Nereden Nereye? - Ak Parti'nin İktidar Serüveni
 9786258024067

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

TAHSiN BULUT

N(H(D(N N(H(V( ?L AK PARTi'NiN İKTİDAR SERÜVENİ

Basım Yayın Dağıtım 2021

@ 2021 Ekin Yayınavi Tüm hakları mahfuzdur. Bu kitabın tamamı ya da bir kısmı 5846 Sayılı Yasa'nın hükümlerine göre, kitabı yayınlayan yayınevinin izni olmaksızın elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılamaz, özetlenemez, yayınlanamaz, depolanamaz. Sertifika No: 48743

ISBN: 978-625-8024-06-7 Sayfa Düzeni/ Kapak Tasarımı: Tuba OKAT Baskı va Cilt: Stüdyo Star Ajans Ltd. Şti. Alaaddinbey Mah. 634. Sok. NİLTİM Ayaz Plaza No:24 Tal.: (0.224) 249 33 20 Sertifika No: 48334 Baskı Tarihi: Kasım 2021 EKiN Basım Yayın Dağıtım Şehreküstü Mah. Cumhuriyet Cad. Durak Sk. Na: 2 Osmangazi / BURSA Tal: (0.224) 220 16 72 - 223 04 37 Fax: (0.224) 223 41 12 a-mail: [email protected] www.ekinkitap.com

TAHSİN BULUT,1961 yılında Trabzon'da doğdu. 1985 yılında İstanbul Üni­ versitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nden Y üksek Lisans eğitimini tamamlayarak mezun oldu. 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bi­ limler Enstitüsü'nde 'Mahalli İdareler ve Şehircilik' üzerine Yüksek Lisans yaptı. 1994-2004 yılları arasında iki dönem Bursa İl Genel Meclis Üyeliği, İl Genel Meclisi'nde çeşitli ihtisas komisyonu başkanlıkları ve İl Daimi Encü­ men Üyeliği görevlerinde bulundu. 2000-2004 yılları arasında Bursa Hakimiyet Gazetesi'nde ağırlıklı olarak genel siyaset ve yerel yönetimler üzerine düzenli köşe yazıları yazdı. 2004-2009 yıllan arasında Bursa Büyükşehir Belediyesi Yerel Gündem 21 Programı'nın ve 2004-2010 yılları arasında da Bursa Kent Konseyi'nin Genel Sekreterliği görevlerini yürüttü. 27 Şubat-3 Mart 2006 tari­ hinde Güney Afrika'nın Cape Town kentinde yapılan ICLEI (Uluslararası Yerel Çevre Girişimleri Konseyi) olağan kongresinde, 'Dünyadaki En İyi Uygulama Örneklerinden Biri Olan' Bursa Yerel Gündem 21 'in 'Yerinden Yönetim ve Yoksullukla Mücadele Programı' konularında sunum gerçekleştirdi. Yine 4-6 Aralık 2006'da BM Eğitim ve Araştırma Enstitüsü UNITAR'ın Barselona'da (CIFAL Barselona) organize ettiği 'Kentlerde Sosyal Grupların Entegrasyonu, Birlik İnşası ve Güvenlik' konulu seminerde, yöneticiliğini yaptığı 'Bursa Kent Kültürü ve Kentlilik Bilincini Geliştirme Projesi'ni sundu. 2007 ve 2008 yılla­ rında 'Bursa Günlüğü Dergisi'ni çıkarttı ve Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Bayındırlık Bakanlığı'nca 16 Kasım 2008-07 Mayıs 2009 tarihleri arasında ger­ çekleştirilen 'Kentleşme Şurası 2009'un Genel Kurul Üyeliği'ne seçildi ve 10. Komisyon'da görev yaptı. Sivil toplum, katılımcı mekanizmalar, yerel yönetimler ve kentleşme konularında birçok konferans, seminer, çalıştay ve panele konuşma­ cı olarak katıldı. Bursa Diş Hekimleri Odası, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası, Bursa UNESCO Derneği, Kamu Politikaları Enstitüsü Derneği, Sosyal Politi­ kalar Merkezi Derneği, TOSYÖV Bursa Destekleme Derneği, Bursa Böbrek Vakfı, Demokrasi ve Uzlaşma Grubu ve Bursaspor Divan Kurulu üyesidir. Şubat 2008'de Alfa Aktüel'den çıkan 'Değişimi Yöneten Türkiye' ve Kasım 2013'te Ekin Yayınları'ndan çıkan 'Şeffaf, Katılımcı ve Etkin Kent Yönetimi için KENT KONSEYLERİ' adlı iki kitabı yayınlanan Tahsin Bulut, halen bur­ saport.com sitesinde siyaset ağırlıklı yazılar yazmakta, Fırat Emiroğlu ile birlik­ le Sosyalink ağı üzerinden haftalık Podcast programı yapmakta ve yaklaşık 36 yıldır serbest diş hekimi olarak çalışmaktadır.

ÖNSÖZ Bu çalışmada, başlangıçta erdemliler hareketi olarak adlandırılan, 2003 Bursa 1. Olağan İl Kongresi 'nden sonra benim de 8 yıl süre ile aktif olarak içinde bulunduğum, ülkemiz için giderek büyük bir ya­ nılgıya, hayal kırıklığına ve talihsizliğe dönüşen, bir kısmı bizzat ta­ nıklıklarım ekseninde gelişen Ak Parti iktidarının, aslına rücu ederek yaslandığı ideolojinin uydurma tarih tezlerine dayalı gerçek dışılığını, Siyasal İslam üzerinden beslendiği taht kavgası merkezli din anlayışı­ nın kaynaklarını, kin ve nefret söylemleri ile donanmış rövanşist siyaset serüvenini, siz değerli okurlar için kaleme aldım. Yine çalışmada, Ak Parti 'nin iktidar yürüyüşünün kilometre taşları­ nın nasıl döşendiğini, o dönemin Türkiye siyasetinin kırılganlıklarını, istikrarsızlıklarını, Ak Parti 'nin kuruluş felsefesini, ilkelerini, parti prog­ ramını, sonra da o ilkelerden, o programdan saparak sürüklendiği ve ül­ kemizi de sürüklediği başarısızlığın, yolsuzluk iddialarının, hukuk dışı uygulamaların, antidemokratik tutumun, kayırmacılığa ve liyakatsizliğe dayalı icraatların hikayesini bulacaksınız.

Özellikle kuruluş ilkelerini ve parti programını, iktidar döneminin belirli bir kesitinden sonra askıya alarak, içinde yetiştikleri ideolojik ge­ leneğe, Siyasal İslam ideolojisine geri dönen Ak Parti önderlerinin, bu bağlamda beslendiği kaynakları irdelemek, tarihi referanslarını incelemek ve oralardaki tutarsızlıkları, çelişkileri, uydurma hikayeleri ortaya koymak bakımından, çalışmanın ilk bölümlerini bu tarihsel sürece ayırdım. Ak Parti iktidarının bu derece uzun sürmesinin önemli sosyolojik ne­ denleri vardır. Bu nedenleri, Osmanlı'nın yıkılış sürecindeki tartışmalar­ dan, Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki ihtilaflara, yukarıdan aşağıya modernleşme ve despotik aydınlanma projesinden, darbeler döneminin halkı sistemin dışında tutan uygulamalarına, içe kapalı ve cemaat kül­ türünden birey olmaya evrilememiş toplumsal dokudan, itaat kültürünü dini bir zorunluluk olarak algılayan insan yapısına kadar götürebiliriz. Bütün bu sebeplere dair propagandalarla toplumun büyük bir kesimini hamasete ve din istismarına yenik düşüren söylem ve uygulamaların, tarihsel gerçeklerle ne derece örtüştüğünü, Türkiye sosyolojisinin bu bağlamdaki kırılganlığını irdelemeden, uzun iktidar döneminin zaafla­ rını, başarısızlıklarını ortaya çıkarmak tek başına yeterli ve ikna edici olmayacaktır. İslam tarihindeki ve günümüz İslam dünyasındaki gerçekleri gün ışığına çıkarmadan, ümmet fikri üzerinden geliştirilen din sömürüsüne dayalı propagandaların, tarih disiplini alanında yetişmemiş kişilere re­ ferans yapılarak Osmanlı'nın yıkılışı ve Cumhuriyetin kuruluşuna dair ortaya atılan ve tarihi gerçeklerle örtüşmeyen iddiaların, hamaset içe­ rikli propagandalarla süslenerek toplumun önüne konulan hakikat dışı olayların, ya da olayların arka planındaki gerçeklere gözünü kapatan tu­ tumların, bunca yıllık iktidar süresi üzerindeki etkilerini ortaya koyma­ nın, çalışmanın maksadı bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. 20 yıla yaklaşan Ak Parti İktidarı ile Türkiye, hem tarihi bir fırsah kaçırmış hem de çok zaman kaybetmiştir. Siyasi tarih okumalarımız ve tanıklıklanmız bize gösteriyor ki, hamasete, dini ve milli değerlerin is­ tismarına dayanan politikaların, popülizmin, tutarsızlıkların, ekonomik israfın, kayırmacılığın, kutuplaştırıcı dilin ve yalan propagandanın bu derece fütursuzca uygulandığı bir başka siyasi tarih kesi timiz yoktur.

Oysa Türkiye, 1990' lı yılların yozlaşmış ve istikrarsızlaşmış siya­ set tablosundan, dönemin ekonomiden sorumlu devlet bakanı Kemal Derviş'in Uluslararası Para Fonu(IMF)'nun desteği ile uygulamaya koyduğu ve o zamanki DSP, ANAP, MHP koalisyon hükümetinin sa­ hiplendiği program sayesinde, güçlü ekonomiye geçiş için önemli me­ safeler kat etmişti. Özellikle ekonomik alanda yeni kurumsal yapılar oluşturarak ve birer sömürü aracına dönüşmüş bazı banka ve kurumlan tasfiye ederek haksız rekabetin ve sömürücü kurumlann kısmen önü kesilmiş, Türkiye ekonomisi uçuruma yuvarlanmaktan kurtanlmıştı. Sürecin en önemli ayaklanndan olan hukuki düzenlemeler de, AB öl­ çeğinde standartlara uygun anayasal değişikliklerle gerçekleştirilmişti. Esasen ekonomik ve hukuk altyapısı sağlamlaştırılmış bir Türkiye, 3 kasım 2002 erken genel seçimleri sonrası iktidar olan Ak Parti 'ye altın tepsi içinde sunulmuştu. Bundan sonra yapılması gereken, 21 .yüzyılın Türkiye'nin yüzyılı olması yönünde Cumhuriyet tarihinin dördüncü bü­ yük devriminin adımlarını atmaktı. Yani yapılması gereken, kayırma­ cılığın ortadan kalktığı, eşit rekabet koşullarında politik ve ekonomik çoğulculuğun sağlanabildiği, hukukun üstünlüğü ve demokratik hak­ ların bütünü ile tesis edildiği, kamu yönetiminin şeffaflaştığı, liyakat esaslı bir yönetim anlayışının egemen olduğu, herkesin yararına bir dü­ zenin gerçekleştirilmesi için mücadele etmekti. İşte tam da böyle bir programla ortaya çıkan Ak Parti, ilk 8 yıllık dö­ nemde bu yöndeki çalışmaları büyük oranda başarıyla ortaya koymuş, ancak devletin tüm kurumlan üzerinde istediği kontrol ve hakimiyeti sağladıktan sonra, başlangıçtaki ilkelerden ve programdan vazgeçerek, eski Türkiye'nin konumundan daha beter bir siyasi çizgiye geri dönüp, Türkiye'nin makus talihine yeniden boyun eğmesine sebep olmuştur. Kayırmacılık, liyakatsizlik, kamu kaynaklarını har vurup harman sa­ vurmak, hukukun üstünlüğünü üstünlerin hukukuna çevirmek, temel hak ve özgürlükleri askıya almak, düşe kalka geliştirdiğimiz demok­ ratik değerleri çöpe atmak, kutuplaştırıcı dille toplumun adeta ortadan ikiye yarılmasına sebep olmak, devletin kurumsal kimliğini alabildiği­ ne yıpratmak gibi pek çok başlıkta Cumhuriyet tarihimizin hiçbir döne­ minde olmadığı kadar geriye gittik.

İslam ülkeleri içinde Modem Türkiye projesi ile temayüz eden ülke­ miz, bunca demokrasi deneyine, bunca akıl ve bilim çabasıyla biriktirdi­ ği müktesebata rağmen, muasır medeniyet yolundaki bu kritik eşiği, bir kez daha yakalamış olduğu fırsatı teperek, maalesef yine aşamamıştır. Bu çalışmada, konu bütünlüğü ve genel geçerlik bakımından, sağ­ lam ve güvenilir kaynaklara atıflar yaparak, maddi hatalara düşmeden okuyucunun önüne, tarihsel gerçekliklerle örtüşen rasyonel bir tablo koymaya çalıştım. Kuşkusuz kullandığım kavramlar üzerine yazılmış çok sayıda akademik çalışma vardır. Bu konuda bir literatür çalışması yapmak, bu kitabın özgün ve pratik amacını aşan bir tutum olurdu. Amacım, 21.yüzyılı Türkiye'nin ve Türklerin yüzyılı yapabilecek­ ken, bu fırsatı ortadan kaldıran veya en azından şimdilik çok öteleyen nedenler, uygulamalar ve bu uygulamalardan doğan sonuçlar üzerinde tarihe not düşmektir. Kitabımın son okumasını yaparak, dil, anlatım ve içerik yönünden önemli katkılarda bulunan gazeteci yazar dostum Yüksel Baysal'a, yine son okumasında destek olan şair ve yazar dostum Ali Rıza Mal­ koç'a, yazar Metin Sevil'e teşekkürü bir borç biliyorum. Kitabımın kapak ve iç tasarımında katkılarını esirgemeyen Grafiker Tuba Okat hanımefendiye ve kitabı yayınlayan Ekin Yayınevi'ne şük­ ranlarımı sunuyorum.

İÇİNDEKİLER 1. BÖLÜM DİN VE DEVLET İLİŞKİSİ Din-Devlet İlişkisi İslam'ın Filozoflar Çağı İslamda Akıl ve Bilim Uyanışının Sonu İslamcılık Siyasetinin İflası Yeni Osmanlılar Mısır ve Müslüman Kardeşler

3 8 10 13 18 23

il. BÖLÜM CUMHURİYET TARİHİNİN ÜÇ BÜYÜK DEVRİMİ CUMHURİYETİN KURULUŞU Cumhuriyet Öncesi Durum ve Osmanlı Yenilikçiliği 32 Tanzimat Fermanı 34 il. Abdülhamid Dönemi 38 42 Cumhuriyetin Modem Türkiye İdeali ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİŞ 54 Türkiye 'nin Batı Bloku Tercihi Demokrat Parti İktidarı ve Darbeler Dönemi 56 Siyasal İstikrarsızlık Yıllan 63 Sağ Sol Kavgası ve 12 Eylül 65 ÖZAL'LI YILLAR VE DEVLETTEKİ YAPISAL DÖNÜŞÜM 69 Kısaca Ekonomik Sistemler 72 Turgut Özal Dönemi Yapısal Reformları 74 Dışa Açık Büyüme Stratejisi 77 1987 Seçimi SonrasıAnap'ta Başlayan Yozlaşma

90'larda Türkiye 28 Şubat Süreci Siyasal İslam'ın Yükselişi

80

85

88

III. BÖLÜM AK PARTİ'NİN İKTİDAR YÜRÜYÜŞÜ Recep Tayyip Erdoğan'm Siyasal Hikayesi Recep Tayyip Erdoğan'ın Belediye Başkanlığı Dönemi Mağduriyet Üzerinden Vatandaşla Kurulan Duygudaşlık Son Koalisyon Hükümeti Ak Parti'nin Kuruluş İlkeleri, Felsefesi, Parti Programı Muhafazakar Demokrasi 3 Kasım 2002 Milletvekili Genel Seçimleri Ak Parti Parti İçi Eğitim Programı Ak Parti İktidarının İlk Yılları Dördüncü Büyük Devrim Başarılabilecek mi? Kamu Yönetimi Reform Girişimi ProaktifDış Politika ve Ak Parti Yönetiminin Kıbrıs Sorununa Bakışı Avrupa Birliği Entegrasyon Süreci Cumhuriyet Mitingleri Ergenekon Kumpas Davaları Ak Parti'ye Kapatma Davası 2008-2009 Ekonomik Krizi 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu

97 98

101

102

107 113 115

122 133 139 142

147 150 154

158

164

165 168

iV.BÖLÜM RÖVANŞİST (İNTİKAMCI) SİYASETİN AYAK SESLERİ Kurucu İktidar Sorunu Çözüm Süreci ve Meşhur Açılımlar Dış Politikada Büyük Yanlışlar Başlıyor Arap Baharında Tuzağa Düşen Türkiye 2012 Anayasa Platformu Çalışması Rövanşist Siyasetin Rüzgarları Esmeye Başlıyor Bitmeyen Kavgamız; Ulusal Kültür Savaşı Gezi Olayları Ak Parti Liderliği ve Kadroları Aslına Rücu Ediyor Kayırmacılık, Nepotizm, Kliental İlişkiler Dinin Siyasal Alanda Kullanılmasında Sınır Yok Medya Üzerindeki Baskılar Yoksullukla Mücadele Sosyal Yardımlarla Olmaz Yolsuzlukta Tarihin En Şaibeli Dönemi Yasakların Sıradanlaşması ve . . . ..... ���ltµcl�ıjrı �1�1���11�1��1!1�� 1 15 Temmuz Darbe Girişimi Başkanlık Sistemi Hazırlıkları Devlet Bahçeli' den Akıl Almaz Dönüş

...... . . .. .. ......... . . .. .

. . . ..... , .. - --

. . .... .. .. .. .. .... ................... .....

·· · ··········· ·······- ·· · . ....... .. . . ....... .

.. .............. ..

. . ... ............. ..

.. ....... . .

. ........................ ........... .. .

. . . . . . . , ....

. .. . . .. , . . .. .. .

.................. ... . ................................................. , . ..... . ................ .... ....... . ............... ... .

·· ·· · ···· ·················· ·· ··············· ······· ·· · ·············· ······· ·················· .. · · · ········ ·········· ·•· ·· · · · ··· .. ·· · ····.. ······•··· ·· ···· · ··· .

.. . · · ······ ············ ······· ····· ··········· ····· · ········

................. , . . ..... ................ , ...... .. ..... . . ..... ..

. ··· ················ ···········•· ····

··· ······· ····· ·· ·· •·· ···· ······· ············· ···· ··············· ······· .. ........ .. . . ..... . , ... ............

·· ············ · · ······· ·····•··••·••······ ··· ·· ······· ····· ····· ··· · ····•· • •·············· ·············••··•· .... ... ................... . · ······ ····· ..... .. .. . .. ... ..

· ····· ·· .... ... .... . . ........... ...........

..... . ..... .... .. ... ··••·• ··•··••····•· ··· · · ··

..

.

.

••··•··• •·•······

· ·· ····· ··· ··· ···· ···· . ...

.... ············ ····· ···· ·· ·· ·

175 179 188 190 197 199 210 215 221 229 233 236 242 247

·········· ·· ····· ·············· ··

258 260 271 274

BÖLÜM CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ DÖNEMİ V.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Başkanlık Sistemi mi, Başkancı Sistem mi? Çelişkili ve Yanlış KHK'lar Kuvvetler Ayrılığının Ortadan Kaldırılması

····· ···········•········· · ························· · ········· ····· · · . . .. ........ . .... ·· ·········· ···················· ............ .............

········ · · ···•············· ·······- · · ···················· · · ················ ··

281 291 295 302

Birey Devlet İlişkilerinde Değişen Bir Şey Yok Eğitimde Büyük Başarısızlık Ekonomide Büyük Çöküş Tanın ve Çevre Politikaları Ak Parti Döneminde Sağlık Hizmetleri ............. ......... .................. ............ . Pandemi Sürecinde Türkiye ve Dünyanın Durumu? .................... ..... .................. .. .... ..... ............................ .. Hukuk Sistemimiz Nereye? Mafya-Siyaset-Bürokrasi İlişkisi ............... ............... ..... ........ Adalet Duygusu Çok Yara Aldı Tek Kişilik Partiden Tek Kişilik Hüküınete Yerel Yönetimlerde Reform Yalanı Siyasetin Yükselen Hastalığı; Popülizm Kanal İstanbul Projesi Dünya ya da Batı Bize Düşman mı? Ak Pa.rti İktidanı:ıın U� ��e�iııiı:ı �ırrı �eydi? Dördüncü Büyük Devrim Başarılamadı

.................... . • · · ···· ······· ···· ··········· · ·· ···"············ ·········

,

.. ...........

......... . ....... . . ···········"·'··········· · ·············• ""''''

306 313 326 341 347 356 362 370 377 380 386 392 404 409 411 414

VI.BÖLÜM SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Sonuç ve Değerlendirme

423

Aklını kullanma cesaretini anster. (Sapere aude/Bilmeve cesaret etl lmmanuel Kant

1. BOLÜM DİN-DEVLET iLiSKiSi

Din ve Devlet iliskisi Tarih boyunca din-devlet ve din-siyaset ilişkisine baktığımızda, bu ilişkinin insan hayatına yön vermede en etkili olan, çatışma alanlarında en geniş yer tutan ilişki olduğunu görürüz. Yine bu ilişkinin serüvenin­ de, inanç üzerinden sürdürülen mücadelelere baktığımızda da, tanrısal veya teolojik içerikli tartışmalardan ziyade, güç ve iktidar kavgalarının egemen olduğuna tanıklık ederiz. Yani din-devlet ilişkisinde din, kral­ ların, despotların, tiranların, halifelerin kudretlerini tahkim etme aracı olarak kullanılmıştır. Siyaset bilimi literatüründe, gücü elde etmeye ve bu yolla iktidar devşirmeye veya iktidarım tahkim etmeye yönelik tüm çabalar siyasal faaliyet olarak adlandırılır. Tarihsel süreçte ülkelerin iç veya dış iliş­ kilerinde gücü ele geçirmek için şiddetin, paranın, hilenin, aklın veya bilginin, siyasetin temel araçları olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu te­ mel kaldıraçların, din temelli siyasal mücadelelerde de, ulusal ve ulus­ lararası siyasal mücadelelerde de belirleyici olduğu gerçeği günümüzde de geçerlidir. Öte yandan dinin alanı nesnel gerçeklikle ulaşılabilen bir alan değil­ dir. Yani metafizik evrenin hakikatler dünyası diye tanımlanan bilinme­ yenler alemine, bilimin gerçekliğine ulaştığımız gibi deney ve gözlemle ulaşamayız. Eşyanın somut halini duyularımızla algıladığımız gibi, me­ tafizik alanın varlığını da, aynı biçimde algılayamayız. Ancak bu nokta­ da tasavvurlarımızla, imgeleme yetimizle, düşsel, düşünsel ve sezgisel çabalarımızla, soyut inanışlara, varsayımlara ve kabullere erişebiliriz. Oysa dünyevi hayatın bizatihi kendisi nesnel gerçeklikler bütünü­ dür. Bu anlamda tabi ki insanın, insan hayatının sadece maddeden iba­ ret ve tek boyutlu olduğunu söylemiyor, insanın, metafizik alemle ilgili tasavvurlarını, din eksenli ritüel bağlamındaki tutum ve davranışlarını göz ardı etmeyi savunmuyorum. 3

Yani bireyin, dinin soyut dünyasına dair tasavvurlarını, metafizik hakikatin idrakine yönelik çabalarını görmezden gelemeyiz. Hatta in­ sanın metafizik alandaki hakikat arayışını, yani inanç hürriyetini en temel insan haklarından biri olarak kabul etmek zorundayız. Ancak bu noktada hemen şunu da ilave etmemiz gerekir; duyularla kavranamaz ve anlaşılamaz olan alandan yola çıkarak, objelerin bilgisi ile şekillenen nesnel alanın yönlendirilmesi ve yönetilmesi, çatışma doğur­ maya müsait irrasyonel bir uğraştır. Tarihi tecrübe bunun sınırsız örnek­ leri ile doludur. Bu hususu Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı hocası Prof. Dr. Ahmet Akbulut, 'Bilgi zemini uzlaştınr, inanç zemini çatıştınr' ve 'Unutmamak gerekir ki insanlar bilgileri uğruna değil, inançları uğruna savaşırlar' diye ifade etmektedir. (1) Erich Fromm'un 'Psikanaliz ve Din' adlı eserinde 'Otoriter Din­ ler' diye tanımladığı üç semavi din olan Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık tarihinde, din ve mezhep savaşları, insanlık tarihinin en acı, en trajik, en acımasız katliamlarına sahne olmuştur. Tüm bu bahse konu savaş ve çatışmaların esas sebebi güç ve iktidar kavgasıdır. Çün­ kü çatışmaların odağında, çoğu kez metafizik alana ait tezler ya da te­ olojik tartışmalar değil, iktidar gücünü kimin ne şekilde kullanacağına dair tartışma ve kavgalar vardır. Teolojik tartışmalar, ya iktidar gücünü kullanmanın istismar aracı olarak, ya da iktidar gücünü elde etme mü­ cadelesinin kamuflajı olarak kullanılmıştır. Yani çatışma yanlısı din önderleri ve siyasiler, koltuk kavgalarına meşruiyet kazandırmak için, din kaynaklı uydurma referanslarla hare­ ket edip, dinden destek aramışlardır. Zaten şunu biliyoruz; 'Din konusunda kimin önderlik edeceği, ki­ min hilafet makamını hak ettiği tartışmasının başladığı noktadan itibaren dinin alanından çıkmış, siyasetin alanına girmiş olursunuz.' Mesela Müslümanların Cemel ve Sıffin Savaşları, bu tezi doğrula­ yan iki büyük çatışmayı anlatır bize. İslamiyet öncesi kabile kültürünün egemen olduğu Arap toplumu, Uz. Mubammed'in ölümü ile birlik­ te, dinin iyilik vazeden öğretisini ihmal ederek, İslamiyet öncesi Arap kültürüne geri dönmüştür. Peygamberin ölümünün hemen arkasından, hatta defin işlemleri bile gerçekleşmeden Sahabe arasında başlayan ik4

tldar kavgası, ilkel kabile asabiyetine dayanan, davranış kalıplan me­ denileşmemiş, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, kadının ikincil varlık statüsünde bir muameleye tabi olduğu, insan hak ve hürriyetle­ rine zerre itibar edilmeyen, insanlığın ilk evrelerine ait biyolojik düşü­ nüş biçiminin egemen olduğu bir kültürün izlerini taşır. Öte yandan Hz. Muhammed'in peygamberliğini ilan ettiği dönemden ölümüne kadar olan evre, insanların en bahtiyar, en mutlu oldukları dönem anlamın­ da 'Asr-ı Saadet' dönemi olarak adlandırılır. Bazı İslam müellifleri bu döneme Halifeler dönemini (Hulefa-i Raşidin) de dahil ederler. Oysa Hz. Muhammed'in peygamberlik dönemi Bedir, Uhud ve Hendek Sa­ vaşları'nın olduğu dönemdir; halifeler dönemi ise, hem iç savaşlann, kan ve gözyaşının bol olduğu, hem de Ebubekir hariç diğer üç halifenin eceliyle ölmeyip, yine Müslümanlar tarafından öldürüldüğü dönemin adıdır. Dolayısı ile Asr-ı Saadet iddiası biraz abartılı bir iddiadır. Düşünebiliyor musunuz, bir tarafta peygamberin eşi Hz. Ayşe, diğer tarafta peygamberin damadı Hz. Ali, sırf halife kim olacak diye birbirine düşüyorlar ve Cemel Vakası (M.S.656) ve Sıffin Savaş'ında (M.S.657661) 1O binlerce Müslüman 'ın ölümüne sebep oluyorlar. Oysa kendileri birinci elden Hz. Muhammed'e tanıklık etmiş, İslam öğretisinin bütün detaylarına vakıf olmuşlardı. Ama saltanat tutkusu, iktidarı ve gücü ele geçirme hırsı akıllannı ikinci planla itmiş, düşüncelerini dumura uğrat­ mış ve bütün bildiklerini unutturmuş olacak ki, taht uğruna savaşmayı ve binlerce insanın ölümünü göze alabilmişlerdir. Ne yazık ki bunlara sebep olan şahsiyetler, Müslüman dünyanın bugün büyük saygı duydu­ ğu, hatta cennetle müjdelenmiş şahsiyetler olarak anılmaktadırlar. Esasen bu iki olayda da, dinin yerine siyasetin ikame edilmesinin nasıl büyük trajedilere, büyük buhranlara sebep olduğunu görüyoruz. Günümüzdeki IŞİD, Boko Haram, El Kaide, El Nusra gibi dini bir si­ lah olarak kullanmaktan ve bu nedenle her türden teröre başvurmaktan çekinmeyen selefi örgütlenmelerin ve Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) gibi tamamen siyasi bir hareket olan organizasyonların bes­ lendikleri referanslarda, kanaatimce Cemel ve Sıffin Savaşları önemli bir yer tutmaktadır. Zira bu örgütler, terör eylemlerini esasen dini kaygı­ lardan, dini amaçlardan ziyade, siyasi hedefleri için gerçekleştirmektedirler. 5

İslam bağlamındaki din eksenli yasadışı örgütsel faaliyetlerin, terör eylem­ lerinin birinci derecede gayesi, bu eylemlerden siyasi sonuç üretmektir. Her iki olayda da İslamiyet öncesi Arap toplumunun kabileci ilkel zihniyeti ortaya çıkmış, iyilik öğretisinin genel kuralları olan özgürlük, adalet, eşitlik ve dayanışma dışında açıkça bir düzenleme getirmeyen İslam öğretisine rağmen, din iktidar hırsına ve taht kavgalarına alet edile­ rek, Prof. Dr. İsmail Tatlıoğlu 'nun veciz tanımlaması ile 'Saltanat mer­ kezli din anlayışı sayesinde' bir dinsel dejenerasyona sürüklenilmiştir. Tatlıoğlu, 'İslam tarihinde saltanat merkezli din anlayışının, insanlı­ ğa dikkate alınacak bir katkı sunmadığını, oysa insan merkezli İslam anlayışının bir İslam Medeniyeti ürettiğini' ifade etmektedir. İslam öğretisinin temel dayanağı, insanın iyiliğine vurgu yapmasıdır. önemli olan Müslümanların hatta tilin insanlığın refahının sağlanması ve adalet içinde bir yönetimin egemen kılınmasıdır. Yani dinin, Siyasal İslamcıların dediği gibi, devlet hayatının tüm alanlarını kuşatan bir rejim önerisi yoktur, ancak iyilik öğretisi bağlamında ana mesajlar veren bir yaklaşımı vardır. Prof. Dr. Ahmet Akbulut'a göre 'İslam, devlet idare­ sinin ve siyasal alanın aynntılannı, zaman ve mekina göre belirlen­ mek üzere Müslümanlara bırakmıştır.' Yani, yine Siyasal İslamcıların iddialarının aksine Akbulut'a göre 'İslam, siyasal rejimi hem adlan­ dırmamış hem de sınırlandırmamıştır ve dinsel nitelikli herhangi bir kurumsal yapı da önermemiştir. Yine İslam, siyasi iktidarın Allah'a dayalı olduğuna dair bir görüşe de yer vermemiştir. Aksine İslam, ik­ tidarın halka dayalı olduğu tezini bir yenilik olarak ortaya koymuş­ tur.' Akbulut'a göre, 'İnsanın fıtratından kaynaklanan üç temel alan vardır. Bunlar dini alan, ilmi alan ve siyasi alandır. Yüce Allah bireyle sınırlı olan dini alanın ilkelerini belirlemiş ve diğer iki alam, yani bi­ lim ve siyasi alanlan insanın aklına, araştırmasına, geliştirmesine ve sorgulamasına bırakmıştır.' Yine Akbulut hocaya göre, 'Dinde otorite Allah, siyasette otorite ise egemen olan bireylerin vekil tayin ettiği insandır.' Buradan, hem demokrasinin esas İslam düşüıicesi ile uyumlu olduğunu anlıyoruz, hem de 'EgemenlikAllah'ındır' sözünün yaradılışa dair 'Kavram Tanrı' perspektifli bir mesaj değil, dini siyasal iktidarları­ na alet etmek isteyenlerin propaganda enstrümanı olduğunu anlıyoruz. (2) 6

Esasen daha çok modern zamanların ideolojisi olarak sunulan Si­ yasal İslam'ın doğuş hikayesini, İslamiyet'in doğduğu tarihe kadar indirgemek mümkündür. İslamiyet'ten önceki Arap toplumlarında kabile asabiyetinin egemen olması, Arap toplumunun güçlü bir devlet kurmasını engellemişti. İl­ kel kabile kültürünün ve çöl mistisizminin etkisi altında, tarihin uzun döneminde toplumsal dokuda önemli bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanmadı. Ancak İslamiyet sonrası dönemde, İslam'ı saltanat dini­ ne dönüştüren ve dini, iktidar gücünün tahkim aracı olarak kullanan Emevi Devleti (MS. 661), sonra da Emevileri ortadan kaldıran Abbasi Devleti (MS. 750) ortaya çıkmış ve İslamiyet hızla geniş coğrafyalara yayılmıştır. Özellikle İran'daki Sasani İmparatorluiu'nun fethine ka­ dar varan genişleme sırasında, bazı İslam bilginleri Yunan Felsefesi ile, yani Eski Yunan entelektüel birikimi ile tanışma fırsatı bulmuşlardır. Tam bu noktada bir bilimsel uyanışın fitili ateşlenmiş, Eski Yunan eserleri Arapçaya tercüme edilerek, matematik, astronomi, hp, dola bilimleri ve kimya gibi alanlarda önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Di­ ğer yandan bilimsel düşünüş sürecini teşvik etmesi bakımından etkin bir role sahip olan akılcı Mutezile ekolü de bu dönemde ortaya çıkmış­ tır. Taha Akyol'un 'rasyonalist kelam okulu' olarak adlandırdığı, fel­ sefeyi rehber edinen Mutezile akımı, çoğunlukla Müslüman burjuvazi tarafından da desteklenmiştir. (3) ABD'li yazar Robert Reilly 'Müslüman Aklının Mühürlenme­ sinin Hikayesi' adlı kitabında, Ekşi Sözlük Skocax mahlaslı yazan tarafından yapılan çeviride Mutezile ekolü ile Eşari ekolünün muka­ yesesini özetle şöyle anlatmaktadır: 'Tanrı insanlara akıl vermiştir ve insanlar akıl yoluyla tanrıyı, ahlakı, iyiyi, kötüyü bulur. Mutezile ekolü, İnsan-Tanrı ilişkisinde merkezde akıl vardır' diyen bir. akı­ mı temsil eder. Eşari ekolü ise, 'aklın hakikati bulabilme kabiliye­ tini reddeden ya da bu kabiliyeti sınırlı kabul eden ve hakikatleri bilinemez olarak gören, yarahcı ile onun yarattığı akıl arasında bir otorite seçme tercihinde bulunarak, tanrı ile aklı karşı karşıya ge­ tiren' diğer bir akımı temsil eder.Mutezileye göre, Tanrının insandan beklediği ilk vazife, aktl yoluyla bir yaratıcı olduğunun bulunmasıdır. 7

Mutezile, Tanrının dünyaya doğrudan müdahale ettiği fikrine karşı çı­ kar. Yani Mutezile'ye göre Tanrı, 'dağdan sahnan bir kayayı aşağıya doğru kendisi yuvarlamaz; bunun için yer çekimini yaratmıştır ve bu görevi her seferinde yer çekimi yerine getirir.' Mutezile, Tanrının kanunlarını doğa kanunları olarak kabul eder. Mutezile yanlıları aklı önceledikleri için, 'insan iradesinin kendi kaderini belirlediğini' sa­ vundular. Eşari yanlılarına göre ise, 'insanın anne karnındayken ya­ nına Allah tarafından gönderilen meleklerce nasıl bir insan olacağı kaydedilir ve Allah iyi ya da kötü insan olup olmayacağına karar vererek, insanı ister cennete isterse cehenneme gönderir.' (4) Görüldüğü gibi Eşariler insan iradesini neredeyse yok sayarak, aklı ihmal etmiş, insanın yaptığı her iyi ya da kötü hareketin faturasını Tanrı 'ya mal etmişlerdir. Bu durum, o dönemin egemen gücü. Emevi siyasi önderlerinin, yani dini siyasallaştıran Emevi siyasetçilerinin zu­ lümlerini Allah'a fatura etme kolaylığı bakımından işlerine gelmiş ve günümüze kadar gelen 'Emevi İslamı' dediğimiz irrasyonel bir inanış biçiminin İslam coğrafyalarına hakimiyetine neden olmuştur. Felsefeye kapılarını açan Mutezile akımı ise, İslam bilim uyanışının esas tetikleyicisi olmuştur. İslam'ın altın çağını yaşamasına vesile olan bu akımın etkileri, İslam coğrafyasında uzun yıllar varlığını sürdür­ müştür. Ne var ki İslam bilim uyanışı, aklın özgürleşmesine direnen ve İslam coğrafyasına egemen olan Eşari ekolü sayesinde başarılamamış, bu yöndeki gelişmeler, kendinden öncekilerin pek çok mücadeleleriy­ le birlikte Aydınlanma Çağı'nın fitilini ateşleyen Immanuel Kant'ın, aklı özgürleşmesine giden yolu açanlara, 'aklını kullanma cesaretini göster' deyişiyle, Avrupa topraklarında karşılık bulmuştur.

islam'ın Filozoflar Çağı İslam bilim uyanışı diye adlandırabileceğimiz ve İslam 'ın Altın Çağı olarak da nitelendirilen 8-13 .yüzyıllar arası dönemde, Eski Yunan eser­ lerinin sadece tercüme edilmesi ile yetinilmemiş, aynı zamanda yeni görüşler çerçevesinde, El Kindi, İbn-i Rüşd, İbn-i Heysem, Fahret­ B

tin Razi, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Türk, Biruni, Harizmi ve İbn-i Haldun gibi saygın filozofların yetişmesi ile, bilimsel çalışmanın ve araştırmanın esas ihtiyacı olan 'yaratıcı düşünceye' kapı aralanmıştır. Bu dönemde Müslüman bilim öncüleri, bir taraftan felsefe, mate­ matik, geometri, hp ve gökbilimlerinde ilerlemeler sağlarken, diğer taraftan da bir Müslüman burjuvazinin geliştiğine tanıklık ediyoruz. Müslümanlar arasında ticaret ilerliyor, ticaretin ilerlemesi ile de bir uygarlık belirtisi olan şehirleşme gelişiyor, dönemin koşullan ölçeğin­ de modernleşme yaygınlaşıyor. Şehirler ekonomik ve kültürel hayatın önemli merkezleri konumuna yükseliyordu. Bütün bu gelişmelerin ve girişimci tüccarların varlığı sayesinde ti­ caretin hızla ilerlemesi, Akdeniz'i Müslümanların kontrol ve hakimiyet altına almalarını sağlıyordu. Akdeniz'deki egemenlik, İber yarımadasının Müslümanlarca fethe­ dilmesine ve Müslümanların yaşadığı İspanya'da Endülüs diye adlan­ dırılan bölgede, Endülüs Emevi Devleti'nin kurulmasına vesile oldu. M.S.756'da kurulan ve 1031 'e kadar ayakta kalan Endülüs Emevi Dev­ leti dönemi, bilim, sanat, kültür ve şehirleşme bakımından o yüzyıllarda dünyanın en parlak dönemi olarak bilinir. Mesela Cordoba şehri, İslam bilim uyanışının merkezleri olan Bağdat ve Kahire'den sonraki dünya­ nın üçüncü önemli bilim merkezi konumuna yükselmiştir. Öte yandan İspanya'nın Endülüs bölgesinde Granada şehrindeki El Hamra Sarayı, Müslümanların o dönem mimarideki yükselişini sembolize eder. Yine aynı dönemde Avrupa, Ortaçağ karanlığında cehaletin pençesinde bo­ ğulurken, Endülüs 'te halkın tamamına yakını okuma yazma biliyordu. Henri Pirenne, 'Orta Çağ Kentleri' adlı eserinde Akdeniz'deki İslam egemenliğini şöyle anlatır. 'Müslümanlar Akdeniz üzerindeki egemenliklerini giderek daha çok pekiştirdiler. Dokuzuncu yüzyıl boyunca Balear adalarını, Korsika, Sardinya ve Sicilya'yı ele ge­ çirdiler. Afrika kıyılarında yeni limanlar kurdular. Donanmaları Akdeniz'de büyük bir üstünliikle seyrediyor, kiiçük ticaret gemileri Bab'nın ürünlerini Kahire ve Bağdat'a ulaştırıyordu.' (5) Pirene, Akdeniz'in Müslüman gölüne dönüşmesinden sonra, Avrupa kıtasının bir kırsal uygarlığa dönüştüğünü söyler. 9

Burada yeri gelmişken önemli bir hususun altını çizmek gerekir. İs­ lamcıların Batı gelişmişliği karşısında, İslam'ın Altın Çağı diye sa­ vundukları ve bilimi Batı bizden aldı gibi böbürlenmelerine referans yaptıkları o dönemin El Kindi, İbn-i Sina, Farabi ve İbn-i Heysem gibi bilim öncüleri, geleneğin temsilcisi İslamcılar tarafından kafirlikle suçlanmış, zindanlara atılarak, kendilerine büyük eziyetler yapılmış­ tır. Merhum Yaşar Nuri Öztürk'ü geçmişte dindışılıkla suçlayanlar, bugün Mustafa Öztürk'e, Ali Bardakoğlu'na çamur atanlar, İhsan Eliaçık'a tahammül edemeyenler, o övündükleri dönemdeki İslam bi­ lim öncülerine eziyet eden saltanat dininin savunucuları ile esasen aynı düşünce paydasındadırlar. Daha açık bir ifade ile söylersek, kimi Müslümanların, daha çok da Siyasal İslamcıların bugün yere göğe sığdıramadıkları geçmiş İslam düşünürlerini, o devirde yine aynı kafadaki geleneğin Müslümanlarının dışladığını, cenaze namazlarını bile kılmadıklarını biliyoruz. Şimdi ise aynı meşrepteki kişilerin, akıl ve bilimin dünyaya egemen olması ne­ deni ile, o geçmişe öykündüklerini, sarıldıklarını da çok iyi biliyoruz. Yine yukarıda belirttiğim gibi o dönemin bilim öncülerinin eş değeri konumundaki günümüz Müslüman bilim öncülerine, bugün aynı top­ lum, aynı kültür, aynı kafa, aynı muameleyi yapmaktadırlar. (6)

İslamda Akıl ve Bilim Uyanısının Sonu Uzun yıllar İslam alanında araştırmalar yapan yazar Robert Reilly, İslam'da felsefeyi benimseyen Mutezile akımının yok olması ve aklı ih­ mal eden Eşarilik akımının İslam dünyasına hakim olması ile filozoflar çağının sonlandığını, bunun neticesinde de İslam' da akılcı düşüncenin çöktüğünü ve Selefilik akımının ortaya çıktığını belirtiyor ve bu durumu insanlığın en büyük entelektüel dramlarından biri olarak nitelendiriyor. Başlangıçta İslam bilim öncülerinin en etkili isimleri arasında yer alan ve felsefede çok aşamalar kat eden Gazali, anlaşılamaz bir dönüş yaparak, felsefeyi reddetmiş ve geleneğin İslamı 'na geri dönmüştür. Öyle ki Gazali, İslam düşüncesinde 'nedenselliğin' kaybedilmesine 10

vesile olan kişi olarak bilinir. Mesela Gazali 'ye göre 'susamak ile su içmek arasında' bir neden sonuç ilişkisi değil, sadece ilahi bir irade vardır. Oysa bu önermede tam da bir neden sonuç ilişkisi vardır. Öte yandan nedenselliğin olmadığı yerde akıldan da, bilimden de, gerçek­ likten de bahsedemeyiz. Yine Gazali 'nin adalet kavramına yaklaşımı da benzerdir. İnsanın adaleti tesis edemeyeceğine, aksine Allah' ın koyduğu kural ve yasaklarla, adaleti eksiksiz tesis ettiğine inanır. Yani Gazali aklı devre dışı bırakarak, adaleti Tann emirlerine uyma ile sınırlamaktadır. Bu yanı ile Gazali İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olmuştur. (7) Nihayet 8-13.yüzyıllar arası El Kindi ile başlayan, İbn-i Rüşd, İbn-i Heysem, Farabi, İbn-i Sina, El Harezmi ve İbn-i Haldun gibi düşü­ nürlerle devam eden İslam akıl ve bilim uyanışının önü, Eşari ekolünün İslam coğrafyasına egemen olınası ile kesilmiştir. Günümüzde İslam ile Demokrasinin bir arada olamayışının, İslam ülkeleri ile Batı ülkeleri arasındaki gelişmişlik farkının, İslam dünya­ sındaki çöküntünün ve sefaletin hikayesi, Eşari ekolünün Müslümanları boyunduruk altına almasına dayanır. İslam dünyası bu durumun bilinci­ ne varamadığı sürece de maalesef acılar içinde sürünmeye devam ede­ cek ve sırtı yerden sittin sene kalkamayacaktır. İslam bilim uyanışının son bulmasında Gazali 'nin rolü hiç şüphe yok ki, çok büyüktür. İslam düşüncesinden felsefenin uzaklaştırılması, ki felsefenin temeli olan nedensellik ilkesinin reddedilmesi, Gazali 'nin mahareti ile gerçekleş­ miştir. Tabiatı ile yüzyıllar süren İslam bilim uyanışının sona ermesi, yalnızca Gazali 'nin felsefe düşmanlığı ile izah edilebilecek, yani tek bir nedene indirgenebilecek bir durum değildir. (8) Tarihçilerin üzerinde ittifak yaptıkları iki büyük olayın, İslam'da fi­ lozoflar çağının sonunu getirmede ağırlıklı etkin rol oynadığı gerçeği de göz ardı edilemez. Bunlardan birincisi Haçh Seferleri, ikincisi ise Moğol İstilası olarak kabul edilir. Her iki işgallerde de Müslüman di­ yarları yakıp yıkılmış, büyük katliamlar yaşanmış, akıl almaz trajediler vuku bulmuştur. Mesela Moğol istilası, Müslüman coğrafyalarda önüne gelen yerleşimleri, şehirleri yakıp yıkan, insanları kılıçtan geçiren, kat­ liam ve vahşetin acımasızca yaşandığı, toplumsal faturası çok ağır bir işgal hareketi olmuştur. 11

Benzer biçimde Haçlı Orduları da, o kadar gözü dönmüş insanların bir araya geldiği gruplaşmaydı ki, Konstantinopolis (İstanbul)' de yani Ortodoks Bizans 'ta da ortalığı yakıp yıkmışlar ve acımasız katliamlar yapmışlardı. Kudüs'te ise Müslümanların ve Yahudilerin neredeyse ta­ mamını katletmişler ve sokakları kan gölüne çevirmişlerdi. (9) Muhtemelen bu iki büyük istila, Müslüman coğrafyalarda mistik duyguları kabartmış, metafizik hakikatlere yönelmeyi artırmış ve dünya ile, nesnel hayat ile Müslümanların bağını zayıflatmıştır. Böylece haya­ tın gerçeklerinden kopan Müslümanlar, aklı küçümseyen ve kendi birey kimliğini hafife alan bir görüşe sürüklenerek, tasavvufun, tarikatların ve cemaatlerin egemen olduğu bir dünyaya yelken açmışlardır. Bugün bile bir doğal afet karşısında Müslümanlar, akıl ve bilimin gereğini yapmak yerine, içe kapanmakta, yanlış bir kaderci anlayışa ve mistik duygulara esir düşmektedirler. Yaşadıkları felaketlerin nedenlerini sorgulama ye­ rine, kaderci bir anlayışına sığınarak, kendilerini aldatmaktadırlar. Tıp­ kı 1999 Gölcük merkezli Marmara Depremi 'nde olduğu gibi. Nihayet İslam düşüncesinde aklın egemenliğinin son bulması, Müs­ lüman burjuvazinin Batı topraklarında tutunmasının da sonu olmuştur. Bilimsel uyanışa ve yaratıcı düşünceye kapılarını kapayan İslam dün­ yası, Akdeniz'deki gücünü de kaybetmeye başlamıştır. Nitekim Endülüs Emevi Devleti'nin 103l'de ortadan kalkması ile, Endülüs toprakları çok sayıda devletçiklere bölündü. Bu küçülmüş topluluklar bir yandan kendi aralarında çatışma içindeyken, diğer taraftan füristiyanların saldırılarına muhatap oldular. Zaten İspanyollar ve Portekizliler, Avrupa'nın diğer Hıristiyan dev­ letleri ile birlikte başlattıkları adına Reconquista dedikleri Endülüs'ü Müslümanlardan geri alma hareketini asırlarca sürdürüp, sonunda başarıya ulaştılar. Akıl ve bilimden uzaklaşan Müslümanlar, nihayet 1492 yılında Hıristiyanların kadın, yaşlı, çocuk demeden giriştikleri ağır katliamlara boyun eğerek, İspanya'yı terk etmek zorunda kaldılar. Üstelik geride bıraktıkları cami, medrese, kümbet, köşk ve saray gibi pek çok yapıların da yıkılıp tahrip olmasına karşı hiçbir direnç, hiçbir varlık ortaya koyamadılar. Nihayet Müslümanların İber Yarımadasındaki varlığı en son 1609 'da, 12

farklı etnik kökenlere sahip olmasına rağmen İslam ortak kimliğini taşı­ yan Müslüman topluluklar olan Moriskolar'ın İspanya'dan kovulması ile son buldu.

İslamcılık Siyasetinin iflası 'İslam sadece bir din değildir' veya 'Kur'an siyasettir' gibi söz­ leri İslamcılar çok kullanırlar. Yani bu sözlerin ya da görüşlerin sahip­ leri, İslam'ın bir din olduğu kadar bir siyasi ideoloji olduğunu iddia etmektedirler. Halbuki ideolojiler, insan düşüncesinin geliştirdiği öğre­ tilerdir. Din ise vahiy merkezli bir öğretidir. Yani ideoloji, insan ürünü bir düşünceler bütünü iken, din yaratıcı merkezli bir mefhumdur. (10) Modem zamanların İslamcılık ya da Siyasal İslam ideolojisi 19.yüz­ yılın ikinci yansından itibaren başlatılsa da, bana göre dinin siyasallaş­ tırılması Cemel ve Sıffin Savaşlarına kadar indirgenebilir. Zira orada yapılan kavgaların nedeni, dini konularda içine düşülen ihtilaflar değil, Hz. Muhammet sonrası kimin liderlik yapacağı, kimin halifeliği hak et­ tiği tartışmasına dayanıyordu. Zaten 'halifelik' kavramı da dini bir kav­ ram değil, siyasi bir kavramdır. Alevi Sünni ayrışmasının, mezhep adı altındaki ihtilafların başlangıcı da bu döneme denk düşer. Tartışmanın, kavganın şiddeti o derece yüksekti ki, peygambere birinci elden tanık­ lık etmiş kişiler, birbirini boğazlamayı göze alabilmişlerdi. Bu derece gözü dönmüş bir çatışma kültürü, dinin mesajı olamazdı. Belli ki bu azgınlığın dayandığı kültür, İslamiyet öncesi kabile asabiyeti idi. Zaten kabile kültürüne dayalı siyaset tarzı, Arap toplumunun siyasal alanda temel davranış kalıbıydı. İslamiyet bu kalıbı kırmayı başarmak istedi ancak başaramadı; aksine bu temel siyasal kültür, İslamiyet'i egemenliği altına alıverdi. Siyasal İslamcıların iddialarının aksine, Kur'an-ı Kerim siyaset ala­ nıyla ilgili detaylı bir düzenleme getirmemişti. Kıir'an'ın bu tutumunu yine Ahmet Akbulut hoca, 'zamanın ihtiyaçlarına göre Müslümanlar kendi düzenlemelerini, iyilik vazeden genel mesajlara sadık kalmak kaydıyla, kendileri yapsınlar' yaklaşımı ile izah ediyor. Bahse konu 13

genel mesajlar da, özgürlük, adalet, kanun önünde eşitlik, dayanışma ve yardımlaşma gibi temel ilkelerden ibarettir. Hatta Ahmet Akbulut, halifelik sisteminin İslami olup olmadığının bile çok tartışmaya açık bir husus olduğunu söyleyerek, esasen halifeliğin siyasi bir kurum olduğu­ na işaret etmektedir. Oldukça hacimli kaynaklara atıfla konuyu enine boyuna irdeleyen Akbulut'a göre, Kur'an'ın mesajından siyasete dair ilkeler çıkanlacaksa, bunlan şöyle özetlemek mümkündür. 'Kur'an tarafından düzenlenmemiş sorunların, ilgili taraflarla görüşülerek çözümlenmesi, yani istişare esasına riayet edilmesi, kamu görev­ lerinin liyakat esasına göre düzenlenmesi, yöneticilerin adaletle hükmetmesi, uyuşmazlıkların yargı sistemi aracılığı ile ve adilce çözülmesi, toplum içinde düşünce özgürlüğünün tesis edilmesi, va­ tandaşların bilinç düzeylerinin geliştirilmesi için imkan yaratılma­ sı ve siyasetin bilime, bilimsel araştırmalara destek olmasıdır.' (11) Yine saygın din adamlarımızdan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu 'na göre, İslam'ın herhangi bir siyasi rejim dayatması veya önermesi söz konu­ su değildir. İslam dini açısından toplumsal hayatın içinde önemli olan, adaletin vücut bulmasıdır. Bu bağlamda İslam dini, insanlara yaşaya­ cakları çevre ile ilgili bir düzen, herhangi bir meslek, çevre ve imar düzeni hakkında bir yöntem ya da ekonomik anlamda bir hayat tarzı önermez. Tamamen değişken ve akılcı bir alana ait olan bu verilere in­ sanlar akıllan sayesinde, zamanın koşullanna göre kendileri karar ve­ rirler. Bardakoğlu konuyu şu şekilde daha bir açıklığa kavuşturuyor. 'Geleneksel İslami ilimlerin formel içerikli ve kamu hayatına dair kural ve önerileri Abbasi hilafeti döneminde oluşmuştur. Burada sunulan tarz ve getirilen kurallar, saltanat ve krallıklardan baş­ ka bir yönetim biçiminin pek bilinmediği o zamanın siyasi kültürü üzerine oturmakta ve ondan hareketle şekillenmektedir. O bilgileri günümüz dünyasına İslami bir yönetim anlayışı olarak sunmak, ta­ bil olmayan, doğru olmayan bir yaklaşımdır.' (12) Bu kıymetli tespitlerden şunu çıkarmak mümkündür. Siyasal İslam­ cı yaklaşım, ya da İslamcılık ideolojisi Kur'an'dan referans alan de­ ğil, uydurulmuş tezler üzerinden şekillenen, geleneklerden beslenen ve kendi siyasal hesaplarına Kur'an'ı alet eden bir yaklaşımdır. Buraya 14

kadar anlıyoruz ki, İslamcılık siyaseti daha baştan iflas etmiş olan bir siyaset tarzıdır. Şimdi de, modem zamanlarda İslamcılık nasıl ortaya çıktı ona baka­ lım. İslamcılık ideolojisi, diğer ideolojiler gibi modem zamanların fikri mücadelelerine uygun bir zeminde, kendi öznel koşullarında ortaya çıktı. Esasen ideoloji kavramı, Batı toplumlarının geçirdiği değişim ve dö­ nüşüm süreçlerinin, farklılaşmaların bir ürünü olarak, dünya sahnesinde konuşulmaya başlamıştır. Batı' da özellikle l 8.yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan kültür ve sanayi devrimleri ile ve özgür düşüncenin önünün açılmasıyla, insanların hayatın pek çok alanına dair algıları, bakış açıları, düşünüş ve davranış biçimleri değişmeye, dönüşmeye başladı. İşte tam bu süreç ideolojilerin de doğuş sürecidir. Yani bu perspektiften bakın­ ca doğu toplumları için ideolojinin, hem terminolojik anlamda, hem de içerik anlamında yabancı bir kavram olduğunu söylemek mümkündür. Öte yandan ideolojiler, aklın soru sorma ve sorgulama özgürlüğünün ürünleri olarak ortaya çıkmışlardır. Bu tutumun genelde Doğu toplum­ larında, özelde de İslam toplumunda pek de karşılığı yoktur. Yani asır­ lardan beri Müslüman dünya için, sorgulamak, soru sormak değil, biat etmek esastır. Daha çok bilgi değil, daha çok inanmak kabul görür. Müs­ lüman, bilginin yerine inanmayı ikame eder. Günümüzde bile her Cuma namazında yüzbinlerce camide Müslümanlar akla, bilime ve bilgiye de­ ğil, biat etmeye, bilgi ile mücehhez olmayan imana davet edilirler. Hatta bizdeki Cübbeli Ahmet lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü adlı hoca, 'aklı ke­ nara koymadan, vahye uymadan cennete gidemeyiz' demekte, insanlara dinin mesajını bir paranoya ile mezcedip vermektedir. (13) Modem zamanların İslamcılığı uygulandığı ülkeler ekseninde ince­ lendiğinde, ortada tam bir başarısızlık olduğu görülüyor. Yani İslamcılık ideolojisi, yeni bir toplumsal başarının fitilini ateşleyebilmiş değildir. Ne müspet ilimlerde ne de sosyal dokuda yeni ve başarılı bir değişim ve dönüşüme imza atamamıştır. Tabiatı ile bu başarısızlık, hayat bulduk­ lan ülkelerde savunucularının yeniden iktidar olamayacağı anlamına gelmiyor, ancak yeni bir toplum ortaya koyamayacak.lan, yeni şeyler söyleyemeyecekleri anlamına geliyor. Doğal kaynaklardan beslenen timdilik dolar zengini Suudi Arabistan gibi ülkelerde ranta dayalı bir 15

şeriat düzeninden, Pakistan, Afganistan ve Sudan gibi yoksulluğun kol gezdiği ülkelerde ise Şeriat ve işsizlikten eş zamanlı bahsetmek mümkündür. İslamcılığa dayalı rejimle idare edilen ülkelerde görülen aşın nüfus artışı, orta sınıfların giderek daha da yoksullaşması, kötü kentleşmiş halk yığınlarının zor yaşam koşullan, ideolojinin iflasının zeminini oluşturuyor. (14) "Bizde özellikle il. Abdülhamid ile tebarüz eden İslamcılık fik­ ri, Cumhuriyet rejiminin kurulması sırasında büyük bir gerilime sürüklenmiş ve daha sonraki İslamcı siyasal hareketlerin içine 'rövanşist' bir damar sızmıştır. Ancak buna rağmen, Türkiye'de homojen bir İslamcılıktan bahsedemeyiz. Bunun önemli bir nedeni, İslamcılığın dayandığı sosyolojik zeminin, Türkiye'de ve dünyada yaşanan değişim ve dönüşümlerden, her bakımdan etkilenen bir zemin oluşudur." (15) İslamcı siyasetin uygulama modeli, tıpkı yukarıdan aşağıya uygu­ lanan 'Despotik aydınlanma modeli' gibidir. Yani toplumu Siyasal İslam ekseninde yeniden biçimlendirme iddiası, tek parti dönemlerinin toplum mühendisliği ile aynı paydada buluşmaktadır. Nitekim Cum­ hurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, 201 ?'de Ensar Vakfı'nın genel kurulunda yaptığı konuşmada, 'Sosyal ve kültürel iktidarımızı ger­ çekleştiremedik' minvalindeki sözü, yukarıdan aşağı zorla toplumu dönüştürme iddiasındaki despotik aydınlanma savunucuları ile aynı paydada buluştuğu düşüncesini çağrıştırmaktadır. (16) Oysa bu çağda din temelli toplumsal dönüşümün birey ekseninde­ ki maliyeti, şizofreniden öteye gidemez. Özellikle genç nüfusun, hele de 'Z kuşağı' dediğimiz 2000 ve sonrasında doğanların, buna ikna edilmesi mümkün gözükmüyor. Kaderci bir tutumla bireyleri, zihinsel konformizme ve kasvetli bir hayata sürüklemek, günümüzün iletişim koşullarında pek mümkün olmasa gerek. Öte yandan İslamcı siyasetin marjinallikten çıkıp kitle hareketine dönüşmesi ve iktidar fırsatını ele geçirmesi, birlikte yola çıktıkları, hukukun üstünlüğüne, demokratik değerlere, birey haklarına inanan insanların yerlerini, köşe dönücü, iş bitirici ve mevki-makam düşkün­ lerine bırakarak, siyaset sahnesinden çekilmelerine neden olmuştur. (17) 16

Olivier Roy'un yukanda belirttiğim anlamda 'Siyasal İslam'ın İf­ lası' adlı kitabındaki tespiti ve bu tespitin içerdiği trajik durum, maa­ lesef Ak Parti'nin iktidar serüveninde önemli bir sosyal komplikasyon olarak karşılık bulmuştur. Yukanda mealen alıntıladığım Olivier Roy'un İslamcı siyasetin ba­ ,ansızlığını anlatan tespitlerine, 2019 Ekim ayında, iş insanı dostum Sami Bilge'nin davetlisi olarak, yine dostum gazeteci Yüksel Baysal ile yaptığımız İran seyahatinde, şahsen tanıklık etmiştim. Bir İslam Cumhuriyeti olarak, Siyasal İslam rejimi uygulayan İran'ın, dünya petrol rezervlerinin yüzde lO'nunu elinde bulundurma­ sına, hem doğalgaz üretiminde hem de petrol üretiminde dünya ikincisi olmasına rağmen, ülkede fakirlik diz boyudur. 85 milyonluk nüfusun 5 milyonu mutlu azınlık konumundayken, 80 milyonu bir lokma bir hır­ kaya razı bir hayat sürmektedirler. Ülkeyi yöneten molla takımı, din ve mezhep eksenli ideolojik bölgesel bir hegemonya kurma hayali peşinde koşarken, halkının refahını göz ardı etmiştir. Mollalar rejimi Suriye'de, Filistin'de, Yemen'de, hatta Kat'kaslar'da bile asker bulundurarak veya para yardımları yaparak Şia eksenli İslamcılığın yayılması için çalışıyor, nükleer çalışmalara milyarlarca dolar harcıyor, ama halkın büyük bir bölümü yoksulluk içinde, sefalet içinde yaşıyor. İran kendi halkını, on yıllardır, yılda iki ay Kerbela Yası ile uyutmakta, dini moti­ vasyonun yarattığı illüzyonla, halkın yaşamına dair zorluklar karşısında tepki vermesini engellemektedir. İslamcılık siyasasının iflası anlamına gelen İran'daki bu tablo, esa­ sen Siyasal İslam'a dayanan tüm rejimlerin hal-i pürmelalini anlatan bir prototip olarak karşımızda durmaktadır. Kendilerini İslam Cumhuriyeti olarak adlandıran Pakistan, Afganistan, Moritanya ve Gambiya gibi ülkelerde de durum aşağı yukan aynıdır. Diğer İslamcı devletler olan Brunei, Katar, Umman ve Suudi Arabistan ise, lslami Monarşi ile idare edilmekte olup, düşünce hürriyeti, insan haklan ve demokratik değerler bakımından, Batı ile aralannda yüzlerce yıllık fark vardır. Bu yüzden Müslümanlar, kendi ülkelerindeki iç çatışmalardan kaçarken, bir başka Müslüman ülkeye değil, Batı ülkelerine doğru yola çıkarlar. Her yıl Ege ve Akdeniz' de botlarla Avrupa'ya kaçma esnasında yaşa17

nan trajediler, İslam dünyasının nedenleri üzerinde sorgulama yapması gereken büyük talihsizliklerdir. Müslümanlar şu soruyu kendilerine ni­ çin sormazlar: 'Neden herhangi bir Avrupa ülkesinden insanlar bir Müslüman ülkeye gelmek istemezler?' "Huzur İslam'da ise" böyle bir örneğe rastlamak gerekmez miydi?

Yeni Osmanlılar 19.yüzyılın ikinci yansında Osmanlı İmparatorluğu içinde ortaya çıkan 'Yeni Osmanldar' hareketinin, sanayi ve kültür devrimlerini gerçekleştirmiş ve de gerçekleştirmeye dev� eden dönemin Avru­ pa 'sındaki gelişme ve demokrasi gibi paradigmalara öykünerek, İs­ lam' ın da bu kavramlara uygun sosyal ve siyasal muhtevalara sahip olduğunu iddia edip, bu iddiayı ispatlamaya dönük bir çaba içine gir­ diğini görüyoruz. Başta Ali Süavi ve Namık Kemal olmak üzere Yeni Osmanlılar hareketinin öncülerinin, İslam'ı din olmanın ötesine taşıya­ rak, ideolojik kaldıraca dönüştüren bir tutum sergilediklerini, ama aynı zamanda tam bir fikir birliği içinde olmadıklarını söyleyebiliriz. Bu ay­ dın hareketi, bir taraftan şeriatı siyasetin ana ekseni yapmaya çalışırken, diğer taraftan ilk kez telaffuz ettikleri Batı medeniyeti orijinli dünyevi kavramları, İslam'la telif etme çabası içine girdiler. Burada dikkatimizi çeken husus, Yeni Osmanlılar hareketi, mensuplarının Batı'dan devşir­ diği kavramlar konusunda eklektik bilginin çok ötesine geçememele­ rine rağmen, daha sonraki dönemlerin modernleşme mücadelesinde, ilginç bir biçimde bu fikirlerinin zemin vazifesi görmesidir. Daha özet bir ifade ile söylersek, Batı' dan transfer ettikleri yeni kavramlar, sonra­ ki dönemlerin reformcu hareketlerine ışık tuttular. (18) Yeni Osmanlıların en dikkat çekici tutumu, liberal düşüncelerine, Batı 'nın modem kural ve kurumlarına dair ilkeleri, İslamcılık ideolojisi içinde arıyor olmaları idi. Yani İslamcılıkla kamufle etmeye çalıştıkları maskeli bir Batı arayışı içindeydiler. Bu bağlamda meşvereti demok­ rasi ile, içtihadı yasama ile, ümmeti millet ile ve biatı halkın yö­ netim hakkını hükümdara devir ile örtüştürüyorlardı. Oysa bu eski 18

kavramların hiç biri, Batı'daki karşılıkları ile asla örtüşmüyordu. (19) Bu kabil zorlama çabalar, bugün de tekrarlanmakta, Batı gelişmişli­ Ainin arkasındaki felsefi derinlik anlaşılmadan, uydurma tezler üzerin­ den Batı ile rekabet edilebileceği yanılgısına düşülmektedir. Toplum da, Batılı değerlere düşmanlık eksenli bu yanılgı üzerinden aldatılmaktadır. Yeri gelmişken bugüne dair bir benzerliği hatırlatalım. Ak Parti ik­ tidarının düşünce üretim merkezi konumunda olan SETA (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) bünyesindeki aydınların, aka­ demisyenlerin fikri tutum ve tutarsızlıkları ile Yeni Osmanlılar hareketi­ nin düşünce dünyası arasında ciddi bir benzerlik vardır. Ankara merkezli bir düşünce kuruluşu olan SETA'mn Washington D.C., Berlin ve Brük­ sel' de ofisleri bulunmaktadır. SETA bünyesindeki dil bilen, Batı' da oku­ muş, hatta yüksek lisans ve doktora yapmış, batı terminolojisi ve kısmen kavram bilgisine vakıf olmuş bu kadronun, tıpkı Yeni Osmanlılar hare­ keti bünyesi içindeki aydınlar gibi, kavramların bilincine erişmek ve bu bağlamda değişim ve dönüşümü içselleştirmek yerine, daha çok eklektik bilgilerle, rasyonalitenin dışına çıkarak, İslamcılık ideolojisini yeniden servis etmeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Yani Osmanlı'nın son döne­ minde denenmiş, başarılamamış ve eskimiş bir ideolojinin cazibesini yeniden yaşamakta ve topluma da yaşatmak: istemektedirler. Bir de hemen hepsinde dikkat çeken en önemli özellik, içselleştir­ miş olmamalarına rağmen, batı terminolojisine ve kavramlarına vakıf bir kapasite yansıtıyor olmalarıdır. Adeta batı siyaset biliminin termino­ lojisinden ve kavramlarından ödünç aldıkları, devşirdikleri kavramsal bir çerçeve üzerinden, İslamcı bir söylemin propagandasını yapıyorlar. SETA dışındaki İslamcı gazeteci ve yazar tayfasının da, aynı retoriği sık­ ça kullandığına tanıklık ediyoruz. Bunu yaparken, yüksek bilgi birikimi­ ne rağmen, özlerini kaybetmedikleri biçiminde bir algıya, bilinçli olarak hizmet ettikleri çok net biçimde anlaşılıyor. Bu algı becerisi ile, varlık sebepleri olan siyasal iktidarın oy devşirme hesaplarına katla sunuyorlar. Oysa Yeni Osmanlılar hareketi ile Osmanlı'da ortaya çıkan, entelek­ tüel kapasiteleri zayıf olan öncülerinin tam bir fikir birliği içinde ola­ madığı ve kafa karışıklığından öteye geçemeyen İslamcılık ideolojisi, yaklaşık 150 yıl kadar önce pişirilmiş ve tüketilmiş arkaik bir ideolo19

jidir. Zamanın ruhu ile örtüşmeyen, beslendiği kaynaklar bakımından gerçekçi ve rasyonel olmayan bu akımın, yeniden toplumun önüne ko­ nulması, zaman, enerji ve kaynak kaybından başka bir işe yaramıyor. Mesela günümüzden bir örnek verelim; İslamcı iktidar yöneticile­ ri faize itiraz ediyorlar, ancak ekonominin realiteleri karşısında, kendi itirazlarını tekzip eden uygulamaları yine kendileri ortaya koymak zo­ runda kalıyorlar. Merkez Bankasına talimat vererek faizi düşürme poli­ tikaları da, kur artışı ile daha büyük ekonomik badirelere neden oluyor. Yeni Osmanlılar hareketi ile bugünkü İslamcıların politik tutumların­ da da çok benzerlikler vardır. Tanzimat ve Islahat Fermanlarını iktisa­ den emperyalizme boyun eğmek olarak değerlendir�n Yeni Osmanlılar, bir yandan Batı' daki demokratik kavramlara yer verirken, diğer taraftan Batılı değerlere itiraz ederek, siyasal demokrasinin esaslarının Şeriat düzeninde olabileceğini savunuyorlardı. (20) Bu yaklaşım biçimi İslamcıların temel yanılgılarından birisidir. Yani Batı gelişmişliğinin kaynağını oluşturan evrensel düşünce sistemleri­ nin, kavram ve kurumların karşılıklarını, İslam içinden yeniden üret­ me iddiası, gerçeklik temelinden yoksun bir iddiadır. Nitekim Batı'da üretilen bu kavram ve kurumlar, Rönesans'la tohumlan atılan, Reform hareketleri ve Aydınlanma Çağı ile ete kemiğe bürünen, akıl ve bilimin egemen olduğu bir sürecin ürünüydüler. İslam dünyası bu fırsatı, İslam akıl ve bilim uyanışı diye adlandırdığım 8-13.yüzyıllar arasında yaka­ lamış, fakat bir biçimde hedefe ulaştıramadan içine kapanmış, akıl ve bilim çağının yarattığı büyük fırsatları Batı dünyasına kaptırmıştır. Bu tutarsız İslamcılık siyaseti, bugün de devam eden, 'Batı'nın tek­ nolojisini alalım düşünce biçimini reddedelim' minvalindeki tartış­ malarla sürüp gitmektedir. Halbuki Yeni Osmanlılar da, Osmanlı'yı tarih sahnesinde tutacak yeni bir yol olarak bu tartışmaları yaklaşık 150 yıl önce aynı içerikte yapmış ve tüketmiştir. O gün de ve bugün de anla­ şılamayan husus, Batı gelişmişliğinin arka planında bir düşünce siste­ matiğinin, önemli bir felsefi dayanak ve felsefi derinliğin olmasıdır. O sistematiği edinmeden, o düşünüş biçimini içselleştirmeden, bilimsel bil­ giye erişmeyi ve teknolojik alanda değişim ve dönüşümü başaramazsınız. Sadece sürdürülebilir olmayan dönemlik bazı başarılara ulaşabilirsiniz. 20

Bir başka ifade ile söylersek, bir taraftan Batı orijinli terminolo­ jiyi ve kavramları kullanıp, diğer taraftan Batı gelişmişliğinin arka planındaki felsefi birikime ve düşünce biçimine itiraz edenler, Rene Descartes'ın(l596-1650) 'Kartezyen dünya görüşünü', Francis Ba­ con 'un(1561-1626) 'Tümevarım eksenli bilimsel yöntemini', İsaac Newton'un(l642-1727) 'Mekanik evren tasavvurunu' anlamadan, bilimsel bilgiye erişmenin ya da bilim ve teknolojideki devrimin farkı­ na varmanın, mümkün olamayacağının idraki içinde değiller. Descartes'ın kartezyen dünya görüşü, kendisinden önceki niteliksel düşünceden koparak, matematiğin sayesinde nicelik.sel düşünceye evril­ meyi anlatır. Descartes, evrenin mekanik olarak işlediğini kabul eder ve insanın kadim dünyasının niteliksel olduğunu, ancak yeni düşünüş biçi­ minin niceliksel olması gerektiğini söyler. Descartes'ın ahlak felsefesinin özü rasyonalisttir ve rasyonalizmden başka düşünüş biçimine izin vermez. Bacon 'un tümevarım eksenli bilimsel yöntemi, doğanın ve top­ lumun kavranmasında deneyci bilgi öğretisini, sorunların çözümünde de bilimi ve bilgiyi savunarak, tümevarımı esas alır. Bilgiye sahip ol­ manın öncelikle tek tek bireylerde, sonra da toplumda vücut bulması gerektiğini, bu nedenle de öncelikle akılcı bir düşünüş biçiminin bireye egemen olması gerektiğini savunur. Bacon, doğa ile akıl arasında bir bağ kurulabileceğini göstermiştir. Newton'un mekanik evren tasavvuru ise, evrende gelişen bütün olaylan mekanik nedenlerle açıklamaya çalışır. Newton'a göre evren, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe kadar, birbirine çarpma ve itmenin etkisi ile sürekli hareket eden bir atom yığınından ibarettir. Bu her üç görüşte de, ilk bakışta materyalist bir yaklaşım eğmendir. Ancak her üç bilim insanı da, inancın alanını toptan reddetmemiştir. Mesela Bacon, fazlaca akılcı bir temelde ve seküler bir eksende gö­ rüşlerini savunurken, okuyucuyu şaşırtan bir ifadeye de imza atar: 'Bu evrensel çerçevenin başıboş olduğunu düşünmektense, kutsal efsanelere inanının ki, bu benim için daha iyidir. Az felsefe insan zihnini tann tanımazbğa götürür, ama felsefi derinlik, insanların zihinlerini dine döndürür' demiştir. 21

Tabiatı ile benim her üç bilim otoritesine atıf yapmamın nedeni, ev­ rendeki tek gerçeğin madde olduğu yönündeki görüşü kabul etmeye dayalı bir ideolojik tutum değildir. Kendi kültür ve kimlik dünyamızın değerlerini atıp, başka ulusların yaşam formlarını taklit etme mesajı, hiç değildir. Ancak şurası bilinmelidir ki, ileri dünya ile rekabet edebilecek gelişme çabası, dünyevileşmeye itiraz eden bir düşünce sistematiği ile başarılamaz. Burada önemli olan inancın bireyselliğine itibar ede­ rek, toplumsal ve siyasal alanı dünyevi gerçeklere, yani akıl ve bili­ me dayalı biçimde kurgulamaktır. Neticede, Yeni Osmanlılar dönemindeki tartışmaların sığlığı ile gü­ nümüzde İslamcı kesimde yapılan tartışmaların sığlığı aynı paydada buluşuyor. Yıllardır hep duyarız ya, 'Özümüze dönmeliyiz, kendi de­ ğerlerimize yaslanmalıyız, yoksa emperyalizmin oyunlarına teslim oluruz ve yok olup gideriz' biçimindeki tartışmalar, gerçeklik temelin­ den uzak tartışmalardır. Batılı düşünüş biçimini içselleştirmek için, bir kimlik erozyonuna uğramak mecburiyetinde değilsiniz. Kendi kültür temelli kimliğinizi koruyarak, o düşünüş biçimini içselleştirebilirsiniz. Batı tarzı düşünüş biçimini anlamadan, o eksende bir zihniyet dönüşü­ mü yaşamadan, Batı ile yarışmamızın mümkün olamayacağını anlama­ mız gerekiyor. Bu noktada aklı esas alan İslam düşüncesi ile, yine aklı esas alan Batı düşüncesi arasında bir çelişki olduğunu düşünmüyorwn. Nitekim Max Weber, 'Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Rubu' adlı eserinde, Montesquieu'nun 'Kanunların Ruhu' kitabında İngilizlerle ilgili sözlerini şöyle yansıtır: 'İngilizler dünyadaki tüm halklardan üç önemli şeyde çok ileriydiler: Dindarlıkta, ticarette ve özgürlükte.' (21) Bu tespitten şunu anlıyoruz. Dünya için çalışmak, dünya işleri için Tanrı 'yı hoşnut etmek amacını taşımak, manastır asketizminden yani kendini Tanrıya adamaktan, dünya işlerinden elini eteğini çekmekten daha iyidir. Kanaatimce Sanayi Devrimi 'nin ilk olarak Birleşik Kral­ lı.k'ta gerçekleşmesi, İngilizlerin böyle bir dindarlığa sahip olmala­ rından kaynaklanıyordu. Dindarlıkları, özgürlüklerinin önünde engel değil, aksine destekleyici bir konumdaydı. Özellikle Protestanlar, bu özgür akıllarıyla ticaretin de önünü açtılar. Gerçi Merkantilist dönemde, dünyanın birçok ülkesini sömürdüler, egemenlikleri altına aldılar. Ama 22

bunu yapabilmek için, önce akıllarını özgürleştirdiler, dini inançlarını seküler bir anlayışla telif ederek, dünyevileşmeyi başardılar. Böylece bilimsel bilginin yolunu açtılar. Merkantilist dönemin sömürü düzeni, hiç şüphe yok ki kabul edile­ mezdir. Bugünün vahşi Kapitalist düzeni, o günlerin ideolojik kompar­ tımanlarında piştiği için, geldiğimiz noktada duvara toslamıştır. Sosyal devlet olgusunu öne çıkaran, insan odaklı bir liberal arayış günümüzde etkin biçimde dillendirilmektedir. Tüm dünyada yerel kültürler, somut ve somut olmayan mirasa yönelik hassasiyetler, çevre duyarlılığı giderek daha çok dikkat çekmektedir. Bizim iddiamız, Batı 'nın sömürü düzenine yelken açmak değildir elbette. Ancak Batı ile rekabet edebilmek için, yaşanan değişim ve dö­ nüşümlerin farkında olmak, skolastiğe esir düşmemek, aydınlanmanın ve dünyevileşmenin bilincine erişmek gerekir. Yani kendi somut ve somut olamayan kültürel mirasımızı muhafa­ za ederek, kültür ve sanatta çağdaş değerlere erişmeyi, temel hak ve özgürlüklerin anlamını kavramayı, cemaat kültüründen birey olmaya evrilmeyi, hukukun üstünlüğüne ve çoğulculuğa inanmayı, eleştirel akla itibar etmeyi, muhalefeti meşrulaştırmayı, monist bakış açısına sa­ hip yönetim anlayışlarını reddetmeyi gerektiren bir düşünce dünyasına kavuşmadan, teknolojiyi kesintisiz üretemeyiz, teknoloji üretmeden de dünya ile rekabet edemeyiz.

Mısır ve Müslüman Kardesler Bir de bazı İslam ülkelerinde ortaya çıkan dinsel, politik ve sosyal İslamcılık hareketleri vardır. Mısır'da 1928'de Hasan el Benna tara­ fından kurulan 'Müslüman Kardeşler Örgütü' ve Ebul Ala Mevdu­ di tarafından 1941 'de Pakistan'da kurulan 'Cemaat-i İslami Örgütü' bunların başında gelir. 'Müslüman Kardeşler' örgütü Arap dünyasının en eski, en yaygın ve siyasal ağırlığı en fazla olan İslamcı muhalif örgütlenmesidir. O kadar ki, Suriye Lübnan ve Ürdün'de de kurularak uluslararasılaşma ünvanma 23

kavuşmuştur. Mısır'da Müslüman Kardeşler örgütü kurulduğu tarihten itibaren birçok eyleme katılmış, uzun yıllar çeşitli yasaklarla karşılaş­ mış, başta Seyyid Kutub olmak üzere kimi önderleri idam edilmiştir. 2011 Arap Baharı ve Mısır Devrimi sonrası yasal hale gelen Müs­ lüman Kardeşler, daha sonra Özgürlük ve Adalet Partisi'ni kurdu ve yapılan seçimlerde bu parti, 508 üyeli parlamentoda 235 sandalye ka­ zandı. 2012'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Müslüman Kardeşler'in adayı Muhammet Mursi ikinci turda cumhurbaşkanı se­ çildi: 100 gün içinde Mısır'daki pek çok problemi çözme taahhüdü ile iktidara gelen Mursi, 1 yıllık iktidarının sonunda ekonomik ve sosyal problemlerin çözümünde dişe dokunur bir başarı gösteremedi. Parano­ yak bir tutumla ve komplo teorilerinin etkisiyle, başta ordu olmak üze­ re, polis, yargı, medya ve sanat dünyası gibi ülkenin pek çok kurumsal yapısı ile ters düştü. Mursi'nin olağanüstü yetkiyle yasal mekanizmaları bypass ederek hazırladıkları anayasa taslağını referanduma sunması, yüzde 65 ile ka­ bul edilen anayasa referandumuna katılımın yüzde 32 olması ve muha­ lefetin referanduma hile karıştırıldığı yönündeki iddialan, buna ilaveten yargıyı ele geçirme uğraşı, 1997 'de 5 8 'i turist 62 kişinin öldüğü kanlı saldırıyı üstlenen Cemaat-i İslamiye örgütünün eski üyesi Adil Mu­ hammed el-Hayat'ı aynı şehre vali olarak ataması, tazminat davaları ile medyayı susturma girişimleri ve Hıristiyanlara yönelik saldırıların artması, Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) hareketine yönelik tepkileri gittikçe büyüttü. Tüm bunların üzerine ekonominin kötüye gitmesi, uzayan benzin kuyrukları, elektrik ve su kesintileri eklenince, bu defa Tahrir Meydanı Mursi aleyhtarları ile doldu. Mursi, 3 Temmuz 2013 tarihinde de askeri bir darbe ile devrildi. (22) Temmuz 2013 'te Askeri darbe ile devrilen Muhammet Mursi, darbe­ ci Sisi yönetimi sonrası tutuklu yargılanırken, 17 Haziran 2019 'da mah­ keme salonunda geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Liberal Düşünce Topluluğu kurucularından, hukukçu ve siyaset bilimci, bir dönem Yeni Şafak gazetesinde de yazılan yayınlanan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, 22 Haziran 2019 tarihli dactilo1984.com sitesindeki 'İslamcılık de­ mokrasi vaat edebilir mi' başlıklı yazısında, Mursi 'nin ölümü üzerine 24

şöyle diyor. 'Mursi'nin trajedisine üzülmek ile, onu bir demokrasi kahramanı olarak görmek farklı şeylerdir. Esasen Mursi'nin se­ çimle göreve gelmek dışında, demokrasi ile pek bir ilişkisi yoktu. Bir yıllık kısa iktidar döneminin gösterdiği gibi, seçimle işbaşına gelmek, onun için sadece kafasındaki İslamcı programı uygulama­ ya geçirebilmek için bir araçtı. Nitekim iktidarının daha beşinci ayında çıkardığı bir başkanlık kararnamesi ile, çoğu devlet yetkisi­ ni kendinde toplayıp, ardından tek taraftı iradesi ile ülkeye İslami renkli bir anayasa dayatan bir liderdi Mursi.' (23) Mursi'nin iktidar sürecinde de görüldüğü gibi İslamcılık, yani Siyasal İslam bir ideoloji olarak demokratik değerlere saygılı olmadığı gibi, hu­ kukun üstünlüğü, eşitlik, adalet ve insan hakları perspektifinden de son derece sorunlu bir ideolojik görünüm ortaya koymaktadır. Bununla bir­ likte demokratik değerleri istismar etme noktasında da oldukça popülist, takiyeci ve riyakardır. Nitekim Mustafa Erdoğan aynı yazısında, 'Tür­ kiye'deki İslamcıların Mursi'nin hatırasına gösterdikleri saygının nedenini, onun sözde demokratik davasına değil, kendileri gibi İs­ lamcı olmasına' bağlıyor. Bu bana, 15 Temmuz FETÔ darbe girişiminde sokağa çıkan Ak Partililerin büyük bölümünün, demokrasiyi koruma ve kurtarma talebinden ziyade, sıkı sıkıya bağlı oldukları liderleri Sayın Er­ doğan'ı koruma ve kurtarma mücadelesi olduğu düşüncesini hatırlatıyor. Diğer taraftan Mısır'daki askeri darbe, İslamcıların hayalci politika­ larının iflasına müsaade edilmemesine ve yeniden yer altına girmele­ rine sebep oldu. Gelecekte Mısır, muhtemelen İslamcı siyasetin tekrar yeşerdiği ve bu nedenle yeniden zaman kaybedeceği bir ülke olmaya devam edecek. İslamcılığın ya da İslamcı siyasetin diğer Müslüman ülkelerde de, bütün diğer bağnaz hareketlerdeki gibi, bir yanılsama olduğu, hatta irrasyonelliğin (akıldışının) geri dönüşü olmaktan başka bir işe yaramadığı görülmüştür. Kaderci, teslimiyetçi, eleştirel akla itibar etmeyen, ezberci, sorma­ yan ve sorgulamaY.an eğitim sisteminin egemen olduğu İslam dünya­ sının bu anlayışla yetiştirdiği nesillerin üretim kapasitesinin, modem toplumlarla rekabet edebilmesi mümkün değildir. Bu yüzden olacak 25

ki 57 Müslüman ülke, dünya gayrisafi. milli hasılasının sadece yüzde 8.8'ini üretebiliyor. (24) İslam ülkelerinin hemen hepsi otoriter rejimlerle idare ediliyor. Dile­ kat çekici üç yönetim tarzı mevcuttur: Birincisi Suudi Arabistan ör­ neğinde olduğu gibi, Şeriat ile ambalajlanmış hanedan kralbklan, ikincisi İran örneğinde olduğu gibi sözde seçimli otoriter rejimler, üçüncüsü de Mısır ve Tunus gibi sekülerleşmeye yelken açmaya ça­ balayan ülkeler. İlk iki örneğin ortak özelliği, halkını uyutmak için bir biçimde dini, araç olarak kullanıyor olmasıdır. Üçüncü örnekte ise, Türkiye gibi Cumhuriyetle birlikte devrim niteliğinde değişim ve dö­ nüşüme adım atacak dönemi yaşamadıklarından, aklın ve bilimin ege­ menliğinde bir rejimi kurmak istemelerine rağmen, bunu başarmakta oldukça zorlanıyorlar. Aslında Türkiye, Cumhuriyet devrimi ile birlikte bu aşamaları çok­ tan geçmiş bir ülkedir. Demokrasi konusunda düşe kalka da olsa epey mesafe almışız. Hatta demokrasimizin ilk adımını Meclis-i Mebu­ san 'dan başlatırsak, 145 yıllık bir deneyimden bahsetmek mümkündür. O bakımdan buradan rövanşist bir düşünce ile geriye dönüş, çok zorla­ ma bir çabadır ve başarılı olması mümkün değildir. Türkiye'deki Siyasal İslamcıların düştüğü büyük hatadır bu. Umarım bunu daha fazla zaman kaybetmeden görürler ve suyu yokuşa akıtmaktan vazgeçerler.

26

Ol. AhmetAkbulut-Sahabe Dönemi İktidar Kavgası-Otto-Ankara 2016-sf.13 02. AhmetAkbulut-Sahabe Dönemi İktidar Kavgası-Otto-Ankara 2016-sf.13-27-28 03. Taha Akyol-Bilim ve Yanılgı-Doğan Kitap-İstanbul 2016-sf.63 04. https://skocax.medium.com/25 Şubat 2020 05. Henri Pirenne-Ortaçağ Kentleri-İletişim Yayınlan-İstanbul 2008-sf.30 06. Niyazi Kahveci-Çağımız ve Türkiye-Doğu Kitabevi 6.Baskı-İstanbul 2020-sf.24 07. https://skocax.medium.com/25 Şubat 2020 08. https://skocax.medium.com/25 Şubat 2020 09. Taha Akyol-Bilim ve Yanılgı-Doğan Kitap-İstanbul 2016-sf.68 1 O. Levent Gültekin-Şatafatlı Mağlubiyet-Doğan Kitap-İstanbul 2015-sf.18 l 1. Ahmet Akbulut-Sahabe Dönemi İktidar Kavgası-Otta-Ankara 2016-sf.26-27-42-81 12. Ali Bardakoğlu-İslam Işığında MüslümanlıAumzla Yüzleşme-Kuramer Yayınlan-İstanbul 2016-sf.24-25 13. https://www.youtube.com/watch?v=pzsW53r3QQg 14. Olivier Roy-Siyasal İslam'ın İflası-Metis Yayınlan-İstanbul 1995-sf.12-13 15. Ahmet Çiğdem-İslamcılık ve Türkiye Üzerine Bazı Notlar-Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce-Cilt 6 tsmcıhk-İletişim Yayınları-İstanbul 2005-sf.28-3 l 16. www.hurriyet.com.tr-28 Mayıs 2017 17. Olivier Ray-Siyasal İslam'ın İflası-Metis Yayınlan-İstanbul l 995-sf.253-255 18. Mümtaz'er Türköne-İslamcılığın Doğuşu-Lotus Yayınevi-Ankara 2003-sf.242-243 19. Niyazi Berkes-Türkiye'de Çağdaşlaşma-Yapı Kredi Yayınlan-İstanbul 2017-sf.351 20. Şerif Mardin-Türk Modernleşmesi-İletişim Yayınlan-İstanbul 1995-sf.87-88 21. Max Weber-Prot.estan Ahlakı ve Kapitalizmin Rııhu-BilgeSu Yayıncılık-Ankara 2013-sf.18 22. Fehim Taştekin- Mursi'nin ardından-www.gazeteduvar.com.tr-21 Haziran 2019 23. Mustafa Erdoğan-İslamcılık demokrasi vaat edebilir mi-daktilo 1984.com-22.06.2019 24. Özcan Kadıoğlu-www.dunya.com-İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerinin dünya ekono­ misindeki yeri - 24.05.2017

27

Zihnini deGistiremeyenler, hiçbir sevi deGistiremezler." 11

George Bernard Shaw

28

il. BÖLÜM CUMHURİYET TARİHİNİN Oç BOVOK DEĞİSİM VE DÖNOSOM EVRESİ

29

Türkiye'de tarihsel arka planı incelemeden ve irdelemeden, tarihin derinliklerindeki olaylara projektör tutmadan, siyasetin seyrini, top­ lumsal hadiselerin akışını doğru kavrayabilmek mümkün değildir. Zira tarihi tecrübe okunmadan, bilinmeden hem bugünü anlayamayız, hem de geleceği yönetmede yeterince başarılı olamayız. Cumhuriyet tarihimiz boyunca devrim niteliğinde, üç büyük deği­ şim ve dönüşüm evresine tanıklık ederiz. Bunlardan birincisi cumuri­ yetin kuruluşu, ikincisi çok partili siyasal hayata geçiş, üçüncüsü de Özal'lı yıllarla birlikte serbest piyasa ekonomisine geçiştir.

CUMHURİYETİN KURULUSU Cumhuriyetin kuruluşu, Osmanlı'daki modernleşeme çabalarının ayak sürüme aşamasından kurtulup, keskin dönüşümün gerçekleştiği ve ulus devletin ortaya çıkması ile, egemenliğin padişahtan alınıp hal­ ka devredildiği, kulluktan vatandaşlığa geçişin başarıldığı bir dönemin, yani büyük bir dönüşümün, büyük bir devrimin adıdır. Ulus devlete giden yolun kilometre taşlarının nasıl döşendiğini an­ lamak için, Osmanlı yenilikçiliğini bir miktar irdelemek gerekir. Os­ manlı'daki yenileşme çabalarının 230 yılı aşkın bir geçmişi olmasına rağmen, bugün bile 21.yüzyıl Türkiye'sinde, Osmanlıdaki yenileşme karşıtlığının izlerini ve sözlerini gönneye, duymaya devam ediyoruz. Bu patolojik durum ve tutumun anlaşılabilmesi için, tarihe, tarihi olaylara mümkün olduğunca objektiviteden kopmadan ışık tutmaya çalışacağım. 31

Cumhuriyet öncesi Durum ve Osmanlı Yenilikçiliği

(Osmanlı'da Yenilikçi Hareketlerin Onü Neden Ve Nasıl Kesildi?) Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilişinin nedenlerini Prof. Dr. İl­ her Ortaylı'nın 'Osmanlı'nın en uzun yüzyılı' dediği son yüzyılına bağlamak, elbette 600 yıllık imparatorluk dönemini anlamak bakımın­ dan yetersiz bir okuma olur. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, bu havza­ da kurulmuş üç büyük imparatorluktan biri olan Osmanlı İmparatorluğu günahı ile, sevabı ile bizimdi. Yine bu havzada Roma ve Bizans'la bir­ likte üç büyük medeniyetten birinin adıdır Osmanlı İmpratorluğu. Bu çalışmada Osmanlı'nın 600 yılının bir muhasebesini yapmak takdir edilecektir ki, mümkün değildir. Hem benim uzmanlık alanımın dışında olması, hem de kitabın yazılış amacıyla örtüşmemesi nedeni ile konuyu Osmanlı ıslahat dönemi ile sınırlı ve global bir çerçevede ele alacağım. Benim buradaki amacım, özellikle Osmanlı 'ya öykünen Ak Parti iktidarının, yaptığı yanlış uygulamaların tarihsel köklerine bakmak, yenilikçi hareketlerin önünün kesilmesinin nedenlerini kısaca irdelemek ve bazı mukayeselerle yanlış hevese ve hesaba dayanan gü­ nümüze dair tutum ve uygulamaları açığa çıkarmaya çalışmak olacaktır. Osmanlı' da modernleşme ve yenileşme çabalarının Cumhuriyetin kuruluşuna kadar 134 yıllık bir serüveni vardır. Bu süreç çok sancılı bir süreçtir. Osmanlı modernleşmesinin başlangıcını daha gerilere götü­ ren tarihçiler olmakla birlikte, ille ciddi reform girişimine 111. Selim 'in ( 1789-1807) saltanatı döneminde rastlarız. Kelime karşılığı 'Yeni Dü­ zen' anlamına gelen 'Nizam-ı Cedit', çoğunlukla askeri reformu an­ latan bir kavram olmasının yanında, III. Selim'in Yeniçeri Ocağı'nı lağvetmesi, sadece Ordu' da reform yapmak için düşündüğü bir yenilik değildi. Nizam-ı Cedit, sonra gelen ıslahat hareketleri ile birlikte, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'mınAvrupa'daki bilim, sanat, eğitim, tanın, sanayi ve ticaret alanındaki ilerlemelerle tanışmasını, buluşma32

sını amaçlayan bir modernleşme çabasının ifadesiydi. Ne var ki, III. Selim 'in dikkatleri Batı 'ya yönelik olmakla birlikte, içinde bulunduğu nesnel koşullar ve esas düşünce dünyası bu derece köklü bir yapısal dönüşüme müsaade etmeye elverişli değildi. (1) Osmanlı yenilikçiliğinin karşısında tutucu güçlerin direnci çok güç­ lüydü. Bu güçlerin başında da Ordu ve İlmiye sınıfı gelmekteydi. Osmanlı yenilikçiliğini I. Mahmut(l 730-1754) ve I. Abdülharnit(l 774-1789)'in Batı 'nın askeri kurumlarından örnek alma çabalarına kadar gerilere gö­ türen Şerif Mardin, 'Türk Modernleşmesi' adlı çalışmasında özetle şöyle diyor: 'Bu çabalar, özellikle 111. Selim zamanında hızlanmış olmasına rağmen, geleneksel Osmanlı kültürünün tepkisi ile karşı­ laşmış ve geçimleri tehlikeye giren rantiye sınıfının bencil ve çıkar­ cı tutumu ile birleşerek sekteye uğratılmıştır.' (2) Burada hemen daha konunun başında şu tespiti yapmak mümkün­ dür. Osmanlı'daki yenilikçi hareketlere karşı, dini ve milli duygularla maskeledikleri çıkar hesaplarını gizleyen güç odaklarının sürdürdü­ ğü bu mücadelenin kaynağı ile, Cumhuriyete karşı çıkanların, hatta 21 .yüzyıla kadar bu husumeti taşıyanların beslendiği kaynak aynıdır. Yani özü itibarı ile Osmanlı'da 1700'lerin başından itibaren yenileşme karşıtlığı ne ise, 2 l .yüzyıl Türkiye 'sindeki değişim ve dönüşüm karşıt­ lığı da, cumhuriyet ve ulus devlet düşmanlığı da, ümmet hayalperestliği de, içerik, niyet ve kullandığı retorik bakımından aşağı yukarı aynıdır. O bakımdan günümüz Siyasal İslamcılarının Batı terminolojisi ile sos­ layarak sundukları söylemlerin içeriği gerçekte boştur ve entelektüel kapasiteleri pseudo/sözde bir kapasitedir. Bu noktada, Osmanlı'da özellikle alt ve orta sınıfların yenileşme karşıtlığını besleyen başka nedenleri de göz ardı etmemek gerekir el­ bette. Bunların başında Batı tarzı yaşam biçiminin geleneksel kültüre karşı bir saldın olarak algılanması, devleti yöneten sınıfın Batı tarzı bu yeni yaşam biçimi ile 'Lale Devri (1718-1730)'nde olduğu gibi safa­ hata sürüklenmesi, özellikle ilmiye sınıfı ve ordudaki yenileşme kar­ şıtlarının kendi çıkar hesaplarım gizleyen bir tutumla, bu gelişmeleri bahane ederek din ve değerler üzerinden istismarcı bir davranış ortaya koymaları gibi nedenler vardır. Nitekim bu nedenler, beraberinde alt ve 33

orta sınıfların katılımı ile başta Patrona Halil İsyanı (28 Eylül 1 730) olmak üzere, Kabakçı Mustafa İsyanı (Mayıs 1807), Kuleli Vak'ası (14 Eylül 1859) ve 31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) gibi olayların ortaya çıkmasını teşvik etmiştir. Bütün bu isyanlar, maalesef yenileşme çaba­ larının da köküne kibrit suyu dökmüştür. Tekrar III. Selim yenilikçiliğine dönersek; bürokratik makamların parayla alınıp satıldığı Osmanlı'da, yeniliklerden zarar gören rantiyeci kesimin devlet idaresindeki gücü ve yaygınlığı ile, patrimonyal karak­ terli ilmiye sınıfının her türlü yeniliğe karşı çıkma geleneğini buluştu­ rarak, Nizam-ı Cedit reformu ortadan kaldırıldı. III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa getirildi. Yenilikçile­ rin önemli bir kısmı öldürüldü, ölümden kurtulanların çoğu da kaçmak zorunda kaldı. Bu arada Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, yenileş­ me çabalarını desteklemek üzere Edime' deki Rumeli Ordusu ile İstan­ bul' a yürüyerek, IV. Mustafa'yı halledip, 111. Selim öldürüldüğü için yerine il. Mahmut'un tahta geçmesini sağladı. II. Mahmut(l808-1839) ilk iş olarak, askeri alandaki yenilikçiliğe karşı mücadele edenlerin adeta merkezi haline gelmiş bulunan Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırdı. Yenilikçilik konusunda çok daha ileri adımlar atarak, Osmanlı-Türk anayasacılığı bakımından ilk önemli belge olan Sened-i İttifak'ın(l808) ortaya çıkmasını ve hayata geçmesini sağladı. Tarihçi Yılmaz Öztuna il. Mahmut'u Atatürk 'le benzeştirir ve şöyle der: 'Bugünkü Türkiye'de Atatürk ne ise, o günün Türkiye'sinde Sultan Mahmut da o idi. Öyle prensipler koydu ki, öldükten sonra bile mezarın­ dan rejimini yönetiyor, kimse koyduğu prensiplere dokunamıyordu. '(3)

Tanzimat Fermanı Esasen Osmanlı yenilikçiliğinin en önemli kilometre taşlarından biri Tanzimat Fermanı'nın (1839) ilanıdır. Tanzimat Fermanı, yeni kurumsal yapılan ve ciddi değişim ve dönüşüm adımları ile modem devlete giden sürecin fitilini ateşleyen bir reform hareketiydi.

Taha Akyol, fermanla ortaya konulan düzenlemeleri üç ana başlık altında özetler. Birincisi hukuki eşitlik ve güvence, ikincisi vergi ve as­ kerlik, üçüncüsü ise hukuki reformlardır. Birinci başlıkta, tüm Osmanlı vatandaşlarının dini, mezhebi ve etnisitesi ne olursa olsun kanun önün­ de eşitliği savunulmuştur. İkinci başlıkta, vergi toplama adaletsizliği­ nin ortadan kaldırılması için modem bir maliye teşkilatının kurulması öngörülmüş ve Müslümanların sürekli savaşlarda olması ve ölmesine karşılık, Hıristiyanlann ticaretle zenginleşmesi, nüfuzlannın ve nüfus­ lannın artmasıyla ortaya çıkan bu adil olmayan durumun düzeltilmesi maksadıyla, Hıristiyanlann da askere alınması taahhüt edilmiştir. Üçün­ cü başlıkta ise, tüm bu çabaların, taahhütlerin gerçekleştirilebilmesi için, kanuni düzenlemelerin yapılması karan alınmıştır. Yine Taha Ak­ yol, Tanzimat'ın kanun yapma girişimini iki temel felsefeye dayandırır. Akla ve siyasete dayanan seküler nitelikli kanunlar ve bir girişimci sınıfın yaratılmasına yol açacak nitelikte kanunlar. (4) Batıda ticaret yüzyıllar öncesine dayanan bir geleneğe sahiptir. Orta Çağ'da özellikle liman şehirlerinde başlayan ticaret burjuvazisinin fa­ aliyetleri, kralın koyduğu keyfi vergiler karşısında isyan edip, kraldan 'berat' alarak, kendi meclislerini kurup kendilerini yönetme noktasına kadar varmıştır. Batıda ticaret böylesine köklü bir geçmişe sahiptir. Mesela modem bankacılığın atası sayılan banka, ilk kez İtalya'da Floransa'da Medici ailesi tarafından 1397'de kuruldu. Ticareti bu dü­ zeyde bir noktaya yüzyıllar öncesinde taşımış olan batı karşısında Os­ manlı tacirleri, yüzyıllardan beri adi ortaklıklarla ticaret yapıyorlardı. Tanzimat'la birlikte ilk defa şirket kurma kültürünün önü açılmış, Os­ manlı'da ticari hayata ticaret şirketleri ile birlikte, kolektif, komandit ve anonim şirket kavramlan girmiştir. (5) Osmanlı tarihçiliği ile ün yapan Büyük tarihçimiz Halil İnalcık, Tan­ zimat Fennanı'nda, kendi ifadesi ile 'devrimci modern prensiplerden' bahseder. Bunların başında halkın can ve mal güvenliği gelir. Bu prensip, esas­ lı bir ilke olarak ilan edilmiş ve kanunların idarecilerden mürekkep bir mecliste, bu prensipler göz önünde tutularak düzenleneceği Padişah ta­ rafından yeminle garanti edilmiştir. Tanzimat Ferınanı'nın miman olan

35

Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, halkı devlet içinde ilk defa merkezi bir konuma alıyor ve Batı'daki modern devlet anlayışının ifadesi olan 'halk devlet için değil, devlet halk için vardır' prensibini ortaya ko­ yuyordu. Yine Tanzimat'ın ilanıyla, dini kanun yani Şeriat bir kenara bırakılarak, Müslim ve gayrimüslim vatandaşlar arasında kanun önün­ de eşitlik ilkesi getiriliyordu. Öte yandan Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, yine modern devletin olmazsa olmaz ilkeleri arasında bulunan kanun hakimiyeti prensibini çok önemsiyordu. Bu itibarla fermanda kanunun, şahıs, zümre, idareciler ve hatta hükümdarın üstünde, herkese eşit ola­ rak uygulanan genel kaide niteliğini ortaya koyuyordu. Mahkemelerin aleniliği, vergi mükellefiyeti ve askerlik hizmetlerinin adil kanunlar çerçevesinde yerine getirilmesi de fermanın önemli ilkeleri, mesajları arasındaydı. (6) Böylece Tanzimat Fermanı ile laik modern devlete giden yolun ilk adımı da atılmış oluyordu. Kamu idaresinde, adli mekanizmada ve ti­ caret hukukunda Batı kanunlarının alınması ve kolayca uygulamaya sokulması çabalan, Reşit Paşa gibi feraset sahibi bir sadrazam saye­ sinde Osmanlı'nın yıkılışını önlemeye dönük çabalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanzimat'ı bu kadar detaylı anlatmaktaki esas amacım, günümüze kadar gelen modern devlet karşıtlığının tarihsel köklerine işaret etmek, Osmanlı hayranlığı üzerinden cumhuriyet ve ulus devlet düşmanlığına kadar varan iddiaların mesnetsizliğini ortaya çıkarmaktır. Şimdi gelelim Tanzimat'ın ilanı sonrası çatışmalara. Avrupa'da 15.yüzyılda keşfedilen matbaa bile, el yazması eserlerden geçinen hat­ tatların işsiz kalma korkulan, gavur icadı türünden dinsel tutuculuk, yeniliğe kapalı bir toplum ve okuma kültürünün gelişmemiş olması gibi nedenlerle, Osmanlı'ya yaklaşık üç asır gecikerek gelmiştir. Böyle bir toplumda, seküler modern devlete giden yolun açılması kolay olmaya-­ cak, dolaysı ile Tanzimat Fermanı'na direnç de büyük olacaktı. Nitekim hürriyet yanlısı Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Süavi gibi son dönem Osmanlı aydınları bile, Tanzimat'ı Müslüman Türk toplu­ munu yozlaştırmak, Batı hegemonyasına sokmak ve gayrimüslimlerin yararına bir girişim olarak değerlendiriyorlardı. Diğer taraftan Ulema, 36

Tanzimat'ı dinsizlik olarak ilan ediyor, Müslüman halkı bu eksende tahrik ediyor, Tanzjmat aleyhinde yapılan tüm girişimleri, beyanları içtenlikle destekliyordu. Oysa Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, ileri görüşlü ve gerçekçi bir siya­ setçi olarak, Osmanlı'nın Tanzimat yenilikçiliği ile modem devlete evril­ mesi ve bu sayede kurtuluşu için çare arayan aydın bir devlet adamı idi. Netice itibarı ile Türk modernleşme tarihinin en önemli aşama­ larından biri olan Tanzimat Fermanı'nın temel hükümleri, günü­ müze kadar gelen hukukun üstünlüğü, anayasal rejim ve din devlet ilişkilerinin yeniden tanzimi noktasında belirleyici olmuş, Osman­ lı'nın yıkılışı sonrası kurulan birçok devletin arasından temayüz ederek öne çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nin başarısındaki nedenle­ rin ana kaynağını oluşturmuştur. İlginçtir ki, cumhuriyet tarihimiz boyunca tutucu söylemlerle, din istismarcılığı ile yalan yanlış bilgilerle devleti ele geçirmek isteyen Siyasal İslamcılar, onlara destek olan sözde aydın ve yazar-çizer ta­ kımı da, Tanzimat Fermanı ve daha sonraki tüm reformcu girişimlerin karşıtlığından beslenmiştir. Ne yazık ki, cemaat kültürü ile yetişmiş, biat geleneğine sadık, muhalif olmayı dinen günah sayan ve kafasın­ da meşrulaştıramayan gelenekten gelen, okuma kültürü gelişmemiş bir toplumda, Osmanlı yenilikçiliğine karşı sağlanan halk desteği, benzer kandırmacalarla Cumhuriyet Türkiye'sinde de başarılmıştır. İşte yalda­ şık son 20 yılın siyasal hikayesinin, aldatmacalarının dayanakları da, yaslandığı yerler de buralardır. Yani Osmanlı yenilikçiliğine di­ renen tutucu güçlerin sığındıkları limanla, Ak Parti iktidarı ve onu destekleyen ideolojik çevrelerin sığındıkları liman aynı limandır. Tabiatıyla burada temel sorun, toplumun tedrici değişimini sağla­ yacak bir Burjuva sınıfının Osmanlı'da vaktiyle yetişmemiş olması ve buna bağlı olarak da modem anlamda kentleşmenin olmamasıdır. Batı'da Kral'dan 'Berat' alarak kendi meclislerini kuran, verecekleri vergiden yapmakta oldukları ticaretin kurallarını belirlemeye kadar pek çok alanı düzenleme yetkisini kendi uhdelerine alan bir Burjuva sınıfı oluşmuşken, Osmanlı'da miri toprak sistemi nedeniyle böyle bir ticaret sınıfının ortaya çıkması mümkün olmadı. Padişahın dini kişiliğinden 37

kaynaklana muhalefet kültürünün meşrulaşamaması nedeniyle, geniş yetkileri olan bir kent yönetiminin kurulması başarılamadı. Bütün bun­ lar yenilikçiliğe direnen tutucu güçlerin elini güçlendiren gelişmelerdi. Öte yandan Osmanlı yenilikçiliğine direnen güçlerin kara propagan­ daları, bir yandan çıkar çevrelerinin rant hesaplarına, makam mevki kaybı endişelerine dayanıyor, diğer taraftan da bağnazlıktan, cehalet­ ten ve aklını özgürleştiremeyen insanların oluşturduğu kapalı toplum yapısından besleniyordu. Esasen Cumhuriyetin kuruluşunda da benzer bir durumla karşı kar­ şıyaydık. Yüzde 80'i köylerde yaşayan kapalı toplum yapısının düşünce dünyası, Osmanlı'daki sosyoloji ile hemen hemen aynıydı. Okuryazarlığın erkeklerde yüzde 5, kadınlarda binde 4 seviyelerinde olduğu bir toplum­ da, seküler perspektifti bir düzenin kabul ettirilmesi oldukça zor bir işti. O bakımdan Cumhuriyeti kuranların karşılaştıkları direnç, despotik ay­ dınlanma yöntemini kullanmaya mecbur kaldıkları bir sürece vesile oldu. Yine de, sosyal dönüşümlerin uzun zaman alması nedeniyle, kent­ leşmeyi iyi yöneten bir süreçle modernleşme çabalan eş zamanlı des­ teklenebilseydi, Curnhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar taşınmış olan, aklı ve bilimi ciddiye almayan, ekseriyeti ile bir yalan propaganda evresi olan bu olumsuz süreç, belki bu yüzyıla taşınmayabilirdi.

il. Abdülhamid Dönemi Yeri gelmişken il. Abdülhamid'in çabalarına ve onun üzerinden geç­ mişe ilgi uyandırma bağlamında romantik nostaljilerle oluşturulan ya­ lan propagandaya da değinmek gerekir. Abdülhamid, imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmekte ve dünyanın ulus devletler çağına evrilmekte olduğu bir dönemde �ta geçti. Abdülhamid, medreselerinden müspet ilimlerin kaldırıldığı, yeni­ likçilik çabalarının boğulduğu, ilmiye sınıfı tarafından dünyadaki deği­ şim ve dönüşüm sürecinin anlaşılamadığı, reayanın vergilerle canından bezdirildiği, ticaret yollarındaki eksen kaymaları ve toprak kayıpları ile devlet gelirlerinin azaldığı Osmanlı İmparatorluğu 'nu, tekrar eski 38

günlerine döndürmek istiyordu. Bunun için de İslam ortak paydasında bütünleşmeyi sağlayarak, milliyetçilik fikrinden kaynaklanan ayrılıkçı hareketlerin önünü kesmek, Batı'nın seküler eğitimini Osmanlı bünye­ sine taşımak istiyordu. Ne yazık ki, Abdülhamid'in bu idealleri için çok geçti artık. Zira devraldığı imparatorluk, mali açıdan iflas etmiş, nitelikli insan gücü çok yetersiz, uleması hurafelere saplanmış, ayaklanmaların ve bağım­ sızlık mücadelelerinin giderek güçlendiği, adeta batmakta olan bir gemi gibi her yerinden su almaktaydı. Abdülhamid, bizim İslamcıların sevdiği Kemal Karpat'ın ifadesi ile, 'Avrupa medeniyetinin samimi bir hayranıydı ve Hıristiyanhiın dogmatizmden kurtulmak için gerçekleştirdiii reformları da takdir ediyordu. Bu yüzden olacak ki, Tanzimat'a sahip çıkmış, Tanzimat reformlarından hiçbirini askıya almamış veya ortadan kaldırmamış, aksine reformları korumuş ve batta genişletmiştir.' (7) Abdülhamid bir yandan Avrupa'daki bilimsel gelişmelere öykünür­ ken, aynı zamanda hem tutucu güçlerin hem de ayrılıkçı hareketlerin önünü kesmek istiyordu. Bu yüzden medreselere dokunmadı ancak, batıdaki gelişmeyi yakalamanın müspet ilimden geçtiğini gördüğü için, Anadolu'nun dört bir yanında seküler okullar açtı. Bunlar o zamanki adıyla, İptidailer(ilkokullar), Rüştiyeler(ortaokullar), İdadiler(li­ seler) gibi temel okullardan ve Ziraat Mektepleri, Hukuk Mektebi, Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi, Kız Sanayi Mektepleri gibi yükse­ kokullardan oluşuyordu. Nitekim Bursa Erkek Lisesi, Trabzon Lisesi, Erzurum Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Erzincan Lisesi, Balıkesir Lisesi ve ElazıA Lisesi gibi pek çok seküler okul il. Abdülhamid döne­ minde açılmıştır. Abdülhamid eğitime verdiği değer kadar, diğer alanlar­ da da çok önemli işlerin kurulmasına vesile oldu. Hicaz demir yolu gibi büyük bir projenin gerçekleştirilmesinin yanında, iplik fabrikasından havagazı sağlayan gazhanelere, kağıt fabrikasından kibrit fabrikasına kadar pek çok yatırıma imza attı. Bu arada yeri gelmişken yalan tarih tezlerini izale etmek bakımından belirtmek gerekir; Abdülhamid, Os­ manlı topraklarında her ne kadar gayrimüslimlere açtırmış olsa da, aynı zamanda rakı, şarap ve bira fabrikasının açılmasını sağlayan padişahtı. 39

Ne var ki aynı Abdülhamid döneminin dikkat çeken hususlarından biri, halkın cehalet içinde bırakılması ve haline şükreder bir boyun eğen­ ler güruhuna dönüştürülmesi çabasının oldukça etkili bir biçimde ortaya konulmasıydı. Yani muhtemel isyanları önlemek için halkın dilsizleştiril­ mesi ve beyninin çember içine alınarak, kontrol altında tutulması dönemin stratejilerinden biriydi. Bunun için bir taraftan dini duygular alabildiğine kullanılıyor, diğer taraftan Ticani, Şazeli ve Nakşibendi gibi kimi tarikat ve cemaat tarzı yapılanmaların önü alabildiğine açılıyordu. öte yandan Abdülhamid dönemi bir istibdat rejimi dönemiydi. Dönemin baskıları o derece gemi azıya almıştı ki, yazar ve aydınların olumsuzluk ve yönetimi eleştirmek anlamına gelir diye, hürriyet, zulüm, cemiyet, musibet, mi­ ting, adalet gibi kelimeleri kullanmaları sakıncalıydı. (8) Aynca Abdülhamid'in 33 yıllık iktidan döneminde hiç toprak kay­ bedilmemiştir yalanı karşısında, 'bugünkü Türkiye'nin toprak büyüklü­ ğünün yaklaşık iki katı toprak Abdülhamid döneminde kaybedilmiştir' gerçeğinin de altını çizmek icap eder. Nitekim Osmanlı'da II. Abdül­ hamid döneminde, mağripte Tunus, Mısır, Akdeniz'de Girit, Kıbns, Balkanlar'da Sırbistan, Karadal, Bosna Hersek, Romanya, Doğu­ da ise Batum, Kars, Kağızman olmak üzere yaklaşık 1 milyon 600 bin kilometrekare toprak kaybedilmiştir. Kısacası A bdülhamid bazılannın uydurma hikayelerle, kulaktan dolma laflarla ya da dini kişiliğine zarar gelir endişesi ile uydurduğu cennet mekin bir padişah olmadığı gibi, aynlıkçı hareketlere fırsat vermemesi nedeniyle bazı kesimlerin söylediği gibi, bir kızıl sultan da değildi. Hiç şüphesiz Abdülhamid Osmanlı İmparatorluğu'nun kurtu­ luşuna, kalkınmasına, korunmasına sadakatle bağlı bir padişahtı. Ne yazık ki, hilafet kurumunu yeniden eski gücüne kavuşturma ve bu yolla İslam ortak paydasında Osmanlı'nın birliğini yeniden inşa etme heves­ leri, tarihi ve dünyayı doğru okuyabilen hevesler değildi ve gerçeklik temelinden yoksun hülyalardı. Zira İmparatorluğun içinde bulunduğu ağır koşullar, dünyadaki değişim ve dönüşümün vaktiyle görülemediği uzun bir dönemin faturası olarak ortadaydı. Dolaysı ile Abdülhamid'in iyi niyeti, vatanseverliği ya da geç kalmış reformcu politikaları ile, Os­ manlı'yı kurtarmak mümkün değildi.

40

Kanaatim odur ki, II. Abdülhamid'in paranoyak bir tutumla hafiye­ liği, muhbirliği teşvik eden uygulamalarını ve diğer baskıcı tutumunu bir kenara koyarsak, Abdülhamid padişah olduğu ilk dönemin bilinci, perspektifi ve uygulamaları ile, Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra gelmiş olsaydı, Osmanlı'nın egemen olduğu topraklarda, 8.yüzyılla 13.yüzyıllar arasındaki İslam bilim uyanışına benzer bir uyanış belki gerçekleşebilirdi. Ne var ki, François Georgeon'nun dediği gibi, 'Ab­ dülhamid kadar olumsuz koşullarda tahta çıkmış olan hükümdar az bulunur.' Bu yüzden başarma şansı yoktu. (9) Gerçi yukarıda bahsettiğim olumlu yönlerine rağmen· Abdülhamid Ba­ tı'da yaşanan toplumsal dokudaki değişim ve dönüşümün, birey olma, hak arama, kentleşme, yerelleşme, muhalefeti meşrulaştırma gibi mücadelele­ rin ve bireysel teşebbüsün, adem-i merkeziyetçiliğin tarafında değildi, an­ cak özgür aklın ve bilimin ürettiklerinin farkındaydı ve 16. yüzyılın ihtiyacı olan kudretli padişah vasıflarına sahipti. O bakımdan Kanuni'den sonra gelseydi Osmanlı'nın büyük yararına olabilirdi diye düşünüyorum. Bu kısa Abdülhamid değerlendirmesini, ona ve onun otoriter algı­ sına öykünen ve kendine bu yolla yeni bir tarih yaratmaya çalışan Ak Parti kadrolarının yanılgılarını ortaya çıkarmak, döneme dair yalan pro­ pagandalarla kandırılan gençlerin düşünce dünyalarını sorgulamalannı sağlamak ve ulus devlete giden yolun kaçınılmaz kilometre taşlarının nasıl döşendiğini özetle ifade etmek bakımından kaleme aldım. Nihayet Osmanlı'da esas itiban ile III. Selim'le başlayan, il. Mah­ mut'la hızlanan yenilikçi mücadele, 1808 Sened-i İttifak, yukarıda uzunca anlattığım 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, l 876 1. Meşrutiyet ve l 908 il. Meşrutiyet gibi değişim ve dönüşüm çabaları, tutucu güçlerin, ulufeci, rantçı, çıkarcı çevrelerin ve onlarla işbirliği için­ deki dış odakların etkisi ile maalesef başarılı olamamıştır. Dış odaklar demişken, dönemin dış odaklarının, Osmanlı yenilikçiliğine karşı tutucu güçleri desteklediğini unutmamak gerekiyor. Batı'da modernleşme ile yenileşmiş bir Osmanlı isteğinin yanında, bunu başaramayarak tarih sah­ nesinden çekilmesi için tutucu güçlere destek veren kesimler de vardı. Osmanlı'da aklın ve bilimin ihmal edilmesi, reformların başanla­ maması neticesinde toprak kayıpları devam etmiş, borçlanma başlamış, 41

yoksulluk, yolsuzluk, adaletsizlik, eşkıyalık toplumun bütün kesimleri­ ni, özellikle de üretici durumdaki köylü reayayı perişan etmiştir. 1878 Osmanlı-Rus Savaşı, 1912 Balkan Harbi, isyanlar ve nihayet I. Dünya Savaşı ile birlikte ulus devletler çağında Osmanlı Devleti, ken­ dinden önceki imparatorluklar gibi parçalanmak ve tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır.

Cumhuriyetin Modern Türkiye ideali İçinden çok sayıda ulus devletin çıktığı ve tarih sahnesini büyük çi­ lelerle ve büyük bir iniltiyle terk eden Osmanlı İmparatorluğu 'nun esas mirasçısı olarak, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının önderli­ ğinde kurulan Türkiye Cumburiyeti'nin temel hedefi, aklın ve bilimin önderliğinde Modern Türkiye idealini gerçekleştirmekti. Modem Türkiye hedefine giden yolda, Osmanlı' da olduğu gibi Cum­ huriyet'te de ciddi dirençlerle karşılaşıldı. Cumhuriyeti kuran kadronun modernleşme yolundaki en sıkıntılı mücadelesini merkezde etkili ola­ mayan, ancak taşrada türlü tezviratlarla, kuruculara yönelik iftiralarla halkı kandırmaya çalışan yine bu tutucu güç odakları ile uğraşmak oluş­ turuyordu. Günümüze kadar gelen bu tutucu ve gerici güçlerin cehalet, eğitimsizlik, akılcı ve bilimsel düşünememe, cemaat kültürüne ve biat esaslı davranış kalıplarına bağlılık, kapalı zihin yapısı gibi özellikleri dikkat çeker. Cumhuriyetin kurucuları, o dönem itibarı ile savaşlardan yorgun düşmüş, özellikle erkek nüfusu azalmış, yangınlarla harabeye dönmüş ülkede, üç büyük mesele ile uğraşmak zorundaydılar. Cehalet, .salgın hastalıklar ve yoksulluk.

Cehalet Osmanlı bilimsel çalışmalarla, 8-12. yüzyıllarda yaşanmış İslam bilim uyanışının mirasçısı olamamıştır. Çok sayıda matematik ve ast42

ronomi eserleri elle yazılarak çoğaltıldığı halde, bu eserlerin arumda bilimin ışığı olan felsefi eserler yoktur. Osmanlı' da medrese hiçbit za­ man felsefe ve müspet bilimleri yeterince benimsemedi. Oysa felsefe olmadan düşünme de olmazdı. (10) Osmanlı medreselerinde özellikle 16.yüzyıldan sonra müspet ilim­ ler tamamen terk edilmiştir. 16.asırdan itibaren medreselerden mezun olanlar, yalnızca dini bilgilere sahiptiler. Dini bilgiler de sınırlı ve yü­ zeysel bir biçimde öğretiliyordu. Öte yandan 1 ?.yüzyıldan itibaren mülki makamlar gibi ilmi yüksek makamlar da babadan oğula geçmeye başlamış ve tarihimizde 'beşik uleması' diye bir kavrama rastlanır ol­ muştu. Daha beşikteyken ulemanın beşikteki çocuklarına ilmi rütbeler verilmeye başlanmıştır. Bu beşik ulemaları tarafından saray çevresinde yapılan dönemin ana tartışma konulan ise, 'Şeytan ve melek var mı­ dır', 'Firavun son nefesinde iman etmiş miydi, etmemiş miydi' gibi içi boş tartışmalardı. (11) Batı'da reform ve Rönesans'la başlayan, aydınlanma çağı ile devam eden akıl ve bilimsel düşünüş evresi hızla meyvelerini verirken, Osman­ lı bırakın reayayı, ulema sınıfında bile cehaletle boğuşuyordu. Osmanlı yenilikçiliği ile başlayan Batı eksenli akıl ve bilimsel düşünüş mücade­ lesi ve ıslahat çabaları, büyük dirençlerle karşılaşmış olmasına rağmen, son dönem Osmanlı aydınlan dediğimiz bir sınıfın yetişmesine de vesi­ le olmuştu. Toplumun alt sosyolojik tabanına yayılmamakla birlikte bu mücadele bir miktar eli kalem tutan insanın yetişmesini sağlamıştır. Ne var ki, savaşlar ve toprak kayıpları okuryazar, aydın diyebilece­ ğimiz kesimlerin sayısını süreçte bir hayli azaltmıştır. Nitekim Çanak­ kale Savaşı ve arkasından gelen Kurtuluş Savaşı, çok sayıda eli kalem tutan, okuryazar ve aydın insanımızın ölümüne sebep olmuştur. Sadece bir örneği benim de mezun olduğum önceki adı Kayseri Sultanisi olan Kayseri Lisesi'nden verecek olursak, Çanakkale Savaşı döneminde 1915-1916 ve 1916-1917 eğitim öğretim yıllarına ait kütük defterle­ rinde 10-11 ve 12. sınıfların karşısında, 'bu sene teşekkül etmemiştir' ibaresinin yazılı olduğunu görüyoruz ve bu ifadeden Çanakkale Savaşı sırasında okulumuzun mezun vermediğini anlamış oluyoruz. 43

Yine Kayseri Lisesi'nin son sınıf öğrencileri eğitimlerini yanda bı­ rakıp, Sakarya Meydan Muharebesi için cepheye giderler. Maalesef hiç biri geri dönemez ve şehit olurlar. Lisenin Milli Mücadele yılların­ daki mezuniyet defterinde, 'son sınıf talebeleri Sakarya Savaşı'nda cephede şehit düştüğü için, bu öğretim yılında okulumuz mezun vermemiştir' ibaresi yazar. Cumhuriyetin kuruluşuna giden süreçte, anlaşılıyor ki eğitim duru­ mumuz içler acısı bir haldedir. Cumhuriyet ilan edildiğinde yaklaşık 13 milyon civarında bir nüfusa sahiptik. Bunun 11 milyon kadarı köylerde yaşamaktaydı. 40 bin köyün 38 bininde okul yoktu. Ülkemizin tama­ mında 153 ortaokul ve lise, yalnızca 1 üniversite vardı. Ortaokulda 543, liselerde ise 230 kız öğrenci okumaktaydı. Aynı tarihlerde İngilte­ re'de ilkokulda okuyan öğrenci sayısı 6 milyon civarındadır. Osmanlı'nın ıskaladığı ve ihmal ettiği en önemli konulardan biri de şehirleşmedir. Halbuki toplumun köylü kalması, gelişmenin önündeki en büyük engellerdendir. Zira üniversite, bilim, sanat, sanayi, meslekleşme, ticaret, spor ve kültürel gelişmeler hepsi köyde değil şehirde olur. Asya tipi üretim modeli, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmemizi ge­ ciktirdiği gibi, şehirleşmede de çok geç kalınmasına vesile olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında okuryazar oranımız da çok düşüktür. Cumhuriyet döneminde 28 Ekim 192 7 tarihinde yapılan ilk sayıma göre okuma yazma oranı yüzde 10,S'tir. Bu veriden hareketle Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda okuryazarlık oranının yaklaşık yüzde 4-6 civarında bir rakama tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Bu oranı 1918 için yüzde 4 hatta yüzde 2 kabul eden tarihçiler de vardır. Kadınlarda ise okuma yazma oranı binde ile ifade edilmektedir. 1850'lerde Osmanlı'da günde 1000 tane gazete satıldığı tahmin edilmektedir. 1921 'de ise bu rakamın 25 bine ulaştığı görülmektedir. Kitap okuma oranları ise çok gerilerde­ dir. 1918-1928 yılları arasında yılda ortalama 586 kitap basılmıştır. (12) Öte yandan bütün bu vakıalar ve rakamlar, bütün bu tablo bize, 'Arap alfabesinden Latin alfabesine geçmekle bir gecede cahil kaldık' tezi­ nin gerçeklik temelinden yoksun olduğunu gösterir. Aksine alfabe deği­ şikliği ve okullaşmanın artması, okuryazar oranının hızla fazlalaşmasını sağlamıştır. Bunu giderek artan gazete ve kitap satışlarından anlıyoruz. 44

Gazeteci ve Yazar Yüksel Baysal, 7 Haziran 2019 tarihinde Yeni Dö­ nem Gazetesi'nde 'Türk Diline Vurulmak İstenen Pranga' başlık­ lı köşe yazısında, 'Cumhuriyet kurulduğunda, bir değil iki dilimiz vardı. Biri Sarayın çevresinde konuşulan Arapça, Frasça ve Türk­ çe karışımı olan dil, diğeri ise Yunus Emre, Pir Sultan, Dadaloğlu ve Karacaoğlan gibi ozanların kullandığı halkın diliydi.' Yine Baysal yazısında, Türk Dil Kurumu'nda uzun yıllar görev yap­ mış, ünlü edebiyatçımız Cahit K ülebi'nin, Hıfzı Topuz'la yaptığı söy­ leşisindeki ifadelere yer vererek şunları yazıyor: 'Eskilerin kullandığı sözcüklerin dörtte üçü Arapça, dörtte biri de Farsçaydı. Sonra bu etkiler gittikçe arttı. Fakat yalnız Arapçanın ve Farsçanın etkisi diyemeyiz. Birçok alanlarda Batı dillerinin de etkisi oldu ve Batı dillerinin sözcükleri dilimize geçti. Denizcilikte, lokantacılıkta İtal­ yanların büyük etkisi oldu. Edebiyatta ve başka alanlarda Fransız­ ların etkisi oldu.' Yüksel Baysal, Hıfzı Topuz'un 'Gülümseyen Anılar' adlı kitabı­ na atıfla, Cahit Külebi'nin, Hıfzı Topuz'un sorusuna karşılık, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli dil bilimcisi ômer Asım Aksoy'u kay­ nak göstererek verdiği rakamları da şöyle kaleme alıyor: 'Şinasi, di­ linde ancak yüzde 33 oranında Türkçe sözcük kullanmış. Namık Kemal yüzde 38, Hüseyin Rahmi yüzde 50, Ahmet Rasim yüzde SO, Peyami Safa yüzde 62, Tank Buğra yüzde 71, İlhan Selçuk yüzde 73, Nadir Nadi yüzd_e 79, Nurullah Ataç yüzde 88 ile başlamış, yüz­ de 98'e kadar çıkarmış.' Yüksel Baysal yazısının son bölümünde, 'Geçmişle bağımızı ko­ pardılar' yaygarasına karşı, 'Ortada dil açısından bir geçmiş yok ki, bağ koparılmış olsun. Kaldı ki Osmanlı çok çeşitli milletlerin oluş­ turduğu bir imparatorluktu. Doğal olarak Saray'da her milletin di­ linden bir parça vardı. Ancak milli devlet için milli dil zorunluydu ve Atatürk'ün yaptığı da buydu' diyerek bu durumun 'Bir kültürel kopuş değil, bir yeniden doğuş' olduğunun altını çiziyor. (13) Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa'nın soyundan gelen ünlü edebiyat­ çı ve tarihçimiz Demokrat Parti kurucularından Prof. Dr. Fuat Köp­ rülü, başlangıçta harf inkılabına karşı olmasına rağmen, Eylül 193 8 45

tarihli Ülkü dergisindeki 'Alfabe İnkılabı' başlıklı yazısında eski gö­ rüşlerini tekzip eden bir açıklamada bulunur. Şöyle der: 'On yıl bir milletin hayatında çok kısa bir zamandır. Alfabe inkılabı, bu kadar kısa bir müddet içinde bile memleketin kültür hayatında muazzam hamleler doğurmuş, çok feyizli, müspet neticeler vermiştir.' 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı 'Yeni Türk Harflerinin Ka­ bul ve Tatbiki Hakkında Kanun 'un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleşmesi sürecinden itibaren, harf değişikliğinin yarattığı ilk şokla günlük gazete sayılarında kısa bir süre için düşüş yaşanmakla birlikte, ilerleyen zamanlarda gazete ve kitap satışları hızla yükselmiştir. Mesela 1927'de 45.000 olan günlük gazete satışı 1935'te 130.614'e, 1945'te ise 201.S00'e çıkmıştır. (14) Esasen latin harfleri ile yazı yazma üzerine tartışmalar Tanzimat'la birlikte başlamış, pek çok Osmanlı aydını Arap alfabesi ile Türkçe oku­ yup yazmanın zorluklarını dile getirmiştir. Nitekim Osmanlı kütüpha­ nelerinde Cumhuriyet'ten önce çok sayıda latin harfleri ile yazılmış eserler mevcuttu. Yani harf devrimi bazılarının abartılı ifadeleri ile bir gecede tepeden inme biçimde değil, yaklaşık yüz yıl önce başlayan dil tartışmalarının birikimi üzerinde gerçekleşmiştir. Hem, Cumhuriyeti de Osmanlı'nın birikimi üzerine kurmadık mı? Tabiatı ile cehalet, sadece okuıyazar oranını yükseltmekle ortadan kalkmıyor. Hayata dair bildikleri, yüzyılların söylenceleri ile şekillenmiş bir toplumun, aydınlanma mücadelesi çetin ve çetrefilli bir mücadeledir. Cehaleti yenmek elbette kolay olmayacaktır. Akıl ve bilimsel düşünüş aşa­ ması, uzun mücadelelerin sonunda ulaşılabilecek bir aşamadır. Bu yüzden Cumhuriyetimizin ilk yıllarının uygulamalarını anlıyoruz ve yalan yanlış bilgilerle düşünceleri iğdiş edilmiş olanların da, Cumhuriyetin başında toplumun nasıl bir cehalet içinde yüzdüğünü anlamalarını bekliyoruz.

Salgın Hastalıklar Salgın hastalıklar konusunda toplumun durumu çok vahimdi. Os­ manlı'nın bulunduğu coğrafyalar, salgın hastalıkların da yaygın olarak 46

mevcut olduğu coğrafyalardı. Göçlerle birlikte Anadolu'ya toplu akın­ lar biçiminde akan halk, beraberinde bulaşıcı hastalıkları da getirdi. Kurtuluş Savaşı sonrası askerlerin terhis olması ile bulaşıcı hasta­ lıklar konusundaki tablo daha da dehşet verici bir hal aldı. Zira eve dö­ nen askerler pek çok bulaşıcı hastalığı da beraberinde getirmişlerdi. En sık rastlanılan bulaşıcı hastalıklar, verem, sıtma, frengi, trahom, çiçek, kızıl, difteri ve kuduzdu. 1 milyon civarında insanımız verem hasta­ ıı, 1 milyondan fazla insanımız ise frengi hastası, bazı belgelerde 2 milyon civarında, bazı belgelere göre ise nüfusun yarısından fazla­ sı sıtma hastasıydı. Özellikle sıtma hastalığı, ülkenin tamamında çok yaygın biçimde seyrediyordu. Bebek ölüm oranlan çok yüksekti. O kadar ki, yaklaşık olarak her doğan iki bebekten biri ölüyordu. Şahsen ben yaşlılardan çok dinlemi­ şimdir; filancalar 10 çocuk yapmış ancak 5'i hayatta kalmıştır. Anadolu ıssız ve boş olduğu için, nüfusun artması istendiğinden çocuk yapma teşvik ediliyor, ancak hastalıklar nedeni ile doğan çocukların önemli bir kısmı hayatta kalamıyordu. Bu arada az sayıda doktor ve eczacı vardı, ancak bunların da çoğu azınlıklardandı. Diş hekimi hiç yoktu. 40 bin köyde sadece 136 ebe vardı. Sağlık altyapısı hem bina, hem araç gereç, hem de personel ba­ kımından çok yetersizdi. Ortalama ömür ise 40 yaş civanndaydı. Bu yüzden Cumhuriyetin başında, bulaşıcı hastalıklarla mücadele en yoğun bir biçimde yapılmaya başlandı. Özellikle bulaşıcı hastalıkların büyük salgınlara dönüşmemesi için, koruyucu hekimlik bağlamında aşı çalışmalarına çok hız verildi. Esasen aşı üretimi için ilk çalışmalar Osmanlı İmparatorluğu döne­ minde 1721 yılına kadar dayanır. 1885'te dünyada ilk defa çiçek aşısı uygulaması için Osmanlı İmparatorluğu'nda kanun çıkarıldı. 1892'de ise ilk çiçek. aşısı üretim evi kuruldu. 1911 yılında tifo, 1913 yıbnda kolera, dmuıteıi ve veba aşılan Türkiye'de ilk m lumrlandı ve uygulandı. Cumhuriyet döneminde ise 1928'de Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü kurularak, aşı çalışmaları ve aşı üretimi, kurumsal ve mer­ kezi bir yapıya kavuşturulmuştur. l 940'lı yıllara kadar tifo, difteri, ti­ füs, kolera, boğmaca, tetanoz, kuduz ve BCG aşılan seri bir biçimde 47

üretilmiştir. 1968 'de kurulan serum çiftliğinde tetanoz, gazlı gangren, difteri, kuduz, şarbon ve akrep serumları da üretilmiştir. (15) Bu arada, Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, Sağlıkta Dönüşüm Projesi kapsamında 2011 yılında Halk Sağlığı Merkezi Laboratuvarı statüsü ile, Halk Sağlığı Kurumu bünyesine taşınarak, pasifize edil­ miştir. Her ne kadar dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Hıfzıssıhha Enstitüsünü kapatmadık, aksine statüsünü yükselttik dese de, gerçek öyle değildir. Öyle olsaydı bugüne kadar Covid-19 virüsü ile ilgili aşı geliştirilirdi. 1940'lı yıllara kadar o günün bilgi ve altyapı imkansızlık­ larına rağmen, birçok bulaşıcı hastalık için aşı geliştiren kurum, bugün aşı konusunda çok atıl kalmıştır. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, Sağlık Bakanlığı'na bağlı ayn bir kurum olarak tutulmalıydı ve bir aşı üretim merkezi olarak çalışma­ larına devam etmeliydi. Böylesine kıymetli bir kurum lağvedilmeme­ liydi ve bu deneyim ortadan kaldınlmamalıydı. Yukarıda da belirttiğim gibi, Covid-19 pandemisinde, hala daha bir aşı üretememiş olmamız, bu kurumsal yapının lağvedilmesiyle de ilgi­ lidir diye düşünüyorum. Şu anda maalesef Türkiye'de, endüstriyel anlamda üretilmekte olan herhangi bir aşı yoktur.

Yoksulluk Özellikle 1912 Balkan Savaşı 'odan 1922 İzmir' de düşmanın denize dö­ külmesine kadar geçen 1 O yıllık sürenin sonunda insanımız bi� ülke ha­ rap ve her yer perişan bir durumdadır. Savaşlarda ülkenin maddi kaynaklan büyük zarar görmüş, insan kaynağı da bitap düşmüştür. Osmanlı' dan dev­ ralınan ekonomik yapı, tanına dayalı, altyapısı çok kısıtlı bir yapıydı. Yani Cumhuriyetin başında yoksulluk diz boyudur ve insanlar yan aç yarı tok ya­ tağa girmektedirler. Uzun süren savaşlar, işgaller ve iç karışıklıklar sonucu Anadolu'da çok sayıda bina yanmış, üretim durmuş, fakirlik had safhalara ulaşmıştır. Mesela hiç bir köyde traktör yoktur. Karasabanla, çift sürerek tarım yapılmaktadır. Yani köylünün modem tarımdan haberi bile yoktu ve tarım toplumunun en ilkel üretim biçimi ile müstahsillik yapılmaktaydı. 48

Nüfusun büyük bölümünün yaşadığı kırsal alanda kapalı ekonomi hakimdir. Ve halk çoğunlukla hayatın zorunlu kıldığı gündelik ihtiyaç­ larını karşılamaya yönelik bir tarımsal uğraş içindedir. (16) Köylerin çok büyük bölümünde içme suyu yoktur. Derme çatma çeş­ melerden içme suyu, yakın mesafedeki derelerden kullanma suyu, taşıma ile temin edilmeye çalışılıyordu. Mesela benim çocukluğumun geçtiği köyde, içme suyumuzu kendi imkanlarımızla temin edebilmiştik. Evimi­ zin yukarısındaki ormanlık: alanda bulduğumuz bir kaynağı, yine kendi çabalarımızla yaptırdığımız su deposuna taşımış, içme suyu ihtiyacımızı bu şekilde karşılamıştık. Yıllar sonra 1973 yılında, köyün toplu su ihtiya­ cını karşılamak için, Köy Hizmetleri İl Müdürlüğü 'nün desteği ve köy­ lülerin işçiliğini bizzat üstlenmesi ile içme suyu projesi yapılabilmiştir. Yol ve köprü bakımından da büyük bir yoksunluk. mevcuttu. Ulaşım at sırtında veya kağnı arabası ile, çoğu kere de yaya olarak yapılıyordu. Mesela ben doğmadan ölen dedem, yazın 6 saatlik mesafedeki yaylaya yaya olarak gidip gelirmiş. Yine benim doğduğum Trabzon'un Of ilçesi Fındıkoba (Mavran) kö­ yünde yaşlılar anlatırlardı; mısırın koçanını bile değirmende mısırlarla birlikte öğütüp un yaparlarmış; daha fazla un elde etmek için. İnsanlar küçük tarlalarında yazın ekip biçtiği ürünlerle kamını doyurmaya çalı­ şır, kışa da ürettiklerinden stoklayarak ayırmaya gayret ederdi. Evlerde genellikle bir veya iki inek, birkaç tavuk bulunurdu. Ülkede bir tane bile şeker fabrikası yoktu. Yağ, un, et ve şeker gibi temel gıda maddeleri, hali vakti yerinde olan az sayıda kişinin erişebil­ diği yiyeceklerdi. Fakir fukaranın et yiyebilmesi için Kurban Bayra­ mının onlar açısından, dini bayram olmanın ötesinde bir anlamı vardı. İnsanların çok büyük bir bölümünün üstünde giyeceği bile yoktu, yırtık ya da yamalı pantolonlarla dolaşılırdı. Terzilik mesleği vardı an­ cak doğru düzgün bir kumaşa erişmek hiç de kolay değildi. Ayakkabı olarak manda derisinden yapılan ve çarık denilen ayakkabılar kullanıl­ maktaydı. Çarık ayakkabılar, hem tarlada hem çarşı paz.arda giyiliyor­ du. Soğuk kış günlerinde insanların sırtına giyecekleri mont, palto ya da kaban türü giyecekler de yoktu. Kışın evlerin soğuktan muhafaza edilmesi bile çok zordu. 49

Bütün bu yoksulluğun yanında yukanda da anlattığım gibi, bulaşıcı ve diğer hastalıklarla uğraşmak, çarpan etkisi ile insanlan yaşamdan bezdiriyordu. İşte Mustafa Kemal ve arkadaşlan, Cumhuriyeti kurarken, nitelik­ li insan gücü yetersizliği ve ekonomik darboğazın yanında, diz boyu yoksulluk, devasa cehalet ve sağlık problemleriyle boğuşan böyle bir Türkiye sosyolojisi ile yola koyuldular. İşleri çok zordu, ama o zoru başardılar. 1923 'ten 'her fabrika bir kaledir' diyen Mustafa Kemal Atatürk'ün vefat tarihi olan l 938'e kadar yapılan yatırımların kısa bir özetini de burada hatırlatmak isterim: Öncelikle şunu ifade etmeliyim, Atatürk Modem Türkiye hedefine giden aydınlanma mücadelesinin öncülüğünde gösterdiği başandan daha büyük bir başanyı, ekonomi alanında gerçekleştirmiştir. Yukanda bahsettiğim yoksulluğun, sefaletin, bulaşıcı hastalıklann ve cehaletin yanında, yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti bir de Osmanlı'dan kalma borçlan ödemek zorundaydı. Düyun-u Umumiye İdaresi ile 1928'de Paris'te imzalanan anlaşma ile Osmanlı'dan kalan 107.5 milyon altın lirasının son taksidini Türkiye 25 Mayıs l 954 'te ödeyerek Osmanlı borçlannı bitirmiştir. Ancak buna rağmen içeride yapılan yatırımlar mucize kabilinden işlerdi. O kadar ki, genç Türkiye Cumhuriyeti bütün bu karanlık tablonun yanında, kısa sayılabilecek bir süre zarfında, üre­ ten, ihracat yapan ve kendi kendine yeten bir ülke konumuna yükseldi. Cumhuriyetin başında madenlerimizin büyük bir kısmı ve demir­ yollannın, limanlann tamamı yabancılann elindedir. Kişi başına düşen milli gelir sadece 4 Türk Lirasıdır. Osmanlı'dan genç Türkiye Cum­ buriyeti'ne devredilen sadece 4 önemli fabrika vardır: 'Dereke İpek Dokuma Fabrikası', 'Feshane Yün İp lik Fabrikası', 'Bakırköy Bez Fabrikası' ve 'Beykoz Deri Fabrikası.' Bu arada Osmanlı döne­ minden kalma ve milleti canından bezdiren Aşar vergisi 1925 yılında kaldırılmıştır. 1929-1938 yıllan arasında ağır sanayi üretimi yüzde 52, toplam sanayi üretimi ise yüzde 80 artış göstermiştir. Kömür üretimin­ de yüzde 100, krom üretiminde yüzde 600, diğer madenlerde ise yüzde 200 artış olurken, demir üretimi sıfırdan l 80.000 tona çıkmış, şeker 50

üretimi 200 misli artmıştır. O kadar ki, Türkiye dünyada krom üreticisi ve ihracatçısı ülkeler arasında ikinci sıraya yükselmiştir. 1938 yılına gelindiğinde 17 milyon nüfuslu Türkiye' de bütçe artık açık değil, gelir fazlası vermektedir. Şeker, çimento ve kerestede ülke ihtiyacının tama­ mı, yünlü dokumada ülke ihtiyacının yüzde 83 'ü, pamuklu dokumada yüzde 43'ü, kağıtta yüzde 32'si, cam ve cam eşyada yüzde 63'ü ulusal tanın ve sanayi ile karşılanmaktadır. 1930'da 1 dolar 2.12 lira iken, Türk Lirası dolar karşısında değer kazanmış ve 1939'da 1 dolar 1.28 liraya gerilemiştir. 1924'te 15 'i yabancılara ait 19 ulusal banka varken, 1938'de banka sayısı sadece 9'u yabancılara ait olmak üzere 39'a yükselmiştir. Bu dönemde bankalarda mevduat 58 kat artmış, ulusal bankaların toplam mevduattaki payı yüzde 32 'den yüzde 81 'e çıkarken, yabancı bankaların payı yüzde 68'den yüzde 19'a düşmüştür. Cumhu­ riyetin ilk yıllarında savunma sanayiinde de mucizelere imza atılmış, Kayseri'de kurulan Uçak Fabrikası'nda 176 uçak üretilmiştir. Atatürk döneminde Türkiye, dünyada uçak sanayisi olan on ülkeden biri olarak yerini almıştır. İlk Türk denizaltısı da yine bu dönemde imal edilmiştir. Hatta Türkiye 1944 yılında ilk yolcu uçağını da imal etmiş ve Danimarka ve Hollanda'ya ihraç etme başarısını da göstermiştir. Atatürk dönemin­ de Türk ekonomisi her yıl, hem de dış destek olmadan ve enflasyonun da olmadığı koşullarda yüzde 6 oranında büyümüştür. Dönemin yapılan bazı fabrikalarını kısaca özetlersek şöyle bir tablo ortaya çıkar: Ankara Fişek Fabrikası, Gölcük Tersanesi, Eskişehir Hava Ta­ mirhanesi, Alpullu Şeker Fabrikası, Uşak Şeker Fabrikası, Kırık­ kale Mühimmat Fabrikası, Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası, Bünyan Dokuma Fabrikası, Ankara Çimento Fabrikası, Ankara Havagazı Fabrikası, İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası, Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Fabrikası, Eskişehir Şeker Fabrikası, Turhal Şeker Fabrikası, Konya Ereğli Bez Fab­ rikası, Bakırköy Bez Fabrikası Yenilemesi, İzmit Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası, Zonguldak Antrasit Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası, Ankara, Eskişehir ve Sivas Buğday Siloları, Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası, Kayseri Bez Fabrikası, Nazilli Basma Fabri­ kası, Bursa Merinos Fabrikası, Gemlik Suni' İpek Fabrikası, Anka-



ra Çubuk Barajı, Zonguldak Taşkömürü Fabrikası, Nuri Demirağ Uçak Fabrikası, Malatya Bez Fabrikası, İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası, Sivas Çimento Fabrikası, Karabük Demir Çelik Fabri­ kası ve daha bir çok sanayi tesisi bu dönemde yapılmıştır. (17) Görüldüğü gibi Atatürk döneminde, karşı devrim yanlılarının yalan tarih tezlerine ve bütün imkansızlıklara rağmen, hemen her alanda birer mucize yaratılmış, ülke sorunları bir bir çözüm yoluna girmiştir. Bugün artık şuna inancımız tamdır. Cumhuriyet düşmanlarının bü­ tün asılsız iddialarına, despotik aydınlanmanın hatalarına ve dönemin anakronik propagandalarına rağmen, Cumhuriyetimizin modem Türki­ ye hedefi akamete uğratılsa da yoluna devam edecektir.

ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİS İstiklal Savaşı'nı dünyadaki diğer benzeri kurtuluş mücadelelerin­ den ayıran en temel husus, savaşın bir halk hareketi vasfını taşıması, bunun için de Kurtuluş Savaşı öncesi Milli Mücadele'nin kurwnsal te­ meli olan Türkiye Büyük Millet Meclisi 'nin açılması ve bağımsızlık mücadelesinin milletin talebi eksenli bir meşruiyete dayanıyor olmasıy­ dı. Yani İstiklal Savaşı ne yerleşik nizamı ortadan kaldırmaya dönük bir çete hareketiydi, ne de Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkmayı amaçlayan bir komitacılık hareketiydi. Aksine tarih sahnesinden çekilmekte olan bir imparatorluktan Türk Milleti 'ni, çağın gerçeği olan bağımsız bir ulus devlet ekseninde kurtarma mücadelesiydi. Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmekte olduğu bu ortamın ağır koşullan, bir yandan millet ve millet egemenliği kavramlarını öne çıka­ rıyor, öte yandan aynı bağlamda 'egemenlik kayıtsız şartsız milletindir' sözü ile, halkın siyasal kaderini bizzat eline aldığının ve demokrasiye giden yolun açılmasının mesajı veriliyordu.(I 8) Nitekim 378 üyeden oluşan Birinci TBMM'nin, gerek mesleki bakım­ dan, gerekse kanaat önderleri vasfı bakımından sosyo-ekonomik tabanı ve eğitim düzeyi hayli çeşitlilik gösteren yapısına ve temsil kabiliyetine baktığımızda, Milli Mücadele öncesinde, daha savaşın kazanılmamış ve 52

yeni devletin henüz kurulmamış olmasına rağmen, halle egemenliğine dayanan bir rejimin temellerinin atılmakta olduğunu görürüz. (19) Bu gelişmelerden şunu anlıyoruz. Cumhuriyetin perspektifi daha baş­ langıçta demokrasi ile taçlanmak hedefine matuftur. Bu hedefin doğrulu­ ğunu 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930'da Serbest Fırka 'nın kuruluşlarından anlıyoruz. Her ne kadar her iki parti de kuruluş­ tan kısa bir süre sonra kapatılmak durumunda kaldıysa da, bu durumu dö­ nemin özgün koşullan içinde değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Türkiye demokratik anlamda modernleşmede geç kalmış bir ülkedir. Bu nedenle demokratik siyasal gelenekler oluşturmada, halkın talep­ lerinden ziyade, aydınların, sivil ve askeri bürokrasinin etkilerini gör­ mekteyiz. Bürokratik elitler diyebileceğimiz bu kesim, tabandan gelen bir demokrasi talebi olmadığından, demokratik anlamda modernleşme çabalarının adeta taşıyıcısı konumundadırlar. Çok partili siyasal hayata geçişimizi de bu açıdan okumak, incelemek gerekir. 19.yüzyıldan itibaren padişahın bazı yetkilerini kısıtlama ile başlayan demokratikleşme çabalarımız, Türk demokrasisi için bir milat niteliğin­ de olan 1946 seçimleri ile önemli bir ivme kazandı. Şüphesiz ki çok partili siyasal hayata geçiş, tilin kurum ve kuralları ile demokratikleşe­ bilmek için yeterli bir gelişme olarak değerlendirilemez. Kökleri tarihin derinliklerindeki inanış ve davranış biçimlerine dayanan, kişiliği arkaik anlayışlarla şekillenmiş, muhalif olmayı günah sayıp, yönetim otoritesi­ ne bağlılığı görev addeden bir toplumun, kurum ve kurallarıyla birden bire demokratik modem bir topluma dönüşeceği beklenemezdi elbette. Böyle bir şey sosyal bilimlerin mantığına aykırıdır her şeyden önce. (19) Çok partili siyasal hayata geçişi Mustafa Kemal 'in Modern Türkiye hede­ finin bir parçası olarak yorumlayan Emre Kongar'a göre, bu durumu destek­ leyen üç ögeden daha bahsetmek gerekir. 'Birincisi Batı'nın kendi içinde bir Türkiye görmek istemesi, demokrasi yolunda ilerleme çabalan olan bir Türkiye ile mümkündü. İkincisi ise, Il. Dünya Savaşı'nın da etkisiyle ekonomik darboğazın halkta yarattığı büyük tepki ve bu tepkinin mu­ lıallf parti arayışına giden yolu zorlamasıydı. Üçüncü tepki ise, Cumhu­ riyetin ekonomik uygulamalarının neticesinde yavaş da olsa oluşmaya lıatlayan bir burjuva sınıfının ortaya çıkardığı baskılardı.' (20) 53

Kongar'ın değinmediği hiç şüphesiz çok önemli bir dış etmen daha vardı. O da Stalin dönemi Sovyetler Birliği'nin, Türkiye'den toprak talebi ve bunun yarattığı dış tehdit idi. Nitekim Stalin açık açık Türki­ ye' den Kars ve Ardahan'ı istemiş, aynca Boğazlarda da üs kurmak istediğini dile getirmiştir. Türkiye'nin zaten bildiği bu durumu, ABD ve İngiltere'nin il. Dünya Savaşı sonrası Moskova ile yaptığı müzakerelerin yayınlanan tutanaklarında da açık biçimde görüyoruz. (21)

Türkiye'nin Batı Bloku Tercihi Kurtuluş Savaşı sırasında Mondros ve Sevr antlaşmaları sonrası ül­ kemizi işgal eden ülkeler Batılı ülkelerdi; savaşta bize silah ve mühim­ mat yardımı yapan ise Sovyetler Birliği idi. Buna rağmen Lenin'in, Montesquieu'nun, Thomas Hobbes'un ve John Locke'un fikirlerini altını çizerek okuyan Mustafa Kemal'in vizyonu sayesinde Türkiye, Sovyetler Birliği'nin ya da Doğu Medeniyetinin değil, Batı Medeniye­ tinin bir parçası olmayı tercih etti. II. Dünya Savaşı sonunda Türkiye'nin rejim tercihi nedeni ile, ekono­ mik ve siyasal çıkarlarının Batı Bloku içinde yer almaktan geçtiği orta­ daydı. Bu arada 25 Nisan 1945'te aralarında Türkiye'ninde kurucu üye olarak bulunduğu 50 ülke, San Francisco Konferansı'nda bir araya gelerek Birleşmiş Milletler (United. Nations)'i kurdular. Böylece Türkiye Batı Bloku içinde yer alma iddiasını güçlendiren bir girişimde bulunmuş oldu. Hem Modem Türkiye hedefine yönelik tercihin etkisi, hem de Sovyet tehdidi neticesinde Türkiye, Batı'nın çoğulcu demokratik yapısı içinde olma mücadelesini hızlandırdı. Zaten kuruluştan itibaren bir burjuva sı­

nıfı

yaratma mücadelesi de Batı Bloku içinde yer alma çabalarının bir başka göstergesiydi. Öte yandan Batı Bloku içinde yer alabilmenin demokratikleşme yö­

nünde adımlar atmayı gerektirdiği bilinci, devletin üst kademelerinde vardı. Bu yüzden çok partili siyasal hayata geçişin çalışmaları, özellikle İsmet İnönü'nün şahsında CHP üst yönetiminde kabul görmeye baş­ lamıştı. Ekonomideki sıkıntılar, genç burjuva sınıfının baskıları, eko54

nomik liberalizmin siyasal liberalizmle desteklenme arayışları, CHP içinde de bazı hareketlenmelere neden olmuştu. Nitekim 12 Haziran 1945'te Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Ko­ raltan tarafından daha sonralan 'dörtlü takrir' adı verilen bir önerge ile, bireysel özgürlüklerin genişletilmesi, hükümet üzerinde meclis de­ netimin artınlması ve karşı siyasal akımların özgürce savunulabilmesi yönünde, demokratik bir yeni tutumun ortaya konulması isteniyordu. Önerge sahipleri, özgürlükleri kısıtlayan bir rejimde ısrarcı olmanın doğru olmayacağı, bir an önce çok partili siyasal hayata geçilmesi ge­ rektiği üzerinde ısrarla durmuşlardı. Önerge CHP Grubunda çok sarsı­ cı bir etki yaratmıştı. Önerge reddedilmişti ancak kamuoyu nezdinde bıraktığı etki olumlu bir etkiydi. Bu arada Adnan Menderes ve Fuat Köprülü eleştirilerini basın aracılığı ile de sürdürüyorlardı. Nitekim ku­ rulmakta olan Birleşmiş Milletler Antlaşması 'nın görüşmeleri sırasın­ da Adnan Menderes, yine tek parti yönetimini sert bir dille eleştirmiş, Türkiye'nin girmekte olduğu uluslararası düzeydeki bu taahhüde uygun bir biçimde siyasal sistemini yeniden düzenlemesi gerektiği konusunu ısrarla dile getirmiştir. Bu gelişmeler üzerine Adnan Menderes ve Fuat Köprülü 21 Eylül 1945 tarihinde CHP'den ihraç edildiler. İhraç kararını eleştiren Refik Koraltan da CHP'den ihraç edildi. Ardından Celal Bayar önce millet­ vekilliğinden, sonra da CHP'den istifa etti. Böylece Demokrat Parti'nin kuruluşuna giden yolun adımlan hızlı bir biçimde atılmaya başlamıştı. 7 Ocak 1946'da Demokrat Parti yuka­ nda adı geçen etkili isimler tarafından kuruldu. Ancak DP, 21 Temmuz 1946' daki genel seçimler için henüz hazırlıklı değildi. Nitekim 465 sandalyeli Meclis için DP ancak 273 aday gösterebilmişti. Bir de se­ çimlerin 'açık oy gizli tasnif' esasına göre yapılması, DP'nin ancak 62 milletvekili çıkarabilmesine sebep oldu.

55

Demokrat Parti iktidarı ve Darbeler Dönemi Türkiye tarihinin ilk demokratik seçimi olan 14 Mayıs 1950'deki seçimde DP, seçimi açık ara alarak Meclisteki 487 sandalyeli milletve­ killiğinin 416'sını kazandı. Bu süreçte İsmet İnönü'nün, CHP içindeki Jakobenlere ve baskıcı görüş yanlılarına rağmen, çok partili hayatı ger­ çekleştirme ve yaşatma yönünde verdiği mücadeledeki hakkını teslim etmek lazımdır. Öte yandan Sovyet tehdidinden bunalan CHP iktidarı 11 Mayıs 19S0'de NATO' ya ilk başvuruyu yaptı. Ancak bu başvuru ABD ta­ rafından reddedildi. 14 Mayıs'ta ise Demokrat Parti, ülke yönetimini devraldı. İktidar muhalif bir partiye geçmişti ancak, Türkiye'nin mo­ dernleşme ve Batı Bloku içinde yer alma hedefi değişmemişti. 26 Ha­ ziran 1950'de patlak veren Kore Savaşı, NATO'ya kabul edilmek için Türkiye ve Demokrat Parti iktidarı açısından iyi bir fırsat oldu. Türkiye BM çatısı altında Kore'ye asker gönderdi ve Türk birlikleri Kore'de başarılı operasyonlara imza attı. Ağustos 1950'de NATO'ya girme talebi DP iktidarı tarafından yeni­ lendi. Eylül 1951 'de Türkiye NATO'ya kabul edildi. NATO anlaşması 18 Şubat 1952'de, 5886 sayılı yasa ile TBMM tarafından onaylandı. Böylece birçok insanımızı kaybettiğimiz Kore Savaşı sonunda ülkemiz NATO'ya üyelikle taltif edilmiş oldu. NATO'ya üyelikle, dönemin bü­ yük güçlerinin arasına girme fırsatını da bulmuş olduk. Şüphesiz Kore Savaşı'na katılmamıza ve NATO'ya üyeliğimize iti­ raz edenlerin )laklı oldukları yanlar vardır. Ancak bu eleştirilerine saygı duymakla birlikte, Türkiye'nin o gün için başka siyasal kulvarlar tercih etmesi yönündeki değerlendirmelere katılmıyor ve Modem Türkiye he­ definin Batı Blokunda yer alma çabalarını zorunlu kıldığına inanıyorum. Günümüze kadar gelen siyasal sıkıntıların altında yatan ana sebep­ lerden biri olarak görebilecelimiz ve üzerinde çok şey konuşabilece­ ğimiz, yuabileceğimiz darbeler dönemini ele almadan önce, ilk askeri 56

darbeye muhatap olan Demokrat Parti'nin, iktidar dönemini bazı temel uygulamalar ekseninde değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. DP'nin iktidarı devralması, fakirlikten, ekonomik sıkıntılardan, tek parti rejiminden, seçkinci ve katı merkeziyetçi bürokratik baskılardan bunalan Anadolu insanı için büyük bir sevince vesile oldu. Modernleş­ me projesinin tepeden inmeci uygulamaları, Cumhuriyetin halk tarafın­ dan içselleştirilmesini engellemiş, bunun yarattığı tepki, toplumda içten içe bir muhalefetin oluşmasına neden olmuştur. Bu muhalif yükselişi iyi değerlendiren DP, evrensel ölçekte demokratik değerlere sahip çı­ karak ve temel hak ve özgürlüklere vurgu yaparak, güçlü bir biçimde iktidar olmayı başarmıştır. Ortada köylülerin, işçilerin, basının, aydın­ ların ve hatta bir kısım askerlerin desteğini alan güçlü bir yeni iktidar dönemi vardır artık. Genel seçimlerin hemen akabinde 1950 sonbaharında yapılan bele­ diye seçimlerinde DP daha büyük bir zafer kazanarak, CHP'nin elinde­ ki 600 belediyenin 560'ını aldı. Artık mahalli idarelere de DP hakimdi. Ekonomik alanda özel girişimciliği, liberalizmi önde tutan, sivil de­ mokratik kurumların gelişmesini taahhüt eden, özgürlükleri önemseyen DP, iktidarının ilk yıllarında oldukça başarılı işlere imza atmıştır. İkti­ darın başlangıcında çok olumlu bir iklim Türk siyasetine hakim olmuş­ tu. DP ve CHP arasında barışın dili egemen olmuş, Af Yasası ve Basını rahatlatan bir Basın Yasası çıkmıştı. Büyük çaplı ve verimli hizmetlerin yapıldığı yıllar, ağırlıklı olarak ilk dört yıllık iktidar dönemi olmakla birlikte, toplam 1 O yıllık iktidar döneminde, ortalama 6.9'luk büyüme oranı ile enerji, ulaştırma, tanın başta olmak üzere birçok alanda önemli altyapı projelerine imza atıl­ mıştır. Marshall yardımının da etkisi ile karayolu taşımacılığı öne çı­ karılarak-oysa bunun yerine demiryolu taşımacılığı öne alınmalıydı-, 1950-1960 arası 10 yıllık iktidar döneminde 14 bin kilometre karayolu hayata geçirilmiştir. Bu dönemde, 11 liman, 5 havalimanı, 8 sulama barajı, 18 HES barajı, 8 bin kilometre enerji nakil hattı, 3 petrol rafine­ risi, 13 şeker fabrikası, 19 çimento fabrikası, 82 hububat silosu kuruldu. Yine bu dönemde İstanbul'da imar çalışmalarına önem verilerek, Bar­ baros Bulvarı, Büyükdere Caddesi, Vatan ve Millet caddeleri ve Edime 57

Asfaltı dediğimiz bugünkü E-5 karayolu açılmıştır. Aynı dönemde işyeri sayısı 22 bin 916'dan 72 bin 805'e, işçi sayısı 223 bin 429'dan 582 bin 52'ye, özel sektör üretimi 2.6 milyar liradan 18.5 milyar liraya, kamu kesimi üretimi de 1.1 milyar liradan 3.4 milyar liraya çıkmıştır. Traktör ve diğer tanın alet ve makinelerinin arttığı ve ekilebilir alanların oranının oldukça yükseldiği bir dönemdir bu dönem. Et ve Balık Kurumu(1952), Gübre Fabrikaları Türk Anonim Şir­ keti (1952), Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı-TPAO (1954), Dev­ let Su İşleri Genel Müdürlüğü-DSİ (1954), Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları-SEKA (1955), Türkiye Kömür İşletmeleri-TKİ (1957), Devlet Malzeme Ofisi-DMO (1954), Türkiye Demir Çelik İşletmeleri Genel Müdürlüğü (1955), Denizcilik Bankası (1951), Toprak İskan İşleri Genel Müdürlüğü (1950), Ereğli Demir Çelik Fabrikası (1960) gibi önemli kurumlar da yine bu dönemde hayata geçti. Bütün bu yatınmlara rağmen 1 O yıllık dönemde, ihracat yaklaşık 263 milyon dolardan ancak yaklaşık 320 milyon dolara yükseltilebilmiştir. (22) Bir yandan yukarıda bahsettiğimiz olumlu gelişmeler yaşanırken, di­ ğer yandan DP siyasal iklimin sertleşmesine sebep olabilecek adımlar atmaya başladı. Mesela 1950'de CHP'nin yan kuruluşu gibi çalışan, an­ cak Cumhuriyetin modernleşme projesini halka anlatmak, içselleştirmek amacı ile kurulan Halkevleri kapatılmış, CHP'nin malvarlıklarına el ko­ yan yasa çıkarılmıştır. Maalesef CHP'nin de desteği ile Köy Enstitüleri ortadan kaldırılmıştır. Bu arada Türkçe ezan da kaldırılarak tekrar ezanın Arapça okunmasına dönülmüştür. Ezanın Arapça 'ya dönd�lmesine CHP'nin itiraz etmeyerek destek verdiğini de hatırlatmak gerekir. DP'nin ekonomideki başarılı hamleleri peşi sıra geliyordu. Turizm Endüstrisini Teşvik Kanunu (1953) ile Yabancı Sermayeyi Teşvik ve Petrol Kanunu (1954) da bu ilk dönemde çıkarılmıştır. Demokrat Parti 'nin özellikle ekonomik alanda yakaladığı başarı, 1954'te yapılan seçimleri de ezici üstünlükle, yüzde 56 oy oranı ile se­ çimi kazanmasını sağlamıştır. Ancak seçim sonuçlan iktidarın başını döndürmüş olacak ki, seçim soru:ası ABD'ye yaptığı ziyaretten istedi­ ğini alamadan kızgın bir biçimde dönen Adnan Menderes'in başladığı ilk icraatlardan biri, DP'ye oy vermeyen illeri cezalandırmak olmuştu. 58

Önce İsmet İnönü'nün kalesi Malatya ikiye bölünerek Adıyaman adlı yeni bir vilayet kurulmuş, hemen sonra DP'nin ezeli muhalifi olan Os­ man Bölükbaşı'nı seçerek meclise gönderen Kırşehir, bir kanun çıka­ nlarak ilçe haline getirilmiştir. (23) DP iktidarı 1954 seçimlerindeki büyük başarıdan sonra, giderek bir güç zehirlenmesine kapılmış, ekonomide başarılı yıllar yavaş ya­ vaş geride kalmaya, özgürlükler ve demokrasi taahhütleri unutulmaya, kalkınma ve gelişme yolundaki hedeflerden, toplumsal banşı egemen kılacak taahhütlerden sapmalar kendini göstermeye başlamıştır. Bu arada İstanbul'da patlak veren 19SS yılı 6-7 Eylül Olaylan, Be­ yoğlu'nda Rum vatandaşların iş yerlerinde yaşanan yağma, hükümeti güç durumda bırakmış, içeride ve dışanda Türkiye'nin itibarına çok za­ rar vermiştir. 6-7 Eylül olayları sonrası DP'de adeta iç isyan çıkmış, pek çok bakan parti grubunun isteği ile istifa etmişti. Başbakan Adnan Men­ deres de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a istifasını vermek üzere hazırlık yapmış, ancak kabinesini feda ederek kendisi yoluna devam etmişti. Burada dikkatle bakmamız gereken bir husus şudur. O koşullarda, yüzde 56 oy oranına sahip o derece güçlü bir liderin ve iktidarın varlı­ ğında, DP'li milletvekilleri yanlış olan uygulamaları sertçe eleştiriyor, bakanları istifa ettiriyor, demokrasinin emekleme döneminde yine de­ mokratik tepkilerini ortaya koyabiliyorlardı. Yeri gelmişken mukayese açısından hatırlatmak için söylüyorum; günümüz Ak Parti iktidarında, bırakın parti içi muhalefet etmeyi, milletvekilleri herhangi bir konuda parti kararlarına aykırı görüşlerini özel ortamlarda bile paylaşmaktan imtina etmektedirler. O günkü milletvekilleri kendilerini millete kar­ şı sorumlu hissediyorlardı, bugünküler ise daha çok lidere karşı so­ rumlu hissediyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, bir Ak Parti-Demokrat Parti mukayesesi yaptığımızda, DP'deki 1950-1956 yıllan arasında parti içi demokrasi, bugünkü Ak Parti'den çok daha ileri durumda idi. O dönem­ de DP milletvekillerinin konuşma özgürlüğü, 70 yıl sonra bugün Ak Partili vekillerden çok daha ilerideydi. 1956' dan itibaren giderek artan bir hızla yasaklar dönemine girilme­ ye başlandı. Yeni bir Basın Yasası çıkartılarak, daha önce DP'ye des­ tek verip, şimdi yanlış yola sapılmasından ötürii bu desteğini çeken ve 59

muhalefet etmeye başlayan basın susturulmaya kalkışıldı. Bir yasayla 'resmi şahıslar hakkında kötü düşünceyi davet edecek yayınlar' ya­ saklandı. Basın Yasası'ndan sonra 'Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası' çıktı. Bu yasayla da, protesto amaçlı her gösteri suç sayıla­ cak, dağıtılması için hedef gösterilmeksizin ateş açılabilecekti. Ni­ tekim dönemin CHP Genel Sekreteri Kasım Gölek, bu yasadan sonra çıktığı Zonguldak ve Sinop gezisi ve mitingleri sonrası tutuklanarak, 6 ay hapis· cezasına çarptırılmıştır. Böylece DP iktidarı, kurduğu oto­ riter rejimi ile, yargı kurumlarını, sendikaları, orduyu, üniversiteyi ve siyasal muhalefeti karşısına almış, tüm muhalif kesimlere karşı ağır bir baskı uygulamaya başlamıştı. (24) Bir taraftan muhalefeti ve özgürlükleri kısıtlayıcı idari ve hukuki yasaklara başvurulurken, diğer taraftan ülke içinde ciddi krize ve ku­ tuplaşmaya yol açan 'Vatan Cephesi' adlı kitlesel örgütlenme hareketi başlatılmıştır. Bu harekete katılanlar iktidar tarafından vatanperver ilan edilerek, isimleri radyoda ilan edilmeye başlanmış, katılmayanlar ise değişik türden siyasal baskılara maruz kalmıştır. Siyasi patronaj ve tek adam anlayışına bağlı siyaset tarzı, iktidarı aşın otoriter bir tutuma sü­ rüklemiş, aşın bir kutuplaşma ortaya çıkmıştır. Bu koşullar altında gidilen 1957 seçimlerinde, DP yüzde 8 gibi ciddi bir oy kaybına uğrayarak, oyların yüzde 48'ini alırken, CHP ise oyla­ rını yüzde 41 'e çıkarmayı başarmıştı. Bu defa mecliste güçlü bir CHP muhalefeti oluşmuştur. İlk dört yılında geniş halk kitlelerine belirgin bir refah şartlan·sağla­ yan, milli geliri artıran, sağlık koşullarını iyileştiren, özgürlüklerin alanını genişleten Demokrat Parti iktidarı, sürüklendiği baskıcı rejimin ötesinde, ekonomik açıdan da giderek batağa saplanıyordu. 1957 seçimleri sonrası devalüasyon karan alınmış, milli gelir düşmüş, döviz rezervleri erimiş, enfl�yon ortaya çıkmıştı. 2 lira 80 kuruş olan dolar 9 liraya çıkmıştı. Ağırlaşan borç ödemeleri yüzünden ekonominin nefesi kesilmişti. Hatta iktidar, ekonomideki gerileme ve döviz darboğazı nedeniyle, baştan itibaren savunduğu liberal politikalardan geri adım atmak zorun­ da kalmış ve adına karma ekonomi denilen, devletin etkin biçimde eko­ nomide var olduğu yeni bir ekonomi politikası sistemine geçilmiştir. 60

Netice itibarı ile ekonomideki kötüleşme sosyal ve siyasal alanı da ağır biçimde etkilemeye başlamıştır. Diğer taraftan iktidarın ilk yıllarında eko­ nomideki iyileşme, köyden kente toplu nüfus akınları biçiminde göçe ne­ den olmuş, bu durum altyapısı henüz hazır olmayan kentlerimiz açısından içinden çıkılması oldukça zor ve karmaşık sorunları ortaya çıkarmıştır. Bu arada ekonomide kötü gidişle birlikte, iktidarın özgürlükleri kı­ sıtlayıcı tutumu, herhangi bir uzlaşmaya yanaşmadığı, kutuplaştırıcı siyaset dilinin giderek daha da sertleştiği bir ortamda Demokrat Parti tarafından 18 Nisan 1960'ta DP'li milletvekillerinden oluşan 15 üye­ li bir Tahkikat Komisyonu kurulur. Komisyonun görevi, muhalefetin ve basının faaliyetlerinin soruşturulması olacaktır. Yine bu arada DP Meclis grubu Tahkikat Komisyonu kurulmadan 1 O gün kadar önce bir bildiri yayınlayarak, bu bildiride, CHP'nin ülkedeki bütün yıkıcı grup­ ları çevresinde topladığı, halkı ve Ordu'yu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığını öne sürmüştür. Bu arada Tahkikat Komisyonu gazeteleri toplatarak ve kapatarak, siyasi gösterileri tümden yasaklayarak görevine başlamıştı. Muhalefeti susturma tutumu o derece gemi azıya almıştı ki, 27 Nisan'daki TBMM oturumunda Meclis Başkanı tarafından İsmet İnönü'ye Meclisten 12 oturum uzaklaştırma cezası verilmişti. Netice de, 14 Mayıs l 950'de seçimleri kazanmış olan Demokrat Par­ ti, başarılı ilk yılların ardından, büyük ekseriyeti ile kendi yanlış uygula­ malarının sonunda, zaten Osmanlı'da 1859'da Kuleli Yakası ile başlayan darbe geleneği oluşturmuş Silahlı Kuvvetlerin, 27 Mayıs sabahı gerçek­ leştirdiği müdahale ile iktidardan uzaklaştırılır. Böylece daha emekleme dönemini tamamlamadan Türk demokrasinin köküne kibrit suyu sıkılır. Cumhuriyet döneminin bu ilk askeri darbesine giden yolu Demir­ kırat belgeseli ile 1991 yılında TRT ekranlarından objektif bir biçimde ortaya koyan Mehmet Ali Birand, belgesel kitabında şöyle diyor: "İn­ sanoğlu garip bir yaratık. Geriye dönüp nereden nereye geldiğine pek bakmaz. Övüldükçe, alkışlandıkça kendine güveni artar ve her şeyin en iyisini sadece kendisinin bildiğini zanneder. Gitme zamanı­ nı, değişiklik zamanının geldiğini göremez veya kabul etmez. Oysa toplumlar, altı son alevine kadar açılmış ateşte kaynatılan su gibi61

dirler. Isı arttıkça buhar dışan çıkmaya çalışır. Dışan çıkaeak delik bulamazsa kapağını patlatır. İşte demokrasinin kuralları iyi işletil­ diğinde bir supap görevi yaparlar. Demokrat Parti'nin talihsizliği daha emekleme döneminde olan demokrasinin kurallarını bir türlü işletememesi veya işletmek istememesi olmuştu. Alkış arttıkça, tüm muhalif çevreleri baskı ile susturabileeeğini sanmıştı. Sonunda işin ueu kaçmış ve tren rayından çıkmıştır." (25) Esasen Birand bu sözleri ile demokrasinin, darbeler başta olmak üzere demokrasi dışı yapılanmaları, kendi yöntemleri ile etkisizleşti­ rebileceğini anlatmaktadır. Mesela uzlaşı kültürüne kapı aralamak, er­ ken seçim karan almak, özgürlüklere fırsat tanıyıp baskıları ortadan kaldırmak, kayırmacılığa son verip herkesin yararına bir düzen arayışı içinde olmak, tüm demokrasi dışı tutumları etkisiz hale getirebilecek uygulamalardır. Bu noktadan bakıldığında merhum Birand'ın bu parag­ rafı, 27 Mayıs Darbesi sonrası bütün dönemlere ışık tutan adeta uyarı niteliğindedir. Nihayet Celal Bayar, Adnan Menderes ve iki önemli yol arkadaşı Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu, skandallarla sürüp giden, huku­ kun katledildiği 1 .5 yıllık bir mahkeme sonunda idam cezasına çarptı­ rılırlar. Bayar'ın cezası ilerleyen yaşı nedeni ile müebbet hapse çevrilir, ancak Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun cezalan trajik bir biçimde in­ fazla sonlanır. Yapılan infazlarla, Türk siyasetinin üzerine bulaşan kan, toplumda derin yaraların ve yarılmaların oluşmasına neden olur. �u ya­ nlmanın ve yaranın izleri maalesef günümüze kadar taşınır. Tabiatı ile askeri düşünüş biçimi, bu tarz yarılmaların sosyolojik so­ nuçlarını hesap eden bir düşünüş biçimi değildir. Bu düşünüş biçimi ile, devletin oldukça çetrefilli alanlan idare edilemez, iç ve dış politikada uzmanlık isteyen alanlar, askeri düşünüş biçimi olan şablon mantığı ile yönetilemezdi. Mutlak doğrularla hareket edilen askeri düşünüş biçi­ mi, siyasal ve toplumsal olaylarda çözümler üretmek ve uzun dönemli kararlar alabilmek için yeterli bir vizyon ortaya koyamaz. Mesela 12 Eylül 1980 darbesinin lideri Kenan Evren, darbe döneminde Yunanis­ tan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşünü, hiçbir ulusal çıkar elde etmeden onaylamıştır. Bu tutum, belki kötü niyetli olmayan ancak ön62

ıörüsü de olmayan büyük bir siyasi vizyonsuzluğu anlatır. Yine 28 Şubat müdahalesi sırasında, Genelkurmay 2.Başkanı ve dev­ rin kudretli komutanı Çevik Bir Paşa, 'biz sosyolojiye bakanak eli­ miz kolumuz bağlanır' kabilinden sözler söylemişti. Halbuki toplumsal olaylar, sosyal olaylar karmaşık nedenlere dayanırlar ve sosyal bilimlerin verilerinden istifade etmeden ne anlaşılabilir ne de çözüınlenebilirler. Ni­ tekim engellemeye çalıştıklari siyasal hareketin önünü daha fazla açtık­ lan gibi, toplumsal dokuda da onarılması güç tahribatlara sebep oldular.

Siyasal istikrarsızlık Yılları 27 Mayıs askeri darbesinin Türk siyasetine en büyük maliyeti, siya­ seti paramparça etmesi oldu. O kadar ki, Cumhuriyet döneminde Türk siyasal hayatının istikrarsızlaşmasının başlangıcı 27 Mayıs darbesidir denilebilir. Darbe sonrası dönemde militarizmin nefesi sivil siyasetin ensesinden hiç eksik olmamış, kendince koşulların oluştuğu belli za­ man dilimlerinde, siyasal alana direkt veya indirekt müdahalelerle mili­ tarizm, Türk demokrasisinin soluğunu kesmekten geri durmamıştır. Bu durumun yarattığı siyasal istikrarsızlık, siyasal ve toplumsal düzenin bo­ zulmasına sebep olmuş, hatta radikal akımların halkta karşılık bulması gibi tehlikelere de kapı aralamıştır. Aynca ordunun siyasete bulaşması, siyasetin de orduya bulaşması anlamına geleceğinden, siyaset bulaşmış bir ordunun asli görevini hak­ kıyla yerine getiremeyeceği gerçeği de kaçınılmazdır. Bunu iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, vaktiyle İttihat Terakki önderleri Enver, Talat ve Cemal Paşaların Osmanlı Ordusu'na siyaset bulaştırmalarına itiraz etmiş, Ordu 'mm daima siyasetin uzağında olması gerektiğini söylemiş­ tir. Bu yüzden özellikle Enver Paşa ve Talat Paşa ile hiç anlaşamamıştır. Burada dikkat çeken bir konunun da altını çizmek gerekir. Bunca darbe geleneğine rağmen, bölgedeki diğer ülkelerin darbelerinde oldu­ ğu gibi, Türle Ordusu askeri müdahale ile yönetimde uzun süre kalmak yerine, her darbe sonrası bir an önce demokrasiye dönmeyi yeğlemiş ve seçimi hemen gündemine almıştır. Bu durumu ünlü tarihçi Bemard 63

Lewis, 'Demokrasinin Türkiye Serüveni' adlı kitabında şu iki nedene bağlar. Birincisi Türk Ordusu'nun politikaya bulaşması halinde zayıfla­ yacağı ve bu durumun Ordu'nun askeri hazırlık ve verimliliğine zarar vereceği görüşünün Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yönetim kademelerinde daima hakim olmasıdır. İkincisi ise, TSK 'nın NATO içinde Batılı devletle­ rin daha özgür ve daha ileri güçleri karşısında, kendi kapasitelerini siyasal ve askeri verimlilik açısından ölçebilme fırsatını buluyor olmalarıdır. (26) Öte yandan siyasal istikrarsızlık, bir ülkenin kalkınma ve gelişmesi için çok önemli bir engeldir. Yapılan araştırmalarda, ekonomik büyüme ile siyasal istikrar arasında doğrudan bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Yine siyasal istikrara sahip ülkelerin, siyasal istikrarsızlık içinde bulu­ nan ülkelere göre daha hızlı ve daha verimli bir gelişme gösterdikleri görülmüştür. Bu arada ülkemizde siyasal istikrar denilince, koalisyonların olmadı­ ğı salt tek parti iktidarı anlaşılmaktadır. Oysa işin aslı tam olarak böyle değildir. Yani gerek parlamenter sistemde, gerekse başkanlık sistemle­ rinde siyasal istikrar, iktidar gücünü tek bir partinin salt öngörülebilir bir süre dahilinde elinde tutması ile temin ve tesis edilecek bir durum değildir. Zira Türkiye' de tıpkı bugün içinde bulunduğumuz ekonomik istikrarsızlık gibi, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve Ak Parti 'nin güçlü tek parti iktidarları dönemlerinde bile ekonomik is­ tikrarsızlıklarla karşılaştığımızı biliyoruz. Bahse konu partilerin ilk dört yıllık dönemleri siyasal ve ekonomik istikrar açısından parlak dönemler olmasına rağmen, ilerleyen zamanlardaki yozlaşmalar ve hedeflerden sapmalar, ekonomik istikrarsızlığı da beraberinde getirmiştir. "Tam bu noktada sosyal istikrar kavramına işaret etmek gerekiyor. Sosyal istikrar, iktidarın uyguladığı siyasal programla ekonomi poli­ tikaları arasındaki doğrudan ilişkiye katalizörlük yapan bir olgudur. Sosyal istikrarın sağlanabilmesi için, toplumun ezici çoğunluğunun uy­ gulanan siyasal program bağlamında iktidarla benzer düşünceleri taşı­ yor olması gerekir. Aksi halde, toplumun çeşitli kesimlerinden iktidar politikalarına karşı protestolar, tepkiler yükseliyorsa, genel bir memnu­ niyetsizlik hali varsa, bu durumda sosyal istikrarın zayıfladığından ya da bozulduğundan bahsedebiliriz." (27) 64

Buradan şunu anlıyoruz; tek başına güçlü iktidarlar dönemi her ba­ kımdan istikrarın sağlandığı bir dönem olmayabiliyor. Nitekim en güçlü ve en uzun dönemli iktidar olan yaklaşık 20 yıllık Ak Parti döneminde, sürüklendiğimiz ekonomik darboğazın esas nedeninin, sosyal denge­ leri bozan, kutuplaştırıcı, kayırmacı, çatışmacı, yolsuzluk iddialarının ayyuka çıktığı ve sınır tanımayan popülizmin sonucu olduğu gerçeğini biliyoruz. Yani ortada görece bir siyasal istikrar var gibi görünmesine rağmen, toplumun sosyal dokusunda ve ekonomik hayatta muazzam bir istikrarsızlık vardır. Bu yüzden şu ana kadarki sonuçlarına baktığımız­ da, istikrara daha çok katkısı olacak ümidi ile Cumhurbaşkanlığı Hükü­ met Sistemi denilen tek kişilik hükümet sistemi de, sosyal ve ekonomik istikrarı sağlayamamıştır.

Sağ-Sol Kavgası ve 12 Eylül Darbeler döneminin en acımasız ve en hoyrat dönemlerinden biri olan 12 Eylül l 980 askeri darbesinden de biraz bahsetmek gerekir diye düşünüyorum. 27 Mayıs darbesinin yıprattığı ve bozduğu Türk siyaseti, yeni kav­ galar ve çatışmalarla yoluna devam ederken, özellikle dış dinamiklerin de tesiri ile toplumsal dokuda yeni ve sert bir çatışma dönemine girildi. Esasen yaşananlar, emekleme dönemindeki demokrasisi 27 Mayıs dar­ besi ile iğdiş edilmiş, kentleşmesini tamamlayamamış, sanayisi geliş­ memiş, akıl ve bilim eksenli düşünüş biçimine evrilememiş kapalı bir toplum yapısının doğal sonuçlarıydı. Ancak doğal olmayan, Gladyo ve benzeri yapılarla gençlik hareketlerinin provokasyonlara maruz kalma­ sı, sağ ve sol kavramlarına yüklenilen gerçek dışı anlamlarla toplumun aşın kutuplaştınlması ve siyasal çatışma sürecinin kısa zamanda bir kan davasına dönüşmesiydi. 1970'li yılların başından itibaren başlayan ülkücü ve devrimci akım­ ların öne çıktığı sağ ve sol eksenli öğrenci olaylan, üniversitelerden ortaokullara kadar tüm eğitim sistemini felç etmiş, aileler, mahalleler, şehirler bölünmüş, birçok yerde kurtarılmış bölgeler ilan edilmiş ve 65

ülke yaygın bir terör batağına sürüklenmişti. Ülkemiz sağda ve solda çok kıymetli evlatlarını, aydınlarını, akademisyenlerini, politikacıları­ nı, sendikacılarını, gazetecilerini teröre kurban veriyordu. Bu olumsuz gidiş ekonomik açıdan da ülkeye pahalıya mal oluyordu. 70'li yılla­ rın sonuna doğru enflasyon azmış, yokluk ve kuyruklar ortaya çıkmış, büyük bir ekonomik krizin içine girilmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri ise sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen sivil hükümetlere yeterince destek olmuyor, daha sonra darbe liderlerinin itiraf ettiği gibi, çatışmaların bü­ yümesini seyrederek, darbe için koşulların olgunlaşmasını bekliyordu. Bu talihsiz süreç, Süleyman Demirel'in kurduğu azınlık hükümeti ile özellikle ekonomik açıdan bir miktar düzelmiş olsa bile, çatışmaları durduracak bir çözümü üretemedi. Öğrenci olaylan, işçi çatışmalan, grevler, boykotlar, direnişler, yan­ gınlar, cinayetler, banka soygunları, suikastlar bir türlü bitirilemedi. Zira sıkıyönetim komutanlıktan, sivil siyasi iktidara destek olmuyor, adeta olayların sonlanmasını istemez bir tutum ortaya koyuyorlardı. Esasen görevlerini ihmal ediyorlardı. Kafalarına darbe yapmayı ve dar­ be sonrası bütün siyasi partileri kapatmayı koyduklarından olacak ki, hiçbir sivil siyasi iktidara yeterince destek olmuyorlardı. Uzlaşma kültürünün gelişmediği, siyaseten kaybetmenin yenme ve yenilme olarak adlandınldığı, hatta siyasetin savaş olarak algılandığı bir kültürün egemen olduğu iklimde, siyasi liderlerin basiretsizliği ne­ deni ile de, çatışma dönemi bitirilemedi. Esasen ask�rlerin iyi niyetli olmamalarına rağmen, siyasi liderler ufuklu davranabilselerdi, uzlaşma kültürünü becerebilselerdi, çatışmalar bitirilebilirdi. Böylece darbe ge­ rekçesi de ortadan kaldınlabilirdi. Ve nihayet dış odakların da tesiri ile Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980 tarihinde yeni bir darbe girişimi ile yönetime el koydu. Darbe dö­ nemi anarşi ve terörü bitirdi, ekonomide belirgin bir iyileşmeyi sağladı, ancak çeşitli toplum kesimleri için yeni yaralar açıldı. Sosyal bilimlerin ve sosyal olayların mantığına itibar edilmeden, geleceğe dair hiçbir bi­ reysel ve toplumsal psikolojiye itibar etmeden oldukça sert uygulama­ lara imza atıldı. Üniversitelerden çok sayıda nitelikli akademisyenler uzaklaştınldı, gazeteler, sendikalar, siyasi partiler kapatıldı, birçok hür66

riyet kısıtlandı, kötü muamele, işkence, insan haklan ihlalleri ve idam­ lar adeta dönemin sembolleri oldular. Bütün bu kötü uygulamalar dış itibarımıza da çok zarar verdi.

ÖZAL'LI YILLAR VE DEVLETTEKİ YAPISAL DÖNÜSÜM Turgut Özal döneminin temel ekonomi politiğinin kavranabilmesi, değişim ve dönüşümdeki yapısal zorluğun anlaşılabilmesi bakımından, tarihsel geçmişimiz olan Osmanlı'daki üretim biçimine ve mülkiyet ilişkilerine kısaca bir göz atmak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu, Selçukludan devşirdiği Asya Tipi Üretim Biçimi(ATÜB)'nin egemen olduğu ve aynı zamanda kamusal mülkiye­ tin esas olduğu bir tarım toplumu idi. (28) Büyük tarihçimiz Halil İnalcık, 'Türkiye'mizin ana ekonomik ka­ rakterini ve sosyal yapısını Osmanlı dönemi belirlemiştir. 1950'ye kadar Türkiye ekonomisi ve sosyal yapısı, Osmanlı dönemindeki asırlık geleneksel esas karakterini korumakta idi.' diyor.(29) İnalcık'ın burada 'ana ekonomik karakter' olarak vurguladığı sis­ tem, Miri Toprak Sistemine yani devletin mutlak mülkiyet hakkını elin­ de tuttuğu arazi sistemine bağlı devletçi ekonomi anlayışıdır. Buradaki miri arazi yine İnalcık'a göre, tarla olarak kullanılan arazidir. Yani bağ ve bahçeler bunun dışındadır. Askerler ve halk kitleleri için temel besin maddesi olan hububat üretimi tarlalarda yapıldığı için, tarlaların bağ veya bahçeye dönüştürülmesi yasaktır. Bu nedenle Osmanlı'da devlet miri toprak rejimi ile, köylüyü ve tarım arazilerini kontrol ve denetim altında tutuyordu. Hatta köylülerin topraklarını buakarak, kentlere yer­ leşmelerine bile müsaade edilmiyordu. Osmanlı'da bugünkü anlamı ile mülkiyet kavramı ilk kez Tanzimat Fermanı(l839)'nda dile getirilmiştir. 1847 yılında ise, Cumhuriyetle birlikte Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü'ne dönüşecek olan 'Def­ terhane-i Hakani' bünyesinde 'Defterhane-i Amire Kalemi' kurul67

muş ve 'Tapu Hak.kında İcra Olunacak Nizamname' ilan edilmiştir. Daha sonra 1858 yılında çıkartılan Osmanlı'da toprak sistemini yeni­ den düzenleyen 'Arazi Kanunnamesi' ile özel mülkiyetin oluşmasına zemin hazırlanmıştır. Yine Tanzimat dönemine ait bu düzenleme ile bir­ likte, miri toprakların ve vakıf arazilerinin özel mülkiyete dönüşmesi ve bu özel mülklere tapu tahsis edilmesi aşamasına geçilmiştir. Görüldüğü gibi Tanzimat'a kadar Osmanlı İmparatorluğu'nda özel mülkiyetin varlığı çok sınırlıydı. İlk defa 'Arazi Kanunnamesi' ile Tan­ zimat'a kadar adeta bugünkü toprak spekülatörlerini andıran Ayanların elinde bulunan topraklar, onlardan alınarak köylülere dağıtılmıştır. Bu düzenlemenin detayları incelendiğinde, araziler üzerinde mülkiyet hak­ kının sağlam kanuni temellere oturtulduğu görülmektedir. Bu arada yeri gelmişken tekrar belirtmek gerekir, Tanzimat dönemini Batı hayranlığı ile suçlayanlar, mülkiyet ve ticaret konularında ilk modem adımların Tanzimat sayesinde atıldığını ve bugünkü ticaret ve mülkiyet ilişkileri­ mizin de Tanzimat sayesinde geliştiğini kaçırıyorlar. Osmanlı toprak sistemi ve mülkiyet haklan konusuna çok kısa bir özet biçiminde değinmemin sebebi, yukarıda Halil İnalcık hocanın de­ diği, 'Türkiye Cumhuriyeti'nin ana ekonomik karakterinin ve üretim biçiminin 1950'ye kadar devletçi bir anlayışa dayanıyor olması' karşı­ sında, liberalleştirme çabaları sürecinde meydana gelen dirençlerin ve uygulama zorluklarının anlaşılabilmesini ortaya koymak içindir. Gerçi bu arada kuruluş evresinde Cumhuriyet döneminin Batı örneğindeki gibi bir Burjuva sınıfı yaratma çabalarını ve 1929 yılında Büyük Buh­ ran olarak adlandırılan Dünya Ekonomik Krizine kadar bu çabaların devam ettiğini gözden kaçırmamalıyız. Esasen Türkiye Cumhuriyeti'ni Osmanlı Devleti'nin hemen her alandaki birikimleri üzerine inşa ettik. Pek çok kurumsal yapıyı Cum­ huriyet' e taşımakla birlikte, hemen her alanda devletçi zihniyeti de beraberinde getirdik. O bakımdan Turgut Özal dönemindeki üretim iliş­ kileri ve mülkiyet açısından ortaya konulan büyük yapısal değişim ve dönüşüm sürecini, Cumhuriyet tarihinin üç büyük değişim ve dönüşüm evrelerinden biri olarak adlandırmada gerçekçi bir tutum ortaya koydu­ ğumu düşünüyorum. 68

Zira insanların ve toplumun adeta genetik kodlarına işlemiş olan, her şeyin devletten beklendiği bir düşünce ve davranış biçiminden, bi­ reyi öne çıkaran, bireysel girişimcilik eliyle kalkınma ve gelişmenin gerçekleşebileceği fikrine inanan, 'kalkınma devletin işi değil bireyin işidir' şeklindeki bir düşünce biçimine evrilmek, egemen güçleri ve va­ tandaşı bu yönde ikna etmek oldukça zor bir iştir. Anavatan Partisi dö­ nemi reformları ile bu zor zihniyet dönüşümünün başarılmasında atılan adımların hepsi isabetli olmamakla birlikte, özellikle bireysel girişimci­ lik ve dışa açık büyüme stratejisi Türkiye'nin ufkunu çok geliştirmiştir.

Kısaca Ekonomik Sistemler Bir ülkede mal ve hizmetlerin üretiminin ve ticaretinin ne şekilde yapılacağına dair düzenlemeleri, belirli bir ideolojik ve politik kurallar ekseninde ekonomik sistemler belirler. Politik ve ideolojik kökenleri itibarı ile dünyadaki ekonomik sistemleri genel olarak üçe ayırmak mümkündür. Birincisi kapitalist veya liberal ekonomik sistem, ikincisi sosyalist ekonomik sistem, üçüncüsü de karma ekonomik sistemdir. Kamu hukuku ve kamu yararı kavramlarının da olduğu, ancak üre­ tim ve ticarette özel girişimciliğin benimsendiği, sermaye birikiminin önemli olduğu, serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı siteme kapita­ list veya liberal ekonomik sistem diyoruz. Bu sistemde üretim araçları özel sektörün elindedir. Devlet hemen her konuda üretim ve ticaretin dışındadır. Sadece piyasalar ve kamu düzeni açısından· gerekli yasal düzenlemeleri yapmak ve denetim görevini yerine getirmekle mükel­ leftir. Gelir dağılımının büyük adaletsizliklere sebep olduğu, yoksullu­ ğun yaygınlaştığı, sermayenin az sayıda kişi ya da grubun elinde olup piyasalarda tekelleşmenin meydana geldiği, fırsat eşitliğinin yetersiz olduğu ve bu yüzden büyük kitlelerin yaşam standartlarının çok düştü­ ğü kapitalist sistem, tüm bu olumsuzluklarına rağmen dünyanın birçok ülkesinde uygulanmaktadır. Kapitalist sistemin gelir dağılımı adaletsizliğini, yoksulluğu, tekel­ ciliği teşvik ettiği gerçeği karşısında, liberal ekonomiyi, kanun önünde 69

eşitliği gözeterek, çok partili parlamenter demokrasiyi ve bireysel özgür­ lükleri savunarak, eşit rekabet koşullarında herkesin yararına bir düzen­ den yana uygulayan ülkelerde emek sömürüsünün daha az olduğu, gelir dağılımındaki makasın kısmen daha kapalı olduğu görülmektedir. Dünya Bankası 'nın yaphğı Yönetişim Endeksi ve Sosyal Gelişme Endeksi çalış­ malarında, başta Danimarka olmak üzere İskandinav ülkeleri, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin piyasa ekonomisini gelir dağılımı uçuru­ mu yarabnaksızın en iyi uygulayan ülkeler olduğu görülmektedir. Üretim araçlarının tamamen devletin elinde olduğu, kolektif bir ör­ gütlenme modeline sahip sosyalist sitemde ise, kamu yararı ve toplum ön planda olmakla birlikte, devletçilik prensibi esastır ve devlet üreti­ me hakim güç konumundadır. Bu sistemde özel teşebbüse yer yoktur. Tüm piyasalar devletin kontrolü altındadır. Tek partili otoriter bir rejim söz konusudur. İşçi sınıfının egemenliğinde bir toplumsal düzen vardır. Merkezi planlamanın ülkenin her alanındaki meselelere çözüm üretme kapasitesinin zayıf olduğu, temel hak ve özgürlüklerin ihmal edildiği kapalı bir sistem olan sosyalist ekonomi modeli, 1985 'te Komünist Parti Genel Sekreterliğine getirilen Micbail Gorbaçbev'in Perestroi­ ka (yeniden yapılanına) ve Glasnost (açıklık) politikaları ile Sovyetler Birliği deneyinde çözülmüş ve 1991 'de de tamamen yıkılmıştır. Böyle­ ce sosyalist ekonomik sistemin bu en geniş uygulama alanında, sistem hüsranla sonuçlanmış ve dağılmak zorunda kalmıştır. Bugün bu model­ de ısrarcı olan ülkeler, Çin, Vietnam, Küba ve Kuzey Ko�e'dir. Ancak Çin yabancı sermaye girişi ve yatının mevzuatlarındaki ko­ laylıklar nedeni ile sosyalist piyasa ekonomisi diye adlandırılan, teoride var olmayan değişik bir ekonomik sisteme yönelmiştir. Temel hak ve özgürlükler ve politik çoğulculuk olmadan ekonomik çoğulculuğa yö­ nelen bu sistemin, kendi toplumsal dokusu ve iç dengeleri açısından za­ manla nasıl bir sürece evrileceği, doğrusu herkes için merak konusudur. Bu arada kapılarını dünyaya açan, yabancı yatırımcıyı ülkesine çek­ mek isteyen Küba, giderek piyasa ekonomisindeki koşullara yelken aç­ mak gibi bir eğilimin içindedir. Kuzey Kore'ye turistik bir ziyaret yapan ve kısa da olsa gözlemle­ rini kaleme aldığı kitabında paylaşan dostum Dr. Ceyhun İrgil'e göre 70

Kuzey Kore, 'sanki işleri bitince kendi gezegenlerine dönecek başka galaksiden gelenlerin uzay üssü gibi ve otorite ve itaatin bir bütün olarak devlet eliyle yaşandığı belki en keskin son ülke'. (30) Hem devletin hem de özel teşebbüsün aynı anda üretim araçlarına sahip olduğu, merkezi planlamanın ve piyasa ekonomisinin eş zaman­ lı uygulandığı karma ekonomik sistemde ise, kamu yaran ve bireysel haklar eşit düzeyde öneme sahiptir. Devletin ekonomik alana müdahale ettiği ve denetlediği bu sistemde, çok partili parlamenter demokrasi ha­ kimdir. Ancak temel hak ve özgürlükler liberal ekonomilerdeki kadar geniş bir alana sahip değilse de, sistemin savunusu bu yöndedir. İstiklal Savaşı kazanıldıktan sonra henüz Cumhuriyet ilan edilme­ den, esas savaşın ekonomik alanda olacağını bilen ve söyleyen Mustafa Kemal Atatürk, ekonomi politikalarının belirlenmesi amacı ile Kazım Karabekir'in başkanlığında İzmir İktisat Kongresini (I. İzmir İktisat Kongresi) toplamıştır. Kongrede liberal ekonomi eksenli bir arayışın, bir burjuva sınıfı yaratma çabasının mesajları olmakla birlikte, başlan­ gıçta haklı olarak devlet eliyle ekonominin temel dayanaklarının oluş­ turulması benimsenmiştir. Ekonominin baş aktörü devlet olacak, ancak özel girişimciliğe de fırsat tanınacaktır. Bu dönemde yokluklar içinde olunmasına rağmen Mustafa kemal Atatürk'ün vizyonu sayesinde Ana­ dolu'nun pek çok yerinde devlet eliyle, önceki bölümde de belirttiğim gibi dokuma fabrikaları, çimento fabrikaları, şeker fabrikaları, uçak fab­ rikası, kükürt fabrikası, Karabük Demir Çelik Fabrikası, kağıt fabrikası, Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası gibi pek çok büyük çaplı' yatırım ger­ çekleşmiş, bu yatırımlarla hem ekonomik kalkınmanın fitili ateşlenmiş, hem de insanımızın iş sahibi olması sağlanmıştır. Bu arada 1929 Dünya Ekonomik Krizi (Büyük Buhran), devletin ekonomideki rolünü daha da tahkim etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti özellikle kuruluş evresinden itibaren devletin öncü olduğu karma ekonomik sistemi benimsemiş, Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatına kadar da başarı ile uygulamıştı. Ne var ki, zaman içinde devletin ekonomiye etkisi özel girişimci­ liğin çok önüne geçmiş ve sistem kapalı bir ekonomik model olarak yoluna devam etmiştir. Bundan kaynaklanan verimsizliği ve hantallığı aşmak için 1950'de Demokrat Parti iktidarı özellikle ilk döneminde li71

berat politikalara ağırlık vermiş, ancak ilerleyen zamanda yaşanan eko­ nomik açmazlar ve darboğazlar yeniden devletin ekonomide hakim güç pozisyonuna dönmesine neden olmuştur. 27 Mayıs askeri darbesi sonrası dönemde, Devlet Planlama Teşkilatı(­ DPT) kurularak devletçi yapılar tahkim edilmiştir. Şüphesiz ki planlama İktisat biliminin kalkınma ve gelişme için öngördüğü çok önemli bir araç­ tır. Nitekim Devlet Planlama Teşkilatımız bu anlamda çok kıymetli bir müktesebat oluşturmuş, hem 5 yıllık kalkınma planlan hem de yetişmiş nitelikli insan gücü ile ülkemizin gelişmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Katı merkeziyetçi, ülkelerin en ücra köşelerindeki işleri de planla­ yan Sosyalist modelin yanlışlığı başka şeydir, plansız ekonomi iddiası başka şeydir. Liberal ekonomilerde de plansız ekonomi, plansız kal­ kınma gerçekçi bir yaklaşım olamaz. Kapasite kullanımı, kaynakların verimliliği ve ülkenin kalkınma öncelikleri bakımından planlama şart­ tır. Bu yüzden Ak Parti iktidan döneminde Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)'nın kapatılması büyük hata olmuştur. Anadolu'nun kadim kültüründe var olan 'ya hep ya hiç' yaklaşı­ mı, devlet idaremize de sirayet etmiş, DPT'nin uygulamadaki yanlışla­ nndan arındırılması gerekirken, ortadan kaldınlması tercih edilmiştir. Böylece önemli bir deneyim ve birikim çöpe atılmıştır. İlk iktidar de­ ğişikliğinde bu kurum zaman kaybetmeden tekrar geri getirilmeli ve ayağa kaldırılmalıdır. Öte yandan DPT'nin kuruluşu sonrası izlenen ekonomi politikaları daha devletçi bir çizgiye oturur. Zira siyasal alanda militarizmin tesir­ leri arttıkça, ekonomi politikalarında da devletçi izler daha fazla hisse­ dilir olmuştur. Bu yüzden Türkiye, içe kapalı, merkantilist(ticari bakış açılı) düşünmeyen, ithal ikameci, gümrük duvarları ile örülü bir ekono­ mik modeli 1983 Anavatan Partisi iktidanna kadar devam ettirmiştir.

Turgut Ozal Dönemi Yapısal Reformları Devlet Planlama Teşkilatı kuruluş çalışmalarında bulunmuş, DPT bünyesinde yetişmiş ve 1967'de DPT Müsteşarlığına kadar çıkmış olan 72

Turgut Özal, 1979 'daki Süleyman Demirel azınlık hükümetinde de hem Başbakanlık Müsteşarı hem de DPT Müsteşar vekili olarak görev yap­ mıştır. Demirel'in azınlık hükümetinde 24 Ocak 1980 'de uygulamaya konulan ünlü 24 Ocak Kararlarının hazırlayıcısıdır. Özal, 1980 askeri darbesi döneminde ise hükümet içinde devlet bakanı ve ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak görev almıştır. Turgut Ôzal'ın 1979 yılında Ankara'da Milliyetçiler Küçük Kurul­ tay'ında sunduğu ve 'Kalkınmada Yeni Görüşün Esasları' başlıklı sunumunda anlattığı o zamanki Türkiye'de tablo kısaca şöyledir: Ekonominin motor güçleri olan enerji, haberleşme ve ulaşımın çok gerilerde kaldığı, dünya standartlarına uygun 1 km dahi otoyolun olma­ dığı, otomobilin lüks sayıldığı, bilginin gücü, teknoloji, kalite, ihracat ve pazarlama gibi kavramların yeterince bilinmediği, turizm ve turizm ekonomisinin ciddiye alınmadığı, cebinde yabancı para taşımanın suç sayıldığı, modem anlamda şehirleşmeye vakıf olunmadığı, konut soru­ nunun önemsenmediği, ekonomide ve her alanda devletçiliğin egemen olduğu, hizmet sektörü gelişmemiş, medeni ülkelerin birçok nimetin­ den yoksun, kapalı toplum yapısı içinde krizden krize sürüklenen üçün­ cü dünya ülkesi bir Türkiye vardı ortada. Ôzal'a göre devlet hem ekonomik alandan, üretimden tamamen çe­ kilmeli, hem de istihdam kapısı görüntüsünden kurtulmalıydı. Devlet, bir itibar müessesesi olarak, tanzim edici ve hak dağıtıcı rolünün yanında, asli görevleri olan adalet, güvenlik, dış politika gibi alanlara yönelmeliydi. Devlet, kürek çeken değil, dümen tutan olmalıydı. Bunlara ilave olarak Özal ekonomi politiğinin sentezi niteliğinde olan din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti ve teşebbüs hürriyeti üçlüsünü görmekteyiz. (31) 1979 Milliyetçiler Küçük Kurultayı'nda ve daha sonra ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı sıfatı ile katıldığı il. İzmir İktisat Kong­ resi 'nde yaptığı konuşmalarda Özal, bu yeni görüşlerinin önümüzdeki on yıl sonunda mutlaka hayata geçeceğini söylüyordu. Nitekim Cum­ hurbaşkanı sıfatı ile katıldığı III. İzmir İktisat Kongresi'nde, on yılı aşkın zaman önce söylediklerinin önemli bir kısmının gerçekleştiğini altını çizerek anlatıyordu.

73

Kasım 1983 genel seçimlerinde yüzde 45.1 oy alarak seçimleri ka­ zanan Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi 212 milletvekili ile tek başına iktidar çoğunluğunu elde etmiştir. Özal'ın Başbakanlığındaki Anavatan Partisi 'nin ilk dört yılında Türkiye, daha önce tarım ürünleri dışında bir ihracatı olmayan ülke konumundan, ihracatının yüzde sekseni sanayi ürünlerinden oluşan seviyeye, turizmde 300 milyon dolarlık ge­ lirden 4.5 milyar dolarlık gelire, enerji ithal eden konumdan enerji ihraç eden konuma, haberleşme ve ulaşım başlıklarında dünya ile yarışabilecek bir ülke düzeyine çıktı. Yine, Ôzal'a göre, 'aslolan devletin zenginliği sonucu milletin zen­ gin olması değil, milletin zenginliği sonucu devletin zengin olmasıy­ dı. Devlet geriye çekilmeli, fert öne çıkmalıydı.' Ekonomide ve üretim biçimindeki bu yaklaşım, cumhuriyet tarihi boyunca devlet kurumlarının alışık olmadığı bir yaklaşımdı. O bakımdan yapılan düzenlemeler devrim niteliğinde düzenlemelerdi. Anavatan Partisi dönemi, Türkiye'de o güne kadar el atılmamış hemen her alanı ele alan ve yeni çözümler üreten bir dönem oldu. Enerji, ulaşım ve haberleşmeden organize ve küçük sanayi bölgelerine, toplu konut pro­ jelerinden turizmin bacasız sanayi getirisine, istihdam sağlayıcı eğitsel çalışmalardan sosyal yardım kuruluşlarına, bürokratik mevzuatın kolaylaş­ tırılmasından birey devlet ilişkilerinin rahatlatılmasına, şehirleşme ve şehir­ lerin alt yapı gelişiminden hizmet sektörüne, mali yapıyı düzeltici yeni vergi politikalarından yabancı sermaye girişini teşvik edecek politikal� ulus­ lararası ticaretin geliştirilmesinden yurtdışı müteahhitlik hizmetlerine, eği­ timde meslek edindirme programlarından işgücü verimini artırmaya dönük okul ve sanayi işbirliği çalışmalarına, savunma sanayiindeki yerli üretim gi­ rişimlerinden Türk Silahlı Kuvvetleri 'nin moderniz.asyonuna kadar pek çok alanda zihniyet dönüşümüne ışık tutan çalışmalar, atılımlar gerçekleştirildi.

Dısa Açık Büyüme Stratejisi Ekonomide büyümeyi ve gelişmeyi sağlayan temel etmenlerden bi­ risi de, ihracata dönük büyüme stratejisi veya bir başka ifade ile dışa 74

ıçık büyüme stratejisidir. Küreselleşmenin dünyayı global bir köye ,evirdiği bu çağda, dışa açık büyüme büyük ülke olma hedefi taşıyan Ulkemiz için ayrı bir önem arz etmektedir. Dış pazarlarla bütünleşmeyi düşünmeyen, ürettiği mal veya hizmeti dünya piyasalarında pazarlama­ yı ihmal eden ve dünya ticaretine entegre olamayan bir milli ekonomi, istikrarlı büyüme ve gelişme noktasında başarılı olamaz. Özal ekonomi politiğinin temel kavramlarından biri, dışa açık büyü­ me stratejisi idi. Esasen bu strateji, 24 Ocak Kararları diye anılan 24 Ocak 1980'de Süleyman Demirel'in azınlık hükümeti ile hayata sokulmuştu. Gümrük duvarlarını koruyucu etkileri kaldırılarak, rekabete dayalı, ve­ rimliği artınna amaçlı dışa açık büyüme stratejisi uygulamaya konulmuş, daha sonraki Anavatan Partisi iktidarları döneminde de, piyasa ekonomi­ sinin kurumsallaşması yönünde önemli adımlar atılmıştır. İhracata dayalı büyüme stratejisi bir yandan tarıma dayalı ekonomiden sanayi sektörüne geçişi kolaylaştırmış, diğer taraftan Türk girişimcisinin kaliteli üretim yapmasını sağlayarak, rekabet gücünü artmasına vesile olmuştur. ANAP iktidarına kadar, ürettiği malı yurtdışında pazarlama bilinci­ nin gelişmediği, rekabet koşullarını bilmeyen, bu yüzden de kalitesiz mallar üreten, tarım toplumu bilincinde bir Türk girişimci sınıfı vardı. Bu dönemde liberal ekonomi alanında atılan büyük adımlar sayesinde, tanın toplumundan sanayi toplumuna geçen, üretimde kaliteyi önemse­ yen ve bilgi eksenli çalışmanın farkına varan, ticareti temel uğraşı alanı olarak gören yeni bir girişimci sınıf doğdu. Kapitalist ekonomilerin hakim olduğu ülkelerde merkantilist (tica­ retçi) dönemde, ihracatı artırmaya fakat ithalatı da kısmaya dönük poli­ tikalar uygulanmıştır. Zamanla dış ticaretin serbestleşmesi hususu öne çıkmıştır. 1929 Dünya Ekonomik Krizi (Büyük Buhran) nedeniyle, ithal ikameci anlayış o dönemin zorunluluklarından doğmuş, bu poli­ tikalar ihracatı kötü yönde etkilediği için, gelişmekte olan ülkeler sık sık döviz darboğazları ile karşılaşmışlardır. Türkiye de gelişmekte olan ülkeler arasında, bu sıkıntıları yaşayan tipik bir ülke olarak yer almıştır. Öte yandan özellikle l 980'den itibaren küreselleşmenin ve ulusla­ rarası ticaretin yaygınlaşması ile dünya ticaretinde belirgin bir büyüme olmuştur. Uluslararası ticaretin hacmindeki bu büyüme, Türkiye gibi 75

gelişmekte olan ülkeler için önemli fırsatlar ortaya çıkarmıştır. Türkiye'de 1983'den itibaren Anavatan Partisi iktidan döneminde dışa açık büyüme stratejisi sayesinde, iç pazarı korumaya dönük ithal ikameci model yerine, ihracata dönük sanayileşme modeli benimsendi. Bu büyüme stratejisi, kısa zamanda meyvelerini vermiş, üretimi tarım­ sal karakter taşıyan bir ülkeden, ihracatının yüzde sekseni sanayi ürün­ lerinden oluşan bir ülkeye dönüşülmüştür. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının önü açılmış, bunun üretimde kaliteye yansımasının ya­ nında istihdama da önemli katkıları olmuştur. İzlenen yeni politikalar sayesinde sanayi üretimi önemli ölçüde artmış, özellikle de üretim için­ de kapasite kullanım oranlarındaki artış sayesinde, imalat sanayiinde ileri düzeyde bir büyüme sağlanmıştır. Diğer taraftan yine izlenen politikalar sayesinde Türkiye'nin dünya ticareti içindeki payında ciddi artışlar olmuştur. İhracatı teşvik politika­ larının sonucunda, ihracatın ithalatı karşılama oranında özellikle 1988 yılına kadar sürekli bir artış izlenmiştir. Netice itibarı ile ekonomideki bu yeni görüş ve buna bağlı izlenen yeni ekonomi politikaları sayesinde Türkiye ekonomisi, 1983-1991 yılla­ n arasında ortalama yüzde 5.2'1ik bir büyüme oranı yakaladı ve sanayide de başarılı bir katma değer artışı sağlandı. Özellikle 1991 seçimlerinden sonra gelen ve 90'lı yıllar boyunca de­ vam eden koalisyonlar döneminde, tüm partilerin izlediği politikalar, Turgut Özal 'ın açtığı kapılardan yürüyen politikalar olmuştur. Esasen bu temel ekonomik politikalar, 20 yıllık Ak Parti iktidarında da devam etmiş­ tir. Ancak hem 90'lı yılların koalisyonları döneminde, hem de Ak Parti hükümetleri döneminde, sömürücü kurumlar güçlendirildiği için, Özal'ın açtığı liberal politikalar kapısı yozlaştırılarak yola devam edilmiştir. Gerçi Özal dönemimde de, 'ne pahasına olursa olsun sermaye birikimi ol­ sun' diye sömürücü kurumlar o zaman da kendini göstermiş, Özal döne­ minin sonuna doğru sistemsel yozlaşma ortaya çıkmaya başlamıştı. Ancak her şeye rağmen, bugün ekonominin sayısal görünümündeki kötü tabloya rağmen, piyasalarda büyük bir kriz yaşanmıyorsa, Özal eko­ nomi politiği ile başlayan dışa açık büyüme stratejisinin ve bu strateji ekseninde firmalarımızın dünya pıwırlarında mal satma becerilerinin ve 76

rekabet edebilir bir kapasiteye ulaşmış olmalarının önemli rolü vardır. Bu arada hemen her alandaki yozlaşmanın, çürümenin başlangıcı maalesef 1987 sonrası Anavatan Partisi hükümetleri dönemine dayanır. Bundan sonraki başlıkta bu konuyu işleyeceğim.

1987 Seçimi Sonrası ANAP'ta Baslayan Yozlasma Türkiye'de siyasal iktidarlar, ilk yıllarındaki olumlu icraatlarını son­ raki yıllara taşıyamıyor, bu bağlamda istikrarlı bir çizgi izleyemiyor ve yozlaşmanın önüne geçemiyorlar. Tıpkı Menderes ve Demirel ikti­ darlarında olduğu gibi, Özal iktidarında da benzer duvara toslanmıştır. Yapısal reformlarla başlayan ve büyük umutlarla devam eden değişim ve dönüşüm süreci, yolsuzluklar, hayat pahalılığı, enflasyonist uygula­ malar ve kamu yönetiminde liyakatsizlik gibi süreçlerle yer değiştirmiş, halkın gündemi ile devleti idare edenlerin gündemi farklılaşmış, klien­ tal ilişkiler, nepotizm, adaletsizlik, liyakatsizlik ve ahbap çavuş ilişkile­ ri siyasetin ve kamu yönetiminin vazgeçilmezleri haline gelmiştir. Teknokrat Özal' dan popülizme yenik düşen Özal' a doğru yeni bir siyasal çizgi giderek siyasete hakim olmuştur. Özal ailesinin şaibeli çevrelerle kurdukları ilişkiler, Ôzal'a yakınlığı ile bilinen kimi iş in­ sanlarının büyük çaplı yolsuzlukları, mafyamsı yapıların ekonomik pi­ yasalardaki etkilerinin artması, devlet idaresinde kayırmacı ilişkilerin büyümesi, Anavatan Partisi'nin sona doğru sürüklenişinin adeta kilo­ metre taşlan oldular. Anavatan Partisi iktidarının başlangıcında, parlak bir özgeçmişi olan Devlet Bakanı İsmail Ôzdağlar, bizzat Özal tarafından yolsuzluk nede­ ni ile kurban verilmişti. Devlet Bakanı sıfatı ile Ôzdağlar, 1985 yılında UM Denizcilik sahibi Uğur Mengenecioğlu'ndan, petrol taşımacılığı nedeniyle 25 milyon lira rüşvet istemiş, Adnan K.ahveci'nin girişimleri ile suçüstü yakalanmıştı. Daha sonra Yüce Divan'da yargılanan Ôzdağ­ lar, mahkum olmuş ve iki yıl hapis yatmıştı. Yolsuzluk konusunda ile77

ride yapılanlara karşı aynı duyarlılığı göstermeyen Özal, iktidarının ilk yıllarında önemli bir bakanını kurban vermekten çekinmemişti. Günümüzle kıyasladığımızda, bırakın yolsuzluk iddialarının yargı­ lanmasını, sorgulanma ihtiyacı bile duyulmuyor ve adeta yapanın ya­ nında kar kaldığı gibi bir duygu toplumda egemen oluyor. TBMM'de yolsuzluklarla ilgili muhalefetin her önergesi, 'ticari sır' adı altında cevapsız bırakılıyor. Turgut Özal döneminde yolsuzluğun en çok konuşulduğu alanlardan biri, Özal tarafından kurulan ve bütçe dışında tutulduğu için denetime açık olmayan fonlardı. Fonlar başlangıçta iyi niyetle oluşturulmuş ve il­ gili alanlarda ciddi kalkınma hamlelerine öncülük yapmışlardır. Mesela Savunma Sanayii Destekleme Fonu, savunma sanayiinde bugün ge­ linen aşamanın temelinde çok önemli kaynak desteği yaratmıştır. Keza otoyol, köprü ve baraj projelerine finansman sağlamak amacıyla kurulan Kamu Ortaklığı Fonu, yine büyük alt yapı yatırımlarının başarılmasın­ da etkili olmuştur. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Destekleme Fonu, yoksullukla mücadelede önemli fonksiyonlar yerine getirmiştir. Yolsuzluklar konusunda en çok tartışma yaratan konulardan biri de 'hayali ihracat' meselesiydi. Kalkınmakta olan ülkeler için ihracat çok önemli bir konuydu. Türkiye özellikle sermaye birikimi açısından sınırlı kaynaklan olan bir ülke idi. Bunun bilincinde olan Özal, ihracatı geliş­ tirmek için türlü arayışlar ve tedbirler ortaya koymuştu. Mesela ihracatı teşvik amacı ile KDV iadesı düşünülmüş ve bazı alanlarda başarıyla uygulanmıştı. Ancak birçok firma konuyu zamanla suiistimal etmiş, ha­ yali ihracatla suçlanmış, gerçekte yapmadıkları ihracatlar karşılığında devletten büyük miktarlarda vergi iadesi almışlardı. Bu firmaların ayık­ lanması, haksız kazançlarının önlenmesi amacıyla yeterli duyarlılıklar ortaya konulmamış, iktidarın bu tutumu kamuoyundan oldukça tepki almıştı. Netice itibarı ile Anavatan Partisi'ni siyaset mezarlığına götü­ ren süreçte, bu yolsuzluk iddialarının çok önemli payı vardır. Turgut Özal'ın bir başka hatası, devlet idaresinde bazı konularda ciddiyetsiz davranması, kamu idaresinin kurumsal geleneklerine karşı takındığı tavırlardı. Mesela Birinci Körfez Savaşı sırasında, meclisten onay almadan ABD'ye Türk Hava Sahası 'nın açılmasının Anayasaya 78

aykınlığı gündeme geldiğinde, 'Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz' demişti. Oysa kurumsal kimliği gelişmiş devletler, hukukun dı­ şına çıkmazlar. Aslında merhum Özal devleti en iyi tanıyan siyasilerden biriydi. Yurtdışı deneyimi olan, gelişmiş ülkelerin ekonomilerini yakın­ dan tanıyan, hukuk sistemlerinin ve demokratik kurumların ne anlama geldiğini çok iyi bilen bir politikacıydı. Ancak demek ki güç zehirliyor, mutlak güç mutlak zehirliyor. Yine Anayasa ve yasalara aykırılık bakımından Özal döneminde özelleştirme uygulamaları yolsuzluk bağlamında en çok tartışılan konu­ lardan olmuştur. Özelleştirme eksenli kayırmacı uygulamalar dikkat çe­ kiyor, bu uygulamalar ekseninde halkın adalet duygusu zedeleniyordu. Bugün özelleştirmeden kamu ihalelerine kadar pek çok yolsuzluk iddialarının araştırılmamasının ve bu iddiaların iktidar tarafından rahat­ ça göğüslenebilmesinin temellerinin o günlerde atıldığı tezini savunan­ lar, galiba haklı çıktılar. Gerçi Turgut Özal' ın iktidarı dönemi, kapalı toplumdan açık toplu­ ma ve sermaye birikimine giden yolun kilometre taşlarının döşendiği bir dönemdi. Özal'ın yolsuzluklarla ilgili rahatlığı biraz da Adam Smit­ h'in 1776'da 'Milletlerin Zenginliği' kitabında yazdığı liberal kapitaliz­ min sloganı olan 'bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler'(laissez-faire, laissez-passer) düşüncesinden kaynaklanıyordu. Ancak henüz rekabetçi bir ekonomiyi oluşturamamış, bu konuda gerekli kurumsal yapılardan yoksun bir ülkede, bu slogan gelir dağılımındaki adaletsizliği derinleş­ tirmekten başka bir işe yaramazdı ve öyle de oldu. Halkla köprülerin atılması, Anavatan Partisi'nin bunca önemli deği­ şim ve dönüşüm programına rağmen, iktidarının sonunu hazırlamıştır. 1989'da yapılan yerel seçimlerde özellikle büyükşehirleri, seçimi yüzde 28 oy oranı ile birinci parti olarak tamamlayan SHP'ye kaptıran Anava­ tan Partisi, bu seçim sonuçlarını doğru değerlendirememiş, halkın gün­ demi ile kendi gündemini örtüştürememiş ve eriyişini durduramamıştır. Nitekim daha sonraki 1991 genel seçimlerinde Süleyman Demirel' in DYP'si yüzde 27 oyla birinci parti olurken, Anavatan Partisi yüzde 24 oy oranı ile ikinci parti olmuştur. 79

199D'larda Türkiye 1990'1ı yıllar politik yozlaşmanın zirve yaptığı yıllar oldu. 1991 se­ çimlerinden sonra Türkiye, tekrar l 970'li yılların istikrarsız koalisyon­ ları dönemine geri dönmüş, kişisel hesaplar, kayırmacılık ve popülizm, siyasetimizin kronik hastalıkları olarak iyice azgınlaşmıştır. Popülizm o derece abartılmıştır ki, sırf oy hesapları yüzünden ekonomide büyük yanlışlara imza atılmış, 1990'lı yılların sonuna doğru ülke iflasın eşi­ ğine getirilmiştir. Özellikle DYP-SHP koalisyonu döneminde, yeniden erken emeklilik uygulamasına dönülerek, sosyal güvenlik sisteminin iflasına neden olunmuştur. Öyle ki, sistemin finansman açıklarının GSMH içindeki payı, 1994 yılında yüzde 1 iken, 1999 yılında yüzde 3.7'ye çıkmıştır. 90'lı yıllar Türk siyaseti açısından hem sistemin tıkandığı, hem de ekonomik krizlerin ve yüksek enflasyonun yaşandığı yıllar oldu. Tan­ su Çiller'in başbakanlığı döneminde 1994 ekonomik krizi yaşandı. Bu büyük ekonomik kriz, birçok ekonomi otoritesi tarafından, kötü ekono­ mi yönetimi ve popülist politikaların neden olduğu ekonomik krizlerin başında gösterilir. Ülkemizde siyaset, yıllardır kötü politikacılar elinde, insan kişiliğini tarumar eden bir araca dönüştü. Özellikle 90'lı yıllar bu kirli ve kara tablonun zirve yaptığı yıllardır. Bu dönemde, yalan, sahtecilik, yolsuz­ luk, köşe dönücülük, fırsatçılık, yağmacılık, soygunculuk, ve mafyacı­ lık gibi ne kadar kötü kavram varsa, 90'lı yılların siyaset arenasında ve toplumsal düzeninde karşımıza çıkmaktadır. Ne yazık ki, 21.yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamakta olduğumuz bu günlerde de, yukarıda bahsettiğimiz kötü kavramlar ekseninde duru­ mun pek de iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz. 90'lı yıllar boyunca kamu bankaları koalisyon ortaklarınca payla­ şılmış, birçok banka hatırlı telefonlarla ona buna krediler dağıtmış, bu kredilerin büyük bölümü geri dönmemiştir. Parti binalarında pazarlığı yapılarak verilen ve 'görev zararları' adı altında geri dönmeyen kre­ diler yüzünden başta Ziraat Bankası olmak üzere kamu bankaları üze80

rinden hazineye ağır faturalar yüklenmiştir. Kalabalık kamu kadroları, liyakatsiz ve verimsiz istihdamlar, kamu kaynaklannı yutan bir başka popülizm alanı oldu. Yandaş kayırmacılığı kör gözüm parmağına misali gündemden hiç düşmedi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin bek­ lentilerine kulak tıkayan bir organa dönüştü. Gerek kurumsal gerekse bireysel anlamda siyasetçiye olan güven dibe vurdu.(32) Yine 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta, Pir Sultan Abdal Şenlikleri için bir araya gelen aydın ve düşünürlerin kaldığı Madımak Oteli yakılarak, 33 yazar ve düşünür ile 2 otel çalışanı katledildi. Köktendinci radikal İs­ lamcıların örgütlediği, provokatörlerin devrede olduğu bu mezhep kay­ naklı trajik olay, 90'lı yıllara damgasını vuran hadiselerin başında gelir. Yine 90'lı yıllar Türkiye'de, bir taraftan PKK teröriinün azgınlaştığı, diğer taraftan pek çok aydının ve ülkeye büyük hizmetleri dokunmuş kimi insanların suikastlara kurban verildiği yıllar oldu. Prof. Dr. Ah­ met Taner Kışlalı, gazeteci Uğur Mumcu, Orgeneral Eşref Bitlis, emekli Binbaşı Cem Ersever, gazeteci Çetin Emeç, Doç. Dr. Bahriye Üçok, gazeteci Turan Dursun gibi aydınlar bombalı paketlerle, örtülü operasyonlarla veya arabalarına yerleştirilen bombalarla öldürüldüler. Ve hiçbirinin katili bulunamadı. 1996 yılında devletin meşru olmayan ilişkiler içinde suçüstü yaka­ landığı Susurluk olayı yaşandı. Bu olay devletin, hukukun dışına çıka­ rak, 'de facto' vaziyette icraat içinde bulunduğu bir olay oldu. Türkiye siyaset eliyle bu çürümüşlükleri yaşarken, siyasetin kendisi de son derece kınlgan bir yapı içindeydi. Bu arada Turgut Özal 'ın ani ölümü ve Süleyman Demirel'in Cwnhurbaşkanlığına çıkması, siyaset arenasındaki bütün dengeleri alt üst etti. İlerleyen zamanlarda, siyasetin kurumsal kimliği güven kaybetmeye devam etti. Seçmen de siyasetteki istikrarsızlık karşısın­ da, tercih yapmada çok zorlanmaya başladı. Bu dunnn seçim sonuçlarına yansıyor, her seçimde sürpriz bir biçimde bir parti öne geçiyordu. 1995 yılında yapılan milletvekilliği genel seçimlerinde, oyların yüz­ de 21 .4 'ünü alan Refah Partisi l 58 milletvekili çıkartarak seçimin birinci partisi oldu. Doğru Yol Partisi 135, Anavatan Partisi 132, Demokratik Sol Parti 76 ve Cumhuriyet Halk Partisi 49 milletve­ kiline sahip oldular. Seçimden hemen sonra Necmettin Erbakan baş81

kanlığında koalisyon kurma çalışmaları başarılı olaıµ.ayınca, yaklaşık 2 ay sonra ANAP-DYP koalisyonu kuruldu. Ancak Anayasa mahke­ mesi bu koalisyonun güven oylamasını iptal edince, koalisyonun ömrü kısa sürdü. Bu defa 28 Haziran 1996 tarihinde Necmettin Erbakan'ın başbakanlığında RP-DYP koalisyonu (Refahyol koalisyonu) kuruldu. Yaklaşık 1 yıl kadar süren bu koalisyon, militarizmin baskılan sonucu 28 Şubat 1997 'de yapılan ve 9 saat süren meşhur Milli Güvenlik Ku­ rulu toplantısından yine yaklaşık 4 ay sonra, 18 Haziran 1997 tarihinde Başbakan Erbakan'ın istifası ile sona erdi. Refahyol hükümetinin isti­ fasının arkasından, Mesut Yılmaz'ın Başbakanlığında, ANAP-DSP ve Demokrat Türkiye Partisi arasında CHP'nin de dışarıdan destekle­ dili koalisyon hükümeti kuruldu. Ancak CHP'nin erken seçim şartı vardı. Meşhur Türkbank skandalı sonrası CHP koalisyondan desteğini çekti ve bu azınlık hükümeti de gensoru ile düşürüldü. Bu defa 18 nisan 1999 erken genel seçimlerine kadar görev yapacak Bülent Ecevit Baş­ bakanlığında yeni bir azınlık hükümeti, yani 56.Türkiye Cumhuriyeti hükümeti kuruldu. Öte yandan siyasal sistem öylesine tıkandı ki, yaklaşık on iki yıllık bir dönemde 2 azınlık hükümeti dahil, toplam 1O koalisyon hükümeti kuruldu. Yani 1990-2002 yıllan arasında, neredeyse her yıla bir bükü­ met düştü. Türkiye bu on iki yıllık dönemde çok önemli terör olaylarına, suikastlara, ekonomik krizlere, muhtıralara tanıklık etti. Demokratik bir ülkede olmaması gereken örtülü operasyonlar, faili meçhuller, I?arti içi antidemokratik uygulamalar, mafya-siyaset-bürokrasi ilişkileri, göze batacak biçimde vatandaşın adalet duygusunu zedeliyor, devlete ve ku­ rumlarına olan güveni adeta ortadan kaldınyordu. Yeri gelmişken parti içi demokrasi bağlamında bir anımı paylaşmak isterim. Esasen l 983 'teki Anavatan Partisi iktidarı birçok alanda ilkle­ rin iktidarı oldu. Serbest Piyasa Ekonomisinin kaçınılmaz partneri olan demokratikleşme konusunda da çok yol alacağımız umudunu taşıyor­ duk. Özellikle Özal'ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra, karizmatik lider kimlikli bir genel başkandan kurtulan Anavatan Partisi, iyi eğitim almış Mesut Yılmaz'ın önderliğinde, hem kendi içinde daha demokra­ tik bir hale gelecek, hem de ülke demokrasisinin derinleşmesine önemli 82

katkılar sağlayacak diye umut içindeydik. Ne var ki, bu umudumuzun ilerleyen zamanlarda beyhude bir umut olduğunu anladık. Anavatan Partisi'nin 1996'da yapılan S.Olağan Büyük Kongresi'ne katılmak üzere Bursa'dan Büyük Kongre Delegesi olarak ben de seçilmiştim. Işın Çelebi'nin de Genel Başkan adayı olduğu Büyük Kongre sırasında ciddi bir hayal kınklığı yaşadım. Normalde siyasi partilerin il ve ilçe kong­ relerinde seçim kurullan titiz davranır, seçimde en ufak bir hile veya suistimale fırsat vermezler. Tek tek delegeler isim okunarak çağrılır, ku­ rulu bulunan kabinlere girer oyunu kullanır ve sonra da seçim kurulu görevlisinin gözetiminde oyunu mühürlü sandığa atar. Genel Merkezde­ ki seçimde ise, oylamaya geçildiği aşamada, delegeler kurulu kabinlere girmeden oylannı açıkta il başkanlanna göstererek kullanıyorlardı. Yani mevcut Genel Başkan Mesut Yılmaz'a oy verdiğini göstermek için dele­ geler arasında adeta bir yarış vardı. Ortada bir harala gürele, bir kargaşa ve oldubittiyle noktalanmak istenen bir seçim vardı. Ben bu duruma çok tepki gösterdim. Çevremdeki arkadaşlara bu nasıl demokrasi, bu nasıl seçim, seçim kurulu yetkilisi nerede, ne iş yapar diye sorup durdum. Daha sonra da kabine girerek oyumu Işın Çelebi'ye verdim. Kabine gir­ diğimi gören Bursa İl Başkanı merhum Mehmet Gedik, diğer delegeler gibi davranmadığım için baya bir paylamıştı beni. Gerçi lider sultasına dayalı bu antidemokratik tutum, sadece Anava­ tan Partisi'nde yoktu. Diğer tüın siyasi partilerde durum aynıydı. Hatta MHP ve RP gibi katı hiyerarşik/dikey ilişkinin egemen olduğu partiler, demokratik kültür açısmdan çok daha kötü durumdaydılar. Ak Parti, kuruluş aşamasında bütün bu antidemokratik uygulamaları eleştirmiş, siyasi partilerin olması gereken demokratik yapıları üzerine mU8Z2JlIJl bir program hazırlamıştı. Hatta tüzüğünü de, parti içi demok­ rasiyi eksiksiz işletecek bir içerikte ortaya koymuştu. 90'lı yıllann siyasal ikliminden gına getirmiş olan toplum da bu yeni hareketi, ilgi ile izliyordu. Üstüne üstlük siyasal iklimdeki kötü gidişi besleyen hatta bu kö­ tülük üzerinde çarpan etkisi yapan doğal afetler peş peşe yaşanıyor, halkın durumu daha da kötüleşiyordu. 1992'de Erzincan depreminde kaybettiğimiz 500 insanımızın acısı hatıralarımızda yaşarken, 17 Ağus­ tos 1999'da Gölcük merkezli 7.S büyüklüğündeki depremde 20 bin 83

insanımızı kaybettik. Maddi kayıplar da cabası. Depremin altında kalan sadece masum insanlar değildi, aynı zamanda herkesin malı olan hazi­ ne arazileri üzerine kurulu gecekondulara oy karşılığı tapu tahsis eden siyasal sistem, maliyetleri düşürüp karlan maksimize etmek isteyen in­ şaat sektörü, çarpık kentleşme ve topyekün kamu idaremiz depremin enkazı altında kalmıştı. Kömür madeni patlamalarında, terör olaylarında, suikastlarda, çöp­ lük patlamalarında, sel felaketlerinde, faili meçhul cinayetlerde birçok insanımızı kaybetmenin yarattığı travmalar, vatandaş nezdinde sorun çözemeyen siyasal sisteme ve sistemin aktörlerine olan güveni büsbütün ortadan kaldırmıştı. Bütün bu olup bitenler, meğerse Ak Parti iktidarına giden yolun, besi kaynağını oluşturuyordu. Kim bilebilirdi ki, bu denli yozlaşmanın aka­ binde iktidara gelen ve yaklaşık 20 yıllık iktidarı döneminde Ak Parti, son derece vahim betimlemelerle anlattığımız 90'lı yıllara rahmet oku­ tacak bir popülizmi ortaya koyacak, başlangıç ilkelerinden vazgeçerek, demokrasinin bırakın parti içinde yeşermesini, ülkedeki demokratik tec­ rübeleri ve bu sayede oluşmuş kurumsal yapılan toprağa gömecekti. Bu çalışmanın varlık sebebi olan bu hususu ilerleyen bölümlerde kapsamlı bir biçimde ele alacağım. İlginçtir bütün bu olumsuzluklara rağmen, Türkiye'nin gayri safi mil­ li hasılası 90'lı yıllarda gerilememiş, aksine 90'lann başında 149 milyar dolar olan GSYH, 90'ların sonunda 247 milyar dolara çıkmıştır. Yaşanan ekonomik krizlere rağmen Türkiye 1990-1999 yıllan arasında dünya ve gelişmiş ülkeler ortalamasını geride bırakarak, ortalama yüzde 4 'lüle bir büyümeyi yakalayabilmiştir. Tabiatıyla burada, Özal döneminde ortaya konulan zihniyet dönü­ şümünün, dışa açık büyüme stratejisinin, devletçi yapıyı dönüştüren politikaların katkısı inkar edilemez.

84

28 Subaı Süreci Türkiye Cumhuriyeti tarihi maalesef bir yanıyla askeri darbelerin tarihidir. Türk Silahlı Kuvvetleri 'nin cumhuriyeti koruma ve kollama iddiası, tarihsel süreçte görev bilincinin ötesine geçerek paranoyak bir hal almış, sosyal bilimlerin ve sosyal olayların mantığından uzak olan askeri düşünüş biçimi, en ufak toplumsal olaylar karşısında, devletin yıkılacağı, cumhuriyetin ortadan kaldırılacağı evhamına kapılarak, mi­ litarizmin egemenliğini her durumda hissettirmekten geri kalmamıştır. Darbeler dönemi başlığı altında da bahsettiğimiz gibi, 1960'ta başla­ yan 1971, 1980 ve 28 şubat 1997'de devam eden askeri müdahaleler için­ de, doğurduğu sonuçlar ve bu sonuçların toplumsal maliyeti bakımından, 'post modern darbe' olarak da anılan 28 şubatın özel bir yeri vardır. Cumhuriyetin kuruluşunda İslamcı damar, biriktirdiği kin ve nef­ reti hep içinde saklamış, devleti ele geçirmek ve kendi arkaik düşünce dünyalarına göre devleti ve toplumu dönüştürmek iddiasını hep saklı tutmuştur. Bu açıdan bakıldığında, devlet ve toplum için din temelli toplumsal dönüşüm riskinin hep var olduğunu söylemek mümkün­ dür. Ancak bunu önlemenin yolu, askeri darbeler değildir. Çünkü as­ keri düşünüş mantığı, sosyal olayların karmaşıklığını anlayamaz. Zira müspet bilimlerdeki nedensellik ya da determinizm ilkesi bile, sosyal olayları veya toplumsal olayları anlamak için her zaman yeterli düzey­ de yol gösterici değildir. Bu alandaki felsefi tartışmalar, özellikle ku­ antum fiziğindeki gelişmeler nedeni ile bugün hem bilim kuramcılan, hem de felsefeciler tarafından sürdürülmeye ve araştırılmaya devam etmektedir. Bu nedenledir ki, 28 şubat süreci arkaik düşüncenin daha da palazlanmasına ve süreçte devleti ele geçirmesine neden olmuştur. Gerçi bu düşünceye mensup olanların kendileri de değişimin önünde duramadıklarından, kendilerinden önce şeriat iddiasında bulunanlara gere, yani daha bağnaz olanlara göre din dışı konumuna düşmüşlerdir. Yukarıda da belirttiğim gibi, 1995'te yapılan milletvekili genel se­ çimlerinde Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi birinci parti olmuş, Anayol hüküm.etinin düşürülmesinden sonra, 28 Haziran 85

1996'da Erbakan'ın başbakanlığında Tansu Çiller'in başında olduğu Doğru Yol Partisi ile koalisyon hükümeti kurulmuştu. Refahyol koa­ lisyonu döneminde bir dizi olay peş peşe vuku bulmuştu. Bu olaylar devletin zinde güçlerinde var olan şeriat korkusunu büsbütün artıran türden olaylardı. 2-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan Mısır, Libya ve Nijerya' ya resmi bir ziyaret düzenledi. Ziyaretin Li­ bya durağında, Libya lideri Muammer Kaddafi'nin onur kıncı konuş­ malan ziyarete damgasını vurdu. Kaddafi 'nin, 'Kürdistan kurulmah, Türkiye işgal altında bir ülkedir' gibi sözleri ve Başbakan sıfatı ile Necmettin Erbakan'ın bu sözlere sessiz kalması Türkiye'de çok ciddi eleştirilere neden oldu. 11 Ocak 1997'de Erbakan'ın tarikat liderleri ve şeyhlere başbakanlık konutunda iftar yemeği vermesi, sanklı, cübbeli şeyhlerin kameralara yansıyan görüntüleri çokça tartışıldı. Ankara Sin­ can'da 30 Ocak 1997 'de Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın düzenlediği 'Kudüs Gecesi'ne İran'ın Ankara Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri katılarak bir konuşma yapmış, buna gecede sergilenen gösteriler de eklenince o dönem sıkça dile getirilen rejim tar­ tışmalan alevlenmişti. Kudüs Gecesi'nin ertesi günü ise, üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararname imzaya açıldı. 2 Şubat 1997'de hem Ankara Cumhuriyet Başsavcıhğı hem de Devlet Güvenlik Mah­ kemesi Başsavcılığı Kudüs Gecesi için ayn ayn soruşturma başlattı.(33) Kudüs Gecesi'nden 2 gün sonra 4 Şubat'ta sabahın erken saatle­ rinde, Türk Silahlı Kuvvetleri Sincan'da tanktan sokağa çıkardı ve bu gösteri ile yönetime müdahale edilebileceğinin sinyalini verdi. Toplum­ daki genel kanı, bunun bir darbe uyansı olduğu yönündeydi. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, tanklann geçişini 'demokrasiye balans ayarı' ifadesi ile değerlendirdi. Bu gelişme son­ rasında Sincan Belediye Başkam görevden uzaklaştırıldı ve başkanla birlikte 9 kişi halkı kin ve düşmanlığa tahrik iddiasıyla tutuklandı. Erbakan başbakanlığındaki hükümet bir yandan çokça göze batan türden işler yaparken, diğer yandan cuma namazı çıkışı şeriat isteriz diye bağıranlar gibi pek çok provokatif eylem de dikkatlerden kaçmı­ yordu. Esasen olup bitenler, 'şüyuu vukuundan beter' sözüyle açık86

lanabilecek, bu yüzden de yarattıkları etki bakımından zinde güçleri harekete geçirebilecek nitelikteydi. Nihayet Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 'in başkanlığında 28 Şu­ bat 1997' de toplanan ve yaklaşık 9 saat süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısının sonunda, hükümetin yapması istenen bir dizi kararlar alın­ dı. Temel eğitimin 8 yıla çıkarılması, irtica nedeni ile TSK'dan atılanla­ nn belediyelerde istihdam edilmemeleri, laikliğin gerektirdiği yasalann uygulanması, tarikatların kapatılması ve tarikatlara bağlı vakıf, yurt ve okulların Milli Eğitim Bakanlığı 'na devredilmesi, Kuran Kurslarının denetlenmesi, kurban derilerinin dini cemaatlerin derneklerine veril­ mesinin engellenmesi, TSK'yı din düşmanı gösteren medyanın kontrol altına alınması gibi kararlardı bunlar. Hükümeti zor duruma düşüren bu kararlardan bir süre sonra Genel Kurmay Başkanlığı bünyesinde, irtica ile mücadele amacıyla 'Batı Çalışma Grubu' adlı bir grup oluş­ turuldu. Bu arada Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genel Kurmay Başkanlığı'na çağrılarak, kendilerine irtica konusunda brifing verildi. Bütün bu sıkıntılı gelişmelerin sonunda Er­ bakan istifa etmek zorunda kaldı ve koalisyon hük.ümeti dağıldı. Aka­ binde Refah Partisi irticai eylemlerin odağı gösterilerek, açılan davanın sonucunda kapatıldı ve genel başkanı Necmettin Erbakan'a 5 yıl siyaset yasağı getirildi. 28 Şubat müdahalesinin diğer askeri müdahalelerden temel farkı, geleneksel darbe yöntemlerine başvurulmadan, başta medya olmak üzere toplumsal dinamikler kullanılarak, hükümetin düşürülmesine yö­ nelik yeni bir darbe türü olmasıydı. Bu yüzden de adına post modem darbe denilmişti. Kendini modern Türkiye projesinin taşıyıcısı olarak addeden TSK, bu defa aynı taşıyıcılık görevini üstlenen medyayı ve bazı STK' lan kullanarak hedefine ulaşmıştı. 28 Şubat post modem darbe sonrası sürecin toplumdaki maliyeti, sonraki dönemleri de etkileyecek biçimde ağır oldu. Mesela en akıl al­ maz uygulamalarından biri, üniversitelerde kız öğrencilerine başörtü yasağı uygulamasıydı. Bu yasak ve yasağın uygulanış biçimi toplumun önemli bir kesiminde büyük çaplı bir travmaya neden oldu. 87

Henüz kentleşme ve kentlileşmesini tamamlayamamış, kapalı top­ hını sosyolojisini ve cemaat psikolojisini aşamamış bir toplumu, bir takım zor kullann:ıalarla dönüştürmek, insan doğasına aykın bir tutum­ dur. Bu aykırılığa maalesef kimi üniversite hocaları da alet oldular. Ya­ sak o derece akıl dışı bir biçimde uygulandı ki, çocuğunun yemin töreni için askeri kışlalara giden annelerin yüzüne nizamiye kapılan kapatıldı, yaşlı ve geleneksel başörtüsü takan kadınların orduevlerine, kışlalara girmesi yasaklandı ve süreçte bu yanlış uygulamalar o insanların kendi devletine yabancılaşmalarına neden oldu. Bütün bunlar Ak Parti iktida­ rına giden yolun ve siyasal İslam mücadelesinin kolaylaştırıcısı oldular.

Siyasal islam'ın Yükselisi Türkiye'de genel olarak darbelerin, özelde de 28 Şubat post modem darbesinin dolaylı da olsa en çok yaradığı ideolojik akım İslamcılık ol­ muştur. Yukarıda da belirttiğim gibi Cumhuriyetin kuruluşunda merke­ zin dışında kalarak biriktirdiği kin ve nefreti içinde saklayan, rövanşist hesaplarını uygulamaya koymak için fırsat kollayan İslamcı damar, darbe süreçlerini, bürokratik oligarşinin halkı sistemin dışında tutan uygulamalarını, ezilen, sömürülen yoksul kitlelerin duygularını, 2002 öncesi Ankara egemenlerinin elitist tavırlarını, Türk Silahlı Kuvvetle­ ri'nin militarist tutumunu kendi lehine oya tahvil etmeyi çok iyi be­ cermiştir. Bunu yaparken demokrasiyi ve özgürlükleri de alabildiğine kullanmış, hatta alabildiğine istismar etmiştir. Cumhuriyet tarihinin ilk İslamcı siyasal organizasyonu, 26 Ocak 1970'te Necmettin Erbakan'ın başkanlığında kurulan Milli Nizam Par­ tisi'dir. Bu parti kurulduktan yaklaşık 16 ay sonra, 20 Mayıs 1971 'de Anayasa Mahkemesi tarafından, 'laik devletin niteliğine aykırı söy­ lemi ve programı nedeni ile' kapatılmıştır. Partinin kapatılması son­ rasında kalp rahatsızlığı geçiren Necmettin Erbakan önce Almanya'ya gitmiş, ardından Almanya'daki doktorların yönlendirmesi ile İsviç­ re'ye geçerek, orada tedavisine devam edilmiştir. O dönemde kimile­ rince Adalet Partisi 'nin tek başına iktidarının önlenmesi, kimilerince 88

de komünizme karşı din eksenli bir mücadele yürütmesi isteği ile, 1971 Muhtırasının ünlü Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve yine muhtıranın ünlü generallerinden Turgut Sonalp tarafından İsviçre'de Necmettin Erbakan hasta yatağında ziyaret edilmiş ve Türkiye'ye dö­ nerek yeni bir parti kurması istenmiştir. Hatta o görüşmede kendisine, 'gel parti kur bizi şu Demirel'den kurtar' denildiği iddiası da çok yaygındır. Bu olay Muhsin Batur tarafından her ne kadar yalan haber olarak değerlendirilmiş olsa bile, sonraki siyasi dönemler içinde çokça konuşulmuş ve çokça yazılmıştır. Hatta 1997'de Flash TV'deki bir açık oturumda Mesut Yılmaz bile bu iddiayı dile getirmişti. Tabiatıyla ileti­ şim imkanlarının günümüzdeki gibi yaygın olmadığı bir dönemde, bu ziyaret yapılmış olsa bile, muhtemelen gizli tutulmuştur. Zira konu Er­ bak:an 'ın yakın çevresi ve onu destekleyen kesimlerce yalanlanmamış, hatta bazı dergilerde böyle bir olay yaşanmışsa bile, bunun olumlu bir gelişme olduğu bağlamında değerlendirmeler yapılmıştır. Öte yandan 14 Aralık 2008 'de çıkan haberlerde Necmettin Erbakan'ın, 1980'de CHP tarafından Cwnhurbaşkanlığına aday gösterilen, 12 Mart Muhtırası döneminin Hava Kuvvetleri Komutanı ve askeri müdahalenin en etkili üç isminden biri olan, hatta 27 Mayıs Darbesi'nde de Menderes'i Eskişehir' de tutuklayarak Ankara 'ya getiren dönemin etkili albaylarından olan Muhsin Batur'u desteklediği bizz.at Erbakan tarafından açıklandığı ortaya çıkmıştı. Erbak:an 12 Aralık 2008 tarihinde Sultanahmet Camii'nde Cuma namazı sonrası şu açıklamayı yapmış. 'Muhsin Batur ilk turlarda istediği oyu alamayınca, Milli Selamet Partisi'ni ziyaret ederek, des­ tek istedi. Batur ziyarette, ben sizin destek verdiğinize inanıyorum, ancak bunu CHP'lilere ispat etmem için bana bir ipucu verin dedi. Bunun üzerine ben de kendisine, siz oy pusulalannın başına bir ada­ mınızı yerleştirin, bizim size vereceğimiz oylarda isminizin baş harfi eğik olarak yazılacaktır dedim.' Yine bu sohbette Erbakan, Muhsin Ba­ tur'la anlaştıklarını ve oylarım şifreli bir biçimde kullandıklarını söylüyor. Bu şifreli oy kullanma şeklinden anlaşıldı ki, Muhsin Batur CHP tarafın­ dan aday gösterilmesine rağmen, kimi CHP'lilerce kendisine oy verilme­ miştir. Hatta Batur'un bu yüzden Ecevit'e, 'hem aday gösteriyorsunuz, hem de desteklemiyorsunuz' biçiminde sitem ettiği söylenir.' (34) 89

Necmettin Erbakan'ın Muhsin Batura verdikleri desteği bizzat anlattı­ ğı bu ifadelerden, Muhsin Batur'un İsviçre'deyken kendisini ziyaret ettiği iddialarının kuvvetle muhtemel olduğunu ve kendisine Cumhurbaşkan­ lığı adaylığında bir vefa borcu vesilesi ile destek verildiğini anlıyoruz. Yeri gelmişken İslamcıların tutarsızlıklarına önemli bir örnek teşkil etmesi bakımından şu hususun altını çizmek gerekir diye düşünüyorum. Bat ı karşısındaki geri kalmışlığı geçici bir durum olarak yorumlayan ve koşullar oluştuğunda Batı'ya karşı durumu tersine çevirebilecek­ lerine inanan İslamcıların bu temel düşüncesi, Türkiye'deki en büyük temsilcileri Necmettin Erbakan aracılığı ile önemli bir kırılmaya maruz kalmıştır. Yıllarca 'Batı Kulübü' diyerek taraftarlarının bilinç altına yerleştirdiği Batı karşıtlığı hatta Batı düşmanlığından, Türkiye mahke­ melerinde mahkum olduğu dava olan Refah Partisi'nin kapatılması ve kendisinin siyasi yasaklı ilan edilmesi üzerine, yine Erbakan'ın davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne götürmesi yaman bir çelişki ve tutarsızlık olarak ortada durmaktadır. Yine yıllarca siyasetini Batı kar­ şıtlığı üzerinde temellendiren Erbakan'ın, Müslüman olan kendi ülke­ sinde yaşadığı bir sorunu, Müslüman olmayanlardan oluşan bir kuruma taşıması ve oranın hakemliğine müracaat etmesi, Erbakan özelinde İs­ lamcılık ideolojisindeki tortulaşmayı ve İslamcılığın dini siyasal hesap­ lara alet etme boyutunu açıklar niteliktedir. (35) Yine yeri gelmişken Siyasal İslam'ın adeta Türkiye'deki kurucu babası olan Necmettin Erbakan'ın yüzlerce tutarsızlıklarından, çe­ lişkilerinden bir örneği de açıklayalım. Erbakan'ın ölümünden üç yıl önce ortaya çıkan bir belgeye göre Erbakan, İslam davasına hizmet için toplanan 35 milyon doları 2001 yılında TMSF'ye devredilen Kent Bank'ta Off-Shore hesabına faize yatırmış. Her konuşmasında faizi yerden yere vuran, faiz her kötülüğün anasıdır diyen Erbakan, hem de İslam davasına hizmet için toplanan parayı faize yatırmış. Kent Bank batınca o 35 milyon dolar da batmış, çöpe gitmiştir. (36) Bir başka garip olay da Necmettin Erbakan 'ın kardeşi olan Kema­ lettin Erbakan tarafından gerçekleştirilmiş. Diş Hekimi olan Kemalet­ tin Erbakan, Zekeriya Temizel 'i Maliye Bakanlığı sırasında gündeme gelen 'Mali Milat'tan yararlanmak için yurtdışındaki parasını 30 Eylül 90

1998' de 1 günlüğüne Türkiye'ye getirmiş ve kayda giren para yasal ta­ kipten kurtulmuştur. Ancak Erbakan'ın 3 milyon 731 bin 890 dolar olan parası daha sonra Atlasbank'ın off-shore hesabına aktarılıp, bankanın batışı ile birlikte bu para da batmıştır. (37) Bu olaylar bize, dini siyasal veya toplumsal alanda kullanan par­ ti, cemaat, vakıf, dernek ve benzeri yapıların, sade vatandaşın temiz dini duygularını istismar etmekten başka bir işe yaramadıklarını göstermektedir. Bu istismarlar sayesinde bahse konu yapıların ön­ derleri, kurmayları dünyevi hayatlarında safahat içinde yaşamakta, para topladıkları iyi niyetli masum vatandaşlann bir kısmı ise bir lokma bir hırkaya razı olmaktadırlar. Günümüz ekonomik zorluk­ ları karşısında, vatandaşa dine referansla şükretmesinin öğüt ver­ mesi de, bu bağlamda değerlendirilebilecek acıklı bir durumdur. Bütün bu gelişmelerden şunu söylemek mümkündür. Türkiye'de Si­ yasal İslam ya da diğer bir ifade ile İslamcılık siyaseti, uzun süre din devlet ilişkilerinden beslendi. O kadar ki, 12 Eylül'ün darbeci lideri Ke­ nan Evren bile, konuşmalarında çoğu kere İslami referanslara başvuru­ yordu. Bu noktada Amerikan destekli askeri darbelerin, aynı zamanda ABD'nin 'Yeşil Kuşak-Ilımlı İslam' projesi ile de bir iç içe durumu gösterdiğini söylemek mümkündür. Nitekim İslamcı Fethullah Gülen hareketinin(şimdiki adı ile FETÖ), Ordu içinde yeşerip palazlanması ve devletin bütün kurumlarına sızarak 15 Temmuz darbe girişimine kalkış­ ması tesadüfi olmayan, Siyasal İslam'ın din devlet ilişkilerinin derinliği­ ni ve de çarpıklığını anlatan bir gelişme olarak önümüzde durmaktadır. Öte yandan İslamcılar, 12 Eylül öncesi gençlik hareketleri içinde çok sessiz olarak varlardı. Yani düzenle çatışmıyor, sessiz ve derinden bir strateji ile iktidar yolculuğunu sürdürüyorlardı. Devrimci ve Ülkücü hareketlerin kanlı bir çatışma süreci yaşadığı 1980 öncesi gençlik hare­ ketlerinde adlan Akıncı Gençlik olarak bilinen İslamcı kesimin, genel­ likle suya sabuna dokunmadığına bu satırların yazan da bizzat tanıktır. Türkiye'de Siyasal İslam'ın yükselişinde şüphesiz daha somut ve daha gerçekçi nedenler vardır. Bunlar, statü olarak aıt kültüre mensup sınıflara bir kimlik sunma vasfı, kentleşmeyle birlikte kentli yaşama tutunamayanların veya kamusal alanda ben de varım diyen kesimlerin 91

bu taleplerini karşılayan mesajlar içermesi, İslam ve demokrasi uyumu ve bu eksendeki ılımlı İslam iddiaları, yaşam koşullarının iyileştirilme­ sini bekleyen kesimlerin düzene yabancılaşmasını sağlayıcı propagan­ daların varlığı, siyaset sahnesinin etkili aktörleri konumundaki merkez partilerin sorun çözme kabiliyetlerinin giderek zayıflaması, rüşvet ve yolsuzluklar karşısında dürüst yönetim vaatleri gibi nedenlerdir. (38) Özellikle 28 Şubat süreci öncesinde kitle partilerinin ülkenin büyük problemlerine çözüm üretmedeki beceriksizlikleri, 90'lı yılların istik­ rarsız koalisyonları, vatandaşın gözünün içine baka baka yapılan yanlış uygulamalar ve adalet duygusunun zedelenmesi Siyasal İslam'ın yük­ selişinde kilit rol oynamıştır. 28 Şubat müdahalesi ve sonrasındaki uy­ gulamalar da bu yükselişin ekmeğine yağ sürmüştür. Necmettin Erbakan'ın Başbakanlığındaki Refahyol hükümetine as­ keri bir program ve proje dayatan Milli Güvenlik Kurulu müdahale son­ rasında adeta hükümetin yerini almıştı. İrtica bildirileri ile, bir yandan siyasal alana baskı yapılırken diğer taraftan kamu idaresine, yargıya ve sivil alana da müdahale ediliyordu. Refah,Partisi 1988'de ve ardın­ dan kurulan Fazilet Partisi 2001 'de kapatılmıştı. Akademik camiaya ve yargıya brifingler veriliyor, irtica konusunda ne yapmaları ile ilgili yol gösteriliyordu. Neticede başörtü yasakları, hak ihlalleri, sivil kesimdeki dini yapılara yönelik baskıcı tutumlar, kimi akademisyenlerin üniversi­ telerden uzaklaştırılması ve açılan davalar dönemin ruhunu yansıtırken, toplumda mağduriyet psikolojisinin karşılık bulmasına, İslamcı Siyase­ tin halk nezdindeki gelecek rezervasyonlarına vesile oluyordu. (39) Aslında bütün bu gelişmeler, gelecekteki muhtemel Siyasal İslamcı bir iktidar macerasının ekmeğine yağ süren gelişmelerdi. l .Bülent Tanör/Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri-YKY-İstanbul 1998-sf.35,36 2.Şerif Mardin/Türk Modernleşmesi-İletişim Yayınlan-İstanbul 1995-sf.11 3.Yılmaz Öztuna-Bir Darbenin Anatomisi-Ötüken Yayınlan-İstanbul 2013-sf.13-14 4.Taha AkyoVfüıkiye'nin Hukuk Seriiveni-Doğan Kitap-İstanbul 2014-sf.149-150-151 5.TahaAkyol/fürkiye'nin Hukuk Serüveni-Doğan Kitap-İstanbul 2014-sf.125-153 6.Halil inalcık/Osmanlı İmparatorluğu, Toplum ve Ekonomi-Eren Yayıncılık-İstanbul l 993sf.356-357 7.Kernal Karpat-lslam'ın Siyasallaşması-Timaş Yayınlan-İstanbul 2013-sf.286-675 92

8.Niyazi Berkes-Türkiye'de ÇağdaşlWjma0Yapı Kredi Yayınları-İstanbul 2017-sf.347-348-350 9.François Georgeon/Sult.an Abdülhamid-Homer Kitabev i-Çeviri: Ali Berktay-İst.anbul 2006- sf.505 !O.Taha Akyol/Bilim ve Yanılgı-Doğan Kitap-İstanbul 2011 sf. 80-81 11.Tahsin ÜnaVTürk Siyasi Tarihi-Emel Matbaacılık-Ankara 1978 sf.30-31 12.Orhan Koloğlu/Osmanlıcadan Türkçeye Okuryazarlığımız-Tarihçi Kitabevi-İstanbul 2015-sf.294 -344-345 13.Baysal Yüksel-Türk diline vurulmak istenen pranga-YeniDönem Gazetesi-07.06.2019 14.Orhan Koloğlu/Osmanlıcadan Türkçeye Okuryazarlığımız-Tarihçi Kitabevi-İstanbul 2015-sf.329-330-344 14.https://asi.saglik.gov.tr-Türkiye'de Aşının Tarihçesi-TC Sağlık Bakanlığı 15.Suna Kili-Atatürk Devrimi-Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan-Ankara 1995-sf.89 16.https://www.stendustri.com.tr-Atatürk 'ün 15 yılda kurduğu fabrikalar-) 0.11.2018 17. Tahsin Bulut-Değişimi Yöneten Türkiye-Alfa Aktüel-Bursa 2008-sf.103-104 18.İhsan Güneş-Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı-Türkiye İş Bankası KültürYayınlan­ İstanbul 1997-sf.79 19.Vahap Uluç-Türkiye'de Çok Partili Sisteme Geçiş-Araştırma Makalesi-14.04.2020dergipark.org.tr 20.Emre Kongar-21.Yüzyılda Türkiye-Remzi Kitabevi-İstanbul 1998-sf.144-145 21.www.cnnturk.com-25.I0.2016 22.www.aa.com.tr-27.05.2020 23.Mehmet Ali Birand-Demirkırat-Milliyet Yayınlan-İstanbul 1991-sf.109 24.Mehmet Ali Birand-Demirkırat-Milliyet Yayınlan-İstanbul 1991-sf.134-135-136 25.Mehmet Ali Birand-Demirkırat-Milliyet Yayınlan-İstanbul 1991-sf.19 I 26.Bemard Lewis-Demokrasinin Türkiye Serüveni-Yapı Kredi Yayınlan-İstanbul 2003-sf.28-29 27.Mahfi Eğilmez-www.mahfiegilmez.com-Siyasal, Sosyal ve Ekonomik İstikrar-13 Mart 2014 28.Muzaffer Sencer-Osmanlı Toplum Yapısı-MAY Yayınlan-İstanbul 1982-sf.17 29.Halil İnalcık, 'Osmanlı İmpaıatorluğu/I'oplum ve F.konomi'-Eren Yayıncılık-İstanbul 1993 sf.1-3 30.Bursa'dan Kore'ye 80 Yıllık Öylcü-Necdet Yazıcıoğlu/Ceyhun İrgil-Yılmaz Basım-İstanbul 2020-sf.214-264 31.Turgut ôzaı-Değişim Belgeleri-Kazancı Matbaacılık Sanayii Aş,-İstanbul 1993-sf. l 7- l 9 32.Tahsin Bulut-Değişimi Yöneten Türkiye-Alfa Aktüel-Bursa 2008-sf.124-125-126 33.28 şubat sürecinde neler yaşandı-tr.euronews.com-28.02.2019 34.www.dunyabulteni.net- Erbakan, Muhsin Batur için şifreli oy vermiş-14.12.2008 35.İslamcılık, AKP, Siyaset-Nuh Yılmaz- Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce-Cilt 6 İslamcılık-hetişim Yayınlan-İstanbul 2005-sf.609-610 36.Levent Gültekin-Şatafatlı Mağlubiyet-Doğan Kitap-İstanbul 2015-sf.66 37.www.hurriyet.com.tr-Kardeş Erbakan'ın 3.7 milyon dolan off-shore'da uçtu-12.02.2004 38.Yalçm Akdoğan-Adalet ve Kalkınma Partisi-Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce-Cilt 6 İslamcılık-iletişim Yayınlan-İstanbul 2005-sf.622 39.Mustafa Erdoğan-28 şubat sürecinden Reisçi otokrasiye-daktilo1984.com-28.02.2020

93

Unutmamak gerekir ki insanlar bllgilerı uaruna deaıı, inançları uaruna savasırlar. Prof. Dr. Ahmet Akbulut

94

111. BÖLÜM AK PARTİ'NİN İKTİDAR YÜRÜYÜSÜ

95

Recep Tayyip Erdoğan'ın Siyasal Hikayesi Recep Tayyip Erdoğan, İmam Hatip okullarını arka bahçe olarak kullanan Milli Görüş geleneği içinde yetişmesinin tabii sonucu olarak, siyasete erken yaşlarda Milli Selamet Partisi 'nde başladı. İlkokul sıralarında başlayan futbol tutkusu ile siyaset tutkusu atbaşı giderken, babasının baskısı sonucu futboldan uzaklaşmak ve siyasette yoluna devam etmek zorunda kalmıştı. Fatih'te bulunan İstanbul İmam Hatip Lisesi'nden 1973 yılında me­ zun olan R. Tayyip Erdoğan, liseyi bitirdikten 3 yıl sonra yani l 976'da, Milli Selamet Partisi Beyoğlu Gençlik Kolları Başkanı oldu. Yine aynı yıl, yani 22 yaşında MSP İstanbul İl Gençlik Kollan Başkanlığına se­ çildi. 1984 yılında MSP'nin devamı olarak kurulan Refah Partisi'nin Beyoğlu İlçe Başkanı yapıldı. l 985 yılında ise Refah Partisi İstanbul İl Başkanı ve MKYK üyesi oldu. 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde RP'nin Beyoğlu Belediye Başkan adayı olan RTE, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde RP'nin İstanbul Bü­ yükşehir Belediye Başkan adayı yapıldı. Beyoğlu Belediye Başkan­ lığı'nı yüzde 22.83 oy almasına rağmen kaybetmişti; ancak bu defa yüzde 25.19 oy oranı ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. İl başkanlığı sırasında, il başkanı olmanın ötesinde bir tutumla Türki­ ye'nin önemli sorunları ile ilgileniyordu. Mesela danışmanlarına 'Kürt Sorunu' ile ilgili raporlar hazırlatıyor, olayların yoğun olduğu bölgede yaşayan insanların, PKK zulmü kadar devlet zulmüne de maruz kaldı­ ğından söz ediyordu. Hatta devleti, ırkçı, baskıcı ve asimilasyoncu uy­ gulamalarla suçluyor, bu uygulamalardan vazgeçmeye çağırıyordu. (1) Erdoğan 'ın gençlik evresinin içinde bulunduğu siyasal hareket ve siyasal iklim, İslamcılık siyasetinin Türkiye'ye yeni bir kurtuluş reçe­ tesi sunduğu ve bu yönde örgütlenme, eğitim gibi çalışmaların hız ka­ zandığı bir döneme tekabül eder. Mısır'da İhvin-ı Müslimin örgütünü kuran Hasan el Benna ve Pakistan'da Ebu'l Ala Mevdudi'nin yıllar 97

önce başlattığı Siyasal İslamcılık hareketleri Türkiye'de de Milli Gö­ rüş içinde karşılık buluyor, ağırlıklı olarak bu yöndeki kitaplar, Milli Görüş gençliğinin okuduğu kitapları oluşturuyordu. Siyasal İslam içerikli çok sayıda kitap, dergi yayınlanıyor, Anado­ lu'nun dört bir yanında Yeni Osmanlıların tükettiği arkaik ideoloji İs­ lamcılık, Necmettin Erbakan'ın Milli Görüş siyaseti sayesinde, yeniden Türk gençliğine servis ediliyordu. İşte Recep Tayyip Erdoğan böyle bir siyasal iklim içinde siyasi hayatına başlamıştı. Bu İslamcı gençliğin idollerini ise, Hasan el Benna, Ebu'l Ala Mevdudi, Seyyid Kutup, Muhammed Esed, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serden­ geçti, Nuri Pakdil, Sezai Karakoç gibi isimler oluşturuyordu.(2) Bunlara daha sonra Kadir Mısıroğlu da eklenmiştir. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı se­ çimini Anavatan Partisi 'nin adayı İlhan Kesici'nin 3 puan önünde ka­ zanmıştı. Esasen kazanmasında ana neden merkez sağ ve merkez solun bölünmesiydi. Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin oy toplamı yüzde 37.6, Sosyal Demokrat Halkçı Parti ile Demokratik Sol Par­ ti'nin oy toplamı ise yüzde 32.68 ediyordu. Neticede bu bölünme, Er­ doğan'ın siyasal hayatında uzun bir yolculuğun kapısını aralamış oldu. Merkez sağ ve merkez solun temel yanılgısı, halkın gözünün içine baka baka siyaseten yaptıkları fahiş hataların, halk nezdinde hoş gö­ rülmeye sürgit devam edeceği ümidi idi. Oysa deniz bitmiş, atı alan Üsküdar'ı aşmak üzereydi. Nitekim aştı da ...

Recep Tayyip Erdoğan'ın Belediye Baskanlıöı Dönemi Recep Tayyip Erdoğan 1994'te Büyükşehir Belediye Başkanlığı gö­ revini devir aldığında İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin hizmet ala­ nında durum aşağı yukarı şöyleydi: -Doğalgaz çalışmaları Anavatan Partili Bedrettin Dalan'ın beledi­ ye başkanlığı döneminde başlamış, İstanbul Gaz ve Doğalgaz Dağıtım 98

Anonim Şirketi 1986 tarihinde kurulmuş, İstanbul Doğalgaz Dağıtım Projesinin temeli ise 1988 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal ta­ rafından atılmıştı. Kısa adı İGDAŞ olan İstanbul Gaz Dağıtım Sanayii ve Ticaret AŞ ile de Sosyal Demokrat Halkçı Parti(SHP)'li Belediye Başkanı Nurettin Sözen döneminde proje devam etmiş ve abonelere ilk doğalgaz 1992 yılının ocak ayında verilmiştir. -Nurettin Sözen döneminde çöp sorunun çözümü için, vahşi depo­ lama sisteminden başka bir alternatif arayışına gidilmiş, biyolojik arıt­ ması, geri dönüşümü olan ve metan gazını ayıran bir proje yapılmıştır. -İstanbul Metrosu 'nun yine Bedrettin Dalan döneminde 1987'de ilk proje çalışması yapılmış ve 1989'da da Yenikapı-Atatürk Havalimanı hattında ilk açılış gerçekleştirilmiştir. İlk proje çalışmasında metro ile birlikte 'Boğaz Demiryolu Tüneli' projesi de yapılmıştır. Daha sonra Nurettin Sözen döneminde, Taksim-Levent arasındaki 14 kilometre­ lik hattın 10 kilometresi tamamlanmıştır. -Yine Dalan döneminde başlayan Haliç'in temizlenmesi projesi, Sö­ zen döneminde devam etmiş, temizlemeye katkısı bakımından Galata Köprüsü uzman ekiplerin öngördüğü bir biçimde uygun yere taşınmıştır. -Sözen zamanında Marmaray'ın projesi ODTÜ'ye yaptırılmış, an­ cak seçimin kaybedilmesi neticesinde ihale aşamasındaki proje Erdo­ ğan 'a teslim edilmişti. -İstanbul'un içme suyu sorununu çözmek amacı ile Istranca Dere­ leri Regülatör Projesi yine Nurettin Sözen döneminde yapılmış, iha­ lesi tamamlanarak birinci derenin bağlantısı gerçekleşmiş, diğer dereler de bağlanmaya hazır hale getirilmişti. Yine Sazlıdere Barajı'nın temeli 1991 yılında Sözen tarafından atılmış, ancak 1996 yılında Erdoğan dö­ neminde bitirilmiştir. İçme suyu amaçlı ünlü Melen Çayı Projesi de Sözen döneminde yapılmış, Erdoğan döneminde hayata geçmiştir. İşin özü, İstanbul'a belediye başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul'un büyük problemlerinin çözüm yollarına dair projelerin, altın tepsi içinde kendisine sunulmuş olduğu koşullarda görevine başlamıştır. Ne garip bir tesadüftür ki, 2002'de DSP-ANAP-MHP koalisyonundan devraldığı Türkiye de, 'Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı' bağlamın­ da, yapısal problemlerin çözümüne dair kanunlar çıkarılmış, kurumsal 99

yapılar oluşturulmuş, önemli anayasal değişiklikler yapılmış biçimde, yine altın tepsi içinde kendisine sunulmuştu. Erdoğan döneminde İstanbul' da yapılan hizmetlerin neredeyse ta­ mamı, kendisinden önce başlamış projelerin devamı niteliğinde olan hizmetlerdi. Elbette o hizmetlerin tamamlanmasında Erdoğan açısından önemli bir haşan hikayesinden bahsetmek mümkündür. Ancak burada Erdoğan ve ekibinin dikkat çekici esas çalışması, Piar (PR-Puplic Re­ lations/halkla ilişkiler) çalışmasıdır. Dini terminolojinin ve ritüellerin, duygu yüklü reflekslerin, halkla duygudaşlık kurma maharetinin ege­ men olduğu bu süreç, Cumhuriyetin kuruluşundan o güne kadar merkez çevre ilişkisinden doğan yanlışların, ihmallerin alabildiğine sömürül­ düğü bir dönem oldu. Daha açık söylemek gerekirse hizmet döneminin nesnel icraatlarından çok daha etkili olan popülizm silahı, halkı mani­ pille etmek için en üst perdeden kullanıldı. 'Kapalı toplum' yapısına sahip ve 'duygusal reflekslerin' kimliğine egemen olduğu halkımızın büyük bir bölümü, Erdoğan'ın İstanbul Belediye Başkanlığından itiba­ ren uyguladığı popülizme maalesef kolayca yenik düştü. Erdoğan, bir yandan halka dokunacak işlere imza atarken, diğer yan­ dan o işlerin pazarlamasını biri bin olacak biçimde yaptı. Merkezin çev­ reye 'sümüklü' muamelesi yaptığı bir dönemde, fakir fukaranın evlerine baskın ziyaretler yaparak bağdaş kurup yer sofralarına oturdu, özellikle yoksul ve ezilen kitlelerle iz bırakan duygudaşlıklar kurdu. Bunlar elbet­ te güzel şeylerdi. Ancak bu tutum ve davranışları ne amaçla yaptığınız çok önemli. Yani siyasi hedeflerinize varmak, ideolojik taassubunuzu ik­ tidara taşımak için popülist bir tutumla bunları yapıyorsanız, o zaman bu davranışın çok da matah bir tutum olduğunu söyleyemeyiz. Bugün gelinen yere baktığımızda, bütün bu popülist davranışların, kayırmacılığa, hukuk dışılığa, liyakatsizliğe ve adaletsizliğe giden yo­ hm kilometre taşlan olduklarını anlıyoruz.

100

Mağduriyet üzerinden Vatandasıa Kurulan Duygudaslık Recep Tayyip Erdoğan siyasi hedeflerine varmak, çoğu lise yılları­ nın takıntılarından ibaret ideolojik hesaplarını toplum hayatına geçir­ mek için, bir yandan siyasi popülizmi çok iyi kullanırken, diğer yandan şiir okumaları ile, dindar kitleleri etkileyen tutwn ve davranışları ile, duygu yüklü ve hamaset içerikli konuşmaları ile, kendini geleceğin si­ yasi liderliğine hazırlıyordu. İşin ilginci, merkezi yönetimin egemenleri de adeta bu sürece bilerek veya bilmeyerek destek veriyorlardı. Mesela Siirt'te Ziya Gökalp'in bir şiirini okuyan Erdoğan'ı egemen güçler şiir okuduğu için 10 ay hapisle cezalandırıyor, görev süresini ta­ mamlamadan belediye başkanlığından ayrılarak hapse girmek zorun­ da kalıyordu. Adeta Erdoğan'a yönelik zulmün, aşağılamanın, ezikliğin duygusal iklimi oluşturuluyor, halkın, kendi mağduriyet duygusu ile Er­ doğan'ın mağduriyetinin örtüştürmesine ışık tutuluyor ve mağduriyet üze­ rinden Erdoğan'ın siyasi liderliğine giden süreç ilmek ilmek örülüyordu. Bu arada o dönemde ülkenin içinde bulunduğu siyasi koşullar, halk­ ta siyasete ve liderlere olan güveni zayıflatmış, özellikle ekonomik so­ runlar, yolsuzluk, kayırmacılık halkın adalet duygusunu alabildiğine tahrip etmişti. Yukarıdaki bölümlerde bahsettiğim siyasal sistemdeki tıkanmalar, beraberinde yaşanan doğal afetler, terör eylemleri, kimi devlet yöne­ ticilerinin meşruiyet dışı ilişkileri, suikastlar, insanların yüreğini yara­ layan adaletsizlikler, ekonomik krizler ve faili meçhuller gibi pek çok olumsuzlukla birlikte çarpan etkisi oluşturarak, halktaki mağduriyet duygusunu derinleştirdi ve kendi mağduriyeti ile siyasi lider olarak Re­ cep Tayyip Erdoğan 'ın mağduriyetini örtüştürdüğü bir psikolojik süreci ortaya çıkardı. Dönemin ilginç olaylarından biri de Fethullah Gülen hareketinin içinde olduğu gelişmelerdi. 28 Şubat sürecinde TSK'ya destek veren Gü­ len'in, aynı döneme tekabül eden bir kaseti deşifre oldu. O kasette baştı 101

Ordu ve yargı olmak üzere devlet kademeleri içinde kadrolaşmacı bir politika izlemeleri gerektiğini, bunda başarılı olabilmek için de benzer ideolojik çizgideki partilerle işbirliği içinde olunması icap ettiğini anlatı­ yordu. Bu gelişmeler süreçte Gülen'in ABD'ye kaçmasına neden oldu. (3) İslamcı Milli Görüş geleneğinin Gülen' den pek haz etmemesine rağ­ men, esas itibarı ile Gülen hareketi ile İslamcıların çaldığı kapı aynı kapıydı. İkisinin de halkın dini ve milli duygularına hitap etme, devleti ve toplumu din temelli dönüşüme tabi tutma eksenli stratejileri aynıy­ dı. Ak Parti iktidarı sürecinde önce işbirliği içine giren, akabinde ken­ dilerince ortak düşmanı defettikten sonra da çatışan bu iki hareketin, anlıyoruz ki Fethullah Gülen tarafı, esasen devleti sinsice ele geçirme amacında olan ve dini kullanan bir casusluk hareketi idi ve ABD tara­ fından destekleniyordu. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında da Gülen hareketinin, fırsat bulduğunda darbeye teşebbüs edecek kadar bir terör yapılanması içine girdiğini anlıyoruz. Hülasa Recep Tayyip Erdoğan 'ın siyasal yürüyüşünde, kendisine karşı uygulanan yasakların, toplumun adalet duygusunu zedeleyici uy­ gulamaların, 'devleti her şey vatandaşı hiçbir şey' olarak gören devrin Ankara egemenlerinin, yönetemeyen siyaset anlayışının, ana akım med­ yanın halkla köprüleri atan tutumunun, çevrenin merkeze yürüyüşüne kayıtsız kalan merkezdeki siyasi partilerin, özgürlükleri, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü devlet için tehdit olarak gören asker sivil bürok­ rasinin ve kendi kabuğu içine çekilmiş, olup bitenlere çözüm önereme­ yen, askeri çözümlere kapı aralayan üniversitenin büyük katkısı vardır.

Son Koalisyon Hükümeti 1995 milletvekilliği genel seçimlerinde Necmettin Erbakan başkan­ lığındaki Refah partisi yüzde 21.38 oy oranı ile birinci parti olurken, bu defa 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan 21 .dönem milletvekilliği ge­ nel seçimleri sonucunda Bülent Ecevit'in başkanlığındaki Demokratik Sol Parti yüzde 22.19 oy oranı ile birinci parti oluyordu. Sistemdeki is­ tikrarsızlığa işaret etmek bakımından bu nokta çok önemlidir. 1999 se102

çimlerinin ikinci partisi ise yüzde 17 .98 oy oranı ile sürpriz yapan MHP oldu. Erbakan yasaklı olduğu için Recai Kutan'ın başkanlığındaki Refah �artisi'nin devamı olan Fazilet Partisi yüzde 1S.41 ile üçüncü. Anavatan Partisi yüzde 13.22 ile dördüncü, Doğru Yol Partisi yüzde 12.01 ile be­ şinci parti oldu. Deniz Baykal'ın başkanlığındaki CHP tarihinde ilk defa, seçim barajını aşamayarak meclis dışında kaldı. 1999 seçimlerinde DSP'nin birinci parti olmasında, Ecevit'in Başba­ kanlığındaki 1999 seçimleri öncesi son azınlık hükümeti olan 56. Türki­ ye Cwnhuriyeti Hükümeti döneminde, PKK terör örgütü lideri Abdullah Ôcalan'ın Türkiye'nin baskıları sonucu Suriye'den çıkartılıp, özel bir operasyonla Türkiye'ye getirilmesinin şüphesiz çok önemli etkisi vardı. 28 Mayıs I 999 tarihinde, Bülent Ecevit'in başbakanlığında, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz'ın Başbakan Yardımcısı olduğu DSP-M­ HP-ANAP Koalisyonu, bir başka ifade ile 57. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti kuruldu. 57. Hükümet bir koalisyon hükürneti olmasına rağmen, Türkiye'nin hem en uzun ömürlü (3.S yıl), hem en başarılı, hem de en reformist koa­ lisyon hükümeti olmuştu. AB uyum süreci ile ilgili önemli anayasal deği­ şiklikler yapılarak, uyum paketlerinden ilk üçü çıkarılmış, Türk Medeni Kanunu yenilenerek, kadın erkek evlilik sonrası edinilen mallarda eşit hak sahibi olma şartı getirilmiştir. Özellikle bu düzenleme kadın hakları açısından büyük reform niteliğinde bir düzenlemeydi. Tarımda hayvancılığın geliştirilmesinde kilit role sahip biyoteknoloji alanında 'embriyo transferi' çalışması başlatılmış, nıusal Çiftçi Kayıt Sistemi kurulmuş ve tarımsal veri tabanı oluşturulmuştur. Özerk bir kurum olan ve sorunlu bankaların tasfiyesini yönetecek Bankacıhk Düzenleme ve Denetleme Kurumu 'nu oluşturan Bankalar Kanunu çıkarılmıştır. Türkiye'nin dünyada yalnız kalmaması ve Batı dünyasındaki yerini güçlendirmesi için öncelikle hukuk alanında önemli reformlar yapıldı. Bunların başında adil yargılanma, insan haklannı geliştirme, parti kapatmayı zorlaştırma, ifade ve gösteri özgürlüklerini genişletme, savaş hali ve yakın savaş hali dışında idam cezasını kaldırma gibi büyük çaplı reformlar gelir. (4) 103

2001 büyük ekonomik krizden sonra, Dünya Bankası Başkan Yar­ dımcısı olan Kemal Derviş, Türkiye'ye davet edilerek Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı yapıldı. Hazine Müsteşarlığı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Ziraat Bankası, Halk Bankası, Sermaye Piyasası Kurulu ve Türkiye Kalkınma Bankası gibi eko­ nominin kilit taşı konumundaki kurumların bağlandığı Derviş, aynı za­ manda IMF ile ilgili politikaların yürütülmesi görevini de üstlendi. (S) Kemal Derviş'in imzasını taşıyan ilk büyük reform Merkez Ban­ kası'nın bağımsızlığının yasalaştırılması oldu. Bu kanun sayesinde Merkez Bankası para politikalarının kur ve faiz gibi araçlarını iktidar­ lardan bağımsız olarak düzenleyecek, seçim kazanmak için iktidarlar Merkez Bankasına müdahale edemeyecekti. Bugün eriyen rezervlere rağmen mali sistemimizin sağlamlığından bahsedebiliyorsak, bunu 20 yıl önceki bu reforma borçluyuz. Oysa şimdilerde Merkez Bankası 'nın laf dinler hale getirilmesinin acı sonuçlarını yaşayarak görüyoruz. (6) Önceki bölümlerde de bahsettiitim ve burada da görüldüitü gibi, esasen Ak Parti'nin ilk yıllardaki başarısının altında yatan ana se­ bep, 57. Hükümetin oluşturdutu, Ak Parti'ye albn tepsi içinde sun­ dutu ve Ak Parti'nin de samimiyetle refakat ettiği bu altyapıydı. Başarılı yapısal reform ve düzenlemelerle yoluna devam eden Bü­ lent Ecevit'in Başbakanlığındaki 57. Hükümet, ekonomide Türkiye'yi düzlüğe çıkaracak adımlan atmış, yılların yanlış uygulamaları netice­ sinde uçurumun kenarına gelmiş ülkeyi bu durumdan kurtarmış, dev­ letin uluslararası itibarını yükseltecek uygulamalara imza atmış bir vaziyette, tam da bu dönüşümün sonuçlarını elde edecek, tabiri caizse meyvelerini toplayacakken, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 'nin Bursa Kocayayla'da yaptığı erken seçim çağrısı ile ülke birden bire kendisini erken seçimin eşiğinde buldu. Ak Parti'ye iktidar yolunu açan 3 Kasım 2002 erken seçimi ile ekonomi ve demokratikleşme bağlamın­ da alınmış olan kararlar ekseninde, ilmek ilmek örülmesi gereken bir Türkiye programı, altın tepsi içinde Ak Parti iktidarına teslim edildi. Çok partili siyasal hayatımız 20.yüzyılı, militarizmin gölgesinde bü­ yük kırılmalarla tamamladı. Ak Parti iktidarına giden yolu açan nedenler­ den olması hasebiyle ile kısaca özetlersek, 20.yüzyılda çok partili siyasal 104

hayatımız, Atatürk'e rağmen geliştirilen "Jakoben Kemalizm'ln etki­ sinde, 'devletin her şey, vatandaşın hiçbir şey sayıldığı" bir çizgide seyretti. Özellikle emperyalizmin desteklediği darbe süreçleri, militarizmin hemen her alanda belirleyici olması, merkeziyetçi, elitist katı bürokra­ tik devlet anlayışı, kentleşmedeki gecikme ve kötü kentleşme, batı stan­ dartlarında demokratik bir hukuk devleti inşa edebilmemizi engelledi. Merhum Turgut Özal, 'ejer büyük hatalar yapmazsak, 21.yüzyıl Türkiye'nin ve Türklerin yüzyılı olacaktır' demişti. Ôzal'ın da ikin­ ci döneminde sürüklendiği popülist politikaların egemen olduğu 90'1ı yıllarda, kişisel ihtiras peşinde koşan, dünyadaki değişim ve dönüşümü zamanında göremeyen ufuksuz politikacıların yönetiminde ve milita­ rizmin postmodem baskıları altında, Türkiye hem büyük hatalar yaptı, hem de yapısal reformları gerçekleştirmede çok geç kaldı. Ancak 3 Kasım 2002 erken genel seçimlerinde tek başına Ak Parti iktidarı ile Türkiye, hem 90'lı yılların büyük hatalarını telafi edebile­ cek, hem de her bakımdan dünyadaki değişim ve dönüşüme ayak uydu­ rabilecek, son koalisyon hükümetinin başarılı reformları ile donanmış tarihi bir fırsat yakaladı. Üstelik şimdiye kadar yaklaşık 20 yıl kesintisiz süren bu dönem, dünya konjonktürüne de bağlı olarak her alanı iyileş­ tirebilecek, tarihi fırsatların desteklediği avantajlarla dolu bir dönemdi. Yeri gelmişken Kemal Derviş ile ilgili bir spekülasyona da burada yer açmak isterim. Başbakan Bülent Ecevit, Ocak 2002'de ABD'ye gi­ derek Başkan W. Bush ile görüşmüş ve "ABD'nin lrak'a yapacağı operasyona Türkiye'nin karşı olduğunu" söylemişti. ABD bundan rahatsız olmuş ve muhtemelen Ecevitsiz bir Türkiye arayışına girmişti. Çünkü Irak'a, 1991 Birinci Körfez Savaşı sonrası ikinci kez müdahale edecek ABD'nin, Türkiye topraklarını kullanması askeri açıdan büyük avantaj sağlayacak bir durumdu. Nitekim İkinci Körfez Savaşı sırasın­ da ABD, Türkiye'de stratejik pek çok noktada askeri yığınak yapmış, ancak daha sonra bu güçlerin konuşlanması ile ilgili tezkere(31 Mart Tezkeresi) TBMM'deki oylamada reddedilmişti. Yaşı uygun olanların hatırlayacağı gibi, DSP-MHP-ANAP koalisyo­ nu devam ederken, özellikle 2002 'nin ortalarından itibaren Başbakan 105

Bülent Ecevit sık sık rahatsızlanarak hastaneye yatmak zorunda kalı­ yordu. Ecevit'in rahatsızlıkları sıklaştıkça ve hastaneye yatma süreleri uzadıkça iktidar ortaktan arasında hatta DSP içinde bazı rahatsızlıklar da kendini göstermeye başladı. Kamuoyunda da Ecevit'e yönelik 'yü­ rüyemeyen başbakan' yakıştırmaları yapılıyordu. Gerçekten de Ece­ vit'in sağlık durumu iyi değildi ve Türkiye'nin yönetilme becerisine ve imajına zarar verecek noktaya gelmişti. Tam bu sıralarda Kemal Derviş'in 12 gün sürecek ve Başbakan dahil hiç kimsenin ulaşamayacağı bir ABD ziyareti oldu. Türkiye'ye döndü­ ğünde ise Ecevit'in görüşünü almadan erken seçim isteğini ifade etti. Zaten Temmuz 2002 tarihinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de, Bursa 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı 'nda erken seçim çağrısı yapmıştı. Bu arada Ecevit'in sağ kolu olan Hüsamettin Ôzkan da hükürnet ve DSP ile yollarını ayırdı. Hüsamettin Ôzkan'ın ayrılmasının akabinde başta Dışişleri Bakanı İsmail Cem olmak üzere 6 bakan ve 63 milletve­ kili DSP'den istifa etti. İstifalarla birlikte koalisyonun güvenoyu desteği tehlikeye düştü. Bu arada İsmail Cem, DSP'den istifa eden arkadaşları ile birlikte, Kemal Derviş'in de desteği ile Yeni Türkiye Partisi'ni kurdu. Bütün bu gelişmelerden sonra 16 Temmuz 2002' de hükümeti oluşturan üç partinin genel başkanları bir toplantı yaparak, 3 Kasım 2002'de erken seçim yapılması kararında anlaştı. 31 Temmuz 2002'de TBMM'de bu karar oylandı ve kabul edildi. Türk kamuoyundaki kredibilitesi yüksek olan Kemal Derviş'in Yeni Türkiye Partisi ile hareket edeceği, hatta bu partinin başına geçeceği beklenirken, birden bire CHP'den aday olduğu ortaya çıktı. Bütün bunlan bazı cevaplanmamış sorulara cevap aramak için yazıyo­ rum. Mesela Kemal Derviş, Yeni Türkiye Partisi'nin başında seçim bara­ jını aşabilecek ve TBMM'ye girebilecekken neden CHP'den sıradan bir milletvekili olmayı tercih etti? Komplo teorilerine itibar etmeyi sevmem. Ancak bu sorunun ce­ vabında biraz septik düşünelim derim. Yani Türkiye'nin jeopolitik konumu gereği tümden batmasına razı olmayan ve Kemal Derviş'i Türkiye'ye gönderen küresel güç, Ecevit'in 'Körfez Savaşı'na Türki106

ye destek vermeyecek' demesi üzerine ve yine Ecevit'in rahatsızlığını fırsata çevirerek, kendisi ile daha iyi işbirliği geliştireceğine inandığı Recep Tayyip Erdoğan'a iktidar yolunu açmak için, Kemal Derviş'e bütün bunları yaptırıyor olmasın? Bu noktada kimse yanlış anlamasın; Ak Parti 'nin bir Amerikan pro­ jesi olduğunu söylüyor değilim. Ancak ABD'nin Ak Parti iktidarına gi­ den yolda kritik katkıları olduğu, Ak Parti 'den önemli beklentilerinin de olduğu gerçeği ortadadır. Hatırlatmakta fayda var; Ak Parti Diyarbakır eski milletvekili, şimdi de MKYK üyesi olan Abdurrahman Kurt, CNN TÜRK 'te Ahmet Hakan' ın programında, 'Ak Parti-Cemaat ve ABD ile işbirliği yaparak, Türkiye'de askeri vesayeti bitirdik' demişti. Bu ifade ABD-Ak Parti ilişkisi konusunda ipucu veren bir ifadedir. Bu ifadeyi kullanan arkadaş da, 2021 Olağan Kongresinde Sayın Erdo­ ğan'ın tavassutu ile Ak Parti MKYK'sına seçilmiştir. Yani herhangi bir kişi değildir. İnişli çıkışlı dış politika atmosferinde bugün, Türkiye-ABD ilişkisinin ne düzeyde olduğuyla ilgili net bir bilgimiz olmamakla birlikte, toplumun kafası bu konuda çok karışıktır.

