, onun yönetimi altındaki durum­ larından ve vergi tahsildarlarıyla ilişkilerinden pek memnun olmayan kabile gruplarını Medine'nin kontrolünden çıkmak konusunda cesaretlendirmişti. Muhammed'in ölümü, bu gerginlikler nedeniyle Medi­ ne' deki cemaatin bile birliğini tartışmaya açtı. Görünüşe göre Medineli İnananların kendilerine ayrı bir reis seçmeleri, (Göçmenler dahil) Kureyşlilerin ise kendi liderlerini belirleme­ leri gerektiği yönünde bazı teklifler - yani İnananlar cemaatini esasen kabileler halinde, siyaseten parçalamaya yönelik teklif­ ler - yapılmıştı. Bu acil liderlik krizi, görünüşe göre hızla çö­ züme ulaştırılmıştı: Geleneksel kaynaklar, bir Hazrec aşireti olan Beni Sföde'ye ait bir toplantı alanında Yardımcılar tara­ fından düzenlenen çalkantılı bir toplantıyı betimler ve bu top­ lantının sonucunda İnananlar cemaatinin birlik içinde olmaya devam etmesi ve Muhammed'in en yakın danışmanı olan Ebu Bekir'in Muhammed' in siyasi halefi olarak hizmet etmesi, ama

134

peygamberlik yetkisinin olmaması gerektiğine karar verildiği­ ni belirtir. Bununla beraber, bu çok önemli süreçte tam olarak neler yaşandığından emin olmak güçtür; çünkü geleneksel kaynaklar, bu süreç hakkında, birbirleriyle uzlaştırılamayan, çelişkili birçok rivayet sunarlar. Mesela bazı rivayetlerde, pey­ gamberin kuzeni ve damadı olan Ali'nin altı ay gibi uzun bir süre boyunca Ebu Bekir'in seçilmesini kabul etmediği ve ona bağlılık yemini etmeyi reddettiği belirtilirken, diğer rivayet­ lerde bu inkar edilir. Sahne arkasında ne yaşanmış olursa ol­ sun, sonuçta cemaatin yeni lideri Ebu Bekir oldu. Muhammed'in siyasi ardılları (muhtemelen Ebu Bekir hariç) başlangıçta emirü 'l-mü 'minin, yani " İnananların komu­ tanı" unvanını aldı; bu unvan en az iki sebepten dolayı ilginç­ tir. Birincisi, Muhammed'in dinsel hareketinin mensuplarının kendilerini ilk önce, Kur' an' da belirtildiği gibi, İnananlar ola­ rak görmeyi sürdürdüklerini açığa vurur. İkincisi, bu unvan hareketin liderliğinin askeri bir nitelik taşıdığını gösterir, zira Arapçada "komutan," "emir veren" anlamına gelen emir söz­ cüğü, başka toplumsal liderlik veya grup liderliği biçimlerini betimlemekten ziyade, genelde askeri bağlamlarda kullanılır. Bu da muhtemelen hareketin gittikçe militanlaşan, hatta ya­ yılmacı hale gelen karakterinin bir yansımasıdır. Emirü 'l­ mü 'minin unvanı, Ebu Bekir'in ardılları tarafından kullanılmış ve bu kullanım, bir kısmı onun ardıllarından biri olan Muavi­ ye döneminden (h.d.: 40-60/660-680) kalmış olan en eski belge­ sel kaynakların bazılarında - yazıtlar, paralar ve papirüsler doğrulanmıştır. Daha sonraki İ slami gelenek (ve çoğu modern araşırma), genelde Ebu Bekir ve ardıllarını "halife" - "ardıllar" - diye anar, fakat H. 1 . / M.S. 7. yüzyılın sona ermesinden önce bu terimin kullanılmış olduğuna dair herhangi bir belgesel kanıt mevcut değildir. Bu nedenle, bu kitapta İnananlar cema­ atinin liderlerine bizzat kullanmış oldukları terimle (emirü 'l­ mü 'minin) atıfta bulunmaya devam edeceğim.

135

EL-TAİF BENDİ ÜZERİNDEKİ YAZIT Bu bent Tanrı'run hizmetkarı, emlrü 'l-mü 'minln Muaviye'ye aittir. Onu Abdullah ibn Sahr Tanrı'nın izniyle 58 yılında inşa etmiştir. Ey Tanrım, Tanrı'nın hizmetkarı, em!rü 'l-mü 'minln Muaviye'yi bağışla, ona güç ver ve yardımcı ol, İnananları ondan faydalandır. [Bunu] Amr ibn Habbab yazmışhr. (İngilizce çeviri: Hoyland, Seeing Islam, 692, birkaç değişiklik yapılmışhr).

Ebu Bekir, cemaatin liderliğine seçilmesinin üzerine, ilk önce Muhammed'in ölümünden hemen önce hazırlıklarını yapmış olduğu kuzey seferini başlath. Ebu Bekir, bu kararıyla birçok danışmanın taleplerini reddetmiş oluyordu; bu danış­ manlara göre, birliklere Medine' de, Muhammed'in ölümünün yol açhğı kargaşada faydalanmayı ümit eden, civardaki göçe­ be kabilelere karşı kenti savunmak için ihtiyaç vardı. Medi­ ne'nin şansına, civardaki birkaç kabile, mesela Eslem kabilesi, Medine'ye sadık kalmış ve sözkonusu girişimleri önlemişti. Sefere hazırlanmış olan birlikler yola çıktı; fakat seferin kısa sürdüğü anlaşılmaktadır; görünüşe göre bu sefer, Medine'nin kuzeyinde yaşayan Kudaa kabilelerini hedeflemiş, hatta muh­ temelen Balka bölgesine (günümüzde Ürdün'de yer alan, Amman yakınlarındaki bir bölge) kadar ilerlemişti. Birlikler yaklaşık iki ay sonra sağ salim geri döndü. Birlikler tam vaktinde dönmüştü; çünkü Medine' deki İnananlar ile Ebu Bekir, takviye kuvvetlere ihtiyaç duymuştu. Birçok kabile grubu, onu desteklediklerini bildirmek için Me­ dine' ye heyet göndermişti; fakat bazıları, İnananların dinsel yasalarına riayet etmeye razı olduklarını belirtmelerine rağ­ men yeni lidere sadaka vergisini ödemeyi reddetmiş ve her­ hangi bir anlaşma yapmadan ittifaktan ayrılmışlardı. Ü stelik bir kısmı Medine'ye yakın yerlerde yaşayan birçok göçebe grup da Medine'ye karşı bir direniş örgütlüyor, belki de bu kente saldırmaya hazırlanıyordu. Medine' deki yeni rejime karşı oluşan bu muhalefet kaynaklarımızda ridde, "geri dön-

136

me" ya da (dinsel tınılar taşıyan bir ifadeyle) "döneklik" diye anılır. Kuzeye gönderilmiş birliklerin dönüşünün ardından Ebu Bekir, Medine'nin yaklaşık 200 km (124 mil) doğusunda bulu­ nan el-Rabaza köyü yakınlarındaki Gatafün ve Kinane aşiret­ lerinin yeni kurulmuş koalisyonunu dağıtmak amacıyla bir akın düzenledi. Bundan sonra, çoğu Kureyşli olan güvenilir komutanların liderliğinde birkaç başka birlik daha oluşturdu. Örneğin Yemen'e gönderilen Muhacir ibn Ebi Ümeyye ve Halid ibn Esid, peygamberliğini ilan etmiş olan Esved el-Ansi adındaki bir asinin başlattığı bir ayaklanmayı bastırmak için buranın valisine yardımcı oldular. Güneydoğu Arabistan'daki Umman ile Mahra bölgelerine boyun eğdirmek (veya buraları İnananların kontrolü altına almak) amacıyla üç komutan daha görevlendirildi. Bir diğeri ise, Arabistan'ın kuzeydoğusunda yaşayan Bekir kabileleri üzerine yapılan benzer bir sefere gönderildi (Ebu Bekir bu kabilelerden bazılarıyla, mesela Şeyban kabilesiyle daha önce bir tür ittifak kurmuş olabilir). Bununla birlikte, ridde seferlerinin en ünlüleri, Halid ib­ nü'l-Velid komutasındaki, hem Göçmenlerden hem de Yar­ dımcılardan oluşan bir orduyla gerçekleştirilmişti. Halid ib­ nü'l-Velid, Arabistan'ın kuzeyindeki Necid bölgesinde yaşa­ yan ve bazıları Muhammed gibi peygamber (elbette daha son­ raki Müslüman geleneğe göre "sahte peygamber") olduklarını ileri süren kimselerce yönetilen kuvvetli grupları yenilgiye uğrattı. Esed kabilesinin "sahte peygamberi" Talha ibn Hu­ veylid ise daha Muhammed yaşarken faaliyet göstermeye başlamış ve Gatafün aşiretinden geriye kalanların desteğini kazanmıştı. O da Büzaha savaşında yenilgiye uğratıldı. Tay, A mir, Süleym, Hevazin kabilelerine de aynı şekilde boyun eğdirildi. Temim kabilesi ve "sahte kadın peygamberleri" Secah ise Medine'nin en etkili rakibi olan "sahte peygamber" Müseylime'ye (Mesleme) ve Arabistan'ın doğusundaki el­ Yemame adında önemli bir vahaya (modem Riyad'da bulu-

137

nan el-Hacr kentinin civarı) hakim olan kabilesi Hanife'ye katıldı. Halid'in Necid'deki seferlerinin başarısı, o ana kadar zaman kazanmaya çalışan birçok yerel grubu, Müseylime ile savaşmaya giden Halid'in ordusuna katılmaya ikna etti. Her iki tarafın da çok sayıda kayıp vermesi yüzünden "ölüm bah­ çesi" diye anılan Akraba' da yapılan savaşta Hanife kabilesi yenilgiye uğratıldı ve Müseylime öldürüldü. Arap yarımadasını bir uçtan diğerine kateden ve bir yıl­ dan biraz daha uzun bir süre boyunca devam eden (11/Mart 632 Mart 633) bu seferlerin sonucunda, Arabistan'ın tamamı Medine'nin ve İnananlar hareketinin siyasi kontrolü altına girdi. İnananların Arabistan' daki her türlü direnişin üstesin­ den gelmekte gösterdiği şaşırtıcı başarının, o dönemde yaşa­ mış birçok kimse tarafından Tanrı'nın gerçekten de kendileri­ nin yanında olduğunun bir alameti diye yorumlandığını, bu­ nun da birçok kimsenin onların egemenliğini kabul etmesini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. İnananların hegemonyası, onların yasalarıyla yönetilerek yaşayan herkesin, önceden tektanrıcı değilse bile, Tanrı'nın birliğini ve Kur'ani yasaya uygun yaşamayı kabul ettiğini açıkça beyan ederek öyle ol­ mak zorunda olduğu anlamına geliyordu. (Muhtemelen Ara­ bistan' da yaşayan çok sayıda Yahudi ve Hristiyan'a tektanrıcı oldukları için kendi dinsel yasalarına göre yaşamaya devam etme izni verilmişti, bununla birlikte kaynaklar bize bu mesele hakkında hiçbir şey anlatmaz.) Fakat bu yeni İnananlar, Tan­ rı'nın birliğini tanımanın yanı sıra, erdemli bir hayat sürmek­ ten ve Medine'ye vergi (sadaka) ödemekten de sorumluydular. Görünüşe göre Ebu Bekir, özellikle bu sonuncu koşulun uygu­ lanması konusunda ısrarcı olmuştu ve muhtemelen bu neden­ le kaynaklarda kendisinden "el-Sıddık" diye bahsediliyordu. Geleneksel kaynaklar genelde bu lakabın "hakikati söyleyen" anlamında yorumlarlar, fakat bunun "sadaka toplayan" (yani "vergi tahsildarı") anlamına gelmesi de aynı ölçüde müm­ kündür. -

138

Ridde seferleri tamamlandığında cemaat üç tabakadan

oluşuyordu. En üstte Muhammed'in İnananlar cemaatinden oluşan eski çekirdek - Göçmenler, Yardımcılar, Kureyş ve Hicaz'ın üç önemli kenti Mekke, Medine ve Taif'i temsil eden Sakif - ile Ebu Bekir ve onun önemli makamlarda yer alan (çoğu Kureyş mensubu) en yakın danışmanları bulunuyordu. İkinci tabaka, yeni rejime biat emiş ve onu ridde sırasında des­ teklemiş olan, Arabistan' daki birçok birey ve kabileden oluşu­ yordu (mesela daha önce bağlantısız olup ridde savaşları sıra­ sında Halid'in kuvvetlerine katılan kabile mensupları gibi) . Bunlar arasında - hepsi de Medine civarında yaşayan göçebe gruplar olan - Eslem, Gıfar, Müzeyne, Eşca ve Cüheyne kabi­ leleri ve kısmen göçebe toplulukları içeren başka kabilelerin kolları bulunuyordu: Temim, Bedle, Sekun (Kinde'nin bir kolu), Beli, Şeyban ve diğer Bekir kabileleri ve birçok başka kabile. Hiyerarşinin en dibinde, ridde sırasında Medine'nin yayılmasına karşı koymuş olan kabileler ve cemaatler yer alı­ yordu: Hanife kabilesi, Temim, Tay, Esed ve Kinde gibi birçok kabilenin çeşitli kolları. Bu gruplar, riddeden sonraki yıllarda Arabistan'ın tabi nüfusunu oluşturdu ve bunlardan alınmış olan esirler, ilk İnananlara köle olarak hizmet etti. Bu esirlerin en ünlüsü Hanife kabilesinden Havle bint Ca'fer adlı, daha sonra Ali ibn Ebi Talib' in cariyesi olacak bir kadındı. Bu birlik­ telikten doğan Muhammed ibnü'l-Hanefiyye ise daha sonra siyasette öne çıkan bir kimse olacaktı. Havle bint Ca'fer ise, oğlunun ünü dolayısıyla, kaynaklarda öne çıkan bir birey olması bakımından bir istisna sayılır. Onun gibi Arap kölele­ rin çoğunun adı bilinmezliğe gömülmüştür; fakat kaynakları­ mızdaki bazı rivayetler - mesela geleceğin emlrü 'l-mü 'minini Muaviye'nin Yemame'de bulunan ve (muhtemelen yine Hanife kabilesinden) binlerce kölenin çalıştırıldığı geniş mülk­ leri betimleyen rivayet - "Tanrı düşmanlarının" köleleştiril­ mesinin, yenilgiye uğratılmış ridde muhalifleri için pek de alışılmadık olmayan bir kader olduğuna işaret eder.

139

Yani ridde seferlerinin tamamlanması, Medine'nin kontro­ lünün tüm Arabistan'a yayıldığını gösteriyordu. Ama bu ayrı­ ca çok daha önemli bir şeyin de işaretiydi: Tüm Arap kabile gruplarının İnananlar cemaatinde bütünleştirilmesi; öyle ki bunların çoğuna (belki Hanife haricinde) İnananlar hareketi­ nin daha sonraki yayılmasına katkıda bulunabilecekleri yö­ nünde güvenilebilirdi. Temim, Esed ve Şeyban gibi güçlü gö­ çebe gruplar ile Yemen'in Becile, Ezd ve Mezhic gibi yerleşik kabileleri, Ebu Bekir ile yönetici kadrosunun gelecekteki sefer­ ler düzenlerlerken güvenebilecekleri başlıca askeri kaynakları oluşturdular. Gelecek yıllarda Tanrı'nın kelamını ve ona uy­ gun biçimde erdemli bir hayat sürmenin gerekliliğine ilişkin mesajı yepyeni ufuklara taşıyacak olanlar bu kabilelerin ta kendisiydi. Ridde seferleri Medine' deki yeni devlet için şu sebepten dolayı da önemliydi: Bu seferler yeni bir askeri örgütlenme düzeyine geçişin işaretiydi ve bunu kısmen hızlandırmışlardı. Muhammed döneminde ve öncesinde Arabistan' daki askeri seferler ne boyutta olursa olsun, en fazla akın sayılırlardı; yani bunlar kısa süren ve belirli bir kabilenin sürülerini ele geçir­ mek veya belirli bir yerleşimi haraç ödemeye mecbur etmek gibi epey sınırlı hedeflerle girişilen operasyonlardı. Bu tür akınların bazen farklı kabile gruplarının mensupları arasında kurulan büyükçe koalisyonlar veya ittifaklar tarafından ya­ pılmasına rağmen, bu oluşumların ömrü sözkonusu hedeflere ulaşılmasıyla (veya akının püskürtülmesiyle) biterdi. Bunlar seferin uzaması halinde dağılma eğilimi gösterirdi; Kureyş'in Uhud ve Hendek savaşlarında Muhammed' e karşı oluşturdu­ ğu büyük koalisyonların dağılması, bu durumun en iyi örnek­ leri arasındadır. İ slam öncesi akıncı birliklerinin bu geçiciliği, kuşkusuz onların ideolojik içerikten de organik bir yapıdan da yoksun olmalarından ileri gelir. İnananların başlattığı ridde seferleri ise bunun aksine kuvvetli bir ideolojik içeriğe sahipti. Bu seferlere katılan İna-

140

nanlar cihad ediyorlar, yani Tanrı yolunda "çaba sarf ediyor­ lardı"; ayrıca her birinin yola çıkarken kuşkusuz kendilerine özel hedefleri olsa bile, bu seferler, İslam öncesinin Arap akın­ larında bulunmayan bir açık uçluluk özelliğine sahipti. Artık zafer kazanılmasının ardından ordunun derhal eve dönmesi şart değildi, bunun yerine Tanrı'nın egemenliğini yayma sefe­ rinde bir sonraki hedefe geçileceği fikri hakim olurdu. Bazı hallerde, Ebu Bekir tarafından gönderilmiş birlikler bir yıl, hatta daha uzun bir süre boyunca savaşa devam etmişti - ki böyle bir durum Arabistan' da o zamana kadar hiç görülme­ mişti - dolayısıyla bunlar geleneksel Arap anlayışlarına uyan basit akıncı birlikleri olarak görülemezler. Üstelik bütün bir yıl boyunca kesintisiz sefer yapan birliklerin artık her an birbirle­ rinden kopabilecek, ayrık kabile birimlerinden oluşan geçici topluluklardan oluşması mümkün değildi. Bunun yerine onla­ rın, alanda birlikte edindikleri uzun deneyimler (ve cemaatin dinsel ideolojisine ve görevine karşılıklı bağlılıkları) sayesinde saf kabile ilişkilerini aşabilecek yoldaşlık bağlarına sahip olan, daha sıkı bir biçimde bütünleştirilmiş bir askeri birim oluşturan birlikler olarak görülmesi gerekirdi. Maalesef geleneksel kay­ naklar, bu örgütsel dönüşümün ayrıntıları hakkında bize sadece birkaç ipucu sunmakla kalırlar; fakat bunun bir boyutunu belki kavrayabiliriz. Ridde seferlerinin uzun sürmesi ve kapsamlı olması, birliklerin ihtiyaçlarının güvenli bir şekilde tedarik edilmesini gerektirmişti. Geleneksel kaynaklar, ilk emirü 'l­ mü 'minlnlerin Medine'nin yaklaşık 200 km (124 mil) doğusunda yer alan el-Rabaza' da, hayvan sürülerinin yetiştirildiği, koru­ malı bir otlak (hima) oluşturduklarını aktarırlar. Elbette bu tarz açıklamalardan yola çıkarak bunun İnananların ordularına binek hayvanı ve et tedarik etmek amacıyla yapılıp yapılmadı­ ğından emin olamıyoruz. Bununla beraber, arkeologlar el­ Rabaza' da ilk İnananlar cemaati dönemine tarihlenebilen deva­ sa deve kemiği yatakları bulmuş ve bunların burada büyük ölçekli besi hayvanı (özellikle deve) kesimi yapıldığının kanıtı

141

olduğunu ileri sürmüşlerdir. Eğer bu kanıt geçerli sayılırsa sözkonusu araşhrma eksiksiz biçimde yayınlanmamışhr - Ebu Bekir ile emfrü 'l-mü 'minin unvanını taşıyan ilk haleflerinin ger­ çekten de sahadaki ordularının temel ihtiyaçlarını karşılamak için merkezi bir sistem örgütlemiş oldukları söylenebilir. Öyleyse ridde seferlerinin İnananların kuvvetlerinin basit akıncı birliklerinden gerçek ordulara evrilmesine tanıklık etti­ ği açıktır. Ridde seferlerinin çoğu liderinin Kureyşlilerden oluşması da muhtemelen tesadüf değildir; bu kişiler kervan ticaretinde muazzam deneyimler edinmiş oldukları için, söz­ konusu dönüşümün gerçekleşmesine katkıda bulunmak için gereken idari becerilere de sahiplerdi. Arap ridde savaşları sırasında bu daimi orduların oluşumu, İnananlara Arabis­ tan' ın dışına yayılmalarını mümkün kılan kuvvetleri sağlaya­ caktı Ridde seferlerinin sonucunda İnananlar Bizans ve Sasani imparatorluklarının Arabistan'ın kuzeyindeki sınırlarına ka­ dar yayıldılar. Fakat İnananlar, bu işaretsiz sınırları da aşıp bu büyük imparatorlukların sınırlarında yaşayan ve birçoğu hali­ hazırda zaten Arapça konuşan topluluklar üzerine akınlar düzenlemeye ve onları kendi bünyesine katmaya başladı. İki imparatorluk da aldıkları vergiler dolayısıyla epey bereketli olan bu bölgelere yönelik tacizleri önlemek amacıyla buralara ordu gönderdi. İnananların iki imparatorlukla olan bu dolay­ sız siyasi karşılaşması, geleneksel olarak, genellikle "İslami fetihler" diye anılan ve İnananların Arabistan'ın dışındaki yerlere yayılmasını sağlayan çok daha büyük bir sürecin baş­ langıcı sayılır. Bu fethin ilk seferleri Ebu Bekir'in yönetiminin (11-13/632-634) son aylarında örgütlendi ve halefleri Ömer ibnü'l-Hattab (h.d.: 13-23/634-644) ve Osman ibn Affan (h.d.: 23-35/644-656) tarafından devam ettirildi. Fetih hareketi hak­ kındaki, daha sonraki Müslüman yazarlar tarafından sunulan geleneksel görüş, Medine'deki emfrü 'l-mü 'minin tarafından örgütlenen Arap kabile mensuplarından oluşan ordular ile

142

kendi topraklarına yönelik tacizleri durdurmaya çalışan Bi­ zans ve Sasani imparatorluklarının orduları arasındaki bir dizi büyük askeri karşılaşma şeklindedir. İnananlar cemaatinin kendi içinde yaşanmış ve birinci ve ikinci iç savaşlar diye anı­ lan bazı anlaşmazlık dönemleri yüzünden kesintiye uğramış olsa da, bu fetih hareketi hep kaldığı yerden devam etti ve yüz yıldan uzun sürdü. Sonunda İnananlar sadece Arabistan'ın yakın komşularını (Suriye, Irak, Mısır) değil, çok daha uzak bölgeleri de (batıda Kuzey Afrika ve İber yarımadasının bü­ yük kısmı; doğuda İran, Kafkasya ve Orta Asya ile Afganis­ tan' ın sınır bölgeleri; hatta İndus vadisinde (modem Pakistan) ve Güney Asya'nın birçok bölgesi) fethetti. Fakat yayılma hareketinin seyrinin daha ayrıntılı bir betimlemesini ele alma­ dan önce, bu yayılmanın mahiyetini tam anlamıyla kavramak için biraz durmamız gerekir.

İ n a n a n l a r ı n İ l k Yayı l ması n ı n Ka ra kteri Belirtilmiş olduğu gibi, İnananlar cemaatinin Arabistan' da çıkıp Yakın Doğu'ya yayılması, geleneksel olarak bir askeri fetih şeklinde ele alınır. Fakat bu görüş birçok bakımdan so­ runludur. Geleneksel Müslüman kaynaklar, kuşkusuz bunu, İnananlar ordusunun iki büyük imparatorluğa yönelik, binler­ ce askerin katıldığı büyük savaşları, birçok şehrin kuşatılma­ sını vs. içeren bir cephe saldırısı gibi betimler. Bu geleneksel resimde kuşkusuz önemli bir doğruluk unsuru vardır, zira bunun bazı yönleri Yakın Doğulu birçok Hristiyan yazar tara­ fından ortaya konmuş, hemen hemen çağdaş kimi edebi açık­ lamalar tarafından doğrulanmıştır. Mesela M.S. yaklaşık 640 yılında yazan Papaz Thomas, "Romalılar" (yani Bizans ordu­ su) ile "Muhammed'in göçebeleri (Süryanice tayyaye)" arasın­ da, Gazze'nin yaklaşık 19 km (12 mil) doğusunda gerçekleşen ve ardından 4000 Filistinli - Hristiyan, Yahudi ve Samiriyeli köylünün öldürüldüğü ve tüm bölgenin talan edildiği bir sa­ vaşı betimler.

143

PAPAZ THOMAS 945 yılı (M.S. 634), yedinci indiksiyon yılı, 4 Şubat Cuma günü, dokuzuncu saatte, Romalılar ile Muhammed'in göçebeleri (tayyaye d-Mhmt) arasında, Filistin' de, Gazze'nin on iki mil doğusunda bir savaş oldu. Romalılar kaçh, patrisyen Bryrdn geride bırakıldı ve tayyaya tarafından öldürüldü. Filistinli yaklaşık 4000 yoksul Hris­ tiyan, Yahudi ve Samiriyeli köylü burada öldürüldü. Tayyaye tüm bölgeyi talan etti. (İngilizce çeviri: Hoyland, Seeing Islam, 120, birkaç değişiklik yapılmıştır)

Başka çağdaş kaynaklar da benzer ayrıntılar içerir. Kudüs piskoposu Sophronius, M.S. 637 veya 638 yılında verdiği bir vaazda "Sarazen" (Arap göçebeleri ifade eden bir Yunanca sözcükten türetilmiştir) birliklerinin akınlar yaptığını ve epey kan döktüğünü, kiliselerin yakılıp yıkıldığını, köylerin yakıl­ dığını, şehirlerin talan edildiğini, tarlaların tahrip edildiğini ve onlara Bizanslılar tarafından gönderilen ordularla karşı kon­ duğunu anlatır. 640'larda verilmiş Kıptice bir vaazda "fuhşa teslim olmuş, katliam sevdalısı olan ve insanoğlunu tutsak eden zalim Sarazenler derler ki 'biz hem oruç tutarız hem dua ederiz"' denir. Çok sonraları Sinalı Anastasius (öl.: M.S. ykl. 700) "Gabitha [Cabiye], Yermük ve Dathemon'da [yapılan üç savaşta yapılan] katliamlar"a atıfta bulunarak Bizans ordusu­ nun uğradığı yenilgiden bahseder: " . . . bunları Filistin şehirle­ rinin, hatta Caesarea ve Kudüs'ün ele geçirilip yakılması izle­ di. Bundan sonra Mısır tahrip edildi ve birçok Akdeniz ülkesi ve adası köleleştirildi ve korkunç bir biçimde tahrip edildi . . . " Anastasius ayrıca Bizans ordusu ile donanmasının Finike sa­ vaşında uğradığı yenilgiden de bahseder (ykl. 31/651-652 veya 34/654-655). Dolayısıyla, İnananların ilk yayılmasında, bizim deyişi­ mizle "şiddete dayalı fetih modeli"nin sergilenmiş olduğunu destekleyen, çağdaş sayılabilecek yazılı kanıtların bulunduğu söylenebilir. Sorun şu ki, gittikçe çoğalan arkeolojik kanıtlar

144

birçok yerde yıkım, yangın veya başka şiddet biçimlerinin ya pek az gerçekleştiğini ya da hiç gerçekleşmediğini gösterir; bu durum, özellikle Suriye coğrafi bölgesi için geçerlidir; burası hem yazılı kaynakların en eksiksiz biçimde betimlediği hem de arkeologların en etraflıca araştırdığı yerdir. Aslında arkeo­ lojik kayıtlar bu bölgenin, kent ve kır hayatının şiddetli ve ani bir tahribatını içermeyen, tedrici bir toplumsal ve kültürel dönüşüm sürecinden geçtiğini gösterir. Her bir kentte tahrip edilmemiş - bunun yerine "fetih" ten yüz yıl, hatta daha uzun bir süre sonra bile kullanılmaya devam eden - kiliselerin bu­ lunduğunu, hatta (eski mozaik zeminli) yeni kiliselerin inşa edildiğini görürüz. Üstelik İnananların, Bereketli Hilal' e yayılmasına ilişkin "şiddete dayalı fetih" modeli, sosyolojik bir bakış açısına göre de makul değildir. Bu model "fatihler"in yerel halklara yeni bir dini zor kullanarak dayatma niyetiyle geldikleri şeklindeki hatalı bir anlayışa dayanır. Kendilerini savunmak için dinsel polemiklere girmekte hayli usta ve iyice kökleşmiş olan (Ya­ hudilik, Hristiyanlık, Zerdüştçülük gibi) dinsel geleneklerin uzun zamandır var olduğu Suriye, Irak, Mısır ve İran gibi bölgelerde böyle bir girişim kuşkusuz başarısızlığa uğrardı. Çünkü İnananlar, bundan önce açıkça tanımlanmış, apayrı ve yeni bir inancı benimsemiş ve yerel toplulukların buna riayet etmesini talep etmiş olsalardı, Bereketli Hilal'in bu toplumları onların gelişine inatla, hem sözle hem de eylemle karşı koyar­ lardı. Fakat neredeyse yüz yıl boyunca İnananların öğretileri­ ne karşı ne Hristiyanlar ne de başkaları tarafından önemli bir polemik yazılmıştı. "Şiddete dayalı fetih" modeli bu yüzden tarihçilerin karşısına, birincisi, görüşlerini ustalıkla dile geti­ ren bu dinsel cemaatlerin kesinlikle sergileyeceği muhalefete rağmen bu fethin nasıl başarıya ulaşabileceğini, ikincisi de, nispeten az sayıdaki fatihin çok daha fazla sayıda olan düş­ man bir topluluk üzerinde nasıl hegemonya kurabileceğini açıklamak gibi bir çifte sorun çıkarır. "Şiddete dayalı fetih

145

Aziz Menas Kilisesi'nin mozaik zemini, Rehab (Ürdün). Bu zeminin üzerinde bulunan Yunanca yazıt, kilisenin İnananların bölgeye geli­ şinden birkaç yıl sonra inşa edildiğini ve yerel hayatın ritminin rejim değişikliğinden en başta belirgin biçimde etkilenmediğini gösteriyor. Yazıtta şunlar yazılıdır: Tanrımız ve Kurtarıcımız İsa Mesih',in izniy­ le, Aziz Menas Tapınağı, Martyrius ile eşi Comitissa'nın [oğlu] Pro­ kopios ile diğer oğullarının, ana ve babalarının günahlarının affedil­ mesi ve ebedi istirahatleri için verdikleri bağışlarla inşa edilip moza­ iklerle döşendi ve Tanrı'nın onurlandırdığı saygıdeğer metropolit Theodoros zamanında tamamlandı. [Bu yazıt] 529 yılı, sekizinci in­ diksiyon yılı, Mart ayında [Busra dönemi, M.S. ykl. 635] yazıldı." (Kaynak: M. Piccirillo, Mosaics of fardan, s. 313 [metinde bazı değişik­ likler yapılmışhr] .)

modeli," İnananların, özellikle bel bağlayabilecekleri hiçbir yerel altyapılarının olmadığı ilk birkaç yılda kendi ayırıcı kim­ liklerini nasıl muhafaza edebildiklerini ve fethedilmiş bu geniş topluluğun kültürünü benimsemekten ve onlar arasında asi­ mile olmaktan nasıl kaçınabildiklerini anlamayı da güçleştirir. İnananların Arabistan' a komşu ülkelere yayılmasına iliş­ kin "şiddete dayalı fetih" modelinin yol açtığı güçlükler bu bakımdan önemlidir. Ama ilk İnananlar cemaatinin, bir önceki bölümde betimlenen ekümenik niteliğini veya bir inanç grubu

146

oluşturmadığını dikkate alırsak yayılmaya dair başka bir bakış açısı kendini gösterir; bu bakış açısı, bu dönemin arkeolojik kayıtlarında yıkıma rastlanmamasıyla da gayet iyi bağdaşır. Yayılma sürecinde şiddetli olaylar hiç tartışmasız yaşanmışsa da, Arap İnananların Bereketli Hilal' deki birçok bölgeye geli­ şinin her zaman, hatta genelde bile şiddetli bir karşılaşma biçiminde olmadığını, çünkü bu toplulukların ezici çoğunlu­ ğunun zaten İnananların hareketine kural olarak katılma hak­ kı verilebilecek tektanrıcılardan oluştuğunu ileri sürebiliriz. İnananlar hareketinin büyük ölçüde Batı Arabistanlı liderli Suriye-Filistin, Mısır ve Irak halklarının atalarının dininden vazgeçip yeni bir dini kabul etmelerini istememişlerdi - asıl böyle bir talep şiddetli bir karşılaşmaya yol açardı. Ama fet­ hedilen toplumlara kendi siyasi hegemonyalarını dayatmış, onları vergi ödemekle yükümlü tutmuş ve en azından başlan­ gıçta, onlardan tek Tanrı'ya ve Hesap Günü'ne inandıklarını doğrulamalarını ve doğru yaşama ve günahtan kaçınma ilke­ sine bağlı olduklarını beyan etmelerini talep etmişlerdi. Kısa­ cası onlar yeni bir siyasi düzen kuruyorlardı ve belki de tek­ tanrıcı (ve belki ahlaksal) bir reform programını uygulamaya koyuyor, ama bir dinsel devrim önermiyor ya da yeni bir inancın benimsenmesini talep etmiyorlardı. Bereketli Hilal'in bazı bölgelerinde İnananların koşulları reddedilmiş olabilir, ama çoğunluk bunları kabul etmişti; Suriye, Mezopotamya ve Mısır'daki birçok Yahudi, Samiriyeli ve monofizit Hristiyan, İnananların koşullarını doğrusu epey kabul edilebilir bulmuş olabilir; çünkü bu koşullar, uzun zamandır onları temel inanç­ larını değiştirmeye zorlayan "ortodoks" Bizans otoritelerinin uyguladığı baskıyı kesinlikle içermiyordu. Gerçekten de, Or­ todoks Hristiyanlar bile böyle koşullara kolayca razı olabilirdi; İnananlar rejiminin zorunlu kıldığı haraç veya vergi ödemesi de bundan önce Bizanslıların veya Sasanilerin onlardan almış oldukları vergilerden maddi yönden farklı değildi. Yağmalara ve esirlere ilişkin, yukarıda bahsettiğimiz, çağdaş sayılabilecek

