Totem ve Tabu: Büyü, Gelenek, Korku ve Yasak [1 ed.]
 9786059872003

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

SIGMUND FREUD TOTEM VE TABU

KABALCI YAViNCiLiK: 99

inceleme - Araştırma

Dizisi: 35

Sigmund Freud Totem ve Tabu

Totem ve Tabu© Kabalcı Yayıncılık, lstanbul, 2014 Birinci Baskı: Şubat 20 1 5 , lstanbul Yayın Yönetmeni: Murat Ceyişakar Yayına Hazırlayan: Ahmet Ergenç Kapak Tasarımı: Alla Özabat KABALCI YAYINCILIK REKLAMCILIK ORG. LTD. ŞTI. Abbasağa Mah. Yıldız Cad. Emek iş HanıNo: 5 111 Kat: 4 Beşiktaş 34353 lstanbul Tel. : (02 1 2) 236 6234-35 Faks: (02 12) 236 6203 [email protected] www .kabalci.com.tr internetıen satış: www .kabalci.com.tr Sertifika No. 2 1 894 KÜTÜPHANE BiLGi KARTI Cataloging-in-Publication Data (CiP) Freud, Sigmund Totem ve Tabu

1. Antropoloji 2. Din Tarihi 3. Etnoloji 4. Ensest

ISBN 978 605 9872 00 3 Baskı: Ertem Basım Yayın Dağıtım San. Ltd. Şti Tel.: (03 1 2) 284 18 14 www.ertem.com.tr [email protected] Eskişehir Yolu 40. km. Başkent Org. San. Böl. 22. Cad. No. 6 Mahköy-Sincan-Ankara - Sertifika No. 26886

SIGMUND FREUD

TOTEM VE TABU Büyü, Gelenek, Korku ve Yasak

Çevirmen: Cenap Karakaya

(@ KABALCI YAYINCILIK

"Eski Roma'da, Jüpiter'in büyük rahibi Flamen Dialis, olağanüstü sayıda tabu kuralına uymak zorundaydı. Ata binemez, ne ata ne de silahlı bir insa­ na bakabilir, kırık olmayan bir yüzüğü taşıyamaz, giysilerinde düğümlü bağ bulunduramaz, buğday ununa, mayalı hamura dokunamaz, keçinin, kôpeğin, çiğ etin, baklanın, sarmaşığın adını anamazdı; saçları ancak ôzgür bir insan tarafından, bronzdan yapılmış bir bıçakla kesilebilir ve tıpkı tırnağının parçaları gibi, kutsal bir ağacın dibine gômülürdü; ôlülere dokunamaz, başı açık olarak dışarı çıkamazdı vb."

İÇİNDEKİLER

ÖN SÖZ

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR a) Düşmanlara Karşı Davranış b) Hükümdar Tabusu c) Ölü Tabusu

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ a) Totemizmin Kaynağı

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

b) ve c) Egzogaminin Kaynağı ve Totemizmle ilişkisi

. . . . . . . . . . . . . . . . .

11 36 61 68 82

114 149 162 177

". . . bütün totemik inanç ve pratiklerin doğması şu üç şart, yalnızca şu üç şart sayesinde olmuştur: bir grubu adlandırmaya yarayan, kaynağı bilinmeyen, bir hayvan adının varlığı; insan ya da hayvan olsun bu adın bütün taşıyıcıları arasında transandantal bir bağın varlığına inanış; kanla ilgili ônyargı. • (Secret of the Totem, s. 126)

ÖN SÖZ

Bu kitabı oluşturan ve editörlüğünü yaptığım Imago adlı dergide; daha önce yayımlanmış olan dört bölüm, kolektif psikolojinin henüz karanlıkta olan bazı olgularına, psikanalize ait görüş ve verileri uygu­ lamak amacıyla yaptığım ilk girişimdir. Böyle bir amaçla yazıldıkları­ na göre, bu dört bölüm, bir yandan, aynı konuya analitik psikolojinin varsayım ve yöntemlerini uygulamak isteyen W. Wundt'un büyük ese­ rine; diğer yandan da, tam tersine, bireysel psikolojiyi, kolektif psiko­ lojiden alınma verilerle açıklamaya çalışan Zürih psikanalitik ekolünün çalışmalarına karşı çıkmaktadır. Kişisel araştırmalarımın çıkış noktası­ nı bu iki ayrı yöndeki çalışmaların oluşturduğunu çekinmeden kabul ediyorum. Araştırmalarımın bazı kusur ve eksiklikleri olduğunu asla saklamak istemem. Bu kusur ve eksikliklerin bir kısmı, bir konuya ilk defa el atıldığında kaçınılmaz olan şeylerdir. Onun için, burada bunlardan söz etmeyeceğim. Buna karşılık, bazı başka eksikliklerin birkaç kelimeyle de olsa açıklanması gerekiyor. Bu kitap, uzman olmayan bir okur kitlesine hitap etmekle birlikte, yine de ancak psikanalizle az çok yakınlığı olan okurlarca tam olarak anlaşılıp değerlendirilebilecek bir kitaptır. Etnologlar, dilbilimciler, halkbilimciler ve benzerleri ile psikanalistler arasında bir bağ kur­ mak amacını gütmektedir; ama iki gruba da eksiklerini tamamlamak imkanını sağlayabilecek güçte değildir: yani ilk gruba yeni psikoloji 7

TOTEM VE TABU

tekniğini yeterince öğretemeyeceği gibi, ikinci gruba da, işlenmeyi bek­ leyen malzemelere yeterince hakim olma imkanını sağlamaz. Bunun için, her iki tarafın da dikkatini uyandırmakla yetinmek zorundadır. Ve eğer bu girişimim, bütün bu bilginleri, verimli sonuçlar sağlaması muhakkak olan bir işbirliği için bir araya getirebilecek olursa kendimi mutlu sayarım. Bu kitabın başlığında bildirilen iki konu, yani totem ve tabu, bura­ da aynı tarzda ele alınıp işlenmiş değildirler. Tabu problemi burada, aşağı yukarı nihai ve kesin saydığım bir çözüme kavuşmaktadır. Oysa, totemizm için aynı şey söylenemez. Bu konuda amaçladığım çözümün, yalnızca, psikanalizin günümüZdeki verilerinin doğrular ve destekler gö­ ründüğü çözümden ibaret olduğunu tam bir alçakgönüllülükle açıkla­ mak zorundayım. Elde edilen sonuçlar arasında kesinlik derecesi ba­ kımından böyle bir fark bulunmasının nedeni, tabunun, günümüzde, modern toplumlarımızda da hala varlığını sürdürmesidir. Negatif bir anlam taşımasına ve tamamen farklı konularla ilgili olmasına rağmen, tabu, psikolojik bakımdan, Kant'ın Koşulsuz Buy ruk undan başka bir şey '

değildir; şu farkla ki, her türlü bilinçli motivasyonu bir yana iterek, hükmünü sırf zora dayanarak yürütmeye bakar. Totemizm ise, tersine, bizim bugünkü duyuş ve düşünüşümüze tamamen yabancıdır. Uzun zamandan beri kaybolmuş ve yerini yeni dinsel ve sosyal şekillere bı­ rakmış bir kurum; modern uygar kavimlerin din, ahlak ve adetlerinde ancak bazı belirsiz izlerine rastlanan ve hala onu muhafaza edenler­ de bile derin değişikliklere uğramış bulunan bir kurumdur. lnsanlığın toplumsal ve teknik ilerleyişi, tabu için toteme göre daha az zararlı ol­ muştur. Bu kitapta, totemizmin ilkel anlamını çocuksu izlerinden ve 8

ONSOZ

kalıntılarından, bizzat kendi çocuklarımızın gelişme seyri içinde ken­ disini gösterme şekillerinden çıkarmaya çalıştık. Totemle tabu arasında var olan sıkı ilişkiler, görünüşe göre bu varsayıma yeni temeller sağla­ maktadır ama bu varsayım sonunda yanlış çıkacak bile olsa, bence, yine de, artık kaybolmuş bulunan ve zihinlerde yeniden canlandırılması çok güç olan bir gerçeğe yaklaşmamıza belli bir ölçüde yardım etmekten geri kalmayacaktır.

S. F .

9

"Avustralya'da, yasaklı bir klandan bir kişiyle cinsel ilişkide bulunmanın cezası daima ölümdür. Kadın ister aynı yerli grup­ tan olsun, ister başka bir kabileden olup bir savaş sırasında tutsak edilmiş bulunsun, fark etmez; kadını karısıymış gibi kul­ lanan suçlu klan erkeği, klandaşları tarafından takip edilir ve öldürülür; kadın da aynı akıbeti paylaşır."

1. BÖLÜM

İLKELLERİN "ENSEST" KORKUSU

ilkel insanın, katettiği gelişim aşamalarını, bize bırakmış oldu­ ğu anıtlarla araç ve gereçlerden; bazen doğrudan doğruya, bazen efsaneler, mitoslar ve masallar aracılığıyla bize intikal eden sanat, din ve hayat anlayışı kalıntılarından ve nihayet, kendi ahlak ve adetlerimizde arta kalmış bir halde yaşamakta olan zihniyetinden tanıyıp bilmekteyiz. Bunun yanı sıra, bu ilkel insan, bir anlamda, hala bizim çağdaşımızdır da; bugün bile, ilkel insanlara bizim olduğumuzdan çok daha yakın saydığımız ve kendilerini bu eski insanların dolaysız çocukları ve izleyicileri olarak gördüğümüz insanlar vardır. Vahşi ve yarı vahşi denilen kavimler hakkında biz işte bu kanıyı taşırız ve eğer bu kavimlerin psişik hayatının, bizim öz gelişmemizin, iyi korunmuş, eski bir aşamasını oluştur­ makta bulunduğu kanıtlanabilecek olursa, bu psişik hayat bizim için özel bir önem kazanır. Bunun kanıtlanmış olduğunu varsayalım. Bu takdirde, etnog­ rafyanın bize gösterdiği "ilkel kavimlerin psikolojisi" ile, psika­ nalitik araştırmalardan çıkan nevrozların psikolojisi arasında ya­ pılacak bir karşılaştırma, birçok ortak çizgi bulmamızı ve her iki alanda da zaten bilinmekte olan bazı olayları yeni bir ışık altında görmemizi sağlayacaktır. Gerek dış gerekse iç nedenlerle, bu karşılaştırma için, et11

TOTEM VE TABU

nologların bize en vahşi , en geri ve en zavallı olarak tasvir et­ tikleri kabileleri alıyorum: hayvanlarına varıncaya dek başka yerde bulunmasına imkan olmayan bazı arkaik çizgileri bugüne kadar korumuş olan en genç kılanın, yani Avustralya'nın, ilkel yerlilerini. Avustralya'nın ilkel yerlileri, en yakın komşuları olan Mela­ nezya, Polinezya ve Malaya kavimleriyle ne fiziksel ne de lin­ guistik herhangi bir akrabalık içindedirler. Bu yerliler, ne ev ne de sağlam kulübe yapmasını bilirler; toprağı ekip biçmezler, hiçbir evcil hayvanları, hatta köpekleri bile yoktur. Çömlekçili­ ği bile bilmezler. Yalnızca, öldürdükleri her türlü hayvanın eti ve topraktan çıkardıkları bitki kökleri ile beslenirler. Ne kralları ne de şefleri vardır; bütün topluluğu ilgilendiren işler yaşlılar meclisinde karara bağlanır. Bu insanlarda, üstün varlıklara tapın­ ma şeklinde bir dinin izlerine rastlandığını kesinlikle söylemek mümkün değildir. Su bulunmadığı için son derece çetin hayat şartlarıyla savaşmak zorunda kalan, kıtanın iç kısımlarındaki ka­ bileler, kıyılara yakın yerlerdeki kabilelere kıyasla her bakımdan daha ilkel görünmektedirler. Elbette, bu zavallı çıplak Kaniballerden bizimkine benzer bir cinsel ahlaka uymaları ya da cinsel içgüdülerine fazlasıyla sert kısıtlamalar koymaları beklenemez. Böyle olmakla birlikte, bun­ ların yakın akrabalar arası cinsel ilişkilere, yani enseste karşı en şiddetli yasakları koyduklarını biliyoruz. Bütün sosyal organizas­ yonları da bu amaca hizmet ediyormuş ya da bunun gerçekleş­ mesine bağlıymış gibi görünmektedir. 12

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

Avustralya yerlilerinde, kendilerinde bulunmayan bütün din­ sel ve toplumsal kuramların yerini totemizm sisteminin aldığını görüyoruz. Avustralya kabileleri, birtakım daha küçük gruplara, klanlara bölünmekte ve bu klanların her biri kendi toteminin adını taşımaktadır. Peki, totem nedir? Genellikle, bu, tehlikesiz ya da tehlikeli ve korkulan bir hayvan, daha seyrek olarak da bir bitki ya da bir doğa gücü (yağmur, su) olup, grubun bü­ tünüyle özel bir ilişki içinde bulunur. Totem, ilk önce, grubun atasıdır; sonra da, onun koruyucu ruhu , iyilik yapıcısıdır, gruba kehanetlerini bildirir ve başkaları için tehlikeli olmasına rağmen, kendi evlatlarını tanır ve korur. Bunun için, aynı toteme sahip olan kimseler, totemlerini öldürmemek (ya da yok etmemek) , etini yemekten ya da ondan herhangi bir şekilde yararlanmaktan kaçınmak gibi kutsal bir yükümlülük altında bulunurlar ve bu yükümlülüğün her türlü ihlali otomatik olarak cezalandırılmala­ rına yol açar. Totemik karakter, yalnızca özel bir hayvanda ya da başka bir özel nesnede (bitki ya da doğa gücü) değil fakat tote­ min türünden olan bütün bireylerde bulunan bir şeydir. Zaman zaman kutlanan bazı bayramlarda aynı totem topluluğundan olan kişiler, törensel danslar yaparak totemlerinin hareketlerini ve özelliklerini temsil ya da taklit ederler. Toteme mensubiyet, gerek baba gerekse ana tarafından miras halinde geçer. Ana tarafından geçiş her yerde daha eski olup, baba tarafından geçişe ancak daha sonraları yerini bırakmış ol­ ması muhtemeldir. Toteme bağlılık, Avustralya yerlisinin bütün sosyal yükümlülüklerinin temelini teşkil eder ve bir yandan, ka13

TOTEM VE TABU

bileye bağlılığı aşarken, diğer yandan da kan akrabalığını geri plana iter. 1 Totem ne toprağa ne de şu ya da bu yere bağlıdır; aynı to­ temin üyeleri birbirlerinden ayrı olarak ve farklı totemleri olan kişilerle barış içinde yaşayabilirler. 2 Frazer, Totemism and Exogamy '. cilt 1, s. 53: "Totemin yarattığı bağ, kelime­

nin modern anlamıyla kan bağı ya da aile bağından daha güçlüdür."

Totem sistemine dair bu kısa özet, bazı açıklamaları ve çekince ifadelerini gerektirmektedir. Totem kelimesi ilk kez lngiliz]. Long tarafından, 179 1 yılında, Totam şeklinde kullanılmıştır.]. Long, bu kelimeyi Kuzey Amerika Kızılderililerinden almıştı. Daha sonra, konu yavaş yavaş bilim çevrelerinde büyük bir ilgi uyandırmış ve üzerinde birçok çalışmalar yapılmasına yol aç­ mıştır. Ben, bu çalışmalar arasında, özellikle, j.G. Frazer'ın temel eser nite­ liğinde olan dört ciltlik Totemism and Exogamy'si (19 10) ile Andrew Lang'in eserleriyle çalışmalarını (ki en belli başlısı 1905'te yayımlanan The Secret of the Totem'dir) anacağım. Totemizmin ilkel insanlığın tarihindeki önem­ li yerini ilk fark etmek şerefi lskoçyalı ]. Ferguson Mc Lennan'a ( 18691870) aittir. Avustralya yerlilerinden başka, Kuzey Amerika yerlilerinde, Okyanus takımadaları kavimlerinde, Doğu Hindistan'da ve birçok Afrika kavimlerinde de totemci kurumlara rastlanmış olup, hala da rastlanmakta­ dır. Fakat yorumlanması güç bazı izler ve kalıntılar, totemizmin Avrupa ve Asya'daki aryen ve semitik kavimlerde de bir zamanlar bulunmuş olduğu­ nu farz etmemizi mümkün kılmaktadır. Öyle ki birçok bilgin, totemizmi, insanlığın gelişmesinde zorunlu ve evrensel bir aşama olarak görme eğilimi sergilemiştir. Acaba, ilkel insanlar nasıl olup da kendilerine bir totem edinmişler, yani sosyal yükümlülüklerinin ve daha sonra göreceğimiz gibi, cinsel kı­ sıtlamalarının temeline şu ya da bu hayvandan gelmişliklerini koymuşlar­ dır? Bu konuda birçok teori var. Wundt'un Völkerpsychologie'sinde (cilt ll:

Mythus und Religion) bir dökümünü bulabileceğimiz bu teoriler arasında bir uzlaşma ihtimali pek yakın görünmemektedir. Ben, totemizm meselesini, 14

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

Şimdi artık, totem sisteminin, psikanalizi bilhassa ilgilendiren özelliğini belirtmemiz gerekiyor . Bu sistemin geçerli olduğu he­ men her yerde , şu yasayı içermekte olduğunu görüyoruz: tek ve

aynı totem grubunun üyeleri, birbirleriyle cinsel ilişkide bulunamaz ve dolayısıyla, birbirleriyle evlenemezler. Totem sisteminin ayrıl­ maz parçası olan egzogami yasasıdır bu . Son derece sıkı şekilde uyulan bu yasak, hayli dikkate değer bir şeydir. Totemin mahiyeti ve özelliklerine dair bildiklerimizle herhangi bir mantıksal ilişkisi bulunmayan bir yasaktır ve nasıl olup da totemizme girebilmiş olduğu anlaşılmamaktadır. Onun için, bazı yazarların, egzogaminin başlangıçta totemizm ile hiçbir mantıksal bağlılığı bulunmadığını ve bunun ancak daha sonra evlilikle ilgili bazı kısıtlamalar koymak zorunluluğu anlaşıldığı psikanaliz yöntemine başvurmak suretiyle (bu kitabın dördüncü bölümüne bakınız) özel bir incelemeden geçirmek istiyorum. Totemizmin teorik açıklanışı konusunda fikir ayrılıkları bulunduğu gibi, bunu meydana getiren olayların, yukarıda yapmaya çalıştığımız şe­ kilde, genel hükümler halinde ifade etmenin asla mümkün olmadığı da söylenebilir. Hiçbir yorum yoktur ki, birtakım istisnalara ve itirazlara yol açmasın. Ama şunu unutmamak gerekir ki, en ilkel ve en tutucu kavimler bile, belli bir anlamda, eski ve arkalarında uzun bir geçmiş bulunan kavim­ lerdir ve bu uzun geçmiş esnasında, onlarda ilkel olan şey büyük ölçüde bir gelişmeye ve bozulmaya uğramıştır. Nitekim, bugün dahi kendilerinde totemizme rastladığımız kavimlerde, bu totemizm son derece çeşitli bir da­ ğılış, parçalanış ve başka sosyal ve dinsel kurumlara geçiş halinde bulunur ya da durağan şekiller altında bulunsa bile, ilkel halinden büyük ölçüde ayrılmış durumdadır. Bu nedenle, şimdiki durum içinde neyin canlı bir geçmişin sadık bir imajını temsil edip, neyin bu geçmişin ikincil bir defor­ masyonundan ibaret olduğunu söylemek kolay bir iş değildir. 15

TOTEM VE TABU

zaman ona eklendiğini kabul ettiklerini görmek bizi şaşırtmıyor. Fakat egzogami ile totemizm arasındaki bağ derin olsun ya da ol­ masın, böyle bir bağ vardır ve de görünüşe göre çok kuvvetlidir. Şimdi, bu yasağın anlamını bazı gözlemler ışığında kavrama­ ya çalışalım. a) Bu yasağın çiğnenmesi, diğer totem yasaklarının (örneğin, totem hayvanının etinin yenmesi) çiğnenmesinde olduğu gibi, suçlunun adeta otomatik bir şekilde cezalandırılmasına yol aç­ mamasına rağmen, yine de , sanki bütün topluluğu tehdit eden bir tehlikeyi ya da topluluk üzerine çökecek bir günahı bertaraf etmek sözkonusuymuş gibi, bütün kabile tarafından intikamla cezalandırılır. Frazer'dan yaptığımız aşağıdaki alıntı, bizim gö­ rüşümüze göre de ahlaka aykırılığı itiraz götürmez olan bu gibi yasak çiğnemeleri, ilkel insanların nasıl bir şiddetle karşıladıkla­ rını gösteriyor: "Avustralya'da, yasaklı bir klandan bir kişiyle cinsel ilişkide bulunmanın cezası daima ölümdür. Kadın ister aynı yerli grup­ tan olsun , ister başka bir kabileden olup bir savaş sırasında tut­ sak edilmiş bulunsun, fark etmez; kadını karısıymış gibi kulla­ nan suçlu klan erkeği , klandaşları tarafından takip edilir ve öldü­ rülür; kadın da aynı akıbeti paylaşır. Ancak, ikisinden birinin bir süre için takipten kurtulabildiği bazı hallerde , suçun unutulması mümkündür. Yeni Güney Wales'teki Ta-ta-thi kabilesinde söz­ konusu olayın cereyan ettiği nadir hallerde, erkek öldürülür, ka­ dınsa ölünceye ya da o hale gelinceye kadar mızrak darbeleriyle delik deşik edilir. Kadının erkek gibi hemen öldürülmemesinin 16

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

nedeni, suçu zor altında işlemiş olmasıdır. Gelip geçici aşklarda bile, klan yasaklarına harfi harfine uyulur; çünkü bu yasakların her türlü çiğnenişi çok iğrenç bir şey sayılır ve ölümle cezalan­ dırılır." (Havitt) 3 b) Önemsiz, yani çocuk doğurmakla sonuçlanmayan aşk ma­ ceralarına da aynı cezalar verildiğine bakılırsa, sözkonusu yasak­ ların pratik amaçlarla konulmuş olması pek muhtemel değildir. c) Totem soydan geldiğine ve evlenmeyle herhangi bir de­ ğişikliğe uğramadığına göre, ana tarafından gelmesi halinde bu yasağın ne gibi sonuçlar doğuracağı kolayca anlaşılır. Örneğin, totemi kanguru olan bir klana mensup bir erkek, totemi deveku­ şu olan bir kadınla evlendiğinde, oğlan ya da kız bütün çocuklar devekuşugil olacaktır. Bu evlenmeden dünyaya gelen bir oğul için, kendisi gibi devekuşugil olan anası ve kız kardeşi ile ensest ilişkilere girmek imkansız olacaktır. d) Fakat totem sisteminin bir parçası olan egzogaminin başka bazı sonuçları daha olduğunu ve sırf ana ve kız kardeş ile ensesti yasaklamaktan başka amaçlar da güttüğünü anlamak için, olaya biraz dikkatle bakmak yeterlidir. Egzogami, erkeğe, kendi gruAncak, bu yasak, kangurugil olan babanın, devekuşugil olan kızlarıyla en­ sesı ilişkilerde bulunmasına engel degildir. Totemin baba tarafından geç­ mesi halinde, baba ve çocuklar kangurugil olacaklardır. Baba, kızlarıyla en­ sest ilişkilerde bulunamayacak; fakat oğul, ensesı ilişkide bulunabilecektir. Totem yasaklarından dogan bu sonuçlar, totemin ana tarafından geçişinin, baba tarafından geçişinden daha eski oldugunu gösteriyor; çünkü bu ya­ sakların özellikle ogulun ensesı ilişkilerde bulunma eğilimlerine karşı ko­ nulmuş olduğunu kabul eııirecek birçok neden var. 17

TOTEM VE TABU

bundan olan başka herhangi bir kadınla, yani hiçbir kan bağı ile bağlı olmadığı ama yine de kendisiyle kandaş sayılan birtakım kadınlarla cinsel birleşmeyi yasaklamaktadır. Uygar kavimlerde bununla kıyaslanabilecek bütün şeyleri geride bırakan bu olağa­ nüstü yasaklamayı psikolojik bakımdan haklı gösterecek açık bir neden yoktur ilk bakışta. Yalnızca, bu yasaklamada, bir ata ola­ rak, totemin rolünün fazla ciddiye alındığı sanılmaktadır. Aynı totemden gelen herkes kandaştır, tek bir aile oluştururlar ve bu ailenin içinde akrabalık dereceleri, pek uzak bile olsa, cinsel bir­ leşme için mutlak bir engel sayılır. Böylece bu ilkel insanlar, görünüşe göre, son derece belirgin bir ensest korkusu içindedirler ve ensest ilişkilere karşı çok bü­ yük bir duyarlılığa sahiptirler. Bu korku ve bu duyarlılık, bizim iyice anlayamadığımız ve kan akrabalığının yerine totem akraba­ lığının geçmesine yol açan bir özelliğe bağlıdır. Bununla birlikte, bu iki çeşit akrabalık arasındaki karşıtlığı abartmamak ve tote­ mik yasaklarda gerçek ensestin ancak özel bir hal oluşturduğunu daima hatırda tutmak gerekir. Acaba nasıl olmuş da gerçek ailenin yerini totem grubu al­ mıştır? Bu bir muammadır ve biz bu muammanın çözümünü belki totemin mahiyetini iyice anladığımız zaman elde edebiliriz. Aile bağının yerine totem bağının konulmasının, ensestin yasak­ lanmasını sağlayacak tek olası temeli oluşturduğu düşünülebilir; çünkü kişiye evlilik ilişkilerinin sınırlarını aşan belli bir miktar serbestlik verilince, onun, kandaşlık bağlarını çiğnediğini ve hat­ ta artık ensest karşısında bile duraksamadığını görme tehlike18

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

si doğuyordu. Fakat buna itiraz olarak, Avustralya yerlilerinin adetlerine göre, bazı toplumsal şartlarda ve törenler esnasında bir erkeğin meşru eşi sayılan kadın üzerindeki tekel hakkının tanınmadığı söylenebilir. Bu Avustralya kabilelerinin dili,4 bu olayla ilgisi şüphe götür­ meyen bir özellik gösterir. Bunların, akrabalık ilişkilerini göster­ mek için kullandıkları deyimler, iki kişi arasındaki ilişkileri değil, fakat bir kişi ile bir grup arasındaki ilişkileri belirten deyimler­ dir. M.L.H. Morgan'ın ifadesine göre, bu deyimler "tasnifçi" bir sistem oluşturur. Yani bir kimse, baba kelimesini yalnızca ken­ disini dünyaya getiren erkek için değil fakat kabilenin adetlerine göre, annesiyle evlenip babası olabilecek bütün erkekler için de kullanır. Yine, yalnızca kendisini doğuran kadına değil, fakat ka­ bilenin adetlerine karşı gelmeksizin gerçekten annesi olabilecek her kadına anne; yalnızca hakiki ana babasının çocuklarına değil, fakat ana babası olabilecek bütün diğer kişilerin çocuklarına da

kardeşim ya da kız kardeşim der vs. Şu halde, iki Avustralyalı­ nın birbirlerine karşılıklı olarak taktıkları akrabalık adları, bizim dilimizde olduğu gibi, mutlaka bir kan akrabalığını göstermez. Bunlar fiziksel ilişkilerden çok, toplumsal ilişkileri gösterirler. Bu tasnif sistemine benzer bir şeyi bizim çocuk yuvalarımızda bulabiliriz. Buralarda, çocuklar, anne ve babalarının erkek ve ka­ dın bütün dostlarına "amca" ya da "teyze" derler. Yahut, bizler, mecazi anlamda "Apollon biraderler"den, "lsa hemşireleri"nden söz ederken aynı şeyi yaparız. 4

Totemli kavimlerin çoğunda olduğu gibi. 19

TOTEM VE TABU

Bize pek garip görünen bu deyimlerin anlamı, rahip L. Fison'un "grup evliliği" adım verdiği, yani belli sayıda erkeğin, yine belli sayıda kadın üzerinde kocalık haklarına sahip olduğu bir evlilik kurumunun kalıntıları ve izleri olarak görüldüğünde kolayca aydınlığa kavuşur. Bu grup evliliğinden meydana gelen çocukların hepsi aynı anadan doğmadıkları halde doğal olarak birbirlerini kardeş sayar ve gruplaki bülün erkekleri de babaları olarak görürler. Bazı yazarlar -örneğin Weslermack, History of Human Mar­

riage adlı eserinde (ikinci baskı, 1902)- başkalarının grup akra­ balığını gösleren adlardan çıkardıkları sonuçları kabul elmeklen kaçınıyorlarsa da, Avuslralya'nın ilkel yerlilerini enine boyuna incelemiş olan yazarlar, lasnifçi akrabalık adlarında grup evliliği­ nin yürürlükle bulunduğu bir çağın kalınlısını görmek konusun­ da birleşiyorlar. Spencer ile Gillen'e göre ise,5 grup evliliğinin bir şekli, Urabunna ile Dieri kabilelerinde bugün bile varlığını sür­ dürmekledir. Demek ki bu kavimlerde bireysel evliliklen önce grup evliliği bulunuyordu ve bugün bu anık ortadan kalkmış olmasına rağmen, dilde ve adetlerde bazı izler bırakmaklan geri kalmamıştır. Fakal bireysel evlilik yerine grup evliliğini koyarsak, sözko­ nusu kavimlerde ensestin neden görünüşle bu kadar sen bir şekilde yasaklandığı anlaşılır hale gelir. Tolem egzogamisi, yani aynı klan üyeleri arasında cinsel ilişkinin yasaklanması, grup en­ sestinin önüne geçebilmek için en iyi çareymiş gibi görünüyor. The Native Tribes of Cenıral Australia, Londra, 1899. 20

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

Ve o dönemlerde konulmuş, benimsenmiş olan bu çare, bunu doğuran nedenlerin ortadan kalkmasından çok uzun zaman son­ ra da yaşamaya devam etmiştir. llkel Avustralyalılardaki bu evlilik kısıtlamalarının nedenleri­ ni böylece anlamış olduğumuz inancını taşımamıza rağmen, ger­ çek şartların ilk bakışta içinden çıkılamayacak kadar büyük bir karmaşıklık gösterdiğini de bilmek zorundayız. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, Avustralya kabileleri arasında totemik sınırlamalarla belirlenmiş yasaklama dışında yasaklama tanıma­ yan pek az kabile vardır. Bunların çoğu, önce, evlenme sınıfları adı verilen (lngiliz yazarların "fratri" dedikleri) iki bölüme ay­ rılacak şekilde organize olmuşlardır. Bu sınıflardan her biri eg­ zogam olup belli sayıda totem gruplarından meydana gelmiştir. Genellikle, her sınıf, iki alt-sınıfa (alt-fratri'ye) bölünür ve böyle­ ce bütün kabile dört alt-sınıftan oluşur ve bunun sonucu olarak, alt-sınıflar fratrilerle totem grupları arasında bir ara yer tutarlar. Şu halde, bir Avustralya kabilesinin çoğunlukla gerçekleştiği görülen tipik şemasını aşağıdaki şekilde dizebiliriz.

/\ k ;f\·· ;K: · Jf\ it\ .

.

..

...

. .

. ...

..

.

... ..

.

apy

Ô

E

T]

12

21

3

456

TOTEM VE TABU

On iki totem grubu, dört alt-sınıf ve iki sınıf halinde birleş­ miştir. Alt-bölümlerin hepsi egzogamiktir.6 C alt-sınıfı, e alt-sınıfı ile d alt-sınıfı da J alt-sınıfı ile egzogamik bir birlik meydana ge­ tirir. Bu kuruluşlardan elde edilen sonuç ve dolayısıyla bunların eğilimi her türlü şüphenin üstündedir: bunlar, evlenilecek kişi­ lerin seçimine ve cinsel serbestliğe yeni bir sınırlama getirme­ ye yararlar. Eğer yalnızca on iki totem grubu bulunsaydı, grup üyelerinden her biri (her grubun aynı sayıda kişiden meydana geldiğini düşünürsek), kabile kadınlarının on ikisinden on biri arasında bir seçim yapabilirdi. lki fratrinin varlığı, her erkeğin seçebileceği kadın sayısını on ikide altı olarak yani yarı yarıya sı­ nırlamaktadır. Alfa toteminden bir erkek ancak 1-6 gruplarından bir kadınla evlenebilir. lki altsınıfın kurulması, seçimi on ikide üçle, yani dörtte birle sınırlandırarak, bunu daraltmaktadır: alfa totemine sahip olan bir erkek, karısını ancak 4, 5, 6 totemlerine sahip kadınlar arasından seçebilir. Bazı kabilelerde sayısı sekizi bulan evlenme sınıfları ile totem grupları arasındaki tarihsel ilişkiler henüz açıklığa kavuşturul­ muş değildir. Görülen tek şey, bu düzenlemelerin totem egzoga­ misiyle aynı amaca yöneldiği ve hatta daha da ileri gitmeye çalış­ tığıdır. Ne var ki totem egzogamisi, nasıl doğduğu bilinmeyen, yani adetlere dayalı kutsal bir düzenleme görüntüsü sunduğu halde, alt-bölümleri ve kendilerine ait şartlarıyla evlenme sınıf­ ları, bu karmaşık kurumlar -herhalde totemin nüfuz ve kudreti zayıflamaya yüz tuttuğu için olacak- ensest yasağını güçlendir6

Totem sayısı gelişigüzel alınmışur. 22

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

meyi amaç edinen bilinçli ve kasıtlı bir yasama eseri gibi görün­ mektedir. Ve bildiğimiz gibi, totem sistemi, kabileye ait bütün diğer toplumsal yükümlülüklerin ve ahlaki kısıtlamaların teme­ lini oluşturduğu halde, fratrinin rolü, genellikle, evlenmede eş seçiminin düzenlenmesiyle sınırlı kalmaktadır. Evlenme sınıfları sisteminin müteakip gelişimi esnasında, do­ ğal ensest ile grup ensestini hedef alan yasaklamanın daha uzak grup akrabaları arasındaki evlenmeleri de içine alacak şekilde genişletilmesi eğilimi ortaya çıkıyor. Nitekim, Katolik Kilisesi de erkek ve kız kardeşler arasındaki evlenme yasağını, yeğenler arası evlenmelere de yayıp, bu önlemi haklı göstermek için ru­ hani akrabalık dereceleri icat ederken böyle bir eğilimle hareket etmiştir.7 Evlenme sınıflarının kaynağı, anlamı ve totemle olan ilişkile­ rine dair yapılagelen çarpaşık ve açıklıktan yoksun tartışmalar içinde kendimize bir yol aramamızın hiçbir yararı olmayacaktır. Avustralya yerlileriyle başka ilkel kavimlerin, ensestin yasaklan­ masını ne kadar büyük bir özenle sağlamaya çalıştıklarını göster­ memiz yeterli olacaktır.8 Hatta, bu ilkel insanların, bu konuda bizden daha titiz olduklarını söyleyebiliriz. Baştan çıkarıcı du­ rumlara daha çok maruz kaldıkları için, bunlara karşı daha etkili bir korunma aracına ihtiyaç duymuş olabilirler. Encyclopaedia B ri lannica da Totemizm maddesi, 1 1. baskı, 1 9 1 1 (A. Lang) Stoder, yakınlarda yayımlanan Zur Sonderstelng des Vatermordes ("Schriften '

zur angewandten Seenkunde," Viyana, 1 2 Eylül 1 9 1 1) adlı bir incelemesin­ de özellikle bu noktaya dikkati çekmektedir. 23

TOTEM VE TABU

Fakat bu kavimler için belirleyici olan ensest korkusu, yuka­ rıda anlattığımız ve bize en başta grup ensestini hedef alıyormuş gibi gözüken kurumları yaratmakla kalmamıştır. Bizde olduğu gibi, yakın akrabalar arasında bireysel cinsel ilişkileri engelleme­ ye yönelik olan, dinsel bir katılıkla riayet edilen başka bir dizi adeti de bunlara eklememiz gerekir. Bu adetlerin gözettiği amaç, hiç şüphe götürmez. lngiliz yazarlar, bunlara avoidances (kaçı­ nılması gereken şeyler) adını veriyorlar. Bunlar, Avustralya'nın totem kavimlerinden de öte, çok geniş bir yaygınlığa sahiptirler. Ben burada okurdan, bu konuda sahip olduğumuz çok sayıda doküman arasından alınmış birkaç küçük parçayla yetinmesini rica edeceğim. Melanezya'da bu kısıtlayıcı yasaklar, oğulun, annesi ve kız kardeşleriyle ilişkilerini hedef alır. Örneğin, Yeni-Hebrid adala­ rından Lepers Adası'nda erkek çocuk belli bir yaşa gelince ana evini terk edip bir ortak eve taşınır, orada yatar ve yiyip içer. Gerçi, yine eskisi gibi kendi evine uğrayıp yiyecek isteyebilir, ama eğer kız kardeşi oradaysa, yemek yemeden uzaklaşması gerekir; kız kardeşlerinden hiçbiri bulunmadığı zaman ve o da ancak ka­ pının önüne oturarak yemeğini yiyebilir. Erkek ve kız kardeşler, evleri dışında birbirlerine rastlayacak olurlarsa, kız kardeşin he­ men kaçıp saklanması gerekir. Erkek çocuk, kumun üzerinde kız kardeşlerinden birinin ayak izlerini görüp tanırsa, bunları takip etmekten kaçınmak zorundadır. Aynı yasak kız kardeş için de geçerlidir. Erkek çocuk, kız kardeşinin adını bile ağzına ala­ maz ve eğer günlük dilden bir kelime kız kardeşinin adının bir 24

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

parçası ise, o kelimeyi kullanmaktan kaçınmak zorundadır. Er­ ginlik töreniyle birlikte yürürlüğe giren bu yasağa, bütün ömür boyunca uyulur. Anneyle oğul arasındaki kaç-göç, yıllar geçtikçe daha da artar ve de anneye düşen sakınma görevi, oğulun uymak zorunda olduğu sakınma görevinden daha ağırdır. Anne oğluna yiyecek bir şey getirdiğinde, bunları ona doğrudan doğruya ve­ remez ancak onun önüne koyar; onunla hiçbir zaman senli benli konuşamaz, ona hitap ederken "sen" yerine, "siz" der (elbette, bizim "siz"imize ve bizim "sen"imize karşılık gelen kelimelerdir bunlar). Yeni-Kaledonya'da da aynı adetler geçerlidir. Bir erkek kardeşle bir kız kardeş rastlaştıklarında, kız kardeş hemen ka­ çıp çalılıklara saklanır; erkek kardeş ise ona hiç bakmadan geçip gider.9 Yeni-Britanya'daki Gazella Yarımadası'nda, evlenen bir kız kardeş, artık erkek kardeşiyle bir daha hiç konuşamaz; onun adını anacağı yerlerde, dolaylı bir ifade kullanmak zorundadır. 10 Yeni-Mecklembourg'da aynı yasak, sadece erkek ve kız kar­ deşler için değil, fakat kardeş çocukları için de geçerlidir; bir­ birlerine yaklaşamaz, el sıkışamaz, hediye alıp veremezler; bir­ birleriyle konuşmak istediklerinde ancak birkaç adım uzaktan konuşabilirler. Kız kardeşle ensestin cezası asılmaktadır. 11

R. H. Codrington, The Melanesians, Fra.zer: Toıemism and Exogamy, cilt 1,

s.

77. ıo

11

s. 1 24, Kleintitchen'in: Die Küsıen-Bewohner der Ga.zellen-Hal­ binsel adlı eserinden. Frazer, a.g.e. , il, s. 1 3 1 , P. G. Peckel'in Anthropos ( 1 90 1 ) adlı eserinden.

Frazer, a.g.e.

25

TOTEM VE TABU

Fiji adalarında, bu yasaklar büsbütün şiddetlidir; yalnız kan akrabaları için geçerli olmakla kalmaz fakat gruptaki erkek ve kız kardeşleri de içine alır. Bizim için asıl şaşırtıcı olan şey, bu ilkel­ lerin kutsal orjileri olduğunu ve bu orjiler esnasında özellikle ya­ sakların hedef aldığı cinsel ilişkilerin uygulandığını öğrenmektir. Fakat bu çelişkiyi şaşırtıcı bulmak yerine, doğrudan doğruya bu yasaklamanın açıklanmasında kullanmamız da mümkündür. 1 2 Sumatra'da yaşayan Batta'lar arasında bu yasaklar, her de­ receden bütün akrabaları içine alır. Örneğin, bir Batta'nın, bir toplantıda kız kardeşine eşlik etmesi çok büyük bir uygunsuzluk olur. Batta'lı bir erkek kardeş, kız kardeşinin bulunduğu bir top­ lulukta, orada başka kimseler de bulunsa bile, rahatsızlık duyar. Bir erkek kardeş eve girdiğinde, kız kardeşi ya da kız kardeşleri ortalıkta gözükmemeyi tercih ederler. Bunun gibi, bir baba kı­ zıyla ya da bir anne oğluyla hiçbir zaman baş başa kalamaz. Bu adetleri bize anlatan Hollandalı misyoner, bunları maalesef haklı bulduğunu da sözlerine ekliyor. Bu kavimdeki inanışa göre göre , bir kadınla bir erkeğin baş başa kalmaları mutlaka sonunda uy­ gunsuz bir mahremiyete yol açar ve bu insanlar, yakın akrabala­ rıyla cinsel ilişkide bulunmak suçunu işledikleri zaman en kötü cezaları ve en ağır sonuçları beklemek zorunda oldukları için her türlü baştan çıkmaya karşı bu türlü yasaklarla kendilerini koru­ mayı düşünmeleri gayet doğaldır. D Afrika'da Delagoe Körfezi'ndeki Barongo'lar arasında, bir er12 11

Frazer, a.g.e. , il, Frazer, a.g.e. ,

5.

5.

1 47, Rahip L. Fi5on'dan.

189. 26

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

kek için, baldızına, yani karısının erkek kardeşinin karısına karşı son derece sert önlemler konulmuştur. Bir erkek, herhangi bir yerde baldızına rastlayacak olursa, onu görmezlikten gelmeye çalışır. Onunla aynı kaptan yemek yiyemez, onunla ancak utana sıkıla konuşur, oturduğu yere yaklaşamaz ve onu ancak titrek bir sesle selamlar. 14 lngiliz Doğu Afrikası'ndan Akamba'larda (ya da Wakamba) , insanın daha sık rastlayacağını umduğu bir yasak vardır. Er­ ginlikle evlenme arasındaki çağda, bir genç kız, mutlaka baba­ sından kaçmak zorundadır. Sokakta ona rastladığında saklanır, asla onun yanında oturmaya kalkışmaz ve evleninceye kadar hep böyle davranır. Ancak evlendiği günden sonra, babasıyla arasın­ daki ilişkiler serbestleşir.15 Uygar kavimler için bile en yaygın, en sert ve en ilginç ya­ sak, damatla kaynana arasındaki ilişkilere dair yasaktır. Bu ya­ sak, bütün Avustralya kavimlerinde vardır ama Melanezya ve Polinezya kavimlerinde, Afrika siyahilerinde, totemizme ve grup akrabalığına rastlanan her yerde ve bazı başka yerlerde de aynı yasağı görürüz. Bu kavimlerin bazılarında, bir kadınla kaynatası arasındaki zararsız ilişkilere dair benzer bazı yasaklamalara rast­ lanırsa da bunlar yukarıda sözü edilenler kadar devamlı ve ciddi değildirler. Bazı tek tük hallerde , hem kaynanadan, hem de kay­ natadan kaçılması istendiği de olur. Kaynana ve damat ilişkilerine dair yasak konusunda, olayla14

Frazer, a.g.e., il.

s.

388, junod'dan alıntı.

15

Frazer, a.g.e., ll,

s.

424. 27

TOTEM VE TABU

rın ayrıntısından çok yasağın anlamı bizi ilgilendirmekte olduğu için, burada ancak bazı örnekler zikretmekle yetineceğim. Banko adalarında, bu yasaklar son derece şiddetli ve acıma­ sızdır. Bir damatla bir kaynana birbirlerine yakın durmaktan kaçınmak zorundadırlar. Şayet, rastgele yolda karşılaşacak olur­ larsa, kaynananın kenara çekilip damat geçinceye kadar arkasını ona dönmesi ya da aynı şeyi damadın yapması gerekir. Vanna Lava'da (Port Patterson) , bir damat, kaynanası kum­ salda yürüdükten sonra, dalgalar onun ayak izlerini kumlardan silmeden önce oraya ayak basamaz. Damat ve kaynana birbirle­ riyle ancak uzaktan konuşabilirler ve pek tabii olarak birbirleri­ nin adını ağızlarına alamazlar. 16 Salomon Adaları'nda, bir erkek, evlendikten sonra kaynana­ sını artık ne görebilir, ne de onunla konuşabilir. Onunla rast­ laşacak olursa, tanımamazlıktan gelir, elinden geldiğince çabuk kaçıp saklanır.17 Zulularda, adet gereği erkek, kaynanasından utanır ve onun­ la birlikte bulunmaktan kaçınmak için elinden geleni yapar. Er­ kek, kaynanası içeride olduğu zaman kulübeye girmez ve onun­ la karşılaştığında ikisinden biri bir çalılığın arkasına gizlenir ve erkek yüzünü kalkanıyla gizler. Kaçınmaları mümkün olmadığı zamansa, kadın, adet yerini bulsun diye, başına bir demet ot bağ­ lar. Damatla kaynana arasındaki ilişkileri üçüncü bir kişi sağlar 16

Frazer, a.g.e., ll,

s.

76.

17 Frazer, a.g.e. , ll, s. 1 1 7 , C. Ribbe'den alıntı: Zweijahre unter des Kannibalen der Salomon-lnseln (l 905) . . 28

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

ya da aralarında doğal bir engel bulunmak şartıyla, yüksek sesle konuşurlar. Hiçbiri ötekinin adını ağzına alamaz. 18 Nil kaynakları bölgesinde oturan siyahi kabilesi Basoga'lar­ da, bir erkek, kaynanasıyla ancak evin başka bir odasında bu­ lunduğu ve kendisini görmediği zaman konuşabilir. Bu kavim ensestten öylesine nefret eder ki, evcil hayvanlarda bile bunu cezalandırır. 19 Akrabalar arası ilişkilerle ilgili diğer yasakların amaç ve anla­ mı en ufak bir şüphe dahi uyandırmadığı halde -çünkü bütün gözlemcilerce bu yasaklar enseste karşı koruyucu önlemler ola­ rak anlaşılır- kaynana ile olan ilişkileri konu alan yasaklar için durum aynı değildir, çünkü bu yasak, bazı yazarlarca tamamen farklı bir şekilde yorumlanmıştır. Sözkonusu erkeğin annesi ol­ mamakla birlikte yine de ona oğluymuş gibi davranabilecek ka­ dar yaşlı bir kadında kişileştirilmiş bir baştan çıkma eğilimine karşı bütün bu kavimlerce böylesine büyük bir korku duyulması akıl alır gibi görülmemiştir haklı olarak. 20 Aynı itiraz, bazı evlenme sınıfları sistemlerinde bulunan ve bu sistemlerin damat kaynana evliliklerini teorik bakımdan imkansız kılmayan ve dolayısıyla, bu olasılığa karşı özel bir gü­ venlik önlemi getirilmesini gerektiren boşluklara dikkati çeken Fison'a karşı da ileri sürülmüştür. Sir j ohn Lubbock (The Origin of Civilisation adlı eserinde), kay18

Frazer, a.g.e., 11,

19

Frazer, a.g.e.,

20

Srawley, The Mysıic Rose, s. 504. Londra, 1902.

s.

s.

385.

46 1 .

29

TOTEM VE TABU

nananın damat karşısındaki bu tavrını, ilkel "kaçırma" adetine

(kaçırma yoluyla evlenme) kadar indiriyor. "Kadınların kaçırıl­ ması adeti gerçekten var olduğu sürece, ana babaların öfkesi de elbette ki ciddi olacaktı. Fakat bu evlenme şekli yer ini sembol­ lere bıraktığı zaman, ana babaların öfkesi de sembolikleşmiş ve sözkonusu adet, asıl kaynağı unutulduktan sonra bile, varlığını sürdürmüştür." Crawley bu açıklama denemesinin, olaylara dair gözlemlere uymadığını kolayca göstermiştir. E.B. Tylor, kaynananın damada karşı bu davranışının, dama­

dın, karısının ailesi tarafından "benimsenmeyişinin" bir ifadesi olarak görmektedir. Adam, ilk çocuğu doğuncaya kadar bir ya­ bancı sayılıyor. Fakat bu son şartın gerçekleşmesinden sonra da yasağın devam ettiği haller bir yana bırakılsa bile, Tylor'ın yoru­ munda yine de kusurlu bir taraf bulunuyor: bu yorum, damatla kaynana arasındaki ilişkilerin mahiyetini kesin bir şekilde açıkla­ yamamakla; seksüel etkeni ihmal etmekte ve sözkonusu ilişkile­ rin yasaklanmasında ifadesini bulan korkudaki kutsallık öğesini hesaba katmamaktadır. 21 Bu yasağın nedenleri sorulduğunda Zululu bir kadın, duy­ gu inceliği taşıyan şu karşılığı vermiştir: "Kendi karısını beslemiş olan memeleri, onun görmemesi gerekir. "22 Damatla kaynana arasındaki ilişkilerin, uygar kavimlerde bile aile düzeninin pürüzlü yanlarından biri olduğu bilinen bir şey21 11

Crawley, a.g.e. , s. 407. Crawley, a.g.e . s. 401, Leslie'nin: Among the Zulus and Amatongas (1875) .

adlı eserinden. 30

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

dir. Gerçi, Avrupa ve Amerika'nın beyaz kavimlerinde bu iliş­ kilere dair hiçbir yasak mevcut değildir ama eğer adetlerde bu gibi yasaklar bulunmuş olsaydı, herhalde birçok çatışma ve sı­ kıntı önlenmiş ve bazı kişilerin sırf kendi yararları için böylesi yasaklar koymalarına gerek kalmamış olurdu. Pek çok Avrupalı, vahşi kavimlerin, birbirleriyle bu kadar yakın bir hısımlık içinde bulunan bu iki kişi arasında muhtemel bir sıkıfıkılığı önceden imkansız kılmak için koydukları yasaklarda herhalde yüksek bir bilgelik eseri görecektir. Damatla kaynananın psikolojik durum­ larında, ikisi arasında bir husumete yol açan ve birlikte yaşama­ larını güçleştiren bir şeyler olduğu aşağı yukarı kesindir. Uygar kavimlerde, damat ve kaynana ilişkilerinin genellikle nükte ve alay konusu oluşturması, bunların ilişkilerinde keskin karşıtlık öğeleri bulunduğunu gösteren bir kanıttır. Bence burada, hem sevgi hem de düşmanlık öğelerinden meydana gelen "ikircikli" ilişkiler sözkonusudur. Bu duygulardan bazıları kolayca açıklanabilir: kaynana, kı­ zından ayrılmanın acısını ve onu bir yabancıya teslim etmenin güvensizliğini duyar, sanki kendi evindeymiş, değişen hiçbir şey yokmuş gibi, hükmünü kabul ettirmek ister. Damat ise, hiçbir yabancı otoriteye boyun eğmemek kararındadır, kendisinden önce karısının sevgisine sahip olmuş kimseleri kıskanır ve ayrıca, genç karısının niteliklerini abartmasına yol açan yanılsamaları­ nın bulandırılmasına izin vermek niyetinde değildir. Oysa, bir­ çok halde, kaynana bu yanılsamaları dağıtır; çünkü sahip olduğu birçok ortak çizgiyle her ne kadar damada karısını hatırlatırsa 31

TOTEM VE TABU

da, kızın kişiliğinde bunca değer verdiği o güzellikten, gençlik­ ten ve ruh tazeliğinden yoksundur. lnsanlar üzerinde yapılan psikanalitik incelemelerin gizli duy­ gular hakkında bize sağladığı bilgiler, şu saydığımız etkenlere başka bazılarını daha eklememizi mümkün kılmaktadır. Her ne kadar kadının psikoseksüel ihtiyaçları evlilikte ve aile hayatında tatmin bulsa da, karı koca ilişkilerinde bir erken kesinti ve bunun doğurabileceği duygusal boşluktan ileri gelecek bir tatminsizlik tehlikesi, yine de kadın için sürekli bir tehdit oluşturur. Yaşla­ nan anne , kendisini çocuklarıyla özdeşleştirmek, onların duygu hayatlarına aktif bir şekilde katılmak suretiyle kendisini bu tehli­ keden korur. Anne baba, çocuklarının yanında gençleşir, derler; gerçekten de, onların, çocuklarına borçlu oldukları en değerli ka­ zançlardan biridir bu. Kızı yabancı bir erkekle evlenen kısırlaşmış bir kadın, böylece, aile hayatında katlanmak zorunda kaldığı yok­ sunlukları en iyi avutup dengeleyen şeylerden birini kaybetmiş olur. Bazı annelerde, kızıyla kurduğu bu duygusal özdeşleşme onun kocasına duyduğu sevgiyi paylaşmaya kadar varır ki, bazı had vakalarda, bu, annenin bu duyguya karşı gösterdiği şiddetli psişik direniş yüzünden ağır nevroz türlerine kadar varır. Her halükarda, kaynanada damadına karşı aşk duygusu sık rastlanan bir şeydir ve ister gerçek şekliyle olsun, isterse bir karşıt eğilim şekline bürünsün, kaynananın içinde farklı psişik kuvvetler ara­ sında cerayan eden mücadelede daima yer alır. Çoğu kez, dama­ dına karşı duyduğu menfur sevgiyi daha kesin bir şekilde bastı­ rabilmek için, kaynana, kin ve sadizm duygularını açığa vurur. 32

iLKELLERiN "ENSEST" KORKUSU

Erkeğin, kaynanasına karşı olan tavrı da, bunlara benzeyen, fakat daha başka kaynaklardan gelen duygularla karmaşıklaşmış haldedir. Sevgi objesini seçerken, bu seçim, onu, annesinin ve belki de kız kardeşinin imajından alıp şimdiki objesine getirmiş­ tir. Her türlü ensest düşüncesinden ve niyetinden kaçarak, sevgi­ sini ya da başka bir deyişle, tercihlerini çocukluğunun o iki aziz kişisinden, onların imajına yaraşır tarzda kotarılmış bir yabancı kişiye aktarmıştır. Kendi öz annesinin ve kız kardeşinin annesi­ nin yerini artık kaynanası almıştır. Aşkta ilk seçimlerini yaptığı çağa doğru yeniden uzanmak eğiliminin içinde doğup büyüdü­ ğünü hisseder. Ama, ondaki her şey böyle bir eğilime karşı çı­ kar. İçindeki ensest korkusu, aşkta ilk seçiminin doğuşunu asla hatırlamamasını ondan ister. Çocukluğundan beri tanımadığı ve dolayısıyla, bilinç dışında imajını saklamış olmadığı kaynana­ sının gerçek ve fiili varlığı, bu direnişi onun için kolaylaştırır. Duygularının karmaşıklığı içinde fark ettiğimiz belli bir öfke ve kin nüansı, kaynananın damat için gerçekten bir ensest hevesini temsil etmekte olduğunu düşünmeye bizi sevk etmektedir. Öte yandan, bir erkeğin, daha sevgi eğilimini kızına yöneltmeden, gelecekte kaynanasına aşık olması da sık rastlanan bir haldir. Bence, ilkel kavimlerde damatla kaynana arasındaki ilişkilere ait yasakların bu ensest etkeninden kaynaklandığını kabul etme­ mizi engelleyecek hiçbir neden yok. Şu halde, ilkel kavimlerin bu kadar sıkı şekilde uydukları bu yasaklar konusunda ilk defa Fison tarafından ileri sürülen fikri benimsemeyi tercih ediyoruz. Fison, sözkonusu yasaklarda, muhtemel bir ensest tehlikesine 33

TOTEM VE TABU

karşı bir korunma önlemi görüyordu . Aynı şey, gerek kan gerek­ se evlilik yolu ile akraba olanlar arasındaki ilişkilere dair bütün diğer yasaklar için de söylenebilir. Yalnız, arada tek bir fark var­ dır ki, o da şudur: birinci halde, ensest dolaysız olup bu yüzden korunma eğilimi bilinçlidir; damat-kaynana ilişkilerini de içine alan ikinci halde ise ensest, ara safhaları bilinçsiz olan, hayali bir baştan çıkma eğilimidir. Buraya kadar anlattıklarımızda, psikanalitik metodun uygu­ lanmasıyla, kavimler psikolojisine ait olaylara bakış tarzımızın nasıl bir değişikliğe uğradığını göstermeye pek fırsatımız olmadı; çünkü vahşilerde görülen ensest korkusu , uzun zamandan beri bilinen ve ayrıca yorumlanmaya ihtiyaç göstermeyen bir şeydir. Bu konuda hakim olan anlayışa ekleyebileceğimiz tek şey, ensest korkusunun esas bakımından çocukluğa ait bir özellik olduğu ve nevrozluların psişik hayatı hakkında bildiklerimize şaşılacak bir uyum gösterdiğidir. Psikanalizin bize gösterdiğine göre , kü­ çük oğlan çocuğunun cinsel seçiminin yöneldiği ilk obje ensest karakterlidir, iğrençtir; çünkü bu objeyi onun annesi ya da kız kardeşi temsil eder. Yine psikanaliz bize, oğlan çocuğunun, bü­ yümesi sırasında, ensestin çekiciliğinden kurtulmak için izlediği yolu da göstermektedir. Şimdi biz, bir nevrozluda daima psişik çocukluğa ait büyük kalıntılara rastlarız; çünkü nevrozlu kişi ya psiko-seksüel çocukluk şartlarını aşacak gücü bir türlü göstere­ memiş ya da o hale geri dönmüştür (gelişmenin duraklaması ya da gerileme). Bu nedenle, libido'nun ensest karakterli saplantı­ ları onun bilinçdışı psişik hayatında yeniden ya da hala başrolü 34

iLKELLERiN •ENSEST" KORKUSU

oynar. Bu yüzden, anne babaya karşı ensest tavrında, nevrozun

merkezi kompleks'ini görme eğilimindeyiz. Nevrozda ensestin ro­ lüne dair bu görüş, doğal olarak yetişkin ve normal insanlar tara­ fından genel bir anlayışsızlıkla karşılanacaktır. Nitekim, ensestin şairlerin yaratıcılığında oynadığı rolü ve aldığı sayısız şekillerin ve deformasyonların şiire sağladığı malzeme zenginliğini en ge­ niş çapta göstermiş olan Otto Rank'ın çalışmalarına karşı da aynı kötü tavır sergilenecektir. Bu direnişin, her şeyden önce, insanın vaktiyle duymuş olduğu ve bugün artık tamamen ve derinden itip bastırmış bulunduğu ensest karakterli arzulara karşı besle­ diği derin nefretten kaynaklandığım kabul etmek zorundayız. Bu nedenle, ilkel kavimlerin, günün birinde bilinçdışında kay­ bolmaya yazgılı olan ensest karakterli arzuları hala tehlikeli bir biçimde , hem de son derece sert birtakım tedbirlerle kendilerini savunmak zorunda sayacak kadar tehlikeli bir biçimde duymak­ ta olduklarını göstermemiz bizim için önemlidir.