Ak Parti'nin Kuruıus ilkeleri, Felsefesi, Parti Programı Önce parti tüzüğündeki bir konunun ve bu konuda genel başkan Re­ cep Tayyip Erdoğan'ın yaptığı açıklamaya dikkat edelim. İlk hazırlanan tüzükte, milletvekilliği 3 dönem, genel başkanlık ise 5 dönemle sınır­ landınldı. Erdoğan tüzükte böylesine bağlayıcı bir hükme yer vermele­ rinin nedenini şöyle açıklıyordu; 'Biz bu konuda bir ilki gerçekleştirmek, sağlam bir teamül oluş­ turmak istiyoruz. Partiye her halükarda var olma alanı açılsın is­ tiyorum. Bizden önce de birçok siyasi parti, program ve tüzüğüne güzel şeyler yazdılar; ancak ucu kendilerine dokunduğunda, yaz­ dıklarını değiştirmekte tereddüt etmediler. Biz böyle bir yanlışın içinde olmayacağız.' (7) 107

Evet, ucu kendisine dokunduğunda Sayın Erdoğan da ayru yanlışın içi­ ne sürüklendi ve tüzükteki bu madde bir süre sonra ortadan kaldınldı. Ve gördüğünüz gibi Erdoğan 7 dönemdir Ak Parti'nin başındadır, hatta Cum­ hurbaşkanı olduğu halde parti genel başkanı olmaktan vazgeçememiştir. Ak Parti'nin kuruluşu 14 Ağustos 2001 tarihinde tamamlanmış ve aynı gün Genel Başkan sıfatı ile Recep Tayyip Erdoğan yerli ve yabancı basının katıldığı toplantıda, uzun ve önemli açıklamalar içeren açılış konuşmasını yapmak üzere kameraların karşısına geçmiştir. Parti içi demokrasiden ülke içi demokrasiye, temel hak ve özgürlüklerden baskılara, vatandaşlarımı­ zın yoksulluk düzeyinden ekonomik sorunların çözümüne, Avrupa Birliği üyeliğine evet demekten, muasır medeniyet düzeyinin üzerine çıkmaya kadar oldukça uzun konuşmanın önemli bulduğum ve şimdi gelinen nokta ile çelişen bazı hususlarını okurların dikkatine sunuyorum: "Bugün, Türk Siyaset Tarihi'ne, 'lider oligarşisinin çöktüğü' ve 'tekelci bir anlayışa dayanan liderlik yerine, kolektif aklın temsilci­ si olan bir liderlik anlayışının yerleştiği gün' olarak geçecektir. Bu­ gün, Türk Siyaset Tarihi 'ne parti içi demokrasi geleneğinin, yalnızca bir temenni olarak değil, aynı zamanda bir 'zihniyet değişikliği' ve 'zorlayıcı tüzük kuralları' biçiminde egemen olduğu gün olarak ge­ çecektir. Daha önce de ifade ettiğim gibi, kurmuş olduğumuz bu yeni siyasi partide asla bir 'lider diktatöryası' oluşmayacak, 'katılımı ve ko­ lektif düşünceyi esas alan ve sonucuna uyan bir liderlik anlayışı' söz konusu olacaktır. Partimizin Türk siyaset hayatında getireceği diğer öncü bir tavır ise, siyaset makamını 'kolay servet ve imtiyaz elde etme aracı' olarak görme hevesine son verecek oluşudur. 'İkinci hatta üçüncü sınıf bir demokrasi' ile yönetilmek, bu büyük milletin alın yazısı değildir. 'Hak kısıtlamaları, özgürlük ihlalleri ve işkence nedeni ile başka ülkeler­ den azar işitmek', bu ülkenin kaderi değildir diyoruz. (8) Bugün, Türk Siyaset Tarihi'ne her: yönüyle şeffaf, seçmenin sorgu­ lamasına ve denetimine açık, yepyeni bir siyasal örgütlenme modelinin kurulduğu gün olarak geçecek. Ve bugünden sonra Türk Siyasetinde artık, 'hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.' Buna inanın." Gelinen noktaya baktığımızda, kuruluştaki bu ilk açıklamaların hiç 108

biri gerçekleşmemiş, aksine lider sultasına sürüklenen, ortak akla hiç itibar edilmeyen, en küçük bir eleştiri yapanın partiden kovulduğu bir siyasi çizgiye dönülmüştür. Öte yandan, pek çok partilinin siyaset üzerin­ den servet devşirdiği, ikinci sınıf bile değil beşinci sınıf bir demokrasiye evrilen, şeffaflığın hiç olmadığı, bırakın hiçbir şeyin eskisi gibi olma­ yacağını, her şeyin eskisinden beter ve berbat olduğu bir siyasi sürece sürüklenilmiştir. Başka ülkelerden azar işitmede ise şöyle bir fark var. Kendi iç meselelerini çözerek dünyanın takdirini kazanan değil, o ülkele­ re meydan okuyan, ama bunu zikzaklarla yapan bir liderlik vardır ortada. Kuruluş felsefesi, program ve taahhütlerle devam edelim. Ak Parti 'nin kuruluşu sırasında ülkemiz için üç şey gemi azıya almış vaziyette, kamu vicdanını kanatıyordu. Bunlar 'yolsuzluk', 'yoksul­ luk' ve 'yasaklardı'. Ak Parti ilk açıklamalarında bu üç şeyle mücade­ le edeceğini ve üçünü de tarihin çöp kutusuna atacağını iddia ediyordu. Özellikle parti programı, hiçbir alanda boşluk bırakmayan, mo­ dem Türkiye hedefini eksiksiz karşılayan bir içeriğe sahipti. Mesela programın Giriş bölümünde şöyle denilmektedir: '"Partimiz, ideolojik platformlarda değil, çağdaş demokratik değerler platformunda siyaset yapmayı benimseyen bir partidir. Partimiz, 'laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin, sivilleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşit­ liğinin esas kabul edildiği' bir siyasal zemindir. Toplumları ve devletleri tahrip eden 'yozlaşma, yolsuzluk, usulsüz­ lük, çıkarcılık, iltimas, hukuk önünde ve fırsat açısından eşitsizlik, ırkçılık, partizanlık, despotluk' gibi olumsuzluklar partimizin en yo­ ğun mücadele alanlarıdır." Temel Hak ve Özgürlükler başlığı altında ise, 'Partimiz Atatürk İlke ve İnkılaplarını, Türk toplumunu çajdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmanın en önemli vasıtası olarak algılar ve bunu toplumsal barı­ şın bir unsuru olarak görür' denilmektedir. Başta İnsan Haklan Ev­ rensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi, Paris Şartı ve Helsinki Nihai Senedi olmak üzere Türkiye 'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin insan haklan alanında getirdiği standartlar uygulamaya geçi­ rilecektir. Hak arama özgürlüğü ve adü yargılanma hakkı bütün unsurları ile gerçekleştirilecektir. Tüm bireylerin hak arama yollan kolaylaştırılacaktır.' 109

Oysa gelinen noktada Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi kararlarına karşı adeta bir savaş başlatılmış, Anayasa Mahkemesi kararlarına bile saldırılarak, hak arama yolları adeta tıkatılmak istenmiştir. Yine aynı başlık altında şu ifadeye yer verilmektedir: 'Partimiz dini, insanlığın en önemli kurumlanndan biri, laikliği ise demokra­ sinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür. Partimiz laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve bu şekilde örselenmesine karşıdır. Laiklik, özgürlük ve toplum­ sal barış ilkesidir. Partimiz kutsal dini değerlerin istismar edilerek, siyaset malzemesi yapılmasını reddeder.' Temel Hak ve Özgürlükler başlığı altında özellikle şu taahhüt çok manidardır: 'Başta anayasa olmak üzere, medyaya ilişkin tüm ya­ sal çerçeve ele alınarak, medyanın ifade özgürlüğüne getirilen ve demokratik toplum düzeninin gerekleri ile bağdaşmayan yasak ve cezalar kaldırılacak, yazılı ve görsel medyanın özgürlükleri titizlik­ le korunacak ve tekelleşmeye fırsat tanınmayacaktır.' Oysa gelinen yerin gerçeği şudur. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir iktidar merkez ve yerel medyayı bu derece boyunduruk altına almamış, basın özgürlüğü bu derece kısıtlanmamış, hiçbir dönem bu kadar sayıda gazeteci hapiste bulunmamıştı. 2016 ve 2017 yılannda Türkiye dünya­ da en fazla gazetecinin hapiste olduğu ülke konumuna düşmüştür. 2020 raporlarına göre de Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde 180 ülke arasında 154. sırada yer almıştır. (9) Siyasi İlkeler başlığı altında da şunlar yazmaktadır: 'Siyasetin dürüst­ lük ve liyakati esas alan bir yapıya kavuşturulması, siyasetin finansma­ nının denetlenebilir ve şeffaf olması, ülkemizdeki siyaset kurumunun en temel ihtiyacıdır. Siyaset bir rant aracı görüntüsünden kurtarıla­ cak, seçimle gelen herkesin kanunen vermek zorunda olduğu mal bil­ dirimi şeffaf olarak kamuoyunun bilgi ve denetimine sunulacaktır.' Oysa Ahmet Davutoğlu 'nun Genel Başkan olmasından sonra il yöne­ tim kurullarında görev alanların da mal beyanında bulunması yönündeki teklifi, büyük tepki almış, hatta bu girişim Davutoğlu 'nun başını yemişti. Esasen siyasetin finansmanı meselesi, siyasetçi kamu görevi ilişki­ si açısından da, siyaset-mafya-bürokrasi açısından da çok önemli bir 110

meseledir. Siyasette yapılacak temiz eller operasyonunun sırrı burada saklıdır. Kanaatimce Ak Parti dönemi, siyasetin finansmanı açısından siyasi tarihimizin en sorunlu dönemlerinden biri olarak anılacaktır. Mesela seçim dönemlerinde Ak Parti 'nin yürüttüğü kampanyalar, akıl almaz paralarla yürütülebilecek kampanyalardı. Peki bu değirmenin suyu nereden ve neyin karşılığında geliyordu. İşte siyasetin finansmanı meselesi, siyasal alandaki kirliliğin veya kirlilik yönündeki şüphelerin bertaraf edilebilmesi için, en önemli meseleydi. Bu konunun şeffafl.aş­ tınlması, Ak Parti iktidarından başlangıçta beklenen en önemli husustu. Nitekim kuruluşta bunun taahhütleri de yapılmıştı. Mesela Siyasi Yapılanma başlığı altında şöyle denilmektedir: 'Mil­ letvekili aday yoklamalannda, bütün üyelerin katılımı ile ön seçim yapılması önceliğimizdir. Parti bütçesinin yıl içindeki harcama ka­ lemleri kamuoyuna ilan edilecek, yıl sonunda parti gelirlerinin nasıl harcandığı da ilan edilecektir. Partimizin iktidarında, başta bakan­ lar olmak üzere tüm atamalarda ehliyet ve liyakat esas alınacaktır.' Halbuki gerçek hiç de böyle olmamıştır. Milletvekili aday yokla­ malarında bırakın tüm parti üyelerinin katılımını, sınırlı sayıda teşki­ lat mensubu ile yapılan temayül yoklamalannın sonuçlarına bile riayet edilmemiş, sadece teşkilatların tabiri caizse gazı alınmıştır. Hukuk ve Adalet başlığında da şu ifadelere yer verilmektedir: 'Öz­ gürlükçü, tüm toplumun ihtiyaçlarına cevap veren, demokratik hukuk devleti ilkesine ve demokratik ülkelerin standartlarına uy­ gun, toplum ile devlet arasında yeni bir 'toplum sözleşmesi' kur­ mayı hedefleyen, tümüyle yeni bir anayasa önerisi hazırlanacaktır. Yasama, yürütme ve yargı güçleri arasında denge ve denetim sağla­ nacak, kuvvetler ayrılığı ilkesi hassasiyetle uygulanacaktır. Yasalar sadece parlamento çoğunluğunun değil, toplumun ortak iradesinin ifadesi olacaktır.' Oysa gelinen noktada, kuvvetler ayrılığından eser kalmamıştır; bıra­ kın toplumun ortak iradesini, yasaların hazırlanmasında milletvekilleri­ nin bile el kaldırmaktan başka bir dahli söz konusu değildir. Ekonomi başlığında da, 'Partimiz, ülke kaynaklarını bilgiye, tek­ nolojiye ve verimliliğe dayalı üretim ekonomisini gerçekleştirmek 111

için kullanacaktır' denilmektedir. (10) Halbuki yaklaşık 20 yıllık Ak Parti iktidarı süresince, üretim eko­ nomisi değil, inşaat rantına dayalı bir ekonomik model sürgit devam etmektedir. AVM'lere sağlanan vergi muafiyetleri, reel sektöre sağlan­ mamış, üretim ekonomisinin yerini rant ekonomisi almıştır. İşsizlik ko­ nusunda yaşanmakta olan trajik tablonun sebebi de, işte tercih edilen bu ekonomik kalkınma modelidir. Oysa istihdamın esas kaynağı reel sektör, yani üretim ekonomisidir. Yine başlangıçta çıkarılan eğitim kitaplarından 'Temel Kavram­ lar' adlı çalışmada şunlar denilmekteydi: 'Muhafazakar Demokrat düşünceyi benimseyen Ak Parti'ye göre siyaset alanı, uzlaşı kültü­ rüne dayanır. Ak Parti, sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidardan yanadır. Dayatmacı ve baskıcı bir hal alan otoriter ve totaliter anlayışları kabul etmez.' ( 11) Ne yazık ki, 20 yıla yaklaşan Ak Parti iktidarı dönemlerinde uzlaş­ ma kültürünün en ufak bir izine rastlanmamış, hatta muhalefet edenler hainlikle suçlanmıştır. 3 Kasım 2002 seçimi öncesi Ak Parti 'nin yayınladığı seçim beyan­ namesinde de şöyle denilmekteydi: 'İnsanların ekmek kadar, ken­ dilerini gerçekleştirebilecekleri özgürlüğe de ihtiyaçları vardır. Partimizin isminden de anlaşılacağı gibi adaletin tesisi kalkınma­ dan önce gelir. Demokratik bir hukuk devleti anlayışını hayata ge­ çiremeyen ve adalete güveni tesis edemeyen ülkelerin, ekonomik yönden kalkınması da mümkün değildir.' (12) Bu ifadelere rağmen özgürlükler meselesi adeta askıya alınmıştır. 'Hak yok vazife vardır' anlayışı üzerinden bir devlet idaresi ortaya konulmuştur. Seçim Beyannamesi ile devam edelim: "Avrupa yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nda belirtildiği gibi yerel yönetimler, kanun tarafından belirlenen yetki sınırlan içinde kalan tüm konularda faaliyette bulun­ mak açısından takdir hakkına sahip olacaktır. Merkezi idarenin görev ve yetkileri tek tek sayılacak ve bunun dışında kalan tüm görevler yerel yönetimlere devredilecektir." Oysa gelinen noktada Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar merkezileşmiş, yerel yönetimler merkezin emanet komisyoncusu durumuna düşüıülmüştür. 112

Seçim Beyannamesi'nin Ekonomi Politikaları bölümünde, 'Merkez Bankası'nın bağımsızlığı korunacak ve partimizin uygulayacağı makroekonomik politikalarla, borç-faiz kısır döngüsü kırılacak, borç stoku sürdürülebilir bir düzeye indirilecektir' denilmektedir. Halbuki bu hususta da gelinen noktada, Merkez Bankası'nın bağını­ sızlığına müdahale edilerek, bunun piyasadaki yansımaları kötü sonuç­ lar doğurmuş, kamu borç stoku tarihinin zirvesine ulaşmıştır. Merkez Bankası Başkanlarının görev süresi 4 yıl olmasına rağmen, 19 Nisan 2016 tarihinden 20 Mart 2021 tarihine kadar, dört Merkez Bankası Başkanı değişmiş, son iki başkan ise daha önce Ak Parti'de milletvekili olarak görev yapmıştır. Yani Merkez Bankası'nın bırakın bağımsızlığını korumayı, içeriden yetişmiş bunca insan dururken, Ak Parti içinden birileri başkanlığa atanabilmiştir.

Muhafazaker Demokrasi Teorisyenliğini, Ak Parti iktidannın ilk döneminde Erdoğan'ın da­ nışmanı olan, daha sonra kabinede Başbakan Yardımcılığına kadar yük­ selen Dr. Yalçın Akdoğan'ın yaptığı Muhafazakar Demokrasi kavramı, siyaset biliminde veya siyaset literatüründe olmayan yeni bir kavramdır. Dünya siyaset pratiğinde karşılığı olmayan bu kavramla, toplumsal ge­ leneğimiz ekseninde demokrasiyi yeniden üretme iddiası ortaya konul­ makta, bu yönde yeni bir pratiğin başanlabileceği ifade edilmektedir. Akdoğan'ın çalışmasında, Muhafazakar Demokrasi kavramının, mu­ hafazakarlık ideolojisi ile örtüşen parametreleri ortaya konulmaktadır. Çalışmadan şunu anlıyoruz: 'Muhafazakirbğm evrimciliği, uzlaşı kültürüne vurgusu, siyasal iktidarın meşruiyetine işaret etmesi, oli­ garşilere karşı olması, devleti hukukla sınırlama ve dogmatik yak­ laşımların kıskacından kurtarma isteği, bireyi ve bireyden topluma giderek toplumu bir arada tutabilme iddiası, ılımlı bir tutumu esas alması ve toplum mühendisliğini reddetmeyi amaçlayan hedefleri ile, Demokrasi'nin hedeflerini Ak Parti örtii.ştürmek istemektedir.' 113

Yine çalışmada muhafazakarlığın, devrimci dönüşüme karşı evrimci veya tedrici değişimi, siyasal iktidarın bir kişi veya zümrenin elinde yoğunlaşmamasını, radikalizme karşı ılımlılığı benimsemeyi, demok­ rasiyi ve katılımı esas almayı benimsediği yazmaktadır.' (13) Taha Akyol'dan Şükrü Elekdağ'a, Anthony Giddens'ten Friede­ rich von Hayek'e, Tanıl Bora'dan Davut Dursun'a, Zbigniew Brze­ zinski'den Samuel Hungtington'a kadar pek çok otoriteden alıntılar yapılan çalışmada, 'Ak Parti, toplumsal olanı, grup aidiyetini ve si­ vil toplumu önemserken, cemaatçi bir yaklaşımı ön plana çıkarma­ maktadır' denilmekte ve demokrasinin çoğulculuğu, insan haklarını, özgürlükleri, tolerans ve uzlaşıyı öne çıkarması gerektiği, çoğunluğun iktidarından çok azınlığın iradesinin gerçekleşmesi yönünde bir kül­ tür olduğunun altı çizilmekte, aydınlanmanın kendisine itiraz etmenin yanlış olacağı, ancak Fransız uygulamasından doğan olumsuzlukların eleştirilebileceği tezi savunulmaktadır. (14) İktidarının ilk yıllarında 'Muhafazakar Demokrasi' kavramını siyaset literatüründe sağlam bir yere oturtmak, bu kavram ekseninde yeni bir si­ yasal kimlik oluşturmak için Ak Parti uluslararası sempozyumlar düzen­ liyor, kavramsal çerçeve üzerinde ciddi bir emek sarf ediliyordu. Hatta bu çabalar o kadar ciddiydi ki, eskinin devamı olunmadığı yönünde bir hayli emek ortaya konuluyor, saygın akademisyenlerden destekler alınıyordu. Nitekim ileride anlatacağım parti içi eğitim programlarına konu edilen yeni siyasal kimlik bağlamında, önemli çalışmalara imza atılıyordu. Öte yandan Muhafazakar Demokrasi kavramı, iktidarı sınırlayıcı ve demokratik kültürü derinleştirme iddiasıyla, serbest piyasa ekonomisi ve liberalizmle olan ilişkileri yönüyle ve özgürlükleri genişletme tezi ile, İslamcı geleneğin paradigmasıyla· örtüşmüyordu. Burada Ak Parti' nin iddiası, geçmişten ya da bir medeniyet havzasından siyaset çizgisi ödünç almak yerine, kendi toplumumuzun düşünce geleneği ile dünya genelin­ de test edilen bir siyasal tutumu buluşturup, yeniden üretmeyi denemeyi arzu etme biçiminde bir iddiadır. :f)öylece Ak Parti, Muhafazakarlık ola­ rak bilinen siyasal düşünce biçimini, demokratik ilkelerle buluşturarak yeni bir siyaset tarzını Türk siyasal yaşamına kazandırmak istemektedir. Hatta iddia o kadar renklidir ki, laikliği demokrasi ile taçlandırma hede114

fini de taşımaktadır. Aslında ortaya konulmak istenen yeni siyaset yak­ laşımının amacı, çağdaş muhafazakar anlayışla demokrasiyi buluşturma ve bu bağlamda biat kültürünün egemen olduğu toplum kesimlerinin zihninde yeni bir düşünce sistematiğine kapı aralamaktı. Bu çalışma teorik olarak nitelikli bir çalışma olmakla birlikte, Ak Parti 'nin iktidar serüveninde bir süre sonra rafa kaldırılmış ve çağdaş muhafazakar değerlerle, demokrasi ile örtüşmeyen bir kulvara, İslam­ cılık kulvarına sürüklenilmiştir.

3 Kasım 2002 Milletvekili Genel Seçimleri Önceki bölümlerde de değindiğim gibi 90'lı yıllar Türkiye'sinde, yolsuzluklar, adaletsizlikler, kayırmacı ilişkiler, terör olaylan, devletin mafyamsı yapılarla ilişkileri, ekonomik krizler, hayat pahalılığı, ve mer­ kezin çevrenin sesini duymadığı bir siyasal iklimde, halkın siyasetçi ve siyaset kurumuna olan güveni tükenmiş, halk nezdinde yeni bir arayışın sinyalleri hissedilir olmuştu. Siyasetin kamu gücü ile servet devşirme aracına dönüştüğü ve hukuk devleti kavramının yok sayıldığı mevcut siyasal iklimde halk, kendini mağdur edilmiş hissediyor, devleti yöne­ tenlerin onun sorunlarına kayıtsızlığından yakınıyor, siyasetin ahlaklı bir zeminde yapılmadığına inanıyordu. Özellikle ana akım medyanın ticarete ve bankacılığa soyunarak, siyaseti kendi çıkarları için kullanan bir manipülasyon aracına dönüşmesi, sessiz kitlelerin sinir uçlarına do­ kunan manşetlerin atılması, halkı büsbütün çileden çıkarıyordu. Gerçi son DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti Kemal Derviş'in öncülüğünde ülkeyi uçurumun kenarından kurtaracak önemli kararlara imza atmış, özellikle ekonomide ve demokratikleşmede ciddi yapısal düzenlemeler yapmıştı. Ne var ki bu düzenlemelerin halkın gündelik hayatına ve makroekonomik dengelere yansıması için zamana ihtiyaç vardı. Bahse konu zamanı yaşamadan, halkın bu kararların sonuçlarına inanması da mümkün gözükmüyordu. Halk, tam da böyle bir ortamda, kendisi gibi mağdur edildiğine, söy­ lem ve eylem bazında kendi değerleri ile örtüştüğüne inandığı, ken115

dinden birisi niteliğinde bir liderin ortaya çıkışına tanık oldu. Üstelik Ankara egemenleri, halkın vicdanında derin yaralar açacak biçimde hukuk dışı uygulamalarla Recep Tayyip Erdoğan'ın önünü kesmek, onu siyasetin dışına itmek için, adeta yükselişine ışık tutuyorlardı. Ana akım medyada sanki bu sürecin tamamlayıcısı niteliğinde rolünü yerine getirmekten geri durmuyordu. Bir de Erdoğan'ın 3 Kasım 2002 seçim­ lerinde yasaklı olup, seçime sokulmaması, bütün bu adaletsiz sürecin üzerine tuz biber ekmişti. Burada yeri gelmişken inandığım bir değerlendirmeyi yapmadan ge­ çemeyeceğim. Kemal Derviş'in son koalisyon hükümetindeki önemli fonksiyonundan bahsetmiştim. Türkiye'nin tam da batmakta olduğu bir evrede Derviş'in ABD tarafından gönderildiği gerçeğine, 'müstemle­ ke valisi' yakıştırmasına katılmamakla birlikte ben de inanıyorum. Zira ABD, bu coğrafyada bölgesel güç olmuş büyük bir Türkiye istemeyece­ ği gibi, iyice zayıflamış ve yıkılmakta olan bir Türkiye de istemez. Çün­ kü Ortadoğu ve Ortaasya'daki çıkarları bunu gerektirir. Yine ABD'nin o günkü koşullarda Recep Tayyip Erdoğan'ı ve Ak Parti'yi el altından da olsa desteklediği iddialarına ben de itibar ediyorum. O dönemde Türk siyasetinde ilginç gelişmeler olmuştu. 1999 seçim­ lerinde yüzde 22.19 oy oranı ve 128 milletvekili ile meclise birinci parti olarak giren DSP, milletvekilleri nezdinde hızlı bir istifa süreci yaşama­ ya başladı. 8 Temmuz 2002'de 128 milletvekili olan DSP'de iki hafta içinde, başta Ecevit'in sağ kolu olan Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem olmak üzere milletvekillerinin yansı istifa etmiş ve meclisteki sandalye sayısı 64 'e düşmüştü. İstifaların sebebi olarak, Ecevit'in ilerleyen yaşı ve rahatsızlığı nedeni ile sık sık hastanede yatması, genel başkanlık ve Başbakanlık görevini yapamaması gösteriliyordu. Bir kıyaslama yaptığımızda şunu görmek mümkün. O zamanki DSP milletvekilleri siyaset adına onurlu bir tepki ortaya koymuş, Bülent Ecevit ile mevcut koşullarda yürünemeyeceğini anlayarak demokratik tepkilerini göstermişlerdi. Bugün ise, iktidar veya küçük ortağı nezdin­ de binlerce yanlış uygulamaya rağmen, böylesine güçlü tepki koyabi­ lecek kimsenin olmadığını görüyoruz. İstifalardan sonra DSP birinci parti konumundan dördüncü parti konumuna gerilemişti. 11 Temmuzda 116

da Kemal Derviş bakanlıktan istifa etmişti. DSP'deki istifalar koalisyo­ mın güvenoyu yeter sayısı noktasında tereddütlere sebep oldu. Bunun üzerine koalisyonun büyük ortağı MHP'nin Genel Başkanı Devlet Bah­ çeli'nin erken seçim çağrısı ile, 31 Temmuzdaki TBMM oturumunda erken genel seçimin 3 Kasım 2002 'de yapılması karan alındı. Bu koşullar altında gidilen 3 Kasım 2002 erken genel seçimleri, hal­ kın adeta el birliği yapmışçasına bir sonuçla neticelendi. Oyların yüzde 34.42'sini alan Ak Parti 365 milletvekili ile birinci parti, CHP 177 milletvekili ile ikinci parti olmuştu. Diğer tüm partiler yüzde onluk ülke barajını aşamayarak meclis dışında kalmışlardı. Bu seçimde siyasi tarihimize ibretlik bir gelişme olarak not düşülen bir hadise yaşandı. Toplumun sürüklendiği siyasi ümitsizlikten ve kas­ vetten olacak ki, ilerleyen zamanlarda vatandaşlıktan çıkarılan ve halen yurtdışında kaçak olarak yaşayan Cem Uzan'ın genel başkam olduğu Genç Parti, döner ekmek dağıtarak ve konserler organize ederek yüz­ de 7.24 oranında oy alabilmişti. Ak Parti meclise girmiş ancak Recep Tayyip Erdoğan yasaklı oldu­ ğu için milletvekili olamamıştı. Esasen Erdoğan'a uygulanan kısıtlama, seçim sonuçlarına göre, halk nezdinde karşılığı olmayan bir kısıtla­ maydı. Seçimin hemen akabinde, Ak Parti Siirt seçimlerinin iptali için YSK'ya başvurdu. Esasen iptal gerekçesi olarak sunulan argümanlar, diğer pek çok il için de geçerli olabilecek türden argümanlardı. Bu nok­ tada Siirt seçimlerinin iptalinin özel olarak seçildiği yönündeki şüphe­ mizi saklı tutuyoruz. Maksat, Siirt'te okuduğu şiir yüzünden haksız bir biçimde yasaklı hale gelen Erdoğan'ı, 'yiğit düştüğü yerden kalkar' sözüne atfen Siirt'ten milletvekili yapmaktı diye düşünmekten kendi­ mizi alıkoyamıyoruz. Siirt'teki ara seçim öncesinde Deniz Baykal'ın öncülüğünde CHP'nin desteği ile yapılan anayasa değişikliği sayesinde Erdoğan'ın milletvekili seçilmesinin önündeki engel kaldırılmış ve 9 Mart 2003 'te yenilenen Siirt seçimleri ile Erdoğan milletvekili olmuştu. Ardından Erdoğan, istifa eden 58. Abdullah Gül hükümetinden sonra kurulan 59.hükürnetin Başbakanı oldu. Yeri gelmişken biraz da Ak Parti saflarındaki kendi hikayemden de bahsetmek istiyorum. Ak Parti 'nin kuruluş aşamasında 4 önemli aktör117

den bir olan sayın Abdullah Gül beni arayıp, bu sürece katıcı koyma­ mı istemişti. Esasen Abdullah Gül ile tanışmıyordum. Ancak ortak bir dostumuz olan, daha sonra bir trafik kazasında kaybettiğimiz ve sayın Abdullah Gül'ün de yakın arkadaşı olan merhum mimar Yusuf Ay­ dın 'ın gıyabımda beni önermesi üzerine aramıştı sayın Gül. Şüphesiz başkalarını da aramıştı. Mesela benim bildiğim Bursa'da çok saygın, çok değerli insanlardan biri olan, sonradan talihsiz bir hastalıkla kay­ bettiğimiz merhum Dr. İsmail Fakı 'yı da aramıştı. Sayın Gül ile olan görüşmemiz çok nazik bir görüşme olmuştu. Geldiğimiz noktada, yeni bir siyasal harekete Türkiye'nin ihtiyacı olduğunu ve bunun için kendilerinin bir fırsat oldupnu söylemiş­ tim. Ancak benim Bursa İl Genel Meclisi'nde Anavatan Partisi grup başkanveklli ve grup sözcüsü olduğumu, siyasetin kurumsal kimliği­ nin parti değiştirmeleri nedeniyle çok zarar gördüğünü, bu yüzden ANAP mezara gitmeden yeni bir siyasal parti tercihinde bulunama­ yacağımı söylemiştim. Abdullah Gül, bu sözlerimden çok memnun kal­ dığını, 'sizi öneren arkadaşımın doğru bir ismi önerdiğini şimdi daha iyi anladığını' söyledikten sonra, Bursa'ya kuruluş çalışmalarını yürüt­ mek üzere gelecek iki milletvekili ile görüşmemi ve süreçle ilgili görüşle­ rimi paylaşmamı istemişti. Ben de bunu memnuniyetle kabul ettim. Daha sonra Bursa'ya gelen iki vekil ile Kervansaray Otel'de bir araya geldim. O görüşmeye tek tek kabul edilmek üzere benimle birlik­ te Bursa'dan başka arkadaşlar da davetliydi. Teşkilatlanmayı yürütmek üzere görevlendirilen iki milletvekilinden biri Tokat Milletvekili M. Er­ gün Dağcıoğlu diğeri ise Şırnak milletvekili Abdullah Veli Seyda idi. Her iki vekil ile bazen tartişma dozu yüksek, bazen de düşük volümlü yarım saati aşkın bir görüşme gerçekleştirdik. Görüşmede siyasetin ge­ nel durumundan, kurumsal yozlaşmaya, Türk halkının beklentilerinden, din temelli siyasete kadar birçok konuyu tartıştık. Sonunda onlara bir soru sordum: 'Siz Fazilet Partisi'nden aynlanlann ev sahipliğinde bir parti mi kurmayı düşünüyorsunuz, yoksa Türkiye'nin bütün sorunlanna çözüm arayan, tüm toplum kesimlerini kucaklayan, kuşahcı bir anlayışla yeni bir demokratik kitle partisi mi kurmayı düşünüyorsunuz.' Şırnak milletvekili, 'Hele gardaş biz bu kadar çi­ ı ıa

leye muhatap olduk, tabi ki bu işin kaymağını da biz yiyeceğiz' de­ yince, ben müsaade isteyip kalktım. Ancak diğer vekil Dağcıoğlu ısrarla otunnamı ve sohbete devam etmemizi istedi. 'Arkadaşımız meramını yanlış ifade etti' diyerek beni dinlemeye devam etmek istediğini söyledi. Bir süre daha sohbeti sürdürdükten sonra oradan ayrıldım. Ak Parti genel seçimleri kazandığında ben Anavatan Partisi 'nden Bursa İl Genel Meclis üyesi idim. ANAP'ın siyasetin dışında kalacağı­ nı seçim öncesi biliyordum, hatta toplumda siyasete yakın olan hemen herkesin de kanaati bu yönde idi. Katıldığım az sayıdaki seçim çalış­ malarında da halkın tepkisinden bu durumu ölçebiliyorduk. Nihayet seçimlerle birlikte ANAP yüzde 5.12 oy oranı ile siyaset mezarlığına gitti. Ben de İl Genel Meclis görevimin sonunda aktif siyasetin dışında kalmaya hazırlanıyordum. Ak Parti 'nin yaklaşan Bursa birinci olağan il kongresi öncesi o za­ man Bursa milletvekili ve Grup Başkan Vekili olan Faruk Çelik tara­ fından partiye davet edildim. Bu davete yaklaşık 20 gün sonra olumlu cevap verdim. Bu 20 günlük süre içinde ailem, yakın çevrem, düşünce ve değerlendirmelerine saygı duyduğum dostlarımla yaptığım görüş­ meler neticesinde, parti programına, kuruluş ilkelerine ve 'milli görüş gömleğini çıkardık' sözüne itibar ederek Bursa il yönetiminde görev almayı kabul ettim. Aynca il başkan adayı Hayrettin Çakmak da tanı­ dığım bildiğim bir dostumuzdu; merhum babası Sabri Çakmak Ana­ vatan Partisi'nden yakın tanıdığım ağabeyimiz, Osmangazi Belediyesi meclis üyesi ve belediye başkan vekili idi. İl yönetiminde Tanıtım ve Medyadan sorumlu İl Başkan Yardımcılığı görevini 1 O ay kadar bir süre yaptıktan sonra, 2004 yerel seçimlerinde, on yıllık il genel meclis üyeliği tecrübem ve yerel yönetimler üzerine yaptığım çalışmalarım ve de liyakatimden güç alarak Nilüfer Belediye Başkanlığına aday olmak üzere parti il başkan yardımcılığı ve yönetim kurulu üyeliği görevlerimden istifa ettim. Başta il başkanı Hayrettin Çakmak olmak üzere, iki milletvekili dışındaki tüm milletvekilleri adaylığıma destek verdiler. Bu arada adaylığıma o zamanki Ge­ nel Merkez Teşkilat Başkanı Hayati Yazıcı'nm, Yeni Şafak Gazete­ si'nin Ankara Temsilcisi Mustafa Karaalioğlu'nun ve Başbakanlık 119

Basın Müşaviri dostum Yüksel Baysal'ın referansı ile Başbakanlık Danışmanı Yalçın Akdoğan'ın verdikleri desteği de burada belirtmem gerekir. Seçimlere yaklaşık 1 ay gibi az bir zaman kala yapılan açıkla­ ma sonucunda, Bursa Nilüfer belediye başkan adayı oldum. Ne var ki Nilüfer ilçesi sosyal demokrat seçmenin ağırlıkta olduğu bir ilçeydi. Yani Şişli, Çankaya ölçeğinde bir ilçeden aday olmuştum. O bakımdan seçimi alabilmek için belediye meclis üyeliği adayları listesi­ ni, tüm toplum kesimlerini temsil kabiliyeti olan bir ekipten oluşturmak gerekiyordu. Ben de tam böyle bir liste hazırlamıştım. Ankara'da elimi­ zin kaldırılıp, adaylığımızın açıklandığı günün akşamı İnegöl Oylat'ta il başkanı, büyükşehir belediye başkan adayı ve partinin üç merkez ilçe başkanı ve üç merkez ilçenin ilçe belediye başkan adayları, belediye meclis üye listelerini yapmak üzere bir araya geldik. Osmangazi ve Yıldırım ilçeleri saat gece 24.00 civarında listelerini bitirmiş, başkan adayları listelere hiç itiraz etmemiş ve istirahat etmek üzere aramızdan ayrıldılar. Ben ise aldığı talimatlarla seçimi kaybetmemizi özellikle isteyen ilçe başkanı ile sabaha kadar tartıştım. Diğer partilerden saygın isimleri meclis üye adaylığı için müracaat ettirmiş, seçimin nasıl alınacağını matematiksel hesaplarla ortaya koymuştum. Ne var ki, o kişileri listemden çıkardılar, önemli bir kısmı iyi niyetli an­ cak kendisinden başka oyu olmayan üyelerden oluşan bir belediye meclis üye listesi yaptılar. Tabi burada olması gereken parti tüzüğünde belirtildiği gibi, hem bele­ diye başkan adaylarının, hem de meclis üyesi adaylarının önseçimle belir­ lenmesiydi. Ancak Ak Parti'nin katıldığı ilk yerel seçim olması münasebeti ile, önseçimin düşünülmemiş olması kabul edilebilir bir durumdu. Nilüfer'in rantını yandaşlarla değil Nilüfer halkı ile paylaşaca­ ğımı ve siyaset üzerinden servet devşirmeye müsaade etmeyeceğimi bilen bir kısım etkili ve yetkili partililerin, seçimi almamızı sağlaya­ cak olan meclis üye listemize bu derece müdahale etmeleri ve aley­ hte çalışmaları sonucu, yüzde 40 civarında oy almamıza rağmen, seçimi CHP'li belediye başkanı ve adayı Mustafa Bozbey'e karşı kaybettim. Benim dönemimde seçimi yaklaşık 3000 civarında bir oyla kaybetmiştik. Ancak Ak Parti Nilüfer'de benden sonra 2009'da 23 bin, 120

2014'te 46 bin, 2019'da da 72 bin oy farkı ile seçimleri kaybetti. Daha sonra Büyükşehir Belediye Başkanı merhum Hikmet Şa­ hin' in teklifi ile, ANAP'lı Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Erdem Saker'in başkanlığı döneminde kurulan ve yerel halkın kent yönetimi­ ne katılımını teşvik edici, sivil toplumun kapasitesini geliştirici, Bir­ leşmiş Milletler Kalkınma Programı (United Nations Development Programme-UNDP) tarafından desteklenen 'Yerel Gündem 21 Prog­ ramı'nın yöneticiliğine getirildim. Yine gönüllü girişim olarak Erdem Saker döneminde oluşturulan Bursa Kent Konseyi'nin de aynı dönem­ de Genel Sekreterliğini yürüttüm. Bu görevlerim sırasında 2006 yılında, Ak Parti kendi teşkilatlarına yönelik bir eğitim programı başlatmıştı. 'Siyasal Kimlik ve Dış Politi­ ka', 'Ekonomi', 'Teşkilatçılık' ve 'Sosyal Politikalar' başlıklarında­ ki eğitim programında, Bursa teşkilatlarını eğitmek üzere, o zamanki il başkanı Hayrettin Çakmak'ın isteği üzerine, şahsım 'Siyasal Kimlik ve Dış Politika' konu başlığında görevlendirildim. Ankara Genel Mer­ kez'de aldığımız bir haftalık eğitimden sonra, Bursa'da üç ay süre ile Ana Kademe, Kadın Kolları, Gençlik Kolları ve Mahalle Temsilci­ lerinden oluşan teşkilat mensuplarını bahse konu başlıklarda eğittik. Parti teşkilatlarında Muhafazakar Demokrasi eksenli yeni bir siyasal kimlik oluşturma çabası önemli bir çabaydı. Aşağıda bu eğitimin içe­ riğinden detaylı bahsedeceğim. Ancak burada hemen belirtmeliyim ki, ilgili eğitim programı, halka yönelik parti propagandası programı de­ ğil, partililere yönelik bir siyasal kimlik oluşturma, bir bilinçlendirme programıydı. Ancak bütün bu çabalara rağmen, ilerleyen zamanda parti başka bir yöne sürüklenmiş, bırakın yeni bir siyasal kimlik oluşturmayı, kimlik­ siz, dejenere bir parti hüviyeti ortaya çıkmıştır. Bu kimliksizlik, Siya­ sal İslam ideolojisi ile doldurulmaya çalışılmış, ancak din istismarına dayalı uygulama ve mesajlarla, hem dine hem de tüm değerlere büyük zarar verilmiştir. Kuruluş ilkeleri, parti programı ve eğitim programına rağmen, ha­ maset ağırlıklı bir politik çizgi partiye egemen kılınmış, söylemle ey­ lemin örtüşmediği bir poİitik savrulma ortaya konulmuştur. Sözün en 121

güzeli söylenmiş, işlerin en kötüsü yapılmıştır. Öte yandan büyük çaplı altyapı yatırımları iyi olmakla birlikte, bu yatırımlar nedeni ile toplumun gelecek 25-30 yılının ipotek altına alın­ masına sebep olunmuş, yapılan anlaşmaların içerikleri 'ticari sır' ba­ hanesiyle milletvekillerinden bile saklanmıştır. Soyut ideolojik bir çizgiye evrilmenin bedeli hem parti açısından, hem de ülke açısından kötü olmuştur. İlerleyen bölümlerde bunları ay­ rıntıları ile anlatacağım.

Ak Parti, Parti içi Eğitim Programı Ar�ivimde halen bulunmakta olan Ak Parti eğitim dokümanlarında yazılı bazı hususları da bu bölümde paylaşmak istiyorum. Eğitim prog­ ramında ve teşkilatların eğitiminde kullandığım Genel Merkezce hazır­ lanmış PowerPoint sunumda var olan yaklaşımları kaleme almayı bu çalışmanın amacı ve Ak Parti'nin nereden nereye sürüklendiğinin anla­ şılması bakımından önemsiyorum. Yalçın Akdoğan'ın yukarıda içeriğinden bahsettiğim Muhafazakar Demokrasi kitabından pek çok alıntının yapıldığı parti içi eğitim prog­ ramında, özellikle siyasal kimlik içerikli dokümanlardaki bazı konuları şöyle özetlemek mümkündür: AK Parti, "Muhafazakir Demokrat" bir partidir.

,,,

,I Tutucu ve değişime direnen bir yaklaşım de§lldlrl

122

MUHAFAZAKARLIK

Değişime açık, ancak bazı değer ve birikimleri de korumayı amaçlayan bir siyasal yaklaşımdır.

"Muhafazakar demokratlık, devrimci değişim anlayışına karşı doğal bir süreç şeklinde işleyen, tedrici ve aşamalı bir değişim anla­ yışına dayanır. Muhafazakarlık, geleneksel yapının tarihi kazanım­ larını totaliter-devrimci müdahalelere karşı korur ve bu kazanımlan geleceğe yansıtmayı öngörür.

• • •

Muhafazakarlık, Radikalizmi Ve Toplum Miihendlsllğlni Raddaderl

KAMPLAŞMA

HOŞGÖRÜ

ÇATIŞMA

UZLAŞI

KUTUPLAŞMA

BÜTÜNLEŞME

Muhafazakar demokratlık, siyasi otoritenin meşruiyetini sağla­ yan unsurlardan birincisini dayandığı millet iradesi, ikincisini de kanun, kural ve yönetmeliklerin genel kabul görmesi ve çağın ge­ reklerine uygun olması olarak kabul eder. Baskıcı anlayışlar, demokratik siyasetin en büyük düımanıdır!

BASKICI ANLAYIŞLAR Sınırlandırılamayan

Katılımı ve Temsili Önemsenmeyen

...,

Keyfiliğe ve Hukuksuzluğa Olanak Sağlayan

Hak ve Özgürlükleri Hiçe Sayan

123

Muhafazakar demokratlık, sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidardan yanadır. Sınırlandırılmayan, keyfiliğe ve hukuk­ suzluğa imkan veren, katılımı ve temsili önemsemeyen, bireysel ve kolektif hak ve özgürlükleri hiçe sayan baskıcı anlayışlar, sivil ve demokratik siyasetin en büyük düşmanıdır. Siyaset alanı, uzlatı kültürüne dayanır!



n

SİYASET ALANI

u Muhafazakar demokratlığa göre, hukuk devletinde siyasal ikti­ dar ve kurumlar yasal çerçeve ile sınırlandırılır ve siyaset alanı uzla­ şı kültürüne dayanır. Din-siyaset, geleneksellik-modernlik, din-devlet, devlet-toplum-birey gibi kavramların doğurduğu gerilim, siyasal alanı daralttığı gibi, birçok soruna da yol açmaktadır. Geleneği dış"Biz"e Kartı "Onlar" Fikri

l=ifM

i·MfJ;• 124

ÇATIŞMA

►�

◄•--------------

ÇATIŞMA

�■=ifM

1111(•------------►



l·@fJ;M

lamayan bir modernlik, yereli kabul eden bir evrensellik, köktenci olmayan bir değişim vurgusu ile Ak Parti, yukarıdaki kavramları gerilim unsuru yapmaktan çıkarmak niyetindedir. Kuşatıcı Bir Siyaset Tarzı Üretmek!

Dışlayıcı kimlik siyaseti güden partiler, Turk siyasetinde hem tıkanıklığa hem de dağınıklığa sebep olmuştur.

Hareketinin merkezine, tek bir dini anlayışı, mezhebi veya etnik özelliği yerleştirerek 'biz ve diğerleri' ayrımı yapan ayrışmacı siyaset tarzının, Türkiye şartlarında kutuplaşmaya sebep olduğu bilinmekte­ dir. Bazı kesimlerin bazı talepleri ve sorunları için siyaset yapmak ye­ rine, toplumun genelinin tüm sorunları ile ilgilenen bir 'kitle partisi' olmak daha kuşatıcı bir siyasal perspektif oluşturmaktadır." ( 15)

Din Üzerinden Siyaset Yapmak Dini İdeolojik Bir Ara� Halıne Getirmek

Dini Düşünceyi Dogmalaştırmak

*

Din Adına Dışlayıcı Sıyaset Yurutmek

...

AK PARTi

J J J

hern toplurııs.ıl hı.:ım de s y,ısı cogurılug.ı ı ır,ır vermı?ktır

Cını yoılc1ştırmcık VE' lFacır d.ın s,ıptır l'd!( nn arrına ge r

Bu tutum, Ak Parti anlayı,ına göre dine, din mensuplanna, demokrasiye ve insanlığa asla yarar g,etirmez.

125

Cemaatçi bir yaklaşım ön planda değildir!

KAMPLAŞMA

CE�İ

GRUP AİDİYETİ SİVİL TOPLUM

Y�M

-.F AK PARTi MUHAFAZAKARLIK

"Ak Parti'nin demokrasi anlayışına göre, iktidar seçilmişlerin elindedir, ancak güçlü ve etkin bir muhalefet vardır ve vatandaşlar eleştirme-kar­ şı çıkma hakkına sahiptirler. Demokrasilerde halk, askerlerin, dış güçle­ rin, totaliter partilerin, dini yapıların, ekonomik oligarşilerin ve güç odaklarının etkisi altında olmamalıdır. Ak Parti, grup aidiyetini ve sivil top­ lumu önemli bulurken, cemaatçi bir yaklaşımı kabul etmemektedir. De­ mokrasi, diyalog, ikna ve tahammül rejimidir. Ak Parti'yc göre ideal olan, 'seçimlere indirgenmiş mekanik bir demokrasi' değil, idari, toplumsal ve siyasal tüm alanlara yayılmış 'organik bir demokrasidir'." ı 16 ı Yine eğitim dokümanında ve Genel Merkezce hazırlanan PowerPo­ int sunumda. din-siyaset ilişkisi üzerine şunlar denilmektedir:

Dini bir ideoloji haline getirerek, devlet aygıtı marifetiyle toplumu zorla dönüştürmeye çalışmak, hem topluma hem dine yapılabilecek en büyük kötülüktür!

126

Laiklik, inanç farldılıkl•ının, farklı mezhep ve anlayıılıınn sosyal bant içinde yaıatılabllmelert için takınılan kurumıal bir tutumdur.

LAiKLiK: İnanç farklılıklarının veya farklı mezhep ve anlayışların çatışmaya dönüşmeden bir arada yaşatılabilmesidir.

"Din üzerinden siyaset yapmak, dini ideolojik bir araç haline getirmek, dini düşünceyi dogmalaştırmak, din adına dışlayıcı siya­ set yürütmek, hem toplumsal barışa, hem de siyasi çoğunluğa zarar vermektedir. Dini yozlaştırmak ve amacından saptırmak anlamına gelmektedir. Bu tutum Ak Parti'ye göre dine, din mensuplarına, demokrasiye ve insanlığa asla yararlı bir tutum değildir. Dini bir ideoloji haline getirmek, devlet aygıtı marifetiyle toplumu din te­ melli olarak zorla dönüştürmeye çalışmak, hem topluma hem de dine yapılabilecek en büyük kötülüktür. .....

DEMOKRATiK SiSTEMLERE SAHiP ÜLKELER

YiikMk Eğitim Seviyesi

Yüksek

Milli Gelir

istikrarlı Ekonomi

Piyasa Ekonomisi

Güçlü Sivil Toplum

127

Demokrasi, karıılıklı anlayı, ve tahammül rejimidir!

ıııı(



Laklik, inanç farklılıklarını, farklı mezhep ve anlayışları çatışma­ ya dönüşmeden, sosyal barış içinde yaşatan bir yaklaşımı ifade eder. Laiklik, devletin tüm dinler ve düşünceler karşısında nötr kalmasını ve eşit mesafeyi korumasını sağlayan kurumsal bir tutumdur. Laiklik, çoğulculuk, tolerans ve tarafsızlık kültürü üreten bir mekanizma olarak görülmelidir. Laiklik inanç ve din özgürlüğü­ nün de teminatıdır." ( 17) Kuşatıcı Bir Siyaset Tarzı Üretmek!

�=:;;:

AK PARTi

ETNİK MİLLİYETÇİLİK BÖLGESEL MİLLİYETÇİLİK DİNSEL MİLLİYETÇİLİK

Ak Parti 'ye göre demokrasisi gelişmiş ülkeler, yüksek eğitim sevi­ yesine, güçlü sivil topluma, istikrarlı ekonomiye, yüksek milli gelire ve modern anlamda şehirleşmeye sahip ülkelerdir. Yine Ak Parti etnik milliyetçiliğe, din milliyetçiliğine ve bölgesel milliyetçiliğe karşıdır. 128

Kuruluş ilkeleri, teşkilatlarına sunduğu siyasal kimliği, din ve inanç­ lara bakışı böyle olan bir partinin, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimine gel­ diğimizde, Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan 2 Ağustostaki İzmir mitinginde CHP Genel Başkanı Kemal Kıhçdaroğlu'na hitaben şöyle diyordu: 'Kılıçdaroğlu sen kendin Alevi olabilirsin. Ben sana saygı duyarım. Bundan da çekinme, korkma. Bunu da rahat rahat söyle. Ben de Sünni'yim, ben de bunu rahat rahat söylüyorum.' (18) Buradaki ana mesajın Kılıçdaroğlu'nun Alevi kimliğini deşifre et­ mek ve CHP'nin desteklediği Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsa­ noğlu'nun Sünni ve muhafazakar kesimden oy almasının önünü kesmek olduğu açık bir biçimde anlaşılıyor. Hatta bu konuşmanın, siyaseti din üzerinden Alevi-Sünni eksenine oturtarak, kutuplaştırıcı bir dille kendi seçmenini tahkim etmek amacı taşıdığını da söylemek mümkündür. Öte yandan Anayasanın 24.maddesine göre 'Hiç kimse, dini inanç ve ka­ naatlerini açıklamaya zorlanamaz' deniliyor. Anayasa'yı korumakla görevli bir makama talip olanların, daha işin başında bizzat Arİayasa'yı ihlal etmeleri akıl alır gibi değildi. Hem parti programında, hem seçim beyannamelerinde, hem de eği­ tim dokümanlarında, bütün alanları kapsayan daha birçok demokratik kavrama, hukukun üstünlüğüne, şeffaflığa, katılımcılığa, liyakate, ye­ rinden yönetime, düşünce hürriyetine, özgürlüklere ve adalete vurgu yapan pek çok ifadeler yer almıştır. Adeti güneş altında söylenmedik söz bırakılmamış, ülkemiz ve insanımız için ortak iyi niteliğinde ne varsa hepsi bu dokümanlara yansıtılmıştır. Burada benim açımdan önemli olan bir hususun altını çizmeliyim. Bütün bunların takiye olabileceği, gücü ele geçirme amaçlı aldatmaca­ lardan ve halkı kandırmaya dönük manipülasyonlardan ibaret olduğu düşüncesine başlangıçta neden itibar etmedim? Beni, Ak Parti'ye başlangıçta verdiğim destek nedeni ile eleştirenle­ rin, en çok dillendirdiği, şahsıma yönelik eleştiri konusu yaptığı konudur bu. Oysa yukarıda bahsettiğim eğüim programı görevi, halka anlatılmak üzere bize verilmiş bir görev değildi. Tamamen parti içi bir eğitimdi ve teşkilat mensuplarının bu yeni siyasal kimliği öğrenmesi, içselleştirmesi 129

ve bu eksende bir siyasete ayak uydurması içindi. Eğitimden maksat, parti mensuplarında yeni bir siyasal kimlik oluşturma çabasıydı. Aynca bu boyutta demokratik, laik, adaletten, liyakatten yana ve eşitlikçi bir eğitim programını görünce, kuruluştaki kaygılarıma ve gel­ dikleri kültür ve geleneğe rağmen, Türkiye ve dünya gerçekleri ekse­ ninde gerçekten değişimi ve dönüşümü görmüş, bu yönde çalışan bir liderliğin ve yönetim kadrosunun varlığına inanma ihtiyacı duydum. Çünkü yukanda yazdıklanmın, PowerPoint sunumda anlattıklanmın kahvehanelerde halka anlatılması bizden istenmiyordu. Eğer öyle ol­ saydı, o vakit bu söylemlerin h epsinin, oy kaygısı ile dillendirildiğini düşünebilirdik. Ancak bizden bütün bu programın teşkilat mensupları­ na anlatılması ve partinin siyasal kimliğinin bu olduğuna teşkilatların inandınlması isteniyordu. Yani Ak Parti 'nin bu yeni söylemleri ekse­ ninde yukarıda da ifade ettiğim gibi, teşkilat mensuplarında, yeni bir siyasal kimlik oluşturulması isteniyordu. Şahsen ben, o gün de temel hak ve özgürlükleri, demokrasiyi, huku­ kun üstünlüğünü, liyakat esaslı devlet ve siyaset yönetimini savunuyor­ dum, Ak Parti 'nin artık hiçbir etkinliğine ve programına katılmadığım, esasen ilişkilerimi kestiğim 2011 sonrasında da, bugün de aynı düşün­ celeri savunuyorum. Hatta bu noktada aldatıldığımızı da kabul etmi­ yorum. Doğru yönde yürürken, yönetimin partiye, kuruluş ilkelerine, kendi söylemlerine ihanet etmesi, başka yollara sapması, geldikleri kül­ türe geri dönmesi durumu söz konusudur. Önceden 'biz bunları zaten biliyorduk, siz anlamadınız' tarzı so­ rumsuz eleştirilere saygı duymakla birlikte, ülke için elini taşın altına koymayanların uzaktan gazel okumalarına, geldiğimiz noktaya rağmen bir kıymet izafe etmiyorum. Aynca bu tutumu bir zihin okuma olarak da değerlendiriyorum. Çünkü ben biliyorum ki, insan doğası değişime uygun bir yaradılıştadır. Yine aynca 'Milli Görüş gömleğini çıkardık' diyenlerin değişmiş olabileceğini kabul etmek, buna itibar etmek son derece insanı bir yaklaşımdır. Çünkü insanın beşeri yapısı ve tabiatı değişime meyillidir. Bilimsel araştırmalar, insan bedenindeki hücrelerin, her organda farklı sürede olmak kaydıyla bel�li bir süre sonunda yenilendiğini 130

söyler. Böylece insan fizik olarak yenilenirken, esasen zihinsel olarak yenilenmesi gerekir. Zira insan düşüncesi beynin fiziki bir takım biyo­ kimyasal olaylan ile ortaya çıkar. Ancak bahse konu düşünsel yenilen­ menin olabilmesi için, bilinçaltının yeniliklere direnmemesi, hatta açık olması lazımdır. Bunun olabilmesi için de bilincin bilinçaltına değişim yönünde bilgi ile mücehhez samimi mesajlar iletmesi gerekir. Anlıyo­ ruz ki hücresel değişim, bu mesajlardan yoksun bir bünyede, maalesef zihinsel değişimi getirmeyebiliyor. Ak Parti öncülerinin durumu bu­ nunla açıklanabilir diye düşünüyorum. Öte yandan insan doğası gereği yenilikler ister, farklı ortamlarda bu­ lunmak ister, aynı şeyleri tekrarlamaktan sıkılır. İnsanın bu davranış ka­ lıplan, görgüsü, yeni bilgiler edinmesi, zihinsel olarak değişmesini de kolaylaştınr. Zira insan beyni değişme ve yenilenme özelliğine sahiptir. Filozof Herakleitos, 'delişmeyen tek şey dejtişimdir' sözünü boşuna söylememiştir. Yeri gelmişken insanın değişimi ile ilgili muhteşem bir anlam ba­ nndıran Ali Poyrazoilu 'nun 7 Kasım 2004 tarihli Sabah Gazetesi 'nde yayınlanan 'Genel istek üzerine' başlıklı şiir tadında ve öykümsü nite­ likteki yazsısını paylaşmak isterim. "Genel istek üzerine ... Şunları bir araya toplayayım... Bir güzel muhabbet ederiz ... diye düşündüm. Mutfak işinden de anlanm. Donattım sofrayı ... Bayağı uğraştım. Hepsinin ayrı ayn ne yemekten, ne içmekten boşlandığını iyi bilirim. Epey de para gitti. Birinin yedijtini öteki yemez. Ötekinin içtijtini beriki içmez. Dört kişilik sofra kurdum. Mumları da yaktım. Hatırladım ... Hepsi Erle Satie severdi... Mü­ zili de ayarladım. Geldiler. Yirmi yaşımı, otuz beş yaşımın karşısı­ na oturttum. Kırk yaşımın karşısına da ben geçtim ..• Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu. Kırk yaşım ikisinin de salak oldu­ tunu söyledi. Yatıştırayım dedim... 'Sen karışma moruk!' dediler. Büyük hır çıktı. Komşular alttan üstten duvarlara vurdular... Yir­ mi yaşım kırk yaşıma bardak attı .•. Evin içine de ettiler. Bende kabahat ... Ne çatırıyorsun tanımadığın adamlan evine ..." (19) 131

Şiir tadındaki bu muhteşem yazı, insan tabiatındaki değişimi ve de­ ğişmeye eğilimi fazlası ile anlatmıyor mu? Fakat Ak Parti önderlerinde gördüğümüz geriye dönüşün ilginçliği şu; muhafazakarlığı tutuculuk boyutu ile örtüştüren, dogmalarla donup kalan zihinler, kolay kolay değişemiyorlar demek ki. Ancak buna rağ­ men onlara, 'değiştim ya da değişmek istiyorum' demeleri halinde fırsat tanımak, bu önermelerini reddetmemek gerekir diye düşünüyo­ rum. Felsefe okuyanlar bilir, bu tutuma itibar etmek bilimin de gere­ ğidir. Nitekim 'değişmeyenler ölülerle delilerdir' diye amiyane de olsa bir söz vardır. O bakımdan Recep Tayyip Erdoğan ve ekibinin de değişmiş olabileceği kanaati, o gün için ben ve benim gibi düşünenler açısından haklı bir kanaatti diye düşünüyorum. Nitekim ben de erken gençlik evresinde 1980 öncesi, kabilemiz dışındaki herkesi yanlış yolda gören bir anlayışla, 'kesin inançlı' bir çizgide öğrenci hareketlerinin içinde bulundum. Ancak 80 sonrası siya­ set, tarih, felsefe, edebiyat, sanat ve hayata dair pek çok şeyi okuyarak, karşıt grupları ve hayatın gerçeklerini anlamaya, kendimi geliştirmeye, dogmaların esaretinden ve önyargılardan kurtulmaya, zihnimi özgür­ leştirmeye çalıştım. Sosyalist düşünceden Komünist düşünceye, İs­ lamcı düşünceden ateizme, ulus bilinci eksenli milliyetçilikten faşizme kadar, birçok ideoloji mensubu yakın arkadaşlarım ve dostlarım oldu. Hepsi ile konuşabilme, medenice tartışabilme becerisini göstermenin en yüksek insani erdemlerden olduğunu fark ettim. Tabiatıyla bu öl­ çekte demokrasi ortak paydasında buluşabildiklerimizle tartışabildik. Yoksa fanatikler, holiganlar her kesimde varlığını sürdürüyor. Onlarla konuşabilecek bir ortak payda henüz bulabilmiş değiliz. Çok şükür uzun yıllardan beri akıl, bilim, demokrasi ve hukukun üstünlüğü erdemlerini içselleştirmiş, aklını özgürleştirmiş, özgür birey olmanın hazzını tatmış ve yanlışlar karşısında hayır diyebilme onuruna vakıf olmuş bir insani kaliteye erişmiş olmanın huzuru içindeyim. Öte yandan, Ak Parti önderliğinin 'Milli Görüş gömleğini çıkardık' sözü eksenindeki değişim iddialan karşısında ben ve benim gibilerin temel yanılgısı, devletin kurumsal kimliğinin değiştirilemeyeceği yö­ nündeki inancıydı. Süreçte anlıyoruz ki, bahse konu kurumsal kimlik, 132

pek de öyle güçlü bir kurumsal kimlik değilmiş. Ben ve benim gibileri verdiğimiz destek için eleştirenlerin sığındığı liman, işte bu yarattıkları zayıf kurumsal yapılardır. Yani Cumhuriyet tarihimizin ulus devlet pro­ jesi ekseninde geliştirilen kurumsal yapılar, jakobenlerin yönetiminde ve darbelerin etkisiyle zayıflatılmış, kırılganlığı artmış yapılarmış. Do­ laysı ile beni ve benim gibi davrananları eleştirecek yerde, halka rağ­ men halkçılık uygulayan bu yapılann zayıflığını konu edinseler, anlama noktasında daha başarılı bir iş yapmış olurlar diye düşünüyorum. Öte yandan ne hazindir ki, Ak Parti 'nin başlangıçtaki kuruluş ilke­ leri, program ve felsefesi ile yaklaşık 20 yıllık evrede bugün gelinen yer arasında, isim benzerliğinden başka hiçbir ortak nokta kalmamış­ tır. Önceki bölümlerde de zaman zaman belirttiğim gibi, süreçte dev­ letin hemen bütün kurumlan elde edildikten sonra, doğu toplumlannın davranış kalıplan nüksetmiş, lise yıllarının takıntılı reflekslerine geri dönülmüş, AB süreci rafa kaldırılmış, bütün bu söylemlerden vazge­ çilerek, hem liderlik hem de parti yönetimi geldikleri köklere dönerek, asıllarına rücu etmişlerdir. Özetle Ak Parti, rövanşizme ve nefret diline yenik düşerek hem ken­ di ayağına sıkmış, hem kendi kendine ihanet etmiş, hem de ülkeye bü­ yük yarar sağlamak yerine, büyük zarar vermiştir.

Ak Parti İktidarının İlk Yılları Ak Parti iktidarının ilk yıllarına dönecek olursak, ilk yıllarda, ku­ ruluş ilkeleri bağlamında, Avrupa Birliği perspektifli modem Türkiye hedefi, temel hak ve özgürlükler alanında yapılan iyileştirmeler, de­ mokrasinin derinleştirilme çabalan, içeride ve dışarıda Türkiye'ye olan güveni artırıyor, yabancı sermaye girişini büyütüyor ve hızla ekonomi­ nin sayısal görünümünü olumlu yönde etkiliyordu. Logosunu ampul olarak belirleyen Ak Parti, bu logo ile ışığa, ay­ dınlığa ve şeffaflığa vurgu yapmıştı. Nitekim iktidarının ilk yıllannda savunduğu ve uygulamaya koyduğu değişim ve dönüşüm projeleri ile ışığı ve aydınlık yolda ilerlemeyi tercih etmiş, şeffaf bir yönetim anla133

yışını benimseyen bir tutumun emarelerini ortaya koymuştu. 'Erdemliler Hareketi' olarak yola çıkan Ak Parti, iktidarının baş­ langıcında 'Acil Eylem Planı' olarak adlandırdığı eylem planını dev­ reye sokarak, 1 aylık, 3 aylık, 6 aylık ve 1 yıllık periyodlar halinde, yapacağı çalışmaları projelendirmişti. Yasaklı olduğu için Erdoğan milletvekili seçilememiş, 58. Cumhuri­ yet Hükümetini kurma görevi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Abdullah Gül'e verilmişti. Bu sırada 'Acil Eylem Planı'nı önü açılmış, Gül hükümeti kurma çalışmalarını yürütürken Erdoğan da Acil Eylem Planı 'nı kamuoyuna açıklamıştı. Acil Eylem Planı'nda taahhüt edilen hususular özetle şunlardı: "İlk 1 ay içinde, önceki koalisyon döneminde maliye bakanı Zekeriya Temizel tarafından devreye sokulan ve siyasetçiye, bü­ rokrata sorulması gereken 'nereden buldun' sorusunu esnafa, mü­ teşebbise sorma amacını taşıyan ve piyasaların dengesini bozacak olan, adına Mali Milat denilen yasa ortadan kaldınlacaktır. Kamu yatırım stoku gözden geçirilecek ve öncelikler belirlenecektir. Güç­ lü bir ekonomi bakanlıAı kurularak, temel makroekonomik büyük­ lükler yeni koşullara göre revize edilecek ve bunun için geçici bir bütçe hazırlanacaktır. Temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenleme­ ler AB normlarına getirilecektir. İlk üç ay içinde, enerji piyasasının rekabete açılması sallana­ cak, elektrik fiyatlarının ucuzlatılmasına yönelik olarak elektrik faturalarındaki TRT payı kaldınlacakbr. Hemen ifade edelim ki, elektrik faturalarındaki TRT payı bugüne kadar konutlarda kal­ dırılmamıştır. Sadece 2017'den itibaren sanayi sicil belgesine sahip işletmelerde kaldırılmıştır. Enerji fiyatı üzerindeki yükler azaltılacak, bir yıllık süre içinde işletme baklanmn devri tamamlanacak ve enerji kayıp ve kaçaklan azaltılacaktır. Madencilik sektöründe; arama faaliyetlerine aAırlık verilerek ekonomik olarak işletilebilir maden rezervlerimizin artı­ rılması, sanayi ve enerji sektörlerinin bammadde taleplerinin ucuz ve güvenli bir şekilde sağlanması ve işlenmiş mal ihracatımızın artı­ rılması sağlanacaktır. Bu kapsamda ilk üç ay içinde; Bor Araştırma 134

Enstitüsü kurulacak, işlenmiş mermer ihracı desteklenecektir. Ulaşımın alt sektörleri arasındaki bütünleşme temin edilecek, ekonomik büyüme amacına en fazla katkının sağlanması ve çevreyi tahrip etmeyen bir ulaştırma alt yapısı oluşturulacaktır. Bu kapsam­ da; Karayolu ulaşımının ülkemizin ihtiyaçlanna tam olarak cevap vermesi için seçim kampanyası boyunca halkımıza vaade ettiğim 15.000 km'lik duble yol yapım çalışmalarına ilk altı aylık süre için­ de başlanacaktır. Demiryolu, denizyolu ve hava yolu altyapısının entegre bir anlayış içinde geliştirilmesine yönelik proje bir yıl için­ de gerçekleşecektir. Aynca, ekonomik fizibilite çalışmalarına dayalı olarak Boğaz Demiryolu-Tüp Geçişi ve Gebze-Halkalı banliyö hattı projeleri gibi yeni projeler devreye sokulacaktır. Uygarlıklann beşiği olmuş ülkemizin zengin turizm potansiyeli harekete geçirilerek dün­ ya turizm pastasında önemli bir yer tutan iş, kongre, fuar, spor ve kültür turizmi alanlannda dinlence turizminde edindiğimiz konuma gelmemizi sağlayacak bir hamle başlatılacaktır. Aynca altı ay için­ de; Turizm Bakanlığı, sektöre! örgütler ve yerel yönetimlerin yetki, sorumluluk ve ilişkileri, yeni bir yasal çerçeveye kavuşturulacak, bu düzenlemeler ile sektör örgütlerinin ve yerel yönetimlerin yetki ve imkanlannı artıran mevzuat alt yapısı geliştirilecektir. Ak Parti iktidarında özel hukuki statüye sahip Turizm Kentleri projeleri hayata geçirilecektir. Bu kapsamda özellikle yabancılara da satış imkanı getirecek hukuki düzenlemeler yapılacaktır. İzleyeceğimiz tanın politikalarının temel hedefleri; Ülkemizin temel gıda ürünleri açısından kendi kendine yeter­ li olması, verimU tanın arazilerinin sürekli işlenir halde tutulması, tanmsal üretimde verimliliğin artırılması ve hayvancdığın destek­ lenmesi unsurlarından oluşmaktadır. İlk üç ay içinde Hayvancdık sektörünün geliştirilmesi için acil tedbirler alınacaktır. Altı ay içinde Çerçeve Tanın Kanunu çıkarılacaktır. Sosyal politikalar kapsamında çiftçimizin rahatlamasını sağla­ mak için tedbirler alınacak. Güven ortamı, bütçe disiplini ve har­ cama reformuyla sağlanacak tasarrufların öncelikli olarak mazot gibi kalemlerdeki ağır vergilerin azaltılmasıyla çiftçinin üzerindeki 135

tahammül edilemez yük hafifletilecektir. Bir yıl içinde Tarım Ürünle­ ri Sigortası Kanunu çıkarılacak ve uygulama planı hazırlanacaktır. Kamuda etkin ve katılımcı bir yapı ve anlayış hakim kılınacak ve reform çalışmaları koordinasyon sağlanarak bütüncül bir an­ layış içinde yürütülecektir. Bu kapsamda hükümetin kurulmasını müteakip; Başbakanlık bünyesinde icracı kuruluşlar ilgili bakan­ lıklar ile ilişkilendirilmek suretiyle Başbakanlık makamı tam anla­ mıyla bir koordinasyon makamı haline getirilecektir. Bakanlık sayıları azaltılacak ve kendi içinde etkin iletişim ve koordinasyon sağlayan dinamik bir Bakanlar Kurulu oluşturula­ caktır. İlk üç aylık süre içinde; Kamu yönetiminde Toplam Kalite ve Yönetişim İlkelerinin hayata geçirilmesi için Çerçeve Yasası çı­ karılacaktır. Yolsuzluklar Hakkında Ceza Hukuku Sözleşmesi ile Yolsuzluklar Hakkında Medeni Hukuk Sözleşmesi onaylanacak, yolsuzluk yapanlara verilen cezaların caydırıcılığı artırılacaktır. Vatandaşın Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çıkarılacaktır. Kamu yönetimini halkla buluşturma ve israfı önleme hedefleri doğrul­ tusunda lojman, makam aracı, sosyal tesis, kamu hizmet binası yapımı gibi konularda israf ve kaynakların gereksiz harcanması önlenecektir. Bir yıl içinde yolsuzlukla mücadele konusu başlı başı­ na bir alan olarak ele alınacak, şefTaflık temelinde, liyakat sistemi bazında yeni bir yasal ve kurumsal yapı içinde kamu yönetiminde yolsuzluğun üzerine net bir şekilde gidilecektir. Yeri gelmişken ha­ tırlamakta ve hatırlatmakta fayda var; 17-25 Aralık 2013 tarihinde yolsuzluk iddiaları nedeniyle 4 bakan istifa ettirilmiş, ancak hakla­ rında hiçbir soruşturma yapılmamıştır. Devlette genel kurumsal gözden geçirme çalışması yapılacak ve bu çalışmaların sonuçları çerçevesinde kamu kurum ve kuruluşları konusunda düzenlemeler yapılacaktır. İhale mevzuatı AB standartlarına çıkarılacaktır. Yolsuzluğun önlenmesinde en önemli araç olarak, kamu hizmetlerinin sunu­ munda toplam kalite yönetimi anlayışı getirilerek bu hizmetlerin (tapu, emniyet, belediye, gümrük, teşvik, izin, ruhsat, ihale, hak ediş, nüfus vb. hizmetler) sunum standartları ve süreleri, sorum136

lu olacak görevliler, kurumlar ve birimler bazında açık ve net ola­ rak belirlenecektir. Kamu görevlilerinin bu işlemlerle ilgili takdir hakları objektif kriterlere bağlanacaktır. Devlet Personel Rejimi Reformu ile bütün kamu kurum ve kuruluşlarında norm kadro uygulamasına geçilecek, göreve alma ve yükselmede objektif kri­ terler getirilecek, statüler azaltılacak ve benzer statüler arasındaki ekonomik ve sosyal farklılıklar giderilecek, maaş ve ücret sistemi sadeleştirilecek ve dengesizlikler giderilecek, esnek çalışma usulleri getirilecektir. Bazı alanlarda norm kadro uygulaması dışında, bun­ ların hemen hiç birisi yapılmamıştır. Bir ay içinde, temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler ev­ rensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterleri çerçevesinde süratle yapılacaktır. Üç ay içinde, Ekonomik ve Sosyal Konsey'in yapısı ve çalışma tarzı yeniden belirlenecek ve etkin bir şekilde çalıştırılacaktır. Bir yıllık süre zarfında, adaletin zamanında ve hızlı bir şekil­ de tesisi için adalet hizmetlerinde ve yargılama usullerinde gerek­ li tüm değişiklikler süratle gerçekleştirilecektir. Siyasi partilerle, sivil toplum kuruluşları ve medya kuruluşlarının temsilcileriyle düzenli şekilde bilgilendirme ve görüş alış verişi toplantıları yapı­ larak katılım artırılacaktır. Gelir dağılımında adaletin sağlanması için gerekli her türlü tedbirler alınarak, acilen açlık sınırı altındaki aileler belirlenecek ve üç ay içinde bu ailelere dönük etkin yardım programları başla­ tılacak, yoksul aile çocuklarına temel eğitim ve sağlık yardımları yapılacaktır. Bir yıllık takvim içinde ise, sosyal politikalar alanında yapılacak her türlü düzenlemede özellikle gelir dağılımını düzeltici ve yoksul kesimleri gözetici unsurlar göz önünde bulundurulacaktır. Sağlıklı bir toplum kurmanın en etkin yolunun eğitimden geçtiğinin bilin­ cinde olarak bir yıl içinde; ilk ve orta öğretimde rehberlik etkin hale getirilerek mesleki ve teknik eğitime ağırlık verilece� eğitimin önündeki her türlü engeller kaldırılacak, üniversitelerin idari ve akademik özerkliğe kavuşmaları sağlanacak ve Yüksek Öğretim 137

Kurumu yeniden yapılandırılacaktır. Geldiğimiz noktada üniver­ siteler, bırakın idari ve akademik özerkliği, özgürlükleri tamamen elinden alınmış birer ortaöğretim kurumuna dönüştürülmüştür. Etkin ve kaliteli bir sağlık sistemi oluşturma amacıyla, bir yıl içinde; devlet hastanesi, sigorta hastanesi, kurum hastanesi ayırı­ mını kaldırılmaya dönük çalışmalar başlatılacaktır. Hastanelerin idari ve mali yönden özerkliğinin sağlanması çalışmaları başlatı­ lacaktır. Genel Sağlık Sigortası Sistemi kurulacak, aile hekimliği uygulamasına geçilecek ve sağlam bir sevk zinciri oluşturulacaktır. Koruyucu hekimlik yaygınlaştırılacaktır. Hastaneler tek çatı altın­ da toplanmış, bu uygulama sağlıkta en ciddi reform olarak kayda geçmiştir. İnsanların ayırım gözetilmeksizin, ekonomik ve sosyal bakımdan güvencede yaşamaları ilkesi çerçevesinde yine bir yıl içinde; sosyal güvenlik kuruluşlarında norm ve standart birliği sağlanacak, bütün­ leştirilmiş bir sosyal güvenlik ağı kurulacaktır. Bütünleştirilmiş bir sosyal hizmet ve yardım ağının oluşturulabilmesi için dağınık du­ rumdaki sosyal hizmet faaliyetleri tek çatı altında toplanacaktır. Sosyal Yardımlaşmayı ve Dayanışmayı Teşvik Fonu'nun kay­ nakları artırılacak, harcama usul ve esasları yeniden belirlenecek ve yönetim yapısı güçlendirilecektir. Kurulacak 58.hükümetimizin en öncelikli meselesi işsizliğe çözüm bulmak olacaktır." (20) 58. Gül hükümet döneminde ve 59. Erdoğan hükümeti döneminde bir yandan bu vaat edilenlerin önemli bir kısmı hayata geçirilirken, diğer taraftan Kemal Derviş döneminden devralınan mali disiplinden taviz ve­ rilmediğinden, ülkede 2003 yılı ortalarından itibaren belirgin bir iyileşme hemen her alanda hissedilir olmuştu. Özellikle ekonomiden sorumlu ba­ kan Ali Babacan'm ekonomi ve piyasalar konusundaki bilgisi ve samimi­ yeti, sürecin doğru yönetilmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Daha doğrusu, son koalisyon döneminde hayata geçirilen yapısal dönüşüm ni­ teliğindeki önemli kararlara, samimiyetle refakat edilmiştir. Nitekim 2009'a geldiğimizde, 2002'de 3 bin 200 USD civarında olan kişi başı milli gelir, önceki koalisyon döneminde Kemal Derviş'le bir­ likte alınan kararların korunması, mali disiplinin muhafaza edilmesi 138

ve yukarıda ifade ettiğim demokratik gelişmeler neticesinde yaklaşık olarak l l bin USD seviyesine çıkmıştır. Özellikle temel ekonomik göstergelerdeki iyileşmeler, ülkemize ser­ maye girişinin artmasına ve daha iyi şartlarda dış borç bulmamıza ve­ sile olmuş, bütün bunların sonucunda halkın yaşam kalitesinde belirgin bir iyileşme gözlenebilmiştir. Ayrıca hem acil eylem planında hem de sonraki dönemlerde, yoksul ailelere yönelik temel yardımlar artırılmış, bu alanda çalışan devlet kurumlarının kapasiteleri geliştirilmiş ve bütün bunlar sayesinde hem yoksul vatandaşlarımızın durumları kısmen iyi­ leşmiş, hem de iç barışa önemli bir katkı sağlanmıştır. Üstelik ekonomideki bu iyileşmeler ve sonuçlarının halka yansıma­ sı, dünya ticaret hacminin daraldığı bir dönemde gerçekleşebilmiştir. Bu arada başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere dünyanın birçok ülke­ sine yönelik dışa açılma politikalarının, dünya ticaret hacminin azaldığı bir dönemde başarıyla uygulanması, Türkiye'nin ihracat potansiyelini önemli oranda artırmıştır. Bu başarılı politikalar 2010 anayasa değişik­ liğine kadar istikrarlı bir biçimde sürdürülmüştür. Yine bütün bu doğru politikalar sayesinde siyaset kurumuna olan güven artmış, halkın siyasete olan itimadı giderek üst sıralara tırman­ maya başlamıştır.

Dördüncü Büyük Devrim Basarılabilecek mi? Önceki bölümlerde, Cumhuriyetin kuruluşu, çok partili siyasal ha­ yata geçiş ve Özal'ın piyasa ekonomisi biçiminde özetlediğim Türki­ ye'nin üç büyük değişim ve dönüşüm evresini, dördüncü büyük değişim ve dönüşüm programı ile sürdürebilecek miydik? Esasen bütün mesele buydu. Osmanlı'nın birikimi ve külleri üzerine inşa ettiğimiz Türkiye Cum­ huriyeti, kuruluştan itibaren ulus devlet olarak eğitimden ekonomiye, sağlıktan bilimsel araştırmalara, üretimden ticarete önemli işlere imza 139

atınış, önemli kurumsal yapılar oluşturmuştu. Yoksulluk, salgın hasta­ lıklar ve cehalet ile çıktığımız yolda her dönem tuğlalar üzerine bir ya da birkaç tuğla eklenmiş, uluslararası arenada etkili bir devlet konu­ munda olmayı başarmıştık. Ancak sıranın çoktan geldiği fakat bir türlü çözemediğimiz en önemli problem, aklın özgürleştiği, bilimsel düşünüşün öne çıktı­ ğı, kayırmacılığın ortadan kalktığı, şeffaf, demokratik, hukukun üstünlüğünün ve herkesin yararına bir düzenin egemen olduğu çağdaş anlamda modern bir devlet olmayı henüz başaramamıştık. Geldikleri kültürel kökleri ve yetiştikleri siyasal iklim nedeni ile bu kadrodan böyle bir şeyi beklemek esasen hayal gibi gelse de, Türki­ ye'nin ve dünyanın bu değişimi dayattığını ve Ak Parti kadrolarının bunun farkında olarak program, ilke ve hedefler ekseninde bu yöndeki değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmede hazırlıklı olduğuna, bütün bir ülke olarak inanmak istiyorduk. Nitekim 2002 yılı Kasımından itibaren başlayan hemen her alanda­ ki hızlı iyileşme, Türkiye için altın yıllara yelken açmak olarak değer­ lendiriliyor, bu beklentiyi destekleyen gelişmelerle toplumda bir umut ışığı ortaya çıkıyordu. Zaten piyasa ekonomisine geçiş ve dışa açık bü­ yüme stratejisi ile, bir burjuva sınıfı oluşmaya başlamış, ticaret bilin­ cinin gelişmesi ile de toplumda büyümeyi teşvik edici bir dinamizm ortaya çıkmıştı. 2003 sonrasında enflasyonun tek haneye düşmesi, iş gücü piyasasındaki genişleme ve alım gücündeki artış, refah seviyesin­ de önemli iyileşmeler sağlıyordu. Bütün bu kazanımlar toplum olarak geleceğe umutla bakmakta haklı olduğumuzu gösteriyordu. Aslında bütün şartlar Türkiye'nin iyi yönde bir değişim ve dönüşüm süreci yaşaması için hazırdı. Üstelik mecliste iki parti vardı ve muhale­ fetteki CHP, iyileşme yönündeki önemli yapısal düzenlemelere destek veriyordu. Daha başta Erdoğan'ın Siirt'ten milletvekili seçilmesinde CHP, 13 Aralık 2002'de yapılan anayasa değişikliğine evet diyerek destek verdi. Bu sayede 9 Mart 2003 'te tekrarlanan Siirt seçimlerinde Erdoğan milletvekili seçildi ve 59.Hükümet'in Başbakanı oldu. CHP 3 Kasım 2002 seçim beyannamesinde, 'özgür bireylerden oluşan, giiçlü ekonomisi ve saygın yönetimi olan bir Türkiye' hedefi 140

ortaya koymuş ve bu hedefin Avrupa Birliği'ne tam üyeliği gerektirdi­ ği inancını deklare etmişti. Bu yüzden olacak ki CHP, 2002 seçimleri sonrasında ana muhalefet partisi pozisyonunda olduğu halde, AB uyum yasalarının meclisten geçmesinde Ak Parti'ye önemli destekler verdi. İlerleyen bölümlerde değineceğim için burada kısa tutuyorum; Av­ rupa Birliği entegrasyon süreci ile Türkiye, bir medeniyet projesine katılmak istiyordu. Esasen tam üyeliğin gerçekleşmesi, yukarıda bah­ settiğim dördüncü devrimin başarılması anlamına geliyordu. Ancak tam üyelik olmasa bile, müktesebat uyum sürecindeki yapısal düzenleme­ ler, zaten bahse konu dördüncü büyük değişim ve dönüşüm sürecinin yolunu açan ilkelerden oluşuyordu. Türkiye, hem AB uyum süreci çalışmalan, hem de Ak Parti 'nin programında, seçim beyannamesinde ve kuruluş ilkelerinde ortaya koy­ duğu prensiplerle tarihi bir fırsat yakalamış, diğer üç büyük devrimin taçlanmasına giden yolun kilometre taşlarını döşemeye başlamıştı. Ne var ki, 2009'dan itibaren bu güzel yürüyüşten yavaş yavaş uzak­ laşmaya başlayan Ak Parti iktidarı, özellikle 201 O anayasa değişikliği sonrası, parti önderliğinin aslına rücu etmesiyle, eski reflekslerin ortaya çıktığı, ortak aklı dışlayan, lider kültüne, yandaş kayırmacılığına dayalı ve liyakati ıskalayan bir yönetim biçimine evrilmeye başladı. Oysa başlangıçta, özelikle Avrupa Birliği uyum yasaları sırasında CHP ile birçok başlıkta uzlaşma gerçekleştirilmiş, çatışmacı siyaset kültürünün yerini barışçıl ve işbirliğine dayanan siyaset almış ve bu sayede Ak Parti 'nin daha geniş kitlelerce desteklenmesi gibi gelişmeler ortaya çıkmıştı. Üstelik bu çatışmasız siyaset anlayışı ülkedeki birçok alanın iyileşmesine de yarıyordu. Ancak özellikle Erdoğan'ın İmam Hatip orijinli yakın çevresi tara­ fından, elini çabuk tutup, geçmişten hesap soracak ya da İslamcı kesimi kayırmaya dönük politikaları bir an önce devreye sokacak bir baskının ol­ duğu yönünde, Başbakanlık çevresinden duyumlar almaya başladık. Bu yönde Gülen Cemaati'nin de baskıları olduğunu daha sonra öğrendik. Nihayet iç politikada rövanşist bir psikoloji ile, geçmişten hesap sor­ maya, intikam almaya, giderek özgürlükler alanını daraltmaya, kendi zenginini yaratmaya, medyayı kontrol altına almaya, kutuplaştıncı bir 141

dille siyaset yapmaya, 'ya bendensin ya toprağın' düşüncesini çağrıştı­ racak bir seçmen manipülasyonuna, her alanda adaletsizliğe giden bir yola, bir kulvara girildi. Dış politikada da, milli gelirdeki artış ve ekonomide gelinen iyi nokta­ lar nedeni ile olacak ki, bölgeye, dünyaya nizam veren bir hayale kapılındı. Sonraki bölümlerde çok sayıda örnekle ifade edeceğim geriye dönüş uygulamaları, kine, nefrete, onlar ve biz ayrımına dayalı kutuplaş­ tırıcı söylemler, entelektüel kapasite yetersizliği, aslına rücu etme tutkusu, rant ve makam hırsı ve de takıntılı ideolojik reflekslerle, dördüncü büyük devrim dediğim bu büyük fırsat heba edilmiş oldu.

Kamu Yönetimi Reform Birisimi Ak Parti iktidarı boyunca kamu yönetiminde ve siyasette liyakat esası önemsenmedi ve buna dayalı bir sistem kurma yerine, ahbap ça­ vuş ilişkilerine, kayırmacılığa ve sistemsizliğe dayanan bir anlayışla yola devam edildi. Biz ve onlar ayrımına dayalı bu tutumla, ideolojik esaslı bir kadrolaşmaya girişilerek, kamu yönetimi tarumar edildi. Hal­ buki liyakatin olmadığı yerde adalet olmaz, üretim olmaz, verim olmaz; adaletin, üretimin, verimin olmadığı yerde de, kalkınma ve gelişme ol­ mazdı. Türkiye'nin en temel sorunlarından biri kamu idaresinin merkeziyet­ çi bürokratik yapısı, buna bağlı olarak hantallığı ve çözüm üretmedeki zorluğudur. Yıllardır söylenen bu durum Ak Parti program ve seçim beyannamesinde yer almış, iktidarın ilk yıllarında da bu yönde olumlu adımlar atılmıştı. Yine kamuda israf 90'lı yıllan aratmayacak düzeydedir. 2002'de kamu çalışanı sayısı 2 milyonun biraz üzerindeyken, bugün 5 milyona yaklaşmış vaziyettedir. Yine 2002'de kamudaki makam aracı sayısı 85 bin civarındayken, bugün 115 binin üzerine çıkmıştır. Oysa bizimle aynı nüfusa sahip olan Almanya'da 20 bin, İtalya'da 29 bin ve Fransa'da 2 bin civarında kamuda makam aracı vardır. 142

Ak Parti ilk yıllarında yapısal reformlara çok önem veriyordu. Zaten başka türlü de ağır sorunları göğüslemek, ülkeye nefes aldırmak mümkün değildi. Reform bekleyen en önemli alanlardan biri de kamu idaresi idi. Türkiye yıllarca katı merkeziyetçi bürokratik oligarşiye dayanan yönetim sistemi ile hem çok kaynak kaybetmiş, hem de kalkınmasını bir türlü istenilen düzeye getirememişti. Siyasi yerinden yönetim değil, ama idari yerinden yönetim Türkiye'nin acil ihtiyacıydı. Öte yandan güçlü yerel yönetim sisteminde, yıllarca temsili demokrasinin iktidar gücünü elde etme aşamasındaki sert çatışmacı kültürün yerine, halk ka­ tılımına dayalı oydaşmacı (oybirliğine dayanan) bir kültürün gelişmesi ve daha banşçıl bir siyasal iklimin egemen olması söz konusuydu. Halk katılımına dayalı güçlü yerel yönetim modelinde, sivil toplum kuruluş­ larının ve örgütsüz halk kesimlerinin karar süreçlerine katılımı kolay­ laşmakta, 'en temel insan hakkının, kendisi ile ilgili kararlara katılma hakkı olduğu' gerçeği de karşılık bulmaktadır. (21) Ayrıca Avrupa deneyinde de gördüğümüz gibi, kalkınma ve ge­ lişmenin itici gücü yerel yönetimlerdir. Yine ayrıca dünyada giderek, kentler ülkelerden daha çok konuşuluyor, kentler arası rekabet ülkeler arası rekabetin önüne geçiyor. Bu yüzden günümüzde yönetim otorite­ sinin tek taraflı ve tepeden inmeci anlayışı ile kentleri yönetmek müm­ kün değildir. Yönetimin tek taraflı akması, hem sorunların tespiti, hem önceliklerin doğru belirlenmesi, hem de kaynakların verimli kullanıl­ ması bakımından gerçekçi bir tutum olarak kabul edilemez. Yöneten­ le yönetilenlerin sürekli bir iletişimde olması, tüm kararlarda herkesin yararına davranılmasını ve kamu yararının kişi ya da grup çıkarlarının önüne geçmesini sağlayabilecek bir yeni kamu yönetimi anlayışı olarak kabul görmektedir. (22) Öte yandan l 980'lerden itibaren özellikle ABD'de önce özel sektör­ de başlayan yeni kamu yönetimi anlayışı, giderek devlete sirayet etmiş, Avrupa Birliği müktesebatının hemen her aşamasına da hakim olmuştu. Neydi bu yeni kamu yönetimi anlayışı? Geçmiş kamu idaresi, yönetsel literatürde ünlü Alman düşünür Max Weber tarafından geliştirilmiş Weberyen Bürokrasi diye tanımlanan hiyerarşik bir çizgide seyretmiştir. Bu modelde amir astlarına emirler 143

verir, sonra da o emirlerin uygulanıp uygulanmadığını denetler ve iş­ lerin aksadığı aşamalarda disiplin cezalarını işletir. Oysa yeni kamu yönetimi anlayışında, astların yönetim süreçlerinde politika ve uygu­ lama aşamalarında belirleyici olduğu bir yeni süreç egemendir. Paydaş katılımına dayalı yeni yönetim anlayışı dediğimiz bu süreç, yaratıcılığı ve verimliliği teşvik etmiş, bürokrasinin başarı çıtasını oldukça yuka­ rılara çıkarmıştır. Bütün bu yeni kamu yönetimi anlayışı Ak Parti programında da zik­ redilmiş, konuya yerel yönetimler bahsinde geniş yer verilmiştir. Bu bağlamda olacak ki, iktidarının ikinci yılında büyük çaplı bir reform girişimi gündeme taşınmış oluyordu. Neticede 2004 yılında 5227 sayılı 'Kamu Yönetiminin Temel Jı­ keleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun' TBMM'den geçerek dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in onayına git­ mişti. Ne var ki Sezer, kanunun yayımlanmasını uygun bulmayarak, 4, 5, 6, 7, 8, 9, l 1, 16, 23, 38, 39, 40, 46, 49'uncu maddeleri ile, geçici l , 2, 3 ,4, 5, 6, 7, 8 ve geçici 9.maddelerini bir daha görüşülmek üzere meclis başkanlığına geri göndermişti. Reform çalışmasının içeriği, Batı standartlarında bir kamu yönetimini öngörmekte, merkezi idarenin görevlerini sayarak, bu görevler dışında­ ki tüm işleri yerel yönetimlere devretmektedir. Yıllarca yerel yönetimlere yetki vermeyi, bölünme korkusu ile karşılayan o zamanki devlet aklına göre bu yasal düzenleme kabul edilebilir değildi ve çok da ürkütücüydü. Kanunda, hizmet bakanlıklarının sayısı 15 ile sınırlanıyor ve yerel nite­ likli görevi olmayan bakanlıkların taşra teşkilatı kurması yasaklanıyordu. Gerçi bazı maddelerde biraz acele edilmiş, hatta merkezi yönetimin devreye girmesini gerektiren acil durumlarda bile, devletin elini kolu­ nu bağlayan türden maddeler getirilmişti. Mesela merkezi yönetimin, yerel yönetimlerin sorumluluk alanına giren görev ve hizmetler için yerel düzeyde örgüt kurması, doğrudan ihale yapması yasaklanıyor­ du. Yine 'kamu kurum ve kuruluşlarının işletme kuramayacağı, mal ve hizmet üretimi yapamayacağı' biçimindeki düzenlemeler, devlet aklını çok rahatsız etmişti. Devlet geleneğimizde egemen olanın aksine, merkezi yönetim yerel 144

yönetimler arasındaki görev, yetki ve kaynak bölüşümünün yerel yöne­ timler lehine değişmesi, o zamana kadar ki devlet anlayışının, merkez bürokrasisinin, anayasal organların ve zinde güçlerin kabul edebileceği bir durum değildi. Üstelik mevcut anayasada merkezi yönetim yerel yönetimler üzerin­ de, yerel hizmetlerin yönetimin bütünlüğü ilkesine uygun yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması ve yerel ihtiyaçların gereği gibi karşılanabilmesi amacıyla, yasada belirlenmiş esas ve usuller çerçeve­ sinde 'idari vesayet' yetkisine sahipti. Kısacası merkezi yönetim taşra yönetimi ilişkisinde 'yetki genişliği', merkezi yönetim yerel yönetim ilişkisi açısından ise 'idari vesayet' söz konusuydu. Üstelik bu iki kav­ ram başta anayasa olmak üzere ilgili yasalar çerçevesinde hukuksal araçlar olarak kabul edilmektedir. Bu arada 2009'da Ankara'da Bayındırlık Bakanlığı tarafından ya­ pılan 'Kentleşme Şurası'nın 10. Komisyonuna Bursa Büyükşehir Belediyesi Yerel Gündem 21 Programının Genel Sekreteri olarak seçildim ve 6 ay süre ile, belli aralıklarla yapılan komisyon çalış­ malarına katıldım. Bayındırlık Bakanlığı'nın Şehircilik Bakanlığı'na dönüştürülmesi, komisyon raporlarının en önemli çıktılarından biriydi. Ne var ki, bizim önerimiz, Şehircilik Bakanlığı'nın yerel yönetimle­ re ışık tutması, yardımcı olması, hukuka uygunluk bakımından denetim yapması ile sınırlı idi. Ancak bugünkü Şehircilik Bakanlığı, şehirlerin gelecek planlamalarına, üst ölçekli planlarına bakmadan, kentin iste­ diği yerinde uygulama imar planı yapabilmekte ve şehirlerin gelişme stratejilerini hiçe saymaktadır. Diğer taraftan TOKİ de aynı yetkilerle donatılmış, 90'lı yıllara göre çok başlılık artmıştır. Öte yandan, 12.11.2012 tarih ve 6360 sayılı kanunla, 13 büyükşe­ hirde köyler mahalleye çevrilerek ve de ilçe belediyelerinin yetkileri budanarak güya yeni bir reform yapılmıştır. Oysa yapılan, köylerin seçimde büyükşehir için oy kullanmasını sağlayıp, İzmir, Eskişehir ve Diyarbakır gibi illerde, kırsaldan daha çok oy alan Ak Parti 'nin büyükşehir belediyelerini kazanmasını sağlamaktı. Yani hesap reform değil, seçim kazanma stratejisine dönük basit bir numaradan ibaretti. 145

Ancak bu numaracı uygulamadan Ak Parti açısından istenen sonuç alınamadığı gibi, büyük.şehir belediye sistemi de berbat edildi. Tekrar 2004 yılında hazırlanan 5227 sayılı 'Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun'a dö­ nersek, katı merkeziyetçi bürokratik oligarşinin egemen olduğu bir dö­ nemde, bahse konu içerikte bir kamu yönetimi kanun tasarısı, tabiatı ile dönemin Cumhurbaşkanı Sezer'den dönecekti. Nitekim de öyle oldu. Esasen reform çalışması çok çağdaş, çok gerekli bir hazırlık olmakla bir­ likte, belki muhalefeti de ikna edecek biçimde destek aranmalıydı veya bazı hususlar sürece bırakılacak biçimde, kademe kademe devreye sokulmalıydı. Bu noktada ilginç bir anımı paylaşarak, süreci irdelemeye devam edelim. 20 I O yılında Bursa Ak Parti il başkanı görevden alınmış, genel mer­ kezden bir ekip Bursa 'ya gelerek, kimin il başkam yapılması hususunda bir çalışma yürütmekteydiler. Parti içinde yapılan çalışmalardan birkaç aday belirlenmiş, Bursa sivil toplumu içinde de bir çalışma yapıldığın­ dan, oradan da benim adım çıkmıştı. Sonra Ankara'ya il başkan aday adayı olarak I O kişi davet edildik. Gerçi ben bu operasyonun birilerinin burnunun sürtülmesi, birilerine hesap sorulması anlamında bir operas­ yon olduğunu bildiğim için, Genel Merkez Teşkilat Başkanına, zaten liyakati yerinde ve benim de yakın dostum olan Sedat Yalçın lehine çekildiğimi söyledim. Yaklaşık bir yıl kadar önce yapılan İl Kongresinde mevcut il başkam Sedat Yalçın, Erdoğan' ın istemesine rağmen, Bursa Ak Parti'de bazı etkili ve yetkili isimlerin dahli ile aday olamamıştı. Türkiye siyasetinde böyle gizli hesaplaşmalar çok meşhurdur. Erdoğan, bu yüzden olacak ki, dönemin il başkanını görevden almış Sedat Yalçın' ı atamıştı. Ata­ manın gerçekleştiği gece saat 12.00 civarında Genel Merkez'de Erdo­ ğan ben dahil diğer 9 arkadaşı odasına davet ederek kısa bir konuşma yapmıştı. Sonra da 'bana bir şey sormak veya bir değerlendirme yap­ mak isteyen var mı' diye sorduğunda ben söz istedim. Ve şunu sordum: 2004'te Cumhurbaşkanı Sezer'den dönen Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılmasına Dair Kanunu, sayın Abdullah Gül 'ün Cumhurbaş­ kanlığı döneminde neden tekrar gündeme getirmediniz? Sayın Erdoğan bana, 'bu önemli bir soru, ancak siz şimdi gidin 146

çalışın, 12 Eylül 2010 anayasa referandumundan başarıyla geçelim, sıra sizin dediğinize gelecek' demişti. Ne yazık ki o anayasa değişikliği sonrası Türkiye, bir daha reform çalışmalarını gündemine almamış, tarihinde görülmediği kadar merke­ ziyetçi bir yönetime, hatta tek kişinin egemenliğinde bir devlet yöne­ timine sürüklenmiştir. Yani 2004'teki 'Kamu Yönetiminin Yeniden Düzenlemesine Dair Kanun', bir daha ağıza bile alınmamış, Ak Parti, programında ve seçim beyannamelerinde yazdığı pek çok şey gibi bu konudan da vazgeçmiştir. Gerçi 2004 ve 2005 yıllarında yerel yöne­ tim reformu adıyla önce 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu çıkarılmış, temel kanun çıkarılamayınca, periferden başlanarak, reform yapılmaya çalışılmıştır. O dönem bütün bu girişimlerin samimiyetle ya­ pıldığını zannediyorduk. Ancak 201 l 'den itibaren rüzgarın yönü değişmeye başlamış, rövan­ şist siyaset tutkusu, kısa solukluların hislerini tatmin etme arzusu, ar­ kaik kültürün yalanlarından beslenenlerin ham hayalleri, kabaran kin, nefret ve intikam duyguları, kapasite yetersizliği, irade zayıflığı gibi pek çok konu zuhur etmiş ve iktidar arabası frensiz bir biçimde sağa sola toslayarak, yeni bir uçuruma doğru hızla yol almaya başlamıştır. Bu gidişi durdurmaya dönük ferasetli bir çaba ortaya konulamamış, bu yönde fikir ve gayret sarf edebilecek liyakate sahip akil kadrolar da birer birer tasfiye edilmiştir.

Proaktif Dıs Politika ve Ak Parti Yönetiminin Kıbrıs Sorununa Bakısı Parti programında, 'Uluslararası ilişkilerde stratejik çalışmalann, senaryo analizlerinin ve geleceğe ilişkin projeksiyonların yapılma­ sının, dış politika araçlarının geliştirilmesinde çok önemli olduğu­ na hiç şüphe yoktur. Bu nedenle kamu kurumları bünyesinde dış politika alanında faaliyet gösteren araştırma merkezleri, dış poli147

tika enstitüleri ve üniversitelerdeki uluslararası ilişkiler bölümleri ile işbirliği yapılacaktır' denilmekte ve yeni bir diplomasi stratejisinin hakim olacağının sinyalleri verilmekteydi. (23) Ak Parti döneminin birçok alanda olduğu gibi, dış politikada da yeni şeyler söyleme iddiası vardı. Başlangıçta öyle de oldu. Dış politikada küresel ve bölgesel düzeyde 'dinamik diplomasi', 'komşularla sıfır problem' gibi iki önemli kavram öne çıkarıldı. Proaktif dış politika ola­ rak adlandırılan yeni dış politika çizgisi, Recep Tayyip Erdoğan'ın sık sık dış ülkelere yaptığı ziyaretlerle desteklenirken, Türkiye uluslararası arenada konuşulan bir ülke haline geldi. Erdoğan 3 Kasım 2002 tarihinden 22 Şubat 2005 tarihine kadar, tam 75 ülkeye ziyaret yapmış, aynı tarihler arasında 78 ülkeden dev­ let başkanı, başbakan ya da bakanlar düzeyinde Türkiye'ye ziyaretler gerçekleştirilmiştir. Erdoğan'ın şahsında Türkiye o derece konuşulan ve itibar edilen bir ülke konumuna çıktı ki, 04 Ekim 2004 tarihinde, Almanya'nın başkenti Berlin'de, Batı ile İslam dünyası arasındaki iliş­ kilerin geliştirilmesine yönelik çabalarından dolayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a vizyon, cesaret, akıl ve güveni sembolize eden 'Die Quadriga' ödülü verildi ve dönemin Almanya Başbakanı Gerhard Schröder tarafından Erdoğan'a takdim edildi. Almanya'daki sivil top­ lum örgütlerinin oluşturduğu Almanya Atölyesi Derneği tarafından organize edilen gecede, böylece Erdoğan'a 'Yılın Avrupalısı Ödülü' takdim ediliyor, Türk dış politikası açısından da bu ödül özel bir önem ve anlam ifade ediyordu. (24) Cesaretleri sayesinde duvarları yıkmış ve sınırları geçmiş insanlara ithaf edilen ödül, siyaset, ekonomi, sosyal ve kültürel yaşamda gelecek­ le ilgili öngörüleri, yaratıcılıkları ve liderlik özellikleriyle topluma mal olmuş kişilere veriliyor. Almanya şansölyesi Schröder törende yaptığı konuşmada, Erdoğan'a övgüler yağdırmış, 17 Aralık'ta Türkiye'ye mü­ zakere tarihi verilmesine Almanya olarak destek vereceklerini taahhüt etmiş, Türkiye'nin Almanya ve Avrupa için güvenilir bir ortak oldu­ ğunu belirtmiş ve Türkiye'nin AB üyeliğinin İslam'la demokratik toplumun zıt olmadığını kanıtlayacağını ifade etmiştir. (25) 148

Bu arada 2011 'den sonra Almanya'da birçok yayında çıkan Erdo­ ğan ve Ak Parti iktidarı aleyhtarlığım, Almanya'nın hasmane tutumu olarak değerlendiren çevreler, geçmişteki bu ilişkilere bakıp, biz ne­ rede hata yaptık sorusunu kendilerine sormalıdırlar. Sosyal devlet ve demokrasi açısından dünyanın örnek ülkelerinden biri olan Almanya, giderek otokratikleşen ve dini referansları siyasetinin merkezine alan bir yönetime ve ülkeye hiçbir zaman destek olmaz. Ayrıca Almanya medyasında haddini aşan türden abartılarla çıkan karikatür ve yayın­ larda, Alman toplumunun bilinçaltlarında varlığını sürdüren, geçmişte yaşadıkları, otokrasiden faşizme sürüklendikleri rejimin yarattığı kor­ kunun izlerini de düşünmek lazımdır. Türkiye Almanya ilişkileri siyasi, ekonomik ve kültürel bağlamda çok boyutlu ilişkilerdir. Türkiye'nin Avrupa Birliği süreci ile ilgili en belirleyici ülke Almanya'dır. Almanya'daki Türk göçmenlerin varlığı da ilişkilerimizi derinden etkilemektedir. Öte yandan Alman basının­ da çıkan karikatür ve haberleri, kişi başı milli geliri 2020 rakamları ile 46.259 ABD Doları olan ve dünyanın dördüncü büyük ekonomisi durumundaki Almanya'nın bizi kıskanması olarak değerlendiren yan­ daş medyanın bu propagandası, insanların aklıyla alay etmek değil de nedir? Ak Parti iktidarının ilk yıllarında bir yandan Avrupa Birliği ile iliş­ kileri iyileştirme yolunda çalışırken, diğer yandan da, hem AB, hem de diğer uluslararası ilişkilerde sürekli olarak Türkiye'nin önüne konulan Kıbrıs meselesinde müzakereler yoluyla çözüm bulunması yönünde gayret sarf ediyordu. Ancak bütün bu çalışmalar sırasında bazı hatalar da yapılmıyor değildi. Mesela Erdoğan bir konuşmasında, 'Kıbrıs me­ selesi Denktaş'ın kişisel meselesi değildir' diyerek, Kıbns Türklerinin efsane lideri Sayın Rauf Denktaş'ı incitecek ifadeler kullanmıştı. Oysa Denktaş yılların deneyimine vakıf, diplomasi dehası bir devlet adamı idi. O dönemde Denktaş, Annan Planı ile ilgili olarak, 'BM Genel Sek­ reterinin iyi niyet misyonunun Avrupa Birliği müzakere takvimine bağlanmasının yanhş olduğunu' söylüyordu. Yine Denktaş, çözüme giden yolda yavaş hareket dilerek, sürecin bütün risklerinin anlaşılması ve ona göre stratejiler geliştirilmesini söylüyordu. 149

Nitekim dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan başkanlığında yapılan görüşmelerde Kıbns'ta müzakerelerin başla­ tılması hususunda anlaşmaya varılmış, Annan tarafından hazırlanan çözüm planı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Güney Kıbrıs Rum Yönetiminde aynı anda 24 Nisan 2004 tarihinde referandumla halkoyu­ na sunulmuştur. Annan Planı'nı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yakla­ şık yüzde 65 ile kabul ederken, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi yaklaşık yüzde 76 ile reddetti. Böylece plan devre dışı kaldı. Annan Planı'nın Kuzey Kıbns Türk Cumhuriyeti açısından riskler barındırmasına rağ­ men, referandumun sonucu Türkiye'nin uluslararası planda elini güç­ lendirmiş, AB'den müzakere tarihi alınmasını da kolaylaştırmıştı. Ne var ki, Avrupa siyasetinin ikiyüzlülüğü hortlamış ve çözümden yana ol­ mayan Güney Kıbrıs 1 Mayıs 2004'te AB üyeliğine kabul edilmiştir. Öte yandan bugün baktığımızda, merhum Denktaş'a rağmen o gün söylenenlerin ve yürütülen politikaların yerini Denktaş'ın söyledikle­ rinin aldığını, hatta Birleşmiş Milletlerin yerleşime açılmasını kabul edilemez olarak nitelendirdiği Maraş bölgesinin açılması ile o dönem­ deki statükodan daha şahince bir politikanın izlendiğini görüyoruz. Bu durum hem nereden nereye gelindiğini göstermesi bakımından, hem de merhum Denktaş'a yapılan haksızlıkların anlaşılması bakımında önem­ li bir savrulmayı ifade ediyor.

Avrupa Birliği Entegrasyon Süreci Avrupa Birliği müzakere sürecine rağmen, AB'nin de haksız tutumu­ nu bahane ederek Modern Türkiye hedefinden vazgeçilip, Siyasal İslam eksenli bir politik tutumla Türkiye'nin yüzü Ortadoğu'ya döndürüldü. Oysa AB ile entegrasyon sürecinde hızla yol alan Türkiye, hem Orta Asya, hem Ortadoğu ve hem de dünyanın gelişmiş ülkeleri ile daha sağ­ lıklı ve güçlü ilişkiler kurabilirdi. Etkin küresel aktör ve bölgesel güç olma yolundaki mücadelesini tahkim edebilirdi. Özellikle 2011 'den sonraki AB İlerleme Raporlarında Ak Parti iktidarının AB'den uzaklaştığı yönündeki tespitlere kayıtsız kalınmış, 150

bu hususlarda iyileştirme yönünde hiçbir adım atılmamıştır. O gün bu durumun ateşli savunucuları, bugün gelinen yerle ilgili sorumluluğu sa­ dece AB 'ye yıkmaktadırlar. Esasen o gün de vatandaş aldatılmış, bu gün de yanıltılmaya devam edilmektedir. AB'nin elbette haksız tutumları, çifte standartları, Türkiye ile ilgili çatlak sesleri vardır. Avrupa siyaseti her zaman ikiyüzlüdür. Ancak Tür­ kiye bu zorlu mücadeleyi bilerek yola çıkmıştır. 'Kopenhag kriterle­ rini Ankara kriterleri yaparız' sözü çok güzel de, bu yönde bir adım olmayınca, sözler havada kalmaktadır. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliğini, 'Cumhuriyetin ila­ nından sonraki en önemli çağdaşlaşma projesi' olarak adlandıran Ak Parti, bu yöndeki çabalarının meyvesini, Avrupa Birliği ile ilk kez mü­ zakere tarihi belirlenmesi ile almış oldu. 17 Aralık 2004 Brüksel'deki Zirve Toplantısında, Türkiye'nin 'siyasi kriterleri' yeterince yerine ge­ tirdiği belirtilerek, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder'in Erdoğan'a 'Die Quadriga' ödül töreninde açıkladığı desteğin de etkisi ile, katılım müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanması yönünde karar alın­ dı. Nitekim 3 Ekim 2005'te Lüksemburg'da alınan kararla Avrupa Bir­ liği Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlattı. Müzakere sürecine iç destek de yüzde 75 ile oldukça yüksek bir orana sahipti. Türk halkının yaklaşık yüzde 75'i AB tam üyelik sürecini destekliyordu. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, Avrupa Birliği ile yapılacak tam üyelik müzakerelerinde Başmüzakereci olarak görevlendirildi. Tam üye­ lik müzakerelerinin ilk aşamasını oluşturan 'Tarama Süreci', Bilim ve Araştırma faslında düzenlenen 'Tanıtıcı Tarama' toplantısı ile başladı ve tüm fasıllardaki tarama toplantıları 13 Ekim 2006 tarihinde tamamlandı. İlk fasıl olarak Bilim ve Araştırma Faslı, Lüksemburg'da düzenlenen Hükümetler arası Konferans'ta açıldı. Türkiye'nin gerekli kriterleri yerine getirdiği belirtilerek, bu fasıl aynı toplantıda geçici olarak kapatıldı. (26) Başbakan Erdoğan, hemen her konuşmasında anayasadaki 'demok­ ratik, laik, sosyal hukuk devleti' ilkesine vurgu yapıyor, AB'ye tam üye olmanın öncelikli politik hedeflerinden biri olduğunu söylüyordu. AB üyelik sürecine dair iç politik pazarlama o derece yüksek perde­ den yapılıyordu ki, halkm bir bölümü AB üyeliğimizin gerçekleşmesi , 5,

halinde, çalışmadan AB yardımları ile geçinip gideceğimiz yanılgısına düşürülmüştü. Sonradan anlıyoruz ki, Ak Parti iktidarının AB süreci mücadelesi, demokrasi treninden inecekleri vakte kadar sürecek bir propaganda aparatı olarak kullanılıyormuş. Bu konuda sadece iç kamuoyu değil, Avrupa kamuoyu da fena halde yanıltıldı. Bazıları tam üyelik konusunda Avrupa Birliği yanaşmıyor, geri adım atıyor, Müslüman bir ülkeyi içine almak istemiyor dese de, kazın aya­ ğı tam olarak öyle değil maalesef. Bir kere Türkiye 83 milyon nüfusu ile yakın zamanda AB'nin en kalabalık ülkesi olan Almanya'yı geride bırakacak bir nüfus büyüklüğüne sahiptir. Türkiye'nin AB'ye tam üye olması demek, AB'nin eğitimden sağlığa, çevreden yaşam kalitesine, kitap okuma oranından kentli davranış kalıplarına, ekonominin sayısal görünümünden üretim ve teknoloji kapasitesine kadar tüm sayısal veri­ lerinin aşağı çekilmesi demektir. Bu yüzden toplumsal yaşamın hemen her alanını kapsayan 35 fasılda (dosya) uyum müzakereleri yapılmakta, Türkiye'nin standartları AB standartları ile aynı seviyeye getirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye uyum müzakereleri başlangıcında özellikle bakanlıklar dü­ zeyinde önemli bir çalışma göstermiş, çok sayıda AB uzmanının yetiş­ mesi sağlanmıştı. Bakanlıklar düzeyinde bu alanda ciddi bir kapasite gelişimi ortaya konulmuştu. Sivil toplum düzeyinde de önemli proje­ lere katılıyor, kapasite geliştirici proje ortaklıklarına iştirak ediliyordu. Bugün hala bu çalışmaların izleri kendini gösterir niteliktedir. AB'nin genişlemesi sırasında standartları düşük bazı ülkelerin tam üye yapılması gerekçe gösterilerek yapılan eleştirilerde de bir husus gözden kaçırılmaktadır. Mesela Bulgaristan'ın üyeliği bahse konu eleş­ tiriyi haklı gibi gösterse de, Bulgaristan 7 milyon civarında nüfusu ile birlik tarafından kolayca hazmedilebilecek bir ülke konumundadır. AB bir medeniyet projesidir; bir zihniyet dönüşümü, bir davranış deği­ şikliği projesidir. O bakımdan bu yönde toplwnun dönüşümü için çaba har­ canması gerekirken, aksi bir tutumla AB 'ye sırt çevrilmiştir. Müzakerelere konu olan 35 başlıkta kolayca yapılması gerekenler bile ihmal edilmiştir. Öte yandan Rekabet Politikası, Kamu Alımları, Yargı ve Temel152

Haklar, Adalet Özgürlük ve Güvenlik, Eğitim ve Kültür Politika­ ları başlıklarında, AB Müktesebatı ile uyuşmayacak adımalar atılmış, verilen sözlerden geri dönülmüştür. Sırf Kamu İhale Kanunu bile onlar­ ca kez değiştirilmiştir. Yine eğitiminizin omurgasını İmam-Hatip'lerin oluşturduğu bir eğitim politikası ortaya konulmuş, eğitim genel manada seküler çizgiden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Oysa böyle bir politik tutumla, AB uyum sürecini yönetemezsiniz. Zaman zaman piyasalara faydası olacak oportünizmi ile, AB 'ye ka­ tılma noktasında istekli olduğumuz vurgulanmakta, ancak muhatapları­ mızda bunun bir karşılığı olmadığı anlaşılmaktadır. Yani bir samimiyet sorunu olduğu açıkça ortadadır. Özetle, AB üyelik süreci iç politik malzeme olarak kullanılmış, iç politikada iktidarın demokratik taleplere ihtiyacı kalmayınca, süreç ne­ redeyse buruşturulup çöpe atılmıştır. Dahası, Ak Parti yönetimi, kendi hesaplarına uyacak biçimde AB sü­ recini kullanmış, demokratikleşme yönünde kendi düşünce dünyasına kulvar açacak fırsatları yakalamış, devlette belirli bir hakimiyet oluş­ turduktan sonra da, İslamcılık siyasetine geri dönerek, Batı'ya sırtını çevirmiştir. Angela Merkel'le, Emmanuel Macron'la, Mario Draghi ile yan yana oturmaktansa, Şeyh Al Sani ile, Selman Bin Abdülaziz ile, Muhammed Mursi ile yan yana oturmayı tercih etmiştir. Kim bilir kültür bunu gerektiriyordu belki de ... Oysa yaklaşılan Arap dünyası, ne demokrasiye, ne insan haklarına, ne de doğaya saygısı olan, hak arama bilincinin gelişmediği, kadının ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü, aşiret bağlarının sıkı bir biçim­ de devam ettiği, eğitim seviyesinin son derece düşük, biat kültürünün egemen olduğu, teknoloji üretemeyen, çoğu petrol zengini Ortaçağ zih­ niyetinde bir dünya idi.

153

Cumhuriyet Mitingleri 2000 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin 1 O. Cumhurbaşkanı olarak se­ çilen Ahmet Necdet Sezer'in görev süresi 16 Mayıs 2007'de doluyordu. Ak Parti'nin yeni cumhurbaşkanının seçiminde ser verip sır vermeme­ si ve sessizliği karşısında, zamanın zinde güçleri yeni Cumhurbaşka­ nının Ak Parti kadrolarından seçilmesini istemiyorlardı ve buna karşı 'Cumhuriyet Mitingleri' adı altında geniş katılımlı mitingler organize etmeye başlamışlardı. O sırada kulislerde Başbakan Erdoğan'ın veya Abdullah Gül'ün aday olabileceği lafı dolaşıyordu. Bahse konu zinde güçler, seçildiği tarihten itibaren Ak Parti 'nin meş­ ruiyetine itiraz eden ve halkın tercihlerinin seyrini anlamakta zorlanan güçlerdi. Gerçi laiklik ve demokrasi konusunda tutum ve kanaatlerinde sonradan haklı çıksalar da, uyguladıkları strateji ile esasen Ak Parti'nin ekmeğine yağ sürdüklerinin farkında değillerdi. Dönemin Ankara ege­ menleri, şiir okuduğu için Erdoğan'ı hapse attırmalarının, milletvekili seçilmesine başta izin vermemelerinin, halk nezdinde Erdoğan bağlılı­ ğını artırmaktan başka bir işe yaramadığının da farkında değillerdi. Halkın duyarlılığını, tepkilerini hesaba katamayan aynı egemenler başörtüsü ve laiklik konusundaki hassasiyetlerini devam ettiriyor, Cum­ hurbaşkanlığı makamının kendileri açısından verilmemesi gereken son kale olduğunu düşünüyorlardı. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Baş­ kam, eski Jandarma Genel Komutam Şener Eruygur'un başım çektiği miting organizasyonuna Atatürkçü Düşünce Derneklerinin (ADD) tamamı katılıyor, CHP ve iktidar karşıtı birçok sivil toplum örgütü de mitingleri destekliyordu. İlk miting 'Cumhuriyetine sahip çık' sloga­ nı ile 14 Nisan 2007'de Ankara'da düzenlendi. Anıtkabir önünde yapı­ lan bu ilk mitinge katılım oldukça yüksekti. 1.5 milyona yakın kişinin katıldığı mitingde akıldışı bir tutumla Avrupa Birliği karşıtı sloganla­ rın atılması dikkat çekiyordu. Oysa toplum AB sürecine yüzde 75 gibi yüksek bir oranda destek veriyordu. Cumhuriyet Mitinglerini organize edenler, halka rağmen sürdürülen bu politikanın, eğer seçim olacaksa bir işe yaramayacağını göremiyorlardı. 154

Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği 'nden emekli olan Tuncer Kılınç Paşa, bir televizyon programında, 'biz artık eskisi gibi silahlı kuvvetlerin siyasete aktif biçimde müdahale ettiği bir dönemi ge­ ride bıraktık. Bundan böyle sivil toplumu örgütleyerek müdahale sürecini yöneteceğiz' minvalinde bir konuşma yapmıştı. Bu konuşma­ nın da tesiri ile, cumhuriyet mitinglerinin hükümeti devirmeye yönelik bir başkaldırı olduğu kanaati toplumda yayılmakta, Ak Parti de bunu fırsata çevirmeye çalışmaktaydı. Nitekim daha sonra Nokta dergisi Şe­ ner Eruygur Paşayı, Jandarma Genel Komutanlığı sırasında 'Sarıkız' ve 'Ayışığı' adlı darbe planları ile itham etmiş ve TSK'nın sivil toplum kuruluşlarını 'psikolojik savaş aracı' olarak kullandığı iddiasına yer vermişti. Yine derginin 29 Mart tarihli sayısında da Deniz Kuvvetle­ ri Komutanı Özden Örnek'le ilgili notlara yer verilerek, bu notlarda kuvvet komutanlarının iktidara karşı darbe planladığı, ancak darbenin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından engellendiği haberi yayınlanmıştı. Bu haberler üzerine Askeri Mahkeme kararı ile Nokta dergisine baskın düzenlenmiş ve bir süre sonra da dergi kapatılmıştır. Bu arada TBMM Cumhurbaşkanlığı adaylığı için son başvuru tari­ hini 25 Nisan, ilk tur oylama gününü de 27 Nisan olarak belirlemişti. Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Cumhuriyet gazetesinde 2006'da yayınlanan bir yazsısında, 'Anayasa'da belirtilen 367 raka­ mının sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu' ortaya atmıştı. Bu görüşe göre TBMM'de cumhur­ başkanlığı seçimi için yapılacak oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiği, aksi halde seçimin geçersiz olacağı iddia ediliyordu. Bu du­ rum meclisteki sandalye sayısı 354 olan Ak Parti'nin tek başına cum­ hurbaşkanını seçemeyeceği anlamına geliyordu. Esasen saygın hukukçulara göre 367 tezi bir garabetti ve hukuka uy­ gun değildi. Zaten bu olay, siyasi tarihimize de '367 krizi' olarak geç­ ti. Ak Parti dönemin Dışişleri Bakanı ve Kayseri milletvekili Abdullah Gül'ü Cumhurbaşkanı adayı gösterdi. İlk tur oylamada Gül 357 oy aldı. Oylamanın akabinde CHP, toplantı yeter sayısı 367'dir tezi üzerinden oylamanın iptali istemi ile Anayasa Mahkemesi 'ne başvurdu. Anaya­ sa Mahkemesi 1 Mayıs'ta verdiği karar neticesinde 367 toplantı yeter 155

sayısını doğru kabul ederek, ilk tur oylamayı iptal etti. İptal üzerine Ak Parti, 3 Mayıs 2007 tarihinde TBMM Genel Kurulu'nda yapılan oyla­ mayla erken seçim karan almış ve seçimlerin tarihi 22 Temmuz 2007 olarak belirlenmiştir. 27 Nisan'daki ilk tur oylamanın yapıldığı günün akşamı, Genelkur­ may Başkanlığı İnternet sitesine, sonradan e-muhtıra olarak adlandı­ rılacak olan ve laiklikle ilgili hassasiyetlerin dile getirildiği bir basın bildirisi konuldu. Daha önce verdiği beyanatta, 'Seçilecek cumhurbaş­ kanının Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilkelerine sözde değil özde bağlı olan birinin seçilmesini umut ediyoruz' diyen dönemin Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, bildiriyi kendisinin kaleme aldığını söylemiş ve sahiplenmişti. Hükümet ise bildiriye karşı sert bir cevap vermişti. Bildiri sonrasında 5 Mayıs 2007'de İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'ndaki Başbakanlık ofisinde Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile Başbakan Erdoğan arasında 13S dk. süren bir görüşme yapılmış, ancak görüşmenin içeriği kamuoyuna açıklanmamış, bir sır olarak kalmıştı. Bu arada Cumhuriyet Mitingleri de hız kesmeden devam ediyordu. İkinci miting 29 Nisan'da İstanbul Çağlayan'da yapılmış, yine büyük kalabalıklar toplanmıştı. Manisa, Çanakkale ve son olarak da İzmir mi­ tingi ile Cumhuriyet Mitingleri tamamlanmıştı. Yeri gelmişken hatırlat­ makta fayda var, sonraları 180 derece dönüş yaparak iktidarın yanında konuşlanan ve birçok televizyon programında iktidarın adeta avukat­ lığına soyunan Prof. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu, o mitinglerin hükümet aleyhine konuşan en ateşli sözcülerindendi. Muhalefetin ve cumhuriyet mitinglerinin amacı erken seçime git­ mek ve meclisteki çoğunluğu ile Ak Parti'ye cumhurbaşkanını seç­ tirmemekti. Ancak muhalefetin evdeki hesabı çarşıya uymadı ve Ak Parti bu defa oylarını yaklaşık 12 puan artırarak yüzde 46.58 'e çıkardı. Muhalefet, halkın kendi tercihlerine karşı uygulanan hukuk dışı tutuma ve iktidarı zorla değiştirme çabalarına karşı, Ak Parti seçmeninin konsolide olduğunu göremiyordu. Seçimlerin sonucunda Ak Parti 367 milletvekiline ulaşamadı ancak yüzde 14 oy ve 71 milletvekili ile mec­ lise giren MHP'nin desteği ile Abdullah Gül Türkiye Cumhuriyeti 11 .Cumhurbaşkanı seçildi. 156

Gerçi Cumhuriyet Mitinglerinin son derece barışçıl mitingler oldu­ ğunu da burada belirtmek lazımdır. Bu mitingler süresince hiçbir yerde tatsız bir olay ya da taşkınlık yaşanmadı. Protestolar medenice yapıldı, cam çerçeve kınlmadı. Bu arada 22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesi Demokrat Parti ça­ tısı altında toplanmaya çalışan merkez sağ sürecinde ilginç bir olay ya­ şandı. Önce 5 Mayıs 2007'de kameralar karşısına geçen DYP ve ANAP Genel Başkanları, her iki partinin bir protokol çerçevesinde birleşece­ ğini ve Demokrat Parti çatısı altında 22 Temmuz seçimlerine gireceği­ ni kamuoyuna duyurdular. Arkasından 7 Mayıs 2007 tarihinde yapılan Doğru Yol Partisi Genel Kurulu'nda, DYP adını ve logosunu değişti­ rerek Demokrat Parti adı altında yeniden yapılandı. Bu esasen merkez sağda bir büyük buluşmanın ilk adımıydı. Nitekim Anavatan Partisi de kendisini feshederek DP'ye katılacaktı. Bu arada ANAP 20 kişilik Mec­ lis Grubuna sahipken, DYP'nin 3 milletvekili vardı. Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu'nun anlattığına göre, "Anavatan Parti­ si'nin, Demokrat Parti'y e katılma kararı almak amacı ile topladığı Genel Kurul'a Mehmet Ağar gelecek ve o günkü Demokrat Parti tüzel kişiliğinin yasal temsilcisi sıfatı ile, bu birleşmeye dair taahhüt­ lerini ilan edecekti. Ancak binlerce insan kongre salonunda Mehmet Ağar'ı söz verdiği gibi bir beyanda bulunması için beklerken, Ağar bu genel kurula gelmemiş, bunun yerine Türkçe Olimpiyatları'na gidip Fetullah Gülen'e övgüler düzen konuşmalar y apmıştı." (27) Bu arada Anavatan Partisi yine de Mehmet Ağar'a güvenip Yük­ sek Seçim Kurulu'na müracaat ederek, seçime Anavatan Partisi ola­ rak değil Demokrat Parti çatısı altında katılacaklarını bildirdi. Oysa YSK'ya Demokrat Parti'nin verdiği listelerin içinde bir tek Anavatan Partili aday yoktu. Erkan Mumcu'ya göre bu olayın sorumlusu Mehmet Ağar'dı. Zira Ağar bu konuda kamuoyunu tatmin edecek herhangi bir açıklama da yapmadı. Halbuki bu birleşme sabote edilmeseydi, Demokrat Parti çatısı altın­ da merkez sağ çok yüksek ihtimalle TBMM'ye girecek ve Ak Parti tek başına iktidar olamayacaktı. 157

Şimdi gel de kuşkulanma. Mehmet Ağar'ın oğlunu Ak Parti'den milletvekili yapması, Bodrum Yalıkavak Marina'da görev alması, yar­ gılanmakta olduğu dosyaları nedeniyle Ak Parti üst yönetimi ile girdiği ilişkilerin temeli, acaba 2007 seçimleri öncesi DP çatısı altında merkez sağın birleşmesi hadisesi sırasında mı atıldı? Anlıyoruz ki, Erkan Mumcu bu konularda yaptığı değerlendirmeler­ de ve ağır konuşmalarda meğerse yerden göğe kadar haklıymış. Bu arada Mehmet Ağar Susurluk davasından 5 yıl hapis cezası al­ mış, 2012 yılında cezası onaylanarak Aydın'ın Yenipazar Cezaevinde girip, kendisi için özel hazırlanmış adeta otel koşullarında 2 yıl hapis yatmıştı. Acaba bu mahkumiyete giden sürecin ve muhtemel infazın da mı pazarlığı 2007'de yapılmıştı diye, insanın aklına gelmiyor değil? Cumhuriyet Mitingleri başta olmak üzere, bütün bu olup bitenler Ak Parti iktidarını güçlendiriyor, Recep Tayyip Erdoğan'ın uzun vadeli hesaplarına adeta yol açıyordu. Bu arada Ak Parti'nin meşruiyetini bir türlü kabul etmeyen zinde güçlerin sayesinde yaşanan travmatik süreç­ lerin, Erdoğan'daki 2007 sonrası dönemde tedrici olarak başlayan an­ cak 2010 anayasa referandumu ile iyice belirginleşen geriye dönüşte, aslına rücu etmede etkisi olduğunu söyleyenler var. Ancak esas liderlik, gücü tamamen elde ettikten sonra ortaya çıkan iradenin kudretinde sak­ lıdır. Yani siz devleti bütün kurumları ile birlikte elde ettikten sonra, bunu bir ele geçirme olarak görüp, lise yıllarından kalma takıntılarla müceh­ hez ideolojinizi, hukuk, adalet ve demokrasiye dair güzellemelerinize rağmen, üstelik toplumu alabildiğine kutuplaştırarak devlet hayatına geçirmeye çalışırsanız, bunun adı büyük liderlik olmaz.

Ergenekon Kumpas Davaları Ergenekon kelimesi, Türk Tarihi açısından kıymet izafe edilen, Türkle­ rin Avrupa'ya ve ÖnAsya'ya yayılmak üzere OrtaAsya'dan çıkışı üzerine öyküleyici bir yöntemle anlatılan efsaneyi ifade eder. Ünlü toplumbilim­ cimiz ve edebiyatçımız Ziya Gökalp, Ergenekon adlı şiirinde şöyle der: 158

Börteçine kurdun adı, Ergenekon yurdun adı, Dört yüz sene durdun hadi, Çık ey yüz bin mızrağımız! Yurt girince yad eline, Ergenekon oldu yine! Çıkmaz mı bir Börteçine? Nurlanmaz mı çerağımız ... l 997'de kaleme aldıkları Ergenekon adlı kitapta Can Dündar ve Celal Kazdağlı, Ergenekon 'un devlet içinde devlet olduğunu yazmak­ ta ve NATO bünyesinde birçok NATO ülkesinde kurulmuş bulunan il­ legal Gladio örgütlenmesinin Türkiye'deki izdüşümü olduğunu iddia etmektedirler. Dündar ve Kazdağlı kitapta şöyle diyor: 'Soğuk savaş yıllarında Amerikalılar, Komünizmin yayılmasını önlemek için, CIA desteği ile çeşitli Avrupa ülkelerinde paramiliter örgütler kur­ muşlardı. Amaç, Komünistlerin gerilla savaşına karşı kontrgerilla faaliyeti yürütecek birimler oluşturmaktı. Komünizmin en güçlü olduğu italya'da başlayan bu faaliyet, kısa zamanda tüm NATO ül­ kelerine yayılmıştı. Bu gizli örgütlenmenin faaliyetlerinden bazen Başbakanların bile haberi olmuyordu. '(28) Yukarıdaki tespitin tamamen doğru olduğu bu çalışma, l 980 ön­ cesindeki katliamlardan Özal suikastına, Uğur Mumcu cinayetinden Susurluk skandalına kadar pek çok olayı, o olaylara bağlı ilişkileri ve aktörleri konu ediniyor. Gerçi Ergenekon diye adı belgeye bilgiye dayanan, somut bir örgüt­ sel yapılanmadan bahsetmek mümkün gözükmüyor. Böyle bir örgü­ tü, kuruluşunu, kurucularını deşifre eden somut hiçbir bilgi ve belge yoktur. Yani Can Dündar'ın kitabında bahsedilen Ergenekon da, FETÖ örgütlenmesinin ortaya attığı Ergenekon iddiası da somut bilgi ve bel­ gelere dayanmıyordu. Can Dündar ve Celal Kazdağlı, NATO kaynaklı Gladio tarzı bir yapılanmanın, ya da derin devlet dediğimiz organizas­ yonun izdüşümünü, Ergenekon olarak adlandırıyorlardı. Ergenekon soruşturmalarının kirli yanı, operasyonun, o zamanki adıyla Fethullah Gülen Cemaati üzerinden gerçekleştirilen, kuvvetle ih159

timal CIA kaynaklı bir operasyon olmasına rağmen, aynı kaynak esasen kendi kurdurduğu Gladio yapılanmasına karşı operasyon yapıyordu. Bu arada hemen belirtmeliyiz ki, Ergenekon soruşturmalan kapsamında gözaltına alınanlann, tutuklananlann önemli bir bölümü bahse konu Gladio örgütlenmesinin içinde değildi. Bu öylesine ince ve hassas bir sahtekarlıktı ki, özü itibarıyla TSK'nın darbe geleneğini tasfiye proje­ si olarak sunulmuştu. Oysa o darbe geleneğinin arakasında da yıllarca aynı dış dinamiğin etkileri vardı. Sonradan anlıyoruz ki, operasyonun esas amacı, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni destabilize etmek, TSK'dan he­ sap sormak, içerde sürdürülen PKK ile mücadeleyi baltalamaktı. Peki dış dinamik neden TSK'dan hesap sormak istiyordu? 1991 'de Körfez Savaşı sona erdikten sonra, çıkan isyanlar netice­ sinde Saddam Hüseyin'in Kuzey'de Kürtlere yönelik saldınlarını önle­ mek, büyük göç dalgalannı durdurmak üzere, ABD, İngiltere ve Fransa, Türkiye'de bir askeri güç bulundurmayı planladılar. Türkiye de bu güce destek verdi. Adına esasen 'Poised Hammer' yani 'kalkık horoz' (bu­ radaki horoz tabanca horozudur) denilen, ancak Türkçeye 'Çekiç Güç' olarak çevrilen bu organizasyonun bünyesinde ABD helikopterlerinden PKK'ya lojistik destek sağlandığına, Kuzey Irak'ta PKK'nın bu organi­ zasyonla korunduğuna dair birçok iddia o döneme damgasını vurmuştu. Hatta içinde Türk subaylannın bulunduğu Çekiç Güce bağlı ABD uçak veya helikopterlerinden PKK'ya gıda ve ihtiyaç yardım paketleri atıldığı da çokça söylendi. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, söylentiler ayyuka çıkınca, 'gök kubbeyi Amerikalıların başına y ıkarım' şeklin­ de toplumu rahatlatan ama gerçekçi olmayan bir beyanda bulunmuştu. Çekiç Güç hakkındaki bu iddialar, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde büyük rahatsızlık yaratmış olacak ki, 90'lı yıllardan itibaren ABD'nin dostluğundan şüphe eden TSK içinde anti Amerikancı bir damarın yük­ seldiğine tanık oluyoruz. Nitekim Harp Akademileri'nde düzenlenen bir sempozyumda, dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, 'ABD' yi göz ardı etmeden Türkiye'nin, Rusya ve lran'ı da içine alan bir bölgesel arayışa girmesi gerek­ tiğini' söyledi. Bunu her ne kadar kendi düşüncesi olarak ifade etse de, Kılınç paşanın bu mesajı TSK içinde bir anti Amerikancı tutumun 160

yükselmekte olduğunun göstergesiydi. İşte bu yüzden olacak ki, daha önce NATO ile TSK bünyesine sızan CIA, bu defa Fethullah Gülen Cemaati üzerinden Türk Silahlı Kuvvet­ leri bünyesine daha güçlü bir biçimde yerleşerek, hem 'Ilımlı İslam' dedikleri projeyi hayata geçirmek, hem de TSK'daki anti Amerikancı tutumu zayıflatmak için, sonradan Fethullahçı Terör Örgütlenmesi ol­ duğu anlaşılan yapıyı kullanarak, Ergenekon davaları süreci başlatılmış oldu. Bu süreçte CIA'nın parmağı olduğu, Türkiye'de uzun yıllardır gerçekleştirilen diğer örtülü Gladio operasyonları kadar açık biçimde belliydi. 15 Temmuz darbe girişimi de bunu kanıtlar nitelikteydi. Ergenekon örgütlenmesi ile ilgili ilk soruşturma, 12 Haziran 2007'de İstanbul Ümraniye'de bir gecekonduda 27 el bombası bulunması sonu­ cunda başlatıldı. 400 civarında sanıklı davanın duruşmaları, Silivri'de hususi bir biçimde düzenlenen cezaevinde başladı. Aralarında çok sayıda emekli ve görevde olan ve PKK 'ya karşı mü­ cadele etmiş subayların, astsubayların, bazı mafyamsı yapı liderlerinin, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in ve bazı gazetecilerin de bulunduğu çok sayıda kişi bu operasyonlarda tutuklandı. Emekli Jan­ darma Genel Komutanı Şener Eruygur, emekli l .Ordu Komutanı Hurşit Tolon, Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Bal­ bay, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, Büyük Hukukçular Birliği Başkanı Av. Kemal Kerinçsiz, Gazeteci Tuncay Özkan, gaze­ teci yazar ilhan Selçuk gibi pek çok ünlü isim tutuklananlar arasın­ daydı. Aslında Ergenekon soruşturmaları bir başka yönüyle, özellikle TSK 'nın Ak Parti iktidarının meşruiyetini kabul etmeme tarzı çıkışları­ na yönelik, ABD'nin destek verdiği Ak Parti-Fethullah Gülen işbirliği üzerinden bir tür karşı koyma girişimiydi. Zira operasyonların gerekçe­ lerinde hükümete yönelik darbe girişimleri dava dosyalarında ağırlıklı olarak yer tutuyordu. Önceki bölümlerde de ifade ettiğim gibi, 25 Aralık 2014'te CNN­ Türk'te Ahmet Hakan'ın 'Tarafsız Bölge' programında, eski dönem AK Parti Diyarbakır milletvekili olan ve şimdi de 2021 Kongresi'nde Ak Parti Merkez Karar Yönetim Kurulu(MKYK)'na alınan Abdurrah­ man Kurt, 'ABD-Cemaat-Ak Parti işbirliği ile, Türkiye'de askeri 161

vesayeti yıktık' diyerek, bu işbirliğini ve işbirliğindeki dış dinamiğin etkisini adeta ifşa ediyordu. (29) Kamuoyuna TSK'nın darbe geleneğinin tasfiyesi gibi prezante edilen operasyonlar, sonradan anlıyoruz ki, iki ucu kirli değnek gibi hem TSK'ya zarar veriyordu, hem de Gülen hareketinin devleti ele geçirme amacına hiz­ met ediyordu. Ergenekon kumpası ile aynı zamanda Gülen hareketi üzerin­ den, bir tür espiyonaj (casusluk) faaliyeti gerçekleştiriliyor, devlet sırları dış unsurlara iletiliyordu. Dalga dalga kendini gösteren Ergenekon operasyonları kapsamında Türkiye'nin çok kıymetli akademisyenleri, alanında saygın şahsiyetleri gözaltına alınıyor, peş peşe tutuklanıyorlardı. Mesela Başkent Üniver­ sitesi kurucu rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal bunların başında ge­ lir. Yine Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran, 19 Mayıs Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Ferit Bernay, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı, Malatya Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu gözaltına alınıp tutuklandılar. Türkiye'de Cüzzam hastalığı ile mücadelenin abideleşmiş ismi, Çağ­ daş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan'a da çok eziyetler edildi, evi arandı, ÇYDD arandı; gözaltına alınmadı, tutuklanmadı ancak çokça onur kıncı muameleye tabi tutuldu. Bu arada emekli olduktan yaklaşık 17 ay sonra eski Genelkurmay Başkanı Or­ general İlker Başbuğ, 'silahlı terör örgütü yöneticiliği ve hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs' suçlamaları ile önce gözaltına alındı, arkasından da tutuklanarak cezaevine konuldu. Pek çok onurlu insana iftiralar atıldı, karalandı ve yıpratıldılar. Aralarında bu karalamalara, aşağılamalara dayanamayıp intihar edenler oldu. İddianamelerde Ergenekon, 'terör örgütü' olarak tanımlandı, üye ve yöneticileri olduğu iddia edilen kişiler, hükümete karşı darbe te­ şebbüsü ile suçlandı. Yine Ergenekon örgütü 'ülkede kanlı eylemler gerçekleştirerek, anarşi, terör ve güvensizlik ortamı oluşturarak, ülkemizin gelişmesini engelleyen bir örgüt' olarak tanıtıldı. Dava daha baştan sakat doğmuştu. Davalar süresince hukukun te­ mel ilkeleri, evrensel hukuk kaideleri, özellikle de masumiyet karinesi 162

bütünü ile ihlal edildi. Tutuklulann uzun süre mahkemelere çıkarılma­ yışı, cezaevi koşullannın sağlıksızlığı sürecin insan haklan açısından en çok eleştirilen konuları oldu. Ergenekon terör örgütünün finansörü olarak gösterilen Kuddusi Okkır, yoksulluk içinde vefat etti. Sağlık nedenleri ile tahliye edilen ve tahliyesinden birkaç gün sonra da vefat eden Okkır'ın eşi, cenazesini hastaneden alabilmek için gereken 1600 TL'yi ödeyemedi ve taahhütname imzalayarak cenazesini alabildi. O gün kılıçları çift taraflı kesen ve esas güçlerini Ak Parti iktidanndan alan Gülen Cemaati (FETÖ) mensupları, vicdandan ari bir tutum için­ de, muhataplarına bin bir iftira atabiliyor ve merhametsiz, acımasız bir biçimde davranabiliyorlardı. Aslında, 31 Mart Tezkeresi'nin meclisten geçmemesi ve TSK'nın o sırada çekimser kalması üzerine, ABD tara­ fından verilen TSK'nın bumunu sürtme görevini, bir casusluk örgütü sıfatı ile ve iktidarla işbirliği içinde yerine getiriyorlardı. Gizli tanıklık gibi bir garabet, duruşmalar boyunca büyük haksızlık­ lara vesile oldu. Devletin Genelkurmay Başkanı ilker Başbuğ, Bin­ göl 'de 24 Mayıs 1993'te 33 erimizi şehit eden PKK'nın ikinci adamı Şemdin Sakık'ın gizli tanıklığı ile tutuklanıyor ve 26 ay cezaevinde kalıyordu. Hem de terör örgütü kurmak ve yönetmek suçlaması ile. Si­ livri 'deki sözde mahkemede Türk Silahlı Kuvvetleri ile PKK terör ör­ gütü adeta karşı karşıya getirildi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında 20 l 9 yılında, yani davanın başlangıcından tam 12 yıl sonra, yeniden yargılama neticesinde, İstan­ bul 4. Ağır Ceza Mahkemesi örgüt üyeliği ile suçlanan tüm Ergenekon sanıklannın beraatine karar verdi. Böylece çok sayıda mağdur insanın yaratıldığı, ölümlere, ailelerin parçalanmasına ve büyük haksızlıklara neden olan karanlık bir dönem tarihin çöp tenekesine gönderildi. Netice itibarı ile TSK'nın darbe geleneğini ve militarizmi tasfiye etme mücadelesi hukuk katledilerek, iftiralara, yalanlara, uydurma bel­ gelere kurban edildi. İntihar edenler, yuvası yıkılanlar, hayatı kararan­ lar, tutukluluk süresine dayanamayıp ağır hasta olup ölenler de cabası. Darbe geleneğinin tasfiye süreci bu kabil hilelere kurban edildiği ve iyi niyet içermediği için, süreç vahim bir talihsizlik, demokrasimiz açısından da büyük bir kayıp olmuştur. 163

Ak Parti'ye Kapatma Davası Ak Parti'yi iktidara taşıyan kilometre taşları nasıl döşendi ise, adeta Ak Parti'nin iktidar ömrünü uzatmaya dönük işler de aynı biçimde icra ediliyordu. Sanki bir el, nasıl yaparız da Ak Parti 'ye olan seçmen deste­ ğini daha da artırırız diye çırpınıp duruyordu. Önce Erdoğan'ın Siirt'te okuduğu bir şiir nedeni ile getirilen yasaktan ötürü milletvekilli olama­ yışı, sonra Siirt'te hemen her ilde olabilecek sudan gerekçe ile seçimin iptali ve Erdoğan'ın Siirt'ten ironik bir biçimde milletvekili seçilmesi, 367 garabeti, e-muhtıra, derken şimdi de Ak Parti'ye kapatma davası ... Zaten seçtiği ve bağlandığı siyasi parti ve liderlerinin darbeler ne­ deni ile birer birer tasfiye oluşuna içerlemiş olan muhafazakar kitle, bütün bu olup bitenlerden ötürü Ak Parti ile daha bir duygudaşlık kuru­ yor, mağdur edici uygulamaların haklı olarak kendisini, kendi tercihle­ rini hedef aldığı zehabına kapılıyordu. Nitekim her geçen gün Ak Parti seçmeni safları sıklaştırıyor, hiçbir zaman oy vermeyi düşünmeyecek birçok kişi bile, bu haksız tutum karşısında Ak Parti saflarına katılı­ yordu. Devletin zinde güçleri, Ak Parti'nin meşruiyetini bir türlü kabul etmiyor, 201 l sonrasında evrildiği Siyasal İslam çizgisinin emareleri henüz ortada yokken, adeta toplumla inatlaşma biçiminde bir tutum ser­ giliyorlardı. Yeri gelmişken, şunun da altını çizmek gerekir. Bugün gelinen nok­ tada, o günkü zinde güçlerin bilerek ya da bilmeyerek ciddi parmağı vardır. 'Biz bu noktaya gelineceğini bildiğimiz için böyle davranıyor­ duk' deme hakları hiç yoktur. Zira toplumun duyarlılıklarını hesaba kat­ madan, sosyolojiye bakmadan yapılan o müdahalelerin, bizi getirdiği nokta burasıdır. Şüphesiz Ak Parti liderliği, bütün bunlara rağmen gele­ ceği akıl gözü ile okuyan bir ferasete sahip olabilseydi, Türkiye bugün başka bir yerde olurdu. Ancak devletin zinde güçleri, sürüklenen bu sü­ rece adeta ışık tuttular, seçmendeki saftan sıklaştırmaya katkı koydular. Bazen bunun bilinçli olarak yapıldığı yönünde de kuşkuya kapılmıyor değilim. 164

14 Mart 2008'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yal­ çınkaya, 'laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği' iddiası ile Ak Parti 'nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Ana­ yasa Mahkemesi başvuruyu kabul etti ve 17 Mart 2008'de dava başla­ mış oldu. Halbuki Ak Parti, o güne kadar ki uygulamaları ile bu ithamı hak etmemişti. Anayasa Mahkemesi 18 Mart'ta dosyanın Raportörlü­ ğüne Doç. Dr. Osman Can 'ı atadı. Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya Anayasa Mahkemesi 'nde iddianamedeki görüşlerini tekrarlayarak, ara­ larında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan'ın olduğu 71 kişiye siyasi yasak getirilmesini talep etti. Mahkeme sonunda Ana­ yasa Mahkemesi Ak Parti 'nin kapatılması talebini kabul etmedi, ancak hazine yardımının yarı yarıya indirilmesini karara bağladı. Bu karar bile seçmen üzerinde ciddi bir travma etkisi yarattı ve iler­ leyen zamanda Ak Parti'nin oylarının daha da artacağı yönünde emare­ ler kendini göstermeye başladı. Yani zinde güçlerin bütün bu zamansız ve haksız uygulamaları, seçmen duvarına çarpıp geri dönüyordu. Cum­ huriyet tarihi boyunca aynı yanlış hep tekrarlandı ve her defasında istenen, beklenen sonuç elde edilemedi. Aynı yanlış uygulamayı tek­ rarlayarak farklı sonuçlar elde etme yanılgısına düşen devlet aklı, yine yeni bir yanlışa imza atıyordu. Devlet geleneğimizde maalesef sorunların köküne inerek, yani kök sorunu masaya yatırarak çözüm arayışı pek olmamıştır. Bu yüzden de­ mokrasi için, yürürlükteki rejim için tehdit oluşturan partileri kapatma girişimleri, hiçbir zaman çözüm olamamıştır. Aksine bu tutum, o parti­ lere ilgiyi artırmış, etki tepkiyi doğurmuştur.