147

rivayetler ise İnananların tektanrıcılık ve doğru yaşama çağrı­ sını bilfiil reddetmiş topluluklarla veya bireylerle ilgili olabilir; bunlardan bazıları (mesela Sophronius tarafından betimlenmiş "Sarazen" yağmaları) İnananlar hareketiyle hiçbir bağlanhsı olmayan, ama 630'lu yıllarda Bizans Filistini'nin içine düşmüş olduğu siyasi istikrarsizlıktan faydalanan göçebe akıncılar olabilir. Esasen İran'da ve Irak'ın güneyinde yaşayan Zerdüştçü cemaatlerin büyüyen İnananlar hareketine başlangıçta bir şekilde dahil edilip edilmediği ise bu kadar net değildir. Zer­ düştçülerin ikici teolojisi ve ateşe tapmaları, onların İnananlar hareketine katılmalarının önünde önemli bir engel oluşturmuş olmalıydı. Daha sonraki dönemlerde yaşamış Müslümanlara ait tarihçelerde, Zerdüştçülerin ateş tapınaklarının fetih esna­ sında tahrip edildiği anlatılır; fakat bu rivayetlerin ne ölçüde güvenilir olduğu açık değildir. Bazı Zerdüştçü cemaatler, tıpkı başka yerlerdeki Yahudi ve Hristiyan cemaatleri gibi, İnanan­ lar cemaatine bağlılıklarını bildirmiş ve onunla bir şekilde bütünleşmiş olabilirler. Öte yandan, İran'ın özellikle kuzeyde­ ki birçok büyük eyaletine İnananlar yüz yılda ya da daha uzun bir sürede, güçlükle nüfuz edebildi; bu bölgeleri gele­ neklere göre kontrol eden İranlı soylu aileler, besbelli ki fetih döneminin başlarında İnananlarla anlaşmış, emirü 'l-mü 'minine ve onun valilerine haraç veya vergi ödeme karşılığında adeta tam bağımsızlık kazanmışlardı. Çok sayıda Zerdüştçü İran'ın kuzeyinde, batısında ve başka yerlerde İslam'ın doğuşundan sonra yüzyıllar boyunca varlıklarını devam ettirdi, hatta Zer­ düştçü dinsel metinler kanonunun büyük kısmı İslami dö­ nemde kaydedildi ve geliştirildi. Maalesef Zerdüştçü cemaat­ lerin tarihine ilişkin elimizde bulunan kaynaklar, Suriye ve Mısır coğrafi bölgelerinde yaşamış Hristiyanlar ve Yahudiler hakkındaki kaynaklardan çok daha azdır. Fetih döneminde ağırlıklı olarak Zerdüştçülerden oluşan topluluklar üzerine yapılmış neredeyse hiç arkeolojik araştırma yoktur, Zerdüştçü

148

cemaatler hakkında bilgi veren gayrimüslim yazılı kaynaklar da epey sınırlıdır ve çoğu daha sonraki tarihlerden kalmadır. Elbette, Bereketli Hilal'e gelen Arap İnananların, Mu­ hammed'i peygamberleri olarak bildikleri söylenebilir. Ama Muhammed'in peygamberlik iddiasının o bölgede yaşayan (hatta Arabistan' da, ridde savaşları sırasında yeni siyasi yapıya kahlmış olan) Hristiyanlar, Yahudiler veya Samiriyeliler tara­ fından en başta nasıl karşılandığı veya anlaşıldığı net değildir. İslam'ın ilk döneminden kalmış olup Muhammed'den bahse­ den (ki çoğu etmez) Hristiyan yazılı kaynakları, genelde on­ dan peygamber diye bahsetmez, bunun yerine ona "lider," "öğretmen ve rehber" ya da "kral" gibi terimlerle atıfta bulu­ nur veya onun bir tüccar olduğunu ya da insanları tek Tan­ rı'ya tapmaya davet ettiğini belirtirler. Muhammed'in ölü­ münden ancak yüz yıldan biraz uzun bir süre sonra taraftarla­ rının onu peygamber ve elçi diye andıklarını belirten Hristi­ yan kaynaklara rastlamaya başlarız. Muhakkak daha sonraları - H. ikinci yüzyılın başlarından / M.S. sekizinci yüzyıldan itibaren, yani İslam'ın İnananlar hareketinden ibaret olmaktan çıkıp açıkça tanımlanmış ve müstakil bir dinsel inanç sistemi haline gelmeye başladığı tarihlerden sonra - Muhammed'in peygamber olarak tanınması, Müslümanları Hristiyanlardan, Yahudilerden ve diğer herkesten ayıran belirleyici gösterge oldu. Artık "Allah' tan başka tanrı yoktur, Muhammed de O'nun elçisidir" ("la ilahe illallah, Muhammedün resulullah") diyerek "iman beyanı"nda bulunmak (şehadet, sözcük anla­ mıyla "tanıklık etmek") bir kimsenin Müslüman olduğunu kesin biçimde gösterirdi. Fakat burada da eski kanıtlar anlam­ lıdır; şehadete ilişkin, yaklaşık 66/685 yılından öncesine ait madeni paralar, papirüsler ve yazıtlar üzerinde bulunan en eski belgesel tanıklıklar, daha sonraki dönemlerde kullanılan "çifte şehadet" in sadece ilk kısmını içerir: "Allah' tan başka tanrı yoktur" (buna bazen "onun ortağı yoktur" şeklinde bir ekleme yapılmıştır) - ama Muhammed'den henüz bahsedil-

149

mez. Bu durum sadece kalıntıların tesadüfiliğinden ileri gel­ miyorsa, bunda ilk İnananlar cemaatinin ekümenik karakteri­ nin ve bir inanç grubu oluşturmadığının başka bir göstergesiy­ le karşılaşırız, çünkü "Allah' tan başka tanrı yoktur" ifadesi Hristiyanlar ve Yahudiler de dahil olmak üzere bütün tektan­ rıcılara kabul edilebilir görünmüş olmalıdır. Öyleyse, Suriye, Irak ve diğer bölgelerde yaşayan birçok Hristiyan ve Yahu­ di'nin, tektanrıcı oldukları için, yayılma sürecindeki eski İna­ nanlar cemaatinde kendilerine bir yer bulmuş olabileceğini ileri sürmek mantıksız değildir. İnananlar, bunlara benzer tektanrıcı cemaatleri gittikçe genişleyen topraklarına katarak Tanrı'nın yasasının tüm dün­ ya üzerinde egemen olmasını sağlama hedeflerine doğru iler­ liyorlardı. Görmüş olduğumuz gibi, Kur' an İnananlara dün­ yayı "miras alacaklarını" (K. 33:25-27) vaat ediyordu, ama bunun mevcut tektanrıcı toplulukların yerlerinden edilmesini değil, vergi ödemeleri karşılığında İnananlar hareketine dahil edilmelerini ifade ettiği söylenebilirdi. Bu cemaatlerin ve bun­ lara mensup insanların statüsü, öyleyse, İnananlara ridde sa­ vaşları sırasında katılmış olan birçok Arap kabilesine veya cemaatine muhtemelen benzerdi. Kuzey Mezopotamya' da 687 veya 688 yılında Doğu Süryanicesiyle yazılmış bir Hristiyan metni (Yuhanna Bar Penkaye, Ktobo d-Riş Mele), İnananların (metinde "tayyaye [göçebeler] krallığı" diye bahsedilir) haraç istediğini, ama insanların istedikleri inancı muhafaza etmele­ rine izin verdiklerini belirtir. Ayrıca o yıllarda geniş çaplı akınlar düzenlemiş olan İnananlar arasında birçok Hristi­ yan'ın da bulunduğunu belirtir. lrak'taki Nesturi patriği III. İşoyab, M.S. 647 veya 648 yılında bir piskoposa yazdığı bir mektupta yeni yöneticiler hakkında şunları söylemiştir: "Hris­ tiyanlıkla mücadele etmedikleri gibi, dinimizi takdir ediyor, rahiplerimize, manastırlarımıza ve Tanrı'mızın azizlerine say­ gı gösteriyor ve manastırlarımızla kiliselerimize bağışlarda bulunuyorlar."

150

İnananlar rejiminin en eski sikkelerinden ikisi. İnananlar tarafından basılan ilk sikkeler, Sasani veya Bizans sikke tiplerini örnek almışh. Üst sıradaki sikke, ön yüzünde Büyük Kral Hüsrev'in bir portresi, arka yüzünde iki yanında birer hizmetkar duran bir ateş tapınağı bulunan tipik Sasani sikkelerini andırır. Fakat arka yüzün dış kenarında, yakla­ şık saat dört yönünde, Arapça bismillah ("Tanrı'nın adıyla") ifadesi bulunur. Hüsrev büstünün yanlarındaki alanlarda bulunan Pehlevice yazı, sikkenin Muaviye'nin doğııdaki valisi Ziyad b. Ebi Süfyan tara­ fından 52 (M.S. 672) yılında Kirman darphanesinde bashnldığını göste­ rir. Alt sıradaki bronz sikke, Bizans paralarını taklit etmiştir. Humus' ta (antik Emesa) basılmışhr; tarihsizdir, fakat genel olarak M.S. 693-694 yıllarında basılmış olduğıı düşünülür. Arka yüzünde taç ve zırh giymiş bir imparatorun, muhtemelen II. Konstans'ın büstü görülür; solunda Yunanca KAAON ("iyi"), sağında Arapça bi-hims, yani "Humus'ta [basılmışhr]" ifadeleri yazılmışhr. Arka yüzde büyük bir M işareti bulunur, Bizans sikkelerinde bulunan bu işaret sikkenin değerini gös­ terir (40 nummi); M işaretinin yanlarında Yunanca harflerle E µtatç ("Emesa'dan"), alhnda da Arapça tayyib, "iyi" sözcüğü yer alır.

151

Burada 660'larda Ermeni piskopos Sebeos'un yazdığı bir yoruma da değinmemiz gerekir. Sebeos'un yazdığı tarihçe, İnananlar ve faaliyetleri hakkındaki ilk kapsamlı betimleme­ lerden birini sunar. Her şeyden önce, İnananların ilk Kudüs valisinin bir Yahudi olduğunu belirtir. Yahudilikle sıkı ilişkiler kurmuş olma ithamı, bu dönemde yaşamış Hristiyan yazarla­ rın muhaliflerini kötülemek için başvurduğu gözde polemik tekniklerinden biriydi, dolayısıyla bu iddiayı ihtiyatla ele al­ mak gerekir; fakat bu doğruysa, İnananlar hareketinin ikrara dayalı, açık karakterinin başka bir kanıtı olarak değerlendiri­ lebilir. Genelde, "Müslümanlar"ın gelişiyle birlikte, Hristiyan­ lar ile Yahudilerin ya tabiiyet statüsünün vergi veren ama toplumda açıkça daha aşağı bir tabakayı oluşturan "korunan halklar" (ehlü 'z-zimme) düzeyine indirildiği ya da İslam'ı kabul ettiği ve himaye edilenler (meval'i) sıfatıyla Arap Müslümanlar arasına katıldıkları ileri sürülür. Ama Bar Penkaye'ye, İşoyab' a ve Sebeos' a ait olan yukarıdaki pasajlar ile bunlara benzer birkaç başka yazı, bazı Hristiyanlar ile Yahudilerin bu itibarla ilk İnananlar cemaatine tam anlamıyla dahil olmuş olabileceklerini akla getirir; din değiştirmek sözkonusu değil­ di; çünkü zaten tektanrıcı oldukları için, Arabistan dışındaki yerlerde yaşasalar bile cemaatin etkin katılımcıları olmak amacıyla dinlerini "değiştirmeleri" gerekmiyordu. İlk İnananlar hareketinin ekümenik niteliği, öyleyse, kentlerin ve kiliselerin geniş çaplı tahribatına ilişkin kanıtlara nispeten iyi araştırılmış (Suriye-Filistin gibi) bölgelerin arkeo­ lojik kayıtlarında neden genelde rastlanmadığının açıklanma­ sına yardımcı olabilir: Muhtemelen, çoğu zaten tektanrıcılar­ dan oluşan cemaatler ya hiç yok edilmediler ya da ciddi bir karışıklık yaşamadılar, bunun yerine sadece efendileri (ve vergi tahsildarları) değişti. Arkeolojik kayıtların da gösterdiği gibi, kilise inşaatları "fetih"ten sonra da devam etti. Doğrusu, Arap İnananlar ele geçirdikleri yeni yerlerde Hristiyanlarla aynı ibadet mekanlarını paylaşmış olabilirlerdi. Daha sonraki

152

Müslüman geleneği, yeni gelmiş "Müslümanların" (Kudüs, Şam ve Humus gibi) belirli yerlerinde kendilerine ait mescitle­ ri bulunmadığı için buralardaki kiliselerin bazı kısımlarında namaz kıldıklarını anlatan birçok rivayeti içerir. Fakat ilk Arap İnananların bu tür yerlere ilk geldiklerinde, yerli Hristiyanlara kendi davalarını benimsettikten sonra, ilk önce onların kilise­ lerinde ibadet etmiş olmaları da mümkündür, zira Hristiyan­ lar tektanrıcı oldukları için İnananlardan sayılırdı ve ibadet mekanlarının kullanıma uygun olduğu düşünülebilirdi. Daha sonraki dönemlere ait olan, ortak kiliselere ilişkin Müslüman gelenekleri de bu eski anlaşmaların birer izi olabilir. Kur' ani ve Hristiyan İnananların bu tarz kolektif ibadetleri, önceleri Suriye' de bir qibla musharriqa ya da "doğuya bakan kıble" belir­ lendiğini anlatan sonraki Müslüman geleneklerine de yansı­ mış olabilir; bu belki de İnananlar hareketinin daha eski bir aşamasının, ibadet sırasında daha sonraları belirlenmiş kıble olan güney yönündeki Mekke'ye döğru değil de Hristiyanlar gibi doğuya döndükleri zamanların bir yansımasıdır. Bazı arkeolojik kanıtların da ortak ibadet mekanlarının kullanıldığı fikrini desteklediği görülür; Beytüllahim ile Kudüs arasında bulunan, Bizans dönemine ait Kathisma Kilisesi'nde yapılan kazılar, binanın (Mekke'ye doğru bakan) güney duvarına bir mihrap (namazın kıldırıldığı yerde bulunan girinti) eklenerek İnananların ibadet etmesi için de uygun bir yere dönüştürül­ düğünü, geri kalan kısmının ise doğuya doğru ibadet edilen bir kilise olarak faaliyet göstermeye devam ettiğini ortaya çıkarmıştır. İnananların Arabistan'ın dışına yayılmasının ilk aşamala­ rı, bu yüzden, basitçe farklı dinler arasındaki doğrudan bir karşılaşma ve bunun ardından birinin diğerini fethi şeklinde anlaşılmamalıdır. Arap İnananların birçok yere ilk defa örgüt­ lü askeri kuvvetler halinde ulaştıkları ve Bizans veya Sasani rejimleri onların üzerine ordular gönderdiğinde şiddetli savaş­ ların yapılmış olduğu doğru olabilir; hem geleneksel Müslü-

153

man anlahları hem de en eski gayrimüslim (çoğunlukla Hris­ tiyanlara ait) kayıtlar bu tür çatışmaları betimlerler ve görece­ ğimiz gibi, bu kaynaklar yapılan başlıca savaşlar konusunda genelde birbirleriyle uyum içindedir. Fakat bu tarz savaşlar genelde açık alanlarda yapılmıştır ve arkalarında hiçbir arkeo­ lojik kayıt bırakmamışlardır. Bununla birlikte, İnananlar birçok yere ilk defa ulaştıkla­ rında, onlara, ilk kaynaklardan bazılarında (mesela Sophro­ nius'un 630'lara ait vaazlarında) gözlemlenip aktarılmış, ama büyük kentlerde yaşanmadığı için geride pek az arkeolojik kayıt bırakmış olabilecek, geniş çaplı - ama muhtemelen kısa ömürlü ve yüzeysel - yağma ve akınların da eşlik etmiş oldu­ ğunu ileri sürebiliriz. Bu ufak tefek yağmaların gerekçeleri basittir. İnananlar hareketine ridde savaşları sırasında katılmış Arap kabile mensuplarının çoğu, muhtemelen epey disiplin­ sizdi. Muhtemelen bu birliklerin çoğunun katılmış oldukları hareket hakkındaki bilgileri, bir peygamberin onlara, kötücül Bizans ve Pers imparatorluklarını ortadan kaldırmak amacıyla cihad etmek, yani Tanrı yolunda savaşma karşılığında bu dün­ yada zenginlikler, öteki dünyada da bir cennet vadettiğinden daha fazlası değildi. Konuyla ilgili Müslüman geleneğinin doğruluğunu kabul edersek, henüz resmen yazıya geçirilme­ miş olan Kur' an hakkında bildikleri şeyler ise, büyük ihtimal­ le, diğer birliklerle bir arada namaz kılmak için öğrenmiş ol­ maları gereken birkaç ayetten fazlası değildi. Yani onların hareketin öğretileri hakkındaki bilgileri, muhtemelen Tan­ rı'nın tek olduğu fikriyle sınırlıydı ve esasen "Tanrı Yücedir!" (Allahüekber) gibi, savaş narası olarak kullanılan coşkulu slo­ ganlarla dile getirilirdi. Bu birliklerin, karşılaştıkları yalıhk köylü ve çiftçilerin iyi tektanrıcılar olup olmadıklarını ve ken­ dilerini doğru yaşamaya adamış olup olmadıklarını yakından inceleme zahmetine girmeleri herhalde beklenmezdi. Çağdaş sayılabilecek kaynakların birçoğunda nakledilmiş olan geniş çaplı yağmalamaların büyük ölçüde böyle birlikler tarafından

154

ya da rejim değişikliğinin sözkonusu olduğu her durumda yerel otorite yapılarının çöküşünden faydalanan haydutlar tarafından gerçekleştirildiğini kabul etmek makul görünür. TİFLİS ANLAŞMASI

Bu metin, Taberi tarihinin 22 (M. S. 642-643) yılında gerçekleşen Kaf­ kasya bölgesi fetihlerine ilişkin betimlemeleri arasında yer alır. Yazılı kaynaklarda bulunan sözde anlaşma metinlerinin çoğunun daha sonraki dönemlere ait uydurmalar olduğundan kuşku duyulsa da, bu metnin bazı özellikleri onun hakiki olabileceğini gösterir. Burada geçen cizye terimi, daha sonraki dönemlerin hukuk sistemindeki gibi "kelle vergisi " anla­ mında değil, "haraç " anlamında kullanılmıştır; ayrıca bu metin, diğer bazı anlaşma metinleri gibi özel olarak Muhammed'den bahsetmeyip genel olarak Tanrı ve O'nun peygamberlerinden bahseder. Bu özelliklerin ikisi de metnin İnananlar hareketinin eski özgün belgelerinden birine dayalı olduğunu gösteriyor olabilir. Bağışlayan, Esirgeyen Tanrı'nın adıyla. Bu Habib ibn Mesleme'nin Gürcülerin Hürmüz ülkesindeki Tiflis şehrinin halkına gönderdi­ ği, boyun eğip hane başına bir tam dinar cizye ödemeyi kabul etmeleri halinde ve Tanrı'nın düşmanlarına ve bizim düşmanları­ mıza karşı tavsiye ve yardımlarını sunmaları, yolcuları - kitap ehlinin caiz yiyecek ve içecekleriyle - gecelik misafir etmeleri ve aranızdan hiç kimsenin kötülüğünü görmeden onlara yollarda kılavuz etmeleri [koşuluyla] şehirde yaşayanların, mal ve mülkle­ rinin, manastırlarının, kiliselerinin ve ibadetlerinin güvence altın­ da olacağını bildiren bir belgedir. [Tanrı'ya] teslim olmanız, na­ maz kılmanız ve zekat ödemeniz halinde bizim din kardeşimiz olacak ve himayemiz altında sayılacaksınız. Aranızda Tanrı' dan, O'nun peygamberlerinden, O'nun kitaplarından ve O'nun tarafın­ dan yüz çeviren olursa, fark gözetmeden hepinizi savaşa davet edeceğiz; Tanrı hainleri sevmez. Abdurrahman ibn Halid, el­ Haccac ve İyad tanıklığında, bu belge Rebah tarafından yazıldı. Tanrı ve melekleri ve inananlar [buna] tanıklık etmiştir; ki Tan­ rı'nın tanıklığı yeter. (Kaynak: al-Tabari [Taberi], Tar'ikh [Tarih], haz.: de Goeje, i/2675.)

155

Öte yandan, dağınık ve disiplinsiz çetelerin tehdidinden bu kadar kolay etkilenmeyen büyük kasaba ve şehirlerin çoğu durumda, büyük ordularının bölgeye ulaşmasının üzerinden çok geçmeden İnananlarla anlaşmaya varmış oldukları görü­ lür. Müslümanların geleneksel kaynakları, bu anlaşmalardan bazılarının metinlerini sunar; bunlar muhtemelen sonraki dönemlere özgü hukuki meseleler dikkate alınarak yapılmış idealleştirmeleri içerirler, fakat bunların varlığı bu kentlerin aslında İnananların topraklarına barışçıl bir biçimde, vergi ödeme koşuluyla kahlmış olduklarına dair genel bir farkında­ lığa işaret eder. Sadece anlaşma yapmayı reddeden şehirler ve kasabalar kuşatmaya maruz kalmışh, bunlar da az sayıdaydı dolayısıyla sadece Filistin' deki Caesarea gibi birkaç yerde "fethin" arkeolojik izini tahribat tabakaları şeklinde bulabili� yoruz. Fakat bu durumlarda bile hasarın sınırlı olmuş olması­ nı umabiliriz, zira İnananların hedefi bu kentleri tahrip etme değil, onların tektanrıcı nüfuslarını, Tanrı'nın yasasının ege­ menliği allına almaktı. Ne de olsa İnananlar tektanrıcı toplu­ luklarla değil, günahkarlığı hoş gördüklerini (hatta dayattıkla­ rını) düşündükleri Bizans ve Sasani rejimleriyle savaşıyorlar­ dı. Kentlerin kontrol altına alınmasını ise, İnananlara göre doğru olan bir kamu düzeninin kurulması izliyordu; pek çok durumda bu muhtemelen İnananlar hareketine katılmış olan ve Arap kökenli İnananlarla işbirliği yapan "fethedilmiş" hal­ kın katılımıyla sağlanıyordu. Bu Arap İnananlar ya da en azından onların yönetici kadroları, çağdaş sayılabilecek kay­ naklarda muhılcirun (Süryanice mhaggriıye; Yunanca agarenoi veya magaritai), yani "hicret etmiş olanlar" diye anılıyordu. Fakat bir önceki bölümde gördüğümüz gibi, hicret göçmenlik, İnananlar hareketine tam mensubiyet ve sadakat ve "Tanrı yolunda savaşma" gibi farklı anlamlara gelen bir sözcüktü.

156

İ l k Yayı l m a n ı n Seyri ve Ka psa m ı Bu bölümün başında belirtildiği gibi, geleneksel Müslüman kaynakları, İnananların Arabistan'a komşu ülkelere yayılma­ sını tüm ayrıntılarıyla betimlerler. Büyük ölçüde H. ikinci yüzyılda / M.S. sekizinci yüzyılda ve sonrasında derlenen bu geleneksel açıklamalardan yola çıkarak neler olup bittiğini genel hatlarıyla ifade etmek mümkündür, fakat bunu yapar­ ken bu rivayetlerde bulunan birkaç eğilime karşı tetikte olmalı ve bunları telafi etmeye çalışmalıyız. Sonraki dönemlere ait bu rivayetleri derleyenler, birincisi, ilk İnananlar hareketini, tek­ tanrıcı bir dinsel hareket olarak değil de, Hristiyanlıktan ve Yahudilikten apayrı bir dinsel inanç sistemi anlamında "İs­ lam" olarak sunma eğilimindeydi - yani ilk hareketin eküme­ nik niteliklerinin fark edilmesini önlemeye veya böyle bir ih­ timali azaltmaya çalışmışlardı. İkincisi, yayılmayı esasen bir dizi fetih (fütuh), daha doğrusu "Müslümanlar"ın "gayrimüs­ limler"i fethi şeklinde sunmuşlardı. Yani yayılmanın askeri yönlerine odaklanmaya, askerlerin toplanmasını, savaşları, şehirlerin ele geçirilmesini ve yapılan anlaşmaları vurgulama­ ya eğilim göstermişlerdi. İlk İnananların çeşitli bölgelerde yerel hayatın dokusuna nasıl katıldıklarına ve "fethedilen" toplumlarla kurulan ilişkilerin mahiyetine, mesela yerel toplu­ lukların İnananlarla ne ölçüde bütünleşmiş olabileceğine veya İnananların "fethedilen" toplumlara ne gibi ödünler vermiş olabileceğine o kadar önem vermemişlerdi. Üçüncüsü, yayıl­ mayı fetih diye betimlerken, onu ("fethedilenler" e kıyasla "fatihler" epey az sayıda olduğu için) ilahi bir yardımla başa­ rılmış bir süreç olarak gösteren bir dil kullanmış oldular. On­ lara göre, ancak Tanrı'nın yardımıyla bu kadar az "Müslü­ man" çok daha kalabalık olan "gayrimüslim" topluluklarına egemen olabilir ve onların devasa ordularını savaş meydanla­ rında bozguna uğratabilirdi. Kısacası, daha sonraki Müslüman kaynaklar yayılmayı, yazıldıkları dönemde bile hala büyük ölçüde gayrimüslim olan epey geniş bir coğrafya ve çeşitli

157

632-635 - - - 636--656 ___,.._ C#les • Salt/es .. REGIONS 500 km

=

Harita 4.

.

İlk yayılma seferleri (ayrıntılar yaklaşıktır)

toplumlar üzerindeki Müslüman hegemonyasını geriye dönük bir biçimde meşrulaştırmayı hedefleyen bir yaklaşımla betim­ lemişlerdi. Ayrıca "fetihler"in ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan siyasi düzenin sözde mucizevi ve ilahi takdire dayanan karakterini de vurgulamışlardı. Daha önce belirtildiği gibi, Muhammed ve ilk İnananlar, Suriye'ye özel bir ilgi göstermişlerdi. Muhammed ve ondan sonraki ilk emirü 'l-mü 'minin Ebu Bekir, Suriye'ye giden yol üzerinde bulunan kuzey Hicaz kabilelerini etkisiz hale getir­ mek için birçok girişimde bulunmuş ve Suriye'ye en az iki defa akın düzenlemişlerdi. 12. yılın sonunda / 633 sonbaha­ rında ridde seferleri sona erince Ebu Bekir dört ayrı ordu oluş­ turdu ve onları Suriye'nin güneyine gönderdi. Amr ibnü'l-As tarafından komuta edilen bir ordu Necef'e ve Filistin'in güne­ yine (yani görmüş olduğumuz gibi, komutanının mülk sahibi olduğu ve muhtemelen iyi tanıdığı bir yere) gönderildi. Şü­ rahbil ibn Hasene tarafından komuta edilen ikinci ordu gü-

158

nümüzde Ürdün'ün güneyinde bulunan topraklara gönderil­ di, fakat bu sefer hakkındaki bilgilerimiz azdır. Yezid ibn Ebi Süfyan ve Ebu Ubeyde ibnü'l-Cerrah tarafından komuta edi­ len diğer iki ordu ise Balka bölgesine (Amman'ın etrafındaki bereketli bölge) ve Celile Gölü'nün doğusundaki zengin Cevlan (Golan) platosuna gönderildi. Bu dört ordu toplamda yaklaşık yirmi dört bin askerden ve esasen Kureyş'in liderle­ rinden (emirler), kasabalılardan ve Yemen'in farklı bölgelerin­ den gelen göçebelerden oluşuyordu. Görünüşe göre başlangıç­ ta bu ordular, bu bölgelerde yaşayan, bir kısmı göçebe bir kısmı da yerleşik olan kırsal toplulukların desteğini almayı veya onları tarafsızlaştırmayı hedeflemişlerdi; bu orduların Celile gibi son derece yerleşik bir hayatın sürdüğü bölgelere veya Suriye'nin başlıca şehirlerine - Şam, Tiberya, Kudüs, Gazze, Caesarea - gönderilmediğini belirtmek gerekir. Güven­ li bir kuvvet üssü oluştururken göçebe grupları kontrol altına almayı gerekli gören Muhammed'in bu temel stratejisini Ebu Bekir'in de Suriye'ye yayılma sürecinin başlarında devam ettirmiş olduğunu görüyoruz. Bizans'ın kontrolü altındaki güney Suriye'nin sınır bölgelerinde yaşayan kırsal ve pastoral nüfusların asimilasyonunu hedefleyen bu süreç yaklaşık altı ay sürdü (sonbahar 633 - ilkbahar 634). Bu ilk aşamada Bizans kuvvetleriyle yapılan, bildiğimiz tek çatışma Gazze yakınla­ rındaki Dathin' de gerçekleşmiştir; 12. yılın sonunda / 634 Şu­ bat'ında yapılan bu çatışmada Amr ibnü'l-As'ın kuvvetleri bir Bizans birliğini (muhtemelen Gazze garnizonunu) yenilgiye uğrattı. Savaşın ardından Amr destek kuvvet talep etti. Bu sırada Ebu Bekir başka istikametlere de, özellikle ku­ zey Arabistan'a ve Irak'a ordular gönderiyordu, görünüşe göre bu ordulara da gönderildikleri yerlerdeki kırsal (özellikle de göçebe) toplulukları kontrol altına almaları ya da kendile­ rine katılmaya ikna etmeleri emredilmişti. Örneğin Necid' deki ridde seferlerini henüz tamamlamış ve (modem Riyad yakınla­ rında yapılan) Akraba savaşında Yemame'nin Hanife kabile-

159

sine boyun eğdirmiş olan Halid ibnü'l-Velid'e, muhtemelen 12 yılının başlarında / 633 ilkbaharının sonunda ya da yazının başında, Ebu Bekir tarafından kuzeye, Irak'ın güneyine doğru ilerlemesi emredilmişti. Halid ve yaklaşık bin askerden oluşan çekirdek kuvvetleri, ertesi yılın büyük kısmında Fırat'ın batı sınırları boyunca yol aldılar, karşılaştıkları sayısız göçebe grupla ya ittifaklar kurdular ya da onlara boyun eğdirdiler ve nehir boyunca karşılarına çıkan kasabalarla köyleri ya zapt ettiler ya da onlarla anlaşma yaptılar. Haiid ve kuvvetlerinin bu sefer sırasında temas kurduğu birçok kabile - Şeyban, İci, Zühl, Nemir ibnü'l-Kasıt, Temim ve başkaları - görünüşe göre soy bağları veya din bakımından kendi içlerinde bölünmüş­ lerdi; Halid ise bu bölünmelerden etkili bir biçimde faydalan­ dı, mesela bir kesimin teslim olmasını sağlarken diğer kesim­ lerin yardımına başvurdu. Ayrıca bu gruplardan bazıları, me­ sela Şeyban kabilesinin Müsenna ibn Harise liderliğindeki kolu, Halid gelmeden önce Sasani topraklarına akınlar düzen­ lemekteydi. (Müsenna ile ileride tekrar karşılaşacağız.) Halid kendi birliklerini güçlendirmek ve karşılaştığı sayısız kente boyun eğdirebilmek için yerel kabilelerden yoğun olarak asker de topluyordu: Übülle (Apologos), Madhar, Kaskar, Hire, Enhar ve Ayn el-Tanır. Halid'in birlikleri bu kentleri ele geçi­ rirken - çoğunlukla yeni bir vergi ilan etmekten ve İnananlara karşı koyulmamasını gerektiren bir anlaşmaya varmaktan biraz daha fazlasını yapmayı gerektirecek şekilde - buralarda bulunan Sasani garnizonlarıyla karşı karşıya geldi ve onları yenilgiye uğrattı. Bunlar, Sasanilerin çölün kıyısındaki sınırla­ rında, göçebe kabileleri son derece önemli bir vergi kaynağı olan Irak'ın bereketli tarım arazileriyle dolu merkezine akınlar düzenlemekten caydırmak amacıyla bulundurduğu küçük ileri karakollardı. Onların Halid'in kuvvetleri tarafından ye­ nilgiye uğratılması, İnananların Sasanilerle ilk doğrudan aske­ ri karşılaşması oldu, ama bu karşılama aslında seferin bölge-

160

deki bütün göçebe grupları kontrol alhna almak yönündeki asıl hedefinin kasti olmayan bir sonucuydu. Suriye' de İnananların birlikleri göçebe topluluklar ara­ sındaki yerini 13. yılın başlarında / 634 ilkbaharında sağlam­ laştırmış ve bölgenin büyük şehirlerine saldırmaya başlamaya hazır duruma gelmişti. Ebu Bekir en hünerli komutanı olan Halid'e, muhtemelen Suriye cephesinde onun taktik becerile­ rine ihtiyaç duyulduğu için, kuvvetlerinin bir kısmıyla birlikte Irak'tan Suriye'ye ilerlemesini ve orada bulunan dört orduya destek sağlamasını emretti. Bundan sonraki iki yıl boyunca Suriye' de tam olarak neler olup bittiğini eksiksiz biçimde bil­ mek maalesef mümkün değildir, çünkü geleneksel Müslüman kaynakları birbirleriyle makul düzeyde bağdaştırılamayacak kadar çelişkili rivayetler içerirler. Bununla birlikte, bu dönem­ de İnananların Orta Suriye'nin başlıca kentlerinden bazılarını - Busra, Şam, Fehl (Pella), Beysan (Beyt Şean), Ba'lebek ve Humus (Emesa) - (bazen kuşatma yoluyla) ele geçirdiğini biliyoruz. Kendilerini durdurmak için gönderilen Bizans ordu­ . larıyla da karşılaştı ve Bizans kuvvetlerini Fehl, Ecnadeyn (Orta Filistin) ve nihayet Yermük'te büyük bozgunlara uğrattı­ lar. Yermük savaşı, Cevlan platosunun Yermük kanyonuyla kesişen güney kıyısında yapıldı. Bununla birlikte, Suriye şe­ hirlerinin ele geçirilmesine bu savaşların mı yol açtığı, yoksa Bizans ordularının, bu önemli şehir ve kasabaların İnananlar tarafından ele geçirmesi üzerine mi gönderildiği belli değildir. Yermük'teki nihai savaştan bahseden münferit bir Süryanica fragmana göre, bu savaş tam olarak 20 Ağustos 636 tarihinde yapılmıştır, bu tarih sözkonusu olay hakkındaki geleneksel Müslüman kaynakların (tümünün olmasa da) bazılarının ver­ diği tarihlerle de örtüşür. Ebu Bekir tarafından Suriye'ye gönderilen bazı orduların bu aşamada hangi faaliyetlerde bulundukları da belli değildir. Çoğu kaynak Halid'in Busra şehrini teslim aldığı konusunda aynı fikirdedirler, fakat diğer konularda farklı bilgiler sunar-

