Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Sol [8, 1 ed.] 9789750504808, 9789754709094, 9789750505072, 9789750500039


110 75 124MB

Turkish Pages 1328 Year 2007

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Recommend Papers

Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Sol [8, 1 ed.]
 9789750504808, 9789754709094, 9789750505072, 9789750500039

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

iletişim Yayınlan 1235 •Modem T ürkiye'de Siyasi Düşünce 8 ISBN-13: 978-975-05-0480-8 (Ciltsiz) • ISBN-13: 978-975-470-909-4 (Ciltsiz Tk. No) ISBN-13: 978-975-05-0507-2 (Ciltli)

• ISBN-13: 978-975-05-0003-9 (Ciltli T k. No)

© 2007 lleti.şim Yayıncılık A. Ş.

1. BASKI. 2007, l stanbul SAYFA ve KAPAK TASARIMI Suat Aysu UYGULAMA Hüsnü Abbas KAPAK FiLMi Mat Yapım DÜZELTi Serap Yeğen DiZiN Özgür Yıldız MONTAJ Şahin Eyilmez BASKI ve CiLT Sena Ofset

tletişirn Yayınlan Binbirdirek Meydanı Sokak Iletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 lstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 •Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr

MODERN

TÜRKİYE'DE

SİYASİ DÜŞÜNCE CtLT 8

Sol

GENEL

YATIN YÖNETMENİ

İLETİŞİM A.Ş. ADINA SAHİBİ YA11N KURULU

Murat Belge Tuğrul Paşaoğlu Murat Belge, Tanı[ Bora, Ahmet Çiğdem, Bağış Erten, Murat Gültekingil, Ahmet lnsel, Kıvanç Koçak, Ömer laçiner, Kerem Ünüvar

EDİTÖRLER YA11N SEKRETERLERİ CİLT EDİTÖRLERİ

Tanı\ Bora, Murat Gültekingil Kıvanç Koçak, Kerem Ünüvar

B 1 R I N c 1 c 1 LT Cumhuıiyeı'e Devreden Düşünce Mirası:

Tanzimat ve Meşrntiyet'in Birikimi MEHMET ö. ALK AN

iKiNCi CiLT Kemalizm AHMET iNSEL ÜÇÜNCÜ CiLT

Modernleşme ve Batıcılık UYGUR KOCABAŞOGLU

DÖRDÜNCÜ CiLT Milliyetçilik TANIL BORA BEŞiNCi CiLT

Muhafazakarlık AHMET ÇIGDEM

ALTINCI CiLT lslamcılık YASIN AK TAY YEDiNCi CiLT Liberalizm MURAT YlLMAZ SEKiZiNCi CiLT Sol MURAT GÜLT EKINGIL DOKUZUNCU CiLT

Dönemler ve Karakteristikler öMER LAÇINER

MODERN TÜRKİYE'DE

SİYASİ ..

..

DUŞUNCE

8. CiL DIN

Y A Z A RL A R I

ÖZKAN AGTAŞ•EMEL AKAL•YI GIT AKIN•YÜ KSEL AKKAYA•EMiN ALPER•ÇAGATAY ANADOL • Ş Ü KR Ü ARG I N • G Ö KHAN ATI LGAN • SUAVi AYDIN • FiKRET BAŞKAYA • MURAT BELGE•FOTI B ENLISOY•ARiF ULAŞ BiLGiÇ•TANIL BORA •HAMiT BOZARSLAN • L E V E NT C A N T E K • Y U S U F D O G A N Ç E T I N KAYA • AY D I N Ç U B U K Ç U • M ET i N ÇULHAOG LU • MERA L DEMiREL• MUSTAFA G Ö RKEM DOGAN •AYDIN ENGiN • NECMi ERDOGAN • ENGiN ERKiNER • BAGIŞ ERTEN • B Ü LENT G Ö KAY • ÖZG Ü R G Ö KMEN • MURAT G Ü LTEKINGIL•ERTU GRUL G Ü NAY•AZAT ZANA G Ü NDOGAN •BURAK G Ü REL• CEMAL G ÜZEL • SELiM iLKiN • AHMET iNSEL • ERCAN KANAR • ERCAN KARAKAŞ • KURTULUŞ KAYALI • KIVANÇ KOÇAK • ORHAN KOÇAK • S Ü REYYA TAMER KOZAKLI • A K i F KURTULUŞ • MU RAT K Ü Ç Ü K • ERTU G R U L K Ü RKÇ Ü • Ö MER LAÇI NER • ELÇiN MACAR •CAN NACAR •AHMET OKTAY •SEYFi Ö NGIDER •DOGAN ÖZG Ü DEN •FULYA ÖZKAN • E M i N E ÖZ KAYA • AYLIN ÖZMAN • MELiH PEKDEMiR • SEZAi SARIOG LU • G Ü LNUR ACAR SAVRAN • MAHiR SAYIN •ORHAN SILIER • B Ü LENT SOMAY • MUSTAFA ŞENER • iLHAN TEKELi • METE TUNÇAY • ALI RIZA TURA • A. Ö MER TÜ RKEŞ • UFUK U RAS • ERKAL Ü NAL • KEREM Ü N Ü VAR • MESUT YEG EN • MURAT YILMAZ • YALÇIN YUSUFOGLU•YAPRAK ZIHNIOGLU•G Ü N ZiLELi

lçindekiler

Sunuş

. . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

. . . . . . . . . . . .

13

M U R A T B E L GE

Türkiye'de Sosyalizm Tarihinin Ana Çizgileri

. .

. . . . . . . .

. . . . .

. . . .

19

C E M A L GÜ Z E L

Türkiye' de Maddecilik ile Maddecilik Karşıtı Görüşler

. . . . .

49

M E T i N Ç U L H A O GL U

Türkiye' de Marksizm

. . . . .

. . . . . . . . . . .

.

. . . . . . . . . .

.

. . . . . . .

. . .. . .

. .

. . . . . . . . . . . . . . .

.

. .

• "fürkiye'de Sol Hare��tin ideolojik Geri Plam Uzerine Bazı Gözlemler . .. . ..... ....... FİKRET BAŞKAYA...............

. . .

68

. . 73

.

• Türkiye'de Troçkizm

ALİ RIZA T URA... ............. ............................................

.. 78

.

Y I G I T A KIN

Türkiye Sol Hareketinin Önemli Polemikleri •

. . . . . . . .

. . . . .

. . .

. . . . . .

Marksizmin "Millileşmesi" mi, "Yerlileşmesi" mi? MURAT BELGE

. . . . . . . . .

. .. . . .

. . . . .

. . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.86

1 05

E M E L A K AL

Rusya'da 1 9 1 7 Ş ubat ve Ekim Devrimlerinin Türkiye'ye Etkileri/Yansımalan... ................... •Şefik Hüsnü (Değmer)

BURAK GÜREL - CAN NACAR .. ...............................

.

.

............. 1 1 4

............... 1 1 8

o



Mustafa Suphi EMEL AKAL..........



.

·

· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

· · · · · · · · · · · · · · · · ·

İştirakçi Hilmi

.. 165

FOTİ BENLİSOY - Y. DOGAN ÇETİNKAYA......... •

. 138

Cami Baykurt

... 184

MERAL DEMİREL.....

Ö Z K A N A GT A Ş

Ortanın Solu: İsmet İnönü'den Bülent Ecevit'e ............ .....194 •

Bülent Ecevit

... 202

EMİN ALPER





Demokrasi İçin Toplumcu Düşün

.

MURAT YILMAZ.....

Özgür İnsan

Dergisi . . . .

.... .... . . .. ... . .

Dergisi

..... .... ...

ERTUGRUL GÜNAY .......



... 222

.

Sosyal Demokrasi Arayış/an . . . . . . . . .. .. . ERCAN KARAKAŞ..... .

.

.

.

234

.. .. 252

N EC M i E R D O G A N

1970'1erde Sol Popülizm Üzerine Notlar. .......... . .

......262

Y. D O G A N Ç ETI N K A Y A - M . G Ö R K E M D O G A N

TKP'nin Sosyalizmi (1920-1990) . •

Politika

Gazetesi

..282

AYDIN ENGİ N .................



İsmail Bilen (Laz İsmail)

BURAK GÜREL - FULYA ÖZKAN..... •

.

Nazım Hikmet'in Bütünlüğü

AKİF KURTULUŞ.............................



Komünist Enternasyonal, Türkiye ve TKP ............. ... .... .............. ............

BÜLENT GÖKAY....... •

.. 294 ... 316 339

Türkiye'de Komünist Akımm Geçmişi Üstüne .......... 349 .... ...... . ..... .... ...... ......... .........

METE TUNÇAY.

.

.

. .

M USTAFA ŞEN ER

.356

Türkiye İşçi Partisi.. •

. .. .. 275

Mehmet Ali Aybar AYLİ N ÖZMAN . .... . .... . ..

.

... .

. .... 376

N

ç



D

E

K

Sol Düşüncenin Ortasında ve Kıyısında: Çeviri Kitaplar ERKAL ÜNAL..

. . . .

... . . .

. . . .

. . . . .

. .

.

R

L

· · · · · · · ·

·

·

. . .

. . .

. . . .

.

.

. . . .

.

. .

.

418

O RHA N S ILI E R

TİP'in İkinci Dönemi •

. .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.... .432

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Behice Boran

436

GÖKHAN ATILGAN.. •

TSİP: Doktriner Bir Parti Üzerine Doktriner Bir Değerlendirme

...... 477

YALÇIN Y USUFOGLU - ÇAGATAY ANADOL ....

E RTUGR UL K Ü R K Ç Ü

Türkiye Sosyalist Hareketine Silahlı Mücadelenin Girişi . . •







..... 494

Mahir Çayan'ın Siyasi Düşüncesi

SÜREY YA T. KOZAKLI .

. .

.

.

. . . . . .

. .. . .

. .

.

.

.

. . . . . .

. .

...... . .. . ..500

Mahir Çayan'ın Mirası SÜREY YA T. KOZAKLI ...........

... 5 10

.

İbrahim Kaypakkaya

.517

HAMİT BOZARSLAN ....

Kopuş Düşüncesi: 1960'11 Dönem Bir Kop(ama)ma mıd1r? ÖMER LAÇİNER..............................



.

.524 .

.

Küba'dan Türkiye'ye Öncü Savaşı

ENGİN ERKİNER ............. .................. .. .................

. ...536

.

S U A Vi A Y D I N

Türkiye Solunda Özgücülük ve Milliyetçilik •



Mihri Belli

GÖKHAN ATILGAN................ ............

.

. . . . . . . . .

.

. . . . .

. . .

.

.543

........................... . ..548

Milliyetçilik ve Demokrasi Arasmda Sol Düşünce . ... . ..... .... .. ... MAHİ R SAYIN............... .. .. . . . . .. . .

A R i F U L A Ş B iLGi Ç

..578

Doktor Hikmet Kıvılcımlı ... ........... ........... . ............... .. ....585 .

o

GÖ K H A N A T ILG A N

Yön-Devrim Hareketi . •

Kadro

. .

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

ve Kadrocuların Öyküsü

İLHAN T EKELİ - SELİM İLKİN............ ......................



. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.597

............... . 600

Kemalizmi Aşmak! ORHAN KOÇAK



.

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Türkiye Solunun Kemalizmle İmtihanı ....... .. . ................. ... ......... ..

BÜLENT SOMAY..................

622

. 647

.

GÖ K H A N A T I L G A N

Anti-Emperyalizm ve Bağımsızlıkçılık (1920-1971) ........661 . .. 668 M. GÖ R K E M D O G A N - K E R E M Ü N Ü V A R

"Üçüncü Dünya"cılık, Maoculuk, Aydınlıkçılık ..... •

Doğu Perinçek

KEREM ÜNÜVAR •

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

.......705 .. 710

....... ....................

TDKP - "Ha/km Kurtuluşu": Gerilladan Partiye

AYDIN ÇUBUKÇU

. . . . .

. . .

.

. . . . . . . . . . .

.

. .

.

.

.

. . . .

. . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . .

. .

724

ME L i H P E K D EMi R

Devrimci Yol ........ .... •

......743

.

ÖDP Siyasetnamesi Üstüne UFUK URAS............. . ......... ...

. . . ..... 779

.

Y Ü K S EL A K K AYA

... .790

Türkiye Solu ve İşçi Sınıfı .... ...... K E R EM Ü N Ü V A R

....811

Öğrenci Hareketleri ve Sol . .. •

Fikir Kulüpleri Federasyonu ( 1965- 1969) ........... . KEREM ÜNÜVAR . ...... .... . . . . . .





. 821

Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu ( 1970-1971) . . . . 8J0

KEREM ÜNÜVAR

. . . . . . . . .

Türkiye'de 68

A. BAGIŞ ERTEN

. . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . .

. . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

......... 834

N

ç

D

K

E

E

R

TA NIL BO R A

Türkiye Solunda Faşizme Bakışlar............................. •

Tan

Gazetesi ve Sabiha Sertel .. . . . .

LEVENT CANTEK

. . . . . .

.

.

. . . . . .

. . . . .

. . . . .

.

. . . . . . . . . . . . .

. . . .

.....847

. . . . . . . . . . .

..

. . .

. . .

852

K E R E M Ü N ÜV A R

Türkiye'de Sol Düşünce ve Din .......... ........... .......... . •

Türkiye'de Sol Düşünce ve Aleviler . . .. .

MURAT KÜÇÜK

. . .

. .

. . . . . . . . . . . . .

. .

.

. . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . .

..873

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .

896

A HM E T i N S E L

Solun Demokrasi Görüşü .............. •

Esat Adil Müstecap/10ğlu ÖZGÜR GÖKMEN . . . . .



Kurtuluş:

. . . . . . . . .

. . . . .

.

. . . . . . . . . . .

.

. . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . .

. 940 .

"Öncü Savaşı"ndan Sosyalist Demokrasiye

SEYFİ ÖNGİDER •

. . . . . .

........................... ..935

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Bir Sosyalist Düşünce Platformu: Birikim

ŞÜKRÜ ARGIN.................... .................................

952

...... 967

.

Y IGIT A KIN

Soldan Dönenlerin Sol Eleştirisi: Aclan Sayılgan

. .

. . . . . . . . . .

989

S E YF i Ö N G I D E R

Solda Birlik ve Yeniden Yapılanma Süreci •

12 Eylül ��nrası Devrimci Sosyalist Hareket Uzerine

SEZAİ SARIOGLU.. ............ •

. .

. . .

. . . . . . . .

. .

.

. . . .

. . . .

999

... . 1004

.

Türkiye Solunun İnsan Hak/arma Bakışı . .

ERCAN KANAR.

. . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . .

.... 1031

A . ÖM E R T Ü R K E Ş

"Sol"un Romanı . . . .



. . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . .

.

.

Türkiye'de Sosyalist Gerçekçilik

AHMET OKTAY .............. ................... . ........

.

. . .

... ..1052 ... ......... .. 1074

o

S U A Vi A Y D I N - K E R EM Ü N Ü V A R

ATÜT Tartışmalan ve Sol............ ......... ................... ...........1082 •

ATÜT Tartışmalarmm Hafife Almmasmm Nedenleri ve Bu Tartışma/arm Atlanan Ruhu KURT ULUŞ KAYALI................................... ...............



.. 1089

.

Solda Kemal Tahir Tartışma/an KURTULUŞ KAYALI..... .. ................................ ................ 1095 .



Solda İdris Küçükömer Tartışma/an KURT ULUŞ KAYALI.... ................... ................. ... .. 1102 .

Y A P R A K Z I H N I O GL U

Türkiye'de Solun Feminizme Yaklaşımı ......... ........... . .... .1108 •

Feminist Eleştiri Karş1S1nda Marksist Sol ... ..... ..... .... . . ....... 1146 GÜLNUR ACAR - SAVRAN .

G Ü N Z i L E L i - EMi N E Ö Z K A Y A

Türkiye'de Anarşizm.

. .... ...1153

HAMi T B O Z A R S L A N

. ......1169

Türkiye'de Kürt Sol Hareketi . .. •



Kemal Burkay

AZAT ZANA GÜNDOGAN ..........

.... 1180

.

Türkiye Solu ve Kürt Sorunu

MESUT Y EGEN

. . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . .

.. 1208

EL Ç i N MACA R

1960'lardan 2000'lere "Sol ve Azınlıklar" . ........... . .... ..1237 L E V E N T C A N TE K

Mizah Dergileri ve Sol... Kaynakça'ya Dair... Kaynakça ..... Yazarlar Hakkında.. Dizin ............. ................ Seçme Metinler ...... .

.

.

. . ... ...... ...1246 . . ..... 1258 . 1268 ...... ..... . 1290 ............ 1292 ..... 1297

adem Türkiye'de Siyasi Dü­

saf halinde, eylemlilikle karşılıklı et­

şünce dizisinin en temel

kileşimi de incelenerek ve sol düşün­

özelliklerinden birisi dü­

cenin tarihsel serüveni içindeki yeri­

şünce ve eylem ikilisinde, düşünce

ne oturtularak ele alındı. Elbette sol

tarafını ön plana çıkarma çabası ol­

düşünce, yalnızca felsefi bir zenginlik

M

muştur. Tabii bu iki tutumu tamamen

olarak geliştirilemez; düşünce, eylem­

birbirinden ayırmak (soyutlamak)

le kendini ifade edecek maddi temeli

hem imkansızdır hem de gereksizdir.

inşa etmek için varolur ve geliştirilir.

Düşüncenin eylemi, eylemin düşün­

Bizim burada yapmak istediğimiz, bu

ceyi etkilediği alanlar bu edisyonun

nitelikteki bir düşünsel üretimin mu­

incelemeye/anlamlandırmaya çalıştığı

hasebesini yapmaya çalışmaktır. Bu

konulardandır. Bizim kaçınmaya ça­

ciltte sol, oldukça geniş bir yelpazede

lıştığımız husus belli bir düşünceyi

ele alınmasına rağmen, temelde sos­

anlatırken onu eylemler üzerinden

yalistlikle tanımlanan, sosyal demok­

açıklamaktır. Elinizdeki cilt, Sol, bu

rasinin solunda tarif edilen soldur.

konuda en çok zorluk çekilen cilt ol­

Türkiye'de kendine has bir biçimde

du. Örneğin muhafazakarlık, Batıcılık

şekillenen sosyal demokrasinin -bu

gibi akımlarda salt düşünceyi incele­

ciltte de üzerine eğilinen- çeşitli veç­

mek bir ölçüde olanaklı olmasına

heleri daha önceki ciltlerde incelen­

rağmen, sol düşünceye geldiğimizde

mişti.

konu girift bir hal almaktadır. Birçok

Türkiye'de sol düşünce, bu toprak­

sol akımın düşünce tarzı eyleminin

ların muhalefet akımlarının ana da­

içinde şekillendiği gibi, o düşünce

man olan Genç Osmanlılar/Jön Türk­

tarzının formülasyonu da ancak eyle­

ler/lttihat ve Terakki çizgisinden kay­

mine bakılarak yapılabilmektedir. Bu

naklanmıştır. Bu doğaldır, çünkü bü­

ciltteki yazılarda, sola ait düşünce

tün dünyada olduğu gibi sol düşünce

akımları mümkün olduğu kadar en

bir entelektüel akım olarak ve aydın

o denen zümre içinde boy gösterir. Hem Osmanlı fikir hayatının tek muhalif ve

ortaya koyanlar var ise de solun ifade

aydın hareketi olması, hem de yurtdı­

ettiği düşünce sisteminin devletçilik,

şıyla alışverişi olan bir hareket olması

milliyetçilik, popülizm gibi sol dışı

dolayısıyla sol düşüncenin ilk taşıyıcı­

düşüncelerden bağımsızlaşamamış ol­

ları tıpkı lslamcılık, (kısmen) milli­

ması ileriki yıllardaki yapısını da de­

yetçilik ve hatta Batıcılık akımlarında­

rinden etkileyecektir. Bu ciltteki bir­

ki gibi bu çizgiden çıkmıştır. Böyle bir

çok yazı solun bu sol dışı akımlardan

oluşum sol düşüncede iki türlü iz bı-

nasıl ve hangi dışavurumlarla etkilen­

rakmıştır: lçinden geldiği akımların

14

kendini bağımsız bir sol akım olarak

. diğini ortaya koymaktadır.

izlerini taşımak ve solun kendi tabiatı

Türkiye'deki siyasi yapılanmanın

gereği olan uluslararası ilişkileri kura­

özgün bir biçimi olan ve Ahmet ln­

mayıp güdükleşmek.

sel'in "devlet partisi" olarak adlandır­

Türkiye'de solun uzun yıllar milli­

dığı oluşum bütün siyasi akımlar gibi

yetçilik ve devletçilik tarafından göl­

solu da etkisi altına almıştır. Bunun

gelenmesinin, içinden çıktığı bu ana

yanı sıra solun bu oluşuma bakışı da

gövdenin tortularını taşıması ile bağ­

bir düşünce akımı olarak geleceğini,

lantılı olduğunu düşünüyorum. Genç

tıkanıklıklarını ve toplumun sol

Osmanlılar/Jön Türkler çizgisinin ana

akımları algılayışını belirlemiştir. Bel­

motifi olan devleti kurtarma endişesi

li başlı sol düşünce akımlarının bu

onun tüm düşünce yapısına yansı­

patrimonyal yapıya yaklaşımları ve

mıştır (bkz. Modem Türkiye'de Siyasi

analizleri bizce ortaya çıkartılması ve

Dü.şünce, cilt I). Türkiye'deki sol dü­

altı çizilmesi gereken önemde olduğu

şüncenin ilk taşıyıcıları, imparatorlu­

için bu ciltte buna özen gösterildi.

ğun çözüldüğü o günlerde etkilendik­

Sol düşüncenin, ayırt edici özellik­

leri sol düşünce ile içinden geldikleri

lerinden dolayı, ele alınan diğer siyasi

muhalif damarın karmaşık bir bileşi­

düşüncelere göre, daha "ithal malı",

mini temsil ediyorlardı. Türkiye'de

daha tercümeye dayanan bir yapısı

solun bağımsız bir düşünce akımı

vardır. Milliyetçilik, lslamcılık gibi

olarak ortaya çıkmasındaki ciddi en­

akımlar özellikle başlangıçlarında

geller

"dışardan esinlenme" özelliği taşısalar

l 920'lerin

başında kendini gös­

termiştir. Bunların başlıcaları; Kurtu­

da, süratle yerlileşerek ve tabiatları

luş Savaşı'nı yürüten kadronun da ay­

gereği kendi dışındaki benzerleriyle

nı çizgiden neşet etmesi, SSCB'nin

çok fazla içli dışlı olmaya gerek duy­

Kurtuluş Savaşı'nı ve olayısıyla Ke­

madan serpilip gelişebilmişlerdir.

malist

ve

Böyle bir durum sol için hem müm­

SBKP'nin Asya halkları için geliştirdi­

kün değildir hem de istenen bir şey

ği sınıf savaşını ikame eden anti-em­

değildir. Sol tarifi gereği enternasyo­

peryalizm teorileridir. Her ne kadar

nalistti r, hem insanlığın mirasının

rejimi

desteklemesi

u

N

hem de kendi düşünce mirasının üs­

u

arasındaki hegemonya mücadelesi ve

tünde yükselir. Başka türlüsü müm­

bu devletlerin başka ülkelere uygun

kün değildir. Bunun için dünya sol

gördükleri solun iktidara gelme stra­

külliyatının önemli köşetaşlannın

tejileri üzerine olmuştur. Zaten Tür­

çevrilip yayımlanması, sol düşünce­

kiye'deki sol tartışmalara rengini ve­

nin yerli kaynaklan kadar önemlidir.

ren de (yukarıda anlatılan uluslarara­

ortalarına kadar ya­

sı tartışmalara bağlı olsun veya olma­

pılan yayın toplamı hem cılızdır hem

Fakat

l 960'ların

sın) iktidarı ele geçirme stratejileri ol­

de sistematik değildir. Siyasi ortamın

muştur. Solun düşünce dünyasındaki

baskıcı karakteri kadar sol hareketin

gündeminde sadece bir madde olması

içine kapanık yapısının da bunda et-

gereken bu konu, Türkiye'deki sol

kisi olmalıdır.

ortalarına

düşünce açısından, bütün entelektüel

kadar süren, özellikle düşünce plat-

birikiminin, düşünce dünyasının hiz-

formunda görülen kısırlığın sebeple­

met etmesi gereken tek amaç haline

rinden birisi de yukarıda anlatılan

gelmiştir. Bu da doğal olarak tek yön­

l 960'ların

durumdur. Bunun yanında SBKP ve

lü düşünmeyi ve giderek bağnazlığı

Ill. Enternasyonal'in tahakkümcü ve

egemen kılmıştır. 1960'larda başlayan

dikte edici yapısı da önemli bir etken­

bu yeni dalganın diğer belirleyici

dir. Fakat bunun tek etken olmadığı

özelliği de anti-emperyalizm olgusu­

dünyanın birçok yerinde serpilen

dur. Bu yazının başında belirttiğimiz

zenginleştirici tartışmalardan (lspan­

devleti koruma güdüsüyle zaten ma­

ya, ltalya, Fransa vb.) bellidir.

lul olan sol düşünce sistemimiz, em­

1 960'lardan sonra gerek çeviri ve

peryalizm teorilerinin üçüncü dünya­

özgün yayınlarla gerekse sosyal ve si­

cılıkla karışımı sonucu ortaya çıkan

yasal hareketlerle beslenen ve gelişen

ve gerek SBKP gerek ÇKP tarafından

sol düşünce hem kendi tarihi içinde

söylemleri farklı fakat özü aynı olan

önemli bir sıçrama yapmış oldu hem

anti-emperyalist söylem ile ulusal

de Türkiye siyasi arenasında belirleyi­

devleti koruma ve kurtarma teorisine

ci bir rol üstlendi. Bu parlak gibi gö­

dönüştü.

rünen sıçramanın (bütün artılarının

1 970'lerin ikinci yarısı ile başlayan

yanında) zaaflarını da tahlil etmek

solun yeni yükselişi kitlesel açılım

gerekmektedir. Her şeyden önce bu

bakımından, değil Türkiye'nin, dün­

yıllarda büyük bir canlılık ve çeşitli­

yanın bile o günlerde gördüğü en

lik göstermesine rağmen bu sol dü­

önemli sol dalgaya tekabül ediyordu.

şünce dünyada o zaman varolan sol

Bu dönem sol düşünce açısından

içi tartışmalardan pek az etkilenmiş­

kompartmanların geçirimsizliği ile

tir. Etkilendiği önemli tartışmalar da,

karakterize edilebilir. Sol gelenekte

solun entelektüel dünyasından ziya­

düşünce dünyası her zaman tartışma­

de, SSCB ile Çin Halk Cumhuriyeti

larla gelişmiştir. Değişik sol düşünce

15

s

sahiplerinin fikri diyaloğu solun

16

o dir, gerçekleşmeler bir diğer tartışma

önemli bir kültür mirasıdır. Ama

konusudur). DY'nin kitlesel yaygın­

'70'lerin ortalarından itibaren sol

lıktan, kısmi silahlı koruma altındaki

gruplar (hatta kişiler) fikri diyalog ve

kitle kalkışmasına dayanan siyasi çiz­

tartışma kapısını önemli ölçüde ka­

gisi, hem. kendi geleneği içinde hem

patmışlar ve her grup kendi formüle

de dünya ve Türkiye sol gelenekleri

edilmiş görüşlerine iman edilmesinin

içinde temel bir aykmklıktır.

dışında bir endişe taşımamıştır. O ka­

Tutulan bu yolun hem olumlu hem

dar ki, uluslararası alanda meydana

de sorunlu yönleri vardır. Her şeyden

gelen görüş değişiklikleri Türkiye'de

önce bağımsız hareket olmaya yapı­

grupların siyasi pozisyonlarında çok

lan vurguya yakından bakmak gere­

büyük ve ani değişiklik yaratmasına

kir. Bir hareketin varolan siyaset gele­

rağmen söz konusu gruplar kendi dü­

neklerinden bağımsız olması veya gü­

şünce sistematiklerini sorgulamak ih­

nün konjonktüründeki tamamen baş­

tiyacı hissetmemişlerdir.

ka bir ayrım olan SBKP/ ÇKP ikile­

1 975-80 arası solun kazandığı bü­

minden bağımsız olması bir durum

yük kitleselliğe yakından bakmak,

tespiti olarak gerekli olabilir ama bu­

hem bu kitleselliğin kaynaklarım bul­

nu başlı başına bir olumluluk, zaten

maya hem de bu büyük dalganın ne­

olması gereken bir şey gibi vazetmek

den sağlam bir teorik mirasa tekabül

sol bir hareket için problem kaynağı­

edemediğini fakat bir tarz-ı siyaset

dır. Hareketin algısındaki enternasyo­

olarak sol düşüncede kalıcı izler bı­

nalist damarı zayıflatacağı gibi, ülke

raktığını çözümlemeye yardımcı ola­

siyasetinde zaten önemli bir yeri olan

bilir. Bu dönemi karakterize eden en

milliyetçi arka planının sol harekette­

önemli siyasi akım Devrimci Yol'dur

ki izdüşümü olan "özgücü" düşünce­

- kısmen de yakın kardeşi Kurtuluş.

lere kapı açabilir ki DY hareketinin

Bu ana gövdenin ayırt edici özelliği,

örneğin Kürt sorununa bakışındaki

dönemin hakim iki siyasi anlayışının

çekingen tavırda bu düşünce tortula­

yani klasik komünist parti geleneği

r ı nın etkisi olduğunu düşünmek

ile gerilla hareketleri çizgisinin dışın­

mümkündür. Öte yandan bu bağım­

da bir üçüncü yol açma girişimi

sızlıkçı tavrın DY hareketi açısından

(-olumlu anlamda- cüreti) olmasıdır.

çok önemli olan kitle çizgisinin yaka­

Devrimci Yol'a ( DY ) atfedilen "orta

lanmasında, kavramın yarattığı so­

yoku/üçüncü yolcu" nitelendirmele­

mutluk açısından da önemli avantaj­

rinin esası da budur. Aynı gelenekten

lar sağladığı açıktır.

gelen Kurtuluş hareketinin orta yol­

Sol düşünce açısından da, pratiğe

culuğu ise bu iki geleneği aynı hare­

yansıyan sonuçları açısından da

ket içinde birleştirebilme isteğinde

önemli bir diğer olgu, Dr. Hikmet Kı­

yatar (en azından niyet olarak böyle-

vılcımh'nın jargonuyla söylersek, bu

u

N

u

hareketin "eyleminin maddesi"nin

dış dünyaya yeteri kadar anlatama­

anti-faşizm oluşudur. '60'lann iddialı

mıştır. 1 975-80 arası dünyadaki en

pozitif söyleminin yerini negatif, ken­

önemli kitlesel sol hareket olmasına

dini bir şeye karşı olmakla tarif eden

rağmen Türkiye sol hareketi kendini

bir ideolojik hat almıştır. Günün ya­

dünyaya (dünya soluna) anlatamadığı

kıcı siyasi mücadelesinin gereği ola­

gibi sol entelektüel dünyada da her­

rak, faşist güçlere karşı mücadelenin

hangi bir iz bırakamamıştır. l 980'den

ön plana çıkması, bütün olanakların

sonra Avrupa ve Ortadoğu'ya çıkan

bu can alıcı noktaya teksif edilmesi,

binlerce siyasi mülteciye rağmen böy­

giderek zihinlerde sosyalizm için mü-

le bir sonuç Türkiye solunun fazla-

cadelenin anti-faşist mücadele ile öz-

sıyla içe dönük yapısına işaret eder.

deşleşmesine hatta onun tarafından

Solun uzun yıllar gerek yasal gerek­

ikame edilmesine neden olmuştur. Bu

se konjonktüre} nedenlerle kapalı ör-

ana akımın düşünce planında kalıcı­

gütlenmelere mecbur kalması, girift

laşa ma m ış olmasında bu etkenin

ve kısıtlayıcı örgüt modelleri, dünya

önemli olduğunu düşünüyorum.

literatüründen devralınan (olumsuz

Sol düşünce açısından ortaya çıkan

anlamda!) zengin deneyim, düşünce

bir diğer handikap da (iktidara gel­

dünyasının hem gelişmesine engel ol­

mek anlamında) başarıya ulaşmış

muştur hem de olgun bireysel sol ki­

parti ve görüşleri mutlak doğru; onla­

şilikler yaratılmasını engellemiştir.

rın rakiplerinin veya başarıya ulaşa­

Nispeten daha açık örgütlenmelerin

mamış olanların da mutlak yanlış ka­

görüldüğü 1 965-70 döneminin daha

bul edilmesidir. Sol düşünceye evren­

yaratıcı bir düşünce iklimi sağladığını

sel anlamda büyük katkılar yapmış

söyleyebiliriz. Ayrıca sol düşüncenin

veya en azından kimi görüş ve eylem­

ana üretim merkezleri arasında say­

leri ciddi açıdan incelenmeye değer

mamız gereken (diğerleri bağımsız

birçok kişi (veya parti) yok sayılmış,

entelektüeller, düşünce üretim kuru­

onların düşünceleri ile ilgilenmek

luşları, akademik çevreler vb.) bu ya­

baştan veto yemek anlamını taşımış­

pıların kapalı karakteristiğinden ge­

tır. Bu bağlamda Kautsky, Troçki, Lu­

len meşruiyet sorunları da düşünce

xemburg, Plekhano v gibi düşünürler­

üretiminin gelişmeye açık olabilecek

le ve İspanya 1 936, Macaristan 1 956,

yapısına ket vurmuştur.

ltalya KP 1 970'ler gibi önemli olay­

Türkiye'deki sol düşüncenin ilginç

larla ilgili tartışma ve doğru dürüst

bir cephesi de sözü edilebilecek bir

bir yayın bulunmamasından dolayı

sosyal demokrat düşünce ve hareket

bu olayların ve düşünürlerin düşünce

olmadan varlığını sürdürüyor olması­

hayatımıza olumlu etkileri bulunma­

dır. Kendini sosyal demokrat olarak

masından dolayı. Bu içine kapalı dü­

niteleyen parti ve hareketlerin özün­

şünce dünyası doğal olarak kendini

de Kemalizmin çeşitli versiyonları

17

o

olup bu cildin ima ettiği sol düşünce

ve envanterini ortaya koy maktır. Bu

ile kuramsal bağlarının olmaması, ev­

konuda eleştirdiğimiz yanlar kadar

rensel sosyalist/sosyal demokrat ikile­

epey bir birikimimizin olduğu da gö­

mi ve fikri alışverişinin Türkiye'de

rülecektir. Özellikle ATÜT ve buna

yaşanmamasına ve genel olarak (en

bağlı olarak " Türkiye'de feodalite"

geniş manada) sol spektrumun aksak

tartışmaları, H. Kıvılcımlı'nın, M. Ali

kalmasına yol açmıştır.

Aybar'ın katkıları, Birikim dergisi et­

l 970'lerde

18

başgösteren ve bugüne

rafında yapılan Türkiye'nin toplumsal

kadar (bazı sol gruplarda) süregelen

yapısı ve faşizmin kaynakları gibi tar­

ilginç bir siyaset etme tarzı da "halkın

tışmaları hatırlatmakla yetineli m.

değerlerinden kopma ma", "halkın de­

Bu ciltteki birikimin tek eksik yanı,

ğerlerine sahip çık ma" adına solun

sol düşünce dünyasındaki portrelerde

kültür dünyası'la yabancı (ideolojik

Murat Belge ve Ömer Laçiner'in ol­

düzeyde açıkça aykırı) birçok unsu­

mamasıdır. Bu edisyonun yayın kuru­

run siyaset malzemesi haline gelmesi­

lunda olmaları bu eksikliğe neden ol­

dir. Alevilik, onun çeşitli mistifikas­

du. Onların katkıları da kendi yazıla­

yonları (şehitlik vb.), Kürt milliyetçi­

rıyla şekillendi.

liği, bölgecilik gibi unsurlar sol siya­

Türkiye'de ve dünyadaki bazı sol

setin içinde dikkate alınması gereken

düşünürler tarafından gerçekleşeceği

öğeler olmaktan çıkıp sol düşünceyi

zaten öngörülen ve 1990'larda fiiliyata

esir alır hale bile gelebilmişlerdir.

dökülen büyük çözülme birçok trav­

Yukarıdaki satırlarda bu ciltte yer

manın yanında sol düşünce açısından

alacak kimi eleştirel noktalara temas

yeni bir imkan da yaratmıştır. Yaşanan

ettim. Sol düşünce dünyamızın aksa­

bunca deney, başarısızlık ve acıdan

yan, kapsa m dışına çıkan, anomali

sonra sol ve sosyalizm kendini yeni­

gösteren yanlarını nedenleri ve semp­

den tarif etme göreviyle karşı karşıya­

to mları ile analiz etmek bu cildin

dır. Sol düşüncenin geleceğini, bu gö­

önemli amaçlarından biridir. Ama ta­

revi ne ölçüde başarabileceği tayin

bii ki daha da önemli olan 100 yıllık

edecektir.

sol düşünce dünyamızın birikimini

MURAT GÜLTEKlNGlL

Türkiye'de Sosyalizm Tarihinin Ana Çizgileri M U R A T BELGE

G1R1Ş

M

odem Türkiye'de Siyasi Düşünce

ansiklopedisinin " sosyalizm" konularını i çeren cildinde ya­ yımlanacak genel bir değerlendirme yazısı yazmam istendiğinde, daha önce yazdığım çeşitli yazıları bir araya getirerek bu tür bir özet çıkarabileceğimi düşünmüştüm. Ama böyle olamadı. Masanın başına otur­ duğumda, öncekilere bakmadan, yeni bir yazıya başladım. Şüphesiz burada da, ön­ cekilerde dile getirdiğim görüşler, düşün­ celer yer alıyor. Ama bunun yazıldığı anın getirdiği bir perspektif (belki bir "sorun­ sal" da denebilir) var ki, bu, ötekilerden biraz farklı bir bütünlük yaratıyor ve yazı­ ya böyle bir küçük önsöz ekleme ihtiya­ cım da o "bütünlük"ün niteliğiyle ilgili. iyimserliğiyle nam yapmış bir kişi deği­ limdir. Ama bu yazı özellikle karamsar, hatta "karanlık" oldu sanıyorum. Ele alı­ nan konular aynı konular, yargılar da pek fazla değişmiş değil. O halde niçin daha karanlık? Bu, anlatılan tarihçeyle değil, tarihçe­ nin anlatıldığı anla (daha " teorik" dille, "konj o nktür" diyelim) ilgili bir şey. Bu yazıda da değinildiği gibi, Türkiye'de, "sol"la ilgili her alanda büyük bir eroz­ yon yaşamış ve aşağı yukarı bunun sonu­ na gelmiş sayılırız (yani, akıp gidecek faz-

la bir şey kalmadı). Akıp gidenlere, onun bir parçası olmanın verdiği kişisel acıyla bakarken, belki bu gidenin de, uğrunda fazla gözyaşı dökmeye değer bir şey ol­ madığının sezgisi . . . Benim için bu "an" ya da " konj o nktür"ü karakterize eden şey böyle bir ruh hali. Bu benim için hiçbir zaman "ne yanlış şeylere inanmışım" hayıflanması olmadı. Hiçbir zaman "ortodoks" denilen cinsten bir sosyalist olmadığım için, genel tarihin sürükleyip gö türdüğü "ortodoks köşe­ ler"im de olmadı. Dolayısıyla onları kay­ betmekten ötürü bir "merhem" sürünme ihtiyacı duymadım. Ve yine dolayısıyla, değişme ihtiyacı da duymadım. Sosyalizm "muhalif' bir düşünce tarzı­ dır, düzenle ciddi sorunu olan ve düzene kafa tutan bir düşünce tarzıdır ve dolayı­ sıyla sosyalist olan kişi sürekli bir müca­ dele içinde varolur. Ben de böyleydim ama mücadelemin önemli bir kısmı, en başta "böyle bir sosyalist olma" hakkının savu­ nulması olmak üzere, içinde bulunduğum akımla verilmesi gereken bir mücadeleydi. Şimdi böyle bir akım yok; böyle bir müca­ delenin bir anlamı kalmamış gibi görünü­ yor. . . karanlığı yaratan kısmen bunlar. Ama kısmen de, bir yanında bunlar olan genel bünyenin, öbür yanlarında, bunun böyle olmasından ö türü olanlar. Milliyetçikte fanatizmin " main-stream"

5

20

haline getirilişi; değişen dünyaya karşı değişmemekte direnen iktidar yapısı ve onun bu fanatik milliyetçilikten medet umması; bu ortamda herkesin yanan bu ocağa yakıt yetiştirmek üzere yarışması ; egemen olan "linç kültürü". V e tabii, bu yamalı bohça içinde yer alan, yeni rolleri­ ni canla başla oynayan, bir zamanlar "sol­ cu" olmuş figürler. Bu yazının "dış" yüzeyini biçimlendi­ ren etkenler bunlar. Böylece, bu konjonk­ türün "retröspektif'i , buntm niçin böyle ol­ dugunu açıklamayı yükümlenmek zorun­ da olduğu ölçüde, karanlık. Asıl yazıda olmayan bir şeyi burada söyleyeyim. Burada, "sosyalizm" üstüne yazarken, y ü z d e d o ks a n ı n d a , b u n u n "Marksist" versiyonu üstünde durdum. Şimdi çevreme ve geçmişe baktığımda, bunun da bir "dilsel alışkanlık" olduğunu görüyorum. Bu çevre aslında "leninist" bir çevreymiş ve olduğu kadar Marx, bu­ raya, lenin kanalından gelmiş. Ama daha yaygın çevrelere baktığımızda, olduğu ka­ dar lenin'in de Stalin'den süzülerek gel­ diğini görüyoruz. Bir siyasi harekette yer alan herkesin bir " teorisyen" fo rmasyonuna erişmesi, bir "allame" olması beklenemez elbette. Ama bütün "siyasi hareketler" i ç inde Marksizmin entelektüel düzeyi daha yük­ sektir. Çünkü bu zaten Marksizmin genel amaçları arasında önemli bir yer tutar. Bu bakımdan, bir "el kitabı"nın sahiden bir "el kitabı" olması, yani okuyanı daha kar­ maşık analizlere hazırlayarak sevk edecek bir kitap olması beklenirdi. Ama Türki­ ye'de el kitabından ilerilere geçmemiş ki­ şiler de "teorisyen" kılığında dolaşabildi; aynı zamanda, öyle bir formasyonu edin­ miş kişilere de _bir aşağılama, en azından önemsememe sıfatı olarak "entelektüel" denildi. Bu zateen Türkiye'nin genel ide­ olojik ikliminde görülen bir şeydir ama sol da bu "ulusal" alışkanlığı aşamamıştır. Ancak, 1 9 6 1 Anayasası'nın açtığı ge­ diklerden esmeye başlayan taze havayla

o

L

sosya l i z m i tanımaya b a ş l ayan k u ş a k (bunlara belki Füruzan'ın bulduğu adla, "47'liler" diyebiliriz) , dediğim tarzda bir "öğrenme"ye de en yatkın olan kuşaktı. Onların arasında teoriyi , sanat ve edebi­ yatla, tarihle birlikte öğrenmeye hazır ve istekli olan bireylerin sayısı daha yüksek­ ti. Modem dünyada nicelikler her zaman nitelik düşmesini getiriyor. Bu alanda da bunu gördük. Bu aslında sosyalizmin içinde barındır­ dığı bir paradokstur: Üst düzeyde incel­ miş bir teori ile eğitimden yoksun bırakıl­ mış toplumsal sınıf ve tabakaları bir araya getirmek. Bu paradoks yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada da aşılamadı; ama aşılamadığı içindir ki sosyalizm de sosya­ lizm olamadı. Ama Türkiye'de bu i k i ucun arasındaki mesafe her zaman çok fazla oldu. 1 980'lerde, "sol" bir partinin mümkün olup olmadığını tartışmak üzere bir top­ l a ntıya çağı r ı l m ı ş t ı m . T ü r l ü b i l e ş i m umutlarıyla durmadan yapılan toplantı­ lardan biriydi. Duydum ki çağrılanlardan Uğur Mumcu başka birileri için "onlar olursa ben gelmem" demiş. Nedeni, onla­ rın "sosyalist" olduğuna inanmamasıy­ mış. Bu arada benim de adım geçmiş ve Uğur Mumcu , şöyle bir düşünerek, "o olabilir, hala solcu" demiş. Uğur Mumcu çok parlak yetenekleri olan bir kişiyd i . Stalin'den lenin, le­ nin'den Marx öğrenmenin yetersizliğine değindim. Ama Kemalist cuntacıdan ki­ min "sosyalist" olduğunu öğrenmek du­ rumunda kalmak, işi birkaç adım daha ileriye götürüyor. Bugüne gelince, Uğur Mumcu'nun bilgisi ve zekasına sahip ol­ madan aynı çizgi üstünde iz sürenlerin de onun bunun "sosyalist"liği hakkında fikir beyan ettiğini gözlemliyoruz. Demek ki, sosyalizm diplomasını Yekta Güngör'ün dağıtmaya başlayacağı günlere gelmemize de çok kalmadı. Son olarak bir konuya daha değinmek istiyorum: bu anlattığım tarihin bir kıs-

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

21

romda o mücadelelerde yer alan özneler­ den biri de bendim. Ama şimdi bir "an­ siklopedi" için bir "madde" yazıyorum ve bunun "yazılı olmayan" kuralları, kendi­ ne göre bir "racon"u var. Onun için, bir ansiklopediye göre biraz fazla bireysel olan faslı onun için ana yazıda değil de burada ele almayı tercih ettim. A rkadaşlarımla birlikte yaptığım en önemli işlerden birinin Birikim'i yayımla­ mak olduğunu düşünüyorum. Neydi Biri­ kim? Aslında, bu yazıda anlattığım (ve an­ latamadığım, sığdıramadığım) birçok so­ runu "yeniden düşünmek, zenginleştiril­ miş ve derinleştirilmiş bir perspektif için­ de yeniden değerlendirmek" üzere, sosya­ listlerin tamamına hitap eden bir çağrı, bir öneriydi. Hiç cevap almadığı söylene­ mez. Özellikle de kapandıktan sonra, bu derginin hayatında ne kadar önemli bir yeri olduğunu anlatan pek çok insanla ta­ nıştım. Ama ciddi bir cevap aldığı da söy­ lenemez. Öneri ve çağrı, büyük ölçüde cevapsız kaldı. Bireyler dışında ...

Son olarak, bugün de çevreme baktı­ ğımda, böyle bireyler görüyorum. Burada varolmuş bütün çizgilerden, sele kapıl­ madan durduğu yerde durmuş bireyler görebiliyorum. Bazıları, bana son derece aykırı gelen "çizgi"ler de olabilir. Ama bir "hareket" deyince, üyesi oldu­ ğum ÔDP dahil, pek bir kıpırtı görülmü­ yor. Bu belki başka bir yazının konusu ol­ malı.

TÜRKIYE'DE SOSYALiZM TARlHININ ANAÇ1ZG1LER1 Genel olarak tarihe bakışımız olsun, özel bir alanın tarihine bakışımız olsun. Yaşa­ nan zaman diliminin içinde ü re tilmiş güncel sorunsallar tarafından etkilenir. Bu etkiler o bakışı çarpıtabilir (odağını kaydırır, gereksiz ayrıntı yığılmalarıyla asıl belirleyici çizgilerin görünmesini en­ gelleyebilir, yorumun selametini bozabilir vb. ) ; ama aynı zamanda, olanın daha ay­ dınlık görülebilmesine imkan hazırlaya-

o

22

bilir de (erken aşamalarda belirgin olma­ yan çizgilerin olgunlaşmasına fırsat bu­ lunduğu için, örneğin) . Türkiye'de solun (ya da öncelikle "po­ litik" diyebileceğimiz her şeyin) geçmişi­ ne bugıin baktığımızda, geçmişi bugünün gözlüğüyle görme ihtimali yükseliyor. Çünkü bugünkü "bugün" , çok özel b i r bugün. Ülke önemli b i r dönüşümün eşi­ ğinde, toplum bu dönüşüme belki kıs­ men istekli ama b ütünüyle hazır deği l , dönüşümden kaybedeceğini hissedenler şiddetli bir direnişe geçmiş, bu gibi du­ rumlarda hep olduğu gibi, yandaş bulma­ nın yolu "alışılmış"ın yüceltilmesinden geçiyor ve dolayısıyla mücadelenin ilk önemli evreleri doğrudan doğruya ideolo­ jik düzeyde cereyan ediyor. Bu bir olağan­ dışı biçimlenme; bu niteliğiyle, geçmişin herhangi bir alanının yeniden değerlendi­ rilmesini etkileyeceği de açık. " Çarpıtacak" mı, "aydınlatacak" mı, bunun cevabı, o güncel d u ruma (da) e leştirel bakıp b akamadığımıza bağlı . Denizaltı, adı üstünde, deniz altında sey­ reder, s eyrederken g i t tiği yeri görür. Ama belirli, kritik denebilecek anlarda, deniz ii s lii ndeki konumunu da görmesi gerekir. Bunun için " periskop" denen alet icat edilmiştir. Bununla denizaltı, denizde yaşayan yaratıkların sahip olma­ dığı bir imkan bulmuştur: aynı anda dı­ şanyı da görebilir. Balık "dışarı"yı, deni­ zaltı-öncesi insan "içeri"yi göremezken, periskop bu imkanı armağan eder. Bizler, yaşadığımız anın çalkantılarıyla hall-i hamur olmak, onlarla yuvarlanıp gitmek durumundayız -"rafting" yapan kişiler gibi. lşte bazen son derece çetin olan bu akışın içinde, o "periskop"un işlevini gö­ ren bir yetenek, bir "yeti" de geliştirme­ miz gerekiyor. Bulunduğumuz "içeri"nin aynı zamanda "dışarı"sını görmek, olay­ lara olabilecek "en geniş bağlam"da bak­ mak için. * * *

Son kertede, bir ansiklopedide yayımla­ nacak bir makale olarak yazılan bu yazı­ da, o "en geniş bağlam"ın kendisinin ge­ niş bir açıklamasına girmek mümkün de­ ğil. Şimdiye kadar yayımladığım birçok yazı ve kitapta o bağlamın pek çok nokta­ sına değindim. Bundan sonrası için hazır­ ladığım yayınlarda da aynı şeyi yapmaya devam ediyorum. Dolayısıyla bu makale­ de, nedenselliklere girmeden, Türkiye modernizasyonu tarihinin akışını nasıl gördüğümü ve anlamlandırdığımı, olduk­ ça kuşbakışı bir yöntemle ve kanıtlanma­ sı başka yerde bulunacak bir dizi önerme çerçevesinde özetlemek istiyorum. Bunu yaptıktan sonra, Türkiye'de solun gelişme aşamalarının bu genel akış içinde nereye ve nasıl eklemlendiğini, dediğim gibi, bu­ günün sınırlarını çizdiği bir perspektife göre yerli yerine oturtmaya çalışacağım. Türk modernleşmesi 1 9 . yüzyılın ilk çeyreğinin hemen arkasından başlar ve II. Mahmud'un saltanatının (önemli olan) bir kısmıyla çakışır. Başlangıç noktası, "Vaka-i Hayriye"dir. Genel sınıflandırma, bilindiği gibi, Tanzimat'!, yani tahta çıkalı ancak bir yıl kadar bir zaman geçmiş Ab­ dülmecid dönemin i ve o yıl i çinde il. Mahmud zamanında yetişmiş Mustafa Reşid Paşa'nın okuduğu Gülhane Ferma­ nı'nı bu yenilenme hareketinin ilk adımı olarak kabul eder. Dediğim gibi, ayrıntısı­ na burada girmek istemediğim nedenler­ le, benim "başlangıç" noktam başka. Va­ ka-i Hayriye olmadan Tanzimat'ın hayal bile edilemeyeceğini söylüyorum. Gülhane Fermanı öncelikle hukuki bir metindir. Bundan böyle kurulacak yeni hukuki düzen hakkında Padişah'ın kendi iradesiyle toplumuna bağışladığı bazı de­ ğişimlerin vaatlerini sıralamıştır. Bu nite­ liğiyle "hukuki bir belge" olarak son de­ recede yetersizdir ve böyle olduğu sonra­ ki gelişmelerde her vesileyle ortaya çık­ mıştır. Vaatlerin gerisinde ise toplumun "hakları" gibi bir anlayıştan çok gelenek­ sel "devletin bekası" anlayışının "devletin

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A LiZ M

modernizasyonu" ihtiyacıyla bileştirilme­ si amacı yatar. "Raison d'etat"nın ağır bas­ tığı bu formülasyonda devletin yüküm­ lendiği bu misyonu başarıyla taşıyabile­ cek başlıca güç, Vaka-i Hayriye ile yeni­ lenmiş olan ordudur. Tanzimat'ın vaat et­ tiği "modernizasyon" , vaat anında, ordu­ da zaten başlamıştı. Ö ncelikle bundan ötürü, "Tanzimat"ı değil de "Vaka-i Hay­ riye"yi Türk "modernleşmesi"nin başlan­ gıç noktası olarak görüyorum. "Türk modernizasyonu" dedim. Dö­ nem Tanzimat dolayları ya da 19. yüzyı­ lın ilk yarısı olduğuna göre "Osmanlı mo­ dernleşmesi" demek daha yerinde olabi­ lirdi. Ama, hayır; yüzyıl içinde geriye Os­ manlı'dan bir şey kalmadı, ama Türkiye kaldı. Ayrıca, Osmanlı çatısı al tındaki öbür "anasır" kendi modernleşmelerini bir hayli izole biçimde, her biri kendi içinde yaşadı ; onun için bunların hepsini aynı şemsiye altında toplayacak bir "Os­ manlı" nitelemesi pek uygun görünmü­ yor. Gerçi bu, dağılmadan sonra herkesin kendi "ulusal" tarihini yazmaya girişme­ sinden ö türü böyle görünüyor olabilir. Ama ideoloji her zaman özneldir ve öznel olması gücünü azaltmaz; bugün de bizde ve komşumuz "eski Osmanlılar"da yay­ gın inanç bu doğrultuda. Yine de, bu "ortak" tarihin, " negatif' anlamda da olsa, güçlü etkileri olmuştur. Tanzimat yıllarında ancak bir "rüşeym" halinde bir "Türk milliyetçiliği"nden söz edebiliriz. Ama bu "rüşeym" i n serpilip olgunlaşması , bünyedeki öbür ögelerin milliyetçiliğine tepki biçiminde gerçek­ leşmiştir. Modernleşmenin başlıca ideolojisi mil­ liyetçilik (onun tepkisel türü) ve başlıca taşıyıcısı da ordu oldu. Bu, söz konusu dönemde neredeyse bütün dünya için geçerliydi. İngiliz, Ame­ rikan ve Fransız devrimleriyle ortaya çı­ kan yeni toplumsal örgütlenme biçimi, "ulus-devlet" , aynı zamanda sanayi devri­ minin o aşamadaki ihtiyaç ve gereklerine

T A R iHi N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

en iyi cevap veren biçimdi. Onun için de bu toplum biçimini gerçekleştirme özle­ mi, henüz "ulus-devlet" kurmamış bütün dünya için şiddetli bir özlem halini almış­ tı. Bu tarihlerde, Alman ve İ talyan top­ lumları da bu özlemi duyanlar arasınday­ dı. Ama Osmanlı toplumunda, yenileşme özlemi ile eski devletin "ihyası" özlemi is­ ter istemez iç içe geçiyor ve bu da olan milliyetçiliğin neyin milliyetçiliği olduğu konusunda karışıklık yaratıyordu. Modernleşme, bu toplumda "aşağıdan yukarıya" herhangi bir talebin, kıpırtının sonucu olarak ortaya çıkmış bir şey değil­ dir. "Yukarı"nın kendini yeniden düzen­ leme ihtiyacının ürünüdür ve dolayısıyla işleyişinin yönü "yukarıdan aşağıya" ol­ muştur. Hareketi başlatan kişi II. Mahmud'dur. Ama hareket başladıktan sonra, hareketin " " taşıyıcı"sın ı n " hü kümdar" karşısında tavrı özerkleşmiştir. Bu nedenle, Mah­ mud'dan sonra tahta çıkan padişahların, ikisinden (Abdülmecid ve Mehmed Re­ şad) başka hepsi (Abdülaziz, V. Murad, Abdülhamit, Mehmed Vahdeddin) ordu­ nun başını çektiği hareketlerle tahttan in­ dirilmiştir. lndirilmeyenlerden Abdülme­ cid yeni ordu bu süre içinde henüz bir ki­ şilik kazanmadığı, Sultan Reşad ise ken­ disini oraya getiren ordunun istemediği hiçbir şey yapmadığı için orada kalmış­ lardır. Dünyanın pek çok yerinde "devrimci­ lik", temelde, devlet düzenini değiştirme­ yi öncelikli hedefi haline getirmiş bir dü­ şünce tarzıdır. Anarşizm devleti büsbütün ve ebediyen yok etmeyi hedefler, ama hiç­ bir zaman kitleleri sürükleyen bir ideoloji olmamıştır. Çeşitli "sol devrimci" ideolo­ jiler bunu düşünmemiş veya çok ileri bir tarihin sorunu olarak görmüş, ama devle­ tin yapısında çok radikal değişim yap­ makta kararlı ve ısrar l ı o l m u ş tu r. Bir "devrimcilik" denebilirse Türk modern­ leşmeciliği, görüşlerinin özünde "devleti kurtannak" gibi bir amacı taşıdığı için bü-

23

o

24

tün bu hareketlerden ayrılır. Bu dünya görüşüne göre devlet evrenin merkezidir. "Yin ve Yang"ın ebedi mücadelesi gibi, devlet iyiliğin ve kötülüğün etkisi altına girer. Ordunun görevi ( "devrimci" l erin görevi), devleti, etkisine girdiği kötü güç­ lerden "kurtarmak" olmuştur. Dolayısıyla Türk tarzı "modernleşme" , baştan ayağa, "devlet"i kaynak, amaç ve her şey olarak alır, kendini onunla özdeşleştirir. "Modernleşme"nin taşıyıcısı olarak or­ dunun, devletin temel direği olarak, dün­ yaya böyle "devlet-merkezli" ("etat-cent­ ric") bir gözle bakması anlaşılır bir du­ rumdur. Toplumda orduyla, onun yerini, gücünü, amaçlarının niteliğini tartışmaya aday bir güç çıkmadıkça -ve cılız meydan okumalar hemen etkisizleştirilince- Tür­ kiye'de "alternatif bir modernleşme" dü­ şüncesi doğmadı. Bu milliyetçi-modernleşmeci teori ve pratik, imparatorluğun dağılmasını önle­ yemedi. Önleyememenin bütün gerilim­ lerini, acılarını da her zaman içinde tuttu. Kopan toprakların aslında zaten başkala­ rının anayurdu olduğu düşüncesini d e hiçbir zaman gerçekten benimsemedi. Ya­ ni, işin özünde, " fütuhatçı" özlemlerden vazgeçmedi. Modernleşmeyi, modernleş­ miş olanlar kadar "güçlü" olmak için on­ suz edilmez bir araç, bir " metodoloj i" olarak gördü, "dem okratik" anlamıyla il­ gilenmedi. Paradoksal bir biçimde, imparatorlu­ ğun dağılması, bu ideoloji vr> bu devlet pratiğini, "geriye kalan" , yani Türkiye­ Cumhuriyeti-ulus-devleti içinde, güçlen­ dirdi. İmparatorluk mirası aslında devam ediyordu. Safkan milliyetçinin özlediği bütünüyle ("etnik" bakımdan) homojen toplum değildi, TC sınırları içinde yaşa­ yan toplum. Cumhuriyet, farklılıklar üs­ tüne oturmaktan tedirgin olmayan impa­ ratorluğun tersine, homoj en nüfus isti­ yordu. Bunu gerçekleştirmenin, bugüne kadar bilinen iki yolu vardır, iki karşıt yol: etnik temizlik ve asimilasyon. Bunla-

·

rın birincisi, Türklük değil de Müslü­ manlık temel alınarak, Cumhuriyet önce­ sinde başlatılmıştı; ama Cumhuriyet'le de devam etti: mübadele, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül bu yönsemin değişik dönemler ve koşullarda büründüğü biçimlerdir. Asimi­ lasyon ise ağırlıkla Cumhuriyet dönemin­ de olmuştur. Burada en büyük direnç, ba­ şından beri, kampanyanın asıl hedefi olan Kürtlerden gelmektedir ve bugün de bu durum değişmemiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında nazizm ve faşizmin çökmesi bütün dünyada de­ mokrasi rüzgarını güçlendirdi. Bu ortam­ d a , Cumhuriyet'in kurucusu CHP d e "çokpartili" düzene geçerek demokratik dünya içinde Türkiye'ye bir yer bulma gereğini duydu. Bu aynı zamanda, Cum­ huriyet'in "devrim" ve "kuruluş" süreci­ nin bi ttiğini de kabullenmek anlamına geliyordu. Bu kendine özgü sürecin ge­ rektirdiği olağanüstü rejim artık sona er­ miş ve durum normalleşmiş olmalıydı. Ama Demokrat Parti iktidarında geçen on yılda böyle olmadığı görüldü. İktida­ rın seçimle değişmesinden on yıl sonra iktidar darbeyle geri alındı. Böylece Tür­ kiye Cumhuriyeti'nin askeri darbeler dö­ nemi açıldı. 27 Mayıs'ın getirdiği 1 9 6 1 Anayasası, nüfusun büyük çoğunluğunun köylü (ve mantık gereği "cahil") olduğu bir toplumda, bu seçmenleri kandıracak kötü niyetli bir hükumetin kazandığı ikti­ darı suiistimal etmesini önleyecek hü­ kümlerle dolduruldu ve buna göre ku­ rumlar kuruldu. Seçim düzeni DP'nin de­ vamı olduğunu iddia eden partiyi iktidara getirmişti sonunda; ama 27 Mayıs ürünü yasalar ve anayasa iktidarın iktidar kulla­ nımını kısıtlıyordu. Anayasayı yapanlar, okumuş kentli nüfusu cahil kırsal yığın­ ların yanlış siyasi tercihlerinden korumak için aldıkları tedbirlerle "yürütme"yi kı­ sıtlamış oldular; bu da, Türkiye'nin ken­ dine özgü koşullarında, bir "demokratik­ leşme" imkanı gibi göründü. 1 960 darbesini 1 9 7 1 darbesi izledi ve

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

O rdu yine D P-AP ç i zgisini i k ti dardan uzaklaştırmakla birlikte, 27 Mayıs'ın he­ sapsız demokratik açılımlarını da budadı ve büyüyen sola karşı "yürütme"yi yeni­ den takviye etti. Bu dönemde Türkiye'nin siyasi hayatında "yeni" denecek öge ve aynı zamanda en etkin öge sol'du ve "yü­ rütmeyi güçlendirme"nin kaçınılmaz bir ihtiyaç gibi görünmeye başlamasının ne­ deni de oydu, ama zaten yazının ana göv­ desi bu konuda olduğu için şimdi oraya girmek istemiyorum. Özetle, 1 2 Mart dar­ besi s o l u b ü s b ü t ü n t e m i z l e y e m e d e n (uluslı:\rarası konjonktür ve daha birçok koşul nedeniyle) iktidarı sivillere geri vermek zorunda kaldı. 27 Mayıs'la 1 2 Mart arasında iki başarısız darbe girişimi olmuş ama "başarılı darbe" arayışlarının da arkası kesilmemişti. 1 2 Mart solu büsbütün kazıyamadığı gibi, çok daha gergin, radikalize, polarize bir siyaset ortamı bırakıp gitmişti. Or­ du'nun sindirmesine pek imkan olmayan Milli Selamet Partisi yeni dönemin etkili siyasi aktörlerinden biri haline gelmişti. Normal halde orduyu fazla tedirgin etme­ yecek MHP de gitgide ciddi bir iktidar al­ ternatifi olmaya yaklaştığı ölçüde bir hu­ zursuzluk nedeni olabiliyordu. Özellikle kendi iktidar stratej isinde Sünni-Alevi ça­ tışmasını kullanmaktan çekinmediği öl­ çüde, düzen için bir tehdit mahiyeti ka­ zanmıştı. Öte yandan, Kürt kesimi gitgide poli tize oluyordu. 1 2 Mart baskıları bu süreci de sindirmeye yetmemiş, tersine, kızıştırmıştı. Dolayısıyla 1 2 Eylül kaçınılmaz görül­ dü. İki darbe arasında, 1970'lerin ikinci yarısında, Türkiye beceriksiz sivil hükü­ metler elinde vakit kaybetmişti. Şimdi, '80'lerin ilk yansını, askeri yönetimle har­ caması gerekiyordu. Ancak 1 2 Eylül'ün çok kalıcı etkileri de oldu. Toplumun demokratik gelişmesinin üstünden 27 yıl geçmiş durumda. Ama son birkaç yılda AB uğruna yapılmış, bazı­ ları kağıt üstünde kalsa da önemli bazı ya-

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

sal değişikliklere rağmen, hala toplumun üzerinde, yasaları, kurumları, ama önce­ likle ideolojik alışkanlıklarıyla, bir kabus gibi çökmüş, oturmaya devam ediyor. Öte yandan, askeri dönemi izleyen ilk seçimlerde, toplum, bu durumlarda hep olduğu gibi, seçime katılan partiler ara­ sında askeri rejime en uzak ve aykırı gö­ rünenini, Turgut Özal'ın ANAP'ını seç­ mekte şaşmamıştı. Büyük bir oy desteğiy­ le iktidara gelen Turgut Özal Türkiye'nin geleneksel devletçi sistemi ve yapısının bazı taşlarını yerinden oynatmayı başardı. Özal'ın Batılı anlamda bir liberal demok­ rasi kültürü yoktu; daha çok Amerikan kapitalizmini tanıyordu. Pragmatistti. 1 2 Eylül'ün silah gücüyle sağladığı "ehlileşti­ rilmiş toplum" hedefini Özal Japon örne­ ğinde olduğu gibi, ideoloji yoluyla, yani daha gönüllü bir temel üzerinden kur­ mak istiyor ve bunun yaratılmasında dini elverişli, kullanışlı bir öge gibi görüyor­ du. Ama her şeye rağmen Özal'ın Ameri­ kanvari ekonomiyle sınırlı liberalizmi 1 2 Eylül askeri rejiminin yanında çok liberal göründü. Bu dönemde çok önemli iki şey oldu. Birincisi bir "iç konu"dur ve nüfusla ilgi­ lidir. Kurtuluş Savaşı'ndan on milyon do­ laylarında bir nüfusla çıkan Türkiye'de genel koşulların düzelmesi ve özellikle çocuk ölümü oranının azalmasıyla, ileri dünyada eşi pek görülmemiş bir "nüfus p i ramidi" o luşmuştu . Yaş bakımından aşağıya indikçe, piramit alabildiğine ge­ nişliyordu. 1 2 Eylül harekatının başlıca mo tivasyonlarından birinin bu o lduğu düşünülebilir. Her yıl şu kadar yüz bini 18 yaşına girecek bu genç nüfus için ül­ kede hiçbir hazırlık yapılmamıştı. Bunla­ rın yetmişleri saran "hak arama" zihniye­ tiyle "genç insan" sırasına girmeleri bü­ yük kargaşalık yaratabilirdi. 1 2 Eylül iki kuşak kümesi arasına bıçak sokar gibi girdi ve öncekilerden sonrakilere bilgi, görgü taşıyacak aktarım kayışlarını kesti. 2000'lerin ilk onyılında Türkiye'de etkin

25

o

26

nüfus 1 2 Eylül'ün yetiştirdiği nüfustur. O gün 20 yaşında olan bugün 46, o gün do­ ğan bugün 26 yaşında. İkincisi dünyada, 1 989 Kasım'ında Ber­ lin Duvarı'nın yıkılmasıyla başlayan ulus­ lararası süreçlerdi. Bu bakımdan, 12 Ey­ lül'ün elini uzatamayacağı, ama sonuçla­ rına katlanmak zorunda kalacağı yenilik­ ler getiriyordu. lkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türki­ ye Cumhuriyeti'nin kurucusu CHP, lsmet lnönü önderliğinde, esen demokratik ha­ vaya uyarak çokpartili parlamenter rej ime geçme kararı vermişti. Bu, CHP'nin, ama daha çok Türkiye'nin, siyasi kültürüne çok uygun olmayan bir karardı ve nite­ kim 10 yıl sonra bir darbeyle geçici ola­ rak duraklamıştı. Ama bu aynı dönemde, dünyada "Soğuk Savaş" adıyla tanınacak dönem başlıyordu ve Türkiye bu yeni u luslararası kamplaşmada Batı dünyası­ nın yanında veya içinde bulunmayı tercih etmişti. Zamanla bunun Türkiye'ye bazı avantajlar sağlayacağı belli oldu. Şöyle ki, demokrasinin bir türlü olgunlaşmaması, sivil siyasetin üzerinden askeri vesayetin b i r türlü kalkmamas ı , T ürkiye'nin de içinde bulunduğu "Hür Dünya"da ciddi bir şekilde eleştiri konusu olmuyordu, çünkü Türkiye (öncelikle N ATO içinde) komünizm tehlikesine karşı değerli bir müttefik o lduğunu kanıtlamıştı. O za­ man, yapısal olarak, savunucusu olduğu "hür dünya" toplumlarından çok, karşı olduğu "Sovyetik" toplumları andırması, bir sakınca yaratmıyordu. 1 989 sonunda Berlin Duvarı'nın çök­ mesi ve birbirini hızla izleyen bir dizi olay sonucu Soğuk Savaş'ın yeryüzünü terketmesi, Türkiye'yi hazırlıksız yakala­ mış oldu. '80'li yıllarını, şu kısa sürede buhar o l muşçasına yok o l an " k o m ü ­ nizm"e karşı h e r türlü tedbir alarak geçi­ ren ülke, bu olayı izleyen özgürleşme ve demokratikleşmenin tam tersi yönde yol almıştı. Dünya u lus-devletten ve onun özgül i d e o l oj i s i o lan m i l l iyetçilik ten

uzaklaşmaya hazırlanırken, Türkiye bun­ lara sıkı sıkı sarılmıştı. Özal, iktidarının son yıllarında, durdu­ ğu yerde küllenerek uyuklayan Avrupa Birliği konusunu da dürtükledi ve Türki­ ye'nin bu birliğe üyeliği b irdenbire ciddi bir konu haline geldi. iki etken, konunun canlanmasına katkıda bulundu. Bunların birincisi, Duvar'ın yıkılması ve Soğuk Sa­ vaş'ın sona ermesinin Batı d ünyasında uyandırdığı iyimser coşkuydu. tık olarak, Avrupa Birliği'nin gerçekten Avrupa Birli­ ği olması imkanı doğmuştu. O günlerin ideolojik ikliminde Avrupa sağının dü­ şünceleri pek işitilmediği için (ama muh­ tem elen zaten biçimlenmemişti de) bu "büyük Avrupa" ideali içinde Türkiye'nin de bulunması ihtimali henüz çok rahatsız edici bir mahiyet kazanmamıştı. Buradan bakıldığında, uzun Cumhuri­ yet tarihinin bu aşamalarında, artık güm­ rük duvarı gerisinde siper alma gereği duymayacak kadar gelişmiş bir burj uvazi­ nin meydana çıkmaya başladığı ve bu çı­ kışın da aynı tarihlere denk düştüğü söy­ lenebilir. Avrupa Birliği fikrinin en heves­ li alıcısı burjuvazi oldu. Aydın kesim için­ de de bir azınlık, AB'nin getirmesi umu­ lan demokratik özgürlüklerden ötürü bu fikri destekledi. Ama geniş kitl el er de hem ekonomik hem poli tik nedenlerle, bu birleşmeye olumlu bir gözle baktılar. Son on veya on beş yıldır, Türkiye'nin politik ufkunu ağırlıkla bu soru kaplıyor. Geleneksel iktidar seçkinleri, Avrupa de­ mokratikleşmeyi getireceği, demokratik­ leşme de bu toplumun hayatında onların tuttuğu yeri altlarından çekip götüreceği için, bu fikre şiddetle karşılar. Ama soru edilgin veya yalnız ideoloj i k mücadele alanında karşı olmaktan ibaret değil. Dev­ let bu çekişmede bölünmüş durumda ol­ duğu için, denge hafif de olsa AB lehinde işlediği için, manivelalar onların deneti­ minde değil. Bu koşullarda geleneksel "patrisyen" ve "pa triyarkal" "sağ" , tarihinde i l k kez,

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

"sokak faşizmi" denebilecek, pleb karak­ terli bir faşizmle ittifakı göze alabildi. 1 2 Eylül'den beri devam edegelen ve özellik­ le PKK çatışmalarıyla, alevlenen Türk milliyetçiliği propagandası ve tepkilerini, Avrupa'ya karşı bir cephenin mühimmatı haline getirme çabasına girdi. Bu yeni aşamada, eski solun belirli kollarının da böylece o l u ş maya başlayan bu cephe i çinde yer tuttuğu görüldü. Milliyetçi, Batı'ya düşman bu tepkinin, günden gü­ ne dozu artırılarak, devlet içinde Avru­ pa'ya eğilimli veya görece daha nötr ke­ simleri de yanına çekmeyi ve toplumun rotasını Avrupa'dan başka bir yöne çevir­ meyi planladığı ve buna göre davrandığı görülebiliyor. Bu son dönemin bu gibi gelişmelerini, daha fazla fazla incelememize gerek yok. Bu kısa özetten sonra, Türkiye'de solun tarihinin bu genel tarihin içine nasıl yer­ leştiğine bakabiliriz artık. Ama bundan önce, önemli bir noktaya dikkat çekeyim: sol bu ülkenin tarihinde belirleyici bir rol oynamış olsa, bu yazının mantığını bu şe­ kilde kuramazdım; başka bir söyleyişle, onun rolünden bağımsız bir "özet" çıka­ rıp sonra da "sol"u bu özete iliştiremez­ dim. Bunu yapabiliyor olmanın kendisi, aradaki ilişkinin bir hayli iğreti bir ilişki olduğunu gösteriyor.

