Denizlerde Bilimin Peşinde [3 ed.]
 9789754038231

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Denizlerde Bilimin Peşinde Kasırgalarla Yanşmak, Köpekbalıklanna Gizlice Sokulmak ve Okyanus Uzmanlarıyla Birlikte Denizin Altında Yaşamak

Ellen Prager



TOBITAI POPÜLER llLlll llTAPLAll

TÜBİTAK Popüler Bilim Kitap/an 550

Denizlerde Bilimin Peşinde Kasırgalarla Yanşmak, Köpekbalıklanna Gizlice Sokulmak ve Okyanus Uzmanlanyla Birlikte Denizin Altında Yaşamak

Cbastng Sctence at Sea Ractng Hurrtcanes, Stalklng Sbarks & Livlng Undersea Wltb Ocean E:xperts

Ellen Prager Çeviri: Deniz Candaş

©Ellen Prager,

2008

Yayın hakları, The University of Chicago Press, Chicago, Illinois, U.S.A'dan alınmıştır. Türkçe Yayın Hakkı ©Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu, Bu kitabın bütün hakları saklıdır. Yazılar ve görsel malzemeler, izin alınmadan tümüyle veya kısmen yayımlanamaz.

TÜBİTAK Popüler Bilim Kitaplan'nın seçimi ve değerlendirilmesi TÜBİTAK Kitaplar Y�ın Danışma KurulJ1 tarafindanyapılmaktadır. ISBN

978 - 975 - 403 - 823 - 1 15368

Yayıncı Sertifika No:

l. Basım Kasım 2013 (2500 adet) 2. Basım Kasım 2013 (2500 adet) 3. Basım Temmuz 2018 (5000 adet)

Genel Yayın Yönetmeni: Bekir Çengelci Mali Koordinatör: Adem Polat Telif İşleri Sorumlusu: Esra Kılıç Yayıma Hazırlayan: Umut Hasdemir Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Ayşe Taydaş Battal Basım İzleme: Duran Akca

TÜBİTAK Kitaplar Müdürlüğü

6 Bakanlıklar Ankara (312) 298 96 51 Faks: (312) 428 32 40

Akay Caddesi No: Tel:

e-posta: [email protected] esatis.tubitak.gov.tr

Salmat Basım Yayıncılık San. ve Tic. Ud. Şti.

95/1 İskitler Altındağ Ankarn (312) 341 30 50 Sertifika No: 26062

Büyük Sanayi 1. Cadde No: Tel:

(312) 341 10 24

Faks:

2011

Denizlerde Bilimin Peşinde Kasırgalarla Yarışmak, Köpekbalıklarına Gizlice Sokulmak ve Okyanus Uzmanlarıyla Birlikte Denizin Altında Yaşamak

Ellen Prager

Çeviri Deniz Candaş

TOBITAll POPÜLER BiLiM lllTAPLARI

dop araştiimalarum teşvik ettikleri

İçindekiler

Teşekkür Yazarın Notu Önsöz

III v

I. Bölüm

Kısa Bir Giriş il. Bölüm

Harika Öyküler

29

III. Bölüm

Beklenmedik Şeyler

51

iV. Bölüm

Doğanın Güçleri

69

V. Bölüm

Zorlukların Üstesinden Gelebilmek

89

Vl. Bölüm

Denizin Altında Yaşamak ve Çalışmak

109

Vll. Bölüm

Daha da Derine İnmek

133

VIII. Bölüm

Değişen Deniz

149

Sonsöz

163

Konuyla İlgili Web Siteleri

167

Önerilen ve Konuyla İlgili Yayınlar

171

Okyanus Bilimi Alanında ABD'deki Başlıca Kurum ve Kuruluşlar

175

Teşekkür

En içten teşekkürlerimi, arazi deneyimlerini bu kitap için pay­ laşmaya razı olan, sayısız telefon aramalarıma ve e-postalarıma katlanan, adlarını burada tek tek sayamayacağım kadar çok sa­ yıdaki meslektaşlarıma sunmak isterim. Sizlerin bilgi ve anlayış dolu katkıları sayesinde bu kitap, kişisel bir kayıt olmaktan çıkıp, okyanus bilimlerinin farklı disiplinlerini birbirine bağlayan ara­ zi çalışmaları yapmanın faydalarına yönelik, geniş kitlelere yayı­ lacak, eğlenceli ve güçlü bir bakışa dönüştü. Linda Glover, Bob Halley, Gene Shinn, Robin ve Jan Hawk'a hem bana cesaret verdikleri hem de daima düşünmeye zorlayan sohbetleri, ya da en azından kokteyllerde beni güldürdükleri için özellikle teşek­ kür ederim. Kız kardeşim Kathy ve ailesine, destekleri ve hari­ ka yemekleri için olduğu kadar, şımarık bir teyzeye iyi birer yol arkadaşı oldukları için de teşekkür ederim. Yayımcılığımı yapan Chicago Üniversitesi Basımevi'ne ve özellikle de genel yayın yö­ netmeni Christie Hemy'e proje için duyduğu heves ve mükem­ mel yayıncılık becerileri için takdir ve teşekkürlerimi sunarım; cümleler ya da sözcükler göze düzgün gelmediğinde, sayfaya sü­ rekli olarak yeni bir gözlemci ve bilgece öğütler kattı. Düzeltile­ riyle metinlerin akışını zenginleştiren Joann Hoy'a da ayrıca te­ şekkür etmek isterim. Sponsorlarım olan Miami Üniversitesi'nin Rosenstiel Deniz ve Atmosferik Bilimler Akademisi'ne, Ulusal Deniz Sığınakla­ rı Vakfı'na ve Florida Yaban Hayatı Vakfı'na en derin şükran­ larımı sunarım. Asla paha biçemeyeceğim maddi destekleri, za­ manımı ve dikkatimi tamamen kitabıma ayırabilmeme izin ver­ di. Okyanus bilimlerini halka aktarabilmek için gösterdiğim ge­ leneksel olmayan çabalarımı daima desteklediği için, Dean Otis

Brown'a da özel bir teşekkür borçluyum. Ulusal Deniz Sığınak­ ları Programı'ndan Dan Basta ve Matt Stout; Ulusal Deniz Sı­ ğınakları Vakfı'ndan Lori Arguelles; Florida Balıkçılık ve Ya­ ban Hayatı Araştırmaları Enstitüsü ve Koruma Komisyonu'ndan Wendy Quigley, Gil McCrae ve Ken Haddad; ayrıca bu kitabın gerçeğe dönüşmesinde katkıları bulunan tüm arkadaşlarıma ve meslektaşlarıma minnet ve teşekkürlerimi sunarım.

il

Yazarın Notu

Meslektaşlarım ve ben, bu kitapta anlatılan olayları olabildi­ ğince doğru şekilde aktarabilmek için elimizden geleni yaptık; ama yine de, çalışma zamanından ve yaşlanmadan kaynaklanan nedenlerden dolayı gerçeklerden bir miktar sapma yapmış olabi­ liriz. Bu olayları farklı şekilde hatırlayan ya da bizim hatırladığı­ mız halleri nedeniyle herhangi bir şekilde gücenen herkesten ki­ şisel olarak, içtenlikle özür dilerim. Bu kitaptaki öyküler, yaşam­ larını okyanus çalışmalarına adamış olan kişilerin muhteşem ma­ ceralarının ve deneyimlerinin küçük bir parçasıdır. Kitabın ya­ zılma amacı denizde bilim yapmak konusunda kapsamlı bir bakış sunmak değil, okyanus ve bilim hakkındaki tutkumuzu ve bilgi­ lerimizi başkalarıyla paylaşabilmek için öykülemeye başvurarak diyalog başlatmanın bir yolunu bulabilmektir.

ili

Önsöz

Talihsiz geminin kalıntıları sonunda bulundu, garip bir okya­ nus yaratığı görüldü veya denizde korkunç saldırı... Televizyon­ lara çıkan, internet üzerinde veya bir derginin sayfalarında ken­ dine yer bulan öyküler, yani gördüğümüz veya duyduğumuz ok­ yanus öyküleri hep böyledir. Ancak bunlar, yüzyıllar süren keşif ve çahşmalar sonucunda denizler hakkında edindiğimiz bilgiler­ den oluşan o örgünün içindeki birkaç küçük ilmekten fazlası de­ ğildir. Fikirlerimizin gerçek örgüsü ise bilim insanlarının, denizci­ lerin, kaşiflerin ve zamanlarını, hatta neredeyse tüm yaşamlarını denizin gizeınlerini çözmeye adamış olan diğer kişilerin birikim­ li çabalarından gelir. Bu insanların çabaları, günden güne, hafta­ dan haftaya, okyanusun hem gerçek doğasını ve gizeınlerini hem de Dünya üzerindeki hassas ve çok öneınli rolünü aydınlatmakta­ dır. Tüm bu çabalar, bilimin ne şekilde yapıldığı konusundaki ger­ çekleri de açıklayan birer örnektir. Ben dahil çoğu okyanus bilim­ ci için deniz bir tutkudur; bazıları buna bir saplantı bile diyebilir. Yalnızca belirli bir nesil, evinin, ailesinin ve hatta arkadaşları­ nın sağladığı rahatlığı bırakıp da her defasında haftalarca deniz­ de kalmayı seçer. Araziye çıkmak isteyen kişi, sert hava koşulla­ rı veya deniz yaşamının öngörülemeyen yanları nedeniyle orta­ ya çıkabilecek risklere ve zorluklara göğüs germeye, fiziksel ve zihinsel rahatsızlıklara katlanmaya, mekanik başarısızlıklara ve­ ya sırf kötü şanstan kaynaklanan hayal kırıklıklarına hazır olma­ lıdır. Okyanusun üzerinde veya altında çok uzun zaman geçire­ cekseniz, iyi bir espri anlayışına veya asosyal bir kişiliğe sahip ol­ mak işe yarayabilir. Ancak, okyanusta gözlem yapma ve ilk elden bilgi edinme fırsatı, karşı konulamaz bir olaydır. Bu, benim ve birçok meslektaşımın, okyanus bilimcisi olmaya karar veriş ne­ denidir. Araziye çıkmak, denizdeki araştırmalarımızın son derev

