Nereden Nereye [3 ed.] 9753480687


138 22 3MB

Turkish Pages 206 [205] Year 1995

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Table of contents :
a - 0035
Untitled.FR12 - 0001_1L
Untitled.FR12 - 0001_2R
Untitled.FR12 - 0002_1L
Untitled.FR12 - 0002_2R
Untitled.FR12 - 0003_1L
Untitled.FR12 - 0003_2R
Untitled.FR12 - 0004_1L
Untitled.FR12 - 0004_2R
Untitled.FR12 - 0005_1L
Untitled.FR12 - 0005_2R
Untitled.FR12 - 0006_1L
Untitled.FR12 - 0006_2R
Untitled.FR12 - 0007_1L
Untitled.FR12 - 0007_2R
Untitled.FR12 - 0008_1L
Untitled.FR12 - 0008_2R
Untitled.FR12 - 0009_1L
Untitled.FR12 - 0009_2R
Untitled.FR12 - 0010_1L
Untitled.FR12 - 0010_2R
Untitled.FR12 - 0011_1L
Untitled.FR12 - 0011_2R
Untitled.FR12 - 0012_1L
Untitled.FR12 - 0012_2R
Untitled.FR12 - 0013_1L
Untitled.FR12 - 0013_2R
Untitled.FR12 - 0014_1L
Untitled.FR12 - 0014_2R
Untitled.FR12 - 0015_1L
Untitled.FR12 - 0015_2R
Untitled.FR12 - 0016_1L
Untitled.FR12 - 0016_2R
Untitled.FR12 - 0017_1L
Untitled.FR12 - 0017_2R
Untitled.FR12 - 0018_1L
Untitled.FR12 - 0018_2R
Untitled.FR12 - 0019_1L
Untitled.FR12 - 0019_2R
Untitled.FR12 - 0020_1L
Untitled.FR12 - 0020_2R
Untitled.FR12 - 0021_1L
Untitled.FR12 - 0021_2R
Untitled.FR12 - 0022_1L
Untitled.FR12 - 0022_2R
Untitled.FR12 - 0023_1L
Untitled.FR12 - 0023_2R
Untitled.FR12 - 0024_1L
Untitled.FR12 - 0024_2R
Untitled.FR12 - 0025_1L
Untitled.FR12 - 0025_2R
Untitled.FR12 - 0026_1L
Untitled.FR12 - 0026_2R
Untitled.FR12 - 0027_1L
Untitled.FR12 - 0027_2R
Untitled.FR12 - 0028_1L
Untitled.FR12 - 0028_2R
Untitled.FR12 - 0029_1L
Untitled.FR12 - 0029_2R
Untitled.FR12 - 0030_1L
Untitled.FR12 - 0030_2R
Untitled.FR12 - 0031_1L
Untitled.FR12 - 0031_2R
Untitled.FR12 - 0032_1L
Untitled.FR12 - 0032_2R
Untitled.FR12 - 0033_1L
Untitled.FR12 - 0033_2R
Untitled.FR12 - 0034_1L
Untitled.FR12 - 0034_2R
Untitled.FR12 - 0035_1L
Untitled.FR12 - 0035_2R
Untitled.FR12 - 0036_1L
Untitled.FR12 - 0036_2R
Untitled.FR12 - 0037_1L
Untitled.FR12 - 0037_2R
Untitled.FR12 - 0038_1L
Untitled.FR12 - 0038_2R
Untitled.FR12 - 0039_1L
Untitled.FR12 - 0039_2R
Untitled.FR12 - 0040_1L
Untitled.FR12 - 0040_2R
Untitled.FR12 - 0041_1L
Untitled.FR12 - 0041_2R
Untitled.FR12 - 0042_1L
Untitled.FR12 - 0042_2R
Untitled.FR12 - 0043_1L
Untitled.FR12 - 0043_2R
Untitled.FR12 - 0044_1L
Untitled.FR12 - 0044_2R
Untitled.FR12 - 0045_1L
Untitled.FR12 - 0045_2R
Untitled.FR12 - 0046_1L
Untitled.FR12 - 0046_2R
Untitled.FR12 - 0047_1L
Untitled.FR12 - 0047_2R
Untitled.FR12 - 0048_1L
Untitled.FR12 - 0048_2R
Untitled.FR12 - 0049_1L
Untitled.FR12 - 0049_2R
Untitled.FR12 - 0050_1L
Untitled.FR12 - 0050_2R
Untitled.FR12 - 0051_1L
Untitled.FR12 - 0051_2R
Untitled.FR12 - 0052_1L
Untitled.FR12 - 0052_2R
Untitled.FR12 - 0053_1L
Untitled.FR12 - 0053_2R
Untitled.FR12 - 0054_1L
Untitled.FR12 - 0054_2R
Untitled.FR12 - 0055_1L
Untitled.FR12 - 0055_2R
Untitled.FR12 - 0056_1L
Untitled.FR12 - 0056_2R
Untitled.FR12 - 0057_1L
Untitled.FR12 - 0057_2R
Untitled.FR12 - 0058_1L
Untitled.FR12 - 0058_2R
Untitled.FR12 - 0059_1L
Untitled.FR12 - 0059_2R
Untitled.FR12 - 0060_1L
Untitled.FR12 - 0060_2R
Untitled.FR12 - 0061_1L
Untitled.FR12 - 0061_2R
Untitled.FR12 - 0062_1L
Untitled.FR12 - 0062_2R
Untitled.FR12 - 0063_1L
Untitled.FR12 - 0063_2R
Untitled.FR12 - 0064_1L
Untitled.FR12 - 0064_2R
Untitled.FR12 - 0065_1L
Untitled.FR12 - 0065_2R
Untitled.FR12 - 0066_1L
Untitled.FR12 - 0066_2R
Untitled.FR12 - 0067_1L
Untitled.FR12 - 0067_2R
Untitled.FR12 - 0068_1L
Untitled.FR12 - 0068_2R
Untitled.FR12 - 0069_1L
Untitled.FR12 - 0069_2R
Untitled.FR12 - 0070_1L
Untitled.FR12 - 0070_2R
Untitled.FR12 - 0071_1L
Untitled.FR12 - 0071_2R
Untitled.FR12 - 0072_1L
Untitled.FR12 - 0072_2R
Untitled.FR12 - 0073_1L
Untitled.FR12 - 0073_2R
Untitled.FR12 - 0074_1L
Untitled.FR12 - 0074_2R
Untitled.FR12 - 0075_1L
Untitled.FR12 - 0075_2R
Untitled.FR12 - 0076_1L
Untitled.FR12 - 0076_2R
Untitled.FR12 - 0077_1L
Untitled.FR12 - 0077_2R
Untitled.FR12 - 0078_1L
Untitled.FR12 - 0078_2R
Untitled.FR12 - 0079_1L
Untitled.FR12 - 0079_2R
Untitled.FR12 - 0080_1L
Untitled.FR12 - 0080_2R
Untitled.FR12 - 0081_1L
Untitled.FR12 - 0081_2R
Untitled.FR12 - 0082_1L
Untitled.FR12 - 0082_2R
Untitled.FR12 - 0083_1L
Untitled.FR12 - 0083_2R
Untitled.FR12 - 0084_1L
Untitled.FR12 - 0084_2R
Untitled.FR12 - 0085_1L
Untitled.FR12 - 0085_2R
Untitled.FR12 - 0086_1L
Untitled.FR12 - 0086_2R
Untitled.FR12 - 0087_1L
Untitled.FR12 - 0087_2R
Untitled.FR12 - 0088_1L
Untitled.FR12 - 0088_2R
Untitled.FR12 - 0089_1L
Untitled.FR12 - 0089_2R
Untitled.FR12 - 0090_1L
Untitled.FR12 - 0090_2R
Untitled.FR12 - 0091_1L
Untitled.FR12 - 0091_2R
Untitled.FR12 - 0092_1L
Untitled.FR12 - 0092_2R
Untitled.FR12 - 0093_1L
Untitled.FR12 - 0093_2R
Untitled.FR12 - 0094_1L
Untitled.FR12 - 0094_2R
Untitled.FR12 - 0095_1L
Untitled.FR12 - 0095_2R
Untitled.FR12 - 0096_1L
Untitled.FR12 - 0096_2R
Untitled.FR12 - 0097_1L
Untitled.FR12 - 0097_2R
Untitled.FR12 - 0098_1L
Untitled.FR12 - 0098_2R
Untitled.FR12 - 0099_1L
Untitled.FR12 - 0099_2R
Untitled.FR12 - 0100_1L
Untitled.FR12 - 0100_2R
Untitled.FR12 - 0101_1L
z
Boş Sayfa
Boş Sayfa
Recommend Papers

Nereden Nereye [3 ed.]
 9753480687

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Çınar Yayın)an Güncel

Nerden Nereye /foktamış Ateş

ISBN 975 - 348 - 068- 7 1995 2. Basım İstanbul, Nisan 1995

1. Basıın İstanbul, Nisan 3. Basım İstanbul,

Mayıs1995

Kapak fotoğrafı ve tasarımı : Cem Günübek Baskı ZaferMatbaası © Çınar Yayınlan, 1995 Tüm yayın haklan saklıdır.

Çınar Yayınlan, Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi

Küçi.ikparmakkapı

sokak No:

23

80060 Beyoğhı/İstanbul Telefon 0.212 293 23 98 - 99 Fax

0.212 293

28

96

Nerden Nereye Toktamış Ateş

.nargüncl!I

içindekiler Giriş 7 1. Bölüm KAVRAMLARIN LABiRENTiNDE ideoloji, Doktrin ve inanç 13 Degişimin Kuramı 16 içi Boşaltılan Kavramlar 19 Tarihe Bakmak 22 Düşünceye özgürlük 25 Globalleşen Dünya 28 Düşünce Suçu ve Terörizm 31 Uzlaşmak 34 il. Bölüm NERDEN NEREYE . Nerden Nereye 40 iyimser Olmak 43 Türkiye'nin Yeri 46 Türkiye'deki Degişim 50 Boykot Yapmak 53 Faşizmin Dogası 56 Yalpaya Bırakmak... 59 Çifte Standart 62 Dügmeye Basıldı mı?. 65 Bayram Benim Neyime. . 68 Kim Bunlar?.. 71 Dökülen Kan ve Umut 74 ..

.

ili. Bölüm REFAH ve LAiKLiK Belli Degerlere Saygı Duymak 79 Atatürk Yaşıyor 82 Birlikte Çalışmak 85 Dinde Zorlama 88 Toplumsal Şizofreni 91 Refah ve Demokrasi (1) 94 Refah ve Demokrasi (2) 97 Laiklik, Tarikat vs (1) 100 . . .

Laiklik, Tarikat vs. . (2) 103 Sivas'ın Ardından 106 Hedef Saptırmak 109 Asıl Tehlike 112 Laiklik Tartışmaları 115 .

iV. Bölüm BiR GARiP LiBERALiZM 70 Yıllık Tabu 121 Mütareke Basını ve Günümüz 124 Hazin Çelişkiler 128 2. Cumhuriyet Şaşkınlıgı (1) 131 2. Cumhuriyet Şaşkınlıgı (2) 134 Atatürkçü Olmak 138 Rahmetli... 141 Kaşınmak 144 V. Bölüm ASLAN SOSYAL DEMOKRATLAR SHP'den Beklenen 151 Memurlar ve SHP 155 Solda Birleşme 158 N'etsek Acaba? . 161 Demokratik Sol 164 Birleşmenin Çatısı 167 12 Eylül'ün Mirası 170 Hadi Bakalım 173 .

VI. Bölüm ŞUNDAN BUNDAN. TÜYAP Kitap Fuarı 179 Şundan Bundan.. 182 Yeni Yıl 185 Nerede Yaşıyoruz 189 Yeter ki Kararmasın 192 Saldırı Genişliyor 195 Emegin Gaspı 198 Hem Suçlu Hem Şikayetçi 201 Basında Yagma Düzeni 204 .

...

. .

Giriş

"Nerden Nereye ... " Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan yazılarımdan derlediğim dördüncü kitap oluyor. Bir za­ manlar kimi dostlarım, bu yazılarımın "gazete köşelerin­ de" kalmaması konusunda çok ısrarlı olmuşlardı. Onların bu dileklerini biraz abartarak



karşılamaktayım, bilemi­

yorum. Bu kitaptaki yazılan altı bölümde toparladım. "Kavramların Labirentinde" başlığını taşıyan birinci bö­ lümdeki yazılarımda, her zamanki tutkum, "kavram tut­ kum" ön plana çıkıyor. Aslında benim kavramlarla ilgili yaklaşımım "tutkunun" ötesinde bir "gereksinim" Zira di-

7

le getirdiğimiz bir kavramla ne demek istediğimizi net bir biçimde ortaya koymadığımız zaman, tartışmalar "sağırlar diyaloğuna", görüşler de "çorbaya" dönüyor. "Nerden Nereye" başlığını taşıyan ikinci bölümdeki yazı­ lar, Türkiye'nin değişik sorun ve gelişmeleri konusundaki görüşlerimin yer aldığı yazılar. "Refah ve Laiklik" adındaki üçüncü bölümde, bitmeyen bir tartışma üzerinde duruluyor. Kitaptaki en geniş bölüm bu olduğuruJ. göre, kimi arkadaşlarımın düşündüğü gibi "şeriatçı tehlikenin" farkında olmamam söz konusu değil. "Bir Garip liberalizm" adını verdiğim beşinci bölümde, günümüzde liberalizm olarak sunulan kimi görüşleri, bunları dile getirenleri ve bu yönde örgütlenmeye çaba­ layanları ele alıyor ve (kendimce) eleştiriyorum. "Aslan Sosyal Demokratlar" başlığını taşıyan altıncı bö­ lümde ise; bir b'aşka bitmeyen öykü, sosyal demokratla­ rın

durumlarını irdeleyen yazılar sergileniyor.

"Şundan Bundan ..." başlığını taşıyan altıncı bölümde, de­ ğişik konulardaki kimi yazılarım var. Bu kitap netice olarak bir "derleme" olduğuna göre fazla bir iddiası yok. Ancak "derleyip-toplayıp" okuyucuya sunduğumuza göre, sınırlı da olsa, bir iddiasının olduğu­ nu kabul etmem gerekiyor. Bu çok sınırlı iddia, 1995 Türkiye'sindeki kimi gelişmeler ve bu gelişmelerin "önce­ si ve sonrası" hakkındaki görüş, tahmin ve beklentilerimi aktarmak ...

8

Çınar Yayınlan'nın sahibi değerli arkadaşım Aydın Ilgaz ve arkadaşlarına da teşekkür borçluyum. (Bu arada Nil­ gün Ilgaz'ın hakkını da yememek, Cem ve Emine'yi de unutmamak gerek.) oriıann titiz ve önemli çalışmalarının okurlara da yansıyan güzel sonuçlan bir yana; eğer beni böylesine özendirmeselerdi, bu yazılarımın yayınlanması için herhalde epeyce beklemek gerekirdi.

Toktamış Ateş İstanbul, Mart 1995

9

/.Bölüm

KAVRAMLARIN LABIRENT1NDE

ideoloji, Doktirin ve inanç

Kimi kavramlar vardır ki; üzerinde tartışabilmek için net bir biçimde · a çıklanmaları gerekir. Zira bu kavramlar çogu kez yan lış kullanılırlar ve nereye çekerseniz oraya giderler. Örnegin 'ideoloji' kavramı, bu tür kavramlar arasındadır. E n egitimli insan lar arasındaki tartışmalarda bile zaman zaman ters anlamlara çekildigini görürüz. "Sen bu soruna ideolojik olarak bakıyorsun " derler, "İdeolojik konuşma " derler. . . Bizim toplumumuzda insa n lar "ideoloji" sözcügü nden korkar hale gelmişlerdir. Mürekkep yalamış bir sürü insan, ideoloji denildigi za­ man; ya eli silahlı solculugu ya da faşizmi veya radikal dinciligi anlar.

'Kemalizm ideolojisi. . . ' diye söze başladığımz zaman, hemen karşı çıkarlar. " Kemalizm ideoloj i degildir" derler. "Peki Kemalizm bir ide­ oloji değildir de nedir" sorusunu sordugunuz zaman da çogunluklu susarlar. Susmayan lar ise 'uygulamadtr' vb. türünden yanıtlar verir­ ler ki; bu tür yanıtların da h içbir anlamı yoktur. Uygulama, ama 'ne­ ye göre ve hangi doğrultuda uygulama?' 13

ideoloji sözcügünden böylesine ürkülmesi elbette nedensiz degildir. Özellikle 1 2 Eylü l sonrasında, tüm kitle iletişim araçları yıllarca bu yönde propaganda yapmıştı . O zamanların cunta liderleri çok nu­ tuklar atmışlardı, "Hiçbir ideolojiye sapmamış, pml pml gençler isti­ yoruz" demişlerdi. Sonra da bu adamlara fahri hukuk profesörlügü ve barış ödülü verdiler. Ne diyelim? . . Oysa k i ideoloji, kolay tanımlanabilecek bir kavramdır: "Kişinin kafa­ s1ndaki, sistemleşmiş düşünce bütünüdür. " Kafası karışık birtakım adamların ve kadı n ların ideolojisi olmadıgı açıktır, ama genellikle herkesin bir ideolojisi ya da 'ideolojik yaklaşım/' vardır.

ideolojinin 'iyisi' ya da 'kötüsü' olmayacagı gibi, 'doğrusu' ya da 'yan/işi' da olmaz. Her ideoloji; o ideolojiye inanan i nsan için 'iyi' ve 'doğru'dur. Eger bir ideoloji 'eyleme dönükse' ya da 'eyleme yönelikse' o za­ man bir 'doktrin ' söz konusudur. Yani doktrin, 'ideolojinin eyleme yönelik halidir.' Kimi siyaset bilimciler 'aktif ideoloji' ve 'pasif ideolo­ ji' ayrımı yaparak; doktrini, aktif ideoloji ile aynı şey sayarlar ki; dog­ rusu bu yaklaşıma pek katılamıyorum. Doktrin eyleme çok daha dönük oldugu halde, ilginçtir ki toplumu­ muzda doktrin sözcügü, ideoloji sözcügü kadar 'ürküntü' vermez. Bu da yapılan tek yönl ü propagandaların bir sonucu olsa gerek . . . ideoloji, mutlaka 'bilimsel' olmak zorunda degildir, 'bilgi'ye dayan­ ması yeter. Bu bilgi; d�ru olsa da olur, dogru olmasa da olur. Yan­ lış 'bilgilenmenin ' ya da 'bilgilendirmenin ' son ucu ortaya çıkan ide­ oloji, 'işin. doğrusunu bilenler'i n gözü nde, 'yanlişt1r' Ama ne gam? . . Biraz yukarıda da degindim. Her ideoloji, ona inanan insan­ ların gözünde 'doğrudur' Zaten bu işin 'yanlişliğm/' ispat etmek de çok zordur. işin bu noktasında biraz da 'inanç' ve 'iman'dan söz etmek gerekir. Zira bu kavramların her ikisi de belli bir bilgilenme ya da bilgilendir­ me sonucu oluşur ve sonunda ideolojiye dönüşür.