161

lar. Bu kuvvetler, bazı kaynaklarda belirtildiği gibi artık tü­ müyle Halid ibnü'l-Velid'in komutasında mıydı, yoksa Bizans kuvvetlerinin toplandığı başlıca noktalara saldırmak için za­ man zaman işbirliği yapan, esasen halil birbirlerinden bağım­ sız olan kuvvetler miydi? Peki, faaliyetlerinin asıl mahiyeti neydi? İlk emfrü 'l-mü 'minin Ebu Bekir'in 13 yılı ortalarında / 634 yazında Medine' de ölmesi ve halefi Ömer ibnü'l-Hattab'ın (h.d.: 13-23/634-644) bazı rivayetlerde ileri sürüldüğü gibi Halid'i başkomutanlıktan azledip yerine Ebu Ubeyde'yi tayin etmesi bu meseleyi daha da karmaşık bir hale getirir. Bu sorunlardan hiçbiri geleneksel kaynaklara dayanarak doyurucu bir biçimde çözülemez - ve olayların bu yönüne ilişkin elimizde başka kaynak yoktur. Bununla beraber, bu kaynaklar İnananların Yermük'teki ve genel olarak Suri­ ye'deki kuvvetlerinin yapısı hakkında bize bazı fikirler verir. Görünüşe göre bunlar esasen Kureyşlilerden, Hicaz'ın göçebe kabilelerinden (Süleym, Kinane ve Beli) ve Yemen' den gelmiş çok sayıda kabile mensubundan (Ezd, Himyer, Hemdan, Mezhic, Havliln, Has' am, Kinde, Seklin ve Hadramut) oluşu­ yordu. Bunlara yerel göçebe kabilelerin (Cüzam ve Lahm) bazı mensupları da katılmış olmalıydı, gerçi aynı kabilelerin başka mensupları - bunların çoğunlukla Hristiyan olduğu söylenir tıpkı Bizanslıların bölgedeki eski müttefikleri Gassaniler gibi, Yermük'te Bizans kuvvetleriyle ittifak kurmuştu. Tahmini­ mizce İnananların Yermük savaşına katılan kuvvetlerinin mik­ tarı otuz bin ile kırk bin arasındaydı. Yani İnananların orduları 15. yılın sonlarına / 636 yazına kadar kendilerini durdurmak için gönderilen birçok büyük orduyu yenilgiye uğratarak Bizans'ın Suriye' deki askeri varlı­ ğını tümüyle ortadan kaldırmıştı - bu ordulardan birine İmpa­ rator Herakleios'un kardeşi Theodoros komuta etmişti. Ku­ zeyde Humus' a (Emesa) kadar birçok önemli kenti ele geçir­ mişlerdi ve bölgenin geri kalanını büyük bir direnişle karşı­ laşmadan ele geçirmeye artık hazırlardı. Bundan sonraki iki

162

yıl boyunca ise Ebu Ubeyde Humus'taki üssünden kuzeye doğru birçok sefer düzenledi (Humus İnananların Suriye' deki ana askeri üssü olmaya uzun bir süre boyunca devam edecek­ ti). Her zamanki gibi, kaynaklar bu seferlerin hangi tarihlerde yapıldığı ve komutanlarının kimlikleri konusunda tutarsızdır, fakat görünüşe göre 16/637 yılının sonlarında İnananlar Kın­ nesrin, Halep, Antakya, Menbic ve Suriye'nin kuzeyindeki başka birçok şehri ele geçirmişti. Rivayetlere göre, İmparator Herakleios Antakya'nın kuzeyinden, İskenderun Körfezi'nden ve Kilikya ovasından (Çukurova) geri çekilirken bir tür "kav­ rulmuş toprak" politikasına başvurmuş, İnananların daha da ilerlemesini geciktirmek amacıyla garnizonları dağıtmış ve her türkü tahkimatı ortadan kaldırmıştı. (Lübnan ve Kuzey Suri­ ye'nin dağlık bölgelerine girmek ise adeta imkansızdı ve bura­ lar onlarca yıl boyunca ele geçirilemedi.) Güneyde ise, Filis­ tin'in büyük kısmı Şürahbil ibn Hasene ve Amr ibnü'l-As ko­ mutasındaki kuvvetler tarafından çabucak ele geçirilmiş olma­ lıydı. Yeterli düzeyde tahkim edilmiş, özellikle (düşmeden önce birkaç yıl kuşatma altında kalmış) Caesarea ve (ancak on yıl geçtikten sonra ele geçirilebilen) Tripoli gibi bazı kıyı şehir­ leri ise Bizanslılar tarafından denizden desteklendikleri için daha uzun bir süre boyunca dayanabilmişlerdi. Burada Kudüs'e özellikle değinmemiz gerekiyor, çünkü görmüş olduğumuz gibi, bu kent dinsel bakımdan eşsiz bir önem taşıyordu ve İnananların ilk önce Suriye'yi işgal etmele­ rinin başlıca gerekçelerinden biri burası olabilirdi. Daha önce belirtildiği gibi, Müslüman geleneğine göre Kudüs Muham­ med'in namaz kılarken yüzlerini dönmelerini emrettiği ilk yerdi. Öyleyse ilk İnananların namaz kılarken Mekke'ye doğ­ ru dönmeye başladıktan sonra bile Kudüs'ü özellikle kutsal bir yer olarak görmeye devam etmiş olmaları şaşırtıcı sayıl­ maz - belki de bunun sebebi, çağdaş Yahudi ve Hristiyan ge­ leneklerine göre en önemli olayları Kudüs'te gerçekleşecek olan ve giderek yaklaşan Hesap Günü'nün apokaliptik senar-

163

yolarda bu kentin önemli bir yer tutmasıydı. Kudüs'ün ele geçirilmesine ilişkin kaynaklar epey azdır ve daha sonraki dönemlere ait efsanelerle doludur, fakat görünüşe göre kent İnananlara 636 yılında, yani Yermük savaşının üzerinden çok geçmeden, ikinci em!rü 'l-mü 'minfn Ömer döneminde teslim olmuştu. Kudüs'teki ilk İnananlar, ilk ibadethanelerini Kutsal Kabir Kilisesi'nin içinde veya yanında açmışlardı, fakat on birinci yüzyılda kilisenin Haçlılar tarafından yıkılıp yeniden inşa edilmesi dolayısıyla bu olaya ilişkin her türlü iz kaybol­ muştur. İnananlar buraya geldikten bir süre sonra bu ilk iba­ det mekanını terk etmiş olabilir, bununla birlikte M.S. 683'ten önceki bir tarihte kenti ziyaret etmiş olan Avrupalı gezgin Arculf İnananların Kutsal Kabir Kilisesi'nin içinde veya yakın­ larında bulunduğundan bahsetmez. Bunun yerine Tapmak Dağı'nm üzerinde büyük ve derme çatma bir ibadet mekanı bulunduğunu aktarır. Burası el-Aksa Mescidi'nin öncüsü ola­ bilir. İnananlar, aşağı yukarı Bizans kuvvetlerini yenilgiye uğ­ rattıkları ve Suriye'yi işgal ettikleri sıralarda Sasanilerle çahş­ maya ve Irak'ı fethetmeye de hazırlandılar. Bir kez daha, olup bitenlere dair elimizdeki tek kaynağın geleneksel Müslüman kaynakları olduğunu ve bunların yine çelişkili kronolojik bil­ giler ve kuşkulu rivayetler içerdiğini görüyoruz, yine de Irak'ta olup bitenlerin genel akışı Suriye'dekine kıyasla daha nettir. Ebu Bekir'in 13 yılı ortalarında / 634 yazının sonlarında ölümünün üzerinden çok geçmeden yeni emfrü 'l-mü 'minfn Ömer ibnü'l-Hattab ortalama güçteki bir kuvvetin Medine' den ayrılıp, Halid'in bundan yaklaşık alh ay önce Suriye'ye geç­ mesinin ardından Irak'ta kalmış ufak birliklere destek sağla­ masını emretti. Birkaç bin askerden oluşan bu yeni kuvvet, Hicaz'm üçüncü büyük kenti Taif'ten gelmiş olan Ebu Ubeyd es-Sekafı'nin emrine verildi. Bu kuvvetin esas unsurlarını Me­ dine' den (Yardımcılar arasından) gelen ve Ebu Ubeyd'in ken-

164

di kabilesi Sakif mensubu askerlerden oluşturulmuş, bunun dışında Irak'a doğru yol üstünde bulunan Hicaz, Necid ve kuzeydoğu Arabistan' dan da birçok göçebe kabile üyesi ordu­ ya katılmıştı. Bu kuvvet Müsenna ibn Harise'nin (çoğunlukla yerel kabile mensuplarından oluşan) birlilderiyle Hire yakın­ larında bir araya geldi ve Irak'ın bereketli ovalarına akınlar düzenleyerek birçok küçük Sasani garnizonunu zayıflattı. Sasaniler ise büyükçe bir ordu oluşturarak 13/634 ve 14/635 yılları arasındaki bir tarihte yapılan Köprü Savaşı'nda Ebu Ubeyd'in ordusunun büyük kısmını yok etti, birçok askerin yanı sıra Ebu Ubeyd de öldürüldü. Bu bozgun üzerine Ömer, ridde sırasında Medine'ye sadık kalmış kabilelerden (veya kabile kollarından) biraz daha asker topladı ve bunları, İnananların Irak'ta kalan kuvvetlerinin etrafında toplanmış olan Müsenna'ya destek olmaya gönder­ di. Bu yeni destek kuvvetleri kuzeydoğu Arabistan' dan topla­ nan başka birliklerin yanı sıra, Hicaz'ın güneyinde bulunan Serat bölgesindeki kabilelerin üyelerini de içeriyordu. Reisleri Cerir ibn Abdullah el-Beceli'nin emrindeki Becile kabilesi üye­ lerinin sayısı özellikle fazlaydı. Bu unsurların İnananların Irak sınırlarında bir araya gelmiş - ve büyük ölçüde bölgede yaşa­ yan kabilelerden toplanmış - olan kuvvetlerine katıldı ve Sa­ sanilerin yalıtık ileri karakollarına rastgele akınlar düzenle­ meye girişti; fakat görünüşe göre Müsenna ve Cerir bölgede başkumandanlık makamının kime ait olduğu konusunda an­ laşmazlığa düşmüştü. Bu sırada Ömer - kısmen Sasanilerin hazırlıklarına yanıt olarak, kısmen de komutanlarının arasındaki anlaşmazlığı çözüme ulaştırmak için - Irak'a gidecek daha büyük bir kuv­ vet oluşturmaya girişti. Bu girişim, tüm kaynaklara göre, İna­ nanların Yermük'teki nihai zaferinin haberi ona ulaştıktan sonra başladı. Ömer bu yeni birliği, Mekkeli bir Göçmen ve Muhammed'in ilk sıkı taraftarlarından biri olup hem Ebu Be­ kir' e hem de Ömer' e Necid' de kabile valisi olarak hizmet et-

165

miş olan Sa'd ibn Ebi Vakkas'ın emrine verdi. Şimdi o yaklaşık dört bin askerden oluşan bir çekirdek kuvvetin başına geçiril­ mişti, bu ordu Necid' den gelmiş epey kalabalık bir birliği ve Serat ile Yemen'den toplanmış daha fazla sayıda askeri içeri­ yordu. Sa' d yola çıkhktan sonra, Güney Arabistan, Necid ve Hicaz' dan toplanmış ama "geç kalmış" asker Medine'ye ulaşh. Bunlar da vakit kaybetmeden Sa'd'ın ordusuna kahlmak üzere gönderildi; Sa'd'ın ordusu ise halihazırda güney Irak'ta bulu­ nan kabile mensuplarıyla ve Halid'in kendisiyle birlikte Suri­ ye'ye götürmüş olduğu ve şimdi Irak' a dönmüş olan eski Irak birlikleriyle bir araya geldi. Sa'd'ın emri altındaki kuvvetin toplam mevcudu yaklaşık on iki bin asker olmuştu. Burada çarpıcı olan nokta, İnananların Arap yarımadasının dört bir yanındaki birçok kabileden savaşçı toplayabilmesindeki ve bunları Arabistan koşullarında daha önce hiç görülmemiş bir birlik oluşturacak şekilde bir araya getirebilmesindeki başarı­ larıdır. Bu ordunun, kendinden önceki ordudan farklı olarak da­ ha az Sakif mensubu içerdiğini belirtmek gerekir; bu ordu ayrıca, ridde sırasında Medine'ye sadık kalmamış olan bazı kabilelerden toplanmış birlikleri de içeriyordu. Görünüşe göre Ömer savaşçı ihtiyacının acil olduğuna, bu yüzden sadece ridde sırasında sadakatini korumuş olanlar arasından asker toplanması şeklindeki eski politikadan vazgeçilmesi gerekti­ ğine hükmetmişti. Gerçekten de, Sa'd'ın kuvvetlerinin bir kısmını oluşturan bazı kabile birlikleri, Necid' de Talha ibn Huveylid'in veya Yemen'de Esved el-Ansi'nin ridde ayaklan­ malarına destek vermiş olan reislerin emrindeydi. Sa' d Irak'a ulaştığında Müsenna ölmüştü. Sa' d, kuşkusuz Müsenna'nın kabilesi Şeyban ile bağlarını sağlamlaştırmak amacıyla derhal Müsenna'nın dul kalan eşiyle evlendi, çünkü - o bölgenin yerlisi oldukları için - onların desteği İnananların buradaki faaliyetleri bakımından son derece önemliydi. Gele­ neksel Müslüman kaynaklar tarafından devasa boyutlarda

166

olduğu söylenen Sasani ordusu ise bu sırada Fırat'ı geçmişti ve komutanı Rüstem'in liderliğinde Sa'd'ın kuvvetlerinin üze­ rine yürüyordu; Sa'd ise Hire'nin güneybatısında, Kadisiye'de mevzilenmişti. Kadisiye savaşı hakkındaki betimlemeler epey hacimli olsa bile bulanık ve kuşkuludur, fakat sonucu nettir: Sasani ordusu kesin surette yenilgiye uğramış, Rüstem ise öldürülmüştü. Sasani ordusunun dağılan kalıntıları Fırat'ı geçerek kaçmaya çalışmış, ama Sa'd'ın kuvvetleri tarafından Irak'ın kalbindeki bereketli topraklara kadar takip edilmişti. Bu bölge göstermelik bir direnişin ardından teslim alındı. Ge­ riye kalan Sasani kuvvetleri ise Sasanilerin başkenti (günü­ müzde Bağdat'ın güneyinde bir mahalle olan) Tizpon'da Sa­ sani kralı III. Yezdicerd'in etrafında bir araya toplanmayı de­ nedi, ama Sa'd'ın ordusu Yezdicerd ile kuvvetlerini kuşattı ve İnananların ülkenin geri kalanındaki kontrolünü pekiştirme­ sine olanak sağladı. Sonunda Yezdicerd ve kuvvetleri (belirsiz bir süre - kimi rivayetlere göre birkaç ay, başkalarına göre iki yıldan uzun bir süre - boyunca kapana kısılmış halde kaldık­ tan sonra) Tizpon'u terk etti ve doğuda yeniden toparlanma hedefiyle Zagros dağlarının eteklerine çekildi. Fakat buradaki girişimleri de boşa çıktı. Sa' d onlarla karşılaşmak iyin yeni bir ordu topladı ve onları nihayet Celılla' da kesin bir yenilgiye uğrattı (kaynaklara göre bu savaşın tarihi 16/637 ve 19/640 yılları arasındadır). Sa' d, Sasanilerin müttefiki Lahmilerin merkezi olan eski Hire kentinin hemen yanına bir ordugah kenti olan KCı.fe'yi kurdu ve burası İnananların Orta Irak'taki askeri operasyonlarının merkezi haline geldi. Güney Irak genel olarak ayrı bir cephe oluşturuyordu. Sasaniler burada önemli bir direniş göstermediler, Medine' den gönderilen ayrı ve daha ufak bir kuvvet de bölgeyi Sasanilerin yerel gamizonlarından yavaş yavaş temizledi. Bu Sasani gar­ nizonları Übülle, Meysan (Mesene), Abar-Kavad gibi büyük kentlerde bulunuyordu. Güney Irak ordugah kenti Basra eski Übülle şehrinin yakınına kuruldu. Zagros'taki Celılla sava-

167

şından sonra Sasaniler Huzistan' daki Ahvaz kentinde yeniden bir araya gelmeyi denediler, fakat burası da Ebu Musa el­ Eş' ari komutasındaki bir ordu tarafından fethedildi ve bu ordu bölgedeki diğer kentleri (Menazır, Susa, Ramhürmüz ve Şuşter) sistemli bir biçimde ele geçirmeye devam etti. Güney Irak'taki kuvvetleri oluşturan unsurlar kaynaklarda eksiksiz bir biçimde belirtilmemiştir, ama bunların başlıca parçası gö­ rünüşe göre Sakiflilerden, Medineli Yardımcılardan ve Hicazlı göçebe grupların mensuplarından oluşuyordu, ayrıca İcl, Zühl ve Temim gibi yerli kabilelerin mensupları da muhtemelen bu orduya kalılmıştı. Yani bu seferlerin sonucunda Irak'ın bereketli alüvyon ovalarının tamamı ve Huzistan, yaklaşık 13/634 ve 21/642 yıl­ ları arasında İnananların kontrolü allına girmişti. Yezdicerd ile ona hala sadık olan birlikleri bir daha geri dönmemek üzere, Zagros dağları üzerinden doğuya, İran platosuna kaçlı. Sasani ordusu bir kez daha, bu sefer Nihavend yakınla­ rında, Sasanilerin Büyük Kralı 111. Yezdicerd etrafında bir ara­ ya geldi. Fakat Basra ve Kfüe' den gelen birlikler bu orduyu da bozguna uğrattı ve komutanını öldürdü (ykl. 22/642). Yezdi­ cerd kuzeydoğu İran'ın Horasan bölgesine kaçlı ve birkaç yıl sonra burada bir haydut tarafından öldürüldü, böylece Sasani­ lerin görkemli tarihi epey aşağılayıcı bir şekilde sona ermiş oldu. Bundan sonra İnananların İran platosundaki yayılması­ na gösterilen direniş yerel ve düzensiz olmanın ötesine geç­ medi; Sasani devletinin varlığı fiilen sona ermişti. Çok geçmeden başlı başına bir şehre dönüşecek olan yeni ordugah Basra, İran platosunun fethinde önemli bir rol oyna­ dı. İlk seferlerden biri doğu Arabistan' dan (kaynaklara göre "Bahreyn"den) yola çıkmış, Basra Körfezi'ni aşarak batı İran'a ilerlemiş ve Fars eyaletini ele geçirmişti. Fakat İran dağlarına yapılan başlıca seferler güney Irak'taki Basra'dan hareket et­ mişti. Bunun sonucunda, ilerleyen yıllarda İran'ın büyük kıs­ mı Basra valisi tarafından idare edilecekti. Basra'nın kurulu-

168

şunu izleyen birkaç yıl içinde, buradan yola çıkan kuvvetler Orta Zagros bölgesinin iyice içine ilerledi ve Isfahan, Kaşan, Kum ve Kazvin gibi başlıca kentleri ele geçirdi. Batı İran' daki bu yeni üslerden yola çıkan Basra birlikleri ise doğu İran' da birkaç yıl süren seferlere çıktı. Bazı kuvvetler (şimdilerde Tah­ ran'ın güneyindeki bir mahallede yer alan) Rey üzerinden doğuya doğru ilerledi ve (30/650'li yılların başlarında) İran'ın kuzeydoğusundaki Kumis'e, Gürgan bölgesine ve Nişabur'a ulaştı. Diğer seferler Isfahan' dan başlayarak doğuya doğru yapıldı, bunlar önce Yezd'e ve nihayet doğu İran ile Afganis­ tan' a ulaştı. Herat yaklaşık 30/650-651 yılında ele geçirildi; buradan başlayan seferlerle de güneyden (Merv, Serahs ve Tus alınarak) Horasan'a girildi ve doğuda Ceyhun Nehri ya­ kınlarına, yani Orta Asya bozkırlarının sınırlarına kadar iler­ lendi. Bu seferlerin birçoğu üçüncü emirü 'l-mü 'minln Osman adına Basra valisi Abdullah ibn Amir tarafından başlatıldı veya bizzat komuta edildi. Bu sıralarda, Basra' dan başlayan bir dizi başka seferle de Osman döneminde - Kazerun, İstahr, Darabgerd ve Bem gibi - güney İran'ın başlıca şehirleri ele geçirildi. Doğudaki dağlık Sicistan'a [Sistan] bazı keşif seferleri düzenlendi, bu seferler yüzünden Zabulistan'ın yerel hükümdarlarıyla (30/650'li yılla­ rın başından itibaren) uzun bir mücadele başladı. İran'ın gü­ ney kıyısındaki ıssız Mekran' a bile seferler düzenlendi. Emirü 'l-mü 'minln Osman 35/656 yılında öldürüldüğünde, İran platosunun büyük kısmı İnananlar hareketinin siyasi kontrolü altına girmişti - yani birçok kent ve kırsal bölge bağlılık bil­ dirmiş ve Medine'nin temsilcilerine haraç ödemeye razı ol­ muştu. Sadece kuzeydeki, Hazar Denizi'nin hemen güneyinde yer alan dağlık Taberistan ve İran'In engebeli güneydoğu böl­ gesi bağımsızlığını koruyordu. Fakat dikkat etmek gerekir ki, birçok bölgede ve kentte, özellikle de başlıca ordugah kentle­ rinden uzakta olan yerlerde bu kontrol göstermelik sayılırdı. Arap İnananların sayıca az olması muhtemelen onlara İran

169

platosunda seyrek rastlandığını gösteriyordu; vergiler (daha doğrusu ara sıra ödenen haraçlar) esasen İranlı toprak sahibi soylulardan (dihkanlar) toplanmaya devam etti. Bunlar, uzak­ taki Tizpon' da bulunan Sasani büyük kralının yerine, merkezi uzaktaki Arabistan' da bulunan ve İnananlar hareketinden doğmuş olan yeni devletin emirü 'l-mü 'mininine bağlılık bil­ dirmişti. Onların bu şekilde hizmet etmeleri için görünüşe göre dinsel kimliklerinde herhangi bir değişiklik yapmaları gerekmiyordu; en fazla bir buçuk yüzyıl sonra, (farklı bir yer­ de, kuzey Mezopotamya' daki) Müslüman vergi toplama sis­ temini betimleyen bir Hristiyan metni, vergi tahsildarlarından birinin Zerdüştçü olduğunu belirtir. Kuzey Mezopotamya (Cezire) ve daha kuzeydeki Erme­ nistan emirü 'l-mü 'minin Ömer (h.d.: 12-23/634-644) ve Osman (h.d.: 25-35/644-656) döneminde Suriye ve Irak'tan yola çıkan kuvvetler tarafından fethedildi. Musul ve Fırat yakınlarındaki diğer kentler ise görünüşe göre Ömer döneminde Kfıfe' den yola çıkan kuvvetler tarafından fethedilmişti; Musul, M.S. yedinci yüzyılın sonuna kadar Kufe'ye bağlı bir idari bölge olmasına ve kendi valisi olan bağımsız bir eyalet olmamasına rağmen yeni rejimin önemli bir askeri ordugahı haline geldi. Yeni devletin kuzeye doğru yayılmasında aslan payını ise Suriye' den gönderilen birlikler yüklenmişti. Bu cephede özel­ likle Ömer zamanında Mezopotamya' da sefere çıkmış olan İyaz ibn Ganm ve Osman zamanında Ermenistan'a akınlar yapan ve Erzurum ile Divin'e (modem Erivan yakınları) kadar ilerleyen Habib ibn Mesleme el-Fihri öne çıktı. Fakat ne Erme­ nistan' da yaşayanlar ne de (kendisi de Ermeni olan) Bizans imparatoru bu önemli eyaleti gözden çıkarmaya razıydı ve bu bölge onlarca yıl boyunca iki taraf arasında el değiştirip dur­ du; İnananlar hareketi Bizans karşı saldırılarına bölgeyi ele geçirmeye yönelik yeni girişimlerle karşılık verdi. Uzun süre devam eden bu kesintili çatışma hali daha batıda, İnananların toprakları ile güney Anadolu' daki Bizans imparatorluğu top-

170

rakları arasındaki sugur diye anılan sınır hatları boyunca da olağan sayılır oldu. Buralarda emirü 'l-mü 'mininler her yıl Bi­ zans topraklarına doğru yaz seferleri (siiife) düzenlerdi; Hu­ mus'taki ana garnizon bu seferlerin geri hazırlık noktası ola­ rak, Massisa (Misis) ve Tarsus gibi ileri karakollar ise kuzeye doğru yapılan yıllık akınların başlangıç noktaları olarak faali­ yette bulunuyordu. Sonunda bu üsler Konstantinopolis'i fet­ hetme hedefiyle düzenlenen seferlerin (M.S. 674-678 ve 71 7718) de hareket noktası olacaklardı. Bu sırada, Filistin'i ve Suriye coğrafi bölgesinin geri kala­ nını işgal etmiş İnananlar batıya doğru ilerlemeye başladı ve önce Mısır'a, ardından Kuzey Afrika'ya girdi. Birinci adım, Bizans imparatorluğunun en zengin eyaleti ve Bizans başkenti Konstantinopolis'in başlıca tahıl kaynağı olan Mısır'ın ele geçirilmesiydi. Gençliğinde bulunduğu ticari faaliyetler dola­ yısıyla Mısır'ı tanıdığı anlaşılan komutan Amr ibnü'l-As'ın liderliğindeki kuvvetler 639 yılında Suriye' den yola çıkarak Mısır' a girdi. Mısır' da yaşananlar hakkındaki rivayetler karı­ şıktır; bazıları Bizans kuvvetlerinin uğradığı bir askeri yenil­ giyi aktarırlar, diğerleri ise İskenderiye'nin (her nedense bazı kaynaklarda "el-Mukavkıs" diye anılan) ortodoks patriği Ky­ ros ile yapılan bir dizi pazarlıktan bahsedilir. Ortodoks patriği ve hiyerarşisi ile monofizit olan Kıpti nüfus arasındaki geri­ limler bunda etkili olmuş olabilir. Herhalde, 642 yılına gelin­ diğinde İnananlar ülkenin büyük kısmını işgal etmiş ve İsken­ deriye'yi kuşatmışlardı, sonunda şehre barışçıl bir biçimde girmelerine izin verilmişti. Bizanslılar ise bölgeye bir deniz filosu gönderdi, bu filo yerel halkın da yardımıyla İskenderi­ ye'yi 645-646 yıllarında kısa bir süreliğine yeniden ele geçirdi, fakat bu başarıları uzun ömürlü olmadı. Bizanslıların Mısır' daki başkenti hep İskenderiye olmuşsa da, Amr kendi karargahını Nil üzerindeki eski Bizans kalesi Babil'in hemen yanında yer alan Fustat'ta (modern Kahire'nin güney kısmı) kurdu. Fustat İnananların Mısır' daki başlıca

171

yönetim merkezi haline geldi ve bundan sonraki onyıllar bo­ yunca Amr ve halefi olan Mısır valisi Abdullah ibn Ebi Serh'in bahya doğru akınlar ve fetih seferleri başlattığı ana üs olarak faaliyet gösterdi. İlk önce Libya'ya akınlar yapıldı, Barka ve Sirenayka'nırt diğer kentleri ele geçirildi. On yıl boyunca Bi­ zans'ın Afrika (Arapçada bilindiği şekliyle İfrlkıye) eyaletine günümüzde Tunus - düzensiz akınlar yapıldı, fakat burada ancak birinci iç savaşın sona ermesinin ardından, yani 660'lı yıllarda kalıcı bir yer edinilebildi. 23/644'te emlrü 'l-mü 'minln Ömer Medine'de - hoşnutsuz bir köle tarafından hançerlenerek - öldürüldü. Ölüm döşeğin­ deyken Kureyş'in önde gelen altı ismini bir tür seçim heyetin­ de veya şurada bir araya getirdi ve onlara bir sonraki emlrü 'l­ mü 'minlni kendi aralarından seçmelerini emretti. (İlginçtir ki bu gruba Yardımcılar arasından kimseyi sokmamıştı.) Bu alh kişinin hepsi de Muhammed'in en eski taraftarları arasındaydı ve ya akrabalık ya evlilik ya da her ikisi yoluyla onunla ilişki­ liydi. Hepsi de bu yüzden İnananlar hareketinin liderliği için uygun adaylar sayılırdı. Bu altı kişi arasında Muhammed'in kızı Fatıma ile evlenmiş olan Ali ibn Ebi Talib ve görmüş ol­ duğumuz gibi, Muhammed'in sırayla iki kızını evlendirdiği, güçlü Ümeyye aşiretine mensup olan eski taraftarı Osman bulunuyordu. Birkaç gün süren müzakerelerden sonra şura üçüncü emlr'ül-mü 'minln olarak oy birliğiyle Osman'ı seçti (h.d.: 2335/644-656; Osman İnananların yayılmasının idaresine Ömer'in kaldığı yerden devam etti; Kuzey Afrika'daki, İran'ın doğusundaki, Ermenistan' daki ve daha kuzeydeki fetihlerin çoğu onun gözetiminde yapıldı. Fakat on iki yıllık idaresinin sonuna doğru İnananların gittikçe artan eleştirilerine maruz kaldı ve bu eleştiriler onun 35/656 yılında katledilmesiyle so­ nuçlanan bir ayaklanmaya yol açh. Bu olayları ve bunların temelindeki meseleleri bir sonraki bölümde ele alacağım.

172

İ l k Yayı l m a Dönem i n i n Kuru m l a rı ve Düzen i n Ta h k i m i İlk İnananlar cemaatinin Batı Arabistan' dan yola çıkıp 30/650'li yılların başında Mısır ve Kuzey Afrika'dan İran'ın doğusuna ve Orta Asya'ya kadar uzanan birçok yeni ülkeyi kapsayacak şekilde yayılması elbette salt askeri operasyonlar sayesinde mümkün olmamıştı. İnananların birbiri ardına ge­ len önderlerinin gönderdiği ordular cemaatin yayılmasının sadece en görünür unsuruydu; İnananlar bir bölgede gerek askeri faaliyetler yoluyla gerekse de yerlileri kendilerine ka­ tılmaya ikna ederek kontrollerini kurduktan sonra, bu askeri kuvvetler yollarına devam etme veya orayı üs olarak kullan­ maya başlamışlarsa bile en azından başka yerlerde faaliyet gösterme eğiliminde olurlardı. Bunu, bölgeye yeni gelen Arap İnananların oluşturduğu ufak topluluklar ile artık idare ettik­ leri daha büyük yerel nüfuslar arasında işleyen, çok daha karmaşık bir etkileşim süreci izlerdi. Maalesef, yayılma süreci hakkında (zaman zaman çelişkili de olsa) bu kadar fazla bilgi sunan geleneksel kaynaklar, Yakın Doğu' da yavaş yavaş yeni bir İslami toplumun doğuşuyla sonuçlanacak bu karmaşık toplumsal dönüşüm süreci konusunda bu kadar açık sözlü olmamıştır. Komşu ülkelere ilk yerleşen Arap kökenli İnananlar ilk gayrimüslim kaynaklarda, görmüş olduğumuz gibi çeşitli şekillerde adlandırılmışlardır. Bunlara bazen genel bir ifadey­ le, göçebe halkları ifade etmek için kullanılan sözcüklerle, mesela (kökeni belirsiz olup İngilizceye "Saracen" [Türkçeye Sarazen] diye geçmiş olan) Yunanca sarakenoi sözcüğüyle veya Süryanice tayyaye ("bedevi, göçebe") sözcüğüyle atıfta bulunu­ lur. Başka hallerde ise onlara - görünüşe göre yeni bölgelere gelen İnananların kendilerini ifade etmek amacıyla kullanmış olduğu görülen Arapça muhılcirun sözcüğünden türetilmiş Yunanca agarenoi veya magaritai sözcükleriyle veya Süryanice mhaggraye sözcüğüyle anılırlar. Bir önceki bölümde, "göçmen­ lik," "dindar bir cemaate katılmak (ya da sığınmak), "iman

173

yolunda savaşmak" ve "yerleşik (yani göçebe olmayan) bir hayatı benimsemek" gibi anlamlara gelen hicret kavramını ele almıştık. Yeni Arap yerleşimcilerin kendilerini muhacirun diye anması, bu değerlerin başlangıçta bu yeni yerleşimlerin etho­ sunun önemli bir unsuru olduğunu düşünmemize yol açar. Yerel halktan bazı kimselerin daha en başından itibaren İnananlar hareketine katıldıklarını veya dahil edildiklerini ve yeni düzenin kurulmasına katkıda bulunduklarını varsayabi­ liriz - ve görmüş olduğumuz gibi, bu varsayımı destekleyen bazı kanıtlar mevcuttur. Yeni düzen emfrü 'l-mü 'min'ine veya temsilcilerine - yerel komutana veya valiye - siyasi bağlılık gösterilmesini ve yeni rejime vergi ödenmesini gerektiriyordu. Fakat yeni düzenin asli kaygısı Tanrı'nın yasasına riayet edil­ mesiydi (İnananlar Kur'an'ın buyruklarına, Yahudi veya Hris­ tiyanlar kendi dinsel yasalarına uymak zorundaydı). İnanan­ ların düşündüğü gibi, Hesap Günü geldiğinde kurtuluşlarını güvence altına almak için bunlar kesinlikle gerekliydi. Tan­ rı'nın yasasına sıkı sıkıya riayet edilmesini sağlamaya yönelik bu derin kaygı, Utbe ibn Gazvan'ın sırf zina etmekle suçlan­ masının onun azledilmesine nasıl yettiğini açıklamaya yar­ dımcı olur; böyle bir davranışta bulunmak Kur'an'ın apaçık bir buyruğunun (örneğin K. 24:2-3) ihlali olduğu için sadece kişiye özel ahlaki durumla ilgili kişisel bir meseleden ibaret olmazdı, aksine İnananların kurmak istediği yeni rejimin ka­ rakterine yönelik kamusal bir tehdit oluştururdu. İnananlar kendi idarelerini ve bununla birlikte yeni bir toplumsal düzeni sağlam ve uzun ömürlü bir temel üzerine inşa ederken kullanışlı olacak, kendine özgü bir dizi kurumu hayata geçirmişti. En önemli kurum ise emfrü 'l-mü 'minln veya "İnananların komutanı" makamıydı. Bu makamın oluşturul­ ması, bundan sonra tek bir liderinin bulunması gerektiğine karar verilmiş olan İnananlar cemaatinin siyaseten bir bütün oluşturması gerektiği düşüncesini bilfiil kurumsallaştırdı. Bununla beraber, İnananların komutanının merkezi kontrol

174

uygulama yetkisinin sınırlarını değerlendirmemiz şarttır. Ge­ leneksel kaynaklar açıkçası bunu abartırlar; bunlar, emirü 'l­ mü 'minln komutanlarını tayin ettikleri orduları sefere gönder­ diğini belirtmekle kalmaz, bu komutanların sahada, hatta kuşatılmış bir kente nasıl davranılması gerekeceği gibi taktik meseleler hakkında bile aldıkları her kararı onaylanmak veya görüşülmek üzere emirü 'l-mü 'minlne ilettiklerini de zaman zaman ileri sürerler. Dönemin iletişim olanakları düşünülürse, böylesine detaylı bir gözetim mümkün gözükmez. Öte yan­ dan, yayılma hareketinin merkezi bir misyonu olduğundan da, birçok taktik mesele sahadaki komutanların bağımsızlığına bırakılsa bile, geniş çapta stratejik önem taşıyan politikaları ve kararları bizzat emirü 'l-mü 'minlnlerin belirlediğinden de ger­ çekten kuşku duyamayız. Emirü 'l-mü 'minlnin zaman zaman farklı cephelerdeki askeri kuvvetlerin etkinliklerini koordine etmesi ise, yayılmanın en önceki askeri aşamasının bile bazı belirli hedeflerin gerçekleştirilmesi amacıyla yürütüldüğünü akla getirir. Emirü 'l-mü 'minln tarafından uygulanan merkezi kontrol düzeyini takdir etmeye yarayacak başka bir bilgi de, onların komutanları ve daha sonraları eyalet valilerini belirli süreler içinde değiştirmeleri ya da başka makam veya yerlere tayin etmeleriydi. Dahası, görevine son verilen komutanlar veya valiler neredeyse hiçbir direniş göstermeden çekilirlerdi. Geleneksel kaynaklar komutanların veya valilerin hangi yıl­ larda ve hangi eyaletlerde görev yaptığına dair düzenli listeler sunarlar, üstelik bu görevlendirmeler belirli bir valinin belirli bir zaman aralığında görev yaptığını kuşkuya yer bırakmadan gösteren sikke kanıtlarıyla da sık sık doğrulanır. Çağdaş sayı­ labilecek Ermeni tarihçi Sebeos da valilerin önemli siyasi me­ seleler hakkında Medine'deki emlrü 'l-mü 'minlne danıştığını açıkça belirtir. Tüm bunlar, İnananların yeni rejiminde, daha ilk yıllarında bile otoritenin ve komuta hiyerarşisinin belirli ölçüde merkezileşmiş olduğunu hiçbir tartışmaya yer bırak­ madan kanıtlar.