ce önemli bir parçası olmanın yanında, anlatacak olağanüstü öy­ küler kazanmak demektir; macera, gizem, mizah, ilham ve fela­ kete yaklaşma anları ile dolu öyküler. Her birimizin deneyimleri sayesinde okyanus, bilim ve kendimiz hakkında bilgiler edindik. Deniz öyküleri eğlenceli sohbetlere de konu olur, ister sıcacık bir bardak kahve, ister bir kadeh kaliteli şampanya eşliğinde ol­ sun. Kendi deniz öykülerim yıllardır kalabalıkları eğlendirmiştir, özellikle de kokteyl partilerinde (muhtemelen de öyküyü anlatan kişi kadar, kalabahğın tüketmiş olduğu alkolün de yardımıyla). Bu öyküler, destek dalgıçlık yaptığım -sualtı köleleri için kullanı­ lan bir hüsnü tabir - zamanlardan, haftalarca denizin altında ya­ şadığım, uzun bir yelkenliyle öğrencileri denize götürdüğüm ve­ ya araştırma gezileri için egzotik yerlere gittiğim zamanlara dek uzanıyor. Galapagos'da malzemelerimizi çalan hırsız denizaslan­ larıyla karşılaştım, sualtında köpekbalıklarıyla güreşen eski fut­ bolcu dublörlerle çahştım, bir haliç girişinde neredeyse trol tek­ nesiyle çarpışıyorduk, bir tekne dolusu lisans öğrencisiyle birlik­ te denizdeyken kasırgaya yakalandığım da oldu, tepemde daire­ ler çizerek dolanan hindi akbabaları eşliğinde kaynar sıcaklıktaki çamurun içinde belime kadar gömülü halde beklediğim de. Arazi çalışmaları yapan birçok meslektaşımın da en az bunlar kadar eğ­ lenceli ve bir o kadar da aydınlatıcı öyküleri var. Deniz jeologla­ rı, biyologlar, fiziksel okyanus bilimciler, deniz mühendisleri, ge­ zi doktorları, gemi kaptanları ve derin deniz dalgıçlarından olu­ şan, derleme bir gruptan söz ediyorum. Hepsi de sıklıkla parla­ maya hazır ve alaycı olmalarına karşın, bir o kadar da güvenilir, eğlenceli, şaşırtıcı ve bazen de harika insanlardır. Ufak tefek ta­ lihsizliklerimize gülerken veya denizde karşılaştığımız bazı tuhaf şeyler üzerine kafa patlatırken, bitmek tükenmek bilmeyen me­ rak duygumuzla, sürekli yeni bir şeyler öğrenme ilhamı da hisse­ diyoruz. Günümüz okyanus biliminde araştırmalar uydu görüntüleri, robotik ve bilgisayar modellemeleri gibi uzaktan kontrol edilen teknolojilere gittikçe daha bağımlı hale geliyor. Arazi çalışmala­ rına ayrılan ödenekler azaldığı gibi, toplum da bu çalışmaların taVI

şıdığı riskler konusunda gittikçe daha fazla karşı tavır sergiliyor. Arazi temelli bilimsel çalışmalara gittikçe daha az rastlanıyor ve bu çalışmaları üstlenmek daha da zorlaşıyor. Zamanında mercan kayalıkları veya derin denizler gibi konu başlıklarını araştırmış olan, arazi çalışmalarının öncüleri konumundaki kişiler içinse za­ man geçmek bilmiyor. Denizde geçirilen günler sayesinde edin­ dikleri bilgiler ve ilham verici macera öyküleri, yakında sonsuza dek yitirilebilir. İşte bu yüzden, bu kitabı yazma gayretini göster­ dim ki, bu sayede öykülerimizi paylaşabilelim, arazi çalışmaları­ nın önemini anlatabilelim ve bilimin çalışma şeklinin kamera ar­ kasını gözler önüne serebilelim. Okuyacağınız sayfalar meslek­ taşlarımı veya beni anlatmaları için değil, okyanusta yaptığımız arazi çalışmalarında ne gibi deneyimler yaşadığımızı ve neler öğ­ rendiğimizi aktarabilmek için yazıldı.

vıı

1. Bölüm

Kısa Bir Giriş

K

ifler ve bilim insanları, yüzyıllar boyunca açık de­

nizlere giderek veya okyanusun derinliklerine seyahat derek, gözlemler, ölçümler ve bu dünyanın harikala­

rı üzerine çalışmalar yapmışlardır. Kullandıkları teknikler; ge­ miden sarkıtılan basit bir kovadan tutun, deniz tabanında uzak­ tan kumandayla kontrol edilebilen oldukça karmaşık sistemlerin kullanılmasına kadar çeşitlilik gösterir. Ben ve meslektaşlarım, günümüzün modern okyanus bilimcileri olarak, elimizin altında harikulade bir teknoloji yelpazesine sahibiz. Uzaydan, tek sefer­ de tüm deniz yüzeyinin anlık fotoğrafını çekebiliyor ve böyle­ ce, okyanusu daha önce hiç göremediğimiz kadar geniş bir açıy­ la görebiliyoruz. Diğer yandan, moleküler teknoloji sayesinde de ilk kez, denizin en küçük canlılarını, yani mikropları, ayrıntılı bir şekilde çalışabiliyor, genel okyanus ekosistemi içindeki rolleri­ ni inceleyebiliyoruz. Genetik bilimi, bir zamanlar birbirlerinden

ayrı oldukları düşünülen deniz canlıları popülasyonları arasın­ daki bağlantıları gözler önüne seriyor ve başka organizmaların kendilerine has kalıtsal geçmişlere sahip olduklarını gösteriyor. Uzaktan işletilen deniz altı araçları (ROV'lar) derin denizlere eşi benzeri görülmemiş bir erişim imkanı verirken, kendi kendileri­ ni kontrol edebilen yeni araçlar da buzulların altı gibi ulaşması zor veya tehlikeli olan yerleri keşfetmek üzere programlanabili­ yor. Dünyanın çevresinde tıırlayan uydular veya deniz altı akus­ tiği aracılığıyla izlenebilen markalar, dünyanın dört bir yanında, dalgaların altındaki deniz canhlarını takip edebilmemizi sağlıyor. Ancak, teknolojideki tüm bu olağanüstü gelişmelerin varlığına rağmen, okyanusu etkin bir şekilde inceleyebilmek ve anlayabil­ mek için arazi çalışmaları yapmamız gerekiyor. Denizler hakkında öğrenmemiz gereken bilgilerin tümüne sa­ hip olmak için teknoloji tek başına yeterli değildir. Uydu görün­ tülerinin veya bilgisayar modellerinin sağladığı bilgiler, veri gir­ disi ve doğrulama için gerçek dünyaya dayalı gözlemler olmak­ sızın hiçbir değer taşımaz. Laboratuvarda karmaşık deneysel ça­ lışmalar tasarlayıp yürütebiliriz; ama elde ettiğimiz sonuçların gerçeği yansıtıp yansıtmadığına ve doğada uygulanabilir olup ol­ madığına karar verebilmek için yine de araziye çıkmamız gere­ kir. Deniz canlılarını izlemek amacıyla markalamamız veya do­ ğal davranışlarını gözlemleyebilmek için denize gitmemiz gere­ kir. Deniz tabanından tortul örnekler alabilmek, jeolojik incele­ meler için karot çıkartabilmek, kimyasal veya biyolojik analiz­ ler için su örneği toplayabilmek için araziye çıkmalıyız. Arazide, okyanus akıntılarını izlemek için yüzer şamandıralar yerleştirir, gözlem platformlarının ve sensörlerin bakımını yapar, uzun va­ deli değişimleri takip ederiz. Ancak, araziye çıkmak sadece plan­ lanmış verilerin toplanması veya arazi ekipmanının yerleştiril­ mesi demek değil, hesapta olmayan şeylere ve tesadüflere de ha­ zır olmak demektir. Okyanusun üzerinde, içinde veya dibinde geçirilen vakit, geçmişe ait varsayımlarımızı haksız çıkarabilen, yeni inceleme alanlarına yönelmeyi teşvik eden ve hiç bitmeyen bir keşif hissine ilham veren aydınlanmalara vesile olur. Araziye 2

çıkmak, bize okyanus hakkında yeni şeyler öğrettiği kadar, öğ­ renme şeklimizi ve bilimin gerçek işleyiş tarzını da açığa çıkarır.