'İnanç' ve 'iman ', salt dinsel anlamda kullanılan kavramlar ya da de14

yimler degildir. inancın her türlüsü olabilecegi gibi, dinlerin 'mesaj!' dışında, iman edilen bir sürü şey vardır. inanç ve imanın ayırıcı özel­ ligi, her iki kavramın da 'tartışma dışt' olmaları, 'tartışma götürmez' şeyler olmalarıdır. iman ve i na nç tartışma dışıdır, ama bunlara dayanan ideolojilere sa­ hip olanlar tartışmayı çok sevdi kleri gibi, 'kendi doğrulan'nı herkese kabul ettirmeye de çok heveslidirler. Hele bu ideolojileri 'dinsel' ni­ telikte ise kendileri gibi düşünmeyenlere hem çok kızarlar hem de kimi zaman- acırlar. Bazen b u kızgınlıklarının şiddete dönüştügünü de görebiliriz. Ama herkesin inancı kendinedir. Aynen herkesin ideolojisinin kendi­ ne olması gibi . Ve bu ideoloji bilimsel kökenli de olsa, son unda bir imana ve inanca dönüşebilir ki bu 'dönüşüm noktasl', aynı zaman­ da 'bilimsellikten ayn/iş' noktası olur. Kimileri de sürekli ideoloji degiştirirler. Bu degiştirme, 'inançlardaki' bir degişimden mi kaynaklanır, 'çıkarlardaki' bir degişimden mi kay­ naklanır, dogrusu bilemeyiz. Ama bu tür degişimlerin çogu zaman muthiş 'çıkar sağladığt' açıktır. ibretle seyrederiz bu insanları. Kimi zaman kızarak, ama genellikle gülerek ve acıyarak . . .

15

Değişimin. Ku{amı

Degişimi bilimsel olarak açıklayan ve kendince (ve bence) maddeci bir "belirleyiciye" baglayarak, "süreklilik" kazandıran ilk düşünür Kari Marks olmuştur. Ancak bu "ilk düşünür" ifadesi, kimi zaman kafa karıştırıcı olmakta­ dır. Marks'tan önce, degişimle ilgili yazan, deg işimi kon u edinen düşü nür yok muydu? Elbette vardı. Eski H ind'de de, Ç i n'de de, Anadolu'da da, Yunan'da da, lslam'da da, degişim konusunu kale­ mine dolayan bir dizi düşünür vardır. Ama tüm bu düşünürlere say­ gı duymak bir yana; Marks bu kavrama, bilimsel bir mantık içinde "süreklilik" kazandırmış olmanın onurunu taşır. Çok basite indirgemek ne derecede dogru bilemiyorum, ancak de­ neyecegim. Marks'a göre toplumların bir "altyapısı", ya da ekono­ mik (objektif-nesnel) yapısı vardır; bir de "üstyapı'1arı vardır. Bu alt­ yapı; üstyapı adın ı verdigi tüm diger kurumlar açısından "belirleyici­ dir" (Kimi zaman, üstyapı kurumlarının altyapıya etkisi olsa bile . . . ) Gene Marks'a göre (tabii bana göre de), altyapıyı belirleyen kimi

16

"değişkenler" vardır ki; bunlara "üretim güçleri" adı verilir. Bunlar;

dogal koşullar ve bu koşullardaki degişimler; bilimsel ve teknolojik yapıdaki degişimler ve nihayet insandaki (bilincindeki, örgütlenme­ sindeki vb.) degişimlerdir. Bu "değişimler" gerçekleşince, toplumla­ rın altyapısı da degişir. istense de, istenmese de . . . Toplumların altyapısında üç"ilişki" vardır ki; Marks bunlara "üretim ilişkileri" adını verir. Bun lar; "mülkiyet ilişkileri", "paylaşım ilişkileri" ve nihayet "smıf ilişkiler;", ya da sınıf yapısıdır. üretim güçlerindeki bir degişim; nasıl istense de isten mese de altya­ pıyı degiştiriyorsa; altyapıdaki, ya da üretim ilişkilerindeki bir degi­ şim de, istense de istenmese de üstyapı kurumlarını degiştirecektir. Ama bu degişim kimi zaman hızlı olur, kimi zaman yavaş olur. Aynı biçimde kimi zaman hızlandırılabilir, kimi zaman yavaşlatılabilir. Marks, yaşadıgı çagı ve o zamana kadar geçen tarihsel süreci, bu mantık çerçevesinde çok net ve dogru bir biçimde açıklamıştır. Ama "üretim güçlerinin " zaman içinde nasıl gelişeceklerini yanlış "tahmin ettiğinden " gelecekle ilgili beklentileri dogru çıkmamıştır. M arks'ın "değişime dayanan " bu toplum yorumu, bilimsel bir mo­ deldir. Bu modeli benimsemek, ya da kullanmak için Marksist ol­ mak da gerekmez, maddeci (materyalist) olmak da gerekmez. Ayrı­ ca canı isteyen benimser ve kullanır, can ı istemeyen benimsemez ve kullanmaz. isteyen de "Marks Allahsızdı" sloganının ardına sıgınır ve "Kaptya şapka asmak" öykülerine sarılır. . . Ama benimseseniz de, benimsemeseniz de; Marks'ın modelinin te­ melinin degişim oldugunu yadsıyamazsınız. Degişim, Marks için her şeyin temeli ve dünyayı, toplumu ve insanları (hem bugünleriyle, hem dünleriyle ve hem de yarınlarıyla) açıklamanın en önemli aracı­ dır. Bu yazıya başlarken, amacım, günümüz Türkiyesi'ndeki kimi "deği­ şimcilerin " görüşlerini ele a lmaktı . Gerçekten, ülkemizde bu düşü­ nüşün "çok süzme" örneklerini görüyor, okuyor ve dinliyoruz. Ama Türkiye örnegini bir sonraki yazıma bırakacagım. (Zaten Yazı lşle­ ri'ndeki arkadaşlarımız, yazıların uzunluguna laf dokundu ruyorlar.) 17

Marks'ın yaşadıgı dönemde Batı'da "vahşi kapitalizm " egemendi. Marks_ bu vahşi kapitalizmin ortaya çıkardıgı sanayi işçisinin (prole­ tarya), paylaşımın ve mülkiyet ilişkilerinin yorumunu ve ortaya çıkış­ larını çok iyi degerlendirdi ve yorumladı. Ancak bu gelişmelerin yol açacagı "sonuçlarda " yanıldı. Zira Marks, o "vahşi kapitalistlerin " proletaryanın haklı taleplerini eskiden oldugu gibi zorla engelleme­ ye çalışacaklarını ve bunun da "patlamalara " yol açacagını düşün­ müştü . Fakat o vahşi kapitalistler, yani egemen sınıf, Marks'ın bek­ lediginden daha akıllı çıktı . Ya da koşullar onların daha akıllıca davranmalarını mümkün kıldı . ·

Marks, 1 9. yüzyılın ortalarında işçiler için "Zincirlerinden başka yiti­ recek bir şeyleri yok" diyordu ve bu tespi� çok dogruyd u . Kapita­ lizm, gereksinimi olan "artı değeri", kendi emekçisini sömürerek el­ de etmeye çalışıyordu. Fakat işçilerin, ya da emek kesiminin siyasal mücadelede agırl ı g ı n ı koymasıyla, bu olanak ortada n ka lkmaya başladı . ·

Kapitalizm o zaman gözlerini, kendi ülkesinin dışına çevirdi ve sö­ mürgecilik aşamasına geçti . (Lenin bunu emperyalizm olarak isim­ lendirecektir.) Bu aşamada kapitalizmin gereksinimini d uydugu artı deger, sömürgelerden aktarıldı. Sömürge halkalarının alınteri, kanı ve gözyaşları; kapitalist ülkelerin refahının temeli oldu . Gelişmiş sa­ nayi ü l kelerinin işçileri de bu refa�tan pay aldılar. Kimi ü l kelerde "sosyal devlet" kimi ülkelerde de "refah devleti" kuruld u . Çok basite indirgeyerek anlatıyorum. Elbette bu kadar basit ve ko­ lay olmadı her şey. Ama kaba çizgiler içinde, 20. yüzyıla gelene ka­ dar böyle gelişti olaylar. Zaten amacım yakın çaglar tarihini özetle­ mek de degil. Ben im amacım, degişim kuramı ile bizdeki "seçkin değişimciler" arasındaki çelişkileri sergilemekti. Sanıyorum kuram üzerinde yeterince durdum. Bir sonraki yazımı bizim degişimcilere ayıracagım. ·

18

içi Boşatblan Kavramlar

Sosyaldemokrat Halkçı Parti ' n i n Sayın Genel Başkanı geçenlerde "sosyalist" olduklarını söyledi . Ben "Maşallah " dedim a ma; a rkadaş­ larımın çogu, tebessüm ettiler. Aralarından bazıları "Önce sosyal de­ mokrat olsun da, sosyalist olmayı sonra düşünsün " dediler. Ama Sayın Karayalçın'ın sosyal demokrat olması da pek kolay degil. Zira sosyal demokrat olmayı da Tansu Çiller kaptı. Okur�arım anımsayacaklardır. Sayın Çiller bir süre önce "Ben sosyal demokratım" diyerek bizleri hayret ve şaşkınlıga düşürmüştü . Hay­ ret ve şaşkınlıgımızın nedeni, bu "gerçeği" o zamana kadar nasıl göremedigimiz idi . . .

Şimdi gene aynı agızdan Türkiye'nin bugüne dek sosyalist bir devlet oldugunu duymanın şok ve şaşkınlıgın ı yaşıyoruz. özelleştirme Ya­ sası ile bu "üzücü ve zarar/!'' durumdan da kurtulmuş olduk . . . Sanki alay ediyorlar bizimle. "Sanki" degil, mutlaka alay ediyorlar. Yoksa bir ekonomi profesörü "sosyal devletin " ne oldugunu bilmez mi? Sosyal demokrasinin, sosyalizmin ne oldugunu bilmeyen ög19

renciler; ekonomi e!)itimi yapan okullarda biri nci sınıftan ikinci sınıfa geçemezler. Burada maksat, kafa karıştırmak. Elhak, çok da başarılı oluyorlar. Cuma günü bizim fakültedeki çaycı kapımı tıklattı . Baktım kıvranı­ yor, bir şeyler söylemek ya da bir şey sormak istiyor. "Çıkar dilinin al­ tındaki baklayı " dedim. Dogrusu izin-m izi n isteyecek sanmıştı m. "Hocam, Özal sosyalist miydi?" dedi. "Nerden çıktı bu" d iye sor­ dum. ilk anda ne demek istedigini anlayamamıştım. ''Türkiye sosya­

list olduğuna göre bugüne dek Türkiye'yi yönetenler de so5yalistti­ ler. " Ve sürdürdü konuşmasını "Hiç böyle şey olur mu?" Yüzüne baktım . B u soruyu meraktan mı sormuştu, yoksa dalga mı geçiyordu anlayamamıştım. Agzı kulaklarında . M üthiş egleniyordu. "Hey Al/ahım " dedim, "İktisat profesörüne bak, İktisat Fakültesi'nin

çayctsına bak"

Altüst ediyorlar kavramları, içlerin i boşaltıyorlar i nsan ların kafasını karıştırıyorlar. Ama bugünün işi de degil bu. Yıllardır süren korkunç bir uygulama. Pek çok bakımlardan sevdigim Türk-iş Genel Başkanı Bayram Me­ ral, DYP' nin milletvekili adayı idi . Seçimleri kazanamadı . Seçim bu; kazanmak da var, kaza namamak da . Ama ayn ı Bayra m Meral, Türk-iş Gepel Kurulu'ndan "sol"un adayı olarak genel başkan çıktı . Ve "solcu" kimi sendikalar bu işi yaparken, hiç utanç duymadılar. Necmettin Erbakan Hoca, "Atatürk yaşasaydı Refah 'ta olurdu" di­ yor. Buyrun bakalım. Hoca (mealen) devam ediyor: "Atatürk'ün ba­

ğımsızltk ilkesini ve ağır sanayi hamlesini Refah temsil ediyor"

Atatürk'ün kurdugu partiye ve Atatürk' ün ku rdugu partinin devamı oldugunu iddia eden partiye bakıyorsunuz, tam bir teslimiyet için­ de. "Acaba " diye d üşünüyor kimileri, "Erbakan Hoca 'nın söyledikle­ rinde gerçek payı var mı?" Elbette yok ama, insanların kafası allak bullak edilmiş durumda . ·

Türkiye'deki soygun düzenin ana kaynaklarından biri kam u banka­ larıdı r. Yıllardan beri özelleştirmeye karşı oldugumu, ama kamu 20

bankalarının özelleştirilmesini sonuna dek destekleyecegimi yazar ve söylerim. özelleştirme Yasası çıktı, ama Eximbank, Halk Bankası ve Ziraat Bankası istisna edildi. Acaba n iye ? M adem ekonomik alanda '2. cumhuriyet'e geçtik ve piyasa ekonomisine ulaştık, bu ban kaları n da özel leştiril mesi gerekmez miydi? Ne biçim piyasa ekonomisi bu? Anlaşılıyor ki; tarım kesimindeki sübvansiyon da devam edecek, es­ naf kredileri de devam edecek, dış ticaretteki ayrıcalıklar da . Tabii döviz fiyatlarını da devlet belirleyecek. Neymiş, "devrim yapılmış" Bu sütunlarda devrim kavramını da defalarca ele aldım. Bugün bir daha üzerinde durmayacagım. Ama ortada devrim falan yok. Zaten bu yapılan şey, olsa olsa "karşı devrimdir" Bizim, yan i ü niversite hocalarının agzına ''yanm parmak bal çaldı­ lar". Artık "eylemler" de sona erer. Ama "özlük haklan"na dokunan olmadı . insanın aklına, "Acaba ücret düzenlemesi, özlük haklan de­ mek mi" sorusu geliyor. Oysa ki sayın yöneticilerimiz hala üniversi­

teleri babalarının çiftligi, ögretim üye ve yardımcılarını da kendi h iz­ metlileri olarak görüyorlar. Çalıştıgım kurumu yıpratmamak için çogu zaman sesimi kısmaya ugraştım. Ama kimi zaman tadını kaçırıyorlar. Önümüzdeki günler­ de bu konuyu genişligine ele alacagım. Her taraf toz duman içinde ve her şey allak bullak. Sapla saman bir­ birine karıştı . Ama mücadelemizi s'o rdürecegiz elbette. Ne demiş atalarımız, "Ağ/ayak da gözden mi o/ak / Dövünek de dizden mi

o/ak?"

21

Tarihe Bakmak

Bir insan tarihe dogru bakabildigi zaman, gününü anlamak ve yo­ rumlamak konusunda fazla zorlanmaz. Hatta "zorlanmak" ne keli­ me, gününü kolayca anlar ve yorumlar. Eger tarih dogru kaynaklar­ dan ve dogru bir biçimde okunabilirse, yaşanan hiçbir şey "sürpriz" degildir. Ancak tarih i iyi bilmek, insanları "kahtn " de yapmaz. Yani, "Tarih

doğru okunur ve anlaŞ1/Jrsa, insanlar neyin ya da nelerin olacağmı önceden bilirler" gibisinden bir düşünce dogru degildir. Zira top­ lumsal yaşam içinde "benzer" olaylar her zaman ve her yerde aynı

sonuçlara yol açmayacagı gibi, benzer sonuçlara bile yol açmayabi­ lir. Şu ya da bu nedenlerden ötürü farklı sonuçlar ortaya çıkabilir. Zaten tarihi iyi okuyan biri, böyle olasılıkların da bilincinde olur.

Ancak ne kadar farklılıklar olursa olsun, ortaya çıkan sonuç ve so­ nuçlar, tarihi dogru algılayabilen bir insan için sürpriz degildir. Ger­ çekleşen şeyler, gerçekleşmesi "beklenebilen " şeylerdir. Ortaya çı­ kan sonuçlar, ortaya "çıkabilecek" sonuçlardır.

