İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Yaradana sığınarak

'Biz' e

İçin dekiler BİRİNCİ BÖLÜM: Sf. 11-89 ilericilik, tutuculuk, gericilik kavramlan ve irtica l.Kavramlann Bilimsel Kullanımı İlencilik kavramı Tutuculuk kavramı Bilim alanında tutuculuk Gericilik kavramı 2. Yönetsel (Siyasi) ilericilik ve Gericilik ilerici ve gerici yaftalan İrtica ve mürted yaftalan İrtica: İnsanlık suçu İrticanın cennetmekanı II. Abdülhamid Abdülhamid meclisi kapatıyor, Anayasa'yı kaldırıyor Abdülhamid döneminde güvensizlik ve hafiyeler Abdülhamid döneminde eğitim ve basın Abdülhamid döneminde kişi özgürlükleri Abdülhamid'in Yıldız Sarayı: Şeddat'ın riyaz-ı İrem'i İrticanın bir başka örneği: İran ve Humeyni

Türkiye ve İran İran'da mollalar cennetin anahtarlarını satıyor İran'da mollalar aya gidildiğine inanmıyor İrtica ulusal bağımsızlığı sağl ayamıyor 3. Geçmişe Özlem ve Yitirilmiş Cennet Yahudiliktc geçmişe özlem: Arz-ı Mevud

Yunanlılarda geçmişe özlem: Megali idea Rönesans'ta geçmişe özlem: Eski Yunan ve Ro ma Reform'da geçmişe özlem: İlk Hıristiyanlığa dönüş Nazizm'de geçmişe özlem: Töton Şövalyeleri Platon'da yitirilmiş cennet: Atlantis Marksizm'de yitirilmiş cennet: İlkel sınıfsız toplum Tevrat'ta yitirilmiş cennet: Aden Bahçesi Kur'an'da yitirilmiş cennet: Adn İrtica'nın yitirilmiş cenneti: Asr-ı Saadet dönemi Abdurrahman Dilipak'ın yazılarında Asr-ı Saadet özlemi Ali Bulaç'ın yazılannda Asr-ı Saadet özlemi Asr-ı Saadet Düzeni: Kabile Konfederasyonu Asr-ı Saadet düzeni 2-3 yılda bozuldu

Asr-ı Saadet'ten günümüz İslam devletlerine Hadis'te irticaya karşı uyarı: Isıncı Melikiyet

Kur'an'da irticaya karşı uyan: Lokman suresi, 33. ayet

Sonuç

İKİNCİ BÖLÜM:

Sf. 91-128

Dinlerin ilericiliği ve Gericiliği 1. Dinlerin bilimle tartılması Tevrat'ın ve İncil'in bilimselliğini savunanlar Kur'an'ın bilimsclliğini savunanlar İlk Müslümanların gökbilim anlayışları Cebrail kanadıyla üç kez vurup ayın ateşini söndürmüş Güneş ve ay, gökte 360 kulplu ara:,aıarda gidermiş Gökte bir deniz varmış, güneş ve ay o denizde yüzermiş Beş tane gezegen varmış; bunlar da namaz kılarlarmış Güneş ve ay arabalarından denize düşünce tutulurlarmış Melekler düşen güneşi yeniden arabasına bindiririermiş Melekler güneşi ve ayı çeke çeke batıya getirirlermiş Güneş ve ay batarken niçin düşme sesi duyulmazmış Bir melek kanatlarını açıp göğü kapatınca gece olurmuş 1760'ta bileMüslümanların gökbilim inancı aynı 2. Diniere ilişkin çeşitli görüşler Kökten din karşıtlığı: Ömer Hayyam (1047-1122) Jean Meslier (1664-1729) Jean Meslier'nin çelişkisi Joseph Dietzgen (1828-1888) Joseph Dietzgen'in çelişkisi Turan Dursun (1934-1990) Turan Dursun'un çelişkisi Friedrich Nietzsche (1844-1900) Fricdrich Nietzche'nin çelişkisi Ilımlı Din karşıtlığı KarlMarx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895) Jean Paul Sartre (1905-1980) Albert Einstein (1879-1955): Bilirnde din duygusu

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: Sf. 129 - 138 Çoktanncılıkta ilericilik ve Gericilik Sabit bin Kurra (806-901) İ.Z. Eyüboğlu'nda Çoktanncılık 1 Tek tanncılık Çoktanncılığın gerici yönü

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: Sf. 139 - 162 Yahudilikte ilericilik ve Gericilik

Yahudiliktc ilericilik Endülüs Emeviler döneminde İspanya'da Yahudi cemaab Müslüman İspanya'da Yahudi kültürü Yahudiliktc gericilik İsrail' de Siyasi Bunalım: Dinci ŞAS Partisi İsrail'de köktendinci Yahudiler dehşet saçıyor İsrail'de Yahudi yobazlar dinden döneni vuruyor İsrail'de Yahudi yobazlar örtünmeyen kadınlara saldınyor Yahudi irticacıların ahlak mangaları Yahudi irttcacıların sloganı: Din elden gidiyor! Aşırı dinci Yahudilerde harcmlik-selamlık Aşırı dinci Yahudiler askere alınmak istemiyor Aşırı dinci Yahudiler Medeni Nikah'a karşı İsrail'de aşırı dinci Yahudiler şeriat istiyor İsrail'de aşırı dinci Yahudilerin oranı: %10 Aşırı dinci Yahudiler gösterilere otobüslerle taşınıyor İsrail'de aşırı dinci Yahudiler, Siyonistlere düşman İsrail'de aşırı dinci Yahudiler, çocuklarını devlet okuHanna göndermiyar İsrail'de aşırı dinci Yahudiler Siyonİstleri soykırımcılıkla suçluyor Aşırı dinci Yahudilere göre, Siyonizm en büyük günah Aşırı dinci Yahudiler, Suudileri, Vahhabilcri ve Saddam'ı dost görüyor Aşırı dinci Yahudiler Arafat'ı ve FKÖ'yü dost görüyor İsrail'de aşındinci Yahudilerin değişmez sloganı: Kahrolsun Siyonizm!

BEŞİNCi BÖLÜM: Sf. 163-262 Hıristiyanlıkta ilericilik, Gericilik Machiavelli: Hıristiyanlık uyuşturucu Hıristiyanlıkta ilericilik Engels'e göre Hıristiyanlık: Başlangıçta devrimci Engels'e göre Papaz Münzer; ilerici, devrimci İsa'dan 380 yıl sonra Hıristiyanlığın Roma'da devlet dini olması ve Hıristiyanlıkta gericiliğin doğuşu Muhalefet yıllarında Hıristiyanların çokhukukçu maskesi Muhalefet yıllarında Hıristiyanların özgürlükçü maskesi İ.S. 313: Roma Hıristiyanlığa özgürlük tanıyor İ.S. 380: Hıristiyanlık Roma'da devlet dini oluyor İ.S. 387: Hıristiyanlar Manicileri diri diri yakıyor İ.S. 392: Hıristiyanlar Roma'da başka dinleri yasaklıyor

İ.S. 407-529: Hıristiyanlar Roma'da bilimleri yasaklıyor Hıristiyanlıkta gericili�in doru� Hıristiyanlar din-devlet ilişkisi konusunda ikiyüzlü Hıristiyanlıkta gericilik ve Engizisyon Ortodoks Hıristiyan Bizans'ta eski Yunan kıyımı Bizans'ta Hıristiyanlar aykırı-inançlıları öldürüyor Hıristiyanlıkta gericilik ve Haçlı seferleri 1204: Katalikler Bizans'ta Ortodoksları do�ruyor Hıristiyanlıkta gericilik ve Batının bugünkü ilerili�i Kilise bilimiere ve bilginiere azgınca saldırıyar Kilise dünyanın tepsi gibi düz oldu�unu savunuyor Kilise hastalıkları cinlerin yaptı�ını söylüyor Kilise'ye göre aşı yaptırmak Tanrı'yı kızdırıyor Kilise ölülere otopsi yapılmasına karşı Kilise'ye göre kuyruklu yıldızlar Tanrı'nın okiarı Kilise yerbilimi cehennemlik bir suç sayıyor Kilise'ye göre fırtınaları çıkartan şeytanlardır Kilise paratonere de karşı çıkıyor Kilise, nchula kuramı yüzünden Kant'ı suçluyor Papazlar matbaaya karşı çıkıyor

AL TlNCI BÖLÜM: Sf. 263-418 İslam' da ilericilik, Gericilik Marx ve Engels' e göre İslamiyet başlangıçta ilerici, devrimci İslam' da ilericilik Müslümanlar Hıristiyan Avrupa'ya bilim ö�retiyor İ.S. 632-790: İlkMüslümanların bilim karşıtlı�ı İ.S. VIII. yüzyıl: İslam' da ilericili�in do�uşu VIII. yüzyılda İslam'da ilericili�i başlatan devrim: Proto-AtatürkçüMutezile Devrimi XI. yüzyılda Gazzali ve İslam' da gerici karşı devrim llOO'lerde Haçlı seferleri ve Gazzali: İslam' da gericili�in yönetime egemen oL'llasını sa�layan uluslararası koşullar Gazzali ve "İhya-ü Ulum üd-Din": İslam' da usçulu�a karşı dinsel gericili�in diriltilmesi Usçu Ömer Hayyam, sufi Gazzali'ye karşı ilericiMüslümanların gerici Gazzali'ye tepkisi Gazzali' den sonra İslam' da us ve bilim düşmanlı�ı İslam' da gericili�i başlatan Türkler veMo�ollar de�il: Haçlı seferleri ve Gazzalicilik

1070: Kutadgu Bilig: Gazzali' den önceMüslüman Türkler usçu ve ilerici

Selçuklu SultanıMelik Şah dönemi (1072-1092): Gazzali' den önce Selçuklular usçu ve ilerici Gerici Haçlı saldırıları İslam' ı da gericileştirdi Gazzali gerici Haçlı görüşleriniMüslümanlığa sokuyor Düne bakıp bugünü anlamak; bugüne bakıp dünü anlamak Sonuç EK-1: Sf. 419-430 İslam Kültürünün İspanya'da Gelişimi 1 A. Bebel

EK-2: Sf. 431

PAPA XVI. BENEDİKT'İN 9-14 EYLÜL 2006 TARİHLERİ ARASINDA MÜNiH, ALTÖTTİNG VE REGENSBURG'A ZİYAR ETLERi SIRASINDA 12 EYLÜL 2006 SALI GÜNÜ REGENSBURG ÜNiVERSiTESi'NDE YAPTIGI KONUŞMANIN TAM METİN TÜRKÇE ÇEViRiSi EK-3- Sf. 442

Papa XVI. Benedict ve II. Manuel'e Yanıt BİR ELDE HAÇ, BİR ELDE KILIÇ İSLAM' A KARAÇALMAK SONNOTLAR: Sf. 447 KAYNAKÇA: Sf. 517

BİRİNCİ BÖLÜM

İLERİCİLİK, TUTUCULUK, GERİCİLİK KAVRAMLARI ve İRTİCA

1- Kavramiann Bilimsel Kullanımı:

Önce "bilimsel" ne demektir, ona bir bakalım: "Bilimsel"

ile "akademik" sıkça birbirine karıştınlır.

"evrende kanıtı var" demektir. Doğruluk referansı, en geniş anlamıyla doğanın ve dolayısıyla hayatın kendisi olma­ yan hiçbi r ifade bilimsel değildir. Bilimsel;

çalışma; daha önce yazılmış ve genellikle doğrulu­ ğu kabul görmüş kitapları (makaleleri) okumak, bunları ince­ lemek ve karşılaştırmaktır.

Akademik

Bilimsel

çalışma ise, doğayı ve hayatı incelemektir.

Bilim adamı,

laboratuvarda veya sahada çalışır.

Akademisyen

ise kitap okur. Kütüphanede çalışır.

için en ayıp şey, muteber bir kitaba atıf veren bir dipnot yazmadan hüküm cümlesi kullanmaktır.

Akademisyen

için en ayıp şey, doğruyu ve gerçeği idrak etme­ den, hipotezi test etmeden, varsaydığı fenomeni ölçmeden, biçmeden, i rdelemeden konuşmak ve yazmaktı r.ı Bilim adamı

Özetle Bilim, doğanın gerçeklerini araştırır, bulur ve do­ ğayı kişisoyunun yaşamını kolaylaşhracak biçimde dönüştü­ rür. Bilgin; "iki ölçü hidrojen ile bir ölçü oksijen birleşince su oluşur" diyorsa; bu deyişte ne hidrojene bir övgü ne de oksijene bir yer­ gi vardır. Gelgelelim toplumbilim (sosyoloji) ya da tinbilim (psikoloji) alanlarına girdiğimizde, bu alanlarda kullanılan bi­ limsel deyimler günlük yaşama taşınır taşınmaz birer övgü ya da yergi nitemine dönüşebilmektedir. Örneğin geri zekalı ya da üstün zekalı deyimleri tİnbilirnde övgü ya da yergi içermeyen bi-

lO

limsel deyimlerdir, ancak bunları gündelik yaşamda birbirimi­ ze karşı kullandığımızda övgü ya da aşağılama yapmış oluyo­ ruz. Bilginler, kullandıkları bilimsel deyimierin gündelik yaşamda bilimdışı önyargılar oluşturabilecek türden olmaması için ellerinden geleni yaparlar. Örneğin toplumbilirnde kullanı­ lan Yabanıl toplum, uygar toplum, barbar toplum gibi bilimsel de­ yimlerin günlük yaşamda, ülkeler ve uluslararası çıkar çatışma­ larında karşılıklı suçlama ya da övgü amacıyla kullanılması toplumbilimcileri tedirgin etmiş, bu deyimierin yerine başka sözcükler bulmaya çalışmışlardır. Örneğin Catherine H. Berndt ve eşi Ronald M. Berndt, birer İnsanbilimci (antrolopojist) ola­ rak, yayımladıkları kitaplarda toplumsal evrim aşamalarını ya­ banıl, barbar ve uygar deyimleriyle birbirinden ayırmanın sakın­ calarını vurgulayarak, bu deyimleri bilimsel giyisiler giydirilmiş küçültücü yüklem/i sözcükler olarak nitelendirmişlerdir. Prof. Ronald M. Berndt'e gö­ re bilim yazınındaki ilkel 1 uy­ gar ayrımı, önyargılar oluştu­ ran en ina tçı yafta 'dır. 2 Yabanıl (vahşi) ve barbar sözcükleri ne denli bilimsel anlamda ve ön­ yargısızca kullanılırsa kulla­ nılsın, yine de aşağılayıcı olu­ yor. Çünkü bu deyimler salt bilimsel kullanıma özgü ol­ mayıp bilimin sözlüğüne öııyargılar sözlüğünden almmış sözcükler­ dir. Kitabında Berndt'in görüşlerini aktaran Dr. Aleaddin Şe­ nel'in görüşleri de bu doğrultudadır. Şöyle der Şenel: Uygar, uygarlık, uygar toplum deyimleri, XIX. ve XX. yüzyılda Batılı yazarların kültür emperyalizmi kapsamına girebilecek etkinliklerinin sonucunda, bilimsel içiemleri dışında önyargı­ sal içlemler kazanmış deyimlerdir. Öyle ki, Batılı yazarlar yir­ minci yüzyıla dek uygarlık dendiğinde yalnızca Batı uygarlığı­ nı anlıyorlardı. Yabanıl toplum, lıarlıar toplum, uygar toplum sınıflandırmasına yukarıda açıklanan nedenlerle karşı çıkılıı

ması üzerine, özellikle antropologlar (insanbilimciler) a rasın­ da ilkel topluluk ve uygar toplum terimleri kullanılmaya başlan­ mış ve bu terimler oldukça geniş bir çevre tarafından benim­ senmişlerdir. Aslında tartışma yalnızca bir etiket tartışması değildir; aynı zamanda bir bakış açısı farkını yansıtmaktadır. İlkel sözcüğünün kullanılmasına karşı çıkan yazarlar, bu söz­ cüğün çağdaş ilkel topluluklar için kullanılmasının bu toplu­ luklann bazı karmaşık yönlerini göz ardı ettiğinden yakın­ maktadırlar. Tüm bu karşı çıkışlara karşın, )lkel ve uygar te­ rimlerinin yerine önerilen terimierin hiç biri tutunamamışhr.3 ,

Anka ra Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakaıtesi ÖQretim Üyesi Dr. Aleaddin Şenel (solda) ve kaynak n iteliQindeki kitabı "I lkel Toplumdan Uygar Topluma" (saQda)

Uygar, Uygar Toplum, Uygar olmak gibi deyimierin kimi bahlı yazarlarca toplumbilimsel bağlamlarından kopartılarak önyargı uyandırıcı biçimde kullanılmasının en çarpıcı örnekle­ rinden biri, Prof. Donald Matthew'in "Atlas of Medieval Europ e" kitabındaki kullanımlardır.4 Bu kitapta Prof. Matthew, Ortaçağ­ da Avrupa' da yaşayan çoktanncı toplulukların tümünü barbar olarak nitelendirirken, Hıristiyanlığı benimserlikleri andan baş­ layarak onlara uygar yaftasını yapışhrmakta ve böylece barbar­ lığı çoktanrıcılıkla, uygarlığı Hıristiyanlıkla özdeşleştirmek gibi bilimdışı bir kullanıma yönelmektedir. Bu davranışın bir benze­ rini kimi Müslüman yazarlar, uygar olmayı İslamiyeti benimseme­ ye indirgeyen yapıtlarıyla göstermişlerdir.5 Uygar ve barbar deyimlerinde olduğu gibi, Toplumbi­ lirnde kullanılan ilerici, tutucu ve gerici deyimleri de önyargı u­ yandırıcı kullanımları nedeniyle bilginleri tedirgin ediyor. İngi12

liz Tarihbilimci H.R.Trevor-Roper, ilerici ve gerici deyimlerinin yerli yerinde kullanılması gerektiğini vurgulayarak şöyle diyor: Her çağın kendine özgü bir toplumsal çevresi, kendine özgü bir düşünsel ortamı vardır... Geçmişin düşünsel ortamı konusunda yargıda bulunmak, tarihçinin en güç ve aynı zamanda en gerekli görevlerinden biridir. Akılcı, batıl, ilerici, gerici gibi terimler kullanırken, yalnızca bizim aklımızın kurallarına uygun olana akılcı, yalnızca bize uygun gelene ilerici demek, yanlıştan da kötü, kabadır.6

Gerçekten de düşüngüler (ideolojiler), olgular, ilkeler, kişiler ya da kurumlar için ilerici ya da gerici gibi nitelemelerde bulunurken, onların ortaya çıktıkları dönemin koşullarını göz­ den uzak tutmamamız gerekir. ilericilik, tutuculuk, gericilik gibi kavramlar, içinde yaşanılan topluma ve o toplumun içerisinden geçtiği sürece bakılarak yerli yerinde kullanılması gereken toplumbilimsel kavramlardır.

ilericilik kavramı Bugün savunulduğunda gerici olarak nitelenebilecek düşüncelerden pek çoğu, geçmiş dönemlerde, o günün koşulla­ rına göre ilerici dahası devrimci bir nitelik taşımış olabilirler. Sözgelimi günümüz için kölelik kurumu, aşılmış, geride bırakıl­ mış ve bugün artık savunulamaz ve yeniden kurulması gericı1ik sayılacak bir kurumdur. Gelgelelim, kölelik kurumu, ortaya çıktığı dönem için çok büyük bir toplumsal ilerlemeydi. Fried­ rich Engels, bunu 1878'de yayımlanan Anti-Dühring adlı kita­ bında şöyle açıklar: 13

Kölelik bulununcaya kadar savaş tutsaklannın ne işe yara­ yacağı bilinmiyor, bunun sonucu savaşta tutsak alınanlar düpedüz öldürülüyorlardı; daha da eski bir tarihte onları yi­ yorlardı. Ama, sonradan erişiimiş bulunan "ekonomik du­ rum" düzeyinde, bu savaş tutsaklan bir değer kazandılar; yaşamları bağışlandı ve emeklerinden yararlanıldı ... Kölelik bulunmuştu. Kölelik, kısa zamanda gelişJm..,.JIIıiııl• mesi eski topluluğu aşan bütün halklarda egemen üretim biçimi, ama aynı zamanda, bu halkiann başlıca çöküş nedenlerinden de biri durumuna geldi. Tarım ile sanayi arasında oldukça geniş ölçüdeki bir işbölü­ münü ve sonradan eski dünyanın doruğu­ lrlohl4 ••1•11. nu, hellenisme'i olanaklı kılan tek şey kölelik oldu. Kölelik olmasaydı Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olamazdı; kölelik olmasaydı Roma imparatorluğu olamazdı. _ ... Ne var ki, hellenisme ve Roma imparatorlu­ .... _ ..... ... ........... ğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da Anti-DOhring - 1 878 basımı olmazdı. Bizim tüm ekonomik, siyasal ve entelektüel evrimimizin, köleliği önkoşul ola rak koştuğunu hiç bir zaman unutmamalıyız. Bu anlamda şöyle diyebili riz: eski kölel ik olmasaydı modern sosyalizm de olmazdı. Kö­ lelik ve ona benzer başka şeylere ka rşı gen e l formüllerle savaşa girişmek, ve böylesine bir alçaklık üzerine y ük se k bir ahlak öfkesi ya ğ dı rma k, pek para etmez. Ne yazık ki böyle y a pm akl a herkesin bildiği bir şeyden yani lm eski kımtmların

artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirledi­ ği duygulara uygun düşmediğind en başka hiç bir şey anlatıl­

mış olmaz. Ama bu da bize, bu kurumların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte aynadıkları rol üzerine hiç bir şey öğretmez. Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek, o zaman ne denli çelişik ve ne denli aykırı görünürse görünsün, o za­ manki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalırız. . . İlk ekonomik ilerlemeler de, üretimin köle emeği aracılığıyla artması ve ge­ lişmesi olmuştur. Sorun açıktır: insan emeği henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artık sağlayacak denli üretken olduğu sürece, üretici güçlerin arhşı, alış-

verişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile, kendini çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğ­ raşlanna vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline dayanacak, güçlendirilmiş bir işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisiydi. Eski dünyanın, özellikle Yunan dünyasının önertileri, antecedens nedeniyle, sınıf karşıtlıkla rı üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi. Hatta köleler için bile bu bir ilerleme oldu. Köleler yığınının içinden çıktığı sa­ vaş tutsakları hiç değilse şimdi yaşamlarını ku rtarıyorlardı, oysa eskiden onları öldürüyorlar, ve daha da eskiden kebap yapıyorlardı/

Engels, köleliğin tüm yeryü­ zünde kökünün kazınmasını savu­ nan ortaklaşa toplumcu (komünist) bir düşünür olarak, duygusal bakım­ dan kölelik kurumundan tiksiniyor olsa da, bir bilim adamının konusu­ na duygusal ya da düşünsel önyargı ­

lardan arınmış olarak yaklaşması ge­ reğine uyarak, karşıtı o l d u ğ u köleli­ ğin geçmişte kişisoyuıııı ilcrletici bir kurum olarak ortaya çıktığı ve ilerici bir işlev gördüğü ge rçeğini yadsıma ­ mıştır.

Engels'in artık ortadan kalkmış bulunan kölelik kuru­ muna ilişkin değerlendirmelerinde, ileri ve ilerici, dolayısıyla ge­ ri ve gerici gibi toplumbilimsel kavramların, içinde yaşanılan döneme ve yöreye bakılarak nasıl önyargılardan arınmış bilim­ sel özenle kullanıldığını görüyoruz. Komünist (ortaklaşa top­ lumcu) düşünce, gerici olarak nitelediği burjuva sınıfını bir dev­ rimle ortadan kaldırmayı amaçlar. Böyle olmakla birlikte, Şubat 1 848' de yayımlanan Komünist Manifesto, bu sınıfın geçmişte ile-

rici dahası devrimci bir nitelik taşıdığını, kişisoyunu ilerletid bir

işlev gördüğünü belirtmeden edemez: Buıjuvazi, tarihte son derece devrimci (kişisoyunu ilerletici­ eb) bir rol oynadı.• Gericılerin o çok hayran olduklan Orta­ çağ'ın kaba kuvvet gösterisinin nasıl en hareketsiz tembelli­ ğin bir tamamlayıcısı olduğunu açığa çıkardı. İnsan faaliye­ tinin neler yaratabileceğini ilk gösteren o oldu. Mısır pira­ mitlerini, Roma'nın su kemerlerini ve Gotik katedralleri kat be kat aşan şaheserler yarath.9 ( ) Bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolayiaşmış haberleşme araçlarıyla, bütün uluslan hatta en barbar olanlan bile, uygarlığın içine çekti, .. kırları kentlerin egemenliğine soktu; çok büyük kent­ ler yarath; kentsel nüfusu kıra kıyasla büyük ölçüde arhrdı, ve böylece nüfusun büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğün­ den kurtardı. Kın nasıl kente bağımlı kıldıysa, barbar ve yan­ barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları buıjuva uluslara, Doğu'yu Batı'ya bağımlı kıldı ... Buıjuvazi, ancak bir yüzyılı bulan egemenliği sırasında, daha önceki kuşakla­ nn tümünün yaratmış olduklarından daha yoğun ve daha büyük üretici güç yarattı. Doğa güçlerine egemen olunması, ma­ •••

kine, kimyanın sanayie ve tarıma uygulanması, buharlı gemiler, demiryolları, elektrik telgrafı, koskoca kıtaların tarıma açılması, nehirlerin su yollan haline getirilmesi, yerden bitereesine nüfus çoğalması, .. toplumsal emeğin bağnnda böylesine üretici

gÜçlerin yatmakta olduğunu daha önceki hangi yüzyıl seze­ bilmiştir?10 ( ... ) Ama buıjuvazinin feodalizmi yerle bir ettiği silahlar şimdi kendisine karşı çevrilmiştir. Buıjuvazi kendi­ sine ölüm getiren silahlan yaratmakla kalmamış bu silahlan kullanacak insanlan da var etmiştir: Modem işçi sınıfını, proleterleri.11 ( ) Bugün buıjuvaziyle karşı karşıya gelen (çatışan) bütün sınıflar içerisinde yalnızca proletarya (işçi sınıfı) gerçekten devrimci (ilerici) bir sınıftır... Alt orta sınıf, küçük imalatçı, dükkaocı, zanaatçı, köylü, bütün bunlar orta sınıfın parçalan olarak varlıklannı (içinde var olduklan geri düzenlerini-eb) yok olmaktan kurtarmıık, için buıjuvaziye karşı savaşırlar. Şu halde, bunlar, devrimci değil, tutucudur­ lar. Hatta gericidirler; çünkü tarihin teker/eğini gerisin geriye döndünneye çalışırlar,. kendi yaşam koşullan onu daha çok gerici entrikalann paralı aleti olmaya hazırlar.12 •••

16

-

................... �·····""' "'"'····· _ .... .. .._ __

� ..

....·

KomUnist Manifesto - 1 848

Komünist Manifesto 'daki bu saptamalar ilerici, tutucu, ge­ rıcı gibi toplumbilimsel kavramların nasıl içinde bulunulan döneme ve yöreye uygulanarak görecelik bağlamında kullanıl­ ması gerektiğini göstermektedir. Ürettikleri ortaklaşacı, komü­ nist düşünsel dizgeyle sömürüyü ortadan kaldırmayı amaçla­ yan Karl Marks ve Friedrich Engels' in, binlerce yıllık geçmiş bo­ yunca, sömürünün kişisoyunu ilerletici, ilerici bir işlev gördüğü­ nü savunmaları, önemlidir. Bu düşünürlerin kölelik kurumu ve burjuva sınıfına ilişkin değerlendirmelerinde, kişilerin, kurumla­ rın, sınıfların ya da düşüncelerin ilerici sayılabilmesi için ne gibi özellikler taşıması gerektiğini de görüyoruz. Kölelik kurumunun ve köleci toplum düzeninin kendi­ sinden önceki toplumsal yapıya göre ilerici sayılmasının neden­ leri, özetle: Önceki düzende savaş tutsakları öldürülürken, köleci düzende tutsakların öldürülmeyip çalıştırılması; böylece büyük bir emek ordusunun örgütlenmesi ve dolayısıyla üretimin art­ ması ve kişisoyunun doğaya eskisinden daha egemen bir konuma yükselmesi. •

• Önceki düzende herkes ortaklaşa üretimin içinde yer almak zorunda olduğu için kimseye boş vakit kalmadığından düşünsel uzmaniaşma yok ve düşünsel ilerleme yavaşken; kö-

leci düzende köle çalıştıranların kendilerini düşünsel işlere ve­ rebilecek boş vakti ve uygun ortamı bulmalarıyla, düşünsel a­ lanlarda u z man i aşmanın başlaması; dolayısıyla, doğaya egemen ol­ ma aracı olarak bilimlerin ortaya çıkıp gelişmesi. Önceki toplumda yöneten 1 yönetilen ayrımı olmadığı için devlet, hukuk, ordu, polis, yasama, yargı, vb. gibi kurumlar oluşmamışken; köleci düzende yöneten 1 yönetilen ayrımı nede­ niyle yönetim aygıtı olarak devletin kurulması; yasa, yargı, sa­ nat ve bilimlerin kurulması; dolayısıyla doğaya egemen olma yönündeki ilerlemeye koşut olarak, topluma egemen olmada da bir gelişme olmasıdır... •

Burjuva sınıfının ortaya çıkışının kişi soyunun o dönem­ deki düzeyine göre ilerici sayılmasının nedenleri ise, özetle: • Toplumu tembellikten, uyuşukluktan kurtarıp daha çok çalışmaya ve daha çok üretmeye yöneltmesi.

Üretim araçlarını ve üretici güçleri geliştirmesi; elle üretim (manifaktür) yerine aygı tla üretimin (fabrikasyonun) geçmesi ve böylelikle üretimin artması. • i letişimi yeryüzü ölçeğinde yaygınlaştırması. •

Kentsel nüfusu kırsal nüfusa oranla çoğaltarak, daha çok sayıda insanı uygar ilişkiler ve uygar olanaklar ortamına, eşdeyiş­ le ken tlere çekmesi. •

Önceki (feodal) düzene oranla, kişisoyunun doğaya e­ gemen olma düzeyini kat kat yükseltmesidir. •

Demek ki, bir toplumun belli bir anda içinde bulundu­ ğu örgütlenme ve yönetim biçimini, kişisoyunu doğaya daha egemen kılacak, onun yeryüzündeki beslenme, barınma, üreme, düşünme, öğrenme, bilme ve doğayı gereksinimleri doğrultu­ sunda dönüştürme olanaklarını daha geliştirecek biçimde de­ ğiştirmeye yönelik düşünce ve çabalara, sözcüğün toplumbi­ limsel anlamıyla ilericilik ve ilerleme diyoruz.

İlerleme ve ilericilik kavramlarının sözlüklerdeki tanımla­ rı da bu yöndedir:

İlerleme: a. 1 . ilerlemek eylemi. -2. İnsanlığın, uygarlığın ideal a m aca doğru evrimi: ilerlemeye İnanmak. -3. Özel bir

alanda iyiye doğru dönüşüm; iyi, elverişli bir sonuca doğru evrim: Toplumsal ilerleme. -4. Bir kimsenin bilgice, yetenekçe gösterdiği gelişni'e: İngilizcesinde bir ilerleme görülüyor. -5 . Daha iyi bir aşama; gelişme: Banş görüşmelerinde hiç bir ilerleme kaydedilemedi. -6. İlerleme var, iyiye gidiyor.

ilerici: sıf. ve a. ilericilik yandaşı olan kimse. ilerici, hem

toplum üyelerinin siyasal ve toplumsal durumlarında bir geriye dönüşü savunan gerici'nin, hem de statüko'nun korunmasından yana olan tutucu'nun karşıtıdır.

ilericilik: a. -1. Derin siyasal ve toplumsal dönüşümlerin

yaşam koşullarını iyileştireceğini ve daha büyük bir toplumsal adalet getireceğini düşünenierin davranışı. -2. Bilimsel ve teknik ilerlemelerden elverdiğince çok sayıda insanın yararlanmasını sağlamaya çalışanların eğilimi. -3. İnsanlığın manevi yönden ilerlediğine inananların öğretisi.13

Özetle, kişilerin yeryüzündeki yaşam ve geçim koşul­ larını iyileştirmeye; toplumda girişim özgürlüğünde eşitlik ve gelir dağılımında denge sağlanmasına; bilimsel buluşların sağ­ ladığı olanaklardan daha çok kişinin yararlanmasına; kişilerin bilgi, beceri ve yetilerini geliştirmeye yönelik bütün düşünce ve davranışlar ilericilik ve ilerleme olarak nitelenmektedir.

Toplumbilim Sözlüğü ndeki tanımıyla: ilericilik; en açık anlamında, doğanın, toplumun ve bilincin işleyiş yasalarmı bilmek ve bu işleyişe egemen olarak insansal gücün büyük etkisiyle bu işleyişi hızlandırmaya çalışmak demektir.14 '

Şu altı çizilerek vurgulanmalıdır ki; toplumbilimsel an­ lamıyla bu kavramlar yalnızca bu dünyadaki yaşamımızın örgüt­ lenmesiyle ilgilidirler; yalnızca kişisoyunun somut yaşam koşul­ larını ölçüt olarak alırlar; yani ilericilik, gericilik gibi toplumbi­ limsel kavramlar, ölüm ötesi yaşam'la ilgili olmadıkları gibi, Tan­ rı ile kişi arasındaki Eski Ahid (Tevrat), Yeni Ahid (İncil) ve Son Ahid (Kur'an) gibi sözleşmelerin hiçbiriyle doğrudan ilgili de­ ğildirler; dinler ve inançlar ancak kişisoyunun yeryüzündeki somut yaşam koşullarını biçimlendirmedeki etkileri oranında

bu kavramlar kapsamında bir irdelemeye konu edilebilirler; ni­ tekim bu çalışmanın sonraki bölümlerinde bu konuya değinil­ mektedir.

Tutuculuk kavramı Kişioğlunun karşılaştığı her yeniliği başlangıçta yadsıdı­ ğı, benimsemekte güçlük çektiği, dahası yeniliklere savaş açtığı, bağlı bulunduğu değerleri kolay kolay değiştirmediği, alışkan­ lıklarını kolay kolay bırakamadığı, gündelik yaşamda her an gözlenebilen bir gerçektir. Bu demektir ki tutuculuk bir yönüyle kişisoyunun tinsel (ruhsal) doğasıyla ilgili bir sorundur. Bakır­ köy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Araştırma ve İleri Eği­ tim Merkezi BARİLEM'in Kurucu Başkanı, Tinbilimci M. Emin Ceylan, bir yazısında tutucu kişiliği şöyle irdeliyor: Karakteristik bir

tutucuyu,

geleneksel, kuralcı, zevke karşı, o­

toriter, cezalandırıcı, etnik özellikleri abartan, militarist, d"og­ matik, batı! inançlı ve bilimsel gelişmelere kapalı olarak tanım­ layabiliriz. ( ... )

Tutuculuk; tam emin olarnama psikolojik bir savunma dır. Bu '

karşı geliştirilmiş

ve şüpheciliğe kişiler, belirsiz

(kesin olmayan, karmaşık, değişken, yeni, sapkın, bireysel ve adsız) durumlarla

karşılaştıklarında psikolojik olarak içsel bir

tehdit ve bunaltı hissederler. O nedenle

yabancı, yeni ve farklı olan her şeye karşı tahammülsüzlük otomatik bir korunma davranışı

halinde beliriverir. Korunmanın, bilinmedik, yeni ve farklı o­ lana karşı yapılması ilginç, fakat anlaşılabilirdir.( ... )

culuk,

Aşırı tutu­

ayrı düşmek, toplum dışı kalma korkularına karşı da bir

tepkidir. Kişi böyle bir korkuya karşı, sıradan basit, fakat güvenli olmayı seçer. ( ... ) Kendi doğruları dışındaki herkese karşı bir uzaklık ve zorunlu beraberlik durumunda da, olanlara karşı dışlayıcı bir tutum ve inat bir tartışma şekli geliştirir. (... ) Belirsizliğe tahammülsüzlük, ahlaki değerlerin yıkılmasıyla sa­ vunmasız kalma korkulan, bu psikolojik zeminin temel taşları­ dır. O nedenle

tutucu

birisi için

kurallara

ve

dogmalara düşkünlük

hayati önemdedir.( ... ) Gerçek, değiştinci ve o nedenle de zorlayıcıdır. İç dinamikleri böyle bir zorlamaya dayanamayacak kişilerin,

değişime direnmeleri

anlaşılabilirdir. Her kişinin bir iç

dengesi vardır. Bu dengeyi sarsacak her türlü öğreti, davranış, tutku, tehlikeli olarak algılanır ve ona karşı direnilir; ( .. . )

culuk,

gerçekte bir

beraber, çoğu kez

Tutu­ ideoloji ya da gelenek değil; öyle görünmekle insanın kendi iç dengelerini tutturmak için yola

·

koyulduğu insani bir savunmadır. Bu savunma bir noktaya kadar

olursa hoştur da, çizgiyi aşmaya başlayıp, kişinin kendisini, a­ ilesini ve çevresini bloke etmeye yüz tuttuğu zaman, işte o zaman kişinin iç dengelerinde önemli sarsılmalar başlamıştır ve patalajik bir sınıra dayanmıştır.ıs

Her yeniliğin başlangıçta direnişle karşılanması yalnız­ ca bilisiz kimselerin bilisizliklerinden kaynaklanan bir davranış olmayıp, doğrudan doğruya bilginler arasında da sıkça görülen bir davranış biçimidir. Bilim alanında tutuculuk

Bilimsel yenilikler biJisiz yığınlardan önce doğrudan bilg inierin pek çoğunca kuşkuyla k:ı.rşılanmış ve yadsınmıştır. Bilim Tarihçisi Thomas Khun, tarihteki önemli bilimsel bulu ş ­

ları irdelerken, bu buluşların yapıldıkları dönemde yaşayan bil­ ginlerce kolay benimsenmediğini göstermiştir.

Kuhn, Newton'un kuramını ilk yadsıyanların biJisiz kimseler değil, tersine bilginler olduğunu ve bunların : "Newton nesnelerin özünde kimi gizil güçler bulımduğımu savlıyor; buysa nesnelere tapım aşamasındaki ilkel toplumlarm inancıııa benzer"

karşı çıktıklarını örneklemektedir.

"Bilimsel

Devrimierin

Yapısı"

diye kitabında

Thomas Khun (solda) ve Bilimsel Devrimierin Yapısı adlı kitabı

Kuhn'a göre, Lavoisier'nin kimyasına ilk karşı çıkanlar da yine bilginlerdi.

Lovoisier'i kimya deneyinde gösteren bir gravor.

Einstein, Bohr ve diğerlerinin kuantum mekaniğinde e­ gemen olan olasılıkçı yorumiara karşı çıktıklarını biliyoruz.16

Başlangıçta Kuantum MekaniQi'ne karşı çıkan bilginler Albert Einstein (solda) ve Niels Bohr (saQda)

Kopernik'in bilirnde devrim sayılan kuramı da bilgin­ lerce öyle çabucak benimsenmiş ve yayılmış değildir. Ölümü­ nün üzerinden neredeyse yüzyıl geçtikten sonra bile Avrupa'da Kopernik'in kuramını benimseyen bilginierin sayısı pek azdı ve bilginierin ezici çoğunluğu yüz yılı aşkın bir süre Kopernik'i yadsıdılar.

,..,_.,._..._,..... ... .,.W"}... '..�..... . ...

- ----· ,

-

Tr�·

,__-

�.u. �-

NICOLAJ CO. PI&IIIGI ..

TO&Ufllllll _,

........ ., ..... " ........

_.....,.... .

_ .. _

...--i -.- . �-::d.-

·;'----

� ....... .. .......

:� i cle ve Fırat ırmakları arasında A den Bahçesi denilen yerdi.

Bir Ortaça(l elyaz ması l ncil ' de Yer alan Aden Bahçesi resm i.

Buranın toprağından yaratılan ilk erkek Adem ile onun kaburgasından yaratılan ilk kadın Havva, Dicle-Fırat dolayın­ daki bu cennette tüm gereksinimlerini emeksizce, güçlük çek­ meksizin ellerinin altında bulmakta ve yaşamlarını mutluluk içerisinde sıkıntısızca sürdürmekteyken, günün birinde Tanrı'­ nın buyruğunu çiğneyince, Tanrı'ya karşı işledikleri suçun yap­ tırımı olarak Dicle ve Fırat dolayındaki cennet Aden' den dışarı­ ya sürülmüş ve cennet Aden'in dışındaki sürgün yaşamlarında, tüm gereksinimlerini büyük güçlükler çekerek, büyük emekler vererek, büyük acılar tadarak ka rşıtayabi lir olmuşlar dı r. Yeniden Tanrı'nın cennetine dönüş yollan bi r koşulla açık bırakılmıştır kendilerine: Aden Bahçesi, eşdeyişle cennet dışındaki sürgün yaşamları süresince, Tanrı'nın tüm buyrukla­ rını en iyi biçimde uygulamak ... Museviler'in Tevrat'ındaki yiti­ rilmiş cennet imgesi ve bu cennetin yeniden kurulacağı inancı, ina­ nırların bu kitaba bağlılıklannda önemli bir işlev görmektedir. Cennet'in geçmişte var olduğuna inanmak, onun gelecekte ye­ niden kurolacağına inanmanın anasıdır.

Kur' an' da yitirilmiş cennet: Adn Kur'an, kendisinden önce kişisoyuna iletilmiş olan Tev­ rat'ı, İncil'i, süreç içerisinde bu yazmalarda oluşan bozulmaları düzelten bir kitap olarak tanımlamaktadır kendisini.77 Yukarıda Museviler'in Tevrat'ından alıntılada gösterdiğimiz yitirilmiş cennet ya da cennetten sürülme konusu Kur'an'da da geçmek­ tedir:

Tanrı Adem'i yeryüzünün toprağından yaratmıştır.78 O­ na ruh (tin) üfürmüştür.79 Eşini de Adem'den yaratmıştır.80 Tan­ n, Adem'e ve eşine; cennetteki dokunulmaz ağaca yaklaşma­ malannı, bunun dışında diledikleri besinlerden diledikleri bol­ lukta yiyebileceklerini,81 aç ve çıplak kalmayacaklarını,82 susuz­ luktan ve sıcaktan kavrulmayacaklarını83 söyleyerek; şeytanın ikisine de düşman olduğunu; kendilerini cennetten çıkartmak için çalışacağını; eğer şeytana uyariarsa cennetten çıkartıla-

caklarını ve cennetin dışındaki yaşamlarında çok sıkıntılar çe­ keceklerini bildirmiştir.84 Tanrı'nın bu uyarılarına karşın şeytan (İblis) Ademi ve eşini kandırıp onlara Tanrı'nın yasağını çiğne­ terek cennetten kovulmalarına neden olmuş ve böylece cen­ netteki olanaklarını yitirmişlerdir. Tanrı, Adem ve eşini cennet­ ten uzaklaştırırken; birbirlerine düşman olarak yeryüzünde bel­ l i bir süre kalıp geçineceklerini,85 orada yaşayacaklarını, orada öleceklerini ve yine oradan çıkarılacaklarını86 söylemiştir.