35

il. BÖLÜM

TABU VE İKİRCİKLİ DUYGULAR

1

Tabu, Polinezya dilinden alınma bir kelime olup dilimize çev­ rilmesi oldukça güçtür çünkü ifade ettiği kavrama artık sahip bulunmuyoruz. Bu eski Romalıların yabancı olduğu bir şey de­ ğildi; onların sacer'i, Polinezyalıların tabusu ile aynı şeydir. Eski Yunanlıların liyıoç ile lbranilerin kadosch'u da, Polinezyalıların tabu'suyla ve Amerika, Afrika (Madagaskar), Kuzey ve Orta Asya kavimlerinden birçoğunun benzer deyimleriyle aynı anlama ge­ liyor olsa gerek. Bizce , tabunun karşıt iki anlamı vardır: bir yandan, kutsal, kut­

sallaştırılmış anlamına; diğer yandan da, korkunç, tehlikeli, yasak, kirli anlamına gelir. Polinezya dilinde, tabunun karşıtı noa'dır; alelade, herkesçe erişilebilir, demektir . Böylece , tabu kelimesine bir çeşit sakınca kavramı bağlı bulunur ve tabu esas itibarıyla ya­ saklamalar, kısıtlamalar şeklinde kendini gösterir. Bizdeki kutsal

korku deyimi, çoğu halde tabu anlamına gelir. Tabu kısıtlamaları, sırf ahlaksal ya da dinsel yasaklardan ayrı şeylerdir. Bunlar bir tanrısal emirden gelme olmayıp, kendilik­ lerinden zorlayıcıdırlar. Bunları ahlaksal yasaklardan ayıran şey, kaçınılacak davranışları genel bir zorunluluk olarak ve bu zorun-

36

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

luluğun nedenlerini de belirterek kavrayan bir sisteme ait olma­ malarıdır. Tabu yasakları hiçbir nedene dayanmazlar; kaynakları bilinmez; bizim için anlaşılmaz olmakla birlikte, boyunduruğu altında yaşayanlara doğal görünürler. Wundt, 1 tabu için, insanlığın yazılı olmayan en eski yasası diyor. Genellikle kabul edildiği üzere, tabu, tanrılardan da eski olup her türlü dinin varlığından önceki bir çağa aittir. Tabuyu psikanalitik bir incelemeden geçirmek istediğimiz­ de, tabuya dair tarafsız bir tanıma ihtiyacımız olduğu için Ana

Britannica'nın2 Tabu maddesinden buraya alıntılar yapacağım. Maddenin yazarı antropolog Northcote W. Thomas'tır. "Tabu deyimi tam anlamıyla ele alındığında şunları içerir: a) bazı kişilerin ya da şeylerin kutsallığı (ya da kirliliği); b) bu nite­ likten doğan yasağın şekli ve c) bu yasağın çiğnenmesinden çıkan kutsal (ya da kirli) sonuçlar. Polinezya dilinde tabunun karşıtına

noa denir, ki harcıiilem, sıradan gibi anlamlara gelir. "Daha geniş bir görüş açısından bakıldığında, tabu birçok çe­ şit gösterir: 1) doğal ya da dolaysız olan ve bir kişiye ya da bir şeye bağlı esrarlı bir güçten (Mana) doğan tabu; 2) yine aynı güç­ ten çıkan fakat a) sonradan edinilmiş ya da b) bir rahipten, bir şeften vb. alınmış, intikal eden ya da dolaylı tabu ve nihayet, bu iki çeşit tabu arasında yer alan ve örneğin bir kadının bir erkek tarafından sahiplenilmesinde olduğu gibi, yukarıdaki her iki et­ kenden oluşan tabu. Tabu kelimesi, başka bazı ritüel kısıtlamalar Völkerpsychologie, cilt ll. Mythus und Religion,

ll, s. 308, 1 906.

Bu makalede en önemli bibliyografya kaynakları da belirtilmiştir. 37

TOTEM VE TABU

için kullanılırsa da, dinsel yasaklar sırasına konulabilecek şeyle­ rin tabu sayılmaması gerektir. "Tabunun güttüğü amaçlar çeşitlidir. Dolaysız tabuların ama­ cı: a) şefler, rahipler gibi önemli kişileri ve kendilerine belli bir değer atfedilen nesneleri mümkün her türlü zarardan korumak; b) zayıfları -kadınlar, çocuklar ve sıradan insanlar- rahiplerin ve şeflerin kudretli Mana'sından (sihirli güç) esirgemek; c) cesetlere dokunmaktan, bazı besinleri yemekten doğan tehlikeleri gider­ mek; d) hayatta bazı önemli işlerin (doğum, erkeklerin inisiyas­ yonu, evlenme , cinsel fonksiyonlar ve benzeri gibi) yapılmasında meydana gelebilecek aksaklıkları önlemek; e) insanları tanrıların ve şeytanların gücünden korumak; O henüz doğmamış çocukla­ rı ya da bebekleri, ana ve babalarıyla aralarındaki sempati bağı dolayısıyla karşılaşabilecekleri çeşitli tehlikelerden (örneğin ana ve babalar bazı davranışlarda bulundukları ya da çocuklarda bazı özelliklerin meydana gelmesine yol açabilecek bazı besin­ leri yedikleri zaman) uzak tutmaktır. Tabunun bir başka amacı da, bir kişinin mülkünü, aletlerini, tarlasını vb. hırsızlara karşı savunmaktır. 3 "Önceleri, bir tabu çiğnendiğinde cezasının otomatik olarak, bir iç zorunluluğa göre yerine geldiği düşünülüyordu. Çiğnenen tabu kendi başına öcünü alır. Cin ve tanrı tasavvurları oluşmaya başlayıp , tabu ile bunlar arasında bir ilişki kurulduğu zaman, tanrısal gücün otomatik olarak ceza vermesi beklenir. Başka duTabunun bu amacı ilkel nitelikte olmadığından burada bir kenara bırakılabilir. 38

TABU VE iKiRCiKLi DlNGULAR

rumlarda, herhalde kavramın daha ileri bir gelişme aşamasında ise, soydaşlarını tehlikeye atan haddini bilmezin cezalandırılma­ sını toplumunun kendisi üstüne alır. Böylece , insanlığın ceza sis­ temi, en ilkel şekilleriyle ele alındığında, tabuya bağlıdır. 'Tabuyu çiğneyen bir kimse , böyle yapmakla, kendisini ta­ bunun yerine koymuş olur. Bir tabunun çiğnenmesinden do­ ğan tehlikelerin bazı kefaret ödemekle , arınma törenleriyle geçiştirilebilir. "Tabunun kaynağı, kişilerin ve ruhların özünde bulunan ve cansız nesneler aracılığıyla her yana yayılması mümkün olan özel bir sihirli güçte görülüyor. Tabu olan kişiler ve şeyler, elektrik yükü taşıyan nesnelere benzetilebilirler. Bunlar, temasla geçen korkunç bir güç kaynağıdırlar ve bu gücün boşalmasına neden olan organizma ona dayanamayacak kadar zayıfsa, bu boşalma son derece feci sonuçlar doğurur. Şu halde , bir tabunun çiğnen­ mesinin sonuçları, yalnızca sihirli gücün şiddet derecesine değil, aynı zamanda günahkarın bu güce karşı koyan Mana'sının şiddet derecesine bağlıdır. Örneğin, krallar ve rahipler olağanüstü bir güce sahiptirler ve bu güçle doğrudan doğruya temasa geçmek onların uyrukları için ölüm demektir ama bir vezir ya da or­ talama seviyeyi aşan güçte bir Mana'ya sahip herhangi bir kişi, onlarla tehlikesizce temasa geçebilir. Başka birine devredilen bir tabu, önemi bakımından, devreden kişinin Mana'sına bağlıdır: bir kral ya da bir rahip tarafından devredilen bir tabu, sıradan bir insandan gelme bir tabudan daha etkilidir. "Tabunun böyle insandan insana geçebilmesi, bazı kefaret tö39

TOTEM VE TABU

renleriyle tabunun bertaraf edilebileceği inancını doğurmuştur. "Bir sürekli, bir de geçici tabular vardır. Rahipler ve şeflerle ölüler ve bunlara bağlı her şey sürekli tabudur. Geçici tabular ise , kadınların adet zamanı, lohusalığı gibi, bir savaşçının sefere, kara ya da su avına çıkmadan önceki ve çıktıktan sonraki hali gibi bazı hallere bağlıdır. Yine bazı genel tabular vardır ki, tıpkı bir kilise yasağı gibi , büyük bir bölgeyi kapsamına alır ve uzun yıllar baki kalır." Bu alıntıları okuyan okurlarımın, tabunun mahiyetine ve dü­ şüncelerinde tabuya ne gibi bir yer ayırmaları gerektiğine dair, daha önceye oranla, fazla bir bilgi edinmiş olmadıklarını tahmin ediyorum. Bu, hiç şüphesiz, verdiğim bilgilerin yetersizliğinden ve tabu ile batıl inançlar, ruhun ölümsüzlüğüne inanma ve din arasındaki ilişkilere dair her türlü düşünceyi burada sunmamış olmamdan ileri geliyor. Fakat beri yandan da, tabu hakkında bil­ diklerimize dair daha ayrıntılı bir tasvirin işleri büsbütün karış­ tırmasından korkuyorum. Dolayısıyla vaziyetin hiç açık ve net olmadığı konusunda okurlarımı temin edebilirim. Fakat ilkel kavimlerin kendiliğinden boyun eğdikleri bir dizi sınırlamanın olduğunu söyleyebiliriz; zira şu ya da bu yasağın nedenlerinden habersizdirler ve bunu araştırmayı akıllarından bile geçirmez­ ler; bazı doğal şeylere boyun eğer gibi, bunlara boyun eğerler ve bunların herhangi bir şekilde çiğnenmesinin otomatik olarak en sert cezayı getireceğine inanırlar. Bu ilkel insanların her biri, bu çeşit bir yasağın masumane bir çiğnenişinin, peşinden nasıl fiili ve otomatik bir cezayı getirdiğini gösteren bazı olaylara tanık ol40

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

muşlardır. Örneğin, yasaklanmış bir hayvanın etinden yiyen gafil bir suçlu, derin bir depresyon haline düşer, ölümünü bekleme­ ye koyulur ve sonunda gerçekten de ölür. Yasaklar çoğunlukla, yenecek nesneler, istediği gibi davranma özgürlüğü ve insanlar arası ilişkiler üzerine koyulur. Bazı durumlarda, bu yasaklar akla uygun gibi görünürler, kaçınmalar ve feragat edişleri temsil ederler; bazı başka durumlarda ise, içerdikleri şeyler tamamen anlaşılmaz olarak kalır, çünkü önemsiz birtakım ayrıntılarla ilgi­ li olup sırf törensel nitelikte gibidirler. Bütün bu yasaklar adeta şöyle bir teoriye dayanır: bunlar zorunlu yasaklardır; çünkü bazı kişilerde ve bazı şeylerde, tıpkı bulaşıcı bir hastalık gibi, temasla geçen tehlikeli bir güç vardır. Bazı insan ya da bazı şeyler bu güce bazı insan ya da bazı şeylerden daha çok sahiptirler ve dolayısıyla, tehlike bu iki güç yükü arasındaki farkla orantılıdır. lşin en garip yanı da şudur ki, bu yasaklardan herhangi birini çiğnemek baht­ sızlığına uğrayan kişinin kendisi de, sanki tehlikeli güç yükünü tümüyle kendi üstüne almış gibi, artık yasaklı ve kısıtlı hale gelir. Şu ya da bu şekilde bir özellik gösteren bütün kişilerin, kralların, rahiplerin ve yeni doğmuş çocukların özünde bu güçten vardır. Yine, �det vakti, erginlik, doğum gibi az çok istisnai bütün haller­ de ya da hastalık, ölüm gibi esrarlı hallerde, yayılma ve bulaşma istidadı taşıyan her türlü şeyde de bu güçten bulunur. Bu esrarlı özelliği taşıyan ya da buna kaynaklık eden bütün kişiler, yerler, nesneler ve geçici haller de "tabu"dur. Bunun gibi, bu özelliğin gerekli kıldığı yasak da "tabu"dur. Ve nihayet, aynı zamanda hem kutsal ve alelade şeylerin üstünde, hem de 41

TOTEM VE TABU

tehlikeli, kirli ve esrarlı olan şey de, kelimenin tam anlamıyla "tabu" dur . Bu kelime ve ifade ettiği sistem, anlamı bizce anlaşılmaz gibi görünen bir psişik hayat olayları bütününü dile getirmektedir. llk bakışta, bu olayların, ilkel kültürler için son derece karakteristik olan ruhlara ve şeytanlara inanmanın daha yakından incelenmesi durumunda bizim için anlaşılabilir hale gelebileceğini sanırız. Peki aslında, bu tabu muamması bizi neden bu kadar ilgilen­ diriyor? Bence, tabu muammasının bizi bu kadar ilgilendirme­ sininin nedeni, bütün psikolojik sorunların çözülmek için çaba harcamaya değer olması değildir; daha başka nedenleri vardır bunun. Kafamızdaki bulanık bir fikre göre, Polinezyalı ilkellerin tabusu öyle ilk bakışta sandığımız kadar yabancı değildir bize ; ahlakın ve adetlerin bize emrettiği ve bizim de uyduğumuz ya­ saklar ana çizgileri bakımından ilkel insanın tabusuna benzer ve tabunun gerçek mahiyetinin açıklanması, bizim kendi "koşulsuz buyruklarımız"ın karanlık kaynağını belli bir ölçüde aydınlatma­ mıza yarayabilir. Bunun için, W. Wundt gibi bir araştırmacının, "nihai köken­ lerine" kadar araştırmayı vaat ettiği tabuya dair söyleyeceklerini büyük bir dikkat ve ilgi ile dinleyeceğiz. 4 Tabu kavramı, diyor Wundt, "bazı objelerin, bu objelerle il­ gili fiiller dolayısıyla, uyandırdıkları korkuyu yansıtan adetlerin tümünü kapsar. "5 Völkerpsychologie, cilt il : Mythus und Religion, A.g.e. , S . 237. 42

Il,

s.

300 vd.

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

Başka bir yerde de şöyle söylüyor: "Şayet tabu sözünden, kelimenin genel anlamına uygun olarak, bir objeye dokunmak, ona el koymak ya da yasaklanmış bazı kelimeleri kullanmak ko­ nusunda adet ve teamüllerce konulmuş ya da yasalarca formül­ leştirilmiş her türlü yasaklamayı anlıyorsak. . . " tabu çiğnendiği takdirde, bundan doğacak zararlı sonuçlan bilmeyen bir kavim ya da bir kültür aşaması bulunmadığı söylenebilir. Wundt, daha sonra, tabunun mahiyetini Avustralyalı ilkel­ lerin şartlarına göre incelemenin, Polinezya kavimlerinin daha yüksek kültürüne göre incelemekten neden daha mantıklı geldi­ ğini açıklıyor. Wundt, Avustralyalıların tabu yasaklarım hayvan­ lara, insanlara ya da başka nesnelere ait olmalarına göre üç sınıfa ayırıyor. Esas itibarıyla bazı hayvanların öldürülmesi ve yenmesi yasağından ibaret olan hayvan tabusu, totemizmin çekirdeğini oluşturur.6 lnsan totemi ise , tamamen farklı bir karakter sergiler. Bu, her şeyden önce, tabu insanın hayatındaki bazı istisnai hal ve şartlarla sınırlıdır. Örneğin, yeni yetme gençler erginliklerinin kutlanması sırasında, kadınlar adet zamanlarında tabudurlar. Yeni doğan çocuklar, hastalar ve özellikle ölüler de öyle. Yine, bir kimsenin sürekli olarak kullandığı eşyalar, elbiseleri, aletleri, silahlan, başka insanlar için devamlı olarak tabu niteliğindedir. Bir erkek çocuğunun, erginliğe giriş töreni (inisiyasyonu) sıra­ sında aldığı yeni ad, Avustralya'da onun en has özel mülkiyetini oluşturur: bu yüzden, bu adın gizli tutulması gerekir. Üçüncü kategoriden olan, yani ağaçlar, bitkiler, evler, bazı yerler ile ilgili Bu konuda, bu kitabın birinci ve sonuncu bölümlerine bakınız. 43

TOTEM VE TABU

tabulara gelince , bunlar daha farklı türden olup, tek bir kurala dayanıyor gibi görünürler: herhangi bir nedenle korku ya da en­ dişe uyandıran her şey tabudur. Tabunun, Polinezyalılarla Malaya takımadalılarının daha zen­ gin olan kültürleri içinde uğramış olduğu değişikliklere gelin­ ce, Wundt, bunların pek derin değişiklikler olmadığını kabul ediyor. Bu kavimlerde daha belirgin bir durumda olan sosyal farklılaşma , kralların, rahiplerin fevkalade etkili bir tabuya sahip olmaları ve kendilerinin de gayet güçlü bir tabu baskısı altında bulunmaları şeklinde kendini gösterir. Fakat tabunun hakiki kaynakları, ayrıcalıklı sınıfların çıkar­ larından çok daha derinlerde aranmalıdır: "Tabu, insanoğlunun en ilkel ve en kalıcı içgüdüleriyle aynı kaynaktan doğar: şeytani

güçlerin etkisinden duyulan korku. "7 "Başlangıçta, tabu objesinde saklı olduğu varsayılan şeytani gücün nesneleşmiş korkusundan başka bir şey olmayan tabu, bu gücün kızdırılmasını yasaklar ve bilerek ya da bilmeden, tabunun çiğnendiği her durumda, şeyta­ nın yatıştırılmasını emreder." Tabu, yavaş yavaş, şeytan inancından ayrı bağımsız bir güç halini alır. Gelenek ve adetlerin ve nihayetinde de yasanın zo­ raki bir dayatılışı haline gelir. "Fakat tabu yasaklarının ardında, açıkça ifade edilmemiş bir halde gizlenen ve bir yerden başka bir yere, çağdan çağa değişen emir başlangıçta şudur: şeytanların öfkesinden kaçının. " Wundt böylece, tabunun, ilkel kavimlerin şeytani güçlere 7

A.g.e.,

s.

307 44

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

inancının bir ifadesi ve sonucu olduğunu öğretiyor bize. Ona göre, daha sonraları tabu bu kökten ayrılır ve bir çeşit psikolojik atalet sonucu, geriye yalnızca bir güç kalır; böylece, tabu, bizim ahlaksal emirlerimizin, yasalarımızın kökünü oluşturan şeydir. Bu yargılardan birincisi herhangi bir itiraza yol açacak nitelik­ te değilse de, Wundt'un açıklamasının bizim için hiç de tatmin edici olmadığını söylersem, sanırım okurlarımın pek çoğunun kanısına ters düşmüş olmam. Tabuyu bu şekilde açıklamak, tabu tasavvurlarının kaynağına kadar inmekten ve tabunun nihai kök­ lerini göstermekten uzaktır. Psikolojide ne korku ve endişe ne de şeytanlar ilk nedenler olarak anlaşılabilir. Daha derinlere inmek gereklidir. Şeytanlar gerçek bir varlığa sahip olsalardı, o zaman iş değişirdi ama tıpkı tanrılar gibi, onların da insanın psikolojik güçleri tarafından yaratılmış şeyler olduğunu biliyoruz; dolayı­ sıyla, sözkonusu olan şey, bunların nereden geldiklerinin ve na­ sıl bir özden yapıldıklarının öğrenilmesidir. Wundt, tabunun çifte anlamı üzerine ilginç fikirler ileri sürü­ yor ama bu fikirlerin yeterince açık olduğu söylenemez. Tabunun ilkel aşamasında, kutsal ile kirli arasında bir ayrım bulunmadığını düşünüyor Wundt. Bunun için, bu kavramlar ancak daha sonra -aralarında karşıtlık meydana gelmesiyle- alacakları anlamdan henüz yoksundurlar. Tabu yasağı altında olan insan, hayvan ve yerler şeytanlıdırlar ama kutsal değildirler ve dolayısıyla, kelime­ nin daha sonraki anlamıyla, kirli de değildirler. lşte tabu deyimi, bu ara anlama, yani şeytanlı, dokunulmaması gereken anlamına uygun düşen bir deyimdir; çünkü gerek kutsal gerekse kirli olan 45

TOTEM VE TABU

için daima ortak kalacak bir niteliği belirtmektedir: dokunma korkusu. Fakat önemli bir niteliğin daimi olarak paylaşılması, başlangıçta, bu iki alan, yani kutsal alan ile kirli alan arasında kaynaşmaya kadar varan bir mutabakat bulunduğunu ve ancak daha sonraları, yeni bazı şartların etkisiyle , bir farklılaşmanın or­ taya çıkıp bu iki alan arasında bir karşıtlık yarattığını da gösterir. llkel tabunun özünü oluşturan inanç, yani nesnenin içinde saklı bulunup dokunulduğu ya da yasaklı bir şekilde kullanıldı­ ğı takdirde , suçludan, onu büyüleyerek öç alan şeytani bir güce duyulan inanç, aslında nesneleşmiş bir korkudan başka bir şey değildir. Bu korku, daha ileri bir gelişim evresinde ortaya çıka­ cak olan saygı ve nefret ikiliğine henüz uğramamıştır. Peki, bu ayrışma nasıl gerçekleşir? Bir mitolojik aşama bir di­ ğerinin yerini aldığı sırada, ikincisi gerçeklik kazandığı zaman, birincisi büsbütün ortadan kalkacak yerde, kendisine gittikçe ar­ tan bir horgörü nüansı taşıyan daha aşağı bir değer atfedilmesi pahasına varlığını sürdürmeye devam eder. Mitolojide genellikle görülen bir olaydır bu: daha yüksek bir aşama tarafından aşılıp geriye itilmiş olmasına rağmen (belki de sırf bu nedenle), bir ön­ ceki aşama, bir sonrakinin yam sıra adeta silinmiş, zayıflamış bir şekilde varlığını korur ve böylece, eskiden onun için saygı konu­ su olan şeyler artık birer nefret konusu haline dönüşür.8 Wundt'un müteakip açıklamaları, tabu ile arınma ve kurban arasındaki ilişkiyi konu edinmektedir.

8

A.g.e.,

s.

3 1 3. 46

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

2

Tabu sorununu psikanaliz verileriyle , yani psişik hayatımızın bilinçdışı kısmının incelenmesinden elde edilen verilerle donan­ mış bir biçimde ele alacak bir kişi, kısa bir düşünmeden sonra, sözkonusu olguların kendisine hiç de yabancı olmadığını hem�n fark edecektir. Bu kişi, kendilerine bazı tabu yasakları uydurmuş olan ve bu yasaklara, tıpkı kabilesinin ya da toplumunun ortak yasaklarına boyun eğen vahşi kadar sıkıca uyan kişiler tanır. Eğer psikanalistimiz, bu kişilere kompulsif nevrozdan müstarip hasta­ lar demek alışkanlığında değilse , onların durumunu nitelendir­ mek için "tabu hastalığı" deyimini pek yerinde bulacaktır. Psikanalitik araştırmalar bu kişiye , kompulsif nevroz hak­ kında, bunun klinik etiyolojisi ve psikolojik mekanizmasının esas elemanları hakkında o kadar çok şey öğretmiştir ki, psika­ naliz alanında elde etmiş olduğu verileri, kolektif psikolojinin benzer olgularına uygulamak hevesine kapılmaktan kendini alamaz. Fakat bu girişimin sakıncalı bir yanı olduğunu belirtmek ge­ rekir. Tabu ile kompulsif nevroz arasındaki benzerlik, yalnızca semptomatik belirtilerle ilgili olup bunların bizzat mahiyetine uzanmayan, sırf dışsal bir benzerlik de olabilir. Doğa, en çe­ şitli kimya bileşimlerini gerçekleştirmek için aynı şekilleri kul­ lanmaktan hoşlanır: ister mercan kayaları ya da bitkiler olsun, ister bazı kristaller ya da bazı kimyasal depolar. Bazı mekanik şartlar arasındaki benzerlikten bir mahiyet akrabalığı sonucunu çıkarmak elbette ki aceleci ve etkisiz bir davranış olur. Bu itiraz 47

TOTEM VE TABU

kaydını göz önünde tutmakla birlikte , yine de yukarıda ileri sür­ düğümüz kıyaslamayı yapmaktan geri kalmayacağız. Nevrotiklerin kompulsif yasaklarıyla tabu arasında ilk ve en göze çarpan benzerlik, bu yasakların da tıpkı tabuda olduğu gibi nedensiz ve kaynakları bakımından muammalı olmalarıdır. Bu yasaklar günün birinde birdenbire ortaya çıkar ve kişi, karşı ko­ nulmaz bir korku ve endişe altında bunların baskısına katlanmak zorunda kalır. Bir dış ceza tehdidine gerek yoktur; çünkü süje, yasağın çiğnenmesinin korkunç bir felaketle sonuçlanacağına içinden (vicdanen) kesinlikle emindir. Bu kişinin söyleyebildi­ ği tek şey, yasağın çiğnenmesi halinde bunun çevrelerindeki bir kişinin başına ağır bir zararın gelmesine neden olacağına dair tanımlanması imkansız bir önsezi duyduklarıdır. Bu zararın ne türlü bir şey olabileceğini söylemekten aciz oldukları gibi, bu belirsiz bilgi de ancak daha sonra, korunma ve kefaret davra­ nışları sırasında elde edilir, yoksa doğrudan doğruya yasakların kendisinden ötürü değil. Nevrozun belli başlı, merkezi yasağı, tabuda olduğu gibi, dokunma yasağıdır. Bu yüzden de, adına dokunma fobisi denir. Yasak yalnızca belli bir cisme ya da bedene doğrudan doğruya dokunma ile ilgili değildir; fakat temasa girmek, temasa geçmek gibi mecazi deyişlerle dile getirdiğimiz bütün davranışları da içine alır. Fikirleri, yasaklı şeye doğru yönelten, yani tamamen soyut ve zihinsel bir temas meydana getiren herhangi bir şey de, maddi temasın kendisi kadar yasaktır. Aynı anlam yaygınlığını tabuda da görüyoruz. 48

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

Bu yasaklardan bazılarının amacı kolayca anlaşılır; başka ba­ zıları ise, tersine, anlaşılmaz, saçma ve abes görünürler. Biz, bu yasaklara "törensel" yasaklar adını veriyoruz ve tabu adetlerinde de bu çeşit yasaklara rastlıyoruz. Kompulsif yasaklarda büyük bir yer değiştirme becerisi bu­ lunur; bunlar, belli bir bütün içinde bir objeden bir diğerine ya­ yılmak ya da geçmek ve bunu, hastalarımdan birinin deyişiyle , "çekilmez" hale getirmek için mümkün bütün yolları kullanırlar. Bazen, sonunda bütün dünya çekilmez bir hal alır. Kompulsif hastalar, sanki "çekilmez" kişiler ya da şeyler tehlikeli bir bulaş­ ma kaynağıymış, temasla çevrelerindeki her şeye yayılmaya hazır durumdaymış gibi davranırlar. Az önce, tabuda da aynı bulaşı­ cılık ve geçerlilik niteliklerinin bulunduğunu belirtmiştik. Yine, tabu olan bir nesneye dokunarak bir tabuyu çiğneyen bir kişinin kendisinin de tabu olduğunu ve dolayısıyla hiç kimsenin onunla temas edemeyeceğini de biliyoruz. Şimdi, iki yasak geçişi (daha doğrusu yer değiştirmesi) örne­ ğini yan yana koyacağım. Bu örneklerden biri Maori'lerin haya­ tından, öbürü ise kompulsif nevroza uğramış kadın hastalarım­ dan biri üzerindeki gözlemlerimden alınmıştır. "Bir Maori şefi, hiçbir zaman ateşi nefesiyle canlandırmaya kalkışmaz; çünkü kutsal soluğu gücünü ateşe geçirecek, oradan ateşin üstündeki kaba, kabın içinde pişen yemeğe, bu yemekten yiyen kişiye geçecek ve böylece, şefin kutsal ve tehlikeli soluğu ile canlanan ateşin ısıttığı kapta pişen yemekten yiyen kişi ölecektir."9 9

Frazer: Tiıe Golden Bough, ll: Taboo and Tiıe Perils of Tiıe Sou!, 191 1 , 49

s. 1 36.

TOTEM VE TABU

Hastama gelince, kocasının satın alıp getirdiği şeyin evden uzaklaştırılmasını istiyor, aksi halde evde oturmasının çekilmez hale geleceğini söylüyordu . Gerçekten de , kadın, bu şeyin Hirs­ chen Sokağı'ndan satın alınmış olduğunu biliyordu. O tarihte uzak bir kentte oturmakta olan ve daha önce kızlık adıyla tanı­ mış olduğu kadın dostlarından biri halen Bn. Hirsch adını taşı­ maktaydı. Hastam için, bugün, bu dost "çekilmez" olmuştu, tabu idi ve dolayısıyla, burada, Viyana'da satın alınan şey de , tıpkı artık kendisiyle ilişkide bulunmak istemediği o eski dostu gibi , tabulaşmıştı. Kompulsif yasaklar da, tabu yasakları gibi, hastaların hayatına çok büyük yoksunluklar ve kısıtlamalar getirir. Fakat bu yasak­ ların bazıları, kendileri de kompulsif nitelikte olan bazı eylemler yoluyla kaldırılabilirler. Bunlar, kesinlikle, birtakım tövbe, istiğ­ far, korunma ve arınma eylemleridir. Bu kompulsif eylemlerin en sık rastlananı da su dökünmedir (kompulsif su dökünme). Bunun gibi, bazı tabu yasakları da vardır ki, bunların ikamesi ya da çiğnendikleri takdirde kefaretinin ödenmesi, okunmuş su dökünme "töreniyle" mümkündür. Tabu adetleri ile kompulsif nevroz semptomları arasındaki benzerlik noktalarını özetleyelim. Bu benzerlik noktaları dört tanedir: 1 . yasakların nedensizliği ; 2. saplantılarının bir iç zo­ runluluktan gelmesi; 3. kolayca yer değiştirebilmeleri ve yasaklı objelerin bu niteliklerinin bulaşıcı olması; 4. yasaklardan çıkan bazı törensel eylem ve kuralların bulunması. Şimdi, psikanaliz, kompulsif nevroz vakalarının klinik tari50

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

hini ve psişik mekanizmasını bize öğretmiş bulunuyor. Bunlar­ dan ilkinin, tipik bir dokunma fobisi vakasındaki tezahürü şu şekildedir: en başlarda, daha ilk çocukluk çağında, şiddetli bir dokunma hazzı baş gösterir. Amacı, sanılabileceğinden çok daha belirgin olan bir hazdır bu. Ne var ki bu haz, çok geçmeden do­ kunmanın gerçekleşmesini engelleyen bir dış yasakla çatışmaya girer. 10 Yasak kabul edilir, çünkü önemli bazı iç güçlerden des­ tek görebilmektedir. 1 1 Yasak, dokunma arzusu şeklinde tezahür eden eğilimden daha güçlü çıkar. Fakat çocuğun ilkel psişik ya­ pısı yüzünden yasak, bu dokunma eğilimini büsbütün ortadan kaldırmayı başaramamıştır; bunu, yani dokunma hazzını ancak geri tepebilmiş ve bilinçdışına atmıştır. Demek ki yasak da, eğilim de varlığını korumaktadır: çünkü eğilim yalnızca geri itilmiş, or­ tadan kaldırılmamıştır; yasak ise, eğilimin yeniden bilinç alanına girip gerçekleşmesini ona zorla kabul ettirmemesi için gereklidir. Böylece , çıkışı olmayan bir durum, bir psişik saplantı meydana gelmiştir ve bundan sonra olup bitenlerin hepsini bu yasak ve bu eğilim arasındaki çatışma ile açıklamak mümkündür. Bu şekilde pekişen psikolojik yapının başlıca karakteristiğini, kişinin, kendine ait bir nesne ve kendi öz eylemlerinden biri kar­ şısındaki ikircikli (iki karşıt değerli) 12 tavrı olarak adlandırabili­ riz. O, sürekli olarak, bu işi -elle dokunma işini- yapma hevesini duymakta ama her defasında bunun verdiği korku onu engelle10 11 ıı

Burada, gerek haz gerekse yasak, cinsel organların ellenmesiyle ilgilidir. Yasağın, kendisinden geldiği sevilen kişilerle olan ilişkilerden. Bleuler'in bulduğu mükemmel bir deyimle. 51

TOTEM VE TABU

mektedir. Bu iki akım arasındaki karşıtlık kolayca giderilebilecek türden değildir; çünkü (başka bir şey söyleyebilecek durumda değiliz) bunlar psişik hayatta o kadar lokalize olmuşlardır ki, aralarında bir karşılaşmaya, bir çatışmaya imkan yoktur. Yasak, bilinçte açık bir şekilde hazır bulunmakta, oysa dokunma hazzı, sürekli olarak var olmasına rağmen, bilinçdışında yer almakta­ dır; kişinin, bundan hiç haberi bulunmamaktadır. Bu psikolojik durum mevcut olmasaydı, bir ikirciklik (iki karşıt değerlilik) ne uzun süre varlığını koruyabilir, ne de yukarıda sözünü ettiğimiz sonuçlara yol açabilirdi. Şu özetlediğimiz klinik tarihçede ortaya çıkan esas olay, daha ilk çocukluk çağında yerleşen ve kendisini zorla kabul ettiren yasaklamadır. Nevrozun daha sonraki gelişimini belirleyen şey, hayatın o çağında meydana gelen geri tepme mekanizması ol­ muştur. Eğilimin geri tepilmesini unutma (amnezi) izlemiş oldu­ ğu için, bilinçli hale gelen yasağın nedeni meçhul kalmış ve bu nedenin öğelerine bölünmesi, tahlil edilmesi yönündeki bütün girişimler, tutunabilecekleri bir dayanak noktasından yoksun bulundukları için verimsiz olmuştur. Yasak, bütün gücünü, mu­ sallat olan (saplantılı) karakterini, kendisiyle kendi karşıtı, yani tatmin olmayan ve gizli kalan istek arasındaki ilişkilere borçlu­ dur. Yani bu karakter, bilincin, nüfuz etme gücünü gösteremedi­ ği bir iç zorunluluktan doğar. Yasağın intikal edebilir ve genişle­ yebilir olması, bilinçdışı isteğin icra ettiği ve bilinçdışı psikolojik şartların da özellikle elverişli hale getirdiği bir süreci yansıtır. lstek-eğilim, uğradığı yasaktan kurtulmak için durmadan yer de52

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

ğiştirir ve kendisine yasak edilen şeyin yerine vekiller koymaya çalışır: ikame objeleri ve eylemleri. Yasak, bu yer değiştirmelerin peşi sıra gider ve istek tarafından seçilen yeni hedeflerin üzerine de birbiri ardınca konar. Geri tepilmiş libidonun her ileri adım atışında, yasak yeni bir şiddetle karşı çıkar. Mücadele eden iki gücün karşılıklı olarak birbirini nötralize etmesi, var olan gergin­ liğin sapması, azalması ihtiyacını doğurur ki, kompülsif eylem­ lerin nedenini bu ihtiyaçla açıklamamız mümkündür. Nevroz­ larda, bu eylemler açıkça bir uzlaşma niteliği taşır: bir yandan, pişmanlık gösterileri, af dileme çabaları; öbür yandan, isteğin, kendisine yasak edilen şeyi telafi etmek için başvurduğu ikame eylemleri. Bu obsesyonel eylemlerin gitgide isteğin hizmetine gi­ rerek, yavaş yavaş ilk yasaklanan fiile doğru yaklaşmaları, nevro­ zun bir yasasıdır. Şimdi de tabuyu , hastalarımızın kompülsif yasaklarıyla aynı mahiyetteymiş gibi ele alıp tahli etmeye çalışalım. Önce şunu bil­ memiz gerekir ki, ele alacağımız tabu yasaklarının birçoğu ikincil mahiyette tabular olup, ilk yasakların değişmiş, sapmış ve yer değiştirmiş hallerini temsil ederler. Bunun için, en ilkel ve en önemli yasakların yalnızca bazıları üzerine biraz ışık tutmakla yetinmek zorundayız. Bundan başka ancak ilkel insanın durumu ile nevrozlunun durumu arasında çok derin bir fark tespit ettiği­ miz takdirdedir ki, tabu yasaları ile kompulsif yasaklar arasında tam bir benzerlik kurmak ve bunları her noktada birbiriyle öz­ deşleştirmek ihtimalini gidermemiz mümkün olabilir. Her şeyden önce, ilkel insanları, yasaklarının nedenleri ve 53

TOTEM VE TABU

tabunun doğuşu üzerinde sorguya çekmenin hiçbir anlamı ol­ madığını söyleyebiliriz. Varsayımımıza göre, onların bu konuda bize bilgi verebilecek güçte olmamaları gerekir, çünkü "bilinçdı­ şı" bir neden sözkonusudur. Fakat kompulsif yasaklar hakkında bildiklerimize dayanarak, tabunun tarihini şu şekilde canlandı­ rabiliriz. Tabular, çok eski birtakım yasaklar olup, vaktiyle bir il­ kel insanlar kuşağına dıştan zorla kabul ettirilmiş ya da daha ön­ ceki bir kuşak tarafından ilkel insanların kafasına sokulmuştur. Bu yasaklar, icra edilmesi yönünde güçlü bir eğilim duyulan bazı eylemlerle ilgiliydiler. Daha sonra, belki yalnızca ataerkil ve top­ lumsal otorite tarafından aktarılan bir gelenek halinde , kuşaktan kuşağa geçerek devam etmişlerdir. Sonraki kuşakların psikolo­ jik hayatının "organik" bir parçası haline de gelmiş olabilirler. Ele aldığımız durumda, bir çeşit "doğuştan fikirler"in sözkonusu olup olmadığını ya da bu fikirlerin tek başlarına mı, yoksa eği­ timle paralel bir şekilde mi tabu saplantısını belirlediklerini bir karara bağlamamıza imkan yoktur. Fakat tabunun korunması, sonuç olarak, bu kavimlerde tabu olan şeyi yapmak konusun­ daki ilkel isteğin devamına yol açmıştır. Bu kavimler, böylece, tabu yasakları karşısında ikircikli bir tavır benimsemişlerdir. Bu insanlar, bu yasakları çiğnemekten mutlu olacak iken, bunu yap­ maktan korkarlar; korkarlar çünkü yapmak isterler ve korkuları isteklerinden daha güçlüdür. Ne var ki bu kavimlerin her üye­ sinde bu istek, tıpkı nevrozlularda olduğu gibi, bilinçdışıdır. En eski ve en önemli tabu yasakları, totemizmin iki temel yasasında ifadesini bulur: totem olan hayvan öldürülemez 54

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

ve aynı toteme sahip karşıt cinsten kişilerle cinsel ilişkide bulunulamaz. Demek ki insanların en eski ve en güçlü baştan çıkarılma eği­ limleri işte bunlardır. Totem sisteminin anlamı ve kaynağı bizce tamamen meçhul kaldığı sürece, bunun neden böyle olduğunu anlamamıza (ve dolayısıyla varsayımlarımızı örnekler üzerinde kontrol ve tahkik etmemize) imkan yoktur. Bununla birlikte, bi­ reylere uygulanan psikanalitik veriler hakkında bilgi sahibi olan­ lar, bu iki çeşit tabu tanımına ve bunların uygunluk ve beraberli­ ğine bakarak, bunda psikanalistlerin, çocukluk hayatının dayan­ dığı istek, merkezi ve nevrozun çekirdeği saydıkları bir şeyi ima eden bir taraf görmekten geri kalmayacaklardır. Tabu olgularının, daha önce andığımız sınıflandırma dene­ melerine yol açan çeşitliliği, bütün bu olguları şu ortak temele dayandırdığımız takdirde yerini birliğe bırakır: tabu, bilinçdışı­ nın çok güçlü bir eğilimle itildiği, yasaklanmış bir fiildir. Nedenini anlamamakla birlikte, yasak olan bir şeyi yapan, tabuyu çiğneyen bir kimsenin, kendisinin de tabu haline geldi­ ğini biliyoruz. Fakat bu olayı, diğer bazı olaylarla, yani tabunun yalnızca yasaklanmış bir şeyi yapan kişilerle değil fakat bazı özel durumlarda olan kişilerle ve hatta bizzat bu durumlarla ve can­ sız nesnelerle de ilişkili olduğunu gösteren olaylarla nasıl bağ­ daştırmalı? Şartların çeşitliliğine rağmen, daima kendi kendisiyle benzerlik halinde kalan bu son derece tehlikeli nitelik nedir? Bu ancak insanın isteklerini körükleyip kışkırtan ve onu yasağı çiğ­ nemek ayartısına kaptıran bir etken olabilir. 55

TOTEM VE TABU

Bir tabuyu çiğneyen insanın kendisi de tabu olur; çünkü baş­ kalarını da teşkil ettiği örneğe çekmek gibi tehlikeli bir yetiye sahiptir. Kıskançlık ve çekememezlik uyandırır: başkaları için yasak olan bir şey, ona nasıl mubah olabilir? O halde, bu kişide gerçekten bul�ıcılıh vardır; çünkü sunduğu örnek taklit hevesi uyandırır, bunun için de onun ortadan kaldırılması gerekir. Fakat bir tabuyu çiğnemeden de, bir insan sürekli ya da geçici bir şekilde tabu olabilir; çünkü başkalarının yasaklanmış istekle­ rini kışkırtabilecek, onlarda ikircikli duygularının iki ucu arasın­ da çatışma uyandırabilecek bir durumda bulunuyordur. lstisnai durum ve hallerin çoğu bu kategoriye girer ve kendinde bu teh­ likeli gücü taşır. Herkes, kralı ya da şefi ayrıcalıklarından ötürü kıskanır ve herhalde herkes kral olmak ister. Ölü, yeni doğmuş çocuk, hasta kadın, kendilerini koruyamaz durumda oldukları için, erginlik çağına erişmiş olup bu duruma yeni bir haz kaynağı gözüyle bakan kişiyi kendilerine çekerler. Bu yüzden, bütün bu kişiler ve bütün bu haller tabudur; baştan çıkma eğiliminin kış­ kırtılması, yüreklendirilmesi uygun olmaz. Farklı kişilerdeki "Mana" güçlerinin neden birbirini karşılıklı olarak ittiğini şimdi anlıyoruz. Bir kralın tabusu , uyruğu için çok kuwetlidir, çünkü aralarındaki toplumsal farklılık çok büyük­ tür. Fakat ikisi arasındaki bir vezir, zararsız bir aracı rolü oyna­ yabilir. Bu, tabu dilinden, normal psikoloji diline çevrildiğinde , şu demektir: kralla temasın kendisinde uyandırabileceği ayar­ tıdan korkan uyruk, kendisinde daha az kıskançlık uyandıran ve belki bir gün eşit hale gelebileceğine inandığı bir görevliy56

TABU VE iKiRCiKLi DUYGUU..R

le pekala temasta bulunabilir. Vezire gelince, krala karşı içinde besleyebileceği kıskançlık, ondan aldığı iktidar gücü bilinciyle dengelenmiştir. Bu nedenle , karşılıklı sihirli kuvvetler arasındaki küçük farklar, büyük farklardan daha az korkutucudur. Bundan başka, bazı tabu yasaklarının çiğnenmesinin, niye or­ taya bir sosyal tehlike çıkardığını ve eğer feci sonuçlarından ka­ çınmak istiyorlarsa, bütün toplum üyelerince cezalandırılması ya da kefaretinin ödenmesi gereken bir suç teşkil ettiği de böylece anlaşılıyor. Eğer bilinçdışı isteklerin yerine bilinçli istekleri koya­ cak olursak, gerçek bir tehlikenin sözkonusu olduğunu görürüz. Taklit imkanından doğan bir tehlikedir bu ve sonunda toplumun çözülüp dağılmasına yol açar. Tecavüzü cezasız bıraktıkları tak­ dirde, diğer insanlar da suçluyla aynı işi yapmak istediklerinin farkına varacaklardır . Tabu yasağında elle dokunmanın, nevrozdaki kadar özel bir gizli anlam taşımasına imkan bulunmamakla birlikte , tıpkı do­ kunma fobisindeki rolü oynamasında şaşılacak bir yan yoktur. Elle dokunma, bir kişiye ya da bir şeye sahip çıkmak, onu hü­ küm altına almak, ondan özel ve kişisel bazı çıkarlar sağlamak yolunda her türlü girişimin başlangıcıdır . Tabunun özünde bulunan bulaşma gücünü, tabudaki baştan çıkarıcı, taklide sevk etme yeteneğiyle açıklamıştık. Bu durum, tabudaki bulaşıcılık gücünün, her şeyden önce, bazı nesnelere geçmesinde ve böylece , bu nesnelerin de tabulaşmasında ken­ disini göstermesi olgusuyla pek uyuşur gibi görünmemektedir. Bildiğimiz gibi, nevrozda bu bulaşma yeteneği, bilinçdışı is57

TOTEM VE TABU

teğin çağrışım yoluyla durmadan yeni yeni objelere bağlanma eğiliminde ifadesini bulur. Böylece , "Mana" denen tehlikeli si­ hirli güce iki gerçek güç tekabül ediyor. Bunlar, insana yasak isteklerini hatırlatan güçle, görünüşe göre daha önemli olan ve onu istek lehine yasağı çiğnemeye doğru iten güçtür. Fakat ilkel insanın psişik hayatında, yasaklanmış bir eylemle ilgili bir anı uyanmasının, bu eylemi yapmak eğilimini de uyandırdığını ka­ bul edersek, sözkonusu iki güç yeniden tek bir güç halinde bir­ leşiyor demektir. Bu varsayıma göre , anılarla eğilimler arasında uygunluk vardır . Şunu da yine kabul etmek gerekir ki, bir yasağı çiğneyen insanın teşkil ettiği örnek, aynı suçu işlemeye iterek başka bir insanı da baştan çıkarıyorsa, bunun nedeni, yasağa ita­ atsizliğin bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmasıdır; tıpkı bir kişiden bir nesneye , bu nesneden de bir başkasına geçen bir tabu gibi. . . Bir tabu çiğnendiğinde , bunun, bir maldan ya da bir özgür­ lükten feragat anlamına gelen kefaret ya da tövbe sayesinde ona­ rılabilmesi , tabu yasağına itaatin kendisinin de, seve seve arzu edilen bir şeyden feragat demek olduğunu bize kanıtlar. Bir fe­ ragatten kaçınmanın kefareti, başka bir şeyden feragat edilerek ödeniyor. Tabu seremonilerine gelince , yukarıdaki düşünceler­ den, bu konuda şu sonucu çıkarıyoruz: tövbe ve kefaret, arınma­ ya kıyasla daha ilkel seremonilerdir. Şimdi, tabunun mahiyetinin anlaşılması konusunda, tabu­ nun nevrozlularda görülen kompulsif yasakla karşılaştırılması sayesinde neler elde etmiş olduğumuzu kısaca görelim. Tabu, insanlara dışarıdan (bir otorite tarafından) dayatılan ve onların 58

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

en şiddetli isteklerini hedef alan çok eski bir yasaktır. Tabuyu yıkma eğilimi, insanoğlunun bilinçdışında sürekli yaşar. Tabuya boyun eğen insanlar tabu olan şeye karşı ikirciklidirler. Tabuya atfedilen sihirli güç, tabunun insanları baştan çıkarma gücünden ibarettir. Bu güç, bulaşıcı bir hastalık gibidir; çünkü örnek daima bulaşıcıdır ve yasaklanmış olan istek bilinçdışında yer değiştirip başka bir nesne üzerinde toplanır. Bir tabuyu yıkmanın kefare­ tinin bir feragatle ödenebilmesi, tabunun temelinde bir feragatin yatmakta olduğunu kanıtlar.