Bilim Yapmak Birçok ders kitabında olduğu gibi okulda da, bilimsel yöntem rutin bir şekilde, hipotezlerin üretildiği ve daha sonra da denen­ diği, sıkıcı ve düzenli bir süreç olarak tarif edilir. Yani, çok da ilham veren veya öğrencileri konuyla ilişkili bir kariyere gönül­ den çeken bir kavram olarak değil. Özünde bilim, gözlem yap­ maktan ve bu gözlemleri çevremizdeki dünyayı daha iyi anlaya­ bilmek adına yorumlamaktan ibarettir. Bilim, öğretilen basma­ kalıp tanımın aksine, keyifli ve yaratıcılık gerektiren, heyecan verici bir tiyatro eseri veya merak uyandırıcı bir kitap gibi sü­ rekli değişen ve zaman içinde evrim geçiren, son derece heyecan verici ve ilgi çekici bir süreç olabilir. Bilim yapmak, yemek ki­ tabından tarif okuyup uygulamak gibi bir iş değildir; merak et­ mek, soru sormak, umulmadık ve planlanmadık şeylerle karşı­ laşmakla ilgilidir. Ben de dahil birçok bilim insanına göre, bilim­ le ilgili en çok zevk alınan şeyler, sürekli olarak yeni bir şeyler öğrenmek ve bilgiyi kovalarken sık sık sürprizlerle karşılaşmak­ tır, özellikle de arazide çalışırken. Bilimdeki sevinçleri, hayal kı­ rıklıklarını ve karmaşıklıkları resmedebilmek için kısa bir giriş ve birkaç arazi öyküsüyle başlayarak, okyanus biliminin kamera arkasına bakış atmaktan daha iyi bir yol düşünemiyorum.

İyi Soru Sormak Çoğu bilim, bir soruyla başlar. Miami Üniversitesi'nin Ro­ senstiel Deniz ve Atmosferik Bilimler Akademisi'nden Bob Ginsburg, dünyaca bilinen bir mercan resifi jeologu olmasının yanında, harika bilimsel sorular sorabilmeye yönelik, esrarengiz yeteneğiyle de ünlüdür. Herhangi bir sunumun sonunda, hatta tamamını uyuyarak geçirdiğinden emin olduğum sunumların bi­ le sonunda, hepimizin aklına gelen ya da aklımıza gelmesini dile­ diğimiz soruyu hep o sorar. Ayağa kalkıp, kalın ve etkili bir sesle yalnızca "Yani?" diye sormasıyla bilinir. Lisans öğrencileri onun 3

derine inen sorularından korkarlar, bilim insanları bile bu soru­ lara hazırhksız yakalanabilirler. Onun hepimize öğrettiği şey, bi­ lim yapmanın en kritik noktalarından biridir: iyi, tahrik edici ve yerinde soru sorabilme yeteneği. Okyanus biliminin sorduğu sorular, belirli bir bölgede deniz tabanında ne tür jeolojik özelliklerin ya da canlıların yaşadığı gi­ bi basit sorular da olabilir, okyanusların iklim değişikliğindeki rolünün ne olduğu gibi karmaşık sorular da. Araştırma sorula­ rı nerelerden gelir? Uygulamalı bilimlerde araştırmalar, doğru­ dan toplumsal etkisi olan bir soruna çözüm bulabilmek amacıy­ la yapılır. Okyanuslardaki uygulamalı bilimlere örnek olarak za­ rarlı alg patlamaları, istilacı türler, tsunamiler, okyanusun iklim değişikliği ve kasırgalar üzerindeki rolü, kıyı kirliliği ya da kum­ sal erozyonu ve balıkçılık etkinlikleri konusunda yapılan bilim­ sel araştırmaları sayabiliriz. Bir soruya yanıt bulmak ya da top­ lumsal bir sorunla özdeşleştirilmeyen bir anlayış kazanabilmek amacıyla araştırma yapıldığındaysa, bunun adı temel bilim olur. Okyanuslardaki temel bilimlere verilebilecek örnekler arasında ise derin deniz ortamlarının incelenmesi ya da deniz memelileri, köpekbalıkları, mercan biyolojisi ve okyanusun toplam verimli­ liği üzerine araştırmalar yer alır. Ancak, temel araştırmalar sık­ lıkla toplumsal konulara da uygulanabilecek fikir ve anlayışlar ortaya çıkarır. Örneğin, denizin derinliklerinde keşfedilmiş olan bazı bakteriler bizim zehirli kabul ettiğimiz birtakım maddeleri kullanarak gelişimlerini sürdürürler, bazılarıysa çevrelerindeki deniz suyunu kullanarak elektrik üretebilir. Bilim insanları, ze­ hirli atıkların temizlenmesi ya da denizaltı araçları için güç üre­ tilebilmesi gibi amaçlar için bu bakterilerin ne şekilde kullanıla­ bileceklerini araştırıyorlar. Temel araştırmalara yönelik teknolo­ jilerin gelişimi, topluma da yararlı olabilir. Arazi çalışmalarının kendisi de çoğu kez, insanı yeni araştır­ ma sorularına ya da inceleme alanlarına sürükler. Sonuçta or­ taya yanıttan çok soru çıkması moral bozucu olabilir; ama bu, bilim yapma sürecinin önemli bir parçasıdır. Benim için bu, hem arazi çalışmalarının en iyi yanlarından biri hem de Flori4

da Körfezi'nde çalışmaktan özellikle keyif almamın nedenlerin­ den biridir. Burası, şimdiye dek çalıştığım en güzel manzaralı yer değildi ve okyanusun etkileyici canlılarının çoğuna ev sahip­ liği de yapmıyordu, ama Florida Körfezi'ne yapılan hemen her arazi gezisinin sonucunda yeni ya da beklenmedik bir şey ortaya çıkıyordu. 1990'larda ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu'nda çalışan bir araştırmacı olarak, meslektaşım ve çok iyi arkadaşım deniz jeologu Bob Halley ile birlikte, Florida Körfezi'nde sedi­ man ve dalga dinamiği üzerine aylarca çalıştım. Florida Körfezi, Everglades adlı sulak alanlar bölgesinin gü­ neyi ve Florida Keys adalar grubunun batı yakası arasında uza­ nan, kama şeklindeki sığ bölgedir. Florida Körfezi, çevresel açı­ dan öneminin yanında, balıkçılık etkinlikleri ve dinlenme tesisle­ riyle de bölge için ciddi bir ekonomik gelir kaynağıdır. Bölgede gerçekleşen muazzam yosun ölümleri ve hemen ardından yaşa­ nan alg patlamaları, belirli aralıklarla görülen sünger ölümleri ve suyun duruluğundaki azalmalar nedeniyle, Florida Körfezi'nde 1980'lerin sonundan bu yana yoğun bilimsel incelemeler yapıl­ maktadır. Bölgedeki doğal koşulların tekrar oluşturulabilmesi için, son birkaç on yıldır birçok farklı disiplinden, ajanstan ve kurumdan araştırmacı, tüm çabalarını hem körfezi hem de bura­ da gerçekleşen olayları daha iyi anlayabilmeye yoğunlaştırmıştır. Florida Körfezi'nde yapılan arazi çalışmalarından alınacak ilk ders, muhtemelen buranın körfez olarak adlandırılmaması gerek­ tiğidir. Aslında bu alan, birbirine bağlı çamur bankları ve mang­ rov adacıklarından oluşan bir ağ ile ayrılmış, bir dizi küçük ve sığ koydan meydana gelmektedir. Birçok kayıkçı bu çamur bankla­ rıyla kişisel olarak ve nahoş bir biçimde tanışmıŞtır; çünkü gö­ rülmeleri zordur ve küçük kayıkları kapma eğilimi gösterirler, ya da böyle görünmektedir. Florida Körfezi, Everglades Doğal Parkı'nın bir parçası olduğu için, park korucuları burada devri­ ye gezer. Bu koruculardan birinin anlattığına göre, bir hafta sonu buraya gelen bir kayıkçı, kayığının bu çamur banklarından birine fena şekilde oturması üzerine, kullandığı krokinin o alanda suyu yeterince derin olarak gösterdiğini ve bu durumun kendi hatası 5

olmadığını beyan etmişti, büyük olasılıkla sorun, o şemanın aslın­ da bölgedeki restoranlardan birinden alınmış bir "harita benzeri" çizim olmasıydı. Okyanusta, Florida Körfezi'nde ya da başka bir yerde, arazi çalışması yapacak olduğunuzda ikinci ders, yanınız­ da hatasız bir kroki bulundurun. Ama işin aslı, en iyi krokiyle bi­ le, Florida Körfezi'nde deniz yolculuğu yapmak zordur. Özellik­ le de körfezin ince karbonat sedimanlan güçlü rüzgarların etki­ siyle karışıp, suyu süt rengine çevirdiğinde. Bob ile birlikte deniz tabanı habitatlarını haritalayarak, sedi­ man örnekleri alarak ve deneyler yaparak, haftalar boyunca Flo­ rida Körfezi'nde çalıştık. Topladığımız verilerin büyük çoğunlu­ ğu beklenen sonuçlardı, ama hemen her gün yeni bir doğa olayı­ na tanık oluyor ya da ilgi çekici bir şey gözlemliyorduk. Şaşırtıcı derecede saldırgan bir vatoz tarafından kovalanan bir köpekba­ lığı, mangrovların arasında pek görülmeyen bir timsah yavrusu ve bir anda ortaya çıkan, ani fırtınalarla karşılaştık. Körfezdeki temel sediman, yosun ve akıntı örüntüsünü tam da anladığımızı düşündüğümüz sırada, bir kez daha şaşırdık. Bölgedeki küçük koylardan şnorkelle dalış yaptığımız bir gün, dipte şaşırtıcı ölçüde sıcak bir su tabakası keşfettik. Flo­ rida Körfezi hakkında bildiklerimize ve basit fizik bilgilerimize dayanarak, böyle bir şey olmamalıydı, en azından biz öyle dü­ şündük. Florida Körfezi'nde ve diğer her yerde, sıcaklığı yüksek ve bu yüzden de yoğunluğu düşük olan deniz suyu, tipik olarak yüzeye yakın yerlerde, daha serin ve daha yoğun olan deniz su­ yu tabakalarının üzerinde yer alır. Tropiklerde yüzen, şnorkelle dalış yapan ya da sığ sularda dalan herkes, öğleden sonra, güne­ şin ısıtma etkisi nedeniyle yüzeyde sıcak bir su tabakasının oluş­ maya başladığını ilk elden gözlemleyebilir. Ama nadiren de olsa, dipte sıcak suya rastlanabiliyor, yoğunluk meselesi, ve bu kesin­ likle koydaki akıntılar hakkında bildiklerimizle uyuşmuyor. O anda buna ilişkin bir ölçüm yapma şansımız yoktu; ama duruma getirebildiğimiz tek açıklama, dipteki sıcak suyun üstteki su ta­ bakalarından daha tuzlu ve bu nedenle de daha yoğun olabilece­ ğiydi. Dip suyunun tuzluluğu nasıl olur da artabilirdi? Aklımı6