8- 1 0 . yazy ı llar arasına tarihlenan el yazması bir Kur'an sayfası

Kur'an'da, Adem'le eşinin işledikleri suç nedeniyle sü­ rüldükleri, geçmişte var olan ve ancak Tanrı'nın buyruklarına u yan kimselerin öldükten sonra yeniden kavuşacakları cennet, şöyle tanımlanır: Tevrat'ta Dicle ve Fırat yöresinde olduğu bil­ dirilen, Adem ile Havva'nın kovuldukları cennet "Aden Bah­ çesi", Kur' an' da kişilerin ölüm ötesi yargıdan sonra gidecekleri "Adn Cenneti" olarak geçer.87 Ölüm ötesi yaşamda kavuşulacak cennette bir doğa vardır, ırmaklar akar, meyveler vardır, sarhoş etmeyen içecekler, eşler vardır, sonsuzdur, ölüm yoktur.88 Çok büyük bir alana yayılmıştır.89 Kin yoktur, kardeşlik vardır.90 Korku ve üzüntü yoktur.91 Barış süreklidir.92 Ağaçların meyve -

/ leri ve gölgesi tükenmez.93 Yorgunluk yoktur.94 Gerek duyulan her şey el albndadır.95 Güzel takılar, giyisiler, süsler vardır.96 Boş söz yoktur, birbirlerine "selam" (banş) diye seslenirler.97 Aşırı sıcak ya da soğuk yoktur.98 Yalan söz işitilmez.99

1 550'1erde yazılan Falname'den Adem ve Hawa'yı Adn cennetinde gösteren bir sayfa (louvre Müzesi, Paris)

İşte kişisoyunun ilk ana-babası Adem ve eşi, şeytana u­ yarak geçmişte var olan ve içinde yaşadıkları böyle bir cennet­ ten sürülmüşlerdir; fakat Tanrı'nın öğütlediği erdem ilkelerine uyarak yaşayanlar, ölümlerinden sonra ilk ana-babaları Adem ve eşinin kovulduğu bu cennete yeniden kavuşacak ve orada sonsuza dek barış içinde ve mutlu yaşayacaklardır. Kur'an, geçmişte var olan bu yitirilmiş cennete yeniden kavuşmak için çabalamayı, bir yaşam amacı olarak gösterir: Cennete ulaşmak için yarışın.ıoo

Cennet'in ölümden sonraki dirilişte var olacağı, onun geçmişte var olduğundan bellidir. Adem ve Havva'nın suç işle­ yip kovuldukları cennete yeniden kavuşmak, tüm Müslüman­ l a rın yaşam ereğidir. Cennet' e ulaşabilmek için, yaşam boyunca Tanrı'nın öğütlerini uygulamak: Tanrı'yı tek, eşsiz bilmek, bu­ nu dile getirmek, çoktanrı inancından ve nesnelere tapınmaktan titizlikle uzak durmak, günün belli anlarında Tanrı'ya saygı du­ ruşunda bulunmak (namaz), yılın belli günlerinde oruç tutmak, gelirinden yoksullara, düşkünlere yardımda bulunmak, vergi vermek (fitre, zekat), çalmamak, öldürmemek, kötülük etme­ mek, yalan söylememek, doğru olmak, Tanrı'yı tek bilerek an­ mak, yalnızca Tanrı'ya yakarmak (dua), varsıllık düzeyi elveri­ yorsa Kabe'ye hiç değilse bir kez gitmek (Hacc), vb. gibi erdem­ sel davranışlarda bulunmak gerekir.

Siyasal İslamcılann yitirilmiş cenneti: Asr-ı Saadet Müslümanlığın -yukarıda gösterdiğimiz - yeniden ka­ vuşulacak yitirilmiş cennet tasarımı ile Müslümanları kendi ge­ rici amaçları doğrultusunda savaşa sürmeye çalışan din gerici­ lerinin (mürtecilerin) yitirilmiş cennet tasarımı bir değildir. Mürteciler, Müslümanlara kendi amaçlarına uygun buldukları başka bir yitirilmiş cennet imgesi sunarak bunu yeniden kurma­ yı Tanrı buyruğu imiş gibi belletmektedirler: Asr-ı Saadet.

Asr-ı Saadet sözcüğünün anlamı: Mutluluk Dönemi'dir. Bu sözle anlablmak istenen Tanrı'nın Seçkin Saygın Elçisi Mu­ hammed'in elçilik görevi başladıktan (İ.S. 61 0), ölümüne (İ.S. 632) dek sürmüş olan dönemdir.

Gelgelelim Müslümanlar, daha sonraki kuşakların "Asr­ ı Saadet" (Mutluluk Dönemi) adını takacakları o 22 yıllık dö­ neminin ilk 12 yılını, Mekke'de, mutlu luk içerisinde değil, tıpkı Nazi egemenliği altındaki Museviler gibi, dayanılmaz baskı ve işkenceler altında geçirmişlerdir ve sonraki kuşakların Asr-ı Sa­ adet diyecekleri o dönemin Mekke'deki ilk 12 yılı, o günleri yaşayan Müslümanlar için "Asr-ı Saadet" değil, olsa olsa "Asr-ı Felaket" olarak adlandırabilecek bir baskı dönemidir. Kur'an'­ daki pek çok ayette de bu dönemin bir "saadet" (mutluluk) de­ ğil, işkence dönemi olduğu belirtilmektedir.

"Asr-ı Saadet" adı verilen dönemde ilk MOslllmanların çektikleri acı lar, sıkıntılar, baş oyuncusu Anthony Quinn olan ÇaQrı (The Message) filminde işlenmiştir.

İ.S. 610 - İ .S. 622 yılları arasında çoktanncı Mekke yöne­ timi, Müslümanlara kan, ölüm ve gözyaşı sunmuş, Müslüman­ lar bu dönemde yoğun baskı altında kendi devlet düzenlerini kuramamışlardır. Bu dönemde Mekke'deki Müslümanların 40 50 kişilik bir bölümü, baskılar ve kovuşturmalar yüzünden bir Hıristiyan devleti olan komşu Habeşistan'a göç ederek (İ.S. 615) orada kurulu buldukları Bizans'a bağımlı Hıristiyan devleti'nin çatısı altında, oldukça mutlu bir yaşam sürmüşlerdir; bu Müslümanların Habeşistan' daki Hıristiyan devletini devirip, onun yerine Müslüman devleti kurmak gibi bir çabaları olmadığı gibi, tersine, sığındıkları Hıristiyan Habeşistan devletine övgülerde bulunmuş, saygılarını sunmuşlardır; öyle ki Tanrı, Müslümanlara en çok sevgi gösterenierin Hıristiyanlar

70

(Nasraniler) olduğunu Kur'an'da belirtmiş 101 ve o yıllarda İran ile savaşa tutuşmuş bulunan Hıristiyanların çarpışmalardan üstün çıkacağını -Müslümanlara bir müjde olarak- bildirmiş­ tir. 102 22 yıllık Asr-ı Saadet'in Mekke'deki Müslümanlar için "Asr-ı Felaket " sayılacak ilk 12 yılında, Müslümanların diğer bir bölümü, Elçi'nin Tanrı'dan aldığı bir buyrukla, komşu kent Medine'ye göçmüş ve bu göçmenler, Tanrı'nın Elçisi'nin de bir süre sonra Medine'ye göçerek başlarına geçmesini ora yöneti­ mine saygılı bir biçimde beklemiş; Medine'deki yönetimi devi­ rip ellerine geçirmeye kalkmamışlardır.103 22 yıllık Asr-ı Saa­ det'in ilk 12 yılını kapsayan bu felaket döneminde, Mekke'deki Müslümanların diğer bir bölümü ise, Tanrı'nın Medine'ye göç buyruğunu dinlemeyerek, Mekke' de yaşamayı sürdürmüşler­ dir. Bunlar Kur'an'da kınanınakla birlikte, ne "kafir" olarak damgalanmış ne de "dinden çıkmış" sayılmış, Tanrı'nın göç buyruğunu yerine getirmemelerine karşın Tanrı Kur'an'da on­ lardan Müslüman, Mü 'min nitemleriyle söz etmiştir.104 Müslü­ manlar, ancak Tanrı'nın Elçisi Muhammed'in de Medine'ye göçmesinden sonradır ki, orada onun başkanlığında bir yöne­ time kavuşmuştur (İ.S. 622).

1

71

Tanrı Elçisi'nin, 622 yılında Medine'ye göçtükten sonra orada kurduğu Asr-ı Saadet Yönetimi yalnızca birkaç yıl süre bilmiş ve bu yönetim 4-5 yıl gibi kısacık bir süre içerisinde, ka bilelerin ihanetleriyle yıkılmışhr. Asr-ı Saadet denilen dönem Tanrı Elçisi'nin İ.S. 632'deki ölümüyle kapanmışhr.105 İ şte gü nümüzde irtica, yaklaşık 1400 yıllık İslam Tarihi'nde bugünür Müslümaniarına örnek diye gösterebileceği hiç bir cennet devle bulamadığı için, yalnızca Tanrı'nın Elçisi'nin doğrudan kendi· sinin bir yönetici olarak başlarında bulunduğu ve onun başkan Iığı altında iken 4-5 yıl içinde yıkılan Medine D üzeni'ni yenider kurulması gereken bir yitik cennet olarak sunmakta ve "Bizin ardımzza takılın, Asr-ı Saadet Yönetimini yeniden kuralım ! " demek tedir.

Tanrı Elçisi Muhammed'in "Asr-ı Saadet" döneminde 627 yılında Bizans lmparator' Heraclius'a gönderdiQi savlanan mektup. 106

Çağın getirdiği yeniliklere ayak uyduramayan ya da bt yerıilikleri edinip kullanacak gelirden yoksun olan, toplumdak gelir dengesizliği yüzünden yoksul durumda bulunan ya d, çeşitli nedenlerle kurulu düzende mutlu olmayan, kendisirı mutlu edecek başka bir düzen özlemi içinde olan kalabalıklaı

İrticanın asr-ı saadet anlahmlarıyla büyülenerek öyle bir düze­ nin yeniden kurulabileceği kışkırtm asıyla e ylem içine çekil­ mektedir.

Tanrı'nın Elçisi Muhammed'i (üst sırada sağdan üçüncü, yüzü resmedilmemiş) ilk Müslümanlarla birlikte gösteren bir Osmanlı minyatürü (Nakkaş Osman, Siyer-i Nebi , 1 595.Topkapı Sarayı Müzesi , lstanbul -lnv. 1 22211 23b)

Siyasal İslamcıların yazılannda Asr-ı Saadet özlemi

Türkiye'de Siyasal İslam'ın önde gelen kuramcılarından biri olan Abdurrahman Dilipak, 1400 yıl önce yalnızca birkaç

yıl süren Asr-ı Saadet Yönetimi dışında tarihte örnek gösterebile­ ceği bir İslam devleti bulamamanın sıkıntısı içinde, şöyle de­ mektedir: Bugün İslam ülkesini yöneten kralların, emirlerin, prensierin ya da laik politikacıların hiçbiri meşruiyetini dinden alma­ maktadır. Cemaat ve bey' at ya da İstişare ve şura olayı yok­ tur. Geçmişte de İ slam adına yapılan uygu lamaların büyük çoğunluğu İslam'ın ilkeleriyle çelişmekteydi. Bunları oldu­ ğu gibi taklit etmek bizi herhalde hüsrana götü rebilir. ( . . . ) Peygamberimiz ise ümmetinden bey'at istiyor, onlara danı­ şıyor ve ona göre hükmediyordu. Ama sonra her zaman bu böyle olmadı .. Devletin heybetini göstermek için küçük suç­ lardan adamlar asıldı. Beşikte bebekler boğduruldu, kuyular dolduruldu. Emir'e karşı itaatsizlik küfür sebebi sayılıp din adına insanlar katiedildL Allah'ın emrine itaat etmediğİ­ nizde (dinden çıkmış sayılmıyor, yalnızca) günah işlemiş (bir Müslüman) oluyordunuz; Peygamberin sünnetini yeri­ ne getirmezseniz (dinden çıkmış sayılmıyor, yalnızca) rnek­ ruh (çirkin iş yapmış bir Müslüman) oluyordunuz; ama E­ mir'in (devlet başkanının) emrine itaat etmezseniz, dinden çıkıyor (dinden çıkmış "mürted" sayılıyor ve öldürülüyor) dunuz. (İslam' da) yoktu böyle bir şey aslında. Nefsimize, örgütümüze ve l iderimizin durumuna göre Kur'an'ı tevil etmeye başladık. ( . . . ) Örfi mahkemelerin kurulması ve resmi kanunların Kur'an'a dayalı olsa bile Emir' in (devlet başka­ nının) tercihine göre yorumlanarak biçimiendirilmesi ile İs­ lam toplumunda hukuk düzeni iyiden iyiye bozuldu .107 ( ) Kuşkusuz din adına hüküm süren kişilerde dikta eğilimi or­ taya çıktığında bunun faturası çok pahalıya mal olmaktadır. Hariciler'in durumu ya da Mutezile'nin durumu buna çok ilginç bir örnektir. Bu akımlar güzel sloganlar kullanıyor, or­ taya çıkışları haklı gerekçelere dayanıyordu, ama (yönetimi ellerine geçirdiklerinde) uygu lamaları başka şekilde (engi­ zisyon, mezhep diktatörlüğü biçiminde) gelişiyordu . ( . . . ) Belki de iktidar, kendi ellerimizle ürettiğimiz celladımız, Frankeştaynımız olmaktadır. 108 ( ) (İslam tarihinde) kendi­ lerini Hiyüsel (hiç bir uygulamasından dolayı sorumlu tutulamaz ve yargılanamaz) konuma yükselten, tartışılmaz ve iradesi dinin yeni hükümleri olan krallar, padişahlar, ısı•••

•••

74

ncı meliklik dönemleri yaşanmıştır. (İslam tarihinde) kendi­ lerine mutlak itaat isteyenlerin çoğu, bu yetkiyi çoğu kez halkın onayı ile değil, itaat isteyen bir başkasından kılıç zoru ile almış ya da (babasından döl yoluyla) miras kalmıştır.109 ( ... ) Biz tek hakikatten yola çıkınca ve onu da biz temsil edi­ yorsak, dolayısıyla başkasının yaşama hakkı olmayacaktır. Biz de kendi içimizden farklı yorumlar geliştirdiğimizden, bizi temsil eden iktidar gücü de bizim içimizden kendine aykırı görüşleri yoketmeyi kendinde bir hak olarak görecek­ tir. Böylece resmi bir din ve resmi bir ideolojiye zorlanaca­ ğız., bu sürecin sonunda ise dikta doğacak .. Yarı-tanrı, ya da Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi olan bir kra l . . Dokunulama­ yan, eleştirilemeyen, nizarnı alem için öldüren, hüküm ko­ yan bir kral. İnsanla rın kendi aralarında uzlaşarak bu ikti­ dardan hak talep etmesi söz konusu olamaz. O meşru iyetini kendi özünden ve göksel iradeden alır. ( . . . ) Bugün Müslü­ manlar arasında iktidar kavramı çevresinde hemen hemen sadece itaat konusu tartışılmaktadır, hatta sadece kime ne kadar itaat edilmesine ilişkin tezler tartışılmakta, iktidar sa­ hiplerinin sorumlulukları ·re halkın katılımı ve itiraz hakkı tartışma dışında tutulmaktadır. ( . . . ) İslam tarihinde ( .. ) İ­ mamlar, halifeler, emirler, krallar, imparatorlar kendi irade­ sini Allah'ın iradesi ile aynı kalıba dökerek, toplumları ken­ di iradelerine boyun eğmeye mecbur tuttular. Temelde ilahi iradeye uymak esas olduğuna göre ve ilahi iradenin yorumu ve topluma sunutuşu da kralın, Emir'in iradesi olduğuna göre, ona karşı söz söylemek ve ondan bir hak isternek ol­ mazdı. Ve o giderek kanun koyucu ve hüküm sahibi olma noktasına kadar geldi. Buna karşı da selefi akımlar güçlen­ d i . ( . . . ) Oysa din Allah'ın dini idi ve herkes Allah'ın önünde eşitti. Kitap herkes içindi . Resmi bir din anlayışı söz konusu olamazdı. Ne var ki, resmi tercihler her zaman a�ır bastı. 1 10

Siyasal İslamcı aydın A. Dilipak'ın İslam devletleri geç­ mişine ilişkin yukarıda aktardığımız sözleri doğrudur. A. Dilipak günümüzdeki ve 1400 yıllık geçmişteki İ slam devleti uygulamalarını, bir din devleti kuramcısından beklenmeyecek sertlikte yermektedir. Böylesine kötülediği bu yönetimlere İs­ lam yaftası yapıştırmakla İ slam'ın adının kötüye çıkartıldığını bilen bir Müslüman aydının, tarihten ders çıkartarak, hiç değil75

se bundan sonra dini devlete bulaştırmaktan kaçınması gere­ kirdi, değil mi? Hayır, o böyle yapmıyor. Kötülediği 1 400 yıllık bütün İslam devleti uygulamalarını dışlayarak, kurulduktan 45 yıl sonra çökmüş olan Asr-ı Saadet yönetimini örnek d iye su­ nup onu yeniden diriitmeyi savunuyor: Asr-ı Saadet dışında tam ve kamil bir referans vermek müm­ kün değildir. 1 1 1 ( . . . ) Sağlam kaynaklardan yola çıka rak (ki buna kitap ve sünnet, Asr-ı Saadet uygulaması) diyebiliriz, ( . . ) kend i politikamızı, maslahatımızı üretebiliriz. Ben bu anlamda bir politikadan yanayım. m .

Abdurrahman Dilipak'a göre, Asr-ı Saadet Yönetimini yeniden kurmayı Müslümanlara bir ülkü olarak belleten çeviri kitaplar; Bir isyan ruhu, yeniden kaynaklara dön üş konusunda bir me­ saj verdiler. Varolan devleti yürütmek değil, kaybettiğimiz cenneti bugünkü şartlarda nasıl kazanacağımıza ilişkin yeni yorumlar getirmeye çalıştılar. 1 1 3

Dilipak'ın "kaybettiğimiz cennet " dediği, Asr-ı Saadet yö­ netimidir ve Müslümanların görevi, 1400 yıl önce ancak birkaç yıl sürebilmiş olan Asr-ı Saadet Yönetimini yeniden kurmak için örgütlenerek Türkiye Cumhuriyeti devletini şu ya da bu yolla ele geçirmek ve Türkiye'yi Asr-ı Saadet kurallarıyla, daha doğ­ rusu -az sonra açıkça göstereceğimiz gibi- 1400 yıl öncesinin ka­ bile yasalarıyla yönetmektir. Türkiye' de Siyasal İslam'ın önde gelen kuramcılarından bir diğeri olan Ali Bulaç da 1 400 yıllık İslam geçmişinde ku­ rulmuş, el değiştirmiş, yıkılmış ve yerine yenileri kurulmuş çok sayıd a İslam devletleri içerisinde bugün Müslümanlara örnek gösterebileceği din devleti bulamamanın sıkıntısıyla -tıpkı Abdurrahman Dilipak ve günümüzün tüm İslam devleti ku­ ramcılarının yaptıkları gibi- As r-ı Saadet Yönetimini "mutlak re­ ferans" (dayanak) göstererek, şöyle demektedir: ( . . . ) Bütün Sünnilerin gözünde Peygamber'i izleyen Dört Halife Dönemi (632-661 ) veya genel anlamında Sahabe Tat­ bikatı referans olma özelliği taşır. ( . ) Peygamber ve Dört ..

76

Halife döneminin başlıca özelliği, yönetim mekanizmasının İslami öğretiyle ifade edilen mesajın ruhuna uygun kurul­ ması şeklinde anlaşılır. Elbette "Peygamber Dönemi" (Asr-ı Saadet) ile "Dört Halife Dönemi" (Hulefa-yı Raşidin) eşit değildir ve (Peygamber -Asr-ı Saadet- Dönemi), (Dört Halife Dönemi)ne göre "mutlak referans" olma özelliği taşır. N ite­ kim bu iki dönem arasındaki önemli Jarka binaen birincisine Ne­ bevi Model, ikincisine Hilafet Modeli denmesi daha uygundur. ( . . . ) İslam toplumunun siyasal anlamda tarihsel trajedisi, Be­ ni Ü meyye ailesinin (Emevilerin-eb) bilinen yollarla (kılıç gücüyle, kan dökerek-) iktidarı ele geçirmesiyle başlar. ( . . . ) Gerçek ve resmi kopuşun Muaviye ile (Emevilerle-eb) baş­ ladığı genel kabul gören görüştür. ( . . . ) İslamın siyasal litera­ türünde bu radikal kopuşa Hilafet 'in Saltanat 'a Dönüşmesi adı verilir. Bu kopuşun Müslüman dünyanın tarihi seyrini olum­ suz yönde etkilediği Şah Veliyullah Dehlevi'den Ebu' l-A'la Mevdudi'ye kadar herkesçe tekrarlanmaktadır. ( . . . ) Hür se­ çim ve biat'ın yerini kılıç ve zorbalığın almasıyla, İslam siya­ sal tarihinde Monarşiler Dönemi başlamış oldu. ( . . . ) Yönetimi

hanedan ailesinin özel mülkü haline getiren Monarşiler Döne­ mi.( . . . ) Benim ( . . . ) temel aldığım iki referanstan biri Kur'an' dan işaret ettiğimiz ayetler ile Hz. Peygamber' in Medine'de Müslüman, Yahudi ve Mü$rik bloklar arasında akdettiği sözleşme, yani Medine Vesikası'dır.( . . . ) Medine Vesikası, bundan tam 1371 sene önce (İ.S. 622-623'te), . Hz. Muhammed (s.a) önderliğinde kaleme alındı, yazılı bir hu­ kuki sözleşme olarak hayata geçti. (Bu Vesika'dan önce Me­ dine'de) 1 20 yıl boyunca birbirini boğaziayan dini ve etnik gruplar yepyeni bir üst kimliği benimseyerek Vesikanın ge­ nel esaslarını çizdiği toplumsal projede yer aldılar. Belki az bir süre yürürlükte kaldı; ama bu çok da önemli değildi. Çünkü Peygamber'in amacı, o gün bugünkü gibi birbirlerini boğazlayan, soykırıma uğratan kabileler, dini topluluklar arasındaki çabşmalara son vererek, onlan anlaşbrıp bir arada yaşamanın da mümkün olduğunu göstermekti; ama bence diğer bir amacı tarihe bir miras aktarmak, bize ve bizden sonraki kuşaklara seslenmekti.114

Görüldüğü üzere din devleti savunucusu Ali Bulaç da "Asr-ı Saadet Yönetimi" ni yitirilmiş cennet olarak sunmakta ve o 77

da A. Dilipak gibi 1 400 yıllık İslam geçmişinde en çok 5 yıl sü­ rebilmiş olan bu kısacık dönem dışında "tam ve kamil bir refe­ rans", Türkçesi 'sağlam bir dayanak' gösterememektedir. Çün­ kü, din devletçilerinin 1400 yıllık geçmişten örnek diye göster­ dikleri her İslamcı devletin, Müslümanları ezdiği, sömürdüğü, acı çektirdiği, yoğun baskı uyguladığı, din devleti özlemcileri­ nin dahi yadsıyamayacakları ve yadsıyamadıkları türden so­ mut kanıtlarla ortaya konulmuştur. Asr-ı Saadet Düzeni: "Medine Vesikası" ve "Kabile Konfederasyonu"

Günümüz din devletçilerinin "Peygamber tarafından ya­ pılmış örnek İslam Devleti Anayasası " dedikleri "Medine Vesikası ", Med ine' de Müslümanlar gelmeden önce var olan Kabile Düzeni ve Kan Hukuku'nun Müslüman kabileterin de katılımıyla sür­ dürüleceği konusunda verilmiş bir güvence belgesi niteliği ta­ şımaktadır. İslamcıların Asr-ı Saadet Düzeninin Anayasası dedik­ lerin Medine Vesikası'nın bir Kabile Konfederasyonu niteliğinde olduğu gerçeği, Ali Bulaç'ın yukarıda aktardığımız sözlerinde de geçiyor. Ali Bulaç; "Peygamber'in amacı, kabileler ve dini top­ luluklar arasındaki ça tışma lara son vererek onlan anlaştır­ maktı " derken, Asr-ı Saadet düzeninin bir

Kabile Konfederasyo­ n u 'ndan öte bir niteliği olmadığını bilmektedir.

Asr-ı Saadet Düzen inin Anayasası dedikleri Medine Vesikası şöyle başlamaktadır: Bismillahirrahmanirrahim. 1 -)Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü'minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve on­ larla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiş­ tir.) 2-)lşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (ca !ll i'a) teşkil ederler. 3-)Kureyş'den olan Muhacirler, kendi aralarında adet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul

bilinen esaslara ve adalet urodelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. 4-)Bemi 'Avflar kendi aralarında adet olduğu vechile, evvelki şekiller alhnda kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (müslümanların teş�l ettiği) her zümre (taife), harp esirle­ rinin fidyei necatını m G 'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet urodelerine göre tediyeye iştirak edecekler­ dir. 5-)Bemi Harisler, kendi aralarında adet olduğu veçhile evvel­ ki, şekiller alhnda kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necatını, mü'minler arasında iyi ve ma­ kul bilinen esaslara ve adalet urodelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

47 maddeden oluşan bu antlaşmada çeşitli kabHelerin adları tek tek anılarak kendilerine tanınan özgürlük ve yüküm­ lülükler alt alta sıralanmakta ve metin şöyle sona ermektedir: 47-)Bu kitap (yazı), bir haksız fiil ika eden veya cürüm işleyen (ile ceza) arasında engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çı­ kar, emniyette olur veya kim ki Medine'de kalırsa yine emni­ yet içindedir;haksız bir fiil ve cürüm ikaı hallerini, (bu sahifeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.

Din devleti kuramcılarının günümüz Türkiye'sine ve yeryüzündeki bütün ülkelere örnek diye gösterd ikleri ve övünç­ te sözünü ettikleri "Asr-ı Saadet Anayasası: Medine Vesikası "nın tam metnini kit ab ın sonnotlar bölümünde ( 1 1 5) no'lu notta o­

kuyabilirsiniz. Bu belgenin yer aldığı ilk yazılı kaynak, Tanrı Elçisi Muhammed'ten yaklaşık 200 yıl sonra doğmuş ve 834 yılı nda ölmüş olan İbn Hişam'ın yazdığı Peygamber'in Yaşamı (özgün Arapçası: as-Sirah Nabawiyyah) adlı kitaptır. İbn Hişam, bu ki­ tabında Medine Vesikası'nı yaklaşık 707-764 yıllarında yaşamış olan İbn İshak'ın Tann Elçisi'nin Yaşamı (özgün Arapça adıyla Sirat Rasullullah) kitabında görüp o kitaptan aktardığını, fakat İbn İshak'ın kitabında bu belgeyi kimden aldığı nereden bul­ duğu konusunda bilgi bulunmadığını söylemektedir. Gerek İbn İshak'ın, İbn Hişam tarafından ilk özgün kaynak olarak

gösterilen kitabı, gerekse İlk İslam Anayasası denilen Medine Ve­ sikası'nın, altında Tanrı Elçisi Muhammed'in damgasını taşıyan özgün belgesi bugüne dek bulunabilmiş değildir. 1 1 6 Tanrı Elçisi Muhammed' den 200 yıl sonra İbn Hişam adında bir yazar çık­ mış; "Tanrı 'nın Elçisi, 622 yılında Medine'de şöyle bir an tlaşma yapmıştı " diyerek kitabına bir Antlaşma metni koymuştur; bu­ günün İslamcıları ise "İbn Hişam 'ın Medine'nin alınışından 2 00 yıl sonra yazdığı bir kitapta verdiği bu Antlaşma metni gerçekten var mıdır, yoksa bu 2 00 yıl sonra İbn Hişam tarafından uydurulm uş bir metin midir ? " diye sorgulamaksızın gerçek sayarak uygulama­ ya ve uygulatmaya davranmışlardır. 1 1 7 Oysa, Kur' an' da 'size ulaştırılan haberleri irdelemeden inanmayın ' anlamında buyruk vardır. 1 1 8

"Asr-ı Saadet'e Dön üş " özlemcilerinin "Hz. Muhammed tarafından yapılan İlk İslam Devleti Anayasası " diyerek bugün ye­ niden yürürlüğe koymak istedikleri Medine Vesikası bir Kabile Konfederasyonu Sözleşmesi niteliği taşımaktad ır . Bu durum, Su­ udi Krallığı'nca ve Araplarca el üstünde tutulup İ slam tarihine ilişkin yapıtları çok beğenilen ve övülen Prof. Muhammed Hamidullah tarafından şöyle belirtir: Hz. Peygamber (s.a.v), ( . . . ) (Medine'ye varınca) değişik ka­ bile ve aşiret reisierini davet ederek onlara merkezi bir teşkilatta birleşmelerini teklif etti. ( ) . ..

Maddeler, ilgili bütün kabileleri sayıp, her birisi için aşağı­ daki formülü tekrarlama ktadır: " ( . . . . . ) ler, eski adetlerinde olduğu gibi,

Muhammed Hamidullah ( 1 906-2002)

...

" ı ı9

Yukarıda örnekiediğimiz bir kaç maddesinden de anlaşılacağı üzere, Siyasal İslamcıların "Medine Vesikası" adını vererek Müslümanlara örnek diye sundukları, "Asr-ı Saadet Yö­ netimi' nin Anayasası" ve "Nebevi Model" diye tanıttikları bu belge, bir "Kabilelerarası Konfederasyon Sözleşmesi" niteliğindedir ve bu sözleşmede, adı

geçen kabHelerin Kur' an' dan önce var olan kabile örgütlenme­ lerinin ve Kur' an' dan önce var olan kabile yasalannın aynen ko­ runacağı onaylanmakta; bu kabHelere Kur'an'd an önce sürdüregeldikleri düzenden başka, yeni bir düzen verilmemek­ tedir. 21 . yüzyılda, Türkiye' de, çağdaş uygc;ırlığın çoğu ola­ naklarına kavuşmuş çok partili parlamenter demokratik cum­ huriyet düzeninde yaşayan Müslümanlara, 1375 yıl öncesinin bir Kabile Konfederasyonu Sözleşmesin i; üstelik Med ine' deki kabi­ lelerin Kur'an öncesi dönemde oluşmuş yüz yıllardır sürdür­ dükleri düzenlerini değiştirmeyen, koruyan bir sözleşmeyi, gerçekten Tanrı'nın Elçisi Muhammed'çe yapılmış olup olma­ dığını düşünmeden 'yeniden yürürlüğe konulması gereken örnek bir İslam Anayasası ' diye göstermek, sözcüğünün tüm anlamla­ rıyla gericiliktir, irticadır. Bunun günümüz Türkiye'sine uygu­ lanması demek, ulusun her biri kendi ayrı konfederal devlet aygıtına sahip olan kabilelere, aşiretlere, dinsel topluluklara, mezhep topluluklarına bölünmesi demektir. Bu ise Türkiye'yi bölmek isteyen yabancı güçlerin biricik dileğidir. Siyasal İ slam­ cıların "Asr-ı Saadet Düzeni'ni yeniden kuracağız " görüntüsü al­ tında Türkiye'ye vermek istedikleri düzen, Türkiye'yi bölüp parçalayıp yutmak isteyen yabancı güçlerin istekleriyle bire bir örtüştüğüne göre, Asr-ı Saadetçi Siyasal İ slamcıların yabancı güçlerin maşası olduğu apaçıktır.

Asr-ı Saadet Anayasası Medine Vesikası denilen bu belge tarih boyunca hiç bir İ slam Hukuk (Fıkıh) kitabında yer al ma­ mışken, 1 850'lerden başlayarak Batılı, özellikle de Alman Doğu­ bilimcilerin kitaplarında boy göstermeye başlamıştır. Bilinen ilk yayın, Perdinand Wü stenfeld'in "Das Leben Muhammeds­ Nach Muhammed lbn lshdk, bearbeitet von Abd el-Malik lbn Hischam " adlı 1 859'da yayımlanan kitabıdır. Ardından Alman Doğubilimci Ju l i u s Wellhausen 1 882'de yayımlanan "Muhammads Gemeindeordnung von Medina " adlı kitabında; Da­ nimarkalı Frants Buhl, 1903'de yayımlanan "Muhammeds Liv " ve 1914'te yayımlanan "Muhammedanismen Verdensreligion " adlı

kitaplarında; ardından Hallandalı Arent Jan Wensinck, 1908'de yayımlanan "Mohammed en de foden te Medina " adlı kitabında; ardından İ talyan Leon Caetani 1905-1 926 yılları arasında dokuz bölüm olarak basılan "Annali dell 'lslam " adlı kitabında, Medine Vesikası'nı aktarmış ve bu Antlaşmanın kesinlikle Tanrı'nın El­ çisi Muhammed tarafından düzenlendiğini ve İ slam dünyasın­ da örnek olarak benimsenip uygulanması gerektiğini vurgula­ mışlardır.

Julius Wellhausen (sağda) ve Ferdinand Wüstenfeld'in "Das Leben Muhammeds­ Nach Muhammed lbn /shak, bearbeitet von Abd el-Malik lbn Hischam" adlı 1 859'da

yayımlanan kitabı. (Solda)

Medine Vesikası'nın Batı'da Alman Doğubilimcileri ta­ rafından çevrilip yayıldığı yıllar, Alman emperyalizminin Os­ manlı devletini uydulaştırıp İ slam coğrafyasını sömürgeleştir­ meye davrandığı, İngiltere-Rusya-Fransa ve İ talya'nın Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmak üzere gizli antlaşmalar yap­ tıkları, buna karşılık Osmanlı Devleti'nin i mparatorluk sınırları içerisinde yaşayan herkesi Tek Hukuk altında toplayıp Tek Osmanlı Ulusu potasında yurttaşlaştırmaya çalıştığı yıllardır. Bunları Türkiye'nin Siyasi İn tiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı kitabım­ da belgeleriyle anlattım. İ şte Medine Vesikası Batılılar tarafın­ dan o yıllarda Osmanlı'nın Tek Hukuklu Tek Ulus oluşturmasını önlemek üzere ortaya çıkartılmıştır ve İ ngiliz işbirlikçisi Prens

Sebahaddin'in Adem-i Merkeziyetçi (federasyoncu) düşünceleri­ ne dinsel bir dayanak oluşturmuştur. Medine Vesikası'nın son 20 yıldır, özellikle de Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra, Siyasal İ slamcılar tarafından yeniden gündeme getirilmesi, ulus devletlerin etnik ve dinsel devletçikler biçiminde bölünmesini amaçlayan Küreselleşmed dayatrnalara uygun düşmesinden kaynaklanmaktadır ki, Küre­ selleşmed dayatmaların içyüzünü ve perde arkasını Siyon-Türk Zelda adlı kitabıının 21 0-222. sayfalarında açıkladım. Asr-ı Saadet düzeni, 2-3 yılda yıkıldı Yukarıda sözü edilen, günümüz din devleti kurarncıla­ rınca İlk İslam Anayasası olarak görülen ve yeni kurulacak bir din devletinde örnek alacaklarını söyledikleri Medine Sözleşme­ s i nin bir an için gerçek olduğunu varsayalım; bu dururnda ya­ zılrnasından en çok 2-3 yıl sonra çiğnenmiş ve Müslümanlar i­ çin örnek olma olasılığını daha Tanrı'nın elçisi sağken, onun gözleri önünde, bir kaç yıl gibi kısacık bir süre içinde yitirmiş olmalıdır. Şöyle ki : 1- İ slamcılar Asr-ı Saadet Anayasası dedikleri Medine Sözleşmesi, Kabile Konfederasyonu'nun en erken 622 yılında, Hz. Muhammed i n kendisinin Medine'ye göç etmesinden son­ ra yürürlüğe girdiğini savlarnaktadırlar. '

'

2- Bundan en çok iki yıl sonra, 624 yılında, Yahudilerin Kaynuka kabilesi Medine'den sürülrnüştür. 3- Bu olaydan da yaklaşık bir yıl sonra, 625 yılında, Ya­ hudilerin Nadir kabilesi Medine'den kovulrnuştur. 4- Bundan da yaklaşık iki yıl sonra, 627 yılında, Hendek savaşı sırasında, düşman Mekke ordusuyla işbirliği eden Ya­ hudilerin Kurayza 1 20 kabilesinin erkekleri (yaklaşık 700 erkek) başları kesilerek öldürülmüş, kadın ve çocukları da köle olarak sa tılrnıştı r . 1 21 Bu olaylar, günümüz din devleti kurarncılarının günü­ müz Müslümaniarına yeniden diriltilmesi gereken bir örnek diye gösterdikleri Medine Sözleşmesi'nin de toplurnun çeşitli kesirnle-

rini barış içinde bir arada yaşatmayı gerçekleştiremediğini ve Asr-ı Saadet Yönetimi'nin, "saadet" değil tersine "ihanet"lerle dolu bir dönem olduğunu göstermesi bakımından önemli ol­ duğu denli, İslamcıların 1400 yıl önce kabilelerio barış içinde bir arada yaşamasını sağlayamamış olan bir Kabile Konfede­ rasyonu sözleşmesini 21 . yüzyıl Türkiyesi'ne örnek diye sun­ maya kalkışmalarındaki usdışılığı göstermesi bakımından da üzerinde durulmaya değerdir.

1 3 1 4'te Iran'da Raşideddin tarafından yazılan Dünya Tarihi adlı kitapta , Beni Nadir kabilesinin Müslümanların ordusuna teslim oluşunu gösteren minyatür. (Jami ai­ Tavarikh - Nasser D. Khalil'nin Islam Sanatı koleksiyonu - Londra )

Asr-ı Saadet Yönetimi'nin " İ lk İ slam Anayasası" diye sunulan "Med ine Sözleşmesi", Siyasal İ slamcılarca 1994 yılında televizyonlar aracılığıyla savunulurken, yazar Deniz Som, Cumhuriyet'teki köşesinde şöyle bir değerlendirme ve uyarı yayımlamışh: İslami çevrelerin kendi aralarında teoriden pratiğe geçirme yollan aradıklan Medine Sözleşmesi, geçenlerde bir televiz­ yon programıyla tekrar gündeme geldi. Ali Bulaç'ın "top­ lumda herkes kendi hukukunu yaşasın" şeklinde özetiediği Medine Sözleşmesi, Mekke' den Medine'ye hicret eden Müs­ lümanların, buradaki Yahudi, Hıristiyan ve putperestlerle i­ lişkilerini düzenleyen bir anlaşma olarak kamuoyuna yansı­ tıldı. ( . . . ) Medine Sözleşmesi'ni bugüne uyarlama arayışının özünde tabii ki Türk Hukuk Sistem'ni parçalamak yatıyor. Sanki bugün insanlar inançlan nedeniyle birbirlerine düş­ man olmuş gibi gösteriliyor, Türk Hukuk Sistemi'nin al­ ternatifi olarak da İslam Hukuku, Şeriat düzeni (dolayısıy­ la Medine Sözleşmesi-eb) karşımıza çıkartılıyor. Ne ki, bu amaçlarını şi m d il ik gizleyen, "takiyye" yapan çevreler, ne­ dense Medine Sözleşmesi'nin sonuçlanndan hiç söz etmiyor.( . . . } 622 yılında Hz. Muhammed'in hicretinden son­ ra, Medine'deki Müslüman ve Müslüman ol m ayan kabHele­ rin i l işkilerini düzenleyen Medine Sözleşmesi, bir anlamda federasyon yapısı oluşhırmuştu. Medine Sözleşmesi'nin ne

kadar zaman yürürlükte kaldığına ilişkin kesin bir bilgi bu­ lunmamakla birlikte, 624 yılında Medine çarşısında Müslü­ man bir kadının eteğine tutturulan diken yüzünden elbise­ sinin yırtılmasıyla başlayan gerginlik sonucu Kaynuka ka­ bilesi Medine'den sürülmüştü. 625 yılında ise Hz. Mu­ hammed'e suikast düzenleneceği vahyi gelmesi üzerine Nadiyr kabilesi şehirden atılmıştı. 627 yılında ise Hendek savaşı sonrası Kurayza kabilesinden 700 kadar erkek bir

hendeğe dizHip başlan kesilerek öldürülmüş, Yahudi ka­ dın ve çocuklar esir olarak satılmış, Medine yahudilerden temizlenmişti. Abdurrahman Dilipak, bu olaylar meydana geldiği zaman (627) Medine Sözleşmesi'nin yürürlükten kalkmış olduğunu, anlaşmanın hemen başlangıcında Ya­ hudi'lerce tek taraflı feshedildiğini öne sürüyor. ( . . ) Me­ .

dine Sözleşmesi'ni günümüze uyarlamaya kalkışmak, Türkiye Cumhuriyetini yıkma düşüncesinin bir ürünü. Ve ne yazık ki bu düşüncedeki kafalar, b u gü n Anadolu toprak­ l a rında dilediklerince ibadet özgürlüğünü Türkiye Cumhu­ riyeti ile kazand ıklarının farkında değiller. 1 22

Siyasal İ slamcılar, 622-623 yıllarında Tanrı'nın Elçisi Muhammed'in başkanlığında kurulduğunu ve bir iki yıl sonra yine başında Tanrı'nın Elçisi Muhammed var iken kabHelerin ihanetleriyle uygulanamaz olduğunu söyledikleri bir Kabile Konfederasyonu sözleşmesini, 21. yüzyıl Türkiye'sine örnek d iye sunmaktan çekinmedikleri gibi, İ slamcı siyasal partinin sözcüleri de bu Kabile Sözleşmesi'ni "çok hukukçuluk" adı al­ tında çağdaş/ık, özgürlükçü/ük, ilericilik diye parti amaçları ara­ sında göstermekten hiç sıkılmamışlardır. 23 Mart 1993 günü, TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk'un başkanlığında siyasi parti liderlerinin anayasa değişikliği konusunda yaptıkları 3. toplantıda İ slamcı siyasal partinin Genel Başkanı Necmettin Erbakan şöyle diyordu: "Benim inandığım şekilde sen yaşayacaksın " tahakkümünün or­ tadan kalkmasını istiyoruz. Çok hukuklu bir sistem olmalı, vatandaş genel prensipierin içerisinde kendi istediği hukuku kendisi seçmeli, bu bizim tarihimizde de ola gelmiştir. Bizim tarihimizde çeşitli mezhepler olmuştur. Herkes kendi mez­ hebine göre bir hukuk içinde yaşamıştır ve de herkes huzur

içerisinde yaşamıştır. Niçin ben başkasının kalıbına göre ya­ şamaya mecbur olayım? . . . Hukuku seçme hakkı inanç hür­ riyetinin ayrılmaz bir parçasıdır. 123

Necmettin Erbakan'ın bu sözleri, onun 21 . yüzyıl Tür­ kiye'sini Kabile Konfederasyonu yasalarıyla yönetmeyi amaçladı­ ğının kanıtıdır. İblıs 'in Kıblesi adlı kitabımda Siyasal İ slamcılı­ ğın Çok Hukukluluk konusundaki çabalarını en geniş biçimde iş­ lediğim için burada değinmekle yetiniyorum. Erbakan, Medine Sözleşmesi'nden ve Medine Sözleşmesi'nde her kabileye kendi yasalarını uygulama özgürlüğü tanındığından yola çıkarak, o sözleşmeyi bugünün Türkiye'sine uyarlamayı savunmaktadır. Yalnız unuttuğu ya da unutturmaya çalıştığı önemli bir gerçek var: Eğer o sözleşme gerçekse, kabHelerin ihanetleriyle iki yıl içerisinde, Tanrı Elçisi Muhammed'in gözleri önünde geçersiz kaldığı kesindir. O sözleşme eğer gerçekse, kabileleri birkaç yıl bile uyum ve barış içerisinde yaşatmamış, kabile boğazlaşma­ ları o sözleşmeyi uygulanamaz kılmıştır. Asr-ı Saadet'ten, günümüz İslam Devletlerine Bugünün pek çok Arap İ slam Devleti, 2 1 . yüzyılda ka­ bile örgütlenmesi aşamasında takılıp kalmıştır. Suudi Arabis­ tan devleti, bir kabile devleti dir. Suu di Arabistan Anayasa­ sı'nın metni ve Suudi devletine i lişkin belgesel araştırmalar, S. Arabistan'ın kabileler tarafından, kabile kurallarıyla yönetildi­ ğini tüm çıplaklığıyla göstermektedir.124 Suudi Arabistan'ı da, Ü rdün'ü de, Irak'ı da, Kuveyt'i de kabile örgütleri, aşiret baş­ kanları yönetmektedir ve bunların hepsi de, kendi devletlerinin "Asr-ı Saadet Yönetimi"ni örnek alıp onu sürdürdüğü savın­ dadırlar. Hadis'te İrticaya karşı uyan: "lsırıcı Melikiyet"

Bir an için Asr-ı Saadet Yönetimi'nin gerçekten de Müs­ lümanlar için cennet bir dönem olduğunu varsayalım. Böyle bile olsa, din devletçileri Müslüman yığınları; "Asr-ı Saadet Yöneti­ mini yeniden kuracağız, yitirilmiş cennetimizi yeniden dirilteceğiz ! "

87

diye artlarına takınayı başarır ve yönetimi ellerine geçirirlerse, onların Asr-ı Saadet diye diye -1400 yıl boyunca yapıldığı gibi­ yine bir "ısırıcı melikiyet " kurup Müslümanları inim inim iniet­ meyeceklerinin güvencesi nedir? Bu soruyu sormak gerekir, çünkü din devletçilerinin Tanrı'nın Elçisi Muhammed tarafın­ dan söylediğine inandıkları bir söz (hadis) vardır: Benden sonra 30 yıl hilafet; ondan sonrası Isıncı Melikiyet! . . m

Din devletçileri, Tanrı'nın Elçisi Muhammed'in bu sö­ züne (hadis), hem: "Evet, peygamberimiz do�ru söylemiş tir, gerçek­ ten de o öldükten sonra Dört Halife, Hulefa-yı Raşidin dönemi yalnız­ ca 30 yıl sürmüştür ve ondan sonra da bugüne dek Müslümanlar hep lsırıcı Meliklerce yönetilmiştir " deyip, hem de 1400 yıl boyunca doğru çıkmış bu söz (hadis) uyarınca kendi kuracakları devle­ tin de bir lsırıcı Melikiyet olacağını bile bile inatla bir din devleti kurmaya çahşrnakla, ne yapmak istiyorlar? Müslümanlara "Biz din devleti kurunca yönetimimiz lsırıcı Melikiyet olmayacak! " der­ ken, Tanrı'nın Elçisi'nin doğru diye benirnsedikleri bu hadisini, sözünü, öngörüsünü mü yalancı çıkartmak istiyorlar? Tanrı'nın Elçisi'nin ölümünden sonra 1400 yıl boyunca yönetimi ellerine geçirip Müslümanlar üzerinde monarşik despotluklar kuran din devletçileri, kendilerini hep Tanrı'nın buyruklarını yerine getiren, Asr-ı Saadet yöntemiyle yönetenler diye tanıtarak Müslümanları kandırrnadılar mı? Kur'an'da irticaya karşı uyan

Müslümanlar Kur'an'da şöyle uyarılıyor: Dikkat edin dünya hayah sizi aldanmaya sürüklemesin, Al­ dabcılar sizi Allah adıyla aldatmasın! l26

Günümüzde irtica, bir anlamda, Müslümanları Allah" diye Tanrı adıyla aldatarak lllsırıcı Melikiyet"ler kurma çabası­ dır. lllsırıcı Melikiyet"ler ile yönetilen ülkelerin, yeryüzünün en geri toplumlan olduğuysa, apaçıkhr. İ şte Abdülharnid yöneti­ mi, işte Humeyni yönetimi, işte Ana y asal a nnda devletin dini 11

11

İ slamdır" yazılı olan başta Suudi Arabistan olmak üzere bütün dingüder devletler. Sonuç

Bu bölümde, ister ilerici olsun ister gerici, yığınlara bir yitirilmiş cennet tasarımı sunamayan düşünce akımlarının yöne­ timi ele geçirme olasılığının düşük olduğunu; yığınları etkile­ rneyi amaçlayan ve istediği düzeni ancak yığınlara komuta e­ debilirse gerçekleştirebilecek olan her düşünce akımının, top­ luma amaçlarına uygun bir yitirilmiş cennet imgesi sunmak ve bunu yeniden kurmayı ülkü olarak benimsetmekle işe başladı­ ğını ve eğer bunda başarılı olabilirse amacına ulaşabildiğini gördük. Ülkemizde dinsel kökenli gericiliğin (irticanın) geçmişe özlem doğurmak amacıyla kullandığı bir yitirilmiş cennet tasa­ rımı vardır. Kimi irtica örgütlerinin yitirilmiş cenneti " cennet­ mekan" dedikleri Abdülhamid Dönemi'dir; kimilerinin yitiril­ miş cenneti baştan sona Osmanlı Dönemi' dir; kimilerinin cen­ neti İ ran' dadır, Humeyni Dönemi' dir; kimi irticacıların yitiril­ miş cenneti Asr-ı Saadet Dönemi' dir. Fakat, her nedense İ slam'ın dünyada bilimin öncüsü olduğu dönemi, İ slam'ın Altın Çağı'nı yitirilmiş cennet olarak benimseyip, onu yeniden diriitmeyi amaçlayan yoktur. Mürteciler, gericiler, uydurma yitirilmiş cennetleri Müslümanlara benimsetmekte başarılı oldukları ölçüde onları artlarına takıp kaldıraç olarak kullanarak ülkenin yönetimini ellerine geçirme olanakları vardır. Bu yüzden dinsel kökenli gericilikle savaşımın düşünsel ağırlığı, yitirilmiş cennet imgele­ riyle kandırılarak İrticanın güdümüne sokulan yurttaşlarımıza, gerçekleri yad sınamaz kanıtlarıyla göstermekten geçer.

