Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler [1 ed.]
 9754585490

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

©Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Meşelik Sokağı 2/3 Beyoğlu 34433 İstanbul

Yayın Danışmanı Mürşit Balabanlılar Editörler Defne Asal Er, Handan Akdemir Kapak Tasarımı Birol Bayram Düzelti Necati Balbay Tasarım ve Uygulama Tipograf (0212) 249 O1 O1 Birinci Basım Nisan 2004, İstanbul

TÜRKİYE

1

BANKASI

Kültür Yayınları

yanlış kadınlar yanlış erkekler A t t ila İ lh a n

D en em e

İÇİNDEKİLER

Gazel (Nedim) Önsöz Yerine

7 9

Ö t e k i C in s e l li ğ e Y o l c u l u k M eraklısı için ekler: 1 1. ‘Kerliferli bey' ile ‘Alışılm adık' sarışın 2. İki büyük ‘efsane'den biri 3. Kılığı yüzünden idam edildi 4. G iyim kuşam neden değişiyor? 5. ‘M afia' devreye girerse

17 19 26 33 41 49

6. ‘Tabiat’ın ‘yanlışı' 7. Ö teki cinse yolculuk 8. ‘Bu dünyada bana yer yok' 9. ‘Kadın iken daha iyi bir erkekrim' M eraklısı için ekler: 2

55 62 70 76 83

Y a l a n l a Y a n lı ş A r a s ın d a M eraklısı için ekler: 3 1. ‘Kont' Sandor'un esrarı 2. ‘Kocamın kocasıydım' 3. ‘İbrahim Voyvoda' 4. ‘M ahmud Essadi’ nam-ı diğer İsabelle Eberhardt 5. ‘C a n İb o Ş a h ' 6. On beş yıl ‘erkek' yaşadı M eraklısı için ekler: 4 Birkaç resim, birkaç isim

87 88 97 111 123 131 145 155 159

GAZEL T aham m ül m ülküni ytkdtn H ulâgü H ân mısın k â fir Aman dünyâyı yakdın âteş-i süzân m ısın k â fir K ızoğlan kız nâzı nâzın şeh-leven d âvâzı âvâzın Belasın ben d e bilm em kız mısın oğlan mısın k â fir N e m a ’nâ g österir du şu n daki o l âteşin atlas Ki y a ’ni ş u ’le-i cân-süz-i hüsn ü ân mısın k â fir N edir bu gizli gizli â h la r çâ k -i giribân lar A ceb bir şüha sen d e âşık-ı nâlân mısın k â fir Sana kim isi cânım kim i cânânım deyu söyler Nesin sen doğru söyle cân mısın cânân mısın k â fir Şarâb-ı âteşinin key fi rüyun ş u ’lelendirm iş Bu hâletle çerâg-ı m eclis-i m estân m ısın k â fir N için sık sık bakarsın böy le m ir’ât-ı m ücellâya M eğer sen dahi ken d i hüsnüne hayrân mısın k â fir N edim -i zârı bir k â fir esir etm iş işitm işdim Sen o l cellâd-ı din ol düşm en-i im ân mısın k â fir NEDİM (?

1730)

ÖNSÖZ YERİNE

otoriter/p atriy arkal toplum un içine düştüğü cinsel yoksu llu k, onun bellibaşlı nitelikleri olan, cinsel hayatı y ad sım a ve b askı altına alm asının bir sonucu dur ki, boyunduruğu altın d aki bütün bireylerde sinir hastalıklarının, cin sel sap ıklık ve suçların ortaya çıkm asın a y o l açar. " W ILH ELM REICH

B atı’da, insanların içinde yüzdüğü cinsel karanlığı yırtma ça­ bası, bilmem ama, herhalde Victoria Çağı ’nın akıl almaz bağ­ nazlığına tepki olarak başlamıştır. Victoria Çağı, İngiltere'ye mahsus kalmıyor; İngiltere o dönemin en güçlü ülkesi olmak­ la, 'ahlakını ve prensiplerini’ hem dünyanın dört bir köşesin­ deki sömürgelerine ihraç ediyordu, hem de öteki Batı ülkele­ rini etkiliyor. Zam an zaman, Tanzim at sonrasında Osmanlı kibarlığında belirginleşen ‘alafranga bir muhafazakarlığın’ da, Victoria Çağı ’ndan aktarma olup olmadığını düşünmüşümdür. Çünkü, erken Osmanlı döneminde üzerinde bile durulmayan, bazı cinsel davranışların, şiddetle kötülenmeye başlaması Yahudi/Hıristiyan bağnazlığının Osmanlı’ya sıçramasıyla ko­ şutluk gösterir. Nasıl bir çağdır Victoria Çağı? Kraliçe, on sekiz yaşında filandı, tahta çıktığı tarihte ( 1 8 7 4 ) ; yumuşak başlı görünüyor, gizli bir bağnazlıkla yüklü olduğunu, kesinlikle belli etmiyor­ du. Giderek anlaşıldı ki onun için varsa fazilet, yoksa hicap­ tı, her şeyi bu iki kavram çerçevesinde, -d ah a kötüsü, bu iki kavrama, bağnaz kilisenin verdiği anlam çevresinde- görüyor,

9

cinselliği ise günahların en büyüğü sayıyordu. Yumuşak baş­ lı ya, öyle bağırıp çağırmadan, bir iki kaş çatış, birkaç par­ mak sallayışla, önce onu Saray’dan sürdü çıkardı; arkasından, tiyatro ve edebiyat alanından, evet! Sahne oyunları, rom an­ lar, yaman bir sansür sayesinde, bütün cinselliklerinden arın­ dırılıyorlar: o kadar ki, ne S hakespeare ’in piyesleri yakayı kur­ tarabiliyor bu ‘sakatlama’dan, ne R obinson C rusoe, hatta ne de İncil! Fuhuş, tabii yasak! Kadın modası, ister istemez, bu ham sofuluğa boyun eğmiş: kadın kılıkları öyle sert bir iskelet üze­ rine, kat kat, yaprak yaprak indiriliyor ki, ne reveransta ayak bileği göze çarpabilir, ne de en müthiş kasırgada etekleri sav­ rulabilir. Bağnazlık, hekimlerin kadın hastalarını muayenesin­ de bile etkili olmuştu; onları, ya annelerinin, ya kocalarının ‘refakatinde’ muayene edebileceklerdir; dahası, hasta ağrıyan yerlerini, yapma ‘Çin bebekleri’ üzerinde gösterebiliyor an­ cak, başka türlü fazilet ve hicap nasıl kurtulur? Hekimlik alanında, Victoria Çağı'nı, cinsel karanlığı param­ parça edecek olan Krafft-Ebing, Havelock-Ellis, Siegmund Freud gibi uzmanların izlemesine şaşmalı mı? K rafft-E bin g’in o pek ünlü Psychopathia Sexualis adlı ese­ ri, her türlü cinsel çelişki, kayma ve sapmaların insanı şaşır­ tan bir ‘antolojisidir.’ H avelock-E llis, -kitabının ‘adaba aykı­ rı’ bölümlerini Latince yazmış o la n - Krafft-Ebing'in nispi tu­ tuculuğuna mukabil; incelemelerine hareket noktası olarak ken­ di hayatını aldığı için, daha samimi; kesin ve kararlı olduğu için, daha cesurdur. Eşcinselliğe, Sadizme, Mazohizme, daha nice tersliğe, adını ilk koyan K rafft-E bin g mi olmuştu; H ave­ lock-Ellis, ondinizmi, travestizmi, kleptomaniyi gündeme ge­ tirecektir. Ama Dr. G ilbert Tordjman'a sorarsanız, onun bu işe en büyük katkısı, Victoria sofuluğuna karşı bir savaş a ç­

mış olmasıdır. Ellis bu k a led e üç g ed ik açmıştı: hicap, din ve m astürbasyon kon u ların d aki ‘e fs a n e ’ balonlarını patlattı. Yıllar yılı, bilimsellik, doğanın, insanın ve karşılıklı ilişki­ lerin ‘objektif tesbiti,’ ‘kanunlarının araştırılması’ sayılmıştır. Peki, değil midir? Elbette odur ama, aynı çerçeve içinde, in­

10

sanların kendi kendileriyle ilişkilerini de içerir; çünkü ‘ben (moi), oturduğu evin sahibi değildir,’ ‘dış dünyanın gerçeği ka­ dar, bizim bilinmez olan bir iç dünyamız var. Bu iç dünya ken­ di doğası içinde saklıdır, dış dünyayı tanımamız için nasıl du­ yularımız yeterli değilse, bu iç dünya ile bağlantı kurabilme­ miz için, bilincimiz o kadar yetersizdir.’ Bunlar Siegmund Freud’un saptamaları, o Freud ki sonunda insanın ikili bir gü­ düler sisteminin ‘diyalektiğini’ yaşadığını ileriye sürecektir: bi­ linçli güdüler, bilinçdışı güdüler. İçerikleri ve amaçları farklı bu iki zincir, karşılıklı çelişme ve çatışmaları, bunalımlara ne­ den olan itilmeleri (refoulem ent) getirecektir. Çarpıcı bir örnek alalım mı? Güçlü bir patron düşününüz: karısına çocuklarına canavar gibi hükmediyor, işyerinde fır­ tına, piyasada Ali kıran baş koparan; oysa gizli hayallerinde travesti'nin tekidir, vitrinlerde gördüğü vizon mantoları giyin­ miş, süslü boyalı kokulu, salınır durur; cinselliğine hükmede­ cek bir ‘erkek’ arar. Bu işadamını ‘münhasıran’ aile ya da iş ilişkileri içinde değerlendirmek, acaba onun objektifgerçeğini yansıtmak olur mu? Kendi kendisiyle çelişik münasebeti­ nin, öteki hayatını olumlu ya da olumsuz etkilemediğini söy­ lemek mümkün müdür? O halde büyütecinizi yalnız top­ lumsal diyalektik çatışmalara tutmakla, asla yetinmeyecek, bi­ reysel diyalektik çalışmaları da inceleme alanına alacaksınız. Sanırım fikri ortaya atıp uygulamayı deneyenler Frankfurt Filozofları olmuştur: H erbert Marcuse, Wilhelm Reich, Adorno, H orkheim er, vs. H erbert M arcuse, toplumsal ve bireysel diyalektiğin iç içeliğini anlatırken, şunları söylüyor:

çağdaş uygarlığın baskı alanını ve sınırlarını aydınlatm ak için bu baskıyı (birey üzerindeki baskı), bu uygarlığın başlan­ gıcını ve gelişim ini yönetm iş olan g erçeklik ilkesinin terim le­ riyle tanım lam am ız gerekecektir. Bu ilkeyi, yönetim i altın da­ ki toplumun, bireylerin rek a b et için deki e k o n o m ik ed im leri­ ne g ö re tabakalaştığın ı belirtm ek için, edim ilkesi ola ra k ta­ nımlıyoruz. Hiç kuşkusuz, bu tek tarihsel gerçeklik ilkesi d e ­ ğildir; toplum sal düzenin başka kalıpları d a vardır ve bunlar

11

sadece, ilkel kültürlere özgü olarak kalm am ış, varlıklarını sür­ dü rerek m odern çağlara d a ulaşmışlardır. “D aimi genişlem e süreci içindeki, karşıtlığı ve kazancı des­ tekleyen bir toplu m a özgü olan edim ilkesi, tahakkü m ü n g i­ d erek ussallaştırılacağı bir uzun gelişm e devresi gerektirir. Bu durum da, toplu m sal çalışm a üzerin deki b a s k ı, toplum u, d a ­ h a büyük ölçü de ve d ah a iyiye yönelen koşu llar altında, ye­ niden yaratır. Uzun bir süre boyu n ca, tah akkü m ü n çık a rla­ rı ile bütünün çıkarları, uyuşum içinde, aynı paraleld e yürür­ ler: üretim cihazının yararlı kullanılışı, bireylerin ihtiyaçları­ nı ve yeteneklerini karşılar. H alkın büyük çoğunluğu için, söz konusu doygunlukların alanı ve biçimi, ken di em ekleriyle b e­ lirlenir; an cak bu em ek, ken di denetim lerinde olm ayan ve b i­ reyin, yaşam ak için, boyun eğm ek zorunda bulunduğu bir b a ­ ğım sız güç biçim in de işleyen bir cihazın em rin de çalışm ak d e ­ mektir. Ve bu cihaz, işbölümü ne denli uzmanlaştırılırsa, o d en ­ li yabancılaştırır. İnsanlar kendi yaşamlarını sürmez, daha ön­ ce kurulm uş ve yerleşm iş olan görev leri yerine getirirler. Ç a­ lıştıkları zaman kendi ihtiyaçlarını ve yeteneklerini karşılam az­ lar, y aban cılaşm a içinde çalışırlar. Artık çalışm a genelleşm iştir; aynı biçim de, libid o üzerin deki b a sk ıla r d a g en elleş­ tirilmiştir. Bireyin yaşam ının büyük bölüm ü olan çalışm a z a­ m anı, acı ve sıkıntı zam anıdır; çünkü yaban cılaşm ış em ek, doygunluğun olm am ası, haz ilkesinin yadsınması demektir. L i­ bido toplum açısından yararlı faaliyetlere yöneltilir. Birey, bu faaliyetlerde, a n ca k cihazın yararına olduğu takd ird e ve ö l­ çü de, kendisi için çalışabilir ve çoğunlukla, ken d i istek ve y e­ teneklerine uygun düşm eyen faaliy etlerd e bulunur." Geriye itilmiş bu içgüdüsel enerji, saldırganlığa dönüşmez mi? Hayır! Çünkü düzen öyle tutulmuş, bu enerjinin çalışma h a­ yatındaki (toplumsal) kullanılışı, bireyin yaşantısını öylesine destekler ve zenginleştirir bir şekilde ayarlanmıştır ki, ‘kısıt­ lamalar’ adeta ussallaşır, evrenselleşir, ‘toplumsal vicdan’a, da­ hası bireyin bilinçaltına işler: sonunda birey, cinselliği üzerin­ deki baskıyı, atmosferin basıncıymış gibi, hissetmez hale gel-

12

miştir; çoğu halde, kendini ‘mııtlu’ bile hisseder: ‘edim ilkesi’ altında, akıl ve beden, yabancılaştırılmış çalışmanın, çünkü birer aracı haline gelmişlerdir. Gel gör ki:

cinsiyet, yapısı itibariyle 'değişebilir biçimli/sapık 'tır (polymorphous/perverse). Cinsel içgüdünün toplum sal düzenleni­ şi, üretici göreve hizmet etmeyen ya d a hazırlık sayılmayan tüm cinsel belirtileri, sapıklık olarak tabulaştırır. (...) Freud, sa p ık­ lıklar üzerindeki kısıtlamaların, neden böylesine olağanüstü bir şiddetle sürdürüldüğünü araştırmıştır. Vardığı sonuç şudur: Hiç kim se sapıklıkların sadece nefret uyandırıcı değil, aynı zam an­ da ‘san ki iğfal edici bir etki yapan ve bu sapıklıkların tadını çıkaranlara karşı duyulan derindeki ve gizli gıptanın y ok ed il­ m esini gerektiren ’ müthiş ve ürkütücü bir şey olduğunu aklın ­ dan çıkaramaz. Sapıklıklar, ‘norm al’ cinsiyetten daha büyük bir promesse de bonheur (mutluluk sözü) verir gibidirler. “Freud, norm allikten sapm aların, üreyici cinsel faaliyeti reddetm enin, kendine ‘özgü ’ niteliği üzerinde durmuştur. Sa­ pıklıklar, böylelikle, ürem e düzeninin buyruğuna giren cinsi­ yete ve bu düzeni güven altına alan kurum lara karşı ay aklanışı belirlerler. Psikanalitik teori, üretim dışında kalan ve üre­ m eyi engelleyen cinsel faaliyetlerde, üretim zincirini sürdür­ m eye ve b ö y lelik le b a b a tah akkü m ü n e bir karşı koyuş, yani ‘baban ın yeniden ortaya çıkm asını' ön lem e çabası görür. Sa­ pıklıklar, haz ilkesinin, tam am en gerçeklik ilkesinin kölesi olu ­ şuna karşı çıkar gibidirler. Bir baskı dünyasında, içgüdüsel ö z ­ gürlük istem eleri, çoğunlukla, cinsel baskıy a eşlik eden suç­ luluk duygusunu kesin likle redd etm eleri niteliğindedir... ’’ Aslında bu ne, insanın kendisini bir başkası sanması değil mi? Edim ilkesinin çerçevesi içinde belirlenmiş, deyim uygun dü­ şerse bir ‘toplumsal kimlik' var, bir de ‘haz ilkesinin’ insanın içinde oluşturup geliştirdiği, ‘bireysel kimlik!’ Bu ikisi, ilk gün­ den başlayarak, birbiriyle çatışıyor: Hangimiz, acaba bunlar­ dan hangisiyiz? Hangimizde, hangisi, hangi dereceye kadar et­ kili oluyor? İşi aslına indirgerseniz, eşcinsel’lik de, travesti'\ik

n

de, transseksüe/’lik de, bir gerçek kişiliğini arama, kendini bir başkası sanma sorunudur. Nasıl cesur kendini korkak, güç­ lü kendini zayıf, haksız kendini haklı, aptal kendini kurnaz sa­ nırsa, bazı erkekler kadın, bazı kadınlar erkek sanır. D o k to r P om eroy, öncülerinden çok daha gerçekçi bir deyimle, ‘vücu­ dunu şaşırmış ru h tan söz ediyor ki, ifade ettiği anlam budur. Hiçbir bilimsel iddiası olmayan bu kitap, yıllar içersinden bazı gözlemler, uzun okumalardan bazı notlar içeriyor; tabii, hepinizi şaşırtacak (mı?) bazı resimler de! Referansların he­ men tamamıyla ‘yabancı’ olması, ülkemizde bu tür olayların eksikliğinden, ya da yokluğundan ileri gelmiyor. Türkiye’de, eğlence ve fuhuş endüstrisinin dışındaki marginal’ler son de­ rece gizli yaşıyorlar, kapalı bir çevrenin dışına çıkmıyorlar. Eğ­ lence endüstrisinden, tr a v e s ti liği, transseksüel’liği, hatta eş­ cinselliği geçim kapısı yapanlara başvurulur, konuşulabilir miydi? Pek sanmıyorum, yanlış reklam tezgahlarıyla, çeşitli m yth omane’lıklar arasında kaybolabilirsiniz. Onun için, bi­ zimle ilgili olayları yakın ve uzak tarihimizden aradık, gör­ dük ki hiç de küçümsenir bir çapta değildir.

14



Öteki' Cinselliğe Yolculuk

M E R A K L IS I İÇİN E K L E R : 1

“... Şölen’inde, Eflâtun’un savı şudur: ‘Eski, çok eski çağlarda, eski çok eski bir ırk vardı, yiğit ve onurlu; çoktan soyu tükenmiş, özünden iz kalmamış. Üyelerinden her birinde, hem erkek ilke, hem de dişi il­ ke bir aradaydı, Promete’de olduğu gibi. işte bu erdişi’ler (hadım),yine tıpkı Promete’nin yaptığı gibi, göklere tırmanmaya kalkışarak, tan­ rıların gazabına uğradılar. Ceza olarak her biri ikiye bölündü. işte cin­ sel ayrımın kökeni budur. O gün bugün, kişioğlu, o ilk, o en eski bir­ liği yeniden kurmak, yeniden tam bir kaynaşma sağlam ak için, ken­ dini bütünleyecek olan ‘öteki yarının' peşindedir. O halde aşkın an­ lamı apaçık ortada: iki başka varlıktan bir tek varlık oluşturmak için birleşm ek ve birbiri içinde erimek!’ Altları çizilecek çok satır var burada: 1/ ‘Başlangıç'ın mutlak can­ lısında, iki cinsel gizli güç birleşmektedir. Bu canlı Kutsal Kitab'ın Oluşum bölümünde yazılı olduğu üzere, hem erkek hem de dişidir. Çağ­ daş bilim bu yüce sezgiyi doğrulamaktadır: ‘Embriyon (cenin), yedi haftalık oluncaya kadar, cinsel karakteri ba­ kımından ‘iki arada bir derede’dir; genital tohumunda, her iki cinsin organlarına hazırlık sayılacak, bir durum vardır. Tıpkı bunun gibi, hor­ mon salgıları da, herkeste, hem erkek hem de dişi niteliktedir. 2/ Eflatun’cu erdişi (hünsa) mythe’inde, çoğu yorumcuların dik­ katinden kaçmış olan bir ‘demeye getiriş’ de var: kırılmış bir oyunca­ ğın yarısından farksız sayılan her birey, kendi o eski bütün halinden bir şeyleri varlığında saklamaktadır; bu bir şeyler, yalnız, yitirilmiş bü­ tünlüğü yeniden kurmak tutkusundan ibaret değildir; bu bir şeylerin içinde, kişiliği kendi özünde belirleyen orana göre, çifte cinsellik ka­ rakterinde, bir de karışım vardır. Şu eski, eski ilk ‘k işi’nin ikiye bölünmesi, kusursuz bir bölünme

17

miydi dersiniz? Pek zayıf bir olasılık bu. Öyle olsa, dört dörtlük birer er­ kek ya da dişi tipi ortaya çıkardı. Oysa görüyoruz, her bireyde, değişen oranlarda bu iki ilkenin her ikisinden de var; her birey, belli birer ölçü­ de, hem erkek hem de kadın. Bu tasarımı, çağdaş ruhbilim adamakıl­ lı benimsemiştir. lndiana Üniversitesi'nde, dokuz basamaklı bir mer­ diven tasarladılar; bu basamaklar, kişinin tutum ve davranışlarına göre, onun erkeklik ya da dişilik derecesini belirlemektedir. Bir cinsin öbürüne üstünlüğü, bu açıdan, tüm anlamını yitiriyor. Seksin Metafiziği (1968) adlı eserinde, Evola şöyle diyordu: '••• yapılabilecek tek şey, bir kadın ne oranda salt ve katıksız ka­ dındır, bir erkek ne oranda salt ve katıksız erkektir, bunu saptayabil­ mek. Her biri için biricik nitelik ölçütü -b ir kez daha belirtelim kendi cin se l kimliğini ne derece gerçekleştirm iş olduğudur. Kuşku­ su z sa m kadınsı olan bir kadın, tam erkeksi olmayan bir erkekten ü s­ tündür; tıpkı, toprağına bağlı, işinin gücünün eri bir köylünün, görev­ lerini yerine getirmeyen bir kraldan üstün olması gibi.’ 3/ Bu erdişi (hünsa) tasarımında, ikilik, ancak, uygun bir eşin su­ nacağı bütünlemeyle giderilebilir. Eflatun'dan çok sonra Schopenhauer, bunu kendine göre yeniden ele alıyor: tutku -bir asitle bir ba­ zın sonuçlandırdıkları nötralizasyon gib i-her iki eşin karşılıklı birbir­ lerini nötralize etmeleri demektir. ‘Yin’ ve ‘Yang' kuramı da, eşlerden birinin Güneş, ömrünün Ay kökenli olmasını öngören astroloji gibi, ay­ nı bütünleme kuramını geliştirmiyor mu? Gerçekten, gözlemlerimiz bize, sevgililerin ve eşlerin, birtakım bütünleme bağlanışları çevresinde ayarlandıklarını ispatlamaktadır. Örneğin sadomazohist yapıda kurulmuş sevgiler ve evlilikler öyle çok, öyle ömürlüdür ki. .. Böyle bir uyumda, bir yanın zorbalık tutku­ su ile öbür yanın aşağılanma tutkusu birbirini beslemektedir.” Gilbert Tordjman Seksoloji İçin Anahtar

18

1.

‘KERLİFERLİ BEY’ İLE ‘ALIŞILMADIK’ SARIŞIN...

Aklıma geldikçe hala şaşarım! A nadolu, henüz B ey oğ lu 'nu zaptetmemişti. Olsun olsun da, Tarlabaşı’na yılan gibi akan ara sokaklarda, birkaç kebap­ çı; burulu lacivert bıyıklarıyla geceyi ayakta tutan, birkaç do­ ğulu bar ‘fedaisi;’ hepsi o kadar! 1 9 5 0 ’li yılların sonu, 1960'lı yılların başıdır: İtalyanca şarkılar, yeni yeni tanınıyor; en yay­ gını da, “ Volare, h o o h o o , cantare, h o h o h o h o l ” Askerden henüz dönmüş, döner dönmez Yeşilçam'ın inanılmaz girda­ bında kaybolmuşum. Takma bir adla yazdığım senaryolar, ço­ ğu zırcahil prodüktörler, kerametleri kendilerinden menkul bir­ takım büyük rejisörler tarafından, insafsızca çarpıtılıyor. G e­ celeri, isimsiz sinema kızları, ya da ünlü tiyatro oyuncularıy­ la, ya Tarabya senin Em irgân benim seyran sekiyoruz; ya da, yaptığım işten ve kendimden iğrenmiş, çalışma masama yığı­ lıp, beş altı ciltlik bir roman dizisinin, çatısını kurmaya çab a­ lıyorum. Her sanatçı öyle yapmaz mı, geçim zoruyla bulaş­ tığı iş onu bezdiriyorsa, yücelteceğine inandığına sığınacak­ tır; benim umudum, sonradan Aynanın için d ekiler genel baş­ lığını taşıyacak olan, bu roman dizisinde!

Kİ M BU ADAM? Cinsel çelişkilerin savuruşuyla siyasal eyleme, -h em de teh­ likelisine- bulaşmış bir kadın tipi yaptım ki (Suat H acıbeyoğlu), ruhsal ve cinsel bunalımının kökeninde, yıldırıcı özellik­ leriyle annesi bulunacak; korkunç bir anne olmalı, müteahakkim ve itici! Bu ‘anne’yi karakter (muhteva) olarak ta-

19

şarlıyorum da, kızını perişan etmesi gereken aykırılığını, fi­ ziksel olarak bir türlü yerine oturtamıyorum. Bir Beyoğlu te­ sadüfü bana hem bunu sağlayacaktır, hem de İstanbul'da ‘dört dörtlük’ bir ‘travesti ’ görebilmek imkanını. Pera grisinin, ince bir sis tozu halinde, gelip geçenin burun deliklerine, kulak içlerine sıvandığı bir sonbahar günü müy­ dü; yoksa kalın ve kaba, bir kış ıslaklığı mı hüküm sürüyor­ du? Unutmuşum! Belleğimde kalan, yanımda bir arkadaşla Fransız K onsoloslu ğu dolaylarında bir yerde vitrinleri tara­ dığımız. İstiklal C ad d esin in her zamanki ‘taranmamış' kala­ balığı, iki yanımızdan, balçık gibi akıyor; göz farları masma­ vi parlayan, inci dişli, küçük Rum orospular; fare kuyruğu bı­ yıklı, p lay boy namzetleri; siyahlar içindeki, yaşlı Ermeni ma­ dam; bilinmez hangi okuldan, birdenbire kırlangıçlar gibi da­ ğılmış, üniformalı öğrenci kızlar! Kulağımın dibinde, arkadaşımın uyarısı: — “Hişt, belli etm eden şu a d a m a b a k ! Şuna canım , laci­

vert paltoluya!" Kerliferli demezler mi, öylesi: Biraz İsm et Paşa’nın devr-i saltanatı’ndaki ‘tek parti’ mebuslarını andırıyor; biraz, ye­ ni palazlanmış büyük şehir müteahhitlerini; kalın ama ‘mülehham,’ başında röleve şapka, sırtında lacivert palto; ipek kaşkol, altı kauçuklu kış pabuçları, siyah eldivenler! Saçla­ rı epeyce kırlaşmış, yüzü hafif kösemsi mi? Cıgarasının du­ manlarını savurtarak, yanımızdan geçti gitti. İstesem de is­ temesem de: — “K im bu a d a m ?" diye soracağım. Cevap müthişti: — “Adam değil be, kadın ! Adı filandır, filan yerde oturur,

yıllardır erkek kıy afetin d e yaşıyor. " — Şimdi çıkaramıyorum, romandaki Suat H acıbey oğ lu ’nun inanılmaz annesini, birdenbire o an mı bulmuştum, yok­ sa sonradan düşüne düşüne mi? Gel gör ki insanları hayat­ tan olduğu gibi romanlara aktarmak, en sevmediğim şey: da­ ha çok çeşitli tiplerden çeşitli yanları alarak sentezler yapma­ yı seviyorum; şimdi bunu ‘aynen’ mi aktaracağız?

20

BİR “ ÖZEL HAFİYE" ÇALIŞMASI •••

Sağını solunu iyice arayıp sormadan, karar vermek imkânsız­ dı. Dolaysızlığı severim, kararımı verince -yanılmıyorsam- Osm an bey Postanesi’ne dalıp, rehberden ismi aradım; şansıma telefonu vardı, hattın öbür ucundan beklediğim gibi boğuk değil, daha ziyade gevrekçe bir ses, ne istediğimi soruyor. Ne diyebilirim? — Efendim ben filancayım , sizinle şu şu şu m evzular­ da etraflıca kon u şm ak istiyorum, tam am ıyla gizli bir sö y le­ şi o la ca k bu, gizli d e k a la c a k ; am acım belirli bir tipin çerçe­ vesini çizebilm ektir v s... Sunturlu bir ‘erkek’ küfrü, telefon kapanıyor. Demek yar­ dımcı olmayacak! Peki vazgeçecek miyim? Yok canım! O gün­ den tezi yok, aşağı yukarı altı ay kadar süren, bir ‘özel hafi­ ye' çalışmasına başlıyorum; zor ilerleyen, sabırlı adam işi, zah­ metli bir çalışma bu! Şehre uzak düşen o konak yavrusu evi bulacaksın. -A llah ’tan civarında bir kahve- iskemleyi atıp gi­ reni çıkanı, özellikle onu gözlemeye alacaksın; ayrıca, kahve­ ci, bakkal, kasap, hakkında neler diyor; mahallenin fikri ne­ dir, hayatı hakkında neler biliyorlar vs. Böyle böyle, Aynanın için d ekiler dizisindeki müthiş serü­ venine girişecek olan Hayrunisa B a y ra k ta rın ‘dosyası’ kaba­ rıyordu. Bunlara bir de, rakı sofrasına bir gece yarısı rasge­ le düştüğümüz, namlı Beyoğlu yosmalarından sosyete rande­ vucusu Z . . . ’nin, kalın kahkahalarını şampanya gibi üst üste patlatarak verdiği ‘malumat’ eklenince... Erkek kıyafetini, daha doğrusu bir erkek olarak yaşama­ yı seçmiş bu yaşlı kadın, aslen Tanzim at ricalinden ünlü bir paşanın torunlarından olurmuş, evet! Yani ‘soy yerden,’ ‘va­ riyeti’ yerinde; hovardalıklarını, anlata anlata bitiremiyorlar, gönlünün ve elinin genişliğini, deyim uygun düşerse ‘beyefen­ diliğini;’ cami yaptırma derneklerine bağışlar, öksüz kızlara çeyizler, her yaz birkaç yoksul çocuğun sünneti vs. Fakat ‘travestiliği' fena halde ciddiye alıyor, öyle arada nükseden bir has­ talık, hoşlandığı bir kapris sayılamaz, kadının sürekli yaşama

21

biçimi bu; izlediğim sürece daima erkek kıyafetindeydi, ka­ dın kıyafetinde tek bir kere gördüm; iri vücudunda eğreti du­ ran bir tayyör giymişti ama, tıraşlı ensesi, erkek favorileri, ha­ reketlerine enikonu sinmiş erkek haşinliğiyle, eteklik giymiş hantal ve tombul bir başçavuşa benziyordu. Erkek gardıro­ buna diyecek yok! En çok ‘takım elbise’ giymeyi seviyor, la­ civert, gri ya da bej olacak, ara sıra ‘spor’ ceketler, kılıç gibi ütülü flanel pantolon; fakat daima kravatlı, bazen kolalı be­ yaz gömlek, bazen pardösü ya da palto! Bir keresinde araba­ yı şoföre deniz kenarına çektirmiş, A rnavutköy sahilinde, is­ tavrite çıkmış balıkçıları seyrettiğini görmüştüm. Tek başına idi. Dalgın, ciddi, galiba kederli. Cıgarasını seyrek nefesler­ le içiyor, bir eli pantolonun cebinde, alnından saçının virgü­ lü. Onu bu haliyle gören, kadın olduğuna kesinlikle ihtimal ve­ remezdi.

‘B en

ü ç ü n c ü c I n s t e n îm

„ .'

Bak, şimdi M argot’nun bir sözünü hatırladım. Tekgözlüğünde deniz yansımalarıyla, kıpkızıl gülümseyerek, derdi ki: — G erçek travestiler, sanıldığından çok fazladır am a,

karşı cinsin kılığına o k a d a r ustalıkla girmişlerdir ki, bilinm ez­ se asla farkedilm ezler!" M argot, 5 0 ’li yılların başlangıcında, Paris’te tanıdığım baş­ ka bir travesti, şu farkla ki, o şahane erkek gardırobuna, sım­ sıkı arkaya taranmış erkek saçlarına, tek gözlüğüne ve pipo­ suna rağmen, suratını bir kadın sinema yıldızı gibi özenle boyuyor; geceleri eflatuna çalan mavi gözleri rimelden ağırlaş­ mış takma kirpiklerle donatılmıştır, kaşları sadece kalemle çi­ zilmiş iki ince eğri, dudaklarında vişne koyusu bir kızıllık. Bu farkı o, merak edip sorduğum bir akşam, Avenue W agram’daki bir kahvede, şöyle izah etmişti: — “ Ben travesti değilim , üçüncü cinstenim , y an i h em

kadınım , h em erk ek !" Camların ardında Paris gecesi, yaprak yaprak uçuşan tra­ fik ışıkları, çıldırmış neonları, kızıl çizmeleri yüksek topuklu

22

görkemli fahişeleri ile tech n icolor ve Vistavision bir film gi­ biydi. Henüz yirmi beş yaşındaydım, dünya gözüme küçük, hayat sonsuz görünüyordu; amacımsa, her anın ölüme en ya­ kın uçlarını dolu dolu yaşamak! Hem zaten, bazı nitelikleri­ ni yirmi beş yıl sonra Fena H ald e t e m a n ’daki U l y ’ye ödünç verecek olan Josy'yi de o yıllarda, o tech n icolor ve Vistavisi­ on filmin akışı içinde tanımamış mıydım? Bakın nasıl:

ALIŞILMAMIŞ BİR SARIŞIN

‘Günler iyice kısalmıştı; karanlık, acık bir soğukla birden bas­ tırıyor. Sabahlar olmak bilmiyordu. Uyur uyur uyanır, cam­ lardan, sokak lambalarının hüzünlü ışıklarıyla aydınlanmış bir alacalık görüp, yeniden uykuya varırdım. O günlerde Gork i’nin Klim Samgin'ine kaptırmıştım kendimi, romanı gece ya­ rılarından sonra bile elimden bırakamıyor, bu yüzden sabah­ ları son derece geç kalkıyordum. Bir tuhaf hayattı. O gün de öyle olmuştu işte. Otelin salonuna bir çay içeyim diye girdim. Saat on bir buçuk, on iki suları. Aaa, baktım ki so­ kak üstü geniş pencerenin tül perdeleri önünde, inanılmaya­ cak bir sarışın, gökkuşağı renkleri saçarak, büyük bir dalgın­ lık halinde genişliyor. O zamanlar kadınlarla ilişkilerim küs­ tahlık düzeyinde geliştiğinden midir, yoksa sarışınlığı, ağır kirpikleri ve diri memeleriyle bu kadın bana Ja n in e’i hatırlat­ tığından mıdır, bilmiyorum, dişlerinin parıltısını pembeleşti­ ren ilk gülümsemesini yakalar yakalamaz, masasındayım: — “Salut, adım İlhan, e ş d o st kap tan diye d e çağırır." Başını nazlı nazlı şöyle yukarı kaldırıyor, hayli geniş ya­ kasından, tortop göğüslerini iki beyaz güvercin gibi görüyo­ rum. İçin için onu öğle yemeğine çağırabilecek kadar param olup olmadığını hesaplaya durayım, onda hiç de irkilmiş bir hal yok, tersine küstahlığımdan hoşlanmış görünüyor: — “K aptan mı? Yoksa denizci misiniz?" Hani bazı Fransız kadınları genizden, kalınca bir sesle ko­ nuşurlar, insanın içini bayıltırlar, bu da öyle konuşuyor. Y ü ­ züne, daha bir dikkatlice bakıyorum ki ucu kalkık şirin bur­

23

nu, derinliklerinde sırmalı yeşiller parlayan iri bal rengi göz­ leri, aşağıdan alınıp kalemle çok usturuplu biçimlenmiş kaş­ larıyla, Janine'den daha da hanım hanımcık bir kadın bu; üs­ telik, ikisi de boya sarışını oldukları halde, Ja n in e’de çokluk yeşile çalan yansımalar, bunda sedef pembesine dönüyor. Acaba yirmi beşinde filan mı? Yokmuş, yirmi bir yaşındaymış, adı Josy , gece kulüplerin­ de şarkı söylemeye uğraşıyormuş ama, çok zormuş bu iş, eli­ nizden bir tutanınız olmadı mı, başarması olanaksız. İncik boncukla işlenmiş püsküllü çantasından, bir C o o l paketi çı­ karıyor, cıgarasına ateş tutuyorum; yahu o ne eller öyle, ka­ lıptan çıkmışçasına düzgün, bakımlı; tırnakları derseniz, uzun, sivri ve yaldızlı pembe! Yaş yirmi beş olup da kafada kavak yelleri eserken, baş­ ka türlü düşünmek elde mi? Ben de çaresiz J o s y ’yi önce ye­ meğe götürmeyi, sonra bir kulpunu bulup ‘yatağa atmayı' ku­ ruyorum. Hala aklıma geldikçe gülerim. Orada epeyce söy­ leştik, havadan sudan, filmlerden vs. Tam ‘artık kalkalım’ di­ yeceğim sırada, neredense Pahlo, boynunda gitarı, alnında kı­ vırcık saçları, dudaklarında uslanmaz hergele gülüşüyle: — “A m igo, on bu çu ktan b e r i sen i bekliyoru m . " Ondan önemlisi, söze haşlamadan Josy ’ye verdiği selam: — "Bonjour Maurice, ça va? Günaydın Maurice, nasılsın?" Göz kaş edip Pablo’yu savdıktan sonra, kafama takılan bu nokta üzerinde durmayacak mıyım? M aurice ne demek, adı­ nız Jo sy değil miydi sizin? Yoksa Fransa’da M aurice adı kız­ lara da mı veriliyor? M auricette diye bir isim biliyorum ger­ çi, siz Jo s y dediğinize göre, adınız Jo s ia n e olmamalı mı? Karşılık vermeden, önce bir zaman cıgarasının dumanla­ rını seyrediyor. Salona ilk girdiğim anda dikkatimi çeken dalgınlık. Sonra iliklerine kadar kadın, ne kadını be, dişi bir hareketle kirpiklerini eğerek: — “K aptan, diyor, “görünüşüm e bakm ayın, tam bir k a ­

dın sayılm am ben , travesti kulüplerinden birinde çalışıyorum, bu P ahlo haydudu bizim oray a g elir gider, beni hem en tan ı­ dı, h oş tanım asaydı d a söyleyecektim .

24

Şaşkınlığımı ne siz sorun, ne ben anlatayım. B eyoğ lu 'nda rastlayıp bir romana aktardığım o ‘beyefen­ di,’ Paris’te rastlayıp, bazı özelliklerini başka bir romanda kul­ landığım o ‘takvim kızı,’ hayatta karşıma çıkan ilk travesti' ler miydi? E vveliyatı olmasın?

MERAKLISI İÇİN NOTLAR Aynanın İçindekiler dizisi, Meşrutiyet'ten bu yana yaşadıklarımızı, çe­

şitli aileler ve olaylar çevresinde somutlaştırmaya çalışan bir roman dizisidir. Pek fark edilmemiş önemli özelliklerinden birisi de, 27 Ma­ yıs olayını ilk defa tartışma gündemine almış olmasıdır. Şimdiye ka­ dar yayımlanan romanları şunlar: 1. Bıçağın Ucu, 2. Sırtlan Payı, 3. Ya­ raya Tuz Basmak, 4. Dersaadet’te Sabah Ezanları, 5. ‘O Karanlıkta Biz.’

Bu kitapların hepsi Ankara'daki Bilgi Yayınevi'nce yayımlanmıştır. Sö­ zünü ettiğim Hayrunisa Bayraktar, daha çok ilk üç kitapta yaşıyor. Margot'dan H angiSeks'te uzun uzun bahsettim, tekrar üzerinde durmayacağım. Josy ile ilgili bölümü de Hangi Seks'ten alıyorum. ‘Hangi ’li öteki kitaplarım gibi, bu da Bilgi Yayınevi'nce yayımlanmış­ tır. Josy’den, Fena Halde Leman’daki Lily’ye fizik görünüşün dışında faz­ la bir şey geçmedi. O bile tam denemez, çünkü Lily ona oranla çok da­ ha hayali geniş, çok daha çılgın bir travesti.

25

2

.

İKİ BÜYÜK ‘EFSANE'DEN BİRİ

‘Erkek’ giyinmiş ilk kadını, İzm ir’de görmüştüm. 1 9 3 0 ’lu yılların ikinci yarısı, herhalde 1938: Yani Ansch-

luss gerçekleşmiş (Hitler’in Avusturya ’yı ilhakı); Isp a n y a ’da Franco, iç savaşı kazanmak üzere; Fransa’da, L eon B lu m ’un H alk C ephesi H üküm eti, yerini D alad ier’nin merkez sağ hü­ kümetine bırakıyor; U zakdoğu’da, Çin/Japon savaşı, Çang KuFeng’de sınır çarpışmaları, T ü rk iy e’d e A tatürk hasta! O yaz sabahı, aklıma nereden estiyse, K arşıyaka İs k e le­ sin d en deniz banyolarına doğru (Şimdiki Yat Kulübü) yürü­ yeceğim tutmuş: Körfez durgun, ağır mavi, açıklara bakıldık­ ça lacivertleşiyor; yüzeyinde güneş, göz kamaştıran bir cam kırığı serpintisi; yalı o saatlerde tenha, ne cıvıl cıvıl denize gi­ ren çocuklar, ne de Allah ne verdiyse (isparoz, lidaki, kolyos) avlayan kıyı balıkçıları! Karşıdan dört kişi geliyor, üç erkek, bir kadın; görür gör­ mez, o tarihte epeyce bol olan kıyı villalarından çıkmış, Iske/e'ye yürüyen levantenler olduğunu kestiriyorum; gelgelelim, erkek sandığım üç kişiden birinin, aslında kadın oldu­ ğunu kestirebilmem, ne mümkün! Evet, basbayağı kadın, gü­ zel bir kadın! Yanımdan Fransızca patırdayıp geçtiler, o za­ man farkına vardım: O , ceketinin cebinde L e Tem ps gazete­ sini gördüğüm, yazlık pabuçları, bağcıklı, kemik rengi takım elbise giymiş, tarçıni kravat bağlamış olanı, yumuşak ve tat­ lı bir kadın sesiyle konuşuyordu. Dahası, basbayağı makyaj­ lı, o dönemin makyajı elbet: Yok ettiği kaşlarının yerine ka­ lemle yüksek münhaniler çizmiş, dudaklarını hafifçe taşıra-

26

rak boyamış, rimelden ağırlaşmış kirpiklerinin altında göz­ leri buğulu mavi. Peki, M arlene D ietrich değil m i bu?

İKİ CİNS ARASINDA BİR YER —

M arlene Dietrich, 1 9 3 0 ’lar Hollywood'unun, iki büyük efsa­ nesinden biri (Öbürü G reta G arbo). Doğumu 1 902, Berlin. Asıl adı, M aria M agdelena von Losch. Birinci Dünya Savaşı ertesinde, yenik, enflasyona ve açlığa mahkûm Berlin’de, ke­ man çalarak yaşamaya çabalıyor. O tombulca, kanlı canlı Al­ man kızından, sonraları dünyaya hükmedecek olan ‘esraren­ giz’ güzeli çıkaran rejisör Jo s e p h von Sternberg’tir; bu hüne­ ri, sonradan tabii belki on benzeri çekilecek olan, ünlü D er Blue Angel/M avi M elek (1930) filmiyle gösteriyor. O kadarla kal­ sa, iyi: Aynı film, hem rejisöre hem yıldıza, o dönemin akıl al­ maz Hollywood’unun kapılarını açacak; Marlene Dietrich, ora­ ya daha adımını atar atmaz, G ary C o o p er gibi ünlü bir ‘jön’le, yine ‘ünlü’ başka bir filmini çevirecektir: M arocco/Fas (1930). Bunu diğer filmler izliyor, birisi Shangai Express\ir bunların ( 1932), öbürü ise Scarlet Em press/Kızıl İm paratoriçe ( 1934). Bence, M arlene Dietrich efsanesini doğuran o yılların son fil­ mi, Charles B o y er ile çevirdiği T he G arden o f Allah/Allah 'ın B ahçesi (1936) adlı filmidir. M arlene D ietrich, yanılmıyorsam, G reta G a r b o ’ya rakip diye çıkarılmıştı; başka bir efsane oldu: Tümsek elmacık ke­ mikleri, üçgen siması, kalemle yüksek ve ince kavisler halin­ de çizilen kaşları, buğulu bakışlarıyla, gerçekdışı bir alımlı­ lığın, tensel olmaktan çok -deyim uygun düşerse- entelektü­ el bir cinselliğin kadını! O yılların M arlene D ietrich’i, beyaz­ perdeden bir efsun gibi dünyaya yayılıyor; bırakın sıradan ka­ dınları, Avrupa sinemasının ünlüleri arasında bile (Isa M iran­ da) benzerleri çoğalıyordu. Oysa ‘erkek’ giyinme özelliğini, onun da Avrupalı -d ah a doğrusu İngiliz- bir kadın oyuncu­ dan kaptığı yazılmıştır. M ichele G risolia, i ’Express\ e konu­ yu irdelerken, işin ‘evveliyatını' şöyle açıklıyor:

27

“... Sonunda M arlene, kendisine, iki cins arasında bir yer seçti: Bir bakıyordunuz, kerliferli taşralı beylerin dehşetle açıl­ m ış gözleri önünde, gösterişli, boylu poslu bir burjuva k a d ı­ nını dansa kaldırıyor; bir bakıyordunuz, şahane b a lo tuvalet­ lerine bürünmüş erk ek ‘travestiler’le beraber; bir ba k ıy o rd u ­ nuz, hayranı olduğu tragedya oyuncusu M adam L a D use’ün z a r if el hareketlerin den , a m a aynı zam an da o erk ek ten ayırt ed ilem eyen Bavyeralı aktrislerden esinlenm iş! Bugün d e iki cins arasında bir yerdedir, M arlene. Bir zam anlar erkek giyin­ miş, tekgözlükler takm ıştı; şim di şarkı programlarını ikiye ayı­ rıyor: Birinci kısım da, görkem li tuvaletlerle çıkar, erkekler için söyler; ikinci kısım da, sm okinli, kravatlı, silindir şapkalı çıkı­ yor, kad ın lar için söy lü y or." K arşıyaka'daki (İzmir) eski sinemalardan, M arlene Dietrich'i, bahriye subayı üniformasıyla hatırlıyorum. Bazen frak, bazen smokin, silindir şapka, papyon kravat; bazen tw eed ce­ ket, serge pantolon, kulüp kravat, fötr şapka; bütün bunlar, ince uzun parmaklarından eksik etmediği cıgarasıyla. Yalnız filmlerinde mi, yoo, günlük hayatında: O dönemin sinema der­ gileri M arlene Dietrich'in ‘erkek’ kılığındaki resimleriyle do­ ludur. O resimlerdir ki, 1938 Karşıyaka'sındaki çarpıcı levan­ ten güzelini, onun gibi ‘erkek giyinmeye’ özendirmiştir ama, acaba onun, onun kopya çektiği tekgözlüklü Ingiliz aktrisin, görüp duyup da heveslendiği, başka ‘öncüler’ yok mudur?

Ü n lü

ö n c ü l e r k İ m l e r d İ?

Olmaz olur mu, 1 8 9 0 ’lardan itibaren Batı’daki suffragette'ler, yani ‘kadın hakları savunucuları,’ kadınla erkek arasındaki eşitliği, önce meclise girmek ve aynı giyime hak kazanmak di­ ye düşünmüş ve savunmuşlardı. Ilk suffragette'\erin bazıları (çoğu) kolalı yakalı, manşetli erkek gömleği giyer, kravat ta ­ karlardı. Ayrıca yazarlar çevresinde Fransa'da G eorg e Sand, İngiltere'de G eorge Eliot, erkek ismi alıp, erkek kılığında do­ laşıyor; o kadarla yetinmeyip, ufak ufak, umumi yerlerde cıgara, pipo, puro içmek gibi erkek alışkanlıklarını da benim­

28

siyorlar. O kadar ki, git git, puro, pipo, cıgara içmek, tekgözlük taşımak, B elle E p oqu e döneminin ünlü eşcinsel kadınla­ rı arasında, vazgeçilmez ‘erkeklik’ özellikleri olarak yaygınlanmıştır. G eorg e Sand, H ayatım ’da ‘erkek giyinmek’ merakını, şöyle anlatıyor: “ ... B en d e kalın ve kurşuni çu hadan b ir redingot yaptır­

dım. Aynı kum aştan bir pan tolon ve bir yelek diktirdim . Kur­ şuni bir şap ka ile k o ca m a n yün bir krav at d a aldım . Bu k ı­ lıkta üniversitenin birinci sınıfında okuyan, u fak tefek bir d e­ likanlıya benzem iş oluyordum . Ç izm elerim den ne k a d a r h o ş­ lanm ış olduğum u anlatam ayacağım . K ü çü kken , ilk kez çiz­ m e giyen ağabeyim in yaptığı gibi, on larla yatm ak geliyordu içim den. Çizmenin altı dem irli topu kları, kald ırım d a rah at­ ça yürüm em e m eydan veriyordu. Paris’in bir ucundan ö b ü r ucuna uçabilirdim artık. Sonra elbiselerim eskiy ecekm iş d i­ ye bir kaygım d a kalmamıştı. Boyuna oradan oraya seğirtiyor, her saat eve uğruyordum . T iyatroda h alk için ayrılan y erle­ re gidiyordu m . Kim se kılık değiştirm iş olduğum un farkın d a değ ildi... Başka bir Fransız kadın romancısı, ünlü C olette, Pur et l'impur/Sevap ve Günah adlı kitabında, yaşadığı dönemin er­ kek giyinmeye meraklı kadınlarını şöyle anlatmıştır: “ E rkekliğ e özendiğim o d ö n em d e kesik saçlarım ın a l­

tında ne k a d a r kadın, ne k a d a r ürkek ve çekingenm işim m e­ ğer? P eki kim kadın sayacak bizi? E lbette, kadınlar! Yanılma­ yan yalnız kadın lardı zaten. Plili plastron kravat, k olalı y a­ ka, ara sıra yelek, d a im a ip ekli cep m endiliyle, h er çevrenin dışında kendi ken din e çürüyen bir çevreyle düşüp k a lk ıy o r­ d u m ... 'Bireysel özgürlük’e yaslanırdı bu çevre (...) kapalı k a ­ p ılar ardında, uygarın d a uygarı geçinerek, sm okin ve p a n to ­ lonla katılacağı gizli şenlikler isterdi. Çin beziğinin, jacquet'nin suç ortağı zevklerinin tadını çıkarabileceğ i lokan ta sa lo n la­ rı ve b arlar ayrılm alıydı o n a ... İçlerinden en tanınm ışının - b e lk i d e en az tan ın m ı­ şıd ır- evinde, içkinin iyisi, uzun yaprak cıgaraları, eğere ç a ­

29

kı gibi oturm uş bin ici bir kadın ın çeşitli süvari resim leri ve bir iki baygın güzel kad ın p o rtresi arasın da, cinsel yaşan tı­ dan ve bekârlığ ın sultan lığın dan söz ediyorlar. Ev sah ibesi, ko y u erk ek elbiseleriy le h er türlü n eşe ve yiğitlik fikrin i y a ­ lanlıyordu am a, solgundu, lekesiz kızartısız, bazı ışığa d o y ­ m uş esk i R om a m erm erlerinin solgunluğuna ben zer b ir s o l­ gunluktu onunkisi; sesinin tonu kısık ve yum uşaktı; fa k a t asıl rahatlığı, davran ışların d aki m ü k em m ellik , h a rek etlerin d e­ ki cid d iy et ve vücudunun e r k e k ç e dengesiyle, e r k eğ e ben zi­ y o rd u ... C olette'm d aha o za m a n ‘ç ü rü m e y e ’ b a şla d ığ ın ı sö y le d i­ ği bu ‘çevre,’ gerçekte, M a rg o t’nun 1 9 5 0 ’ler P a ris’inde (elekt­ rik k ısıtla m a sı, vesik ayla şeker satışı, sa ça k la ra buzdan sa k al­ lar indiren gri bir soğuk) beni kenarından köşesinden içine kat­ tığ ı, çevre değil m iy d i? B irlik te g ittiğ im iz bir gece k u lü b ü n ü , v a k tiy le n asıl a n la tm ışım b ir o k u y u n , k a ra rı siz verin : D eğ işik b ir atm osfer. İn san a y a n lışlık la bir sciencefiction film ine girdiği izlen im ini veren, zin cirlem e ve üst üste gö­ rü n tü le r: S m o k in li, e rk e k tıra şlı, gri b ir k a d ın ; p latin e s a ç la ­ rı, bebek y ü zü n e metal y an sım aları dağıtan, artist bozm ası k a ­ d ınla, yan ak yanağa dansediyor. K u y tu köşelerde, öpüşm e n o k ­ talarına ço k yakın, bakışları ağdalı, avu çları terli, birtakım k a ­ rışık k a d ın la r. İlk b ak ışta su n tu rlu bir işad a m ın d an a y ır a m a ­ d ığ ım , tıraşlı ensesi k a tm e rli, çen esi k a t k a t, y a p ra k cıg a ra ları içen , k o c a m em eli

viragolar. G ö zlerin d e d ö v ü lm ü ş bir k ö ­

pek u y sa llığ ıy la o n la ra su çlu su çlu so k u la n , v a rla y o k arası k ad ın n eg atifleri . . . ” İşin tu h a fı n edir, b ilir m is in iz ? de

M argot'nun d a , ] o s y ’nin

M arlene D ietrich 'e ha y ra n o lm ası! Bu h a y ra n lık , 1 9 4 0 ’la-

rın so n u n d a d a h i, onu n 1 9 3 0 ’la ra ait m a k y a jın ı a yn en u y ­ g u la m a sın d a n o ld u ğ u k a d a r (k a ş k a le m iy le ç iz ilm iş ik i y ü k ­ sek m ü n h a n id e n ib a re t, in c e c ik k a ş la r ; k a lın rim e lli, k ıv rık k irp ik le r; buğulu bir b a k ış, d u m a n lı d u d a k la r); tekgözlüğünden, p ip o su n d a n , her biri ö b ü rü n d e n z a rif ve h a va lı çeşit ç e ­ şit e rk e k e lb ise le rin d e n de a n la ş ılıy o r d u . N e m ü th iş b ir g e­ len ek m iş!