22

Tarihçiler ya da tarihle ugraşan lar iki türe ayrılır. Birinci türden tarih­ çiler, meslekten tarihçilerdir. Genç bir arkadaşımız, bu insanları "bili­ min proletaryası" olarak isimlendirir ki çok haklıdır. Belli bir tarih egi­ timi almış olan bu insanlar, fazla bir "yorumlama " endişesi duymak­ sızı n, tarihin hammaddesini kotarırlar. Belgeleri bulurlar, çıkarırlar, gereginde tercüme ederler ve "ikinci tür" tarihçilerin (ve elbette her­ kesin) hizmetine sunarlar. Yapılan bu iş, çok önemli bir hizmet ve katkıdır. ikinci tur tarihçiler ise, meslekten tarihçi olmayıp, uzmanlaştıkları bir top l u msal bilim a l a n ı nda, işi n "kökenine inerek" dogru teşh is, yorum ve açıklama yapmaya çal ışan insanlardır. (Bendeniz de bu türden bir araştırmacıyım .) Bu tür tarihçiler genellikle, hammadde kotarma konusunda yetersiz ve tarih metodolojisi bakımından zayıftırlar. Ancak belli bir toplum­ sal bilim "kavram ve anlayışı" çerçevesinde ve eger dagarcıgında varsa, toplumsal bilimin metodolojisi içinde, yararlı işler yapabilirler. (Bir de her iki tür tarih yaklaşım ve an layışının "amatörleri" vardır ki; bunlar ayrı bir alemdir.) Burada, karıştırılmaması gereken bir h usus vardır. Aslında her top­ l umsal bilimin bir "tarih yönü" bulunur, bir de tarihi "kullanma " yönü . örnegin h u kuk toplumsal bilimdir. Ve hukukun farklı dal­ larında uzmanlaşan ,Ya da uzmanlaşmak isteyen bir araştırmacı; el­ bette gözlerini toplumsal gelişmelerin tarihine dikecektir. Ama bun­ ların dışında bir de "hukuk tarihi" vardır. işte burada farklı bir yön:­ tem ve anlayış gerekir. Toplumların hukuk açısından yaşadıkları degişim sürecini tarihsel bir perspektif içinde i ncelemek ayrı bir şeydir, hukuk tari h i alanında çalışmak ayrı bir şey. Birinci durumda araştırmacının "hukukçuluğu" ön plandadır. ikinci durumda ise, ön planda olan şey "tarihçilik"tir. Benzer bir durum iktisatta da vardır, felsefede de, sosyolojide de, siyaset biliminde de. Toplumsal bilimlerin herhangi birinde, tarihi kullanarak dogru teşhis ve açıklamalarda bulunmak isteyecek araş­ tırmacının en özenle dikkate alması gereken yöntem "karşılaştırma 23

yöntemi"dir. Bu karşılaştırma, hem zaman boyutunda ve hem de mekan boy utunda yapılmak zorundadır. Zaman boyutunda yapılmak zorundadı r; çünkü belli kurumları n bugünkü anlamlarına ve boyutlarına ba karak, örnegin elli sene ön­ ce aynı adı taşıyan kurumlarla karşılaştıramazsını:{:. Karşılaştırsanız da boşuna kürek çekmiş olursunuz. Ay n ı şey k u r u m l a r ı n ya n ı s ı ra kavra m l a r a ç ı s ı n d a n da söz konusudur. Aynı kavram elli sene önce başka anlamda kullanılabilir­ di, bugün çok farklı anlamlarda kullanılabilir. Aynı sözcü k, farklı içerikler taşıyabilir. Mekan boyutunda ya pılmak zoru ndadı r; çü n kü farkl ı cografi mekanların farklı altyapıları vardır. Eger farklı bir altyapıda ortaya çıkan bir gelişmenin kurallarını, altyapısı farklı bir başka toplumun gelişimini açıklamak için ku llanmak istersen iz bu da boşuna bir çaba olur. Burada da akıntıya kürek çekmiş olursunuz. O halde tari­ he dogru bir biçimde bakmak için, zaman ve mekan farklılıklarını dikkate almak, bu farklılıkları iyi bilmek gerekir. Ama işin dogrusu, bunu becerebilmek de pek kolay degildir. Fakat işin kolayına kaçmamak ve bilimsel d ürüstl ü kten uzaklaş­ mamak gerekir. ôrnegin Türkiye'nin 1 920'1i yıllarda yaşadıgı dev­ rimi degerlendirebilmek için, önce Osmanlı l mparatorlugu'nun son yanm yüzyılını bilmek ve degerlendirme k gerekir. Eger b u yapılmaz­ sa, yapılan tüm a nalizler havada kalır. Hele kavramların böylesine altüst edildigi bir Türkiye' de "doğru kar­ şılaşttrmalar" yapılmazsa, h içbir yere va ra mayız. 1 994'e kadar yaşanan dönemi "sosyalist" olarak niteleyen "sosyal demokrat" bir başbakanın ve bunun "sosyalist" yardımcısının yönettigi ülkemiz, tarikat mensubu rah metli bir "büyük devrimciyi" hasretle an maya devam eder ! . .

24

Düşünceye Özgürlük

Bir hafta kadar önceyd i . Şanar Yurdatapan gazetedeki odama gel­ di. Görüşlerim iz birbirini ne kadar tutar bilemiyoru m . Ama sanırım, en azından temel bazı konularda aynı görüşteyiz. Yurdatapan, bir "çağn" getirdi: "Düşünce Suçuna (! ?) Karşı Girişim Çağnsı" Desteklenmesi gereken, hoş bir çaba . Bu işe girişen arkadaşların dile getirdikleri üç talep var. Kendi ifade­ leriyle;

" 1 - Bu çağnyı, imza formunu ve 'Ben ne yapabilirim.' başlıklı yazıyt bir bütün olarak bir hafta boyunca sürekli yaytmlamamz, 2- Haberci iseniz gelişen haberlerinizle, köşe yazan iseniz yazılanmz­ la destek olmamz, (Katılımct sayısmm her geçen gün zenginleşmesi, size bu olanağı kendiliğinden sağlayabilir), 3- Kendi admızı ve imzamzı katıltmolann arasma katarak daha da güçlenmemize katkıda bulunmantz. . . "

25

Bu ta leplerden üçüncüsü n ü hemen yerine geti rd i m ve imza m ı memnuniyetle attım. Zaten geçenlerde benzer b i r şey Dogu Perin­ çek' in mahkumiyet kararı ile ilgili olarak da yapılmıştı . Bu yazıyı kaleme aldıgıma göre, ikinci talebi de yerine getirmiş olu­ yorum . Birinci talep ise, beni aşıyor elbette. B u n u gazeteyi yöneten arka­ daşlarımız düşünsü n . Ama bizim gazetenin zaten çok kısıtlı olan sayfalarında böylesi uzun bir yazı, bir hafta boyunca yayımlanabilir mi bilemiyoru m . Kaldı k i "kimilerinin " ifadesine göre bizim gazete, zaten "az satan " bir gazete ve gene bu muhteremlerin deyişleriyle "resmi ideolojinin sözcüsü" durumundayız. Bize bu sıfatları layık görenler, kendi, "çok satan " gazetelerinde bu çagrıyı, bir hafta boyunca yayımlatırlar her­ halde. Zaten bu arkadaşlar, lafta "devrimciliği" kimseye bırakmazlar. Ama iş işleme geldigi zaman, C umhu riyet gazetesini beklemeye başlarlar. Bu arkadaşlar arasında çok ilginç insanlar var. Hertürlü özgürlügün (lafta) bayraktarlıgına sıvanırlar, ama sıra "örgütlenme ozgürlüğü­ ne" geli nce pas geçerler. Oysa ki biraz aşagıda da deginecegim üzere, örgütlenme özgürlügü olmaksızın, düşünce özgürlügünden söz bile edilemez. Bu nasıl bir anlayıştır ki; "Düşünce özgürlüğüne evet, örgütlenme özgürlüğüne hayır. " Kendileri sendikalarına üye olamadıkları gibi, . .

sendi kaya gireni de kapıya koyarlar. Başkaların ı n iş güvencesi söz konusu oldugu zaman, mangalda kül bırakmazlar. Ama kendileri­ nin iş güvencesi yoktur. Gruplar halinde o gazeteden bu gazeteye, o dergiden bu dergiye dolaşır dururlar. Ve bunlar kendilerine anım­ satıldıgı zaman da bin dereden su getiri rler. Çok "ibretlik" olaylar bunlar. Ama konumuz bu degil . Düşünce özgürlügü, yalın b i r özgürlük degildir. "Öncesi" ve "sonra­ sı" vardır. öncesi denildigi zaman, insanların düşü nebilme "yetisini" kazanabilecekleri ortam ve koşullar göz önüne alınmalıdır.

26

Sonrası denildigi zaman ise; d üşüncenin "açıklanması", "yayımlan­ mast'' ve o düşünce dogrultusundaki insanların "örgütlenmesi" söz

konusudur. Ancak bu alanlarda özgürlük varsa, düşünce özgürlü­ günden söz edilebilir.

Eger açıklanamazsa, yayımlanamazsa ve o düşünce dogrultusunda­ ki insanlar örgütlenemezse; o düşünceleri nasıl duyabiliriz, nasıl de­ gerlendirebiliriz ve (sırasında) nasıl eleştirebiliriz? Bir düşüncenin haklı olup olmadıgının anlaşılabilmesi için, en azın­ dan o düşüncenin dile getirilmesi, yazıya dökülmesi gerekir. Nerede yaşıyoruz ve hangi çagda yaşıyoruz? " Yaşar Kemal hakli mı, haksız mı?" diye başlayan bildirideki bazı hususlar pek de hoşuma gitmedi. G itmez gitmez. . . Zaten bildirideki ifadesiyle, "Ayn ayn düşünmek, hepimizin hakkıdır. 11 Fakat bu bildiri ve girişim desteklenmelidir. Bildiri şöyle sona eriyor:

içeriğini onaylasam da onaylamasam da; sırf 'düşünceleri açıkla­ ma özgürlügüne' duyduğum saygı gereği olarak, yasal baskı altma almmak istenen düşüncelerin tümünün altma imzamı atJyorum. Bu imza yüzünden bana verilebilecek her türlü cezayı onurla taşwaca­ ğımı duyuruyorum 11 . . .

27

Globalleşen Dünya*

Dünya h ızla degişiyor. Ve bu degişime paralel olarak, sürekli yeni kavram ve anlayışlar ortaya çıkıyor. Siyasal teori alanında at koştu­ ran bir usta "Siyasal düşünce toplumdaki değişimi e.lli y!I geriden iz­ ler" demişti. Bu görüş, bundan birkaç yüzyıl öncesine kadar bir an­ lam taşıyabilirdi. Ama şimdi "değişim " öylesine h ızlı ki eger siyasal düşünce elli yıl geriden gelse hiçbir kıymeti kalmayacak. Bu nedenle tüm kavramlar üç beş yılda bir altüst ediliyor.

"Globalleşme" bu kavramlardan biri. Tü rkçe'ye "küreselleşme", "bütünleşme" vb . gibi sözcüklerle çeviriyorlar. Ne anlama geldigi konusunda farklı açıklamalar yapılmakla birlikte, "İletişim ve ulaşı­ mm çok geliştiği dünyamızda, _artık bir bütünlüğün egemen olması­ nt" betimliyor. Acaba gerçekten böylesine bir "bütünleşme" var mı? Yoksa dünyanın böylesine "küçülmesi" birileri tarafından, bambaş­ ka amaçlar dogrultusunda mı kullanılıyor?

Bu soruları saglıklı bir biçimde yanıtlayabilmek için, öncelikle şunun vurgulanması gerekir ki globalleşme kavraf!1ı, tek başına ve yalın bir biçimde ortaya atılan bir kavram degildir. G loballeşme kavramı, ide28

olojilerin sona erdigi iddia edilen bir dönemde, "yeni dünya düzeni" olarak isimlendirilen ilginç bir kavramla birlikte ortaya atılmıştır. Ve bu kavramların tümü, "yeni liberalizm " ya da "neo-liberalizm " adı verilen anlayışın üzerine kurulmuşlardır. Demek ki � loballeşme kavramını anlayabilmek için, neo-liberalizm­ den yola çıkmak, yani başlangıç noktası olarak neo-liberalizmi al­ mak gerekir. Ve şu soruyu sor mak gerekir: "Bu liberalizmin neresi yenidir ki yeni

liberalizm olarak isimlendiriyorsunuz? Gerçekten bireyciliği sonuna kadar abartan ve devletin sosyal işlevlerini srflr(ayarak, müdahale yollarmı tıkamak isteyen bir liberalizmin neresi ''yenidir"?" Bu anla­ yış (en azından Avrupa demokrasileri nde) çoktan terk edilmiş ve mahku m edilmiş olan "vahşi kapitalizm"den başka bir şey degildir. Eşitsi:;;: l iklerin diz boyu oldugu bir toplumsal yapı içi nde, eşitlik "var­ sayımmdan " yola çıkarak ve gene salt varsayımsal düzeyde var olan bir piyasa ekonomisi içinde, nasıl özgür olabilir insanlar?

ideolojilerin öldügün ü ileri sürenler, bu savlarına K anıt olarak Sov­ yetler Birligi'nin çökmesi ve Dogu Bloku'nun çözülmesin i gösteri­ yorlar. Bu 'ülkelerin kendilerine "sosyalist" sıfatını vermeleri bir yana, acaba gerçekten ne kadar sosyaliStt i ler? Ve acaba bu anlayışın ege­ men oldugu süre içinde halklarının sorunlarını ne dereceye kadar çözdü ler? Ve acaba bu rejimleri tepetaklak eden insanlar, o günleri aramıyorlar mı? Ya da ne kadarı o günlerin özlemini duyuyor aca­ ba ? Kapitalizm sömürü üzerine kurulu bir sistemdir. ister ''yeni" olsun, ister olmasın; libe ralizm de kapitalizmin fe lsefi payandasıdır. (Elbette siyasal anlamda liberalizmin erdemlerini söz konusu etmiyorum.) Kapitalizm sömürü üzerine kurulu bir sistemdir, çünkü kendini ''ye­ niden üretebilmesi" ya da "büyüyebilmesi" için, sürekli "kaynak" gereksinimi içindedir. Ve bu "kaynak" bir yerlerden saglanmak, biri­ lerinden saglanmak zorundadır ki bu "birileri" de genellikle emekçi

sınıflar ve az gelişmiş ülkelerin halklarıdı r.

Gelişmiş ülkelerdeki emekçi sınıfların sosyalizm mücadelesi ile az 29

gelişmiş ülkelerdeki "bağımsız/Jk" mücadelesi, aslında aynı düşma­ na karşı verilen mücadelelerdir ve bu nedenle birbirini tamamlayan mücadelelerdir. Sömürü sürdügüne göre bu mücadeleler asıl sona ermiş sayılabilir?

"Yeni dünya düzeni" az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere ne

vaat etmektedir? H içbir şey. Emek yogun alanlarda sömü rü ve açlık sın ırında bir yaşam. Beyleri miz en ileri teknolojileri ku llanarak ve günde üç beş saat çalışarak "günlerini gün edecekler", gelişmekte olan ülkelerin insanları da bu ''yeni dünya düzeni içinde" kendileri­ ne verilen ikinci sınıf üretimi gerçekleştirerek, bu beylerin refahının bedelini ödeyecekler. . . Ne güzel bir dü nya d üzeni bu? . . işte "globalleşme", bu hain tuzagın "fiyaka/!'' adından başka bir şey degildir. Dünya üzerinde devletler amip gibi bölü nerek parçalanır­ ken ve şovenizm almış başını giderken, hangi bütünleşmeden söz edilebilir, hangi küreselleşme gerçekleşebilir? Eski bir "oyun " yeni, bir "isim " altında gündeme getirilmektedir. Kan mamak gerek . . .

*

Bu yazı Türkiye Bahai'lerinin Uluslararası Konferansı için hazırladığım

mediğim konuşmanın özetidir.

30



gerçekleştire­

Düşünce Suçu ve Terörizm

Bugünlerde yogun bir bombardıman altındayım. Bir yandan övgü­ ler yagıyor, bir yandan eleştiriler. Konu; Dogu Perinçek ve Yaşar Ke­ mal'i destekliyor olmam. övenler, "Aferin " diyorlar. "Nihayet siz de gerçeği anladmız ve tutu­ munuzu değiştirdiniz. " Yerenler ise, "Bu nerden çıktı" diye soruyor­ lar. "Siz ne zamandan beri eşkıyaya arka çıkar oldunuz, ne zaman­ dan beri Türkiye'de bir federasyon kurulmasmı savunuyorsunuz?" Bana öyle geliyor ki, övgü gönderen okuyucularım beni oldugum gibi degil, görmek istedikleri gibi görüyorlar. Yeren okuyucuları m ise, ne tür b i r mesaj vermek istedigimi göremiyorlar. Öncelikle şunu belirtmek isteri m. Gerek Dogu Perinçek ve gerekse Yaşar Kemal'in, düşü ncelerini "ifade ettikleri" için terör suçlusu sa­ yı l malarına karşı çıkmam ve "ifade özgürlüklerini" desteklemek amacıyla yazılarına imza atmam, asla onların bu kon ulardaki görüş­ lerini paylaştıgım anlamına gelmez. Zaten bu h usus metinde de net bir biçimde vurgulan maktaydı.

31

ikinci olarak; gerek Dogu Perinçek ve gerek Yaşar Kemal, benim neredeyse otuz yıl l ı k dostlarımdı r ve b u n u n la övü n ü rü m . Ayrıca tüm yaşamları ve kişilikleri ortadadır. Bu onurlu yaşamlarının hiçbir döneminde ve hiçbir bölümünde teröre övgü düzmemiş ve teröre arka çıkmamışlardır. Biri kendi bildigi yolda yılmadan ve ödün ver­ meden yürümüş, digeri güzel Türkçemizin en b üyük edebiyatçıla­ rından biri olarak kültürümüze katkıda bulunmuştur. T ürkiye'ye hiç­ bir zaman zarar getirmemişler, tam aksine övgü getirmişlerdir. Ve binlerce saat kon uşan ve on binlerce sayfa yazan bu iki "değer", te­ rörist muamelesi görürlerse, buna karşı çıkmak namus borcudur. Bu konl!lardaki görüşlerimi, inançlarımı, tutkularımı ve duygularımı okurlarım (ve ögre ncilerim) iyi bilirler. M isak-ı Milli sınırlarından bir tek karış topragı kimseye vermeye razı olma m . Bunun için ne gere­ kiyorsa yapılmasından yanayım. Ama eger kimi sadistler, devlet adı­ na işi yokuşa sürüyorsa, çıkmaza sürüklüyorsa, herkesin buna karşı çıkması gerektigini düşünürüm. Akan kan bizim kan ımızdır. Geçenlerde Karadeniz' in kıyıcıgındaki dünya güzeli bir küçük kenti­ mizin valisi ''Teröristin insan hak/art yoktur " demiş, halt etmiş. Eger devlet teröristin uygulamak istedigi yöntemlere başvurursa, devlet olma özelligi nerede kalır? 1 922 'de Anadolu 'yu boşaltırken köyleri yakan-yıkan; yaşlıları, kadınları ve çocukları katleden Yunan ordusu mu kazandı, bu vahşilere insan muamelesi yapan M ustafa Kemal'in ordusu mu? Sizler, ordumuz ve askerimizin 70 yıl önce gösterdigi büyüklü k ve insanlıgı bugün gösteremeyecegini mi sanıyorsunuz? Biraz da düşünce özgürlügünden ne anladıgım üzerinde (bir kez daha) durmak istiyoru m . Düşünce özgürlügü, yalın bir özgürlük de­ gildir. "İfade': "basm-yaym" ve "örgütlenme " özgürlügünü de kap­ sar. Hoşlan mak ya da hoşlai1mamak bir yana; bir düşüncenin dogru mu yanlış mı, haklı mı haksız mı oldugunu anlayabilmek için, her şeyden önce onu "bilmemiz" gerekir, "okumamız, duymamız" ge­ rekir. Bilmedigimiz bir şeye nasıl karşı çıkarız, nasıl eleştiririz? Çok yürekten bir inancımı da bir kez daha vurgulamak isterim . Mi­ sak-ı Milli sınırla rımızdan bir çakıl taşını kopartmaya kimsenin gücü yetmez. Yazarlık ve ögretmen lik çizgimde, bu kon uda bana düşen 32

görevi yapmaya çalışıyorum . Başka görevler düşerse elbette onları da yaparız. Ama benim kafamdaki Türkiye, aşıgı oldugum, u_ g ru na çabaladıgım Türkiye; aydınlık bir ülke. insanlara zulmedilmeyen, iş­ kence ve yargısız infazlar yapılmayan, gözaltındaki gençlerin kay­ bolmadıgı, düşünce özgürlügünü n kısıtlanmadıgı, demokratik bir Türkiye. Birileri eger "devlet adma " cumhur iyetimizin gül yüzüne gölge düşü rüyorsa, elbett� buna da karşı çıkarız, karşı çıkmamız gerekir. Bu konuda deginmek isteyecegim çok önemli bjr husus daha var. Düşünce özgürlügünü sonuna kadar savunmak, düşünce özgürlü­ g ünün "istismarma " katlanmak ya da göz yummak da degildir. Eger birileri, "benim düşüncemin gereği" diyerek, başkalarının dü­ şünce özgürlügü nü kısıtlamak isterlerse, bununla da savaşmak ge­ rekir. Hem de bu savaşımı düşünce özgürlügü adına yapmak gere­ kir. Eger eli kalem tutan adam, kanlı ellerinde silah tutan adamla aynı şeyi söylüyor ve aynı slogan ları atıyorsa, artık düşünce özgürlügüne sıgınamaz. Ancak burada hassas bir denge vardır. Barış ve özgürlük beklentisi içindeki bir adam, ''Aman, yan/iş an/aşı/mm, istemediğim birileriyle aym paralelde görülürüm " korku ve endişesiyle; baskı ve zulüm karşısında sessiz kal ı rsa, kendini sessiz kal maya mahkum ederse, kendisi için bir "iç sansür" uygularsa, o zaman çok daha ge­ rilere gideriz. Bu konu lardaki görüşlerimi övenler de sagolsun, yerenler de. Ama benim bu konulardaki görüşlerim bunlar. Ben böyle düşünüyorum ve böyle düşünmeye ve bunları savunmaya devam edecegim. Bizim "rüzgar nereden eserse, yelkenini ona göre ayarlayan/ardan " farkı­ mız buradadır. Ve biz bu farkı onurla koruruz ve geregi neyse onu yapa rız. ötesi "/af-ü güzaf"tır. . .