İ Kİ NCİ B ÖL Ü M

DiN LERiN i LERiCi LiGi ve GERiCi LiGi

1 . Dinlerin bilimle tartılması

Dinler ya da mezhepler (bir din içinde yorum ayrılığına dayalı öbekler) arasındaki üstünlük tartışmalarında, bugün ar­ tık "benim inancım senin inancından daha tutarlıdır, daha sağ­ lamdır" gibi bir yaklaşımdan çok, "benim inancım senin inan­ cından daha ilericidir, daha özgürlükçüdür; benim dinimden olanlar kişisoyunu şu şu bilimsel buluşlarla ilerletmiştir" gibi bir savunma yaygındır. Burada, dinlerin ilerlemeyi bir tartım değeri olarak benimsernesi ve dindışı bir ölçütle tartılmayı içle­ rine sindirebilmiş olmaları söz konusudur. Din tartışma ve kar­ şılaştırmalarında, ilericilik ve bilime uygunluk doğrudan din­ darların kendilerince bir değişmez değer olarak tartının bir gö­ züne konuyor; diğer gözüneyse çeşitli dinler, mezhepler, inanç­ lar konulup kaldırılıyor. Kur'an'ın bilime uygun olduğunu ve bilimsel buluşların Kur'an' ı doğruladığını savunan çok sayıda kitap yazıldığı gibi, Tevrat'ın ya da İ ncil'in bilimsel buluşlara aykırı düşmediğini savunan bir çok kitap da yayımlanmıştır. Artık bilginierin kendilerini dine ters düşmemekle sınırlandır­ dığı, dine aykırı düşmekten ödlerinin koptuğu çağlar geride kalmış; dinlerin bilime ve ilerlemeye göre değerlendirildiği; din adamlarının bilime ters düşmekten köşe bucak kaçtıkları, inançlarını bilimsel buluşlara uygunmuş gibi göstermek için tomar tomar kitaplar yazdıkları ve dinlerine bilime bakarak

91

çeki düzen vermeye çabaladıklan bir çağa ulaşılmıştır ki, bu çok önemli bir aşamadır. Tevrat ve İncil'in bilimselliğini savunanlar

Tüm bilimsel buluşların kendi din kitaplarında yazılan­ ları doğrularlığını savunan yazarlar, bu işi bilime yandaş top­ lamak, kişileri usçu bilimsel düşüneeye yöneltmek için değil; tersine dinin bilimi de içerdiği, bir kez dine yönelince ayrıca bilime yönelmeye gerek dahi kalmayacağı, kişinin bütün bilimsel bilgileri din kitabından yorumla çıkarsayabileceği sanısını yaygınlaştırarak, kişileri bilimden uzaklaştırmak amacıyla yapmaktadırlar. Bunlardan biri, "Operation Mobilisation" adlı Hıristiyan misyonerlik örgütünün kurucu üyesi, daha çok Ortadoğu'da Müslümanları Hıristiyan'a döndürme çalışmaları yürüten Dale Rhoton, Türkçe yayımlanan "İnanç ve Delil" kitabında Tevrat'ın ve İncil'in hiç bir bilimsel buluşa aykırı düşmediğini savunarak şöyle diyor: 1 929 yılında bir grup Amerikalı, Kitab-ı Mukaddes'te (Tev­ rat ve İncil) bilimsel bir yanlış bulana yüz dolar teklif ettiler. Bu teklif on beş yıl kadar geri alınmadı. Yirmiyedi ülkenin gazete ve dergileri bu. teklifi yaydı. Bunun üzerine yüzlerce insan hatalı görünen noktaları işaret eden mektuplar yazdı­ lar. Bu mektuplar o kadar tatminkar cevaplar aldılar ki bir tanesi hariç hepsi iddialarını geri aldılar. Bu tek istisna du­ rumu mahkemeye aksettirdi. Duruşma New York eyalet mahkemesinde yapıldı. Hata için delil bulunmadığından iddia geri çevrildi. Onbeş yıl sonra yüz dolarlık ödül bin dolara çıkarıldı. Bu defa da biri bilimsel hatalar bulunduğu­ nu iddia etti. Durumu mahkemeye aksettirdi. Öne sürdüğü elli üç hatayı iyice inceledikten sonra mahkeme iddiaanın bir hata yı bile ispat edemediğine karar verildi. Kutsal Kita­ bın (Tevrat ve İncil'in) bilimsel kesinliği hayret vericidir. Değil bu kadar eski, elli yıl önceki bir bilim kitabını kim ka­ nştınr ya da kim bi r asır önceki tıp kitaplannın dediklerini yapmaya cesaret ede r ? Bütün bunlar modem buluşlar sonu­ cu demode olmuşlardır. Fakat Mukaddes Kitap baştan başa modem materyalle doludur; bilimsel ve tarihi det ay l an nok­ sansız verir.( ... ) Tevrat'ın Eyüp bölü münde Tanrı'nın dün-

92

yayı hiçbir yere asmamış olduğunu okuyoruz. Bu fikir an­ cak Newton'dan sonra doğrulanmıştır. ( . . . } Tıp alanında da Mukaddes Kitap (Tevrat} ancak yakın zamanlarda bulun­ muş ol an bir ço k fikri ihtiva eder. Eğer dünya Mukaddes Ki­

tap (Tevrat'ta} yazılı olan bazı tıbbi prensipleri incelemiş ol­ saydı, bunca ızdırap çoktan önlenmiş olurdu. Nasıl olur da b u gerçekleri Tann değil de sıradan insanlar yazmış olabilir­ ler? Tek bir bilimsel yanlış dahi yok. Yazıldığı günde insan­ lar tarafından bilinmeyen gerçekler yazılı ve tek bir hata yok. Tann ilhamı olmasa insanlar bunu nasıl yazabilirler­ di?ıı7

Dale Rhoton

Buna benzer savlar, Tevrat ve İncil bağiısı pek çok ya­ zarın kitabında karşımıza çıkmaktadır. 12B Kur'an'ın bilimselliğini savunanlar

Kutsal Kitaplar ile çağdaş bilimsel buluşların birbirine uyup uymadığını konu eden yazarlardan Maurice Bucaille de Türkiye'de Diyanet İ şleri Başkanlığı'nca yayımlanan "Miisbet İlim Yön ünden Tevrat, İnciller ve Kur'an " adlı kitabında Kur'an'ın bilimselliğini savunarak şöyle diyor: Ben ilkin Kur'an üzerinde durup çağdaş ilmin buluşları ile Kur'an'ın metninin ne derece uyuştuklarını araştırdım. Şu­ nu kabul etmek zorunda kaldım ki, Ku r'an modern çağdaş bilim açısından tenkide müsait hiç bir hükmü içine alınıyordu (Çağcıl bilimin buluşlarıyla Kur'an'da yazılanlar tam bir uyum içindeydi}. ( ... } Temel değerlendirme husus­ lan bana bizzat Suudi Arabistan'da verilmiştir. Merhum Kral Faysal'a şükran boreuro sonsuz kalacaktır . . . Kendile-

93

rinden ve çevresinden çok değerl i bilgiler edindim, bu be­ nim için müstesna bir şans teşkil etm işti r. J 2"

Maurice Bucaille

Bucail le'in ki tabında Kur'an' dan bir takı m sözler alınıp bu sözlerin bugünkü bilimsel bilgilerimizle nasıl da uyum i­ çinde ol duğu, Kur'an'ın hiç bir sözünün bili msel buluşlara ay­ kırı olm adığı savunul makta ve son bir iki yü zyı l içinde ya pılan bütün bi l imsel buluşl arın, bil ginler onca çile çekerek bunları bu lmadan 1400 yıl önce Kur'an'da yazılı olduğu tanı tlanmakta . İlk Müslümanların gökbilim anlayışları

Bakalım çağcıl bilimsel bu luşlar yapı lmadan önceki dö­ nemde yaşayıp ölmüş Müslü manlar, Kur' an'ı okuyunca ne anlıyorlardı? Bunu n en çarpıcı örneğini döneminin en b i l gi l i Müslümanlannd an olan Taberi'nin (doğ: 809-öl :923) şu nun şu­ rasında iki yüzyıl öncesine dek Müslümanlarca el üstünde tu­ tulan, bugün dahi kaynak sayı lan ki tabında buluyoruz:

Taberi (solda) ve "Milletler ve Hükümdarlar Tarihi" adlı kitabı

İ bn Abbas günlerden bir gün b i r yerde oturuyordu, bu sıra­ da yanına biri gelerek: Ey Abbas' ın oğl u ! Bilgin Ka'b'dan şa-

şırtıcı sözler işittim, güneş ile ay konusunda bir takım sözler söylüyor, dediğinde, .. İbn Abbas .. Ne söylüyor? diye sordu. Katına gelen adam: Kıyamet günü güneş ile ay yaralanmış

ve ayaklan kesilmiş bir deveye benzer bir durumda getiri­ lir, bundan sonra her ikisi de cehenneme atılırlar, diyor

yanıtını verince, .. İ bn Abbas: Ka'b yalan söylüyor, yalan! di­ ye üç kez yineledi ve: "Bu Yahudilerin sözleridir, Ka'b bu­

nu İ slamiyete sokmak istiyor, .. Tanrı bu Yahudi bilginini öldürsün, onun bilginliğini kınasın .. Size Tanrı elçisinden .

işitmiş olduğu m bir sözü aktarayım mı? Peygamber bu sö­ zünde güneş ile ayın yaradılışiarını ve uğrayacaklan sonu anla tıyor" dedi. Biz, anlat dedik. Bunun üzerine o şunları aktardı:

Cebrail Islam minyatürlerinde kanad ıyla

Cebrail kanadıyla üç kez vurup ayın ateşini söndürmüş -"Tanrı elçisinden güneş ve ayın durumunu sordular. O, so­ ranlara şu yanıtı verdi: Kutlu ve yüce Tanrı, tüm yaratıkları kusursuz olarak yarattı, nurundan iki güneş yarattı. Birini güneş olarak bırakmaya karar verdi . . . Cebrail'i gönderd i . Cebrail o dönemde ikinci b i r güneş durumunda bulunan a­ yın üzerinden kanadını üç kez geçirdi ve böylece ayın

kendi aydınlığını giderdi. Bundan sonra ay ancak güneşten ışık yansıtır oldu . . . Ayda görmekte olduğumuz çizgilere benzeyen karanlıklar bu gidermenin, Cebrail'in kanatlarını sürerek ayı söndürmesinin göstergesidir. Güneş ve Ay arabalarda gidermiş

360 kulplu

Tanrı bundan sonra güneş için arş nurunun aydınlığından bir araba yaptı. Bu arabanın 360 kulpu vardı. Bu kulplardan her birine bir meleği görevli kıldı. Meleklerden her biri bu kulplardan birine yapıştı. Ay'a ve onun arabasına da, .. 360 meleği görevlendirdi. Onlar da ayın kulplarına yapıştılar. Tanrı ay için de güneş için de göğün çevresinde doğacakları ve batacakları yerleri, batıda kara çamurdan 1 80 pınar yarat­ tı ki, Tanrı bunu Kur'an'da anlatmaktadır. Tanrı doğuda da 1 80 tane kara çamurlu pınarlar yarattı . Pınarlar kaynarken kazan gibi kaynarlar, onun her gün ve gece batacak yeni yerleri var. Bu pınarların baş tarafı batıdır. Yazın doğacak yerleriyle batacak yerlerinin arası uzun, kışın doğacak yerle­ riyle batacak yerlerinin arası daha yakındır. Tanrı bunu Kur'an'da anlatır.

Eski Mısır inançlarında da güneş ve ay gökteki denizde yüzen kayıklar olarak görülmüştür. Bunu anlatan bir eski Mısır papirüsü

Gökte bir deniz varmış, Güneş ve ay o denizde yüzermiş

Tanrı aynı zamanda güğün aşağı katmanında bir deniz ya­ rattı. Bu deniz üç fersahlık bir kareyi kapsar. Bu deniz her yanı sarılıp tutturolmuş bir dalga olup, Tanrı'nın buyruğuy­ la gökte durur. Tanrı'nın gökte tuttuğu bu denizden yere bir damla olsun su damlamaz, çünkü, genelde yeryüzündeki

denizler durağan olmalarma karşın gökteki bu deniz ahlmış ok çabukluğunda akar. Bu dalga gökte doğu ile bah arasın­ da uzahlmış bir ip gibi dosdoğru gider. Güneş, ay ve geze­ genler gökteki bu denizin dalgalannın derinlikleri içerisinde gidip gelirler. Tanrı bu durumu Kur'an'da anlatmaktadır. Felek denilen , arabanın gökteki denizin derin dalgalan i­ çinde yürümesinden başka bir nen değildir. Andolsun gü­ neş, gökteki bu denizin dışına çıkacak olursa yerdeki kaya­ ları, taşlan yakacağıru, eğer ay bu denizin dışından doğacak olursa, yeryüzünde yaşayanların onun güzelliğine vurulur, Tanrı'yı bırakıp aya taparlar . . .

Eski Mısır papirOslerinde, GOneş, gökte bir kayı!}a binmiş gidiyor.

Gökte beş tane gezegen varmış, _ ve bunlar da namaz kılarlarmış Gezegenler de beş tane olup bunlar da güneş ve ay ile bir­

likte, onlar gibi gökteki o denizin içinde devinirler. Bunların dışındaki yıldızlar ise, kandillerin mescidlerde asılı durduk­ ları gibi, göklerde asılı dururlar ve Tanrı'yı kutsamak üzere gök ile birlikte dönerler. Bu dönüp dalaşmalar onların Tan­ rı'ya tapınma biçimleri ve namazlarıdır . . . Güneş doğduğu sırada, pınarların birinden arabası üzerine yerleşmiş olarak ortaya çıkar, onun yönetiminde görevli bulunan 360 melek, kanatlarını yayarak Tanrı'yı ululayarak ve Tanrı'ya kulluk

en

ederek a rabayı felekte çekerler. Onlar gece ve güdüzlerin saatleri sona erinceye dek, gece-gündüz bu işi görürler.

1

Ortada beş yuvarlak, gezegen ler, yukarıda va aşağıda birer yuvarlak güneş ve ay .. Dört melek, Cebrail, mikail, lsrafı l , azrail (The Quinteta colection of Persian poems)

Güneş ve ay bindididikleri arabalardan denize düşünce tutulurlarınış Tanrı güneş ile ayı denemek istediğinde, kullar Tanrı'nın belgelerinden kimilerini görürler. Tanrı bu belgeyi göstere­ rek kullarını suçlarından dönüp kendisine başeğmeye ve kendisine tapmaya çağırır. Tanrı bu belgesini göstermek is­ tediğinde, güneş üzerinde gittiği arabasından yuvadanarak gökteki o denizin derinlikleri içine düşer, bu deniz . (Kur'an'da geçen) "felek" tir. Tanrı, bu belgesini büyütmek

98

ve kullarını korkubnak istediğinde, güneş bütünüyle araba­ dan yuvarlanır, arabanın üzerinde güneşin en küçük bir parçası bile kalmaz. Bu sırada gün kararır, yıldızlar gözü­ kür. Bu, güneşin bütünüyle tutulma durumudur. Tanrı bundan daha küçük bir belgesini göstermek isterse, güneşin yarısı ya da üçte biri ya da üçte ikisi gökteki denizin içine düşer, düşmeyen parçaları arabasının üzerinde kalır. Bu, güneşin küçük ölçüde tutulma durumudur. Tanrı bu yolla güneşi ve ayı dener, kullarını korkutarak suçlarını bağışla­ ması için yalvarmaya çağırır.

Islam minyatürlerinde Melek Mikail

Melekler arabadan düşen güneşi yeniden bindiririermiş Bu durumlardan hangi gerçekleşirse gerçekleşsin, arabayı çekmekte görevli olan melekler ikiye bölünürler, bir bölümü güneşi arabaya, diğer bölümü arabayı güneşe doğru çeker­ ler, bu görevleri sırasında, Tanrı'yı ululayıp kutsayarak ona tapınarak arabayı ya da güneşi çekerler, gerek yaz, gerek kış, gerek güz ve ilkbaharda, bu melekler gece ve gündüzle­ rin saatleri boyunca namaz kılarak, Tanrı'nın gece ve gün-

düzterin süresini arttırmamasını sağlarlar. Tanrı onlara bu­ nun bilimini sunmuş, onlara bu gücü vermiştir.

Islam minyatürlerinde melek israfil

Melekler güneşi ve ayı çeke çeke batıya getirirlermiş Siz, güneş ile ayın kendilerini örten bu denizin derinlikle­ rinden azar azar çıktığını görüyorsunuz, güneş ya da ayı bü­ tünüyle denizin dalgaları içerisinden çıkardıktan sonra, gö­ revli olan bütün melekler bir araya toplanarak güneşi ya da ayı arabasının üzerine koyarlar, Tanrı'yı ululayarak, onu kutsar ve ona taparken arabayı çekerek batıya getirirler. Onu batmakta olduğu yerine getirdikten sonra, güneşi o pı­ nara sokarlar. Bunun üzerine güneş göğün ufkundan yer­ yüzündeki o pınara düşer . . . Güneşte a y batarken niçin düşme sesi duyulmazmış?

Tanrı biri doğuda biri batıda olmak üzere iki kent yaratmış­ tır. Bu kentlerdeki halkın sayısının çokluğu ve seslerinin gü-

rültüsü engel olmasaydı, yeryüzünde yaşayan herkes doğu ve battığı sırada güneşin gökteki denize düşmesinden çıkan gürültüyü işitebilirlerdi. ... Battıktan sonra güneş, meleklerin çabuk uçuşlarıyla bir gökten diğer göklere götürülür, en yüksekteki yedinci göğe ulaşır, Tanrı'nın arşının altında secdeye kapanır, güneşin yönetiminde görevlendirilen me­ lekler de güneşle birlikte Tanrı'ya secde ederler. Güneş bundan sonra bir gökten diğerine iner, dünya göğüne geldi­ ğinde tan yeri açılır. Pınarlardan birinden doğarak alçaldı­ ğında tan yeri aydınlanır, gökten alçaldığında güneş dünya­ yı aydınlatır.

Melek kanatlarını açıp göğü kapatınca gece olurmuş

Tanrı doğu tarafında yedinci denizin üzerinde karanlıktan bir perde yarattı. .. Güneş hatacağı yere geldiğinde, gecenin yönetiminede görevli olan melek gelerek perdenin karanlı­ ğından bir avuç alır, bundan sonra batıya gelir, avucundaki karanlığı azar azar parmakları arasından dağıtarak u.fuktaki kırmızılığın bitmesini bekler. Kırmızılık bittikten sonra, a­ vucundaki bütün karanlığı dağıtır. Melek bundan sonra ka­ natlarını yayar, onun kanatları yeryüzünün iki tarafına, gö­ ğün iki çevresine ulaşır, yüce Tanrı buyurduğu sürece ha­ vada uzanır. Melek batıya geldiğinde doğu tarafından tan yeri açılır. Melek bundan sonra, kanatlarını birbirine yanaş­ tırır, iki avucu ile karanlığın parçalarını birbirine yanaştır­ dıktan sonra onu avucunun içine alır. Bundan sonra doğu-

daki karanlığı alarak batıya getirip yedinci denizin üzerine koyar. Bunun üzerine gecenin karanlığı yedinci denizin üze­ rinden başlar . . . ı JO .

Evet, 900 yıllarında Kur'an okuyan Müslümanların Taberi gibi en bilgin geçinenleri, "Kıır 'an 'da böyle geçiyor " diye­ rek işte bu "gökbilimsel" sonuçları ç·ı karmışlardı. Oysa, bu yo­ rumların hiç biri Kur'an'da yoktu. Dahası, Taberi'nin bunları yazdığı yıllarda İ slam Bilginleri, -kitabımızın "Alhncı Bö­ lüm" ünde kanıtlarıyla göstereceğimiz gibi- yeryüzünün küre biçiminde olduğunu, gündüzün, gecenin, ay ve güneş tutulma­ sının bilimsel açıklamalarını, günümüzün kavrayışına çok ya­ kın biçimde yapmışlardı. 1760'ta bile Müslüman Halka Yanlış Bilgiler Veriyor

Taberi'nin 900'lü yıllarda yazdıklarının üzerinden 800 yıl geçtikten sonra, Erzurumlu İ brahim Hakkı'nın 1 757'de yaz­ dığı Marifetname adlı kitapta, bu görüşlerin bir takım küçük değişikliklerle yine "Kur 'an a uygundur, şeriata uyg undur, dini­ mizce buna inanmak gereklidir, " denilerek savunulduğunu görü­ yoruz: '

t � •





• •

·

.

E;zıirlıiii 1 ü ı tıi-ati i iii i-ia kkı için çıkartılan pul

Hak Teala, dünya göğü altında ve ona bitişik bir su denizi yaratmıştır . . . Sonra Hak Teala, anılan deniz içinde Güneş i­ çin elmas cevherinden üç yüz altmış kulplu bir araba yara­ tıp her kulpu tutmak için de bir melek tayin etmiştir. Ta ki,

güneşi arabasıyla o denizde doğudan batıya çekip getireler. Hak Teala Ay için dahi üç yüz kulplu sarı yakuttan bir ara­ ba yaratıp Ay'ı onun üzerine koymuştur. Her iki kulpu tut­ mak için bir melek tayin etmiştir. Ta ki Ay' ı arabasıyla o de­ niz içinde doğudan batıya getireler . . . Hak Teala, Güneş ve Ay tutulması için belirli vakitler tayin etmiştir ki, yeryü­ zünde bulunan kulları Güneş ve Ay'ın değişimini görüp uyanıp, kendisine yalvarıp yöneleler . . . Tutulma vakti geldi­ ğinde nurlu güneş arabasından düşüp göğe doğru denizin derinliğine gider. Eğer bütünüyle düşerse tam güneş tu tul­ ması vaki olup yıldızları örten ışığı kalmayıp en büyükleri görünür. Eğer ya­ rısı denize düşerse o miktarı tutulur . . . Tutulma vakti geldiğinde güzel Ay'da böyle ara­ basından denizin derinliğine ya tam ya eksik düşüp düşüşü miktarı tu­ tulma hasıl olur. Hak Teala büyük bir meleği zelzele­ ye tayin etmiş ve dağların damarla­ rını onun emrine vermiştir. Hak Teala bir yerin halkını günahlar­ dan alıkoyup sa­ kındırmak istedi­ ğinde o melek Hak k' ın emri ile o yerin damarını ha­ reket ettirir. O ye­ rin halkı o zelze­ leden uyanıp Hak Teala'ya yönelene

Erzurum'lu lbrahim Hakkı'nın Marifetname'sinden bir sayfa

kadar bu böyle devam eder. Buraya gelinceye kadar yazılanların hepsi din meselelerin­ dendir, bu anlablanlann hepsine şüphe ebneden iıtanmak hepimiz için gereklidir, çünkü bunlar din meselelerinin ana esaslandır ve akli delillerle kıyas etmek (mantığa vurmak) doğru olmaz. 131

Bilim çağında Kur'an'ı böyle yorumlayan bu gibi inanç­ ların tümü çöktü. Artık hiç bir Müslüman, Müslümanların yüzyıllarca inandırıldıkları yukarıdaki görüşlere inanmaz. Bu­ gün bilimsel bilgilere ulaşabilen hiç bir Müslüman, tepemizin üzerinde bir deniz bulunduğuna, güneşin ve ayın görevli me­ leklerce 360'ar kulplu arabalara yerleştirilip tepemizdeki de­ nizde yüzdürüle yüzdürüle doğudan batıya götürülüp delikle­ rine soku duklarına inanmayacağı gibi, gecenin bir meleğin kanatlarıyla gökyüzünü örtmesinin bir sonucu olduğuna da inanmaz. Gelgelelim Kur'an okuyan Müslümanlar yüzyıllar boyunca Kur' an' da işte bunların anlatıldığına inanmışlardı.. Oysa, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın "kuşku duymadan inan­ mak gereklidir, çünkü bunlar din meselesidir" diye sayıp dök­ tüğü şeylerin hiç biri Kur' an' da yoktu. Dahası, İbni Rüşt, İ bni Sina, Farabi gibi Müslüman bilginler daha 900-1000 yıllarında bile günümüzdeki gökbilim bulgularına upuygun bir evren ta­ sarımı yapmışlardı. Bunu kitabımızın ileriki bölümlerinde ka­ nıtlarıyla göreceğiz. 2. Diniere ilişkin çeşitli görüşler

Günümüzde dinlerin ilericiliğinden, tutuculuğundan ya da çoğu kez yapıldığı gibi gericiliğinden söz edilirken, ör­ nekler genellikle somut yaşamdan veriliyor. Çoğu kez içinde şu ya da bu dine bağlı kişiler�n yer aldığı tek tek olaylar örnek­ lenmekte, o kişilerin olaylardaki o davranışiarına ilişkin olarak verilen ilerici ya da gerici yargısı, o dini kökten kapsayıcı biçim­ de genelleştirilmektedir. Kendi dinlerinin ilerici olduğunu ka­ nıtlamaya çalışanlar, o dinin kimi üyelerinin bilime, sanata, dü­ şünceye yaptığı katkıları ya da varsa bilimsel buluşları bir bir sayıp dökerek, bunları o kişilerin o dine bağlı olmasından kaynak-

lanmış başarılar olarak gösterip, bu yolla dinlerini ilerici diye yü­ celtmektedirler. İ ster Müslüman, ister Hıristiyan, ister Musevi, ister Budist, dini ne olursa olsun, kimse kendi dinini gerici ola­ rak görmemekte, herkes kendi dinini ilerici diye yücettmektedir ki, bu da doğaldır. Tanrıtanımazlığını ve dinsizliğini açıklamış olanların ezici çoğunlu ise, tüm dinleri gerici olarak damgalaya­ rak, yeryüzündeki tüm ilerlemeleri dinsizlerin, tanrıtanımazların başarıları olarak gösteriyorlar. Dinlerin ilericiliğini gericiliğini söz konusu eden bu tutumları, çeşitli yazar ve düşünürlerden örneklerle görelim. Kökten Din Karşıtlığı

Kökten din karşıtlığı, daha çok bilimsel buluşların do­ ğaya ilişkin dinsel kökenli inançların pek çoğunu boşa çıkardı­ ğı bilimsel devrimlerden sonra ortaya çıkmış bir eğilimdir. An­ cak, bilimsel devrimlerden önce de kimi düşünürlerin dinlerin tümünü kökten yadsıdığına ilişkin bulgular vardır. İ ran'lı bil­ gin Ömer Ha yy am' ca yazıldığı savlanan -fakat onun tarafın­ dan yazıldığı kuşkulu olan- dörtlükterin pek çoğunda kökten din karşıtlığı görürüz. Hayyam adı alhnda yayımlanan dört­ lüklerin tümünün Ha yy am' ca yazılmış olmadığı, onun ölü­ münden sonra onun yazdığı biçernde başkalarınca yazılmış pek çok yazarı bilinmeyen dörtlüğün de Hayyam adı altında yayımlandığını biliyoruz. Bu yüzden "Ömer Hayyam bir kökten din karşıtıdır, " diyemeyiz, ancak "Hayyam adı altında yayımlanan yazarı belirsiz pek çok dörtlükte din karşıtlığı vardır, " diyebiliriz. Ömer Hayyam (1047?-1122?)

Bir düşünür, bir ozan, bir matematikçi ve diğer bilim dallarıyla uğraşmış bir bilgin olan İ ran'lı Ömer Hayyam'ın hep­ si kendisince yazılmamış olduğu kesin olan Rubai'lerinde (dörtlük­ lerinde) oldukça kökten bir din karşıtlığı çıkıyor karşımıza: Ben ne camiye yaranm, ne havraya Bir başka hamur benimki, başka maya Yoksul gavur, çirkin orospu gibiyim Ne din umurumda, ne cennet, ne dünya.132

Bir başka dörtlükte, günlük konuşmalarında sürekli dinsel kurallar üzerinde duranlar ikiyüzlülükle suçlanarak şöy­ le taşlanıyor: Sen sofusun, hep dinden dem vurursun Bana sapık, dinsiz der durursun Oysa ben ne görünüyorsam oyum Peki sen, ne görünüyorsan o musun? 133 ..

Ömer Hayyam (solda) ve Asaf Halet Çelebi çevirisi Rubailer

Kimi dörtlüklerde dinlerin tümü bir bardak şaraptan bile değersiz görülmekte: Bir damla şarap ver, Çin senin olsun; Bir yudumu bütün dinlerden üstün. Söyle, ne var dünyada şaraptan hoş? O acıya tatlılar feda olsun.134

Öte dünya inancını yadsıyan dörtlükler, yazarının bir Nihilist, bir yokçu olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu dünyadan başka dünya yok, arama; Senden benden başka düşünen yok, arama! Vazgeç ötelerden, yorma kendini: O var sandığın şey yok mu; o yok, arama! ı Js

Bu dünyadan başka dünya olmadığı inancı, doğal ola­ rak cennet-cehennem inancının da yadsınmasını gerektiriyor:

Cennette huriler varmış, kara gözlü; içkinin de ordaymış en güzeli. Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz: Bak bir yanda şarap, bir yanda sevgili.ı36

Dinlerin toplumda kölelik düzenini sürdürmeyi amaç­ ladığını savunan dörtlükler de vardır: Putların, kabenin istediği; kölelik. Çanların, ezanların dileği; kölelik. Mihraptı, kiliseydi, tesbihti, salipti: Nedir hepsinin özlediği: kölelik. 137

Dinin kötü kimselerce bir aldatma aracı olarak kulla­ nılmasını kınayan dörtlükler de az değildir: Seecadeye tapanlar eşek değil de nedirler? Küfelerle riya çamuru yü klenirler, gezerler. İşin kötüsü din perdesi altında bunlar, Müslüman geçinirken gavurdan beterdirler. 1 38

Kimi dörtlüklerde din-bilim çatışması çıkar karşımıza ve din adamlarının bilginiere karşı tutumları kınanır: Ey kara cübbeli senin gündüzün gece, Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere. Onlar yaradanın sanatı peşindeler; Senin aklın fikrin abdest bozan şeylerde. 139

Gelgelelim kimi dörtlüklerde Tanrı'nın varlığını kökten yadsınmaz, onaylanır: O bilginler ki evrenin özetidirler, Düşüncelerinin atı göklerde gezer, İş kavramaya gelince senin özünü, Şaşkınlıktan felek gibi başları döner.140

Bütün bu aktardığımız dörtlükterin İran'lı İslam bilgini Ömer Hayyam' ca yazılmadığını, ondan sonra yaşayan Hay­ yamsever ozanlarca yazılan dörtlüklerin de onun adı altında yayımlandığını biliyoruz. Belki de, yoğun dinsel baskı altında bulunan bir takım kökten din karşıtı ozanlar, kendi eğilimlerini

kendi adlarını vermeksizin çoktan ölmüş olan Hayyarn'ındır diyerek kendilerini dinsiz diye öldürülrnekten korurnuşlardır. Bizi böyle düşünmeye iten, Hayyarn'ındır denilen dörtlüklerin bir bölümü dini yadsırken, bir bölümünün dini ve Tann inan­ cını yüceltrnesidir. Hayyarn dörtlükleri içerisinde, kökten din karşıtlığı bulunmayan, tersine Tanrı'nın varlığını onayiayıp a­ çıklayıa olan şöylesi dizeler de çıkıyor karşımıza: Tanrı evrenin canı, evrense tek bir beden Melekler bu bedenin duyuları hep birden Yerde gökte canlı cansız ne varsa birer uzuv, Budur Tanrı birliği, boştur başka her söylenen. 14 1

Sanırız işte bu dörtlük Hayyarn'ın olmalıdır. Çünkü Hayyarn, yaşadığı dönernde İslam Halifesi'nce ve Müslüman Selçuklu Sultanı'ncş yönetim görevlerine getirilmiş, toplum i­ çinde adı "Huccet ül-Mülk"e (yöneticilerin kılavuzuna) çıkmış saygın bir bilgindi. Kitabırnızın sonuna doğru Hayyarn konu­ suna yeniden dönerek, onun hangi dönernde kime karşı hangi dörtlüğü niçin yazdığım soru konusu edeceğiz. Jean Meslier (1664-1729)

1689' da Etrepigny' de köy papazlığı görevine başlayan Jean Meslier, Hıristiyanlığa aykırı düşünce ve davranışlarından dolayı Reirns başpiskoposunun öfkesini üzerine çekti ve dü­ şüncelerini Vasiyetname başlıklı bir yazıda topladı. Yazılannda tüm diniere ve tüm Tanrı inançlarına karşı oldukça öfkeli gö­ rünen Meslier'ye göre dinler tümden gericidir; dinler yeryüzünde iyi ve güzeL olan ne varsa tümünü yıkmaktadır. Tanrıtanımazlığın kaynak kitabı olarak nitelenen Bon Sens (Sağduyu) adlı yapı­ tında Meslier, diniere ve Tann inancına şöyle saldınr: Tanrı'ya inanmak gereksizdir. En doğrusu onu hiç düşün­ memektir. ( . . . ) Din, salaklık üzerine kuruludur. ( . . . ) Her din bir saçmalıkhr. ( . . . ) Tüm dinlerin kökeni bilisizlik ve korku­ dur. ( . . . ) Şarlatanlar, din aracılığıyla yığınların deliliklerin­ den yararlanırlar. ( . . . ) Din, bilisiz yığınları olağanüstülükler­ le, mucizelerle kandırır. ( . . . ) Salak ve yabanıl büyükler olma­ saydı din olmazdı. ( . . . ) Her din yığınlar üzerinde egemenlik 1 08

kurma isteğinden doğmuştur. ( . . . ) Tann'nın varlığı kanıt­ lanmamışhr. ( . . . ) Tanrı'ya inanmak, babalardan çocuklara görenekle geçerek yerleşmiş boş bir inançhr, geleneksel bir çocukluk alışkanlığıdır. ( . . . ) Her din Tann' dan alçakça ve us dışı bir biçimde korkma duygusu aşılamaya çalışır. ( . . . )

Ger­

çek din ile en karanlık ve en alçakça uydurmalar arasında bir ay ı rım yoktu r. ( . . . ) Şeytan da hpkı dinler gibi din adam­ larını zengin etmek için uydurulmuştur. ( . . . ) Ölümden sonra dirilme inancı, ancak yığınların bilisizliği aracılığıyla onları sömürenler için yararlıdır. ( . . . ) Bütün dinsel ilkeler tümüyle düş ürünüdür. ( . . . ) Tüm dinler, çelişki leri gizem aracılığıyla birleştirmek için uydurolmuş birer dizgeden başka bir nen değildirler. ( . . . ) Tanrıların tümünün kaynağı kıyıcılıktır. Bü­ tün dinler di psiz bir bilisizlik, uydurma söylence kandökücülük ve delilik anıtıdır. ( . . . ) Dinsel geleneklerin tümünde salaklık ya da yabanıllık şöleni vardır. ( . . . ) Doğru­ luk ve erdem için din hiç gerekli değildir. ( . . ) Seneillerin çı­ karcılıklanna karşı din, olabilecek en cılız engeldir. ( . . . ) Onu r ve u tanma duygusu, kişilerin bencil çıkarcılıklarını gemle­ rnek için dinden daha sağlam ve daha güçlü bir dizgindir. ( . . . ) Din, utanmaz kötülükçü zorbalardan ve bunlara boyun eğen iğrenç berbat uyruklardan başka bir şey üretmez. ( . . . ) Hıristiyanlık da diğer dinler gibi zorbalıkla yayılmıştır. ( . . . ) Dinsel ilkelerin tek amacı, egemenlerin baskıcı yönetimlerini pekiştirrnek ve ulusları baskıcı egemeniere kurban etmektir. ( . . . ) Din, baskıcı egemenleri korkudan, iç üzüntülerinden kurtararak onların doğru yoldan sapmalarını kolaylaştırır. ( . . . ) Din, erdemi, doğruluğu bozar ve sayısız kötülükler do­ ğurur. ( . . . ) Bütün dinler hoşgörüsüzdür, hiç bir din inanç ve düşünce özgürlüğünü kabul etmez ve dolayısıyla bütün din­ ler iyiliğin ve güzelliğin yıkıcısıdır. ( . . . ) Din, kandökücülüğü gerekli gösterir, acımasızlığın dizginlerini koyverir ve Tanrı­ sal amaçlar için gereklidir diyerek öldürmeyi geçerli kılar. .

( . . . ) Hiç bir erdem anlayışı, dinsel görüşlerle uzlaştırılamaz ve birleştirilemez. ( . . . ) Cehennemin uydurulması, kötülüğe engel olamayacak ölçüde saçmadır. ( . . . ) Erdemli olmak için Tanrı'ya inanmak gerekmez. ( . . . ) Din ve dinin doğaüstü er­ demi, u lu slar için kötüdür ve insanın doğasına aykırıdır. ( . . . ) Din, erdemi kötürüm bırakır. ( . . . ) Bir Tanrıtanımaz, iyi dav­ ranmak, tavır ve davranışlannda doğru olmak için, Tanrı'ya

inanan birinden daha çok nedenlere sahi ptir. ( . . ) Tanrıtanı­ maz bir başbuğ, Tanrı'ya inanan bir başbuğdan üstündür. ( ... ) Felsefe aracılığıyla edinilen erdem, erdemli olmak için yeterlidir. ( . . ) Us, kişiyi dinsizliğe ve Tanrıtanımazlığa yön­ lendirir, çünkü din usdışıdır, saçmadır. ( . ) Tanrı ve din, düş gücünün sığ düşlerinden başka bir nen değildir. ( . ) Dinin yerine felsefe geçseydi, evrende çok mutlu ve çok büyük devrimler gerçekleşirdi. ( . . . ) Tarih bize öğretir ki bütün din­ ler toplumların bilisizliklerinden ya rarlanarak, utanmazca Tanrı tarafından gönderildiklerini söyleyen kimselerce ku­ rulmuştur. ( . . . ) Dinin ne ölçüde saçma ve kötü olduğu ne denli yinelense ve kanıtlansa azdır. ( . . . ) Din bir " Pandora Kutusu" dur ve bu uğursuz kutu açılmıştır. ( . . . ) 1 42 .

.

.

.

. .

HON S ENS Dt: ct: at

1. ft! E S I. H: 11 , T E S T A i\I E N T. ...... ... ..... -...... �- - ..., .. .. . .. � .,- . .. .-:; .... -. ...1'- 1

\Ol i LL H : M& !I I.IIaU&t:, ... . ..... ... .. -...... . .. ..