30

T r a v e s t İ’ l e r e

m o d el

İnanır mısınız, ‘erkek’ giyinmeye meraklı savaş öncesi kadın­ larına ‘model’ teşkil eden M arlene D ietrich, aynı yılların er­ kek travesti’lerinin ısrarla benzemeye özendiği, ideal kadın­ dır: Esrarlı, çekici, cinselliği yoğun! Hakçası aranırsa, o dö­ nemin travesti’lerini ne gördüm, -yaşım dolayısıyla- ne de gö­ rebilirdim: Bir kere, İzm ir sokakları bu türden insanlarla do­ lup taşmıyordu; ikincisi, çocuk başıma Paris'e B erlin’e Viya­ na ’ya gidebilemezdim; yalnız, 1 9 4 1 ’de mi, 4 2 ’de mi ne, Cavurdağları’nın büklümleri arasında kaybolmuş ufacık bir dağ kasabasında, gecelerimi romanlarla doldurmaya çalışırken, Erich M aria R em arque'ın Üç A rkad aş ’ında bu tiplerden söz ettiğini hatırlıyorum, adı Kiki’ydi galiba! Buna mukabil, res­ mini görebildiğim ilk travesti, büyülü makyajıyla yüzünü M ar­ lene D ietrich'e benzetebilmeyi hayli başarmış bir Alman’dı,

‘L a R ein e.’ Hayır, Tokatlıyan ya da P erapalas otellerinin, kırmızı ka­ dife, beyaz mermer, renkli cam atmosferinde, karşılaşmış değiliz onunla; İstanbul’un o tarihte sayısı mahdut, ismi ve ha­ vası ‘ecnebi’ pavyonlarında da görmüş olamam; gerçekte o bu pavyonlara gelmiş, bu otellerde kalmış ama, ben olayı yıllar sonra Prof. M azhar O sm an ’ın kaleminden öğreniyorum: Tıbbiye’de ders kitabı olarak okutulan bir eseri var, bir Ruh H as­ talıkları kitabı sanırım, işte orada; üstelik, L a Reine’in (La R e­ ine Fransızca kraliçe anlamına gelir) hem kadın hem erkek kı­ lıklarında, birkaç fotoğrafıyla birlikte! T arlabaşı ’nda M a­ dam K am elya’nın pansiyonunda kalıyorduk: Ben, Cengiz, N i­ hat, Harutyun, N ecdet, Ayhan vs. Hepimiz üniversitedeyiz ya, T ıbb iy e’de olanımız N ecdet (Şimdi Amerika’da), kitap onun ders kitabı. Sonraları ünlü travesti’lerin, 1 9 3 0 ’lu yıllarda M arlene D ietrich’e, 1 9 4 0 ’lı yıllarda Rita H ay w orth ’a, 1 9 5 0 ’li yıllar­ da ise M arilyn M o n ro e’ya benzemeye uğraştıklarını öğrene­ ceğim. Bu sonuncuların başarılı örneklerini gözlerimle gör­ düm. jo s y onlardan biriydi, Paris’teki en ünlüsüyse Cezayir’de

Jl

askerliğini yaptıktan sonra Marilyn benzeri bir travesti şar­ kıcı olan C occin elle’dir: Allah bilir, C arrousel travesti revü­ süyle, İstanbul'a, A nkara'ya, İzmir'e de gelmiş gitmiş! Birkaç yıl oldu, karlı bir kış, A nkara'dayım : Mahalle aralarından, cankurtaran sirenleri; gecekondu semtlerinden, geceleri, silah sesleri işitiliyor; Tunalıhilmi’nin o dehşetengiz sinemalarından birinde, rasgele bir film seyrediyorum; birkaç sahnesinde kar­ şıma C occinelle çıkıvermesin mi: P ekinois süs köpeği, sırtın­ da tül sahne kılığı, devekuşu tüyleri ve damarlı erkek elleriy­ le! Hep öyle süslü boyalı, hep o kadar koketti ama, nerede l 9 6 0 ’lı yılların başındaki Marilyn kopyası, nerede bu ‘yanlış’ yaratık? Kadın yaşlandıkça daha bir erkekleşir mi ne, o bakımdan, kadın travesti’lerin yaşlılığı problemsiz; ama erkek travesti’lerin yaşlılığı, gerçekten facia!

MERAKLISI İÇİN NOTLAR Marlene Dietrich'e benzeyen, onun havasını kapan sinema yıldızları sanıldığından çoktur: İtalya ’da Isa Miranda, Amerika'da Carole Lombard, Fransa'da M ireille Balin belli başlıları arasında sayılabilir. Mireille Balin, iki savaş arasında Fransız sinemasının, ünlü vamp’larından sayılırdı, o sıra ünlü şarkıcı Tino Rossi ile evliydi. Travesti, Fransızcadaki ‘se Travestir’ fiilinden geliyor, kılığını de­ ğiştirmek, başkasının kılığına girmek anlamına (İngilizcesi Tranvestite, Almancası Transvestit). Türkçeye böylece girdi, oysa Osmanlıcada tebdil-i kıyafet etmektentüretilmiş, ‘tebdil gezmek’ diye bir deyim vardı ki, duruma fevkalade uygun düşüyor. Ben ara sıra kullanırım, fa­ kat genellikle kıymeti bilinmedi, harcandı o deyim. George Sand'ın Hayatım isimli kitabı Milliyet Yay ınlar ı arasında yayımlanmıştır (1971). Colette’in P u re ti’lmpur’ ü, hayrettir, yayımlan­ madı; bu kitabın bir başka basımında, adı Ces Plaisirs...

12

3

.

KILIĞI YÜZÜNDEN İDAM EDİLDİ

Em ir T alha ’nın hikayesi tüyler ürpertici, hayatı ibret! .. Boyu posu yerinde, genç bir adamdır; yaşı yirmi beş var yok; bir zamanlar, Diyar-ı B e k ir ’in (D iyarbakır) çengisi kö­ çeğiyle hoşça vakit geçirmiş: gün olmuş, akranlarıyla işret mec­ lislerinin birini bırakıp öbürüne koşmuş; gün olmuş, cıvanlarla gezmiş tozmuş, hovardalık etmiş; hanidir uslanıp akıl­ landığı söyleniyor, gerçekten de ‘emrine tahsis edilmiş olan ko­ n akta,’ handiyse tek başına ömür sürmektedir. Yoo hayır, Davulcu A hm et adındaki, bir delikanlıyla be­ raber: ‘erkek güzeli bir şahbaz' bu; ‘hali, tavrı, edası, güzel yü­ züne fakirliğin verdiği mazlumluk, genç emirin alakasını çek­ miş, konağına onu evvela uşak olarak almış;’ daha sonra, ‘bir beyzade gibi giydirip kuşatarak, mahrem-i esrarı edinmiş’: Bu aşırı teveccüh, şehirde elbet, dedikodulara yol açıyor. Hangi şehir mi? 1 6 3 0 ’ların Diyar-ı Bekir'i Emir Talha, ana­ sı Arap oluyor: henüz on beş yaşında iken, Şam Valisi ‘Kü­ çük’ Ahmet Paşa’nın şerrinden kaçıp, at sırtında gelmiş; Urm iye Şeyhi M ahm ud'un (bir adı da H azret-i K oç) himayesi­ ne sığınmış! Diyesi o ki, Umera-yı Ali Fadıl'dan M aanoğlu Emir F ahreddin ’in oğludur, babası Osmanlı Valisine kafa tut­ tuğu için öldürülmüş, o ise canını zor kurtarmış! Sözüne ina­ nırlar, M aanoğlu E m ir Talha, sadece H azret-i K o ç ’un N a k ­ şibendi tekkesinde değil, umum Diyar-ı Bekir'de iyi kabul gö­ rür; o kadar ki, orayı mekan eyler; sırrı meydana çıkıncaya kadar da bekar, güzel erkeklere meyilli, genç bir Arap emiri olarak yaşar. 4. Murat, B ağ d at seferine çıkmasa, Ordu-yu Hümayun'a

33

akça gerekmese, bu sır mezara kadar gizli mi kalacaktı? Hazret-i Koç, 4. Murat'a, simya ilmine vakıf bir Arap emirinin ba­ kırı altına çevirdiğini söylüyor; ‘filhakika’ Emir Talha’nın ba­ basından öğrendiği böyle bir marifeti vardır; padişah arzu edince, marifetini göstermekten geri de durmaz; ne var ki, ba­ kırı sarartmaktan ibaret olan hüneri, padişahın uzmanlarını tatmin etmeyecektir; bu da, E m ir Talha'nın kişiliğini günde­ me getirecektir: Kimdir, nedir, neyin nesidir, tez araştırılsın, öğrenilsin! Sonunda meydana çıkar ki, gerçekte M aanoğlu E m ir Fahreddin'in beş kızından en küçüğü Sitti Zühre'dir, D avul­ cu Ahm et de onun nikahlı kocası! .. Hikaye uzun, R eşad E krem K oçu , ballandıra ballandıra anlatıyor, ilginç olan sanırım, hayatını erkek giyimi ve kişi­ liğiyle sürdüren bu kadının, bu gibi hallerde hemen ‘kondurulacağı üzere’ eşcinsel olmayışı: erkek gibi giyiniyor, erkek adı taşıyor, erkek gibi yaşıyor ama, kadınlarla değil erkekler­ le düşüp kalkıyor. Biraz da can korkusuna dayanan bu fan­ tezisi, Sitti Zühre'ye neye mal olmuştur dersiniz? Kocası D a­ vulcu Ahmet, padişahtan korkup da durumu açıklayınca, der­ hal idamına! Yalnız onun mu, ayrıca iki çocuğunun, hamisi Urmiye Şeyhi H azret-i K o ç ’un da! Sultan 4. M urat’ın oğlan­ lara düşkünlüğü kadar, zalimliği de ünlüdür. Bu anlattığım, on yedinci yüzyıldan bir olay; oysa, on al­ tıncı yüzyıl Osman/ı’sından da benzerleri bulunabilir. O yüz­ yılın ‘müverrihlerinden’ Selânikli M ustafa Efendi, ‘tarihinde’ anlatıyor. İsterseniz, bir göz atıverelim.

M e ğ e r ‘ c İv e l e k ’ M u s t a f a .»

3. Sultan Murat hakkın rahmetine kavuşmuş, J . Sultan M eh­ m et padişah olmuştur, yıllardan 1 595. O tarihte Saray-ı Hümayun'un muhafızı, şehrin zabıta amiri B ostan cıbaşı F erh ad Ağa'mış, Ü sküdar tarafının asayişini sağlamakla görevlendi­ rilen birlikse, 59. Yeniçeri Ortası. O yaz, dokuz çifte ‘kancabaş’ kayığıyla işte bu Bostancıbaşı F erhad Ağa gelir, Ü sküdar

34

İskelesi'ne yanaşır; 59. Orta'nın kolluğuna düşüp, Ç orbacıb a ş i nı bulur: Maksadı, yeniçeriler arasından, bir ‘uygunsuz'u bulup çıkarmaktır. Aksaray’da Muratpaşa Camii yok mu, işte onun imamı H a­ fız İlyas E fe n d i nin, üç karısından üçüncüsü, henüz pek genç ve pek taze olan H atice Hanım, bir müddet önce, bir yeniçe­ ri tarafından kaçırılmış, Bostancıbaşı onu arıyor. Çorbacı, böy­ le bir işi yapsa yapsa, 59. Orta'nın en yakışıklı neferlerinden ‘Zehir' Ali’nin yapabileceğini söyleyecektir; gel gör ki, varıp Ali'yi iskele karşısındaki Kolluk Hamamı'nda bastıkları za­ man, yanı başında ‘civeleği' Mustafa'yı bulurlar: Gençten bir oğlan!.. 59. Orta'nın Çorbacısı, ‘keyfiyeti' Bostancıbaşı'ya şöyle an­ latıyor: ‘Zehir' Ali bir süre önce, kolluğa gayet güzel bir çocuk getirmiş, ‘Bu oğlanın adı Mustafa'dır, hemşerimdir, civeleğim olmuştur' diyerek, Ç orbacısin ın elini öptürmüş. Yeniçeri ge­ leneğinde, ‘civeleklik' var, ilerde yeniçeri olacak tüysüz aday­ lara bu ad veriliyor, şunun bunun ‘kötü nazarlarından' sakla­ mak için de, bunların yüzüne at kılından püskül peçe takılı­ yor. ‘Zehir' Ali de böyle yapmış, civeleğinin yüzüne püskül pe­ çeyi takıp, onu yanından ayırmaz olmuştu. Geceleri galiba, Ba­ laban İsk elesin d e k i hanlardan birinde kalıyorlarmış! B ostan cıbaşı F erh ad A ğa kuşkulanıyor, hamamda yaka­ lanan ‘civeleğin' peştemalını açtırıyor ki, ne görsün, bu M us­ tafa henüz on dört-on beş yaşlarında, saçları oğlan tıraşı, gen­ cecik bir kadındır, yani H afız İlyas E fen d in in üçüncü hare­ mi H atice Hanım! Bir erkeğe duyduğu aşk yüzünden, erkek giyinmeyi seçen H atice Hanımın akıbeti kötü olmuştur: Bostancıbaşim n cellatları, oncağızı oracıkta boğar öldürürler: ‘Z e­ hir' Ali'nin akıbetinden hiç söz etmeyelim, korkunç bir şey: Ek­ lemlerini birer birer kırıp, gövdesini et yığını halinde bir ha­ van topunun namlusuna tıkıp, topu ateşlemişler. Evet! Şimdi bakın, ilginç olan ne: Sitti Z ühre de, H atice de, ‘er­ kek' giyiniyor, ‘erkek' görünüyorlar ama, ‘kadın' yaşıyorlar, eşcinsel değiller; buna mukabil, ünlü B u sbecq, İstan bu l’dan 1 5 6 0 Haziranında yazdığı N ich olas M ichault’ya mektubun­

35

da, aynı görüntüyü seçen, ama bunu eşcinsel bir ilişkiyi ger­ çekleştirmek için yapan, bir Osmanlı kadınından söz ediyor. Öylesi de oluyormuş demek.

bizde genç kızları görünce â şık olan erkekler gibi, bu­ rada d a bunlara aşık olan kad ın lar vardır. K adın ları sıkı tut­ manın ne gibi son u çlar verdiğini bu suretle tahm in ed eb ilir­ siniz. Çünkü, dişiler birbirine karşı d a aşk duyabilirler. Bu g i­ bi aşklar için h am am lar g ay et elverişlidir. Bu yüzden bazı Türkler, kadınlarını, um um i ham am lara y ollam ak istemezler. “ Vaktiyle um um i h am am lard an birinde, yaşlı bir kadın , g en ç bir kıza âşık olur. Bu İstanbullu fa k ir b ir ad am ın kızıy­ dı. Yaşlı kadın ne yaptıysa, g en ç kızın gönlünü çalm ayı b a ­ şaram ayınca, inanılm ayacak bir işe kalkıştı. Kendisini bir er ­ k e k g ib i gösterm eyi düşündü. Kıyafetini değiştirdi. Kızın b a ­ basının oturduğu ev civarında bir ev kiraladı. P adişahın ça­ vuşlarından olduğunu iddia etti. Hâsılı kızla evlen m eye ta ­ lip oldu. Düğün günü kararlaştırıldı. Z ifa f yapıldı. O zam an bu sahte çavuşun bir kadın olduğu m ey d an a çıktı. Kız ken d i­ sini odadan dışarı attı, anasını babasını çağırdı. O nlar da kız­ larını b ir erkekle değil, bir kadınla evlendirmiş olduklarını g ö r­ d ü ler... " ‘Erkekliğe' heves eden yaşlı kadının akıbeti, ötekilerden farklı mı? Hayır. Onu da B ostancıbaşı huzuruna çıkarıyorlar. B ostan cıbaşı, ‘ellerinin, ayaklarının bağlanarak, denize atıl­ masını' buyurmuş! O da böyle gidiyor. Şimdi su kolaylığıy­ la fötr şapka, takım elbise giyip, kravat takarak, hemen tam a­ mıyla erkek silueti halinde dolaşan kadınlar, hemcinslerinin bu uğurda can verdiklerini acaba hiç düşünürler mi? Hele bunların arasında, jea n n e d ’Arc’ın da bulunduğunu?

Je a n n e

d ’A r c ’ a n e b u y r u l u r ?

jea n n e d ’A rc’ı kim tanımaz? Ya bir kitapta okumuş, ya bir pi­ yeste, yahut filmde görmüşüzdür: Ülkesini, İngilizlerin egemen­ liğinden kurtaran kahraman kız, Fransa’nın sembolü! Bizim nesil, onu, Ingrid B ergm an ’ın çizgileriyle hatırlıyor. Film B e­

36

yoğlu'ndaki Lâle Sineması'nda gösterildiği zaman, kalabalık­ tan kapılar kırılmıştı. O yılların Hollywood'u bile, bütün conform iste 'liğine rağmen, Jean n e d’Arc'ı, ‘erkek’ giyinir, kılıç ku­ şanır, saçları ‘erkek' tıraşlı bir kadın olarak göstermeden edemedi: Çünkü, hakikat budur. Jean n e d ’Arc, 1400'lü yılların ilk çeyreğinde, ‘zuhur edi­ yor.’ Tanrı'ya ait olduğundan şüphe ettiği, birtakım sesler duy­ maktadır. Bu sesler ona, müşkül durumdaki vatanını kurtar­ masını telkin etmektedir. O da ne yapsın ‘erkek' kıyafetine bü­ rünüp, Fransa'yı boydan boya geçerek, Kral VH. Charles'ın tahtını kurtarmasına yardımcı oluyor: Orlean'ı İngilizlerden geri alıyorlar. İşin şaşırtıcı yanı Jea n n e’ın bu yiğitlikleri ‘erkek’ kılığında yapması; gerçekten, saçları ‘erkek’ tıraşı, giyimi ‘er­ kek' giyimidir; savaş gerekti mi, şövalye zırhları kuşanır, el­ de kılıç at üstünde katılır ki, o dönemde bunu kadınların yap­ ması, aklın havsalanın alacağı şey değil. O yapıyor, yapma­ sı bir yana, uzunca bir zaman, çevresine kabul ettirmeyi ba­ şarıyor da!.. Talihi ne zaman döner, Kral V ll. Charles'ın onun kazan­ dığı savaşı, barış masasında kaybettiği zaman mı, oyuna ge­ tirilip İngilizlere satıldığı zaman mı? Gerçek şu ki, İngilizler vakit kaybetmiyor. Jeanne'ı zamanın en korkunç suçlamasıy­ la engizisyon hakimlerinin karşısına dikiyorlar: Büyücülük! Jean n e d ’Arc'ın mahkemesi çok tartışılmıştır: Sözde P iskopos C auchon'la hakimlerden Jea n L em aitre aralarında uyuşmuş­ lar, ne yapıp yapıp, kızı mahkûm ettirecekler; sonradan Je a n ­ ne d ’A rc gerçekten aklanmış, kilise tarafından ayrıca ‘Aziz’ mertebesine yükseltilmiştir ya; engizisyonda, en çok ‘gaipten duyduğu sesleri, Tanrı’ya atfetmekle' suçlanıyordu; bir de ney­ le, dersiniz: ‘Erkek’ gibi giyinmekle!.. O kadar böyledir ki bu, Jea n n e d ’Arc, R ou en ’da halkın karşısına çıkarılıp, bir daha erkek elbisesi giymeyeceğine, ‘ale­ nen’ yemin ettirilmiştir. Yeminini tutsa, belki hürriyetini kay­ bedecek, fakat hayatını kurtaracaktı; tutmuyor fakat, yeni­ den erkek libaslarına bürünüyor: Hem de, bahaneliği pek bel­ li olan bir bahaneyle: Kadın kılığında dolaşınca gardiyanlar

37

ona tasallut ediyorlarmış da, erkek kılığında olunca rahat bırakıyorlarmış; ne giyerse giysin, sanki onun kim olduğunu bil­ miyorlar! .. Netice malûm: Ünlü je a n n e d ’Arc, ‘erkek' giyinme mera­ kını çok pahalı ödemiş, 1 4 3 1 ’de Rouen'da diri diri yakılmış­ tır. Ondan yüz yıl kadar sonra, başka bir Avrupa 'lı kadın, ay­ nı merak yüzünden derde uğrayacak, fakat o hayatını değil, tacını ve tahtını kaybedecektir: İsveç K raliçesi Kristina!..

Ya KRALİÇE KRİSTİNA?

Ünlü çapkın G ia co m o C asan ova, anılarında, İsveç ziyareti­ ni de anlatır. O sırada K raliçe Kristina'nın, olanca sanatçıyı, bilgini, muciti çevresinde topladığı, elinden geldiğince hepsi­ ni koruduğu biliniyor. fellin i, bu anılara dayanarak yaptığı filmde, C asanova ile K raliçe Kristina'nın karşılaştığı sahne­ yi, insanın tüylerini ürperten bir fantezi çılgınlığı halinde iş­ lemiş: Kraliçe, elinde duman duman piposu, C a sa n o v a ’nın icatlarından çok, çevresindeki ‘erkek' giyimli kadınlarla, tür­ lü hüner gösteren erkeklerle ilgileniyor. Bilinen odur ki, K ra­ liçe Kristina, (1626-1689) devrinin kraliçelerine kesinlikle ben­ zemiyordu: Evlenmeyi reddetmiş, ‘erkek' giyiniyor, erkek ar­ kadaşlarıyla ava gitmeyi, ata binmeyi, tütün ve içki içmeyi; sarayında, renkli bir mermer, ipek, altın dağdağası içinde, ka­ dınlarla çene çalmaya, ya da müzik dinlemeye tercih ediyor­ du. Tahta henüz altı yaşındayken çıkmış, saltanatı yirmi iki yıl sürmüş; bu arada D anim arka'yla B rösem bre Antlaşması­ nı imzaladığı, W estephalia Antlaşmasının hazırlanmasında büyük etkisi olduğu, tarihlerde yazılı; bir sürü sevgilisi oldu­ ğu da!.. Kraliçe Kristina'nın, alaka duyduğu kadınlar da olmuş ama (Kontes A bb a Sparre), daha çok erkekleri sevmiş; yani o da, ‘erkek' giyiniyor, ‘erkek' görünmeyi seviyor, gel gör ki, Fran­ sız doktoru Bourdelot'yla, Lagardie Kontu'yla, hatta P. Ment e l l le, Tott'la aşk yaşıyor. Nitekim, hayatı beyazperdeye ak­ tarılırken, aşk hayatı tamamen olağan bir düzeyde ele alın­

38

mış, bu ‘erkek’ havalı kraliçenin sevdiği adamla olan aşkı, dö­ nemin H ollyw ood şablonları içinde anlatılmıştı. K raliçe Kris­ tina böyle aykırı bir yaşantıyla, İsveç tahtında uzun süre ka­ lamazdı elbet; on yıl süren o ‘isra flı ’ saltanat, tahtı yeğenine bırakmasıyla son buluyor; İsveç'te de kalamıyor artık, önce H ollan da’ya, arkasından fr a n s a ’ya sonunda İtalya'ya göçü­ yor: Çünkü, bu arada, başlangıçta gizli, daha sonra açık ola­ rak Katolikliğe dönmüştür!..

ŞÖVALYENİN HİKAYESİ

Yoksa, B a tı’nın gelmiş geçmiş en büyük ‘travesti’si, E on Şö ­ valyesi Charles d e B eaum ont mudur? Ne Jean n e d'Arc su dö­ kebilir eline onun, ne İsveç Kraliçesi Kristina: Şövalye d'Eon, ( 1 7 2 8 - 1 8 1 0 ) her iki cinsin hayatını, her iki cinsin kılığıyla o derece başarılı yaşamıştır ki, ünlü Larousse A nsiklopedisi, ona ayırdığı bölümde, gerçek cinsiyetinin ne olduğunda tereddüt ediyor: “... uzun süre cinsiyeti hakkın d a şü/jhe uyandırmasıyla ün

yaptı. Çoğu zam an kadın sanıldı. D aha ç o k kadın elbisesi giy­ m esine, kadın olduğunu söylem esin e rağm en, e rk ek olduğu sanılır... MERAKLISI İÇİN NOTLAR İsveç Kraliçesi Kristina'yı, beyazperdedekim oynamıştı? Gençlerin ço­ ğu filmi görmemiştir, gerçi on yıl kadar oluyor, televizyonda gösteril­ mişti ama, adet olduğu üzere, özelliği o kadar belirtilmemişti ki, sıra­ dan bir film gibi yarım yamalak seyredilmiş sonra da unutulmuştu. Oysa Kraliçe Kristina'yı, sinemanın gelmiş geçmiş en ünlü yıldı­ zı sayılan Greta Garbo oynuyordu. Büyükbir ihtimalle Hollywood, Greta Garbo'yu role seçerken, ünlü oyuncunun da Kraliçe gibi lsveç'li ol­ masından hareket ediyordu; belki biraz da yüzünün onun yüzünü an­ dırmasından! Aslına bakılırsa bu andırma önemli de sayılmaz. Krali­ çe Kristina neresinden bakılsa, Garbo'nun çirkini. Eon Şövalyesi Charles de Beaumont (1728-1810) travesti'lerin en

39

ünlüsüdür. Hangi Seks’te ondan daha ayrıntılı olarak söz etmiştim, ora­ ya bakılabilir. Beyazperdede onu kimin canlandıracağı epeyce tar­ tışma konusu olmuştu; bir erkek mi, yoksa kadın mı; nihayet cüsse­ li, erkeği de andıran bir kadın yıldız tercih edildi: Andree Dhebar! Chevalier d’Eon, Romanoftar'ın sarayına, hem kadın kılığında, hem er­ kek kılığında, ayrı ayrızamanlarda gitmiş, kendisini kendisinin kız ve erkek kardeşi olarak takdim etmeyi becermişti. Ailesi tarafından, ‘ka­ dın kıyafetinde yaşamasına' resmenizin alınan ilk travesti odur. Ingil­ tere'de kadın kılığında öldü.

40

4

.

GİYİM KUŞAM NEDEN DEĞİŞİYOR?

P e k i, ya g ü n ü m ü zd e d u ru m n e d ir? İki c in sin , b irb irin in k ılı­ ğ ın a ö ze n d iğ i, p ek a ç ık g ö rü n ü y o r: B u n u n m o d a y la ‘ta tm in ed ile n ’ b ir y a n ı var, en m ü k em m el şek li de, b ir a ra iyice y a y ­ g ın la şa n

unisex k ılık la r d ı; k a d ın d a , e rk e k de, a yn ı k ılığ ı g i­

yebiliyor, d ava da bitiyor. B u n u n yan ı sıra , erkek g iy im in in k a ­ d ın la rd a n ça ld ığ ı b içim ve a k sesu v ar, g ittik çe a rtm a k ta ; k a ­ d ın g iyim iy se, e rk e k g iy im in e ha n d iy se ta m a m en el k o y m a k ­ tadır. Böyle bir cinsel ozm os o layı karşısınd a, travesti’lerin h ü k ­ m ü m ü k a lır? G a r ip t ir a m a , k a lıy o r. Y a k ın g eçm işin g a ze telerin d en , şu h a b eri o k u d u ğ u n u z u , b elki de h a tırla y a c a k sın ız :

yıllardır erk ek kıyafetiyle dolaşan , çevresinde g örd ü ­ ğü gen ç ve güzel kızlara l a f atm aktan çekinm eyen , k a h v e h a ­ nelerde tavla oynayan, m eyhanelerde ‘erkek ’ olarak içki âlem ­ lerine katılan ve adı ‘erkek S ...’a çıkan S.K. gayr-ı m eşru o la ­ rak dünyaya getirdiği yavrusunu, ‘E rkek adam ın çocuğu o l­ m az, ban a yalan söylü yorsu n u z’ d iyerek reddetti. “Sancılar içinde kaldırıldığı F. D evlet H astanesi D oğum Servisi’nde iki saat süre sonra nurtopu gibi bir kız çocuğu dün­ yaya getiren S.K. hem şirelerin ‘H aydi gözün aydın, sana ben ­ zeyen sağlıklı bir kızın oldu' şeklin d eki haberin e tepki göster­ di. Saçlarının şekli, konuşm ası, hareketleri ve girip çıktığı yer­ lerin özelliği bakım ın dan , yıllardır ‘erkek' yaşantısı sürdüren 'Erkek S ...' hem şirelerin getirdiği yavrusunu kapıdan geri çe­ virdi. “ Yılın en ilginç olaylarından biriyle karşılaşan F. D evlet

41

H astanesi Kadın D oğum M ütehassısı ise, hu k o n u d a şunla­ rı söyledi: “ Fizyolojik ola ra k çok sağlıklı bir kadın olan S., ruh­ sal dengesizlik içinde, yılların verdiği alışkan lıkla kendini er­ kek san ıy or." N e d ersiniz, E m ir Talha, gerçekten sand ığ ım ız ka d a r u z a k ­ ta m ı? E r k e k o lu p d a , ‘k a d ın ’ g iyin en ‘tra v e sti’lerin h a b erleri ise, gazetelerden ta şıyo r; gün geçm ez k i, içlerin d en birin in ya da b irk a çın ın , değme genç k ızı k ısk a n d ıra ca k k ılık ve m a k y a j­ la , resim le ri y a y ım la n m a sın ! D en g eyi sa ğ la m a k a m a cıy la bir ö rn e k de, o n d a n verelim mi:

“ İstanbul 2. Şube Kayıplar Masası ekiplerinin, g ece ku ­ lüplerinde yaptıkları kon troller sırasında, kimliği sorulan genç kız, ‘Benim adım H üseyin ' deyince, herkes şaşırıp kaldı. G er­ çekten şaşırm am ak eld e değildi. Hüseyin'in giyim iyle, k u şa­ mıyla, haliyle, tavrıyla, bir g en ç kızdan farkı yoktu. Şim di on altı yaşında bulunduğunu ve iki yıl ö n ce Z. 'deki evinden k a ç ­ tığını söyleyen Hüseyin Ç., başın dan g eçen leri şöy le anlattı: 'Meşhur bir şarkıcı o lm ak istiyordum . E vde sahn edeym iş gi­ bi ken d i ken d im e şarkılar söyler, elbiseler giyerdim . Bu h ali­ m e çok kızar bağırırlardı. Beni bir türlü anlam ıyorlardı. S o­ nunda ev d en kaçtım . “Hüseyin, İstanbul'a g eld ikten son ra e r k e k o la ra k iş bu ­ lamadığını, sonra bir arkadaşının tavsiyesi üzerine, şansını kız olarak denediğini söyledi. ‘K endim e Gülistan O m ay adını ve­ rip, yeni tipim e büründükten sonra herkes beni sevm eye ba ş­ ladı, işlerim yolu n da gidin ce ben d e öy le k a ld ım .’’’ Hüseyin, ‘A ilesin e teslim ed ilm ek ü zere’ E m n iy e t M ü d ü rlüğü’ne g ötürülm üş; m u tlaka, teslim de edilm iştir; ama kız o la ­ ra k m ı y aşıy o r, erk ek o la ra k mı, işte orası şü p h eli!

M u t l a k a ‘e ş c İ n s e l ’

d e ğ İ l .„

‘Y a n lış ’ k a d ın la rın ve e rk e k le rin , y a şa d ığ ım ız çevre için d e ve za m a n b o y u tu n d a , ‘eski z a m a n la rd a n ' h iç de az o lm a d ık la ­

42

rı, hatta belki epeyce fa zla o ld u k la r ın ı sa p ta m a k için , g a ze ­

'Cinsel S oru n lar’ k ö şe le rin e g ö n d erilen Cin­ sel D ünyam ız a d ın d a b ir k ita p ta to p la m ış o la n D r. H aydar D üm en, bu m e k tu p la rd a n ilg in ç ö rn e k le r serg iliyo r. H a d i te ve d e rg ile rd e k i

m ektupları gözden geçirm ek yetiyor. Bu tür ça lışm a ların ı,

b irk a ç ın a g ö z atıverelim :

“Ben 19 yaşında, 1.60 boyunda bir gencim. Derdim şu: K a­ dınlardan ço k , elbiselerine ilgi duyuyorum , kadın g ibi giyin­ m ek istiyorum . V azgeçm ek istiyorum bundan am a, ne y a p ­ sam iradem e hâkim olam ıyorum . On beş yaşım a k a d a r b ö y ­ le bir durum yoktu . Bir gün ev d e iken yengem in sütyen, k ü ­ lot, ay akkabı, külotlu çorap, bluz gibi elbiselerini giydim. G iy­ dikten sonra kendi ken d im d e bir ferah lık duydum. Bu da b ir b a şk a sı:

“ ... Ben 17 yaşında lise öğrencisi b ir kızım . B ir süre ön ce b e n d e erk ek o lm a hissi ortaya çıktı. H iç aklım d an çıkm ıy or­ du, sanki m u tlaka erk ek olacakm ışım g ib i geliyordu. Bunla­ rı düşünm em eye çalıştım , bir süre b ö y le d ev am etti. O ndan son ra, bu duygu bilinçaltım a mı yerleşti neyse, şim d i d e kız m ıyım erk ek m iyim onu bilm iyorum . D evam lı olarak p an tolon giyiyorum . N e giyersem g i­ yeyim , hepsi erk ek kıyafeti. B aşka şey ler giyem iyorum , giydi­ ğim zam an beni öldürüyorlar gibi geliyor. Rahat edem iyorum . “... Ev işlerinden nefret ediyorum. Onları yaptığım zam an sinirleniyorum , çıldıracak g ibi oluyorum . Dışarı işlerinde ça­ lışm ak hoşu m a gidiyor, kavga etm eyi seviyorum , en çok d a güreş ve b o k s yapıyorum . Çalışan insanları g örd ü kçe içim g i­ d iy or... K u şk u su z , bu tra vesti’lerin a ra sın d a , ‘eşcinsel’ o lan ı az d e­ ğil; y a ln ız , bu h ü k m ü n k a p sa m ın ı, fazla geniş tu tm a m a k la ­ zım ; n a sıl h e r eşcinsel m u tlak a travesti değilse, h e r travesti de ö y le eşcin sel değil! D r.

D üm en, k o n u y la ilg ili o la ra k şu n la rı

b elirtm iş, ilg in çtir:

Transvertit (bilimsel adı böyle) çoğu kez erkektir. K ar­ şı cinsin giysilerini, sık sık yalnız iç çam aşırlarını giym ekten cinsel doyum elde eder. Bu tür insanlar, hem en her zaman, cin­

43

sel ilgilenm elerinde heteroseksü eldirler (yani eşcinsel değiller­ dir), yalnız kadın giysileri giym e isteklerini ö d e y e m e m e k t e ­ dirler. Kadından ço k erk ek olduklarını bilirler, erkeklerle cin­ sel ilişki ku rm ak arzusunda değildirler. İçin de bulundukları güçlükler, çoğunlukla, başkaların ın onların aktivitelerini b e­ nimsememeleri sonucu ortaya çıkmaktadır. E rkek giysileri giy­ m e kad ın lar arasın da yaygınlaştığı için, dişi transvertitler problem değildir. F akat yüksek ö k çeli a y a k k ab ıla r ve etek lik ­ le s o k a k ta giden bir erk ek yadırganır, yasal ve toplu m sal bir sorun olu r... D ik k a t ettin iz m i, ‘erk ek giysileri giym e, kad ın lar arasın­ d a yaygınlaştığı için, dişi transvertit’ler p ro b lem d eğ ild ir’ d em iş; iyi de, k a d ın la r a ra sın d a ‘erk ek g iy in m e k ' neden y a y ­ g ın la şıy o r? N ed en d aha geçen y ü z y ıld a , in a n ılm a z b ir d antel, pli, tül, tü y k a la b a lığ ın ı, şık lık d iye ü stlerin d e taşıyan k a d ın ­ lar, bu y ü z y ıld a h ız la e rk e k g iy in m ey e y ö n e liy o rla r? B u , b a ­ z ıla rın ın ileri sü rd ü ğ ü g ib i, ço ğ u ‘e şcin se l’ o la n m o d istle rin , m a ra zi sa p la n tıla rın ı, çiz d ik le ri k ıyafe tlere y a n sıtm a la rın d a n m ı, y o k sa daha d erin sebepleri m i v a r? Bu sebepler, sa k ın , e n ­ d ü stri to p lu m u n u n ü retim k o şu lla rı, k a d ın ın da bu k o şu lla ­ rın etkisin e g irm esi o lm a sın ?

ENDÜSTRİ TOPLUMUNUN KOŞULLARI...

H angi S ek s ’te şu n la rı y a zm ışım : “ E n d ü strile şm e , ça ğ d a ş toplu m la rı b ir y an d a n (so sy alist o lsu n , k a p ita list o lsu n ) a şırı ö r ­ g ü tlen m iş, tek b o yu tlu to p lu m la r haline g e tirirk e n ; bir y a n ­ d a n , tü k etim ünitesi olan a ile n in , evde y a şa y a n ö tek i b ire y i­ ni de işe ko şm u ştu r. Ç ü n k ü a ile n in tü k etim ünitesi o la ra k işe y a ra m a sı için , fe o d a llık ta n b u rju va lığ a geçerken k ü çü lm e sin ­ de, yen i tü k etim ü n ite lerin e b ö lü n m e sin d e , y a r a r da var, ç ı­ k a r da! N e d e n i belli b u n u n ! N e k a d a r ç o k aile o lu rsa , o k a ­ d a r ç o k o to m o b il, b u z d o la b ı, ç a m a ş ır m a k in e si vb. s a tıla b i­ lir. N e v a r k i tü k e tim to p lu m u n u n ‘ih tiy a çla rı' a k ıl a lm a z de­ recede ço ğ altm ası, k ü çü len a ilen in tek b aşın a erkeğin g e liriy ­ le g eçim in i o la n ak dışı k ılıy o r. D e ğ il y a ln ız p ro le ta ry a d a ve

44

k ö ylü lü k te, k ü çü k b u rju va zin in , hatta b u rju vazin in çeşitli d al­ la rın d a , k a d ın ister istem ez ü retim a la n ın a g ire ce k tir.” B u n d a n , b ir başka y a zım d a çık a rd ığ ım so nu ç ise, şu: “ B il­ m em a m a , k a d ın ın en d ü striy el ü re tim ç a rk ın a g irm e si, onu n to p lu m sa l sta tü sü n ü d eğ iştird iğ i ka d a r, k ılığ ın ı, k ıy a fe tin i de d eğ iştiriyo r. E rk e k le rd e ö yle o lm a d ı m ı? B a tı’d an ç a ğ d a ş g i­ yim d iye d ü n y a y a y a y ıla n k ılık g erçekte, geçen y ü z y ıl İn g il­ tere’sinde, borsa sim sa rla rın ın giydiği k ılıktır. B a tılı erkek, ö n ­ cek i y ü z y ılla rd a ço k d a h a sü slü p ü slü , ç ıtk ırıld ım ve te ferru ­ atlı g iy in iy o rd u . O k ılığ ı b ıra k ıp , ‘ta k ım elbiseye' so k u lu şu , en d ü stri ü retim ç a rk ın a k a p ılış ıy la o lm u ş. K a d ın la r o ç a rk a k a p ılın ca a yn ı şey neden o lm a sın ? O lu y o r işte, en d ü stri toplum u nu n dağdağalı, ç a b u k , insana so lu k a ld ırm ayan , teferrua­ ta ve süse yer b ıra k m a y an yaşa n tısı; o n ları da, erkeklerin k u l­ land ığı g iy im k u şa m a m a h k û m e d iy o r.” H a tta o k a d a r da değ il, C a m b rid g e Ü n iv e rsite si en d oktrin o lo ji u z m a n la rın d a n P ro f.

M ills ’e g öre, bu y aşa m a k o ş u l­

ları k a d ın la rı, b iyo lo jik o la ra k etkilem ektedir, b akın ne d iy o r:

günlük hayatları çalışarak geçen , erk ek lerle m eslek ­ leri paylaşan kadın ların , erk ek lerle sürdürdükleri davranış­ lar onlara yalnız ruhsal olarak değil, fiziksel olarak da e r k e k ­ si nitelikler kazandırıyor. Bu koşulların oluşturduğu gerilim , kadınların h orm on sistem ini olum suz ola ra k e tk ilem ek te­ dir. Bu etki bazen iflasa k a d a r gitm ektedir. H em evde hem iş­ te çalışan kadınlar, büyük bir gerilim içinde bulunm aktadır. Bu gerilim nedeniyle, bey in d eki h orm on k o n tro l sistemi b o ­ zulan kadın larda, kan a karışan e rk ek horm on ları, aşırı tüy­ lenm elere, ses kalınlaşm asına, h atta sakal bıyık çıkm asına ne­ den olm aktadır. Bu arad a kad ın lard a taşkın lık, h a tta sald ır­ ganlık gibi erk ek lere özgü dürtüler d e belirm ekted ir... K a d ın la r arasında ‘erkek g iyin m ek’ m erakın ın , ço k lu k , ‘ge­ lişm iş’ ü lk elerin k a d ın la rı a ra sın d a y a y g ın la şm a sı, a slın d a bu g ö rü şle ri p e k iştirm iy o r m u ? N e v a r k i, e rk e k a k se su v a rın ın s ıra d a n k a d ın la r ta ra fın d a n da g ü n d e lik o la r a k k u lla n ılm a ­ ya b aşlam ası, k a d ın tra vesti’yi gittikçe d a h a m u tla k b ir erkek g iy in m e y e y ö n e ltm e k te d ir: H e r k e s k r a v a t ta k ıy o r, h e rk e s

45

pantolon giyiyor, herkes saçını kısa kestiriyorsa; ‘travesti' ka­ dın, onlardan birkaç gömlek daha üstün bir erkek giyimi için, büyük mağazaların ‘erkek giyimi' bölümlerinden kılık seçme­ yi yeğliyor; öyleki onu gördüğünüz zaman ‘erkeğimsi' giyin­ miş bir kadın diyemezsiniz, hatta belki de kadın diyemezsi­ niz, görünüş o kadar erkekle özdeşleşmiştir.

‘G ü z e l

ol ve

su s!'

Üstelik giyimle özdeşleşme yetmiyor; evvelce, kolları bacak­ ları düğüm düğüm adale, yağlı cildi parıl parıl, halterci bir ka­ dının ‘hayat sahası,' - ‘sakallı kadın’la beraber- ancak sirk­ ler mi olabilirdi; günümüzde, atletizm pistleri ve vücut geliş­ tirme yarışmalarıdır. Gün geçmiyor ki, çeşitli yarışma dallarında, kadın spor­ cuların, erkek rekorlarına biraz daha yaklaştıklarına dair, bir haber almış olmayalım! Boks, güreş, karate, tekvando gibi, eskiden ‘münhasıran' erkeklerin yaptığı sporlarda, kadın sporcular, hemen her ülkede boy göstermişlerdir. Dahası, Pro­ fesör Mil/s'in öne sürdüğü, endüstri toplumunun dayanılmaz koşullarında gerçekleşen ‘fiziksel değişme,' bazı kadınlara ‘ha­ fif gelmekte,' bu sebepten, vücut geliştirme sporu, kadın güç­ lülüğünün erkek güçlülüğü ile rekabet alanı haline getirilmek­ tedir. Gerekçe şu: dişi kaplan fizik yapısı ve gücü itibarıyla, er­ kek kaplandan farklı mı? Hayır! Erkek orangutan, dişi oran­ gutandan daha mı ‘adaleli?' Hayır! O halde kadınlar, erkek­ lere oranla, daha ince, daha narin, daha kırılgan bir yapıday­ sa; bu tabiattan ileri gelmiyor; doğrudan doğruya, ‘erkek üstünlüğü’ toplumunun, kadınlara bir ‘süs bebeği' muamele­ si yapmasından, bir ‘süs bebeği' yeri ayırmasından doğuyor: “Evinde otur, güzel o l ue s e s !” demezler mi hep!? Oysa, ak­ satmadan gerekli idmanı yapmayı başaran kadınların, aynı görkemli ve gösterişli vücuda kavuşması işten bile değil. Batılı kadınlar, beş yıldır gittikçe artan oranlarda, alışıl­ mış ince, narin ve yumuşak çizgilerden uzaklaşarak, çapra­

46

şık k a s h a la tla rın ın a ra sın d a , m e m elerin in bile g ö rü n m ez o l­ duğu, sert, k alın ve d a ya n ık lı vü cu tlara gittiler. 19 6 0 'ların h ız­ lı fem inistlik ö fkeleri o rtasın d a, erk ek le rle her a lan d a boy ö l­ çü şm e h e y e ca n ı, so n u n d a U lu s la r a ra s ı V ü c u t G e liş tirm e Fed e ra sy o n u ’n un bir K a d ın la r Şubesi a ç m a sın a , gelip d a ya n d ı. Ö n c e le ri k ır k elli k işiy i z o r b u la n , v ü c u t g eliştirm e m e ra k lı­ sı sp o rcu h a n ım la r, geçen y ıl k a y ıtlı ve lis a n s lı beş bin k işiy e u la şm ıştı. Bu yılın ( 1 9 8 5 ) r a k a m ı, on iki bin. H e r yıl,

'

Mis O lym pia ' ad ı altın d a d ü zenled ikleri y a rışm a ­

lard a , a ra la rın d a çe k işiy o r; en g elişm iş, en a d a le li, - b ir m a ­ n a d a - e n ‘e r k e k ’ vü cu tlu k a d ın ı seçiyo rla r. K a z a n a n a 25 bin d o la r arm a ğ a n .

R ach el M elish, ilg inç şe y le r sö yle ­ vücut geliştiren kadınlar, iki tip; ilki, d o ­ ğ a l kadın görüntüsünü tercih edip, işi tadında bırakanlar; ikin­ cisi ise, tam tersine doğanın sınırlarını zorlayıp, erkek vücu­ du ben zeri kas geliştiren ler... Y a rışm a c ıla rd a n b irisi,

m iş, d iy o r ki: “— . ..

Ep ey ce d e z o rm u ş b u i ş, k a d ın la rın erk ek le rd en d aha ço k -g ü n d e o rta la m a 6 s a a t - idm an y a p m a sın ı g e re k tiriy o rm u ş, a y rıca bol id ra r sö k tü rü cü ila ç k u lla n ıp cild in d e b irik e n su ­ yu a tm a sın ı, y ağ la rın ı eritm esin i. İş b ü sb ü tü n inad a b in d irip , tam e rk e k vü cu d u görü n üm ü elde edebilm ek için , h o rm o n te­ d a v ile rin e b a ş v u ra n la r da, ca b ası!

MERAKLISI İÇİN NOTLAR Dr. Haydar Dümen'in Cinsel Dünyamız isimli kitabı, yazarın gazete ve dergilerin belirli köşelerinde okurların cinsel sorunlarına cevaplar verdiği sırada aldığı çeşitli mektupların sergilenmesi ve bunların bi­ limsel açıdan değerlendirilmesiyle oluşturulmuş. Sadece mektupla­ rı okumak bile, toplum olarak, ne kadar ‘problemli' olduğumuzu an­ lamaya yeterli. Örnek olarak, iki kız arkadaşın mektubunu, uzmanın bu mektubu değerlendirişini aktaralım: “ ... biz on beş yaşında iki kız arkadaşız. Birbirimizle çok samimi­ y iz, aşağı yukarı her gün beraber olmaktayız. ikimizin arzusuyla, her beraber oluşumuzda sevişiyoruz. ikimiz de birbirimize aşırı ilgi du­

47

yuyoruz. Birbirimize karşı çok istekliyiz. ilişkide bulunduktan son­ ra, hiçbirşeyolm am ış gibi davranıyoruz. Acaba bu yaptıklarımızın ile­ ride bir zararı olur mu, evlenmemizi önleyebilir mi? Acaba kızlık za­ rımız bozulur mu? Bizi bu konuda aydınlatmanızı rica ediyoruz^’’ Uzmanın değerlendirmesi: “••• bu iki genç kız eşcinsel (safıst) de­ nemeler içindeler. Yaptıklarından ilerde belki de yaşam boyu bu tür ilişki isteyebileceklerinden, evlendiklerinde cinsel yönden mutlu olup olmayacaklarından değil de, kızlıklarının bozulup bozulmayaca­ ğından kuşkuları var. ‘Sakın mithos’umuzu bozmayın’ der g ib iler ••" Cinsel Dünyamız Dr. Haydar Dümen, (1984). Batılı kadın sporcu olarak vücutça erkeğe zaten hayli yaklaştı: Gö­ ğüsleri küçüldü, adaleleri büyüdü, davranışları sertleşti. Sporcu olma­ yanların da davranış ve ifade özellikleri açısından, ne kadar ‘erkeğe' benzediklerini, ülkemize gelen turistlerden bile izlemek ve sapta­ mak mümkün. Travesti ve Transseksüelleri eşcinsellerden tefriketmek konusun­ da, uzmanlar ısrarlı ve kararlı görünüyor. Kendi hesabıma ben, sade­ ce tek bir gözlemi sayabilirim: yirmi yıl kadar önce, Place Pigalle'de dolaşan, ilk görüşte herkesin şahane bir kadın sandığı sarışın bir tra­ vesti, erkeklerle kesinlikle ilgilenmiyor, yalnız kadınlarla düşüp kalkı­ yordu.

48

.

5

‘MAFİA’ DEVREYE GİRERSE

BİR ‘ KAÇIŞ’ YOLU MU?