33

Uzlaşmak

Şanar Yu rdatapan ' ı n bayram öncesindeki b i r g i rişi m i n son ucu olarak, arife günü Abdurrahman Dmpak'la birlikte yaptıgımız "çağ­ n " u m d ug u m uz u n çok üzerinde ses get i rd i . D üş ü nce özgü r­ lügünün önündeki engel lerin kaldırılması, diyalog, hoşgörü ve uz­ laşma çerçevesi ndeki kon uşmalarımız; h e m e n tü m televizyon kanallarında yer alırkeri, gazetelerde de geniş bir biçimde yankılan­ dı. Daha sonra kimi gazeteci arkadaşlara da söylediÇJim gibi, bu mesaj­ ların. böylesine ilgi görmesinin nedeni, san ıyorum insanlarımızın bu konulardaki duyarlılıgı ve bu tür mesajlara gereksinimleri oldu. Ve dogrusu Şanar Yurdatapan'ın girişimi, amacına fazlasıyla ulaştı . Ancak bu arada açıklanması gereken bazı h ususlar ortaya çıktı . Gerek gele n telefon ve faks mesajlarında n, gerekse kimi dost­ larımın sorularında n a nlaşılıyor ki; şu "uzlaşma" kavramının biraz daha genişligine irdelenmesi gerek. Zaten bir süre önce bu sütunu

34

paylaştıgı m meslektaşı m sevg i li Kışlalı da ben i m uzlaşmacı ol­ dugumu ilan etmişti ve kimi dostlarımın aklı karışmıştı . Evet, uzlaşmacıyım, uzlaşmadan yanayım . Ama bu uzlaşmanın nasıl bir uzlaşma oldugu ve hangi çerçeve içinde uzlaşmanın olabilece9i ve (bence) olması gerektigini de açıklamam gerekecek.

"Uzlaşmak" demek, "teslim olmak" demek deÇJildir. Uzlaşmak, fikir­

lerin birbirine yakınlaşması ya da düşünce düzeyinde uzlaşmanın saglanması demek. de deÇJildir. Uzlaşmak, "farklı düşünceleri" olan insanların bir arada yaşayabileceklerini kabul etmek demektir; bir­ birine tahammül edebi lmek demektir; birbirine hoşgörüyle yak­ laşabilmek demektir. Elbette uzlaşmanın bir zemini olmak zorundadır. Yani belirli "asgari müşterekler" çerçevesinde uzlaşılabilir, insa nlann ortak bir paydaları bulunması gerekir. Eger böylesine bir "asgari müşterek" olmazsa uzlaşma falan olmaz. O lsa olsa taraflardan birinin d igerine "tes ­ limiyeti" söz konusudur. Türkiye söz konusu oldugu zaman, ben i m "uzlaşabilmem " için gereken koşullar şunlardır: - Misak-ı Milli sınırlan içinde ülke bütünlügüne sahip çıkılması, - insan haklarına dayalı demokrasiye inanç ve baglılık, - Çagdaş uygarlık d üzeyini yakalama konusunda bilime saygı. Eger bu üç noktada herhangi bir tartışma yoksa uzlaşamayacagım hiçbir d üşünce ya da insan yoktur. Ama eger bu konularda kuşku ve tereddütler varsa, eger bu konular tartışma konusu ed iliyorsa ne uzlaşabilmem mümkündür ne de anlaşabilmem . Burada bir h ususu daha aydınlatmak gerekir. Eger herhangi bir in­ san, yukarıdaki üç noktada ben i m gibi düşünmüyorsa, benden farklı düşüncelere sah i pse buna da saygı duyarı m . "Sen benim temel yaklaşımlanmda farklı düşünüyorsun " diyerek diyalog yol­ larını kapatmam. Sırasında konuşurum, sırasında tartışırı m. Hatta sırasında böylesine "farklt'' düşünceleri de dile getirme haklarını da 35

sonuna kadar savunurum. Ama uzlaşmam mümkün degildir. Bin lerce defa yazmışımdır ve herhalde daha bin lerce defa yaza­ cagım. Hiçbir düşüncenin "doğrusu" ya da "yanlişı" olmaz. Hiçbir düşüncenin "iyisi" ya da "kötüsü" de olmaz. Her düşünce, o düşün­ ceye sahip olan insan için "doğru" ve "iyi"; o düşünceye karşı olan insan için de "yanltş" ve "kötü"dür. Ama hiç kimsenin yaşadıgı top­ lu mdaki herkesi n "iyi" ve "doğru " düşüncelere sahip olmaları n ı beklemeye hakkı yoktur. Kimileri buna hakları oldugunu düşünürler ve kendilerinden farklı düşünenleri fena halde eleştirirler. Ama ken­ dilerinden farklı düşünenlerin de kendileri için aynı duyguları bes­ lemelerine çok kızarlar. Barış ve huzur içinde yaşamak için, herkesin aynı düşünceye sahip olması şart degildir. Zaten böyle bir şey mümkü n de degil. Ve hele demokratik bir rejim içinde böyle bir şeyi beklemek dogru da degil­ dir. Ama barış ve h uzur içinde yaşamak içi n ; farklı d üşüncelere sahip olan insanların "uzlaşması" şarttı r. Eger b u uzlaşma sag­ lanamazsa yaşam bir cehenneme döner. işte bu noktada, temel bir sorun ortaya çıkmaktadır. Uzlaşabilmek için, "asgari müşterek '1erin belirlenmesinin zorunlu oldugunu söy­ lemiştik. Peki, farklı düşüncelere sahip olan i nsanlar, eger birtakım asgari müştereklerde birleşemiyorlarsa o zaman ne olacaktır? Böyle bir durum, "cehennemin öbür adıdtr" Uzlaşma kanallarının tıkandı!)ı ve her türlü diyalo�un koptugu böylesi bir ortam içinde, ne h uzu r kal ı r ne iç barış. Ve böyle bir ortam içi nde yap ı l ması gereken şey, birtakım "asgari müştereklerin " oluşması için çaba har­ camaktır. Ayn ı gemide giden insanlar, gemi batarsa hep birlikte batacaklarını bilirler. Ve geminin batmaması için uzlaşma yol ları ararlar. Ama her gemide "Bu gemiyi battraltm" diyen biri leri de olacaktır. Bunlarla uz­ laşmak mümkün degildir. Bu durumda yapılabilecek tek şey, ':Bu gt;mi batsm " diyen leri ikna etmeye çabalamak ve e!)er bundan da bir sonuç alınamıyorsa "Bu gemi batsm " diyenleri etkisiz kılmaktır. Hiç kimsenin düşünce özgürlü!)ü adına "gemiy i battrmaya " hakkı 36

olmadı�ı gibi, bu tür girişimlere demokrasi adına sahip çıkmak da "demokratftk" de�il, aymazlıktır.

37

il.

Bölüm

NERDEN NEREYE

Nerden Nereye

Yetişmekte olan gençlerimizin çogunun kafası allak-bullak. Sagı-so­ lu iyiden iyiye şaşırdı çocuklar. Öyle şeyler duyuyor, öyle şeyler oku­ yorlar ki; kafalarının karışmaması mümkün degil . Gençlerin saygı duydukları kimi isimler var. Ama bu insanlar bugün öyle şeyler yazıyorlar ki; hayret etmemek mümkün degil . Bazı in­ sanlar bugün, dün yazdıklannın tam tersini yazıyorlar. Bu "değişimi" gelişme ile açıklamak da olanaksız. Geçenlerde kitaplıgımı düzeltirken, elime bir kitap geçti . Bir zaman­ lar "başucu kitaplarımdan " biriydi. Çetin Altan'ın "Atatürk'ün Sos­ yal Görüşleri" başlıklı kitabı . Dogrusu çok şey ögrenmiştim . Aslında okurlarım bu sütunda isim vermekten pe k hoşlanmadıgımı bilirler. Zira gerçekten, isimleri degil; yazılanları ve çizelenleri ele al­ maya çalışırım. Kaldı ki kimseyle bir alıp veremedigim de yok. Ama burada isim vermek zorunıuı· ugunu duydum . Sayın Çetin Altan kitabının "amacım" şöyle dile geti riyor: "İstiklal

Savaşı 40

ve

cumhuriyet hangi barajları yıkıyordu

ve

fikir olarak insan

mutluluğuna hangi yönden ulaşmak istiyordu? 1923 hareketinin sosyal anlamı neydi? Bunu Atatürk'ün söylev ve demeçlerinden parçalar alarak açıklamaya çaltşacağız. Ve göreceğiz ki barajlar }'lkıl­ dıktan sonra halk kütlelerinin refahı için taşa kabara akan sular, ya­ vaş yavaş tekrar barajlarla durdurulmuş, zümre menfaat/an hesabı­ na tarihi bir gidiş engellenmek istenmiştir. Olaylara bu açıdan ba­ kmca, Atatürk'ün birçok kıymetli ve büyük direktiflerinin bugün ne­ den ön plana çıkanlmadığı daha iyi anlaşılacaktır. " insan bu satırları okudu�u zaman, bu satırların yazarının aradan 1 5-20 sene geçtikten son ra kendini özal'ın serin gölgesine nasıl at­ tı�ını anlamakta çok zorlanıyor. Sayın yazarımız biraz ilerde ana görüşünü dile getiriyor:

"Kuvayı Milliye'nin ruhu. . . Doğrudan doğruya halkçılığa, çaltşanla­ nn hak ve hukukuna, emperyalizm ve kapitalizm düşmanltğma da­ yamyordu. O devrin Hakimiyeti Milliye gazetesi ve bütün Anadolu gazeteleri bu fikirleri halk kütlelerine yayıyorlardı. Zamanla bu ruh söndürüldü ve ha/km ferdi menfaatler uğruna sömürülmesi nihayet Türkiye'yi bugünkü duruma getirdi. Atatürk prensiplerine ihanet edildiği ölçüde Türkiye çıkmazlara girdi. " Ne kadar do�ru bi� saptama. Bu saptamayı yapan insan ve ailesinin kimi üyeleri, bugün bunun tam tersini savunsalar bile, demek ki bir zamanlar bugünkünden çok farklı düşündüklerini görüyoruz. Yazarımız, Atatürk' ün ekonomi alanındaki görüşlerini kendi söylev­ lerinden derledikten sonra şöyle bir sonuca ulaşıyor: "Halk Parti­

si'nin devletçiliği, bütün sımflan korumaya dayamyordu. Ancak bu sıntflann ilerde nasıl gelişeceği üzerinde durulmuyordu. . . Çelişmeler iktisadi metot ve kadro yokluğundan oluyordu. Bu boşluk, her şeye rağmen bir istikameti olan Ata 'nm ölümünden sonra, memleketi iktisadi anarşiye ve dengesiz/iğe götürdü. Bütün partiler, kuwetle­ nen smıflann emrine girdiler. Bu arada Ata'nm devrimlerini de har­ cadılar. " Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümün, özgün olarak kaleme alındı�ı anlaşılıyor. ikinci bölümde ise yazarımJzın Atatürk' le ilgili ya-

41

zılarından seçmeler yapılmış. Bu seçmelerden bazı görüşleri aktar­ mak istiyorum:

"Bütün Türk aydmlan bu eseri (Söylev) okudukça, kendilerini daha kuwetli hissedecekler ve bu kuwete karşı gelmek isteyenler, Türk aydmmın maneviyatında Atatürk'ün şahsına çarparak kmltp yok olacakardtr" ( 1 959). ''Atatürk sokak politikaosının ağzma kaşık olmaz. Atatürk'e karşt gelinmez. Atatürk'le oynanmaz. O müsbet ilim, medeniyet ve hür­ riyet demektir" ( 1 960). Yaşamak için Atatürk 'ün yolundan gitmeye mecf?uruz biz. Bu yolu ne kadar sapıtmışsak dönüş de o kadar kuwetli olacak ve bu dönüşün zorluğuna dayanamayanlar, sonunda yok olacaklardır. En akılltca hareket bu yolla bir an ewel tekrar dönmektir. Çünkü geciktikçe, bu gecikmeye sebep olanlar çok daha büyük facialarla karşılaşabilirler.

Şimdiye kadar bunun tersi olmadı. Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü iç­ ten içe inkara yeltenenler ergeç mutlaka çarpıldılar. Bundan sonra­ kiler için de akıbet daha başka türlü olamaz" ( 1 961). Bu kitapta daha neler var, neler... Ama yerimiz dar. Belki ilerde bir kez daha ele alır da bugünün gençlerine, bizlerin genç oldu(Jumuz dönemlerin atmosferi hakkında biraz daha bilgi verebiliriz. Yazarımız kitabının özgün bölümünü şöyle noktalıyor: "Büyük ve yetkili aydmlar! Atatürk'ün kim olduğunu ortaya çıkarmalt ve onun yönünü; yolunu bulmaya muhtaç Türk milletine bir pusula olarak sunmaltsmız. " Biz bunu yapmaya çalışıyoruz. Ama bu sayın yazarımız ne yapıyor acaba ? Bir insanın bunca duygu ve düşüncesinin böylesine d�işe­ bilmesi nasıl açıklanabilir? Türkçemizin bu büyük "üslup ustasının" kalemi, bugün kimlere hizmet ediyor? inanın acı bir üzüntü ile izli­ yor ve okuyorum.

42

iyimser Olmak

Belki kimilerine garip gelecek, ama panel ve konferanslarımda en çok eleştirilen yanım 'iyimserliğim ' oluyor. Bu tür toplantılarda soru­ ları genellikle yazılı alıyoruz. (Zira mikrofonu kapan, bırakmak bilmi­ yor.) Ve toplantılardan sonra, gelen yazılı soruları i nceledigimde, iyimserligimin çok irdelendigini görüyorum . lyimserligim kon usunda yöneltilen soruların sadece eleştiri olarak degerlendirilmesi de pek dogru degil. "Nasıl bu kadar iyimser olabi­ liyorsunuz " diye soruyorlar. Ülkemizin içinde bulundugu koşulları sı­ ralıyor ve "Bu koşullar altmda iyimser olmak mümkün mü? " diyor­ lar. Ya da bunlara benzer sorular yöneltiyorlar. Belki de bir u mut arı­ yorlar, bir ışık yakalamaya çalışıyorlar. Ama ister eleştiri olsun, ister iyimserligimi 'paylaşma arzusu' olsun, çogu kez iyimserligimin nedenlerini açıklamak zoru nda kalıyorum. Yüzeysel bir bakışla Türkiye'de iyimser olm�k çok zor. Emniyet ör­ gütü Türk-lslam sentezcilerinin etkisi altında. Aynı şey, orta ve yük­ sekögretim için de geçerli . Devletin iç ve dış borçları almış başını gi-

43

diyor. Vergi gelirlerinin yarısı, borç taksit ve faizlerin i zor karşılıyor. Devlet yatırımları neredeyse sıfırlandı. Buna ra(Jmen bütçe açıgı yüz milyarlarla ifade ediliyor. Ülkenin Güneydogusu, kan ve ateş içinde. Çarpı k kentleşmenin ge­ tirdigi dag gibi sorunlar var. En basitinden; susuzluk, büyük kentle­ rin belini büküyor. Çevre sorunları da dag gibi. Denetimsiz bir üre­ tim, akarsularımızı bataga çeviriyor. Denizlerimiz de kurudu . Balık yok. Ekonomik yaşamdan başlayan ve en üst düzeylerde siyasal makam­ lara kadar uzanan bir ahlak çöküntüsü, toplumu sarmış duru mda. Herkes •köşe dönmek " peşinde. Hangi taşı kaldırsanız, altından bir pisli k çıkıyor. Ahlak degerleri de alt üst old u . Hırsızlık meşrulaştı. "Adam ça/Jyor; ama iş bitiriyor" diyorlar. Tüm bu sistemi pompala­ yan kitle iletişim araçları, bir yandan topluma biçim veriyor, bir yan­ dan da topu n ucunda. Trilyonluk borçları Demokles' i n Kılıcı gibi başlarının üzerinde sallanıyor. Siyasal iktidarın agzına bakıyorlar. Tüm bunlara degindikten sonra, "Nasıl iyimser olabiliyorsunuz" diye soruyorsun uz herhalde. Bu iyimserligimin gerekçelerini anlatmam gerek. Türkiye Cumhuriyeti 20. yüzyılın başlarında, "çokuluslu imparator­ luklarm" tasfiye süreci nde ortaya çıkan bir devlettir. Osmanlı lmpa­ ratorlugu'nun çokuluslu bünyesinden arta kalan mirası devraldıktan sonra; oldukça türdeş (homojen) bir ulus yaratılması ve bugünlere gelinebilmesi bile, büyük bir başarıdır. Günümüz Türkiye's inde; azınlıklar hariç, yirmiden fazla farklı etnik grup yaşar. Bunların çogunun kendi dili, edebiyatı, kültürü, fol kloru, gelenegi vs. vardır. özgürlükçü demokrasinin (kör-topal da olsa) var oldugu bir siyasal düzen içinde, ayrılıkçı seslerin çıkması kaçınılmaz­ dır. Eger "paylaşılacak" şeyleri arttı rabilirsek bu seslerin dindirilmesi de mümkün olur. Zaten bu ayrılıkçı sesleri dindirmenin başka bir yolu, başka bir çaresi de yoktur. Bu devlet kuruldugu zaman, okuma-yazma bilenlerin oranı yüzde üçü-beşi geçmiyordu. Özellikle kırsal kesimde bu oran, yüzde birin 44

altındayd ı . Medrese kökenli bir azınlık, halkın cehaletin i "ticaret metal'' haline getirmişti. Vatandaş olmanın , nimetlerinden yararla­ namayan geniş kitleler, kaderleri padişah ve halifenin iki dudagı arasından çıkacak söze baglı olarak yaşarlardı . işte cumhu riyetin egitim hamlesi, bu kulları "vatandaş" haline getirdi. Bugün Türkiye; kendi ''yiyeceğini" ve "giyeceğini" kendi üreten bir ülkedir. Ne dışarıdan gelecek bir lokma ekmege gereksinimi vardır, ne bir karış beze. Dünya üzerindeki iki yüzden çok devlet arasında, bu özellige sahip olanların sayısı beşi1 altıyı geçmez. Türkiye bugün bölgesinde, "su sorunu" olmayan tek ülkedir. Hatta son zamanlarda su potansiyeli sorun olmaktadır. Ve bugün Türkiye, istisnasız her alanda yetişmiş, n itelikli bir insan potansiyeline sahip­ tir. Bu da egitimi ön plana çıkarmanın bir sonucudur. Dünya üzerinde halkının çogunlugu Müslüman olan elliden çok ül­ ke vardır. Bunlar arasındaki tek "laik cumhuriyet" Türkiye'dir. Eko­ noryıik olarak gelişmiş ülkelerde rastlanabilen özgürlükçü demokra­ siyi, 2000 dolar civarında bir fert başına ulusal gelirle (kör-topal da olsa) yürüten iki ülke va İ"d ır ki, bunlardan biri gene Türkiye'dir. ·

"Aşılmayacak" bir soru numuz yoktur. Çocuklarımız güzel bir Türki­

ye' de yaşayacak. Kötümserlik bizden ırak olsun . . .