.

. ....

3-;"'�.�,:.., ;. :.. i::�. - -�-. � ..

. .. .

...



Jean Meslier (sol d a ) ve d i l i m ize "Sağduyu" a d ı yla çevri len "Le Bon Sens"' a d l ı kita b ı n ı n 1 830 bası m ı

Jean Meslier'nin çelişkisi

Meslier'nin de Ömer Hayyam'ın dörtlüklerinde karşı­ mıza çıktığı türden bir çelişkisi vardır. Ömer Hayyam, nasıl tüm dinleri ve tüm dinlerin Tanrı anlayışlarını kötüleyip, ken­ dince bir Tektanrı anlayışı savunuyorsa; Meslier de yukarıda aktardığımız alıntılarda açıkça görüldüğü gibi tüm dinleri ve Tanrı inançlarını kötüledikten sonra, kendi kendisiyle çelişerek, ortaya kötülerin iyisi ve usa uygun diye sunduğu bir Tanrı ve din anlayışı koyuyor ve Güneş' i Tanrı belleyip ona tapmayı usa uygun gösteriyor:

1 10

Madem toplurnlara bir Tanrı gerekliydi, bir çok toplulukla rm taphğı güneşi Tanrı belleterek bu iş görülebilirdi . O güne: ki bütün varlıklara ışık, sıcaklık ve yaşam verir; o güneş k varlığıyla doğayı coşturur, gençleştirir ve yokluğu doğay üzünç ve bitkinliğe boğar. Güneşe tapmak bile Tanrı 'ya tap maktan daha usa uygun dur 14J ..

.

Babil'de ve Eski M ı s ır'da gü neşe ta nrı olarak tap ı l m a ktayd ı . Eski M ı s ı r g ü n e ş ta n ı Amon-Ra Horus (sol da) v e B a b i l ' d e G ü n e ş kü ltü (sag d a )

tanrı v e d i n karşıtl ı ğı, bu sözlerle çe l işkili bir bi ç i m almakta; bu sözler onu soyut tektanncı dinlen ve soyut tektanrı inancına karşı çıkan bir putatapım savunucu su, bir doğatanrıcı, bir güneş tapımı (güneş kültü) savunucust durumuna getirmektedir. Mesl ier'nin Tüm

Joseph Dietzgen (1828-1888)

Dietzgen, bir Alman "işçi düşünürü" dür ve Marksis düşünceyi Marx'ın yapıtlarını okumadan kendi başına bulma sıyla tanınmaktadır. Engels onu şöyle tanımlıyor: Materyalist Diyalektik, ne dikkate değer bir şeydir ki, yal nızca bizim (Marx ile Engels) tarafımızdan değil, ayrıca bil! den bağımsız, hatta Hegel'den bile bağımsız olarak Josep

ll

Dietzgen adlı bir Alman işçisi tarafından yeniden bulun­ du.ı44

Lenin'in dediğine göre: J. Dietzgen, bilimsel yani materyalist bilgi teorisini dinsel inanca karşı evrensel bir silah olarak görüyordu . (Kleinere philosophiche Schriften, sf.55)145 Papazların o ünlü alışılmış ve sıradan dinine karşı değil, aynı zamanda karışık kafalı idealistterin en incelmiş, yücelmiş, profesörlere özgü dinine de karşıdır."146

Joseph Dietzgen

Dinlerin tümünü gerici olarak niteleyen Dietzgen şöyle diyor: Profesörler ve doçentler, kendisine filozof diyen herkes, boş inanlara, gizemciliğe kapılır ve gerici bir yığın oluştururlar. ( ... ) Dinsel ve felsefi saçmalıkların etkisine kapılmadan şa­ şırmamak için felsef� okuyup öğrenmek gerekir. 147

Dietzgen'in çelişkisi

Dine ve Tanrı inancına kökten karşı olan Dietzgen, tıpkı Meslier gibi usyürütmesinin bir evresinde kendi kendisiyle çe­ lişir ve maddeyi Tanrı olarak tanıyıp kutsayabiliriz der: Bütün, parçayı; madde, zihni yönetir. Bu anlamda maddeyi "ilk neden" (yaratılmamış yaratıcı) olarak, yerin ve göğün yaratıcısı olarak sevebilir ve yüceltebiliriz.148

Dietzgen, soyut Tanrı inancına ve bu inanca dayalı din­ Iere saldırırken, materyalizmi (doğayı her varlığın yaratıcısı saymayı) ussal sınırlarına dek zorlayınca, vardığı yer, yadsıdığı 1 12

soyut tektanrı'nın yerine maddeyi (doğayı, evreni) tanrılaştır­ mak olmuştur. Demek ki Dietzgen, öyle ya da böyle, sonuçta yine bir Tanrı anlayışına saplanmışhr. Bu çelişki, din karşıh ya­ zar ve düşünürlerin pek çoğunda karşımıza çıkması bakımın­ dan ilginçtir. Turan Dursun (1934-1990)

Yandaşlarınca "Türkiye'nin Jean Meslier"si olarak nite­ lenen müftülükten ayrılmış Turan Dursun'a göre, başta İ slam olmak üzere bütün tek tanrıcı dinler kötüdür, gericidir ve hepsi ilerlemeye karşıdır. Dinler kişisoyuna baskı, kan ve gözyaşın­ dan başka bir şey sunmamışlardır. Dinlerin kökü kazınmalı­ dır ... Yazdıkları nedeniyle öldürülen Turan Dursun, bu görüş­ lerini kitaplarında şöyle dile getirmiştir: Dinlerin insanlığa ettiği kötü lüğü düşünerek 'dinsizliğimle övünüyor, onur duyuyorum. Dinler ne yaptı ve ne yapmak­ ta? Bir din öbür dinle, bir mezhep öbür mezheple anlaşamaz . . . Tarih boyunca da, günümüzde de, "din"ler hep " kan", "gözyaşı", "ölüm" getirmiştir. Bir inanç ve görüşte olanlar, başka inançta olanlar eliyle ölümlerin en beterine a­ tılmışlardır. Diri diri yakılmışlardır. Yakılanlar arasında ka­ dınlar ve çocuklar da vardır. Yahudilerin ilk Hıristiyanlara, güçlenen Hıristiyanların Yahudilere ve öteki dinlerden olan­ lara, ya da biraz özgür düşünceden yana olanlara, dahası kendi dindaşlarına yaptıklarını, gösterdikleri acımasızlıklan, din adına olan türlü işkenceleri, engizisyonlan ve kilise sö­ mü rgenliklerini bir düşünün . . . Aynı türden acımasızlıklar yönünden bir de İslam'ı düşünün ... İşte İslam. Bir değil bin­ lerce cinayet . . Genç genç düşünce ve bilim adamları, kimi, ateşte yakılıp öldürü lmüştür . . . Öldürmeler, hem de "hile" yollan kullanılarak öldürmeler. . . Öldür, öldür, öldür . . . Ben bunun için dinden annmışlığı bir insanlık, bir onur sayıyo­ rum. Onun için dinsizliğimi açıklamayı seve seve yapıyo­ rum . Ve oriun için diyorum ki, " dinsizlik" bir sapıklık değil, insanlığın gelişmiş, derinleşmiş biçimidir.149 Hiç bir "iman"ın kafaları, duyguları prangalaya-mayacağı bir dünya öneriyorum . . . "Dinsel karanlık", yalanlanyla, sa­ dece belirli bir kesimin "hizmet"inde, aaya, ölüme, sömü-

. .

·.

rüye yol açmalarıyla, insanlığa çok çektiregelmiştir . . . Dinsel _ .. � aranlıkta bilgisizlik vardır, binlerce yıllık ilkellikleri insan­ h ğa kurtuluş di.y.� yutturmalar vardır, aklın mantığın, bili­ _ min "din" için ırzına _geçmeler vardır. Dünya egemenlerinin önünde kuyriık sallarken, geçip başka yerde, bir başka ke­ sim önünde ' çalım satmalar vardır, "ikiyüzlü ahlak" var. dır. ı so

GE,;mişt�n bize bugünkünden daha güz_el bir dünya bırakı­ �ab).Jirdt . .Bul)un olmamasında 'dinle_rden kaynaklı karanlığın � �ok �� ·Ç_ôk � üyük payı var. Bu karanlık olmasaydı, insan­ . Iık daha başka türlü bir noktada olacaktı ... Yüzyıllarca türlü • · yalanlada örülege ! en karanlık yüzünden gerçekleşemedi bu. "Din" ler, "mezhep"ler, insanlığın geçmişi boyunca ayrılık­ lar, acılar, ölümler kaynağı olmuştur. 1 51 Bi:m, yüzyılların doğurduğu bir "ölüm" üm! İ slam' ın, tüm dinlerin, tabuların, sonuçları bugün ve yarın görülecek ölümüyüm! Çıkarları din karanlığı üzerine kurulu olanlar, bu karanlıktan türlü biçimde yararlananlar, tüm karanlık böcekleri benden korksunlar! . . Korksunlar elimdeki ışık­ tan . 1 52 İ şine gelmeyen kitapları, bilginleri yakmak, yoketmek diniere özgü; dinler çağlar boyu her yerde işlediler bu "şe­ refli cinayet" leri . 1 53 Din insanlığa çok şey yitirtmiştir . . . Dinler insanlara gözyaşı getirmiştir. Ölümler getirmiştir. Aklın bilimin yolunda ol­ maya çalışan birçoklarının öldürü lmesine neden olmuştur . . . İ sa "bir yanağına vururlarsa öbür yanağını u zat" derken, öbür yandan "ben dünyaya barış için gelmedim, savaş için geldim" diyor. Bu da İ ncil'den. Din, ölüm getirdiği için çok şey yitirtmiştir. İ kincisi, insanların akıllarını ve duygularını prangaladığı, hapsettiği için.154 İslam'ın kendisi baştan başa terör mekanizmasıdır.155 "Tanrı" ile " insanlar" arasında ara­ cılık yaptığını ileri sürerek ortaya çıkanlar, ilkel dönemlerin ürünlerini sergileyegelmişlerdir. Yalanlarla örülü karanlık­ lar nedeniyle de milyonlarca insanı çevrelerinde toplamayı başarmışlardır. Çıkarları aynı karanlığa dayalı olan güçler de bu geleneğin sürmesinde etkili olmuşlardır. Muhammed de bu gelenek içinde nicelerden biridir,l56 İ şte bir kez daha açıkça belirtiyorum: Ben dinsizim ve dinsizliğimle övünü­ yorum. Ve biliyorum ki daha güzel bir dünyada insanlar ya

tümüyle ya da bugünkünden daha büyük b i r oranda d insiz olacaklardır. İnsanların özgürlükleri, insanca yaşama ları, büyük ölçüde dinden arınmış olmalarına bağlıdır. ı s7 "Din" in, "inanç dünyası"nın alanı başkadır; "bilim" in a lanı başkadır. "Din" hep karanlık kesimdedir; "bilim"se aydınlık kesimde. 1 5"

Görüleceği üzere, Turan Dursun' a göre, d inler kişiso­ yunu i lerlemekten alıkoymuştur. Dinler tümüyle gericidir. Hiç bir zaman, hiç bir dönemde, hiç bir din ilerici bir i şlev görme­ miştir.

Turan Dursun

( 1 934-1 990)

Turan Dursun'un çelişkisi

T. Dursun tüm diniere böyle saldırır; ancak bir an gel ir, -tıpkı Jean Meslier gibi- o da çoktanrıcılığı, putataparlığı Tek­ tanncı d iniere karşı yüceltmeye ve onu i lerici diye övmeye ko­ yulur: Mekke' deki putlar sanat ürünüydü, simgeydi. Tanrı diye düşünülmemiştir. ı s9 Araplar o sıralarda (Ku r' an' dan önce) ilkellik dönemini çok­ tan gerilerde bırakmışlardı; İ slam döneminden daha ileri bir uygarlığa sahiptiler. ı c.o

Tektanrılı d iniere kökten karşı çıkıp öfkeyle saldıran düşünür ve yazarların ortak çelişkisi bu: Putataparlığı yücelt­ mek ve tektanrıcılığı gerici, çoktanrıcılığı i lerici görmek. Friedrich Nietzsche (1844-1900)

Kendisini "ilk töresizci", bir anlamda "ilk dinsiz" ola­ rak niteleyen Alman düşünür Friedrich Nietzsche, başta Hıris­ tiyanlık olmak üzere tüm tektanrıo diniere ve soyut tektanrı inancına saldırmakta en az J. Meslier ve T. Dursun ölçüsünde ileriye gider. "Tanrı öldü! " sözü onundur.161 Nietszche'ye göre tektanncı dinler ve soyut tektanrı inancı kişisoyunun ilerleme­ sinde en büyük engeldir. Nietzsche, bu görüşlerini Ecce Homo adlı yapıhnda şöyle dile getirmiştir: Tanrı, biz düşünürlere karşı üstünkörü bir cevap, bir kaba­ lıkhr. Aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka bir şey değildir bizlere: "Düşünmeyeceksiniz! .. " ( . . . ) Ödevim, insanlığın en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye ba­ kacağı, ileriye bakacağı, rastlantının ve din adamlarının bo­ yunduruğundan kurtulup, "niçin", "neden" sorularını ilk kez toptan ortaya kayacağı o an'ı, o büyük ögeyi hazırla­ mak . . . ( . . . ) O yalancı kavramların, " ruh", "tin", "özgür is­ tem", " tanrı" gibi (dinsel) törede kullanılan yalancı kavram­ ların anlamı, insanlığı gövdesel bakımdan yıkıma uğratmak değil de nedir? ( . . . ) Bu istem "Tanrı" dan, "Tanrılar"dan u­ zağa alıp götürdü beni: Yaratacak ne kalırdı (insana), tanrı­ lar .. varolsaydı? ( . . . ) Bana ne "tanrılar" dan! ( . . . ) Luther -o tanrının belası keşiş- kiliseyi (ve ondan da kötüsü) Hıristi­ yanhğı tam yıkıldığı bir anda yeniden diriltti . . . Luther -bu akıl almaz keşiş- kiliseye saldırdı ve böyle yapmakla onu ayağa kaldırdı yeniden. . ( . . . ) "Hıristiyan töresi"ni yadsıyorum! . . ( ... ) "Hıristiyan töresi", yalan isteminin en hayınca biçimidir! . . ( ... ) Tanrı kavramı, kişinin yeryüzünde özgürce yaşamasına karşıt bir kavram olarak uyduru lmuş; özgür yaşam için zararlı, ağulu, kara çalıcı . . . Özgürce yaşa­ manın can düşmanı ne varsa hepsi "Tanrı kavramı"nda ür­ künç bir birlik olmuştur! "Öte dünya", "gerçek dünya" kav­ ramları, içinde yaşanılan, varolan şu biricik dünyamızı göz­ den düşürmek ve yersel gerçekliğimiz için bir tek amaç, bir tek neden, bir tek ödev bırakmamak için uydurulmuş! . . "Ruh", " tin" VE; giderek "ölümsüz ruh" kavramları, gövde­ mizi aşağı görmek, onu hasta -yani çile çekerek ermiş- yap­ mak ve yeryüzündeki yaşamımızda önemsenmeye değer ne varsa, . . hepsinin karşısına ürkünç bir umursamazlık koy-

mak için uydurulmuş! . . "Gövdesel sağlık" yerine "ruhun kurtuluşu"; yani "tövbe" çırpınmaları ve kurtuluş isterisi a rasında gidip gelen bir delilik nöbeti! . . "Günah" kavramı, o kendinden ayrılmaz işkence (ceza kavramı) aracılığıyla ve "özgür istenç" (irade-i cüzziye) kavramıyla birlikte, içgüdü­ lerimizi sapıttırmak, ve içgüdülerimize karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaradılış yapmak için uydurulmuş! . . Ve bü­ tün bunlara da Töre (din) diye inanmışlar! . 1 62

Friedrich Nietzsche Eec e Homo

10 Friedrich Nietzsche (sağda) ve "Ecce Homo" a d l ı kita b ı (sold a )

Nietzsche, dine ve Tanrı kavramına böyle kökten karşı çıkarken, -ne ilginçtir ki- bu düşüncelerini peygamberce bir söy­ lemle dile getirmektedir. Meslier'nin ve T. Dursun'un yazıla­ rında da böylesi bir peygamberce söylem bulunması, onların kar­ şıt olduklarının söylemlerine öykündüklerini göstermesi bakımın­ dan oldukça ilgi çekicidir. Nietzsche'nin çelişkisi

Başta Hıristiyanlık olmak üzere, tüm tektanncı diniere ve tektanrı inancına, gerici diyerek öfkeyle saldırdığını gördü­ ğümüz Nietzsche de -tıpkı J.Meslier, T. Dursun ve diğer kökten din karşıtları gibi- putataparlığı, çoktanrıcılığı, kişitanncılığı i­ lerici diye över; dahası Eski Yunan çoktanrılarına bir anlamda tapınır: 1 17

Sanatın sürekli gelişimi, biri Apollo'ca biri Dionysos'ca il yönlülük içerir.( ... ) Bizim bilgimiz Greklerin Apoila v Dionysos gibi iki sanat tanrısına bağlanır. ( . . . ) İlk üzerind duracağımız, görkemli Olympos tanrılarının yontularıdı Bu yontular, bu yapının doruğunda duruyor.( . . . ) Apoila or ların atası sayılmaktadır. Hangi dev gereksinme vard ı r k ondan, Olympos varlığının böyle ışı! ışı! bir topluluğu fı: kırmasın? Gönlünde başka inanç (din) taşıyan kimse, b Olymposlulara (tanrılara) yak�aştığı, o töresel yüceliğe vaı dığı, o kutsallığı, o yüceliği gördüğü zaman kendinden gE çer, taşar, onların (Olympos tanrılarının) gönül okşaya sevgi dolu bakışları karşısında büyülenir. ( . . . )

Apolion ve Nymphs, Versay Sarayı Marble, Apollo Grotto, Versailles, 1 666-73

Bu halk bilgeliğinin Olympos tanrıları evreniyle ilgisi m dir? ( . . . ) Grekler, yaşayabilmek için pek derin gerekseıneylı bu tanrıları yaratmışlardır.( ... ) Dionysos, bireyleşmenin ac: larını kendi özünde yaşayan tanrıdır. ( . . . ) Dionysos'un güli.: şünden Olympos tanrıları; gözyaşlarındansa insanlar ortay çıkmıştır. ( . . . ) Şimdi, bizim ekin (kültür), oluşum (ilerleme uygarlık adını verdiğimiz ne varsa, şaşmaz yargı Dionysos'un önüne bir kez çıkarılmalıdır. ( . . . ) İnsan, öğrer me denince, yalnızca bir ulustan, Greklerden öğrenme)

118

anlıyorsa, bu gerçekten yüksek bir ün, bambaşka bir azbulunurluktur. ( . . . ) Bizim, Hellen ilkçağının yeniden doğmakta olduğu ko n usundaki inancımızı kara rtmaya kim­ senin gücü y�tmez. ( . . . ) Evet gönüldeşlerim, benimle birlikte . Dionysos'ca yaşama, tragedyanın yeniden doğuşuna ina­ nın . . . Sarmaşıklarla süsleyin başınızı, alın ele şarap tanrısı rahibele�inin değneğini. . . Şimdi yalnız bir tragedya insanı olmak için didinme var . . . Hazırlanın, donanın bu sıkı yü rü­ yüş için, inanın tanrınızın tansığına! .. ( . . . ) Ayd ınlatıcı önder­ lerimiz olan ve kendi lerine sıkı sı kıya bağlı kaldığımız Grek­ lere sesleniyorum: Biz onlardan estetik ilgimizin arındırıl­ ması için şimdiye değin iki tanrı görü nümünü ödünç a lmı­ şız: Dionysos ve Apollon. ( ... ) Eski Hellen varlığına değin geri giden herkes ( . . . ) ellerini Apoila'ya kaldırarak şöyle ses­ lenme gereği nden kendini alam azdı : "Hellenlerin mu tlu halkı! Delphoi tanrısı sizin dithryrambos'ça çılgınlığınızı gi­ dermek için bir büyü saklıyorsa, onun Dionysos gibi büyük olması gerekir!" Aiskhylos'un yukarı kalkık gözleriyle ona bakan yaşlı bir Atinalının, kesinl ikle şöyle karşılık vermesi gerekird i : "Söyle, ey yüce yabancı, bunu da söyle: ne acılar çekmiş bu halk güzel olabilmek için! Gel benim ardımd an 1 63 sun adağını bu iki tanrıya . "

Olimpas tanrıianna kurban sunan bir kadı n

Görüleceği üzere, Nietzsche'nin tüm tektanrı inançları­ na ve tektanncı diniere karşı alev kusan dili, Eski Yunan tanrı­ ları konusunda çok uysallaşmaktadır. Ona göre, eski Yunanlı­ ların tanrı anlayışları ilericidir, uygarlığı ve bilimleri hep o tanrı

1 19

kavr ayı şı doğurmuş ve eski Yunanlılar o tannlara tapıyor ol­ du kları içindi r ki geçmi şin en parlak uygarlığını yaratabilmiş­ lerdir. 1 64 Kişisoyu, eski Yunanlıların çoktamıcı anlayışını terk edince uygarlık ve bilim karanlığa düşmüş, gerilemiştir. Nietzsche' de Eski Yunan tutkunluğu sapiantı düzeyindedir ve Almanların tüm geleceğini eski Yunan'ın diniyle, töresiyle di­ riltilmesine ve topluma benimsetilmesine bağlar. 1 65 Buradan "üst insan" dediği kişitanrıcılığa; eşdeyişle tektanncı dinlerin soyut tanrı anlayışına kökten karşıt başka bir tanrı anl ayışına varır. 1 66 Nietzche'nin eski Yunan tutkusu, eski Yunan uygarlı­ ğının ve düşüncesinin Yunanlıların kendi yaralımları olmadığı; Hitit, Fenike ve eski Mısır'dan devşirme olduğu, eski Yunanlı­ ların tüm bilimsel bilgilerini, düşüngülerini ve tanrılarını Hitit, Fenike, ve eski Mısır' dan aldıkları konusundaki bilgisizliğini elevermektedir. 1 6 7 Ancak, burada vurgulamak istediğimiz bu değil, çoğu kökten din karşıtlarının tektanncı diniere ve tektan­ rı anlayışına karşı öfkeler yağdıran dillerinin; söz çoktanncılık ve putataparlığa gelir gelmez, işi o tannlara adaklar sunmaya dek vardırmalarıdır. Ilımlı din karşıtlığı: Marxçılık ve Varoluşçuluk

Kendileri Tanrı inancına ve tüm diniere karşı olsalar da, toplumların Tanrı inancına ve dinlerine bilimsel bir yaklaşımla eğilerek, dinlerin kimi dönemlerde ve kimi yerlerde ilerici, ki­ mi dönemlerde ve kimi yerlerde gerici b ir i şlev gördüğünü sa­ vunan düşünür ve yazarlar vardır. Marx ve Engels, bunların başında gelir. K. Marx ( 1818-1883) ve F. Engels (1820-1895)

Marx ve Engel s, dini çe şitl i baskı yöntemleriyle ya s ak­ layıp ortadan kaldırmak gerektiğini savunan Dühring'e birlikte verdikleri ve Engels'in adıyla yayımlanan yanıtta, din olgusu­ nu nasıl değerlendirdiklerini göstermişlerdir: Her din, insaniann günlük yaşayışını egemenlik alhnda

bu­

lunduran dış güçlerin onlann kafalanridaki fantastik yansı-

1 20

malarından, dünyasal güçlerin içinde dünya üstü güçler bi­ çimine büründükleri bir yansırnarlan başka bir şey değil­ dir . . . Evrimin daha d a gelişmiş b i r aşamasında çok sayıdaki tanrı­ ların tüm doğal ve toplumsal öznitelikleri bu kez soyut in­ sanın yansımasından başka bir şey olmayan her şeye yete­ nekli tek bir tanrıya geçilir. Tarihte çöküş durumundaki ba­ yağı Yunan felsefesinin son ürünü olan ve dört başı marnur cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü ulusal tanrısı Yahova'da bulan tektanrıcılık, işte böyle doğmuştu r. Bu el­ verişli, kullanılabilir ve her şeye uyarlanmaya yetenekli bi­ çim altında din, insanlar o güçlerin egemenliği altında kal­ dıkları sürece onları yöneten yabancı, doğal ve toplumsal güçlere göre, dolaysız, yani duygusal biçim olarak, varlığını sürdürebilir . . . Bugünkü burjuva toplumunda, insanların gene kendileri ta­ rafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendileri tara­ fından üretilmiş üretim araçları aracılığıyla, sanki yabancı bir güç aracılığıyla yönetilir gibi yönetildiklerini bir çok kez görmüş bulunuyoruz. O halde dinsel yansımanın gerçek temeli, onunla birlikte, dinsel yansının kendisi de varlığını sürdürür . . (Sosyalist toplumda ise) dinde yansıyan son yabancı güç or­ tadan kalkacak ve böylece (artık yansıtacak yabancı hiç bir şey bulunmaması yalın nedeniyle) dinsel yansının kendisi de ortadan kalkacaktır. Bay Dühring ise, dinin bu kendisine . vaad edilmiş bulunan doğal ölüm ile ölmesini bekleyemez. Daha köktenci bir biçimde davranır . . . Dine karşı yasalar çı­ karır. Jandarmalarını dinin izlenmesine gönderir; ve böylece 1 68 onun şehitlik mertebesine yükselmesine yardım eder.

Marxçılık, az önce J. Dietzgen'in görüşlerini aktarırken gördüğümüz gibi, doğanın öncesiz ve sonrasız nitelikte, doğa dışı bir başka güç tarafından yaratılmamış olarak, kendi kendi­ ne var bulunduğu inancındadır; dolayısıyla doğa dışı bir güç olarak Y ara b a Tanrı'nın varlığına inanmaz; gelgelelim Tanrı inanana karşı savaş açmayı yanlış bulduğu gibi; dinlerin bas­ kıyla, yasaklamalarla, kovuşturmalarla ortadan kaldınlması gerektiği düşüncesine de karşıdır. Marxçılık, yeryüzünde or121

taklaşa toplumcu (sosyalist, komünist) bir topitim düzeni k u­ _ rulduğunda, bireyler o düzende bir yabancılaşma ortamından kurtulacakları için, dinin de kendiliğinden sönümleneceğini savunur.

Karl Marks (solda) ve Friedrich Engels (sağ d a )

Marxçı lığın din konusunda diğer bi r değerlen d i rmesi de tüm tektanncı d inlerin başlangıçta i lerici i lerletici n i te l i kte doğmuş olduklarını söylemesi d i r. Marx' ın bir m e k tu b u n d a bu saptamayı görürüz: Bütün tektanrılı dinler, kurulu düzene karşı oluştu, örgüt­ fendi, gelişti. Ara bi s ta n çölleri nde i n a n ı l m a z b i r y okl u k , yoksu l l u k, ya z l u k vard ı . Müslümanlık, bir i s yan bayrağı' olarak doğdu. Mu rabaha sermayesi her yere, her şeye ha­ '

kimdi. Tefeciler ülkenin insanını soyuyor, sağana çeviriyor­ du. Ama, fakirin, fukaranın, göçebenin, yoksulun ideolojisi yoktu . Kendisine şemsiye edeceği, kalkan olarak kullanacağı 1 69 bir felsefesi yoktu. Müslümanlık onu sağladı.

Marxçılığın Marx'la birlikte kurucularından olan En­ gels, az sonra alıntılar vereceğimiz Almanya 'da Köylü Savaşı gibi yazılarında, dinlerin kimi kez ilerici, devrimci bir toplumsal iş­ ° lev gördüğünü anlatır. 1 7 Kitabımızın "Beşinci Bölüm"ünde bu konu üzerinde daha ayrıntılı olarak duracağız. 1 22

Roger Garaudy

Fransız Komünist Partisi'nin kurarncı önderi Roger Garaudy de, bir tanrıtanımaz Marxçı iken yazdığı S osyaliz m ve İslam 1 71 ve 1964'te 2. V atikan Konsülü'ne seslenerek komünist­ lerle Hıristiyanlar arasında bir iletişim başlatmak amacıyla yazdığı Hıristiyanlık ve Sosyalizmm gibi kitaplarında, dinin kimi dönemlerde kimi yerlerde ilerici, devrimci, bağımsızlıkçı bir işlev gördüğü düşü n ces ini örne kl e rl e s a vun ur .

Roger

Garaudy

B i rinci Dünya Savaşı y ı l larında toplanan Komünist En­ ternasyona l ' e sunu l a n pek ço k b i l d i ri, Marxçıl ar ı n o döne m d e İ s l a m ' ı n i l erici b i r işlev görme k te o l d u ğu d ü şüncesi ni örnekle­

mcktedir. ı 73 N a z ı m H i kmet' i n S imavııe Kadısı Oğlu Şey/ı Bedreddili Des tm-ız ve Şey/ı Bedreddin Des ta n ı 'na Zey/ 1 74 y a z ı s ı i l e 1 75 yold aşı F a i k Berca v i ' n i n N a z ı m H i k me t ' i n onayıyla yazd ığı isimnda Sosyalizm 1 76 a d l ı k i t a p l arı d a , d i nin k i m i k e z i l e r i c i , d e v ­ r i m c i b i r işlev gördüğü doğru l tusundaki Marxçı y a k l a ş ı m ın ü rünleri d i r . i

i l----­ .. o .., a li:�:m

lslamda Sosyalizm

h

f

�·(-:

l ro; l a m l,et

Nazım Hikmet (solda) Faik Bereavi'ye yazdırdığı /slamda Sosyalizm kitabı (ortada) Sosyalist Devrimci Yön Yayınlarınca yayımlanan Roger Garaudy'nin Sosyalizm ve /slamiyet adlı kitabı (sağda)

1 23

Jean Paul Sartre (1905-1980)

Tanrıtanımaz varoluşçuluk akımının öncü düşünürü Sartre, Tanrı ve dinler konusunda, İ slam'da çok tarhşılmış olan irade-i külliye 1 irade-i cüzziye sorunsalma takılmış ve eğer Tanrı varsa ve her şeyin etkin nedeni Tanrı ise; bu durumda her türlü kötülüğü yapıp, "Tanrı öyle istememiş olsaydı ben bunu ya­ pamazdım, Tanrı isteğiyle yaphğıma göre suçlu değilim" diye­ rek sorumluluktan sıyrılmayı doğru bulmamıştır. Eğer Tanrı­ nın var olmadığı benimsenirse, kişinin kendisini yaptığı her şeyden sorumlu tutacağım, böylesinin de daha iyi olacağını sa­ vunmuştur. Sartre, bu görüşlerini şöyle dile getirir: XVIII. yüzyılda -filozofların bu dinsizlik çağında- Tanrı kav­ ramı ortadan kalkıyor. . . ( . . ) 1 880 yıllarına doğru Fransız profesörleri bir laik ahlak kurmaya kalkmışlardı. Aşağı yu­ karı şöyle düşünüyorlardı: .

"Tanrı pahalı ve yararsız bir varsayımdır (faraziyedir). Gerçi bu varsayımdan kurtulmamız iyi olur; ama bir ahlakın, bir toplumun, bir uygar dünyanın var olması için, öteden beri varsayılan ve ciddiye alınan önseJ, yani deney öncesi (a priori) bir takım ahlaki değerlerin de varolması gerekir. Çünkü ancak bunlara dayanılarak kişioğlunun karısını dövmemesi, yalan söylememesi, çocuk yetiştirmesi, dürüst olması sağlanabilir. Ancak bunlara dayanılarak kişioğlu zor­ lanabilir yahut zorlanmalıdır. Kaldı ki Tanrı olmasa da bu de­ ğerler vardır. Nitekim yapacağımız küçük bir tartışma -Tanrı yok da olsa- bu değerlerin var olduğunu, anlaşılabilir bir ev­ rende yaşadığını gösterecektir." Başka türlü konuşanlar da var bu konuda. Bunlara köktenci (radicaliste) adını veriyorlar Fransa' da. Onları dinlerseniz: "Tanrı olsa da olmasa da bir şey değişmez. Çünkü nasıl olsa aynı ilerleme, dürüstlük, insancılık düzgülerini (normlarını) bulacağız yine; ve Tanrı'yla ilgili eskimiş bir varsayım kura­ cağız. Gerçi bu varsayım da zamanla sessizce ve kendiliğin­ den ölüp gidecek, ama biz yine de kuracağız onu." ( ... ) Dostoyevski "Tanrı varolmasaydı her şey mübah olur­ du." diye yazmıştı. İşte bu söz Tanrıtanımaz Varoluşçulu­ ğun çıkış noktasıdır. Gerçekten de Tanrı yok ise her şey

1 24

yeğdir (mübahtır). Hiç bir şey yasak değildir. ( . . . ) Varoluşçu­ luk, tutarlı bir Tanrıtanımaz konumdan bütün sonuçları çı­ karmak uğruna yapılan bir çabadan başka bir şey değildir . . . Varoluşçuluk Tanrı'nın yokluğunu ispata çalışmaz. Böylesi bir çabayla kendini yormaz. O şuna bakar daha çok: Tanrı varolsaydı yine bir şey değişmeyecekti . İ şte bizim ana görü­ şümüz budur. ( . . . ) 1 77

Jean Paul Sartre (solda) ve ona d i n kon usunda eleştiriler yöneiten Charles Moeller (sağ d a )

Görüleceği üzere Sartre, kend isinin tanrı sız, dinsiz ve diniere karşıt olduğunu açıkça söylemekle birlikte, diniere ve tanrı inançlarına öfkeli saldırılar yönel tmemiş olmakla diğerle­ rinden ayrılmaktadır. Onun bu tutumu, kimi Hıristiyan din adamlarının ilgisini çekmiş ve onun görüşlerini öfkeye kapıl­ madan incelemeye itmiştir. Charles Moeller'nin Sartre'ın Tanrı ve din konusundaki görüşlerini irdeleyen kitabı, bir tanrısız dinsiz ile Hıristiyanlığı yaymakla görevl i (misyoner) bir papaz arasında soğukkanlı ve düzeyli bir iletişim kurulabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 1 7 8 Albert Einstein (1879-1955): Bilirnde din duygusu

Dinlerin ilericiliği, gericiliği konusunda pek çok düşü­ nür pek çok sav ortaya atmışhr. Bilgin Albert Einstein'in görüş­ leri, din duygusu ile bilimsel uğraş arasında varsayılan karşıt­ lığı yadsıması bakımından ilginçtir. Şöyle diyor Einstein:

Albert Einstein (solda) ve din konusundaki düşüncelerini açıklad ığı "Dünyamıza Bakış" adlı kitabı (sağda)

Duyabileceğimiz en güzel şey, hayatın esrarlı yanı­ dır.(Evren nasıl varoldu, sorusudur.-eb) Sanatın ve gerçek bilimin beşiğinde bu ana duygu vardır. Onu bilmeyen, dün­ ya karşısında şaşkınlık ve hayranlık duymayan kimse, ne de olsa ölü ve gözü kapalı gibidir. Hayatın sırlarıyla karşı kar­

şıya gelmek, korku ile de karışarak dinleri yaratmıştır

...

Ulaşamayacağımız bir şeylerin varolduğunu bilmek, ancak en ilkel bir biçimde anlayabileceğimiz en derin aklın ve en parlak güzelliğin belirtilerini görmek; bu, bilimin ve gerçek dindarlığın ta kendisidir. İ şte bu anlamda, ve yalnız bu an­ lamda, derinden dindar olan insanlara katılıyoru m ... Haya­ tın sonsuzluğundaki sır ve gerçeğin akılları aşan kuruluşuna bakış, bir de tabiatta kendini gösteren aklın, ne kadar küçük olursa olsu n bir parçacığını kavramak için göstereceğimiz o ı 79 içten çaba yetiyor bana. (Evren nasıl varoldu, diye soran) İ nsanoğlu, insan istekleri­ nin ve amaçlarının boşluğunu, tabiatta ve düşünce dünya­ sında kendini gösteren o aklı durduran düzenin yüceliğini görür. Hayat ona bir çeşit zindan gibi gelir ve anlam dolu bir bütün olarak hayatı toptan kavramak ister. Bu "kozmik din duygusu" nun ilk izleri, dönüşümün ilk basam ağında, örneğin Davud'un bazı mezamirlerinde ve bazı peygam­ berlerde bulunmaktadır. Kozmik din duygusu, Budizmde ve hele Schopenhauer' in eşsiz yazılarında ağır basar. Bü tün çağların dinsel dehaları,. "kozmik .din duygusu" ile kendi-

1 26

lerini göstermişlerdir . . . Bütün çağların sapkın denilen insan­ ları arasında bu yüce din duygusuyla yüklü olan ve çok kez çağdaşlarınca dinsiz, kimi zaman da ermiş sayılan insanlar vardır. Demokritos, Assisi'li Francesso ve Spinoza bu ba­ kımdan birbirlerine yakındırlar.

"Kozmik din duygusu", insandan insana nasıl geçebilir? Bence bu duyguyu, ona yatkın olanlarda uyand ı rmak ve di­ ri tutmak, sanatla bilimin en önem li görevidir ... Böylece, dinle bilim arasında alışılagelenden başka bir ilişki dü­ şüncesine geliyoruz. Tarihsel açıdan insan bilimle dini anlaşmaz iki kutup olarak görebilir . . . Ama ben, "kozmik din duygusu" nun bilimsel araştırmada en güçlü ve en soy­

lu itme gücü olduğuna inanıyorum. Yalnız büyük çabaların ve hele fedakarlığın (ki aniarsız yeni yollar açan bilimsel ya­ ratma gerçekleşemez), yalnız bunların değerini bilenler gündelik kaygıları aşan bir çalışmayı doğuran duygu gücü­ ne (kozmik din duygusuna) önem verebilirler. Kepler'le Newton'un uzun yıllar tek başlarına çalışarak, gök mekani­ ğinin işleyişini aydınlatabilmeleri için, dünyanın kurulu­ şundaki akılsallığa derin bir inançları olması, ve bu aklın dünyadaki yansısını olsun yakalamak yolunda ne ateşli bir istekleri olması gerekird i ! . . Ancak hayatını böylesine yüksek amaçlara adayan kimse, bu büyük insanları eaştu ran ve on­ ları, sayısız başarısızlıklara rağmen, amaçlarına bağlı tutan gücün ne olduğunu anlayabilir. Bu türlü güçleri "kozmik din duygusu" cömertçe verir insana. Bir çağdaşımız haklı olarak şöyle demiştir: En ciddi bilginler, içlerinde derinden derine bir dinsel duygu taşıyanlardır. (Bkz: Albert Einstein, age- sf. l 3-18, Bilim ve Din) Bilimin derinlerine inerseniz, kendince bir dinselliği olma­ yan bir bilim kafasına zor rastlarsınız. . . Ama bu din duygu­ su, basit insanlarınkinden apayndır .. Onun din duygusu, tabiat yasalarının düzeni karşısında şaşkın bir hayranhktır. Bu duygu, bütün çağlarda yaratıcı din adamlarının içini dolduran duygunun benzeridir. (Bkz: Albert Einstein, age­ sf. 1 9, Din duygusu ve araştırma.)

Einstein, bütün bunları söylerken, din adına ne kıyım­ lar yapıldığını, ne düzenler yıkıldığını, bilimin çoğu kez dinsel

yönetimler alhnda gerilediğini, baskı altında tutulduğunu, pek çok bilginin dinsel yönetimlerce öldürüldüğünü bilmiyor de­ ğildi kuşkusuz. Einstein, burada kendi deyimiyle "sıradan kim» selerin inancından apayrı bir din duygusu "ndan sözetrnektedir. Öyle ki, din duygusunun bu özel türü, irtica örgütlerinin yığın­ lara aşıladığı gerici din duygularının tersine, bilimsel uğraşının ve toplumsal ilerlemenin itici gücünü oluşturmaktadır.

ÜÇÜNCÜ B ÖLÜM

ÇOKTANRICI LI KTA i LERiCiLi K ve GERiCi Li K

önceki bölümde, tektanncı dinlerin tümünü gerici ola­ rak niteleyen çoğu düşünürlerin, çoktanncılığı ilerici sayarken kendileriyle ·çeliştiklerini gösterdik. 1 100 yıl önce çoktannalığı bilirnde ve düşün aJ anında ilericilik olarak sunan ve öven bir dinbilgini de kendi inancını böyle savunuyordu. Süryani Papa­ zı Abu'l Farac, yazdığı tarih kitabında çoktanncı Sabit bin Kurra'nın kişisoyunun tüm ilerlemelerini çoktanncılığa bağla­ yan savunmasını aktanyordu: Miladi 896 yılında, Harran Putperestleri'nden (yıldızlara tapan Sabii' lerden) Ebül Hasan Tabith (Sabit bin Kurra) şöhret kazandı . Bu adam Kura'nın, o da Mervan'ın, o da Kiura'nın, o da İbrahim' in, o da Kiura'nın, o da Marinus'un, o da Süleyman' ın oğlu idi. Esas itibarıyla Harran çarşısında bir sa rraftı, sonra şayanı hayret bir surette felsefe ile meş­ gu l oldu ve üç dili, yani Yunanca, Süryanca ve Arapça'yı çok iyi öğrendi. Arapça ile mantık, riyaziye, müneccimlik ve tıp hakkında yüz elli kadar eser yazdı. Süryanca ile de 16 kadar eser yazdı. Bunların çoğunu (Miladi 1 280' lerde)

gördük ve edindik Bunlardan biri putperestlerin şeriatları ve kanunları, biri ölülerin gömülmesi, biri putperestliğin sağlam bir din olduğu, biri taharet ve necaset, biri kurb"an olarak sunulmağa layık hayvanlar, biri ibadet vakitleri, biri dualar, biri nedamet ve tazarru, biri musiki, biri Kaldelilerin eski kralları, biri Sabiilerin dini, biri 7 yıldıza göre haftanın 7 güne taksimi, biri kendi ırkının saffeti, biri ataları, biri Hermes'in kanunları, biri kendi duaları ve niyazları, biri iki

kaim zaviyeden uzatılan müstakil hatların birleşecekleril ?Q

ne, biri vezinlere dairdir. Bu adam risalelerinden bi rinde Harran' ı ve putperestliği şu şekilde metheder:

Sabit bin Ku rra ( I . S .

806 - 90 1 )

- Atalarım ız işkencelere uğrayara k y a n l ı ş yola se v ked il m i ş i seler d e , Allah' ın yardımı ile her şeye dayanmışlar ve cesa­ re t l e konuşmuşlardır ve bu m ü b a rek şeh i r N as r a n ileri n ha­ tası ile televv ü s etmem i ş t i r . Biz a t a l a rı m ı zdan bu dünyada şanlı v e şerefli olan p u t p e r e s t l i ğ e v a r i s o l d u k ve onu b i z ­ d e n sonra gelenl ere m i ra s b ı ra k a c a ğ ı z . Putperestlik uğru n ­ -

da

sağ l a m b i r ü m i t i l e her y ü k ü taşıya n l a r b a h ti y a r d ı rl a r;

çünkü : Ancak putperest hükümdarlar ve putperest insanlar sayesinde dünya oturulmağa değer bir mahiyet almış ve marnur şehirlerle donanmıştır. Dünyadaki limanları ve kanalları kimler inşa etti? Putperestler "Gizli ilimler''i kimler açığa vurdu? Putperestler İ nsanların ilerisini görmesini ve istikbalden haber vermesini (falcılığı, müneccimliği, kahinliği) putperestler­

den başka kimler öğrettiler?

Ancak putperestlerdir ki bütün bunla rı inkişaf ettir­ mişler, ruhları tedavi ilmini geliştirmişler ve bu sayede ci­ simleri tedavi ilmiri de yükseltmişlerdir.