2008-2009 Ekonomik Krizi Türkiye' de 2008 'e gelene kadar son 14 yılda 2008 yılı dahil 3 büyük ekonomik kriz yaşanmıştır. İlki Nisan 1994 krizi, ikincisi Şubat 2001 krizidir. 2008' de de ciddi bir kriz yaşanmıştır. Esasen 2008 krizi küresel piyasaların krizi iken, Türkiye bu krizi çok zor olmayan bir biçimde atlatmıştır. Sebebi, geçmiş dönem güçlü ekonomiye geçiş programına 165

sadık kalınması, ekonomide popülizme henüz geçit verilmemiş olma­ sıydı. Bu sayede söylendiği gibi teğet geçmese de, piyasalarda büyük kırılmalar yaşamadan kriz atlatılabilmiştir. 1929 Büyük Buhranından (Great Depression) sonra, dünyanın yaşadığı en büyük kriz olarak değerlendirilen 2008 Ekonomik Krizi, ilk olarak 2007 yılında ABD'de finansal kriz olarak ortaya çıktı. Daha sonra dalga dalga tüm dünyaya yayılarak, büyük çaplı finansal ve eko­ nomik krize dönüştü. Kriz ilerleyen süreçte Büyük Durgunluk (Great Recession) olarak da adlandırıldı. İpotekli konut piyasasında başlayan kriz, bir diğer adı ile Mortgage krizi finansal sektörün tümünü etkileyerek, kısa sürede dünyanın tama­ mına yayılmıştır. ABD'de 620 milyar dolar civarında bir değere sahip olan, Amerikan piyasasının dördüncü büyük yatırım bankası ve dünya genelinde birçok ülkede şubeleri ve on binlerce çalışanı olan Lehman Brothers iflas başvurusunda bulundu ve battığını ilan etti. Lehman Brothers'ın batışı tarihteki en büyük banka iflası olarak değerlendirildi. Bu durum tüm dünyada, bankalara, finans piyasalanna, finansal araç­ lara ve değerlendirme kuruluşlanna olan güveni büyük oranda sarstı. ABD'de bankalar 2000'li yıllardan itibaren ilk yıllardaki faizleri düşük, geri ödeme süresi uzun, ancak toplamda normal ipotekli faiz kredisine göre gayrimenkul satış kredisinin çok üzerinde bir faizle kre­ diler verdiler. Bu durum kredileri çok cazip hale getirirken, konut piya­ salannda da büyük bir yükselme yaşandı. Bankalar ve finans çevreleri bunu fırsata çevirmek için çok uzun dönemli krediler vermeye başla­ dılar. Hem de düşük gelirli ailelere bu kredi olanaklannı sundular, en kötü ihtimalle ödeyemeyen evlere el koyanz diye düşündüler. Ancak ABD gayrimenkul piyasasında fiyatların yüzde 30'u aşan oranda bir­ den bire düşmesi, kredilerin ödenememesi bankalan batışa sürükledi. 2008 yılının son çeyreğine doğru insanlar faizleri yükselen kredileri ödeyemediler ve bu durum büyük bir ekonomik krizin tetiklenmesine neden oldu. İngiltere'de ciddi bir kriz yaşanmadı, ancak Almanya, Por­ tekiz, Hollanda ve İspanya'nın başını çektiği Avrupa Birliği ülkelerinde bankalann kurtanlması için harekete geçilmiş, küresel krizin etkileri azaltılmaya çalışılmıştır. (30) 166

Krizden hemen tüm ülkeler, farklı derecelerde de olsa etkilendiler. Özellikle ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde tüketim harcamalarına ve ithal ürünlere olan talep azalınca, piyasalarda görülmemiş bir durgunluk ortaya çıktı. Bu ülkelere en çok ihracat yapan Çin ve Güney Kore ekono­ mileri de, bu talep daralmasından etkilenerek durgunluğa sürüklendiler. Kriz neticesinde, petrolün varil fiyatı 100 dolar seviyelerinden 30 dolar seviyesine geriledi. Bu durum başta Rusya ve Suudi Arabistan olmak üzere petrol ihraç eden ülkelerin ekonomik piyasalarını oldukça etkiledi. Türkiye'de bankacılık ve finans sektörü 2008 Ekonomik krizinden doğrudan etkilenmemekle birlikte, krizin etkileri reel sektörde hissedildi. Dış ve iç talepteki düşüş, finansman olanaklarındaki daralma, üretim, ihra­ cat, istihdam gibi makroekonomik göstergelerde sayısal görünümü aşağı­ ya çekmiş, buna rağmen ekonomide büyük iflaslar yaşanmamıştır. Ancak kriz bahsedildiği gibi teğet de geçmemiştir. İhracatının büyük bölümünü Avrupa Birliği ülkelerine yapan Türkiye, ihracattaki daralma nedeni ile bazı önemli sıkıntılar yaşamıştır. Nitekim 2007 yılında yüzde 4. 7 büyüyen Türkiye ekonomisi, 2008 yılında yüzde 0.9 büyürken, 2009 yılında krizin etkileri sonucunda yüzde 4. 7 küçülmüştür. Yani Türkiye bu büyük küresel krizin etkilerini, ekonomisindeki sağlamlık nedeni ile ufak hasarlarla at­ latmayı başarabilmiştir. Krizin az hasarla atlatılmış olmasında, Kemal Derviş döneminin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'nın ve bu prog­ rama samimiyetle sadık kalınmasının payı büyüktür. Esasen bu krizden ders alarak, geleceği daha risksiz ve iyi bir biçimde yönetebilmek varken, Türkiye'deki siyasal irade, herhalde bu krizi ko­ lay atlatmanın yarattığı şımarıklıkla, 2010'dan itibaren ekonomide ve siyasette popülizme sürüklenmiş, dış politikada iç ekonomik dengeleri alt üst edebilecek kararlara imza atmaya başlamış, inşaat rantı üzerinden büyümeyi sürdürerek reel sektörü ihmal etmiş ve kesintisiz devam eden bu yanlış politikalar yüzünden 2019' a geldiğimizde de duvara toslamıştır.

167

2010 Anayasa Deöisikliği Referandumu 12 Eylül 2010 tarihinde 26 maddeden oluşan bir anayasa değişikliği paketi, önce TBMM tarafından kabul edilmiş, sonra da Cumhurbaşka­ nı Abdullah Gül tarafından halkoyuna sunulmuştur. Paket, Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısın­ da önemli değişiklikler getirirken, kadına yönelik pozitif ayrımcı­ lıktan, kişisel verilerin korunmasına, yurtdışına yönelik seyahat kısıtlamalarını kaldırmaktan Askeri Şura kararlarının yargıya açılmasına, memura toplu sözleşme hakkından grev yasaklarının kaldırılmasına, Kamu Denetçiliği(Ombudsmanlık) kurumundan, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına kadar birçok madde­ yi içeriyordu. 12 Eylül 1980 darbesinde görev alanların yargılanmasını engelleyen Anayasa'nın geçici 15.maddesi de kaldırılıyor ve o dönemin aktörlerine yargı yolu açılıyordu. Dönemin ruhu gereği, o zamanki adıyla Fethullah Gülen Cemaati ile Ak Parti iktidarı meğer birlikte iş tutuyorlarmış. Sonradan anlıyoruz ki, anayasa değişikliği projesinin arka plandaki mimarlarından biri Fethul­ lah Gülen'miş. Nitekim Fethullah Gülen Pensilvanya'dan gönderdiği mesajda, 'ölülere bile oy kullandırmak lazım' diyerek gizli hesap­ larını deşifre ediyordu. Çocuk hakları, kadın hakları, kişisel verilerin korunması ve sendikal haklar gibi düzenlemelerin yanında esas mesele Anayasa Mahkemesi'nin ve HSYK'nın yapısı ile ilgili düzenlemeydi. Yani ilk bölümde bahsettiklerim, aslında bu iki yapıyı ele geçirme pro­ jesini cazip hale getiren makyaj tarzındaki düzenlemelerdi. Referandum, iktidarın yoğun propagandaları altında yüzde 57.88 'evet' ve yüzde 42.12 'hayır' şeklinde sonuçlanmış ve hemen akabin­ de HSYK'nın yapısı değiştirilerek, HSYK Gülen Cemaati 'nin sonra­ ki adı ile FETÖ'nün egemenliği altına girmiştir. Maalesef bu anayasa değişikliği sonrasında yargı sistemimiz tümüyle belirli bir zihniyetin kontrolüne geçmiş, yargı bağımsızlığı tamamen ortadan kalkmış ve devlet içten içe bütünü ile ele geçirilmeye başlanmıştır. 168

Anayasa değişikliği referandumunu pek çok demokrat aydın, yazar ve akademisyen 'yetmez ama evet' diyerek desteklemişti. Mesela bun­ lardan birisi de Prof. Dr. Murat Belge idi. Belge, referandum sonrası gelinen yerle ilgili şu değerlendirmeyi yaptı: 'Bütün bu olanlar so­ nunda bir kandırmacaya dönüştü. Ben de doğrusu kendimi kan­ dırılmış hissediyorum. Elim kırılaydı da oy vermeseydim diyecek halim yok, çünkü o zamanın şartlarında doğru davrandığımı dü­ şünüyorum. Ama yanıltan bir şey olduğu besbelli. Daha önce bizim desteklediğimiz, doğru işler yapan adam, meğerse gerçek olmayan bir Tayyip Erdoğan'mış. '(3 ı) Aslında 2010 anayasa referandumu, devlet için ciddi bir kırılma nok­ tası oldu. 'Evet' diyenlerin büyük çoğunluğu, 12 Eylül 1980 anayasasına karşı çıktıkları için, o anayasada bir gedik açılacağı için evet dediler. Hatta evet diyenler, hayır diyenleri 12 Eylül 1980 anayasasına sahip çık­ makla suçladılar. Evet diyenlerin büyük bölümü, 12 Eylül mağdurlarıydı aynı zamanda. Bu yüzden tutumlarında temelde haklıydılar. Ne var ki, süreç öyle gelişmedi ve büyük bir yanılgı ortaya çıktı. Demokratik hak­ lar bakımından yapılan değişiklikler uyum yasaları ile desteklenmez­ ken, HSYK ve Anayasa Mahkemesi'nin yapısını hemen değiştirdiler. Çünkü hesap devleti sinsice ele geçirme hesabıymış. Maalesef Ak Parti bu kirli hesaba kendi isteği ile alet olmuş, bedelini de halka ödetmiştir. Önceki bölümlerde birkaç kez yazdığım gibi, Ak Parti Diyarbakır eski milletvekili Abdurrahman Kurt'un, 'ABD-Cema­ at-Ak Parti işbirliği ile, Türkiye'de askeri vesayeti yıktık' sözünden, anayasa değişikliğinin nasıl bir sürece yelken açtığını anlamak müm­ kündür. Bugün Türkiye hala o anayasa değişikliğinin bedelini ödemeye devam etmektedir.

169

! .Hüseyin Besli-R.Tayyip Erdoğan Bir Liderin Doğuşu-İstanbul Matbaacılık-İstanbul 2010 sf.14 2.Hüseyin Besli-R.Tayyip Erdoğan Bir Liderin Doğuşu-İstanbul Matbaacılık-İstanbul 201O sf.28-29-32 3.YouTube-Medyascope-18.08.2016 4.Taha Akyol-Reform yıllan-www.karar.com-03. l l .2020 5.www.hurriyet.com-Ekonomiye Süper Bakan-03.03.2001 6. Taha Akyol-Reform yıllan-www.karar.com-03. l l .2020 7.Hüseyin Besli-R.Tayyip Erdoğan Bir Liderin Doğuşu-İstanbul Matbaacılık-İstanbul 2010 sf.283 8.Hüseyin Besli-R.Tayyip Erdoğan Bir Liderin Doğuşu-İstanbul Matbaacılık-İstanbul 2010 sf.285-288-289 9.www.dw.com-Türkiye basın özgürlüğü listesinde l 54.sırada-21.04.2020 1O.www.akparti.org.tr-Parti Programı-Şubat 2015 11.Temel Kavramlar-Kim Yayınlan-Öncü Basımevi-Ankara sf.85-86 12.Ak Parti 3 kasım 2002 Seçim Beyannamesi-sf.22-25 13.Yalçın Akdoğan-Muhafazakar Demokrasi-Ak Parti Yayım-Ankara 2003-sf.6-7-8-9-10-11-12 14. Yalçın Akdoğan-Muhafazakar Demokrasi-Ak Parti Yayını-Ankara 2003-sf. 71-83-133 15.Ak Parti Teşkilat Eğitimi Eğitmen El Kitabı-Adalet ve Kalkınma Partisi Yayını-Ankara 2006-sf.3-4-5 16.Ak Parti Teşkilat Eğitimi Eğitmen El Kitabı-Adalet ve Kalkınma Partisi Yayım-Ankara 2006-sf. 7-8 17.Ak Parti Teşkilat Eğitimi Eğitmen El Kitabı-Adalet ve Kalkınma Partisi Yayını-Ankara 2006-sf.9 18.www.cumhuriyet.com.tr-Başbakan Erdoğan' ın İzmir Mitingi Konuşması-02.08.2014 19.http://arşiv.sbah.corn.tr/2004/11/08/cp/yazl 254-20-110-20041107-102.html 20.arşiv.ntv.com.tr- AKP Acil Eylem Planı'nın tam metni- 16.11.2002 21.İlhan Tekeli-Sivil Toplum Kuruluşları ve Yerelleşmenin İç İçeliği-11.STK Sempozyum Kitabı-Tarih Vakfı Yayını-İstanbul 2002-sf.13-14-15 22.Tahsin Bulut-Şeffaf, Katılımcı ve Etkin Kent Yönetimi İçin Kent Konseyleri-Ekin Yayınevi-Bursa 2003-sf.49 23. www.akparti.org. tr-Parti Programı-Şubat 2015 24.Ak Parti Teşkilat Eğitimi Eğitmen El Kitabı-Dış Politika-Ankara 2006-sf.23-25-26 25.www.mynet.com-Erdoğan'a 'Y ılın Avrupalısı' ödülü-03. 10. 2004 26.www.ab.gov.tr-Türlciye Avrupa Birliği ilişkileri Kronolojisi-31.07.2020 27.https://www.indyturk.com-Erkan Mumcu: Biz MehmetAğar'ı Kongre Salonun­ da-13.05.2021 28.Can Dündar-Celal Kazdağlı-Ergenekon-İmge Kitabevi Yayınları-İstanbul 1997-sf.13 29.www.youtuba.com-AKP'li Eski Vekil Kurt Açıkladı-25.12.2014 30.www.onedio.com-Metehan Yeşilyurt-2008 ABD Ekonomik Krizinde Ne Oldu21.09.2018 3l.www.140joumos.com-2010 Anayasa Referandumunu Yeniden Düşünmek-25.07.2016

170

Yiğitlik, intikam almak değil tahammül etmektir. William Shakespearn

172

iV. BOLUM RÖVANSİST (İNTİKAMCI) SİYASETİN AYAK SESLERİ il

il

173

Kurucu iktidar Sorunu Türkiye'de 'kurucu iktidar' tartışması Cumhuriyetin kuruluşun­ dan günümüze kadar devam etmektedir. Kurucu iktidar kavramı, be­ lirli bir iradeyi ve bu iradenin oluşturduğu siyasal birlikteliği esas alır. 1921 Anayasası ya da daha doğru bir ifade ile Teşkilat-ı Esasiye Ka­ nunu, halk temsilcilerinin oluşturduğu 1920 meclisi tarafından yapıldığı için, millet iradesine dayanan bir kurucu iktidardan bahsedilmekte, 1924 Anayasası ise Atatürk'ün eliyle yazdığı milletvekillerinin kabul ettiği bir anayasa olması sebebi ile, kurucu iktidarın Kurtuluş Savaşı ve devrimler sonucunda daha dar bir çevre tarafından ortaya konulduğu söylenmek­ tedir. Bu eleştiri ilk bakışta doğru bir eleştiri gibi gelse de, Osmanlı'nın büyük trajedilerle dünya sahnesini terk ettiği ve yerine yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu, cehalet, yoksulluk ve salgın hastalıklarla boğuşan bir toplumda, kurucu iktidarın seçimle gelecek halk temsilcileri eliyle ortaya konulmasının, büyük zorlukları olacağı aşikardı. Her ne kadar Birinci TBMM'nin gerek mesleki bakımdan gerekse ka­ naat önderleri vasfı bakımından temsil kabiliyeti iyi olsa da, temsilcilerin etnik ve dini/mezhepsel anlamda katı ideolojik farklılıkları, entelektüel kapasitelerinin yetersizliği ve çağı doğru okumadaki müşkülatlan, ulus devletler çağını ve Modern Türkiye projesini anlamaktan uzaktı. Birinci TBMM'nin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapısına baktığımızda, üyeleri arasında aşiret reisleri, tarikat şeyhleri, müftüler, müderrisler, çiftçiler, yargıçlar, diplomatlar, askerler, emniyet görevlileri, mühendis­ ler, doktorlar, eczacılar, avukatlar ve gazeteciler, fesli, kalpaklı, sanklı, yöresel giysili, başı açık ve iki ya da daha çok eşli olmak üzere farklı yaşam biçimlerinden oluşan bir topluluk olduğunu görüyoruz. Farklı meşrepteki bu vekil kitlesi arasında, tabiatıyla yeni devletle ilgili ciddi görüş ayrılıkları da ortaya çıktı. Özellikle Mudanya Müta­ rekesi sonrasında bu görüş aynlıkları iyice belirginleşti. Mesela kimi vekiller Kurtuluş Savaşı sonrası Mustafa Kemal 'in artık bir köşeye çekilmesini önerirken, kimileri bir diktatörlük kurmasını teklif ediyor­ du. Mustafa Kemal Paşa'nın eşi ile yurt gezilerine çıkması bile eleştiri 175

konusu oluyordu. Oysa yeni Türkiye'nin önünde, Lozan Konferansı, hükümet şekli, saltanat ve hilafetin durumu, Musul ve Boğazlar mese­ lesi, kapitülasyonlar gibi ağır sorunlar vardı. Üstelik mecliste de bütün bu sorunların nasıl çözümleneceği konusunda şiddetli tartışmalar ve gruplaşmalar vardı. Bu sert eleştirilerin başını çekenlerden biri de Trab­ zon Mebusu Ali Şükrü Bey idi. Ali Şükrü, Lozan görüşmeleri sırasında mecliste çok sert eleştiriler yaparak, adeta görüşmelerin askıya alınma­ sını, mevcut görüşme ekibinin geri çağrılarak, yeni bir ekibin oluştu­ rulması gerektiğini isteyecek noktaya gelmişti. Oysa Mustafa Kemal ve arkadaşları dış ülkelerle olan görüşmeleri bitirip bir an önce içeriye dönerek, ülkenin imarı için ellerini çabuk tutmak istiyorlardı.(!) 27 Mart 1923'de Ali Şükrü Bey'in Topal Osman tarafından öldü­ rülmesi, hem meclisteki gerginliği tırmandırmış, hem de bu gerginliği ülke sathına yaymıştı. Cinayetin Topal Osman tarafından işlenmesi ön­ celeri siyasi bir cinayet olarak algılansa da, olay aydınlatıldıktan sonra, cinayetin bir siyasi cinayet değil, kişisel bir garez neticesinde işlendiği anlaşılmıştır. Hatta cinayeti mecliste aralarında sert tartışmalar geçtiği için Mustafa Kemal Atatürk'e yıkanlar bile vardır. Cumhuriyet ve Ata­ türk düşmanlığını şiar edinmiş İslamcı kimi sözde aydınlar, bu iftirada çok ısrarcıdırlar. Ancak gerçek öyle değildir. Topal Osman'ın Ali Şükrü'yü hedef almasının esas nedeni, Türki­ ye Komünist Fırkası lideri Mustafa Suphi ve 14 arkadaşını kayıklara bindirerek denizin ortasında kurşuna dizen Trabzon kayıkçılar kahyası Yahya'nın, Topal Osman tarafından öldürülmesinin, hemen her kişi­ sel ve toplumsal meseleyi meclise taşıyan Ali Şükrü tarafından meclis gündemine getirilmesiydi. (2) Görülüyor ki, böyle bir meclis tablosu karşısında kuvvetli bir birlik inşa edici tutumu ortaya koymak, modern ulus devletin icap ettirdiği reformları yapmak oldukça zordu. Bu yüzden yeni bir meclise, Modern Türkiye projesini öngören kurucu kadronun yapacağı bir kurucu iktidara ihtiyaç vardı. Zaten Osmanlı'da 134 yıllık bir değişim ve dönüşüm mücadelesi ve kavgası vardı. Hele Osmanlı'nın son yüzyılı, bu kavgaların kanlı mü­ cadelelerine sahne olmuş, düşünce birliği oluşturma ve yeni bir dev176

lete(ulus devlet) geçmede büyük zorluklarla karşılaşılmış, toplumsal hayatın hemen hiçbir alanında yenilik yapma gayretleri kolayca karşı­ lık bulamamıştı. Bir tarafta yönetimlerin ayak sürümeleri, diğer tarafta halkın eğitim seviyesindeki düşüklük ve geleneksel kuralların katılığı, biat esaslı aşiret yapısı Osmanlı'da reform yapmanın önündeki büyük engeller olarak hep varlığını korumuştur. Bu yüzden aynı toplumsal dokunun egemen olduğu Osmanlı sonrası sosyolojide, kurucu iktidar konusunda Cumhuriyeti kuran ekibin işi bir hayli zordu. Nitekim 1. Meclis'te savaş koşullarında bile birçok konuda ihtilaflar yaşanmış, meclis büyük tartışmalara sahne olmuştu. Mesela o günkü toplumsal dokuda, anayasanın 'Şeriat Anayasası' mı yoksa 'modern ulus devlet projesine uygun modern bir anayasa' mı olacağı sorusu ile bir referandum yapılsa, çok yüksek oranda 'Şeriat Anayasası' ter­ cihinin çıkacağını söylemek mümkündür. Dolaysı ile Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının, kurucu iktidarın umdelerini dünyevi bir pers­ pektifle ele almaları ve 'merkezden perifere' bir biçimde ortaya koy­ maları tarihsel sürecin tabiatına uygun bir tutumdu. Dünya ulus devletler sahnesinde tutunabilmek ve yer alabilmek, akıl ve bilimin öncülüğünde dünya ile rekabet edebilmek için, yukarıdan aşağıya bir modernleşme projesine ihtiyaç olduğu ortadaydı. Üretim kapasitesi tükenmiş, silahlı gücü yok olmuş, eğitimi il. Abdülhamid'in açtığı seküler okullar dışında baskın eğitim kurumları olan medreseler eliyle akıl ve bilimin dışına itilmiş, okuryazar oranı bile yüzde 5'ler mertebesinde olan bir toplumdan, dünya ile rekabet edebilecek yeni bir topluma dönüşmenin zor bir iş olduğu dönemin sosyolojik realitesiydi. Saygın kamu hukuku hocası Prof. Dr. Kemal Gözler, kurucu iktida­ rı 'en genel anlamıyla, anayasayı yapma ve anayasayı değiştirme iktidarı' olarak tanımlamaktadır. Gözler'e göre kurucu iktidar, 'asli kurucu iktidar, tali kurucu iktidar olmak üzere ikiye ayrılmakta­ dır. Savaş, devrim ve hükümet darbesi gibi olağanüstü durumlarda ortaya çıkan asli kurucu iktidar, önce devletin mevcut anayasasını ilga etmekte, sonra onun yerine yenisini yapmaktadır. Tali kurucu iktidar ise, bir anayasayı yine o anayasanın öngördüğü usullerle değiştirebilmektedir.' (3) 177

Cumhuriyetin başında esasen kurucu iktidarın Cumhuriyeti kuran kadronun eliyle şekillenme tercihi, devrimler ve Modem Türkiye pro­ jesi nedeniyle anlaşılabilirdi. Ancak çok partili siyasal hayata geçtikten sonra 1960 askeri darbesi ile başlayan elitist kurucu iktidar tercihi, 12 Eylül 1980 darbesi ile yeni bir anayasa yaparak yoluna devam etmiş, kurucu iktidarın halk eliyle vücut bulmasına müsaade edilmemiştir. Yani halk iradesi ile bir anayasa yapma fırsatı Türkiye'de maalesef başarılamamıştır. Atilla İlhan'ın deyimi ile halen daha sürmekte olan 'ulusal kültür savaşı', halk iradesine dayalı bir kurucu iktidarın gerçek­ leşmesini engellemiştir ve engellemeye de devam etmektedir. Atilla İlhan 1986 basımı 'Ulusal Kültür Savaşı' adlı kitabında, iki tip aydından bahseder. Birincisi "Batı' gelişmişliğini, altyapısal bir üretimin ve değişimin sonucu değil de, üstyapısal yaşam formuna dayalı, Batı taklitçiliği olarak gören ve anlayan sözde ilerici ay­ dınlar. Bu ay dın tipi, Mozart'tan bir parça çalan dolmuş şoförü, Balzac, Konrad, Goethe okuyan öğrenciler, Shakespeare oynayan ve tıklım tıklım dolan tiyatrolar ile gelişmiş Türkiye'nin başarıla­ bileceğini savunur. İkinci tip ise, Dede Efendi'yi, Hacı Arif Bey'i çalan dolmuş şoförü, Fih-i Mafih okuyan öğrenciler, hamasi ve dini program ya da Mehter çalan radyolar ile gelişmiş Türkiy e' yi ancak yakalayabiliriz diy en, tutucu ay dınlar. Türk aydınları 200 yıldır, biri 'Batı'dan diğeri geçmişten aktarma iki ayrı üstyapısal yaşama modelini gerçekleştirmek için birbirini y emekte ve bu kavganın ül­ keye de faturası ağır olmaktadır." (4) İşte bu elitist-tutucu çatışması, kurucu iktidar meselesinin de altında yatmakta olan en temel sorundur. İki yüz yıldır ülkemizde bu iki kafa ça­ tışmakta ve buradan hiçbir olumlu sonuç da çıkmamaktadır. Bu çatışma demokratik seçim koşullarında, doğal olarak her defasında toplumun büyük kütlesi olan Muhafazakar kesimin galibiyeti ile neticelenmiş, 'Batı uygarlığı' ve 'Batılı' değerlerin anlaşılması çatışmaya kurban edilmiştir. Oysa esas yapılması gereken altyapısal gelişmeyi akıl, bi­ lim ve demokrasi temelli bir gelişme olarak görmek, toplumdaki yaşam biçimlerine saygı duyarak, altyapısal gelişmeler sayesinde üstyapısal değişimlerin mümkün olabileceği gerçeğine itibar etmektir. Yani sosyal 17B

değişimlerin ve bireyin davranış kalıplarının fen bilimlerindeki geliş­ meler gibi olmadığını, bunların uzun zamana yayılarak, kentleşme, sa­ nayileşme, meslekleşme, örgütlenme gibi unsurlardan beslendiğini ve tedrici bir biçimde gerçekleştiğini anlamak gerekir. Ak Parti'ye iktidar yolunu açan da, iktidarı süresince ömrünün uza­ masına vesile olan da ve sayın Erdoğan'ın her fırsatta siyaseten kul­ landığı alan da bu çatışma alanıdır. Türkiye'de demokrasiden, akıl ve bilimden yana olan yenilikçi kesimin yapması gereken, bu silahı sayın Erdoğan'ın ve gelecekte ortaya çıkabilecek başka Erdoğanların elinden almaktır. Bunu başarmanın yolu da demokrasiyi, adaleti, temel hak ve özgürlükleri, hukukun üstünlüğünü, şeffaflığı savunmaktan, kayırmacı­ lığa, yolsuzluğa, liyakatsizliğe ve adaletsizliğe karşı mücadele vermek­ ten, herkesin yararına bir düzen kurma iddiasından geçer.

Çözüm Süreci ve Meshur Açılımlar Ak Parti iktidarının kronikleşmiş toplumsal sorunların çözümüne yönelik uğraşları, ilk aşamada doğru gibi görünse de, süreci tek başına götürmesi, geniş toplumsal destek aramayı düşünmemesi ve muhalefeti dışlayarak çözümler üzerinden oy devşirme hesaplan, bir samimiyet­ sizliğin olduğunu gösteriyordu. Adına ister bölgesel geri kalmışlık sorunu, ister Güneydoğu sorunu, ister etnik milliyetçilik ateşinden kaynaklanan sorun, isterse de Kürt Sorunu deyin, ülkemizde bir etnik grubun aidiyeti üzerinden oluştu­ rulmuş ve ağırlıklı olarak da Güneydoğu bölgesinde neşet eden önemli bir sorun vardır. Bu sorun Cumhuriyet tarihimizin en yakıcı ve en yıkıcı sorunu ol­ muştur. Kürt Sorunu esasen Osmanlı' dan miras bir sorundur. 1800 'den itibaren Osmanlı'da Kürt isyanlarının başladığını biliyoruz. Bu isyanla­ rın önderlerinin çoğu ya aşiret reisleri ya da tarikat şeyhleridir. Yine bu isyanlarda bir milliyetçilik veya Kürtlük bilinci çoğu kere söz konusu değildir. Osmanlı'daki isyanlar daha çok merkezi devlet karşısında bir siyasal güç veya otorite kazanmak amacıyla girişilen aşiret isyanlarıdır. 179

Ancak Cumhuriyet dönemindeki isyanlar, daha etnik ve milliyetçi ka­ rakter taşırlar. 1924 'teki Hakkari Nasturi isyanından l 937'deki Tun­ celi Dersim isyanına kadar tam 24 isyan gerçekleşti. PKK terör örgütü ise bir isyandan ziyade, tarihsel süreçte isyanlara neden olan zeminden beslenmiş, ancak uluslararası desteği ve eylem biçimi ile tam bir terör örgütü niteliğinde karaktere sahip, bölücü ve ayrılıkçı bir etnik milliyetçi hareket olarak tanımlanabilir. PKK örgüt­ lenmesi, ideolojik olarak Sosyalist olmasına rağmen, beslendiği kaynak etnik milliyetçiliktir. Öte yandan Kürt ulusalcılığı Altan Tan'ın ifadesi ile 'geç kalmış bir ulusalcılıktır'. Bu yüzden olacak ki, PKK terör örgütü Kürtler açısından ulusal bir temsil kabiliyeti ortaya koyamıyor, terör örgütlenmesinin ötesine geçemiyor. 1984 yılında Siirt Eruh'ta İlçe Jandarma Komutanlığı'na baskın dü­ zenlemeyle başlayan PKK terörü, neredeyse 40 yıldır devam etmekte­ dir. Hem çok sayıda güvenlik görevlimizin şehadetine, hem çok sayıda sivil vatandaşımızın ölümüne, hem de milyarlarca dolar kaybetmemize vesile olmuştur. Sorunun en ağır faturası da Güneydoğu insanımıza çık­ mıştır. Böylesi yakıcı bir sorunun çözümü için yola çıkmak, çaba sarf etmek elbette kıymetli bir girişimdi. Bu arada Kürt Sorunu'nun çözümüne ışık tutucu her girişim, dev­ let içindeki muhtemel dış güç uzantılarınca engellenmiş, iyi niyetli gi­ rişimlerin öncüleri, çabalarının karşılığını hayatları ile ödemişlerdir. Orgeneral Eşref Bitlis'ten Binbaşı Cem Ersever'e, Hulusi Sayın Paşa'dan, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan'a kadar, ola­ yın sosyolojik, tarihsel, siyasal ve kültürel boyutlarını konu edinen, ya da bölge insanı ile devleti kucaklaştırmaya çalışan herkes bu tutumu­ nun bedelini canı ile ödemiştir. Bu durum sorunun dış boyutlarını akla getirmekte ve devlet içinde konuşlanmış olan yabancı servislerin uzan­ tılarının operasyonlarını hatırlatmaktadır. Zira Oslo'da 2009 yılında başlayan MİT-PKK görüşmelerinin sızdırılması, hırsızın içerde olduğu kanaatini güçlendirmektedir. Hal böyleyken, çözüme giden yolda başta siyasi muhalefet dahil, geniş bir kamuoyu desteğini arkanıza almanız gerekirken, böylesine milli bir meseleyi oy devşirme hesaplanna alet etmek, çözüm hedefinde tökezle180

meye, yanlış stratejilerle yanlış politikalar uygulamaya neden olmuştur. Üstelik karşınızda, uluslararası desteğe sahip, ideolojisi diktatör Sta­ lin'in düşünceleri ile şekillenmiş, dünyanın en ahlaksız, en acımasız ve cinayet işlemede sınır tanımayan Ortadoğulu bir terör örgütü var. Sürecin yönetiminde büyük hatalar yapılmış, PKK sempatizanla­ rı umutlandırılmış, terör adeta cesaretlendirilmiştir. Mesela 19 Ekim 2009'da 34 PKK üyesi terörist, Kandil ve Mahmur'daki kamplardan yola çıkıp, Habur sınır kapısından yaklaşık 50 bin kişinin toplandığı bir karşılama töreni ile adeta birer savaş kahramanı gibi geçerek, ülkeye giriş yaptılar. Sınırda teröristleri, kurdukları bir çadır mahkemesi ile 4 savcı ve I hakim karşıladılar. Terör örgütünün bu şekilde muhatap alınması, devletin teröristlerin ayağına taşınması, muhalefetin büyük tepkisini çekmiş, çözüme sıcak bakan toplum nezdinde hazmedilmesi zor bir gelişme olarak hafızalara kazınmıştır. Bir başka sıkıntı örgüte bu denli taviz vermek ileride örgütün şehir merkezlerinde oluşturacağı yapılanmalara yol açmak anlamına geliyordu. Ne yazık ki bu öngörü­ lemedi. Bu yanlış görüntü üzerine durumu kurtarmak için olacak ki, 34 kişi içinden 13 terörist tutuklandı. Bu tutuklamalar üzerine Barış ve Demokrasi Partisi Grup Başkanvekili Bengi Yıldız, çözüm sürecinin bittiğini söyledi. Bu arada, 28 Aralık 2011 'de aralarında bir grup PKK üyesinin de olduğu 35 kişilik kaçakçı grubu, Şırnak Uludere yakınlarında F-16 uçakları tarafından vurularak öldürüldü. PKK'lı teröristler insansız hava araçlarını görünce gruptan ayrıldılar ve sadece kaçakçılık yapan­ ların cesetleri ile karşılaşıldı. Böylece inişli çıkışlı giden süreç bir darbe daha yemiş oldu. Çözüm Süreci boyunca PKK silahlı mücadeleyi sürdürmeye yönelik yığınaklar yapmaya, şehir yapılanmasını güçlendirmeye devam etti. Hü­ kümet, valilere verdiği talimatla şehir yapılanmalarına göz yumulması­ nı, hiçbir PKK teröristine müdahale edilmemesini söylüyordu. Esasen bu hem çok acemice hem de çok ufuksuzca bir tutumdu. Bununla birlik­ te devlet bir yandan Abdullah Öcalan ile görüşüyor, diğer yandan BDP heyetleri İmralı' da Öcalan ile sık sık buluşturuluyordu. 21 Mart 20 l 3 'te Öcalan' ın 'Silahlı mücadele bırakılacak, Türkiye topraklarından 181

çekilin, sınır dışına çıkın' mesajı, Diyarbakır'da Nevruz kutlamaları sırasında BDP'li Sım Süreyya Önder ve Pervin Buldan tarafından okun­ du. Kutlamalarda 'Öcalan'a özgürlük, Kürt halkına statü' biçiminde sloganlarla PKK ajite edici ve ayrılıkçı propagandalarına devam etti. (5) Diğer taraftan Ak Parti 'nin kurmay heyeti sürece dair güzellemeler yapıyor, PKK'nın adeta meşrulaştırılmasını sağlayıcı mesajlara imza atıyorlardı. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, 'Öcalan'ın mesajları bizim de düşüncelerimiz; beğenseniz de beğenmeseniz de Kürtlerin lideri Öcalan'dır', Ak Parti Milletvekili Mehmet Metiner, 'Öcalan, Türkiye'nin demokrasisine katkı sağlıyor', Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, 'Öcalan'ın olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi var', İçişleri Bakanı Efkan Ala, 'PKK ile Ak Parti doğrudan görü­ şüyor', Mit Müsteşarı Hakan Fidan, 'Erdoğan Öcalan ile yüzde 95 örtüşüyor', sonradan Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı olan gazete­ ci Yiğit Bulut, 'Abdullah Öcalan Türkiye'nin önünü açıyor', yine sonradan Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı olan Yasin Aktay, 'Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyor' gibi sözlerle, adeta PKK ve Öcalan meşrulaştırılıyordu. Bu arada Ak Parti milletvekili Orhan Miroğlu, 'PKK terör örgütü değildir' diyecek kadar ileri gidiyor ve çözüm sü­ reci ağızdan çıkanı kulağın duymadığı, kimisinin bilinçaltlarını deşifre ettiği, akıldışı bir süreç olarak ilerliyordu. İş öylesine çığırından çıkmıştı ki, iktidara çok yakınlığı ile bilinen hatta Recep Tayyip Erdoğan'ın yurtdışı gezilerine sık sık katılan gazeteci Hilal Kaplan, A Haber'deki bir programda, 'Türk Bayrağı demeyi de artık tartışmamız lazım, yerine Türkiye Bayrağı veya Selahattin De­ mirtaş'ın dediği gibi Devlet Bayrağı demenin daha doğru olacağını' söylüyordu. (6) Aynı Hilal Kaplan, 9 Temmuz 2021 tarihinde Cumhurbaşkanlığı ka­ rarnamesi ile TRT Yönetim Kurulu'na atandı. Sormak lazım Cumhur İttifakı 'nın küçük ortağı MHP, bu atamayı nasıl içine sindirebildi? İktidara yakın bir başka gazeteci Hidayet Şefkatli Tuksal, CNN Türk'te Şirin Payzın'ın programında, 'Bu ülkenin adı Türkiye ol­ masaydı belki daha barış içinde yaşıyor olacaktık. Belki Anadolu Halklar Cumhuriyeti olsaydı daha doğru olacaktı' diyebiliyordu.(7) 182

Bu ufuksuz takımın, önümüzde Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra paramparça olmuş çok etnisiteli Yugoslavya örneği dururken ah­ kam kesmeleri, ulus devleti riske edecek propagandalara soyunmaları ve mevcut iktidarın bunları hala önemsemesi, kayırması anlaşılabilir bir durum değildir. Devlet Bahçeli'nin kayıtsızlığı ise hiç anlaşılabilir değildir. Bu arada bir süre soma, Suriye İç Savaşı nedeni ile ortaya çıkan ve kısa adı IŞİD olan Irak ve Şam İslam Devleti adlı terör örgütünün Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu Kobani bölgesini kuşatması üzerine, Koba­ ni 'ye Türkiye'nin yardım etmesini isteyen HOP (Halkaların Demokratik Kongresi-HDK ile Barış ve Demokrasi Partisi-BDP birleşerek Halkların Demokrasi Partisi'ne dönüşmüştür), aslında Kobani'deki PKK terör ör­ gütüne yardımı teklif ediyordu. HDP'li Aysel Tuğluk, 'Kobani düşerse çözüm süreci biter' diyerek adeta hükümete tehdit savuruyordu. PKK ve onun silahsız izdüşümü olan HOP o derece şımartılmış, o derece gemi azıya almış ki, neredeyse Türk Dış Politikasını yönlendirmeye kal­ kıyorlardı. Nitekim Türkiye'deki Kobani protestolarında ülke genelinde 46 kişi ölmüş, 682 kişi de yaralanmıştı. (8) Çözüm sürecinin sonuna doğru, 28 Şubat 2015 'te Dolmabahçe Sa­ rayı 'nda iktidar tarafından 4, HDP'den 3 temsilcinin katılmasıyla final görüşmesi yapılmış ve görüşmenin detaylan kamuoyuna açıklanmıştır. Görüşmeye hükümeti temsilen Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdo­ ğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Ak Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal ve Kamu Güvenliği Müsteşarı katılmıştır. 10 maddelik görüşme tutanağı HDP'li Sırrı Süreyya Önder tarafından okunmuştur. Bahse konu 1 O maddenin, kullanılan dil ve içeriğine baktığınızda, bizzat Ab­ dullah Öcalan tarafından kaleme alınmış, hükümete adeta dikte edilmiş olduğunu kolayca anlayabiliyorsunuz. Ak Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal yaptığı açıklamada, 'Çö­ zümün mimarı Recep Tayyip Erdoğan'ın bizzat kendisidir. Çözüm iradesini ortaya koyacak Ak Parti'den başka güçlü bir aktör yok­ tur' diyerek, Çözüm Süreci 'nden esas maksadın oy devşirme olduğunu da deşifre etmiş oluyordu. (9) Çözüm süreci anlıyoruz ki, Ak Parti 'nin başkanlık sistemine giden 183

yolda HOP'yi baraj altında bırakıp, güçlü bir çoğunlukla meclise gi­ rerek sistemi dönüştürebilir miyiz hesaplarına alet edilmiştir. Nitekim HOP Eş Genel Başkanı Selahattin Oemirtaş, 17 Mart 2015 tarihli parti grup konuşmasında, Erdoğan'a 'Seni başkan yaptırmayacağız' de­ yince ipler kopmuş, çözüm süreci seçim kampanyasının tozu dumanı arasında kaybolmaya başlamıştır. 7 Haziran 2015'te yapılan genel se­ çimlerde evdeki hesap çarşıya uymamış, HOP yüzde 13 oy alırken, Ak Parti ilk defa yüzde 41 oyla tek başına iktidar olma şansını kaybetmiştir. Bu durum çözüm sürecinin de sonu olmuştur. Çözüm süreci teorik olarak doğru olmakla birlikte, uygulamada ya­ pılan büyük yanlışlar yüzünden pahalıya mal olmuş ve bırakın olumlu bir sonuç üretmeyi, PKK'nın şehirlerde lojistik yığınaklar yapması so­ nucunda çok sayıda güvenlik görevlimizin şehit olmasına sebep olmuş­ tur. Oysa yapılması gereken PKK dışında ancak HOP'nin de bir biçimde içinde olacağı Kürt halkının en geniş temsil kabiliyeti olan temsilcileri ile, bölgenin etkin sivil toplum kuruluşları ile, yine bölgenin sanayi ve ticaret odaları ile, Akademik Odaları ile, Baroları ile, kanaat önderleri ile masaya oturmak ve süreci onlarla birlikte yönetmekti. Tabiatı ile ih­ mal edilmemesi gereken en önemli konu ise, çözümü zor böylesi milli bir meselede oy hesabı yapmadan, başta ana muhalefet olmak üzere tüm muhalif grupların desteğini alan bir çalışma ile yola çıkılmasıydı. Sürecin faturası ağır oldu. PKK terör örgütünün süreç boyunca şehir­ lere yaptığı yığınaklar, kazdıkları hendekler ve cephaneliğe dönüştür­ dükleri evler nedeni ile yapılan operasyonlarda, 793 güvenlik görevlisi şehit oldu, 314 sivil vatandaş hayatını kaybetti. 4 binin üzerinde güvenlik görevlisi ve 2 binden fazla vatandaş yaralandı. Öldürülen PKK'lı sayısı ise 4 bin 571 olarak açıklandı. 716 terörist de sağ olarak �le geçirildi. Toplam 2 bin 307 hendek ve barikat ortadan kaldırıldı. Operasyonlar sırasında ilan edilen sokağa çıkma yasaklan nedeni ile, 362 bin öğrenci okullarına devam edemedi. Hepsinden önemlisi çö­ züm sürecinde PKK sempatizanları ve HOP seçmeni, Öcalan 'ın hapis­ ten çıkacağına ve bir Kürt Özerk Bölgesi 'nin kurulacağına inandırıldı. Bu inancın ortadan kaldırılması ise çok zaman aldı ve halen zaman al­ naya da devam ediyor. 184

Alevi açılımı Ak Parti iktidarının bir başka heyecan uyandıran açılımı, Alevi açı­ lımı oldu. Aleviler konusunda bin bir tezviratın uydurulduğu bir kül­ türde, hem de Sünni İslamcı gelenekten gelen bir kadronun, böylesine hassas bir meselede açılım iddiası ortaya atması oldukça ilgi uyandır­ dı. Avrupa Birliği ilerleme raporlarında Alevi haklan ile ilgili somut adımlar atılmadığı tespitlerinin yer almasının da etkisi ile açılım ça­ lışması başlatıldı. Önce Alevilerin saygın isimlerinden biri olan tarihçi ve yazar Reha Çamuroğlu'nu milletvekili yapan Ak Parti daha sonra, Çamuroğlu üzerinden Alevilerin sorunlarını aşmaya dönük bir proje ileri sürdü. Adına 'Alevi Açılımı' dedikleri bu projede de, yine sorunun muhatapları ile en geniş katılımı sağlayacak bir arayış yerine, Alevi ke­ simine şirin gözükme, oylarını alma bağlamında bir yol izlendi. Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Cem Vakfı gibi Alevi kesimin en ge­ niş temsil kabiliyetinde olan iki önemli kurumu dışarıda bırakılarak, süreç yönetilmeye çalışıldı. Çünkü amaç tarihin taht kavgalarına alet edilmiş Aleviliğin anlaşıl­ ması, Alevi dostların haklarında toplumda oluşmuş yanlış kanaatlerin bertaraf edilmesi, vergi veren Alevilerin devlette bir kurumlarının ol­ mayışı gibi sorunlara odaklanmak değil, "Alevilik Hz. Ali'yi sevmek­ se, ben de Aleviyim" popülizmi doğrultusunda sorunu anlamaktan uzak bir yaklaşımla, konunun siyasi rantına erişmekti. Nitekim niyet böyle olunca sonuç da büyük bir fiyasko oldu. Çamuroğlu, çalışmalarla ilgili olarak değerlendirmelerde bulunurken 'Başbakan Erdoğan'ın, toplumun bütün kesimlerini memnun ede­ cek bir biçimde konunun ele alınması hususunda oldukça sağlam bir irade ortaya koyduğunu, problemlerin halının altına süpürülerek çözülemeyeceğini çok iyi bilen bir siyaset adamı olduğunu' söyledi. Başlangıçta, Aleviliğin devlette temsili için 3 bin kişilik kadrosu ve 2 milyon bütçesi olan bir Alevi kurumu tasarlanmış, kurulacak Alevi Enstitüleri'nde de 'Alevi Dedelerin' eğitimi planlanmıştı. Üstelik Ale­ vilerin yaşadığı tüm sorunların, 2 yıl gibi kısa bir sürede çözüleceği taahhüt edilmişti. Sistemin dışında tutulan Alevi Bektaşi Federasyonu, 185

süreci, Alevileri AB ilerleme raporuna malzeme yapmak amacı taşıyan bir süreç olduğunu söylerken, Cem Vakfı, açılım sürecinin, bir tür Sün­ nileştirme operasyonu olduğunu iddia ediyordu. Bu tip hassas toplumsal konularda Ak Parti'nin en büyük hatası ko­ nuyu gizli bir operasyon biçiminde yürütme sevdası ve mesele üzerin­ den oy devşirme tutkusu oldu. Yani ortada samimi olmayan bir proje döngüsü vardı. Oysa 2009 ve 2010 yılları arasında tam 7 adet Alevi Çalıştayı düzenlenmiş, bu Çalıştaylar'ın sonunda da, bir nihai rapor yayınlanmıştı. Alevi Çalıştayları Nihai Raporu'nun sonuç bölümü, Aleviliğin Ale­ viler tarafından çerçevelendirilmesi ve tanımlanması, Alevilerin dev­ let ve toplum tarafından uğradıkları ayrımcılığa müsaade edilmemesi, Alevi Sorununun hukuk devleti normlarıyla hiçbir şekilde çelişmeyen bir laiklik anlayışı içinde ele alınması ve çözülmesi, toplumsal birlik, beraberlik ve kardeşliğin her şeyden önce tüm inanç gruplarının eşit­ likçi bir şekilde yaşadığı ve kendine yer bulabildiği bir hukuk devletin­ de ancak sağlanabileceğinin bilinmesinin altını hassasiyetle çiziyordu. Alevi Çalıştayları Nihai Raporu, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın mevcut statüsüyle, Sünnilik dışındaki diğer İslam temelli inanç gruplarına nasıl hizmet götüreceği, bu konuda ciddi çekinceleri olan gruplar karşısında devletin nasıl bir yapılanmaya gideceği konusunda hukuki çerçevede birtakım çalışmalar yapılması gibi iddialı ama bir o kadar da muğlak sözlerden oluşan bir çıktı demetinden ibaret olsa da, sürece katkı veren Hacibektaş Vakfı başta olmak üzere, birçok Alevi örgütü tarafından kabul görmemiştir. (10) Alevi Çalıştayları Raporu, bazı olumlu tespitler yapmış olmakla birlikte, yine de rapor açık ve net bir şekilde Sünniliği esas almak­ ta ve Alevi sorunun çözümüne giden yolu bu zaviyeden ele almak­ tadır. Hatta Devlet ile Sünniliğin içi içe geçtiğini, iki tarafın birbirini sahiplendiğini itiraf etmektedir. Mağduriyetin sahibi Alevilerdir. Mağ­ duriyetin sebebi de maalesef devletin uyguladığı politikalardır. Hal böyleyken, devleti ve kendisini bu devletin sahibi olarak gören Sünni kamuoyunu rahatsız etmeyecek yollarla ikna etmeye çalışan bir tutum rapora hakimdir. Bu yönü ile Rapor, Alevi Sorunu'nu bir güvenlik me186

selesi, hatta birlik ve bütünlük sorunu olarak görmektedir. Demokratik toplum ve bir arada yaşama kültürünün zenginleştirilmesi hedefleri, bahse konu güvenlik ve bütünlük kaygılan arkasında gözden kaçırıl­ maktadır. Rapora genel olarak, Alevi Sorunu'nu çözerken bir Sünni Sorunu yaratma korkusu hakimdir. Bu yüzden Alevilerin sorunlarını doğru tespit etmiş olmakla birlikte, çözüm aşamasında ürkek ve kaygılı davranıldığı görülmektedir. Mesela Aleviler Cem Evlerinin ibadethane olmasını istedikleri halde, buna dair bir açıklık raporda yoktur. Sünni kamuoyunun hassasiyetlerine gösterilen itina, sorunun çözümüne dair cesur yaklaşımlardan kaçınmaya neden olmuştur. Kısacası rapor bu içe­ riği ile, Alevi Sorunu 'nun çözümüne odaklanmaktan çok, Sünni toplu­ mun hassasiyetlerine dikkat çekmektedir. ( ı ı)

Roman Açılımı Bir başka açılım başlığı Roman açılımıydı. Gerek eğitim sorunlan, gerek toplumsal entegrasyon sorunlan ve gerekse kentle uyum sorunla­ n bakımından Roman vatandaşlar ciddi problemlerle karşı karşıyadır­ lar. Genellikle kentlerin çöküntü bölgelerinde ikamet eden Romanlar, aynı zamanda içinde bulunduklan eğitimsizlik ve kötü yaşam koşulları nedeni ile, adi suç oranları bakımından yüksek bir kesimi oluşturuyor­ lardı. Bu sorunların aşılmasına yönelik çabalar elbette dikkat çekici ve kıymetli çabalardı. Roman açılımı başında Başbakan Erdoğan, 'Roman vatandaşım benim vatandaşlarımdır. Bu ülkede on yıllardır vatandaşlık huku­ kundan dahi istifade edememişlerdir. Eğer özür dilenmesi gereken bir kesim varsa, benim Roman vatandaşlanmdır ve ben onlardan devletim adına özür diliyorum' demiştir. Esasen bu özür devleti bir yanı ile töhmet altında bırakırken, bir yanı ile kucaklayıcı bir mesaj ni­ teliğindeydi. Ancak açılım sürecinin başladığı noktadan bir arpa boyu ileri gidememesi, sürecin gereğinin yapılmaması da Roman vatandaşlar nezdinde yeni bir güvensizliğe neden oluyordu. Proje, merkezi yönetim­ ce ortaya atılmasına rağmen, konu yerel yönetimlerin kucağına bırakıldı. 187

Mesela hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinin hazırladığı, Romanlar İçin Strateji Belgesi, merkezi yönetimin yapması gereken bir çalışma olduğu halde ve açılım süreci 2009'da başlamasına rağmen belge ancak 2016 'da hazırlanabildi. 2016 yılında, Aile ve Sosyal Politikalar Bakan­ lığı tarafından, 'Roman Vatandaşlara Yönelik Strateji Belgesi I. Aşa­ ma Eylem Planı' hazırlandı ve yayınlandı. Romanların eğitim, istihdam, barınma, sağlık, sosyal hizmet ve sosyal yardımlara ulaşmalarına yönelik amaçlar belirlenmişti. Ancak ilerleyen zamanlarda Roman vatandaşların sorunlarının çözümüne yönelik dişe dokunur bir çalışma yapılmamış, sü­ reç maalesef yukarıda da belirttiğim gibi fiyasko ile sonuçlanmıştır. 11 Aralık 20 l 9'da tekrar hatırlanan Roman vatandaşlar için, 1 O yıl aradan sonra Cumhurbaşkanlığı 'Roman vatandaşların eğitim, sağlık, istihdam, barınma ve sosyal hizmet alanlarında yaşam koşullarının iyi­ leştirilmesi' ifadelerini içeren bir genelge yayınladı. Esasen Ak Parti yönetimi sorun alanlarını tespitte mahir, ancak çö­ zümde çözer gibi yapmanın ötesine geçmiyor. Yarattığı auranın etkisi ile oy devşirmeyi beceriyor, fakat bir türlü kalıcı çözümlere imza at­ mıyor. Yani eklektik bir tutumla, işine yarayan konuları yine işine ya­ rayacağı biçimde kullanıyor, arkasını getirmiyor. Bu neredeyse bütün alanlarda böyle yapıldı, bu yüzden hemen hiçbir alanda kalıcı bir sistem kurulamadı, işler el yordamıyla icra edildi. Bu noktada bir samimiyet ve iyi niyet sorunu olduğu aşikardır. İyi başlayan hikayenin hazin sonuna bu yüzden gelindi.

Dıs Politikada Büyük Yanlıslar Baslıyor Ak Parti iktidarının ilk yıllarında dış politikada, özellikle 'kom­ şularla sıfır problem' gibi son derece ayakları yere sağlam basan bir dış politik enstrümanla yola çıkılmış, küresel ölçekte ise 'birbirinden farklı siyasal organizasyonlarla ilişki kurmanın diğerlerini ihmal etmek anlamına gelmeyeceği' gibi yine sağlam bir argüman esas alın­ mıştı. Osmanlı bakiyesi Balkan ülkelerine yönelik geliştirilen doğru işbirliği ve strateji, Avrupa Birliği'ne tam üyelik müzakere sürecine 188

ilişkin politikalar, Afrika ülkeleri ve Orta Asya ülkelerine yönelik iş­ birliği çabaları, hep bu dönemin doğru politikalarıydı. Bütün bu doğru adımların karşılığını da görmüyor değildik. Nitekim 2009-2010 döneminde Türkiye, Batı Avrupa bölgesinden aday olduğu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin geçici üyeliğine, ilk turda 192 ülkenin 1S1'inin oyunu alarak yüksek bir oyla seçilmiş oldu. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yayınladığı mesajda, "Türkiye'ye veri­ len destek, uluslararası toplumun devletimize gösterdiği güvenin ve milletimize karşı beslediği dostluk ve sevgi duygularının bir yansı­ masıdır. Türk dış politikasının başlıca ilham kaynağını oluşturan Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 'yurtta sulh, cihanda sulh' vecizesi ülkemizin ve milletimizin barışçı kimli­ ğinin de bir tezahürüdür" diyordu. 2011'den itibaren izlenen yanlış politikaların sonucunda, 2015-2016 döneminde BM Güvenlik Konseyi'nin geçici üyeliğine tekrar aday olan Türkiye, Yeni Zelanda ve İspanya ile verdiği mücadeleyi kaybederek, ancak 60 oy alabilmiş ve BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine se­ çilememiştir. Şüphesiz bazı aklıevveller, 2009-2010 seçimini unutarak bu yeni sonucu 'dünya bize düşman' gibi aldatıcı bir argümana bağla­ yarak, dış politikada 'reel politik' denilen kavramın ne kadar önemli olduğunu kaçırıyorlardır. Bu arada başlangıçta, ABD'nin Ortadoğu 'daki hesaplarının bir özeti olan Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanlığının kabul edilmesi gibi, emperya­ lizmin tuz.ağına düşülen bir dış politik tutumu da not etmekte fayda vardır. Dış politikada ilk kınlma 2009'da Ahmet Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı olması ile başladı. Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanlı­ ğından Yeni Osmanlıcı bir akımın rüzgarına kapılan iktidar, özellikle Suriye politikasında büyük yanlışlar yaptı. Oysa Suriye ile geliştirilen uluslararası ilişkilerin başında, sınırdaki mayınlann temizlendiği, Tür­ kiye-Suriye ortak bakanlar kurulu toplantılarının yapıldığı, neredeyse sınırların ortadan kaldırıldığı bir banş havası vardı. Banş eksenli bu po­ litikanın diğer Arap ülkeleri nezdinde de olumlu yansımaları olmuştu. Ne var ki bu politika çok uzun sürmedi ve 'Arap Baharı' denilen yutturmaca ile, Türkiye bir anda kendini aç tavuk gibi darı ambarında 189

görmeye başladı. Arap Baharının başlamasıyla, bölgede oluşan 'Müs­ lüman Kardeşler' rüzgarının kendisini lider konuma yükselteceği hevesine kapılan ve M ısır'da Muhammed Mursi'ye, Tunus'ta En­ nahda' y a, Filistin'de Hamas'a oynayan Ak Parti iktidarı, Suriye'de de muhalefetin bel kemiğini oluşturan Müslüman Kardeşleri bizzat iktidar yapmak için kolları sıvadı. Oysa süreçte Ak Parti iktidarının bölgesel politikalarını üzerine oturttuğu bu grupların tamamı kendi ülkelerinde kaybettiler ve bu politika Türkiye'yi hem bölgede yalnızlaştırdı, hem de her bakımdan zor duruma soktu. Türkiye henüz güçlü ekonomiye geçişi tamamlayamamış, gelişmiş birinci sınıf ülkelerin arasına girmeyi başaramamış olduğu halde, Ame­ rika'nın dayattığı BOP eksenli 'Ilımlı İslam Projesi'nin 'model ülke­ si' olmaktan, birdenbire bölgesinde lider ülke ve dünya ölçeğinde de 'küresel etkin aktör' olmaya soyunuverdi. Bu ilk bakışta güzel bir hayal ve güzel bir niyetti. Ancak kendi gücünü yeterince ölçemeyen, geliştir­ diği tutarsız politikalarla içinde bulunduğu dış politik sorunları büyü­ ten, kişi başı I O bin dolarlık milli gelirle lider ülke olmaya soyunan bir Türkiye vardı ortada. Daha önemli bir handikap, bu dış politika hedefini Siyasal İslamcı bir ideolojik eksende sürdürüyor olması idi. Bu hayalperest özgüven patlamasında, ekonomide alınmış mesafe­ nin, milli gelirde erişilen seviyenin, 2008 dünya ekonomik krizini az zararla atlatmanın önemli payları vardı. Böylece 'Yeni Osmanlıcı' ham hayal, kendini ilk olarak Suriye po­ litikasında açığa çıkardı. Neticede Türkiye, 'Arap Baharı' denilen an­ cak daha sonra karanlık bir kışa dönüşen süreçte, Yeni Osmanlıcılık hayaliyle büyük bir tuzağa düştü.

Arap Baharında Tuzağa Düsen Türkiye Arap Bahan'nın fitili, Tunus'ta seyyar satıcılık yapan Muhammed Buazizi 'nin polis tarafından uğradığı kötü muamele sonucu 17 Aralık 2010 tarihinde kendisini yakması ile ateşlendi. Bu olay, önce Tunus'ta insanları 'ekmek ve özgürlük' söylemi ile sokağa döktü. Sonra da 190

dalga dalga yayılan toplumsal tsunamiler bütün bir Arap coğrafyasını sardı. Türkiye ise, Arap Baharı denilen sürecin Yeni Osmanlıcı heye­ canı ile, büyüleyici rüzgarına kapılarak, AB entegrasyon çalışmalarını gayri resmi de olsa askıya aldı. Arap Bahan sürecinde Mısır'da İhvan (İhvan-ı Müslimin) hareketinin desteklediği ve Muhammed Mursi'nin başkanı olduğu Özgürlük ve Adalet Partisi'nin iktidar olması ile, Suri­ ye'de de benzer gelişmelerin olacağı ümidine kapılan Türkiye, bu hav­ zada kurulacak İhvan birliğinin üzerine oturabileceği ve bölgesel bir liderlik ele geçirebileceği hezeyanına yenik düştü. Türkiye bir anda dış politikadaki tüm enerjisini Ortadoğu'da İslam ülkelerinin lideri olacağı hayaline fikse etti. Ümmet liderliği daha çok konuşulur oldu. Kimilerine göre bu tuzağa ABD düşürmüştü Türki­ ye'yi. Nitekim dönemin ABD Başkanı Barak Obama, 2008 krizi sonrası ABD'nin Ortadoğu'dan çekileceğini söylemişti. Muhtemelen Türk dış politika yapıcıları, ABD'nin bu tavrı karşısında Ortadoğu'da oluşacak lider ülke boşluğunu Türkiye'nin doldurabileceği sevdasına kapıldılar. Suriye politikasında izlenen yol, Türkiye'yi büyük bir batağa sürükledi. Suriye iç savaşı sırasında Türkiye taraf oldu ve Suriye'deki muhalif­ lere her açıdan destek olmaya başladı. Türkiye'nin Suriye'deki tezi, Esat rejimini devirip yerine Mısır'da olduğu gibi Siyasal İslamcı (İhvancı) bir iktidarın seçilmesini sağlamaktı. Nitekim Suriye Devlet Başkanı Be­ şar Esat bir konuşmasında, Erdoğan'la yaptığı görüşmelerde, Erdoğan' ın kendisine 'Müslüman Kardeşlerin (İhvan) Suriye'ye dönmesini sor­ duğunu ve hep bu konuyu konuştuğunu' söylüyordu. (12) Öte yandan ABD, Türkiye'nin Suriye'de İhvancı bir rejimi iktidara taşıma girişimlerine başlangıçta destek vererek, Türkiye'nin büyük tu­ zağa düşmesine sebep oldu. Türk dış politika yapıcıları ve diplomasisi bu tuzağı göremediği gibi, Rusya'nın Suriye'deki varlığını da göz ardı ederek, büyük bir dış politika cehaletine imza atmış oldular. Nitekim uluslararası ilişkiler uzmanı olan(!) Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğ­ lu, iç savaşın kısa süreceğini söylüyordu. Davutoğlu o derece geleceği okumakta zoralanan bir Dışişleri Bakanıydı ki, 'bundan böyle Orta­ doğu 'da Türkiye istemeden yaprak bile sallanmaz' diyecek kadar dünya ve Ortadoğu gerçeklerinden ve reelpolitikten bihaberdi. Oysa 191

ABD, Mısır'daki gelişmelerin benzerinin Suriye'de de gerçekleşece­ ği ve yeni bir İhvancı iktidarla orada da karşılaşabileceklerini görerek, öngörüsüz adımlar atan Türkiye'yi Suriye politikasında ortada bıraktı. Komşularıyla sıfır problem iddiası ile dış politikada yola çıkan Türki­ ye, ilk defa komşu bir ülkede silahlı mücadele ile iktidar değiştir­ menin tarafı oldu. Bu tam anlamıyla bir batağa saplanmaktı. Türkiye, Suriye'deki İhvan yanlısı tezini hayata geçiremediği gibi, iç savaşı önlemeye dönük çabalar ortaya koyma yerine, Müslüman'ın Müs­ lüman'ı katletmesine yol açan süreçlere direkt veya dolaylı destek oldu. Üstelik Arap Dünyası'nın bilinçaltına, gelecek nesillerin zihinlerine, 'Su­ riye'de yaşanan büyük katliamların, büyük acıların sorumlusu Tür­ kiye'dir' imajı kazındı. İşin bir başka ilginç yanı, Arap Baharı süreci en çok İsrail'in işi­ ne geliyordu. Zira Suriye yıllardır İsrail için en büyük tehdit idi. Filis­ tin'e sağlanan lojistik desteğin büyük bölümü Suriye üzerinden temin ediliyordu. Dolayısı ile Suriye'nin parçalanması, en çok İsrail'in işine yarayacaktı. Türkiye o derece İhvancılık ve Yeni Osmanlıcılık sevda­ sına kapılmıştı ki, bu projenin farkında olmayacak kadar ufuksuz bir politika izliyordu. Hatta Suriye'de izlenen politik tutum, nihai olarak İsrail'in elini rahatlatan türden eylemler içeriyordu. Öte yandan yüzbinlerce çocuk, kadın, yaşlı insanın öldüğü, acıma­ sız trajedilerin yaşandığı Suriye İç Savaşı'nda büyük bir göç dalgası ortaya çıktı. Suriye'nin komşularını etkileyen bu nüfus hareketliliğinin en çok zarar verdiği ülkelerden biri de Türkiye oldu. Akılcı politikalar­ la yönetilmesi gereken Suriye göçü, bu defa Siyasal İslam'ın duygusal refleksleri ile Arapçı politikalara kurban edildi ve doğru yönetilemedi. Göçün boyutları ülkemizin demografik dengelerini alt üst eden, iç gü­ venliğini tehdit eden bir noktaya ulaştı. 5 milyona yakın Suriyeli Tür­ kiye'ye göç etti. Ülkemiz, tarihte büyük göçlerle yıkılan medeniyetler gibi, halen Suriye göçü nedeni ile büyük bir tehdit altındadır. Suriyeli göçmenler için, göçten itibaren geçen 8,5 yılda harcanan 40 milyar dolar civarındaki para da cabası. Ak Parti tutarsızlıklar, çelişkilerle dolu Suriye politikasında ilk doğ­ ru adımı 24Ağustos 2016'da başlattığı 'Fırat Kalkanı' harekatı ile attı. 192

Başta IŞİD olmak üzere PYD/YPG ve diğer terör örgütlerinin yarattığı tehdidi bertaraf etmek ve sınır güvenliğini tesis etmek amacıyla baş­ latılan harekat, ABD, Rusya ve İran ile uzlaşma sağlanarak gerçek­ leştirildi. Suriye iç savaşının başladığı andan Fırat Kalkanı harekatına kadarki bütün politikalar yanlıştı. Nitekim, Ahmet Davutoğlu'nun Baş­ bakanlık'tan azledilmesi ve Binali Yıldırım'ın Başbakan olmasından sonra, Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü olan Numan Kurtul­ muş, 'baştan beri Suriye politikası yanlıştı ve biz şimdi bunu tamir etmeye çalışıyoruz' demişti. (13) Esasen Suriye politikasının yanlışlığında birinci derecede sorumlu kişi Recep Tayyip Erdoğan, ikinci derecede sorumlu kişi ise Ahmet Davutoğlu idi. Bütün bu ayakları yere basmayan yanlış politikaların altında yatan ideoloji ise, Siyasal İslam tutkusu idi. Üstelik başka örneklerde de gö­ rüldüğü ve yaşandığı gibi çoktan iflas etmiş olan Siyasal İslam tutkusu, hem uluslararası alandaki itibarımıza, hem iç dengelerimize, eğitimimi­ ze ve ekonomimize, hem de İslam dininin kendisine büyük zarar verdi. Oysa Türkiye Cumhuriyeti devleti, geçmiş yönetimlerin bütün yan­ lışlarına rağmen, bazı önemli kurumsal yapıları geliştirmeyi başarmıştı. Bunlardan birisi de, Dışişleri Bakanlığı bürokrasisiydi. Monşer yakış­ tırmalarıyla, liyakatsiz, intikamcı ve ideolojik atamalarla bu kurum da tarumar edildi. Dışişleri Bakanlığı'nda, alt düzey memur olarak bile çalıştırılmayacak kapasitedeki bazı kişiler, bazen intikamcı bir tutumla, bazen ahbap çavuş ilişkileri ile, bazen partizanlıkla, bazen de sadece dil bilmeleri saikiyle büyükelçi olarak atandılar. Mesela sırf partizanca bir tutumla, bazı önemli başkentlere Ak Parti eski milletvekilleri büyükelçi olarak atandı. Bunların bir kısmı temel dış politika bilgisinden yoksun, diplomasi ustalığı ve deneyimi olmayan kişilerdi. Kamu idaremizde, Valilik ve Büyükelçilik 'istisnai görev' olarak ta­ nımlanır. Ancak buna rağmen Cumhuriyet tarihi boyunca bir iki istisna dışında bu görevlere atananlar, sistemin içinde pişen, büyük bir devlet tecrübesi edinen kişiler arasından seçilmişlerdir. Özellikle büyükelçi olarak atanan bazı isimler kamuoyu tarafından yakından bilinmekte ve bunların arasında benim de yakından tanıdıklarım vardır. Ancak onla193

rı kişisel olarak incitmemek için adlarını açıklamıyorum. Zaten bütün eleştirilerimizde amacımız kişileri konuşmak değil, politikaları, sistemi ya da sistemsizliği konuşmaktır. Bu arada tabiatı ile, bütün bu yanlış politikaların belirlenmesinde etkin rolü olan aktörleri konuşmadan da, . . esas mesaJımızı veremeyız. Dış politikada Ak Parti döneminin en dikkat çekici özelliği, par­ tiler üstü bir yaklaşımla ele alınması gereken hemen her konunun, iç politikaya, oy devşirme hesaplarına alet edilmesi olmuştur. Bu yüzden dış politikada meydan okumaya dayalı bir hamaset egemen kılınmış, bilinçaltları büyük devlet geçmişi ile dolu insanlarımızın bu duyguları provoke edilerek, dış politik mesajların tamamı iç politikaya malzeme yapılmıştır. Arap Baharında tuzağa düşen Türkiye'nin, başta Mısır olmak üzere Katar hariç neredeyse tüm Arap ülkeleri ile ilişkileri bozuldu. Türkiye Akdeniz Havzasındaki önemli çıkarlarını savunmada, bir hayli yalnız­ laştı. Bu durum diplomaside iflas anlamına gelecekken, tükenmez sözü olan iktidar çevreleri, 'değerli yalnızlık' gibi, reel politikte ve diploma­ side karşılığı olmayan abuk bir ifade ile, teselli bulmaya ve toplumu yine yeni bir hamasi kavramla aldatmaya devam ettiler. Gazeteci Cengiz Çandar Ol Kasım 2014 tarihli köşe yazısında, 'De­ ğerli yalnızlık saçmalığı bir yana, bu dış politik tutumla, maliyeti yüksek yalnızlık kapıda' diyordu. Çandar devamla 'Ak Parti ik­ tidarı, Ortadoğu dinamiklerini, uluslararası sistemdeki değişim parametrelerini doğru okuyamadığı, reel politikle bağdaşmayacak biçimde ideolojik saplantılarda ısrar ettiği için, Türkiye'yi mevcut açmazlarla dolu sıkıntılı bir duruma sürükledi' diye ekliyordu. (14) Türkiye bugün hala yanlış ideolojik bölgesel politikalar yüzünden, küresel düzeyde de ilişkilerini istenilen seviyede geliştiremiyor, ortaya çıkan sonuçlardan ekonomimiz büyük zarar görüyor, el yordamı ile sür­ dürülen dış politikanın ağır faturasını ödüyoruz. Dış politika alanı, bu derece tutarsızlıkları, çelişkileri kaldırabile­ cek bir alan değildir. Bugün bile büyük çelişkilerin ortaya konulduğu bir dış politik çizgideyiz. Sayın Erdoğan, 21 Kasım 2020 tarihli bir beyanatında, 'Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa'da görüyor, 194

geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz' diyor, arkasından da 4 ay gibi kısa bir süre sonra 20 Mart 2021 tarihli bir kararname ile AB ülkelerinin içinde olduğu 'İstanbul Sözleşmesi'n­ den ayrıldığımızı ilan ediyordu. 'Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' demezler mi adama. Yaklaşık 106 yıldır Ermeni meselesi uluslararası platformlarda karşı­ mıza çıkar. 1981 'de kendi yaptırdıkları darbe rejiminin antidemokratik koşullarını fırsat olarak değerlendiren ABD Başkanı Ronald Reagan 'ın kullandığı 'soykırım' kelimesinin, ikinci kez 24 Nisan 2021'de ABD Başkanı Joe Biden tarafından kullanılması dikkat çekicidir. ABD Baş­ kanının Ak Parti iktidarının Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde, 'soykırım' kelimesini kullanması ayrıca manidardır. ABD Başkanı Joe Biden, "Her yıl bugün Osmanlı dönemindeki soykırımda ölen­ leri hatırlıyoruz ve böyle bir zulmün bir daha yaşanmaması için taahhüdümüzü yeniliyoruz. 24 Nisan 1915'te Konstantinopolis'te Ermeni aydınlan ve cemaat önderlerinin Osmanlı yetkililerince tutuklanmasıyla başlayarak, 1.5 milyon Ermeni bir imha harekatı dahilinde sınır dışı edildi, katledildi ya da ölüme yürütüldü" biçi­ minde çok ağır bir ifade ile Ermeni lobisine verdiği sözü yerine getirdi. Konuşmasında iki kez soykırım tabirini kullanan Biden'ın bu açıkla­ ması, elbette tarihsel gerçekleri yansıtmıyor, bu açıklamayı politik bir tutumla yaptığını biliyoruz. 106 yıldır Amerikan Başkanları her 24 Nisan'da böyle bir açıklama yapma eğiliminde olmuşlar, ancak Ronald Reagan'ın 1981'deki açıkla­ ması hariç, her defasında Türk dış politika yapıcıları ve diplomasimiz soykırım sözünü kullanacak biçimde bir açıklamanın yapılmasını önle­ mişlerdi. Bu arada birçok Avrupa ülkelerinin parlamentolarında Ermeni soykırım yasaları kabul edilmişti. Ancak ABD'den böyle bir açıklama gelmesi, gelecekte doğurabileceği sonuçlar bakımından farklı bir du­ rumdur. Aynca açıklamanın içeriğinde milletimizi yaralayıcı ifadeler vardır. 'Bir daha böyle bir durumun yaşanmaması' ifadesi, milletimi­ zi töhmet altında bırakıcı ve aşağılayıcı bir ifadedir. Yine İstanbul'dan Konstantinopolis diye bahsedilmesi de, şimdiye kadar ki ABD-Türkiye ilişkilerini zedeleyici hasmane bir tutumdur. 195

İkinci kez bir ABD Başkanının 'soykırım' ifadesini kullanması, böyle bir açıklamanın yapılabilmesi, Türk dış politikasının, Türkiye diplomasisinin kesin bir başarısızlığıdır. İyi yetişmiş diplomatlarınızı ideolojik takıntılarla, iç politikaya malzeme yaparak, monşer diyerek değersizleştirirseniz, yerlerine de diplomasiden bihaber eski Ak Partili milletvekillerini atarsanız, sonunda bu büyük başarısızlıkla karşı kar­ şıya kalırsınız. Yine iç politikada prim yapıyor diye, miting alanların­ da yabancı ülkelere ve yöneticilerine ey şu, ey bu biçiminde meydan okuyan bir üslupla konuşmaya devam ederseniz, böyle bir dış politik faturayla karşılaşmanız kaçınılmaz olur. Bazıları diyebilir ki, bu gelinen aşamada hırsızın/ABD'nin hiç mi suçu yok. Elbette ABD'nin Türkiye'yi gözden çıkarması anlaşılabilir de­ ğildir. Ancak ABD emperyal bir devlettir ve çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapar. Siz de işte bu reel politiğe uygun davranmalısınız. Demek ki Türkiye'nin izlediği dış politika, ABD'nin Türkiye'yi gözden çıkarabil­ mesini mümkün kılmıştır. Ya da dış politika yapıcılarımız ve diplomasi­ miz, ABD'deki lobileri lehimize etkileme başarısını ortaya koyamamış, yararımıza bir tutum sergilemeleri yönünde ikna edici olamamışlardır. Hamaset, dış politikanın uygulama araçlarından biri değildir. Ha­ masetle ancak içerideki seçmenlerinizi hoşnut edersiniz, hatta anlan da kandırmış olursunuz. Dış politikada geçerli tek enstrüman 'reel politik­ tir'. Yani ülke çıkarlarınız her şeyin üstünde olmalıdır. Bu demek de­ ğildir ki, mazlumların, ezilen halkların yanında olmayacaksınız. Ne var ki, gücünüzü aşan bir biçimde etrafa, dünyaya nizam verme hayaline kapılırsanız, bir gün bunun ağır faturası ile karşılaşırsınız. Öte yandan 'dünya bize düşman', 'Türkün Türk'ten başka dostu yoktur' gibi yine hamaset içerikli ve aldatıcı ifadelerle, iç seçmeni kan­ dırmayı başarabilirsiniz ancak nihayetinde uluslararası alanda ülkenize zarar vermeye devam etmiş olursunuz.

196

2012 Anayasa Platformu Çalısması Şimdilerde yeni bir anayasa teranesi tutturuldu gidiyor. Oysa biz bu numarayı yıllar önce gördük ve yaşadık. 2012 yılında 'Anayasa Platformu' adı altında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı (TBMM)'nın girişimi ile başlatılan ve Ak Parti'nin de destek verdiği bir platform kuruldu. Türkiye Odalar ve Borsalar Bir­ liği'nin bünyesinde bir düşünce kuruluşu olarak faaliyet gösteren Tür­ kiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV)'nın sekreteryasını üstlendiği platform, başta Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) olmak üzere Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK), TÜRK-İŞ, TİSK, KAMU-SEN, MEMUR-SEN, HAK-İŞ, Türkiye Barolar Birliği, Türkiye Serbest Mu­ hasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB), Türk Veteriner Hekim­ leri Birliği, Türkiye Noterler Birliği'nden oluşan 13 kuruluş tarafından kuruldu. TÜSİAD, TİM, TÜMSİAD, MÜSİAD, Anayasa Kadın Plat­ formu, TÜRKONFED, Sivil Toplumu Geliştirme Merkezi gibi kuruluş­ lar da toplantılara ve çalışmalara destek verdi. Dönemin TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in de destek verdiği platform, aynı yıl 'Anayasa Vatandaş Toplantıları' adı altında ülke genelinde bir toplantılar zinciri düzenledi. 'Türkiye Konuşuyor' sloganı ile başta İs­ tanbul, Ankara, İzmir olmak üzere, Bursa, Diyarbakır, Edirne, Trabzon, Konya, Antalya, Samsun, Erzurum, Gaziantep ve Kayseri dahil 13 ilde düzenlenen toplantılarda, halkın yeni anayasaya dair düşünceleri, görüş­ leri, özgürce tartışma ortamlarında alındı, kayda geçirildi. Sürecin so­ nunda hazırlanan rapor, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu'na iletildi. Katılımcıların cep telefonları üzerinden rastlantısal olarak seçildiği 'Anayasa Vatandaş Toplantıları'nın Bursa ayağına ben de 'anayasa gönüllüsü' olarak davet edildim. Türkiye tarihinde sivil bir anayasa yapmak üzere, halka müracaat edilen en büyük müzakereci demokrasi etkinliği olarak adlandırılan bu süreç, gerçekten de çok olumlu çabala­ rın ve katkıların ortaya konulduğu bir çalışma oldu. Toplantılar, davet197

!ilerin yuvarlak masa etrafında buluştuğu, herkesin söz hakkı olduğu, katkı ve eleştirilerde bulunduğu bir zeminde gerçekleşti. Bu arada başta TBMM Başkanı Cemil Çiçek olmak üzere, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyeleri de düzenlenen toplantılara katılarak, destek verdi­ ler. Çoğu toplantıda Cemil Çiçek, TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ile birlikte açılış konuşması yaptılar. Toplantıların tarafsız ve yönlendirme olmaksızın yapılmasına bü­ yük özen gösterildi. Toplantı içeriğinin yönetilmesi konusunda, adil söz hakkı, eşit ve etkin katılım konusunda özel yöntemler geliştirildi. Bütün aykırı görüşlere açık uçlu bir toplantı usulü benimsendi. Tüm masalarda konular eş zamanlı olarak tartışıldı. Bunun için de bir mer­ kez yürütücü görev yaptı. Her bir konu ile ilgili merkezden bilgi veri­ lirken, tartışmanın konusu ekranlara yansıtıldı. Ellerinde oylama cihazı olan katılımcılar, masada tartışılan konular çerçevesinde bu cihazlar aracılığı ile cevaplarını ilettiler ve bu cevaplar anında dev ekranlara yansıtıldı. Bu çalışma yöntemi ile, bahse konu illerde yaklaşık 6 bin 500 ana­ yasa gönüllüsünün sürece katılımı gerçekleşti. Halkı sayısal veri ola­ rak değil, siyasal sistem kurucusu ve egemenliğin öznesi olarak gören bu Anayasa Platformu çalışmasında, devlet iktidarını birey hakları ile sınırlama bağlamında bir temel yaklaşımın halk tarafından dillendiril­ diğine de tanıklık ettik. Bu arada katılımcılar arasından Trabzonlu bir çoban 'Anayasa Platfor­ mu'mın sembol ismi oldu. Kendisi ile yapılan görüşmede şunları söyledi: "Ben Trabzon Akçaabat ilçesinin köyünde ikamet eden bir emekli­ yim. Dağda keçi beklerken telefonum çaldı. 'Anayasa Platformu'nda sizin de söz hakkınız olsun dediler. Önce inanamadım; dağda çobanhk yapan adamı niye arasınlar diye. Tekrar aradılar; sonra kendime gel­ dim, ormanda kızılağaçlar arasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumu habrladım. Keçileri bir arkadaşa bırakarak toplanbya ka­ tıldım. Diyeceksiniz ki kravath çoban olur mu diye? Bu benim düğün ve bayram elbisem. 12 Eylül öncesini ve 28 Şubat'ı yaşamış 1960 do­ ğumlu biri olarak, yeni anayasa bana soruluyorsa, bugün benim için bir bayramdır. Katkım olursa ne mutlu ..." (15) 198

Böylesi ilginç gelişmelerin de yaşandığı sürecin sonunda, toplantı­ larda gerçekleştirilen tartışma ve oylamaların ham verilerinden oluşan yaklaşık 15 bin sayfalık rapor, 9 Mayıs 2012'de TOBB'da yapılan bir törenle Anayasa Platformu tarafından TBMM Başkanı Cemil Çiçek'e sunuldu. Rapor tabiatıyla TBMM 'Anayasa Uzlaşma Komisyonu'na iletildi. Ne yazık ki, o günkü TBMM'de oluşan birlik ruhuna, ülke çapında yapılan bütün bu çalışmalara, halk katılımına, mükemmel bir müzake­ reci demokrasi örneğine rağmen, yapılan tüm çalışmalar çöpe gitmiştir. Sonraki dönemlerde anlıyoruz ki, STK'ların samimiyetle sarıldığı ve gece gündüz demeden yollara düştüğü, çalıştığı bu süreç, iktidar ta­ rafından samimiyetle benimsenmiş bir süreç değildi. Yani ortada yine yeni bir aldatmaca vardı. O bakımdan şimdiki yeni anayasa iddialarına inanmamakta oldukça haklıyız. Yeni bir aldatmaca ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak için çok zeki olmaya gerek yok. Aynı filmi başka alanlarda da defalarca sey­ rettik, seyretmeye devam ediyoruz. Ak Parti iktidarının bu tutumu, esasen siyasetin kurumsal kimliğine de çok zarar verdi. İkircikli davranışlar, sözün iyisini söyleyip uygula­ manın kötüsünü yapmak, toplumun siyasilere olan güvenini de ortadan kaldırdı.

Rövansist Siyasetin Rüzgarları Esmeye Baslıyor Rövanş kelimesi, Fransızca 'intikam' anlamına gelen 'revanche' sözcüğünden dilimize girmiştir. Kelime, etimolojik olarak Latince'de öç almak, kan davası gütmek anlamına gelen 'revindicare' sözcüğüne dayanır. Rövanş kelimesi batı kökenlidir ancak, Doğu ve Ortadoğu coğrafya­ sındaki karşılığı bugün bile en yoğun bir biçimde varlığını sürdürmek­ tedir. O kadar ki, bu coğrafyada geçmişte örneklerine çokça rastlandığı 199

gibi, ölüyü mezardan çıkarıp asarak intikam alma geleneği vardır. Oysa kin, intikam ve nefret psikolojisi, insani vasıfların yeterince gelişmediği irrasyonel bir davranış biçimi olup, içgüdülerden besle­ nen hastalıklı bir ruh halini yansıtır. Yani intikamcılık, bireysel an­ lamda aklın duygulara yenik düşmesi ile ortaya çıkan psikopatolojik bir durumdur. Jack Ensing Addington '%100 Düşünce Gücü' adlı kitabında, 'Nefret, kin, kıskançlık ve intikam duygusu korkunun çocuklarıdırlar' der. (16) Rövanş psikolojisinin siyasal yansımaları hem Batı tarihinde hem de özelikle Ortadoğu tarihinde çok kanlı çatışmalara sahne olmuştur. Ne var ki batıda, aklın özgürleşmesi, hümanist akımlar, insan haklarının bi­ lincine erişme, demokrasinin derinleşmesi ve rasyonel düşüncenin geliş­ mesi gibi yaklaşımlar, bu çatışma dönemlerini kendi içinde bitirmiştir. Otoriter rejimlerin egemen olduğu, siyasal ve demokratik bilincin gelişmediği, yönetenin 'çoban' yönetilenin de 'sürü' konumunda ol­ duğu Ortadoğu'da ise, intikamcı kültür hem toplumsal hayatın içinde hem de siyasal alanda varlığını etkin bir biçimde sürdürüyor. Çoban deyince, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Beştepe'de 14 Kasım 2016'da 'Milli Tarım Projesi' toplantısında yaptığı konuşmayı hatırla­ dım. O toplantıda sayın Erdoğan, 'Peygamberlerin mesleği olan çiftçi­ lik ve çobanlığı ülkemizde hak ettiği konuma getirmeliyiz. Çobanlık deyip hafife almayın. Çobanlığın felsefesini anlamayan, psikolojisi­ ni anlamayan, insan yönetemez. Ben de bir çobanım' dedi. (17) Oysa çobanlık mesleğinin öne çıkan en temel özelliği, yönetilen­ lerin 'koyun' pozisyonunda olmasıdır. Koyunlar itiraz edemez, hayır diyemez, hak arayamaz ve sürü psikolojisi ile hayatlarını idame etti­ rirler. O bakımdan oldukça arkaik bir meslek olan çobanlık mesleği ile modern kamu yönetimini kıyaslamak, ya da çağımız yöneticiliğini çobanlık kavramı üzerinden tarif etmek, oldukça anakronik bir tutum­ du. Öte yandan Erdoğan'ın geldiği kültür, Cumhuriyet elitlerinin halkı koyun yerine koyduğu tezini çok işleyen ve bunun üzerinden yaratıl­ mış mağduriyetleri de çok kullanan bir kültürdü. Ne var ki, kendileri Ankara egemeni durumuna terfi edince, yönetenin çoban, yönetilenin de koyun olduğu biçiminde itirafla ironik bir noktaya sürüklenmişler.

200

Israrla söylüyor ve yazıyorum ya; Türkiye'de halkın yönetilme biçimi ve mağduriyetleri bakımından pek değişen bir şey yok. Yani 'Batı Cep­ hesinde Yeni Bir Şey Yok'; sistem değişmemiş aktörler değişmiştir. Eskinin Ankara egemenleri ile yeni Ankara egemenleri yer değiştir­ miştir. 'Olgarşinin Tunç Yasası' işlemiş, egemen elitlerin hakim oldu­ ğu düzen değişmemiş, yani oligarşi değişmemiş oligarklar değişmiştir. Olan biten bundan ibarettir. Öte yandan siyasal rövanşizm, iktidar gücünü ele geçirdikten sonra, geçmişten, muhaliflerden intikam almayı, hesap sormayı amaç edinen bir siyasal tutumdur. Alt kültürel bu davranış kalıbı olan bu tutum, ik­ tidar gücünü ve iktidar nimetlerini muhaliflerinden intikam almak için kullanır. Türkiye 'nin bugün sürüklendiği siyasal ve ekonomik darboğa­ zın, toplumsal polarizasyonun (kutuplaşma), çatışmacı siyasal iklimin esas nedeni, bir türlü bitmeyen rövanşist siyaset anlayışıdır. 'Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak' sloganı ve taahhüdü ile yola çı­ kan Ak Parti iktidarı, Kemalist Sol 'un 'karşı devrim' tezini haklı çıkara­ cak biçimde, rövanşist bir siyasal çizgiye kısa zamanda sürüklendi. Bu tutumu, bazen Cumhuriyet'in kuruluşunda kendilerini sistemin dışında kalmış hissedenlerin beklentilerine cevap niteliğinde ulusal politikalar­ da ortaya koydu, bazen de bizatihi Recep Tayyip Erdoğan'ın kendisine karşı yapılmış kimi haksızlıkların intikamını almak biçiminde sergiledi. En yakın örneğini 31 Mart 2019 seçimlerinde yaşadık. İstanbul ye­ rel seçimlerinde Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu Cumhur İttifakı adayı Binali Yıldırım karşısında seçimi 13 bin 729 oy farkla kazanma­ sına rağmen, kanaatimce seçim kuruluna yapılan baskılar sonucu hukuk katledilerek ve Yüksek Seçim Kumlu'nun itibarı ayaklar altına alına­ rak İstanbul yerel seçimleri iptal ettirilmiştir. Bu adaletsizliğin farkında olan ve içlerinde Ak Partili çok sayıda seçmenin de olduğu İstanbul halkı ise, 23 Haziran'da tekrarlanan seçimlerde İmamoğlu lehine bu defa 806 bin 415 oy farkla seçimleri sonuçlandırmıştır. Tıpkı Erdoğan'a karşı yapılan hukuksuzlukların bedelini halk nasıl ödettiyse, aynı halk benzer bedeli İstanbul seçimleri örneğinde Erdoğan ve çevresine ödet­ me sağduyusunu ortaya koymuştur. 201

İki de bir Şeyh Edebali'nin Osman Gazi'ye nasihatindeki 'Ey oğul; bundan sonra öfke bize, uysallık sana; suçlamak bize, katlanmak sana; geçimsizlikler, çahşmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana; kötü söz, haksız yorum bize, bağışlamak sana; bölmek bize, bütünlemek sana' gibi kıymetli sözlerini sık sık dillen­ diren iktidar çevreleri, bu nasihatteki erdemli önerilerin, neredeyse hiç birinden nasiplenememişlerdir. Rövanşist siyaset anlayışı, kendi zenginini yaratma çabasından ken­ dinden olmayanı dışlamaya, devlette ideolojik kadrolaşmadan kayır­ macılığa, hak ve özgürlüklerden adalete, mimariden kültür ve sanata, eğitimden inancın alanına kadar her yeri adeta kuşatmıştır. Esasen intikamcı kafaların düşünce dünyalarının arka planı Cum­ huriyet'in kuruluşuna kadar uzanır. Kitapta sıkça tekrarladığım gibi, Cumhuriyetin kuruluşunda kendini sistemin dışında gören şeriat yanlısı veya din temelli toplumsal düzen kurma yanlısı kesimler, Necmettin Erbakan'ın siyaset sahnesine çıkışından itibaren karşı devrim tezini doğrular nitelikte bir siyasal mücadelenin içine girdiler. Ak Parti ik­ tidarında bunu gerçekleştirebilmenin tarihi fırsatını ele geçirdiler. Bu noktada iktidarın kısa vadede bir Şeriat düzeni hesabı içinde olduğu iddiasında değilim elbette. Ancak ciddi bir biçimde 'din temelli toplum­ sal dönüşüm projesinin' üzerinde yüründüğü gerçeği ile de karşı karşı­ yayız. En azından iktidar çevreleri, çelik çekirdek olarak kabul ettikleri ve siyasi misyonlarının besi kaynağı olan 'Siyasal İslam' taraftarlarını tahkim etmek, iktidar gücünü kaybetmemek için o çevrelere şirin gö­ zükecek politikalar ortaya koyuyorlar ve oy hesaplan nedeni ile Cum­ huriyetin kuruluşu sırasında sistemin dışında kalan zırcahil çevrelerin egemen olma umutlarını yeşertiyorlar. Ak Parti iktidarının en büyük yanlışı, Türkiye'nin önemli kurumları­ nı kontrol altına aldıktan sonra, ideolojik takıntılar üzerinden geçmişten hesap sorma, hemen her konuda intikam alma yoluna gitmesi oldu. Saf­ ları sıklaştırma amacıyla kutuplaştırıcı ve nefret dilinin egemen olduğu bir siyasi anlayış, toplumu kalın çizgilerle ayrıştırdı. Bu noktada denilebilir ki, Ak Parti'nin ilk yıllarında zinde güçlerin iktidarın meşruiyetini kabul etmeme, partiye açılan kapatma davası, 367 202

Krizi ve benzeri gerekçeler, Ak Parti yönetiminin intikamcı noktaya sü­ rüklenmesinde pay sahibidir. Bu argümanın kısmen haklılık payı olmak­ la birlikte, güçlü liderlik edebilme becerisi ve başarısı karşısında tutarsız bir argümandır. Güçlü liderlik, tam da zor zamanların işidir. Hani bir söz var ya, 'Usta denizci fırtınada belli olur.' İşte o ustalık, hem de 'Usta­ lık Dönemi' denilen evrede ortaya konulamamış, alt kültürel intikamcı duygulara teslim olunmuştur. Oysa esas liderlik, esas ustalık, ülke yönetiminin tamamını kontrol altına aldıktan sonra, ferasetli davranma, geleceği akıl gözü ile okuma ve geleceği yönetme becerisi ve herkesin yararına bir düzen kurma ça­ bası ile mücehhez bir duruşu ifade eder. Bu duruşu maalesef Ak Parti önderliğinde göremedik. Kamuya eleman alımı, eskiden olduğu gibi fakat sadece aktörlerin değiştiği biçimde yine parti binalarında şekillenmekte, sosyal medya­ da yazdıkları suç teşkil etmeyen eleştirel mesajlar yüzünden insanlar hapse atılmakta, günümüz mimarisi ile yapılması gereken cami, kamu binası ve benzeri binalar, 800 yıl öncesinin mimarisi taklit edilerek yapılmakta, televizyon dizileri ile tarihi olaylar ve şahsiyetler gerçek dışı mesajlarla işlenmekte, seküler eğitime karşı teoloji eğitimi veren okullar üzerinden yeni bir eğitim sistemi kurgulanmakta, geçmişte mağdur edildikleri iddiaları üzerinden, üstelik FETÖ deneyine rağmen cemaatler ve tarikatların devlete egemen olma mücadelelerine seyirci kalınmakta, göz yumulmakta ya da yol verilmektedir. Ak Parti iktidarı döneminde, özellikle 2011 'den sonra her şey aslına rücu etmiş, her şey eskisi gibi değil, eskisinden beter olmaya başla­ mıştır. Yani eskiden Jakobenizm, egemen güçler, şeffaf olmayan kamu yönetimi, yöneten ve yönetilen aynını, halkın mağduriyeti, adaletsizlik, antidemokratik uygulamalar, kamu kaynaklarının israf edilmesi, yol­ suzluk ve rüşvet iddialarının sürüp gitmesi diye tanımladığımız bu çar­ pık sistemde bir değişiklik yok. Sadece aktörler değişti. 90'lı yıllarda da yaşadığımız 'Şimdi sıra bizde' anlayışı, 2011 'den beri yani yaklaşık 1 O yıldır ülkenin çanına ot tıkadı. Rövanşizrn öylesine hastalıklı bir tutkuyla uygulanmakta ve iyi­ ce azgınlaşmış vaziyettedir ki, mimaride bile intikamcı tutum dikkat 203

çekmektedir. Düşünebiliyor musunuz, sırf geçmişe özlemle, rövanşist tutumla, 'İstanbul'a mührümüzü vuracağız' tutkusuyla Çarnlıca'da inşa edilen 60 bin kişilik cami, Sultan Ahmet Cami'sini taklit eden 400 yıl öncesinin mimarisi ile yapıldı. Evrensel bir meslek olan mimarlık, insan ihtiyaçlarını ekonomik ve teknik imkanlarla buluşturarak, yapıları estetik ve yaratıcılıkla inşa etme işidir. Bu zaviyeden bakıldığında mimaride aslolan çağı yansıtmaktır. Hatta mimarlar yüzyıllar öncesinin mimarisini biraz da günümüz mi­ marisi ile karıştırarak bugüne taşımayı, Çamlıca Camisi'ni tenzih ede­ rek söyleyeyim, argo tabir ile 'piç mimari' olarak adlandırırlar. Öte yandan sırf dindar nesil yetiştirme saikiyle ve yine tabi ki rö­ vanşist bir tutumla İmam Hatip'lerin orta kısımlarını açmak için, 2012-20l3 eğitim öğretim döneminde, 4+4+4 diye adlandırılan yeni bir eğitim sistemine geçildi. Bilim ve teknoloji çağında, teoloji eksenli eği­ timi, eğitim sisteminin omurgası yapmaya kalkmak rövanşist siyaset değil de nedir? Bu arada İmam-Hatipleri eğitimin omurgası yapmaya çalışan Ak Parti ileri gelenlerinin hemen hepsinin çocukları, seküler eğitim veren okullarda hatta büyük bir kısmı yurtdışındaki okullarda okumaktadırlar. Yine aynı tutumla eğitimin yönetim kadroları ağırlıklı olarak İlahiyat Fakülteleri mezunlarından oluşturuldu. İlahiyat mezunu arkadaşlarımız alınmasınlar, onların mesleklerine saygı duyuyorum, ancak burada rövanşist bir zihniyeti yansıtmak bakımından bu örnek­ leri vermek zorundayım. Düşünebiliyor musunuz, Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin başına, televizyonlarda uzun yıllar hurafeler anlatan, ağlamaklı mesajlarla akla değil duygulara hitap eden İlahiyatçı bir zat-ı muhterem getirildi. Esasen rövanşist siyaseti Osmanlı'nın 1913 yılına kadar indirgeye­ biliriz. Mesela İttihat ve Terakki'nin rövanşist uygulamaları önemli ör­ nekler olup, dağılma sürecinin ortaya çıkması ile, Osmanlı'da rövanşist uygulamaların ömrü kısa olmuştur. Ne var ki Cumhuriyet dönemi ile birlikte köklü bir rövanşist siyaset geleneği oluşturduğumuzu söyle­ yebiliriz. Maalesef bizde siyaset, geçmişten hesap sorma, devri sabık yaratma, intikam alma sevdası ile yapılan bir işe dönüşmüştür. 1960 dar­ besi önderleri, geçmiş Demokrat Parti uygulamalarından hesap sormak 204

için, bütün itirazlara rağmen idamlardan vazgeçmemiştir. Hatta hukuk tarihimize kara leke olarak geçen Yassıada Mahkeme Başkanı Salim Başol'un, dönemin devrik Başbakanı Adnan Menderes'in itiraz ettiği konularda, 'sizi buraya tıkayan irade öyle istiyor' biçimindeki sözü, siyasetimizdeki rövanşist geleneğin nasıl da güçlü olduğunu göstermesi bakımından manidardır. Aslında Cumhuriyet döneminde siyasal rövanşizmi provoke eden en önemli olaylar darbe süreçleridir. Darbe sonrası dönemlerde ise mili­ tarizmin etkileri devam ettiği için olacak ki, normal dönemlerde de bu intikamcı ruhu bir türlü terk edemedik. Hatta bu alt kültürel davranışın nedenlerini biraz da bu coğrafyanın kültürel kodlarında aramak lazım­ dır. Bugün de iktidar-muhalefet ilişkisi bağlamında rövanşist mesajların varlığına tanıklık etmekteyiz. Rövanşist siyaseti ve rövanşist siyaset karşısında güçlü liderlik bağla­ mında konuyu, Nelson Mandela örneği ile biraz daha açmak istiyorum. Bir kabile reisinin oğlu olan Mandela bildiğiniz gibi, Güney Afrika'da siyahlara uygulanan ayrıma (Apartheid) karşı mücadelenin, 27 yıl ha­ pis yatan abideleşmiş ismidir. Güney Afrika'da beyazlar, 1990'a kadar siyahlara yıllarca pek çok insanlık dışı muameleler yapmış, okullarını, hastanelerini, restoranlarını ayırmış, adeta zulüm uygulamışlardır. Hapisten çıktıktan sonra 1990'da seçildiği Güney Afrika Devlet Başkanlığı görevi sırasında, Mandela 'nın beyazlardan çok şiddetli in­ tikam alacağı bekleniyordu. Ama Mandela, Afrika Ulusal Kongresi (ANC) adlı partisi içindeki baskılara ve taraftarlarının rövanşist çağrı­ larına rağmen öyle yapmadı. Üstelik partisindeki önemli bir grubu kar­ şısına aldı. Tüm kin, nefret ve intikam duygularından arınarak, dünyaya büyük bir insanlık dersi verdi. Beyazlarla siyahlara eşit muamele yaptı ve onu Büyük Mandela yapan gerçek liderliğini ortaya koydu. Mandela BBC'ye verdiği bir mülakatta, kendisine ve siyahlara karşı ırkçı politikalar uygulayanlara karşı, 'Eğer onları affetmezsek, kır­ gınlık ve intikam duyguları hep tekrarlayarak devam edecektir. Biz ise geçmişi unutalım şimdiye ve geleceğe bakalım diyoruz. Tabi ki geçmişte yaşanmış acımasızlıkların da bir daha yaşanmasına asla müsaade etmeyelim' diyordu. (18) 205

27 yıl hapis yatan, birçok kötü muameleye ve şiddete muhatap olan Nelson Mandela, bütün bunlara rağmen kin ve düşmanlık taşımayan, alçak gönüllü ve gerçek demokrat bir liderdi. Yine Mandela rövanşiz­ min, intikam arayışı içinde olan insanların kişisel ihtiraslarını tatmin­ den başka bir işe yaramayacağını bilen, güçlü bir liderdi. İşte bu üstün liderlik özellikleri sayesinde, dünyanın hemen her yerinde kendisine büyük hayranlık duyuldu ve başka çatışma alanlarında da barışın ege­ men kılınması için büyük çabalar sarf etti. Bu sayede, 1993 yılında Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldü. Mandela örneğini bu kadar geniş yazmamın nedeni, gerçek ve ör­ nek bir liderlik ortaya koyması nedeniyledir. Elbette Türkiye'de Gü­ ney Afrika örneğindeki gibi bir ayrımcılık hiç olmadı. Ancak Mandela örneği, siyahların uğradığı hapis, ölüm, işkence ve idam gibi zulüm­ lere karşı bile rövanşist davranmayacak kadar yüksek bir erdemlilik içermesi bakımından önemlidir. Kin, nefret ve intikamcı duygular, alt kültürel duygulardır. Gerçek önderlik bunlardan arınma becerisini ortaya koyabilmekte elde edile­ bilecek bir merhaledir. Aksi halde önder değil, hislerine yenik düşen bir grubun, hissiyatına esir düşmüş yöneticisi olursunuz. Dünya lide­ ri lafla olunmuyor; bilgiyle, birikimle, ferasetle, geleceği akıl gözü ile okumakla olunuyor. Dünya liderliği, demokrasiye, hukuka, insan hak­ larına, akla ve bilime sahip çıkarak ortaya konulabilecek bir vasıftır. Ak Parti iktidarının rövanşist uygulamaları, bazen etkili konumda­ ki kişilerin beyanlarıyla desteklenmiş ve bu beyanlar toplumda infial yaratmıştır. Mesela 2015 yılında dönemin Balıkesir Milletvekili Tü­ lay Babuşçu, '600 yıllık imparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi' derken, Cumhuriyetin rövanşını almaya gönderme yapıyordu. Nitekim Ergenekon ve Balyoz davalarının da 28 Şubat'ın intikamını almaya dönük bir girişim olduğu açıkça görülüyordu. ( ı 9) Ak Parti iktidarının rövanşizm üzerinden istismar ettiği bir durum daha var. Ak Parti, başörtüsüne açılan geniş alanın ve muhafazakar kit­ leler nezdinde elde adilmiş kazanımların, muhalefetin iktidar olması halinde kaybedileceği, yani yeni bir rövanşizm ile karşı karşıya kalabi­ lecekleri tezi üzerinden, seçmen desteğini tahkim etmeye çalışıyor. Bu 206

öyle bir istismar alanı ki, iktidar bir yandan kendi rövanşizmini saklı­ yor, diğer taraftan karşı rövanşizm tehdidi ile, kendi seçmeninin oylarını konsolide etmeye çalışıyor. Muhalefet ise yaratılan bu psikolojiyi berta­ raf etmek için, rövanşist olmayacağını izah etmeye çalışıyor. Şüphesiz bu endişeyi diri tutacak beyanlara, toplumun küçük bir kesitinin çanak tuttuğu gerçeği de söz konusudur. Ancak küçük bir jakoben kesimin propagandalarını, tümüyle toplumsal muhalefete mal etmek, iyi niyet­ le değil, ancak istismarla açıklanabilecek bir durumdur. Karşı rövanşist endişeyi sürekli diri tutma çabası, aynı zamanda toplumu müthiş dere­ cede kutuplaştırıcı bir çabadır. Yani rövanşist zihniyet, rövanşizmi bir de böyle kullanabiliyor. Mesela Gezi Olayları sırasında ve sonrasında iktidarın tutumu, halen Osman Kavala'ya yönelik siyasi tavırlar, hep bu intikamcı anlayışın tezahürleridirler. Bu yüzden olacak ki,' Ak Parti iktidarı geçmişle helal­ leşmek yerine, geçmişle hesaplaşmayı tercih etmiştir. Öte yandan ülkemizde intikamcı geleneğin kimi akıl hocaları var­ dır. Bunların başında muhafazakar gençliği talihsizce yanıltanlardan bir olan Necip Fazıl Kısakürek gelir. Necip Fazıl, 1943 yılına kadar CHP'liydi. 1940 yılında CHP'den milletvekili olmak istemiş, fakat başvurusu CHP tarafından reddedilmişti. Bunun üzerine 1930'larda Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı rejim düşmanlarına karşı mücadele eden adam gitmiş, amansız bir CHP ve rejim düşmanı adam ortaya çıkmıştı. Oysa Necip Fazıl 1934'te Ankara Türk Ocağı'nda 'Kubilay'ı Anma Toplantısında' yaptığı bir konuşmada, 'Eğer inkılabın yüreğini, has­ sasiyetini ve sinirini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay'ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin ... Türkiye'nin nüfus kütüğündeki softa ve mürteci­ lerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar ... ' diye ateşli konuşmalar yapan bir zat-ı muhteremdir kendisi(!). (20) Necip Fazıl, Recep Tayyip Erdoğan'ın gençlik döneminin de idolü­ dür aynı zamanda. Nitekim 11 Mayıs 2018'de Ak Parti Genel Merkez Gençlik Kolları Kongresi'nde Erdoğan, Ak Partili gençlere Necip Fa­ zıl'ın 'Gençliğe Hitabesini' okumuş ve gençler tarafından dakikalarca ayakta alkışlanmıştı. O hitabede sayın Erdoğan'ın okuduğu, 'Dininin, 207

dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik...' ibaresi intikamcı ve rövanşist psikolojinin dışa vurumu değil de nedir? Yine aynı hitabenin ayakta alkışlanan bölümünde Er­ doğan gençlere, 'Devlet ve milletin 7 asırlık hayatında dört devre...' kısmında dördüncü devre dediği Cumhuriyetin son yarım asrını, 'işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kur­ tarıldıktan sonra, ruh planında ebedi helaka mahkumiyet...' olarak adlandıran Necip Fazıl'ın hitabesinin bu bölümünü onayladığını, yani Cumhuriyetin son yarım asrını yerden yere vuran bu ifadeyi tasdik et­ tiğini anlatmış oluyordu. Yine aynı hitabenin devamında, "Halka değil hakka inanan, meclisin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturu­ na hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik ..." ifadesi ile de, millet egemen­ liğine inanma noktasında bir çelişkinin olduğunu, hürriyet konusunda ise biatı esas aldıklarını ifade etmiş olmuyor muydu? Aynı toplantıda Erdoğan gençlere, 'CHP çöplüktür, pisliktir, hava kirliliğidir, susuz­ luktur' diyerek, kutuplaştırıcı söylemlerini pekiştiriyordu. (21) Muhafazakar kesimin düşünce dünyasında önemli yere sahip olan Necip Fazıl'ın ilerleyen yıllarda Demokrat Parti'ye, Adalet Parti­ si'ne, Milliyetçi Hareket Partisi'ne ve Milli Selamet Partisi'ne, sürekli CHP'ye yönelik intikam öğretileri eksenli telkinleri önemli yer tutar. Yukarıda da belirttiğim gibi Ak Parti liderliğinin ve geldikleri geleneğin fikir dünyasının oluşmasında da Necip Fazıl'ın büyük etkisi vardır. Bu coğrafyanın kültürel kodlannda kin, intikam ve rövanşist tutum özel bir yere sahiptir. Hatta dine referansla, 'kinimiz, dinimizdir', 'in­ tikam, intikam, intikam' diye bağıran sloganlarla, bu coğrafyada faz­ lasıyla karşılaşmak mümkündür. Yine önceki bölümde belirttiğim gibi, Ortadoğu coğrafyasında, ölüyü mezarından çıkanp asan, idam eden bir geleneğin izlerine de sık rastlanır bu coğrafyada. Güçlü bir intikam alma duygusundan beslenen rövanşizm aslında, normal olmayan, bireysel ve toplumsal planda zehirleyici etkilere sa­ hip, insan düşüncesini esir alan, tıp dilinde primitif sekel olarak adlan­ dırabileceğimiz ilkel bir davranış kalıbıdır. 208

Kin, nefret ve intikamla donanmış rövanşist siyaset anlayışı, ancak hain-kahraman ikiliği ekseninden her önüne gelene yafta yapıştırma za­ afıyla, içinde bulunduğumuz bölgenin geleneksel kültürel kodlarıyla, özgür düşünceye, eleştirel akla tahammül edemeyişimizle, içini boşalt­ tığımız bize özgü demokrasi ile açıklanabilir bir durumdur. Rövanşist siyaset, iktidarlara yakın çevreler ve intikam duygusu ile yetişmiş topluluklar üzerinde bir süre etkili olabilir. Onların desteğini uzun süre de almanızı sağlayabilir. Ancak toplumun kahir ekseriyeti, kin, nefret ve intikam duygusundan değil, açıklıktan, barıştan, sevgi­ den, adaletten, hak ve hukuktan yanadır. İnsanlığın doğası iyiyi, doğ­ ruyu yüceltmeye meyillidir. Bu yüzden adalet duygusu, hemen her sıradan insan için bile en yüce değerdir. Öte yandan intikamcılığı şiar edinen politikacıların büyük yanılgısı, toplumun kahir ekseriyetinin rövanşist politikalara prim vermediğinden haberdar olmayışlarıdır. Rövanşist politikalar, daima geniş halk kitle­ lerinin sağduyu duvarına çarpmış ve toplumun büyük kesimi nezdinde karşılık bulmamıştır. İnsanların size bağlılığı ne ölçüde güçlü olursa olsun, onlar üzerinde oluşturduğunuz büyüleyici etki ne denli kesif olursa olsun, adaletten ayrıldığınızda, hak ve hukuku gözetmediğiniz­ de, güç zehirlenmesi ile herkese meydan okuduğunuzda, toplumun des­ teği yavaş yavaş sizden uzaklaşır. Siyasal tarih bunun binlerce örneği ile doludur. Ak Parti iktidarı da bunu sınayarak öğrenecektir. Sadece, rövanşizmin toplumda bıraktığı kötü tortuların ve izlerin temizlenmesi biraz zaman alacaktır. Rövanşist siyasi tutumdan uzaklaşmanın yolu, demokrasinin derin­ leşmesi ve içselleştirilmesinden geçmektedir. Bu itibarla sorunu aşa­ bilmek için, iktidar gücünü kullananların muhalefeti düşman olarak değil, paydaş olarak görmesi gerekir diye düşünüyorum. Bunun için de siyasilerin öncelikle toplumu kutuplaştıran dilden uzaklaşmaları icap eder. Esasen siyasette kutuplaştırıcı dil ile, rövanşist siyaset birbirini doğuran paradoksal bir durumdur. Yani biri diğerini, diğeri de berikini üretebilmektedir. Asıl olan siyaseti bir savaş olarak görmemek, kamu kaynaklarını yandaşlara paylaşım aracı olarak değerlendirmemek ve si­ yaset üzerinden servet devşirme işinden vazgeçmektir. Özgürlüklerden, 209

kanun önünde eşitlikten, şeffaflıktan, herkesin yararına bir düzenden yana tavır alabilmektir. Bu liberal anlayışa, böylesi bir demokrasi bilin­ cine kavuşamadığımız sürece rövanşist siyasetten kurtulamayız. Kanaatim odur ki, bundan sonra, söylemi ile eylemi örtüşmeyen, kö­ tülük üreten, hak hukuk gözetmeyen, kayırmacılık yapan, şeffaf olmayan ve adaletten aynlan yöneticiler, siyaset sahnesinde bannamayacaklardır. Bu iletişim çağında, yapay zeka ve bioteknoloji çağında, aşağıdan zehir gibi bir 'Z Kuşağı'nın geldiği çağda, insanların aklıyla alay etmenin ilanihaye sürdürülebileceğini zannetmek, milletin olup bi­ ten bunca yanlış işlere seyirci kalacağını beklemek, siyasetçinin en büyük yanılgısı olacaktır.'

Bitmeyen Kavgamız; Ulusal Kültür Savası Kültür, bir toplumu meydana getiren bireylerin düşünce ve duygu dünyasındaki birliği oluşturan ortak değerlerin, üretim ve düşünce bi­ çiminin, yaşam tarzlannın, somut ve somut olmayan mirasın bütününü ifade eder. Yani kültür, gelenekten göreneğe, alışkanlıklardan yaşam tar­ zına, dilden dine, edebiyattan mimariye, giyimden mutfağa kadar insan­ lann maddi ve manevi olarak ürettiği, geliştirdiği, yarattığı her şeydir. Bir asra yaklaşan Cumhuriyet tarihimizin en büyük başarısızlıkla­ rından biri, toplumsal alanda kültürel entegrasyonun yani kültürel uyu­ mun, kültürel bütünleşmenin istenilen düzeyde sağlanamamış olmasıdır. Bunu Ak Parti iktidarına kadarki döneme yönelik bir sistem eleştirisi olarak da alabilirsiniz. Cumhuriyet dönemi yönetimlerinin işlerinin ko­ lay olmadığını da göz ardı edemeyiz elbette. Ancak rövanşist tutkularla fırsat kollayanların, demokrasi içinde onun değerlerinden istifade edip, o ortamda gelişip büyüyenlerin, bir gün demokrasiyi ortadan kaldırmak için halkı aldatabileceklerini hesaba katamamaları ve onları sisteme en­ tegre edecek düzenlemeleri başaramamak bir vizyon eksikliği idi. Bu yüzden toplumun modernleşerek gelişmesi, kentleşme ile birlik­ te olmalıydı. Cumhuriyet elitleri maalesef köylülükten kentliliğe geçi­ şi tedrici bir biçimde yönetmeyi başaramadılar. Homojen olmayan bir 210

toplumda sosyal dönüşümleri başarmanın yolu, öncelikle kentleşmeden geçer. Kentleşme olmadan birey olunamaz, birey olmadan da gelişmiş insan olunamaz. Bu aslında ulus devleti inşa edebilmenin de olmazsa olmazıydı. Çok dinli, çok dilli ve de çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu'nun hem külleri hem de birikimi üzerinde inşa ettiğimiz Türkiye Cumhu­ riyeti'nin, homojen bir ulus devlet olarak ortaya çıkmasını beklemek safdillik olurdu. Üstelik dünyadaki toplumsal değişim ve dönüşüm­ leri, sosyo-kültürel alandaki yenileşmeleri, şehirleşme, sanayileşme, meslekleşme, sivilleşme ve örgütlülük gibi insan ve toplum hayatını yeniden yapılandıran gelişmeleri kendi bünyesi içinde gerçekleştireme­ miş bir imparatorluğun mirasçısı olarak, bu zor koşullardan, toplumsal uyumunu başarmış bir ulus devlet yaratmak elbette kolay değildi. Cumhuriyeti kurduğumuzda, 13 milyon nüfusun yaklaşık yüzde 80'i köylerde yaşıyordu. Öte yandan cehalet, salgın hastalıklar ve açlık, üç büyük felaket olarak ülkeyi kasıp kavuruyordu. Cumhuriyetin kurucu iradesi, bir yandan toplumu aydınlatma çabasına koyulurken, diğer taraftan eş zamanlı olarak bireylerin yaşamını iyileştirecek kalkınma projeleri ile de bu süreci destekliyordu. Dönemin kalkınma ve gelişme bağlamındaki büyük başarılarını inkar etmek vicdandan ari bir tutumla ancak izah edilebilir. Ne var ki, hızlı bir değişim ve dönüşümün yaşandığı süreçte, toplum­ sal entegrasyonu/uyumu bireylerin kendi kültürel kimliğini ve değerle­ rini koruyabileceği bir formülasyonla sağlamak yerine, modernleşme araçlarını biraz sert bir aydınlanma yöntemi ile uygulamaya koymak, özellikle cahil kesimler nezdinde farklı anlamların yüklendiği olumsuz tepkilere neden olmuştur. Attila İlhan 'Ulusal Kültür Savaşı' adlı kitabında, cumhuriyetin ilk yıllarındaki bu aydınlanma yöntemine itiraz ederek, 'Orijinal ulusal kültür bileşimi yapamadığından' bahisle özellikle Atatürk sonrası uygulamaları eleştirir. Ve, "Türk'ün tarihi yanılgısı, çağdaşlaşmayı, iktisadi bir altyapı sorunu olarak değil de, kültürel bir üst yapı so­ runu olarak görmesi midir?" sorusunu sorar. (22) 211

Öte yandan Milli Mücadele yıllarındaki yabancı istihbaratların, özel­ likle de İngiliz istihbaratının dezenformasyonunun ve kirletici bilgilerin tesiri ile, modernleşme çabaları daha işin başında insanların olumsuz tepkileri ile karşılaşmıştır. Mesela bugünkü Fethullah Gülen'e denk düşen, daha sonra bir İngi­ liz ajanı olduğunu anladığımız İskilipli Atıf Hoca üzerinden Cumhu­ riyet' e yönelik büyük istismarlar yapılmış, dönemin aktörlerine ilişkin haksız ithamlarda bulunulmuştur. Bir kısım Muhafazakarın idolleştirdi­ ği İskilipli Atıf Hoca, oysa Osmanlı'nın son dönemindeki tüm yenilikçi hareketlere ve Kuva-yi Milliye' ye bile karşı çıkmış, yabancı servislere hizmet ettiği kolayca anlaşılan, toplumu geri bıraktırma amacına yöne­ lik çalışan, İngiliz Muhipler Cemiyeti üyesi bir İngiliz casusudur. Ak parti iktidarının Siyasal İslamcı önderlerinin beslendiği kaynak­ lar ve hikayeler büyük oranda yukarıda anlattığım şahsiyetlerin dü­ şünce dünyalarına benzerdir. Bu tarz şahsiyetlerin dezenformasyonu sayesinde, Osmanlı'da III. Selim döneminde başlayan ve Cumhuriyet'e kadar devam eden yenileşme hareketlerine karşı tutucu güçlerin diren­ cinin, Cumhuriyet'te de gücünü koruyarak, günümüze kadar yoluna devam ettiğini görüyoruz. Cumhuriyet tarihimiz boyunca, bürokrasi ile özdeşleşen tepeden in­ meci uygulamalar, sağlıklı bir kentleşme ve sağlıklı bir sekülerleşme ile harmanlanamayınca ya da toplumun doğal süreçlerle dönüşümüne fırsat verilmeyince, sivil siyasetin oy hesaplarına dayalı popülist uy­ gulamalarının da tesiri ile, bahse konu kültür çatışması 21 .yy'a kadar taşınmıştır. Bugün siyasal alanda yaşadığımız kavgaların, rövanşist uy­ gulamaların, kin ve nefret dili üzerinden oluşturulan çatışmaların ve ku­ tuplaşmaların arka planında, bu bitmeyen kültür savaşının izleri vardır. Nitekim on dokuzuncu yüzyılın başından bu yana toplum kalkın­ masında öne çıkardığımız nerede ise tek temel unsur 'kültür ilericiliği' olmuştur. Bu yüzden kafamızı hep kültürel içerikli konularla yorduk. Gerici-ilerici, dinci-dinsiz, sağcı-solcu, devrimci-ülkücü, laik-antila­ ik, sünni-alevi gibi patent ve renkler üzerinden çok zaman ve çok enerji harcadık. Ne yazık ki bu gün dahi aynı içi boş tartışmaların girdabında mesaimizi acımasızca harcamakla meşgulüz. 212

Japonya'nın büyük devletler arasına girdiği dönem olan Meici (1852-1912) dönemi aynı zamanda gençlerini Avrupa'ya ekonomi ve fen alanında eğitime gönderdikleri dönemdir. Japonya'nın bugünkü baş döndürücü teknolojik gelişmesinin alt yapısı o zaman oluşturuldu. Aynı dönemde Osmanlı'da ise Avrupa'ya gönderilen öğrencilerin hem sayısı çok azdı, hem de eğitim alanlan genellikle politika, hukuk ve diğer sosyo-kültürel alanlardı. Bu bakımdan olacak ki, bütün yenilikçi çaba­ ların ortaya çıktığı süreçlerde, hep kültür içerikli üst yapısal politikalar etkili olmuş, ekonomik eksenli yaklaşımlar ihmal edilmiştir. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki dönemlerde de bu anlayıştan beslenen politikalarla kültür ilericiliği öne çıkarılmış, toplum kalkın­ masının ekonomik temel üzerinden başarılabileceği ise yeterince anla­ şılamamıştır. Üstelik batının sosyo-kültürel alandaki gelişmişliği örnek alınırken de bireyin önemi göz ardı edilmiş, kültürel değişim itaate dayalı esaslar üzerinden topluma empoze edilmeye çalışılmıştır ... Türkiye'nin geri kalmışlık tarihinde, salt kültür ilericiliği ile toplum kal­ kınmasını başaracağını zannedenlerin tarihi yanılgıları önemli yer tutar. Ne yazık ki, bütün yaşanmış bu gerçeklere rağmen, Ak Parti iktidarı rövanşist bir tutumla toplumsal açıdan yeni bir kültürel dönüşüme soyunmuştur. Toplumu kültür temelli politikalar üzerinden dönüştürme iddiasının rasyonel olmadığını, değer yargılarındaki değişimin, bilimsel buluşla başlayan, sonra ekonomik alanı geliştiren, daha sonra da sosyal doku­ yu bütünü ile değiştirip çeşitlendiren bir süreçle ve uzun vadede müm­ kün olduğunu geçmiş deneylerde gördüğümüz halde, yeniden başa dönerek toplumu yeni bir maliyetle karşı karşıya bırakmak, topluma karşı yapılabilecek en büyük kötülüklerdendir. Esasen Ak Parti'nin yapmaya çalıştığı, çok eleştirdikleri yeni bir toplum mühendisliğidir. Sormak lazım yeni egemenlere, aynı şeyi tek­ rarlayarak farklı sonuç elde edilemeyeceğini anlamanız için, daha ne kadar enerji kaybetmemiz gerekiyor? Kültür temelli politikalarla ne işsizliğe çare bulabilirsiniz, ne gelir dağılımındaki dengesizliği giderebilirsiniz, ne insanlarınızı eğitebi­ lirsiniz, ne de karınlarını doyurabilirsiniz. Eğitimini ihmal ettiğiniz, insanlarının meslek sahibi olamadıkları, üretimin yetersiz olduğu, tek213

noloji geliştirmenin becerilemediği bir ülkede güvenliği ve iç barışı da tesis edemezsiniz. Gelişmiş ülkeler teknoloji üretmekle meşgulken, üçüncü dünya ül­ keleri milliyetçilik, din ve mezhep kavgaları gibi kültürel alanı ilgilen­ diren konularla zamanlarını geçirirler. Ne kadar ahmakça ve ne kadar acı bir durum değil mi? Bunca tarihsel deneye ve köklü bir geçmişe sa­ hip olmamıza rağmen, tıpkı üçüncü dünya ülkeleri konumunda bir ülke olarak, enerjimizi boşa harcamakla yazık etmiyor muyuz? Türkiye artık böyle bir ülke olmaktan, böyle bir fotoğraf vermekten kurtulmalıdır. Gerçi bu kavgada, kültür kaynaklı çatışmaların maskesi içinde dü­ nün jakobenlerinin ve bugünün yeni egemenlerinin sermayeyi elde tutma ya da ele geçirme mücadelesinin, yani kendi zenginin yaratma çabalarının da özel bir yeri vardır. Bugün içinde bulunduğumuz tek ki­ şilik hükümet rejiminde, sistem değişmemiş kişiler değişmiştir. Yani sade vatandaş açısından durum bazı başlıklarda eskisi gibi, bazılarında eskisinden beterdir. Netice itibarı ile, endüstri 4.0'ı veya 4. sanayi devrimini, nesnelerin intemetini, yapay zekayı konuştuğumuz robotik üretim çağında, hemen her alanda değişim ve dönüşümün baş döndürücü hızla gerçekleştiği bir dünyada, kültür temelli tartışmalarla zamanımızı ve enerjimizi harcamak, akla ziyan bir talihsizliktir. İnanç, yaşam biçimi ve ideoloji eksenli kav­ galar üzerinden harcadığımız enerji yüzünden, bireysel ve toplumsal ka­ pasitemiz heba olmakta, insan gücümüz ve sosyal sermayemiz yeterince gelişememektedir. Ak Parti bu talihsizliği değiştirme taahhüdü ile yola çıkmış, ancak her şeyi daha da berbat ederek, kültür temelli tartışmalar üzerinden top­ lumu adeta ortadan ikiye ayırmış, aynı tartışmalar üzerinden toplumu tarihte görülmedik bir biçimde kutuplaştırmıştır. Artık, bir taraftan birey haklarını, özgürlük alanını, şeffaflığı, düşün­ ce ve inanç hürriyetini, hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi geliştir­ memiz, zenginleştirmemiz ve derinleştirmemiz, diğer taraftan yüksek teknoloji odaklı yatırımlarla, ekonomimizi geliştirmemiz gerekiyor. Tartışma konularımızın temelini bunların oluşturması gerekiyor. Dünya ile rekabet edebilmenin vazgeçilemez ön koşulu budur. 214

Bu yüzden Türkiye'de başta iktidar ve bütünü ile siyaset kurumu ol­ mak üzere, toplumun tüm kesimleri kültürel çatışma alanlarını kaşıyıcı, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı tutum, davranış ve uygulamalardan uzaklaş­ malı, kaçmakta olan 4.sanayi devrimi trenine yetişmek ve binmek için çaba sarf etmelidir. Esas milliyetçilik de, vatan sevgisi de budur. Kültür temelli tartışmalarla, yaşam tarzı ve inanç eksenli kavgalarla, ideolojik çatışmalarla kaybedecek bir dakikamız bile yoktur.

Gezi Olayları Bu bölümün başında hemen şu notu girmeliyim: Kim ki Gezi Parkı olaylarını, salt dış mihrakların oyunu olarak değerlendiriyorsa, kendi aklıyla alay edilmesine rıza gösteriyor demektir. 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı olayları, her ne kadar Taksim Gezi Parkı'ndaki ağaçların kesilmesine karşı çevreci bir tepki idiyse de, aslında iktidarın rövanşist projesine karşı bir isyanın başlan­ gıcıydı. Zira sayın Erdoğan'ın Başkanlığındaki hükümet, İstanbul'un az sayıdaki nefes alanlarından olan Taksim Gezi Parkı 'nı ortadan kal­ dırarak, yerine Osmanlı' da Rumi takvime göre 31 Mart 1325, Miladi takvime göre ise 13 Nisan 1909 tarihinde gerçekleşen ayaklanmanın merkez üssü olan Topçu Kışlası'nı yeniden Alış Veriş Merkezi (AVM) olarak inşa etmek istemişti. Özellikle rövanşist tutumun izahı bakımından bu noktada 31 Mart Vakası'na kısaca değinmek lazım. Tarihte pek çok müellifin üzerinde irtica ayaklanması olarak ittifak yaptığı 31 Mart Yakası, sonuçları iti­ barı ile her ne kadar Abdülhamid'i tahtından ettiyse de, tam bir yobaz kalkışmasıydı. İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin başında olan ve bu cemiyetin yayın organı Volkan Gazetesini çıkaran Kıbrıslı Derviş Vahdeti, 31 Mart Vakası'nın başlıca örgütleyicilerinden kabul edilir. Öyle ki Derviş Vahdeti'nin gazetesi Volkan, 13 Nisan'dan önce yani 6 Nisan 1909'da Galata Köprüsü üzerinde öldürülen Serbesti Gazetesi Başyazarı Ha­ san Fehmi Bey'in öldürülüşünü ikinci gün küçük bir yazı olarak gö215

rür, sonraki günlerde ise İttihat ve Terakki'ye yıkılan olayda, İttihat ve Terakki'yi yıpratma adına duygu sömürüsü yüklü mesajlarla Hasan Fehmi'nin öldürülüşünü yoğun bir biçimde kaleme alır. Pek çok bilin­ meyeni olan 31 Mart vakasını şüphesiz ki tek bir neden ile, tek bir olay ile ve tek bir kişi ile açıklayamayız. Ancak Derviş Vahdeti'nin temel aktörlerden birisi olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Hint Kökenli Amerikalı ve iyi bir T ürk Tarihçisi olan Feroz Ahmad yaptığı araş­ tırmalarda, Volkan Dergisi'nin samimiyetinden şüphe duymaktadır. Feroz Ahmad'a göre, Derviş Vahdeti'nin ve beraberindekilerin, Ulus Devlete giden yolun kilometre taşlarını döşeyen İttihatçıları devirmede en geniş kitlelere ulaşabilmek için, İslamiyet'i araç olarak kullanmış kişiler olduğuna işaret eden çok kanıt vardır. (23) Şimdi bu kısa tespitten sonra tekrar Gezi 'ye dönelim. Evet, gezi baş­ langıçta park alanını ve oradaki yeşil dokuyu savunan çevrecilerin ey­ lemlerinden ibaret bir tepkiydi. Zira Gezi Parkı yakın çevresi itibarı ile yeşil alan bakımından elde kalmış tek yerdir. Gümüşsuyu'ndan Maç­ ka'ya, Cihangir'den Karaköy'e, Şişli'den Kurtuluş'a kadar büyük bir daire içinde doğru dürüst yeşil alan yoktur. İstanbul kişi başı yeşil alan bakımından da son derece fakir bir kenttir. Nerede bir yeşil alan varsa, oraya bina dikilmiştir. O bakımdan çevre duyarlı insanların, özellikle de geleceği emanet edeceğimiz gençlerin, Gezi Park'ında rant amaçlı AVM yapılmasına tepki göstermeleri, yerden göğe kadar haklı bir tutumdur. Sürecin iktidara karşı toplumsal muhalefetin eylem odağına dönüş­ mesi, Topçu Kışlası gibi irticai bir sembolün AVM maksadıyla da olsa ayağa kaldırılması girişiminden, Ak Parti iktidarının yavaş yavaş başla­ yan baskıcı uygulamalarından, dönemin Başbakanı Erdoğan'ın kullan­ dığı kutuplaştırıcı dilden, içki yasağı girişimlerinden, yine Erdoğan'ın Atatürk ve İnönü'yü kastettiği düşünülen 'iki ayyaş' sözü ile özel yaşa­ ma müdahale içeren sözlerden, 'Öteki yüzde elliyi evinde zor tutuyo­ ruz' biçimindeki çatışma ve tehdit çağrıştırıcı mesajlardan endişelenen kitlelerin birikmiş öfke ve isyan duygusu ile büyüyen ve çeşitlenen tepkilerinden kaynaklandı. Bir de süreçte yine sayın Başbakan tarafından eylemcilere meydan okuyan bir dille 'çapulcu' yakıştırması yapılması, öncesinde eylemci 216

çadırlarının polis tarafından yakılması, eyleme katılımın büyümesine ve sivil toplumda büyük infiallere sebep oldu. Karşılıklı sertleşmelerle, mey­ dan okumalarla süreç provoke edildi. Sınırlı, masum ve çevreci bir giri­ şim eylemi, saldırgan, acımasız ve düşmanca bir resmi tutumla, eylemin ülke çapında adeta büyük kitlesel bir isyana dönüşmesine neden oldu. Olayların seyrinin, gençlik dönemi duygusallığından tutun da, iktidarın provoke edici tutumuna kadar pek çok parametresi varken, tek taraflı pro­ paganda ile iktidarı ortadan kaldırmaya dönük dış mihraklarca sahnelen­ miş bir çapulcu hareketi olarak sunulmasına aldanan, bu yöndeki iktidar propagandasına yenik düşen insanlar, süreci anlamaktan uzaktırlar. Mesela iktidar kanadı, Kabataş'ta başörtülü bir bayanın üzerine işendiğini, Ortaköy'de Bezm-i Alem Valide Sultan Camisi'nde içki içil­ diğini ve her iki olayla ilgili görüntülerin olduğunu iddia etmesine rağ­ men bu iddialarını bugüne kadar ispatlayamamıştır. Aslında, 'Benim başörtülü bacımın üzerine işedileeeer' ve 'Camide içki içtileeeeer' biçimindeki infial yaratıcı propagandaların gerçek dışı olduğu süreçte anlaşıldı. Zaten Valide Sultan Camisi müezzini Fuat Yıldırım, camide içki içilmediğini, gaz bombalarından kaçan ve yaralananların camiye sığındığını ve orada doktorlar tarafından kendilerine acil müdahale ya­ pıldığını söylüyordu. Ne yazık ki, aynı müezzin doğru konuştuğu için sürgünle cezalandırılmıştır. (24) Tarihte görüldüğü gibi büyük kitlesel patlama ve parlamalar, genel­ likle insanlığın vicdanını derinden yaralayan bir olay üzerine tetiklenir. Kitle hareketi bir kez başladıktan sonra, onu başlatan olaydan bağım­ sızlaşarak, toplum içindeki esas kaygıların alevlendiği, endişelerin tu­ tuştuğu bir siyasal zemine oturur. Gezi direnişinin kitleselleşmeye yol açması, iktidara karşı endişeli kitlelerin, 'Sökülmek istenen ağaca ölü­ müne sarılan bir genç kızın sembolleşen görüntüsü' karşısında, bu görüntü ile yaşam biçimlerine yapılabilecek muhtemel saldırıyı örtüştü­ ren bir tahayyüle sürüklenmeleri nedeni ile olmuştur. Başlangıçta ma­ sum çevre eylemcilerinin çadırlarını yakan, onlara karşı orantısız güç kullanan güvenlik görevlileri karşısında, kamu vicdanı rahatsız olmuş ve eylemlerin ülke sathına yayılmasında bu durumun fazlası ile etkisi olmuştur. Öte yandan muhalif kitlelerin imgeleminde, 'ağaç ve genç 217

kız' figürü, Ak Parti iktidarının bütün çağdaş değerlere varsayılan sal­ dırısı karşısında, onları koruyan, Cumhuriyete ve onun çağdaş insani kazanımlanna sahip çıkan bir sembole dönüşmüştür. Gezi eylemlerinde­ ki kitleselleşmenin ve ülke sathına yayılmasının esas sım buradadır. (25)

Gezi eylemleri bir yanı ile, otoriterleşmeye, demokratik tepkileri hiçe saymaya, vatandaş iradesini yok saymaya, bireyi ülkenin haklan olan öznesi değil de, vazife ile sorumlu nesnesi haline getinneye ve tek tip­ leştinneye karşı koyan gençlerin hareketiydi. Gençler sivil bir itaatsizlik perspektifi ile ayağa kalkmışlardı. Ülkeyi yönetenlere, 'Biz de varız ve kararları tepeden inmeci bir kamu yönetimi anlayışıyla alamazsı­ nız' demek istiyorlardı. Gençler kent yönetimine paydaş olmak istiyor­ lardı. Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, 'Halka rağmen bir şey yapılamayacağını anladık' diyerek yönetimin tutumunun yanlış olduğunun, içeriden biri olarak altını çiziyordu. Esasen Gezi olaylarının daha başında, çadırları yakma talimatı yeri­ ne Başbakan Sayın Erdoğan eşini de alıp gençlerin yanına gidip, 'Sizi anlıyorum gençler, bu ülkeyi size rağmen yönetmeyeceğiz, sizi din­ leyeceğiz' deme ferasetini gösterebilseydi, olayların ateşi düşecek, belki de eylemler sona erecekti. Ne var ki, lise yıllarından kalma ideolojik takıntılar Topçu Kışlası 'nı inşa etme düşüncesini etkin kılarak, rövanşist davranmayı daha baskın hale getirdi ve o feraset gösterilemedi. Siyaseti 218

yenme-yenilme bağlamında savaş zemininde yapanlar, bu kabil geniş gönüllü davranışları geri çekilme, karizmayı çizdirme, hatta mağlubiyet olarak değerlendirirler. Oysa barışı özümsemiş, geleceği akıl gözü ile okuyan, insanları anlama çabası taşıyan, demokrasinin erdemine inanan liderlik, Nelson Mandela örneğindeki gibi davranır. Maalesef bu toprak­ lardan öylesi vizyona ve ferasete sahip kişiler galiba çıkmıyor. (26) Gezi eylemleri, bir hükümet yıkma eylemi değildi. Eminim Gezi'ye katılanlar, hükümetlerin seçimle gelip seçimle gitmesini arzu edecek ka­ dar demokratik düşünceliydiler. Ancak demokrasi seçimden seçime orta­ ya çıkan sonra da ortadan kaybolan bir rejim değildir. Demokrasi, halkın yönetim süreçlerine katıldığı, tepkilerini demokratik usullerle ortaya koyduğu, değişen koşullara göre yeni ve haklı talepleri için eylemler ya­ pabildiği, projelere katılabildiği, paydaş olabildiği bir rejimin adıdır. Ge­ zi' den bir darbe arayışı çıkarmak, dış mihrakların oyunu gibi tezleri ileri sürmek, çok zorlama bir çaba olsa gerek. Zira Gezi eylemcileri kesinlikle örgütlü bir organizasyonun içinde değillerdi. Her şey spontane bir biçim­ de gelişti. Çadırları yakma provokasyonu olayın fitilini ateşledi. Orantısız güç kullanımı ve yönetimin endişeli insanların kaygılarını artırıcı tutum ve mesajları ise, ülke sathında eylemlerin büyümesine vesile oldu. Çünkü eylemlerin temel karakteri, birbirini tanımayan, farklı etni­ sitelere mensup, farklı kültürel dokulardan gelen, başörtülü başörtüsüz, üst sınıflardan orta ve alt sınıflara kadar insanların yan yana durabildi­ ği, hatta birbirine karşı olan futbol takımı taraftarlarının bile bir araya gelebildiği, meşru bir demokrasi arayışı idi. Ortadoğu ve Türkiye uzmanı, ünlü siyaset bilimci, İzmir doğumlu Amerikalı yazar ve akademisyen Henri J. Barkey, "Taksim, Erdoğan için Tahrir'dir diyen yorumları gerçekçi bulmadığını, Gezi eylem­ lerinin sadece Erdoğan'a değil aynı zamanda muhalefete de karşı yapıldığını, hükümetin bu krizi çok kötü yönetmesine şaşırdığını" söylüyordu. Sonradan Gezi olaylarından FETÖ çıkarmaya çalışanlar da yanılı­ yorlar. Zira o dönemde FETÖ'nün yayın organı olan Zaman Gazete­ si, Gezi olaylarını Ergenekoncu bir eylem olarak anlatıyor, Ergenekon dava süreçleri ile Gezi arasında organik bağ kurmaya çalışıyordu. 219

Bir kere bu tip eylemlerde, eylem uzarsa, müzakereye fırsat verilmez­ se, eylemcilerle iletişim kurulmaz ve onlar aşağılanırsa, provokatif tu­ tumlardan uzak durulmazsa, araya kötü niyetli kişi veya örgütler sızabilir. Bu çok normal bir tespittir. O kötü niyetli kişi veya örgütlere bakarak, eylemlerin esas bağlamına aykırı yorumlar yapmak, komplocu iddialarda bulunmak büyük haksızlıktır. Bu tutum insanları aldatmaktan başka bir işe yaramaz. Oysa devlet, sosyal bilimlerin mantığına göre davranmak zorundadır. Ünlü Alman felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas, 'Sosyal Bilimlerin Manbğı Üzerine' adlı eserinde, 'Bir sorunu, rasyonel ve zorlamasız bir görüş birliğine ulaşma amacıyla tarbşmaya başladığımızda, dili ve eylemi, cümleleri ve düşünüş bi­ çimlerini, en geniş gerçekçilik boyutunda ortaya koymalıyız' der. İşte devleti yönetenler bu hassasiyeti göstermek zorundadırlar. (27) Bir de Gezi eylemlerine yabancı basının ilgisi üzerinden komplocu bir yaklaşımla, dış mihrakların oyunu yakıştırması yapanlar var. Oysa gerek CNN international, gerekse BBC bu çaplı olaylara dünyanın her yerinde üst perdeden ilgi gösterirler. Üstelik Batı kamuoyunun, Ak Parti iktidarı­ nın Türkiye'yi fundamentalist bir rejime doğru sürükleyebileceği endişe­ leri vardı. Batı, yanı başında, Avrupa Birliği ile müzakere süreci yaşayan Modern Türkiye hedefi ile kurulmuş bir ülkenin, din temelli toplumsal dö­ nüşüm yaşaması ihtimaline karşı elbette duyarlılık gösterecek, bu yüzden ortaya çıkan toplumsal olaylan tabiatı ile yakından izleyecektir. Ayrıca ülke sathına yayılmış bu ölçekte bir eylemde, yukarıda söy­ lediğim gibi araya iç ve dış mihrakların sızması, kötü niyetli grupların kendi emellerine göre süreci yönlendirmesi elbette olabilir. Ancak bu durumu, Gezi Parkı eylemlerini, iktidarın mesaj, tutum ve uygulama­ larından bağımsız, bir takım mahfillerde pişirilmiş ve ortaya konulmuş bir isyan biçiminde değerlendirmek, çok aldatıcı ve yanıltıcı olur.