45

Türkiye'nin Yeri

Hocam Prof. Dr. G ülte n Kazgan, yeni bir kitap yayımlad ı : "Yeni

Ekonomik Düzende Türkiye'nin Yeri. " (*)

Hocamın kırk yıllık birikimini süzerek damıttıgı bu çok önemli kitap­ la ilgili olarak, C umhuriyet'in Kitap Eki'nde ayrıntılı bir yazı yazmak istiyordum . Ancak son dönemlerde düzenimi ve yaşantımı alt-üst eden kimi gelişmelerden ötürü, bu işi geregince yapamayacagımı anladım. Ama okurlarıma bu kitabı, -yüzeysel de olsa- tanıtmak is­ tiyorum. C u mhuriyet Kitap Eki' nde bu kitapla i lgili bir yazı zaten yayımlandı . Sanıyoru m birkaç tane daha yayımlanacak. Sayın Kazgan, "Ekonomik Krizin Anatomisi, Gelişme Dinamiği ve Küresel Etkileri: 1974- 1993 " a ltbaşl ı g ı n ı taşıya n b u kita b ı n ı , " Küreselleşme ve özelleştirme akımı mensup/arma " sunuyor. Ar­

tık anlayana . . .

Kitap iki a n a böl ü m a ltında, o n ü ç böl ü mden oluşmuş. B i rinci anabölüm, "Dünyada Yeni Ekonomik Düzen · başlıgını taşıyor. ikinci anabölümün başlıgı da · Yeni Ekonomik Düzende Türkiye. ·

46

Birinci anabölüm altı (l'den Vl'ya), ikinci anabölüm de yedi (Vlf'den Xll'e) bölüme ayrılmış. Her anabölümün ardına bir "kaynakça " ek­ lenmiş. Birinci anabölüm altbölümleri şu başlıkları taşıyor: (1. Böl ü m: 'Günümüzde Dünya Ekonomisinin Yapısı. ' il. Bölüm: "Kriz, 'Yeni Ekonomik Düzeni' ve Merkezde Bölgeselleşme. ' 111. B ö l ü m : 'Sermayenin Küreselleşmesi ve Artan istikrarnzhk. ' i V. B ö l ü m: 'Kriz, Hızlanan Teknolojik Değişme ve Artan İşsizlik. (Küreselleşmenin Daralan insan Boyutu)' V. Bölüm: 'Nüfus Artışı, Doğanm Tahribi ve Yeni Ekonomik Düzen ' ve VI . Bölüm: 'Geleceğe

Dönük Senaryolar: 20 1 0 Yılma Kadar Neler Olabilir? �

ikinci anabölümün altbölümJeri de şu başlıkları taşımakta: (Vll. Bölüm: ' 1 990 Sonrası Dünyada Türkiye'nin Merkez Nezdindeki Yeri. ' Vlll. Bölüm: ' 1 970'1i Ylllarda Serbestleşmeye Geçiş ve 1 9781 980 Krizi', IX. Bölüm : '24 Ocak 1 980 Paketiyle Serbestleşmeye Geçiş ve 1 988-89 Krizi', X. Bölüm: 'TL'nin Konvertibilitesi, Ulus­

lararası Sermaye Hareketleri ile Mali Piyasalann Serbestleşmesi ve 1 994 Krizi. I xı . Böl ü m: 'Bölgeselleşme Hareketlerine Türkiye'nin Katılması. ' Xll . Bölüm: 'Üçüncü Sanayi Devrimine Uyum, Teknolojik Değişme ve Rekabet Gücü. ' Ve nihayet Xlll. Bölüm: 'Sonuç: Yeni Oluşumlar ve Yeni Gerekler. � Sayın Kazgan'ın bu degerli kitabının her bölümü birbirinden önemli ve anlamasını ve �renmesini bilenler için çok anlamlı ve ögretici. ö rneg i n son uç böl ü m ü olarak da isi mlendiri len Xl l l . Bölüm'de, "Serbest Piyasa Ekonomisinin Yarattlğı Çelişkiler ve Sorunlar'' başlıgı altında, bu çelişki ve sonuçları "deolojik Düzlemdeki Sorunlar" ve "Ekonomik Düzlemdeki Çelişkiler" olarak ikiye ayırarak inceliyor. ideoloj i k düzlemdeki çel işki ve sorunlar konusunda, şu satırla rı okuyoruz: " 1 970'li ylllann ortasmdan itibaren Türkiye'ye girmeye

başlayan, 1980'den itibaren ivme kazanan, 1988 ile birlikte tam yerleşen 'serbest piyasa ekonomisi' ideolojisi, toplumsal yapfY/a bir­ likte ideolojik düzlemde de parçalanmış bir toplum yarattı. Yarattığı çelişki, Vll. yüzyll Arap dünyasmm günümüzde komşu ülkelerde tekrar canlandmlan 'şeriat'mdan, onun şiddetle karşıt olduğu faizci 47

ekonominin rantmı toplayan ve sermaye hareketlerinin özgür­ lüğünü savunan finans kesimine kadar uzamyor. Arada sosyal dev­ leti savunan örgütlü işçi kesiminden rant-faiz gelirlerinin kemirdiği karlann korunmasmı isteyen girişimci sanayici kesime uzanan ikinci bir çizgi bulunmakta. Oy oram sürekli t1rmanan şeriatçı kesim, faiz egemenliğindeki ekonomiye karşı 'adil düzen'i savunuyor. Yapilan anketler, taraftar­ lannm eğitim düzeyi düşük, gelir düzeyi düşük, köylülükten tam kopmamış, kentli de olamamış gecekondu kesimlerinde yoğunlaş­ tığmı göstermekte. Bir de bol mali kaynakli militan kadrosu var. Ekonomide sorunlar ağırlaşıp işsizlik arttıkça ve gelir düşüşü yayıl­ dıkça, 'adil düzen' taraftarlannm da arttığı kesin. Bu kesim, bir yan­ dan kamu kaynaklannm nasıl faiz olarak bir küçük azmliğa aktığma, havadan para kazananlann çılgm tüketim düzeyine ve köşe dön­ mecilik felsefesinin yerleşmesiyle toplumsal değerlerdeki yozlaş­ maya tamk oluyor, bir yandan da işsizlikten bunaliyor; çaliştığı zaman da elde ettiği gelirle ancak yan aç yan tok yaşayabiliyor. Çocuklanm eğiterek smlf atlama olanağmm giderek kısılmasmm, hastaliğmda yeterli bakımı ne kendisine, n e ailesine sağ­ layamamasmm yarattığı umutsuzluk çizgisine gitgide itilmekte... " Toplumumuzda Refah Partisi'nin gitgide oy oranını yükseltmesinin nedenin i an layamadıklarını dile getiren 'akildaneler', Sayın Kaz­ gan'ın bu satırlarını iyi okumalılar. Aynı bölümde M H P'nin yükselme trendinin nedenle�i de ele alınıyor:

"İkinci ideolojik muhalefet, Türk toplumunun yeni ekonomik düzende bir yandan 'kimliksizleşme'sinden; bir yandan bağlı ve bağımlı olduğu Bat1. dünyasmda fazla itilip kakılmasmm onur kmo sonuçlarmdan, Türkiye'yi bölünmeye götürebilecek taleplerinden kaynaklamyor. . .. " Sayın Kazgan'ın ekonomik düzlemdeki çelişkilerle ilgili saptamaları da son derece ilginç. Ama yerimiz kalmad ı . Belki ilerde bun ları ba�ımsız olarak ele alırız. Türkiye'nin günümüzdeki, "dramatik çırpımşlan "nı ve bunun temel

48

nedenleri n i anlamak isteyenlerin "Yeni Ekonomik Düzen 'de Tür­ kiye'nin Yeri" başlıklı kitabı iyi okumaları gerekti�ini düşünüyorum. * Pro f.

Dr. Gülten Kazgan, "Yeni Ekonomik Düzen 'de Türkiye'nin Yeri",

A ltm

Kitaplar,

lstanbul 1 994.

49

Türkiy�'deki Değişim

Degerli okurlarım umarım anımsayacaklardır. Salı g ünkü yazımda degişimin kuramı üzerinde durm uş ve üretim g üçlerindeki (dogal koşullar, bilimsel ve teknolojik yapı ve insan) bir degişimin, altyapıyı (mülkiyet, paylaşım ve sınıf yapısı) da degiştirecegini ve altyapıdaki b ir degişi n:ı i n de t ü m üstyapı ku ru m l a r ı n ı deg işti receg i n i vur­ gulamıştım. Türkiye hızla d�gişmektedir. Bunu görmemek için kör olmak, bu degişime karşı çıkmak için de düpedüz akılsız olmak gerekir. Kör degilim. Degişimi görüyor ve yorumlamaya çalışıyorum . Kimi akıl­ sızl ı k la rı m o l m u şsa da, deg işime karşı çı kma n ı n m ü m k ü n ol­ m a y a c a g ın ı b i l e c e k k a d a r a k ı l l ı y ı m ya da a k ı l l ı o l d u g u m u sanıyoru m. Ama gene de bu degişimi dogru "yorumlamak" ve top­ lumumuzu nereye "götürebileceğini" saglıklı bir biçimde belirlemek gerektigini düşünüyorum. önce şu n u saptamak gerek: Toplumumuzun a ltyapısında ortaya çıkan degişim, üretim güçlerindeki hangi degişimlerin sonucudur?

50

ikinci olarak saptanması gereken nokta şudur: Üretim güçlerindeki degişim "kendiliğinden mi olmuştur? " ya da "birileri tarafmdan " mı gerçekleştirilmiştir? Ve nihay>et şunu sormak gerekir: Bu d�işim iyi mi olmuştur, kötü m ü olmuştur? Çok zor olsa, hatta imkansız gibi görünse bile; bu degişime karşı çıkmak mı gerekir, yoksa "olan olmuş" diye sahip çıkmak mı? Çok zor sorular bunlar. Belki kagıt üzerinde yanıtlaması kolay a ma, yaşama geçirilmesi çok zor sorular. . . önce i l k soruyu yanıtlayalım. üretim güçlerindeki büyük degişim "teknoloji" ve "insan "da olmuştur. Teknoloj ideki deglşime karşı çıkacak halimiz yok. Her teknolojik ve bilimsel i lerlemenin, "insan­ lığm haynria olduğunu " d ü ş ü n ü rü m . Ama "insammızdaki" degişimin, pek "haytrll" bir degişim olmadıgını düşünüyorum . Türkiye'de insan degişmiş, ya da degiştirilmiştir. inanılmaz gücü olan kitle iletişim araçlarıyla Türk insanının, bir tür beyni yıkanmıştır. (Burada teknolojinin pek de hayırlı olmayan bir işlevini görüyoruz.) Top lu m um uzun a h laki degerleri sarsı l m ış, gelenek - görenek, dürüstlük, dogru luk, tutumluluk, yurtseverlik vb. gibisinden her tür­ l ü i n ancı, içi boşa ltı l m ış sloga n l a r h a l i ne soku l m uşt u r. B i z i m "değişimciler" i nsan ımızın b u duru m u n u "veri" kabul etmek is­ temekte ve buna karşı çıkanları "çağdışı" olmakla suçlamaktadırlar. Oysa ki toplumun geniş kesimlerinde bile, bu "gidişata" direnme vardır. Erbakan'ın, Ecevit'in, Türkeş'in hızla yükselen trendlerini baş­ ka türlü açıklamak mümkün müdür? Toplumumuzda yen i bir a ltyapı oluşmaktadır. "Paylaşım " gitgide bozulmaktadır, "mülkiyet" gitgide daha sınırlı ellerde toplanmak­ tadı r. Ve yen i bir s ı n ıf türemektedir: Rantiye . B u n lar hiç "çallş­ madan ", "almteri akıtmadan " toplumun en üst gelir düzeyine gelip kurulmuşlardır. Bir süre önce bir televizyon programında, bizdeki "süzme değişim­ ci/erden " en uzun boylu olanlarından ve en hızlı "dönen/erinden" birisi, rantiye olmanın övgüsünü yapıyor ve "teknolojinin insanoğ­ lunu getirdiği bu üstün noktanm(!)" farkına varmayan bizim gibi 51

yazarları, çagdışı olmakla suçluyordu. Ne diyelim? . . B i r yandan d a bu yeni mülkiyet ilişkileri içinde "devleti küçültmek­ ten " söz etmektedirler. Sözde "devlet küçülünce, birey.inisiyatifi ar­ tacakmış . . " Sözde, "merkezi yönetim ağırltğmı yitirince, yerel .

yönetimler güçlenirmiş ve bu da doğrudan demokrasiye bir adım­ mış. . . "

D ü nya n ı n neresinde devlet küçü l ü n ce "birey inisiyatifi artmış " acaba? Meydan "mafya "ya, ya da mafya benzerlerine kalır devlet küçülünce. Eh, bu da bir anlamda "birey inisiyatifi" sayılır ama, her'­ halde bizim süzme degişimciler bunu kastetmiyorlar. . . Türkiye gibi "mozaik benzeri" ülkelerde, yerel yönetimlerin özerk­ l ig i n i n a rtması, ayrı l ı kçı yangın lara benzi n dökü l mesi demektir. Ü n iter yapıyı bozmak, parça l a n m a n ı n i mza l a n m ası demekti r. Zaman zaman ''Acaba bizim değişimciler hiç gazete okumuyorlar mı? " d iye düşün üyoru m . Yugoslavya 'ya baksalar yeter. . . B izi m deg işimci lerin b i r kısmı da (eski) solcu . (Halen soku oldug u n u sanan d a var.) Ama bunların bayraktarlıgını yaptıkları "Yeni Dünya Düzeni" içinde Türkiye'ye biçi l e n "rol", AB D ' n i n p l a n ladıgı ve yaşama geçirdigi bir şey. Acaba bizler duru mu n degerlendirmesini yapmaya çalışırken, ABD de mi "solcu" oldu? . . Ayrıc.a ilginç bir h usus var. Bizim degişimciler, özelleştirmeden yana. IMF (ve tabii ABD), dayatıyor b u n u . Ama ayn ı ABD, Tü rkiye'de Karabük' ün özel leştirilmesini isterken, devletin Eregli'den elini çek­ mesini isterken ve bu kon uda her türlü zorlamayı yaparken; kendi demir-çelik endüstrisine yüz milyarlar akıtmaktadır. Bu ne iştir? Bu ne perhiz, ne lahana turşusudur? .. Degişim kaçınılmazdır. Ama dıştan empoze edilen bir yozlaşmayı "değişim " diye sineye çekemeyiz. Zaten son on yılda degişim adına yapılan pisliklerin üzerindeki perde, bir mafya tetikçisinin üç kur­ şunuyla aralandı. Belki gene örterler üstün ü . Ama nereye kadar ve ne zamana kadar? M ızrak çuvala sıgar mı? . .