Putperestler dünyaya istikrar vermişler, yaşama tarz­ larının dürüstlüğünü temin etmişlerdir. Putperestler, bütün bunları her yüksekliğin başlan­ gıcı olan akıl ve kı yaset sayesinde başarmışlardır. Putperestliği n bu verimleri olmasaydı dünya boş ka­ lı rdı, ihtiyaç için d 2 kıvranırdı, sefa Jet ve ıstırap dünyayı kaplardı 1 00 . . .

, · •

EI-Ha rra n i olarak bilinen Sabit B i n Kurra ' n ı n kitab ında d ü nya harita s ı

Kur'an' dan yaklaşı k ikiyüz elli yıl sonra, Miladi 896'da Harran yöresinde yaşayan Hıristiyan Süryanilerce ve Müslümanlarca yıldızlara taptıkları ıçın putperestlikle, çoktanrıcılıkla suçlanıp, dinsel açıdan aşağılanan Sabit bin Kurra, atalarının ve kendisinin bağlı bulunduğu çoktanrıcı, yıldızlara tapan Harraniliğin, Sabiiliğin savunusunu böyle yapıyor. Sabit bin Kurra'nın yukarıda akt a rdığımız savunmasında kendi inancını bilimsel ve toplumsal ilerlemeyi ölçüt alarak değerlendirdiğini görüyoruz. Kurra, yeryüzünü kişisoyu için daha kolay yaşanır duruma getiren bilimsel ve

duruma getiren bilimsel ve düşünsel çalışmalan bir ilericilik ölçütü olarak ortaya koyup, kendi çoktannolığını bu alanlarda başanlı göstererek savunm aktadır. Demek ki, doğaya egemen

bayındırlaşhncı bilimsel buluşlar yapmanın dinler tartışmalarda bile bir üstünlük ve ilericilik ölçü tü olarak benim­

olmanın ve doğayı arası

senmesi, bilimsel devrimierin yapıldığı son yüzyıllarda ortaya çıkmış yeni bir olgu değil, bilimsel devrimler çağından bin yıl önce kişisoyunun dinsel topluluklar biçiminde örgütlenip din­ sel çekişmeler içerisinde yaşadığı bir dönemde bile geçerli bir yargıydı.

-� ;.,. ı..;,A r ·�. •ı:; -�



,.� -...... ·""" ·

Sabit Bin Kurra - Kitab el Dhakhirah Yale Üniversitesi Kütüphanesi

putperest, yıldızlara tapan Sabit bin Kurra gizli ilimleri biz açığa vurup tüm insanlığa yaydık" derken sözünü ettiği "gizli i l imler" , "akromatik (esoterik) öğretiler" anlamındadır. Aristoteles, vb. gibi eski Yunan düşünürlerinin çoğu yapıtlan "akromatik" (esotarika), Tü rkçesi "toplumdan Çoktanna,

gizlenecek" türdendi .lSl İşte Sabit bin Kurra, eski Yunan düşü-

nürlerinin anlama yetisi sığ, bilisiz yığınlara açıklanmaması önkoşuluyla yalnızca öğrencilerine bellettikleri, yalnızca öğ­ rencilerince okunan ve korunan yazmaları, büyük olasılıkla kendi dinsel inaçlarını pekiştirici nitelikte gördüğü için, başta Arapça olmak üzere diğer dillere çevirip yığınların ve Müslü­ manların bilgisine sunmuştur. İsmet Zeki Eyüboğlu'nda Çoktanncılık 1 Tektanncılık Dinleri birbiriyle karşılaştınp kimilerini ilerici kimileri­ ni gerici olarak niteleyen yazarlardan, gençliğinde Nakşibendi tarikatına bağlı olan ve "Tasavvufta Tann insan özdeşliği, birliği egemendir; tasavvufta Tanrı görünüş alanına çıkar, onu yansıtan en olgun varlık şeyhtir, işte Kadirilik'te bu Tanrısal varlığı yansıtan Abdülkadir Geylanidir. " diyerek, kişiyi Tanrılaşhrmayı kötüle­ yen İsmet Zeki Eyüboğlu1B2, çoktanncılığı ilerici, tektanrıcılığı gerici sayan başka bir yapıhnda, kendi kendisiyle çelişkiye dü­ şerek kişinin Tanrılaşhrılmasını övüyor ve şunları söylüyor: Tapınakta tanrının ayağına yüz süren, elini öpen insan, . . bilinmez b i r varlığa yalvaran insandan daha ileriydi . 1 83 Bir yandan Musa, bir yandan İsa, bir yandan Muhammed, getirdikleri dinlerle insanları bulundukları yerden kaydırdı­ lar.184 Tek tanncı dinlerin doğuşuyla insanlık evreninde bir durak­ lama, bir gerileme başlamış gibidir.185 Tektanncı dinler, .. Anadolu tanrılarının canına kıymak, ka­ nına girmek istediler.186 Bu da uzun sürmedi, sürmeyecek, bulacak Anadolu kendini .187

Eyüboğlu bu yapıtında tektanncı dinleri ve bu dinlerin soyut tektanrı inancını gerici ve geriletici olarak damgalarken, kişisoyunun yeniden pu tataparlığa dönerse kurtulabileceğini savu­ nuyor ve İsa'nın putlara saidırmasına şöyle kızıyordu: Yağız boyalı, karalı maralı, delirmiş, çılgın, azgın İsa ( . . . ) O aydınlıklada donanmış, ışıktarla yoğru lmuş tannlara ( . . . ) güçlü, güleryüzlü, ışık bakışlı Anadolu tanrıianna bile kafa tutmaya başladı, onlara put dedi, yalancı dedi.188 Kızdı Tan-

nça Kübele, şöyle bir deprendi, tuttu bu delirmiş ( İsa'yı), Kayseri'ye sürgün etti. Onu yakaladılar orada, gözden ge­ çirdiler, evirdiler çevirdiler, sonra bir iyicene boyadılar; gönderdiler geldiği yere deliyi !JB9

TANRI

Y \H:\TA N T O P RA K

lsmet Zeki EyOboOiu'nun Tanrı inancını irdeleyen iki yapıtı . ''TOrk Şiirinde Tanrı 'ya Kafa Tutanlar" ve "Tanrı Yaratan Toprak Anadolu"

Çeşitli yazarların çeşitli dinler karşısındaki tutumları, doğaldır ki çeşitli öznel ve nesnel nedenlere bağlıdır. Çoktanrıcı­ lığın tektan ;ıcılığa göre daha ilerici olduğu savı, çoğu kez tektanncı dinlerin kötüye kullanılışma tepki duyan yazarlarca ortaya a­ tılmaktadır. Ancak, çoktanrıcılığı ilerici olarak niteleyen yazar­ ların onun gerici yanlarını görmezden geldikleri kuşkusuzdur. Çoktanncılığın gerici yönü

Çol;

'

,; •

.ı-:Mtt

. . .j-· • �-- - · �

'>.>�



.\

' ?

�· · ""& < • ·• · • ·

�'�, :·

l1 "

Abdurrahman l 'in Ispanya Almunecar'daki anıtı

Müslüman İ spanya'da Yahudi Kültürü

Avrupa'da Rönesans'tan dört yüz yıl önce, Müslüman yö­ netimi altındaki ülkeler, gücü boyutlan ve hatta sadece başan sayısı bakımından insanlık tarihinde nadir olarak kaydedilen bir kültürel dirilişe sahne olmuşlardır. Felse­ fede, bilimde, ilahiyatta ve dil bilimlerinde insanlık. bu dö­ nemde şaşırtıcı ilerlemeler göstermiş, büyük beyinler yetiş­ tirmiştir. Bu Rönesans içinde Yahudilerin oynamış olduk-

141

ları rol çok önemlidir. Batılı ve doğu l u uluslar arasında da­ ğınık vaziyette yaşayan Yahudiler, uluslararası bilgi alış verişinde köprü vazifesi görmüşlerdir. Felsefe ve bilimsel çalışmalarda Yahudiler Araplada geniş ölçüde işbirliği yapmışlardır. Doğulu Yahudiler Arapça eserleri İ branice'ye, batılı Yahudiler de bu eserleri İ branice'den Latince'ye çevirerek, Arap kültürünü Hıristiyan Avrupa'ya sokmuşlardır. ( ) Büyük dörtlü; Granada'lı Şmuel ibn Nagrela (ha Nagid). Malaga ve Saragosal ı Şlomo ibn Gvirol ( 1 02 1 ? - 1 058), C ranada'lı Avram ibn Ezra ( 1 055?- 1 1 38?) ve Toledo'l u Yehuda halevi ( 1 075- 1 1 4 1 ), hoşgörü ile yönetilen . . .

bir toplumun yarattığı kül tür ortamı içinde insanın yaratıcı­ lık yanının ne denli yüksek düzeylere erişebileceğini ispat etmişlerdir.

Toledo'lu Yudah Ha Levi'nin Ralli mUzesindeki anıtı .

1 42

/ı_· ·

1: 'f .

! ·

Abraham lbn Ezra'nın edebi yazınından bir sayfa (solda) ve Solomon ibn Gabirol'un Ralli Müzesindeki anıtı (sağda) Solomon lbn Gabirol'un giyisilerine dekkat edilirse, o dönemin Müslüman Giyimine büründüğü açıkça görülecektir.

1 43

Felsefe alanındaysa Rabi Moşe Ben Maimon İsrail kültür ta­ rihinin en büyük isimleri arasına girmiştir. 1 1 35'te Cordoba'da doğan Maimon, Aristo hayranıydı. Yahudilik­ le Aristotelesçiliğin bağdaşhnlabileceğini ispat etmek is­ temiştir. Kılavuz Arapça yazılmış ve daha sonra bir çok Av­ rupa diline çevrilmiştir. Bu yoldan Latin Hıristiyanlığı ve Ortaçağ düşüncesini etkilemiştir. Aquinolu Thomas (Saint Thomas d' Aquin) ve Baruh Spinoza, Maimon'dan etki­ lenmiştir. 1 92

Yahudi düşünür Maimonides'in Ispanya'daki anıtı .. Giyim kuşamının te­ peden tırnağa Müslüman Arap biçeminde olduğu görülüyor.

Görüleceği üzere Sabit bin Kurra İ.S. 890'larda çoktan­ ncı yıldızataparlık dinini nasıl "Eski Yunan düşünürlerinin yazı­ larını biz çevirip Müslümanlara, Hıristiyan/ara sunduk " diye ilerici gösterip yüceltiyorsa, İsrail'de yazılan bu tarih kitabı da Yahu­ diliği hpkı öyle, "Sabiilerin, Nesturilerin Arapçaya çevirerek İslam Aydınlanması 'na neden oldukları eski Yunan yazmalarını, biz Yahu­ diler Avrupa dillerine çevirerek Avrupa 'daki Hıristiyanları karanlık­ tan kurtardık; Avrupa 'yı biz aydınlattık " diye savunmakta, 1 44

kişisoyunun ilerlemesine böylelikle bir katkıda bulunduklarını savlamaktadır. Peki ama Yahudiler bu işi hangi yıllarda yaptılar?

i.s. ı ooo yıllarında.

Peki Yahudilik hangi yıllarda doğdu? İ . Ö . 1250 yıllarında.

Yahudiliğin doğuşu ile kimi Yahudilerin kişisoyunun ilerlemesine çeviri yoluyla katkıda bulunmaları arasında 2250 yıllık -epey uzunca!- bir süre geçmiş. Peki niçin Yahudi dinine bağlı olanlar İ spanya'da eski Yunan düşünürlerinin Arapça yazılarını Avrupa dillerine çe­ virmeden önceki 2250 yıl boyunca kişisoyunu ilerletici herhan­ gi bir bilimsel başarı gösterememiş? Yahudiler niçin kendi aydınlanmalarını kendi din ki­ tapları Tevrat'a borçlu değiller de, İspanya'daki Müslümanlar­ dan öğrendikleri Eski Yunanistan ve Yakındoğu Bilgelerinin yazmalarına borçlular? Daha önce Nietzsche' den örnek verirken Eski Yunanis­ tan düşünürlerinin tüm bilimsel ve düşünsel varlıklarını eski Mısır, Hitit ve Fenike' den aldıklarını belirtmiştik. Demek ki Mısır' dan iki şey çıkmış oluyor: Biri Eski Yunanistan düşünce­ si, diğeri Yahudilik . . . Mısır' dan Musa önderliğinde Yahudilikle çıkan İ srailoğulları, eski Yunanlılar' ın Mısır'dan aldıkları bilim ve düşünceyi aradan 2250 yıl geçtikten sonra İ spanya' daki Müs­ lümanlardan öğrenip aydınlanıyorlar. Yahudiliğin ilerici olarak gösterilen yönü bu . . . Yahudilikle gericilik

Türkiye' de yönetimi din kurallarına dayandırmayı a­ maçlayan ve kimi dönemlerde koalisyon ortağı olarak ülkenin yönetimine k�t-ılan siyasal dinci İ slamcı partiler bulunduğu gi­ bi, İ srail' de de koalisyon hükümetlerine kahlan aşırı dinci bir parti var: ŞAS . . . 1 45

Nasıl Türkiye'deki siyasal dinci partiler katıldıklan ko­ alisyon hükümetlerinde koalisyonu bozma tehditleri savurarak ödünler kopartmışsa, İ srail' deki aşırı dinci ŞAS partisi de 1 999' da aynı yöntemi İ srail' de uygulayarak istediği ödünleri kopartma yöntemi uygulamıştı. İ srail' de Siyasi Bunalım: Dinci ŞAS Partisi'nden hükümetten ayrılma tehdidi... İ sra il' de koa lisyon hükümetinin ortağı aşırı d inci ŞAS Partisi, bü tçe konusundaki taleplerinin yerine getirilmemesi d u rumunda hükü metten ayrılma tehd idinde bulund u . ŞAS Partisi, Başbakan Barak' tan, dini okulların finansmanı konu ­ sundaki isteklerinin yerine getirilmesini istiyor. İ srail basını, ŞAS' ın, Suriye i le İ srail arasında başlatılan barış görüşmele­ rine destek verme karşılığında, özel dini oku l l ara ayrılan bü tçenin artınimasını istediği yoru munu yapıyor. İ srail rad­ yosunun haberine göre, sahip olduğu 1 7 sandalyeyle kritik pozisyonu bulunan ŞAS Partisi'nin lideri Eli Yishai; "Bu şe­

kilde koalisyona devam edemeyeceğimizi Barak'a bildirdik. Başba­ kan talep/erimize bugü n cevap vermeli" dedi . . .

Gerici Şas Partisi önderlerinden Eli Yishai

Bu hafta içinde 53 milyar dolarlık 2000 yılı bü tçesinin oyla­ nacağı İ srail parlamentosunda, hükümet, ŞAS' ın ayrılması duru munda gerekli olan 61 kişilik çoğunluğu kaybedecek. Bunun, Suriye ile yürütülen barış görüşmelerini zora soka­ cağı belirtiliyor. 193

1 46

2003' e gelindiğin de, İsrail'l i a şırı dinci Yahud iler bu ke; de seçimler i protesto edeceklerdi.

Yukarıdaki fotoğraf 28 Ocak 2003 günü Yeshivas Toral V'Yirah'ın başı Rabbi Avrohom Yaakov Epstein tarafından ör gütlenen birkaç yüz aşırı dinci Yahudi'nin seçimleri boyko gösterisinde çekildi . Aşırı d inci Yahudilerin taşıd ığı pankart larda şunlar yazılıydı: "Halka seçimlerde oy kullanma çağırısı ya pmı lar Tanrım ıza ve Tevratımıza karşı nefret kusmaktadırlar. " " İs rai Parlamen tosu haydut yuvasıdır; Tanrımıza ve Tevratımıza isyan edeı isyankar kafirlerin evidir. " "Her kim bu seçimlere katılırsa Tan rı ö 1 1 ii ııde hesap verecektir. " Evet, İ srail'de de irtica var. İ srail'de de kimi Yahudile k urulu yönetim biçiminin Tevrat'a aykırı olduğunu savunaral Tevrat'a upuygıt n bir yönetim kurmaya çalışıyorlar. Suudi Arabistan'da "Din Polis i " bulunduğu gibi, İ sra il' deki gericiler de kendi aralarında yasa dışı bir "Alıtak Devri yesi" (Ahlak Mangaları) kurmuşlar, birinin Tevrat' a aykırı dav ranışını gördüler mi basıyorlar sopayı . Olaylar basma d; yansıyor:

Aşırı D i n cilerin Mae Shearim mahal lesinden bir görüntü (Tobias Kaufm a n n )

İ srail'de köktendinci Yahudiler Dehşet Saçıyor! Yahu di köktendincilerin oluştu rduğu "Ahlak devriyesi" çe­ teleri, İ srail'de son günlerde laiklere ve başka dinden olan­ lara yönelik saldırılanyla dehşet saçıyor. İ srail'de Yahudi köktendincilerle laik İ srailliler arasındaki gerilim tırmanıyor. Son günlerde kendilerine Ahlak Devri­ yeleri adını veren köktendinci Yahudiler'in başka dinler­

den olanlara ve laiklere yönelik saldınlan, polisin Yahudi köktendincilere müdahele etmesi çağrıla rının a rtmasına ne­ den old u .

Maskeli köktendinci militanlar, geçen günlerde Kudüs'ün dincilerin yaşadığı Mea Şearim bölgesinde İ sviçre l i 3 H ı ris­ tiyan kadının otu rduğu apartmanı yakmaya kalkıştı. A­ partmanın çevresinde toplanan kadınlı, erkekli, çocuklu dinci kalabalık da eyleme alkış tuttu . 194 İ srail'de Yahudi yobazlar dinden döneni vuruyor Bir kaç gün sonra, başka bir Ahlak Devriyesi, köktendinci bir ailenin "dinden dönen" genç oğul l a rının yaşadığı eve saldın düzenledi. İbranice Haredim (Allahtan korkanlar) olarak bilinen köktendinci Yahudiler, Tevrat'ta belirtilen kurallara harfi

harfine uygun bir yaşam sürdürüyor. Köktendinci Yahudi­ ler, 19. yüzyıl Polanya'sından kalma giyisileriyle ayırt edi­ liyorlar.195

1 48

Mea Şearim mahal lesinde oturan aşırı d i nci Yahu d i l er, y a l nızca l a i k Yahu d i l ere s a l dırmakla k a l m ı yor, ken d i araların­

saldırılar suçlamasıyla k a l ab a l ı k görülü­

d a d a d in i n kurallarına uyup u y m a m a k konus u n d a d ü zenl iyor l a r .

d i nciaşlarının

Aşağı d a d i n kura l l a rını gevşettiği evini ateşe veren

aşırı

d i nci

yor. ı 96

Yahudi yobazlar örtünmeyen kadınlara saldınyor

Yahudi köktendincilerinde erkekler uzun siyah ceketler gi­ yip şapka takarken, uzun etekli kadınlar, evlendiklerinde başlarına eşarp takıyor. Hacakları ve kolları açıkta bırakan giyisilerle bu bölgeye giren laik kadınlara geçmişte ufak te­ fek saldırılar olmuştu. Ancak geçen haftalarda saldırıların

1 49

boyutlannın artması ve köktendindierin saldırganlara açık­ ça destek vermesi İ srail'deki laik çoğunluğu şaşkına çevir­ di. Saldırılara geniş yer veren İsrail basını, olaylara "pogrom" adını veriyor. "Pogrom" sözcüğü aslında 19. yüzyılda Doğu Avrupa'daki Yahudilere yönelik saldırılar için kullanılıyor. İsrail parlamentosunun bir komitesinin saldırıları kınaması­ nın ardından, polisin gerçekleştirdiği operasyonlarda, çok sayıda kişi gözaltına alındı. Ancak köktendinci topluluğun liderleri, sıkı dinsel kuralları çiğneyerek kendilerini kışkı rt­ tığını ileri sürdükleri laiklere karşı saldırıları şiddetle sa­ vunmaktan rahatsızlık duymuyor. Topluluk adına sık sık basma demeç veren Yehuda Meşi­ Zahav, "Bizim toplumumuzda, toplıılıığıı n kıırallarmı çiğneyen­ /erin is tenmediğini açıkça gösterecek kişiler var. " diyor. 1 97

Kudüste aşırı dincilerin bölgesi Mea Şea rim in girişin­ de çekilen bu görüntüde, duvarın üzerinde bulunan yazıya gö­ re, kadınlar ahlaka uygun giyinmeye mecburdur. Ahlak Man'

gaları, ahlaka aykırı giyinen kadınlara saldıracaklarını mahal­ lenin girişine astıkları bu yazıyla açık açık ilan ediyorlar. 1 9s İ srail'de Yahudi köktendinciler başka diniere düşman Meşi-Zahav, özellikle de üç yıldan fazla bir süredir Mea Şearim'de oturan ve Musevileri Hırıstiyanlığı seçmeye ikna etmeye çalıştıkları söylenen 3 Hıristiyan kadına yönelik sal­ dırıyı savunuyor. Meşi-Zahav, "Dinci bir bölgede yaşıyorsanız

ve rulı avına çıkmışsanız, cezalandırılmayı lıak edersiniz. Parayla yeni bir ev alabilirsin iz ama ruhları satın alamazsınız " diyor. Yahudi mürteciler, kanlarını dövüyor Yazar Naomi Ragen, mafya usülü çalıştıklarını söylediği ah­ lak devriyelerinin çok tehlikeli olduğunu ifade ediyor. Ragen: "Kuşku altındaki kadın" kitabında da uyanlara karşın kocasının dayaklanndan kaçan bir kadına kapıları­

nı açan köktendinci bir kadının Ahlak Mangaları'nca nasıl dövüldüğünü anlatıyor.

ısrail'li Yazar Naomi Ragen (solda) ve ısrail'de kadın haklarına ilişkin ki­ tabı ''The Women's Minyan" (saijda)

Solcu Meretz Partisi'nden Yossi Sarid, yasadışı Ahlak Man­ galan'y l a savaşta yalnızca polise değil, hahamlara da iş düş­ tüğünü belirtmişti. Ancak Ragen, baharnların bile Ahlak Devriyeleri'nden korktuğu görüşünde. 1 99

151

Kudüs'te Yahudi yobazları n bölgesi Mae Sheari m 'de yaşaya n Haredi kad ı n l a �

00

Aşırı dinci Yahudilerde Haremlik-Selamlık

Laikterin gösterisinde sözcü ler, yaşana nların k ü l tü rel b i r ç a­

dinciler de haremlik se­ lamlık bir şekilde sloganlar atıp dualar okudular. Pol isin

t ı şm a hal ine ge ldiği ni söyle rken,

eylemcileri güvenli k çembe rine aldığı gösteri l e r olaysız b i t­ ti .ıoı

Kudüs'te aşırı dinci Yahudilerin bölgesi Mea Şearim'de sokağa asılan bir pankart. üzerinde şunlar yazıl ı : "Kadınlar tesetıürsüz geçemez." "Kadınlar sağ kald ırımdan, erkekler sol kaldırımdan ..ıoı .

Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi, İ srail'deki aşırı d inciler İ de srail devletinin uygulamalarını dine aykırı bularak yöneti­ me karşı büyük çaplı gösteriler düzenliyorlar ve bunlar da ba­ sma yansıyor: Mürted Yahudiler'in sloganı: "Din elden gidiyor!" Ku d ü s ' te 200 000

yürüdü. SO 000 İ sra i l ' de

lik

fanatik Yahudi, "din elden gidiyor" diye

laik de aynı anda s o k a k l a ra dökü l d ü .

koyu dinci Yahudilerle laikler arasındaki gergin­

tırmanıyor. Ku d ü s' te dün yaklaşık

200 000 a ş ı rı d i n c i İ s­

dine aykırı buldukları bazı Ana­ yasa Mahkemesi kararlarını protesto etti . Y a k l a ş ı k 50000 l a i k İ sra i l l inin de "ülkeyi İ ran'a çevirmek istiyorlar" d i ye­ railli b i r gösteri yapara k

rek ken tin aynı bölgesinde ve aynı saa tlerde bir ka rşı gösteri d ü zenlemesi ü zerine güven l i k gü çleri a l arma geçt i . 203

!srail'de "din elden gidiyor" diye sokaklara dökülen siyasal dinci Yahudilerin yürüyüşü

Her Cuma gecesi Kudüs'te Yahudiler arasında alışıl­ dık bir savaş yaşanıyor. Yobaz Yahudiler Şabat tatili kuralını çiğneyen Yahudilere taşlar ve şişeler fırlatıyor; İ srail atlı polisi de olay yerine koşup saldırganları önlemeye çalışıyor. Aşağı­ daki fotoğraflarda görülen Kudüs'ün Bar İ lan çevresinde patlak veren bir Dinci-Dinsiz çatışmasıncı polis müdahele ediyor, aşırı dinci Yahudiler polise karşı koyuyor.204

Aşırı dinci Yahudiler, oto p si ya p ılmasına karşi Aşağı d a k i fo toğra f İ sra i l ' d e, Bar İ l a n c a d d e s i n d e, ö l d ü ­ rü l e n bir k a d ın a o topsi y a p ı l m a s ı n a karşı d ü zen l enen p rotesto gösterisin de

1 54

çekil d i .

Kudüs'te ve Tel-Aviv'de yüzlerce yobaz Yahudi topla­ narak 89 yaşında ölen bir kadına otopsi yapılmasına karşı çıktı­ lar. 89 yaşındaki Frida Weisel adlı kadın Kiryat Ata'da gövde­ sinde vuruk izleriyle öldürülmüş olarak bulundu. Kadının aile­ si otopsi yapılmasını istedi. Yobaz Yahudilerse bunun Yahudi din kurallarına aykırı olduğunu söyleyerek ayaklandılar ve Kudüs'teki Bar İ lan caddesini ulaşıma kapattılar. Caddeden geçen taşıtlara taşlar fırlatan yobaz Yahudiler çöp arabalarını devirip ateşe verdiler. Gösteriler polis gelip 9 göstericiyi tu tuklayana dek sürdü. ıos Aşın dinci Yahudiler askerlik yapmak istemiyor Anayasa Mahkemesi'nin geçen hafta içinde aldığı ve şimdi­ ye kadar askerlikten muaf tutulan aşın dincilerin de silah altına alınmasına olanak tanıyan kararı, dinci çevrelerde büyük tepkiyle karşı lanmıştı . Çok sayıda koyu dinci örgüt, kararın protesto edilmesi için dev bir gösteri çağrısı yapmış­ tı.

Aşırı dinci Yahudiler Madeni Nikaha karşı Göstericiler, askerliğe ilişkin yeni düzenlemenin yanı s ı r a , yine Anayasa Mahkemesinin evlilik ve cenazeler g i b i top­

lumsal hayatın çeşitli alanlarındaki uygulamalara ilişkin kararları da protesto ettiler. Göstericiler bu kararların "dini kurallara ters düştüğünü" öne sürüyor. Aşırı dinci Yahudiler Şeriat istiyor Anayasa Mahkemesi'nin karar verirken dini hukuk kural­ larını hiçe saydığım öne süren aşırı dincilere karşı laikler ise, bu kararları savunuyor. Laiklerin dünkü gösterisi de mahkeme kararlarına destek niteliği taşıyordu .

İ srail'de aşırı dinci Yahudilerin toplam nüfus içindeki oranı; yüzde 10 İsrail'in yüzde lO'unu oluşturan fanatik yahudilerin son zamanlarda seslerini yükseltmesi, ü lke içinde huzursuzluk doğurdu. Maariv gazetesinin araştırmasına göre, halkın ezi-

1 55

ci çoğunluğu dincilerin İ srail Parlamentosu Knesset'te nü­ fus içindeki payianna oranla daha fazla güç sahibi olduk­ larını düşünüyor.

İ srail' de Aşırı dinci Yahudiler gösterilere otobüslerle taşınıyor Dünkü gösteri ler son ana

kadar engel lenıneye çalışıldı an­

cak ge rçekleşeceği kesinleşince, oku l l a r sabahın e rken s a a t­ lerinde kapatıldı, Kudüs' teki tüm ana cad deler de trafiğe kapa tı l ı rken, gösteriler sırasında tansiyonu n oldukça yü ksek olduğu gözlen d i . 1000

otobüsle kente gelen koyu dinci gös­ haremlik selamlık olarak ayrıldığını ve kadın­ larla erkeklerin ayrı gruplar halinde yürüdüğü bildirildi. tericilerin

Yaşlı bir koyu dinci Yahudi, hazırlanan pankartların başlamasını bekliyor. Geleneksel önünde siyah kıyafet ve şapkaları, uzun sa­ kallan ile tanınan aşın dinci Yahudiler, günlerini ibadetle geçirip devletten aldıklan yardımla yaşıyor. Laik kesimse, Museviliğin

çeliştiğine hayatla - modem inandıkları şartlarını uygulama yoluna gidiyor. Bu iki grup arasında kalan çoğunluk ise, Museviliğin gerek­ lerini yerine getirmesine karşın, modem bir hayat sü­ rüyor. (Associety Press) ıo& Görüleceği üzere, İ srail' de Türkiye' deki İ slamcılığa çok benzeyen bir aşırı dinci Yahudilik vardır. Ve bu Yahudiler de İ srail devletini dinden çıkmış laik bir devlet diye niteleyerek kendi devletlerine karşı bir din savaşı vermektedirler. Dindar Musevilerin İ srail devletini ve siyonizmi niçin dinden çıkmış olarak damgaladığını, Siyon-Tiirk Zelda kitabıının dördüncü bö­ lümünde ayrıntılarıyla gösterdim. Musevi inanana göre önce mesih gelecek, sonra İ srail devleti gelen bu mesih tarafından kurulacaktır. Oysa bunun tersi olmuştur. İsrail devleti Musevi inancındaki mesih gelmeden önce kurulmuştur. Siyonistler, mesihin gelmesini beklemeden İsrail devletini kurdukları için,

Museviliğin kur allarını çiğnemiş, dolayısıyla di n den çıkmış sa ­ yılmaktadı r. Bu yüzden aşırı dinci Yahudile r Si yo nizm'e düş ­ mandır.

Üstteki fotoğrafta Siyonizm'e karşı ellerinde Irak bay ­ rakları saliayarak gösteri yapan İ srail'li aşırı dinci Yahudiler üzerinde "Jews are Jorbidden to have tlıeir owıı s tate beJare the coming of messiah " Türkçesi : " Yahudilerin Mesih gelmeden önce kendi devletlerin i kurması (Yalı udiliğin dinsel kuralları gereği) yasak­ lmı m ı ş tı r " yazılı yaftalar taşıyordu.

Aşırı dinci Yahudiler, gösterilerinde Siyonist oldu1ju gerekçesiyle lsrail bayrağını dahi yakmaktadırtar.

1 57

Buna karşılık İ srail' de güvenlik güçleri kimi kez aşırı dinci Yahudilerin Sinanoglarını basarak onlara saldırmaktadır.

Aşırı dinoi , 26 N isan 2005 günü iyon izm'e karşı bir gösteriden sonra toplandıkları sinagogta lsra i l polisinin sald ı r ı s ı n a uğra d ı .

Çoğu a ş ı r ı d inci Yahudi, İ sra i l devleti Siyonİst o l d u ğu i çin çocu k l arını devlet okuHanna göndermeyip evleri n d e ken d i leri eğitirler.

Çocuğunu Siyonist devlet okullarına göndermeyen bir aşırı d i nci Yahud i , onu evde kendisi eğitiyor.

158

İ srail'deki aşırı dinci Yahudiler, İ srail devletinin düşman saydığı Yaser Arafat'ı ve FKÖ'yü başlarının üstünde taşıdıkları gibi, Filistin'in ayrı devlet olmasına her zaman destek vermiş­ lerdir.

Arafat' ı n ateşli destekleyicisi A ş ı r ı dinci Yahudiler. israil caddeleri nde Filisti n ' i n ayrı devlet kurmas ı n ı savu nan gösteri ler yapıyorlar.

Yaser Arafat'ın ölümünde, aşırı d inci İ srail'li Yahudiler yas tutmuş, cenaze törenine topluca katılmış ve tabutu başında saygı duruşunda bulunmuşlardı.

Aşırı dinci Yahudiler, sağ l ı ğ ı nda destekledikleri Arafa t' ı n tabutu baş ında.

1 59

İ srail'li aşırı dinci Yahudiler, İsrail devletinin düşman ilan etti­ ği her kişi ve kurumla dostluk kurdukları gibi, Humeyni'yi de desteklemişlerdir.

İran'ın yeni Cumhurbaşkanı Ahmedinejat, Siyonizm'e karşı ateşli söylevler çektikten sonra İ srail'li aşırı dinci Yahudi­ ler tarafından alkışlanmış, dahası bu Yahudiler, Siyonizm'e karşı İran ile omuz om uza olduklarını tüm dünyaya göstermek için 6 Mart 2006 günü İ ran' a resmi bir ziyaret gerçekleştirmiş­ lerdir.

Aşırı dinci Yahudiler, 6 Mart 2006 günü Iran yetkilileriyle.

1 60

İran'ın resmi haber aj ansı Fars News Agency, İsrai l ' l i a şı ­ rı dinci Yahud i lerin İran'a destek olmak ve İran ' ı n anti-Yahud i ve Anti-Semi tik olduğu yönünde yapılan y ay ı n l a r ı n yalan ol­ duğunu bütün dünyaya göstermek amacıyla 6 Mart 2006' d a İ­ ran'a geldiklerini duyurmuştur. İsrail' deki aşırı d inci Yahudi örgütlerinin İsrail devleti­

ne karşı tutuml arını gözler önüne seren bu görüntüler, İ rti canın yalnızca Türkiye'ye ve Müslümanlığa özgü bir sorun olmadı­ ğını, İsrail'de ve Yahudilikte de oldukça büyük boyu tl arda bir İ rtica sorununun bulunduğunu ortaya koymaktadır. Öyle ki, İsrail' deki aşın dinciler yeryüzünde İsrail devletini yıkmayı

a m açlayan tüm kişi, kurum, kuruluş ve devletlerle açık açık dayanışma içerisindedir. Bu aşırı dinci Yahudiler, dinlerinin "Mesih gelmeden önce devlet kurmf:!yacaksın " buyruğunu kendile­

rine dayanak yaparak m esi h gelmeden önce kurulduğu baha­ nesiyle İsrail devletini yıkmak üzere İsrail'in tüm düşmanlany­ la işbirliği yaparken, yine kendi dinlerinin bir buyruğu olan "Hangi devletin sınırları içerisinde yaşıyorsan, o devletin yasaları na uyacaksın, hatta zorunlu kalırsan, pu tperes t olmaması koşuluyla o ü l­ kenin dinini dahi benimseyebilirsin " kuralını nedense uslannın

161

ucuna dahi getirmiyorlar. Kendi dinlerinin bu kuralı uyarınca nasıl Müslüman ülkede yaşarken başkaldırmamaları gereki­ yorsa, nasıl Hıristiyan bir ülkede yaşarken başkaldırmamaları gerekiyorsa, İsrail devletinde yaşarken de başkaldırmamaları gerekiyordu. Bütün bunlardan sonra soralım: Yahudilik ilerici bir din midir, gerici bir din midir? Bu sorunun yanıtını okuyucuya bırakıp, yukarıda ak­ tardığımız olaylara bakarsak, aşırı dinci, gerici, yobaz, mürted Yahudilerin, Türkiye'deki, İran'daki, Arabistan'daki, Ceza­ yir' deki, Afganistan' daki gerici yobazlardan ve yobaz Hıristi­ yanlardan bir ayrımlarının bulunmadığını; tersine, Müslüman­ ların ve Hıristiyanların yobazları ile Yahudilerin yobazları ara­ sında ayrıntılara varana dek çok büyük benzerlikler bulundu­ ğunu görürüz. Buradan şu sonuca varabiliriz: İrtica'nın Müs­ lüman'ı, Yahudi'si Hıristiyan'ı yoktur; tüm dinlerde irtica ve mürtedler vardır; İrtica ve mürtedler tüm dinlerin ortak soru­ nudur. Dahası, tüm dinlerin gericilerinin bulunduklan ülke­ nin devletini yıkmak üzere tek bir odaktan yönetildiklerini düşündürecek belirtiler vardır. Bunu Müslümanlıkta, Yahudi­ likte görd üğümüz gibi Hıristiyanlık'ta da görebiliriz.

BEŞİNCi BÖLÜM

H 1 RiSTiYAN Ll KTA

i LERiCi Li K ve GERiCi Li K

Machiavelli (1469· · 1527): Hıristiyanlık uyu�1turucu

Ünlü düşünür Machiavelli, Hıristiyanlığa ateş püsküre­ rck; "Hıristiyanlık kişileri pısırıklaş tırıyor, alıklaştırıyor; yazgıcı, bir lokma bir lnrkacı yapıyor; bu nedenle Osmanlılardan tokat üstüne to­ ka t yiyoruz " diyordu : ço k , kendilerini iç dünyaları­ Dinimiz, en yüce gö n ü l l ü l ü kte, sa d e l i k te , i ns a n s al ş e yl e rin

D i n i m i z, eylem ada m l a rı n d a n

n a adamış alçak gönü l l ü k i ş i l e ri y ü celtir. m u tluluğu alçak

küçüm senmesinde görü r. tam

te rs i n e,

korkunç

Öteki (Eski Rom al ı l a rı n d i n i ) ise güçte, i nsan la r ı

ruhu n y ü ce l i ğ i n de, fiziksel

hale getiren tüm öze l l i klerde g ö r ü r . Bizim d i n i m i z

e ğ e r h e rh angi

bir ruh g ü c ü istiyorsa, bu eylem gücünd en çok felaketiere karşı dayanınayı sağlayan (tevekkül, sabır) gü c ü dür Dolayısıyla bu ilkeler bence halklan daha zayıf hale getirmekte, onlan çok kolay bir şekilde kötülerin kurbanı olmaya hazırlamaktadır. Kötüler, cennete gidebil­ mek için, dayak atmaktan çok dayak yemeye hazır olan in­ sanlara korkusuzca zulmedebileceklerini gördüler. Ama e­ ğer bu dünya kadınsı ise, eğer gökyüzü savaştan caymış gö­ rünüyorsa, bundan yalnız dinimizi erdeme (virtu) göre de­ ğil tembelliğe göre yorumlayaniann alçaklığını suçlaya­ lım.ı07 .

1 1:: "1

N i ceola Machiavelli

Machiavelli'nin 1510'larda Hıristiyan Avrupa'nın Müs­ lüman Osmanlı karşısında gerilediği bir dönemde Hıristiyanlı­ ğa yönelttiği bu eleştiri, ondan üç yüz yıl sonra Friedrich Nietzsche'de yeniden karşımıza çıkacaktır. 208 Denebilir ki Nietzsche'nin Hıristiyanlığa karşı "benden önce hiç kimse bunu yapmamıştı " diye yönelttiği tüm eleştiriler, gerçekte onun Makyavelli'den devşirdiği görüşlerdir. İlginç olan şu ki, Türki­ ye' de çoğu aydınımız Makyavelli'nin ve Nietzsche'nin Hıristi­ yanlığı eleştirmekte kullandıkları tüm sözleri Müslümanlık için kullanmaktadır. Bunlardan biri olan İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, 1910'larda Müslümanlara camilerde şöyle sesleniyordu: Biz müslümanlar, ben öyle görüyorum, Allah ile pek lauba­ liyiz! Zannediyoruz ki, Cenab-ı Hak oturduğumuz yerden isteyivermekle hahnmız için ilahi kanunlannı değiştirir. Za-

vallı bizler. Sana emeksizce yaşamak, çalışmaksızın amaana erişmek hakkını, böyle bir ümidi kim veriyor? Müslümanlık galiba. Belki. Öyle ya, Müslümanlar Allah'ın sevgili kulları­ dır. Hani, Müslümanlık bir uhuvvet (kardeşlik) husule geti­ recekti? Nerede? Bugün Müslümanlar kadar müteferrik (dağınık), müteşettit (katılaşmış) bir millet var mı? Her ta­ rafta Müslümanlık cehalet, Müslümanlar ise sefalet içinde mahvalup gidiyor . . . Müslümanlık bize dünya için bir hayat­ ı tayyibe (temiz ve yüksek bir yaşam düzeyi) va'd ediyordu. Niye vermedi? İ şte hep bizim cehaletimiz yüzünden. Müs­ lümanların hepsi cahil; Arab'ı cahil, Türk'ü cahil, Kürd'ü ca­ hil, Amavud'u cahil, hepsi cahil. . Hepimiz igvaata (kışkırt­ maya) kapılıyoruz. Hani, mürninler kardeş idi? O halde ne­ dir Müslümaniann bu hali? 350 milyon mu, 400 milyon mu, cihanda bu kadar Müslüman var; şarkta var, garpta var, şi­ malde var, cenupta var; hepsi hirman içinde yaşıyorlar. Biz diyoruz ki; "Müslümanız o halde Allah bize tevfik (üs tün-lük, başarı) vermelidir ". Demek sen Müslümanlığınla Allah'ı min­ net altında bırakmak istiyorsun! Ne kadar cüret. Ne kadar hamakat (ahmaklık). Doğrusu, dünya dünya olalı, gafletin cehaletin, körlüğün, sağırlığın bu mertebesi ne görülmüş ne işitilmiştir. Doğrusu, cehlin bu derecesi de mutlaka tahsil ile elde edilmek lazım gelecek. Ah, biz alık Müslümanlar. Nasıl olmuş da bu kadar azim bir kitlenin umumu birden kötü­ rümler gibi, hisden, hareketten mahrum kalmış? "Kanaat ''i, "tevekkül "ü, "sabır "ı, hepsini yanlış anladık. "Sa­ bır" nedir? .. Bize göre "sabır ", suret-i mutlakada "kat/anmak" demektir. Neye katlanmak? Her şeye. Daha doğrusu katla­ nılmayacak şeylere. Mesela zelil (aşağılık) olmaya, hakaret görmeye, döğülmeye, söğülmeye; özetle insanlık onurumu­ zu lekeleyecek musibetlerin hepsine. Aman yarabbi! Kur'an ne söylüyor, biz ne anlıyoruz. "Sabır " katlanmak değil, gö­ ğüs germektir. Neye göğüs germek? Sonunda katlanılmaya­ cak acılara katlanmak ıztırabına mahkum olmamak için, ön­ ceden her türlü şedaide (zorbalıklara), her türlü mezahime (sıkıntılara), mertcesine, insancasına göğüs germek. Hele "tevekkül " hiç bizim anladığımız mahiyette mi? "Tevekkül ", Kur'an'ın gösterdiği, Hadis'in gösterdiği "tevekkül ", bütün esbaba sanldıktan (tüm yollan denedikten) sonra olan te-

1 65

vekküldür. Biz cehaletimiz (bilisizliğimiz) yüzünden dini bu hale getirdik. Din de bizi bu hale getirdi. İslam dini bir mis­ kinlik (uyuşukluk) dini oldu .209

Mehmet Akif Ersoy (1 873-1 936)

Makyavelli'nin Hıristiyanlara yönelik eleştirisi ile Mehmet Akif Ersoy'un Müslümanlara yönelik eleştirisi karşı­ laştırmalı olarak irdelenirse, aralarındaki büyük benzerlik he­ men görülecektir. Gelgelelim Makyavelli'nin, Hıristiyanlığın kişileri pısırıklaştırıcı, dünya işlerinden alıkoyucu bir din olduğu savı, yaşanan olgulada bağdaşmıyor. Gerek Haçlı Seferleri'ne katılan Hıristiyanların giriştiği kanlı kıyımlada at başı giden yağma ve soygunculukları, gerekse Hıristiyanlığın yığınları ile­ rici, devrimci ya da gerici ayaklanmalara sürüklemekte kullanı­ labildiğini örnekleyen olaylar, bu görüşü çürütmektedir. İkibin yıllık bir geçmişi bulunan Hıristiyanlığın yığınları kimi kez ile­ rici kimi kez gerici toplumsal eylemlerde sokmakta bir araç ola­ rak nasıl kullanıldığını örneklerle görelim. Hıristiyanlıkta ilericilik

Marx'ın Fransa 'da Sınıf Savaşımları:1848-1 850 kitabında yer alan 6 Mart 1895 günlü "Giriş" yazısında Engels, Hıristi­ yanlığın başlangıçta -tıpkı Marxçılık gibi- ilerici, devrimci bir

1 66

akım olarak doğduğunu, bir devlet dinine dönüştükten sonra tutuculaştığını, gericileştiğini savunarak, şöyle demektedir: Engels'e göre Hıristiyanlık: Başlangıçta ilerici, devrimci Bundan (1895'ten) hemen hemen 1 600 yıl önce Roma İmpa­ ratorluğu'nda tehlikeli bir devrimci parti (Hıristiyanlık) or­ talığı kasıp kavuruyordu . Bu parti (Hıristiyanlık), dinin (Roma dininin) ve devletin (Roma devletinin) bütün temel­ lerini oyuyordu. İmparatorun iradesinin en yüce yasa oldu­ ğunu açıkça reddediyordu. Vatansızdı, entemasyonaldi, Galya' dan Asya'ya dek bütün imparatorluk yüzeyinde yayı­ lıyor, imparatorluğun sınırlarından ötelere taşıyordu . Bu parti (Hıristiyanlık), uzun zaman yeraltında baltalama ey­ leminde bulunmuştu . Ama uzunca bir süreden beri gün ışı­ ğına çıkacak kadar güçlü olduğuna inanıyordu. Hıristiyan adı altında tanınan bu devrimci parti orduda da güçlü bir biçimde temsil ediliyordu. Koskoca lejyonlar Hıristiyandı. Putatapıcı ulusal Roma dininin resmi törenlerine katılmaları emredildiğinde, devrimci (Hıristiyan) askerler küstahlıkla­ rını, zırhlı başlıklarına protesto ettiklerini belirten özel işa­ retler -haçlar- takmaya kadar vardırıyorlardı. Üstlerinin kış­ lalarda adet halini alan hır çıkarmaları da bir işe yaramıyordu. Ordusunda düzenin, emre uymanın ve disip­ linin nasıl baltalandığını gören Roma imparatoru Diocletian artık daha fazla kendini tutamadı. Enerjik bir biçimde işe el koydu . Çünkü henüz zaman vardı. Sosyalistlere yani Hıris­ tiyanlara karşı bir yasa çıkardı. Devrimcilerin (Hıristiyan­ ların) toplantıları yasaklandı. Lokalleri kapatıldı ya da yı­ kıldı, Hıristiyan işaretleri, haç, vb., Sakson ya' dan kırmızı mendillerin yasaklandığı gibi yasaklandı. Hıristiyanlar dev­

let görevlerinde çalışamaz oldular, askerlikte onbaşı olma hakları bile yoktu. O dönemde, Bay Von Köller' in devrime karşı yasa taslağının varsaydığı biçimde "bireyin saygısını" uyandıran bugünkü kadar iyi eğitilmiş yargıçlar olmadığına göre, Hıristiyanların mahkemelerde adalet arama hakları düpedüz yasaklanmıştı. Hıristiyanları ayrı tutan bu özel ya­ sa da, etkisiz kaldı. Hıristiyanlar, yazılı yasayı, duvarlardan alay ederek söküp attılar.