Çelişki elbet göze batıyor: Endüstri toplumunun acımasız koşulları, kadınları böyle ‘erkek giyinmek’ yeknesaklığına iter­ ken; nasıl oluyor da erkekler, ruj, tırnak cilası, saç boyası, tak­ ma kirpik filan derken, iğne topuklu yılan derisi iskarpinle­ rin, görkemli ipek tuvaletlerin, ağır leopar kürklerin çekimi­ ne kapılıp ‘kadın giyinmek' tutkusuna sürükleniyorlar? As­ lında onların da, gittikçe daha basit ve sade, gittikçe daha ‘er­ kek,’ giyinmeleri gerekmez mi? Çelişkinin anahtarı, acaba şu iki tespitte mi saklıdır? “T ü ­ ketim uygarlığı kadınları, ikiye bölüyor, gittikçe de daha faz­ la bölecek: Tüketen kadın, üreten kadın! Birincisi kadınlık­ tan gün geçtikçe dişiliğe, ikincisi kadınlıktan gün geçtikçe er­ kekliğe doğru kayıyor” bu bir. İkincisi de, şu: “ Ekonomik yön­ den güçlenen kadın, cinsel bir etkinlik taşıyorsa, hele fiziksel özellikleri de onu erkekliğe doğru itiyorsa, erkek/kadın türü için, yeni gelişme ufukları açılmış demektir. Ekonomik yön­ den zayıf, cinselliği edilgin (pasif), fiziksel özellikleriyle kadın­ lığa yatkın erkeğin, bu koşullar altında kadınlık durumuna im­ reneceği, fırsat ve cesaret bulursa bunu kişiliğinde somutlaş­ tırmaya çalışacağı g ib i ...” Gerçekten endüstri sonrası toplumlar, sınıflar arası akışkan­ lığın sıfıra indiği, katı kemikleşmiş toplumlar; yeni kuşaklar, bu uygarlığın onlara mutlu bir gelecek hazırladığından, ada­ makıllı kuşkulu; o yüzden de ‘Batılı' toplumlarda akıl almaz toplumsal kaçış (evasion) hareketleri görüyoruz: Beatnik’ler-

49

den hippy'lere, B u d h a 'cı tarik atlard an cinsel a zın lık lara kadar, sü rü sepet örgütlenm iş k a çış hareketi! Ö yle sa n ıy o ru m ki ‘k a ­ dın y a şa m a k ’ h o rm o n al dengesi buna elverişli b a zı tip ler için, k a ç ışla rın en m u tlağ ı o lm a k ta d ır; b ir çırp ıd a ‘süs bebeği' ro ­ lüne oturan ‘e rk e k ,’ o d akikad an itibaren, üretici fo n ksiyo n un ­ dan istifa edip, ‘tü keticiliğ i,' - d a h a a çık k o n u ş u rs a k - ‘a sa la k ­ lığı,' benim sem iş o lu y o r: T ıp k ı, ‘d işiliğ i' seçen, ‘tüketici' k adın tü rü gibi. Bu tip lerin , to p lu m u m u z gibi, henüz sın ıfla r arası a k ışk a n ­ lığın gerçekleşebildiği, yeterince gelişm em iş to p lu m la rd a, ‘travestiliği,' sınıf atlam ada tram plen gibi ku lla n d ık la rı da, bir ger­ çek : E r k e k k ılığ ıy la yaşa sa a n c a k fırın cı çıra ğ ı, m u slu k çu ya da p ab u ç b o y a cısı o la b ile ce k b ir g enç, itici o lm a y a n b ir travesti görü n tü sü yak a lay a b ilirse , bar k ızı, o ry a n ta l d an sö z, şa r­ k ıcı d erken -e ğ e r tab ii, fuhuş en d ü strisin in d işlilerin e ta k ılıp , u fa la n m a m a y ı b e ce re b ilirse - g ü nü n b irin d e hem ün k a z a n a ­ b ilm ek te, hem ‘k ö şe y i d ö n e b ilm e k te d ir.’

KARANLIK LABİRENT A m a n asıl? H a n g i k a ra n lık lâb iren tin , d o la m b a çlı k o rid o rla ­ rın d a , perde perde k a y b o la ra k ? Şim d i lü tfen , şu gazete h a b e­ rin e, şö yle b ir g ö z a ta r m ısın ız ?

“Sürdürdüğü silah kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığ ı ve beyaz kadın ticareti g ibi yasadışı işlerle, uluslararası bir ö r ­ güt olan M afia, faaliy et alan ı için e g iren A vrupa’da, ‘transseksüel ticareti’ adı altında, yeni bir p azar yarattı. “Yeraltı dünyasının güçlü örgütü M afia, geri kalm ış ü lke­ lerin yoksu l ve yakışıklı delikanlılarını toplayıp A vrupa’ya g e­ tiriyor ve onlara uygulattığı h o rm o n a l tedavilerden , o p era s­ yonlardan son ra cinsiyetlerini değiştirerek ‘güzel bir dişi' g ö ­ rünümü kazandırıp, Avrupa ’nın belli başlı kentlerinde p azar­ lıyor, M afia’nın bilinçli bir biçim de geliştirdiği bu yeni san a­ yinin ham m addeleri olan yoksul delikanlılar, transseksüelliği ‘tek seçen ek ’ ola ra k kabul edip, geldikleri A vrupa’da geçir­

50

dikleri op erasy on lar ve h orm on tedavilerden sonra, ‘gözkam aştırıcı birer k a d ın ’ olup çıkıyorlar. “ ve arkasın d an da, Avrupa'nın bütün büyük ken tleri­ nin cad d e ve m eydanlarında, akşam saatlerin de piyasaya çı­ kan gerçek sokak kadınlarının yanı sıra çalışm aya başlıyor ya d a lüks genelevlerin serm ayeleri arasına karışıy orlar." Nasılsa, şıp diye İzmir'deyim: 1 9 6 0 ’ların ikinci yarısı, üniversitelerde ilk ‘boykotlar’ başlamış, duvarlarda ilk slogan yazılar henüz ürkek! D em o k ra tik İzm ir’in M agazin Servisi, İzmir’deki gazinoların ‘kadın matinelerinde' ortalığı kırıp geçiren, ‘garip’ bir şarkıcının peşine düşüyor. Sahne makya­ jını ve giyimini, belirgin bir şekilde, kadın makyajına ve gi­ yimine abartan bir oğlan bu! Hem konuştuk, hem resimlerini çektik. Çok sıcak bir temmuz öğle sonu, -cam larda güneş ağdalanıyor, havada si­ neklerin vızıltısı- belden yukarısı çıplak resimlerini ışığa tu­ tup, yeni yeni büyütülmekte olan göğüslerine, biraz şaşkın, biraz bezgin baktığımızı hatırlıyorum. O , tam da ‘mahalli bir şöhret' olduğu sırada, sırra kadem basacak; neden sonra, ön­ ce o dönemin ‘sefahat şehri' B eyrut’ta kadın kılığında yaşa­ dığı, arkasında İtalya’da (yoksa İsviçre’de mi?) ameliyatla ka­ dın olduğu duyulacaktır. Duyulmakla kalsa, iyi, İstanbul magazin gazetelerinde, ‘ka­ dınlığının' ilk fotoğrafları: inanılmaz göğüsleri, geniş kalça­ ları, çerçevelerden taşıyor; kıvırcık sun'i kirpiklerin ağırlaş­ tırdığı buğulu bakışları, vam p bakışı! Kadın adı ve kılığıyla, müzikholda hatta sinemada boy gösteren bir transseksüelimiz, yanılmıyorsam odur. Onunla birlikte, ya da ondan sonra, da­ ha niceleri, M afia’nın aynı karanlık labirentinden geçerek, İtal­ ya’ da, İsviçre’de, Fransa’da, bugün Latin A m erika ülkelerin­ den gelen benzerlerinin yaşadıkları ‘ihtişam ve sefaleti' yaşa­ dılar. Konuyla dolaylı ilgimi bildiklerinden midir, nedir, za­ man zaman, alakasız gece telefonlarında beni bulup, yapma­ cıklı şuh kadın konuşmalarıyla, ‘başlarından geçen akıl almaz şeyleri' anlatmak istiyorlar. Dinlememe gerek var mı?

51

YASALLIK SORUNU ÇÖZER Mİ? A n la ta c a k la rı n ed ir? T a ş ıd ık la rı u yd u ru k ‘d a n sö z ’ y a da ‘şa r­ k ıc ı' etiketin e; içinde şehvetle d a lg alan a d a lg a la n a y ü z d ü k le ­ ri, o neon ış ık la r ı, p a h a lı k ü rk le r, beş y ıld ız lı otel lo b ileri ve şa m p a n y a k o v a la rı lü k sü n e rağ m en , k a d e rin o yu n ca ğ ı b irer ‘sosyete fah işesi' o ld u k la rı m ı? İta ly a 'n ın en ü nlü tra n sse k sü e li

C arlotta, ü n lü l ’Espres-

s o 'y a , h ep sin in ‘d ra m la rın ı' a slın d a pek güzel ö ze tlem iştir:

“— ... fahişeliğe başladığım sıra, son d erece gençtim , p ek p e k on sekizim d e filan : o tarihte yaptığım iş b a n a oyun gibi geliyordu; şim di h er şeyin farkın dayım , am a, durum u g e r e k ­ tiğinden fazla dram atize etm em eye çalışıyorum. Oysa bir k a ­ dın fah işe için olay, sad ece p ara kazan m aktan ibarettir, bize gelince baskı artıyor, aynı zam an d a kadınlığım ızı duym ak ve kan ıtlam ak zoru n d ay ız." T e se lliy i neyle b u la ra k ? P a ra y la , ta b ii; y a ln ız p a ra y la m ı, e şin e az ra stla n ır m ü cev h er k o le k s iy o n la rı, g ö rk e m li k ü rk m a n to lar, vb. şeylerle de: am a a lk o ld e b o ğ u lu p , çeşitli u y u ş­ tu ru c u la rın tu tsa k lığ ın a d ü şe re k , h a rc a n a ra k da! H a lb u k i, İtalyan T ran ssek sü elliğ i, b irço k Batılı ülkenin ç ö ­ zü m le y e m e d iğ i so ru n u , l 9 8 2 'd e ç ö z m ü ş , tra n sse k sü e lle ri ‘y asa l' b ir sta tü y e k a vu ştu rm u ştu r. D a h a ö n ce k o n u şm u ştu k ya, am eliyatla öteki cinsiyete geçen birey, ruhsal ve fiziksel a ç ı­ dan bu ‘ in tik a ld e ' ne k a d a r b a şa rılı o lu rsa o lsu n , b irço k ül­ k elerin resm i k a y ıtla rın d a , esk id en n eyse yin e o o la ra k k a lı­ y o rd u : k a d ın sa k a d ın , erkekse erk ek ! B u n u n g ü n d elik h a y a t­ ta ne bü yü k engeller ç ık a ra cağ ı m alûm , işte İta ly a n la r bu aşa ­ m ayı başarm ış: İtalyan Transseksüel H a rek etin in lideri Pina B on n an o d iy o r ki: “— ... b en doğuştan kad ın değilim , erk ek d e değilim , eş­ cinsel de değilim. Bana den se dense, ‘yeni kad ın ’ denebilir. H a­ reketin yasallık kazanm ası sayesinde, kendim i bildim bileli sev­ diğim erkeğin yasal eşi o lm a k h a k k ın ı eld e ettim. Pina B on n an o, b ö ylece ‘e v in in m u tlu k a d ın ı’ o la b iliy o r a m a , a ca b a ço ğ u n lu ğ u n u n d u ru m u bu m u ? B a sın a ra ştırm a ­

52

larına bakılırsa, San Fransisco 'da 1 5 0 .000 dolayında transseksüel yaşıyor. Paris, kendi ürettiklerinden başka, M afia ’nın ak­ tardığı 3 .0 0 0 civarında B rezilyalı transseksüele kucak açmış. Bu yeni ‘ticaretin' İtalya'ya -özellikle Floransa’ya deniyor- ak­ tardığı transseksüel sayısı o kadar yüksek bir rakama ulaşıyormuş ki, ‘yerli' transseksüellerin gözünü korkutuyormuş: bun­ ların çoğu, ‘sosyete gülü' düzeyinden ‘kaldırım yosması’ düze­ yine kadar, kademe kademe, fahişe hayatı yaşıyorlar. Araların­ dan, Carlotta gibi ‘D olçe Vita’nın Jet-S osyete’sine demiri at­ mış olanlar eksik değil ama, çoğunun ‘orta malı' olduğu doğ­ ru: müşterileri ise, genellikle eşcinselliğini gizleyen erkekler. Konuyu enine boyuna araştırmış olan psikolog G abrielle B ravi’nin tespiti budur:

transseksüellerle ilişkide bulunan erkeklerin , sad ece yüzde otuzu onları ‘tu h a f’ buluyor. T ransseksüellerle ilişkiyi tercih edenler, d a h a ço k eşcin sel eğilim lerini bastırm aya ç a ­ balayan evli erkeklerdir. Bir kadın la seviştiklerini düşünüyor­ larsa d a, g erçek te onları, oraya çeken, seviştikleri kadının ‘es­ ki bir e r k e k ’ olm asıd ır... Anlaşılan şu ki, çeşitli ülkelerdeki bunca yasağa, yasal bun­ ca engele, alınmış bunca ‘zecri tedbire' rağmen; öteki cinsel­ liğe yolculuğun, hemen hiçbir yerde kesinlikle önlenememiş olması; belki de, burjuva ahlakının dağılışıyla ortaya çıkan ‘hoşgörü toplumlarının,' böyle bir talep fazlalığına imkan ta ­ nımasından ileri geliyor: ‘talep’in yığıldığı ‘pazar'da, ihtiyaç duyulan ‘mal,’ ‘yasal olarak' sağlanamazsa, Mafia'ların işe ka­ rışması önlenebilir mi?

MERAKLISI İÇİN NOTLAR Italyan Transseksüel Hareketi'nin lideri Pîna Bonnano aslında bütün transseksüellerin özledikleri cinsiyete kavuşup‘mutlu bir yuva kurmak’ amacında olduklarını açıklıyor ama, bunun toplumsal ortamda ne ka­ dar güç olduğunu kanıtlayan örnekler pek çok. Bırakın, çoğu fuhuş en­ düstrisine kaymış erkek transseksüelleri, işte size, ‘mutlu sona’ ulaşa­ mayan bir kadın transseksüel’in ibret verici serüveni. Haber şudur:

53

“Fort Tucker (Alabama) — Amerikan Ordusunun kadın a sk erle­ rinden Marie Sode, sonradan erkek olan bir kadınla evlendiği için or­ dudan atıldı. Kadın askerin durumunu görüşen askeri heyet, eşinin her ne kadar cinsiyet değiştirerek, kadın iken erkek olduğunu kabul ettiyse de, ordu kurallarının kişilerin cinsiyetlerini ‘biyolojik durumlarınagöre’ belirlediğini, Von Hoffburg adlı kocanın bu açıdan tam bir erkek sayılam ayacağını karara bağladı. Böylece kadın askeri kendi cinsinden bir kişi ile yaşadığı için suçladı ve ordudan atılma­ sına kararverdi. “Askeri heyetin kararını 'şaşkınlıkla' karşıladığını belirten Ma­ rie Sode, ‘Her ne kadar askersem de, ordunun özel hayatıma k arışa­ bileceğim kabul edemiyorum. Kaldı ki eşim tam bir erkektir” dedi. Amerikan Kadın Hakları Birliği başta olmak üzere, birçok kuruluş, Amerikan Savunma Bakanlığı’na başvurarak kararın değiştirilm esi­ ni istem işlerdir.” Bu örnek de gösteriyor ki, fuhuş endüstrisi dışında, marginal bir çift olmak isteyen transseksüeller, hiçbir yerde hüsn-ü kabul görmü­ yorlar. Eğlence ve fuhuş endüstrisi, adeta sığınakları oluyor.

54

6.

‘TABİATIN ‘YANLIŞI'

Soyadı Jorgen n sen ' di, bundan eminim; adıysa, ya Christine ya C hristiane! Dünya basınına fla sh haber olarak geçen, ilk ‘seks değiş­ tirme' ameliyatının kahramanı odur: Yanlış hatırlamıyorsam, A m erikalı bir askerdi; terhis olur olmaz, kapağı, bu tür ame­ liyatların serbestçe yapıldığı bir ülkeye atıyor (D anim arka'ya mı?); orada onu, kadın yapıyorlar; N ew York'a, lüks bir tran­ satlantiğin güvertesinde, rıhtıma yığılmış meraklı kalabalığı­ nı selamlayarak dönüyor: çevresinde arı gibi vızıldayan ga­ zeteciler, foto muhabirlerinin flaşları, havadis filmcileri. Z a ­ ten o sahneyi aktarabilmem, o tarihte henüz geçerliliğini k o ­ ruyan havadis filmleri sayesinde oldu: Herhalde eski M elek Si­ n em asın d aki (Şimdi ‘E m e k ’) dünya havadislerinde görmüş­ tüm: Sarışın, solgun benizli, şık bir kadın; ömrünün ilk yarı­ sını erkek yaşadığına şahit ister. Bu dediğim, İkinci Dünya Savaşı ertesinde gerçekleşmiş­ ti; oysa, cirit şampiyonu Polonyalı bir kadın atletin erkek ol­ duğunu, eski spor meraklıları belki hatırlayacak: Adını unut­ tuğum, olimpiyat şampiyonu bu kadın atlet; iki savaş arasın­ da yaşamış, üstelik anılarını yazıp yayımlamıştı! Uzun yıllar, hemcinslerine duyduğu aşırı ilgiyi, ne önleyebilmiş, ne açık­ layabilmiş; ne yapsın, Paris'te bir uzmana gizlice muayene olu­ yor; sonuç, tahmin ettiği sonuçtur: Kadınlığı yanlış, erkekli­ ği doğru; başka bir deyişle, ‘organik olarak' aslında erkek ya­ ratılmış, görünüşündeki dişilik tabiatın bir yanlışlığı, basit bir ameliyatla düzeltilebilecek! Gerçek bir cinsiyet değiştirmeden çok, bir cinsiyet ‘tashihi' sayılabilecek bu serüvenin acıklı so-

5S

nu, bugünkü gibi aklımdadır: Erkek olduktan sonra, sevinç­ le sevdiği kadına koşar, onunla evlenmeyi düşünmektedir; oy­ sa kadın, başka bir kadın sevgili bulmuş, onu reddediyor. Dedik ya, tehlikeli bir serüvendir bu, sonu karanlık.

M u tlu

k o c a , m u t l u b a b a ^„

Spor ‘çevreleri,’ İkinci Dünya Savaşı ertesinde, ‘daha şaşırtı­ cı’ örnekler vermekte gecikmeyecektir. Evet. 1966 Şilt Kış O lim piyatlarım dan Avusturya' lı E rik a Schinegger'i hangimiz hatırlar? Hani canım, ‘Serbest İniş’ dalın­ da, altın madalya kazanarak, olimpiyat şampiyonu olmuştu: yaşı yirmi var yok, vücudu aşırı gelişmiş; kar mavisi pistleri, buz tozlarını güneşte yaldızlayarak, uçarcasına aşıveren o semre kızcağız. Dört yıl sonra, E rika Schinegger'in, ‘kadınlık test­ lerinden’ geçemediği için, 1970 G ren oble Kış O lim piyatlarına katılması, Uluslararası K ay ak F ederasyonu tarafından, ‘res­ men’ engelleniyor: kromozom muayenesi’ne bakılırsa, Erik a ’nın cinselliği ‘karışık’mış! Genç yaşta, başarının ve şöhretin tadını tatmış, gözü çok daha yükseklerde olan ‘Şampiyon’ için, ağır bir darbe bu! Ağır da olsa Erika Schinegger darbeyi sineye çekecek; o kadarla da kalmayıp, gerçekte kadın mı yoksa erkek mi olduğunu mey­ dana çıkarabilmek amacıyla, uzmanlara başvuracaktır. Uz­ manların ‘teşhisi,’ tektir ve aynıdır: ‘Kadın’ şampiyon, gizli kalmış bir erkekliği içinde taşıyor; uzunca bir hormon teda­ visi, yeterince psikoterapi, birkaç önemli ameliyatla, sağlık­ lı ve güçlü bir erkek olabilecek! Öyle de oluyor, 1 9 6 8 ’de başlayıp 1 9 7 4 ’de sona eren ‘öte­ ki cinse yolculuk’ başarıya ulaşmıştır: Olimpiyat Şampiyonu Erika Schinegger kaybolmuş; yerini, babasından kalma dağ ote­ lini işleten, bu arada kayak antrenörlüğü yapan, yakışıklı bir delikanlı almıştır: Erik Schinegger ! Vaktini dumanlı kar beyaz­ lığı, ocakta çatırdayan kütükler, skiye yeteneksiz kızlar ve oğ­ lanlar arasında; hayatına yeni bir mana; bu manaya, yaşana­ bilir bir somutluk vermeye çabalayarak, geçirmektedir.

56

İşlerine yardımcı olsun diye yanına aldığı Frieda R enate H euhacher' in, bu anlamı ve somutluğu deyimlediğini, Erik ne zaman anlamıştı; bunu kimse bilmiyor, bildiğim henüz 19 ya­ şını süren genç kıza ‘evlenme teklif etmeden önce’ kadınlık­ tan erkekliğe doğru geçirdiği olağanüstü serüveni anlattığı ve ‘müstakbel' eşinin olayı kabul ettiği! Gelin düğünden sonra, gazetecilere diyecektir ki: “— ... E rik h ariku lad e bir e r k e k ,

onun yıllar ön ce bir k a d ın olduğunu düşünem iyorum bile, mutlu olacağ ım ızd an em in im ." Mutlulukları, tahminlerini aşmıştı; bunu, bir süre sonra, ajanslar bütün dünya gazetelerine, şu teleks haberiyle duyu­ ruyor: “ ... geçirdiği bir dizi am eliyattan son ra cinsiyet değiştire­

rek erk ek olan, eski kay ak şam piyon ların dan altın m adalya sahibi E rika Schinegger -y en i adıyla E rik - ön ü m ü zdeki gün­ lerde ‘b a b a ’ olacaktır. B öy le bir olay, yeryüzünde ilk defa m ey­ dana gelm ektedir. Bugüne kadar, cinsiyet değiştirmiş kadın ve­ ya erk ek , hiç kim senin çocuğu olm am ıştı. “H er gün, çocuğunun kalp atışlarını, eşinin karnından din­ leyen Erik Schinegger, d o ğ a ca k çocuğun cinsiyeti konusunda hiçbir tercihte bulunmadığını belirterek: ‘— Benim için kız ç o ­ cuk d a bir, erkek çocu k d a b ir ’ diyor, '... an cak eşim çocu ğu­ muzun kız olm asını d ilem ekted ir.’” P olon y a’h Olimpiyat Şampiyonu ciritçi atlet kızla, Avus­ tu ryalI Olimpiyat Şampiyonu kayakçı kız arasında, önemli bir kader benzerliği, göze çarpmıyor mu? İkisi de ‘gizli’ erkek­ tiler, ‘kadınlıkları' tabiatın bir yanlışlığından ibaretti; bu gi­ bi hallerde öteki cinse yolculuk, ulaşılacak merhalenin özel­ likleri ve işlevleri açısından, ‘mesele çıkarmıyor': birey kadın­ sa tam kadın, erkekse tam erkek olabiliyor. İki şampiyonun kaderindeki karşıtlık ise, P olon ya’lı ciritçinin ‘sevdiği kadın tarafından reddedilmek' talihsizliğine uğramış olmasına mukabil; Erik Schinegger’in hem mutlu bir koca, hem mutlu bir baba olabilmesi değil midir? Bu ‘muha­ taralı' serüvende, o kadar ‘istisnai' bir şey ki bu!

57

Kro m o zo n la r

o l m a s a ...

La Jo lla K a d ın la r a r a s ı T e n is T u rn u v a s ı'n d a , o u zun b o y lu , R en ee R ichards’m ile rle m iş y a şın a rağm en k u ­

ince ve esn ek

p ayı a la c a ğ ı, d aha b a şın d a n b elliy m iş: o h ü ly a lı, d ib i y a ld ız ­ lı k o yu k estan e rengi g ö zlerin e, d a v ra n ışla rın ın y u m u şa k ve dişi y u v arla k lığ ın a , genizden ve h a fif k ısık sesine hiç a ld a n m a ­ y a c a k sın ; ö yle se rt o yn u y o r, ö yle ç e v ik , o k a d a r y ıld ır ıc ı ki, h asım ların ın dayanabilm esi im kansız! N eredeyse bir erkek c a ­ n ım ! K u p a , a lk ış la r a ra sın d a

R en ee R ichards’a v e rilirk e n , tu r­

n uvayı izleyen bir gazetecinin içine k u rt d ü şü y o r: şunu y a k ın ­ d an b ir incelesem mi? İn c e le y in c e k u şk u su ç o ğ a la c a k tır: A l­ lah A lla h b o y o b o y ( 1.88), ifa d e o ifade, ü slû p o ü slû p, oyun o o yu n ; ister misin bu

R enee Richards, evvelce N ew -Y ork te­ D o k to r

n is k o rtla r ın d a n e k sik o lm a y a n ü n lü g öz h e k im i

R ichard R askin d o lsu n ? O lu r m u olur, m alûm ya ‘m u m a ile y ­ hin' ‘öteki cinselliğe doğru' bir yolcu lu ğ a başladığı sö ylen m iş, so n ra da adı d u yu lm az o lm uştu . G azeteci işini gücünü b ıra k ­ m ış, k o n u y u a ra ştırm a y a k o y u lm u ştu r: ed ind iğ i b ilg ile ri y a ­ y ım la d ığ ı z a m a n , k ıy a m e t k o p u yo r.

L a Jo lla K a d ın la ra r a s ı T e n is T u rn u v a sı Şa m p iy o n u R enee R ichards, ünlü g ö z h ek im i D o k to r R askind'den b a ş­ E v e t,

k a sı değildir. E v v e lce e rk e k o la ra k g ö rü n d ü ğ ü ten is k o rt la r ı­ n a, a rtık k adın o la ra k d ö n ü y o r. T a b ii, ilk te p k i, ABD K adın ­ la r Tenis Birliği B aşkan ı C hris Everett'tcn; basın a dem işti ki: “— b ir zam an lar otuz b e ş yaşının ü stündeki erk ek lerd e A m erika çapın da id d ia sah ibi olan D o k to r R ichards, kadınlararası turnuvalara kesin likle katılam az!" Bu te p k i, R enee Richards'ı h a n d iy se çiled en ç ık a rıy o r, ö fked en ve ü z ü n tü ­ den titreyen se siy le , verdiği ceva p şu:

“— hayatım boyu n ca tenis oynadım . Artık erk ek lerle oyn am am m üm kün değil, elbette kadın larla oynayacağım , amaçları beni çok sevdiğim bir spordan uzaklaştırmak mı? Ben­ den niye kork u y o rla r an lam ıyoru m : iki başlı bir h ilkat g a ri­ besi değilim ben, on lar gibi bir insanım ... ’'

58

İnsan o lduğundan k u şku y o k da, gerçekten ‘o n la r gibi' m i, o ra sı b ira z k a ra n lık ; d in ley in hele, k en d i ‘h ik a y e sin i' nasıl a n ­ la tıy o r:

“— ... ufacık ço cu kk en bile kız olm aya hevesim vardı, az büyüyünce gizli gizli annem in elbiselerini, iskarpinlerini giy­ m eye başladım : inanılm az bir zevk alırdım bundan, gizli, bü ­ yülü bir zev k! Yale Ü n iversitesin de h ek im lik oku rken , h em üniversitenin tenis takım ı kaptanlığını yapıyor, hem içim d e­ ki ‘kad ın lık ' duygusunun karşı konulm az bir yoğunluk kazan­ dığını hissediyordu m ... İlginç o lan , erkeklere ilgi d u ym am ası. O k a d a r böyle ki bu, b ir a ra h o şla n d ığ ın ı sand ığ ı b ir k a d ın la evlen iyo r, bu k a d ın ­ dan b ir erk ek ço cu k sa h ib i o lu y o r; y o k sa ‘n ik a h k e ram e tin i' g ö sterecek , h e r şey r a y ın a g irecek m i? H a y ır, g ire m iy o r: e r­ k ek lere ilgi duym uyor, am a,

D o k to r R ichards’ın kadın o lm ak ,

kadın yaşam ak tutkusu, ina n ılm a z bo yutlara ulaşm ıştır; en iy i­ si eşin den a y rılm a sı, öteki cinse m üthiş yo lcu lu ğ u n a b a şla m a ­ sıd ır!

“— . . . e n büyük hatam evlenm ek olmuştur. Eşcinsel değil­ dim, onun için evlendim , fa k a t N ew York 'ta hem tenisçi hem g ö z operatörü olarak ünlendiğim sıralarda, seks değiştirme sü­ recine girmiştim bile, düzenli olarak dişilik horm onları alıyor­ dum : gündüzleri, işim de erkek kıyafetiyle çalışır; g ece olur o l­ maz, kadın kılığına girerdim . O kılıkla, süslü boyalı olarak, şehirde dolaşm anın b a n a verdiği zev ki an latam am ... So n u n d a , am eliyat o luyor, ad ın ı değiştiriyor. N ew York'u terk ed iyo r: yeni k im liğ iyle k a d ın h a y atın ı y a şa y a ca k tır am a, tenisten va zg eçeb ilse... T en is tu tk u su ,

L a Jo lla K a d ın la ra ra sı

T u rn u va sın ı kazan m ası, sırrının m eydana çıkm a sın a sebep o la ­ caktır.

K adınlar Tenis Birliğinin tep kisi, onu en hassas y e rin ­

den v u ru y o r: a rtık tenis o y n a y a m a y a ca k mı? N e m ünasebet, o rası

A m erika, işin içine böyle m u a zzam bir rek la m , hayli de

d o la r kazanm a olasılığ ı girince, elbet bir oynatan bulunur. N ite k im

Tennis Week d erg isi, K adınlar Tenis B irliğin e

in a t, onu düzenlediği kadın lararası tenis turnuvasına çağırıyor: yaşı k ırk ik i, k a rşılaşacağ ı rak ip lerin büyük çoğunluğu on be­

S9

şiyle y irm i beşi a ra sın d a k i genç k ız la r; bu, işin g e rilim in i a r ­ tırıyor, heyecan zirvededir, k alab alık kıyamet!

D oktor Richards,

k im se n in in k a r etm ediği u sta lığ ıyla , ilk m a çın ı 6/0, 6/2, ik in ­ cisin i 6/2, 0/6, 6/1 a la ra k çeyrek fin a le y ü k seliyo r. Ç e y re k fi­ nal m a çın d a , z o rla n ıy o r b ira z a m a , yine m aç o n u n : 6/4, 7/6. Y a rı fin a l m a çın a , tir tir titrey erek ç ık m ış, sebebi etek le­ rinin e tra fın d a d o la şa n , o na bir d a k ik a bile ra h a t verm eyen gazete fotoğrafçıları, türlü çeşit m e ra k lılar; böyle garip bir a la ­ ka in sa n d a asap m ı b ıra k ır? H a s m ın ın , hen ü z 17 y a şın d a k i kolejli b ir k ız olm ası d a , o n u tedirgin ediyor biraz; sonuçta m a ­ çı 6/7, 6/3, 6/0 k a y b e d e re k , tu rn u v a d a n eleniyor.

maçtan sonra i lk sözü: ‘— Y orulduğum i ç i n yen i ld i m. Artık ben d e rakibim g ibi günde on k ilom etre k o şa ra k an t­ renm an yapacağım , sigarayı d a b ıra k a ca ğ ım ’ d em ek oldu. “Dr. R ich ard s’ı izleyen seyirciler, onu tam bir dişi olarak bulduklarını söylediler. ‘— Biz d ah a ne erkek gibi tenisçi k a ­ dınlar gördük, Avustralya’lı ünlü M argaret C ou rt’un a d alele­ ri yanında bununkiler oyuncak kalır’ dediler. D o k to r u e r k e k ­ liğinden tanıyanlar ise, ‘— Artık eskisi k a d a rg ü çlü değil, d a ­ yanıklılığı azalmış, o sert servislerini atam ıyor: adaleleri eri­ miş, en az on beş kilo vermiş, vücudu da yu varlaklaşm ış’ d i­ y orlar... " Yen iden tu rn u v a la ra k a tılm a k , k o rtla rın h eyecan ın ı y a şa ­ m a k , ne güzel! D r.

R en ee R ichards, sek s d eğ iştirm esin e rağ ­

men, h a y a tın ı g ö n lü n ce sü rd ü reb ileceğ in e neredeyse in a n a ­

Tenis Federasyonu, bu defa işe k a r ı­ R enee Richards'm Forrest H ill (A m e rik an ) Tenis Şam ­ p iyon asın a katılabilm esi için, krom ozon testinden geçmesi ge­ c a k ... F a k a t hayır, ABD

ş a ra k ,

rek tiğ in i a çık lıy o r. O lim p iy a tla rd a k a d ın sp o rc u la ra u y g u lan a n k ro m o z o m testinden,

R enee Richards'm geçebilm esi im k an sız, çü nkü seks

d eğiştirm e a m e liy a tla rın ın , k ro m o zo m la rı d eğ iştirm ed iğ i, b i­ lim sel b ir g erçek. Y o k sa ö te k i cin se lliğ e bu te h lik eli y o lc u lu ­ ğu bo şun a m ı y a p ıld ı? İçin d e k i k a d ın ı dışa ç ık a r ırk e n , d ışın ­ d a k i erkeği iç in e m i ta şım ış? Ö lü n c e y e k a d a r k r o m o z o m la ­ rın d a n ‘d a m g a sın ı’ silem ey ecek m i?

60

Kayakçı, E rika/E rik Schinegger’den söz ederken, ‘mutlu­ luğunun’ ender rastlanır, ‘istisnai’ bir şey olduğunu söyleme­ miş miydim?

MERAKLISI İÇİN NOTLAR Adını unuttuğum Polonya’lı ciritçi kadın atletin, ‘öteki cinselliğe yol­ culuğu’ kitap haline getirilmiş, üstelik Türkçeye de çevrilmiştir. Kitap, yanılmıyorsam, savaş yılları içinde -ya da hemen sonrasında- Hilmi Kitabevi tarafından yayımlanmıştı, çeviriyi yapan ise Asım Çalıkoğlu idi. İzmir’de gazetecilik ettiğim yıllarda, bu anıları ‘Erkek Olan Kadı­ nın Anlattıkları’ başlığı altında tefrika ettiğimizi hatırlıyorum, epey­ ce ilgi de toplamıştı. Dr. Renee Richards’la ilgili, şöyle bir not buldum, ilave etmem her­ halde uygun olacak: Amerika’da yapılan son büyük tenis turnuvala­ rından birisinde, bu şampiyonaların büyük abonesi -Çek asıllı- Navratilova’nın yakın çevresinde Renee Richards'ın adı da zikrediliyordu. Navratilova, şu ara yayımladığı anılarında, -zaten herkesin bildiği—cin­ sel gerçeğini açıkladı, eşcinsel olduğunu belirtti. Renee Richards’ı onun çevresine çeken acaba nedir? Tenise olan tutkusu mu, yoksa şampi­ yonun ‘eşcinselliği’ mi?

61

7.

ÖTEKİ CİNSE YOLCULUK

N ürnberg ’den (B. A lm anya), İstanbul'da yayımlanan bir ka­ dın dergisine yazan, C.S.'nin mektubuna bir göz atar mısınız? yaşım 32, norm al b ir kadın olm am a rağmen, b ir erk e­ ğin yaşadığı hayattan daha fazlasını yaşadım : hislerim, düşün­ celerim , davranışlarım , bir kadının yaratılışına ve görünüşü­ ne aykırıydı. Sonunda bir kadın la beraberliğe karar verdim. A lm an ya’d a yaşıyorum . Kadın arkadaşım beni T ü rkiy e’d e bekliyor. Toplum da, tam m anasıyla yerim i a lm a k için, bu ra­ d a bir kadın d oktoru n a gidip, durum um u anlattım . D o k to r kan m uayenesi yaptı. Sonuç norm al dedi. Aylarca gidip, soru ­ larına cevap verdim. Sonunda erkeklik yönümün gelişmesi için, bana iğne yapm aya başladı. Henüz üç iğne vurdurdum ... ” Mektubu yazan C.S. travesti'nin, kendini transseksüel ‘sath-ı mailine’ bıraktığı, o müthiş noktadır: öteki cinselliğe doğru, sonu ve sonuçları, önceden pek de kestirilemeyecek, ‘muhataralı' bir yolculuğa çıkıyor. Mektubu okuduğum an, birden A n kara’dayım : sanat çevrelerinde adı duyulmuş aydın bir kadın, hikayelerini getirmiş, onları okuyorum: alttan al­ ta eşcinselliğin işlendiği, lezbiyen hikayeleri bunlar; yazarla, durumu konuştuğumuzda, eliyle göğüslerini koparırmış gibi bir jest yaparak, ‘Kanser bunlar, kanser' deyişi var ki, öteki cinse gitmek, onunla özdeşleşmek ihtirasını dehşetle gösteri­ yor. Hiç kuşkum yok, N ürnberg ’deki C.S. de, ‘erkekliğini' ta­ sarladığı anlarda, o aydın, yetenekli, üstelik evli barklı aydın kadın gibi bakıyor: öz cinsine, cinselliğine, küçümseme ile ka­ rışık bir istikrah; heveslendiği cinse, cinselliğe iştahlı bir gu­ rur ve ihtiras!

62

Y a D o k to r

Gilbert Tordjm an \ n kitabında aktardığı ‘vak'a,'

öteki a çıd a n , o daha az m ı ilg in ç? Bu defa içini d öken, k a d ın o lm a k isteyen b ir e rk e k tra n sse k sü e l’dir:

kadın o lm a k , h i ç d eğ i lse kad ın d i ye b i l i nm ek tutku­ su, ben de çok küçük yaşım da başladı. Ü rkek ve çekingendim ; yalnız kızlarla oyn am ak gelirdi içim den. R enk renk, ince in­ ce kadın giysileri, beni her zam an büyülemiştir. (...) Evde yal­ nız kalabildiğim zamanlar, başımın derdi saydığım organı, hiç belli olm asın diye, bastıra bastıra bağlar, son ra aynanın k a r­ şısına geçip, ken dim i bir kız çocuğu sanm anın tadını çıkarır­ d ım ... İstiyordum ki, kadınca m em elerim olsun, içim deki k a ­ dınsı ruha uygun bir seksim olsun. Eğer organ n aklin e gön ü l­ lü bir kadın bulsam , h er türlü riski g ö z e alıp o p eratöre k o ş a ­ cağım. E lim e fırsat ve olan ak geçti mi, hem en kadın ca bir h a­ vaya sokarım kendim i: giysiler, m akyaj, tırnak cilalamalar, zen­ gin bir p eru k ... Yemek pişirm eye, ev dü zen lem eye bay ılıy o­ rum. Ç ocukluğu m dan beri, biçki dikişten, örgüden h oşlan ı­ rım. Şim di d e aklım fikrim , kad ın kılığında so k a ğ a çıkm ak am a, p ek g ö z e alam ıy oru m ... D o k to rd a n , ısrarla istediği ne? E r k e k lik org an ın ın a lın m a ­ sı ve k a d ın a d ö n ü şm e k! O y s a , öteki cin se y o lcu lu k -h e le k a ­ d ın lık tan erkekliğe doğru y o la ç ık a n la r iç in - uzay yo lcu lu ğ u n ­ dan beter bir serü ven : a m e liy a t ö n ce sin in a k ıl a lm a z b ü ro k ­ ra sisin i, y a sa lla ştırm a işlem lerin in çetrefilliğ ini b ıra k ; o u zun , o ik ir c ik li p sik o te ra p i se a n sla rın ı g eç; b itm ek tü k en m ek b il­ m eyen h o rm o n te d a v ile rin i u n u t; y in e de ö n ü n d e, sağ lık k u ­ ru lların d an yasal iznin a lın m ası, başlı başına b ir serencam o la ­ ra k a m e liy a t k alıyo r. A m e liy a tın so n u cu , g ö rü n tü y ü k u rta rıy o r, fa k a t k iş i, a s ­ lında cin se l işlevin i y itirm iştir: erkek o lan k a d ın ço c u k y a p a ­ m a z ; k ad ın o lan erkeğ in , çocuğu o lm a z . D a h a s ı, nispeten k o ­ lay sa y ıla n ‘k a d ın la ştırm a ' o p e ra sy o n la rı, sü t gibi b ir vü cu t, iri göğüsler, d o lg u n k a lç a la r sağ lasa d a , n o rm a l sa lg ıla rıy la k en d iliğ in d en ısla n a n o la ğ a n b ir

vagina o lu ştu rm u y o r; d aha

z o r o lan ‘erkekleştirm elerd e' ise, sa k al b ıy ık , göğüs k ılla rı, se­

63

sin kalınlaşm ası vs. elde edilse de, cinsel sevişme sırasında a ya k ­

penis, ne y a z ık ki h a y a l, evet! D ü m en ’e g ö re, bu am açla yapılan am eliyat­ ta, karın derisinden vulva’nın üstüne aktarılan, beş altı seanslık, h er biri aylar süren am eliyatlardan sonra, eld e edilebilen sonuç, içinden idrar akan, am a erection olm ayan, deriden iş­ levsiz bir p en is’tir. " Bir b aşk a d o kto r, D o k t o r G ilbert Tordjm an, şöyle bir çö zü m a k ta rm ış: bir Slav cerrahı, geçen yıl bir kadın transseksüel üzerinde, yiğitçe bir am eliyat yaptı: m e­ m elerini kesip aldı onun ve bir kaval kem iği parçasından y ararlan arak, apış arasına bir fallus e k le d i." M arie Muller'in K aliforniya'da, o la y ın n asıl cereyan etti­ ğini, l ’E xpress\e şö yle ö zetled iğ in i o k u y o ru z . “... cerrah, ya sürekli erection halinde kalan b ir penis y a­ pıyor, ya d a derinin altına gizleyip içerden p en is’le irtibatlandırdığı lastik bir arm uda, gerektiğin de usulca basılm ak sure­ tiyle, erection elde ettiriyor; karm aşıklığına karm aşık am a, iyi kötü , başlarını beceriy orlar işte . . . ' ’ lan a n bir

D o k to r

P ek i, so nu ve so n u çla rı ö nceden pek de kestirilem eye cek , bu ‘m u h a ta ra lı' y o lc u lu ğ a , isteyen istediği yerde ç ık a b iliy o r m u?

“A la n

r a z i sa t a n r a z i ” a m a . •.

N e gezer, bazı ü lk elerd e ‘resm en y a sa k ; sö zg elişi F r a n s a 'd a , ne c in siy e t d eğ iştirile b iliyo r, ne de k im lik ! C in s iy e tin i b a şk a bir ülkede değiştirm iş bir F ra n sız 'ın , ülkesind e toplum a uyum sa ğ la m a sı im k a n sız gibi bir şey. D o k t o r

M arie-Ange'in ç ile ­

si, b unun k an ıtı: D ü n y a y a erkek o la ra k gelm iş, h a n id ir k a d ın o la ra k yaşıy o r. Y a ş a m a k s a y ılır s a , ta b ii.

Çocukluğum da kendim i oğlan çocuğu asla saym adım, sa d ece oğlan çocuğu rolünü y ap m ak zorundaydım ; gerçekte, d ah a o zam an durum um u açıklam ay ı d en edim am a, öyle bir anlayışsızlıkla karşılaştım, öyle bir huzursuzluğa sebep oldum ki, sonunda sırrımı ken d im e sa k la m a y a karar verdim . K im e açılsam ben i deli sanıyordu. İlk gençlik yıllarım, bu sebepten

64

k orku n ç sayılabilir: N e bir erk ek arkadaşım oldu, ne bir kız; tam bir yalnızlık için d e id im ." So n rad an onu n la evlenecek, y ılla rca ‘k a rısı' o la ca k M arieC lau d e’la o sıra k a rş ıla ş ıy o r la r ; d ü n y a n ın en g a rip evlen m e­ lerin d en birisi g erçek le şiy o r; ç ü n k ü M arie-Claude'un d ed iği­ ne b a k ılırsa :

o n a rastladığım da k ib a r aile çocuğu, derli toplu bir gençti; neresinden baksan , ideal k o c a izlenimi veriyordu. G ü­ z el bir kadın oldu ç ık tı." Marie-Ange'la M arie-Claude, affedersiniz, on beş yıllık karık o ca ; b irk a ç a ylık evli değil; g ünün birinde Marie-Ange, ‘ahval-i p e rişa n ı'n ı ‘k a r ıs ın a ’ açm ış; ondan a n la y ış g ö rü n ce, gi­ dip ö ğ retm en olan a n a sı-b a b a sıy la g ö rü şm ü ş; o n la r ne d iy e ­ b ilirle r k i, ‘a la n ra z ı, satan ra z ı, halt etm iş te ra z i’: Sonund a

B rü ksel'deki b ir k lin ik te k adın olup geliyor, işin tu h a ­ M arie-C laude d iy o r ki: “... aram ızda cinsiyet ilişkisi zaten olm adı, o erkek iken de, kadın olduktan sonra da, olanca gücüm le buna karşı koydum , g erçek bir toplum sal intihar ola ra k görüyordum durum u... “... hayır, bir erk ek le evlenip onu kaybetm edim , bir erkek h içb ir zam an m evcut olm ad ı; bilm ey erek, bir kadın la evlen­ miş bulundum ben; ön celeri p e k koym u yordu doğrusu, şim ­ di şim di koyuyor, çünkü toplum tarafından sürekli dışlanıyo­ ruz; artık biliyorum ki, ölünceye dek, alışılmış ölçülerin ve k a ­ lıpların dışındayız, kesin likle d ışın d a tutulacağız... Y a ş a d ık la r ı şe h ird e , (C lerm on d-F erran d) o n la rı k im se g id ip

fı a y r ılm ıy o r la r ;

evine ça ğ ırm a z m ış, o n la rın ç a ğ ırd ık la rı ise, a la k a sız b a h a n e ­ ler u y d u ru p k a y ta rıy o rla r. D a h a a c ısı, ne? Y e n i cin siyete k a ­ v u şm a n ın ilk a y la rd a k i heyecanı geçince, çeşitli y a sa l g ü çlü k ­ lerin sö kü n etm esi. K im liğ in i değiştirem iyor. O istediği k a d a r sü slensin , b o ya n sın , lacivert eteklikler, y ü k se k ö k çe li isk a rp in ­ ler g iy sin , sa rı sa ç la rın ı rü z g a rd a sa v u rtsu n , so ra n a ism in in

M arie-Ange Grenier olduğunu sö ylesin, ‘resm en ’ b ir erkek o l­ m ak ta devam ediyor, n ü fu s k a ğ ıd ın d a erk e k , nüfu s k ü tü ğ ü n ­ de e rk e k , y a sa l o la ra k cin siy e tin i d eğ iştireb ilm esi ise im k a n ­ sız. H a l böyle o lu n ca, ne

Sosyal Sigorta'ya yazılabiliyor, ne Ta-

65

hibler O dası’na; bırakın bunları, adına gelmiş iadeli taahhüt­ lü bir mektubu postadan çekmesi, bankada hesap açması bi­ le, başlı başına birer sorun. Belki onun içindir ki, M arie-Ang e şöyle demiş: “... en önemlisi cinsiyet değildir, kimliktin Şimdi vücudum­

dan m em nunum , vücudum la ruhum arasında g erekli uyumu sağladım, ne var ki yine birço k şeyin eksikliğini hissediyorum, en başta bir geçm işim yok benim . Geçmişi, yani sosyal bir kişiliği!

TRANSSEKSÜELLERİN CENNETİ

Ö te yandan, diğer bazı ülkelerde, ameliyat bıçağıyla isteye­ nin kendisine istediği cinsiyeti biçtirmesi, alabildiğine serbest bırakılmış; sözgelişi K aliforniya'da durum bu! L o s Angeles’i, San Fran cisco’yu, daha çok eşcinsellerin cenneti mi bel­ lemiştiniz? Yanlış, aynı zamanda transseksüellerin cenneti! Ge­ reken sadece iki ruh hastalıkları uzmanının ‘olur' raporu, iki yıl da süre! İstatistiklere bakılırsa, yirmi yıldır A m erika'da kadın-erkek senede ortalama beş bin kişi cinsiyet değiştirmek­ tedir: Aralarında on sekizine henüz basmış çocuklar da bu­ lunuyor, seksen yaşını geçmiş ihtiyarlar da; son birkaç yıldır, erkek olmak isteyen kadın sayısında belirgin bir artış kayde­ dilmiş, genel yaş ortalamasında da bir yükselme: İşin tecrü­ belisi bir cerrah, yemin billah, seksen iki yaşında bir kadını, erkek yaptığını açıklıyor: Kadıncağız ömrü boyunca bunu ha­ yal edermiş, meğer. Gazeteci M arie Muller, A m erika'lı transseksüeller ara­ sında geçirdiği saatlerin izlenimini, l ’E x p ress’te şöyle anlatı­ yor. Bir bakın isterseniz: “... San Francisco banliyösünde, bah çe içinde bir evdeyim.

Steve'in evi bu. Steve u fak tefek, buğday benizli, sakallı a d a ­ leli bir adam . Şantiye şefliği yapıyormuş. D ört yıl önceyse, jim ­ nastik öğretm eni, ad ı d a Doris. Ç oğ u onun g ibi transseksüel (kimi geçiş sürecinde, kim i bu süreci tam am lam ış) yirmi k a ­ d ar kadın ve e r k e k le baş başayız; başlayışı biraz yavan , fen a

66

h ald e kü çü k burjuva bir k o k te y l parti yaşanıyor. D avetlile­ rin başlıcaları Dan, Jo h n ve D avid ile karıları Anita, ]u n e ve Lisa. K oktey le katılan e r k e k gazeteciler, a çık ça h ay al k ırık ­ lığına uğradı; gelirken herhalde insanın içini karıştıran çok sek­ si, ço k şahane birtakım yaratıklar bulacaklarını sanmışlar; h a ­ ni erk ek mi, kadın mı p e k anlaşılam ayan türden. O ysa bu ra­ d a buldu kları ken d i halinde, biraz ters türs, bildiğim iz A m e­ rikan kü çü k burjuva kadınları. Fakat, erkek g azetecileri asıl şaşırtan, erk ek ler o lu y o r; araların da hem en hiç fa rk y o k , e s ­ ki kadın lıkların dan ise en u fa k bir iz bile taşımıyorlar. “... Steve hayatından m em nun, o d a se k s o lo g olm uş ç ık ­ m ış, diplom alı filan. A m erikan toplum uyla bir soru n u y o k , San F ran cisco’d a öylesi geçerli olduğu için m i ne, erkekliğ iy­ le övünen bir tavırla diyor ki: ‘Beş yıl ön ce kocam d an b o şa n ­ m ıştım, şim di karım dan boşan ıyoru m .' Bir ara cinsiyeti k o ­ nusunda tereddü te düşmüş, ken disin i lezbiyen (sevici) san ı­ yor, bereket hoşlandığı kadınların özellikle lezbiyen olm ayan­ lar olduğunu saptam ış da rahatlam ış, işin tuhafı on a ilgi g ö s­ teren kadın lar d a lezbiyenler değil, n orm al kadınlarm ış. D avid d e dengesini bulduğunu söylüyor, henüz evli, karısına gelin ce -ik is i d e gü lerek ilave ed iy o rla r- ‘n orm al bir k a d ın 'mış! Sevişiyor, sevişm enin bir gü zel tadını çıkarıyorlarmış; ilerde çocu k sahibi o lm a k isterlerse, suni d öllen m e yolu­ nu deneyecekler. “... Buna karşılık, kadınlığı seçen erkeklerin durumu, top ­ lumsal açıdan biraz d ah a zora benziyor. Veronica, erkeklikten kadınlığa geçiş sürecinin albüm ünü gösterdi bana. İlk resim, tatlı, az buçuk kız havalı bir oğlan çocuğu. Sonra karısıyla ev­ lilik, iki kızıyla babalık resimleri. Arkasından travestilik d ön e­ m i geliyor, başında peruk, d u dakları boyalı vs. G ittikçe çizgi­ leri yumuşayıp inceliyor, göğüsleri büyüyor. N ihayet, sırtında saydam bir sabahlık, ya da bikinili, kadın olarak o. İşin tuha­ fı son resim de yine travesti, bu d efa kravat, takım elbise giye­ rek yeniden erkekliği denemiş, çünkü kızlarını ziyarete gidiyor: Onun kadın olduğunu bilm iyorlarm ış, ne onlar, ne d e an n e­ leri.