52

Boykot Yapmak

Şu özel televizyon kanallanna "beyanat vermemek" kon usunda, yüzlerce kez söz verdim kendi kendime. Ama galiba gevezelik ru­ huma işlemiş. Kendimce önemli gördügüm bir konu olursa ve TV kamerasını karşımda görünce, başlıyorum konuşmaya. Ve montajı yapan arkadaşlar, yaptıgım konuşmadan bir ya da birkaç cümleyi seçerek yayımlıyorlar. Konuşmanı n bütünlügü kaybolunca, anlam d a degişiyor. Düşündüklerinizin tam aksini di l e getirmiş oluyorsun uz. B uyrun bakalım . . . •

Karşı taraf yemin etse başı agrı maz. "Bun/an söyleyen siz değil misi­ niz" diye sorsalar, verecek yan ıtınız yok. "Yahu ben başka şeyler de söyledim" deseniz de yan ıtları hazır: "Efendim süremiz k1S1tl1. " "Sü­ reniz kısıtltysa görüş sormaym " da diyemiyorsunuz. ''Zorla konuş­ turmadık ya, istemiyor idiyseniz, konuşmasaydmız" derler adama. Benzer şeyler, yazılı basında da oluyor. Açıyorlar telefonu, görüş so­ ruyorlar. Düşüncenizi aktarıyorsun uz. iki dakika konuşuyorsunuz, en az yirmi satır eder. Sonra bir bakıyorsunuz, bir satırlık bir görüş . . . N e anlam kalmış, n e vermek istediginiz mesajı verebilmişsin iz. Ba53

,

hane aynı: "Efendim yerimiz kısıt/Jydı; M ü mtaz Hoca, basın men­ suplarına demeç vermemekte ne kadar haksız acaba? . . Bugün b u konuyu ele almamın nedeni, özel televizyon kanalların­ dan birinde, ögretim üyelerinin boykotuyla ilgili söylediklerimin ya­ rım verilmesinin yarattıgı anlam d�işikligi ve rahatsızlık. Beyanatı­ mıh böylesine kuşa verilmesi, bu konudaki görüşlerimi aktarnıamı "vacip kıldı" ögretim Üyeleri Dern�i' ndeki arkadaşlar ne yaparlar bilmem ama, bu konudaki görüşlerimi net bir biçimde aktaramaz­ sam, ögretim Elemanları Sendikası'ndan ihraç bile edilebilirim . . . Ü ni'versitelerimizin, 1 2 Eylül'ü izleyen dönemde başarılı bir sınav verdigini söylememiz m ümkün degil elbette. "O koşullar altmda ne yapılabilirdi" sorusunu yanıtlamak da güç. Ama en azından emekli General Kenan Evren'e doktoralar, profesörlükler verilmeyebilirdi. "Korkmaytn, ekmeğinizi elinizden almayacağım " demişti de, yüregi­ miz ferahlamıştı. Neyse, bunları bırakalım . . . 1 2 Eylül sonrasında YÖK, ü niversitelerin üzerine bir karabasan gibi çöktü. Ama bir yandan ü niversite sayıları yapay bir biçimde arttı rılır­ ken; bir yandan da hiç hak etmemiş bir sürü insana "unvan" ve "makam" dagıldı . Ç ogu, geldikleri noktaları rüyalarında görseler inanmazlar .ve hayra yornıazlardı . . . Ama üniversiteler hızla kan kaybediyorlardı, toplumsal prestijlerini hızla yitiriyorlardı. 1 2 Eylül cuntasının lideri, ü niversiteleri de terörün suçluları arasında ilan etmişti; ama, buna karşın toplumda, ü niversi­ telerin gene de saygın bir yeri ve prestiji vardı. Ve galiba bunu kır­ manın en akıllıca yolu, hızla sayıyı arttı rmak ve n iteligi düşürnıek idi . Bunu becerdiler. Ü niversitelerin büyü k bir bölümü nde kendilerine "minnettar" bir kadro oluşturdular. Üniversitelerden gelebilecek "aykın sesleri" kıstı­ lar. Ve bir anlamda, dikensiz gül bahçesine kavuştular. Ancak her ne olursa olsun, demokratik ve özerk bir ü niversitenin mücadelesini yürüten insanlar da vardı. Bunları tasfiye edemediler. Ve şimdi, ögretim üyelerinin h ızla örgütlenmek istemelerini, bu çe­ kirdegi n filizlenmesi olarak degerlendiriyor ve elbette yürekten des54

tekliyorum. Ve gene bu düşüncelerin ışıgı altında, geniş tabanlı kim i eylemler başarabilmeyi u mut ediyorum . Boykot d a bunlardan biri­ dir. Ancak beni rahatsız eden ve "yakışıksız" buldugum bir noktayı dile getirmekten de vazgeçmiyorum . Bu da boykotun, salt bir "maaş meselesi" olarak ortaya konulması ya da böyle degerlendirilmesinin yaratacagı prestij kaybı ve rahatsızlıgıdır. ülkemizde son on yılda inanılmaz şeyler yaşandı. isyan etmemek için kör ya da sagır olunması gerekirdi. Ama meslektaşlarımızın ço­ gunun çıtı çıkmadı. Çok yumuşa k dille kaleme alınmış "protesto metinleri" hazırlandı. imzalamaya yanaşmadılar. Şimdi o suskunluk ve teslimiyetçi ligin bedeli ödeniyor. . .

CX)retim

üyelerinin ücretleri elbette yetersizdir. Hem "mutlak" ola­ rak hem de "kaf'Şllaştırmall'' olarak sürekli gerilemektedir. Ama bu durum salt ögretim üyeleri degil, Türkiye'deki EMEK kesim i için söz konusudur. Türkiye'de emekçi kesimin ulusal gelirden aldıgı pay, son on yıl içinde yan yarıya azaltılmıştır. Ve bu işin mücadelesi, siya­ sal bir m ücadele olarak yapılmak zorundadır. Kimi degerli meslektaşlarımın ve üyesi olmaktan onur duydu�um kimi örgütlerin önayak oldukları "boykot0u elbette destekliyorum. Bence boykot, demokratik bir mücadele yönetim idir ve demokrasi mücadelesinin her türlüsünü, tüm varlıgımla desteklerim. •

Ancak; boykot yapan ögrencileri polise ihbar eden ve cezalandıran kimi meslektaşlarımın, şimdi boykot çıgırtkanlıgı yapmalarını da içi­ me sindiremiyorum. Mesele budur.

55

Faşizmin Doğası

1 2 Eylül öncesinde lstanbul tam anlamıyla "parsellenmişti. " Bell i semtler, belli siyasal grupların kontrolü altındaydı. Farklı düşünen in­ sanların oralarda pek yaşama şansı yoktu. Ama sa(J ya da sol her­ hangi bir grup tam denetimini sa(Jladı(Jı zaman, o semte "huzur" ve "banş" gelmiş sayılırdı. Artık nasıl bir huzur ve nasıl bir barışsa . . . _

Bazı semtlerde ise, herhangi bir grup kontrol kuramamış olurd u . Buralar "riskli bölgeler'' idi. Hele gruplar arasında tarafsızsanız, bü­ yük risk altında yaşardınız. Bir gruba ''yanaşanlar" kendilerini koru­ yabilir, belli bir koruma şemsiyesinin altına girebilirlerdi. Ama taraf­ sız insanların böyle bir şansı da olmazdı. En riskli bölgeler ise, "kurtanlmış bölgeler" a rasında kalan bölgeler­ di. O bölgelerde yaşayan insanlar "kuşkulu" oldukları için, her iki ta­ rafın da hışmına u(Jrayabilirlerdi. üniversite çevresi de paylaşılmıştı. Merkez Bina olarak isimlendirdi­ (Jimiz, bahçenin ön tarafı, sa!) grupların denetimindeydi. Yani Sa­ haflar Çarşısı'nın girişi, Beyazıt Camii'nin yan ları, Beyazıt otobüs du-

56

ragı çevresi ve özellikle oralardaki kahveler, sagcıların "çöplüğü" idi. Otobüs duragındaki gazete bayiinden Cumhuriyet gazetesi almak için yürek isterdi. Aslında "Bu gazeteci neden Cumhuriyet de satı­ yor, aptal mı?" diye düşünürdüm. Ama işin aslını sonradan ögren­ dim. Adamcagız C u mhuriyet satmak istemezmiş. Ama zorla sattı­ rırlarmış. "Kimin ne mal olduğunu" anlamak isterlermiş. Merkez Bina'nın ya da bahçenin arka tarafları sol grupları n deneti­ m indeydi. Yani özellikle Süleymaniye Camii karşısındaki kahveler, sol grupların çöplügü olmuştu . Sag ve sol gruplar okula ayrı ayrı kapılardan girerlerdi. Yemekhane­ leri bile ayrıydı. Bu "uç gruplann " dışında kalan ögrenciler ise, bu iki gruptan birine katılmak zorundaydılar. Tabii eger ucuz bir biçimde karınlarını doyurmak istiyorlarsa . . . Bugün bunları yazmak nereden aklıma geldi? Bugün bunları yazmak aklıma geldi; zira, 1 970'li yılların senaryoları­ na benzer senaryoların 'sah neye kon makta oldugunu gözlüyorum. özellikle Beyazıt Camii'nin çevresinde, ciddi "görüntü değişikliği" yaşanmaya .başlandı. Hemen her yanıyla eleştirdigimiz ve karşı çıktıgımız 1 2 Eylül rejimi ve onu izleyen Özal dönemindeki tek olumlu nokta, bu tür senar­ yoların ve "bölge parsellenme/erinin " ya da "kurtanlmış bölge" hi­ kayelerinin sona ermiş olmasıydı. Ama korkarım şimdi, eskiden çok özledigimiz bir senaryo yeniden sahneye konuluyor. Bölgedeki kitap sergileri, hızla görüntü degiştirmeye başladı . M H P bayrakları ve mehter marşları b i r yanda, Kaplan Hoca'nın vaazları­ nın kasetleri öte yanda . . . Tam bir şenlik yaşanmaya başlandı. Bunun sonunun pek hayırlı olmadıgını deneyim lerimle biliyoru m . Bunlar satılmasın m ı ? Elbette satılsı n . Meraklısı ve alıcısı varsa, zaten satılır. Ama bu kitap ve kaset sergilerindeki kimi insanlar (hepsi ol­ masa .bile) geleni geçeni, pek de "sempatik" olmayan bakışlarla "süzmeye" başladılar. Anlayabildigim kadarıyla sırtlarını da bir yerle­ re dayamış durumdalar. Emniyet güçleri mi, belediye zabıtaları mı,

57

artık orasını bilemiyorum . Dedim ya, b e n bu filmi önceleri d e görmüştüm. Korkarım yarın öbürgün birilerinin arasında "tezgah kavgası" başlayacak. Bu kav­ gadan kim başarıyla çıkarsa, kendi "kurtanlmış bölgesini" oluştura­ cak. Gidiş hiç de iyi görünmüyor. Sayın Türkeş'e bakarsanız, adeta bir melek, bir barış gönüllüsü. Her yerde kardeşlik n utukları atıyor. Ama "sempatizan/art'' pek aynı ha­ vada degiller. Neredeyse Nazi selamına benzer bir biçimde, birbirle­ rini "bozkurt selamıyla " selamlıyorlar. (Aslında bu selamları da uy­ gunsuz bir el işaretine benziyor ama, bu da bir başka kon u . . . ) Dünyadaki uygulamalarına baktıgımız zaman, böyle bir çifte stan­ dardın ve uygulamanın, faşizmin dogasına çok uygun oldugunu görüyoruz. Belirli çevrelere çiçek atmak, belirli çevrelere kötek at­ mak . . . 1 2 Eylül öncesindeki kutaplaşmanın Türkiye'yi nerelere getirdigini hep birlikte yaşadık. Ve demokrasinin rafa kal ktıgı o dönemde yapı­ lan hataların faturalarını hala ödemekteyiz. Hal böyleyken, aynı se­ naryoları yen iden sahneye koymak, hangi akla hizmettir? insanlar ders almasını bilseler, tarih tekerrür etmezmiş. Dogru. Ama "hiç" ders almamak da olur mu? Bu aymazlıgın faturasını kim öde­ yecek, nasıl ödeyecek? . .

58

Yalpaya B1rakmak...

Temmuz ayında "Garip Şeyler" başlıgıyla yazdıÇ)ım bir yazıda, çok il­ ginç bir olaya deÇ) i n mişti m . Belki anımsayanlar vard ı r ama, ben gene de kısaca özetleyeyim . özelleştirme kapsamı içinde b u l u nan PETLAS'ı n satışı için açılan ihalede, 8 trilyon 790 milyar lira fiyat veren Taşçılar Ticaret'in sahibi Abdülcemal Taşçılar'ın isyan ve ithamlannı dile getirmiştim. Gerçek­ ten Abdülcemal Taşçılar, özelleştirme idaresi BaşkanlıÇ)ı'nı aÇ)ır bir biçimde suçluyor ve teklif verme süresinin dolmasına raÇ)men, özel­ leştirme idaresi BaşkanlıÇ)ı'nın 2 trilyon 450 milyar teklif veren lranlı Nadir lranl ı Nadir lmpex ve Teknotext firmalarıyla pazarlıga otur­ masını sert bir dille eleştiriyordu.

"Fabrika/an adeta yok pahasma satmak için özel çaba hamyorlar" d iyordu Abdülcemal Taşçılar, "Yazıktır, devlete yazıktır. PETLAS'm 1200 işçisine yazıktır. " Ben de, "Nerede medya as/anlan? " diye sormuştu m . "Ellerinde kameralar insanlarm kapı/arma dayanan ve cumhuriyet savosı

59

edasıyla insan/an sorguya çekmeye cüret eden 'reality show' kah­ raman/an nerede? Neden Yaramancı 'nm kapısma dayanmıyorlar?" Yazımı şöyle sürdürmüştüm: "PETLAS'm sözü edilen iki teklif arasm­

daki fark, 6 trilyon 340 milyar lira. Eğer bu haberde yaztlanlar yalansa, Özelleştirme İdaresi Başkanltğı'mn ve Başkam'nm kıyamet­ leri kopartması gerekir. En ufak bir harekette milyarlık tazminat davası açan bu kuruluşlar, böylesine ağır bir itham karşısmda, acaba neden susmayı yeğliyorlar?" Aradan aylar geçti. Çıt yok. Eger bu haber dogru idiyse, yer yerin­ den oyna malıydı. Yaramancı görevinden alınmalı, mahkemelerde sürüm sürüm süründürülmeliydi. Eger Abdülcemal Taşçılar'm söy­ ledikleri yalan idiyse, bu kez Yaramancı onun yakasına yapışmalıydı. M a h ke m e l e re ve rm e l iyd i . "Bun/an nerden uyduruyorsun ? " demeliydi. E n azından kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yap­ malıydı. Ama yukarıda söyledigim gip i "çit yok?" Ne Yaramancı, Taşçlar'a bulaşıyor, ne de devlet Yaramancı'nın yakasına yapışıyor. Yakasına ya pışmak ne kel i me, ayn ı görevi üst ü n bir görev aşkıyla s ü r­ dürüyor. . . B u tür olaylar yıllardır ''ya/paya bırakıltyor" Aslında denizcilikle ilgili deyimleri pek bilmem. (Bunlar Mümtaz Soysal Hoca 'nm uzmanltk

alanma girer.) Ancak bu ya/paya bırakma deyimini pek severim. Ar­ tmalt bir havada,, hrtmanm " üzerine gitmek" yerine, fırtınayı "geçiş­ tirmek" anlamına geliyor. Eskiden basınımızda "fikri takip" diye bir anlayış, güzel bir gelenek vardı. Bir gazeteci herhangi bir soruna el attı mı; şu ya da bu biçim­ de sonuç alana kadar peşin i bırakmazdı. Zaten gazete yayın yönet­ menleri de buna izin vermezlerdi. O muhabiri n canına okurlardı. Şimdi nerede böyleleri ? .. Basın ımız "medya " adını alınca, ya da medyanın bir parçası olunca, bu tür anlayışlar rafa kalktı ve bu tür gelenekler "out" old u . B i r süre önce; b i r zamanlar Zeynep özal'la evli ol a n genç b i r m üzis­ yen, anılarını yazmıştı . Bu anılarında Efe Özal'la aralarının bozulma 60

nedeni olarak "Hakkım olan yasal komisyonumu vermedi" demişti . Birçok gazeteci olayın üzerine gitti, "Arkadaş sen kimsin? Kimden komisyon a/Jyorsun ve bu komisyon nasJ/ yasal oluyor?" diye sor­ dular. Elbette yan ıt gelmedi. Bu mesele de yalpaya bırakıldı . Engin C ivan'a sıkılan kurşun ları n ortaya saçtıgı pislikleri nasıl temiz­ leyeceklerini merak ediyordum. Yavaş, yavaş işin sonu görünmeye başladı. Ama öyle açıklamalar yaptılar ki, kargalar güler. önceleri birbirlerini hiç tanımadıklarını iddia eden insanlar, neredeyse kader ortagı çıktılar. Bizi kimlerin; nasıl yönettigini anlar gibi olduk. Ama bu mesele de yalpaya bırakıldı . Bir mafya babası, kendisine telefon eden hanımın eski cumhurbaş­ kanının eşi oldugunu iddia etti . Elbette yalanlandı. Ama teknolojt burada işleri karıştırdı. Telefon u n o evden açıldıgı ispatlandı. Bu kez de, "Benim evimden bir başkası açmış" açıklaması yapıldı. Sanki yolgeçen hanı . . . Bu vesile ile ayda 35 milyon lirayla geçindigini iddia eden bu hanımın evinde 25 telefon oldugunu ögrendik . . . Bu işin üzerine de kimse gitmedi. Bu da yalpaya bırakıldı. Ahmet Özal malvarlıgını açı klayacagını defalarca söyledi . Ama bir türlü bu sözünü tutmadı. Yalpaya bıraktı. "Ticari sırlanmı açıklarsam pazar/Jkta güçsüz ka/Jnm" diyor. Sanki pazarlık masasına oturdugu adamlar salak. Tüm olasılıkları enine boyuna incelemeden otu ru rlar mı masaya? Ahmet özal'ın televizyonuna talip olurlar mı? Ahmet Özal, arada sırada "önemli açıklamalar yapacağım " diyerek, biri­ lerinin yüregini hoplatıyor a m_p, arkasın ı getirmiyor. B unu da yal­ paya bırakıyor. Birileri bir şeyleri yalpaya bırakırken; bir yerlerde sert rüzgflrlar esiyor ve fırtına gitgide sertleşiyor. Gün gelecek, yalpaya bırakmak da kur­ tarmayacak bunları. Hem de, o günler fazla uzak degil gibi . . .

61

Çifte Standart

Gerek ülke içinde ve gerekse uluslararası düzeyde, çok ilginç bir "çifte standart" uygulaması görüyoruz. B u uygulama kim i zaman şaşırtıyor beni . Ama ç�u zaman utanıyor ve çok kızıyorum . Zaten bence, insanların gözlerin i n içine bakarak yalan söylemekle, çifte standart uygulamaları arasında h içbir fark yok. Geçenlerde gündelik bir gazetemizin Washington muhabirinin yol­ ladıgı ilginç bir haberi okudum. Başlıgı: "Amerika: Çeçenistan, Rus­ ya 'nm iç işidir. " Haber şöyle devam ediyor: "ABD Dışişleri Bakam Warren C hristopher, Çeçenistan 'daki sorunun, temelde Rusya 'nm iç

meselesi olduğunu söyledi.