1 67

f

l

.

,

"

"

, ,., � ",jj . '

. .�

284 - 305 yılları arasında Roma Imparatoru olan Diocletian 24 Şubat 303'te çıkardığı yasayla Hıristiyanlığı yasakladı

Dahası var, söylendiğine göre, İznik'te (Nicomendie) Hıris­ tiyanlar, imparatorun oturduğu sarayı ateşe verdiler. Bunun üzerine imparator, MS. 303 yılında Hıristiyanlara karşı bü­ yük kıyımla öç aldı. Bu, bu cins kıyımların sonuncusu idi. Ve o kadar "etkili" (!) oldu ki, on yedi yıl sonra ordunun büyük çoğunluğu Hıristiyanlardan oluşuyordu!.. Ve Diocletien' den sonra gelen papazların Büyük adını taktıklan Roma İmparatorluğu'nun yeni hükümdan Konstantin, Hı­ ristiyanlığı devlet dini ilan ediyordu!.. ı ı o

Engels, bu yazısında Hıristiyanlığın Roma İmparator­ luğu'nda nasıl devrimci, dahası sosyalist bir tavırla ortaya çıktı­ ğını ve yönetimi nasıl ele geçirdiğini anlatırken, gerçek amaa, o günkü Marxçılara, sosyalist devrimcilere, devletin nasıl ele geçirileceği konusunda bir ders vermekti. Demek istiyordu ki; Hıristiyanlar 1600 yıl önce nasıl onca baskılar altında gizlice ça­ lışıp çabalayarak süreç içerisinde yönetimi ellerine geçirmeyi başardılarsa, Markçı sosyalist devrimciler de Hıristiyanların bu

1 68

yöntemlerini uygulayarak ortaklaşa toplumcu (sosyalist) dev­ rimi başarabilir, yönetimi ellerine geçirebilirler. Engels'in Hıristiyanlığın doğuşu ve yönetimi eline geçi­ rişine ilişkin bu sözlerini, dinsel gericiliğe karşı savaşan kesim­ ler de ilgiyle okuyup çözümlemelidirler. Yukarıdaki alıntı bir kez daha ve Türkiye' deki irtica örgütlerinin çalışmalarıyla kar­ şılaştırılarak okunursa; Türkiye'deki İrtica örgütlerinin tıpkı Hıristiyanların Roma İ mparatorluğu'nu ele geçirdiği yöntem­ lerle çalıştıkları görülecek ve Türkiye' deki irticayı Roma İmpara­ torluğu 'nun Hıristiyan/ara karşı uyguladığı önlemlerle yok etmenin olanaklı olmadığı anlaşılacaktır. Engels'in aniatısını bir daha o­ kursak, o günün Hıristiyanlarının bir kez orduya sızdıktan sonra ülkenin yönetimini kolayca ellerine geçirdiklerini görürüz. Engels' e göre Papaz Münzer ilerici, devrimci

Engels, Hıristiyanlığın başlangıçta ilerici, dahası devrim­ ci bir akım olarak ortaya çıktığını söylediği bu yazısından baş­ ka, Almanya 'da Köylü Savaşı kitabında da Hıristiyanlığın ilerici, devrimci bir işlev gördüğünü belirterek şöyle der: Rahipler sınıfının halkçı hizibi, köy ve şehir papazlarından oluşmuştu . Bunlar Kilisenin derebeylik hiyerarşisi dışında kalmışlardı ve kilisenin zenginliklerine hiç bir şekilde iştirak etmiyorlardı . . . Bu papazlara hiç iyi ücret verilmiyordu . ( . . . ) Çoğu zaman da, arpalıklan pek az bir şeydi . . . Milletin sö­ mürülen en büyük kitlesi köylülerdi.( . . . ) Bununla beraber köylüler, kendilerini ezen boyunduruk altında dişlerini gı­ cırdattıkları halde, bunların ayaklanmaları çok güçtü . ( . . . ) Sınıf mücadelelerinin o devirde dini bir nitelik kazanma­

sı, türlü sınıfiara ait menfaatlerin, ihtiyaçlann, davalann ve İstekierin din perdesi altına gizlenmesi, işin asıl yüzü­ nü hiç bir suretle değiştirmez.( . . . ) Derebeyliğe karşı girişi­ len devrimci muhalefet, . şartlara göre kah mistik şekilde, kah açıkça mezhep muhalefeti şeklinde, kah silahlı isyan şeklinde kendini gösterdi. XVI. yüzyılda Reformistlerin mis­ tikliğe ne kadar bağlı oldukları bilinmektedir. (Köylü ayak­ lanmasının önderi) Papaz Thomas Münzer de mistikliğe çok şey borçludur.( . . . )

1 69

10 !1lA., , ._;.....vıı. & �

.lli

.,.. Dılı\JMU L� .

Papaz Thomas Münzer'in ( 1 489- 1 525) 1 8. yüzyılda

C . Van Sichem tarafı ndan yap ı lan varsayımsal portresi

O, ilk Hıristiyanlıktaki eşitlik şartlarının yeniden kurul­

ması ve bu şartiann medeni (sivil) toplum için kural ola­ rak kabul edilmesini istiyordu . . . İ lk Hıristiyan doktrinin­ den zorunlu olarak doğmuş olarak savunuyordu köylü da­ vasını. ( ... ) İlk Hıristiyanlığın " İ sa yine yeryüzüne dönüp bin yıl saltanat sürecektir" hülyaları çok elverişli bir hare­ ket noktası teşkil ediyordu. ( . . . ) Asilerin Münzer idaresindeki en azimli hizibi, Thüringen'de karargahını kurdu . ( . . . ) Papaz Münzer, halkı şöyle mücadeleye çağırıyordu:

- İsa, "ben size barış değil kılıç getirmeye geldim, " demedi mi? Pe­ ki ama siz bu kılıçla ne gibi bir iş göreceksiniz ? Tanrı 'nın iyi kul­ ları olmak is tiyorsanız, bu kılıcı İncil 'in yolunu kapayan kafirleri ortadan kaldırıp yok etmek işinde kullanacaksınız. İsa, büyük bir ihtişamla şu emri vermiştir (İncil, Luka, 1 9, 2 7): "Düşmanlarımı yakalayın, hepsini benim gözümün önünde öldürün ! ... " Bunu

1 70

yapmadıkça Hıristiyan kilisesini tekrar eski kaynağına götürmek m ü mkün değildir. Hasat zamanında Tanrı bağlarında biten zarar­ lı otları ya/malıdır! . . (. . . )

Almanya'da Thomas

Köyl ü

Savaşları ' n ı

Mü nzer önderliğinde

anlata n

gravürler

ayaklan ıyor.

(The

Köyl ü ler

Papaz

Peasanı War in

Garmany)

Münzer'in

siyasi

programı

komünizme

yaklaşmıştı.

Münzer'e göre 'Tann Krallığı' öyle bir toplumdu ki, bun­ da artık hiç bir sınıf farkı olmayacak, hiç bir özel mülkiyet bulunmayacak, toplumun üyelerine karşı gelecek hiç bir yabancı devlet yaşamayacaktı. Resmi makamlar devrime boyun eğmedikleri takdirde ortadan kaldınlacak; çalışma­ lar ortak yapılacak, mallar ortak olacak, ve tam bir eşitlik hüküm sürecekti. Bu program ı uygulamak için yalnız Al­

manya ' da değil, bütün Hıristiyanlık aleminde bir b irlik kurulacaktı . ( . . . )Münzer hemen bu birliği teşkilatiandırma i­ şine girişti . Vaazları daha keskin devrimci bir nitelik kazan­ d ı ...

O

günkü zulmü en canlı renklerle tasvir ediyor, ve bu­

nu bin yıl sü recek olan krallı ktaki sosyal ve cumhuriyetçi e­ şitliğin hayali tablosu ile karşılaştı rıyordu. Birbiri ardından devri mci hicviyeler yayınlıyor, her tarafa elçiler yoll uyordu.

( . . . ) Dini birliğin

gü ttü ğü hedef şuydu : Derebeylik hakimi­

ye tini orta dan kaldırmak, bütün şatoları ve manastıdan ya­ kıp yıkmak, İmparatordan başka bütün senyörlerin (büyük toprak ağalarının) kökünü kazımak. ( . . . )On iki maddede is­ tedikleri şeyler şunlardı: Cemaatler kendi rahiplerini kendi-

171

leri seçmek ve azietmek hakkına sahip olmalı; küçük aşar (vergisi) kalkmalı; ve rahiplere maaş verileceğine göre, bü­ yük aşar (vergisi) kamu yararı ile ilgili amaçlar için kulla­ nılmalı; toprak köleliği, avlanma, balık avı ve senyörün (bü­ yük toprak sahibi ağanın) toprak kölesinin · malına konma hakkı kaldınlmalı; angaryalar, aşın vergi ve mükelleflikler azaltılmalı; cemaatlerin ve kişilerin ellerinden alınan orman­ lar, otlaklar ve imtiyazlar geri verilmeli, adalette ve idarede keyfi hareket ortadan kalkmalıdır. ( . . . )Thomas Mönzer ko­ münizmi önceden sezmişti .21 1

Papaz Thomas Münzer, "ilk Hıristiyanlığa dönüş" savıyla ayaklandırdığı köylülerle birlikte (Frankenhausen Savaşı-1 525)

Papaz Thomas Münzer ve Şeyh Bedreddin

Almanya' da I SOO'lerin başında Papaz Münzer önderli­ ğinde patlak veren toplumsal eşitlikçi Köylü Ayaklanmaları­ nın, bundan yüz yıl önce 1400'lerin başında Osmanlı İmpara­ torluğu'nda Şeyh Bedreddin önderliğinde patlak veren top­ lumsal eşitlikçi ayaklanmadan ve Şeyh Bedreddin ayaklanma­ sının Orta Avrupa köylüleri arasında dilden dile dolaşan söy­ lencelerinden ivmelenip ivmelenmediği, araşhrılmayı bekleyen

1 72

bir konudur. Thomas Münzer'in köylüleri ayaktandırmak için kullandığı dinsel savların tümü, yüzyıl önce Şeyh Bedreddin tarafından kullanılmış, ayaklanma bugünkü Bulgaristan'ın sı­ nırları içerisinde bulunan o zamanki Osmanlı toprağı Delior­ man dan başlatılmışh. Alman köylülerinin 1400'lerde Osmanlı köylülerine özendikleri Osmanlı yönetimine girmeyi kendileri için ku rtu lu ş saydıkları ve Alman köylü sı�ufının Osmanlı'nın Avrupa'daki topraklarında olup bitenleri yakından izlediği Luther'in yazılarında belgelenmiştir. Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin D estan ı 'nda Bedreddin'in toplumsal eşitlikçi bir ayak­ Ianma örgütlediğini yazmıştır, gelgelelim Papaz Thomas Münzer'in, kendisinden yüz yıl önce 1400'lerde toplumsal eşit­ likçi bir dinsel ayaklanma gerçekleştiren Şeyh Bedreddin'den etkilenip etkilenmediği ve Avrupa'da filizlenen toplumsal eşit­ likçi sosyalist komünist devrimci düşüncelerde Osmanlı-Türk­ Müslüman damgası bulunup bulunmadığı sorusunu usunun ucuna bile getirmemiştir. İ leride ilk kez burada sorduğumuz bu soruyu irdeleyecek araştırmacıların çıkacağı umudundayız. '

Papaz Thomas Münzer, yeniliyor

Kitabımızın birinci bölümünde, geçmişe özlemeiliğin ve yitirilmiş cennet imgesinin tüm düşüngülerce yığınları toplumsal eyleme sokmakta kul l an ıl d ı ğını göstermiştik. Köylü Ayaklan­ masının önderi papaz Thomas Münzer'in yığınlara çektiği söy­ levlerde onun da "Hıristiyanlığı ilk cennet biçimine döndür­ mek"ten sık sık söz ettiğini, kurulu düzenin kötü yanlarını ser­ gileyip, buna seçenek olarak, geçmişte yaşandığına inanılan bir "İlk Hıristiyanlık cenneti "ni, bir "Hıristiyan Asr-ı Saadeti "ni ör­ neklediğini, yığınları geçmişi yeniden kuracağız diye ardına takıp ayaklandı � dığını görüyoruz. Engels'in Hıristiyan görünümlü ilerici devrimci bir ayaklanma olarak değerlendirdiği Papaz Thomas Münzer önderliğindeki Köylü Ayaklanması, başanya ulaşamadı, kanla bastırıldı. Ayaklanmacılann istemleri, toplu­ mun o günkü koşullarına göre ileriydi gerçekten de. Ancak bu­ rada şu soruyu sormadan edemiyoruz: Eğer ayaklanma kanla bashnlmayıp da papaz Thomas Münzer yönetimi eline geçir-

seydi, kuracağı devlet nasıl bir devlet olacaktı; Hıristiyan Sos­ yalist Münzercilik nasıl bir yönetim biçimi oluşturacaktı; süreç içerisinde, tıpkı ilk Hıristiyanlar Roma İmparatorluğu'nun yö­ netimini ele geçirdikten sonra kapkara bir baskı yönetimi kur­ dukları gibi, Münzercilik de düşünce özgürlüğünün kırıntısı bile bulunmayan, bilim özgürlüğünün sözü dahi ed ilmeyen koyu karanlık bir düzen kurmayacak mıydı? . . Bu soruyu sor­ mak durumundayız. Çünkü Ekim 1917'de Rusya'da da buna benzer istemlerle bir ortaklaşa toplumcu (sosyalist) devrim ya­ pılmıştı, ancak yönetimi ellerine geçirenlerin topluma düşünce özgürlüğü ve daha iyi geçim olanakları sağlayamadıkları; ter­ sine, baskı ve yoksulluk sundukları görüldü. Ne diyordu Engels: Sını f mücadelelerinin

o

devirde dini bir nitelik kazanması,

türlü sınıfiara ait menfaatlerin, ihtiyaçların, davaların ve is­ teklerin din perdesi altına gizlenmesi, işin asıl yüzünü hiç bir su retle değ iştirmez.

Bu doğrudur. Kişiler gerçekte kendi kişisel, öbeksel ya da katmansal (sınıfsal) çıkarları doğrultusunda davranırlar; an­ cak bu davranışiarına bir dinsel söylem ile "Kendim için bir şey istiyorsam namerdim ! Ben yalnızca din ıt,� ru na, A llah, Kitap, Pey­ gamber uğruna davran ıyorum ! " diyerek bir kutsallık boyutu ka­ tarlar; böylece Tanrı'ya içtenlikle inanan bilisiz yığınları kendi çıkarları doğrultusunda topla tüfekle donatıp karşıtl arının üs­ tüne saldırtmaları daha kolay olur. Bu, bütün dinlerde böyle­ dir. Hıristiyanlığın gerici, tu tucu yönetigılere karşı ilerici, dev­ rimci istemierin dile getirilmesini kolaylaştıran bir dinsel boyut olarak nasıl kullanıldığını, Thomas Münzer olayında gördük. Şimdi de Roma İmparatorluğu'nda yönetimi ele geçirinceye dek özgürlük, eşitlik, kardeşlik diye haykıran Hıristiyanların, yönetimi ele geçirdikten sonra nasıl azgın bir baskı düzeni kurduklarını, Hıristiyanlığın nasıl bu baskı düzenine Tanrısal­ lık süsü vermek üzere kullanıldığını görelim ve bakalım Makyavelli'nin, Nietzsche'nin kişiyi pısırıklaştırıyor dedikleri o Hıristiyanlık, gerçekten kişileri dünya işlerinden el etek çek-

1 74

meye itip pısırıklaştırıyor mu; yoksa tam tersine akıldan, bilim­ den uzaklaştırıp canavarlaştırıyor mu? İsa'dan 300 Yıl Sonra: Hıristiyanlığın Devlet Dini Olması Ve Hıristiyanlıkta Gericiliğin Doğuşu

Roma İ mparatorluğu, egemenliği altında yaşayan çeşitli toplurnlara din, inanç ve tapım özgürlüğü tanıyan bir devletti . Yönetimi altında yaşayan başka başka diniere bağlı çeşitli soy­ lardan pek çok topluluğu, birbirlerinin dinlerine saygı göster­ meleri, hiç bir topluluğun bir başka topluluğun dinine sal d ı r­ maması koşuluyla barış içinde bir arada tutuyordu (Pax Ro­ mana: Roma Barışı). Hıristiyanlık, gerçekte Roma İ mparatorlu­ ğu'nda kendisinin dışındaki tüm dinleri ortadan kaldırmayı amaçlıyordu, ancak ilk yıllarında bunu açığa vurmayarak sanki bütün dinler için özgürlük istiyormuş gibi davrandılar. Başlan­ gıçta gizli bir dernek gibi örgütlenen Hıristiyanl ar, yeterince güce eriştikten sonra, Roma yargısını ve yasalarını tanımama­ ya, kendi yasa ve yargı işlerinde yalnızca Kilise'nin yetkili ol­ duğunu savunmaya başladılar. Muhalefetteki Hıristiyanlığın çok hukukçu maskesi

H ı ri stiyanlık kısa s ü re d e ayrı b i r yasa ve y a rgı d ü zeni

kurarak devlet içinde devlet oldu . Kilise örgütü, Roma y a rgı

düzenini dışlayan ikinci bir yargı düzeneği geliştirince, Tertullianus gibi yazarlar, -tıpkı Türkiye' deki Siyasal İ slamcı yazarların yaptığı gibi- açıktan açığa "hiç kimsenin haksız buldu­ ğu bir yasaya baş eğmek zorunda olmadığı " ilkesini savunmaya başladılar. 2 1 2 Kapatılan Siyasal İ slamcı Refah Partisi'nin başı Necmeddin Erbakan da 23 Mart 1993 günü, TBMM Başkanı Büsarnettin Cindoruk'un başkanlığında siyasi parti başkanla­ rının Anayasa değişikliği konusunda yaptıkları 3. toplantıda,

tıpkı Roma' da tekhukukçuluğa karşı bayrak açan Hıristiyanla­ rın önderi Tertullianus gibi konuşarak, şöyle diyordu: "Benim inandığım şekilde sen yaşayacaksın " tahakkümünün or­ tadan kalkmasını istiyoruz. Çok hukuklu bir sistem olmalı, vatandaş genel prensipierin içerisinde kendi istediği hukuku kendisi seçmeli. Niçin ben başkasının kahbına göre yaşamaya mecbur olayım? Hukuku seçme hakkı inanç hürriyetinin aynlmaz bir parçasıdır.213

Quintus Septimius Florens Tertullianus (d: 1 55- ö:230) (solda) ve onun Apolegitius adıyla toplanan yazıları , kendisinden 1 900 yıl sonra devleti ele geçirmeye çalışan Islamcıların kullandı!)ı tüm argümanları içeriyor.

Tıpkı Siyasal İ slamcıların Türkiye'de yapmaya çalıştık­ ları gibi, 1900 yıl önce Roma yargı düzenin � çok hukukçuluk " ile işlemez kılmayı amaçlayan Kilise Babaları, Hıristiyanları Roma yargı düzenine ve yasalarına başvurmaksızın uyuşmazlıklarını kendi aralarında ya da gizli Kilise yargısına başvurarak çözüm­ lerneye çağınyorlardı. Böylece Hıristiyanlar, Roma' da yönetimi ellerine geçirmeden önce Roma yargı düzenini ikiye bölmüş oldu­ lar. "

Muhalefetteki Hıristiyanlığın özgürlükçü maskesi

Yine Türkiye' deki Siyasal İ slamcıların yaptıklan gibi, 1900 yıl önce Roma' daki Hıristiyanlar da ne yaparlarsa özgürlük adına yapıyorlardı. İ slamcı yazarların: "Türkiye Cumhuriyeti dev1 76

leti bu topraklarda yaşayan öteki diniere tanıdığı özgürlüğü Müslü­ manlardan niçin esirgiyor; biz de bu ülkede Hıristiyanlara ve Yahudi­ lere tanınan ölçüde özgürlük istiyoruz " dedikleri gibi; 1 900 yıl ön­ ce Roma' da Justinus ve Athenagoras gibi Kilise Babaları da Roma devletinden "bütün öteki diniere gösterdiği esnekliği neden Hıristiyanlardan esirgediğini" soruyorlardı. Yanıt olarak Hıristi­ yanlığın ülkedeki diğer dinleri ortadan kaldırmayı amaçlayan ve böyle olduğu için de özgürlükleri kısıtlayıcı bir akım olduğu söylendiğinde -tıpkı bugün Türkiye' deki İ slamcı yazarların yaptığı gibi- Roma' daki Hıristiyan muhaliflerden Lactantius da şöyle diyordu: Özgürlüğün otak kurduğu bir yer varsa o da dindir. Dinde zorlama yoktur. Din belki de herşeyden çok gönüllülük işi­ dir; hiç kimse istemediği bir şeye tapmaya zorlanamaz. 214

Lactantius'un Dom müzesinde bulunan resmi (solda), ve onun bu gibi görüşlerini içeren kitabın bir sayfası (sağda)

Tıpkı Türkiye' de Siyasal İ slamcılara sorulduğu gibi, "Siz yönetime gelirseniz zora başvu rmayacak mısınız ? " diye soru­ yordu Romalı yöneticiler bu ilk Hıristiyanlara. . . Aziz Cyprianos ve Origenes gibi Kilise babalan ise tıpkı bugün Tür1 77

ki ye' deki Siyasal İ slamcılar gibi şöyle karşılık veriyord u bu so­ ruya: Hıristiyanlık manevi bir güçtür, böyle olduğu içindir ki zora başvurmaz!215

Cyprianos (solda) Origenes (sağda)

Hıristiyanların Roma' da devleti ele geçirmeden önceki özgürlük şampiyonluğu, ancak bugün Tü rkiye' deki Siya s a l i s­ l am cı l arın

"özgürl ü k

şampiyonluğu " y l a

karşıl aştırılabi lecek

ölçüde d oruktaydı :

Hıristiyanlık, birey vicdanının doğrudan doğruya Tanrı'ya hesap vermekle yükümlü olduğunu, hiç bir dünyalık gücün ona karışamayacağını ilan etmekle dinde özgürlük ilkesini tarihte ilk defa ortaya koymuş olmuyor muydu? ( ) Kil ise böylece bireyin devlet karşısında manevi-dini bağımsızlığını en kesin bir şekilde ortaya koymamış mıydı? Gerçekten de devlet dini oluncaya kadar Hıristiyanlar dinde özgürlük il­ kesinin şampiyonu gibidirler.21 6 . . .

Bu yanıltıcı "özgürlük şampiyonluğu" Kilisenin yığın­ lar üzerindeki etkisini artırıyor, çeşitli dinlerden kişiler kend i dinlerini bırakıp Hıristiyanlığa katılıyordu. Öy l e ki, İ s a' dan 250 yıl sonra Roma İ mparatorluğu'nda Hıristiyanların sayısı ürkü­ tücü ölçüde çoğalmış bulunuyordu.

İ sa' dan Sonra 313: Roma Hıristiyanlığa özgürlük tanıyor

Bir süre sonra, 313 yılında, İ mparator Constantinus, ün­ lü Milano Fermanı'nı yayımlayarak, 300 yıl boyunca kovuş­ turmalarla engellenemeyen "din özgürlüğü şampiyonu" Hıris­ tiyanlığı, yasa dışı örgüt konumundan çıkarıp i mparatorlukta­ ki öteki diniere tanınan özgürlüğü Hıristiyanlığa da tanıdı.

o .,ı,., .,. ı '' ö n

Roma i m paratoru Constati n'i H ı ristiyanlığa geçmek üzere vaftiz gösteren tablosundan bir ayrıntı

İsa' dan Sonra 380: Hıristiyanlık Roma' da devlet dini oluyor

Roma i mparatoru Constantinus'un başkaldıran Hıristi­ yanları yatıştırmak amacıyla Hıristiyan olması da Hıristiyanla­ rı yatıştırmaya yetmeyince, Gratianus'un 380'de çıkardığı Sela­ nik Fermanı'yla "din ve inanç özgürlüğü şampiyonu" Hıristi­ yanlık, Roma İmparatorluğu'nun resmi devlet dini oldu.



�..:� �; -

··

·.

',

":

·· ..

.. ...

ml.ıda ınfi:�iu.pmi�ıl'nı!IIÜo aaııııii 6ı1:ftrıı.G .(v�rq.As 1'11\iır, "' .A:ıU'ilızuııG fwcıUı.t UD.ui: t,.��ınrq,ö, �claiinı:'plı.nıiirı.!'ftır:iu. , . ::··

. .

-

.....

_



mzf.rrrnınıtrf· rt'ımıııu.ı-thtıp.ıcııı . mdııc-� �,ı�ii ıııııL;ndıııC

�.ccınııbGı ınf.ılıaiısı'rw 1p lııl>ir.ı,'hııoi:nd.;Üıs' smzııi.ııpı:ıı.'.re 'f' aı wre ıı1'1i'm smafwınt' Q'ıı ıııf cı ıııır-:l'lııs cıu.ıte iqırqrıp ı .1nıB tl'ıııır.ıfs,wn�m.bu.:..ı n.ı . tıı ıiı rLııp r.ı uf.ı cımflimı:r:. Q'li'ı ı·

-tıııı .

f' a ... .wr: ... .. •

·

lus 9,mniii'ftdııi ııicn�· ııhflc.mıı. rıuınıcııı. tırtıo�o ı:ı puıu ı"ın ii.

. ll.

·1'· .• ıı: ı, '"'' ...:ı. . i'·7�"- ı .. r...; . .

.

ı:cii mm �.rrr pr:ı:unıfrıllıa m D·IUII.!�J?Ulm npuLf\ıı. l'l.i!ıoe .ıııı: fııjt' lnııc.fıınılrırrnıliııqıi.i'ınıutııtr; rı.sii �r; r.qıııi'.r: ıwııa:. Q'.ı ıus m

't. l, ... ıf: J,. !"rr ";"�L. .ı •. �, , . (�J,. • .• ·· · • . ., ,•ı ı ı .

-

:

ıı·omnW:ıııı.ı. � cıjnı:ıorw.ıf�do ir.ırıı.uııy mpu�)ı:r,dqıallqı

,.,...

-



ntomıwi:n.miınü.ıiıı qıf'uırııiıLı� �iie&:utimıt.ıWjh.ıbafllı'� �tmıme ıliıuıclta.tııNır rucccm� �muaımı.cDııı unııı ıırnnıU:pdffdll•·

-

... ..ıı.... ,., ... ,... NI,...-: , ı .. (

.ı:;u�t'�f4f.P.dlii\i iiruii i 1.iili (.' i&iRaıili1f�iidliiJ'u.

·4�,1ttC.R.ıRıra..� l;�":;:nz.;�ur����·Üır�a1ma'i-€;_



!_...ı ' � mı lııa re€ tıdlı ı n1lmufı.fiılrı:pn ız;m:f fwıs fıcn:ıı ıh ru:fir. ınılmı rr.

lh;.,�·t .. 1oır:,(.

ft9,IlO �nı f!tffiD tnboflmı. t:ooınlfliD· ırifi!_t!ID d.ını rraptıcı. Jri;'f'!.ıpıı -""dısnıı;mi !(To!"' "' flliıcus dı:frr.ıf.' .,ıi aı ı•mb ı ıııc m.,.,. '



' ��

. nu. lıı;ınf ıhfı:ıplııı.ı

..__""!

,,

prnııı:tbanlll' udım cürıırıı n..ı .i:ıımjfdon.ıtıi'lıip��tl� "'.Pf!1'o ıL;.. qfıı;ı

1ı · .ı,. . ..ıı . . ... .1 .

.,,



\'1 .

·•

'"

·

.

uli"a'Lıbcınb"iııfhdıuıfio. .ıcpiır.ıpıs ,.porcııı. Q�1 ı ı ı f publ ı r ı ı rn . . . 1 vs pıiblırıi cını:.Cı ıi!'Cı�.dcmıı'�nLtgıfh:mı{. Q ',l ı ııf ıi r;mnı. l �/ıriiü .:.,. ı . ,. ll.�� ıiJPe-nı ın.ıı ı�������

�:c;�"';:!)

nm

� •

lı::i

1 !4

5

rnt

ı ;Bl

;1;\Do IVR? ,trycrıı,

ıııat. ı�oıı i>Oı.ll,cınıfd. :ı;o�ft ı::opGnll, canhf•

151;

tfl j

151i

ııtolıoıt 'JI>Ilflo, , -&L

ll •ııı·ı.. ııf!Qlıe

ıı:ı:

uııo.ıııu. ıo ıa :ıı..... .....

��

wq.n eıııı.-. , .ı ıııs ı•�__, : :o 119 -. 1 ım ll ı.... ıs.,.,.er.ı. : 7 ı; 1\15 ,,. � ll>f(aıd, ıs Ini ! ll Jıılla ·ilpeı. ' ıbof-. :ı J!fi ' !loOıı .... . .. .. 16 �.--. n ı ııs ' 17 ....... ..... ... • ıl!! S'fkr, t, ıno.. ıaM. ıııs 19 '==.......... . , ll

1 IJ

11

e

t

1 1 :t b

c

11

ıo

lö>llt,ıaıdd'. ·rh�n,.a. ApoiHc.

� .... f u -�u.-r.ıı. ıı 21 cımn. e ıı

r a ...

]l.l!ilaii I P I S A..

E . Fllofofo , .ı .&;f���� pti•rüı •

. ;,t

:S E R. E N fSSJJd O · ;

'"··

..

.

"

,

Jıl •·

GR.DVCA DI TOSCANA· · Doue i congreffi'di tıı!artrogi\'mate u difcorrc • ' ne

,

{opru due

·

.

MASSIMf SfŞTE M I DEL MOl'fDO ,. : TOLF.. M AICO,·ı; CO'P.ERNZCANOt: '

. ·

"PHJIUimM iıııi�UrminatArnmt� lt ;.ağiotıi Fı1-.foji

ttb"

,: :'{r:,:).:-, faı /\� ('Ji.-:t::K. ) /" h · r j\ ! ct.il �

.�:.0 -�u· . (�·Jl.t :>�, ...) .; ,'1 :!1-ı'.ct .!"" : ·

../ t:

, .. .

,.

\ol

}

.

! ;mnl.-t:faı ;

e.+

.i� AJ"�1,::: �·"·.)

al-Razi (900). Kitab ai-Hawi fı al -tibb. 1 44 1 y ı l ı nd a elle ço!')altılmış kitabın son sa� tası . Oxford Üniversitesi , Bod le i a n Kütüphanesi . M S . Marsh 1 56 , fol . 2r.

30

@ Bodıeıfln l1bruy Unrversrty of 0X"ford 2006 rı/S Marsh 1 56 lo\ 2v

al-Razi "Kitab ai-Hawi fı al-tibb" 1 44 1 yıl ı nda elle çoğaltı l m ı ş kita b ı n ilk sayfa s ı . Oxford Üniversitesi, Bodleian Kütüphanesi . MS. Marsh 1 56 , fol . 2v.

304

Biruni, Minerolojide özellikle mineral ve metallerin niteli klerine ve yoğunlukianna ilişkin incelemeler yapmış ve kendi buluşu olan bir su terazisiyle sonuç­ lan neredeyse bugün bizim bulduklarımızla aynı olan ölçümler yapmışb ... Burada A. Bebel' den aktarmamıza küçük ara verip Biruru'ye ilişkin ek bilgiler vermek istiyorum. Biruni'nin çok değerli gökbilim çalışmaları da vardı. Örneğin ay yörüngesine ilişkin gözlemleri bilim tarihi açısından özel bir önem taşır.

���' \.J:..,jJi �'İJ

Ebu Reyhan EI- Birun i'nin (973-1 051 ) Kitab al-tafhim adlı kitabında yer alan ay'ın yö­ rüngesine ilişkin çalışmalarından bir sayfa .

NASA, ay'daki bir kratere Al Biruni adını vererek onun bilim tarihindeki önemini ve kendisine duyulan saygıyı bir kez daha gös­ termiştir (solda). Biruni'nin bir di­ ğer uğraş alanı da hp bilimidir. Kitab al-Saydanah fi al- Tibb adlı ki­ tabında, hamile bir kadının gü­ nümüzde sezeryan olarak bilinen 305

bir yöntemle doğurtulmasına ilişkin çarpıcı bir sahne yer alır. Hamile kadın çıplak biçimde Biruni'nin ve üç yardımcısının önünde uzanmıştır. Günümüzde İ slamcıların kadın hastaların erkek doktorlara gösterilmesini yasaklayıcı tutumları, onların 1 000 yıl önce Biruni döneminden daha geri bir anlayışa sap­ lanmış olduklarını göstermesi bakımından önemlidir.

Biru ni ' ni n Kitab ai-Saydanah fi al- Tib, Türkçes i : Ttb Biliminde kitabında yer alan 1 000 yıllarında Islam toplumunda sezeryan la doğ u m sahnesi , "Rüstem ' in Do­ ğumu" başl ı ğ ı n ı taşıyor. (La naissance de Roste m , Histoire des anciennes nations , al Biru n i , Edinbourg , University Library Biru n i , manuscript page from Biruni's Medical Work)

Biruni'nin Taşkent'teki anıtı (solda) ve Tahran'da Laleh Park'taki a n ı tı (sağda)

' CUMHUR1 YETİ POSTA

:. �::C::: ı::ı::

.

ıso : KU.RUS

'

'� E-

ımunun bininci yılında Biruni anısına Sovyetler Birliği tarafı ndan 1 973 y ı l ı nd !ılan pul (solda) ve ayn ı yıl çıkartılan Türk pulu (sağd a )

August Bebel'in yazdıklarını okumayı sürdürelim: Müslümanlar yerbilim incelemeleri de yaptılar. Ünlü İbn· Sina, daha o yıllarda vulkanizm ile -bütün taşların denizle rin artıklarından oluştuğu ilkesine dayalı- neptünizm ku ramlarını ortaya atmıştı; oysa bunlar Avrupa'lı doğa bilimci lerince daha yakın zamanlara kadar ayrı ayrı ele alınan v suskunlukla geçiştirilmiş kuramlardı . . . Müslümanların felse fi araştırmaları sonucunda, akıl yürütmelerini serin kanlılık la en uç noktalara kadar götüren akılcı felsefe okulları tü re di. Bu rasyonalist (akılcı) okullardan biri, karlerin öncedeı belirlenmiş olduğu ve kimin günahsız yaşayacağının gen Tanrı'ca belirleneceğini ileri süren öğretiye karşı çıkan Mu tezilelerdir. Bunlar insan iradesinin özgürlüğü (irade· cüzziye) anlayışını getirmişlerdir. Onlara göre biricik beliı leyici güç, insan aklı ve mantığıydı . . . Bu mezhebin klasi öğretiye aykırı görüşleri uzun süre halifelik sarayına ege men oldu . . . Ne yazık ki, gerek Haçlı seferlerinden sonra, ge rekse Müslümanların İspanya'dan sürülme girişimlerindeı sonra, hem barbar Moğolların talanı hem de Hıristiyan taa� subu, yazılı yüzlerce yapıtın yok olmasına neden olmuştuı

İslamiyet ile Hıristiyanlık arasındaki önemli bir fark şu dur: Müslümanlar kendilerine boyun eğdirdikleri halkla

nn ya da uluslann incelenmesinde ve bunlara ilişkin bil­ gilerde kendilerine yararlı olabilecek yapıtlan özenle top­ larlardı. Oysa Hıristiyanlar kendi dinsel öğretilerini ya­ yarken, benzeri kültür yapıtlannı ve anıtlannı iblisin işi ve dinsizliğin belirtisi sayıp, iyi bir Hıristiyanın bunlan hemen yok etmesi gerektiğine inanarak, yok etmekten ge­ ri kalmamışlardır. ıss

Bu görüşleri aktardığımız August Bebel'in kitabının özgün adı: "Mohamedisch - Arahische Kulturperiod " dur. Bu da "Muhammedçi Arap Kültür Dönemi " anlamına gelmektedir. Bebel kitabında Müslümanlar demek yerine çoğunlukla Araplar demektedir. Oysa, İ slam Uygarlığı ve bu uygarlığın bilimsel başarıları, salt Arapların değil, tersine aralarında Arapların da bulunduğu pek çok Doğu halklarının ortak başarısıdır. İslam Altın Çağı, çeşitli soylardan gelen bilginler, düşünürler ve yöne­ ticilerin birlikte çabasıyla ortaya çıkmış bir olgudur. Bu yüz­ den, Bebel'in Araplar dediğini biz Müslü manlar diye aktararak d üzel ttik. Bebel, bir yerde: "Sami ruhu, yapısı gereği kuşku ve eleş­ tiriye çok yatkındır; kuşku ise tüm bilgi ve araştırmaların vazgeçilmez önkoşuludur" diyerek (age, sf. 108) İslam 'ın Altın Çağı 'nı Arapla­ rın Sami ırk kökenine bağlamak gibi bilim dışı ırkçı bir tutum ta­ kınmaktadır. Oysa Samiler ve Araplar, İ slam'ın 400 yıl süren Al­ hn Çağ'ından önce de vardılar, bu Altın Çağ'ın bitmesinden sonra da varlar; gelgelelim 400 yıl süren bu çağdan önce ve sonra, binlerce yıl boyunca bilim üretir değil bilim dilenir ko­ numda olmuşlarsa, bu pırılhlı dönem ırkçılık kokan şu Sami Ruhu kuramıyla açıklanamaz demektir. Buraya dek yaphğımız açıklamalardan görülüyor ki, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar ilk yüzyıllarında Müslüman­ larınki gibi bir bilimsel ilerlemeyi gerçekleştirebilmiştir. Tek­ tanncı dinler arasında, başlangıç döneminden 150 yıl gibi bir süre sonra böylesine görkemli bir bilimsel başarıyı yalnızca Müslümanlar gerçekleştirebilmiştir. Yahudilerin ilk dönemle­ rinde bilimsel bir başarı gösterebildiklerine ilişkin bir bulgu olmadığı gibi, Hıristiyanların ilk yüzyıllarında sergiledikleri savlanan ilericilikleri de, bilimsel başarı alanında değil, yalnız-

ca Roma İmparatorluğu'na karşı verdikleri ikiyüzlü özgü rl ü k savaşımıyla anılmaktadır. İ l k dönemlerindeki bilimsel başa rı la­ rıyla anılanlar yalnızca Müslümanlardır. Ancak, Bu olguya i ­ lişkin yanıtlanması gereken çok önemli sorular vardır: Tektanncı dinlerin Eski Yunanistan-Yakındoğu düşü­ nüderi karşısında takındıkları tutum ile onların başlangıçta yüklendikleri ilerici 1 gerici işlevler arasında bir bağlantı var mıdır? •

• Niçin Eski Yunanistan-Yakındoğu düşünürlerinin ya­ pıtlarını kafirlik, dinsizlik sayarak yasaklayan Yahudiler ve Hı­ ristiyanlar bilimsel bir geriliğe düştü ler de, Eski Yunanistan­ Yakındoğu düşünürlerini irdelemeye başladıktan sonra Müs­ lümanlar yeryüzünün o dönemdeki en ileri ve ilerici uygarlığı­ nı yaratabildiler? • Müslümanlık Vl.yy'da doğmasına karşın, Müslüman­ ların VIII. yy.'da Eski Yunanistan-Yakındoğu düşüncesini be­ nimsemesine dek geçen ilk 150-200 yıllık dönemlerinde niçin hiç bir bilimsel-düşünsel başarıları ya da ilericilik örneği sayı­ labilecek tek yapıtları olmamıştır?

Niçin Müslümanların yeryüzünde bilimsel-düşünsel ilerlemeler gerçekleştirmesi, Eski Yunanistan-Yakındoğu dü­ şünürlerinin yapıtlarını benimserneden önceki 150-200 yıllık dönemlerinde başlamamıştır? •

Niçin Eski Yunanistan-Yakındoğu düşünürlerinin ya­ pıtları Yahudilerce, Hıristiyanlarca kafirlik, dinsizlik sayılıp yasaklandı da, Müslümanlarca çevirtilip benimsenerek toplu­ ma yayıldı? •

• Müslümanların yeryüzünde ilericiliğin öncüsü bili­ min önderi olma konumlarını XII. yüzyıldan başlayarak yitir­ meleri ile, Eski Yunanistan-Yakındoğu düşünürlerinin XII. yüzyılda Gazzali tarafından kafirlikle, dinsizlikle suçlanması­ nın bir bağlantısı yok mudur?

Niçin Yahudiler ve Hıristiyanlar Eski Yunanistan­ Yakındoğu düşüncesini kafidik dinsizlik diye yasakladıkları •

'l OO

sürece hiç bir bilimsel başarı gösteremediler de, bunları Müs­ lümanlardan edindikten sonra bilimsel-düşünsel başarılar gös­ termeye başladılar? • Yahudilerin, Hıristiyanların bilimsel-düşünsel başarı­ lara yönelmelerinin XII.yy'da Eski Yunanistan-Yakındoğu dü­ şünürleriyle barışınalarından sonra olması ile, Müslümanların düşünsel bir karanlığa batmalarının yine XII. yy' da Eski Yuna­ nistan-Yakındoğu düşünürlerini kafir, dinsiz diye yadsıdıktan sonra olması, birbirbirinden bağımsız olgular mıdır?