za ilk gelen şey, bu suyun bir yer altı kaynağından çıktığı olabi­ leceğiydi (güney Kaliforniya'nın kalkerli dip yapısında bunlara sık rastlanıyordu) ama bu durumda da su daha serin ve daha az tuzlu olmalıydı. Bu soru hakkında kafa yormaya devam ettik, ta ki aynı günün ilerleyen saatlerinde küçük kayığımızdan umursa­ maz bir şekilde bir çamur bankına atlayıncaya dek. Bu çamur bankının taç kısmında, yüzeyden yalnızca birkaç santimetre aşağıdaki su, kaynar sıcaklıktaydı! Bob ile birlikte hızlıca kayığa geri atladık ve yanan ayak parmaklarımızın çare­ sine bakarken, bir teori ürettik. Florida Körfezi'nin sıcak ve gü­ neşli günlerinde, çamur banklarının üst kısımlarındaki su ısını­ yor ve buharlaşmaya başlıyor, tuzluluk oranı üstteki tabakalar­ dan daha yoğun hale gelmesine yetecek kadar artan su da, ça­ mur bankına en yakın koya doğru akıyor ve dibe çöküyor olabi­ lirdi. Bu aşamalı yoğunluk etkisinin başka okyanus ortamların­ da da görüldüğünü duymuştuk. Florida Körfezi'nin bu alışılmadık sıcaklıktaki dip suyu, esas araştırmamızın itici gücü, hatta bir parçası bile olmamasına kar­ şın, göz ardı edemeyeceğimiz kadar merak uyandırıcıydı. Bir gün, resmi araştırmalarımızın arasında, küçük bir sıcaklık ve tuzluluk ölçüm probuyla, koylardan birinin dip suyunun ana­ lizini yaptık. Beklediğimiz gibi, tuzluluk oranı üstteki deniz su­ yu tabakasından daha yüksekti ve olayın nedeni konusundaki aşamalı yoğunluk teorimizi destekliyordu. Bu fenomen hakkın­ da ayrıntılı bir araştırma yapma şansımız asla olmadı, ama o za­ mandan bu yana Florida Körfezi'nde çalışan diğer araştırmacı­ lar da dipte şaşırtıcı ölçüde sıcak bir su tabakasına rastladıkla­ rını belirttiler. Bu sıcak ve tuzlu suyun, körfezin yosun ve sedi­ man yapısı içinde yaşayan deniz canlıları üzerinde nasıl bir etki­ si olduğunu da merak ettik. Florida Körfezi, diğer birçok deniz ortamı gibi, son derece karmaşık bir yapıya sahiptir ve bu yapıyı yıllarca süren çalışma­ lar sonucunda daha yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Merak eden­ ler için, bilimin ve özellikle de arazi çalışmalarının eğlenceli yan­ larından biri de budur. 7

Tam bu noktada, arazilerde yapılan beklenmedik gözlemlerin yeni bilimsel soruları nasıl ortaya çıkarabildiğine ilişkin en ünlü öykülerden birine değinme fırsatına karşı koyamayacağım. Hat­ ta bu örnek, denizin derinlikleriyle ilgili düşünce şeklimizde ta­ mamen bir devrim yapmıştı. Şubat 1977'de bir grup bilim insanı, Galapagos riftini çalışmak üzere bir yolculuğa çıktı. Ekip, Ek­ vador Cumhuriyeti'nin 644 km batısı ve Galapagos Adaları'nın 402 km kuzeydoğusu arasında uzanan bu deniz tabanında hid­ rotermal ağızların varlığını incelemeyi amaçlıyordu. Okyanus yüzeyinden binlerce fit aşağıda, kimyasal açıdan zengin ve bol mineralli ılık su püskürten deniz tabanı çatlakları olan hidroter­ mal ağızlar, o zamanlar için görece yeni bir kavramdı. Jeoloji, jeokimya ve jeofizik uzmanlarından oluşan ekip çalış­ ma bölgesine vardığında, rifti incelemek üzere Angus adındaki uzaktan kumandalı araç (ROV) konuşlandırıldı. Özel derin de­ niz kameralarıyla ve sıcaklık algılayıcılarla donanmış olan An­ gus, 2500 metreden daha derinde, deniz tabanının hemen üze­

rinde çalıştırıldı. Su sıcaklığında hafif bir yükseliş tespit edildi­ ğinde, bunun nedeninin bir hidrotermal ağız olduğu düşünüldü. Ama deniz tabanına ait fotoğraflar banyo edildiğinde, çok daha büyük bir sürpriz ortaya çıktı: dev deniz taraklarından ve yüz­ lerce midyeden oluşan kümeler. O zamana kadar, güneşin ya­ şam verici gücünden çok uzakta kalan derin denizlerin, bereketli deniz yaşamından yoksun birer çöl gibi olduğu düşünülüyordu. Daha sonra aynı yere, Woods Hole Oşinografi Enstitüsü'ne ait destek gemisi R/V Atlantis ile birlikte, Alvin adlı derin deniz aracı geldi. İki bilim insanı ve bir pilot, deniz tabanındaki ola­ sı hidrotermal ağızları ve tuhaf canlıları incelemek üzere Alvin'i aşağıya indirdiler: bu yolculuklarının tarih kitaplarına geçe­ ceğinden ise haberleri yoktu. Denizaltının pilotu, Angus tara­ fından sağlanan verilerin ışığında, sıcak suyun bulunduğu ye­ re doğru aracı götürdü. Deniz tabanını kendi gözleriyle görme­ ye başladıklarında, anlatıldığına göre araçtaki bilim insanların­ dan biri, derin denizlerin bir çöle benzediği konusundaki görüşü çoktan sorgulamaya başlamıştı, görüntü kapısının dışında, ya8

şamla dolu bir vaha uzanıyordu. Bu kadar derinde, böylesine bir canlılık bolluğu daha önce hiç görülmemişti ve bu yaratıkların çoğu da insan gözü için tamamen yeniydi. Araştırmacılar, büyük midyelere ek olarak beyaz yengeçler, mor bir ahtapot ve gür ça­ yırlar oluşturan, tuhaf görünümlü, beyaz renkli gövdelerinin te­ pesinde parlak kırmızı tüysü solungaçlar bulunan, uzun tüp so­ lucanları görmüşlerdi. Keşif gezisini organize edenler rift bölge­ sinde deniz canlılarıyla karşılaşmayı beklemedikleri için, o an­ da aralarında bir biyolog bile yoktu. Söylentiye göre, araçta bu­ lunan jeologlar bulgularını kıyıdaki biyologlara anlattıklarında, en kibar deyişle, yoğun bir şüpheciliğe maruz kalmışlardı. Ekip, denizin derinliklerinde daha önce bilinmeyen, hatta akla bile ge­ tirilmemiş olan bir ekosistem keşfetmişti. Bu ekosistemdeki can­ lılar, hidrotermal ağızlarla ilişkili kimyasallar ve bakteriler saye­ sinde gelişim gösteriyordu. Bu tek bir bilimsel keşif, Dünya'da­ ki yaşamın kökeninin derin deniz olup olmadığı sorusu dahil, sa­ yısız bilimsel sorunun ortaya çıkmasına yol açtı ve okyanus bi­ limlerinde çok sayıda yeni araştırma alanı doğdu. Bilim insanla­ rı şimdi, dünya okyanuslarında 280 kadar aktif hidrotermal ağız alanının bulunduğunu tahmin ediyor, üstelik çoğu henüz keşfe­ dilmiş bile değil!