Rusya Devlet Başkam Yeltsin 'in, Çeçenistan 'm Rusya 'dan aynlmasmı engellemek amaoyla birlik göndermek zorunda kaldığma inandığı­ m söyleyen Christopher, ABD'nin Rusya 'nm toprak bütunlüğüne önem verdiğini ve bu ülkenin bölünme yoluna girmesini arzu etme­ diklerini belirtti. Christopher, FBS (kamu televizyonu) _televizyonuna verdiği demeçte

62

' B öl ü n me yol undaki b i r Rusya 'yı görmek ne Rusya ' n ı n ne de ABD'nin çıkarınadır. Yeltsin'in başka bir seçim yolu olmadıgını d üşü­ nerek böyle bir karar aldıgından eminim' şeklinde kon uştu. " Buyrun bakalım . . . insan hakları n e oldu? Demokrasi nerede? Nerede "ulus/ann kader­ lerini belirleme hakkı? " Bölü nme yol u ndaki bir Rusya'yı görmek, ABD'nin çıkarına degilmiş. Peki, bölünme yolu ndaki bir Türkiye'yi görmek ABD'nin çıkarına mı oluyor? Nasıl oluyor ve neden oluyor? Aslında olabilir. Gerçekten, Türkiy�'nin bölünmesi, Amerika'nın çı­ karına uygun olabilir. Ama Rusya bölünmeyi engellemek için birlik gönderince haklı oluyor da Türkiye bölünmeyi engellemek için birlik gönderince neden haksız oluyor? Ç ifte standardın böylesine "smtmasi '' insanı isyan ettiriyor. Netice olarak Çeçenistan, Rusya Federasyonu'na baglı olsa bile, bagımsız bir devlet Sınırları belli, mülki yapısı düzen lenmiş. Ve Rusya Fede­ rasyonu'nun bütününe bakıldıgı zaman, bünye olarak çok farklı bir ülke. Kendi kaderini tayin etme hakkı tartışılabilir. Ama bu ülkedeki bagımsız hareketi kan ve ateşle bogulurken ABD, bunu "anlayışla " karşılıyor. Devletlerin çıkarları ne çirkin durumlara düşürüyor onları . . . G rozni'ye Rus uçakları ateş yagdırıyor. Kadın çocuk dinlemez bom­ balar. Kitlesel bir kıyım va r Çeçen istan'da. Ama ABD, Yeltsin ' i n " başka bir seçim yolu olmadığmdan böyle bir karar aldığmdan. . " emin, Bunun Rusya'nın iç meselesi oldugunu düşünüyor. Ama Tür­ kiye benzer kararlar aldıgı zaman, insanlık suçu işlemiş oluyor, de­ mokrasi dışına çıkmış sayılıyor. .

Çeçenistan sorunuyla Türkiye'deki G üneydogu sorunu arasında kı­ yamet kadar fark oldugunun elbette bilincindeyim. Ayrıca, bu böl­ gede yıllardır uygulanan devlet politikalarının en azından bir bölü­ münün yanlışlıgı konusunda da h içbir tereddütüm yok. Ama çifte standa(dın bu derecesini "utanmaz/ik"olarak deg � rlendiriyorum . Irak, Kuvl:eyt'e girdigi zaman yapılan şey, "insanhk suçu " (Oysa ki

63

lrak'ın bir dizi haklı tarihsel nedenleri de var.) Saddam, en agır bir biçimde cezalandırılmalı. Sanki Kuveyt'te özgürl ü kçü bir demokrasi varmışçasına "hür dünya " kıyametleri kopartıyor. Ve bize Kuveyt'ten "naklen savaş" seyrettirdiler. Allah'ın çölüne ya­ rım milyon asker yıgdılar. Tüm Avrupa "demokrasileri" birbirleriyle yarıştılar Kuveyt'i kurtarmak için. Sanki Bagdat bombardıman edilir­ ken ölen Çocuklar çocuk degil; ölen siviller sivil degildi. Ama Sırbistan, Bosna'ya girdigi zaman yapılan şey, "bölge koşulları­ nm doğurduğu bir çatışma " M üdahale edi lmesi yanlış sonuçlar ve­ rebilir. Aman mesele kızışmasın . Beş yaşında çocug u vuran "keskin nişano "nın yaptıgı şey, insanlık suçu sayılmıyor. O güzel çocuk ora­

ya kanlar içinde uzanınca, yürekleri parçalanmıyor. G idinin utan­ mazları sizi, gidinin barbarları . . .

Çeçenistan sorun u söz konusu oldugu zaman, "Çeçenistan, Rus­ ya 'nm bir parçası" Bölü nmeye izin vermemek gerek. Saraybosna sorunu söz konusu olunca, "bölge koşullarmm ortaya çıkardığı bir sonuç. " Buna da müdahale etmemek gerek. Ama Türkiye'nin G ü neydogu sorun u söz konusu oldugu zaman, "Diyarbakır, Türkiye'nin bir parçası değil" Bölü nmeye izin verseniz de olur, vermeseniz de. Burada demokrasi söz kon usu oluyor. Bunun gibi örneklerin sayısını çogaltmak m ümkü n . Dogrudur. Dış politikada devletlerin "dostları", ya da "düşmanlar/'' yoktur, "çıkarla­ rı" vardır. Ama böylesine çifte standart da en azından ayıptır. Dünyaya empoze edilmek istenen "yeni ekonomik düzen " ya da "yeni dünya düzen i"nin ardında yatan ahlak ve mantıgın temeli, iş­ te bu çifte standarttır. Ve ülkemizde bunun bayraktarlıgını yapanlar; acaba bunu göremeyecek kadar "şaşkm " m ı yoksa bu ahlaksızlıgı paylaşacak kadar "şerefsiz" mi? Zaman bun u gösterecektir.

64

Düğmeye Baslldı mı?

Bundan kısa bir süre önce yazdıgım bir yazıya "Ben bu filmi gör­ müştüm" diye başlık atmıştım . Zira ü niversitelerimizde havayı ger­ ginleştirecek olaylar başlamıştı . Ancak o günlerde birkaç ü niversite­ miz biraz karıştıktan sonra olaylar durulmuştu . Geçen haftanın ikinci yarısında birden üniversitelerimiz yeniden ka­ rıştı . Olaya dışarıdan bakan bir gözün kolayca saptayabilecegi gibi, sanki "birileri" bir dügmeye bastılar ve "oyun baş/adi'' ö nce Marmara Üniversitesi'nin Göztepe kampusunda ögle yemegi yiyen ögrenciler saldırıya ugradılar, ardından lstanbul Üniversitesi ik­ tisat Fakültesi ögrenci kantinine saldırıldı. Tabii bu saldırılara karşı protestolar da düzenlendi . Aynı gün ODTÜ ve ITÜ 'de saldırıları kınayan gösteriler başladı . An­ kara Dil-Tarih ve Cografya'da benzer çatışmalar görüldü. işin kötü­ sü, daha şubat ayındayız. Bir de bahar gelip, ögrencilerimizin kanı kaynamaya başladı mı, olayları frenlemek çok daha güç olacak. (Ta­ bii eger frenlemek isteyen birileri çıkarsa . . . )

65

Bu olayların başlayış biçimleri de çok ilginç ve üzerinde durulmaya deger bir konu . Çatışmalar aynı okullarda okuyan ve aynı "mekan­ /an" paylaşan ögrencilerin sürtüşmelerinden kaynaklanmıyor. Okul dışında bir grup toplanıyor ve tekbir sesleri arasında "baskm " yapı­ yor. Ellerinde satırlar, kasap bıçakları vb. gibi "ikna edici" aletlerle ögrencilerin üzerine saldırıyor. Ü niversitelerin kapılarında (akıllarınca) "kuş uçurtmayan " güvenlik güçleri bu "nezih " ( ! ) topluluklar karşısında, tümüyle aciz. Nasıl oluyorsa, elleri n i kollarını sallayarak -giriyorlar ve gene ellerini kolları­ nı sallayarak çıkıp gidiyorlar. Aralarından bir tanesi bile polis tarafın­ dan yakalanmıyor. Ve olaylar bittikten sonra gelen polisler, kan re­ van içindeki arkadaşlarının duru mundan çılgına dön m üş olan ve bi­ raz da bunun etkisiyle i leri-geri konuşan gençleri gözaltına alıyor. Hep aynı çirkin senaryo, hep aynı çirkin oyu n . . . M H P üst yönetimi ve yöneticileri, eski imajları ndan farklı bir i maj verme çabasındaymışlar. Ama söylenenlere ve çekilen fotograflara bakılırsa bu baskıncılar, Ülkü Ocakları'ndan geliyor. Zaten "uygun ve anlamlı" ( ! ) el işaretlerinden de bu görülüyor. Aynı kampuslarda ve okullarda okuyan Refah'lı gençler de bu görüşü paylaşıyor. Fakat ne hikmettir, gözaltına alınanlar hep solcu ve devrimci gençler olu­ yor. Televizyonda izledim. Polis, kantinin önüne oturmuş olan gençleri götürmek isterken rektör geldi, araya girmek istedi . Ama olmadı. Daha sonra soru yönelten gazetecilere, "Polisi ikna edemedim, suç işlenmiş" diyordu . Elbette "suç işler" Atatürkçü ve devrimci gençler. Ayrıca polisi tahkir ve tahrik edici sloganlar da atarlar! Ve son unda da, döve döve götürürler çocukları . Ama o ögrencileri ve arkadaşla­ rını s�tırla, bıçakla yaralayanlar ellerini kollarını sallaya sallaya dola­ şırlar. işin bir başka ilginç boyutu daha var. Bundan birkaç yıl öncesine ka­ dar ün iversitelerimizde (gördügüm ve bildigim kadarıyla) gruplaş­ malar; Ülkücü ögrenciler, Refahçı ögrenciler ve Kürt agırlıklı solcu ögrenciler biçimindeyd i . "Sessiz çoğunluğu" oluşturan ögrenci kitle­ sinin pek bir "kimlik belirtmesi" yoktu . Ve o zamanlar bu kitlenin 66

Atatürkçü bir potansiyeli oldugunu düşünürdük. Zaman bu düşüncemizi haklı çıkardı ve özellikle Ugur Mumcu'nun öldürülmesinden sonra kendini Atatürkçü, ilerici ve devrimci olarak tan ı m laya n geniş bir kitle o rtaya . çıktı . Bunları n bir kısm ı (hala) ANAP ve DYP sempatizanı, bir kısmı YDH'ye ümitle bakan ve bir kısmı da CHP, DSP çizgisinde olan gençlerdi. Ve hızla çogaldılar ve çogalmaktalar. Ve görebildigim kadarıyla son günlerdeki saldırılar, özellikle bu tür gençlere yönelik oluyor. Bizim fakültedeki olayı yaşayan a rkadaşlarım ve ögrencilerim anlatı­ yor. Ellerinde her türlü aletlerle gelen Ülkücü grup kantinin altını üs­ tüne getirirken ve kan dökerken, Çevik Kuwet olayın 200 metre ötesindeydi. Zaten "bir şeyler" olacagı sabahtan belliydi ve her ta­ rafta kum gibi gazeteci ve televizyon mu habiri kaynıyord u . Ve Çe­ vik Kuwet, olay bittikten ve baskıncılar ayrıldıktan son ra ''yetişi­ yor"( ! ). Aynen Marmara Ü niversitesi' nde oldugu gibi . . . Kimdi r bunun soru m l usu ? istihbarat desek, olayların başlayacagı gün gibi ortada. Yetişemedi desek, 200 metre mesafede duruyor­ lar. Ne biçim bir iştir bu? . . Birileri b i r dügmeye bastı ve olaylar h ızla tırmandırılmaya başladı. Bundan sonraki aşamalar için neler "tezgahlandığmı" da aşagı-yu­ karı biliyoruz. Zaten geçenlerdeki yazımda da belirtmiş oldugum üzere, "Biz bu filmi görmüştük" Hem de defalarca . . .

67

Bayram Benim Neyime ...

Bu yıl bir bayram yazısı yazıp yazmamak konusunda epey tereddüt ettim. Zira bayramlarda insanlar güzel şeyler yazmak istiyor, güzel şeyler okumak istiyor, güzel şeyler okunsun istiyor. Ve benim "ma­ razi" ( ! ) denilebilecek iyimserli�ime karşın, iyi ve güzel şeyler yaz­ mak öylesine zor ki. . . Bir yandan ekonomik sorunlar, bir yandan i ç sorunlar ve bir yandan da dış sorunların sarmalındayız. Neyi tutsak elimizde kalıyor, nereye başvursak kapılar kapanıyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın Bosna kapılarından dönmesini bir türlü içime sindiremedim. Olacak iş de�il. E�er Türkiye Cumhurbaşkanı oralara kadar gitmişse ve e�er Bosna'nın mazl u m halkı Türkiye C umhurbaşkanı'nı ba�rına basmanın umut ve heyecan ı içinde bek­ liyorsa, Saraybosna'ya gidilecekti. Belki de uzaktan atmak kolay oluyor ama, ne Birleşmiş M illetler'in ikiyüzlü askerlerin i dinlerdim, ne Sırp keskin nişancılarını. O kadar F- 1 6 uça�ı var Türkiye'nin orada . "Benim uçağımı koru­ mak üzere havalansın/ar" der giderdi m . Saraybosna çevresinde 68

mevzide olan ve havalimanını tehdit eden Sırp birliklerinin de başı­ na dünyayı geçirttirirdim. Aslında hiç kimsenin de gıkı çıkamazdı. önce güvence verip Türkiye'nin C umh urbaşkanı'nı oralara getirt, sonra da "güvenliği sağlayamıyoruz" de . . . Olacak şey degil. Ama eger BM yeterince güvence vermeden Sayın Demirel' i kandı­ ran birileri olmuşsa, onu n da hesabının sorulması gerekir. Türkiye Büyü k Millet Meclisi, Türk demokrasisinin en önemli kuru­ mudur, en önemsenmesi gereken kurumdur. Bir anlamda "mabedi­ dir" Bu kurumun aleyhine bir şeyler yazmaktan nefret ederim. Hele bu kuru mla ilgili polemikleri okumak, ciddi olarak uzer beni . Ama böylesine de sorumsuzluk olmaz ki . . .

"Kıyak" olarak nitelendirilen emeklilik yasası defalarca geri döndü .

B i r punduna getirip yeniden kotarmışlar. N e hakları var TBM M ' nin itibarı ile böylesine oyna maya? Halk zaten "burnundan solurken " Meclis'le halkı birbirine böylesine ters düşürmenin alemi var m ı ? TBM M 'nin böylesine yıpratılmasının kime ya da kimlere fayda sag­ layabilecegini görmez mi bu Meclis'in sayın üyeleri . insan bindigi dalı üç-beş kuruş için keser mi? Nasıl gözü kararır insanın böylesi­ ne? . . Bir yanda yüzde 1 50 enflasyon, bir yanda toplu iş sözleşmesi masa­ sına gelen kamu işvereninin "srflr" ücret zammı önerisi. . . insan uta­ nır yah u . "Halkımızı fedakarlığa çağmyorlar"mış . . . Elbette fedakarlık yapar bu halk. Hem de insanı şaşırtacak ölçülerde özveride bulunur. Ama aynı fedakarlıgı herkesin yapması koşuluyla . Hele, birilerini fe­ dakarlıga davet edenler, kendi yaşamlarında h içbir fedakarlıga kat­ lanmazken ve hatta tam tersine, her şeyin daha iyisini ve daha faz­ lasını ister ve alırken, halkı fedakarlıga davet etmek, en azından alay etmektir. B ugün iktisadi karar alma durumunda olan insanlardan h içbiri, evet altını çizerek yineliyorum h içbiri; ne gündelik yaşamlarında, ne de uzun dönemli planlarında h içbir fedakarlık yapmamışlardır ve yap­ mamaktadırlar. Ne sofralarından bir lokma ekmek eksilmiştir; ne de yaşam standartlarından bir adım geriye gitmişlerdir. Hangi yüzle fe-

69

da karlık istiyorlar halktan? Daha önce yapılan fedakarlıkların sonu­ cu ne oldu? Birileri fedakarlık yaparken, birileri trilyonları yagmaladı .

"Özelleştirilmeye kamu bankalanndan başlansm " diye defa larca yazdık. Kimse ya naşmadı buna. Zira kam u ban kaları, Türkiye'de devleti soymanın en etkin aracı . Kitle iletişim i alanında yazılı ve gör­ sel çeşitli girişimleri olan bir kurum, bir kamu bankasıyla ortak ola­ rak bir banka satın almaya kalktı . Kıyamet koptu elbette. Bu ku ru­ mun gündelik gazetelerinin avukatlıgı da yetmedi . Ve sonunda bu projeden vazgeçildi. Aynı gazeteler bunu bir "fazilet örneği" olarak sunuyor ve basın tarihimize bir "altm sayfa " yazmakla övünüyorlar. (Allah'ım aklımızı· sen koru . . . ) Söz konusu kamu bankasının genel müdürü de; kendisine "Karde­ şim sen özelleştirme içinde olan bir bankasm, bir azmlık hissesi için devletin parasmı bu iştirakte nasıl kullamrsm " sorusu nu yönelten muhalefet liderine, "Bu siyasal bir karardtr" yanıtı nı veriyor. Utan­ mazlıga ve pervasızlıga bakın . . . Emlak Bankası ne zamandan beri Türkiye'de siyasal kararlar almakla görevlendirildi ve yetkili kılındı? Böyle bir yan ıt verebilmek bile işin nerelere geldigini ve nerelere dogru gitmekte oldugunu gösteriyor. Ve gerçekten çok yazık olu­ yor.

üniversitelerimiz ise bir başka alem . Şimdi de ögrenci ler arasında kı­ pırdanmalar başladı. Umarım gereken önlemler, gerekli kararlılık içinde alınır da eskiden çok gördügümüz bir filmin senaryosu, yeni­ den kaleme alınmaz ve gündeme getirilemez. Arife günü Abdurrahman Dilipak'la birlikte bir özgürlük çagrısı yap­ tık. iyi karşılandı . Keşke yaşama da biraz yansısa. Hünkar Lokantası'nın sahibi degerli dostum Feridun Ugümü, gene tadına doyulmaz kadayıf dolmalarından getirdi arife akşamı. Agzı­ mız tatlandı ama, bunca sorun içinde içimiz bir türlü tatlanamıyor. Fa kat her şeye karşın u m utlarım ızı yiti rmiyoruz, g üzel ve m utlu gün lere olan inancımızı yitirmiyoruz. Bu inanç ve umut içinde tüm okurlarımın bayramlarını kutluyorum .

70

Kim Bunlar ?..