Tektanncı dinler arasında Eski Yunanistan­ Yakındoğu düşüncesini yadsıyanların gerilik içine batması, be­ nimseyip geliştirenlerinse ileriye fırlaması, nasıl açıklanabilir? . •

.

Bu sorular, dinlerin ilericiliği, gericiliği üzerine düşü­ nen herkesin yanıt bulması gereken sorulardır. Bu sorular üze­ rinde düşünen herkes kolayca şöyle bir yanılgıya düşebilir: Demek ki ilerlemenin baş etkeni Eski Yunanistan-Yakındoğu düşüncesiymiş ! . Böylesi bir yanlış yargıya vanlmasını önlemek üzere şunu bir kez daha belirtmeliyiz ki, ilerleme, yalnızca bi­ limsel düşünceyle özgür araştırmaların yapılabildiği, bir önceki kuşağın ürettiği bilgileri bir sonraki kuşağa özgürce aktarabil­ diği, yabancı toplumların bilgi ve deneyimlerinin çeviri yoluy­ la edinilebildiği, yeryüzünde o an için var olan en ileri bilimsel bilgilere ulaşılabildiği ortamlarda ve toplumlarda gerçekleşir. Ayrıca, az önce gösterdiğimiz gibi, eğer Kur'an'da bilimsel a­ raştırmayı ve doğru düşünmeyi huyuran ayetler olmasaydı İ s­ lam' da bilimden söze edilemezdi . "Eski Yunan" Adlandırması Doğru Değil

Eski Yunanistan-Yakındoğu düşünürleri, düşüncelerini kişisoyunun o ana dek ürettiği tüm bilgi birikimine arkalarını dönerek, başka toplumların birikim ve deneyimlerini bilmeksi­ zin, kendi kendilerine oluşturmuş değillerdir. Eski Yunanistan­ Yakındoğu düşünürlerinin, Aristoteles'in, Platon'un, Pis�gor'un, Arşimed'in ve diğerlerinin yazdıkları irdelendiğin­ de, yapıtlarında yer alan bilgilerin ezici çoğunluğunu Mısır bil-

ginlerinden, Akdeniz' de bir alış-veriş, değiş-tokuş, alım-satım ağı kurmuş olan denizci Fenikelilerden, Hititiiierden ve daha başka toplumların bilgelerinden derleyip toplamış olduklannı; böylelikle Eski Yunanistan-Yakındoğu düşünürlerinin yapıtla­ rının, kişisoyunun o güne dek kuşaktan kuşağa aktarıla aktarıla büyüyen bilgi birikiminin Yunanca'ya çevrilip üzerinde us yü­ rütülmesinden oluştuğunu, ne denli Eski Yunan Düşüncesi de­ nilerek sanki salt Yunanlılarca yaratılmış bir düşünce gibi adlan­ dırılıyorsa da, içerik olarak tüm kişisoyunun düşünsel ve bi­ limsel birikimlerinden oluştuğunu unutmamalıyız. Yine unut­ mamalıyız ki, Eski Yunanistan ve Yakındoğu düşünüderi eğer yaşadıkları dönemin Yunanlı olmayan toplumlarında biriken bilimsel bilgi ve deneyimlere: "Mısırlılar, Fenikeliler, Hititliler bi­ zim dinimizden değildir, onlar kafirdir, dinsizdir; biz onların bilgisini alırsak kafir oluruz, dinsizlik ederiz " diye sırt çevirmiş olsalardı, Eski Yunan Düşünürleri dedikleri bir olgu hiç varolmayacaktı . Eski Yunanistan' da yöneticilerin yeryüzünün kendilerine en uzak yörelerindeki uygarlıklarla iletişim sürdürerek bilgi alış verişine girmiş olduklarının en önemli kanıtlarından biri, Bü­ yük İ skender' in Çiniilere gönderdiği mektuptur:

lsa'dan Önce yaklaşık 332 yılında Büyük lskender'in Çin yönetimine yazdığı mek­ tup. [Eski Çağ Belgeleri Çalışma Merkezi (Centre for the Study of Ancient Documents 1 CSAD) Category: Kral Mektubu-Konu: Büyük lskender'in Çiniilere gönderdiği mektup- Tarih: lsa'dan Önce 334-333 ya da 332 yaz ayları . Chios Müze­ si- l nv. 391

3ı 1

Aristoteles, Büyük İ skender'in öğretmeniydi ve İ sken der ordusuyla birlikte gittiği her ülkeden o ülkenin bilgi biri kimini, kitaplarını topariayıp Aristoteles' e iletmiştir: Aristoteles'in öğrencisi olan İskender, bilim alanında büyü: rol oynamıştır. Yanında bulundurduğu bilim adamların fethettiği ü l kelerin coğrafi durumu, iklimi, hayvanları v bitkilerine dair incelemeler yaptırmış, böylece b i r çok bilim sel malzeme toplanmasını sağlamıştı r.259

Aristoteles'in Politika adlı yapıtında, bir Anayasa yap mak için nasıl Habeşistan' dan Kartaca'ya dek- uzanabildiği he ülkenin yasalarını ve yönetim biçimlerini incelediği belgeli dir.ı6o Eski Yunanistan'da Karaderili Bilgeler

Aristot�les, ırk olarak Eski Yunanlılar gibi beyaz ten] değil, tersine karaderili ve kıvırcık saçlı olarak gösterilmiştİ yapılan resimlerde. Sözgelimi ünlü A tinalılar Okulu çalışma sında Rafael, Aristoteles'i neredeyse karaderili olarak göster miştir.

Rafael'in 1 51 0'da yaptığı Atinal ılar Okulu adlı tabloda, soldaki beyaz tenli beyaz s; kallı bilge Platon , sağdaki kara tenli kıvırcık saçlı bilge ise Aristoteles'i simgelemel tedir. (Rafael Odaları- Vatikan Sarayı)

Aristoteles'in "Hayvanlar ve Kullanımları " adlı kitabının "Kitab na 't al-lıayawan wa-manafi 'ilıi " adıyla yayımlanan 13. Yüzyıl Arapça çevirisinde, solda Büyük İ skender (beyaz tenli) eline çenesini koymuş dinliyor, sağda Aristoteles (kara tenli) ona ders veriyor olarak resmedi lmiştir .

... ·�

,.

Bu resmin bir kopyası Seyyed Hossein Nasr'ı n 1 976'da yayımlanan "lslamic Science:An lllustrated Study, W orld of Islam• adlı kitabında yer almıştır.26 1 Kitabın Arapça orijinali Ingiltere KOtOphanesi (British Library ) koleksiyonundadı r. 262

Califomia Üniversitesi (CSULB) İ lkçağ Felsefesi Profe­ sörlerinden D. Kenneth Brown'un arşivinde yer alan " İ skender, Mienza' da öğretmeni Aristoteles'i dinliyor" (Alexander listening to Aristotle, his teacher, at Mienza) adlı gravürde, Büyük İ skender'e (sağda-eli çenesinde) ders veren Aristoteles (solda-elini uzatmış) kıvırcık saçlı kara derili bir Afrikalı olarak gösterilmiştir. Bu gravür'ün Aristoteles'in 13. yüzyıl'da Arap­ ça'ya çevrilen bir kitabında yer alan resimle benzerliği, düşün­ dürücüdür. (altta)

Gustav A d o l p h Spa ngenberg' i n 1 883- 1 888 y ı l l a r ı ara­

sında y a p t ı ğ ı " A r i s toteles Oku l u " a dlı duvar resm i ( fresk) M ar­ tin Luther Ü niversitesi Arşi v i ' n d ed i r ve bura d a da Ari s toteles (ayakta sağda) yine karaderi l i ol arak gösteri l mekted i r . (a ltta)

3 14

"Eski Yunanistan" denilerek belli bir coğrafyaya bağ anmak yerine, "Eski Yunan" denilerek belli bir soya bağlanar lüşünürlerin en önemlilerinden biri olan Aristoteles' iı :araderili olarak çizilen resimleri onun bugünün beyaz deril (unanlılarıyla soydaş olamayacağını gösterdiği gibi, "Eski Yu ıan" yapıtlarının pek çoğunda "Yunan Kahramanları"nın ki nilerinin karaderili oldukları gerçeğiyle karşılaşmaktayız. Ka :ılarda bulunan vazolar ve arnforalar üzerinde hem resimler ıem adları yazılı olan bu kahramanlardan örneğin Herakles' iı :araderili olduğu görülmekted ir.

;;a'dan önce 550 dolayiarına ait bir Atina arntarası n ı n Ozerinde bulunan resimde araderil i Herakles (solda), yOzOne bir aslan maskesi geçirmiş olarak Amazan sa aşçıların beyaz deri l i önderi Andromache'in (sa!)da) elini bile!jinden kavra m ı � Courtesy, Museum o f F i n e Arts , Boston-98. 9 1 6)

Ü zerinde Eski "Yunan" söylencesinde adları geçen be­ yaz derili Peleus ile beyaz derili Thetis'in evliliklerini konu a­ lan bir resmin bulunduğu, İ sa' dan önce 580'lere tarihlenen aşa­ ğıdaki vazoda, resmedilen diğer "Yunan" (!) kahramanların karaderili oldukları açık seçik görü lmektedir. (altta)

...- ... Peleus ve Thetis (ortada). Müze Koleksiyonu : British Museum , Londra , (Catalogue N u m ber: London 1 97 1 . 1 1 - 1 . 1 Beazllıy Arehive Number: 350099 Attic Black Figure . resim Sophilos imza l ı Tari h : l . ö 580) ..

Eski "Yunan" söylencesine göre Athena, babası Zeus'un başından zırhı ve mızrağıyla birlikte doğmuştur. Kazılarda bu­ lunan amforalarda Zeus da karaderili ol arak gösterilmiştir.

l .ö . 540 dolayiarına tari hleneo Attic kara fıgürlü amfora , "Athena ' n ı n Doğuşu". Tan­ rıça Athena , silahları n ı kuşa n m ı ş olarak babası karaderili Zeus'un (ortada) başın­ dan çık ıyor. (Boston Güzel Sanatlar Müzesi- H. L. Pierce Vakfı )

'l l ç;;

Kimi Eski "Yunan" arnforalarmda karaderili "Yunanlı' Herküles, karaderili Nesso ile beyaz derili Deianira uğruna sa vaşmaktadır. (altta)

Attic black figure Tyrrhenian amphora , 550-540 B . C . (Anti kensa m m l u ngen ur Glyptothek, 1 428-Münih)

Eski "Yunan"ın en önemli tanrılarından biri ola Dionisos dahi, Yunanistan' da yapılan kazılarda bulunan va2 resimlerinde karaderilidir.

Karaderili Eski "Yunan" tanrısı Dionysos (sağda ), beyazderili Hebe ile (solı (British Muse u m , London 1 97 1 . 1 1 -1 . 1 , Attic black fıgure dinos, c. 580 B . C . )

Eski "Yunan" kahramanlarından Boğa Minotauros ile savaşan Theseus'un bile karaderili olduğunu görüyoruz bu "Yunan" vazolarından birinde. (altta)

T34 . 6 THESEUS & THE M I N OTAU ROS-Museum Collection : Musee du Louvre , Paris, France - Catalogue Number: Louvre F33-Beazley Arehive N u m ber: 3 1 0363Ware: Attic Black Figure-Shape: Amphora 8-Painter: Attributed to Near Group E or to Group of London 8 1 74-Date : ca 550 SC-Period : Archaic

Dahası, Od i sseu s bile karaderilidir. (al tta)

Karaderili Eski "Yunan" kahramanı Odysseus (sağdan iki nci ), beyaz deri l i günahkar Kirke'ye (soldan ikinci) k ı l ı c ı n ı çekiyor. (T35 . 1 0 ODYSSEUS & KIRKE - Private Collection : Antiquarium del Casteııo. deii'Abbadi a , Vulci , l taly (last known location )­ Catalogue Number: NIA-Beazley Arehive Number: NIA-Ware: Pse1Jrl "�-Chalcidian Black Figure-Date : ca 520 SC-Period : Archaic)

Görüleceği üzere Eski Yunanistan' da adı geçen düşü­ nürlerin, bilgelerin, kahramanların önemli bir bölümü karaderilidir ve dolayısıyla bunlar beyaz derili Yunanlıtarla soydaş değildirler. Bu gerçeği 1980'lerde saptamış, çeşitli yazı­ larımızda dile getirmekte iken, Batı' da "Black Athena" (Kara Atina) adında bir kitap yayımlandığını duyunca, bu kitapta da bu gerçekleri bulacağımızı düşünmüştük

....... . � - .: � - .· - · •!•· ,...,

��l���l;t::�l. . Prof. Martin Sernal (solda) ve Kara Atina adlı kita b ı n ı n Ingilizce 1 . bas ı m ı (sağda)

Gördük ki, kitabının adı Kara A tina olmasına karşın, Martin Bernal, Eski Yu nan Uygarlığı denilen uygarlıkta, karaderili Afrikalı, Eski Mısır'lı bilgelerin etkisini değil, daha çok Filistin bölgesinde yaşayan İ srailoğulları'nın, Musevilerin etkisini kanıtlamaya ve bu parlak uygarlığın tapusunu Hellenosemitism deyimini kullanarak kendisinin de bir üyesi ol­ duğu İ srailoğulları soyuna vermeye çabalamaktadır. Bu sap­ lantısından dolayı Prof. Berna} yukarıda aktardığımız içinde karaderiliterin yer aldığı Eski Yunan vazolarından tek söz et­ mediği gibi, Aristoteles'in çoğu yapıtlarda karaderili olarak resmedildiğinden de hiç söz etmemiştir. Az önce kanıtlarını gösterdiğimiz üzere, Eski Yunan Dü­ şüncesi denilen, gerçekte o günkü ya da bugünkü Yunanlıların bir üretimi değil, tüm kişisoyunun bilgi, düşünce ve deneyim­ lerini derleyip toplayan ve katkılarla geliştirerek yine kişisoyunun bilgisine sunan, hiçbir ırka, hiçbir soya tapulanama319

yacak olan, kişisoyunun türlü soylarından gelen bilgelerin oluş­ turduğu, böyle olduğu içindir ki başta Yunanlılar olmak üzere hiçbir ulusun tapusunu kendi üzerine geçiremeyeceği; soyla r, ırklar ve dinler üstü bir düşünsel üretimdir. Bu düşünsel üretime Eski Yunan Düşüncesi adını vererek onu bir soya tapulamak, bi­ lim ve us dışı, ırkçı bir tutumdur. Buna Eski Akdeniz-Ege Uygar­ lığı ya da Eski Yunanistan- Yakındoğu Uygarlığı diyerek ırka de­ ğil coğrafyaya dikkat çeken bir ad vermek, bilim onuruna daha yaraşır bir tutum olacakhr.

't-: �> 1\ ' . :--- A-

�.. ..... �. �·-, ...� ..... , Eski Yunanistan-Yakındoğu Uygarlığı"nın ortaya çıktığı coğrafya. N



;7__ _

' �-



Bu coğrafyada gelişen düşünce ürünlerine sırt çevirip, yoksayıp, kafirliktir, dinsizliktir diye yasaklamak; gerçekte çok­ tanncı dönemin dinsel düşüncelerini yasaklamak değil, tersine, kişisoyunun o güne dek tüm bilgi birikimiyle ilişkiyi kesip o döneme dek edinilmiş tüm deneyimleri yok sayarak, o dönem­ de sıfırdan bir yaşam kurmaya kalkışmakhr ki, böyle bir anla­ yışın o dönemde kişisoyunu en az bir kaç kuşak geriye götüre­ ceği, karanlığa iteceği apaçıkhr. Yahudiler ve Hıristiyanlar, Es­ ki Yunanistan-Yakındoğu düşüncesini "Çoktanrıcı putataparlık döneminin ü rünleri " diye damgalayıp yadsımakla, gerçekte kişisoyunun tüm bilgi ve düşünce birikimine sırtlarını dönmüş oldular. Arap Müslümanlar da Tanrı'nın Elçisi Muhammed'in

� ?O

ölümünden sonra ilk 150-200 yıl boyunca Eski Yunan Düşüncesi denilen Eski Yunanistan-Yakındoğu Uygarlığı nın düşünce ürün­ lerine karşı durmuş; o dönemin yapıtlarında neler yazılı oldu­ ğunu okumaya bile gerek duymaksızın, Kur'an 'da yazılı Tanrı buyruklarına bile aykırı bir tu tumla, yadsımışlardır. '

İsa'dan Sonra 632-790 İlk Müslümaniann bilim karşıtlığı

İbni Haldun'un aktardığı Ömer bin Hattab'ın halifelik döneminde (634-644) yaşanan şu olay, ilk Müslümanların Kur'an'dan başka tüm kitapları yadsıdıklarını, yasakladıkları­ nı, ortadan kaldırmaya giriştiklerini ve dolayısıyla, kişisoyunun tüm bilgi birikimine nasıl sırtlarını döndüklerini göstermesi bakımından ilginçtir: Müslümanlar İran'ı fethedip anlatılamayacak kadar fazla ki­ tap ve bilimsel belgelerle karşılaştıklarında, Sa' d bin Abi Vakkas, Halife Ömer'den bunları alıp Müslümanlar arasın­ da ganimet olarak dağıtması için izin istedi . Bu vesileyle Ha­ life Ömer şu yanıtı gönderdi : "Onları suya at, Eğer bunların

içinde doğru yönde bir rehberlik varsa, Tanrı bize daha iyi bir rehber (Kur'an) sağlamıştır. Eğer bunların içeriği hatalıysa, Tanrı bizi bunlardan korumuştıı r." 263

Ne denli Tanrı'nın Elçisi Muhammed'in; "bilim Çin 'de de olsa alınız " dediği öne sürülerek, Müslümanların bilime karşı olmadıkları savlansa da, bilimi üstün tutan bu söz, "hadis" adı altında toplanan tüm diğer sözler gibi 800 yıllarından sonra eşdeyişle Müslümanlar yabancı toprakları ellerine geçirip o toplumların ürettiği düşünce birikimiyle karşılaştıktan sonra­ ortaya çıkartılıp yazıya geçirilmiştir; daha önce değil. Eğer bu söz daha önce biliniyor olsaydı, Halife Ömer Çin' den daha ya­ kın olan İ ran'a girdikten sonra orada bulduğu tüm yazmaların ortadan kaldırılmasını, sulara atılıp yok edilmesini buyurmazdı . Ömer'in Kur'an'dan başka kitapları yok etmeye yönelik bu tutumunu kendisinden sonraki halife de sürdürül­ müş, Halife al-Hadi (785-786) yalnızca kitapları yok etme buy­ ruğuyla yetinmeyip, bilimleri kökten silip süpürrnek amacıyla

düşünüderi de topluca öldürtmüştür. Ernest Renan'ın bu gibi olayları sergileyerek Müslümanlığın gerici, ilerlemeye engel bir din olduğunu kanıtlamaya yönelik Müslümanlık ve Bilim konulu konuşması 1 9 1 0'da Fransız basınında yayımlanınca, başta Na­ mık Kemal ve Cemaleddin Afgani olmak üzere, ona karşı Müs­ lümanlığı savunmak üzere pek çok yanıtlar verilmiştir.

Ernest Renan (solda) ve 1 9 1 0 yılında yaptığı Müslümanlık ve Bilim ad ıyla bas ılan konuşması . (sağda)

Namık Kemal'in Renan'a yanıtı Renan Müdafaanamesi adıyla basılmış264, Cemaleddin Afgani de yanıt yazılarında Renan'ın Müslümanlıkta gericilik örneği olarak sergi lediği ki­ tap ve bilimadamı kıyımlarını doğrulayıp " teıı cere dib i n kara, sen iııki benden kara " anl ayışıyla, bu gibi bilim kıyı mlarının yalnızca Müslümanl ara özgü olmadığını, Hıri stiyanların da çok sayıda bilginin kanına girdiklerini vurgul � yarak şöyle demiştir: El-Seyuti, Halife al-Hadi'nin (785-786) Müslüman ülkelerde bilimleri kökten yok etmek amacıyla Bağdat'ta 5000 felse­ feciyi öldürttüğünü söylüyor. Bu tarihçinin kurban sayısını abarttığı kabul edilmekle birlikte bu katliamın yer aldığı doğrulanmış bir gerçektir ve din tarihi için olduğu kadar bir ulusun tarihi için de kanlı bir lekedir. Hıristiyan dini­ nin geçmişinde de benzer gerçekler bulabilirim. Adlan ne olursa olsun, dinler birbirine benzerler 265 •..

Emst Renan'ır islam'a yönelik suçlamalarına yanıt veren N a m ı k Kemal (solda) ve Cemaleddin Afgani (sağd a )

Doğrudur; ilk Müslümanların Eski Yu nan Düşüncesi de­ nilen Yunanca yazılı Eski Yakındoğu Bilgeliği'ne karşı tutumları tıpkı ilk Hıristiyanların ve Bizans'ın tutumu gibi düşmanca olmuştur. Öyle ki, Halife El-Hadi, aynı tarihte aynı kıyımları yürütmekte olan Hıristiyan Bizans'ı taklit etmekten başka bir şey yapmıyordu gerçekte. İ lk Müslümanların 632'den 700'lü yıiiarın sonlarına dek eilerine geçirdikleri komşu ülkelerde karşıianna çıkan Eski Yunanca yapıtları böyle sulara atmaları ve bu yapıtları yaşatan düşünüderi topluca öl dürmeleri sonu­ cu, bu dönemde hiç bir bilimsel başanya damga vuramadıkları bilinmektedir. Onlar bu süre boyunca Tanrı'nın kitabı Kur' an'ı bağırlarına basmış, diğer bütün kitapları ise sakıncalı görm üş­ lerdir k i, bu tutum Kur'an'a da uygun değildir. Müslümanlar ancak 700'Iü yıiiarın sonlarında Eski Yunanca yazmaları çevir­ tip inceleyerek üzerlerinde us yürütmeye baş i adıktan sonradır ki, kişisoyunun o güne dek ürettiği tüm düşüncelere, bilgilere, bulgulara, birikimlere beyinlerini açıp bunların kahtçısı, üstle­ nicisi, yayıcısı, geliştiricisi, sürdürücüsü durumuna yüksele­ hilmişler ve VIII. yüzyıldan sonra böyle yaptıklan içindir ki, yukarıda yerli ve yabancı yazarlardan alıntılada göstermeye çalıştığımız İslam'ın o Altın Çağı'na -Müslümanlann bugün anı­ sıyla avunduklan ve övü ndükleri o parlak uygarlığa- damgalarını basabilmişlerdir. Eğer tüm Halifeler, Halife Ömer gibi, Halife al-Hadi gibi davranıp Eski Yunanca yazılı yapıtları ellerine ge323

çirdiklerinde yok etmeyi ve onların kalıtçısı olan düşünüderi öldürmeyi sürdürselerdi, Müslümanlar hiç bir dönemde bilim­ sel başanlanyla anılan bir Altın Çağ'ın yaratıcıları olamazlardı. İsa' dan Sonra VIII. Yüzyıl: İslam' da ilericiliğin doğuşu

Müslümanlar, 700'lü yılların sonunda Eski Yakındoğu Bilgeleri'nin yapıtlarını yasaklamayı bırakıp kendi dillerine çe­ virterek öğrenme yolunu seçtiler. Bu bilinen bir olgudur. Peki, Müslümanlardaki bu köklü tutum değişikliği hangi nedenlerle nasıl gerçekleşti? Bu soru üzerinde düşünürken önümüzde üç olasılık beliriyor: 1 . Müslümanlar, Eski Yakındoğu Bilgeleri'nin Yunanca yazılı yapıtlanyla ilk kez İran'da -Bizans'ın sapkın sayıp dışla­ yarak üyelerini kovuşturduğu Nesturi mezhebinden Pers Kili­ sesi'ne bağl ı çevirmenler aracılığıyla- tanıştı . Bizans Kilisesi, Justinianos I döneminde (527-565) bir yandan çoktanncılık suç­ Iamasıyla Akademi adıyla da anılan Atina Okulu'nu kapatıp (529) Eski Yunan denilen Yakındoğu Bilgeleri'nin düşünceleri­ ni yasaklarken, öte yandan İsa'nın Tanrı sayılıp saydamayacağı konusunda Hıristiyanlar arasında çıkan görüş ayrılıklarında Nesturiler gibi çeşitli akımların savundukları görüşü yasakladı.

Bizans Imparatoru Justinianus ı (JOstinyen-ortada) ve üst dOzey Bizans yöneticileri . (San Vitale Bazilikası'nda mozaik)

Atina Okulu'nun ka l ıntıları Yunanistan'da Dipylon'un 1 . 5 km l u n muştur. (sağda )

kuzeybatıs ı nda bu­

Yasakla nanlar, o dönemde Bizans'ın en güçlü karşıtı o­ lan İ ran' a sığınmışlardı. Bu dönemde İ ran, gerek Eski Yunanca yazılı bilgelikl eri koruyanların gerekse Bizans Kilisesi'nin sap­ kın olarak nitelediği Hıristiy an Nesturilerin, Manicilerin, vb. inanç ve düşüncelerini koroyabildikleri bir yurt oldu.

����

·��� q"J,J r_a. .\.:se)-\ � �� ·�cn.:si�� •

·

.l�

� �-"��, �



\r�.:ı4_1..ı;.QI

JIIA � � � � ,.;

' """" """� (�� . . .... ..-� u. JV"' .; �y ;J ...... ..,., . J4> P J.." I...Jı ·� .:.ıJ ',•I_,:.,I J ul:.. l ,b.� ::A,.� ı;ı ,_,l.ıJ '-'-"' ".,...JIJ ;ı.,.n v- � ), :.u)J ,.ı..; ; �yı •.;ı_,. · ı.,ıı.ı "" -� ı. ";.ıı ,ı, � ·u.i�ı � I:J,ıi .:.ı J rt--J'I'I rı.- •.,ı_,. ·ı.,.�ı .:..... "J•ı.:.....ı

(.�J .,_;,;.iıa

Y�ıJ�.ı,i!ll ı

·� 'I' LJ

�1 J..- •V' J......ılJ .rJ>,. � J< >JJ)I

•• 4,) Jo � .:OI J "_,..:ı .,.ıo Jo� 'I'J ..:-- .;,il '\', ;;).,

,.-,;'tl i.ı.l.. ,j ı..,.w ,y 4"" ... " """�' •;,,.

,

S. - . . ...._.. C. I. P, II, I., K. N, O. P, S. - ,...,., Ci o-:a Ja Jlo - .u ..a ..,.JJ ,�. oat)l ..._ .:. ...... ...� ; -YIA -vı -.o1 r"'• -�� • _.. Jı_- .ı...� . _.ı r:ıL'fl ...,.. rv=-r� JI : •. v .ı.; . .... J ,.,. JVI .- .:. .- � ..,ı .. .,.. ı.vı .,- ., : .,.� ·�.J' � .:. ..._ .:. J1 ; .._ ,. J'.ô .. ..J � - w. .- ... ....._ ... � ... rL.... � JI · -· • M • D. r .oı.... .:.. . ı Jı.o � - • ı -. .ııı., _ . . .... .. - 1 P � ı - • P. C. O •.-J ı l.. Y .G::I, ; t• •• l:fl.ıı , L P, T ot::ıl 1 � ' I. 'I, T ot� - ' l:.ılı; ; G t.Jı , E t,.�ı - • r, v �.. - • v *ı , ı _ı-, - • 1, v,w� - . ... ... : M, o � ,... - • I!., V, 'fi J-""" - • N. O "'""'• - • t. I." , T.,., ­ . a ..,. - • ı ı:r - · w �

....,. .... �.�'-: -- D J\..; �

r

.a-.- .a..ı-Jt� -.IWI;L. t!;!li

,

....

..;,ı..ıı ,ı�.

,.

•v

ın Kahire'd e Gazzali' nin Telhafüt E I-Felas ife ( Oüşünürlerin Tutarsız lıkları ) adlı kitabın a) sayfası (saQd i birinc ve ) (solda ı yapılm ış Arapça ba skısının kapaQ

· \, •



-��

. .

,.

..

�: _1:'

�--· ... graf : B . N . · b ulun a n kal ıntılar ı (foto Gazza li'nin inzi �a a ekildi ği yerin günüm üzde Chag ny v e Y. Lecoi nte. Missio n SFDA S)

y ;

�-- . ..

'. :

• ı · . •.

.,

-�· .

·. .

-.

:··

"'l: ..... -.

Usyürütmenin dinsel inançları olumsuz yönde etkiledi­ gı görüşü, Gazzali'nin bu kitabından önce Mutezile'ye karşı savaş veren kişilerce pek çok kez ortaya atılmıştı kuşkusuz. Ancak onların Gazzali' den önceki yüzyıllarda bilime karşı yö­ nelttikleri eleştiriler, kendileri eleştirdikleri usçuluğu iyi bil­ mediklerinden dolayı düşünürlerin yanıtlarıyla boşa çıkarıl­ mış, böylece us karşıtı gericiliğin toplumu derinden etkilernesi önlenebilmiştir. Gelgelelim Gazzali, kendisi yaşamının büyük bir bölümünü us yürütmeye dayalı yapıtlar vererek geçirmiş, kendisi us yürütmede uzman bir düşünür olduğu için, onun tüm inceliklerini bildiği usçuluğa karşı en ince ayrıntılara dek işleyen eleştirisi, öncekiler gibi etkisiz kalmamış; bir us yürüt­ me uzmanının usçuluğa yönelttiği eleştiriler olması nedeniyle oldukça sarsıcı olmuş; us ve bilim karşıtı gericileri kuramsal a­ çıdan donatıp güçlendirmiştir.290 Sonuçta gericiler, usa dayalı bilimselliği savunanlada giriştikleri tartışmalarda bir us ve bilim döneği olan Gazzali'nin kitabındaki savları kuiianarak Müslü­ manları bilimsel düşüncenin dine karşıt bir tutum olduğuna inandırabilmiş, toplumda usa dayalı bilimsel düşünceyi dinsiz­ likle bir tutanların sayısını artırabilmiş; süreç içerisinde bilim­ sel usyürütmenin adını dinsizliğe çıkararak, onu Müslümanla­ rın gözünden düşürebilmiş ve giderek halifeler bile eğer usa dayalı bilimci akıma karşı tutum almayacak olurlarsa toplu­ mun gözünde inandırıcılıklarını yitirecekleri bir duruma düş­ müşler ve bu da Gazzali' den bir iki kuşak sonra Müslüman toplumların bilimsel düşünce karşıtı gerici akımlara s Ü rüklen­ mesine neden olmuştur. Bilimsel düşünürlükten sofiliğe dönerek ger .�ği tasav­ vufta arayan Gazzali, yaşamının son yıllarında usa dayalı bi­ limsel düşüneeye şöyle saldırıyordu: Aristo'nun felsefesini aktarırken, hem bu filozofları hem de onların İslam filozofları arasındaki İbni Sina ve Farabi gibi yandaşlarını imansızlar olarak addetmeliyiz. ( . . . ) Örneğin bir parça pamuğun ateşte yandığını ele alalım. İnançsız us­ çu düşünürler, pamuğu yakan şeyin ateş olduğunu savuna­ caklardır. Bunu inkar ediyor ve diyoruz ki: o pamuğu yakan

ateş değil, pamuktaki siyahlığı ve kısırnlara ayrışmasını ya­ ratan Tanrı' dır. Çünkü ateş, hiç bir eylemi olmayan cansız bir şeydir; ayrıca ateşin yanmanın aracı olduğunu gösteren ne gibi bir kanıt vardır ki? .. Gerçekte Tanrı'dan başka bir neden yoktur, pamuğu yakan Tanrı'dır. ı9ı

Gazzali, bilimlerin, Tanrı'nın neden olduğu işleri Tan­ rı'nın adını anmayıp başka doğasal nedenlere bağlayarak Müs­ lümanlara Tanrı'yı unutturduğunu savlıyor; " İ lk Neden"i "Son Neden" yerine koyarak bir şaşırtmaca yapıyordu. Bu usyürütme uyarınca, sözgelimi: Güneş doğdu, demek de yanlış­ h . Tanrı güneşi doğurdu, demek gerekiyordu. Ağaç çiçek açtı, de­ mek de hep şu dinsiz filozofların Tanrı'yı unuttmmak için ge­ liştirdikleri bir söylemdi. Dinden çıkmak istemiyorsak Tanrı ağaca çiçek açtırttı dememiz gerekiyordu. Bu durumda İki kere iki dört eder, diyen de dinden çıkıp cehennemİ boylayabilirdi. İ ki de kim oluyordu ki dört edebilsin? Eğer Tanrı ikiye o yeteneği vermeseydi dört edebilir miydi? Öyleyse Tanrı iki kere ikiyi dört ettirir; iki kere ikiyi dört ettiren Tanrı 'ya şükü rler ols u n, ya da İki ke­ re iki elhamdiilillah dört eder demek gerekiyordu ki, Müslümanlar yanılıp da dinden çıkmasınlar; gerçek öznesi Tanrı olan işleri başka öznelere yükleyerek cehennemlik olmasınlar. Gazzali, matematiğin kişileri dinden çıkardığını bakın nasıl çözmüştü : Matematikten kaynaklanan iki sakınca vardır: Bir kere, ma­ tematikle ilgilenen herkes onun kesinliğine ve uygulamala­ rının açıklığına hayranlık duymaktadır. Bu da sonuçta felse­ fecilere inanmasına ve onların bütün bilimlerinin, açıklık ve uygulama kesinliği bakımından buna benzediklerini dü­ şünmesine yol açmaktadır. Ayrıca dillere destan imansızlık­ larına, Tanrı'nın özelliklerini inkar edişlerine ve vahyle ge­ len hakikatleri hor görüşlerine ilişkin öyküleri herkes de duymuştur; kişi salt onların yetkinliğini kabul etmekle ima­ nından' olur. Aynı şey Euklid'in bilimleri ya da Ptolameus'un astronomi kitabı Almagest için olduğu kadar, aritmetik ve geometrinin incelikleri için de geçerlidir. Onlar da beyni keskinleştirerek ruhu güçlendirir ama bunlardan bir tek nedenle kaçınınz: Bunlar "ulum-al-avail" (antik bi­ limler, İslam öncesi bilimler)' in öngörüleri arasındadır ve bu

347

antik bilgiler, aritmetik ve geometri yanında, tehlikeli dokt­ rinlerin kabulünü gerektiren bilimleri de içermektedir. Ge­ ometri ve aritmetik dini inanç açısından zararlı fikirler içer­ mese bile, yine de, kişinin geometri ve aritmetik aracılığıy­

la tehlikeli doktrinlere kapılacağından korkuyoruz.292

Gazzali'nin Kimya-i Saadet adlı kitabının en eski elyazmalarından günümüze kalan bir sayfa

Gazzali, İ slam' da usa ve deneye dayalı, dolayısıyla kişi­ lerin beyinlerini dünya işlerine yoğunlaştıran bilimlerin yayılması nedeniyle, toplumun tehlikeli doktrinlere, sakıncalı düşüncelere kapılacağından büyük kaygı duyuyordu; çünkü o yıllarda Haç­ lı Ordusu, Suriye'yi ve Filistin'i alıp Kudüs'e girmişti. Şöyle ki:

llOO'lerde Haçlı Seferleri ve Gazzali: İslam' da gericiliğin yönetime egemen olmasını sağlayan uluslararası koşullar Gazzali'nin usçuluktan dönüp sufiliğe geçtiği ve halkı "Din elden gidiyor! " diye usçuluğu bırakıp din olarak beliediği sufiliğe dönmeye çağırdığı yıllar, çok ilginç bir biçimde, Haçlı ordulannın Gazzali'nin yaşadığı Bağdat'ın yakınianna dek gel­ dikleri yıllardır.

Papa I I . Urban,

27

Kasım 1 095 günü Ku d ü s ' ü n geri



l ı n ması buyruğunu verm i ş t i r . Haçlı sürül eri i l k i ş o l a ra k Avru­ pa'da yaşayan M usevi lere sa l d ı r ı p onların tüm b i r i k i m lerini

soym u ş l a r ve 1 096 y ı l ın d a Kudü s ' e doğru yola çıkm ı ş l a rd ı r .

Haçlılar 1 098'de Filistin'i ele geçirip Kudüs'e doğru akınaya başladılar.

Haçlı Ordusu Kudüs'e doğru ilerlerken geçtikleri yer­ lerde yaşayan Müslümanlara yönelik kıyımlar yapıyord u .

"l C: I\

İşte Gazzali'nin Bağdat'ta çok değer verilen usçu bilim­ sel bir düşünür iken, birden bire kendisini toplumdan soyut­ lamak üzere Bağdat'tan türlü yalanlarla ayrılıp gizlice Şam'a gittiği 1 096-1097 yılları, tam da Haçlı ordularının akın akın Şam ve çevresinde yığıldığı yıllardır. Gazzali Hilafet merkezi olan Bağdat'ta bir yüksek okulun başındayken 1 096 yılında yönetici­ lerin kendisine okulu bırakmaması için yalvarmalarına karşın onları "Hacca gidiyorum, " diye aldatarak Bağdat'tan uzaklaşıp Şam'a gitmiştir. Bunu özyaşam öyküsünde kend isi şöyle anla­ br: İçimde Bağdat'tan kaçıp uzaklaşmak arzusu kuvvet buldu . Bu hal Hicri 488 senesi (yaklaşık 1 096 yılı) Recep ayından i­ tibaren altı aya yakın devam etti . . . Mekke'ye (hacca) gitmek ister göründüm. Halbuki niyetim Şam'a gitmekti. Halifenin ve bütün arkadaşlarımın Şam'a gidip orada ikamet etmek is­ tediğime muttali olmalarından kaçınıyordum; Bağdat'a bir daha dönmernek üzere oradan çıkmak için bir takım latif hiylelere başvurdum . Hükümet çevrelerine yakın olanlar, devlet büyüklerinin Bağdat' tan ayrılmarnam için ne kadar ısrar ettiklerini görüyorlardı . . . Hemen Bağdat' tan ayrıldım. Sonra Şam'a vardı m. İki seneye yakın bir zaman orada kal­ dım. Orada kaldığım müddetçe sofiye kitaplarından öğ­ . .

rendiğim vechile kalbimi zikrullahla tasfiye et­ tim . (Yaklaşık Hicri 490- M.1098 yılında): Hac farizasını ifa etmek arzusunu duydum. Hicaz'a gittim . . . Zamanın hadise­ leri, çoluk çocuk derdi, geçim zorluğu buzurumu kaçırdı, yeniden Bağdat'a döndüm. Yalnız kalmaya çok haris idim. On sene kadar bu hal üzere uzlete devam ettim. Sofiye'nin

yoluna girmem dolayısıyla bana zaruri ilim ile nübüvvetin hakikah, bassası aşikar oldu. On seneye yakın bir zaman zarfında insanlar arasına karışmadım. Her çeşit halkın fet­ sefeciler sebebiyle imanlarının bu dereceye kadar zayıf düştüğünü görüp, . felsefecileri rüsvay etmek için kendimi hazırladım. Kendi kendime "Hastalık umumi hale gelmiş, tabibler hastalığa tutulmuş ve halk helak olmak üzerey­ ken insanlardan ayrı yaşamanın, yalnız kalmanın ne fay­ dası olacak?" dedim. Sonra içimden; "Bu b elayı ortadan kaldırmaya, bu karanlıkta çarpışmaya ne zaman imkan .

bulabilirsin? Zaman fetret zamanıdır. Devir batıl devridir. Halkı saptıklan batıl yollardan doğru yola davet etmek, ancak müsait bir zamanda, dindar, kudretli bir hükümda­ nn yardımıyla kabil olabilir," dedim. Zamanın padişahı bu gevşekliği gidermek için Nişabur' a gitmemi kati surette emretti. Bu hususta kalp ve müşahede erbabından (sufilerden) bir Ct!maatle istişarede bulundum. Hepsi de uzleti bırakmamı, çekildiğim köşeyi terketmemi ittifakla söylediler. Cenabı hak, bu mühim vazifeyi yerine getirme­ rnek için Nişabur' a hareket etmemi 499 senesinin Zilkade ayında (1 1 05- 1 1 07 eniiriinı&J,&ilio�

c:o��ı

���- J.ll�

� �Edni. -�� MW-ıdD - .Pom�;,� -

· - --� - -

eyl:i;, G��licili!l� k� rş ı yazdı!jı Hay Bin Ye k a � �diı ;oman (kapa!jı jyle de Roman sanatının Batıda başlamad ı !j ı n ı göstermektedir. z

Gelgelelim, usçu-bilimsel Müslümanların Gazzali'nin usa d ayalı bilimsel düşüneeye saldıran Düşünürlerin Tutarsızlığı yapıtma verdikleri bu yanıtlar, İ slam yönetimlerini, Hıristiyan saldırıları karşısında kurtarıcı olarak sarıldıkları Gazzalicilikten bir gıdım dahi uzaklaştıramıyor. Gazzali'nin İ slam' da usa dayalı bilimsel düşünceyi Tanrı'ya karşı işlenmiş bir suç olarak gösteren bu yapıtma son karşı çıkış onun ölümünden yaklaşık bir yüzyıl sonra İ bn Rüşd'den geliyor. Gazzali'nin Düş ü nürlerin Tu tarsızlığı (Tehafüt ül-Felasife) kitabına Tu tarsızlığın Tu tarsızlığı (Tehafüt üt­ Tehafüt) adlı bir kitap yazarak yanıt veren İbn Rüşd, Gazzali'nin usa dayanan bilimsel düşünüdere yönelttiği tüm suçlamaları tek tek ele alarak çürütmeye çalışıyor; ancak bu ça­ baların hiç biri, Haçlı akınları ve mezhep çatışmaları karşısında bunalan İ slam yönetimlerini kurtuluş diye sarıldıkları Gazzalicilikten uzaklaştırmaya yetmiyor.32o

YV

�J c;r., ..-..-. ..L:]_,J ı �; ....- ı,;.u ı> a U oi:.. .,ı,ı:lı

u,ı.....ı ı ,ı,_ . .. , ,

lbn ROşd'On Gazzali'nin TehafOt Ol Felasife (Felsefecilerin Tutarsızlığı) adlı kitabına karşı yazdığı TehafOt-01-TehafOt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı kitabın kapağı (sol­ da) ve onun Ispanya Kordaba'daki anıtı (sağda)

378

Gazzali' den sonra İslam' da us ve bilim düşmanlığı

Gazzali usa dayalı bilimsel düşüncenin, usyürütrnenin, sorgulamanın, tartışmanın, matematiğin, bilimlerin dinsel açı­ dan sakıncalarını gösterip halkı bunlardan uzak tutma görevini yalnızca bir kaç yıl sürdürebiidi ve 1 1 1 1 yılında öldü . Ancak, Haçlı saldırıları karşısında devletin, us karşıtı, gözü kapalı sa­ vaşa koşan, Haçlı benzeri Müslümanlara duyduğu gereksinim sürdüğünden, Gazzali'nin ölümünden sonra, devletin kanatları altında onun çizgisini pekiştirip yeniden üreten bir alay Gazzalici tarikat ve tasavvuf ocağı türedi. Eğitimin başına Gazzali'yi getiren devlet, artık bilim ocağı medreselerin yanına birer de sofi ocağı tekke açmaya ve tasavvuf tarikat örgütlen­ melerini özendirmeye başlamıştı. Londra Üniversitesi Arap, Yakındoğu ve Ortadoğu Tarihi Profesörü Peter Makolm Holt, "Haçlılar Çağı " adlı kitabında durumu şöyle anlatıyor: İlk başlarda (Haçlı Seferlerinden önce) hem Sünni hem Şii i­ lahiyatçılar ve fakihler (yani devlet) bu gelişmeye (sufiliğe) kuşkuyla yaklaşıyordu. Dönüm noktası (Haçlı Seferleri sı­ rasında) yaşandı. (Haçlı Seferleri başlayınca) Mutasavvıflar ile ilahiyatçılar ve fıkıh bilginleri arasında bir uzlaşmaya va­ rıldı. (Devlet, usa dayanan bilimci Mutezileciliği terkedip usdışı sufiliği benimsedi) Yaşamının bir bölümünü Bağ­ dat'ta, İslami din okulları içinde en önemlilerinden biri olan Nizarniye Medresesi'nde, bir bölümünü de yoksul bir sufi olarak inzivada geçiren Ebu Hamid el-Gazzali bu uzlaşma­ nın (devletin sufi tarikatçılığı benimsemesinin) simgesiydi. Tasavvuftaki kurumsallaşma, (Haçlı seferleri sırasında) iler­ leme gösterdi. Kendini tasavvufa adamış olan sufilerin ya­ rarlanması ve tabii denetim altına alınması için (devlet tara­ fından) hanekahlar (ya da ribat) açıldı; buralarda sufilere barınak ve yiyecek sağlanıyor, onlar da ayinlerini yapıyor­ lardı. Nureddin Devri, bir yandan medreseler açılırken, öte yandan bir kısmı kadınlara ayrılmış olan tekkelerin de a­ çılma devridir. Sufiler önceleri mutasavvıflara bağlı gevşek birlikler halinde örgütlenmişken, (Haçlılarla savaş döne­ minde) daha sağlam bir örgüt y ap ı sı olan tarikatlar ortaya

379

çıkb. Adını gerçek ya da saymaca kurucularından alan bu tarikatiara giriş, buralarda verilecek dersler ve yapılacak a­ yinler de sistemli biçimde düzenlendi. İlk tarikatlardan biri, Şihabeddin Ömer es-Sühreverdi'nin ( 1 1 44-1 235) kurduğu Sühreverdiye idi.