220

Ak Parti Liderliği ve Kadroları Aslına Rücu Ediyor Aslında 12 Eylül 2010 tarihinde yaklaşık yüzde 58 evetle gerçek­ leşen anayasa değişikliği referandumu sonrasında, Ak Parti iktidarında giderek dozu artan bir güç zehirlenmesi ortaya çıkmaya başladı. Gerçi bu zehirlenmenin başlangıcını Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığına seçildiği tarihe kadar indirgeyebiliriz. Esasen buna güç zehirlenmesi de­ mekten ziyade, aslına rücu etmek demek daha doğru olacaktır kanımca. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iktidarının ilk yıllarında, özel­ likle de Avrupa Birliği müzakere sürecinde, 'Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir' ibaresini çok sık kul­ lanırdı. Neredeyse her konuşmasında bu cümlenin özel bir yeri vardı. 201O referandumu sonrasında Erdoğan bu cümleyi yavaş yavaş terk et­ meye başladı. Ergenekon ve Gezi eylemleri sürecinde bu lafzın hemen hemen dillendirilmez olduğunu görmekteyiz. İlerleyen zamanlarda ise bu cümle tamamen terkedilmiştir. Bugün artık bu cümlenin Erdoğan iktidarında bir karşılığı yoktur. Oysa Ak parti hem kurulduğunda, hem de ilerleyen zamanlarda, tabanı en geniş toplumsal koalisyonlardan biriydi. 20 l O yılına, hatta 2011 yılına kadar, hem Türkiye'de hem de dünyada adeta parlayan bir yıldızdı. Özellikle 2013 yılından ve Gezi eylemelerinden itibaren Ak Parti liderliği ve kadroları, çok yönlü bir negatif sürece yelken açmaya başladı. Bir yandan Siyasal İslam çizgisine ve İhvancı bir maceraya sürükleniş ve bunlara bağlı yanlış siyasi stratejiler, bir yandan ülkede tüm erkleri eline geçirmenin verdiği bir güç zehirlenmesi ve buna bağlı yüksek perdeden kibirlenme, bir yandan da dünyevi hırsların gözleri kör etmesi gibi pek çok konuda yanlış yollara sapıldı. Bütün bu olumsuz gelişmeler Ak Parti 'yi ve ülkeyi tek adam rejimi­ ne götüren sürecin taşıyıcısı oldular. 2013 yılından itibaren sayın Erdo­ ğan, kendisini destekleyen büyük toplumsal koalisyonun kanaat önderleri ile tek tek kavga etmeye, partisindeki liberaller başta olmak 221

üzere İslamcı gelenekten gelmeyen herkesi dışlamaya başladı. Siyasi tarihimizde ilk defa iktidar partisi, futbol müsabakalannda taraftarlann yoğun aleyhte tezahüratına muhatap oldu. Aynı anda, Galatasaray, Fe­ nerbahçe ve Beşiktaş taraftarlarının tepkisi ile karşı karşıya kaldı. Yolsuzluk iddialan adeta gemi azıya aldı. O kadar ki, kurulduğu gün­ den beri Ak Parti iktidannı koşulsuz destekleyen Yeni Şafak Gazetesi bile büyük yolsuzluk iddialarını manşetine taşımaya başladı. Yeni Şafak Gazetesi 18 Temmuz 201 1 tarihli manşetinde, 'Ağaoğlu rüşveti verdi ve oldu' diyerek, Ali Ağaoğlu ile bir devlet bankası arasında döndüğünü iddia ettiği bir rüşvet ilişkisini manşetten veriyordu. Yeni Şafak'ın ha­ berdeki iddiasına göre, TOKİ iştiraki Emlak GYO'nun kritik arsa ihale­ lerini kazanan Ağaoğlu, ihaleler için gerekli teminat mektuplannı aldığı ve konut satışları için gerekli konut kredisi anlaşmaları yaptığı bir devlet bankasının yöneticilerine çok sayıda daire hediye etmişti. Bu arada Başbakan Erdoğan'ın değişik toplum kesimlerini geren, endişeye sevk eden konuşmaları ve o konuşmaların satır aralarında­ ki bazı irrite edici ifadeleri, belirli aralıklarla tekrarlanıyordu. Mesela 24 Kasım 2014 tarihinde, Kadın ve Demokrasi Derneği'nin(KADEM) düzenlediği I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konuşan Baş­ bakan Erdoğan, dine referansla 'kadın-erkek eşitliği fıtrata terstir' diyor ve bunu fiziksel ve toplumsal rollere dayalı temellere yaslayarak, bilerek ya da bilmeyerek erkek egemen kültürü tahkim ediyordu. Oysa kadın-erkek eşitliğini savunanların kastı, haklar ve yasalar önünde eşit­ liktir. Kimsenin fiziksel eşitlik gibi akla ziyan bir iddiası yok. Kaldı ki, fiziksel eşitlik erkekler arasında da yok. Uzunu var kısası var, kilolusu var zayıfı var, sarışını var esmeri var. Bütün bu farklar kadınların kendi içlerinde de var. Öte yandan kadının annelik yanını övmekle, kadın erkek eşitliği an­ laşılamaz ve anlatılamaz. Kadının doğurganlığı, belirli zamanlarda ona karşı pozitif ayrımcılığı gerektirebilir. Ancak bu durum onun ikincil­ leştirilmesi biçiminde değerlendirilemez. Zira bilimsel araştırmalardan anlıyoruz ki, muhtemelen hamilelik konusu gelecekte in vitro (yapay koşullarda veya laboratuvar koşullarında) ortamda çözülecek ve kadı­ nın doğurmasına belki de gerek kalmayacak. Ayrıca anneye olan bağ222

lılık, anne sevgisi toplumsal kültürümüzde önemli bir yer tutar. Ancak bu durum kadın hakları açısından çok fazla bir şey anlatmaz. Hele de 'Cennet anaların ayağının altındadır' sözü ile kadın haklarını anla­ mış ve anlatmış olmazsınız. Çünkü kadın hakları dine referansla an­ latılabilecek bir konu değil , hukukla teminat altına alınması gereken dünyevi bir meseledir. Mesela 'Cennet annelerin ayağının altındadır' düsturu, cariyelik ve kölelik kepazeliğine çözüm üretememiştir. Üretebilseydi, Osman­ lı' da da var olan bu kurumun kaldırılması Modem Türkiye dönemine kadar beklemezdi. Esas yaradılışa aykırı olan cariyelik ve kölelik kuru­ mudur; bu kurum kadını en çok aşağılayan, onu insan yerine koymayan bir kurumdur. Siyasal İslamcılar, Yeni Osmanlıcılığa soyunanlar önce­ likle bu konunun sağlıklı bir biçimde analizini yapmalı, bu bağlamda bir özeleştiri yapma cesaretini ortaya koyabilmelidirler. Siyasal İslam'dan neşet eden Milli Görüş hareketi içinde yenilikçi, kısmen seküler ve kısmen demokratik değerlere yakın bir parti ola­ rak doğan Ak Parti'nin, tekrar eskiye dönmesinin, ülkeye maliyeti ağır oldu. Yakın gelecekte göreceğimiz gibi Ak Parti'ye de maliyeti ağır olacak. Geriye dönüşü besleyen en büyük yanılgı, belirli bir oy potan­ siyelini elde ettikten ve devletin tüm kurumları üzerinde belirgin bir hakimiyet sağladıktan sonra toplumu da dönüştürebileceği, kendisine benzetebileceği zehabına kapılmak oldu. Ak Parti, o geleneğin içinde yetişen gazeteci Levent Gültekin 'in ifa­ desi ile süreçte 'Akit çizgisine' evrildi. Oysa Akit çizgisi, hoşgörüden uzak, demokrasiye kapılan kapalı, intikamcı, kutuplaştırıcı, çatışmacı ve nefret dilini kullanan bir çizgiydi. Bu çizgi geniş halk kitlelerinin benimseyeceği bir çizgi asla olamazdı. Ancak muhalefetin yetersizliği ve uzun yıllar bir alternatif ortaya koya­ maması, Erdoğan'ın güçlü hatipliği, alt yapı yatırımlarından kaynaklanan yanılsamalar, 'one minute' popülizmi, politik pazarlamada ve algı yöne­ timindeki büyük beceri, son olarak yaşanan 15 Temmuz darbe girişimi, duygu yüklü reflekslerin egemen olduğu toplumda seçim sonuçlarını çok etkiledi ve Erdoğan'ın Türkiye'yi tek kişilik hükümet sistemi rejimine sü­ rüklemesine, iktidarının ömrünü günümüze kadar uzatmasına vesile oldu. 223

28 Şubat post modem darbesi sırasında, dindar kesime büyük destek veren, hatta bu döneme dair bir de '28 Şubat Günlüğü' adlı kitap ya­ zan anayasa profesörü Prof. Dr. Mustafa Erdoğan daktilol984.com'da­ ki 28.02.2020 tarihli yazısında, '28 Şubat yağmurundan kaçarken, ondan daha baskıcı Reisçi otokrasi dolusuna yakalandık' diyor. Mustafa Erdoğan'ın çok kıymetli ve önemli tespitlerde bulunduğu ya­ zısının geniş özetini aşağıya alıyorum: "367 krizi diye bilinen hukuk garabeti ve 27 Nisan muhtırasının arkasından gidilen erken seçimle Ak Parti daha güçlü bir biçimde meclise döndü. Akabinde 2010 anayasa değişikliğinde yüzde 58 gibi yüksek bir oy oranı ile evet çıkması ve 2011 genel seçimlerinde de Ak Parti'nin seçimi yüzde 49.83 gibi ezici bir çoğunlukla alması netice­ sinde, Silahlı Kuvvetler'in siyasal sistem üzerindeki etkisi azalmış, bu durum Erdoğan'da büyük bir özgüvenin ortaya çıkmasına vesile olmuştu. Üst üste kazanılan halk desteği ve bu özgüven neticesinde Erdoğan, 17-25 Aralık 2015 yolsuzluk iddialarında 4 bakanın istifa ettirilmesine rağmen iddialarla ilgili soruşturma açılmasının önünü kestiği gibi, bu iddiaları iktidarını pekiştirmeye dönük büyük bir fır­ sata çevirdi. Arkasından 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimini de bastırarak, bütün ülkede olağanüstü hal ilan etmeyi başardı. Olağa­ nüstü hal ilanı ile birlikte devlette tüm muhalif unsurlara karşı adeta bunu bir metafor olarak söylüyorum bir cadı avı başladı. Yargı başta olmak üzere devlet aygıtındaki 'muhalif' unsurlar 'FETÖ'nün tasfi­ yesi adı altında kamu kadrolarından uzaklaştırıldı ve yerleri Ak Par­ ti sempatizanlarıyla dolduruldu. Muhalifleri tasfiye konusunda çok acımasız, merhametsiz bir tutum ortaya konuldu ve operasyonlar devlet teşkilatıyla sınırlı kalmadı; üniversiteler bile bu operasyonlar­ dan ya da kıyımlardan nasibini aldı. Kürt siyasi hareketine sempati duyanlar başta olmak üzere, sol eğilimli binlerce akademisyen üni­ versitelerinden uzaklaştınldı, bir kısmı hakkında ayrıca ceza davala­ rı açıldı. 1980 askeri darbesi ve 28 Şubat uygulamalarındaki gibi, bir akademisyen kıyımı başlatıldı. İktidarın bu antidemokratik fırsatçı tutumunun kendisi açısından başanya ulaşmasında en büyük des­ tekçisi ise büyük ölçüde partizanlaştınlmış olan yargı ve medya oldu. 224

Basın-yayın sektörü, uzun zamandan beri zaten demokratik denetim işlevi göremeyecek şekilde devletin resmi aygıtına dö­ nüştürülmüştü. Reisçi otokrasinin kurulması süreci nihayet 2017 Anayasa değişikliğinin 2018 yazında tümüyle yürürlüğe girmesiy­ le tamamlanmış oldu. Artık Türkiye'de yürütmeden -yani Recep Tayyip Erdoğan'dan- bağımsız ne yasama ne de yargı olacaktı. Bu arada Türkiye Büyük Millet Meclisi de demokratik anlamda bir 'parlamento' olmaktan uzaklaştırıldığı için, milletin ihtiyaçları ek­ seninde kamu işlerinin 'millet' adına müzakere edildiği ve yürüt­ menin denetlendiği, Reis'ten bağımsız karar alıp yasa yapabildiği bir platform olmaktan çıktı. Ayrıca, çok-partili siyasete geçildikten bu yana, darbe dönemleri hariç, sivil siyasetin egemen olduğu dö­ nemde yargının tek kişinin talimatlarına göre pozisyon aldığı bir Türkiye manzarasıyla ilk kez karşı karşıya bulunuyoruz. Bugün, iktidarı ve Reis'ini eleştirmenin ve ona muhalefet etmenin özellikle Ak Parti açısından söylüyorum, seçilmiş milletvekillerine bile ya­ sak olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ak Parti içinde herhangi bir mil­ letvekili herhangi bir konuda bir olumsuzluğu dahi dile getiremez. Aksi halde disipline verilerek ihraç edilir ve böyle yapan tek tük kişi de zaten hemen ihraç edilmiştir. İnsanların sorgusuz sualsiz tutuklanıp haklarında iddianame bile hazırlanmadan aylarca, hat­ ta yıllarca içerde tutuldukları, alt mahkemelerin, Anayasa Mah­ kemesinin hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bile gereklerine uymadıkları, siyasi iradeyle uyumlu olma kaygı­ sıyla mahkemelerin sıkça karar değiştirdikleri ve hatta hukuk ve ceza usulünde yeri olmayan sözde kanun yolları icat edip kararlar verdikleri bir Türkiye'den söz ediyoruz. Böylece Ak Parti iktidarı sistemi demokratikleştiren bir aktör olmaktan çıktı ve bilinçli bir biçimde demokrasi ve hukuk devleti hedeflerinden uzaklaştı." Bir dönem Yeni Şafak gazetesinde de yazılar yazan, akademik ha­ yatı boyunca özgürlükleri savunup, darbelere karşı mücadele veren ve 2016 tarihinde 'darbeci' diye İstanbul Ticaret Üniversitesi 'ndeki göre­ vine son verilen Prof. Dr. Mustafa Erdoğan aynı yazısının sonuç bö­ lümünde de şunları ifade ediyor: "Şahsen ben, son yıllarda bütün bu 225

yaşadıklarımızdan sonra, vaktiyle 28 Şubat rejimini eleştirmekte fazla ileri gitmiş olduğumu düşünüyorum. Nedeni çok açık: Bir kere, 28 Şubat'ta da TBMM askeri iradeden büsbütün bağımsız davranabilecek durumda değildi ama yine de bugünkü kadar etki­ siz ve işlevsiz bir konuma sokulmamıştı. Bugün yasama organının Reis'in iradesinden bağımsız karar alma imkanı maalesef yoktur. Ayrıca, o zaman yasamanın yürütme üzerinde hali bir etkisi vardı, hükümet kendi devamını yasamaya borçluydu ve onun tarafından az-çok denetlenebiliyordu. Keza, yürütmenin ikili ve hükümetin kolejyal (Yürütme organının birden çok kişiden oluşması) yapısı sayesinde, icra organı tamamen kendi başına buyruk ve monoblok bir güç olarak hareket etme imkanından yoksundu. Oysa bugün 'yürütme' demek tek bir kişinin kayıtsız-şartsız sultası demektir. Bu arada 28 Şubat Sürecinde 'hukuk' 'demokrasi' kadar yara al­ mamıştı. Yani, militarizmin yargı üzerindeki etkisi bugünkü kadar genel ve yaygın değildi; esas olarak askeri idarenin yargı üzerindeki tesiri İslamcı siyasetin aktörleriyle ve yargının üst kademeleriyle sı­ nırlıydı. Oysa bugün, AKP iktidarıyla uyum içinde olmayan hiçbir kişi veya kesim yargı yoluyla hakkını alabileceğine güvenebilecek durumda değildir. Halbuki 28 Şubat'ta siyasette ne olup bittiğinden bağımsız olarak, en azından mahkemeler 'hukukun' temel prensip­ lerini tamamen göz ardı etmiyorlardı. Bugün hakkını aramak üze­ re mahkemelere başvuran hemen hemen herkes mahkemelerden siyasi iradeye ters düşen bir karar çıkmayacağına inanmaktadır ve bu inanç maalesef yersiz değildir. Oysa, 28 Şubat yıllarında ken­ dini savunmak için 'mahkemeden mahkemeye koşan' bu satırların yazarının bile aklına böyle bir şey gelmiyordu. Kısaca, zulüm 28 Şubat'ta bugün olduğu kadar yaygın ve ağır değildi." Prof. Dr. Mustafa Erdoğan yazısını şöyle tamamlıyor: "Son ola­ rak vurgulamak isterim ki, Reisçilerin, özellikle de onların, hali 28 Şubat'a sövüp-saymaya hiç hakları yoktur. Esas itibariyle sadece kendilerinin mensubu oldukları çevreyi mağdur etmiş olan bir dö­ nemi karalamaya devam etmekte haklı olmaları için, AKP'lilerin -ve onlarla aynı hissiyatı paylaşan, farklı ideolojik eğilimlerdeki di-

226

ğer herkesin- bugünkü sistematik zulüm politikasıyla toplumumu­ zun çok daha geniş bir kesimini daha derinden bir şekilde mağdur eden kendi iktidarlarına karşı da bayrak açmaları gerekirdi. Böyle yapmadıkları sürece, onların 28 Şubat karşıtlığı tam bir ikiyüzlü­ lük ve yüz kızartıcı bir ahlak zaafı anlamına gelecektir. Kısaca, Türkiye toplumunun özgürleşmesi sadece askeri dar­ belerin önünü kesmek ve onların kalıntılarını tasfiye etmekle de­ ğil, aynı zamanda demokratik yoldan elde ettikleri siyasi iktidarı suistimal ederek baskıcılığa sapan iktidarlara karşı da yurttaşların demokratik direnç göstermelerinden geçiyor." (28) Ak Parti liderliğinin geldiği ve beslendiği Siyasal İslam köklerine dönüşünün en belirgin icraatlarından biri de, eğitim sisteminin İmam Hatip okulları üzerinden yeniden tanımlanması ve bu amaçla İmam Ha­ tip okullarının bina anlamında ihya edilmesidir. İlk defa Ak Parti döne­ minde eğitim harcamaları, savunma harcamalarının önüne geçti. Ancak geniş anlamda kamu harcamaları içinde yüksek bir paya sahip olan eği­ tim harcamalarının aslan payı İmam Hatiplere, özellikle de İmam Ha­ tiplerin bina ve alt yapılarına gitti. Rövanşist mimarinin egemen olduğu bu okul binaları, sırf İmam Hatip takıntısını tatmin etmek, geçmişte İmam-Hatiplere yönelik bir takım olumsuz tutumdan intikam almak için, insanların gözüne sokar gibi şatafatlı binalar olarak inşa edildi. Ne yazık ki bu harcamaların okul başarı oranlarını yükseltmede hiçbir katkısı olmamış ve İmam Hatipler başarı sıralamasında arka sıralardaki konumlarını beklendiği biçimde değiştirememişlerdir. İmam Hatipler, teoloji ağırlıklı eğitim veren okullardı. Böyle olması da doğaldı. Ancak sırf intikam hırsı ile bu okulların eğitimin omurgası yapılması çabalan, eğitim sistemimize çok zarar verdi. Okuyucularım buradan benimle ilgili bir İmam Hatip karşıtlığı çı­ karmasınlar lütfen. İmam Hatiplerin bir ihtiyaç olduğuna ve o ihtiyacın optimum ölçekte karşılanması ile sınırlı tutulması gerektiğine inananlar­ danım. Bunu 'eğitim' başlığında daha kapsamlı bir biçimde açacağım. Ak Parti liderliği ve kadrolarının, geldikleri Siyasal İslam geleneği­ ne geri döndüklerinden hiçbir şüphe yoktur. Bunu hem Suriye politika­ sındaki İhvancı tutumda gördük, hem de içerideki pek çok uygulamada 227

görüyoruz. Buradaki temel tutum şu oldu. Yaşanmış mağduriyetler, o mağduriyetlerin yüksek bir politik pazarlama ile sunulması, her durumdan oy devşirme becerisi, hamaset ve popülizmin sınır tanımaz bir biçimde kullanılması, dini ve milli duyguları provoke edecek bir dilin sürekliliği, sosyal yardımlar yolu ile bir grup seçmenin iradesine ipotek konulması, yerel ve ulusal medyanın tamamen boyunduruk altına alınması ve bu yol­ la yalan yanlış yoğun bir propaganda yöntemine başvurulması sayesinde, halkın belirli bir büyüklükteki kesiminin manipüle edilmesi ve bütün bun­ ların sonucunda kendi seçmeninin konsolide edilmesiyle, ideolojik bir geriye dönüşün olduğunu net biçimde görmekteyiz. Ancak bu dönüşün toplumdaki karşılığı giderek küçülmektedir. Çünkü mutedil halk kitleleri, iktidarın marjinal bir sürece evrilmesine rıza göstermeyeceklerdir. Kimse buradan bir Şeriat devletine dönüleceği endişesi taşıdığımı zannetmesin. Siyasal İslam'ın farklı versiyonları var. Aslında dinin siya­ sete alet edilmesinin farklı ülkelerdeki tezahürlerinin, farklı uygulama­ lardan oluştuğunu biliyoruz. Bizim açımızdan büyük sakınca, Siyasal İslam'ın akıl, bilim ve hukukun üstünlüğünü ihmal eden, rasyonali­ teden uzak bir tutum içermesi, kullanıcıları elinde kötü bir popülizmle halkı yanıltmasıdır. Yoksa bu çağda, bizdeki Siyasal İslamcıların bir Şeriat düzeni getiremeyeceklerini, öyle bir düzende kendilerine de yaşam hakkı tanınmayacağını en iyi kendileri bilmektedirler. Ak Parti iktidarının içeride Siyasal İslamcı Akit çizgisine sürüklen­ mesi, dışarıda da İhvancı bir çizgiye kayması, Türkiye açısından yu­ karıda da belirttiğim gibi maliyeti yüksek sonuçlar üretti. İçerdeki en büyük maliyet toplumun siyasi tarihte görülmedik biçimde aşırı kutup­ laşması oldu. Sürekli bir biçimde 'onlar ve biz' ayrımına dayalı retorik, siyasetin olağan dili haline getirildi. Kendi seçmenini tahkim etmek, saftan sıklaştırmak için düşmanlaştırıcı bir politik tutum gündemdeki tazeliğini hep korudu. Toplumun milli ve dini ortak değerleri üzerinden, sürekli ajitasyon yapılarak hem o değerler yıpratıldı, hem de toplumda ikilik yaratıcı bir siyaset izlendi. Hatta Gezi olaylan sırasında olduğu gibi, toplumda infial yaratacak biçimde, 'camide içki içtiler', 'benim başörtülü bacımın üzerine işediler' gibi sonradan gerçekliği ispatlana­ mayan tahrik edici olaylar, hiç kaygı duyulmadan dile getirildi. Bu ger228

çek dışı beyanların toplumdaki çatışmayı teşvik edecek olması, iç barışı tehdit edecek olması bile kimsenin umurunda değildi. İşte Siyasal İslam ideolojisinin bizdeki versiyonu buydu ve bu ideoloji toplumsal barış, gelişme ve aydınlanma yolunda en büyük engelimiz oldu. (29) Dış politikadaki büyük maliyet ise yalnızlaşma oldu. Hem Batı me­ deniyeti ile, Batı ülkeleri ile köprüler atıldı, hem de Arap dünyasında dost ülke neredeyse kalmadı. Kendinden önceki iktidarları sivil siyasete kapıları kapatmakla itham eden, demokrasi konusunda eksikliklerle suçlayan, yerel yönetimlerde katılımcı olmamakla eleştiren Ak Parti, nihayet geldiği nokta itibarı ile bütün bu alanlarda her şeyi eski haline çevirdi. Hatta bazı başlıklarda eskisinden beter bir durumla karşı karşıyayız.

Kayırmacılık, Nepotizm, Kliental iliskiler Ak Parti iktidarı, ideolojik sapmanın yanında, bu bağlamda yandaş ve akraba kayırmacılığının, adaletten ve liyakatten uzak istihdamların, kliental ilişkilerin adeta merkez üssü haline geldi. Siyasi tarihimiz bo­ yunca onlar ve biz ayrımına dayalı kayırmacı ilişkilerin bu derece ay­ yuka çıktığı, liyakatsizliğin bu derece prim yaptığı, bizden mi değil mi ayrımının bu denli kıstas olarak benimsendiği bir başka dönem hiç ol­ mamıştır. Eskiden Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve Doğruyol Partisi iktidarları veya merkez sağ koalisyon iktidarları dönemlerinde, aşın sol ideolojiye mensup insanlar bile, liyakati yeterliyse görevlendirilir hatta yönetici dahi yapılırlardı. Fakat bu dönemde farklı fikirdeki insanlar sistemin tamamen dışına itildi, sadece alt seviyedeki kimi kişiler, o da itiraz etmemek kaydı ile kamudaki varlıklarını koruyabildiler. Kayırmacı ilişkiler o derece gemi azıya aldı ki, bir taraftan kamu­ daki idari makamlar liyakatsiz kadrolarla doldurulurken, diğer taraftan kamu gücü ile servet transferleri yapıldı veya bunları yapanlara kamu otoritesi seyirci kaldı. Tabi kayırmacılık sadece ideolojik temelde ya­ pılmadı. Eş, dost, akraba ve benzeri kayırmacılıklar olağan hale geldi. Mesela Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye 229

Başkanı iken şoförü olan ve daha sonra da gönüllü şoförlüğüne devam eden şahsı, liyakatine bakmaksızın milletvekili yaptı. Bursa sanayisinin ünlü isimlerinden, hatta gönüllü sivil toplum hare­ keti öncülerinden, birçok sivil toplum kuruluşunda başkanlık yapmış, dü­ şünen, okuyan ve de yazan saygın iş insanı Celal Beysel, 'Gönüllü Sivil Toplum Kuruluşlarıyla 40 Yıl' adlı kitabında, 'Kılcal damarlanmıza kadar işlemiş olan akraba, eş-dos� dalkavuk kayırmacılığı, dalka­ vuk yetiştirme arzusu, orta demokrasi tuzağından kurtulmamızın önünde Çin Seddi gibi duran engellerden biridir' diyor. Bu mükem­ mel tanımlama tabiatıyla demokrasi endişesi olanlar için geçerlidir. (30) Gerçekten de, bölge milliyetçiliği, ideoloji fanatizmi, akraba ve ar­ kadaşlık bağlarına dayalı kayırmacı ilişkiler, demokrasimizin önünde­ ki en büyük engellerdendir. Liyakati ihmal eden bu politik tutum aynı zamanda ilkel güdülerden beslenen bir davranış şeklidir. Başka toplum kesimleri ile entegre olamayan, sosyalleşemeyen, kapalı toplum içinde kalmayı yeğleyen alt kültürel bir davranıştır aynı zamanda. Ne yazık ki siyasetimizin ve siyasetçimizin uzun yıllardır en çok ilgi gösterdiği siyaset yapma biçimi bölge milliyetçiliğine, din milliyetçiliğine, mez­ hepçiliğe, ahbap-çavuş ilişkilerine ve etnik milliyetçiliğe dayalı siya­ settir. Böylesi ilkel bir siyaset anlayışı, demokrasinin evrensel kural ve kurumlan ile bağdaşmaz ve barışık olamaz. Kayırmacılığın kötü örneklerini yerel yönetimlerde daha yaygın bir biçimde gördük. Mesela Star Gazetesi'ni bir dönem Hürriyet gibi yazı­ lı medyanın amiral gemisi yapmak istediler. Bu amiral gemisi sözü, en etkili yerler tarafından dillendirilmiş bir sözdür. Bunu başarmak için de büyükşehir belediyelerine talimat verilmiş (sözlü talimat), bahse konu gazeteye kaynak aktarmaları ve bunun için de her gün çok sayıda gaze­ te almaları istenmiştir. Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin ve Kent Kon­ seyi'nin depolarında binlerce Star Gazetesi'nin geri dönüşüme gitmek üzere yığıldığına, bizzat bu satırların yazarı tanıklık etmiştir. Yani bir biçimde Bursa halkının ihtiyaçlarına harcanması gereken paralar, sırf siyasi hesaplarla, kayırmacı ilişkilerle bir gazetenin tiraj artırması için harcanmıştır. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı, kul hakkı yenmiş, ama dine referansla yapılan konuşmalardan vazgeçilmemiş geri adım atılmamıştır. 230

Kayırmacılığın en barizlerini Ak Parti siyasetinin her kademesinde görmek mümkündür. Mesela milletvekilliği meselesinde dikkat çeken bir başka özellik, sayın Erdoğan' ın geçmişte dostluk kurduğu, siyaseten beraber mücadele verdiği, hatta lise yıllarından oda veya sınıf arkadaşlı­ ğı yaptığı pek çok kişiyi milletvekili yapmasıdır. Yani her dönem millet­ vekili profili büyük oranda değişti. Çoğu bir dönemlik milletvekili olan şahısların önemli bir kısmı liyakat ölçeğinde hak etmediği halde emekli milletvekili maaşı almaktadırlar. Bu noktada adeta devletin kasasından bizim arkadaşlarımız istifade etsin mantığı ile hareket edildiğini düşü­ nüyorum. Geçmişte de hak etmediği halde ANAP, DYP ve CHP'den de bu tarz milletvekili yapılanlar olmuştu. Ancak kıyaslandığında Ak Parti döneminde adeta sistematik bir biçimde bu tutumun uygulandığını görüyoruz. 'Şimdi sıra bizde' mantığından hareketle, belirli bir kesimin nemalanmasına dönük özel bir uygulama ile karşı karşıya olduğumuz endişesini taşıyoruz. Ak Parti döneminde kayırmacılık adeta kurumsal­ laşmıştır. Ayrıca geçmişi tekrarlayacaksak Ak Parti'ye ne gerek vardı? Türkiye' de rektörlük seçimleri l 980 askeri darbesinin akabinde 198 l yılında kaldırılmıştı. Bir de 2016'da yani darbedeki kaldırılışından 35 yıl sonra rektörlük seçimleri ikinci kez kaldırılıyordu. Oysa olması gereken rektörlük seçimleri, üniversitede görev yapan herkesin ve öğrenci grup­ lan temsilcilerinin de katılımıyla seçim yapılmalı, ortaya çıkacak ilk üç aday arasından YÖK veya Üniversitelerarası kurul bir kişiyi tercih edip atamalıydı. Hiçbir merkezi atama, yönetilecek kurum içindeki insanla­ rın seçiminden daha kıymetli değildir. Hal böyle olunca, pek çok rektör atamasında partizanlığın, ideolojik saiklerin etkili olduğunu görüyoruz. Mesela Gaziantep'teki İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Rektör­ lüğü'ne, televizyonlarda dini eğitimden ziyade duygulara hitap eden, ağlamaklı ağıtlardan oluşan programlar yapan bir İlahiyat profesörünün atanması, liyakat esaslı bir üniversite yönetiminden ziyade, ideolojik ka­ yırmacılığın ön plana çıktığı bir atamanın izlerini yansıtmaktadır. Üniversiteden bahsi açmışken, bir yakınımla ilgili özel bir durumu aktarmak isterim. İstanbul Teknik Üniversitesinde doktora yapan mü­ hendis bir bayan yakınım, doktorası bitmek üzereyken, 20 l 4 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nın 'Yurtdışına Lisansüstü Öğrenim Amacı 231

İle Gönderilecek Öğrencileri Seçme ve Yerleştirme Sınavı'na girdi. Sadece bilim sınavı olduğu için, 72.4 puanla sınavı kazandı. Kendisini Bartın Üniversitesi'ne verdiler ancak Almanya'ya gidip tekrar doktora yapmasını istemişler. O da ikinci kez doktora için Almanya bile olsa 4 yıl gibi bir zamanı kaybetmeyi göze alamadı ve bu yerleştirme için ka­ yıt yaptırmadı. Ancak daha sonra 2015 yılında tekrar aynı sınava girdi. Fakat bu defa sınav sırasında önce alanı ile ilgisi olmayan sorularla mu­ hatap kılındı. Muhafazakarlık, şark, tevekkül ve din gibi bazı kelimelerin neler çağrıştırdığını sordular. Bu sorulana her biri için verecek cevabı vardı ancak, kendisini elemek için bahane yaratıldığını anlamış ve sınav­ da psikolojisi bozulmuş. Alanı ile ilgili bilimsel sorulara ise yetkin ce­ vaplar verdiği halde 30 civarında bir puanla bu defa kazandırılmamıştı. Bu olayın ilginç olan yanı, baş açık olan yakınımın bilinçli bir bi­ çimde devre dışı bırakılması için operasyonel bir uygulama olmasıydı. Yani geçmişte başörtülülere yapılan zulüm, bu defa başı açık olanlara uygulanıyordu. Bu kayırmacı uygulamaların benzerlerine kamunun diğer alanlarında eleman alımı sırasında da çokça rastlanmıştır. Öğret­ men alımlarından, belediyelere personel alımına kadar, bayanlar için tesettürlü olmak pozitifayrımcılığa neden olmuştur. Oysa liyakat esaslı bir uygulama ölçü olsa, tesettürlü ya da tesettürsüz, hak edenin layık olanın kazanması gerekir. Bu yüzden suiistimalleri önlemek, liyakat esasını hakim kılabilmek için, öncelikle mülakat sınavları kaldırılmalı­ dır. Zira her dönemde mülakat sınavları tamamen kayırmacı ilişkilerin aracı olarak kullanılmıştır, bugün de aynı biçimde kullanılmaktadır. Kayırmacılıktaki ihale ilişkileri ve parasal ilişkiler de ayrı birer konu. Düşünebiliyor musunuz, İstanbul Büyükşehir belediyesi Ak Parti'nin elin­ deyken, Ak Parti'yle bağı olan bir şirket 7 Ocak 2016'da Başakşehir'de 78 bin metrekarelik bir arsayı 49 milyon liraya satın alıyor ve sadece 4 gün sonra yani 1 l Ocak 2016'da aynı arsayı Büyükşehir Belediyesi'nin konut şirketi olan KİPTAŞ'a 130 milyon TL'ye satıyor. Dört günde şirket sahi­ bi 81 milyon TL, o günkü dolar kuru üzerinden 27 milyon dolar para kaza­ nıyor. Esasen bu vakıa aysbergin görünen yüzündeki küçük bir toz zerresi. Eğer bir gün bu kayırmacı ilişkiler deşifre olur yargı önüne çıkarılırsa, eminim hepimizin dudağım uçuklatacak tablolarla karşılaşacağız. (31) 232

Kayırmacılık iktidarın o derece olağan bir icraatına dönüştü ki, sis­ temi adeta ödül-ceza üzerine bina ettiler. Yani havuç-sopa sistemi de­ niliyor bu sisteme. Bizdensen havuç yani ödülü hak ediyorsun, bizden değilsen sopayı yani cezayı hak ediyorsun. Böyle bir sistemin verim­ li ve başarılı olması mümkün olmadığı gibi, sürdürülebilir olması da mümkün değildir.

Dinin Siyasal Alanda Kullanılmasında Sınır Yok Siyasi tarihimizde Siyasal İslam üzerinden devlet idare etme iddiası ve ideolojisi Necmettin Erbakan'ın Milli Nizam Partisi ile başlamış ve süreçte Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi ile yoluna devam etmiştir. Zincirin son halkası olan Saadet Partisi, Temel Karamollaoğlu'nun başkanlığında yeni bir söylem çizgisine evrildiği için, onu şimdilik Siyasal İslam çizgisinin dışında tutuyorum. Ancak bu geleneğe artık hiç itibar etmediğim için, Saadet Partisi'nin de tekrar Siyasal İslam çizgisine evrilmeyeceğinin garantisi yoktur. Ak Parti kuruluşta, önceki bölümlerde detaylı anlattığım gibi, de­ mokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkelerine riayet etmek, Cumhuri­ yetin muasır medeniyet hedefine koşmak ve Avrupa Birliği medeniyet standartlarını hedef olarak belirlemiş olmakla birlikte, yine önceki bö­ lümlerde nedenlerine değindiğim gerekçelerle, hızlı bir biçimde geldiği köklere geri dönerek, toplumu fena halde yanıltmıştır. Cumhuriyet tari­ himiz boyunca ilk kez bir siyasi lider elinde Kuran'la, 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi 6 Mayıs 20 l 5 tarihinde miting kürsüsüne çıktı. Cum­ hurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Batman'da seçim mitingi havasında gerçekleştirilen programda HDP'yi hedef alırken 'Bunların dinle işi yok. Kapatacağız dedikleri Diyanet Kürtçe Kuran-ı Kerim bastı' diyerek, elindeki Kürtçe 'Kuran'ı Kerim'i halka gösterdi. Siyasal İslam'ın temellerini atan Necmettin Erbakan, özellikle kü­ çük Anadolu kasabalarında mitinglerini ezana denk getirip, ezan oku233

nurken halkı namaza davet etmesi ile ve namaz takkesi ile hatırlansa da, bu kadarını o bile yapmamıştı. Hatta bu görüntü Cumhurbaşkan­ hğı'nın resmi İnternet sitesinde Siirt Mitingi videosunun ana ekran resminde bile fotoğraf olarak bir süre kullanılmıştır. İslam dininin en büyük sembolü olan Kuran'ın bu biçimde miting alanında kullanılması muhalefetin büyük tepkisini çekmiş, hatta bu durum Yüksek Seçim Kurulu'na şikayet edilmiştir. Dinin siyasete malzeme konusu yapılması bununla sınırlı değil el­ bette, ancak bu en çarpıcı örneği teşkil etmesi bakımından çok önemli­ dir. Yoksa seçmeni dini duygular üzerinden etkileme çabalarını, şehit evinde Kuran okumaktan tutun da, dini terminolojinin hakim olduğu retoriklere, görüntülerinin medyada yayınlandığı ritüellere kadar, inan­ cın alanı alabildiğine kullanılmıştır ve de kullanılmaya devam edil­ mektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da devletin bütün kurumları gibi siyasete bulaştırılarak, bu uygulamalara adeti fetva verir hale getiril­ miştir. İlahiyat hocası Hayrettin Karaman'ın 'yolsuzluk hırsızlık de­ ğildir' minvalindeki fetvaları da cabası...

Bu gösterinin ikincisine ABD'de rastlıyoruz. Dünyada yükselen si­ yasi popülizmin 21. yüzyıldaki en şiddetli önderlerinden olan dönemin ABD Başkanı Donald Trump, benzer bir biçimde elinde İncil ile, ki­ lise önüne yürüdü ve poz verdi. 2 Haziran 2020'de 46 yaşındaki Geor­ ge Floyd'un polis şiddeti ile ölümü üzerine başlayan protestolara karşı ABD Başkanı Donald Trump, Amerikan aydınlarının anlamakta zorlan234

dığı garip bir eyleme imza atarak, elinde İncil ile St. Johns Episkopal Kilisesi'ne yürüyerek önünde p oz verdi. Daha sonra da Papa 2. Jean Paul'ün adını taşıyan ibadethaneyi ziyaret ederek din istismarına ve dinsel popülizme burada da devam etti. ABD'de Trump'ın bu durumu, 'gösteriş ve gereksiz meydan okuma' olarak yorumladı. Ancak daha da önemlisi dini liderler bu gösteriye sert tepki verdiler. Washington Episkopal Piskoposu Mariann Budde 'isa'nın öğre­ tilerine aykırı bir mesaj için arka fon oluştursun diye Yahudi-Hıris­ tiyan geleneğinin en kutsal metnini ve izin almaksızın benim yetki alanımdaki kiliselerden birini kullandı' dedi. Vatikan'ın iletişim başkanlığına danışmanlık yapan Cizvit rahip James Martin de Trump'ın bu yaptığı karşısında şöyle bir tweet attı: 'Açık konuşa­ yım, bu mekruhtur. İncil sizin yaslanacağınız bir dekor değildir. Kilise, fotoğrafçılara poz verme sahnesi değildir. Din, siyasi malze­ me değildir. Tanrı sizin oyuncağınız değildir.'

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Hıristiyan din adanılan Trump'a bu tepkiyi gösterirken, bizde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın din popülizmi karşısında sessiz kalmasıdır. Siyasetin, dini oy devşirme hesaplan ile kullan­ masına din adanılan seyirci kalıyorsa., bundan en büyük zararı 'din' görür.

235

Medya üzerindeki Baskılar Medya şüphesiz ki, toplumun kamusal yaşama etkin katılımının en önemli araçlarından biridir. Bu özelliği ile medyanın varlığı, demokra­ sinin de en temel kriterlerindendir. Basın aynı zamanda, toplumsal ala­ nın verimliliğine en fazla katkıda bulunan kurumdur. Basın ne ölçüde özgür ve objektif ise ve halk eksenli bir gündeme sahipse, demokrasinin gelişimine o derece katkıda bulunuyor demektir. Çeşitli fikir, kanaat ve yaklaşımları belirli bir düşünce perspekti­ finden ele alarak toplumsal bütünleşmeye katkıda bulunmak, bilginin herkese ve her yere ulaşmasını sağlamak ve kamu yararına denetim yapmak, basının en önemli işlevlerindendirler. Ne var ki basının ya da basın mensubunun işlevini bu ölçüde yerine getirebilmesi için, ön­ celikle özgür olması gerekir. Ancak basın özgürlüğü, elbette sadece gazetecinin bireysel özgürlüğü değildir. Basın özgürlüğü, toplumdaki tüm düşünce, yaklaşım ve eğilimlerin, basın yoluyla kendini ifadesi şeklinde ortaya çıkan, toplumun haber alma özgürlüğünü içeren toplam bir durumdur. Bu bağlamda basın özgürlüğü açısından ülkemizde ciddi sorunlar mevcuttur. Türkiye'de medyanın gelişiminde ve varlığını sürdürmesinde devle­ tin önemli fonksiyonu vardır. Hal böyle olunca basınla siyasal iktidarlar arasında bir takım çıkar ilişkileri gelişmiştir. Basının iktidarlarla ideo­ lojik ve ekonomik içerikli karmaşık ilişkiler geliştirmesi, yıllarca basın özgürlüğüne gölge düşürecek manipülatif yayınlar yapmasına sebep olmuştur. Patronaj eksenli bu kabil haber ve yazılar basın özgürlüğüne ağır darbeler indirmiştir. Kimi basın mensupları bu yüzden kendi elleri ile özgürlüklerini maalesef ipotek altına sokmuşlardır. Haber manipü­ lasyonları ile halkı yanıltan bir gazeteci, titiz, dikkatli ve adil olma vasıflarını yitirmiş demektir. Gazetecinin bu vasıfları koruyabilmesi ve böyle bir duruşu gerçekleştirebilmesi için, özgürlük alanını sınırlayıcı tüm koşulların ortadan kaldırılması ve medyanın devletle ideolojik ya da ekonomik hiçbir bağ geliştirmemesi gerekir. (32) 236

Türkiye'de medya-iktidar ilişkileri hep sorunlu olmuştur. Öyle ki bu ilişkilerin olumsuz sonucu olarak medyada otosansür gelişmiştir. Gü­ nümüzde ise, iktidarın medya üzerindeki baskısı veya patronaj ilişkile­ ri nedeni ile bu otosansür alanı oldukça genişlemiştir. Geçmiş iktidarlar döneminde, özellikle koalisyonlar döneminde medya, hem iktidarları denetleyen, hem de muhalif duruşu ile iktidarları sınırlandıran bir işle­ ve sahipti. En azından medyada özgürce yazabilen çok sayıda gerçek gazeteci vardı. Gerçi 90'lı yıllardan itibaren kimi medya organlarının banka kura­ cak kadar ticaretle uğraşmaları, hükümet-medya ilişkilerinde bir takım menfaatlere dayalı kirli bağlantıların ortaya çıkmasına neden oldu. Hat­ ta o derece ileri gidildi ki, kimi medya grupları hükümet kurup hükümet düşürecek kadar azgınlaştı. Yani medya, toplumun haber alma hakkını koruyan ve tesis eden bir organ işlevi görmesi yerine, sahiplerinin salt kişisel çıkarlarını koruyan ve bu çıkarlar üzerinden hükümetleri haksız ithamlarla ve tehditlerle köşeye sıkıştıran bir araca dönüştü. Bu noktada dönemin siyasi partilerinin ve iktidarlarının büyük günahları vardır. Ne var ki, Ak Parti iktidarları döneminde bu durumun değişeceğini, halkın haber alma özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılacağını, medya organlarının hükümetlere şantaj aracı veya amiyane tabirle ya­ lakalık yapan araçlar olmaktan çıkarılacağını, basın özgürlüğünün tam tesis edilerek demokratik bir ortamın sağlanacağını beklerken, diğer birçok sorun alanlarında olduğu gibi medya konusunda da rövanşist bir tutum ortaya konuldu. Adeta 'medya öyle ele geçirilmez böyle ele geçirilir' der gibi, ulusal ve yerel basın üzerinde büyük baskılar kurul­ du ve medyanın bırakın halk adına denetleme yapmasını, medya alanı iktidarın doğru yanlış tüm icraatlarının övüldüğü en büyük propaganda alanına dönüştü. Yani geçmişe rahmet okutacak yeni bir hükümet-med­ ya ilişkisi geliştirildi. Son tahlilde anlıyoruz ki, medyanın bu derece bo­ yunduruk altına alınmasında, iktidarın uzun süre tek bir partinin elinde bulunmasının önemli rolü vardır. Dönemin medya üzerindeki etkileri açısından geçmiş yönetimlerle olan önemli farklarından biri, basın özgürlüğü alanının giderek daral­ tılması, hatta sosyal medya gibi nispeten daha özgür olabilecek alan 237

üzerinde bile akıl almaz baskılann ortaya çıkmasıdır. Öyle ki, med­ ya merkezde ve yerelde büyük bölümü ile kontrol altına alınarak, eş zamanlı olarak devasa bir propaganda makinesine dönüştürüldü. Bir kısım medya, yönetimle organik bağlar geliştirdi, bir kısım medya men­ suptan geçim derdi nedeni ile havlu attı, boyun eğdirmeye çalıştıkları az sayıdaki muhalif medya ise şimdilik zor koşullara rağmen direniyor. Bugüne kadar çok sayıda gazeteci hakkında dava açıldı, yüzlerce gazeteci tutuklandı, pek çok gazete ve haber sitesi kapatıldı. Sosyal medyada da attıktan bir tweet yüzünden binlerce insan hakkında da­ valar açıldı, bir kısmı gözaltına alınıp tutuklandı. Özellikle l 5 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ilan edilen olağanüstü hal uygulaması sürecinde tutuklanan gazeteci sayısı bir hayli arttı. Mesela geçmişte Uzan Grubu'nun elinde adeta bir silah gibi kul­ lanılan Star TV ve Star Gazetesi'ne el konuldu, ancak her iki medya aracı süreçte iktidann yayın organına dönüştürüldü. 2007 yılında bu sefer ATV ve Sabah Gazetesi Çalık Grubuna satıldı. Çalık Grubunun başında da o dönemde genel müdür olarak sonradan ekonominin başına getirilen Başbakan Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak vardı. Daha önce Recep Tayyip Erdoğan aleyhinde 'muhtar bile olamaz' diye manşetler atan Doğan Grubu'na özel operasyonlar yapılmaya baş­ landı. 2009 yılında Doğan Grubu'na astronomik düzeyde toplam 6.8 milyar lira tutarında ceza kesildi. Doğan Grubu da doğal olarak med­ yada küçülmeye başladı. Yani yasal düzenlemelerle medyanın hükümetlere, yerel yönetim­ lere karşı bir silah gibi kullanılmasını önlemek varken, 'dinsizin hak­ kından imansız gelir' sözüne uygun bir uygulamayla medya üzerinde intikamcı bir tutum ortaya koymak, özgür ve demokratik basın anlayı­ şına büyük zarar verdi. İlginç olan Doğan Grubu'na yönelik bu tasarruf­ ları yapan vergi müfettişlerinin daha sonra FETÖ mensubu olduğunun anlaşılması ve hemen hepsinin 15 Temmuz darbe girişimi sonrası FETÖ örgütü üyeliği veya FETÖ iltisaklı olmaları gerekçeleri ile devlet me­ muriyetinden uzaklaştırılmasıydı. Bu müfettişlerin bir kısmı halen firari durumdadır. Yani Doğan Grubu'na yapılan da özü itibarı ile hükümetle işbirliği içinde bir FETÖ kumpasıydı. 238

Tüm bu baskılara daha fazla dayanamayan Doğan Grubu 2018 yı­ lında medyayı tamamen devrederek, sistemden çıktı. Doğan Grubu'na ait tüm medya organları, Demirören Grubu'na satıldı. Bu arada satışın ilginç yanı, Demirören Grubu'na sağlanan imtiyazlı kredi idi. Demirö­ ren Grubu'nun Doğan Medya'yı satın alması sırasında Ziraat Bankası 2 yılı geri ödemesiz, 10 yıl vadeli 675 milyon dolar kredi vermiştir. (33) Oysa Ziraat Bankası 'nın asıl görevi çiftçiye kredi vermektir, medya­ ya değil. Buna rağmen dönemin banka genel müdürü Hüseyin Aydın kredi ödemesinden yaklaşık l 1 ay sonra verdiği beyanatta, 'paramız vardı verdik' deme duyarsızlığını gösterebilmiştir. Bu arada muhteme­ len benzer uygulamalarla Ziraat Bankası 'nın 20 l 8 yılı görev zararlannın 2.3 milyar TL olduğunu hatırlatmak gerekir. Yani eski parayla 2.3 kat­ rilyon TL. Bu tablo bize 90'1ı yıllarda Türkiye'yi 2001 krizine götüren o meşhur kamu bankaları görev zararları dönemine geri dönüldüğünü göstermektedir. (34) Nihayet gelinen noktada ise ana akım medya diye adlandırılan ba­ sın yayın organları tamamen iktidarın kontrolüne geçti ve bu organlarda iktidar karşıtı görüşlerin yayınlanması neredeyse yasaklandı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir hükümeti döneminde, medya üzerinde bu derece baskı görülmemiş, ulusal ve yerel medya bu derece kontrol altına alınmamıştır. 1941 yılında kurulan, demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları alanında araştırmalar yapan ve zaman zaman bu araştırmalarını rapor halinde yayınlayan Freedom House kurumunun 2014'te yayınladığı raporda Türkiye, basın özgürlüğünde 'kısmen özgür' olan ülkeler ka­ tegorisinden 'özgür olmayan ülkeler' kategorisine geriledi. (35) Yine Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (Reporters Sans Fron­ tieres-RSE)'ne göre Türkiye basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 157.sırada bulunuyor. Son on yılda işsiz kalan gazeteci sayısı 10 bin civarında. Çin'den sonra en fazla hapiste gazeteci bulunan ülke Türki­ ye. Elbette gazeteci kılığı altında terör örgütü üyeliği ve propagandası yapanlar vardır. Bunların titizlikle ayıklanması gerekirken, bunu fırsat bilerek tümüyle muhalif basının susturulma girişimleri ülkemizin de­ mokrasisi ve dış itibarı açısından çok olumsuz sonuçlar doğurdu. 239

Öte yandan Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ve Basın İlan Ku­ rumu (BİK) eliyle muhalif ekranlar karartılmakta, muhalif yazılı basın susturulmaktadır. Muhalif medya organlan üzerinde oluşturulan eko­ nomik baskılar, varlıklarını sürdürmelerini zorlaştırmakta, sonuçta olan hem halkımızın haber alma özgürlüğüne hem de gazete çalışanlarına olmaktadır. Medya üzerindeki baskılar 2020 yılında da hız kesmedi. Libya'da öldürülen MİT mensuplarının gizli defnedilen cenazelerini 'MİT ce­ nazesi' başlığı ile haber yapan Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu ve Yeniçağ Gazetesi yazarı Murat Ağırel tutuklanarak cezaevine konuldular. Devlet sırrını ifşa ile suçlanan gazeteciler, bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldılar. Bu arada 20 l 9 yerel seçimlerinde büyükşehirlerin büyük bölümünü kaybeden Ak Parti 'nin kendine yakın medya organlarını nasıl finanse ettiği de ortaya çıktı. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi kasası bu konuda hoyratça kullanılmış, milyonlarca lira para yandaş medya organlarına aktarılmıştır. 2017-2019 yıllan arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bağlı kuruluşları reklam gideri olarak yandaş medya organlarına 57 milyon TL para dağıtmış. İçinde Star Gazetesi'nin de bulunduğu TÜRKMED­ YA yayın organlarına 5 milyon 764 bin TL, Turkuaz Holding'e bağlı yayın organlarına 15 milyon 293 bin TL, Albayrakların sahibi olduğu Yeni Şafak ve TVNET gibi yayın organlarına 9 milyon 127 bin TL, AKiT grubunun sahip olduğu Yeni Akit Gazetesi ve Akit TV'ye 3 mil­ yon 008 bin TL, Nokta Elektronik Medya A.Ş. sahibi olduğu Kanal 7, Haber 7, Ülke TV için 1 milyon 409 bin TL, İhlas Grubu'nun sahibi olduğu Türkiye Gazetesi ve İHA'ya ise I milyon 189 bin, Demirören Medya Grubu'nun sahip olduğu Milliyet, CNN Türk, Kanal D, Hür­ riyet için 689 bin 647 TL, MS YAPI MEDYA ya ait olan İstanbul TV ve İstanbul Ajans için 1 milyon 575 bin TL, Ciner Holding'in sahibi olduğu HABERTÜRK, Show TV için 493 bin 705 TL, SETA Vakfı'nın yayın organı KRİTER dergisi için 342 bin 242 TL, TÜGVA yayın or­ ganlan Fikimame ve Özçekim için 55 bin TL, Okçular Vakfı için 360 240

bin TL aktarılmış. Bu arada yandaş nitelikli çeşitli İnternet sitelerine de, l milyon TL civarında para aktarılmış. İstanbul halkına hizmet olarak dönmesi gereken paralar, siyasi rant amaçlı yandaş medya organlarına peşkeş çekilmiştir. (36) Medyaya yönelik bu türden ele geçirme çabalarının ötesinde bazen kaba kuvvete bile başvurulduğuna tanık olduk. Mesela 6 Eylül 2015 tarihinde Ak Parti Gençlik Kollan Başkanı Abdurrahim Boynukalın 'ın önderliğinde bir grup, Hürriyet Gazetesi binasına taşlı sopalı saldın dü­ zenledi. Kamyon ve diğer türden araçlarla gazete binasının önüne gelen yaklaşık 200 kişilik grup, taş ve sopalarla binanın camlarını kırdı ve etrafa zararlar verdi. Parayla gazeteleri ele geçirmek yetmemiş gibi, bir tane muhalif medya organı bırakmamak adına bu defa kaba kuvvete bile başvuruldu. (37) Milyonlarca para aktarılan ve bir dönem medyanın amiral gemisi ya­ pılmaya çalışılan, bu yüzden talimatla Bursa Büyükşehir Belediyesi'n­ den de kaynak aktarılan Star Gazetesi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı el değiştirince kapanmak zorunda kaldı. Yine yandaş medya organlarından olan Güneş gazetesi, Akşam gazetesinin ekine dönüştü. Bütün bunlar bir yanıyla devlet kurumlarındaki israfın da boyutlarını ortaya koyan önemli gelişmeler olmuştur. Esasen yukarıda MuratAğırel'in Yeniçağ Gazetesi'ndeki yazısından aktardığım israf ve kayırmacı ilişkiler üzerinden yapılan harcamaların bu örneği, eminim ki devede kulak değil, kulak üzerindeki toz mesabe­ sindedir. Yani aysbergin görünmeyen yüzü görünenin çok fevkindedir. Bu ve benzeri olaylar, iktidar açısından bir tür güç zehirlenmesinin sonuçlandır. Kraliçe Victoria dönemi İngiltere'sinin (1819-1901) ye­ tiştirdiği ünlü liberal entelektüellerden olan Lord Acton, 'İktidar su­ istimale yakındır ve mutlak iktidar suistimalsiz yapamaz' der. Yine Acton'a göre, 'Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak yozlaştırır; güç bir gün yıkılır, mutlak güç mutlak yıkılır.' Yandaş medya diye tarif edilen medya organlarının yerel veya merkezi idareden aldıkları destek, bu desteğin karşılığında iktidarın doğru yanlış her icraatını övmeleri, hatta gerçek dışı yatının beyanlarını allayıp pullayıp lanse etmeleri, medyanın güvenilirliği açısından çok yıpratıcı olmuştur. 241

Gelinen noktada Türkiye'de medya, güvenilirlik açısından kurumsal sıralamada maalesef çok gerilere düşmüştür.

Yoksullukla Mücadele Sosyal Yardımlarla Olmaz İktidar öncesi tüm yazılı dokümanlarında ve sözlü beyanlarında Ak Parti, 3Y diye adlandırdığı, yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla müca­ dele edeceğini, bu alanlardaki sorunları ortadan kaldıracağını taahhüt et­ mişti. Yolsuzluk iddialan ve yasaklar konusunda bırakın başarılı olmayı, ülkemiz geçmişe rahmet okutacak bir çizgiye sürüklendi. Yoksulluk konusunda ise, eskiye oranla global olarak bir değişiklik ortaya konulamadı. Ancak yoksul kitlelere sosyal yardımlar bağlamın­ da yapılan katkılar, uzun yıllardır devam etmektedir. Yani yoksullukla mücadelede, işgücü niteliğini artırıcı ve istihdam sağlayıcı politikalar ortaya konulamamış, kadın istihdamı konusunda istenilen mesafe alına­ mamış, meslek edindirme çabaları zayıf kalmış ve bu bağlamda kalıcı çözümler üretilememiştir. İktidarın ilk dönemlerinde sermaye kesiminde bir büyümeden bah­ setmek mümkündür. Ancak yoksul kesimlerin varlığı da benzer oranda büyümüştür. İktidar maalesef yoksul kesimlere yapılan yardımların art­ tığını bir haşan hikayesi olarak anlatmaktadır. Oysa bir ülkede ekonomi büyürken yoksul kesimlerin sayısı da büyüyorsa, orada büyük bir gelir adaletsizliği var demektir ve böyle bir ortamda bir başarıdan bahsedile­ mez. Aynca yoksullara yardım, acil eylem planı kapsamında anlaşılabilir ve doğru bir uygulamadır. Ancak bu bir süreklilik arz eder hale gelmişse, devlet eliyle insanlar hem tembelliğe alıştırılmakta, hem de sadakaya bağımlı hale getirilerek özgür iradelerine, özgür düşünmelerine, özgür siyasal tercihlerine bir tür ipotek konulmaktadır. Sosyal yardım prog­ ramlan, giderek bir sadaka kültürünün oluşmasına dönüşmüştür. 'Aldı­ ğım sosyal yardımları iktidar değişikliği halinde kaybeder miyim' düşüncesi ile, vatandaşın sürekli olarak iktidar partisini desteklemesi 242

arzu edilmekte, yoksullukla mücadele bu eksende sürdürülmektedir. Her durumdan oy devşirmeyi bir maharet olarak ortaya koyan iktidar açı­ sından bu kabil uygulamalar gerçekçi değildir, aynı zamanda ahlaki de değildir. Bugün yapılan istatistiklerde Türkiye nüfusunun yaklaşık yüz­ de 30'u sosyal yardım almaktadır. Yani 20 milyonu aşkın insan kitlesi sosyal yardımlarla ayakta durmaktadır. Bu övünülecek değil, utanılacak bir durumdur. TÜİK verilerine baktığımızda, Türkiye'de 2020 yılında en yüksek gelire sahip yüzde 20'lik kesimin toplam gelirden aldığı pay, bir önceki yıla göre 1.2 puan artarak yüzde 47.5, en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun milli gelirden aldığı pay ise 0.3 puan azalarak yüzde 5.9 olarak gerçekleşmiştir. Bu durum gelir dağılımındaki makasın yok­ sullar aleyhine büyüdüğünü göstermektedir. Sosyal patlamanın yakıt maddesini çoğaltan bu durum sürdürülebilir bir durum değildir. (38) Bu arada 2002 verileri ile 2020 verileri kıyaslandığında, toplumun en yoksul kesimini oluşturan grubun, Ak Parti döneminde yapılan ya da yapıldığı iddia edilen bunca sosyal yardımlara rağmen milli gelir­ den aldığı payda ciddi bir değişiklik olmamıştır. Yani fakir yine fakir, zengin yine daha zengindir. Süreç zengin fakir uçurumunun daha da derinleşmesi biçiminde devam etmektedir. Anlaşılan o ki,'Fakir fukara garip guraba' edebiyatı sözün ötesine geçmemiş, gerçekçi olamamıştır. Toplumun büyük bir kesimi 'Bir lok­ ma bir hırkaya' yaşam mücadelesini sürdürmektedir. Hele pandemi döneminde halkın mağduriyeti karşısında devletin nasıl da acze düş­ tüğünü, kaynak yetersizliği yüzünden tam kapanmayı sağlayabilecek kararlan alamadığını, bu yüzden de salgında nüfusa oranla vaka sayılan açısından ilk sıralarda olma ayıbını hep birlikte yaşayarak gördük. Yoksullukta geldiğimiz yeri anlama bakımından, geçmişle bugün arasında bazı rakamsal mukayeseleri yapmak gerekir. Bu mukayeseler vatandaşın ahın gücünü ölçmek bakımından önemlidir. Mesela döviz­ deki artış enflasyonu azdırmış, alım gücünü bir hayli geriletmiştir. Dö­ vizdeki artışın nedeni de, iktidarın ekonomi politikalarında sürüklendiği başarısızlık ve beceriksizliktir. Şimdi bazı rakamları mukayese edelim: 1 Amerikan Doları 2001 yıllı ortalaması 1.23 TL iken, Haziran 243

2021 itibarı ile 1 ABD Doları 8.38 TL'dir. 2001 yılında motorin 0.78 TL, Haziran 2021 'de 6.4S TL. 2001 yılında benzinin litre fiyatı 0.99 TL, Haziran 2021 'de 7.10 TL. 2001 yılında gram altın yaklaşık 13 TL, Haziran 2021 'de S09 TL. 2001 yılında çeyrek altın 23 TL, Haziran 2021 'de 840 TL. 2001 yılında cumhuriyet altını 85 TL'ye denk gelirken, bugün itibarı ile 3.431 TL'dir. Yine alım gücünü etkilemesi bakımından, asgari ücretin altın karşı­ sındaki durumunu mukayese edelim: 2003 yılında asgari ücret 318 TL, çeyrek altın ise 32 TL idi. Yani o gün bir asgari ücretle yaklaşık 10 adet çeyrek altın alına­ biliyordu. Bugün asgari ücretle ancak 3 adet çeyrek altın alınabilmektedir. Bütün bu veriler, alım gücünün Ak Parti'nin ilk yılları ile mukayese edildiğinde oldukça düştüğünü, ekonomi yönetiminin ülkeyi devraldığı dönemden daha beter bir hale getirdiğini göstermektedir. Alım gücün­ deki düşüş, tabiatıyla yoksul kesimler açısından tahammül edilemez bir durumdadır. Bu noktada oluşan erimenin sosyal yardımlarla karşılan­ ması da mümkün değildir. Yoksul vatandaşlarımız maalesef bir lokma, bir hırkaya mahkum edilmişlerdir. Öte yandan asgari ücretle çalışanların tüm çalışanların içindeki oranı Türkiye'de oldukça yüksektir. Yüzde 50'ye yakın bir oranla Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında, tüm çalışanlar içinde en fazla asgari ücretli çalışan oranına sahiptir. Asgari ücret ve biraz üzeri ücretle çalışanların toplam sayısı ise TÜİK verilerine göre yaklaşık 1 O milyon civarındadır. Dolaysı ile büyük bir toplum kesimi, yoksulluk sınırının altında hatta açlık sınırında bir yaşam mücadelesi vermektedir. Sosyal patlamanın yakıt maddesi anlamına gelebilecek bu durum, sürdürülebilir bir durum değildir. Türkiye gibi ülkeler sosyal devlet olgusunu ihmal ederek, toplumsal hayatı barış içinde sürdüremezler. Zira köyden kente hızlı bir göçle oluşmuş kent yaşamı, her kesimden insanın iç içe yaşadığı bir yaşam formudur. Yani yoksul kitleler, aynı 244

sosyal çevreyi paylaşmasa da, varsılların yaşamına tanıklık etmekte­ dirler. Kırdan kente hızlı göçün sonucu, özellikle kentlerin varoşlarında anomik davranışların yaygın olduğunu görüyoruz. Bir süre sonra değer yargılarında olabilecek aşınmalar nedeni ile, bu anomik davranışlar, suç oranlarındaki artışı da tetikleyecek, sosyal uyumsuzluğun faturası top­ lum açısından ağır sonuçlar doğurabilecektir. Bu yüzden sosyal devlet kavramı bizim için çok önemlidir. Zaten Kapitalizmin gelir adaletini sağlamadaki başarısızlığı, sistemsel bir iflası da beraberinde getiriyor. Bu koşullarda, yöneten sınıfın kayırmacı ilişkilerle yandaşlara kaynak aktarma türünden uygulamaları, devletin bekası açısından diğer tüm terörist örgütlenmeler ve eylemlerden çok daha fazla zarar vericidir. Toplumsal banş açısından, insanların gözüne batacak türden yapılan bu uygulamalardan derhal vazgeçilmelidir. Bir de yoksulluğun tetikleyicisi olarak işsizlik karşımıza çıkıyor. İnandırıcılığını giderek kaybeden Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 'atıl iş gücü' diye yeni bir kavram ortaya attı. Aslında bu kavram iş­ sizliğin boyutlarını kavramak bakımından bazı ipuçları veren isabetli bir kavram oldu. Atıl iş gücü oranı, işsiz sayısına, eksik istihdam ve potansiyel işgücü eklenerek bulunuyor. Her ne kadar TÜİK bu kavram­ la gerçek işsizliği maskelemeye çalışsa da, bu kavramın içini dolduran işsizlik boyutu, istihdamın gerçek durumunu ortaya koymaktadır. Za­ mana bağlı eksik istihdam, potansiyel iş gücü ve işsizlerden oluşan atıl iş gücü, işsizliğin boyutlarını en kapsamlı biçimde yansıtmaktadır. Atıl iş gücü oranı denilen şey esasen geniş tanımlı işsizliktir, daha doğru bir ifade ile toplumdaki gerçek işsizliktir. Toplumun üretim kapasitesinde­ ki eksikliği ifade eder. Bu oran 2019'da yüzde l 9.6 iken, 2020'de yüzde 2l .2'ye, 2021 'de de yüzde 29.l 'e çıkmıştır. Öte yandan 15-24 yaş arası genç nüfustaki işsizlik oranı ise, 2021 TÜİK istatistiklerinde yüzde 25.3 ile oldukça yüksek seviyede seyrediyor. TÜİK daha çok dar tanımlı işsizlik diye tarif ettiği ve gerçekçi ol­ mayan işsizlik oranlarını vermekteydi ve bu oranlardaki olumlu yönde ufak değişiklikleri bir haşan gibi ortaya koymaya çalışmaktaydı. O ba­ kımdan 'atıl iş gücü' oranlan işsizliğin ölçülebilirliği ve anlaşılabilirliği bakımından isabetli veriler olmuştur. 245

Diğer taraftan ucuz işgücü üzerinden sermaye piyasasını geliştirme ve ekonominin büyümesini bu yolla sağlama politikaları tercih edile­ rek, işsizlikle mücadele ucuz işgücü eksenli yetersiz bir politik alana hapsedilmiştir. Gelir dağılımında aslolan adaleti tesis etmektir. Eşit rekabet koşulla­ rında insanların imkanlardan istifadesini sağlamak, devleti yönetenlerin asli görevidir. Rekabeti eşitledikten sonra, süreçleri denetleyebildiğiniz ve yargı bağımsızlığını tam olarak tesis ettiğiniz vakit, herkes hakkına razı olacak demektir. Ak Parti iktidarının bu noktadaki en büyük yanlı­ şı, kayırmacı ilişkilerdir. Yunan düşünürleri Sokrates (M.Ö.469-399) ve Eflatun (Platon-M.Ö.427-347)'dan etkilenen ünlü düşünürümüz Fara­ bi, 'İnsanda adaletin ontolojik olarak var olması gerekir' der. Yine Farabi, adaleti, 'Erdemli eylemler ve erdemli ilişkiler' anlamında kullanır. Bu yüzden adaletin ahlak ve siyasetle direkt ilişkili olduğunu ortaya koyar. (39) Bugün Türkiye'de bazı somut olaylar, yoksullukta sürüklendiğimiz yeri göstermesi bakımından çok önemlidir. Mesela Pazar yerlerinde insanlar yüzlerini saklayarak kalan atık sebze ve meyveleri topla­ maktadırlar. Hiçbir dönemde bunu yapmaya mecbur kalan insan sayısı bu kadar artmamıştı. Ayrıca ekonomik sıkıntı nedeniyle inti­ har edenlerin sayısında çok ciddi oranda artış vardır. Nitekim ülke ge­ nelinde ekonomik nedenlerle intihar edenlerin, toplam intihar vakaları içindeki payı 2018'de yüzde 7.3 iken, 2019'da yüzde 9.4'e yükseldi. Öte yandan Covid-19 salgını nedeniyle zaten var olan ekonomik kriz giderek derinleşti. 2021 yılının Ocak Şubat aylarında işsizlik ve geçim sıkıntısı nedeniyle 95 vatandaş yaşamına son verdi. 2020 yılın­ da 99 bin 588 esnafın dükkanı kapandı. Yine aynı yıl içinde 40 bin 735 şirket kapatmak zorunda kaldı. Hane içinde birden çok kişinin borçlu olduğu durumlar ortaya çıktı. İşsizliğin ve ekonomik sıkıntıların yarattığı psikosomatik sorunlar­ da da ciddi artışlar var. Özellikle bunların başında depresyon geliyor. Son yıllarda antidepresan ve antipsikotik ilaçların satışında büyük ar­ tış var. Mesela 2019'da 49.8 milyon kutu antidepresan ilaç satılırken, 2020'de bu sayı 54.6 milyona çıkmıştır. 2021 yılının ilk üç ayında ise 15 246

milyon kutu antidepresan satılmıştır. Bu rakamlar son derece ürkütücü rakamlardır. Netice itibarı ile genelde Ak Parti hükümetleri, özelde de Cumhur­ başkanlığı hükümet sistemi yoksulluğu kalıcı bir biçimde giderme ko­ nusunda ve işsizliği azaltama konusunda başarılı bir yönetim hikayesi ortaya koyamamıştır.

Yolsuzlukta Tarihin En Saibeli Dönemi Ak Parti, merkezde ve yerel yönetimlerde hızla yolsuzluk iddiala­ rının ayyuka çıktığı bir batağa saplandı. Diğer taraftan sanki bu yol­ suzluk iddialarını perdelemek için, sosyal yardımlarla vatandaşın gözü kapatılmaya çalışıldı. Kamu İhale Kanunu'nu üzerinde yapılan değişikliler konusunda 17 yıllık verilere ulaşabildim. 17 yılda yaklaşık 190 kez değiştirilen Kamu İhale Kanunu'nda 2018'de yapılan düzenlemeleri, Sayıştay'ın uygun bulmamasına rağmen, iktidar hayata geçirmiş ve Sayıştay denetçilerinin hiçbir görüşü ciddiye alınmamıştır. (40) Kamu İhale Kanunu'ndaki bu değişikliklerin, yandaş firmaları ka­ yırma, yakınlara iş verme, kamu gücü ile parti çevresindekilere servet devşirme saikleri ile yapıldığı iddiaları içi boş iddialar değildir. Ne yazık ki, kanun hakimiyeti yerine, ben yaptım oldu gibi bir reha­ vete, ciddiyetsizliğe sürüklenilmiş, devlet kurumları alabildiğine yoz­ laştırılmıştır. Mesela yolsuzluğa adı karışan bakanlar istifa ettirilmiş, ancak yargı önüne çıkarılmamıştır. Hatta Egemen Bağış Büyükelçilik­ le (Prag Büyükelçisi) taltif edilmiştir. Reza Zarrab denilen karanlık ilişkiler yumağının bir parçası olan, İran asıllı iş insanından epey pahalı bir saat hediye alan bakan Zafer Çağlayan, bu durumun meşruiyetini kamuoyunu ikna edebilecek biçimde açıklayamamıştır. Öte yandan özellikle inşaat rantı üzerinden kentler adeta yağmalan­ mış, belediyeler eliyle bu rantlar sayesinde siyasetin finansmanı sağ­ lanmış, çoğulculuk göz ardı edilerek, halkın yerel yönetim süreçlerine katılımına müsaade edilmemiştir. Şeffaflığa izin verilmeyerek, yerel 247

kaynaklardan keyfi uygulamalarla çeşitli vakıflara çok miktarda paralar aktarılmış, yandaş medya finanse edilmiş, yerel yönetimlerde rüşvetin adeta tarifesi ortaya çıkmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun anlat­ tığına göre, Ak Partili önceki yönetim dönemde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Vatan Caddesi üzerindeki lunaparkı bir vatandaşa 25 milyon TL'ye satıyor. Sonra o alan imara açılıyor; alan kişi aynı yeri tekrar İs­ tanbul Büyükşehir Belediyesi'ne 430 milyon TL'ye satıyor. Sonra İBB aynı yeri tekrar yeşil alana çeviriyor. Eğer bu olay Başkanın anlattı­ ğı gibi, tam böyle gerçekleşmişse, milletin parası yandaşlara sermaye transferi olarak dağıtılmış demektir. Uluslararası Şeffaflık Örgütü (Transparency lnternational)'nün 2012'deki yolsuzluk raporunda Türkiye bir önceki yılda, 180 ülke ara­ sında 61.sıradayken, 2012 'de 54.sıraya yükseldi. Yani Türkiye, yol­ suzlukla mücadelede iyileşme gösteren ülkeler arasında yer aldı. Bu hususu o dönemde başbakan sıfatı ile sayın Erdoğan, Türkiye adına iyi bir gelişme olarak televizyonlardan paylaştı. Aynı kuruluşun 2018 yılı raporunda, Türkiye, Gana, Hindistan, Burkino Faso, Kuveyt gibi ülkelerle aynı puanı alarak 78.sıraya geri­ lemiştir. 2019'da ise bu ülkelerin de gerisine düşerek, 91.sıraya inmiştir. Yolsuzluklarla ilgili çok çarpıcı örnekler vardır. Esasen yolsuzluklar iktidarın ilk yıllarında başlamış, o yıllarda iktidarın meşruiyetine karşı devletin zinde güçleri ve bazı medya grupları tarafından ortaya konu­ lan itiraz nedeni ile, yolsuzluk iddiaları toplum tarafından karalama olarak algılanmıştır. Mesela 17 Nisan 2003 tarihinde, önce mısır ithalatında yüzde 45 olan gümrük vergisi yüzde 20'ye düşürüldü. O zamanki Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın oğlu, Ağustos 2003 'te 4000 ton mısır ithal etti. İt­ halat işlemi bittikten sonra, arkasından 8 ağustos 2003 tarihinde mısır ithalinde gümrük vergisi yeniden yüzde 4S'e çıkarıldı. (41) Mesela köprü, havalimanı, otoyol ve benzeri büyük çaplı projeler var. Elbette ben de Osmangazi Köprüsünden geçerken mutluyum. İzmir Otoyolunu kullanırken mutluyum. A ncak bu işlerin nasıl ihale edildiği ve gelecek 30 yılımızı ipotek altına alan taahhütlerin detayları 248

kamuoyuna neden açıklanmaz? Ana muhalefetin milletvekilleri bu konuda ilgili bakana soru önerge­ si veriyorlar. Verilen cevap, 'ticari sır'. O milletvekilleri halkın bir bölü­ münü temsil etmiyorlar mı? Halkın verdiği vergilerin nasıl kullanıldığını öğrenme haklan yok mu? Ticari sır ne demek? Belediyelerden merkezi yönetime kadar binlerce yolsuzluk iddia­ ları ile çalkalanan Ak Parti iktidarı döneminin en son örneği, Ruhsar Pekcan olayıdır. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin Ticaret Baka­ nı Ruhsar Pekcan'ın, kendi bakanlığına bağlı kuruluşlara eşinin ve kendisinin sahibi olduğu şirketten 9 milyon TL değerinde dezenfektan sattığı ortaya çıktı. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan kabinede değişiklik yaparak kendisini görevden aldı. Ancak bu ticari ilişkinin na­ sıl olduğu, devletin zarara uğratılıp uğratılmadığı konusu herhangi bir araştırmaya ya da kovuşturmaya uğramadı. Tıpkı daha önce görevden alınan bakanların yolsuzluk dosyalan kapatıldığı gibi, bu da kapatıldı. TBMM'de herhangi bir yolsuzluğun araştırılması parmak sayısı ile engellenmekte, siyasetin boyunduruğundaki yargı ise çaresizlik içinde sessizi iğini korumaktadır. Dönemin yolsuzluklar konusunda en ayırt edici özelliği, bazı fanatik seçmenler nezdinde yolsuzlukların kanıksanmış olması, hatta bu saye­ de de yolsuzluğun enikonu kurumsallaşmış olmasıdır. Mesela bazıları şöyle tepki veriyor: 'Diğerleri gelse çalmayacak mı, siyasetçi demek zaten hırsız demektir. Hiç olmazsa bunlar doydu, yeni gelecekler çok aç olacağından, biz yine bunlarla yola devam edelim.' Bu vahim bakış açısı ile, çok partili siyasi tarihimiz boyunca ilk defa yolsuzluk bazı seçmenler nezdinde kanıksanmış ve meşrulaştırıl­ mış oluyor. Ülkemiz için bu durumu, sadece siyasal alanda değil, top­ lumsal alanda da ahlaki zehirlenme olarak nitelendiriyorum. Bu husus, üzerinde araştırma yapılacak, doktora tezi çalışılabilecek sosyolojik bir vakıa niteliğindedir. Dönemin yolsuzluklarla ilgili bir başka ilginç yanı, yolsuzluk ve rüş­ vetin cezai kovuşturmanın dışına çıkanlarak, siyasi ve dini konseptte değerlendirilmesidir. Bu iddialara TBMM'nin araştırma yapma kapısı­ nın kapatılması, siyasetin baskısı altındaki yargının da kayıtsız kalması249

na neden olmaktadır. Çürümedeki baş döndürücü halin esas sorumlusu ise Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemidir. Halbuki hükümet istikrarsız­ lığı ve koalisyonlar nedeni ile en çok şikayet edilen 90'lı yıllar Türki­ ye'sinde bile, meclis araştırma yapabiliyor, yargı davalar açabiliyordu. Öte yandan yolsuzlukların bu denli kanıksanmasında, 'Yolsuzluk hır­ sızlık değildir' diyen, kamuoyunda 'Yolsuzluk fetvacısı' olarak anılan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yakınlığı ile de tanınan ilahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman'nın büyük vebali vardır. (42) Devlet sistemi içerisinde suç teşkil eden rüşvetin tarihsel kökleri oldukça eskiye dayanmaktadır. Ahlaki yozlaşmanın hem sebebi hem de sonucu olan rüşvet, tarihin kimi kesitlerinde olağan hale gelmiş, adeta kurumsallaşmıştır. Yolsuzluk ve rüşvetin kurumsallaşması Osmanlı'nın 16 ve 17 .yüz­ yıl dönemlerine rastlar. Hatta Osmanlı'da bürokrasinin patrimonyal yapısı, rüşvetle el değiştirir, bürokratik makamlar parayla alınıp sa­ tılırdı. O kadar ki, valilerin, vezirlerin ve sadrazamların bile rüşvetle atandığı görülmüştür. Rüşvet, Osmanlı'da yönetimdeki bozulmanın temel sebeplerinden gösterilir. İşin bir başka ilginç tarafı, yolsuzlukla itham edilen iktidar, sandığı işaret ederek milletten aldığı desteği ortaya koyuyor ve bu yolla yolsuz­ luk iddialarını savuşturabiliyor. Millet iradesi, kimin yöneteceği nokta­ sında elbette çok önemlidir. Ancak devlet idaresi bütüncül bir süreçtir. Yani milletten yetki alması, yürütme erkinin istediğini yapabileceği an­ lamına gelmez. Ayrıca seçim demokrasinin ilk ayağıdır. Esas demokra­ si, yönetim süreçlerinin her kademesinde uygulamakla vücut bulan bir mefhumdur. Devlet idaresi seçimden sonra, yasama, yürütme ve yargı ayaklannın dengeli bir biçimde çalışması ile sürdürülebilir. Hele de­ mokrasiden bahsediyorsak, yargı bağımsızlığının işletilmesi en önemli unsur olarak karşımıza çıkar. Bir başka ilginç durum da şudur. Bütün bu yolsuzluk iddiaları konu­ şulurken, bazı vatandaşlar mevcut iktidarı Menderes, Demirel ve Özal dönemleri ile kıyaslayıp, onlar için de aynı şeyler söylenmişti diyerek yolsuzlukları ciddiye almamakta, hatta inanmamaktadırlar. Menderes, Demirel ve Özal dönemlerinde de yolsuzluklar elbette vardı. Onların 250

da bu konularda sicilleri çok temiz değildir. Ancak 20 yıla yaklaşan Ak Parti iktidarının bahse konu dönemlerle mukayesesi bile söz ko­ nusu edilemez. Hele liderler temelinde bir benzetme, hiç mukayese edilemez. Bir kere bahse konu her üç lider Modern Türkiye projesine samimiyetle inanmış insanlardı. Türkiye'nin yerinin Batı Medeniyeti olduğunu inanarak, bunu sahici bir biçimde ifade ederlerdi. Arap dün­ yası ile olan ilişkilerde Arapçı değil, akılcı politikalar güderlerdi. Siya­ sal İslam üzerinden İslam dünyasını birleştinnek gibi, ya da 'Ümmetin kurtuluşu' gibi hamaset dolu ve aldatmaca bir ham hayalin peşinde hiç koşmamışlardı. Bunca büyük yanlışa, kötü gidişe rağmen hamasete yenik düşen bir grup insan, köprü ve yollardan büyülenerek, aldanmaya ve aldatılmaya devam ediyor. En çok övündükleri yol konusunda, Karayolları Genel Müdürlüğü sitesinden aldığım rakamları burada açıklamak isterim. 2000 yılında 1774 km otoyol, 31bin 397 km devlet yolu, 29 bin 693 km il yolu olmak üzere toplam 62 bin 864 km yol ağı mevcutken, 2020 yılında, 3 bin 095 km otoyol, 3lbin 006 km devlet yolu ve 34 bin 165 km il yolu olmak üzere toplam 68 bin 266 km 'ye ulaşmıştır. Yani toplam yol ağı uzunluğunda 18 yılda 5 bin 402 km'lik bir artış olmuştur (kgm.gov.tr). Oysa Anavatan Partisi döneminde sadece 8 yılda bin 500 km oto­ yol, hem de devlet bütçesinden yapılmışken, yaklaşık 20 yıllık Ak parti iktidarı döneminde bin 321 km otoyol, üstelik yap işlet devretle ve hazine garantisi verilerek yapılabilmiştir. Öte yandan bölünmüş yol miktarı 2003 yılına kadar, 6 bin 101 km iken, Nisan 2020 itiban ile 21 bin 115 km daha ilave edilerek 27 bin 216 km'ye ulaşmıştır (kgm.gov.tr). Bu arada bölünmüş yollardan bir bölümü zaten mevcut olan yolların genişletilmesi ile yapılmış olduğundan, yukarıdaki 5 bin 402 km.'lik artışla bir çelişki söz konusu değildir. Hatta yolların bakım ve iyileşti­ rilmesi de bölünmüş yol yapımına ilave edilmiştir. Bu verileri sosyal medyada paylaştığımda, aklı başında kimi insan­ lardan da çok tepki almıştım. Oysa benim paylaştığım veriler, Ulaştırma Bakanlığı'nın birimi olan Karayolları Genel Müdürlüğü'nün sitesinden aldığım verilerdi. 251

Ancak insanların duygusal refleksleri ve gördüğü bazı iyi yollar, be­ yin yıkama propagandaları ile birleşince, devletin verilerine inanmayıp beni suçlamaya kalkmaları, toplumsal psikolojinin ne hale getirildiği­ nin trajikomik göstergesi durumundadır. Ak Parti iktidarına kadar Türkiye'de yol yoktu diyen arkadaşlar, nasıl bir propagandaya maruz kaldıklarını umanın bir gün anlayacaklardır. Dönemin yolsuzluk iddialarında özellikle yerel yönetimler çok öne çıkmaktadır. Tabiatı ile burada da Ak Partili belediyeler başı çekmekte­ dir. Gerçi muhalefet belediyelerinde de yolsuzluk iddialan oldukça yay­ gındır. Ancak bunun sorumlusu da Ak Parti iktidarıdır. Özellikle yerel yönetimlerde idarenin şeffaflığı, özdenetim, halkın yönetim süreçlerine katılımı, yasal düzenlemelerle sağlanabilirdi. Mesela belediyelerin satın aldıkları en küçük bir kalemden, en büyük ihalelere kadar, yaptığı her harcamanın İnternet sayfasında yayınlanma zorunluluğu getirilebilirdi. Fakat bu kabil düzenlemeler iktidarın işine gelmedi. Zaten bir iktidar ye­ rel yönetimleri şeffaflaştırmıyor, kamu ihalelerinde kayırmacı ilişkileri öne çıkarıyorsa, rüşvete seyirci kalıyorsa, yandaşlarına sermaye transfe­ ri yapıyorsa, o iktidar gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış demektir. Yeniçağ Gazetesi yazarı Murat Ağırel, 3 Mayıs 2021 Pazartesi günkü yazısında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 2011-2018 yı ilan arasında 2 milyar TL'lik araç kiralandığını, ancak bu araçların belediye dışındaki birçok kuruma verildiğini belgeleri ile birlikte ortaya koy­ du. Araçların benzini İBB tarafından konulduğu, kirası İBB tarafından ödendiği halde, kanun ve yönetmeliklerin hilafına tahsisler yapılmış. Araçların 480 tanesi Cumhurbaşkanlığına, l 03 tanesi Başbakanlığa, 6 tanesi Irak Devlet Başkanına, 62 tanesi Ak Parti il başkanlığına, 54 ta­ nesi TBMM Başkanlığına, 8 tanesi Ak Parti Genel Merkezine, 4 tanesi Bilal Erdoğan'ın mütevelli heyetinde yer aldığı Okçular Vakfına, 5 ta­ nesi Yüksek İstişare Kurulunda Bilal Erdoğan'ın görev yaptığı Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA)'na 8 tanesi de Sekbanlar spor kulübü ile Erok Spor Kulübüne tahsis edilmiş. Halbuki belediyece kiralanan araçlar, be­ lediye hizmetleri dışında kullanılamaz, kullanılırsa bu suç teşkil eder. Hele de iktidar partisi bile olsa bir siyasal partiye böyle bir tahsis yapı­ lamaz. Yasa gereği bunu yapanların ağır cezada yargılanmaları gereki252

yor. Ne yazık ki, bu yargılamayı yapacak bir yargı sistemi bugün için ortalarda gözükmüyor. (43) Neticede İstanbul halkının hizmetine harcanması gereken milyar­ larca lira para, siyasi hesaplarla, rant hesaplarıyla yandaş kuruluşlara, yandaşların görevlendirildiği kurumlara aktarılmış. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ise, 7 Aralık 2020'de düzenlediği basın toplantısında, '3 katrilyonluk yolsuzluk dosyasını savcılığa verdik' diyor. Bunlar gibi binlerce örnek var. Cumhuriyet'ten Barış Pehlivan'ın bildirdiğine göre, Ak Parti Mil­ letvekili Ravza Kavakçı Kan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bursuyla ABD'de Howard Üniversitesi'ne doktora yapmak için gönderilmiş ve İBB raporuna göre kendisi için 155 bin dolar 59 bin TL para harcanmış. Ravza Kavakçı Kan, ilk olarak 11 Kasım 1994 tarihinde İstanbul Bü­ yükşehir Belediyesinde Belbim A.Ş.'de işe başlamış, daha sonra kızı­ nın doğumu nedeni ile işten ayrılmak zorunda kalmış. Ancak 20 Ocak 2006'da yine İBB'de Avrupa İlişkileri Müdürlüğü'nde sözleşmeli mü­ hendis kadrosu üzerinden tekrar işe girmiştir. 2008 yılında İBB yöneti­ mi tarafından Belediye bünyesinde çalışanlara, uygun şartları taşımaları halinde yurt dışı yüksek lisans ve doktora bursu verileceği duyurusu ya­ pılmış. Burs almaya hak kazanan 39 kişi arasına giren Kavakçı, ABD'de doktoraya gönderilmiş. Barış Pehlivan'ın iddiasına ve hazırlanan rapora göre, Ravza Kavak­ çı Kan, ABD'deki Howard Üniversitesi'nde doktora için kabul aldıktan sonra İBB'de işe başladığı beliritiliyor. Kendisi, aksine İBB bursunu aldığında zaten iki yıldır belediyede çalıştığını iddia etse de, bu konuda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun talimatı ile hazırlanan rapora göre, kabul aldıktan sonra işe başlamış gözüküyor. Gazeteci Barış Pehlivan• ın haberine göre rapor şöyle diyor; "-İBB'nin iştiraki İstanbul Ulaşım AŞ'nin (bugünkü adıyla Met­ ro İstanbul AŞ) amacı balkın ulaşım ihtiyacını karşılamaktı. Bu ulaşım faaliyetleriyle ilgili İBB şirket personelinin yurtdışında eği­ tim görebilmesi için 4 Ağustos 2008'de bir karar alındı. -Ravza Kavakçı Kan, ABD'deki Howard Üniversitesi'nin dok253

tora bölümüne 24 Kasım 2008'de kabul edildi. Kabul mektubu, baba Yusuf Ziya Kavakçı'nın Teksas'taki evine gönderildi. -Bu kabulden hemen sonra, yani 1 Aralık 2008'de Ravza Kavak­ çı Kan, İstanbul Ulaşım AŞ'ye iş başvurusunda bulundu. 16 Aralık 2008'de de şirketin çalışanı oldu. Yani ABD'ye gideceği kesinleşen isim İBB şirketinde işe başlatıldı. -Aradan bir hafta geçti. 23 Aralık 2008 tarihinde İstanbul Ulaşım AŞ Genel Müdürü Ömer Yıldız, Howard Üniversitesi'ne sponsorluk mektubu yazdı. Mektupta Ravza Kavakçı Kan'ın eği­ tim masraflarının, sağlık sigortası bedelinin, ABD'de kaldığı süre içerisindeki geçim harcamalarının ve daha birçok giderinin iBB tarafından karşılanacağı taahhüt edildi. istanbullunun ulaşımını çözmek için kurulan iBB şirketi, personelini amacından uzak şe­ kilde siyaset bilimi okumaya ABD'ye gönderiyordu. Bunu yapar­ ken de daha bir haftalık personelin, yani Ravza Kavakçı Kan'ın "başarılı bir çalışan" olduğu kağıda dökülüyordu. -Takvim yaprakları 30 Aralık 2008'i gösterdiğinde, Kan'a yol­ culuk öncesi elden 4 bin dolar verildi. Elbette ki uçak parası da İBB'nin kasasından çıktı. ABD'de bulunduğu her ay 2 bin dolar para ödeneceği de yine üniversiteye bildirildi. Müfettiş raporunda, AKP milletvekili Ravza Kavakçı Kan'ın ABD'de yıllarca yaşaması için iBB paralarının nasıl akıtıldığı adım adım yazıyordu. Ve ortaya çıkıyordu ki 2013 yılına kadar, Kan'a toplamda yaklaşık 155 bin dolar ve 59 bin lira para verilmişti. Evet, İBB'nin toplu taşıma şirketi, ABD'de siyaset okusun diye bugünün AKP milletvekilinin cebini bu kadar parayla doldurmuştu. iBB şimdi bu raporla birlikte Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılı­ ğı'na başvurdu. Hem kamunun cebinden çıkan paranın yasal faiziy­ le birlikte iadesi hem de bu hukuksuz işlemlere imza atan dönemin İBB çalışanları hakkında yargı süreci başlatılması talep edildi. Ravza Kavakçı Kan, milletvekilliği bitince İBB'deki mecburi hizmetinin devam edeceğini iddia ediyordu. İBB müfettişleri ise kağıt üstündeki işe resmi olarak da son verilmesi gerektiğini rapo­ runa yansıttı. Bugün top yargıda. Şimdilik pek umudum yok ama 254

yine de Ruhi Su'nun dediği gibi "bir gün hesap sorulur." (44) Bu ve benzeri türden yolsuzluk iddialan Bursa Büyükşehir Beledi­ yesi 'nde de yaşanmıştır. Ancak elimde belge olmadığı için buraya ko­ yamıyorum. Belediyelerin üzerinden iktidar etkisi kalktığında, dudak uçuklatacak devasa bir yolsuzluk tablosu ile karşılaşacağımızı öngör­ mek çok zor değildir. Mesela bu iktidar döneminde imar planlan hiçe sayılarak, kentle­ rin en mutena yerlerine sırf rant saikiyle adeta ur gibi yapılar dikilmiş­ tir. İstanbul, Ankara, Bursa bunun yüzlerce örnekleri ile doludur. Hele Bursa'da bir örnek vardır ki, akıllara zarar. Bursa merkezde Doğanbey denilen bölgede TOKİ eliyle, Bursa'nın en kıymetli tarihi dokusu olan

Ulucami, Orhan Cami, Hanlar bölgesi ve Tophane üzerine, hatta Emir Sultan ve Bursa'nın sembolü olan Yeşil Türbe'yi de gölgede bırakacak biçimde bütün bu yapılan bir kara çarşaf gibi örtmüş olan 23-24 katlı konutlar dikilmiş, Bursa 'nın tarihi dokusu, bahse konu binalann gölge­ si altında kaybolmuşnır. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz bu kepazeliği planlayan ilçe belediye başkanı, ne yazık ki daha sonra adeta ödüllen­ dirilmiş, Büyükşehir Belediye Başkanı yapılmıştır. Bu arada TOKİ ile yaptığım görüşmede, imar planının ve projenin sorumluluğunun tama­ men belediyeye ait olduğu ve bu projenin TOKİ açısından da çirkin bir

255

proje olarak kabul edildiği söylenmişti. Ben de projenin sorumluluğu noktasında tüm vebalin belediyeye ait olduğunu düşünüyorum. Mimar Sinan'ın cami yapmak için bile kıyamadığı bu ruhaniyetli şehre, bu kötülüğü yapanların, aynı zamanda Muhafazakar gelenek­ ten geliyor olmaları, ayn bir ironi olarak karşımızda durmaktadır. Bu arada bir çok şehirde SİT alanlan kaçak yapılarla doldurulmuş, imkansız gibi görülen pek çok iş, kılıcı çift taraflı kesen hatırı sayılır ve nüfuzlu aracılar eliyle mümkün hale gelmiştir. Okul arkadaşlıkları, ba­ kanlık gücü, hatırlı iş adamı, rüşvet ve benzeri saiklerle kentlerin çanına ot tıkatılmıştır.

Yine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (İBB) Ekrem İmamoğ­ lu, kendisinden önceki yönetimde yaşananlara dair anlattığı bir örnek­ te, İstanbul Büyükşehir Belediyesi inşaat şirketi olan KİPTAŞ'ın daha önce satın alacağını açıkladığı arsanın başka bir kişi tarafından 11 mil­ yon dolara satın alındığını, bu kişinin birkaç gün sonra da arsayı KİP­ TAŞ 'a yaklaşık 47 milyon dolara sattığını açıkladı. Bu arada yerel yönetimlerde bunlar olurken, Ak Parti iktidarı döne­ minde 100 yılın soygunu denilen bir büyük yolsuzluk yaşandı. 2005 yı­ lında özelleştirme kapsamında olan Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketi (Türk Telekom)'nin yüzde 55 hissesi, Lübnanlı Hariri ailesi­ nin sahibi olduğu Oger Telekom A.Ş.'ye 21 yıllığına 6.5 milyar dolar karşılığı satıldı. Sözleşmeye göre, Oger Telekom, 6.5 milyar dolan dı­ şarıdan getirecek ve Türk Telekom 'un sahibi devlete ödeyecekti. 2026 256

yılında da, yatırımlan ile yenilenmiş ve borçsuz bir biçimde şirketin his­ selerini kamuya devredecekti. Oysa gerçekte öyle olmadı. Suriye köken­ li Lübnanlı Hariri ailesi, birilerinin dahli ile olacak ki, Türk Bankalan Akbank, Garanti Bankası ve iş Bankası'ndan 4.7 milyar dolar kredi çekerek bu ihaleyi aldı. Yani dışandan kendisi hiç bir para getirmedi. Zira yüzde 55 hissesi Oger Telekom'a 21 yıllığına satıldığında Türk Telekom'un hem hiç borcu yoktu, hem de kasasında 2 milyar dolar para vardı. 2005-2015 yılları arasında ise 14 milyar dolar net kar elde eden Türk Telekom'un 7 milyar doları Hariri'nin Oger Telekom'una gitti. Oger Telekom büyük hissedar olarak, Türk Te-

lekom'un hem satın alma parasını ödemedi, hem de şirketin taşın­ mazlarını satarak içini boşalttı ve şirketi büyük borca soktu. Bütün bunlar olurken, Türk Telekom'un ikinci büyük ortağı olan Türk Hazi­ nesi bu tarihi soyguna seyirci kaldı. Yine bütün bunlar olurken şimdiki Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay şirkette, şirketin haklarını korumak, özelleştirme koşullarına uymasını sağlamakla görevli ba­ ğımsız denetçiydi. Sonunda Oger Telekom Türk bankalarından kullandığı krediyi ödemedi ve 13 yıl sonra şirketle ilgili hiçbir ta­ ahhüdünü de yerine getirmeyerek, hisselerini bu bankalara devre­ derek Türkiye'yi terk etti. (45)

257

Aynı Hariri ailesi mensubu ve Türk Telekom soygununu yaptığı öne sürülen şirketin sahiplerinden, Lübnan'da hükümeti kurmakla görev­ lendirilen Saad Hariri, 8 Ocak 2021 'de Cumhurbaşkanı Sayın Erdo­ ğan tarafından Vahdettin Köşkü 'nde kabul edildi. Çok tepki alan bu ziyaret Cumhurbaşkanlığı'nın resmi twitter hesabından aşağıda görül­ düğü biçimde duyuruldu. (46)

Yasakların Sıradanlasması ve özgürlüklerin Sınırlandırılması 3 Kasım 2002'de Ak Parti'yi iktidara taşıyan politik pazarlama stra­ tejisinin temel dayanağı '3Y' olarak tanımlanıyordu. Yani yolsuzluğun, yoksulluğun ve yasakların kaldırılması taahhüdünü içeren bir strate­ jiydi bu. Nitekim bu strateji, hem içeride seçmen nezdinde hem de ulus­ lararası arenada oldukça takdirle karşılanmış, başarılı bir başlangıcın ilk adımı olmuştu. Ne var ki, ilerleyen zamanda özgürlüklerin alanı, nasılsa halk deste­ ği arkamızda düşüncesinden hareketle olacak ki, mütemadiyen daraltıl­ dı. Temel hak ve özgürlükler adeta askıya alındı. Eleştiri yapan herkese, düşman gözü ile bakılır oldu. Tutuklu gazeteci sayısı hiçbir dönem ol­ madığı kadar çoğaldı. Halbuki insan haklan doktrininde kişi özgürlüğü, bireysel özgürlük, en temel haklardan biri olarak kabul edilir. 2002 seçim beyannamesinde, 'İnsanların ekmek kadar, kendile­ rini gerçekleştirebilecekleri özgürlüğe de ihtiyaçları vardır' diyen Ak Parti iktidarı, 2021 'e geldiğimizde özgürlükleri kısıtlayan, her mu­ halefet edene vatan haini damgası yapıştıran bir yönetime dönüşmüştür. Nereden nereye? Özgürlüklerin kısıtlanması konusu o derece yaygınlaştı ki, TBMM' de­ ki Ak Partili milletvekillerinin dahi konuşma özgürlüğü çok sınırlı hale geldi. Bırakın herhangi bir eleştiri yapmalarını çoğu kere, kendi yaptık­ ları yasal düzenlemelerle ilgili parti grubunda görüş beyan etmeleri de mümkün değildir. Yani milletvekillerinin de konuşma özgürlüğü yoktur. 258

Merkezi Washington'da bulunan, demokrasi, insan haklan ve siya­ si özgürlüklerin teşvik edilmesini amaçlayan düşünce kuruluşu Free­ dom House (Özgürlük Evi), 'Dünyada Özgürlükler 2020' raporunda Türkiye, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da 'Özgür Olmayan Ülkeler' kategorisinde yer aldı. Bu ülkelerin arasında durumu en kötü olan ül­ keler olarak, Suudi Arabistan, Kuzey Kore, Türkmenistan, Taci­ kistan, Sudan, Güney Sudan, Suriye, Özbekistan, Libya, Somali, Eritre, Ekvator Ginesi ve Orta Afrika Cumhuriyeti var. Türkiye'nin raporda, özgür olmayan ülkeler grubuna dahil edilmesinde, Cumhur­ başkanlığı ve Paralamento seçimlerinin aynı anda ve olağanüstü hal şartlannda yapılması, önemli bir etken olarak belirtiliyor. Öte yandan Freedom House, özgürlükler konusunda ABD Başkanı Donald Trump dönemini de şiddetle eleştirmektedir. Raporda, özgür ülkeler arasında yer alan ABD'nin son l O yılda, 8 puan kaybettiği Slovakya, Letonya ve Slovenya gibi ülkelerin gerisine düştüğü belirtilmektedir. Yine raporda, 'ABD, Türkiye ve Mısır gibi geleneksel güvenlik ortaklarının açık hak ihlallerini mazur gördü' denilmektedir. (47) Ak Parti iktidarında gelinen son nokta itibarı ile yasaklar, grev ya­ sakları, etkinlik ve gösteri yasakları, toplantı yasakları adeta rutin ya­ saklara dönüştü. Bu iktidar döneminde 2020 yılı itibarı ile toplam 16 grev yasaklanmıştır. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra valilere tanınan yetkilerle bu yasakçı zihniyet ayyuka çıkmış vaziyet­ tedir. İllerdeki pek çok gösteri, toplantı, yürüyüş, hatta kapalı salon toplantıları valilerin inisiyatifi ile yasaklanabilmektedir. Esasen bütün bu yasaklar, toplumda bir gaz birikimine de neden olmaktadır. Halbuki grev, etkinlik ve gösteri gibi tepkiler, çevreye ve insanlara zarar verici boyutta olmadığı sürece, taraflann hak arama ka­ nallannın açıklığını ortaya koymakta ve bu sayede insanlann bir nebze rahatlamasına da sebep olmaktadırlar. Bir de dönemin ilginç bir yasak yöntemi var. Sayın Cumhurbaşkanı kendisi muhalefete veya karşısında gördüğü kişilere en ağır sözleri sarf etmekte, kendisine yapılan aynı dozdaki itirazlara ise hemen davalar açıp, bu davalarda ağır tazminatlara hükmedilmektedir. Kendisine her­ hangi bir eleştiri yapıldığında bunu Cumhurbaşkanına hakaret olarak 259

yorumlamakta, kendisi ise Ak Parti Genel Başkanı sıfatı ile her türlü polemiği yapabilmektedir. Öte yandan yasakların sıradanlaşmasında 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Olağanüstü Hal koşullannın etkisi büyük olmuştur. Bu bahane ile neredeyse tüm muhalif odaklar susturulmak istenmiş, özgürlüklerin alanı alabildiğine daraltılmıştır. Yasaklardan hem toplumsal muhalefet hem de siyasal muhalefet na­ sibini almaktadır. Medya yasaklan ile halkın haber alma özgürlüğü ya ·sınırlandınlmış ya da tamamen ortadan kaldınlmıştır. Muhalif yayın ya­ pan televizyonlar, gazeteler ağır baskı altındadır. Bir MİT mensubunun cenaze töreni yapılmadan defnedilmesini haber yapan Odatv haber mü­ dürü Barış Terkoğlu ve Gazeteci Hülya Kılıç süratle tutuklanmışlar­ dır. Kimi gazetecilerin bıktırılarak, yıldırılarak gazeteciliği bırakmalan sağlanmaktadır. Öte yandan demokrasi standartları konusunda 16S ülke arasında 110.sıradayız. Hukuk devleti standartları konusunda ise 126 ülke arasında 109.sıraya gerilemişiz. Muhalifleri hainlikle, teröristlikle ve dış güçlerin maşası olmakla itham ediyor, devletin bekası, milli birlik gibi laflarla hamaset yapmaya devam ediyoruz. Ama hala daha "Tür­ kiye'nin geleceğini Avrupa Birliği'nde görüyoruz" diye nutuklar atmaya da devam ediyoruz. (48) Yasakların sıradanlaşması ve özgürlüklerin sınırlandırılması, dış iti­ barımız açısından durumumuz üzerinde olumsuz etkiler yapmakta ve özellikle ekonomimizi kötü yönde etkilemektedir. 3 Kasım 2002'de yoksulluğu, yolsuzluğu ve yasakları kaldıracağım taahhüdü ile gelen Ak Parti, yaklaşık 20 yıllık iktidarının sonunda, bu hususlarda başarılı olamamış, hatta hemen her şeyi eskisinden beter hale getirmiştir.

15 Temmuz Darbe Girisimi 15 temmuz darbe girişiminin en basit tanımı şudur. Dini motivas­ yonla toplumu etkilemek ve dönüştürmek, bunu başarabilmek için de devleti ele geçirmek isteyen, malum yabancı servisin içinde olduğu bir 260

dini cemaatin (FETÖ), TSK içinde konuşlanarak gerçekleştirmeye ça­ lıştığı bir darbe, bir destabilizasyon, bir iç savaş girişimidir. Bu noktada toplumun kahir ekseriyeti mutabıktır. Bu haince girişim, TSK içindeki sağduyulu askerlerin tutumu sa­ yesinde, emir komuta içinde olmaksızın bastırılmıştır. Elbette bunda sokağa çıkan vatandaşlarımızın da büyük katkısı vardır. Bu vesile ile, şehit düşen tüm vatan evlatlarını minnetle ve rahmetle anıyorum. Bu darbe girişiminin detaylarına girmeden önce, esas dikkat edil­ mesi gereken hususa işaret etmek isterim. Dini motivasyonla insanların nerelere sürüklenebileceği gerçeğini görmek ve bütün bu tarz yapıların devlete sızma girişimlerine müsaade etmemek gerekir. Aslolan devle­ tin, bütün inançlara karşı eşit mesafede olmasını sağlamak ve benim cemaatim iyidir, seninki kötüdür tutumu ile hareket etmemektir. Nitekim mevcut iktidarın pek çok mensubu, Gülen Cemaati (FE­ TÖ)'nin bizzat içinde yer almış, hatta en üst perdeden 'ne istediniz de vermedik' itirafında bulunulmuştur. Öte yandan FETÖ'nin siyasi ayağı sorgulanamadığı için, iktidar mensuptan bunun hesabını vermemişlerdir. Ancak hiç olmazsa bundan büyük bir ders çıkartılıp, başka dini yapıların devlete sızmasına engel olunmalıdır. Zira bugün de bir takım cemaatle­ rin devlete sızma, devleti ele geçirme projeleri devam etmektedir. Dev­ leti idare edenler meselenin özüne vakıf olmazsa, bu kabil tehditlerle devletin ve milletin her zaman karşı karşıya kalması mümkündür. Şimdi gelelim 15 Temmuz darbe girişiminin detaylarına. Bu kısmın hemen başında şunu söylemeliyim. 15 Temmuz darbe girişimi esas iti­ ban ile bir işgal harekatıdır. Harekat kendi içinde de bazı saçmalıklar barındırmaktadır. Zira başlangıç saati, eylemlerin mantıksızlığı, emir komuta zinciri içinde olmayışı, sadece bazı birliklerin darbeye iştirak etmeleri gibi birçok sebep, kalkışmanın akıldışı olduğunu gösteriyordu. Vaktiyle Fethullah Gülen Cemaati olarak bilinen ancak daha sonra Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) olduğu kabul edilen Gülen Cemaati ile Ak Parti kurulduğu yıllardan itibaren, 2011 yılı genel seçimleri dahil içli dışlı bir ilişki içindeydi. Ergenekon kumpas davaları sırasında bu işbirliği zirve yapmıştı. 261

Esasen Fethullah Gülen hareketi ya da Cemaati sonradan anlıyoruz ki, bir espiyonaj/casusluk hareketiymiş. Dünyanın jandarması ABD, em­ peryalist emellerinin devamlılığı için, gelecek 50 yıla hatta l 00 yıla pro­ jeksiyon yapan projeler ortaya koyar. Birçok ülke için espiyonaj eksenli çalışmalar yapan, operasyonel planlar oluşturan CIA' de çeşitli masalar vardır. Bu masalar yönetimlerini ele geçirdikleri ülkelerin içindeki işbir­ likçilerini kaybetme durumu ile karşılaşabileceklerini düşündüklerinde, aynı ülke içinde yeni işbirlikçiler bulurlar. Bu arada Ak Parti Genel Merkez Tanıtım ve Medya Başkan Yardım­ cısı Emre Cemil Ayvalı, yine CNNTürk'te Ahmet Hakan'ın sunduğu 'Tarafsız Bölge' programında, 'Partisinin Gülen grubu ile Kema­ listleri birbirine kırdırmak suretiyle yol aldıklarını söyledi.' Ayvalı aynı programda, 'Ak Parti FETÖ ile kol kola girdiyse bunu farklı darbecileri tasfiye etmek için yaptı. 2002'de iktidara gelmişim, sene 2007-2008, benim bir müsteşar atamam için bu adamın genel müdür olarak 12 yılı doldurması lazım. Bir tarafta darbeci Kemalist gelenek vardı, bir tarafta da FETÖ. Bunları birbirine kırdırmak suretiyle yol almak zorunda kaldım. Mesele b-.dur' diyerek sözlerini sürdürdü. Bu itiraf dolu açıklamalardan sonra da görevinden istifa ettirildi. (49) Önceki bölümlerde bahsettiğim 1991 Birinci Körfez Savaşı sonra­ sı oluşturulan Çekiç Güç döneminde, daha önceleri darbe süreçlerini ABD ile yakın ilişkiler içinde yöneten Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bazı subayların, Çekiç Güç eliyle PKK'ya lojistik destek sağlanmasına tanıklık ettikleri iddiası Türkiye gündeminde uzun süre tartışma konu­ suydu. Bu yüzden olacak ki, TSK içinde anti Amerikancı bir yükselişe tanıklık ediyoruz. 90'lı yıllarda ortaya çıkan bu gelişme dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç paşa tarafından, Ame­ rikan Bloku'ndan başka arayışlara yönelme, Rusya ve İran eksenli yeni stratejik ilişkiler bağlamında yeni bir politik eksene yaslanma olarak tarif ediliyordu. 2002 yılı Mart ayında Harp Akademileri'nde düzenle­ nen bir sempozyumda MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, 'Türkiye'nin ABD'yi göz ardı etmeden Rusya ve İran'ı da içine alan bir bölgesel arayışa girmesi gerektiğini' söylüyordu. Kılınç paşa aynı konuşmasında, Türkiye'nin milli menfaatleri ile ilgili konularda 262

Avrupa Birliği'nden destek görmediğini' de ekliyordu. Bu arada ABD içeride çoktan alternatif gücünü yetiştirmiş ve TSK dahil devletin bir­ çok kurumunun kılcallarına kadar sızmıştır. Bu güç önceleri Fethullah Gülen Cemaati diye bilinen, sonradan devlete talip olan FETÖ'nden başkası değildi. Öte yandan ABD uzun zamandır İslam ülkelerini kontrol altında tu­ tabilmek için, 'Ilımlı İslam Projesi' diye bir proje geliştirdi. Bu proje kapsamında Fethullah Gülen'i önemli bir figür olarak belirledi. Dini değerleri kullanarak duygu yüklü mesajlarla vaazlar veren, toplumu din üzerinden dönüştürmeye çalışan ama aynı zamanda milli değerleri de alabildiğine kullanan Gülen'in süreçte devlete de talip olduğunu görü­ yoruz. Devletteki yapılanma o derece ileri gitti ki, Türk Silahlı Kuvvet­ leri ve yargı erki neredeyse tamamen bu cemaat yapılanmasının eline geçmek üzereydi. Geçmişte bütün siyasi iktidarlar döneminde, iktidarların desteği ile palazlanan bu yapı, A k Parti iktidarında o derece küstahlaştı ki, artık devleti bütünü ile istiyordu. Gerçekte devleti isteyen ise, Gülen cema­ atini bir espiyonaj örgütlenmesi olarak avucunun içinde tutan ABD idi. Liderliğini Fethullah Gülen'in yaptığı Gülen Cemaati ile Ak Parti iktidarı arasında uzun süren işbirliği sonrasında bir çatışma patlak ver­ di. Bu çatışma süreci, emniyet, yargı, medya ve sosyal medya üzerinden genişleyerek devam etti. İşin aslı uzun süre birlikte yürüyen, Ergenekon kumpas davalarını birlikte yöneten Gülen Cemaati ve Ak Parti'nin ar­ tık iktidar gücünü kullanma mücadelesi ve bu mücadeleden doğan bir çatışma içine girdikleri gerçeği idi. Başlangıçta ABD'nin de desteğini arkasına alarak ancak neticede Türk seçmenlerinin oyu ile seçilmiş ve o dönemde 1 O yılı aşkın süredir iktidarda olan Ak Parti ve liderliği, iktidar gücünü artık ABD bağlantılı bir yapıyla paylaşmak istemiyordu. Gülen Cemaati ise, esas kudretin kendilerinde olduğunu düşünüyor ve kamu yönetimini adeta bütünü ile devralmak istiyordu. Bu arada Ak Parti iktidarının dershanelerin kapatılması yönündeki düzenlemeleri ve 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları ile süreç, devlet idaresinde ciddi bir krize ve açık bir çatışmaya dönüştü.

263

Esasen bu çatışmanın başlangıçta Cemaat lehine seyrediyor olma­ sının arka planındaki gerçek, 201 O anayasa değişikliği ile Hakimler ve Savcılar Y üksek Kumlu'nun yapısında oluşturulan düzenlemeye daya­ nıyordu. Bu değişiklikle ve de yıllara sari oldukça şeytani bir operas­ yonla Cemaat devletin en kritik organını, hatta neredeyse bütünü ile yargı sistemini ele geçirmişti. Ancak buna rağmen Erdoğan'ın Başba­ kanlığındaki iktidar, sadece dershaneleri kapatmaya dönük düzenleme­ lerle kalmamış, Cemaat kadrolanna karşı bazı tasfiye operasyonları da başlatmıştı. Bunun üzerine İstanbul'da KCK soruşturmasını yürüten özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliği, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve eski Müsteşar Yar­ dımcısı Afet Güneş'i telefonla ifadeye çağırdı. Fidan ve Genç'e PKK ile yapılan Oslo görüşmesi ve KCK'ya bilgi aktarılıp aktarılmadığının sorulacağı iddia ediliyordu. Aslında bunun bir hesaplaşma olduğu ve herkesin kılıçlarını çektiği açıkça belliydi. Çatışmanın bir devlet krizine dönüşmeye başlaması üzerine hızlıca çıkarılan bir kanunla, MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması başbaka­ nın iznine bağlandı. Bir yandan da ilginç bir biçimde Ak Parti içinden cemaate karşı savunma mesajları yükseliyordu. Mesela Ak Parti Ge­ nel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Gülen Cemaati'nin devleti ele geçirmesi yönündeki iddiaları, 'Bunlara kargalar bile güler' diyerek hafife alıyordu. Bu arada hükümetin dershaneleri kapatma yönündeki yasal düzen­ leme çalışmaları da hızla devam ediyordu. Bu gelişmeler karşısında Gülen Cemaati medyası, büyük tepki gösterdi. Fetö kumpaslarında önemli rol oynayan Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu aynı ga­ zetede, 28 Kasım 2013 tarihinde, "Gülen'i bitirme kararı, 2004'te MGK'da alındı" başlıklı haberi yayınlandı. Başbakan Erdoğan, '2004 MGK belgesini açıklamanın vatan hainliği olduğunu' söylerken, o dönemde başdanışmanı olan Yalçın Akdoğan, '2004 MGK kararları yok hükmündedir' diyordu. Aslında ortada hem bir çatışma, geçmiş ilişkilerden kaynaklanıyor olacak ki hem de bir kaos vardı. Bütün bunlar yaşanırken birden bire 17 Aralık yolsuzluk operasyon­ lan başlatıldı. 17 Aralık 2013 'te aralannda hükümet yetkilileri ile aynı 264

karede fotoğraflan olan İran asıllı iş insanı Rıza Sarraf, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, TOKİ ile ortak inşaat işleri yürüten inşaat müteahhidi Ali Ağaoğlu, İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, Ekonomi Ba­ kanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Kaan Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Abdullah Bayraktar'ın da ara­ larında bulunduğu 80 civarında kişi gözaltına alındı. Bu kişilerden 24 'il tutuklandı. Anlaşılan o ki, İktidar-Cemaat ilişkileri iyiyken Cemaatin devlete yerleştirdiği kişiler, ileride şantaj olarak kullanmak maksadıy­ la bazı yolsuzluklarla ilgili gizli kayıt yapıyorlarmış. Çatışma ayyuka çıkınca bu gizli çekimler piyasaya sürüldü. Zaten hükümet kanadı da, devletin kriptolu telefonlarının dinlendiğini söylüyor ve bunun üze­ rinden Cemaate yükleniyordu. Bu arada hükümet hem emniyette hem de yargıda üst düzey kadrolarda eş zamanlı müdahalelere başladı. Bu noktada şu değerlendirmeyi yapmak mümkündür. Abdurrahman Kurt'un dediği gibi Gülen Cemaati, Ak Parti ve ABD uzun bir süre birlikte yürüdüler. Bu ortaklık, ülkenin bekası açısından tehlikeli bir ortaklıktı. Durum devletin ele geçirilmesi aşamasına taşınınca, Ak Parti liderliği tehlikenin büyüklüğünü gördü ve işbirliğini bozmaya karar ver­ di. Belki de milli güçlerin telkini etkili oldu; bilemiyoruz. Tabi gelinen aşamaya kadar devletin en mahrem kurumları Cemaate teslim edilmiş, cemaat üzerinden en stratejik bilgiler yabancı servisin eline geçmişti. Bu mahrem bilgilerin yabancı servisin eline geçtiği en önemli ge­ lişmelerden biri de Kozmik Oda'ya girilmesiydi. Kozmik Oda denilen yer, Genelkurmay Başkanlığı 'na bağlı Seferberlik Tetkik Kurulu bün­ yesinde kurulu bulunan, seferberlik, savaş ve işgal gibi çok özel du­ rumlar için oluşturulmuş devlete ait en üst düzeyde strateji birimidir. Bahse konu durumlarda, yeraltındaki sığınaklardan yine yer altındaki cephaneliklere, erzak ve ilaç depolarından Ordu'nun el koyacağı firma ve araç gereçlere, milis kuvvetleri oluşturacak sivil-askeri birimlerin kimlerden oluşacağına, nerelerde konuşlanacağına, iç ve dış istihbarat­ çılara hangi görevlerin verileceğine kadar son derece stratejik ve kritik konuların eylem planlarının bulunduğu yerdir. Yani Kozmik Oda deni­ len yer tam anlamıyla devletin mahrem yeridir ve sırlarla dolu odasıdır. 265

Kozmik Oda'nın kapısı yüz ve parmak izi tanıyan, 17 haneli şifrelerle açılıyor. Sınırlı sayıda personelin girebildiği bu odalarda, olası bir sa­ vaşta devlet büyüklerinden iş insanlarına kadar ülke için önemli olan isimlerin nasıl ve nerede korunacağına dair detaylı planlar da yer alıyor. 27 Aralık 2009'da Bülent Arınç'a suikast kumpası bahanesiyle Kozmik Oda, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a talimat vererek, dönemin başkomutanı sıfatı ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Baş­ bakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açtınldı. Sonradan bunun bir FETÖ tezgahı olduğu anlaşıldı. Ne var ki devletin bütün mahrem bilgi­ leri çoktan yabancı servisin eline ulaşmıştı. Bu konuda daha sonra açık­ lamalarda bulunan dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bir konuşmasında, Başkomutan sıfatı ile Abdullah Gül'ün, 'Bizim savcı­ larımıza güvenmiyor musunuz' demesi üzerine Kozmik Oda 'yı açtır­ dığını söyledi. O güvenilir savcıların her biri daha sonra FETÖ savcısı çıktı ve 17'şer yıl hapse mahkum edildiler. İktidar-Gülen Cemaati çekişme ve çatışmasında, 17-25 Aralık olay­ ları ve hükümetin dershanelerle ilgili tutumunda bir geri adım söz ko­ nusu değildi, ancak buna rağmen hala daha her iki taraf da kartları açık oynamıyordu. Yani her iki tarafta da ihtiyatlı ve kamuflajlı mesajlar öne çıkıyordu. Mesela Başbakan Erdoğan, devlet kurumlarında bir 'para­ lel devlet' yapılanmasından bahsediyor, ancak bunun Gülen Cemaati olduğunu net biçimde söylemiyordu. Yani evvelemirde girilen ilişki ve işbirliği nedeni ile, taraflar birbirlerine şans tanıyorlardı. Bu arada yolsuzlukla suçlanan ve 17 Aralık yolsuzluk tapelerinde adı geçen 3 bakan, 25 Aralık 2013 tarihinde Bakanlar Kurulu'ndan isti­ fa ettiler. Yeni Bakanlar Kurulu oluşturuldu ve istifa etmeyen Egemen Bağış'a ise yeni kabinede yer verilmedi. Süreçte ilginç gelişmeler de yaşandı. Mesela Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, 'So­ ruşturma dosyasında var olan imar planlarının büyük bölümü Başbakan'ın talimatı ile yapıldı' dedi ve arkasından Başbakan'ın is­ tifa etmesi gerektiğini söyledi. Gerçi aynı bakan sonra bu sözünden ötürü özür dileyerek geri adım attı. İktidar, 17 Aralık operasyonların­ dan bakanların habersiz olduğunu anlayınca, 20 Aralıkta 'Adli Kolluk Yönetmeliği'nde değişiklik yaptı ve soruşturmaları başsavcılığa ve en 266

üst dereceli kolluk amirine bildirme zorunluluğu getirdi. Bunun üze­ rine Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, bu değişikliğin anayasaya aykırı bir değişiklik olduğunu açıkladı. HSYK'nın bu açıklamasından cesaret alan Cumhuriyet Savcısı Muammer Akkaş, kara para aklama ve yolsuzluklarla ilgili 30 şüpheli hakkında gözaltı kararı çıkardı. Fa­ kat Emniyet teşkilatı bu kararı yerine getirmedi. Bunun üzerine Savcı, görev yapmasının engellendiği yönünde açıklama yaptı. Başbakan Erdoğan, HSYK'nın yapısını değiştiren 2010 referandu­ munda 'hata yaptıklarını' söyledi. Akabinde HSYK'yı Adalet Bakan­ lığı'nın denetlemesini sağlayan yasal düzenleme hazırlandı ve 14 Şubat 2014'te mecliste kabul edildi. Bu arada olup bitenlerde hükümet yanlısı medya, iktidara büyük destek veriyordu. l Ocak 2014'te Hatay'da içinde devlet sırrı malzemelerin olduğu MİT'e ait bir TIR, Jandarma ve Emniyet birimleri tarafından aranmak istenmiş, ancak MİT mensupları buna müsaade etmemiş ve arama ta­ limatını veren savcının görev yeri değiştirilmiştir. Sonra bazı medya organlarında, TIR'larda Suriye'deki iç savaşta muhalif cihatçı gruplara silah gönderildiği iddia ediliyordu. Bütün bu olup bitenler, ortada ciddi bir devlet krizi yaşandığını gös­ teriyordu. Hükümet tarafı için gerçekten çok zorlu bir mücadele var­ dı. Kendi elleri ile destekledikleri ve palazlandırdıkları Gülen Cemaati üzerinden ortaya çıkan 'Paralel Devlet Yapılanması', özellikle Yargı, Emniyet, Bürokrasi ve Ordu içinde derin izler bırakacak biçimde ah­ tapot gibi her yeri sarmıştı. Bu konuda adeta itirafta bulunan Başba­ kan Erdoğan, "17 üniversite kurmak için geldiler, hepsini onadım. Okullar için yer istediler verdik. Devlet başkanlarına, hükümet başkanlarına bunları bizzat refere ettik. Bizim zamanımızda büyü­ düler düşüncesi doğrudur, aldatıldık. Bu yapıya iyi niyetle destek olduk. Ne istediniz de vermedik, Allah bizi affetsin" diyerek, Gülen Cemaati'ne verilen desteğin boyutlarını itiraf ediyordu. Hülasa devlette tam bir kaos ortamı oluştu. Yürütme ve yargı arasın­ da amansız bir kavga olduğu görüntüsü ortaya çıkıyor, devletin kurum­ sal kimliği bu kavgadan büyük zarar görüyordu. Bu durumu ortadan kaldırmaya dönük çabalar da dikkati çekmiyor değildi. Mesela aynı ta267

rihlerde Başbakan Erdoğan'a 2013 yılında Fethullah Gülen tarafından bir mektup yazıldığı ve mektubun Erdoğan'a Gülen Cemaati'nin yayın organı olan Zaman Gazetesi'nin kurucu Genel Yayın Y önetmeni ga­ zeteci Fehmi Koru tarafından iletildiği açıklandı. Fehmi Koru da bunu doğruladı. Yani Fehmi Koru, Fethullah Gülen ile iktidar arasında bir arabulucu rolüne soyundu. Mektup çeşitli çevrelerce bir barış çağrısı olarak değerlendirildi. Fehmi Koru, 03 Nisan 2016 tarihinde Hürri­ yet'in ilavesi Kelebek'te verdiği bir röportajda, kendisini Pensilvan­ ya'ya 2013 yılında gönderenlerin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan olduğunu söylüyordu. (50) 30 Mart 2014'te yapılan yerel seçimleri yüzde 44'lük bir oy oranı ile kazanan Ak Parti, bu sonuçlarla paralel devlet yapılanmasının üzerine daha bir cesaretle gitme fırsatını da elde etmiş oldu. Seçim zaferi Erdo­ ğan'da yeni bir özgüvenin oluşmasına vesile oldu ve cemaatle olan ça­ tışmada eli oldukça güçlendi. Tam bu noktada önemli bir tespitin altını çizmek lazım diye düşünüyorum. O da şudur: Eğer Gülen Cemaati'nin devletteki yapılanmasına Erdoğan'ın Baş­ bakanlığında değil de, sol bir partinin iktidarında karşı çıkılsaydı, mesela bu mücadele CHP ile verilmeye çalışılsaydı, muhalefetteki İslamcıların yıpratıcı propagandaları yüzünden yeterli başarı elde edilemezdi. İyi ki İslamcı bir iktidarla bu kavga verildi ve önemli oranda başarıldı. Ger­ çi gelinen noktada, diğer cemaatlere verilen tavizler, onların devletteki yapılanma hesaplarına göz yumulması, İslamcılık handikabını aşama­ yan Ak Parti iktidarının tekrarladığı benzer bir problemin temellerinin atıldığı anlamına geliyor. Seçimlerin hemen sonrasında yargı ve emniyete yönelik operasyonlar hız kesmeden devam etti. Özel Yetkili Mahkemeler kaldırıldı, MİT yasa­ sı değiştirildi. Ergenekon ve Balyoz davalarından cezaevinde yatanların serbest bırakılmasının yolu açıldı. Bu arada çok sayıda ilde Cemaate (FETÖ) yönelik operasyonlar sürdürüldü. Gözaltılar, yakalama kararlan peşi sıra devam ediyordu. Birçok savcı ve yargıç meslekten ihraç edildi. Bütün bu yoğun mücadelenin sonunda askeri darbenin eşiğine gelindi. Bir taraftan hararetli gündem devam ederken, medyada TSK için­ de FETÖ'cü subayların darbe yapabileceği yazılıp çizilmeye başlandı. 268

Bunca yaşanan olaya rağmen, böyle bir şeye tevessül edilebileceğine açıkçası ben de ihtimal vermeyenler arasındaydım. Ancak her nasıl ol­ duysa, kurmaylık aşamalarını başarıyla geçmiş birçok Cemaat men­ subu subay, gerçekten de böyle bir çılgınlığa kalkışabildiler. Bu arada bahse konu aşamalardan geçmiş kurmay subayların nasıl olur da bir cemaate mensup olabilecekleri anlaşılabilir değildir. Ya da bu ordu mensupları, Cemaatle veya CIA ile ilişkiler geliştirirken, TSK'nın üst kademesi, istihbarat birimleri ne yapıyordu? Nihayet 15 Temmuz 2016 gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesin­ de kendilerini 'Yurtta Sulh Konseyi' olarak tanımlayan paralel dev­ let yapılanması FETÖ mensupları tarafından başarısız bir askeri darbe girişimi gerçekleştirildi. 250 civarında kişinin hayatına mal olan bu kalkışmada akıllardaki pek çok soru hala gizemini koruyor. Darbe giri­ şimi sonrası TSK içindeki bu espiyonaj ekibine karşı büyük operasyon yapıldı ve bu operasyonlar hala daha devam etmektedir. Üst düzey su­ baylardan astsubaylara kadar Ordu içinde büyük temizlik yapıldı. Dar­ be girişimi sanki bu temizliğin kolaylıkla yapılabilmesine vesile oldu. Ancak sürece dair pek çok soru da cevaplandırılmadı. O sorulardan bazılarını sıralayalım. -7 Şubat 2012 MİT ve l 7/25 Aralık 2013 soruşturmaları sonrası Ordu içinde Fetö'cü bir darbe hazırlığı olduğu birçok yerde konuşul­ duğu, yazıldığı halde, 250 civarında kişinin ölümüne yol açan darbe girişimi neden önlenemedi? Mesela bu konuda kamuoyunu tatmin edici bir cevap etkili ve yetkililerden öğrenilemedi. -İhbarcı bir Binbaşı, 15 Temmuz günü saat 14.45'te MİT'e gele­ rek teşkilata baskın yapılacağını söylemiş. Bu durumda MİT gerekli girişimlerle darbeyi engelleyebilir miydi, engelleyebilir idiyse neden engellemedi? -İhbarcı binbaşının MİT'e gelip haber vermesinden sonra MİT Müs­ teşarı Hakan Fidan günlük programında bir değişiklik yapmadan, An­ kara Çankaya'da, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve Suriyeli muhaliflid erlerden Muaz el-Hatib ile yemeğe gitmiş. Kendisinin hedef­ te olduğu bir baskının ihbarına rağmen, Fidan 'ın her şey normalmiş gibi programını değiştirmeyip, yemeğe gitme rahatlığı nasıl açıklanabilir?(5 l) 269

-MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım'ı 14.45'ten itibaren neden bilgilendirmedi. Bilgilendirdiyse, bu durum kamuoyuna neden açıklanmadı? -Darbeyi nasıl haber aldınız sorusuna sayın Cumhurbaşkanı Erdo­ ğan'ın, 'eniştemden öğrendim' sözü ne anlama geliyor? -Darbe girişiminin en büyük hedefi durumunda olan Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan, kalkışmayı ne zaman öğrendiğine dair farklı tarihlerde yaptığı açıklamalarda, neden beş kez değişik saatler verdi? Darbe sırasında Marmaris 'ten geldiği Atatürk Havalimanı 'nda 16 Temmuz 2016 saat 04.22'de Erdoğan, 'öğleden sonra bir hareketlilik ne yazık ki silahlı kuvvetlerimizin içinde mevcuttu' dedi. 18 Temmuz 2016'da CNN Int.'da katıldığı televizyon yayınında bu defa 'O gece saat 20.00 civarında bir haber aldım, bazı bölgelerde gelişmeler oldu­ ğunu öğrendim. Biz de harekete geçmeye karar verdik' dedi. 20 Tem­ muz 2016'da El Cezire televizyonunun yayınında ise, bu kez de sayın Cumhurbaşkanı, TSK içindeki hareketliliği 'eniştesinden' öğrendiğini söyledi. 21 Temmuz 2016'da Reuters'a yaptığı açıklamada ise, Saat 16.00-16.30 civan kendisini arayan eniştesinin, 'Beylerbeyi civarında hareketlilik olduğunu, köprüye girişlerin engellendiğini söylediğini' aktardı. En son 30 Temmuz'da ATV-A Haber ortak yayınında konuşan Erdoğan, bu defa, 'O gün 21.15 civarında falan bir şeyin başladığını duyuyoruz. 21.30'da eniştem beni aradı' dedi. Bu saatlerden hangisi doğrudur? -15 Temmuz gecesi, Genelkurmay'da çekilen güvenlik kamerası gö­ rüntüleri neden hala yayınlanmıyor? -15 Temmuz darbe girişimini sorgulamak üzere TBMM'de kuru­ lan Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu'nun başına önceden Gülen Cemaati mensubu yani FETÖ'cü olduğu bilinen Reşat Petek neden getirildi? -Darbe girişiminin en önemli iki tanığı ve aktörü, dönemin MİT Müsteşan ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi'ndeki 'Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu'na gelerek neden ifade vermediler'? -15 Temmuz sonrası Türkiye 'nin sürüklendiği tek kişilik hükümet 270

sistemi rejimi, darbe girişiminin doğal sonucu mudur? - l 5 Temmuz sonrası FETÖ ile ilişkisi olan hemen herkes sorgula­ nırken, Fethullah Gülen'e ve Cemaatine övgüler yağdıran Ak Partili üst düzey yönetici, bakan ve belediye başkanları neden sorgulanmadı? -15 Temmuz kalkışması sonuçları itibarı ile kime yaradı? -Ayrıca darbe girişimi sonrası, geçmişte Cemaat (FETÖ) ile yakın ilişkisi olan birçok etkili Ak Partili siyasetçi neden yargılanmadı? Bu sorular açıklığa kavuşmadan, darbe teşebbüsünün detayları ile anlaşılması mümkün gözükmüyor. Darbe girişiminin FETÖ kalkışması olduğu şüphe götürmez bir ger­ çektir. Ancak bu kalkışma sonrası Türkiye'de ciddi bir rejim değişikliği olmuştur. Türkiye Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında bir 'tek adam' rejimine sürüklenmiştir. Hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, denge ve denetleme gibi hususlar neredeyse tamamen ortadan kalkmış, TBMM denetim görevini yapamayarak adeta devre dışı kalmıştır. Nevi şahsına münhasır ve dünyada örneği olmayan bu sitem, başkanlık siste­ minden daha çok Güney Amerika'daki 'başkancı' sistemlere benziyor.

Başkanlık Sistemi Hazırlıkları 7 Haziran 2015'te yapılan genel seçimlerde yüzde 40.9 oy alan Ak Parti birinci parti olmasına rağmen iktidar çoğunluğunu kaybetti. Seçim sonuçlarının belli olduğu günün akşamında, MHP lideri Devlet Bahçeli sanki seçimi kendisi kaybetmiş gibi, sert bir tepki vererek, 'erken se­ çimse erken seçim, ne gerekiyorsa o yapılsın' minvalinde bir çıkış yaparak, daha başlangıçta hükümet kurma yolunu tıkamış oldu. Hatta Kılıçdaroğlu'nun gel seni Başbakan yapalım teklifine çok sert tepki ver­ di. Bahçeli, 'Sayın Kılıçdaroğlu ne yapmak istiyor. Bu işler oyuncak mı? Devlet idaresi söz konusu. Başbakanlık sende kalsın ne demek? Biz koltuk meraklısı değiliz. Bu yaklaşımın ciddiye alınacak tarafı yok', arkasından da 'Kırmızı çizgilerimizi eleştirenler, bizden taviz bekleyenler, arka kapı diplomasisi uygulayanlar ilkesizliklerinin kurbanı olduklarını iyi bilmelidirler' diyerek koalisyona kapılarını 271

kapattı. MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın ise, hem bu sü­ reçte en büyük sorumluluğun siyasi partilere düştüğünü söylüyor hem de, Bahçeli 'ye Kılıçdaroğlu'nun Başbakanlık teklifini, nezaketsizlik ve siyasi rüşvet olarak tanımlıyordu. Bahçeli'nin bu tepkisi anlaşılabilir gibi değildi. Halbuki kendisine Kılıçdaroğlu'nun yaptığı 'Başbakan sen ol' teklifi siyaseten son derece normal bir teklifti. Öyle ya, normal şartlarda siyasi bir lider partisini ikti­ dara taşımak, kendisi de en üst düzey sorumluluğu almak için mücadele etmez mi? Siyaset Ne İçin Yapılır? Partinizin felsefesine uygun biçimde ülkeyi yönetmek, halkın sorun­ larını devlete taşımak ve halkın gündemi ile devletin gündemini buluş­ turmak için siyaset yapılır. Bahçeli 'nin ülke yönetimini üstlenmeye bu derece tepki göstermesi, başbakanlık teklifini kendisinden taviz bekle­ mek olarak değerlendirmesi akıl alır gibi değildi. Bu durumun normal koşullarda siyasetin genel akışı ile açıklanması mümkün değil. Zira orta­ da normal olmayan bir tepki vardı. Oysa Bahçeli o güne kadar meclisteki komisyonlarda CHP ile birçok konuda birlikte hareket etmiş, hatta HOP ile de komisyonlarda bazı konularda aynı tercihi yaptığı düzenlemeler olmuştu. Bahçeli adeta Ak Parti sözcüsü gibi konuşuyor, siyasetin uzla­ şı kanallarını tıkamaktan başka bir şey yapmıyordu. İlerleyen zamanda anladık ki Bahçeli bütün bunları, sonradan destek vereceği Cumhurbaş­ kanlığı Hükümet Sistemi'ne giden yolun açılması için yapıyormuş. 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişimi sonrası, Türkiye hızla siyasal sistemini değiştirme yoluna girmiştir. Aslında 2014 Cumhur­ başkanlığı seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, Türkiye'de başkanlık sistemi daha çok konuşulmaya baş­ lanmıştır. Başkanlık sistemi tartışması daha sonra yapılan Haziran ve Kasım 2015 seçimlerinde de, Ak Parti'nin seçim propagandalarının ana eksenini oluşturdu. Sistem değişikliğine yönelik anayasa değişikliği teklifi, meclisten geçerken bile gizli oy kullanılması gerekirken, açık oylama yapılarak, daha başta usulsüzlükle işe başlandı. 20 Ocak 2017'de yapılan oyla­ mada MHP'nin de desteği ile referandum için gerekli olan 330 oyun 272

üzerine çıkılarak, 339 oyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için referandum yolu açıldı. 16 Nisan 20 I 7' de yapılan referandumda ilgili anayasa değişikliği vatandaşlarımız tarafından yüzde 48.39 hayır oyuna karşılık yüzde 51.41 evet oyu ile kabul edilmiştir. Sistem değişikliği adeta bir oldubitti tarzında gerçekleştirildi. Ola­ ğanüstü hal koşullarında, yangından mal kaçırır gibi, kapsamlı ve katı­ lımcı bir tartışmaya tabi tutulmadan, koca bir siyasal sistem değişikliği hayata geçirildi. Konunun gerçek uzmanları, ciddi anayasa hukukçuları televizyonlara çıkartılmadı, konuşturulmadı. Toplum konuyu enine bo­ yuna öğrenemedi. Parti tercihleri öne çıktığı için bu uyduruk sistem, referandumda az bir fakla kabul edildi. Konu televizyonlarda akademik kimlikleri ve saygınlıktan vasatın çok altında olan kişilerle tartışıldı. Türkiye'nin Kemal Görmez, Mus­ tafa Erdoğan, İbrahim Kaboğlu, Sami Selçuk gibi saygın hukukçuları, sisteme itiraz edebilecekleri gerekçesi ile ana akım medyada konuyu bilimsel ölçekte enine boyuna tartışmaya çağrılmadılar bile. Hatta bir dönem Ak Parti'nin anayasa taslağı hazırlattığı Ergun Özbudun gibi bi­ lim dünyasında uluslararası itibarı çok yüksek olan kişiye bile konuşma fırsatı verilmemiştir. Yine Ali Çarkoğlu, Ersin Kalaycıoğlu, Cemil Ko­ çak gibi saygın siyaset bilimcilerimize de sistem değişikliği öncesi gö­ rüş beyan etmeleri bakımından hiçbir fırsat tanınmamıştır. Zaten yaygın haldeki 'korku kültürü' nedeni ile, görevi başında olan akademisyenle­ rimizin sürece yönelik ciddi eleştiri yapmaları da mümkün olmamıştır. Öte yandan böylesine köklü bir sistem değişikliği toplumun yüksek ek­ seriyeti, ezici çoğunluğu ile kabul edilmeliydi. İktidar değişiklikleri küçük yüzdelerle gerçekleşebilir, zira onları bir seçim döneminde değiştirebilirsi­ niz. Ancak sistem değişikliği öyle kolay olabilecek bir şey değildir. Düşüne­ biliyor musunuz, öteki yaklaşık yüzde 50, istemediği bir sistemle yönetiliyor. Halbuki birkaç maddelik anayasa değişiklikleri gibi topyekün sistem deği­ şikliği yüzde 51 'in oyu ile kabul edilemez. Olması gereken yüzde doksanlar civarında bir oyla kabul edilmesiydi. Birçok saygın otorite bunları sosyal medya hesaplan üzerinden veya bir vesile ile o zaman söyledi. Ben de çok yaz.dun. Ne var ki ülkenin el yordamı ile yönetildiği bir dönemde, böylesine hayati bir mesele yukarıda da ifade ettiğim gibi adeta oldubittiye getirildi.

273

Aynca yapılan değişiklik, bir başkanlık sistemi de değildir. Otoriter­ leşmeyi egemen kılacak bir tek adam rejimi, tek kişilik hükümet sistemi­ dir. İlginç olan, güya koalisyonlardan kurtulmak için değiştirilen sistem bugün bir koalisyonla, Ak Parti-MHP koalisyonu ile yürümektedir.

Devlet Bahçeli'den Akıl Almaz Dönüs Tekrar başa dönecek olursak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Siste­ mi, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 'Getirin şu rafınızdaki başkanlık sistemi arayışını bakalım' minvalinde bir söz sarf etmesi üzerine Türkiye'nin gündemine geldi. Bu bağlamdaki sistem değişikli­ ği MHP'nin desteği ile 16 Nisan 2017 referandumunda kabul edildi. 9 Temmuz 2018'de uygulamaya geçti. Halbuki Bahçeli, Ak Parti iktidarının bütün dönemlerine, neredeyse bütün uygulamalarına en üst perdeden itiraz eden, yakışıksız ve hakare­ tamiz sözlerle karşı çıkan bir politik tutum içindeydi. Mesela andımızın okullarda okutulmasından vazgeçilmesi üzerine Bahçeli, 'Mahallenin ilkokul çocuklarına her harta Erdoğan'ın evinin önünde andımızı okutmazsam namerdim', 'Milliyetçiliği ayak altına alan inkarcıdan cumhurbaşkanı olmaz' gibi hatta çok daha ağır sözlerle Erdoğan'ı eleştirirken, Erdoğan'ın da beklemediği bir anda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne destek vermesi herkesi şaşırtmıştır. İşin ilginç yanı MHP'nin Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki gru­ bu, Bahçeli'nin çok ağır sözlerle Erdoğan'ı eleştirmesini de ayakta al­ kışlıyordu, Erdoğan ile kurulan ittifakı da ayakta alkışlıyor. Tabiatıyla olan siyasetin kurumsal yapısına oluyor. Bu denli tenakuzlar, zıtlıklar yaşanınca ve ağır sözler yutulunca, toplumun siyaset kurumuna olan inancı ortadan kalkıyor. Bu tarz çelişkileri kör fanatikler nonnal olarak değerlendirebilirler, ancak akıl sağlığı yerinde olan hiç kimse böyle bir politik tutumu normal göremez. 90'lı yıllarda siyasette yaşanan benzer çelişkiler, siyasetin kurumsal yapısına çok zarar verdi. Bu yüzden halk 3 Kasım 2002 seçimlerinde yeni bir siyasal tercih yaptı. 274

Gerçi o dönemin tenakuzları, tutarsızlıktan ile karşılaştırıldığında, Bahçeli özelinde durum çok daha vahimdir. O akıl almaz sert sözle­ ri kullanırken sayın Bahçeli açık kapı hiç bırakmamış, hiç toleranslı davranmamıştır. Şimdi de Ak Parti iktidarının adeta sözcülüğünü yap­ maktadır. Mesela Merkez Bankası 'nda bir biçimde piyasaya sürülerek eritilen 128 milyar dolarlık rezerv konusunda bile, hükümet kanadı, paranın dövizdeki yükselişi durdurmak için kullanıldığını söylerken, Bahçeli, '128 mily ar dolar devletin kasasındadır' diyecek kadar Ak Parti'yi kendini kaybetmiş bir biçimde savunmaktadır. AK Parti Ankara Milletvekili ve Erdoğan'ın hem eski danışmanı hem de konuşma metinlerinin hazırlayıcısı olan Aydın Ünal, MHP lide­ ri Devlet Bahçeli'nin Erdoğan'a yönelik eleştirilerine 16 Ağustos 2015 tarihinde Twitter hesabı üzerinden çok ağır bir tepki göstermişti. Ünal takipçileriyle ve kamuoyu ile paylaştığı mesajında, 'Ağzından köpük­ ler saçarak konuşan siy asetin zavallısı Devlet Bahçeli için, bütün o köpükleri itinayla yala y acağı yeni bir süreç başlıyor. Devlet Bahçe­ li' y i önümüzdeki günlerde Sa y ın Cumhurbaşkanı ve ailesine ettiği tüm hakaretlerden dolayı bin pişman göreceğiz' ifadelerini kullan­ mıştı. O hakaretamiz tweeti delillendirmek bakımından aşağıya alıyo­ rum. Aydın Ünal'ın bu tweetinden yaklaşık 14 ay sonra sayın Devlet AydınOnııı @aydiıunaD6

AOzından kep(lder uçarak k0l'IUf8II alyaııan zavalıaı o.vı.t Bahçell için, bOtQn o kap(lderl Nlnaylıı yalııyacaDı yani bir ıOr9Ç baflıyar.