67

Gel g ö r ki, m üdür olarak çalıştığı o pazarlam a ve rek­ lam firmasından ayrılm ak zorunda kalmış, Veronica, kadın ki­ şiliğiyle kendini başka yerlere kabul ettirm eye çabalıyor, o k a ­ d a r mutlu görünm ediğine göre, p ek d e kolay olm uyor b u ...

...

RİVAYET MUHTELİF

Peki, ya hekimler? Amerikanlı hekimlerin, olay karşısındaki tu­ tumu ne? Açıkçası, doktordan doktora değişiyor. Bir-ikisine göz atalım mı? C olorad o'd a D oktor B iber, rahat ve liberal: Üç bin dola­ rı bastıranı, kaşla göz arasında istediği cinsiyete aktarıyormuş! Galiba yanlış söyledim, ayrıca 2 8 0 0 dolar hastane ücreti, 125 dolar anastezi ücreti ödenecek; artı (yeni burnunuz için) 6 0 0 dolar, artı (yeni göğsünüz için) 5 0 0 dolar. Yeni hayatınızda ba­ şarılar dileriz, güle güle. Oysa, ruh hekimlerinin tutumu farklı, çok daha ince ele­ yip sık dokuyorlar: ‘Kinsey R a p o r u ’na emeği geçenlerden D oktor P om eroy, bunlara bir örnek oluşturuyor: İnce eleyip sık dokuduğu, her şeyden önce, transseksüel ile travesti’yi ke­ sin ve ayrı tariflere bağlamak istemesinden anlaşılmıyor mu?

“T ransseksüellerde, kad ın y a da e r k e k rolü vücudunu şaşır­ mıştır, bu şaşkınlık cid d i ruhsal boz u k lu k la ra y o l açar; oysa travestilikle, kadın kadın vücudunu, erk ek erk ek vücudunu kabu l eder, karşı cinsin kılığına girm ek, onun için cinsel ve ruh­ sal bir rahatlam a aracıd ır." Dahası D oktor Pum eroy, transseksüellerle travestilerin, kadınsamış erkek, erkeksemiş kadın eşcinsellerden, kesinlikle ayrılması gereğine inanıyor; çünkü bu sonuncular, onun gözünde, sayılsa sayılsa karşı cinsin bi­ rer ‘karikatürü' sayılabilirlermiş! Ameliyat olarak cinsiyetini değiştirmek isteyen biri, D o k ­ tor Pom eroy'a başvurdu diyelim, cevaplandırmak zorunda ol­ duğu bir sürü sorudan, bazıları şunlar: Sizde bu duygu han­ gi tarihte başladı? Fiilen kadın gibi giyinmeye (ya da erkek gi­ bi) ne zaman kalkıştınız? Mastürbasyona başvurma tarihiniz. Bu işi çok sık mı yaparsınız? (“ Ne kadar seyrek yaparsa, o ka­

68

dar transseksüel!” ) Nasıl yaparsınız? (“Elleriyle yapıyorsa, pe­ nisi ya da klitorisi kabul ediyor, o halde gerçek bir transsek­ süel değil.") Şaka maka, D oktor P o m ero y 'un başvuran hak­ kında açık bir karara varması, iki saati buluyormuş. Bir başka A m erika 'lı doktora, D ok to r Stokler'e göre ise, Birleşik Amerika'da (belki de dünyada) cinsiyet değiştirme ame­ liyatlarına başvuranların gittikçe çoğalması, ‘varlıksal b u ­

nalımın yoğunlaşm asından ve am eliyatın varlıksal sorunlara çabuk bir çözüm gibi görünm esinden ileri geliyor; adam öy­ le müthiş bir söz etmiş ki, herkesin elini şakağına koyup, uzun uzun üzerinde düşünmesi, hiç de fena olmayacak:

aslında transseksüeller çoğalm ıyor, cinsiyetini değiş­ tirmenin hayatını değiştireceğine inananlar çoğ alıy or." MERAKLISI İÇİN NOTLAR Travesti’lerin, transseksüel'lerin durumlarını, Batı'da bayağı ciddiye alıyorlar. Sözgelişi Fransa'da, özellikle öteki cinse yolculuk edenlerin çeşitli sorunlarıyla uğraşan bir dernek kurulmuştur: ‘Transseksüel’lere Tıbbi Yardım Derneği’ Kısa adı Amefa olan bu dernek, çeşitli faali­ yetleri arasında, Doktor Marie-Ange Grenier ile ‘eşi’ Marie-Claude Grenier'in durumunu ele almış, kamuoyunu harekete geçirebilmek için, olayı televizyon ekranına getirmiştir. Ülkemizde, Uğur Dündar’ın tra n ssek sü el’lerin durumunu işle­ yen Olay programı bir yana bırakılırsa, sorun daha ziyade dedikodu ve skandal basını için malzeme mahiyetinde görülmektedir. Oysa trans­ s e ksüel'lerin sayıca epeyce çok olduğu, travesti'lerin ise, -hele büyük şehirlerde- başa çıkılamaz bir hal aldığı biliniyor. Bir gazete haberi­ ne göre, İzmir’de Ahlak Zabıtası’ nın bir geneleve yaptığı baskında, ev­ deki ‘hayat kadınları’nın 32 tanesi ‘travesti' çıkmıştır. Bir başka habe­ re göre ise, İstanbul Ahlak Zabıtası'nın randevuevi baskınlarında, bir gecede 17 ‘travesti’ eşcinsel meydana çıkarılmıştır.

69

8.

‘BU DÜNYADA BANA YER YOK!’

“L ü ks travesti’lerin g örkem li dünyasına P aris’te girdim . G eorge ja m ieso n gitmiş, kay bolm u ş; yerine Tony April adın da

şahane bir kadın belirmişti. D ior’dan, B alm ain ’den giyiniyor­ dum. Göğüslerim in yeterince gelişm esi için, haftada d ört d e­ fa, bir sosyete doktoru n a götürüyorlar: O estrogen iğneleri ya­ pılıyor. O yıllar Carrousel'in ünlü yılları: Ben varım, Ruby var, Everest var; yıldızım ız ise C occin elle... “... Z am an zam an kendim i, onlarla kıyasladığım olurdu, bir travesti gün ışığında ‘fe la k e t ’tir, ben öyle değildim : Ünlü ressam S alvador D ali ‘hü n sa’ ola ra k ısrarla resm im i y apm ak istiyordu. E trafım daki erkeklerd en benim le birlikte olm ak is­ teyen isteyene! Ö bü r ‘k ız la r’ için bir şey söyleyem em am a, B am bi ve ben, g erçek birer ‘h a n ım efen d i’ g ibi davran ırdık: T ek lif kim den gelirse gelsin, a s la ken dim izi satm adık. Bunları April Ashley söylüyor, travesti'likle transseksüel’lik arasındaki ‘sath-ı mailde' uzun süre kalamayıp, 1960'tan sonraki hayatını ‘kadın' olarak yaşayan, eski Ingiliz traves­ ti. Resmine dalıyor, 1950'lı yılların R aspail Bulvarı 'ndan, bilinmez hangi gece yarısı, uzun ve narin siluetini çıkarmayı deniyorum. imkansız. Coccinelle, evet! B am bi, evet! Ruby, evet! Fakat Tony A pril, hayır! Oysa, Fransızca kurslarına de­ vam ettiğim A lliance Française ile C arrousel, handiyse kapı komşusu yapılardı, zamanın ‘tanınmış' travesti'lerini, ya gü­ müş mavisi bir Cadillac'tan inerken; ya ‘işten önce, civar bistro ’lardan birinde, elinde kadeh; hiç değilse meşhur gece ku­ lübünün vitrinlerindeki fotoğraflarda görmüş, tanımıştık.

K a z a b la n k a ’d a k i Dr. B u ro u ’nun bıçağı altına ilk ya-

70

tanımız C occinelle oldu. Bir M arilyn M onroe ışıltısıyla dönüp, N otre-D am e'da ‘evlen diği’ günü, unutam am . Ben, o teh lik e­ li am eliyatın m üthiş acılarını, am eliyat sonrasının ağ ır buna­ lımlarını göğüslem eye an cak 1 9 6 0 ’da hazır olacaktım . N ih a­ yet kadın o lm a k ben i mutluluğun doru ğu n a ulaştırdı. A dı­ mı doğduğum aydan (April/Nisan) soyadım ı ise R ü z g a r G ib i G e çti' d ek i A shley’den alıp, A pril A shley o ld u m ... “T ereddütlerim de h aklıydım : Uzmanlar ısrarla uğraşm ış­ lardı, am eliyat travesti'ler, ya d a eşcin seller için, çoklu k, bir felaketle sonuçlanıyordu; kadın giyinmek, kad ın yaşam ak baş­ ka, oysa tam am ıyla kad ın olm ak b a şk a : Ö n ceki hevesler, kadın olm ak gerçeğini taşıyamıyor. Benim böy le sorunum o l­ m adı. C arrousel’den ayrılıp L o n d r a ’ya döndüm : Ünlü, sevi­ len, aranan bir m an ken dim , artık; iyi b ir m uhit yapm ıştım : Yalnız L on dra'da değil, P aris’te, Nice'te, Güney İspanya'da; Peter O 'T oole, O m ar S h arif ya d a Sarah C hurchill günleri­ ni ben im le paylaşm aya hazırdı. A rthur’la evliliğim, o yıllara rastlıyor."

UYARILAR BOŞUNA DEĞİL...

Ö zcan K ökn el, K rom ozom lar, iç salgı bezleri, iç ve dış cinsel o r­ ganların gelişm esi, bilim sel olarak incelenm eden; ruhsal o la ­ rak eşcinsel eğilim ler gösteren, cinsel rolünü benim sem em iş; ya d a karşı cinsin giysilerine düşkünlük (transvestism) g ö ste­ renlerin, am eliyatla cinsiyet değiştirm esi ço k sakıncalı son u ç­ la r verm ektedir. Bunlarda, özellikle erkeklerd e, cin sel organ ­ ların kesilm esi, iç salgı bezlerinin işlevlerinin değiştirilmesi, dı­ şardan kadın horm on u verilmesi, türlü beden sel ve ruhsal s o ­ runların ortaya çıkm asın a y o l açar. " B ir b aşk a u zm a n , A m erika ’lı D o k t o r W alker, bu k o n u d a her tü rlü sın ıfla n d ırm a y a k a rşı ç ık a r a k , d iy o r ki: “B irbirini tutmayan bir sürü davranışa rastlıyoruz: Görünüşü transseksüel, gitmiş ses değiştirmiş, ruhu oysa eşcinsel, ‘hoşgörülü ’ bir büyük şehirde yaşasaydı, m u htem elen seks değiştirm e g ere­ U z m a n la rın u y a rıla rı, evet! Sözgelişi Prof. D r. d iy o r ki: “ ...

71

ğini du ym ayacaktı. " D o k t o r W alker, a y rıca ilg in ç r a k a m la r veriyo r, h a sta la rı a ra sın d a am eliya tla k a d ın o lm u ş erk ek le rin yü zd e 1 5 -2 0 ’si, so n ra d a n lezbiyen (sevici) o lm u şlar, k a d ın la ­ ra d ö n m ü şle r y a n i; buna m u k a b il, a m e liya tla erk ek liğ e geç­ miş k a d ın la rd an sadece üçü ‘h o m o ’ olm uş! (K a d ın la r daha mı b ilin ç li d ersin iz?) M ü t h iş y a şa n tısı, in a n ılm a z cin sten tecrü b esiyle P enthouse gibi bir derginin ‘cinsen so ru n la r’ uzm anlığ ın a ‘y ü k selm iş’ ü n lü X aviçra H ollan der de, X aviera a d lı k ita b ın ın bir y e rin ­ de sa p ta m a y ı d o ğ ru lu y o r: “H o lla n d a ’d a bir transseksüel ta­ nıdım, erkek iken sad ece kadınlarla yatar kalkardı; bir e r k e k ­ le ilişkiye girdiği görülm em iş, istediği kadın o lm a k tı sad ece, am eliyatla cinsiyetini değiştirdikten sonra d a erkeğe el sürm e­ di, ünlü bir lezbiyen oldu çıktı.

ROLA’NIN TRAGEDYASI... Y a n lış bir tra n sse k sü e lliğ in , u laşab ileceğ i en y ü k se k trag ed ­ ya yoğunluğunu, yoksa İtalyan ressam R o /a ’nın akıbeti m i gös­ te riy o r? A s k e rlik resm in e b a k ılın c a , k a şlı g özlü b ir L a t in ya­

R olan do (asıl adı) d iy e im za la d ığ ı ta b lo la rın ı sata b iliyo r, a sk e r­

k ış ık lıs ı, çevresin d e, iyi k ö tü ‘şö h ret' y a p m ış, b o ya d ığ ı,

lik bitti m i bitti, y a tıy o r b ıçağ ın altına, a m eliya t, ted avi, ru h ­ sal a lıştırm a filan , bir süre so n ra b ir de b a k ıy o rsu n u z, basba­ yağı güzel sa y ıla b ile ce k genç bir k a d ın ressam o lu ve rm iştir, ad ı da

R ola.

H a v a sı iyi, ‘sü k se si’ ç o k , ta b lo la rın ı daha p a h a lı sa ta b ili­ yor, a rz u ettiğini sand ığ ı k a d ın lığ a da k a v u şm u ş, m u tlu lu k ­ tan u çu y o r o lm alı, öyle m i? H a yır, April A shley ’ in tersine, Rola d a h a a m e liy a tın ın h em en so n ra sın d a ha lin i beğ enm em iş, yü reğ in d e te h d itk ar ve k a ra n lık bir ho rtu m gibi o lu ştu ğ u n u hissettiğ i b u n a lım ı, k e n d in i tu v a lle rin e hap sed erek g e çirm e ­ ye ç a b a lıy o r; n afile! O n yıl k a d ın lık , on yıl m u tsu zlu k ! İta ly a n gazeteleri, o k en d ilerin e h a s fa rfa ra c ılık la rıy la , h a ­ beri b irin ci sayfad an ve riy o rla r: R o /a ’nın hem k a d ın , hem er­ kek b ire r resm in i y a y ım la m a y ı u n u tm a y a ra k :

72

On yıl önce erkekliğ e veda ed erek kadınlığı seçen ün­ lü ressam R ola, F ren ze’d ek i evinde, kendisini s o b a borusuna asarak intihar etti. Cesedi, intiharından üç gün sonra bulunan R ola, g erid e bıraktığı pu su lada şu satırları karalam ıştı: ‘N e erk ek , ne de kadın ım , bu dü n yada ban a yer y o k . Bu hayatı yaşam aktan b ık tım .’” Y o k y o k , b u serü ven , u za y y o lcu lu ğ u n d a n beter!

M u tlu

b İ r İs t İs n a m i ?

A pril A shley (L ady R ow allan ) m u tlu b ir istisn a m ı­ d ır? O bserver’den M aureen Cleave, o n u öyle b ir a n la tıy o r ki, O h a ld e

insan ih tişa m lı b ir saad et için d e yü zd ü ğ ü n e k o la y c a in a n a b i­ lir:

A pril Ashley, G aller sınırındaki kü çü k b ir k a sa b a d a , H ay-on-W ye, renkli bir kişilik o la ra k yaşıyor. O rada evi var, o, yanında çok sevdiği k ö p eğ i Flora, kürklü kalpağının altın­ d a, yüksek topuklu çizmelerinin üstünde, çevredeki paste! g ö l­ geleri darm adağın ederek dolaşır. İsterse F lo ra ’nın yiyeceği­ ni alm ak için so k a ğ a çık a ca k olsun, aynanın karşısına yığı­ lıp yüzünün m akyajıyla bir saat uğraşm aya üşenmiyor: onun için bu bir ‘disiplinm iş,’ ‘yüzüm ’ diyor, ‘dünyanın en boş yü­ zü; onun üstüne h er gün b a şk a bir resim çiziyoru m !’ G ece çıkacak olmasın, gelsin opera pelerini, elişi B rü k­ sel danteli, eld e bo y a m a ip ek le; o şah an e m an ken geçm işin­ den, St-Laurent, Balm ain, T hea P orter tuvaletleri. ‘G ece ih­ tişam ıym ış b u ,’ 19 6 0 ’larda öğren m eye başladığı ‘şah an e k a ­ d ın ’ olm a tekniği yani, k o ru m a k zoru n da olduğuna inandı­ ğı bir ‘m ev kiin ’ g erek leri: ‘Bir lokan tay a girdiğim de, ben den beklenildiği g ibi davranm alıyım ; bir cüce değilim ben, boyum bosum yerinde, uzunum ve görkem liyim ; kim seyi h o r görm em am a, benim bulunduğum yerde sad ece ben bir yıldız gibi parlam alıyım . ’ Yakında bir yere yem eğ e çıkacak oldu k, o siyah k ü p e­ lerine uyan siyah bir şifon a büründü, uzun ve siyah bir şala sarındı; ayaklarına, siyah balıkağı çoraplarını giymiş; parm ak-

73

lavına nişan ve n ikâh yüzüklerini takm ıştı. 47 yaşındaym ış, bayağı uzun boylu, göğsü adam akıllı dolgun, bacakları m ev­ zun; m ü kem m el bir İngilizceyi, derinden, h a fif çatlak bir ses­ le konuşuyor; yüzünün o ünlü güzelliğini fark edebilm ek için, artık her gün tazelenen m akyajın katlarını aralam ayı bilm ek la z ım ."

YALNIZ BİLESİNİZ Kİ...

Neresinden bakılırsa bakılsın, bu görüntü, harp ertesi Liverpool'unun karanlık yoksulluğunu paylaşan sarhoş bir gemi­ cinin dokuzuncu oğlu için, tasarlanması bile imkansız bir film görüntüsüdür. Baba sarhoş, çoğu zaman denizde; ana çocuk boğmasına uğramış, şaşkın ve öfkeli, on yaşındaki G eorge ja m ieson'un hayatı ne olabilirdi ki, hayalleri görkemli olsun? “ ... Annem yem ek seçm em e kızardı, tek parasız besinim iz

olan o k u l sütünü içm eyişim , onu çileden çıkarıyordu. O ku l­ da mutsuzdum; rah ibeler insafsız davranıyorlar, cetvelle d iz­ lerim ize vuruyorlardı. Ç ocu klarla uyuşam ıyordum , bu da kötü davranm alarına yetiyordu. Kısacası, savaş sonrası gün­ lerinde, L iv erp o o l’da benim gibi bir oğlu olm ak, korku n ç bir şeydi. Ç ok zayıftım , ç o k ; o k a d a r d a utangaç. Sakalım y o k ­ tu, sesim kalın laşm ak bilm edi, göğü slerim de garip b ir büyü­ m e istidadı: N asıl bir a d a m o la ca k tım h en ?" ‘Adam olmaya' çalışmamış denemez: On beş buçuk yaşın­ da, babası ve kardeşleri gibi denizciliği denedi, başaramadı. 1950'li yılların başında, L o n d ra ’da okumaya çabalıyor, bun­ lar, aynı evde oturan bir arkadaş grubu, çoğu ‘hayta,' “ İç­

lerin de her gün çalışan bir ben vardım , işim se, b ey az bir m a­ sa örtüsü üstünde salam d ilim lem ek; onların saçm alıkların a katılmadığım için şaşarlardı bana, am a ben, günün birinde k a ­ dın olacağım ı biliyordum , derli topluydum bu y ü z d en ." Peki, ressam Ro/a’nın tragedya yoğunluğunun temsil etti­ ği transseksüellik serüveninde, A pril A shley’i bir mutlu son (happy end) mi sayacağız? Orası size kalmış, bir şey, yalnız bi­ lesiniz ki, resmi makamlar onu asla ‘kadın' saymadılar. Art-

74

hur C orbett 'le evliliği iptal edildi; Katolik olduğu halde, üç in­ tihar teşebbüsü var, son yirmi yıl içinde iki kere kalp krizi ge­ çirmiş. Ha, alkolik olduğunu da söylemiş miydim?

MERAKLISI İÇİN NOTLAR April Ashley, anılarım dostu yazar Duncan Fallow el’in yardımıyla yazdı ve April Ashley’in Serüveni adı altında yayımladı (1982). April Ashley’in enbüyük hevesi film yıldızı olmaktı; 1960’11yıllar­ da Hong Kong Yolu adlı bir filmde rol almayı başarmıştı, fakat basın­ da ‘erkekten dönme’ olduğu açıklanınca, rol ondan geri alındı. Carousel revüsü tam kadrosuylaTürkiye'ye birkaç defa gelmiş ol­ duğuna göre, April Ashley’i (o zamanlar TonyApril) de, ‘gerçek bir ha­ nımefendi gibi davrandığını' söylediği Bam bi ’yi de görmüş ve tanımış olan hovardalarımız çıkabilir.

75

9.

‘KADIN İKEN DAHA İYİ BİR ERKEKTİM’

Epeyce oluyor, büyük gazetelerin birinde, üç sütun üzerine şu başlık: “O n Yıldır D oğum Yaptıran E be M eğer E r k e k m iş !” Bursa'dan ‘geçilmiş’ haberin, bazı bölümlerine bir göz at­ mak istemez misiniz? Santral G araj civarındaki otellerin bi­ rinde, fuhuş yaptığı sanılan bir kadın, polisin dikkatini çeki­ yor: Müdüriyete getiriyorlar, sorgu soru derken, iş uzayacak ‘şüpheli şahıs' geceyi ‘nezarette’ geçirecektir. Sabah, tam sa­ lıverileceği sırada, uzamış sakalları polisin gözünden kaçsa, ‘sırrını' kim bilir daha kaç on yıl kendine saklayacaktı; ama kaçmıyor, soruşturma derinleştiriliyor.

“Konuşm ası, h areketleriyle bir kadın d an farksız sanığın, N.Ç. adıyla, on yıldır özellikle köylerde eb elik ettiği ve doğum yaptırdığı ortaya çıktı. Çantası karıştırıldığında, ayrıca, h em ­ şire elbiseleriyle bir çocu ğa aşı y a p a rk en çekilm iş bir fo t o ğ ­ rafı bulundu. ” Asıl adı Nail’miş, polisler parfüm kokan uzun sarı saçla­ rı ‘takma mı' diye bakmışlar, değil, buna mukabil, iri göğüs­ leri sutyenine doldurduğu pamuklardan ibaret! Gerçek bir travesti olması, çok muhtemel, travestiliğe ‘ekmek parası' için kaydığını da savunabilir, çoğu öyle yapmıyor mu? Kimler diyeceksiniz, en başta eğlence endüstrisinin gözde yıldızları: Oyuncular, dansçılar, şarkıcılar, filan.

Z en n e

k İ m d İr ?

Öyle ya, ‘zenne’ kimdir? Ekmek parası için, ‘kadın giyinen' bir erkek değil mi? O , ‘ortaoyunu’nda nasıl ‘kadını' oynuyor-

76

sa, ‘k ö çe k ' rak sta a yn ı şeyi y ap ıyo r. K a ç g ö ç ’lü bir to p lu m d a, b a şk a tü rlü sü nasıl o la c a k tı? K a d ın eğ lencelerindeyse, k o lb a ­ şı çen g ilerin ‘e rk e k g iy in d ik le rin i,' ç o k y a şlıla rd a n b elki h a ­ tır la y a n la r çık a c a k tır. Sab ık B a lık h a n e N a z ır ı Ali Rıza Bey, 13. Asr-ı H icride İs­ tanbul H ayatı ’nd a a ç ık ç a y a z m a m ış m ı? Üçüncü fasıl Tavşan raksıdır. Bu raksd a kadifeden ya­ pılmış erkek biçim i kov alı şalvar ve o renkte d ar cam edan ve başlarına d al fes giyip bellerin e şal ku şan ırlar... ‘K aly on cu ’ oyununda, oyunun kah ram an ı olan k a l­ yoncu rolü çengiler arasında m ühim bir vazife sayılırdı. Çün­ kü levend endam lı ve gösterişli bir babayiğidin , bütün vazi­ yet ve tavırlarını can lan dırm ak her kadın ın kârı değildir... B aşın d aki kalyon cu kalp ağ ı kaşının üstüne yıkılm ış, sırmalı şalvar üstüne beline sardığı şalın münasip yerlerine ya­ tağan bıçağı, piştov, kam a ve em sali silahlar sokulm uş, sırm a cepken , kartal kan at om u za atılm ış oldu ğu ve bir elinde ra­ kı şişesi d iğ er elinde bıçağın kabzası bulunduğu h ald e yıkıla yıkıla kalyoncu ortay a çık a r... “ Z e n n e ” ye ç ık a n erk e k ise, M etin A n d’a g öre şö yle g iy i­ n iy o r: G iyim lerine gelince, s o k a k kılığında başta h otoz, b ey az yaşm ak, m avi ferace, yeşil p abu ç, e ld e şem siye. Yaşlı zenne kırm ızı ferace, başın da başörtüsü, elin de değ n ek, a y a­ ğında sarı çed ik pabuç. Arap zenne yüzünü boyar, feracesi kır­ mızı, başörtüsü beyaz, pabucu kırmızıdır. A bdülaziz çağında zenneler hotoz, entari, üç parça etek, şalvar giyer, saçlarını kur­ d ele ile bağ lard ı... K ö çe k le rin hele, k a d ın d a n hiç fa rk ı y o k : “ ... k ö ç e k le r kız g ib i giyinirler, saçlarını uzun bırakırlardı. Giyim leri şöyleydi: Sırma işlem eli saçaklı ipekli kum aştan bir fistan, toka, süslü ipek kum aşla altın suyuna batırılm ış kem er; sırtında ipek, sı­ çandişi işlenmiş g öm lek, onun üzerine som sırm a ile işlenmiş k a d ife veya alçu hadan dilm e, başların da d a hasır fes, üzerine ipek ve kıyıları sırm a ile süslenm iş çevre giyerler... ” B o y a n ırla r d a , ta b ii: K a ş la r a lın ıp , ra stık la ‘k a z a n k u lp u ' çek iliy o r, gözlerde sü rm e, suratta dü zg ü n ve a llık ; a y rıc a , u y­

77

gun yerlere dağıtılmış yapma ‘ben'ler. Osmanlı geçmişini şöy­ le dolaşıverince, günümüzün anason, soğuk izmarit ve amon­ yak kokan, karanlık pavyonlarında, gizli ya da açık, ‘oryan­ tal dansözlük' (köçeklik) eden travesti'lere, pek de şaşamıyor insan. Alt tarafı, ekmek parası (mı?).

“ BAZI KONULAR VARDIR Ki”

Dustin H o ffm a n ’ın, ‘ekmek parası çıkarmak' için, kadın gi­ yinerek oynadığı T ootsie, Sydney P o lla ck ’m filmi; ünlü reji­ sör, filmiyle ilgili olarak L e N ouvel Observateur muhabiri Bruno Villien’e şu ilginç sözleri söylüyor: — “ ... B azı kon u lar vardır ki, onları ciddi tarafından ele alm ak tehlikelidir; örneğin, kadınlıkla erkeklik arasındaki iliş­ kiler. Konuyu, bir dram çerçevesi içinde ele almayı, istem ez­ dim doğrusu: H erkesi sinirlendiriyor çünkü, kim se ne d iy e­ ceğini kestirem iyor, tutup kadının ve erkeğin yeniden tanım ­ lanm asını istiyorlar. İyisi m i işi k o m ed iy e d ökersin ; d ah a g a ­ ribi şu ki, film ko m ik leştik çe, insan işi d ah a ciddi tarafından ala biliy or... — “ Tootsie’de g erek filmin, gerek kahram anın ana fik ­ ri, Dustin H o ffm a n ’ın söylediği ‘K adın iken ço k d ah a iyi bir er k ek tim ’ sözünde ifad e edilmiştir. B öy le bir cü m le bir dram ­ da fazla iddialı gözüküyor, a m a k o m e d id e rahatça söy len e­ biliy or... ” Kim bilir, dünya sinemasının yeniden travesti'lerle ilgilen­ meye başladığı, Wilder’in “Som e L ik e It Hat/Bazıları Sıcak Se­ ver "in den (1959) beri, konuyu işleyen bütün filmlerin kome­ di oluşunu, P ollack’m sözleri, belki açıklıyor. Bazıları Sıcak Se­ ver, bir Marilyn M on roe filmiydi. 1920'ler Amerika'sının za­ rif bir taşlaması, fakat Tony Curtis’le ja c k L em m on ’un travesti'lerindeki başarı kolay kolay unutulabilir mi? Batı sahne -hatta edebiyat- geleneğinde travesti, en az Doğu'daki kadar kullanılmış; S h akesp eare’in kim bilir kaç oyu­ nunda kadınlar erkek, erkekler kadın kılığına girmişlerdir;

78

C om m edia d e ll’arte' nin, Fransız B ulvar T iyatrosu ’nun çoğu komedilerinde travesti’yi oyuna sokmak, seyirciyi bilinmez hangi şüpheli yerinden yakalayan, hınzırca bir truc sayılmış­ tır. Sinema olaya geç yaklaşıyor, biraz da 1 9 6 0 ’lı yıllarda dün­ yayı saran erotizm dalgasının etkisiyle! B lake E dw ards’ın Victor V ictoria’sı, Sidney P o lla ck ’ın T o o tsie’si, rağbet gören ilk başarılı örnekler; ikisinde de, kahramanların öteki cinsin kı­ lığında yaşamak zorunda kalışının, ‘ekmek parasını kazan­ maya’ bağlanmış olmasına ne demeli: Victoria erkeklik, Tootsie ise kadınlık taslamaz, öyle yaşamazsa, istedikleri ro ­ lü alamıyorlar. Boyu bosu, hali tavrı elverişli olduğundan mı nedir, son derece başarılı bir Victor olan Ju lie A ndrew s’in film bittikten sonra: “— E rk ek kılığın da ken d im i p e k ra h a t h is­ sed iy ord u m !” demesi sorunun cinsel boyutunu aklımıza ge­ tirse de, bunun vebali Ju lie A n drew s’in o sözü söylediğini nakleden, l ’E xpress muhabiri C atherin e L a p o r te ’un boynunadır. Ya Boy G eorge, o tombul, epeyce ‘üşütük’ genç kız haliy­ le, kendini ‘rahat hissetmiyor’ mu dersiniz?

“ M id d l e S e x "

Victor Victoria'yı seyrederken, üzerimde bir an ‘Ben bu filmi gördüm’ duygusu! Çok geçmeden, yanılsamanın nereden doğduğunu çıkarıyorum: Ju lie A n drew s’ın Victor'u, Paris'te yaşadığım 5 0 ’li yılların Margot'sunu fena halde çağrıştır­ maktadır: Purosunu alıp eline bir pipo ver, sağ gözüne bir tekgözlük tak; kaşları az daha ince, saçları çok daha siyah olsun; al sana M argotl Çağrışım boşuna değildi, oldukça sağlam bir sebebe dayanıyordu: B la k e E dw ards, filmini 1 9 3 0 ’lu yılların bir bulvar komedisinden esinlenerek çevirmiş; M arg ot’ysa o yıllar Paris'inin, savaş ertesine sarkmış, dolaysız uzantısı! O zamanlar Victor/M argot türünden travesti’lere, aydınlar ne ad takmış, merak etmez misiniz? “L e troisem e sexlüçüncü cins ” diyorlar. 1 9 8 0 ’ler L o n d ra ’sının, kılığı kıyafetiyle olduğu kadar, se­

79

siyle de cinsiyeti tam anlaşılamayan p o p (yoksa punk mı de­ meliyim) şarkıcılarına bu tarif yetmiyor: Belki ‘erkek' giyinen ve yaşayan 1930 Paris kadınlarının soylu ve kibar erkeklere özenmelerine mukabil, ‘kadın' giyinen ve yaşayan 1980 L o n d ­ ra şarkıcılarının çapaçulluğundan doğuyor, bu yetmezlik, belki de günümüzdeki kıyafet çetrefilliğinin tam bir kaos man­ zarası arzetmesinden! İngilizlerin bulduğu terim de hayli açık­ layıcı, 'Middle Sex/Ara seks ’ demişler ki, ‘ne o ne bu' anlamı­ nı da içeriyor, ‘hem o hem bu' anlamını da! P op sahnesine travesti'yi ilk taşıyan D avid B o w ie olma­ mış mıydı? Ondan daha çok, bir dikkati çekm e oyunuymuş, şöhrete yerleştikçe hafifledi, sonra kayboldu. B oy G eorge öy ­ le mi ya? Travesti'liğinin şarkıcılığıyla ilgisi olmadığını ağzıy­ la söylüyor, içinden geliyormuş boyanmak, on iki yaşından beri eyeliner kullandığına ‘vallahi komşular şahit,’ gözlerini hanidir böyle buğulu kam asutra gözleri olarak boyuyor, kaş­ ları derseniz kazıyalı çok olmuş! B oy G eo rg e’u böyle konuşturan, aslında rakibi/rakibesi Marilyn; ‘ara seks’ şarkıcıları arasındaki yerini tehdit mi edi­ yor ne, adama verip veriştiriyor: “— Yooo, sevimli olmasına sevimli Marilyn, ama görüntüsü mide bulandırıcı, çünkü M a­ rilyn M o n ro e’ya, o zarif ve güzel kızcağıza benzemeye uğra­ şıyor: Tarzan yapılı kapı gibi bir herifin, kendini Marilyn Monro e sanması iğrenç doğrusu!" Marilyn, Boy George'un tombul çapaçulluğundan uzak bir tip, formülünde erkeklik daha fazlaca, davranışları, konuş­ ması, dans etmesi, ‘erkek' ama, ‘kadın' gibi boyanıyor, ayna­ lara bakışıysa bir vamp bakışı kadar hülyalı! ‘Ara seks'in en ünlü kadın şarkıcısı Nina H ag eılin tam karşıtı yani: Nina Hagen, bir erkek gibi bakar, saçlarının yarısı usturayla kazıtıl­ mış, üstte kalan bölümü eflatuna boyanmıştır; sahnede sık sık, -tepeden tırnağa- siyah deriden ‘erkek’ elbiseleriyle görüyor­ sunuz! Fransızcada ‘iki iskemle arasına oturmak' diye bir deyim vardır ya, 1980'li yılların ‘ara seks’ şarkıcılarını görüp, hatır­ lamamak elde değil.

80

GİYİMDE CİNSEL BİR OZMOS...

1940'lar, ‘gırgırı' seven, hafif ‘fırlama,' bir öğrenci grubuyuz; mekânımız Beyoğlu, Ş işliffünel tramvaylarının ıslak kürk, giz­ li parfüm koktuğu yıllar, savaş Karadeniz'in üzerinde kalın bir bulut, simsiyah uğulduyor: B oğ az 'da tutsak iki Romen gemi­ si, Transilvanya ve B esaraby a, ağır ağır eskiyorlar. O ‘acayip' kadına G alatasaray Postanesi etrafında rastlar­ dık, azınlık okullarından birinde jimnastik öğretmeniymiş, ‘ya­ rı erkek' giyimi aramızda uzun süre ‘matrak mevzuu’ olmuş­ tur. Nasıl bir giyim? Erkek desenli erkek kumaşından erkek kesimi bir tayyör, altı kauçuklu süet pabuçlar, gömleğinin sa­ dece kravatı eksik, yerine siyah bir kordon bağlanmış, bilek­ te erkek kol saati, elde erkek çantası. Yüzüne damla boya sür­ mediği gibi, saçlarını bütün ‘erkek' kestiriyor, üstelik döne­ min modasına uyup, ensesini ‘makineyle' aldırarak! ‘Travesti’ kişiliğine ne kadar yerleşmiş olmalı ki, bir ara saçlarını uzat­ ması şartıyla onunla evlenmek isteyen varlıklı Rum tüccarı gö­ zünü kırpmadan reddetmiş. Öyle söylüyorlardı. Kırk yıl önce Beyoğlu'na girdi mi milleti kendine baktıran o ‘yarı travesti' kadın, bugün aynı kılıkla aynı yerden geçse, dönüp bakan olur mu? Çizme, şapka, kravat, yelek dahil, bü­ tün aksesuvarıyla ‘erkek' giyinmiş nice kadınlar, ellerinde cıgara, etrafı kaplamıştır. Ya erkekler? Bırakın eşcinsel kayma­ ların ortaya çıkardığı ‘kadınsılıkları,’ bildiğimiz erkek berbe­ rinin yerini -yarı güzellik salonu- kuaförlerin aldığını görmez­ den gelebilir miyiz? Buysa manikürün, pedikürün, saç bakı­ mı ve boyamasının, orta sınıfa yayılmasıdır. Parfüm ayrı ba­ his, çoğu asansöre dalar dalmaz genzimizi tıkayan ağır koku, bir önceki yolcunun erkek mi yoksa kadın mı olduğunu an­ lamamıza, eskisi gibi imkân vermiyor. Erkek giyiminin, ufak ufak, kadın giyiminden neler ‘yürüttüğünü' merak ediyorsa­ nız, kırk yıl öncesinin erkek modellerine bakacaksınız: Aklı­ nız durur. Yozlaşma mı bu? Tarihten alacağımız kesitler nice benzer­ lerini sergilemese, yozlaşma diyelim; ama ister Doğu, ister Ba­

81

tı olsun, tarih boyunca toplumlar travesti kaynıyor. Öyleyse yaşadığımız süreç, feodal dönem erkek egemenliğinin bıçak keskinlikleriyle uyguladığı kadın/erkek giyim karşıtlığının, en­ düstri toplumunun ağır koşulları altında, eriyip dağılma sü­ reci; giyimde cinsel bir ozmos yaşanıyor, bu, ruhsal bir has­ talıksa bile, Dr. G ilbert T ordjm an ’ın dediği gibi, Bütün

ru hsal yapıyı saran ve sarsan bir delilik değil! Çünkü travesti'ler karşı cinsten olduklarına inanm ak saplantısı dışında, psi­ kiyatrik bozu klu kla yoru m lan acak, hiçbir düşünce ve d av ra­ nış anorm alliği gösterm ezler. Üstelik h er türlü sapıklıklardan -ö z e llik le eşcin sellikten - ken dilerin i uzak tutarlar " MERAKLISI İÇİN NOTLAR Victor Victoria’da JulieAndrews'in travesti hali, Paris'te yaşadığım 50’li yılların Margot'sunu fenahalde çağrıştırmaktadır: purosunu alıp eli­ ne bir pipo ver, sağ gözüne bir tekgözlük tak, al sana Margot. Bu ve­ sileyle onun, aşk konusundaki şu paradoksunu hatırladım: “ -

Birbi­

rine bağlı çift ilkesi, ancak erkeğin üretici kadının tüketici olduğu toplumlara vergi bir lükstür; üretime kadın da erkekle eşit oranda ka­ tıldıkça bu bağlılık yok olacak, yerini cinsel bir özgürlük alacaktır.” Şimdilik bu tahmin, onların toplum larıiçin, pek de yanlış gibi görün­ müyor.

82

M E R A K L IS I İÇİN E K L E R : 2

"... İlk özelçocuk giysileri, on altıncı yüzyıl sonunda, ortaya çıktı; bu ço­ cukluk kavramının belirmesinde, önemli bir tarihti. Önceleri, çocukla­ rın giysileri, yetişkinlerin eski giysilerine bakılarak yapılıyordu; tıpkı küçük-soyluların eskilerini giyen alt sınıfların giysileri gibi. Bu eski hava­ lı giysiler, çocukların ve emekçilerin, genel yaşamın gittikçe daha çok dışında bırakıldıklarını gösteriyordu. Fransız devriminden önce, alt sı­ nıfları daha iyi belirleyen özel denizci pantolonları çıkmadan, aynı gö­ reneğin üst sınıf erkek çocuklara da bulaştığını görüyoruz. Bu önem­ lidir, çünkü üst sınıfın içinde çocukların bir alt sınıf oluşturduklarını açık­ ça gösterir. Giysilerin işlevlerindeki bu farklılaşmanın sınıf ayrımını derinleştirmesi ve belirtmesi, on yedinci ve on sekizinci yüzyılda, baş­ ka türlü açıklanamayacak göreneklerde de görüldü: hem erkek hem de kız çocuklar, giysilerinin koltuk altlarına tutturulmuş, arkadan yere dek uzanan iki geniş kurdele takmakzorundaydılar. Bu kurdelelerin tek işlevi, terzilerin çocuk giysilerini bunlarla belirtmeleriydi. Özellikle erkek çocukların giysileri, cinselliğin ve çocukluğun, ekonomik sınıflarla ilişkisini çok iyi ortaya koyar. Erkek çocuk kaba­ ca üç evreden geçiyordu: erkek bebek kundaktan çıkınca kız çocuk giy­ silerine bürünüyor, beş yaşlarında yetişkin erkek giysilerinin ögelerini (ör: yaka) taşıyan giysilere geçiyor, son olarak delikanlılığında da, her şeyiyle asker donatımına bürünüyordu. XVI. Louis çağında da büyük erkek çocukların giysileri hem eskiydi (Rönesans yakası), hem alt sınıf özelliklerini taşıyordu (denizci pantolonları), hem de erkekçeydi (askeri, düğmeli ceket). Çağdaş dille söylersek, çocuğun ‘uzun pantolon’ giymek istemesi gibi, giysiler, erkekliğe geçişi başka bir bi­ çimde gösterir oldu. Çocuk giysileri tarihinde yansıyan bu erkekliğe geçiş evreleri,

83

Oedipus Kompleksi konusunda söylediklerimle çakışıyor. Erkek çocuk­ lar yaşama, kadınlardan oluşan alt sınıfta başlar. Kadınlar gibi giyin­ diklerinden, hiçbir biçimde kız çocuklarından ayrılamazlar; bu evrede, hem erkek hem de kız çocuklar, kendilerini anneleriyle, kadınla özdeş­ leştirir, bebek oynarlar. Beş yaşına doğru çocuğu annesinden kopar­ ma çabaları başlar; bu yavaş yavaş yapılır, örneğin babaya benzemek için yaka takılır: Bu Oedipus Kompleksi'nin geniş dönemidir. Sonun­ da çocuk, kadınlardan kopup erkekle özdeşleştiği için, ‘büyükler'in giy­ sileriyle ödüllendirilir, bu giysilerdeki askeri donatım, ilerde kazana­ cağı yetişkin erkek egemenliğinin habercisidir. Peki, ya kızların giysileri nasıldı? İşte size şaşırtıcı bir gerçek: Çocuk­ luk, kadınlar için geçerli değildi. Kız çocuk, kundaktan sonra doğru yetişkin kadın giysilerine geçiyordu. Kızlar okula gitmiyordu. Dokuz-on yaşlarındaki bir kız çocuktan, tam bir 'küçük hanım' gibi davranması bek­ lenirdi; uğraşları, yetişkin bir kadının yaptıklarının aynısıydı. Yeniyetmeliğe erişir erişmez, daha on-on iki yaşlarındayken, kendisinden çok yaşlı bir erkekle evlendirilirdi..." Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği

84

Yalanla Yanlış Arasında

M E R A K L IS I İÇİN E K L E R : 3

“Cinsel yokluk, cinsel yaşama dışardan zorla uygulanan düzenleme­ nin sonucu olduğundan, cinsel yaşamı tekeşli zorlama evliliğin belir­ lediği bütün toplumlarda aynı sıkıntıyla karşılaşırız. Cinsel etkinliğin bastırılmasıyla, halkın dolaysız çıkarları (beslenme, barınma, eğit­ sel gereksinimler) arasındaki ilinti şöyle kurulur: İktisadi darlığın, toplumun küçük bir kesimini etkilemesine karşılık; cinsel darlık, top­ lumun bütün katmanlarında ortaya çıkan bir olgudur; ama, varlıklı sı­ nıfla yoksul sınıfta kendini aynı biçimde göstermez. Açlık ve konut sıkıntısı, yoksulların cinsel yoksulluğunu artırmak­ la kalmaz; aynı zamanda -cinsel yaşamla ilgili korkunç yasaları bir ya­ na bıraksakbile- bu derde çare bulabilmek için, onlara, varlıklıların elin­ deki sayısız olanaklardan, bir tekini bile sağlamaz. Otoriter toplumun, cinsel gereksinimlerin karşılanması sorununu, neden başka türlü de­ ğilde böyle çözdüğünü (aynı soru beslenme güdüsü konusunda da so­ rulabilir), çocuklarla gençlerde görüldüğü üzere, kimi durumlarda bu etkinliği neden bütünüyle bastırdığını araştıracak olursak, hep şimdi­ ki toplumun toplumsal/iktisadi çıkarlarıyla karşılaşırız. O zaman, kişi­ lik zırhına bürünmüş insanların egemenliği altında yaşayan bir top­ lumun, iki temel kuramını: tekeşli zorlama evlilikle, ataerkil aileyi sür­ dürebilmek için cinsel etkinliği bastırdığını saptarız. Cinsel darlık, sinir hastalıkları, sapıklıklar, işkenceli öldürmeler; cinsel bastırmaya eşlik eden -«o riter düzenin bile arzulamadığı, ama kaçınam adığı-alt ürünlerdir: Böylelikle ortaya çıkan ruhsal bozuk­ luklar, sarsılm ış bir cinsel düzenliliğin sonuçlarıdırlar.” Wilhelm Reich Cinsel Ahlakın Boygösterm esi

87

1.

‘KONT’ SANDOR'UN ESRARI

Ko n t 5 a n d o r ‘ o l a y i ’

K on t Sandor V. tutuklanınca, Viyana 'da büyük hayret! Sıradan biri değil ki bu adam, sanat çevrelerinin iyi tanı­ dığı bir yazar. Başkentin iki ünlü dergisinde yazdıklarını, be­ ğenen çoktur. Tanıyanlar ince yapılı bir genç olduğunu söy­ lüyor: Eli lüzumundan fazla geniş, güzel kadınlara düşkün bir M acar soylusu; işin garibi, epeyce dindar! Çekiciliği gözle­ rinden mi geliyor; yoksa, cıgaranın birini söndürüp öbürü­ nü yakarak sürdürdüğü, etkileyici konuşmasından mı? Aile­ si ünlü bir aileymiş: Babası, önemli bir görevdeydi, savurgan­ lığı yüzünden ayrılmak zorunda kaldı: Bir buçuk milyon ye­ miş dediler. Annesi sert tabiatlı bir kadın, etrafını pek umur­ samaz ispirtizmaya meraklı. K ont Sandor, henüz yirmi üç ya­ şında ama, ailesiyle yaşamıyor. Baba ocağından kopalı, yıllar olmuş! K on t Sandor'un savurganlığı, babasının savurganlığın­ dan hiç aşağı kalmaz. Bu yüzden başı borçtan kurtulmuyor! Rezaletin ayyuka çıkmasına da, borçları sebep olmadı mı? O nu mahkemeye veren, karısının babası. Damadını, ‘baha­ neyle almış olduğu önemli bir meblağı ödememiş olmakla’ suç­ luyor. Yalnız onla mı, ‘aralarındaki bazı sözleşmeleri tahrif et­ miş olmakla’ da! Tam bir aile dramı canım! Olayı dramlıktan çıkarıp rezalete çeviren, gerçekte kayınpederinin üçüncü suç­ laması. Dediğine bakılırsa, hanidir kızı M aria’yla ‘evli’ olan bu ‘şahıs,’ iddia ettiği üzere erkek değil, düpedüz kadınmış! R e­ zalet dediğin bundan kopmaz mı? Kopuyor. Serpintileri Vi-

88

yana'ya, K on t Sandor' un yazılarını yayımlayan dergilere ka­ dar ulaşıyor.

K on t Sandor V. bir kadın ha, aman Allahım! K o n t 5 a n d o r ’ un ‘a ş k l a r i ’

Oysa K on t Sandor, ‘erkek' yüzünü cıgara dumanları ardına gizleyerek, sorgusunda ‘durumu' kabul etmişti. Diyor ki: “— ... K on t S an dor V. yazılarımda kullandığım imzadır, asıl adım Sarolta (C harlotte). 23 yaşındayım, Katolik ve be­ karım. Kendimi bildim bileli, erkek kılığında yaşıyorum: Çocukluğumda da böyle dolaşırdım, babam bundan hoşla­ n ıyord u ...” Yalnız bundan mı? Sarolta'nın babası, kızını, erkek gibi büyütmeye meraklı. Oğlan gibi giydirmekle kalsa iyi, ata bin­ meyi, araba sürmeyi, silah atmayı öğretiyor. Üstesinden gel­ di mi, keyfine diyecek yok, sanki dünyayı bağışlamışlar. S an dor adını takan da, o! Sarolta'yı bırakmış, sıralı sırasız onu Sandor diye çağırmaktadır. Sarolta, babasının gözüne gir­ mek hevesiyle mi, yoksa hoşuna gittiğinden mi, nedense, Sand o r adını da, oğlan çocuğu gibi yaşamayı da benimsiyor: Ar­ tık gözü kızlarda! On iki yaşında iken, D resd en ’e gitmişti, ninesinin yanına; kadıncağız torununu yeniden kızlığa dön­ dürmek istiyor ama, nafile: S arolta, yatılı verildiği okulda, gerçekte oğlan olduğunu ileri sürerek, bir İngiliz kızını baş­ tan çıkarıyor. Hem de, koynuna almacasına! İlk aşkı bu İn ­ giliz kızı am a, uzun sürmeyecektir: Ailesinin yanına dönme­ si lazım. ‘Erkekliğe' iyice yerleşmesine, ne babası ses çıkarmış, ne annesi! Tam tersine, ‘delikanlıyı’ koluna takıp, babası büyük yolculuklara götürüyor. Erkek erkeğe, çene çalıyorlar. Sar o lta ’nın yeni merakı erkek sporları: En çok da eskrim, elde kılıç, yüzde miğfer, her dakika antrenmanda! K on t Sandor'u beğeniyorlar, yakışıklı bir genç, ağzı laf yapıyor, yazarlığı git­ tikçe tanınmaktadır. O hayatından memnun olmasın da, kim olsun? Cıgara dumanı, haşlanmış lahana ve sosis kokan, yük­

89

sek tavanlı birahanelerde, akranı delikanlılara nasıl geneleve gittiğini anlatıyor, efendim piliç gibi bir sarışın varmış da, onu görür görmez eli ayağı kesilmiş, falan filan. ‘Delikanlılık’ bu, epeyce kızın gönlünü çalıyor. Yazdıkla­ rının bunda etkisi olmalı, hep aynı şeyleri tekrarlıyor ama, çar­ pıcı şeyler: Artık vahşi, başıboş bırakılmış tutkular mı arar­ sınız; abartılmış aşklar, güzelliklere ve inceliklere büyük hay­ ranlıklar mı? Hangi kız ilgisiz kalabilir? İşte Fraulein D. bunlardan biri, K on t S an d or’a hem sırsıklam tutuluyor, hem de ondan mutlak bir bağlılık bekliyor: Başka kızlarla ilgile­ nirse canına kıyacağından söz edermiş! Kaç para eder? K ont S an dor’un, Frau E. ile yaşamasına engel olamayacak! K ont Sandor, rahat ablası yaşındaki bu güzel kadını, eskiden tanır­ mış, ama ilişkileri masum yakınlıkları geçmiyormuş. Birbir­ lerine, sonra sonra tutuluyorlar; hem ne tutulmak, araların­ da ‘evlilik sözleşmesi' yapmacasına! Artık evli bir çift gibi be­ raber yaşıyorlar, Frau E. doğrusu K on tes S an d or’\uğu öyle­ sine benimsemiştir ki, işler sarpa sarıp K ont Sandor onu terk ettiği zaman bile, bu sıfatı kullanmaya devam edecektir. Kont S an dor’un başka ‘karısı' olamazmış, bir tek ‘karısı' olmuş, o da K ontes S an d or ! Oysa bir su şehrinde (Baden Baden mi, Karisbad mı?) Kont Sandor, hayatını altüst edecek ‘genç kıza' rastlamıştır. Engel­ lenemez bir aşk bu! Nitekim Frau E .’nin çıkardığı bütün güç­ lüklere rağmen, bir yıl sonra M aria’yla ‘evlenmeyi’ başarıyor. M acaristan’da, bahçeli bir evde, sahte bir rahibin huzurun­ da ‘evleniyorlar.’ Gelin de son derece mutludur, damat da! Ka­ der araya girmese, Allah bilir, uzun yıllar mutlu kalacaklar­ mış! Galiba kuşkular, Kont S an dor’un kayınpederine borçlan­ ması üzerine başlamış; daha doğrusu, borçlarını ‘eda edeme­ mesi’ kayınpederin genç damada tavır takınmasına yol açmış. Evdeki hizmetçinin garip uyanıklığı, buna ekleniyor: Bu me­ raklı kız, K o n t’un yatağında ‘kan damlası’ fark edince pire­ lenmiş; arkasından sıkı bir göz hapsi, yalnız anlarında anah­ tar deliklerinden gözetleme filan, K on t Sandor’un esrarını keş­ fediyor: ‘Gelin hanımın’ soylu ‘kocası' Kont Sandor, aslında

90

ufak tefek bir kadındır. Kayınpederin savcılığa başvurması, K on t S an dor 'un tutuklanması, sonraki iş. K on t S an dor olayı, geçen yüzyılın sonunda, A lm anya ve Avusturya' yı epeyce meşgul ediyor; o kadar ki, ünlü yazar Frank W edekind konudan yararlanarak bir piyes kaleme al­ mış: Franziska.