tik Yıllar Geç Osmanlı döneminde toplumda ilk "sol" kıpırtıları görmeye başlıyoruz. Bura­ da göze çarpan bir nokta, bu kıpırtıların en az Türk ve Müslüman kesimde görül­ mesidir. Büyük ölçüde pre-kapitalist bir yapıya sahip Osmanlı toplumunda oldu­ ğu kadar sanayi işçisinin çoğu gayrimüs­ limdi (özel sermaye birikiminde de aynı durumla karşılaşırız). Sendikalaşma, grev ve buna benzer eylemler, Rum ve Ermeni işçiler arasında daha yaygındı. Türk ve Müslüman nüfus içindeki kı­ pırtılara baktığımızda karşımıza ilkin İşti­ rakçi Hilmi gibi bir figür çıkıyor: Hilmi,

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

Marksist kesinlikle olmadığı gibi, sosya­ lizme "kitabi" yoldan gelmiş biri de değil­ di. Sendikal mücadele gibi alanlarda bazı başarıları olduysa da bunlar "sol" açısın­ dan kalıcı kazanımlara dönüşmedi ve za­ ten d ö nüşemezd i . " S o l d ü ş ü n c e tari ­ hi"nde de Hilmi'nin kayda değer bir izini görmeyiz. Ama böyle bir adam da İttihat ve Terakki iktidarının öfkesini çekmeyi başarmış, sürgün edilmiş, Mütareke'de ls­ tanbul'a dönmüş, 1922'de ise bilinmeyen kişiler tarafından öldürülmüştür. Bu cina­ yet hakkında hala hiçbir şey bilmiyoruz. Türkiye yirminci yüzyılın ilk çeyreğini imparatorluğun dağıldığı ve yerini cum­ huriyete bıraktığı, oldukça çalkantılı bir süreç içinde geçirdiği için, bu dönemin kaydını tutmak zordur. Zorluğun başlıca nedeni, sürecin sonunda varılan "ulus­ devlet" aşamasının bilgilenme yöntemle­ rinin çokuluslu toplumsal yapının özel­ liklerini kavramaya yatkın olmaması, hat­ ta, mahiyeti gereği, bunları görünürlük yüzeyinin altına itme eğiliminde olması­ dır. Sözgelişi bu dönemde Selanik kenti çok önemli, belirleyici roller oynamıştır. Ama "ulusal" sınırlar dışında kaldığından beri, bir bakıma düşünsel sınırların da dı­ şına düşmüş, oradan başlamış süreçlerin analizinde bile kolayca unutulur hale gel­ miştir. İmparatorluktan ayrılan bütün farklı etnisiteler kendi "ulusal tarih"lerini araştırmaya koyulduğu için, bu d u rum genel durum olmuştur. Bu, dediğim gibi, bilgilenme pratiğini (discursive practice) ilgilendiren bir du­ rum, yani nesnel gerçeklik ve onun in­ sandaki "bilgisi" ile ilgili. Tarihte olmuş her şeyin, kendine göre bir etkisi vardır. Görünmeden yoluna devam eden ses dal­ galan gibi, biz işitsek de, işitmesek de, bu etkiler solarak devam eder. Ama el altın­ daki bilgilenme yöntemlerimizle bizim bunları teşhis ve tespit etmemiz ayrı bir konudur. Bu anlamda, söz konusu dönemin bir­ çok etkisi de mutlaka sürebildiği kadar

27

o

28

sürmüştür. Ama bu nların bilgisi eksik kalmıştır. Şimdilerde, bu eksikleri de gi­ dermek üzere açısı, kapsam alanı genişle­ tilmiş yeni yöntemlerle (yeni "kameralar" yeni "lensler" metaforu yapalım) çalışan­ lar çoğalıyor. Çoğaldıkça, hem o dönem­ ler hem de sonraki gelişmeler hakkında daha sağlam bilgilere ulaşabileceğiz. Başka birçok ülkede olduğu gibi Türki­ ye'de de sosyalizmin "Marksist" olan ka­ nadının izini gerilere doğru sürmek daha kolay olmuştur. Bunun birinci nedeni de Marksist sosyalizmin b ü tün dünyadaki düşünsel-örgütsel (özellikle "örgüts el") varoluş biçimidir. Bu çizgide her şeyin kaydı daha büyük bir titizlikle tutulmuş (çok zaman "kamuya açık" olmasa da), ulusal partilerde eksik olan şeylerin SSCB veya Kominterin arşivlerinde bulunması mümkün olmuştur. Türkiye Marksizminin siyasi örgütlen­ meye girmesinin tarihi, Avrupa'nın başka ülkelerine kıyasla geç kalmamıştır. Bakü Kongresi ve Parti'nin kuruluşu 1920'dir ki bu birçok Avrupa ülkesinde olandan bir iki yıl erkendir. Ama bu durumun da gös terdiği gib i , Türkiye'de sosyalizmin neredeyse bütün 1 9 . yüzyılı dolduran mücadele tarihi yaşanmamış, çok sınırlı birkaç deneyimden sonra sosyalizmi se­ çenler doğrudan Marksizm damarından işe girmiştir. Bu ilk "Marksistler" kimlerdi? G enel olarak, ittihat ve Terakki hareketi içinden gelen, bu yılların entelektüel ortamında milliyetçi bir formasyon edinerek siyasi hayata adım atmış genç aydınlardı. Böyle başlayan Mustafa Suphi, i ttihat ve Terak­ ki'nin uyguladığı baskıcı politikalardan ötürü muhalefete geçince Sinop'a sürül­ müş, 1 9 1 4'te Bakü'ye kaçmış, sosyalizmle orada tanışmıştı. Bu bağlamda "savaş tutsakları" önemli bir olgudur. 1 9 1 7 Devrimi gerçekleşince, yönetimi ele geçiren Bolşevikler savaşın önceki yıllarında tutsak düşmüş askerlere de komünizm propagandası yapmaya gi-

rişmiş, onları ikna etmekte kısmi başarı­ lar elde e tmişlerd i . M u s tafa Suphi d e Türk tutsaklar arasında onlarla birlikte çalışmaya başladı. Ancak, Marksizm hak­ kında bilgisinin oldukça az olduğu konu­ sunda bir fikir birliği vardır. E them N ej a t Almanya'da bulunmuş, Spartakist hareketle tanışmıştı. Onunla il­ gili olarak da, elimizde yeterli bilgi yok, ama Marksizm konusunda daha çok eği­ timli olduğunu tahmin edebiliriz. Şefik Hüsnü'nün gençlik hayatında da aşağı yukarı aynı çizgileri görüyoruz. ikisi de 1887 doğumlu. lkisi de 1 9 1 9'da Berlin'de. lkisi de TlÇSF'de (Şefik Hüsnü zaten ku­ rucusu) ve Kurtuluş yazarı. Sonuç olarak, bu erken dönem için şunları çıkarsayabiliriz sanırım: Osmanlı toplumu topraklarında yaşayan Türk ay­ dınları, "Doksan Üç Harbi"nden beri de­ vam eden derin bir yılgınlık psikozu için­ de, bir çıkış yolu arıyor, mutlak bir yenil­ gi ve yok olma akıbetinden kurtuluş olup olmadığını tartıyorlardı. Bu, temelde, mil­ li bir arayıştı çünkü imparatorluğun öteki ögeleriyle birlikte varolmanın, öncelikle onların tavrından ötürü, mümkün olma­ dığı görülüyordu. 1908'de ikinci Meşrutiyet'in ilanıyla ha­ yatlarına birdenbire bir umut ışığı yanan bu aydınlar, kısa zamanda, Trablus ve Bal­ kan yenilgileriyle umutlarını yitirirken, Dünya Savaşı her şeyin üstüne bindi. Sa­ vaşın sonunda imparatorluğun belini bir daha doğrultamayacağı aruk belli olmuş­ tu; bu enkazdan herhangi bir şeyin kurta­ rılıp kurtarılamayacağı ise belli değildi. Kısacası, zaten nicedir süregelmekte olan "ulusal korku" atmosferi, varabilece­ ği en yüksek yoğunluk derecesine var­ mıştı. Bu ortamda bazı Türk ayd ı n l arı da Marksizmi bir kurtuluş yolu olarak gör­ meye başladılar. Bunlar, şüphesiz, genel ortam içinde, kendilerini daha radikal de­ necek ideolojileri benimsemeye açık bir biçimde yetiştirmiş olanlarıydı. Ama bu

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

29

noktanın, milliyetçi görüşten sapmak is­ temeyenlerde de aynen böyle o lduğunu biliyoruz. Marksizmi seçenler için bu tercihi yap­ mayı kolaylaştıran veya teşvik eden üç et­ ken olduğunu düşünüyorum. Marksiz­ min, daha "teorik" düzeyde, iki özelliği, onların ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Bunların birincisi doğal olarak Marksiz­ m i n " a n t i - em p eryal i z m" t e o r i s i d ir. Marx'ta ve Engels'de bu konuda fazla bir şey yoktur. Onların ilgileri kapi talizmin içinden sosyalizmin güçlenerek egemen olması ve geleceğin dünyasını kurmaya başlaması gibi noktalarda odaklaşıyordu. H obsbawm'ın " İmparatorluk Çağı"nın b aşlangıcı i ç i n verdiği tarih 1 8 7 5'tir. Marx'ın ölüm tarihi 1 883, Engels'inkiyse 1 895'tir. Marksizm içinden emperyalizmle ilgili teori üretmek Lenin'e ve daha doğu­ da kalan ülkelerin (başta Rusya) Marksist­ lerine kalmıştı. Lenin'in Emperyalizm'inin yayımlanma tarihi 1 9 1 7'dir - söyledikleri­ nin Türk aydınlarına ulaşması için yete-

rince uzun bir süre değil bu. Ama Dünya Savaşı, 1 9 1 7 Devrimi ve onu izleyen olay­ lar, örneğin Bolşeviklerin emperyalizm boyunduruğundaki halklara bakışları, Do­ ğu Halkları Kurultayı vb. İttihat ve Terak­ ki'nin yarattığı ortamda öne çıkmakla bir­ likte onu da yetersiz bulan az sayıda Türk aydınının kafasını kurcalayan çeşitli so­ runlara kapsamlı cevaplar veriyordu. Türk aydınının bir süredir sıkıntısını çektiği (bu daha sonraları da devam edip gidecektir) bir ihtiyaç, toplumsal olayları ve "geleceğin yönü"nü isabetle görmesini sağlayacak bir "bilimsel kılavuz" ihtiya­ cıydı. Bu ihtiyacı daha erken tarihlerde duymuş olan Türk aydınları, Ahmet Rıza Bey gibi, çareyi pozitivizme sarılmakta bulmuştu ve standart milliyetçi aydın ha­ la bununla yetiniyordu. Ama bunu çeşitli nedenlerle yetersiz bulan (daha radikal çözümler ve yöntemler arayan) aydınlar da diyalektik ve tarihi maddecilikte böyle bir kılavuz düşünceye kavuşmuş oluyor­ lardı. Bu aynı zamanda manevi bir işlev

o

30

görüyor, "bilimsel doğru " nun yanında mücadele ediyor olma duygusu kazandı­ rıyordu. Ü çüncü e tken daha pragmatik: 1 9 1 7 Devrimi'nin başarılmış olması. Radikal, çok zaman "ütopik" görünebilen düşün­ celer çekici o lmakla b irlikte, bunların hiçbir zaman başarıya ulaşmayacağı kuş­ kusu da her zaman söz konusudur. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bir Türk aydını için Marksizm hiç şüphe yok ki çok radi­ kal bir teoriydi; ama l 9 l 7'nin ol�uş ol­ ması, bu kadar radikal bir alternatifin de uygun koşullarda iktidar olabileceğini ka­ nıtlıyordu, bu bakımdan bir "garanti bel­ gesi" gibiydi. * * *

Sonuç olarak, Marksizm Türk intelli­ gentsia's ının arasına (başka birçok top­ lumda da olduğu gibi) bir "ulusal kurtu­ luş" ve "ulusal kalkınma" reçetesi olarak girdi. Batı'daki "eşitlik", "sömürünün or­ tadan kaldırılması", "sosyal adalet" gibi özlemlerin ağırlığı burada fazla duyulma­ dı. Duyulmasını kolaylaşuracak derinleş­ miş sınıf farkları zaten yoktu. "Farklılık", geleneksel o l arak, sınıfsal değil, etnik alanda hissedilmişti v e b u eskiye oranla daha da etkili hale gelmiş bir "toplumsal ayrım çizgisi"ydi. Dolayısıyla erken dönem Marksistleri­ nin zihinlerinde farklı bir "dünya"nın, te­ melden farklı toplumsal i lişkilerin bir " vizy o n " u o l d uğunu, o nları böyle bir "vizyon"un harekete geçirdiğini düşün­ mek zordur. G erek toplumsal hedefleri, gerekse o hedeflere ulaşmak için tasavvur edebildikleri yöntemler bakımından, bü­ yük çoğunluğu oluşturan milliyetçilerle aralarında derin anlayış farkları olduğunu iddia etmemizi sağlayacak herhangi bir dayanak görünmüyor. Cumhuriyet Dönemi Cumhuriyet'in kurulmasını izleyen yıllar­ da da bu farkların derinleşmediğini, de-

rinleşmesi için bir neden olmadığını, tam tersine, koşulların bu iki çizgiyi birbirine daha çok yaklaştırdığını görüyoruz. Milliyetçiler, solun muhtemelen zaten pek abartılmaması gereken yardım girişi­ mini olağandışı bir sertlikle geri çevirmiş (Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldü­ rülmesi) ve kendi Kurtuluş Savaş'larını kazanmışlardı. Kurulan yeni rejimde, so­ lun herhangi bir türlüsüne izin, örgütlen­ me imkanı tanınmamıştı. D ünya Sava­ şı'nın başında solda patlak veren bölün­ me artık lkinci ve Ü çüncü Enternasyo­ nal'lerde cisimleşmişti; komünist ve sos­ yal-demokrat çizgiler ayrışacaktı. Dev­ rimci yolu seçen komünist çizgi için bu­ lunduğu ülkenin "legal örgütlenme" ko­ şulları belirleyici sayılmıyor, yasalar el­ vermiyorsa parti yeraltında örgütleniyor­ du. Böylece 1 920'de kurulan TKP uğradı­ ğı ağır kayba rağmen yoluna devam etti. Buna karşılık, Türkiye'de sosyal-demok­ rasi, gerçek, ciddi bir anlamda, bugüne kadar kurulamadı. Şüphesiz paradoksal bir durumdur bu. Ancak Türkiye gibi, zaten birçok yapısı "paradoks" mahiyeti arzeden bir toplum­ da normal görülecek bir manzaradır. Sosyal-demokrasinin olmaması, sol-içi tartışmada daha baştan ciddi bir boşluk yaratmıştır tabii. Bu da, zaten bir avuç ki­ şiden oluşan ve ağır yeraltı koşullarında yaşayan komünist kadroların teorik ufuk­ larının özellikle kapalı kalmasına, ente­ lektüel etkinliğin, tartışmadan çok "imanla bağlanma" gibi, Türkiye'nin ide­ olojik atmosferinde zaten köklü yeri olan geleneklere yaklaşmasına yol açmıştır. Cumhuriyet, Türkiye'deki komünistler açısından, üç aşağı beş yukarı, zaten ya­ pılması gerekli olanları yapardı. Ülkede gelişkin bir sanayi ve ona uygun bir işçi sınıfı olsa, komünistlerin, bu alanlarda, "burjuva" bir hükümetin yapmaya yanaş­ mayacağı talepleri olabilirdi. Ama böyle bir şey yoktu. Pre-kapitalist tarımsal top­ lum "modernleşme"ye çalışıyor, bunu da,

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

o zaman bunun tek yöntemi olarak kabul edilen "Batılılaşma" yöntemiyle yürütü­ yordu. Yapılanlar, komünist olmayı seç­ miş Türk aydınlarının da onayladığı ve is­ tediği şeylerdi. Nitekim, bu aydınlardan bazıları (Şev­ ket Süreyya, Vedat N edim vb. ) bir süre sonra bu hedeflerin gerçekleşmesi için re­ jime yardımcı olma yolunu, herhangi bir etkisi ve yaptırım gücü olmayan bir parti­ de kısılıp kalmaya kıyasla daha "akıl ka­ rı" buldular. Çünkü TKP'nin de, onların­ kinden farklı önerilerde bulunduğu yok­ tu. Onların bu tavrı, bir süre sonra, Kad­ ro'nun yayımına yol açacaktı. Ancak bu evrede belirleyici olan etken Türkiye komünistlerinin kendi ürettiği düşüncelerden çok Komintern'in tavrı ol­ muştur. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldü­ rülmesi, kolay yutulur bir lokma değildi. Ama Komintern de, SSCB de, bunu yut­ tular. Gerekçe oldukça reel-politik bir ge­ rekçeydi. Türkiye emperyalizme karşı bir mücadele veriyordu ve bu mücadele des­ teklenmeliydi. Onun başarısı, benzer du­ rumda olan başka gelişmemiş toplumlara cesaret verir, onların da mücadeleye gir­ mesi, emperyalistlerin işini zorlaştırırdı. "Milli burj uva" hükümetin bir grup ko­ münisti öldürtmesini sorun haline getirip büyütmektense, olmamış gibi davranmak daha "gerçekçi" olacaktı. E.H. Carr bu konuda şu değerlendir­ meyi yapmıştır: "tik kez (ama son kez de­ ğil) olarak, hükümetlerin Sovyet Hükü­ metinin iyi niyetini (eğer bunu başka ze­ minlerde kazanmışlarsa tabii) kaybetme­ den kendi ülkelerindeki komünist parti­ lerine karşı şiddet uygulayabilecekleri ka­ nıtlanmış oldu. " D olayısıyla S S C B ve Komintern d e , Türkiyeli komünistlere, her şeye rağmen rej imle iyi geçinmelerini tavsiye e tmiş oluyordu. Bunlara elle tutulması biraz daha güç olan bir etken daha eklemek yararlı olur.

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

Bu da, Avrupa ve Batı dışında, yani "de­ mokratik dünya" dışında kalan ülkelerde komünizmin kendini meşrulaştırmak için başvurduğu çareler konusu. Sosyalizm, varolan düzenin iyi olduğu­ nu kabul etmeyen, bundan daha iyisinin mümkün olduğunu savunan bir ideoloji­ dir. Dolayısıyla varolan düzene karşı cid­ di bir muhalefeti vardır. Bunun içinde ko­ münizm "devrimci" olarak kendini ayır­ dığı için, sol yelpazenin de en radikal çiz­ gisini oluşturur. Böyle olunca, demokra­ tik bir kültür ve siyasi geleneğe sahip ol­ mayan ülkelerde solun ve özellikle ko­ münizm'in varolması, kabul edilmesi ko­ lay değildir; hiçbir zaman kolay olmamış­ tır. Japonya gibi veya Hindistan gibi büs­ bütün baskı altına alınmadığı ülkelerde (ve dönemlerde) bile üzerinden tehdit bulutları kalkmamış, çok zaman yasadışı şiddete uğramıştır. Bu koşullarda, yukarıda söylendiği gibi, "yeraltı" örgütlenmesi ilk çare olarak gö­ rülüyor. Ama somut durumlara daha ya­ kından baktığımızda bunun da pek yeter­ li bir korunma olmadığı görünüyor. Böyle toplumlarda komünist olmayı seçenlerin sayısı bir hayli az olduğu için düzenin onları her zaman sıkı bir denetim altında tutması görece kolay oluyor. Ayrıca, bu zor koşullarda komünist bir hareketin topluma kendi varlığının meşruiyeti hak­ kında da bir "mesaj" vermesi gerekiyor. Bu, pek çok somut durumda, böyle bir hareketin toplumda "ulusal hedefler" ola­ rak tanınan alanda kendine bir rol biçme­ si anlamına gelir. Komünist hareket, halk arasında kendine bir taban açmayı başa­ ramamışsa (ki Türkiye'de böyle bir şey söz konusu değildi), bu meşruluk zemi­ nini iktidar katında arar. Türkiye'de Av­ rupa'daki, hatta Latin Amerika'daki gibi liberal partiler ve demokratik kurumların yokluğunda, komünist harekete Kema­ lizmden başka sarılacak şemsiye kalmı­ yordu. Örneğin birçok "komünist tevkifa­ tı"nda gözaltına alınan partililer ( l 928'de

31

o

32

Şefik Hüsnü'nün sorgusu bu anlattığım d urumun iyi bir örn eğidir) Kemalizm hakkında olumlu bir dille konuşmuşlar­ dır. Şefik Hüsnü burada "mahkemede ta­ viz mi veriyor?" sorusunu sorduracak bir "Kemalizm övgüsü" yapar; ama aynı za­ manda, Sovyetler Birliği'nin niçin kayıLSız koşulsuz desteklenmesi gerektiği konu­ sunda söylediklerinde de son derece ce­ surdur. Belli ki, herhangi bir taktik söz konusu değildir; her iki alanda da düşün­ celerini içtenlikle sıralamaktadır. Avrupa ülkelerindeki "komünist/sosya­ list" çizgilerine benzer bir ayrım, Türki­ ye'de, ancak 1 9 40'lardan sonra kendini gösterir gibi oldu ama bu da çok sürmedi. Bir savcı olan Esat Adil Müstecaplıoğlu 1946'da Türkiye Sosyalist Partisi'ni kurdu. Bu parti, TKP gibi Komintem'e bağlı olma­ yan (ama tutumlarında lkinci Enternasyo­ nal partilerinden daha radikal olacakmış izlenimi veren) bir partiydi. Harekete katı­ lanlar arasında, TKP'ye yakın durmuş ama çeşitli nedenlerle tam içinde yer almak is­ tememiş kimseler de vardır. Düzen öyle bir girişime de izin vermedi. Parti yarım yıl içinde kapatıldı. Oysa Dünya Savaşı bir yıl önce bitmiş, faşizm kesin yenilgiye uğ­ ramıştı ve bütün dünyada güçlü bir de­ mokrasi rüzgarı esiyordu. lnönü'nün ön­ derliğinde CHP de ister istemez bu havaya uymak gereğini duymuş, tek parti rejimin­ den çokpartili düzene geçmek gibi önemli bir tarihi karar vermişti. Ama, bu ilk çok­ partili seçimin yapıldığı 1946'da bir Sosya­ list Parti'nin varlığı yine fazla geldi. l 950'de Demokrat Parti seçim kazana­ rak iktidara geldi. Koşulların değişeceğini düşünen Esat Adil partisini yeniden açtı. Ama iktidara çetin bir "demokrasi müca­ delesi" vererek gelen Demokrat Parti'nin, "demokrasinin sınırları" hakkındaki fikri, CHP'ninkinden çok farklı değildi. Sosya­ list Parti l 952'de bir daha kapatıldı. Esat Adil'in bir daha böyle bir girişimi olmadı. Düzen partileri Sosyalist Parti'ye bu bi­ çimde davranırken, TKP'nin bu yeni olu-

şuma bakışı daha dostane değildi. Zaten, "meydanı boş bırakma" korkusuyla, Şefik Hüsnü de kendi partisini kurmuştu (tabii rejim onu da kapatacaktı) . Ülkede varo­ lan "solcu"ların birbirleriyle ilişkileri, da­ ha önceden de yeterince bozuktu. Ama bu Sosyalist Parti girişimi bu sınırlı sayı­ da insanı iyice böldü ve daha sonraki dö­ nemlerde sorulacak hesapların, yapılacak kavgaların tohumlarını attı. Belli ki, Türkiye, legal ve sosyalist par­ tiye henüz hazır değildi. Bunun için bü­ tün 'SO'lerin geçmesi , 1 960'ta Demokrat Parti'nin bir askeri darbeyle devrilmesi, bu koşullarda yeni bir dönemin başlaması gerekiyord u . '60'ların h emen başında Türkiye lşçi Partisi kuruldu. Farkında ol­ maksızın, vaktiyle Sosyalist Parti'nin çev­ resinde birikmiş sorunlar yumağını taşı­ maktaydı ve biraz bundan ötürü, onun da akıbetinin parlak olmayacağı belliydi. l 960'larda

Sosyalizm 1950'ler boyunca, Demokrat Parti iktidarı karşısında Cumhuriyet Halk Partisi, for­ m e l demokratik hakları ve kurumları merkeze alan bir muhalefet yürütm eyi seçmişti. Bunun paradoksal bir yanı var­ dı, çünkü DP de aşağı yukarı aynı muha­ lefet tarzıyla seçim kazanarak iktidar ol­ muş, olduktan sonra da kayda değer bir yasal veya anayasal değişiklik yapmamış­ tı. Şu halde CHP, zamanında kendi yaptı­ ğı yasalara muhalefet ediyordu. Örneğin "üniversite özerkliği" gibi bir konu 'SO'le­ rin sonuna doğru sık sık telaffuz edilir ol­ du. Ama üniversite, yıllar önce CHP'nin çıkardığı yasalarla biçimlenmişti. Bu paradoksun en ileri aşaması 27 Ma­ yıs'tan sonra yargılanan DP iktidarının Meclis'te Tahkikat Komisyonu kurmak, yani "Yasama"ya "Yargı" yetkisi vermek suçundan idama mahkum edilmesi oldu. Oysa anayasa 1924 Anayasası'ydı ve bu­ nunla Meclis içinden İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, DP'nin Tahkikat Komisyo­ nu'ndan farklı olarak, harıl harıl çalışmıştı.

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

Burada bizi ilgilendiren öncelikli nokta şu: CHP'nin formel demokrasiyi öne çı­ kararak muhalefet yapması, darbe sonra­ sının atmosferini de demokrasi lehinde etkiledi. Darbeden hemen sonra girişilen anayasa yapma çabasında da bu atmosfe­ rin etkileri kendisini hissettirdi. Tek parti rej iminden sonra, çokpartili sisteme ve özgür seçim ortamına geçişin ne gibi "tehlike"ler içerdiği, on yıllık dene­ yimle görülmüştü. "Devlet kurucusu" tek partinin ataerkil otoriter anlayışına karşı, çoğunluk oyuyla iktidara gelen ve bunu bir plebisiter diktatörlük üslubuyla ikinci parti . . . İkisinin de ortak zemini, toplumun tamamına biçim veren demokratik kültür eksikliğiydi. 27 Mayıs darbesi çevresinde yer alan " tek parti geleneği"nden gelen güçler, yapılacak anayasayla, DP benzeri partilerin "durumu suiistimal etme" im­ kanlarını kapatmak istiyorlardı. Bunu (o zihniyetin kavramsal çerçevesi içinde) şöy­ le formüllendirebiliriz: "tlerici, okumuş, kentli azınlığı, cahil köylü yığınlarını kan­ dırıp oyunu alarak iktidara gelecek kötü niyetli iktidarların sultasına karşı koru­ mak". Bunun doğal sonucu, seçimle gelen iktidara karşı çeşitli devlet kurumlarını güçlendirmek ve özerkleştirmek olabilirdi ve öyle oldu. 196 1 Anayasası, temelde, ic­ raya karşı çeşitli fren sistemleri oluşturan bir anayasadır. Bu nedenle, kısa bir bocalama evresin­ den sonra halkın Demokrat Parti'nin de­ vamı olduğuna kanaat getirdiği ve '?O'lere kadar seçimlerde rakipsiz Adalet Partisi, bu anayasayla ve ardında yatan zihniyetle sürekli kavga etti. Ancak, '60'lı yıllarda, bu siyasi çekiş­ melerin arasın1 yeni bir özne katılmıştı: "Sol". O sıralarda son derece amorf oldu­ ğu için, tırnak içine alarak, olabilecek en genel terimle anıyorum. Yılların yasakla­ rından sonra, rejimin tökezlemesinin ge­ tirdiği "olağandışı" koşulların Türkiye'ye başlıca "sürpriz"i bu olmuştu. TKP'den bağımsız, onun bir devamı veya sonucu

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

olmayan bir sol ortaya çıktı ve hızla yayıl­ dı. lç koşulların yanı sıra dünya konjonk­ türü de bu dönemde solun yayılmasına yatkın bir biçimlenme içindeydi. Anaya­ sanın yürütmeye getirdiği kısıtlamalar bu yeni doğan solun işine yarıyordu, çünkü Türkiye'nin siyasi yapısında yürütmenin yetkileri azalınca, amaçlanan ne olursa olsun, bunun sonucu daha fazla demok­ rasi anlamına geliyordu. Türkiye işçi Partisi bir grup sendikacı tarafından 196l'de kuruldu ama 1962'de Mehmet Ali Aybar'ın G enel Başkanlığa gelmesine kadar bir varlık gösteremedi. Bundan sonra hızla canlandı. Başlıca üç grup insan bu partide toplanmıştı. Kuru­ cu sendikacıların varlığında işçi hareketi temsil ediliyor ama biraz soyut bir biçim­ de temsil ediliyordu. Sendikacılar işçileri partinin (yani partili aydın kesimin) biraz uzağında tutmayı tercih ediyordu. Sola açık aydınlar gelip üye olmuştu. Bunları da ayrıca ikiye ayırmak faydalı olabilir: 1 ) O zamana kadar çeşitli kanallardan geçe­ rek "solcu" olan görece yaşlı aydınlar; ve 2) Sosyalizm fikriyle 1 960'ta açılan yeni ortamda tanışan, çoğu üniversite öğrenci­ si, gençler. Bu iki kesimin varlığı genç Kürt aydınlarını da partiye çekmişti. Ağa­ lık-şeyhlik düzeninin yerleşik Kürt beyle­ ri düzen partilerine girip oradan Meclis'e giderken, daha genç ve daha radikal ku­ şak TIP'te politika yapmayı seçmişti. Parti dışında Doğan Avcıoğlu'nun çı­ karmaya başladığı Yön dergisi , sosyalist değildi ve o sıraların çok kullanılan for­ mülasyonuyla "kapitalist olmayan yoldan kalkınma"yı benimsemişti . Bu dergi ve çevre 1967'den sonra savunduğu yöntemi radikal subayların gerçekleştireceği inan­ cını açık açık söylemeye başlamıştı. Eski solda, yani TKP'de, Türkiye'de ya­ şayan herkes Reşat Fuat Baraner'i ( 1 90068) Şefik Hüsnü'den sonraki önder ola­ rak kabul etmişti. Zeki Baştımar ise yurt­ dışında TKP'nin genel sekreteriydi ve kendi kuşağından, Türkiye'de kalanlar-

33

o

34

dan Mihri Belli ile aralarında ciddi bir re­ kabet vardı. TKP'yle her zaman sorunları olmuş Hikmet Kıvılcımlı da küçük bir grupla birlikte vardı ama bu dönemde sol çevre dışında çok bilinen bir kişi değildi. İttihatçı çizginin dışında kalan, Abidin Nesimi'nin de ismini saymak gerekir. Solun bu değişik grupları askeıi darbeye karşı eleştirel veya muhalif bir tavır alma­ dılar. Kısa görüşlü bir bakışla, bunu şöyle gerekçelendirmek mümkündü: Sağcı DP solun herhangi bir biçimde soluk almasına izin vermek istemiyordu. Onun devamı olan AP'nin tutumu da aynıydı. Onlara karşı girişilen demokratik mücadelede as­ kerler müdahale etmiş ve böylece açılan yeni dönemde yapılan yeni anayasayla sos­ yalizm de örgütlenme fırsatını bulmuştu. Onun da, kendine varolma fırsatı veren darbeyi eleştirmesi akıl kan değildi. Ne var ki, darbeyi yapan subaylar tek parti ideolojisi içinde hareket ediyorlardı. Sosyalizme hayat hakkı tanımamış asıl güç de buydu. Bu gücün demokratikliğini savunmak, büyük bir paradokstu. Tek parti rej imi sosyalizmi anayasayla deği l . Mussolini'den alınan Ceza Yasa­ sı'nın 1 4 1 - 142. maddeleriyle bastırmıştı. O yasa ve o maddeler de hala yürürlük­ teydi ve daha uzun yürürlükte kalacaktı. Türkiye'de sosyalizmin legal bir plat­ formda etkin olabilmesinin nihai garantisi, Türkiye'nin dernokratikleşrnesiydi. Bunun için, her durumda, demokratik ilkeleri ve değerleri savunmak, kendi hayat damarları­ nı savunmak dernekti. Oysa '60'larda kon­ jonktürün bazı özellikleri nedeniyle hayat bulan sosyalizm bunu yapmıyor, demokra­ tik ilkeleri çiğneyen güce alkış tutuyordu. Bu tutum söz konusu olduğunda, deği­ şik çizgiler arasındaki nüanslar silikleşi­ yordu. Örneğin Hikmet Kıvılcımlı M illi Birlik Komitesi üyelerine mektup yazıp onları "daha ilerici" olmaya çağırıyordu ama sosyalizmin legal mücadelesini ver­ mekte kararlı TIP de bu konuda açıkça muhalif bir tavır almıyordu.

Ama bunun dışında kalan konularda ayrılıklar vardı ve büyüyordu. 1 965 se­ çimlerinde TlP'in uygulanan "milli baki­ ye" sisteminden yararlanarak beklenenin üstünde bir başarı göstermesi ve Meclis'e 15 milletvekili sokması bu "merkezkaç" eği l i m i azaltmadı, g ü ç l en d i r d i . t i kin Yön'de Doğan Avcıoğlu 1 9 67'de T l P'i eleştirdi. Avcıoğlu Türkiye'nin "azgeliş­ miş" bir ülke olduğunu, sosyalist bir par­ tiyi iktidara getirecek bir sanayi proletar­ yasına sahip olmadığını, böyle toplumlar­ da ancak ilerici "ara tabaka"ların öncülü­ ğünde bazı hareketl erle azgelişrnişlik çemberinin kırılabileceğini savunuyordu. Bu, açıkça, "cunta" savunmaktı. Avcıoğlu TlP'in başarısının bu "gerçek"i unuttura­ cağı endişesiyle bu kampanyayı başlatmış olabilir. Ama başlattı ve arkası geldi. TlP'te toplanan genç potansiyelin Esat Adil'in partisinden esirgenen bir nimete konmasından sürekli endişede olan eski TKP çevreleri bu partiye verdiği desteği çekmeye başladılar. Bu endişe önce gel­ mekle birlikte, sosyalist polemiklere daha ciddi teorik temeller gerektiği için konu "Milli Demokratik Devrim" sloganı çerçe­ vesi içinde tartışmaya açıldı. Bu, TlP'e muhalif olan eski solun, zaten daha yakın oldukları Avcıoğlu ile birlikte açtığı kam­ panyaydı. Muhalefetin sloganı "Milli De­ mokratik Devrim" olunca TlP'in de "Sos­ yalist Devrim" savunduğu varsayıldı. Oy­ sa böyle bir şey yoktu tabii. TlP'in Malat­ ya Kongresi'nde bilinen "MDD'ciler" par­ tiden atıldı. 1967'de DlSK kuruldu. 1968 ara seçiminde oy verilen 28 ilde TlP'in oranı 3 .3'ten 5. 2'ye yükseldi. Ama TlP'in çevresini saran o lumsuz­ luklarla mücadele imkanları zayıftı. Bü­ yük darbe dışarıdan geldi: Sovyetler Birli­ ği, Çekoslovakya'da Dubçek'in "farklı bir sosyalizm" deneyimine son vermek üze­ re, ö teki Varşova Paktı ülkeleriyle birlikte Prag'ı işgal etti. Türkiye'de sol, ilkin, Mehmet Ali Ay­ bar'ın ağzından bu olayı kınadı. Ama parti

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

dışındaki sol (MDD) Sovyet müdahalesini haklı bularak, dışarıda varolan TKP'nin Komintern geleneğinde oluşmuş tavrını yankıladı. Bir süre sonra, TİP içinde daha eski kuşaktan ve "teorisyen" olarak tanı­ nan saygıdeğer sosyalistler de Sovyet eleş­ tirisinin aşırı gittiğini ilan ettiler. Bu iç kavga durmadı ve parti kaçınılmaz bir bi­ çimde bölündü. Bu siyasi platformu doğru dürüst politika yapabilmenin vazgeçilmez aracı olarak gören sendikacılar ve Kürtler sonuna kadar Aybar'ın yanında kaldılar. Ama partinin başarısı, içinde yer alan he­ terojen ögelerin dengeli birliğine bağlıydı. Aydın kesimin çoğunluğu uzaklaşınca, partinin hayatiyeti kalmadı. Sosyalizmi legal platformda savunma kararı vermiş bir sosyalist partinin Çe­ koslovakya'nın işgalini onaylaması ve ay­ nı zamanda toplum tarafından benimsen­ meyi umması, mantıken mümkün değil­ di. Ama Komintern'in dünyada olan her şeyi SSCB'nin yararına olanın ardına tak­ ma alışkanlığı, TlP'te yer alan bazı kadro­ ların da uyma gereğini duyduğu bir zo­ runluktu. MDD kanadı ise, aynı alışkanlı­ ğı paylaşmanın yanı sıra, düşüncesinin kazanılması gereken bir toplum olduğu­ nun pek farkında görünmüyordu, çünkü en başta "strateji"si böyle bir şeyi gerek­ tirmiyordu. Bunlar, büyük ölçüde "reel-politik" bir noktadan bakılarak yapılan değerlendir­ meler. "Bu olayı mahküm etmezsen halk sana oy vermez" . . . Oysa olayın kenJisi zaten bir fecaatti ve herhalde kendini "sosyalist" olarak tanımlayan birinin vic­ danını herkesten fazla yıkıma uğratırdı. Ama bu aşamaya gelindiğinde, henüz sü­ recin oldukça erken bir aşaması olsa bile, "gerçekçilik" egemen bakış açısı olmuştu. Ahlak bir üstyapı kurumuydu ve "iyi" ile "kötü"nün ne olduğuna ancak "işçi sınıfı­ nın uzun-vadeli çıkarları" hesaplanarak karar verilebilirdi. Böylece sol harekette parçalanma da başlamış oldu. Zamanla bu parçalanma

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

artarak devam etti ve '70'lerin sonunda kırk küsur fraksiyonun sözü edilir oldu. Bugün dahi sosyalizm içinde bunun so­ nuna gelindiği söylenemez. Sosyalizmin kendisi büyük ölçüde b i tmiş olsa da, farklı bir anlayış adına yeni bir hareket enerjisi -kalanlarda- devam ediyor. 1 968'den 12 Mart'a Doğru 1 9 23'te kurulan Cumhuriyet 1946'ya ka­ dar "tek parti" rejimiyle gelmişti. Türkiye Cumhuriyeti, bir imparatorluktan geriye kalmış, pek çok bakımdan karmaşık ve girift bir yapıya sahipti. Üçüncü Dün­ ya'nın " tek-ürünlü" ülkelerine, muz cum­ huriyetlerine vb. benzemiyordu. Tek par­ tili rej imin içinden ikinci parti çıkmış, ik­ tidar da olmuş, ama sonra darbeyle dev­ rilmişti. l 960'larda bu mücadele devam etti. Aslında bugün de devam ettiği söyle­ nebilir. 1 960'ta CHP'nin varlığı, M B K i çinde kendini CHP'li sayanların iktidar devrin­ de hızlı davranmalarına yol açtı. Ama Si­ lahlı Kuvvetler içinde bu aceleden mem­ nun kalmayanlar vardı. Varlığına herhan­ gi bir yasal açıklama, mazeret b ulması imkansız bir Silahlı Kuvvetler Birliği orta­ ya çıktı. Etkili de oldu. Albay Talat Ayde­ mir ve bazı arkadaşları iki başarısız darbe girişiminde bulundu ve ikincisinde asıldı­ lar. Ama bu da, ordu içinde yönetimi ye­ niden ele almak ve sivillerin hiçbir zaman yapmayacağına inandıkları reformları yapmak isteyen bir kesimi bu yolu dene­ mekten vazgeçirmeye yetmedi. Bu kay­ naşma ordu içinde bütün rütbelerde sü­ rüyor, sivil siyasette yer alanlar arasında da ilgi ve destek buluyordu. '60'larda ye­ niden seçim düzenine dönülünce, "dev­ letçi" kesimin "sandık" tan bir şey umma­ ması gerektiği mesajı yeniden gelmeye başlamıştı. Genç sosyalizm, kendisinden çok daha büyük olan bu iki gücün arasında kaldı. Onların arasındaki kilitlenme sola, üzeri­ ne basacağı bir zemin olduğu izlenimini

35

o

36

veriyordu. Oysa yoktu öyle bir zemin. iş­ levi bittiği anda, o zemin de altından çe­ kilirdi. Nitekim çekildi. Devrimler veya önemli toplumsal dö­ nüşümler insanların zihninde çakılıp ka­ lır ve bir kere olmuş şeyin bir daha, bir daha olacağına inanılır. Bolşevikler Fran­ s ı z D evrimi'ni yeniden yaşadıklarına inanmıştı, oysa hiç öyle değildi. Britan­ ya'da bir Genel Grev'den başarılı sonuç alan sendikacı Scargill'in iki kere daha ay­ nı yolu deneyip hezimete uğramasını kimse önleyemedi. Bunun örneği tarihte çoktur. Türkiye'de de 27 Mayıs'ın anısı hala sı­ caktı ve aynı model üzerinden yeniden b i r i k tidar d e ğ i ş i m i d ü ş ü n ü l ü y o rd u . DP'nin yerine AP geçmişti, yani orada de­ ğişen bir şey yotu. Bu seferinde farklı slo­ ganlar, dünyaya farklı bir bakış, farklı kavramlar vardı: "Morrison Süleyman " , "montaj v e ambalaj burjuvazisi", "komp­ rador kapitalizmi" vb. Gençler daha da bilenmiş olarak işbirlikçi/feodal iktidara karşı harekete geçirilebilir ve Ordu yeni­ den müdahale edip "Tuna Nehri" eşliğin­ de "kardeş kavgası"nı durdurabilirdi. l 968'de bütün dünya sarsıldı. lstanbul Üniversitesi de "işgal" edildi. Onu izleyen başka üniversiteler de o l d u ama asıl önemli nokta o rasıydı. T l P' l i gençler (FKF) işler daha büyütülmeden olayı bi­ tirmeye bakıyor, MDD yörüngesinde dav­ rananlar yeni 27 Mayıs'a bu olayla ulaş­ maya çalışıyorlardı. iktidar durumu kav­ radığı için sert davranmadı. işgal kalktı. Ama bu model üzerinden kargaşa bitme­ di. Kısa süre içinde gençlik hareketi MDD yanında t o p l andı . A m erikan 6 . F i l o ­ su'nun protestolarında d a "pasifist" dav­ ranan TIP, denetimi kesinlikle kaçırdı. Burada bir noktaya değinmek gereki­ yor. 1 968, dünyada yeni bir olaydı, bili­ nen eski dünyanın üstüne bir çul örterek onunla ilişkiyi kesmek ve henüz denen­ memişi denemek gibi güçlü bir dürtü içe­ riyordu. Batı, nicedir kapitalistti; Batı'da

1968 kapitalizme başkaldırdı. Doğu, epey süredir "sosyalizm" dediği bir şey yapı­ yordu; Doğu'da 1 968 bu "sosyalizm"e başkaldırdı (örneğin "insan yüzlü sosya­ lizm" istedi) . Batı nicedir kapitalistti, ama nicedir bir solu da vardı. Batı'da 1 968 ka­ pitalizme karşı çıkarken bu solla da bir şey yapmak istemedi, çünkü onu, bir şey istemeyecek kadar iyi tanıyordu. Batı, kendi '68'iyle uzlaşmanın yollarını aradı, bulabildiği kadar buldu ve bunları işletti. Uzun vadede ondan enerji aldığı bile söylenebilir; ama ona enerj i veren '68'lilerin bir yandan önemli değişimlere yol açtıkları da söylenebilir. Doğu, '68'in isteklerini reddetti, esneme­ di. Tersine bastırdı ve parçaladı. 20 yıl son­ ra, 1 989'da, yani 20 yıl sonra, Doğu bir da­ ha toparlanmamak üzere parçalandı. Türkiye'de "sol", o zamana kadar, "bi­ linmeyen" o lmuştu. Onun için Türki­ ye'de başkaldıranlar onun en "ortodoks" kaynaklarına yöneldiler; Stalin'i keşfetti­ ler. Dolayısıyla 1 968 Türkiye'de Batı'daki gibi bir "özgürleştirme" hareketi olmadı. Batı'da edindiği bu gibi özellikleri Türki­ ye'de sol tarafından küçümsendi ve red­ dedildi. Beklenen 27 Mayıs tekrarı olamazdı ve olmadı. Bu arada hiç beklenmedik başka bir şey oldu: 1 9 70'te, 1 5 - 1 6 Haziran'da, daha önce benzeri görülmemiş bir işçi sı­ nıfı gösterisi patlak verdi. Çıkış nedeni, Adalet Partisi'nin yasal yollarla sendikal m ü ca deleyi kısıtlama hazırlığına girmesiydi. Bunun hedefi olan DlSK bir protesto gösterisi düzenledi. Ama olayın kendisi planı fersah fersah aş­ tı. Türk-lş'ten işçilerin de katılımıyla, ls­ tanbul'da iki gün süren, işçi gösterileri (şiddete de yönelmemiş t i ) , birdenbire, birçok şeyi birden değişime zorladı. Ama bu hemen ortaya çıkan, hemen görünür olan bir şey de değil. Sindirilmesi bir yıla yakın vakit aldı. tikin, "cuntacı cephe"den başlayalım. Böyle birikmiş bir öfkesi olan, disiplinli

T Ü R K i Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

davranabilen bir işçi sınıfının varlığından oradakiler pek haberdar değildi. Ama bu varlık, 27 Mayıs'ı yeniden sahneye koyma oyununu bozan yeni, beklenmedik bir et­ kendi. Cunta, kendi davasını yürütmek için sosyalistleri kullanma taktiğini bu yeni koşullarda sakıncalı buldu, bundan vazgeçti. Ama tabii çok örgütlü bir yapı­ dan söz etmiyoruz; tepedekiler durumun kendi açılarından tehlikelerine karşı alar­ ma geçerken, bildiğini okumaya devam edenler de eksik değildi. Kimileri daha çok cesaret bulmuş dahi olabilirdi. Bu olayın en çok TlP'i sevindirmesi, "haklıymışız" duygusunu vermesi gere­ kirdi; ama artık kayda değer bir TIP kal­ mamıştı. M D D h e r "eylemlilik" durumunda, denkleminin değişen hanesini dolduru­ yor, "Ordu-gençlik elele" , "Ordu-köylü elele" , "Ordu-memur elele" diyor ve bu çi ftler elele tutuşup " milli cephede"ki menziline doğruluyorlardı. Bu son du­ rumda " O rdu-işçi elele" deme imkanı kalmamıştı, çünkü örneğin Kurbağalıdere Köprüsü'nün iki ucunda karşı karşıya durmuşlardı. Böylesine ciddi kitlesel bir harekette asıl "güvenlik gücü" Silahlı Kuvvetler'di. İşçileri polisle çatıştırıp or­ duyla barıştırma imkanı yoktu. Bu olay "ambalaj-montaj sanayii" ede­ biyatını, "komprador kapitalizmi" anlayı­ şını, "işçisi olmayan feodal ülke" analizi­ ni bitirdi. Ama gençlik hareketi üzerinde­ ki etkisi, her zamanki gibi, şaşırtıcı oldu. "lşçi sınıfı olmayan ülkede devrimciler ara tabakaların öncü rolü oynamasına ra­ zı olmalıdır" sözüyle yetişmiş devrimci gençlik, işçi sınıfı olan bir ülkede bulun­ duğuna sevindi. Ama bundan dolayı dev­ rimci enerjisini artık işçi sınıfına yönelt­ meyi düşünmedi; siyasi bilinç edinmiş bir işçi sınıfının verdiği güvenle kentleri on­ lara bırakıp devrimi başlatmak üzere ova­ lara, dağlara yöneldi . Latin Amerika ve Guevara modellerinin etkisi altında, "kır gerillası" ya da "kısa bir şehir gerillası

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

aşamasından sonra kır gerillası" gibi bir­ takım nüansları olsa da, sonunda aynı olan bir "silahlı mücadele" anlayışına yö­ neldi, devrimci gençlik. Bunlar, kısa süreler i çinde gerçekleş­ miş, dolayısıyla "çarpıcı" sayılacak fikri dönüşümlerd i . Ancak , "anti-emperya­ lizm" hepsinde ve her zaman, gündemin başında yer alan hedefti. Dolayısıyla "ulu­ sal kurtuluş" , bütün bu hareketlerin baş­ langıç noktasıydı ve böylece "sosyalizm" , öncelikli olan "ulusal sorun"un çözülme­ sini yedekte beklemekteydi. 1 2 Mart v e Sonrası Bu makale, içinde yer aldığı kitabın çerçe­ vesiyle uyumlu olmak üzere, bir "tarih" açıklaması değil; ama bir düşüncenin ge­ lişmesi boşlukta değil, somut tarihin evre­ l eri içinde gerçekleştiğine göre, ben d e ş imdiye kadar s ı k s ı k " d ü ş ü n c e tari ­ hi"nden "siyasi tarih"e doğru hamleler ya­ pıp geri geldim. Bundan sonrası için bunu daha az yapmanın, yani "düşünce tarihi" alanı içinde kalarak oradan bazı genelle­ melere gitmenin yeterli olacağını düşünü­ yorum. Bundan sonrasındaki "siyasi tarih" de kendi ölçüleri içinde ilginç olmasına il­ ginçti, ama düşünce tarihinde büyük, şa­ şırtıcı, alanı değiştirici olaylara yol açmadı. Şunu söylemek gerekir: '70'li yılların birinci yarısını 12 Mart rejiminde, önce saklanmaya çalışarak, sonra da hapisane­ lerde geçiren sosyalist kadroların, kıyası­ ya bir iktidar savaşında iki taraftan biri­ nin piyonu olarak kullanılmış oldukları konusunda bir şüpheleri kalmamıştı. Bundan ötürü, kullananlara söyleyecekle­ ri fazla bir şey de yoktu, çünkü onlar da aynı mantığı gütmüş ve kendi devrimleri­ ni gerçekleştirmek için Kemalistleri kul­ lanmak üzere ellerinden geleni yapmış­ lardı. Hapisane yıllarında, Kemalizmle Mark­ sizmin çok farklı şeyler olduğu da anlaşıl­ mıştı. Mahkemelerin ilk sorgu aşamala­ rında, pek çok sanık, "Ben Marksist-Leni-

37

s

38

nist'im. Aynı zamanda Atatürkçü'yüm" , diye ifade veriyor ve bunda bir aykırılık görmüyordu. Ama çok geçmeden "Ata­ türkçü'yüm" demenin bu işten " u c u z kurtulmak" i çin gerekli formül olduğu anlaşıldı ve birçok "devrimci" sıfatların yalnız birini kullanma kararını vererek hangisiyle devam etmek istediğini seçti. Aydınlık gibi , bunu yapmamayı örgüt stratejisi haline getirenler de oldu, ama böyleleri istisnaydı. 1 2 Mart'ta yenilgi geneldi, ortaktı. Kim­ se ötekinden daha kazançlı çıkmamıştı. Öte yandan, toplumda sosyalizmin algı­ lanmasında bir değişiklik olduysa, bu, sosyalizmin aleyhinde değil, lehinde bir değişimdi. Böyle olduğunun çeşitli gös­ tergelerinden biri de, Ecevit başkanlığın­ da CHP'nin seçimlerden birinci parti ola­ rak çıkmasıydı. Bu koşullarda, çeşitli sosyalist gruplar yeniden toparlanmaya başladı. Yeni du­ rum eskisinden bir hayli daha fazla kar­ maşıktı. Önceleri adını anma gereği pek duyulmayan örgütlerin, örneğin TKP'nin, yeni yelpazede yerini alması, önemli ge­ lişmelerden biriydi. Türkiye'deki solu, dünyadaki gibi, bir­ kaç ana grupta toplamak mümkündür. Bunlar, 1 2 Mart öncesinde vardı, sonra­ sında da, biraz daha karmaşıklaşmış ola­ rak, varolmaya devam etti. Şöyle bir göz­ den geçirelim 12 Mart öncesinde TIP "legal sosyalist parti" kimliğiyle (ama sosyal-demokra­ si'den uzak durmaya çalışarak) mümkün olan bir platformu meydana getirmişti. 1 2 Mart sonrasında b u TIP geleneğinden ge­ lenler birkaç ayrı parti kurdular: Türkiye İşçi Partisi, Türkiye Sosyalist Işçi Partisi, Sosyalist Devrim Partisi vb. Bunların ilk ikisi, SSCB'nin dünya sosyalizmi içinde tartışılmaz bir önderlik konumuna sahip olduğunu kabul etmişti. İkincisi (TSlP), Hikmet Kıvılcımlı'nın düşüncelerine de sahip çıkan bir partiydi (Kıvılcımlı'yı ay­ rıca ele almak gerekiyor).

o

"SSCB'nin önder konumu" dendiğinde, bunun asıl şampiyonu şüphesiz TKP idi. Ama TKP Türkiye'nin yasal yapısında ya­ sal bir parti olarak ortaya çıkamıyordu. Türkiye sosyalizmi baştan sona paradoks­ larla dolu bir alanda kurulmak zorunda kalmıştır. Bu da onlardan biridir. TIP, TSlP vb. legal olarak kurulmuştur, TKP kurula­ maz; ama son analizde SSCB'nin onay ver­ diği parti olarak, bu cephede yer alan kad­ roların daha çok bir bilinçaltı ihtiyaç ola­ rak yaşadıkları "güven" e sahip o lan da odur ( 1 2 Mart öncesi hareketlerin "küçük burjuva" sapkınlıklarına karşı koca bir Sovyet sisteminin sağladığı güven ve onun yanı sıra, sırtını "sağlam" bir çizgiye, onun korumasına dayama ihtiyacı). Dolayısıyla, SSCB'yi savunan legal partiler, sürekli ola­ rak, legal olamayan TKP'ye kadro kaptıra­ caktı. SSCB, TKP'den desteğini çekip on­ lardan birini seçmedikçe. Bu sonuncusu da çok akla yakın bir durum değildi. Aybar'ın kurduğu Sosyalist Devrim Par­ tisi ise "Sovyetik" hiç olmadığı gibi, başlı­ ca iddiası "Leninist model"e aykırı ve ona meydan okuyan bir sosyalist parti olmak­ tı. Başta, Genel Başkan'ın başkanlık süre­ sini sınırlayan kuralıyla, partiden çok, si­ yasi bir "deneyim laboratuarı" izlenimi veren bir yapısı olduğu görülüyordu. Öte yandan, yanına yeni kadro çekemediği ve yaşım başını almış insanlarla sınırlı kaldı­ ğı için bu deneyimleri de zenginleşemi­ yordu. Mihri Belli'nin 1974'ten sonra kurduğu Türkiye Emek Partisi, daha koyu Kıvıl­ cımlı taraftarlarının l 9 7 5 'te k u rduğu ikinci Vatan Partisi (birincisini Kıvılcımlı kendisi 1954'te kurmuş, 1 9 5 7'de hükü­ met bunu kapatmıştı) bu p latformun, fazla bir canlılık göstermemiş öteki yapı­ larıdır. Gelelim Çin sosyalizmi cephesine. Bu­ ranın da, "eski" olma hasebiyle bir "asıl sahibi" vardı: Doğu Perinçek önderliğin­ de "Aydınlık" grubu. Ancak bu grup, ön­ der kadro olarak, sosyalizmin öteki kolla-

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

39

rı , grupları vb. çerçevesinde her zaman en fazla dışlanmış olanıdır. Dolayısıyla, 1 2 Mart sonrasında burada ilginç bir ör­ gütsel çoğalma yaşanmıştır. Devrimin silahlı mücadeleyle başarıla­ cağı öncülünden vazgeçmeyen, ama bunu Latin Amerika'dan ödünç alınan modelle­ re dayandırmanın " küçük burj uva" bir sapma olduğuna inananlar için, gidilecek yer, Çin modeliyd i . 1 2 Mart öncesinin Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'ndan ka­ lan kadrolar, "Halkın Kurtuluşu" adıyla böyle bir çizgi tutturdular. Harekete THKP-C içinde başlayarak benzer bir özeleştiri yapanlar ise "Halkın Yolu" adını alarak başka bir örgütlenme başlattılar. 1 2 Mart öncesinde, Aydınlık grubunun, adresi verilmemiş "Halk Savaşı" çağrıları­ nı ciddiye alan militanları zaten TlKKO (Türkiye işçi Köylü Ku rtuluş Ordusu) hareketini başlatmıştı (bundan, ayrıca, ta­ rihe "Sandık Cinayeti" olayıyla geçen bir başka grup ayrılmıştı) . 1 2 Mart sonrası-

nın Halkın Birliği ve Halkın Gücü dergile­ rini bu hareketten gelen gruplar yayımla­ dı. Aydınlık, Halkın Sesi'ni çıkarıyordu. Bu cephede de iç mücadele, dışa dönük eyleme oranla çok daha yoğun enerji yu­ tuyordu. Çin platformunu bu zamana ka­ dar en iyi öğrenmiş ve özümlemiş olan Aydınlık, ötekilerden daha avantajlı görü­ nüyordu. Ancak Çin'in kendisi SSCB'deki gibi bir "uluslararası önderlik" politikası uygulamadığı için, burada kimin "resmi onay" aldığı pek belli değildi. Bu iki uluslararası odak dışında kalma­ yı tercih eden sosyalistler ise en kalabalık öbeği oluşturuyordu. Bunlar, ağırlıkla, es­ ki THKP-C'den gelen kadrolardı. Ezici sa­ yı çoğunluğu, bunların "Devrimci Yol " adını almış olan grubundaydı. Buradan "Dev-Sol " koptu. Ayrıca bir de Kurtuluş hareketi vardı. Zamanla daha k ü ç ü k gruplar da biçimlendi. Önder kadrolar açısından bakıldığında, Çin-Sovyet kutuplaşmasının dışında kal­ ma kararı, milliyetçi bir refleksten çok, 1 )

o

her toplumun sosyalist hareketinin ba­ ğımsız hareket edebilmesi gerektiği inan­

40

cına ve 2) d ünyada varolan ve çatışan farklı sosyalist anlayışlar karşısında, çatı­ şanların terimlerini- kullanarak taraf ol­ maktan kaçınma gibi yanlış sayılamaya­ cak bir eğilime dayanıyordu. Ama taba­ nın daha çok burada toplanması sosya­ lizm ile milliyetçilik arasındaki ayrım çiz­ gisinin belirsizliğine de bağlanabilir. Bütün bu gruplaşmalar içinde görülen çeşitli eğilimlerden, 1 2 Mart döneminin Türkiye sosyalist hareketinde açtığı yeni çığırlar üzerine birkaç genelleme yapmak gerekirse, şunlar söylenebilir: 1) Genel olarak aynı siyasi çizgide bir­ leşmek, aynı örgütün içinde olmayı ge­ rektirmiyordu_ Bu durum en net Çin Sos­ yalizmi alanında görülür. Kişilerin birbi­ rine güveni, siyasi çizgiye güven duymak­ tan daha önemliydi. Dolayısıyla egemen eğilim, "önderlik" iddiasında olanların, bu önderliği onaylayanlarla birlikte kendi ayrı örgütlerini kurmalarıydı. Bunun so­ nucunda, sözgelişi bir "Sovyet çizgisi/Çin çizgisi" çekişmesi ve rekabeti yaşanırken, bunun çok daha yoğun ve sert olanının aynı kulvarda koşan gruplar arasında hü­ küm sürmesiydi. 2) Çin-Sovyet çatışması bütün dünya solunu kasıp kavuran birinci sorun ol­ muştu. Belirli bir sosyalist örgüt ve eylem kalıbının egemen olamadığı Türkiye'de bu çatışmanın etkileri daha derinden du­ yuluyordu. Ama buna yönelen ilginin, sosyalist enternasyonalizmin ne olması gerelıtiğine yönelik teorik bir ilgi yarattığı söylenemez. 1 2 Mart öncesinde geçerli olan "kendine bir devrim modeli seçme" alışkanlığı yine yürürlükteydi. Bunu yaptıktan sonra top­ lumu da modele göre analiz etme eğilimin­ de fazla bir değişiklik olmamıştı. Çin mo­ delini benimseyenler için Türkiye'nin fe­ odal yapısı devam etmeliydi. THKP-C çiz­ gisinden gelenler "oligarşi" dışında bir ik­ tidar yapısı görmek istemiyordu.

D ü nyanın değişik yerlerinde olanları izleme oranında da bir değişim yoktu . Anti-emperyalizm başat olmakla birlikte, Üçüncü Dünya hakkında bilgiler de yü­ zeyseldi. Bu dönemde başlayan Avrupa­ komünizmi hiç ilgi çekmedi. Legal partilerin bulunduğu alanda du­ ranlar, bunun belirgin çıkış noktası olan, "SSCB'ye mesafeli olmak" tavnndan hoş­ nut kalmamışlardı. Buna niçin gerek duy­ duklarını merak etmiyorlardı. Çin plat­ fo r m u n u Avru p a i l g i l e n d i rm iy o rd u . "Üçüncü Yol" ise "legal kitle partisi" yapı­ sını "revizyonist - pasifist" vb. buluyor ve onaylamıyordu. Bunlara rağmen, özellikle Sovyetçi ve Çinci gruplarda , "uluslararası d urum" nosyonu öne çıkmıştı. "Yurtta ve dünya­ da" olan her şeyin bu çatışmaya göre bi­ çimleneceği kabul ediliyord u . Her iki cephe de, bu konuda kesin tavrını almış­ tı. Hareketin kimliği, her şeyden önce bu tavra göre tanımlanıyordu. 3) En önemli kadroları hapisanelerde bulunan bu hareketler 1 9 74'ten sonra yeniden topluma dönerlerken, orada 1 980 sonrasında olduğu gibi , sola karşı düşman ya da en azından kayıtsız bir at­ m o s ferle veya tavırla karşılaşmadılar. Buna değinmiştik Öte yandan, kesinlik­ le düşman belirli bir kesim vardı. Solun hapisanede geçirdiği yıllarda örgütlen­ m e s i n i gen işletme i m k anlarını b u l a n M H P ve o n u n gen ç l i k ö rg ü t ü Ü l k ü Ocakları, bir "kan davası " na hazırlan­ mıştı. Çatışma bir kere başladıktan son­ ra, aşırı sağın da manevra alanı alabildi­ ğine genişleyecekti. 4) Bunun yanı sıra, toplumda bu yıllar­ da CHP'nin geldiği yer, sosyalistlerin ey­ lem alanlarında bazı değişiklikler getiri­ yordu. 1 2 Mart öncesine kıyasla, yollar çok sık kesişir olmuş , çok zaman ortak çalışma kaçınılmaz hale gelmişti. Ama bu son iki noktanın daha anlaşılır ol ması için, ülkede genel politikanın gidişine de kısaca bir göz atmamız gerekiyor.

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

"Main-stream" Politika Geleneksel Türk sağının içinde biriken çelişki ve uyumsuzluklar, Adalet Parti­ si'nin eskiden olduğu gibi sağın bütünü­ nü şemsiyesi altında toplamasına ve hep­ sinin çıkarlarını uzlaşurarak temsil etme­ sine imkan vermez bir karakter edinmişti. Yarı askeri yıllardan sonra l 973'te yapılan seçime (aslında seçim süresi şaşmamıştı) Adalet Partisi'nin yanında Demokratik Parti, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Ha­ reket Partisi ve CHP'nin muhafazakarları­ nı bir araya getiren Cumhuriyetçi Güven Partisi katıldılar (sonuncus u , CHP'den k optuktan sonra bir süre M i l li Güven Partisi adıyla varo l m uştu. Yani, "Mil li Emniyet Partisi" de olabilirdi) . Ecevit, CHP'nin oylarını (sosyalistlerin ciddi yardımıyla) anlamlı bir biçimde yükseltmişti. Ama CHP'nin birinci parti haline gelmesinde, sağın parçalanmasının payı çok büyüktü. Süleyman D emirel, sağda kaybettiğini geri almaya çok önem veriyordu. Ecevit'in MSP ile koalisyon kurabilmesi sağ cephede ki bu endişeyi körükledi. "Olmaz" denecek bir şey olmuştu, oralara gitmeyeceğine kesin gözüyle bakılan bir i d eoloj i böyle bir adım atabilmişti. Ve şimdi, aynı koalisyon içinde, Ecevit'in bi­ rinci derecede önem verdiği "genel af' fı çıkarmak üzere birlikte çalışıyorlardı. Bu durum Demirel'e aradığı aracı ka­ zandırd ı . Ayrışan sağ çizgilerin hepsini bir arada toplamak için en uygun plat­ form anti-Komünizm'di. Demirel o zama­ na kadar bunu desteklemiş, ama üzerinde böyle bir yatırım yapmamıştı. Şimdi, hem kendisini s o llayan Ecevit'le savaşmak, hem de "ağılından kaçmış" gibi gördüğü sağı yeniden toparlamak üzere bunu te­ mel politikası haline getirdi. Ne var ki, bunu yapmak, bu "düşman"ı önemli hale getirmek anlamını da içeri­ yordu. 1 2 Mart günlerinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı için oy vererek en önemli bir konuda askeri iradeyle birlikte

T A R i H i N i N

A N A

Ç i Z G i L E R i

hareket ettikten sonra şimdi yine aynı zihniyetle davranmayı seçiyordu. Demirel af oylamasında koalisyonun içinde bir çatlak yaratmayı başardı ama koalisyon bu nedenle değil, "Kıbrıs zafe­ ri "ni nasıl paylaşacağını bilemediği için bozuldu. Bozulması, Demirel'e, I. Milli­ yetçi Cephe hükumetini kurma imkanını verdi. Bu onun "sağı yeniden toparlama" politikası için önemli bir kazanımdı. Ama toplum açısından sonuçları o ka­ dar parlak değildi. "Komünistler'in affı", dolayısıyla "komünizm tehlikesi" , ülke­ nin bir numaralı sorunu haline gelince, kendi "bir numaralı" marifeti de "komü­ nizmle mücadele" olan Türkeş'in ü ç mil­ letvekiliyle temsil olunan partisi bir an­ lamda bu koalisyonun en önemli ortağı haline geldi. MHP, koalisyon ortağı olma­ nın kazandırdığı imkanları sonuna kadar kullandı. 1 977'de oy oranı % 6.5'e, millet­ vekili sayısı 1 6'ya çıktı; ama asıl kazanım­ ları devletin stratejik katlarında kadrolaş­ maktı. "Sağ" ile "Sol" arasında, herhangi bir modern toplumda varolması son derece normal olan, kıyasıya geçmesi de yine ola­ ğan sayılan çatışma, böylece, bu görüşleri en "uçta" temsil edenlerin denetimine ve­ rilmiş oldu. Demirel böylece, 1 2 Mart ön­ cesinde "Komünizmle Mücadele Derneği" veya "llim Yayma Cemiyeti" gibi aşırı sağa bağlı, ama özerk görünümlü örgütlere ha­ vale ettiği mücadele tarzını kendisi de ar­ tık tam teşekküllü bir parti olan MHP'ye bırakmış oldu. Solda bunun benzerini ya­ pacak biri yoktu; sosyalistler MHP'nin "düello daveti"ni -kendilerini inkar et­ meksizin- cevapsız bırakamazlardı. Bu adı konmamış iç savaş durumu bü­ yük bir gerilim ortamı yarattı (olaylara hiç girmeye l i m ) ; sağın ve solun "ana" partileri, savaşan uçları durduramazlardı, çünkü o uçlar üzerinde böyle bir otorite� leri yoklu. Bu durumda demokrasiyi ko­ rumak için yanyana gelebilirlerd i . Oysa Demirel'in hırçın politikası bunu aşağı

41

o

yukarı imkansızlaştırmıştı (Demirel ken­ disi çok şaşırtıcı d ö n ü ş l e r yapab i l en pragmatist bir politikacıdır; ama herke­ sin onun kadar "esnek" olması da bekle­ nemez). Böylece toplum l 980'de gerçekleşen üçüncü darbeye doğru, dümensiz ve ser­ dümensiz sürüklendi.

1Kl ARAYIŞ ÔRNEGI 1 2 Eylül dönemine girmeden önce bir noktaya kısaca değinelim. Önceki bölüm­ de, sosyalizmin uluslararası farklılaşmala­

42

rının Türkiye'ye olduğu gibi yansıdığını gördük. Bu anlamda bir modelin benim­ senmesi, o modeli doğuran teorik kay­ nakların da benimsnmesini gerekli kılar. Bu böyleydi: Sovyetik çizgiyi benimsemiş biri birtakım konularda daha çok bilgi­ l en m e ih tiyacı hissediyorsa, Progress Publishers'dan ki tap bulup okuyord u . Çin v e Latin Amerika kaynakları görece daha az bulunsa da, ortalama Türk sosya­ listinin okuma ihtiyacını karşılayacak ka­ dar kitap vardı ortada. Bu tür kitaplar "teorik" değil, daha çok "ideolojik yeniden üretim" sınıflamasına girecek ürünlerdir. "Teorik" üretim daha çok Avrupa Marksizmi içinden çıkıyor, ama bu da Türkiye'deki sosyalistlerin ilgi­ sini çekmiyordu. Teori denince Marx-Engels, sonra Le­ nin, derken Stalin ve Mao vardı. G uevara bile tam bu ayarda sayılmıyordu. Bu kişi­ lere atfedilen düşüncelere uymayan bir şeyler söylemek, "risk almak" demekti. Onun için böyle bir şey yapılmıyordu. Yine de, bu türden birkaç örnek olduğu söylenebilir. Klasik kitaplarda anlatılan toplumsal modele Türkiye'nin somut tari­ hi gerçekliğinin birbirine tastamam uyma­ dığını düşünmenin ve dolayısıyla bu fark­ lılığın nereden kaynaklandığını araştırma­ nın aslında iki önemli örneği olmuştur. Bunların ikisi de, farklılığı "devlet" dü­ zeyinde tespit etmiştir. Teorik sorun, her

şeyin "yukarıdan aşağıya" belirlendiği bu toplumsal formasyonda, bu düzeyin nasıl biçimlendiği ve nasıl bir rol oynamasının beklenmesi gerektiğidir. ilk teorik girişim Hikmet Kıvılcım­ lı'dan gelmiştir. Onun "toplumsal" dev­ rimle "tarihsel" devrim arasında yaptığı ayrım, Türkiye'nin çelişkili yapısını "fi­ nans kapital" ile "tefeci-bezirgan" serma­ yesinin ittifakı olarak görmesi, tarihte "barbar" akınlarına verdiği önem, sonuç­ ta , "asker sınıfı " na bekl ediği devrimde bir yer bulma uğraşının sonuçlarıdır. Ko­ münistler "çelik çekirdek" dediği sımsıkı biçimde örgütlenecek, ama antik çağların barbarlarının bugünkü temsilcisi olan (genç) "subaylar"ın gelip yıkıcı darbeyi vurmasını bekleyecek, bundan sonra da sosyalizmi kurmaya başlama fırsatını bu­ lacaklardır. 27 Mayıs'ta bu fırsatın kıl pa­ yıyla kaçtığına inanır ve 1 2 M art'ı da "Ordu kılıcını attı" sloganıyla karşılar.