Şihabeddin Suhreverdi'nin Hayakat Al-Nur adlı kita b ı n ı n "Shape Of Light" ad ıyla yapılan ingilizce bas ı m ı

bulunan Şihabeddin, onun Sultan 1 . Keykubad ve Eyyubi el-Adil Seyfeddin'e elçi olarak gönderildi. (Eşdeyişle, devlette tari­ katların etkinliği başladı-C.Ö) 12. yy.'da Irak'ın güney kesi­ minde Ahmed er R ı fa i' nin kurduğu Rıfaiye tarikatı da kısa zamanda Su riye ve Mısır'da yayıldı. Suriye'de yaygın güce erişmiş bir başka tarikat, adını Abdülkadir el-G eylani' den (öl: 1 1 66) alan Kadiriye'ydi .Jıı Halife en-Nasır'ın himayesinde

verdiği görevle

-

Haçlı saldırısı karşısında kalan Müslüman yönetimler, Haçlı saldırısından önce ortadan kaldırmaya çalıştıkları usdışı sufi Müslümanlığı kendi kanatları altına alıp tarikatlar ve tek­ keler biçiminde örgütleyerek Haçlılara karşı kullanmaktan başka kurtuluş yolu bulamamış, üstelik bunu da Haçlılardan öğrenmiştir; çünkü Haçlılar Hospitalier Tarikatı, Templier Ta­ rikatı, Töton Tarikatı Şövalyeleri, St. Jean Tarikatı Şövalyele­ ri gibi askeri tarikatlarda örgütlenerek savaşa sürülmüşlerdi. Gazzalicilik, Müslümanların da tıpkı Haçlılar gibi usdışı; ken­ dinden geçmeci, sufi tarikatlar biçiminde örgütlenerek savaşa . sürülmesini savunuyordu. Haçlı saldırılarından bunalan İslam 3 RO

yönetimleri çareyi Gazzaliciliğe bağlanmakta buldu. Kurulan Haçlı benzeri usdışı tarikatlardan biri Abdülkadir Geylani 'nin (doğ:1 078- öl : 1 1 66) Bağdat'ta, yaklaşık 1 130 yılında kurduğu Kadiriler tarikatıdır ki, "Ulu Hakan", "Cennet Mekan" dedik­ leri padişah Il. Abdülhamid dahi o günlerden 750 yıl sonra bu tarikatın üyesi olmuştu .

I rak'ta Bagdat'ta bulunan Abdül Kadir Geylani Camisi

Geylani'nin I rak'ta Bağdat'ta Abdül Kadir Geylani camisindeki türbesi, bağl ıları tara­ fından ziyaret ediliyor.

Gazzali'nin ölümünün ardından kurulan bir başka ta­ savvuf tarikatı da, 1 150 yılında Ahmed Rıfai'nin kurduğu, Tür­ kiye' de bugün de çok tanınan Rıfailik tarikatıydı. Şazili tarika­ tı da Gazzali'nin açtığı yoldan yürüyenlerce yaklaşık 1 230 yıl-

larında kurulmuştu, ki Il. Abdülhamid, Kadiri olmadan önce Ticanililikle bağlantısı bulunan Şazili tarikahnın bir üyesiy. d ı . 322

Rifai tarikatı n ı n sufıleri zikir s ı rasında dervişi- Paris- 1 897 (sağda )

323

(solda). l l . Abdülhamid döneminde b i r Rifai

Yaklaşık 1 204'te İ spanya'dan Mekke'ye gelen Gazzalici Muhiddin İ bn el-Arabi, Gazzali'nin gerici, us karşıtı, sufi Müs­ lümanlığının Anadolu'ya yayılmasında etkili olmuş, Mek­ ke'den sonra 1 230'a dek Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev'in kanatları altında Anadolu'ttun Malatya, Konya, Aksaray ve Sıvas gibi yörelerinde bulunarak, Müslümanlara sufiliği, Gazzaliciliği aşılamış ve Konya'yı daha 1210'lu yıllarda gerıcı Gazzaliciliğin otağı durumuna ge­ tirmiştir. 1260'larda Bağdat'ı alan Moğollardan kaçan Gazzalici sufiler, Konya'ya gelip Muhiddin İbn el-Arabi'nin ogrencısı olan Sadruddin el-Konevi'nin eteğinde toplanmışlar ve Gazzaliciliğin Sel­ çuklu Sultanı'nın korumasında AMuhyiddin lbn Arabi 1 R ?.

nadolu'ya egemen olmasını sağlamışlardır.324 Öyle ki, Moğol akınlarından kaçıp Konya'ya sığınan gerici sufi Gazzaliciler a­ rasında, 1273' te ölen, Mevlana dedikleri Celaleddin Rumi ve babası da vardı. Celaleddin Rumi için kullanılan "Mevlana " sözcüğü Kur'an'da Tanrı'ya sesienirken kullanılan bir nitem­ dir, Kur'an'da Tanrı için kullanılan 'Mevlana'325 nitemini Celaleddin Rumi'ye ad yapmayı Müslüman erdemimize yakış­ tıramadığımız için biz ona Mavlana değil Celaleddin Rumi de­ meyi yeğledik.326

Celaleddin Rumi

Bugün kimi bilisiz aydınlarca ilerici diye ululanan Mev­ levilik de Gazzali'nin izdaşlarınca bu ortamda kurulmuş usçubilimsel düşüneeye karşıt, gerici, Gazzalici, sufi bir tarikat­ tır ve Melik Şah'tan sonraki Selçuklu Sultanları gerici Gazzaliciliği benimsedikleri gibi, Celaleddin Rumi'nin ölü­ münden 26 yıl sonra kurulan Osmanlı Devleti'nde de padişah­ larının büyük bir çoğunluğu kendilerinin Mevlevi ( Gazzalici sufi) olduklarını söylemiş, Mevlevileri (Gazzalici sufileri) aylı­ ğa bağlamış, yönetim koltuğuna otururken padişaha kılıç ku=

şatmak görevi hep bu gerici, sufi, us karşıtı Gazzalici Mevlevi­ lere verilmiştir.327

J . W . McGarvey'in Lands of the Bible adlı kitabından rakseden dervişler

Bilginierin en önemli koruyucusu olarak gösterilen Fatih Sul­ tan Mehmet dahi, İstanbul'u aldıktan sonra Gazzaliciliği övüp İbni Rüşdçülüğü karalayan kitaplar yazılmasını buyurMaktan geri kalmamıştır.328 Osmanlı yönetimi altında kurulan sayısız tekkeler aracılığıyla gerici, usa dayalı bilimsel düşünce karşıtı, Gazzalici sufilik, Müslümanların beyinlerini örümceklendirme ve onları tıpkı Haçlı askerleri gibi hiç sorgulamaksızın ölüme koşturma görevini başarıyla sürdürmüştür. Haçlılar nasıl haçlı askeri tarikatlar oluşturmuşsa, Osmanlı ordusunda Yeniçeri askerleri de Bektaşi Tarikatı üyelerinden oluşturulmuştur. Gü­ nümüz Türkiyesi'nde irtica ocağı olarak etkinlik gösteren tari­ katiann tümü, us karşıtı sufi Gazzaliciliği örnek almakta ve fel­ sefeyi dinin düşman} olarak damgalamaktadır.

Gazzali'nin ardından İslam yönetimleri sufiliği öylt• lw­ nimsediler, usa dayalı bilimsel düşüneeye öyle düşman kesi l d i ­ ler ki, İbni es-Salah (öl: 1251), yaklaşık 1230 yıllarında u sı_·u ­ bilimsel düşünürlere ölüm kusarak şöyle diyordu: Deliliğin kökeni, tüm karmaşanın, tüm yanlışların ve do�ru yoldan sapmanın tüm nedeni felsefedir, usa dayanan d ü ­ şüncedir. Felsefeyle (us yürütmeyle) uğraşan kişi kişi, parl a k kanıtlarla destektenmiş dini yasanın (şeriatın) güzelliklerine karşı renk körü olur ... Mantığa gelince ... Bu, felsefeye ulaş­ mak için araçtır. Kötü bir şeye başvurmak için başvurulan araç da kötüdür ... Felsefenin öğretileriyle uğraştığına ilişkin hakkında kanıt bulunan herkes aşağıdaki seçeneklerle karşı karşıya kalacaktır: Ya kılıçla idam ya da İ slam'a dönüş!.. Ancak bu şekilde memleket korunabilecek ve bilimlerin

kökü kazınabilecektir . . . 329

Böyle bir ortamda Müslüman ülkelerde usa dayalı bi­ limler gelişebilir miydi? Bu yaklaşımın egemen olduğu İslam toplumları yeryüzünde yüzyıllarca ellerinde tuttukları bilim önderliğini sürdürebilider miydi? Gazzali'den yüz elli yıl son­ ra Gazzalicilik İslam yönetimlerinde öylesine kök salınıştı ki, İbn Salah, ülkenin korunması ve dinin kurtarılması için Müs­ lümanların beyinlerinin us yürütme bilimlerinden uzaklaştı­ rılması ve us yürütmeyle uğraştığına ilişkin belge bulunan kimselerin eğer us yolundan dönmeyecek olurlarsa başlarının kılıçla uçurulacağını işte böyle haykırıyordu. 1200 yıllarında İs­ lam ülkesi kime karşı korunacaktı? Haçlılara karşı . . . Üstüroüze Haçlılar geliyor, öyleyse biz d e Hilal' e sarıla­ lım, yoksa ülkemizi Haçlılara kaptınrız... İşte bu yargıdır İs­ lam'ı bilimden uzaklaştıran. Bizans imparatoru Alexi, nasıl ay­ kın-inanlılara "Ya Haç'ın altına gir kurtul, ya ateşte yan kav­ rul" gibi iki seçenek sunmuşsa, İbn es-Salah da bilime yönelen Müslümanlara iki seçenek sunuyor: Ya felsefeyi, mantığı, bili­ mi terk edip, sorgulamayan, tartışmayan, tıpkı Haçlı sürüleri vur deyince vuran, öl deyince ölen Müslümanlar olursunuz ya da kılıçla başınızı uçururuz! ...1271 yılında ölen Taceddin es­ Subhi'de Gazzali'nin izinden yürüyordu. Ona göre de mantığın

(us yürütme bilirninin) Müslürnanlarca incelenmesi, dine karşı işlenmiş en ağır suçlardan biriydi ve din bakırnından yasak (hararn)'dı.330 İ şte Gazzaliciliğin islam devletlerinde resmi ideo­ loji olarak benirnsendiği l lOO'lerden sonra İslam ülkelerinde felsefeye, mantığa, us yürütme bilimlerine ve usa dayalı dü­ şünce üretimine karşı tutum bu olmuş ve İ slam ülkeleri bu tu­ turn nedeniyle yeryüzünde bilirnin öndediğini ellerinden kaçı­ np, bugün dahi sancıları çekilen, onarılınası çok güç bir usdışılık ve gerilik batağına yuvarlanrnışlardır. İslam' da gericiliği başlatan Türkler değil Haçlı Seferleri ve Gazzalicilik

Müslümanların 827' de başlayan usa dayalı bilirnci Altın Çağı'nın niçin dört yüz yıl sonra l lOO'Ierden başlayarak yerini koyu bir karanlığa, gericiliğe, gerilerneye ve geriliğe bıraktığı sorusuna yanıt arayan kimi düşünürler, yukarıda belgelerle gösterdiğimiz olgulara gözlerini kapayarak, İ slam' da gerile­ menin başlamasını Moğol akıniarına bağlarlar. Bu yanlış sap­ tarna, bilim tarihinin kurucusu George Sarton ile başlamıştır: B i l i m tarihinin öncü kurucusu George Sarton ' a göre, İslam

tarihinde ilk b e ş asır, bilimin gelişmesi için " Altın Çağ" olarak kabul edilir ve beşinci asırdan i tibaren İslam d ü nya­

sında ilmi faaliyetlerde hızlı bir düşüşün

vuku bulduğuna

işaret e d i l i r . G . Sa rton'un bu görüşü, k ü l t ü r, s a n a t, b i l i m

ve

her türlü entel lektüel faa l i yetlerde B a ğd a d ' ı n 1 25 8 ' d e M o­

bir i l e rl e m e n i n dünyasının fikri yönden geri l e d iği n i ve

ğolların eline düşüşünden sonra her hangi

olmadığını, İsla m özellikle Türk sülalelerinin hakimiyet döneminde karan­ lıklan girdiğini iddia eden, ondokuzuncu asırda ortaya çı­ kan genel bir kanaatin bilim alanındaki tezahürü olarak gö­ rülebilir.331

İ slam' da bilirnin önce Selçuklularca ve ardından 1 258 yılında Bağdat' a giren Moğollarca engellendiği savı, İspan­ ya' daki, Sicilya' daki ve Ortadoğu' daki İ slam bilim ocaklarının Moğol akınlanndan çok önce, 1090'larda başlayan Haçlı saldın­ ları altında can verdiği gerçeğinin üstünü örtrnek amacıyla

3 86

uydurolmuş bilinçli bir saptırmadır. George Sarton gibi Batılı­ lar, bilim tarihini yazarken, İslam'ın Altın Çağı'nı tarihten sil­ mek olanaksız olduğu için, Avrupa'lıları ve Hıristiyanları bilim yıkıcılığıyla suçlandırmak da kendi önyargılarına uygun gel­ mediğinden, bilimin Müslümanlarca yaratılan Altın Çağı'nın yıkılınası suçunu Türklerin ve Moğolların üzerine atarak, ken­ di Avrupa'lı soydaşlarım ve Hıristiyan dindaşlarını temize çı­ karmaya çalışmışlardır. Bu bilinçli saptırmanın George Sarton'dan sonra ikinci önemli adımı olan Rus Yahudisi bilim tarihçisi Alexandr Koyre, ıiöyle diyor:

Alexa ndr Koyre ( 1 882- 1 964) Bu o l gu , .. ( Müslü ı:n a n l a rı ıı y e ry ü z ü nde bir kaç yüzy ı l b i l i ­ m i n öncü leri o l d u k t a n

s o nr a

h ı z l a geri l i ğe d ü şmeleri olgu ­

su) fel sefenin dindı�ı tu tu m u n u e l eş t İ ren İslam ortodoksiuğunun hiç de haksız olmayan ş i d d e t l i tepkisinin etkisiyle, özellikle de, Arap uygarlığını birleştirip, İslamlı­

ğı, bağnaz ve felsefeye tümüyle düşman bir dine dönüştü­ ren Barbar Türk, Moğol ( İ s p a nya ' da Berberi) akınlannın yıkıcı etkisiyle açıklanabilir. Bu son "etki" (Barba r Ti•rk ve Moğol saldmlan) olmasa, Arap felsefesinin Latin skolasti­

ğininkine

benzer

bir

gelişme

göstermesi

ve

Arap

düşünürlerinin Gazzali'nin eleştirilerine yanıtlar bulup Aristoteles'i "islamlaştırmalan" olasıydı... Buna vakitleri olmad ı . Türk

ve Barbar kılıçlan bu devinimi hoyratça

durdurdular... m

3 87

Titiz bir okuyucu, İ slam' da bilimin nasıl çöktüğüne ilişkin ak­ tardığımız onca belgenin ışığında, çöküşü Türk ve Moğol saldırı­ larına bağlayan yukarıdaki görüşlerin ne denli sığ, ne denli yan­ lış ve ne denli bilinçli bir saptırmanın ürünü olduğunu kendili­ ğin d en kolayca görebilir. Koyre'nin kullandığı sözcükler başlı başına saphrıcıdır. Koyre, İs­ lam 'ın Altın Çağı dem iy or, Arap­ lar'ın A l t ı n Çağı'ndan söz ediyor. Müslüman düşünürler demiyor, Arap düşünürleri d i y or Oysa Gazzali'nin, İbni Sina ile birlikte dinsizlikle suçladığı Farabi, bir Türk'tü ve İslam'ın Alhn Ça­ ğı'nda yalnızca Arapların değil, değişik soylardan gelen diğer Müslüman düşünürlerin de ö­ nemli katkısı vardı . Müslüman Türkler, Karahanidar ve SelçukFarabi Iular, Gazzali' den önce, İslam dünyasında bilimin Alhn Ça­ ğı'nın yaşandığı yıllarda Müslümanlığa girmişlerdi. Benimse­ dikleri Müslümanlık, o yıllarda İslam ülkelerinde egemen olan usa dayalı bilimci Müslümanlıktı; Gazzalici, sufi, gerici Müs­ lümanlık, Türklerin Müs lümanlığı benimsemesinden sonra or­ taya çıkmışhr. .

1070: Kutadgu Bilig

Gazzali' den Önce Müslüman Türkler Usçu, Bilimci ve ilerici

Türklerin Müslümaniılda birlikte o yıllarda İ slam ülke­ lerinde egemen olan usa dayalı bilimci Mutezile anlayışını da benimsedikleri, 1070 yıllannda Türkçe olarak yazılan Kutadgu Bilig'de eski Yunan düşünürü Euklides'e övgüler yağdıran, yönetim de, eğitim ve öğretimde felsefeyi, manhğı, usa dayalı

bilimsel düşünceyi üstün tutan şu öğütlerle kanıtlı bir gerçek­ tir: ( . . . ) Diğer bir toplumsal katman da Bilginlerdir, ki Bilginie­ rin bilimi toplumun yolunu aydınlatır. Bilginleri pek çok se­ viniz ve onlardan saygıyla söz ediniz, az ya da çok, onların bilgilerini öğreniniz. Yararlı ya da zararlı şeyleri birbirinden ayırt ederek, doğru ve temiz yolu tutan kimseler, bilginler­ dir. Olanaklann ölçüsünde, bilimleri öğreniniz, bilginiere i­ yilik ediniz ve yardımda bulununuz, onlara dil uzatmayı­ nız . . . Yeryüzünde bu bilginler ve felsefeciler (düşünürler) olmasaydı, ekilmiş olsa dahi yerden yiyecek çıkmazdı . . . Bir de doktorlar, hekimler, tabipler katmanı, gökbilimciler kat­ manı vardır. Bunu öğrenmek için geometri okumalısın, an­ cak ondan sonra sana sayıbilimin kapısı açılır. Çarpma ve bölmeyi öğren, onda birleri öğren, bu "Kamil İnsan" için çok iyi bir sınavdır, bunu yap, sayıların karesini ve karekökünü iyice öğren, bunları öğrendikten sonra sayı köklerini ele al, toplama çartmayı öğren, alan ölçümlerine geç, cebir ve denklemleri oku, bir de Euklides'in kapısını iyice çal. Gerek dünya işi, gerek ahiret işi olsun, inan ki bilgin bunları sayı­ bilimi �, aritmetikle birbirinden ayırıp saptar. Aritmetik, sa­ yıbilim, matematik bozulursa, dünya ve ahiret işi de onunla birlikte bozulur . . . Her türlü iyi söz kitaplarda bulunur; ya­ zılmış olan söz unutulmaz kalır. Yazanlar kitapları yazma­ mış olsalardı, bu felsefe ve bilgileri biz nasıl öğrenebilirdik? Bilginler ve felsefeciler yazıp bırakmamış olsalardı, bizden önce yaşayanlariian kim söz edebilirdi? .. Hangi işte akıl (us) önayak olursa, o iş başarıyla sonuçlanır. İnsan aklını kulla­ nır ve işine bilgi ile başlarsa, giriştiği tüm işlerde başanya ulaşır. insanda us (akıl) ile birlikte bilgi de bulunursa, o bil­ gisiyle her işte . başarılı olur. Her işe bilgiyle başlayınız ve ona göre davranınız. İ şi us (akıl) ile anlayınız, bilgi ile bili­ niz. İnsan amacına usla (akılla) ulaşır; önce bilgi edininiz, i­ yice kavrayınız, sonra işe girişiniz. Yazmalı, okumalı ve başkalarının dediklerinden yararlanmalıdır, kişi böyle bilgin olur. Çok kitap okumalı, konuşmayı bilmeli, şiirden anlama­ lı, şiir yazmalı, gökbilimden, tıptan anlamalı, aritmetiği ve geometriyi kavramış, alan ölçümü bilimini bilmelidir. Ya-

bancı dilleri öğrenmeli, yabancı yazıları bilmel idir. içki bil­ ginin ve usun (akılın) düşmanıdır.333

İşte, Müslüman Türklerin 1 070 yıllarında yürürlükte olan Müslümanlığı, böylesi usu, usçuluğu, bilimleri, bilginleri yücelten, usa ve bilime öncelik tanıyan, tüm yönleriyle İslam'ın Altın Çağı'nın usa dayalı değerlerini benimsemiş bir Müslü­ manlıktır. Türk Müslümanlır 1 070 yı llarında eski Yunan bilgini Euklides'e verdikleri önem Kutadgu bilig'de belgeli olduğu gi­ bi, eski Yunanca "felsefe" sözcüğü bile Kutadgu Bilig'de "feylesuf" biçiminde karşımıza çıkmaktadır: Ajun feylesufı nengi bolmasa Neçe tıldam erse kişedi tilig334

Yaklaşık bir çeviriyle: Dünyadaki tüm felsefeciler (dü­ şünürler), ne denli düşüncelerini sözle dile getirmekte uzman olsalar da, yoksu l bırakılmamalıdırlar, eğer yoksul kalırlarsa, dilleri kösteklenmiş olur . . .

Kutadgu

Müslüman Türklerin, Gazzali' den önce, tüm açılardan İslam'ın Altın Çağı'nın usa dayalı bilimci düşünceleriyle do­ nanmış oldukları, Ku tadgu Bilig'deki şu sözlerde yadsınamaz biçimde görülmektedir: Ey bilgin düşünür, amacım söz söylemekti, us (akıl) ve bil­ giden söz etmek istedim: Us (akıl) karanlık gecede ışık saçan

bir çıra gibidir; bilgi seni aydınlatan bir ışıktır. Kişi, usla (a­ kılla) yükselir, bilgiyle büyür; us ve bilgi ile kişi saygı görür. Buna inanmazsan, Nuşin-Revan'a (Hıristiyan Bizans'ın ko­ vuşturmasından kaçan eski Yunancı düşünüdere kapısını açan Sasani kıralı I. Hüsrev'e) bak; o us gözüyle yeryüzünü aydınlattı. Yasayı doğrulukla uyguladı ve toplum varsıllaştı; o iyi bir dönemde iyi bir ad bıraktı. Bilgili bir kişinin onun hakkında şöyle dediğini işittim: Kendisi cehennemlik iken (çoktanrıcı ateşetapar iken), (us yoluyla toplumu aydınlattı­ ğından dolayı) cehenneme atılmaktan kurtuldu. Küçük ço­ cuğa bak, ona us (akıl) ulaşacaktır; ancak yaşı gelmedikçe, kalemler yürümez. Eğer bir deli bir kimseyi vurup öldürür­ se, o deliye ölüm cezası uygulanmaz; kısas da yapılmaz. Ni­ çin dersen, o akılsızdır. Akılsız kimseler ne ödüllendirilirler ne de cezalandırılırlar. Bütün saygı ve önem us (akıl) içindir. Akılsız kimse bir avuç balçık gibidir. Akılsız ve bilgisiz kim­ se kendisini yükseltemez. Herkes saygı görmek için üstüne güzel giyisiler giyer; gelgelelim akıllı ve bilgili kimsenin saygı görmek için güzel giysiye gereksinimi yoktur, o salt usuyla bilgisiyle saygı değer olur. Akıl olursa, kişi olsa olsa soylu bir kişi olur; bilgi olursa, kişi yapsa yapsa beylik ya­ par. Kimde akıl varsa, o soylu bir kimse olur; kimde bilgi varsa, o beylik bulur. Kişisoyu, kara yeryüzüne elini uzattı ve herşeyi bilgisiyle kavradı. Yalnızca akıl ile kişi insan adı­ nı alır; beyler yalnız bilgiyle ülke işini düzenlerler. Erdemli sayılan ve alkışianan tüm işler, salt us yürütmeyle, akılla yapılmış oldukları içindir ki öğülmeye değer görülmüştür. Akılın bir azcığını dahi küçük görme, onun azının dahi ya­ rarı çoktur. Bilginin bir azcığını dahi küçük görme; o kişi i­ çin çok yücedir. Düşünürlerin sözlerini dinle. düşün. Koku ile bilgi, birbirine benzerler; kişi bunları başkalarından saklayamaz. Bilgi, kişinin hiç bir ortamda yitirmeyeceği bir varsıllıktır, hırsızların dolandırıcılann eli ona uzanamaz. Akıl ve bilgi, kişiyi aşırılıklardan dengesiz davranışlardan koruyan şeylerdir. Akıl, senin için iyi ve yeminli bir dosttur; bilgi seni esirgeyen bir kardeştir. Akıllı kişi için aklı yeterli bir eştir; bilgisiz kimselerse aşağılanmaya yakışırlar. Hem yumuşak davranışlı, hem tatlı dilli, hem akıllı, hem bilgili olmak gerekir. Böyle bir kişi dilediğine ulaşır ve gerek bu dünyada gerekse öte dünyada işi yoluna girer.335

391

Müslüman Türklerin 1070 yıllarında usa ve bilime bu denli değer vermeleri, kuşkusuz benimsedikleri Müslümanlı­ ğın o dönemde yer;üzünde bilim ve düşün öncüsü konumun­ da bulunmasıyla uyum içinde bir durumdur. İnançlarına göre us öyle değerli bir yetidir ki, kişi I. Hüsrev gibi Zerdüşt inançlı bir yönetici olsa dahi, toplumu usla bilimle aydınlatıcı çabalar gösterdiği için Tanrı onu cehenneme atmayacaktır. İşte Müslüman Selçuklu Türkleri 1 071 'de Anadolu'ya yayılmaya başladıklarında, Müslümanlara 827 yılından başla­ yarak egemen olmuş ve o yıllarda doruğunda bulunan böylesi bir usa dayalı bilimci Müslümanlık inancını benimsemiş, sür­ dürür durumdaydılar. Bu Altın Çağ'a Farabi, vb. gibi Türk kö­ kenli Müslüman bilginierin de katkısı olmuştur. Selçuklu Sultanı Melik Şah Dönemi: 1072-1092 Gazzali' den önce Selçuklu Yönetimi; usçu ve ilerici

Gazzali'nin us karşı düşünceleri yayılmadan önceki dönemde, Selçuklu Sultanı Celaleddin Melik Şah 1 072-1092 yıl­ ları arasındaki yönetimi boyunca, İslam' daki usa dayalı bilimci yönetim anlayışı sürdürmüştür.

M:�,�h:�'vP.kh'in yönettiği 'The Keeper: minden Sultan Melik Şah'ın Av Partisi sahnesi

The Legend Of Omar Khayyam•

fil­

Gazzaliciliğin 1 100'lerde, yukarıda ayrıntılarını anlattı­ ğımız Haçlı saldırıları ortamında yayılmaya başlamasıyla, Sel­ çuklu Türkleri de doğal olarak Müslüman Araplar gibi ve din­ de Arapları örnek aldıklarından dolayı, usçu-bilimci Altın Çağ' dan çıkıp, Arap Müslümanları izleyerek Gazzaliciliği be­ nimsemişlerdir ve Gazzalicilik, Müslüman Arapları nasıl ka­ ranlığa sürüklediyse, dinde Arapları öğretmen olarak tanıyan Müslüman Selçuklu Türklerini de işte öyle karanlığa sürükle­ miştir. İslam'ın Altın Çağı'nın sona ermesinde Selçuklu Türkle­ rinin en küçük bir etkisi dahi bulunmamaktadır. Alexandr Koyre, "Moğol ve Türk saldırıları olmasa, usçular Gazzali'nin usçuluğa yönelik saldırılarına gerekli yanıtı verebilirlerdi, ancak Selçuklu ve Moğol saldırısına uğradıkları için buna gerekli sü­ reyi ayıramadılar, " diyor. Bu da bir bilim tarihçisine yakışmaya­ cak türden hiç bir dayanağı bulunmayan uydurma bir savdır. Usçu düşünürlerin Gazzali'ye oldukça sert yanıtlar verdiklerini az Çnce örnekledik Alexandr Koyre; "Türk ve Moğol akınları olmasaydı Gazzali'nin saldırdığı usçular Aristoteles 'i İslamlaştıracak ortamı bu­ lurlardı, " diyor. Oysa gerek Farabi gerekse İbn Sina, Aristote­ les'i çoktan "Muallim-i Evvel " Türkçesi "İlk Öğretmen " adını ve­ rerek İslamlaştırmış bulunuyorlardı ve Gazzali'nin saldırdığı Aristoteles, zaten İslamlaştırılmış durumda olan bir Aristotelesti . Gerici Haçlı saldınlan, islamı gericileştirdi

Alexandr Koyre, 1200 yıllarında İspanya' daki ve Sicil­ ya' daki Müslüman toplurnlara saldırarak aralardaki bilim o­ caklarını söndürenlerin Türk ya da Moğollar olmayıp Avrupalı Hıristiyanlar olduğunu ve 1200 yıllarırda bilim önderliğinin Ortadoğu' daki Müslümanlardan çok, İspanya' daki ve Sicil­ ya'daki Müslümanların elinde olduğunu bilmiyor muydu? Haydi diyelim ki Ortadoğu' da bilimi Türkler ve Moğollar kılıç­ lanyla yok ettiler; bu İspanya' daki ve Sicilya' daki Müslüman bilim ocaklarının kurumasını açıklamaya yetmez ki . . . Koyre, Avrupa topraklarındaki bu Müslüman bilim yuvalarının sön­ dürülmesinin suçunu Türklere ve Moğollara yükleyemeyece-

ğine göre; acaba niçin kendi kendisine Sicilya ve İspanya' daki Müslüman bilim ocaklarının nasıl ve kimlerin saldırısıyla sön­ dürüldüğünü sormuyor? Bunu sorduğu an, kendi dindaşları olan Hıristiyanları bilimin Müslümanların önderlik ettiği bili­ min Altın Çağı'nı yıkanlar olarak damgalamak zorunda kala­ cak da, işte bu yüzden . . . Gerek bilim tarihi dalının kurucusu diye tanıtılan George Sarton (kimi kaynaklarda Carton), gerek­ se bilim tarihinin en önemli adlarından biri olarak anılan Alexandr Koyre ve onlarla aynı görüşü savunanlar; önce Hıris­ tiyan, A vrupa'lı, sonra bilgindirler; Hıristiyanlıkları, Avrupalı­ lıkları ve Türk karşıtı imgelemleri, bilgin kişiliklerini bastır­ maktadır. Moğollar, Haçlı işbirlikçisi

İslam 'ı n Altın Çağı 'nı ve bilimini ortadan kaldırma su­ . çunu Haçlılara yakıştıramayan, bu insanlık suçunu Selçuklu Türklerin in ve Moğolların üstüne atmaya çabalayan Hıristiyan Avrupalı bilim tarihçilerine şunu sormak gerekiyor: Moğollar hangi dindendiler? Moğollar bir tür Haçlı ordusu değil miydi? Moğolların Haçlılada somut dayanışma, antlaşma ve işbirliği içerisinde oldukları, bir bölümünün de Hıristiyan ol­ duğu bir gerçektir: Suriye'nin Moğollarca istilası sırasında Hıristiyanlar (Haçlı istilacılar) Moğollarla ittifak yaparak onlara takviye kuvvet sağlamışlardı. Bu müttefikler, Küçük Ermenistan Kralı I. Hethum ile damadı olan Antakya-Trablusşam Hükümdan VI. Bohemond' du.

Hethum-Levon 1 ( 1 1 99-1 2 1 6)

1

-Jr . ;.

Al fred Duggan

:, COUNT

.:

BOHEMOND .-

!

Me>Qolların yaptıkları Haçlı Kontu VI. Bohemond'un Alfred Duggan tarafından yazılmış yaşam öyküsü

Şam'ın alınmasından sonra Hülagu'nun kendilerine özel

koruma sağlamasını sevinçle karşılayan yerli Hıristiyan­ lar, basireti tamamen elden bırakarak, tam bir küstahlık ser­ gilediler. Ramazan' da alenen şarap içip sokaklarda törenle haç dolaştınrken Müslümanları durup selam vermeye zor­ ladılar. 336 Moğolların İslam topraklarındaki ilk ilerlemesi, fiili olarak Haçlı Frenklerin 1 281-1221 arasındaki Mısır istilasıyla ça­ kışmıştır. Arap dünyası o sıralarda iki ateş arasında kaldığı izlenimine sahiptir. Fakat Cengiz Han ölünce (1 227) bir süre saldırılar durmuştur. Fransa kralı IX. Louis, 1 247'de Mısır'a karşı bir sefer düzenlemeye kalkıştığında Moğollarla ittifak yaparak Müslümanlara saldırmaya yönelmiş, karşılıklı elçi­ ler göndermişler, anlaşmışlar, öyle ki IX. Louis, 1248'de Moğollann Hıristiyanlığa geçeceklerinden söz etmeye baş­ lamıştır. ( . . . )

395

Moğollarta ilişki kuran ve onları Hıristiyanlığa yaklaştırara Bağdat'a sald ırtan Fransa Kralı Xl. Louis

Cengiz Han'ın oğlu Hülagu'nun annesi, gözdesi, ve çe

Nasturi kilisesine mensuptur ve kendisi de Hıristiya tan çok etkilenmiştir. İlk hedefi Bağdat olmuştur. 10 �

1 258'de ele geçirmiştir Bağdat'ı. Ocak 1260'da Halep' şatmıştır. Hıristiyan Ermeniler ve Haçlı Antakya P Bohemond Moğollann tarafını tutmuştur. Doğu' da ol, kadar Batı' da da egemen olan izlenim, Moğol seferle

İslamiyete karşı yürütülen bir tür Haçlı Savaşı oldui bunun Haçlı Frenk seferleriyle simetrik olduğu yöni dir. Bu izienim Hülagu'nun Suriye'deki komuta (Kitboğa) Nasturi bir Hıristiyan olmasından ötürü gi: mektedir. Moğollar 1 Mart 1260'ta Şam'ı aldıklannda lannda üç Hıristiyan Prens ile buraya girmişl4 Bohemond, Hethum ve Kitboğa. ( ... ) Moğollar gird yerlerde camileri yıkmış, fakat kiliseleri korumuşlardı

397

MOG OLLARIN H AÇLILARLA İŞBİRLİGİ BELGESİ-III Moğol Hakan lannd an İl h an Argun'un Pa p a IV. Niceoto'ya mektubu

Markab kalesindeki

Hospitalier Tarikatı Keşişleri Moğolları des­ teklemiş, (Haçlılar ve Moğollar) Müslümanlara birlikte saldırm ış­ lardır.) Hülagu'nun tarunu İ lhan­ h Argun, Memlük Tü rk Sultanlı­ ğını kıskaca almak için Haçlılada işbirliği yapmış, Roma (Vatikan­ Papalık) ile düzenli işbirliği kur­ muş, öyle ki sefer planını Papa'ya

ve

C"r- ._.....,_

Batının

başlıca

krallarına

göndermiştir. Bunlardan Fransa Kralı Yakışıklı IV. Philippe'e gön­ derileni günümüze kalmıştır.337

..... . �.� ... *:-;- - . · �-

�� . .. ·'0-f' -� -­ -ı.+ ..- co.y- CWoıt' ,_ •

-�:� -��·re:�: .. �.��, .ı.

ı....

': . .;

"�"";ı

1" .•. ,.

·· �·�r� ·�..::-.

...�.;ı;.,.;..:.; � .

. •

· j

----:::

. I. r·� �� '" ."'"' .,.;..r '.n!llfiıo lllfkf ; { !\ "'1 � ·� -

......c'DI'

·.

.;ı,...

�::---r ..,....-:... � - . .

- � � Qor . ,..-- ­ �..-.-.



" .Q--

� ı& oııiln -.

- - � M-:-. -

Vatikan Arşivi- Lettera deli. l ikhan di Persia Aryun-al.papa.Niccolo. IV. 1 290-ASV.A.A. Ann . I-XVI I I-1 80 1 -3r

olduğu Fransa Kralı IV. Philippe

Vatikan Arşivlerinde Moğol yöneticilerince Papalara gön­ derilmiş üç mektup vardır . . Bunlardan biri olan İ lhan Ar­ gun'un Papa IV. Niceola'ya gönderdiği mektup (solda) 14 Mayıs 1290 tarihlidir.

399

Ayrıca bir de Gazan Han'ın Papa VIII. Boniface'ye gönder­ diği 1302 tarihli bir mektup vardır ki, bu mektupta Moğol ko­ mutan, Papa'ya Mısır' daki Memlük yönetimine karşı birlikte savaşmayı önermektedir. Moğolların Müslümanlara kar­ Lu L«ım dc ,1219 .. 1:'11 $ şı savaşırken Haçlılarla, Kilise'yle, e Ukluo Aı�ım 11 Ô(OO!Dl • Plıilipp6 lo Bd Papalıkla, Haçlı Şövalyeleriyle işbirliğin belgeleri Harvard Üniversitesi'nce basılan bir kitapta toplanmıştır. Antoine Mostaert ve Francis W. Cleaves tarafından "Les Lettres de 1289 Et 1305 Des Ilkhan Aryun Et Oljeitu a Phillipe Le Bel " (Türkçesi "İlhan Argun ve Olcaytu 'nu n ·�e..- fi: ıt · ! ( � i.tOollar BaOdat'ı ele geçiriyor. (MinyatOr)

Usa dayalı düşünceyle ve bilimle uğraşanlara ya kılıçla ölüm ya da bilimsiz İ slam' a dönüş seçeneğini sunan İbni es­ Salah, Moğolların Bağdat' a girişinden yedi yıl önce ölmüştü ve kendisi Moğollar gelmeden onlarca yıl önce Bağdat'taki bilim­ sel yapıtlan ortadan kaldırıp bilimsel çabayı sürdürmekte di­ renenlerin başlarını uçurtmuş bulunuyordu. Bu gerçekler orta­ da dururken, İ slam' da bilimsel gerilerneyi Selçukluların ve Moğol akınlarının başiattığını söylemek gerçeğe aykırıdır. Sel-

çuklu Sultanı Celaleddin Melik Şah'ın döneminde (1072-1092) Gazzali'nin usa dayalı bilimsel düşüneeye saldırıları daha baş­ lamış olmadığı gibi, Gazzali'nin kendisi de Melik Şah yönetimi altında, usçu düşünürlerden biri olarak Aristoteles'i savunan kitaplar yazmaktaydı ve bu Selçuklu Sultanı, tüm usçu Müs­ lüman bilginierin koruyucusuydu. İslam'ın Altın Çağı, 1 0721 092 yılları arasında Bağdat'a iki kez giren ve kızını Bağ­ dat'taki Halife ile evlendiren Selçuklu Sultanı Melik Şah döne­ minde hiç bir kesintiye uğramamış, tersine bu dönemde usçu Müslüman bilginler yönetirnde üst düzeyde görevlere getiril­ mişlerdi. Haçlı akınları bu Selçuklu Sultanının ölümünden üç yıl sonra, 1095'te başlamıştır ve Haçlı orduları 1099'da Kudüs'ü alıp yağmalamışlardır. Aynı günlerde İspanya'daki Müslüman­ lar Hıristiyanların saldırısına uğramışlardır. Gazzali işte ilerici, usa dayalı bilimsel Müslümanlara yönelik, gerici, us karşıtı Haçlı saldırıları başlayınca usa dayalı bilimsel düşünceden dönmüştür. Gazzali, Hıristiyan Kilisesi'nin Bilim ve Felsefe Düşmanı Yargılarını Aynen Benimseyip Müslümanlığa Sokuyor

O yıllarda Papalar nasıl usa dayalı bilimsel düşünceyi, Aristoteles'i, eski Yunan düşünürlerini, Farabi'yi ve İbni Sina'yı kafirlikle, dinsizlikle suçluyor idilerse; Gazzali de Haçlı Saldırı­ ları başladıktan sonra Haçlı kurmaylarıyla ağız birliği ederek, usa dayalı bilimsel düşünceyi ve usçuları kafirlikle, dinsizlikle suçlamaya başlamıştır. İslam' da 1 100'lerde baş gösteren us ve bilim düşmanlığı, usa dayalı düşüneeye karşı Haçlı görüşlerini benimsemiş olarak Bağdat'a dönen Gazzali'nin, o yıllarda Kili­ se'nin resmi görüşü olan Eski Yunan düşmanlığını Müslüman­ lara aşılamasıyla ortaya çıkmış bir olgudur. O yıllarda Gazzali'nin Aristoteles'e ve onun İbni Sina gibi açımlayıcılarına kafir diye saldırıp, felsefeyi kafirlik olarak damgalamasına alkış tutacak tek güç Papalıktı; çünkü Gazzali bu tutumuyla, ilgili konuda Kilise'nin yargısını İslam adı altında savunup Müslü­ manlara aşılamaktan başka bir iş yapıyor değildi. 403

Kitabımızın "Hıristiyanlıkta ilericilik ve Gericilik " başlıklı Beşinci Bölüm'ünde belgeleriyle gözler önüne serdiğimiz gibi, Hıristiyanlık Roma' da resmi din olduğu 300'lü yıllardan başla­ yarak Eski Yunanistan-Yakındoğu düşünürlerinin yapıtlarını dine aykırı d amgası basarak yasaklamış, "Aziz"leri Justin Martyr, başta Aristoteles olmak üzere bütün Hıristiyanlık ön­ cesi bilim ve düşünce birikimini yasa dışı sayarak kovuştur­ muş, Eski Yunanistan-Yakındoğu düşünürlerinin yapıtları 1 095 yılında başlahlan Haçlı Seferleri'ne dek sürekli yasaklı olmuş­ tu. aıa ı V S T I N I P H I L O S O P H ı L T M .\ 1\ T nt ı s 'l.V ..t S T U .l N V M Q.Y • U O I Jı T • I \. lt i U > 1 1 A ,.. I t . O if W W 1', r> l U•

"JD')