Para Soruların en iyileri sorulmuş olsa bile, okyanus bilimleri ne yazık ki para gerektiriyor, genellikle de çok fazla para; okyanus araştırmaları hiç de ucuz değil. Büyük bir araştırma gemisi üze­ rinde denizde zaman geçirmenin günlüğü on binlerce dolar ma­ liyetinde olabiliyor, küçük gemilerle yapılan çalışmalar bile pek ucuza gelmiyor, özellikle de günümüzün yakıt fiyatları düşünü­ lürse. İlk deniz gezginleri bile keşif yolculukları için yatırımcı­ lar ve özel sponsorlara ihtiyaç duymuşlardı. Günümüzdeyse bi­ lim insanlarının çoğu devletlerin, vakıfların ve özel kuruluşla­ rın ödeneklerine bel bağlamış durumda. Ancak, ne yazık ki, son yıllarda okyanus araştırmaları ve keşifleri ulusal öncelikler ara­ sında yer almıyor. Hem okyanuslarla olan bağımız ve ona ha9

ğımlı oluşumuz hem de denizlerde neden olduğumuz değişimler göz önüne alındığında, bu durum özellikle moral bozucu. Her yıl uzay araştırmalarına yaklaşık 17 milyar dolar harcanırken, ok­ yanuslara yönelik bilimsel etkinliklere yılda yalnızca 700 milyon dolar devlet bütçesi ayrılıyor -ki yeri gelmişken belirtmek gerek, bu okyanuslar dünya yüzeyinin neredeyse dörtte üçünü kaplı­ yor. Uzmanların tahminine göre, denizlerin daha yalnızca yüzde

5 kadarını keşfedebildik. Sınırlı maddi destek ve çok fazla ihtiyaç nedeniyle, okyanus bilimlerine yönelik ödenek için rekabet de son derece acımasız. Araştırmacılar sürekli olarak uzmanlık ve bilgi birikimlerini sa­ yıp döken teklifler yazmak ve gerekli ekipmana, uygun persone­ le ve ödenek almak istedikleri araştırmayı haklı kılmaya yetecek kadar ön veriye erişimleri bulunduğunu kanıtlamak zorundalar ki sonuncu durum bir tür paradoks: Bir araştırmacı veri toplaya­ bilmek için ödenek alabilmek adına, yeterli veriye sahip olmalı. Ödenek bulabilmek bazen bilim dünyasında ömür boyu sü­ ren bir kovalamaca gibi görünür, üniversitede başlayan ve yük­ sek lisans eğitimi boyunca, hatta sonrasında da devam eden bir kovalamaca. Bilimde kariyer yapmayı düşünen öğrenciler sık­ lıkla yüksek lisans öğretim ücretlerini merak eder ve bu konuda endişe duyarlar. Neyse ki, yüksek lisans eğitimine yönelik mad­ di yardım konusunda çok sayıda seçenek var. Benim yaşadık­ larım hem geleneksel hem de alışılmışın dışında destek olanak­ larını ortaya koyuyor. Doktora eğitimim için Baton Rouge'da bulunan Louisiana Eyalet Üniversitesi'nin Kıyı Araştırmaları Enstitüsü'nden harika bir burs alacak kadar şanslıydım. Ancak, Miami Üniversitesi'nin Rosenstiel Akademisi'nde yüksek lisans yaparken, harcamalarımı karşılayabilmek için araştırma asistanı olarak çalışmak, borç almak ve kısıtlı gelirimi çeşitli ilginç arazi işlerinde çalışarak desteklemek zorunda kalmıştım. Yüksek lisans eğitimime başlamadan önce, arazi çalışmaları ve bilimsel dalgıçlık konusunda güçlü bir birikim edinmiştim. Örneğin, Wesleyan Üniversitesi'nde lisans öğrencisiyken, ilk senemden son seneme kadar ABD Virjin Adaları'nın St. Cro10

ix bölgesinin kuzeybatı kıyılarında bulunan küçük bir denizaltı araştırma laboratuvarı olan Hydrolab için destek dalgıçlık yap­ mıştım. Ben ve diğer destek dalgıçlar, birer denizaltı kölesi gi­ biydik. Dalış tüplerinin doldurulmasından ve taşınmasından, denizaltındaki istasyonun dışında dalan bilim insanlarının izlen­ mesinden, laboratuvara her gün yiyecek ve ekipman getirilme­ sinden, her görev öncesinde ve sonrasında ortamın temizliğin­ den ve yardım gereken diğer her yerde hazır bulunmaktan (da­ ha fazlası Bölüm 6'da) sorumluyduk. Hayatımın en güzel yaz işiydi! Elimin altında bu işin ve başka arazi tecrübelerinin bu­ lunması sayesinde, faturalarımı ödeyebilmek için Miami'de kısa dönemli bazı işler alabildim. Bir kısım yeni sismik ekipmanı de­ nemek için New Jersey kıyıları açıklarında yapılan bir projede dalış denetimine yardımcı oldum. Soğuk ve karanlık olmasının yanında, güçlü akıntılar vardı ve sanırım projenin başındaki bi­ lim insanı da deliydi; abartmıyorum, denizde çalışmanın sorun­ larından tamamen bihaber olması da ayrı bir konuydu. Örneğin, bir alet halat ya da kabloyla bir gemiye bağlıysa ve eğer bağlan­ tıya yeterince gevşeklik verilmezse, gemi sallandığında hem bu ekipman hem de onunla çalışan dalgıçlar aynı şekilde sallana­ rak, kum ve çamur içinde sürüklenir. Bu şekilde suda yüksek yoğunlukta sediman bulunması, genellikle el yordamıyla dalma yapılmasına neden olur ki bu, çok tavsiye ettiğim bir dalma şek­ li değildir. Çalıştığım işlerden bir diğeri, açıkça genç ve güçlü kuvvetli erkek dalgıçları tercih eden bir bayan bilim insanı için yosun dikmekti; bu işte çok fazla tutunamadım. Ama lisansüstü eğitimim sırasındaki en sevdiğim işim, önce NFL'de futbol oy­ namış, daha sonra dublörlük yapmış ve en sonunda balık topla­ yıcılığı işine soyunmuş olan iki kişiyle birlikte halka açık bir ak­ varyumda çalışmak üzere Bahama Adaları'na gidişimdi. Yolcu­ luğumuz birbiri ardına maceralarla doluydu. Yolculuğun başlarında kötü bir fırtınaya yakalandık ve ge­ ce boyunca bir yandan demir atacak güvenli bir yer ararken, bir yandan da bizi taşıyan küçük kayığın batmaması için uğraş ver­ dik. Kayık sonunda devrildi ve kayboldu, ama bu geçici bir duil

rumdu. Hemen ertesi gün, onu kıyıya vurmuş halde bulan bir­ kaç bölge sakiniyle takas yaparak, kayığımıza yeniden kavuş­ tuk. Yine de, gece yansı eğlencesi yaşadığımız, en azından be­ nim için, bir an oldu. Küçük kayığı kıç tarafından idare etme­ ye çalışırken, büyükçe bir dalganın içinden fırlayıveren bir uçan balık, tıpkı surata pasta atma şakası gibi, diğer dalgıçlardan bi­ rinin yüzünün ortasına çarptı. Uçan balıklar muhteşem yaratık­ lar. Denizden dışarıya sıçrarlar, yüzgeçlerini kanat gibi gererek açarlar ve su yüzeyinde zarafetle kayabilmek için kuyruklarını bir dümen gibi kullanırlar. Bu davranışın, potansiyel avcılardan kaçınmak için geliştirilmiş bir kaçış tepkisi olduğu düşünülüyor.

O geceki dalgalar o kadar büyüktü ki, balık denizden fırladığın­ da çoktan göz seviyesindeydi ve içimizden en az birini güldüre­ cek kadar, mükemmel şekilde tam surat ortasına konmaya uy­ gun hizadaydı. Bir defasında, meslektaşlarımdan biri teknesin­ de uyuya kaldığı bir sırada, açık bir lombozdan içeriye dalan bir uçan balığın, yüzgeçlerini çırparak göğsüne konduğunu anlat­ mıştı, kötü bir uyanış olsa gerek. Bahama Adalan'ndaki fırtınaya geri dönelim. Sonraki saba­ hın çok erken saatlerinde, sonunda demir atabildik ve uykuya fazlasıyla ihtiyaç duyduğumuz için kafaları vurup yattık. Ancak birkaç saat sonra, teknenin epey rahatsız edici ve doğal olmayan bir şekilde sarsılmasıyla uyandık, artık sallanmıyorduk. Çıpa sü­ rüklenmişti ve tekne de sığ bir bankın tepesine tünemiş şekilde suyun dışında duruyordu. Yapabileceğimiz tek şey, suyun yük­ selmesini ve bizi oradan kurtarmasını beklemekti. Bir arazi der­ si daha: sıkı ve güvenli bir şekilde demir attığınızdan emin olun. Değişken rüzgarlar, dalgalar, akıntılar ve hatta çeşitlilik göste­ ren dip tabakaları nedeniyle, okyanus demir atmak için aldatı­ cı bir yer olabilir. Bir defasında, son derece deneyimli bir dalgıç ekibinin yüzeye çıkıp, teknelerinin ortadan yok olduğunu gör­ düklerine şahit olmuştum. Şans eseri, dalış partnerimle birlik­ te onların yakınındaydık ve suyun altında çıpalannın zinciriyle birlikte suda asılı şekilde yanımızdan geçtiğini görmüştük. Çıpa­ yı yakaladık ve teknelerini bizimkinin hemen yanında sağlamca 12