K o n t S a n d o r ’ un

v e r d İGİ

İfa d e

K on t Sandor, olayı ve kendisini nasıl görüyordu; bunu anla­ manın en kestirme yolu, hiç kuşkusuz, sorgusu sırasında verdiği ifadeyi gözden geçirmektir. Şunları söylemiş: “— şu anda beni en çok perişan eden şey, olanlar yü­ zünden Maria'nın benden nefret etmesidir. Onunla mutluy­ dum, bir kerecik olsun tekrar görebilmek için, neleri feda et­ mem! Elimden kaçırdığım bu mutluluk, o kadar çok ağlama­ ma sebep oldu ki, gözyaşı selleri içinde boğulabilirim ...” “— ■ erkekler beni, başından beri ilgilendirmedi. Bu il­ gisizliğim, yıldan yıla, azalmamış daha çoğalmıştır. Kendimi erkek saydığımdan, bunun böyle olması doğal! Tutkularım, alışkanlıklarım, erkekçe oldu hep. Herkes beni K on t Sandor olarak tanıdı. Mektuplarım bu isme gelir; hatta mahkemenin gönderdiği celpname bu isme g eld i...” “— kadınlarsa aksine, çocukluğumdan beri ilgimi çe­ kiyor. Onlara karşı ilk cinsel tutkuyu, D resden'deki Enstitü'de İngiliz kızını koynuma aldığım zaman hissetmiştim. O gün bu­ gün, cinsel ilişkide kendimi daima erkek olarak düşünürüm, bu bana büyük zevk verir, zaman zaman orgazma bile varmışımdır. Bunun ‘sapıklık' sayıldığını elbette bilmez değilim, ama doğrusu bu beni rahatsız etmiyor; çünkü bir erkekle cinsel iliş­ kide bulunamam, böyle bir ilişkiyi tasarlamak dahi beni iğ­ rendirir: Gerçekleşmesinin ne imkanı vardır, ne de ihtimali!.. ” “— ... hayır, ne tek başına m astu rbation ‘yaptım, ne de karşılıklı olarak! Bence m asturbation ‘erkeklik onuruna' sığ­ maz. Aslında cinsel organlarıma kimsenin eli değmemiştir. Ak­ si halde, büyük sırrımı saklayamazdım ki, sonunda açığa çı­

91

k a rd ı. Sevdiğ im k a d ın ı, cinsel o rg a n la rın ı ellerim le ve a ğ zım ­ la o k ş a y a ra k , d o yu m a u la ştırırım . A r a sıra , içine ü stüpü d o l­ d u ru lm u ş bir ço rabı, y ap a y bir

penis yerine ku lland ığ ım o lm uş­

tu r. . . ” “— ... ho şlan d ığ ım k a d ın la rın ille çok güzel, etine dolgun olm ası gerekm ez. V ü c u t güzelliği aram adığım gibi, g ençlik şar­ tı da k o şm a m . G e n e llik le 2 5 -3 0 yaş a ra sın d a k i k a d ın la r, be­ ni b ir m ık n a tıs gibi ç e k iy o r. . . ”

KRAFFT EBING NE DİYOR?

K o n t S an dor ‘se rü v e n iy le ’ sad ece y a z a r la r m ı ilg ile n iy o r? H a y ır! O devrin en önem li ruh hekim lerinden Dr. Richard Von K rafft-E bin g ( 1 8 4 0 -1 9 0 2 ), ü zerin d e cid d iy etle d u rm u ş: Ü n ­ lü eseri Psychopathia Sexualis\e K on t Sandor V., ‘180 num a­ ralı, klinik vak'a' o la ra k y e rin i alıyor. K rafft-E bin g ’in, K on t Sandor'un k a lıtım sa l ta b lo su ve bireysel d u ru m u ü zerin e y a z d ık la rı şu n la r: “

a ile sin in b ir ö zelliği de tu h a flığ ı im iş! A n n e a n n e sin in

bir k ız k ard eşi h isterik, ayrıca u y k u su n d a geziyor. O n yedi y a ­ şın d a n b e ri, k ö tü rü m lü k veh m iy le, k en d in i yatağın a h apset­ miş. Büyük h alaların d an biri de, öldürücü bir hastalık vehm et­ tiğinden y a ta k m e ra k lısı a m a , b ir y a n d a n da b a lo la r veriyor. Ü çü n cü bir hala salo n u nd aki bir konso lun uğursuzluğuna ta k ­ m ış; bu konsolun üzerine - k im olursa o lsu n - birisi bir şey k o y ­ du m u k ü p lere binm esine yetiy o r; k o n u la n ı kaptığı gibi ken ­ dini ‘k a ra n lık oda' ad ın ı verdiği bir od aya atıp günlerce k ap a­ nıyor. Ö lü m ü n d e n so n ra bu odada bir sürü şal, tuvalet eşya­ sı, kağıt para bu lu n m u ş! Bü yük h a la la rd a n bir b a şk ası, iki yıl b o yu n ca ne y ık a n m ış, ne ta ran m ış, ne o d asın ı sü p ü rtm ü ş! İki yıl boyunca kim seyi görm em iş! Y a ln ız bu kadınlar, zihnen u ya­ nık k a d ın la r, hepsi a y d ın , ü stelik cana y a k ın ...

K on t S an d or’un an n esi de s in irli k a d ın d ı d en iyo r, ay ışığ ına k a tla n a m a z m ış. B a b a sın ın a k ra b a la r ın ın id d ia la rın a in a n ılırsa , a n n e , ‘erkek tabiatlı' bir k a d ın m ış. B a b a tarafınd an iki u zak a k ra b a , k e n d ile rin i tabanca ile ö ld ü rm ü şler. A ile n in

92

erk ek le ri, ç o k lu k , son derece istid ad lı k işiler; k a d ın la rı ise, çe­ kin g en , k a b u ğ u n a ç e k ilm iş tip le r ...

“ ... K ont Sandor m ü th iş b ir cıg a ra tiry a k isi. E sa sen d aha z iy a d e erk e k çe ih tira sla rı ve tir y a k ilik le ri var. Y a k ın d a talim iç in sila h a ltın a a lın a c a ğ ın d a n b a h sed erm iş. K a y ın p e d e rin in ih b a rın d an anla şıld ığ ın a göre, b ir torba y a da eldiveni d o ld u ­ rup,

testis şeklin d e p a n to lo n u n u n içine y e rle ştirirm iş. K a y ın ­ penis ta şıd ığ ın ı da sö y lü y o r. ..

p ed eri, ‘d a m a d ın ın ' y a p a y b ir

“ ... u tan g açlığ ı tersin e, e rk e k le rin y a n ın d a b u lu n m a k ta n değ il, k a d ın la rın y an ın da b u lu n m a k ta n u tan ıyo r. B ir ih tiy a ­ cını giderm ek ya da ça m a şır değ iştirm ek gerekti m i, cezaevindeki h ü cre sin d e beraber yattığı k a d ın a rk a d a şta n , bir şeyle­ rin farkın a v a rm a sın diye, a rk a s ın ı d ö n ü p d ışa rıy a b a k m a sı­ nı rica ed iyo rm u ş. Ş im d iye k a d a r hiç a lışm a m ış olduğu k a d ın elb ise lerin i, cezaevin d e z o rla g iy d ire ce k le r d iye m ü th iş k o r k ­ m uş! Bu n u k e n d isi sö y le d i, h iç o lm a z sa erkek göm leğini k e n ­ d isin e b ıra k a c a k la rın ı d ü şü n e re k teselli b u lu y o rd u ...



K on t Sandor, d in d ar. G ü z e l ve so y lu şeylere, b ü yü k

ilgi duyuyor. Boyu 1.53 santim . K e m ik teşekkülü n a rin , zayıf, fakat göğsü, k a lça k ısım la rı, göze ça rp a ca k k a d a r ad aleli. K a ­ d ın elb ise leri için d e k i y ü rü y ü şü pek a c e m ic e ...”

BEAUVOIR’ IN YORUMLARI İşin tu hafı, ‘k a d ın lık d u ru m u ' üzerinde kafa y o ra n çağ daş bir y aza r da y ılla r so nra, Sandor o la y ı üzerinde d u racaktır. Simone de Beauvoir, L e D eu xiem e S exe/İkin ci Cins ad lı ünlü ese­ rin d e, o la y ı n asıl y o ru m la m ış, ö ğ ren m ek istem ez m isin iz ? sevici k a d ın , ço ğ u n lu k la , e rk e k si y a n ın ın z a y ıflığ ın ı, aslında iç d ü n y a sın d a k i dengesizliği açığa vu ran bir sald ırg an ­ lık la , bir g ö ste rm e cilik le ö d ü n lem ey e ça lışır. Z a m a n z a m a n , ö b ü r k a d ın la r la , ‘k a d ın sı' b ir erk eğ in , ya da e rk e k liğ in e d a ­ ha p ek g ü ven em eyen d e lik a n lın ın k in e benzer, ilin tile r k u r a ­

K raft-E bing ’ in kita b ın d a adı ge­ Sandor'dur. O , işi bu a çıd a n ele a la ra k , a n ca k to p lu m u n

bilir. B u n u n en ilginç örneği, çen

a ra y a g irm esiy le b o z u la n , tam b ir dengeye u la ş m ış tır ...

93

“ ... Sandor, ruh çözümlemesinden geçirilmiştir, ama, salt birtakım olguların sıralanmasından, birkaç sivri nokta orta­ ya çıkıyor. Görünüşe göre, ‘erkekçe kafa tutmaya' girişmeksizin, sırf aldığı eğitimin ve bedensel yapısının etkisiyle -iç in ­ den geldiği bir dürtüyle- başından beri kendisini erkek say­ mıştır; babasının onu yolculuklarına, yaşamına ortak edişi, belirleyici bir etki yapmıştır besbelli; erkeksiliği öylesine gü­ venlidir ki, kadınlar karşısında kimi zaman şöyle, kimi zaman böyle davranmamaktadır: Suç ortaklığı duygusuna kapılmaksızın, tam bir erkek gibi sevmektedir onları; karşılıklığı kabul etmemekte, katkısız bir buyurganlık ve etkinlikle o r ­ taya koymaktadır sevgisini. Bununla birlikte, ‘erkeklerden nef­ ret etmesi' ve özellikle yaşlı kadınlara düşkün olması ilginç­ tir. Bu bize, S an d or 'un anasına karşı erkeksi bir O edipus karmaşasıyla baktığını gösteriyor; her küçük kızın çocuklu­ ğunda takındığı tavrı, o büyüdükten sonra da sürdürmüştür. Kızlar analarıyla birleşip bir çift kurar, onu korumayı, günün birinde egemenlikleri altına almayı umarlar. Çoğu kez çocuk ana sevgisinden yoksun kaldığı zaman, büyüdükten sonra da bu sevgi gereksinimini zihninden atamaz. Babası tarafından yetiştirilen Sandor, kendisini seven, sevdiği bir ananın düşü­ nü kurmuş, ondan sonra başka kadınlarda onu aramış olsa gerektir; kendisi gibi, ‘yalnız' ve yaşlı kadınlara ‘şiirsel' bir sev­ giyle, saygıyla yanaşan erkekler karşısında duyduğu yaman kıskançlığı, bununla açıklayabiliriz. Tutumu, R ou sseau ’nun M adam d e Warens, genç Benjamin C o n sta n f ın da M adem de C harriere karşısındaki tutumunun aynıdır: Duygulu, ‘k a ­ dınsı' delikanlılar da, anaları yaşındaki oynaşlara yönelirler... sevici kadınların davranışlarının kışkırtıcı ve yap­ macıklı oluşu, durumlarını doğal biçimde yaşayabilmek için, ellerinde hiçbir tutamağın bulunmayışındandır: Doğallık, insanın kendini düşünmemesi edimlerini, zihninde adlandır­ madan eylemde bulunması demektir; öbür insanların tutum­ larıysa, sevici kadını, hep kendi varlığının bilincine varmaya zorlar. Ancak iyice yaşlandığı, ya da büyük bir toplumsal et­ kiye sahip olduğu zaman, dingin bir kayıtsızlıkla kendi bil­

94

diği yo ld a y ürü yecektir. Ö rn e ğ in , h o şu n a gittiği için m i, y o k ­ sa kendini savu nm ak üzere mi erkek gibi giyindiğine k a ra r ver­ m ek güçtür. H iç k u şk u su z b u rd a , içten gelen seçm enin payı büyüktür. H iç b ir şey kadın gibi giyinm ekten d aha az doğal d e­ ğ ild ir; e rk e k g iysisi de y a p a y d ır elbet, a m a k a d ın ın k in e o ra n ­ la, d aha ra h a t ve yalın d ır, eylem i k ö ste k le y ici değil, k o la y la ş­

G eorge Sand, Isabelle E berhardt e rk e k giysileriyle d o ­ Thyde M onnier, son k ita b ın d a , p a n to lo n a d ü şk ü n lü ­

tırıcıd ır: laşırd ı;

ğünden sö z eder; bütün etkin k a d ın la r to p u ksuz p ab u çları, k a ­ lın k u m a şla rı seve rler. .. “ . .. sevici k adın içinse, g iyim deki simge h a k ların ı k o ru m ak zo ru n d a ka ld ığ ı o ran d a ö nem ta şım ak tad ır. Bedensel ö z e llik ­ leri sevicilik yeteneğini k ö rü k le m işse, sert çizg ili g iysilerin v ü ­ cu d u n a d aha b ir y a k ışm a sı o lasıd ır. Bu a ra d a , ta k ıp ta k ış tır ­ m a n ın , belli b a şlı ro lle rin d e n b irin in , k a d ın ın k a v ra y ıc ı hazların ı d o y u rm a o ld u ğ u n u b e lirtm e k g e re k ir; se v ic i k a d ın sa , k ü r k ü n ip e k lin in getird iğ i a v u n tu la rı h o rg ö rü r:

S an dor g ib i,

k ü rk le ri de, ip e k lile ri de, k a d ın d o stla rın ın ü stü n d e sever, ya da sevg ilisin in v ü cu d u n u o n la rın yerine koyar. Sevici k a d ın ın ço ğ u k ez su su z iç k i, se rt tü tü n iç işin in , k a b a b ir d ille k o n u ş ­ m a sın ın , nedeni de b u d u r: C in se l a şk açısın d an , sevgilisiyle a y ­ nı k ad ın sal yu m u şak lığ ı paylaşır; onun tersine, k a n bir o rtam ­ da y a şa m a y ı sever. . . ”

ASLINA BAKILIRSA P ek i,

K on t S an d or V. n ed ir?

G ele n ek sel k ilise a h la k ın a k a rşı ç ık m ış, bir ‘h o şg örü to p ­ lu m u ' ö ncüsü m ü ? ‘İfla h o lm az' b ir cinsel ‘s a p ık ’ m ı? B a b a ­ sının çılg ın fantezilerinin k u rb a n ı, ‘za v a llı' bir k ız çocuğu m u ? C in sel hayallerini gerçek diye alan, dengesiz b ir y aza r m ı? K a r ­ şı cinsin kılığında d o laşm aya m e ra k lı, bir ‘travesti' mi? Biz bu­ nu

Margot'y\a Paris’te ta rtışm ışız d ır: O , ‘tebdil g ezm ek' m e­

rakı a ğ ır basan, ‘e r k e k ’ b ir k a d ın o ld u ğ u n u sa v u n u y o rd u . O y s a ben , so n u ca k estirm ed en g id iy o ru m : İy i k ö tü , h er­ kes k e n d isin i bir b a şk ası sa n m ıy o r m u ?

95

Sarolta da, ken d isin i

Kont Sandor sanıyormuş; yalnız onun sanışı ciddi, hayalini yaşamaya kalkışıyor: Ödün vermeyi beceremediğinden, tır­ naklarını kırması kaçınılmazdı. Serüveninin mutlu sonla ni­ hayete ermeyişi, bu sebepten! Sim on d e B eau v oir ne demiş­ ti, hatırlasanıza: Toplum araya giriyor!

96

2.

‘KOCAMIN KOCASIYDIM'

D o k to r W ilhelm S t e k e l in, o günü unutması mümkün mü? Dalgın bir sabah, camlarda duman duman yağmur, yazı masasında Viyana kahvesi. Gazetesine uzanmıştı. Onun gi­ bi bir psikanaliz uzmanının gözüne konuyla ilgili bir yazı ili­ şir de, okumaz mı? Fakat, ne görsün? Yazıyı Frau X ... yazma­ mış mı? Hani canım, epeydir ‘tedavi maksadıyla,' muayene­ hanesinin eşiğini aşındıran o ressam kadın yok mu? İşte o! D o k to r Stekel, gözlerine inanamıyor. Psikanalizle ilgilen­ diğini, ona inandığını söyleyen Frau X ... , ruhsal çözümleme yöntemine vermiş veriştirmiş yok: ‘iradeyi zayıflatırmış da, in­ sanın kişiliğini dağıtırmış,' daha da neler. Başlangıçta tedavi­ sinden hayli ümitli ve heyecanlı görünen fr a u X . . . ’in, aşağı yukarı üç aydır, ayağını niye kesmiş olduğu şimdi anlaşılıyor. Ne garip kadındır! D o k to r W ilhelm Stekel, gözlüklerini alnına kaldırdı, kahve fincanını aldı. Bir an, Frau X . . . ’in ilk ziyaretini hatırlıyor. Bekleme odasının loşluğunda onu, cıgara dumanları arasında görünce, erkek sanmıştı: ceketi, sağ ka­ şına eğik fötr şapkası, kravatı ve cıgara içişiyle, benzemez de değildi hani! Meğer bilerek yaparmış, sorunu bu! Frau X ... aslında son derece aydın bir kadın, felsefeyle meşgul, güzel sa­ natlarla ilgili: bayağı ünlü bir ressam, bir iki piyes yazmış, ga­ zetelerde makaleleri yayımlanıyor. Eşcinsel olduğundan emin, işin tuhafı bundan memnun; şikayeti cinsel soğukluğundan: erkeklerle sevişirken, orgazm olamıyormuş! D o k to r Stekel kalktı, hasta dosyaları arasından, onunki­ ni buldu. Epeyce kalın bir dosya bu, ‘hasta’nın anlattıkları, he­ kimin ‘seanslarda’ tuttuğu notlar, sonradan eklediği ‘mülaha-

97

zat,' vs. Frau X . . . ’in, durumunu hayli ayrıntılı olarak sergile­ diği, o ilk yazılı açıklaması bile, ‘vak'anın' ne kadar ilginç ve önemli olduğunu göstermiyor muydu? Nasıl olduysa, yeniden okumaya daldı. Camlarda yağmur duman duman. Yazı ma­ sasında Viyana kahvesi soğuyor.

F r a u x .. .’İ n İt İ r a f l a r i

“Altı yaşıma kadar, çevremdekiler nc kadar aksini söylerse söy­ lesin; kendimi, bilmediğim sebeplerden kız gibi giydirilmiş, bir oğlan sanıyordum. Parmak kadar bir çocukken, ‘entari' giy­ dirdiler mi, utanır, hele süsleyip püslediler mi, fena halde te­ dirgin olurdum. Daima kaba kumaştan giysiler, deri pantolon­ lar giydirsinler istiyordum. Vahşi bir çocuktum, hayli dik ka­ falı; bebek oynamaktan nefret ederdim; erkek çocukların oyunlarından hoşlanıyor, onlarla oynuyordum: bir kılıcım vardı, fişekliklerim filan! Altı yaşımda iken, büyüyünce ne ola­ cağımı soranlara, ‘— Teğmen olacağım’ derdim, ‘ ... eğer Al­ lah ömür verirse de, Mareşal!' Daha o yaşta (beyaz süvari kü­ lotu, çizmeler, tuğ vs.) ata binmiş, bir ordunun başında, şehir­ den çıktığımı hayal ediyorum. Bugün de aynı rüyayı görürüm. Uydurduğum ‘kız gibi giydirilmiş oğlan’ masalına, birlikte oy­ nadığım erkek çocukları, epeyce bir zaman inanmışlardır. Annemle babam bana nedense hep soğuk durmuştur. Be­ bekliğimde bile. Bundan acı çektiğimi hatırlıyorum. Annem her zaman ‘mesafeli' bir kadındı, bir ‘büyük hanımefendi;' onu çok seviyor, daima sevgisini ve şefkatini arıyordum ama, bo­ şuna! Babamla doğru dürüst bir yakınlığımız yoktu; gerekti mi, o sadece ceza verirdi, o kadar. Okulda çalışkan, öğretmen­ lerimin gözdesi bir öğrenci oldum. Tarih ve coğrafya dersle­ rini seviyor, kız arkadaşlarımı küçümsüyordum. Ne korkak şeyler, ufacık bir şey olsa, gözyaşları hazır! Oğlanlarla oynu­ yorduk: sekiz yaşıma kadar tamamıyla oğlan gibi giyindim za­ ten. Harpçilik, haydutçuluk filan oynardık işte! Yedi yaşım­ dayken Tanrı'nın varlığından kuşkulanmaya başladım, dine karşı içime bir kuşku düşmüştü; artık ulusal ülküleri yeğliyor­

98

dum ama, içimden; hiç kimseye bir şey açmıyor, ufak ufak, düşüncelerimi bir kenara kaydediyordum. Liseye gelince adamakıllı mutsuz olduğumu hatırlıyorum, çünkü orada ka­ dınlaşacağımdan (effem ine) korkmuştum. Buluğa on üçümde erdim, bir hayli kilo almayayım mı, ne kadar üzüldüm Allah bilir. Kızlara karşı tavrım değişmişti: Bir yandan ‘havaiyatla' uğraştıkları, ciddi konulara eğilmedikleri için onları küçümsüyordum ama; bir yandan da, yanların­ da kendimi mahçup ve haşin hissediyordum, fazlaca sokuldu­ lar mı, kıpkırmızı kesilir; güzel kızlara eşlik etmekten garip bir mutluluk duyardım; onların kız arkadaşı değil, kavalyesiydim sanki, ellerini mellerini öpüyordum. Bu arada evde, babamın eskilerini giyme alışkanlığını edinmişimdir. Felsefeye, Hindu dinlerine, doğal bilimlere merak sarışım, on iki yaşımdayken oluyor; kafam ciddi konularla karman çorman, soyut ve ya­ payalnız, Lenau ve S chopen hau er okumaya sığınıyorum. D a­ ha o tarihte, değişik olmamın getirdiği terslikler, bana acı ve­ riyor ama; aynı zamanda bunu, özel bir seçkinlik saymaya yat­ kınım; ‘herkes gibi' olabilsem iyi, çünkü biliyorum ki bu be­ ni rahatlatacaktır, sakinleştirecektir. İlk şiirlerim o devirde yazılmıştır, bazıları felsefe konularında, bazıları kızlara: Hem de açık açık cinsel dokundurmalarla! İlk peyzajları boyayışım da, o tarihlere rastlıyor. İlkgençliğimde m astü rbasyon bilmedim ben, cinselliğim uyanır uyanmaz, genç kızlara yöneldim. İlk ilişkilerim, on al­ tı yaşımdayken oldu. Duygularım, kesinlikle iki yönlü gelişi­ yordu: Kur yaptığıma saygı duyuyor, yattığımı hor görüyor­ dum. Her sahip oluştan sonra da, pişmanlık! Erkek, kendi­ ni ona veren kadını, değerinden düşürmez mi? Bir yandan da deliler gibi, öğretime vermişim kendimi: İçimde, öğrenmeye değer her şeyi öğrenme hırsı ve açlığı. O güne kadar hayatım, ufak bir taşra kasabasında geçmedi mi, öğretimimi tamamla­ mak amacıyla, on altı yaşımda yurtdışına çıktım: Hem de tek başıma! Kendimi tamamıyla erkek hissediyor, gece gündüz de­ meden çalışıyordum. İlk aşkım, o günlere tesadüf eder. Yat­ mayı düşünmediğim, her türlü şehvet duygusundan arındır­

99

dığım genç bir kızdı bu: Her dakika hayalini kuruyor, han­ diyse tapınıyorum. Umduğumu bulamayınca, hayal kırıklığı­ na uğradım; bu beni içkiye, vahşi bir erotizme götürdü. Ders­ lerimi ihmal etmiyor, ama bir çılgın gibi yaşıyordum, bu ha­ yat bir yıl kadar sürdü, sinirlerim o kadar yıpranmıştı ki, da­ yanamayıp eve dönmeye karar verdim: Öğretimimi orada sür­ dürecektim. Erotizm, benim için, zaman zaman önem kaza­ nıyordu; yine de, şiir yazmayı tercih ediyor, iyice ihtiyaç duy­ madıkça kadınlara yanaşmıyordum: Onları elde etmenin k o­ laylığı, uğradığım bunalımı ağırlaştırıyordu da! Derken, ailecek Viyana'ya taşınıyoruz. Etrafımda bana kur yapan, bir sürü erkek. Birkaçıyla dostluğu ilerlettik, tutulduk­ larını da olmadı değil ama, hiçbirine cinsel bir yakınlık his­ setmiyordum. Cinsel yakınlık hissettiğim kadınlar; ara sıra on ­ larla yatmayı bırakmamıştım. On yedi yaşıma bastığım yıl, kocam olacak erkeğe rastlıyorum, kadınımsı bir yanı yok, yal­ nız güzelliği decaden t bir güzellik; beni çeken galiba, o doğu­ lu yumuşaklığı, kaygısızlığı ve duygusallığı! Ailem karşı çık­ tı, aldırmadım; entelektüel açıdan dengim değildi, kulak as­ madım; onunla evlenmeye karar verdim: Ne anlayış arıyor­ dum, ne üstünlük; bütün aradığım, onun yanında beni peri­ şan eden iç mücadelemin yorgunluğunu çıkarmaktı, bir an­ lamda çocukluğuma dönmek! Aşkımın sürekli olmayacağı­ nı bilmiyor muydum, biliyordum elbet, yine de evlendim, za­ ten başka türlü yapamazdım, iyi bir aile kızı mutlaka evlenmelidir. Aşkım hayal üzerine kurulmuştu. Hayal olduğunu bi­ le bile kocamda birtakım meziyetler vehmediyordum. Onu ka­ dın gibi aldığımdan mıdır nedir, benim dünyamı hiçbir zaman anlayamayacağını bilmek, içimi tatlı bir hüzünle dolduruyor­ du. Evlendik. İradesizin biriydi, bundan hoşlandım; ben ça­ lışır yaratırken, o boş gezenin boş kalfası, şurda burda lak lak ediyordu, bunu sevdim; ona lüks bir hayat sağlamaya bayı­ lıyorum, çünkü onu karım sayıyorum! Evet, k ocam benim kartmdt: Onu pahalı giysiler, ipek çoraplar içinde sever; ben mümkün mertebe erkek gibi giyinirdim. Basit ve sade! Üni­ formasını giymeme izin verdi mi, mutluluğuma son yoktu.

100

Ç o k ta h rik o lm a m a rağ m en , u zun süre d oğru d ü rü st birleşem e d ik ; bir kere, o bana güçlü g e liy o rd u , fazla g ü çlü ; ik in c i­ si birleşm e e sn a sın d a d u ru m u m u u ta n ç v erici b u lu y o rd u m : ‘E rk e k ç e b ir d u ru m ’ değ ild i, bö yle u zan ıp y atm a k ! N e y a p a ­ lım , biz de o ra l sek se b a şv u rd u k , d o y u m a u la şa b ilm e k için ; d aha so n ra d a, k a rşılık lı

m astürbasyona. ‘D u h u l,’ asla o rg a z­

ma u la şm a m ı sa ğ la y a m a d ı.

İKİ ‘BEN. ..’ A n n em le ilişk im iz beni hala altüst ediyor. Buluğ çağ ım da, a ra ­ m ızd a k ıy a sıy a çe k işm iştik . A rd ın a sığ ın d ığ ı, o so ğ u k lu k d u ­ v a rın ı aşabilm ek için , neleri denem em iştim ki! Sevm iyorsa, hiç d eğ ilse nefret etsindi b en d e n ] E v le n d ik te n so n ra d a , a ra m ız ­ da atışm a eksik olm ad ı; her seferinde, üzüld ü m , yaptığım a piş­ m an o ld u m . N e v a r k i sevgim e k a rşılık g ö rm eyişim , beni k a ­ tılaştırdı. D ah ası,

m astürbasyona , ya da o ral sekse b aşvu rm ak ­

sızın, sadece k a d ın la rla o rg azm a ulaşabild iğim için, te krar o n ­ la rla ilişk i k u rd u m . K o c a m d u ru m u b iliy o rd u ; - k a d ın la r ı hiçe sa ya rım , k ıs k a n m a m - o n u da benim le beraber, k a d ın la r­ la sevişm e ye sü rü k le d iğ im o lm u ştu r: E r o t iz m a çısın d an , h a ­ yal g ü cü m isted iğ im k a d a r can lı, isted iğ i k a d a r ateşli o lsu n , genç k o c a m ı tatm in ed e m iy o rd u m ki! E v liliğ im iz in ilk y ılın ­ d an itib aren , hep cin se l ik tid a rs ız lık çe k tim , h e r birleşm ed en so n ra da bel ağ rıları. O rg a z m a , a n ca k k a d ın la rla u la şa b iliy o ­ rum y a, o n la rla b ile, ç o k lu k b ir k e re , n a d ire n ik i kere. K işiliğ im d e k i ik ilik , g ittik çe belirgin bir hale g elm ek tey­

Ben, so ğ u k k a n lı ve k u şk u c u , her şeyi d id ik d id ik ediyor, h e r şeyi a y d ın la tm a y a ça b a lıy o r, ik in ci B en , b irin c is i­ nin bilgisinden tedirgin, b ilin çsizliğ i a rzu luyo r, herkes gibi o l­ m ayı, a ile h a y a tın ı! N e y a p a y ım , so n u n d a k o ca m d a n a y r ıl­ di: B irin c i

m a y a k a r a r v erd im , g erekçem de h a z ır: S a n at ç a lışm a la rım ı engelliyor, cinsel b a k ım d a n beni a şağ ılayıp , verebileceğim den fazlasını istiyo rd u; onu ‘delicesine’ sevdiğim halde u zun ve a cı­ lı iç m ücadelelerinden so nra, onun u m utsuz direnişine rağm en, a y rılm a y ı b a şa rd ım da! A r t ık h ü rd ü m , sa n a tla y a şıy o rd u m .

101

Ressam bir arkadaş buldum, dost olduk; kafa kafaya verip, saatlerce erkek erkeğe, felsefeden, kadınlardan, hayattan söy­ leşiyoruz. Benim erkek ve otoriter tabiatımı seviyor. Evlenme­ yi, doğrusu aklımdan bile geçirmiyordum ama, hiç değilse ni­ şanlanmaya aklımı yatırmayı becerdi, ailem zaten ‘etrafı dü­ şünerek' çoktan taraftar. Gerçi ‘aşk evlenmesine' inancımı ta­ mamıyla yitirmiştim, fakat beni mükemmelen anladığı için, bu adama bağlandım. Bir keresinde çok üsteledi, ısrar etti, onunla yatmaya razı oldum; şöyle desek de olur, bir arzu anın­ da, ona ‘sahip oldum’ ama, bu birleşme orgazma ulaşmaya yetmedi. Kadınlarla yatıp kalkmayı sürdürüyordum, bunun getirdiği arzuyla tiksinti arasındaki karşıtlıktan, kadını bir ib­ lis ve bir hayvan gibi temsil eden bir tablo doğmuştu: Erkeğin, dişi üzerindeki zaferini simgeliyor. Gelgelelim, içimdeki uyuşmazlığı ne yapmalı? Gittikçe daha çok büyüdüğünü hissediyorum. ‘Kadın' ben ile ‘erkek' ben, sırayla birbirinin yerini alıyorlar. . Yaratıcı çalışma sıra­ sında, tepeden tırnağa ‘erkeğim.’ ‘Erkeklik' dönemimde, res­ sam dostumla, sadece arkadaşız; aramızdaki ‘muhtemel' cin­ sel ilişkiyi, ancak iki erkeğin eşcinsel ilişkisi olarak düşüne­ biliyorum. Bu anlar, ikimizin birbirimize sunduğumuz derin sarhoşluk anlarıdır ki, onları başka, bu defa yalnızlık anları izler. ‘Erkeklik' dönemimde çokluk cinsel ilişkiden kaçar, bü­ tün varlığımı içimi adeta kavuran eserime adarım. Bunun he­ men ardından, kadınlara aşırı derecede düştüğüm bir dönem geliyor. Üstelik epeyce sa d iq u e bir dönem. En çok göğüsleri, aklımı başımdan alır ama, cinsellik dediğimiz nedir ki, bir an­ lık geçici bir zevk, hepsi bu. ‘Kadınlık’ dönemimde, büsbütün kadın olamıyorum. Sadiqu e ve m asochiste arzular, birbiriyle yer değiştirip duruyor. Zaman zaman, bana bir kadın gibi sahip olunmasını da c a ­ nım çekmez değil ama, ne vakit bu işe kalkıştıksa, orgazm ola­ madım. Tabiatımın daha yumuşadığı bu dönemde, belki bu yüzden kadınlarla ilişkilerim devam edebiliyor. Bana kalırsa, bu iki farklı dönemden, şu iki farklı sonuç çıkarılabilir: - 1. Sarhoşluk isteği, tam bir kaçış arzusu. - Altı ay ö n ­

102

cesine kadar, yıllarca kendimi kurtaramadığım içki düşkün­ lüğü. V ücut gittikçe direndiğinden, beyni ve muhayyeleyi büsbütün çileden çıkaran, ani ve cinsel davranışlar; - 2. Başkalarıyla aramdaki uçurumu hissedişim. Onu aş­ mamı kolaylaştıracak, bu farklılığın yarattığı sanat değil mi? En büyük sarhoşluklarım, en yaratıcı anlarım oluyor: Duy­ gusal komplekslerimi çözebildiğim anlar! İçimde yarattıkla­ rımı, bu arada dışarıya vuruyor; o andan itibaren onlarla il­ gimi kesiyorum. Yaratışın soyluluğu, tutkuların yüceltilme­ si, beni yoğun bir mutluluğa götürmektedir. Saplantılarım (obsession) ne zaman başladı, kesin olarak söyleyemem. Aşağı yukarı, ressamla ilişki kurduğumdan az sonra. Belli bazı manzaraların hayalini kurmadan, uyuyamaz oldum. Sonra sonra, orgazma ulaşabilmek için, çeşitli sahne­ lerini belirli bir düzen içinde hayalimde canlandırdığım, kar­ maşık bir cinsel olaya saplandım. Bu hayalde sadiqu e davra­ nışlar, önemli bir rol oynamaktaydı. Kendimi, aynı zamanda, hem erkek hem kadın, hem aktif hem pasif, hem sadique hem m asochiste olarak görüyordum. Hayal gücüm bana, her iki durumdan da zevk alma, ikisinden de doyuma ulaşma olana­ ğını sağlıyordu. Ancak, kendi kendimle seviştiğim takdirde ger­ çekleşiyordu, bu ikili zevk; olağan bir cinsel birleşme sırasın­ da, asla! Kadınlarla sevişirken, hayal kurmaya filan gerek duy­ muyordum hiç; zira birleşme anında, çabucak orgazma ula­ şabiliyordum. F akat tedavi olmak isteyişim, hayallerden ile­ ri geliyor. Asabımı bozuyorlar, son derece rahatsızım. 1913'de, ço k sarhoş bir anımda, nişanlımın ırzına geçtim; o dakika kendimi tamamıyla erkek hissediyordum; olaydan sonra, o, gözümden iyice düştü. Besbelli bu yaşadığımın et­ kisiyle, o sıralar bir sahne oyunu tasarlamıştım, yazıp bitir­ mek ancak 191 5'te mümkün olabilir. Oyunun kahramanı oto­ riter, ‘erkek' bir kadın; farkına varmadan, oğlunun metresi olu­ yor; onun oğlu olduğunu bilmeden yani! Durumu öğrenince, ilişkisini kesecek yerde, in ceste 'i kabullenir; son perdede, fi­ nalin heyecanı arasında, savunur da! Oyunu başka resimler, başka oyunlar izledi; hepsinde başka başka iç uyuşmazlıkla­

103

rımı, başka başka ben’lerimi saydım döktüm; böylelikle on ­ lardan kurtulmayı istedim - Fakat O edipus kompleksi, neden­ se bir daha tekrarlanmadı. Savaş sırasında, 19 1 7 ’ye kadar cinsellikten nerdeyse büs­ bütün uzak durdum; istisnalar olmadı değil, tabii: Nişanlımın yıllık izinlerinde, ara sırada da, kadınlarla! 19 1 4 'le 1 9 1 7 yılları arasında, ayrı ayrı iki kadınla, iki serüven yaşadım ki, bir sürü lirik tablo boyamama neden oldu. Nişanlımla ilişki­ miz dostça sürüyor, benim yönümden hiçbir cinsel yanı yok; buna mukabil, benliğimin ikiye bölünüşü, beni gittikçe üzmek­ tedir: Yıllar geçtikçe, herkesten kaçar oldum, kimseyi arayıp sormuyorum; çünkü, biliyorum ki beni ancak sanat kurtarır, sanatın yaratıcılığı kurtarır. Dışardan bakıldı mı, aslında hiç­ bir şey belli olmuyor; hep eskisi gibi, yine açık, sert ve sağlık­ lıyım; zaaflardan hastalıklardan, - b u arada elbet kendiminkilerden d e - nefret ediyorum. Diyebilirim ki, hayatımda yaşadığım en mutlu dönemler, savaş sırasında o iki kadınla yaşadığım dönemler olmuştur. Bunlardan birisi, kocamın kız kardeşiydi. Beni son derece mutlu kılan, zaten bu tesadüf değil mi? Başka kadınlarla iliş­ kilerimin aksine (kısa süreli, küçümseme ve tiksintiyle biten iliş­ kiler), bu kadına saygı duymuştum. Bir yıldan fazla, beraber yaşadık. Çok mutluydum, çok çalışıyordum; sağlığım yerindeydi; erkeklerin, ‘karımın' güzelliğine hayran olmaları, ho­ şuma gidiyordu. İlişkimizi, o kalkıp adamın biriyle nişanlanın­ ca bozdum, uzun süre hiç kimseye elim değmedi, bu perhiz dö­ nemini bazı kadınlarla geçici ilişkiler izliyor. 1917 yazında, es­ ki bir hekim dostumuzun kızıyla, aramızda yakınlık doğdu: Uzun sürmeyen, birkaç aylık bir aşk! Bu ilişkide, genç kızın babasınca arzu edildiğimi düşünmem, beni tahrik etmekteydi; fa­ kat tam sükûnet isteyen önemli bir çalışmaya niyetlendiğim için, kızı bıraktım. Doğrusu istenirse, benim gözümde sana­ tım, hayatımdan bile değerlidir. Bir eser uğruna, feda edeme­ yeceğim mutluluk yok! Katlandığım bunca iç çatışmaya, aşı­ rı çalışmamın verdiği yorgunluğa, epeyce de içmeme rağmen, doğrusu sinirlerim şaşılacak derecede sağlamdır; ne var ki

104

nişanlım izinle geldi mi, başlayan hayaller, bir de cinsel ikti­ darsızlığını, beni perişan ediyor; yerin dibine geçiyorum.

G en ç

b İr t e ğ m e n

191 7 ’de genç bir teğmenle tanıştık. 19 yaşında bir çocuk! Et­ rafımda beni şımartıp duran sürü sepet erkek dolanıyordu ama, gençliğinden mi, çocukça hallerinden mi etkilendim nedir, bu oğlana tutuldum. Kendimi onun mutlak efendisi gibi his­ settiğimden olmalı, aramızdaki ilişki bana mutluluk veriyor. Birleşmemiz orgazma varmamı sağlamıyordu ama, doyuma başka yollardan ulaşıyordum. Duygularımı, şöyle çözümleye­ bilirim sanıyorum: - 1. Saygı duyabileceğim bir kadın arayıp duruyordum ya, bu çocuk kadınımsı olmamakla birlikte (ger­ çekte öbür erkeklere hiç benzemiyor) gerek fizik gerekse ruh­ sal bakımdan, gözüme kadın gibi gözükmektedir. fiziksel ba­ kımdan, çünkü genç, teni saydam, bıyığı sakalı bitmemiş; ruhsal bakımdan, çünkü ondan üstünüm, onu yeni bir dün­ yaya, kendi dünyama sokabileceğimi hissediyorum. - 2. Ol­ dum olası yalnızlıktan kurtulmak, öğrendiğim ne varsa hep­ sini, ruh çözümlemelerimi filan bırakıp; öteki insanların ba­ sit ve kaygısız dünyasına, çocukluğuma kavuşmak istemiyor muyum? O da ressam olduğu, üstelik beni fazlasıyla tanıdığı için, nişanlım bana sağlayamıyor bunu. Oysa bu çocuk ebediyyen kaybettiğimi sandığım bir alemin kapılarını, önüme açı­ verdi. Onu özlemlerim dolayısıyla seviyorum. - 3. O da, an­ nesi yüzünden mutsuz; bu sebepten annemle mutsuzluğumu rahatça açabildiğim tek kişi, o. Zaman zaman kendimi oğluy­ la inceste ilişkisine girmiş bir anne olarak tasarlıyorum; zaman zaman da, annesini inkar eden onunla özdeşleşiyorum. - 4. Sa­ hici bir erkek, hele sanatçıysa, kendini kimseye veremez; elin­ de değildir bu, kim olursa olsun, eseri uğrunda sırası gelince harcar. Yalnız kadınlar, bir de aylak erkekler, kendilerini topyekûn teslim edebilirler. Onun için, içimdeki ‘erkeğin’ arzu et­ tiği tam teslimiyeti, ancak bu oğlan gösterebilir. Ne yazık ki, onunla sevişirken de, saplantılarımdan kur­

105

tulamıyorum. Altı aydır, yüzünü bile görmediğim halde, an­ nesinin hayalini kurup durmaktayım. Her defasında, bu ka­ dınla sevişiyoruz, ona sahip oluyorum. Bazen bir adamın te­ cavüzüne uğruyor, biraz kurcalayınca, keşfediyorum ki o adam oğludur, bense hem oğluyum, hem de o kadın! Ö n ce­ leri bunalıma düştüm, içimi sıkıntı basıyordu, neyse ki yavaş yavaş geçiyor. 1 9 1 8 ilkbaharında, telkin yoluyla orgazm ol­ mayı denemeye karar verdim. Bu deneyi cinsel birleşme sıra­ sında yapacaktım. Birkaç ay şehrin dışına gittik; kırda bayır­ da, saplantısız hayalsiz yaşadım; bu arada, aklın almayaca­ ğı bir enerji sarf ederek muradıma kavuştum: Hayatımda hiç­ bir zaman hissetmediğim şiddette bir orgazm oldu bu, o da­ kikada kendimi bütün halinde erkek hissediyordum. İkinci de­ nemem de başarılı oldu ama, sonrakiler, hayır. Bir defa or­ gazmdan hemen sonra, iki defa da bitkinlikten, bayılmıştım; bunları uzunca süren bir kalp zayıflığı, birtakım dolaşım ve refleks bozuklukları izledi. Resimlerde simgeleri seviyorum. Resme çalışırken, ne aç­ lığımı duyarım, ne uykusuzluğumu; adeta sürekli tahrik halindeyimdir, güçlü bir tahriktir bu, cinsel bile denebilir; san­ ki bitmek tükenmek bilmeyen bir boşalmayı yaşıyorum; za­ ten benim sanatım da, sadece bir tepki ya da yüceltme olmak­ tan çok, gizli bir mastürbasyondur. Kendimden emin olm a­ sına eminim, otoriter, kişiliğime hayran (narcissique) olduğum bir gerçek; ama eşe dosta karşı, yumuşak ve tatlıyımdır; ha­ yatımda olduğu kadar, sanatımda da, insancıl bir soyluluğa özlem duyarım. Kendime düşkünlüğümü (narcissism e), O edipus kompleksimi hesaba katmazsak, erotizm, erotizm ola­ rak, yaşantımda önemli bir rol oynamaz; zaten asıl isteğim mutlak bir güçlülüğü ele geçirmekten çok, yaratıcı gücümü kaybetmeyeceğime emin olabilmektir. Babama saplanıp sap­ lanmadığımı, kesinlikle söyleyemem, yalnız bir zamanlar, sa­ dece babama benzediğinden dolayı, delikanlının biriyle, flört etmiştim. On beş aydır seviştiğimiz genç teğmenle çok mutluyum. Sevgim gittikçe artıyor. Onda sükûnet, çocukça nitelikler, bu­

106

na rağ m en b ü yü k b ir a n la y ış b u lm a k ta y ım . Sık sık sevişem i­ y o r u z a m a , b u n a ben sebep o lu y o ru m , a y d a a n c a k b ir kere birleşm eye ta rafta rım , ç ü n k ü gücüm bana başka şey le r y a p ­ m ak için g erek li. O , ne p a h a sın a o lu rsa o lsu n , evlen elim d i­ yor. R essa m la n işa n lılığ ım a ç o k ü z ü lü y o rm u ş! Y in e de iste­ ğine baş e ğ em iy o ru m , z ira b iliy o ru m k i onun k e n d isin e , ç o ­ c u k d o ğ u ra b ile ce k g erçek bir k a d ın a ih tiy a c ı v a rd ır; ü stelik ben istesem d e, n işa n lım benden a y rılm a z . D u r u m u m so n de­ rece g ü ç, ik isi de k e n d ile rin i ö ld ü re ce k le rin d e n sö z e tm iy o r­ la r mı, ne y a p a ca ğ ım ı b ü sb ü tü n k e s tire m iy o ru m .”

D r . S t e k e l ’İ n ‘t e ş h İ s İ’

D o k to r Stekel, daha so n ra , çö zü m lem e sean sları b o yu n ca a l­ dığı n o tla rı gözden g eçird i. A z şey sa p ta m a m ış! B a z ı sa tırla ­ rın a ltı, k ırm ız ı kalem le ç izili. S a y fa la rı ç e v irirk e n , g ö zle ri bu sa tırla ra iliştik çe elind e o lm a d a n te k ra r o k u yo r.

“Frau X . . . , erk ek g ibi giyinen, er k e k gibi yaşayan, erk ek olm ak ihtirasıyla dolu; fakat, norm al cinsel ilişkiden zevk duy­ m ak (orgazm a varm ak) isteyen bir kadın . En büyük k o r k u ­ su, kadınlaşırsa, artist yaratıcılığından bir şeyler yitireceğine inanm ası. A ncak erkeklerin sanatçı olabileceğin i san ıy or... “Kişiliğini bö leb ilm ek , birço k kişiyle özd eşleşebilm ek y e­ teneği, ürkütücü dereced e! Cinsel birleşm e sırasında, hem er­ k e k hem kadın olarak k e y if duyabiliyor; aynı zam anda erkek, anne, bab a, çocu k olabiliyor. Bu özelliği, d ah a ço k , orgazm a u laşabilm ek için son yıllarda başvurduğu h ay allerd e g öze ça rp m aktad ır... “Sonunda 'erkekliğini,' gid erek yaratıcı gücünü ve eşcin­ selliğini yitireceği kaygısıyla, ‘hasta' ruhsal çözüm lem eden ür­ küyor. O lduğu g ibi kalm ak, a m a ‘d u h u l’dan d a zevk alm ak arzusunda!.. “Kadın olm ak istemiyor. Kadınlaşm aktan ödü patlıyor. Bu k o rk u o k a d a r güçlü bir k o rk u ki, son ilişkisini insanüstü bir çaba harcayarak bozm asına neden oldu: Erkeği, gerçekten bir kadın gibi sevm eye başladığını hissetm işti...

107

“B abasına cinsel serüvenlerini anlatırmış. Cinsel hayatın­ d a babası d a söz sahibi. O nları kıskandığından, kızının er k e k ­ lere karşı soğukluğu, onu dehşetli mutlu ediyor. K açam ak eş­ cinsel ilişkilerine anlayış gösterir, ‘yarım kalm ış bir e r k e k ’ o l­ duğu hayalini sürdürm esine yardım cı olurmuş. Sebebi, bir er­ kek yüzünden kızını kaybetm ek korkusu! Onun sanatına hay­ ran, başarıya ulaşması için, yapm ayacağı şey y o k : Sergisini o açtırmış, resimlerini yabancı ülkelere o gönderiyor. ‘H asta’ iş­ te bu yüzden teğmenle ilişkisini, babasından gizlemektedir. Res­ sam la nişanına aldırmamış, kızının adam ı sevmediğini, ona so­ ğuk kalacağını biliyormuş; fa k a t teğm enle ilişkisi ciddi, gizlen­ m esi lazım ... “Adet görm esi, ‘hasta ’ için korku n ç bir şey, tiksindirici. O sırada gizlenm ek, odalardan çıkm am ak, kendini öldürm ek is­ termiş. Kadın tabiatı baskın çıktığından, vücudundan iğreni­ yor; tabii, çalışam ıyor da. Babası d a ‘ay halinden rahatsız, sık sık sorarm ış: '— N iye â d et görü y orsu n ?' D r. Stekel, ‘sea n sla r' ile rle d ik çe , Frau X ...'in n asıl te d ir­ gin olduğunu h a tırlıy o rd u . B ir-ik i d efa, m a z eretler icat ed ip, h iç g elm edi. Bazen g ecik erek geliyor, fa k a t ‘sean s' b o y u n ca , doktora direniyor. Bütün bunlar, hayatına hükm eden cinsel nev­ rozun, sarsıldığını gösterir. Ü ç ay k a d a r oluyor.

Frau X . . . , m u ­

ayeneh an ed en aya ğ ın ı b ü sb ü tü n k e sm işti, şim d iyse p sik a n a ­ lizin h iç b ir işe y a ra m a d ığ ın ı gazetelere y azm ış! D r.

W ilhelm Stekel, Frau X ... ’in d o sya sın a son o la ra k e k ­

led iğ i, ‘teşh is ve tedavi' n o tla rın ı o k u m a y a g eçiyo r:

“ bu kadın, ruhsal olarak, erkeğin otoritesine karşı çık ­ mıyor, kendisi erkekle özdeşleşiyor. Kadınlara düşman, (çağdaş kızların çoğu gibi) inandığı tanrılar Strindberg ve Weininger, ya­ şadığımız dönem in gevşekliğini eleştiren, konferanslar verirmiş! Nevrozu, kadın tabiatına karşı çıkmasından doğuyor; am a nev­ rozun dinamiğini harekete geçiren, sad ece dişi/erkek değerle­ rin çatışması değil; nevrozun tümünü babası belirliyor: K albi­ nin sahibi, o. N asıl kurtulsun, kadınlığını yaşam ak doğrultu­ sunda bir adım atacak oluyor, sonuç, neredeyse m atem atik bir kesinlikle, babasın ı tanrılaştıran çocukluğuna gerileyişi!