175

Büyük önem taşıyan diğer bir kurum da daimi orduydu. Daimi ordunun ilk defa ortaya çıkışı, daha önce görmüş oldu­ ğumuz ridde savaşlarına rastlar. Orduyla yakından bağlantılı doğrusu ordunun gittikçe profesyonelleşen statüsüne bazı bakımlardan sıkı sıkıya bağlı - olan başka bir kurum da divan­ dı. Divan ilk kez emirü 'l-mü 'minin Ömer döneminde, Medi­ ne'ye ulaşmaya henüz başlamış olan ganimetlerden ve vergi gelirlerinden pay alma hakkı olan İnananların sicilini tutmak amaayla kurulmuştu. Başlangıçta hak sahipleri arasında or­ duda bizzat bulunmayan bazı kimseler (mesela Muham­ med'in dul eşleri) de bulunsa da birinci divanın büyük kısmını askerler oluşturmuştu; bu askerlere düzenli bir ödeme tahsis edilmişti - bunun düzeyi orduya ne zaman katıldıklarına göre belirleniyordu. Zaman geçtikçe divan salt bir askeri maaş bordrosuna benzedi; sonunda divan sözcüğü "devlet dairesi" anlamıyla, yeni gelişen bürokratik sistemin diğer kollarında da kullanılmaya başladı. Dolayısıyla bir arşiv dairesine (divanü 'r-resail) ve bir toprak vergisi idaresine (divanü 'l-harac) atıf yapıldığını görmeye başlarız. Emirü 'l-mü 'mininler ayrıca berid diye anılan, valilerden ve sahadaki casuslardan gelen haberleri yerine ulaştıran resmi bir haberleşme sistemi de oluşturdu. Ordunun ortaya çıkışıyla yakından ilişkili olan bir yeni kurum daha vardı: İnananların çoğunlukla mevcut kasaba veya şehirlerin yanı başına (veya zaman zaman içine) kendile­ ri için kurdukları özel yerleşimler. Bu yerleşimlere Arapçada yer yer emsar (tekili mısr) denirdi, bu sözcük "ordugah kentle­ ri" şeklinde çevrilebilir. Fakat bu çeviri kısmen isabetli sayılır; görünüşe göre mısr sözcüğü "keşif kuvveti" anlamına gelen eski bir Güney Arapça sözcükten türetilmişti, emsar ise İna­ nanların keşif kuvvetlerinin Arabistan dışında ilk defa kamp yaptığı yerlere denirdi. Emsar başta garnizon işlevi görmüşse de, çok geçmeden bundan çok daha fazlasını ifade etmeye başladı. Bunlara sadece askerler değil, askerlerin aileleri de

176

yerleşti ve onlara asker olmayıp Arabistan' dan gelen başka İnananlar ve muhtemelen İnananlar hareketine kahlmış olan yerel halk da eşlik etti. Esasen, mevcut kentlerden ayrı tutulan bu yeni yerleşimler, İnananların dindarlık ve erdemli yaşama kaygısının bir ifadesiydi - bu kaygı yüzünden onlar, etrafla­ rında yaşayan, ama tektanrıcı olmalarına rağmen, davranışları veya dinsel ibadetleri hakiki İnananlar arasında sayılmalarına engel olacak kadar gevşek bir toplumdan kendilerini yalıtma­ yı tercih etmişlerdi. Bu gönüllü yalıhlmışlık, Kur' ani öğretilere bağlı olan az sayıdaki Arap İnananların, çevrelerindeki daha kalabalık yerel nüfusların kültürünü benimseyerek ortadan kaybolmamasını açıklamaya yardımcı olabilir. Emsardan bazıları büyük şehirlere dönüştü ve sonunda yeni bir İslami kültürün gelişmesini ve çevre bölgelere yayıl­ masını sağlayan merkezler oldu - fakat bu gelişmeler buralara ilk kez yerleşildikten ancak onlarca yıl sonra yaşandı. Gele­ neksel kaynaklar emsardan bazılarının kuruluşunu anar; Irak'ta (Hire yakınlarında) Ki'ıfe ve (Übülle yakınlarında) Bas­ ra ve Mısır'da Fustat (11Eski Kahire11) buna örnektir. Tuhaftır ki, Şam, Humus, Kudüs veya Suriye' deki başka kentlerin ya­ kınında yeni yerleşimler kurulduğundan bahsedildiğini gör­ müyoruz; bu durum, İnananların bu kentlerde, Hristiyan sa­ kinlerinin kısmen terk etmiş olabileceği mevcut mahallelerden birine yerleşmeye karar vermiş olabileceklerini akla getirir. Öte yandan bu türden yerleşimlere ilişkin en iyi arkeolojik tanıklığa Suriye'nin güneyinde rastlanmışhr - üçüncü emfrü 'l­ mü 'minin Osman (h.d.: 23-35/644-656) döneminden kaldığı düşünül�n ve mevcut Roma-Bizans kenti Aelana'nın kapıları­ nın hemen dışına kurulmuş olan Ayla kentinin kalınhları, günümüzde Ürdün'ün Akabe şehrindedir. Ayla harabeleri bu tarz yerleşimlerin ortogonal (dik açılı) bir plana göre özenle inşa edildiğini, gelişigüzel kamplardan veya gecekondu ma­ hallelerinden ibaret olmadığını gösterir. Ayla dikdörtgensel bir plana göre inşa edilmişti ve her bir surun ortasında birer

177

Ayla (modem Akabe, Ürdün) şehrinin planı ve Balı Surları. Emlrü 'l­ mü 'minln Osman (644-656) döneminde kurulduğu bilinen bu kent açıkçası planlı bir yerleşimdi; düzenli aralıklarla inşa edilmiş savun­ ma burçları bulunan şehir suru ve her biri ayrı yöne bakan kapıları kazılar sayesinde açığa çıkarılmışhr.

178

tane olmak üzere dört kapıya sahipti, ayrıca her dış surda birbirlerine eşit mesafede çıkınblı kuleler bulunuyordu ve sistematik bir sokak planı vardı - bu tasarım Doğu Akde­ niz' de sıkça görülen Roma-Bizans ordugahlarından alınmışb. Eski bir mısnn (Kt'.'ıfe) planına ilişkin geleneksel kaynakları­ mızda yer alan bir betimlemede, sokakların dikdörtgen şeklin­ deki bir merkezi avlu veya meydan etrafına düzenli biçimde inşa edildiği ve belirli sokaklar arasındaki parsellerin belirli kabilelere tahsis edildiği anlablır (Ayla kentinin arkeolojik ka­ lınblarından böyle bir şeyi çıkarmak mümkün değildir). Bunun­ la birlikte, Irak'ın fethinden sonraki yıllarda Arabistan' dan epey fazla sayıda İnanan'ın buraya gelmesinin Kt'.'ıfe'nin özgün dü­ zenlemesini bozduğu, dolayısıyla şehrin orijinal planının birçok defa değiştirilmesinin gerektiği belirtilir. Bu yeni yerleşimler nerede kurulmuş olursa olsun, bura­ larda kullanılan dil Arapçaydı. Elbette Arapça, asker olsun olmasın, Bereketli Hilal'e göç etmiş olan Arap İnananların ana diliydi; ama aynı zamanda Kur'an'ın dili de oydu ve cemaatle yapılan ibadetlerde yine bu dil kullanılırdı. Üstelik yerel kö­ kenli inananlardan bazıları muhtemelen gayet iyi Arapça ko­ nuşabiliyordu; Arapça çöllerin kıyısından güney Suriye ile özellikle güney Irak'ın yerleşik tarım arazilerine, hatta Mısır'ın doğusundaki çöllere İslam' dan önceki yüzyıllarda zaten ya­ yılmıştı. Elbette, çoğu emsar başka dillerin konuşulduğu bölge­ lere kurulmuştu; Suriye ve Irak'ta kırsal nüfusun bir kısmı Aramicenin bir lehçesini konuşuyordu; Mısır' da Fustat çevre­ sinde yaşayan nüfusun çoğunluğu Kıptice konuşuyordu; Arap İnananların (Ayla' da olduğu gibi) yeni yerleşimler kurmaktan ziyade terk edilmiş mahallelerine yerleşmeyi tercih ettikleri Suriye kentlerinde ise nüfusun bir kısmı Yunanca konuşuyor­ du. İran platosunda, (Şiraz'ın kuzeyinde yer alan) İstahr veya Merv gibi ilk ileri karakollar, çeşitli İran dillerini konuşan bir halklar denizinin kuşattığı, Arapça konuşulan adaları andırı­ yordu. İnananların bu ilk yerleşimlerinin bu dilsel yalıtıklığı,

179

bizim deyişimizle onların ahlaki veya dinsel yalıhklığından hiç de az olmamakla birlikte, Müslümanlar olarak ayrı, tektan­ rıcı bir dinsel grup oluşturduklarına dair apaçık bir hissiyat geliştirmelerinden onyıllar önce, farklılıklarına ilişkin hissiyat­ larını sürdürmelerine ve çoğunluğun kültürünü benimsemek­ ten kaçınmalarına yardımcı oldu ve sonunda, dilsel taşıyıcısı Arapça olan, yeni ve diri bir İslami kültürün gelişimine esaslı bir şekilde katkıda bulundu. İnananlar rejiminin yeni ele geçirilmiş topraklardaki kay­ gıları epey fazlaydı. İnananlar elbette, özellikle vergi tahsilatı­ nın devamı bakımından önem taşıdığı için, hem yerleşim yer­ lerinde hem de onları kuşatan kırsal bölgelerde kamu düzeni­ ni korumaya çalıştılar. İnananların yeni yerleşimleri veya ko­ lonilerinin başında, doğrudan emirü 'l-mü 'minine karşı sorumlu olan bir vali bulunurdu. Önceleri, bu valiler genelde İnananla­ rın askeri kuvvetlerini bölgeye sokan komutanın ta kendisi olurdu, dolayısıyla yerleşimlerin yönetimine askeri usuller belirgin ölçüde hakim olurdu. Zamanla, valilerin çıkarları askeri olmaktan gittikçe uzaklaştı; valiler, ordunun idaresinin yanı sıra vergilerin toplanmasıyla, toplumsal düzenin Tan­ rı'nın yasasıyla uyum içinde sürdürülmesiyle ve cemaat içinde adaleti sağlamakla da uğraşmak zorunda kaldı. Epey erken bir dönemde, bu görevlerden bazıları farklı bireylere verilmeye başladı, bu sistemde askeri vali (emir, "komutan") ile mali yönetici veya vergi memuru (amil) beraber çalışırlardı. Yeni emsarda adaleti valiler sağlardı (Mısır papirüsleri valilerin bu görevi yerine getirdiğini gösteriyor); gerektiği gibi dindarca olan davranışları ve tutumları teşvik ederlerdi, buna günlük ibadetlerin yönetilmesi de dahildi; ayrıca askerlere ve başka hak sahiplerine ödenecek aylıkların dağıtılması, bir kısmı Me­ dine'ye gönderilen vergi gelirlerinin düzenlenmesi ve paylaş­ tırılması gibi mali işleri de yönetirlerdi. Yerleşimin sahada faaliyet gösteren askeri kuvvetlerin operasyon üssü olduğu hallerde ise vali bu kuvvetler tarafından getirilen ganimetin

180

(köleler, sürüler ve her türlü mal) dağıtımından, belirli bir kısmının emlrü 'l-mü 'minine ayrılmasından ve Medine'ye gön­ derilmesinden de sorumluydu. Kırsal bölgelerde valiler her şeyden önce vergilerin top­ lanmasıyla ilgilenirdi, bu da ancak vergilendirilebilir bölgelere sükunet hakim olduğu takdirde mümkün olurdu. Mısır' da bulunan papirüsler yerel anlaşmazlıkların zaman zaman vali­ lere iletildiğini, ama çoğu durumda hüküm verme yetkisinin köy muhtarları gibi astlara bırakıldığını gösteriyor. Mevcut kanıtlar, İnananların iktidarının ilk onyıllarında kırsal bölgele­ rin büyük ölçüde köy muhtarlarının veya kabile reislerinin yönetimi altında, kendi başlarına işlemeye bırakıldıklarını gösteriyor; bu görevliler toplanan vergileri rejime düzenli olarak göndermekle yükümlülerdi. Bazı İnananların (özellikle de çevresi geniş Kureyş liderlerinin) geniş kırsal bölgeleri kontrol ederek servet edindiklerine dair birkaç belirsiz atıf mevcuttur; bunların çoğu muhtemelen daha önceki sahipleri tarafından terk edilmiş arazilerdi. Bununla beraber, Arap İna­ nanların çoğunun bu ilk yıllarda kırsal bölgelere yerleşmiş olması muhtemel görünmez - kırsal mülkleri sahiplenmiş olan kimselerin şehirlerde veya küçük kasabalarda toplanmış ve mülklerinin gelirlerini toplamakla yetinmiş olmaları daha olasıydı. İnananların yönetimine geçiş esnasında bulundukları yerleri terk etmeyen kırsal nüfusun ve cemaatlerin bu değişi­ mi izleyen ilk yıllarda ne ölçüde yer değiştirdikleri de pek açık değildir. Bazı toplulukların başka yerlerde iskan edildiğini, genelde direniş göstermiş ve zor kullanarak fethedilmiş kent­ leri işgal etmeye veya buralara yerleşmeye zorlandıklarını belirten birkaç rivayet mevcuttur. Örneğin günümüzde Lüb­ nan' da bulunan Tripoli (Trablusşam) şehri yıllarca süren bir kuşatmaya inatla direnmişti; sakinleri Bizans gemileriyle şehri terk ettikten sonra, Osman'ın Suriye valisi Muaviye tarafından buraya - nereden getirildikleri kaynaklarda belirtilmeyen Yahudiler yerleştirildi. Bu durum, Yahudilerin rejime özellikle

181

sadık kalacaklarının düşünüldüğü anlamına geliyor olabilir veya belki de sadece emfrü 'l-mü 'mininin Bizanslıların güçlükle çıkarılmış olduğu bir kenti yeniden Hristiyanlarla doldurmayı istemediğini yansıtıyor olabilir. Böylece, Muhammed'in ölümünden sonraki yıllarda İna­ nanların yayılma sürecinin seyrini gözden geçirmiş ve bu sü­ rece eşlik eden, özellikle kurumsal, bazı yenilikleri betimlemiş olduk. Bunun dışında, yayılma sürecinin karakterini de değer­ lendirdik ve bu sırada, kaynakların yayılma sürecinin askeri boyutunu vurgulamasının, onun tektanrıcı bir reform hareketi olarak mahiyetini gölgelediğini, bu bakımdan birçok cemaat tarafından bir öğreti olarak uygunsuz bulunmadığı için karşı konulmasına da pek gerek duyulmamış olabileceğini ileri sürdük. Arkeolojik kayıtların da desteklediği gibi, çoğu yerin İnananların yönetimine girerken neredeyse hiç direniş gös­ termemesi bundan dolayı olabilir. İnananlar askeri faaliyetlere zaman zaman, esasen Bizans ve Sasani garnizonlarına ve dai­ mi ordularına karşı başvurmuş olmalıdır. Çoğu kaynak büyük savaşlardan, köklü garnizonların kuşatılmasından ve geçiş dönemindeki bazı akınlardan ve katliamlardan bahseder, fa­ kat ne ölçüde olursa olsun, görünüşe göre bu süreç kısa süre­ de sona ermiştir; öyle ki Hristiyan yazar Bar Penkaye, 681 veya 682 yılında, Muaviye dönemini (41-60/661-680) - yani İnananların Suriye ve Irak'ta iktidara gelişlerinden en fazla yirmi yıl sonrasını - bir adalet, barış, refah ve dinsel hoşgörü dönemi olarak betimleyebilmektedir. Yayılmanın mimarları - ilk emfrü 'l�mü 'mininler - ve genel olarak İnananlar bu dönemde, görünüşe göre, kendi anladık­ ları haliyle - özellikle Kur' an' daki biçimiyle - Tanrı'run yasa­ sındaki buyruklara uygun, yeni ve adil bir kamu düzeni kur­ mayı hedef belirlemişlerdi. Tanrı'nın rehberliğinde olan, adil bir krallık kurmaya yönelik bu arzu, belki, İnananların gözün­ de, Bizans ve Sasani imparatorluklarının hatalı öğretilere (me­ sela Bizans örneğinde teslis düşüncesine) tutunmalarına da

182

yansıyan, her yere yayılmış ahlaksızlığına ve günahkarlığına karşı bir ayaklanma olarak görülebilir. Öte yandan, İnananla­ rın Tanrı'nın yasasının egemenliğini dünya çapında - gerekir­ se fetih yoluyla - kurma arzusu, görmüş olduğumuz gibi hem Bizans hem de Sasani imparatorluk geleneklerinin de parçası olan, dünyayı fethetme ideolojilerinin bir devamı ya da analo­ jisi olarak görülebilir. İnananların yayılması sırasında elbette kuvvetli maddi saikler mevcuttu; maddi kazanım elde etme umudu birçok insanı harekete çekmiş olabilir ve maddi faydalar kuşkusuz birçok bireyin harekete bağlılıklarının sağlamlaşmasına katkı­ da bulunmuştur. Fakat bu maddi etkenler yayılmayı açıkla­ maya tek başlarına yetmez. Her şeyden önce, bu türden maddi saikler hep mevcuttu, fakat İnananlar hareketinin ortaya koy­ duğu örgütleyici ideoloji bağlamında bunlar ani bir yayılma hareketine sadece katkıda bulunabilirlerdi. Gerçekten de, ya­ yılmanın maddi saikleri İnananlar hareketinin ideolojik des­ teklerine sıkı sıkıya bağlıydı, öyle ki bu iki boyut birbirleriyle çelişmiyor, aksine birbirlerini tamamlıyordu. İnananları dinsel bağlılık motive ediyordu, fakat yayılmalarına eşlik eden mad­ di faydaları, yeni ve adil bir düzen yaratmadaki başarılarının doğal sonucu olarak görüyorlardı - ya da daha ziyade Tan­ rı'nın istediğinin bu olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre, fetihleri ve yayılmayı izleyen zenginleşme süreci Tanrı'nın yolunu benimsemiş oldukları için bizzat O'nun bahşettiği bir lütuftan başka bir şey değildi. İnananların Tanrı'nın kelamının yazılı halini elden geldi­ ğince uzağa yayma arzusuna ise, görünen o ki, Hesap Gü­ nü'nün yaklaşmakta olduğuna inanmış olmaları özellikle aci­ liyet kazandırıyordu. Bu apokaliptik beklenti hali - ki muhte­ melen bu konuda onlar Muhammed peygamberin ta kendisini izlemişlerdi - adil bir düzen yaratma işine devam etmeyi önemli kılıyordu, böylece Son geldiğinde İnananlar arasında sayılacaklar cennete gideceklerdi. Bu, ilk İnananların toprakla-

183

rına Kudüs'ü katma arzularını da açıklayabilir, çünkü birçok apokaliptik senaryo bu şehri Hesap Günü olaylarının gerçek­ leşeceği yer olarak betimliyordu. İlk İnananlar emirü 'l­ mü'mininin, Tanrı kelamının gerçekleştirilmesine kendini adamış bu yeni cemaatin lideri olarak, Hesap Günü'nde dün­ yevi iktidarı Tanrı'ya devredecek olan "son imparator" rolünü oynayacağına da inanmış olmalıydılar.

184

4

Ce m a ati n Li d e rl iği İçi n M ü ca d e l e, 34-7 3/65 5-69 2

Muhammed'in M.S. 632 yılındaki ölümünden sonraki kuşakta (yani yaklaşık 31/650 ile 73/692 yılları arasında), İnananlar cemaati, liderlik meselesi etrafında yaşanan şiddetli bir anlaş­ mazlık yüzünden kendi içinde bölündü. Bu anlaşmazlık, İna­ nanlar hareketinin Arap liderliği arasında yaşanan iki açık çatışma dönemi şeklinde kendini gösterdi: Birinci İç Savaş (3540/656-661) ve İkinci İç Savaş (60-73/680-692). Bu olaylara karı­ şan başlıca figürlerin birçoğunun arasında aslında kan ya da evlilik bağı bulunduğu için, İç Savaşla - özellikle de Birinci İç Savaş - uzun ömürlü olmuş ve pek şiddetli geçmiş olan bir aile kavgasını andırıyordu. İç Savaşlar yüzünden birliğin bo­ zulması, bu olayların birçok Müslüman tarafından bugün bile üzücü olaylar olarak algılanmasının sebebidir. Muhammed'in yirmi yıldan uzun bir süre boyunca dünyaya Tanrı'nın kela­ mını yaymak ve Tanrı'nın yasasını hakim kılmak için omuz omuza mücadele etmiş - ve ses getiren başarılar kazanmış yoldaşlarının artık birbirleriyle kavga etmek zorunda kalması, o dönemde yaşayan pek çok kimse için açıkçası epey acı veri-

185

ciydi. Sonraki dönemlerin Müslüman geleneği, bu olayları, "baştan çıkma" veya "ayartma" anlamına gelen - bu durum­ da, ortak veya manevi çıkarlar pahasına kişisel iktidar ve dünyevi üstünlük elde etmeyi arzulamayı ifade eden Kur' ani bir sözcüğü kullanarak fi ten (tekili fitne) diye anarak bu rahatsızlığı yansıtır. Bu terimin ilk kez ne zaman kullanıl­ dığı net değildir, ama bunun daha İ ç Savaşlar sırasında kulla­ nılmış olması muhtemel görünmektedir.

Birinci İç Savaş' ı n Arka P l a n ı Görmüş olduğumuz gibi, Muhammed' in 1 1 /632 yılında ölümü üzerine Medine'deki İnananlar Ebu Bekir'i siyasi liderleri ola­ rak tanımayı kabul ettiler. Bu olay veraset sorununun çözül­ mesini sağlamakla kalmayıp, İnananların tek ve birleşik bir cemaat halinde kalması gerektiği şeklindeki anlayışı da ku­ rumsallaştırdı. Ebu Bekir'i önce Ömer ibnü'l-Hattab'ın (h.d.: 13-23/634-644), sonra da Osman ibn Affan'ın (h.d.: 23-35/644656) izlediğini ve bu liderlerin döneminde İnananlar hareketi­ nin ilk büyük yayılma dalgasının gerçekleştiğini de belirtmiş­ tik. Cemaatin bu ilk liderlerinin İnananlar tarafından meşru sayılmış olduklarından şüphe duymak pek mümkün değildir; çünkü onlar seçildikleri sırada İnananların kendilerini adamış oldukları başlıca değerleri birçok yönden somutlaştırıyorlardı. O dönemin İnananları, hedefleri ve görüşleri bakımından hala fazlasıyla birleşmişti; onları yönetmek için seçilmiş olan bu üç adam da Muhammed'in faaliyetlerine başladığı ilk zamanlar­ dan beri yakın yardımcıları olmuşlardı. Liderlik konumunda bulunanlar emlrü 'l-mü 'minfn, yani " İnananların komutanı" unvanını taşıyordu; ileride bu unvan hakkında birkaç şey daha söyleyeceğim. Veraset sorununun görünüşte böyle pürüzsüz bir şekilde çözüme ulaşmış olması, bizi, liderlik sorununun bu ilk gün­ lerde bile basit veya açık olduğunu düşünmeye yöneltmeme­ lidir. Öncelikle, Kur' an dünyevi liderlik meselesine karşı fev-

186

kalade duyarsız görünmektedir. Verasetin nasıl düzenlenmesi gerektiğine veya cemaatin liderliği için gereken koşulların neler olduğuna dair açık seçik hiçbir yönlendirme sunmaz. Görünen o ki, Muhammed de yerine kimin geçeceğini açıkça belirlememişti. Dolayısıyla ilk İnananlar için cemaatin liderli­ ğine kimin getirilmesi veya buna ilişkin seçimin nasıl yapıl­ ması gerektiği bir yana, cemaatin liderliğinin ne demek oldu­ ğuna bile karar vermek pek kolay olmamıştı; öyle ki İnananla­ rın ilk üç komutanının her biri, farklı usullerle seçilmişti. Gör­ düğümüz gibi Ebu Bekir, birçok Medineli Yardımcının ve Mekkeli Göçmenin katıldığı bir toplantıda lider ilan edilmişti. Ömer ölüm döşeğindeki Ebu Bekir tarafından varis tayin edilmişti. Ömer ise kendi ölümünün arifesinde, cemaatin li­ derliğine layık gördüğü altı önemli ismi bizzat belirleyip onla­ rın bir heyet (şura) olarak toplanmasını ve aralarından kimin onun halefi olacağına oy birliğiyle karar vermelerini emret­ mişti. (Heyete katılanların çıkmaza girmelerini önlemek ama­ cıyla, birkaç gün içinde oy birliğiyle karar verememeleri halinde azınlıktakilerin öldürülmesini de emretmişti.) Sayısız rivayete göre, bazı kimseler, İnananların yeni komutanlarını seçildikten sonra bir süre boyunca tanımayı reddetmişlerdi. Bu rivayetlerin birçoğu, peygamberin kuzeni ve damadı olan Ali ibn Ehi-Talib hakkındaydı; bununla beraber bunlardan hangilerinin Ali'nin soyundan gelenlerin hak iddialarını des­ teklemek amacıyla daha sonraları uydurulduğu net değildir. Ayrıca başka kimselerden bahseden rivayetler de vardır. Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın göreve geldiklerinde geniş çapta destek görmüş olmaları, ilk İnananların kendi liderlerini seçerken genelde nelere önem vermiş göründükleri hakkında birkaç çıkarımda bulunmamıza olanak verir. Her üçü de Mu­ hammed yaşarken onun yakın dostu olmuştu ve onların İna­ nanlar hareketine bağlılıkları tartışma götürmezdi. Hepsi de (Muhammed'in ilk taraftarlarının çoğu gibi) Kureyş kabilesi mensubu ve Mekkeli Göçmenlerdense de her biri, Kureyş'in

187

farklı bir aşiretindendi ve hiçbiri peygamberin aşireti Haşim' den değildi. Onların ilk cemaat tarafından geniş çapta kabul görmesi, İnananların genelde - Arabistan'ın toplumsal gelenekleriyle belirgin biçimde çelişecek şekilde - (Kureyş'ten olmak dışında) şecere ve kökene ilişkin katı ölçütleri, liderleri­ ni seçerken belirleyici bir etken olarak henüz görmeye başla­ madıklarını düşünmemize yol açar. Daha ziyade, onlar seçi­ lirken Muhammed'in yakın dostları olmaları ve dindarlıkla­ rıyla ve erdemli davranışlarıyla tanınmış olmaları dikkate alınıriış gibidir. İnananların Ebu Bekir'i, Ömer'i ve yönetimi­ nin ilk yıllarında Osman'ı az çok tutarlılıkla desteklemiş olma­ ları, kuşkusuz, İnananlar hareketinin bu yaklaşık yirmi yıllık süre boyunca, muhtemelen hiç kimsenin aklının almayacağı, olağanüstü dünyevi başarılar elde etmiş olması sayesindeydi. Görmüş olduğumuz gibi, bu dönemde Arabistan' daki muha­ liflerini ortadan kaldırmış, yeni yerlerde var olmaya başlamış ve bunu kimilerine Tanrı'nın gerçekten de kendi taraflarında olduğunu ve Tanrı'nın kelamından çıkardıklarına dayanan bir kamu düzenini kurma hedeflerinin gerçekten de Tanrı'nın iradesine uygun olduğunu düşündürtmüş olabilecek bir sürat­ le başarmışlardı. Onlara kaynaklar, topraklar ve köleler geti­ ren bu başarının coşkusu, muhtemelen birçok kimsenin olası rahatsızlıklarını ve şikayetlerini göz ardı etmesini kolaylaştır­ mıştı. Tanrı'nın böyle başarılar bahşettiği bir durumda böyle sıkıntılar üzerinde durmak, onlara sadece budalaca değil, kesinlikle dinsizce de gelmiş olabilirdi. Fakat Osman döne­ . minde koşulların değişmeye başladığı görüldü, Osman'ın cemaat liderliğinden duyulan memnuniyetsizlik, yaklaşık 30/650-51 yılında, yani Muhammed'in ölümünden neredeyse yirmi yıl sonra gittikçe şiddetlendi. İnananlar arasında artan bu gerilimi açıklayabilecek bir­ çok pratik etkenin olduğu söylenebilir. 30/650'li yılların başın­ da, İnananların akınlar ve fetih seferleri için ernsarlarından epey uzağa gitmeleri gerekmeye başlamıştı, ayrıca akın yapı-

188

lacak veya fethedilecek yerler daha az gelişmişti ve daha kır­ saldı, dolayısıyla buralardan elde edilen ganimet Suriye, Irak ve Mısır gibi daha önce fethedilmiş, zengin ülkelerden elde edilenlere kıyasla daha azdı. Ayrıca emsarlara muhılcirun sıfa­ hyla gelen göçmenler de sayıca arttığı için verilen ücretlerin daha fazla bölünmesi gerekmişti. Bazı kaynaklarda, valilerin bu ücretleri azaltmaya, hatta tamamen kaldırmaya niyetlen­ diklerini gösteren ipuçlarına rastlanır; bu durum, kuşkusuz birtakım huzursuzluklara yol açmış olmalıydı. Başka bir hassas nokta ise, fethedilen ülkelerin kendi dü­ zenleriyle ilgiliydi. Fetihlerin neredeyse hemen ardından, se­ ferlere katılmış askerler ile emfrü 'l-mü 'minln Ömer arasında bu mesele hakkında bir anlaşmazlık baş gösterdi. Askerler emfrü 'l-mü 'minlne ayrılan geleneksel beşte birlik pay dışında, fethedilen toprakların kendileri arasında paylaştırılmasını istediler; Kuran 8:41'e ve peygamberin Hayber topraklarını paylaştırmasına atıfta bulunarak hak iddialarını desteklemeye çalıştılar. Ömer (ve daha sonra Osman) ise, fethedilmiş toprak­ ların sakinlerinin elinde bırakılmış olması halinde (ki birçok bölgede bunlar çoğunluğu oluşturuyordu), bu topraklar asker­ lerin olağan savaş ganimetinden farklı olacağını ve tüm cema­ atin ortak mülkiyeti sayılacağını ileri sürdü; bu toprakların sahipleri, topraklarında kalır ve tüm İnananlar lehine vergi öderdi. Onlara göre, sadece terk edilmiş topraklar askerler arasında bölüştürülecek olan ganimetten sayılırdı. Bununla beraber, durum pek net değildir; birçok yerde fatihlerle geçici anlaşmalar yapılmıştı, ayrıca toprak sahipliği ve vergilendir­ menin fiilen nasıl geliştiği hakkında da kaynaklar epey çelişki­ li ve kafa karıştırıcı açıklamalara yer verirler.