*

3:32 PM - 18 Aug 2015 4'\

t,'1, 489

364

Bahçeli, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi 'nin önünü açmak üzere Ak Parti ile ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan'la ittifak yaptı. Bu işbirliği ne pahasına yapıldı sorusu herkesin aklında cevaplan­ mamış bir soru olarak kalmıştır. Bugün bu birliktelik üzerinde çeşitli tevatürler ortaya atılmakta, ancak net gerçeği hiç birimiz bilememekte275

yiz. Şu kadarını söylemek mümkündür. Sayın Bahçeli bir siyasal lider olmaktan ziyade, bir istihbarat görevlisi gibi çalışan, yüzü halka değil devletin ve devletçiliğin gündemine dönük olan bir politikacıdır. Bu yöndeki ilişkilerini 1980 öncesinde aynı safta oldukları yakın arkadaş­ ları zaman zaman televizyonlarda anlatmışlardır. Özellikle Namık Ke­ mal Zeybek ve Yaşar Okuyan'ın açıklamalarını burada yazmaya lüzum görmemekle birlikte önemsemek gerekir diye düşünüyorum.

1 .İhsan Güneş-Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı-Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan İstanbul 1997-sf.80-91 2.Necmettin Alkan/Uğur Üçüncü-Ali Şükrü Bey-Trabzon BŞB Kültür ve Sosyal İşler Dai­ re Bşk.lığı Yayını-Melisa Matbaacılık-İstanbul 2015-sf 43-44-58-59-60-61 3.Kemal Gözler-Kurucu İktidar-Ekin Basın Yayın Dağıtım-Bursa 2016-sf.10- l l 4.Attila İlhan-Ulusal Kültür Savaşı-Özgür Yayın Dağıtım-İstanbul 1986-sf.19-20 5.Burak Tavalıoğlu-www.sahipkiran.org-Çözüm Süreci Tarihçesi-02.04.2016 6.www.youtube.com-Hilal Kaplan; 'Türk Bayrağı'nın ismi değişsin-29.03.2013 7.www.ilkehaber.com-Bu ülkenin adı Türkiye olmasaydı-29.09.2012 8.Burak Tavahoğlu-www.sahipkiran.org-Çözüm Süreci Tarihçesi-02.04.2016 9.www.amerikaninsesi.com-Erdoğan, Dolmabahçe Mutabakatı doğru değil-22.03.2015 IO.www.serdargwıes.files.wordpress.com-Alevi Çalıştaylan Nihai Raporu 2010-01.08.2013 I l.www.dergipark.org.tr-Şenol Kaluç-' Alevi Çalıştaylan Nihai Raporu' Üzerine Bir

276

Değerlendirme-O 1.06.2011 12.Özcan Yeniçeri-www.yenicaggazetesi.com.tr-Suriye politikasının neresi-) O.O1.2017 13.Nurnan Kurtulmuş-www.cnnturk.com-Suriye politikası baştan beri yanlıştı-05.0 I .2017 14.Cengiz Çandar-www.diken.com.tr-Değerli yalnızlık saçmalığı-O 1.11.2014 15.www.anyasaplatformu.net-Anayasa Platformu-05.08.2012 16.Jack Ensing Addington-%100 Düşünce Gücü-Akaşa Yayın ve Dağıtım-İstanbul 1995-sf.39 17.https://tr.sputniknews.com-Erdoğan: Çobanlığın felsefesini anlamayan-14.1 1.2016 l 8.www.sozcu.com.tr-Ülkesine ömrünü adayan lider-18.07.2017 l 9.www.cumhuriyet.com.tr-AKP'li vekil: Osmanlı'nın 90 yıllık reklam arası-15.01.2015 20.Sinan Meydan-Küfür sıçanından tezeğe-www.sozcu.com.tr-07.05.2018 21.www.sabah.com.tr-Cwnhurbaşlcanı Erdoğan Necip Fazıl'ın hitabesini okudu-11.05.2018 22.Attila İlhan-Ulusal Kültür Savaşı-Özgür Yayın Dağıtım-İstanbul 1986-sf.147 23.Selim Sezer-Nişantaşı Üniverııitesi Sosyal Bilimler Dergisi-Yıl 2017 Cilt 5 sf.143-159 24.Gezi Direnişi/En ôzel Fotğraflarla-Kaynak Yayınlan 2013 25.Gezi Direnişi-Haziran Başkaldınsı-Sönsöz-Kaynak Yayınlan 2013 26.www.diken.com. tr-Erdoğan, 'Emri ben verdim demişti, Star tescilledi'-17.05.2017 27.Jürgen Haberrnas-Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine-KabalcıYayınevi-İstanbul 1998-sf.75 28.Mustafa Erdoğan-www.daktilo1984.com-28 Şuh.Süreci 'ndenReisçi otokrasiye-28.02.2020 29.Levent Gültekin-Şatafatlı Mağlubiyet-Doğan Kitap-İstanbul 2015-sf.74-75-76 30.Celal Beysel-Gönüllü Sivil Toplum Kuruluşlanyla 40 Yıl 31.www.haberyuzdeyuz.com-' AKP'li şirket 49 milyona aldığı arsayı' -31.03 .2021 32.Tahsin Bulut-Değişimi Y öneten Türkiye-Alfa Aktüel-Bursa 2008-sf.42-43-44 33.www.t24.com.tr-07.04.2018-675.000.000 dolar! 34.www.t24.com.tr-23.04.2019 35.www.birgun.net-Freedom House'un hazırladığı 'Dünyada Özgürlükler 2020-04.03.2020 36.Murat Ağırel-www.yenicaggazetesi.com.tr-İBB 'den havuz medyasına-O 1.01.2020 37.https://t24.com.tlşte Hürriyet'e saldınnın öyküsü-20.05.2021 38.www.data.tuik.gov.tr-Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması-2020 39.Mehmet Kasım Ôzgen-Farabinin Adalet Anlayışı-www.dergipark.org.tr 40.www.patronlardunyasi.com- Kamu İhale Kanunu 190 kez değişti-29.09.2019 41.www.cnnturk.com-Oğul Unakıtan'ın mısır ithalatı DDK'da-22.06.2006 42.https://ilerihaber.org-21.12.2014 43.Murat Ağırel-www.yenicaggazetesi.com.tr-İBB 'nin araçlarını saray kullanmış-03 .05.2021 [email protected]. 2021 45.https://www.cumhuriyet.com.tr-8 adımda Türk Telekem Soygunu-30.08.2018 46.https://onedio.com-Telekom Vurgunuyla Suçlanan Harari'nin Erdoğan'ı ziyareti tepki çekti-09.01 .2021 47.www.evrensel.net-AKP'nin 18 yıllık basın kamesi-22.10.2020 48.Rubil Gökdemir-Tiirk ekonomisinin içler acısı ahalinin resmi-www habermimcom-27.12.2021 49.https://tr.euronews.com-Darbeci Kemalist gelenekle FETÖ'yü birbirine kırdırdık-! 1.06.2020 50.Fehmi Korıı-www.hurriyet.com.tr- l 7-25 Aralık sürecinin perde arkası-03.04.2016 51 .Abdülkadir Selvi-www.hurriyet.com.tr-O gece MİT'e gelen tlf-Köşe Yazısı-27 .07.2017

277

'Güç bozar, mutlak güç mutlak bozar.' Liberal Filozof Lord Acton

278

V. BÖLÜM CUMHURBASKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ DÖNEMİ

279

Cumhurbaskanlığı Hükümet Sistemi Önceki bölümlerde de belirttiğim gibi, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi hatta daha doğru bir ifade ile tek kişilik hükümet sistemi, Tür­ kiye' de oldubittiye getirilerek uygulamaya geçirilmiştir. Bunu derken referandumdaki halk desteğini elbette inkar etmiyorum. Ancak konu te­ levizyonlarda gerçek uzmanları ile enine boyuna tartışılmamış, vasatın çok altındaki ve yandaş pozisyonundaki liyakati düşük akademisyenlerle müzakere edilerek, halkın ikna edilmesi sağlanmıştır. Öte yandan l 5 Temmuz darbe girişimi böylesine büyük çaplı bir ya­ pısal değişiklik için adeta bir fırsat olarak görülmüş ve 15 Temmuz'un hemen arkasından ilan edilen Olağanüstü Hal şartlarında referanduma gidilmiştir. Mevcut siyasal iklim tam anlamıyla bir dezenforrnasyon ve bilgi kirliliği koşullannın egemen olduğu bir iklimdi. Olağanüstü hal koşullannda ve böyle bir iklimde siyasal sistem değişikliği, doğru bir tercih olmamıştır. Zira halkın önemli bir kesiti Cumhurbaşkanlığı Hü­ kümet Sistemi lehine oy vermenin, bir tür Fetö/darbe karşıtlığı olduğu, emperyalist ülkelerin işgal niyetlerine karşı bir tercih olduğu kaygısı ile oyunu kullanmıştır. Yani dönemin özel koşulları, sistem değişikliği için adeti bir fırsata dönüştürülmüştür. Sağlıklı düşünmenin ortamı yaratılmamış, bu yüzden de halkın tercihinde darbe girişimi, ülkenin iş­ gal edilmesi projesi, dış güçlerin ülkede istediği gibi at oynatma iddialan gibi başka unsurlar etkili olmuştur. Nihayet manzara şudur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile tek kişilik hükümet sistemine geçilerek, Türkiye'nin 1950'den bu yana biriktirdiği demokrasi deneyiminin tamamı çöpe atılmıştır. Ortak akıl ortadan kaldırılarak, her şeyin tek merkezden, tek kişi tarafından yöne­ tildiği bir rejime geçilmiştir. Ortada esasen adı konulmamış, şimdilik devlet idaresinin kalıt yolu ile geçmediği bir monarşi düzeni vardır. Meclisin bütçe yapma yetkisi ve denge denetleme sisteminin olma­ ması, bir yandan meclisi adeta noter konumuna düşürürken, diğer taraf­ tan milletin taleplerinin devlete taşıyıcısı olan milletvekillerinin, halk adına bütçe yapma yetkilerinin ellerinden alınmış olduğunu görüyoruz. 281

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, hem pek çok maddi hata ve yanlışların olduğu, hem de devletin kurumsal kimliğinin çok zarar gör­ düğü bir sistem oldu. Gerçekte ortada bir 'Başkanlık sistemi' değil, 'Başkancı bir sistem' vardır. Dolayısı ile başkancı sistemlerde halkın taleplerinin devlete taşıyıcısı olan parlamentoların bir kıymeti kalmaz. Yargı erkinin de bağımsız olması mümkün değildir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi böylesine büyük bir ya­ pısal değişikliğin doğru dürüst hazırlığı yapılmadan, devletin yönetim aygıtının kamu idaresi tecrübesi çöpe atılmıştır. Mesela köklü geçmişi ile yılların deneyimine ve birikimine sahip Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü, Hazine Müsteşarlığı, Devlet Perso­ nel Başkanlığı, Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Yüksek Planlama Kurulu gibi kurum ve kuruluşlar kapatılmıştır. Müsteşarlık gibi bakanlıkların te­ mel işlevlerini yerine getiren, devletin kurumsal kimliğini temsil eden yapı ortadan kaldırılmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), zaten 2011 yılında Kalkınma Bakanlığı 'na devredilerek kapatılmıştı. Devleti devlet yapan kapsayıcı siyasal kurumlar birer birer kapatılırken, Emlak Konut gibi, Kamu Özel işbirliği gibi, 5 müteahhitlik firmasının içinde olduğu sömürücü kurumsal yapıların önü açılmıştır. Daran Acemoğlu'nun 'siyasal merkeziyet' olarak adlandırdığı ve ulus devletin kurumsal gücünü belirleyen bu yapıların ortadan kaldı­ rılması, devletimizin geleceği açısından oldukça kaygı vericidir. Ace­ moğlu'nun başka devlet örneklerindeki analizlerinden yola çıkarsak, devletimiz açısından yine onun kullandığı teknik kavramla söylersek, bir 'yaratıcı yıkımla' karşı karşıya olduğumuz endişesini taşıyorum. (1) Sistemin ülkeyi ne hale getirdiği bakımından bazı önemli örnekleri aktarmak isterim. Hukuk bilimi alanında yetiştirdiğimiz saygın bilim insanı, kendisine en çok atıf yapılan bilim insanı unvanına sahip, ulus­ lararası itibarı da yüksek olan anayasa hukukçumuz Prof. Dr. Kemal Gözler, makalelerinden oluşan 'Türkiye Nereye Gidiyor' adlı kita­ bında, "Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasal ve hukuki mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere mü­ dahale etme aracı haline dönüştü. Hakimler, temel hak ve hürriyet282

leri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler haline geldi. Artık hukuk, siyaseti çerçevelendirmiyor; tersine siyasetin cenderesi altında bulunuyor. Kısacası hukuk, siya­ setin 'longa manus'u haline geldi" diyor. Latince bir hukuk kavramı olan longa manus, uzanan el, cümledeki kullanılış biçimi ile siyasetin hukuku boyunduruk altına alması anlamına geliyor. (2) Siyasetin hukukla sınırlandırılmadığı bir rejimde, özgürlükler, ekono­ mi, hukuk, temel haklar ve tüm alanlar risk altında demektir. Öyle ki bu risk, bütün bu alanlarda geriye gidileceği anlamına gelir. Türkiye'nin bu­ gün ekonomide, kuvvetler ayrılığında, hukukta, temel hak ve özgürlük­ lerde yaşadığı büyük gerileme, acı bir tecrübe olarak bize bunu ispatlıyor. Yine sistemin hukukun dışına çıkmasına örnek teşkil etmesi bakımın­ dan Kemal Gözler hocanın bir başka tespitine yer verelim. Gözler hoca, 31 Mart 2019 Yerel Seçimlerinde Yüksek Seçim Kurulu(YSK)'nun düşürüldüğü hali analiz ettiği makalesinde, 'Demokrasi, etkin siyasal makamların seçimle belirlendiği rejimin adıdır. Bu nedenle demok­ rasinin varlığı seçimlerin dürüst olmasına bağlıdır. Bunun içinse seçimlerin bağımsız bir makam tarafından yönetilmesi ve denet­ lenmesi gerekir. Türkiye'de bu makam Yüksek Seçim Kurulu'dur. Dolaysı ile Yüksek Seçim Kurulu'nun bağımsızlığı, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur' diyor. (3) Kemal Gözler 1950 yılında kurulan YSK'nın, 2017'ye kadar göre­ vini başarıyla yaptığını belirtiyor, ancak 2017'den itibaren iki önemli kararda YSK şiddetle tartışılır hale gelmiştir diyor. Bunlar, 16 Nisan 2017 referandumunda tam da seçim sırasında, yani oylamanın devam ettiği sırada mühürsüz oyların geçerli sayılacağı yönündeki karan ile, 31 Mart 2019 tarihli mahalli idareler seçiminden sonra İstanbul Bü­ yükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin iptal edilmesi kararıdır. YSK'nın bu iki kararlarındaki tartışılır hal, bağımsızlığını kaybettiği anlamına geliyor. YSK bağımsız değilse, ileride yapılacak seçimlerin de güvenliği tehlikede demektir. Gerçekten de İstanbul mahalli seçimlerinin iptalinde YSK, halk nez­ dinde büyük güven kaybına uğramıştır. Seçim sonuçlarındaki farkın Ekrem İmamoğlu lehine büyümesi, YSK'nın iptal gerekçesinin güve283

nilir olmadığını da ortaya koymuştur. 31 Mart 2019 mahalli seçimlerin­ de Ekrem İmamoğlu ile Binali Y ıldınm arasındaki oy farkı İmamoğlu lehine 13.729'ken, 23 Haziran 2019'da tekrarlanan seçimde fark yine İmamoğlu lehine 806.014'e çıkmıştır. Yani İstanbul mahalli idare seçim­ leri üzerinden YSK'nın düşürüldüğü hal, bize hukukun açık bir biçimde siyasallaştırıldığını göstermektedir. Oysa Ak Parti hukukun siyasallaştırılmasının ne anlama geldiğini, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimindeki 367 krizi nedeniyle yaşayarak çok iyi öğrenmişti. İşte kitapta ısrarla üzerinde durduğum rövanşist tutumun en iyi örneklerinden biridir bu durum. Yani daha önce hukukun siya­ sallaştırılması ile kendisine uygulanan yöntemin bir benzerini, kendisi muhalifi.erine karşı uyguluyor. Şimdi soruyorum, bu tutum intikamcı bir tutum değil de nedir? Mevcut sistemde hukukun siyasallaşmasının bir başka örneği, Ana­ yasa Mahkemesi'nin CHP milletvekili Enis Berberoğlu hakkında verdiği 'hak ihlali' kararına rağmen yerel mahkemenin bu karan tanımaması olmuştur. Yine saygın ceza hukuku hocalarımızdan olan Prof. Dr. İzzet Özgenç, 19 Ekim 2020 tarihinde gazeteci ve yazar Taha Akyol'a verdiği röportajda, ' Yerel mahkemenin Anayasa Mahkemesi kararını tanı­ maması, Anayasa Mahkemesine is yan anlamına gelir. Oy sa Anaya­ sa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargıyı bağlar. Buna rağmen adliye mahkemelerinin AYM' ye isyan mahiyetinde karar vermesi bir devlet krizidir ve bu kriz siyasetin eseridir' diyor. Yine Özgenç hoca, 'Hakimlerle ilgili yer değiştirme işleminin kolaylaştı­ rılması, siyasetin istediği kararın kolayca alınmasının yolunu açtı. Üstelik Enis Berberoğlu ile ilgili 'hak ihlali' kararının gereğini ye­ rine getirmeyerek AYM'ye isyan eden ağır ceza mahkemesinin baş­ kanı hakkında HSK'nın soruşturma yapması beklenirken, bu kişi Yargıtay ü yeliğine seçilmiştir' diyor. Esasen bu uygulama bile siyase­ tin hukuku ne derece boyunduruk altına aldığının açık göstergesidir. (4) Yargının siyasallaştırılması konusunda bir başka örnek de Ayasofya kararıdır. Ayasofya'nın Diyanet İşleri Başkanlığı'na devir işlemlerinde Danıştay l O. Dairesinin aldığı karar yolu açmıştır. Yani dini ve milli duygular üzerinden yapılan popülizmin ilk adımı Danıştay 10.Daire284

si'nde atılmıştır. Konuyla ilgili 10 Temmuz 2020 tarih ve 2729 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nde, bu durum şu şekilde ifade edil­ mektedir: "İstanbul ili Fatih ilçesinde bulunan Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilmesi hakkındaki 24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı Ba­ kanalar Kurulu Kararı, Danıştay 10.Dairesi'nin 02.07.2020 tarih ve E:2016/16015, K:2020/2595 sayılı kararı ile iptal edildiğinden, Ayasofya Camii'nin yönetiminin 22.06.1965 tarih ve 633 sayılı Di­ yanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'un 35.maddesi gereğince Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilerek ibadete açılmasına karar verilmiştir." (5) Bu arada bazı okuyucular Ayasofya'nın tümden camiye dönüştü­ rülmesine karşı olduğumu düşünebilirler. Bu başlıktaki esas mesele siyasetin hukuku boyunduruk altına almasıdır. Ancak yeri gelmişken Ayasofya 'nın bütünü ile ibadete açılması konusundaki görüşlerimi de belirtmek isterim. Önce Ayasofya'nın müze yapılışı ile ilgili tarihsel süreci irdeleyelim. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, BBC ve TRT World'e ver­ diği demeçte, "Asıl soru, Ayasofya'nın neden 1934'te müzeye çevril­ diğidir. Cumhuriyet 1923'te kuruldu, Atatürk bile 11 sene bekledi. Bu konu tarihi bir perspektiften araştırılmalıdır" dedi. Anlaşılıyor ki Kalın, tarihsel süreci yeterince bilmiyor ya da bu ifadeyi geldikleri kültürün rövanşit izleri nedeni ile bilerek kullanıyor. (6) Oysa Ayasofya'nın neden müze yapıldığı biraz tarih bilgisi olanlar veya ideolojik taassubun dışına çıkabilen iyi niyetli kimseler için ko­ layca anlaşılabilecek bir konudur. Dönemin tarihi, ideolojik saplantı­ lardan ve uydurma tarih tezlerinden bağımsız biçimde, objektif olarak araştırıldığında, o döneme ait iki önemli hususun karşımıza çıkmakta olduğunu görürüz. Birincisi İstanbul ve Çanakkale Boğazları'nın durumu, ikincisi Hatay'ın topraklarımıza katılma meselesi. 24 Temmuz 1923 'te Lozan görüşmelerinde hem savaşta kazandık­ larımızı masada tescil ettirmek hem de elimizi çabuk tutmak istiyor­ duk. Zira bir an önce barışı tesis ederek yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kalkınma ve gelişmesine başlamak zorundaydık. Çünkü yeni bir ulus devlet kuruyorduk ve bu yüzden içeride yapacak çok işimiz vardı. Ulus 285

devletin gücünü tahkim etmek için, yoksulluk, cehalet ve salgın hasta­ lıklarla büyük mücadele bizi bekliyordu. Aynca İstanbul'un işgali de Lozan antlaşması ile son bulacaktı. Bu yüzden Lozan görüşmelerinde bazi konularda, ileride çözebiliriz düşüncesi ile bazı tavizler verdik. Bunlardan birisi Musul'un durumu, diğeri Boğazlar meselesi, bir diğeri de Hatay meselesidir. Musul'u, 1925'teki İngiltere destekli provokatif bir ayaklanma olan Şeyh Sait İsyanı ile kaybettik. Lozan görüşmeleri sırasında, Boğazlar Meselesi çözülemeyince, Boğazlar Komisyonu kurulmasını ve Boğazlara Türk Askeri birlikle­ rinin konuşlandırılmamasını kabul etmek zorunda kaldık. Ancak iler­ leyen zamanda, bu sorunu çözmek için çok sayıda diplomatik girişime başladık. Bugünkü Birleşmiş Milletler'in o zamanki adı olan Millet­ ler Cemiyeti'nin toplantılarında Lozan'ın Boğazlarla ilgili maddesinin iptalini istedik. Bu arada Lozan Antlaşması'nda yapılacak değişikliği, imza koyan tüm ülkelerin onaylaması gerekiyordu. Bu konuda ikisi de Ortodoks olan Rusya ve Yunanistan engellerinin aşılması kaçınıl­ mazdı. İşte l 934'te Ayasofya'yı müze yaparak, Rusya ve Yunanistan'ı yanımıza almayı başardık ve 1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni kabul ettirerek, Boğazlarda Türk askerinin konuşlanmasını ve boğazlar üzerinde egemenliğimizin kabul edilmesini sağladık. Hatta Yunanistan Başbakanı Venizelos, Ayasofya'nın müze yapılmasından sonra yine 1934'te Atatürk'ü Nobel Barış Ödülü'ne aday göstermiştir. Öte yandan Mustafa Kemal Atatürk, bir yandan akıl dolu titiz bir diplomasi ile Türkiye'nin çıkarları için çabalarken, diğer yandan Osmanlı mirasına duyduğu saygının gereği olarak, Montrö Sözleşme­ si'nden kısa bir süre sonra, 19 Kasım 1936'da Ayasofya'nın tapusunu, Sultan Mehmet Vakfı adına 'Ayasofya-yı Kebir Camii Şerifi' olarak tescil ettirmiştir. Yani Ayasofya'yı cami yaptığını iddia edenler, zaten tapu kayıtlarında cami olarak gözüktüğünden bihaberdirler. Aynca Ayasofya'nın Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilişi nede­ niyle açılışından bugüne kadar, kürsüye çıkan imamların önemli bir kıs­ mı minnet duymaları gerekirken Atatürk'e ağızlarından salyalar akan bir biçimde hakaret etmektedirler. Rövanşist bir tutumla, Ayasofya'yı adeta 'karşı devrimin' mabedine dönüştürmüşlerdir. Bütün bunlar top286

lumdaki kutuplaşmayı artırmakta, devleti idare edenlerin bu hakareta­ miz sözler karşısında kayıtsız kalmaları da, kutuplaşmanın kaygı verici bir noktaya taşınmasına neden olmaktadır. Yine l 939'da Hatay'ın kazasız belasız topraklarımıza katılmasında, Ayasofya'yı müze yapmanın, yani Türkiye'nin izlediği ılımlı ve akıl dolu dış politikanın katkılan büyük olmuştur. Tarihe ideolojik taassupla ve takıntılı reflekslerle bakmak, aklı kör eden oldukça yanıltıcı bir tutumdur. O kadar ki, ideolojik taassubun esi­ ri olursanız, usta diplomasi ile elde edilmiş kazanımları anlayamayıp, yapılanları ihanetle suçlamak gibi bir cehaletin içine düşersiniz. Ya da bilinen tarihi gerçeklerin üzerini maskeleyerek, hamaset içerikli bela­ gatla taraftarlarınızı ikna edebilirsiniz. Ama aklıyla ve bilgisiyle alay ettirmeyenleri asla ikna edemezsiniz. Zira güneş balçıkla sıvanmaz. Sistem değişikliği, o zaman başbakan olan sayın Erdoğan'ın ifa­ desi ile ülkeyi uçuracak, döviz ve enflasyon düşecek, milli gelir, ihra­ cat, üretim gibi önemli ekonomik göstergeler büyüyecekti. Maalesef bütün bu sayısal görünümler çok daha kötüye gitti. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile Türkiye yeniden döviz darboğazı sarmalına girdi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin ilk üç yıla yaklaşan uygula­ maları neticesinde Merkez Bankası net döviz rezervi altın dahil eksiye gerilemiş vaziyettedir. Bir kere Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti genel başkanı olma­ sı sistemi daha baştan bloke etmiştir. Partili Cumhurbaşkanlığı modeli, Cumhurbaşkanı 'nın tarafsızlığını ortadan kaldırmış, hatta kurumsal an­ lamda saygınlığına bile gölge düşürmüştür. Bugün için Cumhurbaşkan­ lığı makamı Ak Parti Genel Başkanlığı ile neredeyse aynı anlamı ifade etmektedir. Bu durum Ak Partili olmayan vatandaşlar açısından olduk­ ça sıkıntılı bir durumdur; hatta öteki yüzde elli diyebileceğimiz kesim Cumhurbaşkanlığı nezdinde temsil edilmediğine inanmaktadır. Ameri­ kan sisteminde de Başkanlar parti aracılığı ile seçilmektedirler ancak, başkan seçildikten sonra başkanın bırakın partisinin genel başkanı ol­ masını, partisi ile aktif bağları kalmamaktadır. Dolaysı ile Amerikan Başkanı tüm Amerikalıların başkanı olma vasfını koruyabilmektedir. 287

Bu sistemde milletvekilliği halkın taleplerini devlete taşıma bağla­ mında tamamen işlevsiz hale gelmiştir. Halkın taleplerinin yönetime taşınmasının yolu ortadan kalkmıştır. İktidar partisi milletvekilleri öz­ gür iradeleri ile hiçbir kanuni düzenleme yapamazlar, hiçbir konuda Cumhurbaşkanına rağmen farklı bir öneriyi gündeme getiremezler. Yeri gelmişken hem de isabetli bir örnek oluşturması bakımında, Termik Santrallerle ilgili yasal düzenlemeden bahsetmek isterim. 7 Aralık 2018'de 7 Ak Partili milletvekili tarafından TBMM'ye sunulan kanun teklifi ile özelleştirilen termik santrallerin çevre mev­ zuatı ile uyumlu hale getirilmesinde son tarih olan 31.12.20 l 9'un 31.12.2022'ye uzatılması teklif edilmiş ve bu teklif Ak Parti ve MHP'li üyelerin oyları ile yasalaşmıştır. 2013 yılında firmalara enerji ihtiyacı açısından bir kesintiye gidilmemesi gerekçesi ile bu avantaj sağlanmış, ancak ilgili firmalar tanınan süre içerisinde filtre sistemlerini(desülfü­ rizasyon ünitesi) kurmayıp, halkı zehirlemeye devam etmişlerdir. Hal böyleyken Ak Parti ve MHP'nin oyları ile zehir saçan bacalara müsaade edilmesi kamuoyundan büyük tepki almıştır. CHP düzenlemeyi Anaya­ sa Mahkemesi'ne götüreceğini açıklamış ve başta Barolar olmak üzere Tabip Odaları'ndan da düzenlemeye büyük tepki gelmiştir. Bu arada teklifi veren 7 Ak Parti'li milletvekilinin parti grubunun bilgisi dışında, parti grubunun da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bilgisi dışında böyle bir karar almaları çok iyi biliyoruz ki mümkün değildir. Kamuoyundaki büyük tepkilerin Ak Parti'ye oy kaybettireceğinin anlaşılması üzerine, yasal düzenleme Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiştir. Aslında ilk bakışta denge denetleme sisteminin çalıştığı bir uygulama gibi görünse de, gerçek öyle değildir. Milletvekilleri, önce­ likle halkın zararına olan bir konuda bile grup kararına itiraz etmemiş­ ler ve yasayı geçirmişler; ancak toplumdan gelen büyük tepki üzerine Cumhurbaşkanının vetosu ile açığa düşmüşlerdir. Hele MHP'li vekil­ lerin içine düştüğü bu çaresizlik, aslında milletvekilinin özgür iradesi bakımından ne derece acınası halde olduklarını göstermiştir. Esasen meclisteki oylamanın Parti Grup kararı olması nedeni ile, Cumhurbaşkanının bilgisi dahilinde yapılmış olma ihtimali çok yük­ sektir. Zira eskiden olduğu gibi, Cumhurbaşkanlarının parti genel baş288

kanı olmadığı dönemde kanunları veto etmeleri ile, parti genel başkanı pozisyonundaki Cumhurbaşkanının veto etmesi aynı şey değildir. Bu veto danışıklı dövüş gibi duruyor. O zaman burada iki şık vardır. Ya bu iş halk nezdinde Cumhurbaşka­ nına itibar kazandırmak için, vekillerin kendilerini kullandırması, hatta yakmasıdır. Ya da toplumdan gelen tepkiler üzerine sayın Cumhurbaş­ kanının geri adım atmasıdır. Her iki durumda da milletvekilleri açısın­ dan çok incitici bir hal söz konusudur. Aynca sayın Cumhurbaşkanı, açıklamasında diyor ki, 'Termik santralleri işletenler siz çok para kazanacaksınız diye, halkımızın zehirlenmesine izin veremeyiz.' Demek ki TBMM' deki Ak Parti ve MHP milletvekilleri, termik sant­ ral sahipleri çok para kazansın ve millet de zehirlensin diye, firmalar lehine filtresiz çalışmaya müsaade eden kanunu çıkardılar. Milletvekil­ lerinin böylesine hassas bir meselede milletin zehirlenmesine müsaade etmesi, başlı başına bir fecaattır. Milletin vekili olanlar, milletin zehir­ lenmesine nasıl müsaade ederler? Bunu yaparken bile emrin yukarıdan geldiğine inandıkları için, içe­ riği ne olursa olsun onaylamışlardır. Yani yukarının emrinin bir milim dışına çıkmayacak kadar biat eden vekiller, eminim ki yukarıya rağmen aksi bir karar alamayacakları için böyle davranmışlardır. Peki bu durumda bu sayın milletvekilleri, milletin vekili mi, yoksa genel başkanın vekili mi oluyorlar? Sayın vekiller, bu derece emir kulu olmayı içlerine nasıl sindirebiliyorlar? Arkasından veto sonrası açığa düşmeyi nasıl hazmedebiliyorlar? Açıkça görülüyor ki, milletvekillerinin hiç bir konuda, söz söyleme, fikir beyan etme hürriyetleri yoktur. Buradan anlıyoruz ki, milletve­ killeri, hemen hiç bir konuda kendi düşünceleri ya da temsil ettikle­ ri insanların fikirleri muvacehesinde bir düzenlemeyi öneremez ya da milletin zararına dahi olan bir düzenlemeye karşı çıkamazlar. Milletvekilleri 2002 öncesinde de çok hür değillerdi, ancak bu gibi konular parti gruplarında ateşli tartışmalara neden olur, grupta karar oy­ lama ile alınırdı. Hatta çoğu kere kamuoyu baskısı, daha başta böylesine vahim bir kararın alınmasını engellerdi. Yani sorun, sistem sorunudur. 289

Bugünkü gibi hiçbir fikir serdetmeyen, gruptan gelen hiçbir karara itiraz etmeyip, her karara emir telakkisi içinde evet diyen bir milletve­ kili profili hiçbir dönemde olmamıştı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, 90'lı yılların o koalisyon dö­ nemlerini bile aramamıza vesile oldu. Milletin vekilliği hiç bu kadar yok sayılmamış, demokrasi bu derece ayaklar altına alınmamıştı. Oysa hayat kısa. Ömrünün sonuna yaklaştı­ ğında insan, toplum adına üstlendiği vazifeler sırasında, yaptığı büyük hataları veya başarılı girişimleri hatırlayacaktır. Öldükten sonra da on­ larla anılacaktır. Üç günlük dünya da kula kul olmaya değer mi? Üç günlük ömürde, yanlışa imza atmaya, yanlışlar karşısında sus­ maya değer mi? İşte geldiğimiz ileri demokrasi noktası burası. Birilerinin daha çok para kazanmasına karşı milletin zehirlenmesine bile onay verecek ka­ dar, kendini yok sayan vekillerle, Türk siyaseti nereye gidebilir ki? Burada esas dikkat çekmeye çalıştığım husus, milletvekili iradesinin özgür olmadığı, vekillerin kendilerini seçen halka karşı değil, partilerine ve liderlerine karşı sorumluluk hissettikleri hususudur. Zira bu termik santrallerin çevreye zehir saçtığı illerin milletvekillerinin de ertelemeye onay vermesi, milletvekili iradesinin özgür olmadığı ve milletvekilleri­ nin halka karşı sorumluluk hissetmediği gerçeğini ortaya koymaktadır. Hülasa bu sistemde, hukuk başta olmak üzere, kamu idaresinin bü­ tün dengeleri tamamen yürütmenin denetimine geçmiştir. TBMM by­ pass edilerek, kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırılmıştır. Gelinen noktada anlaşılmıştır ki, Türkiye bu sistemle yola devam edemez. Aksi halde devletimizi ve milletimizi daha büyük sıkıntılar beklemekte, hızla bir 'sistem krizine' hatta bir 'devlet krizine' doğru sürüklenmekteyiz. Netice itibarı ile bütün bu konulan kuruluş ilkelerinde ve parti progra­ mında en yüksek perdeden eleştiren Ak Parti, bugün siyasal sistemi geç­ mişten daha beter etmiş, hatta geçmişe rahmet okutacak bir hale getirmiştir. Yargı bağımsızlığı diye bir durum artık neredeyse söz konusu de­ ğildir. Halbuki bir ülkede demokrasinin kalitesi, temel hak ve öz­ gürlüklerin tesisi, yönetimdeki karmaşanın giderilmesi, adaletin

290

sağlanması, kuvvetler ayrılığı dediğimiz yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız çalışması ile ölçülür. Daran Acemoğlu, ülkelerin ekonomideki başarısızlıklarını sömürü­ cü kurumların varlığına bağlıyor. Örnek olarak da, Afrika'da Sierra Leone ve Zimbabve'yi, Güney Amerika'da Kolombiya ve Arjan­ tin'i, Asya'da Kuzey Kore ve Özbekistan'ı, Ortadoğu'da Mısır'ı göstermektedir. Bu ülkelerin hepsinde büyük halk kitlelerinin yoksul­ laşması pahasına, iktidar sahipleri ve yakın çevreleri büyük zenginlik içindedir ve bu zenginlik sayesinde iktidarlarını tahkim etmektedirler. Bu durumun halkın lehine bir duruma evrilmesi için sömürücü kurum­ ların kapsayıcı kurumlara dönüşmesi gerekiyor. (7)

Baskanlık Sistemi mi, Baskancı Sistem mi? Devlet yönetim sistemleri temel olarak, kuvvetler birliğine ve kuv­ vetler ayrılığına dayanan sistemler diye ikiye ayrılır. Kuvvetler birliği­ ne dayanan sistemler, otoriter, totaliter sistemler olup, yürütme erkinin yargı dahil bütün alanlara egemen olduğu yönetim biçimleridir. Kuvvet­ ler ayrılığına dayanan sistemler ise, Parlamenter Sistem ve Başkanlık Sistemi'dir. Başkanlık Sistemi, kuvvetler ayrılığına ve hukukun üstün­ lüğüne dayanan, demokratik bir yönetim biçimidir. Bir de 'başkancı' sistemler vardır. Bunlar tek kişilik hükümet sistemi olup, günümüzde kalıt yolu ile geçmeyen monarşilerdir diyebiliriz. Güney Amerika ve bazı Afrika ülkelerindeki yönetim sistemleri böyle sistemlerdir. Devlet yönetim sistemlerini ekosisteme benzetebiliriz. Belirli bir çevredeki canlılar ile cansız varlıkların karşılıklı ekolojik ilişkilerine ekosistem diyoruz. Bu ilişkinin dört temel bileşeni vardır. İnorganik ve organik maddelerden oluşan cansız varlıklar, besin piramidinin ilk ba­ samağını oluşturan birincil üreticiler, bitkisel ve hayvansal maddeleri yiyen tüketiciler ve hayvan ve bitki artıklarının üzerinde yaşayarak on­ ların çürümesine neden olan, mikroorganizma dediğimiz ayrıştırıcılar. 291

Doğada bu bileşenlerin tüm ilişkisi bir denge üzerine kuruludur. Birinin çoğalması diğerlerinin dengesini, tabiatıyla ekosistemi bozmaktadır. Bu durum, canlı ve cansızlar için istenmeyen doğa olaylannın ortaya çıkmasına sebep olabilmektedir. Devlet yönetim sistemlerinin de bileşenleri, halk, halkın seçtiği temsilcileri yani parlamento, yürütme ve yargı erkleridir. Günümüzde radikal veya müzakereci demokrasi arayışı, halkın bir biçimde siste­ me direkt katılımını sağladığı için, yönetim sisteminin temel bileşeni halkın bizatihi kendisidir. Sağlıklı bir yönetim sisteminden bahsedebil­ memiz için, halkın doğrudan katılımcı olduğu, yasama, yürütme ve yar­ gı erkleri arasında da denge ve denetimin egemen olduğu bir sistemin olması gerekir. Bahse konu erklerden birinin zayıfladığı, bir diğerinin baskın olduğu sistemde denge ve denetleme bozulmuş demektir. Sis­ temin bozulması ise, ekonomiden güvenliğe, sağlıktan eğitime, genel güvenlikten adalete ve sosyal hayatın bütün aynntılanna kadar, halkın yaşam kalitesini direkt ve olumsuz biçimde etkilemektedir. Türkiye'de siyasal istikrar, özellikle koalisyon hükümetlerinin ku­ rulma ve sürdürülme zorluğu nedeni ile uzun yıllar siyasal sistemimi­ zin önemli bir sorunu olmuştur. Bu yüzden de zaman zaman başkanlık sistemi arayışları gündeme gelmiştir. Ben de 'Değişimi Yöneten Tür­ kiye' adlı ilk kitabımda başkanlık sistemini savundum. Ancak konu­ nun iki boyutu var. Birincisi başkanlık sistemi ile kastettiğimiz rejim, kuvvetler ayrılığının tam olarak tesisi edildiği, tam demokratik bir re­ jimdir. İkincisi şimdi anlıyoruz ki, 'siyasal istikrar', salt tek başına bir partinin iktidar olması ile elde edilen bir durum değildir. Siyasal istikrar, doğru yönetim biçimi ile ekonominin geliştiği, halkın alım gücünün her geçen gün arttığı, eğitim ve sağlık ihtiyaçlarının ideal öl­ çülerde karşılanabildiği ve yaşam kalitesinin sürekli yükseldiği bir reji­ min adıdır. Eğer tek başına bir partinin uzun süre yönetimde bulunması bunları sağlayamıyorsa, orada siyasal istikrardan bahsetmek mümkün değildir. Nitekim 20 yıla yaklaşan Ak Parti iktidarında, siyasal istik­ rarsızlık ekonomiden hukuk sitemine kadar hemen her alanı olumsuz etkilemiş, halkın yaşam kalitesini zora sokmuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ise, bırakın istikrarı her alanı daha da kötüleştirmiş, 292

ekonominin sayısal görünümünü oldukça aşağılara çekmiştir. Türkiye'de parlamenter sistemin uygulamasında elbette önemli so­ runlar vardı. İstikrarsız bir iklimde ekonominin gelişip büyümesi kolay olmuyor. Ancak bugünkü sistem sadece tek kişinin ve hükümetin yö­ netme süresinin belli olduğu bir rejimden ibarettir ve asla kendi içinde bir istikrar barındırmamaktadır. Eğer bu sistemin savunucuları istikrar ve demokraside samimi olsalardı, tam kuvvetler ayrılığına dayalı bir başkanlık sistemini getirirlerdi. Ortada geçmişin izini taşıması saikin­ den beslenen, Osmanlıdaki monarşik sisteme atıfla oluşturulmuş, hibrit bir model vardır. Kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı, yargı bağım­ sızlığının hiçe sayıldığı, olağanüstü şartlarda ve tek taraflı propaganda ile halka kabul ettirilmiş, siyaset biliminde ve pratikte başka örneği de olmayan, katı merkeziyetçi bir sistemden bahsediyoruz. Sistemin mimarlarından ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Başda­ nışmanı olan Mehmet Uçum, mevcut sistemin tek adam rejimi değil, 'tek kişilik hükümet sistemi' olduğunu söylüyor. Yani adam kendince aklımızla alay ediyor. Tek kişilik hükümet sistemi ile, tek adam rejimi aşağı yukarı aynı şey demektir. Zira uygulama tamamen 'tek adam rejimi'nin gereği biçiminde hüküm sürmektedir. (8) Öte yandan mevcut sistem kayırmacılığı teşvik, liyakati ve adaleti ihmal ettiği için, bu sistemde eşit rekabet koşullarında ekonomik çoğul­ culuğa ve yine eşit rekabet koşullarında politik çoğulculuğa yer yoktur. Bu yüzden bireysel girişimciliğin önü herkes için açık değildir. Piyasa ekonomisi tam olarak işletilememektedir, yargı bağımsızlığı yoktur, in­ san hak ve hürriyetleri teminat altında değildir. Kaynak dağıtımında ve gelir dağılımında adaletli bir tutum ortaya konulmamaktadır. Daron Acemoğlu'nun 'Ulusların Düşüşü' adlı kitabında ifade et­ tiği gibi, mevcut sistemimizde sömürücü siyasal kurumlar, çoğunluğun sırtından 'S'li müteahhit grubu' örneğindeki gibi birkaç kişiyi zen­ gin ederek, sömürücü ekonomik kurumların önünü açmaktadır. Bu sayede de biri birini destekler bir biçimde sömürücü siyasal yapılar tahkim olmaktadır. Başta meclis denetimi olmak üzere her türlü dene­ timin dışına çıkarılan yürütme gücü, yakın çevresine zenginlik dağıtan, halkı da sosyal yardımlarla uyutan bir mekanizmaya dönüşmüştür. De293

netimsizliğin getirdiği ekonomik zenginlik muhataplarınca kıymetlidir ve sistem dairesinin içinde bulunanlarca bu durumun savunulması an­ laşılabilirdir. Ancak bu dairenin dışında kalan büyük kitleler, bir lokma bir hırkaya çalışmakta ve büyük sıkıntılar yaşamaktadırlar. Kısacası bu sistemde kapsayıcı kurumlar geliştirilmemekte, sömürücü kurumların önü açılmaktadır. (9) Başkanlık sistemi ilk kez ABD'de ortaya atılmış, süreçte bütün ku­ rumlan ile tam demokratik bir sistem olarak uygulamaya konulmuştur. ABD Başkanlık modelinin en temel özelliği, sert kuvvetler ayrılığıdır. Kuvvetler ayrılığı aynı zamanda yargı ağırlıklı bir biçimde icra edilir. Yürütmenin yani Başkanın her dediği kabul görmemektedir. Mesela Bü­ yükelçi atmaları, Kongre'nin onayı ile yapılabilmektedir. Yani Başkan­ lar Kongre onayı olmadan Büyükelçi atayamazlar. Başkan Barack Obama döneminde 2010 yılında, Obama'nın Ankara'ya yapacağı Bü­ yükelçi ataması Kongre tarafından 6 ay engellenmişti. Mevzuata göre Kongre çalışmalarına ara verdiğinde, Başkan direkt atama yapabiliyor. O dönemde Kongre 2 Kasım'da yapılan seçimlerin ardından Ocak ayına kadar çalışmalarına ara verince Obama bu fırsatı değerlendirip Kong­ re'yi bypass ederek Francis J. Ricciardone'y i Ankara Büyükelçisi ola­ rak atayabildi. Yani Amerikan sisteminde zannedildiği gibi Başkan'ın ağzından çıkan her söz kanun olmadığı gibi, yetkileri de sınırlıdır. (10) Yine Amerikan sisteminde Başkan'ın sekreteri gibi çalışan ba­ kanlar, Kongre onayı ile atanabilirler. Bu arada Başkanlar işledikleri herhangi bir suç nedeni ile kolayca yargılanabilmektedirler. Yargı ağır­ lıklı çalışan sistemde, bu yüzden Amerikan Yüksek Mahkemesi zaman zaman 'Yargıçlar Devleti' suçlaması ile karşı karşıya kalmaktadır. (11) Başkancı modele ise daha çok Güney Amerika ülkelerinde rastla­ maktayız. Bu sistem Amerikan Başkanlık Sistemi'nin yozlaştırılmış halidir. Yasamayı ve yargıyı başkanın boyunduruğuna veren bu sistem, esasen bir tür diktatörlüktür. Başkancı sistemlerde denetim mekanizma­ lan başkanın kontrolündedir hatta emrindedir. Bu tarz devlet yönetim sistemlerinde sözde bir parlamento vardır ancak, iktidar, ana muhale­ fet ve diğer küçük partilerin tüm adayları başkan tarafından belirlenir. Hatta demokrasi tuvalinde, resmi tamamlayıcı son öge olarak bağım294

sız seçilen vekiller bile vardır. Ancak onları da başkan belirler. Mesela Azerbaycan'da sistem böyle çalışmaktadır. Azerbaycan'da, 10 Şubat 2020 tarihinde yapılan seçimlerde, sonuçların erken açıklanmasını eleştiren ve seçimin şaibeli olduğunu söyleyen 20'den fazla gerçekten muhalif ve gerçekten bağımsız adaylar, bu beyanlarından hemen sonra gözaltına alındılar. (12) Elbette bizdeki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yukarıda anlattı­ ğım 'başkancı' sistemlerle aynı değildir. Bizde halen kendi iradesi ile var olan ciddi bir muhalefet bloğu mevcuttur. Tüm baskılara, yıldırmalara rağmen yine ciddi bir toplumsal muhalefet de mevcuttur. Sivil toplum örgütlülüğü batı demokrasilerindeki gibi olmamakla birlikte, yetersiz ve etkisiz de olsa varlığını sürdürebilmektedir. Ancak mevcut Cumhurbaş­ kanlığı hükümet sistemi, yasama organını ve yargıyı boyunduruk altına alması bakımından giderek başkancı sistemlere benzer bir yola girmek­ tedir. Meclis denetimi, Sayıştay denetimi yürütme üzerindeki etkisini kaybetmekte, giderek ciddi bir otoriterleşme eğilimi ortaya çıkmaktadır. Demokrasimiz açısından bu durum oldukça kaygı vericidir. Öte yandan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin işleyişinde bü­ yük sıkıntılar vardır. Aşağıda bu sıkıntılardan bahsedeceğim.

Çeliskili ve vanlıs KHK'lar Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin l ,5 yıllık bilançosunu çı­ karan Prof. Dr. Kemal Gözler hoca, bu döneme ait, kendi ifadesi ile hukuki açıdan fahiş hatalar yapıldığını söylüyor. Şimdi Kemal Gözler hocanın o fahiş hatalar dediği tespitlerine bir göz atalım. 9 Temmuz 20 l 8 tarihinde bütünü ile yürürlüğe giren Cumhurbaş­ kanlığı hükümet sisteminin iddiası, parlamenter sisteme ve özellikle de koalisyon hükümetlerine kıyasla, daha istikrarlı, kararların daha hızlı, daha etkili ve daha rasyonel bir biçimde alınacağı yönünde idi. Ancak uygulamada durumun hiç de öyle olmadığı ortaya çıktı. Gözler hoca, l ,5 yıllık bilançoda bu durumu gözler önüne seriyor. 295

Gözler hoca Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin daha başından itibaren hukuk devleti açısından kabul edilemez fahiş hatalardan bah­ setmekte ve bir hukuk fakültesi öğrencisinin bu yöndeki sorulan uygu­ lamadaki hatalar biçiminde cevaplaması halinde bu sorudan sıfır alabileceğini belirtmektedir. Yine Kemal hoca bu çalışmasında, ' göre­ vine henüz başlamamış bir kamu görevlisine vekalet verilemeyece­ ği bilgisi hukuk fakültelerinde ikinci sınıfta okutulan idare hukuku dersinde öğretilir' diyor. Peki nedir o ilk fahiş hata? 9 Temmuz 2018 tarih ve 1 sayılı Cumhurbaşkanı kararıyla Fuat Oktay Cumhurbaşkanı Yardımcılığı görevine atanmış, ancak TBMM huzurun­ da yeminini 10 Temmuz 2018 günü, saat 15.00'te yapmıştır. Dolayısı ile Oktay'ın görevine başlaması 10 Temmuz saat 15.00'ten itibaren müm­ kün ve geçerlidir. Ne var ki, 1O Temmuz 2018 tarihinde sabah saat 09.1O itibarı ile Azerbaycan' a giden Cumhurbaşkanı Erdoğan, 9 Temmuz 2018 tarih ve 390 sayılı kararıyla Cumhurbaşkanına vekalet etmeye Fuat Ok­ tay'ı görevlendirmiştir. Halbuki o an itibarı ile Fuat Oktay henüz yemin etmemiş, yani görevine başlamamıştı. Görevine başlamamış bir kamu görevlisine vekalet verilemeyeceği için, 10 Temmuz saat 09.IO'dan Fuat Oktay'ın yemin etme saati olan saat 15.00'e kadar Cumhur­ başkanlığı makamı hukuken münhal kalmıştır. Kemal Gözler hoca­ nın tespitine göre bu durum Türk tarihinde ilk defa yaşanmıştır. Hocanın makalesinde yayınladığı karar metnini ben de aşağıya aynen alıyorum. T.C. CUMHURBAŞKANLICI 68244839-140.01-l-390

9 Temmuz 2018

TOıuclYF. BOVOK MİLLET MECUSi BAŞKANLlÔINA 10 Temmuz 2011 lmilıiııde Azıert.yam ve Kımy Kıbrıs Tllıt CUııılıwfyeli'ne ziyımtı: dllııOtOme kadar Cımıhurt,qkııılıımı, TUıtiye Cumhuriyeti Aıııyısıımın 106 acı nııddesi uyınııca, Cımıhurbıpım Yırdımcısı Fııaı. OKTAY wkllet eılecılr.lir. BiJailııriııia ııııınm. Reup Tıyylp ERl)()(;AN CUMHURBASKANI

bulurııcııımcıııı.

Kaynak: Resmi Gazete, 10 Temmuz 2018, Sayı 30474 (www.resmigazete.gov.tr/... 8.pdf).

296

Yine Gözler hocanın tespitlerine göre 12 kararname tarihsiz yayın­ lanmıştır. Bu da T ürk tarihi açısından bir ilktir. Türkiye Varlık Fonu, 19 Ağustos 2016 tarih ve 6741 sayılı Cumhur­ başkanlığı kararnamesi ile kurulmuştur. Kararnameye göre fon Cum­ hurbaşkanlığına bağlıdır. Bu yönü ile fon üzerinde Cumhurbaşkanının vesayet yetkisi vardır. Ama aynı zamanda fonun yönetim kurulu baş­ kanlığına Cumhurbaşkanı yine kendi kararnamesi ile kendisini atamış­ tır. Yani Cumhurbaşkanlığı aynı konuda hem vesayet makamı, hem de vesayete tabi makam konumundadır. Bu arada Cumhurbaşkanı fonu de­ netlemekle de görevlendirilmiştir. Yani kendi kendini denetleyen tuhaf bir durum vardır ortada. Kemal Gözler hoca çalışmasının bu bölümünde şöyle diyor: 'Cum­ hurbaşkanlığı hükômet sistemi uygulamaya gireli beri, anayasa ve idare hukukçuları olarak bizler, her gün, içinden çıkamadığımız, bazen anlayamadığımız, idare hukukunda nereye koyacağımızı şa­ şırdığımız yığınla uygulamayla karşılaşıyoruz.' (13) Kayırmacılık o derece azgınlaşmış vaziyette ki, kamu görevlilerinin seçilmesi ve atanması hususunda kişiye özel uygulamalar yapılmıştır. Gerçi suç teşkil eden bu uygulamaları kamu ihaleleri, özelleştirme, kamulaştırma, arazi tahsisi, imar planları, Çevre ve Şehircilik Bakan­ lığı ve TOKİ konut projelerindeki iddialardan biliyoruz. Ancak bütün bu konularda mecliste muhalefet partilerinin verdiği önergeler, ticari sır diye cevaplandırılmamıştır. Kayırmacılığın kendisi başlı başına bir yanlışken, yanlış içinde yanlış biçiminde nasıl bir usulsüzlükle uygu­ landığını göstermesi bakımından Nuri Aydın'ın rektörlük ataması çok vahim bir örnektir. 2547 sayılı kanunun 13.maddesine göre, rektör olarak atanacak öğ­ retim üyesinin en az üç yıl profesör olarak görev yapması germektedir. 9 Temmuzda Resmi Gazetede yayınlanan 2 Temmuz 2018 tarih ve 703 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesine ile, bu şart kaldırılmıştır. Bu şart kaldırıldıktan, yani Resmi Gazetede yayınlandıktan 5 gün sonra Prof. Dr. Nuri Aydın İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Rektörlüğü'ne 14 Temmuz 2018 tarih ve 2018/10 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile atan­ mıştır. Bu atamadan sadece l gün sonra 15 Temmuz 2018 tarihli Resmi 297

Gazetede yayınlanan 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile, rek­ tör olarak atanabilmek için en az 3 yıl profesörlük yapma şartı tekrar geri getirilmiştir.

Cumhwbışkuohlındap: Kanr Sayııı : 2011110

lsıanbul Oniveniıeıi-Ceınlıpap llekt&fll&Gııe, 2S47 ıııyılı Yatıekaı,ı:tim Kanıınunıın il 11ncG ve O• ICadaııc Kamu Yllnedı:Ueri ile IC.anıu Kıınım ve K.unılıııJannda Aıaıııa UııQllerine Dair Cıımhurı,..lwılı&ı ıc.■r.mmainin 2 nc:i w 3 11ncG ınaddcleri ııymııı:a Prof. Dr. Nuri AYDIN aıaıuıu•. 14 Temmuz 2018 Recep Tayyip ERDO(';AN CUMHURBAŞK.ANJ Kaynak: Resmi Gazete, 15 Temmuz 2018, Sayı 30479 (www.resmigazete.gov.tr/... -12.pdf).(14)

Konu CHP milletvekillerince Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ta­ şınmış, Cumhurbaşkanlığından beklenen cevap Milli Eğitim Bakanı tarafından 9.11.2018 tarih ve 99074258-610-E.50 sayılı yazısı ile şu şekilde verilmiştir: 'Yükseköğretim Kurulu Başkanlığından alınan konuya ilişkin yazıda; Rektör adaylarının atama süreçlerinin ka­ munun yeniden yapılandırılması kapsamında Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile düzenlenmekte olduğu ve rektör atama yetkisi­ nin Cumhurbaşkanlığı Makamına ait olduğu belirtilmektedir' de­ nilmiştir. (14) Dikkat ederseniz verilen cevabın soru önergesi ile hiçbir ilgisi yok­ tur. Oysa meclise verilen soru önergesinde, kişiye özel bu uygulama­ nın nedeni sorulmuş ancak verilen cevapta amiyane tabir ile top taca atılmıştır. Hem uygulamanın kayırmacılık boyutu, hem de TBMM'de sorulan soruya verilen cevabın biçimi, devlet ciddiyeti ile bağdaşma­ maktadır. Burada hem meclisin tüzel kişiliğine, temsil vasfına, millet iradesine, hem de devlet ciddiyetine karşı büyük bir saygısızlık vardır. Devletin çivisini çıkardılar dediğimiz tam da budur işte. İlginç ve yine akıl almaz olan ise rektörlük için en az üç yıl profesör­ lük şartının tekrar geri getirilmesinden tam iki ay sonra, Yusuf Tekin örneği ile karşı karşıya kalmamızdır. Bu defa 13 Eylül 2018 tarih ve 30534 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 17 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile, rektörlük için en az üç yıl profesör olma şartı tekrar 298

kaldırılmıştır. 14 Eylül 2018 tarih ve 2018/181 sayılı Cumhurbaşkanı karan ile 1 aylık profesörlüğü bile tartışma konusu olan Yusuf Tekin Ankara Hacı Bayram Üniversitesi Rektörlüğüne atanmıştır. Atama ka­ rarını hocanın makalesinde yayınladığı gibi aşağıya alıyorum.

Cumhwbaskanhtmdan:

Kanr Sayııı: 20111111 Allbra Hıa Baynm Veli Onivwwitııi Rdrtartıııane. 2547 ayılı IC.ınuııım 13 llncll w 3 ayılı Cumhuıt,..lıanlılt � 2 m:I. ] indi vıı 7 IICİ ınaıkkleri lffll&mce Pro[ Dr. YusufnKİN ııı.ıımıqur. 14 EylOI 2018 Recep Tayyip ERDO(';AN CUMHURBAŞKANI Kaynak: Resmi Gazete, 15 Eylül 2018, Sayı 3053, www.resmigazete.gov.tr/ ... -17.pdf.

Yine Kemal hocanın tespitine göre, 'Sayın Yusuf Tekin'in müste­ şarlık görevinin sona ermesi, kendisi için profesörlük kadrosu ilin edilmesi, kadroya başvurması, jüri üyelerinin seçimi, jüri üyelerinin raporlarını vermesi, üniversite yönetim kurulunun teklifetmesi, rek­ törün YusufTekin'i profesörlüğe ataması, rektörlük için üç yıl profe­ sörlük şartının kaldırılması ve Yusuf Tekin'in rektörlüğe atanması, bunların hepsi, ama hepsi, bir buçuk ayda tamamlanmıştır!' ( ı 5) Anlaşılan o ki, hukuk devletinin çivisinin çıkarılmasında sınır tanın­ mamaktadır. Esasen bu yapılan kayırmacılığın kayıt altına alınmasıdır. Hadi liyakat esaslı olmayan binlerce atmada bunu görüyoruz, ancak o atamaların hemen hepsinde meri hükümlere uygun davranılmıştır. Bu iki atamada ise meri hükümlerle sanki dalga geçilmiş, devletin hukuk sistemi ile sanki oyun oynanmıştır. Devletin koca bir kurumsal kim­ liği, adeta 'kabaktan hoşaf olur mu sorusuna', 'ben yaptım oldu' cevabının verilmesi örneğindeki gibi hiçe sayılmıştır. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yürürlüğe girdiği 9 Temmuz 2018 tarihi ile 26 Aralık 2019 tarihleri arasında geçen yaklaşık 1,5 yıllık sürede 55 adet Cumhurbaşkanlığı kararnamesi yayınlanmıştır. Bunların 31 tanesi diğer Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde değişiklik yapıl­ masını öngören kararnamelerdir. Yani gerçekte bu süre içinde 24 adet kararname yayınlanmış, yayınlanan bu 24 kararnamede değişiklik yap­ mak için aynca 31 adet kararname daha yayınlanmıştır. Yani Cumhur299

başkanlığı hükümet sistemi kendi yanlış yaptıklannı düzeltmek için de epey bir mesai harcamıştır. Ortada ciddi bir emek, zaman ve kaynak israfı vardır. Bu tablo bize sistemin istikrarı konusunda da, gerçeğin öyle olmadığı yönünde önemli ipuçları vermektedir. (16) Kemal Gözler hocanın bahse konu çalışmasında çok sayıda örnek vardır. Ancak ben şimdilik bu kadannı alıntılamakla yetineceğim. Sistem öylesine acemice işlere imza atıyor ki, akıl alır gibi değil. Covid-19 pandemisi nedeniyle 29 Nisan 202 I 'de başlayan 1 7 gün­ lük tam kapanma sürecinde yapılan bir yasal düzenlemeyle, 30 Nisan 31 Mayıs arasına isabet eden çeklerin ödemesi I Haziran sonrasına er­ telendi. Vergi usul kanunu ve bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun düzenlemesine, 29 Nisan gecesi son anda eklenen bir geçici madde ile bu kanun devreye girdi. Yine aynı tarihler arasında vadesi gelen kambiyo senedine dayalı alacaklar hakkında da icra ve iflas takibi başlatılamayacağı, başlatılmış olanların da duracağı yasaya eklenmiş. Tabiatıyla bu durum piyasalarda büyük bir kaosa neden oldu. Esnaf, üretici ne yapacağını şaşırdı. Devlet bu durumda kendisi ödemeyi üstlense anlaşılabilir. Ancak vatandaşlar arasındaki ticari ilişkiye bu kabil bir düzenlemeyle müdahale etmek, piyasalar açısından katlanılabilir bir durum değildi. İşin esas ilginç ve devletin işleyişi açısından kabul edilemez olan kısmı şu. Piyasalarda ödeme zincirinde oluşabilecek büyük sorun ve iş dünyasın­ dan gelen baskılar nedeni ile, bu sefer Ticaret Bakanlığı bir tebliğ yayınla­ yarak, durumu düzeltmeye çalıştı. Resmi Gazete'nin 30 Nisan 2021 tarih ve 31470 Mükerrer sayısında yayınlanan tebliğde, 'İbraz süresinin son günü, 30.04.2021 ile 31.05.2021 tarihleri arasına isabet eden çeklerin, belirti­ len tarihler arasında bankaya ibraz edilmesi halinde, çek hesabı sahi­ binin hesabında çekin karşılığının bulunması kaydı ile, çek bedelinin ödenmesi gerekmektedir' deniliyordu. Yine aynı tebliğin ikinci maddesin­ de, 'İbraz süresinin son günü, 30.04.2021 ile 31.05.2021 tarihleri arasına isabet eden çeklerin, belirtilen tarihler arasında bankaya ibraz edilmesi ve çek hesabı sahibinin hesabında çekin karşılığının bulunmaması ha­ linde, 01.06.2021 tarihinden önce 5941 sayılı Çek Kanunu kapsamında karşılıksızdır işlemi yapılmayacaktır. 01.06.2021 tarihinden sonra ise 300

söz konusu çeklerle ilgili gerekli işlemler yapılabilecektir' denilmektedir. Oysa yürürlükteki bir yasal düzenlemeyi, tebliğ ya da genelge ile ortadan kaldıramazsınız. Ben yaptım oldu diyorsanız, onun adı devlet idaresi olmaz. Ben hukukçu değilim ancak, bildiğim kadarı ile hukuk­ ta 'normlar hiyerarşisi' diye bir kavram vardır. Yani hem bireylerin, hem de kamu kurum ve kuruluşlarının iş ve eylemlerinde uymak zo­ runda oldukları hukuk normları vardır. Bu normlar arasında da takip edilmesi gereken bir hiyerarşi mevcuttur. Kamu idaresinde iş ve eylem­ lerin uygulanması sırasında normlar hiyerarşisinin, hem uygulamanın kendisi açısından hem de iş ve işlemelerin denetimi açısından önemi büyüktür. Normlar hiyerarşisine göre sıralama şu şekildedir. En başta Anayasa vardır, sonra yasalar, kanun hükmünde kararnameler, tü­ zük ve yönetmelik gelir. Genelge, tebliğ ve yönergeler de kanun, ka­ nun hükmünde kararname ve yönetmeliklerin altında yer alır. (17) Kanunu ancak kanunla değiştirmek mümkünken, devletin kurumsal kimliği ile adeta alay eder gibi bir tutum sergilemek, devletin çivisini çıkartmaktır. Halbuki devletler kurumsal kimlikleri ile vardırlar. Bin­ lerce yıllık Türk Devlet geleneği bu türden uygulamalan kaldırmaz. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin uygulamasından doğan bu ace­ milikler, sistemin nasıl da liyakatsiz bir tasarımla ortaya konulduğunu, devlet ciddiyeti ile bağdaşmayacak pseudo/sözde bir sistem olduğunu göstermektedir. Bu uygulamalar devlet ciddiyeti açısından kabul edi­ lemez uygulamalardır. Devletin idare sisteminin iflası anlamına gelir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin de yürümeyeceği anlamına ge­ lir. Muhtemelen bu uygulamalara imza atan kadrolar, yeterli hukuk bil­ gisinden ve yeterli kamu idare sistemi bilgisinden yoksundurlar. Burada bir kez daha liyakatin ne derece önemli olduğunu ve kayırmacılığın, kamu kadrolarını kayırmacı ilişkilerle doldurmanın da ne derece yanlış olduğunu anlamış bulunuyoruz. Öte yandan güya vatandaşı mağdur etmemek amacıyla çıkartılan aynı düzenleme sırasında, devlet akıl edip de SGK, geçici vergi gibi vatandaşın devlete ait borçlarını ertelemiyor, özel hukuka giren alanda düzenleme yapıyor. Oysa bir yandan çek borcu olan vatandaşın mağ­ duriyetini sözde giderirken, piyasalarda yaratılan kaosun daha geniş 301

kitlelerde yaratacağı mağduriyetin hesabı da yapılamıyor. Anlaşılan o ki, kasa tam takır kuru bakır olunca, devleti yönetenler, vatandaşın özel alanına da müdahale edebilecek bir cesareti ortaya koyabiliyor. Bu du­ rum hayra, iyiye alamet değildir.

Kuvvetler Ayrılığının Ortadan Kaldırılması En geniş anlamda örgütlenme biçimi olan devlet, üç temel organ­ dan veya üç temel kuvvetten/erkten oluşur. Bunlar Yasama, Yürütme ve Yargı erkleridir. Gelişmiş demokrasilerde bu üç kuvvetin, bireysel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi bakımından birbirinden ba­ ğımsız çalıştığına tanıklık ederiz. Batı Avrupa ülkelerinin, ABD'nin ve Japonya'nın rejimleri arasında küçük nüanslar olmakla birlikte, kuv­ vetler ayrılığı prensibi bu ülkelerin tamamında titizlikle korunan bir il­ kedir. Zira kuvvetler ayrılığı prensibi, demokrasinin olmazsa olmazıdır. Batının gelişmiş demokrasilerinde bu konunun tartışılması, siyasetin gündeminde yer bile bulamaz. Çünkü kuvvetler ayrılığı, bireysel öz­ gürlüklerin teminatı olarak da görüldüğü için, Batı'nın gelişmiş demok­ ratik siyasal nizamı içinde konu çoktan kapanmıştır. Nitekim Batı'nın tüm liberal demokrat anayasalarında kuvvetler ayrılığı prensibine yer verilmiş, özgür birey ve özgür toplum hedefi böylece anayasal teminat altına alınmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kuvvetler ayrılığı prensibi, bireysel özgürlüklerin güvence altına alınması esasına dayanır ve devlet ikti­ darını sınırlandırır. Bu yüzden iktidar gücünün ayrı organlarda top­ lanmasını amaçlar. Dolayısı ile bir siyasal sistemin demokratik olup olmamasının temel göstergesi, kuvvetler ayrılığının olup olmamasıdır. Kuvvetler ayrılığı yoksa sistem asla demokratik addedilemez. 18.yüzyılın büyük hukukçu ve düşünürü, Fransız filozof Montesqu­ ieu, 1748'de çıkan 'Kanunların Ruhu Üzerine' adlı ünlü eserinde, 'Yasma yetkisi ile uygulama ya da yürütme yetkisi aynı kişi ya da aynı memurlar topluluğuna verilirse, ortada özgürlük diye bir şey kalmaz. Yargılama yetkisi, yasama yetkisi ile uygulama yetkisin302

den ayrılmazsa ortada yine özgürlük diye bir şey kalmaz. Bu üç yetki, yani kanun yapma yetkisi, genel kararları uygulama yetki­ si, suçları ya da vatandaşlar arasındaki anlaşmazlıkları yargılama yetkisi aynı zamanda aynı kişinin elinde bulunsaydı, devlette her şey yıkılırdı. Mesela Padişah bu üç yetkiyi de kişiliğinde birleş­ tirmiş olduğundan, Türkiye'de korkunç bir istibdat rejimi vardır' der. Y ine devamla, 'Böyle bir Cumhuriyette vatandaşın durumunu varın siz düşünün. Bu üç erki şahsında birleştiren yönetici, genel istekleriyle devleti harap edebilir, yargılama yetkisi nedeni ile de özel istekleriyle bütün vatandaşları mahvedebilir.' diyor. (18) Montesquieu, kuvvetler ayn lığı fikrinin babası kabul edilmekle birlik­ te, bu prensibin arka planında Aristo 'nun (M.Ö 384-322) Site Devleti 'nin idaresinde bu üç güçten bahsettiğine rastlıyoruz. Daha sonra 16.yüzyılda Liberal felsefenin kurucusu olan John Locke'un da bu konuda düşünce­ ler ortaya attığını biliyoruz. Ancak Montesquieu'nun bu konudaki esas yeniliği, 'kuvvetler ayrılığının temel hak ve özgürlüklerin teminatı olduğu' yönündeki tezidir. Türkiye'de 1924 Anayasası'nda kuvvetler birliği esastı. Bunu, dev­ letin kuruluş süreci bakımından anlamak mümkündür. Ancak Cumhuri­ yetin ana felsefesi halkın kendi kendini yönetmesi ve demokrasi hedefi olduğuna göre, çok partili siyasal hayatla birlikte kuvvetler ayrılığı il­ kesinin de hayata geçmiş olması gerekirdi. Ne yazık ki öyle olmadı. Çok partili siyasal döneme geçerken, dönemin güçlü aktörü Demokrat Parti, yeni bir anayasa önerisinde bulunmamıştı. Taha Akyol'un tespitlerine göre, '1924 Anayasası'nda temel hak ve hürriyetlere yer verilmişti, ancak bunları güçlü siyasal iktidarla­ ra karşı koruyacak kurumlara yer verilmemişti. Yani 1924 Anaya­ sası'nda kuvvetler ayrılığı yoktu, Anayasa Mahkemesi yoktu, yargı bağımsızlığı yoktu, yargı atamalarını Adalet Bakanı yapardı.' (19) Oysa anayasa kavramı özü itibarı ile, siyasal iktidarı hukukla sınır­ landırmayı amaçlar. Burada amaç, siyasal iktidarın keyfi yönetimleri­ nin, keyfi uygulamalarının önüne geçmektir. Kuvvetler ayrılığı, aynı zamanda siyasal iktidarı denetleme ve dengeleme demektir. Aksi halde her üç kuvvetin tek elde toplanması durumunda, böyle bir gücü eline 303

geçiren kişi, bu gücü kötüye kullanabilir, despotik bir rejim kurabilir ve topluma, ülkeye büyük zararlar verebilir. Türkiye çok partili döneme geçerken, bu hassas konuyu ihmal etmiştir. Taha Akyol'a göre, 'Demokrat Parti'nin anayasa anlayışı, içinden çıktıkları tek parti kültürü ile sınırlıydı. O kadar ki DP'nin prog­ ramında yargı bağımsızlığı kavramı bile yoktu. Basın özgürlüğü, düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri hürriyeti, dernek kurma hürriyeti gibi kavramlar da y oktu. Halbuki 1930'da kurulan ve kurulduktan 3 ay sonra kapatılan Serbest Fırka'nın programında vicdan hürriyeti, çalışma serbestisi, fikir, söz ve top­ lantı hürriyeti gibi kavramlara yer verilmiş, y ürütme erkinin denet­ lenmesi öngörülmüştü. Hatta 1925'te kurulup sonra da kapatılan Terakkiperver Fırka'nın programında bile hürri yetler ve yargı ba­ ğımsızlığı düzenlenmişti. Yani 1946'da kurulan Demokrat Parti'nin programı, 1920 ve 1930'1ardaki muhalefetin gerisindeydi.' (20) 1924 Anayasası 'ndaki kuvvetler birliğine rağmen, bir darbe ana­ yasası olan 1961 Anayasası 'nda ' yumuşak kuvvetler ay rılığı' vardır. Yani 1961 Anayasasında, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlık Sis­ temi'ndeki gibi 'sert kuvvetler ayrılığı' yoktur. Esasen 'yumuşak kuv­ vetler ayrılığı' prensibi parlamenter sistemin karakterine daha uygun düşmektedir. Burada erklerin ayrılığının yanında bir işbirliğinden, bir tür etkileşimden bahsetmek de mümkündür. Yine bir darbe anayasası olan 1982 Anayasası ise, kuvvetler ayrı­ lığını benimsemekle birlikte, yürütmeyi Cumhurbaşkanının nezdinde güçlendirmiştir. Ancak buna rağmen 1982 Anayasası kanuni düzenleme olmadan ya da keyfi bir düzenleme ile yargının yetkisine müdahale an­ lamında bir uygulamaya açık kapı bırakmamıştır. Yani güçlendirilmiş yürütme, yasama erkinin belirlediği alan dahilinde çalışabilmekteydi. Ünlü ceza hukukçularımızdan Prof. Dr. Çetin Özek, Yargının İdari Denetimi başlıklı Dergipark'taki makalesinde, 'Kuvvetler arasındaki ayrım, demokratik düzenlerde, tüm yetki ve iktidarın bir elde top­ lanıp, otoriter ve despotik bir yönetimin kurulmasını engellemek amacıyla kabul edilmiş ve bu amaca erişilebilmesi için de kuvvetle­ rin birbirlerini denetlemeleri kuralı benimsenmiştir' diyor. (2 l) 304

Türkiye bugün içinde bulunduğu Cumhurbaşkanlığı hükümet siste­ mi ile, kuvvetler ayrılığı prensibini rafa kaldırmıştır. Özellikle Cumhur­ başkanının aynı zamanda parti genel başkanı olması, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Ak Parti Grubu'nun, Cumhurbaşkanlığından gelen tüm yasal düzenlemeleri kayıtsız şartsız onaylamasına neden olmak­ tadır. Çünkü milletvekilleri kendilerini belirleyen kişiye yani genel başkanlarına, yine yani Cumhurbaşkanına karşı sorumlu hissetmekte­ dirler. Böyle bir düzende, yasamanın yürütme tarafından boyunduruk altında olduğunu çok rahat söyleyebiliriz. Montesquieu 18. yüzyılın ortalarında Kanunların Ruhu Üzerine adlı kitabında yine şöyle diyor: 'Bir hükümdar bazı görevleri ehillerin­ den alıp keyfi bir şekilde şuna buna dağıttı mı, hele iradesiyle değil de duygularıyla ülkesini yönetmeye kalktı mı, o devlet idaresi yıkı­ lıp gider. Devlet idaresinin yıkılıp gitmesinin bir başka nedeni de, her işi bizzat görmek isteyen hükümdarın, devleti hükümet merke­ zinde, hükümet merkezini sarayında, sarayını da kendi kişiliğinde toplamaya kalkmasıdır.' Yine bir başka sayfada, 'Nitekim istibdat idaresine yönelen bütün hükümdarlar, önce bütün vazifeleri kendi kişiliklerinde toplamakla işe başlarlar' diyor. (22) Elbette burada Sayın Erdoğan 'ı hükümdar yerine koyup, yönetimini istibdat rejimi olarak itham etmiyorum. Ancak tek adam rejimlerinin, kuvvetler ayrılığını ıskalayan sistemlerin, nihai olarak sürüklenme ris­ ki taşıdıkları konularda, yüzyıllar öncesinden mesajlar veren bir büyük hukuk adamının işaret ettiği noktaların altını çizmeye çalışıyorum. Bunları bir sistem uyarısı olarak yapıyorum. Zira bu anlattıklarımla bugünkü sistemde, hiç istenmeyecek birisinin Cumhurbaşkanı olması halinde, aynı yetkileri kullanması ve Erdoğan yönetiminden aynı rö­ vanşist tutumla hesap sormaya kalkmasının, Ak Parti ve Sayın Erdoğan açısından doğuracağı büyük sıkıntıların da uyarısını yapmak istiyorum.

305

Birey-Devlet iliskilerinde Deöisen Bir Sev Yok Y önetim sistemimizde sorun çözme kabiliyeti öteden beri zaten sı­ kıntılıydı. Çok partili siyasal hayata geçtikten sonra, ortalama on yılda bir siyasetimiz çözüm üretme yerine, sorun üreten ya da kendisi bizzat sorun olmaya başlayan bir mekanizmaya dönüşüyor. Sık sık koalisyon dönemlerinin istikrarsızlığından bahseder, hükü­ metlerin ömrünün kısalığının hemen her alanı ve özellikle de ekonomiyi olumsuz etkilediğini söylerdik. Oysa yaklaşık 20 yıldır kesintisiz ikti­ darda olan Ak Parti'nin tek başına iktidarına rağmen, Türk siyasetinin ve Türkiye'nin temel sorunları çözülememiş ve Cumhurbaşkanlığı hü­ kümet sistemi diye yetkilerin bir kişide toplandığı bir sisteme geçilmiş olmasına, bu sistemle hızlı ve kolayca sorun çözeceğiz taahhüdüne rağ­ men de, krizlerin ve sistemdeki tıkanmanın önüne geçilememiştir. Aslın­ da yetkilerin bir kişide toplanması ya da tek kişilik hükümet sistemi başlı başına kendisi sorundur. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Türkiye'nin sorunları yapısal sorunlar­ dır. Bu yapısal sorunlar, aynı zamanda siyasal alanın yapısal sorunla­ rından beslenmektedirler. Yapısal sorun ne demek? Yapısal sorun ismi üzerinde, yapı ile ilgili, yani her alanda var olan sistemle veya sistemsizlikle ilgili sorunlardır. Yapıyı değiştirmeden gerçekleştirilen bütün düzenlemeler onanın niteliğinde olup, sorunların çözümünde yetersiz kalmaktadır. Peki Türkiye'nin yapısal sorunları deyince ne anlıyoruz? Bunları kısaca, devlet idaresi ile ilgili sorunlar, siyasal sistemle ilgili sorunlar, devlet-vatandaş ilişkisinden kaynaklanan sorunlar, demokra­ si ve temel haklarla ilgili sorunlar, hukuk sistemimizden kaynaklanan sorunlar, eğitim ve sağlıktaki yapısal sorunlar, ekonomideki yapısal so­ runlar şeklinde özetleyebiliriz. 306

En başat yapısal sorunumuz, devlet idaresi ile ilgilidir. Kuvvetler ayrılığına dayalı yani yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden ayırmış, merkezi yönetim yerel yönetim ilişkisini muğlaklıktan çıkarmış, kamu idaresini şeffaflaştırmış, kayırmacılığı tasfiye etmiş, liyakat esaslı kamu yönetimini hakim kılabilmiş bir devlet idaremiz söz konusu değildir. Ak Parti' den önce de bu alanlar çok sorunlu idi. Bu yüzden Ak Parti ku­ ruluş felsefesini bu sorunların çözümü üzerine konuşlandırmıştı. Ne var ki geldiğimiz yer itibarı ile, yukarıda adlandırdığım sorunların hemen hepsi bugün de güncelliğini koruyor. Üstelik güneş altında söylenmedik güzel doğru ve söz bırakılmadığı halde, bugün bahse konu sorunların bir kısmı, geçmişten daha kötü bir vaziyete dönüşmüştür. Kamu idaresinde Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye bir sis­ teme geçilmiş olmasına rağmen, yukarıda bahsettiğim temel sorun alanlarında hiçbir iyileşme söz konusu değildir. Aksine yeni sistemin kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmış olması ve tek adam rejimi gibi çağdışı bir kamu yönetim modelini ortaya çıkarmış olması, sorunların daha da ağırlaşmasına vesile olmuştur. Yönetim anlayışının, paydaş katılımına dayalı yerinden yönetime evrildiği bir çağda, tüm yetkileri hir kişide toplamak, suyu yokuşa akıtmaya benziyor. Geçen yüzyılların rejimine dönerek, geleceği inşa edemezsiniz. Bir kere devlet idaresi yerel nitelikli sorunların tamamının çözümü­ nü, bütçeleri ile birlikte yerel yönetimlere bırakacak biçimde yeniden yapılandırılmalıdır. Merkezi idare, iç ve dış güvenlik, yargı, dış poli­ tika, eğitim ve sağlığın temel politikaları, düzenleyici ve denetleyici r,olitikalar ve ulusal ölçekteki diğer sorunlar dışındaki tüm yetkilerini yerel yönetimlere devretmelidir. Mevcut sistemde vatandaş 20 yıl önceki gibi her gün TBMM'ye ııışınmakta, sorunlarının çözümü için milletvekillerini iş takibine zor­ lıımaktadır. Oysa vatandaşın pek çok sorunu yerel niteliklidir ve yerin­ den yönetimle çözülebilir sorunlardır. Yeri gelmişken belirtmek lazım, yerinden yönetimle ilgili ülke bütünlüğü hususundaki endişeler son derece yersizdir. Zira bizim teklifimiz siyasal yerinden yönetim değil, idari yerinden yönetimdir. Bu noktada merkezi yönetimin esas yapma­ sı gereken, devletin asli görevi olan denetim vazifesini doğru dürüst 307

yerine getinnektir. Bugün Güneydoğu'daki kimi HDP'li belediyelerin PKK'ya destek olması, devletin denetim yetersizliği ve sistemin şeffaf olmayışının ürünüdür. Elbette HDP'li belediyeler bu desteği veriyorsa, yetkililerin en ağır ceza ile cezalandınlmalan gerekir. Ancak sistem şef­ faf olursa, kamu denetimi güçlü olursa, bir de ceza yasasında yapılacak değişiklikle bu kabil suçlara ağır cezalar getirilse, kanaatimce böyle bir destek kolay kolay yapılamaz. Ayrıca Türkiye'nin her yerinde aynı belediye modeli uygulanmama­ lıdır. Almanya gibi homojen bir toplumda bile, bölgelerin sosoyo-kül­ türel ve sosyo-ekonomik durumuna göre yerel yönetimlerde üç farklı model uygulanmaktadır. Bunlardan biri Güney Almanya Modelidir. Bu modelin uygulandığı bölge hem kültürel bakımdan ileri düzeydedir. ve homojen bir yapıya sahiptir, hem de ekonomik bakımdan oldukça ge­ lişmiştir. İkinci model olan Kuzey Almanya Modelinin uygulandığı böl­ ge ise, homojenitesi daha az, ekonomik durumu ise Güney Almanya'ya göre biraz daha geridir. Bu yüzden Belediye Başkam meclisin kendi üyeleri arasından seçilir ve sadece temsil görevi görür. İcranın başı ise Stadtdirektör adı verilen Şehir Yöneticisidir. Şehir Yöneticisi Belediye Meclisi tarafından 6, 8 veya 12 yıllığına seçilir. Üçüncü bir model ise Magistrat Modelidir. Bu modelde de belediye meclisi tarafından göre­ ve getirilen Magistrat adlı bir kurul belediyeyi yönetir. Belediye Başkam Magistrat üylerinden birisidir ve eşitler arasında birincidir. Görüldüğü gibi Almanya gibi homojen bir ülkede bile üç ayrı yerel yönetim modeli uygulanırken, Türkiye'de Bursa'da hangi belediye mo­ deli varsa, Hakkari'de de aynısı vardır. Bu son derece akıldışı bir uygu­ lamadır. Dolayısı ile yerel yönetimleri yetkilendirirken, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapılara göre farklı modeller uygulamak gerekir. Yapısal sorunlann bir başka özelliği ise, birbirini tetikler nitelik­ te olmasıdır. O bakımdan, idari sistemde yapılması gereken refonnlar yapılmazsa, diğer alanlarda yapılacak reformlardan da istenen sonuç alınamaz. Mesela sağlığın ve eğitimin alt yapıları yerel yönetimlere devredilmez ise, temel politikalann reforme edilmesinden yeterli çözüm üretilemez. Nitekim üretilemiyor ... 308

Yine idareden kaynaklanan sorunlar adaletin yükünü artırmaktadır. Haksız atamalar, kayırmacılık, vatandaş mağduriyeti, kurumlar ara­ sı koordinasyonsuzluk, bürokratik engeller ve yasal yetersizlikler gibi birçok başlıkta idare sürekli yargıya sorun üretmektedir. Yine merkezi yönetimde kuvvetler ayrılığının tesisi edilemeyişi, yargı bağımsızlığını engellemekte, bunun sonucunda da adaletsizlikten kaynaklanan sorunlar büyümektedir. Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı hiçbir sistem sorun çözemez. Bu durum ekonomik alanda da sorunların büyümesinin bir başka ne­ denidir. Öte yandan siyaset kurumunun kendisi başlı başına sorundur ve sorun üretmektedir. Vatandaş katılımına kapalı, oligarşik yapıların egemenliğinde bir parti sistemi sürgit devam etmektedir. Demokratik geleneklerin oluşmadığı böyle bir parti sisteminin, ülkeyi demokratik­ leştirmesini beklemek hayalden öte bir şey değildir. Ekonomideki sorunların da yapısal olduğu tüm ekonomistlerin ortak görüşüdür. Ekonomik sorunlar aynı zamanda, devlet idaresi, demokrasi, temel haklar ve hukuk sistemindeki reformlarla yakından ilgilidir. Eşit rekabet koşullarında herkesin erişebildiği ve yarışabildiği bir ekonomik sistem kurmadan, ekonomik alan da düzelemez. Kısacası temel hak ve hürriyetlerden hukuk sistemine, eğitimden sağlığa, birey devlet ilişkile­ rinden ekonomik sisteme kadar her alanda sorun çözme yeteneği, önce­ likle demokratikleşmeye, kamu idaresinin şeffaflığına ve liyakat esaslı dönüşümüne bağlıdır. Yaklaşık 20 yıllık güçlü Ak Parti iktidarına rağmen, devletin kronik­ leşmiş sorunları başta olmak üzere, vatandaşın gündelik hayatıyla ilgili pek çok sorun çözülememiştir. 2002 öncesi bu sorunlar ne durumda ise, bugün de aynı durumdadır. Hatta bazıları daha da kötüye gitmiştir. Bunları somut örneklerle detaylandırabiliriz. Mesela devletteki çok başlılık devam ediyor. Düşünün, büyükşehir statüsündeki bir kentin imar planları hem ilçe belediyeleri, hem bü­ yükşehir belediyeleri, hem TOKİ, hem de Çevre Bakanlığı tarafından yapılabilmektedir. Örneğin Bursa'da bu 4 kurum istediği gibi uygula­ ma imar planı(l/lO00'lik plan) yapabilmektedir. Böyle bir şehirde, imar düzeninden, sağlıklı büyümeden, sağlıklı çevreden bahsedilebilir mi? 309

Devletin hem merkezi hem de yerel idarelerinde kayırmacılık yay­ gın bir hastalığa dönüşmüştür. İşe insan almaktan, ihaleleri kimin alacağına kadar her kademede kayırmacılık esastır. Liyakat esaslı bir sistem kurulamamıştır. Merkezi idarede ve yerel idarelerde şeffaflık yoktur. Pek çok iş ka­ palı kapılar ardında, halka hesap vermeden icra edilmektedir. Kanunen yasaktır ama hem ihalelere fesat kanştınlır, hem de rüşvetin bini bir paradır. Fakat bu konularda birilerinin mahkum olduğu da çok nadir rastlanan bir durumdur. Öte yandan halk sadece seçim dönemlerinde, meydanlarda liderle­ rini alkışlayarak siyasete ve kamu idaresine katıldığını zannetmektedir. Bugün kim çıkıp diyebilir ki, bu ülkede torpil olmadan ya da rüşvet vermeden bir iş yaptırmak mümkündür? Devlettin merkezi birimlerinde ya da belediyelerde işe girmek iste­ yen herkes bir yakın aramak zorundadır. Devletin herhangi bir kurumuna işi düşen herkes birilerinden yardım talep etmektedir. Hastaneye giden hasta tanıdık doktor aramakta, çocuğunu okula kaydedecek vatandaş, tanıdık bir eğitimci ya da siyasetçi aramakta, işyeri açan bir vatandaş ruhsatlandırma ile ilgili mutlaka bir tanıdığın kapısını çalmaktadır. Bankalardan hele de kamu bankası ise kredi kullanmak isteyen bir girişimci, mutlaka etkili bir siyasetçiyi bulmak zorundadır. Mahallesine yol, çevre düzenlemesi yaptırmak isteyen muhtar bile, ilgili belediye ile aynı siyasal düşüncede olmak zorunda ya da en azından öyle görünmek zorundadır. Her fırsatta Osmanlı 'ya öykünen iktidar sahipleri, Osmanlı'nın çöküş hikayesinin arkasındaki ana sebebin liyakatsizlik, makamların parayla alınıp satılması olduğundan bihaber midirler? Ekonomik koşulların yaşamı bu derece zorladığı şartlarda, hak etme­ diği halde, sırf birilerinin torpili ile işe giren ve fazla emek harcamadan doyurucu ücretler alan insanların varlığının yarattığı adaletsizlik duy­ gusu, bir toplum için en yıkıcı duygulardandır. Hatta öyle bir noktaya geldik ki, artık siyasal bağlantılarla torpil yapanlar bile, 'acaba benden daha torpilli insanlar devrede mi' diye, müracaat ettikleri işle ilgili sonuçlar belli olana kadar ayn bir stres yaşamaktadırlar. 310

Peki kamudaki herhangi bir pozisyon için, yeterli eğitim almadığı, yeterli donanıma sahip olmadığı halde, sırf siyasi bağlantıları sayesinde bir insanın istihdam edilmesi ayrımcılık değil midir? Bu durum, kanun önünde eşitlik ilkesinin dolaysı ile anayasanın ih­ laline sebep olmuyor mu? Siyasilerimiz bunlara aracı olurken, nasıl bir haksızlığa sebep ol­ duklarının farkında değiller mi? Böyle bir haksızlığı bilerek, hazmederek yapan siyaset kurumundan ülkeye bir fayda gelir mi? Halk arasında geçmişte var olan, işe girmek için 'ya paran olacak ya da dayın' tekerlemesinin yaklaşık 20 yıllık Ak Parti iktidarı dö­ neminde ortadan kalkmasını ümit ederken, tekerlemenin daha da güç­ lendiğini görüyoruz. Bu yüzden çok nitelikli insanlar iş bulamamakta, liyakati hiç de uygun olmayan insanlar ise, önemli makamlara getiril­ mektedirler. Böyle bir sistemden verimli çalışma elde etmek mümkün değildir. O bakımdan devletin işleri liyakatsiz kadrolar elinde akamete uğramakta, vatandaş-devlet ilişkilerinden kaynaklanan sorunlar da bir türlü çözüme kavuşmamaktadır. Yaklaşık 20 yıllık bu iktidar döneminde geçmişin yanlışlarından in­ tikam alma uğruna, bütün bu alanlardaki sorunlar çözümsüz bırakılmış­ tır. Oysa halkın gerçek beklentisi bahse konu sorunların çözülmesiydi. Esasen çözülebilirdi de. O bakımdan sık sık ifade ediyorum, yaklaşık 20 yıllık Ak Parti iktidarında Türkiye tarihi bir fırsat kaçırmış, zamanı ve kaynaklarını heba etmiştir. Bugün hala vatandaşla devlet arasında birçok yerde arazi anlaşmazlık­ ları devam etmektedir. Devlet vatandaşıyla mahkemelik durumdadır. Bü­ rokrasideki 'mevzuat hazretleri' denilen vatandaşa zulüm mekanizması, bunca teknolojik gelişmeye rağmen, birçok alanda devam etmektedir. Eskiden devlet bazı binaları yapar, birilerine rant sağlar, sonra o bi­ nalar mevzuat hazretleri yüzünden çürür, devlet de millet de seyrederdi. Bugün güçlü Ak Parti iktidarına rağmen aynı durum devam etmektedir. Bunun en bariz örneği Bursa'daki Çelik Palas Oteli ek inşaatıdır. Vak­ tiyle Emekli Sandığı tarafından yapılan Çelik Palas Oteli ek binası 20 y1ldır çürümeye terk edilmiştir. Öte yandan metruk bina çevre sakinle311

rinin güvenliğini tehdit etmekte, vatandaşlar nezdinde büyük rahatsızlık yaratmaktadır. Devletin kurumu kendi yarattığı sorunu çözememektedir. Türkiye genelinde bu gibi örneklerin yüzlercesine rastlamak mümkündür. 20 yıl önceki iktidarlar döneminde adalete olan güveni ortadan kal­ dıran af uygulamaları, bugün de devam ediyor. İmar affı, k&mu alacak­ ları affı vs... Aflar sayesinde adeta işini düzgün yapan ya da borcunu vaktinde ödeyen insanlar cezalandırılıyor. Yine 20 yıl önce olduğu gibi mafya bozuntuları racon kesmeye de­ vam ediyor. Bir takım çeteler karşı fikirdeki insanları sokak ortasın­ da darp ediyor, yani organize suç örgütleri ortalıkta cirit atıyor. Kolluk kuvvetleri ve yargı sanki eli kolu bağlıymış gibi çoğu kez yasaların gereğini hakkıyla yerine getiremiyor. Her dönem olduğu gibi kanun ve yönetmelikler uygulanamaz biçim­ de çıkıyor, torpili olan yırtıyor, gariban vatandaşlar eziliyor. Yani kanun önünde eşitlik anayasada var ama uygulamada hak getire. Yukarıda sıraladığım vatandaşın işini zorlaştıran, huzurunu kaçıran, adalet duygusunu zedeleyen, devlete olan güvenini sarsan sorunlar, ülke genelinde binlerce örnekle çoğaltılabilir. Avrupa 'nın o bizi kıskandığını söyledikleri ülkelerinde, bu yukarıda bahsettiğim sorunlar 200 yıl öncesinde kalmış sorunlardır. Bütün bu içten içe insan hayatını kemiren sorunların çözümü tüm bu alanlarda reform yapmaktan, kalıcı sistemler kurmaktan, kamu idaresinin şeffaflaşmasından geçiyor. Sistemsizlik hemen her alanda temel sıkıntı­ mızdır. Ak Parti döneminin en başarısız olduğu alan sistem kuramama alanıdır. İşler el yordamı ile icra edilmekte, kervan yolda düzelir temel mantık olarak görülmektedir. Sistem kurma yerine, 'şimdi sıra bizde' mantığı ile, devleti ele geçirip bir taraftan yandaşlarla ganimet paylaş­ mak, diğer taraftan devleti kendi ideolojisine göre biçimlendirmek geç­ mişte de iktidarların kötü uygulamasıydı, bugün de aynı uygulama her gün biraz daha artarak devam ediyor. Oysa 2002'de Ak Parti'yi iktidara taşıyan nedenler, bu saydığım so­ runlardı. Güçlü iktidarların esas işi vatandaşın bu gündelik sorunlarına çözüm üretmektir. Nitekim Ak Parti iktidara, 'hiçbir şey eskisi gibi olmayacak' taahhüdü ile gelmişti. Maalesef bazı altyapı yatırımları 312

dışında, yukarıda örneklendirdiğim gibi pek çok alanda her şey eskisi gibi olmuş, o alt yapı yatırımlarında da kayırmacılık esaslı eskisinden beter işler yapılmıştır. Teknolojinin akıllara durgunluk veren bir hızla geliştiği, demokratik değerlerin, hak ve özgürlüklerin, insani yaşam kalitesinin hızla yük­ seldiği bu çağda, hala geçen yüzyılların sorunları ile boğuşup zaman kaybetmek, çok ağırıma gidiyor. Esasen Türkiye sorun çözmeyi becere­ bilecek birikime sahiptir. Bunun için bu birikime duyarlı olacak, şimdi sıra bizde demeyecek, iyi niyetli siyasetçilere ihtiyacımız vardır. Bu ülkede herkesin yararına bir düzen kurmak, çok zor değildir. Yeter ki iyi niyet olsun.

Eğitimde Büyük Basarısızlık Kitlesel eğitim, devletlerin en önemli işlevlerinden biridir. Ülkeler kitlesel eğitim yolu ile toplumlarının genel kapasitesini artırır ve nite­ likli insan gücünü yükseltirler. Hiçbir ülke yoktur ki, eğitimde başarısız olsun ama aynı zamanda zengin ve gelişmiş ülke olsun. Petrol zengini kimi Arap ülkelerinin durumu, petrole bağlı şimdilik bir varsıllıktan ibarettir. Petrol sonrası zenginliklerini koruyacak bilimsel, teknolojik ve kültürel altyapıları yoktur. Zaten petrol zengini ülkeler, gelişmiş ülke tanımlamasının içine de girmezler. Zira gelişmişlik, salt para ile ölçülmez. Gelişmişlik, temel hak ve özgürlükler, demokratik bilinç, siyasal hayata katılım, yaşam kalitesi, kadın erkek eşitliği, toprak, su ve hava kalitesi, ortalama ömür, eğitim düzeyi, sosyal politikaların varlığı, kentlilik bilinci ve sağlıklı şehirleş­ me gibi pek çok parametre ile ölçülebilen ayncalıklı bir durumdur. Ak Parti döneminde Sayın Erdoğan'ın da itiraf ettiği gibi eğitimdeki başarısızlığın ayrıntılarda saklı pek çok alt nedeni vardır. Ancak kök sorun, bitmeyen kültür kavgamızdır. Bu kavganın arka planında da, aklı özgürleştiremeyen, cemaat mensubiyetini birey olmaya tercih eden, öz­ gürlükler yerine yasağı yeğleyen, bir türlü sekülerleşemeyen, düşün­ ceyi ve aklı sınırlayan toplumsal ve siyasal kültürümüzün izleri vardır. 313

Cumhuriyeti kurarken en büyük üç meselemizden biri cehaletti. Ye­ tişmiş insan gücümüz neredeyse yok denilecek kadar azdı. Okuryazar oranımız bile erkeklerde yüzde 5'ler, kadınlarda binde 4'ler seviyesin­ de idi. Mühendisimiz, doktorumuz, öğretmenimiz, matematikçimiz, edebiyatçımız, sosyal bilimcimiz, bilim adamımız ve meslek sahibi insanımız parmakla sayılacak kadar azdı. Halbuki Batı ile rekabet edebilmenin yolu, müspet ilimlerde nitelikli insan gücüne sahip olmaktan geçiyordu. Osmanlı'nın son 200 yılında bir türlü beceremediği batı tarzı düşünüş ve üretim biçimini başarma­ nın başka yolu yoktu. il. Abdülhamid bile, bir yandan medreselere do­ kunmazken, Batıyla mücadele etmenin Batı tarzı eğitimden geçtiğini bildiği için, Türkiye'de(Osmanlı'da) ilk seküler okulları açtı. Tabiatıyla başta matematik olmak üzere müspet ilimleri yüzyıllar boyunca ıskalamış olan Osmanlı'nın, Abdülhamid'in bu hamlesi ile kurtuluşu mümkün değildi. Ancak l 789'da 111. Selim'le başlayan, Se­ ned-i İttifak, Tanzimat, Islahat Fermanı ve Meşrutiyetlerle devam eden modernleşme çabalannın Cumhuriyetle keskin dönüşümünü ta­ mamlaması, müspet ilimler yönündeki tereddütleri ortadan kaldırmıştır. Cumhuriyetin en kıymetli eğitim projelerinden biri 'Köy Enstitü­ leri' idi. Şehirleşmesi çok gecikmiş, becerileri olmayan, müspet bilim­ den uzak Türk toplumunun bireylerini bilinçlendirmek, meslek sahibi yapmak, kadın-erkek bir arada okuyabilme ve çalışabilme olgunluğunu kazandırmak, kadınlanmızın işgücüne katılımını sağlamak ve kent kır aynmına dayalı kalkınma ve gelişme farklılıklannı giderebilmek için or­ taya konulmuş, topyekün bir kalkınma projesiydi. Köy Enstitüleri, 1940 yılında ileri görüşlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından kurulmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Sosyalist pratiği faşizme dönüştü­ ren Proleterya diktatörü Josef Stalin döneminde Sovyetler Birliği Tür­ kiye'den Kars, Ardahan ve Artvin'i isteyince, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ABD'den askeri yardım talebinde bulundu. ABD ise Truman Doktrini çerçevesinde yardım etmeyi kabul etti, ancak Köy Enstitüleri gibi Sovyet sistemine benzeyen yapıların kaldırılmasını istedi. Ne yazık ki, eğitim tarihimizin bu en kıymetli projesi, Yücel'in ayrılmasından 314

sonra gelen bakan tarafından önce Köy Öğretmen Okullan 'na dönüş­ türüldü ve daha sonra da Demokrat Parti iktidarı döneminde 1954 'de CHP'nin de desteği ile Köy Enstitüleri kapatılarak, ortadan kaldınldı. Burada dikkat edilmesi gereken kritik noktalardan birisi, Köy Ensti­ tüleri 'nin toplumun büyük ekseriyeti tarafından anlaşılamaması ve bunu sahiplenme şöyle dursun, özellikle kadın erkek bir arada olmasına tepki göstererek, bu okullar üzerinde çeşitli yalan tevatürler ortaya atılıp, ka­ patılmasına destek verişidir. Yani özellikle muhafazakar halk kitleleri bu kıymetli okulları sahiplenmemiş, aksine kapatılmasına destek vermiştir. İlerleyen zamanlarda, eğitim konusu hep ideolojik kaygılarla ele alınmış, her gelen iktidar kendi politik endoktrinasyonu üzerinden nesil yetiştirme iddiaları ile eğitimi dünya gerçeklerinin uzağına düşürmüş­ tür. Geleneksel kaygılar, dini taassup, oy devşirme hesaplarına dayalı popülist politikalar, ideolojik ve siyasal farklılıklar, kültürel çatışmalar, aklı ve bilimi önceleyen ortak bir eğitim politikası oluşturmayı ve üze­ rinde herkesin uzlaşabileceği bir eğitim sistemi kurmayı engellemiştir. Ak Parti döneminde de eğitim yine ideolojik kaygılara kurban edildi. Eğitim sistemi çağın icaplarına uygun, eleştirel akim, özgür ve ya­ ratıcı düşüncenin geliştirildiği bir sistemle yer değiştirmesi gerekirken, sırf ideolojik saiklerle, adeta yazboz tahtasına dönüştürüldü. Başlan­ gıçta Erkan Mumcu'nun bakanlığı döneminde izlenen, derslik sayısı­ nı artırmaya ve fiziki şartları iyileştirmeye dönük hükümet politikası doğruydu ve bundan iyi sonuçlar da alındı. Ancak diğer tüm alanlar­ da olduğu gibi 2011'den itibaren eğitimde de, ideolojik saplantıya esir düşerek, adeta gençlik dönemi duygusallığı ile, lise yıllarından kalma yalan yanlış bilgilerin takıntıları ile akıldışı yollara sapıldı. Sorgulama ve aklı özgür kılma noktasında sorunlu ve daha çok teoloji ağırlıklı derslerin egemen olduğu okullar olan İmam-Hatip okulları, ihtiyacın çok ötesinde çoğaltılarak, eğitimin omurgası haline getirildi. Zorunlu eğitim 8 yıldan 12 yıla çıkarılarak, 4+4+4 tarzında bir mo­ del 6287 sayılı kanunla uygulamaya başlandı. 2012-2013 eğitim öğre­ tim döneminde devreye sokulan bu modelle, çocuklara ilk dört yıllık eğitimden sonra meslek seçme tercihi gibi, o yaşta, o evrede çocuk psi­ kolojisi ve temel eğitimle bağdaşmayacak bir yol gösteriliyor. Tama315

men İmam-Hatiplerin orta kısmını açmaya yönelik bir uygulama olan bu garabet, hiç şüphe yok ki, bilimsel bir yaklaşımın değil, ideolojik ve rövanşist bir tutumun ürünüdür. Zira eğitim bilimi açısından, hiçbir anlamı ve hiçbir değeri yoktur. Bu düzenleme toplumun eğitim ihti­ yaçlarından doğmamış, ideolojik saiklerin ürünü olarak ortaya konul­ muştur. Aynca yine bu model, hiçbir akademik çevrede tartışılmamış ya da Eğitim Şurası'nda konuşulmamış, düzenleme ile ilgili hiçbir ön çalışma veya planlama yapılmadan devreye sokulmuştur. Oysa eğitim, tamamıyla bilimsel bir konudur ve bilimin yönlendirmesi ekseninde ele alınmalıdır. Zira çocukların zihinsel, duygusal ve bilişsel gelişimleri bilimin konusudur. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan 'nın geldiği ve beslen­ diği Siyasal İslam köklerine dönüşünün en belirgin icraatlarından biri, eğitim sisteminin İmam-Hatip okulları üzerinden yeniden tanımlanma­ sı ve bu amaçla İmam-Hatip okullarının ihya edilmesidir. Ak parti ikti­ darının ilk yıllarında eğitimin alt yapısına ciddi kaynaklar aktarılmaya başlanmış, eğitim bütçesi savunma bütçesinin önüne geçmişti. Ne var ki rövanşist tutumun en çok kendini hissettirdiği alan yine eğitim ala­ nı oldu. Geniş anlamda kamu harcamaları içerisinde yüksek bir paya sahip olan eğitim harcamalarının aslan payı İmam-Hatiplere, özellikle de İmam-Hatiplerin bina ve altyapılarına gitti. Bina yapımlarında bile rövanşizmin egemen olduğu bu okul binaları, sırf İmam-Hatip takın­ tısını tatmin etmek, geçmişte bu okullara yönelik bir takım olumsuz tutumlardan intikam almak için, insanların gözüne sokar gibi şatafatlı binalar olarak yapıldı. Oysa İmam-Hatipler teoloji ağırlıklı eğitim ve­ ren okullardı. Böyle olması da çok doğaldı elbette. Ancak sırf intikam hırsı ile bu okulların eğitimin omurgası yapılması çabalan, eğitim sis­ temimize, hem kaynak kayıpları bakımından hem de eğitimin niteliğini yükseltmek bakımından büyük zarar verdi. Öte yandan İmam-Hatip okulları elbette ihtiyaçtı. Ancak sektiler eğitimin içine seçmeli de olsa iddia edilen dini eksiklikleri giderecek dersler konulduğuna göre, artık İmam-Hatip okullarının daha nitelikli bir seviyeye ve daha sınırlı bir sayıya çekilmeleri gerekirdi. Ama bura­ da da eski takıntılar nüksetti ve bir intikam hırsı ile süreç yönetilmeye 316

çalışıldı. Okuyucularım buradan bir imam-Hatip karşıtlığı çıkarmasın­ lar lütfen. İmam-Hatiplerin bir ihtiyaç olduğuna ve o ihtiyacın optimum ölçekte karşılanması ile sınırlı tutulması gerektiğine inananlardanım. Ne var ki böyle yapılmadı. İmam-Hatip Fen Lisesi, İmam-hatip Sosyal Bilimler Lisesi diye, İmam-Hatip okullarının ana felsefesi ile çelişkili kavramların bir araya getirildiği okullar açıldı. Yetmedi bazı İmam-Ha­ tipler, proje okul statüsüne çıkarılarak, bu okulların müdürlüklerine titri profesör olan akademisyenler atandı. Mesela Ekim 2017'de, Trabzon Avrasya Üniversitesi Rektörü olan Prof. Dr. Aşkın Asan, İstanbul Üs­ küdar Tenzile Erdoğan Kız Anadolu İmam-Hatip Lisesi Müdürlüğüne getirildi. Bilgisayar ve Eğitim teknolojileri konusunda uzman olan Aş­ kın Asan'ın üniversitede eğitimci olması gerekirken, sırf İmam-Hatip takıntısı üzerinden İmam-Hatip Lisesi Müdürü yapılması, çok absürt bir uygulama olmuştur. Bu arada öğrenci niteliğini artırmak, başarılı meslek ve bilim insan­ ları yetiştirmenin yolunu açmak için Türkiye'de 1975 yılından itibaren 'Anadolu Liseleri' kuruldu. Esasen bu liselerin temeli 1955 yılında İs­ tanbul, İzmir, Eskişehir, Diyarbakır, Konya ve Samsun'da 'Maarif Ko­ leji' adıyla atılmıştır. Bu liselere daha sonra 1975 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 'Anadolu Lisesi' adı verilmiştir. 2013 yılına kadar Anadolu Liseleri, üniversite başarı oranları oldukça yüksek ve yaban­ cı dil eğitiminin dünyadaki bilimsel gelişmeleri izleyebilecek düzeyde çok başarılı olduğu okullardı. Hatta bazı dersler özellikle İngilizce oku­ tuluyordu. Zaten 4 yıllık olan liselerin ilk yılı tamamen dil eğitimine ayrılarak, hazırlık sınıfı olarak geçiyordu. Ancak önce genel liselerin tamamı 2013 yılı itibarı ile Anadolu Lisesine dönüştürülerek, ikili öğ­ retime geçildi ve Anadolu Liseleri'nin amacı ortadan kaldırıldı. 20152016 eğitim öğretim yılından itibaren de sınıf mevcutları 40 kişiye çıkartılarak bu liselerin niteliği ve amaçları tamamen yok edildi. Amaç da buydu galiba. Sırf İmam-Hatipleri öne çıkarmak için, diğer tüm ra­ kip olabilecek okulların başarılarını geriletecek uygulamalara imza atıl­ dı. Mesela İstanbul'daki proje okulların öğretmen kadrosu dağıtılarak, onların başarısı da aşağıya çekildi. Üstelik bütün bu kayırmacı tutuma rağmen, İmam-Hatiplerden istenen başarı da elde edilemedi. 317

Netice itibarı ile sonuçları bakımından eğitim sistemimizin kalite­ sine bilinçli bir darbe vurulduğu ortadadır. Oysa vaktiyle buralardan yetişmiş çocuklarımız, hem akademik düzeyde hem de mesleki anlam­ da çok başarılı oldular ve Türkiye'nin nitelikli insan gücüne çok katkı­ da bulundular. Ancak bu başarı hikayesine adeta tahammül edilemedi ve Anadolu Lisesi dediğimiz güzide okullarımızla, İstanbul'daki proje okulları tarumar edildi. Halbuki dünyanın gelişmiş ülkelerinde herke­ sin yeteneklerine göre okuyabileceği okullar kategorik biçimde oluştu­ rulmuştur. Mesela Almanya'da 4 okullu eğitim sistemi vardır. Bunların içinde Gymnasium (Almanca'sı das Gymnasium ya da Gymnasien) adlı okullar akademik lise olarak adlandırılır ve üniversiteye gidecek öğrenciler bu okulda okurlar. Bunlar en yüksek dereceye ve yüksek kaliteye sahip liselerdir. Eğitimdeki başarısızlığı nihayet Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan 2017-2018 Akademik Yılı Açılış Töreni 'nde itiraf etti. Erdoğan, 'Türki­ ye'de iki alanda arzu ettiğimiz gelişmeyi sağlayamadık. Bunlar eği­ tim öğretim ve kültür alanlarıdır' diyordu. Kültürden neyi kastettiğini bilmiyoruz ancak, eğitimdeki başarısızlık yukarıda anlattığım nedenlerle ve bu nedenlerin sonucu olarak ortaya çıkan sayısal verilerden belliydi. Gelinen noktada, geleceğimizin teminatı olan eğitimimiz, ulusal ve uluslararası alanda çok gerilere düştü. Bu konuda bakmamız gereken ve durumumuzu ortaya koyan veriler PISA verileridir. Dünya Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), her üç yılda bir 15 yaş gru­ bundaki öğrencilerin durumunu değerlendirdiği ve adına PISA (Prog­ ram for International Student Assessment/Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) denilen bir program yürütüyor. Türkiye 2003 yılından itibaren bu programa dahil oldu. Kendi dilinde okuma ve okuduğunu anlama, matematik ve fen bi­ limleri alanlarında yapılan bu değerlendirmede Türkiye, 2003 yılından 2012 yılına kadar belirli bir artış eğiliminde olduğu halde, 2015 yılında bu alanların tümünde geriye gitti. Yarışmaya 3 7 OECD ülkesi ve 31 de partner ülke olmak üzere top­ lam 78 ülke katılıyor. 2003 sonuçlarına göre Türkiye, matematikte 34.cü, okuma becerisinde 33.cü, fen bilgisi ve problem çözme be318

cerisinde 28.ci olmuştu. PISA 2015 sonuçlarına göre ise Türkiye, matematikte 50.ci, okuma becerilerinde 50. fen bilimlerinde ise 54.sırada yer alarak oldukça gerilere düştü. Bu sıralama esasen son­ dan ikinci sıralamadır. 2018 'de yarışmaya katılan ülke sayısı 79 oldu. Bu yarışmada ise Türkiye matematikte 42.ci, okuma becerilerinde 40.cı, fen bilgisi ve problem çözmede 37.ci sıralara çıktı. 2015 verilerine göre bir iyi­ leşme olmakla birlikte Türkiye, bütün dönemlerde OECD ülkeleri ortalamasının altında kalmaya devam ediyor. (23) Her dönem ilk sıralan paylaşan ülkeler ise, Güney Kore, Japonya, Kanada, Belçika, Hollanda, Avustralya ve Finlandiya gibi ekonomisi ve refah seviyesi oldukça iyi olan ülkelerdir. Almanya ilk 20'de, ABD ise okuma ve fen bilimlerinde ilk 20'de yer alırken, matematikte 24.cü oldu. Üniversite sınav sonuçlarındaki geriye gidişin ve hezimetin nedenleri ve eğitimde yapılması gerekenler konusunda, bütün televizyonlar, bütün radyolar ve yazılı medya günlerce, hatta haftalarca bu konuyu konuşma­ lı. Emin Çapa'nın dediği gibi bu tablo karşısında uykularımız kaçmalı ... Sorumlulardan uykusu kaçan var mı acaba? PISA verileri üzerinde, başarılı oldukları halde Finlandiya, Sin­ gapur, Danimarka, ABD, İngiltere, Japonya ve Almanya ligindeki ülkeler günlerce, haftalarca PISA sonuçlarını tartışıyorlar. Bizde ise PISA'nın ne anlama geldiğini bilmeyenler eğitimi yönetiyor ya da ço­ cuklarımızı eğitiyor. Yine Dünya Ekonomik İşbirliği Kalkınma Örgütü (OECD)'nün 2016 yılı verilerine göre, Türkiye'de ilkokuldan üniversiteye kadar her bir öğrenci için eğitim kurumlarına yıllık 5 bin 633 dolar harcanırken, OECD ülkelerinde ortalama oran bizim rakamın iki katı, yani 10 bin 502 dolar civarındadır. Türkiye'nin geride bıraktığı ülkeler ise, Meksika ve Kolombiya gibi ülkelerdir. Bu konuda en fazla harcama yapan ülke­ ler, Lüksemburg 21 bin 470 dolarla birinci, ABD 16 bin 987 dolarla ikinci ve Avusturya 15 bin 806 dolarla üçüncü sırada bulunmaktadır. Yeri gelmişken Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, aynı zamanda Eğitim Yönetimi, Eğitim Denetimi, Eğitim Plan­ laması ve Eğitim Ekonomisi konularında uzman olan Prof. Dr. Esergül 319

Balcı ve ekibince 4 ay süren bir saha çalışmasını da burada paylaşmak isterim. 2018 yılında, 'Eğitimde Tarikat ve Medrese Gerçeği' adıyla yayınlanan çalışma, eğitimin içine düşürüldüğü halin fotoğrafını orta­ ya koyması bakımından çok manidar bir çalışmadır. Bu raporun yayın­ lanmasından sonra Esergül Balcı hoca hakkında soruşturma açılmış, o da bunun üzerine emekliliğini istemiştir. Oysa Prof. Dr. Esergül Balcı, ABD, Rusya ve Polonya'da üniversite öğretim üyesi olarak çalışmış, eğitimi bütün boyutlan ile bilen oldukça nitelikli bir akademisyendi. Yapılan saha çalışmasında ve hazırlanan raporda, eğitim alanında izlenen politikaların ve eğitim sorununun ülkemiz açısından bir mil­ li güvenlik sorununa dönüştüğü tezi ortaya konuluyor. Gerçekten de eğitim bir yam ile sağlık, bir yam ile ekonomi, bir yanı ile de milli güvenlik değil midir? Rapora göre, eğitimin Siyasal İslam eksenli dinci yapısı, 'cihatçı bir toplum yaratma' olan birinci aşamayı tamamladı. İkinci aşamada ise, 'din amaçlı silahlı mücadeleye girmek' hedeflenmektedir. Çalışma, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Türkiye İstatistik Kuru­ mu (TÜİK), Eğitim Sendikalan ve diğer kamu kurumlarının verileri üzerinden yapılan incelemeye dayanıyor. Bu arada İstanbul, Ankara, İzmir, Van, Diyarbakır, Bursa, Sakarya, Düzce, Denizli, Adıyaman, Siirt, Şırnak, Mardin, G. Antep, Şanhurfa ve Batman illerinde tek tek bireylerle yüz yüze görüşülerek, nitel araştırma yoluyla saha çalış­ ması yapılmış ve çalışmada elde edilen veriler rapor haline getirilmiştir. Rapora göre, Türkiye'de belli başlı 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu bulunuyor. Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adı­ yaman, Batman, Van, Hakkari, Şırnak, Ağn, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere 800'ün üzerinde faal medrese bulunuyor. Üstelik büyük şehirlerde çoğunluğu kız çocuklanna yönelik açılan kaç apart­ man medresesinin faaliyette olduğu ise tam olarak bilinmiyor. Rapora göre, tarikat okullanndaki öğrenci sayısı 210 bin dolayında. 4 binin üzerindeki özel yurdun 2 bin 480'i bir tarikatla bağlantılı. Tarikatlara bağlı yurtların kapasitesinin 380 bin olduğu ileri sürülüyor. Bu yurtlar­ da kalan öğrenci sayısı 225 bini buluyor. Kayıt dışı kalanlann sayısı ise tam olarak tespit edilemiyor. Yurtlarda 'Seyda' denilen eğitmenlerin 320

çoğunluğunun, 1980-1994 yılları arasında İran'ın dini merkezi Kum'da ve lrak'ın Akre ve Erbil gibi tarikat merkezi şehirlerinde eğitim aldığı iddia edilen raporda, bu isimlerin Hizbullah örgütü mensuptan ya da sempatizanlarından oluştuğuna vurgu yapılıyor. MEB verilerine göre medreselerin yoğunlaştığı iller okul öncesi eğitimde Türkiye ortalama­ sının altında olduğu ilerdir. Bu durumun nedeni medreselere kaydolma yaşının, bazı bölgelerde 3 'e kadar düşmesi olarak gösteriliyor. Yine ra­ porda, resmi kayıtlar dışında gayrı resmi olarak faaliyet gösteren okul, yurt, ev, tekke ve medreselerle birlikte bir milyon çocuğun tarikatla­ rın elinde olduğu ileri sürülüyor. Raporda harp okulları da ele alınmış ve FETÖ hakimiyeti ile bugünkü sistem arasındaki benzerlikler ortaya konulmuştur. Buna göre, dini yapıların eğitim yoluyla devlet içinde kadrolaşmasının en kaygı verici sonuçlarından birinin harp okullarında yaşandığına vurgu yapılıyor." (24) Öte yandan Prof. Dr. Esergül Balcı, daha sonra yaptığı açıklamalar­ da şunları söylüyor: '2017 eğitim-öğretim programı kapsamında değiş­ tirilen ders kitapları millilikten uzaktır. Üstelik çocuklara insanı en çok aşağılayan çağdışı uygulamalardan olan cariyelik, Şeriatın ceza huku­ ku anlamına gelen ukubat, yine İslam Şeriatına göre insanların ken­ di aralarındaki hukuki, idari ve mali konuları düzenleyen kavram olan muamelat, yine din uğruna savaşmayı emreden cihat ve eleştirel aklı, hür düşünceyi engelleyen itaat etme gibi kavramlar öğretilmektedir. Bunun yanı sıra pek çok dini-siyasi telkinleri içeren bölümler, fotoğraf­ lar da vardır. Ders kitaplarında bu öğeler dururken, yenidünya düzenine uyum sağlayabilecek, gelişmiş dünya ile her alanda rekabet edebilecek bireyler yetiştirebilmek pek mümkün görünmüyor.' (25) Bu raporu önemsemekteki maksadım, inanç istismarının boyutlarını ortaya koymak, inancın bireyselliği yerine cemaatçi yapılar üzerinden, inancı bir çatışma aracı olarak kullanmak isteyen Siyasal İslamcıların topluma yaptıkları kötülüğü deşifre etmektir. Kimsenin inancını sor­ gulamak ya da dindarlık eksenli bir eleştiriye kapı aralamak amacında değilim. İnanç özgürlüğünü ve bu özgürlüğün yaşanma serbestisini te­ mel haklardan kabul eden biriyim. Ancak inancı kaynağından saptıran, birey-tanrı ilişkisinin dışındaki mecralara taşıyan ve inanç üzerinden 321

toplumsal bir çatışmaya yol açabilecek organizasyonları ortaya koymak ve bu mahfillere dikkat çekmek gerekiyor. Öte yandan inancın alanı soyut alandır. Yani soyut düşünme becerisi olmayanların, inanç konusunda sağlıklı düşünmeleri, sağlıklı davran­ maları mümkün değildir. O bakımdan soyut düşünme becerisi olma­ yan, bu yetenekleri gelişmemiş olan 3-4 yaşındaki çocukların tarikat yuvalarında koşullandırılmaları, zihnen ve bedenen istismar edilmeleri kabul edilemez bir durumdur. Yukarıdaki raporun detaylarında bu ko­ nular ayrıntılı biçimde işlenmektedir. Üniversitelerimizin durumu ise, yine popülizme kurban edilmiş va­ ziyettedir ve ortada üzücü bir çoraklaşma mevcuttur. Düşünebiliyor musunuz, Cumhuriyet tarihimizde ilk defa bir akademisyen, can güven­ liği olmadığı için yurtdışındaki bir üniversiteye giderek orada çalışmak zorunda kaldı. İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, bilim insanının özgür düşünme iradesi ile yaptığı açıklamalardan ötürü büyük tehditler almaya başladı. Sonunda Almanya'daki Münster Wilhelm Üniversi­ tesi'nin İslam Teolojisi Bölümü'nden davet alarak, akademik çalış­ malarını Almanya'da sürdürmek üzere, 'Yerli ve milli cehennemden gidiyorum' diyerek ülkemizi terk etti. il. Dünya Savaşı sırasında Hit­ ler'den kaçan Alman bilim insanları ülkemize gelmiş, birçok üniver­ sitemizde çok önemli katkılarda bulunmuşlardı. Şüphesiz ki Hitler ile mukayese edilecek koşullarda değiliz ama, can güvenliği gerekçesi ile bir akademisyenimizin Almanya'ya gitmek zorunda kalması çok üzücü ve üzücü olduğu kadar da düşündürücüdür. Dönemin ruhu hemen her konuda nitelik değil nicelikten yanadır. Büyük olsun, çok olsun ama kaliteli olup olmaması önemli değil. Ne ya­ zık ki bu anlayış eğitimin üniversite başlığında çok belirgin bir biçimde uygulanmıştır. Türkiye'de 2002 yılı verilerine göre 68'i devlet üniversitesi 25'i vakıf üniversitesi olmak üzere 93 üniversite mevcuttu. 2020 yılı ve­ rilerine göre ise, 130'u devlet üniversitesi, 76'sı vakıf üniversitesi olmak üzere 206 üniversiteye ulaşılmıştır. 19 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde üniversite sayısı iki katın da üzerine çıkmıştır. Halbuki l 9 yıllık sürede bu kadar çok üniversite sayısına ulaşmak, nitelikli üni322

versiteleşme açısından sağlıklı bir durum değildir. Gelişme olmadan gerçekleşen büyüme/çoğalma nitelikli bir büyüme olamaz. Olsa olsa buna hormonal bir büyüme ya da hibrit bir üniversiteleşme denilebi­ lir. Türkiye 2019-2020 öğretim yılında Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) istatistiklerine göre üniversitelerimizde 7 milyon 940 bin 133 öğren­ ci eğitim görmektedir. Bu rakam 2002 istatistiklerinde 1 milyon 677 bin 936 idi. Bizimle hemen hemen aynı nüfusa sahip olan Almanya'da üniversite öğrenci sayısı 3 milyon civarında iken bizde 8 milyona ulaş­ mıştır. Nicelik konusunda Almanya'yı geçtik, peki ya nitelikte durum nedir? Bugün Alman üniversitelerinden mezun gençlerin dünyanın her yerinde iş bulma imkanları varken, Rize Recep Tayyip Erdoğan Üni­ versitesi'nden mezun gençler ne kadar iş bulabiliyorlar? Bırakın RTE Üniversitesini Türkiye'de eski üniversitelerimizin İktisadi ve İdari Bi­ limler Fakültelerinden mezun binlerce genç kendi alanlarının dışında işlerde çalışmaktadırlar. Nitelik gözetilmeden oluşturulan üniversite bolluğu ya da üniversite enflasyonu, üniversite kavramını tüm bileşenleri ile birlikte değeri ol­ mayan bir hale dönüştürmüştür. Akademik kadro olmadan, laboratuvar ve benzeri ihtiyaçlar karşılanmadan, bin bir altyapı yetersizliği altında onlarca üniversite açılmıştır. Neredeyse sadece levhadan ibaret üniver­ sitelerimiz vardır. Saygın akademisyenlerimizden Prof. Dr. Kemal Gözler hoca, 'Tür­ kiye'de üniversite öğrencisi olmayı gerçekten hak eden öğrencile­ rin hak ettiği kaynaklar, öğrenci sayısının fazlalığı yüzünden israf edilmektedir' diyor. Ve her ile bir üniversite açılmasını büyük bir kay..: nak israfı olarak nitelendiriyor. Daha az üniversite öğrencisi demek, devletin öğrenci başına harcayacağı paranın daha fazla olması demek­ tir, bu durum da öğrencilerin daha kaliteli eğitim alacağı anlamına gelir. Öğrenci sayısının fazlalığı ile övünebilmek için, öncelikle o öğrenci­ lere ders verecek yeterli sayıda ve donanımda öğretim elemanlarının olması icap eder. Yine üniversite öğrencilerinin iyi yetişebilmeleri için yeterince kütüphanelere ve laboratuvar gibi altyapılara ihtiyaç vardır. T ürkiye'de öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı bugün iti­ barı ile 45-50 arasındadır. Halbuki Almanya'da öğretim elemanı

323

başına düşen öğrenci sayısı 12, Fransa'da 16, Birleşik Kralhk'ta 16, İtalya'da 20, lspanya'da 12, Portekiz'de 14, Avusturya'da 14, Macaristan'da 14, Bulgaristan'da 12'dir. ABD'de öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı ise 16'dır. Bu sayılar, üniversite öğrenci­ lerimizin, mukayese edilen ülkelere göre yetişme kalitesi bakımından önemli ipuçları vermektedirler. (26) Öte yandan üniversitelerimizde ilahiyat fakülteleri epey zamandır, ihtiyaca bakılmaksızın çoğaltılmaktadır. Dokuz yıl önce 22 ilahiyat Fakültesi varken, bugün bu sayı 105'e çıkmıştır. Bugün itibarı ile 84 Hukuk Fakültesi, 122 de Tıp Fakültesi vardır. İlahiyat Fakültelerinde şu anda 112 bin 866 öğrenci eğitim görmektedir. Bu öğrencilerimi­ zin mezun olduklarında nasıl istihdam edileceği merak konusudur. Eğer gerçekten büyük ülke olma iddiamız varsa, Türkiye'nin eğitim gündemi artık seküler eğitim olmalıdır. Zira eğitimde bu başarısızlık de­ vam ederse, hep birlikte köle olmaya, çocuklarımızın, torunlarımızın 'ge­ reksizler' sınıflaması içinde çöp olmalarına rıza göstereceğiz demektir. Teknoloji dehası Elon Musk, Neuralink adlı yeni bir proje ile insan beynini bilgisayar ara yüzüne bağlayacak bir çalışma yürütüyor. İnsan üzerinde ilk uygulamayı yasal izinler konusu halledilip, hayvan deneyleri iyi giderse 2021 yılı içinde gerçekleştirecek. Hedefi yapay zeka ile doğal zekayı bir arada buluşturmak ve bunu Neurolink bir implantla başarmak. İnsan beynine yerleştirilecek olan çiplerle Alzheimer, Demans ve Par­ kinson gibi nörolojik hastalıkların ve omurga travmalarına bağlı felçlerin tedavi edilebileceği düşünülüyor. Sağlık ekibi ile birlikte çalışan Musk, aynı zamanda hafıza kaybı, işitme kaybı, depresyon, uykusuzluk gibi hastalıkların da Neurolink yoluyla tedavi edilebileceğini söylüyor. Bunu niye yazdım? Dünya bilgi teknolojileri üzerinden bu gelişmelerle meşgulken, bizim dünyevi hayatı ihmal eden, salt inanca, teolojiye dayalı projelerle, dünya ile rekabet etme şansımız yoktur. İslam dünyası evvelemirde de bu hataları yapmıştı, Osmanlı da aynı hatalarla yıkılmıştı; bugün biz de aynı yanlışları tekrarlamakla meşgulüz. Aynı şeyleri tekrarlayarak, farklı sonuçlara erişile­ meyeceğini anlamak için, daha ne kadar yanlış işler yapmamız gerekiyor? Dünya ile rekabetin yolu da eleştirel aklın, özgür ve yaratıcı düşün324

cenin geliştirildiği, sektiler eğitimden geçiyor. Amerika' yı yeniden keş­ fetmeye gerek yok. Rekabetin ön koşulu, nesnel bilgiye erişmek ve sektiler dünya görü­ şü ile donanmaktır. Nesnel bilgiye, hamasetle, nesil yetiştirme iddiaları ile, teoloji ağırlıklı eğitimle, kahramanlık hikayeleri ile, tarikatlaşma ve dini cemaat yapılarıyla erişemeyiz. Bunun için zihnimizi dünyevi­ leştirmek, aklımızı özgürleştirmek ve laboratuvarlarda sabahlamak ge­ rekiyor. Bilgi ile mücehhez olmadan dünya ile rekabet edebilme iddiası, kuru bir hayalden başka bir işe yaramaz. lHA'ları üreten Cumhurbaş­ kanı Recep Tayyip Erdoğan'ın damadı ve T ürkiye Teknoloji Vakfı Baş­ kanı Selçuk Bayraktar, tarikatlarda yetişmedi. Robert Kolej'de okudu, daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümü'nden mezun oldu. Birinci yüksek lisansını, ABD'de Pensilvanya Üniversitesi'nde, ikinci yüksek lisansını ise yine ABD'de Massachutsetts Teknoloji Enstitüsünde yaptı. (Massa­ chusetts Institute of Technology-MIT)'. Siyasal gerekçelerle asker yetiştirme amaçlı din istismarına dayanan eğitim politikaları, iktidar gücünü kaybetmemeye yönelik kişisel siya­ sal hesapların ürünü politikalardır. O bakımdan bu tarz politikaların milli olması düşünülemez. Türk siyasetinin ve muhafazakar siyaset­ çisinin dikkat çeken geleneksel tutumu, tarikatları, illegal dini eğitim yuvalarını desteklerken, kendi çocuklarını seküler okullara gönderme­ sidir. Hatta mümkünse kendi çocuklarını yurtdışında okutmaktadır­ lar. Bu tutum hem çok riyakarca, hem de çok talihsizce bir tutumdur. Kendi çocuklarını seküler dünyevi okullarda okutup, onlara iyi bir yaşam kalitesi sunarken, başkalarının çocuklarının sırf kendi siyasal emelleri uğruna, tarikatların karanlık dehlizlerinde kaybolmalarına yol açmak insani olmadığı gibi, vicdani de değildir. Siyasal İslam ya da İslam'ın siyasal alanda kullanılması, yani din istismarı, böyle bir merhametsizliği de bünyesinde barındıran, gayri insani bir ideolojidir. Hülasa eğitim sağlıktır, eğitim ekonomidir, eğitim iyi yönetişimdir, eğitim çevre bilincidir, eğitim emperyalizme direnme gücüdür, eğitim çağı doğru okumaktır ve eğitim güvenliktir. Tabi ki çağdaş ölçülerle yapılan seküler eğitimden bahsediyoruz. Zaten diğeri eğitim değil, bi325

!inenleri ezberletmek ve insanları, bilinmeyen alemin korkulan ile esir almak, akıllarını kullanmalarının önüne geçmektir.

Ekonomide Büyük Çöküş 3 Kasım 2002'de yani Ak Parti'nin iktidara geldiği dönemin başın­ da, Türkiye'nin batmakta olan ekonomisi uçurumun kenarından kurta­ rılmış, ülkemiz iflasın eşiğinden döndürülmüştü. Bunun başarılmasında esas rol son koalisyon hükümetinindi. Yani Demokratik Sol Parti, Ana­ vatan Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin bir araya gelmesi ile mer­ hum Bülent Ecevit'in başbakanlığında 28 Mayıs 1999'da kurulan 57. Türkiye Cumhuriyeti koalisyon hükümeti, 2001 ekonomik krizinden sonra, Kemal Derviş'in dışarıdan hükümete katılması ile ekonomide büyük yapısal reformlar gerçekleştirmişti. 1990'larda özellikle koalisyon hükümetleri döneminde izlenen po­ pülist politikalar, ileri boyuttaki yolsuzluklar ve terörle mücadeleye harcanan paralar nedeniyle Türkiye ekonomisi ağır bir borç yükü altı­ na girmişti. Hükümetin kurulmasından yaklaşık 3 ay sonra Marmara Depremi gibi büyük bir felaketle de karşı karşıya kalmıştık. Depremin yaralarını sarmanın maliyeti de krize giden yolda önemli bir sebep oldu. Uluslararası Para Fonu (Intemational Monetary Fund-IMF) ile 4 milyar dolarlık kaynak sağlayacak Stand-by anlaşması Kemal Der­ viş'in koalisyona eklemlenmesinden önce gerçekleşmişti. 57.koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu bakan olan Recep Önal döneminde, IMF'ye bir iyi niyet mektubu verilerek, kredinin temini sağlanmaya ça­ lışıldı. Esasen o iyi niyet mektubundaki hemen her madde Türkiye'nin uzun vadeli çıkarları açısından son derce yararlı hususlardı. Bunları kı­ saca şöyle özetleyebilirim. -Türkiye'ye yabancı sermaye girişini kolaylaştırmak amacı ile 'tah­ kim yasası' için ilgili anayasa değişikliği yapıldı. -Sosyal Güvenlik Sistemi üzerindeki iyileştirici çalışmalar hızlandı­ rıldı ve sosyal güvenlik kurumunu batıran erken emeklilik yasası değişti­ rilerek, emeklilik yaşı kadınlar için 58'e, erkekler için ise 60'a çıkarıldı. 326

-Yeni Sermaye Piyasası Kanunu yasalaştınlarak, Türkiye sermaye piyasasına girecek yabancı yatınmcılar için güven artıncı bir uygulama ortaya konuldu. -Bankacılık sisteminin denetimi ve iyileştirilmesi için hazırlanan yeni Bankalar Kanunu meclisten geçirildi ve banka yönetici ve sahip­ lerinin bireysel sorumlulukları artınldı. -Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Üst Kurulu kurularak, ban­ ka kurulması ve tasfiyesi konusunda kurul tek yetkili karar organı oldu. -Merkez Bankası Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu, Egebank, Es­ bank, Yaşarbank, Sümerbank ve Yurtbank'a el koydu. Tek şubeli Birleşik Yatırım Bankası ise kapatıldı. -Bakanlar Kurulu tarafından, tarım sektöründe yeniden yapılanma için, Tarımda Yeniden Yapılandırma ve Destekleme Kurulu adıyla bir kurul oluşturuldu. Ve daha birçok başlıkta ciddi reformlar hayata geçirildi. Ancak IMF ile yapılan Stand-by (destek olma) anlaşmasına rağmen, 2001 ekonomik krizinin önüne geçilemedi. Bunun üzerine Dünya Ban­ kası 'oda Başkan Yardımcılığı görevinde bulunan ekonomist Kemal Der­ viş, Türkiye 'ye davet edilerek l 3 Mayıs 200 l tarihinde Bülent Ecevit hükümetinde ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığı görevine getirildi. Kemal Derviş'in ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olmasıyla bir­ likte öncekinden çok daha büyük bir yapısal reform süreci başlatıldı. 'Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı' adı verilen bu program sayesin­ de bankacılık sisteminde yeni düzenlemeler yapıldı. 'Görev zararları' adı altında kamu bankaları üzerinden sürdürülen popülizm bitirildi, üst kurul niteliğinde bazı yeni kurumsal yapılar ihdas edildi, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile sıkı bir maliye politikası anlaşması yapılarak, sağ­ lanan kredilerin de katkısı ile ekonominin önü açılmış oldu. Hatta Avru­ pa Birliği üyelik müzakereleri sürecine giden yolun kilometre taşlarını döşeyecek vasıfta anayasal ve yasal düzenlemeler konusunda da önemli adımlar atılmıştı. Bunların başında adil yargılanma, insan haklarını ge­ liştirme, parti kapatmayı zorlaştırma, ifade ve gösteri hürriyetlerini ge­ nişletme, idam cezasını kaldırma gibi büyük çaplı reformlar geliyordu. 327

Yeri gelmişken hatırlatmakta fayda var. Özellikle Başbakanlığı dö­ neminde sayın Erdoğan banka hortumcularının musluklarını nasıl kes­ tiğini söyler, buradan ciddi oy devşirirdi. Oysa bankalara el konulması, hortumların kesilmesi son DSP-MHP-ANAP koalisyon döneminin ic­ raatıydı. Hatta, o dönemde Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel'e çok yakınlığı ile bilinen eski Bakan Cavit Çağlar'ın lnterbank'ına bile el konulmuş, bankanın Mevduat Sigorta Fonu'na devrini Demirel bile engellememiş ya da engelleyememişti. Ekonomiden sorumlu eski bakan olmasına ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e yakınlığı ile bilinmesine rağmen Cavit Çağlar, ABD'ye kaçmış ve kırmızı bültenle aranarak ABD'de gözaltına alınmıştı. Daha sonra Türkiye'ye getirile­ rek, yargılandı ve l O ay hapis yattıktan sonra serbest kaldı. Bunu niye yazıyorum, yani ekonomideki ciddi tedbirler ve yanlış işlere karşı ya­ pılan müdahaleler, Ak Parti iktidarından önceki koalisyon döneminin eseridir. Üstelik koalisyon iktidarında bunları başarmak kolay değildi. Önceki bölümlerde 'Son koalisyon hükümeti' başlığı altında da belirttiğim gibi, gerçekleştirilen yapısal reformların en önemlilerinden biri Merkez Bankası'nın bağımsızlaştırılması ve bunun yasa ile teminat altına alınmasıydı. Merkez Bankası'nın hükümetlerden bağımsız hale getirilmesi ile, para politikalarını hükümetlerden bağımsız olarak yü­ rütebilme imkanının önü açılmıştı. Bu düzenleme gelişmiş dünyanın da bir gerçeği idi. Merkez bankalarının en önemli işlevi, siyasi bas­ kılardan uzak bir biçimde fiyat istikrarını sağlayarak, sürdürülebilir ekonomik büyümeye destek olmaktır. Bunu başarabilmeleri için de ba­ ğımsız olmaları gerekir. Merkez Bankaları uzun vadeli hedeflere odaklanırken, hükümetler seçim hesabı yaptıklarından kısa vadeli hedeflere odaklanırlar. Bu yüz­ den siyasi iktidar Merkez Bankası'na faizleri düşürmesi için talimat verir. Tıpkı Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde yapıldığı gibi. Oysa ya­ şayarak gördük ki, Merkez Bankası'na talimat vererek faizleri düşürme politikası, uzun vadede ekonomide büyük hasarlara sebep olmakta, enf­ lasyon, döviz kuru ve faizlerin daha da yükselmesi ile sonuçlanmaktadır. ABD Merkez Bankası (FED) eski başkanı Yahudi kökenli Ben Şa­ lom Bernanke, 'Para politikasının yüzde 98'i konuşma, yüzde 2'si 328

ise karar verme ve diğer işlemlerdir' diyor. Bu sözle Bemake, merkez bankalarının güvenilirliğine, itibarına işaret etmektedir. Yani merkez bankası siyasi baskı altındaysa, kredibilitesi yok demektir. Bu durumda amacı uzun vadeli fiyat istikrarını sağlama politikaları değil, kısa vadeli popülist politikalardır demektir ve böyle bir merkez bankasının para politikasında başarılı olması mümkün değildir. İnandırıcılığını kaybe­ den merkez bankası bu yüzden faizleri de engelleyemez ve fiyat istik­ rarını da sağlayamaz. Eğer bu tutumdan vazgeçilmez ve derhal önlem alınmazsa, bu yolun sonu yüksek enflasyon, yüksek faiz, yüksek kur ve düşük büyümedir. (27) Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın bu realiteden haberi yokmuş gibi Merkez Bankası'na siyasi baskı yapmasının eko­ nomide yarattığı tahribatı yaşayarak gördük. Bunda ısrar edilmesi ise anlaşılabilir gibi değildir. Kemal Derviş döneminin reformları ile birlikte, uygulanan program sayesinde Türkiye yeni krediler buldu, ekonomisini düzlüğe çıkarmayı başardı ve özellikle bankacılık sistemini Avrupa'daki bankacılık siste­ minden neredeyse daha sağlam bir duruma getirdi. Öte yandan 3 Kasım 2002'de iktidara gelen Ak Parti, Kemal Der­ vişin 'Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'na sahip çıktı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir iktidar kendinden önceki iktidarın ekonomi politikasını sahipleniyor ve mali disiplinden taviz vermeden uyguluyordu. Recep Tayyip Erdoğan Başkanlığındaki Ak Pati hüküme­ ti, 2005'te IMF ile yeni bir Stand-by anlaşması yaparak yoluna devam etti. 2007'ye kadar Ak Parti bir değişiklik yapmadan samimi bir biçim­ de o programı uyguladı. Bunda Ali Babacan'ın ekonomi yönetiminin önemli rolü olduğunu inkar edemeyiz. Ak Parti iktidarına uluslararası piyasalarda itibar kazandıran, kredibilitesini yükselten, kendisinden övgü ile söz edilmesini sağlayan, esasen Kemal Derviş'in önderliğinde oluşturulmuş son koalisyon hükümetinden devir aldıkları ve samimi biçimde uyguladıkları 'Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'dır. Tam bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sık sık "IMF'ye olan borcu biz ödedik, hatta IMF' ye kredi verdik" demesi üzerinden IMF ile ilgili bir değerlendirme de yapmak istiyorum. Türkiye'de Ulusla329

rarası Para Fonu (Intemational Monetary Fund-IMF)'nun imajı halk nezdinde kötü bir imajdır. IMF deyince hemen her sade vatandaşın aklı­ na soyguncu, vurguncu bir yapı gelir. Bu kanaatin oluşmasında bir grup sermaye düşmanı aşın sol ideoloji mensuplarının ve dönemin hükü­ metlerini yıpratma amacı ile çıkarcı, taraflı politik tavırlar içinde olan, l 990'lı yıllarda sahiplerinin ticarete soyunduğu, hatta banka kurduğu ana akım medyanın da önemli etkisi vardır. Oysa gerçek şudur. Uluslararası Para Fonu (IMF), 1944 yılında ku­ rulmuş, Türkiye ise, fonun aktif hale geçtiği 194 7 yılında üyesi olmuş­ tur. Fon, ekonomisi darboğaza giren ülkelere, darboğazdan çıkmak için türlü programlar öneren, bu arada o programları kredi ile destekleyen bir uluslararası organizasyondur. Şüphesiz her önerdiği program ba­ şarılı olmuştur diyemeyiz. Hatta oldukça başarısız olduğu örnekler de çoktur. Ancak, biz ülke olarak IMF'nin 185 üye ülkesinden biriyiz. Bu arada hatırlatmak isterim ki, 2 binin üzerinde personeli bulunan IMF'de 20'den fazla Türk personel çalışmaktadır. IMF ile kelime karşılığı des­ tek olmak anlamına gelen ilk Stand-by anlaşmasını imzaladığımız 1958 yılından 2008'e kadar 50 yıllık dönemde, toplam 19 Stand-by anlaşma­ sı imzalamışız. 19'uncu anlaşma olan son anlaşmayı 2005 tarihinde Ak Parti hükümeti yapmıştır ve anlaşma il Mayıs 2008 tarihinde sona ermiştir. IMF ile Brezilya, Güney Kore, Meksika, Rusya, Roman­ ya, Bulgaristan, Endonezya, Pakistan, Ukrayna gibi ülkeler de Stand-by anlaşmaları yapmıştır. Üstelik IMF sizi anlaşmaya zorlamıyor. Siz dar­ boğaza düştüğünüzde kendisine müracaat ediyorsunuz. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, makroekonomik dengelerin bo­ zulması, yapısal sorunlardaki kronikleşme ve bu sorunlar nedeni ile dış ödemeler dengesindeki kötüleşmeler ve döviz darboğazına girilmesi, IMF ile kredi destekli Stand-by anlaşmasını kaçınılmaz kılmaktadır. IMF ise bu desteği verirken, bazı kriterlerin yerine getirilmesini şart olarak öne sürmektedir. Konunun özeti bundan ibarettir. Bizde IMF'ye karşı en çok tepki konusu, verdiği kredinin maaşlara zam olarak kullanılmaması şartına karşı gösterilen tepkidir. Oysa IMF ekonomilerin düzlüğe çıkabilmesi için haklı olarak uzun vadeli projeler önerir. Aksi halde verdiği kredinin olmadık yerlere harcanarak heba 330

olacağından, geri ödemesinin yapılamayabileceğinden kuşku duyar. Si­ yasiler ve siyasilerden çıkar gözeten kesimler de, popülist davranarak IMF'yi halk düşmanı ilan ederler. Mesela 1970'li ve 1990'lı yıllarda Türkiye'de ana akım medya böyle bir rol üstlenmiştir. Bir de Sosyalist solun ideolojik tavrı vardır. Onu ayrı tutuyorum. Özetle şunu demek istiyorum. Toplumdaki olumsuz IMF algısını kullanarak, 'IMF'ye olan borçları biz ödedik' popülizmi aldatmaca­ dır. Zira bunu söyleyen Ak Parti'nin 20 yıllık iktidarı döneminde Tür­ kiye'nin dış borcu 450 milyar dolara yaklaşmıştır. Türkiye'nin uzun zaman sonra Londra merkezli büyük tefeci sermaye gruplarından anlık para ihtiyacı için çok yüksek faizli krediler sağladığı iddiası medya­ da dolaşmaktadır. Pandemi krizinin yönetilemeyişi, bu dönemde darda olan kesimlere ciddi devlet yardımlarının yapılamayışı, bu iddiaların gerçeklik payını güçlendirmektedir. Bu arada benim bir IMF savunuculuğu yaptığım gibi bir yanlış anla­ şılmaya meydan vermek istemem. IMF ile alakalı durumun fotoğrafını objektif bir biçimde ortaya koymaya çalıştım. Amacım kirli ve yalan bilgi ile insanımızın aldatılmasının önüne geçmektir. Keşke Türkiye istikrar içinde büyüyerek, akıl, bilim ve hukuk çerçevesinde gelişerek, demokrasisini güçlendirerek, dış borca ihtiyaç duymadan kalkınma ve gelişmesini başarabilse. Keşke yabancı fonlara, şirketlere borçlanma ye­ rine, direkt yabancı sermaye yatınmlanyla ekonomisini güçlendirebilse. Türkiye'de bütün bunlar olurken, 2002 sonrası dönemde ekonomi­ de dünya konjonktüründe önemli bir gelişme oldu. ABD kendi parası­ na verdiği faizi düşürünce, dövizin bol olduğu ve yabancı sermayenin dünyayı dolaştığı bir döneme girildi. Bu dönem bol paralı bir dönemdi. Bundan en çok yararlanan ülkelerden biri de Türkiye oldu. l 999'daki son koalisyon döneminde Kemal Derviş ile gerçekleştirilen yapısal reformlann titizlikle korunması ve ilave yapısal dönüşümlerin hayata geçirilmesi sayesinde Türkiye ekonomisinde, kişi başı milli gelirde ve döviz darboğazında ciddi iyileşmeler oldu. Fakat ne olduysa, ilerleyen zamanlarda hem mali disiplinden uzak­ laşıldı, hem yeni reformlardan vazgeçildi, hem de popülist ve kayırmacı politikalarla har vurup harman savrulmaya başlandı. Kamu kaynaklan 331

yandaş kuruluşlara peşkeş çekilmeye, inşaat rantı üzerinden ekonomi politikası oluşturulmaya çalışıldı. Nihayet reel sektöre, teknolojiye yatırılması gereken o bol paralar AVM ve konut inşaatlarına gitti. Bir taraftan merkezi yönetim, diğer ta­ raftan yerel yönetimler, önceliklerden ziyade, oy getirisi olan popülist nitelikli yatırımlara yönelerek Türkiye ağır dış borç yükü altına sokuldu. Bugün itibarı ile dış borcumuz 450 milyar dolara yaklaşmış vaziyettedir. 2000 yılında dünyanın 17.büyük ekonomisi olan Türkiye 2019'da 20.sıraya geriledi. Uluslararası Para Fonu Dünya Ekonomik Görünüm Ekim 2020 Raporu'na göre Türkiye'nin 2020 yılı Gayrisafi Yurtiçi Hasılası(GSYH) 649 milyar dolar, 2021 tahmini ise 652 milyar dolar olarak öngörülüyor. Eğer gerçekleşme bu şekilde olursa Türkiye uzun yıllar sonra, yani 2001 ekonomik krizinden sonra ilk kez, en büyük 20 ekonomi listesinin dışında kalacak. (28) Koç Üniversitesi-TÜSİAD Ekonomik Araştırma Forumu üyesi Eko­ nomist Özcan Kadıoğlu'nun araştırmalarına göre, dünya ekonomisin­ deki payımız 2013'te yüzde 1.24 iken, 2019'da 40 yıl önceki paya yani yüzde 0.86'ya geriledi. Oysa Türkiye 2013 yılında tarihinde ilk defa kişi başına milli gelirini 12 bin 395 dolara çıkarmıştı. Kısa süren bu iyilik hali yıllar geçtikçe, aşağıya doğru hızını artırmıştır. 2020'de hız­ lanan ve 2021 'de yoluna devam eden dövizdeki büyük artış piyasaları allak bullak etmektedir. 2002 yılında Ak Parti iktidar olduğu dönemde, I ABD doları 1.513.102 TL yapıyordu. Üç sıfırı o zaman attığımızı var­ sayarsak 1 USD yaklaşık 1 .5 TL demekti. Oysa şimdi gelinen noktada, 26 Haziran 2021 tarihi itibarı ile 1 ABD Doları 8.780 TL yapmaktadır. Yani ekonominin sayısal görünümü 2002 öncesinden daha beterdir.(29) Yıne önemli bir ölçü olması bakımından ifade etmek lazımdır. Dünya Küresel Finans Merkezleri sıralamasında İstanbul 2014'te 42.sıradayken, 2018'de 68.sıraya gerilemiştir. Bu arada Kemal Derviş'ten devralınan prog­ ramdan sonra ortaya konulan ekonomik program ve hedeflerin hiç birisi tutturulamamıştır. Mesela, 201 1 Seçim Beyannamesi ile açıklanan '2023 Hedefleri' adlı programda, milli gelir 2 trilyon dolar, ihracat SOO milyar dolar, kişi başı yıllık ortalama gelir de 25 bin dolar olarak belirlenmiş, ancak bu hedeflerin hepsinden yine iktidarın yaptığı revizyonlarla vazgeçilmiştir.