Grundrisse ortaya çıktığında Kıvılcımlı kitabın kendisini doğruladığını düşüne­ rek çok sevinmiştir. Marx'ın burada söyledikleri Kıvılcım­ lı'nın daha çok Engels ve onun da kayna­ ğı olan Morgan'dan derledikleriyle inşa ettiği teoriye pek uymaz aslında. Kıvıl­ cımlı'nın bu tezlerine genel olarak katıl­ ma yan biri ol arak, Marx'tan veya Le­ nin'den bir dipnotu vermeden herhangi bir söz söylemenin onaylanmadığı bir or­ tamda, gösterdiği cesareti saygıyla karşıla­ mak gerektiğine inanıyorum. i kinci örnek daha "kolektif' bir çaba­ dır: ATÜT kavramı çerçevesinde düşün­ mek! Dolayısıyla bu da Grundrisse'den esinlenen bir teorik yaklaşımdır ve bu da Türkiye'nin devletinin özgül yapısından ileri gelen farklılığının analizine giriş­ mektedir. Ancak burada amaç devrimde o yapıya yer bulmak değil (bu, grup içinde yalnız Kemal Tahir'de görülen bir özellik­ tir) , tam tersine, devrimin bu yapıya karşı yapılması gerektiğini göstermektir. Türkiye'nin, daha doğrusu Osmanlı

T Ü R K I Y E ' D E

S O S Y A L i Z M

toplumunun bu modelle açıklanacağı ka­ nısında değilim. Ayrıca, kavramın kendi içinde yeterince tutarlı olduğunu da dü­ şünmüyorum (Hindistan'ın ilkel köy ko­ münlerinden eski büyük medeniyetlere kadar birçok ilgisiz toplum tipini kapsa­ ma iddiasında bir model) . Ancak politik tespitine katılıyorum. Bu yaklaşım, ken­ disi "son sözü" söyleyecek konumda ol­ masada, Türkiye'nin daha iyi anlaşılması için kapı açıyordu. Bilimsel çalışmada za­ ten bir "son söz" yoktur, ama bir kavra­ ma çabasını ideolojik bir çıkmaz sokak­ tan çıkarıp ucu açık bir teorik mecraya yöneltmek mümkündür. ATÜT kavra­ mıyla başlayan girişimde bu potansiyel var'--;'

&- \I"� ;)l:-Jı�. ;;;..:.s � \'l"i"(

görüşlerinden etkilenerek yazdığı yazılar­ da Türkiye'nin birtakım sorunlarına, bu görüşlerden hareketle çözüm bulma de­ nemesine girişmiştir. Bunlar arasında Arap harfleri yerine Latin harflerinin kul­ lanılmasını , ayrıca alaturka tarU ile ölçü­ lerin yerine uluslararası taru ile ölçülerin kullanılmasını önermesi; Batılı giyim tar­ zını benimseyip öyle giyinmesi gibi re­ formları savunması sayılabilir. Batı yazı­ nının pek çok önemli yapıtını Türkçe'ye çevirmiş olması da diğer bir önemli özel­ liğidir. Abdullah Cevdet bu Batılılaşma yanlısı tezleriyle oldukça etkili olmuş, yi­ ne bu Batılılaşma yanlısı tutumuyla İs­ lamcıların hedefi haline gelmiştir. Baha Tevfik'in yazdığı maddecilik yan­ lısı yazılara, özellikle de Madde ve Kuvvet çevirisine, maddecilik akımının karşısın­ da olan İslamcı düşünürlerden ağır eleşti-

O

52

riler geldiği söylenmişti. Böyle olunca ki­ mi maddeci düşünürler, maddeciliği ls­ lam düşüncesiyle bağdaştırma yönünde bir tutum benimsediler. Bunlar İslam di­ nine maddeci düşüncenin aykırı düşme­ diğini söylediler. Bu· düşünürlerden en önemlisi Celal Nuri [ tleri]'dir (Gelibolu, 1 8 77- 1 9 39 ) . Celal N uri 1 9 1 5 'te İ s tan­ bul'da yayımlanan Tarih-i lstihbal adlı ki­ tabında, lslam'da birtakım reformlara gi­ dilmesi gerektiğini, bu reformları sağlaya­ cak düşünce dizgesinin de maddecilik ol­ duğunu yazıyordu. Celal Nuri de madde ve huvvet m a d d e c i l erind endir, ç ü nkü maddecilik konusunda başvurduğu kitap yine Madde ve Kuvvet'tir. Celal Nuri "madde"den ne anladığını şöyle dile getirir: Madde her an her yerde olan, bozulması olanaksız olan bir şeydir. Kuvvet de maddenin ayrılmaz parçasıdır; bu ikisi birbirine bağlıdır; biri diğerinden ayrı düşünülemez. Celal Nuri de Baha Tevfik gibi maddecilik ile bilimi bir arada düşünür. Çünkü, maddecilere bakılırsa, madde varlığını kendisine borçludur; her olup bitişin bir nedeni vardır, olup bitişler de bir yasa uyarınca, o da ancak fizik dün­ yada olup biter. Fizik dünyada olup bittiği için de bunu açıklayabilecek etkinlik bi­ limdir. insanın bir başka etkinliği, örnek­ se metafizik düşünüş bunu açıklayamaz. Çünkü görünenin, algıların ötesine gitme­ mek gerekir. Celal Nuri'ye bakılırsa ruh da maddenin dışında bir şey değil, onun özel bir varoluş biçimidir. Beyin ile sinir sisteminin işleyişine verilen addır; varlığı­ nı da sonsuza kadar sürdürmez. Celal Nuri İslam'la maddeciliği birleş­ tirerek İslamiyet'te reform yapmak üzere yola çıkar çıkmasına ama daha işin ba­ şında Tanrı'nın olmadığını söyler. Ya da başka türlü söylendikte , inanabileceği Tanrı'yı betimler. Buna göre Tanrı evreni kuşatan bir yüce gizdir; insan usunun kavrayamayacağı sıfatları vardır; biline­ mezdir. Celal Nuri'ye göre insan usunun kavra-

"L

yabileceği i l e kavrayamayacağı i k i alan vardır. Alanlardan birini bilinirler, diğeri­ ni de bilinemezler oluşturur. Bilinir doğ­ ruya vardıran şey " fen" , bilinemez doğru­ ya vardı ran ş ey de " d i n " d i r. İkisi d e "hak" tır. Din adalet, merhamet gibi kav­ ramları insanlar için anlaşılır kılar. insan için yaratılmış olan dinin amacı insanın refahını sağlamaktır. Din, " fen"le çatışma içerisinde olmamalıdır. Bilimin, usun, de­ neyin doğru diye kabul e ttiği şeyi din (yani İslamiyet) de doğru diye kabul et­ melidir. Celal Nuri'ye göre böylesi olgucu bir din anlayışı lslamiyet diye kabul edil­ melidir. Celal Nuri'nin tarihsel maddecilik ko­ nusunda da kimi değinileri vardır. 1 9 23 yılında yayımlanan Tac Giyen Millet adlı yapıtında, tarihte iktisadi etmenlerin çok önemli bir yer tuttuğunu bel irtir. Ona kalırsa, bunu göz önüne alan "maddiyiln m ekteb i " d ir. Her zaman d oğru ş eyler söylemese de bu okul çok kez "hakikati keşfeder" . Her türlü utkunun, her türlü dinin ortaya çıkmasının, her saltanatın her türlü yapıp etmesinin ardında iktisa­ di e tmenler yoktur. Ruh durumunun, rastlantının, cahilliğin de böylesi işlerde etmen olduğu görülmüştür. Ne ki, yu­ karda sayılan türden şeyleri, "partileri" ortaya çıkaran etmenler öncelikle "mad­ di, iktisadi ve ıstirari"dir; "hissi" etmen­ ler daha sonra gelir. Celal Nuri'ye göre bu siyasi partiler Avrupalı bir düşünüşün ürünüdür; bunları Avrupa'ya özgü gerek­ sinimler doğurmuştur. Asya'nın, İslam dünyasının, Türkiye'nin ayrı yaşayışları, ayrı tarihleri, ayrı toplumsal gereksinim­ leri vardır. Celal Nuri de tarihsel madde­ ciliğin yine, genel olarak Doğu'ya özgü değerlendirilmesi gerektiğini belirten dü­ şünü rlerden biridir. Bu Türkiye'deki, özellikle de diyalektik ile tarihsel madde­ c i l i k ten s ö z e d en düşü nürlerin o rtak özelliklerinden biri olacaktır. Ona göre sosyalizmi Avrupa'da doğuran iki "taba­ ka" , "burjuvazi ve sermayedar" "bizde"

T Ü R K I Y E ' D E

M A D D E C i L i K

i L E

yoktur ya da yok gibidir. Böyleyse Türki­ ye'de sosyalizm Avrupa'daki gibi olamaz. Türkiye'de i nsanlar hukuk karşısında eşittir. Dolayısıyla Avrupa'daki ayaklan­ malar Türkiye'de olamaz. "Biz" yoksullu­ ğa, bilgisizliğe karşı ayaklanmak "zorun­ dayız" . Avrupa'yı taklit etmek işleri çık­ maza sokar. Yapılacak iş geri kalmış Tür­ kiye'nin kalkınmasını sağlamak, yoksul­ luğu gidermektir. Bu arada sınıf savaşı başlayacak, "yangın saçağı sarmadan" ül­ ke mutluluğa kavuşacaktır. Türkiye'de maddeci düşünce içerisinde yer alabilecek bir okul da Konya Enerje­ tizm Okulu'dur. 1 Ocak 1 9 2 5 yılında, Konya'da, 15 Ekim 1 9 29 yılına kadar 5 1 sayı çıkacak olan Yeni Fikir adında bir dergi yayımlanır. Dergide yazıları olan iki önemli ad vardır: Naci Fikret [Baştak] (Konya, 189 1 - 1 948) ile Namdar Rahmi [ Karatay] (Kütahya, 1 896- 1953 ) . Dergi­ nin hem sahibi hem de başyazarı olan Naci Fikret'in düşünce yaşamının ilk yıl­ larında, "mürebbi-i fikrim" dediği Dr. Ab­ dullah Cevdet'in etkisi olmuştur. Naci F i k r e t ile N a m d a r R a h m i ' n i n K o nya Enerjetizm Okulu diye adlandırılacak bu görüşleri, temel olarak Alman kimyacısı, felsefecisi E Wilhelm Ostwald'ın görüşle­ rine dayanır. Namdar Rahmi, Felsefi Mes­ lekler Vohabüleri adıyla Afyon'da bastırdı­ ğı sözlüğünde enerjetizmi bir felsefe diz­ gesini adlandırmak için kullanır. N a mdar R a hm i , s ö z l ü ğü n e yazd ığı enerjetizm maddesinde enerjetizmi şöyle dile getirir: "Bununla kastettiğim şey, yal­ nız fiziki, kimyevi, hayati hadiseleri değil ruhiyat ve içtimaiyat sahasında da bütün hadisatı enerji lıudret prensibile izah et­ mek temayülü idi. " Namdar Rahmi, bu eğilimini "büyük alim ve mütefekkir" Na­ ci Fikret'in de "takdirle" karşıladığını be­ lirtir. Enerj etizm, açıklamalarında üç temel kavram kullanılır: madde, enerji, tekamül. Bunlara göre madde, yine maddesel özel­ lik taşıyan atomlardan oluşmuştur. Atom-

M A D D E C i L i K

K A R Ş I T I

G Ö R Ü Ş L E R

!arda madde ile esir arasında duran parça­ cıklar vardır. Bunların ortak bir merkez etrafında bir devir hareketi yapmalarıyla madde oluşur; katı bir hal alır. lki türlü de devinim vardır: devri devinim ile dön­ güsel devinim. llkinin devamlılığı, hızı maddenin varlığını sürdürmes i n e yol açar; i k i n c is iy s e , m a d d eyi o l u ş turan elektronları çekim merkezinden uzaklaş­ tırıp dışarı yöneltir. Böylelikle madde bo­ zulup dağılır; madde olmaktan çıkmaya başlar. Isı, ışık, elektrik böylelikle ortaya çıkar. Naci Fikret, buradan da maddenin aslının esir olduğu gibi, aslında metafizik olan bir sonuç çıkarır. Bu devir hareketi hızını koruduğu sürece maddenin biçimi aynı kalır. Bu devir hareketi bozLılursa madde ışığa, elektriğe, ısıya dönüşür. Na­ ci Fikret'e göre her eşyanın, her olayın kaynağı maddenin bu devinimleri; devi­ nimlerindeki bu başkalıklardır. Bu kuv­ vetler dışarı yönelmiş maddenin almış ol­ duğu şekillerdir. Bunların tümü enerji adı altında birleşir. Varlık da telıamül içerisindedir. Tekamül için öncelikle bir dengesizliğin olması ge­ rekmektedir. Her örgenin bir tekamül de­ recesi vardır. Bu telıamüle varılmak iste­ necektir. D olayısıyla hem kişide hem de toplumda tekamülün nedeni dengesizlik­ tir. Dengeye varılınca tekamül için olmuş hareket de biter. Enerjetizm Okulu, bugün savunmanın olanaksız olduğu bu görüşlerle toplum yaşamını da; dil, sanat, edebiyat, din, ah­ lak, iktisat gibi insan etkinliklerini d e açıkladığı savındadır. Meşrutiyet döneminde ilk yayınların yapılmaya başlandığı maddecilik (berabe­ rinde Marxçılık) , 1 9 1 0 ile 1935 tarihleri arasında, hakkında çok fazla yazının, ki­ tabın yayımlandığı akımlardan biri olur. 1 9 1 9'da Kurtuluş adlı bir dergi yayımla­ nır. 1 9 1 9 yılında Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonra Almanya'daki Türklerden bazıları solcu görüşler etra­ fında birleşmişler; Türkiye İşçi ve Çiftçi

53

s

54

Sosyalist Fırkası (TİÇSF) adında bir parti kurmuş, bir de Kurtuluş'u çıkarmaya baş­ lamışlardır. Bunlar arasında Mehmet Veh­ bi [Sandal) , Vedat Nedim [Tör ) , Ali Niza­ mi, Ethem Nejat, Mustafa Nermi, Namık İsmail [Yeğenoğlu ] , İsmail Suphi, İsmail Hakkı, llhami Nafiz [ Pamir] gibi adlar vardır. Kurtuluş'un ilk sayısı Berlin'de ya­ yımlanmış, daha sonra bu kişilerden epey bir kısmının İstanbul'a gelmesiyle dergi burada, 1920 Şubat'ına kadar 5 sayı daha çıkmışur. İstanbul'da bu çevreye Dr. Şefik Hüsnü [Değmer] de katılmıştır. Sadrettin Celal [An tel ] , Hamit Sadi [Selen ] , Reşat Nuri [ Drag o ] dergide yazısı olan diğer adlardır. l 920'de lstanbul'un işgalinden sonra Damat Ferit Hükumeti Kurtuluş'un yayımlanmasını yasaklamıştır. Kurtuluş çevresinin, felsefe bakımından Fransız Aydınlanma düşünürlerinden yo­ la çıkan, sonuçta da Hegel ile Marx'a ka­ dar gelen bir çizgileri vardır. Bunlara göre Marx, "Hegel'den aldığı anahtarlarla" ta­ rihsel maddecilik anlayışını ortaya koy­ muştur. Çevre, tarihsel maddecilikle, üre­ tim tarzı ile servetin toplumda bölüşümü­ ne göre toplumların başka başka adlar al­ dığını söyler söylemesine, ama bunun Türkiye'yle ilgisinde ne demeye geldiği konusunda pek bir düşünceleri de yok gi­ bidir. Bu konular hakkında kafa yoran, söyledikleri önemli sayılabilecek nerdey­ se tek kişi, dergide siyasi, ideolojik içerik­ li yazılar yazan Dr. Şefik Hüsnü'dür. Yazı­ larında "sınıf', "proletarya", "sınıf bilin­ ci" gibi Marxçı kavranılan Türkiye örne­ ğine göre içeriklendirip öyle kullanır. Bu aynı zamanda, bu kavramlar bakımından o zamanın Türkiye'sine ilişkin çözümle­ meler yapmak demeye de gelir. Örnekse, "proletarya" yalnızca işçi değil "memur­ lar, hekimler, mühendisler, yazarlar" gibi, geçimini çalışarak kazanan herkesten oluşur. İki . tür de sınıf vardır: çalışan ama hiçbir malı mülkü olmayanlar ile çalışma­ yan ama her türlü malı mülkü olanlar. Ancak bir sınıf bilinci yoksa, bir toplum-

o

L

da sınıfların olmasının hiçbir önemi yok­ tur. Bu !:,ilince erişip sınıf mücadelesi yapmadıkça da insanlığın kurtuluşundan söz etmek olanaklı değildir. Damat Ferit Hükümeti'nin Kurtuluş'un yayımlanmasını yasaklamasından beş ay sonra, TlÇSF'nin lstanbul'da kalan üyele­ ri 1 Haziran 1 9 2 l 'den 1 925'e kadar ya­ yımlanacak olan Aydınlık adında bir dergi çıkarırlar.3 Bu dergi etrafında toplananlar daha katı bir maddeci anlayıştan yanadır­ lar. Aydınlık'ın yazı kurulunda, bir kısmı Kurtuluş'ta da yazmış olan şu isimler var­ dı: Dr. Şefik Hüsnü, Vedat Nedim, Şevket Süreyya, Şevket Aziz [ Kansu] , Yaşar Nezi­ he, Memduh Necdat, Nazım Hikmet, Ke­ rim Sadi, Nizameddin Ali, Leman Sadred­ din, Sadreddin Celal. Sorumlu müdür Sadreddin Celal'dir. Aydınlık Türkiye Ko­ münist Partisi'nin yasal propaganda orga­ nı gibi işgörür. l 92l'in Ocak'ına kadar al­ tı sayı çıkar. Yedinci sayısı 20 Temmuz 1922'de çıkmış, bu yıl en son 1 1 . sayısı yayımlanmıştır. J 923 'te 1 2- 1 9 . sayılar; 1 924'te 20-28. sayılar; 1 925'te d e 29-3 1 . sayılar çıkmıştır. Ayrıca, içinde Dr. Şefik Hüsnü'nün Medhal yazısıyla çıkan Komü­ nizm Elifbası da olmak üzere (Komünist Manifesto da 1 923 yılının ilk aylarında Aydınlık'ta tefrika edilmiştir; çeviren yine Şefik Hüsnü'dür) , yayımlanan kitaplarla bir "Aydınlık külliyatı" oluşturulmuştur. Yukarda adı geçen kişilerden bazıları Dr. Şefik Hüsnü'nün önderliğinde siyasi bir­ takım eylemlere kalkıştıkları için mah­ küm edilmişlerdir. Aydınlık'ta ağırlığı olan kişi Dr. Şefik Hüsnü'dür. Dr. Şefik Hüsnü'nün Türki­ ye'de ergeç devrim olacağına inancı tam­ dır. Ona göre sınıfsız bir toplum yarat­ mak için yapılacak devrimin üç aşaması vardır: Birinci olarak iktidara el konacak, d evrimci b i rtakım önlemler alınacak, bunlar yapılırken de şiddet kullanılacak­ tır; ikinci olarak yeni bir yönetim kurula­ caktır; üçüncü olarak da devrimin asıl ül­ küleri uygulamaya konacaktır. Yine Dr.

T Ü R K I Y E ' D E

M A D D E C i L i K

i LE

Şefik Hüsnü, Aydm!ık'ta yazdığı yazılarda Marxçı düşüncelerin, Türkiye'nin kendi koşulları göz önünde bulundurularak na­ sıl dile getirilebileceğinin örneklerini ver­ mektedir. Buradaki yazıları Kurtuluş'taki yazılarından daha o lgun, daha bilgilice bir biçimde yazılmıştır. Kurtuluş Savaşı s ırasında Ankara'yı destekleyen Aydınlık grubu, savaş kaza­ nıldıktan sonra da Mustafa Kemal'den ya­ n a , emperyal i z m e , k a p i ta l i z m e karşı yayınlar yapmıştır. Dr. Şefik Hüsnü solcu­ ların ulusal devrimcileri desteklemesi ge­ reğinden söz eder. Ne ki, 1 9 23 Mayıs'ın­ da, desteklediği Ankara'dan ilk darbeyi yer. 1 Mayıs için dağıtılan bir bildiride, komünist bir hükümet kurma çabasının dile getirildiği öne sürülüp yirmi kadar kişi tutuklanır. Bu kişiler vatana ihanet suçuyla yargılanacaklar ama yargılama sonucunda beraat edeceklerdir. 1 93 2 yılında, aralarında Aydınlık gaze­ tesinin yayın kurulundan Vedat Nedim [Tör] , Burhan Asaf [ Belge] , lsmail Hüsrev [ Tökin ] ile Dergah'ın eski yazarlarından Yakup Kadri [ Karaosmanoğlu ] Kadro der­ gisini çıkarırlar. Aralarında Şevki Yazman da vardır. Dergi üç yıl boyunca aylık ola­ rak yayımlanır. Derginin i l k sayısında Kadro'nun hangi gerekçeyle çıktığı şöyle anlatılır: Türkiye bir devrim içerisindedir. Bu devrimin ilkeleri, bunu yaşatacakların da kuramsal düşünceleri vardır. Bu ku­ ramsal düşüncel er, devrime " id eoloj i " olabilecek b i r dizge içerisinde değildir. Öte yandan bir devrimin mutlaka bir öğ­ retisi olmak zorundadır. lşte Kadro b u ideoloj iyi yaratacak, "inkılap neslimizin muhtaç olduğu inkılap şevkini" her za­ man uyanık tutacaktır. Kadro'nun imtiyaz sahibi olan Yakup l;• TÜRK HALK 1ŞTlRAKIYUN7 FIRKASI

1 920 yılı boyunca tüm dünyada yüksel­ mekte olan sosyalist, Bolşevik görüşlerin Anadolu'da da yayılması ile samimi ko­ münist olan teşkilatlanmalar görülmüş­ tür. Sovyetler'de Bolşevik partisine bağlı o l a ra k kurulan M u s k o m ' u n ( M erkez Müslüman Komitesi) üç yöneticisinden biri olan Bolşevik Şerif Manatov8 Anado­ lu'dadır. Ziynetullah Nevşirvanov9 ve Sa­ lih Hacıoğlu uzun zamandır Ankara veya Eskişehir merkezli olarak bilinen Komü­ nist!lştirakiyun Partisi'nin kurucuları ara­ sında yer almışlardır. 1920 yaz aylarında Türhiye Hallı lştirahiyuıı Fırhası kurul­ m u ş t u r. Yeş i l O rd u k u r u c u l a r ı n d a n BMM'de milletvekili olan Tokat Mebusu Nazım ve Şeyh Servet'in de içinde yer al­ dığı bu parti, 1 920 yazından bu yana fa-

o

136

aliyel göstermekle birlikte resmen 1 920 yılı sonbaharında kurulmuştur. G erek Bakü'de Mustafa Suphi başkanlığında ku­ rulan Türkiye Komünist Fırkası'nın An­ kara'ya gelmek istemesi, gerekse Anado­ lu'da çok yaygın olarak varlığı saptanan Bolşevizm sempatizanlığı Ankara hükü­ metini oldukça ürkütmüştür. Dış politikada Sovyetler Birliği ile itti­ faktan yana olan Ankara Hükümeti, ken­ di denetimi dışındaki komünist eğilimle­ re karşı hiç de hoşgörülü davranmamıştır. Doğu sınırının çizildiği tarihten sonra, aralık ayında hem kendisine muhalif hem de Bolşevik izler taşıyan tüm unsurları si­ yaset sahnesinin d ışına en acımasız yön­ temlerle çıkartmıştı r. Bu nlardan i l lı i : 1 9 20 sonu v e 1 9 2 1 başında bir yandan Enver Paşa'nın İttihad-ı İslam politikaları doğrultusunda İslami Bolşevizm propa­ gandası altında kalan, öbür yandan Tür­ kiye Halk lştirakiyun Fırkası'nın doğru­ dan etkisi altında kalan ( Nevşirvanov, 2006: 1 1 9) genelde Kuvayı Milliye, özel­ de Çerkes Ethem'in Kuvayı Seyyare'sidir. Son tahlilde düzenli o rduya katılmayı reddederek Ankara hükümetine başkaldı­ ran Çerkes Ethem ve kardeşleri, Yunan tarafının açtığı koridordan İzmir'e gide­ rek siyaset sahnesinden çekilmişlerdir. Si­ yaset sahnesinden çıkarılan güçlerin ilıin­ cisi, Mustafa Kemal'in çağrısıyla geldikle­ rini zannettikleri Anadolu'dan, 15 yoldaşı ile birlikte Karadeniz'de katledilerek çı­ kartılan Mustafa Suphi'nin Türkiye Ko­ münist Fırkası'dır. Oçiincii olaralı Anado­ lu merkezli, Ankara veya Eskişehir Ko­ münist Partisi ol arak bilinen Türkiye Halk İşlirakiyun Fırkası'nın BMM'de me­ bus olan üyeleri de dahil, kurucuları tu­ tuklanmış, gazetesinin yayımlandığı mat­ baa basılarak tahrip edilmiş ve üyeleri ha­ pis cezalarına çarptırılmıştır. Ancak aynı tarihlerde resmi/danışıklı Türkiye Komü­ nist Fırkası'nın Komintern'e kabul edil­ mesi i çin Dr. Tevfik Rüştü Moskova'da elinden geleni yapmaktaydı. Yine de 1921

yılında resmi TKF'nin d e hiçbir izine rastlanmamaktadır. 16 Mart 1 92 l 'de Sovyetler'le yapılan Moskova anlaşması ile doğu sınırının be­ lirl enmesinden sonra Ankara bir daha Bolşevik olmaktan söz etmemiştir. Buna rağmen Sovyetler'den gelen mali ve askeri teçhizat yardımı sürmüştür. Zafer kaza­ nıldıktan sonra Lozan Görüşmeleri sıra­ s ı n da lzmir'de toplanan İzmir i k ti s a t Kongresi aracılığı ile bütün dünyaya yeni Türkiye hükümetinin kapitalist kalkınma yolunu seçeceği duyurulmuş ve bundan sonra Ankara Hükümeti, l 945'e kadar Sovyetler'le eşit haklı bir müttefik olarak ilişkilerini sürdürmüştür. SONUÇ

Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda galip devletlerin Türkiye'yi işgal etmeleri karşı­ sında Anadolu'da bir direniş başlamıştır. O günkü konj onktürde dünyanın en güç­ lü emperyalist devletine, Büyük Britan­ ya'ya kafa tutarak direnebilmek ancak Sovyetler Birliği'nin desteğiyle mümkün olmuştur. Ankara'daki BMM hükümeti ve dört bir yandan saldırı altındaki Bolşevik hükümeti bu güçlü kapitalist devletlere karşı ittifak yapmışlardır. Bu ittifak her iki taraf için de hayati önemi haizdi çün­ kü Kafkaslar'ı işgal e tmiş olan İ ngiliz kuvvetleri hem Anadolu'da başlayan dire­ nişi hem de Bolşevikleri tehdit etmektey­ di. Eğer Ankara hükümeti, Mustafa Sup­ hi'nin deyişiyle "Anadolu kıyamcıları" [isyancıları ] , Bolşevik Rusya ile bir ittifak içine girmeseydi Anadolu direnişinin maddi (mali ve askeri teçhizat) ve moral destekten uzak olacağı kesindir. Şu nok­ tanın altını tekrar çizmekte yarar vardır: Bugünkü Türkiye büyük ölçüde Sovyet Rusya ile yaptığı ittifak sayesinde oluş­ muştur. Henüz savaşın bitmediği bir ta­ rihle, 1 6 Mart 192l'de Sovyetler Birliği ile imzaladığı antlaşma ile Ankara hükümeti Lozan'dan çok önce, lstanbul hükümeti-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E ETK I L E R l / YA N S I M A L A R I

nin varlığına rağmen uluslararası planda meşruiyet kazanmıştır. Sadece bu kadar da değil, 1 9 1 7 Şubat ve Ekim devrimlerinin dünya çapında yarattı­ ğı sarsıntıyla geleneksel, içine kapalı cema­ a tler h a l i n d e yaşayan Rusya M ü s l ü ­ man/Türk/Tatar topluluklarının yaşadığı değişim ve yenilenme Türkiye'ye esin kay­ nağı olmuştur. Rusya Müslümanlarının 1 9 1 7 ve 1 9 1 8 yılları boyunca düzenledik­ leri kongre, kurultay ve konferanslarının

gündemi, Rusya Müslüman-Türk toplu­ luklarının kurdukları ilk Şura hükümetle­ rinde gerçekleştirdikleri, sosyalist ve ko­ münistlerin siyasi-ideolojik görüş ve tu­ tumlarından doğrudan etkilenmişti. Rus­ ya'daki Müslümanların daha 1 9 1 8-20 yıl­ ları arasında kurdukları "Cumhuriyet"ler ve kadınlara tanıdıkları siyasi ve sosyal hakların, daha sonra kurulan T ürkiye Cumhuriyeti'ne esin kaynağı olduğunun da altı çizilmesi gerekmektedir. O

D İ PNOTLAR "Müslüman" kavramı özellikle anılan dönemde tüm siyasi çevreler tarafından da kullanılan bir kavramdır. 1 9 1 7 Ekim Devrimi'nden hemen son­ ra Bolşevikler ve Sol-SR'ler tarafından kurulan teşkilatın adı bile MUSKOM'dur (Merkezi Müs­ lüman Komitesi). Çarlık Rusya'sı sınırları içinde yaşayan Türk kökenli olmayan Müslümanları da kapsayan Müslüman kavramı, Bolşevik çevreler­ de 1 9 1 8 sonunda, "sınıfsal bir içerik taşımadığı" gerekçesiyle terk edilmiştir. Ben Müslüman-Türk ve Tatar kelimelerini ya birlikte kul lanmayı, ya birbirinin yerine kullanmayı tercih etmekteyim. Tarihçiler ve sosyal bilimciler arasında bu konu­ da bir uzlaşma bulunmamaktadır.

2

Ceditçi/yen i l ikçi Müslüman çevreler ile gele­ nekçi molla, ahund, bay çevreleri arasındaki çelişkiler o kadar derindir ki ulema takımı ce­ ditçileri afaroz edip onlar hakkında ölüm fer­ manı bile çıkartmışlardır (hakkında idam fer­ m a n ı çıkarılan lardan biri de Ahmet Ağaoğ­ lu'dur). 1 9 1 7 Şubat ve Ekim devrimleri sonra­ sında Ceditçiler. her türlü yenilik ve değişimin karşısında olan ve eski düzenin değişmeksizin sürmesinden yana olan büyük toprak sahiple­ rinin çıkarlarını savunan ulema takımına karşı. Bolşevikler ve diğer sosya list partilerle kaçınıl­ maz bir ittifak içine girmiş olmalılar. Devrim sonrasında pek çok Ceditçi, Bolşevik ve Es-Er partisine üye olmuştur.

3

Hasan Ruşeni Bey'in kurduğu Kafkas ittihat ve Tera k k i F ı r k a sı, d ü n y a d a yaşayan tüm Türklerin "Türkiye'ye i l h a k ı n ı " progra m ı na almıştı.

4

1 905 Devrimi'nde aşırı muhafazakar Sufi tari­ katına mensup Veysiler bile Bolşeviklerle itti­ fak yapmışlardır (Rorlich, 2000: 1 37). 1 905 son­ rasında örneğin içinde Yusuf Akçura'nın da ol­ duğu Müslüman top l u l ukları Anayasacı De­ mokrat KADET partisine katılarak D u m a da

yer aldıysa da, 1 9 1 7 Şubat Devri mi'nden sonra ezilen u luslara eski hoşgörüyü göstermeyen KADET Partisi'nden hızla kopulmuş ve yüksel­ mekte olan Es-Er ve Bolşevik partilerine yöne­ liş başlamıştır.

5

Yeşilordu talimatnamesinden: " lslam iyet ve şer-i M u h a m medi, bu esasları [bolşev i k l i ğ i ] 1 300 yıl ewel, zekat, fitre, kurban g i b i vecibe­ lerle koymuş ve terviç etmiş olduğundan, Müs­ l ümanlar bu a l e m i n terviç etmiş o l d u ğ u bu sosya l inkılaptan zarar görmek değ i l, aksine faydalanacaklardır". Karakol Cemiyeti nizamnamesinden: "Kara­ kol" kuvvetini, insaniyet aleminin en necibi bulunan sulhperver heyetlerin ve umum sos­ yal ist ve amele gruplarının müzeheret-i bey­ nelmileliyesinden ve Türk, Müslüman aleminin yüreğinden ve maksadını kabul eden her fert ve cemiyetin muavenetinden alır" (Tevetoğlu, 1 988: 8) (abç). 1 920 Temmuzunda yayımlanan durum tah­ lili için bakınız: (Akal, 2002). "Mebuslara ve ic­ ra Vekillerine Sunulan Raporlara Göre Bolşe­ vizm Nasıl ilerliyor?"_

6

ilk B M M hükümetinin bakanlarının Osma n l ı dönemindeki "nazır-nezaret "ler yerine "vekil­ v e k a l e t " o l a r a k a d l a n d ı r ı l m a s ı d a S o vyet "Halk Komiserl iği" nden esinlenmiştir. "Vekil" halkın vekilidir.

7

lştirakiyun (O rtaklık, ortaklaşmaca) sözcüğü Azerbaycan'da komünizm sözcüğünün karşılı­ ğ ı olarak kullanılmıştır

8

Şerif Manatov'un Anadolu'ya geliş tarihi kesin olarak bilin memekle birlikte Muskom'un ka­ panması sonrasında 1 9 1 8 sonu veya 1 9 1 9 ba­ şında gelmiş olabilir.

9

Genel likle " N u rşirevan" olarak bilinen Ziyne­ tullah'ın ismi, TÜ STAV'ın son bulgularına göre Nevşirvanov'dur.

137

s

Mustafa Suphi E M E L A KA L

HAYATI

1 38

1 8 82'de G i re s u n ' d a doğa n Mustafa Suph i'nin babası val i l ik de yapmış üst düzey bir bürokrat olan Mevlevizade Ali Rıza Efendi, annesi ise Samsun San­ cağı Belediye Reisi Hal i l Hilmi Efendi­ nin kızı Memnune hanımd ır1 (Mustafa Suphi, 1 9 7 7 : 1 6) . Babas ı n ı n mesleği d o l ay ı s ı y l a b u l u n d u k l a r ı K u d ü s ve Şam'da eğitim görmüş, l iseyi Erzurum İdadisi'nde bitirmiştir. 1 906 yıl ında, 24 yaşında Mekteb-i H ukuku Şahane'den [ Hukuk Fakü ltes i ] "a'la" derecesi i l e mezun o l m u ş v e d a h a sonra Pari s'te L' Ecole L i b re des Sc ien ces Po l itigu­ es'deki (Paris U IOm-ı S iyasiye Mektebi) öğren i m i n i 1 9 1 O'da tamam layarak İs­ tanbu l ' a d ö n m ü şt ü r. 1 9 1 1 'de İ stan­ bul'da Ticaret Mekteb-i Alisi'nde Malu­ mat-ı Ticariyye, Oarül Mual/imin-i Ali­ ye' de [Yüksek Öğretmen Oku l u ] ve Galatasaray Mekteb-i Sulta n i'sinde hu­ kuk, ekonomi ve sosyoloji dersleri ver­ miştir (Birinci, 2001 : 375-76). Mustafa Suphi'nin İstanbul'a döndü­ ğü tarihten iki yı 1 önce i l . Meşrutiyet ilan ed il miş ve İttihat ve Terakki Cemi­ yeti, Mecl is-i Mebusan'ın çoğunluğuna sahiptir. Paris'teki öğrenc i l iği sırasında İttihat ve Terakki'nin yayın orgcın ı olan Tanin gazetesine m u h a b i r l i k yapm ış olan Mustafa Suphi, döndükten sonra da 1 91 2 yılına kadar İttihat ve Terakki

o

Cem iyeti i l e yak ı n i l işki ler içinde ol­ muş, 1 9 1 0- 1 9 1 1 tarihlerinde Servet-i Fün(m ve Hak gazetelerinde makaleleri yay ı m l a n m ı şt ı r. Paris'ten gönderd iği makalelerde ekonomi an layışının libe­ ra l olduğu görülmekted ir. Türk iye'ye döndükten sonra hem sosyoloji ve eko­ nom i a l a n ı n d a dönem i n önde gelen burj uva l ibera l ku ramc ı larını tanıtma doğru ltusunda, hem de Osman l ı ' n ı n ekonom ik prob lem leri hakkında gün­ cel değerlendirmeleri de içeren yazı lar yazmıştır: G irit ve Trablusgarp hakkın­ da bir d izi yaz ı, 'İktisadi Soh bet' üst başlığı altında bütçe, eğitim, borçlan­ ma, istatistik, sigortalar, gümrük işleri, tarım, tütün tarihi, tarımsal kredi, göç­ menler, vb. gibi konularda pek çok ma­ kalesi yayımlanm ıştır. Makaleler genel1 i k l e bu a l a n l arda Fransa ve Avrupa devletlerinin uygu lamaları ile Osman­ l ı'nın karşılaştırı l ması ve kuramsal açık­ lamalardan oluşmaktad ı r. Ayn ı konu­ larda çevirileri vardır. Marx' ın yapıtları­ nı b i ldiği Marx'a yönelttiği eleştiriler­ den anlaşılmaktad ır. 2 Mayıs 1 9 1 2 ta­ rihli Hak gazetesi nde açıkça yazdığı gi­ bi, sosya l izme de karşıdır: " . . . sosya­ l i zm, ya l n ızca, top l u m u n huzurunu bozm aya yöne l i k b i r hareket o l ması bakı mında incelenmeye ve araştırıl ma­ ya değer deği ldir ... " (Kanat, 1 989: 1 1 ) . 5 Mayıs 1 9 1 1 tari h l i Servet-i Fü­ n un da İttihat ve Terakki Cem iyeti'nin ü n l ü Mal iye Nazırı Cavid Bey'i öven b i r makales i yay ı m l an m ı şt ı r (Kanat, bas ılmamış metin, "Meh met Cavid Be­ yin Mal iye Nazırlığı"). E konom i k yö­ nel i m i beyne l m i lelci, entegrasyoncu, l i beral olan Cavid Bey'e yönelttiği öv­ gülere bak ı l ırsa, Suplıi'nin hem bu fi­ kirleri paylaştığı hem de İttihat ve Te­ rakki Cemiyeti içinde Cavid Bey'e ya­ kın isim ler arasında olduğu ortaya çık­ maktad ır. İttihat ve Terakki'nin üst dü'

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

zey yönetici lerinden Dr. Nazım'ın id­ d i asına göre Suphi, İ tt i hat ve Terak­ ki'nin Selanik kongresine de Anadolu d e l egesi o l arak k a t ı l m ı şt ı r2 ( Tan in, 1 944: Tefrika 38 ve 39). Milli MEŞRUTİYET FIRKASI M . S u p h i yurda döndü kten i k i sene sonra, 1 9 1 2'de İttihat ve Terakki'ye muhalefete başlam ıştı r. Bu muhalefet 5 Tem m u z 1 9 1 2 y ı l ı n d a A h met Ferit Tek'in liderliğinde kurulan Milli Meşru­ tiyet Fı rkas ı3 ile siyaset sahnesine yan­ sımış, Suphi Milli Meşrutiyet Fırkası'n ın sözcülüğünü yapan İfham ve Vazife ga­ zetelerinin sorumlu yazı işleri müdürü o l muş ve bu gazetelerde yaz ı l arı ya­ yımlanmıştır. İttihat ve Terakki önce İf­ ham' ı daha sonra Vazife'yi kapatınca İtham Kütüphanesi adı altında bir dizi kitapçık yayı mlanmıştır. Resmi kayıtlar­ da gözükmemesine karşın ad ları döne­ min gazetelerinde Heyet-i İdare üyesi olarak geçen Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğ l u d a bu part i n i n önde gelen isimlerdendir (Birinci, 1 990: 1 81 ) . Rus­ ya'da 1 905 devrimini yaşamış olan bu isimler, il. Meşrutiyet' in ilanı sonrasın­ da İstanbul'da taraftar kazanan Türkçü düşüncen in ideolojik önderleri arasın­ dad ır. Dolayısıyla Mustafa Suphi, 1 905 Şu bat Devri m i s ı ra s ı n d a Rusya' daki Tü rk-Tatar Müslümanların önderlerin­ den olan Akçura ve Ağaoğlu ile çok yakın i l işkiler içinde olmuş ve onlardan ideolojik olarak da etki lenmiştir. Bu dönemde Mi/iT Meşrutiyet Fırkası saltanatçı, Türkçü ve dış politikada da Almancıd ı r. Bu parti yayım la rı nda bir yandan İttihat ve Terakki'nin saltanat makamını i ktidarsız bırakmasına karşı ç ı karken öte yandan Türkçül üğü öne ç ı karmaktad ı r (Georgeon, 1 999: 64). Sonrak i yı il arda TKP genel sekreteri

1 39

Mustafa Suplıi sosyalizmi daha çok devrim Rusyası 'nda hareket halinde öğrenmiş, toplumsal devrim deneyimini -Ekim Devrimi'niıı sancıları ve sıkıntılarıyla- doğrudan yaşama firsatı bulmuştur.

olan Dr. Şefik Hüsnü bir değerlenme­ s i n d e işte bu döneml eri kasted erek, Mustafa Suphi'nin önce İttihatçı oldu­ ğunu daha sonra İttihat ve Terakki'ye muhalif konuma geçtiğini, böylece "li­ beral muhalefetin, büyük toprak sahip­ leri n i n ve i m paratorluk hanedan ı n ı n sözcül üğünü" yapan gerici muhalefete kayd ığını işaret etmiştir (Akal, 200 1 ). SİNOP'A SÜRGÜN VE KAÇIŞ M. Suphi'nin İttihatçı lara muhalefet dö­ nemi çok uzun sürmemiş, sad razam M a h m u t Şevket Paşa ' n ı n H a z i ra n l 9 1 3'te hala tartışılmakta olan b i r su­ ikastla öldürülmesiyle İstanbul'daki tüm İttihat Terakki muhal iflerine yönel ik ola­ rak başlatılan tutuklamalar sonucunda, onlarcası ile birlikte "meşrutiyet zamanı­ nın Fizan"ı olarak bilinen Sinop'a sürü l-

o

1 40

müştür. Kalebentl ik adı verilen bu ceza biçim inde sürgün l er şeh irde oturabil­ mekte, serbest gezebi lmekte ancak her gün sabah akşam karakola uğramak zo­ rundayd ı lar (Kuran, 2000 : 407) . Yakın tarih imizin siyasi aktörlerinden, Mustafa Kemal'in ilk kabinesinin bakanlarından Rıza Nur da bu tarihte Sinop'a Suphi'yle birlikte sürülenler arasındadır. Suph i 24 Mayıs 1 9 1 4 tarihinde, sür­ güne gönderi ldikten bir yıl kadar sonra 1 4 kişilik bir grupla Sinop'tan kaçmıştır. Bir sandalla Sinop'tan uzaklaşan kaçak­ lar daha sonra Karadeniz' de bir Rus ge­ m i sine b inerek Ya lta'ya, oradan yaya olarak Sivastapol'a gitmişler; kaçan 1 4 kişiden bir kısm ı Mısır'a, bir kısm ı da Paris'e gitmeyi planlarken, Suphi bir ga­ zete yayımlama düşüncesiyle Kafkas­ ya'da kalmıştır (Kuran, 2000: 421 ) . Ka­ çaklar Rusya resmi makaml arı tarafı n­ dan "devrimci" olup olmadıklarına i liş­ kin sorgu landıktan sonra onlara yer tah­ sis ed ilmiştir (Tunçay, 1 992: 1 0) . Rusya, dış po l itika çıkarları nedeniyle, İttihat ve Terakki'ye muhalif olan bu kaçaklara hoşgörü lü davranmış olma l ı . Birkaç ay sonra Birinci Dünya Savaşı çıkmış, Si­ nop'tan kaçanların bazıları memlekete geri dönerken Suphi dönmemişti r. Suphi Kırı m'da ilk olarak ünlü Türk­ çü İsmail Gaspirinski'yi (Gaspı ralı) zi­ yaret etmek üzere Bahçesaray'a gitmiş­ tir. İsmail Gaspirinski İstanbul'un ente­ lektü el çevrelerinde gayet iyi tan ın­ maktad ı r ve Yusuf Akçura'nın kız kar­ deşi i l e ev l i d ir. M. Suph i ' n i n doğru Gaspirinski'yi ziyarete gitme sebebi, o n u n görü ş l e r i n i Meşrutiyet F ı rkası çevresinden ya kından tan ıd ığı Yusuf Akçura kanal ıyla bilmesi ve ben imse­ mesi olsa gerek. Bu dönemde Kırım ga­ zetelerinde Suphi hakkında haberler yayı mland ığı gibi bir süre sonra Bakü basını da Suph i'ye sayfalarını açmıştır.

1 9 1 4'ün Temmuz ve Ağustos aylarında Bakü'de yayımlanan İkbal ve Basiret gazetelerinde Suphi'nin bir dizi maka­ l e s i b a s ı l m ı şt ı r. Bu yaz ı l a rd a S u p h i "Türkiye savaşa girmemel i v e tarafsız kalma l ı" demektedir. İkbal 1 9 1 2'de İs­ ta n b u l ' da T ü rk Ocağ ı ' n d a ç a l ı ş m ı ş, 1 9 1 B'de Bakü'deki önem l i parti lerden biri olan Müsavat Fırkası'nın l ideri ve Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurucu la­ rından olacak o lan Mehmet Emin Re­ su lzade' n i n gazetesi d i r (Rüstamova : 1 993). Büyük bir olası lıkla Suphi ve M . Emin Resulzade İstanbu l'dan tanışmak­ tad ı rlar. Çünkü Stal in'le de birlikte ça­ l ışm ı ş olan Resu lzade 1 905 Devri m i sonrasında Rusya'da başlayan gericil ik­ ten kaçarak önce İ ran'a, sonra da İstan­ bul'a gelen siyasi mültecilerdendir (Re­ sulzade, 1 997). Bütün bu olgular Sup­ hi'nin Rusya'daki Müslüman Türk-Tatar çevreleri tarafı ndan hemen beni msen­ diğinin, bu çevrelerde son derece pres­ tij l i bir konuma sahip olduğunun gös­ terges idir. Ekim 1 9 1 4 tarihinde hakkında çıkan haberlere göre Suphi Batum'dad ır. Os­ manlı İmparatorluğu'nun Birinci Dün­ ya Savaşı'na katılması ve Ocak 1 9 1 5'te Rusya ile yapılan Sarı kamış muharebe­ sinden Osman lı'nın yen ik çıkması üze­ rine a l ı n a n esirlerle b i rl i kte Mu stafa Suph i de tutuklanarak Kaluga'ya sürgü­ ne gönderi l m iştir. 32 yaşındaki Suph i iki bin Osman l ı savaş esirinin yaşadığı Kaluga'da bir handa kalmış ve hayatını Fransızca dersi vererek kazanmıştır. 1 5 Eylül 1 9 1 5'te 741 kişi l i k bir Osm a n l ı esir konvoyu ile birl ikte daha içerilere, U ral' lara gönderi lm iş, kendi i fadesine göre U ral'larda demiryoll arında ça l ı ş­ mıştır (Tunçay, 1 99 5 : 1 93). Görüldüğü gibi Mustafa Suphi ülke­ sini terk etmek zorunda bı rak ı ld ığında henüz 32 yaşında, çok iyi bir eğitim al-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

m ış, ülkesinin en iyi yüksek okul ların­ da akem isyen l i k yapan, e l it zümreye dahi l ve epeydir siyaset ve gazetecil ik­ le meşgul olan genç bir adamdır. Yaz­ dığı yazılar incelendiğinde kuru bir ku­ ramsa l yaklaşım içinde olmadığı, gün­ cel politikaya yönel ik takti kler geliştir­ d iği görülmekted ir. Dönem in en önde gelen siyasi ve entelektüel aktörlerini yakı ndan tanımaktadır. İttihat ve Terak­ ki Fırkası'nın i leri gelen lerinden, mer­ kez-i umumi aza ları Dr. Nazım4 ve Kü­ çük Talat arkadaşları arasındad ır. Suph i İttihatçılarla yolunu ayırd ıktan sonra bu kez Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, da­ ha sonra Mustafa Kemal' in İktisat Veki l i olacak olan Ahmet Ferit Tek'in de için­ de olduğu bir grup kişiyle yakın mesai arkadaşl ığı yapmıştır. Mustafa Suphi si­ yasi m ü l teci o l duğu Rusya'da İsmail Gaspirinski tarafı n d a n kabul ed i l en, Mehmet Emin Resu lzade'nin gazetesi­ ne yaz ı l a r veren, K ı rım'dan Bakü'ye hakkında haberler yapı lan, gazetelerde makaleleri bası lan entelektüel bir siya­ set adamıdır. EKİM DEVRİMİ VE SUPHİ 1 9 1 7 Şubat Devrim i Müslüman-Türk­ Tatarların yaşadığı topraklarda çok bü­ yük siyasi değişim lere yol açarken Ekim Devrimi'nin etki leri bu yörelere ancak 1 91 8 yılı baharında sirayet etmeye baş­ lamıştır. Rus Çarl ığı'nı yıkan Şubat Dev­ rimi sonrasında Yalta, Bakü, Kazan, Taş­ kent, Ufa, Samarra vb. gibi merkezlerde Müslümanlar pek çok kurultay, kongre, konferans düzen lemiştir. Bu toplantılar­ da Müslüman-Türk-Tatarlar "toprakl ı­ topraksız" federasyon tezlerini tartışmış, mecl isler, şuralar ve özerk devletler kur­ ma kararları almışlardır. Mustafa Suphi eğer sosya l izmi seçmeseyd i bu çevre­ lerde kendine mutlaka yer bulabileceği-

ni 1 9 1 4 yılında ona gösteri len i lgiden dolayı bil iyoruz. Ama ona 1 91 7 yıl ında Müslüman-Türk-Tatar çevreleri tarafın­ d a n top l a n a n kongre, konferans vb. toplantı larda rastlayamıyoruz. Mustafa S u p h i 1 9 1 8 Mart' ı n d a Moskova'da, Rusya Kom ü n ist (Bolşevi k) Partisi'ne bağ l ı olarak faa l iyet gösteren Merkez Müslüman Komiserliği/Muskom'un ka­ pısın ı çaldığında tekrar karşım ıza çıkı­ yor. Suphi Ekim Devrimi son ras ı nda Muskom'a gittiğine göre bir s ü red i r Marksist olsa gerek. İddia ed ild iği gibi (Lazitc h B. ve M.M. Drachkov i t c h : 1 973) Mustafa Suph i Paris'teki öğrenci­ liği sırasında Marksist olmamıştır. Ünlü Fransız sosyalisti Jean Jaures'le tan ışmış olması çok güçlü ihtimaldir çünkü bü­ tün İttihatçı lar Jaures' le yakın il işki için­ deydi ler. Ancak yukarıda açıklandığı gi­ bi Suphi Fransa'dan döndüğü zaman Marksizmi b i l mesine karşın Marks i st veya sosya l ist olmadığı gibi 1 9 1 S 'de Bakü'de yayımlanan yazı ve röportaj la­ rında da Marksist olduğuna ilişkin hiç­ bir ipucu yoktur. U ra l ' l a rd ayken gerç e k l eşen E k i m Devri m i ' y l e özgü rlüğüne kavu ş m u ş o l a n M u stafa S u p h i , E k i m D e v r i ­ mi'nden 3 - 4 a y sonra, 1 9 1 8 Şubat so­ n u veya M a rt baş ı n da Moskova'da Müslüman Kom iserliği/Muskom'a git­ miş ve onu Bolşevik Şerif Manatov kar­ şılam ı şt ı r (Mustafa Suphi, 1 97 7 : 2 5 ) . Mu skom' u n fi kir babası v e kurucusu olan Mollanur Vahidov eski bir Es-Er5 o l u p kom ü n i st partiye 1 9 1 7 Ara l ı k ayında girmiştir (Devletşin, 1 98 1 : 2 1 9). 1 9 1 8 Ağustos ' u n d a Çekos l ovak l a ra karşı Kızıl Ordu'yla birlikte Kazan'da savaşırken esir d üşüp kurşuna d izi lme­ sine kadar Müslüman komünistler ara­ sındaki en etk i l i isimd ir. Ya rd ı m c ı ları ise Müslüman Es-Er' ler aras ında çok popü ler bir isim olan İbrahim Alemcan

1 41

s

1 42

ve Bolşevik Şerif M a n atov'd u r. İ şte Suph i , Muskom'da Mart-Kası m 1 9 1 8 tarihleri arası nda bu çok prestijli insan­ larla birlikte çalışmıştır. 1 9 1 8 y ı l ı n ı n baharına kadar Bolşe­ vizm in Tü rk-Tatar-Müslüman çevreler­ de hakim görüş ve parti olmadığı yu­ karıda bel i rti lmişti. Suphi de, ya Mus­ kom'a geld iğinde sol Es-Er'd ir, ya da burada sol Es-Er görüşleri benimsemiş­ t i r. S u p h i b i rkaç n e d e n l e B o l şe v i k ol(a)mamış olabi l i r : Eğer Suphi 1 9 1 7 öncesinde sosyal ist görüşleri beni msedi ise sanayi merkezlerin i n d ışında yaygın örgütlenmesi olmayan Bolşeviklere de­ ği I, köy l ü l e r aras ı n d a dolayısıyla da Müslümanlar arasında en iyi örgütlen­ meye sah ip Es-Er'lerden etkilenmiş ve hatta örgütlenm iş olab i l ir.6 Suphi M uskom'a g e l d i kten b i r ay sonra, Nisan 1 9 1 8'de Yeni Dünya ga­ zetesi yayın h ayat ı n a atı l m ı ştır. Yeni Dünya gazetesi Muskom'un baş l ı ca görevleri arasında gelen propaganda ve aj itasyon faal iyetlerinin bir parçası ola­ rak tüm Müslüman kesimlere yönel ik, Türkçe'nin her d i l inden gazete yayım­ l a m a kararı doğru ltusu nda, Mu stafa Suph i ' n i n yöneti m i a lt ı n d a İ sta n b u l Türkçesiyle yayımlanmaya başlam ıştır. Gazeten i n i l k yed i sayısı Moskova'da yayımlanmıştır ve "Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi'nin Türkçe naşir-i efkarı dır [yayın organı] (Tunçay, 1 99 5 : 1 04). S u p h i Yeni Dünya'yı "sosyal ist Müslü man gazetesi" ol arak tan ı m l a­ makta ve şunları yazmaktadır: "

Yeni Dünya evvel emirde meslek iti­ bariyle Kari Marks'ın ilmi nazariyatı­ nı mürevviç [taraflısı olan] bir sosya1 ist gazetesidir. Tatbikat-ı siyasiyye nokta-i nazarından ise: seviye-i me­ deniyye ve içtimaiyyesi [medeni ve sosyal seviyesi] diğer milletler dere-

o

cesinde olmayan, ekseriyeti fakir ve mazlum işçi ve ekinci ha lklardan mürekkep olan Müslüman hey'et-i içtimaiyyesinin, hazırki [şimdiki] me­ deniyet dünyasında, samimi ve riya­ sız yegane halaskar [kurtarıcı] kuvvet olan sosyal ist inkılapçı larıyla katışa­ rak ve bu gibi inkılap hareketlerine m ümkün mertebe yardım ederek, Avrupa'nın kan içici emperyalist ve koloniyal tasallutundan diğer maz­ lum beni-nev'leriyle [insan oğullarıy­ la /kendi sınıfından olanlarla] kurta­ rılması maksatlarını takib eder. Bizim evvelce Türkiye'de neşretti­ ğimiz gazetelerde nasıl talep ettiy­ sek, şimdi de Rusya'da, yazın da bel­ ki Hindistan 'da ve daha başka yer­ lerde talep edeceğimiz: H a l k i ç i n ( h ü rriyet, meden iyet ve saadet)ten başka şey değil (Tunçay, 1 99 5 : 4546) (abç). Görüldüğü gibi Mustafa Suphi 1 9 1 8 Nisan'ında Yeni Dünya' n ı n ilk sayısın­ da yayı m l a n a n m a k a l e s i n d e 'bo l şe­ vizm' sözcüğünü bile kaleme almamış­ tır. Türkiye tah l i l lerinde ise anayasa l d ü z e n i savu n m a ktad ı r. T ü r k iye' n i n içinde bulunduğu durumu eleştirdikten sonra şöyle yazar:

Şu korkunç vaziyetten Türkiye'yi Türk milletini kurtaracak yol, yine hürriyet, yine inkılap. Fakat bu sefer bir nice zabit ve paşanın apoletlerin­ de parlayan bir inkılap değil, halkın ruhundan fırtınalarla kopan, gönülle­ rinde yangınlar çıkaran hakiki inkı­ lap, hakiki hürriyet. Küçük Asya ha lkla rı, mazlum Türkler, fakir köylüler!! Artık uyanı­ nız, Kanun-u Esasi'n in [Anayasa 'nın] sizlere verd iği içtimai [sosyal] hakla­ rını talep ediniz (Tunçay, 1 995 : 1 7) .

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /YA N S I M A L A R I

Suphi Bolşevi k Devrimi'nin Müslü­ man m i l letlere m u htariyet vermesini övd ü kten sonra şunları yazmaktad ı r : "Başka m i l letlere karşı bu kadar hür­ metkar, insan iyete bu derece muhab­ betkar olan bir inkılabı Müslüman ale­ minin sürur [sevinç] ve ümit velvelele­ riyle karş ılamaması mümkün mü?" Ye­ ni Dünya'yı tanımlarken 1 9 1 B'in Mayıs ayında bile Bolşevik kelimesini kul lan­ mayan S u p h i , ayn ı tarihte kend i s i n i şöyle tan ı m lamaktadır:

İstanbul Ticaret Mekteb-i Ali'si "Hu­ kuk-u Medeniyye" [medeni hukuk] ve Dar-ül-muallimmln-i Ali [Yüksek Öğ­ retmen Okulu] "İktisat Müderrisi" ve mesdut [kapatılmış] "İfham" Gazetesi Müdir-i Siyasisi" (Tunçay, 1 995: 46). Suph i temmuz ayında kendini hala Bolşevik olarak değil "sosyalist" olarak tan ımlamıştır:

... ben ise Türklerin cihangirlik siya­ setine eskiden beri muhalif, Müslü­ man alemine mensup, Türk milletle­ rinin kendi asgari muhitlerinde aza­ mi faaliyet-i medeniyyelerine taraf­ tar, iktisat aleminde ise bir sosyalist yazıcıyım (Tunçay, 1 99 5 : 73) (abç). İ kt isatç ı Mustafa S u p h i ' n i n Marx'ı çok iyi bildiği şüphe götürmemekted ir. Suph i Yeni Dünya'da yayım lanan bir makalesi nde Bolşevikl eri, Marksizme uygun davranmadıkları için eleştirmek­ te ve kend isinin Marksist formasyonu ve so l l uğu hakkında da ipuçları ver­ mekted ir:

Rusya inkılabı, Marks'ın haber verdi­ ği şu sınai, iktisadi, içtimai tekamül (evolusyon) devirlerini takib ederek­ ten, şöyle "maddi bir hakikat" halin­ de, "tarihi bir maddiyet'' (materyaliz­ me historique) ile meydana çıktı, de-

nilse pek cesurane bir iddiada bulu­ nulmamış olur. Kapitalizmi bu derece korkulara düşüren Bolşevizm, Marks'ın bekle­ diği iktisadi mobi l izatsiyayı daha ta­ mamıyla vücuda getiremiyor. Onlar [Bolşevikler][...] hale göre bir devr-i intikal [geçiş devri] siyaseti takip ediyor. Şu halde Oktyabr i n k ı l a b ı burjuvaziya ile proletarya arasında orta bir yol tutuyor. Bu yol bu devir ne kadar sürecek? Rub-u asır mı, nıfs -ı asır m ı ? [Çeyrek asır mı, yarım asır mı] [... ] Bir gün gelip sanayi teş­ kilatları da bankalar ve yerler gibi tamamıyla milli/eşecek ve iktisadi mobilizasyon tamam edilmiş ola­ caktır. [... ] İşte Rusya sol sosyalistle­ r i n i n bütün hareket ve ümitleri şu son cümlelerle bağlanıyor (Tunçay, 1 995 : 22-23) (abç). 1 9 1 8 yazı hem Bolşevikler, hem sol Es-Er'ler, hem Müslüman sosya l i stler için adeta bir dönüm noktası olmuştur. 6 Temmuz'da toplanan "Bütün Rusya Şuraları Beşinci Umumi Kuru ltayı" sıra­ sı nda sol Es-Er' ler Brest-L itovsk Barış Antl aşmas ı'na yöne l i k eleşti riler i leri sürerler ve Sovyetler ile Al manya ara­ sındaki i l işkileri bozmak amacıyla ara­ larında Alman Büyükelçisi Mirbach'ın da ölümüyle sonuçlanan bir terör kam­ panyas ı başlatırlar. Böylece Bol şevik­ sol Es-Er koa l i syon u bozu l u r ve Es­ Er'ler Sovyetler'den atı l ı r. Sol Es-Er' ler terörü, 20 Ağustos 1 9 1 8'de Lenin'e su­ i kast d üzen lemeye kadar vard ırırlar. Bunun sonucunda Bolşevikler de adeta Es-Er avına çı karlar. Ayn ı süreçte, 2 5 M a y ı s 1 9 1 B ' d e Kaza n ' d a Ç e k l e r i n ayaklanması i l e iç savaş başl a m ı şt ı r. Muskom'un d üzen lediği ' I . Müslüman Kom ü n istler Konfera n s ı ' n a katı l mak üzere Kazan'a giden Mol l anur Vah i-

1 43

s

1 44

dov, Mustafa Suphi ve arkadaşları iç savaşın ortas ında kal ırlar. Üstelik Bol­ şeviklerin teşvik ve onayı ile 23 Mart 1 9 1 8'de Stalin, Mol lanur Vahidov, Şerif Manatov ve Alimcan İbrahimov'un i m­ zaları bulunan Narkomnats-Mi l l iyetler Halk Kom iserl iği kararıyla kuru lduğu i lan edilen 'Tatar Başkurt Sovyet Cum­ huriyeti' iç savaşta Çeklerin yan ı n d a yer alır (Rorl ich, 2000: 277). İ şte B o l şev i k Rusya' n ı n böy l es i ne sars ı ldığı temmuz ayı nda yayı m lanan tek sayı Yeni Dünya; Suphi ve arkadaş­ larının nas ı l bir kafa karışıklığı içinde olduğunun adeta kan ıtı gibidir. Bu sayı­ da yayımlanan yazı ve haberlerde sol sosyal istlere verilen yer Bolşevi k lere veri len yerden çoktu r. "Bütün Rusya Şuraları Beşinci Umumi Kurultayı'nda" sol Es-Er'lerin Bolşeviklere yönelttikleri eleştirilerin hemen hepsi yer a l m ı ştır. Örneğin 'Es-Er'lerin l iderlerinden Ka­ mekof ve Spiridonova'nın konuşmala­ rına Len in'in konuşmasından önce ve daha uzun yer veri l m iştir. Ancak yine bu sayın ı n sonunda Bolşevik hüküme­ tin "Alman Sefiri Mirbach'ın katli" baş1 ı ğ ı y l a B o l ş e v i k l e r i n S o l E s - E r' l e r i mahkum ettiği b i r resm i yazı d a yayım­ lanm ıştır (Tunçay, 1 99 5 : 86-88). Bu· sıcak günlerde Moskova'daki sol Es-Er şeflerinin başlattığı suikastlar, sol Es-Er'lerin hükü metten ayrı l ması Ka­ zan, Ufa, Taşkent vb. Rusya taşrasında­ ki Müslüman sol Es-Er'leri sersemletmiş olmal ı . Yeni Dünya gazetesi sol sosya­ l istlerin parti merkezi ile bağlarının ke­ sildiğini i lan eden bir bild iriyi basmış­ tır: "Kendi partiyalarının merkez-i icra­ iye komitesi ile asla münasebetleri ol­ madığına dair şuralar hükümetine te­ mi nat veren sol Es-Er'lerin yine bütün Rusya şuraların ı n merkez icrai kom ite­ sine girmeleri kararı kabul olunmuştur" (Tunçay, 1 99 5 : 89). Demek ki tabanda-

o

ki sol Es-Er' ler, merkezleri nin Bolşevik hükümete karşı açtığı savaşı benimse­ meyerek merkezleriyle bağlantı larını kesm işlerdir. TÜRK SOl SOSYALİSTLERİ KONFERANSI TÜRK SOSYALİST KOMÜNİSTLERİ TEŞ­ KİLATl'NIN KURULUŞU Bu sıcak gelişmelerden çok kısa bir za­ man önce, 1 7-23 Haziran 1 9 1 8'de Ka­ zan'da Birinci Müslüman Komün istleri Konferansı toplanmış ve konferansta Tüm-Rusya Müslüman Komünistleri (Bolşevik) Partisi kuru lmuştur. Bu son derece önem l i gel işme Müslüman ko­ münistlerinin, Rusya Komün ist (B) Par­ tisi'ne paralel, ayrı bir parti kurdukları anlamına gelir ki bu da Müslümanların Rus Bolşeviklerinden adeta bağımsız politika bel i rleme hakkı talep ettiklerini gösterir. Ancak bu parti, iç savaşın ateş­ lerinde doğduğu gibi ölecektir. İşte Türk Sol Sosyalistleri Konferan­ sı'nın toplanması bu partinin kurulduğu Kazan'daki Birinci Müslü man Komü­ nistleri Konferansı'nda karar altına alın­ mış (Tunçay, 1 995: 70) ve bir ay sonra 22-24 Temmuz 1 9 1 8'de Moskova'da toplanmıştır. Kurulan t�şkilat, Müslü­ man Komün ist Partisi'ne bağlı bir şube o l sa gere k i r. Konferans Moskova'da Merkez Müslüman Kom iserliği binasın­ da yapılm ış, Mol lanur Vahidov, İbrah im Alemcan, Firdevsi, Burhan Mansurof ve Şerif Manatof gibi önde gelen isimler bu Türk konferansına tam oy hakkıyla katılmışlardır (Tunçay, 1 99 5 : 96) . Temmuz ayında yaşanan sol Es-Er­ Bolşevik ittifakın ı n bozulması bu konfe­ ranstaki term inolojiye yansımamış gö­ zükmekted ir. Zira konferans sonucunda kurulan teşkilatın adı da Türk Sosyalist Komünistleri Teşkilatı olmuştur. Bu isim ve Suph i'nin sol Es-Er'lerle olan yakınlı-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

ğı i lerde Suph i'nin başına çok i ş aça­ caktır. Suphi açış konuşmasında konfe­ ransın amacını şöyle açı klar:

. . . Türk sosyalistleri, Türk inkılapçıla­ rı arasında münasebet temin etmek ve bir program dairesinde vücuda getirilecek işçi ve köylü halk teşkilat­ ları vasıtasıyla Türk proletaryatını En­ ternasyonal (beynelmilel) harekete arz ve temsil ettirmektir (Tu n çay, 1 99 5 : 92). Kapanış konuşmasında Suphi 'Bolşe­ vik, komünist' sözcüklerini ku l lanma­ makla b i r l i kte "üstad-ı azam Marks, Marks izm, burjuvazi, proletarya" söz­ cüklerini kul lanmakta, burjuvazi i le it­ tifakı kesinl ikle reddetmekte ve parla­ mentarizme karşı ç ıkmaktadır (Tunçay, 1 99 5 : 95). Gazetede konferansa katı­ lan Merkezi Rus Komünist Bolşevik Fır­ kası'ndan ve k i l l er i n i n i s i m l eri veri l ­ mezken, Muskom'dan katılan isim ler tek tek say ı l m ı ş ve "sol Es-Er heyeti merkeziyesi namına" Al i mcan İ brahi­ mof'un konferansta yaptığı konuşma tam metin olarak gazetede bas ı lm ı ştır (Tunçay, 1 995 : 9 1 ). Konferansta alınan nad ir kararlardan biri, Türkiye'de kuru­ lacak devletin mah iyetinin federasyon olması kararıdır:

Türkiye'de yaşayan muhtelif unsurlar arasında dil, din ve hayatça ayrı bir mevcudiyet-i şahsiyye ve içtimaiyye­ ye malik olan muhte l if unsur prole­ taryatl a r ı n ı n arzu ettikleri hukuk-u hürriyet ve muhtariyete nail olmaları lazım geldiği ve usul-ü idarede feda­ rasya esasının kabulü karar altına alınmıştır (Tunçay 1 99 5 : 1 01 ) (abç). ,

Konferansın son günü Türk Sosyal ist­ leri Teşkilatı'nın siyasi programının ha­ zırlanması için üç ay son ra bir kuru ltay daha top lanmasına karar veri l m i ştir.

Suphi bu programın esaslarının "İşçi ler vasatında sosyalist olduktan sonra ko­ münizmi kabul etmemek mümkün de­ ği I" d i yerek, "Türk sosya l i stleri n i n , programlarına esas olarak kom ünizm prens ipleri kabu l" ed i l eceğini be l i rt­ miştir (Tunçay, 1 995 : 1 02). Ancak tem muz ve ağustos ayları nda iç savaş Kazan'ı sarmıştır. 6 Ağustos'ta Kazan Çek lerin e l i n e geçm iş, Beyaz Ordu i leri yürüyüşünü sürdürmekted ir. Suph i ve kuru lan Türk Kızıl Rota'sı n ı n d a (birl ik) içinde olduğu Muskom'cu­ lar 4 Ağustos'ta Kazan'da elde s i lah Beyaz Ordu'ya karşı savaşırlar ancak Mollanur Vah idov 8 Ağustos 1 9 1 B'de Çeklere esir düşer ve 1 9'unda öldü rü­ lür. Bolşevik Rusya'da dengeler tekrar altüst olmuştur. Bolşevik Rusya'da işçi-koylü iktidarı kurmak için yola çıkanlar Ekim Devri­ mi'nden topu topu 7-8 ay sonra kendi­ l e r i n i dört bir yandan kuşat ı l m ı ş b i r halde bu l u rlar. Almanya v e Osma n l ı orduları, Rusya içinde toprak işgal lerini sürdürmektedi r. Menşevik ve anarşist­ lerin de içinde bulunduğu çeşitli anti­ Bo 1 şevi ki erin önderi iği nde U krayna, Kırım, Gürcistan, Ermenistan ve Azer­ baycan'da, Almanya ve Osmanlı deste­ ği sayes inde bağımsız devletler kuru l­ muştur. Bolşevikler artık sadece eski ik­ tidar sahibi burjuvazi ve aristokrasiyle, yan i sınıf karşıtları ile uğraşmamakta­ d ır; şimdi Menşevikler, anarşistler, sağ ve sol Es-Er'ler de Bolşevikl ere savaş açm ışlard ı r. Hatta Bolşevik Partisi'n i n içinde barış anlaşmasını imzalayıp im­ zalamamak konusunda farklı düşünce­ lere sah ip parti l i ler birbirleriyle müca­ dele etmekted i rler. Bütün bunl ara b i r de Çekos lovak askerleri n i n isya n ı yla Kazan'da başlayan iç savaş ekleni nce durum iyice sarpa sarmıştır. Ü lke top­ raklarının en verimli, en bereketl i top-

1 45

o

1 46

rakları, tah ı l ve hayvanc ı l ı k yapılan kısı mlarıyla ve vazgeçi l mez öneme sah ip "neft" (petrol) merkezi Bakü'yle u laşım ve i letişim kesilmiştir. Moskova ve Pe­ tersburg'a ne petrol, ne de tah ı l ve et sevk ıyatı vard ı r. Karadeniz ve Hazar Denizi'ne u laşımı kes i lmiş, batı, güney ve doğudan tamamen kuşatıl mış, Mos­ kova ve Petrograd'da bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelen Bolşeviklerin ald ığı tavır da bu d u ruma uygun ol acaktı r : Bütün Bol şev i k işçi ler K ı z ı l Ordu'ya çağrı l ı r. Tüm dikkat Yudeniç, Deni kin, Kolçak ve Vrangler' in yönettiği Beyaz Ordu'yu durdurmaya yönlend irilm iştir artık. Savaş komünizmi uygulaması bü­ tün hayalleri kabusa çevirse de ya dev­ rim savu n u lacaktı r ya da kazanımlar kaybed ilecektir.