189

KUR' AN 8 (ENFAL / GANİMETLER): 41 Bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz her şeyin beşte biri Tanrı'ya, O'nun elçisine, yakın akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve ibni­ se b lle aittir. . . . (Bu son terim genellikle "yolcu" diye tercüme edilir ve kimilerince yoksul İnananlar veya yoksul muhticiriin diye yo­ rumlanır. Bu ayetten, Tanrı'ya ve O'nun elçisine - ya da daha sonraları devlete - ayrılmayan beşte dörtlük payın fethe kahlmış askerlere ganimet olarak düşeceği çıkarılır.)

Toprakların dağıtımı hakkındaki gerilimin yanı sıra, fe­ tihlerin başarıya ulaşmasını bilfiil sağlamış olan birçok asker (daha sonraları da bu askerlerin çocukları) küskünlük göster­ meye başlamıştı; çünkü Talha ibn Ubeydullah ve Zübeyr ib­ nü'l-A vvam gibi, Kureyş kabilesinden, çevresi geniş bazı bi­ reyler çok zengin toprak sahipleri haline geldiler. Fakat bu, onlar fetihlere katılmış olduğu için değil, halifelik hibeleri veya çeşitli emlak alım satımları sayesinde (mesela Arabis­ tan' daki mülklerini bu topraklarla değiş tokuş ederek) müm­ kün oldu; askerleri gücendiren şey tam da buydu. Osman'ın Irak valilerinden biri olan Said ibnü'l-As, bir konuşmasında Irak' tan "Kureyş' in bahçesi" diye bahsettiği için askerleri öfke­ lendirmişti; onun bu küstahça ifadesi - buradaki fetihlerin kahramanlarından biri olan Malik el-Eşter en-Nehai liderli­ ğinde - bir ayaklanmaya ve sonunda Said'in Kllfeliler tarafın­ dan şehirden kovulmasına yol açtı. Emirü 'l-mü 'mininin karşılaştığı başka bir pratik sorun ise (özellikle Osman döneminde) iyice genişlemiş bir imparator­ luğun idaresiydi. İnananlar tarafından kontrol edilen yerler arttıkça, uzaktaki askeri komutanların, valilerin, vekillerinin, vergi memurlarının, hatta zaman zaman (nüfuslarının karma­ şık kabile yapısı nedeniyle) karışıklığa düşen emsarların gerek­ tiği gibi denetlenmesi iyice zorlaşıyordu. Dahası, tüm bunlar İnananlar hareketinin çekirdeğinin, yani Mekkeli ve Medineli­ lerin değiştiği bir zamanda gerçekleşiyordu; yıllar geçtikçe

190

peygamberi bizzat tanımış İnananlar da azalmışh, yaşayanla­ rın birçoğu ise askeri komutan veya vali olarak görev yapa­ mayacak kadar yaşlanmıştı. Osman ve emrindeki başlıca kim­ seler de daha genç bir İnananlar kuşağının önemli görevler üstlenmesini sağlamak zorunda kalmıştı; fakat bu genç İna­ nanlarda aranan özellikler ve sadakat onların etrafındakiler için o kadar açık değildi. Doğrusu Osman aleyhine dillendiri­ len bir suçlama onun önemli makamlara "gençleri" getirme­ siydi. Bu pratik kaygıların yanı sıra, İnananlar arasında gergin­ liğe yola açan, ama hakkında pek az kaydın günümüze ulaştı­ ğı, toplumsal ve ekonomik gerçekliklerle ilişkili başka etkenler de bulunuyordu. Artık emsarda birbirleriyle iç içe yaşayan farklı kabilelerin üyeleri arasındaki toplumsal anlaşmazlıklar bu sorunlardan biriydi. Emsarın ilk yerleşimcileri, Arabis­ tan' dan gelen yeni göçmen dalgalarının gittikçe büyüdüğünü ve kendilerinin onların arasında kaybolduğunu fark etmişler­ di; bu yeni göçmenler arasında, yeni savaşçıların yanı sıra, daha önceden o kentte bulunanların aileleri de vardı. Kabile gruplarının liderleri arasında da yerel komutan veya valiyi etkilemek için bir rekabet sözkonusuydu, devletin yaptığı ödeme ve yardımlar (veya devletin askeri hizmet talepleri) konusunda ihtilaflar çıkıyordu ve kabile mensuplarının pasto­ ralizm, ticaret veya zanaatkarlık gibi özel ekonomik faaliyet­ lerden faydalanırken farklı olanaklarla karşılaşmaları birçok çekişmeye neden oluyordu. Ayrıca Medineli Yardımcılar ve bazı Arap İnananlar, özellikle de mütevazı kökenli ilk İnananlar, yeni devletin uğ­ raştığı işlere (ve mali yardımlara) Kureyş kabilesinin kuvvetli üyelerinin gittikçe hakim olduğunu hissetmeye başladılar. Ebu Bekir, Muhammed'in son yıllarında uygulamaya koydu­ ğu bir politikayı sıkı sıkıya izleyerek bundan önce en şiddetli muhalefeti sergilemiş olan bazı Mekkelileri önemli görevlere getirmişti - "kalpleri ısındırma" politikası, onun ilk taraftarla-

191

rından bazılarını epey öfkelendirmişti. Ebu Bekir'in Halid ibnü'l-Velid, Amr ibnü'l-As ve Yezid ibn Ebi Süfyan gibi İna­ nanlar hareketine Muhammed'in hayalının son dönemlerinde katılmış olan kimseleri önemli görevlere tayin etmesi, bunun ışığında değerlendirilebilir. Ömer göreve başladığında bu politikayı yumuşattı ve önemli görevlere peygamberin daha eski taraftarlarını getirmeye başladı; Halid ibnü'l-Velid gibi, dünyevi meselelerle çok fazla ilgilendiğini düşündüğü bazı kimseleri de azletti. Yine de onun uyguladığı politika bu ba­ kımdan pek tutarlı sayılmazdı; dünyevi yönelimleri olduğu geniş çapta bilinen Amr ibnü'l-As'ın fethettiği Mısır'ın valisi olmaya devam etmesine izin verdi. Bu pratik meseleler önemli olmuş olmakla birlikte, 30/650'li yıllarda İnananlar cemaatini sarsan iç gerilimlerin dindarlık meselesi ve bunun cemaatin liderliğiyle olan ilişkisi etrafında geliştiğini de söylemek yerinde olacaktır. Toprak rekabeti, ücretler, statü ve nüfuz gibi etkenler sadece kendi başlarına önemli değildi; İnananlar için bunlar, liderlerinden bazılarının, İnananlar hareketinin odak noktası olan (tüm İna­ nanlara eşit davranılması gibi) en önemli dinsel ilkelerle uyum içinde hareket etmediğinin göstergeleriydi. Statü, nüfuz veya servet farklılıkları rahatsız ediciydi; fakat insanlar böyle şeyle­ re uzun zamandır aşinaydı; birçok İnanan için katlanılması güç olan şey ise, görünüşe göre, liderlerinin bu tarz eşitsizlik­ leri ortadan kaldırmaya çalışmakta gevşek davrandıklarını ya da daha kötüsü, bazı İnananlara diğerleri aleyhine bizzat ilti­ mas geçtiklerini düşünmeleriydi. Bu kaygı üçüncü emlrü 'l­ mü 'minin Osman döneminde doruğa ulaştı - ve sonunda, gö­ receğimiz gibi, onun katledilmesine yol açtı. Osman'ın birçok politikasına şiddetle karşı çıkıldığı anla­ şılıyor. Onun aleyhine ileri sürülen suçlamalardan biri, valilik­ ler gibi önemli (ve muhtemelen kazançlı) makamlara kendi ailesinin (Ümeyye) üyelerini getirmesiydi. Örneğin peygam­ berin tanınmış yoldaşlarından ve fetih sürecinin kahramanla-

192

rından olan iki Irak valisini, Sa' d ibn Ebi Vakkas ve Ebu Musa el-Eş'ari'yi azletmiş ve yerlerine üvey kardeşi Velid ibn Ukbe ile başka bir akrabasını, (civardaki büyük hurma çiftliklerini de hibe ettiği) Abdullah ibn Amir ibn Küreyz'i getirmişti. Velid ibn Ukbe (ayyaşlığı yüzünden) gözden düşüp istifa et­ meye zorlanınca, Osman onun yerine Ümeyye aşiretinin başka bir mensubunu, ikinci dereceden kuzeni Said ibnü'l-As'ı tayin etti. Ayrıca Mısır'ı fethedip idare etmiş olan ve birlikleri tara­ fından çok sevilen cesur komutan Amr ibnü'l-As'ı da Mısır valiliğinden azletti ve onun yerine kendi sütkardeşi ve ailesi­ nin sıkı müttefiki olan Abdullah ibn Ebi Serh'i tayin etti. Yeni vali muhtemelen Mısır maliyesi üzerindeki merkezi denetimi sıkılaşhrmakla görevlendirilmişti; önceleri eyalet içinde kalan bazı gelirler onun görev yaphğı dönemde Medine'ye gönde­ rilmeye başlayınca halktan iyice tepki topladı. Osman, Suriye valiliğini ise genç akrabası Muaviye ibn Ebi Süfyan' a teslim etti; aslında Muaviye ilk kez Ömer tarafından tayin edilmişti, ama Osman ona hem Şam'ın hem de Humus'taki ana garni­ zonun kontrolünü vererek onun iktidarını arhrdı. Osman'ı küçük görenler, bu kayırmacılık belirtilerini onun ahlaki zaaf­ larının göstergesi olarak değerlendirdiler. Osman'ın emirü 'l­ mü 'minin olarak, imparatorluğun gittikçe karmaşıklaşan işle­ rini sıkıca denetleyebilmek için, akrabalık bağı dolayısıyla üzerinde büyük bir kişisel nüfuzu olacağını düşündüklerin­ den başka kimseye güvenmediği ileri sürülmüştür. Osman'ın zihninde hangi motivasyonun daha ağır basmış olduğunu bilmek imkansızdır, fakat belirtmek gerekir ki, Osman fethedi­ len ülkelerdeki birçok mülkü sadece kendi Emevi akrabalarına değil, birçok gruptan önemli liderlere de dağıtmışh, bunlar­ dan bazıları da Cerir ibn Abdullah ve Sa'd ibn Ebi Vakkas gibi fetihlere liderlik etmiş kimselerdi. Osman ahlaksızlık suçlama­ larını duymazlıktan gelmedi, hatta uygunsuz fiillerde bulun­ duklarından kuşkulanılan akrabalarını da azletti; görmüş ol­ duğumuz gibi, üvey kardeşi Velid ibn Ukbe şarap içtiği için

193

KUfe valiliğinden azledildi (ve kırbaçlandı), ki bu olay Osman ile Velid'in ailesi arasında sıkı bağlar bulunmasına rağmen derin bir düşmanlığın doğmasına yol açtı. Fakat Osman dünyevi kazançla ilgisi olmayan meseleler­ den dolayı da eleştirildi, bu suçlamalar onun her şeyden önce görünür olan ahlaki zaafları yüzünden ayıplandığını gösteri­ yordu; çünkü İnananlar emirü 'l-mü 'minin olarak ondan örnek bir dindar olmasını bekliyordu. Geleneksel kaynaklarda yer alan bazı açıklamalar, Osman'ın hac törenlerindeki bazı ufak düzenlemelerini betimler. Bunların görünüşte önemsiz olma­ sına ve Kur'an'ın çoğu törenin ayrınhları konusunda olduğu gibi, hac ibadetinin nasıl yapılması gerektiği konusunda da pek net olmamasına rağmen, yapılan bu değişiklikler görünü­ şe göre bazı insanlarda şaşkınlığa neden olmuştu; bunun se­ bebi, belki de hac ibadetini oluşturan ayinlerin bizzat pey­ gamber tarafından onaylanmış olmasıydı. Osman'ın getirdiği yeniliklerin en önemlilerinden biri ise, Kur' an metninin dü­ zenlenmesine karar vermesi olmuştu. Bu konu hakkındaki hikayeler çok sayıda ve karışıktır; bazı uzmanlar bizim bildiğimiz Kur' an metninin çoktandır, Muhammed'in öldüğü zamandan beri derlenip düzenlenmiş halde olduğunu ileri sürer, fakat birçok rivayet de peygam­ berden sonra sadece bazı insanların hatırladığı veya dağınık, kısmi yazılı kopyalar halinde bulunan vahiy parçalarının bir­ çok kimse tarafından toplandığını anlatır. Geleneğin bir akı­ mına göre Osman, peygamberin dostlarından (sahabe) oluşan, Zeyd ibn Sabit liderliğindeki bir heyetten Kur'an'ın tüm mev­ cut kopyalarını toplayıp birbirleriyle karşılaştırmalarını ve onları tek bir metin haline getirmelerini istemişti. Bu olay, sadece usulü yüzünden değil, yeni Kur'ani "vulgate"1 oluştu­ rulduğundan Osman'ın başlıca emsardan her birine bunun Vulgate, Kitab-ı Mukaddes'in Latince çevirisini ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Yazar, Kur'an'ın tek nüsha haline getirilmiş olmasını "Kur'ani vulgate" olarak nitelendirmiştir. (ed)

194

birer kopyasını göndermesi, ayrıca bundan sonra kimilerince özgün sayılmış bölgesel versiyonların yerine bu kopyaların kullanılmasını ve bu eski kopyaların yakılmasını emretmiş olması yüzünden de epey tepki çekmişti. Buna rağmen Kur'an'ın eski versiyonlarından bazıları imha edilmekten kur­ tuldu - örneğin KUfe' de ilk Kur' an karilerinden olan İbn Mes'ud ile (öl. 33/653), Suriye' de Übey ibn Ka'b ile (öl. 29/649 veya 34/654) ve Basra'da Ebu Musa el-Eş'ari ile (öl. 42/662) ilişkilendirilen kopyalar (veya hahralar) imha edilememişti. Ayrıca peygamberin bazı dul eşlerinde, Ebu Bekir'de, Ömer' de, Ali' de ve peygamberin diğer birçok dostunda da Kur'an'ın parçalarının ya da tamamının kopyaları vardı. Os­ man'ın hazırlattığı resmi kopya Kı1fe'ye ulaştığında İbn Mes'ud'un kendisine ait kopyayı imha etmeyi reddettiği söy­ lenir; fakat ne olursa olsun, özgün kopyalar imha edilmiş olsa bile, Kur' an metnini nasıl okumak gerektiğini çevrelerindeki­ lere öğretmiş olan sahabenin okumaları kendi hafızalarından kolayca çıkmamış ve sonraları bir kez daha yazıya dökülmüş olabilir. (Bu kopyaların kalınhlarına, Kur'an okuma ilminin bir parçasını oluşturan, çeşitli kabul görmüş Kur' an okuma tarzı hakkındaki derlemelerde rastlandığı görülür.) Öyleyse, Osman'ın emirü 'l-mü 'minin olarak idaresine yö­ neltilen eleştirilerin artmasına tüm bu etkenler katkıda bu­ lunmuştur. Osman'ın idaresine açıktan muhalefet ilk önce Mısır'daki Fustat emsarında ve Irak'ta Kı1fe ve Basra emsarla­ rında başlamıştı. Daha sonra bu kentlerden yola çıkan muhalif gruplar, bizzat Osman'la görüşmek amacıyla Medine'ye yü­ rüdü. Geleneksel Müslüman kaynakları, Birinci İç Savaş diye adlandırabileceğimiz bu ayaklanma sırasında ve bundan son­ ra yaşanan olaylar hakkında ayrıntılı rivayetler içerirler; kay­ naklarımız ise bu olaylardan, (dünyevi fayda elde etme iste­ ğiyle) "ayartılma, baştan çıkma" anlamına gelen, küçültücü bir Kur' ani sözcükle birinci fitne diye bahseder. Bu rivayetler­ den bazılarının hedefi, Osman'ın suçluluğunu kanıtlamak,

195

diğerlerininki ise onu aklamakhr (ya da olaylarda pay sahibi olan başka kimseler hakkında ahlaki yargılarda bulunmakhr). Dolayısıyla, bu rivayetlerin ortaya koyduğu suçlamalar ve karşı suçlamalar yoğunluğunda farklı faillerin nispi sorumlu­ luğu hakkında bugün kesin bir hükme varmak imkansız de­ ğilse bile güçtür. Bununla birlikte, olayların genel seyrini, olaylara karışan bireyleri ve grupları ve de bu olaylara yol açan başlıca meseleleri epey net bir biçimde ortaya koyabiliriz; çünkü bu noktalarda kaynakların çoğu, eğilimlerinden bağım­ sız olarak birbirleriyle örtüşmektedir. Osman'ın bu olaylardaki rolü bakımından şu kadarı ga­ yet açıkhr: Onun tartışmalı yenilikler yapıp yapmadığı ya da ahlaki zaafları olup olmadığı bir yana, görünüşe göre emfrü 'l­ mü 'minln olarak karşılaşhğı sorunlarla etkili bir biçimde başa çıkmak için gerekli olan kararlılıktan yoksundu. Muhammed'i desteklemeye ilk karar verenlerden olması ve İnananlar hare­ ketini kendi kişisel servetiyle cömertçe desteklemiş olması dışında, geçmişinde ne askeri ne de başka bir alanda sıra dışı bir faaliyeti olmuştu. Belki önemli kararları sağduyusuna gü­ vendiği başka kimselere, özellikle de akrabalarına bırakmaya gereğinden fazla meyilliydi; belki yanlış insanlara güveniyor­ du; belki de liderlik ettiği cemaatin huzursuzluğunun ve ger­ ginliğinin derinliğini ve mahiyetini değerlendirmeyi, hatta fark etmeyi bile başaramamışh. Ne olursa olsun, ona karşı başlahlan isyan - o zamana kadar İnananlar hareketinin çe­ kirdeğini oluşturmuş - Arap İnananların liderlik için verilen şiddetli bir savaşta paramparça olmasına yol açan olaylar silsi­ lesinin başlangıcı olmuştu.

B i ri nci İç Savaşın Seyri (35-40/656-661 ) Osman'ın rejimini eleştirenler (görmüş olduğumuz gibi, onun tayin ettiği vali Said ibnü'l-As'ı kovan) Kufe ve Basra gibi birkaç merkezde faaliyet göstermiş olsa da, Birinci İç Savaş'a yol açan olaylarda başrolü Mısır' daki Fustat garnizonundan

196

gelen bir kışkırhcılar grubu oynamışh. Osman'ın Mısır valisi Abdullah ibn Ebi Serh aleyhine taleplerde bulunan bu kışkırh­ cılar daha sonra bizzat Osman'la karşılaşmak amacıyla Medi­ ne'ye doğru yola çıkh ve 35 yılı sonlarında / 656 Mayıs'ında şehre ulaşhlar. Burada KUfe ve Basra' dan gelen isyancı grup­ lar da onlara kahldı; bu güç birleşmeleri, Mısır' dan gelen grup Medine'ye doğru yola çıkmadan önce bile bir tür eylem birli­ ğinin yapılmış olabileceğini akla getirir. Osman (veya taraftar­ ları) ile muhalifleri birkaç hafta boyunca, isyancıların şikayet­ leri hakkında müzakerelerde bulundular; fakat zaman geçtik­ çe onu eleştirenlerin cesareti arttı, destekçileri ise sayıca azaldı. Yaşlı emfrü 'l-mü 'minin nihayet Medine'deki evinde kuşatma altına alındı, saldırıya uğradı ve katledildi (35'in sonu / Hazi­ ran 656). Emirü 'l-mü 'mininin, başka bir eyaletten gelen bir şikayet­ çiler grubu tarafından kendi evinde katledilebilmesi, Os­ man' ın Medine'deki, başka koşullar altında kuşkusuz onu savunabilecek ve isyancıları dağıtabilecek olan eski İnananla­ rın fiili desteğini de yitirdiğini kanıtlar. Açıkçası Medine'nin yerlisi olan Yardımcılar, önemli makamların ve kıymetli mülk­ lerin Kureyş'in nüfuzlu mensupları arasında paylaşhrılmasıy­ la gittikçe kenara itildiklerini hissetmekten bıktıkları için Os­ man' ı kurtarmaya istekli değillerdi. Osman'ın Kureyşli akra­ balarına gelince, bunların birçoğu - ya uyguladığı politikalarla onları kendine düşman ettiği için ya da durumunun umutsuz olduğuna hükmettikleri için - onu savunmaya pek uğraşma­ mışlardı; hatta bazıları, muhalifleri teşvik etmiş bile olabilirdi. Bunlar arasında hırslı biri olan Talha, kendilerini incinmiş hisseden Amr ve Velid gibi birçok başka kimse de bulunuyor­ du. Peygamberin henüz kırklı yaşlarının başındaki, hatırlı dul eşi, "İnananların validesi" Aişe de isyancıları mektuplar yo­ luyla kışkırtmış olabilirdi, ama ayaklanma doruğuna ulaşırken hacca gitmek için Medine'yi terk etmeye karar vermiş olması, Osman aleyhine yükselen muhalefeti yumuşatmak için bu zor

197

Caesarea •

x

• Hulwan

• Rayy • Qom

' Nahrawan

Yamama • •Mecca • 18.'if

Harita 5.

İç Savaşlar

koşullarda bile kayda değer nüfuzunu kullanmayı arzulama­ dığını açıkça gösterir. Medine halkı üzerinde belki de herkes­ ten daha fazla nüfuzu olan Ali ibn Ebi Talib ise, Osman'ın işgal etiği makama kendisinin daha layık olduğuna inandığı için iki arada bir derede kalmış olmalıydı; ne olursa olsun, Osman'ın katlini önlemeyi başaramadı. Kaynaklar onun bu olayı engellemek için ne kadar çaba göstermiş olduğu konu­ sunda farklı görüşler ileri sürer. Ayaklanma sırasında, Medi­ ne' deki cemaatin önde gelen birçok üyesinin çoktandır Os­ man'ın makamından çekilmesini veya uzaklaştırılmasını bek­ lediği ve kendileri için en elverişli olduğunu düşündükleri sonuçları elde etmek için çeşitli manevralar yaptıkları izleni­ minden kaçınmak güçtür. Bu figürlerden bazılarının olup bitenleri yanlış yorumladıklarını ve sadece Osman'ın politika­ larını değiştireceği umuduyla ayaklanmayı teşvik ettiklerini, ama sonunda olayların kontrolden çıkhğını söylemek de mümkündür.

198

Osman'ın ölümü en çok peygamberin kuzeni ve kızı Fatıma'nın kocası olan Ali ibn Ebi Talib'e yarıyordu. Görünü­ şe göre o hem Medineli Yardımcıların hem de isyancılardan bazılarının, özellikle de Klıfe' den gelenlerin güçlü desteğini arkasına almıştı; bu gruplar şiatü Ali, "Ali taraftarları"nı oluş­ turuyordu (bu grup şimdilik onun siyasi birliğini ifade edi­ yordu, ama zamanla Ali'ye ve onun soyundan gelenlere bu­ gün bile - özel bir yücelik atfeden Şia'nın çekirdeğini oluştu­ racaktı). Osman'ın katledilmesinden bir gün sonra Ali, Medine camiinde emirü 'l-mü 'minin sıfatıyla bağlılık yeminlerini kabul etmeye başladı. Bununla birlikte, Kureyş'in diğer üyeleri ona pek destek vermemişlerdi; onlardan bazıları, liderliğin kendi­ lerine geçmesini arzuluyordu. Kureyş'in ileri gelenleri, mem­ leketleri Mekke' de toplanmak üzere, Ali'ye bağlılık yemini etmeden - ya da yemin ettikten ve yeminlerini bozduktan sonra - Medine'yi derhal terk etti. Ali'nin göreve getirildiğini öğrenince şaşkına dönen Aişe ise hac ziyaretinden sonra Mek­ ke' de kaldı ve hak iddialarını desteklediği yakın akrabaları Talha ve Zübeyr'i kendi etrafında bir araya getirdi (söylendi­ ğine göre Aişe, Ali' den nefret ediyordu; çünkü yıllar önce Ali onun iffetini sorgulamıştı)2. Osman'ın ölümü sırasında Medi­ ne' de olan - başta o sıralar Ümeyye aşiretinin reisi olan Mervan gibi - Emeviler de kenti terk etti ve Mekke'de buluş­ tular. Medine' deki Ali, vakit kaybetmeden birçok eyalete yeni valiler tayin ederek Osman adına görev yapmış olan neredey­ se herkesi azletmeye çalıştı (bunların bir kısmını Y.erel halk da sevmiyordu). Mekke ve Suriye ise Ali'nin cemaate liderlik etme iddiasını tanımadı. Osman'ın akrabası ve uzun bir za­ mandır Suriye valisi olan Muaviye, Osman'ın katillerini adaleYazar Kur'an'a da intikal etmiş olan (Nur suresi, 11-22. Ayetler) İfk hadi­ sesine dikkat çekmektedir. Ali b. Ehi Talib'in Aişe'nin iffetini sorgulama­ sından çok, Hz. Peygamber'in üzüntüsünü hafifletmek için çaba sarfetti­ ğini söylemek mümkündür. (ed)

199

te teslim edene kadar Ali'nin yönetimde hak iddia edemeye­ ceğini ileri sürdü ki Osman'ın katilleri zaten Ali'nin maiyetin­ deydi. Mekke' de Aişe, Kureyş'in Ali'ye karşı olan büyük bir kısmını kendi etrafında topladı ve hep birlikte canını kurtar­ maya pek uğraşmadıkları Osman'ın katledilmesinin intikamı­ nı almaya söz verdiler. Aynca cemaati kimin yöneteceği mese­ lesini hükme bağlamak için bir şura veya heyet oluşturulması­ nı talep ettiler. Talha ve Zübeyr'in dışında, Osman'ın yetişkin oğullan ve birçok nüfuzlu Kureyş mensubu da bu muhalefet hareketine kahldı, bunların arasında Osman'ın Yemen'e tayin ettiği ve bu sayede epey büyük servetler edinmiş eski valileri de vardı. Ali'ye saldırmadan önce daha fazla kuvvet toplamak için Basra'ya gitmeleri gerektiğine karar verdikten sonra, 36/656 Haziran'ında yola koyuldular. Basra'ya ulaşınca Ali'nin tayin ettiği vali ve onun birlikleriyle çahştılar ve sonunda şeh­ rin kontrolünü ele geçirdiler. Ali de onlarla karşılaşmak için yola koyuldu. Oğlu Ha­ san'ı, Osman'a karşı ayaklanmış olan KCıfeli isyancıların lideri Malik "el-Eşter" en-Nehai ile birlikte önden Kufe'ye gönderdi; Hasan'ın, dindar olmakla birlikte Ali'yi gönülsüzce destekle­ yen vali Ebu Musa' dan kenti teslim almasını istemişti. Hasan buraya ulaşhğı gibi, Ali'yi desteklemek üzere KUfelilerden oluşan bir ordu kurdu; Ali ise bir süre sonra buraya ulaştı ve kentin doğusunda kamp kurdu. Ali, kuvvetleri hazırlanınca Basra üzerine yürüdü. Hem Ali'nin ordusu hem de Mekkeli muhaliflerin ordusu birçok farklı kabileden oluşuyordu; çoğu kabilenin her iki orduda da, bazıları Ali'yi, bazıları da Aişe ile taraftarlarını destekleyen üyeleri vardı. Bu durum birçok as­ keri tereddüde düşürdü; üstelik her iki orduda da İnananların başka İnananlarla açıktan açığa savaşmasının yanlış olacağını düşünen insanlar bulunuyordu; bunlar, bu yüzden savaştan çekilmiş ve hiçbir tarafı desteklememeyi tercih etmişlerdi. Asıl savaş (çatışmanın merkez üssü Aişe'yi taşıyan deve olduğu

200

için Deve Savaşı diye anılır) Basra' dan pek uzak olmayan bir yerde gerçekleşti ve iki taraf da çok sayıda kayıp verdi. Fakat sonunda Ali'nin kuvvetleri galip geldi, Talha ve Zübeyr ise öldürüldü. Ali (her şeye rağmen yıllar boyunca Osman taraf­ tarlığının kuvvetli bir merkezi olarak kalacak olan) Basra'nın kontrolünü ele geçirdi; Aişe'yi de bundan sonra siyasetten kesinlikle uzak durması koşuluyla Medine'ye geri gönderdi. Aişe'nin ordusunda bulunan birçok önde gelen Mekkeli, esir alınmaktan kurtuldu; bazıları, Suriye' de kalmış olan Emevi Muaviye'ye katılmayı tercih etti. Ali bundan sonra Kufe'ye geri döndü, burası onun ana faaliyet üssü olacaktı. Ali'nin Osman tarafından tayin edilmiş valilerin yerine yaptığı tercihler, bize onun rejiminin hedefleri hakkında bir­ kaç fikir verir. Osman kendi Emevi akrabalarına fazlaca bel bağlamışken, Ali Medineli Yardımcılardan yararlandı (onlar­ dan birçok kimseyi Deve Savaşı'ndan önce Medine'ye, Mısır'a, Kfüe'ye ve Basra'ya vali tayin etmişti). (Bu durumun başlıca istisnaları, Kureyş'in başka aşiretlerinden, Ali'ye epey sadık olan iki kişiydi: Muhammed ibn Ehi Bekir Mısır' a gönderildi, başka bir Kureyşli de doğu Arabistan valisi yapıldı). Niyetinin İnananlar hareketini ve yeni devleti peygamberin zihniyetiyle ve onun mutlak dindarlık vurgusuyla yönetmesi kendisine en muhtemel görünen kimselere yeniden teslim etmek olduğu düşünülebilir. Bununla, Muhammed' in mesajına uzun bir süre boyunca karşı çıkmış ve Muhammed'e bağlılıklarından Ali'nin (ve Yardımcıların) hala şüphelendiği belirli bir Kureyş aşiretine (Ümeyye) mensup akrabalarına bel bağlamış olan ve genellikle ahlaksız olmakla eleştirilen Osman'ın liderlik anla­ yışından ve politikalarından kesin olarak uzaklaşma amacı güdülmüş gibidir. Ali artık Hicaz, Irak ve Mısır'ı bir ölçüde kontrol altına almıştı (gerçi Mısır'da Osman'ın katlinin intikamını almak isteyen ve Ali'nin valisine sıcak yaklaşmayan kuvvetli bir hizip vardı). Bundan sonra dikkatini Muaviye'nin öfkeli mu-

201

halefetine yöneltti; Muaviye yaklaşık yirmi yıldır Suriye vali­ siydi ve henüz Ali'yi emirü 'l-mü 'minin olarak tanımamıştı. Ali'nin elçileri, Muaviye'yi biat etmeye davet etti; fakat Muaviye, Ali'ye biat etmenin Suriye valiliğinden azledilmesiy­ le sonuçlanacağının farkındaydı. Üstelik Ali'nin akrabası Os­ man'ı katletmiş Medine çeteleri tarafından oy birliğiyle emirü 'l-mü 'minin olarak seçilmesi onun bakış açısına göre hü­ kümsüzdü. Ali ise Muaviye'yi gönülsüz bir İnanan olmakla, harekete katılmakta yavaş davranmakla ve Osman'ın dünyevi eğilimli rejiminde pay sahibi olmakla itham edebilirdi. Muaviye, Ali'nin taraftarları arasında bu isyancıların yer aldı­ ğına, bir İnanan'ı katletmek gibi affedilmez bir günah işlemiş olmalarına rağmen Ali'nin onları hiç cezalandırmadığına dik­ kat çekebilirdi. İlk İnananların önde gelenlerinden bazılarının, mesela Irak fethinin lideri olan Sa'd ibn Ebi Vakkas'ın taraf­ lardan hiçbirini vicdan rahatlığıyla destekleyemeyeceklerine karar vermeleri ve Birinci İç Savaş boyunca kendi istekleriyle inzivaya çekilmeleri şaşırtıcı değildir. Muaviye'nin siyasi konumu 36 yılı sonlarında / 657 yılı­ nın başında, Amr ibnü'l-As ile ittifak kurmaya karar vermesiy­ le sağlamlaştı. Bu iki kişi doğal müttefik sayılmazdı; Amr, Osman tarafından Mısır valiliğinden azledildiği günden beri Emevilere kin besliyordu, hatta Mısırlı isyancıların bir ölçüde Amr tarafından azmettirilmiş olduğu yönünde bazı kuşkular mevcuttu. Fakat Amr, politikalarıyla Medineli Yardımcıları ve Haşimileri epey yeğlediğini açığa vuran Ali'nin onu kendi idaresinde görevlendirmeyi asla kabul etmeyeceğinin de far­ kındaydı. Mısır valiliğini geri kazanmak için tek umudu Muaviye ile ittifak kurmaktı ki o da oraya yeniden valilik et­ mek konusunda kendisine güvence verilmesi karşılığında böyle yapmıştı. Muaviye'nin şansına, Mısır' daki Arap İnanan­ lar - askerler - arasındaki bölünmeler, Ali'nin buradaki valile­ rini epey meşgul ediyordu, öyle ki artık, en azından şimdilik, Suriye' deki Muaviye'yi tehdit edecek durumda değillerdi.