108

“T ablolarına ve hayallerine d ay an arak, ön celeri annesini tutkuyla sevdiğini kabu l edebiliriz; o k a d a r böyleydi k i bu, kıs­ kandığı için, babasın ın yerini a lm a y a özen iy ord u . Annesinin aşkını eld e edem em ek, onu gön lü n de baylan dıram am ak, ona m uazzam ıstırap çektirm işti. Ç ünkü çocu klu ğu n u n bütün am acı, annesini feth etm ek , a ş k a z o rla m a k , cinselliğe b a ş eğ ­ dirm ek! Git git, annesinin soğu k bir kadın olduğunu fark edi­ yor. Z aten soğukluğu, kısm en onunla özdeşleşm esin den ! B e­ d en en soğ u k, a m a hayallerin de d aim a iffetli bir kadıncağız, sert bir nefis düşkünlüğüyle aşağılanıp, kirlenip duruyor. An­ nesi o kad ar soğuk ve uzak kalırken, o bö y le sürekli yanıp tu­ tuşm aya katlan abilir mi? A nnesinden fa rk lı olm ayı içine y a­ tırabilir mi? B abasıyla özd eşleşm esin e de, annesinin so ğ u k ­ luğu neden olm uş. Sevmiş ve hay al kırıklığına uğramış bütün çocu klar g ibi, annesinden n efret ettiği için, kadın lara d a dü ş­ m an. B abasının ku d reti kuvveti enerjisi onu, erkeklerin eg e­ men olduğu kadın ların boyun eğip acı çektiğ i bir dünyanın varlığına inandırıyor; çocukluğunda bile, kadın değil erkek ol­ m ak isteyişi bu yüzden. Aşktan kaçışı da bundan, çünkü onun gözü n de kadın o lm a k çocu kluğu nun inancını tem sil ediyor, bunun anlam ı babasın a m utlak itaat! H ayatı bu noktadan iti­ baren, babası için ve babasına karşı bir m ücadeleye dönüşmüş. “İyileşm esi ailesinden, özellikle - a ş k hayatın da bile k en ­ disine olağanüstü h a k la r tan ıd ığ ı- babasın dan , k o p u p k o p am ayacağına bağlı. K adın o la b ilm e k için, için deki çocuğu yenebilm eli. R uhsal çözüm lem eler, ne k a d a r çocu k ruhlu k a l­ mış olduğunu m eydana çıkardı. Onun k a ra yazısı d a bu. Er­ k e k olayım derken, ‘ezeli çocu k' olm uş, onu ‘kadın laştıracak ' kurtarıcıyı bekliyor. Yaptığımız ruhsal çözüm lem enin, n evro­ zunu adam akıllı hırpaladığına, artık g erçekten sevebilecek bir yere geldiğine inanılabilir. Severse, bu aşk la , bu aşk tarafın­ d an , iyileşecektir. E rkeğin, b a b asın ı andıran, yaşlıca biri o l­ ması, işi kolaylaştırırdı. O takd ird e yüreğini nihayet rahatla­ tacak adım ı atabilir, aile hayatına döner. Şim diki hali, boh em hayatı, cinsel anarşisi, tanrıtanım azlığı, N ietzsche 'ciliği filan, baştan aşağı ‘h a v a ,’ g erçek tabiatına uym ayan şeyler - aile h a­

109

yatı özlem i gerçekleşecektir. N evrozundan, olağandışı d av ra­ nışlarından kurtulup, iyileşecek. Yine resim yapm aya devam ed er mi? Ressam lık onun için barış ve huzurdan, mutluluk ve hoşnutluluktan değerli midir? Doğrusu bu soruya karşılık verem ıyorum .

‘ M u tlu

so n ’ m u?

D r. W ilhelm S tekel, (1868 Viyana - 1940 L on d ra), a slın d a fr a u X .. . ’i, 1 9 19'd a yayım la d ığ ı ü nlü K adında Cinsel Soğukluk/D ie G eschlectskalte d er fra u adlı eserinde, ko sko ca bir bö­ lüm a y ıra c a k k a d a r ö ne m sem işti. Bu b ö lü m ü n a d ı, ‘Bir travesti'nin çözüm lem esinden p arçalar,’ so n u n u ise şö yle b a ğ lı­ y o r:

“ ... g azeted e yayım lanan yazısından kısa bir süre sonra, yanında gençten bir adam la, ona rastladım. Bana, 'kocam ' di­ ye tanıttı; bu arad a kulağım a eğilip, ‘o genç teğ m en ' olduğu­ nu fısıldadı. Ç ok mutluymuş, ço k çalışıyorm uş! B öylece, ç ö ­ zümlemelerin onu iyileştirmiş olduğunu görm üş oluyoruz. Bü­ tün m ü cadeleleri terk etm iş, kad ın olm u ştu ; bu yoldan , aile hayatına kavuşabildi. A c a b a ? fr a u X ... , d o k to ru n ö n g ö rd ü ğ ü gibi ‘b a b asın ı an d ıran , y a şlı b ir a d a m ı' değil d e, ‘gerek fizik gerek ruh sal ba­ k ım d an , gözüne kadın gibi g özü ken ' o g enç teğm eni, ‘k o c a ’ d i­ ye seçtiğine göre, insan bu so ru y u so rm ad a n edem iyor. N e y a ­ zık k i film , geleneksel

H o lly w o o d film le ri gibi, h ap p y e n d ’le

bitm iş. D o ğ ru su , evlenmeden so n ra k i gelişmeleri öğrenebilm ek için , ç o k şey v e rird im .

110

3.

‘İBRAHİM VOYVODA’

B e n d e -İ H ü s r e v A g a

Bir gece, ormanların uğultusundan sürülüp, Saraybosna’ya gi­ den kervanı, dağ eşkıyası vuruyor. Fi 1050, Sultan M urad-ı Rabi'nin devr-i saltanatı, Beylerbeyi ‘Abaza' M ehm et Paşa’dtr, B os­ na Valisi ise Salih Paşa. Vurgun, B en elu ka ve Kilissa kal'aları çevresinde vurulmuş, haydutlar, kadın erkek demeyip, yüz do­ kuz cana kıymışlar: hem de nasıl, anadan üryan soyup, işret sofrasında çengi köçek gibi oynatıp, kirlettikten sonra! Üç yıl devam edecek, bir belalar silsilesinin, başlangıcıdır bu vurgun. Bir hafta sonra mı ne, yirmi yaşlarında bir cıvan, Bosnasarayı ayanından Sarı Z ü lfikar Ağa’nın oğlu R am azan Ç ele­ bi, M evlevihane M esiresin de kayboldu. Çamaşırlarını sazlık­ ta buldular. Suya girip boğulmuştur deniyor. Üç gün sonra, çıp­ lak cesedi, ağacın birine ayağından asılmıştı, kesik başı kütü­ ğün dibinde durur. Aynı yalçın dağlarda, orman sislerinin sin­ si sinsi vadilere sokulduğu bir gece sabaha karşı, ikinci kerva­ nın vurulması gecikmedi. Eşkıya bu sefer iki yüz dört cana kıymıştı. Allah allah! Kimdir ahaliyi dehşet içinde bırakan bu vur­ gunların vurucusu? Bunun gizli saklı bir yanı yok ki: her se­ ferinde, ‘kasd-ı mahsusla' sağ bırakılan bir kişi -çoğu kez ker­ vancı- B osna Valisi Salih Paşa’ya eşkıyadan bir ‘name’ getir­ mektedir. Hepsinin kelamı aynı: ‘H üsrev A ğa hanedanından

bigünah astığın kırk nefer masumun her birine karşılık yüz ca­ na kıym aya ah d ettim ;’ hepsinin altında, aynı imza: ‘Bende-i H üsrev Ağa, İbrah im V oyvoda!’

1 11

Salih Paşa, H üsrev A ğa 'nın adını işitti mi ifrit oluyor. N a­ sıl olmasın, fikrince oğlu C afer Bey'in ‘scbeb-i mevti'dir. Bu H üsrev Ağa Kilissa Sancağı muteber eşrafından ‘variyetli' bir ayan ki, çiftinin çubuğunun, ağılının mandırasının, ne ucu var­ dır ne bucağı. C afer Bey Kilissa'ya bir gittiğinde, H üsrev Ağa’nın kızı R ebia’yı görmüş, görür görmez abayı yakmış, tut­ turdu bunu alacağım diye. Babasının gönlü razı gelmiyor. Ana­ sının hakeza. iddiaları şu ki, H üsrev Ağa için de, kızı R ebia için de, iyi söylemezler: H üsrev A ğa , İspalet Kal'asındaki Ve­ nedik Paşasına, el altından B eneluka ve Kilissa kal'alarını ba­ ğışlarmış, ‘yâni, hünkârım ız efendim ize m el'ânet düşünür;' kı­ zı Rebia'ysa, bir başka bela, Müslüman mıdır kafir midir an­ laşılmaz, Allah'ın günü at sırtında dağ bayır dolaşır, on altı­ sına gelmiş evlenememiş, tesettür nedir bilmez! Etrafta on ya­ şında örtünmüş, soyu sopu yerinde, bunca bakire dururken, C afer B ey ’e bu ‘karı’ alınır mı? B osna Valisi Salih Paşa, oğlanın başını tezelden bağlama­ ya karar veriyor. Saraybosna eşrafından Sinan Ağa 'nın kızı mü­ nasiptir, söz kesip nikah kıyıyorlar. Gel gör ki Hüsrev A ğa’nm kızı R ebia, C afer B ey ’i fena bağlamış, düğününe birkaç gün kala, C afer B ey ’dir S aray bosn a’d an kopuyor, avlanmak ba­ hanesiyle Kilissa yöresine uzaklaşıyor. O gün bugün kayıp! Bre nerdedir? Birlikte avlandığı ‘paşalılar,' el bağlayıp boyun bü­ küyorlar. Dağlarda kaybolmuştur. Y o k yok yok. Allah bilir, orman karanlığındaki bir su değirmeninde, H üsrev Ağa'nın kızı R ebia ile halvet oldular. Oğlu -h aşa huzurdan- dağa kal­ dırılan B osna Valisi Salih Paşa gazaba gelmişti. Kapı kulu as­ keriyle Kilissa üzerine yürüyüp, değirmeni bastı. Hüsrev Ağa tayfası teslim olmadılar. Ağızdan dolma tüfek ve ‘kubur,' kı­ yasıya savaşıldı. Ele geçirilen değirmende, C afer Bey'in ölü­ sü bulunuyor. Rebia'ysa kendisini vurasıymış, yaralıların ri­ vayeti bu, lâkin cesedini su götürmüş, bulamıyorlar. işte o gazap ve ıstırapla, Salih Paşa dağlardan savlet edip, Hüsrev Ağa soyunu bütünüyle kırmıştı. 'Hüsrev Ağa 'yı, kar­ deşini, kardeşinin üç yiğit oğlunu, H üsrev A ğa ’nın kahyası­ nı, kahyanın iki taze cıvan oğlunu, bu hanedanın bendeganın-

1 12

d a n , genç ih tiy a r a y ırt etm eden tam k ır k nefer erk eğ i, m ahkem esiz, sorgusuz, kasab a so k a k la rın d a k i ç ın a r ağ açların a as­ tırd ı.

Hüsrev Ağa ve k a rd e şin in bütün e m la k i, k o n a k la r ı, eş­

y a la rı, p a ra la rı, m ü cev h erle ri m ü sad ere ed ild i. K a d ın la r üst­ le rin d e k i e sv a p la rla s o k a k o rta sın d a k a ld ı. K o r k u s u n d a n k im se k a p ısın ı a çıp içeri a la m a d ı, bir ta s ç o rb a , b ir d ilim e k ­ m ek verem ed i. K u la k la r ın d a n k ü p e le ri, b o y u n la rın d a n in c i­ leri a ltın la rı, b ilek lerin d en b ile zik le ri ve p a rm a k la rın d a n y ü ­ z ü k le ri, h o y ra tça ç e k ilip a lın a n , elli ca n , y a lın a y a k , k im i b a ­ şına bir örtü çe k ip a tam am ış, y a y a o la r a k yo llara düştüler, c i­ v a r k ö y le re , k a sa b a la ra , bir lo k m a ek m e k için a v u ç a çm a y a g id iy o rla rd ı.

Salih paşa, bu k a d ın k a file sin in a rd ın d a n , azgın

‘sa rıca la rın ı' gönderdi; ‘sarıca' o k i, ır z , n am u s, m erham et b il­ m e z, a lın la rın a cehenn em lik şa k i d am g a sı vu ru lm u ş, yılan zeh iri g ib i b e k a r u şa k la rı idi. H e p s i bö yle k ırıld ığ ın a g öre, d a ğ a ç ık m ış k e rv a n v u ran

'bende-i Hüsrev A ğ a ’ kim ola k i? Vali Salih P a şa 'n ın d ü şü n ­ düğü budur. A h a lid e rivayet bol, k im isin e so rarsan R e b ia'n ın

İbrahim o lm a lı, k im isin e so ra rsa n H üsrev A ğa 'n ın p o sta ta ta rı ‘ K ö s e ’ İbrahim ' dir. H e r k im ise,

eski se v d a lısı d eğ irm en ci

z a lim liğ iy le o rtalığ ı titretiyo r. Sağ b ıra k ıp ‘n am e' g ön d erd iğ i k e rv a n c ıla rın a n la ttık la rı, d ehşet verici şeyler.

İbrahim Voyvoda, tutsak aldığı ne k a d a r genç erkek ve k ız v a rsa , ç ırılç ıp la k so y d u ru p , işret so fra sın d a o y n a ttırırm ış. K a ra n lığ ın ve o rm a n ın en k o y u y erin d e, y a m a n b ir m eyd an ateşi u y a n d ırıp , so fra k u ru y o rla r. Len g e r lenger pilav, ç e v ril­ m iş k u zu , av eti. D estilerd e b u ru k bir şa ra p k i, içeni güneş g i­ bi ça rp ıy o r. A ğ a c ın d ib in d e ça lg ıcıla r.

İbrah im V oyvoda işa ­

ret etti m i, o yu n h avası başlar. Ç ıp la k v ü cu tla rın d a alev y a n ­ s ım a la rı, d e lik a n lı k ız la r ve o ğ la n la r o yn u yo r. Bu cehenn em

İbrahim Voy­ v od a k a lk ıp gidecektir. ‘ O gidince, kalanlar, m eclis-i şeytani kurarlar, m azlum lara dilediklerini yapıp, seh er vakti geldikte boğazlarlar. Eşkıyadan biri çıkıp, bir delikanlıyı halâs etm ek m urat etse, onun d ah i başını alırlar ’ P e k i, bu k a n lı İbrahim V oyvoda, n asıl bir a d a m d ır? C a ­ sofrası, bir saat mi sürer, üç saat m i sürer, akıbet

113

nı b ağ ışlanm ış kervan cılar,

Salih P aşa ’ ya, onu , hep aynı şe k il­

de ta sv ir e d iyo rd u :

uzun boylu, pen çeli ve k o c a ayaklı b ir gen ç adamdır. Yüzünü kara bir p eçe ile kapam aktadır. K araca karaca g ö z ­ leri vardır ki, bilhassa işret ettikten sonra, o gözlere bakılm az, avını görm üş aç kurt, kaplan gözüne benzer ve bunca m azlu­ mu hep işret ettikten sonra boğazlatm ıştır, fa k a t başlar k esi­ lirken kendisi seyretmez. Asla konuşm az, o işaret eder, yanın­ d a k i talimli adam ları konuşur. Başında kuzu derisi kara k a l­ pak, ayağında kara frenk çizmesi, poturu, kuşağı, cepkeni, min­ tanı, göm leği h ep karadır, görenlerin yüreğine kara taş gibi kas­ vet ve d eh şet ç ö k e r . . . ” D e rk e n , Salih P a şa ’nın oğlu C afer Bey ’ e kızın ı verm iş olan Saraybosnalı Sinan A ğa ’nın d a , çiftliği basıldı: Y etm iş k işi te­ lef ed ilm iş, bütün b in a la r ateşe verilm işti. A ğ a cın b irin d e, İb ­ rahim Voyvoda im zalı, bir pusula bulm uşlardı: ‘ 3.617 can kal­ dı, a lın a c a k !’ BASKIN BASANINDIR A r t ık

İbrah im V oyvoda b ir efsanedir. G ü n e şte u stu ra m a v i­

si p a rıld a y a n , sa rp u ç u ru m la rın ü zerin d e, ay ışığ ı m a v isi kü h e y la n ın ı şa h la n d ırıy o r. K u şa ğ ın d a n ‘k u b u r'u n u çe k ti m i, boşa sıktığ ı g ö rü lm e m iş. İşre t so fra sın d a , ü stü n e y o k ; desti-

Saraybosn a d o la y la rın d a k i bir b o ğ azı tu tm u ş derler, a yn ı gün lerce şarab ı devirir, bana m ısın dem ez. Bugün eşk ıy a sıy la ,

fersah larca ötedeki bir han ı bastığı işitilir. H a n g i dağı m ekan tutm uştur, hangi vadiden eser, kestirilem iyor. D ehşetinden, y ö ­ ren in a ğ ılla rın d a n sürüler, k ö y le rin d e n k ö y lü le r boşalır. H e r ­ kesin yüreğ in d e b ir k o rk u :

İbrahim V oyvoda k o rk u su ! A n a ­

lar h u y su z ç o c u k la rın ı, k a rıla r a k si k o ca la rın ı o n u n la k o r k u ­ tu yo rlar. K u la k ta n k u lağ a adı bü yü yo r. Y a p tık la r ı da. İşin için e b i­ ra z y a la n , ha y li d o la n k a rıştığ ın d a n , n eler a n la tm ıy o rla r k i! Yok

Venedik P aşa’sı, İbrahim V oyvoda’nm em rine, ü ç b in a t­

lı veresiy m iş; y o k , her işret so fra sın d a n so n ra , g özüne kestir-

114

diği en dilber kızla en cıvan oğlanı alıp götürür; bilinmez han­ gi tenhada nefsini körletirken, canlarını alırmış; yok esas ni­ yeti, günün birinde S aray bosn a ’yı basıp, Vali Salih P aşa ’nın ocağına incir dikmekmiş! Bütün bunların aslı var mıdır, yok­ sa uydurma mıdır, anlaşılamıyor ama; İbrah im V oyvoda ef­ sanesi büyüdükçe, milleti canından bezdiriyor. Öyleki sonun­ da, Saraybosna’nın uluları destur deyip, Salih Paşa'nın huzu­ runa çıkarlar; yalvar yakar, İbrah im V oyvoda eşkıyasını ten­ kil eylemesini isterler. İşte bunun üzerinedir ki, Salih Paşa, ru­ mi 1053 (miladi 1637) ilkbaharında, kapı kulu askerlerini top­ layarak, yeniden Kilissa Sancağı’na sefer eyler. İyi de, İbrahim Voyvoda şeriri, nerede ve nasıl bulunacak? Rivayet o ki bunlar, her önlerine çıkanı gözlerini kırpmaksızın telef ederse de, dervişan ile Bektaşi babalarına ilişmezler imiş; o halde Salih Paşa bendeganından Şakir Ağa tebdil edi­ lip, bektaşi fukarası kılığında dağlara salınır: sözde Beneluk a doruklarındaki bektaşi tekkesine gidiyor, aslında İbrahim V oyvoda eşkıyasının izini sürmektedir. Bir gün, beş gün, on gün, Şakir A ğ a’dan bir haber çıkmaz. On gün sonra mı ne, Kilissa ahalisi bir de uyanırlar ki, sabah sabah, ne görsünler: Şakir A ğa’nın çıplak cesedi. H üsrev Ağa Konağı'nın önünde­ ki çınarlardan birinin dalına ayaklarından asılmıştır, hafif ha­ fif sallanıyor; kesik başını dahi, sakalından yandaki bir da­ la bağlayıp, koyvermişler. Aman Yarabbi! Bundan geri, iz sür­ meye, hangi yiğit gönüllü çıkabilir? Buna hacet kalmıyor. Bir eyyam sonra, keçi kokan, keçi suratlı, bir keçi çobanı, ki on altı yaşlarında adına R am o der­ ler pis bir oğlandır, çıkıp K ilissa’ya geldi; Vali Salih Paşa'nın huzuruna varıp, dedi ki:

siz Voyvoda İbrahim 'i m i bulm ak dilersiniz? Ö yleyse tezelden Şehbaz Evliya M andırasına koşun, o ra d a eyleşiyor!" Avcuna bir altın sıkıştırıp, R am azan ’ı -belki tuzaktır di­ y e - konağa kapattılar; sonra dört bin atlı başlarında Vali Sa­ lih Paşa, Şehbaz Evliya M an d ırasın a doğru yola çıktılar. Sefer iki hafta kadar sürdü. Mandırada eşkıya ve avenesi bulunamadıysa da, büyükçe bir kalabalığın konaklama izleri gö-

l lS

rülüyor. B irk a ç k o n a k ötede, koca b ir o ca k , ocakta henüz so ­ ğ u m a m ış kü ller. N ih a y e t ertesi gece, k a ra n lığ ın y o ğ u n lu ğ u n ­ d an a ğ a çla rın ça tırd a d ığ ı derin b ir vad id e, a ra d ık la rın ı b u lu ­ yorlar. D o la b ı ş a k ır ş a k ır d ö n e n b ir su değ irm enind e, beş a y ­ rı yerde, beş a yrı ateş y akılm ış; alevlerinin a yd ın lığ ı, eşkıya göl­ g elerin i o rm a n ın ıssızlığ ın a u z a tıy o r; u zak u z a k , köpek h a v ­ la m a la rı; b ir de, b a yk u ş.

Salih Paşa, k a ra n lığ ı a k ıllıc a k u lla n ıy o r. A s k e rle rin i, v a ­ dinin g eçitlerin e y e rle ştird i. A r t ık ku ş o ls a la r k a ça m a z la r. D eğ irm en i, şa fa k sö kerk en bastı.

İbrahim Voyvoda ve avene­

si, neye uğradığını a n la y am ad ıy sa da; eşkıya k ısm ı tavşan uyk u su n d a d ır, tez to p a rla n ır o ld u ğ u n d a n ; tüfeğini k a p a n , b a ş­ lad ı v u ru şm a y a . A te ş , d um an ve b a ru t, o gün a k şa m ı ettiler. S ila h sesleri, v a d in in b o şlu k la rın d a ç o ğ a la ra k y a n k ıla n ıy o r; y a k u t k ız ılı b u lu tlar, h ız la in c ir m o ru n a k a ra rıy o rd u . D eğ irm en m u h k em d i. B ir y an ı d ere, a rk a sı k a y a lık ! Salih Paşa, İbrahim V oyvoda’yı d iri isted iğ in d en (y a k a la y a n a bin a ltın ), a sk er serbest h arek et edem iyor. M ü sa d em e bu yüzd en , d ö rt gün devam etti. D ö rd ü n cü gece, eşkıyanın sağ kalanı, de­ re y a k a sın d a n sa v u şm a y a k a lk ış tı: Beyhude gayret! Ü çü su­ lard a b o ğ uld u gitti, y irm i d ö rd ü , tepeden tırn ağ a kan ve ç a ­

Salih Paşa İbrahim Voyvoda'yı a rıy o rd u ; a ra la rın d a görem e­ yince, k ü k re d i: “ Bre n e rd e d ir? ” H a y d u tla rd a n b iri, İbrahim V oyvoda’nın ‘ih tim a l ca n ın a k ıy m a k ü zere, d eğ irm en de k a l­

m ur, d erd est e d ilip , P a şa 'n ın h u z u ru n a ç ık a r ıld ı. h a rıl h a rıl,

d ığ ın ı’ sö y le y in ce , o la n ca ‘p a şa lı' e lin d e m e ş’ale o ra y a seğ ir­ tiyor.

R eşad E krem K oçu, İbrahim V oyvoda’nın y a k a la n ışın ı şö yle a n la tm ıştır:

m üthiş haydu t yakalan dığı zam an, gün hen ü z ağarmamıştı. Meş ’alelerin ışığında, gözleri vahşetle parıl parıl, yü­ zü ilk d efa nikahsız görülüyordu. D eğirm en od asın a giren ­ ler, onun h ak ik a ten İbrah im V oyvoda oldu ğu n a şüphe etti­ ler. K oca Bosna Vilayeti’ni yıllardır titreten kara esvablı h ay ­ dut, en ço k on d oku z yaşlarında, d ah a bıyıkları bile terlem e­ miş, tüysüz bir oğlandı. Uzun boylu, vücud yapısı tığ gibi na-

116

r if ve z a r if ve yüzü g ö z kam a ştıra ca k gü zellikte idi. Bir d e ­ ğirm en ırgatına, çoban a, tatar u lağ a d eğ il, m asallard a ta rif edilen Peri Padişahı'nın oğluna benziyordu. Üç yıldır m akas görm em iş saçları, om uzlarından aşağı uzam ış sarkm ıştı, h a t­ ta bu saçlarla Şehzadeden ziyade Peri P adişahı’nın kızına ben ­ ziyordu. ‘— İşte devletli Vezir, İbrahim V oyvoda d ed ikleri şaki bu kâfirdir diye Salih Paşa’nın huzuruna çıkardıkları zam an, Va­ li Paşa da şaşırdı: ‘Bre m el’un! V oyvoda sen m isin ?' d iy e bağırdı. G üzel genç gay et m etindi: b en im !’ dedi. Bosna Valisi Salih Paşa, yüzüne karşı çataçat kon u şan bu haydutla sözü uzatm az; onu ‘m u kad d er a k ıb etin e’ terk etm e­ den, etrafın dakilere d er ki: ‘— Bu m elu n delikanlıları çırılçıplak soyar, oynatırdı; so n ­ ra biçarelere türlü cefa idüp, başlarını vurdururdu. Biz d e şim ­ di onu üryan edip, kendi avenesi ön ü n de oy n atalım !’ Bir iki tartışm adan sonra, em ir geliyor: ‘— Bre soyun şu m e lu n u !” ’ R eşad Ekrem Koçu, İbrahim Voyvoda'sında, bundan son­ rasını şöyle anlatmaktadır:

İbrah im V oy v od a’yı k olların d an tutan ik i a sk ere, birk a ç kişi d ah a yardım etti; haydudun sırtından cebken in i, yeleğini, mintanını ve gömleğini, parçalarcasına çıkardılar. Fa­ kat, g ö m lek çıkarılıp d a , g ö v d e tam am en çıp la k kalın ca: ‘Uuuuu diye bir h a y ret sesi yükseldi. İbrah im V oyvoda’nın göğsü, bir delikanlı göğsü g ib i düz değildi; gen ç haydudun göğ­ sünde, hırçın iki k eçi yavrusu gibi, bir çift kız m em esi vardı. Paşa d a gözlerin i açtı: ‘— Bu ne m an ad ır? Yoksa bu m e lu n avret m idir?’ dedi. İbrahim V oyvoda: ‘T ah kike lüzum y o k , dedi. Ben h a n e­ danını zulüm ile yıktığın H üsrev A ğ a ’nın kızı R e b ia ’yım!' Bir hayret uğultusu d ah a yükseldi. Paşa, ö b ü r haydu tla­ ra - ‘Bunun avret olduğunu bilir m iydiniz?’ diye sordu. H ep ­ si başları önlerinde sustular. Ç eteye yeni katılm ışlardan, ya-

117

im ayaklı, çul çaput içinde bir oğlan: — ‘Bilirdik, fahişedir.

Her gece birim iz ile yatardı ve bizleri bu sihrile bend eylem iş­ ti,’ dedi. R ebia bu oğlanın yüzüne tükürür gibi baktı. Etra­ fını sarmış olan beş altı n efer ‘p a şa lı’ bir tereddüt ânı geçiri­ yordu. Paşa tekrar: — ‘Soyun!’ diye bağırdı. Kızı ana d oğ m a­ sı çırılçıplak soydular. Salih P aşa çılgın gazapla: — ‘O y n a!’ diye bağırdı. Kız gayet sakin : — ‘R aks için levent sazı çö k ü r ister, ’ d ed i... R e b İa B İ n t -İ H ü s r e v

Kilissa Sancağı eşrafından Hüsrev A ğa 'nın kızı R e b ia ’nın -nam-ı diğer İbrahim V oyvoda- ruhsal ve cinsel çözümleme­ si yapılmamıştır. Bir uzmanın, olaya etraflıca eğilmesi, ne ka­ dar iyi olurdu. R eşad E krem K oçu , ‘vak'ayı' kaynak göster­ meden yazmış. Mamafih, onun ‘version'undan da, Rebia'nın ruhsal topografyasını gösteren, bazı ipuçları çıkarılabilir. Göze ilk çarpan, Rebia'nın da (Kont Sandor/Sarolta, ya da Frau X ... gibi) çocukluğunda, bir oğlan hayatı yaşamış olma­ sıdır. Çünkü “ H üsrev A ğa R e b ia ’yı dokuz yaşında örtü al­

tına koym uştu, fa k a t ö b ü r a ğ a kızlarından ço k farklı: O tuz örgüden fazla ve beline kad ar inen saçları, bir nam az bezinin altında toplanm ış, yüzüne d e a k tülbentten bir nikap/yaşm ak tutunmuştu. F erace giym em işti. O ğlan g ibi cepken, p otu r giymiş; belinde kuşak, silahlık; silahlığında çifte pala, çifte k u ­ bu r tabanca, ay akların da y a çizm e, y a kundura; elinde k a m ­ çı, babasının yanında d olaşm aya devam etmişti. " Rebia, kan davasına soyunurken, erkek kişiliğine bürünmesinde, hiç kuş­ kusuz erkek gibi yaşadığı çocukluğunun, etkisi altında kalı­ yor. Böyle büyütülmüş çocuklar, asıl cinselliklerini benimseyemiyorlar. Aynı şey Salih Paşa ile hesabında görülmüyor mu? Rebia' nın sevdiği tek erkek C afer Bey'dir; B osn a Valisi Salih P aşa, ilk Kilissa seferinde, yalnız H üsrev A ğa soyunu kırmakla kal­ mamış, C afer Bey'in (öz oğlunun) ölümüne de neden olmuş­ tur. O halde, İbrahim Voyvoda'nın, H üsrev Ağa ailesinin her

1 18

ferdi için yüz can almaya kalkıştığı halde, onun aşkı uğrun­ da ölen C afer Bey'in adını dahi anmaması ilginç değil mi? İb ­ rahim Voyvoda kimliğine büründükten sonra, ‘kadınlığını' ha­ tırlamak mı istemiyor? Mümkündür, zira dağlardaki haydut hayatında ağır basan, sadece işret ve zulüm, aşka yer yok. İşret, yani içki içmek, kız ya da oğlan oynatmak! Hepsi bu kadar, iş cinselliğe dayandı mı, İbrah im V oyvoda sahneden çekiliyor. Yalnız, haydutlardan birisi, yakalandıktan sonra ona ‘fahişelik' izafe eder. Rebia'nın bunu reddettiği, o hayduda ‘tükürür gibi bakmasından' anlaşılmaktadır. Üç yıl erkeklik tasladığı, eşkıyalık ettiği halde; R eşa d E k rem K oçu , R ebia'nın eşcinselliğinden kuşkulanmamış; acaba, kuşkulanamaz mıydı? Sanırım. Kuşkulanabilirdi, çünkü ‘karineler' az sa­ yılmaz. Mukabil cinsin kılığında yaşamak, öyle bir kişiliği benim­ semek, - h e r vak’ada değilse de bile- çokluk, eşcinsel eği­ limlerin itişiyle oluyor. Kadın ve erkek eşcinsellerden, karşı cin­ sin kılığında yaşayan, az ünlü mü tanıdık? Bu bir. İşret düş­ künlüğü (alcoolism e) özellikle kadınlarda, çok kere eşcinsel­ liğin belirtisi sayılmaktadır. (Frau X ... ’i hatırlayınız). Bu iki. Rebia'nın, yalnız erkek kılığında gezip kafa çekmekle yetin­ memesi, işi sefahata (libertinage) dökmesi, ciddi cinsel kay­ maları olduğuna kanıt sayılabilir: Ele geçirdikleri kız ve oğ­ lanları, çengi ve köçek gibi, içki sofrasında oynatmasının, ‘ai­ le intikamıyla' ilişkisi ne? Sonu korkunç cinayetlere bağlanan bu işret geceleri, benzerine ancak M arki d e S ad e’ın kitapla­ rında rastlayabileceğimiz orgie'leri andırıyor. Bu, üç. Nihayet bunlara, uğruna canını vermiş sevgilisi C afer Bey'in, adını anmayışını katabiliriz; bu ihmal, Rebia'nın cinsel haritasında an­ lamlı bir boşluk yaratmıyor mu? Hüsrev Ağa’nın kızı R ebia, declaree bir eşcinsel değilse bi­ le, ciddi eşcinsellik eğilimleri saklayan, ‘sefih' bir kadın, üs­ telik sad iqu e de! Ha bakın, eşcinselliği tartışılabilir, ama sadique'liği su götürmez. Ayrıca bu sad ism e’in cinsel dürtüler­ le ilişkili oluşu da! Çıplak oğlanları kadın gibi oynatıp, kir­ lettirdikten sonra, boğazlatmak neye delalet eder? Kafaları­

119

nı kestiriyor, çıplak cesedi ayağından ağaca astırıp, kellesini gövdenin dibine bıraktırıyor. Hem bir kişiye mukabil yüz ki­ şinin canını almak, nasıl bir kan iştahıdır? Kana doyamıyor, bu sadigueMiğinden mi, yoksa ağır basan vam pirism e' in et­ kisi mi? İnsan ister istemez, şatosunda yüzlerce genç kızı bo ­ ğazlatıp, kanında banyo eden ünlü vampir K ontes B athory’yi hatırlıyor. H üsrev A ğa’mn kızı Rebia'nın, içinde bir yerinde gizlice taşıdığı İbrahim V oyvoda kişiliğiyle açık özdeşleşmesi, aile­ sinin katliamıyla başlamıştır. Ondan sonraki hayatı, neresin­ den bakılırsa bakılsın, bir erkek hayatı. Tabii ölümü de, bir erkek ölümü olacaktır.

İBRAHİM VOYVODA’ NIN SONU

“... H aydut kız, üç gün hanedanın konağının ön ü n deki m ey­ dan cıkta bir ağacın g övdesin e bağlı o larak, a ç ve susuz bıra­ kıldı. Atılacağı çengel, m ahkû m u n gözü önünde inşa edildi. Bir m inare boyu n da, kalaslardan çatılmış, d ört k ö ş e bir k u ­ le idi. Yerden ik i adam boyu yü ksek bir yerine m u h telif uzun­ lukta uçları kılağılı ve yukarı kıvrık, birço k d em ir çengel k o n ­ m uştu. Ç ıplak m ah kû m el ve a y a k bileklerin den iplerle b a ğ ­ lanıp, m akaralarla kulenin tepesine alınacak ve oradan, şu k a ­ d a r arşın yü ksekten , bu çengellerin üstüne atılacaktı. Vücu­ duna k a ç çengel saplanırsa, ya d erh al ölecek , yahu t ölünceye k a d a r o ra d a kalacaktı. "Rebia, son üç gününü, hayal ve hatıra âlem inde geçirm iş­ tir, diyebiliriz. K asaban ın kü skü n havası, a sk ere d e tesir et­ mişti; m uhafızları, kızla a lâ k a d a r olm adılar. Yalnız P aşa’nın dalkavu kların d an üç beş a d a m gelip, p e k süfli laflar a tıy or­ lardı; bu sesler de, kızın çıp lak vücuduna durm adan kon u p kalkan kara sineklerin, vızıltılarına karışıy or idi. "K orkunç idam em ri bir ağustos sabahı infaz edildi. Ç en­ gellerden biri R e b ia ’nın tam kalbin e girmişti. Bir an da öldü. Aşağıya sarkm ış ayağının dibinde de, yirmi dört haydutun baş­ ları vuruldu. ”

120

MERAKLISI İÇİN NOTLAR 4. Murat (1612-1640). 1. Ahmet’le Mahpeyker Kösem Sultan'ın oğlu­ dur. Tahta on iki yaşında çıkmış, yirmi bir yaşına kadar annesinin etki­ sinden kurtulamamıştır. Bu yıllarda ülkede, rüşvet, iltimas, yolsuzluk, ahlâksızlık almış yürümüştü. Sonra duruma ve devlete egemen olan 4. Murat, bunu zulümle gerçekleştirdi. İçkiyi ve tütünü yasak eden hüküm­ dar odur. İki lran seferinden (1624 ve 1635), Bağdad ve Revan’ı ele ge­ çirmiş, İran'la Kasrışirin Antlaşmasını yaparak, barışı sağlamıştır. Yüzü yuvarlak, saçı sakalı siyah, geniş omuzlu, elâ gözlü ve ince belliydi. İşrete ve sefahata düşkünlüğü ünlüdür. Yalnız, kadınlarla değil, oğlanlarla da ilgilenirdi. Zamanında yüz bine yakın insanın öldürtüldüğü söylenir. Erzsebet Bathory (Nadasdy) (1560-1614) Kocası Frencz Nadasdy ile evlendiğinde henüz on beş yaşındaydı. Saf mermer gibi lekesiz, be­ yaz bir yüzü, uzun kirpikleri, iri ve siyah gözleri vardı (Sinemada rolü Delphine Seyrig oynamıştır). Kalıtımsal olarak ‘hasta' olduğu ileri sürülüyor. Bir türlü kurtulamadığı baş ağrılarını, karnı taze deşilmiş bir güvercini, sıcak sıcak, alnına koyup geçirirmiş; sükûn bulmak için, hiz­ metçilerinin etlerini ısırır, çiğnermiş. Daha sonraları, vücutlarına altın iğneler batırıp, kanlarını akıtarak seyrediyor. Akrabasından bir kızı so­ yup bala bulayarak, böcek ve karıncaların ısırması için, yirmi dört saat bahçede bırakmıştı. Kızın suçu meyve çalmış olmaktı. İlk kurbanının kim olduğu, nerede öldürüldüğü bilinmiyor, öyle sa­ nılıyor ki Erzsebet 1604'den itibaren, Kont Nadasdy’nin ölümüne ka­ dar, civar köylerden çok sayıda kız toplamıştı. Genç kızlar, can verin­ ceye kadar, dayanılmaz acılar çekmek zorunda bırakılıyorlardı. Bu işi ya bizzat yapıyor, ya cüce soytarısı Ficzko’ya, dadısı Liona’ya, büyü­ cüsü Dorko'ya, ya da ona yeni yeni işkence sistemleri geliştiren Anna Darvulia’ya yaptırıyordu. Bu konuda, tanıklar ifade verirken, şun­ ları açıklamışlardı: “Kızları, kol ve bacaklarından Viyana ipiyle sıkıca bağlıyor, vü­ cutları sim siyah olana, derileri yırtılana kadar dövüyorlardı. A rala­ rından bir kız 200 darbeye dayanabilmişti. Dorko, bu arada, dövülen kızın parmaklarını demirci m akasıyla teker teker kesiyor, sonra bu kesik parmakları damarlara batırıyordu."

121

Kocasının ölümünden sonra Erzsebet işi büsbütün çığrından çıkar­ mıştır: gençliğini korumak için, genç kızların kanında banyo yapmak adetini edinir. “ •.. kanı alınacak kız sıkıca bağlandıktan sonra, atar­ damarı yarılıyor ve fışkıran kan, kızın korkunç çığlıkları arasında, gü­ ğüme dolduruluyordu. Dorko güğümü, sıcaklığını kaybetmesin diye, fırının üstünde tutardı. Erzsebet, kurbanların feryatlarından rahatsız oldu mu, bazen onların dudaklarını diktirirdi. Sonra keyifle banyo­ ya uzanır, Darko’nun kanı omuzlarından aşağı dökmesini beklerdi.” Soylu olduğundan Erzsebet Nadasdy'nin dokunulmazlığı vardı, ş i­ kayet edilemiyordu. Fakat etrafta kaybolan kızlar gittikçe o kadar ço­ ğaldı ki, Şato'nun bulunduğu kasaba ‘resmi tahkikat' istedi. 1610’da Kral Mathias'ın Csejthe Şatosu'nu bizzat ziyaretine karar verildi. Bu ziyarette Vali Thurzo, yeğeni olan Erzsebet’i açıkça suçladı. Ertesi gün ise şatoya yapılan baskında, biri ölü, ikisi ölümünü bekleyen iki genç kız bulundu. Asıl önemlisi, Kontes'in odasında vampir kadının öl­ dürttüğü kızların listesi ele geçirildi: tam 610 genç kız. Mahkeme sonunda Liona ve Dorko, canlı canlı yakıldılar. Cüce Ficzko’nun boynu vuruldu. Erzsebet, soylu olduğundan ölümden kur­ tuldu: yüksek mahkeme onu ölünceye kadar hücrede yaşamaya mah­ kûm etti. Kontes Bathory, daha üç buçuk yıl yaşamış, ölümü şöyle açık­ lanmıştır: “ Büyük Senyör Frencz Nadasdy'nin dul eşi, rezil, katil, Erzsebet Bathory, Csejke’de hapiste öldü. Ölümü ani oldu, ışıksız ve haçsız. 21 Ağustos 1614. Gece.” (Türkçede daha genişçe bilgi için, bkz: Hayat/Tarih Mecmuası, sa ­ yı 8, Ağustos 1976.)

4.

‘MAHMUD ESSADİ’ NAM-1 DİĞER İSABELLE EBERHARDT

A yn 5 e f r a ’y i

sel

BASTI

Cezayir'de, Ayn-Sefra köylüleri, Kaadiriye tarikatından göz­ de mürit M ahm u d E ssad i ’nin ani ölümüne, hala yanıyorlar. Ayn-Sefra, Büyük Sahra'nın uçsuz bucaksız insansızlığına yakın, ufacık bir köy: pirinç sarısı gökyüzünün ağır basın­ cı altında yamyassı, kerpiç damlar; beyaz maşlahlarıyla, ha­ yalet gibi dolaşan birkaç köylü; dili ağzından alev gibi kıpkı­ zıl fırlamış soluk soluğa bir köpek. Uzaktan, görünmez dev­ lerin, hüzünlü çanları duyulur. Güneş battı batacak. O 1 9 0 4 sonbaharında Ayn-Sefra, hiç alışmadığı yağmur­ lar yaşamıştı. İlkin insanın tenine nemli bir havlu gibi yapı­ şan bunaltıcı sıcak, arkasından korkunç gökgürültüleri, elekt­ rik mavisi şimşekleriyle, yıldırıcı sağnaklar! İri taneli, küstah bir yağmur, çevreyi dumana boğarak indiriyor. Ağaçsız top­ rakta, deli yağmurun sele dönüşmesi olağan sayılmaz mı? Öy­ le de oluyor. Hele 21 Ekim günü bastıran seller, öylesine coş­ kun, öylesine öfkeli ki, Ayn-Sefra'nm kerpiç damlarını birbi­ ri ardına göçürüp, önüne kattıkları gibi sürüklüyorlar. Yalnız onları mı? Boğulmuş kıl keçilerini, güneş esmeri çocuk ceset­ lerini, çöl çadırlarını. Ortalık, çamur deryası. Pis, yapışkan, kehribar sarısı bir çamur. Seller sökün edince, M ahm ud Essadi, damından yaşadı­ ğı adamıyla beraber fırlamış. Onu, dışarıda bırakıyor; içer­ de unuttuğu yazılarını kurtarmak için, o yeniden dama giri­ yor. Keşke girmeseymiş! Dam, kapıda göründüğü sıra, başı­ na çökecektir. Levent gövdesi, selin bulanık suyunda kaybo-

123

lacak. Günler sonra cesedini, o kehribar sarısı çamurdan, zarzor çıkarıyorlar. Yanmamak elde mi! O yıl yirmi yedi yaşına basmıştı, M ahm ud Essadi. Taze bir cıvan. Üç yıl önce, kıl pa­ yı elinden kurtulduğu ecel, bu sefer yakasını bırakmıyor. O da, bir garip hikayedir. Üç yıl önce, yani 1901 yılının 2 9 O ca k günü, bunlar -M a h m u d E s s a d i nin ‘katip’ sıfatıyla katıldığı ‘heyet’- Tunus makamları tarafından, iç bölgelere ‘vergi tarhına' sevkedilmiş: Başlarında bir ‘halife,’ yanların­ da Arap iki ‘katib-i adil,’ ufacık bir de sipahi birliği. Ticaniler'in, oralarda hayli kalabalık olduğunu, ne bilsinler! Meğer tarikatın kurucusu E b ’ul A bbas A hm ed, bu taraflıymış; da­ hası Kaadiriye tarikatına düşman! M ahm u d Essadi, Kaadiriye'nin ‘gözde' müritlerinden değil mi ya, kıstırıp bir köşe­ de işini bitirmeyi kararlaştırıyorlar. Bir pala, bir pala daha, M ahm ud E ssadi kanlar içinde yerlere seriliyor ama, ecel da­ ha gelmemiş, ölmüyor. Paldır küldür, El-U veyd H astan esin e götürülüp, ameliyat edilecektir. Tedavi, istirahat, nekahat der­ ken, sapasağlam ayakları üstündedir. Demek üç yıl sonra öl­ mek için. K ur’an-ı A zim-üş-şan’da buyrulmuştur ki, ‘herkesin ka­ derini boynuna astık,’ M ahm ud E ssadin in kaderi de böyle bir kader: Ayn-Sefra'da, kehribar rengi çamurdan çıkartılan cese­ din, adı erkek ama, vücudu kadın! Evet kadın, ama ne kadın!

RlMBAUD’ NUN KIZI MI?

Adı, İsabelle. Soyadı, E berhardt. Doğum tarihi, Şubat 1 877. Doğum yeri, Meyrin (Cenevre). Babası, Ermeni papazı iken, işi dinsizliğe vurmuş olan A leksandr Trofim ovskiy görünüyor ama, T rofim ov skiy aslında babalığı. Annesi daha önce bir Rus generaliyle evliymiş, İsabelle ondan olmuş; galiba yaban­ cı asıllı bir general bu, General C arloviçi d e M örder. Anlaşa­ mayınca, çocuklarını kaptığı gibi, kadın kaçıyor; o gün bugün, Trofim ovskiy'in Meyrin’deki villasında yaşıyorlar: Villa Tro-

picale'da. F ron çoise d ’E au bon n e, bazı ilginç iddialar aktarıyor: ki-

124

milerine bakarsanız, İsa b elle ’in babası o general de değilmiş, Fransız şairi Arthur R im bau d var ya hani, oymuş. Arthur R im baud ha, Verlaine ’le eşcinsel ilişkileri ortalığı altüst eden, ünlü şair? iddianın dayanağı, İs a b e lle ’in R im b a u d ’ya son derece benzemesi. Hele Fransız bahriyelisi kılığını giyip de, ge­ mici barlarının alkol ve cıgara yoğunluğuna daldı mı, hınk de­ miş R im bau d ’nun burnundan düşmüş. Dahası var, İsabelle adı, Rirnbaud’nun en sevdiği kız kardeşinin adı; şair kızına bu adı koymuş olamaz mı deniyor. Ya İsabelle E berh ard at’ın sa­ yısız yazılarından birinde, şöyle bir cümle karalamasına ne de­ meli: ben d e b a b a m g ib i M üslüm an olarak öleceğim " R im baud'nun, belirli bir yaştan sonra şiiri, Paris’i, Fransa’yı bırakıp N il Vadisi’nde kaybolduğu malûm, oralarda Müslü­ man olduğu da sık sık söylenir. ister misiniz gerçekte İsa b el­

le E berhardt, R im b a u d ’nun... Yasal olarak ister R im bau d ’nun ‘gayr-ı meşru' kızı olsun, isterse G en eral M örd er’in ‘m eşru kızı, aslında o, ruhsal ola­ rak evinde büyüdüğü A leksandr Trofim ovskiy'in kızıdır. Hiç kuşkusuz, bu böyle. Villa T ropicale, alışılmadık bir ev. Trofim ovskiy botaniğe düşkün, bahçesinde inanılmaz bitkiler ye­ tiştiriyor; kükürt sarıları, maytap yeşilleri insanın başını dön­ düren esrarlı çiçekler; cilalı yaprakları, jilet gibi tutanın eli­ ni kesen ekvator ağaçları. Çocukları, aynı zamanda, hem Rus, hem Fransız, hem Alman olarak büyütmüş. Aldıkları eğitim bu. Muazzam kitaplığında, zamanın en önemli eserleri, elle­ rinin altındadır. Çevrelerinde her an ilginç felsefe söyleşileri, teolojik tartışmalar, ezici bir düşün atmosferi. Gencecik ç o ­ cuklar dayanabilir mi buna? Dayanamıyorlar pek, büyük kızı O lga E berh ard t subayın biriyle mercimeği fırına vermiş, evi terk ediyor. Hemen arkasından, Vladimir havagazını açıp, intihar edecektir. Villa’da İsabelle, bir de alter e g o ’su Augustin kalmıştır artık. O tarihlerde neye mi benziyormuş, bir erkeğe, ziyaretçi­ nin birisi öyle anlatıyor:

Trofimovskiy'in çiçeklerini bana sık sık överlerdi; m e­ rak ettim , nihayet bir tavsiye m ektu bu sağlayıp, villa'nın ka-

125

pisim çaldım . B ah çed e, elinde balta, bir delikanlı odun yarı­ yordu. İriyart, boylu boslu bir oğlan, on altısında filan o lm a ­ lı. Yüzü biraz ay yuvarlağı, saçları diri esmer, bıyıkları henüz terlem em iş. M eğer İsabetle E berh ard t değil m iym iş bu d e li­ kanlı? İlk bakışta, kesin likle ihm al verm em iştim . Trofim ovskiy, d a h a son ra ban a d ed i ki, kızım ı gördü n ü z ya, işte b ö y ­ le erk ek kılığında yaşıyor, şehre in erken k olay lık olu yorm u ş d a ... 1 8 9 4 'de, Augustin de evden kaçmıştı. İsabelle'e ilk mek­ tubu, nereden gelse, iyi: Sidi-bel-Abbas'dan\ M eğer delikan­ lı, Fransızların ünlü Yabancılar Lejyonu'na yazılmamış mı? Ku­ zey A frika'da, asker. İsabetle, hanidir sardırmış, harıl harıl Arapça öğreniyor: Augustin'in serüveni, onun kuşlarını da M agrib'e uçuracaktır; annesi olmasa, çoktan alıp başını gide­ cek, onun yüzünden gidemiyor. Sonunda bakmış, olmaya­ cak, onu da aldığı gibi Cezayir'e kapağı atmış: 1 8 9 7 Mayısı. M ichel Tournier'nin verdiği bilgilere göre, iki kadın B one’da yerleşiyorlar. İsabetle son derece mutludur, kalabalığa karışmış, ‘erkek' hayatını yaşıyor; ama annesi için durum fark­ lı, yalnız farklı değil acıklı da, ‘gurbet’e dayanamıyor kadın­ cağız; öyleki, T rofim ov skiy imdadına koştuğu zaman, onun ölüsünü bulacaktır. Annesinin ölümü, İsabelle'in ‘öteki haya­ tını’ büsbütün somutlaştırıyor, vırt zırt Avrupa'ya gidip gel­ mekte, ‘erkekliğinin’ tadını iyice çıkarmaktadır. En büyük tut­ kusu, Araplığa gittikçe daha çok gömülmek, Müslümanlık içinde kaybolmak! Kolay olmuyor bu, güçlük üstüne güçlük, dert üstüne dert: bir kere parasız, geçimini binbir müşkülat­ la sağlayabiliyor; ikincisi, daha önemlisi, Fransız sömürge yö­ netiminin, onu hiç de iyi gözle görmeyişi: Araplık taslayan Al­ man isimli bir Rus kadını ki, üstelik ‘erkek' olarak yaşıyor: basık tavanlı sûk’larda, kırçıl çöl Araplarıyla nargile tokur­ datan o; sarhoş gemicilerin, kanlı fahişelerin kaynaştığı liman meyhanelerinde, duman duman kafa çeken, o! Böyle birini, nasıl iyi gözle görsünler? Güçlükler İsabelle’i yıldırmayacaktır. O kadar ki, M üslü­ man olup işte o sıralarda tam anlamıyla erkekliği üstleniyor,

126

M ahm ud Essadi o la ra k , K a a d iriy e ta rik a tın a giriyor. K a a d iriBâz'ül-Eşheb olan A bdülkaadir-i G ıylân fn in ü n lü ta rik a tıd ır k i, m e n su p la rın a h a y li geniş ser­ b e stlik le r ta n ıd ığ ı sö yle n m iştir. İd d ia y a g öre, şu ş iir A bdülkaadir-i GıylânEninye, bir adı B a z ’u lla h , bir adı

M üridi him v e tıb veştah v e gan n i ve i f ’al m a teşâ 'fe ’l-ismi â li A n la m ın ı m erak mı ettiniz? ‘ M üridim h oş ol, aşka düş, a ş­ kın sözlerini söy le, şarkısını çağır, dilediğini yap, benim adım yücedir. ’ D o ğ ru su M ahm ud E ssad i’nin, Şey h in in ta v siy e le ri­ ne u y m a d ığ ın ı h iç k im se sö yleyem e z.