4-1 0 KASIM 1 91 8: I. MÜSLÜMAN KOMÜNiSTLERi SYEZ­ Dl'NDE MUSTAFA SUPHl 1 9 1 8 y ı l ı Kasım ayı nda Rusya'da ko­ şullar değişmiştir: Almanya ve Osmanlı devletl eri n i n yen i lgiyi kabul ed erek Sovyet Rusya topraklarından çekilmeye başlad ığı tarihtir kasım ayı . Ancak iç savaşın devam ettiği 1 91 8 yılının son­ baharında Birinci Müslüman Komü­ nistler Syezdi adı altında Moskova'da b i r kongre top lanır. Bu kongre sonu­ cunda l ideri Mollanur Vah idov'un ol­ duğu Muskom'un yerine, yeni bir yapı ortaya çıkar. Yakın mesai arkadaşı, Ka­ zan'da öldürü len Mol lanur Vahidov'un yokluğu, İbrahim Alemcan'ın sol Es-Er olduğu için gözden d üşmesi ile bu ye­ n i döneme Suphi çok zor koşul la rda başlamı ştır. Muskam dönem inde Mus­ tafa Suphi'nin prestiji son derece yük­ sektir ve en önde gelen siyasi aktörlerin yak ı n ı nd ad ı r. M ustafa Suph i ' n i n bu çevrelerdeki itiba r ı n ı n bir gösterges i,

Müsl üman Sosyalist-Komünist Komitesi'nin yayın organ ı olarak 5 Temmuz 1 9 1 8'de Kazan'da yayı m l anan Kızıl Bayrak adlı gazetenin birinci sayısında, "Profesör Mustafa Suphi Bey' le sohbet" başlığı altında bizzat Sultan Gal iyev ta­ rafından yapılmış bir röportajı n yayım­ l a n m a s ı d ı r ( E rd e m , 200 6 : 1 3 4-3 5 ) . Ama artık bu günler geride kalmıştır. K a s ı m 1 9 1 8 ' d e to p l a n a n Birin ci Müslüman Komünist Bolşevik/erinin Syezdi'nde Türk Sosya l i s t Kom ü n i st Teşkilatı'nın toplantıdan atı l ması gün­ deme gelmiş ve Suphi'ye iki ayrı suçla­ ma yönelti lm iştir: biri beş ay önce ku­ ru lan örgütünün adı da sorgu lanarak sol Es-Er olduğu, diğeri Suph i'nin parti­ sinde Osmanlı ajanları olduğu iddiası . Suçlamalar "bu teşkilat halis komünist deği l", "Türk sosyal istleri sosyal şove­ nist" sözcükleri i l e ifade ed i l ir. Sup h i kendini şöyle savunur:

Biliyorsunuz Es-Er fetretinden sonra bir takım yeni fırkalar türemeye baş­ ladı: Narodno Komünist, Revolusyo­ ner Komünist ilah . . . A caba bizim Sosyal-Komünistler de şunlar gibi mi? Bizim teşkilat sol Es-Er vakasın­ dan evvel; kendimize sosyal komü­ nist dedik, çünkü anarşist komünist­ ler de var. ... Biz anarşist değil sosya1 istiz; sonra tatbikatta komünistiz (Tunçay, 1 995: 1 56). Toplantı da Ahmetef Ara k l ı yoldaş Suph i ' ye " sosya l şoven i st" deyince Suphi şunları söyler:

Ben cenubun feyyaz [güneyin bere­ ketli] bir Türk Ocağı'nda ihtimal ki bir şovenist olarak doğdum; Avrupa­ lılann, Avrupa kapitalinin zülüm[ü} altında şovenist olmayan bir Türk de bulamazsınız. Fakat bu taasup, bu şövenizm bende Avrupa zulmüne,

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E TK I L E R l/YA N S I M A L A R I

Avrupa kapitaline karşı . . . Yoksa Rus­ ya muhit-i inkıllbında tecelli eden o ulvi kardaşlığa bir uzv [bütünün par­ çası] olmaktan başka bir sözüm veya bir hareketim yoktur; fikirlerim, yaZ1larım1 sözlerim buna şahit (Tunçay, 1 995 : 1 56) (abç) . İ kinci suçlama olan 'teşkilattaki ajan­ lar' meselesine gel ince: Suphi Osmanlı sefirinin Türkistanlı bir Es-Er olan Meh­ met Nazım'ı ajan olarak içlerine soktu­ ğunu kabul eder ve Mehmet Nazım ve "ona temayülü olan 2-3 kişi" toplantı­ dan atı l ı r. " Ethem Efend i B ü l b ü l oviç deni len Bosna l ı serseri, Hüsnü Halil, Şevket Mustafa, Ahmet Musa" teşkilat­ tan tard olunur (Tu nçay, 1 99 5 : 1 5 5). Demek k i Suphi ilk günden itibaren Osmanlı devleti tarafından gönderilen ajanlarla sarı lmıştır (ve bu son gününe kadar da sürecektir) . Suphi Muskom'a ilk gittiği günden beri yan ında olan Et­ hem Bülbü loviç'i teşkilattan tard etmiş ancak Es-Er' l ikle suçlanan İsmail [İs­ met?] Lütfi'ye, kendisini 1 908'den beri tan ıdığını i leri sürerek sah ip çıkm ıştır. İttihat Terakki'ye muhalif Halaskaran'a dah i l olan Lütfi (bombacı), Mahmut Şevket Paşa'ya s u i kast suçlaması i l e sürgün ed i l m iş, S u p h i i l e b i r l i kte Si­ nop'tan kaçanlar arasındad ır. Demek ki dört yıldır birlikted i rler. Suphi Lütfi'yi "Teşki latımızın temel rüknlerinden [di­ reklerinden], namuslu bir i htilalci" di­ yerek savunur7 (Tunçay, 1 995 : 1 56). Sonuçta Suphi toplantıdan atı l maz ancak fena h ı rpala n ı r. Sol Es-Er'lerin Bolşevik iktidarı yıkmaya yönelik faali­ yetleri, Suphi'yi h ızla onlardan uzaklaş­ tırmış ve Bolşeviklere yaklaştırmış ol­ malı. Syezd i sonrası nda merkezi yöne­ time yeni seçilen isimler arasında İbra­ him Alemcan ol madığı gibi Suphi de yoktur. Bu tarihten itibaren daha önce

Yeni Dünya gazetesinin hemen her sa­ yısında bir yazısı yer almış olan Alem­ can' ın yazı larına da artık yer verilme­ m iştir. Şerif Manatov'un 1 91 8 Temmu­ zundan itibaren tutuklanmaya varan sorun larla karş ı laştığı (Erdem, 2006: 28 1 ) ve daha sonra da Anadolu'ya geç­ tiği bilinmektedir. Müslüman Komünist­ leri Syezdi ertesinde eski Muskom/Mer­ kez Müslüman Kom iseryatı i lga ed i l i r v e yerine "Rusya Komünist ve Bolşevik­ ler Partisi Müsl üman Uyuşması8 Mer­ kez Bürosu" kurulur. Muskom'un "aza­ l ı kları" da i ptal ed i l ir. Böylece Mus­ kom'un l ider kadroları tasfiye olurken S u ltan G a l iyev yüksel mekted i r. Sup­ hi'yle çok yakın olduğu bilinen Sultan Galiyev de hatıralarında Suph i'nin yeni kurulan teşki lat nezdinde prestij sahibi olmadığından söz etm işti r: Biz "Türk mülteciler ve savaş esirleri arasında yürütülen çalışmaların yo­ ğunlaştırılması için" Türk komünistle­ rinin ayrıca teşkilatlandırılmasını gün­ deme getirdik. O [Yalımov] ise tersine hareket etti. Türk komünistlerinin başı olan M. Suphi onun takiplerinden ra­ hat edemiyordu. Ben, M. Suphi ve Yoldaş Firdevs O'na göre milliyetçi üçlü idik9 (Kakınç, 2004: 63). Toplantının üçüncü gününde a l ı nan kararları bu gel işmeler doğru ltusunda değerlendirmek gerekmekted ir. Karar­ l a r "za m a n ı n ehem m i yeti n e b i n aen her türlü su-i tefehhümlere [yan l ı ş an­ l a m a l a ra] meydan kalmaması i ç i n " a l ı nmıştır. Yan i artık Bolşeviklerle her­ hangi bir konuda yeni bir sorun isten­ memekted ir:

1 . Türk Sosyalist Komünistleri, bütün su-i tefehhüm/eri izafe için Rus ko­ münistleri program ı n ı aynen kab u l eder.

1 47

o

2 . . . . Rusya Sosyal Federa l Şuralar Cumhuriyeti Kanun-i Esas i n i aynen kabul eder. 3. Türk Sosyalist komünistleri Türki­ ye'nin içtimai inkı lap cihetlerinde Rus Merkez Komünist Fırkası ile el ele ha­ reket eder (Tunçay, 1 995: 1 58) (abç) .

1 48

Yeni Dünya gazetesi "Türk Kom ü­ nistler Fırkası Neşri" i ken Muskom'un kapat ı l m ası sonra s ı n d a yay ı m lanan 1 2 . sayısında "Rus Komün ist (Bol şe­ vik)ler Partisi Türk Teşki latı nın Naşir-i Efkarı" olmuştur. Suphi bu toplantıda zor zaman lar geç i rm i ş o l masına rağ­ men Bütün Rusya Müslüman İşleri Merkez Heyet idaresinde aza ve Bey­ nelmilel Şark Tebligat ve Neşriyat Şu­ besinde ise "Reis"lik görevlerinde bu­ lun maktad ı r (Tunçay, 1 99 1 : 281 . Er­ dem, 2006: 8 1 0). Suphi, Sta l i n, S u l­ tan Gal iyev vb. gibi dönemin en önde gelen siyasi aktörleriyle birlikte bu dö­ nemde çalışm ıştır. Bu dönemde Bolşevik Partisi ve En­ ternasyona I i ç i n d e B o l şevik Devri­ mi'nden sonra gelecek devrimlerin, Ba­ tı'daki gel işmiş kapital ist ülkelerde m i yoksa Doğu'daki sömürge ülkelerde mi gerçekleşeceğine i l i şkin tartı şma, ol­ dukça önem l i bir yer tutmuştur. Len in, Ekim Devrimi'nden sonra Batı'daki ge­ l i şmiş kap ita l ist ü l kelerde patlayacak devri m l eri beklem ekte ve Rusya' da devrimin yaşama şansını da Batı'dan gelecek devrim lere bağlamaktayd ı . An­ cak M.N. Roy ve Sultan Gal iyev gibi isimler, bu teze karşı "Batı i hti l a l i n i n kaderi tamamıyla Doğu ihtilal ine bağlı­ dır" tezini i leri sürdüler (d'Encausse ve S. Schrem, 1 966: 46). Stal in'in de des­ teklediği bu yaklaşıma Suph i'nin de ka­ tıldığı onun şu sözlerinden anlaş ı lmak­ tad ır: "Bizim fikrim izce şarkta inkılap, bugün garpte patlak vermiş olan inkıla-

bı kurtarmak için pek lazım ve acele bir çare" (Tunçay, 1 995 : 1 72) (abç). TÜRKİYE'YE YÖNELİK TUTUMU Suphi'nin Türkiye'ye yönelik tutu mu ve faal iyetleri üç döneme ayrılarak in­ celenebilir: 1 . Dönem: Mart-Ekim 1 9 1 8, Osmanlı'nın Kafkaslar'da İlerleyiş Süreci 1 9 1 7 Ekim Devrimi'nden sonra 1 9 1 8 yı­ lı boyunca Birinci Dünya Savaşı devam etmiştir ve Osmanlı İmparatorluğu'nun başında Mustafa Suphi'yi Sinop'a süren, onun Kafkaslar'a kaçmasına sebep olan can düşmanı İttihat Terakki i ktidarı bu­ lunmaktadır. 1 9 1 8 yı l ı boyunca Suphi İt­ tihat Terakki iktidarını çok ağır eleştir­ miştir. İttihatçılar da Moskova sefiri Ga­ lip Kemali aracıl ığıyla Mustafa Suph i'ye savaş açm ıştır. 1 9 1 8 Nisan ayında yayın hayatına atılan Yeni Oünya'nın kapatıl­ ması için Osman l ı devleti adına İttihat Terakki iktidarı n ı n büyük elçisi Galip Kema l i, Bolşev i k h ü kümeti nezd inde pek çok girişimde bulunmuş, ama zaten Bolşevik hükümetin onayı ve desteği ile yayımlanmakta olan gazeteye yönel ik hiçbir yaptırımda bulunamamıştır. Bolşevik Rusya'nın 1 91 7 Ekim sonra­ sında savaştan çeki lmesine ve i lhaksız, tazminatsız barış isteyerek bu doğrultu­ da Çarl ık Rusya's ının ele geç i rd iği üç vilayeti (Elviye-i Selase) Osmanlı'ya ge­ ri verecek yo l l arı açma s ı n a rağmen, Osman l ı ve Almanya orduları bununla yeti nmemiş ve Rusya topraklarındaki i leri yürüyüşleri, yen ilgiyi kabu l ettikle­ ri Ekim 1 9 1 8'e kadar sürmüştür. Gür­ cistan, Azerbaycan ve Ermen istan'dan oluşan 'Maverayı Kafkas Cumhuriye­ ti'nin 22 N isan 1 91 8 tarihinde kurul­ ması nda da 28 Mayıs l 9 1 8'de dağ ı l -

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /YA N S I M A L A R I

1 49

Mustafa Suphi'nin yolu, ittihatçılarla birkaç kere kesişmiştir. Sonuncusunda 14 yoldaşıyla beraber ittihatçılarca Karadeniz'de katledilmiştir. Suplıi ve J'Oldaşlanııııı katli, Türkiye'deki komünist hareketin tarihsel hesaplaşmasının mihenk taşıdıı:

masında da Almanya ve Osman l ı or­ taklaşa sorumluluk sah ibidir. Osman l ı v e devletin baş ı nd a k i İtti hatç ı lar, 2 7 Mayıs 1 9 1 8'de Azerbaycan Cumhuri­ yeti'nin i lan ed ilmesinin baş destekçisi­ dir. Bakü'ye doğru yürüyüşe geçen Os­ manlı ordusu Haz iran l 9 1 8'de Gen­ ce'de durduru lmuş, Bakü'yü ancak 1 5 Ekim 1 9 1 8'de işgal ederek kuzeye Da­ ğıstan'a doğru yürümeye devam etmiş­ tir. Suphi bütün bu i leri yürüyüşü eleş­ tirmiş, kendi vatandaşı olduğu Osmanlı devletin in Kafkaslar'daki toprak i lhakı­ na karşı çıkmış ve Enver Paşa fraksiyo­ nunu "Kafkas' ın tamamen isti lasına ta­ raftar olan istilacı müfrit emperyalist as­ keri fırkası" olara k değerl end i rm işti r {Tunçay, 1 995 : 5 9 ) . "Rusya inkılab ına karşı Türk Hükümeti n i n Kafkasya'da tazyik ve tecavüzde bul unması umu­ m iyetle Türk ve Müslüman dünyasının menfaatına da m uvafı k olamadığı ci­ hetle bu harekete karşı bütün mevcudi­ yetle protesto"da bulunmuştur (Tunçay,

1 995 : 1 0 1 ). Suphi Osmanlı devletinin em peryal heveslerine karşı çıkmış ve m i l l iyetçi bir tavır sergilemem iştir. Ör­ neğin 1 5 Ekim 1 9 1 8 tarih inde Osmanlı ordusunun Bakü'ye girmesi münasebe­ tiyle Çiçerin'in Türkiye'ye verd iği nota Yeni Oünya'da yayım lanmıştır. Son de­ rece sert b i r uslupla kaleme a l ı n m ı ş olan b u notayı Yeni Dünya desteklem iş ve Türkiye'yi haksızlık ve zulGm yap­ makla, Kafkasya'da kan dökmekle suç­ lam ıştı r (Tunçay, 1 995: 1 3 5). Suphi ge­ rek bu dönemde, gerekse Anadolu'da d i reniş baş l ad ığında pan-İslamizm ve pan-Türkizme sonuna kadar karşı ç ık­ m ış, Sovyetler Birliği Halk Komiserleri Konseyi'nin 2 1 Şubat 1 9 1 8'de ilan etti­ ği "Sosya l ist Anavatan Teh l i keded i r" kararnamesine ve "Sosyalist Anavatanı Savu n m a " kampanya s ı n a da d estek verm iştir. Suph i ' n i n bu dönemde Türki ye'ye yönelik çok genel, l iberal anlamda bir inkılaptan öteye giden tah l i l leri yoktur.

s

Temmuz 1 91 B'de kurduğu i l k teşki lat da Türkiye'ye yönelik bir programatik b e l ge ha z ı r l a m a m ı şt ı r. 1 9 1 8 Te m ­ muz'unda yapılan Türk S o l Sosyalistleri Konferansı'nda a l ı nan kararda şunlar kaleme alınmıştır:

1 50

[Türk Sosyalist Komünistleri Teşkila­ tı] Türkiye'yi Avrupa emperyalistleri­ nin ihtirasat-ı siyasiye/erine oyuncak olmaktan ve bilahare taksime uğra­ maktan kurtaracak yegane çare bü­ tün dünyada sosyal inkılabın zafer ve galebesi olduğu nazar-ı itibara alı­ narak buna çalışan Rusya Şuralar Hükümetine zahir [yardımcı] olmaya karar verdi (Tunçay, 1 995: 1 01 ) . i l . Dönem: Ekim 1 91 8-Eylül 1 91 9 Anadolu'da Direnişin Henüz Somutlaşmadığı Dönem 30 Ekim 1 91 B'de Osmanlı İmparatorlu­ ğu itilaf devletleriyle m ütareke imzala­ yarak yen i lgiyi kabul eder ve Dağıs­ tan'a kadar i lerlemiş olan Nuri Paşa ve Osmanl ı Ordusu, Bakü de dahi l olmak üzere Kafkaslar'dan çekilmek zorunda kal ı r. Sadece bu coğrafya deği l, art ı k "memleket" de İ ngil iz işgali altındad ı r ve memlekette b u işgale yönelik her­ hangi bir tepki de yoktur. İttihatçı ların İstanbul'dan yurtd ışına kaçışı ve İttihat Terakki i ktidarı n ı n çöküşünden 1 9 1 9 yazına, yani Yunan ordusunun İzmir'e girdiği 1 6 Mayıs 1 9 1 9'a kadar Anado­ lu'da herhangi bir d i reniş söz konusu olmadığı için Moskova, Kazan veya Kı­ rım'dan Türkiye'ye bakan Suphi de, Ye­ ni Dünya sayfa l a r ı n d a ancak İstan­ bul'un işgalini kı nayan yazılara yer ver­ miştir. 1 9 1 9 yılı başında Suphi'n in Tür­ kiye'deki gel i ş meleri d i kkatle izlediği ve Mütareke dönem inin yarattığı koşul­ ları değerlendirmekte olduğu görülmek­ tedir (Tunçay, 1 995: 1 77, 207). Mütare-

o

kenin şartları açığa çıktıktan sonra du­ rumu İ ngiliz ve Fransızların Türkiye'yi taksimi olarak yorumlayan Yeni Dünya gazetesi artık 'mütareke ve işgal koşul­ larında Türkiye'de ne yapılmalı' sorusu­ nu sormaya ve yanıtlar aramaya başla­ m ıştır. L. İ smet: "Ya inkı lap, ya istibdat" ikilemini gündeme getirmiş ve birinci yolu takip edeceklerini söyleyerek "Mil­ yonlarca fakir ve mazlumu kurtaracak olan sosyal inkılap yolunu takip edece­ ğiz. Şimdi doğrudan doğruya silahla gi­ rişmekten başka çare kalmıyor" demek­ tedir (Tunçay, 1 995: 1 8 1 ) . Anadolu'da tam b i r i ktidar boşluğu bulunmaktadır. Mustafa Kemal ve arka­ daşların ı n hareketi henüz başlamadığı gibi, Mustafa Suphi'nin de dayanacağı bir örgütü henüz yoktur. Bu neden l e mem lekette ne yapılabileceğine i l işkin siyasi bir netl iğe u laşmad ıkları görül­ mektedir. Al manya'da Spartakist hare­ ketine katı lanların da henüz İstanbul'da somut b i r faa l iyette b u l u n ma d ı k l arı, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyal ist F ı rkası'nın kuru lması ve Kurtuluş'un İ stanbul'da yayımlanmasının da 1 9 1 9 yılı sonbaha­ r ı n ı b u lduğu göz ö n ü ne a l ı n m a l ı d ı r. Mayıs 1 9 1 9 tarihinde Suphi'nin Türki­ ye'de nasıl bir hükümet kuru lmas ı n ı n gerektiğine i l işkin yorumu şudur: "Kı­ rım'da yerleşen Sovyetler hayatı, Türki­ ye'deki Ermeni, Kürt, Rum ve Türk işçi ve köyl ü kardeşliğinin esası ve bütün Tü rkiye Şuralar Cumhuriyeti'nin can l ı b i r model i olarak yaşayacaktır" (Tun­ çay, 1 995 : 2 1 5); ama bunun nası l ger­ çekleşeceğine i l işkin henüz bir strateji ve taktik gel iştirilmemiştir. Suphi Kınm'da

Suph i Kırım'a, Beyaz Ordu'nun işga­ l indeki Akmescit, Kızıl Ordu tarafından 22 Ocak 1 9 1 9 da kurtarıl ıp, Sovyet hü­ kümeti kurulunca gelmiş ve Yeni Dün-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l lY A N S I M A L A R I

ya gazetesi de 1 9 1 9 N i san ' ı nda K ı ­ rım'da yayımlanmaya başlamıştır. Mus­ tafa Suphi ve yoldaşları, bir örgütlenme atağı içine girdikleri bu dönemde, Rus­ ya'ya dağılmış vaziyette yüz bine yakın Osman l ı vatandaşı savaş esirleri arasın­ da faa l iyet yürütmektedi rler. Suphi de hem örgütlenmek, hem de Anadolu ile yakın bağlar kurmak için K ırım'a gel­ miş olma l ı . Kırım'da Yeni Dünya gaze­ tesinin yan ında Kırım Haberleri adl ı bir başka gazete daha yayımlamıştır. Bu arada Bolşeviklerin çeş itli kongre ve konferanslar sonucunda o l u şturduğu ö rgütlere para l e l o l a ra k Yeni Oün­ ya'nın bağlı olduğu teşkilat yine değiş­ m iştir: 6 Mayıs 1 9 1 9, Akmescit, 1 5. sayı. Naşiri: Şark Halkları Komünist Teş­ kilatının Merkez Bürosu. Yazıcısı: Türk Kom ünist Şubesi (Tunçay, 1 995: 21 3). Suphi Kırım' da olduğu dönemde Ak­ mescit Sovyeti'nde aktif bir şekilde ça­ l ışmış ve Akmescit İşçi Köylü Şurası'na seçilm iştir. Dolayısıyla Yeni Dünya 'da Kırım'da yeni kurulan Sovyet hükümeti hakkında pek çok haber, yazı ve yorum yayımlanmıştır. "Komünist Bolşevikler Fırkası, Kırı m Müsl üman Bürosu Reisi" görevi n i de üstlen m i ş o l a n M u stafa Suph i (Tunçay, 1 99 5 : 228, 253), 23 N i­ san 1 91 9'da Denikin'in h ücumu karşı­ sında Odessa'ya kaçmak zorunda kal­ mıştır. 1 91 9 Mayıs'ında Rusya'da iç savaşın en ka n l ı g ü n l er i yaşa n m a ktad ı r. B i r yanda Kızıl Ordu, Kolçak, Den ikin, Yu­ deniç ve Vrangel'in Beyaz Ordu'suna karşı savaşmakta d ı r, öte yanda daha önce kurulmuş olan Bağımsız U kray­ na, Gürcistan, Ermen istan ve Azerbay­ can vb. devletler, bu kez de İngil izlerin desteği i le Sovyetler'den kopmuştur.

Kentler Kızıllar ve Beyazlar arasında gi­ dip gelmektedir. Bu nedenle Beyazların saldırısı üzerine K ı rı m'dan Odessa'ya kaçan Suph i, buradan da kaçarak Eyl ü l 1 9 1 9'da Moskova'ya dönmüştü r. B u dönüş son derece zor v e zahmetli o l ­ muş v e bir ara Suph i'nin Kırım' da İ ngi­ l i z l e r tarafı n d a n tutu k l a narak i d a m ed i l d i ğ i n e i l i ş k i n haberler ç ı km ı ştı r (Mustafa Suphi, 1 977: 1 01 ). Suphi bu tarihten 1 920 yılı Mayıs ayı­ na kadar Samara, Saratov, Kazan vila­ yetlerinde, Volga ve Ural boylarında çe­ şitli tetkik gezi lerinde bulunmuş ve Bol­ şevik Parti'ye çeşitli raporlar sunmuştur. 1 920 yıl ında Türkiye'ye daha yakın ol­ mak için Bakü'ye gitmek i stemes i n e rağmen "ahvalin müsait olmaması dola­ yısıyla" Taşkent'te üç ay kalmıştır. Tür­ kistan'da Türkistan Komünist Teşkilatı­ nın 3 . Kongresi'nde seçilen merkez ko­ m itesinin faaliyetine katı lmıştır. ili. Dönem: Mayıs 1 920-0cak 1 921 : Ankara Hükümeti ile Sovyetler Birliği'nin İttifak Halinde Olduğu Dönem. Bakü Günleri Suphi'nin Yolu 1920'de Yine İttihatçılarla Kesişir

Mustafa Suphi Türkistan'dan Bakü'ye 27 Mayıs 1 9 20 tari h i nde, K ı z ı l Or­ du'nun girişinden bir ay sonra, 23 yol­ daşıyla birl i kte gelmiştir. O gelmeden önce Bakü'de aktif faal iyette olan Tür­ kiyeli bir grup bulunmaktaydı . Mütare­ ke öncesinde 1 9 1 8'de Kafkas Ordusu komutanı yapılarak Trablusgarp'tan ge­ tirilen Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Pa­ şa'dan, Kazı m Karabekir' in gönderd iği Dr. Fuat Sabit'e, Mustafa Kemal'in Er­ zurum Kongresi ertesinde yol ladığı Ha­ lil Paşa ve Küçük Talat'tan, Karakol Ce­ m iyeti ' n i n gönderd iği, ancak b i r a ra Nuri Paşa'yı tutuklama emri çıkaracak

1 51

o

1 52

kadar Bolşeviklerle işbirliği içine giren Baha Sait'e kadar pek çok siyasi aktör Bakü'de bulun maktayd ı . Bu isim lerin hepsi Bolşeviklerle işbirl iği içinde, ama bir kısmı faa l iyetlerin i Anadolu ile, di­ ğer kısmı Enver Paşa i le bağlantılı ola­ rak sürdürmekteyd iler. Mustafa Kemal'in Bolşeviklerle ittifak yapma doğru l t u s u n d a k i raporu n u n onay görmesi (Aka l , 2002), 1 6 Mart 1 920'de İ ngi l izlerin Meclis-i Mebusan'ı basması g i b i o l g u l ar ı n zorlaması i l e 1 920 yılı baharında Hal i l Paşa'nın gru­ bu ve Dr. Fuat Sabit' in grubu olarak bi­ l i nen iki grup birl ikte "Türk Komü n ist Fırkası"nı kurmuşlardır. "Bakü Gruppa­ sı" olarak da bil inen bu partinin birinci grubunda Halil Paşa, Küçük Talat, Ba­ ha Sait, ikincisinde Dr. Fuat Sabit, Sü­ leyman N u ri, Yüzbaşı Ya kup b u l u n­ makta d ı r. K ı z ı l Ordu i l e bir işbirl iği içinde çal ışan bu ekip, Suphi Bakü'ye geli nceye kadar An kara hükümeti n i n Bolşeviklerle irtibat noktası olma iddi­ asını da taşımıştır. Mustafa Suphi Bakü'ye gel ir gelmez bu partiye adeta el koymuş ve ittihatçı erkana mensup olan ları uzakl aştırm ış, yayımlamakta oldukları Yeni Yol isimli gazeteyi kapatm ı ş ve Yeni Dünya'yı Bakü'de yayımlamaya başlam ıştır. Da­ ha sonra TKF içinde sorunlara yol aça­ cak bu tutumunu TKF Kuruluş Kongre­ si'nde şu sözlerle açıklamıştır: Bakü'de evvelden teşk i l ine teşebbüs olunan Türk Komite veya Fırkası lağv ve yen i esaslarda tes isi olundu. B i r müddetten beri Anadolu kıyam hare­ ketini inkı lapçı Rusya ile birleştirmek ve Azerbaycan Şuralar Hü kümetini tesis etmek maksad ıyla Kafkas Ü l kesi Bolşevik Komitesi ile beraber çal ışan arkadaşlar evvela bir Türk Komün ist grubu, son vakitlerde ise Türk Komü-

nist Fırkası vücuda getirerek Merkez Kom i teleri n i intihab etm işler ! seç­ mişler] ve buraya İttihat Terakki hü­ kü meti ve harp za m a n ı n d a büyük ro l l er oyn a m ı ş bazı k i mseler ithal ed ilm işti. Yak ı n mazi leri m e m l eketin son harp felaketleriyle alakadar olan bu zatlarla amele ve rençber fırkasını te­ sis ve tems i l gayr-ı tab i i i d i . Onun için bu teşki latın i lgas ında tereddüt olunmayarak ve eskiden beri Azer­ baycan komün istleri ile beraber ça­ l ışmış olan bazı komünist arkadaşla­ rın Rusya ve Türkistan'dan gelenlere ilavesiyle vücuda gelen gruppa Bakü teşkilatına esas o ldrak kabu l ed i l ip bu gruptan Türkiye Teşki latı n ı n Bakü şubesi vücuda getiri l d i ve bu şube Azerbaycan Bakü kom ites ine i l hak olundu ı . . . ] Kayıt ve tesci l esasında, teşkilata maksad-ı esasiye hizmet et­ meyecek bir takım şahısların girdiği h i sso l u n masıyla, bu n l a r hakkında tasfiye muamelesine teşebbüs olun­ muştur (Tunçay, 1 99 1 : 283). 1 9 1 7 Ekim Devrimi sonrasında Yeni Dünya gazetes inde ittihat ve Terakki hakkında yazdıkları ile ittihatçıların nef­ ret ve öfkesini kafi derecede üzerine çekmiş olan Mustafa Suph i ' n i n bir de Bakü Türk Komünist Fırkası'nı kapatma­ sı ile ittihatçılar, hem Sovyet hükümeti hem de Ankara nezdinde bir tüzel kişi1 i k o l makt a n ç ı k m ı şt ı r. Bu d u r u m 1 91 3'te Sinop'a sürdükleri eski ittihat ve Terakki muhalifi Suph i'ye yönelik İttihat­ çı düşmanlığını iyice bilemiş olsa gerek. Sadece bu kadar da değ i l . Bakü'de 1 9 1 9'dan b u yana Azeri Ko m ü n i st­ H immet Fırkası ile birlikte faaliyet gös­ term i ş olan D r. Fuat Sabit, Süleyman Nuri, Yakup vb. i s i m ler Moskova ve Ankara' n ı n ortak bir hedefi doğru ltu-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l / Y A N S I M A L A R I

sunda Bakü'deki Müsavat iktidarının yı­ kılması ve diren iş olmaksızın Kızıl Or­ du'nun Bakü'ye girmes i n i sağlayanlar arası ndadır. İşte Bakü'de Bolşevikleri n iktidarı almasında katkı sah ibi olmakla övünen bu Türkiyeli ler, Bakü'ye "sonra­ dan'' gelerek bütün inisiyatifi el ine alan Mustafa Suphi'yi, hiç affetmemişlerdir. Sü leyman Nuri ve Yüzbaşı Yakup'un Suphi'ye yönelik amansız muhalefetle­ rinin başlıca sebebi, Dr. Fuat Sabit' in tasfiye edi lmesidir (Akal, 2005). Mustafa Suph i, Bakü'deyken Ankara Hükümeti ile i l işkiler kurmak için Mus­ tafa Kemal'le mektuplaşmış ve Anado­ lu'ya delegeler göndermiş, gerçek bir Türkiye Komün ist F ı rkas ı kurmak için kongre hazırlıklarına girişmiştir. Mustafa Kemal- Mustafa Suphi Mektuplaşması

Anadol u'ya, Türkiye Komünist Fırka­ sı'nın Başkanı Mustafa Suphi 1 920 yılı yaz aylarında iki delege göndermiştir. Mu stafa S u p h i Mustafa Kema l'e i l k mektubunu 1 920 Haziran ayında Sü­ leyman Sami aracıl ığıyla elden gönder­ miştir. BMM hükümetiyle i l işki kurmak için gönderilen bu ilk mektupta Suph i, "Mağdur halkımızın halası [kurtu luşu] mübareze [savaş] ve inkılapta olduğu kanaatiyle hatm-i kelam [sözlerime son verir! ve teyid-i ihtiram [saygı! eyleriz" demektedir (Tunçay, 1 991 : 338). Mek­ tubu götüren Süleyman Sami, Mustafa Kemal i l e yaptığı görüşmeyi dön üşte b i r rapor hali nde sunm uştur ( Dönüş Belgeleri- 7, 2004: 1 1 2-1 1 4) . Anadolu hükümetinin ajanı olan Sü­ leyman Sami'nin, Mustafa Suphi ve yol­ daşları için hayati önemi haiz bu görüş­ meler hakkında sunduğu bilgiler tartış­ maya a ç ı kt ı r. Ancak Mu stafa Kemal hem S. Sam i aracılığı ile hem de 13 Ey­ l ü l 1 920 tari hli mektupta Suph i'ye şu

mesajı iletmiştir: "Bir yandan 'emperya­ l ist ve kapitalistlerin' saldırı ları ile öte yandan İstanbul hükümetinin mem leke­ tin içini sürekli karıştırmalarına karşı sa­ vaşı lmaktadı r. Binanaleyh mil letin vah­ det [birl ik] ve mukavemetini ihlal ede­ bi lecek zamansız ve fazla teşebbüsler­ den tevakki etmek [sakınmak! m i l leti­ mizin halası nokta-i nazarından elzem­ dir". Mustafa Kemal açık açık, dış mü­ dahaleye karşı oluşturulmuş olan siyasi ittifakı bozacak b i r siyasi m ü cadele platformuna izin vermeyiz, demekted ir. Mustafa Kemal aynı şeyleri Talat ve En­ ver paşa lara da yaz m ı ş ve meml eket dahilinde kend i iktidarına alternatif ola­ cak hiçbir girişime izin vermeyeceğini net bir şekilde bel irtmiştir. Mustafa Kemal, Mustafa Suph i ' ye gönderd iği mektupta, BMM'n i n zaten bir Sovyet sistemi olduğunu, BMM'nin "inkı labı sükunetle ve esaslı surette tat­ bik etmekte" olduğunu, TKF ile "gaye ve prensip itibariyle tamamen müşte­ rek" olundl!ğu, TKF'nin BMM başkanlı­ ğı ile irtibat kurması gerektiğini, çünkü "Türkiye dah i l i nde yapılacak her nevi teşkilat ve inkı labatın ancak bu Mec:l is vasıtas ıyla yapı labi leceğini" yazm ıştır. Mustafa Kemal, "aynı hedefe yürüyen Türkiye İştirakiyu n Teşki latı'yla tama­ men tevhid-i mesai [işbirliği] edeb i l ­ m e k üzere B M M nezd i n de" bir tam yetkili delege gönderilmesini isteyerek mektubunu b itirmiştir (Tunçay, 1 99 1 : 339). Söylediği şudur: "hariçten gel ip teşk i lat yapmak l üzumsuzdur, Büyük Mil let Meclisi ile yetki l i bir temsilcini­ zin i l işki kurması yeterlidir". Mustafa Suphi TKF merkez komitesi adına kasım sonunda Mustafa Kema l'e gönderd iği mektupta i l kinden farklı bir üslup k u l l a n m ı ştır. Bu mektup uzun, ayrı ntı l ı ve üslup olarak da biraz yu­ karıdandır. Suphi artık bu tarihte birlik

1 53

o

1 54

kongresini yapmış, partiye başkan se­ çilm iştir. İttifak halinde olan iki ü lken in i l işki lerinde bir ted irgin l i k vard ır çünkü Türk ordusu doğu sın ırını bel i rlemek üzere Elviye-i Selase'ye (Kars, Ardahan ve Batum) bir askeri harekat düzenle­ miş ve üç vilayet geri alınmıştır. An la­ ş ı l d ığı kadarıyla, Bolşevi kler Türk or­ dusunun i leri yürüyüşe devam ed ip et­ m eyeceği ko n u s u n d a ted i rg i n d i rler. KavBüro'da Orçoni kidze'nin başkanlı­ ğında yapılan toplantıda bu husus tartı­ ş ı l m ı şt ı r ( Dönüş Belgeleri- 1 , 2004 : 231 -233). i şte Mustafa Suphi'nin Mus­ tafa Kemal'e gön derdiği mektup, bu toplantıdan sonra kaleme alınmış olsa gerektir. Mustafa Suphi mektubunda i l k olarak Ankara hükü metinden Türki­ ye'de gizli çal ı şmakta olan kom ü n ist teşkilatla r ı n ı n yasa l l aştı rı lmasına izin ver i l mes i n i i stemekted i r. Ermen i stan i ç i nd e d a h a faz l a y ü r ü n me m es i n i , BMM' n i n İ n g i l iz lerle an laşmakta ol­ duklarına i l işkin söylenti lerden Sovyet­ lerin duyduğu endişeyi , Türk Kızıl Ala­ yının Nahçıvan üzerinden Anadolu'ya gönderildiğini, BMM Azerbaycan Mü­ messili Memduh Şevket'i Stalin ile ta­ n ı ştırd ı kları n ı yazmakta d ı r. Sta l i n M . Şevket'e şun ları söylemiştir: "Sovyetler Anadolu'ya her türlü yardımı yapmaya hazırd ı r, bunun geci kmes i n i n sebebi şimdiye kadar Anadolu'nun Sovyetler­ le esaslı bir münasebette gecikmesid ir, E nver Paşa ve a rkadaş ları n a sad ece Anadolu'daki mücadele için çalıştıkları sürece iyi davranı rız." Mektubun deva m ı nda Türkiye Ko­ mün ist Partisi olarak yapı lan mücade­ leye bütün güçleriyle destek vermeye, kurulan ittifakları bozacak her türlü aşı­ rıl ıklardan kaçınmaya söz vermekte ve partinin yasal çal ışması için gerekl i dü­ zenlerin yapılmasın ı talep etmekted ir­ ler (Tunçay, 1 991 : 340).

Ko m i n tern ' i n çağr ı s ı y l a 1 - 7 E yl ü l 1 920 tarihleri arasında Bakü'd e düzen­ lenen Doğu Emekçi Hal kları Kongre­ si'nde (Şark Mi lel-i Mazlumesi Kuru lta­ yı) Mustafa Suphi'yi Dr. Neriman Neri­ manof ve Celal Korkmazof gibi isimler­ le b irl ikte prezidyum'da (başkanlık d i­ vanı) görüyoruz. Üç binin üzerinde par­ ti l i ve partisiz delegenin katıld ığı kong­ reye Türkiye ad ına iki yüzün üstü nde delege katı lmış, Enver Paşa'nın da hazır bulunduğu kongreye Anadolu Hüküme­ ti de Türkiye'den pek çok delege gön­ dermiştir (Akal, 2002 : 381 -404). Kongre sonrasında Doğu'da inkı lap hareketleri­ n i teşv i k ederek o n l a r ı ö rgütlemek, kongrenin her yıl toplanması kararlaştı­ rılmış ve propaganda ve aj itasyon işleri için "Şark Halkları Tebl igat ve Faal iyet Şurası-Şark Şurası" kuru lmuştur (Rüste­ mova, 2001 : 1 5 1 ). Bakü Kongresi'nde Mustafa Suphi'nin konuşma yapmad ığı görül mektedir. Türkiye Komünist Fırkası adına konuşmayı İsmail Hakkı yapmış­ tır.10 Şark Şurası'na M. Suphi seçilmez­ ken İsmai l Hakkı ve Süleyman Nuri'nin seçilmesi, Suphi'nin çok yakın mesai ar­ kadaşı Sultan Gal iyev' in de Bakü Kong­ resi'ne katı lmasına i z i n ver i l memesi tahlil ed ilmeye muhtaç olgu lardır. Şark Milel-i Mazlumes i Kurultayı er­ tesinde toplanan Türkiye Komün ist Fır­ kası/TKF Kuru luş Kongresi ile Suphi'nin 1 9 1 B'den beri sürdürdüğü siyasi yaşa­ mında yeni bir dönem başlamıştır. Si­ yaseti nerede yapacaktır? Sürgünde bir parti reisi olarak mı, ü l kesinde "Anado­ lu Kıyamcı ları" [isyancıları] ad ı n ı ver­ diği Ankara hükümeti ile ittifak halinde mi? TKF kurululuş kongresi bu soruya "Anadolu'da" yanıtı n ı verm iştir. TKP'nin Kuruluş Kongresi

B i r kongre yapma kararı 1 920 Hazi­ ran'ında Bakü'de alınmıştır. Kongre ör-

R U S YA ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l / YA N S I M A L A R I

gütlenmesi hem Rusya'da bulunan on­ binlerce Türkiyeli esir arasında, hem de Anadolu'ya yönelik olarak yapılmıştır. Bu tarihe kadar Sovyet Rusya'daki faa l i yetlerde adlarına rastla n ı l mayan hem Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, hem g i z l i İ stan b u l Komün ist G rubu üyeleri Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hak­ kı'nın Mustafa Suphi ile hangi süreçte bir araya geldikleri yanıtlanması gere­ ken bir husustur. Ethem Nejat ve H i l ­ m ioğlu Hakkı, İstanbul Komün ist Gru­ bu adına, Odesa 1 1 1 . Enternasyonal Bü­ rosu'nun daveti üzerine Moskova'da yap ı l acak 1 1 1 . E nternasyona l ' i n i kinci kongres i n e (23 Te m m u z - 7 Ağu stos 1 920) katı lmak üzere, temmuz başında yola çıkmışlar ancak Moskova'ya gidiş olanağı bulamayarak Bakü'ye gel m işler ve Suphi ile birlikte çal ı şmaya başla­ m ı şlard ı r. 1 1 İ stanbul'dan gelen bu iki kadro Suph i ' n i n çevres inde herhalde eksikl iğin i çok duyduğu Marksist for­ masyon ları yüksek eleman gereksi n i ­ mini karşılamıştır. Dr. Şefik Hüsnü'nün tabiriyle: "Bu [Suphi'nin en çok i htiyaç duyduğu] entelektüel boşluk, bir ölçü­ de, İ stanbul Kom ü n ist G rubu tarafı n­ dan gönderilen, iyi hazı rl ıklı iki gözde m i l itan tarafından dolduruldu" (Akal, 200 1 ). Kongrede merkez komitesi üye­ l iğine getirildiğine göre Suphi bu iki yeni yoldaşa bütün samim iyetiyle sarı l­ mış olmalı. Legaldeki adıyla 'Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi', i l legal adıyla 'İstanbul Komünist Grubu' Ethem Nejat ve İsmail Hakkı'yı İstanbul'dan Moskova'ya doğ­ ru yola ç ı kard ı k l a r ı n da, Bakü'de b i r parti kuru l ması için kongre yapı lması kararı yen i a l ı n m ı ştı . D r. Şefik H üs­ n ü'nün reddetmesine karşın, TKF kong­ resi 'tüm komünist teşkilatları birleştire­ rek' bir parti kurulduğunu i lan ederken haksız sayıl maz. Çünkü İstanbu l 'dan

gelen Hilmioğlu Hakkı'nın Türkiye İşçi Çiftçi Sosyal ist Parti'si; Ethem Nejat' ın ise 'hafi İstanbul Komün ist Grubu'nun faaliyetleri hakkında verdiği raporlarla Bakü'de yapılan kongrede İstanbul'un da temsil iyeti sağlanm ıştır. Ethem Ne­ jat'ın kongredeki: "Bizi İstanbul buraya [ . . . ] ayn ı maksat için birlikte çalışmak lüzumunu iblağ etmeye ve Üçüncü En­ ternasyonal i l e m ü nasebeti n i takviye için gönderd i . Buradaki yoldaşlarım ızın İstanbul'un i htilalci kalbini kabul ede­ ceklerine şüphe yoktur" sözleri, kendi­ sinin Sovyet Rusya topraklarında karşı­ laştığı Suphi ve yoldaşlarına duyduğu güven ve birlikte çal ışma isteğini gös­ termektedir (Tunçay, 1 99 1 : 307). Kong­ reye sunulan "Tü rkiye'deki Kom ü n i st Teşkilatların Birleşmesi" hakkın,:la öner­ ge Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı'nın ortaklaşa verd i k leri bir önerged i r ve kongrede oybirliği ile kabul ed ilmiştir.

Gerek İstanbul'daki komünist grupla­ rıntn gerek Anadolu veya Rusya'da vukuatın tesiriyle yekdiğerlerinden ayrı olarak vücut bulan teşkilatların TKF ile ittihat ve hepsi birlikte bir va­ hid-i tam teşkil etmesi [birleşme} ve Türkiye inkılabına çalışan yoldaşla­ rın müteferrik [ayrı ayrı} sahalarda kalarak kuvvetlerini israf ve zayi et­ memeleri icap eder. Biz sahib-i sela­ hiyet [yetki sahibi} delege olmak sı­ fatıyla İstanbul Komünist Grubu'nun Türkiye Komün ist F ı rkası i l e b i rleş­ meye amade olduğunu ilan ve diğer teşkilatlarında aynı veçhile hareket eylemelerini büyük gayemiz namına teklif ve rica ederiz (Tunçay, 1 99 1 : 309) (abç). Böylece TKF kongresinin "bütün ko­ münist grupları birleştirme iddiası" ha­ yata geç m i ş o l u r. M u stafa S u p h i Bakü'den Anadolu'ya gönderdiği yetki-

1 55

o

1 56

l i kişilerle Ankara veya Eskişehir mer­ kezli olarak bil inen Türkiye Halk İştira­ kiyun Fırkası i l e de i rtibat kurmuştur. Bu parti kurucu ları arasında olan Şerif Manatov, Suphi'nin Muskom günlerin­ den yakın çalışma arkadaşıydı . Her ne kadar Nevşirvanov (2006: 1 1 9), Kuva­ yı M i l l i ye' n i n : "Ara larında devrimci sosyalist unsurlar arttığı, Kuva-yı Milli­ ye içinde devrimci görüşler aşılanmaya başladığı" için tasfiye ed i ldiğini iddia ed iyorsa da, Türkiye Kom ün ist F ı rka­ sı'nın Yeşi l Ordu ve Çerkes Ethem'le bir i l işkisinin olmadığı, Suphi'nin Yeni O ünya'ya Türkiye'den son gönderdiği yaz ısıyla h içbir şüpheye yer b ı rakma­ yacak kadar nettir (Tunçay, 1 995: 275). 1 0- 1 5 Eyl ü l ta r i h l eri nde top lanan kongrede alınan kararlara göre TKF'nin kuracağı hükü met bir geçiş hükümeti olacaktır: "emek sarf etmeksizin yaşa­ yan tufeyl i sın ıflar hariç halkın çokl u­ ğunu etrafı nda toplayarak işçilerin so­ yulması na n ihayet verecek çareleri te­ min eden"; "kapitalizm ile komü n izm arası ndaki devr-i i ntikale [geçiş devri] ait, muvakkat [geçici] bir şekl-i h ükü­ mettir" (Tunçay, 1 991 : 3 1 5) . Kongrede kabul edilen programın maddeleri ara­ sında şunlar bulunmaktadır: ruhan i m ü essese lerin hükümetten ayrılarak cemaat teşkilatı haline bıra­ kılması; d i l ve hars nokta-i nazarından her mil letin tam hürriyetini temin ve bu itibarla bir veya diğer millete mahsus olan her türlü imtiyazların {kaldırıl­ ması}; erkeklere tahsis edilmiş olan içti­ mai müesseselerden kad ı n l arın da aynı hak ve selahiyet/e istifade etme­ leri, . . . kad ı n ların erkek lerle müte­ vezziyen ve mütesaviyen {eşit} hare­ ket etmeleri ve layık oldukları teka-

mü/ün temini için lüzum u kadar fedakarlıklar ihtiyar ol{unması}; muhtelif milletlere mensup amele, rençoer şuralar Cumhuriyeti teşkilini kabul ve 'hür milletlerin ittihadı' esa­ sında olmak üzere federasyon usulü­ nü tercih eder. Amele ve rençber sı­ nıfları da tamamen ayrı ve müstakil yaşamak ceryanlarına kapılmış olan milletlerin arasında kanlı nizalar çık­ masına yer vermemek için bu gibi meselelerin 'plebisit' usulüyle: umu­ m i reye müracaatla hal{edilir} (Tun­ çay, 1 991 : 3 1 5-31 6) (abç). Türkiye'deki devrim i htima l i konu­ sunda ise " m i l li kıyam [ul usal isyan] hareketi"nde işçi sınıfının küçük burju­ vazi ile ittifak hal i nde olduğunu kabul etmekte ancak u luslararası konjonktü­ rün Türkiye'de işçi ve köy l ü sovyet cumhu riyeti kurmasına e lveri ş l i ola­ nakları yarattığını bel irtmekted ir:

Bugünkü şekil ve tarz-ı idaresiyle burjuva demokrasisine ayak basmış olan Türkiye'de (sınıfi mübareze) ipti­ dai inkişaf {sınıf savaşı ilkel gelişme} devri n i yaşamaktadır: Bugün Türki­ ye'de galip ve yağmacı Antanta dev­ letlerine karşı devam eden m i l l1' kı­ yam hareketine fakir sınıfların iştiraki, "düşmanın düşmanı" ile yani harici kapitalizmin tasallutuna {sataşması­ na} karşı kendi içindeki muh tekir {vurguncu} ve gasıp {yağmacı} küçük burjuvazi ile müştereken mübareze mahiyetinde tecelli etmektedir. {... } Mahaza, bir taraftan emperyalistle­ re karşı tevcih edilen bu mübareze­ nin devamı, diğer taraftan bilhassa içtimai inkılabın Avrupa 'da intişarı, sınıfi iz'anın tekemmül ve inkişafı üzerine mühim tesirler icra ederek, Türkiye'deki hareketlerin içtimai ma-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

hiyet almasına yardım etmekte ve sosya lizm esasında amele ve rençber şuralar Cumhuriyeti tesisatına müsait şartları ihzar eylemektedir (Tunçay, 1 99 1 : 300). i l i . Enternasyonal'in i l . Kongresi'nin empeıyal izme karşı m i l li hareketleri des­ tekleme ve güçlendirme kararı uyarınca TKF Kongresi, Anadolu'daki hareketi desteklemekte ama partinin bağımsızlı­ ğını korumayı da en önem l i ve temel görevlerinden biri olarak görmektedir.

Dönüş

TKF' n i n Anado l u 'ya d ö n ü ş kararı kongrede al ınmıştır. Kongre sonrasında yapılan ilk merkez kom itesi toplantısın­ dan itibaren dönüşe i l işkin detaylar toplantı ların birinci gündem maddesi olmuştur. Dönüş kararı şu ifadeyle tuta­ naklara geçirilm iştir:

Anadolu kıyamcı hükümeti ile tesis-i münasebet etmek, fırkanın kanuni şekilde çalışmasına ve teşkilat yap­ masına imkan hazırlamak [. . . ] Mustafa Kemal Paşanın 26 Ağus­ tos 7 336 {7 920] tarihli tahriratına is­ tinat ederek Anadolu BMM ile mü­ nasebete girişmek üzere {. .. } fevkala­ de murahhas olarak {gidilmesi karar­ laştırı im ıştır} ( Dönüş Belgeleri 7 , 2004 : 75, 77). TKF, 8 Kasım 1 920'de asgari progra­ m ı n ı n "Bugünkü ortam ve koşu l larda ı . . ] Ariadolu'yu emperyal ist işgale kar­ şı savunan isyan hareketini güçlendir­ mek ve bu hareketi yöneten hükümeti desteklemek, Anadolu'da bağı msız bir parti olarak varl ığını sürdürmek, komü­ n ist fikirleri geliştirip yaymak" olduğu­ nu Bolşevik Partisine bildirmiştir (Dö­ nüş Belgeleri-1 , 2004 : 1 52-1 55). Dönüş kararı nın a l ınmasıyla birlikte .

TKF Anado lu'ya 750 k i ş i l i k bir K ız ı l Birlik göndermiştir. B u birlik Nahçıvan üzerinden Türkiye'ye doğru yola çıktı­ ğ ı n d a Ermen i l erle savaş m ı ş, b i r l i ğ i n mevcudu 350'ye inmiştir. Bu birlik ka­ sım sonunda Anadolu'ya girerek Türk ordusuna katı lm ış, birlik mevcudu Ka­ rabekir tarafından si lahsızland ırıl m ış ve askerler de yurdun çeşitl i yerlerindeki b i r l i k lere dağıtı l m ıştır. K ı z ı l B i rl i k' i n gönderi l mesi, Suph i ' n i n Anado l u 'ya gelirken askeri bir güce dayanmayı d ü­ şünd üğü, bunun siyaset b i l i m i açısın­ dan son derece doğru bir tespit olduğu, ancak Anad o l u'daki iktidar odağ ı n ı n böylesi bir girişime i z i n vermeyeceği­ nin hesap edil mediği de tartışmaya ve değerlendi rmeye açıktır. Dönüş kararının alı nmasından sonra Anadolu hükümetin i n Azerbaycan'da bulunan adamları tarafından Ankara'ya ve Karabekir'e sürekli uyarı mektupları gönderi l m i ş tir. Örneğ i n Arif Bey' i n Bakü Kuru ltayı sonrasında Ankara'ya TKF hakk ında verd iği raporda şunlar yaz ı l maktad ı r : "Komün ist F ı rkası işe yaramaz serseri lerden ibarettir. Rusya paras ıyla beslenen bu partinin amacı Anadolu'da idareyi ele geç i rmekti r" (Yüceer, 1 997: 1 03). BMM hükümeti­ n i n Moskova temsilcisi İbrah i m Ta l i , Suphi'lerin hareket ettikleri gün yazd ığı mektupta: "Mustafa Suphi gibi serseri­ l e r i n propagan d a l a r ı n a m e m l ekette tedbir yapılacağına ve herhalde müte­ yakkız !uyanık) bulunacağına em in im" dem ekted ir (As lan, 1 99 7 : 297). Sup­ hi'nin Bakü Türk Komünist Partisi'nden uzaklaştırdığı Küçük Talat ve Nail Bey­ ler de M. Kemal'e yazdıkları uzun ra­ porda, Suphi' lerin yurda girişlerine izin verilmemesini tavsiye etmişlerdir (Kara­ bekir, 1 967: 45). Mustafa Kemal'in Kazım Karabekir'e gönderd iği bir mektupta kul landığı ifa-

1 57

s

1 58

de, yaz aylarında Suphi hakkındaki dü­ şüncesinin pek de olumsuz olmadığının kanıtıdır. 5 Temmuz 1 920 tarihli mektu­ bunda M. Kemal Karabekir'e "Mustafa Suphi Efendi haris olmakla beraber, ah­ laksız deği ldir. Sovyetler nezdinde mü­ him mevkii vardır. Kendisinden istifade edilmek muvafıktır'' demektedir (Aslan, 1 9 9 7 : 2 6 7 ) . M. K e ma l ' i n S u p h i ' y e o l u m l u b a k ı yor o l m a s ı n ı n n e d e n i Bakü'ye gel i r gel mez yaptığı İtti hatçı tasfiyesi olabi lir. Ancak Mustafa Kemal, eylül ayında daha ted irgin bir konumda Ali Fuat'a şun ları yazmaktadır:

Bila kayd-ü şart [kayıtsız şartsız] Rus tabiyeti demek olan dahildeki komü­ nizm teşkilatı gaye itibarıyle tama­ miyle bizim aleyhimizded ir. Gizli ko­ münizm teşkilatını her surette tevkif [durdurma, tutuklu halde bekletme] ve teb'id [uzaklaştırma, kovma] et. mek mecburiyetindeyiz. [... ] Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım vechile ne yapılacaksa hükümet vasıtası ile yap[ılmalıdır]. Bittabi komünizm ve Bolşevizme alenen aleytarlığı muva­ fık görmem (Arsan, 1 964 : 35 1 ) (abç). Anka ra h ü kü m et i i ç i n b i r yandan Sovyetler'den gelecek yardım ların ha­ yati önem taşıması, öte yandan komü­ nizme karşı oluşları çel işik bir durum­ d u r. M. Kemal bu soru n u 1 8 Kasım 1 920'de 'resmi/d a n ı ş ı k l ı ' d iye anı lan bir komünist partisi kurup, bütün kont­ rol ü e l i n e a l arak çözmü ştü r. An kara h ükümeti kasım ayı nda halen Suphi' le­ rin Ankara'ya gelerek, resm i TKF'de ça­ l ışmalarını düşünmekted ir: Erkan-ı Har­ biye-i Umum iye Reisi İsmet [İnönü] bir telgrafı n d a : "Mustafa Suphi yo ldaşın memleketimiz içinde ancak mezkur fır­ ka [resmi TKF'de] dahil inde çal ışması mümkün olacaktır" demekted ir (Aslan, 1 997: 294).

o

Yurda dönüş birkaç grup halinde ger­ çekleşmiştir. Esas Ankara'ya gidecek o l a n b a ş ı n d a S u p h i ' n i n b u l u nduğu gru p güvenlik kaygı larıyla olsa gerek Sovyetler' in Ankara sefiri M idvani i l e beraber 28 Aralık 1 920'de Kars'a gelir. Şerefl erine ziyafetler veri l i r, Moskova B ü yü k e l ç is i o larak görevl e n d i r i l m i ş olan A l i Fuat v e BMM Hükümeti vekil­ lerinden Rıza Nur'la görüşürler. Karabekir 26 Aralık'ta bile Suph i ve yoldaşların ın "hariçte avantür peşinde koşmaması" için Ankara'ya gönderile­ cek lerinden söz etmekted i r. 29 Ara­ l ı k'ta Ankara'da kendi d eneti mlerinin d ışında "komünist cereyanların" görül­ mesi üzerine M. Kemal'in Karabekir'e Suph i için "kend isini gördükten sonra görüşlerinizi b i l d i rin" demesi, Anka­ ra'ya gelmeleri hususunda tereddütle­ rin oluştuğunun gösterges i d i r (As lan, 1 99 7 : 300) . 2 Ocak'ta Karabekir M . Kemal'in heyetin Ankara'ya gönderil­ memesini istediğini Vali Hamit'e bildi­ rir. 3 Ocak'ta Erzurum Val isi Hamit "bu zevatın hudut haricine çıkarı lması za­ ruri d i r" d i yerek bu eyl e m i n Kars'ta, R u s l a r ı n gözü önünde ya p ı l m a m a s ı i ç i n kend isine havale ed ilmesini Kara­ bekir'den ister (Aslan, 1 99 7 : 307). Er­ zurum'da aleyhte tezahürat yapı lması planlanır, program lanır. Bütün bu plan­ ları fark eden Suph i, Tiflis yolu ile geri dönmek ister ancak izin verilmez (As­ lan, 1 997: 309). İki nedenle buna izin verilmez, ilki Sovyetler'e verilmek iste­ nen mesajdır. "[Suph i'nin] memlekette h içbir kıymet-i nüfuza sahip olmadığı kanaatin i Ruslara vermek fırsatı"nı elde etmektir. İ kincisi ise Suphi'ye verilecek mesajdır: Kars'tan çıkış yapmasına izin veri l i rse, yurda tekrar gizlice girmeye teşebbüs etmesi ihtima l i n i ortadan kal­ dırmak için "yurt içinde ahalinin aley­ hine olan hissiyatın ı görmes i"ni sağla-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

mak. Bu kadar ince detaylarına kadar planmış provakatif eylem lerin mimarı, görüldüğü gibi Karabekir'dir. Bu planları gerçekleştirmek üzere 1 4 Ocak 1 92 1 d e i l k kafile, 1 8 Ocak'ta Suphi'nin içinde bulunduğu ikinci kafi­ le Ka rs'tan tren l e makus ta l i h lerine doğru yola çıkarıl ı r. Erzurum Val isi Ha­ mit Bey bu ekibi "hudut haricine sevk" etmek üzere Trabzon'a göndereceğini Mustafa Kemal'e bildirir (Aslan, 1 997: 3 1 3) . M . Kemal bu tedbirleri onaylar, yani sın ırdışı etmeyi kabu l etmiştir. Ka­ fi le 22 Oca k'ta E rz u ru m ' a varır. 2 2 Ocak'ta Va l i Hamit Mustafa Kemal'e rapor verir: "Tahkir ve tard olunan Sup­ hi kafi lesi Trabzon'a yola çıktı. Güzer­ gahta ahal i konak ve yiyecek verme­ mekted ir". M. Kemal harekatı yakından ta kip etm ekted i r, Erzurum'dan B ay­ burt'a doğru tahkir ed i lerek gönderilen grubun içinde Suph i'nin olup olmadı­ ğını 25 Ocak tari h l i telgrafı ile Hamit Bey'e sorar (Tunçay, 1 99 1 : 246). Suphi ve yoldaşlarının Anadolu'ya gelmeleri­ ni istemeyen, Suphi'leri Erzurum'dan kovan ve Trabzon'a doğru sevk eden Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin bu du­ rumu M. Kemal'e telgrafla bildirmeleri üzerine, M. Kemal'in de Suphi ve yol­ daşlarının Anadolu'ya geçmelerini iste­ med iğini ifade ettiği mektu bun tari h i 2 5 Ocak 1 92l 'dir:

Erzurum'da Mustafa Suphi hakkında­ ki ulusal tepkilerin planını, daha ön­ ce Kazım Karabekir Paşanın ve sonra Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde, doğu­ dan gelecek yıkıcı herhangi bir akı­ ma karşı Erzurum ve Trabzon'un ve bütün ülkenin bir demir duvar duru­ munda bulunacağına güveniyorum (Tunçay, 1 991 : 46).

Yine ayn ı gün, 25 Ocak 1 92 1 Erzu­ rum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müda­ faa-i Hukuk Cemiyeti'nin Suph i'leri Er­ zurum' dan kovmasını takd irle karşı la­ d ı ğ ı n ı bel i rten telgrafı nda M . Kemal şunl arı yazar : " m i l l et i m i z i n d i r l i ğ i n i bozucu herhangi bir akımın h e r nere­ den gel irse gelsin, duraksamaksızın kı­ rılması doğal olduğundan [ .. ] gerek ba­ kanlar kuru lunun ve gerek bütün mil le­ tin uyanık ve tedbirli bulunması" (Tun­ çay, 1 99 1 : 245-246). Suphi'lerin öldü­ rülmelerinden dört gün önce M. Ke­ mal'in tavrı budur. Val i Hamit, Fevzi Paşa ve Karabekir aralarında yazışır ve ne yapacakları nı görüşürken bir başka kanal daha devre­ ded ir. Küçük Ta lat, Nail ve Yen ibahçeli Şükrü 1 2 ken d i aralarında yazışmakta­ d ı rlar. 2 1 Ocak tari h l i telgrafında Tabur 2 . komuta ı Veysi imzasıyla "Erzurum­ d a n Bayb u rt'a sevk o l u n a c a k o l a n Mustafa Suphi nezdinde "küll iyetl i me­ baliğ bulunduğu" bilgisi Kuvayı M i l l iye Kumandanı titri ni taşıyan Yen ibahçel i Şükrü'ye bi ldiril ir. Hatıralarında "Hacı Al izade Ömer, Yomra l ı merhum Gavur İ mam, Yahya Kahya ve arkadaşları nın himmetiyle bir den iz vasıtasına bind iri­ lerek vardırılmaları iktiza edilen yere isal edildiler ve ya lnız Tü rkiye değ i l , d ü nya d a böyle b i r levs v e habaset kaynağından kurtarı lmış oldu. ila Ce­ hennem-i zümera ! " d iye yaza r. 1 3 B i r başka iddia b i l i m çevrelerinin h i ç gü­ venmediği Cemal Kutay'dan gelmekte­ d i r. "Ana Vatan'da Son Beş Osm a n l ı Türk'ü" adlı k itabında Suphi leri Sel i m Sami'nin öldürmek için geld iği, gereği­ ni yaparak tekrar Batum'a döndüğünü iddia etmektedir (Kutay, 1 962: 256). Sonuçta Suphi ve içinde eş i n i n de o lduğu grup, Erzu rum'dan Bayburt'a gönderi l i r. TKP heyeti Bayburt, Gümüş­ hane, Toru l üzerinden Trabzon'a çok

1 59

o

zor koşu l l arda u l a ş ı rl a r. 28 Ocak'ta Maçka' dan Trabzon'a sevk ed i l i rler. Yol boyu kışkırtı lmış halk çürük yumurta, taş ve değnekle saldırır, geceleri trene bile bindirmeyerek ocak ayının bu so­ ğuk günlerinde açıkta gecelemeye zor­ lanırlar. Bayburt'ta eşya ları al ınır.

1 60

Yoldaşlarımıza karşı taşla saldırdılar, onları parçalamak istediler, hiçbir yer­ de ne onlara yemek, ne de atlarına yem satmak istendi. Trabzon'da onları doğrudan doğruya limanda homurda­ nan ve küfürler yağdıran bir kalabalı­ ğın içine sürüklediler. Limanda onları silahsızlandırdı/ar. Hemen hareket eden bir tekneye bindirdiler. Bir diğer motor peşlerinden gidip onları yaka­ ladı. Silahlı adamlar yoldaşlarımızı bağlayıp süngü darbeleri ile delik de­ şik ettikten sonra denize attılar (Dö­ nüş Belgeleri-2, 2004: 1 32, 1 58-1 62). Suphi'nin eşi Mariya/Meryem Suphi, Yahya Kahya tarafından Trabzon'a geti­ ri l i r. Önce kendi evinde, sonra Nemli­ zade Ragıp Bey'in evinde alıkonduğu, daha sonra "Rizeli lere hed iye ed ild iği ve orada bir zevk arasında öldü [ğü ] " haber a l ı n ı r (Dönüş Belgeleri-2, 2004: 1 62). Kafi leden çeşitli yerlerde çeşitl i gerekçelerle ayrı lanlar arasında Türkis­ tan'dan beri Mustafa Suphi'nin yanın­ da bulunan ve merkez komitesine seçi­ len Mehmet Emin, 1 920 yazında Mus­ tafa Kemal'le mü lakat yapan ve Musta­ fa Kema l ' i n sahte olduğu düşünülen davet mektubunu getiren Süleyman Sa­ mi ve Süleyman Tevfik bulunmaktad ır. B u i s i m l e r i n Anad o l u h ü k ü m et i n i n ajanları olduğu bilinmekted ir. Trabzon'da İtti hatç ı Küçük Ta lat' ın, Enver' in yaveri Yen ibahçeli Şükrü'nün de ad ının karıştığı, öldürme eylem inin Trabzonlu ünlü Yahya Kaptan tarafın­ dan icra edi ldiği kati eyleminin kim ta-

rafından emredildiği halen ortaya çıka­ rılamamıştır.14 Mustafa Suph i ve yo ldaşların ın An­ kara hükümetine ve M. Kemal'e güve­ nerek Türkiye'ye dönmesinin doğru ol­ mad ığına i l i şkin değerlend i rmeler de yapı l m ıştır. Uzun yıllar TKP genel sek­ reterl iğini yapm ış olan Dr. Şefik H üsnü 1 925 yılında kaleme ald ığı bir yazıda TKP m erkez kom ites i n i n d ö n ü ş ü n ü "akıl a lmaz ihtiyatsızlık" olarak değer­ lend irm iştir. Suph i, Nejat ve H i l m ioğlu Hakkı ' n ı n bu "hataya d üşmeleri " n i n "mukadder" !kaçınılmaz] olduğu yoru­ munu yapan Dr. Şefik Hüsnü, gerekçe olarak da "eğiti mlerini" ve "ortam ları­ n ı " gösterm ekted i r. K ı saca D r. Şefik H ü s n ü bu kadro l a r burjuva kökenli milliyetçiler oldukları için bu hataya düşmüşlerdir demekted ir (Akal, 2001 ). Ülkes inde siyaset yapmak üzere yola çıkan, Kars'ta Doğu'nun ünlü ve muk­ ted ir kumandanı Karabekir ve devlet erkanı tarafından karşı lanan, Moskova Sefiri Al i Fuat Cebesoy, Ankara hükü­ m et i n i n baka n l a r ı ndan R ı z a N u r ' l a uzun görüşmeler yapan Suph i ve yol­ daşları bu görkemli karşılanmalarından bir ay sonra öldürülmüşlerd i r. Çok de­ ğil dokuz sene önce birl ikte parti kur­ duğu (Mi l li Meşrutiyet Fırkası), gazete (İfham) yayım ladığı çok yakın arkadaş­ larından Ahmet Ferit, Mustafa Suphi öl­ dürü ldüğünde Mustafa Kemal kabine­ sinde bakandır. İşte bu erkanın içinde old uğu, göz yumduğu, onay verd iği veya bizzat planlad ığı bir komplo so­ nucunda 1 921 yılının soğuk bir kış ge­ cesinde, Mustafa Suph i ve Türkiye Ko­ münist Fırkası merkez komitesi üyeleri­ n i n de i ç i n d e b u l u n d uğu grup, 2 8 Ocak'ı 2 9 Ocak'a bağlayan gece Kara­ deniz'e açılan bir teknede hunharca öl­ dürülerek cesetleri Karadeniz'in derin­ l iklerine atı lmıştır.

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N. T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

Halbuki Mustafa Suphi Kars'a geldik­ ten sonra, Aralık ayı sonunda son dere­ ce temkinl i bir d i l le durum değerlen­ dirmesi yaparak Ankara'ya gel iş amaç­ larını Yeni Dünya gazetesinde şu şekil­ de açıklamaktad ır:

Komünist Fırkası içtimai inkılabı an­ layan ve ona bütün varlığı ile bel bağlayan işçi ve rençberlerin bir si­ yasi teşkilatıdır. Memlekette mazlum ve işçi, fakir ve işsizler çokluk teşkil etseler de, sanayiin iptidai bir halde olması itibariyle, amelenin proleter teşkilatına malik ve toplanmış olma­ maları, kom ü n i s t l e r i n e k a l i yette {azınlıkta] kal malarını icab etmekte­ dir. Ve yine bu itibarladır ki, Komü­ n ist F ı rkası, halihazırda inkı labı ya­ pacak ve id areyi ele alacak büyük bir hükümet fırkası şekil ve mah iye­ tinde ortaya atı lamaz. Üçüncü Enternasyonalin, {... ] içti­ mai inkılabın mazlum şark memle­ ketlerinden beklediği hareket, zalim­ lere karşı kıyam ve isyandır. {. . . ] İçti­ mai inkılap karşısında TKF'ye düşen vazifeyi, yağmacı emperyalizmin bü­ tün tazyika tına rağmen ayaklanıp varlıklarını ispat eden Anadolu kı­ yamcı/arına ve kıyamcıları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hüküme­ tine samimiyetle müzaheret etmek ve Anadolu'daki bu hareketi şarkın diğer mazlum ve medeni millet ve hükümetlerine bir numune-i imtisal {misal verilecek örnek] olarak göster­ mekle hülasa edebiliriz (Tu nçay, 1 99 5 : 271 -72). Mustafa Suphi, girmek içiıi kapısında beklediği Anadolu'nun gerçek iktidarı­ nı ürkütmemek için olsa gerek, başka bir amaçları olmadığının da garantisini vermekted ir:

Yukarıda gösterdiğimiz esaslara mu­ gayyır {aykırı] olarak büyük teşeb­ büsler peşinde, hegemonya/ işler görmek ve haz ı ra konmak i steyen herhangi bir komün ist, mensup oldu­ ğu fırkanın takip ettiği yoldan çıkan ve binanaleyh fırkaya itaat etmeyen bir derbederdir (Tunçay, 1 995 : 271 ) . Mustafa Suphi Anadol u'ya ge lirken Ankara hükümetine gerçek düşünce ve niyetlerinin ne olduğunu en açık bir şe­ ki lde b i l d i rmek istem iştir: işgale karşı Ankara hükümetine destek ve yard ı m . Ancak Ankara hükümeti Türkiye Komü­ nist Fırkası mensupların ı Erzuru m'dan daha içeriye sokmamış ve onları Sovyet Rusya'ya geri gönderme seçeneğini de­ ğil, katletmeyi tercih etm iştir. Suphi' lerin yurda dönüşü son tah l i lde sosyal ist bir i ktidarı kurmak amacıyladır. Ankara hükümeti ise halkçılık söylemi etrafında bir burjuva ulus-devleti kurma çabası içindedir. Şu açıktır ki, çıkarları b i rbirine karşıt iki s ı n ıfın tem s i l c i l eri 1 92 1 yılının Ocak ayında karşı karşıya gelmişlerdir. Bu tarihte Anadolu'da ger­ çek bir merkezi iktidardan söz etmek henüz mümkün deği ldir. Ankara hükü­ meti, Karabeki r ve yurtd ışına kaç m ı ş olan İttihatçı larla bağı nı henüz kopar­ mamış olan çevreler, bir yandan Sovyet Rusya ile ittifak yapmaktan başka hiçbir çareleri olmadığının farkındadırlar, di­ ğer yandan da Bolşevizme, komünizme sonuna kadar karşıdırlar. Bu ikilem on­ ları Mustafa Suphi ile "mümessill ik" dü­ zeyinde olsun i l işki kurmak mecburiye­ tinde bırakmıştır. Ankara hükümetinin bu açmazından da yararlanan TKF he­ yeti, Türkiye'ye gelme kararını almıştır. Ancak Anadolu'daki iktidar odakların­ dan biri, birkaçı veya hepsi onların yok edilmesine karar vermiş ve bunu en acı­ masız bir şekilde uygulamıştır.