202

Amr' a düşen de böyle bir şeyin hiçbir zaman yaşanmamasını sağlamaktı. 36 yılının sonunda / 657 Mayıs'ında, Ali, KUfe'de ordu­ sunu topladı ve Muaviye ile karşılaşmak ve ona biat ettirmek amacıyla yola çıktı. Bu sırada Muaviye de Suriye' de kendi birliklerini topladı ve Ali'nin ilerleyişini önlemek amacıyla Fırat'a doğru hareket etti. İki lider de yönettikleri insanların kesin desteğini almış sayılmazdı; zaten iki taraftan da birçok kimse İnananların birbirleri üzerine savaşmak amacıyla yü­ rümesinin doğru olmadığı kanaatindeydi. İki ordu Haziran ayında, Fırat üzerinde, Rakka ile Halep arasında yer alan Sıf­ fin' de karşılaştı. İki lider arasında amaçsız çatışmalarla ve sonuçsuz görüşmelerle geçen uzun bir süreç yaşandı. Sonunda 37 yılının Safer ayında / 657 Temmuz'unun sonlarında mey­ dan savaşı başladı ve ağır kayıplarla birkaç gün boyunca de­ vam etti. Sonunda Muaviye'nin birlikleri bir sabah mızrakla­ rının ucuna Kur' an' dan yapraklar takarak meydana çıktı, bu durum Ali'nin ordusundaki pek çok asker tarafından savaşı durdurmaya ve anlaşmazlığa kutsal kitaplarının ilkeleri doğ­ rultusunda çözüm getirilmesine yönelik bir çağrı şeklinde yorumlandı - zira aralarındaki anlaşmazlık ne olursa olsun, iki tarafı da birleştiren tek şey oydu. Çatışmalar derhal durdu; Ali'nin kampında, Muaviye'nin üzerine yürünmesini en baş­ tan peri gönülsüzce desteklemiş olanlardan bazıları şimdi Ali'ye görüşmelere katılması için baskı yapıyordu, ötekiler ise zaferin eşiğinde olduğunu düşündükleri için saldırının sürdü­ rülmesi gerektiğinde ısrar ediyordu. Sonunda görüşme yapıl­ masını destekleyenler kazandı. Ali hem bu anlaşmazlığın ta­ rafsız bir bölgede, birkaç ay içinde tahkim yoluyla çözülmesi­ ne, hem de destekçilerinin talebiyle, bundan önce Kufe valili­ ğine tayin etmiş olduğu Ebu Musa el-Eş'ari'yi bu görüşmelere temsilci olarak göndermeye gönülsüzce razı oldu. Görünüşe göre Ali'nin taraftarları, Ebu Musa'nın dindarlığından etki­ lenmişlerdi; fakat Ali, kuşkusuz Ebu Musa yerine, kendisini su

203

götürmez bir şekilde destekleyecek bir kimseyi tercih ederdi. Muaviye ise Amr ibnü'l-As'ı temsilcisi olarak tayin etti. Ali ordusuyla Irak' a geri dönünce destekçileri arasındaki uyuşmazlıklar iyice şiddetlendi. Çoğunluk onun liderlik çe­ kişmesini tahkim yoluyla çözme kararına hala kahlmaya de­ vam etse de, önemli bir azınlık tahkim fikrini reddettiğini gittikçe daha yüksek sesle dillendirmeye başladı. Bu azınlık, belki Osman'ın katledilmesinde oynadığı rolün hesabını ver­ meye davet edilebileceğinden endişelendiği için, şimdi Ali'nin tahkim yoluna başvurulmasını kabul ederek hüküm verme yetkisini Tanrı'dan - yani "Tanrı'nın yolunda" savaşmış as­ kerlerden - koparıp yetkisiz kimselere, hakemlere verdiğini ileri sürdü. Onlara göre bu ağır bir günahtı; bu yüzden, Ali'yi tövbe etmeye çağırdılar; görüşlerini ifade etmek için ise "Hü­ küm yalnızca Tanrı'nındır!" sloganını kullanmaya başladılar. Bu aşırı dindar İnananlar, Kur'an'a uygun bir biçimde, tam bir doğrulukla davranmaya kendilerini adamışlardı ve aynı dav­ ranış biçimini herkesten, özellikle de liderlerinden bekliyor­ lardı. Onlara göre, Ali ve taraftarları tahkim yoluna gidilmesi­ ni kabul ederek sadece liderlik hakkından vazgeçmiş olmuyor, fiilen dinden de çıkmış oluyorlardı, dolayısıyla artık kafir olan onlarla savaşmak gerekliydi. Bu yüzden bir süre sonra Ali'nin ordusunu terk ettiler ve KUfe' den biraz uzaktaki, Nehrevan diye bir yerde kamp kurdular. Onlara Hariciler denegeldi (Arapça "ayrılanlar" anlamında havaric); fakat isimlerinin tam olarak ne anlama geldiği net değildir. Böyle adlandırılmaları­ nın sebebi belki Ali'nin kampından "ayrılmış" olmalarıdır veya İnananlar cemaatinden koptuğunu düşündükleri Ali'yle dayanışmaya son vermeleridir, belki de adları "Tanrı yolunda [savaşmaya] çıkma"ya yapılmış daha olumlu bir atıftır (K. 60:1'deki gibi). Hakemler, 37 yılı sonlarında / 658 yılı ilkbaharında, muh­ temelen Arabistan'ın kuzeyinde, Suriye ile Irak arasında yer alan Dumetülcendel' de topladı. Yaptıkları tartışmaların ayrın-

204

hları karanlıkta kalmışhr; ama görünüşe göre İnananlar cema­ atinin liderliği meselesini Kur' an' a göre çözüme ulaşhrmaya çalışmışlardı. İlk adımda, Osman'ın haksız yere katledildiği konusunda uzlaşhlar; ama bunun ötesinde başka bir anlaşma­ ya varamadılar ve kimin emirü 'l-mü 'minin olması gerektiğine karar vermek için önde gelen İnananlardan oluşan başka bir şura toplanmasını kararlaştırıp dağıldılar. Bu kararın, Ali yan­ lısı kaynakların ileri sürdüğü gibi, Muaviye'nin hakemi Amr'ın bir hilesinin sonucu olup olmadığını saptamak kolay değildir. Fakat bu karar, hükmünden bağımsız olarak ilan edildiği anda önemli sonuçlara yol açh. Osman'ın katledilme­ sinin intikamını özellikle Ali ve (Osman'ın katillerini araların­ da bulunduran) taraftarlarından almak gerektiğini ısrarla öne süren Muaviye ve taraftarları artık haklı çıkmışlardı. Üstelik bundan bir süre sonra Muaviye, Suriye'de emirü 'l-mü 'minin ilan edildi. Ali'nin emirü 'l-mü 'minln olarak konumu ise hakem­ lerin kararı ilan etmesiyle sarsıldı; Ali, derhal kararı tanımadı­ ğını ilan etti ve destekçilerini bir kez daha Suriye'ye, Muaviye üzerine yürümek için hazırlanmaları amacıyla Kufe'ye çağırdı. Fakat bundan önce Ali'nin Nehrevan'da toplanmış olan Haricilerle hesaplaşması gerekiyordu. Kendilerini üstün gören bu dindarlık yanlıları, Ali'nin faaliyetlerini ve politikalarını protesto ederek onun kuvvetlerinden ayrıldıktan sonra, Ali'nin liderliğini tanıyan herkesi aynı şekilde günahkar say­ maya ve bu nedenle onların İnanan olmaktan vazgeçmiş birer mürted oldukları için öldürülmesinin yerinde olacağını ileri sürmeye başlamışlardı. KUfe çevresinde birçok insan onlar tarafından bu yüzden öldürülmüştü; Ali'nin askerleri ise, Hariciler ikna edilmedikçe veya ortadan kaldırılmadıkça, aile­ lerini KUfe' de savunmasız bırakıp Muaviye üzerine yeni bir sefere çıkmaya isteksizlerdi. Ali, Haricilerin desteğini kazan­ mak için birkaç girişimde daha bulundu, ama bunların hepsi Haricilerin liderleri tarafından boşa çıkarıldı - bununla bera­ ber, çok sayıda birey onun dokunulmazlık teklifini kabul etti

205

ve Harici saflarından sessizce çekildi. Ali ile adamlarının arlık mürted olduğuna inanan ve dindarca bir coşkuya kapılmış olan Hariciler ise, bu "kafirler" yok edilene kadar onlarla sa­ vaşmaktan ya da inandıkları gibi Tanrı yolunda şehit olarak kaderlerine razı olmaktan başka seçeneklerinin olmadığını düşünüyorlardı. Sonunda Ali'nin daha kalabalık kuvvetlerine saldırdılar ve epey büyük bir kayıp verdiler (37 sonu / Mayıs 658). Genelde Hariciler, güya Muhammed'in yaşadığı zaman­ larda İnananların benimsemiş olduğu özgün ilkelerden ayrı­ lan veya sapan bir topluluk oluşturmuş gibi, İslam'ın "birinci mezhebi" diye nitelenirler. Ama aslında bu ilk Haricilerin yoğun dindarlığı ve militanlığı, en saf haliyle İnananlar hare­ ketinin ilk zamanlarındaki dindarlık yanlısı dürtüyü temsil ediyordu. Dolayısıyla onlar, Muhammed zamanındaki İna­ nanlar hareketinin özgün ilkelerinin, peygamberin ölümünden sonraki kuşaklardaki en iyi temsilcileri olarak değerlendirile­ bilirler - bununla birlikte onlar bu ilkelerin aşırı bir biçimini benimsemişlerdi, peygamber ise muhalifleriyle ilişkilerinde onlara kıyasla daha esnek ve pratik olmuştu. Onların bağlılı­ ğının bu yoğunluğunun temelinde İnananların, yaklaşan (ya da kendi faaliyetleri sayesinde çoktan başlamış olan) Hesap Günü'ne hazırlanmak amacıyla Tanrı'nın dünya üzerindeki krallığını kurma girişiminin öncüleri olduğu inancının yatmış olması da, bunu destekleyecek yeterli kanıt olmamakla birlikte mümkündür. Nehrevan katliamı, Ali için pahalıya mal olan bir zaferdi. Ana üssü olan Kfı.fe'yi korumuştu; fakat aralarında dindarlı­ ğıyla örnek olmuş çok sayıda ilk İnanan'ın da bulunduğu yaklaşık bin beş yüz Harici'nin katli, Ali'nin cemaate liderlik etmeye dair ahlaki iddiasını sarsmıştı. Dahası, savaşın ardın­ dan Ali'nin Kfı.feli kuvvetleri, Muaviye üzerine yeni bir sefere çıkılmasına dair tereddütlerini açığa vurdular, Muaviye'nin kuvvetleri (Sıffin' de gördükleri gibi) kendi kabilelerinin birçok

206

mensubunu da içeriyordu. Ali'nin Kfıfe' de kalıp seçeneklerini değerlendirmekten başka şansı yoktu. Bu seçenekler zaman geçtikçe azaldı. Muaviye'nin Dume­ tülcendel' deki hakemlerin beyanıyla zaten sağlamlaşan ko­ numu ve Suriyeliler tarafından em!rü 'l-mü 'minln olarak tanın­ ması, Mısır' da yaşanan gelişmelerle iyice pekişti. Burada, görmüş olduğumuz gibi, Ali'nin valisi Muhammed ibn Ebi Bekir, Osman'ın katledilmesi yüzünden hala öfkeli olan ve bu yüzden Ali'nin liderliğini tanımakta tereddüt eden, kararlı (ve görünüşe göre büyüyen) bir askerler topluluğuyla karşılaştı. Ali'nin Haricilerle uğraştığını öğrenen Muaviye ise Amr ib­ nü'l-As'ı güçlü bir orduyla Mısır'a gönderdi. Bu ordu Ali'ye karşı olan Mısırlılarla birleşti ve Muhammed ibn Ebi Bekir'in ordusunu imha etti. Ali'nin valisi kısa süre sonra yakalandı ve öldürüldü. 38 yılının başında / 658 Ağustos'unda Mısır eski fatihi Amr ibnü'l-As tarafından bir kez daha kesin biçimde ele geçirilmiş oldu ve Muaviye'nin kontrolü altına girdi. Ali kendi üssüne yaklaştıkça davasının başarısızlığa doğ­ ru gittiğine dair işaretler belirmeye başladı. Basra' da çıkan ve bastırılan kısmi bir ayaklanma, lrak'taki desteğinin bile aşın­ dığını gösteriyordu; Ali'nin, desteğine fazlasıyla ihtiyaç duy­ duğu ve aralarının açılmasını kolayca telafi edemeyeceği ku­ zeni Abdullah ibnü'l-Abbas ile geçici ama şiddetli bir küskün­ lük yaşaması da onun, (sık sık olduğu gibi) insanları kendine düşman etme ve hatalı hükümler verme eğilimini açığa vurdu. Onun bu özelliği, İnananlar cemaatinde daha önce oynadığı rolle ve hevesleriyle birlikte, (Kureyşli akrabalarından bile) kabul görmemesinin başlıca sebeplerinden biri olabilirdi. Hakemler 38 yılının Şaban'ında / 659 Ocak' ında ikinci de­ fa, bu sefer Muaviye'nin emriyle (günümüzde Ürdün'ün gü­ neyinde yer alan) Ezruh'ta toplandı. Fakat Ali daha ilk toplan­ tıdan sonra kendi hakemi Ebu Musa el-Eş' ari'yi azletmiş olsa da, bu toplantı aslında Muaviye'nin ayarladığı bir tür "halkla ilişkiler" gösterisinden ibaretti. Toplantı sırasında Muavi-

207

ye'nin hakemi Amr ibnü'l-As bir hileye başvurdu ve dindar Ebu Musa'yı iki rakibin de azledilmesi gerektiği konusunda uzlaşlıklarına ve Ali'nin em'irü 'l-mü 'minin makamından indi­ rildiğini söylemeye ikna etti; fakat Ebu Musa kendi payına düşen beyanı yaptıktan sonra Amr ayağa kalklı ve Muavi­ ye'nin makamını tanıdığını ilan etti. Fakat Muaviye'nin bu toplanlıyla kazanmış olabileceği propaganda avantajı, görü­ nüşe göre, sahaya doğrudan yansımamışlı. Muaviye Ali'yle mücadelesinde arlık inisiyatifi kendi eli­ ne almışlı. Ali'nin kontrolü altındaki veya tarafsız kalmış grupları kazanabilme ümidiyle, Suriye' den Fırat bölgesine ve Arabistan'ın kuzeyine düzenli olarak akıncı birlikleri gönder­ meye başladı (38/659). Ali de Fırat bölgesine birkaç akın dü­ zenledi, ama anlaşılan o ki 38-40/659-661 yılları arasında daha çok Haricilerle uğraşmak zorunda kaldı. Nehrevan' da top­ lanmış olan Haricilerin birçoğu savaştan önce dağılmıştı, çok sayıda grup da güney ve orta Irak'ı altüst etmeyi sürdürüyor­ du. Arlık sadece dindarlık arzusuyla değil, Nehrevan' da kay­ betmiş oldukları akrabalarının ve yoldaşlarının intikamını alma arzusuyla da hareket eden Hariciler, halktan Ali'yi kafir olduğu için reddetmelerini talep ediyor, bazen de kendilerine katılmayı reddedenleri mürted oldukları gerekçesiyle katledi­ yorlardı. Ali bu ayaklanmaları bastırabildi; fakat bu yolda daha fazla Harici öldürmesi, geri kalanların düşmanlığını derinleştirmekten başka bir şeye yaramadı. Muaviye, komutanı Büsr ibn Ehi Ertat liderliğindeki bir kuvveti Arabistan' a gönderdi; bu ordu, Hicaz' dan geçerek Yemen'e ve Hadramut'a ulaştı. Büsr'ün bu sefer sırasında yaptığı zulümler hakkındaki birçok rivayetten hangilerine inanılıp inanılmaması gerektiğini veya bunlardan hangilerinin Muaviye karşıtı propagandaya atfedilmesi gerektiğini kestir­ mek güçtür; benzer şekilde, Ali'nin bu ilerleyişe karşı koymak için ne gibi önlemler aldığı da net değildir. Şurası kesindir ki, bu sefer Ali'nin valilerinin görevlerinden uzaklaştırılmasıyla

208

sonuçlanmış ve bu bölgelerdeki başlıca kentlerin tümünü sadece sembolik olarak önem taşıyan kutsal kentler Mekke ile Medine'yi değil, Taif'i, Tabala'yı, Necran'ı, San'a'yı ve birçok başka kenti de - Muaviye'nin kontrolü alhna sokmuştu. Ali arhk güç durumdaydı; kontrolü Irak ile sınırlıydı, bu­ rada da geride kalan Haricilerin devam eden muhalefeti ve başkalarının gönülsüz desteği onu huzursuz ediyordu. Suriye üzerine bir sefer yapmak amacıyla (bir kez daha) kuvvetlerini toplamaya kalkıştığında ise, Kı'.He camiinde Harici bir suikastçı tarafından öldürüldü (Ramazan 40 / Ocak 661). Ali, önceleri kendisini desteklemiş olan bu aşırı dindarlarla uzun süredir kötü ilişkiler içinde olmasının nihai bedelini ödemişti. Ali'nin ölümü üzerine Kı'.He'deki taraftarları, oğlu Hasan ibn Ali'yi liderleri ve emfrü 'l-mü 'minin olarak tanıdılar. Fakat Hasan'ın babası gibi tutkuları yoktu, Muaviye'nin üzerine yürümektense hiçbir şey yapmayıp Kufe' de kalmayı ve geliş­ meleri izlemeyi tercih etti. Muaviye'yle rastgele yazışmaya başladı, Muaviye ise bu sırada büyük bir ordu topladı. Muaviye çok geçmeden ordusuyla Fırat'a girdi ve Hasan'ın görevden çekilmeyi kabul etmesini sağladı; Hasan, Muavi­ ye'nin emfrü 'l-mü 'minln olduğunu kabul etti; bunun karşılı­ ğında, geri kalan ömrü boyunca gönül ilişkilerini devam et­ tirmesine olanak veren rahatlığı kendisine sağlayacak bir maaş almayı kabul etti ve siyasette bir daha hiçbir rol oynamadı. Muaviye 41 yılının Rebiyülevvel ayında / 661 Ağustos'unda Kı'.Heliler tarafından usulüne uygun biçimde tanındı. Birkaç Harici çetesinin itirazı dışında, İnananlar tek bir emirü 'l­ mü 'mininin yönetimi altında bir kez daha birleştiler. Birinci İç Savaş ekonomik ve başka pratik meseleleri de içeriyordu, fakat temelde İnananlar cemaatinin gelecekteki liderliğinin mahiyeti, özellikle de dindarlık ve ahlak meselele­ riyle ilişkisi etrafındaki bir çekişmeydi. Osman'ın ölümünden sonra gerçekleşen şiddetli mücadelelerde, hak iddiasında bu­ lunan her birey ya da grup, kendi iddiasını, İnananlar için en

209

uygun liderliğin nasıl olması gerektiğiyle ilgili olarak farklı ölçütlere dayandırmışh. Tüm grupların ve rakiplerin bir şekilde sık sık başvurdu­ ğu başlıca ölçüt, eski İnananlar hareketinin başlıca itici gücü olan dindarlıktı. Bunun en katışıksız ifadesini Hariciler ara­ sında buluruz; onlar dindarlığın önemli bir ölçüt olduğunu değil, tek önemli ölçüt olduğunu düşünüyordu. Onlara göre, sadece en dindar İnanan'ın liderlik etme hakkı vardı, bu yüz­ den akrabalığa, etnik kökene veya sosyal statüye ilişkin her türlü değerlendirmeyi kesin biçimde reddediyorlardı. Onların günahkar olduğuna hükmettiği bir lider ya tövbe etmeli ya da makamından uzaklaştırılmalıydı; çünkü günahkar bir liderin peşinden gitmek de kişiyi gerçek İnananların cemaatinden koparan bir günahh ve kişinin ahiretteki geleceğini tehlikeye atardı. Diğer gruplar dindarlık kaygısını başka ölçütlerle birleş­ tirme eğilimi gösterdi. Birçok dindar İnanan onu "öncelik" (sabıka) anlayışıyla ilişkilendirdi - yani cemaatin en iyi şekilde Muhammed'in ilk ve en sadık destekçileri arasında bulunmuş kimselerce yönetilebileceğini, çünkü bu kimselerin cemaatin Muhammed'in ideallerine göre nasıl yönetilebileceğini başka herkesten daha iyi anlayacağını düşündüler. Önde gelen Göçmenlerin bazıları, mesela Talha ibn Ubeydullah, Zübeyr ibnü'l-Avvam, Abdurrahman ibn Avf ve Ammar ibn Yasir gibi, birçok Medineli Yardımcı da bu görüşü savundu, İnanan­ ların ilk dört komutanı olan Ebfı Bekir, Ömer, Osman ve Ali de bu ölçüt bakımından etkileyici birer sicile sahipti. Bu, özel­ likle Ümeyye aşireti (Emeviler) gibi, peygambere muhalefet etmiş olan veya hayahnın son döneminde ona kahlmış olan kimseleri hedef alan bir iddiaydı. Epey erken bir zamanda ortaya çıkan üçüncü bir liderlik ölçütü ise peygamberle akraba olmakh. Peygamberin kuzeni ve damadı olan Ali, sonraki gelenek tarafından bu iddiayı en kuvvetli biçimde ileri süren bir kimse olarak sunulur; oysa o

2 10

akrabalık bakımından peygambere diğer kuzenlerinden, me­ sela Abdullah ibnü'l-Abbas'tan daha yakın değildi. Öte yan­ dan Ali'nin Muhammed ile yakın akraba olması, açıkçası ce­ maati kendinden önceki üç selefine karşı onun tarafını tutma­ ya ikna etmeye yetmemişti; bu bakımdan onların zihninde diğer değerlendirmeler, daha fazla önem taşımış olmalıydı. Dahası, Kur' an birçok yerde diğer İnananlarla olan bağların en yakın akrabalık bağına bile ağır bastığını vurgular (örneğin K. 9:23). Son olarak bir de pratik meseleler bakımından etkili ol­ maya, İnananlar hareketine hizmet etmeye ve cemaat üyele­ rince tanınmaya dayanarak liderlik iddiasında bulunanlar vardı. Birçok kimse bu iddiayı, yukarıda sayılan üç tür "ger­ çek" nitelikten yoksun olanların, mesela İnananlar hareketini kabul etmekte yavaş davranmış olan ve dindarlık bakımından örnek kimseler olmadıkları zaman zaman görülen Amr ibnü'l­ As'ın veya Muaviye ibn Ebi Süfyan'ın iktidarı ele geçirirken kullandıkları bir kılıftan ibaret görüp eleştirmişti (ve hala eleş­ tirmektedir). Fakat son yıllarında bizzat Muhammed'in bir "kalpleri ısındırma" politikası izlemiş olması ve bu doğrultu­ da eski muhaliflerinin en keskinlerinden bazılarına bile önemli makamlar vermiş olması, onlara kendi lehlerine kuvvetli bir argüman veriyordu. Ebu Bekir tarafından da benimsenen bu politika, İnananlar hareketinin bu dünyada başarıya ulaşacak­ sa, liderlik bakımından pratik yeteneklere sahip, kararlı insan­ ların ellerine teslim edilmesi gerektiğinin kavranmış olmasına dayanıyordu. Ölüm döşeğindeki Ömer, dindarlığı dolayısıyla epey itibar edilen oğlu Abdullah'ı varis tayin etmesi kendisine önerildiğinde şu yanıtı vermişti: "Karısını dahi boşayamayan bir kimseyi ben nasıl tayin edeyim?" Ömer bu ifadesiyle muh­ temelen sadece oğlunun karakteri hakkındaki hükmünü değil, başarılı liderliğin önemli bir unsurunun kişilik kuvveti oldu­ ğunu bilen birçok kimsenin duygularını da dile getirmişti.

211

KUR' AN 9 (TEVBE / TÖVBE): 23-24 Ey İnananlar! Eğer İman yerine küfrü tercih ederlerse ana babanızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, onlar zalimlerdir. De ki: Ana babalarınız, çocuklarınız, eşleriniz, kabileleriniz, edindiğiniz mallar ve bozulmasından korktuğunuz ticaret size Tanrı'dan, O'nun elçisinden ve O'nun yolunda [yani O'nun uğruna} çabalamaktan (cihad) daha kıymetli geliyorsa, Tanrı hükmünü verene kadar bekleyin. Çünkü Tanrı günahkar insanları hidayete erdirmez.

Erken İnananlar hareketinde dindarlığın bu kadar mer­ kezi bir özellik olması, Birinci İç Savaş'ın İnananlar için - ger­ çekleştiği sırada, gerçekleştikten sonraki yıllarda ve bugüne kadar - neden bu kadar travmatik bir olay olduğunun açık­ lanmasına yardımcı olur. İnananlar başka başarısızlıkları mesela kafir devletlerinin orduları karşısındaki ciddi askeri yenilgileri - nispeten sükunetle karşılamış, öte yandan bu başarısızlıklara şevkle ve gittikçe artan bir gayret ve güvenle karşılık vermişlerdi; oysa bunları, Tanrı'nın inayetini tümüyle yitirmiş olduklarının bir işareti olarak yorumlayabilirlerdi. Böy­ le yapmamalarının bir sebebi belki de Kur' an' da erdemli kim­ selerin kafirlikle ve kafirlerle savaşması gerektiğinin, bu sırada bazı başarısızlıkların kaçınılmaz olacağının ve İnananları daha fazla çaba sarf etmeye yönelteceğinin açıkça belirtilmiş olma­ sıdır. Ama Birinci İç Savaş farklıydı. Bu olay İnananlar cemaa­ tini basitçe bölmekle kalmadı, cemaatin mensuplarını tam da onların cemaat kimliklerinin odak noktasını oluşturan dindar­ lık veya ahlaklılık sorunu etrafında böldü. İnananlar, Os­ man'ın faaliyetlerinde adil olup olmadığı konusunda açıkça ihtilafa düştüler; Osman'ın suikasta uğrayıp katledilmesinden sonra ise, isyancıların ve diğer başlıca faillerin ahlaki davran­ mış olup olmadıkları konusunda daha şiddetli bir anlaşmazlık yaşadılar. Üstelik isyan meselesinde alınan tutum ne olursa

212

olsun, cemaatin liderlerinin - her durumda cemaatin ahlaken en seçkin üyeleri olması gereken kimselerin - ahlakı şüphe konusu olmuştu; çünkü arhk hem Osman'ın hem de Ali'nin günahsız olduğunu ileri sürmek mümkün değildi. Ancak çok sonraları, olayların üzerinden neredeyse bir kuşağın ömrü kadar zaman geçtikten sonra cemaatin, Birinci İç Savaş'ta ya­ şanan olayların yol açlığı sıkıntılardan etkilenmemeye başla­ yabilmesiyle ve taraflardan birinin suçlu olduğunda ısrar et­ mek gibi bir girişimin cemaati paramparça etme tehlikesini doğurduğunun kesinlikle farkına varılmasıyla birlikte, cemaat hem Osman hem de Ali'yi (Ebu Bekir ve Ömer ile birlikte) liderliği herkesçe geçerli sayılması gereken raşidln, doğru yoldakiler" diye anmaya başladı. il

İ ki İç Savaş Arasında (40-60/661-680) Muaviye'nin - Müslüman geleneği tarafından "birlik yılı" (amü 'l-cemaa) diye anılan - 40/661 yılında nihayet tek emlrü 'l­ mü 'minin olması yaklaşık yirmi yıl süren sakin bir dönemi başlattı. Bu dönemde İnananlar, dikkatlerini bir kez daha ha­ reketin Tanrı'nın egemenliğini yayma ve kontrol ettikleri yer­ lerde adil bir düzen oluşturma hedeflerini uygulamaya yönelt­ tiler. Muaviye kendisine sadık olan ve zaman zaman karışık­ lıklar yaşayan eyaletlerin işlerini idare etmekte tarhşmasız biçimde yetenekli olan kimseleri vali tayin eti. Bunların birço­ ğu Ümeyye aşiretindendi; aralarında Medine valisi olarak görev yaparken birbirine düşürdüğü rakipleri, ikinci derece­ den kuzeni Mervan ibnü'l-Hakem ve Said ibnü'l-As ile tayin ettiği ilk Basra valisi olan uzak akrabası Abdullah ibn Amir gibi kimseler bulunuyordu. Öteki valiler Emevi değildi ama özel nedenlerle seçilmişlerdi. Mekke'yi, Kureyş'in Mahzum aşiretinin seçkin bir mensubuna, Ömer döneminde de burada vali olarak görev yapmış olan ve şehirde epey sevilen Halid

213

ibnü'l-As'a emanet etti. Mısır doğal olarak (Kureyş'in Sehm aşiretinden) Amr ibnü'l-As'ın ellerine teslim edildi, o da Muaviye'nin izniyle kendi yeğeni (Kureyş'in Fihr aşiretinden) Ukbe ibn Nafi'yi Kuzey Afrika'yı ele geçirip idaresi altına almakla görevlendirdi. Taif kentinin Sakif kabilesinden Mugire ibn Şu'be KCıfe valisi olarak tayin edildi; Peygamberin ilk taraftarlarından biri (ve muhafızı) olan Mugire bazı yönle­ riyle pek hoş karşılanmayan bir karakterdi, Muaviye ise kuş­ kusuz onun becerilerine, sertliğine ve güvenilir bir destekçi oluşuna kıymet veriyordu. Muaviye'nin tayin ettiği kişilerin en ilginci ise, babasının kimliği bilinmeyen, Taif'in Sakif kabi­ lesinin mensupları tarafından yetiştirilmiş olan, fakat idari ve mali işlerde su götürmez bir beceri sergileyen Ziyad ibn Ebih'di ("Ziyad, babasının oğlu"). İç savaş sırasında Ali'nin sadık bir destekçisiydi ve nispeten genç olmasına rağmen, parlak yetenekleri dolayısıyla Ali tarafından Fars eyaletine vali tayin edilmişti. Ali'nin ölümünden sonra Ziyad Fars'ta kalarak eyalet hazinesini kontrol etmeye devam etti ve Muaviye'den bir süre boyunca uzak durdu. Sonunda Muaviye onu üvey kardeş olarak (yani artık mezarında yatan ve itiraz edebilecek durumda olmayan kendi babası Ebu Süfyan'ın oğlu olarak) tanıdı ve kendi saflarına kazandı. Bu cömert jest sayesinde Muaviye epey kazançlı çıktı: Muaviye - bundan sonra Ziyad ibn Ehi Süfyan adıyla bilinecek olan - Ziyad'ı 45/665 yılında İbn Amir'in yerine Basra valiliğine tayin etti, böylece Ziyad imparatorluğun doğusuna tümüyle hakim ol­ du. Ziyad yeni makamında epey etkili oldu, Muaviye de kendi kararından asla pişman olmadı. Muaviye'nin önde gelen valileri fetihlerin kaldığı yerden yeniden başlamasını sağladı. İnananlar rejiminin kurumları daimi ordunun yanı sıra bir vergi tahsildarları ağı, ilkel bir arşiv dairesi ve bürokrasi ile birlikte - artık olgunlaşmış ve birer devlet unsuruna dönüşmüşlerdi. Bu nedenle 660 yılın­ dan sonraki fetihlerin karakteri bazı bakımlardan 630'lu ve 2 14

640'lı yıllarda yapılmış ilk fetihlerden farklı oldu. Her şeyden önce, ilk fetihlere İnananların Bizans ve Sasani İran'ın dünyevi ve günahkar rejimlerinin yerine, Tanrı'nın yasasına riayet etmeye adanmış kendi yeni ve adil düzenlerini geçirme hevesi yön vermişti. İlk fetihler merkezi bir itkiye sahipti, ama yine de, çeşitli cephelerdeki öngörülmeyen gelişmeler karşısında rastgele gerçekleşmişlerdi; diyebiliriz ki, henüz kuruluş aşa­ masında olan ve bu haliyle merkezi bir yönelim belirleyen Medine rejimi, kendi hizmetindeki askeri kuvvetlerin gölge­ sinde kalmıştı. Muaviye döneminde ve sonrasında ise fetihler iyice kurumsallaşıp rutinleşti. Daimi ordular arhk birkaç tane oturmuş, sağlam üsten - Humus, Fustat, KUfe ve Basra gibi emsardan - yönetiliyordu, askerler mevsimlik seferlerin sonuç­ lanmasından sonra buralara dönüyordu; seferlere ise çoğun­ lukla düzenli aralıklarla ve önceden belirlenmiş bir süre için (genelde altı veya on iki aylığına) çıkılıyordu. Üstelik Tan­ rı'nın egemenliğini yayma - "Tanrı adına cihad" etme (cihad fi sebllillah) - ve İnananların adil rejimini inşa etme fikrinin öne­ mini korumasına rağmen, yeni seferlerin itici güçlerinden biri de devletin daimi ganimet ve esir akışı gibi pratik ihtiyaçları oldu, çünkü askerlerin maaşları ve çeşitli ücretler artık bunlar sayesinde ödenebiliyordu. Kısacası, Muaviye döneminde fe­ tihler artık İnananlar hareketinin ilk yıllarındaki gibi karizma­ tik bir ahlaki-dinsel buyruğun ifadeleri olmaktan çıkmış ve kurumsallaşmış bir devletin politikası haline gelmişlerdi. Bu dönüşüm peygamberi bizzat tanımış olan son sahabelerin de sahneden yavaş yavaş çekilmesiyle örtüşmüştü. Bu dönemdeki yeni yayılma sürecinin önemli bir cephesi Kuzey Afrika'ydı. Ömer ve Osman döneminde İnananların orduları batıda Libya'nın Trablusgarp bölgesine kadar uzanan toprakları ele geçirmiş, fakat daha batıda kazandıkları bazı önemli zaferlere rağmen Bizans'ın Afrika eyaletine (Provincia Africa, yaklaşık olarak modem Tunus) birkaç kısa akın düzen­ lemekten öteye gidememişlerdi. Muaviye döneminde ordular 215

daha batıya ilerledi ve Kayrevan' da yeni bir mısr kurdular (50/670), burası bundan sonraki birkaç yıl içinde batı Mağrip'i hedef alan istilaların başlıca askeri hareket noktası olmanın yanı sıra önemli bir ekonomik ve kültürel merkez haline geldi. Başlangıçta, Avras dağlarında yaşayan ve yerleşik Hristiyan Berberilerden oluşan, Küseyle liderliğindeki Evrebe kabilesi ile barış içinde geçirilen bir dönem yaşandı ve görünüşe göre bu kabile muhtemelen İnananlar hareketine katıldı. Ama bir süre sonra Ukbe ibn Nafi'nin bölgeye (Muaviye'nin ölümün­ den hemen sonra, 62/681 yılında) yeniden tayin edilmesiyle birlikte bir politika değişikliği yaşandı ve bunun sonucunda Berberiler ile Arap İnananlar arasında savaş çıktı. Bu savaş başta iyi sonuçlar vermedi - Ukbe ibn Nafi Biskre yakınların­ da öldürüldü ve İnananlar Kayrevan' daki yeni mısrlarını adeta terk etmek zorunda bırakıldılar, fakat sonunda Küseyle öldü­ rüldü. Berberi nüfusunun İnananların yayılmasına gösterdiği direniş yıllarca devam edecekti, fakat Kayrevan'ın kuruluşu İnananların doğu Mağrip'teki konumunu pekiştirmesine epey katkıda bulundu; kısa süre için bu bölgede düzenli akınlar Emevi hükümdarlar için önemli bir ganimet ve özellikle de köle kaynağı haline geldi. Bu sırada başka bir yayılma dalgası da doğuda, idari ola­ rak Basra ve KUfe'ye bağlı bölgelerde gerçekleşti. Abdullah ibn Amir Sistan' a bir ordu gönderdi ve Zerenc ile Kabil'i yeni­ den fethetti, fakat bundan sonra buradaki direniş güç kazandı. Basra' daki halefi Ziyad kurak Sistan'la ilgilenmedi ve bunu yerine Horasan' daki ve etrafındaki bereketli bölgelere doğru yayılmaya odaklandı. Merv' deki mısrdan doğuya doğru, (Ceyhun nehri boyunca yaşayan göçebe bir halk olan) Eftalit­ ler ya da Ak Hunlar üzerine birçok sefer düzenledi ve sonun­ da Merv'e, oradaki garnizonu güçlendirmek amacıyla Bas­ ra'dan elli bin kişilik bir ordu gönderdi. Ziyad'ın bu faaliyetle­ ri Basra' da istikrarı sağlama ve burası ve KUfe üzerindeki kontrolünü artırma kaygısı bağlamında da değerlendirilmeli216

dir; özellikle Basra Arabistan' dan gelen yeni göçmenler yü­ zünden iyice kalabalıklaşmışh, dolayısıyla birçok savaşçının başka yerlere gönderilmesi bu kalabalığın ve kentte bundan dolayı yaşanan gerginliklerin azalmasına katkıda bulunmuştu. Ziyad, sayısız Harici ayaklanmasını bashrmanın yanı sıra, hem KUfe' de hem de Basra' da askerlerin ücretlerini makul bir düzeye çekmek (ve belki de düşürmek) için ve kentleri idare etme becerisini artırmak amacıyla yerleşimleri yeniden düzen­ lemek için çeşitli önlemler aldı. 53/673'te Ziyad'ın ölümünden sonra Basra valisi olarak yerine geçen oğlu Ubeydullah ibn Ziyad da benzer politikalar izledi. Muaviye dönemindeki bir diğer yayılma bölgesi de ku­ zeyde Bizans İmparatorluğu topraklarıydı. Anadolu'ya - ne­ redeyse her yıl - düzenli olarak yapılan yaz seferlerinin yanı sıra Muaviye Bizans başkenti Konstantinopolis'i ele geçirmek amacıyla en az iki defa ordu topladı. Birinci sefer (49/669) kısa sürdü, ama bir deniz saldırısıyla desteklenen ikinci seferde bu şehir üç yıl boyunca kuşatma alhnda tutuldu (54-57/674-677), ama sonunda bu kuşatma da kaldırıldı. Deniz cephesinde (Suriye sahillerine yakın) Arvad ve Rodos bu dönemde (53/673) ele geçirildi ve Girit'e akın yapıldı. Fakat Muaviye dönemine hakim olan bu göreli sükunetin ardında, İnananlar arasındaki - özellikle de Bah Arabistan'ın yönetici seçkinleri arasındaki - temel anlaşmazlıklar çözülme­ den bırakılmışh. Bunlar, örneğin Muaviye'nin Kufe valileri ile Hucr ibn Adi el-Kindi liderliğindeki bir grup şikayetçi arasın­ daki kısa anlaşmazlıkta olduğu gibi zaman zaman yüzeye çıkıyordu. Zamanında Ali'yi desteklemiş olan Hucr ve yoldaş­ ları, Muaviye'nin valileri Mugire ve Ziyad'ın cami ibadetleri sırasında Osman'ın bağışlanması için dua edip Ali'yi lanetle­ mesine tepki gösterdi3. (Muhaliflere lanet etme politikası Muaviye, Muğire İbn Şu'be'yi Kufe'ye vali olarak atamadan önce yanına çağırarak şöyle der: " Ali'ye sövmeyi ve onu kötülemeyi, Osman'a rahmet