GARİP EVLİLİĞİ

M ahm ud Essadi, M areşal d e S a x e’\n o ü n lü sö zü n ü , sık sık te k ra rla rm ış: aslolan h ay at değildir, seyahattır. ” B u n a in a n m ış b irin in , e vlen ip b a rk la n a ca ğ ı d ü şü n ü le b ilir m i? D ü ­ şü n d ü k d iyelim , o lsa o lsa a k lım ız a , h a n ım h a n ım cık b ir A ra p k ız ın ı ‘im a m n ik a h ıy la ’ a lıp , ‘M ü s lü m a n ’ b ir yu v a k u ra ca ğ ı gelir.

M ahm ud E ssadi’nin evlen m e si, b a m b a şk a k o ş u lla r a l­

tında gerçekleştirilm iş, ilginç b ir evlilik. H iç de, tahm inlere u y­ m uyor. 1901 y ılı b a şla rın d a , T ic a n î’nin biri

B eh im a’da onu y a r a ­

lam ıştı y a, iyileştikten so n ra , sald ırg an ın F ra n sız A sk e ri M a h ­ kem esi ’ndeki y a rg ıla n m a sın a ç a ğ rılıy o r. H e rk e sin bekled iğ i ‘ne de o lsa H ıris tiy a n , b eyaz ve A v ru p a lı o la n ’

İsabetle E ber-

h a r d t’ın , T ic a n î fanati^M e’in i, ağır bir d ille su çla m a sı! H a y ­ ret, b ir de ne g ö rsü n le r: m a h k e m e y e o,

M ahm ud E ssadi o la ­

r a k g e liy o r; M ü s lü m a n lık g a yretiy le , h a k im le re k a rş ı s a ld ır ­ ganın sa v u n m a sın ı üstleniyor.

Constantine A s k e r i M a h k e m e ­

si, m ü th iş bir k a ra r verecek tir: sald ırg an için , ö m ü r boyu k ü ­

C ezayir’den sü rü lm esi! M ahm ud Essadi evlenm eyi, M arsilya’da Cezayir’e nasıl ge­

re k ; s a ld ırıla n ın

ri dönebileceğini d ü şü n ü rken , k afasın a ko ym uştu . F ra n sız yö ­ netim i o n u C e z a y ir ’den ‘y a b a n c ı’ o ld u ğ u n d a n d o la y ı sü rm e ­

127

di mi; Fransızın biriyle nikâhlanırsa, Fransız uyruğuna geç­ miş olacağından, dava biter. O tarihlerde Fransızlar da, İngilizlerin gurkha' ları gibi, sömürge halkından devşirdikleri as­ kerleri kullanıyorlar, kimisine zou ave adını yakıştırmışlar, ki­ misine spahi. İşte Isabelle Eberhardt, bunlardan bir sipahi baş­ çavuşuyla anlaşıp evleniyor: adam hem Fransız uyruklu, hem de Cezayirli Müslüman! Ondan sonra, ver elini Cezayir! Yi­ ne çölde, at sırtında, o vaha senin bu vaha benim, dolaşma­ ları! Issız ve tehlikeli Arap köylerinde, gecelemeler! Elde cıgara, ‘kafa yüksek,' çengi oynatmalar! G on cou rt A ka d em isin d en M ichel Tournier, onu R im baud'dan çok, Andre G ide'e benzetiyor. Yazdıklarının, yüzyılın başlarındaki Kuzey A frika'yı, G ide’in yazdıkları kadar, hat­ ta daha da iyi, anlattığı fikrindedir:

A ndre G id e d e ay n ı d ön em d e, ay n ı top rakları ve in ­ sanları, onun kad ar sevmiş, fa k a t hiçbir zam an onun kad ar ile­ ri gitmemişti; ne Arapçayı benimsedi, ne de Müslümanlığı! Ay­ rıca G id e’e oranla İsabelle E berhardt, Arap uygarlığının zen­ ginliklerine çölün k o rk u n ç sınavına, d a h a bir içten, d a h a bir alçakgön ü llü y aklaşm ıştır." İsabelle E berh ard t evlenmiştir, hem de öyle sıradan biriy­ le değil, bir sipahi başçavuşuyla; o zaman soru şu, ömrünce ‘erkek yaşayan’ M ahm ud Essadi ‘eşcinsel' değil miydi? Simone d e B eauvoir, ondan söz ederken demiş ki: erk ek kılı­

ğında Büyük Sahra’yı at üstünde geçen İsabelle Eberhardt ç ö l­ d e k i keskin atıcılardan birine teslim olduğu zam an, ken din e duyduğu saygıyı, hiç m i hiç yitirm iyordu herhalde. " Bundan onun, sadece travesti olduğu, eşcinsel olmadığı yargısını çı­ karmak olasıdır ama, Sim one d e B eau voir onu aynı kitabının ‘sevicilerin erkek gibi giyinmesini' irdelediği bölümünde, şöy­ le ele almasa: “ ... sevici kadınların davranışlarının kışkırtıcı ve y ap m a­

cıklı oluşu, durum larını d o ğ a l bir biçim d e y aşayabilm ek için ellerinde hiçbir tutanağın bulunm ayışındandır: d oğ allık, in­ sanın kendini düşünm em esi, edim lerini, zihninde can lan dır­ m adan eylem de bulunm ası dem ektir; öbü r insanların tutum-

128

lartysa sevici kadını hep kendi varlığının bilincine varmaya zor­ lar. A ncak iyice yaşlandığı, ya da büyük bir toplum sal etkiye sahip olduğu zam an, dingin bir kayıtsızlıkla bildiği yold a yü­ rü yecektir... "Örneğin, hoşuna gittiği için mi, y oksa kendini savunm ak üzere mi, erkek gibi giyindiğine karar verm ek güçtür, Hiç kuş­ kusuz hurda, içten gelen seçm enin payı büyüktür. H içbir şey kadın gibi giyin m ekten d a h a az d o ğ a l değildir; erkek giysi­ si de yapaydır elbet, a m a kad ın ın kin e oran la d a h a rahat ve yalındır, eylem i k ö stek ley ici değil, kolaylaştırıcıdır: G eorg e Sand, İsabelle E berh ard t e r k e k giysileriyle dolaşırdı; Thyde Monnier M o i adlı kitabın da p an tolon a düşkünlüğünden söz ed e r ; bütün etkin kad ın lar top u ksu z pabu çları, kalın k u ­ m aşları severler. ” M ahm ud Essadi (ya da İsabelle E berhardt) yaşadığı her anı, aslında yazarak değerlendirmiş, yazıları ancak ölümün­ den sonra yayımlanıyor. Yedi kitabı var: bazıları anı, bazıla­ rı gözlem, bazıları otobiyografik nitelikler taşıyor; roman da yazmış, L e Trimardeur. Eğer 1 9 6 0 ’larda ortalığı altüst eden fem in ism e cereyanı, cinsel azınlık hakları hareketi olmasay­ dı, yeniden gündeme gelir miydi, bilinemez. Bilinen odur ki, bu arada Françoise d'E aubonne bu ilginç kadına eğilmiş, ha­ yatını ve serüvenlerini L a C ou ron n e d e Sable/V ie d ’İsabelle E berh ard t adlı eserinde ele alıp incelemiştir.

MERAKLISI İÇİN NOTLAR isabetle Eberhardt’ın kitapları yaşadıklarını yansıtan eserler. Başlıcaları Islâmın Sıcak Gölgesinde, İslâm'dan Sayfalar, Hikâyeler ve Peyzaj­ lar, Forsa Amam, Anarşist ve romanı Serseri. Aşağıdaki bölüm, üslû­ bu ve içeriği konusunda bir fikir vermek amacıyla, Islâmın Sıcak Göl­ gesinde isimli eserinden aktarılmıştır. “ ••. bugün Cuma Namazından sonra, bütün köy kötü bir haberle çalkalandı, genç ve beyaz bir Müslüman kadını, kendini asmış. Git­ tim, kadın ağıtlarının yükseldiği damının çevresindeki kalabalığa ka­ rıştım. Şuna buna sorup bilgi edinmeye, işin aslını öğrenmeye çalı­

129

şıyorum. Dediklerine bakılırsa, ailesiyle anlaşamıyormuş, derdini din­ leyecek kim se bulamamış! “Kocası Hammu Hassin'e açılayım demiş, adam umursamamış bi­ le, dahası döverek onu susturmuş. Hırçın bedevi kızı bakmış ki isyan­ dan yarar yok, kaderine boyun eğmiş ama, görünüşte böyle bu; a s­ lında garip, çok garip bir özgürlük duygusu kaplam ış içini. “ Daha e w e l kaç kere ağabeyinin evine kaçmış, beyhude, ağabe­ yi her seferinde alm ış onu kocasına geri getirmiş. Kadı’ya, ya da S e ­ yit İbrahim’e başvurmasını önlemişler. Köleden farkı yok yani, üste­ lik zenci kölelerden de köle, çünkü köleliğinin acısını çekiyor. Sonun­ da işte o sükunet hissine kavuşuyor, çünkü manevi kurtuluşun büyük sırrına varıyor: herkesin camide olduğu bir akşam, ufacık ayakları­ nın ucunda yükselip, kendisini hayatının ve tutsaklığının üzerine asıveriyor; uzun ipek kuşağıyla, kimseye tek kelime çıtlatmadan, yayayalnız.„”

130

5. ‘CAN İB O ŞA H ’

B a k ıy o rla r k i o lm a y a c a k , pehlivan L a skara ile pehlivan Parpul, sonunda k a ra rı veriyo rlar: Can İb o Şah ’ ı İstanbul'dan k a ­ ç ıra c a k la r, başka ça re yok! Pehlivan L a sk a ra , R u m b ir k a p ­ tan b u lm u ştu : K aptan Ayamavri. A d a m ü n lü k ö çe ğ i, g em isi­ ne atıp Cezayir'e k a çırm a k için , a k ç a bile istem iy o r: O ra d a elini ö pene, ağ ırlığ ın ca altına sa ta b ilirm iş! Pehlivan Parpul’a gelince, o C an İb o Şah'ın, Balatşah M ah allesin d eki k o n a ğ ın ­ dan, Ayamavri Kaptan'a ‘sağ salim teslim etm eleri’ için , iki ye­ niçeri a y a rla m ıştı: biri ‘kanlı' M ustafa, ö b ü rü ‘ç ıp la k ’ Ö m er. K e y ifle rin e b ıra k ılırs a , bu ‘ş e rirle r’ kö çe ğ i ö ld ü re ce k ‘vesse­ lam ,’ gel g ö r ki ‘k o lb a ş ıla r ’ işin içinde ölüm istem iy o r; Can İb o Şah derdest o lu n u p , Ayamavri Kaptan'ın gem isine sağ sa­ lim teslim edildiği ta k d ird e ,’ ‘şerirlere’ bin altın ödenecek! B ö y­ le lik le ,

D ersaad et ’ in ü nlü ‘k o lb a ş ıla r ı,’ p eh liva n ‘ B a b a ’ N az-

lı’nın başlarına sardırdığı bu beladan, ku rtulm u ş oluyorlar. Be­ la k i, ne bela:

Sultan M ehm ed-i ra b i'n in , on beş gün o n beş

gece sü ren sünnet d ü ğü n ü nd en beri, ‘p a y ita h tın ’ o yu n cu k o l­ la rın a k ö k sö ktü rü y o r. İş a rtık ,

Can İb o Ş ah’ın k a ç ırıla c a ğ ı gün ve sa a tin , se çil­

m esin e k a lm ıştı.

0 İSTANBUL.-

M ehm et H alife, Sultan M ehm ed-i râbi'nin ilk s a l­ D ersa a d et ’ i şö y le a n la tır: “... İstanbu l h alkı devletlerine, nim etlerine m ağrur old u ­ lar. H ak yolundan ayrıldılar. N efis davasına düştüler. BirbiM ü v e rr ih

ta n a t y ılla rın d a ,

131

rini aldatır, biri öbürünün elin dekin i alm aya çalışır; nam usa iftira atarlar, leke sürerler. Bütün esn afhilekâr. Yeniçeriler tuğ­ yan halinde, h er türlü rezaleti, ulu orta s o k a k ortasın da y a ­ pıyorlar. Ulema ilm in faziletini unutmuş, av am ise zinâ ve livâtâya düşmüş. İstanbul’un üzerinde, bir bela-yı âsum âni d o ­ laşıyor. B öyle devam edem ez, ya bir m erham etsiz kılıç sa h i­ bi kesecek , ya bir salgın gelip kıracak, ya bir a teş düşüp y a ­ k a c a k ; varlık içinde, aklını ve ahlâkın ı kaybeden insanları, kül üstünde çırılçıplak bırakıp , yaptıkların a pişm an e d e c e k ... R eşad E krem K oçu İse, ayn ı İstan bu l’u ve eğlence h a y a tı­ nı şö yle özetlem ektedir.

deniz kıyılarına, denizle d u d ak dudağa yalılar dizilmiş: B oğaziçi yalıları, Haliç yalıları, M arm ara yalıları. Şehrin et­ rafında mesireler, çayırlar, d ere boyları. K ibarın ve zenginin altın yaldızlı, ipek şallı, sırma saçaklı, d ibâ ve atlas yastıklı in­ ce z a r if kayıkları; kafesleri altın yaldızlı, ku bbeleri altın alem li, perdeleri atlastan ve kadifeden arabaları, yüzer ve yürür b i­ rer k ö ş k olm u ş... o devirde İstanbul’un nüfusu, bir milyonun üstünde tah­ min ediliyor. M uharrirler ‘ben i âdem deryasıdır’ diyorlar... sultanlar, şeh zad eler doğar, donanm alar, şehrayinler yapılır. Sultanlar evlendirilir, şeh zad eler sünnet edilir, ta b a k a ta b a k a vezirlerin, âyan ve eşrâfın, tüccarın ve esnafın d a dü­ ğün m ürüvvetleri olur. E lbette ki taşan servet eğlen ce isteye­ cektir. R akkasları, hân en d eleri, sâzen deleri, m u kallidleri, soytarıları, hokkabazları, türlü türlü cam bazları, perendebazları, hayalcileri ve orta oyuncuları ile büyük oyuncu kolları kurulmuştur. H epsinin başın da ‘p eh liv a n ’ unvanıyla birer kolbaşı, kum pan ya reisi vardır. Feleğin çem berin den geçm iş, şeytanla kahve için s o h b e t etm iş a d am lard ır... “

O la y ı gerçek b o y u tla rıy la d eğ erle n d ire b ilm ek için , şu n la ­

İstanbul, harem ve s e la m lık İs­ tanbul’udur; onu n için d ir k i, h a re m in ve se la m lık ın eğlence­ rı da eklem ek m i gerekiyor? O

si de, ‘o yu n k o lla rı' da a y rıd ır; harem de o y n a y a n ‘çen g i,’ se­ lam lıkta o yn ayam az; nasıl k i, selam lıkta o yn ayan ‘k ö ç e k ’in h a ­ rem de o y n a m a sı, basbayağı suçtur.

132

Can İb o Ş ah ’ın ‘z u h u ru ,' bu İstan bu l’da, ‘ç o ­ Sultan M ehm ed-i rabi'n in sünnet düğününde ‘va ­

İşte ‘k ö ç e k ’ c u k ’ padişah k i o lm u ştu .’

o tarihte devlet, padişahın büyük anası K ösem Sultan ile bu yaman kadının dışarda p olitika ortakları olan Yeniçeri Ocağı ağalarının pençesinde idi. Et Meydanı, Yeniçerilerin m ey­ danı idi. İstan bu l’un k ib a r ve zengin muhiti d e Vefa semti idi. Beyazıt M eydanı, şehrin g ö b eğ i idi. H alkı eğlendirecek oyun­ cu kollarına At M eydanı, Beyazıt M eydanı, Vefa M eydanı, bir de A ksaray’da büyük Yeniçeri Kışlası önündeki Et meydanı tah­ sis edilmişti. Bu üç m eydana büyük ‘k o lla r ’ yerleşti.

C an İ b o Ş a h ’ in ‘ z u h u r u ’. .. O r t a lık , ana baba gü nü d ü r. Ç e ş it li ‘k o lla r ın ’ ça lg ıla rı, b irb i­ rin e k a rış ıy o r : A ltta n a lta , ‘m ü te re d d it’ titreşen d efler; ıs­ ra rlı düm belekler, edepsiz zu rn a la r! Şurad a, alevleri yu ta n ‘H a ­ beşî’ a teşb a z; o ra d a , akıl a lm a z p eren d elerin i ad eta ipe d izen, ‘E f la k lı’ p eren d eb az; her ta ra fta , sırtla rın d a pırıl p ırıl p irin ç güğüm leriyle ‘seyyar' şerbetçiler ki, olanca güneşi üstlerine top­ la y ıp , k a la b a lığ ın y ü zü n e g özüne y a n sıtırla r. Ü n lü ‘p e h liv a n ­

Pehlivan Ahm ed ’in ‘sa çlı’ R am azan ’ı, pehlivan Z ü m rü d’ün ‘sürm eli’ D im itraki ’ si, pehlivan L a skara ’ nm Arslan Ş a h ’ı, v s ... ‘K o lla r ’ se­ la r ’ nam lı ‘k ö ç e k le r in i’ m e yd a n a sa lıv e rm iş:

yircileri, h o k k a b a z la rı, ca m b a zla rı, perend ebazlarıyla avlayıp , ünlü k ö çe k le rin in seyrin e celb ed iyo rlar. Bu d ağd ağ anın o rta ­ sınd a p eh liva n



B a b a ’ N azlı ne y a p sın ? O n u n elin d e, sadece

em e k ta r k em en çesi var, b ir de y etiştirm ek u ğ runa v a rın ı y o ­ ğunu harcadığı ‘k ö çe k ’ İb o ’su! D oğ ru d ü rü st sahnesini bile süsleyem em iş, ‘g a rib a n .’

İstanbul halkının henüz meçhulü olan genç rakkas, dü­ ğünün ilk günü, kuru tahtadan bir kerevet üstünde oynadı. K eşm iri ‘şopar,’ harikulade bir H ind raksın a başladığı zaman, karşısında yalnız on kişi vardı. Oyunu, beş bin kişinin a lk ış­ larıyla bitirdi. At M eydan ın ın kalabalığı, on b eş yirm i d a k i­ k a için de, ‘B a b a ’ N azlı’nın köşesin e kayıverm işti...

133

“ ... bu k ö ç e k , insan şekil ve suretinde, sem avi bir m ahlûk idi. Evvelâ a l ipekli bir k ö ç e k entarisiyle çıkm ıştı. Belinde al ku şak, üzerinde a l cam edân vardı. Başına da, a l bir şa l sar­ mıştı. Bu alev parçası, döndü, kıvrıldı, büküldü, uçtu; ve bir­ den, o kuru tahta kerevetin bir yerinde kayboldu. G özden kay ­ bolm asıyla, bir an da yeniden göründü, fa k a t bu sefer serâpâ beyazlar içinde idi. Aynı rakkas mıydı, y oksa başkası mı? H e­ le bir kılıç oyunu o y n ad ı... G öv d esi çıplak, belin de ucu yer­ d e sürünür bir kırm ızı ku şak, bacakların d a b o l paçaları k ıv ­ rak ayakları üzerinde dökülm üş kırmızı bürümcükten, yarı şef­ f a f bir şalvar, başın da altın m iğ fer ve iki pen çesin de iki eğri kılıç... Z am an oluyordu ki, ince ve uzun oğlan, çelik parıltı­ larına karışıp kay bolu y ord u , y erde ayaktır p arm aktır h içb ir şey görü n m ü yordu ... ’’ Düğünün beşinci günü, beklenen olur: Can Ib o Şah’ı Sa­ ray'a çağrırlar. Üç gün, üç gece orada kalacaktır. Düğünden sonra, koca D ersaadet’te, başka şey konuşulmuyor: Varsa Can Ibo Şah, yoksa Can I b o Şah\ O sünnetten bu sünnete çağrı­ lıyor, o düğünden bu düğüne! Onun ve ‘B a b a ’ N azlı 'nın ke­ sesine bereket akmaktadır. Öteki kolbaşıların, kesesiyse ‘ke­ sat.' Ne yapsınlar, işi gücü bırakıp, C an Ib o Şah'ın ardına dü­ şüyorlar. Nasıl düşmesinler, devrin vüzerasından ‘B ek ri’ Mus­ tafa Paşa, kızının düğününde onu oynatmayı kafasına koy­ muş, o tarihte başka yere sözlü diye, düğünü erteliyor: Can Ib o Ş ah ’ın mertebesi bu! Pehlivan Parpul, pehlivan A hm ed,

pehlivan K apucuoğlu O sm an, pehlivan Selvi Yahudi, p eh li­ van K öçek Zümrüd, birer ikişer, Balatşah M ahallesin deki ko­ nağa gelir, kapısını çalar. Teklif üzerine teklif! Gel gör ki, tek­ lifler ne kadar parlak, vaadler ne kadar cazip olursa olsun, Can Ib o Ş ah’ın cevabı değişmez: “— ... ben so k a k ta yalınayak ay ı oynatırdım, b en i bu d ev­

lete ‘B a b a ’ Nazlı nail eylemiştir, ben şim di ona nankörlük ed e­ mem, rızkı Allah taksim eder, h erk es taksim edilm iş rızkını alır."

134

NEDİR İBO’ NUN KUSURU?

Sultan M ehm et-i r ıib ln in ilk E dirn ekapu su ile Karagüm rüğü a ra sın d a k i b ir k a h v e d e , ‘ B a b a ’ N azlı o tu rm u ş , k a ra k a ra d ü şü n ü y o r: G e rçe k te n dediği gibi o lm u ştu .

sa lta n a t g ü n leri.

O y u n c u ko lu d a ğ ılm a k üzeredir, elinde ne y am a n b ir köçeğ i var, ne de ü n lü

G em ici o y u n u n u o y n a y a b ile c e k o y u n c u la rı.

O sıra d a , g ö z ü , k a h v e n in ö n ü n d e k i a ç ık lık t a ayı o y n a tm a k ­ ta o la n , Ç in g en elere ilişm esin m i? K ır ç ıl b ir a d am y o rg u n ve yaşlı a y ısın ı o yn a tırke n , ince u zun , tığ gibi bir ‘şo p a r’ ona def

B aba' N azlı, g ö zle rin i b ir z a m a n , bu oğlandan alam az. O ne vücut, o ne etvar, o ne en d am ! “Ya­ hu bu cıvan, k ö ç e k olm ak için halkedilm iştir." ‘B a b a ’ Nazçalıp ş a rk ı sö ylem ekted ir.



l ı ’nın d a ğ ılm a k üzere o la n o yu n cu k o lu n u , k u rta rsa o k u rt a ­ rab ilir.

İbrahim . Ç e rEdirnekapusu dışın d a k u ru lm u ş. Bunlar, o ra k çı Ç in g e ­

Ö nce oğ lanla k o n u şu y o rlar. A d ı /b o ’y m u ş, gileri,

nesi oluyor, işleri d em ircilik, ıskara m aşa y ap m ak. /b o ’nun k a ­ la b a lık b ir a ilesi var, b a b a sı, a n a sı, d o k u z tane a b la sı. A y ıy ı o yn atan kırçıl adam sa, am casıym ış.



B a b a ’ N a z lı’dır ç e k e r a m ­

ca y ı k ö şe ye, bö yle böyle böyle. /b o ’nun ‘p a d işa h h u zu ru n d a o y n a m a k için h a lk e d ilm iş' b ir k ö çe k o ld u ğ u n u , eğ er oğ lan ı k e n d in e verirlerse bunu k a n ıtla y a b ile ce ğ in i anlatır. A m ca n ın a k lı yatm ıyor, bir kere k ö çe k lik b u n ların çergisinde ‘a y ıp m ış,’ a y rıca /bo ‘k u s u r lu ’ bir ç o c u k , o y n a y a m a z .



B a b a ’ N azlı y o ­

luna çıkan bu kısm eti b ıra k a ca k ad am lard an değildi. İb o ’nun b a b a sıy la g ö rü şm ek isted i. H e p beraber k a lk ıp , E dirn ekapu ­ su d ışın d a k i çerg ilerin e gittiler. Y o l b o yu n ca o n la ra , nered ey­ se ayı vaad ed iyo r. T a lih bu ya, / b o ’nun babası a m ca sın d a n u ysal çık a ca k tır. N e çerg ilerin d e k ö çe k liğ in a y ıp o ld u ğ u n d a n söz etti, ne oğ­ la n ın k u su ru n d a n ; d o ğ ru d an p a zarlığ a o tu rd u . Al ta k k e ver k ü la h , a n la ştıla r; hem o ğ lan a, hem b ab asın a ve a m ca sın a bi­ re r çu h a p o tu r ile b irer p ab u ç; annesine iki d o n lu k çiçek li bez a lıv e re ce k ; a y rıca , her yıl a iley e beş y ü z a k ç a ö d e ye cek ti! /bo ’yu alıp gitm eden, yine de babasına so ru yo r:

135

“— N edir bu

oğlanın kusuru?” İb o ’nun babası, kaşlarını çatarak cevap ve­ riyor: “— Yoktur İ b o ’cuğun h içb ir k u su rc a ğ m !” ‘B a b a ’ Nazlı, İb o ’yu Can İb o Şah yapıncaya kadar, iki yıl çalıştırmıştı. Bu süre boyunca, ‘kusuru' fark etmedi mi? Ettiy­ se bile, açıklamak herhalde işine gelmedi. Can İb o Şah olduk­ tan sonra açıklaması zaten düşünülemezdi. Sonunda ‘kusuru’ yine o kırçıl amca açıklayacak, farkında olmadan hem İbo’nun hayatını kurtaracak hem de C an İb o Şah efsanesine son ve­ recekti. Ya da 'Güllü’ Fatm a efsanesini başlatacak...

İb o ’ n u n

s i r r i n e y m İş ?

‘Köçekler’ eski erkek sefahatinin ‘bataklık çiçekleri’: ortaya çıkıp oynamakla kalmıyorlar; işret onlarda, fuhuş onlarda, her biri, eşcinsel sevdaların ayrı bir kahramanı! C an İb o Şah sefahata bulaşmayışıyla onlardan ayrılıyor: oyunu bitti mi bit­ ti, ne işret sofrasına oturur, ne paşalarla beylerle ‘halvet olur,’ asla ‘takımından’ ayrılmaz. ‘Sair zam an larda ise, evinden d ı­ şarı adım attığı görü lm em iştir.’ Durum elbette tartışma k o ­ nusu oluyor. Kimisi ‘gizli fuhuş’ yaptığı fikrindedir, derler ki: “Anası turp, babası şalgam, Kıpti k ö çe k te nam us?” kimisi bu çekingenliğini, ihtiyatkarlığına verir, derler ki: “K olbaşıların

suikastından kaçar, cüm le kibar onun m eclübudur, oğ lan işi­ ni bilir. ” Gerçi, yaşlı başlı fakat sarhoş bir Çingenenin, kahvenin bi­ rinde ağzından kaçırdıkları, Can İb o Şah'ı, ‘Kolbaşıların’ ona hazırladığı ‘suikastten’ kurtarıyor, ama ailenin felaketine se­ bep oluyor. O yaşlı Çingene ki, İbo ’nun eski ‘ayıcı’ amcasıdır, şunları demiştir: “— ... te ne ki dedim se, içinde bir dam lacık

yalan yoktur. Açtık, çıplaktık, çul çaputla çergide otururduk; doyduk, giyindik kuşandık, k o ca kon akta otururuz am a ... işin içinde bir bit yeniği var: Can İbo Şah işret etmez, çünkü erkek değildir, kız çocuğudur. ” R eşad E krem K oçu , sonra olanları şöyle anlatıyor: “ ... sarhoş Çingene çıkıp gidince, m esele evvelâ k a h v eh a ­

136

ne halkı tarafından, sonra da k o lb a şıla r tarafından İstan bul K adısı efen diy e aksettirilm işti. K adı efen di, Divân-ı H ü m a­ yun ’a arzetti. Divan da, nam lı k ö ç e k le k o lb a şı ‘B a b a ’ N az­ lının d erhal tevkiflerini; bütün şahitlerin dinlenerek, başta k ö ­ çeğin am cası o lm ak üzere, İ b o ’nun bütün ailesi efradının da nezaret altına alınmasını emretti. Divan-ı H üm ayunun bu tev­ k i f emirleri, şayianın şehre yayılm asından yirmi dört saat son ­ ra verilmişti. ‘B a b a ’ Nazlı Ayvansaray’d aki evinde bulunam a­ dı. İhtiyar bekârdı, evinde oyuncu kolunun uşak takım ından, üç Çingene oturuyordu, ‘A ğa g ece eve gelm edi' dediler; sıkış­ tırılınca d a: Bu sabah bizim le helâllaştı, bir h ey b e ald ı, ç ık ­ tı gitti. N ereye gitmiştir, bilem eyiz’ dediler. Üç gün sonra Bostancıbaşı Köprüsü civarındaki orm anda, Turşucu D eresi için­ de, ‘B a b a ’ N azlı’nın cesed i bulundu: bir b ek ta şi fu karası k ı­ lığında idi, parasına tam ah edilerek öldürüldüğü anlaşılıyor­ du, soyulm uş, belinden k em eri alınmıştı ... B alatşah M a h a llesin d e K ö çek İ b o ’nun kon ağ ın a g i­ denler, konağı b o m b o ş buldular. Yalnız od alardan birinde ta­ vanda bir ceset sallanıyordu: İbo ’nun ayyaş am cası! (...) K ö ­ çek Can İb o Ş a h ’a gelince, izi bulunam adı. Tam am en k a y ıp ­ lara karıştı... ” Bütün bunlar niye mi diyeceksiniz? Çünkü ‘On yedinci as­ rın ortasında bir M üslüman kızının, velev ki Çingene ırkın­ d an d a olsa, cinsiyetini gizleyerek r a k k a s oğlan kılığında o r ­ taya atılması, erkeklerle beraber yaşam ası büyük, ağır bir suç­ tu; hem fuhuş hem küfürdü, cezası en hafifinden ‘id a m d ı’ da, on dan! Peki ya ‘Güllü’ Fatma efsanesi?

KİM HİYAME ETTİ?

Rivayet odur ki, K ö ç e k İ b o ’nun sarhoş amcası, ‘oğlanın' öbür köçekler gibi neden sefahata düşmediğini açıklamaya ça­ lışırken, sırrını ‘faş’ etmişti: “Te ben o İ b o ’nun amucasıyım be!

Te bizim çocuğum uz ben zem ez elbet, k a h b e k ö ç e k oğlanına! Z irakim , İbo'cu k kızdır, g ü lg o n ces i Güllü kızdır o!"

137

Bu ‘ifşa a t,' K ö ç e k Can Ib o Şah o la y ım , a n ca k b izim Yeşilçam film le rin d e eşine ra stla n a b ile ce k , a ğ d alı b ir m e lo d ra ­ m a d ö n ü ştü rü y o r. H e m k a h ve h a lk ı, hem şö h retiyle başedem e d ik le ri için kö çe ğ i k a çırm a y ı ta sa rla y a n k o lb a şıla r, d u ru ­

D ersaadet K a d ısı’na b ild ire cek lerd ir. O d a, g örevi gere­ Divân-ı H üm ayun’a ‘arzediyor.' N ed en m i? R eşad E krem , şö yle izah etm iş: “ ... X V II. y y ’da, bir M üslüm an kızının v e­ lev ki Çingene ırkından d a olsa, cinsiyetini gizleyerek, rakkas oğlan kılığında ortaya atılm ası, erk ek lerle yaşam ası büyük, ağır suçtu: H em fuhuş hem küfürdü, cezası en hafifinden idam idi. Kız, kadın, rakkase ve çengi olarak an cak kadın cem iyet­ lerinde oynayabilirdi: Erkek cem iyetlerinde oynatılan kad ın ­ lar, gayr-ı müslim fahişelerdi." H a l böyle o lu n ca, Divân-ı Hümayun'un Can I b o Şah ile ‘k o lb a şı' ‘B a b a ’ N azlı 'n ın ‘d erhal mu

ği,

te v fik le rin i, b aşta am ca sı o lm ak üzere köçeğin bütün aile ef­ rad ın ın da n ezaret a ltın a a lın m a sın ı' b u yu ra cağ ın ı b iliy o ru z . B u n d a ş a şıla c a k ta ra f yok. G el g ö r k i, ara ta ra ,

‘B a b a ’ Nazlı Ayvansarayı' ndaki evin ­

de yoktur. Ü ç gün so n ra , B o stan cıb aşı K ö p rü sü d o la y la rın d a ­ ki o rm a n d a , T u rşu c u D e re si için d e, cesed in i b u lu rla r. K ö ç e ­

Balatşah M ahallesi 'n d eki k o n a ğ ın a g id ild iğ in d e ise, Can Ib o Ş ah ' a değ il, o d a la rd a n b irin in ta v a n ın d a sa lla n a n ‘a yıcı'

ğin

k ırçıl a m ca n ın cesedine rastlan ır: ‘M u m a ile y h ' önce k afayı bir güzel ç e k m iş, ‘ b ila h a re' k o rk u su n d a n k e n d in i a sm ıştır. Peki ya

Ib o Ş ah ? O n erd e d ir p ek i? Ib o Şah k a y ıp . E p e y ce b ir z a ­ ‘ B a b a ’ N azlı gibi, o n u n da ö ld ü ğ ü tahm in ed iliyo r.

m an,

Y a ln ız , on beş yıl k a d a r so n ra , a d a m ın b iri d iy o r k i:

“— ... kayboldu ğu sabah, ben K ö çek I b o ’yu görm üştüm. O zam an lar çocuktum , D em irkap u ’d a kahveci çıraklığı ed i­ yordum : D ü kkân d a yatar ka lk a r idim, sabahın essâlatında, o at üstünde geldi, uğrun kapudan Saray-ı H üm ayun’a dahil o l­ du. Başım dan korktu ğu m için kim seye bir şey dem edim . R eşad Ekrem Koçu'nun fik rin ce , söyled iği d o ğ ru d u r: “ K öçek Ibo, Saray-ı H üm ayun’a giderek, padişahın büyük ana­ sı K ösem Sultan’a sığınmıştı. (...) K ösem aşkı ile, hırsı ile, a z a ­ m et ve haşm et ile, büyük insandı. A yaklarına düşen bu garip

138

Çingene kızını him aye etm ekte hiç tereddüt etm em işti. İ b o ’yu, -nam -ı diğ er G üllü’y ü - bir m ü ddet sarayında korum uş, son ­ ra onu gizlice kaçırm ıştı. ” Güllü gid ip Şam-ı ş e r ife yerleşecektir.

BİR GARİP ‘İZDİVAÇ’

Can İb o Şah 'ın ‘m a ce ra sın ı,' ilk o la ra k , M eddah Bur­ naz Ali, Edirne'de A ynalıkahve'de an la tıy o r. Sö yled iğ in e b a ­ k ılırs a , o la y ı o D erviş H asan a d ın d a b ir M e v le v i d ed esind en işitm iş. Derviş H asan'a a n la ta n ise, ‘ G üllü ’ Fatma'nın ‘k o c a ­ sı’ C am baz K asım ! D e rn e k , ö yle m e şh u r b ir h ik a y e k i, a ğ ız ­ K ö çek

d an ağ ıza a k ta rılıy o r. A k t a r ılm a y a c a k gibi m i? H e le köçeğin a k ıb e ti b ilin ir s e ... M eğ er

Can İ b o Şah, - y a d a ‘ G üllü’ F a tm a - b a b asın ın

o n u n cu ço cu ğ u y m u ş; ü stelik, d o k u z k ız ço cu ğ u n u n ard ın d an g e liy o r; aile, a k lın c a o ğ lan ço cu ğ u n a ö zle m in i g id erecek ya, tu tu p o n u ‘şo p ar' gibi b ü y ü tm ü ş; yani o ğ lan ço cu ğ u n d an farksız! G iy im i, k u şam ı, tıraşı, ta m am ıyla oğlan ço cuğ u. ‘A y ı­ cı’ k ır ç ıl a m ca n ın y a n m a , y a rd ım c ı diye v e riyo rlar. T a m a r ­ tık ‘ö rtü a ltın a k o y a c a k la r ı' s ıra , b a şla rın a



B a b a ’ N azlı su ­

retinde ‘ta lih k u ş u ’ k o n a ca k tır. Z a te n ‘fakr-ü za ru re t' çeken a ile n in , iş k ö çe k liğ e b in in ce; ‘şo par' gibi b ü yü tülen k ız ın s ır ­ r ın ı, n iye sa k la m ış o ld u ğ u n u a n la m a k , zor o lm a sa g erek.

‘G üllü’ Fatma'nın, Şam -ı ş e r if d eki y a şa n tısın d a ; bu sefer işi çengiliğe d ö k se de, niye ‘e rk e k h a y a tın d a n ' cidd i e tk ile r ta şı­ dığını da! Ç o c u k lu ğ u n d a n beri taşıdığı ‘e rk e k lik ,' ister istem ez, çen ­ g iliğ in e y a n sıy o r; b a k ışla rı mı k e sk in , h areketleri m i sert, d a v ra n ışla rı m ı k ü sta h ; orası pek k e stirile m iy o r am a; bu H a ­ beş esm eri çenginin sırım gibi vücud u,

Şam h arem lerin d e b ir­ Şam da, o y ılla r ­

ta k ım ‘a te şli’ k a d ın la r ın rü y a la rın a g iriyo r. da

Şam im iş hani: İç a v lu la rd a , g üneşi cam göbeği yansıtan h a­

vu zların başına, k aşları ‘k a za n k u lp u ' ra stık lı, g ö zle ri sü rm e­ li k a d ın la r yan gelir; bir yan d an kesm e b illu r nargilelerini tok u rd a tır la r k e n , bir y a n d a n da o rta lık ta fır d öner çen g ilere,

139

adeta ateş saçarak bakarlarmış! Her ne kadar, Şam serüvenin­ de ‘Güllü ’ Fatm a’nın, ‘hanımlarla’ ilişkilerine değgin, fazla bir bilgi yoksa da; erkeklerle ilgileniş biçimi, ne türden bir kadın olduğunu aşağı yukarı belli ediyor. Eski köçek Can İbo Şah, Şam-ı ş e r if de, erkeklerle ilgileniyor, evet; ilgilenmekle de kal­ mayıp, içlerinden birisiyle evleniyor. Kiminle mi? Bu sorunun cevabı, ‘Güllü’ Fatm a’nın ne dereceye kadar ‘kadın’ olabil­ diğini, meydana çıkarsa gerek: Çünkü beğenip ‘aldığı,’ ‘selam­ lık’ işretlerinin şuh köçeği, Akil adında bir ‘oğlan’dır. Üste­ lik galiba, kendinden de küçük. Bir garip evliliktir bu, ‘G üllü ’ Fatma ‘kocasına’ köçeklik öğretir, vaktiyle ‘B a b a ’ Nazlı’nın ona öğrettiği oyunları, hü­ nerleri: Öyleki, çok geçmeden Köçek Akil, Şam-ı ş e r if in en namlı, en aranılan, en beğenilen köçeği olmuştur; paşa, bey selamlıklarında onsuz işret edilemez! ‘Güllü' Fatma da, saç­ larının arasına gonca günülü takıp da, o hurma, gülsuyu ve tömbeki kokan Şam haremlerinde, oyuna kalktı mı, burnu hırızmalı, ayağı halhallı nice hanımların yüreğini oynatıyor, ak­ lını çeliyor. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş diyeceksi­ niz ya, hayır: ‘Güllü' Fatma, -belki kendini erkekten saydı­ ğı, belki onu fazla önemsemediği için - Köçek Akil’in selam­ lıklarda erkeklerle düşüp kalkmasına aldırmıyor da; Köçek Akil, ‘Güllü' Fatma’nın harem eğlencelerinde kadınlarla dü­ şüp kalkmasını kıskanıyor. Kıskanmak ne laf, çılgına dönü­ yor ‘oğlan,’ işi azıtıp ceberrut kesilerek, ‘karısını’ eve hapse­ diyor: Kilit üstüne kilit, çıksın çıkabilirse! Aslında bu davra­ nış, kadın kişiliğine bürünse, üstelik evlense de, ‘G üllü’ Fat­ m a’nın içinde Can İbo Şah’ın yaşantısını sürdürdüğünü gös­ termiyor mu? Köçek Akil’i çileden çıkaran, ‘karısının’ besbel­ li başka kadınlarla ilişkisi! Talihsiz ‘oğlanmış.’ Talihsizliği ‘Güllü' Fatma’nın onu ko­ ca diye seçmesinden çok, genç yaşında pisi pisine ölüp gidişindendir. Çivit mavisi bir Şam gecesi, yıldızlar handiyse so­ kaklara sarkmış, Berada /rmağı’nın yüzünde tül gibi bir se­ rinlik buğulanıyor. Ayandan biri, Selamlık bahçesinde, alem yapmaktadır: Zahle ve rakı su gibi akıyor. Köşede, saz heye­

140

ti. K ö çek ler, o tu rup o tu rup k a lk ıy o r ; k a lk ıp k a lk ıp o tu ru y o r­ la r: A r a la r ın d a ü n lü biri, k ö çe k

A kîl, işretin evc-i b â lâ sın d a ,

ha vu zd a y ık a n m a y a k a lk a r, s o y u n u r d ö k ü n ü r, dal gibi v ü c u ­ d u yla su ya g ire r; ayağ ı m ı k a ym ıştır, d erin liğ i mi iyi h e sa p la ­ y a m a m ıştır, a n la ş ıla m a z ; b ir sü re so n ra ç ığ lık la r a ta r k i, m eclisteki sa rh o şla r b u n u lâtife sayıp k a h k a h a y ı b a sarlar; o y ­ sa ‘oğlan’ boğulm aktadır. ‘K o c a s ın ın ’ bu beklenm edik ö lü m ü ,

‘G ü llü ’ Fatma'nın k a p a tıld ığ ı ‘h a p isten ' k u rtu lm a sın ı sa ğ lı­ yor. Yeniden harem lere, o esrarlı g ülsuyu, töm beki, h u rm a k o ­ k u la rın ın d a lg a la n d ığ ı, lo ş, ‘e sra re n g iz ’ iç a v lu la ra d ö n e ce k ­ tir. B u ru n d e lik le rin d e n arg ile d u m a n la rı, kalın k irp ik le rin in

Şam ’lı k a d ın la rın b ayıla b a ­ yıla seyrettikleri çengi, aslında ‘ G üllü’ Fatm a mıdır, yoksa Can İbo Şah m ı, k im k e stire b ilir k i? a ra sın d a n k a ra n lık b a k ışla rıy la ,

N e odur, n e ö b ü rü , b elki ik isid ir.

‘G ü l l ü ’ Fa t m a

1678 ile 1680 arasında, İstanbul’a, Ş am ’dan bir çengi k a ­ rı geldi. Yaşı kırk beşin üstünde olduğu halde, dilber yüzü de, ince uzun vücudu da, taravetini mi m uhafaza etmişti: Deri ren­ gi, tatlı esm erdi; A rap olduğunu söylem iş idiyse de, kıptiye benziyordu; adı F atm a idi, raksa çıktığı zam an, başına daim a bir gül taktığı için, ‘G ü llü ’ Fatm a diye şö h ret buldu. G ö rm ü ştü k ya, B a lık h an e N a z ırı sab ık ı Ali Rıza Bey, “O n üçüncü Asr-ı H icrîde İstanbul H a y a tı” a d lı k ita b ın d a , çen g i­ lerden sö z ed erken , der k i: k o lb a şı hanım ın evinde hu su­ si b ir m eşkhane olduğundan, çengiliğe heves edenler, bu m eşkh an ed e talim ed erek, otuz-otuz beş yaşlarına k a d a r icra-yı sa­ nat eylerler." D em ek ki, Şam-ı ş e r if i terk edip Dersaadet'e gel­ miş o lan ‘G ü llü ’ Fatm a, a slın d a çen g ilik yaşın ı g eçirm işti; İs­ tanbul h a re m le rin i k ırıp g eçirm esi, çen g iliğ in d en ziy a d e, ‘zura fa lık ta k i’ m aharetinden ileri g eliy o r olm asın? ‘Z u r a f a lık ’ da

Metin And, G elen eksel Türk Tiyatrosu'nda çen g iler­ çengilerin çoğu, tıp­ kı k ö ç ek ler gibi cinsel sapıktılar, kadın kadına sevişirler, erkek

ne m i?

den söz ederken, şö yle bir d o ku n m u ş: “ ...

141

kılığına girip ‘z e y b e k ,’ ‘k ilci,’ ‘ka ly o n cu ’ gibi oyunlara çık a r­ lardı. ” Eh, ilk gençliğini zaten ‘erkek’ olarak yaşamış ‘G üllü’ F atm a’nın , bu tür oyunlarda ne büyük bir başarı sağlayaca­ ğını kestirmek zor mudur? Balıkhane Nazır-ı sabıkı Ali Rıza B ey, haremlerdeki hanımlarla bu çengiler arasındaki ‘zarifane’ ilişkilerin mahiyetini, esasen gizlememiş:

“... eski kadınlarım ız çengilere, ham am ustalarına ve bun­ larla sıkı fık ı canciğer olan bazı m irasyedi hanım lara ‘züra­ f a ’ (‘zarifler,’ ‘inceler’ anlamına) derlerdi. Bu ‘zarifler’ arasın­ d a ‘zurafalığa’ alâm et olm ak üzere, kenarları ‘ciğerdeldi,’ k ö ­ şeleri ‘ah a h ’ işlem eli m en dil bağlarlardı. Bu kısım kad ın lar cem iyet hayatına m u h a lif bir h a y a t geçirirler, erkeklerd en zevk almazlar. Bunların birbirleriyle soh betlerin d e dahi, bir başkalık vardır. N e tatlı diller dökerler, ne k a d a r herkesin, m i­ zacını o k şa y a ca k şek ild e kon u şu rlar... bazı m irasyedi ve zengin hanım ların çengilerden g ö ­ nüllüsü vardır. H afifm eşrep ve g ü zel kad ın lara zengin erk ek âşıklar lâzım olduğu gibi, zurafalık âlem inde de, çengilere, zen­ gin hanım sevdalılar lâzımdır. Oyun arasında çengiler, bu g i­ bi han ım lara, tebessü m leriyle, elleriyle ve gözleriyle, gizli şeyler söyler, sırlar ifşa ederler. Raks esnasında, alna altın yapıştırılırken fisk o sla r bile o lu r ...’’ İster misiniz, Ali Rıza Bey’in ‘naklettiği’ K alyoncu oyunu­ na da şöyle bir göz atalım; bu oyun, ‘G ü llü ’ Fatm a gibi vak­ tiyle ‘erkeklik’ etmiş bir çengiye ne büyük ‘im kanlar’ sağlar bir görelim: “... Kalyoncu oyununda, m eydana getirilen tekerlekli g e ­

miyi çekerken ; ‘heyam ola, yisa yisa, eyyam o la yel ese’ tek er­ lemesini, biri tek olarak; nakaratını ise, hepsi bir ağızdan - ç a l­ gının da iştirakiy le- söy ley erek; gem iyi yürütm eleri, ço k eğ ­ lenceli olurdu. Bir de, bu oyunun kah ram an ı olan kaly on cu rolü, çengiler arasında, m ühim bir vazife sayılırdı. Çünkü, levend endam lı ve gösterişli bir babayiğitin bütün vaziyet ve ta­ vırlarını canlan dırm ak, h er kadın ın kârı d eğildir... “... başın d aki kaly on cu kalp ağ ı kaşının üstüne yıkılm ış, sırmalı şalvar üstüne beline sardığı şalın münasip yerlerine ya­

142

tağan bıçağı, piştov, kam a ve em sali silahlar sokulm uş, sırma cep ken kartal kan ad ı om za atılm ış olduğu ve bir elin de rakı şişesi, diğer elin de bıçağının ka bz a sı bulunduğu halde, yıkıla yıkıla kalyon cu ortaya çıkar. Saz d a , ‘B ir gem im var, salı­ verdim engine’ şarkısını çalıp söy lem ey e başlar. K alyoncu ra­ kibini yum ruklam ak, ezm ek, çiğnem ek, öldürm ek ister; ve ‘bı­ çağım h a k k ı için ’ d iyerek attığı nağralarla ortalığı velveleye verirdi... ‘G üllü’ Fatm a, D ersaadet ‘zurafası a ra sın d a ‘b ü y ü k şö h ­ ret' o lm ak ta g ecik m ed i. ‘Z e v a h ir i k u rta rm a k ’ a m a cıy la m ıd ır nedir, te k ra r evlen m eyi de ih m a l etm iyo r a m a . Bu d efaki k o ­ cası, ‘m acerasını’ sonradan M evlevi Dedesi latacak olan

Derviş Hasan'a an ­

C am baz K asım a d ın d a k i ‘e sircid ir': M ısır çing e­ ‘G üllü’ Fatma'ya

nesi, K a a ru n gibi zengin bir adam ; d a h a sı, s ırılsık la m sevd alı.

R eşad E krem , o la y ı şö yle a n la tır: ‘G ü llü ’ Fatm a k o ­ casını teşhir etti, avucunun içine aldı. Kocasının cariyeleri ara­ sından, kabiliyet g örerek seçtiği kızlara raks öğretti ve değer­ lerini kat kat yükseltti; onları, gittiği saray, k o n a k ve yalıla­ ra götürerek oynattı. R a k k a se olarak seçtiği kızlar da hep er­ kek yapılı, k o c a elli, k o ca ayaklı, davudi sesli cariyelerdi. G it­ tiği kibar kapularında, hanım larla bir hafta, on gün kapan ıp kaldığı olurdu. ”

Ya AKIBETİ? Z u ra f a m e clisle rin d e rezalet, ne tü rlü a y y u k a ç ık m ış o lm a lı

‘G üllü’ Fatma'yı Ü sküdar’d aki Ayşe Sultan'ın y a lısın a çağ ırırlar. Ay­ şe Sultan y a lısın d a n ça ğ rılıp da g itm em ek o lu r m u ? ‘G ü llü’ Fatm a, b ir telaş gider. B ir d a h a da d ö n m ez. ‘S e v ic ilik ' s u ç la ­ k i, S a lta n a t b u n u hazm ed em iyo r. G ü n le rd e n b ir g ü n ,

m a sıy la , g eceleyin yattığı o d a y a ce lla t sa lın ıp , yağ lı k em e n t­ le y atağ ın d a b o ğ d u ru lm u ş, cesedi ‘b ila h a re ’ denize atılm ıştır. O m e çh u l cella t, b ir kem entte ik i k işiy i bird en b o ğ du ğ u ­

C an I b o Şah a d ın d a k i k ö çe ğ i, ‘G üllü’ Fatm a a d ın d a k i çen g iyi!

n u , asla b ilem eyecek ti: H e m hem

143

MERAKLISI İÇİN NOTLAR 4. Mehmet (1641-1692). 1. İbrahim’le, Rus asıllı Turhan Sultan’ ın oğludur. Padişah 1. (Deli) İbrahim ’in tahttan indirilmesi üzerine, ye­ di yaşında hükümdar olmuştu. Bu yüzden de, ninesi Kösem Sultan'la, Sadrazam ‘Sofu’ Mehmet Paşa’nın kuklası gibiydi. Bütün gençlik yıl­ ları, Kösem Sultan’la Turhan Sultan arasındaki saray entrikaları, Kö­ sem Sultan'la Sadrazam ‘Sofu’ Mehmet Paşa arasındaki, -yeniçeri ve sipahilerin de karıştığı-yönetim uyuşmazlıkları arasında geçmiştir. 4. Mehmet'.in saltanatı, ancak Köprülü’ler, ‘devreye girince,’ dü­ zeliyor. Köprülü Mehmet ve Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’lar, G irit’i al­ dıkları gibi, M acaristan ve Avusturya üzerine sefer tertip ederler. Merzifonlu ‘Kara’ Mustafa Paşa zamanında ise, Viyana yeniden kuşa­ tılır. 4. Mehmet yuvarlak yüzlü, topsakallı, kumral ve ela gözlü bir pa­ dişahtı; uzun boylu olduğu yazılmıştır, güçlü bir kişilik göstermez, sa­ vaştan nefret ediyor, ‘iş-u-işret’i tercih ediyordu; en büyük merakı ava çıkmaktı ki, bu yüzden halk ona ‘Avcı’ lakabını yakıştırmıştı. Osmanlı'nın hemen bütün vakanüvis ve tarihçileri yaşadıkları devrin ‘travesti’lerini anlatm ışlar: Evliya Çelebi, Mehmet Halife, Abdülhak Molla, Selânik’li Mustafa Efendi vb. Bunların arasında sayı­ labilir. Yakın tarihimizde, belirgin bir alakayla eğilen Reşad Ekrem Koçu'dur, eski tarihleri ve belgeleri tarayarak, Erkek Kızlar diye bir kitap yazmış; çeşitli Osmanlı dönemlerinden, çeşitli travesti’lerin, çoğu film olabilecek ilginç hikayelerini bu eserinde toplamıştır (1962).