1 61

O

SONUÇ

1 62

Yol u Kudüs, Şam, Erzurum, İ stanbul, Paris, Sinop, B akü, Moskova, Kazan, Taşkent, Akmescit, Kars, Trabzon ve başka pek çok şehirden geçti. Osman­ l ı' n ı n Paris'te yüksek öğren im görmüş b i r avuç ayd ı n ı ndan b i riyd i . Arapça, Farsça, Fransızca, Rusça ve Rusya'da konuşulan tüm Türk d i l lerini b i l mek­ teyd i . Va l i çocuğuydu, b i r kom ü n ist olarak öldü. Henüz 39 yaşındaydı . Ö n c e y i r m i n c i y ü zy ı l ı n b a ş ı n d a , dünyanın e n önem l i devletlerinden biri olan Osma n l ı İ mparatorl uğu'nun mo­ dernleşme çaba ları n ı n içi nde, i l . Meş­ rutiyet'i ilan eden İttihat ve Terakki Fır­ kası üyesiyd i . Dört yıl içinde bu parti mensupların ı n pol itikalarına olan güve­ nini kaybedince bu kez bir başka siyasi part i n i n , M i l li Meşrutiyet F ı rkas ı ' n ı n içinde olmaktan çekinmedi . Önce İtti­ hatçı çevrede, sonra Meşrutiyet Fırkası çevresindeki havas ve siyaset erkanının e n ö n ü n d e k i Yu s u f Akçura , Ah met Ağaoğlu, Ahmet Ferit, Küçük Talat gibi çok önem l i isim lerle arkadaşlık etti. Pa­ ris'te tan ıdığı Dr. Şefik H üsnü'nün bir süre sonra kendi kurduğu partinin ge­ nel sekreteri olacağı nı o zamanlar bile­ mezd i . Sovyet Rusya'da da Rusya Ko­ m ü n ist (Bol şevik) Partis i ' n i n merkez kom itesi üyeleri nden Stalin, Ordjeni­ kidze, Krasin, Stasova ve diğerleri ile; R usya' n ı n M ü s l ü ma n topl u l ukları n ı n öne çıkardığı Bolşevik ve sosyalist siya­ si aktörlerden Mo l l anur Vahidof, Sul­ tan Gal iyev, İ brah i m Alemcan, Şerif Manatov, Dr. Neriman Nerimanof, Ce­ lal Korkmazof vb. gibi isimlerle yakın çal ışma arkadaşlığı yaptı. Zeki Vel idov (Togan) ve benzerleriyle tan ışmaktayd ı . Önce Paris'teki eğiti m i sırasında a l­ d ı ğı burj uva i hti l a l c i görü şler, d a h a sonra Osman l ı 'da m i l ll burjuvaz i n i n

L

yaratı lması gereğine olan inancı onu Türkçü yaptı. İ ktisatçı kiml iği, Marksist olmadan önce sınıf real itesini kavrama­ sına yol açtı . Türkçü düşüncelerle git­ miş olduğu Rusya'da bütün dünya işçi­ l er i n i n kardeşl iğini savunarak, enter­ nasyonal ist oldu. Tüm dünya işçilerinin anavatanı olarak kabul ed i len, dört bir yandan kuşatı lmış haldeki genç Bolşe­ vik Rusya'da, sosyalist bir ü lke kurucu­ luğuna kend ini adadı . Rusya'da hiç yal n ız bırakılmad ı . Os­ man l ı devletin i n ajan ları hep yan ı ba­ şında oldu . Onca güvend iği, kurduğu fırka adına Anadolu'ya gönderdiği Sü­ leyman Sami'nin ve Türkistan 'dan beri yanında ve en güvendiği insanlardan bir olan Mehmet Emin' in ajan olduğu­ nu bilemeden öldü. Anadolu'daki ikti­ dar mücadelesinde Enver Paşa'ya karşı Mustafa Kemal'le ittifak yapmayı seçti. Ancak Türkiye'deki siyasi konjonktürü doğru tah l i l edemed i . Osman l ı İ mpara­ torluğu'nun yerine bir burjuva cumhu­ riyeti kurma mücadelesi içinde olanlar, Ankara'daki BMM h ükümeti, proletar­ yanın i ktidarı nı gerçekleştirme amacın­ da olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarına siyasi mücadelede var olma hakkı tanı­ madı . Dünyanın her yerinde olduğu gi­ bi burjuvazi, proletaryanın siyasi hare­ ket i n i n tem s i l c i s i n i , siyasi m ücadele alanına sokmadı, ilk eline geçirdiği fır­ satta Mustafa Suph i ' n i n fiziki varlığı yok edildi. 1 91 4 yılı nda Sinop'tan Rusya kıyıları­ na doğru açıldığı Karadeniz' de 1 921 yı­ lı başında öldürüldü. İnsan toplumları­ nın yaşadığı o en büyük macerada, işte orada, Sovyetler'deydi . Bin yıl lardır ezi­ len, söm ü r ü l e n , yönet i l e n k it l e l erin kendi kend i lerini yönetme idd iasıyla ik­ tidarı ele geçird ikleri 1 9 1 7-1 920 yılları arasında, tüm dünyanın kalbinin attığı o topraklarda, o kalkışmanın tam ortasın-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l/ YA N S I M A L A R I

d a yaşad ı . Sın ıfsal, etnik, d insel, mez­ hepsel, ideolojik vb. tüm çıkar grupları­ nın karşı karşıya geldiği ve çarpıştığı o s ıcak günlerde o da orada vuruşmak-

taydı . "Bir tek amaca doğru, ilk kez ve çiğnenmemiş bir yolda" (Cohen, 1 99 1 : 1 3) yürü d ü . Ö l düren ler u nutturmaya muvaffak olamadı lar. O

Dİ PNOTLAR M u stafa S u p h i ' n i n doğum tar i h i çeş i t l i kaynaklarda farklı veri lmiştir. 1 923 'de, öl­ dürülmesinin ikinci yıldönümünde, anısı­ na yayımlanan kitapta olsun, Mete Tu n­ çay' ın ( 1 991 : 1 4 1 ) yapıtlarında olsun Sup­ hi'nin doğum tarihi 4 Ağustos 1 883; La­ z i tch-Drachkvitch ( 1 9 7 3 : 3 9 1 ) de Sup­ hi'nin doğum ıarihi 1 886 olarak vermiştir. Doğum gününün 7 Temmuz veya 4 Ağus­ tos olarak veri lmesinin nedeni daha sonra yapı l an tarih düzeltmeleri olduğu kadar Osmanl ı 'da k u l l a n ı l a n far k l ı tarihlerdir ( 1 299 senesi Şaban' ı n 2 2 'si/23 Temmuz 1 298) (Birinci, 2001 : 3 7 4) . 2

3

Meşrutiyet sonrasında İttihat ve Terakki Cemiyeti Selanik'te 1 908, 1 909, 1 9 1 O ve 1 9 1 1 o l m a k üzere dört ö n e m l i kongre yapmıştır. 1 909 yılında yapı lan kongreye Mustafa Kemal de Bingazi delegesi olarak katı l m ı ştır. Rasih Nuri İ le ri ' n i n (Kanat, 1 989) de belirttiği gibi Suphi, 1 9 1 1 kong­ resine katı l m ı ş olmal ı . İttihat Terakki'nin gizli olarak topladığı bu kongrelere katı­ lanlar herhalde İttihat Terakki Cemiyeti'nin en seçkin üyeleri olsalar gerek. Mustafa Suphi, Talat ve Enver Beyler de dahil ol­ mak üzere pek çok İttihatçıyla yakından tanışıyor olmal ı . Suphi'nin öldürülmesinde soruml uluğu olduğuna inandığım İttihat ve Terakki Merkez-i U mumi azası Küçük Ta­ lat'la da bu dönemden tanışmaktadı rlar. Mütareke sonrasında İttihat ve Terakki ikti­ darı n ı n yasakladığı pek çok s i yasi parti tekrar kurulmuştur. Milli Meşrutiyet Fırka­ sı'nın kadroları 1 9 1 9 yılında M i l l i Türk Fırkası'nı kurmuşlardır ve Ahmet Ferit Bey yine partinin başkanıdır. Mustafa Suphi ile yakınlığı konusunda hiç kuşku duymadı­ ğım Yusuf Akçura da kurucular arasında­ dır. 1 91 9 Aralık ayında yapılan seçimlerde Milli Türk Fı rkası üyesi Hamdullah Suphi, Ahmet Ferit ve bu parti nin listesinden se­ çime giren Dr. Adnan Bey seçimi kazan­ mıştı r. Bu parti "emperyalist temayül leri" reddederek, "beynel mi lel sosyalizm fikir­ lerinin inkişafını" ve "devletin iktisadi ha­ yata müdahalesini" savunan sosyalizan bir

programa sahiptir (Tunaya, 1 98 6 : 5 3 2 ) . Mustafa Suphi'nin 1 9 1 3 yılında sürgüne gitmeden önce en yakın siyaset arkadaşla­ rı olan bu isimler, 1 920 den sonra Mustafa Kemal'in hükümetinde yer almıştır. 4

1 92 1 baharında, Suphi öldürüldükten son­ ra Dr. Nazım, Suphi'yi Cavid Bey'e şöyle hatırlatır: "Mustafa Suphi'yi elbette hatır­ larsın. Selani k'te in'ikad eden [toplanan] İttihat ve Terakki Cemiyeti umumi kongre­ sinde Anadolu'dan murahhas olarak gel­ miş ve iktisat nezaretine getirilmemiş ol­ duğu için bilahare bize muhalif bir vaziyet almıştı" ( Tanin, 1 944, Tefrika 38 ve 39) (abç). Maliye Nazırlığı sırasında ve ayrıl­ dı ktan kısa bir süre sonra kendisine övgü dolu yazılar yazan Suphi'yi, Cavid Bey'in hatırlamamasına olanak var mıdır?

5

Es-Er/5-R/Sosyalist Devri mciler: Rusya'nın ünlü Narod n iklerinin varisleri olarak de­ ğerlend irilirler. Mutlak monarşinin hiçbir politik özgürlük tanımadığı Rusya'da Çar­ l ığa karşı savaşan halkçı örgütlerden i l k i 1 861 'de kurulmuştur. 1 860-1 890 yılların­ da Rus entel ijansiyasının yarattığı Narod­ n i kler/H a l kç ı l ar, Çardan ve Çarl ı k düze­ ninden nefret ederken Rus köylü sınıfına büyük sempati beslemekteydiler. Köylülü­ ğün çıkarlarını savunan toprak programla­ rıyla öne çıkan Es-Er'ler, 1 9 1 7 Şubat Dev­ rimi sonrasında sağ ve sol olarak ikiye ay­ rılmıştır. 1 9 1 7'de ilk Tüm Rusya Sovyetler Kongresi'ne seçilen 822 delegenin 258'i Es-Er, 248'i Menşevik, 1 OS'i Bolşeviktir. Yani Es-Er'ler Bolşeviklerin iki buçuk mis­ lidir. Benzer bir sonuç kurucu meclis se­ çi mlerinde de alınmıştır. Görüldüğü gibi Es-Er'ler sadece Müslümanlar aras ında değ i l , t ü m Rusya'da en güçlü parti d i r. Bunda Es-Er'lerin toprak program ının da etkisi vard ı r. E k i m Devri m i sonrasında Bolşevikler, Es-Er'lerin bölünmesi ile olu­ şan sol Es-Er' lerle koa l i syon h ü k ü m e t i kurmuş, Tar ı m Halk Komiseri de (Tarım Bakanı) sol Es-Er Kolegayev olmuştur (Le­ nin, 1 974: 74). 1 3-26 Aralık 1 9 1 7 tarihle­ rinde yayı mlanan toprak kararnamesi esas

1 63

o

olarak Es-Er'lerin tarım programını yansıtmaktad ı r. Bolşeviklerle sol Es-Er'ler arasındaki çatışma ve çelişkilere karşın bu iltifak 1 9 1 8 Temmuz ayına, Es-Er'lerin Bolşevik Partisi'ni düşman ilan ederek ona karşı savaşmaya başlayı ncaya kadar sürmüştür (Carr, 1 998: 45, 1 3 8). 6

1 64

7

Suphi'nin Rusya'da ilk topladığı kongrenin ad ı n ı n 'Türk Sol Sosyalistleri Konferansı' olması da bu yaklaşımımızı destekler mahiyettedir. Suphi'nin Muskom'da sol EsEr'lere yakın olduğunun bir diğer göstergesi de sol Es-Er İbrahim Alemcan'ın makalelerinin sıkça Yeni Dünya gazetesinde yayımlanması olduğu kadar, gazetede sol EsEr liderleri nin konuşmalarına da yçr verilmesidir (Tunçay, 1 995, 64). Suı:;hi'nin sol Es-Er'lere ya kın olması Ekim 1 9 1 7-Temm u z 1 9 1 8 arasında Bolşeviklerle sol EsEr'lerin hükümet ortağı olması nedeni ile herhangi b i r soruna yol açmamış olmalıdır. Suphi 1 920 yılında yapılan TKF Kuruluş Kongresi'ne verdiği raporda "Teşkilatımız Konferanstan sonra Rusya Komünist (Bolşevik) fırkası ile de yakın münasebete giriş[tiJ" (Tunçay, 1 99 1 , 2 8 1 ) diyerek Bolşeviklerle hangi tarihte daha yakın il işkilere geçildiğini de açıklamıştır. Bir Fransız istihbarat belgesinde Suph i'nin yanındaki "Cevdet Ali, İsmet Lütfi, Boşnak Ethem" isimli kişilerin Hürriyet ve İtilaf F ı rkası mensubu olduğundan söz edil mektedir (Cilasun, 2004, 1 9 9 ) . S u p h i ' n i n b u isimlerle İttihat Terakki'ye muhalefet olma ortak paydasında yan yana gelmiş olma ihtimali yüksektir.

8

Uyuşmağ: B i rbirine uymak, u ygun gelmek, a l ı şmak.//Muvafık o l mak, uymak, denk gelmek.//Kavuşmak, ulaşmak (Altaylı, 1 994).

9

Yal ımov Syezd sonrasında kurulan Rusya Kom ü n ist B o l ş e v i k l e r Partisi Mosk0va Müslüman Teşkilatı 'nın merkez bürosuna aza olarak seçi lir (Tunçay, 1 995, 1 60). Ancak daha sonraki seçimde ismi geçmemekted ir. Firdevs ise Suphi'nin Türk Sosyalistleri Konferansı'na oy hakkı ile katılmıştır. Stasova' n ı n Suphi hakkındaki görüşleri için bkz. Emel Akal, 2005a.

1 0 i l i . Enternasyonal'in 2 . Kongresi'ne de ismail Hakkı katılm ıştır. Süleyman N u ri'ye göre i:,mail Hakkı'yı kongreye Suphi göndermiştir (Nuri, 2002: 3 3 1 ) . Mustafa Suphi'nin kend isinin yerine İsmail Hakkı'yı göndermesinin nedeni, Bakü'deki İttihatçı Türk Komün ist Fırkası/Bakü G ruppası'nı tasfiye etmek için Bakü'den ayrılmak istememesi olabi l ir. Eğer İsmail Hakkı, Mustafa Suphi'nin inisiyatifi d ı şında Komi ntern tarafından delege seç ild iyse bu Suphi'ye karşı bir tavır olarak yorumlanab i l i r. Ancak, eğer Mustafa Suphi Bolşeviklerin gözünden düşseydi TKF'nin başına gelmesi de engel lenebilirdi, engellenmemiştir. 1 1 2 7 Haziran 1 920 tarihinde Bakü Komitesi idare heyeti şu isiml erden ol uşmaktad ı r : M u stafa S u p h i , Mehmet E m i n , N a z m i , Abid Alimof ve Salih Zeki (Aslan, 1 99 7 : 90). Demek ki Haziran sonunda henüz Ethem Nejat ve İsmail Hakkı Bakü'deki idare heyetine girmemişlerdir. 1 2 Yenibahçeli Şükrü Enver Paşa'ya yazdığı mektuplarında "Lazistan Teşkilat-ı Mahsusa Kumandanı" imzasını kullanan eski yaveridir. Üvey oğlu Burhan Oğuz'la yaptığım görüşmede, Suphi'lerin katledilme kararını kendisinin verdiğini ima edermiş. 1 3 Yenibahçeli Şükrü Oğuz'un Yayımlanmamış Hatıraları'nı bana ileten sayın Faruk Jl ıkan'a teşekkürlerimi sunarım. 1 4 Yukarıda verilen örnekler Mustafa Kemal, Karabekir, Vali Hamit ve benzerleri arasında Suphi'lerin yolculuğu sırasındaki ne kadar yoğun bir yazışma trafiği olduğu görül mektedir. Yolcu lukları sı rasında yapılan yazışmaların pek çoğunun yayımlanmasına karşın, öldürüldüklerinden itibaren bir tek belge yayı mlanmamıştır. Mustafa Suphi ve yoldaşları nın öldürül meleri üzerine Karabekir ve Mustafa Kemal'e kim, nasıl haberi vermiştir? Onlar ne cevap vermişlerdir? Mustafa Suphi ve yoldaşlarının akıbetleri hakkındaki bu belgesizlik bile aslı nda konuşmaktad ı r. Ya bu yazışmalar bilinçli olarak yok edi l m iştir ya da bilinçli olarak çok gizli dosyalarda saklan maktadır. •

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

İştirakçi Hilmi FOTİ BENLİSOY Y . D O G A N Ç E T İ N K A YA

araştı rmac ı l ar nedense ona "sosyal ist" sıfatını yakıştıramamışlar, onun olsa ol­ sa liberal olabi leceğini iddia etmişler­ dir. Bu yazı, H i lmi'nin çıkarmış olduğu süre l i yayınlara eği lerek, onun sosya­ l i z m a n l a� ş ı n ı fark l ı b i r pencereden değerlend irecektir.2 NE KADAR İŞÇİ, O KADAR SOSYALİZM!

Türkiye' de sosyal ist hareketin köken leri üzerine eğ i l m i ş ç a l ı şm a l a rın hemen hepsi Osmanlı İmparatorluğu'nda nüve hal inde bir işçi hareketinin doğmakta olduğunu teslim etseler de, sosyalizmin ortaya çıkışına zorlama bir eleştirel l ikle yaklaşm ışlard ı r. Bu sorgu lama sonucu ortaya ç ıkan hakim kanı, sosyalist dü­ şüncen in daha çok gayrimüslimler ara­ s ında geliştiği ve bel l i bir toplumsal te­ kabül iyet ed i n d i ğ i , M ü s l ü man veya Türk unsurun ise bu tür düşüncelerden uzak kald ığıd ır. Hatta kendisine sosya­ l ist diyenlerin sosya l istl iği de su götürür kabu l ed i l m iştir. B u n a en tipik örnek i se Osmanl ı!Tü rkiye Sosya l ist F ı rka­ sı'nın (OSF(TSF) önde gelen ismi Hüse­ yin H i l m i , ya da n a m ı d iğer "Sosya­ l i st/İştirakçi H i l mi"dir. Hüseyin Hi lmi, Osma n l ı İ m paratorl uğu'nda M ü s l ü­ man!Türk unsur içerisinde örgütl ü sos­ yalist faaliyette bu lunan ilk isimlerden birisidir. 1 H i l m i , i l k sosya l i st parti ör­ gütlenmelerine öncülük etmiş, işçi ey­ leml i l i kleriyle organik i l işkiler kurmuş ve sosyal ist düşünceyi ilk defa sistema­ tik bir biçimde dile getiren birçok Türk­ çe süreli yayını kamuoyuna sunmuştur. Bu yazıda Hilmi üzerine yazılmış l ite­ ratürün bir değerlend irmesi yapılarak, tarihyazımının nasıl onun sosyalist an­ layı ş ı n ı gö rmezden geld i ğ i n i n ya da küçümsediğinin üzerinde duru lacaktır. H i l m i' n i n faa l iyetlerini değerlendiren

Söz konusu l iteratürün çok farklı versi­ · yon larında sıkl ıkla tekrar ed i len düşün­ ce, Osma n l ı'da bir sanayi devriminin yaşanmadığı ve dolayısıyla da B atı l ı anlamda işçi sınıfının "bizde" varolma­ d ığıdır. Böyl e b i r "altyapının" yoklu­ ğunda sosya l izmin de yeşermesi bek­ lenmemiştir. Osmanl ı dönem inde işçi sınıfının yokluğu ya da "yeterince" ge­ l işmem işl iği yaklaşımı, sağıyla soluyla Türk fikir hayatı nın en yaygın görüşle­ rinden bir tanesidir ve Hilmi'ye i l işkin değerlend irmeleri de büyük ölçüde be­ lirlem iştir. Örneğin Hilmi üzerine olan fikriyatın oluşmasında en büyük paya sahip Çapanoğlu'na göre, "Türkiye'de bir Sosya l ist Partinin kurulması, Avru­ pada olduğu gibi, sosyal bir gel işme­ nin, bir ideoloj ik uyanışın ifadesi ol­ maktan çok uzaktı . İşçi sınıfı n ı n yok denecek derecede zayıf olduğu, en kü­ çük bir teş k i l at kadrosundan yoksun bulunduğu, ayd ın çevreler arasında da Sosyal izm teorilerinin [ ... ] hemen h i ç bil inmediği [ ... ] beş yüz y ı l l ı k b i r istib­ dat d iyarında, günün birinde apansızın ve hiç hazırl ıksız bir sosyal izm cereya­ n ı n ı n uyanması ve hele bir Sosya l i st Partinin kurul ması elbette beklenemez­ d i ; h atta d ü ş ü n ü l emez d i b i l e . B u n a rağmen hürriyet i lanından hemen son­ ra bizde de bir Sosyal ist Parti kuru l ­ muşsa, bunun sebebini, saikini, bir sos­ yalist şuurun uyanışında deği l, sadece

1 65

o

1 66

şaşırtıcı Hürriyet ilanının yarattığı avare ve d e l i şmen po l it i kac ı l ı k havas ı n d a aramak gerektir. [ . . . ] Osmanl ı Sosyal ist Partisi, bu acayip kurum, toplumumu­ zun sosyal uyanışa hazır olmaktan he­ nüz çok uzak olduğunu pek iyi bilen Baha Tevfik için sadece bir 'deneme' ya da bir 'eğlence', derbeder Hüseyin H i l mi için de sadece bir ' iş'ti : G eçim yolu!" (Çapanoğlu, 1 964: 49-5 1 ). Sosyalizmin Osmanl ı toplumsal ger­ çekliği ile i lgisiz olduğu bu an lamda da "temelsiz" bir "heves" işi olduğu özel­ l ikle antikom ünist yazarlar tarafından defaatle işlenen bir tema olmuştur. Ör­ neğin Tevetoğlu'na göre "İkinci Meşru­ tiyet'in kazand ırdığı yeni hürriyet hava­ sı içinde ve iki yıl zarfında meydana ç ı­ kan çeşitli partiler arasında, bu sosya­ l ist parti nin de bir 'heva ve heves', bir 'özenti' eseri olarak kurulduğu anlaşıl­ maktadır. [ ... J İlk Türk sosyal ist partisi, şan ve şöhret heveslisi, cahil, kukla kişi i leri sürülerek kurulmuş; seçimlerle il­ gilenmek imkanına sah ip olmadan ve pek bir başarı gösteremeden metruk bir h a le gelm iştir" (Tevetoğlu, 1 96 7 : 1 6, 20) . Sayı lgan'a göre de " 1 9 1 0 Eyl ül'ün­ de Hüseyi n H i l m i ve birkaç arkadaşı tarafından kuru lan Osma n l ı Sosya l ist F ırkası'nın, imparatorl uk dahil inde baş­ lamış olan işçi hareketleri ile h içbir il­ gisi yoktu . Mütareke İstanbu l'unda Tür­ kiye Sosya l i st F ı rkası ism iyle yen iden faa liyete geçmesi, bazı işçi hareketleri içinde rol oynama s ı n ı n sebep leri ise başkad ır. Yan i bu fırka işçi sınıfın ı n ta­ bii gel işimi sonucu doğmuş bir fırka ol­ mayıp, daha başka dış etken lerin do­ ğurduğu, had iselere ittiği bir isimden ibaret teşkilattır. [ ... ] OSF, Osmanl ı top­ lumunun bir boşluğunu dolduran ge­ rek l i teşk i l atlard a n deği l d i . Osman l ı İ mparatorl uğu sosya l izme i htiyaç du­ yulan, gerekli ortama sahip deği ldi. Sa-

nayi kolları yoktu . İşçi sın ıfı yeterli va­ s ı fta ve kesafette değ i l d i " (Sayı lgan, 1 97 2 : 70, 72). Darendelioğlu için de Osmanlt'da işçi sınıfı gelişmemiş oldu­ ğu için OSF yapay bir kuru l u ştur ve Hilmi için bir geçim aracından ibarettir (Darendelioğlu, 1 973: 1 6- 1 7, 34). Muzaffer Sencer de "henüz emek­ sermaye çelişkinl iğinin egemen n itel ik kazanmadığı bir ortamda" OSF'yi, Hil­ mi'nin "kişisel çabasının ürünü" olarak değerlendirir (Sencer, 1 974 : 5 5-58). Fe­ roz Ahmad için de sosyalizmin varola­ bil mesi için sayd ığı "zoru n l u nesnel koşul lar" arasından (işçi sınıfı ve sendi­ kaları n ı n olması, sınıfl ı bir toplum ve sınıf mücadelesi olması, genel oy hak­ kı, enternasyonalizm ve yandaş ayd ın­ lar) sadece sonuncu su, yan i ayd ı n lar Osma n l ı'da bol m i ktarda b u l u nmak­ taydı . "Ama dinamik ve canl ı bir sendi­ ka hareketini yürütebilecek kadar sayı­ ca güçlü ve mil itan bilinçl i bir işçi sını­ fından henüz söz ed ilemezdi." Ahmad, bu koşul larda teker teker Osmanl ı sos­ yalist l erinden bahsetmen i n mümkün olmasına karşın bir Osman l ı sosya l ist hareketinin varl ı ğ ı ndan söz etmenin pek de geçerl i olamayacağını savunur (Ahmad, 1 995: 1 6- 1 7). Ü lken de Meş­ rutiyet yıl larının sosyal ist hareketini "fi­ kir hareketi ol arak üzerinde du rmaya değer" bulsa da aynı ç izgidedir: "He­ nüz büyük endüstrisi, yeteri kadar işçi­ si, işçi sendikası ve teşki latı o lmayan bir memlekette sosyalist düşünce biraz erken ve hayali sayı labi lir. N itekim bu i l k denemeler kuvvetl i h içbir iz bırak­ madan kaybo lmuştur" (Ü iken, 1 99 2 : 206-207). Mütareke döneminde İ stanbu l'daki i şçi hareketinde öne m l i ro l oynayan TSF ise çoğu kez işçi hareketleri dola­ yımında değil de H i l m i ' n i n işga l kuv­ vetleri ile kurduğu il işki ler dolayı sıyla

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /YA N S I M A L A R I

o� un b i r "geçim ve seçim vasıtası" ola­ rak değerlen d i r i l m i ş t i r (Teveto ğ l u , 1 967: 78). Kemal Sülker de çalışmasın­ da Hüseyin H i l m i'yi " i şçi lere ihanet eden kişiler, yöneticiler var mıdır?" so­ rusu altında ele a l ı r. Sülker, H i l m i'yi "maceracı", "h ıyaneti, bilgisizl iği, be­ ceriksizliği bil inen kadrolar"dan sayar. TSF'yi ise işgal güçlerine yaslanan ve "temeli zora, şiddete, h i leye, aldatma­ ya dayanan yapmacık örgüt" olarak de­ ğerlend irir (Sülker, 1 968 : 1 1 - 1 2; 2004: 40-41 ) . Hil mi'nin özel l ikle 1 920'1i yıl­ ların başında başarı l ı işçi grevleri örgüt­ lerken işgal devletleriyle gird iği i lişkiler bu "yapmacıklığın" nedeni olarak gö­ rül ür. Oysa 1 920' 1 i yıl larda istanbu l'da Hilmi çevresin in örgütlenmesinde cid­ di katkıları olan grevler, işçi hareketi için önem l i deneyimler teşki l etm iştir. Zira bu grevlerin örgütlendiği sektörler daha sonra işçi hareketinin kalbini teş­ kil etmeye devam edecektir. İşçi sınıfının kimleri kapsadığı ve na­ s ı l o l u ştuğu tari hyaz ı m ı n ı n ta rtışmalı konularından biridir. Sadece büyük üre­ tim birim lerinde ücretli çal ışan ları işçi olarak tanımlamak tartışmanın bir tara­ fında yer alanlarca savunulan bir yakla­ şımdır. Böylesi bir perspektiften hare­ ketle Hobsbawm, İngi l iz işçi sın ıfının oluşumunun ancak 1 9 . yüzy ı l ı n son çeyreğinde gerçekleştiğin i yazar (Hobs­ bawrn, 1 984) . E.P. Thompson ise işçi sı­ nıfı n ı sanayi devri m i n i n ürünü büyük fabrikalarda çalışan işçilerle sınırlı ola­ rak ele almamıştır. Thompson, devasa sanayi işletmeleri dışı nda (hatta önce­ sinde) ça l ışan ların işçi sınıfının öneml i bir bölümünü oluşturduğunun altını çi­ zer. Thompson'un işçi sın ıfı, zanaatkar­ l ı k, taşeron işçi lik, eve iş verme ve "dü­ zen siz" i ş l erde ç a l ı ş m a bağla m ı nd a ken d i n i ol uşturur (Thompson, 1 963). Türkiye tarihyazımında daha çok atıfta

1 67

lştirakçi Hilmi, Osmanlı sosyalizminin yazı, yayın ve mücadele tarihi içinde en üretken simalanndandır. Hürriyet ve sosyalizmin anlamfannın içiçe geçtigi tarihsel yankta yer alır.

bulunulan ve karşılaştırma yapılan işçi sınıfı tanımıysa, 1 9. ve 20. yüzyıl dönü­ münde şekillendiği biçim iyle, yan i gö­ rece büyük üretim birimlerinde formel istihdam biçimlerine sahip Avrupa işçi sın ıfıdır. Ancak bu tarihten önce Avrupa tarihini şekil lendiren işçi sınıfı hareket­ leri, daha çok küçük üretim birimlerin­ de çal ı şan, zanaat üretiminin dönüşü­ me uğramış bir biçimi içerisinde faali­ yet gösteren ve politik olarak geçmişten gelen bir birikime sahip bir işçi sınıfının faal i yetl eri n i n sonu c u d u r (Ca l h o u n , 1 982; Sewell 1 980).3 Kısacası, Osman­ lı'da işçi sınıfının olmadığı tezi, bel l i bir bakış açıs ı n ı n ifadesidir ve d iğer top­ lum larla karş ı l aştırm a l ı bir anal izden yoksun bir iddiadır. Görüldüğü gibi O(TSF, ya işçi sın ıfı­ nın Osmanl ı'da mevcut olmadığından hareketle "yapay" ve "gereksiz" sayı l-

o

1 68

mış ya da mevcut işçi sın ıfıyla ilgisiz, emekç i l ere dayanmayan "yapmacık" g i ri ş i m ler olarak değerlend i r i l m i ştir.4 Osmanlı toplumunda sın ıfların mevcut olmadığı itirazıyla o dönem de karşı la­ şan Hilmi çevresi buna yanıt vermeye çal ı ş ı r. D a h a İştirak' i n i l k say ı s ı n d a "Amele H ayatı" baş l ı k l ı yazıda, Os­ manlı toplumunda işçi sınıfının yoklu­ ğu görüşü eleşti ri l ir: "Aristokrat tabiatlı bey l i k m ü pte l a s ı k i m se l ere ne vakit sosyal izmden söz açıl ırsa bu mesleğin Avrupa'ya özgü olduğu, henüz bir işçi hayatı olmayan Osmanlı mem leketle­ rinde bundan bahsetmenin zamanı gel­ mediği cevabı alınır. Gerçekten, beyza­ delerin yakın çevresi nde, yani yemek salonlarında, tiyatro ve balolarında, seyranga h larında, gez i nti yerlerinde; kısası zevk ve safa ile dolu yaşama a l anlarında önem l i bir işçi faa l i yeti yoktur." Yazar devam ında "beyzadele­ ri" İstanbu l'daki un fabrikalarını ve ter­ zi atölyelerini ziyaret ederek buradaki sefil çalışma koşullarını müşahade et­ meye davet eder. " B i z i m mem leketi­ m izde işçi hayatı yokmuş! İşçi var ya . . . [ . . . ] a z zamanda göğsümüzü kabarta­ rak, meserretle göreceğiz ki sermaye­ nin heybeti karşısında işçiler ve emek­ çiler birleşip ittifak ederek, d iğer mem­ leketlerde olduğu gibi, burada da, var­ lıklarını ispat edeceklerd ir. Emek felse­ fes inin başarıları karşısı nda, ince ses l i, gel in yürüyüşlü beylerimiz lal ve hay­ ran kalacaklardır."5 Ayn ı mesele çevre­ nin d iğer yayın larında da konu ed i l ir: "Memleketimiz [ ...) öyle bir devre-i ik­ tisad iyede bu l u n uyor ki b i r taraftan müstahsilatta sermayedarl ık usu l ü baş gösterm ekte ve d i ğer ta raftan tarz-ı atik-i müsta h s i l a t peyderpey z a i l ol­ maktad ır. Bu şerait altı nda memleketi­ m izde dahi yen i bir sınıf husule gel­ mekte olup mec l is-i mebusan ı m ızda

vükelamız bunu görmek i stemezlerse de memleketim izin her tarafında ve ba­ husus Bursa vilayetinde işlemekte olan beş bin amelenin esvat-ı tazal lümü bu­ nun bir hakikat olduğunu isbat etmek­ tedir. B izde dahi bu mübarize-i sın ıfiye başlıyor."6 "DERBEDER", "FIRSATÇI" HİlMİ İşti rakçi'nin olumsuz değerlend irilme­ sinin bir nedeni de, kızı l yeleği, armal ı otomobili, "cepte metelik kalmadı" sö­ zünü virgül olarak kul lanmasıyla bir­ çok kişinin hafızasında yer etm iş i lginç kişil iğidir. "Derbeder" ve "fırsatçı" Hil­ mi imajının oluşması nda Süleyman Ça­ panoğlu, Bezmi Nusret Kaygusuz ya da Refik Halid Karay gibi kendisini bir şe­ kilde tanımış kişi lerin aktarımları bel ir­ leyici o l muştur. B u keyifl i anlatı m lar, H i l m i hakkında kelam eden çoğu kişi tarafı n d a n sorg u l a n m a ks ı z ı n tekrar edi l m iş, halta çoğu kez, H i l m i'nin kimi olumlu vasıflarına i l işkin bu anlatımlar­ da varolan "dengel i " tasvi r de yerini tek tarafl ı bir imaja bırakmıştır.7 Örne­ ğin Çapanoğlu, b i r ya ndan H i l m i 'yi şöhret sahibi olmak için kıvranan b ilgi­ siz biri olarak resmederken diğer yan­ dan da cesur, mert ve "yı l mak ned ir b i l meyen b i r karakter sahibi" olarak değerlend irir (Çapanoğlu, 1 964).8 Bez­ mi Nusret ise H i l m i hakkında bir yan­ dan "bu adam ı n yegane gayesi şöhret yapmak ve büyükler katarına karışmak­ tı. ( . . .) Sosyalist fırkasını da o maksatla tesis etti. Sosyalizmi Türkiye'de tek ba­ şına temsil ettiği n i herkese göstermek için daima kırmızı yelekle dolaşır du­ rurd u . ( . . . ) Hüseyin H i l m i , Baha Tev­ f i k' i n e l i n d e b i r a l et i d i . B a h a ' n ı n onunla görüşürken ciddi olduğunu ve alaydan ayrı ldığını h iç görmedim" der­ ken diğer yandan da gençl iğinde tanı-

RUSYA'DA

1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

dığı Hilmi'yi "tahsi l i zaif olmakla bera­ ber, zeki, cüretkar ve istibdat idaresi aleyhdarı bir genç" olarak anar (Kaygu­ suz, 1 95 5 : 25-26, 77- 8). Refik Halid de Ah met Samim sui kastı ndan sonra cinayeti protesto eden İştirak özel sayı­ s ı n ı n nası l yayı m l a n d ı ğı n ı aktarı rken H i lmi'nin bu işi para için üstlend iğini aktarır.9 Ancak daha sonra Hilmi poli­ sin eline geçince kendi ismini vermedi­ ğini, "mert adam" olduğunu da vurgu­ lamadan edemez (Karay, 1 996: 5 8-60). Kazım Kip ise an ı larında, mütareke dö­ neminde örgütlediği önem li grevlerle yıldızı parlayan TSF hakkı nda şunları aktarır: "Bu Sosyal ist Partisinden ciddi bir iş beklenemezd i . Ayyaş bir başkan, pasif bir katip ve üç beş devamsız üye­ den ibaret bir parti, h içbir iş göremeye­ ceğini anlamıştım" (Kip, 2006 : 83). Bu an latımlar birçok araştırmacı tarafı ndan olduğu gibi kabul ed i l m iş, üstelik bazı­ s ındaki daha "dengel i" an latım yerini tek yön l ü bir H i l m i portres ine b ı rak­ mıştır. H i l m i'nin mücadelesini bir ge­ çim yolu olarak tarif eden çeşitli yazar­ lar, onun fazla ciddiye al ınmasını da kıyasıya el eşti rmişlerd ir. Örneğin Tö­ k in, OSF'yi, "Türkiye'deki siyasi müca­ dele tarihinde doktrin'e sahip ilk parti" o l a rak değerl e n d i r m i ş (Tökin, 1 9 65 : 48-49), Sayı lgan ise bu değerlend irme­ yi "cidd i bir davran ış" ol mamakla eleş­ tirmiştir. Ona göre, "OSF'n in 1 9 1 O yı­ l ı ndaki va rl ığı i s m inden ve Hüseyi n H i l m i'nin işgüzarl ıklarından öte b i r şey değildir" (Sayılgan, 1 972: 7 1 ) . Kuran'a göre de Mütareke devri İstanbul'unda işçi hareketine damgasını vurmuş TSF, "hiçbir mevcud iyeti izhar edememiş ve ya lnız m üessisi H i l m i Bey' i n çöplen­ mesine yaramıştır" (Kuran, 1 959: 748) . Tu nçay ise Kaygusuz ve Çapanoğ­ lu'nun an latımlarındaki Hilm i'nin sos­ yalizmle i lgisinin "bir şaka ya da para

çerçevesi" içinde olduğu teması na karşı ç ı kar ve "yarattığı harekete bakı l ı rsa, H i l m i ' n i n o n l a r ı n d ü şünd üğü kad a r gayr-ı ciddi bir adam olmadığı" sonu­ cuna varır (Tu nçay, 1 9 9 1 : 46). Oya Sencer ·de H i l m i 'yi cidd iye a l mayan tavra karşı çıkar ve H i l m i'nin "eylem adamı" yönünü vurgular. Sencer'e gö­ re, "Hilmi sol fikirleri işçiye indirmeği bilmiş ve böyle bir hareketin 1 920 yıl­ ların ın işçi sın ıfı arasında gel işebilmesi için somut eylem ve başarı ların ne de­ rece önem l i o l duğu gerçeği n i kavra­ m ıştır" (Sencer, 1 969: 2 73). 10 Harris de Hi lmi'nin sıradan bir oportün ist ol ma­ dığını bel irterek Hilmi çevresinin örgüt­ sel kapasitesinin önemini vurgu lam ıştır (Harris, 1 967: 21 -22).11 Tunaya da işin dedikodu kısmına girmeyerek, "Sosya­ l i st F ı rkas ı n ı n ideolojisinde Baha Tev­ fik' i n doktri n i , H i l m i' n i n de eyl e m i temsil ettiği" yargısına ulaşmıştır (Tuna­ ya, 1 99 8 : 2 7 8) . Alkan ise Baha Tev7 fik'in fikri, H il m i'nin ise eylem i temsil ettiğine d a i r şemayı reddederek H i l ­ mi'nin sosyal izm bilgisinin san ıld ığı ka­ dar kısıtl ı ol madığı ve B. Tevfik'in onun üzerindeki tesirinin sosya list deği l, libe­ ra l yö nde o lduğunu b e l i rt i r (A l k a n , 1 990a: 4 7 ; Alkan, 1 988a: 41 -49) . 1 2 HÜSEYİN HİLMİ ÇEVRESİNİN SOSYALİZMİ Hilmi hakkındaki bir diğer yorum onun "cehaleti" üzerinde yoğunlaşır. Bir H i l ­ m i stereotipinin oluşumunu sağlamış anekdot l i teratü rüne bir katkı da biz yapab i l iriz: İstanbul'daki Rum sosya­ listlerden S. Papadopulos 31 Temmuz 1 9 26 tari h i nd e Ergatis gazetesi eski müdürü N . Yannios'a yazd ığı mektupta H i l m i ' n i n c e h a l e ti y l e a l ay eden b i r anekdot aktarır. Buna göre 1 909 1 Ma­ yıs' ında Kağıthane'de yapı lan etk i n l i k

1 69

s

1 70

s ı ra s ı n d a H i l m i heyeca n a kap ı l arak ad ını çok işittiği Marx'a bir tebrik telg­ rafı çekilmesini ister. Kendisine Marx' ın çoktan vefat etm iş olduğu söyleni nce de Hilmi bilhassa müteessir olur.13 Ne kadar keyifl i olsa da bu tür anekdotlara dayanarak yapılacak bir değerlend irme eksik, dahası pekala yan l ı ş olabi lecek­ tir. Bu bağlamda Alkan, H i l mi'nin daha sosya l i z m i ben i msemeden önce Ser­ best İzmir gazetesinde çıkmış yazı ların­ da sosyal ist görüşleri tan ıdığını ortaya koymuş ve H i l mi'nin "kara cahil liğine" ve "tesadüfen" sosyalist olduğuna dair görü şleri e leştirm iştir (Alkan, 1 990a: 47-49). H ilmi'nin cehaletine dair görüş, an­ laşılan o dönemde de ifade ed i l mek­ teyd i . N i tekim bu görüşlere Hafta lık Gül Bahçesi adlı dergide Emiroğlu i m­ za l ı b i r yaz ıyla karş ı l ı k veri l m i ştir. 1 4 Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosya l ist F ı rkası çevres i n e k a r ş ı yaz ı l a n m a k a l ede, TSF'ye yönel i k bir eleştirinin de liderle­ rinin cehaleti hakkında o lduğu belirti­ lir. Parti yönetici lerinin işçilerin içinden ç ıktığını d i l e getiren maka le, buna en büyük del i l o l arak da sadece kendi parti lerinin işçilerin teveccühüne maz­ har olduğunu vurgu lamıştır. Yazar mu­ arızlarının fırka reisleri için "cahil, parti id are etmek kabi l i yetinden yoksun, müstebit" denmes i n i onların vaktiyle bu mevkiye oynamış oldu klarına ver­ m i ştir. Hilmi'nin azim irade ve metanet sahibi olduğunu d i le getiren Emiroğlu, "biz de inkar etmiyoruz, Reis (Başkanı­ m ı z H i l mi) Sorbon Ü n i versitesi'nden mezun deği l d i r. Ve mezun olmadığı i ç i n d i r ki, ş i m d iye kadar, güvendiği dört beş arkadaşıyla beraber, teşki latı nı bu kadar i leriye götürebi lmiş ve yirmi seneden beri varmak isted iği hedefe yakınlaşm ıştır" d iye eklem iştir. Reis lerinin çektikleri ne, sürgün lerine değinen

o

yazar, "Al manya'da spartakislerin nü­ mayişlerini görerek sosya l ist o l m aya yeltenen o cici beylerin" bu i şlere akı l-' !arının ermeyeceğini bel i rtm iştir. Hi lmi'nin cehaletine dair değerlen­ d i rmelerin gözden kaçırdığı bir husus da, sosyalizm tarihinde öne çıkmış fi­ gü rlerin çoğunun "mürekkep yalamış" kişiler olmad ığıd ı r. Dünya sosyal ist tari­ hini büyük kuramcılarla sınırlamak ve işçi hareketinde önemli rol ler oynamış l iderleri bu tarihten d ışlamak oldukça indirgemeci bir yaklaşımd ır. Dahası, bu l iteratür, çoğu kez sosya­ l iz mden çok dar bir Marksist yorumu anlamaktadır. Bu çizginin d ı şındaki fi­ ki rlere sosyalist sıfatını yakıştırmamak­ tad ır. Oysa sosyal izm, iç tartışmaları ve farklı laşmalarıyla öne çıkmış bir hare­ kettir. Sosyal izm tarihini n i hai aşama olan Sovyetik Marksizme varacak çiz­ gisel bir evrim olarak görüp belirli bir versiyondan farklılaşan her akımı birer "sapma" olarak değerlend iren indirge­ mec i yak laşı m ı n, H i lmi'nin de sosya­ l istl iğini sorgulaması doğaldır. Örneğin Ş işmanov, H i l m i çevres i n i n önem i n i tes l i m etse d e onu "bil imsel sosyal izm" kürsüsünden mahkum etmekten kendi­ ni alamaz: "Osman l ı Sosyal i st F ı rkası­ nın yönetiminde, m i l l iyetçi görüşlerin etkis inden kurtu lamamış, bili msel sos­ yal izme ve Marksist parti i l kelerine kar­ şı olan burjuva reformistleri ve oportü­ nistler çoğunluktayd ı . Partinin Başkanı Hüseyin H i l m i d e bu türden, ken d i kend ini yetiştirm i ş bir küçük burjuva sosya l istiyd i . [ . . ] B i rçok kere, küçük burj uva sosya l istlerine özgü bir tavır olan kararsızl ıklara düşen H . H i lmi, bu tür tutarsızl ıklarını işçi sın ıfının ve sos­ yal ist hareketin düşmanlarıyla uyuşup anlaşacak kadar i leri götürmüştür. Ba­ tı'daki oportünistlerin de etkisinde kalan H. Hilmi ve yandaşları, Türk işçi sı.

R U S YA ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l / YA N S I M A L A R I

nıfı ve sosyal istlerinin gerçek devrimci bir s ı n ıf partisinde b irleşmelerine de karş ı ç ı k m ı şlard ı r" (Şişmanov, 1 990: 49-50). Mütareke devrinin TSF'si de, i l . Enternasyonal'e kat ı l mayı seçmekle "oportün izmin batakl ığına saplanm ış, Türkiye işçi sınıfı nın devrimci i l kelere bağlı gerçek bir sosyal ist parti altında bi rleşmesine engel ol muş, bu yolda ya­ pılan çal ışmaları baltalamıştır" (Şişma­ nov, 1 990 : 57). Bu tarz bir yoru mun dayandığı bir kaynak, dönemin farklı sosyal ist akım­ larını temsi l eden kişi ya da grupların H i l m i çevresine dönük e leşti rileridir. Özel l ikle Kurtuluş/Aydınlık çevresinin TSF'ye yönelik değerlendirmeleri bun­ lardan birisid ir. Örneğin Şefik H üsnü, TSF'ye i l işkin şu değerlend irmeyi ya­ par: "Geçenlerde ölen İştirakçi H i l m i efendi b u gerici partiler [Hürriyet ve İti­ laf Partisi] ve bizzat İngiliz işgal kuv­ vetlerine dayanarak, Türkiye'de o za­ mana kadar misli görülmemiş, görkem­ i i bir Amele Parti si ortaya ç ı karmıştı. Ne ol dukları bütün İ stanbu l işçisi nce anlaşı lmış olan birkaç kişi yabancıların koruyuculuğuna yaslanarak, bu partiyi yaklaşık olarak iki yıl yaşatmayı başar­ d ı l a r. Temeli zorba l ı k, şiddet, h i l e ve dalevere olan her yapmacık ve zorla, ma örgüt gibi, bu da i l k vuruşta son tramvay grevi bozgunu sonucu yıkı lı­ verdi. Ve arkasından bir karabasan anı­ sından başka bir şey bırakmadı" (Şefik Hüsnü, 1, O Şubat 1 923, yeniden basım, 1 975 : 1 4 1 ). Kom intern'e yakın bir sos­ yalizm anlayışını temsil eden bir çevre­ n in, i l . Enternasyonal'e merbut bir gru­ ba böylesi bir eleştiri yöneltmesi ma­ kuldur. Sorun, bu ihtilafın neticesi orta­ ya çıkan eleşti rel değerlendirmelerin, sosya l izmin Sovyetik yorumunu mer­ keze alan kimi yazarlarca eleştirisiz bir biçimde kabul ed i l mesidir. Böylece bil-

hassa Mütareke dönemi işçi hareketle­ rini değerlendirmede ciddi zaaflar orta­ ya çıkabi l m iş, TSF' n i n önc ü l ü k ettiği grevler azımsanmıştır. SOSYALİZM, İSLAM VE YURTSEVERLİK Meşrutiyet dönem i H i l m i çevres i n i n yayınlarının sosyalizm kavrayışının ek­ lektik bir mahiyeti vard ır. Söz konusu eklektizm gazetelerde yayımlanan fo­ toğraflarda d a göze çarpar : Marx ve Bebel'den Proudhon'a ... Bu eklektiklik, üretim araçları üzerinde özel mülkiye­ tin kald ırılması gibi Marksçı temalar ile meşru ve gayrimeşru mülkiyet ayrı m ı gibi 20. yüzyılın başında artık sosyalist hareket içerisinde marjinalleşmiş "eski" öğeler arasında salınır.15 Kimi yazılarda s ı n ı f m ü cadelesi sosya l i z m i n temel i olarak alınmaktansa sosyalizm, bu mü­ cadeleyi ı l ı m l ı laştırmaya çalışan bir ce­ reyan olarak tanımlanır. Örneğin Sami i mzasıyla Sosyalist gazetesinde yayım­ lanan yaz ıda bel i rtild iği üzere amele ile sermayedarın mücadeleleri giderek keskinleşmekte ve bu da toplumu bir krize sürüklemekted ir. Yazara göre bu durumu ancak sosya lizm düze lteb ilir: "Böyle bir mübareze-i hayatiyetin neti­ cesinde kim galip gelirse gelsin neticesi hayat-ı umu miye itibariyla yine zarar­ d ı r. ( . . . ) İşte bu derdlere bir deva bul­ mak isted iğimiz için bize (sosyalist) di­ yorlar. " 1 6 Buna mukab i l , sosya l izmin sınıf mücadelesiyle bağlantısını açık bir biçimde ortaya koyan yazılar da mev­ cuttur. Örneğin Vahan Vasfi i mzasıyla Medeniyet'te neşred ilen "Sosya l i zm Nedi r?" ad l ı makalede sosyalistlerin sı­ nıfları yekdiğerine karşı kışkırttıkları yö­ nündeki itham konu edi l i r. Vasfi'ye gö­ re s ı n ı f m ü cadelesi, "tar i h i n her b i r devri nde terakkiyat-ı i ktisad iyen i n se­ meresidir. Medeniyete doğru attığımız

1 71

o

1 72

her bir hatve, her bir devr-i yen i yeni bir sın ıfın eski sınıfa galebe etmesidir. Sosyal izm sebep değil, neticedir. Sos­ yal izm [ . . . ] kendi zamanı mızda mevcut olan mübarizen in neticesidir." Vasfi ke­ za sosyal izmin bir "sınıf istibdatı" ola­ rak telakki edi l memesi gerektiğini vur­ gular: "Bazı iti razat-ı mesrudeye rağ­ men sosyal izm bir sın ıfın istibdatı ye­ rinde başka bir sınıfın istibdatını payi­ dar etmek arzusunda değildir. Burjuva sın ıfının istibdat-ı iktisadiyesini ref edip onun yetinde amele sınıfının hakimiye­ tini tem in etmek amel ini besleyemez. Hayır, onların arzuu istibdatı mahvet­ mektir." S ı n ıf mücadelesinin ortadan kalkması ancak üretim araçlarında özel m ü l kiyet i n kald ırı l m a s ı i l e m.ü m k ü n olacaktır: "Mübarize v e rekabetin ibti­ dası vesait- i isti hsal iyed i r. M ü l kiyet- i şahs iyen in husu le gelmesiyled ir. Onun i ntihası d a h i o vesait-i i stihsa l i yenin umuma a id iyetine men uttur. O vakit mübarizen in sebeb-i asl iyesi ref olun­ muş olur."17 Ne şeki lde olursa olsun, H i l m i çev­ resinin sosyalizm tan ı m ına "sınıf müca­ delesi" a n l ayışı içkind i r : "Amele ser­ mayedaranın keyif ve arzusunda, istib­ dat-ı hevesatına tabi olmaktan, onların her isted iğini yapmak, her verdiğini ka­ bul etmekten kurtu lmak için ancak bir kitle halinde müdafaa-i hukukun kabil olacağını anlamışlar, bu vech ile teşki l ettikleri cemiyetle sosyal izm fikrini se­ lamet-i insan iye namına vaz etmişler­ dir."18 Bu mücadelen in reforma ya da devrime ulaşıp ulaşmayacağı meselesi, yani işçilerin örgütlenme ve eylemleri­ nin hak arayışı sınırları dah i l inde kalıp kal mayacağı hususu, yayınlarda açık kal ı r ve kuşkusuz zamanla "reformcu" eği l i m ler a ğ ı r basa r. Ancak ö n e m l i olan, çevren i n işçi sı nıfını sosya l i z m davasının esası olarak e l e almasıdır. 1 9

Öyle ki Dumont, H i l m i çevresinin de dahil olduğu Osman l ı sosyalistlerini bir tür işçicilik/uvriyerizm ile eleştirir. Ona göre Osmanlı sosyal istleri, "eylemi sa­ d ece işçi d ü nyası çerçevesi içinde" görmekte ve bu anl amda da "siyasal çalışmalarla sendikal çalışmaları karış­ tı rmak eğ i l i m i n i" göstermekted i rl er. D u mont'a göre bu eğ i l i m, Osman l ı sosyal istlerini "nazik bir duruma soku­ yor; taban larının taleplerini savun mak ve yerine getirmek zorunluluğunda ol­ duklarından siyasal alanda çok ihtiyatl ı davranmak" durumu nda k a l ı yorlard ı (Dumont, 1 977: 38). Mütareke devrinde yayım lanan İdrak gazetesinde ise sosyal ist fikriyatın daha derli toplu bir savunusuna şahit olmak­ tayız. Bu konuda 6. sayıdan başlayıp son sayı larına kadar devam eden "Sos­ ya l i z m Ned i r?" yazı d iz i s i gazetenin önem l i bir bö l ü m ü n ü kap l a m ı ştı r.20 Bi rçok kavram ve düşünceyi basit bir d i l le ifade etmeye çalışan yazı dizisi, Marksist literatüre ait kavram ların Türk­ çe karşı l ı k l a r ı n ı bul m aya ça l ı şm ı şt ı r. Yazı d izisi önce küçük sanayi devrinin nasıl sona ereceği i le başlam ış, ikinci o l arak a m e l e h ayatı, üçüncü ol arak sermayedar sın ıfı ve saltanat devri, dör­ düncü olarak bu devrin yerine geçecek müstakbel devre ve son olarak da sınıf­ lar arası mücadeleleri izah etmiştir. Ya­ zı dizisi İdrak gazetes i ve onu çıkaran­ ların sosya lizmin ABC'sine dair gayet bilgi l i olduklarını göstermektedir. Tun­ çay'ın dizinin sosyal izmden ziyade ka­ pita l izmden bahsettiği yön ündeki de­ ğerlendirmesineyse katı lmak mümkün deği ldir (Tunçay, 1 991 : 5 8). Sosyalist l i­ teratüre dair kavram ların tan ıtı ldığı bu yazı dizisi, sosyal ist yazında sıkça kar­ şı laşı labi lecek şek i lde bir kapita l izm eleşti risid i r. Sosya l i st yaz ı n da büyük oranda sosyal izmin nasıl bir sistem ola-

R U S YA ' DA

1 9 1 7

Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l / YA N S I M A L A R I

1 73

iştirakçi Hilmi "amele sıııifı " içindeki kitleye ulaşabilmek, sosyalizm mücadelesini anlatabilmek için toplumsal bağlardan serma_ye sahipliğine, Jstrım 'daıı kamu düzenine değin farklı pek çok konuda yazılar yazaı:

cağından çok, kapita l ist s i stem in bir eleştirisinden oluşur. Bu yazı dizisi ser­ veti vücuda get i ren i n para mı yoksa sa'y, yan i emek mi olduğunu sormuş ve herhangi bir şeyin kıymetin i belirle­ yen in emek olduğunu d i l e geti rmiştir. B u k o n u d a patron l a r ı n " s a ' y ı n n e ehemm iyeti var, amele n e demek?! Ha­ san olmazsa Kirkor olur, o olmazsa Va­ s i l i olur, iş paradır" şekl inde izah ed i­ len tavrı sorgulanır.21 B urada önem l i o l a n gazetenin emekç i l erden bahse­ derken bilinçl i olarak farklı cemaatler­ den isim ler seçmesi ve "paranın salta­ natı" karşısında, farklı etnik gruplardan da gelseler emekçi lerin ortak durumla­ rını vurgulamasıdır. Yazı dizisi, işsizler ordusunun nası l bir rekabet ortamı ya­ rattığını, küçük esnafın nasıl helak ola­ rak pro leterlerin saflarına katı ldığını, k l a s i k Mark s i st a rt ı -değer teo r i s i n i , usul-i mülkiyet v e istihsal i okuyucuları­ na aktarmaya çal ışm ıştır. Bunu yapar­ ken de Marx ve Lassale gibi düşünürle-

r i n sosya l i st fikriyatı i l m i tem e l l ere oturttukları da gündeme getir!lm iştir.22 İdrak' i n i l k sayısının baş makalesi­ n in23 ikinci paragrafı önem l i bir cüm­ leyle başlar: "Mem leketimiz eze l i bir sosya l ist memleketid i r." İdrak Türki­ ye'nin asl ında eskiden sosya list oldu­ ğunu iddia etmiş ve bunu da eski za­ manlarda şeriatın egemen l iğine bağla­ mıştır. Bu noktada gazete bir "asr-ı sa­ adet" söylemi tuttu rmuştur. Zamanla şartlar değişmiş ve diğer medeni ülke­ lerde olduğu gibi "halk arasında içti­ mai farklar husule gelerek bir amele sı­ n ıfı peyda o l m u ştur." Gazete eskiye dönmeyi önermemekted ir. Halk içeri­ sinde sosyal farkların meydana çıkma­ sıyla birlikte tüccar ve esnaf sın ıfı kendi ara larında ittifak yapm ı ş ve hakları n ı korumuştur. Ancak ameleler birbirin­ den habersiz ve ayrı olarak yaşamaya devam ettiği için "sermaye sahiplerinin elinde adeta oyuncak" olmuşlard ır. Hilmi hakkındaki literatürün vurgula-

o

1 74

dığı hususlardan bir tanesi de Hilmi'nin yayınlarında yer alan bu İslam vurgusu­ dur. Hatta çevrenin İslam ile sosyal izmi bağdaştırmaya çalıştığı, bir İslami sos­ yalizm oluşturmaya çal ıştığı b i le iddia ed ilm iştir. Bu onun sosyal ist olmadığı­ nın "del i llerinden" bir tanesi olarak kul­ lanıl ır. Onun dini referansları, sosyal iz­ mi meşru laştırma amacıyla ku llandığını Kerim Sad i ve Alkan d ışında vurgulayan yoktur. Özel l i kle H i l m i ' n i n İştira k'te yazd ığı yegane yaz ı s ı nda bu konuya değiniyor olması konunun önemini ar­ tırmaktad ır. Bu yazı Şura-i Ümmet ga­ zetesine veri len bir cevaptır.24 Yazıyla sosyalizmin İslama aykırı olduğuna dair eleştirilere yanıt veri l meye çalışılmakta­ dır. Bu nedenle asıl sosyal istlerin İslama daha yakın oldukları iddia ed i l m i ştir. Hatta bazı benzer yazılarda olduğu gibi savunuya İsa ve mücadelesi anı larak başlanmıştır. Ancak makalenin büyük bölümü bir sosya lizm savunusudur. Hil­ m i'ye göre, nasıl serveti olanlar tröst gi­ bi örgütler kuruyorsa, "fakir ve aciz iş­ çi"nin kuracağı bir yard ım sand ığının çok görü lmemesi gerekir. Hilmi saldır­ gan bir üslup kullanarak zenginler sını­ fına eleştiri okları n ı yöneltir: "İşçinin uykusundan, rahatından, hatta hayatın­ dan her gün zerre zerre çalarak gayri meşru servet yığın l a ra karşı . . . gayet meşru ve son derece hukuki" olarak greve giden bir işçinin nas ı l "anarşist" veya "mikrop" olabileceğini sormuştur. Zira bu "insafsız zenginler" kasalarında sakladıkları bu büyük meblağları kendi emekleriyle kazanmamışlardır. Bu nok­ tada önem l i olan, H i lmi'nin gayri meş­ ru yollardan elde ed ilen serveti eleştir­ m eyip, doğru dan servet ed i n men i n kend isini gayr-i meşru addetmesidir.25 Çevre n i n yay ı n l a r ı n d a b a r i z b i r "yurtsever" tını da mevcuttur. Meşruti­ yet devri yayı n ları klasik tabirle "Os-

manlıcı" olarak gözükmekte ve m i l l i­ yetçi ("mi l li") siyasetin bölücül üğü kı­ nanmaktadır. Gazeteler, Osman l ı yurt­ severl iğini öne çıkarmakta, sosyal istler vatan menfaati i ç i n çal ışan k i mseler olarak tanıtı l maktad ır. Çevren in yayın­ l a r ı n d a "biz Osma n l ı l a r ı n en büyük derdi" olarak anı lan "katil rej i idaresi" kınan ır,26 "ecan ibin u m u r-u dahil iye­ mize müdahale etmelerinin" sağlıksız­ l ığı vurgulanır.27 Ayrıca çevren in m i l l i­ yetç i l i k üzerine yazd ığı yazılarda çok net bir tavır da söz konusu değildir. Ör­ neğin İdrak gazetesinde Türklerin hak­ larının savu nucusu ol maktan kaç ı n ı l ­ mamıştır. Bu durum her n e kadar enter­ nasyonal tavrın önüne çok geçmemişse de özell ikle İzmir'in işgal i konusundaki yaz ı lard a bu ton ön plana ç ı k m ı şt ı r. Ancak bu mevzuda dahi u l u s lararası hukuk, m i l l iyetçi vurgudan daha fazla gündeme gelm iştir.28 Bu konuda en net yazı, daha sonra başka sosyal ist yayın­ larda da bu konu üzerine eği lecek olan Zenun'un (Ziynetullah Nuşirevan) ma­ kales id i r.29 Zenun m i l l iyetperverl i k ve sosya l izmin birbirleriyle çelişmeyen iki mefh um olduğunu idd ia etmiştir. Ze­ nun'un temel tezi bu iki kavramın fark­ lı şekil lerde tanımlandığı ve eğer bu iki metlıumun ne an lama geldiği dağı u bir şekilde bilin irse birbirleriyle çelişmeye­ ceği iddiasıdır. Mill iyetçilik "heyet-i iç­ timaiyenin manevi hürriyet ve istiraha­ tını temin etmektir." Zenun'a göre m i l­ liyetçilik bir nevi halkçıl ıktır. Ancak ya­ zar şovenizmden çekinmiş ve onu tek devası sosyal izm olan içtimai bir hasta­ lık olarak tanımlamıştır. Sosyalizmle yurtseverl ik arasında bir çatışma değil de aksine ikisinin birbirini tamamladığı bir i l işki görme noktasında H i l m i çevresi ile onları öneml i ölçüde etkileyen Jean Jaures'in görüşleri arasın­ daki paralellik kayda değerd ir. Asl ı nda

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l / YA N S I M A L A R I

b u d a b i r tesadüf eseri deği ldir; zira ge­ nel olara k Fransa' n ı n 1 1 1 . Cumhuriyet dönemi, Türk d üşün hayatını en fazla etkileyen zaman ara l ıklarından bir tane­ sid ir (bkz. Toprak, 2001 : 3 1 3). Türkiye solcu ları aras ında oldukça sevi len Ja­ ures'e göre mil let ve evrensel l i k arasın­ da bir çel işki yoktur. Aslında u lusla en­ ternasyonal i uzlaştıran bizzat işçi sınıfı­ nın kendisidir. Jaures şovenizme ve d ış s iyasette saldırgan l ığa karşı ç ı karken merkezileşmiş ulusal devletin parçalara ayrılarak yerini komün ve loncaların bir federasyonuna b ı ra k m as ı n ı geric i l i k olarak görür. Keza u lusal farkların orta­ dan kal kmasını da "ruhların ve karak­ terlerin renk ve öze l l iğini yitirdiği bir bayağ ı l ı k denizi" olarak değerlend irir. Bu anlamda sosyal izm i le yu rtseverl ik birbirini tamamlar Uaures, 1 967: 5 7-59) U l usl ararası sosya l i st harekete çeşitl i ves i l elerle yap ı l a n refera n s l a r ya da yurtd ışında yayım lanan sosyal ist neşri­ yatın haberleşme adreslerinin verilmesi, dahası artık enternasyonal ist itibarı tartı­ şı 1 ır o l s a da i l . Enterna syon a l ' e üye olunması sosyalizmi cılız da olsa enter­ nasyonalist bir zem inde tanımlama ça­ bası olarak yorumlanabi l i r. LİBERAL Mİ, SOSYALİST Mİ? Bi rçok yazar, Osman l ı'da sosyal ist de­ ğil, sol d üşünceden söz etmek gerekti­ ğini i leri sürmüş, hatta bu solvari dü­ şüncelerin de aslında daha çok libera­ l izm ad ı a ltında ele alınması gerektiğini d i l e getirmişlerd i r. Örneğin Tu nçay'a göre "parti Beyanname ve Progra mı, Hilmi çevresinin solculuğun anlamını iyice kavramamış ol duğunu b i r kere daha ortaya koymaktad ır. OSF, sosya­ list olmaktan çok, l iberal bir kuruluş gi­ bi görünmektedir" (Tunçay, 1 99 1 : 323 3 ) . Zürcher'e göre de OSF, "ismine

karşın gerçek bir sosyalist parti olmak­ tan çok i le r i c i , 1 i bera l b i r partiyd i " . (Zürcher, 1 995a: 1 5 1 -1 52; ayn ı şekilde Tunçay, 1 99 5 : 239). Harris de İştirak' in dar anlamda sosyal istten ziyade "libe­ ral reform ist" bir görünüme sahip oldu­ ğunu ifade eder (Harris, 1 967: 23). S i­ yasal hak ve özgürlüklere i l işkin "l ibe­ ral" istemlerin yanı sıra, müterakki ver­ gi lend i rmen i n kabulü, bankal ar, ma­ denler, sigorta şirketleri ve demiryolla­ rı n ı n m i l l i leşt i ri l mesi, ordunun m i l i s gücü haline getirilmesi, işçi lerin hakla­ rına aykırı olan grev ve sendika yasala­ rının iptali, eğiti min parasız olması, iş­ çilerin haftada bir gün istirahat edeb i l­ mesi, işgününün sekiz saate indirilme­ si, çocu kların çalıştırıl maması gibi ta­ lepleri içeren bir programa sahip olan parti nin "liberal" olarak değerlendiril­ mesi hayli ilginçtir ve neticede yukarı­ da da bel i rttiğimiz üzere sosya l iz m i n oldukça d a r bir tanımını tarihe dayat­ mak anlamını taşır.30 Alkan bu hususu daha nüanslı ele alarak H i lmi'nin dü­ şüncesindeki l iberal unsurları n köken­ lerini tartışır. Ona göre H i l m i sosyal iz­ mi benimsemeden evvel l iberal bir çiz­ gidedir ve düşüncesinin daha sonraki evrelerinde de bu çizginin izleri mev­ cuttur (Alkan, 1 990b). Çevrenin "liberal" olarak görü lmesi­ nin bir sebebi de, Meşrutiyet devrinde İtt i hat ve Terakki 'ye karşı yö neltilen eleşti rilerdir. Öyle ki çevre neredeyse İttihat ve Terakki karşıtı muhalefetin bir parçası derecesine ind irgenir. Örneğin Sina Akşin, "onun [Hilmi] ve arkadaş­ ları n ı n sosya l izm üzerine b i l gi leri o denli zayıf ve bulanıktır ki, ele ald ığı­ mız dönemde hareketi yaln ızca bir 'iş­ çi sever' h areket olarak yoru m lamak daha doğru olabi lir. Kaldı ki, bu da tam i sabetl i b i r bel i rleme sayı lamaz, zira hareketin başl ıca çabası, siyasal özgür-

1 75

O

1 76

lük ve hukuk devleti bayrağı altında it­ tihat ve Terakki'ye muhalefet ve Hürri­ yet ve İtilaf'ın kurduğu muhalefet cep­ hesine yardım olarak gözüküyor" (Ak­ şin, 1 987: 247). Bu yaklaşıma göre İtti­ hatçılar "devri mci-i lerici" kanadı temsil ettiklerinden ona karşı olanlar ancak "l iberal-gerici" olabi l i rler.31 Hilmi çevresinin yayı n l arında basın ve fikir özgürlüklerine dönük kısıtlama­ lara karşı "liberal" sayılabilecek tepki­ ler mevcuttur elbette. Ancak söz konu­ su yayınlarda ası l d ikkat çekici olan ve onu l iberal eleştirilerden ayırt eden, iş­ çi sınıfının grev ve sermayeden bağım­ sız örgütlenme hakkının savunulması­ na dönük vurgudur. Örneğin Sosyalist gazetesinde şemsiyecilerin sendikasına karşı patronların sald ırılarını aktaran ve örgütlenme özgürlüğünün önem ini ifa­ de eden bir yazı yayımlanır. Şemsiyeci­ ler, patronlarının tahammülü aşan mu­ amelesi karşısında grev i lan etmişler ve grev sonucunda taleplerinden bazı ları­ nı elde ettikten sonra işleri başı na geç­ mişlerd ir. Ancak "patronların vaz eyle­ dikleri şeraitten biri de amele iş başına geldiği zaman send i kadan çıkı ldığına dair bir kağıt imzala ması keyfiyetidir. Kapitalizmanın ne derece müstebidane hareket eyled iğini ispata kifayet eder zannederi m. Kanun-i Esasi ve meşruti­ yet herkese hakk-ı cem iyeti bahş eyle­ diği halde bu gibi hareket eden patron­ lar, amelesine verd ikleri küçük bir yev­ miye sebebiyle on lardan; bu m u kad­ des, bu a l i haktan saıfınazar eyledikle­ rine dair bir kağıt alıyorlar -ki suret-i hakikiyede bunun h i çbir ehemm iyeti yoktu r-." Yaz ı da i şç i l er patro n l a r ı n amele sand ı kl arı n ı kontrol etme giri­ şimlerine karşı da uyarı lır: "Şimdi ame­ leye hitap ile deriz ki; siz hafta l ı klarını­ z ı can ı n ız, terin iz, kan ı n ız, hayatınız pahasına a l ıyorsunuz; size hiçbir kimse

L

bir para ikram etmez, bedava bir para bile vermez, patronların o eski yald ızlı hubleri n i yutmayın ız, göz leri nizi dört açınız boş yere para vermeyiniz? Ora­ ya yatırılan paranın kefi l i kimd ir? E n büyük bir hakkınız olan tatil-i eşgal es­ nasında o paraya dokunabi lecek misi­ niz? Bun ları tayin etmedikçe para ver­ meyiniz. Hem ne hacet patron ların si­ zin cemiyetlerinize karışmaya ... "32 İşçi­ lerin sermayeden bağımsız s ı n ıf örgüt­ lenmeleri yaratmaya çağrılma ları her­ halde " l iberal izm" olarak değerlendiri­ lemez . Aynı hususa daha sonraki İd­ rak'te de vurgu yapı lır. Avrupa ülkele­ rinden birlik ve sendika örnekleri veren gazete işçi lerin çıkarlarının nasıl savu­ n u l d uğunu a n l at m ı şt ı r. B u ö rg ü t l er amele tarafından denetlenmektedi r ve bu suretle de sui istimal ve entrikaların önüne geçil m i ştir. Dolayısıyla Türkiye amelesinin de kişisel menfaatler peşin­ de koşmak yerine b i rleşmesi gerek­ mekted ir: " B i naenaleyh, sosya l i z m i n ceddi olan Kari Marx' ın bütün cihan sı­ n ıf-ı fakire ve say'isine karşı her zaman söylediği bir sözü biz de amelem ize hi­ taben, yegane çare-i reha olarak, bir daha tekrar edeceğiz: Birleşi niz!"33 "MÜBAREZE-İ S/NIF" VE SOSYALİZM Çevre, yayı mlarıyla işçileri meşru hak­ ları için örgütlü mücadeleye ve birlik ol maya çağırır: "Memleketimizde ame­ le sand ıkası ameleye mahsus içti ma­ g a h l a r nerede? Amele ya l n ı z hakk-ı meşruanı muhafaza etmek hususunda müttehid olmalıdırlar yoksa günde (üç, beş) guruşa (on dört) saat çalışıp sonra fabrika memurları n ı n , d i rektörl eri n i n hakaret esaretine duçar olmak eyvah ! Eyva h kıyamet g ü n ü n d e m i kal d ı k ? Eğer biz ameleler hakk-ı meşruam ı z ı tanıyıp h ü rriyet-i fikriyeye sah i p ola-

R U SY A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

mazsak h e m vata n a i ha n et h e m d e kendi insan iyetimizi tan ıyamamış olu­ ruz ki; hakkım ızda bütün alim insani­ yet cjavacıdır. [ ... ] İşte şu hal-ü pür me­ lalimize acı mayanlara karşı da el bağ­ layıp durmaya, sükut etmeye insan l ık­ tan başka ne diyenlerse yeri var. Artık amelel iğimizle mefti harane yaşamak yolunu araya l ı m ! [ . ] İnsan l ığımızı tak­ dir etmeyenlere ettirmel iyiz. Elhas ı l bi­ zim mağduriyetim ize sebeb olan eller, aleyh imize yazı yazan parmaklar, sert bir nazar fırlatan gözlerin kırılmak, ke­ s i l mek zamanı ge l m iştir. B inaena leyh ittifaktan kuvvet doğar sözü bizim için şayan-ı mübecceldir."34 İdrak gazetesi amele s ı n ıfı n ı kend i içinde de ayrıma tabi tutmu ş ve değ­ nekçiler, kalfalar ve kahyalar gibi işçile­ rin emekleri üzeri nde denetim sahibi unsurlarla uğraşmıştır. İdrak ilk önce es­ ki zaman feoda l beylerine benzettiği değnekçilere el atmış, hamal, sandalcı, arabacı amelelerini haraca kesen değ­ nekçileri eleştirm iştir.35 Amelenin yaptı­ ğı iş üzerinden pay alan bu değnekçile­ rin ya esnaf eskilerinden ya da kibar kı­ sımdan seçild iklerini söyleyen gazete, belki eskiden beled iyen in olmadığı za­ manlarda bunlara ihtiyaç duyulabi le­ cekken, artık hal ihazırda böyle bir ku­ ruma ihtiyaç olmad ığını ifade etmiştir. Esnaf hakkını müdafaa edecekse birleş­ meli ve hükümet veya belediyeyle işle­ rini götürecek kişi l eri kendi a rasında seçmelidir. Değnekçilerden sonra nasi­ bini bulan sandalcı lar kahyası Ali Os­ man Ağa olmuştur. Ancak bu çatma karş ı l ı ksız kalmamış ve gazeten in son sayılarına kadar takip ed ilecek bir atış­ ma başlam ıştır.36 Sandalcılar ağasıyla arasındaki sürtüşme mahkemelere inti­ kal etmiş, gazete eleştirel yazılarını ya­ yımlamaktan imtina etmemiştir.37 Yine değnekçiler, ağalar, reisler gibi hamallar .