3

Şimdi de, tabu ile nevroz arasındaki kıyaslamamızın ve bu kı­ yaslamadan çıkan tabu anlayışının nasıl bir değer taşıdığını araş­ tırmak istiyoruz. Hiç şüphe yok ki, bunun değerli olabilmesi ancak anlayışımızın başka yoldan elde edilmesine imkan olma­ yan bir avantaj sağlaması ve tabuyu , bütün başka açıklama dene­ melerinden daha iyi açıklayabilmesiyle mümkündür. Yukarıda ileri sürdüğümüz fikirlerle, kavrayışımızın işe yararlığını şimdi­ den kanıtlamış olduğumuzu söyleyebiliriz. Fakat kavrayışımızı tabu yasak ve adetlerinin ayrıntılarını açıklamakta da kullanarak, daha da pekiştirmeye çalışacağız. Gerçi başka bir yol daha izleyebilirdik. Özellikle, kapsamını nevrozdan tabuya doğru genişlettiğimiz ilk ilkelerin bir bölümü­ nü ve böylece çıkardığımız bazı sonuçları, tabu olgularının ince­ lenmesinden doğrudan doğruya elde edip edemeyeceğimizi araş59

TOTEM VE TABU

tırabilirdik. Sorun, araştırmalarımıza vereceğimiz yönü kararlaş­ tırmaktır. Tabunun, dışarıdan dayatılmış çok eski bir yasaktan doğmuş olduğu yargısı, hiç şüphe yok ki ispatlanamaz. Bunun için biz, tercihen, nevroza dair incelemenin bize varlığım gös­ terdiği şartların aynısı şartlara tabunun da gerçekten tabi olup olmadığım araştırmaya çalışacağız. Nevroz konusunda, bu psi­ kolojik etkenlerin bilgisini nasıl elde etmiş bulunuyoruz? Semp­ tomların, özellikle zorlammlı eylemlerin, korunma önlemlerinin ve kompulsif yasakların analitik incelemesiyle. Bütün bu eylem, önlem ve yasakların, birtakım ikircikli eğilim ve isteklerden kay­ naklandıklarını söylememize izin veren bazı nitelikler taşıdıkla­ rım gördük. Bu niteliklerin hem isteğe hem de karşı-isteğe uygun düşmesi ya da iki karşıt eğilimden tercihen birinde bulunması mümkündür. Şu halde, tabu emirlerinde de ikircikliği iki karşıt eğilim arasındaki aynı çatışmayı keşfedebilir ya da bu yasaklar­ dan bazılarında, zorlammlı eylemlerde olduğu gibi, bu iki eğili­ min eşzamanlı ifadesini gösterebilirsek, tabu ile zorlanımlı nev­ roz arasındaki psikolojik analoji aşağı yukarı tamamlanmış olur. Yukarıda da söylediğimiz gibi , iki temel tabu emrini tahlil et­ memize imkan yoktur, çünkü totemizme bağlı emirlerdir bunlar. Diğerleri ise tali asıllı emirler olup, bu yüzden bizi ilgilendirmez­ ler. Tabu , özellikle de sözünü ettiğimiz kavimlerde, giderek mu­ tat yasa şeklini almış ve hiç şüphesiz tabunun kendisinden daha yeni olan bazı sosyal eğilimlerin hizmetine girmiştir: örneğin, mülklerini ve ayrıcalıklarını devam ettirmek amacıyla şeflerin ve rahiplerin dayattıkları tabular bu türdendir. Bununla birlik60

TAilU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

te, geriye yine de incelememizin kapsamına girebilecek önemli bazı emirler kalmaktadır. Bunlar, en başta, a) düşmanlar'la, b)

şejler'le, c) ölüler'le ilgili tabulardır. Bunlarla ilgili malzemeye ge­ lince , bunu, ] . G. Frazer'ın toplayıp, The Golden Bough13 adlı bü­ yük eserinde yayımlamış olduğu nefis koleksiyondan alıyorum.

a) Düşmanlara Karşı Davranış tlkel kavimleri düşmanlarına karşı son derece zalim ve acı­ masız olarak nitelendirenler, bu kavimlerde bir insanın , tabu adetlerinin bir bölümünü oluşturan bazı kurallara uyulmadan öldürülemeyeceğini öğrenince pek şaşıracaklardır. Bu kuralla­ rı,

gerektirdikleri işlere göre, kolayca dört gruba ayırabiliriz: 1 )

öldürülen düşmanla uzlaşma; 2) bazı sınırlamalar; 3 ) öldürme işinden sonra yapılacak bazı af dileme ve arınma eylemleri; 4) bazı törensel uygulamalar. Sözünü ettiğimiz kavimlerde bu tabu adetlerinin genel nitelikte olup olmadığına gelince , bu konuda elimizdeki bilgilerin eksik oluşu kesin bir şey söylememize izin vermemektedir. Kaldı ki amacımız düşünülecek olursa, bu so­ run bizce önemli olmaktan uzaktır. Bununla birlikte , bunların münferit vakalar olmayıp, epeyce yaygın adetler olduğu kabul edilebilir. Timor Adaları'nda , öldürdükleri düşmanların kesilmiş başla­ rını taşıyan bir savaşçı güruhunun muzaffer dönüşünden sonra uygulanan uzlaşma adetleri, sefer komutanına yüklediği bazı ağır

n

Üçüncü baskı, kısım 2: Taboo and The Perils of The Soul, 1 9 1 1 . 61

TOTEM VE TABU

görevler (ilerleyen sayfalara bakınız) dolayısıyla, ayrıca ilginçtir. Yenenlerin muzaffer dönüşü sırasında, düşmanların ruhlarını yatıştırmak için kurbanlar kesilir; bu yapılmazsa bazı felaketler beklenmelidir. Dans edilir ve şarkı söylenir. Yenilen düşmana gözyaşı döken ve ondan af dileyen bir şarkıdır bu: "Kızma bize , senin başını alıp buraya getirdik diye; talih bize gülmeseydi, bel­ ki bugün bizim başlarımız senin köyünde sergileniyor olacaktı. Seni yatıştırmak için, bir kurban kestik. Artık ruhun mutlu olsun ve rahat bıraksın bizi. Niçin düşmanımızdın sanki? Seninle dost kalmamız daha iyi olmaz mıydı? Ne kanın dökülür, ne de başın kesilirdi . " 1 4 Sulawesi Adası'ndaki Palu'larda da aynı adete rastlanır; savaş­ tan dönen Galla'lar, köylerine girmeden önce, öldürdükleri düş­ manlarını ruhlara kurban diye sunarlar. (Paulitschke anlatıyor: Etnographie Nordostafrikas) Başka bazı kavimler de, öldürdükleri düşmanlarını kendi­ lerine dost, bekçi, koruyucu yapmanın çaresini bulmuşlardır. Bu çare , kesik başlara büyük bir şefkat göstermekten ibarettir. Borneo'lu bazı vahşi kabileler bununla övünürler. Sarawak'li Da­ yaklar, bir seferden dönerken, beraberlerinde bir düşman başı getirir ve buna, aylarca, en nazik şekilde bakıp, dillerindeki en tatlı en sevecen adları takarlar. Kesik başın ağzına, yemeklerin en iyi parçalarını, en leziz yiyecekleri ve tütün çubuğu koyar­ lar. Israrla ondan eski dostlarını unutmasını, artık onların evinin bir parçası olduğuna göre, bütün sevgisini yeni ev sahiplerine 14

Frazer, a.g.e., s . 1 06 . 62

TABU VE iKiRCiKLi DUYGUlAR

vermesini isterler. Bize pek korkunç gelen bu yas :ıdetinde bir istihza niyeti görmek isteyenler yanılmaktadır_ ı s Gözlemciler, Kuzey Amerika vahşi kabilelerinin, öldürüp kafa derisini yüzdükleri düşmanları için yas tutmalarına pek şaş­ mışlardı. Bir Choctaw, bir düşmanını öldürünce o günden başla­ yarak aylarca süren bir yasa girer ve kendi kendisine ağır kısıtla­ malar getirir. Dakota yerlilerinde de durum aynıdır. Bir gözlem­ cinin anlattığına göre , Osages'ler kendi ölüleri için yas tuttuktan sonra, düşmanları için de , sanki dostlarıymış gibi yas tutarlar. ı6 Düşmanlara adetlerinden

SÖZ

karşı

davranış

tarzıyla

ilgili

başka

tabu

etmeden önce, muhtemel bir itiraza karşı tav­

rımızı belirtmek istiyoruz. Frazer ve daha başkalarıyla birlikte bize karşı, bu yatıştırma kurallarını gerektiren nedenlerin pek basit şeyler olduğu ve "ikircikle" hiçbir ilişiği bulunmadığı söyle­ necektir. Bu kavimler, ölü ruhlarından duydukları batıl bir kor­ kunun sürekli etkisi altındadırlar. Klasik antikçağda da rastla­ nan bu korkuyu büyük İngiliz tiyatro yazan, Machbeth'in ve lll. Richard'ın halüsinasyonlarında dile getirmiştir. Bütün yatıştırma kuralları ile daha ileride sözkonusu edilecek olan kısıtlamalar ve kefaretler mantıksal bir şekilde hep bu batıl inançtan çıkar. Savaşçıların peşini kovalayan ölü ruhlarını kovma çabası olarak yorumlanabilecek olan dördüncü gruptaki seremonilerin de yine

ı-;

16

Frazer, Adonis, Attis, Osiris, s. 248, 1907 . Hugh Low'un Sarawak adlı kitabı­ na göre (Londra 1848).

j. O. Dorsay, Frazer'da Taboo vb. , s. 1 8 1 . 63

TOTEM VE TABU

bu görüşü desteklediği söylenebilir. 1 7 Kaldı ki ilkel insanlar da, öldürdükleri düşmanların ruhlarından duydukları korku ve en­ dişeyi her fırsatta açıkça itiraf etmekte ve kendileri de bu tabu adetlerini bu korku ve endişeye dayandırmaktadırlar. Gerçekten de , pek doğal görünen bir itirazdır bu ve eğer ve­ rilecek bir karşılığı bulunmasaydı, bir açıklama bulmak için uğ­ raşmaktan memnuniyetle vazgeçerdik. Bu itirazı daha ileride ele alacağız. Şimdilik, tabuya dair daha önceki düşüncelerimiz için çıkış noktası işlevi gören ilk ilkelerimizden çıkan bakış açımı­ zı bunun karşısına koymakla yetineceğiz. Biz, bütün bu kural­ lardan şu sonucu çıkarıyoruz: düşmana karşı takınılan tavırda ifadesini bulan basit düşmanlıktan öte bazı duygular vardır. Bu kurallarda, tövbe , düşmanı yüceltme, pişmanlık ve düşmanı öl­ dürmüş olmaktan duyulan vicdan azabı dile gelmektedir. Deni­ lebilir ki Tanrının, yasalarını vahyettiği tarihten çok daha önce­ sinden beri, bu ilkel insanlar kimseyi öldürmeyeceksin emrini biliyorlardı ve bu emrin çiğnendiği her defasında, arkadan bir cezanın geldiğinden haberdardılar. Şimdi, tabu kurallarının diğer kategorilerine gelelim. Muzaf­ fer düşman öldürücüsüne yüklenen kısıtlamalar hem pek çok hem de ekseriya çok şiddetlidir. Timor Adası'nda, sefer komu­ tanı, kulübesine öyle doğrudan doğruya giremez. Kendisine özel bir kulübe ayrılır ve o burada iki ay süreyle oturup çeşitli arınma uygulamalarını yerine getirir. Bu süre içinde, karısını görmesi ve 17

Frazer: Taboo vb. , s. 1 69 vd . , s. 1 74. Bu törenlerde kalkanlar vurulur, nara­ lar atılır, ulumalar koparılır, olası her çeşit aletle her çeşit sesler çıkarılır. 64

TABU VE iKiRCiKLi DUYGUU\R

kendi kendine yemek yemesi yasaktır, başka birinin yemeğini onun ağzına vermesi gerekir. 18 Bazı Dayak kabilelerinde, bir se­ ferden muzaffer dönen erkeklerin birçok gün ahalinin geri kalan kısmından ayrı durmaları, bazı yemekleri yemekten kaçınmala­ rı,

demire dokunmamaları ve karılarına yaklaşmamaları gerekir.

Yeni-Gine yakınlarındaki Logea Adası'nda, düşman öldüren er­ kekler, bir hafta süreyle evlerine kapanırlar. Eşleri ve dostlarıyla her türlü ilişkiden kaçınır, yiyeceklere el sürmez ve ancak özel kaplarda kendileri için ayrıca pişirilmiş bazı bitkilerle beslenir­ ler. Bu son kısıtlamayı haklı göstermek için, öldürülenlerin kan kokusunu bunların duymaması gerektiği söylenir; aksi halde , hastalanıp ölürler. Toaripi ya da Motumobu kabilesinde (Yeni­ Gine) başka birisini öldüren bir erkek, ne karısına yaklaşabilir, ne de yiyeceklere parmaklarını dokundurabilir. Özel olarak pi­ şirilen bir yemeği, başkalarının elinden yer. Bir sonraki yeni ay doğuncaya kadar bu böyle devam eder. Frazer'ın eserinde, muzaffer öldürücülere yüklenen böyle daha bir sürü kısıtlamalara rastlanacaktır. Hepsinden burada söz etmeme imkan yok. Yalnızca, tabu niteliği çok bariz olan ya da, kısıtlamanın af dileme , arınma ve seremonilerle bağlantısını gös­ teren bazı örnekleri ele alacağım. Yeni-Gine'de yaşayan Monumbo'larda, bir çarpışma esnasın­ da bir düşmanı öldüren kimse "kirli" olur ve onun bu haline verilen ad , adet gören ya da loğusa olan bir kadına verilen adın 18

Frazer: Taboo vb. , s. 1 66. Müller'den alıntı: Reizen en Onderzoekingen in den

lndichen Archipel. Amsterdam, 1857. 65

TOTEM VE TABU

aynıdır. Onun, uzun süre , erkeklerin toplandıkları evde kalıp dışarı çıkmaması gerekir. Bu sırada, köyün öbür sakinleri onun çevresinde toplanıp, danslar ve şarkılarla zaferini kutlarlar. O hiç kimseye, hatta karısına ve çocuklarına bile dokunamaz; dokuna­ cak olursa, her tarafını hemen çıbanlar ve yaralar kaplar. Sular dökünerek ve daha başka seremonilerle temizlenip arınır. Kuzey Amerikalı Natchez'lerde ilk kafa derilerini elde eden genç savaşçılar, altı ay süreyle bazı yoksunluklara katlanmak zo­ rundadırlar. Ne karılarının yanında yatabilirler, ne de et yiyebi­ lirler: bütün besinleri balıktan ve mısır çöreğinden ibarettir. Bir Choctaw, bir düşmanı öldürüp kafa derisini yüzecek olursa, bir ay süreyle yas tutmak ve bu sırada saçlarını asla taramamak zo­ rundadır. Kafasının saçlı kısmı kaşınırsa, eliyle kaşıyamaz ancak küçük bir sopayla bu işi yapabilir. Bir Pima Kızılderilisi , bir Apaçi'yi öldürdüğü zaman, gayet sıkı temizlenme ve kefaret seremonilerine uymak zorunda kalır. On altı günlük bir oruç dönemi boyunca, ne et ve tuz yiyebilir, ne ateşe bakabilir, ne de herhangi bir kimseyle konuşabilir. Tek başına ormanda yaşar, ihtiyar bir kadın hizmetine bakar, ona biraz yiyecek götürür; en yakın ırmakta sık sık yıkanır ve yas alameti olarak başında bir balçık topağı taşır. On yedinci gün, genel bir seremoni yapılır ve adam da, silahları da törenle te­ mizliğe kavuşur. Prima Kızılderilileri, adam öldürme tabusunu düşmanlarından daha çok ciddiye aldıkları ve kefaret ve temiz­ lenme işini onlar gibi sefer sonuna bırakmadıkları için, bu ahlaki dürüstlük ve sofuluklarının onlar hesabına bir askeri zaaf nedeni 66

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

olduğu söylenebilir. Olağanüstü yiğitliklerine rağmen, Amerika­ lılara, Apaçilere karşı mücadelelerinde, hiç de etkili bir müttefik olmamışlardır. Bir düşmanın öldürülmesinden sonra yapılması gereken töv­ be ve arınma seremonilerinin ayrıntıları ve çeşitleri üzerinde yapılacak daha derin bir inceleme çok ilgi çekici olacaksa da, amacım bakımından yeterli olduğu için bu konudaki açıklama­ mı burada kesiyorum. Yalnız şunu sözlerime ekleyeyim ki, gü­ nümüzde profesyonel cellatların geçici ya da sürekli bir inziva­ ya tabi tutulmalarında bu adetlerin izi görülmektedir. Ortaçağ toplumundaki "özgür insan"ın durumu da, ilkellerin "tabu"suna dair iyi bir fikir edinmemizi sağlar. 1 9 Bütün b u yatıştırma, kısıtlama, kefaret ve arınma kurallarına dair yapılan sıradan açıklamada şu iki ilke birbirine karıştırıl­ maktadır: ölünün tabusunun, ona temas etmiş olan herkesi ve her şeyi içine alacak şekilde genişletilmesi ve ölünün ruhundan korkma. Fakat bu iki etken eğer eşit değerde iseler ya da içle­ rinden birinin birincil, diğerinin ikincil sayılması gerekiyorsa, seremonileri açıklamak için bunları ne tarzda birleştirmemiz ge­ rektiğini kimse bize söylemiyor ve söylemek de zaten pek kolay bir iş değil. Bu görüş tarzının karşısına biz, kendi anlayışımızı koyuyoruz. Bizce, bütün bu kurallar düşmana karşı beslenen duyguların ikircikliğinden çıkmaktadır.

19

Bu örnekler hakkında bkz. Frazer:

Tabooed. 67

Taboo vb. ,

s.

1 65-190. Namslayen

TOTEM VE TABU

b) Hükümdar Tabusu tlkel kavimlerin, şefleri , kralları ve rahipleri karşısındaki ta­ vırları, birbirine karşıt olmaktan, çok birbirini tamamlayan iki ilke tarafından belirlenir: onlardan korunmak ve onları koru­ mak. 20 Bu iki amaç, bir sürü tabu emriyle elde edilir. Efendiler­ den neden kaçınmak gerektiğini görmüştük: onlar, gizemli ve tehlikeli bir sihirli güç taşırlar ve bu güç, tıpkı bir elektrik akımı gibi, dokunmayla geçer ve kendisine denk bir akımla korunma­ yan herkesi öldürür, yok eder. Bunun için, tehlikeli kutsal kişiyle doğrudan ya da dolaylı her türlü temastan kaçınılır. Bu temas­ tan kaçınmanın imkansız olduğu durumlar için de, korkulan so­ nuçları önlemeye yönelik seremoniler icat edilmiştir. Örneğin, Doğu Afrikalı Nubalar, rahip-krallarının evine girdikleri zaman öleceklerine ama eğer girerken sol omuzlarını açıp kralın do­ kunmasını sağlarlarsa bu tehlikeden kurtulabileceklerine inanır­ lar. Böylece, kralın eliyle dokunmasının, bizzat bu dokunmadan doğan kötülüklere karşı iyileştirici ve koruyucu bir çare olması gibi garip bir sonuç ortaya çıkıyor ama bu dokunma isteyerek yapılan bir dokunmadır ve kral tarafından istendiği için de şifalı bir güce sahiptir; tehlikeli olan dokunma ise, insanı krala karşı suçlu yapan dokunmadır. Başka bir deyişle, burada, krala karşı etkin bir tavır almakla, edilgen bir tavır almak arasındaki karşıt­ lık sözkonusudur. Kral eli dokunmasının şifalı etkisine örnekler bulmak için il2°

Frazer: Taboo,

s.

1 32 . 68

TABU VE !K!RC!KLI DUYGULAR

kel insanlara kadar inmemize ihtiyaç yok. Çok eski olmayan bir devirde, İngiltere kralları sıracalıları iyileştirmek için bu güçleri­ ni kullanırlardı. Nitekim, bu yüzden sıracaya "kral hastalığı" adı verilmiştir. Ne kraliçe Elisabeth ne de onun halefleri bu krallık ayrıcalığından vazgeçmeyi düşünmüşlerdir. l. Charles, 1 633'te, bir dokunuşta tam yüz hastayı iyileştirivermişti. Ve büyük ihtila­ lin yenilgisinden sonra, il. Charles da, kralların sıracalıları iyileş­ tirme ayrıcalığını çok geniş çapta kullanmıştır. Söylendiğine göre, bu kral, saltanatı sırasında, yüz binden fazla sıracalıyı eliyle dokunarak şifaya kavuşturmuştur. Hastala­ rın akını öyle büyükmüş ki, bir gün, bunlardan altı yedisi, ara­ dıkları şifaya kavuşacak yerde, kalabalık arasında ezilip ölmüş­ ler. Stuart'ların kovulmasından sonra İngiltere kralı olan şüpheci Guillaume III d'Orange , büyüden nefret edermiş. Bu çeşit bir do­ kunmada bulunmaya ancak bir kere razı olmuş ve dokunurken şöyle demiş: 'Tanrı sizi daha sağlıklı ve daha akıllı kılsın. "21 İşte size, bir krala ya da ona ait herhangi bir şeye karşı, kasıt­ lı bir şekilde olmamakla birlikte, yapılan bir etkin dokunmanın korkunç sonucuna dair bir tanıklık. Yeni Zelandalı bir şef, yük­ sek tabakadan ve büyük kutsallığı olan bir insan, bir gün, yediği yemeğin artıklarını geçtiği yolda bırakıyor. Genç, güçlü kuvvetli ve aç bir köle oradan geçerken artıkları görüyor ve hemen onları yemeye başlıyor. Fakat daha son lokmayı yutmaya vakit kalma­ dan, onu görüp dehşete düşen bir seyirci, nasıl bir suç işlediğini ona haber veriyor. Sapasağlam ve yiğit bir savaşçı olan bizim köle, 21

Frazer: The Magic Art, l, s. 368. 69

TOTEM VE TABU

haberi alır almaz, korkunç sancılar ve kıvranmalar içinde yere düşüyor ve ertesi gün güneş batmadan ölüyor.22 Bir Maoi kadını, bazı yemişleri yedikten sonra, bunların tabu bir arazinin ürünü olduğunu öğreniyor. Kadın, hemen haykırarak, böylece tecavüz­ de bulunduğu şefin ruhunun mutlaka kendisini öldüreceğini söy­ lüyor. Olay bir akşamüstü olmuşken, ertesi gün öğle vakti kadın ölüyor.23 Bir Maori şefinin çakma taşı, günün birinde birçok kişi­ nin ölümüne neden oluyor. Şef, çakmak taşını kaybetmiş, öteki­ lerse onu bularak sırayla çubuklarını yakmışlar. Çakmak taşının kime ait olduğunu öğrenince, hepsi de korkudan ölmüş.24 Şefler, rahipler gibi son derece tehlikeli kimseleri ayırmak, başkaları için onları erişilmezleştiren duvarlarla çevirmek ihti­ yacının duyulmuş olmasında şaşılacak bir şey yoktur. llk başta tabu yasakları dolayısıyla dikilmiş olan bu duvarların, bugün bir saray seremonisi şeklinde hala varlığını sürdürmekte olduğunu düşünebiliriz. Fakat bu hükümdar tabularından çoğunun, onlara karşı ko­ runma ihtiyacından doğduğu söylenemez. Tabunun icadında ve saray adabının kurulmasında, bir başka ihtiyaç daha etkili ol­ muştur: ayrıcalıklı kişilerin bizzat kendilerini, onları tehdit eden tehlikelere karşı korumak. Kralın, muhtemel tehlikelere karşı korunması zorunluluğu, uyruklarının hayatında onun çok büyük bir rol oynamasından 22 21 24

Old New Zealand, Pakeha Maori (Londra, 1884), Frazer'da: Taboo, s. 1 35. W. Brown: New Zealand and His Aborigines (Londra, 1845), Frazer, a.g.e. Frazer, a.g.e. 70

TABU VE iKiRCiKLi DlNGULAR

doğar. Kelimenin tam anlamıyla, dünyanın gidişatını yöneten onun kişiliğidir. Yalnız toprağın meyvelerini fışkırtan yağmur ve güneş ışığı için değil, fakat gemileri kıyılara getiren rüzgar ve insanların üzerine ayaklarını bastıkları toprak için de halkı ona minnettar olmalıdır.25 llkel insanların kralları, mutluluk dağıtmak gibi bir kuvvet ve kudrete sahiptirler. Daha az ilkel olan kavimler bu kuvvet ve kudreti ancak tanrılarına tanırlar. Uygarlığın daha ileri evrelerin­ de ise, bu tanrıların gerçekliğine inananlar, daha doğrusu inanır görünenler ancak en aşağılık ve en ikiyüzlü dalkavuklardır. Kral olan kişinin böyle her şeye gücü yeter olmasıyla, onun kendisini tehdit eden tehlikelere karşı çok yakından korunma­ ya muhtaç olduğu inancı arasında açıkça bir çelişki bulunmak­ la birlikte, bu, ilkel insanların kralları karşısındaki tavırlarında görülen tek çelişki değildir. Bu kavimler, sahip oldukları gücü boş yere harcamamaları için krallarına göz kulak olmayı gerekli bulurlar; onların iyi niyetlerinden ya da dürüstlüklerinden emin değildirler. Kralla ilgili tabu kurallarının kaynağında bir güven­ sizlik nüansı da bulunmaktadır. Frazer şöyle diyor: "llkel krallığın, despotik bir krallık olması gerektiği fikri, şu bahsettiğim monarşilere büsbütün uymaz. Tersine, bu monarşi­ lerde, hükümdar yalnızca uyrukları için yaşar ancak görevinin yükümlülüklerini yerine getirdiği, doğanın gidişatını halkının hayrına düzenlediği sürece hayatı bir değer taşır. Bu yükümlü­ lükleri ihmal ettiği ya da yerine getirmez olduğu andan itibaren, 25

Frazer, Taboo; The Burden of Royalty, 71

s.

7.

TOTEM VE TABU

en yüksek derecede haiz olduğu dikkat, ihtimam, bağlılık ve din­ sel saygı, kin ve nefrete döner. Utanç verici bir şekilde kovulur ve eğer hayatta kalabilirse kendisini mutlu saymalıdır. Bugün bir tanrı gibi tapılırken, yarın bir cani gibi öldürülebilir. Fakat halkın tutumundaki bu değişiklikte bir tutarsızlık ya da bir çelişki gör­ meye hakkımız yoktur. Tam tersine, halk, sonuna kadar mantıklı kalır. Kralları eğer tanrılarıysa, koruyucuları olduğunu göster­ mek zorundadır, diye düşünürler ve artık kendilerini korumak istemediğine göre de, bu işi yapmaya daha istekli başka birine yerini bırakması gerekir. Fakat kendisinden beklediklerini yeri­ ne getirdiği sürece, ona gösterdikleri ihtimamın sınırı yoktur ve onu da aynı gayretle kendi kendisine ihtimam göstermek zorun­ da bırakırlar. Böyle bir kral, bir seremoni ve teşrifat sistemi içine hapsedilmiş gibi yaşar, çevresi adeta bir adetler ve yasaklar ağıyla sarılmıştır ve bunların amacı onun şerefini yüceltmek, ne de hatta refahını artırmak olmayıp yalnızca doğanın uyumunu bozabile­ cek işler yapmaktan ve böylece gerek kendisinin gerek halkının gerekse bütün dünyanın mahvına yol açmaktan onu alıkoymak­ tir. Bu şart ve kurallar, ona zevk ve sefa sağlamak şöyle dursun, bütün özgürlüğünü elinden alır ve hayatını -korumak iddiasında oldukları hayatını- bir yük, bir işkence haline getirirler." Bir kutsal efendinin böyle zincire vurulup hapsedilmesinin en göze çarpıcı örneklerinden birini, Japon mikadosunun bir vakit­ ler sürdüğü hayatta buluyoruz. Bakın, iki küsur yüzyıl öncesine ait bir metinde bu masal nasıl anlatılıyor. 26 26 Kampfer, Hisıory ofjapan, bkz. Frazer, a.g.e. , s. 72

3.

TABU VE iKiRCiKLi DUYGUI.AR

"Mikado, ayaklarını toprağa dokundurmayı yüce makamı ve kutsallığı ile uzlaşmaz sayar. Bunun için, bir yere gideceği za­ man, hizmetkarları onu omuzları üzerinde taşırlar. Fakat kutsal kişiliğinin açık havayla karşılaşması daha da sakıncalıdır; güneş onun başını aydınlatmak şerefine layık değildir. Vücudunun her parçası o kadar kutsal sayılır ki, saçı, sakalı ve tırnakları asla kesi­ lemez. Fakat büsbütün bakımsız kalmaması için, onu geceleyin, uyurken yıkarlar; bu sırada vücudundan çıkan şeyler ondan ça­ lınmış sayılır ve bu türlü bir hırsızlık onun ululuk ve kutsallığına zarar veremez. Daha önceleri, her sabah birkaç saat, krallık tacı başında olmak üzere hiç kımıldamadan , kollarını, bacaklarını, başını ya da gözlerini hiç oynatmadan, tahtında oturması gere­ kirdi: imparatorlukta barış ve huzuru ancak böyle koruyabile­ ceği düşünülüyordu. Eğer bir aksilik olarak, bir yanına dönecek ya da yönelecek olursa, bundan ülke için bir savaş, bir kıtlık, bir salgın hastalık, bir yangın ya da onun yıkımına yol açacak başka bir felaket çıkabilirdi." Barbar kralların bağımlı oldukları tabulardan bazıları, adam öldürenlere uygulanan kısıtlamaları hatırlatır. Gine'de (Batı Af­ rika) Padron Burnu yakınlarındaki Shark Point'te bir rahip-kral olan Kukulu , bir ormanda yalnız başına yaşar. Ne bir kadına do­ kunabilir , ne evinden dışarı çıkabilir, ne de tahtından kalkabi­ lir, uykusunu bile oturarak uyur. Yatacak olursa, rüzgar esmez olacak, bu da denizdeki akıntıyı aksatacaktır. Görevi, fırtınaları yatıştırmak ve genel olarak, havanın normal seyrini korumasını 73

TOTEM VE TABU

sağlamaktır. 27 Bir Loango kralı ne kadar güçlü olursa, gözetmek zorunda olduğu tabular da o kadar çok olur, diyor Bastian. Tah­ tın varisi de, daha çocukluğundan itibaren, tabulara bağlıdır ama büyüdükçe bunlar onun çevresine giderek daha çok yığılırlar: öyle ki tahta çıktığında tam anlamıyla tabulara gömülmüş halde olur. Kral ya da rahibin yüce makamına özgü tabuların ayrıntılı bir tasvirini yapmaya yerimiz elverişli bulunmuyor (amacımız da zaten bunu gerektirmemektedir) . Yalnız, bu tabularda, davra­ nışlar ve beslenme tarzıyla ilgili kısıtlamaların başrol oynadığını söyleyelim. Bu ayrıcalıklı kişilerle ilgili adetlerin ne derece kalıcı şeyler olduğunu göstermek için, uygar, yani daha yüksek kültür aşamalarına ulaşmış kavimlerden alınma iki tabu seremonisi ör­ neği vereceğiz. Eski Roma'da, jüpiter'in büyük rahibi Flamen Dialis, olağa­ nüstü sayıda tabu kuralına uymak zorundaydı. Ata binemez, ne ata ne de silahlı bir insana bakamaz, kırık olmayan bir yüzü­ ğü taşıyamaz, giysilerinde düğümlü bağ bulunduramaz, buğday ununa, mayalı hamura dokunamaz, keçinin, köpeğin, çiğ etin, baklanın, sarmaşığın adını anamazdı; saçları ancak özgür bir in­ san tarafından, bronzdan yapılmış bir bıçakla kesilebilir ve tıp­ kı tırnağının parçaları gibi, kutsal bir ağacın dibine gömülürdü ; ölülere dokunamaz, başı açık olarak dışarı çıkamazdı vb. Karısı Flaminica da, bazı kurallara uymak zorundaydı: bazı merdiven27 A. Bastian, Die deutsche Expedition on der Lııangoküste, lena 1874, bkz. Fra­ zer, a.g.e. 74

TABU VE iKiRCiKLi DlNGU!AR

!erde ilk üç basamaktan yukarı çıkamaz, bazı bayramlarda saçla­ rını tarayamazdı; ayakkabılarının derisi doğal ölümle ölmüş bir hayvana değil fakat öldürülmüş ya da kurban edilmiş bir hayva­ na ait olmak zorundaydı ; gök gürültüsünü işitmek onu kirlenmiş yapar ve bir kefaret kurbanı sununcaya kadar kirli kalırdı. Eski lrlanda kralları da bir sürü garip kısıtlamalara tabiydiler. Onların bu kısıtlamalara uymaları ülke için mutluluk, uymama­ ları ise felaket kaynağı idi. Bu tabuların tam bir sayımı, elyazması en eski nüshaları 1 390 ve 1 4 1 8 tarihli olan Book of Rights'ta bu­ lunmaktadır. Yasaklar son derece ayrıntılı olup, belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan ya da yapılacak olan eylemleri gösterir: filan kentte, kral haftanın belli bir gününde kalamaz; falan nehri günün belli bir saatinde geçemez; filan ovada dokuz günden fazla kamp kuramaz vb .28 Rahip krallara dayatılan tabu kurallarının ağırlığı, ilkel ka­ vimlerin birçoğunda, tarihsel bakımdan ve özellikle bizim ken­ di görüş açımızdan , önemli bir sonuç doğurmuştur. Bu yüz­ den, rahip krallık yüce makamı istenmeyen bir şey olmuştur. Örneğin, bir ateş, bir de su kralı bulunan Combodscha'da , bu şerefli makamları bazı kimselere zorla kabul ettirmek gerekir. Pasifik Okyanusu'nda bir mercan adası olan Nine ya da Savage lsland'da, krallık fiilen ortadan kalkmıştır; çünkü ağır sorumlu­ lukları ve tehlikeleri olan krallık görevini hiç kimse üstlenmek hevesini göstermiyordu. Bazı Batı Afrika ülkelerinde, kral ölün­ ce, yerine geçecek olanı belirlemek için gizli bir meclis toplanır. 28

Frazer, a.g.e.,

s.

1 1. 75

TOTEM VE TABU

Bu iş için seçilen kişi yakalanır, bağlanır ve krallık tacını kabul ettiğini bildirinceye kadar fetiş evinde gözaltında tutulur. Bazı durumlarda, tahtın meşru varisi, kendisine kabul ettirilmek is­ tenen şereften yakayı sıyırmanın yolunu bulur. Örneğin, kabile şeflerinden birinin, muhtemel bir tahta geçirilme girişimine kar­ şı direnebilmek için gece gündüz üstünde silah taşıdığı anlatılı­ yor.29 Sierra Leone siyahileri arasında, krallık payesini kabullen­ meye karşı direniş öylesine güçlüydü ki, çoğu kabileler bu payeyi yabancılara vermek zorunda kalıyorlardı. Frazer, ilkel rahip krallığın, giderek bir cismani, bir de ruha­ ni iktidar olmak üzere ikiye ayrılmasının nedenini bu şartlarda buluyor. Kutsallıklarının ağırlığı altında ezilen krallar, zamanla iktidarlarını gerçekten yürütemez hale gelmiş ve yöneticilik gö­ revlerini , daha az önemli fakat daha aktif ve enerjik ve krallık mevkiinin sağladığı şerefte hiç gözü olmayan kimselere bırak­ mak zorunda kalmışlardır. İşte, dünyevi efendiler (senyörler) bu şekilde ortaya çıkmış, tabu krallar ise , ruhani üstünlüklerini kul­ lanmaya devam etmekle birlikte, gerçekte önemsiz hale gelmiş­ lerdir. Eski japonya'nın tarihi, bu görüş tarzının doğruluğunu bize çok iyi gösteriyor. llkel insanla hükümdarları arasındaki ilişkilere dair bu tab­ lo karşısında, bu ilişkilerin psikanalitik bir açıklamasını kolayca bulacağımızı umabilir miyiz? Bu ilişkiler son derece karmaşıktır ve çelişkisiz olmaktan da uzaktır. Bu hükümdarlara , başkalarına 29

A. Bastian, Die deutsche Expedition an der Loangoküste. Bkz. Frazer, a.g.e. , 18. 76

s.

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

dayatılan tabulara bir karşılık oluşturan bazı büyük ayrıcalıklar tanınıyor. Bunlar, ayrıcalıklı birtakım kişilerdir; başkalarına ya­ sak olan şeyleri yapmak, başkalarının yararlanamadıkları şeyler­ den yararlanmak hakkına sahiptirler. Ne var ki bunlara tanınan özgürlük, sıradan kişilere yüklenmeyen başka bazı tabularla sı­ nırlandırılmıştır. Demek, burada, aynı kişiler için daha büyük bir özgürlükle, daha büyük bir kısıtlama arasındaki bir ilk kar­ şıtlık, adeta bir ilk çelişki karşısında bulunuyoruz. Onlara ola­ ğanüstü bir sihir gücü atfedilir ve bu nedenle kendileriyle ya da kendilerine ait nesnelerle her türlü temastan hem korkulur hem de bundan hayırlı bazı sonuçlar beklenir. Görünüşte burada özellikle göze batan bir başka çelişki daha vardır ama biz artık bu çelişkinin gerçekte sadece görünüşte olduğunu biliyoruz. Kralın iyi bir niyetle birisine eliyle dokunması hayırlıdır ancak sıradan insanın krala ya da ona ait bir şeye eliyle dokunması tehlikelidir; bunun nedeni de şüphesiz bu dokunmanın saldırgan bir niyeti gizleyebilir olmasıdır. Açıklanması pek o kadar kolay olmayan başka bir çelişki de , hükümdara, doğa güçleri üzerinde büyük bir kudret atfedildiği halde, bunca şeye gücü yeten iktidarı sanki kendi öz korunmasını sağlamaktan acizmiş gibi, kendisini tehdit eden tehlikelere karşı özel bir dikkatle koruma gereğinin duyul­ masıdır. Yine, başka bir güçlük de şuradadır: uyruklarının iyiliği ve kendi öz korunması uğrunda kullanılması gereken olağanüs­ tü iktidarının icrasında hükümdara güvenilmez ve bu konuda gözaltında tutulması gerektiğine inanılır. Kralın, yaşayışında bağımlı bulunduğu tabu seremonileri işte bu güvensizlikten, bu 77

TOTEM VE TABU

gözaltında tutma ihtiyacından doğmuştur. Bu tabu seremonileri , hem kralı, kendisini tehdit edebilecek tehlikelere karşı korumak, hem de uyrukları kraldan gelecek tehlikelere karşı savunmak amacına yöneliktir. llkel insanlarla hükümdarları arasındaki bu son derece kar­ maşık ve çelişkili ilişkilerin en doğal açıklaması şu olsa gerek: batıl inançlardan ya da başka bir yerden kaynaklanan bazı ne­ denlerle, ilkel insanlar, krallarına karşı olan tavırlarında, çeşitli eğilimleri dile getirirler ve en aşırı derecesine vardırılan bu eği­ limlerin her biri diğerlerinden tamamen ayrı, tamamen bağım­ sızdır. İşte, bütün bu çelişkiler buradan kaynaklanır; din ya da "sadakat" görevlerinden kaynaklanan ilişkiler çok uygar bir in­ sanın zihnini ne kadar rahatsız ediyorsa, bu çelişkiler de ilkel insanın zihnini o kadar rahatsız ediyordu. Bu açıklamada itiraz edilecek bir yan yoktur. Ama, psikana­ liz tekniği, bu ilişkilere daha derinden nüfuz etmemizi müm­ kün kılacak ve son derece çeşitli olan bu eğilimlerin mahiyeti hakkında bize çok daha fazla şey öğretecektir. Şu anlattığımız durumu, bir nevroz vakasının semptomatik tablosuymuş gibi tahlile tabi tutarsak, ilk dikkatimizi çekecek husus, tabu seremo­ nilerinin temelinde rastladığımız korku ve endişelerin bolluğu olacaktır. Böylesi bir aşırılık, nevrozda, özellikle kıyaslamamızda kendisini ilk hatıra getiren saplantılı (musallat fikirli) nevrozda çok rastlanan bir olgudur. Bunun kaynağını biliyor ve anlıyoruz. Hakim durumdaki bir sevgi duygusunun yanı sıra bilinçdışı bir düşmanlık hissinin bulunduğu, yani tipik bir ikircikli duyarlı78

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

lık vakasının gerçeklik kazandığı her durumda bu aşırılık ortaya çıkar. Bu durumda, düşmanlık, ölçüsüzce abartılmış bir sevgi tarafından boğulmuş haldedir ve bu sevgi bir bunaltı (angois­

se) şeklinde kendini gösterir ve saplantı halini alır; çünkü aksi takdirde güçsüz kalacak ve karşıt duyguyu geri tepilmiş olarak tutmaktan ibaret olan görevini yerine getiremeyecektir. Hiçbir psikanalist yoktur ki, abartılmış şekilde endişeli ve tutkulu bir sevginin, en umulmadık şartlar içinde dahi (örneğin, anneyle çocuk ya da birbirine çok bağlı karı koca arasında) , bu yoldan büyük bir kesinlikle açıklandığını görmemiş olsun. Ayrıcalıklı kişilere reva görülen davranışlara gelince , bu kişilerin gördükleri sevgi ve saygının, tanrı mertebesine çıkarılmalarının karşısında çok güçlü bir düşmanlık duygusunun yer aldığını ve dolayısıyla, burada da duygusal ikirciklik durumunun gerçekleşmiş bulun­ duğunu kabul edebiliriz. Krallara uygulanan tabuların itiraz gö­ türmez nedeni gibi görünen güvensizlik de yine, daha dolaysız bir şekilde , aynı bilinçdışı düşmanlığın bir tezahürüdür. Bu ça­ tışma sonucunun çeşitli kavimlerde aldığı çeşitli şekiller bilindi­ ğine göre , bu düşmanlığın kanıtını özel bir açıklıkla ortaya koyan bazı örnekler bulmamız hiç de zor olmayacaktır. Frazer'ın30 bize anlattığına göre, Sierra Leone'deki Timmos ilkel insanları, seç­ tikleri kralı, taç giyme gününün arifesinde , güzelce dövmek hak­ kına sahipmişler ve bu anayasal hakkı öyle titizce kullanırlarmış ki, çoğu zaman, zavallı hükümdar, tahta çıktıktan sonra pek fazla yaşamazmış: bu yüzden , kabilenin önemli kişileri , kendisine karıo

A.g.e., s. 18, ZweiFel ve Moustier'den: Voyages awc sources du Niger, 1880. 79

TOTEM VE TABU

şı kin besledikleri kimseyi kral yapmayı kural haline getirmişler. Fakat bu kasıtlı durumda bile düşmanlık, açıkça ortaya konul­ mayıp, törensel bir görünüş altında gizlenmektedir. tlkel insanın, kralına olan tavrının bir başka karakteristiği de, genel anlamıyla nevrozda çok sık rastlanan ve adına "zulüm kuruntusu" denen hastalıkta kendini özellikle belli eden bir sü­ reci hatırlatır. Bu karakteristik, belli bir kişinin öneminin aşı­ rı derecede büyütülmesinden, ona inanılmaz derecede sınırsız bir güç atfedilmesinden ibarettir. Hasta böylelikle, başına gelen her üzücü ve nahoş şeyin sorumluluğunu o kişiye yüklemek için kendisine haklı bir neden bulmuş olur. Nitekim, ilkel insanlar da, krallarına, yağmuru yağdırmak ya da durdurmak, güneşin parlaklığını, rüzgarın yönünü ayarlamak gibi güçler atfettikten sonra, doğa onların verimli bir av ya da iyi bir hasat bekleyişle­ rini boşa çıkardı diye, onu devirdikleri ya da öldürdükleri za­ man başka türlü hareket etmiş olmazlar. Paranoyakın, tutulduğu zulüm kuruntusunda sergilediği tablo, çocukla babası arasındaki ilişkiler tablosunun aynıdır. Çocuk daima babaya böyle bir mut­ lak güç atfeder ve babaya karşı güvensizliğin, ona atfedilen gü­ cün derecesiyle doğrudan orantılı olduğu görülür. Bir paranoyak, çevresinden bir kimsenin, kendisine "eziyet eden" kişi olduğuna bir kere inanınca, onu hemen babası mevkiine koyar, yani kurba­ nı olduğunu hayal ettiği bütün felaketlerden sorumlu tutabileceği şartlar içine yerleştirir. llkel insanla nevrozlu arasındaki bu ikinci kıyaslama, ilkel insanın kralı karşısındaki tavrının, bir oğulun ba­ basına karşı olan çocuksu tavrına ne kadar benzediğini gösteriyor. 80

TABU VE iKiRCiKLi DUYGUL4.R

Fakat tabu kurallarıyla nevroz vakalarına ait semptomlar ara­ sındaki kıyaslamaya dayanan ve bizim görüş tarzımızı destekler nitelikte olan en ciddi kanıtları, krallık görevlerinde oynadığı önemli rolü yukarıda göstermiş olduğumuz tabu seremonileri­ nin kendisinde buluyoruz. Bu seremonilerin ortaya çıkardıkları sonuçların, daha başlangıçtan meydana getirmeyi amaçladıkları sonuçlar olduğunu kabul edersek, bunların çift anlamlılık ve ikir­ cikli eğilimlerden kaynaklandığı gözümüzde kesinlik kazanır. Bu seremoniler, yalnızca kralları bütün öbür ölümlülerden ayırma­ ya, onların üstüne çıkarmaya yaramakla kalmaz: aynı zamanda onların yaşayışını bir cehennem hayatına çevirir, dayanılmaz bir yük haline getirir ve uyruklarına olduğundan çok daha pahalıya mal olan bir kölelik altına sokar. Şu halde , bu seremoninin, nev­ rozun zorlanımlı eylemiyle tam bir simetri oluşturduğu görülü­ yor: burada da, bastıran eğilimle, bastırılan eğilim aynı zamanda ve ortak bir doyuma ulaşırlar . Zorlanımlı eylem, görünüşte , ya­ sak olan şeye karşı bir savunma eylemidir ama aslında yasak olan şeyin tekrarından başka bir şey değildir. Görünüş, bilinçli psişik hayatla, gerçek ise bilinçdışı hayatla ilgilidir. Bunun gibi , kralla ilgili tabu seremonisi, görünüşte , krala son derece derin bir say­ gının ifadesi, ona tam güvenliği sağlamanın bir yoludur; gerçekte ise , bu yüceltmenin bedelini oluşturan bir ceza, uyrukların krala verdikleri ün ve şeref karşılığında ondan aldıkları bir intikamdır. Cervantes'in Şanso Pansa'sı, adasında valilik ederken bu seremo­ ni anlayışının ne kadar doğru olduğunu kendi nefsinde deneyip öğrenmek fırsatını bulmuştu . Günümüzün kral ve hükümdar81

TOTEM VE TABU

lan da, gizli düşüncelerini bize açıklamak isteselerdi, şüphesiz bu bakış açısını doğrulayan yeni kanıtlar sağlamış olurlardı bize. Hükümdara karşı alınan bu duygusal tavır, acaba niçin bu kadar güçlü bir düşmanlık öğesi taşıyor? Bu, çok ilgi çekici bir sorun olmakla birlikte , çözümü bu çalışmamızın çerçevesini aşıyor. Yukarıda, çocukluk çağındaki baba kompleksine işaret etmiştik. llkel krallığın tarihini incelemenin bize bu sorunun kesin yanıtını sağlayabileceğini de ayrıca belirtelim. Frazer'ın çok etkileyici olmakla birlikte, kendi fikrince de, pek o kadar inandırıcı olmayan açıklamalarına göre , ilk krallar yabancılardan seçiliyordu ve kısa bir saltanat döneminden sonra, temsil etmek­ te oldukları tanrısal güçler uğruna, görkemli törenlerle kurban edilmekteydiler.31 Bu ilkel krallık tarihinin yankılarına Hıristiyan mitoslarında da rastlıyoruz. c) Ölü Tabusu

Ölülerin, hükmedici güçler olduklarını biliyoruz. Fakat on­ ların aynı zamanda düşman sayıldıklarını öğrenmek belki bizi hayrete düşürecektir. Daha yukarıda yapmış olduğumuz hastalık gibi bulaşma benzetmesine bağlı kalarak, ölü tabusunun ilkel kavimlerin çoğunda pek şiddetli bir şekilde kendisini gösterdiğini söyle­ yebilirz. Gerek ölülere dokunmanın yol açtığı sonuçlarda ge­ rekse bir ölünün yasını tutan kişilere karşı davranışlarda bunu 31

Frazer, The Magic Arı and ıhe Evolution of Kings, 2 . cilt , 1 9 1 1 (The Golden

Bough). 82

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

görmek mümkündür. Maori'lerdc, bir ölüye dokunan ya da gömülmesinde hazır bulunan herkes kirlenmiş sayılır ve adeta "boykot"· edilmişçesine , benzerleriyle her türlü ilişkiden men edilirler. Bir ölüye dokunarak kirlenen bir kişi, onları da kir­ letmeden bir eve giremez, bir insana ya da bir nesneye doku­ namaz. Hatta yiyecek maddelerine de el süremez; çünkü elleri kirli olduğundan onlar da kirlenir ve yenmez olur. Yiyecekleri onun önüne yere koyarlar ve bu kişi, elleri arkasında kavuştu­ rulmuş olarak, becerebildiği kadar, dudakları ve dişleriyle bu yiyecekleri yer. Bazen başka bir kimse tarafından beslenmesine izin verilir. O zaman, bu kimse bu işi zavallı yasaklıya hiç do­ kunmamak şartıyla yapmak zorundadır ve kendisi de ayrıca, hiç de daha az sert olmayan, birtakım kısıtlamalara uğrar. Her kasabada, kendi haline terk edilmiş, toplum dışına atılmış, bazı ender sadakalarla sefil bir halde yaşayan bir kişi bulunur. Yal­ nız bu kişinin, bir ölüye son görevlerini yerine getirmiş olan bir kimseye bir kol boyu uzaklığa kadar yaklaşmasına izin verilir. Bu karantina dönemi sona erince , kirli kimse yeniden benzer­ leriyle düşüp kalkmaya başlayabilir ama bu tehlikeli dönem içinde kullandığı bütün kap kacak imha edilir ve yine o sırada giymiş olduğu elbiseler atılır. Bir ölünün bedenine dokunmanın gerektirdiği tabu adetleri, bütün Polinezya'da, Melanezya'da ve Afrika'nın bir kısmın­ da aynen vardır. Bu adetlerin en önemlisi, yiyecek maddeleri­ ne dokunma yasağı ile, kişinin başkaları tarafından beslenmesi zorunluluğudur. Şu olayı da kaydedelim: Polinezya'da ve belki 83

TOTEM VE TABU

Hawaii'de de ,32 rahip-krallar kutsal görevlerinin icrası sırasında aynı kısıtlamalara tabidirler. Tonga'da yasağın süresi ve şiddeti gerek ölünün gerekse ölüye dokunan kişinin tabu gücüne göre değişir. Bir şefin cesedine dokunan kişi, on ay süreyle kirli olur; fakat ölüye dokunan şefin kendisiyse , kirliliği, ölünün toplum­ daki yerine göre üç, dört ya da beş ay sürer. Tanrılaştırılmış bir yüce şef sözkonusu ise, en büyük şefler için bile tabu on ay bo­ yunca sürer. llkel insanlar, bu tabuları çiğneyen kimselerin ağır şekilde hastalanıp öldüklerine derinden inanırlar ve bu inançları öylesine sağlamdır ki , bir gözlemcinin anlattığına göre, bunun tersine inanmak cesaretini hiçbir zaman gösteremezler.33 Ölülerle teması ancak mecazi anlamda anlaşılması gereken kimselerin: yaşlı akrabaların, dul kadınların ya da erkeklerin tabi oldukları tabu kısıtlamaları da, ana hatları bakımından yu­ karıdakilere benzer ancak bizim için çok daha ilginçtir. Yukarı­ da andığımız kurallarda yalnızca tabunun şiddetinin ve yayılma gücünün tipik bir ifadesini görmüştük. Şimdi ele alacağımız ku­ rallar ise tabunun bizzat nedenlerini , hem görünüşteki hem de derin ve hakiki sayabileceğimiz nedenlerini görmemizi mümkün kılacaktır. Britanya Kolombiyası'ndaki Shuswap'larda dul kadın ve er­ kekler, yas süresi boyunca yalnız yaşamak zorundadırlar; ne kendi başlarına ne de kendi bedenlerine elleriyle dokunabilirler; kullandıkları hiçbir eşyayı ve aleti başkaları kullanamaz. Hiçbir ıı n

Frazer, Taboo,

s.

1 38 vd.

W. Mariner, The Natives of the Tonga lslands, 1 8 1 8, Frazer'da a.g.e., 84

s.

1 10.

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

avcı, böyle bir kişinin oturduğu kulübeye yaklaşamaz, çünkü bu ona felaket getirir; yaslı bir kimsenin gölgesi ona vuracak olursa, hemen hastalanır. Yaslı kişiler başaklar üzerinde yatar ve yatak­ larının etrafını da başaklarla çevirirler. Bu uygulamanın amacı ölünün ruhunu oralardan uzak tutmaktır. Bazı Kuzey Amerika kabilelerinin adeti ise daha da anlamlıdır. Buna göre , dul kadın, kocası öldükten sonra bir süre , ruhun kendisine yaklaşmasını önlemek için kuru ottan yapılmış pantolon şeklinde bir giysi ta­ şımak zorundadır. Bu durumda haklı olarak şöyle düşünebiliriz: "mecazi" anlamda da olsa, temas daima bedensel bir dokunma olarak anlaşılıyor çünkü ölünün ruhu, hayatta kalan akrabalar­ dan hiç ayrılmamakta ve bütün yas süresi boyunca çevrelerinde "dolanıp uçmaya" devam etmektedir. Filipin adalarından Palawan'da yaşayan Agutainoslarda , bir dul kadın, kocasının ölümünü izleyen ilk yedi ya da sekiz gün kulübesinden ancak geceleri, yani kimseyle karşılaşma ihtimali olmayan zamanlarda çıkabilir. Onu gören herkesin hemen ölme tehlikesi vardır: bunun için, kadın, her adımda bir sopayla bir ağaca vurup yaklaştığını herkese haber verir; vurduğu ağaçlar kuruyup ölür. Bir dulu tehdit eden tehlikenin ne olduğunu baş­ ka bir gözlem bize anlatıyor. Yeni-Gine'nin Mekeo bölgesinde, bir dul erkek bütün medeni haklarını kaybeder ve belli bir süre afaroz edilmiş halde yaşar. Ne toprağı ekip biçebilir, ne topluluk içine çıkabilir ne de kasabada ya da yollarda görünebilir. Herhan­ gi bir kimseyi, özellikle bir kadını gördüğünde kolayca saklana­ bilmek için yüksek otlar, çalılıklar arasında vahşi bir hayvan gibi 85

TOTEM VE TABU

dolaşır durur. Bu küçük ayrıntı, dul bir erkek ya da kadın için başlıca tehlikenin baştan çıkma eğilimi olduğunu bize gösteriyor. Karısını kaybeden erkek, onun yerine başka bir kadını koymak isteğinden kendisini iyice sakınmak zorundadır. Dul kadın da aynı isteğe karşı mücadele etmelidir ve üstelik, sahipsiz kalmış olduğundan, başka erkeklerin iştihasını uyandırabilir; oysa, ken­ dini böyle baştan çıkma eğilimlerine kaptırmak yasın anlamına aykırı bir davranıştır ve ölünün ruhunu öfkelendirmekten başka bir işe yaramaz. 34 llkel insanlarda yasla ilgili adetlerin en gariplerinden ve aynı zamanda en öğreticilerinden biri de ölünün adını ağza alma ya­ sağıdır. Bu adet son derece yaygındır, çeşitli şekiller gösterir ve gayet önemli sonuçlar doğurmuştur. Tabu adetlerini en iyi korumuş olan Avustralyalılarla Polinez­ yalılardan başka, birbirlerinden son derece uzak ve farklı olan Sibiryalı Samoyedlerle güney Hindistanlı Todalarda, Tataristanlı Moğollarla, Sahra'da yaşayan Tuareglerde, japonya'daki Ainos­ larla Orta Afrikalı Akambalarda ve Nandilerde, Filipinler'deki Tinguanlarla Nicobar, Madagascar ve Borneo adaları sakinle­ rinde hep aynı yasağa rastlıyoruz. 35 Sözkonusu yasak ve bunun içerdiği sonuçlar, bu kavimlerin bazılarında ancak yas süresince

3�

Yukarıda (s. 48) "çekilmezlikler"ini tabu yasaklarıyla karşılaştırdığım kadın hasta, sokakta yas kıyafetinde bir kadına rastladığı zaman daima öfke duy­ duğunu itiraf etmişti. "Bu gibi insanların sokağa çıkmasını yasaklamalı!" diyordu.