144

6.

ON BEŞ YIL ‘ERKEK’ YAŞADI

O sab ah gazeteci

M arie-Pierre C arretier, m a sa sın ın üzerinde,

teleks b ü lten in d en k o p a rılm ış b ir h a b e r b u ld u . B a z ı sa tırla ­ rın ın altı ç iz ili. Y a z ı İşle ri M ü d ü r ü , besb elli, h ab eri in celem e­ sini istiyor. Şö yle bir g ö z atayım dedi, ne g ö rsü n ,

Valence k a y ­

n a k lı bu haber, o rtalığ ı allak bu llak ed ecek, b ir olayı b ild ir ­ m iy o r m u ?

“ Valence ( afp ) - Genç bir kadının erk ek k a rd eş i ni n k im ­ liğini kullanarak, yıllarca ‘e r k e k ’ olarak yaşadığı öğrenilm iş­ tir. Gözü h içb ir ağır işten yılm ayan, otu z sekiz yaşın d aki bu kadın, bir erkek k a d a r ustalıkla kazm a kürek ku llan abilm ek­ tedir. H akkın d a p olis tarafından soruşturm aya başlan an bu kişinin, yarın Valence S avcılığına sevkedilm esi b ek len m ek te­ dir. " M arie-Pierre C arretier a ra b a sın a a tla y ıp V alence’a g eld i­ ğ in d e, o la y p a tlak vereli üç gün o lm u ştu . O n a a n la tıla n şu:

]a n o u so y a d lı bu k işi, ik i ço c u k sa h ib i M on iqu e a d ın d a b ir k a d ın la y aşıy o rm u ş; o salo n d a y ata rm ış, M onique y ata k o d a ­ sın d a ; b ir a k şa m M on iqu e n asılsa onu y a rı çıp la k g ö rü p , ‘gerçeği’ fa rk e d iy o r; bunun üzerine, üç ay ö n ce te rk etm iş o l­ duğu k o ca sın a d ö n e re k , o layı p o lise b ild iriy o r.

M arie-Pierre

C arretier , ona a n la tıla n la rla yetinecek türden bir gazeteci de­ Ja n o u ’yu b u lm aktı: o tu rd u ğ u n u öğrendiği a d res­

ğildi. A m a cı

te a ra d ı, b u la m a d ı; üç gün önce gitm iş! A p a rtm a n d a k i k ir a ­ c ıla rd a n b irisi, telefon n u m a ra sın ı veriyo r. B elk i bu n u m a ra ­ d an a r a r s a ... H a z ır

Valence’a k a d a r g elm işken, Ja n o u ’yu y an ın d a ç a lış­

tırm ış o la n la rla k o n u şm a sın mı? B u n la rd a n birisi, k ü ç ü k bir

145

re k la m a ja n sı sa h ib i, o n u n h a k k ın d a d iy o r k i: “— ... benim nazarım da erkektir o, kız olduğunu düşünem em bile, aslan gi­ bi delikanlı, yapısı sağlam, çalışkan da. Cıgarası ağzından düş­ m ez, ayrıca sevimli. H em son ra, s o k a k ta güzel kız filan g ö r­ dü mü, basbayağı ıslık çalardı. T abancası d a vardı san ırım ." Bu a d a m J a n o u ’y u , el ila n ı d a ğ ıtm a k işin d e k u lla n ırm ış ; g it­ tik çe işe h a k im o ld u ğ u n u g örd ü ğ ün d en , so n u n d a e k ib in b a ­ şına g etirm iş. G azeteci

Marie-Pierre Carretier, bu defa olayı m eydana ç ı­ M onique h a k k ın d a bilgi derlem eye ça b a ­

k a rd ığ ı id d ia edilen

lıyor. A p a rtm a n k o m şu la rın a b a k ılırsa , hoş b ir k a d ın m ış, hoş am a so ru m su z , k im in e g öre deli; d aha ç o k

J a n o u ’ya a c ır la r ­

m ış, bö yle k ü fü rb a z , k ab a b ir k a d ın la b e ra b e r y aşa d ığ ı için . K o m ş u la rd a n b iris i, M o n iqu e,in a d re sin i veriyo r, M arie-Pierre C arretier için y a p ıla c a k şey, elbette g id ip bu k a d ın ı b u l­ m a k t ır a rtık . K o la y o lm u yo r bu,

G renoble d o layların d a o lm ad ık b ir yer­

de o tu rm aktad ır, ara tara, n ih ay et ele g eçireb iliyo r; a n la tıla n ­ la rın e tk isiyle m i nedir, k a fa sın d a e rk en d e n ç ö k m ü ş, b ayağ ı,

M on iqu e onu şa şırta c a k tır: jean p an to lo n , siyah t-shirt g iy m iş,

ağzı b o z u k b ir k adın ta sa rla m ış, o tu z y a şla rın d a , gri kadife

basbayağ ı h a v a lı b ir kadın ; gazeteci old u ğ u nu ö ğ ren ir ö ğren ­ m ez,

M arie-Pierre C arretier’nin ne a m a çla g eld iğ in i a n la ­

y ıp , eve b u y u r ed iyo r: içerde ço cu k la r, televizyo n u n b a şın d a , b a b a la rı y u k a rd a y m ış, az so n ra in e cek . İn m e sin e in iy o r da,

M onique'in k o n u şm a sın a fırsa t v e rm iy o r ki! O n a b a k a rsa n ız ]a n o u a şa ğ ılık ‘h e rifin ’ b iri, rezil m i re z il, her tü rlü k e p a ze ­ lik o n d a, vs. B ira z onun a n la ttık la rın d a n , b ira z M o n iqu e’in sö y ley eb ild ik lerin d en , M arie-Pierre Carretier, ]a n o u ’y\a M onique’in nasıl ta n ıştıkların ı, aşağ ı y u k a rı çıka ra b iliyo r: cins k ö ­ p ek lerin e eş a ra m a k için gazeteye ilan verm işler, m eğer ]an ou da k en d i köp eğ in e eş a ra m ıy o r m u y m u ş, m e rh ab a m e rh ab a , ta n ışm a bö yle g e rçe k le şiy o r; a rk a sı sıra d o stlu k ! O tarih te, sevdiği k a d ın

Janou'yu terk etm iş, cid d i b u n a ­ Valence’a

lım g eçiriyor; ne yap sın , C even n es’leri b ıra k ıp , gelip

yerleşiyo r; artık h er hafta sonu M o n iq u e ’lerdedir. G e l g ö r k i,

146

onların hayatı da cehennem hayatından farksız, kavga etme­ dikleri dakika yok; M on iqu e’in ağzı, kocasının içmediği gün olmuyormuş, işsiz güçsüz avare dolaşıyor, eve geldi mi de, şu­ nu alıp şuraya koymuyor; birbirlerine bağırıp çağırıp duruyor­ lar. Sonunda dayanamamış, iki kızını aldığı gibi ja n o u ’nun evi­ ne kaçmış! Kadın olduğunu o zamandan bilir miymiş? Bilirim diyor ya, kuşkulu. Aralarında duygusal ya da cinsel yakınlık var mıymış? O da, pek anlaşılamıyor. Kocasının yanında, ko­ nuşmak istemiyor olabilir. Nitekim, iki gün sonra M onique, gazeteci M arie-Pierre C arretier’ı gazetesinden telefonla araya­ cak, şunları diyecektir: “ ... ben i anlayınız! ja n o u y u seviyorum , fa k a t bunu k o ­

cam ın yanında söyleyem ezdim . Elbette gerçek bir çift gibi b e­ ra ber yaşıyorduk, sevişiyordum . Evim e dönüş nedenim , çocuklarımdır. ja n o u y u ben ihbar etm edim , kocam ih bar etti... ” Gazeteci M arie-Pierre C arretier bakımından, olay büsbü­ tün ilginçleşmişti. Genç kadın, arabasına atladığı gibi, R ouen yolunu tuttu. Bu arada ja n o u ’nun Rouen’da, annesinin yanın­ da bulunduğunu saptamıştı. Şehrin banliyösünde, kocaman, temiz ama hayli eski bir yapı. Kapıyı yaşlı bir kadın açıyor, ]a nou'nun annesi olmalı; gelenin gazeteci olduğunu öğrenir öğ­ renmez de, kapatıyor. Marie-Pierre Carretier için, ja n o u ’yla ko­ nuşmak hiç de kolay olmayacak, onun bir hayli vaktini ala­ caktır. Sonunda, aklını yatırıp, civardaki bir kahvede konuş­ maya razı edebiliyor. Onun anlattıklarını dinlerken, hayretten hayrete düşmeme­ si mümkün mü?

E r k e k İ ş İ d İr

y a p t ig im

“Aslında burjuva çocuğuyum , d ört çocuğun büyüğü, adım M arie-Noelle. B abam ı şöyle bö y le hatırlıyorum, eve seyrek uğ­ rar, geldi mi hepim izi kendine hayran ederdi. Ç ocu k yaşım da yatılı oku la gönderildim . O ku ldaki günlerimi hatırladıkça, k e ­ yiflenirim : D eli d olu bir kızdım , kızdan ço k oğlanı andıran, tabiatı keşfetm ey e m eraklı. Zaten ‘akl-ı baliğ ’ olur olm az, er­

147

kek olm aya karar vermiştim. Ama nasıl? Ailem öylesine bağ­ nazdı ki, b ö y le bir şeyin evde, la fı bile edilem ezdi. N e y a p a­ yım, arzumu içim e göm dü m ; erkek olm ak ateşiyle için için tu­ tuşarak, liseyi bitirdim . Yirmi bir yaşında evi terk ediyorum . Niyetim , h ekim o l­ m ak, Tıp F akü ltesin e yazıldım , iki yıl k a d a r d a oku du m : d a ­ ha fazlasına param yetm edi, dahası kadınlığım ı sürdürm ek is­ tem iyorum : o yüzden, günün birinde nüfus kâğıdım la birlik­ te kadınlığım ı d a çö p sepetin e atıyorum , artık M arie-N oelle ölmüş, yerini je a n N oel jan ou almıştır: Çakı gibi bir d elikan ­ lı! A m a derdim büyü k, geçirdiğim değişikliğin h içb ir ‘resm i­ y eti’ y ok; istediğim gibi erk ek giyineyim , erk ek yaşayayım ; iş bu lm ak am acıyla başvurduğum ilk k a p ıd a şo fö r ehliyetimi s o ­ ruyorlar; ne gösterebilirim ki, h erh ald e M arie-N oelle adın a çıkarılm ış ehliyetim i değil; ev d e unutmuşum, gidip getireyim filan deyip, ipi kırıyorum. Kısa sürede, resmi ve devam lı iş bu­ lam ayacağım an laşıldı; an cak incesini aram ayan yerlerde, ‘g eçici’ işlerde çalışabilirim, ya d a ‘k a ç a k ’ olarak. Ç okluk, yıl­ lık izne çıkmışların yerine kapılanıyorum , bir iki aylığına. Ç ok soru sorm uyor, parayı ‘n a k it’ öd ü y orlar; bu benim için çok önem li, çek verecek diye ödüm patlıyor, bozduram am ki! R es­ m en ‘kim liğ im ’ y ok! N eler çektim ben bilirim . Yıllarca k en ­ d i adım a bir ev bile tutam adım , ancak ilişki kurduğum kadın ­ ların evlerinde yaşadım . K adınları sevm em e şaşılır mı? K endim i er k e k saydığım a göre, elbette hayır. Yalnız, b era b er yaşam aya başlam adan ön ­ ce, ‘özeld u ru m u m u ’ sevdiğim kadın lara açıklam ışım dır. D ü­ rüstlük gereği, yapardım bunu. İşin ilginç yanı şu d u r ki, iç ­ lerinden hiçbirisi ‘durum um u’ öğrendikten sonra da, ben i b ı­ rakm adı! H epsi olduğum g ib i k a b u l ettiler, k a rı k o c a olarak yaşadık. Sevdiğim hiçbir kad ın ı, cinsel zevkten y oksu n bıra k m a d ı­ ğım ı söyleyebilirim . O nları, g erektiğ i g ibi okşuyor, d oy u m a ulaşm asını sağlıyordum ; a m a h içb ir zam an, onların aynı şe­ yi ban a y apm aların a m ü saade etm edim . Çünkü bu takd ird e kadınlığı, giderek ‘seviciliği’ k a b u l etmiş olurdum . O ysa ne

148

kadınım ben, ne ‘seviciyim ,' ken d im i er k e k k a b u l ediyoru m ; onun için, deyim uygun düşerse, kafam ın içinde sevişiyordum, ancak ruhsal olarak cinsel zevk alıyor, doyum a eriyordum. İti­ r a f edeyim ki, bu öyle büyük bir m utluluk sağlam ıyor, telkin yoluyla, iyi kötü bir d oyu m a u laşıyor işte, am a ahım şahım bir şey sayılam az, bir y erde bir şeyler eksik. U ykum da, cin­ sel rüyalar gördüğüm zaman, daim a erkeğimdir, tastam am bir e r k e k ; ve kadın larla sevişiyorum . Z aten hiçbir erk ek , h içb ir zam an ben i cezb etm ed i hay atım boyu n ca, kadın ları sevdim ; özellikle ince z a r if olanlarını, a m a vücutça değil, ruhça; çün­ kü z a y ıf kadınları k a b a ruhlu e r k e k le r beğenir; ben im beğen ­ diklerim yum uşak, zeki, oku m u ş kadınlar. İLK ADİMİ ONLAR ATIYOR

N asıl mı tanışırız? D urum um elverişli olm adığından, peşleri­ ne düşm em im kânsız. İlk adımı, m ecbu ren on lar atıyor. İliş­ ki kuruldu mu, arkası gelir. Uzun d a sürer. Altı buçuk yıl, ay­ nı kadın la yaşadım ben, terk edip gittiği zam an halim i g ö r­ meliydiniz, dünyam yıkıldı; o k a d a r perişandım ki, annem i arı­ yordum ; on beş yıl y o k oldu ktan sonra, on a sığınm ak ihtiya­ cını duyuyordum . K aybolm uş bir oğlan çocuğu gibi. Annem yetm iş yaşındaydı. O na h er şey i itira f ettim : N eler hissettiği­ mi, n eler çektiğim i, n eler yaptığım ı: girip çıktığım bin bir işi, nasıl bahçıvan lık, m u h asebeci çıraklığı, ilan dağıtıcılığı, p o s ­ tacı çıraklığı, kaynakçılık, arşiv memurluğu ettiğimi; hatta bir keresin de, sırtım da aygıtlar, d ağ bay ır dem eyip nasıl m ad en aradığım ı! Annem beni dinledi, anladı, ‘o ğ lu ’ olarak bağrına bastı. İlk bakışta sanılabilir ki, böy le ağır işleri ‘erkekliğ im i’ k a ­ nıtlam ak am acıyla seçiyorum ; bu doğru değildir, ‘g eçici’ işler­ d e insan ne bulursa on a girer; ben, yorucu bir işle zahm etli bir iş arasında tercih imkânını bulursam, daim a zahmetliyi seçm işim dir; çünkü, hangi iş o lsa k olay lıkla uyabiliyorum , zah ­ m etli işler d ah a çok p ara getiriyor; am a eld e aygıtlarla m a­ den arayarak, insanın ‘d a h a e r k e k ' olacağını, doğrusu düşü­

149

nemem. Erkek olm ak dedim , insan nasıl ‘e r k e k ’ olur, niçin ‘er­ k e k ’ olur? Ben belki babam yüzünden erk ek liğ e heves ettim. O k a d a r erkekti, önem li olabilm ek için ‘taşaklı’ olm ak zorun­ luluğunu o k a d a r çok söy lerd i ki, etkilenm iş olm alıyım . Z a­ ten çocukluğum da idealim , bab am g ibi olm aktı. Artık ondan n efret ediyorum , niçin ‘e r k e k ’ olm ak istediğim de, um urum ­ d a değil. Ben kadın ‘cinsiyetiyle’ d o ğ m a k talihsizliğine uğra­ mış bir erkeğim ; çıkm azım varsa, bireysel değildir bu çıkm az, toplum saldır; bireysel o larak, ken d im i olduğum g ibi ben im ­ sed im , ken dim le m u tabıkım ; a m a toplu m la uyum sağ lam ak güç. B ir ara, ruh hekim lerinin kapısın ı aşındırm ıştım ; ban a yardım cı olam ad ılar p ek , n edenleri çocu kluğu m un d erin lik­ lerinde arıyorlardı; sonunda dediler ki, olduğunuz g ibi olm a k ­ tan memnunsanız, böylece sürdürün! D iyorlar am a, erkek adı­ m a yeni bir kim lik cüzdanı verm iyorlar ki, oysa benim asıl bu­ na ihtiyacım var, ‘erkekliğ im in ’ resm en onaylanm asına!

AMAÇLARIM ELİMDEN ALINDI

Cinsiyet değiştirm e am eliyatları yapılıyor. E rkek organı n a k ­ lediyorlar. D üşünm esine bunu d a düşündüm am a, ruhsal sorunları gözüm ü k o rk u tu y o r g aliba. İd d ia lı oldu ğu m cinsi­ yeti ban a aşılayacakları sırada, içine dü şebileceğim paniğin korku su bu. K olay bir am eliyat olm adığı kesin. Yıldırıcı da. N e var ki, eğ er beni ku rtaracak olan buysa, o adım ı atm aya d a hazırım. Ç ok acı çekiliyorm uş, öy le diyorlar, a m a bu a cı­ la r bir şeye y aray acaksa çek m ey e d eğ m ez mi? Ü stelik şu an ­ d a çektiğim acıların yan ın da, çek ecek lerim , hiç kalır: Ö nü­ ne gelen adım a saldırıyor, b en i hırpalıyorlar; am açlarım elim ­ den alındı, kendi ken d im le m u tabakatım ı engellediler; y a p ­ tıkları bu ihbar, durum um un ifşa edilm esi, ahlâki birer cina­ yet değilse, nedir? Yirmi bir yıl M arie-N oelle olm ay a katlandım . M arie-N oelle öleli, on sekiz yıl oldu. O ysa bugün, otuz sek iz yaşım da, bu ölüyle yüzleştiriliyorum. Bir şeylerden kaçm ış gibiyim. H ep böyle hissettim kendimi. Huzura kavuşabilm ek, başlıca arzum;

150

bu arzu, asla gerçekleşm iyor. Şu ara çareyi yorgunlukta arı­ yorum , bitap düşünceye kadar, çalışm akta! Evet, mutlu gün­ lerim d e oldu, h em d e şu y akın lard a: N ihayet doğru dürüst bir kim lik kartı elde edebilm iştim , kalktım kırlara gittim; am a­ cım k ö p e k yetiştiriciliği y ap m aktı. H ayvanlara aşırı d ü şkü ­ nüm, kuşkusuz, dostlu k ihtiyacından ileri gelen bir dü şkü n­ lük. Yetiştiricilik dön em im , hayatım boyu n ca yaratıcı o la b il­ diğim tek dön em ; l a f aram ızda, insan ‘g e çic i’ işlerde k en d i­ ni kan ıtlayam ıyor; o y sa k ö p ek lerim ne güzeldi, hepsinin s o ­ yu sopu belli, şeceresi tutulmuş, inceliklerine diyecek yok. Ara­ larından, yarışm a kazananları bile çıkm ıştı. Bu iş, p ek büyük para bırakm ıyordu am a, zarar d a etm iyordum . Zaten para la­ fından hazzetm em . K ırd aki hayatım dan m em nundum . K ö r­ kütük âşık olduğum bir kad ın la b e ra b erd ik ; hayatım ız z o r­ du; param ız hesaplı; üstelik ‘karım ın ’ işyeri uzak düşüyordu, o böy le dağbaşın da y aşam aya katlan am ıyordu pek, am a ben m em nundum . ‘K a rım ’ günün birinde beni bırakıp gidinceye kadar! O zam an kahrım dan her şeyi bıraktım . G el g ö r ki y al­ nız yaşam ak için yaratılm am ışım ben, m u tlaka birisi için y a­ şam alıyım , birisi için y aşam ay a m uhtacım . Ç ocu k mu? Boşver çocu ğa! Ç ocu k beni açm az. O nlar b a ­ na bayılır am a, ben düşkün sayılmam. M onique’le beraber y a ­ şarken, iki kızı benim elim e bakıyordu . O nlardan sorum luy­ dum ve bu sorumluluğu hissediyordum . Ama açık kon u şm ak gerekirse, çocu k faslı ban a g ö re değil. İnsanların çoğalm ak iç­ güdüsüyle çocu k yapması, alışkanlıktan değil m i biraz da? H e­ le g eleceğ in i güven altına a lm ak ya d a çocu k y ap m ak vatan g örevidir am acıyla çocu k yapanları an lam am im kânsız. O l­ sa olsa m asoch ism e’dir bu, çünkü ço cu k kısm ı, ölünceye d ek an anızdan em diğiniz sütü, burnunuzdan fitil fitil getirir.

S orunum

e r k e k l İk o r g a n i

K adınla erk ek arasında n e fark var? B irkaç gün önce, bir kız sordu, cevap verem edim . Fizyolojik açıdan bakarsan, farkı ya­ pan, cinsellik organı. Bugün kadın cinselliği taşıyorum, soru­

151

num erk ek lik organım ın olm ayışı, fa rk bu. A m a ruhsal a çı­ d an bakarsan e r k e k le kad ın arasın daki sınır geçerli. Ö nce ai­ le içinde olm ak üzere, toplum sal olarak eld e olunan bir mantalite sorunu bu ; bir sürü basm akalıp düşünce, önyargı vs. ki hepsine isyan ettim . K adınca sezgi, erk ek m antığı filan, h e p ­ si hikây e. H arp ilah ı M ars türünden kad ın lar olduğu kadar, güzellik ilahesi Venüs türünden erkekler görülüyor. Bunun ya­ nı sıra çok dişi kadınlar, çok erk ek e r k e k le r d e m evcut. D i­ ğerleri bu iki kutup arasın da sıralanm ışlar. Ben erkekliğim i, ne idüğü belirsiz işlere, zahm etli kişilere katlana katlana, binbir m üşkilatla kafam ın içinde gerçekleştirdim . Benim e r k e k ­ liğim nice zahm ete m aloldu ban a. D oğrusunu isterseniz, bir kadının, böyle bir hayat yükünün altına girebileceğini h e le s o ­ nuna kad ar götürebileceğini hiç sanm ıyorum : E rkek işidir, bu yaptığım . A ncak bir erk ek y ap abilir."

Ya l a n l a

y a n l iş a r a s in d a

Olayı izleyen gazeteci M arie-Pierre Carretier’nin, ja n o u ’yla il­ gili izlenimleri ise şunlar:

“ Yakından b akın ca, k ırk ın a m erdiven dayam ış olduğu anlaşılıyor. İstediği kad ar kaşlarını çatsın, aksilik etsin, duyar­ lılığını gizlem esi zor. Pek p la y b o y den em ezse de, ‘e r k e k ’ o la ­ rak fen a sayılm az; kendine g ö re b ir ‘h a v a sı’ var: Siyah k a d i­ fed en k o t pantolon , bey az t-shirt. M asm avi g özleri, ince a l­ tın çerçeveli gözlüklerinin arkasın da, gülümsüyor. A ğzında, sürekli cıgara. Bunca kadının, on a basbayağı sevdalanm ış o l­ m asına, şaşılır mı? K onuşm ası d a rahat, tatlı ve kibar. A ra­ d a b en i rahatsız eden ‘fazla e r k e k ç e ’ davranışları olsa d a , sı­ radan davranışlar bunlar, üstelik geçici, hani ‘oynadığı r o lü ’ biraz abartm ak istem iş gibi. Elleri iri, yıpranm ış, sert; kolları sağlam ve adaleli. H a fif lim on k o k a n , erk ek losyonu sürünmüş, arada koku su burnu­ m a geliyor. G özlerim i gözlerin e diktim mi, bakışlarını k a çır­ mıyor. Bir iki k ere heyecanlandı, yanakları h a fif kızardı. Onu

152

sevimli buluyorum . H ayatta zor yolu seçm iş biri. D uygusal da, parayı bu yüzden önem sem iyor. G erçi elleri nasır tutmuş, kolları ad aleli am a, bu erk ek /k a d ın , aslında yum uşak ruhlu, C hopin’in Üçüncü Vals'ine düşkün, rom antik bir sevdalı. Ç ok düşünmüş, epeyce kitap okum uş: N ietzsche’den Kipling’e k a ­ dar, ne bulduysa, hepsini. N e müthiş bir çapraşıklık bu! K adın o la r a k hayata başla, erk ek olarak sürdür. N e diyor: ‘H ep yalanla yanlış arasında yaşadım b e n .’ İnsanın içini karıştıran bir içtenliği var. H ay a­ tındaki en büyük darbeyi yediği sırada, dostlarının, onlara iha­ net ettiğini san acakların ı düşünüp telaşlanıyor. D oğanın ve toplum un ona oynadığı oyun ço k , bun lara ne türlü karşılık verebileceğini kestirem eyişi, on a intiharı b ile düşündürtmüş; a m a yine de, içinde bir yerinde, ja n o u n u n taşıdığı bir um ut y o k m udur? Ş im dilik, b o şa dön en bir uskur g ib i, inanılm az bir r o m a ­ nın, çapraşık kahram anı olarak, rolünün sonuna geldiğine ina­ nıyor. E ğer ‘m evzuat' ona ku llan abileceği neutre bir ad, cer­ rahlarsa kendinin olduğunu sandığı cinsiyeti vererek, b e k le ­ diği yardım ı yapm azlarsa, ja n o u n u n a k ıb eti ne o la c a k ? Z a ­ vallı ja n o u , kım liği olm ay an t u h a f a d am ! G ölgesi olm ayan bir hayaletten farksız!" MERAKLISI İÇİN NOTLAR Kadın ve erkek eşcinseller, ister asıl cinslerinin kılığında yaşasın, is­ ter özendiği cinsin kılığına girsin, çağdaş endüstri toplumlarında cin­ sel azınlık statüsünü yasallaştırmak için, ayrıca siyasal sayılabilecek bir mücadele içine girmişlerdir. Özellikle Amerika’da Demokrat Parti’nin eşcinsel derneklerini ‘kolladığı,’ Avrupa’da ise, daha ziyade, ortanın solundaki örgütlerce ‘hoşgörüldüğü' ileri sürülüyor. Hangi Seks'te, ABD’deki ‘aşırı' derneklere örnek olarak scuM ’ı (Society For Cutting Up Men) vermiştim, hani Valerie Solenas'ın der­ neği, erkeklerin ‘fazlalıklarının' koparılmasını öneren! Ayrıca, Fransa’da faaliyet gösteren FHAR’ın ‘Devrimci eşcin seller Cephesi’ adı geçmiş­ ti. Zamanla bu tür dernekler demokratik toplumlarda daha da yaygın-

153

(aştı. Nereden mi biliyoruz, komşumuz Yunanistan’da seçimlerde ‘söz sahibi' olduklarını işittiğimizden! Yunanlı eşcinseller 1977’de ‘Yunan Eşcinselleri Kurtuluş Hareke­ ti’ diye bir örgüt kurmuşlar. Bir başkası da, Selanik’de ‘Selanik Özerk Eşcinseller Cephesi’ adıyla kurulmuş. Toplam olarak Yunanistan'da al­ tı yüz bin civarında eşcinsel olduğu tahmin ediliyor. Az. oy sayılmaz. Papandreu ilk seçim kampanyalarında, eşcinsellerden yana çıkıyor. Son­ raki uygulamaların, Yunanlı eşcinselleri hayal kırıklığına uğratması üze­ rine, iki hareketin birleşerek, muhalefete geçtikleri haber veriliyor. Yunanlı eşcinsellerin ‘lideri,’ eşcinsel olmakla kalmıyor, ayrıca bir travesti adı da ‘Betty.'

154

M E R A K L IS I İÇİN E K L E R : 4

"... Son zamanlarda edinilen saptamalar, cinselliği ve bazı bozulma­ ları yorumlayıp kavramamızda bize yeni ufuklar açmıştır. Böylece ho­ moseksüelliğin psikogenetik bilimsel nedeni -bugün hala kabul edil­ diğinin aksine- sandığımız kadarıyla, bize hiç de gerçeği açıklayacak güçte görünmüyor. Bilgin yazarların çoğu, homoseksüelliğe bir yorum getirmek için, klasik Freud şemasına bel bağlamaktadır; biliyorsunuz, bu şema ar­ tık modası geçmiş Oedipus ilişkisini -yani iyi oturmamış bir aile dü­ zeninde oluşan sarsıntıyı- hareket noktası olarak benimsemektedir. Baba ve anne, erkeklik ve dişilik görevlerini yerine getirmiyorlar; ya da bir bakıma, ters rolleri benimsemişler; bunun sonucuolarakda ço­ cuk kendi cinselliğine göre uygun ve geçerli imgelemeler ve izlenim­ ler edinemiyor. Evet, bu faktörler psikogenetik değerlerini, kuşkusuz korumakta­ dırlar; ama bu faktörlerin, günümüz sosyo-kültürel görüşleriyle bağdaştırılmaları gerekir. Şimdiye değin, ikizler ve homoseksüel aileler üzerindeki ayrıca­ lıklı gözlemler ve bir yana, hiçbir araştırma ve deneme, bu tür sapık­ lıklarda kromozomik, kromantiniyen ya da hormonal bir anormallik ya­ kalayamamıştır. Bu da bireyin fizik görünüşünün onun cinsel yöneli­ şi hakkında bir önyargıya varmaya yeterli olmadığını doğrular gibidir. Brecher yazıyor: "Bir homoseksüel Gary Cooper kadar erkek görünüşlü, bir sevi­ ci de Marilyn Monroe ya da Brigitte Bardot kadar dişi olabilir.” Bu ba­ sit olguyu yadsımak, seksoloji alanındaki ilerlemeleri kuşaklar boyu kösteklemiştir. Bu psikogenetik varsayıma ters düşecek, zihin karış­ tırıcı olgulara, doktorların muayene dosyalarında daima rastlanmış-

ıs s

tır. Birçok olgularda, homoseksüel yönelim, eğer annelerin ve baba­ ların anlattıklarına inanmak gerekirse, Oedipus ve etkinlik dönemle­ rinden önce görülebilmektedir. Çoğu homoseksüeller, bu eğilimlerin doğuştan olduğuna, sonradan edinme olmadığına inanırlar. Kenyon, yaptığı bir ankette, incelemesine konu olan kadınlardan yüzde 71’inin kendi sevicilik karakterlerini ‘doğuştan' saydıklarını saptamıştır. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyimlerin, klinik ve biyolojik göz­ lemlerin ışığı altında, ancak şu yakın geçmişte, homoseksüelliğin dar bir psikojenez açısından ele alınması, tartışma konusu olmaya baş­ lamış görünüyor. Örneğin ağır dozlarda azdırıcı (oestrogene) enjeksiyonlar, dişi sı­ çanda çifte cinsellikli bir davranış oluşturmaktadır: çok aktif bir erkek ‘partöner' karşısında kamburlaşıp kendini vermekte, bir dişiye rastla­ yınca da peşine düşüp onu kovalamakta, üstüne çıkmaya çalışmakta­ dır; bu sözde çiftleşmeden sonra da, iki arka ayağı üzerine dikilip cin­ sel organlarını yalamaktadır. Aynı enjeksiyonlar erkek sıçana uygula­ nınca gözlem ‘filminde' hiçbir değişiklik olmamaktadır. Bu deneyim -bir saptama değilse de bir yaklaşım olarak- homo­ seksüelliğin aşırı derecede dişi cinsel hormonların varlığına bağlana­ bileceğini ortaya koymuştur. Son zamanlarda, idrar içinde elimine olan iki hormonal bozulma ürünü üzerindeki sistemli çalışmalar da çok dikkat çekicidir: Heteroseksüel (karşı cinse eğilim taşıyan) erkekte ‘andresteron’ oranı, ‘etiyokolanolon’un iki katıdır; bu orantı, homoseksüel erkekte, O,S'e düşer, sevici kadında ise aksine olur. (İşte, cinsellik hormonlarının iki bozulma ürünü, ‘androsteron’ ile ‘etiyokolanolon’dur.) Elbette ki bu gibi gözlemleri yorumlarken ihtiyatlı davranmak iyi olur. Biyoşimik yollarla oluşturulan bu değişmeler, cinsel tersliğin bir etkisi olarak da düşünülebilir. Psişik gerginlikler de sonuç olarak, hormonal salgıların durmasına ve aybaşı’ların kesilmesine yol açabi­ liyorlar. Anlaşıldığına göre, homoseksüelliğin nedenleri bir sürü... Bu nedenler arasında psikojen faktörlerin de yeri var. Bununla birlikte, bi­ ze öyle geliyor ki, hormonların rolünü küçümsemek doğru olmaz; çünkü hormonlar çok kritik olan ana-karnı ve doğum dönemlerinde, sinir sistemini duyarlı ve seks açısından, istekli bir çığıra yöneltmek­ tedirler.

ISfı

Bu faktör, şimdiye dek, iki nedenle gözden kaçmıştır. Birinci neden, ‘oyun'un kaşla göz arasında oynanmış olması, yani doğumdan sonra ya­ şamın on günü içinde, hipotalamik sistemin, erkekleşmiş ya da dişileş­ miş olarak belirlenmesi. İkinci neden, duyarlılık basamakları, her kişi­ de aynı değildir. Sıçanda olduğu gibi, insanda da, doğumla birlikte, bir seksüel davranışlar tablosu meydana gelir; böylece kişinin heteroseksüel mi, homoseksüel mi yoksa biseksüel (çifte cinsellikli) mi olduğu or­ taya çıkar ama, bu yeterli değildir." Gilbert Tordjman Seksoloji İçin Anahtar

O

157

Birkaç Resim, Birkaç İsim ...

(resim 1)

TRAVESTİ, DEĞİLDİ AMA... Dünya tiyatrosunun gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından biri sayılan Sarah Bernhard'm hayatını bir travesti gibi yaşa­ dığı elbette söylenemez.

(resim 2)

(resim 3)

Söylenemez ama, sahnede -k im bilir belki S h akesp eare’in bazı piyeslerinden ilham alarak - bazı erkek rollerini başarı ile oynadığı görülmüştür: L’Aiglon gibi, E d m on d R ostand’m, bi­ raz kadınların da oynayabileceğini düşündüğü erkek rolleri­ ni değil sadece; Sarah Bernhard H am let’i, ya da R om eo ve Juliette’de R o m e o ’yu da oynamayı seviyordu. Resimlerde, onu hem kadın zarifliği ve güzelliği içinde (1 ve 2), hem de H am let’teki ‘erkek’ kıyafetinde görüyoruz (3).

(B kz: B ölü m İH )

(resim 1)

‘TRAVESTİ’ VE ‘BİSEKSÜEL’... M arlene D ietrich, hem şahane bir kadın oldu; hem de başka ve ünlü kadınlarla ilginç aşklar yaşayan, bir travesti. Sağlığın­

(resim 2)

da sadece yakın çevresinin farkında olduğu bu gerçek, yıldızın ölüm ünden sonra iyice gün ışığına çıkıyor. Ü stelik açıklam ayı ya­ panlar, onun yakınları; kızı M arta R ıv a , em ektar hiz­ metçisi Anne-M arie vs. Söy­ lediklerine bakılırsa, Marlene Dietrich ünlü Fransız şar­ kıcısı Edith P ıa f ile büyük bir aşk yaşamış; ayrıca M ar­ leye Dietrich' in, beyazperde­ nin en beğenilen yıldızların­ dan R om y Sch>ıeider'\e de ilişkisi olmuş. Bilindiği gibi 1 9 3 0 ’lu yıl­ larda, Alin'de Protestan K a­ dın Dernekleri Marlerıe Dietrich'i ‘figüran kızlarla kur­ duğu uygunsuz ilişkiler’ yü­ zünden boykot etmiş, bu yüz­ den yıldız on yıl kadar film çevirem em işti. Son a çık la ­ malar, o zamanki iddialara gerçeklik kazandırıyor. R e­ simlerde M arlene Dietrich'ı en kadın haliyle (1) olduğu kadar çeşitli erkek kılıklarıy­ la da görüyorsunuz.

(B kz: B ölüm 1/2)

(resim 3)

(resim 1)

‘ERKEK’ MARILYN’LER... Erkek travestiler, yaşadıkları dönemlerin en çekici, en etkile­ yici, en ünlü kadın yıldızına benzemeyi iş edinirler. 3 0 ’lu yıl­ larda modelleri, ya G reta G a rb o olmuştu, ya M arlene Dietrich. 5 0 ’li yıllardan başlayarak, travesti kulüplerinde en çok taklit edilen yıldız ise, hiç kuşkusuz M arilyn M orıroe' dur.

Bilinen pek çok M arilyn M on roe taklidi arasında, en ün­ lü iki travestiden birisi, C occin elle (1, yanında eşiyle) öbürü M arie-France 'dır (2); bu İkincisini, sahneye ilk çıkmaya baş­ ladığı günlerde hem genç bir kızdan, hem de M arily M onroe’ dan ayırt etmeye im kân yoktu.

(Bkz: Bölüm 1/2)

(resim 1)

(resim 2)

JEANNA D’ARC’IN ÇİLESİ... Jean n a d ’A rc’m çetrefil kişiliği, inanılmayacak kadar çok sa­ nat eserine konu olmuştur. Bu işi ilk yapanlar, Christine d e Pisan ’ la ünlü halk şairi François Villon’dur. V oltaire’in yazdı­ ğı eser, kahramanının cinselliğini de işe karıştırdığı için, klasik eleştiriciler tarafından pek beğenilmez; oysa M ic h e le f nin J e ­ anna d ’Arc’ı göklere çıkarılır; yanılmıyorsam, Jean n a d ’Arc’m Fransa'nın ulusal sembolü haline gelmesinde bu eserin rolü bü­ yüktür. Bu eski gravürde (1) Jean n a d ’Arc, şövalye kıyafetin­ de, atının üstünde görülüyor. Jea n n a d ’A rc’ ın kişiliğinin ve serüveninin mükemmel bir film konusu olabileceğini, kim inkâr edebilir? Sinemanın ün­ lü Jeanna d ’Arc’ları arasında Renee Falconetti (2), Ingrid Bergm an, M ichele M organ ilk akla gelenler oluyor. Kuşkusuz en iyi Jean n a d ’Arc filmi, Cari D ereyer’in Fransa’da çevirdiği J e ­ anna d ’A rc’ın Ç ilesi’dir (1 9 2 8 ). Sessiz olarak çekilen, ağır­ lığı yakın planlara veren bu ünlü sinema klasiğinde Jea n n a d ’A rc’ı R en ee Falcon etti oynamıştı.

(Bkz: Bölüm 1/3)

(resim 1)

‘ERKEK’ YAŞAYAN KRALİÇE İsveç Kraliçesi Kristina' yı (2) beyazperdede kim oynamıştı? Gençlerin çoğu filmi görmemiştir, gerçi ara sıra televizyonda gösteriliyor am a, âdet olduğu üzere özelliği o kadar belirtil­ miyor ki, sıradan bir filmmiş gibi geçip gidiyor, sonra da unu­ tuluyor. Oysa bu filmde Kraliçe Kristina'1yı sinemanın gelmiş geç­ miş en ünlü yıldızlarından sayılan G reta G a rb o oynuyordu. H ollyıvood, G reta G a r b o 'yu bu role seçerken, büyük bir ih-

(resim 2) tim alle onun da Kraliçe gibi İsveç’h olmasından hareket edi­ yordu, belki biraz da yüzünün onun yüzünü andırmasından! Aslına bakılırsa bu andırma önemli de sayılmaz, Kristina ne­ resinden bakılırsa G arbo’nun çirkini; yalnız son yıllarda, Greta G arb o’nun gizli cinsel hayatında kadınların, hatta dünyanın en zengin kadınlarından birinin özel bir yeri olduğu açıklan­ dı; benzerlik belki burada aranabilir (1).

(Bkz: Bölüm 1/3)

(resim 1) BAŞARILI ‘TRAVESTİ’ FARK EDİLMEZ Bir iddiaya göre, asıl büyük travesti’lerden kimsenin haberi ol­ maz; onlar, büyük şehirlerin dağdağası içinde ustalıkla gizle­ nir, öteki cinsin kılığı içinde yanınızdan geçip giderler. Basın, travesti’lerin ‘ihtişam ve sefaletinden’ ancak polis kayıtları­ na geçtiler mi haberdar olur.

(resim 2) Bunlardan birisi, İstanbul’da Gülistan O m ay takma adı ile barlarda konsomatris olarak çalışan Hüseyin Ç .’dir (2), diğe­ ri ise B ursa ’da basbayağı ebelik eden, N ail (1).

(B kz: B ölüm 1/4)

(resim 1)

ERKEK‘VÜCUTLU’ KADINLAR Prof. Mills't göre, erk ek lerle m eslekleri paylaşan k a d ın ­ ların erkeklerle sürdürdükleri davranışlar, on lara yalnız ruh­ sal değil, fiziksel olarak da erk ek si nitelikler kazan d ırm akta­ d ır ;” bazı kadınlara bu ‘fiziksel değişme’ hafif geliyor, bu se­ bepten vücut geliştirme sporuna heves ediyorlar; böylece er­ kek güçlülüğü ile ciddi bir rekabet alanı oluşturuluyor. Artık

(resim 2) bir erkek gibi kasları ve pazıları olan (1) kadınlara sık sık rastlanm akta; bunlar, L os A ngeles 'da düzenlenen Dünya Vücut Geliştirme Şampiyonası’na katılıp, dereceye girmektedirler (2).

(resim 3) Bu Bir Kadındır! 25 yaşındaki AvustralyalI bayan Frances güzellik için koz­ metik sanayii yerine halter sanayii ile ilgileniyor.

(resim 4) Los Angeles kentinin Embassy Konferans salonunda dün­ yanın ilk kadınlar arası adalet vücut güzelliği yarışmasına 15 kadın m üsabık katıldı.

(B kz: B ölüm 1/4)

(resim 1) ÖNCE MANKENLER ‘DAZLAKLAŞTI...’ Önce vitrinlerdeki mankenler ‘dazlaklaştı,’ sonra ünlü kadın­ lar: ünlü Folie Berger yıldızı I.isette M olidor , şarkıcı G race Jo nes, yenilerden Sinecıd O ’C onnor bunu âdet edinmişlerdir. Er­ kek üstünlüğüne itiraz mı, yoksa gizli bir erkeklik arayışı mı?

(resim 2)

I

(resim 3)

Olay bir iki ünlüde kalsa orijinallik m erakı deyip geçilir, oy­ sa hızla yayılmaktadır: Kadın boksör T yger ’dan şarkıcı Ju lie L on don 'a, H int asıllı yıldız Persis G h am batta' dan O m ella M utti’ye, hatta Türkiye’den bir ara Sezer Güvenirgil'e, son za­ manlarda Umay G ed ik o ğ lu ’na kadar meraklısı çıkıyor.

(B k z : B ölü m 1/5)

(resim 1)

MAFİA’NIN‘KIZLARI...’ Yeraltı dünyasının güçlü örgütü M afia, geri kalmış ülkelerin yoksul ve yakışıklı delikanlılarını toplayıp Avrupa’ya getiriyor ve onlara uygulattığı horm onal tedavilerden, operasyonlar­ dan sonra cinsiyetlerini değiştirerek güzel bir dişi görünümü kazandırıp A vrupa’nın belli başlı kentlerinde pazarlıyor. Bu yeni ticaretin İtalya’ya, özellikle F loran sa ’ya aktardığı transseksüel sayısı o kadar yüksek bir rakama ulaşıyormuş ki, yerli transseksüellerin gözünü korkutmuş; resimde Floransa ’da birbiriyle cilveleşerek poz veren iki B rezily a ’lı transseksüel.

(Bkz: Bölüm 1/5)

(resim 1)

AZ RASTLANIR BİR ‘TRANSSEKSÜEL’ 196 6 Şili Kış O lim piyatları’nda serbest iniş şampiyonu E rika Schinegger (1, 2 ve 3) hormon tedavisi ve ameliyatlardan son­ ra tam bir erkek oldu; o kadar ki, işlettiği otelde çalışan Fried a Reneta H eu bach er’\e evlenmeye karar verip, hayatını bir­ leştirdi (3).

Bir süre sonra gazeteler, seks de­ ğiştirmiş bir kadının ilk kez bir ka­ dına çocuk doğurtacağını bildiri­ yorlardı; işin ilginç yanı, çocuk ger­ çekten doğdu.

(B kz: B ölüm 1/6)

(resim 2)

(resim 3)

BU ‘KADIN’ TENİSÇİ, O ‘ERKEK’ TENİSÇİ Mİ? Birleşik A m erik a 'daki L a Jo lla kadınlar arası tenis turnuva­ sında şampiyonluk kupasını, o uzun boylu, ince ve esnek Renee Richards alm ıştı (1).

(resim 2) Gazetecinin birisi, isim benzerliğinden oyun stili ve vücut özelliklerinden şüphelenerek olayın üzerine gitti ve araştırdı, sonunda R enee R ichards’ın evvelce N ew York tenis kortların­ dan hiç eksik olmayan, göz hekimi Dr. R ichard R askind oldu­ ğu meydana çıktı (2).

(Bkz: Bölüm 1/6)

‘KOCAMDAN BOŞANMIŞTIM, KARIMI BOŞLIYORUM!’ Steve ufak tefek, buğday be­ nizli, sakallı, adaleli bir adam. Şantiye şefliği yapıyormuş. D ört yıl önceyse, kadın bir jim nastik öğretmeni, adı da D oris. Şu anda hayatından memnun, o da seksolog o l­ muş çıkmış, diplomalı filan. A m erikan toplum u ile bir sorunu yok, San F ran cisco’ da öylesi geçerli olduğu için mi ne, erkekliğiyle övünen bir tavırla diyor ki: “Beş yıl

ö n ce k o ca m d a n boşan m ış­ tım, şim di karım dan boşanı­ yorum . ” (B kz: B ölü m 1/7)

(resim 1)

“ŞİMDİ BİRBİRİMİZİ DAHA ÇOK SEVİYORUZ” Tıp tarihinde ilk defa bir karıkoca birlikte cinsiyet değiştir­ diler. İngiltere’de meydana gelen bu ilginç cinsiyet değişikliğin­ den önce bir kız çocukları olan bu çift, “şimdi birbirimizi da­ ha çok seviyoruz” dediler.

(resim 1)

ÖNCE TRAVESTİ, SONRA TRANSSEKSÜEL April Asbley, aslında harp ertesi L ıv erp ool’unun karanlık yok­ sulluğunu paylaşan sarhoş bir gemicinin dokuzuncu oğluydu, asıl adı da G eorg e Jam ieson , hatıralarını anlatırken diyor ki: “Lüks travestilerin g örkem li dünyasına Paris'te girdim , G eo r­ g e Jam ieson gitm iş , kaybolm u ş; yerine Tony April adın da şa­ h an e bir kadın belirm işti" (1, 2 ve 3).

(resim 2)

A pril Ashley adını, 1 9 6 0 yılında am eliyat­ la kadın olduktan son­ ra alıyor, bundan sonra da travesti kulüplerini terk edip L on dra’ya dö­ nerek m ankenlik kari­ yerine başlıyor: “ Ünlü sevilen ve aran an bir mankendim artık, iyi bir m uhit yapm ıştım ; Peter O ’Toole, O m arShariffy a da Sarah Church ill günlerini ben im le paylaşm aya hazırdı.

(Bkz: Bölüm 1/8)

(resim 1)

(resim 2)

‘İKİ CİNSTE DE YERİM YOK’ Ünlü İtalyan ressam R ola, gerçekte kaşlı gözlü bir Latin ya­ kışıklısı, çevresinde iyi kötü şöhret yapmış, tablolarını sata­ bilen bir ressam, askerliğini bitirince (1) yatıyor bıçağın altı­ na, bir süre sonra güzel sayılabilecek bir kadın ressam olup çı­ kıyor (2); ne var ki yıllarca özlemini çektiği kadın hayatına ancak on yıl dayanabiliyor, ne erkek ne de kadın olabildiği­ ni düşünerek, intiharı tercih ediyor.

(B kz: B ölüm 1/9)

(resim 1)

(resim 2)

SİNEMA ‘TRAVESTII B lake E dıvards’ın Victor Victoria ’sında, Ju lie Andreıvs, ger­ çekten başarılı bir travesti olmuş, film bittikten sonra da, “er­ k e k kdığında kendim i p ek rahat hissediyoru m ” demişti ( 1 ,2 ).

(resim 3)

(resim 4)

Dnstin H offm arı ise, Sydney Pollack'ın çektiği T ootsie’de ilginç bir kadın görünümündeydi (3, 4). Her iki filmin de k o­ medi oluşu, besbelli Pollack ’ın şu sözleriyle açıklanıyor: “— B a­ zı konular vardır ki, onları ciddi tarafından alm ak tehlikelidir. ” (B kz: B ölüm 1/9)

İŞE ‘TRAVESTİ’ BAŞLAMAK!.. Bazı şarkıcılar, sahneye travesti olarak çıkm ayı, mesleklerin­ de dikkati çekmek için kullanıyor. Şu sıralarda /iBD’de büyük ilgi toplayan Andre C har­ les bunlardan birisi mi? Sahneye Ru Paul ismiyle çıkan bu delikanlı, makya­ jı ve kılığıyla güzel ve etki­ leyici bir kadından farksız; yeni çıkardığı Su perm od el adlı kasedinin büyük ilgi gördüğünü iddia eden Ru Paul, acaba ondan ön­ ce diğer bazı şarkıcıların yaptığı gibi işi tadında mı bırakacak, yoksa içindeki dürtüye dayanamayarak, A m anda Lear gibi (asıl adı

Alain Louis M aurice Tap) (resim 3)

transseksüelliğe kadar mı gidecek?

Ru Paul (Andre Charles) (1, 2), A m anda L ear erkek iken (3), A m an da L ea r kadın (4, 5). (B kz: B ölüm 2/1)

(resim 4)

(resim 5)

9r

Aslında bu ne, insanın kendisini bir başkası sanması değil mi? Edim ilkesinin çerçevesi içinde belirlenmiş, deyim uygun düşerse bir ‘toplumsal kimlik' var, bir de ‘haz ilkesi’nin insanın içinde oluşturup geliştirdiği, ‘bireysel kimlik'! Bu ikisi, ilk günden başlayarak, birbiriylc çatışıyor: Hangimiz, acaba bunlardan hangisiyiz? Hangimizde, hangisi, hangi dereceye kadar etkili oluyor? İşi aslına indirgerseniz, eşcinsellik de traVestilik de, transseksüellik de, bir gerçek kişiliğini arama, kendini bir ba|kası sanma sorunudur. Nasıl cesur kendini korkak, güçlü kendini zayıf, nakşız kendini haklı, aptal kendini kurnaz sanırsa, bazı erkekler kadın, bazı kadınlar erkek sanır... Hiçbir bilimsel iddiası olmayan bu kitap, yıllar içersinden bazı gözlemler, uzun okumalardan bazı notlar içeriyor; tabii, hepinizi şaşırtacak (mı?) bazı resimler de!” - ATTİLÂ İI.HAN