217

sabb - görünüşe göre iç savaş sırasında Ali tarafından başla­ hlmışh, Muaviye ve destekçileri ise bu uygulamayı aynen devam ettirmeye dünden razıydı.) Hucr ve dostları valilerin sözünü kesti ve hoşnutsuzluklarını ifade etmek için onları taş yağmuruna tuttu; sonunda yakalanıp Suriye' deki Muaviye' ye gönderildiler. Hucr ve dostlarından bazıları burada idam edildi. Bu olay nispeten kısa sürmüş olsa da, Birinci İç Savaş'ın meselelerinin - özellikle de Osman'ın dindarlığı meselesinin, katlinin makul olup olmadığının ve Ali'nin cemaate liderlik etme iddiasının meşruluğunun - henüz çözüme ulaşhrılmadı­ ğını ve patlamaya hazır halde olduğunu gösterir. Hucr'ün isyanı daha dünyevi meselelerle de ilişkili olmuş olabilir. Dokuzuncu yüzyılda yaşamış Bizanslı tarihçi Theofa­ nis'in aktardığı bir rivayet, Muaviye'nin Irak'taki askerlerin maaşlarını düşürdüğünü ve Suriye' dekilerin maaşlarını yük­ selttiğini belirtir. Bu rivayet başka kaynaklar tarafından des­ teklenmemişse de anlamlı ve inandırıcıdır. Bu politika, eğer gerçekten bir politikaysa, Muaviye'nin iç savaş sırasında ken­ disine sadık kalmış Suriyeli birlikleri ödüllendirmek ve Ali'yi desteklemiş Irak askerlerini cezalandırmak amacını taşıyan bir girişiminden ibaret olabilir. Belki de (görmüş olduğumuz gibi, Bizanslılardan Konstantinopolis'i almak için en az iki sefer başlatan) Muaviye, İnananların yüz yüze olduğu en önemli güçlüğün, arhk Sasani hanedanı düşmüş olduğu için, Bizans ile yaşanan çekişme oluğunu düşünmüş, bu yüzden de Bizans cephesinin önemini vurgulayan ve bu cephede savaşan asker­ leri ödüllendiren bir maaş politikasını benimsemiştir. Ne olur­ sa olsun, böyle bir politika - Irak askerlerinin maaşlarının

ve mağfiret dilemeyi, Ali'nin taraftarlarını ayıplamayı ve onlara sert dav­ ranmayı, Osman'ın taraftarlarına ise yumuşak davranmayı ihmal etme ... " (Taberi, İbnu'l-Esir) Ali İbn Ebi Talib'ın, Sıffin savaşı esnasında, Şamlıları lanetledikleri için Hucr İbn Adi ve Amr İbn Hamık'ı kınadığı bilgisi kay­ naklarda (Nasr İbn Muzahım, İbn A'sam) yer almaktadır. (ed)

218

düşürülmesi - başka gerekçelerden dolayı hoşnutsuz olan askerlerin kontrolden çıkarak açıkça isyan etmelerini de rahat­ lıkla teşvik etmiş olabilirdi. Muaviye'nin yönetimi başka gerginlikleri de gizliyordu. Görünüşe göre Medine' de ve başka birçok yerde büyük mülk­ ler edinmişti, üstelik bu mülklerden bazılarım, önceki sahiple­ rinin soyguna uğramış gibi hissedip içerlemelerine yol açan yöntemler kullanarak elde etmişti. Görünüşe göre bunları yatırım amaçlı işletmişti; bir rivayet onun Yemame'de üzerin­ de dört bin köle çalıştırılan mülklere ve Medine ile Taif'te bazı bentlere sahip olduğunu aktarır. Bu bentlerin üzerinde onun adının anıldığı, kendi varlıklarım geliştirmek için bulunduğu girişimlerin kalıntısı sayılabilecek yazıtlar vardır. Özellikle de aileleri peygamberin yakın destekçisi olmuş, dolayısıyla ken­ dilerinin İnananlar rejiminden yararlanmak bakımından önde gelmeleri gerektiğini düşünen, buna rağmen kendilerinin önemsenmediğini fark eden, başta Kureyş mensubu veya Me­ dineli birçok cemaat üyesinin kıskançlığa kapılmış ve incinmiş olması mümkün görünür. Bu noktada yinelemek gerekir ki, ilk İnananlar hareketi ekümenik bir niteliğe sahipti ve bu durum hareketin kendi içinde, Kur' ani yasayı benimseyen Arapların yam sıra er­ demli yaşamaya adanmışlık bakımından birbirleriyle ortak­ laşan birçok Yahudi ve özellikle (görünüşe göre) Hristiyan'ın uyum sağlamasına olanak tanıyordu. Genel olarak, Muaviye döneminde vergi idaresinin büyük ölçüde Suriyeli Hristiyan veya (Mısır'da) Kıpti katipler ve Irak'ta Arami veya Pers kökenli Zerdüştçü katipler tarafından doldurulmuş olduğu varsayılır. Muaviye'nin baş maliye idarecisi Suriyeli bir Hris­ tiyan olan Sergios'tu (Arapça adıyla Serelin. Oğlu Yuhanna Şamlı Yuhanna - da Emevilere aynı görevde hizmet edecek ve sonraları Bizans kilisesi tarafından aziz ilan edilecekti) . Hristiyanlar, İnananların askeri harekatlarına da katılmışlar­ dı. Muaviye Suriye' deki ilk günlerinden itibaren, Suriye boz2 19

kırlarına hükmeden ve uzun zamandan beri monofizit Hris­ tiyan olan güçlü Kelb kabilesiyle sıkı bağlar kurdu. Muaviye bu ittifakı pekiştirmek amacıyla Kelb kabilesinin reisi Malik ibn Behdel'in Hristiyan kızı Meysun ile evlendi. Kelp birlik­ leri Muaviye'nin ordusunun önemli bir parçasını oluşturdu ve hizmetleri karşılığında yüksek bir ücret aldılar. Görece­ ğimiz gibi, Emevilerin Suriye ordusundaki birliklerden bazı­ ları İkinci İç Savaş sırasında bile halil. Hristiyanlardan oluşu­ yordu. Kuzey Mezopotamyalı keşiş Yuhanna Bar Penkaye, yaklaşık 67/687 yılında yazdığı yazılarda, Muhammed'in faaliyetlerinin ve İnananlar hareketinin ilk zamanlarını kay­ da geçirmiş ve her yıl akınlar düzenlediklerini ifade etmişti; belirttiği gibi, İnananlar arasında çeşitli mezheplerden "bir­ çok Hristiyan" bulunuyordu. İlk İnananlar hareketinin Hristiyanların (ve belki de Ya­ hudilerin ve Zerdüştçülerin) katılımına nispeten "açık" olma­ sı, bu bakımdan yedinci yüzyılın ortalarına, hatta daha sonra­ sına kadar devam etmiş gibidir. Muaviye, birçok çağdaş yazı­ tın gösterdiği gibi emfrü 'l-mü 'minin unvanını kullanmayı sür­ dürmeyi tercih etmişti, H. birinci yüzyılın ortalarından / M.S yedinci yüzyıldan kalma bazı papirüs belgeler "İnananların hükümetinden (veya belki çağından)" bahseder (kazaü 'l­ mü 'minin). Bu ana dek, yönetici seçkinlerin veya genel olarak halkın İnananlar şeklindeki bu daha geniş kapsamlı kimlikten "Müslümanlar" gibi, diğer erdemli tektanrıcılardan ayrı, daha dar tanımlı bir kimlik lehine vazgeçtiğini gösteren hiçbir belge yoktur. Bu dönüşüm, göreceğimiz gibi, İkinci İç Savaş'tan sonrasına kadar gerçekleşmeyecekti.

İ kinci İç Savaş ( 60-73/680-692) Muaviye 40/661 yılında Birinci İç Savaş'tan galip çıkmış olsa da, savaş sırasında gündemde olan liderlik konusundaki temel meseleler aslında çözüme ulaştırılmamıştı; bunlar daha ziya-

220

de, o sırada liderlik iddiasında bulunanların sayısı bire düştü­ ğü için geçici olarak anlamsızlaşmışh. Fakat Muaviye'nin Re­ cep 60 / Nisan 680' de ölümü üzerine, İnananlar arsındaki yö­ netici seçkinleri bölen bu gizli gerilimler hemen yüzeye çıkh. Muaviye kendisinden sonra liderlik makamının pürüzsüz bir biçimde oğlu Yezid ibn Muaviye'ye geçmesini umarak son yıllarında bir buyrukla oğlunu veliaht tayin etti. Yezid bek­ lenmedik bir aday değildi; Muaviye'nin Konstantinopolis üzerine düzenlediği seferlerden birini komuta etmişti ve Muaviye'nin Kelb kabilesine mensup olan eşi Meysun'un oğ­ luydu, her iki sebepten dolayı Suriye ordusu tarafından epey seviliyordu. Sonuç olarak Muaviye'nin onu veliaht tayin et­ mesine, bazı Arap seçkinler dışında pek itiraz eden olmadı; bunların bir kısmı asıl kendilerinin cemaate liderlik etmeye layık olduğunu düşünen kimselerdi. Anlamlı bir biçimde, hepsi de Kureyş kabilesi mensubuydu ve biri hariç hepsi daha önceki bir emirü 'l-mü 'mininin veya Birinci İç Savaş sırasında bu makam üzerinde hak iddia etmiş bir kimsenin oğluydu: Abdullah ibnü'z-Zübeyr, Hüseyin ibn Ali, Abdurrahman ibn Ebi Bekir, Abdullah ibn Ömer ve Abdullah ibnü'l-Abbas. Muaviye'nin ölümünden sonra, bunların son üçü Yezid'e emirü 'l-mü 'min'in olarak biat etti; muhtemelen onların muhale­ feti Yezid'in kendisine değil, esasen ona daha önce biat edil­ mesini sağlamaya çalışan Muaviye'ye karşı olmuştu. Ama Hüseyin ibn Ali ve Abdullah ibnü'z-Zübeyr Yezid'i tanımayı reddettiler. Emevi valisinden zarar görmemek için Medi­ ne' den kaçtılar ve Mekke hareminin dokunulmaz sınırları içine sığındılar. KUfe' de daha önce Ali'yi desteklemiş birçok kimse, Muaviye'nin ölümü üzerine umuda kapılmışlardı ve Ali'nin Mekke'deki küçük oğlu Hüseyin'e mektup yazarak onu Kufe'ye davet etmiş, onu emirü 'l-mü 'min'in olmak için mücade­ le ederse orada kuvvetli bir destek bulacağına inandırmışlardı. (Daha önce görmüş olduğumuz gibi, büyük kardeşi Hasan, 221

Birinci İç Savaş'ın sonunda Muaviye lehine makamından vaz­ geçmiş ve siyasetten çekilmişti.) Bu noktadan itibaren Ali'ye ve onun soyundan gelenlere sadık olanlardan "Şiiler" veya "Şia" diye bahsedeceğiz, bununla birlikte bu ilk aşamada "Ali taraftarları" (Arapça şiatü Ali) daha sonraları ortaya çıkacak olan Şiiliğin teolojik doktrinlerini tam anlamıyla geliştirmiş değildi4. Emirü 'l-mü 'minin olma yolunda hazırlanan Hüseyin, ku­ zeni Müslim ibn Akil ibn Ebi Talib'i Kı'.He'ye gönderdi. Orada­ ki Şiiler, Müslim'i epey sıcak karşıladı; Müslim, Kı'.He'nin Şii liderlerinden birinin, Muhtar ibn Ebi Ubeyd'in evine yerleşti. Fakat Emevi valisi Ubeydullah ibn Ziyad onların planlarını sezdi ve Müslim'in izini buldu, sonunda Müslim rejimi yık­ maya niyetlendiği gerekçesiyle idam edildi. Hüseyin ise, Müslim'in öldüğünü öğrenmeden önce aile üyelerinden oluşan küçük bir grupla birlikte Kı'.He'ye doğru yola çıkmıştı. Bu küçük grubun yolu Kı'.He'nin dışında Ubey­ dullah'ın Hüseyin'i bulmaları için gönderdiği birlikler tarafın­ dan kesildi. Birkaç hafta boyunca devam eden görüşmeler sonuca ulaşmadı; Hüseyin, Yezid'i emirü 'l-mü 'minin olarak tanımayı ve geri çekilmeyi reddetti, Ubeydullah ise onun şeh­ re girmesine izin vermedi. Sonunda Kufe'nin 75 km (46,6 mil) kuzeydoğusundaki Kerbela'da yapılan savaşta Hüseyin ve onunla birlikte olan neredeyse herkes katledildi (10 Muharrem 61 / 10 Ekim 680).

Fikir-hadise irtibatı esas alındığında vasilik, mehdilik, rec' at gibi "ilk-şii" fikirlerin birinci hicri asrın sonlarına doğru, özellikle Mevali arasında or­ taya çıkmaya başladığını söylemek mümkündür. Kerbela olayı esnasında ne Şiilik, ne de Sünnilik vardır. Ancak Kerbela bir seçilmiş travma olarak Şia'nın tarihsel akışında hem yeniden üretilerek büyütiilmüş, hem de Şia'nın kendine özgü rengini sağlamıştır. Bu konuda hazırlanmış bir dok­ tora çalışması için bk. Hasan Onat, Emeviler Devri Şii Hareketleri, Endü­ lüs Yayınları, İst. 2019 (ed)

222

ALİ İBNÜ'L-HÜSEYİN İBN ALİ İBN EBİ TALİB'E AİT BİR ŞİİR

El-Hüseyin 'in ailesinin Kerbelfi'da öldürülen ilk üyesi olduğu söylenir. Rivayetlere göre bu dizeler onun tarafından, Şebes ibn Rib 'i er-Riyfihi ve Şimr ibn Zi'l-Cevşen tarafından komuta edilen Emevi kuvvetlerine karşı savaşırken söylenmiştir (yarım dize 3). Son dize Emevi valisi Ubeydullah ibn Ziyfid'a bir atıftır; Ubeydullah 'ın babasının kimliği, onun halife Muaviye tarafından üvey kardeş olarak tanımasına kadar belli değildi. Şiir Şia tarafından ileride geliştirilecek olan başlıca fikirlerden bazılarını içerir, bunların başında Ali soyundan gelenlerin meşruluğunun peygam­ bere yakınlıktan ileri geldiği ve erdemli kimselerin en ümitsiz durumlar­ da bile zalimlerle mücadele etmesi gerektiği düşünceleri gelir. Sahiciliği tartışma konusu olsa da, bu şiir Ebu Mihnef (öl. 1571773-774) tarafından ilk kez yazıya geçirildiği dönemde bu fikirlerin tedavülde olduğunu gös­ terir. Ben Ali oğlu Hüseyin oğlu Ali; Biz ve Tanrı'nın ev halkı peygambere daha yakınız Alçak Şebes ve Şimr' den. Kılıcım bükülene dek vuracağım size, Bir Haşimi'nin, bir Ali evladının darbeleri, Ve bugün babamı savunmaktan geri durmayacağım. Tanrı'nın izniyle, soysuzun oğlu bize hükmetmeyecek! (Abu Mikhnaf [Ebu Mihnef], Maqtal al-Husayn ibn 'Ali, haz.: Kamil Sulayman al-Juburi [Kamil Süleyman el-Cuburi] [sayfa belirtil­ memiştir. Dar al-mahajja al-bayda', 2000], 1 39.)

Bu küçük ayaklanmaya son vermek Ubeydullah'ın çok daha kalabalık kuvvetleri için epey kolay bir iş olmuştu; fakat bu olay, çok önemli ve kalıcı sonuçlar doğuracaktı. Ali'nin oğlu ve Muhammed peygamberin torunu olan, damarlarında peygamberin kanı akan Hüseyin'in ve ailesinin büyük kısmı­ nın öldürülmesiyle kısa vadede Yezid'in rakiplerinden biri ortadan kaldırılmış olsa da, bu olay birçok İnanan'ı sarstı ve Yezid'in dinsiz olduğu izleniminin gelişmesine katkıda bu­ lundu. Hüseyin'i isyana davet etmiş olan Kllfe Şiileri, artık

223

onu desteklemedikleri için vicdan azabı çekiyorlardı; ama arlık ellerinden bir şey gelmezdi. Hüseyin'in ölümünden son­ ra Ubeydullah Şii lider Muhtar'ı kentten sürdü, o da Yezid'in egemenliğine direnmek için Abdullah ibnü'z-Zübeyr ile güç birliği yapma olanağının bulunup bulunmadığını anlamak amacıyla Mekke'ye gitti. Aksi bir aristokrat olan ibnü'z­ Zübeyr ise kendi iddialarına rakip olabilecek kimselerle işbir­ liği yapma düşüncesine hiç sıcak bakmadığı için Muhtar'ın tekliflerini geri çevirdi; Muhtar ise bunun üzerine bir süreliği­ ne memleketi Taif'e çekildi. Yezid' in Hicaz' da destek bulma girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Medinelilerin dostluğunu kazanmak için onların önde gelenlerinden oluşan bir heyeti Şam' a davet etti; ama bunların birçoğu, kendini Muaviye'nin politikaları yüzünden hala incinmiş hissediyordu. Buna ek olarak, Yezid'in sarayda hiç de kanaatkar sayılmayacak bir hayat sürdüğü hakkındaki rivayetleri, Medineliler arasında sempatiye değil, daha fazla öfkeye yol açh; Medineliler dindarlıktan böylesine yoksun bir kimsenin İnananlara liderlik etme iddiasında bulunabilmesi karşısında şaşkına döndüler. Medinelilerin Emevilere gücen­ mesinin başka bir nedeni daha vardı; Birinci İç Savaş' tan sonra Muaviye kentteki, genel olarak Ali'yi desteklemiş Medinelile­ re ait birçok mülke el koymuş, bazı Medinelileri adeta serf statüsüne indirmişti. Bu yüzden Medineliler, 63/682-683 yılın­ da Yezid'in liderlik iddiasını geri çevirdi ve Yezid'in, Emevile­ rin bu topraklardan kazanç elde etmesine müdahale eden Medinelileri azarlayan valisini kentten kovdu. Mekke'deki İbnü'z-Zübeyr de Yezid'i onur kırıcı .bir va­ azla reddetti; bu vaazda onun acayip hayvanlara düşkün ol­ masına ve sefahat içinde bir hayat sürmesine şöyle atıfta bu­ lunmuştu: "İçkilerin Yezid'i, fuhşun Yezid'i, panterlerin Yezid'i, maymunların Yezid'i, köpeklerin Yezid'i, şarap sar­ hoşluklarının Yezid'i, kurak çöllerin Yezid'i"(özgün vaazın kafiyesi elbette çeviriye gerektiği gibi yansımamıştır). İbnü'z-

2 24

Zübeyr bundan sonra kendisini tutuklamak için Yezid tara­ fından gönderilmiş olan (kendi kardeşi Amr'ın liderlik ettiği) bir orduyu yenilgiye uğrath. Amr ele geçirildi ve özenle işken­ ceden geçirilerek öldürüldü. Hicaz'ın artık açıkça isyan etme­ siyle birlikte Yezid, Suriyelilerden oluşan büyük bir ordu kur­ du ve bu orduyu Kutsal Şehirlerin üzerine gönderdi. Bu kuv­ vetin önde gelen unsurları, Kelb kabilesinin ve hala çoğunluğu Hristiyan olan Tağlib kabilesinin üyeleriydi; söylendiğine göre bunlardan bazıları, koruyucuları olan Aziz Sergios' a ait bir haç ile bir sancağı beraberlerinde götürmüşlerdi. Medineliler ise bu sırada Ümeyye ailesinin tüm mensuplarını ve onların destekçilerini - söylendiğine göre yaklaşık bin kişilik bir top­ luluğu - Medine'den kovmuşlardı. Yezid'in ordusu güneye ilerleyip Hicaz'a girdi ve Medine'nin doğusundaki bazalt lav yatağında (harre) mevzilendi. İsyancıları Yezid'i tanımaya ikna etmek amacıyla birkaç gün boyunca devam eden görüşmeler sonuç vermeyince savaş başladı. Yardımcıların soyundan ge­ lenlerden ve Ümeyye aşiretinden olmayan ve uzun zamandır Medine' de yaşayan birçok Kureyş mensubundan oluşan Me­ dineliler görünüşe göre zaferin eşiğine geldi; fakat Suriyeliler, akışı tersine çevirmeyi başardı. Birçok Medineli öldürüldü, bunlar arasında çok sayıda Kureyş mensubu da vardı. Medine üç gün boyunca yağmalandı. "Harre Savaşı" (63 sonu / Ağus­ tos 683) sonucunda bazı Medineliler köleleştirilmiş bile olabi­ lir. Bundan sonra mağlup Medineliler Yezid'i emirü 'l-mü 'minin olarak tanımaya zorlandı. Yezid'in ordusu bundan sonra, Yezid'in baştan beri en ciddi rakibi olarak gördüğü Abdullah ibnü'z-Zübeyr'i dize getirmek amacıyla güneye, Mekke üzerine yürümeye devam etti. Mekke birkaç hafta boyunca kuşatıldı (64 başı / Eylül 683); kuşatma sırasında birçok düzensiz çatışma yaşandı; hatta bir aşamada, Kabe (daha doğrusu üzerindeki örtü) ateşe verildi ve yandı. Fakat kuşatma devam ederken Yezid'in Suriye'de beklenmedik bir biçimde öldüğü (Rebiyülevvel 64 / Kasım

225

683) haberi geldi. Suriye kuvvetlerinin Mekke'ye veya İbnü'z­ Zübeyr'e saldırmaya başından beri pek hevesli olmamış olan komutanı bu olayı öğrenince kuşatmayı kaldırdı ve İbnü'z­ Zübeyr ile pazarlığa girişti, bunun için onu emirü 'l-mü 'minln makamını kabul etmesi amacıyla kendisiyle birlikte Suriye üzerine yürümeye davet etti. İbnü'z-Zübeyr ise Mekke'den ayrılmayı reddetti. Suriye kuvvetleri bunun üzerine geri çeki­ lip Şam'ın kuzeyine doğru ilerledi. Yezid'in ölümüyle birlikte İbnü'z-Zübeyr'in bahtı büyük ölçüde açılmış, Emevilerinki ise ciddi bir darbe almış gibi gö­ rünüyordu. İbnü'z-Zübeyr 64/683 yılında kendini İnananların komutanı ilan etti. Suriye'de ise kimileri, Yezid'in küçük yaş­ taki oğlu il. Muaviye'yi emirü 'l-mü 'minln olarak tanıdı, fakat geri kalanlar ve Suriye dışındaki yerlerde yaşayan birçok kim­ se başka olasılıkları değerlendirdi; Yezid'in ordusunun komu­ tanının İbnü'z-Zübeyr'e biat etmeye meylettiğini görmüştük, Ümeyye ailesinin bazı üyeleri de aynı şekilde düşünüyordu. Mekke ve Medine'de emirü 'l-mü 'minln olarak tanınmış olan İbnü'z-Zübeyr, Mısır'a bir vali gönderdi ve bir karışıklık dö­ neminin ardından lrak'ı da kendi nüfuz sahasına katmayı başardı, buraya da kardeşi Mus'ab'ı vali tayin etti. Bu sırada İbnü'z-Zübeyr'in taraftarları, Emevileri ve destekçilerini Me­ dine' den bir kez daha kovdu. Bu sırada il. Muaviye de birkaç ay süren hükümdarlığı­ nın ardından öldü ve bu durum Emevileri epey güç bir du­ rumda bıraktı. Emevi hanedanına önceden beri sıkıca bağlı olan ve bu yüzden emirü 'l-mü 'minln makamının başka bir kim­ senin eline geçmesi halinde kaybedecek çok şeyi olan gruplar, doğal olarak Ümeyye ailesine mensup bir aday bulmaya en hevesli olanlardı. Bu gruplar arasında, Orta Suriye' deki güçlü Kelb kabilesinin 1. Muaviye ve Yezid ile evlilik bağı dolayısıy­ la müttefik olan reisleri, Muaviye ve Yezid'e Irak valisi olarak hizmet etmiş olduğu için burada Emevi idaresinin devamını şiddetle isteyen Ubeydullah ibn Ziyad ve Muaviye ile Yezid'in

226

Hristiyan baş maliyecisi Serclı.n bulunuyordu. Ama önceden Emevi taraftarı olan bazı kimseler (Kureyş'in Fihr aşiretinden) Dahhak ibn Kays liderliğinde ve kuzey Suriye'nin Kays kabi­ lelerinin desteğiyle, artık bir tek Şam ve çevresi dışında tüm imparatorluk çapında tanınmış olan İbnü'z-Zübeyr'i destek­ lemeye karar verdiler. İbnü'z-Zübeyr beklendiği gibi Dahhak'ı gıyabında Şam valiliğine atadı. Ümeyye ailesinin reisi ihtiyar Mervan bile görünüşe göre İbnü'z-Zübeyr'e biat etmenin eşi­ ğine gelmişti (hatta bazı rivayetlere göre gerçekten biat etmiş­ ti) . Ama sonunda Ubeydullah ibn Ziyad ve (Kelb kabilesinin reisi) Hasan ibn Malik ibn Behdel tarafından bizzat liderlik iddiasında bulunmaya ikna edildi. Ümeyye ailesi Şam'ın gü­ neybatısındaki Cevıan platosunda yer alan Cebiye' de bir ara­ ya geldi ve bu toplantıda Mervan geri kalanlar tarafından emirü 'l-mü 'minin olarak tanındı. Başta Kelb kabilesinin ve Fi­ listin'in Cüzam kabilesinin liderleri olmak üzere sadık taraf­ tarlarını bir araya getiren Mervan, Dahhak ve İbnü' z­ Zübeyr' in taraftarlarıyla Şam'ın kuzeybatısında yer alan Merdrahit'te karşı karşıya geldi. Savaş sırasında Dahhak öl­ dürüldü ve onu destekleyenler, özellikle de Kays kabilesinden olanlar kesin biçimde bozguna uğradı ve ağır kayıplar verdi (Muharrem 65 / Ağustos 684). Bu savaş Emeviler ile Kelb kabi­ lesi arasındaki sıkı bağları pekiştirdi ve Mervan'ın Suriye' deki konumunu sağlamlaştırdı, fakat öte yandan Kelb kabilesi ve müttefikleri ile Kays kabilesi arasında yüzyıldan uzun sürecek ve Emevilerin birleşik bir Suriye ordusu kurmaya yönelik daha sonraki girişimlerini sekteye uğratacak şiddetli bir düş­ manlığın tohumlarını ekti. Mervan derhal (özellikle kendisine rakip olabilecek Ümeyye aşireti liderlerinin iddialarına karşı) Suriye ve Filistin' de iktidarını sağlamlaştırmaya girişti ve bu­ nun ardından, 65 yılı ortalarında / 685 yılı başlarında Mısır' ı İbnü'z-Zübeyr'in valisinin elinden aldı. Mervan birkaç ay sonra öldüğünde, oğlu ve halefi genç Abdülmelik'e, Emevi

227

iktidarını yeniden tesis etmeye elverişli bir üssü miras bıraka­ bilmişti. Bu sırada Irak'ta İbnü'z-Zübeyr'in hakimiyeti Kı'.He Şiası içinde yaşanan gelişmeler yüzünden sarsılıyordu. Görmüş olduğumuz gibi Yez'id'in valisi Ubeydullah ibn Ziyad tarafın­ dan Kerbela savaşından sonra Kı'.He' den kovulmuş olan Muh­ tar ibn Eb'i Ubeyd, Mekke ve el-Taif'te üç yıl kaldıktan sonra 64 Ramazan'ında / 684 Mayıs'ında geri döndü. Bu süre boyun­ ca Abdullah ibnü'z-Zübeyr'i Emev'i karşıtı bir ittifaka ikna etmek için durmaksızın uğraşmıştı, fakat gururlu İbnü'z­ Zübeyr bunu kabul etmemişti. Muhtar Kufe Şiileri arasında popülist bir hareket inşa etmeye başladı ve mazlumlara yar­ dım eden, adil bir yönetimin kurulması çağrısında bulundu. Ayrıca insanları Ali ibn Eb'i Talib'in, ridde sırasında esir alınan, Hanife kabilesi mensubu Havle' den doğma oğlu Muhammed ibnü'l-Hanefiyye'yi emlrü 'l-mü 'minln olarak tanımaya .davet etti. Muhtar, Muhammed ibnü'l-Hanefiyye'nin sadece Ali'nin soyundan geldiği için değil, gelişiyle kötülüğü ortadan kaldı­ racak ve (nihayet) dünya üzerinde adil bir rejim kuracak olan eskatolojik kurtarıcı (mehdi) olduğu için de meşru bir aday sayılması gerektiğini ileri sürdü. (Mehdi kavramının İnananlar arasında dile getirilmesine yol açan, kaydedilmiş ilk olay bu­ dur) Muhtar'ın hareketi Kı'.He'de sadece Şia arasında değil, Kı'.He'nin çok sayıdaki mevıfüsi - eski esirler ve onların soyun­ dan gelenler - arasında da geniş çapta destek buldu. Bu hare­ ket, şehrin egemen seçkinlerine (bunların Emevlleri mi İbnü' z­ Zübeyr' i mi desteklediklerine aldırış etmeden) öfke duyan çok sayıda sıradan savaşçıya da hitap etti. Muhtar Kı'.He' deki kabi­ le ileri gelenlerinin de dostluğunu kazanmaya çalıştı, çünkü bunların desteğinin vazgeçilmez derecede önemli olduğuna inanıyordu, fakat onların çıkarları ile Muhtar'ın ideolojisinin popülist, "eşitlikçi" mahiyeti arasında daima örtük bir çatışma mevcuttu; bir kaynağın aktardığına göre, ileri gelenler Muh­ tar' a şöyle bir şikayette bulunmuşlardı: "Sen mevallmizi hedef