.

kahyaları da İdrak'in sivri kaleminden mustarip olmuşlardır. Bu durum gazete­ nin çalışanlar arasındaki ayrı ml ara ne kadar duyarlı olduğunu göstermekted ir. Gerçekten de loncalar esnafı içinde ça­ l ışan işçiler üzerinde haraç kesen bu ta­ baka, işçi hareketin in durumu üzerinde yaşamsal bir rol oynuyordu. Dolayısıyla işçi leri örgütlemeyi önüne koyan bir oluşumun i l k çatması gereken zümre bu tabakayd ı . İşçi hareketi içeri sinde lonca larda örgütlü olan ya da zaman içerisinde bu yapısı değişen kurumsal­ laşma d ışında kalan zanaatkarların mü­ cadelesi çok önem l i bir yer tutmuştur (Çetinkaya, 2004: 1 89-21 4). Loncaların d ışında basın a l a n ı n d a çal ı şan işçileri nin sorun ları ve oradaki hiyerarşi i l e de yakından alakadar ol­ muştu İdrak gazetes i . Mürettipler Ce­ miyeti kuru lması vesi lesiyle bir yazı ka­ leme alan A.M. cemiyeti kuranları sert bir şekilde eleştirm i ştir.38 Yazara göre Mürettipler Cemiyeti'nin azası için dü­ şünülen lerin listesindeki isim lerin hepsi hürmete şayan i nsanlar olsalar da bu l iste, "işçilik nokta-i nazarında" uygun deği ldir. Yazar matbaa işçi leri ile ser­ mürettipleri karşılaştırır. Sermürettipler i şe çok az ve seyrek ge len ve bütün işin yükünü işçi lere yaptıran insan lar­ dır. Hem çal ı şma şartları hem de aldık­ ları ücret onları mürettipl erden fark l ı kılmaktad ır. Bundan dolayı yazar, dör­ düncü defa olarak teşekkül ed ilen ce­ m iyet için kend i s i gibi d üşünen lerin katılmayı pek düşünmeyeceklerini söy­ lemiş ve çalışan lar arasında bir yard ım­ laşma sendi kası kurmanın daha makul olacağın ı bel irtmiştir.39 Yayın larda işçilerin sosyal haklarına dönük ve liberal bir anlayışa tahvil ed il­ mesi m ü m kü n ol mayan bir vurgu da hakimd ir. Uluslararası sosyalist hareke­ tin en mühim taleplerinden olan 8 saat-

1 77

o

1 78

l i k işgün ü bu husustaki en önem l i ör­ neklerden biridir. Sosyalist gazetesinde işgününün kısalması gereğinin gerekçe­ l eri arasında, işsizl iğin ön lenmesi ve böylece de işçi sınıfı içinde oluşan re­ kabetin önüne geçilmesiyle açıklanma­ sı öneml idir. G azete, çal ışma saatleri­ n i n düşürülmes i meseles i n i işsizl iğe bağlamakta ve bu reform ile işsizliğin önüne geçileceğinin altını çizmektedir: "İş a ltında bulunan amele ordusu nun arkasında başka bir işsizler ihtiyat ordu­ su var ki bunların his eyledikleri açl ık ve sefalet" onları işi olan ameleye rakip kıl makta bu da ücretlerin düşmesine se­ bep ol maktadır. "Sekiz saatl ik yevm-i mesai; işsizl iğe mani olarak amelen in ihtiyat ordusu efrad ı n ın tenakısına ve belki hatta tenzil i ne bağş olacak. Sekiz saatlik yevm-i mesai; işsiz ameleni n işte bulunan ameleye icra ettiği rekabete bir sed" olacaktır.40 Çevrenin yayınlarında özgürl ükler hususunda öne ç ı kan bir başka vurgu da işçi hareketine dönük baskılara karşı a lınan tutumdur.41 TSF'nin yayın organında da bu tür ta­ lepler sık sık gündeme geti ri lir. Bu ta­ leplerden en önem l i leri bir İş B u l m a Kurumu'nun oluşturu lması, işsizliğin ortadan kald ırı lması, çalışma şartlarının güven l i ve sa lim bir hale kavuşturu lma­ sı, çal ışma saatlerinin kısaltılması, gün­ lük asgari ücretin tespit ed i l mesi, ço­ cukların ve annelerin korunmas ı d ı r.42 İdrak gazetesi işçi teşkilatları, yani sen­ d ikaların kurulmasına özel önem atfet­ miştir. Örneğin Şirket-i Hayriye'de çal ı­ şanların grevi hakkında İdrak, her şey­ den önce "işçi lerin kendi aralarında bir sendika teşkil ederek heyet-i umum iye ile menafi i lerini müdafaa etmeleri" ge­ rektiğini d i l e getirmiştir.43 Gazete işçi­ lerin, aralarında teşkilat yok iken işleri­ ni terk etmelerine ve grev yapmalarına taraftar olmad ığı n ı belirtmiştir. Ancak

İdrak, adı geçen şirkette çalışan ateşçi­ lerin greve gitmelerinin ard ı ndan grevi desteklemiş, bu "hareketi gayet tabii ve gayet meşru" görd üğünü ilan etmiştir. Çünkü "el inde servet ve sermayeyi, ya­ n i bütün kudret ve kuvveti bulunduran patronlara karşı ezil memek ve temin ve i stifa-i hakk edebi l m e k i ç i n zava l l ı amelen in el inde tatil-i eşgal den daha müesser bir vasıta yoktur."44 İ şçi lerin örgütlenmesi gerekl i l iğinin ya n ı s ı ra İdrak gazetesi n i n en faz l a üzerinde durduğu konu bir çalışma ba­ k a n l ı ğ ı n ı n k u ru l m a s ı y d ı . G a z ete TS F ' n i n program ı nda da yer alan bu hususu çok farkl ı vesilelerle hep gün­ deme getirmeye çalışmıştır.45 Gelişmiş ülkelerde bazı demokratik kazanım la­ rın varlığına değini lmiş, ancak çok tek­ rarlanagelen 'özsel' Doğu-Batı farkına indirgenmemiştir. İdrak, Garp memle­ ketlerindeki durumu amelen i n ses i n i yeteri kadar çıkartmasına bağlamakta­ dır. Avrupa' da ortaya çıkmış olan Çalış­ ma Bakanlığı, İdrak'e göre sermayeyle emek arası nda b i r sosya l denge bul­ mak açısından önem l i d i r. Tü rkiye'de amelen in ses i n i duyacak bir baka n l ı k işçilerin durumu i ç i n faydalı olacaktır. Çünkü ona göre nezaretl erin hemen hepsi "yalnız ve yalnız şirketlerin mü­ dafi i ve nazım-ı hukukidirler." B aşka bir yazıdaysa Batı'da Türklerin her tür­ lü ıslahatı zorla kabul etmek gibi bir i maj ı nın olduğundan bahseden gazete, hükümeti çağı n gerekleri n i kend i l iğin­ den yapmaya çağırır. Hükü met böyle bir bakan l ı k kurarak hem o l u m l u b i r ad ım atacak hem de Avrupal ı larda yer­ leşmiş bu sabit fikri ortadan kaldıracak­ tı r.46 Yine başka b i r yaz ı d a hükümet böyle bir kurum yaratarak hem kendi "efkar-ı insaniyetperverane ve medeni­ yetin i izhar ve isbat etm iş olacak," hem de toplumsal ihtiyaçların fa rkında ol-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

duğunu gösterecekti r.47 Ancak bura­ dan, İdrak'in toplumsal denge arayışın­ da olan veya hükümetten çağın gerek­ lerini talep eden bir çizgiye sahip oldu­ ğu fikrine varı l mamalıdır. Kı sacası, tarihyazı m ında bu çevreyi libera l l ikle tanımlayan eği l imin aksine OSF-TSF çevresi, siyasi ve sosyal kaza­ nım ları temelde işç i lerin kendi müca­ delesine bağlı görmekted ir. Yoksa za­ mandan ve mekandan bağımsız tanım­ lanmış "liberal" bir d üşüncen in ifadesi olarak değil. Genel oy hakkından top­ lumsal kesimlerin örgütlenme özgürlü­ ğüne ve sosyal-refah d üzenlemelerine kadar daha çok 20. yüzyıl ortalarında kurumsa l laşmış gel işmeleri l iberal izm adı altında ele almak liberalizmi tarih­ sel bağl amından koparmak anlamına geldiği gibi, ideoloj ik bir önyargıd ı r da. SONUÇ İştirakçı H i l m i çevresi n i küçümsemek ve bir grup oportünist olarak değerlen­ d i rmek kan ıksanmış bir bakış açısıd ır. Ancak yayınlarına şöyle bir göz atmak dahi, bütün zaaflarına rağmen bu çev­ ren i n sosya lizmi tan ıtmak ve yaymak ad ına ciddi bir düşünsel ve pratik çaba içerisinde olduğunu söylemek müm­ kündür. Çevre, özel l i kle işçiler arasında­ ki etkinl iği dolayısıyla sosyalist hareke-

tin yaygın laşması açısından iz bırakmış sayı lmalı ve unutulmuşluğa terk edi lme­ melidir. H i l m i çevresini bel li bir ideolo­ jik referansla mahkum eden düşüncenin d ışında, onun üzerine yazılmış l iteratür daha çok anı larda d i le getirilen, mantık­ sal çelişkilerle ve hatalarla dolu dediko­ du nitel ikli anlatılarla sınırlı kalmıştır. İş­ tirakçi çevresinin söyleminde İ s l a mi, yu rtsever ve i lerlemeci unsurların bu­ lunması da kan ımızca onun sosyalistli­ ğinin "gerçek" olmadığını göstermez. Bu öğeler hem çağdaşı hem ondan son­ ra gelen birçok sosyal ist akımda varl ığı­ nı sürdürmeye devam edecektir. Hilmi çevresini l iberall ikle niteleyen analizler, yukarıda da değinildiği gibi, l iberalizmi tarihsel bağlam ından kopararak don­ muş bir akide olarak ele alm ışlard ır. Hil­ mi çevresinin söyleminde ortaya çıkan düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlü­ ğüne dair talepleri l iberal izm olarak ni­ telemek mümkün deği ldir. Zira çevre, "reformcu" yönü zamanla ağır bassa da işçi sın ıfını ve sınıf mücadelesini esas alan bir sosyalizm anlayışını savunmuş­ tur. Bu çevrenin hem sosyal ist yayın an­ lamında hem örgütlenme anlamındaki faa l i yetleri, Türkiye sosya l ist hareketi için ilk birikimleri sağlamış, söyleminde ortaya çıkan birçok unsur, yüzyıl sonu­ na kadar sosya l i st hareket içerisinde tekrarlanm ıştır. O

D İ PN OTLAR Osman l ı İmparatorluğu tarihine ait kimi ol­ gu ve süreçleri sadece bel l i cemaatl ere odaklanarak analiz etmek şüphesiz sorun­ ludur. Zira farklı cemaatleri oluşturan insan top l u l u k l a r ı n ı sadece bu cemaat ya da "mil let" sınırları dahilinde ve tekil kimlik­ lerle yaşayan insanlar olarak düşünmek önemli yanılgılara yol açmaktadır. Ancak okumakta olduğunuz yazı yukarıda dile ge-

tirilen "sosyalist düşüncenin Osmanlı İm­ paratorluğu'nda daha çok gayrimüslim ce­ maatler içinde geliştiği" iddiasını sorguladı­ ğı için daha çok Müslüman/fürk unsura ve asıl olarak da Hüseyin Hilmi çevresinin dü­ şünce ve faal iyetlerine odaklanacaktır. 2

Sosyalistliği sorgulanmış ve beğen i l memiş de olsa, Türkçe literatürde sosyal ist tartış­ maların, kavramların, dile getirilmesi ciddi

1 79

s

a n l a m d a i l k defa H i l m i ' n i n ç ı kard ı ğ ı yayınlarda olmuştur. H i l mi'yi "Sosyalist Hilmi" yapan faal iyetleri nin başında yayımladığı dergiler gelir. Daha sonra takma adını oluşturacak İştirak dergisi Osmanl ı'da Türk-Müslüman solunun ilk ciddi yayımıydı. Bu mecmua, gördüğü baskılar sonucu değişik adlar alarak (İnsaniyet, Sosyalist, Medeniye!) hayatını 1 9 1 3 yılına kadar çeşitli biçimlerde sürdürdü. (Bu ya)'lnların önemi için bkz. Alkan, 1 988b: 1 8341 835.) 1 9 1 3'te Sinop'a sürgüne gönderilen H i lmi, Mütareke döneminde İdrak adl ı yeni bir gazete yayımlamaya başlamıştır. Bu yayın lar, işçilerin örgütlenmesine dair fikir vermesi ve gazeteyi çıkaranların sosyalizm anlayışını yansıtması itibariyle büyük bir önemi haizdir. Ancak b u yayınlar genellikle yüzeysel kullanılmış ve Hilmi hakkında ortaya atılan fikirlere daha çok anılar kaynaklık etmiştir.

1 80

3

Bu homojen olmayan işçi sınıfı, tarihi boyunca çok çeşitli fikri akım v e gelenekleri desteklemiştir. Bundan dolayı işçi sınıfının ideoloj isi kendiliği nden, zoru n l u olarak sosyalist olmadığı gibi, sosyalizmi de monol itik bir yapı arz etmemiştir. Örneğin, H i l m i çevresinde de görülebileceği gibi, 1 9 . yüzyıl sosyal ist hareketlerinde cidd i bir c u m h u ri yetçi g i r d i söz k o n u s u d u r (Aminzade, 1 993; Moss, 1 976).

4

Benzer bir değerlendirmeye, yani Osmanlı ve erken dönem Türkiye toplumlarında sınıfların gelişmediğinden hareketle solun "temelsiz" kaldığı görüşüne solun tarihine i lişkin sosyalist kökenli değerlendirmelerde de s ı kça rastl a n ı r. Örneğin M u stafa Bayram Mısır, solun kapitalizme "Prusya tipi geçişin" yarattığı bu "temelsizlik" nedeniyle bir "aydın projesi" olarak kaldığını belirtir: "Türkiye'nin tarihsel-toplumsal bel i rleyici l i k l eri, o dönemde sol fikirlerin, ancak ayd ı n lar arasında taraftar bulabilmesini doğurmuştur. [ . . . ! Sol, kapitalizme Prusya tipi geçiş yaşayan toplumsal farmasyonlarda, modern sınıf mücadelelerinin bir ürünü değil, genel olarak modernleşmeci aydının özgürleşme projesidir. [ . . . ! Bu zaafın tarihsel bir nitelik taşıdığı ve Salun toplumsal maddi temeli olmadığı, yani modern toplumsal sınıflaşmalar teşekkül etmediği için kaç ı n ı l maz olduğunu i l eri süreb i l i r i z ." U marız Mısır, kapita l i z me "Prusya tipi geçen" Prusya'da da sosyalizmin sınıf temelli olmadığını savunmuyordur. Bkz. Mustafa Bayram Mısır, Tarihsel Seyri İçinde ÖDP, ( A n k a r a : Ü to p y a , 1 999), s. 1 5-23 .

o

5

İbnülhak, "Amele Hayatı", İştirak, No. 1 , 1 4 Temmuz 1 3 2 8 . Aktaran Kerim Sadi, a.g.e., s 302-304.

6

Vahan Vasfi, "Sosyalizm Nedir?" Medeniyet, No. 2, 6 Kanun-u evvel 1 3 26, s. 4.

7

Münir Çapanoğlu'nun Hüseyin H i l mi'ye dair anlatısı konuya değinen yaz ının en önemli başvuru kaynağı olmuş ve kimi lerince de neredeyse aynen iktibas edilmiştir. Örneğin bkz. H ıfzı Topuz, Başlangıçtan Bugüne Türk Basın Tarihi, ( İstanbu l : Gerçek Yayınevi, 1 996), s. 70-7 1 . Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu), Çapanoğlu'nun Hilmi çevresinin yayınlarına i l i şkin kimi hatalarını düzelttiği bir bölümde bu tür kaynaklara nas ı l yaklaş ı l m ası gerekt i ğ i n i n ipuçları n ı ortaya koymuşt ur: "Türkiye'de sosyalizmin tarihini yazacak araştırıcılar eski devirleri yaşamış ve o devrin sosyal istlerini yakından tanımış olanların hatıralarından faydalanmak zorundadırlar. Sayın Çapanoğlu, bizde İkinci Meşrutiyet'i n sosyalistlerini görmüş ve onlarla arkadaşlık etmiş bir gazetecidir. Bu bakımdan vereceği bilgi leri çok ince bir süzgeçten geçirmesi gerekmektedir. Hafızaya güvenerek verilen bi lgi ler, çok defa insanı yanıltab ilir; ve yerleşen yanlış bi lgiyi düzeltmek, aradan zaman geç i n ce, daha da güçleşir" A. Cerrahoğl u, Türkiye'de Sosyalizm, (İstanbu l : Çığ Yayınları, 1 966), s . 67-8. Mehmet Alkan ise Çapanoğlu'nun aktardığı hatıralardaki kimi tutarsızlıkları ortaya koyarak A . Sayılgan, F. Tevetoğl u ve Yalçın Küçük gibi bu anlatı m ları araştırmaksızın olduğu gibi aktaranları eleştirmiştir (Alkan, 1 990b : 7).

8

"Mert bir adamdı da Hilmi. Arkadaşlarından biri takibata uğrasa, karakola çağrılsa, Örfi Divani Harbe sevk edilse, o zamanlar işgal kuvvetlerinin bir nevi Bekirağa Bölüğü mahiyetinde olan Arapyan Hanına gö"türülse, hemen karakola koşar, yabancı polis teşkilatının şefini bul ur, arkadaşlarını tezkiye eder, ricada bulunurdu. Söz geçiremezse işi tehdide kadar götürürdü. Hiçbir şey yapamazsa, iddia edilen suçu, kabahati, herşeyi üzerine alır: - Ben yaptım, suçlu ben i m ! Diye avaz avaz bağırırdı." Çapanoğlu, a.g.e., s. 65.

9

"İştirakçi H i l m i basit telaffuzu ile 'para' demezdi ; kelimeyi iki, hatta üç 'r' ile cafcaflı söylerdi: '-Parra! Parra' zaten meteliğe kurşun atacak vaziyette idi. Zindana girecekti ama önceden ikişer, üçer 'r'li paracıkları kemerine yerleştirmiş olacaktı". Karay, a.g.e., s. 58-60. �

R U SYA'DA 1 9 1 7 Ş U BAT V E E K i M D E V R i M LE R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l/YA N S J M A L A R I

1 0 Oya Sencer H i l m i ' n i n kişiliğini ise şöyle değerlendirir: "Hüseyin Hilmi, ilk bakışta cidd iyetten uzak bir kimse olarak görünmekle birlikte cesareti, her an hapise girmeğe hazır oluşu, bir eylem için ortada kimse bulunmadığı zaman Hilmi'ye rahatça başvurulabi lmesi ve kafasına takmış olduğu 'Sosyalizm' davası için yıllarca bıkıp usanmadan çalışması, sürgünde, hapiste kalmas ı , onun gerçekte çok heyecan lı b i r insan olduğunu göstermektedi r. H. H ilmi heyecanlı, duygusal bir insandır ve bu türden insanlarda her zaman görüldüğü gibi fikirlerine bağnazlıkla bağlıdır. H . Hilmi bir bilim adamı deği ldir. Konuyla ilgilenen diğer yazarların üzerinde birleştikleri gibi, sosyalizmi derinl iğine bil memektedir. Kültürden yoksundur. Ama, onda, bütün hayatı boyunca gözlenen özel lik, bir eylem adamı oluşudur. Ve bu eylem, ne kadar temelsiz, ne kadar yüzeyden olursa olsun kendince bir sosyalizmi amaç edinmiş bir eylemdir. H. H i l m i çeşi t l i yollardan gitmiş, çeşitli davranış biçimleri içi nde görünmüş ama hep sosyalist Hilmi, H i l m i arkadaş olarak kalmıştır." Sencer, a.g.e., s. 238-239. 1 1 Genel olarak Sosyalizm ve Toplumsa/ Mücadeleler Ansiklopedisi'nin anlatısının da bu serinkanlı yaklaşıma sahip olduğu iddia edilebilir: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt VI . , 1 841-1 843. 1 2 Gerçekten de Hilmi'nin Baha Tevfik'in elinde bir oyuncak olduğu teması, Kaygusuz ve Çapanoğlu vasıtasıyla literatüre sirayet etmiş ve çoğu yazar tarafından sorgulanmaksızın tekrar edilmiştir. Örneğin Yalçın Küçük'e göre Baha Tevfik "Sosyalist Hilm i'yi yaratıyor ve ortaya çıkarıyor. Baha Tevfik, Türkiye'de sosyalist hareketin ilk kez örgütlenmes i n i , b i r sahtekarın yüklen mesine önayak oluyor'' (Küçük, 1 984: 499). 1 3 Yunan Halkbil i m ve Tarih Arşivi (ELIA). Yannios Arşivi, Sosyalist Örgüt v e Partilerle İ lişkiler, IF klasörü. 1 4 Emiroğlu, "Sosyalist F ı rkası ve Muarızları," Haftalık Gül Bahçesi, No. 1, 11 Teşrinisani 1 3 37, s. 1 -2, Kerim Sadi, Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı, {İstanbu l : İletişim Yayı nları, 1 994, s. 322-325 içinde. 1 5 "Zengin olmak sosyalizm mesleğine münafi değildir. Zira servet iki türlüdür: (meşru, gayrımeşru)." Marx öncesi sosyal ist düşüncenin klasik temalarından olan bir ayrımı kullanan yazara göre meşru olan zenginlik birikmiş emektir; beden veya dimağ kuvvetiyle çal ışarak yaratılmışt ı r ve ona kimsenin el sürmesi caiz değildir. "Zengin

olmuş, ancak ne zengin olurken, ne de olduktan sonra hiçbir say-ı diğerin hakkını gasp etmemiş ... Buna hiçbir diyeceğimiz yok . . . Hem biz isteriz ki servet-i m i l liye hükümet tara(ından tevcid edilsin. Hiçbir suretle taksime uğramasın, çünkü haksızl ı k, adaletsizlik bu taksimden neşet eder. O halde zengi nlerimiz müsterih olsun lar, kasaları na vaziyet etmeyeceğ i z . Ya l n ı z vicdani kanunlar meydana getirerek tedrici ve şer'i bir surette meşrutiyet-i iktisadiyenin tesisine çalışacağız." Sami, "Millet Sosyalistleri Sevmelidir," Sosyalist, No. 1 , 11 Teşrinisani 1 326, s. 2-3 . 1 6 lbid., s. 3.

1 7 Vahan Vasfi, "Sosyalizm Nedir?" Medeniyet, No. 2, 6 Kanunıevvel 1 3 26, s. 4.

1 81

1 6 R. S., "Sosyalizm Nedir ve Maksad-ı Teşkili", İştirak, No. 1 , Haziran 1 32 6 ( 1 9 1 2). aktaran Tunçay, a.g.e., s. 28. 1 9 B u perspekti (ten bakıldığında, Metin Çulhaoğlu'nun Osmanlı ve Türkiye'deki i l k sosyalistlerin "sınıf mücadelelerine hep rezervli ve ürküntüyle" yaklaştıkları ve üstelik sosyal izme de "sınıf mücadeleleri olmaksızın ulaşıl abilecek bir adil düzen olarak" baktıkları iddiası boşlukta kalır. Türkiye'de sosya lizmin tarihi seyri içerisinde "ilerlemeci" ve "milliyetçi-yurtsever" etkilenmelere açık old uğu gerçektir. Ancak buradan yola çıkarak Türkiye'de sosyal izm anlayışını "sınıf mücadeleri uğrağından hiç geçmeden gerçekleşecek bir kalkınma, sanayileşme, modernleşme p rojes i " nden i b aret o l a rak ta n ı m l a m a k İştirak'ten Yön'e dek uzanan düz b i r çizgi çekmek anlamını taşır. Türkiye'de işçi sınıfı hareketinin ve. sosyalist düşünce ve eylemin tarihi araştırması bakımından ihtiyaç duyulan şey böyle basitleştirici ve indirgemeci şema lar o l masa gerek. Bkz. Met i n Çul haoğlu, "Türkiye'de Sosyalist Düşüncen i n Doğuşu : Konjonktürün Başatlığı", Praksis 6, 2002, s. 1 2-1 3 . 20 Bu yazı dizisinin yanı sıra TSF aynı minvalde sosyalistliğin ne olduğuna dair bir risale de neşretmiştir. Bu risalenin tam metn i Zafer Toprak tarafından yayımlanmıştır. Za(er Toprak, "Türkiye Sosyalist Fırkasının Bir Risalesi: Sosyalistl i k Nedir?" Toplum ve Bilim, No. 1 , Bahar 1 977, s. 1 24-1 39. 2 1 "Sermaye Saltanatı, Sosyalizm Nedir?" İdrak, No. 6, 3 Mayıs 1 3 35-1 9 1 9, 2 Şaban 1 3 35, Cuma, s. 1 . 22 "Sosyalizmin Müessislerinden Kari Marks ve Lasel," İdrak, No. 1 , 28 Nisan 1 3 35�

o

1 82

1 9 1 9 , 27 Receb 1 3 3 5 , Pazartesi, s. 1 ; "Sermaye Saltanatı, Sosyalizm Nedir?" İdrak, No. 6, 3 Mayıs 1 335-1 9 1 9, 2 Şaban 1 335, Cuma, s. 1 .

34 "Bir Sanayi Talebesinin Medeniyet-i Hazıraya Karşı Nazarı Terakki Ne ile Olur? Şeraiti Nedir?" İnsaniyet, No. 3, 2.7 Teşrinisani 1 3 26, s. 3 .

23 "Hakk," İdrak, No. 1 , 2 8 N i san 1 3 351 91 9, 2 7 Receb 1 3 35, Pazartesi, s. 1 .

35 "Tavaif-i Müluk," İdrak, Nc.. 2 , 2 9 Nisan 1 3 35-1 9 1 9, 28 Receb 1 3 35, Salı, s. 1 .

24 Hüseyin Hilmi, "Şura-yı Ümmet'e Cevab," İştirak, No. 4, 6 Mart 1 326, s. 49-5 1 , (Aktaran Kerim Sadi, 1 994: 1 3 2-1 34). Ahmet Nebil'in Şura-yı Ümmet'e verdiği benzer cevabı İştirak' in 1 O Nisan 1 3 26 tarihli 1 5 . sa yısında yay ı m l a n m ı şt ı r (Kerim Sa d i : 1 994: 1 42-1 44).

36 Galata Arab Camiisindf M utasarrıf Bulunduğu Hanede Mukim Sandalcılar Cemiyet-i Hayriyesi Reisi Ali Osman, "Bir Cevab," İdrak, No 8, 6 Mayıs 1 3 35-1 9 1 9, 5 Şaban 1 3 35, Pazartesi, s. 2. A l i Osman Ağa'ya yönelik olarak çıkan İdrak gazetesinin makalesini gazetede bulamadık. Zaten tarihlere ilişkin de bir karışıklık var. Ali Osman Ağa cevabında kendisine yapılan eleşti rinin 4 Mayıs 1 3 3 5 tarihinde 7 numaralı nüshada yapıldığını söylüyor. Ancak Osman Ağa yazısının imzasının altına bir de tarih atmış 3 Mayıs 1 3 35. Hal böyleyken Osman Ağa daha İdrak'ın eleştirisi yayımlanmadan cevabını yazmış gibi olmakta d ı r. B u d a takd i r e d i l eceği g i b i mümkün değildir. İşi çetrefi lleştiren durum ise talihsizlik bu ya İdrak' in 7. sayısının elimizde bulunmamasıdır. Hasan Duman Katoloğuna göre 7. sayı sadece Hakkı Tarık Us koleksiyonunda bulunmaktadır. Ancak bu koleksiyonda bu sayı mevcut değildir. Anılan kataloğa göre de başka bir yerde bu sayı yoktur. Bu nedenle "Tehdid Edenlere Bakın" adlı bir eleştirinin burada yayı mlanıp yayı mlanmadığını tam olarak bilemiyoruz. Ama Ali Osman Ağa'nın cevabı ve daha sonra İdrak'in o n a verdiği karşı cevaptan bu mesele tam olarak ortaya çıkmaktad ır.

25 Erken dönem Türkçe sosyalist yayı nl arın ilki olan Gave gazetesinde de benzer İslami vurgular yer almış, ancak bunlar Hilmi'nin yayınlarında olduğu gibi sosyalist talepler ve evrensel seküler kavraml arla yan yana kullanılmışlardır. Bkz. Y. Doğan Çeti nkaya, " L iberal, Sosya l i st, İttiha tçı Boykot G azetes i : G ave," Müteferrika, No.20, Sonbahar 2001 , s. 261 -274. 26 Ferruh Niyazi, "En Büyük Derdlerimizden Reji", Sosyalist, no. 1 , 11 Teşrinisani 1 3 26, s. 3. 2 7 "Jön Türkün Tatili," Medeniyet, No. 2, 6 Kanun-u evvel 1 326, s. 1 . 28 "İzmir'i U nutmad ı k , " İdrak, No. 1 8, 1 Temmuz 1 335-1 9 1 9, Salı, s. 1 . 29 Zenun, "Mi l liyetperver Bir Adam Sosyalist Olabilir mi?" İdrak, No. 1 3, 10 Mayıs 1 3351 9 1 9, 1 O Şaban 1 335, Cumartesi, s. 2 . 30 OSF programı için bkz. Tunaya, a.g.e., s. 288-289. Tunçay programda yer alan müterakki verg i lend i rme, m i l l i leştirme ve "barışç ı l ı k" hususları n ı anmakla beraber bun ların "kend i l i klerinden sosya l i st bir düzen getirebilecek unsurlar değil, ancak uygulanırl arsa ortamı değişime hazırlayabilecek öneriler" olduğunu belirtmektedir. Buna karş ı l ı k, sosya l i st b i r progra m ı n önemli b i r yönünün d e tam d a "ortamı değişime hazırlayacak öneriler" ortaya atmak o l d u ğu rahat l ı k l a i leri sürüleb i l i r. Tu nçay, a.g.e., s. 3 3 . 3 1 Çulhaoğlu daha d a ileri giderek Osmanlı sosyalistleri n i n "anti-ittihatçı" oluşundan yola çıkarak "anti-iktidarcı" ve "sünepe" (!) oldukları sonucuna varır (Çul haoğlu, 1 988: 1 1 6- 1 1 7). 32 "Sermayedarlığın Bir istibdad ı," Sosyalist, No. 2, 1 6 Teşrinisani 1 3 26, s. 4. 3 3 "Amele Teşkilatı," İdrak, No. 1 6, 1 3 Mayıs 1 335-1 9 1 9, 1 3 Şaban 1 335, Salı, s. 1 .

3 7 "Mugalata ile Olmaz, Ali Osman Ağa'nın Cevabı Münasebetiyle," İdrak, No. 9, 7 Mayıs 1 335-1 91 9, 7 Şaban 1 335, Çarşamba, s. 2 . 38 A.M., "Sosyalist Alemi, Mürettibler Cemiyeti," İdrak, No. 1 2, 9 Mayıs 1 335-1 9 1 9, 9 Şaban 1 3 35, s . 2 . 39 lbid., s. 2 . Gazete bu konudaki gelişmeleri yakından takip etmeyi sürdürmüştür ve cemiyet i l e ilgili gelişmelerden okuyucuları haberdar etmiştir; "Mürettibin"i Osmani Cemiyeti," İdrak, No. 1 3, 1 O Mayıs 1 3 351 9 1 9, 1 O Şaban 1 335, Cumartesi, s . 2. Bu makale daha çok yeni seçilen idare heyetini tanıtmak amacıyla kaleme alın mıştır. Buna göre eleştirinin dikkati çektiği üzere 1 1 kişiden dokuzu sermürettiptir. 40 "Sosyalizm İster k i : Amele G ünde Sekiz Saat Çalışsın," Sosyalist, No. 2, 1 6 Teşrinisani 1 326, s. 2 . �

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l / YA N S I M A L A R I

4 1 Örneğin Sosyalist gazetesi, işçilere haklarını "anlatmak ile meşgul vatandaşlarımızdan birinin kömür amelesi onbaşılarının iftirası üzerine derdest olunarak caniler gibi h ap i s h anede sekiz saat kadar tevkif olunduğu" haberine tepki gösteri r: "Eğer hükümet bu suretle sosyal istleri korkutup propagandalarına m a n i olmak istiyorsa emin olsun ki m uvaffak olamaz. Biz kanımızın son damlasını akıtıncaya kadar bu meslek uğrunda feda-i cana karar verdik. İçimizden birini tutarsanız d iğeri miz yine onun eserine iktifa propaganda eder" "Bir Kanunsuzluk Daha!" Sosyalist, N o . 2 , 1 6 Teşrinisani 1 3 26, s . 3 ; Selanik Sosyalist Federasyonu ve amele sendikaları nın hükümetçe takibata uğramasının protesto edilmesi i ç i n bkz. " Kanunsuzluk ve amele sendikalarına taarruz," Sosyalist, No. 2, 1 6 Teşrinisani 1 326, s. 2; yaptıkları grev dolayısıyla "ihtilalci ve müşevvik" sıfatıyla tevkif olunan sekiz amelenin Mebus Zohrab Efendi'nin teşebbüsü ile serbest bırakıl ma-

sı için bkz. "Bir kanunsuzluğu tamir," Sosyalist, No. 2, 1 6 Teşrinisani 1 326, s. 3 . 42 " Sosya l i s t A l e m i - F ransa'da Sosya l i st Kongresi ve Mühim ·Muka rrerat," İdrak, No. 1 O, B Mayıs 1 3 3 5 - 1 9 1 9, 7 Şaban 1 3 35, Çarşamba, s. 1 . 43 "Sosyal ist Aleminde- Ş i rket-i Hayriye'nin Zava l l ı İşçi l eri," İdrak, No. 4, 1 Mayıs 1 335-1 9 1 9, 1 Şaban 1 335, Çarşamba, s. 2 . 44 "Sosyal i st Aleminde- Ateşçi lerin Grevi," İdrak, No. 1 B, 1 Temmuz 1 3 35-1 9 1 9, 2 Şevval 1 335, Salı, s. 2 . 45 "Mesalih ve Amele Nezareti," İdrak, No. 8, 5 Mayıs 1 335-1 91 9, 5 Şaban 1 335, Pazartesi, s. 1 .

1 83

46 "Yine Ameleye Dair," İdrak, No. 1 5 , 1 2 Mayıs 1 3 35-1 9 1 9, 1 2 Şaban 1 3 35, Pazartesi, s. 1 . 47 "Amele Teşkilatı," İdrak, No. 1 6, 1 3 Mayıs 1 335-1 9 1 9, 1 3 Şaban 1 335, Salı, s. 1 . •

o

Cami Baykurt M E RA L D E M İ R E L

1 84

İ stibdattan meşrutiyete, imparatorluk­ tan cumhuriyete, tek parti l i rej imden çok part i l i rej ime geç i ş süreç lerinde faal rol oynayan Cami Baykurt, m i l l i­ yetç i l i k ve Türkç ü l ü kl e başlayıp za­ manla Bolşevi kl iğe evrilen s iyasi dü­ şünce yapısıyla ilginç bir siyasi şahsi­ yettir. i l . Meşrutiyet' i önceleyen gün­ lerde siyasi hayata atı l m ı ş, cumhuriye­ ti hazı rlayan kadro i ç i nde kend isine ön sıralarda yer bulmuştur. Sol fi kirler­ le tan ışması, M i l li Mücadele y ı l larına denk düşmekle birlikte, sol kesim iç in­ de bel i rgin simalardan biri olarak orta­ ya çıkışı çok part i l i sisteme geçiş yıl la­ rına rastlar. Hayatı boyunca sadece bir uygu lama adamı olmad ı; ü lken in karşı karşıya kald ığı sorunlara çözüm ürete­ bilme kaygısı güden bir fikir adamı ol­ ma öze l l iği de taşıdı. Her dönemde fa­ a l olarak yü rüttüğü siyaset doğru ltu­ sunda yazı lar yazdı . 1 869'da İstanbul'da doğdu. A s ı l ad ı Abdü lkad ir'd i. Askeri Rüştiye ve Ku le­ l i' n i n ard ı ndan gird i ği harp oku l u n u 1 897'de süvari teğmen rütbesiyle b itir­ d i . Abd ü l ha m it a l eyhtarı faa l i yetleri nedeniyle Trablusgarp'ta görevlendiril­ d i ve val i vekili ve fırka komutanı Re­ cep Paşa' nın yaveri oldu. Recep Paşa, derin bilgisi ve görgüsü açısından Mol­ la Cam i'ye benzettiği için, ona bütün hayatı boyunca taşıyacağı Cami ad ını verd i . Cami Bey burada İttihat ve Te-

rakki Cemiyeti üyesi olarak faa l iyetle­ r i n i s ü r d ü rd ü . İtti h a tç ı s ü rgü n l e r i n Trab l u sgarp'tan kaçmasına yard ı mc ı olan ekip içinde yer aldı. Daha son ra F izan'a bağlı Gat kazasına komutan ve kaymakam vekili olarak atandı burada kolağası (kıdem l i yüzbaşı) rütbes i n e yükseldi. Cami Bey, daha sonra mebus olarak döndüğü istanbul'da, bu bölge­ de geçirdiği y ı l ların bir ürü n ü olarak, Sudan ticaret yo l u ü zeri ndeki sahra mıntıka larıyla oralarda yaşan insanları ele aldığı Trablusgarp'tan Sahra-yı Ke­ bir'e Doğru ad l ı bir kitap yay ı m l a d ı . Cami Bey b u arada Beşiktaş Jimnastik Ku l ü b ü ' n ü n ilk yöneti c i l eri ara s ı n d a yer almıştır. i l . Meşrutiyet' in i lanından sonra, ilk Mec l i s - i Mebusan seç i m l e r i n e , F i ­ zan'dan İttihat ve Tera k k i ' n i n adayı olarak katıldı. İ mparatorluk içinde Arap m i l l iyetçiliğinin filizlenmeye başladığı bu dönemde, Arap vilayetleri milletve­ killeri Cami Bey' in Trablusgarp' ın yerli halkından olmaması neden iyle m i l l et­ veki l l iğine karşı çıktı. Seçimin yen ilen­ mesi doğru ltu s u n d a b i r karar ç ı kt ı , ama, 1 5 N isan 1 909'da tekrarlanan se­ çimi yeniden kazand ı . Cami Bey b u dönemde, yol arkadaş­ ları gibi, meşruti rejimi amaçlad ı . An­ cak ulus-devlet dalgasının imparatorlu­ ğu dağıtm aya yüz tuttuğu g ü n l e rde özel likle Balkan Harpleri sonrasındaki travmatik dönemde bir korunma içgü­ düsü olarak tan ı m l anabi lecek şek i l de 'mil li' o lmayı ön plana çıkard ı . İmparatorluğun her bölgesinden katı1 ı m l arla büyük çeşitlilik gösteren, çok sayıda ayrık ses barınd ıran İttihat ve Te­ rakki doğal olarak ilk yı llardaki bütün­ l ü ğ ü n ü s ü rd ü remeyip zaman içinde gruplar halinde ayrılmalarla karşı karşı­ ya kaldı. Cami Bey, gruplaşma hareket­ leri içinde yer aldı ve H izb-i Terakki'yi

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l / YA N S I M A L A R I

kuran yed i m i l letvekil inden biri oldu. Parti yönetim iyle görüş ayrı l ı k ları de­ rinleşince N isan 1 9 1 0'da partiden istifa etti . 1 9 1 2'de yapılan ikinci dönem seçi­ mine Fizan'dan bağı msız aday olarak katı l d ı ve yen iden seç i l d i . Bağımsız milletveki l l iği döneminde İttihat ve Te­ rakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasın­ da uzlaşma sağl a n ması i ç i n uğraşt ı . 1 9 1 2'de Ahmet Ferit'in (Tek) başkanlı­ ğında kurulan M i l li Meşrutiyet Fırka­ s ı ' n ı n k u ru c u l a rı a ra s ı n da yer a l d ı . Adında açıkça "milli" sıfatı taşıyan fır­ ka, siyasal tarih i m izde dayandığı ide­ oloj in in m i l l iyetç i l i k o lduğunu açı kça ortaya koyan i l k partidir. Anadolu'yu asıl vata n toprağı olarak kab u l eden parti, imparatorluğun ağırl ık merkezine Türklük ve İslam iyeti yerleştirdi. Cami Bey partinin görüşlerini temel lendiren Osmanlılığın Atisi adlı bir çal ı şma ka­ leme a l d ı . Bu çal ışma, önce partinin yayın organı İfham gazetesinde tefrika ed ildi; 1 9 1 3'te risa le olarak gazeten in " İfham Kütüphanesi" adı altında ya­ yımladığı bir dizi kitap arasında çıktı. Osmanlı İ mparatorluğu'nun karşı karşı­ ya bulunduğu iç ve dış sorun ların, 22 başlık altı nda, anal itik olarak ele alın­ dığı bu risalede Türk ve Arap unsurla­ rın birliktel i ği vu rgu lanmış ve Alman yan l ısı bir tutum sergi lenmiştir. Birinci Dünya Savaşı patlak verince yedek süvari kıdemli yüzbaşı olarak as­ kerliğe döndü ve İzmir Sansür Müfettiş­ l iği' ne atand ı . 30 Ekim 1 9 1 B'de Mond­ ros Mütarekesi'nin i mzalanmasının ar­ d ı ndan İngil izlerin İzmir Limanı'na de­ m i r atmasıyla bi r l i kte şeh i rde d i reniş h a reketi ç a l ı ş m a l a r ı baş l a y ı nca İz­ m ir'deki Müdafaa-yı Hukuk Cemiye­ ti'ne katıldı. Ü l ken in içinde bul und uğu durum­ dan sorumlu tutulan ve Babıal i tarafın-

1 85

Cami Baykurt, milliyetçilik ve Türkçülükten Bolşevikliğe uzanan fikir yapısıyla dikkat çekerken Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e, tekpartili rejimden çok partili rejime tüm önemli dönemeçlerde yer aldı.

dan istenmeyen kişi ler ilan ed i len İtti­ hatçılar, d iğer di reniş örgütlerinde ol­ duğu gibi, İzmi r'de de etkind i . B ütün cemiyetleşme hareketlerinde yaptıkları gibi İzm ir'deki cemiyetin de gerek İ s­ tanbu l hükümeti gerekse işgal kuwet­ leri nezd inde sıkıntıya düşmemesi için İttihatçılıklarını perdelemeye çalışıyor­ lard ı . Öte yandan İzmir'deki Cem iyet, hareketinin parti ler üstü olduğu kanısı­ n ı uyand ırmak için İttihatçı l ığın yan ı sı­ ra İti lafç ı l ıkla da ilgisi ol mayan şahsi­ yetleri ön p lana ç ı karmak i stiyord u . C a m i B ey, İ z m i r Müdafaa-yı H u k u k Osman iye Cemiyet i ' n i n 1 7- 1 9 Mart 1 9 1 9 ' d a d ü zen l e d i ğ i B ü y ü k İ z m i r Kongresi'nde her iki partiyle d e i lgisi olmadığı gibi, tecrübeli bir asker ve si­ yaset adamı olması hasebiyle de cemi­ yetin katib-i umum i l iği için uygun gö­ rülerek, bu göreve seçi ldi.

O

1 86

Cami Bey bu dönemde ülkenin kur­ tuluşunu Wi lson prensiplerinde görü­ yord u . Bu inanc ı n ı Ankara'ya geçene kadar korudu. Kongrede yaptığı konuş­ mada bu prensipleri savundu ve bunlar uyarınca İzmir'in işgal edilemeyeceğini ileri sürdü (oysa üçler konseyinde biz­ zat Wi lson, İzmir ve civarı n ı n Yunan mandasına terkine ve İzm ir'e Yunan as­ kerinin çıkarılmasına karar veren üç ki­ şiden biriydi). İzmir'in işgalinden bir ay kadar son­ ra da cem i yet merkezi n i İ stanbu l ' a nakletme kararı alınca Cami Bey cemi­ yet adına faa l iyette bulunmak üzere İs­ tanbul'a geçti. Ocak 1 9 1 9'da il. Tevfik Paşa hükümetinde dah iliye nazırı olan eski dostlarından Mustafa Arif Bey' in müsteşarl ık tekl ifini kabul etti. Ancak Sultan Vah idettin'in İttihatçılara yakın gördüğü Mustafa Arif'i kabine d ı şı bı­ rakma isteği sonucu y ı k ı l an i l . Tevfik Paşa h ü k ü meti n i n ard ından kuru lan yen i hükümette çal ıŞmak istemeyerek henüz resmiyet kazanmayan bir hafta­ l ı k müsteşarl ık görevinden istifa etti. İs­ tifasını verdiği gün kurulan Sulh ve Se­ l amet-i Osmaniye F ırkas ı'na katı l arak yönetim kurul unda yer aldı. Cami Bey kısa süre sonra bu partiden ayrıldı, genell ikle İttihat ve Terakki'ye karşı olan b i r gru p dostuyla 4 Mayıs 1 9 1 9'da Milli Ahrar Fırkası'nı kurdu ve fırkanın katib-i umum i l iğ i n i üstlen d i . C a m i Bey yayı m lanmamış anı larında partinin kuru l uş süreciyle i lg i l i olarak şunları yazar: "Osman l ı imparatorluğu­ nun Araplarla meskun olan vilayetlerin­ den ayrılarak yal n ı z Türk vi layetlerini ihtiva etmek üzere istiklalini kurtarabi­ leceğini zanned iyorduk. Bunu anlamak için İngil izlerle konuşmak lazım geli­ yordu. Fakat bu efend i lerle konuşabil­ mek için kendi mize sıfat vermek icap ed iyordu. İngi l iz Muhipleri Cemiyetine

L

aza olup İ ngiliz i rtibat zabitleriyle ko­ nuşmak maksad ı m ıza göre küçük bir şey olacakt ı . Ondan dolay ı d ı r ki yen i bir siyasi fırka kurarak onun namına İn­ gilizlerle görüşmeyi düşünüyorduk". Bu doğrultuda kuru lan partinin be­ yannamesinde, M i l li Meşrutiyet Fı rka­ sı'nda olduğu gibi m i l l iyetçi l iğe vurgu yapı lmaktad ır. C a m i Bey M i l li Meşrutiyet F ı rka­ sı'nda yer aldığı gün lerde, yazdığı risa­ lede de açıkça belirttiği gibi, Almanya yan lısı bir siyaset izlenmesini isterken, bu dönemde yüzünü gal i p Anglosak­ son dünyaya dönmüş, öte yandan Rus­ ya' daki Bolşev i k devr i m e b ü y ü k b i r kuşkuyla bakm ıştır. M i l li Ahrar F ı rka­ s ı ' n ı n beyannamesi nde büyük B atı l ı devletler, Türk iye' yi " i h m a l v e Rus­ ya'ya feda ettikleri" için suçlanmakta, son gel işmelere bu durumun neden ol­ duğu belirtilmekte, Rusya'ya karşı Batı devletleriyle karşılıklı çıkar esasına da­ yanan, dengeli bir işbirl iğinin sürdürül­ mesi üzerinde durulmakta ve partinin dış siyasetindeki tek umdenin kuzey­ den inecek Bolşeviklik tehlikesine karşı bu işbirliği olduğu yazılmaktadır. Ü l kenin karşı karşıya kald ığı büyük soru n lardan kurtu lmas ı n ı hem Bolşe­ vikl iğin hem de vahşi kapitalizmin red­ ded i lmesine bağlamaktadır: " B i r taraf­ tan küçük emlak sahibi tarım unsurla­ rından meydana g e l m i ş m i l leti m iz i , komşumuzu sarsan sosyal ve i ktisadi başı boş ihti lalin her ne şek i lde olursa o l s u n b u l aş m a s ı n a karşı korum aya mecburuz. D iğer taraftan g a l i p l e r l e aramızdaki davanın halled i l mesi sıra­ s ı nda gel eceğin tarım s ı n ıfı n ı ta rlası üzerinde işçi hal ine getirebi lecek suret­ te sermaye h ücumlarına mani ol mak, bu suretle m i l letimizin geleceğini anar­ şiye d üşmekten korumak en önem l i görevlerimizdendir".

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E TK I L E R l /Y A N S I M A L A R I

Kısacası, Cami Bey v e arkadaşlarının bu dönemde amaçlad ıkları toplum dü­ zeni, gel işmiş Batı toplum larındaki li­ beral toplum düzenidir: "Buhrana son vermek, k i ş i n i n hayat m ü cadeles i ne bağımsız bir şekilde karışmasına yöne­ len tedrici bir yöntem ve merkeziyete karşı m i l lT kuvveti güçlendirme amacı­ nı sağlayacak idari bir değişikliğin uy­ gu lanmasıyla mümkün olacaktır. Çeşitli toplumsal kuruluşların meydana getir­ d iği medeni m i l l et örneklerin i n gen iş şek i l d e i ncelenmesi sonunda Türki­ ye'de bütün idare ve eğitim kuru luşları­ mızın Anglosakson yöntem lerinin yet­ kili el lerle getirti lecek araçlara ve yolla­ ra başvuru lmasıyla uygulanması öngö­ rülmektedir". Son Mecl is-i Mebusan'a Yunan işgali neden iyle normal bir seçim süreci ya­ şayamayan Ayd ı n'dan mebus olarak katılan Cam i Bey Heyet-i Temsiliye ile devamlı irtibat hal inde oldu. Gerek ilk seçildiğinde gerekse daha sonra Anka­ ra'ya görüşmelere gidenler arasında yer aldı, Meclis-i Mebusan'da ol uşturulan Felah-ı Vatan G rubu'nun başkanl ığına getirildi. 1 6 Mart'ta mecl isin basılması üzeri ne, Kara kol Cem iyeti ' n i n yard ı­ m ıyla, Hal ide Edip ve Dr. Adnan Bey'le birl i kte İstanbul' dan Ankara'ya geçti. Aydın mebusu olarak katıldığı Birinci TBMM'nin ilk dahil iye vekili seçi ldi. Bu dönemde Bolşevik fikirlerle ilk kez ya­ kınlaşmaya başlad ı ve giderek "samimi bir Bolşeviklik yan l ısı" oldu. B u onun Türkç ü l ü kten so l c u l uğa geç i ş i n i n i l k aşamasıdır. Son rak i yıllarda b u yakın­ laşmayı sürdürecek, öneml i sol figürler­ den biri olarak görülmeye başlanacak­ tır. Komintern arşivinde bulunan "Lütfi Yoldaş"ın "Türkiye İştirakiyun Fırkaları m e rkez i riyasetine" gönd e rd i ğ i 1 9 Ağu stos 1 9 20 tari h l i l ay i hada Cam i Bey' in fikriyatındaki dönüşümü göste-

ren şu b i lgi yer a lmaktadır: "Anado­ lu'd a Bolşevik teşkilatı yap ı l mak için hiçbir mümanaatta bulunulmuyor. An­ kara'da Bolşevizmin derhal kabul edil­ mesine dair müteaddit konferanslar ve­ ril miştir ve bu konferansların verilmesi için bizzat Cami Bey (dahil iye vekaleti­ ni işgal ettiği zamanlarda) teşvik etmiş­ tir". Ankara'daki durumu, "Türkler vazi­ yet-i hazıra dolayısıyla kendilerine tabii Bolşevikler nazarıyla bakıyorlar ve Ku­ va-yı Milliye ordusunu Bolşevik ordusu suretiyle telakki ediyorlar" şeklinde yo­ rumlayan "Lütfi Yoldaş" "Kuva-yı M i l l i­ ye re'si karında olanlar Bolşevikl iğe ne suretle bakıyorlar" sözleriyle başlayan bir başka Komintern belgesinde (Sabık Dahil iye Vek i l i) Cami Bey'in kend isine şunları söylediğini bel irtir: "Türkiye'nin kurtul ması Sovyet hükümetinin cihana h a k i m o l m a s ı n a m ü te v a k k ı ft ı r. S i z memleketimizde isted i kleri propagan­ dayı yapmaya mezunsunuz". Cam i Bey, 1 3 Temmuz 1 920'de da­ h i l iye veki l l i ği nden istifa ett i . H a l ide Edip, Türkün Ateşle İmtihanı'nda bu is­ tifayla i l gi l i ol ara k "önce Cami B ey' i harcadılar" şeklinde bir saptamada bu­ lun ur. Mustafa Kemal Paşa'nın Cami Bey'den desteğini çekmesinin ard ı nda onun fikriyatındaki bu değişimin etkisi olsa gerektir. Dahil iye vekill iğinden ayrı ldıktan kı­ sa bir s ü re sonra m i l letvek i l l iği sakl ı k a l m a k ü zere A n k a ra h ü k ü m et i n i n temsilcisi olarak Roma'ya atandı . Savaş sonunda u mduğunu bul amayan İtal­ yanlar, Ankara hükümetiyle yakın i l işki kurmak istiyor ve ekonomik ayrıca l ı k­ lar elde edecekleri bir barış için uğraşı­ yorlard ı . İtalya D ı ş işleri Bakanı Kont Sforza'yla önceden tan ışan Cami Bey İtalyan hükümetiyle resm i olmayan gö­ rüşmelerde b u l undu, gizlice s i l a h ve mühimmat alımıyla uğraştı; Malta sür-

187

s

1 88

günlerinin kurtarı l masında büyük çaba harcadı; başta Cavit Bey ve Talat Paşa olmak üzere Avrupa'daki İttihatçı ön­ derlerle görüşüp yazıştı; Ankara h ükü­ meti n in tem s i l c i s i o l a rak Avrupa'da toplantı lara katıld ı . Kasım 1 92 1 'de TBMM h ükümeti Ca­ mi Bey'in Roma'daki temsilcilik görevi­ ne son verdi . Cami Bey çağrı lara rağ­ men Türk iye'ye d ö n m e d i ; 2 1 E k i m 1 922'de TBMM tarafından milletvekil­ l iğinden çıkarı l d ı . Aktif siyasetten uzaklaşan Cami Bey, Türkiye'ye İstanbul d üşman işgalinden kurtarı ldıktan sonra döndü. Uzun süre siyasetten uzak kalarak, çevirmen l i k, öğretmen l i k yaparak h ayatı n ı sürd ü r­ m eye ça l ı ştı . Ocak l 93 4'te İ s m ay ı l Hakkı Baltacıoğlu tarafından yayımlan­ maya başlayan Yeni Adam dergisinde, i l k sayı larından itibaren, "S iyasa Acu­ nu" adlı köşesinde dış politikayla ilgili yazı lar yazdı ve yükselen faşizm ve na­ zizmi te l i n etti . 27 Haziran 1 942'de oğlu Vedat Baykurt'la Fransızca akşam gazetesi La Turquie'yi çıkarmaya başla­ d ı ; burada M i hver karşıtl ığı yaz ı l arın eksenini oluşturdu. Çok parti l i s i steme geçiş sürec i n i n başlad ığı 1 945 'ten ölümüne kadar, sol kanatta aktif bir yazar ve siyaset adamı o larak s ivri l d i . Bu dönemde Cami Bay­ kurt'un başka n ı olacağı ya da içinde yer alacağı bir sol parti kurma arayışla­ rı ara l ıksız sürdü. Başkan adayı olarak adı, Şefik Hüsnü ve Esat Ad il'le hatta Fevzi Çakmak' l a b i r l i kte a n ı l ı yord u . Ancak kend i başka n l ığ ı n d a b i r parti kuramad ığı gibi ne Esat Adi l başka n l ı­ ğında kurulan Türkiye Sosyal ist Partisi (TSP) ne d e d a h a so n ra Şefik H ü s­ n ü ' n ü n k u r d u ğ u T ü r k iye Sosya l i s t Emekçi ve Köyl ü Partisi'nde (TS E KP) yer aldı. l 945'te Çiftçiyi Toprakland ırma Ka-

o

L

n u n u ve bütçe görüşmeleri sırasında CHP içindeki muha lefetin iyice açığa çıktığı, CHP parti grubunda Dörtlü Tak­ rir'in reddedildiği, TBMM'nin Birleşmiş M i l letler Antlaşmas ı n ı onayladığı bu günlerde Türkiye çok partili rejime ge­ ç i ş s a n c ı l a rı n ı y a ş a m a ktayd ı . B ay­ kurt'un ilk Türkçe yazıları 2 1 Temmuz ve 22 Ağustos 1 945'te ancak iki sayı çıkabilen ayl ık Dikmen dergisinde ya­ y ı m l a nd ı . Kend i n i anti-faşist ve a nti­ emperyalist bir fikir ve sanat dergi s i olarak tan ımlayan Dikmen' in yazı eki­ bi, o günlerde solun partileşme hazır­ l ı kları içindeydi ve daha sonra sol par­ tilerin içinde yer alacaktı . Dikmen ikin­ ci sayı çıktı ktan sonra val i l ik kararıyla kapatı l ınca Baykurt ayn ı ay içinde ye­ n iden yayına başlayan Sertel lerin Tan gazetesinde yazmaya başladı. Ayr ıca 1 Ara l ı k 1 9 45 'ten itibare n kurmaya çalıştığı partinin yayın organ ı olarak Sabahattin A l i ve Esat Ad i l Müs­ tecapl ıoğlu ile Yeni Dünya gazetesi n i çıkard ı . Ayn ı gün yayın hayatına atı lan Görüşler derg i s i n in de yaz ı kadrosu içinde yer ald ı . Yaz ı ları nda, demokratik o l mayan, demokrasinin önünü tıkayan "kalp ak­ çaya" benzeyen Tek Parti rejiminin terk ed i l i p demokrat i k yönetime geç i ş i n sağlanması üzerine odakland ı . Türki­ ye' n i n demokrat i k rej i m e geçmes i n i daha çok d ış dünyanın etkisine bağla­ d ı . İç d i nam i klerin ö n ü n ü "tota l iter devlet sistemleriyle memleket idare et­ meğe al ışmış ( . . .) muhafazakar reaksi­ yoner" CHP'nin "elinde bulunan bütün vasıta l arı, memurları, po l i s kuvvetini, para kuvvetini, her çeşit tezvir vasıtala­ rı n ı " kullanarak tı kad ığı n ı i leri sürd ü . Ona göre, yürürl ükteki 1 924 Anayasası demokratik bir anayasayd ı . Faşist İtal­ ya'dan alınan yasalar anayasan ı n lafzı­ na ve ruhuna aykırı olup onu atıl hale

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

1 89

ikinci Dünya Savaşı sonrası dönemde siyasi özgürlükleri elde etmenin, devletparti birliğiyle hareket eden CHP'ye karşı fıak ve hürriyetleri savunmanın ayrı bir önemi vardır. Soldan sağa: Zekeri;ıa Sertel, Sabiha Sertel, Cami Baykurt, Halil Lütfi Dördüncü.

get i r m i şt i . B u faşist yasal arın derhal kald ırıl ması gerekiyordu. Türk iye'deki iç d i na m iklerin rej im değişikl iğine gidişe yetmeyeceğini dü­ şünen Baykurt bu bağlamda B i rleşmiş Mil letler Antlaşması'na adeta bir can­ kurtaran s i m i d i gibi sarıld ı . Bu metni imzalaman ın her yerde gerçek demok­ rasiler kurmak, fertlere korkusuz dü­ şünmek ve düşündükleri n i yıl madan söylemek, hakikatleri öğrenmek ve öğ­ retmek hü rriyeti n i vermek, böyle! ikle yoksulluğun, tecavüzlerin ve savaşların önünü al maya çalışmak anlamına gel­ diğini vurgulad ı . Yeni dünya düzen i nde artık bağımsız bir po l itikadan söz e d i l emeyeceği n i, hiçbir meseleye "Türkiye'ye özeldir" diye bakı lamayacağını, bu yüzden Tür­ kiye'n i n değişme ve yen i lenme davası­ nı d ünya çerçeves indeki yerine koya­ rak görmesi gerektiği tezini ileri sürdü. Yen i lenmen in, herkes için olduğu gibi, Türkiye için de mu kadder olduğunu;

bunun da "taril i determ inizm neticesi olarak bir zaruret hük � ünü a l d ı ğ ı n ı " bel i rtti. 5 Eylü l 1 945 Tan'da çıkan ve i leride hapis cezası a l masına neden olan "Münevver Sın ıfın Tarihi Rolü" başl ıklı yazısında yen i lenme savaşın ı başarıya ulaştırmada en büyük rolü fikir emekçi­ l eri olara k görd üğü ayd ı n lara yükle­ mekteyd i . Aydınların kendi lerin i burju­ vazinin bir parçası görmekten uzakla­ şıp bi rer ücretli fikir işçisi olduklarını idrak etmeleri, sınıf çıkarların ı savuna­ cak derecede b i l i nç l enme leri gerek­ mekteyd i . " D ünya m i l l etleri yen i b i r h ayat k a p ı s ı n d a n içeri girerken" ve. "her şey değişirken aydınların da değiş­ mesi mümkündür". Yazısının "kim bi­ lir, bel ki de yakın geleceğin inkı lap to­ humunu taşıyan odur" şeklindeki son cümlesinde de dile getirdiği bu ihti ma­ le Baykurt u mut bağlamaktaydı . Baykurt' u n gözünde i n sa n l ı ğ ı n e n büyük d üşmanı, sırf kendi çıkarları için

o

1 90

İkinci Dünya Savaşı'nı çıkaran ulusla­ rarası yüksek finans çevreleri ve artık bu çevre içinde yer alan Katolik kilise­ siyd i . 1 9 . yüzyı l ı n sömürgeci ve em­ peryalist politikasını temsi l eden ve i l k büyük savaşın gerçek a m i l i olan Büyük Britanya İ mparatorluğu'nun yerini alan bu güçler, her ü l kedeki çal ışan kesimi, basın, k i l ise gibi araçl arıyla kend i leri için ölmeye hazır hale getirmişlerdi . Baykurt, Celal Bayar v e arkadaşların­ ca hükümete sunulan 1 924 Anayasa­ sı'na uymayan kanunların değişti ri lme­ s i n i i steyen dörtlü takriri "demokrasi inkı labı yolunda i l k ad ı m" olarak ta­ n ımladı ve aci len bu yola giri lmesi ge­ rektiğini yaz d ı . "Türkiye Cumhuriye­ ti'nin yen i len mesi uğrunda mücadele meydanına atı lmış olan bu grup"un ku­ racağı yen i partiye destek verd i . Öyle ki Yeni Oünya'daki bir yazısında Bayar için "bayrağını açm ış, davasını milletin huzuruna çıkarmıştır. İstiklal mücade­ l esine ve Cumhuriyet inkı lap tarihine adı karışm ış olan Celal Bayar, açmış ol­ duğu bu bayrağı elinden d üşüremezdi. Deruhte ettiği yeni vazife onu bu yolda sonuna kadar yürümeğe mecbur edi­ yordu" ifadesini ku lland ı . Ancak Celal Bayar ve ekibinin Çiftçiyi Topraklandır­ ma Kanunu'na büyük çiftlik sahipleri­ n i n çıkarları doğru ltusu nda karşı ç ı k­ m a s ı karş ı s ı n d a s u s k u n ka l d ı . Bay­ kurt'un bu suskun l uğunun temel i nde, Şefik Hüsnü'nün N isan 1 945'te kaleme a l d ı ğı ve İ ç i ş l eri B a ka n ı taraf ı n d an mecliste okunan bir yazısı nda yer alan "Mareşal i ve Demokrat Parti'yi destek­ lememiz, bütün teşkilatı mızı ve faal iye­ timizi bu mücadeleni n icaplarına göre ayarlamamız icabeder. Dikkat edeceği­ m iz nokta, Demokrat Parti'nin idareci­ leri olmağa namzet olan larını mümkün old uğu kadar Sosyal i st demokras iye doğru çekmeğe gayret etmek"tir şekl in-

deki TKP' n i n stratej isi doğru ltusunda hareket etme kaygısı yatsa gerektir. Bu arada Vedat Türka l i, Şefik H üsnü'yü Fevzi Çakmak' ı n ken d i leriyle birlikte hareket edeceğ ine i n a n d ıran k i ş i n i n Baykurt olduğunu ileri sürmektedir. Baykurt, kurulacak yeni partinin hal­ kın mahrum bırakıldığı haklarını savun­ ması ve uğrad ığı haksızlı kları bertaraf etmesi gerektiğini vurgulad ı . " Biz, Celal Bayar ve arkadaşlarının teşebbüsünü bu manada anlıyoruz" demekteydi. "İ leri demokratik bir anayasa ile kurulmuş bir Cumhuriyet içinde halkın fer'I kanun­ larla maruz kaldığı tazyikler ve teca­ vüzler vardır. Bundan başka kuvvetini kanundan al mayan sui istimallerin, soy­ gunculuk ve vurgunculuğun bin bir çe­ şidi var. Yeni fırka, kendi bayrağına ve davasına sad ık kalacaksa bütün bunlar­ la mücadele etmek icap edecektir. Za­ ten etmeyecekse bu yola girmeye ve fır­ ka teşkil ine lüzum yoktur". Türkiye'nin kurtu luşunu sosyal izmde gören Baykurt, sosyal ist mücadele sıra­ sında, yüzde sekseni dindar köylü olan h a l k ı n d i ni inancına karşı gitm emek, tersine onu din yoluyla sosyal izme gö­ türmek gerektiğini savunuyordu . İslam d i n i n i gayet iyi bil iyordu . Sosyal izmle İslamlık arasında birçok benzerl ik bu­ luyordu. Kuran'da sosyalizm ideoloj isi­ ne uyan b irçok ayet ve düstur bul un­ duğunu söyl üyordu. Bunlardan fayda­ lanarak halk arasında bu ideoloji yayı­ labil i rd i . Baykurt'a göre Müslüman l ı k, özel mül kiyeti kabul etmekle beraber, büyük servetlerin tek elde toplanması­ na karşıyd ı . Zekat bu sebeple konmuş­ tu . İslam kamu mü lkiyetini ön planda görürdü. Mecellede toprak altı servetle­ rin ve büyük mülklerin devlet tarafın­ dan idaresi vard ı . İslam "faiz suretiyle para üzerinden kar al ınmasına karşıdır" diyordu. Baykurt bunları saydıktan son-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B AT V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /YA N S I M A L A R I

ra, sosya l izmin artık b u d üsturlara da­ yanamayacağ ı n ı , Muhammed zama­ nında bir sanayileşme hareketi olmadı­ ğı, bir sınıf kavgası bulunmadığını söy­ lüyor, ama, sosya l izme giderken b i r taktik olarak dinden faydalanmak ge­ rektiğini de ekliyordu. Baykurt'un yazd ığı Tan, Yeni Dünya ve Görüşler iktidarı kızdırdı ve iktidarın u sta kalemi H ü seyi n Cahit Yal çın, 3 Aralık 1 945 tarih l i Tanin'de "Kalkın ey ehli vatan" başl ıklı bir makale yayımla­ yarak ağır suçlamalarda bulundu. Yal­ çın yazısında "d üşman i sti l a s ı şimdi komünizm propagandası hal inde içi­ m ize sızmaya başlamıştır: Yeni Dün­ ya'nın ve Görüşler in intişarı bu husus­ ta tereddüte artık imkan bırakmamıştır. Vaziyet açıktır: Beşinci kol faaliyettedir ve hücuma geçmiştir" ded i . Baykurt, ertesi günkü Yeni Dünya'da Hüseyin Cahit Yalçın'a hitaben bir ce­ vap yazdı ve neye, niçin muhalefet et­ tiklerin i şöyle açıklad ı : " Bugün dünya politikası ve bu meyanda vatan ımızın bulunduğu mevki çok teh l ikelid ir. Tür­ kiye'yi Balkan harbine ve sonra 1 9 1 4 faciasına sürüklediği zamandan daha çok teh l ikel id ir, garbın demokratik hak­ larının memleketim izde tatbik olundu­ ğunu görmek için mahdut vasıta ları­ mızla mücadele meydanına girdik. O dava, bu m e m l eketi h i çb i r yaba n c ı menfaatine kurban etmemek, vatan­ daşları mızı ayak a ltında çiğnetmemek ve içerde yüzümüzü kızartan haksızl ık­ lara ve kirlere mani olacak bir idareyi görmekten ibarettir" . Yaz ı s ı n ı n deva­ mı nda "aynı davaya sad ıksanız aramız­ da çekişecek hiçbir şey yok". Baykurt, aynı yaz ıda mahkum etmek için del i l laz ım geldiğini hatırlattı v e kend ilerine, beşinci kol olarak yabancı menfaatler hesa b ı n a m e m l ekete i hanet ettikleri suçlamasında bul unan Yalçın'dan bu-

nu ispat eden del i l leri ortaya koymasını isted i . Ancak H üseyin C a h i t Ya l ç ı n ' ı n b i r gün önceki yazısı Türkiye tarihine "Tan olayı" olarak geçen sa ld ırı ların fiti l i n i ateşlemişti. Kalabalık b i r grup sald ırgan 4 Ara l ı k 1 945 'te Tan matbaasının bü­ tün dizgi makineleri ve rotatiflerini par­ çaladı ve sol yayınlar satan kitapevleri­ ni yerle bir etti. Sonra sıra La Turquie ve Yeni Dünya'nın basıldığı matbaaya geldi ve sald ırganlar her şeyi kırıp dök­ tüler. Bu olay sonucunda her üç gaze­ ten in ve Görüşler derg i s i n i n yayı m ı durdu (kısıtl ı imkanlara rağmen içerik bakım ında son derece zengin olan Ye­ ni Dünya bu yüzden ancak dört sayı çıkabildi). Böylece Cam i Baykurt'un s i­ yasi n ite l i ktek i yaz ı l arı yayı m l ad ığı yayın orga n l arından tama m ı ortadan kalktı. Tan olayı demokratik cephen i n da­ ğı l masına, her kes i m i n kendi yo luna gitmesine yol açtı . Demokrat Parti ku­ ru ldu ve artık solu tamamen yad s ı d ı . Şefik H üsnü sosyalist b i r parti i ç i n b i r takım yoklamalarda bulundu. Partide yer alacaklar içinde Cami Bayku rt'un adı da vard ı . Ancak bl! arada Baykurt Sertel lerle birlikte tutukland ı . Tutuklanma nedeni Tan'da Eyl ü l 1 945'te yayım lanan yazı­ lardı. Mahkemeleri tutu klu sürd ü ve yargılama sonunda her biri mahkum oldu. Temyize başvurmaları sonucunda tahl iyelerine karar veri l d i . 4 ay süren hapishane hayatları sona ermişti. Tah l iyelerinden bir gün sonra Esat Ad i l M ü stecap l ıoğ l u TSP'yi k u rd u . Baykurt bu partiye katı lmad ı . TSP için­ deki Dikmen grubu part i n i n b a ş ı n a o n u geti rmek i sted iyse de b i r sonuç ç ı k m a d ı . A rd ı n d a n Ş e f i k H ü s n ü TSEKP'yi kurdu. Baykurt b u partide de yer al mad ı . Ancak insan haklarını ko-