15

Frazer, a.g.e. , s. 353. 86

TABU VE !K!RC!Kll DUYGUU\R

geçerli, diğer bazılarında ise süreklidir, fakat görünüşe göre he­ men her yerde zamanla eski şiddetini kaybetmektedir. Ölünün adını ağza alma yasağına genellikle gayet katı bir şe­ kilde uyulur. Nitekim, bazı Güney Amerika kabileleri, ölü akra­ balarının adını huzurlarında ağza almayı yaşayanlar için en ağır hakaret sayarlar ve bu hakaretin gerektirdiği ceza, adam öldür­ meye verilen cezanın aynısıdır.36 Bu yasağın neden bu kadar şid­ detli olduğunu anlamak kolay değildir. Fakat bu eyleme bağlı tehlikeler, birçok bakımdan ilginç ve anlamlı olan bir sürü telafi çaresi doğmasına yol açmıştır. Örneğin, Afrika'daki Massailer, bu konuda çareyi, ölenin adını hemen ölür ölmez değiştirmekte bulmuşlardır. Ölenin adı artık korkusuzca söylenebilir; çünkü bütün yasaklar ancak onun eski adıyla ilgilidir. Böyle yapılınca ruhun yeni adını bilmediği ve kendisinden söz edildiğini anlaya­ mayacağı kabul edilir. Adelaide ve Encounter Bay'deki Avustralya yerlileri, ihtiyat tedbirini daha da ileri vardırırlar: birisi ölünce, adları öleninkine benzeyen bütün kişiler başka adlar alırlar. Ba­ zen ölenin bütün akrabaları, ad benzerliği olup olmadığına bak­ maksızın adlarını değiştirirler. Kuzey Amerika'da bazı Victoria kabilelerinde bunun böyle olduğu görülmüştür. Paraguay'daki Gayacurularda kabile şefi, bu gibi acıklı durumlarda bütün kabi­ le üyelerine yeni adlar verir ve artık onlar hep bu adları kullanır ve sanki eskiden beri taşıyormuşcasına benimserler. 37 16 Frazer, a.g.e., 5. 352 vd. 17

Frazer tarafından anılan (a.g.e. ,

5.

( 1 732) 87

357) l5panyol bir gözlemciye göre.

TOTEM VE TABU

Bundan başka, ölenin adı aynı zamanda bir hayvan, bir nesne ve benzeri için de kullanılan bir ad ise, bu kavimlerden bazıları, konuşma sırasında ölenin anısının herhangi bir şekilde canlan­ masını önlemek üzere, o hayvana ya da o nesneye yeni bir ad vermeyi gerekli görürler. Bu da kabilenin kelime dağarcığında sürekli bir istikrarsızlığa, bir değişmeye yol açar. Bu durum, özellikle isimlerden dolayı devamlı bir korku içinde yaşayan ka­ bilelerde, misyonerler için büyük bir güçlük kaynağı olmuştur. Misyoner Dobrizhofer'in Uruguay'daki Abiponslar arasında geçirdiği yedi yıl boyunca, jaguarın adı üç defa değişmiş, tim­ sahın, dikenin, hayvan boğazlamanın adları da aynı akıbete uğ­ ramaktan kurtulamamıştı. 38 Fakat ölmüş bir kimseye ait bir adı ağza alma korkusu, bu kimseyle uzaktan yakından ilişiği olan her şeye doğru genişleyip yayılır. Bu bastırma ve yasaklama süreci­ nin böylece yol açtığı ağır sonuç , bu kavimlerin ne bir geleneğe ne de tarihsel anılara sahip olmaları ve ilkel tarihlerini inceleyen bir kimseye hiçbir kesin belge sunamamalarıdır. Bununla bir­ likte, bu ilkel kavimlerden bazıları, bu sakıncayı giderecek bazı adetler benimsemişlerdir. Bu adetlerden biri de, ölülerin adları­ nı, onların yeni bir beden içinde dirilmiş hali sayılan çocuklara vererek bu adların saklanmasını sağlamaktır. llkel insan için adın temel bir kişilik parçası, önemli bir ki­ şilik mülkü olduğu ve bütün somut anlamını kendinde taşıdığı düşünülürse , ad tabuları artık o kadar garip görünmez. Daha önce başka bir yerde de göstermiş olduğum gibi, bizim çocukla38

Frazer, a.g.e. ,

s.

360. 88

TABU VE i KiRCiKLi DUYGULAR

rımız da aynen böyle davranırlar: hiçbir zaman basit bir söyleniş benzerliğini kabul etmekle kalmaz, iki kelime arasındaki fonetik benzerlikten, mantıksal olarak, bu kelimelerin işaret ettikleri ob­ jeler arasında bir mahiyet benzerliği bulunduğu sonucunu çıka­ rırlar. Hatta, uygar yetişkin insan bile, birçok durumda kendi takındığı tavrı tahlil edecek olursa, özel adlara mahiyetlik bir de­ ğer atfetmekten, kendi adının kişiliğiyle bir ve aynı şey olduğu­ nu düşünmekten hiç de sandığı kadar uzak olmadığını kolayca görür. Bu durumda, psikanalitik pratiğin, bilinçdışı düşüncenin adlara atfettiği önem üzerinde sık sık ısrarla durmak gereğini duymasında hiç de şaşılacak bir yan yoktur. 39 Kompülsif nevroz­ lular, a priori olarak tahmin edileceği gibi, adlara karşı tıpkı ilkel insanlarınkine benzer bir davranış gösterirler. Onlar da (diğer nevrozlular gibi) bazı kelimelerin ve adların söylenmesi ya da kulaktan algılanması karşısında aynı "duyarlılık kompleksi" ile tepkide bulunurlar ve rahatsızlıklarının pek çoğu , kendi adları karşısındaki tutumlarından ileri gelir. Tanıdığım bu türlü bir ka­ dın hasta, başka birinin eline geçer de böylece o kimse kişiliğinin bir kısmını ele geçirir korkusuyla, adını yazmaktan kaçınmıştı. Bu kadın, hayalgücünün kışkırtmalarına karşı kendisini umut­ suzca korumaya çabalarken, önce kendi adıyla, sonra da yazı­ sıyla özdeşleştirdiği öz kişiliğine ait hiçbir şeyi ele vermemeyi kendisine zorunlu bir kural edinmişti. Sonunda , ne türlü olursa olsun, yazı yazmaktan vazgeçti. Bunun için, ilkel insanların, isimde kişiliğin bir kısmını görme19

Stekel, Abraham. 89

TOTEM VE TABU

leri ve bir ölünün adını onunla ilgili tabu nesnesi haline getirmeleri bizi hiç şaşırtmıyor. Ölüyü adıyla çağırmak demek, onun kendi­ siyle temasa girmek demektir. Bu nedenle, şimdi daha geniş bir sorunu ele almamız ve hangi nedenlerden ötürü bu temasın bu ka­ dar şiddetli bir tabu konusu olduğunu soruşturmamız gerekiyor. Doğal olarak akla gelen ilk açıklama, bir ceset karşısında duyu­ lan içgüdüsel korku ve ölümden sonra görülen anatomik değişme ve bozulmalardır. Bu nedene, bir de bir yakının ölümünün, aile­ sini ve çevresini ga�k ettiği yası ekleyebiliriz. Ancak cesedin ver­ diği dehşet, tabu yasaklarının bütün ayrıntılarıyla açıklanmasına elbette elvermediği gibi, yas da ölünün adının anılmasının hayatta kalanlar için neden ağır bir hakaret teşkil ettiğini bize açıklamaz. Bir ölü için gözyaşı dökenler, onu kendilerine hatırlatan her şeyle aynca uğraşmayı yeğ tutar, onun anısını elden geldiğince sürek­ li kılmaya çalışırlar. Bu durumda, tabu adetlerine ait özelliklerin başka bazı nedenlerinin bulunması ve bunların başka bazı amaçla­ ra yönelik niyetleri yerine getirmesi gerekir. Bu bilinmeyen neden­ lerin, en çok ad tabularında açığa vurulmuş olduğunu görüyoruz. Hatta, adetler bulunmasa bile, yaslı ilkellerden elde edebildiğimiz veriler, bilgi edinmemiz için yeterlidir. llkel insanlar, ruhun varlığından duydukları korkuyu, ruhun geri gelebileceği düşüncesinin içlerine saldığı dehşeti gizlemezler ve ruhu uzak tutmak, kovmak için bir sürü seremoniye başvu­ rurlar.40 Ruhun adını anmak, onun orada hazır bulunması ve fi40 Frazer, bu konuda Sahra'da yaşayan Tuareg'lerin itiraflarını zikreder (a.g.e., 5.

353). 90

TABU VE iKiRCiKLi DUYGUlAR

i len var kılınması4ı sonucunu ister istemez doğuracak bir büyü

kullanmak demektir. Bunun için, bu büyüye karşı, ruhun bu şekilde uyandırılmasına karşı ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Ruh, onları tanıyamasm diye kılık değiştirirler ,42 yahut kendi ad­ larını ya da ölünün adını değiştirirler; ölünün adını anarak onu yaşayanlara karşı kışkırtan saygısız yabancılara karşı müthiş öfke duyarlar. lnsan, ister istemez, bu ilkellerin, Wundt'un deyişiyle, "ölünün şeytanlaşan ruhu"ndan43 duydukları korkudan musta­ rip oldukları sonucuna varır. Bu sonucu benimsemek, bizi, daha önceden bildiğimiz gibi, tabuyu şeytan korkusuyla açıklayan Wundt'un anlayışına yaklaştırır. Bu teori, sevilen insanın ölür ölmez bir şeytan halini ala­ cağı ve yaşayanların ondan ancak düşmanca bir davranış bek­ leyebilecekleri ve buı:ıun için de, onun kötü niyetlerine karşı her türlü çareye başvurmaya çalıştıkları fikrine dayanmaktadır. Daha başlangıçta, insanın kabul etmekte büyük tereddüt yaşa­ dığı hayli garip bir fikirdir bu. Ne var ki bütün, daha doğru­ su hemen hemen bütün uzman yazarlar ilkel insana bu görüşü yakıştırmakta birleşmektedirler. Tabuya pek az önem verdiğini düşündüğüm Westermarck, Ahlaki Fikirlerin Kökeni ve Gelişimi44 41

42

41



Burada belki bir çekince koymak ve bedeninden bir şeyler kaldığı sürece, demek yerinde olur. Frazer, a.g.e. , s. 372. Nicobar Adaları'nda, Frazer, a.g.e. , s . 382. Wundt, Mythus und Religion, cilt il,

s.

49.

Fransızca edisyon: L'origine et le developpemenl des idees morales, Payot, Paris. 91

TOTEM VE TABU

adlı eserinde, "Ölülere Karşı Davranış" bölümünde şöyle diyor: "Elimde bulunan olaylar, şu genel sonuca varmamı mümkün kılmaktadır: ölüler çoğunlukla dost değil, düşman sayılırlar ve jevons ile Grant Allen, ölülerin kötülüğünün esasen yabancılara dönük olduğunu ve kendi çocukları ile kendi klan üyeleri üzeri­ ne babacan bir iyi niyet eli uzattıklarını söylerken yanılıyorlar."45 R. Kleinpaul, ilham verici eserinde , ilkel kavimlerde ölülerle yaşayanlar arasındaki ilişkileri, uygar kavimlerdeki eski animist inancın kalıntıları yardımıyla açıklamayı denemiştir.46 O da, ölü­ lerin, kanına girmeye kastettikleri yaşayanları kendilerine çek­ meye çalıştıkları sonucuna varır. Ölüler öldürür; nitekim ölü­ mün hakiki şeklini temsil eden iskelet de onun bir ölü insandan başka bir şey olmadığını gösterir. Yaşayan kişi, ölüyle arasına bir akarsu koymadıkça, kendisini onun takibinden kurtulmuş hisse­ demez. Bu yüzden, ölüleri tercihen adalara, bir nehrin karşı kı­ yısına gömerler. "Öbür dünya" ve "bu dünya" sözlerinin kaynağı 45

Westermarck, a.g.e. , cilt ll, s. 424. Bu eserin metni ve buna eklenen notlar, bu görüşü destekleyen ve çoğu zaman hayli karakteristik olan birçok kanıtı içermektedir. Örneğin Maorisler, "en yakın ve en sevilen akrabaların, öl­ dükten sonra niteliklerini değiştirip evvelce sevmiş olduklarına karşı kötü niyetli hale geldiklerine" inanırlarmış. Avustralyalı siyahiler de, ölünün uzun süre kötülük yapabilecek halde kaldığına inanırlar; ölünün akrabalığı ne kadar yakınsa, verdiği korku da o kadar büyük olur. Orta Eskimolar, ölülerin ancak çok uzun bir zaman sonra yatıştıkları, başlangıçta onlardan korkmak gerektiği, ortalığa hastalık, ölüm ve daha başka felaketler saçarak köyde dolaşıp durdukları inancındadırlar.

46 R. Kleinpaul, Die Lebendigen und die Toten im Volksglauben, Religion und Sage, 1898. 92

TABU VE IKIRC!Kll DUYGULAR

burada aranmalıdır. Daha sonraları bu konuda bir yumuşama meydana gelmiş ve kötülük, bütün ölülere atfedilmeyip ancak öfke ve kin duyma hakkı kendilerine tanınan bazı ölülerin bir özelliği olmuştur: başkaları tarafından öldürülen ve bir habis ruh haline girerek durmadan katillerinin peşini kovalayan insanlar ya da arzularını doyuramadan ölen kimseler, örneğin nişanlılar gibi. Fakat Kleinpaul'e göre , başlangıçta bütün ölüler kan içen hortlaklardı; hepsi de öfke içinde canlıların peşine düşüyor ve onlara zarar vermekten, onların canını almaktan başka bir şey düşünmüyordu. "Kötü ruh" kavramım ilk ortaya çıkaran şey ce­ set olmuştur. En sevilen ölülerin birer şeytan haline geldikleri varsayı­ mı, çok doğal olarak akla başka bir soruyu daha getiriyor: il­ kel insanları, ölülerine böyle bir duygusal değişme, başkalaşma atfetmeye iten nedenler nedir? Ölülerini niçin şeytanlaştırıyor­ lardı? Westermarck, bu soruya kolayca karşılık verilebileceği inancındadır. 47 "Ölüm, insanın başına gelebilecek en büyük felaket olduğun­ dan, ölenlerin akıbetlerinden son derece gayri-memnun olma­ ları gerektiği düşünülebilir. llkel kavimlerin anlayışlarına göre , insan ya başka birisinin elinden gelen şiddetli bir ölümle ya da bir büyü sonucu ölür; bunun için, ölüm, daima ruhu öfkeli ve öç almaya susamış yapar. Yaşayanları kıskanan ve hep eski akra­ baları arasında bulunmak isteyen ruhun, bu yüzden onları hasta ederek öldürmek istediği düşünülür; çünkü birleşme arzusunu 47

A.g.e.,

s.

426. 93

TOTEM VE TABU

gerçekleştirebilmesinin tek yolu budur . . . Ruhlara atfedilen kötü­ lüğün başka bir açıklanışını da, bunların uyandırdığı içgüdüsel korkuda bulabiliriz. Bu korkunun kaynağı ölüm karşısında du­ yulan endişedir." Psikonevrotik bozuklukların

incelenmesi,

bizi,

Wester­

marck'in açıklamasını da kapsamına alan, daha geniş bir açıkla­ ma yoluna sokuyor. Bir kadın kocasını kaybettiğinde ya da bir kız annesinin ölü­ müne tanık olduğunda, hayatta kalanların içine çoğu kere acıklı bir şüphe düşer. "Obsesif öz-suçlama" deriz biz buna. Bu kişiler, sevdikleri insanın ölümüne kendi ihmallerinin ya da ihtiyatsız­ lıklarının neden olup olmadığını kendilerine sormaya başlarlar. İstedikleri kadar, hastanın hayatını uzatmak için hiçbir şeyi ih­ mal etmediklerini, kaybettiklerine karşı bütün görevlerini vic­ danlı bir şekilde yerine getirdiklerini kendi kendilerine söylesin­ ler: yasın bir çeşit patolojik ifadesi demek olan ve ancak zamanla hafifleyen acılarını hiçbir şey dindiremez. Bu gibi vakaların psi­ kanalitik incelenmesi, bu acının gizli nedenlerini bize göstermiş­ tir. Obsesif öz-suçlamaların belli bir ölçüde haklı olduğunu ve bütün itirazlara muzafferane direndiğini biliyoruz. Bu demek değildir ki obsesif öz-suçlamanın iddia ettiği gibi, yaslı kişi ya­ kınının ölümünden gerçekten suçludur ya da ona karşı bir ih­ malde bulunmuştur: bu sadece, bu yakının ölümünün, bilinçdışı bir arzuya tatmin sağlamış olduğunu ve eğer bu arzu yeterince güçlü olsaydı bu ölüme yol açabileceğini gösterir. Sevilen kişinin ölümünden sonraki öz-suçlama, işte bu bilinçdışı arzuya karşı 94

TABU VE lK!RC!KLl DUYGULAR

bir tepkidir. Belli bir kişi üzerinde yoğun bir duygu saplantısı görülen hemen bütün hallerde , yumuşak bir sevginin gerisinde gizlenmiş böylesi bir husumete rastlanır: insan duygularının ikir­ cikliğinin prototipi, klasik örneğidir bu. Bu ikirciklik insana göre kah daha çok, kah daha az belirgindir. Normal olarak, yukarıda sözünü ettiğimiz obsesif öz-suçlamalara yol açacak derecede güç­ lü değildir. Fakat çok belirgin derecede bulunduğu vakalarda, kaybedilen kişi ne kadar aziz, ne kadar sevgili ise o derecede şiddetli bir tarzda ve en umulmadık hal ve şartlarda kendisini gösterir. Tabunun mahiyetine dair tartışmada sık sık kıyas öğesi olarak kullandığımız obsesif nevroz olan yatkınlığın ayırıcı nite­ liğini, işte bu orijinal duygusal ikircikliğin son derece belirgin bir dereceye varmasında görüyoruz. Şimdi artık hem yeni ölmüş kişilerin ruhlarının sözde şeytan­ laşmasını, hem de yaşayanlar için kendilerini bu ruhlara karşı savunmak zorunluluğunu bize açıklayabilecek olan faktörü öğ­ renmiş bulunuyoruz. llkel insanların duygusal hayatının, tıpkı obsesyonluların psikanaliz tarafından ortaya çıkarılan duygusal hayatı gibi, son derece belirgin bir şekilde ikircikli olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, acı bir kayıptan sonra her ikisinin de bilinçdışında örtük bir halde mevcut bir düşmanlığa karşı aynı tarzda tepki göstermelerinde artık şaşılacak bir yan görmeyiz. Fakat bu son derece acı duygu, ilkel insanlarda, nevrozlularda gördüğümüzden farklı bir akıbete uğrar: dışa yansıtılır, bizzat ölünün kendisine yükletilir. Bu, bir korunma sürecidir ve ge­ rek normal gerekse patolojik psişik hayatta buna biz, yansıtma 95

TOTEM VE TABU

adını veririz. Hayatta kalan, kaybettiği sevgili insana karşı asla düşmanca bir duygu beslememiş olduğunu ileri sürerek kendini savunur; asıl bu kaybettiği kişinin ruhunun bu duyguyu besle­ diğini ve bütün yas dönemi süresince bu duygusunu tatmin et­ meye çalışacağını düşünür. Bu duygusal tepkinin ceza ve vicdan azabı niteliği, kendini korku şeklinde, öz benliğe dayatılan ve düşman şeytana karşı korunma önlemlerinin karakterini belirten birtakım yoksunluklar ve kısıtlamalar şeklinde gösterir (yansıt­ ma yoluyla savunmaya rağmen) . Böylece, tabunun bir duygusal ikirciklik zemini üzerinde doğduğunu ve her ikisi de ölüm ve­ silesiyle ortaya çıkan, bilinçli acı ile bilinçdışı tatmin arasındaki karşıtlığın ürünü olduğunu bir kere daha görüyoruz. Ruhların öfkesinin kaynağı bu olduğuna göre, ölenin en çok sevmiş oldu­ ğu ona en yakın sağların , niçin onun hıncından en çok korkma­ ları gerektiği anlaşılıyor. Tabu buyrukları burada da, tıpkı nevroz semptomlarında ol­ duğu gibi, bir çift anlamlılık gösterirler: bir yandan, empoze et­ tikleri kısıtlamalarla, sevilen bir varlığın ölümünden duyulan acı duygusunu dile getirirken; öbür yandan da, saklamak istedikleri şeyi, yani şimdi bir zorunluluk niteliğine büründürdükleri ölü­ ye karşı düşmanlığı örtülü bir şekilde açığa vururlar. Bazı tabu yasaklarının baştan çıkma korkusuyla açıklandığını görmüştük. Ölü savunmasız olduğundan, insan, ona karşı beslediği düşman­ lık duygusunu tatmin isteğine kapılabilir: işte yasak özellikle bu kapılışı engellemeyi amaçlar. Fakat Westermarck, ilkel insanın şiddetli ölümle doğal ölüm 96

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

arasında hiçbir fark gözetmediğini söylemekte haklıdır. Bilinç­ dışı düşünce için, doğal ölüm de bir şiddet sonucudur: bu gibi durumlarda kötü arzulardır öldüren.48 Sevilen yakın akrabaların (baba, ana, kardeş) ölümüyle ilgili rüyaların kökü ve anlamı ile ilgilenenler, rüya gören kişinin, çocuğun ve ilkel insanın ölüye karşı tamamen aynı tarzda, hepsinde ortaklaşa bulunan duygusal ikircikliğe göre davrandıklarını göreceklerdir. Yukarıda, tabunun, şeytanlardan duyulan korkunun ifadesin­ den başka bir şey olmadığını ileri süren Wundt'un bu anlayışına karşı olduğumuzu söylemiştik. Oysa, şimdi ölülere dair tabuyu, ölünün şeytanlaşan ruhundan duyulan korkuya indirgeyen bir açıklama tarzını benimsiyoruz. Bu bir çelişki gibi görünebilir ama bu çelişkiyi çözmekten daha kolay bir şey olamaz bizim için. Biz, şeytan anlayışım kabul etmekle birlikte, bunu, daha aşağı öğelere indirilemeyecek bir psikolojik öğe olarak görmüş değiliz. Nitekim, şeytanları, sağların ölülere karşı besledikleri düşman­ ca duyguların "yansıtılışları" olarak anlamak suretiyle bu öğenin ötesine nüfuz edebilmiş bulunuyoruz. Bu görüş tarzımızı iyice belirttikten sonra, şimdi bu ikircikli, yani aynı zamanda hem sevgi dolu hem de düşmanca olan duy­ guların, ölüm sırasında eşzamanlı olarak acı ve tatmin şeklinde ortaya çıkmaya, dile gelmeye çalıştıklarım iddia ediyoruz. Bu iki karşıt duygu arasında bir çatışma kaçınılmazdır ve bu duy­ gulardan biri, yani düşmanlık, büyük bölümüyle bilinçdışında olduğundan çatışma ancak iki şiddet derecesinin birbirinden 48

ilerideki üçüncü bölüme bakınız.

97

TOTEM VE TABU

çıkarılması ve aradaki farkın bilinçli olarak kabulüyle çözüm­ lenebilir; tıpkı, sevilen bir kişinin seven kişiye karşı işlediği bir haksızlıktan ötürü bağışlanmasında olduğu gibi. Yaka, psikana­ lizde genellikle yansıtma adı verilen özel bir psişik mekanizma­ nın işe karışmasıyla sonuçlanır çoğunlukla. Hakkında hiçbir şey bilinmeyen ve bilinmek de istenmeyen düşmanlık, iç algıdan dış dünyaya yansıtılır, yani başka birisine yükletilmek üzere onu duyan kişiden sökülüp çıkarılır. Yaşamayan kişiden kurtulmuş olduklarına sevinenler artık biz, yani sağ kalanlar değilizdir; tam tersine, biz onun ölümüne gözyaşları döküyoruz; asıl o, kötü bir şeytan halini almış, bizim felaketimizle eğlenmekte ve bizi yok etmeye çalışmaktadır. Öyleyse , sağların bu düşmana karşı ken­ dilerini savunmaları gerekir. Bunlar, bir iç baskıdan kurtulmuş­ lardır ama kaynağı dışarıda bulunan bir korku ve endişeyle bunu değiş-tokuş etmek pahasına kurtulmuşlardır. Hiç şüphesiz, ölenin kötülük eden bir düşman haline sokul­ masını sağlayan bu yansıtma, ona karşı gerçekten ileri sürülebi­ lecek bazı düşmanca daVTanış örneklerinin anısında kendisine haklılık nedenleri bulabilir: örneğin, sertlik, despotluk, adalet­ sizlik ve en şefkatli insan ilişkilerinde bile bir arkaplanı oluşturan daha birçok kötü niyetli daVTanış gibi. Fakat yansıtma süreciyle şeytanlar yaratılmasında bu etkeni yeter bir neden olarak gör­ mek çok yavan bir açıklamayı benimsemek olur. Artık hayatta olmayanların, sağlıklarında yaptıkları hatalar, sağların onlara düşmanlığını bir dereceye kadar açıklayabilir şüphesiz ama ölü­ lere atfedilen düşmanlığı açıklayamaz; kaldı ki ölüm anı, ölülere 98

TABU VE lKIRCIKLI DUYGULAR

haklı olarak sitem edilmesini gerektirecek davranışların anısını canlandırmak için hiç de uygun bir an değildir. Dolayısıyla, asıl belirleyici etkenin her daim bilinçdışı düşmanlık olduğu gerçe­ ğini görmemezlik edemeyiz. En yakın ve en sevgili akrabalara karşı beslenen bu düşmanca duygular, bu akrabalar hayatta ol­ dukları sürece örtük halde kalabilir, yani doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, herhangi bir ikame şekli altında, bilinçte boy göstermeyebilir. Ama hem sevilip, hem de nefret edilen kişiler öldükten sonra bu durum sürüp gidemez, çatışma mutlaka kes­ kin bir karakter alacaktır. Aşın sevgiden doğan acı, bir yandan, örtük haldeki düşmanlığa karşı gittikçe daha çok isyan ederken, öbür yandan da, bu düşmanlığın bir tatmin duygusu doğurdu­ ğunu kabul etmekten kendini alıkoyamaz. Bilinçdışı düşmanlı­ ğın yansıtma yoluyla geri itilmesi ve bununla birlikte şeytanlar tarafından cezalandırılma korkusunu dile getiren seremonilerin ortaya çıkması, işte böyle gerçekleşir. Ölüm anından uzaklaşıldı­ ğı ölçüde, çatışma giderek keskinliğini yitirir ve bunun sonucu olarak da ölülerle ilgili tabu zayıflar ya da hatta unutulur.

4

Ölülere dair son derece öğretici tabuların dayandıkları zemi­ ni böylece araştırıp inceledikten sonra, elde ettiğimiz sonuçlara, genel olarak tabunun anlaşılması bakımından çok önemli olabi­ lecek bazı düşünceler eklemek istiyoruz. Ölü tabuları için karakteristik olan, bilinçdışı düşmanlığın 99

TOTEM VE TABU

şeytanlar üzerine yansıtılışı, ilkel insanın psişik hayatının olu­ şumunda son derece etkili olduğunu söylememiz gereken daha birçok benzer süreçten sadece bir tanesidir. Bizi ilgilendiren durumda yansıtma, duygusal bir çatışmayı çözümlemeye yarar ve sonunda nevroza varan daha birçok psişik durumda da aynı rolü oynar. Fakat yansıtma yalnızca bir savunma aracı değildir; çatışmanın sözkonusu olmadığı başka bazı hallerde de görülür. lç algıların dışa yansıtılması, örneğin, duyusal algılarımızın da kendisine bağlı bulunduğu ilkel bir mekanizma olup, dolayısıy­ la, dış dünyayı tasavvur ediş tarzımızda esaslı bir rol oynar. He­ nüz yeterince aydınlatılamamış bazı hal ve şartlarda, duygusal ve entelektüel süreçlere ait iç algılarımız, tıpkı duyusal algılar gibi, dışa yansıtılır ve iç dünyamızın sınırları içinde kalacak yerde dış dünyanın formasyonunda kullanılır. Genel olarak, bu belki de açıklamasını şu olayda bulur: başlangıçta dikkat iç dünya üze­ rinde değil, fakat dış dünyadan gelen uyarılar üzerinde çalışır ve biz, iç psişik süreçlerimizden yalnızca haz ve acı duyumlarıyla haberdar oluruz. Ancak soyut bir dilin meydana gelmesinden sonradır, ki insanlar, sözlü tasavvurların duyusal kalıntılarını iç süreçlere bağlayabilir hale gelmişler ve ancak o zaman yavaş ya­ vaş bu iç süreçleri algılamaya başlamışlardır. llkel insanlar işte böylelikle iç algılarını dışarıya yansıtarak, kafalarındaki dünya imajını meydana getirmişlerdir. Bizim görevimiz, bu imajı, psi­ kolojik terimlerden yararlanarak ve iç hayata dair edinmiş oldu­ ğumuz bilgileri kullanarak, tekrar eski yerine koymaktır. insanın kötü eğilimlerinin dışa yansıtılması ve şeytanlara 100

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

yüklenmesi, "animist dünya görüşü" diyebileceğimiz bir siste­ mi meydana getirir. Bundan sonraki bölümde bu sistemin psi­ kolojik niteliklerini ortaya koyacağımız gibi, bunları açıklamak amacıyla nevrozlarda rastladığımız sistemlerin tahlilinde bazı dayanak noktaları bulmaya çalışacağız. Bu nedenle, şimdilik bü­ tün bu sistemlerin, rüya içeriklerinin "ikincil yorumlanışı" adını verdiğimiz bir şeyde prototipini bulan bir mekanizma sayesinde meydana geldiğini söylemekle yetineceğiz. Şunu da unutmaya­ lım ki, sözkonusu sistem oluştuğu andan itibaren, bilincin hük­ müne tabi her eylem, iki yön izleyebilir: bir sistematik yön, bir de bilinçsiz fakat gerçek yön. 49 Wundt50 şöyle bir olayı belirtiyor: "Bütün kavimlerin mitosla­ rında cinlere atfedilen işler arasında kötüler daima iyilerden çok daha fazladır. Buradan açıkça görülüyor ki, kavimlerin inanç­ larında kötü cinler iyi cinlerden daha eskidir. " Şeytan fikrinin, genellikle , ölülerle sağlar arasında var olan son derece anlamlı ilişkilerden kaynaklanmış olması pek mümkündür. Bu ilişkilerin özünde bulunan ikirciklik, insanlığın gelişme seyri boyunca, aynı kaynaktan çıkar fakat karşıt iki akımda kendini gösterir: bir yan­ da şeytan ve hortlak korkusu; diğer yanda , atalar kültü. 51 Şeytan49

ilkel insanların yaratıcı yansıtmaları, şairlerin, ruhlarında mücadele eden karşıt eğilimleri otonom bireyler halinde dışsallaştırmaları demek olan kişi­ leştirmeyle bir yakınlık gösterir.

50

Mythı.ıs ı.ınd Religion,

51

Yetişkinliklerinde ya da çocukluklarında hortlak korkusuna tutulmuş

il, s. 1 29.

nevrozlu kişiler üzerinde yapılan psikanalitik incelemelerde, çogu zaman, büyük bir güçlükle karşılaşılmaksızın, bunca korkulan bu hortlakların as101

TOTEM VE TABU

!arın daima yeni ölmüş kimselerin ruhları olarak anlaşıldığı mu­ hakkaktır. Şeytanlara olan inancın oluşmasında yasın oynadığı rol bunun itiraz götürmez kanıtıdır. Yasın belli bir psişik görevi olup, bu görev bir yanda ölülerle, diğer yanda da sağların anıları ve umutları arasında bir aynın kurmaktır. Bu sonuç bir kere elde edildi mi, artık acı diner ve onunla birlikte vicdan azapları, nef­ sin kendi kendisine ettiği sitemler ve dolayısıyla, şeytan korkusu da geçer. O zaman, daha önce birer şeytan sayılıp korkulmuş olan ruhlar, daha dostça duygulara konu olurlar ve her fırsatta yardımlarına başvurulan atalar olarak tapınılırlar. Sağlarla ölüler arasında var olan ilişkilerin gelişme seyrini iz­ leyecek olursak, bu ilişkilerdeki ikircikliğin zamanla önemli öl­ çüde azaldığını görürüz. Günümüzde, ölülere karşı hala sürüp giden bilinçdışı düşmanlığı, pek büyük bir psişik çaba harcama­ dan kolayca bastırmak mümkündür. Vaktiyle tatmin olunmuş kinle ıstıraplı sevgi arasında savaş olan yerde, bugün, eski bir sözün dediği gibi de mortuis nil nisi bene isteyen bir sofuluk, ka­ panan bir yara izi gibi uzanıyor. Artık yalnızca nevrozlular bir yakınlarını kaybetmenin acısını obsesif öz-suçlama nöbetleri ha­ linde duymakta ama psikanaliz onların bu nöbetlerinde geçmişin duygusal ikircikliğinin izlerini keşfetmektedir. Bu değişikliğin ne şekilde meydana geldiğini, doğal bir dönüşümün ve aile ilişiklelında onların ana-babalarından başkası olmadığı görülür. Bu konuda, P. Haeberlin'in, Sexualgespensıer başlıklı incelemesine bakınız (Sexualproble­

me, Şubat 1 9 1 2); aslında ölmüş bir baba sözkonusu olmakla birlikte, hort­ lak erotik bir nüans taşıyan bir başka kişi halinde tasavvur edilmektedir. 1 02

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

rindeki gerçek bir iyileşmenin bunda ne gibi bir payı bulunduğu­ nu araştırmanın yeri burası değil. Fakat şurası kesin olarak kabul edilebilir ki, ilkel insanın psişik hayatında ikirciklik, günümüz uygar insanının hayatına oranla sonsuz derecede daha büyük bir rol oynar. Bu ikirciklik azalışının dolaysız sonucu , çatışan iki eği­ lim arasındaki· uzlaşmanın belirtisinden başka bir şey olmayan tabunun giderek kaybolması olmuştur. Aynı zamanda hem bu mücadeleyi hem de bundan çıkan tabuyu tekrarlamak zorunda kalan nevrozlulara gelince , bunların atavistik bir kalıntıyı temsil eden arkaik bir yapıyla doğmuş olduklarını ve bu atavistik kalın­ tının uygarlık hayatı kurallarının gerektirdiği üzere bastırılması işinin, onlar için muazzam bir psişik enerji harcanmasına mal olduğunu söyleyeceğiz. Burada, Wundt'un, tabu kelimesinin çifte anlamına -kutsal ve kirli- dair verdiği belirsiz ve kafa karıştırıcı bilgileri (daha önceki sayfalara bakınız) hatırlamamız yerinde olacak. Başlan­ gıçta, diyor Wundt, tabu kelimesi ne kutsal ne de kirli anlamına geliyordu: yalnızca, şeytanca olan şeyi, dokunulmaması gereken şeyi gösteriyordu. Böylece , Wundt, bu iki kavram için de ortak­ laşa olan önemli bir karakteri belirtmiş oluyor ki, bu da, ona göre, başlangıçta bu iki alan arasında bir yakınlık, hatta bir iç içe geçme sözkonusu olduğunu ve bunun ancak yavaş yavaş ve çok sonra yerini farklılaşmaya bıraktığını kanıtlar. Wundt'un anlayışı böyle . Oysa bizim tahlilimiz, Wundt'un anlayışının aksine ,

tabu

kelimesinin başlangıçtan

itibaren

Wundt'un sözünü ettiği çifte anlamı taşıdığı , belli bir ikircikliği 103

TOTEM VE TABU

ve bu ikirciklikten çıkan ya da ona bağlı olan her şeyi göstermeye yaradığı sonucunu çıkarmamıza olanak vermektedir. Tabu keli­ mesinin kendisi ikircikli bir kelimedir ve biz şuna inanıyoruz ki, bu kelimenin anlamı eğer iyice belirlenmiş olsaydı, bizim ancak uzun araştırmalardan sonra elde edebildiğimiz sonucu, yani tabu yasağının bir duygusal ikirciklik ürünü olarak anlaşılması gerek­ tiği sonucunu, kolayca çıkarmak mümkün olurdu. En eski diller üzerinde yapılan incelemeler, vaktiyle her biri karşıt iki kavramı ifadeye yarayan ve belli bir anlamda, belki de tabu kelimesiyle tamamen aynı anlamda ikircikli olan bu tür birçok kelime bu­ lunduğunu bize göstermiştir.52 llk baştaki iki anlamlı kelimede meydana gelen bazı fonetik değişiklikler, daha sonra, bu keli­ mede bir arada bulunan iki karşıt anlamdan her biri için ayn bir sözlü ifadenin ortaya çıkmasına hizmet etmiş olmalıdır. Tabu kelimesinin kaderi farklı olmuştur: ifade ettiği ikircikli­ ğin önemi gitgide azaldığından, sonunda bu ve buna benzer ke­ limeler kelime dağarcığından tamamen silinip gitmiştir. Bu kav­ ramın uğradığı akıbetin büyük bir tarihsel değişiklikle bağlantılı olduğunu ve başlangıçta, büyük bir duygusal ikirciklik karakteri taşıyan belli bazı insan ilişkilerini ifadeye yarayan bu kelimenin, sonralan başka bazı benzer ilişkileri ifade etmeye başladığım ile­ ride birgün göstermek imkanına kavuşacağımı umuyorum. Eğer yanılmıyorsak, tabunun doğasının tahlili , bizim ahlaki bilinç (vicdan) dediğimiz şeyin doğasına ve kaynağına da bir 52

M . Abel'in Gegensinn der Urworte adlı eserine dair makaleme bakınız. "Jahr­ buch psyhoanalty und psychopathol. Forschungen" cilt 1, 1 9 1 0. 1 04

TABU VE IKIRCIKLI DUYGULAR

miktar ışık tutacak niteliktedir. Kavramları zorlamaya hiç gerek kalmaksızın, bir tabunun çiğnenmesinden doğan tabu azabından (vicdan azabı), bir tabu vicdanından (bilinç) söz edilebilir. Tabu azabı, herhalde vicdan azabının, genel olarak da vicdanın en eski şeklidir. Peki "vicdan" (ahlaki bilinç) nedir? Dil, bize vicdanın (ahlaki bilincin) en kesin şekilde bilinen şey için kullanıldığını gösteri­ yor. Hatta, bazı dillerde ahlaki bilinçle (vicdan) bilgi anlamına gelen bilinç arasında pek bir fark yoktur. Ahlaki bilinç, duyduğumuz bazı isteklerin kabul edilmeyişi­ nin, reddinin içten algılanmasıdır. Şüphesiz, herhangi bir nede­ ne dayanmak gereğini duymayan, kendi kendisinden emin bir reddediştir bu. Bir kabahatin bilincine varıldığında, yani bazı isteklerin etkisiyle bazı işleri yaptığımızı kendi içimizde algıla­ dığımız ve mahkum ettiğimiz zaman, yukarıdaki nitelik kendini daha belirgin bir şekilde gösterir. Bu mahkum edişin herhangi bir nedene dayandırılması gereksiz görünür: bir ahlaki bilince sahip her kişi, bu mahkum edişin haklılığını kendi içinde duy­ mak, ister kendisinde ister başkalarında gördüğü bazı davranış­ ları içten bir kuvvetle yermeğe itilmek zorundadır. llkel insanın tabu karşısındaki tavrının niteliği de budur işte . Tabu , ilkel in­ sanın ahlaki bilincinin (vicdanın) bir buyruğu olup, çiğnenme­ si, kaynakları bakımından doğal olduğu kadar bilinmez de olan korkunç bir suçluluk duygusuna yol açar.53 53

Burada iki olay arasında paralellik kurmak ilginç olacaktır: tabuda suçluluk bilinci, tabu bilinçsiz olarak çiğnense bile asla azalmaz (önceki sayfalara

105

TOTEM VE TABU

Demek oluyor ki ahlaki bilinç de, büyük bir ihtimalle, duy­ gusal ikirciklik zemini üzerinde meydana geliyor. Bu ikircikliğin damgasını taşıyan bazı insan ilişkilerinden doğan ahlaki bilinç, tabu ve obsesif nevroz için tespit etmiş olduğumuz aynı şartlara dayanır, yani karşıtlığın iki haddinden biri, diğeri tarafından bi­ linçdışına itilip orada kalır, öbürü ise bir saplantı gücü halinde bilince vurur. Nevroz vakalarının tahlilinden edindiğimiz birçok veri, bu sonucun doğruluğunu göstermiş bulunuyor. Gerçekten de, her şeyden önce, saplantılı kişinin, birtakım marazi kurun­ tulardan mustarip olduğunu görürüz. Bilinçdışında pusuda bek­ leyen baştan çıkma eğilimine karşı hastanın gösterdiği tepkinin belirtileri olarak ortaya çıkan bu marazi kuruntular, hastalık iler­ ledikçe heybetini arttırarak sonunda hastayı, kefaret kabul etmez saydığı bir suçun ağırlığı altında ezer. Hatta şunu bile demeyi göze alabiliriz ki, eğer saplantılı nevroza dair inceleme ve araş­ tırmalarımız ahlaki bilincin kaynağını keşfetmemizi mümkün kılmasaydı, bunu keşfedebilmek umuduna ebediyen veda etme­ miz gerekirdi. Şimdi, biz bu kaynağın bilgisini nevrozlu kişide buluyoruz ve günün birinde kavimler hakkında da aynı sonuca varabileceğimizi umuyoruz. Dikkatimizi çeken diğer bir husus da, ahlaki bilincin, sıkın­ tı ve endişeyle, büyük bir yakınlık göstermesidir. Ahlaki bilinç için, hiç tereddütsüz, "mustarip bilinç" diyebiliriz. Şimdi, sıkıntı bakınız) ve eski Yunan mitolojisinde Oedipus'un suçu, failinin haberi ol­ maksızın, onun iradesi dışında işlenmiş olmasına rağmen, yine de ağır bir suç olarak kalır. 1 06

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

ve endişenin, bilinçdışından kaynaklandığını biliyoruz. Nevroz­ luların psikolojisi, arzular geri tepmeye uğradığında, nevrozlu­ ların libidosunun sıkıntı ve endişeye dönüştüğünü göstermiştir. Bu vesileyle hatırlatalım ki, ahlaki bilinçte bilinmeyen ve bilinç­ dışı olan bir şey de vardır: geri tepmenin, bazı arzuları reddetme­ nin nedenleri; işte, ahlaki bilincin sıkıntılı ve endişeli karakterini belirleyen, bu bilinmeyendir, bu bilinçdışıdır. Bir tabu, en başta birtakım yasaklar halinde ortaya çıktığı za­ man, bu tabunun, doğuşunu kendisine borçlu olduğu bazı po­ zitif arzulara hitap ettiği, nevrozlularla yapılacak bir analojiden alınma kanıtlarla doğrulanmasına hiç gerek olmayan apaçık bir olgu olarak kabul edilebilir. Hiç kimsenin yapmayı arzu etmediği bir şeyi yasaklamanın bir gereği olamaz ve kesinkes yasaklanan bir şeyin mutlaka arzulanan bir şey olması gerekir. Bu muhake­ me tarzını ilkel insanlara uygulayacak olursak, onların, sürekli olarak, krallarını ve rahiplerini öldürmek, ensest ilişkiye girmek, ölülerine kötü davranmak hevesinin etkisi altında bulundukları sonucuna varmamız gerekir. Böyle bir şey pek akla yakın görün­ müyor. Hele ahlaki bilincimizin (vicdanımızın) sesini açık seçik duyduğumuza inandığımız bazı hallere uyguladığımızda; bu for­ mül bize büsbütün saçma gelir. O zaman, hiç kimseyi öldürme­ yeceksin gibisinden emirleri çiğnemek için içimizde en ufak bir heves bile duymadığımızı tam bir güvenle söyleriz ve böyle bir emri çiğneme fikri bile bize dehşet ve tiksinti verir. Fakat vicdanımızın bu hükmüne vicdanımızın kendi verdiği değeri verecek olursak, genel olarak emir, yani hem tabu yasağı 1 07

TOTEM VE TABU

hem de ahlaki emir gereksiz hale geldiği gibi, ahlaki bilinç olgu­ sunun kendisi de açıklanamadan kalır ve aynı zamanda ahlaki bilinçle tabu ve nevroz arasındaki ilişkiler de elimizden kaçar. Problemin çözümünde psikanalitik görüşleri kullanmayı redde­ denlerin durumunda kalırız. Fakat psikanalizin, özellikle sağlıklı kişilerin rüyalarını tahlil yoluyla ortaya çıkardığı gerçeği, yani öldürmek hevesinin biz­ de sandığımızdan daha güçlü olduğunu ve bilincimizden kaç­ masına rağmen bazı psişik etkiler halinde kendini göstermekten geri kalmadığını göz önüne alır ve ayrıca, nevrozlularda görülen saplantılı yasakların, gittikçe artan bir kuvvetle öldürmek hevesi duydukları için, kendi kendilerine karşı aldıkları bazı önlemler­ den, kendi kendilerine verdikleri bazı cezalardan başka bir şey olmadığını kabul ederesek -ki kabul etmek için bütün nedenler vardır- o zaman yukarıdaki formülü, yeni bir yorumdan geçi­ rerek tekrar ele alabiliriz: nerede bir yasak varsa, orada buna neden olan bir arzu, itiraf edilmeyen ve bilinçdışında kalan bir tamah vardır. Kabul etmemiz gerekir ki, bu öldürmek eğilimi bilinçdışında gerçekten bulunmaktadır ve ahlaki emir gibi tabu da, asla gereksiz bir şey olmayıp, açıklanışını ve doğrulanışını öldürme içgüdüsü karşısındaki ikirciklikli tavırda bulur. Bu ikircikli tavrın esas kabul ettiğimiz niteliği, yani pozitif ar­ zunun bilinçdışı olması , önümüzde yeni ufuklar, yeni açıklama imkanları açmaktadır. Bilinçdışına ait psişik süreçler, bilinçli ha­ yatımıza ait psişik süreçlerle her bakımdan aynı olmaktan uzak olup, bu sonrakilerde bulunmayan bazı önemli serbestliklerden 108

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

yararlanırlar. Bilinçdışı bir dürtü mutlaka kendisini gösterdiği yerde doğmuş değildir; tamamen farklı bir kaynaktan gelebilir, başlangıçta başka insanlarla ve başka ilişkilerle ilgili olabilir ve halen onu görmekte olduğumuz yere, bazı yer değiştirme meka­ nizmaları sayesinde gelmiş bulunabilir. Bundan başka, bilinçdışı süreçlerin yok edilemezliği ve düzeltilemezliği nedeniyle, şart­ larına uygun düştüğünü söyleyebileceğimiz bir dönemden, aca­ yip ve uygunsuz görüneceği bir başka döneme ve başka şartlara intikal etmiş bulunabilir. Bütün bunlar bazı endikasyonlardan ibarettir ama her özel duruma titizlikle uygulanmaları halinde, uygarlığın gelişim talihine tutacakları ışık, ne derece önemli ol­ duklarını gösterecektir. Bu düşüncelere son vermeden önce , bundan sonraki araştır­ malarımıza bir hazırlık olmak üzere bir noktayı belirtmek istiyo­ ruz. Tabu yasağı ile ahlaki emrin öz bakımından aynı olduğunu söylemekle birlikte, bu ikisi arasında bir psikolojik farkın varlığı­ nı da görmüyoruz. Eğer ahlaki emir artık tabu şeklini almıyorsa, bunun nedeni yalnızca ikircikliğin şartlarında ve özelliklerinde meydana gelen bir değişiklikte aranmalıdır. Şimdiye kadar, tabu olguların psikanalitik incelenmesinde , bu olgularla nevrozluların gösterdikleri belirtiler arasındaki ben­ zerlikleri kendimize kılavuz yaptık. Ancak unutmamamız gere­ kir ki tabu bir nevroz değil, bir toplumsal oluşumdur. Şu halde , nevrozla tabuyu birbirinden ayıran ilke farkının ne olduğunu göstermemiz gerekir. Bu konuda da, hareket noktası olarak tek bir olayı alacağım. 1 09

TOTEM VE TABU

Bir tabuyu çiğnemenin müeyyidesi, bir ceza, çoğu kere de ağır bir hastalık ya da ölümdür. Cezayı görecek olan, yalnızca tabu yasağını çiğneyen kişidir. Obsesif nevrozda ise durum bambaş­ kadır. Hasta, yasak olan bir şeyi yapmaya kalkıştığında, cezadan kendisi için değil fakat başka birisi için korkar. Bu başka birisi hakkında herhangi bir kesin bilgi vermez ama analiz, bu başka­ sının hastaya çok yakın ve onun tarafından çok sevilen kişiler­ den biri olduğunu ortaya koyar. Demek oluyor ki bu durumda nevrozlu diğerkam, ilkel insan ise bencilce davranmaktadır. llkel insanlar, ancak bir tabunun çiğnenmesi otomatik olarak ve ken­ diliğinden bir cezaya yol açmadığı zaman, bir tehlike karşısın­ da bulunduklarına dair içlerinde kolektif bir duygu uyandığını hissederler ve kendiliğinden meydana gelmeyen cezayı vermek için hemen harekete geçerler. Bu dayanışmanın mekanizmasını kolayca açıklayabiliriz. Emsalin yayılacağından, taklit hevesin­ den, yani tabunun bulaşıcı doğasından duyulan korku devreye girmiştir. Şayet bir kimse , içe tepilen bir arzuyu tatmin etmeyi başarırsa, topluluğun bütün diğer üyeleri de aynı şeyi yapma he­ vesine kapılabilirler; bu hevesi bastırmak için, duyduğu tatminle kıskançlık uyandıran kişinin bu cüretini cezalandırmak gerekir. Ve çoğu zaman ceza, onu verenler için bir kefaret örtüsü altında aynı kirli eylemi bizzat işlemek fırsatı yaratır. lnsanoğlunun ceza isteminin temel ilkelerinden biridir bu ve hiç şüphesiz, suç işle­ yen kişinin içe tepilmiş arzularıyla, hakarete uğrayan toplumun öcünü almakla görevli kişilerin içe tepilmiş arzularının aynı ol­ masından kaynaklanır. 1 10

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

Psikanaliz bu konuda, hepimizin birer büyük günahkar ol­ duğunu iddia eden sofu kişilerin fikrini doğruluyor. Peki şimdi, kendisi için değil de, sırf o sevdiği kişi için endişelenip korkan nevrozlunun bu beklenmedik yüce gönüllülüğünü nasıl açıklaya­ cağız? Analitik inceleme , bu yüce gönüllülüğün asılsız olduğunu gösteriyor. Rahatsızlığının başlangıcında, hasta, tıpkı ilkel insan gibi ceza tehdidinden kendi benliği bakımından korkar, kendi hayatı için titrer ve ancak bir süre sonradır ki ölüm korkusu bir başka kişi üzerine doğru yer değiştirir. Oldukça karmaşık bir süreç olmakla birlikte , bunu bütün evreleriyle kavrayabiliyoruz. Yasağın temelinde genellikle, kötü bir arzu, sevilen bir kişinin ölmesi dileği bulunur. Bu arzu, bir yasakla tepilip bastırılmıştır. Fakat bu yasak, bir yer değiştirme sonucu olarak sevilen kişiye karşı düşmanca -ve yapıldığı takdirde cezası ölüm olan- dav­ ranışın yerini alan başka bir davranışa bağlanır. Bundan sonra, bu süreç bir gelişme daha gösterir ve bunun sonucunda, sevi­ len kişinin ölmesi dileğinin yerini bu kez bu kişinin öldüğünü görmek korkusu alır. Demek oluyor ki nevrozlunun gösterdiği şefkat dolu diğerkamlık, temelde bulunan, kaba ve acımasız bir bencillikten ibaret olan karşıt tavrı dengelemekten başka bir şey yapmamaktadır. Başka kişilerle ilgili olup içine hiçbir cinsel öğe karışmayan duygulara toplumsal duygular diyecek olursak, bu toplumsal etkenlerin yok olup gitmesinin, nevrozun temel nite­ liklerinden birini, daha ileri bir aşamada bir çeşit aşırı dengele­ meyle [sur-compensation] maskelenen bir niteliğini oluşturduğu­ nu söyleyebiliriz. 111

TOTEM VE TABU

Bu toplumsal eğilimlerin kaynağı ve insanın diğer temel eği­ limleriyle ilişkileri üzerinde sözü daha fazla uzatmadan, nevrn­ zun ikinci temel niteliğini bir örneğe dayanarak belirtmek istiyo­ rum. Tabu, dış görünüşleri bakımından, nevrozlulardaki dokun­ ma fobisiyle büyük benzerlik gösterir. Şimdi, dokunma fobisinde genellikle cinsel temas yasağı sözkonusudur ve psikanaliz, nev­ rozda kayma, yer değiştirme geçiren eğilimlerin genellikle cinsel kökenli eğilimler olduğunu göstermiştir. Tabuda, yasak temas sadece cinsel bir anlam taşımaz: kendi kişiliğini ileri sürmek, da­ yatmak, övmek de yasaktır. Kabile şefine ya da onun temas etmiş olduğu nesnelere dokunma yasağında gözetilen amaç, başka za­ manlarda şefin yakından gözetilmesi ve hatta taç giymeden önce bedence ağır muamelelere uğratılması (önceki sayfalara bakınız) şeklinde tezahür eden bir içgüdüyü engellemektir. Demek olu­ yor ki cinsel eğilimlerin toplumsal eğilimlere üstün gelmesi, nev­ rozun karakteristik niteliğini oluşturur. Fakat toplumsal eğilim­ lerin kendileri de, bencil ve erotik öğelerin karışımından başka bir şeyden doğmuş değildirler. Tabu ile obsesif nevroz arasındaki bu son kıyaslama, çeşitli nevroz şekilleriyle toplumsal oluşumlar arasındaki ilişkileri ol­ duğu kadar nevrozluların psikolojisini incelemenin, uygarlığın gelişme seyrinin anlaşılması bakımından ne derece önemli oldu­ ğunu da gösteriyor. Nevrozlar, bir yandan, sanat, din ve felsefe alanlarındaki bü­ yük toplumsal verimlerle derin ve çarpıcı analojiler göstermekte; diğer yandan da, bu büyük toplumsal verimlerin deformasyon1 12

TABU VE iKiRCiKLi DUYGULAR

lan halinde ortaya çıkmaktadırlar. Bir hislerinin, deformasyona uğramış bir sanat eseri; obsesif nevrozun, deformasyona uğramış bir din; paranoyak hezeyanın da, deformasyona uğramış bir fel­ sefe sistemi olduğunu aşağı yukarı söyleyebiliriz. Bu deformas­ yonlar, son tahlilde , nevrozların toplumsal formasyonlar olması, toplumun kolektif bir çalışmayla gerçekleştirdiği bir şeyi bazı özel araçlarla gerçekleştirmeye çalışmaları ile açıklanır. Nevroz­ ların temelinde bulunan eğilimler tahlil edildiğinde, cinsel itici etkilerin bunlarda kesin bir rol oynadığı; yukarıda sözü geçen toplumsal formasyonların ise, bencil faktörlerle erotik faktörle­ rin birleşmesinden doğan bazı eğilimlere dayandıktan görülür. Cinsel ihtiyaç, konuşma ihtiyacı gibi, insanları birleştirmekten yana güçlü değildir; cinsel tatmin her şeyden önce özel , bireysel bir iştir. Genel olarak, nevrozun asosyal doğası, tatmin sağlayamayan gerçekten kaçıp çekici vaatlerle dolu bir hayal dünyasına sığın­ maktan ibaret olan asli eğiliminden doğar . Nevrozlunun kaçtığı bu gerçek dünya, kolektif emekle yaratılmış bütün kurumlarıyla hükmünü yürüten insan toplumudur. Nevrozlu, bu gerçeğe sır­ tını çevirerek kendini insan camiasının dışına atar.