228

aldın, halbuki hpkı bu ülke gibi onlar da Tanrı'nın bize bah­ şettiği ganimetlerdir; biz ödül, (Tanrı' dan gelecek) telafi ve bize şükredilmesi ümidiyle anlan özgürleştirdik [yani fethet­ tik]; onları bizim kazançlarımıza ortak etmenden hoşnut deği­ liz." Gerilim yükselirken, 66 sonunda / 686 yazının başında, Kerbela'da Hüseyin'i katleden kuvvetleri göndermiş olan eski Emevi valisi Ubeydullah ibn Ziyad'ın Suriyelilerden oluşan bir orduyla kuzey Suriye'den Irak'a doğru ilerlediği haberi Kufe'ye ulaştı. Bundan yaklaşık iki yıl önce, Kerbela'da Hüse­ yin'i desteklemedikleri için pişmanlık duyan ve "Tövbe Eden­ ler" (tevvabin) diye anılan bir grup KUfeli, bir orduyla Irak üzerine yürüyen Ubeydullah ile karşılaşmak amacıyla şehir­ den çıktı. Bu grup kuzey Suriye ve Irak arasındaki sınır üze­ rinde bulunan Aynülverde'de Ubeydullah'ın ordusuyla karşı karşıya geldi ve tamamen yok edildi (Cemaziyelevvel 65 / Ocak 685), fakat bunun ardından Ubeydullah Cezire bölgesine boyun eğdirmek için epey uğraşmak zorunda kaldı. Sonunda, on sekiz ay sonra hazırlıklarını tamamlayabildi ve Irak üzerine yürümeye başladı. Muhtar derhal parlak bir asker olan İbrahim ibnü'l-Eşter liderliğinde bir kuvvet oluşturdu ve bu kuvveti Ubeydullah'ın ilerleyişini durdurmak üzere kuzeye gönderdi. İbnü'z-Zübeyr'in KUfe valisi ve onu destekleyen kabile ileri gelenleri, derhal Muhtar'ın kuvvetlerinin büyük kısmının yokluğundan faydalanıp kendisinden tek kalemde kurtulmayı ümit ettikleri Muhtar' a saldırmaya kalkıştı. Fakat Muhtar İbrahim'i zamanında geri çağırmayı başardı, İbrahim yola çıktıktan sadece birkaç gün sonra adamlarıyla kente döndü. Bunu izleyen çatışmada (66 sonu / Temmuz 686) Muhtar'ın askerleri savaşa "Hüseyin İçin İntikam!" ve "Öldür, Ey Muzaf­ fer" slog�larıyla girdi (sonuncusu kurtarıcı mehdiye yapılan bir ahftı), Emevilerin idaresi altında Hüseyin'e karşı düzenle­ nen seferi herhangi bir biçimde desteklemiş olan ileri gelenler

229

öldürüldü. İsyanın başarısız olduğunu kesin olarak fark eden ileri gelenlerden yaklaşık on bin tanesi KUfe' den kaçtı ve Bas­ ra' daki Mus'ab ibnü'z-Zübeyr'e sığındı, Muhtar'ın taraftarları ise kaçanların evlerini yağmaladı. Muhtar KUfe halkına bağlı­ lık yemini ettirdi, "ev halkının" (ehlü 'l-beyt, peygamberin aile­ sini ifade eder - burada özellikle Ali ve onun soyundan gelen­ ler kastedilmiştir) intikamının alınacağı sözünü verdi ve KUfe'ye bağlı olan doğudaki bölgelere, yani Ermenistan'ı, Azerbaycan'ı, Musul'u, Hulvan'ı ve orta ve kuzey lrak'ın geri kalanını içeren epey geniş bir alana valiler tayin etti. KCıfe'nin daha kesin bir biçimde kontrol altına alınması­ nın üzerine Muhtar, yaklaşan Emevi ordusuyla karşılaşması için İbrahim ibnü'l-Eşter'in komutasındaki kuvvetleri bir kez daha şehirden gönderdi. İbrahim'in, KUfe'de kazandıkları son zaferle iyice coşkuya kapılmış olan adamları Hüseyin'in ve Tövbe Edenlerin intikamını almaya hevesliydi. Kuzey Irak'ta, Zap Suyu yakınlarında Ubeydullah'ın kuvvetlerinin geçeceği yeri kapattılar. Talihleri yine onlara güldü; Musul yakınların­ da yapılan Hazir savaşında Ubeydullah'ın kuvvetleri (kısmen Emevi kuvvetleri arasında yer alan, ama iki yıl önce Mercira­ hit' teki yenilgilerini henüz unutmamış olan Kays birliklerinin savaş alanını terk etmesi yüzünden) bozguna uğradı, Ubey­ dullah ile birlikte birçok önemli Emevi komutan katledildi (Muharrem 67 / Ağustos 686). Bu zafer sayesinde Muhtar KUfe'nin yanı sıra kuzey Irak'ı da kontrolü altına aldı ve Ab­ dülmelik'in imparatorluğu yeniden ele geçirme planına ciddi bir sekte vurdu. KCıfe' den kovulan ileri gelenler çok geçmeden intikam planlan yapmaya başladı; onların teşvikiyle, Mus'ab ibnü'z­ Zübeyr KCıfe'yi yeniden ele geçirmeye yönelik hamlesini plan­ lamaya girişti. 67 yılının ortalarında / 687 yılının başlarında hazırlıklarını tamamlayıp KUfe üzerine yürüyüşe geçtiler. Muhtar'ın kuvvetleri, Mezar civarında yaşanan ilk çatışmada bozguna uğradı ve önce Harı'.lra'ya ve ardından Kufe'ye kadar

230

geri çekilmek zorunda kaldı, bundan sonra KUfe kuşahldı. Mus'ab ve KUfeli destekçileri nihayet 67 Ramazan'ında / 687 Nisan'ında şehri ele geçirince Muhtar alh bin destekçisiyle birlikte öldürüldü. Muhtar'ın ve hareketinin ortadan kaldırılması, Irak'ın bir süreliğine İbnü'z-Zübeyr'in kontrolü altına girmesini sağladı; ama onun rejimi, arhk hiç sakin değildi; Zübeyriler Irak' ta, Fars'ta ve özellikle Arabistan'ın doğusunda birçok Harici ayaklanmasıyla uğraşhlar. Doğu Arabistan'ın Yemame bölge­ sinde yaşayan Hanife kabilesinde, Harici Necde ibn Amir liderliğinde örgütlenen devasa bir ayaklanma ile Zübeyriler kendilerine ait toprakların büyük bir kısmını kaybettiler. 68 yılında / 688 Haziran'ında en az dört farklı lideri temsil eden hac kervanları Mekke'ye doğru yola çıkmışh: İbnü'z-Zübeyr, Emevi Abdülmelik, Harici lider Necde ve Ali soylu İbnü'l­ Hanefiyye. Bu sırada Abdülmelik, kuvvetlerinin Hazir Nehri Sava­ şı'nda uğradığı yenilgiyi telafi etmek amacıyla İbnü'z-Zübeyr üzerine başka bir saldırı düzenlemeye kalkışmadan önce, Su­ riye' de iktidarına yönelik çeşitli tehditler ile uğraşmak zorun­ da kaldı. 67 yılının başında / 686 yazında, Filistin' deki Cüzam kabilesinin İbnü'z-Zübeyr'e destek verdiğini ilan eden bir liderinin önderliğinde başlayan bir ayaklanmayı bastırması gerekti. Ayrıca Bizans imparatorunun Amanos dağlarında yaşayan savaşçı bir halk olan Merdeileri - onlara para ve asker desteği sunarak - Suriye'nin güneyde Lübnan'a kadar uzanan sahil bölgelerini istila etmeye teşvik etmesi nedeniyle kuzey cephesinde de sıkınhlar yaşadı. Abdülmelik, ancak Bizans imparatoruyla epey maliyetli ve onur kırıcı bir anlaşma yap­ tıktan sonra Merdeilerin geri çekilmesini sağlayabildi. Dolayı­ sıyla, Mus'ab ibnü'z-Zübeyr'i Irak'tan çıkarmak amacıyla ilk kez sefere çıkarak Şam' dan ayrılması 69/689 yılını buldu, fakat onun yokluğunda uzak akrabası ve rakibi Amr ibn Said ibnü'l­ As Şam'ı ele geçirdi ve Emevi hanedanının lideri olduğunu ileri

231

Emevilerin rakiplerine ait iki sikke. Üstteki sikke Abdullah ibnü'z­ Zübeyr'in bir valisi tarafından, Sasanilerin "Yezdicerd çağının" 53. yılında, yani M.S. yaklaşık 683-684 yılında, İran'ın bahsındaki Fars bölgesinde yer alan Darabgerd'de basılmışhr. Büstün yanındaki Pehlevice isim yazısı ABDULA AMiR I-WRUISHNIKAN, "Abdullah, emlrü 'l-mü 'min'in" şeklindedir. Aşağıdaki sikke ise Erdeşir-i Hürre'de (bah İran), H. 75 yılında, yani M.S. 694-695 yıllannda, Harici isyancı Katar! ibnü'l-Fücae tarafından basılmıştır; bu isim sikkenin ilgili kısmında, Pehlevicede emlrü 'l-mü 'minlne denk düşen AMIR I­ WRUISHNIKAN ibaresiyle birlikte görülür. Arka yüzde bir ateş sunağı tasvir edilmiştir. Yüz tarafının kenarında Haricilerin sloganı lii hükme illii lillah, "Hüküm yalnızca Tanrı'ya aittir" yazmaktadır.

232

sürdü. Abdülmelik sefere devam etmekten vazgeçti ve bu ayaklanmayı bashrmak, sonunda da Amr'ı idam etmek üzere geri döndü. Aynı dönemde Fırat boyundaki Karkisiye'de ya­ şayan Kays kabilesi mensupları arasındaki Emevilere karşı sergilenen kararlı muhalefeti de bastırması gerekti (71-72 / 691 yazı). Bu yüzden Abdülmelik'in İbnü'z-Zübeyr'in Irak'taki var­ lığına karşı nihai bir sefere çıkmak için hazırlıklarını tamam­ laması ancak 72 yılında / 691 yılının sonlarında mümkün oldu. Irak'taki, Mus'ab ibnü'z-Zübeyr'in yönetiminden uzaklaşmış birçok grup ve liderle temas kurduktan sonra Abdülmelik ilerlemeye başladı. Mus'ab'ın ordusuyla Orta Dicle bölgesinde yer alan Deyrülcaselik'te (modem Bağdat'ın biraz kuzeyi) karşı karşıya geldi ve Mus'ab'ın birçok askeri savaş alanından kaçması veya onun için savaşmayı reddetmesi sayesinde bu orduyu kolayca yenilgiye uğrattı. Sonunda Mus' ab esir alındı ve idam edildi (72 yılının ortaları / 691 yılının sonu). Abdül­ melik Kufe'ye girdi ve burada emlrü 'l-mü 'minfn olarak tanındı. Bunun üzerine Abdülmelik, kendisine sadık olan - ve kı­ sa bir süre sonra onun Irak valisi olacak - komutanı Haccac ibn Yusuf'u iki bin Suriyeliden oluşan bir kuvvetle Mekke'ye, İbnü'z-Zübeyr'in üzerine gönderdi. Bu küçük kuvvet sonraki haftalarda başkalarının katılımıyla kalabalıklaştı ve Abdülme­ lik'in daha önce İbnü'z-Zübeyr'in olası bir istilasına karşı Su­ riye'yi savunmak üzere Hicaz'ın kuzeyine göndermiş olduğu başka bir orduyla birleşti. Haccac Mekke'yi kuşatmadan önce kuvvetlerini toplamak amacıyla ilk önce (memleketi) Taif'te kamp kurdu. 72 yılının sonuna doğru / 692 Mart'ında şehri ablukaya aldı ve kuşatma başladı; altı ay sonra, İbnü'z­ Zübeyr'in kuvvetlerinin önemli bir kısmı ya durumun ümit­ sizliğinden dolayı kaçmış ya da af vaatleriyle kandırılmıştı. Abdullah ibnü'z-Zübeyr kesin bir bozguna uğradı ve kentin dışında yapılan bir çatışmada öldürüldü (Cemaziyelevvel 73 / Eylül 692). Abdülmelik nihayet tüm emsarda ve bunlara bağlı

233

bölgelerde emirü 'l-mü 'minin olarak tanındı. On iki yıl süren çekişmelerden sonra İkinci İç Savaş nihayet sona ermiş, Emevi iktidarı yeniden tesis edilmişti.

İç Savaşlar Üzerine Düşünceler İç savaşlar hakkında anlatılanlardan birkaç önemli nokta çıka­ rılabilir. Birincisi, iki iç savaşta da, ama özellikle birincisinde, anlaşmazlığın kimin İnananlar cemaatini yönetme iddiasını en iyi şekilde ileri sürdüğü meselesine sıkıca odaklanmış olması çarpıcıdır. Üstelik çoğu kimse liderliğin haklı olarak küçük bir gruba - esasen Kureyş' e - ait olduğunu düşünmüş gibidir. (Hariciler bu görüşün başlıca istisnasıydı.) Bu durum iç savaş­ lara, özellikle de birincisine, aşırı şiddetli bir aile kavgası ma­ hiyeti kazandırır, çünkü iç savaşların başlıca faillerinin çoğu kan veya evlilik bağı üzerinden birbirlerinin akrabasıdır, ço­ ğunlukla da yakın akrabasıdır ya da en azından birbirlerini kişisel olarak tanırlar. İkincisi, iç savaşlar içerdiği vahşetler bakımından da çar­ pıcıydı. Kaynaklarımız esirlerin soğukkanlılıkla idam edildi­ ğini, oğulların babalarının gözlerinin önünde katledildiğini, insanların akrabaları tarafından ya da akrabalarının emriyle öldürüldüğünü (Amr ibnü'z-Zübeyr kardeşi Abdullah tara­ fından, Amr ibn Said de Abdülmelik tarafından öldürülmüş­ tür), mağlup edilenlerin kalabalıklar halinde katledildiğini (Nehrevan katliamı, Hazir savaşı, Muhtar'ın KUfe'de katledi­ len taraftarları, Harre savaşı) betimleyen birçok sahne içerir. Bunun çağın kaba zihniyetiyle ve aslında kaba ve görgüsüz bedevilerden veya köylülerden oluşan taraflardan birçoğunun acımasız bir tarzı benimsemiş olmasıyla bir ilgisi olmuş olabi­ lir. Ama bu durum iç savaşlardaki birçok çatışmanın ideolojik karakteriyle de kuşkusuz epey ilgiliydi. Bu durum insanları rakiplerini kötülüğün en somut örneği olarak görüp şeytanlaş­ tırmasına yol açmıştı ve yenilgiye uğramış ama tam anlamıyla pişman olmamış bir düşmanın ideolojik sebeplerde dolayı her

234

an yeniden isyan etme tehdidi oluşturduğunun, dolayısıyla da ortadan kaldırılmasının daha güvenli olacağının kesinlikle doğru sayılmasına neden olmuştu. Üstelik ilk İnananlar hare­ ketinin yoğun olarak ideolojik karakteri, "şeytanın müttefikle­ rinin" ortadan kaldırılmasını insanların zihninde ahlaken ka­ bul edilebilir, hatta takdire değer hale getirmişti. Aynülver­ de'de ölen Tövbe Edenler, Ubeydullah ibn Ziyad'ın şeytanın temsilcisi olduğuna kuşkusuz inanmışlardı; Harici gruplar ise doğru inanca riayet tarzı kendi katı kurallarına uyum göster­ meyen herkesi mürted sayıp idam etmişti; Muhtar'ın mevıilf destekçilerini katleden KUfe ileri gelenleri de onları Tanrı'nın kendilerine bahşettiği mülkiyet haklarını haksız yere gasp eden tecavüzcüler olarak görmüştü. Ama modası geçmiş inti­ kam anlayışı da birçok kanlı olayda büyük bir rol oynadı Harre Savaşı'nda, Medine'den kovuldukları için ve Osman'ın katledilmesi dolayısıyla Medinelilerden intikam alan Emeviler veya Hüseyin'in katli dolayısıyla KUfe ileri gelenlerinden ve Ubeydullah'ın kuvvetlerinden intikam alan Muhtar taraftarla­ rı bunun örnekleriydi. Üçüncüsü, özellikle İkinci İç Savaş'la birlikte, İnananlar cemaatinin tarihinin yeni bir aşamasına girdiğimizi net biçim­ de hissederiz. Peygamberin yoldaşlarının çağı sona ermek üzereydi, başrol oyuncuları artık ne peygamberi ne de onun hayatını şekillendiren mücadeleleri anımsayan genç bir kuşa­ ğın üyeleriydi. Sağgörülü bir dindarlık kaygısını ve Tanrı'nın iradesine riayet etme anlayışını benimsemiş eski hareketin yoğun olarak karizmatik niteliğinde bir zayıflama hissedilir; dindarlık kaygısı hala mevcuttu, fakat artık iyice rutinleşmiş, kişisel olmaktan uzaklaşmış ve birçok İnanan arasında daha pratik ve dünyevi kaygılarla harmanlanmıştı. Görünüşe göre artık fetihler, yaklaşan bir Hesap Günü'ne ilişkin vizyonlarla harekete geçirilen İnanan bireylerin kişisel coşkusuyla ilgili bir mesele olmaktan çıkmaya başlamış, bunun yerine hazineye

235

akan gelir ve ganimetleri devam ettirmeyi hedefleyen, kazanç­ lı bir devlet politikası biçimine dönüşmeye yüz tutmuştu. Dördüncüsü, iç savaşlarda - özellikle de ikincisinde - ön­ ceden birlik içinde olan İnananlar cemaatini bundan sonra hep bölecek olan çatlakların ortaya çıktığını görürüz. Birinci İç Savaş sırasında Ali'nin emlrü 'l-mü 'minln makamına yönelik hak talepleri yavaş yavaş gerçek bir mezhep hareketinin, Ali'nin ailesini özel bir biçimde yücelten Şiiliğin doğmasına yol açtı; bu sürecin dönüm noktası olan olay, İkinci İç Savaş sırasında Ali'nin oğlu Hüseyin'in Kerbela'da katledilmesiydi. Bu olay daha sonraki Şii gruplar tarafından günümüze kadar anılacak ve mazlumların davasının sürdürülmesinin bir yolu olarak şehitlik düşüncesine odaklanan özel kimliğini Şiiliğe kazandıracaktı. Şiiliğin imamet, yani cemaatin Tanrı'nın reh­ berliğindeki lideri anlayışı gibi merkezi kavramlarını tam an­ lamıyla geliştirmesi yüz yıldan biraz uzun sürecekti, fakat sonraki hareket kendi köklerini Birinci ve İkinci İç Savaşlarda bulacaktı. Bu bakımdan bu olaylar İslami cemaatte iki farklı meşruluk anlatısının inşasında hareket noktası oldular - bun­ lardan biri Ali'nin ailesine odaklanan Şii anlatısı, diğeri de Emeviler de dahil, iktidarın gerçek sahiplerini içeren silsileye odaklanan (ve sonunda Sünni diye nitelenen) anlatıydı. Bunla­ rın dışında aşırı dindar Haricilerin de Birinci İç Savaş sırasın­ da üçüncü bir grup olarak nasıl ortaya çıktıklarını görmüştük; bunlar günümüz Müslümanlarının sadece küçük bir azınlığını teşkil etseler de İslam'ın ilk birkaç yüzyılında epey önem ta­ şımışlardı. Beşincisi, kesintilerle de olsa uzun süren bu çekişme es­ nasında yaşanan olaylar, Hicaz'ın ilk İnananların beşiği ve manevi merkezi olan kutsal şehirler Mekke ve Medine'nin yer aldığı bölge olmasına rağmen, iktidarı imparatorluk ölçeğinde korumaya elverişli bir üs olmadığını gösterir - gerçekten de, Yakın Doğu'nun büyük kısmına hükmeden çok sayıda emsar ile birlikte İnananlar cemaati iç savaşlar sırasında artık impa-

236

ratorluk sayılmasına izin verecek bir boyuta ulaşmıştı. Özel­ likle Mısır ve Irak gibi, kararlı bir vergi tabanı ve gayet büyük ve istikrarlı bir nüfusu olan bölgeler iktidar merkezleri olmaya daha elverişliydi. Hicaz bu koşullardan hiçbirine sahip değildi ve İnananlar hareketinin tarihi boyunca siyasi bakımdan git­ tikçe geri çekildi (ya da en azından önem kaybetti). Bu çekişmelere ekonomik ve başka pratik meseleler de kuşkusuz fazlasıyla katkıda bulundu - doğrusu, bu mücade­ leye kahlmayı birçok kimse için çekici kılan şey tam da eko­ nomik bakımdan böylesine fazla olanak ve riskin sözkonusu olmasıydı. Muhtar'ın isyanı hakkındaki rivayetler, Kfüe'nin ciddi toplumsal ve ekonomik gerginlikler yüzünden parça­ landığını, bu bağlamda ilk fatihlerin soyundan gelen ve bir tür Arap aristokrasisi oluşturan kesim ile eski esirlerin soyundan gelenlerin (mevall) rekabet içinde olduklarını gösteriyor; za­ man zaman bunlara, ana dili Arapça olanlarla ana dili başka bir dil olanları birbirinden ayıran, şiddetli bir toplumsal mesa­ fe anlayışı da eşlik ediyordu. Bu türden toplumsal ve ekono­ mik gerilimler hep vardı; çarpıcı olan şey ise, adil bir liderin (veya bir mehdinin, yani eskatolojik kurtarıcının) sorunu çöze­ ceği iddiasıyla böyle şikayetlerin tutarlı bir siyasi hareket bağ­ lamında dile getirilmesidir. Başka bir deyişle, İnananlar hare­ keti, böyle rutin toplumsal adaletsizliklerin ve zulmün artık kabul edilebilir olmadığı, yeni ve daha adil bir düzene eriş­ menin mümkün olduğu inancını İkinci İç Savaş gibi geç bir dönemde bile yaşatmaya devam ediyordu. İnananlar hareketi, insanları, modem dönem öncesi toplumlarda (belki de tüm toplumlarda) az çok yaygın olan toplumsal ve ekonomik geri­ limleri çözecek şekilde planlandığına inandıkları yöntemlerle harekete geçmeye teşvik ediyordu. Bu bakımdan, bu tarihsel gelişmelerin başlıca nedeninin, İnananlar hareketinin dile getirdiği, her zaman her yerde rastlanabilecek, gizil ekonomik ve toplumsal gerilimler olmadığını, aslında bu hareketin ideo­ lojisinin ta kendisi olduğunu görmemiz gerekir.

237

İç savaşların büyük ölçüde Kureyş içinde ve liderlik etra­ fında sürdürülmüş bir mücadele olması, geniş çapta ilk İna­ nanlar cemaatinin - özellikle de Arap olmayan ama harekete kahları Hristiyan ve Yahudilerin - bu mücadelelerde pek öne çıkmadıkları anlamına gelir. İkinci İç Savaş'ta en azından Hristiyanların işe karıştığı bazı anlar oldu. Görmüş olduğu­ muz gibi, Emevilerin Hristiyan idarecisi Sercıln ibn Mansur, Yezid ve il. Muaviye'nin ölümünden sonra Emevilerin İbnü'z­ Zübeyr' e karşı liderlik iddiasında bulunmaya teşvik edilme­ sinde etkili bir rol oynamıştı. Peki Sercıln gerçekten de İnanan­ lar hareketinin tamamlayıcı bir parçası olduğunu mu düşünü­ yordu, yoksa ona rızkını veren işverenlerinin, yani Emevilerin çıkarlarını korumaya istekli bir hizmetliden mi ibaretti? Bu konudaki kanıtlar yetersizdir, ama en azından Sercıln gibi kişilerin hizmet ettikleri hareketin Hristiyanlık karşıtı olduğu­ nu düşünmedikleri açıktır. Kelb kabilesinin liderleri ve birçok askeri Emevi birliklerinin önemli bir bileşenini oluşturuyordu ve muhtemelen hala Hristiyanlardı. Üstelik Hristiyanların veya Yahudilerin, yönetici seçkinler arasındaki karışıklıklar­ dan istifade ederek İnananların hegemonyasından kurtulmaya veya onu devirmeye yönelik bir girişimde bulunduklarını gösterecek bir kanıta da rastlamıyoruz, çünkü belki de onlar zaten bu oluşumun bir parçası olduklarını düşünüyorlardı. Bu etkenler, ilk İnananlar hareketinin ekümenik niteliklerinin İkinci İç Savaş döneminde hala canlı olduğunu gösterir; fakat bu durum çok geçmeden değişecekti.

238

5

İ s l a m' ı n Doğuşu

Muhammed'in, Batı Arabistan'da, üyelerinin kendilerini ta­ nımlamak için kullandıkları bir sözcükten yola çıkarak "İna­ nanlar hareketi" diye adlandırdığımız, apokaliptik yönelimli, dindarlık yanlısı bir hareketin ortaya çıkmasına yol açan bazı dinsel düşünceleri vazettiğini önceki bölümlerde anlatmıştık. Ayrıca, bu hareketin temel kavramlarını, özellikle de He­ sap Günü'nde kurtuluşa erebilecek bir "erdemliler cemaati" oluşturma ve pek yakında gelmesi beklenen Hesap Günü'ne hazırlanmak amacıyla erdemli bir siyasi düzeni - yani Tan­ rı'nın vahyettiği yasaya riayet edilmesiyle yönlendirilen bir siyasi oluşumu - gerçek kılmak amacıyla bu cemaatin hege­ monyasını olabildiğince uzağa yayma arzusunu da inceledik. Cemaatin M.S. yedinci yüzyılda, Arap kökenli bir yönetici seçkinler grubunun önderliğinde, Yakın Doğu'nun büyük bir kısmında hızla yayılmasının izini sürdük ve bu yeni cemaat ile onun yayılması esnasında karşılaşıp yönetmeye başladığı (büyük ölçüde Hristiyan, Yahudi veya Zerdüştçü) yerli halklar arasındaki ilişkiyi değerlendirdik. Bunun dışında, liderlik sorunu etrafında yönetici seçkinler arasında yaşanan anlaş­ mazlıkların kalıcı sonuçları olacak, iki uzun ve şiddetli iç ça­ tışmaya yol açtığını da gördük.

239

Bu bölümde ise, H. birinci yüzyılın sonlarında / M.S. ye­ dinci yüzyılda ve H. ikinci yüzyılın başlarında / M.S. sekizinci yüzyılda, İnananlar hareketinin, kendi temel kavramlarının iyice işlenerek yeniden tanımlandığı bir süreçten geçerek bu­ gün İslam diye bildiğimiz dine nasıl evrildiğini inceleyeceğiz. Bugün anladığımız haliyle İslam, bu bakımdan, Muham­ med'in vaazları ve ilk taraftarlarının faaliyetleriyle doğan İna­ nanlar hareketinin doğrudan devamı ya da doğal sonucudur; bununla birlikte ilk İnananlar hareketini "İslam" diye adlan­ dırmak, tarihsel bakımdan isabetli olmaz. İslam'ın iç savaşların ardından İnananlar hareketi bağla­ mından somut bir biçimde ortaya çıkmasını sağlayan süreç, kısmen iktidardaki Emevi hanedanı ile destekçilerinin kasıtlı girişimlerinin, kısmen de cemaat içinde genel olarak kimlik meseleleri hakkındaki algılarda gerçekleşen esaslı bir değişi­ min sonucuydu. Bu nedenle, bunun aşamalı olarak gerçekle­ şen ve epey uzun bir süre boyunca - en azından onlarca yıl, hatta bazı alanlarda yüz yıl kadar - devam eden bir dönüşüm olduğu söylenebilir. Bu dönüşüm sürecinin birçok cephesi ka­ ranlıkta kalsa da, bazı boyutları daha aynnhlı biçimde sorgula­ nacak kadar belirgindir. Bunlar bu bölümün başlıca başlıklarını oluşturacak. Fakat genel olarak diyebiliriz ki, İnananlar, Emevi hanedanının, özellikle de emir'ül-mü 'minin Abdülmelik'in ve maiyetinin liderliğinde, görünüşe göre yeni bir meşruluk arayı­ şına girmiş ve hem kendileri hem de tüm dünya için, siyasi egemenlik iddiasında bulunma haklarını ve kendi anlayışlarına göre Tanrı kelamına dayalı bir rejimi yönetme haklarını tesis etmek için yollar aramışlardı.

E mevi Restorasyo n u ve İ m pa ratorl u k Hedefleri ne Dönüş On iki yıl süren İkinci İç Savaş sırasında ne Emeviler ne de

İnananlar hareketinin liderliği için mücadele eden diğer rakip­ leri, İnananların kimin lider olacağı meselesinin çözüme ulaş­ tırılması dışındaki temel kaygılarından herhangi birine odak-

240

lanmalarına imkan verecek sükunete veya güvenliğe sahip olabildiler. 73 yılında / 692 sonbaharında Abdullah ibnü'z­ Zübeyr'in uğradığı nihai yenilgi, ilk İnananlar tarafından ku­ rulan imparatorluğun Abdülmelik ile Emevi ailesinin Mervan! kolu liderliğinde fiilen yeniden birleşmesini sağlayan olay oldu. Bu zaferle birlikte - doğrusu bundan biraz önce, yani zaferin kaçınılmaz olduğu açıkça görülünce ve Abdülmelik'in konumu sağlamlaşınca - Abdülmelik kendi düşüncesine göre İnananların temel hedefleri için çabalamayı sürdürmeyi önemsediğini kanıtlayan politikalar izlemeye başladı. Abdülmelik'in devam ettirdiği, iç savaş yüzünden uzun zamandır kesintiye uğramış bir faaliyet, imparatorluğun sınır­ larını genişletmek ve Tanrı'nın yasasının buyruklarını yaygın­ laştırmak amacıyla akınlar ve fetih seferleri düzenlemekti. İlk hedef Bizans oldu. Görmüş olduğumuz gibi, iç savaş sırasında Abdülmelik, Bizans imparatorluğuyla para karşılığında barış yapmak zorunda kalmıştı; bu anlaşmalardan biri, 70/689-690 tarihinde yapılmıştı; fakat Abdülmelik Bizans topraklarına yaz akınları düzenleme politikasını kaldığı yerden devam ettirme­ ye İbnü'z-Zübeyr'in nihai yenilgisinden de önce başladı. Bu politika bundan sonra Abdülmelik ve halefi olan emfrü 'l­ mü 'mininler, özellikle de oğulları el-Velid (h.d.: 86-96/705-715) ve Süleyman (h.d.: 96-99/715-/1 7) tarafından şevkle sürdürül­ dü. Hatta Süleyman Bizans başkenti Konstantinopolis üzerine, bir yıldan uzun süren (98-99/71 7 yazı-718 yazı) muazzam bir kara ve deniz saldırısı düzenledi ve şehri ele geçirmeye çok yaklaştı. Durumları sağlamlaşan Emeviler, imparatorluğu başka bölgelerde de genişletmeye yönelik bir politika izledi ve doğuda Taberistan'a, Cürcan'a, Sicistan'a (Sistan), Harezm'e ve Ceyhun nehrinin ötesine, batıda da İber yarımadasına önemli seferler düzenledi. Bu sonuncu bölgeye komutan Musa ibn Nusayr ve yardımcısı Tarık ibn Ziyad tarafından 9294/71 1-713 arasında büyük ölçüde boyun eğdirildi. Abdülme­ lik Sind'e (modem Pakistan'da yer alan İndus Vadisi) bile bir

241

kuvvet gönderdi ve böylece burada 93/71 1 yılında, Abdülme­ lik'in başlıca komutanı ve Irak valisi Haccac ibn Yı'.'ısuf'un himayesindeki genç Muhammed ibn Kasım es-Sekafi'nin ko­ mutasında bir İnananlar kolonisinin kurulmasını sağladı. Bu dönemde fetih seferleri, politika gereği, düzenli aralık­ larla ve geniş çapta düzenlenirdi; çünkü bunlar, hem Tanrı'nın yasasının buyruklarını yeni yerlere yayıyordu, hem de rejimin maliyesi için oldukça önemliydi: Bu fetihler sayesinde topla­ nan ganimet ve vergi gelirleri (ve köleler) rejimin askerlere ödenmesi için ihtiyaç duyduğu zenginliğin kaynağıydı. Bu durumda hanedanın "iyilik ederek iyilik bulduğundan" söz edilebilir ve maddi saikler ile ideolojik veya dinsel saiklerin hangisinin daha fazla önem taşıdığını kestirmek epey güçtür ki bunların birbirinden ayrılabileceklerini söylemek de doğru olmaz. Yayılma politikasının rejime sağladığı muazzam maddi avantajlar yok sayılamaz. Fakat dinsel motivasyonun - Tanrı kelamının geniş çapta öğrenilmesini sağlama arzusunun hanedanın açgözlülüğünün bir kılıfından ibaret olduğu sonu­ cuna varmak da fazlasıyla yüzeysel olur. Bu, İnananlar hare­ ketinin köklerini dinsel sorumluluktan alan bir hareket olarak ortaya çıktığını ve uzun bir süre böyle devam ettiğini gözden kaçırmak demektir. Dahası, (Abdülmelik'e veya Emevilere genelde pek iyi yaklaşmayan) İslami gelenekte, Abdülmelik'in dindar bir kimse olduğunu ve gençliğinde dini bir eğitim al, maya istek duyduğunu gösteren rivayetler bulunur. Dolayı­ sıyla, yayılmanın itici gücünün dinsel ve maddi saiklerin ay­ rılmaz bir bileşimi olduğuna hükmetmek en iyisi olur. İlk İnananlar hareketinin başlıca boyutlarından bir tanesi de, görmüş olduğumuz gibi, yaklaşan Hesap Günü'ne odak­ lanmış olmasıydı; ilk İnananların birçoğu bu günün çok yakın olduğuna inanıyordu. Bazı İnananları kendi bildik gündelik kaygılarından vazgeçmeye ve Tanrı kelamının buyruklarını yaymak amacıyla çoğunlukla "İslami fetihler" diye anılan uzak ve zorlu seferlere katılmaya bu tarz apokaliptik inançlar

242

sevk etmiş olabilir. Elbette maddi saiklerin çekiciliği de insan­ ları harekete çekmekte önemli bir oynamış olmalı; fakat bun­ lar, esasen yayılma süreci apaçık bir ivme kazanınca devreye girmiş olmalıydı; bu yüzden ideolojik saikin - yaklaşan Hesap Günü'nden duyulan korkunun - hareketin ilk yıllarında çok önemli sayılmış ve sonradan etkisini yavaş yavaş yitirmiş olması muhtemel görünür. Doğrusu, görmüş olduğumuz gibi, hareketin olağan dünyada elde ettiği başarılar muhtemelen bunlarda Tanrı'nın İnananlara lütfunun işaretlerini ve kendi dinsel iddialarının doğrulandığını gören kimilerinin dinsel coşkusunu artırmıştı. İç savaşların yol açtığı bölünmeler de aynı şekilde, o dönemde yaşamış bazı kimseler tarafından, Hesap zamanına öncülük etmesi beklenen karışıklıklar