332

2018 yılı eylül ayında o zamanki Maliye Bakanı damat Berat Albay­ rak, Yeni Ekonomik Program (YEP) adı altında yeni bir program açık­ ladı. O programla birlikte 2 trilyon dolarlık milli gelir taahhüdü, 875 milyar dolara, 500 milyar dolarlık ihracat tahmini ise, 214 milyar dolara çekilmiştir. 2020 için enflasyon hedefi 9.8 olarak öngörüldü, ancak TÜİK verilerinde yıllık enflasyonun 2020 yılı için 14.60 olduğu açıklandı. (30) Esasen piyasadaki pahalılığa bakınca, bu rakamların hiç birisi inan­ dırıcı gelmiyor ve gerçek enflasyonun bu rakamların çok üzerinde oldu­ ğunu anlıyorsunuz. Piyasadaki pahalılık deyince, gündelik bir kıyasla bunu basit bir örnekle ifade edelim. 2002 yılında karpuz üreticisi I ton karpuz satıp I ton üre gübresi alabiliyordu. 2021 yılına gelindiğinde 5 ton karpuz satarak 1 ton üre alır hale geldi. Üreticinin en temel girdisi olan mazotta da durum aynı. 2002 yılında 1 litre mazot alabilmek için 5 kilogram karpuz satan çiftçi, bugün l litre mazot alabilmek için I O kilogram karpuz satmak zorunda. Yine rakamlarla devam edelim. 2002 'ye kadar tüm Cumhuriyet hü­ kümetlerinin toplam harcaması dolar cinsi üzerinden 713 milyar dolar­ dı. Ak Parti'nin 18 yıllık döneminde harcanan para ise 4 trilyon dolan geçmiş vaziyette. Çok övünülen bölünmüş yollara harcanan para, sadece 26 milyar dolar civarındadır. Yani 4 trilyon dolarlık bu büyük harca­ ma, devlet idaresinin rutin işlerine, okul yapımlarına, yerel yönetimlere, yeni üniversite binalarına ve diğer kamu yatırımlarına harcanmıştır. Yap-işlet-Devret ile yapılan köprü, havalimanı, otoyol, şehir hastanesi gibi yaklaşık 160 milyar dolarlık projeler ise bu 3 trilyon doların kapsamında değildir. Bu paralar, önümüzdeki 25-30 yıllık dönemde hazine garantisi verilerek, ödenmeye yeni başlanmış ve süreçte ödenecektir. Ekonominin sayısal görünümüne ait bu verileri, daha birçok başlıkta örneklendirmek mümkündür. Mesela Demokratik Değişim Hareketi Sözcüsü aynı zamanda Ekonomist olan değerli dostum Avukat Rubil Gökdemir'in araştırma ve tespitlerine göre, 2002 yılında vergi gelirle­ rinin yüzde 18'i Sosyal Güvenliğe, yüzde 32 'si ise memur maaşlarına gidiyordu. 2020 yılı verilerine göre vergi gelirlerinin yüzde 36.S'u Sos­ yal Güvenlik Kurumu'na, yüzde 50.6'sı ise memur maaşlarına gidiyor. 333

2002'de kamu çalışanı sayısı 2 milyon 175 bin kişiyken, 2020 yılı itibarı ile 4 milyon 820 bin kişiye çıkmıştır. Bütün bu ağır tabloya rağmen, ekonomi yönetimi çelişkilerle dolu açıklamalar yapmaya devam ediyor. Bir bakıyorsunuz, 'Nisan Mart­ tan daha iyi olacak, Mayıs Nisandan çok çok daha iyi olacak, Hazi­ ran Mayıstan çok çok çok daha iyi olacak' deniliyor, fakat her geçen ay ekonominin sayısal görünümü ve buna bağlı olarak halkın alım gücü daha da kötüleşiyor. Bu tutarsızlıklar karşısında ekonomi yönetimine olan güven, içerde ve dışarıda çok gerilemiş durumdadır. Oysa ekonomide güven, çok önemli bir faktördür. Nitekim tarihi tecrübeden biliyoruz, 1994 ve 2001 ekono­ mik krizlerinin nedenleri arasında en ağırlıklı etken güven eksikliği idi. Diğer taraftan birçok ciddi ekonomi otoritesinin söylediği gibi, Tür­ kiye'nin içinde bulunduğu ekonomik buhranın arka planında, hukuk düzenindeki bozulmanın, temel hak ve özgürlüklerdeki sınırlamaların, şeffaf olmayan kamu yönetiminin, kayırmacılığın, liyakat esaslı olma­ yan yönetim anlayışının, Türkiye Büyük Millet Meclisi denetiminden uzaklaşmanın, yolsuzlukların, serbest piyasa ekonomisinin temel direği olan eşit rekabet koşullarının ortadan kaldınlmış olmasının, direkt ve do­ laylı etkileri vardır. Düşünebiliyor musunuz, Türkiye'de uzun yıllardan beri büyük çaplı işlerin tamamı teklif usulü ile, adrese teslim bir biçimde 5 büyük firmaya verilmektedir. Limak, Cengiz, Kolin, Kalyon ve MNG adlı bu 5 büyük firma, 2002-2020 arasında dünyada kamudan en çok iha­ le alan ilk 1 O firma arasındadır. Hatta Limak birinci sırada gelmektedir. Yine 2020 sonu itibarı ile Türk ekonomisinin içler acısı halini ra­ kamlarla ortaya koyan değerli dostum DDH Sözcüsü Av. Rubil Gök­ demir'in açıklamalarına dönelim. Sayın Gökdemir'e göre rakamlar 'battık' diyor. "2002 yılında Türkiye'nin toplam servetinin yüzde 40'ı nüfusun yüz­ de 1 'ine aitken, 2018 yılı verilerine göre servetin yüzde 60'ı nüfusun yüzde 1 'ine ait hale gelmiş. Yani 2020 yılı sonu itibarı ile de zenginler daha zengin, fakir yine fakir olmaya devam ediyor. Türkiye kişi başına milli gelir sıralamasında dünyada 78. sıradayken, dolar milyarderleri sa­ yısı bakımından dünyada 14.sıradadır. Bankalardaki toplam 3.5 trilyon 334

TL'lik mevduatın yüzde 58'i sadece 322 bin hesap sahibine aitken, geri kalan yüzde 42'lik mevduat sahibi sayısı ise yaklaşık 33 milyon kişidir. Sadece İstanbul'da 70 markalı inşaat firmasına 18 milyon metre karelik inşaat artışı sağlayan mevzi imar değişiklikleri ile 240 milyar TL'lik vergisiz kaynak aktarılmıştır. Adeta eşsiz bir rant modeli ile yeni bir kaynak yaratma ve sermaye birikimi yolu keşfetmişiz. Yine Anka­ ra'da 2007 yılında yapılan Nazım İmar Plan'ı üzerinde 10 bin civarında mevzi imar plan değişikliği yaparak, 100-150 milyar TL'lik yandaşla­ ra haksız kazanç sağlanmıştır. Yap-İşlet-Devret ve Kamu Özel İşbirliği yolu ile büyük payını ma­ lum 5 büyük şirketin aldığı, 30 tane yandaş firmaya dış borç garantisi ile 158.6 milyar dolarlık işler vererek, hazine ve gelir garantili yeni bir sermaye birikimi yolu açılmıştır. Bunu yaparken, bütçeden 5 kuruş çıkmayacak diye vatandaşa yoğun propaganda yapılmış olmasına rağ­ men, 20-25 yıl gelir ve hazine garantili bu projeler için, 2019 yılında bütçeden 9.5 milyar TL, 2020 yılında 18.9 milyar TL ödenmiş, 2021 yılında ise 32 milyar TL ödeme garantisi verilmiştir. Bu rakamlar dö­ vizdeki artış nedeni ile her yıl katlanarak artmaya devam edecektir. 18 yılda 58 milyar dolar harcanarak 437 adet alış veriş merkezi (AVM) yapılmış, bu AVM'lerde yüzde 70'i yabancı olan markalarla millete sahte cennet yaşatılmıştır. 2002'de 129 milyar dolar olan dış borcumuz 2020 sonu itibarı ile 440 milyar dolara ulaşmıştır. 18 yıllık süre içinde bu borca karşılık 178 milyar dolar faiz ödemişiz. Yine aynı süre içinde toplam iç ve dış borç faizi olarak 492 milyar dolar para ödemişiz. Dünya Bankası verilerine göre 1820 yılında Osmanlı'nın dünya ekonomisindeki payı yüzde 0.96 iken, 200 yıl sonra yani 2020 Türkiye'sinde bu pay yüzde O. 77 olarak gerçekleşmiştir. 2020 itibarı ile 18 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde 1 trilyon 103 milyar dolarlık dış ticaret açığı ve 610 mil­ yar dolarlık da cari açık vermişiz. Toplam borcu da Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'nın yüzde 167.4'üne çıkarmışız. Bu tarihimizde bir rekordur. Yine son 18 yıl boyunca vergiyi tabana yayacağız iddiasına rağmen Ak Parti yönetimi, halkın direkt tüketiminden aldığı dolaylı vergileri yaklaşık yüzde 72 seviyesinde tutmuştur. Bütün vergi yükünün tüke335

tim üzerinden halkın sırtına yüklenmesine rağmen, yine de vergilerin bütçe harcamalarını karşılama oranı yüzde 67 olarak gerçekleşmiştir. Öte yandan ihracat ürünlerinde ileri teknoloji ürünü payımız giderek artması gerekirken, maalesef azalmaktadır. Döviz kurları artmasın diye Merkez Bankası'na bile ait olmayan emanet dövizlerden 132 milyar doları ucuz bir seviyeden satarak, Mer­ kez Bankası rezervi 16 Nisan 2021 verilerine göre(-) 60.4 milyar dolara düşürülmüştür. Bu sayede bankalardaki döviz mevduat toplamı 261.6 milyar dolara ulaşmıştır. Ancak bu politikanın faturası ise, 188 milyar TL kur zararı, 38 milyar dolar cari açık ve 48.5 milyar dolar dış ti­ caret açığı olarak karşımıza çıkmıştır. Üstüne üstlük, yabancılar sıcak para getirsin diye faizler yüzde 17'ye çıkartılarak, yıllardır aleyhinde fırtınalar kopartılan faiz lobisine teslim olunmuştur. Bütün bunların yanında milli gelirin sadece yüzde 1.4'ü sosyal yar­ dım olarak dağıtılmış ve bu sosyal yardımlarla vatandaşın oyuna ipotek konulmaya kalkışılmıştır." (31) Rubil Gökdemir'in tespitlerindeki bu rakamalar, gelir dağılımındaki uçurumu göstermesi bakımından çok çarpıcı rakamlardır. Fakir fukara ga­ rip gureba diyenlerin, nasıl da duygu sömürüsü yaptıklarını bu rakamlar net bir biçimde ortaya koymaktadır. Faiz ödemelerindeki devasa rakamlara bakınca da, faize karşı sür­ dürülen propagandanın bir algı yönetimi olduğunu anlıyoruz. Diğer taraftan ekonomideki bir başka acı tablomuz, çalışanlarımızın yüzde 50'ye yakın kısmını asgari ücretli kesimin oluşturuyor olmasıdır. Türkiye bu oranla Avrupa Birliği ülkeleri arasında açık ara zirvede yer almaktadır. Çalışanların içinde asgari ücretlilerin oranı bakımından Tür­ kiye'ye en yakın ülke, yüzde 19.2 ile Slovenya gelirken, üçüncü sırada ise yüzde 16.8 ile Portekiz gelmektedir. Bu oran İspanya'da yüzde 1.1, Çekya'da yüzde 1.9, Macaristan'da ise yüzde 3.2'dir. Avrupa Birliği'nin hem ekonomik açıdan hem de nüfus bakımından büyük ülkesi olan Fran­ sa'da ise yüzde 8.J'tür. AB'den ayrılan İngiltere'de ise yüzde 4.9'dur. (32) 2021 istatistiklerine göre Türkiye, gelişmekte olan ülkeler arasında en fazla dış borca sahip 7. ülkedir. Bu arada 2020 sonu itibarıyla Türkiye'de dış borcun milli gelire oranı yüzde 62,8 olmuştur. Hazine ve Maliye Ba336

kanlığı verilerine göre, 1989 yılından bu yana dış borcun milli gelire oranı noktasında en yüksek rakam 2020'nin sonunda ortaya çıkan bu rakamdır. Türkiye, dış borç stoku en yüksek 10 ülke arasında, dış borcun milli geli­ re oranı bakımından maalesef en yüksek ikinci ülke konumundadır. Ekonomide tablonun bu derece ağırlaşmasına rağmen, bir taraftan ekonomi yönetiminde rasyonalitenin dışına çıkılırken, diğer taraftan devlette israf boyutundaki harcamalar devam ediyor. Ahlat'ta, Marma­ ris Okluk Koyu'nda saray yapımlarından geri adım atılmıyor. Kanal İstanbul diye akıl dışı bir projede ısrarcı olmaya devam ediliyor. Kısa vadeli hesaplarla popülizm yapılarak Merkez Bankası'na karşı siyasi müdahale ile, faiz indirimi öneriliyor ve bunun sonucunda döviz kurun­ daki ölçüsüz yükselme piyasaları alt üst ediyor. Sayın Cumhurbaşkanı bunu defalarca yapıyor ve her seferinde döviz kuru yükseliyor. Bu du­ rum ekonominin realitelerinden tamamen uzaklaşma değilse nedir? Bu saray meselesi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'da öyle bir tutku haline geldi ki, 20 Temmuz 2021 tarihinde Kıbrıs Barış Hare­ katı 'nın 47.yıldönümünde KKTC Cumhuriyet Meclisi özel oturumunda milletvekillerine yaptığı konuşmada, 'KKTC Cumhurbaşkanlığı'nın ne doğru dürüst bir binası, ne de ülkenin doğru düzgün bir parla­ mento binası var. Bunu KKTC'ye yakıştıramıyoruz' dedi ve mev­ cut olan binayı da, 'İngilizlere ait bir gecekondu' olarak nitelendirdi. Devamında ise, 'Külliye ile ilgili adımın proje çalışmaları bitti. in­ şasına da inşallah yakında başlıyoruz. Bir de muhteşem bir millet bahçesini orada yapacağız. Devlet olmanın ifadesi budur. Bu proje­ yi hayata geçirmek suretiyle, nasıl bir Kıbrıs Türklerine ait devlet varmış, bunu birilerinin görmesi lazım' dedi. (33) Bu açıklamalar bir yanıyla talihsizce açıklamalar oldu. KKTC parla­ mento binasının gecekonduya benzetilmesi hiç hoş olmamıştır. Aynca saraylar kalkınmanın araçları değildir. Öyle olsaydı Osmanlı yıkılmazdı. Osmanlı'nın son dönemi, padişahların saray yaptırma yarışları ile geçti. Şatafata düşkünlüğü ile tanınan Sultan Abdülmecid Han, devlet memur­ larının maaşlarının ödenemediği, devletin iflasa sürüklendiği, Galata bankerlerinin sarayın kapısında cirit attığı bir dönemde, boğaz kıyılarını saraylar ile donatma işine girişmişti. Hatta sık sık av merakı olan Abdül337

mecid hızını alamayarak, avlanmak için geldiği Bursa'da, av köşkü ola­ rak Hünkar Köşkü'nü yaptırmıştır. Nihayet borç paralarla saray yapan Osmanlı daha sonra düyun-u umumiye noktasına gelmiştir. Öte yandan KKTC eski Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Cumhur­ başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın KKTC Cumhurbaşkanlığı'na ve KKTC Meclisi'ne yeni bir külliye inşaatı yapılacağını müjdelemesine karşı yaptığı açıklamada şöyle dedi: 'Devletlerin itibarı binalarının ih­ tişamı ile ölçülmez. Demokrasisi, özgürlüklere, insan haklarına, hu­ kuka, adalete saygısı, yurttaşlarının refah düzeyi ile ölçülür' Akıncı devamla şunları da ekledi açıklamalanna: 'KKTC Cumhurbaşkanlığı ofisi olarak kullanılan binanın yapım tarihi 1939'dur. Dr. Fazıl Kü­ çük'ten günümüze kadar işlevini yerine getiren bu tarihi binanın hemen yanına 1989'da yeni bir bina daha yapıldı. Kuşkusuz ihti­ yaca göre, yeri geldikçe yeni binalar yapılabilir; ancak toplumlar bunu önceliklerini gözeterek, yasa ve kurallarına uygun biçimde ya­ parlar. Bu tarz binalar bir başkasının karan ve lütfu ile yapılamaz.' Yine bu saray merakı şair Adnan Yücel'in 'Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek' şiirinden bir kesiti hatırlattı bana: "Saraylar saltanatlar çöker, Kan susar bir gün, zulüm biter, Menekşeler de açılır üstümüzde, Leylaklar da güler, Bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır, Bir de yarınlar için direnenler." 6085 sayılı Sayıştay Kanunu, uluslararası denetim standartları, Sa­ yıştay ikincil mevzuatı ve denetim rehberleri ekseninde hazırlanan Sayıştay raporlanna göre 2019 yılında Cumhurbaşkanlığı 'nın yıllık harcaması bir önceki yıla göre yaklaşık 4 kat aratarak 3.6 milyar TL oldu. Yani sarayın/külliyenin bir günlük harcaması 10 milyon TL'dir. Sayıştay'ın TBMM'ye sunduğu 2019 yılı denetim raporunda, denetçi­ lerin çalışmasının tüm yönleri ile doğru ve güvenilir bilgilerden oluştu­ ğu ifade edildi. Raporda, Saray'daki taşıtların iki kat arttığı, taşıtlardaki bu artışın taşıtlar hesabı büyüklüğünün 506 milyon TL'den 1.2 milyar TL'ye çıktığı, ek bina yapımlannın ve Okluk Koyu'ndaki yazlık sarayın 338

inşaatı için de kaynak aktarıldığı belirtilmektedir. Saray bünyesindeki personel sayısının sürekli arttığının belirtildiği raporda, Cumhurbaş­ kanlığı personel harcamalarının 181.6 milyon TL'den 258.3 milyon TL'ye çıktığı belirtilmektedir. Yine raporda, kar amacı gütmeyen kuru­ luşlara 12 milyon TL para aktarıldığı belirtilmektedir. Yani yandaş sivil toplum örgütlerine, demek ve vakıflara hepimizin vergilerinden oluşan kamu kaynaklan peşkeş çekilmektedir. (34) Ekonomik sistemin vatandaşı, dar gelirliyi mağdur eden uygulama­ larına pek çok alanda rastlıyoruz. Bunlardan biri de 2011 'den 2020 yı­ lına kadar vatandaşın elektrik faturalarına, dağıtım şirketlerinin tören, ağırlama ve seyahat giderlerinin yansıtılmasıydı. Esasen konu hiç bi­ rimizin bilgisi dahilinde değildi. Kamuoyu bu soygunu, Sözcü Gaze­ tesi 'nin duyurmasıyla öğrendi. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), önce 17 Kasım ve 19 Kasım 2020 tarihlerinde yayımladığı iki ayn tebliğle hem elektrik dağıtım şirketlerinin hem de elektrik tedarik şirketlerinin temsil, ağırlama, konaklama, seyahat, ilan ve reklam, no­ ter, mahkeme masrafları gibi bir dizi harcamalarının elektrik tarifeleri­ ne eklenmesine, dolayısıyla abonelerin ödediği faturalara 2021-2025 yılları arasında 5 yıl süreyle devam edilmesine onay verdi. Sonra ise Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), halktan gelen yoğun tep­ kiler üzerine, elektrik şirketlerinin temsil ve ağırlama harcamalarının elektrik faturalarına eklenmesini iptal etti. Peki kimlerin sayesinde oldu bu. Bizim gibi buna itiraz eden insanla­ rın, muhalefet partilerinin ve toplumsal muhalefetin itirazları sayesinde. Buna bile itiraz etmeyen, iktidarı incitmektense her türlü zarara katla­ nabilen insanlar da, muhalif baskılar sayesinde elektrik faturalarında bu ahlakdışı uygulamadan kurtulmuş oldular. Şimdi anlıyoruz ki, muhalefet etmek, yönetimlerin yanlış uygulama­ larına itiraz etmek, hayır diyebilmek, hak aramak ne ulvi bir görevmiş. Öte yandan kamu harcamalarındaki olumsuzlukları ortadan kaldır­ manın yolu, önce kamuda tasarruf bilincini geliştirme ve uygulamayla, sonra da ciddi ekonomistlerin söylediği gibi ancak yapısal reformlarla mümkün olabilir. Bu yapısal reformlar ise sosyal, siyasal ve ekonomik alanı kapsayacak biçimde, bütüncül olarak ortaya konulmalıdır. 339

Yani yapısal reform deyince, yargı bağımsızlığı, kuvvetler aynlığı, kamu idaresinde şeffaflığın ve liyakatin tesisi, kayırmacılığın ortadan kaldınlması, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin TBMM ve Ana­ yasal düzen açısından denge ve denetlemeye kavuşturulması ya da bu sistemden topyekün vazgeçilmesi, eğitim sisteminin akıl ve bilim eksenli bir yapıya kavuşturulması, eşit rekabet koşullarında herkesin ekonomiden istifade etmesinin ve siyaset yapma özgürlüğünün temin edilmesi (ekonomik çoğulculuk, politik çoğulculuk), devlette kapsa­ yıcı kurumlann güçlendirilmesi ve geliştirilmesinin sağlanması gibi birçok alanı ilgilendiren reformlar hayata geçirilmelidir. Nitekim 2001 krizini yapısal reformlarla aştık. Ak Parti'nin 2011 'e kadar ki ekonomik başansı, o reformların ürünüydü. Bugün de başka çaremiz yok. Yapısal reformlardaki gecikme, her geçen gün işimizi daha da zorlaştırmaktadır. Netice itiban ile şunu söylemek mümkün. Ak Parti dönemi Türkiye için, gelişmiş ülkeler ligine çıkma hususunda tarihi bir fırsatın kaçı­ rıldığı dönem oldu. Oysa başlangıçtaki tutumla yola devam edilseydi, rövanşist politikalara sapılmasaydı, yolsuzluğa, kayırmacılığa prim ve­ rilmeseydi, hukukun üstünlüğüne saygılı, herkesin yaranna bir düzen­ den yana olunabilseydi, Türkiye orta gelir tuzağı denilen milli gelirin 15 bin dolarları aşamadığı durumu yaşamayacaktı ve muhtemelen kişi başı milli gelir bugün için 20 bin doların üstüne çıkmış olacaktı. Ne yazık ki, Ak Parti üst yönetiminin geldiği kültür, lise yılların­ dan kalma ideolojik takıntılar, Siyasal İslamcı gelenek, kin ve intikam gibi alt kültürel davranış kalıplan, buna müsaade etmedi. Yukandaki önerilerime rağmen bundan böyle mevcut yönetimin tekrar başa dönüp reformist bir tutumun içine girebileceğine, böyle bir politik çizgiye dö­ nebileceğine ihtimal vermiyorum. Hele giderek otoriterleşmeye kaymakta olan bu yeni sistemle, hiçbir reform adımı atılamaz, hiçbir değişim ve dönüşüme imza konulamaz. Zira sistemin kendisi ve aktörlerinin uzun zamandır izlediği politik çiz­ gi, içeride ve dışanda artık güven veren bir çizgi değildir.

340

Tarım ve Cevre Politikaları Türkiye, ülke sathında ciddi küçülmeye ve vatandaşın alım gücünde büyük gerilemeye neden olan 2001 ekonomik krizini yaşamıştı. 3 Ka­ sım 2002 'de ülke yönetimini devralan Ak Parti iktidarı diğer alanlarda olduğu gibi, Tarım alanında da başlangıçta doğru işlere imza attı. Tarım Kanunu, Tohum Yasası ve Biyogüvenlik Yasası denilen önemli yapı­ sal düzenlemeleri hayata geçirdi. Tarımsal üretimin uygun ekolojilerde geliştirilmesi için belirlenen tarım havzalarında tarımsal faaliyetlerin entegre bir şekilde yürütülmesi, desteklenmesi, örgütlenmesi, ihtisas­ laşması ve tarım envanterinin hazırlanması ile ilgili usul ve esaslan be­ lirleyen Tarım Havzaları Yönetmeliği çıkarıldı. Yönetmelik 18.4.2006 tarih ve 5488 sayılı Tarım Kanununun 14 üncü maddesine dayanılarak hazırlandı. Havza bazlı üretim modeli, doğal ve klimatolojik özellik­ lerine göre belirlenmiş havzalarda, ekonomik, ekolojik ve toplumsal verilere ve ülkenin ihtiyaçlarına göre üretimi esas alan bir model olarak ortaya konuldu. Bu modelde, iklim, toprak, topoğrafya, arazi sınıflandırması, bilgi sistemlerinden veri sağlanması, ürün ve üretim bilgileri, tüketim, ih­ racat ve tarımla ilgili diğer verileri esas alan bir tarım envanterinin oluşturulması amaçlanmakta ve bu envanter bağlamında üretim öngö­ rüleri geliştirilmekteydi. Yine fiyat tespitleri, talep tahminleri, destek bütçeleri, havzaların üretim potansiyeli, dış ticaret kapasitesi ve diğer parametreler kullanılarak, hangi ürünlerin, hangi havzalarda, ne miktar­ da üretilmesinin en uygun olacağı yönünde tespitler ortaya konularak, tarımda desteklemenin nasıl olacağı yönünde politika yapıcılarına ışık tutması amaçlanmıştı. Esasen havza bazlı üretime 2010'dan itibaren geçileceği taahhüt edilmişti. Bu modelde Türkiye, iklim, topoğrafya ve toprak verileri göz önünde bulundurularak 30 havzaya bölünmekteydi. Havzalar, ta­ rım ürünlerinin ekolojik ve ekonomik olarak en uygun yetiştirilebildiği bölgeleri ifade etmekteydi. Yine havzalar ekolojik olarak yönetilebilir büyüklükte olacaktı. 341

Ne var ki, süreç böyle gelişmedi. Havza bazlı ürün yetiştirme projesi ya da modeli kağıt üzerinde kaldı ve hayata geçirilemedi. Her sorunda olduğu gibi, işin ve sözün en güzeli konuşuldu, ama uygulamanın en kötüsü yapıldı. Yine Tanın Yasası 'na göre, tarımsal destekler Gayri Safi Milli Ha­ sıla 'nın en az yüzde l 'i olması icap ederken, bu konuda da söylenenler gerçekleştirilemedi. İktidar kendi çıkardığı yasanın bu maddesine bu­ güne kadar uyulmasını sağlayacak hiçbir adım atmadı. Diğer taraftan bu iktidar döneminde, tanının öneminin her geçen gün artmasına rağmen tanın alanlarının küçüldüğüne tanıklık etmekteyiz. İnşaat rantına kurban edilen tarım alanlan TÜİK verilerine göre cid­ di miktarda azalmıştır. 2002'de 26 milyon 579 bin hektar olan ekim alanları, 2018'de 23 milyon 94 bin hektara gerilemiştir. Bu kayıp arazi rakamı, çok ciddi bir rakamdır ve yaklaşık Belçika büyüklüğünde bir alana tekabül etmektedir. İthalat politikalarındaki yanlışlıklar nedeni ile Türkiye Ak Parti ikti­ darı döneminde, tarımda dışa bağımlı hale gelmiştir. Özellikle gümrük vergilerinin sıfırlanmasına dönük politikalar, içerde üretim yapmayı sı­ nırlandırmaktadır. Diğer taraftan çiftçiler girdi maliyetlerindeki artışa yetişememekte, bu konudaki sübvansiyonlar yetersiz kalmaktadır. Tür­ kiye tanın ürünleri ihracatında ihracatçı bir ülke konumundan, ithalatçı bir ülke konumuna gerilemiştir. Dönemin en kayda değer olumsuzluklarından biri, zeytinliklerin ve diğer birinci sınıf tanın arazilerinin imara açılması oldu. Tanın topraklan en çok bu dönemde amaç dışı kullanıma açıldı. Kamulaştırmalarla tanın topraklan ranta kurban edildi. Koruma altına olan ovalara termik sant­ raller kuruldu. Bu yüzden tanın ürünleri üretimi sınırlandı ve bu konuda çok zaman ve imkan kaybedildi. Oysa Türkiye 2002 'ye yani Ak Parti iktidarına kadar tarımda kendi kendisini besleyen ülke konumundaydı. Türkiye tarımdaki potansiyelinden, yanlış tanın politikaları nede­ niyle, tarımsal zenginlik üretemiyor. Halbuki tarımda ülkemizin po­ tansiyeline uygun, bilgi teknolojileri ile desteklenen ve üreticilerin örgütlenmesini esas alan bir modeli geliştirmek mümkündür. 342

Ak Parti tarım politikalarında yine başlangıçta AB eksenli bir tanın politikasını takip ediyordu. Mesela tarım ekonomisi perspektifinden, tarımda işletmeciliği öne çıkarmıştı. Bu çok doğru bir politikaydı. Zira tarımsal gelişmenin anahtarı tarım ekonomisidir. 2014 yılında çıkarılan toprak koruma ve arazi kullanımı kanunun­ da değişiklik yapılması hakkındaki kanun ve medeni kanunda yapılan değişiklikle, bölünebilir tarım arazisi miktarı 20 dönümün üzerine çı­ karıldı. Yani 20 dönüm ve altındaki araziler mirasçıları tarafından ifra­ za tabi tutulamayacaktı. Bundan maksat tarımsal arazi büyüklüklerinin optimum ölçekte olması ve tarımda ölçek ekonomisine geçilmesiydi. Asgari arazi büyüklüğünün 20 dönüme çıkarılması, toplulaştırma bağ­ lamında isabetli bir düzenleme olmuştur. Esasen bu rakamın bana göre zamanla 50 dönüme çıkarılması daha da isabetli olacaktır. Kısaca üretim artarken maliyetlerin düşmesi olan ölçek ekonomisi­ nin geniş tanımı şudur: Üretim miktarı, üretime katılan girdilerin bir­ birlerine oranlan sabit kalmak kaydı ile, üretime katılan faktörlerin artış oranından daha büyükse, burada artan bir getiriden bahsetmek müm­ kündür. Bu durumda bir taraftan maliyetler azalmakta, diğer taraftan ise kar artmaktadır. Aynca iş bölümü ve uzmanlaşmaya dayalı verim de arttnaktadır. Bu açıdan bakıldığında tarımda ölçek ekonomisi çok özel bir öneme sahiptir. Ak Parti iktidarı bu durumun başlangıçta farkındalığına vakıf olmuş, ancak süreçte uzun vadeli hesaplan gerektiren projeden vazgeçerek, kısa vadeli popülizme teslim olmuştur. Olan da tarımımıza olmuş, ta­ rımdan geçinen kesimin ekonomik durumu gün geçtikçe kötüleşmiştir. Öte yandan tarım konusunda toplumda geleneksel bir tavır vardır. Ta­ nın deyince akla köylü gelir ve köylünün geçimini idame ettirmek için uğraştığı küçük ölçekli tarım gelir. Bu durum Cumhuriyetin ilk yılların­ da, nüfusumuzun yüzde 80'inin köylerde yaşadığı yıllarda geçerliliği olan bir durumdu. Ancak günümüzde geçerli olmayan bir yaklaşımdır bu. Köylerde küçük ölçekli yapılan tarım işi, tarım ekonomisi açısından çok anlamlı bir iş değildir. Bunun hiç anlamlı olmadığını söylemiyorum. Küçük aile ölçekli tarımsal uğraşın iç tüketim açısından belirli ölçekte bir ekonomik değeri elbette vardır. Ancak tarımdan sanayiye kaynak aktarma 343

boyutundaki tarımsal uğraş için, yani tanın ekonomisi bağlamında üre­ tim yapabilmek için, tanın ürünlerinin dış pazarda satılabilir büyüklükte üretilmesi gerekir. Bunun olabilmesi için de tarımda işletmeciliğin öne çıkarılması lazımdır. Tarımda işletmecilik demek, arazi büyüklüğü, bü­ yük-küçükbaş hayvan miktarları ve kanatlı hayvan miktarlarının sayısal açıdan optimum büyüklükte olması demektir. Yine ürünlerin işlenmesi ve pazarlanması aşamalarında da kalite standartlarına uyulması demektir. Esasen Avrupa Birliği tarımda da diğer alanlar gibi oldukça geniş bir müktesebat oluşturmuş ve standartlar geliştirmiştir. Tarımsal üretimin her başlığında AB standartları rehberi mevcuttur. Mesela Kanatlı Eti Üreten Tarımsal İşletmeler, Kırmızı Et Üreten Tarımsal İşletme­ ler, Süt Üreten Tarımsal İşletmeler ve Yumurta Üreten Tarımsal İşletmelerin her biri için ayrı ayrı AB standartları rehberi düzen­ lenmiştir. Ayrıca bu ürünlerin işlenmesi ve pazarlanması ile ilgili de standartlar geliştirilmiştir. AB uyum sürecinin revaçta olduğu dönemde Ak Parti bütün bu dü­ zenlemeleri politik perspektifinin merkezine oturtmuştu. Fakat ilerle­ yen zamanda, popülizmin etkin olmaya başladığı süreçte, gerçeklerden, rasyonel projelerden kopulmuş, iktidar her alanda olduğu gibi tarımda da savrulmaya başlamıştır. Bu iktidar döneminde ilk kez Türkiye kurbanlık hayvan ithalatıyla tanışmış, ilk kez saman ve ot ithalatı yapmıştır. Tanın konu edilince Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)'nden bahsetmeden geçemeyiz. Güneydoğu Anadolu Projesi Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin su ve toprak kaynaklarını geliştirmek, Fırat-Dicle Havzası'nı sulamak ve hidroelektrik enerjisi üretmek üzere geliştirilen entegre bir projedir. GAP Projesi, sulanabilir arazi büyüklüğü ve gıda üretim üssü olma kapasitesi ile dünyanın sayılı projelerinden biridir. Projenin başlangıcı Keban Barajı 'nın yapımı olan 1965-1975 yıllarına dayanır. Projenin tamamı bittiğinde Türkiye'yi, hatta komşu ülkeleri bile besleyecek, ülke ekonomisine milyarlarca dolar para kazandıracak bir büyüklüğe sahiptir. Yaklaşık 1 milyon 300 bin kişiye sağlayacağı istihdam da cabası. 344

GAP Projesi, ilk olarak Fırat ve Dicle sularından enerji üretimi amaç­ lı yararlanmak düşüncesi ile Mustafa Kemal Atatürk tarafından dillen­ dirilmiştir. 1936 yılında kurulan Elektrik Etütleri İdaresi, çalışmalarına 'Keban Barajı Projesi' ile başlamış ve bu maksatla bölgede gözlem istasyonları kurmuştur. İlerleyen dönemlerde devasa bir bölgesel kal­ kınma projesine dönüşen GAP, sulama tesislerinin yanı sıra, kentsel ve kırsal alt yapı, tanın, eğitim, sağlık, ulaştırma, konut, turizm ve diğer sektörlerdeki yatırımlan da içine alan entegre bir projeye dönüşmüştür. Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak olmak üzere 9 ilden oluşan Güneydoğu Anadolu Böl­ gesi'nin bu güzide projesi 1977 yılında ilk kez 'Güneydoğu Anadolu Projesi' olarak adlandırılmıştır. Merhum Süleyman Demirel'in Keban Barajı'nın temelini atması ile başlayan GAP Projesi merhum Turgut Ôzal'ın Atatürk Barajı'nı yaptırması ile devam etmiştir. Bu iki siyasetçinin bu konudaki öngörü­ leri sayesinde projede çok mesafe alınmış, yapılan yatırımların ekono­ miye geri dönüşü fazlasıyla sağlanmıştır. Proje sadece bölge insanı için değil, tüm Türkiye için, özellikle tarımda bir kurtuluş projesidir. Sade­ ce gıda sektörü açısından değil, aynı zamanda pamuk gibi endüstriyel ürünlerin yetişmesi açısından da proje büyük öneme sahiptir. Özellikle 704 kilometre karelik muhteşem büyüklüğü ile Harran Ovası, bölgede bereket fışkıran ova niteliğindedir. 2014 yılında GAP Gezisi sırasında Harran Ovası, büyüklüğü ile beni oldukça büyülemişti. 2019 yılı itiban ile, Toplam l milyon 58 bin hektarlık bu sulanabilir arazinin 564 bin 215 hektarının, yani yüzde 53 'ünün sulama şebekeleri tamamlanmıştır. Oysa geçen 20 yıllık dönemde Ak parti iktidarı, yaptığı bir yığın yanlış harcamadan vazgeçip, GAP'ı öne alabilseydi, sulanabilir alan miktarı bakımından belki de yüzde 100'lük bir seviyeye ulaşılabi­ lirdi. İşte o zaman tarımda başarıdan bahsedebilirdik. Üstelik proje hem tanın hem de sanayi konusunda yüksek potansiyele sahip bir projedir. Ak Parti iktidarı GAP Projesi'ne yeterince duyarlı davranmamıştır. O kadar ki, TRT-3 'ün gündüz kuşağı programında yayın yapan ve GAP'la özdeşleşen TRT-GAP'ın bile yayınına 2015'te son verilmiştir. 2019 yı­ lında projenin tüm sulama kanalları ile bitirileceğini taahhüt edilmesine 345

rağmen, yukarıda da belirttiğim gibi, sulama kanallarının ancak yüzde 53 'lük bölümü tamamlanabilmiştir. Oysa bölgenin tamamı sulanabilse, Türkiye'nin tanın üretimi neredeyse üç katına çıkabilecektir. Tabiatıyla bu dönemde GAP'la ilgili hiçbir şey yapılmadı demiyo­ rum. Ancak inşaat rantına dayalı büyüme stratejisi yerine, kaynakların bir bölümü GAP'a akıtılarak bu büyük proje tümden hayata geçirilebi­ lirdi. Üstelik projenin en önemli özelliklerinden biri, bölgeden Marmara yönünde olan göçü durdurabilecek kapasitede bir proje olmasıydı. Yani projenin tamamlanması halinde, Türkiye'nin sağlıklı kentleşmesine de indirekt katkısı olacaktı. Bu arada tanın sektörü kayıtlı istihdamında giderek azalma sürüyor. Sigortalı çiftçi sayısı son 10 yılda yüzde 50 geriledi. Çiftçi sayısında Covid-19 pandemisi döneminde de düşüş gerçekleşti. Sadece 2019 Ara­ lık-2020 Kasım döneminde kayıtlı çiftçi sayısı yüzde 7,45 oranında azaldı. Ak Parti'nin en başarısız olduğu alanlardan biri de çevredir. Baş­ langıçta tüm doğal kaynaklan ülkenin menfaatine sunma amaçlı Hid­ roelektrik Santraller(HES) kurma girişimi, çevre duyarlılığı olmadan ele alınmış, özellikle Karadeniz Bölgesi'nde dere yataklarının ekolojisi tarumar edilmiştir. Sözgelimi 20 kilometre uzunluğundaki bir dere üze­ rinde en fazla kurulması gereken HES 2 olması gerekirken, bazı yer­ lerde neredeyse 3 km ara ile HES'ler kurulmuş, dere yatakları adeta kurutulmuştur. Yani koruma kullanma dengesi gözetilmemiş, doğa hoyratça tahrip edilmiştir. Halbuki Ak Parti programında çevre konusu, hem sorunların sağlıklı bir ortamda çözülmesi hem de ulusal maliyetlerin azaltılması perspektifinden ele alınmıştı. Programda aynen şöyle deniliyor: 'Partimiz bir yandan sürdürülebilir kalkınmayı hedeflerken, öte yandan bu kalkınmanın çevreye maliyetinin asgari düzeyde tutulmasına özen gösterecektir. Türkiye ne kendi ürettiği ne de başka ülkelerden ithal edilen çevreye zararlı atıklann mezarlığı olmayacaktır. Çevreyi kirleten hiçbir kal­ kınma ya da üretim modeline müsamaha gösterilmeyecektir.' Yukarıdaki program ve taahhütlere rağmen, Türkiye'nin plastik atık ithalatı 2004'ten bu yana sürekli artarak devam etmiştir. 2019 yılında da Avrupa'dan Türkiye'ye gelen plastik atık miktarı 582 bin 296 tondur. 346

2020 yılında ise Türkiye, Avrupa Birliği ülkeleri ve İngiltere'den top­ lam 659 bin 960 ton plastik atık ithal etmiştir. Bütün bunlar bize, çevre konusunda da yapılan taahhütlerin gerçek dışı olduğunu, Türkiye'nin etkili bir çevre ve atık yönetim stratejisinin olmadığını gösteriyor. Öte yandan bu dönemin doğa tahribatına yönelik politikaları ile akıl­ lara zarar düzeyinde uygulamalara meydan verilmektedir. Kaz Dağla­ rı 'nda altın arayışı ile ilgili katliama varan çalışmalar, Karadeniz'de yaylalara yol yapma çılgınlığı ve en son olarak da İyidere'de liman yapımı ile ilgili halkın tepkilerini kale almayan İkizdere'deki doğa tahribatı. Bütün bunlar Ak Parti iktidarının çağa uygun, akılcı bir çevre politikası olmadığını gösteriyor. Şu kadar ağaç diktik demekle çevreci olunmuyor. Öncelikle doğanın insanlar için yaratıldığı inancını sorgulamak gerekir. Bir kere doğa, sa­ dece insanlar için yaratılmıştır inancı, insanın doğaya yönelik saldırgan tutumunu provoke eden bir anlayıştır. Oysa doğa canlı, cansız bütün varlıklar içindir. Yani doğaya, salt insan merkezli değil, çevre merkezli bir anlayışla yaklaşmak gerekir. Böyle bakarsak, doğaya ancak gerekli değeri verir, ona daha saygılı davranabiliriz. Koruma kullanma denge­ sinde daha hassas olabiliriz. Yine doğayı canlı cansız tüm varlıklar için görebilme becerisini ortaya koymamız halinde, çevreyi koruma ile kal­ kınma arasında her iki tarafın da kazançlı çıkabileceği pozitif toplamlı bir sonuçtan bahsedebiliriz. Son tahlilde insanoğlu doğaya karşı sürdürdüğü savaşı kazanırsa, bunun sonucunda bütün canlılar kaybedecek.

Ak Parti Döneminde Sağlık Hizmetleri Sağlık hizmetlerinin, bireylerin yaşam kaliteleri üzerindeki etkileri nedeni ile olacak ki, hemen tüm ülkelerin politika yapıcıları sağlık poli­ tikalarını öncelikleri arasına alırlar. Zira hükümetler açısından vatandaşa en çok dokunan hizmetlerin başında sağlık hizmetleri gelir. O bakımdan, sağlık hizmetleri öncelikli hizmetler olmuştur. Ak Parti bu durumun bi­ lincinde olarak, başlangıçta sağlık hizmetlerinde önemli adımlar attı. 347

Dünya Sağlık Örgütü'ne göre bir ülkenin sağlık sistemi, 'herke­ se gerekli olan sağlık hizmetinin yüksek kalitede verilmesini sağ­ layacak şekilde tasarlanmalıdır. Bu hizmet etkili, karşılanabilir maliyette ve toplumca kabul gören tarzda olmalıdır.' Dünya Sağlık Örgütü tarafından, her ülkenin bu faktörleri göz önünde tutarak kendi özgün sağlık sistemini geliştirmesi önerilmektedir. Önceki dönemlerde sağlık hizmetleri temelde üç farklı kurum tara­ fından yürütülmekteydi. Bunlar Sağlık Bakanlığı, Sosyal Sigortalar Kurumu ve Üniversite hastaneleri idi. Bir de Milli Eğitim Bakanlı­ ğı 'na bağlı dispanserler, Askeri sağlık hizmeti sunan Askeri hastaneler ve Askeri temel sağlık hizmeti birimleri vardı. Yani sağlık hizmetlerinin sunumunda çok parçalı bir yapı söz konusuydu. Ak Parti dönemi sağlık politikaları ve uygulamalarını değerlendir­ meden önce, Türkiye' de sağlık politikaları ve uygulamalarının tarihçe­ sine kısaca değinmekte fayda vardır. Tarihçeye baktığımızda uygulanan politikaların, 1920-1923, 1923-1946, 1946-1960, 1960-1980 ve 19802002 dönemi politikaları olarak sınıflandırılabileceğini söyleyebiliriz. "Sağlık Bakanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi 'nin açılışından he­ men sonra, 3 Mayıs 1920 tarihinde 3 sayılı kanunla kurulmuştur. Bu dö­ nem salgın hastalıklardan toplumun kırıldığı bir dönemdi. Atatürk'ün önderliğinde Cumhuriyeti kuran kadronun, yoksulluk ve cehaletle bir­ likte, salgın hastalıklarla mücadele, öncelikli meselesiydi. Dr. Adnan Adıvar' ın Sağlık Bakam olduğu 1920-1923 arası dönemin sağlıktaki esas işlevi, kurucu mevzuatı düzenlemek, savaş yaralarım sarmak ve bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek olmuştur. 1923 yılına geldiğimiz­ de, sağlık hizmetleri hükümet, belediye, karantina tabiplikleri ve kü­ çük sıhhiye memurlukları eliyle yürütülüyordu. 86 adet yataklı tedavi kurumunda 6.437 hasta yatağı vardı. 554 hekim, 69 eczacı, 4 hemşire, 560 sağlık memuru ve 136 ebe mevcuttu. Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra ise Sağlık Bakanlığı'na Dr. Refik Saydam getirildi. 1937'ye kadar görevde kalan Saydam döneminde sağlıkta çok önemli işler başarıldı. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: -1928 yılında 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcra­ sına Dair Kanun çıkarıldı. 348

-1930 yılında 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarıldı. -Sağlık hizmetlerinin planlanması ve programlanması ile yönetiminin tek elden yürütülmesi gerçekleştirildi. -Koruyucu hekimliğin merkezi yönetime, tedavi edici hekimliğin yerel yönetime bırakılması öngörüldü. -Sağlık insan gücü ihtiyacını karşılamak üzere tıp fakültelerinin ca­ zibesi artırıldı ve tıp fakültesi mezunlarına mecburi hizmet uygulaması getirildi. -Sıtma, frengi, trahom, verem, cüzzam gibi hastalıklarla mücadele programları başlatıldı. Bu politikalar ekseninde yasal düzenlemelerle, koruyucu hekimlik kavramı geliştirilmiş, yerel yönetimlerin hastane açmaları teşvik edilmiş ve her ilçede hükümet tabibi olması hedeflenmiştir. Pilot uygulama ve diğer illere rehber olma amaçlı ilk olarak 1924'te Ankara, Diyarbakır, Erzurum, Sivas Numune Hastaneleri ve 1936'da da Haydarpaşa Numune Hastanesi açılmıştır. Daha sonraki yıllarda tamamlanan Trabzon ve Adana Numune Hastaneleri ile Nu­ mune Hastanesi sayısı 7'ye çıkarılmıştır." (35) Dr. Refik Saydam döneminde dikkat çeken husus, tedavi edici he­ kimliğin ve bu bağlamda hastane yapımlarının yerel yönetimlere bıra­ kılmasıdır. Bu yöntem Batı demokrasilerinin uzun yıllardır uyguladığı yöntemdir. Sağlığın temel politikalarının Sağlık Bakanlığı uhdesinde kalmak kaydıyla, altyapı çalışmalarında yerel yönetimlerin etkin rol al­ ması, tedavi edici sağlık hizmetlerini üstlenmesi, hem ihtiyaçların ve önceliklerin belirlenmesi, hem de hizmet sunumunu kolaylaştırması ba­ kımından önemlidir. Türkiye'de sağlık politikalannın başarısızlığında, bu hususun göz ardı edilmesinin önemli payı vardır. "1946-1960 döneminde ise her 40 köy için 1 O yataklı sağlık merkezi kurularak tedavi edici hekimlikle koruyucu sağlık hizmetlerinin birlikte verilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. 1945 yılında 8 adet olan Sağlık Merke­ zi sayısı 1950 yılında 22'ye, l 955'de 181 'e, 1960 yılında 283 'e ulaşmıştır. 1960-1980 arası dönemde dikkat çekici politika, sağlık hizmetleri­ nin sosyalizasyonu politikasıdır. Bu kapsamda iller içinde bütüncül bir yapı çerçevesinde sağlık evleri, sağlık ocakları, ilçe ve il hastaneleri bi349

çiminde bir yapılanmaya gidilmiştir. Aynca bu dönemde Genel Sağlık Sigortası çalışmalarına başlanmıştır. 1980-2002 döneminin dikkat çekici çalışması ise, 1990 yılında Dev­ let Planlama Teşkilatı tarafından sağlık reformlarının ele alındığı bir sürecin başlangıcını oluşturmasıdır. 1990'lı yıllarda yürütülen Sağlık Reformu çalışmalarında; 1-Sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında toplanarak Genel Sağlık Sigortası 'nın kurulması, 2-Birinci basamak sağlık hizmetlerinin aile hekimliği çerçevesinde geliştirilmesi, 3-Hastanelerin özerk sağlık işletmelerine dönüştürülmesi, 4-Sağlık Bakanlığının koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik veren sağ­ lık hizmetlerini planlayıp denetleyen bir yapıya kavuşturulması gibi husus­ lar çalışılmış, sağlık reformu tasan sının teorik altyapısı hazırlanmıştır." (36) Yani bu noktada şunun altını çizmek gerekir; Ak Parti dönemi sağlık politikalarında hiçbir şey yoktan var edilmemiştir. Görüldüğü gibi 90'lı yıllar, bütün olumsuzluklarına rağmen, ekonomide olduğu gibi, sağ­ lık alanında da uzun erimli reformların alt yapılarının çalışıldığı, reform hazırlıklarının yasal düzenleme aşamasına getirildiği yıllar olmuştur. Ak Parti dönemi için bütün bu çalışmaları önemli müktesebat birikimi olarak değerlendirmek gerekir. A k Parti açısından bu eksende mevzuat değişikliklerine giden yol ve reform süreci kolaylaşmıştır. Tabiatı ile yapılan tüm hazırlıklar henüz hayata geçmediği için, sağlığın uygulama boyutundaki sorunları çok büyüktü. 2002'den itibaren gündeme gelen Sağlıkta Dönüşüm Programı öncesinde, genel durum şu şekildeydi: Emekli Sandığı sigortalılarına üniversite hastanelerine doğrudan müracaat edebilme imkanı tanınırken, SSK ve Bağ-Kurlular bu haktan mahrumdular. SSK'lılar Sigorta Hastanelerinden sevk almak kaydı ile üniversite hastanelerine gidebiliyor, Bağ-Kurlular ise üniversite has­ tanelerine gitmeleri halinde harcamaları önce cebinden ödüyor, sonra düzenlenen fatura karşılığında Bağ-Kurdan bin bir çile ile paralarını gecikmeli olarak geri alabiliyorlardı. Mevzuat ve evrak kalabalıklığı insanlar için çok önemli bir stres kaynağı idi. Ayakta tedavi gören has­ talar hastane kapılarında, poliklinik önlerinde uzun kuyruklar oluşturu350

yordu. Sevk sistemi ve sağlık kurumlarının yaşanan yere olan uzaklığı vatandaşı canından bezdiriyordu. Bu hususta bizzat benim tanıklık et­ tiğim geçmişte bazı olaylar vardır. İl Genel Meclis üyeliğim sırasında Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesinde 100 yataklı devlet hastanesinin yansı boş dururken, SSK'lı hastalar Bursa Çekirge SSK Hastanesi'ne sevk ediliyordu. Bu konuda benden yardım isteyen kimi hastalara yar­ dım edememenin sıkıntısını yaşıyorduk. Bir gün Bursa ziyaretinde ANAP İl Başkanlığı'nda dönemin Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Oku­ yan'a konuyu açtım. Kendisi, bir protokolle bu sorunu çözeceklerini söyledi. Daha sonra da gerçekten Sağlık Bakanlığı ile Sosyal Güven­ lik Bakanlığı arasında bir protokol imzalanarak sorun geçici çözüme kavuştu. Ancak esas mesele SSK'nın hastane işletmeciliği yapması ve sağlığın Sağlık Bakanlığı bünyesinde tek çatı altında olmamasıydı. Yatan hastalar için dışarıdan temin edilen ilaç ve tıbbi malzeme üc­ retleri, hastalar tarafından ödeniyordu. Uzun süreli kullanılan ilaçlar­ da uzun süreli rapor yerine, hastalar üç ayda bir tekrar kuruma gidip ilaçlarını yeniden yazdırmak zorundaydı. Emekli Sandığı mensupları için şehir içi veya şehir dışı ambulans hizmetleri karşılanırken, SSK'lı hastalar için şehir dışı ambulans hizmetleri devlet tarafından karşılan­ mıyor, Bağ-Kurlular için ise hiçbir biçimde ambulans bedelleri öden­ miyordu. Yani devlet, kendi memurları ile diğer vatandaşlan arasında ayrımcılık yapıyordu. Ak Parti iktidarının 2003 yılı başında Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP) hazırlanarak Sağlık Bakanlığı tarafından kamuoyuna duyurul­ muştur. Bu bağlamda; 'herkese sağlık' başlığı altında sağlık alanında yürütülmesi öngörülen temel hedefler belirlenmiştir. Bu hedefler; 1-Sağlık Bakanlığı 'nın idari ve fonksiyonel açıdan yeniden yapılan­ dırılması, 2-Tüm vatandaşların genel sağlık sigortası kapsamı altına alınması, 3-Sağlık kuruluşlarının tek çatı altında toplanması ve Genel Sağlık Sigortası uygulamasına geçilmesi, 4-Hastanelerin idari ve mali açıdan özerk bir yapıya kavuşturulması, 5-Güçlendirilmiş Temel Sağlık Hizmetleri ve Aile hekimliği uygu­ lamasına geçilmesi, 351

6-Anne ve çocuk sağlığına özel önem verilmesi, ?-Koruyucu hekimliğin yaygınlaştırılması, 8-Özel sektörün sağlık alanına yatının yapmasının özendirilmesi, 9-Tüm kamu kuruluşlarında alt kademelere yetki devri, 10-Kalkınmada öncelikli bölgelerde yaşanan sağlık personeli eksikliğinin giderilmesi, 11-Sağlık alanında e-dönüşüm projesinin hayata geçirilmesi, biçiminde belirlenmiştir. (37) Ak Parti iktidarının ilk yıllarında Sağlıkta Dönüşüm Programı başlı­ ğında yukarıda bahsettiğimiz çalışmalar hızla hayata geçirilmeye çalışıl­ mıştır. İlk ve en önemli icraat olarak 'sağlığın tek çatı altında toplanması' gelir. Program kapsamında Aile Hekimliği uygulaması ile etkili ve ka­ demeli sevk zincirinin gözetileceği, hastanelerdeki yığılmaların önüne geçileceği iddiasına da yer verilmiştir. Bu arada hastaların sağlık hizmetlerine erişimi kolaylaştırılmış, bol paralı dönemde özel hastanelerden her vatandaş için sağlık hizmeti satın alınması gerçekleştirilmiştir. Mesela kırsal kesimde yaşayan va­ tandaşların, şehir merkezlerindeki 5 yıldızlı otel gibi hizmet veren özel hastanelerden istifade etmesinin yolu açılmış, hiç ücret ödemeden va­ tandaşlarımızın ciddi operasyonlar yaptırabilmesi mümkün hale geti­ rilmiştir. Bu, birçok vatandaşımız için hayal bile edemeyeceği ölçekte oldukça lüks bir sağlık hizmeti alımıydı. Bu arada Genel Sağlık Sigorta­ sı kabul edilmiş ve Ol Ocak 2007 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Nitekim bütün bu uygulamalar, 2007 seçimlerinde büyük oy patlamasına vesile olmuş, Ak Parti sağlık hizmetlerinde yaptığı iyileştirmenin veya bol pa­ ralı dönemdeki popülizmin kısa vadede karşılığını almıştı. Ne var ki, bu balayı çok uzun sürmedi. Bir süre sonra, bir dönem ücretsiz hizmet veren, ya da daha doğru bir ifade ile hastaların ücretlerini devletten ala­ bilen özel hastaneler, hastalardan bazı başlıklarda 200 kata kadar çıka­ bilen katkı payları almaya başladılar. Bu arada 2 Kasım 2011 tarihinde 663 sayılı Kanun Hükmünde Karar­ name ile Sağlık Bakanlığı yeniden yapılandırılarak, düzenleyici ve de­ netleyici kuruma dönüştürülmüş, koruyucu sağlık hizmetlerinin sunınnu 'Türkiye Halk Sağlığı Kurumu'na, ikinci ve üçüncü basamak sağlık 352

hizmetlerinin sunumu ise, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu'na bı­ rakılmıştır. Bu yapılanma, sağlıkta çok köklü bir değişime işaret edi­ yordu. Ancak tasarlanan sistemin ne derece başarılı olacağı yönündeki beklenti, konunun uzmanları tarafından eleştiriliyor ve başarılı olama­ yacağı yönünde kesin kanaatler ortaya koyuluyordu. 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname 'ye göre, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu, il düzeyinde Genel Sekreterlerin yönettiği Kamu Hastaneleri Birlikleri ku­ rup işletecekti. Uygulama başladığında illerde üç başlı bir durum ortaya çıktı. Bir yanda acil sağlık hizmetlerini yürütmek olarak görevi sınır­ landırılan İl Sağlık Müdürlükleri, diğer yanda koruyucu sağlık hiz­ metlerini yürütecek olan Halk Sağlığı Müdürlüğü ve ikinci ve üçüncü basamak hizmetlerini yürütmek üzere Kamu Hastaneleri Genel Sek­ reterliği biçiminde üç ayn kurum ortaya çıktı. Tabiatı ile böylesine çok başlı bir yapılanmanın yürümesi, verimli olması mümkün değildi. Zaten çok geçmeden sistem iflas etti ve her şey eskiye döndürüldü. 25 Ağustos 2017 tarihinde 694 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kamu Hastaneleri Birlikleri yapılanmasına son verildi. Sağlık Ba­ kanlığı taşra teşkilatı, yeniden İl Sağlık Müdürlüğü çatısı altında top­ landı. Büyük maliyetlerle ve mesai israfıyla oluşturulan yeni sistem iflas etmiş, sağlık hizmetlerinin sunumundaki kalite bozulmuştur. Türkiye Halk Sağlığı Kurumu ve Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu, Sağlık Bakanlığı hizmet birimleri haline dönüştürülmüştür. Ak Parti 'nin ilk yıllarında ve bol paralı dönemde, sağlıkta görece bir başarı ya da vatandaş açısından bir iyilik hali olmakla birlikte, sağlığın sosyal belirleyicisi dediğimiz, ekonomik ve sosyal koşullardaki, yaşam kalitesini etkileyen diğer tüm faktörlerdeki kötüleşme, sağlığın büyük fotoğrafını günden güne kötüleştirmiştir. Bir de 2017 yılında faaliyete geçen şehir hastaneleri uygulaması var. Şehir hastanelerinin yapılış biçimi başlı başına büyük bir problem oluş­ turuyor. Hastaneleri yapan firmaya yüzde 70 yatak doluluk hasta garanti­ si verilerek, devletin de kiracı pozisyonunda olduğu bu sağlık politikası, sağlık hizmetlerinin sunum kalitesinden, hastanelere erişim zorluğun­ dan, devJetin uğradığı zarara kadar pek çok sorunla doludur. Yaklaş ık I O milyar dolarlık yatırıma devlet yine yaklaşık 30 milyar dolarlık garanti 353

vermiştir. Bu para halkın sırtından çıkacaktır. Kamu-Özel işbirliği esaslı anlaşmaların bedeli dolar cinsi üzerinden yapıldığından, dolar kurunda­ ki artış gelecekte halkımızı daha büyük maliyetleri göğüslemekle karşı karşıya bırakacaktır. Bu arada anlaşmaların içeriği de 'ticari sır' diye ka­ muoyuna açıklanmamakta, hatta milletvekillerinin TBMM'de bu yönde verdiği önergeler de yine aynı gerekçe ile cevapsız bırakılmaktadır. 1 7 Nisan 201 7 tarihinde Bursa Tabip Odası 'nda gerçekleştirilen 'şe­ hir hastaneleri' panelinde konuşan CHP Bursa Milletvekili ve benim de yakın dostum Dr. Ceyhun irgil şehir hastanelerinin durumu ile ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: 'Bunun adı, yap-işlet-kırışalım'dır. Dev­ let bu uygulama ile resmen emlakçılık yapıyor. Devlet komisyoncu­ luk yapıyor ancak bedelini halk ödeyecek. 25 yılda ödenecek kira bedeli ile, 27 milyar dolarla Bilkent Şehir Hastanesi'nden 27 tane yapabiliyoruz. Devlet arsayı veriyor, personel veriyor, imtiyaz veri­ yor, para veriyor, bir de üstüne kira veriyor. Akıl alacak gibi değil.' Esasen gelişmiş ülkeler dahil, sağlık alanında sorunların tümden çö­ züldüğü bir program, bir reçete elbette yoktur. Son 25-30 yıldır sağlıkta dönüşüm politikaları, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin siyasetle­ rinde önemli yer tutmaktadır. Bu politikaların en önemli ortak nokta­ ları, verimlilik, sağlık hizmetine erişebilirlik ve sağlık hizmetinin kalitesi diye üç başlık altında toplanmaktadır. Yani tüm sağlık poli­ tikalarında ve sağlık yatırımlarında bu üç husus mutlaka gözetilmesi gereken hususlardır. (38) Sağlık hizmetlerinin erken ve kaliteli sunumu ve hastanın hızlı eri­ şebilirliği açısından, hastanelerin şehir merkezlerinin geneline dağınık olması gerekir. Ya da şehir merkezlerinin muhtelif bölgelerinde, nüfus büyüklüğüne göre çok sayıda sağlık üsleri oluşturmak gerekir. Oysa şe­ hir hastaneleri adeta uzak bir kampüs gibi şehirlerin ücra yerlerine ya­ pılmakta, bu yerlere hastaların ulaşımı oldukça zor olmaktadır. Üstüne üstlük şehir hastanelerinin açılmasının akabinde pek çok şehirde birçok hastane kapatılmıştır. Amaç, şehir hastanelerine taahhüt edilen hasta garantisini sağlamak ve bu amaçla hastalan oralara yönlendirmek. Bu uygulama bir kere hasta haklan ile bağdaşmayan bir uygulamadır. Yine şehir hastanelerinin yatak kapasitesi birkaç küçük şehirde 500 354

civarında olmakla birlikte, bütün büyükşehirlerde bin yatağın üzerin­ dedir. Hatta Ankara Bilkent Şehir Hastanesi 3 bin 711, Adana Şehir Hastanesi bin 550, Kayseri Şehir Hastanesi bin 607, Başakşehir Şe­ hir Hastanesi 2 bin 682, Ankara Etlik Şehir Hastanesi 3 bin 624, İzmir Bayraklı Şehir Hastanesi 2 bin 060 yatak kapasiteli olarak yapılmıştır. Halbuki bilimsel verilere göre hastane enfeksiyonu riski, hizmetin ve­ rimliliği ve kalitesi, hekimlerin konsültasyonlara erişebilirliği bakımın­ dan, hastane yatak kapasitelerinde optimum ölçek yaklaşık 400 yatak olarak kabul edilir. Ya da bir başka ifade ile, 100 yataktan az 600 yatak­ tan fazla hasta yatağı olan hastaneler, verimlilik, maliyet, hizmet kali­ tesi ve hasta memnuniyeti açısından sorunlu olarak kabul edilirler. (39) Ancak diğer bölümlerde de söylediğim gibi, niteliği değil niceliği önceleyen Ak Parti zihniyeti, büyük olsun, devasa olsun, görüntüsü ile büyülesin ve oy getirsin gibi alt kültürel saiklerle yaptığı her iş gibi, şehir hastaneleri uygulamasında da aynı yanlışı yapmıştır. Nitekim Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bundan bir süre önce, TBMM Plan Bütçe Komisyonunda ve sonra da kamuoyuna yaptığı açıklamada, 'sağlık hizmetlerinde kamu-özel ortaklığı finansman modelinin biz­ zat kendisinin maliyeti artırdığını ve bu modelden vazgeçildiğini' duyurmuştur. Şehir Hastaneleri ile ilgili son bir gelişmeyi de burada yazmakta, ha­ tırlatmakta fayda var. Şehir hastanelerinin bir kısmını yapan Rönesans Holding'in, işlettiği hastanelerin işletme hakkını Danimarkalı ISS Fa­ cilities firmasına satışı gündemde. Belki bu kitap basıldığında bu satış çoktan gerçekleşmiş olacak. Satışın nedeni bellidir. CHP Genel Başka­ nı Kemal Kılıçdaroğlu bundan bir süre önce, yap-işlet-devretle yapılan ve gelecek 25-30 yılımızı ipotek altına alan bu sözleşmeleri, muhtemel iktidar değişikliğinde ilgili firmaları çağırarak revize edeceklerini söy­ lemişti. Bahse konu firma bu satışla, parasını kurtarıp aradan çıkacaktır. Çünkü yerli firma iktidar değişikliği durumunda uluslararası tahkime ko­ lay kolay gidemez. Ancak sattığı yabancı firma herhangi bir baskı duru­ munda kolayca uluslararası tahkime gidebilir. Aslında bu bir tür ülkeye ihanettir. Yani haksız ihalelerle elde edilmiş kamncı, yabancı firmaya sa­ tış yaparak garanti altına alıyor. Demek ki olan yine Türk halkına oluyor.

355

Fakat işin daha vahim bir boyutu var. 26 Haziran 2021 tarihinde Cum­ hurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, K.ılıçdaroğlu'nun bu sözüne karşılık, 'o sözleşmeyi revize etme iddiasında olduğunuz firmalar, uluslararası tahkime gider, sizden bu parayı çatır çatır alırlar' dedi. Oysa o para K.ılıçdaroğlu'nun cebinden değil, milletin cebinden çatır ça­ tır çıkacak. Bu söz çok trajik ve talihsiz bir sözdü. Akıl alır gibi değil. Hani yerli ve milliydik. Hani hortumları kesmiştik. Hani fakir fukara garip gurebadan yanaydık. Sağlıkta Dönüşüm Programının uygulamaya konulduğu ilk yıllarda hastalar açısından bir dönem için olumlu sonuçlar ürettiği söylenebilir. Ancak başta hekimler olmak üzere sağlık hizmeti sunucuları açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Ak Parti iktidarının ilk dönemle­ rinde özellikle doktorlara karşı kimi vatandaşların yakışıksız tutumları prim yapmış, doktor dövmenin, doktora hakaretin Ak Parti'ye oy ola­ rak geri döndüğü görülmüştür. Buradaki dövmeyi, sadece fiziksel şid­ det uygulamak anlamında kullanmıyorum, doktoru sindirmeye, pasifize etmeye dönük uygulamalara prim vermek anlamında kullanıyorum. Bu arada yine bu dönemde sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin bir hayli artmış olması dikkat çekicidir. Geçmişte kusurlu davranan, yanlış işlere bulaşan ya da hastalara kötü muamele yapan birkaç hekimin yaptıklarının bedeli, bütün sağlık çalışanlarına ödettirilmiştir.

Pandemi Sürecinde Türkiye ve Dünyanın Durumu Türkiye, Covid-19 Pandemisine krizde yakalandı. Yani bir tür kriz içinde kriz yaşanmaktadır. Uzun zamandır ekonomi yönetiminin başa­ rısızlığı, iktidar gücünü elinde tutanların büyük israfı, kamu kaynakla­ rının yandaşlara peşkeş çekilmesi ve daha birçok nedenle, ekonomimiz batma noktasına sürüklenmiştir. Zaten var olan ekonomik krizin üzeri356

ne bir de pandemi dönemi yasaklarının eklenmesi, belirli kesimler için hayat şartlarını çok ağırlaştırmıştır. Özellikle orta halli esnaf kesimi ciddi bir darboğaza girmiştir. Yani pandemi krizi var olan ekonomik kriz üzerinde çarpan etkisi yaratmıştır. Bütün Dünya ülkeleri COVİD 19 salgını sebebiyle halkına toplam Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH)nın yüzde 10-20'si arasında kar­ şılıksız yardım yaparken, TC hükümeti 8,5 milyon aile, 1 milyon 246 bin esnaf ve çalışanına sadece 13,5 milyar TL nakdi yardım yapabil­ miştir. Uluslararası Para Fonu tarafından yayınlanan raporda, ülkelerin GSYH'larına göre pandemi dönemi destek ve harcama­ larının oranları bakımından Türkiye, yüzde 1,9 oranı ile pandemi döneminde halkına en az destek veren ülkeler arasında yer alıyor. Bu yardım oranı ile Türkiye, gelişmekte olan ülkeler arasında Meksi­ ka, Arnavutluk, Mısır ve Pakistan'ın önünde yer alarak dünya ülkeleri arasında sondan beşinci olmuştur. Öte yandan yardımların da büyük bölümü kredi, vergi ve prim ödemelerinden oluşmuştur. Oysa hükümet tarafından yapılan açıklamalarda, halkına en çok destek sağlayan ülke olarak lanse edilmekteyiz. Gerçi halkın sahada yaşadıkları ile, gerçek dışı beyanların çeliştiği, yine halk tarafından rahatlıkla gözlemlenebil­ mektedir. Diğer taraftan Rapor, 2020 başından 202 l yılı Mart ayına ka­ dar hükümetlerin açıkladığı ekonomik ve sağlık yatırımları, ekonomi ve sağlık harcamaları ve yardımları temel alınarak, hangi ülkenin hal­ kına ne oranda destek sağladığını gösteriyor. Yani raporun verileri, ülke yönetimlerinin açıkladığı rakamlardan oluşuyor. IMF web sitesinden aldığım aşağıdaki haritada koyu yeşil ile gösterilen ülkeler pandemide halkına en fazla yardım yapan ülkeler, kırmızı ile gösterilen ülkeler ise en az yardım yapan ülkeler olarak belirlenmiştir. Mesela İngiltere milli gelirinin yüzde 16.3'nü halkına yardım için ayırmıştır ve pandemi nedeni ile çalışamayacak durumda olanların, ça­ lışamadıkları saatlere göre maaşlarının yüzde 80'ini devlet karşılamış­ tır. Ayrıca İngiltere halkına ayda 2500 sterlin maaş desteği vermiştir. Almanya'da ise koalisyon hükümeti pandeminin başlangıcından bu yana 156 milyar Euro, 130 milyar Euro ve 60 milyar Euro değerinde üç ayrı teşvik paketi açıklamıştır. Yine Almanya' da milli gelirin yüzde 11 'i 357

vatandaşına yardım için ayrılmıştır. (40) Pandemi döneminde para toplama kampanyası ile vatandaşlarından para toplayan Irak, Lübnan, Sri Lanka, Senegal ve Güney Afrika ile birlikte 6 devletten biriyiz. Oysa ABD ve Güney Kore vatandaşına doğrudan yardım yaparken, Almanya esnafına karşılıksız para yardımı yapmıştır.

Covid- 19 pandemisinin başlarında vaka sayılan saklanarak, ciddi tedbirlerin alınması gecikmiştir. Bir süre sonra gerçek vaka sayılan açıklanmaya başlayınca, dünyanın en kötü ilk 5 ülkesinden birisi oldu­ ğumuz ortaya çıkmıştır. Hatta Mayıs 2021 itibarı ile güncel vaka sayıla­ n bakımından birinci sıraya oturduk. Tabiatıyla bu durum en çok turizm sektörünü vurmuştur. Pandemi öncesi turizm gelirimiz yılda 35 milyar dolar civarındaydı. 2020 sonunda bu gelirin yaklaşık yüzde 65'ini kay­ bettik. Eğer aşılamada başarılı bir performans ortaya koyabilseydik, bu ölçekte bir gelir kaybına uğramayabilirdik. Yönetim, maalesef pandemi sürecini yönetmede de her bakımdan sınıfta kalmıştır. Ne halkın ekonomik mağduriyetini gidermede, ne de salgının yayılmasını önlemede beklenen başarı ortaya konulmuştur. Uzun süreli tam kapanmanın ekonomik maliyeti göğüslenemediğinden, salgının yayılması önlenememiş, genç, yaşlı, kadın, erkek her yaşta çok 358

sayıda insanımızı kaybetmenin önüne geçilememiştir. Bu arada salgın hastalıklar tarihine ve büyük küresel krizlerin tarihi­ ne baktığımızda, salgın sonrasında iyi şeyler olmadığını, hatta çok daha kötü bir dünyaya evrildiğimizi görüyoruz. Yani mevcut ekonomik kötü­ lüğün daha da kötüleşeceği endişesini taşıyoruz. Bu durum ekonomi yö­ netiminin başarısızlığı ile buluşunca, ekonominin sayısal görünümünün ülkemiz açısından kötüye gideceği yönündeki tahminler haklı çıkacaktır. Covid-19 salgını sonrası, 'Büyük Buhran' diye adlandırılan 1929 dünya ekonomik krizinden belki de daha ağır bir ekonomik kriz bek­ liyor hepimizi. Birçok ekonomistin anlattıklarından bunu anlıyoruz. 1929 krizi sonrası, demokrasiler gerilemiş, krizden en çok etkilenen Almanya Hitler faşizmine sürüklenmiş ve milyonlarca insanın öldüğü, büyük insanlık trajedilerinin yaşandığı ikinci Dünya Savaşı'na giden yol açılmıştı. Şüphesiz bugünkü dünya bu deneyimleri ve ağır faturalarını yaşamış bir dünya. Ancak otoriter liderliklerin itibar gördüğü, özgürlüklerin kı­ sıtlandığı, hukuk devleti kavramının neredeyse ortadan kalktığı, devlet idarecilerinin mafya ile işbirliği içine girdiği bir yönetim tarzının bir­ çok ülke özelinde giderek dünyayı etkilediğine de tanıklık ediyoruz. Öte yandan bunca demokrasi deneyine rağmen, dünyada hem de de­ mokratik ülkelerde merkeziyetçi yönetim anlayışının giderek güçlendiği bir döneme girdik. Özellikle Trump dönemi ABD'de yerel yönetimlerin güçlü olmasına rağmen, uluslararası politikalara ve çevre politikalarına karşı ciddi bir sivil toplum tepkisi ile karşılaşmadık. 1980'li yıllardan bu yana ABD'de giderek etkileri artan ve dış politikada son derece saldır­ gan bir tutum öneren Neoconservative'ler (Yeni muhafazakarlar-Neo­ con'lar), dünya için oldukça tehdit edici politikalar izlemektedirler. Covid-19 salgını sonrası bu politikaların daha da sertleşeceği, küre­ sel ısınma ile zaten yeterince tehdit altında olan dünyanın ve insanlığın, yeni ve çok daha kapsamlı bir kaos dönemi ile karşı karşıya kalabileceği endişesini taşıyorum. İspanya İç Savaşı'nın ve Hitler döneminin tanığı ünlü Amerikalı düşünür ve yazar Noam Chomsky, Nisan 2020'de İnternet üzerinden bağlandığı bir televizyon yayınında şunları söyledi: "Hitler'in radyo359

da yaptığı konuşmalarını hatırlıyorum. Ne dediğini anlamıyordum ama ruh halini ve sesindeki tehditkar dozu hissetmek zor değildi. Bugün Trump'ın konuşmalarını dinlediğimde de aynı şeyi hisset­ tiğimi söylemeliyim. Faşist olduğu için değil, faşizm ideolojik yak­ laşım gerektirir. Trump'ta sadece kendisini düşünen 'sosyopat bir palyaço' görüyorum. Konuşmalarının neden olduğu ruh hali, ço­ cukluk korkularımı çağrıştırıyor. Dünyanın ve ülkenin kaderinin, Donald Tromp gibi bir sosyopat şarlatanın elinde olduğu düşüncesi son derece korkunç." (41) Ben de bu kaygılara büyük ölçekte katılıyorum. Gerçi ABD ve dünya çok şükür Trump'tan kurtuldu. Ancak ırkçılık, yabancı düşmanlığı, çevre düşmanlığı, aşırı sağ politikalar tüm dün­ yada giderek prim yapıyor. Yine de ben orta vadede iyimserim. Eğer dünya bu popülist eğilimlerden, orta vadede de olsa rasyonel bir çizgi­ ye evrilebilirse, özgürlüklerin ve hakların düşmanları kaybedeceklerdir diye düşünüyorum. Bunun için tabiatıyla yapılması gerekenler vardır. Bir kere uluslararası ilişkiler daha açık, daha şeffaf hale gelmeli. İçe kapanma yerine, bölgesel ve küresel işbirlikleri daha da geliştirilme­ lidir. Küreselleşmenin emek sömürüsüne dayanan ve kitleleri daha da fakirleştiren eğilimine, geliştirilecek uluslararası işbirlikleri ile dur de­ nilmeli. Birleşmiş Milletler, barışa, çevreye ve bu yöndeki işbirliklerine daha çok zaman ve kaynak ayırmalı. Tüm dünyada nüfus planlaması büyük bir dikkatle uygulanmalı. Ül­ keler bu konuda ikna edilmelidir. Biliyoruz ki, salgın hastalıkların bir nedeni de hızlı nüfus artışıdır. Sürdürülebilir verim eşiğinin aşıldığı ve bu durumun süreğen hale geldiği bir dünyada, hiç kimsenin yaşama şansı kalmayacaktır. Çevre konusunda başta ABD, Rusya ve Çin olmak üzere büyük kirleticiler, Kyoto Protokolü'ne riayet etmeli. Eriyen bu­ zullara çare bulmak bakımından yeni protokoller hazırlanmalıdır. Güneş ve rüzgar enerjisi başta olmak üzere yenilenebilir enerji kay­ naklarına yatırımlar hızla artmalı. Doğal kaynakların geriye dönüşü olmayacak biçimde tüketilmesine son verilmelidir. Doğal kaynakların kullanımında sürdürülebilir verim eşiği dediğimiz, kendini yenileye­ bilme kapasitesi aşılmamalıdır. 360

Yine tüm dünyada gelir dağılımındaki dengesizlikler en aza indi­ rilmeli, silaha olan yatırımlar azaltılarak, kaynaklar eğitime ve sağlığa aktarılmalı. Sosyal devlete dönüş çalışmaları hızlandırılmalı. Demok­ rasinin önündeki tüm engeller kaldırılmalı, bu konuda çok geri olan ülkelerde eğitime destek sağlanmalıdır. Birleşmiş Milletlerin(BM) bu yöndeki çalışmaları, yerkürenin her tarafında yaygın hale getirilmelidir. Gıda üretimi insan sağlığını bozmayacak ve doğayı tahrip etmeyecek standartlarla yapılmalı. Teknolojinin, biyokimyasal algoritmalarla elekt­ ronik algoritmaların aynı bedende buluştuğu yeni bir süper insan yaratma mücadelesi, bu alanda yapılacak hukuki düzenlemelerle denetim altına alınmalıdır. Teknolojik gelişmeler, bireysel özgürlükleri engelleyici, bi­ reyi esaret altına alıcı veya kişisel olanın mahremiyetini açığa çıkarıcı bir yapıya dönüşmemelidir. İnsanın tekamülü doğal evrime bırakılmalıdır. Hümanist değerler öne çıkmalı, özgürlüklerin önü daha fazla açıl­ malı, insanın doğuştan getirdiği temel hakları olan, yaşama hakkı, mül­ kiyet hakkı, inanma hakkı, inanmama hakkı ve düşünme hakkı daha sağlam dayanaklara kavuşturulmalıdır. Türkiye elbette dünyadan bağımsız hareket edemez. Ancak Türki­ ye bu bahsettiğim gelişmeleri yönetecek öncü adımlar atmalı. Bölgesel güç hatta küresel aktör olma iddiasındaki bir ülkeye yakışan budur. İlk ve elzem olarak yapmamız gereken şey, bütün enerjimizi, dikkatimizi, kaynaklarımızın büyük bölümünü eğitime ayırmak olmalı. Toplumun her ferdini bilinçli bir ülke ve dünya vatandaşı yapmak için, tüm istis­ marlardan arınmış, partici mülahazaların ötesine geçmiş, çağın icapla­ rına, akıl ve bilime uygun bir eğitim sistemini, katılımcı bir anlayışla hayata geçirmeliyiz. Çevre konusunda duyarlılığımızı geliştirmeli, yenilenebilir enerji kaynaklarına daha çok ağırlık vermeliyiz. İktidar kavgalarının, çıkar hesaplarının, gözü dönmüş rant hastalıklarının, kültürel içerikli çatışma­ ların, yaşam biçimlerinin ve inanç istismarlannın üzerine çıkan, geniş gönüllü bir siyasal sisteme kapı aralamalıyız. Demokrasimizi, ülkenin her bir ferdinin düşüncelerine, katılım araç­ ları üzerinden sisteme katılımına önem veren bir noktaya taşımalı, fark­ lı düşünce, inanç ve görüşlere tahammül edebilen, farklılıklarla yaşama 361

becerisini gösterebilen bir kültürün gelişmesi için çaba harcamalıyız. Devleti rant paylaşım aracı olarak görmemeliyiz. Bir virüs, bütün tartışmaları boşa çıkartacak salgınla bir anda hayatı­ mızı anlamsızlaştırabiliyorsa, o zaman egolarımıza gem vurma zamanı da geldi demektir. Geleceğin insanı nefsini, hırslarını, duygularını denetim altına ala­ bilmiş, taleplerini sınırlayan, hümaniter değerleri benimsemiş, aklı ön­ celeyen, herkesin yararını düşünen, geniş gönüllü ve bunlar yönünde inkişafını sürdüren bir insan olmalıdır. Yani erdem ve mutluluğu birlikte düşünmeliyiz. Bunu başarabilen­ ler, insan olmanın ve doğa ile iç içe yaşamanın hazzını eminim ki daha iyi hissedeceklerdir.

Hukuk Sistemimiz Nereye? Adalet içinde kalkınma iddiası ile yola çıkan Ak Parti, hukuk sis­ temimizi önce Gülen Cemaati denilen, sonra da Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) olduğu anlaşılan yapıya adeta teslim etti. Daha sonra da Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında tek adam rejiminin etkisinde, yargı siyasetin boyunduruğu altına alındı. Sağlam bir hukuk sistemi kurulamayınca, hem içerde hem dışarıda adalete olan güven ta­ mamen sarsıldı; buna bağlı olarak da yabancı sermaye girişi zayıfladı ve bu durumun ekonomiye faturası ağır oldu. 2006 yılında dünya çapında hukukun üstünlüğünün geliştirilmesi amacıyla, tüm kurumların işbirliğine açık biçimde kurulan ve bu amaç doğrultusunda çalışmalar yürüten, bağımsız ve disiplinler arası bir orga­ nizasyon olan Dünya Adalet Projesi (The World Justice Project-W JP), her yıl hukukun üstünlüğü endeksi yayınlamaktadır. Dünya Adalet Projesi'nin 2020 yılı verileri'ne göre dünyada hukukun üstünlüğü endeksinde Türkiye, 128 ülke içinde 107.sırada yer bula­ bildi. Endekste Türkiye'nin Meksika ve Mali gibi ülkelerin gerisinde kaldığı, Nijerya, İran ve Angola ile aynı puanda olduğu görülüyor. Tunus'un bile 56.sırada olduğu endekste Türkiye maalesef 107.sırada. 362

128 ülkenin sekiz ayn konu başlığında ele alındığı 2020 yılı huku­ kun üstünlüğü endeksi, 2020 yılı Mart ayında açıklandı. WJP'nin araş­ tırmasında, herkesin hukuk karşısında hesap verebilirliği, yasaların açık ve anlaşılabilir olması, yine yasaların temel haklan koruması, adaletin yetkin, etik ilkelere bağlı, bağımsız ve tarafsız kimseler tarafından sağ­ lanması gibi ilkeler göz önünde bulunduruluyor. Endeksin esas amacı ülkelerde hukukun üstünlüğü ilkesinin gelişmesine destek vermektir. Bu nedenle endeks, politikacılardan akademisyenlere, sade vatandaşlardan hukukçulara kadar oldukça geniş bir kapsamda çalışıyor. WJP, hukukun üstünlüğü ilkesi ekseninde ülkelerin, yolsuzlukların önlenmesi, yöne­ timde şeffaflık, temel haklar, idari yaptırımlar, adaletin tesisi ve güven­ lik gibi kriterler üzerinden çalışmalar yapıyor. Dünya Adalet Projesi'nin 2020 yılı raporu, 130 bin hane halkı araştırmasına ve dünya genelinde 4 binden fazla uzmanla gerçekleştirilen anketlere dayanıyor. (42) Geçmişte de şiir okuma yüzünden sayın Erdoğan'ın hapse atılma­ sında olduğu gibi, bagajı dolu olan hukuk düzenimiz, 2007'de Anayasa Mahkemesi'nin '367 kararı' ile adeta katledildi. Bu durumları düzelte iddiası ile yapılan 2010 referandumu anayasa değişikliği ile, hukuk sis­ temimiz daha büyük hukuksuzluklara sürüklendi. FETÖ kumpasları ile zıvanadan çıkarılan hukuk sistemimiz, nihayet Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte adeta çöktü. Siyaset kurumu açıktan hu­ kuka talimatlar veriyor, ya da üstü kapalı bir biçimde mesajını iletiyor, hemen akabinde hukuk görevlileri, o kişi ya da kurumla ilgili gereği­ ni yapıyor. Nihayet gelinen noktada, hukukun tamamen siyasallaştığı, adalet kurumuna güvenin yerlerde süründüğü, birey hukukunun ayak­ lar altına alındığı, temel hak ve özgürlüklerin hiçe sayıldığı, evrensel hukuk ilkelerinin ıskalandığı bir sürece girildi. Halbuki hukuk devleti, özgürlükçü ve demokratik bir toplumda olmaz­ sa olmaz konumundadır. Birey haklarının devlete karşı korunduğu, birey­ lerin kendi aralarındaki hak ve menfaatlerinin kanun önünde eşitlik ilkesi ile ele alındığı bir sitemde ancak, hukuk devleti inşasından bahsedilebilir. Öte yandan yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ve adalet kavramı için kilit taşı konumundadır. Kilit taşı, tarihi köprülerin kemerlerinde, kubbe ve tonozların tepe noktalarında bulunan ve sistemi kilitleyerek 363

üzerine gelen ağırlığı yanlara aktaran bir taştır. Onu çekip aldığınızda, köprü, kubbe, tonoz çöker. İşte devletten de yargı bağımsızlığım çekip alırsanız, hukuk devleti anlayışım ve adaleti çökertmiş olursunuz. Saygın hukukçularımızdan Prof. Dr. Kemal Gözler, 2019'daki maka­ lelerinden oluşan ve 2020'de yayınlanan 'Türkiye Nereye Gidiyor' adlı kitabında, 'Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasal ve hukuki mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müda­ hale etıne aracına dönüştü' ve 'Hakimler, temel hak ve hürriyetle­ ri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler haline geldi' diyor. Yine Gözler hoca, 'Belirli bir davada Anayasa Mahkemesi'nin ne yönde karar vereceğini anayasa hukuku profesörleri değil, gazeteciler daha iyi tahmin ediyorlar' diyor. Bu tespitler hukukun siyasallaştığının açık göstergesi konumundadır. (43) Hukukun üstünlüğü konusundaki en temel problemimiz yargı ve yar­ gıçların bağımsızlığıdır. Uluslararası itibarı yüksek ve de saygın hukuk­ çularımızdan biri olan ve Ak Parti'nin bir süre önce anayasa çalışması yaptırdığı Prof. Dr. Ergun Özbudun, www.perspektif.online sitesinde yayınlanan, 'Yeni Anayasa ve Yargı Bağımsızlığı' başlıklı yazısında şunları demektedir: 'Yargının bağımsızlığı kavramı, biri yargının kurumsal bağımsızlığı, diğeri de hakimlerin bireysel bağımsızlığı olmak üzere iki unsuru içerir. Kurumsal bağımsızlık, mahkemele­ rin yasama ve yürütme organlarından emir ve talimat almamaları ve yargı kararlarının yerine getirilmesinin bu organlarca hiçbir şe­ kilde engellenmemesi anlamına gelir. Hakimlik teminatı olarak da adlandırılan bireysel bağımsızlık ise, hakimlerin tayin, terfi, nakil, azil ve disiplin cezalarına çarptırılmaları gibi özlük işlerinin, siyasal organların yetkisi dışında olmasını ifade eder.' (44) Ülkemizde yargı bağımsızlığı, sayın Özbudun 'un ifade ettiği hem kurumsal ölçekte hem de yargıçlar bağlamında bireysel eksende hiçbir zaman tam olarak tesis edilememiştir. Ancak hiçbir dönemde de bugün­ kü kadar yargı üzerinde siyasal otorite baskısı da olmamıştır. Nitekim 201 7 Anayasa değişikliği mevcut iktidarın yargı üzerindeki kesin haki­ miyetini sağlamış, yargı bağımsızlığını adeta tamamen ortadan kaldır­ mıştır. Bu değişikliklerle demokrasinin temel kriteri olan 'kuvvetler 364

ayrılığı' prensibi ortadan kaldırılmış, Cumhuriyetin ilk yıllarında oldu­ ğu gibi 'kuvvetler birliğine' geri dönülmüştür. Oysa Cumhuriyetin ilk yıllan devletin kurulduğu yıllardı. O dönemin özgün koşulları ile, bun­ ca demokrasi deneyi ve birikimi ile geldiğimiz bugünleri kıyaslamak mümkün değildir. O gün bir zorunluluk olan kuvvetler birliği, bugün kişisel hesaplara dayanan bir keyfilik olarak uygulanmaktadır. Öte yandan hakimlerin bağımsızlığı ya da hakimlik teminatı denilen kavram, hakimlere bir imtiyaz sağlamak maksadıyla geliştirilmemiş, aksine hukukun üstünlüğünün gerçekleşmesi için, hakimleri siyasal or­ ganların baskısından kurtarmak amacı ile geliştirilmiştir. O bakımdan hakimlerin özlük işlerinin, mutlaka yürütme ve yasama organlarının yetkisinden alınması gerekir. Aynı makalesinde Ergun Özbudun hoca, şöyle devam ediyor: 'Yargı bağımsızlığına son ve ölümcül darbeyi indiren, 2017 Anayasa deği­ şiklikleri olmuştur. Değişen 159. maddeye göre on üç üyeden oluşan Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun üyelerinin dördü Cumhurbaş­ kanınca, yedi üyesi ise Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilir. TBMM'ce yapılacak seçimlerde ilkin üçte iki, sonra beşte üç çoğunluk aranır. Bu çoğunluk da sağlanamadığı halde ise, en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulü ile seçim tamamla­ nır. Kurulun başkanı da Adalet Bakanıdır. Görülüyor ki, üyelerin çoğunluğu hakimler tarafından seçilmiş hakimlerden oluşan bir kurulun yerini, hiçbir üyesi hakimler tarafından seçilmiş bir ha­ kim olmayan, aksine bütün üyeleri iki siyasal organ (yasama ve yürütme) tarafından seçilen bir kurul almıştır. Bu değişiklikle, bu­ günkü iktidarın yargı organı üzerinde kesin hakimiyetini kurmayı amaçladığı açıktır. İktidarın bu konuya verdiği önem ve öncelik, HSK'ya ilişkin değişikliğin, Anayasa değişikliğinin kabulü ile bir­ likte derhal yürürlüğe girecek hükümlerden biri olmasıdır. Nite­ kim yeni HSK seçimleri derhal yapılmış ve TBMM seçimlerindeki nitelikli çoğunluk şartına rağmen, tamamen iktidar destekçilerin­ den oluşan bir kurul ortaya çıkmıştır. Venedik Komisyonu da yeni sistemi güçlü ifadelerle eleştirmektedir.' 365

Bilindiği gibi 'Venedik Komisyonu', resmi adıyla 'Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu', Türkiye'nin de 1949 yılında kuru­ cu üye olarak yer aldığı, Avrupa Konseyi 'nin anayasa hukuku alanında bağımsız uzmanlardan oluşan bir danışma organıdır. Venedik Komis­ yonu 'nun kararları ve raporları üye ülkelerin hukuki ve demokratik durumları ile ilgili önemli mesajlar barındırır. Komisyon, anayasal ko­ nuların tartışılmasında en önemli referanslardan biri konumundadır. Ergun Özbudun hoca, yine Perspektif'te 23 Eylül 2020 tarihinde ya­ yınlanan 'Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim' başlıklı yazısında, 'Yü­ rürlükteki Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden vazgeçilerek, acil ve hayati bir biçimde derhal parlamenter sisteme geçilmelidir' demektedir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, yargı bağımsızlığının nere­ deyse tamamen ortadan kaldırıldığını pek çok uygulamada görmekte­ yiz. Oysa yargının bağımsız olmadığı, siyaset tarafından boyunduruk altına alındığı bir sistemde, temel hak ve özgürlüklerin garantisi yoktur. Aynı zamanda hak arama yolları engebelerle doludur. Halbuki gerçek bir hukuk devletinde, toplumun tüm bireyleri hukuk karşısında eşit ko­ numdadırlar. Bu eşitliğin olabilmesi ise güçlü bir bağımsız yargı sis­ temini gerektirir. Gerçek bir hukuk devletinde, devletin bütün iş ve eylemleri yargının denetimine tabi olmak zorundadır. Yargı mensupları da tamamen bağımsızdır ve hukuk kaidelerine ve vicdani kanaatlerine göre hareket ederler. Özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumda, demokrasinin vazgeçilemez koşulu hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistemin inşasıdır. Böyle bir sistemde devlet keyfiliklere müsaade etmez ve hukukla bağlıdır. Hatta devlet, bir yandan hak ve özgürlükleri garanti altına alırken, diğer taraf­ tan bireylerin hak ve hukuku karşısında kendisini yasayla sınırlar. Yargı bağımsızlığı, demokratik hukuk devletinin ön koşuludur. Bu yüzden de­ mokratik bir yargı sisteminin kurulabilmesi için, yargı bağımsızlığının güvence altına alınması ve hiyerarşiden uzak kendini yönetme becerisi­ ni ortaya koyan bir hukuk sisteminin varlığı gerekir.(45) Bütün bu zaviyelerden baktığımızda ve Cumhurbaşkanlığı Hükü­ met Sistemi 'ni bu perspektiflerden değerlendirdiğimizde, mevcut sis366

temin yargı üzerindeki baskı ve tahakkümü derinleştirdiğini söylemek mümkündür. Özellikle yüksek yargı, tamamen yürütmenin kontrolüne girmiş durumdadır. Mesela Anayasa Mahkemesi'nin on beş üyesinden on ikisinin Cumhurbaşkanı (Yürütme) tarafından atanması, bu kontrolü, bu baskıyı doğrular niteliktedir. TBMM tarafından seçilen diğer üç üye de, Cumhurbaşkanının parti genel başkanı olması ve mecliste Cumhur İttifakı'nın çoğunluğu elinde bulunduruyor olması münasebetiyle yürüt­ menin tercihi ile seçilmektedir. Bu durumda Anayasa Mahkemesi'nin 15 üyesi de yürütmenin arzu ettiği kişilerden seçilmektedir. Yani AYM, bü­ tünü ile yürütmenin tahakkümü altına girmiş demektir. Önceki bölüm­ lerde de bahsettiğim gibi yakın geçmişte Anayasa Mahkemesi'nin Enis Berberoğlu ile ilgili hak ihlali kararına yerel mahkemenin uymaması, bir tür isyan etmesi ve yürütmenin Anayasa mahkemesini hedef alan açık­ lamaları, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını kötü yönde etkilemiştir. (46) İlk paketi 17 Ekim 2019 tarihinde kabul edilen Yargı Reformu Stra­ teji Belgesi'nde yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını güçlendirici kayda değer bir husus bulunmamaktadır. Aynca belge kapsamında, hakim ve savcıların kendi rızaları dışındaki yerlere atanmalarına ilişkin yeni bir düzenleme taahhüdü olmasına rağmen, bu konuda şimdiye kadar henüz bir düzenleme yapılmamıştır. Yani hakim ve savcıların özlük konulan, yürütmenin tahakkümünde olduğu sürece, yargı bağımsızlığından bah­ setmek mümkün değildir. Yine Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi (AİHM) kararlannın alt mahkemeler tarafından uygulanmaması, yar­ gının siyasi eksende araçsallaştınldığının göstergesidir. Eğer inandırıcı bir yargı reformu yapılacaksa, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını gü­ venceye alacak, yargıda liyakati önemseyecek, adil yargılanma ve etkin savunma başta olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlayacak düzenlemelere öncelikle yer verilmelidir. Hakim ve savcıla­ rın mesleki kararlarında tek yetkili Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) olmalıdır. HSK'nın üye yapısının seçimi ise yine yargının kendi içinde geliştirilecek bir sistemle gerçekleşmelidir. Bu arada sırf ideolojik saiklerle Baroların büyük illerde bölünmesi, Baro sayılarının artırılarak kimi barolarda iktidar yanlısı başkanların ka367

zanmasının yolunun açılması, yargıya olan güveni sarsıcı bir başka güven bunalımı yaratmıştır. Türkiye'de yargıya olan güven, siyasetin yargı üze­ rindeki baskıları nedeni ile hem vatandaşlar nezdinde, hem de uluslara­ rası kurumlar nezdinde giderek azalmakta, bu durum ülke ekonomisine verdiği zararın yanında yargının itibarına da büyük gölge düşürmektedir. Ak Parti 'nin TBMM 'ye sunduğu yeni bir teklif ile, yargının elini kolu­ nu bağlamaya yönelik bir adım daha atılmıştır. 2021 Mayıs ayı içerisinde TBMM'ye sunulan 'Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkın­ da Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun' Teklifi ile Cumhuriyet Başsavcılarına yeni bir yetki verilerek, Cumhuri­ yet Savcılığı makamının Başsavcılıklarca vesayet altına alınması sağlan­ mış ve Cumhuriyet Savcılığı makamı pasifize edilmiştir. TBMM Genel Kurulu'nda 16 Mayıs 2021 tarihli oturumda muhalefetin bütün uyarıla­ rına rağmen Cumhur İttifakı oylan ile kabul edilen ve yasalaşan teklifte aynen şöyle denilmektedir: 'Cumhuriyet Başsavcısı, Cumhuriyet sav­ cılarının soruşturmayı sonlandıran kararları arasında oluşabilecek farklılıkların giderilmesi ile, bu kararların kanuna uygunluğunun denetlenmesi hususunda görevli ve yetkili olacak.' (47) Bu düzenleme 'savcılar neden bu konuda dava açmıyor' biçimin­ deki serzenişimizi ortadan kaldırmaya dönük bir düzenleme olmuştur. Bu düzenleme ile savcı bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, Başsavcılık makamı, Cumhuriyet Savcılarını idari denetimin yanında, kararların­ da hukukilik açısından da denetler hale getirilmiştir. Yani Cumhuriyet Savcılığı makamı Cumhuriyet Başsavcılığının vesayeti altına sokul­ muştur. Başsavcılık zaten yürütmenin vesayeti altındadır. Dolayısı ile savcılar yürütmenin atadığı Başsavcıların itiraz edeceği hiçbir konuda dava açamayacaklardır. Bu düzenleme 'hukuk devleti' vasfının bütünü ile tasfiyesi anlamına gelmektedir. Oysa savcılık makamı, ceza muha­ kemesinde iddia görevini yerine getirerek, devlet adına ceza davası açan makamdır. Ayrıca yargı bağımsızlığı açısından Cumhuriyet Savcılığı makamının özel bir yeri vardır. İstanbul Barosu eski Başkanı ve duayen hukukçu Av. Turgut Ka­ zan, yasalaşmadan önce yasa teklifi ile ilgili attığı tweet'te şöyle di­ yordu: 'Hep bir savcı çıkıp dava açmayacak mı diye soruluyordu. 368

Ya çıkarsa diye korktular. Hemen bir yasa teklifi hazırlayıp mecli­ se sundular. Önerilen değişiklikle, Cumhuriyetimizin Cumhuriyet Savcılığına son veriyorlar.' Bu arada Ankara Barosu, bu yeni düzenlemeye yüksek perdeden iti­ raz etmiş, yasalaşmadan önce yaptığı açıklamada, düzenlemenin sav­ cıların bağımsızlığını ortadan kaldıracağını belirtmiştir. Bu eksende yapılan açıklamada, 'Ulusal ve uluslararası düzenlemelere aykırı ve Cumhuriyet savcılarının bağımsızlığını tamamen ortadan kaldıra­ cak söz konusu teklifin, hukuk sistemimizi geri dönüşü olmayan bir yıkıma uğratarak, aynı hukuku belirli kişilerin vicdanının esiri yapacağını başta TBMM olmak üzere tüm kamuoyunun dikkatine önemle sunarız' denilmiştir. (48) Hukuk sistemimizin Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile içine düşürüldüğü olumsuz durum, kuvvetler aynlığının ortadan kaldınlması sonrasında her geçen gün daha da kötüye gitmekte, yargı bağımsızlığı­ nın olmadığı bir ülkede adaletten bahsedilemeyeceği düşüncesi güçlen­ mekte ve vatandaşlanmızın adalet duygusu her geçen gün biraz daha tahrip olmaktadır. Halbuki yargı bağımsızlığı diğer bütün alanlan etki­ leyen ve özenle korunması gereken bir olgudur. Yargıya çıkardıklan bu yasalarla üst üste darbe indiren bugünkü sistem ve sistemin etkili ak­ törleri, bu durumun ekonomiye olan maliyetinin farkında değiller mi? Hukuk devleti olmadan, yargı bağımsızlığı olmadan, kalkınma ve gelişme de olmaz. Esasen ekonomi ile hukuk iç içe girmiş kavramlardır. Bu yüzden ekonomik refahın toplum nezdinde yaygınlaşması, hukuk ve ekonominin birlikte çalışması, birlikte düzenlenmesi ile mümkündür. Ekoııomik globalizasyonun bu derece yaygınlaştığı bir dünyada, hu­ kuk sistemimizin sürüklendiği kötü durumun faturası da ağır olacaktır. Bunu her geçen gün biraz daha fazla hissediyoruz. Öte yandan hukuk sisteminin siyasetin boyunduruğu altına girmesi, vatandaş nezdinde adalet duygusunu en çok yaralayan nedenlerdendir. Oysa adalet, insanlığın mayasında var olan en kıymetli kavramlardan biridir. Bu yüzden adalet gücünü ve kaynağını inançlardan, etnisiteden, ideolojilerden, lobilerden almaz, alamaz. 369

Dostum şair ve yazar Ali Rız.a Malkoç'un 'Hukuk Aşkı' kitabında de­ diği gibi, 'Adaletin kapsamı ve kurallan; mevcut güçlere ve konjonk­ türe göre değiştiğinde, bugün takdirname alıp alkışlandığınız bir eylemden, yann idamla yargılanmayacağınızın garantisi yoktur.' (49)

Mafya-Siyaset-Bürokrasi iliskisi Ak Parti iktidarının ilk yıllarında örgütlü suçlarla iyi mücadele edi­ liyordu. Hatta Başbakan sıfatı ile Recep Tayyip Erdoğan, birçok ko­ nuşmasında, Türkiye'yi ve iş dünyasını haraççılardan, mafyacılardan, çakallardan temizlediklerini söylüyordu ve sık sık mafyayı bitirdik diye haykırıyordu. Gerçekten de 90'1ı yıllarda özelleştirmelere kadar burnunu sokan, bu yolla banka almaya kalkan organize suç örgütleri ve liderleri vardı. Çek, senet tahsilatı yapan çeteler gemi azıya almış, esnaf ve iş dünyası bu durumdan çok bunalmıştı. Organize suç örgütlerinin ülke genelinde yarattıktan kaos, Milli Güvenlik Kurulu'nun bile gündemine gelmişti. Susurluk skandalı devlet açısından başlı başına büyük bir kınlmaydı. Kamu görevlileri, mafya, siyaset üçgeni ülkenin itibarını çok zedelemiş, uluslararası alanda da ülkemize çok zarar vermişti. Ak Parti'nin ilk yıllarında bu gruplar tasfiye edilmiş, temiz topluma giden yolda ciddi mesafeler alınmıştı. İş dünyası ve toplumun hemen her kesimi, bu lanet çetelerden kurtulmanın huzuru içindeyken, bizler de demokratik, şeffaf bir hukuk devleti olma yolundaki çabaları büyük bir keyif ve umutla izliyor ve destekliyorduk. Hatta parti içinden biri olarak, bu gelişmeleri övgüyle her yerde anlatıyordum. Mafya-siyaset-bürokra­ si ilişkisi eski Türkiye'nin bir ayıbı olarak hatıralarda kalmıştı. Meğerse kazın ayağı tam olarak öyle değilmiş. Bir süre sonra ye­ niden devlet-siyaset-mafya düzeni gündemimizi meşgul etmeye başla­ mış, bu ilişkinin boyutları ise şimdilerde bir mafya liderinin ifşaatları ile ortaya dökülüvermiştir. Bir organize suç örgütü lideri, bir süreden beri Cumhurbaşkanı Re­ cep Tayyip Erdoğan'a destek mitingleri düzenlemekte, o mitinglerde 370

Erdoğan karşıtlarını ölümle tehdit etmekteydi. Hatta insanları nasıl ağaçlara asacağını anlatmakta, 'Barış İçin Akademisyenler' grubunu, kanlan ile banyo yapmakla tehdit etmekteydi. Üstelik herkesin gözü önünde yapılan bu tehditlere rağmen açılan davada bu şahıs beraat edebiliyordu. Diğer konularla ilgili de hakkında ciddi bir soruşturma açılmayan bu şahsa, iktidara verdiği desteğin karşılığı olacak ki, devlet tarafından yakın koruma verilmiştir. Bir başka organize suç örgütü lideri de hükümetin küçük ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından hapiste ziyaret edilmekte, Co­ vid-19 Pandemisi nedeni ile çıkarılan Yeni İnfaz Yasası hükümleri çer­ çevesinde cezaevinden tahliye edilmekteydi. Yeni İnfaz Yasası düşünce suçlularını, gazetecileri, sivil toplum temsilcilerini terör bahanesiyle kanunun dışında tutmuş, organize suç örgütleri temsilcilerini ise salı­ vermişti. Kimi yorumcular bu uygulama ile, siyaset-mafya ilişkilerinin soğumadan yola devam ettiğini iddia ediyorlardı.Anlaşılan o ki, siya­ set-mafya ilişkileri hiçbir zaman bitmemiş, sadece bir süre zayıf bir iliş­ ki olarak seyretmiştir. Bu ilişkilerin tarihi seyrine kısaca bir göz atalım. 1998 yılında İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürlüğü kurulmuş ve başına da Adil Serdar Saçan atanmıştır. Saçan, esasen Organize Suç­ lar Şube Müdürlüğü'nü kuran kişidir. Adil Serdar Saçan, 1985 yılında Polis Akademisi'ni birincilikle bitirmiş, İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisans ve doktora yapmıştır. Daha son­ ra da Hukuk Fakültesi'ni bitirmiştir. Görev süresi içerisinde 600'ü aş­ kın operasyonu yönetmiş ve 11 bin sanığın ifadesini almıştır. Nesim Malki cinayeti, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ndeki yolsuzluklar, Akbil olayı, Adnan Oktar, Telekulak ve şike soruşturmaları ile, Sedat Peker, Alaattin Çakıcı, Sedat Şahin, Ayvaz Korkmaz, Kürşat Yılmaz, Nuri Ergin ve Vedat Ergin adlı organize suç örgütü liderlerine yönelik operasyonları yürütmüştür. Serdar Saçan ismini hatırlatmamın nedeni, organize suçlarla mücadelede sembol bir isim olması ve başarılı güven­ lik müdürlerinden birisi olması nedeniyledir. Bu arada 1999'da, Bü­ lent Ecevit'in Başbakanlığında kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde 30 Temmuz 1999 tarih ve 4422 sayılı 'Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu' çıkarılmış, organize suç örgütleri371

ne, çetelere, mafyamsı yapılara yönelik hukuki boşluk doldurulmuştur. Kanunun çıkarılmasında etkili olan neden, mafyanın kamu görevlileri ile girdiği ilişkilerin büyüklüğü ve büyük çaplı özelleştirme ihalelerine girmeye cesaret edebilecek düzeyde azgınlaşması idi. Bu arada 1993 'te Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürlüğü sı­ rasında kurulan Özel Harekat Daire Başkanlığı üzerinden devlet yet­ kilileri tarafından bazı kanun kaçakları ile terörle mücadele amaçlı ilişkiler geliştirildiği ortaya çıkmış, hatta konu Cumhurbaşkanlığı'nın gündemine bile alınmıştır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 13 Ka­ sım 1996 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan'a yazdığı mektupta şu ifadelere yer vermiştir: 'Emniyet Genel Müdürlüğü Bünyesinde Özel Harekat Dairesi vardır. Aldığımız duyumlara göre bu dairenin bazı elemanları, uyuşturucu, kumarhane, haraç ve adam öldürme gibi işlere karışmaktadırlar.' Daha sonra kumarhaneler kralı olarak bili­ nen Ömer Lütfü Topal' ın öldürülmesi ile, bazı kamu görevlilerinin sa­ dece terörle mücadele maksadıyla ilişkiler geliştirmediği, işin içinde büyük çaplı parasal ilişkilerin de olduğu anlaşılmıştır. (SO) Öte yandan Ak Parti'nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimleri son­ rası yapılan ilk büyük hata, 'Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu'nun aleyhinde bazı çevrelerce sürdürülen menfi propaganda­ lara, hatta 28 Şubat sürecinin devamı gibi lanse edilmesine kulak asıl­ ması oldu. İlerleyen süreçte kanun, 5 Mayıs 2007 tarihinde yürürlükten kaldırıldı. Bu uygulama mafyayla, organize suç örgütleri ile ve çetelerle mücadeleyi büyük oranda akamete uğrattı. Oysa 90'lı yıllardaki kanun­ suz işlerin sorumlusu, özelleştirme ihalelerine müdahale edecek kadar gemi azıya almış birçok organize suç örgütü lideri tutuklanmış, uzun süreli hapis cezaları almışlardı. Esasen hepimizin bildiği bir gerçek var. Bir ülkede mafya ya da mafyamsı yapılar, siyasetle, kamu bürokrasisi ile, hatta yargı ve güvenlik güçleri ile ilişki kurmadan yaşayamazlar. 13.yüzyılda yaşamış ünlü İran şairi ve bilgini Sadi Şirazi, 'Hükümdar göz yummazsa, eşkıya kervan basamaz' der. Yine yargının adalet sağlayıcı kararlardan uzaklaşması mafyanın önünü açar. Türkiye bugün yukarıda bahsettiğim koşullar açısından yani mafyanın zemin bulması bakımından son derece elverişli bir du372

rumdadır. Yargı mekanizması yürütmenin tahakkümü altında, adalet sağlayıcı kararlardan uzaktır. Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu kaldırılmıştır. Siyaset-mafya ilişkileri ileri boyutlara varmıştır. Bu ilişkiler neticesinde mafya, büyük paralara hükmetmekte ve eğitimi düşük genç kesimlerde mafyamsı yapılara olan ilgi de bu büyük paralar nedeniyle artmaktadır. Yine 90'lı yıllara dönersek, o yıllarda Türkiye'de devlet-siyaset-maf­ ya ilişkisi ayyuka çıkan bir ilişkiydi. PKK ile mücadele kılıfı altında, kimi güvenlik görevlileri devleti kirli ilişkilerin içine sokmuştu. İddialar korkunçtu: 'Koskoca Türkiye Cumhuriyeti, PKK ile mücadelede fi­ nansman için meşruiyet dışı yollardan medet umuyordu. Kuşadası çevresi bir kumarhane üssü olarak tasarlanıyor, devlet görevlileri ile kanun kaçakları birlikte çalışarak, bu çevrede finans mekaniz­ maları kurmaya çalışıyorlardı.' Bu iddialar, Susurluk'ta meydana ge­ len bir kaza ile belirli bir mesnet kazanıyor, kamu görevlileri-siyaset ve mafya ilişkileri tabiri caizse, patlayan lağım misali ortalığa saçılıyordu. Ancak dönemin önemli bir özelliği, iddialara hem hükümet tarafı hem de sivil toplum kulak kabartarak, tepkilerini ortaya koyabiliyorlardı. Susurluk skandalı devlet-siyaset-mafya ilişkileri açısından ciddi bir kırılma noktasıydı. Kaza sonrası ortaya çıkan tabloda, kamu görevli­ lerinin uyuşturucu kaçakçısı ve kanun kaçakları ile ortak iş tuttuğunu ortaya çıkarması bakımından oldukça önemliydi. Elbette devletlerin özellikle uluslararası düzeyde bazı örtülü operasyonları olur. Bunun için resmi görevlileri dışında bazı insanlardan da yararlanılabilir. An­ cak hukuk devleti bu operasyonlarda, kullandığı kişileri maksadın hasıl olması akabinde silkeleyip atar. Fakat bizde devlet kullandığı kişilerle adeta nikah kıyıyor. Ve o kişiler de bir süre sonra devlete talip oluyor­ lar ve kendilerini devletten bir parça yerine koyuyorlar. Susurluk olayı bunun en çarpıcı örneğidir. Bir de bu yapılar, 'derin devlet' diye adlandırılmaktadır. Her ülke­ nin derin devlet diye adlandırılacak yapılan vardır. Ancak derin devlet, devletinin ali menfaatleri için geleceğe projeksiyonlar yapan, ülkesinin çıkarlarını kişisel çıkarların önüne koyan kamu görevlilerinin oluştur­ duğu yapılara denilebilir. Biz de ise çetelerle iş tutan, kamu gücü ile 373

servet devşiren bir takım devlet görevlilerinin temsil ettiği yapıya, derin devlet deniliyor. Bu bir yanı ile kadim devletimize hakaret anlamına gelir ve kabul edilebilir bir durum değildir. Susurluk skandalı sonrasında hem TBMM'de araştırma komisyonu kurulmuş, hem de yürütme tarafından konu üzerinde çeşitli çalışmalar yaptırılmıştır. Mesela Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'a Susurluk Skandalı ile ilgili bir ra­ por hazırlama talimatı veriyor ve Kutlu Savaş da çok ciddi bir çalışma yaparak, bütün kirli ilişkileri deşifre eden sağlam bir rapora imza atıyor­ du. Kutlu Savaş'ın hazırladığı 120 sayfalık Susurluk Raporu'nun basına sızdırılan l 08 sayfasının Radikal Gazetesi tarafından yayınlanan bölüm­ lerinden önemli bulduğum bazı kısa paragraflarını hatırlatmak isterim: "Kamuoyu, Siyasetçi - Yeraltı Dünyası - Kamu Kuruluşları iliş­ kisi ve kişisel menfaat etrafında yoğunlaşan ve büyük ölçüde para, menfaat ve güç sağlamaya dönük illegal faaliyetlerden rahatsızdır. Bu faaliyetlerin 'terörle mücadele ve ülke menfaatleri' olarak gös­ terilmesi ve bu perdenin arkasına gizlenmesi ayrı bir rahatsızlık konusudur. Devletin işleyişinden ve Teftiş Kurullarının çalışma sis­ teminden haberdar olan herkes, bu saflıada Susurluk olayını her yönüyle soruşturmaya imkan kalmadığını tespit edecektir. Kurumlar ve Yöneticiler, araştırma yapan denetim elemanlarına karşı, genellikle zahiri bir açıklık ve şeffaflık içinde yaklaşıyor görün­ tüsü altında, gerçekte hiçbir yardım sağlamamaya özen gösterirler. Kumarhaneler kralı olarak da anılan Ömer Lütfü Topal, yüz­ lerce milyar liralık gelir elde etme imkanına kavuşarak, belli bir dönemde devlete sızma ve rüşvet vererek iş yaptırma seviyesinden, kamu görevlilerine artık emir verme seviyesine yükselirken öldü­ rülmüştür. Böylece Cumhuriyet tarihinin, polisten, jandarmadan ve yargıdan korkmayan ilk Amerikan tipi mafyalaşma süreci yarım kalmıştır. Bankalarda cereyan eden olayların parasal boyutu, kamuoyunun 'Susurluk' olarak algıladığı olaylar toplamını aşacaktır. Susurluk,Ankara'daki tercihlerden kaynaklanmış, OHALBölge­ si'nde gelişmiş ve ülkenin büyük merkezlerine taşınmış, oralardaki 374

uygun olay, kişi ve grupları bünyesine alarak genişlemiştir. Neticede çok yönlü ve derinliğine bir ilişkiler yumağı oluşmuş, devlet kurum­ ları ve yöneticileri bilerek veya bilmeyerek devrede olmuşlardır." (51) Raporda, başta Emniyet Genel Müdürlüğü olmak üzere, MİT, Özel Harp Dairesi ve Jandarma birimleri ile ilgili önemli tespitler yapılmak­ ta, faaliyetleri ile sembol olmuş Ahmet Cem Ersever, Mahmut Yıldırım (Yeşil), Abdullah Çatlı, Sedat Bucak gibi isimler ve bağlantılarıyla il­ gili yine önemli tespitlere yer verilmektedir. Uyuşturucu kaçakçılığının eriştiği boyutlara da yer verilen raporun son bölümünde, devletin içine düşürüldüğü açmazdan kurtulması için bazı önerilerde bulunulmaktadır. Görüldüğü gibi demokratikleşme, kamu yönetiminde şeffaflaşma ve hukuk devleti olabilme tartışmaları 90'1ı yıllar Türkiye'sinin en önemli tartışmalarıydı. Ne yazık ki bugün de, 2021 Türkiye'sinde bu tartışmalar gündemimizi meşgul etmeye devam etmektedir. Türkiye Mayıs 2021 'den itibaren bir Sedat Peker vakası ile çalkalan­ maktadır. Organize suç örgütü lideri olarak bilinen ve devletin etkili ve yetkili kişileri ile çeşitli ilişkiler geliştiren bu şahıs, 12 Mart 2005'te Er­ genekon davasından 9 yıl hapis yatmış, 10 Mart 2014'te tahliye edilmiş­ tir. Tahliyesi sonrasında sayın Recep Tayyip Erdoğan'a destek mitingleri düzenledi ve Erdoğan muhaliflerine karşı suç teşkil eden tehditlerde bu­ lundu. Bu tehditlerden herhangi bir ceza almadı. Ne olduysa, iktidarla iyi ilişkiler içinde olduğu bir dönemde, damat Bakan Berat Albayrak'ın kendisi ile ilgili tutuklatma hazırlığı içinde olduğu iddiasını öne sürerek, birden bire 30 Kasım 2019'da yurtdışına kaçtı. Bir süre Balkanlar'da kaldıktan sonra Birleşik Arap Emirlikleri'ne geçerek, Türkiye'yi sarsan videolar yayınlamaya başladı. Yayınladığı videolarda anlattığı ilişkile­ rin muhatapları o ilişkilerin önemli bir bölümünü doğruluyorlar. Yani bu videolardan, devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin 90'1ı yılla­ ra rahmet okutacak biçimde devam ettiğini anlıyoruz. Şüphesiz ki, bir organize suç örgütü liderinin sözlerini referans alacak değiliz. Ancak ortaya attığı iddiaların savcılar tarafından soruşturulması ve soruştur­ maların neticelenmesi gerekmektedir. Çünkü ortada devlet görevlileri­ nin girdiği kirli ilişkiler üzerinden vahim iddialar mevcuttur. Devletin kişilerden bağımsız olarak, bu ilişkiler ekseninde aklanmaya ihtiyacı 375

vardır. Öte yandan bu hususta muhalefetin TBMM'ye sunduğu araştır­ ma önergesi maalesef Cumhur İttifakı oylan ile reddedilmiştir. Mevcut Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde yargı bağımsızlığı da siyasetin baskısı altında olduğundan, yargıdan da bir ses çıkmamaktadır. Görüldüğü gibi 90'lı yıllarda hem siyaset mekanizması devlet-siya­ set-mafya ilişkisini sorgulamaya yönelik girişimlerde bulunmuş, hem de yürütme ve yargı konuyu gündemine alarak, ilişkiler derinlemesi­ ne araştırılmış ve konunun muhataplarının yargılanmalarına fırsat ya­ ratılmıştır. Hatta devlet o dönemde, mafyanın devlete talip olduğunu görerek işin ciddiyetini anlamış ve yukarıda bahsettiğim yasal düzenle­ melere gitmiştir. Ama bugün, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemin­ de, Susurluk skandalından çok daha devasa boyutlarda gözüken bahse konu kirli ilişkileri ne TBMM üzerinden araştırmak, ne yü­ rütmenin bir çalışma yapması ne de yargının sorgulaması söz konu­ su olmaktadır. Oysa konunun soruşturulması ve sorumluların ortaya çıkarılmasını, devletin aklanmasını sağlayacak tek yoldur. Maalesef bugün bu ilişkiler konusunda meclis devre dışıdır. Meclisin çalıştırıl­ maması, kamuoyu nezdinde yürütmenin bu şaibeli iliı:;kilerde sorum­ luluğu olabileceği şüphesini uyandırmaktadır. Yoksa bu derece hayati bir meselede milletin meclisinin komisyon kurup, araştırma yapmasının engellenmemesi gerekmez mi? 90'lı yılların sonunda organize suç örgütlerine karşı verilen mü­ cadelede o günkü koalisyon hükümetinin ortağı olan MHP'nin Genel Başkanı sayın Devlet Bahçeli, gerek mecliste araştırma komisyonu kurulmasına, gerek yasal düzenlemelerin yapılmasına ve gerekse yü­ rütmenin operasyonel çalışmalarına bütün içtenliği ile destek vermiş­ ken, bugün aynı sayın Bahçeli, organize suç örgütü liderliğinden hapis yatan Alaattin Çakıcı'nın hapisten erken çıkmasını sağlayacak yasal düzenlemeye imza atmıştır. Bu noktada eski Türkiye yeni Türkiye mukayesesi yapanlara, eski Türkiye' den daha beter bir halde olduğumuzu tekrar hatırlatmaya gerek yok sanının.

376

Adalet Duygusu Çok Yara Aldı Devlet idaresinden iş hayatına, toplumsal ilişkilerden aileye hayatı­ na kadar insanları en çok etkileyen duyguların başında adalet duygusu gelir. Adalet kavramı toplumsal değerlerin en başında yer alır. Adalet düşüncesini doğuran adalet duygusu, esasen temel içgüdüsel bir duygu olarak da kabul edilir. Yani adalet duygusu insan doğasında yaradılıştan var olan bir duygudur. Adaletsiz ortamlar mutsuzluk üretir, ümitsizlik üretir. Adaletsizlik bireyin kimyasını bozar, başarısını ve hayata bakışı­ nı olumsuz etkiler. Bu yüzden hem bireysel hem de toplumsal başarının tesisinde en temel ögelerden biridir adalet. Yine adalet kavramı, devlette ve toplumda birlik inşa edici unsurlar arasında da en önde gelir. Herkesin kendisini adil bir toplumda yaşıyor hissetmesi, iç barışa olan katkısının yanında, toplumsal huzuru tesis et­ mesi ve bireysel mutluluğa sebep olması bakımından çok önemlidir. Kanun önünde eşitliğin sağlandığı, eşit rekabet koşullarında ve her­ kesin yararına bir düzende bütün zorluklar kolayca aşılabilir. 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi toplumda en çok zedelenmiş kav­ ramların başında adalet kavramı geliyordu. Ak Parti 'yi iktidara taşıyan nedenlerin arasında bu durumun önemli etkisi vardır. Toplumda adalet sağlayıcı bir iktidar arayışı, dönemin en belirgin tepkilerindendi. Halkı en çok rahatsız eden şey, yönetimde adalet sağlayıcı bir tutumun olma­ ması idi. Mafyanın devlete talip olduğu, tahsilatçı çakalların her yerde at koşturduğu, insanların hastane kapılarında rehin kaldığı bir dönem­ de, halkın kimyası bozulmuş, özellikle yönetimde adaleti tesis edecek bir iktidar beklentisi öne çıkmıştı. Ak Parti bu fırsatı iyi değerlendirmiş, halkın adalet özlemlerine yönelik beklentilere karşılık geiecek mesajla­ rı, uygun adreslere göndermeyi başarıyla sergilemişti. Ne yazık ki bugün, yani Ak Parti iktidarının yaklaşık 20 yıllık süre­ sinin sonunda, yine en çok aradığımız kavram adalet, en çok zedelenen ve en çok susadığımız duygu yine adalet duygusu. Adalet deyince hemen herkesin aklına ilk önce adliye kurumu gelir. Oysa adalet esas yönetimde başlar. Yönetimler ne kadar adil olursa, 377

hem adli mekanizmaya üretilen sorun miktarı azalır, hem de insanların adalet duygusu daha işin başında zedelenmemiş olur. Her şeyden önce adalet, içinde insaf ve vicdan ölçülerini barındırır. Yöneticiler insaf ve vicdan sahibi olmazsa, haksızlığa karşı çıkıp haktan, doğrudan yana tavır almazsa, adalet duygusu bundan büyük zarar görür. Tarih boyunca adalet, yöneticilere yol gösteren aydınların, bilgelerin en çok üzerinde durdukları konu olmuştur. Mesela antik dönem düşü­ nürlerinden Platon (Eflatun)'a göre 'adalet, insana ait en yüce erdem­ lerden biridir.' Yine Platon, 'Adaletsizliğin en büyüğü adil olmayıp, adil gibi görünmektir' der. Neredeyse bütün kutsal kitaplarda da adalet öncelikli yer tutar. Hz. Ali'nin devletin dini olur mu diye soranlara 'devletin dini adalettir' ve 'dinin devleti de özgürlüktür' dediği rivayet edilir. Yine Hz. Muham­ med'den rivayet olunan bir hadiste, 'Bir saat adaletle hükmetmek, bin saat ibadetten daha kıymetlidir' denilmektedir. Bu sözler, aynı zamanda adaleti ve özgürlükleri ıskalayarak din temelli toplumsal dö­ nüşüm peşinde koşan Siyasal İslamcıların, İslam dininin gerçek öğreti­ sinden haberdar olmadıklarını gösterir. Yönetim tarihimizde, adalet sağlayıcı unsurlar arasında bilgi ve li­ yakatin kılıçtan daha önemli olduğunu kabul eden sultanlara yol göste­ rici kaynaklarda, adalet hep öncelikli yer tutar. Mesela Selçuklu Sultam Melikşah ( 1072-1092)' ın veziri Nizamülmülk (1O18-1092) devlet yö­ netimi üzerine yazdığı 'Siyasetname' adlı eserinde adaleti, devlet yö­ netiminin asli unsuru olarak belirtir ve 'padişah insaflı ve adil olursa, halk daima huzur içinde bulunur' der. (52) Yine Siyasetname'de Nizamülmülk, 'Devlet küfürle devam edebi­ lir ancak zulümle devam edemez' der. Yani 'devletin, dinin gerek­ lerini yerine getirmediği için değil, adaletin gereklerine uymadığı için batacağını' söyler. Yönetimde adalet kavramı, Koçi Mustafa Bey'in 'Koçi Bey Risa­ lesi'nde (1631), Farabi'nin 'İdeal Devlet' (Medinetü'l Fazıla(941), Yusuf Has Hacib'in 'Kutadgu Bilig'(1069) ve Katip Çelebi'nin, 'Bo­ zuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar'(l627) adlı eserlerin­ de, temel kavramlardan biri olarak karşımıza çıkar. (53) 378

Tarihimizin en büyük şahsiyetlerinden biri olan Fatih Sultan Meh­ met, 'Adaleti öldürdüğünüzde devlet de ölür' der. Günümüzde modem devletin üç temel ayağı vardır; yasama, yürüt­ me ve yargı. Bu üç temel ayaktan birinin aksaması diğer ayakların da işlevini bozar. Şeffaf, katılımcı, hesap verebilir ve liyakat esasına da­ yanan kamu yönetimlerinin egemen olduğu gelişmiş batı demokrasile­ rinde, yürütme yani yönetim kayırmacı bir anlayışa dayanmadığından adaletin tesisi çok daha kolay gerçekleşmektedir. Bizde ise kuvvetler ayn lığını ortadan kaldıran Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, ada­ let sağlayıcı bir kaygı olmadığı gibi, adaletin ortadan kalkmasından en­ dişe eden bir yöneten sınıf da yoktur. Öte yandan modem devlette yasamanın adalet sağlayıcı vasfı da çok önemlidir. Yani kanunlar adil oluşturulduğunda, hukukun üstünlüğünün anlamı vardır. Ya da başka bir ifade ile hukuk, eğer kamu vicdanında karşılık buluyorsa adalet sağlayıcı vasfa sahip olur. Aksi halde kanun ve kurallar işler ama, kamu vicdanı kanamaya devam eder. Ülkemizde bunun çok sayıda örneklerine rastlarız. Bu ülke, baklava çaldığı için çocuk yaştaki insanları 9-1 O yıl hapis cezası ile cezalandıran, ama devleti dolandırıp, milletin parasını gasp edenleri de salıveren bir ülkedir. Yine bu ülke, üniversite sorularının çalındığı, bu yolla hak etme­ yenlerin üniversitelere girdiği, hak edenlerin de açıkta kaldığı bir ülkedir. Tarihimiz boyunca devlet yönetiminde adil olmaya dair bunca çabala­ ra, öğretilere ve öğütlere rağmen, adalet sağlayıcı tutum ve uygulamalar bakımından, bugün geldiğimiz yer hiç de iç açıcı bir yer değildir. Kayır­ macılığın, liyakati ihmalin, gelir dağılımındaki dengesizliğin hat safhaya vardığı, insanların gelecek endişesi içinde bunalıma sürüklendiği, yöne­ timlere ve yargı sistemine olan güvenin neredeyse ortadan kalktığı bir dönemi adeta tekrarlayarak yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz ülke koşul­ larında, hem yönetimde hem de yargıda adalet duygusunu yaralayıcı çok sayıda örneklere tanıklık ediyoruz. Yaklaşık 20 yıl önce iktidara gelen Ak Parti zihniyeti, rövanşist politikalar peşinde koşarak, dönüp dolaşıp Türkiye'yi adalet başlığında da yine 2002 öncesine taşımıştır. Yeri gelmişken hatırlatmak da fayda var; en son ve belki de adalet duygusunu en zedeleyici olan olaylardan birisi, İstanbul 31 Mart 2019 379

yerel seçimlerinin somut hiçbir gerekçeye dayanmaksızın iptal edilme­ sidir. Nitekim İstanbul halkı, adalet duygusunu bu denli yaralayan bir uygulamaya, açık ara bir farkla Millet İttifakı'nın adayı Ekrem İma­ moğlu'nu kazandırarak gerekli cevabı vermiştir. Yöneticiler ve adalet sağlayıcı kurumlar bilmelidirler ki, kamu vic­ danını kanatan ve adalet duygusunu ağır biçimde zedeleyen uygulama ve kararlarla, hem insanların yaşama dair ümitlerini çalmış oluyorsunuz, hem de birlik inşa edici çabalara zarar vermiş oluyorsunuz. Unutmayalım, devlet ve milletin bekası, esas bu durumda tehdit altın­ da olur. Sürekli devletin bekasını konu edinen ve dillendiren Cumhur İtti­ fakı, birlik inşa edici en güçlü kavram olan adalet kavramını ıskalayarak, milletin bekasına büyük zarar verdiğinin farkında değildir.

Tek Kisilik Partiden Tek Kisilik Hükümete Ak Parti 'nin kuruluş aşamasında en çok üzerinde durulan konu 'ortak akıl' idi. Recep Tayyip Erdoğan'ın Genel Başkan sıfatı ile Ak Parti'nin kuruluşunu kamuoyuna açıkladığı 14 Ağustos 2001 tarihinde yerli ve yabancı basının karşısında söylediklerini tekrar hatırlatmak istiyorum: "Bugün, Türk Siyaset Tarihi'ne, 'lider oligarşisinin çöktüğü' ve 'te­ kelci bir anlayışa dayanan liderlik yerine, kolektif aklın temsilcisi olan bir liderlik anlayışının yerleştiği gün' olarak geçecektir." Ortak akıl, parti için neredeyse anahtar kavram mesabesinde idi. Tüm kurucu kadro bu kavramı sık sık dillendiriyor, 90'lı yılların lider taa­ subundan yorulmuş siyaset ve toplum, böylesine rasyonel bir kavramı hemen sahipleniyordu. Bu hususta o derece samimi ve içten bir tutum sergilenmeye çalışı­ lıyordu ki, lider kültüne giden yol ilk hazırlanan Ak Parti tüzüğünde engellenmişti. İlk tüzükte milletvekilliği 3 dönem, genel başkanlık ise 5 dönemle sınırlandırıldı. Erdoğan tüzükte böylesine bağlayıcı bir hükme yer vermelerinin nedenini de şöyle açıklıyordu; "Biz bu konuda bir ilki gerçekleştirmek, sağlam bir teamül oluş­ turmak istiyoruz. Partiye her halükarda var olma alanı açılsın is380

tiyorum. Bizden önce de birçok siyasi parti, program ve tüzüğüne güzel şeyler yazdılar; ancak ucu kendilerine dokunduğunda, yaz­ dıklarını değiştirmekte tereddüt etmediler. Biz böyle bir yanlışın içinde olmayacağız." Geldiğimiz aşamaya bakınca, tam da böyle bir yanlışın içinde olun­ muş, bütün bu taahhütlerin, güzel sözlerin hepsinin gerçek dışı olduğu ortaya çıkmıştır. Zira ilk tüzükteki genel başkanlıkla ilgili 5 dönemlik sınırlama, kısa bir süre sonra tüzük değişikliği yapılarak, ortadan kal­ dırılmıştır. Hatta bu konuda öylesine bir lider kültü yaratılmıştır ki, geçmişi rahmetle anacak bir hiyerarşi modeli ortaya çıkmıştır. 90'lı yıllarda paydaş katılımına ve astların görüşlerine itibar etme­ yen, demokratik geleneklerin oluşmadığı, aile şirketi gibi yönetilen bir parti anlayışı Türk siyasetine egemendi. Lider oligarşisine dayalı bu si­ yaset biçiminde, merhum Süleyman Demirel'e izafeten 'babalık' kav­ ramı geliştirilmiş, hatta 'kurtar bizi baba' sloganı dillerde pelesenk olmuştu. Öte yandan kimi partilerde liderin memleketlileri ayrıcalıklı bir konumda idi ve bölge milliyetçiliği hemen her partide etkiliydi. Tur­ gut Özal döneminde Anavatan Partisi'nde Malatya etkisi, Mesut Yıl­ maz döneminde Rize etkisi kendini gösteriyordu. O kadar ki, merhum Mesut Yılmaz'ın Genel Başkanlığı'nda, bir dönem Kars il başkanı bile Rizeliydi. Toplum bu tarz siyaset biçiminden yorulmuştu. İşte tam böy­ le bir zamanda Ak Parti yukarıdaki taahhütlerle, güneş altında söylen­ medik güzel söz bırakmayarak, kendini görücüye çıkarmıştı. Özellikle lider kültüne karşı ortaya konulan sözlü ve yazılı argümanlar, siyasete ilgi duyanlar tarafından heyecanla karşılanmıştı. Fakat süreç hiç de bu anlatılanlar ekseninde seyretmedi. Yukarıda da ifade ettiğim gibi geçmişe rahmet okutacak bir lider kültü yaratıldı. Mesela Büyük Kongrelerden birinde bizzat sayın Erdoğan kendi ağ­ zından Sezai Karakoç'un, 'Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır, Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır' şiirini okuyarak, liderliğe kutsiyet izafe eden bir tutumun ortaya konul­ masına vesile olmuştur. Daha sonraları 20l5 Genel Seçimlerinde Uğur lşılak'ın Erdoğan'a uyarladığı Dombra şarkısı ile duygu yüklü refleks­ lere kolay yenik düşen Ak Parti kitlesinde, bu lider kültü anlayışı iyice 381

tahkim edilmiştir. Uğur lşılak da bu şarkı sayesinde milletvekili olmuş, mecliste uyuyan milletvekilleri listesinde yerini almıştır. Kuruluşu oldukça görkemli kadrolarla gerçekleşen Ak Parti, süreçte bütün o kadrolarını tasfiye ederek, 'ortak akıl' iddiasını da ortadan kal­ dırarak, itiraz eden, hatta aksi görüş beyan eden herkesi partiden kov­ du. Liderin söylediklerinin hilafına söz söyleyen hiç kimseye partide yaşama şansı bırakılmadı. Oysa başlangıçta dört kurucu isimden biri olan Abdüllatif Şener, kurucu kadronun sağduyulu ve donanımlı sesle­ rinden Ertuğrul Yalçınbayır, yine donanımı ve yetenekleri ile öne çı­ kan, Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı'nda önemli hizmetler yapan Erkan Mumcu, Kültür Bakanlığı'nda başarılı hizmetlere imza atan Ertuğrul Günay, Dışişleri Bakanlığı'nda ilk dönem başarılı işler yapan Yaşar Yakış, başarılı Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Murat Ba­ şesgioğlu ve son dönemlerde de Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gibi isimler Ak Parti'den ya istifa ettiler, ya da kovuldular. Kurucu kadrodan Recep Tayyip Erdoğan dışında kimse partide etkili noktada kalmadı. Kalan birkaç isim de üyelik düzeyinde partili hüviye­ tini korumaktadır. Partiden aynlan etkili isimlerin ortak özelliği, lider kültüne müsaade etmemeleri ve 'ortak akıl' kavramını önemsemeleriy­ di. Burada dikkat çeken durum ise, bütün bu etkin kadronun tasfiyesine rağmen, Ak Parti'nin her geçen gün oyunu artırarak iktidarını devam ettirmesiydi. Bu durumu analiz ettiğimizde, başlangıçta yapılan hizmet­ lerin yanında, Erdoğan'ın politik pazarlama becerisi, her alanda sınır tanımayan popülizm, doğu toplumlarındaki lidere bağlılık psikolojisi, cemaatçi gelenekler, lideri her şey gören biat kültürü gibi çok sayıda değişkenin etkili olduğunu görüyoruz. Bütün bunlara rağmen, bu üst üste seçim kazanma olgusu, üzerinde doktora tezi çalışmaları yapıla­ cak, karmaşık süreçlerden beslenen bir fenomendir. Tabi bu noktada muhalefetin yetersizliğini de göz ardı edemeyiz. Esasen bu tutum, Erdoğan'ın da kuruluşta söylediği gibi partide var olma alanını tıkayan bir tutum oldu. Yani Ak Parti bugün geline yer itibarı ile tamamen liderin şirketi gibi, liderin partisinden ibarettir. Diğer tüm katılımcılar, siyasi partiler yasası, parti tüzüğü bağlamında eksiği tamamlayan konu mankeni pozisyonundadırlar. Milletvekilleri382

nin hiçbir konuda farklı bir ses çıkartması, Erdoğan'ın düşüncelerine katılmaması düşünülemez bile. Bu durum partinin bütün kademeleri için geçerlidir. Oysa Ak Parti Genel Başkanı sıfatı ile Recep Tayyip Erdoğan, 19 Kasım 2002'de TBMM'de yaptığı ikinci grup toplantı­ sında milletvekillerine şöyle seslenmişti: 'Geçen yıl Ak Parti'nin ilk grup toplantısında siz değerli milletvekillerine, milletvekilleri el kaldırıp indirme makineleri değildir demiştim. Bu yılki ilk grup toplantısında da yine aynı anlama gelen, Ak Parti iktidarında mil­ letvekillerinin otomatik olarak evet ve hayır dediği bir meclis olma­ yacak demiştim. Bireyselliği gelişmemiş, kendine saygı duymayan insanlardan oluşan grupların hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığına inanıyorum' diye hitap ediyordu. (54) O gün söylenen bu sözleri bugüne taşıdığımızda, Erdoğan'ın mevcut Ak Parti meclis grubunu nasıl itham ettiğinin yorumunu okuyucuya bırakıyorum. Gelinen noktada şunu söylemek asla abartı olmaz; Ak Parti'de par­ ti içi demokrasinin en ufak bir kırıntısı yoktur. Yapılan tüm parti içi seçimler birer formaliteden ibarettir. Önceden belirlenmiş adaylar, il ve ilçelere talimatla başkan yapılmakta, milletvekilliği ya da belediye başkan adaylığı için yapılan teşkilat yoklamaları da, partililerin gazını almak için birer kandırmaca aracı olarak kullanılmaktadır. Lider kültü, partinin her kademesindeki seçimlerde ya da tercihlerde tek geçerli si­ yaset aracıdır. Bu antidemokratik durum, milletvekilinden üyesine ka­ dar, içselleştirilmiş ve kanıksanmış bir durumdur. Nitekim, 15 Eylül 2019 tarihinde Ak Parti Grup Başkanvekili ve Ça­ nakkale Milletvekili Bülent Turan, 'Erdoğan'sız Bülent Turan Çanakka­ le' de bir hiçtir. Erdoğan 'la yürürsek kıymetimiz var. Bizim vekillerimizin hepsi bu kanaattedir' diyerek kendilerinin hiçbir anlam, hiçbir kıymet ifade etmediğini açıkça beyan etmiştir. Daha önce "Erdoğan'a dokun­ mak bile bence ibadettir", "Başımızda öyle bir lider var ki, Allah'ın tüm vasıflarını taşıyan bir lider" gibi yine milletvekilleri tarafından söylenmiş sözlere tanık olmuştuk, ancak lider karşısında kendini hiçleş­ tiren milletvekilinin, üstelik parti grup başkan vekili pozisyonunda olan birisinin bu beyanı, siyasi parti olunamadığının açık göstergesidir. (55) 383

Özetle söylersek, yaklaşık 20 yıllık iktidanna rağmen Ak Parti, ku­ rumsallaşamamış bir lider partisidir. Liderin karşısında diğer partili pay­ daşlann da, partinin de varlığı yok hükmündedir. Lideri bu derece öne çıkaran, lider dışındaki aktörlerin kendilerini bu derece yok sayan bir kültürün, ülkeye demokrasi getirmesi elbette beklenemez. Böyle bir par­ tinin lider sonrasında yaşaması da tabiatıyla mümkün değildir. Partinin sürüklendiği bu hal, ülke yönetiminde söz sahibi olmasa, siyasi parti­ lerin demokrasinin vazgeçilmez unsurlan olması ekseninde bir eleştiri konusu olabilirdi. Ancak sorun, ülke yönetiminin de benzer bir noktaya sürüklenmiş olması nedeni ile, milli mesele boyutunda bir sorundur. Zira Parti içi demokrasinin en ufak bir kırıntısına dahi rastlanmayan bir siya­ sal partinin iktidarında, tabiatıyla ülkedeki demokrasi de olsa olsa ayıplı, eksik ve yetersiz bir demokrasi ya da kağıt üzerinde bir demokrasi olabi­ lir. Nitekim Türkiye'deki demokrasinin hali de bu minvaldedir. Öte yandan parlamentonun bütçe yapma yetkisinin bile elinden alın­ dığı, parti genel başkanı pozisyonundaki Cumhurbaşkanı ile meclis ço­ ğunluğunun Cumhur İttifakı üzerinden boyunduruk altında tutulduğu, milletvekillerinin hiçbir konuda söz söyleme özgürlüklerinin olmadığı bir sistemin, hem demokratik olması, hem de herkesin yararına bir düzen kurması mümkün değildir. Önceki bölümlerde de bahsettiğim 'Oligarşinin Tunç Yasası' vardır. Alman sosyolog Robert Michels tarafından ortaya konulan bu kavram, siyasal gücün küçük bir grubun veya lider ve etrafındakilerin elinde bulunduğu yönetimi anlatır. Tabiatıyla siyasal gücü elinde bulunduran oligarşi aynı zamanda ekonomik gücü de ele geçirmiş demektir. Katı hiyerarşik yapılarda, tepede duranlar her konuda belirleyici olurlar. Bu belirleyicilik bir süre sonra, siyasi partilerde ve diğer demokratik ya­ pılarda lideri ve lider etrafında kümelenmiş aktörleri ön plana çıkanr. Dolayısı ile siyasi partinin program ve ilkeleri amaç olmaktan çıkar ve parti lider oligarşisinin istek ve arzularının gerçekleştirilme aracı haline gelir. Yani siyasi organizasyonun genel amacı ortadan kalkmış, kişisel amaçlar organizasyona egemen olmuştur. İşte Ak Parti 'nin sürüklendiği yer tam da burasıdır. 384

Lider sultasının egemen olduğu bu oligarşik yapı ülkeyi yönettiği için, aynı zamanda lider kültü etrafında oluşturulan sistemle, seçmen desteğini de arkasına aldığında sürgit devam eder zannedilebilir. An­ cak bahse konu yapı ilanihaye sürdürülebilir bir yapı değildir. Çünkü oligarşik yapılar, toplumda sömürücü kurumları tahkim ederler. Bu durum ise çoğunluğun zararına olan bir durumdur. Çoğunluğun za­ rarına olan bir durumu, hitabet sanatı, hamaset nutukları ve dini ve milli içerikteki heyecan yaratıcı sözlerle bir süre devam ettirebilirsiniz. Ancak ekonominin sayısal görünümünün halkın yaşam kalitesini bozmaya başladığı, yoksulluğun sosyal yardımlarla ortadan kal­ dırılamadığı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin uçuruma ulaştığı aşamada, mızrağın çuvala sığmaması gibi, iktidarın sürdürülebi­ lirliği de imkansız hale gelir. Türkiye bugün tek kişilik hükümet sisteminin etkisi altında hemen her alanda geriye gitmekte, paydaş katılımına dayanmayan bu rejim içinde, ülke gerçek potansiyelinden yararlanamamaktadır. Tek tek birey­ leri çalışmayan, yeterince donanımlı kadroları olmayan, girişimci ruhu gelişmemiş, dünyadaki değişim ve dönüşümü göremeyen toplumları, hiçbir lider, hiçbir tek adam asla büyük ülke, gelişmiş toplum yapamaz. Aynca tek kişinin belirleyici olduğu hiçbir rejim, bu çağda hiçbir biçim­ de üretkenlik ortaya koyamaz. Hemen her alanın uzmanlık gerektirdiği, bilimin kılcallaştığı, özgür aklın ve hür düşüncenin geliştiği akıllı üretim çağında, salt danışman istişaresine dayanan bir sistem sürdürülebilir ola­ maz. Bu sistemle bütün alanlan yönetemez, ancak bozarsınız. Nitekim öyle de oluyor. İnsanlık tarihi uzun deneyimler neticesinde, ortak aklın değerini fark etmiş, paydaş katılımına dayalı sorun çözme becerisinin verimliliğini keşfetmiştir. Eski Yunan'da başlayan demokrasi deneyi, Roma'da ge­ lişmiş, Ortaçağ'ın karanlık dehlizlerinden geçip, günümüze kadar ge­ lişerek gelmiştir. Bu inkişafa direnmek, suyu yokuşa akıtmaya benzer. Yakın tarihin dünya örnekleri tek kişilik rejimlerin, tek kişinin hük­ mettiği organizasyonların, lider kültüne dayalı örgütlenme modelleri­ nin başarısızlık hikayeleri ile doludur. Aynı yöntemi kullanarak, farklı sonuçlar üretemezsiniz. O bakımdan Türkiye bu çağdışı modeli sırtın385

dan bir an önce atmalı, eşit rekabet koşullarında herkesin siyaset yapa­ bildiği ve yine eşit rekabet koşullarında herkesin ekonomik düzende var olabildiği demokratik bir sistemi mutlaka kurmalıdır.