1 13

III. BÖLÜM

ANİMİZM, BÜYÜ VE FİKİRLERİN MUTLAK GÜCÜ

1

Psikanalizin görüşlerini manevi bilimlere uygulamak yolun­ daki bütün çalışmalar için, bu iki alanda da okura yetersiz bilgi­ ler vermekten öteye gidememek kaçınılmaz bir kusurdur. Onun için, bu çalışmalar, uzmanları teşvik etmekle, onlara araştırma­ larında kullanabilecekleri bazı fikirler telkin etmekle yetinirler. Ne var ki animizm adı verilen muazzam bir alanı kucaklamaya çalışan bir bölümde, sözünü ettiğimiz bu kusur kendisini daha da şiddetle hissettirecektir. 1 Kelimenin dar anlamıyla, animizm, ruh hakkındaki tasavvur­ larla ilgili bir teoridir; geniş anlamda ise, genel olarak spiritü­ el varlıklarla ilgilidir. Ayrıca, bir de animatizm vardır ki, cansız doğanın canlandırılması, canlı görülmesi doktrinidir ve anima­ lizm ile manizm de buna bağlıdır. Önceleri belli bir felsefe sisteEldeki malzemeyi yoğunlaştırarak kullanmak zorunlulugu az çok ayrıntı­ lı bir bibliyografya sunmaktan da vazgeçmeyi gerekli kılıyor. Bunun için, Herbert Spencer, J-G. Frazer, A. Lang, E. B. Tylor ve W. Wundı'un bilinen eserlerini hatırlatmakla yeıinecegim. Animizm ve büyıiye dair bütün bil­ gileri bu kaynaklardan aldım. Yazarın kişiliği, malzemelerin seçiminde ve bunların onda uyandırdıgı fikirlerde kendisini belli eder. 1 14

ANiMiZM. BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

mini adlandırmakta kullanılan bu terim, şimdiki anlamını E.B. Tylor'dan almış görünüyor.2 Bütün bu terimlerin ortaya atılmasının nedeni, bilinen, kay­ bolmuş ya da hala var olan birçok ilkel kavmin son derece garip ve ilginç doğa ve dünya anlayışlarına dair elde edilen bilgilerdir. Bu anlayışa göre dünya, insanlara iyilik ya da kötülük yapmak isteyen çok büyük sayıda tinsel varlıkla doludur. llkel insanlar, doğada olup biten her şeyin nedenini bu tinlere ve şeytanlara atfederler ve bu varlıkların yalnız hayvanlarla bitkileri değil fakat cansız gibi görünen nesneleri de canlandırdıklarını düşünürler. Bu "doğa felsefesi"nin belki de en önemli bir üçüncü öğesi, bizim için en az çarpıcı olanıdır; çünkü tinlerin varlığını bugün artık hiç kabul etmesek ve doğal süreçleri kişiliksiz fiziksel güçlerin etkisiyle açıklasak bile, bize büsbütün yabancı olmayan bir öğe­ dir bu. llkel insanlar, insanların da aynı şekilde "canlandırılmış" olduklarına inanırlar. Onlara göre, insanların içinde de ruhlar vardır ve bu ruhlar bulundukları yerden ayrılıp başka insanla­ rın içine girebilir. Bu ruhlar, tinsel faaliyetlerin kaynağı olup bir dereceye kadar "beden"lerden bağımsızdırlar. tık başta, ruhlar, kişilere benzer şeyler olarak tahayyül edilmekteydiler ve ancak uzun bir gelişme süreci sonunda her türlü maddi öğeden soyut­ lanarak, çok yüksek bir "tinselleşme" derecesine erişmişlerdi. 3 Çoğu yazar, ruhlara dair bu tasawurların, animist sistemin Primitive Culture, cilt 1, s. 425, b. bas.- 1 903. W. Wundt, My­ thus und Religion, cilt i l , s. 173, 1 906. Wundt, a.g.e., böl. lV, Die Seelenvorstellungen.

E. B. Tylor,

115

TOTEM VE TABU

ilk çekirdeğini oluşturduğunu, tinlerin bağımsızlaşan ruhlardan başka bir şey olmadığını, hayvan, bitki ve eşya ruhlarının da tıp­ kı insan ruhlarına benzer şekilde düşünüldüğünü kabul ediyor. Animist sistemin dayandığı bu dikkat çekici düalist görüş­ ler acaba nasıl oluyor da ilkel insanların kafasında doğabiliyor? Bunu sağlayan şeyin, uyku (onunla birlikte rüya) ve uykuya çok benzeyen ölüm olayları üzerindeki gözlemlerle, herkesçe gayet iyi bilinen bu durumları açıklama çabaları olduğu düşünülüyor. Bu teorinin çıkış noktası, en başta ölüm problemi olsa gerektir. tlkel insanın gözünde, hayatın sürekliliği, ölümsüzlük tamamen doğal bir şeydi. Ölüm tasavvuru ancak daha sonra meydana gel­ miş ve tereddütle benimsenebilmiştir. Bizim için bile ölüm, içe­ rikten yoksun ve realize edilmesi güç bir şeydir. Animist teori­ lerin kotarılmasında başka gözlem ve deneyimlerin, örneğin, rü­ yada görülen hayallerin, gölgelerin ve aynada yansıyan imajların oynayabileceği role gelince , bu tartışmalı bir konu olup henüz kesin bir sonuca ulaşılmamıştır.4 tlkel insanın, düşüncesine kendilerini dayatan olguların et­ kisine, kafasında oluşan ruh tasavvurlarıyla tepki vermesi tama­ men doğal ve anlaşılır bir olaydır. Wundt , bu konuda, aynı ruh tasavvurlarına çok çeşitli kavimlerde ve devirlerde rastlandığını söylüyor ve ekliyor: bu tasavvurlar "mitos yaratıcı bilincin zorun­ lu bir psikolojik eseridir ve ilkel animizmin insanlığın doğal haliBu konuda Wundt ve Spencer'in çalışmalarının yanı sıra, Encyclopedicı

Britcınniccı'nın ( 1 9 1 1 ) özlü maddelerine ("Animizm", "Mitoloji" vb.) de başvurulmalıdır. 1 16

ANiMiZM. l:IÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

nin -bizce gözlenebildiği ölçüde doğal halinin- tinsel bir ifadesi sayılması gerekir."5 Vaktiyle , Hume da Dinin Dogal Tarihi'nde cansız olanın canlılaştırılmasını doğru ve haklı bulmakta ve şöyle demekteydi: "İnsanoğlunda, bütün diğer varlıkları insana benzer şekilde düşünmek ve alışık olup çok yakından bildiği bütün ni­ telikleri nesnelere atfetmek yönünde evrensel bir eğilim vardır."6 Animizm bir düşünce sistemidir; yalnız şu ya da bu özel ol­ guyu açıklamakla kalmayıp, dünyayı belirli bir noktadan geniş bir bütün halinde kavramayı mümkün kılar. Yazarlara göre, insanlık, çağlar boyunca art arda böyle üç düşünce sistemi, üç büyük dünya görüşü tanımıştır: animist (mitolojik) görüş, din­ sel görüş ve bilimsel görüş. Bütün bu sistemler içinde animizm, belki de en mantıklı ve en tam olanı, dünyanın özünü , hiçbir şeyi karanlıkta bırakmamacasına açıklayanıdır. Oysa , insanlığın bu ilk dünya görüşü psikolojik bir teoridir. İster gücünü kaybet­ miş batıl inançlar şeklinde olsun, ister dilimizin, inançlarımızın ve felsefemizin yaşayan canlı tortusu halinde olsun, bu teoriden bugün nelerin hala varlığını sürdürmekte olduğunu göstermeye kalkışmak amacımızı aşan bir iş olur. İşte, birbirini takip eden bu üç ayrı dünya görüşü göz önün­ de tutularak, animizmin, kendisi de henüz bir din olmamakla birlikte , daha sonra ortaya çıkacak bütün dinlerin ön şartlarını özünde taşıdığı söylenmektedir. Mitosların da animist öğelere dayandıkları apaçık ortadadır . Fakat mitoslarla animizm arasın5

A.g.e., s. 1 54. Alıntı için bkz. Tylor, Primitive Culture, 1, 1 17

s.

477.

TOTEM VE TABU

daki mevcut ilişkilerin ayrıntıları, bazı temel noktalarda henüz aydınlatılabilmiş değildir.

2

Psikanalitik incelememize daha sonra başlayacağız. Bu arada şunu söyleyelim ki, insanları ilk kozmik sistemlerini yaratmaya iten şeyin, yalnızca spekülatif bir merak, yalnızca bir bilgi susuz­ luğu olduğunu varsaymak yanlış olur. Dünyaya hükmetmek gibi pratik bir ihtiyaç da bu çabalarda rol oynamış olmalıdır. Bunun için, animist sistemin, insanlara, hayvanlara ve eşyaya, daha doğ­ rusu bunların tinlerine hükmetmek için nasıl hareket edilmesi gerektiğini gösteren bir talimatlar takımıyla el ele yürüdüğünü öğrenmek bizi hiç şaşırtmadı. "Sihir ve büyü" adıyla bilinen bu talimatlar takımını, S . Reinach7 animizmin stratejisi sayıyor; ben­ se, Hubert ve Mauss'un izinden giderek bunu animizm tekniği olarak görmeyi tercih ediyorum. 8 Sihir ile büyü arasında ilkesel bir fark bulunduğu söylenebi­ lir mi? Gündelik dildeki belirsizlikten biraz sıyrılırsak, evet. Bu takdirde sihir esas itibarıyla, tinler üzerinde etki yapma sanatı olarak karşımıza çıkar. Sihir bu işi, bazı şartlarda insanlara karşı nasıl davranılırsa tinlere karşı da tıpkı öyle davranarak yapar; yani bazen onları yatıştırır, bazen onlarla uzlaşır, bazen onları kendi yanına çeker, bazen sindirir, güçlerinden kuvvetlerinden

8

Cultes, Mythes er Religions, c. il, giriş ve s. 1 5 , 19 19. Annee Sociologique, c. Vll, 1 904. 118

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GUCU

soyutlar, kendi iradesine bağımlı kılar ve bütün bunları yapar­ ken de canlı insanlar üzerinde etkinliği denenmiş yollara başvu­ rur. Büyü ise farklı bir şeydir: tinleri bir kenara bırakır ve alelade psikolojik metodu değil de, bazı prosedürleri kullanır. Büyünün, animist tekniğin en ilkel ve en önemli kısmını oluşturduğunu kolayca anlayabiliriz; çünkü tinler üzerinde etkili olmanın yolları arasında büyü prosedürlerinin de yer aldığı9 ve doğanın tinsel­ leşmesi işinin henüz tamamlanmamış olduğu anlaşılan hallerde büyünün uygulanmaya devam ettiği görülür. Büyü, çok çeşitli amaçlara hizmet eder: doğal olguları insanın iradesine bağımlı kılar, kişiyi düşmanlarından ve tehlikelerden korur ve ona düşmanlarına zarar verebilecek gücü sağlar. Fakat büyü eyleminin dayandığı ilke , daha doğrusu büyü ilkesi o kadar apaçık bir şeydir ki, bütün yazarlarca görülüp kabul edilmiştir. E.B. Tylor'ın formülünü kullanarak bu ilkeyi açık ve özlü bir şekilde (ama içerdiği değer yargısından soyutlayarak) şöyle ifade edebiliriz: fikri bir bağlantıyı gerçek bir bağlantı sanmak. Şim­ di bu özelliği, iki grup büyü eylemi üzerinde açıkça göstermeye çalışacağız. Bir düşmana zarar vermek için en çok kullanılan büyü prose­ dürlerinden biri, herhangi bir maddeden onun bir tasvirini yap­ maktır. Şu ya da bu nesnenin, o düşmanın suretini temsil ettiğine de "hükmedilebilir." Bu tasvire verilecek her türlü zarar, nefret Bir tini, gürültü ve haykırışlarla ürkütmek, tamamen bir sihir prosedürdür; ama tinin adını ele geçirip kullanarak üzerinde baskı yapmak, tine karşı bir büyü prosedürü kullanmak olur. 1 19

TOTEM VE TABU

edilen aslının başına da aynen gelecektir. Tasvirin herhangi bir kısmını sakatlamak ya da yaralamak, aslının bedeninde de aynı kısmın hastalanması için yeterlidir. Bu büyü tekniği, özel düş­ manlıkların tatmininde kullanılacak yerde , dinsel amaçlarla da kullanılabilir; örneğin, tanrıları kötü şeytanların şerrinden koru­ mak için bundan yararlanılabilir. Aşağıdaki satırları Frazer'dan alıyorum: 1 0 "Güneş tanrısı Ra (eski Mısır'da), her gece , tutuşan Batı'daki yerine dönerken, can düşmanı Apepi'nin komutasında kendisine saldıran bir şeytanlar ordusuna karşı şiddetli bir savaş vermek zorunda kalırdı. Ra, bütün gece düşmanlarına karşı savaşır ve çoğu zaman, karanlığın kuvvetleri, gün boyunca bile mavi göğü karartan koyu bulutlar fırlatarak, Ra'yı ışığını yayamaz hale geti­ recek gücü gösterirlerdi. Tanrıya yardımcı olmak için Thebes'te­ ki tapınağında her gün şöyle bir ayin yapılırdı: Ra'nın düşma­ nı Apepi'nin balmumundan bir sureti yapılır, ona korkunç bir timsah ya da sayısız boğumları olan bir yılan şekli verilir ve üs­ tüne mürekkeple şeytanın adı yazılırdı. Üstünde yine şeytanın adı yazılı bir papirüse sarılan bu tasvirin çevresi siyah saçlarla kaplanırdı. Sonra, rahip, tasvirin üstüne tükürür ve çakmak ta­ şından bir bıçakla onu delik deşik ederek yere çalar, sonra da sol ayağıyla onu ezerdi. Seremoni, tasvirin, bitkilerle beslenen bir ateşte yakılmasıyla sona ererdi. Apepi yok edildiğinde, pe­ şindeki bütün şeytanlar da aynı akıbete uğrardı. Fırtına ortalığı kasıp kavurduğu , selli yağmurlar yağdığı ya da simsiyah bulutlar ı o The Magic Art,

il, s. 67. 1 20

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

göğü kapladığı zamanlarda, bazı duaların da eşlik ettiği bu kutsal hizmetin, yalnız sabahları, öğleleri ve akşamları yapılmakla kal­ mayıp günün herhangi bir saatinde tekrarlanması mümkündü. Kötü düşmanlar, tasvirlerine verilen bu cezanın etkilerini, sanki bu ceza doğrudan doğruya kendilerine verilmiş gibi duymakta ve kaçıp kurtulmaya bakmaktaydılar. Böylece, zafer yine güneş tanrısında kalmaktaydı. " 1 1 Aynı ilkelere dayanan v e nedenini aynı tasavvurlarda bulan daha bir sürü büyü işlemi vardır. llkel kavimlerin hayatında dai­ ma önemli bir rol oynamış olan ve daha ileri kavimlerin mitosla­ rında ve kültlerinde kısmen korunmuş bulunan iki büyü şeklin­ den söz etmekle yetineceğim: yağmur yağmasını ve iyi bir ürün elde edilmesini amaçlayan büyü işlemleridir bunlar. Yağmur büyüsünde, yağmur ve hatta bulutlar ve fırtına taklidi yapılarak yağmur yağdırılmaya çalışılır. Sanki insanlar "yağmurculuk oy­ nuyor" gibidir. Örneğin, Japonyalı Ainoslar, yağmuru şu şekilde davet ederler: bir grup insan, büyük bir elekten aşağı su akıtır, başka bir grupta da, yelken ve kürek takılmış bir kabı sanki bir gemiymiş gibi köyün yollarında dolaştırırlar. Toprağın verimini artırmak için başvurulan büyü ise, insanlar arası cinsel ilişkile­ rin görüntüsünü toprağa sunmaktı. Bunun binlerce örneğinden bir tanesini vermekle yetinelim: Java Adası'mn bazı bölgelerinde, 11

Tevrat'l3 herhangi bir canlı varlığın tasvirini meydana getirmenin yasak edilmiş olması, plastik sanatlara karşı temelli bir düşmanlık sonucu olma­ yıp, sırr insanları, Yahudi dininin nefret ettiği büyüden uzak tutmak amacı­ na yöneliktir. Frazer,

a.g.e. , s. 87.

dipnot.

121

TOTEM VE TABU

pirincin çiçeklenme zamanı yaklaştığında, köylüler geceleyin ka­ dınlı erkekli tarlalara gidip toprağın verimini arttırmak için ona örnek olmaya ve böylece iyi bir ürün elde edilmesini sağlamaya çalışırlar. 12 Ensest gibi cinsel ilişkiler ise , aksine , toprağın verim­ liliği ve ürünün bolluğu üzerinde kötü etkiler yapacağından ötü­ rü, korkulan ve lanetlenen bir şeydir. '3 Yine bazı negatif uygulamaları, yani büyü niteliğinde önleyici tedbirleri de bu gruba sokabiliriz. Bir Dayak köyünde, köy sakin­ lerinden bir bölümü yabandomuzu avına çıktığı zaman, kalan­ ların yağa ya da suya el sürmeleri yasaktır. Bu önleme uyulma­ ması avcıların parmaklarının yumuşamasına ve avlarının kolayca ellerinden kaçıp gitmesine neden olur. 14 Ya da bunun gibi, bir Gilyak avcısı ormanda bir avın izini sürerken, evde kalan çocuk­ larının ahşap ya da kum üstüne resim çizmeleri yasaktır; yoksa ormandaki patikalar tıpkı resimdeki çizgiler gibi birbirine karışır ve avcı dönüş yolunu bir daha bulamaz. 15 Bu son örnekte de , başka birçok büyü işleminde olduğu gibi, uzaklığın hiçbir rolü olmaması, yani telepatik etkinin doğal bir olay olarak görülmesi, büyünün bu özelliğinin nereden kaynak­ landığını kolayca anlamamızı sağlar. Gerçekten de, bütün bu saydığımız örneklerde büyüye etkin­ liğini veren şeyin ne olduğunu görmemiz güç değildir. Bu şey, tı

The Magic Art, il, s.

98.

13

Sofokles'in Kral Oedipus'unda bu inancın bir yansısına rastlıyoruz.

t5

The Magic Art, 1 , s. 120. A.g.e., s. 122.

H

122

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

yapılan işle, meydana gelmesi istenen olay arasındaki benzerlik­ tir. Bunun için Frazer, bu tür büyüye taklitse! ya da homeopatik büyü diyor. Eğer yağmur yağmasını istiyorsam, yağmura ben­ zeyen ya da onu hatırlatan bir şey yapmam gerekir. Uygarlığın daha ileri bir aşamasında bu büyü prosedürünün yerine, bir ta­ pınağın çevresinde dolanan ayin alayları ve bu tapınakta barı­ nan azizlere hitaben okunan dualar konulur. Sonunda, bu dinsel teknikten de vazgeçilerek, yağmur yağdırabilmek için atmosfer üzerinde ne gibi etkilerde bulunmak gerektiğinin araştırılmasına başlanacaktır. Diğer bir büyü işlemleri grubunda da, benzerlik ilkesinin ye­ rini, aşağıdaki örneklerden kolayca anlaşılabilecek bir başka ilke almıştır. Bir düşmana zarar vermek için, başka bir yöntem daha kul­ lanılabilir. Bu yöntem, düşmanın saç, tırnak kırpıklarını, hatta giysilerinden bir parçayı ele geçirmek ve bu nesneler üzerinde düşmanca bazı eylemlerde bulunmaktan ibarettir. Sanki söz­ konusu kişi, kendisine ait şeylere yapılan kötülüğün etkilerini kendi üzerinde aynen duyacakmış gibi . Bir kimsenin en esaslı parçası, ilkel insanlara göre, onun adıdır . Bir kimsenin ya da bir tinin adını bir kere öğrendik mi, artık o adın taşıyıcısı üzerinde belli bir güce sahibiz demektir. Adların kullanılması konusunda uyulması gereken ve bazılarını tabu bölümünde saydığımız bü­ tün o garip önlem ve kısıtlamaların nedeni budur işte. Benzer­ lik, bu örneklerde yerini bütünün yerine parçanın konulması'na bırakmıştır. 1 23

TOTEM VE TABU

llkel insanlarda yamyamlığın daha yüce saikleri de benzer bir kökene sahiptir. Bir kimsenin bedenini yiyip sindirmekle, o kimsenin sahip olduğu yetenekler de ele geçirilmiş olur. Bunun için, beslenme rejimi, bazı özel hal ve şartlarda, çeşitli önlemlere ve kısıtlamalara tabidir. Örneğin gebe bir kadın bazı hayvanla­ rın etini yemekten kaçınmak zorundadır; çünkü bu hayvanların, korkaklık gibi, bazı istenmeyen karakterleri karnındaki çocuğa geçebilir. Bütünle parçanın birbirinden ayrılması ya da hatta ki­ şiyle falan nesne arasındaki temasın ancak bir anlık olması, bü­ yünün etkinliğini asla azaltmaz. Örneğin, bir yara ile o yarayı meydana getiren silah arasındaki büyü bağlantısına olan inanç, binlerce yıl boyunca hiç değişmeden kalır. Bir Melanezyalı, ken­ disini yaralayan oku atan yayı ele geçirmeyi başaracak olursa, yarasının yangısını azaltacağı inancıyla onu serin bir yerde özen­ le saklar. Buna karşılık, yay eğer düşmanların elinde kalmışsa, yaranın yangısını azdırmak için onlar bunu mutlaka ateşe yakın bir yere koyacaklardır. 16 Plinius, birinin canını acıttığımız zaman pişmanlık duyduğu­ muz takdirde , buna neden olan elimize tükürmemizi salık verir

(Doğa Bilimleri Tarihi, XXVIII). Böylece canı yananın acısı din­ miş olur. Francis Bacan da, Doğal Tarih'te çok yaygın olan bir inançtan söz eder. Bu inanca göre, bir yarayı iyileştirmek için, ona neden olan silahı yağa bulamak yetermiş. Bazı lngiliz köylü­ leri bugün bile bu öğüte uyarak, bir tırpanla yaralandıklarında, yaranın cerahatlenmesini önlemek için, aleti son derece temiz 16

Frazer,

The Magic Art., 1, s . 201 -203. 1 24

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTIAK GÜCÜ

bir şekilde saklarlar. 1 9 1 2 yılı haziranında, bir lngiliz taşra ga­ zetesinin yazdığına göre, Mathilde Henry adında Norwich'li bir kadının topuğuna bir demir çivi batmış. Kadın, yarayı bir dokto­ ra göstermeden, hatta çorabını bile ayağından çıkarmadan, kötü komplikasyonları önlemek için kızına çiviyi güzelce yağlamasını emretmiş. Ne var ki kadın yarayı mikroptan arındırmadığı için, birkaç gün sonra tetanozdan ölmüş. Bu son gruba giren büyüler, Frazer'ın taklitse! büyüden ayır­ dığı bulaşıcı büyü örnekleridir. Bulaşıcı büyüye etkinliğini ka­ zandıran şey artık benzerlik değil fakat zaman içinde bitişken­ liktir ya da hiç olmazsa bu bitişkenliğin zihinde tasarlanması , varlığının anısıdır. Ve benzerlikle bitişkenlik, çağrışım sürecinin iki temel ilkesi olduğuna göre, büyü kurallarının saçmalığı ta­ mamen fikirlerin özdeşleştirilmesine bağlı bulunuyor demektir. Tylor'ın büyü hakkında verdiği ve bizim yukarıya aldığımız ta­ nımın ne kadar doğru olduğu buradan anlaşılıyor: fikri bir bağ­ lantıyı gerçek bir bağlantı sanmak. Frazer da , aşağı yukarı aynı kelimelerle büyüyü şöyle tanımlıyor: "İnsanlar, fikirlerinin düzenini doğanın diye sanmış ve fikir­ lerini kontrol edebildiklerine göre , eşyayı da kontrol edebilecek­ leri hayaline kapılmışlardır." 17 Bazı yazarların, büyüye dair bu aydınlatıcı açıklamayı tatmin edici bulmayarak reddettiklerini görmek1s ilk bakışta şaşırtıcı­ dır. Fakat biraz üzerinde düşünecek olursak, büyünün temeline 17 18

The Magic Arı, 1 , s. 420 vd. Bkz. Büyü maddesi (N.W.T.), Encyclopaedia Briıannica l l . baskı. 1 25

TOTEM VE TABU

fikirlerin özdeşleştirilmesini koyan teorinin, yalnızca büyünün izlediği yolları açıklamakla kaldığını, asıl mahiyetini oluşturan şeyi, ilkel insanı doğa yasalarının yerine psikoloji yasalarını koy­ maya iten nedenleri bize bildirmediğini söyleyen itirazın haklı olduğunu görürüz. Burada dinamik bir etkenin işe sokulması gerektiği açıkça ortadadır. Ne var ki bu etkenin araştırılma­ sı, Frazer'ın teorisini eleştirenleri bazı yanılgılara sürüklüyor. Oysa, özdeşleştirme teorisini yalnızca daha ileriye vardırıp de­ rinleştirerek büyü hakkında doyurucu bir açıklamaya kolayca varabiliriz. Önce, daha basit ve daha önemli olan taklitsel büyüyü ele alalım. Frazer'a göre, bu büyü yalnız başına uygulanabildiği hal­ de , bulaşıcı büyü daima taklitse! büyüye ihtiyaç duyar. 19 lnsan­ ları büyü yapmaya iten nedenler kolayca anlaşılabilir: bunlar, insanların arzularıdır. Yalnız, ilkel insanın, arzularının gücüne ölçüsüz bir güven beslediğini de kabul etmemiz gerekir. Büyü aracılığıyla elde etmeye çalıştıkları her şey, aslında, onlar istediği için olacaktır. Demek ki başlangıçta bizim için sorun arzudur. Benzer psişik şartlar içinde bulunan ama henüz aynı hareket yeteneklerine sahip bulunmayan çocuğun, önce arzularına tama­ men halüsinasyon türünden bir tatmin sağladığını, duyu organ­ larını merkezkaç bir biçimde uyararak doyuma ulaştığını bir ya­ zımda20 kabul etmiştim. Yetişkin ilkelin elinde başka bir yöntem 19 ıo

A.g.e., s. 54 "Fermulierungen über die zwei Prinzipien des psychischen. Geschechens"

jahrb. J psychoanal. Forsch. , Ill, 1 9 1 2 , s. 2. 1 26

ANiMiZM. BUYIJ VE FiKiRLERiN MUTLAK GUCU

vardır. Onun arzusu, bir hareket dürtüsüne bağlıdır: irade . Bir �ün yeryüzünün çehresini değiştirecek bir güce erişecek olan bu irade , ilkel insan tarafından, bir çeşit hareket halüsinasyonuyla Latmin sağlamak için kullanılır. Arzunun böylece tatmin edildi­ ğinin varsayılması, çocukların oyununa benzetilebilir. Şu farkla ki, bu oyun sırf duyuya dayanan bir teknikten yoksundur. Oyun ve taklide dayanan tasavvur çocuk ve ilkel insan için yeterli olsa bile , bunun nedeni ne onların akıllı uslu ve alçakgönüllü (keli­ melerin modern anlamıyla) olmaları ne de gerçek güçsüzlükleri­ nin bilincinde olmanın onlara aşıladığı tevekküldür: arzularına, buna bağlı olan iradelerine ve başvurdukları çarelere atfettikleri abartılmış değerin gayet doğal bir sonucudur bu. Zamanla, psi­ kolojik vurgu, büyüsel eylemin nedenleri üzerinden uzaklaşarak bunun araçları üzerine , hatta eylemin kendisi üzerine odaklanır. Hatta şunu da söylemek mümkün; ilkel insana psişik eylemleri­ ne atfettiği büyük değer hakkında bir fikir veren şey, kullandığı araçlardır. Görünüşe bakılırsa, ilkel insan, arzu ettiği olayın ger­ çekleşmesini sağlayan şeyin arzu ettiği şeye çok benzemesi dola­ yısıyla, büyünün kendisi olduğuna derinden inanır. Düşüncenin animist aşamasında, gerçek durumun hiç de hayal edildiği gibi olmadığını anlamak için gerekli vesileler henüz ortada yoktur. Ancak daha sonraki aşamalarda, psişik şüphe olayı, içe tepme eğiliminin bir ifadesi olarak, yavaş yavaş işe karışmaya başla­ dığında, böyle bir şey imkan dahiline girer. O zaman insanlar, inanç sahibi olunmadığı takdirde ruhları çağırmanın hiçbir ya­ rarı olmadığını ve eğer hakiki bir dindarlığa dayanmıyorsa, du127

TOTEM VE TABU

adaki büyü gücünün etkisiz kaldığını kabul etmeye başlarlar. 21 Bitişiklik yoluyla özdeşleştirmeye dayanan bir bulaşıcı büyü­ nün olabilmesi, arzu ve iradeye psişik bir değer atfedilmesinin, iradeye bağlı bütün psişik eylemlere doğru yayıldığını bize gös­ terir. Bunun sonucunda, bütün psişik süreçler değer açısından genel bir mübalağaya uğrarlar; yani gerçekle düşünce arasındaki ilişkilere dair bildiklerimizi hatırlarsak, dünya karşısında, dü­ şünceye gereğinden fazla değer veren bir tavır ortaya çıkar. Nes­ neler, tasavvurları karşısında silinirler; tasavvurlarda yapılan her değişiklik, bunların ilgili olduğu nesnelerde de değişikliğe yol açar. Tasavvurlar arasında var olan ilişkilerin, şeyler arasında da var olması gerektiği farz edilir. Mesafe tanımayan düşünce, za­ man ve mekan içinde birbirinden en uzak şeyleri aynı bilinç ey­ leminde kolayca bir araya getirdiği gibi, büyü dünyası da mekan içinde mesafeleri telepatik olarak aşar ve geçmişteki ilişkileri şimdiki ilişkiler gibi ele alır. Animist çağda dış dünyanın iç dün­ yada yansıyan imajı, bildiğimize inandığımız bir başka dünyanın imajını gözümüzde canlandırır. Bu arada, özdeşleşmenin iki ilkesi olan benzerlikle bitişik­ liğin, daha yüksek bir birlik içinde senteze kavuştuklarını da belirtelim. Bu sentez, temastır. Bitişiklik aracılığıyla özdeşleşme dolaysız bir temas, benzerlik aracılığıyla özdeşleşme ise kelime21

Hamlet'te (lll, 4 ) kral şöyle der: "My words fl y up, m y thoughts remain below; words without toughts never to heaven go". (Sözlerim uçup, yukarı­ lara gidiyor ama düşüncelerim burada kalıyor; duşüncelerin eşlik etmediği sözler hiçbir zaman göğe varamazlar.) 1 28

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

nin mecazi anlamıyla bir temastır. lki çeşit özdeşleşmenin de aynı kelimeyle gösterilebilmesi, her ikisine de aynı psişik sürecin hükmettiğini kanıtlar. Daha önce tabunun analizi sırasında orta­ ya çıktığını gördüğümüz temas kavramının yaygınhğı,22 burada da aynen karşımıza çıkmaktadır. Özet olarak, şunu söyleyebiliriz: büyünün, yani animist dü­ şünce tarzı tekniğinin yönlendirici ilkesi "fikirlerin mutlak gücü" ilkesidir.

3

Ben, bu "fikirlerin mutlak gücü" deyişini, saplantılı tasav­ vurlardan mustarip çok zeki bir hastama borçluyum. Bu hasta, psikanaliz sayesinde iyileşerek, ne kadar yetenekli ve sağduyulu olduğunu kanıtlama imkanına kavuşmuştur.23 Bu zat, kendisinin ve aynı hastalığa uğrayan başka herkesin bir türlü yakasını bırak­ maz gibi görünen bütün o garip ve üzücü olayları açıklamak için uydurmuştu bu terimi. Bir kişiyi düşünmesi , sanki onu davet etmiş gibi karşısında bulmasına yetiyordu. Uzun zamandır gör­ mediği biri hakkında bir gün bir haber soracak olsa, o kimsenin ölüm haberini alacağını sanıyor, ölenin telepati yoluyla dikkatini çekmiş olabileceğine inanıyordu. Herhangi bir kişiye karşı, cid-

ıı

önceki bölüme bakınız.

23

··aemerkungen über einen Fall von Zwangsneurose." jahrbuch für psychoa­

nalyt. und psychopath. Forschungen. l .

Bd. 1 909 (Sammlung Kleiner Schriften

zur Neurosenlehre, 3. Folge, 1 9 1 3). 1 29

TOTEM VE TABU

diyetle olmasa bile, ağzından lanetleyici bir laf çıksa, o andan sonra artık sürekli olarak o kimsenin ölüm haberini alacağı ve bundan doğacak sorumluluğun ağırlığı altında ezileceği korkusu içinde yaşıyordu. Tedavi seansları sırasında, böyle birçok halde aldatıcı kanının kendisinde nasıl doğduğunu ve batıl bekleyiş­ lerini büsbütün güçlendirmek için kendisinin buna neler ekle­ diğini bana anlatabilmişti. 24 Bütün saplantılı hastalar, genellikle bunun yanlış olduğunu bilseler de, böyle batıl inançlıdırlar. Fikirlerin mutlak gücünün inatla varlığını sürdürmesi en açık şekliyle obsesif nevrozlularda görülür; çünkü bu ilkel düşünce tarzının sonuçları, bilince en çok bu kişilerde yaklaşır. Ancak bu çeşit nevrozun ayırt edici niteliğini fikirlerin mutlak gücün­ de görmekten kaçınmamız gerekir; çünkü analitik inceleme aynı niteliğin bütün diğer nevrozlarda da bulunduğunu ortaya koy­ maktadır. Ne türlü bir nevroz karşısında olursak olalım, bunun semptomlarını belirleyen şey, yaşanan olayların gerçekliği değil düşüncedeki bir dünyanın gerçekliğidir. Nevrozlular, içinde yal­ nızca (başka yerlerde de kullanmış olduğum bir deyişle) "nev­ rotik değerler"in geçer akçe olduğu ayrı bir dünyada yaşarlar; yani yoğun olarak düşünülmüş, zihinde duygusal bir biçimde canlandırılmış olandan başka hiçbir şeyden etkilenmezler, dış gerçeklikle uzlaşmayı hiç önemsemezler. Histerik kişi, nöbetleri 24

Kendi muhakememizde bunlara inanmayı bıraktığımız bir aşamaya ulaş­ tıktan sonra, fikirlerin mutlak gücünü ve animist düşünce tarzını doğrular gibi gözüken izlenimleri "tekinsiz" diye nitelendirmek yönünde bir eğilim var içimizde. l 30

ANiMiZM. BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

sırasında, sırf kendi hayal gücünde cereyan etmiş olan olayları tekrarlar ve semptomları da bunları fikse eder. Ama bu olaylar son tahlilde, gerek kaynakları gerekse inşalarına yarayan malze­ meler bakımından gerçek olaylara indirgenebilir. Nevrozlu kişiyi ezip bitiren suçluluk duygusunu birtakım gerçek öğelerle açık­ lamak istersek, bu duyguyu anlayamayız. Bir obsesyonel nevroz­ lu , yakınlarına karşı daima son derece saygılı ve titiz davrandığı halde ancak birçok cinayetler işlemiş bir cani için uygun sayı­ labilecek bir suçluluk duygusu altında eziliyor olabilir. Yine de bu duygusunda haklıdır; çünkü nedenlerini, benzerlerine karşı bilinci dışında duyduğu şiddetli ve sık öldürme, ölümlerini gör­ me dileğinden almaktadır. Gerçek olaylara değil, fakat bilinçdışı niyetlere dayandığı ölçüde haklı olan bir duygudur bu. Böylece , fikirlerin mutlak kudreti , psişik süreçlerin gerçek hayat olayları üzerindeki hakimiyeti, nevrozluların duygusal hayatında ve bu­ nun bütün sonuçlarında sınırsız bir etkinlik gösterir. Nitekim, bir nevrozlu, psikanalitik tedaviye tabi tutulup bilinçdışı bilinçli hale getirildiği zaman, o fikirlerin bağımsızlığına bir türlü inana­ maz ve kötü dileklerle bulunmaktan, sanki bunların söylenmesi gerçekleşmeleri için yeterliymiş gibi, daima korkar. Böylece, dış dünyayı sırf fikirleriyle değiştirebileceğini sanan ilkel insana ne kadar yakın olduğunu göstermiş olur. Bu nevrozluların ilk gösterdikleri saplantılı eylemler, aslında, tamamen büyü niteliğindedir. Bunlar birtakım büyü eylemleri olmasa bile, daima karşı-büyü eylemidirler; nevrozlunun, has­ talığının başlangıcında daima beklentisi içinde yaşadığı felaket 131

TOTEM VE TABU

tehlikelerini gidermeyi amaçlarlar. Sırlara vakıf olma imkanına her kavuştuğumda, hastanın beklediği bu felaketin ölümden başka bir şey olmadıe;ım görmüşümdür. Schopenhauer'a göre ölüm problemi, her felsefenin kapı eşiğinde dikili durur. Bildiği­ miz gibi, animizmin karakteristiği olan ruha ve şeytanlara inan­ ma, ölümün insanoğlu üzerinde yarattığı izlenimlerin etkisiyle meydana gelmiştir. Bu ilk obsesyon ya da savunma eylemlerinin benzerlik ve karşıtlık ilkesine bağlı olup olmadığını bilmemiz zor; çünkü nevroz şartlarında, tamamen önemsiz birtakım dav­ ranışların gerisinde saklanmış bulunduklarından, bu eylemler çoğunlukla deformasyona uğramış durumdadırlar.25 Obsesyonlu nevrozun savunma formülleri dahi, sihir ve büyü formüllerin­ de benzerleri ·olan şeylerdir. Fakat saplantılı eylemlerin gelişim tarihini tam olarak anlatabilmek için, bunların, başlangıçta, cin­ sel alandan tamamen uzak, kötü arzulan defetmeyi amaçlayan bir çeşit sihirbazlıktan başka bir şey olmadığını fakat sonunda cinsel eylemlerin gayet sadık birer taklidi, adeta bu eylemlerin kılık değiştirmiş, yerini almış birer görüntüsü haline geldiklerini belirtmemiz gerekir. İnsanların dünya anlayışlarının yukarıda belirttiğimiz tarzda geliştiği, yani önce animist, sonra dinsel, daha sonra da bilimsel aşamanın geldiği kabul edilirse , "fikirlerin mutlak gücü"nün bu aşamalar boyunca geçirdiği evrimi kolayca izlememiz mümkün olur. Animist aşamada, insanoğlu mutlak gücü kendi kendisinde 25

Önemsiz bir davranışın arkasına gizlenmenin başka bir nedeni daha oldu­ ğunu ileride bir vesileyle göstereceğiz. 1 32

ANiMiZM. BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

görür; dinsel aşamada bu gücü tanrılara bırakmıştır ama bundan büsbütün de vazgeçmez, çünkü tanrıları etkileyip onları kendi arzularına göre hareket ettirebilme gücünü saklı tutar. Bilimsel dünya anlayışında ise, artık insanın mutlak gücüne yer yoktur; insanoğlu küçüklüğünü anlamış, bütün diğer doğal zorunluluk­ lara boyun eğdiği gibi, ölümü de tevekkülle karşılar olmuştur. Fakat gerçeğin yasalarıyla birlikte hesaba katılan insan aklının gücüne beslenen inançta hala o eski mutlak güç inancının izleri­ ne rastlanmaktadır. Libido eğilimlerinin gelişim tarihini , geriye doğru, olgunluk çağında büründükleri biçimden, çocukta ilk ortaya çıkışlarına doğru inerek gözden geçirirken, ilk bakışta önemli bir ayrım tes­ pit etmiş ve bunu Cinsellik Teorisi üzerine Üç Deneme ( 1 905) adlı eserimde açıklamıştım. Cinsel eğilimlerin tezahürleri daha baş­ langıçtan kendisini belli etmekle birlikte , ilk zamanlarda henüz hiçbir dış objeye yönelmiş değildirler. Cinselliği oluşturan eği­ limlerin her biri kendi hesabına çalışır, diğerleriyle ilgilenmeden kendi hazzını arar ve kişinin bizzat kendi bedeninde kendine tatmin bulur. Bu, oto-erotizm aşaması olup, daha sonra bunun yerini objenin seçilmesi aşaması alacaktır. Daha derin bir inceleme , bu iki aşamanın arasına bir üçün­ cüsünü koymanın ya da daha doğrusu birinci aşamayı, yani oto-erotizm aşamasını ikiye ayırmanın yararlı ve hatta zorunlu olduğunu gösterdi. Önemi gittikçe daha çok anlaşılan bu ara aşa­ mada, birbirinden bağımsız olan cinsel eğilimler tek bir eğilim halinde birleşerek aynı objeye doğru yönelmektedirler. Bu obje, 1 33

TOTEM VE TABU

henüz bireyin dışında, ona yabancı bir obje olmayıp onun, daha o devirde oluşmuş bulunan öz benliğidir. Bu halin, daha sonra gözlenen, patolojik saplantılarını göz önünde bulundurarak, bu yeni aşamaya, narsisizm aşaması adını verdik. Bu aşamada, kişi, sanki kendi kendisine aşıkmış gibi davranır; bencil eğilimlerle libido arzuları, analizimizde henüz yeterince farklılaşmış olarak kendilerini belli etmezler. O vakte kadar birbirinden ayrı olan cinsel eğilimlerin tek bir eğilim halinde kaynaştıkları bu narsisizm aşamasının niteliğini her ne kadar kesin bir şekilde verebilecek durumda henüz bu­ lunmuyorsak da, yine de bu narsislik organizasyonun bir daha hiçbir zaman kaybolmayacağını tahmin edebiliyoruz. lnsan li­ bidosu için dış objeler bulduktan sonra dahi, belli bir ölçüde narsistik kalır. Fakat insanı bu objelere doğru çeken kuvvetler, insanın içinde, özünde bulunan libidonun yayılımları gibidirler ve her an ona geri dönebilirler. Psikolojik bakımdan son dere­ ce ilginç olan, aşık olma halleri olarak bilinen ve normal psikoz prototiplerine benzeyen haller, işte bu yayılımların -kendi ken­ dine aşık olma düzeyine oranla- en yüksek derecesine tekabül ederler. Şu halde, keşfetmiş olduğumuz bir gerçeği, yani ilkel in­ sanla nevrozlunun psişik eylemlerine büyük değer (bize göre , abartılmış bir değer) atfetmeleri gerçeğini narsisizme bağlamak, narsisizmi bunun esas niteliği olarak görmek kadar son derece doğaldır. Diyebiliriz ki ilkel insanda düşünce, son derece güçlü bir şekilde cinsel bir niteliğe bürünmüş durumdadır. Fikirlerin 134

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

mutlak gücüne inanış da, dünyaya hükmetmenin mümkün ol­ duğu inancı da -dünyadaki hakiki yerine dair insana tam bir bilgi verebilecek, yapılması pek kolay bazı denemelere rağmen asla sarsılmayan bu inanç da- hep buradan kaynaklanır. Bir yan­ dan, nevrozlunun doğasında bu ilkel tavrın temel bir parçasını bulurken, diğer yandan da, onda meydana gelen cinsel baskının, onun zihinsel süreçlerinde yeni bir cinselleşmeye yol açtığını gö­ rüyoruz. Libidonun her iki dönüşümünde de, yani gerek ilkel dönüşümünde gerekse gerileme dönüşümünde psişik sonuçlar aynı olacaktır; zihinsel narsisizm ve fikirlerin mutlak gücü.

26

llkel insanlarda fikirlerin mutlak gücünün narsisizm lehinde bir kanıt teşkil ettiği doğru ise, insanoğlunun dünyayı anlayış tarzının gelişmesiyle bireyin libidosunun gelişmesi arasında bir paralellik kurabiliriz demektir. Bu takdirde şöyle bir durum or­ taya çıkıyor: animist aşama, gerek zamanı gerekse içeriği bakı­ mından narsisizme; dinsel aşama ise libidonun ana baba üzerin­ de tespitinde karakteristiğini bulan nesnelleştirme kademesine tekabül eder. Bilimsel aşamaya gelince , bunun karşılığı bireyin olgunluk hali olup, karakteristiği haz peşinde koşmaktan vazge­ çiş ve dış objenin seçiminde gerçekliğin teamüllerine ve gerekle­ rine uyuştur.27 26

Bu sorunla uğraşan yazarların hemen hepsi, ilkel insanın, ölümü bir olgu olarak kabul etmek istememesinin bir çeşit solipsizm ya da Berkeleycilikten (Profesör Sully'nin çocuklar hakkında önerdiği bir terimi kullanmış olalım) kaynaklandığını nerdeyse bir aksiyom olarak kabul ediyorlar. Marett, Pre­

animistic Religion, "Folklore" XI, 1900, 27

s.

1 78.

Şunu da sırası gelmişken belirtelim ki, çocuğun ilkel narsisizmi, onun ka135

TOTEM VE TABU

Sanat, fikirlerin mutlak gücünün günümüze kadar varlığını koruyabildiği biricik alandır. Arzuların pençesinde kıvranan bir insanın, hala tatmine benzer bir şeylere ulaşabildiği tek yer sa­ nattır ve sanatsal yanılsama sayesinde, bu oyun ancak gerçek bir şeyin meydana getirebileceği duygusal sonuçları aynen meydana getirir. Haklı olarak, sanatın büyüsünden söz edilir ve sanatçı büyücüye benzetilir. Bu kıyaslama, göründüğünden daha da an­ lamlıdır belki. "Sanat sanat içindir" şeklinde başlamış olmadığı muhakkak olan sanat, başlangıçta, büyük kısmı itibarıyla bugün artık kaybolmuş olan bazı eğilimlerin hizmetinde bulunuyordu. Bu eğilimlerin arasında birçok büyü amaçlarının bulunduğunu da farz edebiliriz.28

rakterinin gelişme tarzının anlaşılması bakımından kesin bir ölçüt oluştu­ rur ve çocuğun birincil duygusunun aşağılık duygusu olduğu varsayımını 28

geçersizleştirir.