Aynen filmlerde gördügümüz gi b i . . . Birkaç kişi b ir taksiyi gaspedi­ yor, sürücüsünü öldürüyor ve ellerindeki otomatik silah larla kahve­ haneleri taramaya başlıyorlar. Bir ölü, birkaç düzine yaralı. . . Tam bir "profesyonel harekat. " Planlı ve programlı . . . Gazetelerden okudugu muza göre b u olay 1 5-20 dakika sürüyor. Ve üç-beş yüz metre uzaklıktaki karakol bu olaya müdahale ede­ meden, saldırganlar kaçıyor. Gazi Mahallesi'ne bundan dört-beş sene önce gitmiştim . Bizim bö­ lümdeki müstahdemlerden birinin üç katlı bir gecekondusu( ! ) vardı. Komşusuyla an laşmazlık içindeydi ve benden arabuluculuk yapma­ mı istemişti . Küçükköy'den sonra ulaşılan tam bir dagbaşı idi. Bu­ gün (sanıyorum) ismet Paşa C addesi olan, geniş ve inişli çıkışlı bir caddenin etrafında iki sıra ev ve dükk�n ve bu caddeye dikey gelen, sonu tarlalara açılan yan sokaklar. . . Tüm Gazi Mahallesi buydu . . . Son olaydan son ra çekilen hava filmlerinden gördügüme göre o yan sokaklar da uzamış ve iki ya n ı nda evler yer almıştı . O eski,

71

"dağbaşı" hali kalmamıştı . Ve gene arkadaşlardan ögrendigime gö­

re özellikle son birkaç yılda Orta ve Güneydogu Anadolu'dan gö­ çenler, nüfusu iyice arttırmıştı . Bir yandan kahvehaneleri n taranması ve bir yandan da polisin güç müdahalesi yüzünden halk tepki göstermişti . Ve o gece başlayan olaylar bir gün son ra devam etmiş ve sokaga çıkma yasagına kadar, halkla polis kıyasıya çatışmıştı . Sonuç yirmiden fazla ölü ve yüzlerce yaralı. Kahvehaneleri tarayanlar amaçlarına ulaşmışlardı. Hem de fazlasıyla . . . Ama akla hemen şu soru geliyor: "Kimdi bu adamlar? " içişleri Bakanımız Sayın Menteşe "PKK de olabilir, Hizbullah da ola­ bilir, İBDA-C de olabilir, Dev-Sol da olabilir" diyerek çok "aydmlatı­ o "( ! ) bir açıklama yaptı . Peki bu memleketin hiç "istihbarat örgütü" vb . gibisinden kurumu yok mu? Böylesine geniş çaplı ve dramatik sonuçlu bir işe girişenler hakkında h içbir bilgi toplanamamış mı? Ne biçim bir güvenlik ve emn iyet anlayışıdır bu ? Sayın C u mhurbaşkanı­ mız, Antalya çarşısında dolaşan karıncaları n ayak sesin i d uyarken üzerimize dogru gelen felaketin ayak seslerini duyamıyor muyuz? Kimler neler tezgahlamakta acaba? Kimler ellerini ovuşturarak, "Bu sefer becerdik" demenin mutlulugunu yaşıyorlar. Binbir türlü laf dolaşıyor ortalıkta . Kimileri "Gazi Mahallesi, Alevile­ rin merkeziydi. Hedef Alevilerle Sünniler arasmda bir çatışma çıkar­ maktı" diyorlar. Ki mileri, "Bu mahalleyi asıl Dev-Sol ele geçirmişti. Hareket onlara yönelikti" diyor. "Türkiye'nin, gümrük birliğine girmesini istemeyen­ lerden " söz edenler de var, bu olayı salt "dış güçlerle" açıklamak is­ teyenler de.

Bu olaydaki "gerçeğin " ne oldugunu kestirmek çok zor. Ayrıca, bu Hgerçeğin " ortaya çıkacagını da hiç sanmıyorum . Birileri "barut ftçı­ sma " bir ateş attı, bir kıvılcım parladı ve çıkan yangını acı ve ıstıraplı izledik. Umarım arkası gelmez. Ama "arkasmm gelmemesi", korkarım salt bir umut olarak kalacak gibi görünüyor. Halkın sinirleri çok gerilmiş durumda. En ufak bir

72

olay, inanılmaz boyutlarda patlamalara yol açıyor. Bir çocuga tecavüz edildigi söylentisi, ufak bir kasabada binlerce ki­ şinin galeyana gelmesine neden olabiliyor ve bu arada canını yiti­ renler oluyor. Bir televizyon sunucusunun yanlış bir sözcük kullanması, gene bin­ lerce insanı sokaklara dökebiliyor ve sagı-solu yıkmalarına neden oluyor. Bir trafik kazası, gene binlerce insanın yolları kesmesine ve gelen geçen araçları taşlamasına yol açıyor. Spor müsabakakaları da, spor m üsabakası olmaktan çıktı . insanlar kin ve kızgınlıklarını kusuyorlar. Sorumsuz bazı yöneticilerin tah rikle­ ri de buna tuz biber ekiyor. Binbir "eziklik" içindeki kimi genç taraf­ tarlar, rakip takım karşısında alınacak bir galibiyetin kendilerini "üs­ tün kılacağmı" sanıyorlar. Eziklik ve yoksulluklarını bu yolla tatmin etmeyi umuyorlar. Tü m bunların altında yatan şey, toplumumuzdaki "güvensizlik" ve "yetersizlik" duyguları . insa n la rı m ızın "tatmine" u laşamamaları, "doyumsuz" olmaları . H ı rçın ve belki de umutsuz bir arayış içinde olmaları . Bir yanda bu sıkıntılar yaşanırken, öte yandan "şıkır da şıkır. " Çal­ sın sazlar oynasın kızlar. . . . .

Görgüsüz bir zenginlik sergilemesi, altüst edilmiş ahlak normları, saptırılmış idealler. . . Kendi sofralarından bir tek lokma eksiltmezken ve hatta tam tersi­ ne tüketim normların ı her gün biraz daha yükseltirken; geniş ke­ simleri (bir kez daha ve bir kez daha ve bir kez daha) fedakarlık et­ meye çagıran, hatta bunu zorla yaptıran yönetimler. . . Aymazlıga son vermek gerek. G idiş, hiç iyi bir gidişe benzemiyor. . .

73

Dökülen Kan ve Umut

Gerçekten çok sabırlı ve dayanıklı; inanılmaz derecede bagışlayıcı ve sagduyulu bir toplumuz. Ve insanlarımızın bu "güzellikleri" olmasa, böylesine basiretsiz yöneticilerin elinde, topl umsal bir cinnetin içine girmemek mümkü n olamazdı . Yaklaşık bir hafta önce, lstanbul' un Gazi Mahallesi' nde gerçekleşti­ rilen hain provokasyon ve bunun ardından emniyet güçlerinin akıl almaz tutumları, dünyanın bir başka ülkesinde yaşansaydı, sanıyo­ rum ne içişleri bakanı kalırdı ortada, ne de hükü met. . . içişleri Bakanımız Sayın Menteşe, bir "kusurunun " olmadıgını düşü­ nüyor ve dile getiriyor. Meseleyi salt ·"kusur" açısından ele alırsak, muhtemelen haklıdır. Olayı duyunca en hızlı bir biçimde lstanbul'a gelmiş. Gelmesine gelmiş ama, bilemedigimiz (ya da en azından benim bilemedigim) husus, " Geldikten sonra ne yapmış? " Gazi Mahallesi'ndeki karakolla ilgili bir dizi sorun ve ciddi iddialar var. Acaba Sayın Bakan, lstanbul' a gelince, buradaki görevlilerin ge­ ri çekilmesi için emir vermiş mi? Pazartesi günü polislerin de tahrik

74

edileceği bel liydi. Bunun içi n ne gibi önlemler almış. Memurların birtakım saçmasapan rivayetlere inanarak soğukkanlıl ıklarını yitir­ memeleri için neler yapmış? Elbette bu konularda uzman değilim, ama televizyonlardan görebil­ diğim kadarıyla pazartesi günü saat 1 5 .00 sularında polis panzerle­ ri nin kul lanış biçimi son derece de yanlıştı . Zaten çı lgına dönmüş olan ve cenazelerini taşıyan halkın üzerine panzer sürmek, hangi "akli selimle" açıklanabilir? Ve zaten asıl kıyamet orada koptu . Ölü ve yaralı sayısı, katlanması güç boyutlara ulaştı. Yan i sorun; bir "kusur" sorunu değil, bir "beceri" soru n u . Sanırım gerek içişleri Bakanımız, gerek lstanbul Valisi, gerek Emniyet M üdü­ rü; hatta üst düzey emniyet görevlileri, görevlerini kusursuz bir bi­ çimde yapmaya çalışmışlardır. Hatta bir kısım emn iyet görevlilerinin sırtlarının birkaç gün yatak görmediğine de eminim. Ama netice iti­ barıyla bu işi "becerememişlerdir. " Akan kanı ivedilikle durdurmak bir yana, daha çok kan dökül mesine neden olmuşlardır. Sükuneti sağlayacaklarına, çatışmayı tırmandırmışlardır. lstanbul Emniyeti, gözyaşartıcı bomba diye bir şey duymamış mıdır? Plastik mermi denilen bir şeyden haberleri yok mu? Kim verecek şimdi, dökülen bu kanın hesabını? Sönen ocaklardaki yaşama sevincini kim yeşertecek? Artık ilk gecenin provokasyonunu un uttuk, daha son raki provokasyonlar üzerinde du ruyoruz. B u olayları n tüm soru m l u l u ğ u n u (olanca acımasız som utluğuna karşın), sonuç olarak soyut bir kavram olan "provokatöre" mi yıka­ cağız. Bu tür olaylarda şimdiye dek hiç yakalanmamış olan bu "pro­ vokatör" kimin nesidir? Hangi hain amacın peşinde koşmaktadır. Sayın Başbakanımız, bu olaylarda "Yunan parmağı " olabileceğini ima etmiş. Gazetelerde okuyunca gözlerime inanamadım . Çok ke­ sin ve herkesi inandırıcı kan ıtlar sunmadan, böyle bir imayı, bir baş­ baka n nasıl yapar? Sayın Menteşe'nin Güner Ümit'le ilgili olarak yaptığı dil sürçmesine de benzemez bu. Adamı "tefe koyarlar. " Ama bu durumda "tefe konulan ", Türkiye oluyor. "Deneyimsiz" de­ sem, bunca yılın deneyimi var. Anlaşılır gibi değil. . . Dışişleri Bakanlı75

gı şimdi bunu temizlemeye çalışsın bakalım. Artık nasıl bir açıklama getirirler, bilemiyorum . . . Ve giden gitti . . . Fidan gibi çocuklarımızı verdik gene kara topra klara . O çocukların kederli ailelerinin acıları nasıl diner, nasıl dindirilir acaba? Televizyonlardan izleyebildigim kadarıyla, kimi cenazeler siyasal me­ saj taşıyordu. Kimi cenazeler ise kitlesel bir katılım olmakla birlikte, sadece törenler şekli ndeydi. Ve bu cenazelerde aileler hıçkıra hıçkı­ ra, haykıra haykıra aglıyorlardı. Ne kadar hıçkırsalar, ne kadar hay­ kırsalar az . . . . Ama beni e n çok yaralayan, yüregimi daglayan, bogazımı d ügüm­ leyen görüntü; cenazelerinin ardından gözyaşlarıyla yürürken gö­ güslerine, yüreklerine bastırdıkları M ustafa Kemal'in resimlerini taşı­ yan insanların görü ntüsü oldu. Ayşegül'ün yan ı nda gözyaşlarımı kontrol edebildim ama; şimdi gecenin bu geç saatinde, bu satırları kaleme alırken tutamıyorum . Bilmiyorum siz degerli okurlarım, bu gözyaşlarıma "parmaklannızla " dokunabiliyor musunuz? . . Bunca acı, bunca kırgınlık, bunca isyan içinde bile; teselli ve umudu Mustafa Kemal'de arıyor ve bir ölçüde bulabiliyorsak, "daha ölme­ dik" demektir. En kahır yüklü günlerimizde bile, "gelecekteki güzel günlerin " işareti var demektir. . . Hain provokasyonlar son ucu topraga verdigimiz fidan gibi yavruları­ mızın kanı, aynı topraklarda umut çiçeklerinin filizlerini yeşertebilir mi acaba? . . Ve tüm ıstırabıma ragmen, bunun umudu içinde; b u çocuklarımızın teselli bulmaz aile ve yakınları başta olmak üzere, tüm ulusumuza başsaglıgı diliyorum.

76

/iL Bölüm

REFAH VE IAIKLJK

Belli Değerlere Saygı Duymak

1 O Kasım 1 994'te Anıtkabir' deki Atatürk'ü anma töreni sırası nda çıkan olayla ilgili görüşlerimi "sıcağı sıcağma " yazmak istemedim. Birkaç gün bekleyerek, kimi "demokrasi havarilerinin ", bu olayla il­ gili olarak nasıl degerlendirmeler yapacakların ı gözlemek istedim . iyi ki de böyle yapmışım. 1

Basınımızın "sağ cenahmdan" olayla ilgili olarak yapılan degerlendirmelerde, iki motif üzerinde duruluyordu. Bunlardan biri olayın "provokasyon " oldugu, öbürü de olayı yapan kişinin "aklmdan zoru olduğu" idi. Bu tür olaylarda provokasyon olasılıgı daima vardır. Zaten ben bu tür olaylarda sürekli şu soruyu sorarım : "Kim kazançlı çıktı?" Yani herhangi bir olay ya da davranışın; kime ya da kimlere yarar sagla­ yacagını kestirmeye çalışırım. Tabii böyle bir düşünce ta rzı, olayın "müsebbiblerinin " rasyonel (akılcı) oldukları varsayımına dayanır. Bu çogu zaman dogru çıkmaz. Kimi zaman da öyle girişimler olur ki; militan ruhlu bir şaşkın "kendi

79

düşünceme hizmet ediyorum" diye, karşıtlarının ekmegine yag sü­ rer ya da karşıtlarının planlarına alet olur.

Anıtkabir'deki olayı bu açıdan düşündügüm zaman; bu olaydan ki­ min yararlandıgı, kimin kazançlı çıktıgı kon usunda, kesin bir karar veremedim. Elbette olay duyuldugu zaman, laik ve özgürlükten ya­ na olan insanların bir 'tepkisi olacaktı . Ama bunu saglamak için bu işe girişilmesin i mantıklı bulmadım . Bu olaydan asıl kazançlı çıkan­ lar, bir lslam şeriatı devleti kurmanın hayali içinde olanlar oldu. Bunlar kazançlı çıktılar, zira kendi tabirleriyle "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ", belli kon u larda ne denli acz içinde oldugunu gördüler

ve gösterdiler. Devletin en üst kademelerine kadar, ellerini kollarını sallayarak çı kabileceklerini ve her türlü "halt! '' yiyebileceklerini bir kez daha anladılar. Atatürk'ü yermek ve Atatürk'e çatmak için bir fırsat daha yakaladılar ve kullandılar. Bir gün sonraki gazetelere baktım. Aslında neler yazacaklarını aşagı yukarı tahmin ediyordum, ama bir kez daha göreyim istedim. Çogu provokasyon ve akıl hastalıgı açıklamaları yapıyorlardı. Ancak çok ilginç bazı şeyler de vardı. Örnegin bu gazetelerden biri, olay­ dan çok olaya duyulan tepkiyi diline dolamıştı . An ıtkabir'in dışında olayı protesto eden insanlara "vurun ", "linç edin " gibisinden tepki­ lerini ve olayın "müsebbibine" saldırmak istemelerini dile getiriyor­ du. Basınımızın, en çok satma iddiasındaki renkli gazetelerinden birinin manşetleri daha ilginçti . Olayın asıl amacını ve "muhatabmm " kim oldugunu u n utmuşlar ve sorunu, salt bir güvenlik sorunu olarak ele almışlardı. Adamın "neyi" ve "neden " yaptıgını pek sorgulamadan, oraya kadar "nasıl" geldigi üzerinde du ruyorlardı. Bunun dışında başka sorun yoktu. Başta Sayın C umhurbaşkanımız olmak üzere, pek çok çevreden ve kitle iletişim araçlarından, bu olayın "failinin " akıl hastası oldugu teşhisi geldi. Dogrusu yapılan iş pek akıllı işi degil, ama adamın deli olduguna dair hiçbir bilgi sahibi de degiliz. Hatta tam tersine, karısı çok akıllı oldugunu söylüyor. Bu konuda teşhis için en yetkili agız ol80

masa bile herhalde az çok fikri olsa gerek . . . işin aslı, meselenin can alıcı noktası gözden kaçıyor, gözden kaçırılı­ yor. Bu nokta, Türkiye'de "kendi inanç ve değerlerine" saygı göste­ rilmesini isteyen insanların, başkalarının "inanç ve değ_erleri" konu­ sunda bu derece saygısız olabilmeleri, bu derecedeki bir saygısızlıgı neredeyse normal karşılayabilmeleri . Şimdi bu fanatigi karşınıza alırsanız "inançlannm baskı altmda tutul­ duğundan " ya da "kendilerine zulmedildiğinden " söz ederdi. işin daha ilginç yanı, bu söylediklerine inanırdı da . . .

Bugünlerde Said-i Nursi ve Korkut Hoca için anma mevlitleri okun­ du. Atatürkçü bir genç, bu mevlitlerin okundugu camilerin kapısına gidip "Blrakm bu cahil yobaz/an, bilimin ışığma gelin " diye bagırıp çagırsaydı, acaba neler olurdu? Nasıl bir tepki duyarlardı? Bir başka "dinci" yazar, başka bir vesile ile beyanat verirken M ustafa Kemal'den bahisle "Bu adamm müdafaa edilecek taraf/ yoktur" di­ yor. ifadedeki saygısızlıga bakın. Acaba kendilerinin deger verdigi, saygı duydugu bir insan hakkında böyle yazılsa neler düşünür? Bugünlerde gülünç sataşmalara hedef oluyoruz. Şeytan, ''Al eline kalemi hak ettikleri yanrtt ver" diyor. Ama yapmıyorum. Bizim gaze­

te az satıyor, ama çok okunuyor. Bir de şu zibidilerin reklamını mı yapacagım . Başka kapıya gitsinler. . .

81

Atatürk Yaşıyor

Kimileri Türkiye'de Atatürk ve Atatürkçülük sloganlarının çok kulla­ nıldıgını iddia ettikleri zaman, onlara ABD ve SSC B örneklerini veri­ rim. "Her toplumun karizmatik liderlere gerej