bağladık. Tabii ki, yüzeye çıkınca teknelerinin yerinde olmadığı­ nı gören dalgıçların yüzlerindeki şaşkın ifadeyi düşünerek bek­ lemekten de kendimizi alamadık. Eğlenceli bir andı, sonuçta tek­ nelerini bulmuştuk ve onlar da tehlike altında ya da zarar gör­ müş bir halde değildiler, ama biraz utanmışlardı. Şimdi yeniden Bahama Adaları'ndaki balık toplama macerası­ na dönelim yani, lisansüstü eğitim için gelir sağlayan işime. Baş­ ka bir sabah uyandığımızda, canlı balıklarımızı tuttuğumuz ku­ yulardan birinin içinde bizi bekleyen bir sürpriz vardı. Tankın içinde irice bir ıskarmoz balığı vardı, şişman ve mutluydu, çün­ kü önceki günlerde çıkardığımız işlerin çoğu artık midesindey­ di. Kaptan, içimizden kimin bir ıskarmoz balığını diğer balıklar­ la aynı tankın içine koyacak kadar aptal olduğunu bilmek iste­ di. Tabii ki hepimiz, hem balığı tankın içine koymuş olmayı hem de o kadar aptal olabilmeyi şiddetle inkar ettik. Daha sonra, can­ lı balık kuyusunun etrafını çevreleyen rayların üzerinde balık pulları bulduk ve ıskarmozun gecenin bir saatinde tekneye atla­ dığı kanaatine vardık, ya çok akıllı ya da çok şanslı bir balıktı. Teknedeki eşlikçilerim daha sonra bana, son Bond filminde dub­ lör olarak yaptıkları gibi köpekbalıklarıyla güreşmeyi öğretme­ yi teklif ettiler, ayrıca söylediklerine göre, ilaç verilen ve yalan­ cı bir geminin ambarına koyulan köpekbalıkları, kendilerine gel­ diklerinde pek de mutlu olmuyorlarmış! Köpekbalıklarıyla gü­ reşmenin lisansüstü eğitimimi bitirmeye yardımcı ya da gerçek­ ten ihtiyaç duyduğum bir hayatta kalma becerisi olmayabilece­ ğine karar vermiştim. Anlatmak istediğim şey, araştırmalar ya da lisansüstü çalışma­ lar için ödenek aramanın bilim yapmanın bir parçası olduğu ve bunun için farklı seçenekler bulunduğu idi, ama tabii ki bazı se­ çenekler diğerlerinden daha geleneksel. Araştırma hibeleri ko­ nusunda ise, teklif yazmanın ve sunmanın acı verici sürecine ya da günümüzde bir bilim insanının bunu yapmak için harcaması gereken aşırı miktardaki zamana hiç değinmeyeceğim. İşin için­ deki bürokrasiyi ya da resmi formaliteler ve idari sorumlulukla­ rın hem bilimin hem de arazi çalışmalarının keyfini nasıl kaçırdı13

ğını da ele almayacağım. Ama ödenek "bir şekilde" ve "bir yer­ den" edinildiği anda, bilim insanları için artık çalışmalarını, de­ nizin içinde, altında ya da üzerinde çalışırken yapılacak tüm he­ yecan verici ve zorlu görevleri, planlama ve yürütme zamanıdır.

Arazi Çalışmalarının Lojistiği Konuya yabancı olanlar için, bir tekneyle seyahat ederken ya da uzak bir tropik adada yaşarken günler boyu araştırma yap­ mak kulağa çok çekici gelebilir, bir tür tatil gibi. Ama işin içine çekicilik son derece nadir girer. Arazi çalışmalarında sıklıkla, se­ yahat tekneleri ya da tropik ada kaçamaklarıyla bütünleştirdiği­ miz rahatlık ve lükslerin çok azına rastlarsınız. Arazi çalışmala­ rı için planlama yapmak ise kesinlikle valiz hazırlamaktan daha zorlu bir iştir. Arazide başarıya ulaşabilmek iyi bir düzenleme, sabır, sebat ve genellikle de yüksek dozda yaratıcılık ve iyi şans gerektirir. Arazi çalışmalarının lojistik güçlükleri aslında, mace­ raperest olmaya özenenlerin arasından ciddi okyanus araştırma­ cıları haline gelecek olan kişileri ayıklar. Arazi çalışması için düzenleme yapmak genellikle iki şeyle il­ gilidir: araştırmanızı ekipman ve erzak açısından başarılı hale getirebilmek için alabildiğiniz kadar çok malzeme götürmek ve kişisel kullanımınız için olabildiğince az eşya taşımak. Bilim in­ sanları, ekipman ya da araştırma planı açısından yaşanabilecek (ve büyük olasılıkla da yaşayacakları) her tür aksaklığa karşı ha­ zırlıklı olmalı, bu nedenle de yedekli çalışmalı ve yanlarına uy­ gun tamir gereçleri almalıdırlar. Öte yandan, yolculuk zorlu ola­ bileceği ve hem teknelerde hem de arazi istasyonlarında minimal yaşama alanlarıyla karşılaşılabileceğinden, giysiler ve kişisel eş­ yalar temel malzemelerle sınırlı tutulmalıdır. Araziye giden bir kişinin giysilerini ve kişisel eşyalarını koya­ bileceği tek yeri, yatağının yanındaki dar bir raf olabilir. Böyle­ sine minimalist bir yaşam şekli birçok kişiye tahammülü zor ge­ lebilir, ama bunu yapmak gayet mümkündür, özellikle de kısa araştırma maceralarında. Daha uzun süreli keşif gezileri ya da yolculuklarda, çamaşır yıkamak iyi bir seçenektir. Ancak, ne14

yin çamaşır yıkama olarak kabul edildiği tartışmaya açıktır. De­ niz Eğitimi Derneği'nin yaklaşık 40 metre uzunluğundaki ge­ milerinde oşinografi eğitimi verirken, her seferde yaklaşık yir­ mi beş lisans öğrencisi ve on tayfa ile birlikte altışar haftalık de­ niz yolculuklarına çıkıyordum. Başuzman olduğum için yattığım yer ana kabinde, kaptanın yanındaydı. Kalacak yerlerimiz göre­ ce ferah sayılırdı, her birimizin büyükçe bir yatağı, geniş bir ra­ fı ve giysiler için birkaç çekmecesi vardı. Gemideki diğer kişiler, özellikle öğrenciler ise irice birer tabutu andıran, bir gemi yata­ ğından biraz daha büyük bölmelerde kalıyorlardı. Benim kaldı­ ğım yer yeterince geniş olduğundan, kötü hava koşullarında yu­ varlanmayı ve kafayı ciddi şekilde sağa sola çarpmayı önleyebil­ mek için, giysilerimi yanlara tıkıştırabiliyordum. Çekmeceye sa­ hip olma lüksüne rağmen, denizde geçirilen birkaç haftanın so­ nunda çamaşır yıkamak gerekiyordu. Tatlı su tedariki sınırlı ol­ duğu için, yıkama işlemi için deniz suyu kullanılıyordu, bu işlem de giysileri tuhaf bir şekilde sert ve ilginç şekilde sırılsıklam ya­ par. Denizde haftalar geçirdikten sonra, gerçek anlamda yıkan­ mış bir tişörtün kokusu ve hissiyatı harikadır, yeni yıkanmış in­ sanlardan hiç bahsetmiyorum bile. Arazide yaşamın lükslerin­ den yoksunluk, sıklıkla kanıksadığımız ve doğal karşıladığımız, basit günlük şeyleri daha fazla takdir etmemizi sağlıyor. 1 980'le­ rin sonuna doğru Galapagos Adaları'nda iki ay araştırma yap­ tıktan sonra, Ekvador Cumhuriyeti' ndeki ucuz bir otel odasında tatlı suyla sıcak duş alabilmek ve örümceklerden, başımın tepe­ sinde gürültü yapan demirlerden ya da hırsızlardan (daha fazla­ sı Bölüm 5'te) uzakta, yumuşak bir yatakta uyuyabilmek beş yıl­ dızlı lüks bir otelde kalmaya eşdeğerdi. Arazide geçirilen zaman süresince ev yemeklerini, hareketsiz bir yemek masasını ya da tıka basa raflarla dolu bir markete eri­ şimi de fazlasıyla takdir eder hale gelebilirsiniz. Galapagos'da haftalarca nereden geldiği belli olmayan yiyecekler tüketmek zo­ runda kaldıktan sonra, bir grup öğrencinin arkalarında bıraktı­ ğı bir kavanoz fıstık ezmesi ve bir paket yulaf gevreğini buldu­ ğumuzda, başımıza talih kuşu konmuş gibi hissetmiştik. Dalgalı 15