S. Reinach, L'arı eı la magie, Culıes, Myıhes eı Magie, 1, s. 1 25 - 1 36. M. Reinach'a göre, Fransa'da mağara duvarlarına kazınmış ya d a resmedilmiş hayvan figürlerini yapıp bize bırakmış olan ilkel ressamlar, "zevk verme" amacı değil "büyüyle şeytanları kovma" amacını güdüyorlardı. Bunun için, diyor M. Reinach, bu desenler mağaraların en uzak, en girilmez bölüm­ lerine yapılmıştır ve "bu desenler arasında, korkulan yırtıcı hayvanların görüntülerine" rastlanmaz. "Çağdaş insanlar, sık sık ressam fırçasının ya da heykeltıraş keskisinin ve genel olarak da sanatın büyüsünden söz eder­ ler. Bu deyiş, bir insanın başka iradeler üzerinde, eşya üzerinde mistik bir zorlamada bulunması demek olan, gerçek anlamıyla anlaşıldığında, artık ciddiye alınamaz; ama görmüş olduğumuz gibi, vaktiyle bu �n azından sanatçıların zihninde- tam bir hakikati ifade ediyordu." (s. 1 36) 1 36

ANiMiZM. BÜYÜ VE FIKIRllRIN MUTLAK GUCU

4

Şu halde, insanlığın oluşturmayı başardığı ilk dünya anlayı­ şı olan animizm psikolojik bir anlayıştı. Bu anlayışı oluşturmak için insanlığın bilime ihtiyacı yoktu; çünkü bilim, ancak dün­ yayı bilmediğimizi ve dünyayı bilmemize yardım edecek araçla­ rı araştırmak zorunda olduğumuzu kavradığımız zaman ortaya çıkar. llkel insan için animizm doğal bir anlayıştı ve doğruluk nedenini kendi özünde taşıyordu. llkel insan, dünyayı meydana getiren şeylerin tıpkı insan gibi hareket ettiklerini kendi dene­ yimlerinden biliyordu. Bu nedenle , ilkel insanın kendi psişik or­ ganizasyonunu dışa yansıttığını29 görmek bizi şaşırtmamalıdır ve animizmin, eşyanın doğası hakkında bize öğrettiklerini yeniden insan ruhuna aktarmak bize düşen bir görevdir. Animizmin tekniği , yani büyü, tinlerin gelişigüzel bir rol oynamakla kalmayıp büyü prosedürlerinin doğrudan objele­ ri olduğu bir çağda , dış gerçekliğin objelerine psişik hayatın yasalarını dayatmak niyet ve arzusunu en açık şekilde bize gösteriyor. Gerçekte büyünün dayandığı ilkeler , animizmin çe­ kirdeğini oluşturan tinler teorisinden daha ilkel, daha eskidir. Bizim psikanalitik anlayışımız, bu noktada R.R. Marette'in bir teorisiyle uyuşuyor. R.R. Marette, animizmde bir pre-animist aşama , en iyi şekilde animatizm (bir nevi hayatın evrenselliği doktrini) deyişiyle nitelendirilebilecek bir aşama kabul ediyor. Bu pre-animizm aşaması üzerine söylenecek fazla bir söz yok;

29

Endopsişik denen algı sayesinde. 137

TOTEM VE TABU

çünkü tin inancı taşımayan bir kavim henüz bulunmuş değil. 30 Büyü, fikirlerin mutlak gücünü halen tümüyle kendi hizme­ tinde kullanırken, animizm bu mutlak gücün bir kısmını tinlere bırakarak, dine giden yolu böylece açmıştır. llkel insanı bu ilk fedakarlıkta bulunmaya iten şey ne olabilir? llkelerinin yanlışlığı kanısına varmış olması değildir şüphesiz; çünkü büyü tekniğini hala muhafaza etmekte , sürdürmektedir. Başka yerde göstermiş olduğumuz gibi, tinler ve şeytanlar ilkel insanın duygusal eğilimlerinin yansıtılışlarından başka bir şey değildir.31 llkel insan bu eğilimlerini kişileştirir, dünyayı böy­ lece kendi yarattığı cisimleşmiş şeylerle doldurur ve kendi dışın­ da kendi öz psişik süreçlerini tekrar bulur. Burada, bazı psişik süreçlerin dışa yansıtılması eğiliminin köklerinin nerede yattığı sorununu çözmeye girişmeyeceğiz. Yal­ nızca, yansıtma, psişik bir rahatlama sağlamak gibi bir yarar içer­ diği takdirde bu eğilimin güçlendiğini kabul etmekle yetinme­ miz gerekiyor. Mutlak gücün elde edilmesi amacıyla eğilimlerin çatışmaya girdikleri bir durumda, yansıtmanın böyle bir yarar sağladığı kesindir. Bu takdirde, mutlak gücü elbette ki herkes birden elde edemez. Paranoyada marazi süreç, psişik hayatta baş gösteren bu çatışmaları çözmek için yansıtma mekanizmasını gerçekten kullanır. Bu gibi çatışmalarda tipik hal, bir karşıtlığın 30

'1

R. R. Marett, Pre-animistic Religion. "Folklor" Xl, Londra, 1900. Kars. Wundt, Mythus und Religion, i l , s. 7 1 vd. Bu ilkel narsislik aşamada, libido saplantılarıyla başka uyarıcı kaynaklardan gelen saplantılar arasında henüz bir ayrım bulunmadığını kabul ediyoruz. 1 38

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

iki haddi arasında çıkan çatışma halidir; yani , sevilen bir yakının ölümüyle yasa gömülen bir kişinin durumu üzerinden ayrıntılı bir şekilde tahlil ettiğimiz ikircikli tavır hali. Bu hal, yansıtmaya dayalı oluşumlann yaratılmasını özellikle haklı gösterebilecek nitelikteymiş gibi gelecektir bize . Burada, tinler arasında ilk önce kötü tinlerin doğduğunu kabul eden ve ruhun varlığı inancını ölümün yaşayanlar üzerinde uyandırdığı izlenimlere dayandıran bazı yazarlarla bir kere daha aynı fikirde olduğumu belirtmek isterim. Bu yazarlardan ayrıldığım tek nokta, ölümün yaşayan­ ların karşısına çıkardığı zihinsel problemi baş köşeye oturtmak yerine, insanoğlunu ölüm üzerinde düşünmeye iten gücün, bu durumun yaşayanlarda yarattığı duygusal çatışmadan kaynak­ landığına inanmamdır. Şu halde , insanların ilk teorik yaratımları, yani tinleri yarat­ maları ile, ilk boyun eğdikleri ahlaki kısıtlamalar, yani tabu ya­ sakları aynı kaynaktan doğmaktadır. Fakat kaynağın aynı olması asla bu iki şeyin aynı anda ortaya çıktığı anlamına gelmez. insanı düşünmeye , mutlak gücünün bir kısmını tinlere bırakmaya ve davranışlarında gösterdiği keyfiliğin bir parçasından fedakarlık etmeye iten ilk nedenin, yaşayanların ölüler karşısındaki duru­ mu olduğu eğer doğru ise, o zaman bu toplumsal formasyonla­ rın, 1' avayxrj insandaki narsisizme karşı direnen bir zorunlu­ luğun ilk tanınması, ilk kabulü demek olduğunu söyleyebiliriz. llkel insan, ölümü inkar eder gibi görünürken, aynı zamanda ölümün kaçınılmazlığı önünde adeta saygıyla eğilmektedir. llkelerimizin tahlilini sürdürmek cesaretini gösterecek olur1 39

TOTEM VE TABU

sak, ruhlar ve tinler şeklindeki yansıtmaya dayalı oluşumlarda yansıyan ve kendisini bulan öz psikolojik yapımızın öğeler�nin neler olduğunu soruşturabiliriz. lnkar edilmesi güç bir olay var: ilkel ruh tasavvuru, ruhun madde dışı nitelikte olduğunu kabul eden daha sonraki tasavvurdan çok uzak olmasına rağmen, te­ mel çizgilerinde buna yaklaşmaktan geri kalmaz; o da, bir kişiyi ya da bir şeyi iki kısımdan oluşmuş olarak görür ve bu iki kıs­ mın belli bir ölçüde bütünün bilinen niteliklerini ve değişmele­ rini paylaştığını kabul eder. Bu ilkel düalizm, Herbert Spencer'in deyişiyle ,32 bizim bildiğimiz düalizmle, yani beden ve ruh düa­ lizmiyle aynıdır. Nitekim, güçsüz düşmüş ya da öfkeye kapılmış bir kimse için kullanılan, "Kendinde değil, kertdinden geçmiş, kendini kaybetmiş"JJ gibi dilden asla yok olmayan deyişlerde bu düalizmin ifadesine daima rastlarız. Bu nedenle, tıpkı ilkel insan gibi dış gerçekliğe yansıttığımız şey, bir şeyin duyular ve bilinç aracılığıyla algılandığı halin, yani bir şeyin fiilen mevcut bulunduğu halin yanı sıra bir de o şeyin tekrar fiilen mevcut duruma gelebilir olmakla birlikte ancak ör­ tük olarak bulunduğu bir başka halin daha varlığına dair bilgi­ mizdir. Başka bir deyişle, biz, algılar ve anılara dair bilgimizi ya da daha genel bir ifadeyle söyleyelim, bilinçiçi süreçlerin yanı sıra bir de bilinçdışı psişik süreçlerin varlığı hakkındaki bilgimizi yansıtmaktayız. 34 Bu durumda denilebilir ki bir kişinin ya da bir ıı n 1�

The Principles of Sociology, cilt 1. H. Spencer, a.g.e. , s . 1 79. "A Note on the Unconscious in Psychoanalysis" adlı yazıma bakınız (Proce1 40

ANiMiZM, BOW VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

şeyin "tin''i, son tahlilde, bu kişinin ya da şeyin -dolaysız algının dışına çıktığı zamanlar- bir anı ya da bir tasavvur olabilme nite­ liğinden ibarettir. llkel ya da modern "ruh" tasavvurunda, modern bilimimizin bilinçdışı ya da bilinçiçi faaliyetler arasında yaptığı açık ve kesin ayrımı bulabileceğimizi düşünemeyiz. Animist ruh, daha çok, bi­ linçiçi ve bilinçdışı özellikleri kendisinde birleştirir. Akışkanlık ve hareketliliği, bir bedenden ayrılıp sürekli ya da geçici olarak bir başka bedene girebilmesi, bilincin niteliklerini hatırlatan ni­ teliklerdir. Fakat kişiliğin görünüşleri ardına gizlenişi bilinçdı­ şını akla getiriyor. Bugün bile, değişmezliği ve yok edilemezliği , bilinçiçi süreçlere değil fakat psişik faaliyetin gerçek taşıyıcıları olarak gördüğümüz bilinçdışı süreçlere yakıştırmaktayız. Animizmin zihinsel bir sistem, dünyaya dair ilk eksiksiz teori olduğunu söyledik. Şimdi, bu sisteme dair psikanalitik görüşten bazı sonuçlar çıkarmak istiyoruz. Gündelik deneyimlerimiz her an bize bu sistemin belli başlı özelliklerini hatırlatacak nitelik­ tedir. Geceleri rüya görür, gündüzleri bu gördüğümüz rüyaları yorumlarız. Rüya bize karışık ve tutarsız görünebilir ama gerçek hayatın izlenimlerinin sırasını taklit ettiği de olur, olayları birbi­ rinden çıkarabilir, içeriğinin farklı kısımları arasında bir bağlantı kurabilir. Az çok başarır bu işi ama şurada burada bir saçmalık, bir çatlak bırakmayacak kadar tam olarak hemen hiçbir zaman yapamaz. Bir rüyayı yorumlarken, rüyanın çeşitli kısımlarının edings of the Society for Psychical Research, bölüm XLVI, cilt XXVI, Londra, 1 9 1 2). 141

TOTEM YE TABU

tutarsız ve bozuk düzen oluşunun hiçbir önem taşımadığını, rü­ yanın anlaşılmasına hiçbir engel çıkarmadığını görürüz. Rüyada esas olan şey, rüyayı oluşturan fikirlerdir, yoksa olaylar değil ve bu fikirler daima bir anlam taşırlar, tutarlı ve belli bir sıraya göre düzenlenmişlerdir. Ne var ki bu sıra ve düzen, rüyanın görülen içeriğinden aklımızda kalanlardan tamamen farklıdır. Rüyadaki fikirler arasındaki ilişkiler altüst olmuş ya da büsbütün yok ol­ muş bulunabilir ya da hatta bunların yerine rüya içeriğinin başka öğeleri arasındaki yeni ilişkiler geçmiş olabilir. Rüya öğelerinde hemen her zaman bir yoğunlaşma olur, öğeler önceki düzenden az çok bağımsız yeni bir düzene girerler. Bu durumu şöyle özet­ leyebiliriz: rüya fikirlerinin sağladığı malzeme, rüya süresince işlenip kullanıldıktan sonra "ikinci işlem" adını verebileceğimiz bir işleme daha uğrar. Bu ikinci işlemin amacı, açıkça görüldüğü üzere, rüya sırasında yapılan iş sonunda tutarsız ve anlaşılmaz bir şekilde ortaya çıkan şeye bir "anlam" vermekten ibarettir. Oysa, ikinci işlem sonucu olan bu yeni "anlam" artık rüyadaki fikirlerin gerçek anlamı değildir. Rüya eyleminin ürününün uğradığı bu ikinci işlem, bir sis­ temin doğası ve savlarıyla nasıl meydana geldiğini gösteren mü­ kemmel bir örnek sunar bize. Yaratılışımız gereği bir zihinsel formasyona sahibizdir. Bu zihinsel formasyon , algımızın ve dü­ şüncemizin karşılaştığı bütün malzemelerin asgari bir birliği, tutarlılığı ve anlaşılabilirliği olsun ister ve herhangi bir nedenle doğru ilişkileri kavramakta güçsüz kaldığı zaman, yanlış ilişkiler kabul etmekten çekinmez. Rüyaların karakterini belirleyen bazı 142

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GüCü

sistemler biliyoruz. Hatta yalnız rüyaların değil, fakat fobilerin, saplantılı fikirlerin ve bazı delilik şekillerinin de karakterini be­ lirleyen sistemler vardır. Paranoyaklarda, sistem, marazi tabloya egemendir ama başka psiko-nevroz şekillerinde de ihmal edil­ memesi gerekir. Bütün bu hallerde , kolayca görebileceğimiz gibi , psişik malzemenin yeni bir düzenlemeye tabi tutulması sözko­ nusudur. Bu yeniden düzenleme işi çoğunlukla pek şiddetli olur ama sistem açısından bakılacak olursa yine de anlaşılabilirdir. Sistem için en karakteristik olan şey, öğelerinden herbirinin en az iki motivasyona bağlanabilmesidir. Bunlardan biri, bizzat sis­ temin temelinde bulunan (ve dolayısıyla, bazı hallerde deliliğin bütün özelliklerini taşıyabilen) ilkelerden gelir; gizli duran, açık­ ça kendini göstermeyen diğeri ise yegane etkin ve gerçek moti­ vasyon olarak anlaşılmalıdır. Nevrozdan alınma bir örnekle bu söylediklerimizi somutlaş­ tırmaya çalışalım: tabudan bahsettiğim bölümde ,35 obsesyonel yasakları, Maorilerin tabusuna son derece benzeyen bir kadın hastamdan bahsetmiştim. Bu kadının nevrozu kocasına karşıydı; onun ölmesi için duyduğu bilinçdışı arzuya karşı savunmada do­ ruk noktasına ulaşıyordu. Fakat kadının açık ve sistemli fobisin­ de kocasıyla ilgili hiçbir düşünce yoktu, bilinçli kaygı ve üzüntü­ lerinde kocasına hiç yer vermiyordu: bütün korkusu, genellikle ölümden söz edildiğini duymaktı . Bir gün kocasının, usturalarını bir dükkanda bilettirmek için birisine talimat verdiğini işitir. Ga­ rip bir endişeyle bu dükkanın bulunduğu yeri görmeye gider ve 35

Bkz.

s.

50. 143

TOTEM VE TABU

bu keşif gezisinden dönüşünde , kocasına kesinlikle bu usturaları yok etmesini istediğini söyler, çünkü usturalann bilenmek üzere verildiği dükkanın yanında cenaze levazımatı satan bir mağaza bulunmaktadır. Kadının gizli niyeti, usturalarla ölüm fikri ara­ sında çözülmez bir bağlantı kurmuştur. Yasağın sistematik moti­ vasyonu bu şekilde kendisini göstermektedir. Hastanın, bu uğur­ suz komşuluğu keşfetmemiş olsaydı bile, evine aynı düşünceyle dönecek olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Yolunun üstünde bir cenaze arabasına, matemli ya da cenaze çelengi taşıyan bir kim­ seye rastlaması bu iş için yeterdi. Şanların ağı öylesine gerilip kurulmuştu ki, avın en ufak bir vesileyle içine düşmesi olasıydı. Ona yalnızca ortaya çıkacak bir vesileden yararlanmak kalıyor­ du. Hiç yanılma tehlikesine düşmeden, kadının, buna benzer başka vesileleri görmemezlikten geldiğini kabul edebiliriz; bu gibi vesileler karşısında hiç şüphesiz, "Bugün hava çok güzel" de­ yip geçiyordu. Usturalara dair yasağın gerçek nedenine gelince , bunu kolayca tahmin edebiliriz: kocasının, yeni bilenmiş ustu­ raları kullanırken kolayca gırtlağını kesebileceği düşüncesinden duyabileceği zevke karşı bir savunma davranışıydı bu. Benzer şekilde, bir hareket bozukluğu , abazi ya da agorafobi de , bu semptomlardan biri ya da diğeri bilinçdışı bir arzunun ya da bu arzuya karşı korunmanın yerini almayı başardığı hal­ lerde tıpkı yukarıdaki gibi gitgide daha eksiksiz ve detaylı bir hal alacaktır. Hastada bilinçdışı fanteziler ya da etkili anımsama­ lar adına ne varsa hepsi bu çıkış yolunu kullanarak kendilerini semptomatik ifadeler halinde dayatmaya, hareket bozukluğunun 1 44

ANiMiZM, BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTU\K GÜCÜ

oluşturduğu çerçeve içinde yer almaya çalışırlar ve diğer öğeler­ le sözde rasyonel birtakım ilişkiler içindeymiş gibi görünürler. Bu durumda, örneğin bir agorafobinin semptomatik yapısını ve ayrıntılarını, agorafobinin temel ilkesinden çıkarmaya kalkış­ mak nafile ve hatta saçma bir girişim olur. llişkilerin tutarlılığı ve sağlamlığı ancak görünüştedir. Daha derin görüşlü bir göz­ lem, rüyalann dış görünüşü altında olduğu gibi burada da, en kötü cinsten bazı nedenlerin sonuçlarını ve en büyük keyfilik­ leri keşfedebilir. Bu tür bir sistematik fobinin ayrıntıları, gerçek motivasyonlarını gizli bazı nedenlerden alırlar. Bu nedenlerin, hareket bozukluğu ile hiçbir ilgisi yoktur ve zaten bu fobiye ait belirtilerin kişiden kişiye gayet derin ve köklü değişiklikler gös­ termesinin nedeni de budur. Şimdi tekrar bizi burada özellikle ilgilendiren sisteme , ani­ mizme dönelim. Başka psikolojik sistemler hakkında bildikle­ rimizden, ilkel insanların adet ya da yasaklarının yalnızca "batıl inanç"a dayanmadığı , hatta hakiki motivasyonun bunda arana­ mayacağı, hiçbir şeyin bizi bazı gizli nedenler araştırmak zo­ runluluğundan kurtaramayacağı sonucunu çıkarabiliriz. Ani­ mist bir sistemin egemen olduğu bir yerde, her kuralın, her davranışın , "batıl inanç" adını verdiğimiz bir sistematik meş­ rulaştırılmasının bulunması kaçınılmaz bir şeydir. "Batıl inanç" tıpkı "korku ve endişe ," "rüya" ve "şeytan" gibi geçici bir inşa olup, psikanalitik araştırma karşısında yıkılır. Olaylarla bilgi arasında bir perde işlevi gören bu inşaların gerisine baktığımız­ da, ilkel insanların psişik hayatıyla kültürünün henüz hak ettiği 145

TOTEM VE TABU

şekilde anlaşılmış olmaktan uzak bulunduğunu görürüz. Eğilimlerin bastırılması, erişilen kültür düzeyinin bir ölçüsü olarak alınacak olursa, animist sistemin egemenliği altında dahi bazı ilerlemeler ve gelişmeler olduğunu, ne var ki bu ilerleme ve gelişmelerin, sözüm ona "batıl" motivasyonları yüzünden haksız yere hor görüldüklerini kabul etmek zorunda kalırız. Bir ilkel kabilenin savaşçılarının, sefere çıkmadan önce, kendilerini son derece sıkı bir temizlik ve perhize tabi tuttuklarını36 öğrendiği­ mizde, hemen onların, düşmanlarının büyüsünden daha az et­ kilenir hale gelmek için kendilerini temizleyip pakladıklarını ve perhizlerinin de aynı şekilde ancak bazı batıl nedenlere dayan­ dığını söylemek hevesine kapılırız. Fakat bazı eğilimlerin içe te­ pilmesi olayı yine de vardır. Ve eğer savaşçının, bütün bu kısıtla­ malara bir denge nedeniyle katlandığını çünkü normal zamanda tatmin etmesi yasaklanmış olan zalimce ve düşmanca eğilimleri­ ne

az

sonra alabildiğine tatmin sağlayabileceğini bildiğini kabul

edersek, durumu daha iyi anlarız. Belli bir sorumluluk gerekti­ ren bazı işlerle uğraşılırken cinsel perhize katlanıldığını gösteren birçok durum için de aynı şey söylenebilir.37 istendiği kadar, bu yasaklar hakkında büyü ilişkilerinden alınma açıklamalar yapıl­ sın , bunların temel nedeni yine de çok açıktır: bazı eğilimlerin tatmininden vazgeçilerek bir kuvvet tasarrufu gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ve eğer yasağın, her ne pahasına olursa olsun, büyü­ ye dayanan rasyonel bir açıklamasını benimsemek istiyorsak, bu 16

Frazer, Taboo and The Perils of The Soul, s. 1 58.

17

Frazer, a.g. e. , s . 200. 146

ANiMiZM. BÜYÜ VE FiKiRLERiN MUTLAK GÜCÜ

yasağın hijyenik kökenini de ihmal etmememiz gerekir. Bir vahşi kabilesinin erkekleri kara ya da deniz avına, savaşa ya da değerli bitkiler toplamaya gittiklerinde , evde kalan karıları sefer süre­ si boyunca, birçok katı kısıtlamaya katlanmak zorunda kalırlar. llkel insanlar, bu kısıtlamalara, sefer sonuçları üzerinde uzak­ tan kendini gösteren yararlı bir etki atfederler. Fakat uzaktan kendini gösteren bu etkinin dönüş düşüncesinden, gidenlerin özleminden başka bir şey olmadığını ve bütün bu kılık değiştir­ melerin gerisinde mükemmel bir psikolojik fikrin gizli bulundu­ ğunu fark etmek için derin bir kavrayışa ihtiyaç yoktur: erkekler ancak evde savunmasız kalan karılarının davranışlarından emin oldukları takdirde verimli bir şekilde çalışabilirler. Bazen de aynı fikir doğrudan doğruya, herhangi bir psikolojik motivasyona da­ yandırılmadan dile getirilir ve kadının sadakatsizliğinin uzaktaki kocasının işini boşa çıkarabileceği söylenir. llkel kadınların adet zamanlarında katlanmak zorunda bulun­ dukları sayısız tabu kurallarının nedeni batıl kan korkusu olup, bunun gerçek bir neden olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat bu korkunun hizmet ettiği bazı estetik ve hijyenik amaçların -ki bu amaçlar daima bazı "büyüsel" kılıklar altına gizlenmiştir- he­ saba katılmaması da haksızlık olur. Bu açıklama denemelerimle , modern ilkel insana, doğruluk sınırlarını aşan bir psişik incelik atfetmekte olduğumuz yönünde bir eleştiriye zemin hazırladığımın farkındayım. Ama bana öyle geliyor ki, eğer bu şekilde hareket etmezsek biz yetişkinlerin, artık hiç anlamadığımız ve bunun için de zenginlik ve inceliği147

TOTEM VE TABU

nin farkına varamadığımız çocuğun psişik hayatı karşısında uğ­ radığımız hayal kırıklığına, animist gelişme aşamasında kalmış kavimlerin psikolojisi konusunda da uğramamız kaçınılmazdır. Bir grup tabu kuralından daha söz edeceğim. Bugüne kadar açıklamasız kalmış birtakım kurallardır bunlar. Bunlardan söz etmemin nedeni, bu kuralların, psikanalitik yorum tarzını doğ­ rular nitelikte olmalarıdır. llkel kavimlerin birçoğunda, bazı du­ rumlarda , evde kesici silahlar ve bilenmiş aletler bulundurmak yasaktır.38 Frazer, bir Alman batıl inancını anıyor. Buna göre , bir bıçak, keskin yanı yukarı gelecek şekilde bırakılmamalı ve tutulmamalıdır, çünkü Tanrı ve melekler yaralanabilir. Bu tabu­ da, insanın bilinçdışı kötü eğilimlerin etkisiyle , kesici bir silah kullanarak icra etme hevesine kapılabileceği bazı "semptomatik eylemler"e dair bir işaret görmemek mümkün müdür?

18

Frazer, a.g.e. ,

s.

200. 1 48

iV. BÖLÜM

TOTEMİZMİN ÇOCUKTA GERİ DÖNÜŞÜ

Psişik eylemlerin ve formasyonların en uzak ve derin deter­ minizmini bulup çıkarmış olan psikanalizin , din gibi son derece karmaşık bir fenomeni tek bir kaynağa bağlamaya kalkışmasın­ da endişe edecek bir yan yoktur. Eğer psikanaliz, görevi gereği ya da mecburen tek yanlı görünmek ve bu kurumların yalnız bir kaynağını belirtmek durumunda kalırsa , bu, ne bu kaynağın biricik kaynak olduğunu iddia ettiği ne de bütün öteki kaynak­ lar arasında ona ilk sırada yer verdiği anlamına gelir. Dinlerin doğuşunda , şu anlatmaya çalışacağımız mekanizmaya nasıl bir görece önem atfedilebileceğini ancak çeşitli araştırma dallarının sağladığı sonuçların bir sentezi bize gösterebilir. Fakat böyle bir çalışma, psikanalizin hem sahip olduğu araçları, hem de güttüğü amacı aşan bir iştir.

1

Bu eserin ilk bölümünde totemizm kavramını açmaya çalış­ mıştık. Totemizmin, bazı ilkel Avustralya, Amerika ve Afrika kavimlerinde dinin yerini tuttuğunu ve toplumsal organizasyo­ nun ilkelerini sağladığını öğrenmiştik. l skoçyalı Mac Lennan, daha 1 869 yılında herkesin dikkatini o vakte kadar yalnızca 149

TOTEM VE TABU

merak konusu sayılan totemizm fenomenleri üzerine çekmiş, eski ve yeni çeşitli birçok toplumlarda adet ve geleneklerden pek çoğunun totem çağının kalıntıları sayılması gerektiği fikri­ ni ileri sürmüştü . O tarihten bu yana bilim, totemizmin önemi­ ni her yönüyle anlamış bulunuyor. Bu konuda ileri sürülen son görüşlerden biri olarak, Wundt'un Elemente der Völkerpsycholo­

gie ( 1 9 1 2 ) adlı eserinin bir pasajında dile getirdiği bir görüşü buraya alacağım: "Bütün bu olayları göz önünde tutarak, hakikatten fazla uzak­ laşma tehlikesine düşmeksizin şunu kabul edebiliriz ki, totem kültürü her yerde , daha sonraki gelişme için bir hazırlık aşaması, ilkel insanlıkla kahramanlar ve tanrılar çağı arasında bir geçiş aşaması çağı olmuştur."1 Durduğumuz görüş noktası, totemizmin niteliklerini daha yakından incelememizi zorunlu kılıyor. Daha ileride anlaşılacak bazı nedenlerle, burada, S. Reinach'in 1 900 yılında yapmış oldu­ ğu bir açıklamayı esas almayı tercih ediyorum. S. Reinach, tote­ mizmin yasasını on iki madde halinde, adeta totemist dinin bir katşizmi sayılabilecek şekilde formüle etmiştir:2 1.

Bazı hayvanlar ne yenebilir ne de öldürülebilir; insanlar, bu tür hayvanları yetiştirir ve onlara büyük bir özenle bakarlar.

Bkz.

S.

1 39.

Revue scienıifique, Ekim 1900. Aynı yazarın dört ciltlik eserine de alınmıştır: Culıes, Myıhes et Religions, 1 909, c. 1, s. 1 7 vd. 1 50

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÔNÜŞÜ

2.

Kazara ölen bir hayvan için yas tutulur ve o hayvan, bir kabile üyesine gösterilen saygı ile gömülür.

3.

Yeme yasağı, bazen hayvanın bedeninin ancak bir kısmıy­ la ilgilidir.

4.

Adet olarak esirgenen ve korunan bir hayvanı öldürmek zorunda kalınırsa, ondan af dilenir ve her türlü çareye başvurularak tabunun çiğnenmesi suçu, yani hayvanın öldürülmesi mazur gösterilmeye çalışılır.

5.

Hayvan törenle kurban edilince , ona yine törenle ağlanır.

6.

Bazı törenlerde ve dinsel seremonilerde, bazı hayvanla­ rın postuna bürünülür. Totemizm rejimi altında yaşayan bazı kavimlerde, bu iş için totemin postu kullanılır .

7.

Kabileler ve kişiler, birbirlerine totem hayvanlarının ad­ larını verirler.

8.

Birçok kabile , arma olarak hayvan imajları kullanır ve silahlarını bu armalarla süslerler; erkekler, vücutlarına hayvan resimleri ve dövmeleri yaparlar.

9.

Totem, tehlikeli ve korkulan bir hayvan ise , adını taşıyan klanın üyelerini koruduğu kabul edilir.

1 0. Totem hayvanı, klan üyelerini savunur ve korur.

1 1 . Totem hayvanı, kendisine inananlara geleceği bildirir ve onlara rehberlik eder. 1 2 . Totemci bir kabilenin üyeleri , çoğu kez, totem hayvanına, ortak bir kökten gelen bağlarla bağlıdırlar.

151

TOTEM VE TABU

Bu totemik din kateşizmini tam anlamıyla kavrayabilmek için Reinach'ın, totemik sistemin belli bir anda, varlığını ileri süre­ bilmek için temel olarak alınan bütün belirtileri, bütün kalıntı olguları bu sisteme dahil ettiğini de bilmemiz gerekir. Yazarın totem problemi karşısındaki özel tavrı, totemizmin bazı temel çizgilerini belli bir ölçüde göz ardı etmesinde kendisi belli edi­ yor. Daha ileride göreceğimiz gibi, totem kateşizminin iki temel formülünden biri arka plana aulmış, diğeriyse büsbütün ihmal edilmiştir. Totemizmin özelliklerine dair tam bir fikir edinebilmek için, bu konuya dört ciltlik bir eser ayırmış olan bir yazara başvu­ racağız. Bu dört cildin içinde, elden geldiğince tam bir gözlem koleksiyonunun yanı sıra bu gözlemlerden doğan problemlerin gayet derinlemesine bir tartışması da bulunuyor. Totemism and

Exogamy 3 adlı bu eserin yazarı M. Frazer'a minnetarız; psikana­ litik araştırmalarımız bizi, onunkilerden ayrılan bazı sonuçlara götüı:müş olsa bile . . . 4 1 9 1 0. Bu alanda kesin bilgiler elde edilmek istendiğinde ne gibi güçlüklerle savaş­ mak zorunda kalınacağını okurlara önceden bildirmemizde yarar var. ilk önce: gözlemleri toplayan kişilerle, bunları yorumlayan ve tartışan kişi­ ler aynı değildir. Birinciler seyyahlar ve misyonerler olduğu halde , ikinciler araştırma konularını belki de hiç görmemiş olan bilim adamlarıdır. 1\kel insanlarla anlaşmak kolay değildir. Gözlemcilerin hepsi onların dilini bil­ mediğinden, çevirmenlere başvurmak ya da "pidgin-lngilizcesi" denen yar­ dımcı dili kullanmak zorunda kalırlar. ilkel insanlar, kültürlerinin mahrem yanları sözkonusu olduğunda pek konuşmazlar ancak uzun süre aralarında yaşamış yabancılara açılırlar. Çeşitli nedenlerle, çoğu zaman sahte ya da 1 52

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi OÔNÜŞÜ

Frazer, Totemism and Exogamy adlı büyük eserinin birinci cil­ dinde yeniden yayımladığı ilk makalesinde ("Totemism" , Edim­ bourgh 1 887), totemi şöyle tanımlıyordu: Totem, ilkel insanın, kendi kişiliğiyle, türüne ait objelerin her biri arasında tamamen özel bir ilişki bulunduğuna inandığı için batıl bir saygı gösterdiği maddi bir objedir. İnsanla, onun tabusu arasındaki ilişkiler kar­ şılıklıdır: totem insanı korur, insan da çeşitli şekillerde ona saygı gösterir; örneğin, o bir hayvansa, onu öldürmez, bir bitki ise ko­ parmaz, toplamaz. Totemin fetişten farkı, hiçbir zaman bunun gibi tek, biricik bir obje olmamasıdır. Totem daima bir hayvan ya da bitki türünü, seyrek olarak bir sınıf cansız nesneyi, daha seyrek olarak da el yapımı bir sınıf nesneyi temsil eder. yanlış bilgiler verirler (bkz. Frazer: "The Beginnings of Religion and Tote­ mism Among the Australian Aborigines " Fortnightly Review, 1 905, Totemism

and Exogamy, 1, s. 1 50). Aynca unutulmamalıdır ki, ilkel kavimler, genç kavimler olmayıp en uygar kavimler kadar eskidirler; bunun için, onların ilkel fikir ve kurumlarının hiç el değmemişçesine, en ufak bir deformasyo­ na uğramamışçasına günümüze dek korunagelmiş oldugunu düşünemeyiz. Tersine, ilkel kavimlerin her açıdan derin değişiklikler geçirmiş olduktan muhakkaktır. Bu yüzden, onların şimdiki fikir ve görüşlerinde neyin ilkel bir geçmişin kalıplaşmış bir şekli ve neyin bu geçmişin bir defonnasyo­ nu ya da bir değişmiş hali olduğunu söylemek mümkün değildir. ilkel bir kültürün özellikleri içinde nelerin asli , nelerin ikinci sıradan formasyonlar sayılması gerektiğine dair yazarlar arasında sürüp giden tartışmaların nede­ ni budur. Bunun için, ilkel durumun tespiti, daima bir zihinsel inşa olarak kalır. Son olarak, ilkel insanın zihin yapısına girmek kolay bir iş değildir. Biz, ilkel insanı da çocukları olduğu kadar az anlarız ve onun eylemlerini ve duygularını daima kendi öz psişik sistemlerimize göre yorumlama eğilimi gösteririz. 1 53

TOTEM VE TABU

En azından üç çeşit totem bulunduğunu söyleyebiliriz: 1 . Kuşaktan kuşağa devrolup giden kabile totemi; 2. Bir cinse özgü olan, yani belli bir kabilenin bütün erkek üyelerine ya da bütün kadın üyelerine ait olup, karşı cins­ ten üyeleri dışarıda bırakan totem; 3. Tek bir kişiye ait olup onun çocuklarına da geçen bireysel totem. Son iki çeşit totem, kabile totemine kıyasla pek az önem taşır. Bunların ancak sonra ortaya çıktıklarını ve pek esaslı sayılamaya­ cak formasyonlar olduklarını düşünebiliriz. Kabile totemi, onun adını taşıyan , kendilerini ortak bir ata­ nın çocukları sayan ve ortak bazı görevlerle ve ortak totemlerine inanışlarıyla birbirlerine sıkıca bağlı bulunan bir grup erkek ve kadın tarafından saygı ve itibar görür. Totemizm, hem dinsel, hem de toplumsal bir sistemdir. Din bakımından totemizm , insanla totemi arasındaki saygı ve itibar ilişkilerinden ; toplumsal bakımdan ise, klan üyeleri arasındaki karşılıklı yükümlülüklerle, kabileler arasındaki karşılıklı yüküm­ lülüklerden ibarettir. Totemizmin gelişme seyri içinde , onun bu iki cephesi gitgide birbirinden ayrılma eğilimi gösterir; dinsel sistem kaybolduğu halde, toplumsal sistem varlığını sürdürür ya da tam tersine , bir ülkede totemizme dayanan toplumsal sistem ortadan kalkmış olduğu halde, o ülkenin dininde hala totemizm kalıntılarına rastlanır. Totemizmin kaynağına dair bilgisizliği­ mizden ötürü, totemizmin bu iki cephesi arasında başlangıçta var olan ilişkilerin niteliği konusunda kesin bir şey söyleyebi1 54

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONÜŞÜ

lecek durumda değiliz. Ama başlangıçta bunların ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olmuş olmaları çok muhtemel görünüyor. Başka bir deyişle, ne kadar geriye doğru gidersek, kabile üye­ lerinin o kadar kendilerini totemle aynı cinsten saydıklarını ve kendi benzerleri karşısındaki tavırlarının totemleri karşısındaki tavırlarından farksız olduğunu görürüz. Frazer, dinsel bir sistem olarak totemizm hakkında verdiği özel tanımda, bir kabileye mensup kişilerin, totemlerinin adıyla anıldıklarını ve genellikle de ondan geldiklerine inanıldığını söy­ lüyor. Bu inançlarından ötürü, bu kişiler totem hayvanını avla­ mazlar, öldürmezler ve etini yemezler ve eğer totem bir hayvan değilse, onu herhangi bir şekilde kullanmaktan kaçınırlar. Tote­ mi öldürüp yeme yasağı, totemle ilgili tek tabu değildir; bazen ona dokunmak, hatta bakmak bile yasaktır; hatta bazı hallerde , onun asıl adıyla anılmaması bile gerekir. Totemi korumakla gö­ revli bu tabu yasaklarının çiğnenmesi, otomatik olarak ağır has­ talıklarla, ölümle cezalandırılır. 5 Totem soyundan bireyler, çoğu zaman kabile tarafından ye­ tiştirilir ve kapalı bir yerde tutulur.6 Bir totem hayvanı ölü olarak bulunacak olursa, onun için gözyaşı dökülür ve bir kabile üyesi nasıl gömülürse o da öyle gömülür. Bir totem hayvanını öldür­ mek zorunda kalındığında, bu iş ancak bir af dileme ayini ve günahtan arınma seremonileriyle yapılır . Tabu bölümüne bakınız. Nitekim, bugün bile Capitole'de bir kafes içinde kurtlar ve Berne'de bir çukur içinde ayılar vardır. 1 55

TOTEM VE TABU

Kabile, toteminden himaye ve lütuf bekler. Totem tehlikeli bir hayvan ise (yırtıcı bir hayvan, zehirli bir yılan gibi) insan­ dostlarına zarar veremeyeceğine inanılır ve eğer zarar verecek olursa, hayvanın kurbanı kabile dışına sürülür. Frazer, yemin­ lerin, başlangıçta suçluyu suçsuzdan ayırma sınaması olduğunu düşünüyor. Böylece , nesep ve doğruluk sorunları sözkonusu ol­ duğunda, iş totemin kararına bırakılıyordu. Totem, hastalandık­ ları zaman insanların iyileşmelerine yardım eder, kabileye bazı alametler gösterir, uyanlarda bulunur. Bir totem hayvanının, bir evin yakınlarında görünmesi çoğu kez bir ölüm haberi olarak yorumlanır: totem, akrabasını almaya gelmiştir. 7 Birçok önemli durumda, kabile üyesi totemle akrabalığını be­ lirginleştirmeye çalışır; hayvanın derisine bürünerek, dış görü­ nüşünü ona benzetir, vücuduna onun suretinde dövme yaptırır vb. Doğum, erginliğe giriş, cenazenin gömülmesi gibi törensel durumlarda, totemle bu özdeşleşme hem sözler hem de hareket­ lerle gerçekleşir. Bazı büyüsel ve dinsel amaçlar güden danslar yapılır ve bu danslar sırasında kabile üyeleri totemlerinin pos­ tuna bürünüp onun hareketlerini ve yürüyüşünü taklit ederler. Son olarak, totem hayvanının törenle öldürüldüğü seremoniler de vardır.8 Totemizmin toplumsal yanı, her şeyden çok, yasağa gösteri­ len riayetin sarsılmazlığında ve kısıtlamaların yaygınlık ve geniş­ liğinde kendisini belli eder. Totem kabilesinin üyeleri, karşılıklı

8

Bazı soylu ailelerde görülen "ak kadın" gibi.

A.g.e. , s. 45. ilerleyen sayfalarda kurbana dair yapılan açıklamalara bakınız. 1 56

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DON ÜŞÜ

olarak birbirlerine yardım etmek, birbirlerini korumak zorunda olan kız ve erkek kardeşler sayarlar kendilerini. Bir kabile üyesi, bir yabancı tarafından öldürüldüğü zaman, öldürenin mensup bulunduğu kabile tümüyle onun bu cinayetinden sorumlu olur ve öldürülenin kabilesi tam bir dayanışma içinde dökülen ka­ nın kefaretini ister. Totem bağları, bizim bugün anladığımız an­ lamda aile bağlarından daha güçlüdür. Bunlar birbirine tekabül eden şeyler değildir, çünkü totem genellikle ana tarafından geçer ve başlangıçta büyük bir ihtimalle baba tarafından geçiş henüz bilinmiyordu . Buradan bir tabu kısıtlaması ortaya çıkıyor. Buna göre , aynı totem kabilesinin üyeleri kendi aralarında evlenemezler ve ge­ nellikle aynı kabileden olan kadın ve erkekler aralarında cinsel ilişkide bulunmaktan kaçınmak zorundadırlar. Böylece , totemiz­ min o ünlü ve muammalı ayrılmaz parçasına, egzogamiye gelmiş bulunuyoruz. Bu eserin ilk bölümünü tümüyle buna ayırmıştık. Burada yalnızca bunun ilkel insanda çok belirgin halde bulu­ nan ensest fobisinin eseri olduğunu, enseste karşı bir güvenlik önlemi olmak itibarıyla, grup evlilikleri için anlaşılmayacak bir yanının bulunmadığını; başlangıçta genç kuşakları ensestten ko­ rumayı amaçlamasına rağmen sonraki gelişimi sırasında yaşlı ku­ şaklar için de bir engel haline geldiğini hatırlatmakla yetinelim.9 Frazer'ın totemizme dair bu açıklamasına -ki bu konuda li­ teratürdeki ilk açıklamalardan biridir- daha sonra yayımlanmış sentez denemelerinden bazı parçalar ekleyeceğiz. W. Wundt, 9

Bkz. bölüm 1 . 1 57

TOTEM VE TABU

1 9 1 2 yılında çıkmış olan Elemente de Vôlherpsychologie sinde şun­ '

ları yazıyor: 10 "Totem-hayvan, ait olduğu topluluğun ata-hayvan'ı sayılır. Şu halde totem, hem bir topluluk adı, hem de bir soyadıdır ve bir soyadı olarak aynı zamanda mitoloj ik bir anlam taşır. Ne var ki kavramın bütün bu anlamları sınırlandırılmış olmaktan uzak­ tır. Bazı hallerde, bunların bazıları arka plana çekilir ve böylece totemler, kabile bölümlerinin basit bir adlandırılma yolu hali­ ni alırlar; başka bazı hallerde ise, totemin soyla ilgili yanı ya da toplumsal anlamı ön plana geçer . . . Totem kavramı, kabilenin iç bölünmelerine ve organizasyonuna temel oluşturur. Bu normlar, kabile üyelerinin inancına ve duygularına derinden kök salmış bulunduğundan, bunun sonucu olarak, totem hayvanı başlangıç­ ta yalnızca bir kabilenin üyelerinden bir grubun işareti olmakla kalmıyor fakat çoğu zaman belli bir alt-grubun atası da sayılı­ yordu . . . Bu yüzden, hayvan atalar aynı zamanda tapınma obje­ sidirler. .. Bazı törenler ve törenli bayramlar bir yana bırakılacak olursa, bu kült, en başta, totem karşısında alınan belli bir tavırda ifadesini bulur: yalnızca şu ya da bu özel hayvan değildir totem; aynı türün bütün temsilcileri, belli bir ölçüde, kutsal hayvan sa­ yılır. Bazı istisnai durumlar bir yana, bir totem-hayvanın etini yemek yasaktır. Fakat bu yasağın, bazı seremonilerde anlamlı bir karşıtı bulunur, yani bu seremoniler sırasında, bazı şartların ye­ rine getirilmesi kaydıyla totem-hayvan'ın eti yenilebilir. Kabilenin bu totemik bölünüşünün en önemli toplumsal 10

Bkz. s. 1 1 6. 1 58

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÔNÜŞÜ

yam, bu bölünüşten dogan, gruplar arası ilişkilere dair ahlak normlarıdır. Bu normların en başta gelenleri, evlilik ilişkileriy­ le ilgili olanlarıdır. Nitekim, kabilenin bu şekilde bölünüşü , ilk defa totem çağında ortaya çıkan önemli bir fenomeni özünde ta­ şır: egzogami. Daha sonra geçirdiği değişimleri ve hafiflemeleri bir yana bı­ rakarak ilkel totemizmin mahiyeti hakkında bir fikir edinmek istiyorsak, bunu şu şekilde özetleyebiliriz: Totemler başlangıçta hayvandan başka bir şey değildiler ve kabilelerin ataları olarak görülüyorlardı; totem ancak anadan tevarüs edilerek geçiyordu; onu öldürmek ya da yemek -ki ilkel insan için bu ikisi aynı şeydi­ yasaktı ; bir totemin üyeleri için, aynı totemi benimseyen karşı cinsten kişilerle evlenmek de yasaktı . " 1 1 11

Bu tezlerle, Frazer'ın totemizm konusundaki ikinci çalışmasında ("The Origin of Totemism", Fortnightly Review, 1899) vardığı şu sonuçları kar­ şılaştırabiliriz: "Böylece, totemizm, genellikle, hem politik hem de dinsel bir ilkel sistem olarak görülmüştür. Dinsel bir sistem olarak, ilkel insanın, kendi totemiyle mistik birliğini ifade eder; toplumsal bir sistem olarak ise, aynı totemden olan erkeklerle kadınlar arasındaki karşılıklı ilişkilerle, fark­ lı totemik gruplar arasındaki karşılıklı ilişkileri içine alır. Ve sistemin bu iki cephesine, totemizmin iki açık ve kesin yasası tekabül eder: bunlardan birincisi, bir insanın, ister hayvan ister bitki olsun, kendi totemini öldüre­ meyeceği ya da yiyemeyeceği kuralı; ikincisi de, kendisiyle aynı totemden olan bir kadınla evlenmeyi ya da aynı yerde oturmayı ona yasak eden ku­ raldır" (s. 101). Frazer, bundan sonra, bizi totemizm tartışmalarının en can alıcı noktasına götüren şu hususu ekliyor: "Bu iki cephenin, yani dinsel ve toplumsal cephelerin, daima bir arada mı bulundukları, yoksa aslında birbirinden bağımsız mı oldukları sorusuna gelince, farklı şekillerde cevap­ landırılmış bir sorudur bu." 1 59

TOTEM VE TABU

Bizi şaşırtan nokta, Reinach'ın formüle ettiği "Totemizm Yasası"nda, en temel tabu olan egzogami tabusunun hiç görül­ memesi, totem hayvanının atasal karakterinden ise ancak şöyle bir söz edilip geçilmesidir. Fakat şimdi ele alacağımız bilim adamlarında göreceğimiz fikir ayrılıklarına okuru hazırlamak amacıyla, bu konunun ay­ dınlatılmasında kendilerine çok şey borçlu bulunduğumuz ya­ zarlardan biri olan Reinach'ın açıklamasına burada değinmeyi tercih ettim.

2

Totemizm, her türlü kültürün normal bir aşamasını temsil et­ mekte olduğu fark edildiği ölçüde, anlaşılmasına, doğasını saran muammanın aydınlatılmasına duyulan ihtiyaç da artıyordu . Ger­ çekten de, her şeyiyle bir muammadır totemizm. Totemikjeneolo­ jinin kökleri, egzogamiye yol açan nedenler (egzogamiye ve bunun aracılığıyla dile gelen ensest tabusuna) ve jeneoloji ile egzogami, yani totemik organizasyon ile ensest yasağı arasındaki ilişkiler en can alıcı sorunları oluşturmaktadır. Aynı zamanda hem tarihsel, hem de psikolojik bir totemizm anlayışı elde etmeye çalışmamız gerekir. Öyle ki bu anlayış, hem bu garip kuramların içinde geliş­ miş oldukları şartları, hem de insanoğlunun bu kuramlarda ifade­ sini bulan psişik ihtiyaçlarını bize açıkça göstermelidir. Oysa, okurlarımın şüphesiz hayretle görecekleri gibi, uzman­ lıkta birbirinden hiç de aşağı kalmayan birçok araştırmacı, bu so­ ruları cevaplandırmak için son derece farklı açılardan bakmış ve 160

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONÜŞÜ

çogu zaman aralarında çok büyük ayrılıklar bulunan bazı görüş­ ler ileri sürmüşlerdir. Bunun için, genel olarak totemizm ve eg­ zogami hakkında söylenebilecek şeyler henüz tümüyle güvenilir olmaktan uzaktır. Hatta, yukarıda, Frazer'ın 1 887'de yayımlan­ mış bir eserine göre çizdigimiz tablo bile, yazarın bir önyargısını dile getirmektedir, bu konuda sık sık fikir degiştirmiş olduguna göre, kendisi bile bugün bunu tereddütsüz inkar ederdi. 1 2 Totemizm ile egzogaminin dogasına nüfuz edilebildigi tak­ dirde, bu iki kurumun kaynaklarının bilinmesi yönünde büyük bir adım atılmış olacağını kabul etmek doğal görünüyor. Fakat durumu iyi değerlendirebilmek için, Andrew Lang'ın bir gözle­ mini hatırda tutmamız gerekir. Şöyle ki: ilkel kavimlerde bile bu kurumların kökensel şekilleri ve bunların oluşmasına yol açan şartlar artık kaybolmuş bulunmaktadır ve böyle olduğu için de, artık ortada bulunmayan gerçeklerin yerini varsayımlarla doldurmak zorundayız. 1 3 Öğütlenen açıklama denemelerinden 12

Geçirdiği bu fikir değişiklikleri konusunda Frazer şu güzel sözleri söylüyor: "Bu güç sorunlar hakkında vardığım sonuçların kesin şeyler olduklarını iddia edecek kadar safdil değilim. Sık sık fikir değiştirdim ve gelişmeler gerektirdiği takdirde değiştirmeye devam edeceğim; çünkü samimi bir araştırmacı, tıpkı bir bukalemun gibi, üzerinde yürüdüğü zeminin rengi­ ne uyabilmek için, kendi rengini değiştirmeyi bilmelidir -" Totemism and

Exgamy'nin 1. cilt, önsöz, 1 9 1 0 . 13

"Olayın doğası gereği v e totemizmin kaynakları tarihsel ya d a deneysel in­ celeme imkanlarımızı aştığı için bu sorunlar konusunda tahminlere başvur­ mak zorunda kalıyoruz." (A. Lang: Secret of the Totem , 27.) "Hiçbir yerde ne mutlak surette ilkel bir insan ne de oluşma halinde bir totem sistemi görmekteyiz." (s. 29.)

161

TOTEM YE TABU

bazıları, bir psikoloğun gözüne peşinen elverişsiz görünecek ni­ teliktedir; çünkü fazlasıyla rasyonel karakterdedirler ve işin duy­ gusal yanını hiç hesaba katmamaktadırlar. Diğer bazılarına gelin­ ce , bunların bir kısmı gözlemle doğrulanmayan bazı ilk ilkelere dayanmakta, bir kısmı da dayanağını pekala başka türlü yorum­ lanabilecek malzemelerde bulmaktadır. tleri sürülen fikirlerin çürütülmesi genellikle zor bir iş değildir. Her zaman olduğu gibi, yazarlar, birbirlerine yönelttikleri eleştirilerde çalışmalarının po­ zitif kısmına kıyasla daha becerikli görünüyorlar. Bunun için bu konuda yazılmış, ancak küçük bir kısmını burada anabileceği­ miz en yeni eserlerde totemle ilgili sorunlara genel bir çözüm ge­ tirmenin imkansızlığını açıkça belirtmek yönünde gittikçe artan bir eğilime rastlanıyor (bkz. örneğin, B. Goldenweiser, ]ournal of

American Folhlore, XXIII, 1 9 10. Bu çalışma, Britanica Year Booh ta '

özetlenmiştir, 1 9 1 3). Birbirleriyle çelişen bu varsayımları, zaman sırası gözetmeksizin, burada zikretmek istiyorum.

a) Totemizmin Kaynağı Totemizmin kaynakları sorunu şu şekilde formüle edilebilir: tlkel insanlar nasıl olmuş da kendilerini (ve kabilelerini) hayvan, bitki ve cansız eşya adlarıyla adlandırmışlardır?14 Totemizm ve egzogamiyi bilim dünyası için keşfeden lskoç­ yalı Mac Lennan, 15 totemizmin kaynakları konusunda hiçbir şey 14

Başlangıçta belki de yalnızca hayvan adlarıyla adlandırmışlardır.

15

The Worship of Animals and Plants, "Fortnightly Review," 1869- 1 870. Pri­ mitive Marriage, 1 865 . Bu iki makale, Studies in Ancient History'de yeniden 1 62

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONÜŞÜ

söylememiştir. A. l.ang'ın 16 bildirdiğine göre, Mac lennan uzun süre totemizmi, dövme adetine bağlamaktan yana olmuştur. To­ temizmin kaynaklarına dair yayımlanmış teorileri üç gruba ayırı­ yorum: a) nominalist teoriler, p) sosyolojik teoriler, y) psikolojik teoriler.

a) Nominalist teoriler Bu teorilere dair bildiklerimiz, onların bu başlık altında sınıf­ landırılmasını haklı gösterecek niteliktedir. Peru lnkaları soyundan gelen ve XVII. yüzyılda kendi kavmi­ nin tarihini yazmış olan Garcilaso del Vega, totem fenomenleri hakkında bildiklerini kabilelerin kendilerini adlarıyla birbir­ lerinden ayırmak ihtiyacına bağlıyordu. 1 7 Aynı fikre, iki yüzyıl sonra, A.K. Keane'ın Ethnology sinde de rastlanır: bu yazara göre, '

totem, bireylerin , ailelerin ve kabilelerin kendilerini birbirlerin­ den ayırmakta kullandıkları armalardan çıkmıştır. 18 Max Muller de , Contributions to the Science of Mythology'sinde aynı fikri ileri sürmüştür. 19 Muller'e göre, totem şunlardan biri olabilir: 1 . bir kabile alameti; 2. bir kabile adı; 3. kabile ataların­ dan birinin adı; 4. kabilenin büyük saygı gösterdiği bir nesnenin adı. ] . Pikler, 1 899 yılında şöyle yazıyordu: "insanların, topluluklar ve bireyler için, yazıyla tespit edilmiş

16

basılmıştır. 1 876, ed. 1 886.

17

The Secret of the Totem, 905, s. 34. A. Lmg, Secret of the Totem, s. 34. A.g.e.

19

A. Lang'a göre.

IB

163

TOTEM VE TABU

sürekli bir ada ihtiyaçları vardı. . . Totemizm işte böyle, dinsel bir ihtiyaçtan değil fakat sıradan, pratik bir ihtiyaçtan doğmuştur. Totemizmin çekirdeği, yani adlandırma, ilkel yazı tekniğinin bir sonucudur. Totem, kolayca tekrarlanabilecek, taklit edilebilecek bir yazı işareti niteliğindedir. Ne var ki ilkel insanlar, kendilerine bir kere bir hayvanın adını verdikten sonra, bundan bu hayvanla aralarında akrabalık olduğu fikrini çıkarmışlardır. "20 Herbert Spencer da, adlandırmaya totemizmin oluşmasında kesin bir rol atfetmekteydi. Ona göre , bazı kişilerde herhalde kendilerine bazı hayvanların adının verilmesini gerektiren bazı nitelikler bulunuyordu. Bu yüzden, bu kişiler bazı unvanlar ya da lakaplar almış ve sonra bunu çocuklarına geçirmişlerdir. 11kel dillerin belirsizliği ve kolay anlaşılmazlığı dolayısıyla, sonraki kuşaklar bu adları, soylarının bu hayvanlardan geldiğine bir işa­ ret saymışlardır. Böylece totemizm, bir yanlış anlama sonucunda atalara tapma halini almıştır. Lord Avebury de (daha çok Sir john Lubbock adıyla tanınır) da, yanlış anlama konusu üzerinde ısrar etmeksizin, totemizmin kaynağını aynen böyle açıklıyor: "Hayvanlara tapınmayı açıkla­ mak istiyorsak," diyor Lord Avebury, "insan adlarının çok kere hayvan adlarından alındığını unutmamamız gerekir. Ayı ya da aslan adını almış olan bir insanın çocukları ya da yandaşları, pek doğal olarak bu adı bir aile ya da kabile adı yapmışlardır. Böyıo

Pikler ve Somlu, Der Ursprung des Toıemismus, 1 90 1 . Yazarlar, hak­ lı olarak, yaptıkları açıklamayı "maddeci tarih teorisine bir katkı" olarak nitelendiriyorlar. 164

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi OONOŞO

lece, hayvanın kendisi de bir saygı ve hatta bir tapınma objesi halini almıştır." Fison, totem adlarını kişi adlarından çıkarmak yönündeki bu eğilime karşı, çürütülmesi imkilnsız görünen bir itiraz ileri sür­ müştür.21 Avustralya yerlileri hakkında bildiklerimizi hatırlata­ rak, totemin daima bir grup insanın adı oldugunu, asla tek bir kişinin adı olmadığını göstermiştir. Eğer böyle olmasaydı, yani başlangıçta totem tek bir kişinin adı olsaydı, anne tarafından te­ varüs rejimi dolayısıyla, bu ad hiçbir zaman o kişinin çocukları­ na geçemezdi. Yukarıda sözünü ettiğimiz bütün bu teorilerin yetersiz oldu­ ğu açıkça ortadadır. Bu teoriler, ilkel kavimlerin niçin hayvan adları taşıdıklarını açıklasalar bile, bu adların onların gözünde taşıdığı önemi, başka bir deyişle totem sistemini açıklayamamak­ tadırlar. Bu grup içinde, en dikkate değer teori, Lang'ın, Social

Origins ( 1 903) ve The Secret of the Totem ( 1 905) adlı eserlerin­ de geliştirmiş olduğu teoridir. Bu teori, adlandırmayı problemin özü haline getirmekle birlikte, iki ilginç psikolojik etkeni de he­ saba katmakta ve böylece totemizm muammasını kesin bir şekil­ de çözme iddiasında bulunmaktadır. A. Lang'a göre , kabilelerin nasıl olup da kendilerine hayvan adları verdikleri önemli değildir. Onların, bu adları nasıl aldık­ larını bilememelerine rağmen, günün birinde, hayvan adları taşıdıklarının bilincine varmış olduklarını kabul etmekle yetin­ meliyiz. Adların kaynağı unutulmuştur. Bu durumda, spekülatif 11

Kamilaroi and Kurmai, s. 165, lBBO (L. Lang, Secreı of ıhe Toırnı). 165

TOTEM VE TABU

bir açıklama yapmaya çalışacaklar ve adlara atfettikleri önem bi­ lindiğine göre , totem sisteminin içerdiği bütün fikirlere sonunda ister istemez varacaklardır. Günümüz vahşileri ve hatta kendi çocuklarımız için olduğu gibi22 ilkel insanlar için de adlar önem­ siz ve gelişigüzel şeyler olmayıp, anlamlı ve temel birer sıfattırlar. Bir insanın adı, onun kişiliğinin, hatta belki ruhunun temel par­ çalarından biridir. Belli bir hayvanla aynı adı taşımak, ilkel insa­ nı, kendi kişiliğiyle adını taşıdığı hayvan türü arasında esrarlı ve anlamlı bir bağ bulunduğunu kabule götürmüş olmalıdır . Peki, onun gözünde bu bağ, bir kan bağı değildiyse neydi? Bu bağ bir kere kabul edildi mi, ad aynılığı dolayısıyla, egzogami de dahil olmak üzere, bütün totem kurallarının, kan tabusunun dolaysız sonuçları olarak buradan çıkması kaçınılmazdır. "Egzogami de dahil olmak üzere, bütün totemik inanç ve pra­ tiklerin doğması şu üç şart, yalnızca şu üç şart sayesinde olmuş­ tur: bir grubu adlandırmaya yarayan, kaynağı bilinmeyen , bir hayvan adının varlığı; insan ya da hayvan olsun bu adın bütün taşıyıcıları arasında transandantal bir bağın varlığına inanış; kan­ la ilgili önyargı." (Secret of the Totem, s. 1 26) Lang'ın açıklaması iki kısımdan oluşuyor. Adın kaynağına dair anının kaybolmuş bulunduğunu kabul ederek, totem sis­ temini psikolojik bir zorunlulukla, totem adının varlığından çıkartıyor. Teorinin diğer kısmı ise, sözkonusu kaynağı keşfet­ meye çalışmakta ve göreceğimiz gibi , büsbütün farklı bir nitelik taşımaktadır. 22

Yukarıdaki tabu bölümüne bakınız.

166

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

Gerçekte, Lang'm teorisinin bu ikinci kısmı "nominalist" adı­ nı verdiğim bütün öteki teorilerden pek farklı değildir. Kabile­ lerin birbirlerinden ayrı olduklarını belirtmek ihtiyacı, bu pratik ihtiyaç, onları birer ad almaya zorlamış ve bu ad tercihen bir kabilenin başka bir kabileye verdiği ad olmuştur. Bu "dışarıdan adlandırma" Lang'ın teorisinin karakteristiğini meydana getiri­ yor. Benimsenen adların hayvanlardan alınmış olmasında şaşma­ mızı gerektirecek bir yan yoktur ve ilkel insanlar da hiç şüphe­ siz bunu bir hakaret ya da bir alay olarak görmüyorlardı. Kaldı ki Lang, bize çok daha yakın tarihsel devirlerden alınmış çok sayıda örnek sunarak, başlangıçta alay olsun diye verilmiş bazı adların daha sonra ilgili kişiler tarafından seve seve benimsenip taşındıklarını (Gueuxler, Toriler, Whigler gibi) göstermektedir. Totem adının kaynağının zamanla unutulmuş olduğu varsayımı, Lang'ın teorisinin bu ikinci bölümünü daha önce değindiğim bö­ lüme bağlıyor. B)

Sosyolojik teoriler

Daha sonraki dönemlere ait din ve adetlerde totem sistemi­ nin kalıntılarını başarıyla araştırmış ama öte yandan daha baş­ langıçtan itibaren totem hayvanının ata karakterini ihmal etmiş olan S. Reinach, bir yerde, totemizmin bir "toplumsal içgüdü hipertrofisi"nden21 başka bir şey olmadığı düşüncesinde olduğu­ nu hiç çekinmeden söylüyor. E. Durkheim'ın Les formes elementaires de la vie religieuse: Le 23

A.g.e.,

b. 1,

s.