Yerel Yönetimlerde Reform Yalanı Türkiye, yerel yönetimlerin geliştirilmesi konusunda hep ayak sü­ rümüştür. Avrupa'nın yerel yönetimler tarihine baktığımızda, yerel yö­ netim geleneğinin beslendiği ana kaynağın muhalefet kültürü olduğunu görüyoruz. Bizim tarihimizde ise böyle bir gelenek olmadığı, muhalif olmak dinen sakıncalı görüldüğü ve neredeyse vatan hainliği ile eş de­ ğer tutulduğu için, ciddi bir muhalefet kültürü geliştirilememiş, buna koşut olarak da yerel yönetimler konusunda bir mesafe alınamamıştır. Kendisi muhafazakar gelenekten geldiği halde Prof. Dr. Bilal Er­ yılmaz Hoca, 'Kamu Yönetimi' adlı kitabında bu durumu şöyle izah eder: "Meşru bir muhalefet kavramı Tanzimat'a kadar Osmanlı devlet yönetiminde yoktur. Bunun nedeni, bütün devlet yetkileri­ nin padişahın şahsında toplanması ve sultanın halife sıfatı ile sahip olduğu dini kişiliğidir. Zira padişahın koruduğu değerler ve yöne­ tim anlayışı, toplumun inanç ve kültür yapısı ile bir bütünlük arz etmekteydi. Padişahın manevi gücünü, Hz. Peygamber'in halifesi olarak dinden almakta olduğu düşünülürdü. Bu nedenle, mahalli halkın ya da eşrafın, padişah karşısında özerk bir statü istemesinin meşru bir gerekçesi olamazdı. Zira padişah yönetimi altındakileri ilahi emanet olarak kabul ediyordu. Yine bu yüzden padişah ya da merkezi idare, kendi dışında oluşabilecek bir yönetim birimini dinen ve siyaseten gayrimeşru görüyordu. O bakımdan merkezi yö­ netime karşı tutum ve davranışlar 'asilik' ve 'ihanet' olarak değer­ lendiriliyordu. Osmanlı siyasi kültürü bu gerekçelerle muhalefeti meşrulaştıramadı." (56) Bilal Eryılmaz hoca esasen, muhalefetin meşrulaşamadığı bir ze­ minde, yerel yönetimin gelişmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Bu, muhalefeti meşrulaştıramama hastalığı günümüze kadar gelen bir pato386

lojik vetiredir. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında, ulus devleti inşa etme nedeni ile, muhalif duruşlara karşı konulan tavırları bir dereceye kadar anlamak mümkündür. Ancak muhalif olmayı bugün bile iktidar çevre­ lerinin düşmanlık olarak görmesi, her muhalif çıkışı hainlikle itham et­ mesi, Osmanlı'daki muhalefeti meşrulaştıramama siyasal ve toplumsal patolojisinin günümüze kadar gelen yansımasıdır. Tanzimat'tan itibaren başlayan bunca kamu yönetimi reform çabalarına, yerel yönetim oluş­ turma girişimlerine, bunca demokrasi deneyine rağmen, Cumhurbaş­ kanlığı hükümet sistemi adı altında her şeyin merkezileştirilmesi, bütün bu çabaların boşa gittiği endişesini yaşatıyor bizlere. Halbuki Ak Parti kuruluş ilkeleri ve parti programı öyle demiyor: 'Çağımız bir yönüyle küreselleşme, diğer yönüyle yerelleşme ve yerel yönetimlerin devlet sistemleri içindeki ağırlığının arttığı bir çağdır. Artık demokrasi, sadece bir seçme ve seçilme rejimi değil, aynı zamanda katılma ve işbirliği rejimi olarak algılanmaktadır. Bu katılma ve işbirliğini gerçekleştirecek temel birimler ise yerel yönetimlerdir.' Bu ifadeler, Ak Parti programında, yerel yönetim­ ler başlığı altında yer alan ifadelerdir. Devamla programda şöy­ le diyor: 'Ak Parti, yerel yönetimlerin karar alma süreci ve bazı faaliyetlerine sivil toplum kuruluşlarının katılımını sağlayacaktır. Merkezi yönetimin kendi alanları ile ilgili düzenlemelere gitmeden, önce yerel yönetimlere danışılması ilkesi getirilecektir. Avrupa Ye­ rel Yönetimler Özerklik Şartı'na uygun olarak, anayasal sistemi­ mize yerel yönetim hakkının dahil edilmesi sağlanacaktır.' Bütün bu taahhütler karşısında şunlar yapılmıştır. İlk yıllarda önceki bölümlerde de bahsettiğim gibi, 'Kamu Y önetiminin Yeniden Yapı­ lanmasına Dair Temel Kanun' çıkarılmış, ancak alelacele hazırlanan bu düzenleme Ahmet Necdet Sezer'den dönmüştü. Sonra ise yerel yö­ netimlerde reform adı altında bazı kanunlarda değişiklikler yapılmış­ tır. Önce l O Temmuz 2004 tarih ve 52 l 6 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, arkasından 22 Şubat 2005 tarih ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu, daha sonra da 03 Temmuz 2005 tarih ve 5393 sayılı Belediye Kanunu çıkarılmış ve yerel yönetimlerde reform sinyalleri verilmeye çalışılmıştı. Ancak bütün bu düzenlemeler enine boyuna tartışılmadan, 387

yeterince çalışılmadan gerçekleştirilmişti. Mesela Belediye yasasına konulan bir madde ile, belediye meclislerinde denetim komisyonu ku­ rulması öngörülmüş, ancak komisyon raporunun belediye başkanına sunulması uygun bulunmuştur. Yani denetlenen kişi, kendisi ile ilgili denetim raporunun da muhatabıydı. Yine de bütün bu çalışmalarda başlangıçta bir iyi niyet olduğu görülü­ yordu. Nitekim parti programı bağlayıcı olacaksa, bu konuda perspektifi geniş bir program olarak yeterli bir içeriğe sahipti. Şehirleşme ile ilgili parti programı şöyle diyordu: 'Bir ülkedeki yönetimin kalitesini ve top­ lumun medeniyet dairesindeki konumunu, ne türden kentler ürettiği belirler. Bu nedenle kentleşme ve konut meselesi teknik muhtevası­ nın çok ötesinde anlamlara sahipti. Şehir planlarına aykırı kentleş­ meye izin verilmeyecek, kurulu şehir bölgesinde imar tadilatı yapıp yoğunluğu artırmak yerine, mücavir alanlardaki planlamanın sürat kazanması sağlanacaktır. Sağlıksız ve çirkin şehirleşmenin önüne ge­ çilecek, şehirler yaşanabilir mekanlar olacaktır.' Bu güzel taahhütlere rağmen süreç başka çeşit çalışmış, kentler in­ şaat rantı üzerinden tarumar edilmiştir. 2004 yerel seçimlerinde bele­ diyelerin büyük bölümünü kazanan Ak Parti yerel yönetimleri, tarihin hiçbir evresinde görülmedik biçimde bir kent yağmasına neden ol­ muşlardır. Pek çok vergiden muaf tutulan Gayrimenkul Yatırım Or­ taklığı (GYO) cazibesi ve buna bağlı kalkınma stratejisi, bir yandan müteahhitlerin iştahını kabartmış, diğer yandan reel sektörde üretim yapan kesimlerin inşaat sektörüne dönmelerine sebep olarak reel sektö­ rün zayıflamasına neden olmuş, kentleri beton sarmalı ile karşı karşıya bırakmıştır. Programda bahsedilenlerin tam zıddı olacak biçimde, ku­ rulu eski şehir bölgelerinde imar tadilatları yapılarak, kentlerin tarihi dokusu çirkin şallarla örtülmüştür. Şehirlerin önceden hazırlanmış ana­ yasaları niteliğinde olan yüz binlik planlar, delik deşik edilmiş, kent­ lerdeki çok başlılık daha da büyütülmüştür. Mesela 1987'den itibaren belediyelere devredilmiş bulunan uygulama imar planı yapma yetkisi hem Şehircilik Bakanlığı'na, hem TOKİ'ye, hem de ilgili belediyeye aynı anda verilmiştir. Oysa belediyelerce hazırlanmış şehrin büyüme ve gelişme stratejilerine uygun planlar, diğer kurumların plan yetkisi 388

ile delinmiştir. Bu yolla daha önce hiç rastlanmamış biçimde şehirlerin plan süreçleri karma karışık hale getirilmiştir. Kentlerin en kıymetli yerlerindeki kamu arazileri önce yandaş müteahhide özelleştirme kap­ samında satılmış, sonra aynı yere yine yandaş müteahhidin isteği ölçü­ sünde yüksek emsaller verilerek, mevzi imar planı yapılmıştır. Halbuki aynı araziler önce imar planı yapılarak satılsa, devletin bu satıştan karı çok daha yüksek olacaktır. Ne var ki, yandaşı korumak, devleti ko­ rumanın önüne geçmiş, kent rantı tüm kent sakinleri için üretilen bir rant olması gerekirken, yandaşlara peşkeş çekilmiştir. Kişi için üretilen rant da şehrin silüetini bozduğu için, bu kabil uygulamalar, kentteki tüm yaşayanların aleyhinde olmuştur. Bu konuda Ankara, İstanbul ve Bursa'da çok sayıda örnekler vardır. Akıllı şehir yönetiminin tartışıldığı ve uygulamaya geçtiği bir çağ­ da, kentlerin adeta yağmalanmasına sebep olan Ak Parti belediyeciliği, ülkemiz açısından büyük talihsizlik olmuştur. Programda taahhüt edi­ len demokratik kent yönetiminin hiçbir kuralına riayet edilmemiş, halk katılımını sağlayacak mekanizmalar için fırsat yaratılmamış, kentler bugün içinden çıkılmaz sorunlarla baş başa bırakılmıştır. Mesela bu ko­ nuda önemli bir müktesebata sahip olan Kent Konseyleri bile, 201 l 'den sonra tamamen etkisizleştirilerek, belediye başkanlarının kültür ve sos­ yal işlerinin tanıtım aparatına dönüştürülmüştür. Bunu, kent konseyle­ rinde uzun yıllar emeği geçmiş ve kent konseyleri ile ilgili Türkiye'de ilk ve tek kitabı yazmış birisi olarak söylüyorum. Halbuki Ak Parti'nin kamu yönetimi reform çalışmalarına destek vermiş, Prof. Dr. Bilal Eryılmaz hoca, halkın kent yönetimlerine katı­ lımı konusunda şunları söylüyor: "Demokrasi, yalnızca 'ülkeyi kim yönetmeli' sorusuna mücerret/soyut bir cevap aramak değildir. Bu sorunun cevabı dört ya da beş yılda bir yapılacak seçimlerde san­ dık başında bulunabilir. Oysa demokratik sistemde asıl önemli olan, halkın kendini ilgilendiren işlerin yönetimine katılması, bu amaçla oluşturulan organizasyonlarda görev alması, yöneticilerini sürekli etkilemeye ve denetlemeye çalışmasıdır. Siyasi ve idari olarak yöne­ time katılma, yerel düzeyde daha canlı ve daha etkilidir. Yerel yöne­ timler ülke sathında çok sayıda olduğu için, yönetime katılma organ 389

ve kanallan genişlemektedir. Vatandaşlık hakları önce kişinin yaşa­ dığı yörede başlar. Anglo-sakson ülkelerde 'vatandaş' kelimesinin karşılığı olarak 'citizen-şehir sakini' kelimesi kullanılır." (57) Başlangıçtaki bütün güzel söz ve taahhütlere, saygın otoritelerin katkılarına rağmen, Türk kamu yönetimi yaklaşık 20 yıllık Ak Parti iktidarında, yine tarihte görülmedik biçimde merkezileşmiştir. Yerel yönetimler, adeta merkezin emanet komisyoncusu pozisyonuna düşü­ rülmüştür. Mesela TOKİ kentlerin gelişme stratejilerine bakmaksızın, kentsel mekanın arzu ettiği herhangi bir yerinde konut projeleri planla­ yabilmekte, yine Şehircilik Bakanlığı kent planlarına bakmaksızın uy­ gulama projeleri yapabilmektedir. Tepeden inme bu uygulamalar, şehir yönetimlerinin ve diğer yatırımcı kurumların iş ve programlarını boz­ makta, süreçte ortaya sağlıksız, yaşanabilir olmayan şehirler çıkmak­ tadır. Cumhurbaşkanlığı tek kişilik hükümet sistemi ile beraber, şehir yönetimleri de en az elli yıl geriye gitmiştir. Öte yandan dünyada şehirlerarası rekabetin, ülkelerarası rekabetin önüne geçtiği bir çağı yaşıyoruz. Artık şehirler öne çıkıyor, şehirler ya­ rışıyor. Ekonomik büyümede şehirler belirleyici role sahiptirler. Ulus devletleri aşan bir şehir gelişimi ile karşı karşıyayız. Bu yüzden şehirle­ rin ihmali ülkenin zayıflamasını hızlandırıyor. Yaratıcı zekalar, yaratıcı sınıflar, şehirlerde mekan tutuyor. Yaratıcı sınıfların barındığı şehirler gelecekte küresel aktör konumunda şehirler olacaklardır. Ekonominin motor gücünü oluşturan yaratıcı sınıfların bir şehirde­ ki varlığı, gelecekte o şehrin üretim ve rekabet gücünü artıran gelişme olacaktır. Ancak yaratıcı sınıfın bir kentte konuşlanabilmesi için, yani o kentin y�tıcı sınıf için çekici olabilmesi için, o şehre dair bazı şartların varlığı gerekir. Bunlardan birincisi kabna değeri yüksek ve ileri teknolo­ jiye dayalı şirket, üniversite veya benzeri araştırma kururnlannm varlı­ ğı, ikincisi kente dair teknolojik ve bilimsel becerilerin yanında sanatsal yetenek veya kabiliyetin varlığı, üçüncüsü de farklı etnisiteleri, kültürel yapılan, davranış kalıplarını barındıran toleranslı bir şehir olmasıdır. Bü­ tün bunlar gelecekte yaratıcı sınıfı kente çekmeye yönelik yapılardır. (58) Yaratıcı sınıfları çekebilen ve bu sayede rekabet gücünü artırabilen şehirlerin en belirgin bir başka özelliği 'akıllı şehirler' olmalarıdır. Bu 390

noktada akıllı şehir bahsine bir miktar değinmek isterim. İngilizce ifadesi ile 'Smart City' denilen akıllı şehir, enerjiden ula­ şıma, çevreden sağlığa, alt yapıdan kentsel çevre kalitesini oluşturan tüm unsurlara kadar, kentsel hizmetlerin niteliğini ve kapasitesini ge­ liştirmeyi amaçlayan, kaynak tüketimini, israfı ve toplam maliyetleri azaltmayı hedefleyen ve bu amaçla bilgi ve iletişim teknolojilerinden yararlanmayı amaçlayan, çağdaş bir şehir yönetim stratejisidir. Amaç, teknolojik araçtan kullanarak, daha yaşanabilir bir şehir oluş­ turmak ve kentli yurttaşların yaşam kalitelerini artırmaktır. Akıllı şehirlerin ana motifi fiziksel, sosyal ve dijital planlamayı eş zamanlı ele alabilmeyi gerektirir. Akıllı şehir kavramı, kent yaşamında ortaya çıkan sorunları, bilimsel, katılımcı ve sürdürülebilir bir biçimde yönetmeyi gerektiren bir kent yönetimi yaklaşımını içerir. Akıllı Şehir yaklaşımında hiyerarşik ilişkilere yer yoktur. Yani hi­ yerarşik yapıların yerini yatay ilişkiler bağlamındaki yapılar alır. Tüm paydaşların süreçlere aktif katılımı ve inovatif/yenilikçi bir anlayış egemendir. Akıllı şehir, kente ait hizmetlerin bütüncül bir yaklaşımla ele alınmasını amaçlar. Akıllı şehirlerde yüksek teknolojinin ve video kamera sisteminin var­ lığı kullanılarak, kente dair birçok veriye ulaşılabilir ve bu verilerden yola çıkarak kente ait yönetim planlannın sağlıklı yapılabilmesi başanlabilir. Mesela, akıllı trafik yönetimi ve akıllı sinyalizasyon yöntemleri ile, kent trafiği rahatlatılabilir ve buna bağlı olarak hava kirliliğinin önüne bir miktar daha geçilmiş olabilir. Tilin kent için verimli, güvenli, kaçak­ lann minimize edildiği bir su tedariki ve kullanımı akıllı teknolojilerle başanlabilir. Sensörler yardımıyla hava kalitesi izlenebilir ve gerekli ön­ lemlerin alınması hızla gerçekleştirilebilir. Paydaş katılımını sağlayacak teknolojik mekanizmalardan istifade edilebilir. Kente dair tüm çevresel veriler görselleştirilerek, gerekli tedbirlerin hızla alınması sağlanabilir. Akıllı aydınlatma teknolojileri ile enerji tasarrufu sağlanabilir. Akıllı otopark yönetimi ile, yine vatandaşlann zamanı tasarruflu kullanması sağlanabilir. Kent güvenliği açısından video kameralar yardımı ile, acil durumlara emniyet güçlerinin müdahalesi kolaylaştınlabilir. İnsanlann kent içindeki hareketlilikleri gözetlenerek, kentsel ihtiyaçlann planlama391

sında yeni adımların atılması sağlanabilir. Atık yönetiminde de planlama, toplama ve bertaraf etmede akıllı teknolojiler kullanılabilir. Dünya bunları konuşurken, giderek merkeziyetçi yönetimini güçlen­ diren bir ülke konumunda olmak, kentsel gelişme konusunda l 9.yüzyı­ la geri dönmek, kentsel gelişmeyi bu bağlamda yönetememek oldukça üzücü bir durumudur. Öte yandan uzun deneyimler sonunda biliyoruz ki, merkeziyetçi ya­ pılarda rüşvet, yolsuzluk ve usulsüzlük çok daha yaygın ve kolaydır. Zaten mevcut sistem içinde kentlerin yağmalanması ve sağlıksız kent­ leşmenin esas nedeni, çok başlı merkeziyetçi yapıdır. Kötü kentleşme­ nin merkeziyetçi yapıdan beslenen nedenlerinin arka planında bilgi ve kapasite yetersizliğinin yanında, iyi niyet sorunu da vardır.

Siyasetin Yükselen Hastalığı; Popülizm Popülizmin kelime karşılığı 'halkçılık' olmakla birlikte, politik ana­ lizlerde bu kavramın olumlu içerikte bir kavram olmadığını söylemek mümkündür. Kavramın eski bir kavram olmasmın yanında, son yıllarda dünya siyasetine damga vuran bir konuma yükseldiğini görmekteyiz. O kadar ki, yaşadığımız dönemi hem dünya siyaseti hem de Türkiye siya­ seti açısından bir tür 'popülizm çağı' olarak nitelendirebiliriz. Popülizm eksenli temel davranış kalıbı, halk dalkavukluğuna da­ yalı ya da halkı aldatmaya dönük politik mülahazalarla karakterizedir. Bu yüzden de politika analistleri, popülizmin kutuplaştırıcı ve çatışma alanlarını provoke edici olduğunu söylerler. Gerçekten de popülist po­ litikacıların tutum ve davranışları, kullandıkları dil, kutuplaştırıcı ve çatışmacı mesajlar içermektedir. Bu yüzden popülizmi, siyasetin nor­ mallerinin dışında hastalıklı bir hal olarak da değerlendirebiliriz. 20'nci yüzyıl Avrupa siyasetinde popülizmin faturası, tüm dünyayı etkileyen ağır bir hezimet olmuştur. Almanya'da Adolf Bitler, İtal­ ya'da Benito Mussolini yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde uygula­ dıkları popülist politikalarla hem kendilerine iktidar yolunu kolayca açtılar, hem ülkelerini ağır bir diktatörlük altında inim inim inlettiler, 392

hem de tüm dünyanın büyük acılar çekmesine neden oldular. İspan­ ya 'da da Francisco Franco İspanya İç Savaşı'nda popülist tutumuyla milliyetçi güçlere önderlik ederek, 30 Ocak l 938 tarihinde devlet ve hükümet başkanlığı ile aynı zamanda kara ve deniz kuvvetleri başko­ mutanlığına getirilip, 36 yıl sürecek diktatörlüğe imza attı. İspanya hal­ kı o dönemi bugün karanlık bir dönem olarak anmaktadır. Popülist politikacılar, demokrasiden ziyade otoriter rejimlere eğilimli­ dirler. 20'nci yüzyılda modem zamanların ürünü olarak ortaya çıkan po­ pülizm, aynı zamanda totaliter rejimlerin kurulmasını da kolaylaştırmıştır. İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise, popülizmin çok yaygınlaştığını görüyoruz. Bir taraftan demokratik değerler yükseliyor, diğer yandan eş zamanlı olarak popülizm yaygınlaşıyor. Hatta popülizm neredeyse si­ yasi tartışmaların merkezine oturmuş vaziyettedir. Demokrasiden yana olan güçler, popülizm karşısında zayıf kalıyor ve popülizm çoğu kez demokratik taleplerden daha çok karşılık buluyor. Bu durum oldukça kaygı verici bir durumdur. Nitekim ABD'de Donald Tromp dönemi­ nin popülizmi en kaygı verici olanıydı. Demokrasisi son derece geliş­ miş olan ABD'de bile popülizm, Donald Trump'ın 3 Kasım 2020'de yapılan seçimleri kaybetmesi üzerine, Temsilciler Meclisi'ne baskın düzenleyecek ve 5 kişinin ölümüne neden olabilecek azgınlaşmalara varabilmiştir. Bereket ki dünya şimdilik Trump popülizminden ve de belasından kurtulmuş gözüküyor. Popülizm oy devşirme hesaplarına dayanan bir siyaset tarzı olduğu için, halkı aldatmaya, duygusal esarete sürüklemeye yönelik kullana­ mayacağı araç yoktur. Bu yüzden popülist politikacılar iktidar gücünü kaybetmemek için bazen milli ve dini değerleri kullanırlar, bazen de dış politikada toplumu motive edici ajitasyonlara başvururlar. Hepsinin ortak amacı aklı perdeleyip duygulan öne çıkarmak, duygusal esaret üzerinden bireyleri teslim almaktır. Popülizmin kullandığı araçlardan biri de yabancı düşmanlığıdır. Özellikle Avrupa'da geçmişte çok acılara sebep olan bu ırkçı tutum, bugün de hortlamış vaziyettedir. l 960'lardan itibaren Avrupa'ya ger­ çekleşen işçi göçü ve Ortadoğu'daki çatışmalardan kaçan göçmenlerin oluşturduğu nüfus potansiyeli, Avrupa'da yabancı düşmanlığını yeni393

den tetikleyen gelişmeler olmuştur. Daha çok İslam düşmanlığı olarak kendini gösteren bu sürecin oluşmasında, maalesef İslam adı altında organize edilen Paris'te 7 Ocak 2015'te 11 yazar ve karikatüristin öldürüldüğü Charlie Hepdo saldırısı ve 9 Ocak 2015'te de Yahudi marketine yapılan saldında öldürülen 6 kişi gibi şiddet boyutlu vahşi saldırıların rolü büyüktür. Öte yandan Avrupa'da popülist siyasi hare­ ketler, 'Batı'nın İslamlaşması' korkusunu provoke ederek, Batı top­ lumunda gelecekle ilgili yaygın bir endişenin ortaya çıkmasına sebep olmaktadırlar. Batı'da bu eksende, kadının ailedeki rolüne ve doğur­ ganlığın artmasına vurgu yapılmakta ve sağ popülizm güçlenmektedir. Türkiye'de de popülizm siyasal alanın iflah olmaz hastalığı olarak gündemdeki yerini hep korumuştur. Ülkemizde siyasal alanda popüliz­ min babası olarak bilinen merhum Süleyman Demirel, 1991 Genel Se­ çimleri öncesi, tütün destekleme alım fiyatı olarak, 'onlar ne veriyorsa ben 5 bin Ti fazlasını vereceğim' diyerek tarihe geçen popülizm de­ hası bir taahhütte bulunmuştu. Bunu daha sonra yine Süleyman Demi­ rel tarafından siyasete sokulan ve başbakan olan Tansu Çiller'in, 'her mahallede 100 trilyoner' ve 'her köylüye bir traktör' gibi akıldışı popülist taahhütleri izledi. Türk siyasetinde bu kabil popülist taahhüt ve söylemler çok yaygındır. Ancak Ak Parti iktidarı dönemi, bütün bu popülist söylemlere du­ man attıracak bir dönem oldu. Recep Tayyip Erdoğan'ın önderliğinde Ak Parti, muhafazakar, milliyetçi ve din eksenli ataerkil söylemlerden mücehhez bir içerikle, popülizmin tozunu attırmıştır. Öyle ki, hem dini söylem ve ritüelleri öne çıkaran, hem de milliyetçi söylem ve eylemleri öne çıkaran bir popülizm yapılagelmektedir. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, iktidarının ilk yılla­ rında, 'Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir' ibaresini çok kullandığı gibi, benzer biçimde 'din milli­ yetçiliği, ırk milliyetçiliği ve bölge milliyetçiliği yapmayacağız' ta­ ahhüdünü de çok sık ifade ederdi. Ne var ki, Ak Parti iktidarı, iktidar süresince din konusunda akıl almaz bir popülist çizgiye savrulmuştur. Düşünebiliyor musunuz, Rize'nin Güneysu ilçesi 1130 rakımlı Kıble Dağı'nın kuş uçmaz kervan geçmez tepesine cami yapılmıştır. Açılışı 394

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan cami, üs­ telik Osmanlı döneminin önemli mimari eserlerinden olan Üsküdar Şemsi Ahmet Paşa Camisi taklit edilerek yapılmıştır. Yani mimaride rövanşizm burada da ihmal edilmemiştir. Ortaçağ'da bu tip ibadethanelerin 'manastır' adı altında yapıldığını biliyoruz. Ancak manastırlar, rahip ve rahibeleri ile, dünya nimetlerin­ den uzak olmak, Tanrı yoluna adanmak için, bazen de güvenlik sebebi ile buralarda yapılırdı. Halbuki camiler için durum farklıdır. Mesela Cuma namazı kılınabilmesi için, namazın kılınacağı caminin bulundu­ ğu yerin şehir veya şehir hükmünde olması gerekir. Bu arada İslami kaynaklara göre köy ile şehir aynı statüde sayılmaktadır. Ancak Cuma

namazının kılınabilmesi için, köy veya şehir statüsünde bir yerleşim birimine ihtiyaç vardır. Dolayısı ile aşağıda fotoğrafı olan cami, dini ihtiyaçtan doğmuş değildir. Aksine görselliğe, şova, gösterişe hitap eden bir popülizm eseridir. Oysa İslam Dininin ne böyle bir öğretisi var ne de bunlara ihtiyacı var. (59) Yine İstanbul Çamlıca' da 57 bin 500 metre karelik bir alanda 63 bin kişilik inşa edilen cami, Cumhuriyet Tarihinin en büyük camisi olarak yapılmıştır. Ne vakit zamanlarında ne de teravih veya Cuma namaz­ larında hiçbir zaman dolması mümkün olmayacak Çamlıca Camisi, üstelik çağımıza uygun modem mimari ile yapılması gerekirken, 500 yıl öncesini taklit eden Osmanlı mimarisi anlayışıyla yapılmıştır. Dinsel 395

popülizmin adeta abidesi olarak, 'Her yerden görülsün ve lstanbul'a mührümüz vurulsun' kompleksi ile inşa edilmiştir. Uluslararası Mi­ marlar Birliği'nin bölgenin sit alanı olması bakımından verdiği olumsuz rapora rağmen ve dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın eleştirileri nedeniyle imar plan çalışmaları derhal Turizm Bakanlığı 'n­ dan alınarak Şehircilik Bakanlığı'na verilmiştir. Şehircilik Bakanlığı da, hemen 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı ve 1/1000 ölçekli Uygula­ ma İmar Planını hazırlayarak, 'Büyük Çamlıca Özel Proje Alanı' adı altında bölgeyi yapılaşmaya açmıştır. Çevre yollan, bağlantı köprü ve tünelleri, çevre düzenlemesi ve tefrişi ile birlikte yaklaşık 290 milyon 601 bin 518 dolara mal olan cami, taklit mimarisi ile, geçmişe takılıp kalmanın, padişahlık özlemlerinin ve neticede dinsel-siyasal popüliz­ min maliyeti yüksek bir sembolü olarak insanların pek de ulaşamadığı Çamlıca tepesinden arz-ı endam etmektedir. (60) Çamlıca Camisi dini bir ihtiyaçtan değil, siyasal iktidarın din po­ pülizmi bağlamında bir gövde gösterisi olarak inşa edilmiştir. Gerek Kıble Dağı Camisi, gerek Çamlıca Camisi ve gerekse Taksim'e yapılan camilerin hepsinin ortak özelliği, dini bir ihtiyacı karşılamaktan ziyade, arkaik özlemleri ve rövanşist tutumu yansıtmalarıdır. Burada hemen belirtmeliyim ki ben cami yapılmasına karşı bir tu­ tum içinde değilim. Ancak günümüzde cami ibadet ihtiyacı için inşa edilir. Eğer bir yerde yeni bir yerleşim alanı oluşmuşsa orada zaten imar planlan içinde, sosyal donatı alanları çerçevesinde cami mutlaka vardır. Onu inşa etmek elbette bir ihtiyaçtır. Ancak Ortaçağ'da kiliseler, katedraller ihtişam ve gösteriş amaçlı sanat şaheserleri olarak inşa edilirdi. Bu aynı zamanda ülkeler ve mez­ hepler arasında bir rekabet nedeni idi. Bu çağda böyle bir ihtişam ve gös­ teriye ihtiyacımız olmadığı gibi, camilerin çoğunda vakit namazlarında 2-3 kişilik cemaatle namaz kılınmaktadır. Ayrıca günümüzde uluslarara­ sı rekabetin ölçüsü cami yapmaktan değil, ileri teknoloji üreten bilimsel icatlar yapmaktan geçiyor; demokrasi standartlarını yükseltmek, halkın yaşam kalitesini artırmaktan geçiyor. Anlaşılan o ki, Ortaçağ özlemi ile bir popülizm icra ediliyor. Oysa arkaik özlemlerle yeni hedeflere varılamaz. 396

Mesela Ayasofya'nın Diyanet İşleri Başkanlığı'nın cami listesine dahil edilmesi de, dini ve milli duyguların kullanıldığı popülizme en iyi örneklerden biridir. Daha önceki bölümlerde bahsetmiştim; Ayasof­ ya kendi ülkemiz sınırlan içinde her zaman istediğimiz gibi tasarruf edebileceğimiz bir ibadethaneyken, onu sadece cami envanterine dahil etmek, seçmen desteğini manipüle etmek bakımından bir işe yarayabi­ lir. Ancak özgüveni yüksek toplumlar bu kabil girişimleri ciddiye al­ mazlar, bu tarz popülist girişimlerden ötürü tercihlerini değiştirmezler. Dönemin iktidarını elinde bulunduranların en önemli anlayış ve tutumu, iktidar gücünü kaybetmemek için, başvuramayacağı bir po­ pülizm çeşidinin olmamasıdır. Bu gücü kaybetmemek için, somut ve somut olmayan her değeri kullanabilirler. Günümüz toplumlarında, özellikle de kentlerden başlayarak ulus dev­ letlerin bünyesi ölçeğinde devam eden 'toplumsal entegrasyon ve bir­ lik inşa edici' çalışmalar çok önemli yer tutmaktadır. Gelişmiş ülkeler bunu çok önemsiyorlar. Yeterli enetgrasyonun olmadığı, uyum sorunla­ rının çokça yaşandığı toplumlar, suç oranlarındaki artışla birlikte, karga­ şaya, kaosa kolayca sürüklenebilirler. Hal böyleyken, bizim ülkemizde siyasilerin kendi kitlesini tahkim etmek için, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı dil kullanmaları, bu kabil popülizme tevessül etmeleri anlaşılabilir değildir. Popülizm öylesine tehlikeli bir siyasal araçtır ki, bazen büyük karga­ şalara yol açacak bir tutuma dönüşebilir. Mesela l 9 Nisan 2019 tarihin­ de CHP Genel Başkanı Kemal Kıhçdaroğlu 'na Ankara'nın Çubuk ilçesi Akkuzulu Mahallesi'nde yapılan linç girişimi var. Bu linç girişi­ minin esas sebebini anlayabilmek için 31 Mart 2019 yerel seçimlerine gitmemiz gerekir. O seçimde Cumhur İttifakı'nın popülizmi öylesine gemi azıya almıştı ki, Millet İttifakı partileri Kandil ve PKK ile işbirliği içinde gösteriliyor, sırf İstanbul ve Ankara seçimlerini kaybetmemek için, böylesine tehlikeli bir propaganda silahı kullanılıyordu. Toplumun içgüdüsel ve duygu yüklü reflekslerle hareket eden nevrotik kişilikli bir kesimi, Cumhur İttifakı 'nın bu kirli propagandasına yenik düşüyordu. Sağduyulu büyük kesim yani geniş halk kitleleri elbette böyle bir popü­ lizme prim vermiyordu. 397

İstanbul seçimlerinin tekrarlanma kararının verildiği bir dönemde, Ankara'nın Çubuk ilçesi Akkuzulu Mahallesi'nde bir şehit cenazesinde CHP Genel Başkanına linç girişiminde bulunan insanlar, işte yukarıda bahsettiğim kesime mensup nevrotik kişilikli meczuplardı. Sürü psiko­ lojisi ile hareket eden güruh, yaptıkları eylemin doğuracağı sonuçları göremeyecek kadar kendilerini kaybetmişlerdi. Olay sırasında iki mesaj dikkat çekiciydi. Birincisi Emniyet Genel Müdürü olan Celal Uzunkaya'nın büyük bir devlet adamlığı feraseti göstererek, gözü dönmüş kitleye, 'Eğer burada bir linç girişiminde bulunacaksanız, önce beni ve sonra da güvenlik görevlilerini linç edeceksiniz' diye seslenmesiydi. İkincisi ise, aynı gözü dönmüş kitleye dönemin Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın, 'Mesajınızı verdiniz, sizi anladık, artık dağılabilirsiniz' diye adeta linç girişimini görmezden gelen bir beyanda bulunmasıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, 23 Nisan Resepsiyonu'nda, 'Bu insanlann birikmiş bu gaz sıkışması karşısın­ da, nereye gideceksin. Bunların hepsini etraflıca incelemek, düşün­ mek lazım. Bu olayı bir istismar şeyine dönüştürmenin de anlamı yok. Ben bile bir Cumhurbaşkanı olarak, herhangi bir şehit evi ziya­ retinde, öncelikle soruyorum; gidişim orayı rahatsız eder mi? Eğer edecek ise gitmeyeyim derim.' şeklinde bir açıklamada bulunuyordu. Bu ifade biçimi bile olayın vahametini ıskalayan bir ifade biçimidir. (61) Bu noktada yeri gelmişken, yaklaşık 3 ay sonra, sicili başarılarla dolu, dürüstlük ve ahlak abidesi Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunka­ ya'nın görevden alındığını hatırlatmak isterim. Celal Uzunkaya Emniyet bünyesinde bulunduğu bütün görevlerde işini hakkıyla yapmış, liyakat sahibi birisidir. Şüphesiz ki bu olay nedeniyle görevden alınmıştır demi­ yorum; ancak bu olaydaki devlet adamlığı duruşu, onun görevden alın­ ma nedenlerinden en azından birini oluşturmaktadır diye düşünüyorum. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise linç girişimi üzerine, akıl al­ maz bir açıklamaya imza atıyordu. Bahçeli, 'Yüzde 9,83 oy aldığın yere hala mahkemede aklanmamış, paklanmamış bir belediye başkanı ile (Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ı kastediyor) gidi­ yorsun. O bölgede ne işin var senin? O adama yumruk attıracak ka­ dar ne yaptın sen Kemal Kılıçdaroğlu' diye açıklamada bulunuyordu. 398

Böylesine tehlikeli parlamalara neden olan olayda esas dikkat edil­ mesi gereken nokta; yerel seçimlerde kullanılan çatışmacı popülist di­ lin faturasını görebilmektir. Ayrıştırıcı ve çatışmacı siyasal dil veya bu minvaldeki siyasal popülizm, tehlikeli parlama ve patlamaların nedeni olabilmektedir. Bu yüzden popülizm, iç barış ve toplumsal birlik açısın­ dan oldukça tehlikeli bir siyasal araçtır. Öte yandan aynı Cumhur İttifakı, 23 Haziran 2019'da tekrarlanan İstanbul Yerel seçimleri için, PKK başı Abdullah Öcalan'ın karde­ şi Osman Öcalan'ı TRT'ye çıkartıyor, Abdullah Öcalan'ın mesajının TRT'den okunmasına yol veriyordu. Şehit cenazesine katılan Kılıç­ daroğlu'nu suçlayan Bahçeli bu durumu hazmedebiliyordu. Neticede geniş halk kitleleri sağduyulu davranıp, İstanbul'da cevabını sandıkta vererek Millet İttifakı'nın adayını kazandırmıştır. Siyasal alanda popülizm öyle çirkin bir hastalıktır ki, kişisel çıkarlar, iktidar gücünü koruma hesaplan, ülkenin en hayati meselelerinin önüne geçer. Bu konudaki bir başka örnek HDP'ye açılan kapatma davasıdır. Cumhur İttifakı'nı oluşturan Ak Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi, bu davayı açtırarak seçmen nezdinde oy devşirmeyi hesaplıyorlar, ancak sü­ recin ülkeye maliyetini hesaba katmıyorlar. İşte bu tam da siyasi körlüktür. Dava 21 Haziran 2021 tarihinde Anayasa Mahkemesi'nin iddianameyi kabul etmesi ile başlamış oldu. Eğer bu dava da kapatma ile sonuçlanırsa, Kürt Sorunu odaklı ya da PKK'nm siyasi izdüşümü niteliğindeki partile­ rin 8 'incisi de kapatılmış olacak. 1990 yılından 2009 yılına kadar bahse konu partilerin 7'si kapatılmıştır. Bütün bu kapatma girişimleri sorunun çözümüne dair hiçbir olumlu katkı sağlamamıştır. Aksine 40 yıllık çatış­ ma sürecinin, PKK terörü ile mücadelenin bize öğrettiği şudur: PKK'nın siyasi izdüşümü niteliğindeki siyasi partilerin kapatılması, terör ör­ gütünü büyütüyor hatta silahh mücadeleyi besliyor. Aslolan sorunun köküne inmek ve beslendiği kaynaklan ortadan kaldırabilmektir. Elbette bu çok kolay başarılabilecek bir durum değildir. Ancak devlet, mutlaka bir muhatap bulmalı, o muhatap üzerinden iletişim kanallarını açık tutmayı becerebilmelidir. O muhatap da terör örgütü olamayacağına göre, izdü­ şümü niteliğindeki siyasi parti olmalıdır. Fransa ve İspanya gibi Batı ör­ neklerinde, bu yollar denenerek, terör eylemlerinin ateşi düşürülebilmiştir. 399

Aynı şeyi tekrarlayarak farklı sonuçlar elde edilemeyeceği bilinen bir realite iken, bunda ısrarcı olmak, popülist siyasetin irrasyonel tutumu değil de nedir? Devlet aklı böyle bir gelişmeye nasıl müsaade eder? Elbette bu sorunun çözümüne dair kimsenin elinde bugünden yarı­ na bir reçete, bir sihirli değnek yok. Ancak sorunun ateşini düşürecek, tahrikleri azaltacak, halkı devletin yanına çekebilecek yollar hala daha vardır ve bunlan denenemeye devam edilmelidir. PKK ile direkt temas kurulamayacağına göre, siyasi izdüşümü bir iletişim kanalı olarak dai­ ma açık tutulmalıdır. Bu yollar kapatıldığı sürece, terörle yaşamaya, kan davasına bağlı toplumsal kopuşa ve ayrışmaya devam edilecek demek­ tir. Bu yol, bölünme ve parçalanma yoludur. Bu yol, en çok PKK'nın ve PKK'yı kullananların ekmeğine yağ sürecek bir yoldur. Popülizm o derece gözleri kör etmiş, akılları perdelemiş vaziyette ki, HDP'ye isnat edilen suçların hemen hepsi Çözüm Süreci'nde Ak Parti'nin de içinde bulunduğu, hatta Ak Parti iktidarının yönlen­ dirmesi ile ortaya çıkan suçlardan oluşuyor. Bu demektir ki, aynı ge­ rekçelerle Ak Parti'ye de kapatma davası açılabilir. Bir siyasal iktidar popülizmi kendi varlığının sebebi olarak kullandığında, kendi ayağına sıkacak kadar yanlışlara sürüklenebiliyor demek ki. İşte popülizm böyle bir hastalıktır. Öte yandan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 18 Mart 2008'deki parti grup konuşmasında, 'MHP başka partilerin siyasetten men edil­ mesi için sandık dışındaki bir yöntemi asla benimsemeyen, rekabet ve yarışı demokrasinin kuralları içinde yapmayı kabullenmiş bir siyasi harekettir' diyerek, Anayasa'nın 69. Maddesini değiştirip, işlenen suçlardan partilerin değil, kişilerin sorumlu tutulmasını öngörüyordu. Aynı Bahçeli şimdi, 'Bu parti bir daha açılmamak üzere kapatılmalıdır' diyor. (62) Dış düşman konsepti üzerinden de yine ağır bir popülizm yapılmak­ tadır. Suriye meselesindeki yanlış politikanın, FETÖ ve PKK meselesin­ deki yanlışların, başarısız ekonomi yönetiminin ve akla gelebilecek her türden yönetim başarısızlığının faturası, iktidar tarafından dış güçlere ke­ silmektedir. Özellikle son 7-8 yıldır, seçmeni kandırma ve yanıltma an­ lamında dış düşman konsepti, adeta bir strateji olarak uygulanmaktadır. 400

Batı bize düşman, ABD bize düşman, dünya bize düşman biçimindeki rasyonel olmayan propagandalar, iktidarın başansızlığını maskeleme ar­ gümanlan olarak kullanılmaktadır. En çok da 'Gezi Olaylan' sırasında ve sonrasında bu kandırmacaya sığınılmıştır. Bilinçli olarak uygulanan bu strateji, toplumu paranoyaklaştırma stratejisidir. Zira paranoyak birey­ lerin oluşturduğu topluluklan yönetmek ve yönlendirmek çok kolaydır. Bugün dış düşman enstrümanını en çok kullanan sayın Recep Tay­ yip Erdoğan, yıllar önce yaptığı bir konuşmada halbuki bunun tam aksini söylüyordu. Erdoğan şöyle diyor: "Şimdi tabi bizde bir adet var, ülkede başımıza bir şey geldiği zaman hemen 'dış güçler', 'dış kuvvetler' deriz, 'yabancılar' deriz şu deriz bu deriz, bazı onlara isimler de buluruz. Ve bunlar sebebiyle biz ayağa kalkamıyoruz, kalkınamıyoruz, birliğimiz beraberliğimiz bozuluyor filan. Yani bu doğru da olabilir ancak ben buna katılamıyorum. Eğer sizin bün­ yeniz güçlüyse, sağlamsa, bünyede olan virüs hiçbir zaman sizin vücudunuza zarar veremez." (63) O dönemin Ankara Egemenleri bu dış düşman argümanını çok kul­ lanırlardı. Erdoğan da onlara karşı, komplocu yaklaşımlan izale etmek için yukarıdaki açıklamayı yapmıştır. Ancak bunca yıl sonra, dönüp do­ laşıp aynı yere gelinmiştir. Dış güçler, içerdeki hainler, satılmışlar, terör seviciler gibi söylemler sık kullanılmakta, muhalefet bu kavramlarla itham edilerek, kutuplaştırıcı dilden sakınılmamaktadır. Popülizmin bu çeşidi, ülkemizi maliyeti yüksek ayrışmalara sürüklemektedir. Yine 2011 genel seçimlerine giderken, Deniz Baykal'a kurulan bir kaset tuzağının seçim meydanlannda kullanılma popülizmi var. Bay­ kal 'ın ahlaka mugayir bu davranışı kasetle kaydedilerek yayınlanmış ve sonuçlan hesaba katılmadan, sırf oy getirisi ile seçim meydanlannda tepe tepe kullanılmıştır. Baykal 'ın özel hayatı ile ilgili olan bu yakı­ şıksız olay, Sayın Erdoğan tarafından seçim meydanlannda, 'Ne özeli genel genel' diye pazarlanmış, oy devşirme hesaplan uğruna vakıanın olağanlaşmasına sebep olacak bir dil kullanılmıştır. Yani siyasette popülizm öyle bir hastalıktır ki, sizi toplumun değer yargılannı yıkmaya götürebilecek bir dili kullanmaya da sürükleyebilir. Bu olayda da nitekim öyle olmuştur. İşin ilginci kasetin FETÖ tarafın401

dan organize edildiği anlaşılınca, yine Sayın Erdoğan FETÖ'ye yönelik operasyonların devam ettiği daha sonraki bir dönemde, sanki bu durumu seçim meydanlarında kullanmamış gibi, "FETÖ tarafından Deniz Bay­ kal'a kumpas kurulduğunu, Kılıçdaroğlu'nun da bu kumpas saye­ sinde genel başkan olduğunu" söylemiştir. Yani siyasal popülizm, her durumdan kendine oy devşirme olgusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine Sayın Erdoğan'ın sık sık gündeme getirdiği İş Bankası mesele­ si vardır. Burada da popülizm yapılmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk vefatından iki ay önce, kendisine ait olan İş Bankası hisse senetleri­ ni yine kendi el yazısı ile yazdığı vasiyetname ile, CHP'ye bıraktığını ifade ediyor. Ancak bu hisselerden doğacak kar payının da, aynı va­ siyetnamede Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'na verilmesini söylüyor. Yani yıllardır iddia edildiği gibi CHP'nin İş Bankası Yönetim Kurulu'na temsilci vermesi, oradan parti olarak parasal bir katkı alması anlamına gelmiyor. İş Bankası Yönetim Kurulu'na daha önce CHP tara­ fından yapılan atamalarda, CHP'de aktif görev yapmış veya aktif görev yapanların yakınlan seçiliyordu. Bu defa popülizme fırsat vermemek, CHP'yi bu yalan üzerinden yıpratmamak için, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Nisan 2020'de parti ile bağlantısı olmayan ancak Maliye ve Hazine bürokrasi­ sinde görev yapmış, liyakati yüksek 4 kişiyi atadı. Rıdvan Selçuk, Fazlı Bulut, Durmuş Öztek ve Hakan Özyıldız'dan oluşan bu isimler, siya­ setle direkt ilişkileri olmadığı gibi, ekonomi yönetiminde liyakat sahibi isimler. İş Bankası Yönetim Kurulu Üyeliğine atanan Rıdvan Selçuk, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'oda Bağ-Kur Genel Müdürlüğü ve Yönetim Kurulu Başkanlığı; T.C. Kopenhag Büyükelçiliği'nde Ça­ lışma ve Sosyal Güvenlik Müşavirliği ve Maliye Bakanlığı 'nda Bakan­ lık Müşavirliği, Vergi Konseyi üyeliği ve başkan vekilliği görevlerini yaptı. Fazlı Bulut ise, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten sonra Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanlan Kurulu'na girdi. Durmuş Öztez, Brüksel Büyükelçiliği 'nde Maliye Başmüfettişliği, Büt­ çe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü gibi görevlerde bulundu. Hakan Özyıldız, Hazine Müsteşarlığı Banka ve Kambiyo Genel Müdürlüğü Şube Müdürlüğü, Hazine Müsteşarlığı Özel Danışmanlığı, BM'de 402

Cenevre Daimi Temsilciliği Ekonomi ve Ticaret Müşavirliği, Kamu Fi­ nansmanı Genel Müdürlüğü Daire Başkanlığı ve Genel Müdür Vekil­ liği, Hazine KİT Genel Müdürlüğü ve Londra Büyük.elçiliği Ekonomi Başmüşavirliği görevlerinde bulunmuştu. Özyıldız son olarak Hazine Müsteşar Yardımcılığı görevi yapmıştı. Görüldüğü gibi sırf yandaş olması mülahazasıyla Kılıçdaroğlu, İş Bankası Yönetim Kurulu'na, Vakıtbank Yönetim Kurulu Üyeliğine Ak Parti'nin atadığı güreşçi Hamza Yerlikaya gibi birini atamadı. Aksine Kılıçdaroğlu, her biri kendi alanlarında uzman, deneyim sahibi ve liya­ kati yüksek insanları atadı. Yine seçim dönemlerinde gerçek olmayan propagandalar üzerinden ayrı bir popülizm yapılmakta, usta bir pazarlama taktiği ile gerçek dışı haberler, gerçekmiş gibi vatandaşın aldanmasına vesile olmaktadır. Mesela 2015 seçimleri öncesi aşağıda gördüğünüz afişler bilboardlarda sergilenmiş ve seçmen bu gerçek dışı haberle yanıltılmıştır. Hatta bu konu Kanal 7' de yayınlanan bir propaganda haberinde, yerli uçağımızın 2019'da göklerde olacağı iddia edilmekte, dönemin Başba­ kanı Davutoğlu da bu propagandaya konuşmaları ile destek olmaktaydı.

YERLi UCAĞIMIZ GÖKLERDE Oysa 2019 yılını çoktan gerilerde bıraktığımız halde, göklerde dolaşan uçağımız filan yok. Ama bu gerçek dışı haber propagandaları ile seçim kazanılabilmiştir. İşin ilginç başka bir yanı bu tarz binlerce gerçek dışı iddiayı söyleyen iktidar kanadı, muhalefeti yalancılıkla suçlamakta, bazı vatandaşlar da buna itibar etmektedirler. Bir mukayese bağlamında söylemiyorum an­ cak, bu durum ister istemez Adolf Hitler'in propaganda Bakanı Joseph Goebbels'i hatırlamamıza vesile oluyor. Goebbels, kitleleri kandırmaya 403

dönük 'büyük yalan' tarzındaki propaganda tekniğini kullanarak, anti­ semitik görüşlerini, halkı heyecanlandıran üstün hitabet yeteneği ve bu anlamda propaganda tekniğini kullanmadaki ustalığı ile dile getiriyor ve Hitler Faşizminin halk nezdinde karşılık bulmasını sağlıyordu. El­ bette Ak Parti iktidarını bu bağlamda Hitler Faşizmi ile benzeştirmemiz söz konusu olamaz. Ancak kullanılan propagandanın heyecanlı dili ve büyüleyici yöntemleri bakımından, Goebbels 'in propaganda taktikleri ile taktiksel benzerlikler içerdiğini de söylemek mümkündür. (64)

Kanal İstanbul Projesi Kanal İstanbul Projesi, tüm çevre ve güvenlik risklerinin ötesinde, bu çağın projesi değildir. 18. yüzyılda, Kırım üzerinden Avrupa'ya açılan İ p ek Yolu'nu kolaylaştırmak ve çeşitlendirmek için, anlamlı olabilirdi. Ama bugün böyle bir ihtiyaç yok. Ulaşım üzerinden paraka­ zanmak gibi geçen yüzyılların projesi niteliğinde projeler de günümüz­ de anlamını yitirmiştir. Facebook yazılımının 50 milyar dolar yaptığı yüksek teknoloji çağında, bir inşaat projesine, bir beton projesine 70-80 milyar ti harcamak, akılcı bir yatırım olamaz. Konu, arkaik özlemlerini tatmin amaçlı, tarihin ütopyasında kaybol­ muş zihinlerin kişisel hesabından öte bir şey değildir. Hatta Abdülhamit ile özdeşleşme hayalciliğinin bir tezahürüdür. Nitekim proje l 9.yüz­ yılda Abdülhamid'in projesiymiş. Bu yanı ile de projenin rövanşist bir perspektifle ele alındığını söyleyebiliriz. 'Abdülhamid tahttan indirilmeseydi Osmanlı yıkılmayacaktı' di­ yen, tarihi gerçeklerden bihaber kesimlerin, Abdülhamid'in projelerini gerçekleştirme hayalleri, Türkiye'nin göğüsleyebileceği hayaller değil­ dir. Bu açıdan bakıldığında, bu proje vesilesi ile ülkenin borçlandırılması, gelecek 20-30 yılının ipotek altına alınması kabul edilemezdir. Çünkü bu proje bir ihtiyaç değildir, bir kalkınma veya gelişme projesi hiç değildir. Bu arada yeni kurulacak yerleşim biriminin üreteceği rant, projenin en önemli ayağını oluşturuyor. O kadar ki, bölge Arapların bile hücu­ muna uğramış. Tapu kayıtlarını görmedik, ancak İstanbul Büyükşehir 404

Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Kanal İstanbul proje güzerga­ hında arazi hareketliliği ile ilgili dikkat çeken bir açıklama yaparak, "2011 'den bu yana arsa hareketi tam 30 milyon metrekareyi bul­ muştur. Tarım alanı olan bu alanlara bu ilgi niye? Bölgede en bü­ yük arazisi olan ilk 3 şirket de Arap şirketi. Bizden detay isterlerse paylaşırız" dediğine göre, biz sayın İmamoğlu'na tapu kayıtları ikti­ darca açıklanıp aksi belirtilmediği sürece inanmak zorundayız. Proje diğer bir yanı ile, Çamlıca'da, 'İstanbul'a mührümüzü vuracağız' diyerek yola çıkılan 60 bin kişilik cami yapma kompleksine eş değer bir kişisel tutkudan ibaret, anakronik bir projedir. Kanal İstanbul'un yapılma gerekçesi, Marmara Denizi ile Karade­ niz'i birbirine bağlayan İstanbul Boğazı üzerinde gelecekte artması beklenen gemi trafiği yükünü hafifletmek olarak açıklanmıştır. Oysa Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nden çıkılmadığı sürece, İstanbul ve Ça­ nakkale Boğazlarından gemiler geçmeye devam edecektir. Montrö'den çıkmak ise, boğazlar üzerindeki egemenlik haklarımız ihmal etmek de­ mektir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, 20 Temmuz 1936'da Fransa, Büyük Britanya, Sovyetler Birliği, Avustralya, Bulgaristan, Yuna­ nistan, Romanya, Yugoslavya ve Türkiye tarafından imzalanmıştır. Sözleşme ile Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki kısıtlanmış hakları iade edilmiş ve Boğazlar bölgesinin egemenlik haklan Türkiye'ye verilmiş­ tir. Bu bakımdan tıpkı Lozan Barışı gibi, Türkiye açısından vazgeçil­ mez bir sözleşmedir. TBMM Başkanı Mustafa Şentop, 25 Mart 2021 tarihinde Habertürk televizyonunda katıldığı canlı yayında, Erdoğan'ın Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nden de çıkabileceğini ifade etti. Şentop, "Cumhurbaşkanı, İstanbul Söz­ leşmesi'nden kararname ile çekildiği gibi Montrö'den de diğer ulus­ lararası anlaşmalardan da çekilebilir" dedi. Bu ufuksuz yaklaşım, uluslararası ilişkilerden, uluslararası politikadan bihaber bir yaklaşımdır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni tartışmaya açanlar, Lozan'da siste­ min dışında kaldığını düşünen ve rövanş almak için sırayı Lozan Ant­ laşmasına da getirmenin hesaplan içinde olan ilerleme karşıtı, akılını kullanma cesaretini gösteremeyen, Modern Türkiye karşıtı odaklardır. 405

Öte yandan 'Kanal İstanbul Projesi', 'Büyük Ortadoğu Proje­ si'nin bir parçası mı diye de kuşkulanmaktayız. Zira, Kanal İstanbul şa­ yet gerçekleşirse, Montrö Boğazlar Sözleşmesi 'ne tabi olmayacağından, ABD'nin savaş gemilerini buradan geçirip, Karadeniz'de konuşlandır­ ması mümkün olabilecektir. ABD'nin öteden beri Karadeniz'de konuş­ lanma hesaplan olduğunu biliyoruz. Buradan tüın Kafkasları, Rusya'yı hatta Avrupa ve Ortadoğu'yu ablukaya alması mümkündür. Gazeteci yazar Aytunç Altında} ölümünden 7 yıl kadar önce 2006'da bir televiz­ yon programında, bu iddialardan bahsetmiş ve Montrö' den çıkmanın Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarımızı ortadan kaldıracağına işaret etmişti. Bu çağda, ciddi hiçbir getirisi olmayan böyle bir projede bu de­ rece ısrar edilmesi, ABD ile kapalı kapılar ardında BOP eksenli başka bir pazarlığın yapıldığı yönünde kuşkulanmamıza sebep oluyor. Bu arada ABD'nin böyle bir niyeti varsa ve kapalı kapılar ardında bu niyet konuşulmuşsa, bir süre sonra 'Kanal Çanakkale' de gündeme gelebilir. Saroz Körfezinden Çanakkale Boğazını bypass edecek ikinci bir kanalın açılmasının konuşulması şaşırmayacağımız bir durum olur. Kaldı ki, İstanbul Boğazı 'na alternatif bir geçiş yolu, ABD veya Rus savaş gemilerinin çok sayıda ülkenin altında imzası bulunan Montrö Sözleşmesinden kurtularak, sadece Türkiye'yi muhatap almaları, onlar açısından daha avantajlı bir durumdur. Bu durumu Türkiye'nin tek ba­ şına göğüslemesi zor olabilir; kendi başını ağntacak bir uygulamaya, yine kendi eliyle fırsat vermiş olacaktır. Proje esasen birçok bilim disiplinini aynı anda ilgilendiren bir pro­ jedir. Yani projeyi konuşurken, gemilerin hareket ve manevraları (gemi hidrodinamiği), deniz ulaşımı, uluslararası deniz hukuku, Montrö Sözleş­ mesi, deprem mühendisliği, deprem ve tsunami riskleri, deniz bilimleri, çevre koruma, trafik ve ulaşım, kültürel ve doğal varlıklar, meteorolojik parametreler, mekansal planlama ve çevre hukuku gibi bir çok disiplini eş zamanlı tartışmanın içine dahil etmek gerekir. (65) Yukarıda alıntıladığım bahse konu multidisipliner çerçeve, Naci Görür'den Haluk Eyidoğan'a, Derin Orhon'dan Seval Sözen'e, Yurda­ nur Ünal'dan Mikdat Kadıoğlu'na, Nuran Zeren Gülersoy'dan Fehim Üçışık'a kadar her biri bahsi geçen disiplinlerde uzman olan 32 saygın 406

akademisyenin katılımı ile hacimli bir çalışma yapılarak, 'Kanal İstan­ bul-Çok Disiplinli Bilimsel Değerlendirme' adıyla İBB tarafından kamuoyuna sunulmuştur. Bu çalışma Kanal İstanbul konusunda şim­ diye kadar yapılan en ciddi tek çalışmadır. Çalışmanın içeriği, oldukça hacimlidir. O kadar ki, kanal nedeni ile ekosistemin göreceği zarardan, bu zararın İstanbul ölçeğinde, bölge ve ülke ölçeğinde ve kıtasal dü­ zeyde yaratacağı tahribata, kanal ve kanal etrafındaki yapılar için dep­ rem riskinden, aynı perspektiften kanal güzergahının seçimine, kazıdan çıkacak hafriyat miktarından bu hafriyatın İstanbul ölçeğinde 5-6 yıl süreyle oluşturacağı kirlilik ve yoğunluğa, kanalda gemi hareketleri ile ilgili hidrodinamik hesaplamalardan, gemi geçiş hızına kadar pek çok hesaplamaya ve teknik ayrıntıya yer verilmiştir. Kanal İstanbul 'un yapılma gerekçelerinden biri olarak İstanbul Bo­ ğazı'ndaki yalı ve diğer tarihi yapıların risk altında olması gösterilmek­ te, ancak kanal etrafında aynı riske muhatap olabilecek yeni bir akıllı şehir kurulması hedeflenmektedir. Bu çelişki de esas amacın rant üret­ mek olduğu fikrini doğrulamaktadır. Mesela Süveyş Kanalı ve Pana­ ma Kanalı'nın etraflarında yerleşim birimleri yoktur. Boğaz'daki gemi kazaları argümanı, konuya taraftar toplamak için uydurulmuş ve samimi olmayan bir tutumdur. Yönetimin, çoğuna mon­ şer gözü ile baktığı boğazdaki yalılarda oturanları korumak, hatta kazı­ larda 'çanak-çömlek' diye hafife aldığı tarihi yapıları korumak gibi bir derdi de yoktur. Kanal'ın yapılması halinde yaratacağı yıkımlar 'Kanal İstan­ bul-Çok Disiplinli Bilimsel Değerlendirme' adlı çalışmada kapsamlı bir biçimde ortaya konulmuştur. Buna göre kısaca özetlersek; "Kanal İstanbul ve etrafında oluşturulacak şehir projesi, kültürel miras ve doğal varlıklann bir arada bulunduğu ortamı tamamen de­ ğiştirecek, alandaki biyokültürel mirasın bileşenleri tahrip edilecek ve yok olacaktır. Kültürel miras ve doğal çevre bütünlüğü parçalana­ cak, bölgenin arkeolojik potansiyeli çalışmalar sırasında yitirilecek, Yanmburgaz Mağarası'mn çevresiyle korunmasını amaçlayan sit alanının önemli bir kısmı kanal kazısıyla yok edilecektir.

407

Bölge için plan kararlannda tasarlanan işlev değişikliği sayesinde, biyolojik çeşitlilik açısından çok zengin olan su toplama havzası ve ta­ nın topraklan yok olacak ve bölge zamanla tamamen kentleşecektir. Tamamen siyasi mülahazalara alet edilmiş olan ÇED Raporu'n­ da, kanalın depremlerden ve tsunamilerden etkileneceği, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının kaybedileceği, endemik bitki türlerinin olumsuz etkilenebileceği, hava kirliliği oluşabileceği gibi birçok olumsuz tespit yapıldığı halde, 'bu olumsuz etkilerin bir kısmı za­ rarlı olmayacaktır' ifadesi kullanılarak, siyasi otoritenin isteği yerine getirilmiştir. Yine ÇED Raporu'nda, kanalın habitatlar ve canlı türleri üze­ rinde yok edici etkileri olacağı kabul edilmiş olduğu halde, kanalın yapılmasına itiraz edilmemiştir. ÇED Raporu, kanalın yapımı halinde Sazlıdere Barajı'nın ta­ mamen ortadan kalkacağını belirtmektedir. Buna rağmen ÇED Raporu'nda bu kanal yapılmamalıdır ifadesi kullanılmamakta, si­ yasi otoriteye karşı bu cesaret ortaya konulamamaktadır. Kanal güzergahı ve etki alanında yeraltı suyu seviye kayıplan ne­ deniyle, özellikle tarımsal sulamada önemli eksiklikler ve sorunlar yaşanacaktır. Kanal İstanbul Projesi, İstanbul'un Anayasası olarak kabul edilen 1/100.000 ölçekli planda olmayan, ulaştırma ve lojistik ana planlarında yer almayan, İstanbul'un henüz yapılaşmamış alanla­ rını imara açmak maksadıyla tasarlanmış bir emlak projesidir. Ayrıca proje etrafında muhtelif yerlerde ikamet etmekte olan insanlarımızın çoğu sanayide işçi olarak çalışmakta, bir kısmı ta­ rım, hayvancılık ve balıkçılıkla geçinmektedirler. Bu insanların ka­ nal etrafında oluşturulacak akıllı şehirde ikamet etmeleri imkansız görülmektedir. Buna rağmen bu insanların barınma sorunlarına yönelik bir çalışma projede yoktur. Projenin gerçekleşmesi halinde, İstanbul'un kültürel ve doğal değerlerine, tanın ve orman alanlanna, içme suyu ve sulama suyu havzalarına, yani İstanbullunun hayat kaynaklanna büyük zarar verilecektir." (66) 408

Görüldüğü gibi yukarıdaki tespitlerin yer aldığı çalışma, multidi­ sipliner bir anlayışla, her biri kendi alanlarında uzman, saygın akade­ misyenlerce yapılmış bir çalışmadır. Çalışma, projenin her bakımdan yanlış olduğunu bilimsel yöntemlerle ortaya koymaktadır. Kanal İstanbul Projesi'nin en büyük risklerinden biri, İstanbul ve Marmara Bölgesi'ndeki nüfus artışı olacaktır. Her ne kadar İstanbul'da­ ki nüfusun bir bölümünü oraya taşıyacağız denilse de, çevre arazilerde tapu kayıtlarındaki hareketliliğe ve değişikliğe bakınca bunun gerçeği yansıtmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylece İstanbul'un oksijen deposu olan ormanları yok edilecek ve bölgede yapılaşmanın önü asla alınamayacaktır. Halbuki bölge nüfus yoğunluğu bakımından doyma­ nın ötesine geçmiştir. Özellikle bütün bir Marmara Bölgesi için, Ana­ dolu' da yeni cazibe bölgeleri oluşturarak tersine göçü teşvik etmek gerekirken, lstanbul'a yönelik yeni bir nüfus hareketliliğini teşvik edici uygulamalar akılcı olmayan uygulamalardır. Bu yüzden barındırdığı risklerinin yanında, bölge ve ülke için ras­ yonel hiçbir getirisi olmayan, bu rövanşist proje kesinlikle gerçekleş­ memelidir. Durup dururken ülkemizin coğrafyasını bir kez daha denizle ayırmak, akılcı bir tutum olamaz. Bu akıl dışı proje, kesinlikle yapılma­ malı, kaynaklarımız çöpe atılmamalıdır.

Dünya ya da Batı Bize Düsman mı? İktidarın en çok sığındığı mazeretlerin başında, 'dünya bize düş­ man', 'batı bize zaten düşman' gibi önyargılar gelmektedir. Öteden beri hiç itibar etmediğim bir söz vardır. 'Türk'ün Türk'ten başka dos­ tu yoktur.' Bu söz benim kanaatime göre bir paranoyanın ürünüdür. Zira reel politikten biliyoruz ki, devletler ve milletlerarası mücadelede kalıcı dostluklar, kalıcı düşmanlıklar yoktur. Kısa, orta ve uzun vadeli çıkarlar söz konusudur. il. Dünya Savaşı'nda 65 milyon civarında insan öldü. Almanya'da taş taş üstünde bırakılmadı, Japonya'ya Atom Bombası atıldı. Hiroşi­ ma ve Nagazaki kentleri yerle bir oldu. Bu şehirlerde yıllarca ot bit409

medi. Fransa, İngiltere ve İtalya'da büyük trajediler yaşandı. II. Dünya Savaşı tarihin en kanlı, en acımasız, en yüksek düzeyde yıkımların ya­ şandığı bir savaş oldu. Birçok ülkenin altyapıları yok oldu. Ekonomik ve kültürel birikimleri haritadan silindi. Bütün bu çatışmalarda Türkiye yoktu. Müslüman başka bir ülke de yoktu. Demek ki, dünya bize düşman, aldatıcı ve yanıltıcı bir sözdür. Batı bize düşman sözleri iç politik malzeme olarak kullanılmakta, seç­ menin dikkatlerini dış düşman konsepti üzerine yoğunlaştırarak, iç so­ runları kaçırması sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu sözlere itibar edenler, genellikle manipülasyonlara, aldatılma projelerine yenik düşen kişiler­ dir. Rasyonel ve analitik düşünebilenler için böyle bir gerçeklik yoktur. Aynca hem Batı bize düşman diyeceksiniz, hem de 'Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz.' diyeceksiniz. Bu tenakuzları tutkulu ta­ raftarlarınız anlamayabilir, anlamak istemeyebilir, ancak aklını kulla­ nan insanlar, burada bir aldatmacanın olduğunu kolayca görmektedirler. Öte yandan bazı bakanlarınız, 'AB ile ilişkilerimizi güçlendirmenin, tam üyelik yolundaki çalışmalarımıza odaklanmanın her zaman­ kinden daha elzem olduğunun bilincindeyiz' diyecek, ama size biat eden seçmeninizi aldatmaya devam edeceksiniz. Yeri gelmişken Avrupa karşıtlığı üzerinden sürdürülen propagandaların yü­ zeyselliğini de hatırlatmak isterim. Dönemin Ak parti Genel Başkan Yardım­ cısı Nurettin Canikli, İngiltere'nin AB'den ayrılması üzerine, hiçbir objektif veriye ahfyapmadan, popülist bir psikoloji ile dönemin heyecanına kapılarak hemen klavyeye sarılmış ve AB'nin dağılmakta olduğınıu ilan etmişti. o

.a--.ı..ı

Avrupa Birli{ıi'nin da{ıılma sQreci başlamıştır. Gemiyi ilk terkeden (ngiltere oldu. ll(nııa,-



ıı1

Oysa aynı dönemde ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olan 410

Mehmet Şimşek şöyle diyordu. Görüldüğü gibi önyargılılar, bilgi eksikliği ile malul olanlar, popü­ lizm heyecanına kapılarak on yılların birikimi olan AB'nin çökmekte olduğunu söyleyerek, bu süreçten bizim kazançlı çıkacağımızı zannet­ tiler. Halbuki ne AB çöküyordu, ne de böyle bir gelişmenin Türkiye'ye bir yararı vardı. Aynı Mehmet Şimşek, "AB'den kopmuş bir Türkiye üçüncü dünya ülkesi konumuna düşecektir. AB ile müzakerelerde ilerleme sallarsak, hem İslam dünyası nezdinde, hem de diler ül­ keler nezdinde daha cazip bir ülke oluruz" diyordu.



;��;",;;ü���!· hikayesi.

T��: �ksine büyük bir başarı

Yaklaşık 510 milyon insen huzur ve refah içinde yaşıyor... Esra BAIIIK :: .ı·. , ... ı AB ç.Oker1cen Turk�e ııe ııgıı ocurum y■pmilll ventsafak comı,,azar1arımerve ıııffll'rvesebnem

Anlaşılan o ki, dünya ya da Batı bize düşman tezi, hükümetin başa­ nsızlıklannı örtmek için kullandığı gerçek dışı bir argümandır. Hamasi nutukların tamamlayıcısı bir aldatmacadan ibarettir.

Ak Parti iktidarının Uzun Sürmesinin Sırrı Neydi? Önceki bölümlerde de ifade ettiğim gibi, ulus devlet projesi, halka rağmen halkçılık gibi absürt bir tezi uzun zaman kamu yönetiminin esası olarak benimsemiş, kurulu düzene muhalif olan her sesi, her düşünceyi hain ilan ederek susturmuştur. Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet gibi gerçek birer vatan dostu olan aydınlar, vatan hainliği ile suçlanmış, liberal düşüncelere müsaade edil­ memiştir. Dahası serbest seçimlere geçildikten sonra, darbelerle millet iradesine karşı suikastler yapılmış, halk adeta devletine küstürülmüştür. 411

Darbe süreçleri halkta şöyle bir psikolojinin oluşmasına neden olmuştur: 'Bu devletin zinde güçleri, benim seçtiğim insanları belirli aralık­ larla darbe yapıp yönetimlerden uzaklaştırıyor, hatta kendime çok yakın hissettiklerimi bazen asıyor; o zaman bunu yapanlar benim dostum değildir, benden değildir.' Bu psikolojik travma, Türk siyasetinde seçmen açısından çok etkili olmuş bir travmadır. Mesela 28 Şubat Postmodern Darbesi'nin de bu anlamda halkı devlet yönetimine küstürücü etkileri çok oldu. Uzun yıllar bir türlü hukukun üstünlüğüne dayalı, demokrasisini de­ rinleştirmiş, kayırmacılığı ortadan kaldırmış, herkesin yararına bir düzen kurmayı becerebilmiş bir sistemi ortaya koyamadı Türk siyaset. Bütün bunların yanında, 90'lı yılların istikrarsız hükümetleri, sorun çözemeyen siyasal sistem, adaletsiz uygulamalar gidişatın tuzu biberi oldu. Başlarda da bahsettiğim gibi, bütün bu açıklan iyi gören Recep Tay­ yip Erdoğan liderliğindeki Ak Parti hareketi, muhteşem bir programla ortaya çıktı. İktidarının ilk yıllarında da önemli oranda doğru işler yapıl­ dı. Özellikle sağlık alanı gibi halka dokunan, halkı çok etkileyen alan­ larda önemli iyileştirmeler oldu. İktidarın ilk dönemlerinde ülke baştan sona bir şantiye görüntüsündeydi. Ortada gece gündüz çalışan ve çalış­ malarının meyvelerini toplayan bir iktidar vardı. Bütün bunlar halkın gündelik yaşamına yansıyor, yaşam kalitesini olumlu yönde etkiliyordu. Bu arada bazı sorunların çözümü kalıcı izler bıraktı. Mesela başörtüsü meselesi böyle bir konuydu. Sırf bu vesile ile uzun yıllar Ak Parti 'ye oy veren önemli bir kitle vardır. Bu kitle 'acaba muhalefet gelirse, tekrar başörtü yasağını geri getiriler mi' diye hala daha endişelenmektedir. İktidarın ilk yıllarında Ak Parti yönetimi bir yandan doğru işler ya­ parken, diğer taraftan dönemin zinde güçleri iktidarın meşruiyetine karşı halkı irrite eden tutumlarına devam ettiler. Bu devlet muhalefetini, üst perdeden bir popülizm ile Ak Parti hem bertaraf etti, hem de seçmende uzun yıllar sürecek inatçı bir taraftarlığı, kullandığı dil ile tahkim etti. Dini ve milli duygulan ve bu duygulan öne çıkaran somut çalışmaları her fırsatta ortaya koydu. Yani iktidarını kalıcı kılacak seçmen manipülasyo­ nunu, her türden değeri kullanarak kendince büyük bir başarıyla icra etti. Bir de bugün bile artarak devam eden sosyal yardımlar meselesi var. 412

Son istatistiklerde sosyal yardım alanların toplam nüfus içindeki oranının yüzde 25'lere yaklaştığı görülmektedir. Bu kitlede de, 'acaba muhalefet gelirse benim yardımlarım kesilir mi' diye bir endişe vardır. Gerçi Mil­ let İttifakı'nın elinde olan Ankara, İstanbul, Adana ve diğer Büyükşehir Belediyeleri eliyle yapılan sosyal hizmetler ve sosyal yardımlar, kazın ayağının öyle olmadığını gösterdi. Millet İttifakı 'nın kazandığı diğer be­ lediyelerde de, sosyal yardımlar eskisinden daha nezaketli bir biçimde aratarak yapılmaya devam ediyor. Bir saha araştırmasına, bilimsel bir veriye dayanmıyor ancak, kişi­ sel gözlemlerimle Ak Parti'ye oy veren kitleleri üç gruba ayırıyorum. Birinci grup, Siyasal İslam eksenli, geçmişten hesap sormak, intikam almak için çırpınan, tarihin yalan yanlış bilgileri ile dolu, lider kültü­ ne biat etmeyi neredeyse ibadet sayan insanlann oluşturduğu, radikal gruptur. Bunlann Ak Parti seçmeni içindeki oranının yüzde 15 civarın­ da olduğunu düşünüyorum. İkinci grup, iktidarla ekonomik bağlantıları olan, kayınları veya bir biçimde bir makam elde etmiş ve pozisyonu­ nu kaybetmek istemeyen bir grup ve onların çevrelerindeki seçmen kitlesidir. Bu gruba, hamasete, popülist politikalara yenik düşen, yol-köprü-hastane yatırımları gibi yatırımlara bakarak, arka planlarını sorgulama ihtiyacı duymayan kesimi de dahil ediyorum. Bu grubun da Ak Parti oylan içinde yüzde 20'ler mertebesinde olduğunu düşünüyo­ rum. Esas yüksek yüzdeyi oluşturan grubun ise, muhalefeti tatmin edi­ ci bulmaması, alternatif görememesi yüzünden Ak Parti'ye oy verdiği kanaatindeyim. Ak Parti'ye oy verenlerin yine kanaatimce yüzde 60'ın üzerindeki kesim bu kesimdir. Nitekim Ak Parti'den aynlanlann diğer partilere gitmekten ziyade kararsızlan çoğaltıyor olması, bu tespitimi güçlendirmektedir. İstanbul seçimlerinde gördüğümüz gibi, bu kesim içinde önemli bir grup insan, doğru gördüğü bir alternatif karşısında oyunu derhal değiştirebilmektedir. Bu arada Ak Parti iktidannın uzun sürmesinin bir başka sım da, tarihin hiçbir döneminde görülmedik ölçüde bir popülizmin ortaya konulması oldu. Kendi seçmenini tahkim etmek için, her türden kutup­ laştırıcı, aynştırıcı dil kullanıldı. Lider sevgisi, uygulanan yanılsama propagandalan, motivasyon taktikleri ile lider kültüne dönüştürüldü. 413

Seçim müziklerinden, seçim taktiklerine kadar ortaya konulan propa­ ganda yöntemleri, tarihteki benzerlerine duman attıracak yöntemlerdi. Siyaset adeta bir savaş olarak ortaya konuldu ve Sun Tzu'nun 'Savaş Sanah' kitabında anlattıklarım çok gerilerde bırakacak yöntemler kul­ lanıldı. Duygusallık ön plana çıkarılarak, aklın maskelenmesi, düşünce­ nin perdelenmesi sağlandı. Duygu yüklü reflekslerle hareket edenlerin, bu yöndeki esaretleri tahkim edildi. Elbette bütün bunlar, Ak Parti'ye oy veren herkesi kapsayan bir durum değildi. Bütün bu anlattıklarımın yanında, Türkiye sosyolojisinin Ak Parti 'ye tanıdığı bu kredinin, bilimsel araştırmalarla, yüksek lisans, hatta doktora tezleri ile ortaya konulması gerekir diye düşünüyorum. Seçmeni etkile­ yen, bilimsel yollarla ortaya çıkarılabilecek, benim çözümleyemediğim başka parametrelerin olabileceğine de inanıyorum.

Dördüncü Büyük Devrim Basarılamadı Önceki bölümlerde de belirttiğim gibi Cumhuriyet döneminin üç bü­ yük devrimi, üç büyük değişim ve dönüşüm evresi vardır. Tekrar hatır­ latırsak, bunlardan birincisi l923'te Mustafa Kemal Atatürk'le birlikte, Modem Türkiye Projesi bağlamında padişahlığı, istibdat rejimini kaldı­ rarak, halkın kendi kendini yöneteceği rejime geçilmesi, yani Cumhu­ riyetin kurulması, ikincisi İsmet İnönü ile birlikte 1946'da çok partili siyasal hayata geçiş, üçüncüsü ise Turgut Özal 'la birlikte 1983'ten itiba­ ren karma ekonomik sistemin terkedilip, devletin ekonomiden çekilmesi ve serbest piyasa ekonomisine geçilmesiydi. 2002 öncesi Türkiye'nin liberal ekonominin sömürü düzenini tah­ kim ettiği, vahşi kapitalizmi egemen kıldığı tezleri kısmen doğru olsa da, piyasa ekonomisi ile Türkiye girişimci ruhunu geliştirmiş, sermaye birikimini büyütmüş ve bazı alanlarda dünya ile rekabet edebilecek bir üretim becerisi kazanmıştır. Bundan sonra yapılması gereken dördüncü büyük değişim ve dönü­ şüm sürecine giden yolu açmaktı. Peki neydi o dördüncü büyük değişim ve dönüşüm süreci? 414

Yine tekrar edecek olursak bu süreç, gelişmiş Batı ülkelerinin ulaştı­ ğı yaşam kalitesine giden yolu açacak düzenlemeleri yapma süreciydi. Bunlar, aklı özgürleştirmek, bilimi rehber edinmek, hukukun üstünlü­ ğünü ve tam demokrasiyi gerçekleştirmekti. Yani şeffaf, adil ve liyakat esaslı bir kamu idaresi kurmak, eşit rekabet koşullarında herkesin eko­ nomik alana ve siyasal alana katılımını sağlayacak düzenlemeleri yap­ mak, kayırmacılığı her alanda ortadan kaldırmak, başta kadın hakları olmak üzere kanun önünde tam ve tartışmasız eşitliği sağlamak, etnik, dini ya da mezhepsel hiçbir ayrımcılığa fırsat vermemek, siyasal alanda inanç ve değerlerin istismarını önlemek ve çevre duyarlılığının öne çıktığı başarılı bir kentleşme politikası ortaya koyabilmekti. Daron Acemoğlu ve James .A. Robinson'ın 'Ulusların Düşüşü' kitabında belirttikleri gibi, toplumun küçük bir kesiminin çıkarları için, büyük halk kitlelerinin yoksullaştırılmasını esas alan 'sömürücü kurumları' değil, herkesin yararına ekonomik fırsatlar yaratmayı esas alan 'kapsa­ yıcı kurumları' tahkim eden bir sistemi ortaya koyabilmekti. Türkiye 90'lı yıllarda yaşadığı kötü deneyimle duvara toslamıştı ve bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirme imkanı doğmuştu. Ak Parti 'nin 3 Kasım 2002'de iktidar olması ile bu fırsatı yakalamıştı. Başlarda da anlattığım gibi, Ak Parti 'nin kuruluş ilkeleri, parti programı ve Avrupa Birliği perspektifinin yanında, ekonomide alt yapısı oluşturulmuş altın tepsi içinde �evraldığı sistem, dördüncü büyük devrim dediğim sürece giden yolun önünü açmıştı. Ne var ki, o zamanki egemen güçlerin Ak Parti'nin meşruiyetine olan itirazları, kapatma davası ve benzeri olaylar, Ak Parti liderliğinin de bütün bu kötü olaylar karşısında ferasetli davranamaması ve inti­ kamcı ruhun nüksetmesi, Türkiye'nin yakaladığı tarihi fırsatın heba edilmesine neden olmuştur. Öte yandan Ak Parti dönemi, yukarıda yazdığım dördüncü büyük değişim ve dönüşümün parametrelerini oluşturan başlıklarda, geçmiş bütün dönemlere rahmet okutacak kötülükte bir dönem oldu. Mesela demokrasi konusunda düşe kalka da olsa epey yol almıştık. Demokra­ sinin seçimden ibaret bir olgu olduğu fikri işlenmiş, yeterince örgütlü bir toplum olmayan ve demokrasi talebi de istenilen düzeyde olmayan 415

kitleler hamasetle aldatılarak, demokrasinin bütün kurum ve kuruluşları tahrip edilip, tek adam rejimine geçilmiştir. Bu esasen Monarşik bir geri­ ye dönüştür. Dünya uygulamalarında örneği olmayan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, Türkiye Büyük Millet Meclisi 'nin devre dışı bırakmış, yargıyı boyunduruk altına almış, denetim kurullarını etkisizleştirmiş, toplumsal muhalefetin polisiye müdahalelerle önünü kesmiş ve Cum­ huriyetin 98 yıllık müktesebatını neredeyse ortadan kaldırmıştır. Zaman zaman Cumhuriyetle hesaplaşmaya girişilmiş, İslamcı Oportünizmden sakınılmamıştır. Taner Timur 29Ekim 2020 tarihli 'Mızrak çuvala sığmıyor' baş­ lıklı yazısında, 'Bugün Türkiye'de biçimsel demokrasiyi bile yok eden gelişme, aslında yeni Anayasa ve Başkanlık rejimi değildir. Hükümet icraatında bunların dahi yok sayılarak hareket edilmesi­ dir' diyor. Yani ortada devlet yönetme becerisi açısından, kendi koydu­ ğu hukuk kurallarına dahi uymayan, hukuk tanımayan, kural bilmeyen, ben yaptım oldu ile devlet idare edilebileceğini zanneden bir yönetim anlayışı ve uygulaması vardır demek istiyor. (67) Bütün bu kötü uygulamaların yanında eş zamanlı olumlu bir süre­ ci de yaşıyoruz. O da, girişimci ruhun artarak devam etmesi, sermaye kesiminin dünya ile yanşan üretim kapasitesini geliştirmesi, iletişim araçları, İnternet çağı vesilesiyle özellikle yeni nesil gençliğin daha demokratik, daha özgürlükçü ve daha rasyonel bir hayat anlayışının farkında olmasıdır. Bütün kötücül uygulamalara rağmen, aklını öz­ gürleştiren, demokrasinin, yaşam kalitesinin bilincine varmış bir yeni nesil aşağıdan gümbür gümbür geliyor. Bu nesli Ortaçağın skolastik düşüncesiyle, aklı ıskalayan dini motivasyonlarla, yecüc mecüc hikaye­ leri ile yönetemez ve yönlendiremezsiniz. Bu yöndeki propagandaların ve uygulamaların İmam-Hatiplerde bile 'deizmi' teşvik ettiği yapılan araştırmalarda ortaya çıkıyor. Dolaysı ile Ak Parti iktidarının ve Ortağı MHP'nin çağın çok geri­ sine düşmüş stratejileri, taktikleri, mesajları ve uygulamaları beyhude bir uğraştır. Türkiye aşağıdan gelen gençliği sayesinde dördüncü büyük değişim ve dönüşüm sürecini de mutlaka başarıyla tamamlayacaktır. Kuşatıcı, kapsayıcı, eşitlikçi, aklın ve bilimin egemen olduğu, hukukun 416

üstünlüğüne dayalı demokratik bir siyasal düzeni mutlaka kuracaktır. Kayırmacılığı, ahbap çavuş ilişkilerini ve bu ilişkilerden doğan her tür­ lü ahlaksızlığı tasfiye edecektir. Sadece süreçte gecikme yaşıyoruz, za­ man kaybediyoruz ve oluşan kurumsal tahribatları düzeltme noktasında biraz zamana ihtiyacımız olacak. Bu yüzden, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin uygulamalarını, suyu yokuşa akıtma çabası ve tarihi geri çevirme gayretleri olarak gö­ rüyoruz. Oysa dünyanın eğilimi, içinde bulunduğumuz robotik çağda, nesnelerin intemeti çağında, otoriter rejimlerin tasfiye olacağı, tam de­ mokrasinin ve bireysel özgürlüklerin daha da öne çıkacağı yönündedir. Kanun önünde eşitlik, adalet, tolerans, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler, yükselen değerler olmaya devam ediyor. Bu ko­ şullar altında Türkiye dünyadan tecrit edilerek yönetilemez. Ülkemizin dinamizmi buna müsaade etmez. Burjuvazimiz ve sivil toplum kültü­ rümüz çok güçlü olmasa da, dünyadaki trendlere aykırı uygulamaları bertaraf edecek birikime sahiptir. Eğer Ak Parti iktidarı dördüncü büyük değişim ve dönüşüm sürecini başarabilseydi, şimdilerde dünyanın en gelişmiş ilk l O ülkesi arasına gir­ meye ramak kalmış olacaktı. 2000'li yıllardaki bol paralı dönemi doğru değerlendirebilseydik, Ak Parti liderliği rövanşist duygulara yenik düş­ meseydi, bugün kişi başı milli gelirimiz 20 bin dolarları aşmış olacaktı. İzlenen ekonomi politikalarında kayırmacılığa yer verilmeseydi, şef­ faflık hakim olabilseydi, hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme konu­ sunda geri adımlar atılmasaydı, 2023 hedefleri diye konulan ekonomik hedeflere de çoktan varılmış olacaktı. Ne var ki, yönetimdekilerin gel­ dikleri kültürel kökler ve ufukları maalesef buna müsaade etmedi.

417

1.Daron Acemoğlu-James A. Robinson-Uluslann Düşüşü-Doğan Kitap-İst. 2014-sf.202-203 2.Kemal Gözler-Türkiye Nereye Gidiyor-Ekin Yayınevi-Bursa 2020-sf. l 3.Kemal Gözler-Türkiye Nereye Gidiyor-Ekin Yayınevi-Bursa 2020-sf.29 4.www.7sabah.com.tr-İzzet Ôzgenç; Devlet krizi siyasetin eseri-19.10.2020 5.www.resmigaz.ete.gov.tr-10.07.2020 tarih ve 31181 mükerrer say.Resmi Gazete-10.07.2020 6.İbrahim Kalın-Asıl soru Ayasaofya'nın neden müzeye çev.-www.trthaber.com-1l.07.2020 7.Daron Acemoğlu-J.A. Robinson-Uluslann Düşüşü-Doğan Kitap-İstanbul 2014-sf380-383 8.Mehmeı Uçum-Tek adam rejimi değil-www.t24.com.tr-25.01.20l 7 9.Daron Acemoğlu-James A. Robinson-Uluslann Düşüşü-Doğan Kitap-İstanbul 2014-sf.33 l rn. www.hurriyet.com.tr-ABD Ankara 'ya nihayet büyükelçi atadı-30.12.201O 11.Sami Günal-Başkanlık ve başkancı sistem-www.abcgazetesi.com-l l .02.2017 12.www.tr.euronews.com-Azerbaycan seçim son uçlarının şaibeli olduğu iddiası-11.02.2020 13.Kemal Gözler-Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Uygulamadaki Değeri-www. anayasa.gen.tı-27.12.2019 14.Kemal Gözler-Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Uygulamadaki Değeri-www. anayasa.gen.tr27.12.20l 9 15.Kemal Gözler-Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Uygulamadaki Değeri-www. anayasa.gen.tr27.12.2019 16.Kemal Gözler-Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Uygulamadaki Değeri-www. anayasa.gen.tr27.12.2019 17.Erdal Kuluçlu- Türle Hukuk Sisteminde Normlar Hiyerarşisi- www.acarindex.com-Sayıştay Dergisi-Sayı.71 18.Montesquieu-Kanunlann Ruhu Üzerine 1-Toplumsal Dönüşüm Yayınlan-İstanbul l 998-sf.235-236 19.Taha Akyol-Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca-Doğan Kitap-İstanbul 2021-sf. l 73 20. Taha Akyol-Kuvvetler Aynlığı Olmayınca-Doğan Kitap-İstanbul 2021-sf. l 75 2 l .Çetin Özek-Yargının İdari Denetimi-www.dergipark.org.tr. 22.Montesquieu-Kanunlann Ruhu Üzerine !-Toplumsal Dönüşüm Yayınlan-İs1ıınbul l 998-sf.l 85-236 23.www.meb.gov.tr.-PISA 2018 Türkiye ön raporu-03.12.2019 24.Fetö ve tarikatlar Türkiye'yi böyle ele geçirmiş-www.odatv4.com- l 4.02.20 l 8 25. www.esergulbalci.com-Tarikat Raporu 26.Kemal Gözler-Akademinin Değersizleşmesi Üzerine-www.anayasa.gen.tr-25.ll.2019 27.Selva Demiıalp-Merlcez bankalarının bağımsızlığı neden önernli?-www.bbc.com-l 0.07.20 l 9 28.www.indyturk.com-Türkiye,2021 'de G-20 liginden düşebilir-9.12.2020 29.Ôzcan Kadıoğlu-www.artigercek.com-Türkiye'nin dünya ekonomisindeki payı-22.07.2020 30.https://www.aa.com.tr-Bakan Albayrak Yeni Ekonomi Programını Açıkladı-29.09.2020 31.Rubil Gökdemir-Türk ekonomisinin içler acısı halinin resmi-www.habermim.com27. l 2.202 l 32.htıps://tr.eumnews.com-Avrupa'da en fazla Asgari Ücretli çalışan oranı Türkiye'de07.12.2020 3 3.https://tr.euronews.com-20.07 .2021 ). 34.https://www.sayistay.gov.tr-Sayıştay Cumhurbaşkanlığı Raporu 2019-Raporlar 2019 418

35.www.saglik.gov. tr-TC Sağlık Bakanlığı-Tarihçe 36.www.saglik.gov.tr-TC Sağlık Bakanlığı-Tarihçe 37.https://sbu.saglik.gov.tr-Sağlıkta Dönüşüm Programı-TC Sağlık Bakanlığı 38.Avrupa'da ve Türkiye'de Sağlık Politikalan-Ç.Keyder,N.Üstündağ-İletişim Yayınlan­ lstanbul 2013-sf.55 39.www.saglik.gov.tr-TC Sağlık Bakanlığı-Sağlık Yatırımlan Genel Müdürlüğü 40.www.imf.org 41.https://avatoday.net-Noam Chomsky-Corona sonrası insanlığı tehlikeli bir süreç bekliyor14.04.2020 42.www.worldjusticeproject.org-WJP Rule ofLaw Index 2020-World Justice Project 43.Kemal Gözler-Türkiye Nereye Gidiyor-Ekin Yanılan-Bursa 2020-sf. l-2 44.Ergun Ôzbudun-Yeni Anayasa ve Yargı Bağımsızlığı-www.pperspektif.online­ Ol .10.2020 45.Yüksel Metin-www.anyasa.gov.tr-Türkiye'de Yargı Bağımsızlığına İlişkin Kimi Sorunlar 46.www.dengedenetleme.org-Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile yürütmenin yargı üzerindeki kontrolü derinleşti-16.11.2020 47.https://www.gazetepatika l 5.com- Ceza infaz kanununda değişiklik yapan teklif TBMM'de kabul-17.06.2021. 48.https://t24.com.tr-Ankara Barosu'ndan AKP'nin sunduğu kanun teklifine tepki30.05.2021 49.Ali Rıza Malkoç-Hukuk Aşkı-Kutlu Yayinevi-lstanbul 2019-sf.120-121 50.www.bbc.com-Türkiye'de organize suçlarla mücadle:25 yılda neler yaşandı? 51.Kutlu Savaş-Susurluk Raporu-Radikal Gazetesi Broşürü-sf.5-7-9-10-80 52.Siyasetname-Nizamülmülk-DegahYayınlan-lstanbul 1995-sf.75 53.Bilal Eryılmaz-Kamu Yönetimi-Okutman Yayıncılık-Ankara 2010-sf.33 54.Recep Tayyip Erdoğan-1.Yıl Ak Parti Grup Konuşmaları-Ak Parti Tanıtım Medya Başk.lığı­ Ankara-sf.27 55.Bülent Turan-Erdoğan olmasa biz hiçiz-www.artigercek.com- l 6.09.2019 56.Bilal Eryılmaz-Kamu Yönetimi-Okutman Yayıncılık-Ankara 20 IO-sf.184 57.Bilal Eryılmaz-Kamu Yönetimi-Okutman Yayıncılık-Ankara 2010-sf.133 58.Kemal İnan-Teknolojik İş(lev)sizlik-İletişim Yayınlan-İstanbul 2012-sf.267-268 59. www.hurriyet.com.tr-05.08.2015 60.https://onedio.com-Çamlıca Camii için 290 milyon dolar harcanmış-04.06.2021 61.www.haberler.com-Cumhurbaşkanı Erdoğan-Bunlan istismara Dönüştürmenin Anlamı Yok23.04.2019 62.www.mhp.org.tr-l 8.03.2008-MHP TBMM Grup Toplantısı Konuşması 63.https://www.youtube.com/watch?v=40D-PmGNiwM) 64.https://www.dailymotion.com-Yerli yolcu uçağı 20 l 9'da göklerde-24.12.2016 65.Kanal İstanbul-Çok Disiplinli Bilimsel Değerlendinne-İBB Kültür AŞ-İstanbul 2020- sf.12-13 66.Kanal istanbul-lBB Kültür AŞ-İstanbul 2020-sf.35-176-238-262-309-443-444 67.TanerTimur-https://www.birgun.net/haber/mizrak-cuvala-sigmiyor-320932-29.10.2020 419

VI. BOLÜM SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

421

Sonuç ve Değerlendirme 1789'da 111. Selim'le birlikte ilk ciddi değişim ve dönüşüm sürecinin başladığı Osmanlı yenilikçiliği, 1923 Cumhuriyetin ilanına kadar geçen 134 yıllık evrede hep tökezleyerek yoluna devam etmiştir. Bunun tarih­ sel, coğrafi, devlet yönetim sistemi ve kültürel temelde pek çok sebebi vardır. Ancak en belirgin sebeplerin başında tutucu güçlerin, yenilikçili­ ğe karşı gösterdikleri direnç gelir. Bu direncin beslendiği bir çok kaynak vardır. İlmiye sınıfının ve Ye­ niçerilerin çıkar hesaplan ile kapalı toplum yapısındaki kültürel geri kal­ mışlık birleşince, yenilikçi hareketlerin haşan şansı çok zor olmuştur. Miri toprak sistemi nedeniyle bir burjuva sınıfının ortaya çıkamaması, padişahın dini kişiliğinden kaynaklı muhalefet kültürünün gelişmeyişi, buna bağlı olarak yerel yönetimlerin kurulamaması ve sivil topluma dair herhangi bir bilincin geliştirilememiş olması, yenilikçi hareketlerin önü­ nü tıkayan önemli sebeplerdirler. 111. Selim'le başlayan, il. Mahmut'un Sened-i İttifak'ı, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, l 876'da 1. Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi, Meclis-i Ayan, Meclis-i Mebusan ve 1908 il. Meşrutiyet ile devam eden Osmanlı yenilikçiliği, Cumhuriyet ile keskin dönüşümünü tamamlaya­ rak nihai hedefine yönelmiştir. Nihai hedef, Osmanlı'da ayak sürüyerek başarılmaya çalışılan ancak bir türlü başarılamayan, akıl ve bilim eksenli düşünüş biçimi ile Modem Türkiye projesinin başanlmasıydı. Osmanlı'da modernleşme hareketlerine direnen tutucu güçler, tabi­ atıyla Cumhuriyete de yüksek perdeden itiraz ettiler. Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün büyük vizyonu sayesinde, toplumun yoksulluk, bu­ laşıcı hastalıklar ve cehaletten kırıldığı o zor koşullarda, Modem Türki­ ye dönüşümünü engelleyemediler. Şüphesiz imparatorlukların dağıldığı ulus devletler çağında, tarihin süreci kolaylaştırıcı etkisini de göz ardı edemeyiz. Ancak eğer Atatürk ve arkadaşları bu büyük dönüşümü başaramasaydı, şimdi Türkiye devleti Afganistan, Suriye, İran veya Irak ölçeğinde bir ülke olarak kendi iç çatışmalarında ve iç buhran­ larında boğulmaya devam edecekti. Modem Türkiye projesine itiraz edenler o sırada sistemin dışında kalmış, kendilerini yeni devlette dışlanmış olarak gördüler. Bu kesimi oluşturanların İskilipli Atıf Hoca gibi önderleri, aynı zamanda İngiliz Muhipler Cemiyeti üyesiydiler. Yani İngiliz sevenler cemiyetinin üye­ leriydiler. Osmanlı'nın yıkılış döneminde, Arapların bizi arkadan vur423

masını sağlayacak kadar entrikalar peşinde koşan, Thomas Edward Lawrence'i bu amaçla yetiştiren ve bölgede Arap ayaklanmalarını or­ ganize eden İngilizler, bir yandan İstanbul 'u işgal etmiş, diğer yandan Anadolu'da uçaklarla bildiriler dağıtarak bilinçsiz vatandaşlan İslam elden gidiyor diye kandırmaya, kurtuluş mücadelesine karşı ayaklan­ dırmaya çalışıyorlardı. Kurtuluş Savaşı'na destek veren önder ve aydın­ lan da Malta'ya sürgüne göndermişlerdi. Bu İngiliz entrikalanna aldanan kitlenin biriktirdiği kin ve nefret, iç­ ten içe yanan bir kor gibi 21.yüzyıla kadar taşınmıştır. Öte yandan toplu nüfus akınları tarzındaki kentleşmeyle birlikte, anomi ve benzeri patolo­ jilerin ortaya çıkardığı toplum kesimleri, İslamcılık siyaseti yapanların istismar alanı için, elverişli bir sosyoloji konumundaydılar. Ekonomik sıkıntılar, eğitim problemleri, kentli yaşama adaptasyondaki kültürel sorunlar, gettolaşmalar, şehirlerin insan deposuna dönüşen halleri İs­ lamcı ideolojinin besin kaynaklannı oluşturmuştur. Bir de bunlara, kitle partilerinin vicdanları rahatsız edecek biçimdeki adaletsizlikleri, kayır­ macı düzenin hukuksuzlukları, kişisel çıkar peşinde koşan vizyonsuz ve ufuksuz politikacıların tutumları, darbe süreçlerinin otoriter baskıları ve yasaklan eklenince, Siyasal İslam'ın yükselişi önlenememiştir. Bu arada Siyasal İslam savunucuları, sadece toplumun bir kesimini hedef kitle olarak belirleyen sınırlı bir ideoloji ile iktidar olamayacakla­ rını anladıklanndan, toplumun tüm kesimlerine hitap eden bir program­ la ortaya çıktılar. Adalet ve Kalkınma Partisi öncülüğündeki bu çıkış, şiir okuduğu için hapse atılan Recep Tayyip Erdoğan'ın mağduriyeti ile kesişince, iktidara giden yolun önü açılmış oldu. Toplumu oluşturan büyük kitlenin mağduriyeti ile, Erdoğan'ın mağduriyetinin örtüşmesi, 'devleti her şey vatandaşı hiçbir şey' konumunda gören o zamanki egemenlerin ferasetten yoksun oluşlan, Cumhuriyet tarihi boyunca katı merkeziyetçi bürokratik devletin buyurganlığı, kamu kaynaklarının milletin gözü önünde har vurup harman savrulması, millet iradesine karşı suikast niteliğindeki askeri darbeler gibi pek çok neden İslamcı iktidara giden yolu kolaylaştıran etmenler oldular. ÖzellikleABD'deki lobilerin de desteğini arkasına alan Ak Parti, muh­ teşem bir programla ortaya çıkınca, seçmen desteğinin temin edilmesinde hiçbir müşkülatla artık karşı karşıya değildi. Nitekim Türkiye'nin dördün­ cü büyük devrimi dediğim, akıl ve bilimin öncülüğünde demokratik hu­ kuk devleti olma evresinin de vakti gelmişti. Tam da böyle bir programla mücehhez bir biçimde yola çıkan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Ak Parti, 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olmayı başardı. 424

ABD'deki lobiler sayın Erdoğan'ı iktidara taşımadı elbette. Ancak ABD nezdinde Erdoğan'ın kabul görmesinde o lobilerin büyük etkisi var­ dır. Nitekim American Jewish Congress (Amerikan Yahudi Kongresi), Ak Parti iktidannın ikinci yılında, yani 2004 Ocak ayında Recep Tayyip Erdoğan'a 'Profiles in Courage' (Cesaret Ödülü) vermiştir. Ne var ki, Erdoğan'ın İsrail'e yönelik meydan okumaları, 'One Minute' senaryosu ve Mavi Marmara olayı, İsrail ile ve doğal olarak Yahudilerle ilişkileri bozmuş, olumsuz bir döneme girilmiştir. Bu yüzden ABD Yahudi Kong­ resi'nin Başkanı Jack Rosenbu 2014'te kamuoyuna açıkladığı bir mek­ tupla bu ödülü geri istemiştir. Bu mektuptan hemen sonra T ürkiye'nin Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç da, Erdoğan adına Rosenbu'ya bir mektup yazmış ve ödülü iade etmekten memnuniyet duyacaklarını be­ lirtmişti. Ancak o gün bu gündür, ödülün iade edildiğine dair taraflardan hiçbir açıklama yapılmamıştır. Biz de haklı olarak, bunun bir danışıklı dövüş olabileceği yönündeki kuşkularımızı saklı tutuyoruz. Bunları şunun için yazıyorum. İsrail aleyhtarlığı konusunda man­ galda kül bırakmayanların, bu konuda da Müslümanları yanılttıklarını düşünüyorum. Nitekim İsrail'le ilişkilerin en kötü olduğu dönemde, 'ticari ilişkilerimizi askıya alıyoruz' denildiği halde, 2010-2013 ta­ rihleri arasında Türkiye ile İsrail arasında 5 milyar dolarlık bir ticaret hacmi gerçekleşmiştir. Ayrıca, Başbakan Erdoğan'ın oğlu Ahmet Bu­ rak Erdoğan'ın gemilerinin İsrail'e ambargo uyguladığımız dönemde, İsrail limanlarına demir attığı iddiaları da cevapsız bırakılmıştır. 2013 yılında marinetraffic.com adlı denizcilik sitesinde yayınlanan seyir bilgilerine göre, Burak Erdoğan'ın gemisi Safran 1 'in, 12 Ocak 2013 günü öğlen saatlerinde İsrail'in en büyük limanı Ashdod'a demir attığı görülmüştür. Yine 11 Nisan 2013'te İsrail'in YediotAharonot gazete­ sinde, 'Burak Erdoğan, son yıllarda iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kötüleşmesine rağmen, sahibi olduğu gemilerle İsrail ile ticaret yapmaya devam etti' denilmektedir. (1) Bu arada sayın Erdoğan'ın 'Mavi Marmara Gemisi'nin gidişini başlangıçta desteklediği, gemiye baskın sonrası İsrail'in bunun bedelini ödemesi gerektiği ve daha sonra da Mavi Marmara eylemcilerine, 'Dev­ rin başbakanına sorup da mı gittiniz' dediği biçiminde üç kez söz değiştiren üç ayn tepkiyi ortaya koyduğuna tanık oluyoruz. (2) Yukarıda da ifade ettiğim gibi, mükemmel bir program ve taahhüt­ lerle ve de Avrupa Birliği perspektifi ile yola çıkan Ak Parti iktidarı, özellikle ekonomideki başanlann ortaya çıkması ve iktidarın meşruiye­ tine itiraz eden zinde güçlere rağmen halk desteğinin giderek artması 425

neticesinde, Cumhurbaşkanlığı makamının da elde edilmesiyle, birden bire kuruluş ilkelerini, parti programım ve AB sürecini askıya alarak, içinde yetiştikleri ideolojik geleneğe geri dönüp, asıllanna rücu eden bir koridora yönelmiştir. Kin, intikam ve nefret söylemleri öne çıkmaya, kayırmacılık katı bir biçimde uygulanmaya, liyakat konusu da akıl al­ maz biçimde ihmal edilmeye başladı. 'ya benimsin ya toprağın' vahşi tekerlemesine benzer biçimde, 'taraf olmayan bertaraf olur' sloganı şiar edinilerek, toplumsal polarizasyon/kutuplaşma zirveye çıkanlmıştır. Başlangıçta "Partimiz, 'laik, demokratik, sosyal hukuk devleti­ nin, sivilleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin esas ka­ bul edildiği' bir siyasal zemindir. Toplumları ve devletleri tahrip eden 'yozlaşma, yolsuzluk, usulsüzlük, çıkarcılık, iltimas, hukuk önünde ve fırsat açısından eşitsizlik, ırkçılık, partizanlık, despot­ luk' gibi olumsuzluklar partimizin en yoğun mücadele alanlarıdır" biçimindeki iddialar rafa kaldırılmış, 'hiçbir şey eskisi gibi olmaya­ cak' sözü, kulaklarda hoş bir seda olarak kalmıştır. Özellikle 2011 'den itibaren yandaş kayırmacılığı, liyakatsiz atamalar, şeffaf olmayan uy­ gulamalar, hukukun üstünlüğünün göz ardı edilmesi ve demokratik değerlerin hiçe sayılması iktidann genel tutumu haline gelmiş, parti kadroları, milletvekili ve belediye başkanlığı ölçeğinde bile liyakatin değil sadakatin öne çıktığı kadrolara dönüştürülmüştür. Medya üzerindeki baskılar, önceki iktidarların medya siyaset ilişki­ sini aratacak bir hal almıştır. Yandaş medya organları, özellikle yerel yönetimler üzerinden finanse edilerek, iktidarın para karşılığı destekçisi haline getirilmiştir. Dönemin en temel politik tutumu popülizm olmuştur. Siyasi tari­ himizin hemen hiçbir kesitinde, hamasetin, dini ve milli değerlerin istismanna dayanan politikalann, tutarsızlıklann, ekonomik israfın, kutuplaştırıcı dilin ve gerçek dışı propagandanın bu denli ustaca uygu­ landığı bir başka dönem yaşanmamıştır. Oysa Ak Parti iktidan ile Türkiye tarihi bir fırsat yakalamıştı. Adalet içinde nitelikli kalkınmayı yani gelişmeyi başarabilecek, Avrupa Birli­ ği ölçeğinde bir demokrasiyi ortaya koyabilecek, hukukun üstünlüğüne dayalı, herkesin yaranna bir düzeni kurabilme fırsatıydı bu fırsat. Bu beklenti, Ak Parti kadrolannın geldiği kültürden beklenemezdi diyen­ lere inat, başarabilirler diye düşünüyordum. Bunca tarihi tecrübe, bunca yaşanmışlıklar, meğerse bazılarının kin, intikam ve nefret duygularını provoke ediyormuş. Galiba aklın özgürleşmediği, birey olabilmenin başarılamadığı bu coğrafyada, yaşanmışlıklardan rasyonel çıkarımlar 426

üretebilmek her babayiğidin harcı değilmiş. Bu yüzden olacak ki, yaklaşık 20 yıllık Ak Parti İktidarı ile Türkiye, hem tarihi bir fırsatı kaçırmış, hem de çok zaman kaybetmiştir. Köprü, otoyol ve havalimanı gibi altyapı yatırımlarına bakarak, bazıları benim haksızlık yaptığımı düşünebilir. Peki hiç mi iyi bir şey olmadı Ak Parti iktidarında da diyebilirler. Elbette oldu. Mesela 2009'a kadar hatta 2011'e kadar sürdürülen eko­ nomi politikaları, kitabımın başında da belirttiğim gibi son derece başarılı politikalardı. Kendinden önceki ekonomi programına sahip çıkarak mali disiplinden taviz verilmeyişinden, eğitim harcamalarının savurana harca­ malarının önüne geçmesinden, demokratik açılımlardan, Avrupa Birliği uyum süreci çalışmalarına kadar yapılan pek çok iş doğru işlerdi. Sağlığın tek çatı olarak Sağlık Bakanlığı çatısı altına toplanması önemli bir girişim­ di. Yine sigara yasağı, yasak olmasına rağmen çok doğru ve başarılı bir uygulama oldu. Başörtü meselesinin, her ne kadar kutuplaştırıcı bir dille ele alınsa da çözülmesi, toplumsal banşa katkısı bakımından önemliydi. Enerji yatınmlarında da, kısmi başarılar elde edildi. Rüzgar ve Güneş enerjisi konusunda önemli işler başarıldı. Ne var ki HES'ler konusunda, kaynaklarımızı yüzde yüz kullanalım saikiyle, ipin ucu kaçırıldı ve üze­ rinde en fazla l ya da 2 HES olabilecek derelerin, kuralsız yatırımlarla yatakları bozuldu, ekosisteme zarar verildi. Kimi yörelerde sulama ve içme sulan konusunda büyük eksiklikler ortaya çıktı. Savunma Sanayii 'ndeki başarılan tabi ki göz ardı edemeyiz. Ancak oradaki başarının tarihsel bir geçmişi, bir birikimi var. Mesela Aselsan 1975'te, Havelsan l982'de, Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TA­ İ)l984'te, Roketsan 1988'de kurulmuştur. Yani bu kurumlar o zaman da vizyoner bir anlayışla tasarlanmış ve süreçte gelişerek, biriktirerek bugünkü başarılara erişmişlerdir. Bir tek Mil-Sys 2011 'de kurulmuştur. Bunları Ak Parti döneminin savunma sanayiine katkısını küçümsemek anlamında yazmıyorum. Ancak bu şirketlerin başarısını tümü ile bu dö­ neme mal etmek geçmişe haksızlık olur diye düşünüyorum. Aynca bol paralı dönemde elbette bu kurumlar da gelişeceklerdi. Şehirlerdeki gelişmeyi haşan gibi görenlere, şehircilik üzerine yük­ sek lisans yapmış birisi olarak katılmam mümkün değildir. Şehirlerimiz bu dönemde inşaat rantı ve diğer altyapı yatırımlan ve kentli kültürün yozlaşması bakımından tarumar olmuştur. Hava, su ve toprak kalitesi bozulmuş, çevre kirliliği alabildiğine artmıştır. Öte yandan altyapı yatınmlanndan çok daha önemlisi zihinsel dönü­ şümdü. Dördüncü büyük devrim dediğim değişim ve dönüşümü başa427

rabilseydik, arkadan altyapı yatırımları zaten gelecekti. İşte bahsettiğim ahlak eksenli dönüşümü başaramayınca, bahse konu altyapı yatırımların­ da da ülkenin geleceği ipotek altına sokuldu. Yolsuzluğu, usulsüzlüğü, kayırmacılığı ve adaletsizliği şiar edinerek kalkınma ve gelişme olmaz. Kamu yararını gözetmek amacı ile Avrupa Birliği standartlarında hazır­ lanmış Kamu İhale Kanunu 'nu, sırf yandaşları kayırmak. maksadı ile 190 kez değiştiren bir yönetim, kalkınma ve gelişmeyi başaramaz. Ayrıca unutmayalım, İtalya'nın altyapısını Benito Mussolini, Al­ manya'nın altyapısını Adolf Hitler yapmıştı. Aynı kişiler, hem dünyaya, hem de kendi ülkelerine tarihin en büyük acılarını yaşatmışlardı. Şüp­ hesiz ki Ak Parti liderliği ile bu kişileri yan yana koymak, mukayese etmek gibi bir niyetim yok. Ancak altyapıdan daha önemli felsefi ve zihinsel dönüşümlerin olduğunun altını çizmek için bunları hatırlatı­ yorum. Ayrıca her iktidar döneminde Türkiye'nin kaynakları elverdiği sürece ihtiyaç duyulan enerji, telekomünikasyon ve ulaşımla ilgili alt­ yapı yatırımları yapılmıştır. En sıkıntılı yıllar olan 90'lı yıllarda, tü­ rünün dünyadaki en büyüğü olan ve kurulu gücü Keban Barajı'ndan daha büyük olan Bursa Doğalgaz Çevrim Santrali yapılmıştır. Tele­ komünikasyonda Özal döneminde Türkiye, dünyanın en ileri iletişim teknolojilerine sahip ülkelerin arasına girmiştir. Ne var ki, başlangıçtaki süreç öyle devam etmedi. Defaatle söylediğim gibi, kin, intikam ve nefret duygulan, aklın önüne geçti, popülizm hastalı­ ğı nüksetti ve birinci sınıf ülkeler ligine çıkılabilecek bir dönem, duygusal tepkilere kurban edildi. Süreçte, tarihin hiçbir döneminde görmediğimiz biçimde dini ve milli değerler kullanıldı, hamaset yüklü, kutuplaştırıcı po­ litikalar ve popülizmin her türlüsü sınırsız bir biçimde uygulandı. Med­ ya tahakküm altına alınarak., iyi yapılmış bir iş bin iş ölçeğinde sunuldu. Millet adeta tek taraflı propaganda bombardımanı ile, duygusal reflekslere esir edildi. İnsanların idrakleri enfekte edilerek, doğruları öğrenme, ha­ kikatlere ulaşma yolları kapatıldı. Güneş altında söylenmedik güzel söz, seslendirilmedik kıymetli fikir bırakılmadı. Ancak sözün en güzeli söylen­ di, işin en kötüsü yapıldı. Gerçeklik temelinden yoksun, hayali ve hayalci mesajlarla toplum yanılsamalara kurban edildi. Oysa Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan becerebilseydi Charles de Gulle olabilirdi. De Gaulle, il. Dünya Savaşı sırasında büyük Fransız direnişini başlatmış, sonra da Fransa 'nın istikrara kavuşmasında büyük rol oynamıştır. De Gaulle asker olmasına rağmen, Fransız demok­ rasisini güçlendirmiş, hukukun üstünlüğünden taviz vermemiş, kanun önünde eşitliği tesis ederek herkesin yararına bir düzen kurmayı başar428

mıştı. Bu yaptıklarıyla De Gaulle, hem Fransa için unutulmaz bir lider olarak Fransa siyasi tarihindeki yerini almış hem de dünya siyasi tarihine geçmiştir. Ne var ki, sayın Erdoğan De Gaulle olabilecekken, Şevki Y ıl­ maz'ın daha sabırlı, daha zeki ve daha soğukkanlı bir versiyonu olmayı tercih etmiştir. Bu tercih, tabiatıyla ülkeye pahalıya mal olmuştur. Sosyalizmin egemen olduğu dönemde, Yugoslavya Komünist Parti­ si 'nin yol gösterici bir kuramcısı ve Genel Sekreteri, dönemin Yugoslav­ ya Devlet Başkanı Josip Broz Tito'nun sağ kolu olan Milovan Djilas, ilerleyen zamanlarda, Komünizmin teoride bahsedilen sınıfsız bir toplum yaratma iddiasının gerçek olmadığını görerek, yaratılan yeni egemen gücü anlattığı 'Yeni Sınıf' adlı kitabı kaleme almış, itirazları ve rejime muhale­ feti nedeniyle uzun yıllar hapis yatmak zorunda kalmıştı. Fakat tespiti hem çok doğru hem de çok kıymetliydi. Şöyle diyordu Djilas: 'Nitekim eski rejimin kapitalist ve diğer sınıfları yok edilmiştir. Ancak onun yerine tarihin daha önce hiç bilmediği yeni bir sınıf oluşmuştur.' (3) Recep Tayyip Erdoğan'ın önderliğinde Ak Parti iktidarı da, Ankara egemenlerinin saltanatını yıkmış, ancak yerine yeni bir egemen sınıf ihdas etmiştir. Yani sistem değişmemiş, kişiler değişmiştir. Kemalist Jakobenler gitmiş, İslamcı Jakobenler gelmiştir. Ak Parti, eskinin Ankara egemenlerini tasfiye etmiş, ancak önceki tüm problemlerin ortadan kalkacağı demokratik bir sistem kurma yeri­ ne, mevcut sistemin insanları ile kendi insanlarını yer değiştirerek, sis­ temi korumayı tercih etmiştir. Hatta nevi şahsına münhasır bir sistemle, yani Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile, geçmişin bütün sorunlarını adeta güçlendirmiş ve kalıcı hale dönüştürmüştür. Ak Parti iktidarının en başarısız olduğu alanlardan biri sistem kur­ ma becerisinden yoksun oluşudur. Sistem kurma yerine el yordamı ile iş yapmak, sorunlara gündelik çözümler aramak, temel politik tutum olarak ortaya konulmuştur. Rasyonel olmayan bu durumla özellikle Ak Partili belediye yönetimlerinde daha sık olarak karşılaştık. Mesela şe­ hirlerin anayasası niteliğinde 1/100.000 ölçekli planları vardır. Bu plan­ ların hedeflerine uygun biçimde 25.000'lik ya da 5000'lik Nazım İmar Planları yapılır. Daha sonra da nihai olarak 1/lO00'lik Uygulama İmar Planları yapılır. 3194 sayılı İmar Kanunu'nda ise 'alt ölçek li planlar üst ölçekli planlara aykırı olmaz' der. Ak Partili belediyelerin hemen hepsi, bu plan silsilesini göz ardı ederek, nerede akut bir sorun varsa, ona yönelik el yordamı ile acil çözüm üretmeye çalışmış, bu yapılırken de şehirlerin ana planları tarumar edilmiştir. Ayrıca kişiye rant sağlama maksadı ile, imar kanununa aykırı bir biçimde mevzi imar plan değişik429

tikleri yapılarak, hatta yeşil alanlar imara açılarak, şehirler yaşanamaz hale getirilmiştir. Bütün bu olumsuzluklara İstanbul, Ankara ve Bur­ sa'da çok sayıda örnekler vermek mümkündür. Kent yönetiminde rant odaklı yapılan büyük yanlışlar, bizzat sayın Erdoğan tarafından itiraf edilmiştir. Erdoğan 21 Ekim 20 l 7 tarihinde İstanbul'da Şehir ve STK' zirvesinde yaptığı konuşmada, 'İstanbul'a ihanet ettiklerini, kendisinin de bundan sorumlu olduğunu' ve 'Bi­ zim evlerimiz genişlese de gönüllerimiz daralıyor. Binalarımız yük­ seldikçe ufkumuz kararıyor' demiştir. Ne ilginçtir ki, kimi Erdoğan taraftarları bu itirafı bir haşan olarak görmekte ve ihanete konu olan çarpık yapılaşmanın sorumluluğundan sayın Erdoğan'ı muaf tutmak­ tadırlar. Oysa itiraf ederek, af dileyerek işlediğiniz suçların, ülkeye ve kentlere verdiğiniz zararların sorumluluğundan kurtulamazsınız. Bütün bunların hem sandıkta hem de hukuk önünde bir karşılığı olmalıdır. (4) Öte yandan, 90'lı yılların mafya-bürokrasi-siyaset ilişkisini şiddetle eleştiren Ak Parti iktidarı, bugün o ilişkiyle benzeşen bir sürecin içine sürüklenmiştir. Yani her konuda olduğu gibi bu konuda da dönüp dolaşıp eleştirdikleri noktaya gelmişlerdir. Organize suç örgütü liderleri ile ilgili af yasası çıkartılıp, bu kişiler serbest bırakılmıştır. Bir başka suç örgütü liderinin yurtdışından yaptığı açıklamalar hukuk devleti açısından tüy­ ler ürpertici açıklamalardır. Bu açıklamaların ilginç yanı, muhataptan ilişkileri doğrulamakta, ancak cinayet boyutundaki kısımlar inkar edil­ mektedir. İşin esas mühim olan kısmı, yargının bütün bu açıklamaları görmemesi ve kamu idaresinin herhangi bir soruşturma yapmamasıdır. Yani anlıyoruz ki, mafya-siyaset-bürokrasi ilişkisi yine kapalı kapılar ardında eski Türkiye'deki gibi devam etmektedir. Yeri gelmişken 'eski Türkiye yeni Türkiye' mukayesesine de deği­ nelim. Bu hususta sarf edilen sözlerin hiç birisi gerçekçi değildir. Zira bugün içinde bulunduğumuz durumun, kamu idaresi, yolsuzluk iddialan, kayırmacılık, liyakati önemsememek, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve demokratik değerlere sahip çıkma konularında eski Türkiye ile hiçbir farkı yoktur. Hatta Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile, parlamento­ nun etkisizleştirilmesi, denetim mekanizmalarının devre dışı bırakılması, medyanın ve yargının siyasetin baskısı altında olması, tek kişilik hükü­ met sisteminin veya tek adam rejiminin ihdas edilmesi, kayırmacılık ve liyakatin önemsenmemesi bakımından eski Türkiye'yi aratacak, hatta eski Türkiye'ye duman attıracak uygulamalarla karşı karşıyayız. Netice itiban ile millet, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan'ın dediği gibi Türkiye, '90'1ı yıllann yağmurundan kaçarken 2000'1i yıllarda Re430

isçi doluya yakalandı.' 2020'ye geldiğimizde, 2002'deki noktaya geri döndük. Yeniden Türkiye'de yeni bir 3Y sistemi, yolsuzluk, yasaklar, yoksulluk sistemi vücut buldu, egemen oldu. Türkiye' de kişi başına dü­ şen milli gelir 2002 yılında ortalama 3 bin 688 dolarken, 2013 yılın­ da 1 O yıl boyunca izlenen doğru ekonomi politikaları sayesinde, 12 bin 614 dolara ulaşmıştır. Bu, rekor bir seviye idi. Ancak 15 bin dolarları aşamayan ekonomiler orta gelir tuzağına yakalanmış oluyordu. Türki­ ye ekonomide gelinen bu iyi noktanın şımarıklığı ile olacak ki, birden bire mali disiplin bozuldu, inşaat rantına dayalı büyüme öne çıktı, imalat sanayiindeki gelişme geriledi, işgücü piyasasında koşullar ağırlaşmaya başladı. Demokrasi ve hukuk devleti uygulamalarında yaşanan olum­ suzluklar, yabancı sermaye girişini zayıflattı. Ekonomi yönetiminde li­ yakatsiz kadrolar görevlendirilmeye başladı. Bugün geldiğimiz noktada ise, kişi başı milli gelir 8 bin dolarlar seviyesine geriledi. Dış borcu çevirmekte zorlanan Türkiye, yeniden döviz darboğazına girdi. Nihayet Ak Parti büyük hatalar, büyük yanlışlar yaparak, 21.yüzyı­ lın Türkiye'nin yüzyılı olması sürecine, hedefine ağır yara verdi. Tari­ hi bir fırsatın kaçmasına vesile oldu. Muhteşem başlamış bir hikaye, büyük bir hüsranla, hüzünle, hezimetle noktalandı. Noktalandı diyorum, çünkü Cumhur İttifakı fiili olarak iktidardaki varlığını sürdürse bile, hem seçmen kitlesinin büyük ekseriyetinde, hem de uluslararası alanda güvenini kaybetmiş, yolun so­ nuna gelmiştir. Aynca kuruluş ilkelerine, parti programına ve başlangıç­ taki temel düşünce dünyasına ihanet ederek, 90'lı yılların resmi görüşüne savrulan Ak Parti 'nin, buradan geriye dönmesi artık imkansız gözüküyor. Şimdi aslolan Ak Parti'nin, iktidarı muhalefete yani Millet İttifa­ kı'na demokrasi içinde devretme olgunluğunu gösterip göstermeyece­ ğidir. Benim kanaatim bu olgunluğun gösterileceği yönündedir. Aksi takdirde, millet daha büyük bir fatura ile karşı karşıya kalabilir. Bu kadar da kötülüğü millete herhalde yapmazlar diye düşünüyorum.

1.http://www.salom.com.tr -Başbakan Erdoğan' ın oğlu İsrail ile ticaret yapıyor -11.04.2012 2.https://youtu.be/uiaY 1 a2jTSg-KRT TV-31.05.2020 3.Milovan Djilas-Yeni Sınıf-İstanbul Kitabevi Yayınlan- İstanbul 1982-sf.53 4.https://tr.sputniknews.com-Erdoğan:İstanbul'a ihanet ettik, ben de bundan sorumluyum21.10.2017 431

KAYNAKÇA Acemoğlu Daran -James A. Robinson-Ulusların Düşüşü-Doğan Kitap-lst. 2014 Ağırel Murat-www.yenicaggazetesi.com.tr-lBB 'den havuz medyasına-O1 .01.2020 Ağırel Murat -www.yenicaggazetesi.com.tr-lBB'nin araçlarını saray kullanmış -03.05.2021 Akbulut Ahmet-Sahabe Dönemi İktidar Kavgası-Otta Yayınlan-Ankara 2016 Ak Parti Teşkilat Eğitimi Eğitmen El Kitabı-Adalet ve Kalkınma Partisi Yayını-Ankara 2006 Ak Parti 3 kasım 2002 Seçim Beyannamesi Akdoğan Yalçın -Adalet ve Kalkınma Partisi-Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce-Cilt 6 lslamcılık-lletişim Yayınlan-İstanbul 2005 Akdoğan Yalçın-Muhafazakar Demokrasi-Ak Parti Yayını-Ankara 2003 Akyol Taha-Bilim ve Yanılgı--Doğan Kitap-İstanbul 2016 Akyol Taha-Türkiye'nin Hukuk Serüveni-Doğan Kitap-lstanbul 2014 Akyol Taha -Kuvvetler Aynlığı Olmayınca-Doğan Kitap-İstanbul 2021 Akyol Taha-Reform yıllan-www.karar.com-03. l l .2020 Alkan Necmettin /Uğur Üçüncü-Ali Şükrü Bey-Trabzon BŞB Kültür ve Sosyal işler Daire Bşk.lığı Yayını-Melisa Matbaacılık-lstanbul 2015 arşiv.ntv.com.tr- AKP Acil Eylem Planı'nın tam metni- 16.11.2002 Bardakoğlu Ali -lslarn Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme-Kuramer Yayınlan-lstanbul 2016 Berkes Niyazi -Türkiye' de Çağdaşlaşma-Yapı Kredi Yayınlan-İstanbul 2017 Besli Hüseyin -R.Tayyip Erdoğan Bir Liderin Doğuşu-lstanbul Matbaacılık-lstanbul 2010 Beysel Celal -Gönüllü Sivil Toplum Kunıluşlanyla 40 Yıl Birand Mehmet Ali-Demirkırat-Milliyet Yayınlan-lstanbul 1991 Bulut Tahsin -Değişimi Y öneten Türkiye-Alfa Aktüel-Bursa 2008 Bulut TaMin-Şeffiıf, Kıııı1ımcı ve Bkin Kmt Yönetimi için Kent Komeyleri-Ekin Yayınevi- Bursa 2003 Çandar Cengiz -www.diken.com.tr-Değerli yalnızlık saçmalığı-O 1.11.2014 Çiğdem Ahmet -lslamcıhk ve Türkiye Üzerine Bazı Notlar-Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce-Cilt 6 lslamcılık-lletişim Yayınlan-İstanbul 2005-sf.28-31 Demiralp Selva-Merkez bankalarının bağımsızlığı neden önemli ?-www.bbc.com-10.07.2019 Djilas Milovan-Yeni Sınıf-İstanbul Kitapevi Yayınları-lstanbul 1982 Dündar Can-Celal Kazdağlı-Ergenekon-İmge Kitabevi Yayınları-İstanbul 1997 Eğilmez Mahfi-www.mahfiegilmez.com-Siyasal, Sosyal ve Ekonomik lstikrar-13 Mart 2014 Erdoğan Mustafa-lslamcıhk demokrasi vaat edebilir mi-daktilo 1984.com-22.06.2019. Erdoğan Mustafa-28 şubat sürecinden Reisçi otokrasiye-daktilo 1984.com-28.02.2020 Erdoğan Recep Tayyip -1.Yıl Ak Parti Grup Konuşmalan-Ak Parti Tanıtım Medya Başk.lığı-Ankara Eryılmaz Bilal Kamu-Yönetimi-Okutman Yayıncılık-Ankara 2010-sf.33 Gezi Direnişi/En Özel Fotğraflarla-Kaynak Yayınlan 2013 Gezi Direnişi-Haziran Başkaldınsı-Sönsöz-Kaynak Yayınlan 2013 Gökdemir Rubil-Twk ekonomisinin içler acısı ahalinin resmi-www.habemıim.com-27.12.2021 Gökdemir Rubil-Twk ekonomisinin içler acısı halinin resnri-www.habermim.com-27. I 2.202 I Gözler Kemal-Kurucu İktidar-Ekin Basın Yayın Dağıtım-Bursa 2016 Gözler Kemal-Türkiye Nereye Gidiyor-Ekin Yayınevi-Bursa 2020 432

Gözler Kemal-Akademinin Değersizleşmesi Üzerine-www.anayasa.gen.tr-25. l l .2019 Gözler Kemal-Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Uygulamadaki Değeri­ www.anayasa.gen.tr27.12.2019 Gültekin Levent-Şatafatlı Mağlubiyet-Doğan Kitap-İstanbul 2015 Günal Sami-Başkanlık ve başkancı sistem-www.abcgazetesi.com-l l .02.2017 Güneş İhsan-Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı-Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan­ lstanbul 1997 Habennas Jürgen-Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine-KabalcıYayınevi-İstanbul 1998 https://skocax.mcdium.com/25 Şubat 2020 https://skocax.mcdium.com/25 Şubat 2020 https://www.youtube.com/watch?v=40D-PmGNiwM) https://skocax.medium.com/25 Şubat 2020 https://tr.sputniknews.com-Erdoğan: Çobanlığın felsefesini anlamayan-14.11.2016 https://sbu.saglik.gov.tr-Sağlıkta Dönüşüm Programı-TC Sağlık Bakanlığı İlhan Attila -Ulusal Kültür Savaşı-Özgür Yayın Dağıtım-İstanbul 1986 inalcık Halil-Osmanlı imparatorluğu, Toplum ve Ekonomi-Eren Yayıncılık-İstanbul 1993 inan Kemal-Teknolojik İş(lev)sizlik-İletişim Yayınlan-İstanbul 2012 Kadıoğlu öz.can -www.dımya.com-İslam İşbirliği Teşkilab üyelerinin dünya ekonomisindeki yı:ri-

24.05.2017 Kadıoğlu Ôzcan-www.artigercek.com-Türkiye 'nin dünya ekonomisindeki payı-22.07 .2020 Kahveci Niyazi -Çağımız ve Türkiye-Doğu Kitabevi 6.Baskı-lstanbul 2020 Kaıpat Kemal -İslam'ın Siyasallaşması-Timaş Yayınlan-İstanbul 2013 Kalın İbrahim-Asıl soru Ayasaofya 'nın neden müzeye çev.-www.trthaber.com-l l .07 .2020 Kaluç Şcnol-www.dcıgipark.oıg.tr-'Alcvi Çalıştaylan Nihai Raporu' Üzerine Bir Dcğerlendinnc01.06.2011 Kanal İstanbul- İBB Kültür AŞ-İBB Kültür AŞ-İstanbul 2020 Keyder Ç/N.Üstiindağ-Avnıpa'da ve Türkiyc'de Sağlık Politikaları-İletişim Yayınlan-İstanbul 2013 Kili Suna -Atatürk Devrimi-Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan-Ankara 1995 Koloğlu Orhan-Osmanlıcadan Türkçeye Okuryazarlığımız-Tarihçi Kitabevi-İstanbul 2015 Kongar Emre -21.Yüzyılda Türkiye-Remzi Kitabevi-İstanbul 1998 Koru Fehmi-www.hurriyet.com.tr- l 7-25 Aralık sürecinin perde arkası-03.04.2016 Kuluçlu Erdal-Türk Hukuk Sistcınindc Normlar Hiyerarşisi-www.acarindcx.com-Sayıştay Dergisi-Sayı. 71 Kurtulmuş Numan-www.cnnturk.com-Suriye politikası baştan beri yanlıştı-05.01.2017 Lewis Bemard-Demokrasinin Türkiye Serüveni-Yapı Kredi Yayınlan-İstanbul 2003 Malkoç Ali Rıza-Hukuk Aşkı-Kutlu Yayinevi-İstanbul 2019 Mardin Şerif -Türk Modernleşmesi-İletişim Yayınlan-İstanbul 1995 Metin Yüksel-www.anyasa.gov.tr- Türkiye'de Yargı Bağımsızlığına İlişkin Kimi Sorunlar Meydan Sinan -Küfür sıçanından tezeğe-www.sozcu.com.tr-07.05.2018 Montesquieu-Kanunların Ruhu Üzerine 1-Toplumsal Dönüşüm Yayınları-İstanbul 1998 Nizamülmülk-Siyasetname-DergahYayınlan-lstanbul 1995 Özal Turgut -Değişim Belgeleri-Ku.ancı Matbaacılık Sanayii Aş.-İstanbul 1993 433

Özek Çetin-Yargının İdari Denetimi-www.dergipark.org.tr. Özbudun Ergun-Yeni Anayasa ve Yargı Bağımsızlığı-www.pperspektif.online-01. l0.2020 Özgen Mehmet Kasım -Farabinin Adalet Anlayışı-www.dergipark.org.tr Ôztuna Yılmaz -Bir Darbenin Anatomisi-Ötüken Yayınlan-İstanbul 2013 Pirenne Henri -Ortaçağ Kentleri-İletişim Yayınlan-İstanbul 2008 Roy Olivier -Siyasal İslam 'ın İflası-Metis Yayınlan-İstanbul I 995 Savaş Kutlu-Susurluk Raporu-Radikal Gazetesi Broşürü-sf.5-7-9-10-80 Selvi Abdülkadir-www.hurriyet.com.tr-O gece MİT'e gelen tlf-Köşe Yazısı-27.07.2017 Sencer Muzaffer -Osmanlı Toplum Yapısı-MAY Yayınlan-İstanbul 1982 Sezer Selim-Nişantaşı Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi-Yıl 2017 Cilt 5 Taştekin Fehim - Mursi'nin ardından-www.gazeteduvar.com.tr-21 Haziran 2019 Tanör Bülent-Osmanlı/Türk Anayasal Gelişmeleri-YKY-İstanbul 1998 Tavalıoğlu Burak -www.sahipkiran.org-Çözüm Süreci Tarihçesi Tekeli İlhan-Sivil Toplum Kuruluşları ve Yerelleşmenin iç İçeliği-11.STK Sempozyum Kitabı-Tarih Vakfı Yayını-İstanbul 2002-sf.13-14-15 Temel Kavramlar-Kim Yayınlan-Öncü Basımevi-Ankara Tim ur Taner-https://www.birgun.net/haber/mizrak-cuvala-sigmiyor-320932-29.10.2020 tr.euronews.com 28 şubat sürecinde neler yaşandı- -28.02.2019 Turan Bülent-Erdoğan olmasa biz hiçiz-www.artigercek.com-16.09.2019 Türköne Mürntaz'er -İslamcılığın Doğuşu-Lotus Yayınevi-Ankara 2003 Uçum Mehmet -Tek adam rejimi değil-www.t24.com.tr-25.0l.2017 Uluç Vahap-Türkiye'de Çok Partili Sisteme Geçiş-Araştırma Makalesi-14.04.2020dergipark.org.tr Ünal Tahsin-Türk Siyasi Tarihi-Emel Matbaacılık-Ankara 1978 Yazıcıoğlu Necdet /Ceyhun İrgil Bıınıa'dan Kore 'ye 80 Yıllık Ôykü-Y ılrnaz Basım-lstanbul 2020 Yeniçeri Özca.n-www.yenicaggazetesi.com.tr-Suriye politikasının neresi-1O.O 1.2017 Yılmaz Nuh-İslamcılık, AKP, Siyaset-Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce-Cilt 6 lslamcı­ lık- İletişim Yayınlan- İstanbul 2005 YouTube-Medyascope-18.08.2016 www.hurriyet.com.tr-28 Mayıs 2017 www.cnnturk.com-25.I0.2016 www.aa.com.tr-27.05.2020 www.dunyabulteni.net- Erbakan, Muhsin Batur için şifreli oy vermiş-14.12.2008 www.hurriyet.com.tr-Kardeş Erbakan'ın 3.7 milyon dolan off-shore'da uçtu-12.02.2004 www.hurriyet.com-Ekonomiye Süper Bakan-03.03.200 I www.dw.com-Türkiye basın özgürlüğü listesinde l54.sırada-21.04.2020 www.akparti.org.tr-Parti Programı-Şubat 2015 www.curnhuriyet.com.tr-Başbakan Erdoğan'ın İzmir Mitingi Konuşması-02.08.2014 www.akparti.org.tr-Parti Programı-Şubat 2015 www.mynet.com-Erdoğan'a 'Yılın Avrupalısı' ödülü-03.10. 2004 www.ab.gov. tr-Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri Kronolojisi-3 l .07 .2020 www.youtuba.com-AKP'li Eski Vekil KurtAçıkladı-25.12.2014

434

www.onedio.com-Metehan Yeşilyurt-2008 ABD Ekonomik Krizinde Ne Oldu-21.09.2018 www.l40joumos.com-201O Anayasa Referandumunu Yeniden Düşünmek-25.07.2016 www.youtube.com-Hilal Kaplan; 'Türk Bayrağı'nın ismi değişsin-29.03.2013 www.ilkehaber.com-Bu ülkenin adı Türkiye olmasaydı-29.09.2012 www.amerikaninsesi.com-Erdoğan, Dolmabahçe Mutabakatı doğru değil-22.Q3.2015 www.serdargunes.files.wordpress.com-Alevi Çalıştayları Nihai Raporu 2010-01.08.2013 www.sozcu.com.tr-Olkesine ömrünü adayan lider-18.07.2017 www.cumhuriyet.com.tr-AKP'li vekil: Osmanlı'nın 90 yıllık reklam arası-15.01.2015 www.sabah.com.tr-Cumhurbaşkanı Erdoğan Necip Fazıl'ın hitabesini okudu-11.05.2018 www.diken.com.tr-Erdoğan, 'Emri ben verdim demişti, Star tescilledi'-17.05.2017 www.haberyuzdeyuz.com-'AKP'li şirket 49 milyona aldığı arsayı'-31.03.2021 www.t24.com.tr-07.04.2018 www.t24.com.tr-23.04.2019 www.birgun.net-Freedom House'un hazırladığı 'Dünyada ÔZgürlükler' 2020-04.03.2020 www.data.tuik.gov.tr-Gelir ve Yaşam Koşulları Anıştııması-2020 www.patronlardunyasi.com- Kamu İhale Kanunu 190 kez değişti-29.09.2019 www.cnnturk.com-Oğul Unakıtan'ın mısır ithalatı DDK'da-22.06.2006 www.evrensel.net-AKP'nin 18 yıllık basın kamesi-22.10.2020 www.7sabah.com.tr-İzzet Ôzgenç; Devlet krizi siyasetin eseri-19.10.2020 www.resmigazete.gov.tr-l 0.07.2020 tarih ve 31181 mükerrer say.Resmi Gazete-10.07.2020 www.hurriyet.com. tr-ABD Ankara'ya nihayet büyükelçi atadı-30.12.201 O www.tr.euronews.com-Azerbaycan seçim son uçlarının şaibeli olduğu iddiası-11.02.2020 www.meb.gov.tr.-PISA 2018 Türkiye ön raporu-03.12.2019 www.odatv4.com-Fetö ve tarikatlar Türkiye'yi böyle ele geçirmiş- -14.02.2018 www.esergulbalci.com-Tarikat Raporu www.indyturk.com-Türkiye,202 l 'de G-20 liginden düşebilir-9.12.2020 www.tuik.gov.tr www.sayistay.gov.tr-Sayıştay Cumhurbaşkanlığı Raporu 2019-Raporlar 2019 www.saglik.gov.tr-TC Sağlık Bakanlığı-Tarihçe www.saglik.gov.tr-TC Sağlık Bakanlığı-Tarihçe www.saglik.gov.tr-TC Sağlık Bakanlığı-Sağlık Yatınmları Genel Müdürlüğü www.imf.org www.worldjusticeproject.org-WJP Rule ofLaw lndex 2020-World Justice Project www.dengedcnetleme.org-Cumhuıbaşkanlığı hükümet sistemi ile yürütmenin yargı Ü7.Crİndeki kontrolü derinleşti - 16.11.2020 www.bbc.com-Türkiye'de organize suçlarla mücadle:25 yılda neler yaşandı? www.haberler.com-Cwnhurbaşkaru Erdoğan-Bunları İstismara Dönüştürmenin Anlamı Yok23.04.2019 www.mhp.org.tr-18.03.2008-MHP TBMM Grup Toplantısı Konuşması www.sozcu.com.tr-İlctidar atıp tutuyor ama İsrail'le ticaret tam gaz-19.07.2014 www.tr.sputniknews.com-Erdoğan:lstanbul'a ihanet ettik-21.10.2017

435