1 91

o

1 92

ruyacak bir dernek kurulması için ça­ l ışmalara başlad ı . Daha önce kuru lma­ sı için uğraş verd iği so l partin in hazır1 ı k ç a l ı ş m a l a r ı n d a a d ı geçen Fevzi Çakmak'ı derneğin başkanlığı için dü­ şünüyord u . Çakmak'ın halk nezd inde büyük itibarı vardı ve bu yüzden katı­ l acağı h e r h a reketi n ses get i receği açıktı . Sertel ler, Tevfi k Rü ştü Aras ve Kenan Öner'in başı çektiği dernek 1 7 Ekim 1 946'da vilayete Çakmak' ın i_m­ zasıyla bir di lekçe ve ek olarak beyan­ name ile n izamnames ini verdi. İktidar başından beri bu çal ı şmaların her an ından haberdard ı . E k i p içinde Bay­ kurt'un yan ı ndan hiç ayrıl mayan Ad­ nan Menderes ve Tevfik Rüştü Aras' ı n akrabası Özdemir Evl iyazade' nin istih­ barat eleman ı olduğu Yass ıada duruş­ malarında açığa çı kacaktı . İ nönü, İn­ san Hakları Cem iyeti'ni komün istlerle ilk ciddi karşı laşma olarak addetti. Ce­ m iyet kurulduğu gün TBMM' de Nazım Poroy başkan l ığında, N ihat Erim'in de iç inde bulunduğu B i rleşmiş M i l letler İ nsan Hakları n ı ve Ana Hürriyetlerini Sağlama ve Koruma Türk Grubu'nun kuru lmasına karar veri ldi. İstanbul'da­ ki dernek iktidar yan l ısı basın tarafı n­ dan büyük b i r gürü ltüyle karş ı l a nd ı . B o l şevizm yan l ı s ı m i m l i so l cu l a r ı n Mareşal v e Kenan Öner'i oyuna getir­ d iği yazıldı. Hücumlar karşısında der­ neğin siyasetle ilgisi ol mad ığı vurgu­ l a n d ı . Ancak b u sal d ı r ı l a r son u n d a kadro çöz ü l d ü . Te l a ş a ka p ı l a n D P, Öner'i dernekten çekti, sağın önde ge­ len kaleml eri Çakmak' ı n hareketten ayrılması için uğraş verd i . Sonuçta yıp­ ratma kampanyası etkisini gösterd i ; kı­ sa süre sonra dernekten söz ed i l mez o ldu ve bu girişim de akim kald ı . 1 6 Ara l ı k l 946'da S ı kı yönetim Ko­ mutan lığı ve Mahkemesi tarafından iki sosyal ist parti ve bunlara bağlı sendika-

larla gazeteler kapatı ldı, i leri gelenleri tevkif ed ildi. İçişleri bakanı Şükrü Sökmensüer 1 6 Ara l ı k 1 946'daki mecl is görüşmelerin­ de bu konuda verilen bir soru önergesi­ ne cevaben "sıkıyönetim i bu kararı ver­ meğe sevk eden ana amil ler üzerinde esaslı kanaat ve hükümlere" varı labil­ mesi için Türkiye'deki komü nist faali­ yeti n i n kısa bir tari hçes ini sundu. Ar­ dından bu "kararların tatbikat alanında verd iği neticeler ve bu hususta vesika­ lara dayanan mü şahedeler üzerinde" açıklamalarda bulundu. Bakanın konuşmasından da anlaşı l­ dığı üzere iktidar açısından Türkiye'de sol hareket güçlü bir akım olamamış, gerekl i görü len her durumda kolayca başı ezilm işti . 1 94S'li yıllarda bu faali­ yetlerin üzeri nde daha b i r ciddiyetle d u ru l masının nedeni, iç ve d ı ş siyasi konjonktür gereğiyd i . Savaş sonrasında uluslararası dengen in bozu lması, sava­ şı kazanan demokras i l er cephes i n i n böl ünmesi v e Soğuk Savaş' ı n başlama­ sıyla Batı sola karşı cephe almaya baş­ lam ıştı. Türkiye'de iktidar bu yeni dün­ ya düzeni içinde Batı d ünyasında yer almaya kararlı olduğundan solu si lme­ ye çalışıyordu. İçeride ise, Batı'nın da­ yattığı çok parti l i rej ime geçmek kararı a l ınd ığından h ükümet eden ler i ktidarı yitirme teh l i kesiyle karşı karşıyayd ı . Ancak kolayca anlaşılabi leceği gibi bu­ nu sol a k ı m ı n tek baş ı n a başarması mümkün gözükmemekteydi . Ası l teh l i­ ke Çakmak' ı n b i r ra k i p o l arak İ nö­ n ü ' n ü n karşı s ı n a d i k i l mesi, aynı za­ manda CHP'nin içi nden ç ıkan ve CHP gibi yüzü Anglosakson dünyaya dönük olan DP'nin CHP karşısına ciddi bir ra­ k i p o l a ra k ç ı kmasıyd ı . Her i k i rakip odağı n sol kesimi kendi lerine dayanak olarak görüp bu kesimden yararlanma isteği, aynı şeki lde solun da bu kesim-

R U S Y A ' D A 1 9 1 7 Ş U B A T V E E K i M D E V R i M L E R i N i N T Ü R K I Y E ' Y E E T K I L E R l /Y A N S I M A L A R I

den faydalanma n i yeti sonucu kurul­ ması mümkünleşen muhalif "demokrat m i l li b i r l i k cephe s i " i ktidarın telaşa d üşmesine neden oldu. Bu arada ikti­ da rda muhal iflerin sola kaya b i l eceği şüphesi de uyan mamış deği ldi. Mosko­ va radyosunun Celal Bayar'ı övmesi, Batılı devletlerin Türkiye'ye o kadar da sıcak bakmamasının bu şüphenin doğ­ masına yard ımcı olması muhtemeldi. İktidar çözümü tam da bu şüpheden yol a çı karak çözme yoluna gitti. Sök­ mensüer' in mec l i steki konuşmasında ve i ktidar yan l ısı basında, son derece d i p lomatik b i r d i l le gerek Mareşa l'in gerekse DP'nin, halkın genelinde pek de kabul görmeyen hatta menfur telakki edi len komünizmin tuzağına düşmekte olduğu, son anda bundan i mtina ettik­ leri belirtil erek "demokrat m i l l i birlik cephesi" üzerinde ısrarla duru l up, ko­ münist kesimin bu cepheden yararlan­ mak suretiyle Türkiye'yi, komünist rej i­ mi getirerek, Sovyet blokuna bağ l ı bir ülke kılma niyetinde olduğu i leri sürül­ dü. Sökmensüer mecliste bu iddialarına del i l olarak "sıkıyönetim kararına göre yapı lan aramalarda" Şefik Hüsnü Değ­ mer'in ele geçen mektup ve yazılarıyla Serte l lerin evi nde b u l u nan Zekeriya Sertel ve Cami Baykurt'un Fevzi Çak­ mak'a, Tevfik Rüştü Aras' ı n Sertel ve Baykurt'a yazd ıkları mektupları göster­ mekte, Değmer' i n yazd ıkl arıyla Bay­ kurt-Sertel ikilisinin yazd ıkları arasında­ ki para l e l l i ğe i şaret etmekteyd i . Şefik Hüsnü, "demokrat muhalefet ve Mare­ şal, mecliste seçim lerin meşruiyetini ta­ nımadıklarını ve m i l li iradenin kendini göstereme d i ğ i n i i l a n ve toptan istifa ederek mücadeleyi halk arasına intikal ettirirler" diye yazarken, Baykurt ve Ser­ tel meclisin, hükümetin, cumhurbaşka­ n ı n ı n seçimlerdeki kanunsuz luk iddi­ aları nedeniyle meşru olmad ığını bildi-

rerek çek i l m es in i öneriyordu. İ ç i şleri Bakanı, Değmer' in yazılarından bölüm­ ler okuyarak TKP'nin Türkiye'de "her türlü sol temayü llü gruplar ve namuslu terakkiperver yurtseverleri içine alacak ve hatta faşizme gönü l vermiş veya ya­ bancı faş ist hükümetlerin aja n l arı i l e düşüp kal k m ı ş unsurlardan temizlen­ mek şartıyla, Halk Partisine de yer vere­ cek faşizme ve vurgunculara karşı" bir demokratik cephe kurmak niyetinde ol­ duğunu, bu amaçla DP'yi ve Mareşal Fevzi Çakmak'ı yanına çekmek isted iği­ ni ileri sürdü. İ ktidar böylece sol muha­ lefeti ezm e n i n yan ı s ı ra Mareşa l i ve DP'yi Demokratik Cephe ile bağlantı­ land ırmak suretiyle k ı z ı l a boyayarak halkın gözünden düşürmeyi tasarl ıyor­ d u . Sök mensüer' i n D P'yi bu cephe içinde gösterme çabası karşısında Celal Bayar gerçekten de kaygı lanmış olacak ki, oturum esnasında "birçok serseri le­ rin mektupları n ı geti r m i ş okuyorlar" şekl inde çıkış yaptı. DP'nin sergilediği tavrın ard ından Fevzi Çakmak' ın İ nsan Hakları Cemi­ yeti'nden kolaylıkla vazgeçmesi, Bay­ kurt'un demokratik cephe düşünceleri­ ni o l u msuz etk i l ed i . Yakın çevresine "halk haklarını korumak için, ne bu si­ yasi partilere, ne de düşünce mekaniz­ ması geçmişe bağlı devlet adam l arına güven m e l i d i r. Ancak kendi kuracağı teş k i l atlara güven mel i d i r. İşçi köy l ü , bütün h a l k davasını el ine aldığı gün b u hakları koruyabi lecektir" diyordu. Sonraki dönemde Cami Baykurt'un adı, yine de Fevzi Çakmak ve Kenan Öner'le birlikte Mil let Partisi'nin kurul­ ması s ırasında yeniden gündeme geldi; hatta bu partinin programının onun ta­ rafından hazırlandığı öne sürüldü. An­ cak, Baykurt bu parti içinde yer al ma­ d ı . Çok geçmeden, 4 Kasım 1 949'da vefat etti. O

1 93



Ortanın Solu: lsmet lnönü'den Bülent Ecevit'e Ö Z K A N A G TA Ş

1

SAG / SOL

946 yılının hemen başlarında Celal Bayar, kimilerine göre Milli Şef'ten icazet almak için, kimilerine göreyse Cumhuriyet'in ikinci Adam'ına gösteril­ mesi lüzum eden saygının bir gereği ola­ rak, elinde parti programıyla Çankaya Köşkü'ne çıkarken, yanına bir de parti ro­ zeti almıştı. Demokrat Parti rozeti üzerine bir süre şakalaştıktan sonra Bayar, Ismet lnönü'ye şunları söyleyecekti: " Paşam, bunu da yakanızda görmek bize şeref ve­ recektir" (Toker, 1 990: 8 3 ) . Hayli uzun süren tek partili bir rejimin ardından, ik­ tidardaki partiye muhalefete hazırlanan bu yeni siyasi teşekkülün lideri, gelecekte iki parti arasında c ereyan e tmesi ç o k muhtemel çekişme v e ihtilaflar karşısın­ da, devlet başkanının tarafsızlığını koru­ yup koruyamayacağından endişe ediyor­ d u . N i tekim CHP/DP gerilimi kendini göstermeye başladığında, İnönü hiç değil­ se bir süreliğine, tarafsız bir tutum sergi­ lemeye çalışmıştı. Recep Peker'in DP'yi ihtilalci bir parti olmakla eleştirmesi kar­ şısında lnönü, 1 2 Temmuz Beyanname­ si'nde ( 1947), "ihtilalci bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metodları ile çalışan muhalif partinin iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek la­ zımdır. Bu zeminde, ben, Devlet Reisi ola-

rak, kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görüyo rum" diyordu ( A h m a d , 1 9 76 : 3 4 ) . Her i ki p a r tinin orantılı koşullarda çalışmasını temin et­ menin, şüphesiz bir önkoşulu bulunuyor­ d u : ismet Paşa, siyaseti şekillendirecek olan yeni rejimin, farklı programatik ve ideolojik konumları savunan siyasi parti­ lerin çokluğunu değil, hükümet partisi karşında konumlanmış bir muhalefet par­ tisini gerekli kıldığını, işin daha başın­ dayken söylemişti. 1 Çok partili siyasete geçiş için yeşil ışık yaktığı Meclis açılış konuşmasında (1 Kasım 1 945) şöyle di­ yordu: "Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir partinin bul un­ mamasıdır" (Eroğul, 1 998: 23). Celal Bayar'ın, partinin adı tayin edilir­ ken iki. partili. Amerikan modelinin dik­ kate alındığını söylemesi bu bakımdan semptomatiktir, nitekim " orada da bir Cumhuriyetçi Parti, bir de Demokrat Par­ ti yok muydu"? DP'ni.n resmi olarak ku­ ruluşu vesilesiyle düzenlenen basın top­ l a n tı s ı n d a , söz k o n u s u y e n i partinin CHP'ye kıyasla yerinin ne olduğunu so­ ran gazetecilere Bayar, Amerikan mode­ liyle kurulan analoj iden hareketle "de­ mokrattır" demeyi yeterli görecekti. Aynı sorunun diğer muhatabı Aydın Menderes ise, "belki iki parmak daha soldadır" ya­ nıtını verecekti (Toker, 1990: 83). Diyebi-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

liriz ki , adını koymamakla birlikte, orta­ nın solu deyiminin tarif ettiği siyasal po­ zisyonu çağrıştırabilecek bir ifadeyi siyasi j a rgonumuza sokan ilk kişi, böylelikle Menderes oluyordu. 2 Fakat Menderes'in açıklaması, iki parti arasındaki programa­ tik ve ideolojik mesafenin uzaklığını de­ ğil, yakınlığını ima ediyordu, zira derin bir farklılığa değil, bir nüansa işaret et­ mek üzere yapılıyordu. DP kurucuları, başlangıçta CHP'den farklı olduklarını göstermekte epeyce zorlanacaklardı. Dışarıda yeni dünyanın temelleri atılı­ yorken, içeride kurulmaya girişilen yeni rejimin mimarlarının siyasi pratiklerine yön veren şey, hükümet eden bir iktidar partisinin karşısında, eleştirmek ve denet­ lemekle yükümlü kılınmış bir muhalefet partisinin yer aldığı b i r düzeneğin inşa edilmesiydi. Sosyallik içerisine dağılmış bulunan her türlü çatışma dinamiğinin işaret ettiği heterojenliğin, siyasal rejim tarafından zorunlu kılınan tek partide içerilmek ve dışlanmak suretiyle soğurul­ duğu bir siyasi tahayyül (ki böyle bir si­ yaset düzeneğinde millet, devlet, parti ve şef mefhumları birbirleri üzerine kapa­ nır) , yerini aralarında anlamlı bir progra­ ma tik ve ideolojik farklılaşma bulunma­ yan, fakat biri hükümet, diğeri muhalefet olan iki partili bir başka siyasi tahayyüle bırakmaktaydı. Bu yeni düzenin 1960'la­ rın başlarına kadar uzanan gerilimli tari­ hini, özellikle de hükümet ve muhalefet rollerinin yer değiştirdiği l 950'li yıllar boyunca, her iki siyasi tahayyülün nasıl birbirine dolandığını ve güç dengelerine göre sürekli yeniden eklemlendiğini, bü­ tün bu kuşku ve geri dönüşlerin tarihini, burada bir kenara bırakmamız gerekecek. Fakat genelleme yapıyor olmanın riskleri­ ni üstlenerek, 1 945-65 momenti içerisin­ de siyasi ayrışmanın, belirgin bir program ve ideoloji üzerinden polarize olmak şek­ linde değil, bir başka deyişle, sağ veya sol olmak şeklinde değil, hükümet veya mu­ halefet etmek şeklinde kendini gösterdi-

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

ğini söyleyebiliriz. Eroğul'un belirttiği gi­ bi, çok partili siyasete geçildiğinden beri, seçmenin anlamlı bir ideoloj i k tercihte bulunmasına olanak tanımayacak kadar düşük düzeyde tutulmuş olan ideolojik farklılaşma, ilk olarak l 960'lı yılların or­ talarına d oğru o l uş maya başlayacaktı (Eroğul, 1990: 156-57). Siyaset yelpazesinin savunulan p rog­ ram ve ideolojinin farklılığına göre belir­ lenmesi v e siyasal mü cadelenin d e bu program ve ideolojilerin açıktan çarpış­ ması şeklinde cereyan etmesi bakımından bir dönüm noktası saptamak gerekirse, bu şüp hesiz 1 9 65 seçiml eri olmalıdır. 1965 seçimlerinin kapsamlı bir analizini yapan Abadan'ın işaret e ttiği üzere, özel­ likle 196 1 Anayasası'nın kabulünden son­ ra deneyimlenen dört yıllık siyasal hayat, "siyasi partilerle sosyal gruplar arasında patlak veren bir sürü anlaşmazlık ve as­ keri hükümet darbe teşebbüsleriyle dolu olarak" geçmişti (Abadan, 1 96 6 : 1 04) . Öyle ki, bu denli yoğun seyreden bir sos­ yal çatışma ve siyasi polarizasyon ortamı­ nın sonrasında gelen seçimlerin, siyasi ayrışmanın yeni biçimlerini en açık şekil­ de göstermemesi olanaksızdı. " 1965 se­ çimlerinde, siyasi partiler arasındaki mü­ cadele, geniş ölçüde, ideolojik belli değer yargıları çatışması çerçevesinde geçmiş , kısacası bir "sağ-sol" mücadelesi" olmuş­ tu (Abadan, 1 966: 1 1 2). l 960'ların ortalarında yeni başlamakta olan ve 1 9 70'li yıllar boyunca şiddetlene­ rek sürecek olan siyasi polarizasyon, keli­ menin dar anlamıyla hükümet/muhalefet üzerinden biçimlenen siyasi ayrışmanın, sağ/sol programatik ve ideolojik tazyik­ lerle aşındırıldığına ve yeniden tesis edil­ diğine işaret ediyordu. Söz konusu dö­ nem, yalnızca egemen sınıfların değil, po­ püler inisiyatiflerin d e siyaset üzerinde belirgin bir baskı oluşturduğu, halk ile ik­ tidar bloku arasındaki çelişkilerin, sağ ve sol söylemler üzerinden, etkisizleştirilme­ ye ya da derinleştirilmeye çalışıldığı, özel

1 95

s

1 96

bir momente karşılık gelir. Bu yılların si­ yasi söylemlerinin üzerinde oluştuğu yü­ zeyi analiz ederken, Ali Gevgilili'nin bir çözümlemesinden yararlanabiliriz. Gevgi­ lili, özellikle 1960'lı yılların ruhunu anla­ mak bakımından, birbirine dolanan iki ayrı sürecin kavranılması gerektiğine işa­ ret eder: i) Türkiye'nin yapısı ya da Tür­ kiye'nin düzeni konusundaki tartışmalar­ da kendini gösteren ve doğrusu bütün toplumsal ilişkiler düzeyini saran kuşku ve ii) dönüşmekte olan sosyal ve politik yapının kendisine karşılık gelecek dünya görüşleri, örgütlenme ve eylem biçimleri oluşturmakta çekilen güçlük (Gevgilili, 1987: 257-58) . Zorunlu olarak birbirine göndermede bulunan her iki süreç, sade­ ce toplumsal hareketlerin değil, aynı za­ manda farklı siyasal ideolojilerin de ola­ naklılık koşulunu oluşturuyordu. Gevgi­ lili'ye göre tüm bunların l 960'lar bakı­ mından somu t anlamı, hangi kesimden olursa olsun, tüm güçlerin, resmi ideolo­ j inin değişik bütün görünümlerini aşma savaşımına girişmeleriydi. "Sosyal düzen, yepyeni arayışlar'ın ardındaydı" (Gevgili­ li, 1987: 257). Siyasetin geleneksel b ü tü n unsurları için bu arayışlar gerçek bir gerilim hattı teşkil ediyordu şüphesiz, fakat bu hattın en zayıf noktasında CHP bulunuyordu: Tek parti rej iminin ideolojiler üstü partisi çok partili dönemin bu aşamasında, ken­ dine uygun bir ideoloji seçmek ve onunla siyasi yelpazedeki yerini almak zorunday­ dı. Ni tekim ortanın solu hareketi de bu çabaların bir sonucuydu. ORTANIN SOLU: lSMET lNÖNÜ

l 960'ların başından itibaren ortanın solu deyimi, CHP'li kimi yöneticilerin ve ay­ dınların dilinin ucundaydı; hatta bunlar­ dan bazıları adını koyarak ortanın solun­ da olduklarını söylemişlerdi. Fakat deyi­ mi siyasi jargonumuza tesir edecek etkili­ likte kullanan ilk kişi şüphesiz ismet lnö-

o

nü oldu. 1 965 seçimleri öncesinde verdi­ ği bir mülakatta İnönü, CHP'nin siyasi yelpazedeki yerinin ortanın solu olduğu­ nu söylüyordu: " CHP bünyesi itibariyle devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir ekonomik anlayışta­ dır" (aktaran: Abadan, 1 966: 156).3 An­ cak ortanın solu deyimini ilk olarak ki­ min ortaya attığı meselesi yine de tartış­ malıdır. Ecevit yıllar sonra bu konuda şunları söyleyecektir: lnöml'nün Abdi ipekçi ile yaptığı bir mü­ lakat Milliyet gazetesinde yayım landı. Orada Sayın lnönii kendi ağzından i l k lıez CHP'niıı ortanın solunda bir parti ol­ duğunu söylüyordu. Daha önce bu sözü Nihat Erim ve /sınai! Rüştü Alısal kendi­ lerinin ifade ettilılerini sonradan söyle­ mişlerdi. Ben de hiilıüınette bulunduğum sırada Anlıara'da Tıp Falıültesiııde yapı­ lan bir açık oturumda ortaııın solunda ol­ duğumuzu söylediğimizi lıatırlanm. Fa­ lıat tabii bizim ağzımızdan çılıtığı vahit hiçbir yanlıı uyandırmamış olan bıı te­ rim, lnönii tarafından CHP'nin niteliği o l a r a lı k ıı l l a n ı l 1 11ca b üy ii lı y a n k ı l a r uyandırdı, büyük gürültüler lıopardı (ak­

taran: Kili, 1 976: 225).4 Nitekim Erim, daha 1962 yılının Nisan ayında, Yön dergisinde, D oğan Avcıoğ­ lu'nun kendisiyle yaptığı mülakatta, mü­ teşebbisin ekonomik hayattaki rolüne inandığı kadar, sosyal adaletin sağlanma­ sının zaruretine de inandığını vurguluyor ve bunun siyaseten ortanın solunda dur­ maya tekabül ettiğini söylüyordu (Sağla­ mer, 1 974: 1 56) . Aynı yıllarda Turan Gü­ neş de, gerek Hiir Vatan'da gerekse Yön dergisinde ortanın solu hareketinin dü­ şünsel arka planını oluşturacak meseleler hakkında yazıp çiziyordu. Partilerin de­ mokrasi yönündeki isteklerini belirtmek­ le yetinmelerini doğru bulmayan Güneş, siyasi partilerin ekonomik sosyal mesele­ ler hakkında kendilerine daha belirgin bir yön çizmeleri ve siyasi yelpazedeki yerle-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

1 97

rini daha kesin olarak belirlemeleri ge­ rektiğini ifade ediyordu (Fedayi, 2003: 2 65 ) . N i tekim 1 9 6 2 N isan'ında Parti Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada Gü­ neş, adını koymamakla birlikte ortanın solu düşüncesini CHP'nin resmi organla­ rının birinde ilk kez tartışmaya açmıştı: Güneş'in , CHP'nin geleneksel çizgisini değiştirmesi ve kendine sol bir yön belir­ lemesi gerektiğini ifade eden konuşması, Bülent Ecevit ve İbrahim Öktem'in destek konuşmalarına karşın sonuçsuz kalmak­ tan kurtulamamıştı (Fedayi, 2003: 268) . Ecevit'in de işaret ettiği gibi, ortanın solu kavramını siyasete dahil etme yö­ nündeki b u tür girişimlerin hiçbiri ne parti i ç inde ne d e parti dışında, İnö­ nü'nün müdahalesi kadar sarsıcı bir etki yaratamamıştı. Ancak tuhaf olan şu ki , lnönü de ortanın solu kavramını başlan­ gıçta kazara kullanmıştı. Öyle ki kavra­ mın uyandırdığı tepki karşısında endişe1 en d i ğ i rivay e t e d i l e n İ n ö n ü , N ih a t Erim'den bu meseleyle ilgili bir yazı kale-

me almasını rica edecekti. Bunun üzerine Erim, Ulus'a yazdığı bir makalede konuyu ele alacak ve ortanın solu kavramının ilk olarak Amerika Başkanı Franklin O. Ro­ osevelt tarafından New Deal politikalarına istinaden kullanıldığına dikkat çekecekti (Sağlamer, 1 974: 1 59-1 6 1 ). Ortanın solu kavramı bu bakımdan, komünist parti politikalarını değil, olsa olsa Amerika'nın 1 9 29 bunalımı karşısında aldığı sosyal önlemleri ve geliştirdiği siyasal yanıtları çağrıştırmalıydı. Nitekim ortanın solu ko­ nusunda Amerika koşullarıyla kurulan benzerlik, İnönü tarafından da dile getiri­ lecekti. Fakat gerçek şu ki, seçimin hemen ari­ fesinde ileri sürülen kavramın müphemli­ ği karşısında hazırlıksız yakalanan parti örgütü , ortanın solunu halka anlatırken büyük güçlük çekiyordu. Bu arada miting alanlarında komik şeyler de olmuyor de­ ğildi. Kasım Gülek, Adana'da, ortanın so­ lunu halka anlatabilmek için, işaret, orta ve yüzük parmaklarını kullanmak zorun-

s

1 98

da kalıyor ve CHP'nin gerçekte nerede ol­ duğunu tarif etmeye çalışıyord u ! Suphi Baykam ise Balıkesir'de halka konuşur­ ken, ortanın solunun CHP'nin göbek adı olduğunu ve nasıl ki kalp solda ise ve ap­ tese soldan başlanıyorsa, CHP'nin de or­ tanın solunda olmasının öyle doğal ve iyi bir şey olduğunu söylüyordu (Sağlamer, 1974: 185). Ortanın solu düşüncesi ifade edilmeye başlandıktan sonra, bu kavram etrafında dönen sert tartışmaları, gerek CHP ile (AP başta olmak üzere) diğer partiler ara­ sındaki, gerekse CHP'nin kendi içerisin­ deki uzun ve sancılı süreci burada özetle­ mek mümkün değil. Fakat şunu tespit et­ mek önemli ki, ortanın solu, çoğu zaman sarih bir anlama sahip olmadığı ve tutarlı bir programa işaret etmediği gibi, asla ko­ layca kabul gören bir kavram da olamadı. Ortanın solu kavramının üzerinde ve et­ rafında her zaman sert mücadeleler cere­ yan etti.5 lnönü'nün kullandığı şekliyle ortanın solu oldukça müphem bir kavramdı, öyle ki, kendi söylemi içerisinde, kavramın ileri sürülmesine neden olan saikler, en iyi ihtimalle üç şekilde formüle ediliyor­ du: i) Siyasi aktörlerin ve ideolojik ko­ numların hızla polarize oldukları bir kon­ jonktürde, sağdan ve soldan gelen tazyik­ lerin etkisi altındaki CHP, siyasi yelpaze­ deki yerini açıkça beyan etmeye zorlanı­ yordu. CHP, bir yandan AP çizgisine karşı yükselen muhalefetin sol rengine ilgisiz kalmamak ve sağ muhafazakar çizgiden uzaklaşanlar için bir çekim merkezi olma şansını yitirmemek istiyordu, fakat diğer yandan da, komünizmle olan mesafesini korumak ve aşırı soldan farkını ortaya koymak gereği duyuyordu: Ortanın solu deyimi CHP'nin bilinen ya­ zılı programmın, seçim beyamıameleriy­ le aldığı vaziyetin i lim lisanındaki adı­ dır. Böyle bir adm konması, aşın sağ ve aşırı sol tarafından CHP'ne yöneltilen

o

haksız isnat ve ithamlar harşısında el­ zem hale gelmiştir. . . . Ortanın solunu

aşın sol gibi gösterenler, aşırı sağcıların lıampanyasıııa alet olmaktadırlar. Orta­ mn solımu aşın sol filıirlere CHP'nin lıa­ pısını açmak için fırsat sayanlar ise, sol lıanadın oyununu oynamaktadırlar. CHP bu tuzağa düşmeyecektir (aktaran: Kili,

1 976: 224).6 Siyasetin sağ ve sol jargonlar üzerinden kuruluyor olmasını hızlandıran ve 1965 seçimlerine bu bakımdan tartışmasız şe­ kilde etki eden belki de en önemli geliş­ me ilk defa bir sosyalist partinin (Türkiye lşçi Partisi) , toplumdan güç ve destek ka­ zanmaya oldukça meyilli bir siyasi aktör olarak seçimlere katılıyor olmasıydı. TlP, gerek sağın, gerekse diğer solun kendi pozisyonunu belirlerken başvurduğu te­ mel bir parametre olarak, siyaset yelpaze­ sinin oluşumuna doğrudan müdahale ediyordu. Belirtmek gerekir ki o günlerin siyasi yelpazesi içinde kendi yerini belir­ lemekte zorlanan CHP'nin kadrolarını, ortanın solu nosyonunu keşfetmeye mec­ bur bırakan nedenlerden biri de buydu: TlP'in varlığı ve özellikle gençlik üzerin­ deki etkisi! (Kili, 1 976: 2 1 1 ) . Dolayısıyla, ilk bakışta kavram, siyasi hasımların iddialarına verilmiş bir yanıt ve çok yönlü ideolojik tartışmalar karşı­ sında bir seçim taktiği gibi görünüyordu. Abadan'ın yorumuna göre, "AP'nin seçim öncesi kampanyasında si­ yasi tartışmanııı ideo!ojilı bir çatışmaya doğnı gittiğini farlı eden lnönü, -partinin safında yer alan gençlilı hollanııın ısrarlı taleplerine uygun olaralı- hesin bir ceplıe tayininin, partisinin seçim şansını huv­ vet l e n di receği fi k r i n i b e n i msem i ş t i "

(Abadan, 1966: 156-57). N i tekim seçim yenilgisinden s o nra, CHP içinde kavrama yönelik gelişen mu­ halefet, ortanın solu politi kasını kararlı bir şekilde savunanlara karşı, kavramın

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

basit bir adlandırmayla sınırlı olduğunu, bundan böyle kullanılmasının gerekli ol­ madığını vb. söyleyeceklerdi: " 1 965 se­ çimlerine girilirken, çok partili hayat için­ de CHP'nin partiler yelpazesindeki ve si­ yasi parti eğilimleri arasındaki yerini ifade etmek için kullanılmış olan "Ortanın So­ lu" deyimi, elbette CHP için yeni bir ilke­ nin ve yeni bir yolun ifadesi değildi ve olamazdı" (aktaran: Kili, 1976: 223) .7 ii) Ö te yandan, ortanın solu, diğer siyasal pozisyonlar karşısındaki bu görece edil­ gen tanımlamadan ibaret değildi; nitekim, seçim yenilgisini ortanın solu kavramının halkta yarattığı bulanıklığa bağlayan ve kavramdan vazgeçilmesini savu nanlar karşısında lnönü şunları söylüyordu: Cumhıuiyet Hallı Partisiııiıı, sağın karşı­ sında olduğu bellidir. Biz, devrimleri ya­ paıı partiyiz. Fakat Cumhuriyet Hal k Partisi, ayııı zamaııda aşın sol uıı, yaııi komüııistliğiıı bugüııkü yaşayış diizeni içiııde lıarşısına çılıacah tek emııiyet du­ vaııd11: Kısa zamanda anlaşılmıştır ki, en az aşırı sağcılar k adar aşırı solctı lar, Cumhuriyet Halk Partisiııiıı ortanın solu politikası lıarşısında gerçekteıı telaşlıdır­

l ar (aktaran: Kili, 1 976: 237).8 Belli ki ortanın solu basit bir siyasi ad­ landırmadan daha fazlasına işaret ediyor­ du. Ortanın solu diğer siyasi pozisyonlar karşısında bir bağımlı değişken olarak de­ ğil, aşırı sağ ve aşırı sola karşı bir barikat olarak bina ediliyordu. Fakat bu nasıl ya­ pılacaktı? iii) Bu noktadan itibaren orta­ nın solu kavramı, belirli bir siyasi progra­ mın varlığını haber veriyordu, ki bu daha çok bir sosyal devlet formunun savunusu şeklinde kendini gösteriyordu. ismet lnö­ nü'nün halka yönelik konuşmalarında bu vurguyu takip etmek mümkündür:

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

cemiyet devletin, mem lelıetiıı Jıabiliyetli çocıı hlarını okutmasıııı istiyor; orlaııın solu budur (aktaran: Kili, 1976: 2 1 2).9 Çalışaııların, işçilerin emniyetiııi, bunla­ rın lıazançlarıııı adalet ölçüleri içiııde, falıat işvereni de sarsmayacak tarzda sağlamalıdır. Buıılar ortaııııı solundaki yol tutulduğu talıdirde karşılaııabilir (ak­

taran: Kili, 1976: 2 1 2) . 1 0 Toparlayacak olursak, 1 965 sonrasında ismet lnönü'nün ve genel olarak CHP'nin söyleminde, ortanın solu nosyonunun ileri sürülüyor olmasının gerisinde başlı­ ca üç saikin bulunduğunu söyleyebiliriz: i) Siyasi yelpazede pozisyon belirlemek, ii) aşırı sağ ve sol eğilimler karşısında ba­ rikat görevi görmek ve iii) sosyal refah devleti uygulamalarını öne çıkaracak bir program ileri sürmek. 1965 seçimleriyle birlikte ifade edilme­ ye başlanılan ortanın soluna yüklenen bu temel saikler arasındaki farklılıklar bir yana, özellikle CHP genel başkanının söyleminde aldığı biçimler bakımından ortanın solunun sunuluşu da çeşitli fark­ lılıklar göstermektedir (Kili, 1 976: 2 13 ) . Abadan'ın yerinde analizlerini takip ede­ cek olursak, ortanın solu deyi m i , lnö­ nü'nün söyleminde başlangıçta çok sınır­ lı, somut ve daha çok ekonomi politikala­ rına tahsis edilmiş şekilde kullanılıyordu: "Ortan ııı sol u " şelıli ndelıi sözüm, hem Hallı Partisinin siyasi bünyesinden ge lir, hem de Amerilıa şartlarıııa bazı yönler­ den benzer. Amerilıa'ya benzerlilı şurada: Büyülı bir ehoııonı i h bu/ırandan sonra Ameriha çalı güç bir düzelme devrine gir­ di. Şimdi biz de büyııh bir elwııomik ihti­ yaç lıarşısıııda, çelin bir lıallımma çabası içiııdeyiz. Bu lıallıımnayı mıılıafazahar tedbirlerle başaramayız. Çalı fedakarlılı

1 961 'e hadar 250 lira lıazaııcı olan vergi 250.000 lira kazaııcı olan vergi

yapmalı lazımdır. Normal tedbirler dışın­

ödüyor,

da çalışma zaruriyeti bulununca alıııarı

vermiyordu. Bugünkii cemiyet bunu lzabııl

tedbirleı; ortanın solunda s ı fa t taşır.

etmiyor. Ortanın solu işte budur. B ugünlıü

Kallımma planı, mali reform, toprak re-

1 99

o

fomıu, petrol davası ve bunun gibi tedbir­ ler fevlıalade zamanlann gerelıtirdiği ça­ balardır. . . . CHP, bıinyesi itibariyle devlet­ çi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanm sol unda bir elıonomilı anlayıştadır (akta­

ran: Abadan, 1966: 156). 1 1 Burada söylenenler, altı o k içerisinden

2 00

devletçilik ilkesinin, yeni koşullara göre gözden geçirilerek kalkınma paradigması­ na uyarlanmasından başkaca bir anlama gelmiyordu. lnönü böylece, ortanın solu sloganında ifadesini bulan reformculuğu­ nun kendi meşruluğunu "dogmatik ilke­ lerden değil, yurt ihtiyaçlarının ortaya k oyduğu pragmatik, fakat devrimci dü­ şünce ve gerçeklerden aldığını" vurgula­ maya çalışıyordu (Abadan, 1 966: 1 5 7 ) . Bununla birlikte, lnönü'nün başka konuş­ malarında, bir adım daha ileri gidildiğini ve altı okun neredeyse tamamının ortanın solu söylemine yedirildiğini görüyoruz: Kalkınmamızı yaparlıen, elwnomilı ba­ kımdan sosyal bahımdan bugünkıi mede­ niyette kullamlan "solcu", "sağcı " deyim­ lerinin son ölçiisiinii verelim istedim. Kırlı yıldır "devletçiyiz" derlıen, aym şeyi söy­ l iiyordulı. Bunun için "ortanın solunda­ yız" dedim. Aslında lailıiz dediğimiz gün­ den beıi ortamn solundayız. Lailıiz dedi­ ğimiz zaman dinsizlihten dem vuranlar artık alıştılar. Hallıçıysan ortanm solunda olursun . . . . Reformcusım, muhafazalıar değilsin. Anayasa sosyal temele dayanı­ yor. Sosyal adaleti benimsiyorsun ve "or­ tan111 s o l unday ı z "dan ne lıorkuyorsı111

(aktaran: Abadan, 1966: 1 57) . 1 2

CHP'nin ana ilkelerinin, dönemin siyasi ve fikri ortamına uygun düşen bir birleşti­ rici başlık altında, yani ortanın solu başlı­ ğı altında toplanıp savunulmuş olmasın­ dan başka, İnönü, ortanın solu deyimini bir "Anayasa direlıtifi olarak ortaya koy­ maya ve partisini bu direktife en sadık bir teşekkül olarak tanıtmaya" da çalışmıştır (Abadan, 1966: 159). Bu gayret içerisinde

İnönü, ortanın solu d eyimini, anayasa­ devlet-parti üçlüsünü birbirine dolayımla­ yan bir ara kesit gibi kullanmıştır. Artık bu noktadan i tibaren, ortanın solunun, devletçilik ilkesinin bir yeniden yorumu mu, CHP ilkelerinin tümüne birden işaret eden bir popüler adlandırma mı, yoksa devlet ve anayasanın ilkesi mi olduğu, ke­ sin bir belirsizlik içinde kalmıştır: Bugitnlıii devlet sosyal devlettir. Bu, Ana­ yasa lıiilmıiidiiı: Anayasa ortanın solıında bir haııaatle yapı lmıştır (aktaran: Kili,

1976: 2 1 2).13 Varlı/ılı bir insan yaşayışından malırıım olan vatandaşııı ilıtiyaçlanyla meşgul ol­ mayı, devlet Anayasayla taalıiit etmiştir. Bizim devletimiz bıı vasfı ile ortamn so­ lıındadır (aktaran: Kili, 1 976: 2 1 2).14

İnönü'nün söylemi içerisinde ortanın solunun sunuluşunun geçi rdiği dönü­ şüm, birbirini izleyen indirgemelerin ar­ dından, sonunda bir belirsizlik olarak kendi üzerine kapanır. Fakat aslında tam da bu belirsizlik, kavramın ideolojik bir güçle donanmasını mümkün kılan şeydir: Abadan'ın bel irttiği g ib i , başlang ı ç ta Amerikancı bir ekonomi m o d el inden esinlenerek yeniden sunulan bir devletçi­ lik politikası, sonra ise halkçılık vd. ilke­ lerin kökeninde bulunan bir siyasi ilke olarak tanımlanan ortanın solu deyimi, seçim propagandasının sonuna doğru bir Anayasa direktifi, Cumhuriyet'in ana vas­ fı olarak nitelenmiş ve böylelikle "aşın si­ yasi akımları durdurabilecek bir güç olma sıfatiyle asli manasına da uygun düşen ideolojilı anlam haline gelmiştir" (Aba­ dan, 1966: 1 59) . ORTANIN SOLU: BÜLENT ECEVlT

Ortanın solu p o l i tikas ı n ı , İ nö n ü ' n ü n muhtırayla birlikte s o l siyasete mesafe koyup söylemini geriye çekmesinden sonra ve aslında önce de, belirgin bir sü-

O R T A N I N

S O L U

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

201

reklilik ve kararlılıkla savunan kişi Bülent Ecevit olmuştu. lnönü'nün söylemindeki belirsiz analizler ve iyi formüle edilmemiş programatik kabullerden farklı olarak, çe­ şitli içsel gerilimlerden mustarip olsa bile, ortanın solu çizgisini görece sarih bir si­ yasal p rograma tercüm e eden d e Ece­ vit'ten başkası değildi. Halka Gitmek Bülent Ecevit, CHP 1 965 seçim yenilgisi­ nin etkilerini henüz üzerinden atamamış­ ken ve parti içerisinde hatırı sayılır bir kesim bu yenilgiden ortanın solu politi­ kasını sorumlu tutuyorken, 1 966 yılında, Ortanın Solu başlıklı bir broşür yayımla­ mıştı (Ecevit, 1966). Ecevit, ortanın solu çizgisini olabildiğince görünür kılmanın ve açık bir anlama kavuşturmanın ivedi bir görev olduğunu düşünüyordu; zira ortanın solu, halka gidildiğinde ona söy­ lenecek olan sözdü: " CHP halka gitmeli­ dir. Ama halka gittiğinde, yalnız uzatacak eli değil, söylenecek sözü de olmalıdır"

(Ecevit, 1 966: 80) . Öyleyse önce, sözün sınırlarına kısaca bakmak gerekecek; zira sözün (ortanın solunun) sınırları, eyle­ min (halka gitmenin) de sınırlarına işaret etmektedir. Ortanın Solıı'nda Ecevit, siyasi partiler yelpazesinin dilimlerini şöyle tanımlıyor­ du: Aşırı sağda, "toplumu, varmış olduğu noktadan geriye doğru çekmeye uğraşan­ lar" bulunuyordu. Onların hemen yanın­ da, yani ortanın sağında, değişime dire­ nen muhafazakarlar vard ı . O rta ya da merkez denilen yerde ise, toplumsal dö­ nüşümün pasif izleyicileri, en iyi olasılık­ la tedrici değişimin savunucuları bulunu­ yordu. Ortanın solundakilere gelindiğin­ de, kuşkusuz daha ayrıntılı analizlerle karşılaşırız: Ecevit'e göre, ortanın solun­ dakiler, i) insancıdırlar, ii) halkçıdırlar, iii) sosyal adaletçi ve sosyal güvenlikçi­ dirler, iv) ilerici, devrimci ve reformcu­ durlar, v) devletçidirler, vi) plancıdırlar, vii) özgürlüğe bağlıdırlar, viii) sosyal de­ mokrasiden yanadırlar. Bu ilkelerin özel-

o

Bülent Ecevit EMİN ALPER

202

1 92 9 buna l ı m ı n ın ardından en başta Latin Amerika'da, ard ı ndan sömürgeci­ lik sonrasında Afrika ve Asya'da ortaya çıkan, m i l l iyetçi, kalkınmacı, popülist, karizmatik önderler kuşağının bir üye­ sidir B ülent Ecevit. Brezilya'da Vargas, Arjantin'de Peron, Meksika'da Carde­ nas, Endonezya'da Sukharno, İ ran'da Musad d ı k gibi baba figürleriyle dolu bir siyasal önderler ailesinin, bir hayl i geç ve dolayısıyla zamansız dünyaya gelmiş, Türkiye l i kuzen idir. Zamansız doğmuştur ç ü n kü parti s i n i n b a ş ı n a geçtiği dönem ithal-ikameci kalkınma­ cıl ığın son demlerinin yaşandığı, üçün­ cü d ünyanın kendi içinde bölündüğü ve bağlantısızlık fikri n i n sol maya yüz tutuğu bir dönemd i r. Ancak yine de Ecevit, bel ki de uzun süreli bir iktidar yaşamamış olması n ı n da yard ı m ıyla,

Jikle üzerine şerh düşülenleri, ortanın so­ lu hareketinin söylemsel ve aynı zamanda pratik sınırlarına işaret etmeleri bakımın­ dan dikkate değerdir. Bunlardan ilki halkçılık ilkesidir. Ecevit burada, halkın h om oj en b i r b ü tünlük oluşturmadığını, tersine sınıflara bölün­ müş olduğunu kabul etmekle birlikte, or­ tanın solundakilerin üzerine düşenin sı­ nıfları ortadan kaldırmak olmadığını be­ lirtir. Ecevit'e göre, ortanın solundakiler, halkın "köklü sınıf duvarlarıyla bölünme­ sini, insanlık onuruna ve toplumun esen-

ciddi bir biçimde gözden düşmeden, "Karaoğlan" efsanesini '80'lerin başına kadar taşı mayı başard ı . Ki m i ecel iyle ölen, kimi suikasta kurban gidip, kimisi de Amerika etkili darbelerle idam edi­ len bu önderler kuşağının 1 990'11 yıl la­ rı görebi lmiş birkaç üyesinden biriyd i . B i r d iğer küçük (ama d üşman) kuzen Andreas Papandreu'nun 'BO'lerdeki de­ lişmen popü lizmini tekrarlayamayacak kadar yorgun ve ciddi devlet adam ı kiml iğiyle çıktığı 1 2 Eylü l sürecinin ar­ dından, yalnız kaldığı yeni dü nya d ü­ zen inde asl ına rücu ederek, sıralarında doğduğu CHP'nin "devlet partisi" hüvi­ yetine sarı l mayı tercih etti ve iflah ol­ maz darbe muhal ifl iğini ad ım ad ım bir yana bı rakıp, 27 Şubat sonrasının siya­ sal d üzen inde askerlerin siyasetçisi ha­ line geldi. ECEVİT'İN İLK DÖNEMİ CHP m i l letveki l i bir babanın oğlu ola­ rak dünyaya gelip ülkenin en seçkin li­ selerinden bi rinde okuyan Ecevit, ba­ bası nın yard ı mıyla başladığı gazetecilik yaşamında 1 9SO' lerin muha l if yazarları ve akadem isyenleriyle yakın i l i şk i ler kurd u . İ l k fikirleri n i dönem in önem l i muhalif dergileri Forum ve Akis etrafın-

liğine aykırı sayarlar" , fakat bunun karşı­ sında "bir sınıfın başka sınıfları yok etme­ sini deği l " , "sınıflar arasında kaynaşma ol masını, sınıf ayrılıklarının bu yoldan eritilmesini isterler" . Bunun için, gelir da­ ğılımında denge ve adaletin sağlanması , bütün işlere saygınlık kazandırılması, her türlü ayrıcalığın ortadan kaldırılması , herkes için fırsat eşitliğinin sağlanması gibi önlemler yeterli olacaktır (Ecevit , 1966: 1 7- 18). Kayıt düşülen ikinci madde ise devlet­ çilik ilkesidir. Ecevit, altı oktan biri olan

O R T A N I N

S O L U

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

da oluşan fikri ortamda şek i l l en d ird i . H ürriyet Partisi'n in Demokrat Parti'ye alternatif olamayacağının anlaşılmasıy­ la CH P'ye gelen Forum'cularla birlikte parti n i n z i h n e n g e n ç l eşt i r i l m e s i n d e önem l i rol ler oynad ı . 1 957 seçim lerin­ de mil letveki l i oldu ve Turan G üneş, Turhan Feyzioğlu gibi isimlerle birlikte temel hedefleri 1 961 Anayasa'sında so­ mutlaşacak olan CHP'nin i lk Hedefler Beyannamesi'nin yaz ı l masında katkı la­ rı oldu. 27 Mayıs sonrasında ayn ı ekip­ le "ortanın solu" kavramsal laştırmasını formüle edecekti. Bu genç muha l if ayd ı n l ar ı n temel ideolojik hattı Avrupai tarzda bir mo­ dern l iberalizmle Kemalizmin sentezin­ den ibaretti (Beriş, 2005 : 532). Kema­ l izmin temel i l kelerin i beni msemen in yan ında, tavizsiz bir demokratl ığı Key­ nesci bir sosyal devlet anlayışıyla har­ manl ıyorlardı . CHP'nin 1 95 7'den itiba­ ren sola kaymasında etkili olan bu en­ telektüel çi::ginin temel referansı her zaman Avrupa'ydı . Söz konusu aydın­ lar Avrupa sosyal demokrat partilerine ve refah devleti model ine olan hayran­ l ıklarını gizlemed iler ve 1 961 Anayasa­ sı'nın böyle bir Türkiye'nin hukuki ze­ m i n i n i oluşturacak şeki lde d üzenlen­ mesi için ellerinden geleni yaptı lar. Ni-

devletçilik ilkesini dönemin özelliklerini gözeterek yeniden yoru mlar. Bu daha çok, teşebbüs özgürlüğü ve özel mülkiyet gibi konularda devletçilik ilkesinin sınır­ larını yeniden belirlemeye yönelik bir gi­ rişimdir. Ecevit'e göre ortanın solu bakı­ mından "devletçilik, iktisadi faaliyetin ve üretim araçlarının tümü ile devletleştiril­ mesini, teşebbüs özgürlüğünün yok edil­ mesini isteyen bir devletçilik değildir'' . Bununla birlikte ortanın solundakiler, " özel teşebbüsden, topluma karşı, bazı ödev ve sorumluluklar bekler; ve özel

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

203

Şiirle hep iç içe olan Bülent Ecevit, henüz 16yaşındayken Tagore'un Gitanjali adlı eserini çevirmişti.

tekim, ortaya ç ıkan anayasa, çoğu Ku­ rucu Mecl is'te yer alan bu genç ayd ın­ ların isted iğine büyük ölçüde yakındı.1 27 Mayıs sonrası CHP ise siyasal bir yen i lenme yaşamış olmasına rağmen, bu değişime b i r ad vermekte zorlan­ maktayd ı . Her ne kadar 27 Mayıs' ı n

mülkiyetin, kamu yararıyla çatıştığı du­ rumlarda, sınırlanabileceğini kabul eder" (Ecevit, 1966: 19). Özgürlüğe bağlı olmak şeklinde ifade edilen diğer bir ilkeye getirilen yorum da ilgi çekicidir. Burada konulmaya çalışılan ilke, özgürlüklerin korunmasına ve geniş­ letilmesine yönelik olmaktan çok, sosyal siyasal mücadelelerin alabileceği biçimle­ rin sınırlarını tayin e tmeye yöneliktir. Ecevit'e göre ortanın solundakiler, "ikti­ sadi ve sosyal amaçlarına, özgürlük için­ de, demokratik düzen içinde ulaşmak is-

o

204

sosyal devlet i lkesini benimsediğini sık­ l ıkla bel irtse ve yine 27 Mayıs Anaya­ sası'n ın öngördüğü toplumsal reformla­ rın takipçisi olduğunu söylese de CHP 1 96 1 -65 arasında tam anlamıyla rotası­ nı bulamamış, renksiz bir merkez parti­ si görünümündeyd i . Bu dönemde genç Ecevit bekl enmeyen b i r görev alarak Çal ışma Bakan ı oldu ve 1 963 yılında CHP'nin '50' l i yıl larda söz verd iği grev ve toplu sözleşme hakk ı n ı hayata ge­ çirdi. Ancak CHP halkın gözünde yeni bir alternatif ol arak algılanmaktan çok u z a kt ı . B u n ed e n l e g e n ç ayd ı n l a r CHP'nin yen i s iyasal rotasına b i r isim verilmesi ve bu hattın tutarl ılaştırılması için ça l ışmaları n ı yoğun laştırd ı . N iha­ yet 1 965 seçim lerinden hemen önce İ s met İ n ö n ü p a rt i s i n i n "orta n ı n so­ lu"nda yer aldığını açıklad ı . Bu tarihten sonra, bu isim parti içinde son derece h ızlı bir biçimde yükselen Bülent Ece­ vit ile özdeşleşmeye başlad ı . Turan G ü­ neş gibi arkadaşl arı bu fikriyatın Ece­ vit' in şahsiyetinde yükselmesini arzular ve desteklerken, eski yol arkadaşların­ dan Turan Feyzioğlu, Coşkun Kırca ve Suphi Baykam gibi s iyasa l h ı rsl arına yenik düşenler ona ve dolayısıyla "or­ tan ı n solu"na muhalefeti seçti ler. Parti içi ndeki çatışma 28 Şubat 1 967'de 4.

terler. Bunu, o amaçlara erişebilmenin en güvenilir ve en insanca yolu sayarlar" (Ecevit, 1966: 19). Sosyal demokrasiden yana olmak şek­ linde formüle edilen ilkedeki ikili vurgu da dikkat çekicidir: Burada, sosyal eşitlik ve demokrasi, eşzamanlı ve eşit düzeyde vurgulanarak, bir yandan demokrasinin biçimsel yönü lehine sosyal yönünü göz ardı eden sağ muhafazakarlara karşı, di­ ğer yandan ise demokrasinin sosyal yönü lehine biçimsel yönünü ihmal eden sol radikallere karşı eleştirel mesafe korun-

olağan üstü Kurultay'da Ecevit' in kesin zaferi ve C H P' n i n tutu c u k a n a d ı n ı oluşturan muhal iflerin ayrılmasıyla so­ nuçlandı. Ecevit' i n yükse l i şi nde en başından tutarlı bir biçimde "ortanın solu" çizgi­ sini savunması ve bunun parti içindeki propagandasını ısrarla sürdürmesi ciddi bir rol oynamıştı. 1 965 yıl ında yazdığı Ortanın Solu ad l ı kitabında yine büyük ölçüde Avrupa sosyal demokrasi lerine referan s vererek yeri i bir demokratik sol tan ımlamaya çalışıyor, bu çizginin iktidar stratej isini ise her türlü darbeci1 ik beklentisinden uzak l a ş m ı ş b i r CHP'nin bir halk partisi haline gelme­ sinde ve parlamento yoluyla hegemon­ ya s ı n ı kurmasında görüyord u . Daha sonra ana hatları iyiden iyiye bel irgin­ leşecek bir "demokratik sol" program ın ve popü list stratej inin i lk düşünsel to­ humları n ı bu kitabıyla atıyordu . "DEMOKRATİK SOl"A DOGRU 27 Mayıs sonrası siyasetinde beklen­ med ik bir biçimde yükselen Ecevit gi­ derek özgüvenini artırmış ve dönemin ayd ı n k u şa ğ ı n d a n b ağ ı m s ı z l a şarak ken d i fikirlerini ü retmeye başlamıştı. l 965 'ten sonra bu süreç hız kazanamak istenmektedir (Ecevit, 1 966: 20). Görülüyor ki, ilkelere düşülen kayıtlar, çoğunlukla onanın solunun soldan sınırı­ nı belirlemeye yönelik müdahalelerdir. Dolayısıyla, partiler yelpazesinde ortanın solunu takip eden aşırı solun nasıl tanım­ landığına buradan ulaşmak zor olmaya­ caktır: Ecevit'e göre, siyaset yelpazesinde­ ki son konum olan aşırı sol, doktriner, te­ şebbüs özgürlüğüne ve özel mülkiyete düşman, demokrasiye sosyal olanla sınırlı bir pragmatik bağlılık gösteren bir siyasi konumdu (Ecevit, 1966: 20).

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

cak ve ilerleyen tarih lerde popül ist tar­ zı iyice bel irgin leşirken, siyasal d üşün­ cesinde evrensel bir sosyal demokrasi­ den z i yade, Türkiye'ye özgü b i r sol vurgusu ön plana çı kacak, referansları ise Avrupa sosya l demokra s i s i n den üçüncü dünyacı bir sol kalkınmacıl ığa doğru kayacaktı. 1 968 yıl ında yazdığı Bu Düzen Değişmeli kitab ıyla 1 969 seç i m l e r i n de C H P' n i n yayı m l a d ı ğ ı Halktan Yetki İstiyoruz seçim broşürle­ rine rengini verd i . 27 Mayıs Anayasası gibi son derece demokrat ve toplumcu bir anayasanın halk tarafından ne den­ li az sah iplen i ld i ğ i n i gören Ecevit bu d u ru m d a n C H P ' n i n "devlet part i s i " k i m l i ğ i n i v e cumhuriyetç i ayd ı n l arın halktan uzakl ığı n ı sorumlu tuttu ve Ka­ s ı m Gü lek' i n pop ü l i st taktiğini tekrar canland ı rarak CHP' n i n yen i çizgisini h a l ka a n l atmaya çal ı ştı . Ancak Ece­ vit'in popü l izmi kes i n l ikle G ü lek' inki gibi salt retorik bir mücadele aracı de­ ğ i l d i . Söylemini a lternatif bir "düzen" programına dayanan popülist bir cep­ heleşmeyle içeriklend i rd i . Yarattığı ku­ tuplaşmanın bir yanına tekelci serma­ ye, aracılar, tefec iler ve büyük toprak sahipleri, öbür yan ına i se işçi, esnaf, köy l ü ve k ü ç ü k i ş letme sah i p leri n i koydu (Erdoğan, 1 998). Ezilen gruplar

Ortanın s o l u s i y a s e t i n i tanı mlayan programatik ilkeler ve ideolojik paramet­ reler bir yana, hareket belki de en sarih ifadesini "halka gitmek" sloganında bulu­ yordu. CHP, geleneksel kodlarıyla gerilim içerisinde, halkçılık ilkesini solcu bir yo­ ruma tabi tutuyor ve halkın bu yoldan mobilize edilmesini hedefliyordu. CHP, "reformcu-statükocu, modern-geleneksel, ilerici-gerici çatışmalarına bürünen dev­ l et-halk kopukluğunu gidermek ve ulu­ sun siyasal hayatını devletin gövdesinde eritmek için" yıllar sonra yeniden, "ulu-

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

adına bir düzen değişikl iği talep eden Ecevit bu hedefe, söz konusu grupları mobi l ize edip, harekete geçirerek ula­ şacağına inan ıyordu. Ecevit' i n o rtaya attı ğı "demokrati k sol" projenin özgü n l üğü s ı n ırl ıyd ı ve pek çok açıdan yukarıda sayı lan popü1 ist-ka l k ı nmacı s iyasa l proj e l erin b i r varyantı ndan i baretti. 1 929 sonrası ya­ vaş yavaş üçüncü dünyaya yayılan bu ithal-ikamec i l iğe daya l ı kalkınmac ı l ı k hemen her yerde iki l i bloklar yaratmış­ tı. Bir yanda ithal-ikamec i l iği tekni k bir ekonomik pol itika seçimi olarak görüp, onu to p l u m s a l yapıda herhangi b i r köklü dönüşüme yol açmayacak geçici bir evre olarak ele alan toprak sahipleri ve tutucu orta sı nıfların oluşturduğu bir b l o k, d i ğer yandan k a l k ı n m a c ı l ığ ı n kök l ü topl umsal reformlarla bir arada yürütü lmesi gerektiğini savunan, hızlı bir sanayi leşmenin canl ı bir iç pazarla kuru labi leceğine ve bunun yolunun da gel ir adaletsizliğini düzelten bir toprak reformu, vergi reformu ve yüksek üc­ retlerden geçtiğine inanan ve genelde okumuş orta s ınıfların başın ı çektiği, iş­ çiler ve köylülerden oluşan bir reform­ cular bloku yer al ıyordu . Bu reformcu­ lar, ı l ı m l ı sol popülist önderlerden, it­ h a l - i ka m e c i model i b i r demokrat i k

sun inşası v e geleneğin icadı" işine soyu­ nuyordu (Alper, 2002: 1 1 7) . CHP'nin bu defa halka gidilerek konsolide edilmesi­ nin iki ayağı bulunuyordu: CHP'nin halk­ laşması ve halkın CHP'leşmesi ! Halk / Parti CHP'nin halklaşması olarak ifade ettiğimiz süreç, bir bakıma örgütün halkın içine gö­ mülmesi anlamına geliyordu. Fakat aynı zamanda bu, parti programının halka sira­ yet etmesini ve hatta halk tarafından talep edilir hale getirilmesini ima ediyordu. Ör-

205

s

206

devrime dönüştürmek isteyen sosyalist­ lere ve komün istlere kadar uzanıyordu. Ayn ı bloklaşma 2 7 Mayıs sonrasında Türkiye'de de gerçekleşt i . B i r yanda toprak reformu, vergi reformu, devlet yatırımları, m i l l i l eştirmeler ve milli' bur­ j uvazi el iyle gerçekleşecek bir sanayi­ l eşme talep eden ler, d iğer yanda i se muhafazakar-liberal bir kal kınmacı l ı k a rzu l aya n la r. Türkiye' n i n en önem l i farkı, öze l li kle Latin Amerika'da tutucu blok ciddi bir topl u msal tekabül iyete sah ip olmaksızın orduya dayan mayı seçerken, Türkiye'de bu bloğun köylü­ lük nezdinde geniş bir popülariteye sa­ hip olması, buna karşılık kitle tabanın­ dan yoksun rad ikallerin ordunun ileri­ c i l eşti ri l mes i nden medet ummasıyd ı . Reformcu blok, Yön çevresinden, TİP'e ve CH P'ye kadar uzan ıyordu . Ancak CHP, 1 960'1arın ilk yarısında siyasal is­ tikrar adına reformcul uktan gitgide ta­ vizler vermeye başlamış, bu da radikal­ leri ve öze l l i k l e ü n i versite genç l iğ i n i Tİ P'e yöneltm işti. Ecevit CHP'nin tav­ sayan reformculuğunu taze bir radikal­ l ikle canlandırıp popü lerleşen sosyal ist modele karşı CH P'yi reformcuların tek partisi h a l i ne getirmeyi hedefl ed i . Ve bunu yaparken her türl ü cuntacılıktan uzak durarak tutarl ı bir demokratik ta-

güt ve program olarak CHP, halka nüfuz etmeliydi. Ecevit, parti örgütünün, önce­ likle de kadın ve gençlik örgütlerinin, hal­ ka yönelik sosyal hizmet programları etra­ fında seferber edilmelerini öneriyord u : CHP'nin halk gönüllüleri, özellikle yoksul kesimlerin geçim sıkıntılarını azaltacak yönde geniş halk kitlelerine destek verme­ li, verimli üretim yolları bulmak, dayanış­ mayı örgütlemek, meslek eğitim dersleri düzenlemek vb. şekillerde halka hizmet et­ meliydiler ( E cevit, 1 96 6 : 8 1 ) . Ecevil, CHP'nin halk nazarındaki bürokratik-dev-

o

l

vır sergiledi, zira kalıcı bir hegemonya­ n ı n ancak bu şekilde kurulabi leceğine inand ı . B u açıdan Ecevit' i n i sted i ğ i düzen değişikl iği evrensel bir reformcu luğun Türkiye'deki en ı l ı m l ı ve merkeze ya­ kın ayağıydı. Dış politikada haddini b i­ len bir bağımsızl ık, yabancı sermayeye düşman olmayan ama ona karşı müm­ kün olan en az tavizi veren, sınırlı bir­ takı m m i l l ileştirmelere giden, gelir da­ ğ ı l ı m ı n ı d üzelten toplumsal reformlar talep eden, adaletli kalkınma yol u öne­ ren bir proje. Bu bakımlardan projesi M i l li Demokratik Devri m mode l i n i n her başlığının ı l ı m l ı laştırı lmış v e parla­ menter demokrasiyle uzlaştı rılmış ha­ l iydi . "Demokrati k S o l " form ü l ü n ü n a s ı l özgü n l üğü ise i k i noktada yoğunlaşı­ yord u : Küçük mülkiyet vurgusu ve köy­ cülüğü. Demokratik sol d üzen sadece toprakta bir küçük mülkiyet sahibi köy­ lülük yaratmakla kalmayacak sanayide de m ü l kiyeti tabana yayacaktı . 1 9 73 seçimlerinin seçim broşürü "Ak Gün le­ re"de detayl ı bir biçimde anlatılan bu modele göre hem tarımda hem sanayi­ de mülkiyet bir yandan yaygınlaştırı l ı r­ ken b i r yandan da kooperatifler ve benzeri örgütler aracıl ığıyla teşkilatlan-

!et partisi imajının, muhalefette olunan bu dönemi fırsat bilerek ve partililerin devlet olanaklarından yararlanmadan sorun çöz­ mek zorunda olmalarını bir avantaja dö­ nüştürerek kırılabileceğini düşünmekteydi: Şimdiye lıadar dalıa çok devlet giiciiyle lıa!Jıa hizmet götiirdiiğii için, devlet imajı ile hanştırılan Cumhıniyet Halk Partisi, şimdi m u halefette iken, devlet giiciinii lıııllamnalısızm, devlete sırtmı dayamalı­ sızın, lıallım hizmetine giderse ve gerelıti­ ğinde, halısız veya lıötü şekilde lıııllanı-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

d ı rılacaktı. Örneğin toprak reformuyla b irl ikte topraksız köyl ünün kal maması sağlanacak, ama ayn ı zamanda bu kü­ çük işletmel er, veri msiz l i k teh l i kesi n i o rtadan kaldırmak için, kooperatifler aracı l ığıyla örgütlenecekti. Bu koopera­ tifler hem ö lçek ekonomisi prensibini uygulayarak veri m l i l iği a rtıracak, hem de b izzat tüketiciye u laşan kuru m l a r ol uşturarak aracı tüccarları n varlığına son verecekti. Böylel i kle "parazit" bir tüccar sınıfının karları üreticinin cebin­ de kalacaktı. Köy kooperatifleri uygun kredi ler vermek yoluyla da tefecilere, yani köy l ü n ü n s ı rtından geç i nen bir başka tabakanın varl ığına da son vere­ cekti. Ecevit' in "halk" olarak adlandır­ d ığı, emeğiyle geçi nen, s ı radan ama horl a n m ı ş insa n ların karşı cephes ine koyd uğu a racı lardan, tefec i l erden ve büyük toprak sahiplerinden böyle kur­ tulunacaktı. Sanayide küçük m ü l k iyet i n korun­ masına ayrıca önem veri lecekti . H ızlı bir kapital istleşmeni n küçük işletmeciyi s i l ip süpü rmes ine i z i n ver i l meyecek, onlara her tü rlü tek n i k bilgi ve kred i yard ı m ı yapı lacak ve küçük işletmele­ rin sermayelerini bir araya getirip or­ tak! ı k l a r kurmaları teşvik ed i l ecekti . Bunun yan ında özel sektör i l e devlet

lan devlet gücüne lzarşı, lıallzla birlilzte, hallzın içinde, meşru yollardan vaziyet alırsa, lıallzın bağnnda layılz olduğu yeri de bulabilir (Ecevit, 1966: 8 1 ) . Ecevit, örgüt faaliyetinden başka, parti programının da halka sirayet etmesinin ö neminden söz ediyord u . Bu no ktada, CHP'nin programatik hedeflerini, 196 1 Anayasası'nda ortaya konulan ilkelere in­ dirgeyen ve b öylece parti programı ile anayasa arasında bir özdeşlik ilişkisi ku­ ran Ecevit, sosyal içeriği ve reform Lalep-

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

sektörü arasında endüstriyel demokra­ s i n in yeşereceği bir Halk Sektörü inşa edi lecekti. Varolan fabrika ların hissele­ rin i n işçilere dağıtı lması teşvik edilecek ve i şçilerin b i rikim leriyle yen i sanayi yatırım ları yapacak kurumlar inşa edi­ lecekti. Böylelikle işçiler kend i mülkle­ ri olan fabrikalarda, demokratik bir bi­ çimde ve ken d i işlerinde çalışıyor ol­ man ı n geti rdiği şevkle veri m l i bir bi­ çimde çal ışacaklardı. Ecevit'in özgün buluşu olarak a n ılan Halk Sektörü fikri, kökeni ütopyacı sos­ yal i stlere kadar giden, bir dönem Yu­ goslavya'da da uygu l a n ı l maya çalışı­ lan, zaman zaman h issedar kapitalizmi diye de anılmış ve kısmi örnekleri Ba­ tı'da da denenmiş bir modeldi. Üçün­ cü dünyadada benzer denemeler yapıl­ m ıştı . 1 963 yıl ında İran Şahı'nın Beyaz Devrim dediği ve eski Musaddıkçı Ar­ sancani aracı l ığıyla gerçekleştird iği re­ form paketinde toprak reformunun ya­ n ı nda işçilere fabrika hisseleri dağıtı l ­ m a s ı fikri d e v a r d ı ( K i a n -Th ieba ut, 1 99 8 : 1 2 7). Üste l i k bu fikir CHP' n i n 1 961 seçim programında embriyon ha­ l inde de bulunmaktayd ı . Yine de za­ man i ç i nde, H a l k Sektörü fikri k i m i çevrelerce hararetle beslenip hayranlık duyulan, kimi çevrelerce de ütopik bu-

leri bakımından anayasanın, halkın çıka­ rına olduğuna dikkat çekiyordu . Nitekim halk bunun farkında o lduğunu, büyük çoğunluğuyla anayasaya evet diyerek gös­ termişti. Bu demek oluyordu ki, halk bu referandumda zımnen CHP programını da oylamış ve büyük çoğunluğuyla evet demişti. Ecevit'e göre şimdi yapılması ge­ reken, bu örtülü desteğin açık desteğe dönüştürülmesi için uğraşmaktı:

Cumhuriyet Hallz Partisindelzi "ortanın solu" hareketi bir Anayasa harelzetidir.