41. 167

TOTEM VE TABU

systeme totemique en Australie ( 1 9 1 2) adlı eserinin temel fikri de budur. Durkheim'a göre , totem, bu kavimlerin toplumsal dininin gözle görülebilir temsilcisinden başka bir şey değildir. Totem, kolektiviteyi cisimleştirmektedir ve dinin asıl objesi de budur. Başka yazarlar, totemik kurumların meydana gelmesinde top­ lumsal eğilimlere ha.kim bir rol atfeden bu tez lehine daha güçlü kanıtlar bulmaya çalışmışlardır. Örneğin, A.C. Haddon, her ilkel kabilenin başlangıçta tek bir tür hayvan ya da bitkiyle beslen­ diğini ve hatta bunu başka kabilelerce arz edilen ürünlere karşı bir mübadele aracı gibi kullanarak belki ticaretini bile yaptığını düşünüyor. Şu halde bu kabilenin en sonunda, diğer kabileler tarafından hayatında bu kadar büyük bir rol oynayan hayvanın adıyla tanınması doğal bir şeydi. Aynı zamanda, bu kabilede söz­ konusu hayvana karşı özel bir yakınlık ve alışkanlık ve yine bir çeşit ilgi doğmuş olmalıydı. lnsan ihtiyaçlarının yalnızca en ilkel ve en aciline dayanıyordu bu ilgi: açlık. 24 Totemizm ile ilgili bütün teoriler içinde en rasyoneli olan bu teoriye itiraz edilerek, varsaydığı bu çeşit beslenmeye ilkel insanlar arasında hiçbir yerde rastlanmadığı ve belki de böyle bir beslenmenin hiçbir zaman da var olmamış olduğu ileri sü­ rülmüştür. llkeller omnivordurlar ve şartları gelişmediği süre­ ce böyle olmak zorundadırlar. Ayrıca, böyle sıkı bir beslenme rejiminin nasıl olup da toteme karşı adeta dinsel bir tavra, hem de tercih edilen yiyeceğe dokunmaktan mutlak suretle kaçın24

Address ıo ıhe Anıhropological Secıion of ıhe Briıish Associaıiun, Belfast, 1902. Frazer'dan alıntı, a.g.e., C. iV, s. 50 vd. 168

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONOŞO

mayı gerektiren bir tavra dönüştüğünü anlamak da hiç kolay değildir. Frazer'ın, totemizmin kaynağına dair ileri sürdüğü üç teo­ riden birincisi psikolojik bir teoriydi. Bundan daha ileride söz edeceğiz. Burada onun ikinci teorisi üzerinde duracağız. Frazer, bu te­ orisinde , iki bilim adamının Orta Avustralya yerlileri hakkında kaleme aldıkları önemli bir makaleden25 esinlenmiştir. Spencer ve Gillen, Arunta ulusu adıyla tanınan bir grup ka­ bilede bulunan bir sürü tuhaf kurum, adet ve inanışı anlatırlar. Onların vardıkları sonuca Frazer de katılıyor. Buna göre, bütün bu tuhaflıklar, ilkel bir durumun karakteristik çizgileri olarak anlaşılmalıdır ve totemizmin ilk ve hakiki anlamına dair bize bil­ gi verecek niteliktedir. Arunta kabilesinde (Arunta ulusunun bir kısmı) gözlenen bu özellikler şunlardır: 1.

Aruntalar birtakım totemik klanlara bölünüyorlar ama bunlarda totem soy yoluyla geçmek yerine her bir ki­ şiye bağlı kalıyor (bunun nasıl böyle olduğunu ileride göreceğiz).

2 . Totem klanları egzogam değildirler; çünkü evlilik kısıt­ lamaları , çok ileri dereceye vardırılan bir bölünmeye , to­ temle hiç ilgisi bulunmayan evlenme sınıfları halinde bir bölünmeye dayanır. ı5

Baldwin, Spencer ve H. J. Gillen, Londra ,

The Native Tribes of Central Australia,

189 1 . 1 69

TOTEM VE TABU

3.

Totem klanının işi, aslında büyüye dayanan birtakım yol­ lara başvurarak, yenilebilir totem objesinin çoğalmasını sağlamayı amaçlayan bir seremoninin (adına intişiuma de­ nir bu seremoninin) yerine getirilmesinden ibarettir.

4. Aruntaların gebe kalma ve öldükten sonra yeniden doğ­ ma konularında garip bir teorileri vardır; kendileriyle aynı totemden olan ölülerin tinleri, ülkenin bazı bölge­ lerinde yeniden dünyaya gelecekleri günü beklerler ve buralardan geçecek olan kadınların bedenine girerler. Bir çocuk doğduğunda, annesi ona gebe kaldığını sandığı yeri gösterir. Çocuğun totemi işte bu gösterilen yere göre belirlenir. Aruntalar, bundan başka, gerek ölülerin gerek­ se yeniden doğmuşların tinlerinin yine o yerlerde bulu­ nan birtakım özel uğur taşlarına (churinga denir bunlara) bağlı olduğunu kabul ederler. lki olgu Frazer'da, Aruntalara ait kurumların, totemizmin en eski şeklini temsil ettiği fikrini uyandırmışa benziyor. Birin­ cisi, Aruntaların atalarının daima kendi totemlerini yediklerini ve kendileriyle aynı totemden olan kadınlarla hiçbir zaman ev­ lenmediklerini söyleyen bazı milosların varlığı; ikincisi ise gebe kalma teorilerinde , cinsel eyleme görünüşte tamamen ikincil bir önem atfetmeleridir. Gebeliğin cinsel ilişki sonucu oldu­ ğunu bilmeyen insanlar, bugün yaşayan insanların en ilkelleri sayılabilirler.

lntişiuma seremonisini kendi totemizm görüşüne temel olarak 1 70

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DôNUŞÜ

alan Frazer, totemizmi, insanın en doğal ihtiyaçlarının üstesin­ den gelmeyi amaçlayan sırf pratik bir organizasyon olarak tama­ men yeni bir ışık altında gördüğü sanısına kapılmıştır (yukarı­ da Haddon'un görüşüne bakınız). 26 Sistem, ona yalnızca büyük çapta bir "müşterek" olarak görünmüştür. llkel insanlar, büyüsel denilebilecek bir üretim ve tüketim ortaklığı oluşturuyorlardı. Her totem klanı belli bir besin maddesinin bolluğunu sağlamakla yükümlüydü . Şayet yenilebilir bir totem değil de , bazı tehlike­ li hayvanlar, yağmur, rüzgar ve benzeri sözkonusu ise o zaman klan, zararlı etkilerini gidermek üzere , bu çeşit fenomenlerle uğ­ raşmakla görevli oluyordu. Klan, totemini yiyemediği ya da pek az yiyebildiği için, bu değerli malı başkalarına sağlamak işiyle uğraşıyor, buna karşılık başkaları da kendi sağlamakla görevli oldukları mallan ona sunuyorlardı. l ntişiuma seremonisine da­ yanan bu anlayışın ışığı altında, Frazer, kendi öz totemini ye­ mek yasağının, bu kurumun en önemli yanının, yani başkala­ rının yenilebilir totemden yoksun bırakılmamasına elden geldi­ ğince çalışılması buyruğunun gözden kaçırılmasına yol açtığını varsaymıştır. Frazer, başlangıçta her totem klanının hiçbir kısıtlamaya uğ­ ramadan, kendi totemini yiyerek beslendiğini söyleyen gelenek-

2�

"Bütün bunlarda, hiçbir bulanık ya da mistik yan bulunmaz; bazı yazarların insan düşüncesinin ilk, mütevazı başlangıçlarını bürümekten pek hoşlan­ dıkları o metafizik buğudan eser yoktur; ilkel insanın basit, kabaca maddi ve somut alışkanlıklarına tamamen yabancı şeylerdir bunlar" (Totemism and

Exogamy,

1, s.

1 1 7). 171

TOTEM VE TABU

sel Arunta söylentilerini benimsemiştir. Fakat o zaman da daha sonraki gelişmenin anlaşılması bakımından bazı güçlükler ortaya çıkıyor; çünkü bu gelişme sırasında, insanlar kendi totemlerini kendileri yeme adetinden vazgeçip bunun başkaları tarafından tüketilmesine razı oluyorlar. Frazer, bunun üzerine, bu kısıt­ lamanın bir dinsel saygı zorundan doğmayıp, hiçbir hayvanın kendi türünden diğer hayvanların etiyle beslenmediği gerçeğinin gözlenmesinden doğduğunu; ilkel insanın bu gözleme dayana­ rak, aksi davranışta bulunduğu takdirde, totemle olan özdeşli­ ğinin bozulacağı ve böylece onun üzerinde elde etmek istediği gücün sarsılacağı sonucunu çıkardığını düşünüyor. Sözkonusu kısıtlamanın, hayvanı koruyarak onun yardımlarından faydalan­ ma isteğiyle açıklanması da mümkündür. Zaten, Frazer, bu açık­ lama tarzının ortaya çıkardığı güçlükleri asla hafife almıyor;27 nitekim, evlilikleri totemik kabile içinde yapma adetinin nasıl olup da egzogamiye varabilmiş olduğu konusunda kesin bir şey söylemekten de kaçınmıştır. Frazer'ın, intişiuma'ya dayanan teorisi, Arunta kurumlarının ilkelliği iddiasına güvenmektedir. Oysa, bu iddianın gerek Durk­ heim28 gerekse l..ang29 tarafından ileri sürülen itirazlar karşısın­ da ayakta kalması mümkün görünmüyör. Aruntalar, daha çok, Avustralya kabilelerinin en gelişmiş, totemizmin başlangıcında 27

A.g.e., s. 1 20.

28

"Annee sociologique," cilt 1, V, VII özellikle bkz. Sur le totemisme adlı böl­

29

The Social Origins and Secret of the Totem.

üm, b. V, 1 90 1 .

1 72

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONÜŞÜ

değil de, dağılış aşamasında bulunan kabileleri olarak görülmek­ tedirler. Halen yürürlükte olan kurumların aksine, totemin yenil­ mesinden ve totem klanı içinde yapılan evliliklerden söz ettikleri için Frazer'ı derinden etkileyen mitoslara gelince, bunların, daha çok, bir altın çağ mitosu olarak, gerçekleşmesi geçmişe yansıtıl­ mış bazı arzuların ifadesi olarak anlaşılması gerekir.

y) Psikolojik teoriler Frazer'ın, Spencer ile Gillen'in gözlemleri hakkında bil­ gi edinmeden önce ileri sürdüğü ilk psikolojik teori "dış ruh" inancına dayanıyordu . 30 Totem, ruhun, karşılaşabileceği tehli­ kelerden korunmasını sağlamak üzere emanet edilebileceği gü­ venilir bir sığınak teşkil ediyordu. llkel insan ruhunu totemine emanet ettiğinde , artık kendisine silah işlemez oluyor ve do­ ğal olarak, ruhunun taşıyıcısına en ufak bir kötülük gelmesine neden olmaktan kaçınıyordu. Fakat belli bir hayvan türünün bireylerinden hangisinin emanet ruhunun taşıyıcısı olduğunu bilmediğinden, çareyi bütün türü gözetip esirgemekte buluyor­ du. Frazer, daha sonra, totemizmi böyle bir ruh inancına bağ­ lamaktan vazgeçmiştir. Frazer, Spencer ile Gillen'in gözlemleri hakkında bilgi edin­ dikten sonra, yukarıda tahlil etmiş olduğumuz totemizme dair sosyolojik teorisini ortaya koymuştur. Ama Frazer bu teorisini kurarken, totemizmi dayandırdığı nedenin fazla "rasyonel" bir neden olduğunu ve ilkel insan için fazlaca karışık bir sosyal orga30

The Golden Bough,

i l , s. 332. 1 73

TOTEM VE TABU

nizasyonu gerekli kıldığını da kabul ediyordu. 31 Büyüye dayanan kooperatif ortaklıklar, o sırada Frazer'a totemizmin tohumları olmaktan çok, gecikmiş meyveleri gibi geliyordu. Frazer, bu olu­ şumların ardında daha basit bir etken, totemizmi çıkartabileceği bir ilkel batıl inanç arıyordu. Nitekim, Aruntaların dikkate değer gebe kalma teorilerinde aradığını bulduğunu sanmıştı. Daha önce de söylediğimiz gibi, Aruntalar, gebe kalma ile cin­ sel eylem arasındaki ilişkiyi kaldırıyorlar. Bir kadın anne olaca­ ğını hissettiği zaman, bunun nedeni, onun bu duyguyu hissettiği an yeniden dünyaya gelmek özlemi içinde olan tinlerden birinin en yakındaki tinler yurdundan ayrılıp, onu kendi çocuğu olarak dünyaya getirecek olan kadının bedenine girivermesidir. Bu ço­ cuğun totemi, aynı yerde oturan öteki tinlerin toteminin aynısı olacaktır. Bu gebe kalma teorisi totemizmi açıklayamaz, çünkü kendisi zaten totemin varlığını gerektirmektedir. Fakat geri doğ­ ru bir adım daha atıp, kadının kendisini ilk defa anne olarak hissettiği an zihninden geçen hayvan, itki, taş ya da herhangi bir objenin ileride bir insan şeklinde doğmak üzere gerçekten kendi içine girdiğine daha baştan beri inandığını kabul edecek olursak, o zaman, bir insanın totemiyle özdeşliği, annenin inancında ger­ çekten kendisine bir doğruluk nedeni bulabilir ve bütün diğer totem yasakları da (egzogami hariç) bu inançtan çıkarılabilir. Bu Jı

"Bir ilkeller topluluğunun, doğa krallığını eyaletlere bölüp, her bir eyaleti ayrı bir büyücüler korporasyonuna vermesi ve bütün korporasyonlara da büyülerini ve şiirlerini ortak çıkarlar adına yapmalarını emretmesi hiç de akla yakın bir şey değildir. " Totemism and Exogamy, 1, s. 5 7. 1 74

TOTEMiZMiN ÇOCUICTA GERi DÖNÜŞÜ

şartlar içinde, insan, totem hayvanım ya da bitkisini yemekten çekinir, çünkü kendi kendisini yemiş olacaktır. Fakat ara sıra totemle özdeşliğini güçlendirmek için törenle toteminden bir parça yiyebilir. Bu özdeşlik, totemizmin temel bir parçasını oluş­ turur. Nitekim, W. H.R. Rivers'in Banco adaları yerlileri üzerine gözlemleri, buna benzer bir gebe kalma teorisi temeli üzerinde insanın kendi totemiyle dolaysız bir şekilde özdeşleştiğini göste­ rir niteliktedir. 32 Demek ki totemizmin nihai kaynağı, ilkel insanların insan­ larla hayvanların üreme ve türlerini devam ettirme şekline dair özellikle erkeğin döllenmedeki rolü hakkındaki bilgisizliklerinde yatmaktadır. Döllenmeyle çocuğun doğması (ya da annenin, kar­ nında çocuğun ilk kımıldanışlarını duyması) arasındaki sürenin uzunluğu da bu bilgisizliği körüklemiş olabilir. Buna göre , tote­ mizm, erkek düşüncesinin değil, kadın düşüncesinin bir yaratı­ sıdır; totemizmin kaynağı, gebe kadının "marazi kuruntuları"dır. "Kadının, kendini ilk defa anne hissettiği o esrarengiz anda, ha­ yal gücünü kurcalayan her şey onun tarafından kamında taşıdığı çocukla kolayca özdeşleştirilebilmiştir. Son derece doğal ve gö­ rünüşe göre son derece evrensel olan bu annelik hayalleri, pekala totemizmin kökenini oluşturabilir. "33 Frazer'ın bu üçüncü teorisine yapılabilecek başlıca itiraz, onun ikinci teorisine, sosyolojik teoriye, yapılan itirazın aynı12 13

Totemism and Exogamy, A.g.e., s. 63.

il,

s.

89 ve iV,

175

s.

59.

TOTEM VE TABU

sıdır. Ammalar, totemizmin ilk başlangıcından çok uzakta gö­ rünüyorlar. Babalığı inkar edişleri, ilkel bir bilgisizlikten kay­ naklanır gibi görünmüyor. Birçok halde, soyu baba tarafından yürütmeyi pekala biliyorlar. Şan ve şerefi ata ruhlarına vermek amacına yönelik bir düşünceyle babalık kurumunu feda etmiş oldukları söylenebilir. 34 Hz. Meryem'in erkeksiz gebe kalması mitosunu bir genel gebelik teorisi haline getiren Ammalar bu işi yaparken, döllenme şartları konusunda, antik çağ kavimlerinin Hıristiyan mitoslarının doğuşu sırasında gösterdikleri cehaletten daha kötü bir cehalet göstermiş değildirler. Hollandalı G.A. Wilken, totemizmin kaynağım ruhların be­ denden bedene göçmesi inancına bağlayarak bu konuda başka bir açıklama önerisinde bulunmuştur. "Genel inanışa göre, be­ denine ölülerin ruhları geçen hayvan, bir kan akrabası, bir ata haline geliyor ve bu sıfatla sevilip sayılıyordu." Ne var ki görünü­ şe göre, ruhların göçü inancının totemizmi açıklamasından çok, totemizm ruhların göçü inancını açıklamaktadır. 35 Başka bir totemizm teorisi de , Fr. Boas ve Hill-Tout gibi seç­ kin Amerikalı etnologlar tarafından ileri sürülmüştür. Bu teoriye göre totem aslında bir atanın, gördüğü bir rüya sayesinde elde ederek kendisinden sonra gelen kuşaklara aktardığı koruyucu ruhtur. Totemizmin kaynağını, tek kişiden miras yoluyla geçişle açıklamanın zorluğunu daha önce belirtmiştik. Bundan başka, 3� 35

"Bu inanç, ilkel olmaktan uzak bir felsefedir." Frazer, Totemizm and b:ogamy, iV,

s.

1 76

45 vd.

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

Avustralya'da yapılan gözlemler, totemin koruyucu ruhtan türe­ diğine dair hiçbir delil sunmuyor.36 Psikolojik teorilerin sonuncusu olan Wundt'un teorisi,37 şu iki olguya kesin bir değer atfeder: bunlardan birincisi, en ilkel, en yaygın totem objesinin hayvan olması, ikincisi de totem hay­ vanları arasında en yaygınlarının bir ruha sahip bulunanlar olma­ sıdır. Ruhu olan hayvanlar -örneğin yılanlar , kuşlar , kertenkele­ ler, fareler- son derece hareketli olmaları, havada uçabilmeleri, korku ve şaşkınlık uyandıran başka bazı özellikleri sayesinde be­ denlerden ayrılmış ruhlara taşıyıcılık etmeye en uygun hayvanlar olarak görülmektedirler. Totem hayvanı, insan ruhunun hayvan şekline bürünmesinin bir ürünüdür. Bu nedenle Wundt'a göre, totemizm, doğrudan doğruya ruhlara inanmaya, yani animizme bağlanıyor.

b) ve c) Egzogaminin Kaynağı ve Totemizmle İlişkisi Totemizme dair teorilerden oldukça ayrıntılı bir şekilde bahsetmeme karşın, yapmak zorunda kaldığım kısaltmalar yü­ zünden bunlar hakkında yeterli bir fikir verememiş olabilirim. Şimdi üzerinde duracağım sorunlara gelince , bu konuda sırf okurun yararını düşünerek daha da özetleyici olmam gerektiği inancındayım. Totemli kavimlerin egzogamisine dair tartışma­ lar , bu konuyla ilgili malzemenin niteliği dolayısıyla, karmaşık ve çeşitlidir. Hatta. karışıklık ve bulanıklığın bu tanışmaların en 16 17

Frazer, a.g.e., 5. 48. Wundt, Elemente der Vôlkerpscychologie, 5. 190. 1 77

TOTEM VE TABU

belirgin özelliği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat burada hedeflediğim şey, bazı ana çıkış yönlerini belirtmekle yetinerek, sorun hakkında daha derin bir fikir sahibi olmak isteyenleri sık sık zikrettiğim uzmanlık eserlerine başvurmaya sevk etmemi mümkün kılıyor. Bir yazarın egzogamiyle ilgili sorunlar karşısındaki tavrı en azından belli bir ölçüde, şu ya da bu totem teorisine karşı duy­ duğu sempatiye bağlıdır. lleri sürülen açıklamalardan bazıları sanki birbirinden tamamen ayrı iki kurum sözkonusuymuş gibi, egzogamiyle hiçbir ilişkisi olmayan şeylerdir. Bu nedenle, birbi­ rinden farklı iki anlayışla karşı karşıyayız; bunlardan biri, ilkel görünüşler üzerinde durarak egzogamiyi totem sisteminin temel bir parçası olarak görür; diğeri ise , böyle bir bağlılığı reddederek ilkel kültürlerin bu iki karakteristik yanının ancak bir rastlantı sonucu bir arada bulunduğuna inanır. Frazer, son eserlerinde bu ikinci görüşü kayıtsız şartsız benimsemektedir. "Okurlardan şunu daima hatırda tutmalarını rica ederim ki," diyor Frazer, "birçok kabilede tesadüfen birleşip karışmış ol­ malarına rağmen totemizm ile egzogami kaynakları ve doğaları bakımından temelde birbirinden ayrı şeylerdir. " (Totem and Exo­

gamy. 1 , s. Xll) Frazer, bir güçlük ve yanlış anlama kaynağı olarak gördüğü karşı görüşten kaçınılması gerektiğini açıkça söylüyor. Başka bazı yazarlar ise , Frazer'ın aksine , egzogamide totemizmin temel fikirlerinin bir sonucunu görmektedirler. Nitekim Durkheim, :ııı ıs

L'Annee sociologique, 1898- 1 904. 1 78

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONÜŞÜ

bu konudaki çalışmalarında toteme bağlı olan tabunun, erkek­ le aynı toteme mensup bir kadın arasında cinsel ilişki yasağı­ nı mecburen içermesi gerektiğini göstermiştir. Totem erkekle aynı kandan olduğu için aynı toteme mensup bir kadınla cinsel ilişkide bulunmak ağır bir suçtur (bu yasak özellikle bekaretin bozulmasını ve adet halini göz önünde tutuyor gibidir).39 Bu noktada Durkheim'la aynı fikirde olan Lang, aynı kabileden olan erkeklerle kadınlar arasında cinsel ilişkide bulunma yasağını bir nedene dayandırmak için, kan tabusunu öne sürmeye bile gerek olmadığını düşünüyor.40 Örneğin, totem olan ağacın gölgesin­ de oturmayı yasaklayan genel totem tabusu, bu iş için yeterlidir. Aynı yazar, egzogaminin kaynağına dair başka bir teori (ilerleyen sayfalara bakınız) daha öne sürüyorsa da, bu iki açıklama arasın­ da ne gibi bir ilişki olduğunu söylemiyor. Zaman

bakımından

hangisinin

önce

geldiği

konusun­

da ise çoğu yazar, totemizmin egzogamiden önce geldiğini düşünmektedir.41 Egzogamiyi totemizden bağımsız olarak açıklamak isteyen teoriler arasında, yalnızca yazarların ensest problemi karşısında aldıkları farklı tavırları açığa çıkaran teoriler üzerinde duracağız.

39

Frazer'da Durkheim'ın fikirlerinin eleştirisi için bkz . , Totem and Exogamy,

10

Secret of the Totem, s. 1 25. Örneğin, Frazer (a.g.e., iV, s . 75): "Totemik klan, egzogamik sınıftan tama­

iV, 1 0 1 . 11

mıyla farklı bir toplumsal organizmadır ve bundan çok daha eski olduğuna inanmamızı gerektiren güçlü sebepler vardır."

179

TOTEM VE TABU

Mac lennan42 egzogamiyi, daha eski bir devirde kadın ka­ çırmanın varlığını ortaya koyar gibi görünen bazı gelenek ve görenek kalıntılarıyla, çok zekice açıklıyor. Ona göre, en ilkel çağlarda, kadınların yabancı kabilelerden kaçırılarak elde edil­ mesi yönünde genel bir eğilim vardı ve böylece, erkeklerin kendi kabilelerinden kadınlarla evlenmeleri giderek istisnai bir hal aldığı için sonunda tamamen yasaklandı.43 Mac lennan, bu egzogami adetinin nedenini, kız çocuklarının çoğunlukla daha doğar doğmaz öldürülmeleri teamülü dolayısıyla, bu ilkel kabile­ lerin çektiği kadın kıtlığında buluyor. Biz burada, olayların Mac lennan'ın varsayımını doğrular nitelikte olup olmadığını araştı­ racak değiliz. Bizim için işin asıl ilgi çekici yanı, bu varsayımlar kabul edilse bile, kabiledeki erkeklerin hangi nedenle kendi kan­ larından bazı kadınlarla evlenmeyi kendilerine yasakladıklarının ve hangi nedenle yazarın ensest problemini bir yana bıraktığının anlaşılamamasıdır. 44 Bu bakış açısının aksine ve şüphesiz çok daha makul neden­ lerle bazı diğer araştırmacılar egzogamiyi enseste karşı koruyucu bir kurum olarak görmüşlerdir.45 Avustralya'daki evlenme kısıtlamalarının gittikçe daha kar­ maşık hale geldiğini göz önünde bulunduracak olursak, Morgan, Baldwin Spencer, Frazer ve Howit'in46 görüşünü paylaşmamazlık 4Z

Primitive marriage, 1 865.

43

"Uygulanmıyor, öyleyse uygunsuz."

44

Frazer, a.g.e.,

45

Bkz. bölüm 1 .

46

Morgan, Ancient Society, 1877. Frazer, Totem and txog, iV. , s. 1 05 vd.

ss.

75-92.

1 80

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONUŞÜ

edemeyiz. Bu görüşe göre, sözkonusu önlemler, bilinçli, kasıtlı bir niyetin damgasını taşımakta olup gözettikleri amaca gerçek­ ten ulaşmışlardır. "Aksi taktirde, hem bu kadar karmaşık, hem de bu kadar düzenli bir sistemi bütün ayrıntılarıyla başka türlü açıklamak imkansızdır . "4 7 Bahsedilmesi gereken ilginç bir olay da, evlenme sınıflarının kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan ilk kısıtlamaların genç neslin cinsel özgürlüğünü, yani kız ve erkek kardeşle oğul ve anne arasındaki ensesti

hedef aldığı, babalarla kızları arasındaki

ensestin ise ancak daha sonraki yasaklarla ortadan kaldırılmış olduğudur. Fakat egzogamik cinsel kısıtlamaları, yasa koyucu niyetlere bağlayarak bu kurumların hangi nedenlerle kurulmuş oldukla­ rı açıklanamaz. Bizzat egzogaminin kökeni olarak düşünülmesi gereken ensest korkusu son tahlilde nereden gelmektedir? En­ sest fobisini çok yakın akrabalar arasında cinsel ilişkilere karşı duyulan içgüdüsel bir nefretle açıklamak elbette yeterli olamaz; çünkü bu, neden olarak yine ensest korkusunu ileri sürmek de­ mektir. Kaldı ki deneyimin de gösterdiği gibi, bu içgüdüye rağ­ men, ensest, modern toplumlarımızda bile seyrek rastlanır bir olay olmaktan uzaktır ve tarihsel deneyim vaktiyle ensest evlen­ melerin bazı ayrıcalıklı kimseler için bir zorunluluk olduğunu göstermektedir. Westermarek48 ensest korkusunu şöyle açıklıyor: "Çocukluk47 4H

Frazer, a.g.e.,

s.

1 06.

Ursprung und Entwicklung des Moralbegriffe, il. Die Ehe, 1909. Yine bu eser181

TOTEM VE TABU

!arından beri bir arada yaşayan ayrı cinsten kişiler, birbirleriyle cinsel ilişkide bulunmaya karşı doğuştan bir nefret duyarlar ve bu kişiler arasında genellikle bir kan akrabalığı bulunduğu için, bu duygu gelenek ve göreneklerde ve de yasada, yakın akrabalar arasında cinsel ilişki yasağı halinde kendisini doğal bir şekilde dile getirir." Havelock Ellis de, Studies in the Psychology of Sex te '

,

bu nefretin içgüdüsel karakterine itiraz etmekle birlikte, şu söz­ leriyle aynı bakış açısına yaklaşıyor: "Çocukluklarından beri bir arada yaşamış olan kız ve erkek kardeşler ya da genç kız ve erkekler arasında, normal olarak, cinsel içgüdünün kendini göstermemesi, sözkonusu durumlarda çiftleşme içgüdüsünün uyanması için gerekli şartların bulunma­ masından ileri gelen negatif bir olgudur . . . Çocukluklarından beri birlikte yaşamış kişilerde , alışkanlık, görmenin, işitmenin, do­ kunmanın meydana getirebileceği bütün uyarmaları köreltmiş­ tir, bu kişiler arasında cinsel arzulardan uzak bir eğilim yarat­ mıştır ve bu arzuları cinsel şehvetin uyanması için gerekli erotik uyarımı meydana getirebilecek güçten yoksun kılmıştır." Ne var ki Westermarck'ın, bir yandan, çocukluklarından beri bir arada yaşamış kişilerin aralarında cinsel ilişkide bulunmaya karşı doğuştan nefret duyduklarından söz ederken bir yandan da bu duyguyu kandaş evliliklerin tür için zararlı olması gibi bi­ yolojik bir olayın psişik ifadesi olarak görmesi bana çok garip geliyor. Bu çeşit bir biyolojik içgüdünün, kan akrabaları arade yazarın kendi görüş tarzına karşı ileri sürülen itirazlara karşı çıkışına da bakınız.

182

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

sında tür bakımından zararlı olan cinsel ilişkileri yasaklamakla kalmayarak, bu bakımdan hiçbir sakıncası bulunmayan cinsel ilişkileri de -aynı ev ya da aynı kabile üyeleri arasında cinsel iliş­ kileri- yasaklayacak kadar psikolojik tezahüründe yanılabilece­ ğini kabul etmek güçtür. Bu bakımdan, Frazer'ın, Westermack'a yönelttiği eleştiriye değinmeden geçemeyeceğim. Frazer günü­ müzde, aynı evde yaşayanlar arasında ilişkilerden kaçınılmama­ sına karşın, Westermack'a göre bu kaçınmanın bir sonucundan başka bir şey olmayan ensest korkusunun çok artmış olmasını akıl alır gibi bulmuyor. Aşağıdaki eleştiriler ise daha da derin . Tabuya dair bölümde ileri sürdüğüm kanıtlarla esas noktalarda tamamen uyuştukları için, Frazer'ın bu eleştirilerini buraya ay­ nen alıyorum. "Derine kök salmış bir insan içgüdüsünün, bir yasayla pe­ kiştirilmeye ihtiyaç duymasının nedenini anlamak pek mümkün değil. l nsana, yemek yemesini, su içmesini emreden ya da elleri­ ni ateşe sokmasını yasaklayan bir yasa yoktur. İnsanlar, içgüdü­ sel olarak, doğal cezalardan korktukları için yer, içer ve ellerini ateşten uzak tutarlar, yoksa içgüdülerine karşı hareket ettiklerin­ de yasal cezalara uğramaktan korktukları için değil. Yasa, ancak insanların, bazı içgüdülerinin baskısıyla yapabilecekleri şeyleri yasaklar. Doğanın kendisinin yasakladığı ya da cezalandırdığı bir şeyin, yasa tarafından yasaklanmasına ya da cezalandırılma­ sına gerek yoktur . Bu nedenle , bir yasa tarafından yasaklanmış suçların, gerçekten de birçok insanın, doğal eğilimleri yüzünden kolayca işleyebilecekleri suçlar olduğunu hiç tereddütsüz kabul 183

TOTEM VE TABU

edebiliriz. Kötü eğilimler olmasaydı, suçlar da olmazdı ve suçlar olmasaydı, onların yasaklanmasına ihtiyaç kalmazdı. Şu halde, ensestin yasayla yasaklanmış olmasından, enseste karşı doğal bir nefretin varlığı sonucunu çıkarmak yerine, daha çok, insanı enseste iten bir içgüdünün var olduğu ve eğer yasa, başka bir­ çok içgüdüyü bastırdığı gibi bu içgüdüyü de bastırıyorsa, uygar insanların bu gibi doğal içgüdülerin tatmin edilmesinin toplum bakımından zararlara yol açacağını anlamış oldukları sonucunu çıkarmak gerekir. "49 Frazer'ın bu dikkate değer kanıtlamalarına ben de şunu ek­ leyebilirim ki, psikanaliz deneyleri, insanoğlunda ensest türü ilişkilere karşı doğuştan bir nefretin kesinlikle varolmadığını is­ patlıyor. Tam tersine , ergin insanın ilk cinsel isteklerinin daima ensest niteliğinde olduğunu ve bastırılan bu arzuların, ileride nevroz olaylarının belirleyici nedenleri olarak çok önemli bir rol oynadıklarını gösteriyor. Bu durumda, ensest korkusunu, doğuştan var olan bir içgü­ dü olarak gören anlayışı bırakmak gerekiyor. Birçok savunucusu olan bir başka ensest yasağı anlayışı için de durum aynıdır. Bu anlayışa göre ilkel kavimler, kandaş evliliklerin, kuşağın üreme­ si bakımından gösterdiği tehlikeleri erkenden fark ettikleri için, tam bir bilgi ve bilinçle, ensesti yasaklamışlardır. Bu açıklama denemesine karşı birçok itiraz ileri sürülmüştür.50 Birincisi, kan4� 10

Ag.e., s. 97. Bkz.

Durkheim: La prohibiıion de l'inceste, "Annee sociologique," ! ,

1 896- 1 897. 184

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÔNÜŞÜ

daşlığın, ırkın nitelikleri üzerindeki etkilerini gösteren verileri ancak evcil hayvanların kullanılmasına dayanan bir ekonomi sağlayabilirken, ensest yasağı böyle bir ekonomiden çok daha öncelere uzanır. Kaldı ki bu etkilerin zararlı nitelikte olduğu günümüzde bile henüz kabul edilmiş olmaktan uzaktır ve hele insan sözkonusu olduğunda, ispatlanması çok güçtür. !kincisi, günümüz ilkel insanları hakkında bütün bildiklerimiz.bu insan­ ların en eski atalarının, gelecek kuşakları kandaş birleşmelerin zararlı etkilerinden korumak kaygısıyla hareket etmiş olduk­ ları varsayımını pek gerçeğe uygun gibi göstermemektedir. Bu ihtiyatsız insanların, çağdaş uygarlık hayatımızda bile pek göz önünde tutulmayan bazı hijyenik ve öjenik nedenlerle hareket ettiklerini söylemek gülünç sayılabilecek bir şeydir. 51 Nihayet, yine itiraz olarak, bizim modern toplumlarımızda enseste karşı beslenen derin nefreti açıklamak için, kandaş bir­ leşmelerin yasaklanmasını hijyenik ve tamamen pratik bazı ne­ denlere bağlamanın yeterli olmadığı söylenebilir. Başka bir yerde de göstermiş olduğum gibi,52 bu ensest korkusu, hala varlığını koruyan ilkel kavimlerde uygar kavimlerde olduğundan çok daha canlı ve güçlüdür . Ensest korkusunu açıklamak için de, sosyolojik, biyolojik ve psikolojik nedenler -psikolojik etkenler ancak biyolojik güçlerin bir tezahürü sayılarak- arasında bir seçim yapmamız gerektiği 5 1 Darwin, ilkel insanlar için şöyle der: "Onlar, soylannın ileride başına gele­ bilecek uzak kötülükleri önceden görebilecek güçte değildirler." 52

Bkz. bölüm 1 . 185

TOTEM VE TABU

düşünülebilirse de , analizin sonunda, Frazer'ın şu itirafına ka­ tılmak zorunda kaldığımızı görürüz: ne ensest korkusunun kay­ nağını biliyoruz ne de bunu ne yönde araştırmamız gerektiğini. Muammanın çözümü için şimdiye kadar öne sürülen çarelerin hiçbiri tatmin edici görünmüyor.53 Ensestin kaynağına dair son bir açıklama denemesinden daha bahsetmem. Bu deneme, şimdiye kadar üzerinde durduklarımız­ dan tamamen farklı olup, tarihsel diyebileceğimiz bir niteliktedir. Bu açıklama denemesi, Charles Darwin'in, insanlığın ilkel toplumsal durumuna dair bir varsayımına dayanıyor. Darwin, gelişmiş maymunların yaşam alışkanlıklarına bakarak, insanın da başlangıçta küçük sürüler halinde yaşadığı ve bu küçük sürü­ lerin içinde en yaşlı ve en güçlü erkeğin kıskançlık duygularının, cinsel serbestiyi önlediği sonucuna varmıştı. "Birçoğu, rakiplerine karşı kolayca mücadele edebilmek için bazı özel organlarla bile donatılmış bulunan bütün memeli hay­ vanların kıskançlık duygularına dair bildiklerimize bakarak, doğada genel bir cinsel serbestinin son derece ihtimal dışı bir şey olduğu sonucunu çıkarabiliriz . . . Zamanın akışında uzunca bir süre geriye doğru giderek, insanların alışkanlıkları hakkın­ da şimdikilere kıyasla bir yargıda bulunacak olursak, en gerçe­ ğe benzer sonuç şu olur: insanlar, ilk başta küçük topluluklar halinde yaşıyorlardı, her erkeğin genellikle bir karısı, bazen de, 53

"Böylece, egzogaminin ve dolayısıyla, ensest yasağının (çünkü egzogami, en­ sesti önlemek amacıyla kurulmuştur) nihai kaynağı, her zamankinden daha karanlık bir problem olarak kalmaktadır." Totem and Exogamy, 1, s. 65. 186

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONUŞÜ

eğer güçlü ise, birden fazla karısı bulunuyor ve o, bunları başka erkeklere karşı kıskançlıkla koruyordu. Ya da sosyal bir hayvan olmadan, tıpkı goril gibi, yalnız kendisine ait birkaç kadınla bir­ likte, tek başına yaşamış da olabilir: nitekim, bütün yerliler bir goril topluluğu içinde daima ancak bir tek yetişkin erkek görül­ düğünü söylüyorlar. Genç bir erkek goril büyüdüğü zaman öbür erkek gorillerle hakimiyet mücadelesine girişir ve en kuvvetli olan, bütün rakiplerini öldürdükten sonra ya da kovduktan son­ ra topluluğun başına geçer." (Dr. Savage, Bostan ]ournal of His­

tory, V, 1 845-47). Bu şekilde kovulan, serserice dolaşıp duran genç erkekler, sonunda kendilerine bir dişi bulmayı başarınca bu sefer de onlar, tek ve aynı bir ailenin kandaş üyeleri arasında faz­ la sıkı fıkı beraberlikleri engellemeyi bir görev edineceklerdir. 54 Darwin'in ilkel sürüde varolduğunu ileri sürdüğü bu şart­ ların, pratikte egzogaminin gelişmesini kolaylaştırmaktan geri kalamayacağını ilk anlayan sanırım Atkinson olmuştur. 55 Sü­ rüden kovulanların her biri, içinde şefin kıskançlık duyguları­ na dayanan bir cinsel ilişkiler yasağı bulunan, başka bir benzer sürü kurabilir. Böylece, zamanla bu şartlar, halen bilinçli bir yasa şeklinde var olan bir kuralı doğurmuştur: aynı sürünün üyele­ ri arasında cinsel ilişki olamaz. Totemizmin ortaya çıkmasından sonra, bu kural değişip şu şekli almıştır: aynı totem topluluğu içinde cinsel ilişki olamaz.

54 Abstammung des Menschen, A. Carus'un Almanca çevirisi, II , böl. 20, s. 34 1 . 55 Primal Law, Londra 1 903 (bkz. A . Lmg: Social Origins). 187

TOTEM VE TABU

A. Lang,56 egzogaminin bu şekilde açıklanışına katılıyor. Ama aynı eserinde, egzogamiyi, totem yasalarının bir sonucu ola­ rak gören başka bir teoriye (Durkheim'ın teorisine) de taraftar görünüyor. Bu iki bakış açısını uzlaştırmak kolay değil; çünkü birincisine göre egzogami totemizmden önce var olduğu halde, ikincisine göre totemizmin bir sonucudur. 57

3

Bu belirsizliği aydınlatan yegane ışığı bize psikanalitik deney­ ler sağlıyor. Çocuğun hayvanlar karşısındaki tavrı, ilkel insanın tavrıyla 56

Secret of the Totem, s. 1 1 4, 143.

57

"Eğer egzogaminin, Darwin'in teorisinde olduğu gibi, totem inançları pra­ tikte yasal bir müeyyide getirmeden önce gerçekten var olduğu doğru ise, işimiz nispeten kolaylaşmış demektir. Bu takdirde, pratikteki ilk kural, kıskanç Efendi'nin koyduğu kural olur: 'Hiçbir erkek benim çevremdeki dişilere el süremez.' Ve bu kural, erginlik çağına gelen erkeklerin kovulma­ sıyla pekiştirilir. Bu kural zamanla alışhanlıh haline gelerek, şu şekli alacaktır: 'Grup içinde evlenme olamaz.' Bundan sonra, yerel grupların hayvan adları aldıklarını farz edelim. Bu takdirde, kural şöyle olur: 'Aynı hayvanın adını taşıyan grup içinden evlenme olamaz: erkek ve dişi çullukkuşları aralarında evlenemezler.' Fakat ilkel gruplar egzogamik olmasalardı bile, yerel grup­ larca benimsenen hayvan, bitki vb. adları birtakım totemik tabuların ve mitosların doğmasına yol açınca, egzogamik olmak zorunda kalacaklardı."

(Secret of the Totem, s. 1 4 3. Bu alıntıdaki italikler bana aittir.) Bununla bir­ likte, Lang aynı konuya dair başka bir makalesinde (Folhlore, Aralık 1 9 1 1 ) , egzogamiyi, "genel totemik" tabunun sonucu olarak görmekten vazgeçtiği­ ni bildiriyor. 1 88

TOTF.MIZMIN ÇOCUKTA GERi DÔNÜŞO

birçok benzerlik göstermektedir. Hayvanlar dünyasının bütün temsilcileriyle kendisi arasına kesin bir ayrım çizgisi çeken uygar yetişkin insanın bu kendini beğenmişlik duygusundan çocukta eser yoktur. Çocuk hiç tereddütsüz, hayvanı kendi eşiti olarak görür. ihtiyaçlarını candan bir samimiyetle açığa vuruşu ile, ken­ disini, şüphesiz daha esrarlı bulduğu yetişkin insandan çok hay­ vana yakın bulur. Çocukla hayvan arasındaki bu mükemmel uyumda bazen garip bir aksaklık görülür. Çocuk birdenbire bazı hayvanlardan korkmaya, onlara dokunmaktan ve hatta belli bir türde bütün hayvanların görüntüsünden kaçınmaya başlar. Böylece, zoofobi adı verilen bir klinik tablo ortaya çıkar. Bu yaşta en sık rastlanan psiko-nevrotik rahatsızlıklardan biri, belki de bu tür bir rahat­ sızlığın erken beliren bir şeklidir bu. Sözkonusu fobi genellikle, çocuğun o vakte kadar en fazla ilgi gösterdiği hayvanlar üzerinde toplanır ve şu ya da bu özel hayvanla hiçbir ilgisi yoktur. Fobi konusu olarak seçilebilecek hayvanlar şehirlerde pek fazla değil­ dir. Atlar, köpekler, kediler, daha seyrek olarak kuşlar ve çoğu kez de hamamböceği, kelebek gibi çok küçük hayvanlar fobi konusu olabilir. Bazen de çocuğun yalnızca resimli kitaplarda gördüğü ya da masallarda dinlediği hayvanlardır bunlar. Bu hay­ vanlar, bu fobilerde görülen mantıkdışı ve ölçüsüz bir korku ve endişenin konusu olurlar. Fobi hayvanının bu olağandışı seçimi­ ni belirleyen rastlantıyı ya da olayı ancak nadiren keşfedebiliriz. K. Abraham'ın bana bildirdiği bir vakada çocuk, eşekarılarından korkusunu bizzat kendisi açıklıyor ve eşekq.nsının bedeninde1 89

TOTEM VE TABU

ki renklerin ve çizgilerin kendisine kaplanı hatırlattığını, işitti­ ğine göre kaplanın korkulması gereken bir hayvan olduğunu söylüyordu. Çocuk zoofobileri, böyle bir incelemeyi özellikle hak etmele­ rine karşın henüz dikkatli bir analitik incelemeden geçirilmemiş­ tir. Bunun nedeni, hiç şüphesiz, çok küçük çocukların analize tabi tutulmalarındaki güçlüktür. Bu durumda, bu rahatsızlıkla­ rın genel anlamının bilindiği söylenemez. Bununla birlikte, ben burada tek bir anlamın sözkonusu olabileceğini düşünüyorum. Bu arada, bu fobilerin, büyük hayvanlara yönelik bazı örnekleri analize elverişli görülmüş ve araştırmacıya sırlarını açmıştır. Bü­ tün bu vakalarda hep aynı şey sözkonusudur: incelenen çocuklar erkek olduğu takdirde, bunların korku ve endişelerinin kaynağı aslında babaları olmakla birlikte, bu korku yer değiştirerek bir hayvan üzerinde toplanmışur. Psikanalize az çok aşina olan herkes bu tür vakalarla karşı­ laşmış ve aynı izlenimi edinmiştir. Ne var ki bu konuda yayım­ lanmış ayrıntılı bilgiler hiç de fazla değildir. Bu , tamamen bir rastlantı olup, bundan, iddiamızın ancak bazı tek tük gözlemlere dayandığı sonucu çıkarılmamalıdır. Örnek olarak, çocukların nevrozlarını büyük bir ustalıkla incelemiş olan bir yazarı zikre­ deceğim. Odessalı Dr. Wulff adındaki bu yazar, dokuz yaşında bir oğlan çocuğunun nevrozuna ait klinik tabloyu çizerken, bu küçük hastanın dört yaşından beri köpek fobisinden mustarip olduğunu söylüyor. "Ne zaman sokakta koşan bir köpek gör­ se, hemen ağlamaya ve 'Cici köpek, sakın beni götürme , uslu 190

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONOŞU

duracağım' diye bağırmaya başlıyordu. 'Uslu durmak'tan kastı, bir daha hiç aletle oynamamak (yani bir daha hiç mastürbasyon yapmamak) idi."58 Aynı yazar, daha sonra, vakasını şöyle özetliyor: "Çocuğun köpek fobisi, aslında, köpek üstüne kaymış baba korkusundan başka bir şey değildi; çünkü 'cici köpek, uslu duracağım' (yani 'mastürbasyon yapmayacağım') şeklindeki o garip sesleniş, ger­ çekte, mastürbasyonu ona yasak etmiş olan babaya hitap ediyor­ du. Yazar , bir notunda da, benim kendi gözlemlerime tamamen uyan ve aynı zamanda bu gibi vakaların çokluğunu gösteren şu eklemeyi yapıyor: "Bence, bu fobiler (at, köpek, kedi, tavuk ve daha başka evcil hayvan fobileri) , çocuklarda en az gece korku­ ları kadar sık görülen şeylerdir ve analizde daima ana babadan birine karşı duyulan korkunun yer değiştirerek bir hayvan üze­ rinde karar kılması şeklinde görünürler. Pek yaygın olan fare ve sıçan korkusunu doğuran da aynı mekanizma mıdır acaba? Bunu onaylayabilecek durumda değilim." Hakkındaki gözlemler babası tarafından bana bildirilen "Beş Yaşındaki Bir Oğlan Çocuğunun Fobisinin Analizi"ni ]ahrbuch

für psychoanalytische und psychopathologische Forschungen'in bi­ rinci cildinde yayımlamıştım. Burada, çocuğu sokağa çıkmak­ tan bile alıkoyacak kadar şiddetli bir at korkusu sözkonusuydu. Çocuk, atın, odasına girip kendisini ısıracağından korkuyordu. Daha sonra anlaşıldığına göre , çocuk bunu atın düşmesini (öl58

M. Wulff, "Beitrage sur in[antilen Sexualitat."

1 9 1 2 , il N . , 1 , s. 1 5 vd.

191

Zenıralblatıfür Psychoanalyse,

TOTEM VE TABU

mesini) içten içe istemesinin bir cezası olarak görmekteydi. Ço­ cuğun babaya karşı duyduğu korku yatıştırıldığı zaman, çocu­ ğun içten içe babasının yok olması (gitmesi, ölmesi) arzusuna karşı mücadele etmiş olduğu anlaşıldı. Açıkça belli ettiğine göre, ilk cinsel eğilimlerin belirsiz itişiyle yöneldiği annesinin sevgi­ sini kendisiyle paylaşmaya kalkışan bir rakip olarak görüyordu babasını. Yani, tipik erkek çocuk durumunda bulunuyordu. Bu, Oedipus Kompleksi adını verdiğimiz durumdur, ki genel olarak nevrozların merkezi kompleksini biz burada görüyoruz. Küçük Hans'm analizinin ortaya çıkardığı yeni gerçek, totemizmin açık­ lanması bakımından son derece ilginçtir: çocuk, babası için bes­ lediği duyguların bir kısmını bir hayvanın üzerine kaydırmıştır. Analiz, bu kaydırma işleminin geçtiği çağrışım yollarını -hem rastlantısal hem de içerik bakımından mühim yollan- keşfetme­ mizi mümkün kılmıştır. Babanın rekabetinden doğan kin, ço­ cuğun psişik hayatında serbestçe gelişme imkanı bulamamıştır; çünkü aynı kişiye karşı her zaman duyulan sevgi ve hayranlık bunu nötralize etmiştir. Bunun sonucu olarak çocukta babaya karşı çift yönlü , ikircikli bir tavır; düşmanlık ve korku duyguları­ nı bir ikame objesi üzerine kaydırarak ancak kurtulabildiği bir iç mücadele başlamıştır. Ne var ki bu kaydırma, sevgi duygularıyla düşmanlık duygulan arasında net bir ayrım yaparak çatışmayı çözebilecek güçte değildir. Çatışma, kaydırmadan sonra da de­ vam eder ve ikircikli tavır, bu kere ikame objesine karşı varlığını sürdürür. Hiç şüphe yok ki , küçük Hans, atlardan yalnızca kork­ muyor, aynı zamanda onlara karşı derin bir saygı ve çok büyük 192

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONOŞO

bir ilgi de duyuyordu. Korkusu yatıştırılır yatıştırılmaz, hemen kendisini korktuğu hayvanın yerine koyup, tıpkı bir at gibi hop­ layıp sıçramaya ve babasını ısırmaya başlamıştır.59 Fobinin çözü­ lüşünün başka bir aşamasında ise , ana ve babasını başka büyük hayvanlarla özdeşleştirmiştir.60 Bu çocuk zoofobilerinde, totemizmin bazı özelliklerini, olum­ suz yanlarıyla görmemek mümkün değil. Ancak, M. Ferenczi'ye borçlu olduğumuz ender ve güzel bir gözlem sayesinde, bu va­ kayı, totemizmin bir çocukta olumlu olarak kendini gösterme­ si şeklinde ele alabiliriz.61 M. Ferenczi'nin bize hayat hikayesini anlattığı küçük Arpad'da totemist eğilimler, doğrudan doğruya Oedipus kompleksiyle ilgili olarak değil de , dolaylı bir şekilde, bu kompleksin narsistik öğesiyle, kastrasyon (iğdiş edilme) fo­ bisiyle ilgili olarak uyarılıyor. Fakat küçük Hans'ın yukarıdaki hikayesini dikkatle okuduğumuz zaman, çocuğun babasına kar­ şı, penisinin büyüklüğü nedeniyle hayranlık duyduğunu ve ken­ di penisini tehdit ettiği için ondan korktuğunu gösteren birçok belirti de buluyoruz. Oedipus kompleksinde olsun, kastrasyon kompleksinde olsun, baba hep aynı rolü, çocuksu cinsel ilgilerin korkulan hasmı rolünü oynar. Çocuğun babada gördüğü ceza tehdidi, kastrasyon ya da gözlerin oyulmasıdır.62 59 fıO 01

A.g.e., s. 37. Die Giraffenphantasie, s.

24.