denizlerde devrilme hareketi yapıp duran gemi masalarında ye­ mek yiyebilme sanatından, yüksek basınçlı denizaltı ortamların­ da ya da egzotik bir uğrak limanında yenen yiyeceklerin tuhaf­ lıklarına gelinceye kadar, beslenme bir ihtiyaç olmanın ötesine geçip eğlence, rahatlama, hatta ne yazık ki ıstırap kaynağı haline gelebilir. Bir gemi masasında yemek yerken dizler ve dirsekler büyük sorun yaratabilir. Eğer deniz dalgalıyken gemi masasının devrilme hareketini yanlışlıkla engellerseniz, yiyecekler garip bir şekilde masanın eğimli tarafına doğru yukarı çıkıyor ve ha­ rika bir mancınık hareketiyle havaya fırlayabiliyor. Deniz Eği­ timi Derneği'nin gemilerinden birinde verilen bir Şükran Günü yemeğinde, irice bir hindi, öğrencilerden birinin yatağına doğ­ ru uçma sürprizi yapmıştı, bir gemi masası aksiliği. Arazide ye­ mek zamanı sıklıkla böyle şakalara yol açmasının yanında, yapı­ lan işin stresine ya da aile ve arkadaşlardan uzakta olmaya ilaç gibi gelir, meslektaşlarınızla bağ kurmanız için de iyi bir fırsattır. Okyanustaki arazi çalışmaları için plan yaparken, çalışma şekline yönelik ayarlamaları da göz önünde bulundurmak ge­ rekir. Bir gemideyken çalışma alanınızın tamamı eğimli olabilir, sallanabilir, titreyebilir ya da bir aşağı bir yukarı çarpabilir. Dal­ galı denizlerin bir gerekliliği de ekipmanınızı, hatta insanları, tek bir yerde sağlam ve güvence altında tutabilmektir. Derneğin ge­ mileriyle açık denizlere gittiğimizde, küçük laboratuvarda çalı­ şırken bazen elastik emniyet halatları takmamız gerekirdi. Bir kısım ekipman, hatta bazı insanlar bile, yatay ve dikeyde den­ ge zorluğu çekildiğinde ortama çok iyi ayak uyduramayabilirler. Yaşamlarını kazanabilmek için denizlere giden, ama bir yandan da deniz tutmasından mustarip olan meslektaşlarım beni her za­ man etkilemiştir. Ve eğer gerçekten okyanusta çalışıyorsanız ta­ bii ki dikkate almanız gereken, deniz suyunun kendisi başta ol­ mak üzere, daha birçok şey var. Islak olmasının yanında, deniz suyu son derece aşındırıcı özelliktedir ve elektronik aygıtların ömrünü ani şekilde sonlandırabilir. Okyanusun pahalı ekipman­ ları yutmak, kabloları koparmak ya da tuzağa düşürmek, güdüm sistemlerinin hata yapmasına neden olmak gibi huyları vardır. 16

Tekneler ve motorları sürekli özen ve bakıma ihtiyaç duyar. Dü­ şük teknolojili en basit ekipmanın bile bozulması ya da kaybol­ ması, projenizi aksatabilir. Mercan kayalıklarını incelemek üze­ re tüplü dalış yaptığımızda, sualtı levhalarına bir şeyler yazmak için sıklıkla küçük kalemler kullanırız, ama bu kalemler daima suya kapılıp gitmeye meyillidirler. Araştırmacılar şimdilerde ka­ lemlerini yazı levhalarına tutturmak için birçok yaratıcı yol de­ niyor, ama bir şekilde bu kalemler her zaman kaçmanın bir yo­ lunu buluyorlar. Sualtındaki araştırma çalışmaları için erken bir ders: her zaman yanınıza yedek kalem alın. Denizde araştırma yapmak için gereken malzemelerin Listesi pa­ halıya kaçabilir. Tüm bu malzemelerin hepsinin saklanması ve sağ­ lama alınması, özellikle küçük bir teknede çalışıyorsanız, tam anla­ mıyla bir sanattır. Tehlikeli bir şekilde yüklenmiş halde rıhtımı terk eden birden fazla tekne gördüm. Daha da kötüsü, bazı bilim insan­ ları küçük teknelerin işletimi ve bakımı hakkında ya da büyük ge­ milerde çalışma konusunda çok az deneyime sahip olmasına kar­ şın, araştırmaları bu becerileri gerektiriyor. Bu, ilginç bir öğrenme süreci olabilir. Bahama Adaları'ndayken bir defasında, projesi için gerekli malzemeleri hevesle küçük bir tekneye doldurmakta olan bir lisansüstü öğrencisiyle karşılaşmıştım. O ekipmanı yığdıkça, tekne de hızla su alıyordu, su çoktan diz hizasına kadar gelmişti. Önemli bir şeyi unutmuş olup olamayacağını sordum, mesela tek­ nenin tıpasını takmak gibi. . . (Küçük teknelerin çoğunda, hızlı gi­ diş sırasında ya da tekne suyun dışına çıkarıldığında suyu boşalta­ bilmek için, kıç tarafında küçük bir lastik tıpa bulunur.) Küçük bir tekneye yükleme yapmaya başlamadan önce bu tıpanın takılı olup olmadığını kontrol etmek, dikkatsizlikten kaynaklanan bir batma gibi, rıhtımda yüz kızartıcı bir olay yaşanmasını önler. Arazide çalışırken ve özellikle de uzak bölgelere yolculuk ya­ parken, göz önünde bulundurmanız gereken diğer konular da potansiyel ecza ve güvenlik ihtiyaçları, yakıt ve iletişimdir. Tüm arazi gezilerinde en yüksek öncelik güvenliğe verilmeli, yaralan­ ma ve hastalıkları önleyebilmek için de mutlaka önlemler alın­ malıdır. Olası acil durumlar için plan yapmak ve gerektiğinde 17

tıbbi müdahalenin nereden ve ne şekilde alınabileceğini tespit et­ mek önemlidir. Hubbs-SeaWorld Araştırma Enstitüsü'nden de­ niz biyoloğu Duane De Freese'in dikkat çektiği bir diğer nok­ ta da, bilim insanlarının arazi çalışmasına katılacak olan kişilerin güvenliğini sağlamanın yanında, çalıştıkları hayvanların güven­ liğini de göz önünde bulundurmaları gerektiği. Her şeyi doğru zamanda doğru yerde bulundurun demek, tabii ki yapmaktan daha kolay. Lisansüstü eğitimim sırasında, Papua Yeni Gine'ye yapılacak bir denizbilim gezisi için, öğret­ menlerimden Steve Murray' e eşlik etme şansını yakalamıştım. Papua Yeni Gine' de, Hawaii Üniversitesi'nin araştırma teknesi

Moana Wave ile buluşacak, malzemelerimizi yükleyecek, sonra da akıntının çok iyi anlaşılamamış olduğu bir bölgede yaklaşık bir hafta boyunca izleme şamandıraları bırakacak ve okyanus akıntılarını ölçecektik. Daha ilk baştan, planlarımızda bir ters­ lik var gibiydi. Seyahat ertelemeleri yüzünden genç bir lisan­ süstü öğrencisi (yani ben) Avustralya'dan önce Port Moresby'e (o zamanlar burası epey tehlikeli bir yer olarak biliniyordu, özellikle de genç ve sarışın bir bayan için), oradan da Papu­ a Yeni Gine'nin kuzey kıyısındaki Madang'a tek başına gitmek zorunda kaldı. Port Moresby'den Madang'a küçücük bir uçak­ la giderken yaşadığım türbülanslı yolculuğu daha da unutulmaz hale getiren şey, tamamen anlaşılmaz anonslar (İngilizce olduk­ larından neredeyse eminim) ve büyük bir gururla sunulan uçuş atıştırmalıkları oldu; küçük bir karton bardak dolusu hafif aro­ malı bir portakal içeceği ve yanında da minyatür bir Spam (ba­ haratlı et konservesi markası) sandviçi. Spam, dünyanın bazı yerlerinde şaşırtıcı ölçüde popüler. Madang'a indiğimde, ne­ reye gideceğim ya da nasıl gideceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu (olaydan çıkarılacak bir ders daha). Neyse ki, orada ya­ şayan çok tatlı bir çift beni ve malzemelerimi, deniz araştırma­ ları laboratuvarına kadar kamyonetlerinin arkasında götürme­ yi teklif ettiler. Tabii ki Madang' da tek bir deniz araştırmaları laboratuvarı vardı. Steve de birkaç gün içinde bana katıldı. Ne yazık ki, malzemeleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. 18

Yaklaşık 6 1 metre uzunluğunda bir araştırma gemisi olan Mo­

ana Wave, tam zamanında Papua Yeni Gine'ye vardı, ama bir şe­ kilde malzemelerimiz kendilerini Hong Kong' da buldu. Moana

Wave gibi büyük gemiler, yıl boyunca bilimsel araştırma gezile­ rine ayrılmış sıkı bir programa sahiptir ve uzun gecikmeleri gö­ ze alamazlar. Bu nedenle ya araştırma planımızda büyük bir de­ ğişiklik yapacaktık ya da bu seyahatin tekrar ne zaman program­ lanabileceğini bilmeden, elimiz boş şekilde eve dönecektik. Bir teklif yazmak, maddi destek bulmak, malzeme toplamak ve gemi zamanını planlamak için gereken süreyi düşünecek olursak, Ste­ ve muhtemelen bu geziyi planlamak için iki yıl ya da daha fazla zaman harcamıştı. Büyük bir hayal kırıklığına uğramış olsak da, durumu sakinlikle karşıladı ve araştırması için ciddi bir aksilik yaşamış olmasına rağmen, kimsenin canının yanmamış olmasın­ dan ötürü memnuniyet duydu. Uzun vadeli denizbilim gözlem­ leri yapabilmek için demir atamamış olsak da, yolculuk sırasın­ da geminin akustik Doppler sistemini kullanarak okyanus akın­ tılarını ölçebileceğimiz için her şeyi kaybetmiş sayılmazdık. Böy­ le bir olay, uçuş sırasında bavul kaybetmeyi son derece önemsiz gibi gösteriyor. Arazi çalışmalarını planlarken esnek davranabil­ mek bir avantaj olsa da, araziye çıkıldığı anda 'bunu yapabiliriz' tutumu gerçek bir gereklilik; çünkü en iyi planlamayla bile, yo­ lunda gitmeyen bir şeyler olabilir ve olacaktır. Bu, denizde bilim yapmanın hem zorluğunun hem de ödülünün bir parçasıdır.