207

o

208

lunarak eleştiri len, 1 980 sonrasında ise tamamen unutulan, Ecevit' le özdeşleş­ miş projelerden biri hal ine geldi. Ecevit' in küçük mülkiyet vurgusunun temel nedeni istikrarlı ve sosyal adaletl i bir cumhu riyetin ancak böyle ayakta kalacağ ı n a i n a n m a s ı yd ı . Atatü rk'ün başlad ığı üstyapı devrimleri ni bu şekil­ de a ltyapı devrim leri haline getirecek ve komü n izme karşı mülk sah i plerin­ den oluşan bir duvar örerken, Atatürk­ çül üğü de hegemonik bir biçimde ta­ bana yayacakt ı . Z i ra Mustafa Kemal Kurtu luş Savaşı'nda toprak sahipleriyle girdiği ittifak ned e n i y l e reform l a rı n ı yoksul köylüye d e benimsetecek radi­ kal ekonomik ad ım l ar atamam ıştı . Bu yarım kalmış adı m demokratik solcular tarafından atılacaktı. Avrupa sosyal de­ mokrasi s i n i n Türkiye'ye uygu lanama­ yacağına gitgide kan i olan Ecevit' in te­ mel meselesinin Türkiye gibi ekseriyeti köy l ü ve küçük işletmec i l iğin yaygın olduğu bir toplumda sosyal adaleti sağ1 a m a n ı n yegane yol u n u n k a p i ta l i st m ü l ksüz leştirme sürecine karşı küçük mülkiyetli bir kalkınma süreci önermek olduğu anlaşılıyordu. Ayrıca bu model, sosya l istlerin aşırı devletç i l iğine karşı da bir alternatif teşki l edecekti. Kalkın­ man ı n motoru a ş ı r ı palazla n m ı ş b i r

Anayasayı lıağıt üzerinden lıurtarma, toplum dolıusuyla lıaynaştıraralı canlan­ dırma, lıallıa yararlı lıılma ve siyasal alanda olduğu gibi, sosyal ve elıonomilı alanda da Anayasayı gerçelıleştirme lıa­ relıetidir (Ecevit, 1966: 46) . Anayasa'nın sosyal ve ekonomik alanda da gerçekleştirilmesi düşüncesi, bir dizi altyapı devriminin yapılmasına karşılık geliyordu. Ecevit bu bakımdan CHP'de gerçekleşen dönüşümü vurgulamak gere­ ği duyuyordu: "Biz artık Türkiye'de olay-

devlet değil, devlet öncülüğü ve plan­ laması içinde üretim yapan teşkilatlan­ mış küçük üretici ler olacaktı. Demokratik solun ikinci özgün tarafı köycü lüğü idi. Marksizm köken l i "sos­ ya l demokrasi"den fark l ı o l a rak Ece­ vit' in "demokratik sol"u işçi temel l i bir sosya l adalet yerine köy teme l l i b i r ada letl i ka l k ı n m a önerm işti. Ecevit'e göre kal k ı n ma köyden başlayacakt ı . Köy kooperatifleri elde ettikleri fazlayı bizzat köylerde sanayi yatırımına dö­ n üştürecekti. Bu sanayi büyük ö lçüde tarım ve ormancılık sektörüne daya l ı , konserveci l ik, zeytinyağı, sabun, şarap, mobilya vs. üretimine daya l ı bir basit mamul mal üretimi gerçekleştirmel iyd i . Böylece sanayileşme e n tabandan baş­ l ayacak, mekan izasyonla işsiz kalan köylüler bu sanayide çalışacak ve böy­ lece . on ların şehre göçü de engel lene­ cekti. Bu sanayileşmenin coğrafi meka­ nı, b irkaç köyün birleştiril mesiyle oluş­ turulacak olan ve yine Ecevit'le özdeş­ leşm i ş bir fikir olan Köy-Kentler ola­ caktı. Bu bölgeler devlet yatırımlarının aktığı, dağın ı k bir kırsal lığın yavaş ya­ vaş merkezileştiğ i, kooperatiflerin ve k ü ç ü k sanay i n i n üs kuracağı sanayi merkezleri haline gelecekti. İthal-ikameci l iğin ömrünü tüketmeye

!ara bürokrat aydın açısından bakmıyo­ ruz. Halk açısından bakıyoruz. CHP'nde bakış açısı değişmiştir. CHP'nin devrimci­ lik görüşü değişmiştir. Şimdi devrimcilik sözünden altyapı devrimciliğini anlıyo­ ruz" (aktaran: Kili, 1 976: 26 1 ) . 1 5 Ecevit'e göre bu türden devrimler, geçmişte yapı­ lanlara göre çok daha çetindi ( Ecevi t, 1966: 65) , zira Cumhuriyet'in ilk yılların­ da gerçekleştirilen ü s tyapı devrimleri, esas olarak hiçbir zümrenin maddi çıkarı­ na dokunmuyordu (Ecevit, 1 9 6 6 : 1 2) . Nitekim tek parti dönemi boyunca altya-

O R T A N I N

S O L U :

I S M F T

I N Ö N Ü ' D E N

başla d ı ğ ı , ödeme ler dengesi kriz inin eşikte olduğu ve dolayıs ıyla döviz so­ rununu çözmek için artık yavaş yavaş ara mal ve teknoloj ik sermaye mal ları üretimine geç i l mesinin ve ağır sanayi­ ye yönelik ad ımların atı lmasının gerek­ tiği bir dönemde, böylesi bir köye ve tarım sanayiine dayal ı kalkınma mode­ l i n i n yaşama şansı pek yoktu . Fakat Ecevit' in temel problemi Atatürkçü, la­ ik bir modernleşmeci l ikle eklemlenmiş ithal-ikameci bir kalkınmacıl ığa köyl ü­ leri ikna edebi lmekti. Köylülerin çıkarı­ na yeniden yoru m lanmış bir ithal-ika­ mec i l ikle Adalet Partisi'nin hegemon­ yas ı n ı k ı rmayı hedefl i yord u . Ancak köylülerin talep ve isteklerini doğru an­ laya b i l d i ğ i kuşku l uyd u . Küçük m ü l k sahipliğinin zaten yaygın olduğu Türki­ ye köyl ü l üğü rad i ka l bir toprak refor­ m u n d a n ziyade h a z i n e a raz i l eri n i n adaletli dağı l ı m ı n ı talep ediyor gibiyd i. Kendi lerinden başlayacak bir sanayi­ leşme modelini de istedikleri şüpheliy­ d i . Hele hele onları ve genç nes i l l eri köylerine bağlayacak bir pastoral izmi benimsediklerine dair hiçbir işaret yok­ tu . Demokratik sol ise onları köylerin­ de tutarak modernleştirmek istiyordu . Ecevit Türkiye'nin e n büyük sorunla­ rından birinin aşırı şehirleşme olduğu-

pı devrimlerinin yapılamamasının nedeni de buradan ileri geliyordu: Tek partili re­ j imin doğası gereği, "sömüren veya sö­ mürülen, bazı reformları isteyen veya is­ temeyen insanlar" parti bünyesinde bir arada bulunuyorlardı (Ecevit, 1 973 : 253). Oysa Ecevit'e göre, CHP daha önce yarım bıraktığı işi artık tamamlayabilirdi: Kamu ve özel sektörün yanı sıra halk sektörü­ nün bina edilmesi, büyük toprak sahiple­ ri karşısında toprak reformunun gerçek­ leş tirilmesi, rant zenginl eri karşısında vergi reformunun tamamlanması vd. Ece-

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

na inan ıyordu . Kent hayatının sorunla­ r ı n ı ise göçü yavaşl atacak k ı rs a l ve denge l i b i r sanayi l eşmey l e çözmeyi öneriyordu. Oylarının büyük çoğun lu­ ğunu kentlerden alan bir partinin önde­ ri ol ması onun bu inancını etki leme­ m işti . Yiğit G ü löksüz Özgür İnsan'da çıkan bir yazısında Türkiye' de şeh irleş­ me hızının pek çok ü lkeye kıyasla çok yavaş i lerlediğinden, sorunun İstanbul, Ankara, İzmir gibi şeh irlere yığı n ı l ma­ sından kaynakland ığını ama bunların d ı şındaki şehirlere göçün son derece sınırlı old uğunu bel irten bir yazı yaz­ m ıştı .2 Ecevit'in çevresinde esen coşku­ lu rüzgarda bu tip sesler hızla kaybolu­ yordu . As l ı nda belki de pek çok kişi Ecevit' in bu ayrıntı l ı projelerini pek d i kkate a l m ıyord u . O i se kafa s ı n d a Atatürk cumhuriyetini ilelebet yaşata­ cak ı l ımlı, istikrarlı, Rousseaucu bir kü­ çük m ü l k sah ipleri cenneti kurmuştu (Alper, 2003). Ecevit ortaya attığı bu modelin ger­ çekleştiri lebi l i rl i ğ i n i ve meşruiyet i n i sağlam tarihsel temellere dayandırmak amacıyla Kemal Tah i r esi n l i b i r Os­ man l ı tar i h i görüşü beni msed i . Hem kend isinin hem de fikir arkadaşlarının Özgür İnsan dergisinde arada s ı rada görünen yazı larındaki iddial a ra göre

vit'e göre halk anayasayı oylarken bu re­ formları da oylamış ve kabul etmişti. Ar­ tık yapılması gereken, Anayasa'nın henüz gerçekleşmemiş hükümlerini gerçekleş­ tirmekti (Ecevil, 1973: 1 0 1 - 106). Halkın CHP'leşmesi dediğimiz mesele ise, CHP'nin örgüt ve program olarak hal­ ka nüfuz etme girişiminin ters simetriğini oluşturuyordu: Aşağıdan gelen popüler inisiyatiflerin ve halihazırda mobilize ol­ muş halk kitlelerinin devrimci potansi­ yelleri, CHP'nin p o pülist programına bağlanmak suretiyle kontrol ediliyor, eh-

209

o

210

Osma n l ı devleti Batı 'ya kıyas la h a l k arasında özgür d üşüncelerin serpilme­ sine izin veren ve görece eşitl ikçi ve adaletl i bir sistem kurmuştu. Bu siste­ min temel dayanağı küçük köylülük ve onun tepes inde duran tarafsız ve sın ıf­ larüstü bir devletti. Bu nedenle aslında Türkiye halkı eşitlikçi ve sosyal adalet­ çi bir yapıya al ışkındı ve bu özel l ikleri­ n i gelenekleri nde yaşatıyordu. Halkın beni mseyegeld iği Anado lu İslamı i se sağ kesimin görmek istediğinin aksine taassuptan son derece uzak, değişime açık ve modernd i . Her siyasal projeye tarihsel bir kök bulma çabasının yaygın olduğu 1 960'lar Türkiye's inde Ecevit de kendi projesiyle uyumlu bir Osman­ l ı-Türkiye tarihi icat etmeye çalışıyordu (Alper, 2002). 1 973 seçim leri ve sonrasında büyük şehirlerde ve özel likle gecekondu semt­ lerinde oyunu ciddi bir biçimde artırdı­ ğını fark eden Ecevit daha çok işçilere seslenmeye başlasa da köycü projeleri­ ni hiçbir zaman bırakmadı . 1 980 sonra­ sında Halk Sektörü gibi radikal sayılabi­ lecek fi kirleri n i h i ç d i l lendirmese de Köy-kentlerden bahsetmeye devam etti. Son iktidarı dönem inde ise Dünya Ban­ kası kred isiyle hayalini gerçekleştirme­ ye yönelik somut ad ımlar attı .

lileştiriliyor ve bu şekilde içeriliyorlardı. Nitekim Ecevit, CHP'ye Genel Başkan ol­ mazdan hemen önce, Beşinci Olağanüstü Kurultay'da ortanın solu hareketini şöyle değerlendiriyordu:

CHP'dehi btı hareket doğnıdan doğriıya CHP'y i aşıyor. Ç ü n h ti b u Jıarehet, CHP'delli Ortamn Sol u hareketi, Tlirk toplumunda tabandan gelen yeni bir ta­ lıım eğilimleri, alıımları yansıtmaktadıı: Bizim yaptığımız, bu tabandan gelen itişi, lıa!lıtan, toplumdan gelen ahımı, meşru,

CHP'NİN BAŞINDA BİR SOl POPÜLİST Ecevit' in '60'ların son larına doğru şe­ kil lend irdiği demokratik sol proje cid­ d iye al ınsa da al ınmasa da, hem partisi içinde hem de Türkiye sağında asıl tep­ ki uyandıran ve aynı zamanda Ecevit'i CHP başkan l ığına götü ren çatışmaları hazı rlayan, onun projesinin programa­ tik içeriğinden ziyade popül ist ve mo­ bilizasyona dönük siyaseti ve bu tarz bir mobil izasyon çağrısının davet ettiği olası rad ikalleşme ihtimal iyd i . N itekim 3 Tem m u z 1 9 7 0 y ı l ı n d a top l a n a n CHP'n in 20. Kuru ltay' ı nda Ecevit karşı­ tı sağ kanad ın öncü lüğünü yapan Ke­ mal Satır saldırıların ı bu noktada yo­ ğunlaştırıyor ve Ecevit' in o sıralarda ki­ mi köylülerin gerçekleştird iği toprak iş­ ga llerinden övgüyle bahsetmesini eleş­ ti rerek, Ecevit'i "anarşik" ve yasa d ı ş ı eylemleri övmekle suçluyordu. Satı r'a göre bir toprak reformu yapı lacaksa bu devlet eliyle yapılma l ıydı ( K i l i, 1 976). Ecevit ise tepeden yapı lacak bir refor­ mun beyhudeliği nden ve halk tarafın­ dan h içbir zaman sahiplen i l meyece­ ğinden dem vurarak, kendi hakkını ta­ lep eden kitlen in in isiyatifi ele alması n ı övgüyle karşıl ıyordu (a.g.e.). Kökl ü b i r reformun ancak halkın katı l ı m ıyla ger-

sılılıatli bir talmn lıaııallamı içine solıa­ rah, patlamalara, taşmalara yol açmasım öııle111el1te11 ibarettir (Ecevit, 1972: 28). Olağanüstü Kurultay'da yaptığı konuş­ mada, ortanın solu hareketi içinde geçen son yılların bir muhasebesini yapan Ece­ vit, ola ki CHP 1963 yılında işçi haklarını tanımamış olsaydı, 1968-71 yılları arasın­ daki patlamalar döneminde Türkiye;nin ne hale geleceğinin, herkes tarafından tasav­ vur edilebileceğini söyler: " CHP'nin açtığı umut kanallarıdır ki, taşmaları önleyebil-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

çekleşeceği n i ima ed iyordu . Kuru ltay vit'in l istesinden oluşan PM, İnönü'nün İ nönü'nün arabu l u cu l uğuyla ve Ece­ istifa restine karşın güvenoyu aldı. Bu­ nun üzerine Ecevit, i st ifa eden İ nö­ vit'in l istesinin kesi n zaferi yle sonuç­ land ı . nü'nün yerine parti başkan lığına geçti. C H P içeri s i n d e p e k ç o k k i mse 2 7 Böylelikle CHP içindeki muhafazakar­ lıkla ya da en iyi siyasal ifadesini 1 2 Mayıs reformculuğunu benimsiyor ama Ecevit' in radi ka l izme meyyal popül iz­ Ma rt' ı n E r i m h ü kü metl eriy l e b u l a n ı l ım l ı b i r devletçi-reformcu lukl a, parti m i n i geleneksel el itizm leri nedeniyle içindeki genç hareketlenmeyi arkasına ürkütücü buluyordu. Ecevit ise son de­ a l an, rad i kal aç ı l ı m l ı bir popül ist re­ rece tutarlı bir demokratl ı kla, ısrarla te­ peden i nmeci reformcul uğu ve cunta- , formcu luğun hesaplaşmas ı nd a kes i n b i r b i ç i m d e Ecevit' i n öncü l ü k ettiği c ı l ığı eleştiriyordu. Öyle ki Yön çizgisi­ ikinci kanat galip çıktı. ne yakın 27 Mayıs'çı Orhan Kabibay'a Kısa dönemli iktidarlarında herhangi aldığı eleştirel tavı r Kabibay' ı n kuru l ­ ciddi bir icraat gerçekleştirmeyi başara­ tayda sağ kanatla birlikte hareket etme­ mayan Ecevit, Kıbrıs fatih i sıfatıyla da sine yol açmıştı (Sosyalizm ve Toplum­ sal Mücadeleler Ansiklopedisi, 2208). gitgide efsaneleşti ve 1 977 seçimlerin­ de CH P'ye tarihinin en büyük oyunu CHP'nin içindeki as ı l tasfiye ve liderl i­ kazand ı rd ı . Ancak 1 978 yıl ında hassas ğin el değiştirmesi için 1 2 Mart' ın bek­ dengeler üzerine iktidara oturduğunda lenmesi gerekiyordu . 1 2 Mart'ı n ard ı n dan İnönü'nin Erim kendi programını uygulama vaadinden uzaklaşmış, ü lken in hassas durumunu h ükümeti n i destekl emesi ve Ecevit' in göz önünde b u l u n d u ra rak, anarş i ye öyle ya da böyle her türlü darbe des­ son vermeyi ve ülkede istikrarı sağla­ tekçil iğinden uzak durması parti için­ mayı ası l hedef haline getirmişti. Çatı­ deki ipleri gerd i . İnönü Ecevit'e kesin şan kesimlere mesafeli duran, tarafsız darbeyi vurmak için Mayıs 1 972'de 5. bir devlet aygıtın ı işleterek çatışmaları Olağanüstü Kongre'yi toplad ı . Kongre sonlandırmayı ve üstelik bunu demok­ h i leli bir biçimde 20. Kongre'den bu rasiden taviz vermeden yapmayı vaat yana çeşitl i i l lerde seçi len Ecevit yan lısı delegelerle değil 20. Kongre'nin dele­ etti. Ancak kısa sürede sıkıyönetim ilan etmek zoru n d a ka l d ı . Buna rağmen geleriyle top l a n m a s ı n a rağmen Ece-

miştir; CHP'nin kurduğu baraj lardır ki, o dönemde, komünizmin işçiler arasına sız­ masına engel olabilmiştir" ( 1 972: 30) . Ecevit'e göre, benzer bir tehlike, toprak re­ formu için de mevcuttu; zira politikacılar toprak reformunu tartışırlarken, halk, Anayasa'nın kendine hak olarak tanıdığı toprak reformunu kimi yerlerde kendi ba­ şına yapmaya kalkışıyordu ( 1 9 72: 49) . Ecevit, eğer yapmamakta direlilirse, köylü­ nün toprak reformunu kendi bildiği şekil­ de yapacağını ve bu durumda doğa yasası­ nın işlemesine kimsenin engel olamayaca-

ğını söylüyordu. Neyse ki ortanın solu ha­ reketi sayesinde CHP, halk düzeyinde cere­ yan eden hareketleri kavrayıp kendinde soğurabilmişti. Ecevit şöyle diyordu: "CHP artık, Halk Partisi olmanın da ö tesinde halkın ta kendisidir" ( 1 972: 46). Doğrusu bu, hegemonik olma iddiasın­ daki bütün önceki siyasi girişimleri zora sokan ve asla tam olarak becerilememiş olan halk-devlet özdeşliğini kurmanın, bu defa Ecevit CHP'si dolayımıyla tecrübe edilmesiydi. Tek parti dönemi boyunca elitist ve devletçi CHP çizgisi tarafından

21 1

o

asayiş sorununu çözemedi ve derinle­ şen ekonom i k kriz karşısı nda çaresiz ka l d ı . Sen ato seç i m l erinde oyları n ı n hızla eridiğin i fark ed ince istifa etti. 1 980 SONRASI

212

1 2 Eylül darbesine en tutarl ı bir biçim­ de direnen siyasal l ider oydu. Darbe­ den sonra çıkard ığı Arayış dergisi ge­ n i ş bir kitleye seslen d i . Darben i n ar­ d ı nd a n sosyal d e m o k rat kadro l a r ı n kendisinden bağımsız bir biçimde gi­ riştikleri örgütlenme çaba larına içerle­ di; ancak bunu kendi partisini oluştur­ mak ve d a h a saf b i r d emokratik sol parti kurmak için fırsat bildi. Belki de '80 öncesinde yarattı � ı efsaneye güve­ nerek kendi partisini kurar kurmaz kit­ lelerin tıpkı eski günlerdeki gibi onun halkçı kimliğinin etrafı nda bütün leşe­ ceğini u md u . Fakat beklenen olmad ı . S ı k s ı k sol oyları böl mekle suçlanacak olan Ecevit, b i r Peron olamamış b i r Peronizm yaratamamıştı. Kend isi siyasal o l a rak yasakl ıyken eşine kurdurduğu Demokratik Sol Par­ ti'yi, tabandan örgütlenmiş, kitleyle bi­ re bir temas kurma yeteneğine sahip gerçek b i r kitle partisi olarak teşki lat­ landırmayı tasarlad ı . Ancak birkaç y ı l

kronik hale getirilen halk/devlet karşıtlı­ ğı, popülist fakat devlete rakip DP/AP çiz­ gisi tarafından tersten yeniden kurulmuş­ tu. Bu defa halk/devlet karşıtlığını aşmayı popülist ve devletçi Ecevit CHP'si deni­ yordu. Ecevit, devletçi politi kaların başa­ rıya ulaşabilmesi için, halkın rızasının alınmasının zorunlu, fakat aynı zamanda mümkün olduğunu söylüyordu. Halk / Millet Ortanın solu söylemiyle birlikte başlayan ve halka gitmek sloganıyla belirgin bir iv-

sonra ortaya çıkan, neredeyse örgütü ol mayan, Ecevit'in iktidarı nın asla sor­ gulanmadığı, yönetim içinde yükselen herkes i n h ı z l ı rotasyonlarla ayağ ı n ı n kaydırıldığı b i r tek adam partisiydi. Bir zamanlar kitleleri coşkuyla hareketlen­ diren "halkçıl ı k" ilkesi şimdi "halk" ile Ecevit arası ndaki ara katman ları gerek­ siz kılan bir doğrudanlığın, liderle öz­ deşleşme çağrı s ı n ı n ve buna para l e l olarak kitleyi v e onun çıkaracağı doğal örgütçü l eri pasifl iğe itme n i n bir aracı haline gelmişti. U lusal kalkı nmacı l ığın ifl ası Ecevit'in sol popü l izmini tama­ men soluksuz bırakm ıştı . Demokratik sol p rogram ı n ın k i m i unsu r ları n ı yer yer, cansız bir üslupla a n latmayı sür­ dürse de 1 990' larda sol po l it i ka l arla bağını kesin bir biçimde kesti . .Ezelden beri taşıdığı mill iyetçil ik, solcu ve anti­ emperyal ist niteliğini kaybettikçe, Sov­ yetler' i n çöküşü s onrası hortl a maya başlayan bir neo-Turanc ı l ıkta ifadesini bulan bir şovenizm hal i n i aldı. Kendisi­ n i sağcı ya da solcu olarak görmeyen, yaşayışıyla muhafazakar, m i l itan ol ma­ dan laik ya da şeriatçı olmadan Müslü­ man bir kitlenin, bir başka deyişle bu memleketin ortalamasının siyasi önderi ol mayı hedefled i . Dürüst devlet adamı kiml iğine sarılarak ve ciddi bir politika

me kazanan eğilim, hegemonik olma ka­ pasitesi yüksek bir popülizmle CHP'nin yeniden inşa edilmesine tekabül ediyor­ d u . Fakat bu defa popülizm vasıtasıyla icat edilmeye çalışılan Kemalizmin, sınıf­ sız kaynaşmış bir kütle olarak halk anla­ yışından kesin bir tavizde bulunması ge­ rekiyordu: B i r başka d eyişle, " E cevit CHP's i klasik Kemalist söylemin dayanış­ macı-korporatist toplumsal alan tahayyü­ lünden, toplumsal sınıfların ve antagoniz­ maların varlığını teslim etmek yoluyla" kopmak zorunda kalıyordu (Erdoğan,

O R T A N I N

S O L U

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

üretmeden istikrarı simgeleyerek iktidar olmayı bekled i . Ömer Laçiner'in tespit ettiği gibi, ne yükselme hırsı o lan ne de yoksul laşma gibi ciddi bir tehdit altın­ da bulunan, iddiasız küçük i nsanların (Akar, 200 1 : 2 54); Batı l ı ama yüksek bir eğitim görmem işlerin, zamanında AP'den kopardığı istikrardan başka bir beklentisi ol mayan kimi mazbut köylü­ lerin ve küçük esnafın, emekli memur­ ların ve '70'1erden getirdiği Zonguldak işçisinin organik temsi lcisi oldu En tutarlı yan ı o lan demokratl ığın ı ve darbec i l iğe karşı m u h a l efet i n i a d ı m ad ım b i r kenara bıraktı. Önce Kürt me­ selesinde ard ından 28 Şubat sürecinde ordunun rolünü olumladı. 28 Şubat er­ tesinin siyasi arenasında ordunun gü­ venebileceği tek siyasal l iderd i . Kendi­ s i nden beklenen i faz lasıyla yaptı ve partisini bir devlet partisi haline getirdi.

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

Siyasal hayatına CHP'yi devlet partisi k i m l i ğ i n d en ç ı karma mücadelesiyle başlamıştı , siyasal hayatı nı DSP'yi re­ jim teh l ikesine karşı bir devlet partisi hal ine getirerek tamamlad ı . 1 960'larda Keynesçi bir sol l i bera l izmle üçüncü dünyacı b i r sol arasında yal pa layarak Türkiye'ye özgü bir sol model üretme­ ye ça l ı ştı . l 990'larda ise Türk iye' n i n özgünlüğü denince Kürt meselesi v e İs­ lamcı yüksel işin yarattığı kritik durumu a n l a d ı , I M F po l itikaları söz konusu olunca evrenselleşti ve tahkim yasasına karşı çıkan ları zamanında Boğaz köp­ rüsüne karşı çıkan geri kafa l ı lara ben­ zetti . Onu 1 980 sonrasında tan ı mı ş, sol eğilimli genç kuşakların takd ir edebile­ ceği tek erdemi Robespierre'vari "yoz­ laştı rılamaz" l ığı ve siyasette geçmiş on­ ca yıla rağmen sahip olduğu mütevazı malvarl ığıyd ı . O

213

D İ PNOTLAR Söz konusu aydınlar, aralarında kimi görüş ayrı l ı kları olsa da Turan Feyzioğlu, Turan Güneş, Doğan Avcıoğlu, Coşkun Kırca, Osman Okyar gibi ismlerden oluşuyordu. Bu grup CHP'de yeni fikirlerin yatağı hali­ ne gelmiş olan Araştırma Bürosu'nda gö-

revl iyd i . Feroz Ahmad, Demokrasi Süre­ cinde Türkiye (1945- 1 980). İstanbu l : H i l Yayınları 1 996, s. 1 22 . 2

Yiğit Gülöksüz, "Köyken! Önerisi Üzerine Düşünceler", Özgür İnsan, no. 1 9, (Tem­ muz 1 974). •

1 998: 27) . Ecevit, bu durumu hiç değilse sınıf çelişkilerini hafifletmek yoluyla ge­ çiştirmeye çalışıyordu:

Biz ayrı ayrı sınıflar oldııgu gerçeğini lzabul ediyoruz. Bu gerçeği kabul etme­ melı bilim dışı bir şey olw; çağın gerçek­ lerine aykırı bir şey olur. Sınıflar arasın­ da demokratilı ve banşçı mücadele de son derece dogal bir şeydir ve bu mücadelele­ rin dünyanın lıer yerinde, lıele gelişme, sanayileşme sürecine girmiş lıer ülkede yer aldığı bir bilimsel gerçektir. Eğer bu-

nım barışçı ve demokratih yöntemleri ve kurallan sapta111p habul edilmezse, lıötü anlamda sınıf lıavgası o zaman o lur (Ecevit, 1976: 1 5 ) . Toplumsal-siyasal uzamı , popüler ke­ simler ile egemen kesiml er arasındaki, halk kesimi ile iktidar bloku arasındaki çelişkiler ekseninde tanımlayarak hege­ monize etmeye çalışan bir söylem olarak popülizm (Erdoğan, 1998: 25) , Ecevit'in sol söyleminde kendini, halktan olanlar ve olmayanlar, imtiyazlı olanlar ve olma-

o

yanlar, sömürenler ve sömürülenler gibi adlandırmalarda gösteriyordu:

214

Toplumda lıendilerini i mtiyazlı gören, lıendilerinde bazı imtiyazlar, herlıesin yararlanamayacağı bazı o/analılar bu­ lunması gerelıtiğini düşünen veya öyle olanalılan elde etmiş olan ve bu olanah­ lardan yararlanaralı emeğin artı değerin­ den dengesiz pay alabilen veya demolıra­ si nin eşitlilı illıesinin ötesinde bir güç edi­ nebilen, toplum yönetimine ağırlığını aşı­ rı ölçüde lıoyabilen himseler hallı havra­ mıııın dışında görülebilir. Hallı, daha çolı bedensel veya düşünsel emeğiyle yaşamı­ nı lıazanmalı durnmunda olan ve telı ba­ şıııa sahip olduğu olanalılarla topluma ve devlet yönetimine ağırlığını hoyma ola­ nağını bulamayan insanların toplamıdıı; diyebilirim (Ecevit, 1 975: 9). Halk ile halk düşmanı arasındaki sınırı tayin ederken, öznel ve nesnel ölçütleri bir arada kullanan Ecevi t (ki böyle bir du­ rumda, örneğin kendinin toplumda bazı imtiyazlara sahip olması gerektiğini düşü­ nenler ile bu imtiyazlara gerçekten sahip olanlar arasında herhangi bir anlamlı fark kalmaz) , halkçılık ilkesine olağanüstü bir esneklik sağlıyor ve kavramın söylemsel potansiyelini güçlendiriyordu: Nesnel du­ rumun katılığı karşısında öznel değerlen­ dirmenin beraberinde getirdiği kıvraklık, halk ile halk düşmanı arasındaki eşiği ha­ reketlı kılıyordu, öyle ki bu sayede saflar sürekli olarak dağılıyor ve yeniden kuru­ labiliyordu. Ecevit, artık hiçbir partinin bir kitle partisi olarak kalmayı sürdüreme­ yeceği bir momentte, söz konusu esnekli­ ğin kendisine sağladığı avantajla, halk cephesini sürekli genişleyebilecek bir blok olarak tahayyül edebiliyordu:

Tarlıiye'nin buganlıa ortamında değil CHP, sağcı bir parti olan AP bile, batan çabalamasına rağmen, lıitle partisi o/a­ ralı lıalamamalıtadır. Halhtahi bilinçle­ niş, sosyal ve ehonomih sorıınların ön

plana geçişi ve toplumdahi hızlı değişim, partileri, her zümreye ve sınıfa birden hi­ tap edemeyeceh lıadar lıesin ve açılı vazi­ yetler almaya z:orlamalıtadır. Ortanın so­ lıı tutwnııyla CHP, hesin olaralı, çalışan­ ların yolısulların, ezilenlerin, halılannı alamıyanların yanında olduğıınu belli et­ miştir. Bu durumda biz istemeselı de bazı zümreler bizden gidecelıtir. Bu zümreler arasrnda bazı büyülı topralı sahipleri, biiyülı aracılaı; tefeciler, yabancı sennaye işbirlikçileri gelmektedir. "Bazı" deyimi­ ni bilerelı lrnllaıııyorum: Çünlıii bunlar içinde de toplıınııııı yararım, lıalhın mut­ luluğunu, hendi lıısa vadeli çılıarlarının üstünde tutabilen akıl ve vicdan sahibi h i mseler bıtl unab i l i r ( a ktaran: Kili , 1976: 265 ) . 1 6 Fakat n e kadar esnek tanımlanırsa ta­ nımlansın, burada ortaya konulduğu şek­ liyle halkçılığın, Kemalist korporatist halkçılıktan kesin bir kopuşu temsil etti­ ğini söylemeliyiz. Bilindiği gibi, özellikle tek parti döneminde ifade edildiği biçi­ miyle halkçılık, " türdeş, uyumlu bir top­ lum mitine dayanmaktaydı. Buna göre, Türk toplumunu oluş turan bireyl erin, farklı mesleklere mensup olsalar bile, çı­ karları arasında herhangi bir çatışma söz konusu olamazdı; çünkü bunların hepsi aynı ulusun üyel eriydi " ( Çelik, 2002: 88) . Gelgelelim, 1 960'ların hızlı büyüme­ si ve kentsel nüfusunun dönüşümü hesap edildiğinde, artık bambaşka bir toplumsal formasyonla ve daha kesin biçimlerde sı­ nıflara bölünmüş bir halkla karşı karşıya olunduğunu anlamak güç değildi (Key­ der, 1990: 63-66). Şüphesiz ki, tek partili dönemin, halkı yekpare görüp millete eşitleyen halkçılığı, yeni dönemde belir­ gin b i r şekilde zorlanacaktı. N i tekim 1970'lerin halkçılığı, 1930'ların çıkar ça­ tışmalarından soyutlanmış korporatist halkçılığından farklı olarak, "kapitalist bir ulusal pazarın gelişmesi ve kentlerin büyümesiyle mümkün olan modern ça-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

215

tışma biçimlerinden mustarip olma ko­ şullarında adalet nosyonuna işaret eden bir halkçılık" tır (Yeğen, 2002: 69). Bu noktada, Cumhuriyet'e devrolan iki ayrı halkçı damara işaret etmek yararlı olacaktır. 1 908 Devrimi sonrası halkçı düşüncenin gelişimi söz konusu oldu­ ğunda, iki ismin öne çıktığını söyleyebili­ riz: Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp. Akçu­ ra, Osmanlı'da halkı, "küçük toprak sahi­ bi köylüler, topraksız tarım işçileri, kent­ lerde çalışan küçük zanaatkarlar ve gün­ delikçiler, ücretliler" vb. sınıflandırmalar­ la tanımlıyordu (Georgeon, 1999: 1 1 0) . Demek oluyor ki, Akçura halk derken gö­ rece yoksul kesimlerden söz ediyordu. "Ona göre, millet ve halk aynı şey değildi ve halkın ayın edici özelliği bir anlamda sını fsal o larak bel irlenmes iydi " (Kara­ ömerlioğlu, 2002 : 2 7 4 ) . Gökalp içinse "halk ve millet aynı şeyi ifade ediyordu" ( Georgeon, 1999: 1 3 2) . G ö kalp'e göre halk, sınıflardan ziyade meslek grupların­ dan mürekkep bir topluluğu ifade ediyor-

du ve "aralarında çıkar çatışması olma­ yan, birbirlerini tamamlayan , sınıfsız, kaynaşmış değişik grupların tamamını ifade ediyordu" (Karaömerlioğlu, 2002: 274). Şüphesiz ki Cumhuriyet boyunca diğeri aleyhine merkeze yerleşen halkçı­ lık düşüncesi, kimi nüanslarla Gökalp'in halkçılık düşüncesi oldu. Ne var ki orta­ nın solu için, durumun tersine dönmüş olduğunu söyleyemesek bile, en azından iki model arasında salınan bir tür halkçı­ lık formuna sahip olduğunu ileri sürebili­ riz. Nitekim Ecevit'in ortanın solu söyle­ minde, hem Akçura hem de Gökalp halk­ çılığının izlerini bulmak mümkündür.

Sosyal politikamızla işçiye, köylüye önce­ lik tanıdığımızı, elıonomik politikamızla da halk sektöniııü kayıracağımızı kimse­ den saklamıyoruz. Halk sektöni kavramı­ mıza ise, esnaf, sanatkar ve kamu görevli­ leri de giriyor (Ecevit, 1975: 38). Ben sınıflar arasında kaynaşmayı ve bü­ tünleşmeyi istiyorum. Üretici hem üret-

o

sin, hem satsın ve hem de ihraç etsin. Aracılar, tefeciler ortadan lzalhsın istiyo­ rum (aktaran: Kili, 1976: 26 1 ) .17

216

Ortanın solunun, iki tür halkçılık arasında salınmasını mümkün kılan şey; ikti­ dar bloku ile halk güçlerini birbirinden ayıran çizginin, bilerek gevşek bırakılmış kriterlere göre çiziliyor olmasıydı: Halkı, halk olmayandan ayırırken başvurulacak kavramlardan biri olan "sömürü"nün za­ ten yeterince belirsiz şekilde tanımlanmış olmasına, bir de öznel niyet değerlendir­ meleri ekleniyor, böylelikle büyük toprak sahiplerinin, aracıların, tefecilerin vd. bile niyetlerine göre halktan sayılabilecekleri ima ediliyord u . Nasıl yorumlandığına bağlı olarak halk kavramı, millet kavra­ mına yaklaşıyor veya uzaklaşıyordu. Or­ tanın solu hareketinin, halk muhalefetini sonuna kadar izlemekte gösterdiği karar­ sızlık, halkı sınıflar temelinde kavrayan halkçılık ile halkı millete özdeş olarak kavrayan halkçılık arasında salınmasına ve nihayetinde, halk, millet ve hatta parti­ yi özdeş sayan bir halkçılıkla karar kılma­ sına neden oluyordu. SOSYA L DEMOKRASi, POPÜLiZM VE HEGEMONYA

1 9 60'lı yıllardan 1 970'lere ortanın solu, İnönü ve Ecevit'in söyleminde, Kemalist devletçilik ve halkçılık ilkelerinin, sosyal devlet uygulamalarının garantörlüğünde solcu bir revizyona tabi tutulmasına kar­ şılık geliyordu. 1961 Anayasası, sonradan hızla gelişecek olan sosyal aktörlerin rıza­ sını alarak bu sürecin kurucu ilkelerini yasa düzeyinde belirlemişti. Ortanın so­ lundan beklenen ise, bir yandan kitlelerin uygun şekillerde mobilize edilmeleri su­ retiyle anayasanın gerçekleştirilmesi, di­ ğer yandan bir türlü kitleler tarafından ta­ lep edilebilir kıvama getirilememiş Kema­ list ilkelerin hegemonik potansiyellerini artıracak şekilde revize edilmeleriydi. Bir

başka şekilde söyleyecek olursak, ortanın solu, Boratav'ın daha kesin bir dönemlec mesiyle 1 962-76 yılları arasında konum­ landırabileceğimiz, Türkiye'nin popülist uğrağına CHP'nin vermiş olduğu bir ya­ nıttı. Burada popülizmi, yine Boratav'ın tanımladığı sınırlılıkta, yani "siyasi rejim ile özellikle bölüşüm ilişkilerine dönük iktisat politikaları arasındaki bağlantıları aydınlatabilecek bir kavram" olarak kul­ landığımızı belirtmek gerekir. Boratav'a göre, "parlamenter bir sistemin varlığı sa­ yesinde emekçi sınıfların, özellikle kendi ekonomik çıkarlarını ilgilendiren konu­ larda siyasi karar alma süreçlerini etlıile­ yebilecekleri; ancak siyasi iktidara bir al­ ternatif veya ortalı olabilecek biçim ve dü­ zeyde örgütlenmedikleri bir durum" ola­ rak popülizm, 1 962-76 yılları arasında Türkiye'de tüm unsurlarıyla geçerli ol­ muştur (Boratav, 1983: 7-8 ) . 1960'ların başından i tibaren yerleştirilmeye çalışılan ithal ikameci sermaye birikim rej imine bağlı olarak, sadece maliyetin değil, aynı zamanda talebin de önemli bir unsuruna dönüşen işçi ücretlerinde gözlemlenen reel artış ve bununla birlikte tarım des­ tekleme politikalarının köylü gelirlerinin yükselmesine neden olması, bütün bun­ lar, popülist iktisat politikalarının başarı­ sına işaret ediyordu. Nitekim sürdürüle­ bilirliği yüksek büyüme hızlarına ve bu­ nun neden olduğu dış açıkların kolay ve ucuza finanse edilebilmesini mümkün kı­ lan uluslararası Keynesyen ekonomi poli­ tikalarının istikrarına bağlı olan popü­ lizm, dünya ekonomisi genel bir durgun­ luğa girene kadar geçerliliğini koruyabile­ cekti (Boratav, 1998: 9 ) . Ortanın solu, tam da böyle bir momentte, belirleyici il­ kelerinin devletçilik ve halkçılık olduğu bir söylemle, ekonomi ve siyasetin yeni­ den yapılandırılması girişimlerinden biri­ ne tekabül ediyordu: Kemalizmin devlet­ çilik ilkesi, planlı ve ithal ikameci bir ulu­ sal kalkınma modeli vasıtasıyla, halkçılık ilkesi ise, sosyal adalet ve refah düzeni

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

vasıtasıyla revizyona tabi tutuluyor ve her iki ilke, sol bir jargon üzerinden birbirine eklemleniyordu. Ortanın solu söyleminde söz konusu eklemlenmenin izleri kolay­ lıkla görülebilir. lnönü her fırsatta kalkın­ ma planı, mali reform ve toprak reformu gibi devletçi tedbi rl erin zorunluluğuna işaret ediyor ve bünyesi itibariyle devletçi bir parti olan CHP'nin haliyle ortanın so­ lunda bir ekonomik anlayışta olduğunu savunuyordu. Öte yandan tipik olarak Anayasa'ya yaptığı göndermelerle lnönü, devletin sosyal mahiyette olduğunu ve CHP'nin sosyal adaleti benimsemiş bir parti olarak ortanın solunda bulunduğu­ nu gizlememesi gerektiğini vurguluyor­ du. Ecevit'in söyleminde de benzer vur­ guları takip etmek hiç zor değildir. Ecevit Ortanın Solu'ndan i tibaren plancılık, sos­ yal güvenlik ve sosyal adalete bağlılık gibi özellikleri, devletçi ve halkçı olmanın ya­ nı sıra, ortanın solunda bir siyasi pozis­ yonda duranların doğrudan ni telikleri arasında değerlendiriyordu. CHP, bir yandan sosyal politikalar ve devletçi düzenlemeler yoluyla devleti yö­ netmeye aday bir siyasi aktör olarak ken­ dini yeniden yapılandırıyor, diğer yandan sosyal demokrat bir siyasal ve ideoloj i k pozisyonla buluşmaya gayret gösteriyor­ du. Genel konjonktür ise doğrusu her iki bakımdan da uygun zemini sağlıyor görü­ nüyordu. Savaş sonrasında Batı Avrupa, refah devleti ve sosyal politikalar yoluyla kapitalizmin restorasyonuna girişmiş ve Keynesyen ekonomi politikaları yardı­ mıyla belirgin bir ekonomik büyüme ro­ tası yakalayabilmişti. Ayn ı yıllarda sosyal demokrasi de önemli bir dönüşüm geçiri­ yor, geleneksel siyasi ve ideolojik para­ metrelerinin kimilerinin anlamlarını zor­ layarak kimilerindense büsbütün vazge­ çerek yeni döneme uyum sağlamaya çalı­ şıyordu. Sosyal demokrasi, kapitalist dev­ letin biçiminde ve ekonominin genel dü­ zeninde gerçekleşen b ü tün bu transfor­ masyonları yönetmeye aday bir siyasi ak-

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

tör olarak kendini yeniden inşa ediyordu. Daha kesin bir şekilde söyleyecek olur­ sak, artık sosyal demokrasi, etkileri gele­ cekte bir tür sosyalizme yol açabilecek ki­ mi reformlar yoluyla kapitalist devlet ve ekonomi üzerinde tazyik yaratmaktansa, içine düşmüş oldukları birikim ve hege­ monya krizlerinden çıkmalarını sağlaya­ cak stratej ilerle, bu yapıları bizatihi yö­ netmeye soyunuyordu. Sosyal demokrasi­ nin geleneksel referanslarından biri olan üretim araçlarının toplumsallaştırılması tasarımı, devletleştirme yönündeki müda­ halelere indirgeniyor ve bu da siyasi eyle­ min ufkunda belirgin bir sapmaya sebep oluyordu (Emrealp, 1 99 1 : 94) . Öyle ki, refah devletini inşa etmeye girişmek, an­ lamlı bir engelle karşılaşmadan, kapitalist devleti nihai olarak yıkıma götürecek re­ formları savunmanın yerini alabiliyordu. Sosyalist Enternasyonal'in kuruluş bildir­ gesinde ( 1 9 5 1 Frankfurt) , devletin dü­ zenleyici bir aktör olarak iktisadi hayata müdahil olmasıyla birlikte kurulan (ki bu sayede denetimsiz kapitalizm geriye püs­ kürtülebilmişti) bu yeni refah düzeninde, "üretim araçları üzerinde toplumsal mül­ kiyetin büyüyüp yayılarak özel sermaye­ nin etki alanını daralttığı"na dikkat çeki­ liyordu (Kavukçuoğlu, 1998: 242). Sosyal demokrasinin temel düsturlarının gerçek bir kırılmaya uğradığının belgesi niteli­ ğindeki Bad Godesberg programı ( 1959), bir büyük adım daha atıyor ve sosyal de­ mokrasi ile Marksizm arasındaki bütün dolayımları ortadan kaldırıyordu: Prog­ ramda Alman sosyal demokrasisinin kö­ kenleri, Alman toplumunun gelişiminin Marksist analizinden, sınıf mücadeleleri tarihinden, kapitalist gelişmenin zaruri­ yetlerinden vb. değil, etik bir sosyalizmin özgürlük, adalet ve dayanışma gibi leme! değerlerinden hareketle açıklanıyordu (Kavukçuoğlu, 1 998: 336). Kısacası l 960 lara gelindiğinde Avru­ pa'da sosyal demokrasi, refah kapitalizmi­ ne angaje bir siyasi tahayyüle, kapitalist '

21 7

o

218

devleti Keynesyen tarzda yönetmeye aday bir politik pozisyona ve Marksist imalar­ dan olabildiğince arınmış bir söylemsel formasyona sahip bir hareket 'görünümü veriyordu. Batı sosyal demokrasisinin bu yeni biçim i , 1 960'ların ortalarında sola meyletmiş CHP için şüphesiz bulunmaz bir fırsattı. Ecevit ve diğerleri, sol basınç­ lar al tında kalan Türkiye'de, C H P'nin hangi yönden gelen basıncın etkisinde kalması gerektiğini tespit etmekte zorlan­ mayacaklardı. Ortanın solu , ne kuzeyden gelen ("Rusya'da ve Rusya'yı izleyen bazı Doğu Avrupa ülkelerinde oluşan aşırı sol akımlar") , ne güneyden gelen ("bazı Arap ülkelerinde, özellikle Mısır ve Suriye'de o l uşan sol akımlar " ) , ne de Uzakdo­ ğu'dan gelen ( " Komünist Çin") sol ba­ sınçların tesirindedir: "Ortanın solu, bizi d ört yanımızdan saran sol basınçların, Batı'dan gelenidir" (Ecevit, 1966: 3 2) . Bir başka deyişle bu, "demokratik Batı ülke­ lerinde oluşan sosyal demokrasi hareket­ lerinin basıncıdır" (Ecevit, 1966: 27) . Or­ tanın solu hareketiyle birlikte sosyal de­ mokrasi siyasi hayatımıza giriyordu belki, fakat görüldüğü üzere, sosyal demokrasi­ nin bu versiyonunun, özellikle sağ muha­ fazakar siyasetçilerin "Ortanın solu, Mos­ kova yolu" gibi sloganlarında ima ettikle­ ri türden bir sosyal demokrasiyle ilgisi yoktu. Bad Godesberg Programı'nda, nasıl ki komünistlerden "özgürlüğü radikal bir biçimde baskı altında tutmaktadır"lar di­ ye söz ediliyor ve Marksizme sosyal de­ mokrasinin kökenlerinden hiç değilse bi­ ri olarak bile atıfta bulunulmuyorsa, Or­ tanm Solıı broşürü de aynı incelikte bu hassasiyeti sürdürüyordu. Bad Godesberg Program ı , Batı s osyal demokrasisinin meşru kökenlerini Hıristiyan ahlakında, hümanizmde ve klasik felsefede ararken (Kavukçuoğlu, 1 998: 3 18), Ortanm Solu da Osmanlı-Türk toplum düzenine gön­ dermede bulunuyordu: Ecevit'e göre, Os­ manlı devlet kuruluşunun federatif yapısı cemaatlere geniş özerklikler tanırken,

toplum düzeninin plüralist ni teliği d e loncaların geniş yetkilere sahip olmasını beraberinde getiriyordu. Dolayısıyla Türk halkının demokrasiye yatkınlığı, bu top­ lumsal hafızadan ileri geliyordu (Ecevit, 1 966: 36-3 7). Öte yandan, Ecevit'e göre Türk halkında geleneksel bir eşitlik ve adalet eğilimi de mevcuttu; zira Osmanlı toplumsal düzeninin büyük çapta servet birikimine ve toprakta özel mülkiyete izin vermemesi, halkta eşitlik ve adalet duygularını kökleştirmişti (Ecevit, 1966: 42). Ortanın solu hareketi, kendi öncülle­ riyle arasına artık belirgin bir mesafe koy­ muş Avrupa sosyal demokrasi lerinden esinleniyor ve onunla özgün bir şekilde birleşiyordu. Bununla birlikte ortanın so­ lu hareketi, sosyal demokrasinin izlemeyi tercih ettiği siyasi güzergahtan farklı ola­ rak, popülist bir hegemonik siyaset tarzı tutturmaya çalışacaktı. Laclau ve Mouffe, sosyal demokrasinin siyasi tahayyülünde, popülist bir hege­ monik tasarımın kronik şekilde ihmal edilmiş olduğundan söz ederler. 1945 ön­ cesinde, sosyal demokrasinin her türlü hegemonik eklemleme girişiminden imti­ na etmesine neden olan niteliği, yani ra­ dikal sınıfçılığı, savaş sonrası konj onktü­ ründe doğrusu belirgin bir şekilde gerile­ mişti. Fakat bu gerilemenin arkasında bu­ lunan dinamik, demokratik süreçlerin de­ rinleştirilmesini hedefleyen hegemonik girişimlerin tazyiki değil, refah devletinin genişlemesiydi. Sosyal demokrasinin ka­ dim sınıf vurgusu, devlet ve sivil toplum düzeyindeki çeşitli antagonizmaların de­ rinleştirilmesi ve hegemonya kurabilecek şekilde eklemlenmesi lehine değil, refah devletinin sınıf çizgilerini bulanıklaştıran ekonomi politikaları lehine geri çekiliyor­ du. Bu bakımdan "sosyal demokrasi, veri­ li bir devlet biçimine radikal bir alternatif değil, bu devlet biçimi içindeki bir politik­ ekonomik alternatif durumuna" geliyor­ du (Laclau&Mouffe, 1992: 97) . Bir başka deyişle, sosyal demokrasi kendisini, "sen-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ô N Ü ' D E N

dikalarla ayrıcalıklı pragmatik ilişkilerin ve her durumda her şeyi devlet düzeyin­ de getirilen çözümlere bağımlı kılan az ya da çok solcu teknokratik politikaların bir bileşimine" indirgemiş oluyordu (laclau & Mouffe, 1 992: 97-98). Onanın solu ise, Batı sosyal demokrasi­ lerinin izlediği bu genel seyirden, popülist özellikleriyle ayrılıyordu. Sosyal demokra­ sinin referanslarından farklı olarak, sınıfsız ve türdeş toplum mitine dayanan bir siyasi gelenekten gelen ortanın solu hareketi, kendi kökenleriyle gerilim içerisinde, .po­ püler-demokratik adlandırmaları eklemle­ meye ve bunların içerdikleri potansiyel an­ tagonizmaları derinleştirmeye çalışıyordu. Bir başka şekilde söyleyecek olursak, Av­ rupalı emsalleri, refah kapitalizmi karşısın­ da sınıf mücadelesi ve antagonizma söy­ lemlerini geriye çekiyorken, onanın solu popülist bir hegemonik siyasete yöneliyor­ du. Bu noktada, daha önce siyasi rejim ile iktisadi politikalar arasındaki bağıntıları açıklığa kavuşturmak üzere kullandığımız popülizm kavramını, bu defa belli bir siya­ si stratejiyi tarif etmek üzere kullandığımı­ zı vurgulamak gerekir. laclau tarafından çerçevesi çizildiği şekliyle popülizm, po­ püler-demokratik adlandırmalardaki üstü kapalı antagonizmaların geliştirilmesi ve eklemlenmesi yoluyla, halk ile iktidar blo­ ku arasındaki çelişkilerin derinleştirildiği hegemonik bir siyasi stratejiye tekabül et­ mektedir: "Popülizm, popüler-demokratik öğelerin egemen blok ideolojisine karşı antagonistik bir seçenek olarak sunulduğu noktada başlar" (laclau, 1998: 188). Bu popülizm tanımından hareketle, or­ tanın solu çizgisini kesen temel bir ayrılı­ ğa işaret etmek mümkündür. lnönü ve Ecevit'in söylemlerinde ortanın solu hare­ ketinin sunuluşu bakımından bir sürek­ sizlik ekseninden söz edilebilecekse eğer, bu kesinlikle popülizm ekseniydi . Popü­ lizm, lnönü'nün söyleminde ortanın solu­ nun kayıp öğesiydi. Ecevit'in söylemine dağılan unsurların tümü, şu veya bu dü-

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

zeyde İnönü'nün söyleminde de mevcut­ tu, fakat bu unsurların eklemleyici ilkesi popülizm değildi. Ecevit'in söyleminde ortanın solunun unsurları (reformculuk, halkçılık, devletçilik, sosyal adalet, sosyal güvenlik, plancılık vd. ) , belirleyici ilkesi­ nin popülizm olduğu bir eklemleyici pra­ tik içerisinde bir arada duruyorlardı. Her bir unsurun ele alınışında yeniden keşfe­ dilen popüler-demokratik adlandırmala­ rın po tansiyel antagonizmaları, halk ile iktidar bloku arasındaki çatışmayı güç ­ lendirecek şekilde derinleştiriliyordu. Ke­ malist söylemin kimi ilkeleri, klasik ek­ lemlenmeleri zayıflatıldıktan sonra, po­ pülist bir tarzda yeniden eklemleniyordu (Erdoğan, 1 998: 28). Dolayısıyla devletçi­ lik ve halkçılık ilkelerinin eklemlendiği bir söylemin, halk iktidarı çağrısı ve dü­ zen değişikliği programıyla sonuçlanma­ sının önünde herhangi bir engel kalmı­ yordu. Fakat aynı anda, söyleme dahil edilen başka unsurlar vasıtasıyla, antago­ nistik potansiyelleri kışkırtılmış popüler­ demokratik adlandırmaların doğurabile­ ceği çatışma dinamikleri kontrol altına alınmaya çalışılıyor, hiç değilse belirli ka­ nallara yönlendiriliyordu. Sınıf ayrılıkla­ rının giderek derinleştiğine işaret eden bir vurgu, adaletli gelir dağılımının ve fır­ sat eşitliğinin sınıflar arasında kaynaşma­ yı sağlayacağı yönündeki bir başka vurgu tarafından; devletçi uygulamaların zaru­ retine yönelik bir vurgu, teşebbüs özgür­ lüğünün ve özel mülkiyetin kamu yararı sınırları içerisinde korunması gerektiği yönündeki bir başka vurgu tarafı ndan kontrol ediliyordu. Halk ile halk düşmanı arasındaki sınır çizgisinin, nesnel olduğu kadar öznel değerlendirmelere göre çizili­ yor olması, daha önce değindiğimiz üze­ re, halk ile iktidar bloku arasında olası geçişlere kapı aralıyor ve gerilimi düşürü­ yordu. Kısacası Ecevit popülizmi, "popü­ ler tepkilere, taleplere, ideolojik öğelere ve sembollere seslenen ve fakat bunları kendi içinde eklemlerken antagonistik

219

o

220

karakterlerini reformist bir tarzda etkisiz­ leştiren bir nitelik" arz ediyordu (Erdo­ ğan, 1 998: 34) . l 970'ler boyunca, halk güçleri/egemen güçler antagonizmasının derinleştirilme­ sini hedefleyen Ecevit popülizminin, geri­ sindeki kitle desteğinin zirveye çıktığı b ir momentte, 1977 yılında, halk iktidarı ve düzen değişikliği programının yerine, milli birlik ve asayiş programını geçirme­ si, bu bakımdan oldukça semptomatiktir. Necmi Erdoğan'm belirttiği gibi, " 1978'de kurulan Ecevit hükümeti, popülist hege­ monik proj eyi uygulamayı başaramamış değildir; zira daha i k tidara gelmeden, 'devleti kunarmak' adına bu proj eden vazge ç m i ş t i r " ( E r d o ğ a n , 1 9 9 8 : 3 5 ) . l 970'lerin sonlarına doğru, Ecevitçi siya­ sette gerçekleşen bu kırılma, ortanın so­ lu-demokratik sol söyleminin temel ekse­ nini oluşturan popülist öğenin, artık gi­ d erek bulanıkla ş tığını ve eklemleyici özelliğini kaybetmeye başladığım haber veriyordu. Nitekim bu eğilim, 1 980 ve '90'lı yıllarda daha da netleşecekti: Mer­ kezi eklemleyici ilke o lan popülizmin reddedilmese bile, geriye çekildiği, fakat ondan boşalan yeri henüz bir başka ilke­ nin dolduramadığı koşullarda, "özgürlük­ çü demokrasi, eşitlik, sosyal refah, milli­ yetçilik, 'inançlara saygılı laiklik' gibi öğe­ ler eklemsiz ve 'yüzer gezer' bir halde", Ecevit-DSP söylemi içerisinde yan yana duracaklardı (Erdoğan, 1992b: 30) . 1980 ve '90'ların diğer sosyal demokrat

partileri ise, popülist ilkeye kesin bir kar­ şıtlık çizgisi izleyecekler ve hegemonya meselesi karşısında neredeyse perspektif­ siz bir siyasi hatta durmayı tercih edecek­ lerdi. Bu haliyle sosyal demokrasi, popü­ list bir tarzda tanımlanmış toplumsal anta­ gonizmaların derinleştirilmesi yaklaşımı­ nın bir hayli uzağına düşeceği gibi, "belki de daha önemlisi, herhangi bir başka top1 umsal kutupsallık tanımından da yok­ s u n " kalacaktı (Erdoğan, l 9 9 2a: 3 2 ) . 1990'ların başında artık bir yol ayrımına gelindiğine işaret eden Erdoğan, sosyal de­ mokrasinin önünde duran seçenekler ko­ nusunda şunları söylüyordu: "Birinci seçe­ nek, CHP'de ortanın solu hareketiyle baş­ layan ideolojik-politik ve örgütsel dönüşü­ me -biçim ve içerikte olmasa bile yoğun1 ukta- benzeyen bir dönüşüm. ikincisi ise, sağ damgalı mevcut hegemonik siyasetin üçüncü sınıf bir aktörü haline gelerek eri­ yip gitmek. Yaralan işaretler ikinci yönü gösteriyor" (Erdoğan, l 992a: 36). Bugün sosyal demokrasinin aktörleri, ikinci yönü seçmiş oldukları için hallerinden mem� nunlar mıdır, bunu bilemeyiz. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, tutarsızlıkları ve sınırlı­ lıkları bir yana, ortanın solu hareketi, siya­ setin sağ/sol jargonlar üzerinden bölündü­ ğü bir momentte, popüler-demokratik an­ tagonizmaları derinleştiren ve eklemleyen hegemonik bir sol siyasetin mümkün ol­ duğunu göstermiş özgün tecrübelerden bi­ ri olarak, siyasi tahayyülümüzün sınırla­ rında bir yerde durmaktadır. O

Dİ PNOTLAR lnönü ile Bayar arasında DP programı bahsin­ de geçen diyalog, iki parti arasında temel bir programatik ve ideolojik farklılığın bulunma­ sının istenmediğ ini doğrular niteliktedir: lnö­ n ü programa göz gezdirir ve "Tera kkiperver­ lerde olduğu g i b i, '/tika datı diniyeye biz ri­ ayetkarız' diye madde var mı?" diye sorar. Ba­ yar, "Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var" diye yanıtlar. Paşa, "Ziyanı yok" der ve ardından "Köy Enstitüleriyle, ilkokul seferber-

liğiyle uğraşacak mısınız?" diye sorar. Bayar'ın yanıtı, "Hayır". Paşa, " D ış politikada ayrı lık var m ı ? " diye sorar. Bayar'ın yanıtı yine kısa ve nettir, "Yok " . Bunun üzerine ismet Paşan ı n s o n sözleri bütün durumu özetler: "O halde, tamam" (aktaran: Toker, 1 990: 83)!

2

DP'yi, yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelmesi ve gerçek ve büyük kitlesiyle lslamcı-doğucu cepheye, yani halk cephesine dayanması (temsil etmediğine dikkat!) bakımından, siyasi yelpaze-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

ismet lnönü, Trabzon Konuşması, Ulus gazete­ si, 4 Ekim 1 965.

nin sol tarafına yerleştirirken, CHP'yi Batıcı-laik bürokratik gelene!:ji temsil etmesi bakımından sa!:j tarafa yerleştiren idris Küçükömer'in kulak­ ları çınlasın! (Küçükömer, 2002: 72-73).

9

3

"lnönü ile Mülakat", Abdi ipekçi, Milliyet ga­ zetesi, 29 Temmuz 1 965.

1 1 "lnönü ile Mülakat", Abdi ipekçi, Mil/iyet ga­ zetesi, 29 Temmuz 1 965.

4

" Ecevit Siyası Hayatını Anlatıyor", Cumhuriyet gazetesi, 22 Ocak 1 975.

5

Ortan ı n solu kavramı etrafında, CHP içerisinde ve dışarısında sürdürülmüş tartışmaların ayrın­ tılı analizleri için bkz. (Abadan, 1 966: 149-181; Kili, 1 976: 2 1 1 -265; Bilıl, 1 979: 387-471).

1 O ismet lnönü, Radyo Konuşması, Ulus gazetesi, 8 Ekim 1 965.

12 ismet lnönü, Kim Dergisi, 13 A!:justos 1 965. 13 ismet lnönü, Trabzon Konuşması, Ulus gazete­ si, 4 Ekim 1 965. 14 ismet lnönü, Radyo Konuşması, Ulus gazetesi, 8 Ekim 1 965. 1 5 Bülent Ecevit, XX Kurultay Konuşması, Milliyet gazetesi, 6 Temmuz 1 970.

6

ismet lnönü, lstanbul CHP il Kongresi Konuş­ ması, 24 Eylül 1 966.

7

CHP TBMM Grup Bildi risi, 10 Temmuz 1 966.

16 Bülent Ecevit, XX Kurultay Sonrası De!:jerlen­ dirme, Cumhuriyet gazetesi, 9 Temmuz 1 970.

8

ismet lnönü, CHP iV. O l a !:j a n üstü Kurultayı Açılış Konuşması, 28 Nisan 1 967.

17 Bülent Ecevit, XX Kurultay Konuşması, Milliyet gazetesi, 6 Temmuz 1 970.

221

O

Demokrasi İ çin Toplumcu Düşün Dergisi M U RAT Y I L M A Z

GİRİŞ

222

Demokrasi İçin Toplumcu Düşün der­ gisi, 1 978 Mayıs'ında, siyasi hareketle­ rin ş iddet orta m ı içeri s i n d e gid erek umutları n ı tükettiği bir ortamda, "de­ mokrat-sosyal ist" dergi olarak yayım­ l a n m ı şt ı r. 1 9 7 7 genel seç im lerinden %41 .3 oranında oyla birinci parti ola­ rak çıkan ancak tek başına iktidara ge­ lecek sayıda m i l letveki l i çıkaramayan CHP, 11 m i lletvekilini AP'den istifa etti­ rerek hükü meti düşürmüş ve CHP l i ­ derliğinde b i r koalisyon kurmuştur. Ba­ kan l ı k karş ı l ığında desteğini aldığı bu m i l letveki l l eriyle h ü kümet olan C H P, ' 70'1erde "yükselen sol dalganın" umu­ dunu tüketen bir performans sergi ler­ ken, daha sonra iktidara gelen AP azın1 ık hükümeti altında Türkiye, 1 2 Eylü l askeri müdahales ine giderken T D ( Top­ lumcu Düşün), bu dönemi "demokrat­ sosyal ist" bir perspektiften değerlend i­ recektir. Dönem in sağda ve solda yay­ gın total iter anlayışl arıyla, siyaseti po­ p ü l ist ba k ı ş ı n ötes i n d e b i r ideoloj i k çerçeveye taşıyamayan merkez partile­ rini ve b i l hassa CH P'yi el eştiren TD, b i r yandan solda Len i n izm d ı şındaki demokratik akım ları tan ıtmaya d iğer yandan da Türkiye tarihine l ider kültü ötesinde d ü nya ta rih iyle mu kayesel i eleştirel bir perspektifle bakmaya çal ış­ mıştır. TD'nin çizgisi bu bakımdan sol-

L

da ve sağda i lgiyle karşıl anm ıştır. Bu perspektifin esası da sivil toplum kavra­ mı etrafında şekil lenmekted ir. TD, Tür­ kiye'nin Batı i le mukayeseli tari h inde sivil toplumun gel işiminde gördüğü ek­ sikl iği gidermek gerek l i l iğini öne çıkar­ maktad ır. TD, 1 980 sonrasındaki siyasi analiz ve tartışmalarda tayin ed ici bir konuma yükselen sivil toplumun ve si­ vil toplumculuğun, erkenci ve öncü bir örneğid ir. "Ülkemizdeki tek demokrat­ sosyal ist dergi olan Toplumcu Düşün" (Kasım 1 979, sayı 5 ilave duyuru) ifa­ desi, derginin kend i misyonunu da bu şekilde kabul ettiği n i i la n etmekted ir. Daha sonra da Türk fikir hayatına ciddi katkı larda bulunan Yahya Seza i Tezel ve Etyen Mahçupyan' ın editöryal katkı­ larıyla çıkan dergi, CHP'nin i ktidara gel i şiyle yayın hayatına başlarken, Tür­ kiye'nin 1 2 Eyl ül 1 980 askeri darbesine giden süreçte, demokratik sosyal ist ve demagoj iden uzak serinkanlı anal izle­ riyle di kkat çekmiştir. TD, 1 2 Eylül dar­ besiyle sona ermiştir. H a l k Yayı n c ı l ı k Reklamc ı l ı k T.A .Ş. Adına i . Birol Ganioğlu'nun sahibi ol­ duğu Demokrasi İçin Toplumcu Düşün dergisi Haz i ran 1 9 78/May ı s-Haziran 1 980 tarih leri arasında iki yıl toplam on a ltı sayı yayım lanmıştır. 1 Derginin ilk sayı nın yayın kurulu şu isimlerden m üteşekki l d i r : Tü rker Alkan, N i l üfer Arıak, M. Kadri Atabaş, Etyen Mahçup­ yan, Yahya S. Tezel. Derginin son ya­ yın kurulu ise şöyled ir: Ömer Madra, Yaman Aka l ı n, İ l ker Altı noğ lu, Oğuz Çata ltepe, Ertuğrul Köroğ l u , Etyen Mahçupyan, Süha Macan, Haluk Öz­ dalga. Dergide ayrıca, yazılarıyla ciddi katkı larda bulunan onur üyeleri sıfatıy­ la şu is imler de yer almaktad;r: S inan Mutlu ve Yahya S. Tezel. Dergi sayıla­ rında 5 i l a 9 makale yer a l m a ktad ı r. Özell ikle Toplumcu Düşün imza l ı ya-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

zılar, demokratik sosyalist perspektifin ortaya konu lmasıyla d i kkat çekicid ir. Diğer yazı ların da TD i mzal ı yazı larla uyu m l u b i r çerçevede yer a l ma s ı n a rağmen, dergi demokratik olmak kay­ dıyla bütün dünya görüşlerine açık ol­ duğundan, çoğu lcu bir yayın pol itikası­ na sah iptir. Nitekim solda yer al mayan Nazif Gürdoğan ve Mehmet Arif Demi­ rer gibi i si mler de, dergiye yazılarıyla kat k ı d a b u l u n m u ş l a rd ı r. Yine E r i c h F romm, Lucio Co l l etti, K a r i Polanyi, Lawrence, Ta l m on, Crane B r i nton,, Leszek Kolakowski, Norberto Bobbio, Jaroslaw Vanek, Bernard Crick, Wal­ lerstein, Frederick Kaplan gibi isim lerin tezlerini aktaran tercüme makaleler ve bu tezl e rden baz ı l a rı n ı n tart ı ş ı l ması dergi nin entelektüel seviyes i n i ortaya koymaktad ır. Dergide yayın kurulu d ı­ şında birçok isim yazmıştır: Şerif Mar­ din, Zafer Başak, Özhan U luatam, Ley­ la Zileli, Kayhan Arkan, Ömer Kürkçü­ oğlu, Em ine Yavaş, Ya kup Kepenek, Kad ir Cangızbay, Meh met Arzlanoğlu, Metin Heper, Serap Can, Reha B i lge, Turgut Tan, Ertan Kahramanoğlu, Hadi İlbaş, Elisabeth Özdalga, Haluk Özdal­ ga, Kürşat Bum in, Mehmet Arif Dem i­ rer, Ahmet Şükrü Esmer, Nazif Gürdo­ ğan, Nezir Uca, Atalay Yörükoğlu, Gü­ neri Akalın, Turan G üneş, Enis Batu r, Mevlut Bozdem ir, Oruç Aruoba, Oğuz Çataltepe. TD'nin, 8 . sayısından itiba­ ren Avru pa'daki çeş itl i d i l l e rden de­ mokratik sosya l i st dergi ve gazeteleri tarayarak özetler i n i her ay İ n g i l izce olarak yayımlayan Socialist Press' i tara­ maya ve orada çıkan dergi lerin içerik­ lerini Türkçe'ye tercüme ·etmeye başla­ ması, derginin Avrupa'daki demokratik sosyalist harekete yakınlığını ve Avrupa ufkunu da vurgulamaktad ır.

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

TOPLUMCU DÜŞÜN "ÇIKARKEN" TD ilk sayısındaki "Çıkarken" yaz ısın­ da derginin yayın politikası anlatı lmak­ tad ır. " Toplumcu Düşün'ün tüm alanla­ ra ve tüm d ü nya görüşlerine açık bir dergi ol mayı amaçlamakta" olduğu ifa­ de edilmekle beraber dergi, açık bir şe­ ki ide demokratik sosya l i z m i savu n ­ maktad ır. "Çı karken" başl ıkl ı yaz ı n ı n özetlenmesi, TD'yi anlamak bakı mın­ dan yerinde bir başlangıç olacaktır. Bu 'çıkış' yaz ısına göre, bir toplumun sağ­ lıklı bir d üşünce yapısına ulaşabilmesi için özgürlükçü düşünce ve tarihin ön­ yargısız analizinin yapı labilmesi şarttır. 1 970'1erin sistem tartışmaları içinde ta­ rih de yen iden değerlend iri l m e l i d i r. Türkiye'deki şovenist ve dar tarih anla­ yışı, olumlu veya olumsuz gelişmeleri liderin kişiliğinin ötesine taşıyamamak­ tad ı r. Osmanlı tarihi içinde liderin mut­ lak otoritesi, bir bütünlük ve süreç için­ de bir değerlend irme yapma gerekl i l i­ ğ i n i ortadan kald ı ramaz. Tarihe top­ lumsal yapıların tarihi olarak ve d ünya tarihi ile birlikte değil de kah ramanlar ve kahraman l ı k açısından bak ı l d ığın­ dan, dünyadaki düşünsel, toplumsal ve yapısal değişmeler takip edilememiş ve anlaşı lamam ı ştı r. Bu tarih a n l ayı ş ı n ı n Türkiye insanındaki iki menfi tesiri dik­ kat çekicidir. Bun lardan i l ki, toplumun kend ine sunulanın d ışında bir "gerçek" i d ra k e d e m e m e s i d i r. B u d u ru m d a problemler karşısında geçmişe, devlete ve lidere bakma d ışında bir yol bul una­ mamıştır. Bu durumda toplum yapısı, devlet vesayeti altında olduğundan si­ vi l toplum gel işememiştir. Bu d u rum, Türk toplumunun Batı toplumlarından demokrat i k l eşme bakı m ı nd a n fa r k l ı oluşunu i z a h etmekted ir. Esasen Os­ m an l ı dön e m i n d e lonca s i stem i ve azınl ıklara tanınan haklar gibi sivil top-

223

o

224

lum öğelerin i hatırlatan kimi unsurlar vardır. 1 9 . yüzyıldaki "reformlar", M i l ll Mücadele ve 1 946 sonrası yaşanan çok partili hayatta sivil toplumun etki­ lerini görmek mümkündür. Ancak bu etki, s ı n ıfsal tabanın siyasal işlekl iğin­ deki zayıfl ıkla maluldür. 1 96 1 Anaya­ sası, sivil top l u mdan kaynaklanmasa da sivil toplumun gel işimine, devletten bağımsız ve devleti denetleyen bir hü­ viyet kazanmasına hizmet etmişti r. TD'ye göre yerleşik tarih an layışının ikinci menfi tesiri, yeni düşünme şekl i karşısında ortaya çıkan i k i ayrı tepkiyi ortaya çıkarmasıdır. Bunlardan i l ki yeni fikir karşısında tarihe kaçmak veya ta­ rihten kaçarak yen i fikri h içbir değer­ lendirme yapmadan olduğu gibi kabu l etmek şekl inde gelişmekted ir. Bu her d üşünce akı m ı n ı etkileyen bağnazl ığa yo! açmaktadır. Bu bağnazl ıkla besle­ nen düşünme tembel liği, ezberlenm iş formül aktarmacı l ığını açıklamaktadır. Sivil toplumdaki gelişmem işlik sınıf­ laşmayı da sını rlamaktadır. Sınıf ayrım ı yerine "yöneticiler-hal k", "aydın-halk" ayrımı bel irginleşmektedir. Yönetici-ay­ d ı nlar, sivil toplum üzerinde göreli bir bağımsızlık kazanarak devleti ve toplu­ mu "kurtarma" misyonuna soyunmak­ tadırlar. Kurtarma misyonunun geliştiği kurtuluş beklentisi ve "mutlu son arzu­ su" aydın lar dışında da yaygınd ı r. Hal­ buki bu m istik anlayış yan l ıştır, sorun­ ların bittiği bir kurtu luş veya mutlu son söz konusu değildir. Tari hi kahramanlardan ve l iderlerden i baret gören anlayış, siyasi partileri ve demokratik kitle örgütlerini de ayn ı şe­ k i l de görmekted i r. Bu ayn ı zamanda tartışma kü ltürünün gelişmemesiyle be­ raber düşünü ldüğü nde, bu örgütlerin demokrati kl iğini sözde bırakarak, sivil toplumu tıkanmaya sürüklüyordur. Avrupa demokrasisi ve özgürlükleri-

n i n varl ığını sadece kapita l izmle izah etmek yanlış olacaktır. Avrupa, bu uğur­ da yüzlerce yıl süren bir mücadele ver­ miş ve toplumsal mal iyetini karşı lamış­ tır. Türkiye'de bu yönde ciddi bir müca­ dele veri lmemiş ve sivil toplum gel iş­ memişse de, insan lar demokrasinin ge­ tirdiği avantaj lardan ödün vermek iste­ mez ve kendi çıkarın ı demokrasin i ya­ şamasında görür. Türkiye'de demokrasi, bu birikimden güç almaktad ır. Türkiye sistem tartışmaları içi nde, de­ mokrasi yerine "kurtu luş" m i syonuyla demokratik olmayan kısa süreli çözüm arayışları da mevcuttur. TD, bu çerçe­ vede sağda ve b i l hassa solda bu dö­ nemde yaygınlaşan bu eği l i m i eleştir­ mekted ir: "Her şeyin d üzene girdiği bir 'cennet' yaratmanın olanağı yok. Belki, maddi bazı iyileştirmeler ya da denge­ leştirmeler sağlanabi lir. Ama, insan so­ run ları o noktada yok ed ilemez. İnsan­ lar yaşamlarını sürdürd ü kçe, sorun lar da sürecektir. Bu nedenle, sorunlardan arınmış bir d ünya yaratma n ı n olanağı yok. O halde, n i ha i bir kurtuluş da yok. Ayrıca, demokrasiden fedakarl ık bir ya­ na, gerekl i kurumlar o l u şturu lmadan geti ri lecek bir sistem değişikl iğinin, top­ luma, ekonomik ve sosyal yönden geti­ receği önem l i yükler de olacak .. " B u kısa sürede yapılamaz. Kısa yol arayış­ ları, nihai son b i l inmediği nde an lam­ s ı z d ı r ve gel eceğe i l i ş k i n yaratacağı şüphe lerle tahrip de ed i c i d i r. N i h a i a maçta a nlaşma olsa b i l e kısa yolda kul lanmak istenen araç veya yollar, bu amacı değiştirebilecektir. Bu noktada araç ve yo lun birden çok olabi leceği akı ldan çıkarılmamalıdır: "Özet olarak, önüm üzde s i steme i l işkin seçenekler olduğu gibi, sistem içinde değişik mo­ del olanakları da vardır. Bu tercihlerin, önceden empoze edi l m iş şemalar için­ den seçilmiş olmasını zorlayıcı bir du-

O R T A N I N

S O L U :

i S M E T

I N Ö N Ü ' D E N

rum da, söz konusu değildir. Daha öz bir deyişle, toplumlar, önceden bel i r­ lenm iş, kader gibi, al ınyazısı gibi, bell i bir tarihsel gel i ş i m içinde, topl umsal değişmeye tutsak değildirler." D ünyada demokrasiye geçme veya demokrasiden vazgeçme konusundaki sistem tartışmalarında, toplumda azın­ l ı kta kalan kesimlerin tercih leri ön pla­ na çıkmaktad ır. Türkiye'de sınıf farklı­ laşması yeterince gel işmiş deği l d ir ve buna bağlı olarak farkl ı sın ıflar yeterin­ ce örgütlenmemiştir. Bunlar siyasi ağır­ l ıklarını koyabi l mek için sivil-asker bü­ rokrasiyi kullanmaya çal ışırken, bürok­ rat l a r da bu yo l l a zaman içerisinde fark l ı sın ıfsal tabanlarla ittifak yaparak iktidar içerisindeki yerlerini m uhafaza etmektedirler. Türkiye'de kapitalist üre­ tim biçiminin gel işmesi ve bunalımla­ rın artması, bu el itlerin hareket kabili­ yetin i artırmaktad ı r. Böylece sağda ve solda karşı elit grubun anti-demokratik eği l i m l eri nden kaynaklanan korku lar, Türkiye' de demokrasinin gelişim ine za­ rar vermekted ir. TD özetlenen bu yaklaşım çerçeve­ sinde demokrat bir tartışma platformu o l m ak, dogmat i z m i n her t ü r ü n d e n uzak durarak, her şeyi tartışabi lmek pe­ ş indedi r. Demokrat toplumculuğun, bu prensipler dahil inde Türkiye' nin, "az­ gel i şmiş ülkeler içinde, demokrasi de­ ney i m i en faz l a o l a n ü l kelerden bi­ ri ... [ve] bağımsızl ı k hareketleri iç inde önder olarak da yeralm ış" bir ü lke ola­ rak, d ünyaya yeni bir seçenek sunması­ nı sağlayabileceğine inanılmaktadır. TD'n in, dönemin tekçi pozitivist ve materyal ist yöntem anlayışının d ış ında bir yöntem çoğu lculuğuna da açık ol­ duğunu gösteren bir şekilde "Çıkarken" yazısına Pau l Feyerabend'dan bir i kti­ basla başlaması da ayrıca d i kkat çeki­ cidir: "Belirli bir kanı çevresinde görüş

B Ü L E N T

E C E V I T ' E

demokrari icin

. IAAIUmcu � ·:•"'d .. .. uıun fa>ıst düsürv:e ve scL rie . . T./lLKAt\J

scsy:ıist rcrraı.zrn::>,p griş

E.FRCMM hJ.rorist tq:im; oraken VOK gelenek ve devrim �o do fei�e ve dün�o pdtıkası

i.KlXLOO

:d·ouenı