S. Ferenczi, "Ein kleiner Hahnemann" , Internat Zeitschr. f. arztliche Psy­

choanal., i l , 1 9 1 3 , 1 , N . 3 . 62

Oedipus e fsanesinde de sözkonusu olan, kastrasyonun yerine gözlerin oyulmasının konulması konusunda bakınız: Reitler, Ferenczi, Rank ve 193

TOTEM VE TABU

Küçük Arpad iki buçuk yaşındayken, yazlıkta bulunduğu bir gün, tavuk kümesinin içine çişini yapmak ister: tavuğun biri de onun penisini gagalar ya da ısırır. Ertesi yıl yine aynı yere gittik­ lerinde, küçük Arpad kendisini bir tavuk olarak görmeye başlar, yalnızca tavuk kümesiyle ve orada olup bitenlerle ilgilenir ve in­ san gibi konuşmayı bırakıp kümes sakinleri gibi gıdaklamaya, ötmeye koyulur. Gözleme tabi tutulduğu tarihte (o zamanda beş yaşındaydı) artık yeniden insan gibi konuşmaya başlamıştı ama yalnızca tavuklardan ve kanatlı evcil hayvanlardan söz ediyor, sadece içinde bunların anlatıldığı şarkılar söylüyordu. Totemi olan hayvana karşı taVTı açıkça ikircikliydi ; ölçüsüz bir kin ve ölçüsüz bir sevgi. En sevdiği oyun tavukların kavgasıydı. "Kümes hayvanlarının birbirleriyle kavga etmelerini seyret­ mek onda bir bayram sevinci yaratıyordu. Öldürülmüş tavuk­ ların çevresinde saatlerce , coşku içinde , dans edebilirdi." Öldü­ rülmüş hayvanı uzun uzun kucaklıyor, okşuyor ve daha önce kötü daVTanmış olduğu tavuk resimlerini temizleyip öpücüklere boğuyordu. Küçük Arpad, bu garip tavrının anlamı üzerinde hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde davranıyordu. Sırası geldikçe, arzularının totemik ifade tarzı yerine gündelik dilden alınma bir ifade tarzını koyarak, bunları kaydırmasını biliyordu . Nitekim, bir gün, "be­ nim babam, horozdur" demişti. "Şimdi ben bir civcivim. Ama, büyüdüğüm zaman tavuk olacağım, daha da büyüdüğüm zaman Eder'in Internat. Zeifschr. f. drztliche Psychoanal'deki tebligleri ( 1 9 1 3 , 1 N. 2). 194

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

horoz olacağım." Başka bir seferinde de , birdenbire, "anne kı­ zartması" (piliç kızartmasıyla benzetme kurarak) yemek istemiş­ ti. Penisi üzerindeki bazı mastürbatif eylemler yüzünden bizzat tehdit edilmiş olduğu gibi, o da başkalarını kastrasyonla tehdit etmekten hoşlanıyordu. Küçük Arpad'ın, kümeste olup bitenlere karşı duyduğu ilginin nedenine gelince, M.Ferenczi'nin bu konuda en ufak bir şüphesi bile yok: "Horozla tavuk arasındaki hızlı cinsel ilişkiler, yumur­ tanın yumurtlanması ve yumurtadan civcivin çıkması," çocuğun aslında insan ailesi içinde geçenlere dönük olan cinsel merakını tatmin ediyordu. Nitekim, arzularının objelerini, kümeste gör­ düklerine göre tasarlayarak, bir gün bir komşu çocuğuna şöyle demişti: "Seninle , senin kız kardeşinle, üç kuzenimle ve aşçı ka­ dınla evleneceğim . . . yok, yok, aşçı kadınla değil, annemle ." Bu gözlemin akla getirdiği sonuçları daha ileride tamamlaya­ cağız. Burada , yalnızca, olayımızla totemizm arasındaki iki ben­ zerlik noktasını belirtmekle yetinelim: bu iki benzerlik noktası, totem hayvanıyla tam özdeşleşme63 ve bu hayvana karşı takınılan ikircikli tavırdır. Bu gözlemlere dayanarak, totemizm formülün­ de (erkek sözkonusu olduğu sürece) totem hayvanının yerine ba­ bayı koyabileceğimizi sanıyoruz. Fakat bu ikameyi yaptığımız za61

M . O. Rank, zeki bir delikanlıda görülen bir köpek fobisi vakasını bana

bildirmek lütfunda bulunmuştu. Bu delikanlının, hastalığının meydana ge­ lişini açıklayış tarzı, sıkça, yukarıda (s. 1 63) anlatılan, Aruntaların totem teorisini hatırlatmaktadır. Delikanlı, annesi kendisine gebe iken hir köpek tarafından korkutulmuş oldugunu babasından işittiği inancındaydı.

195

TOTEM VE TABU

man, hiç de ilerlemiş bulunmadığımızı ve gözüpek bir ileri adım atmamış olduğumuzu fark ederiz. Keşfettiğimizi sandığımız şeyi, ilkel insanlar bize zaten söyleyip durmaktadırlar ve totemist sis­ temin hala yürürlükte bulunduğu her yerde, totem bir ata ola­ rak gösterilir. Bizim bütün yaptığımız, etnolojistlerin bir türlü ne yapacaklarını bilemedikleri, bunun için de arka plana attıkları bir isme , kelime anlamını vermekten ibarettir. Oysa, psikanaliz, aksine , arka plana atılan bu noktayı iyice belirtmemizi ve tote­ mizmin açıklanışını ona bağlamaya alışmamızı gerekli kılıyor.M lkamemizin ilk sonucu çok ilginç . Gerçekten de, totem hay­ vanı eğer babadan başka bir şey değilse , şöyle bir sonuç elde ederiz: totemizmin başlıca iki buyruğu, onun adeta çekirdeğini oluşturan iki tabu kuralı, yani totemi öldürmek yasağı ile aynı toteme mensup bir kadınla evlenmek yasağı, içerikleri bakımın­ dan, babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus'un bu iki suçu ve çocuğun iki ilkel arzusu -yeterince içe bastırılamaması ya da uyanması belki de bütün nevrozların çekirdeğini oluşturan iki ilkel arzu- ile uyuşmaktadır. Eğer bu benzerlik basit bir rastlantı değilse, totemizmin çok, eski çağlardaki doğuşunu açıklamamıza yardımcı olması gerekir. Başka bir deyişle, totem sistemi olayı­ nın, tıpkı "küçük Hans"ın zoofobisi ve "küçük Arpad"ın sapkın­ lığı gibi , Oedipus kompleksi şartlarından doğmuş olduğunu bir hakikat olarak ortaya koymamız gerekir. Bunun için de , aşağıda­ ki sayfalarda, totem sisteminin ya da tabiri caizse totem dininin, 64

Frazer'a göre, bu özdeşleştirme, totemizmin özünü oluşturur: "Totemizm, insanın totemiyle özdeşleşmesidir." Totem and Exog. IV, 1 96

s.

5.

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

şimdiye kadar hiç belirtilmemiş bir özelliğini inceleyeceğiz.

4

1897 yılında vefat eden, fizikçi, filolog, Tevrat yorumcusu ve arkeolog, evrensel olduğu kadar açık görüşlü ve her türlü önyar­ gıdan arınmış bir düşünür olan W. Robertson Smith,65 Sami'lerin dini üzerine 1 889'da yayımlamış olduğu eserinde, totem yemeği denilen garip bir seremoninin, daha başlangıçtan itibaren totem sisteminin tamamlayıcı bir parçasını oluşturduğu fikrini ortaya atmıştı. Elinde, varsayımını destekleyecek böyle bir eylemi anla­ tan lsa'dan sonra beşinci yüzyıldan kalma tek bir belge bulunu­ yordu. Ama, eski Samilerin kurbanına dair yaptığı analiz sayesin­ de, bu belgeye büyük ölçüde bir hakikat görünüşü kazandırma­ yı bilmişti. Kurban, bir tanrısal kişinin varlığını şart koştuğuna göre , burada, dinsel kültün yüksek bir aşamasından hareketle to­ temizmin en ilkel aşamasına inen bir çıkarsama sözkonusuydu. Robertson Smith'in mükemmel kitabından, sadece kurban tö­ reninin kaynağı ve anlamı ile ilgili en ilginç pasaj ları burada anma­ ya çalışarak, bu törenin çoğu kez çok çekici olan ayrıntılarını ve daha sonraki gelişimini bir yana bırakacağım. Yapacağım özette, orijinal açıklamanın berraklığını ve kanıtlama gücünü bulmayı beklememesi gerektiğini okura önceden bildirmek isterim. Robertson Smith, mihrap üzerinde kurban sunma işleminin, eski dinlerde ritüelin temel bir parçasını oluşturduğunu gösteri65

W. Robertson Smith, The Religion of the Semites, 2. baskı, Londra, 1 907. 197

TOTEM VE TABU

yor. Diğer bütün dinlerde de kurban aynı rolü oynuyordu. Bu­ nun için, kurbanın varlığını çok genel ve her yerde aynı işi gören bazı nedenlerle açıklamamız mümkündür. Bununla birlikte, kurban, kutsal işlerin bu en kutsalı

i.Epoupyia (sacrificum) başlangıçta, daha sonraki devirlerde ka­ zanmış olduğu anlamla aynı anlamı taşımıyordu. Daha sonra kazandığı bu anlam, tanrısal varlıkla uzlaşmak, onu kendinden yana çekmek amacıyla ona sunulan bir hediyedir. (Kelimenin din dışı kullanılışı, bu sonraki anlama dayanır ve çıkarından vaz­ geçmek, kendini feda etmek demektir). Her şey, kurbanın baş­ langıçta "tanrısal varlıkla onun tapınıcıları arasında bir toplumsal dostluk eylemi"nden, inananlarla tanrıları arasında bir birleşme eyleminden başka bir şey olmadığını gösteriyor. Kurban olarak, yenilen, içilen şeyler sunuluyordu; insanoğ­ lu, kendi beslendiği şeyleri kurban ediyordu tanrısına: et, hubu­ bat, meyveler, şarap, yağ. Yalnızca, kurbanın eti konusunda bazı kısıtlamalar ve istisnalar bulunuyordu. Kurban olarak sunulan hayvanlar, aynı zamanda hem tanrı, hem de buna tapınanlar tara­ fından yeniyordu. Yalnız bitkisel kurbanlar sırf tanrıya özgüydü. En eski kurbanların, hayvan kurbanlar olduğu ve bir zamanlar yalnız bu kurban şeklinin bulunduğu kesindir. Bitki çeşidinden kurbanların kaynağı, ilk çıkan turfanda meyvelerin sunulması olup, toprağın ve ülkenin efendisine ödenen bir vergiyi temsil ediyordu. Fakat hayvan kurbanlar tarımdan daha eskidir . Bazı dilsel kalıntılar, kurbanın tanrıya ayrılan parçasının baş­ langıçta onun gerçek besini sayıldığını kesin olarak kanıtlamak1 98

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞU

tadır. Doğanın giderek maddiliğini kaybetmesi üzerine , böyle bir tasavvur uygunsuz görünmeye başlamış ve tanrısal varlığa yeme­ ğin yalnızca akıcı kısmının ayrılmasıyla bu uygunsuzluğun gide­ rilebileceği inancına varılmıştır. Daha sonra, ateşin kullanılması, insanların yiyeceklerinin belli bir tarzda hazırlanmasını müm­ kün kıldı. Bu da, bu yiyeceklere tanrısal varlığın özüne daha ya­ kışır bir şekil, tat ve görünüş veriyordu. Başlangıçta, içki olarak, kurban edilen hayvanların kanı sunulurken, sonraları bunun ye­ rini şarap aldı. Şarap, eski insanlarca "üzümün kanı" sayılıyordu: nitekim bugün de şairler ona bu adı verirler. Demek oluyor ki tarımdan ve ateşin kullanılmasından önce en eski kurban şekli, etini ve kanını tanrıyla tapınıcılarının ortak­ laşa yiyip içtikleri hayvan kurbanıydı. Kurban törenine katılan­ lardan her birinin, önceden belirlenmiş ve düzenlenmiş bir şe­ kilde, yemekten kendi payına düşen parçayı alması gerekiyordu. Kurban, resmi bir seremoni, bütün klanca kutlanan bir bay­ ramdı. Genellikle din herkese ait bir iş, dinsel görev ise bir top­ lumsal yükümlülüktü . Kurbanlarla bayramlar, bütün kavimlerde bir arada bulunmaktaydı ve kurbansız bayram yoktu. Kurban bayramı, herkesin sevinçle bencil çıkarlarının üstüne yükselme­ si, topluluk üyelerinden her birini tanrısal varlığa bağlayan bağ­ ların açıkça ortaya çıkarılıp görülmesi için bir vesileydi. Genel kurban yemeğinin ahlaki gücü , ortaklaşa yiyip içmenin anlamıyla ilgili çok eski bazı tasavvurlara dayanır. Başka biriyle birlikte yiyip içmek, toplumsal ortaklığı pekiştirmenin ve karşı­ lıklı yükümlülüklere girmenin aynı zamanda hem bir sembolü 199

TOTEM VE TABU

hem de bir aracı idi. Kurban yemeği, doğrudan doğruya, tanrı ile tapınanlarının sofradaşhğını dile getirmekte ve bu sofradaş­ lık bu iki taraf arasında olduğu var sayılan diğer bütün ilişkileri de kapsamaktaydı. Çöl Arapları arasında bugün de hala geçer­ li olan bazı adetler, birlikte yenen yemeğin, dinsel bir etkenin sembolik tasavvuru olarak değil fakat dolaylı bir şekilde, sırf bir­ likte yemek yeme eylemi olarak insanlar arasında bir bağ oluş­ turduğunu göstermektedir. Kim bir bedevinin yemeğinden bir lokma yer, sütünden bir yudum içerse, artık onun düşmanlık etmesinden korkması için hiçbir neden yok demektir; aksine, hiç olmazsa birlikte yenen yemeğin vücutta kaldığı düşünülen süre boyunca, onun yardımından ve korumasından emin olabilir. Şu halde, topluluk bağı tamamen gerçekçi bir tarzda düşünülmüş­ tür; bu bağın güçlenmesi ve devam etmesi için, eylemin sık sık tekrarlanması gerekir. Fakat birlikte yiyip içme eylemine atfedilen bu bağlayıcı güç, kudret nereden geliyor? En ilkel toplumlarda insanları şartsız ve istisnasız bağlayan tek bir şey vardır: hısımlık [kinship) . Hısımlar birbirleriyle dayanışma halindedirler. Hısımlık tek tek kişilerden oluşan öyle bir gruptur ki, bunun hayatı fiziksel bir birlik oluştu­ rur ve tek tek kişilerden herbiri ortak bir hayatın bir parçası ola­ rak düşünülebilir. Bir hısım öldürüldüğü zaman "filancanın kanı aktı" denmez, fakat: "kanımız aktı" denir. Kabile akrabalığını dile getiren Ibrani sözü şöyle der: "Ben senin kemiğinden ve etinde­ nim." Şu halde, hısımlığın anlamı şudur: ortak bir özün parça­ sı olmak. Bunun için, hısımlık yalnızca insanı doğuran ve onu 200

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

emziren annenin özünden bir parça olmak olgusuna dayanmaz; fakat daha sonra yenen ve insanın bedenini korumaya ve yeni­ lemeye yarayan besinler de hısımlığı sağlamaya ve güçlendirme­ ye yarayan şeylerdir. lnsan, bir yemeği tanrısıyla paylaştığında, onunla aynı özden olduğu inancını dile getirmiş olur ve hiçbir zaman da, yabancı olarak gördüğü biriyle bir yemeği paylaşmaz. Şu halde, başlangıçta kurban yemeği, yalnızca aynı klan üye­ lerinin birlikte yemek yiyebileceklerini söyleyen yasa gereğince, klan ya da kabile üyelerini hep bir araya toplayan törensel bir ye­ mekti. Bizim modern toplumlarımızda da yemek, aile üyelerini bir araya toplar ama bunun kurban yemeği ile bir ilgisi yoktur. Hısımlık aile hayatından daha eski bir kurumdur. Bizim bildi­ ğimiz en eski aileler, daima farklı akrabalık gruplarından gelme kişilerden oluşur. Erkekler, başka klanlara mensup kadınlarla evlenirler; çocuklar, annenin klanına katılırlar; erkeklerle aile­ nin diğer üyeleri arasında hiçbir kabile bağı bulunmaz. Böyle bir ailede birlikte yenen yemek diye bir şey yoktur. llkel insanlar, bugün bile ayrı ayrı yemek yerler; totemizmin yiyeceklerle ilgi­ li dinsel yasakları, onları çoğu kez çocuklarıyla birlikte yemek yeme imk�mından yoksun bırakır. Şimdi tekrar kurban hayvanına dönelim. Artık öğrenmiş bu­ lunuyoruz ki, hayvan kurban edilmeyen bir kabile toplantısı ola­ maz ve de (anlamlı bir olaydır bu) böyle törensel veriler dışında bir hayvan öldürülemez. llkel insanlar meyvelerle, av hayvanla­ rıyla, evcil hayvanların sütüyle besleniyorlardı ama bazı dinsel endişeler, hiçbirinin kendi özel tüketimi için, evcil bir hayvanı 201

TOTEM VE TABU

öldürmesine izin vermiyordu. Hiç şüphe yok ki, diyor Robert­ son Smith, başlangıçta her kurban, klanın kolektif kurbanı idi ve kurbanın öldürülmesi tek kişi için yasak bir eylemdi ve an­ cak bütün kabilenin bunun sorumluluğunu üstlenmesi şartıyla mübah olabiliyordu. llkel insanlarda, bu karakteristik özelliğin uygun düştüğü tek bir eylem kategorisi vardır: kabilenin ortak kanının kutsallığına zarar verecek eylemler. Hiçbir kişinin yok edemeyeceği ancak bütün klan üyelerinin rızası ve katılımıyla kurban edilebilecek bir hayat, bizzat klan üyelerinin hayatıyla aynı değerde demektir. Kurban yemeğinde bulunanlardan her birine kurban hayvanının etinden tatmasını emreden kural, bir suç işleyen kabile üyesinin bütün kabile tarafından öldürülmesi gerektiğini söyleyen kuralla aynı anlama gelir. Başka bir deyişle , kurban edilen hayvan, tıpkı bir kabile üyesi gibi muamele görü­ yordu; kurban sunan topluluk, onun tanrısı ve kurban hayvanı aynı kandandılar, tek ve aynı klanın üyesiydiler. Robertson Smith, birçok veriye dayanarak, kurban edilen hayvanın eski totem hayvanıyla aynı olduğunu söylüyor. Antik çağda iki çeşit kurban vardı: etleri genellikle kurban edildikten sonra yenen evcil hayvanlardan verilen kurbanlar ve murdar, yasaklı hayvanlardan verilen olağandışı kurbanlar. Daha derin­ lemesine bir inceleme, bu murdar hayvanların kutsal hayvanlar olduğunu, onları kutsal sayan tanrılar için kurban edildiklerini, başlangıçta tanrıların kendileriyle özdeşlik halinde bulundukla­ rını ve bunları kurban olarak sunan inançlıların, adeta kendi­ lerini bu hayvana ve tanrıya bağlayan kan bağını belirttiklerini 202

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

ortaya koyacaktır. Daha eski bir çağda, alelade kurbanla "mitik" kurban arasındaki bu fark henüz yoktu . O zamanlar bütün hay­ vanlar kutsaldı; törenli kutlamalar dışında ve bütün kabilenin katılımı olmadan etlerinin yenilmesi yasaktı. Böyle bir hayvanın öldürülmesi, tıpkı bir kabile üyesinin öldürülmesi gibi, bir ci­ nayetti. Onun için, bu cinayetin ancak olası her türlü kınamaya karşı aynı önlemlerin ve aynı garantilerin alınması şartıyla işlen­ mesi gerekiyordu. Hayvanların evcilleştirilmesi ve yetiştiriciliğin başlaması, gö­ rünen o ki her yerde, ilkel zamanların katışıksız ve sıkı totemiz­ minin sonu olmuştur.66 Fakat bu "pastoral" dinlerde rastlanan, evcil hayvanlara kutsal bir karakter atfedildiğini gösteren izler, bu hayvanlarda eski totemleri teşhis edebilmemize yetmektedir. Oldukça ileri klasik çağda bile, bazı yerlerde adetler, kurban su­ nucunun kurbanı sunar sunmaz sanki bir cezadan kurtulmak istiyormuş gibi kaçıp gitmesini gerektiriyordu. Antik Yunan'da bir zamanlar bir öküzü öldürmenin gerçek bir cinayet olduğu fikri pek yaygındı. Atinalıların Bouphonia ("öküz-öldürme") bayramında, kur­ ban töreninden sonra, bütün törene katılanların sorguya çekildi­ ği gerçek bir mahkeme kurulurdu . Sonunda suçun bıçakta oldu­ ğuna karar verilir ve bıçak denize atılırdı. M

"Bundan şu sonuç çıkar, ki totemizmin vardığı hayvan evcilleştirmeciliği (eğer evcilleştirilmeye elverişli hayvanlar varsa), totemizmin ölüm fermanı olmuştur." Jevons, An lnıroducıion ıo ıhe Hislory of Religion, 5. baskı. , 19 1 1 , S.

1 20. 203

TOTEM VE TABU

Kutsal hayvanın hayatını, bu hayvan bir kabile üyesiymiş gibi koruyan korkuya rağmen, zaman zaman bütün topluluğun hazır bulunduğu bir törenle hayvanın kurban edilmesi ve etiyle kanının kabile üyelerine dağıtılması gerekiyordu. Bu işlerin ya­ pılmasını zorunlu kılan neden, kurban olayının derin anlamını bize açıklıyor. Bildiğimiz gibi, daha sonraları, birlikte yenen her yemek, aynı öze her katılış, bedene nüfuz ettiğinden, sofradaşlar arasında kutsal bir bağ yaratıyordu. Fakat daha eski çağlarda, yalnızca kutsal hayvanın etinin birlikte yenilmesi böyle bir anlam

taşımaktaydı. "Hayvanın ölümündeki kutsal sır, törene katılanları birbirleriyle ve tanrılarıyla birleştiren bağın ancak bu şekilde ku­ rulabilmesi dolayısıyla meşruiyet kazanır."67 Bu bağ, kurban edilen hayvanın hayatından, onun etinde ve kanında bulunan ve kurban yemeği sırasında bu yemeğe katılan herkese geçen hayattan başka bir şey değildir. Bu düşünce, ol­ dukça yakın devirlerde bile insanların birbirleriyle kurdukları bütün "kan bağları"nın temelini oluşturur. Kan birliğinde bir öz­ özdeşlik gören son derece gerçekçi anlayış, ara sıra kurban ye­ meği gibi fiziksel bir yöntemle bu özdeşliğin yenilenmeye neden gerek duyulduğunu anlamımızı kolaylaştırıyor. Robertson Smith'in yürüttüğü muhakemeyi irdelemeyi bu noktada keserek, bu muhakemenin özünü mümkün olduğu ka­ dar kısa bir şekilde özetleyeceğim. Özel mülkiyet fikrinin ortaya çıkmasıyla birlikte kurban, tanrısal varlığa yapılan bir bağış ola­ rak insanın mülkiyetine ait bir şeyin tanrıya verilmesi olarak an67

A.g.e. , s.

1 1 3. 204

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

laşılmaya başlamıştır . Fakat bu yorum, kurban ritüelinin hiçbir özelliğini açıklayamıyor. Çok eski çağlarda kurban hayvanı kut­ saldı, hayatı dokunulmazdı ve ancak bütün kabilenin katılması ve sorumluluğu yüklenmesiyle tanrının huzurunda yok edilebi­ lirdi ve bunda da amaç, klan üyelerinin, onun kutsal cevherini özlerine sindirerek, kendilerini gerek birbirlerine gerekse tanrı­ sal varlığa bağladığına inandıkları maddi özdeşliği pekiştirmekti. Kurban etme, bir kutsama, kurban edilen hayvan da klanın bir üyesi idi. Aslında, eski totem hayvanının, yani ilkel tanrının ken­ disinin öldürülmesi ve özümsenmesi yoluyla klan üyeleri, tanrı­ sal varlıkla içten birliklerini sürdürüp güçlendirmekte ve böylece onunla olan benzerliklerini korumaktaydılar. Robertson Smith kurbana dair bu analizinden, antropo­ morfik tanrılar kültünden önceki çağlarda totemin belli zaman aralalıklarıyla öldürülüp özümsenmesinin, totem dininin çok önemli bir öğesini oluşturduğu sonucunu çıkarıyor . Ona göre, bu tür bir totem yemeği seremonisine daha sonraki bir çağa ait bir kurban töreni tasvirinde de rastlanmaktadır. Aziz Nilus, lsa'dan sonra IV. yüzyıl sonlarında Sina Çölü'nde yaşayan bede­ vilerin bir kurban adetinden söz ediyor. Bir deve olan kurban, taştan yapılmış kaba saba bir mihrabın üzerine yatırılıp bağla­ nıyor; kabile reisi, hazır ·bulunanlara ilahiler okutarak onları mihrabın çevresinde üç kere döndürüyor. Sonra, hayvana ilk bıçak darbesini vurarak fışkıran kanı büyük bir iştahla içiyor. Bunun ardından bütün kabile hayvanın üzerine çullanıyor ve herkes kılıcıyla onun henüz titreyen etinden birer parça kesip 205

TOTEM VE TABU

alıyor ve çiğ çiğ yemeye koyuluyor. Bu iş o kadar çabuk oluyor ki, kurbanın sunulduğu sabah yıldızının doğduğu anla, yıldızın güneş ışıklarıyla solup kaybolduğu an arasında geçen kısacık zaman içinde bütün hayvan yok ediliyor, ne eti ne derisi ne kemiği ne de bağırsakları kalıyor. Büyük bir ihtimalle çok eski bir çağa kadar uzanan bu barbar tören, elimizdeki tanıklıklara bakılırsa, türünün tek örneği değildir şüphesiz; tersine, yavaş yavaş çeşitli hafiflemelere uğrayan totemik kurban töreninin genel ilkel şekli olarak kabul edilebilir. Birçok yazar, totemik aşamada bulunan kavimler üzerinde yapılan gözlemlerce doğrulanmadığı gerekçesiyle, totem yemeği anlayışına önem vermekte çekingen davranıyor. Robertson Smith kurbanın kutsayıcı anlamını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıkça ortaya koyan bazı örnekler veriyor: Aztek'lerin insan kurbanları ve totem yemeği şartlarını hatırlatan başka kur­ ban törenleri, örneğin Amerika'da Uataukların ayı kabilesindeki ayı kurbanı ya da Japonya'da Ainosların ayı bayramı gibi. Frazer bu durumları ve buna benzer daha başkalarını büyük eserinin68 iki bölümünde ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Kaliforniya'da bü­ yük bir yırtıcı kuşa (aladoğan) tapınan bir Kızılderili kabilesi, her yıl bu türden bir kuşu büyük bir törenle öldürür ve ölen kuş için gözyaşları dökerek onun derisini ve tüylerini saklarlarmış. New Mexico'daki Zuni yerlileri de kutsal kaplumbağaları için aynı işi yapıyorlarmış. 68

The Golden Bough. Böl. V: Spirits of the Corn and of the Wild, 1 9 1 2 , alt başlık: Eating the God and Killing the Divine Animal. 206

TOTEMiZMiN ÇOCUICTA GERi DONOŞO

Orta Avustralya kabilelerinin lntişiuma seremonisinde de , Robertson Smith'in varsayımlarını kuvvetle destekleyen bir özel­ lik görülmüştür. Totemlerinin çoğalmasını sağlamak için büyü yöntemlerine başvuran her kabile , yalnız başına yemek hakkına sahip bulunmadığı toteminden birer lokmayı, diğer kabileler el sürmeden önce yemek zorundadırlar. Alelade zamanda yenil­ mesi yasak olan totemin, kutsal bir törenle yenilebilmesinin en güzel örneğini, Frazer'a göre Batı Afrikalı Beniler, ölü gömme seremonileri sırasında bize vermektedirler.69 Her halükarda, totem hayvanının, normal zamanlarda yasak olmasına rağmen, kutsal bir törenle öldürülüp etinin hep bir­ likte yenmesinin, totem dininin en belirleyici karakteri sayılma­ sı gerektiğini söyleyen Robertson Smith'in bu fikrine tamamen katılıyoruz.70

5

Şimdi zihnimizde bir totem yemeği sahnesi canlandıralım ve buna, daha önce hesaba katmadığımız, gerçek olması muhtemel bazı nitelikler ekleyelim. Diyelim ki klan üyeleri büyük bir tö­ renle, totem hayvanını zalimce öldürüp çiğ çiğ -kanıyla, etiyle, kemikleriyle- yiyorlar. Klan üyeleri toteme benzer bir kılığa gir69

Frazer: Totemism and Exogamy, !. s.590

70

Bu kurban teorisine karşı birçok yazar tarahndan (Marillier, Hubert, Ma­ uss ve diğerleri) ileri sürülen itirazları bilmiyor değilim ancak bu itirazlar Robertson Smith'in fikirleri karşısındaki tavrımı herhangi bir şekilde değiş­ tirmemi gerektirecek nitelikte değildir. 207

TOTEM VE TABU

mişler ve özdeşliklerini belirtmek istercesine , onun sesini ve ha­ reketlerini taklit etmektedirler. Bilindiği gibi, klan üyelerinin tek tek her biri için yasak olan fakat hepsi birden katılınca mübah sayılan bir iş yapılmaktadır ve hiç kimse de bunun dışında kal­ mak hakkına sahip değildir. lş olup bitiyor, hayvan öldürülüyor ve arkasından gözyaşları dökülüp yas tutuluyor. Bu ölümün yol açtığı ağlayıp sızlanmalar hep bir ceza korkusunun gerektirdiği şeyler olup, Robertson Smith'in buna benzer bir vesileyle belirt­ tiği gibi, işlenen cinayetin sorumluluğundan klanı kurtarmak amacına yöneliktir. 71 Ne var ki bu yası, son derece gürültülü ve neşeli bir festi­ val takip eder, bütün içgüdüler serbest bırakılır, yaşanan bütün tatminler hoş görülür. lşte burada, 2 festival'in mahiyetini, asıl özünü hiç zahmetsiz fark edebiliriz. Festival, izin verilen, hatta emredilen bir aşırılıktır; bir yasağın tantanalı bir şekilde çiğnenmesidir. insanlar, bir kural gereği neşe­ lendikleri için aşırılıklar yapıyor değildirler: aşırılık festivalin do­ ğasında bulunan bir şeydir; neşe halini doğuran, normal zamanda yapılması yasak olan şeyin yapılmasının serbest olmasıdır. Öyleyse, totem hayvanının ölümünden sonra duyulan ve bu neşeli festivale girizgahlık eden yas ne anlama geliyor? Normal zamanda yasak bir iş olan, totem hayvanının öldürülmesi sevini­ lecek bir şeyse, niçin aynı zamanda ona gözyaşı dökülüyor? Bildiğimiz gibi, klan üyeleri, totemi yiyerek kutluluk kazanır­ lar ve böylece hem aralarındaki özdeşliği, hem de totemle olan 71

Religion of ıhe Semiıes, 2. baskı, 1907, s. 4 1 2 . 208

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONUŞU

özdeşliklerini pekiştirirler. Neşeli hal ve bunun bütün sonuçla­ rı, insanların, kutsal hayatı -totemin özünde cisimleşen, daha doğrusu taşınan kutsal hayatı- özlerine sindirmiş olmalarıyla açıklanabilir. Psikanaliz, totem hayvanının gerçekte babanın yerini alan bir ikame objesi olduğunu bize göstermiştir. Bu durum, yukarıda belirttiğimiz çelişkiyi, yani, bir yandan hayvanı öldürmek yasak olurken diğer yandan, onun ölümünü, bir keder patlamasından sonra, neşeli bir festivalin izlemesini bize açıklar. Bugün bile çocuklarımızdaki baba kompleksini karakterize eden ve bazen yetişkin insanın hayatı boyunca sürüp giden ikircikli duygusal tavır, baba için bir ikame objesi işi gören totem hayvanım da kapsamına alıyor demektir. Psikanalizin akla getirdiği totem anlayışını, totem yemeğiyle ve Darwin'in insan toplumunun ilkel durumuna dair varsayımıy­ la karşılaştırdığımız takdirde, daha derin bir anlayışa varmamız mümkün. Böylece , belki ilk bakışta hayalci gibi görünen ama birbirinden ayrı ve bağımsız olay dizileri arasında şimdiye kadar hiç akla gelmemiş bir birlik kurabilen bir varsayım imkanı doğ­ muş olacaktır. Gerçi, Darwinci teoride totemizmin başlangıcı için elverişli yer bulunmadığı açıktır . Bütün dişileri kendisine saklayan ve oğullarını büyüdükçe kovup uzaklaştıran sert ve kıskanç bir baba: Darwin'in tek düşündüğü budur. Böyle bir ilkel topluma hiçbir yerde rastlanmamıştır. Bildiğimiz en ilkel ve bazı kabile­ lerde şimdi de hala var olan organizasyon şekli, eşit haklara sahip 209

TOTEM VE TABU

ve soyun ana tarafından yürümesi de dahil olmak üzere totem sisteminin kısıtlamalarına bağlı insan topluluklarından ibaret­ tir. Böyle bir düzen, Darwinci varsayımın bir varsayım olarak koyduğu düzenden çıkabilir miydi? Ve çıkarsa nasıl çıkabilirdi? Oysa biz, totem yemeği festivaline dayanarak, bu soruya şu kar­ şılığı verebiliriz: günün birinde ,72 sürüden kovulan erkek kar­ deşler bir araya gelmiş ve babayı öldürüp yemişler ve böylece baba sürüsünün varlığım sona erdirmişlerdir. Erkek kardeşler bir kere böyle bir araya gelince, daha girişken olmuşlar ve her birinin tek başına gerçekleştiremeyeceği şeyleri gerçekleştire­ bilmişlerdir. Uygarlıkta yeni bir ilerleme , yeni bir silahın icadı, onlara bir üstünlük duygusu sağlamış olabilir. Onların, babala­ rının cesedini yemiş olmaları bizi şaşırtmamalıdır, çünkü ilkel yamyamlar sözkonusudur. Bu kardeş topluluğunun herbir üyesi için, bu sert ve güçlü ata hem özlenen, hem de korkulan bir ör­ nekti. Özüne sindirme işlemi sayesinde onunla özdeşleşmiş olu­ yorlar , onun gücünden kuvvetinden bir parçayı kendilerine mal ediyorlardı. İnsanlığın belki de ilk festivali olan totem yemeği, birçok şeyin -sosyal düzenler, ahlaki kısıtlamalar, dinler- baş­ langıç noktası olan bu unutulmaz ve caniyane işin bir tekrarı ve anma törenidir. 73 72

Bundan sonraki notun son cümleleri, açıklamamızın daha iyi anlaşılmasını

73

Zalim babanın, el ele veren kovulmuş oğullar tarafından devrilip öldürül­

sağlayacaktır. Aksi halde, açıklamamız okuru şaşırtabilir. mesi varsayımı, ilk bakışta olağandışı görünen bu varsayım, Atkinson'a göre, Darwin'in ilkel sürüye dair tahayyül ettiği şartların dolaysız bir so­ mıcudur: "Bir arada zoraki bekarlar halinde yaşayan ya da�n fazla, tutsak 210

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONÜŞU

Başlangıç ilkelerini bir yana bırakarak sırf bu sonuçların ken­ disini ele alırsak, bunları gerçeğe uygun bulmamız için, başkaldı-

ettikleri bir kadınla poliandrik ilişkiler içinde bulunan genç erkek kardeş­ lerden kurulu bir sürü. Üyelerinin olgunlaşmamış olmasından ötürü henüz zayıf bir durumda olmakla birlikte, bu sürü, zamanla yeterince güçlenecek ve sonunda, mutlaka, tekrar tekrar girişeceği �rtaklaşa hücumlarla zalim babanın hem kansını hem de canını alacaktır" (Primal Law,

ss.

220-22 1 ) .

Bütün ömrünü Yeni-Kaledonya'da geçiren ve oradaki yerlileri istediği gibi inceleyebilmiş olan Atkinson, Darwin'in tahayyül ettiği ilkel sürü şartları­ nın, vahşi sığır ve at sürülerinde her zaman görülen bir şey oldugunu ve daima babanın öldürülmesiyle sonuçlandığını hatırlatıyor. Atkinson ayrıca, babanın öldürülmesinden sonra muzaffer oğullar arasında baş gösteren az­ gın kavgalar yüzünden sürünün dağıldığını da kabul ediyor. Bu durumda, yeni bir toplum düzeninin ortaya çıkması asla mümkün değildir: "Oğullar şiddet kullanarak münzevi zalim babanın yerini alır almaz şiddetlerini bir­ birlerine karşı kullanmaya başlarlar ve sonunda kardeş katli mücadeleleri içinde tükenip giderler" (s. 228). Psikanalizin verilerinden habersiz olan ve Robertson Smith'in incelemelerini de bilmeyen Atkinson, ilkel sürü ile sonraki toplumsal aşama arasında daha

az

şiddete dayanan bir geçiş aşa­

ması bulunduğunu söylüyor: çok sayıda erkeğin barış içinde bir arada ya­ şadıkları bir topluluktur bu. Atkinson'a göre, anne sevgisi, önce en küçük oğulların, sonra diğerlerinin sürüde kalmalarını sağlar. Ancak bu hoşgörü, oğulların, babanın cinsel ayrıcalığını tanımaları ve anneyle kız kardeşlere karşı her türlü cinsel arzudan vazgeçmeleri şartına bağlıdır. işte, Atkinson'un dikkate değer teorisi kısaca budur. Bu teorinin, te­ mel noktalarda, bizim ileri sürdüğümüz teoriyle uyuştuğu görülüyor ama başka verileri kullanmayı ihmal ettiği için, teorimizden ayrıldığı noktalar da görülüyor. Yukarıdaki açıklamalarda geçen verilerin kısalığı ve azlığı, konunun mahiyeti gereğidir. Bu gibi konularda gerçeğe tam bir uygunluk aramak anlamsız olduğu gibi, kesin bilgiler beklemek de haksızlık olur. 211

TOTEM VE TABU

ran kardeşler sürüsünün, babalarına karşı -bugünkü bilgilerimi­ ze göre, çocuklarımızda ve nevrozlularımızda baba kompleksi­ nin ikircikli içeriğini meydana getiren- çelişkili duygular içinde hareket ettiklerini kabul etmemiz yeter. Bu kardeşler, üstünlük ihtiyaçlarına ve cinsel isteklerine şiddetle karşı çıkan babadan hem nefret ediyor hem de bu nefretlerine rağmen ona sevgi ve hayranlık besliyorlardı . Onu ortadan kaldırdıktan, kinlerini ya­ tıştırdıktan ve onunla özdeşleşmelerini gerçekleştirdikten sonra, abartılı bir sevginin duygusal gösterilerine kendilerini kaptırma­ ları gerekiyordu . 74 Bunu, pişmanlık şeklinde dile getiriyorlar­ dı. Bir suçluluk hissi duyuyorlardı ve bu duygu yine ortaklaşa duyulan bir pişmanlık duygusuyla karışıyordu. Ölü, sağlığında hiçbir zaman erişememiş olduğu bir güce erişmiş bulunuyordu. Bütün bunlar, bugün de insanların kaderinde görüp duyduğu­ muz şeylerdir. Babanın, sağlığında yapılmasını bizzat varlığıyla engellediği şeyi , şimdi oğullar, bir "geriye dönük boyun eğme" ile kendi kendilerine yasaklamaktaydılar. Psikanalizin bize yakın­ dan tanıttığı bir psişik durumun ayırt edici niteliğidir bu. Oğul­ lar, Baba'nın yerini tutan totemin öldürülmesini yasaklayarak, kendi yaptıkları işi lanetliyor ve kurtardıkları kadınlarla cinsel ilişkide bulunmayı redederek, bu işin meyvelerini toplamaktan 74

Bu duygusal tavrı güçlendirebilecek başka bir şey de, cinayetin, suç ortakla­ rının hiçbirini tam olarak tatmin edebilecek nitelikte olmamasıdır. Bazı ba­ kımlardan, yararsız bir işti bu. Ogulların hiçbiri, asıl isteğini, yani baba'nın yerini alma isteğini gerçekleştiremezdi. Ve bildiğimiz gibi, başarısızlık ahla­ ki reaksiyona, başarıya göre çok daha elverişli bir zemin hazırlar. 212

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

vazgeçiyorlardı. Oğul'un suçluluk duygusu böylece totemizmin iki temel tabusunu doğurmuş olmakta ve bu iki temel tabu, bu nedenle , Oedipus kompleksinin içe bastırılmış iki arzusu ile ka­ rışmaktadır. Bu tabuları çiğneyen kimse, ilkel toplumun biricik derdi olan iki suçun faili oluyordu. 75 Totemizmin, insanoğlunun ahlakına başlangıç oluşturan bu iki tabusu, aynı psikolojik değerde değildir; yalnizca, totem hayvanına karşı takınılan saygılı tavır, duygusal nedenlere da­ yanır: baba ölmüştür, böyle olduğuna göre de pratikte yapacak hiçbir şey yoktur, ama diğer tabunun, yani ensest yasağının da büyük bir pratik önemi vardı. Cinsel ihtiyaç insanları birleş­ tirmez, ayırır. Erkek kardeşlerin, babalarını ortadan kaldırmak sözkonusu olduğu sürece elbirliği etseler bile, kadınlara sahip çıkmak sözkonusu olduğunda birbirlerine rakip kesilmeleri ka­ çınılmazdı. Hepsi de babaları gibi, bütün kadınlara tek başına sahip olmak isteyecek ve buradan doğacak genel mücadele top­ lumun yıkılmasın yol açacaktı. Gücü kuvvetiyle bütün diğer­ lerini geride bırakan ve babalık rolünü üstlenebilecek olan bir erkek kalmamıştı artık. Bu durumda, eğer bir arada yaşamak istiyorlarsa, kardeşler için yapılacak tek bir şey kalıyordu: belki bazı son derece vahim çekişmelerin üstesinden geldikten sonra, ensesti yasaklamak. Böylelikle hepsi birden, göz diktikleri ka­ dınlara sahip çıkmak hırsından vazgeçiyorlardı. Oysa, aslında, 75

"Cinayet ve ensest ya da kutsal kan yasasının bunlara benzer başka çiğne­ nişleri: ilkel toplumlarda, toplumun toplum olarak bilincini taşıdığı. yegane iki cürüm bunlardır" (Rdigion of the Semites, s. 9 1 9) . 213

TOTEM VE TABU

babalarını öldürmelerinin başlıca nedeni bu sahipliği sağlamak­ tı. Böylece, belki de sürgünlük döneminde aralarında yerleşmiş olan eşcinsel duygulara ve uygulamalara dayanan ve onları güç­ lü kılmış olan organizasyon kurtulmuş oluyordu. Bachofen'in tasvir ettiği ve yerini ataerkil aile düzenine bıraktığı güne kadar varlığını sürdürmüş olan analık hukuku belki de bu durumdan doğmuştur. Öteki tabuya, yani totem hayvanının hayatını korumayı amaçlayan tabuya gelince, aksine , totemizmin ilk dinsel taslağını bu tabuda görebiliriz. Tabu hayvanı, oğulların zihninde babanın doğal ve mantıksal ikamesi olarak görünse bile, onun karşısında takınmak zorunda kaldıkları tavır, yine de, sırf pişmanlıklarını göstermek ihtiyacından fazla bir şeyi dile getirmekteydi. Bu tavır sayesinde , vicdanlarını kemiren suçluluk duygusunu yatıştırabi­ liyor ve baba ile aralarında bir çeşit uzlaşma sağlayabiliyorlardı. Totem sistemi, babayla yapılmış bir sözleşme gibiydi. Bu sözleş­ meyle baba, çocuğun hayal gücünün ondan bekleyebileceği her şeyi -koruma, bakım , kayırma- vaat ediyor, karşılığında da ona, hayatına saygı gösterileceğine, yani gerçek babanın hayatına mal olan işin tekrarlanmayacağına dair söz veriliyordu. Totemizm­ de, ayrıca, kendini temize çıkarma denemesi de vardı. Oğullar şöyle düşünüyorlardı şüphesiz: uşayet babamız bize karşı, bizim toteme davrandığımız gibi davranmış olsaydı, hiçbir zaman onu öldürmek hevesine kapılmazdık." Böylece , totemizm, durumun düzelmesine ve doğuşuna yol açan olayın unutulmasına yardım­ cı oluyordu. 214

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DONUŞU

Beride nasıl olursa olsun her dinin özelliğini oluşturacak bazı nitelikler bu şekilde ortaya çıkmıştır. Totem dini, suçlu oğulların suçluluk bilincinden çıkmış olup, bu duyguyu bozmak ve geriye dönük bir boyun eğişle, mağdur babanın bağışlamasını sağlamak amacını güden bir girişim gibidir. Bütün sonraki dinler, aynı problemin çözülmesi amacına yönelik girişimlerden ibarettir. Bu girişimler, sadece doğdukları uygarlık ortamına göre değişik­ lik gösterirler ve ancak bu çözümü bulmak için izledikleri yön bakımından birbirlerinden ayrılırlar: yoksa, hepsi de uygarlığa başlangıçlık eden ve o zamandan bu yana insanlığın vicdanını kemirip durmuş olan büyük olaya karşı birer tepkidirler. Fakat daha o çağda bile totemizmin karakteristik bir çizgi­ si vardır ki, din bunu o zamandan beri sadakatle muhafaza et­ miştir. ikircikliğin yarattığı gerginlik, herhangi bir düzen içinde dengelenemeyecek kadar güçlü bir gerginlikti. Başka bir deyişle, psikolojik şartlar, bu duygusal karşıtlıkların ortadan kaldırılma­ sına hiç elverişli değildi. Nitekim, baba kompleksinin özünde bulunan ikircikliğin totemizmde olduğu kadar genellikle bütün dinlerde de varlığını koruduğu görülür. Totem dini, yalnızca piş­ manlık gösterilerinden, uzlaşma girişimlerinden ibaret değildir: babaya karşı kazanılan zaferin anısını ayakta tutmaya da yarar. lşte, totem yemeği denilen ve geriye dönük boyun eğişin koydu­ ğu bütün kısıtlamaların bir yana atılmasına vesile olan anma tö­ reni bu amaçla tesis edilmiştir. Bu anma töreni esnasında, totem hayvanının kurban edilmesi suretiyle babaya karşı işlenmiş olan suçun tekrarlanması artık bir görev olur ve bu görev, toplum ya215

TOTEM VE TABU

şayışında meydana gelen bazı yeni şartların etkisiyle, sözkonusu suçun sağladığı kazançlar -yani öze sindirme , babanın nitelik­ lerine sahip çıkma- kaybolma, yok olma tehlikesine her düştü­ ğünde tekrarlanır. Bu nedenle, daha sonraki dinsel oluşumlarda bile çoğu zaman örtülü, gizli şekillerde olsa da, belli bir ölçüde oğulun isyanına, kafa tutmasına rastlamak bizi şaşırtmamalıdır. Babaya karşı takınılan sevgi dolu tavrın -ki daha sonra piş­ manlık şeklini almıştır bu tavır- dinde ve totemizmin henüz pek değişmemiş olan ahlak yasasında yol açtığı sonuçlara dair incele­ memi burada kesiyorum. Yalnız şu olay üzerine dikkati çekmek isterim ki, her halükarda zafer baba katline iten eğilimlerden yana kalmıştır. O andan sonra, toplumsal kardeşlik eğilimleri, uzun süre, toplumun gelişmesini derinden etkileyecektir. Bu eğilimler, ortak kanın kutsallaştırılmasında, bir klanı meydana getiren bütün canlılar arasındaki dayanışmada kendilerini dile getirecektir. Böylece , birbirlerinin hayatını karşılıklı olarak ga­ ranti eden kardeşler, hiçbir zaman birbirlerine karşı babalarına davrandıkları gibi davranmamayı taahhüt etmiş olurlar; karşı­ lıklı olarak birbirlerini, babalarının uğradığı akıbete uğramak ihtimalinden aklarlar. Totemi öldürmek yasağına (ki dinsel ni­ teliktedir) , bundan böyle bir de kardeş katli yasağı (toplumsal niteliktedir) eklenir. Bu yasağın, klan sınırlarını aşarak, şu kısa ve açık buyruk haline gelmesi için daha çok zaman geçecektir: hiç kimseyi öldürmeyeceksin. Baba sürüsünün yerini, kan bağlı­ lığına dayanan kardeş klanı almıştır. Bundan böyle toplum, artık ortak bir suça, ortaklaşa işlenmiş bir suça; din, suçluluk duygu216

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

suna ve pişmanlığa; ahlak da, bir yandan, bu toplumun gerekle­ rine, öbür yandan da suçluluk duygusunun doğurduğu kefaret ödeme ihtiyacına dayanır. Psikanaliz, totemizm hakkındaki en yeni anlayışlara karşı ve daha eski anlayışlara uygun olarak, totemizm ile egzogami ara­ sında sıkı bir ilişki bulunduğunu bize göstermekte ve bunların ortak bir kökten aynı zamanda çıktıklarını ileri sürmektedir.

6

Dinlerin, totemizm içinde başlayarak bugünkü durumlarına gelinceye kadar geçirdikleri gelişmeyi burada anlatmaktan beni bazı ciddi nedenler alıkoyuyor. Ancak, bu gelişmenin oluşturdu­ ğu karmaşık doku içinde kendini özellikle belli eden iki çizgi var ki, bunların izlediği yolu hiç olmazsa bir süre takip edeceğim: totem kurbanı meselesi ve oğulun babaya karşı tavrı . 76 Robertson Smith, ilkel kurban şeklinin, eski totem yemeğinin bir tekrarı olduğunu bize göstermişti. Eylemin anlamı aynıdır: ortak yemeğe katılarak kutsallaşmak; suçluluk duygusu da de­ vam etmektedir ve ancak yemeğe katılan herkesin dayanışması sayesinde yatışabilmektedir. Yeni olan öğe , hiç görünmeden kur­ ban töreninde hazır bulunan, diğer klan üyeleriyle birlikte yeme­ ğe katılan ve böyle aynı eyleme katılışla kendisiyle özdeşleşilen 76

C. G. Jung'un biraz farklı bir görüşle yazılmış olan şu çalışmasına bakı­ nız: "Wandlungen und Symbole der Libido" (Jahrbuch de Bleuler-Freud, iV, 1 9 1 2). 217

TOTEM VE TABU

klan tanrısıdır. Peki, tanrı, başlangıçta kendisine yabancı olan bu duruma nasıl gelmiştir? Bu soruya karşılık olarak, aradan geçen zaman içinde her na­ sılsa doğan tanrı fikrinin bütün dinsel hayata hakim olduğu ve totem yemeğinin, varlığını sürdürmek isteyen her şey gibi, yeni sisteme ayak uydurmak zorunda kaldığı söylenebilir. Fakat bi­ reylerin psikanalitik incelenmesinin açık bir şekilde gösterdiği gibi, herkesin tanrısı kendi babasının suretindedir; herkesin tan­ rıya karşı takındığı kişisel tavır, kendi bedensel babasına karşı olan tavrına bağlıdır, bu tavra göre değişir ve başkalaşır ve tanrı aslında daha yüce payeli bir babadan başka bir şey değildir. Psi­ kanaliz, totemizmde olduğu gibi bu konuda da, tanrıdan baba­ sı olarak söz eden mümine inanmamızı öğütler; tıpkı totemden atası olarak söz eden mümine inandığımız gibi. . . Eğer psikanaliz verileri genellikle hesaba katılmaya değer şeylerse, psikanaliz, tanrının mümkün ve muhtemel başka kaynaklarını ve anlamla­ rını herhangi bir şekilde aydınlatabilecek güçte olmasa bile, ba­ balık öğesinin tanrı fikrinde çok büyük bir rol oynadığım kabul etmemiz gerekir. Ve bu böyle olduğu takdirde, ilkel kurbanda baba iki sıfatla karşımıza çıkacaktır: önce tanrı olarak, sonra da kurban hayvanı olarak. Bu durumda, olası psikanalitik çözüm yollarının sınırlı sayıda olması dolayısıyla göstermek zorunda olduğumuz bütün alçakgönüllülüğe rağmen, bu belirttiğimiz olayın gerçek olup olmadığını ve eğer gerçekse buna ne anlam vermemiz gerektiğini araştırmamız gerekiyor. Bildiğimiz gibi, tanrı ile kutsal hayvan (totem, kurban hay2 18

TOTEMiZMiN ÇOCUKTA GERi DÖNÜŞÜ

vanı) arasında çeşitli ilişkiler vardır: 1 . her tanrıya genellikle bir hayvan, bazen birden fazla hayvan tahsis edilmiştir; 2. bazı kur­ banlarda, özellikle kutsal kurbanlarda, tanrıya özellikle ona tah­ sis edilmiş olan hayvan kurban olarak sunulur;77 3. tanrı, çoğu zaman, bir hayvan şeklinde görülür ve ona böyle tapınılır; hatta totemizmden çok sonra bile bazı hayvanlar bir tapınma objesi olmaya devam etmiştir; 4. mitoslarda, tanrı sık sık bir hayvana, genellikle kendisine tahsis edilen hayvana dönüşür. Bu durum­ da, tanrının kendisinin totem hayvanı olduğunu ve din duygusu­ nun daha yüksek bir gelişme aşamasında bu hayvandan doğdu­ ğunu kabul etmemiz doğal görünüyor. Fakat totemin kendisinin, baba'nın yerini tutan bir tasavvurdan başka bir şey olmadığını kabul etmekle biz, bu konuda daha fazla sürdürülebilecek bütün tartışmalardan kurtulmuş oluyoruz. Şu halde , totem, bu ikame­ nin ilk şekli, tanrı ise bunun daha gelişmiş bir şeklidir. Bu geliş­ miş şeklin içinde baba, yeniden insani niteliklerine kavuşmuştur. Her türlü dinsel oluşumun asıl kökünden, yani baba sevgisinden doğan bu yeni yaratım, babaya karşı tavırda ve yine belki hayva­ na karşı tavırda zamanla meydana gelen esaslı bazı değişiklikler sonunda ancak mümkün olabilmiştir. Zamanla hayvana karşı meydana gelen psişik uzaklaşma ile hayvanların evcilleştirilmesi yüzünden totemizmin dağılması­ nı78 bir yana bıraksak bile, bu değişiklikleri kolayca görebiliriz. Babanın ortadan kaldırılmasıyla yaratılan durumda öyle bir öğe 77

Robertson Smith, Religion of the Semites.

78

Yukarıya bakın ız s. 1 90. ,

219

TOTEM VE TABU

bulunuyordu ki, zamanla baba sevgisini olağanüstü derecede kuvvetlendirmemesi mümkün değildi. Baba katlini gerçekleştir­ mek için bir araya gelen erkek kardeşlerden her biri elbette ki babaya eşit hale gelmek isteğini taşıyordu ve onlar bu isteklerini, totem yemeği sırasında, hayvanın babayı temsil eden parçaları­ nı kendi bedenlerine sindirerek tatmin etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki kardeş klanı bağlarının, klan üyelerinden her biri üzerine yaptığı baskı dolayısıyla bu arzunun tatmin edilmeden kalması bir zorunluluktu. Hiç kimse, özleyişlerinin amacı olan babanın, mutlak gücü'ne erişemiyordu ve hiçbir zaman da erişemeyecekti. Böylece, babaya karşı olan ve onun öldürülmesine yol açan duy­ gu, uzun gelişme seyri içinde, yavaş yavaş körelerek yerini sev­ giye bıraktı ve bu ilkel 'babaya mutlak bir boyun eğiş' idealinin doğmasına yol açtı. Bir vakitler kendisine karşı mücadele edilen o babanın artık eski sınırsız gücünü yeniden elde ettiği düşünü­ lüyordu. Uygarlıkta meydana gelen derin değişiklikler nedeniy­ le, bütün klan üyelerinin ilkel demokratik eşitliğini daima koru­ maya imkan yoktu. Bu yüzden, bazı niteliklerinden ötürü baş­ kalarından üstün olan bazı kişileri tanrı mertebesine çıkararak, eski baba idealini yeniden canlandırmak eğilimi baş gösterdi. Bir insanın tanrı olması ya da bir tanrının ölmesi, bugün bize ters görünen şeylerdir ama klasik antikçağda bunlar hala gayet olası ve doğal görülüyordu. 79 Vaktiyle öldürülmüş bir babanın tanrı 79

Böyle bir öykünme insani şeylerle tanrısal şeyler arasında aşılmaz bir uçu­ rum açmış olan biz çağdaş insanlara bir küfür gibi gelebilir ama eskilerin gözünde hiç