Araziye Gidiş Çalışmanıza zemin oluşturacak araştırmalar tamamlandık­ tan, teklifler yazıldıktan, maddi destek bulunduktan ve gerek­ li planlama yapıldıktan sonra gerçek macera, öğrenme ve eğlen­ ce başlar; çünkü artık araziye çıkma zamanıdır. Denizde bilim yapmak, ister büyük bir gemide, ister küçük bir teknede ya da bir derin denizaltı aracında olsun, her zaman bir serüvendir ve genellikle uzun süren sıkıntı dönemlerinin arasına aşırı fiziksel yorgunluk, inanılmaz heyecan ve ilham verici anlar serpiştiril­ miştir. Arazideyken, okyanusların en harika ve en gizemli man19

zaralarıyla karşı karşıya gelmek, tüm hüsranları unutturur (Bö­ lüm 2). Mutlu tesadüfler ve beklenmeyen sonuçlar sıklıkla derin içgörüler yaratır (Bölüm 3). Arazide bir fırtınanın ortasında kal­ mak, insanların okyanusun ve atmosferin gerçek gücüne daha vakıf ve daha saygılı olmasını sağlıyor (Bölüm 4). Denizde başarıya ulaşmak, karşı karşıya kalınan güçlükler düşünüldüğünde son derece değerlidir. Güçlüklerin üstesinden gelme sürecinde, daha güçlü ve daha becerikli bir hale gelir, hat­ ta bazen teknolojik atılımlar yapabilir ya da yeni anlayışlar edi­ nebiliriz (Bölüm 5). Okyanusun dibinde gözlem ve çalışma ya­ pabilecek zaman ararken, derinlik en büyük düşmanımız haline gelir (Bölüm 6 ve 7) . Arazi, bir bilim insanının esnek ve yaratıcı olabilme yeteneğini sürekli test eder. Hiçbir şey olmasa bile, her birimiz kendimize ve içine düştüğümüz çıkmazlara gülebilmeyi öğreniriz. Bu son noktayı daha iyi vurgulayabilmek adına, Flo­ rida Körfezi'ne geri döneceğim. Bob Halley ile birlikte sürekli olarak, Florida Körfezi'ndeki ça­ mur banklarının üzerinde dizlerimize kadar batmadan yürüyebil­ mek ve çalışma yapabilmek için yeni ve daha etkili yollar arayışın­ daydık. Esas olarak ince kalsiyum karbonat taneciklerinden mey­ dana gelen bu çamur, bileşimi nedeniyle özellikle yumuşak ve sün­ gerimsi yapıdadır. Çamurun içinde güçlükle de olsa yürümek, pü­ rüzsüz ve neredeyse kaplıca gibi olduğu yerlerde (çamurun içinde sürünen kalın ve uzun solucanların varlığı dışında) o kadar da kö­ tü

değildi. Ama çamurun bol miktarda sivri köşeli kabuk parçaları

içerdiği kısımlarda bata çıka yürümek, özellikle malzeme taşırken yorucu olmanın dışında, son derece de acı vericiydi. Florida Körfezi civarında çalışan ulusal park korucularının, bu çamur bankları üzerinde yürüyebilmek ve bunu yaparken de yo­ sunlara zarar vermemek için çok zekice bir yol bulduklarını keş­ fettik: plastik kar ayakkabıları giymek. Körfezde çalışmak üzere malzemelerimizi hazırlarken, ben de hevesle bu ayakkabılardan bir çift sipariş ettim. Araziye çıktığımızda, Bob bu kar ayakka­ bılarını ilk benim denememe büyük bir nezaketle izin verdi, bel­ ki de başıma ne geleceğini benden daha iyi biliyordu. Yeni ayak20

kabıları bir güzel giydim ve yosunların arasında kendime tam bir güvenle büyük adımlar atarak ilerlemeye başladım. Bir çamur deliğine denk gelişime kadar da harika işe yaramışlardı. Florida Körfezi'ndeki çamur banklarında yoğun bir yosun ta­ bakası vardır, ama aynı zamanda gizemli bir şekilde üzeri açık, içleri de aşırı yumuşak çamurla dolu, yuvarlak delikler de var­ dır. Ne şekilde oluştuklarını kesin olarak bilmiyorum (bazıları bu deliklerin, besin aramak için dibi kazan vatozlar tarafından açıldığına inanıyor), ama an itibariyle bildiğim tek şey, plastik kar ayakkabılarıyla bu çamur deliklerinden birine bastığınızda ne olduğu. Çamur, kar ayakkabılarının altındaki örgülü kısmın aralıklarından yukarıya doğru bir anda taşıyor ve ayakkabıları giyen kişi de çamur deliğinde sıkışıp kalıyor. Eğer bu kişi daha öncesinde kendine güveni tam bir şekilde büyük adımlar atarak ilerliyor idiyse, bunun sonucu, ödülü hak edecek şekilde çamura yüzüstü gömülmek oluyor. Belki şimdiye kadarki en endamlı ha­ reketim bu değildi, ama hem Bob'u hem de beni çok güldürdü. Biz de, bacaklarımızı korumak için dalgıç kıyafetleri giyerek ve pek de vakur sayılamayacak bir şekilde (yani, emekleyerek), ça­ murun sıcaklığına katlanmaya geri döndük. ABD Jeoloji Araş­ tırmaları Kurumu'ndan ayrılışım sonrasında Bob, Florida Kör­ fezi'ndeki araştırmalarına devam etti. Duyduğuma göre, bir ça­ mur bankının üzerinde birkaç santimetrelik bir su tabakası oldu­ ğunda, koli bandıyla karın bölgesine iliştirilen bir batmaz yüzü­ cü tahtasının sizi oradan rahatça sektirip geçirebileceğini keşfet­ miş (fotoğraflarını gördüm) . Zeka ve iyi bir mizah anlayışı, arazi araştırmacılarının hem başarılarına hem de akıl sağlıklarının ye­ rinde kalabilmesine kesinlikle katkıda bulunuyor. Arazide olmak, paha biçilemez bir deneysel öğrenme için de fırsat tanır. Sınıfta çalışırken, ofislerimizde ve kütüphanede bir şeyler geçirdiğimiz tüm o zaman, salt arazide olarak ve doğayı ilk elden gözlemleyerek kazandığımız anlayışın yerini asla tuta­ maz. Her temel denizbilim kursunda, öğrenciler deniz sıcaklığı­ nın derinliğe bağlı olarak nasıl değiştiğini öğrenir. Okyanusla­ ra yapılan yolculuklara ait veriler kullanılarak, termoklin kav21

ramı anlatılır. Bunlar derinlikte çok az bir fark olduğunda bile büyük sıcaklık değişimlerinin görüldüğü tabakalardır. Termok­ lin kavramını okuyabilir ya da öğretebiliriz, ama dalış yaparken böyle bir tabakadan geçtiğiniz ve suyun birkaç santimetre içinde rahatlık verici bir sıcaklıktan dondurucu bir soğukluğa gelişini bizzat yaşadığınız anda, bu fenomen gerçek anlamda unutulmaz hale gelir. Benzer şekilde, bir mercan kayalığı ya da yosun yatağı üzerinde dalış yaparken, okyanus akıntılarının ve dalgaların et­ kisini gerçek anlamda fark edersiniz. Kumların hareketini ince­ lemek üzere her gün sahile giderseniz, kıyı şeridinin dinamik do­ ğasına dikkat etmeye başlarsınız. Ve eğer tüplü dalış yaparken okyanusta yukarı akıntıyla karşılaşacak olursanız, bundan daha gerçek ya da daha ilginç bir şey yaşayamayacağınızı anlarsınız. Okyanusta yukarı akıntı, serin ve besince zengin suyun alt­ tan yukarıya doğru çıkarak yüzeye gelmesiyle gerçekleşir. Bu olayın düzenli olarak belirli aralıklarla görüldüğü yerler dünya­ nın en verimli yerleri arasındadır ve çok bereketli bir deniz ya­ şamına ev sahipliği yaparlar. Peru açıklarındaki ünlü hamsi dal­ yanının ve Kaliforniya kıyılarında her dalın süregelmiş olan zen­ gin deniz yaşamının nedeni işte bu yukarı akıntılardır. Florida Keys'deki bir inceleme dalışı sırasında, meslektaşlarımla birlik­ te muhtemel bir yukarı akıntı olayına denk gelmiştik. Suda ilk fark ettiğimiz şey, denizdeki iki farklı tabakanın arasında bir ara katmanı gösteren belirgin bir ışıldama ya da bulanıklık olmuştu (schlieren adı verilen, etkileyici bir fenomen) . Bu katmanın içine doğru dalıp, uçuruma benzeyen bir mercan resifinin etrafından geçmeye başladığımızda, su da belirgin şekilde daha soğuk ha­ le gelmişti (önceki dalışlarımızda olduğundan çok daha soğuk) ve görünürlük oranında da kayda değer bir değişiklik olmuştu: bunların hepsi de yukarı akıntı olayının belirtileridir (Bölüm 6). Denizin üzerinde ya da altında geçirilen günler, hem ödenek bulma ve planlamanın zorluklarına hem de sıklıkla üstesinden gelinmesi gereken güçlüklerin hepsine bedeldir. Arazideyken sürekli yeni sorular üretiyor olsak da, neyse ki arada bazı cevap­ lar da bulabiliyoruz. 22

Cevaplar Bilimde ya da başka herhangi bir konuda, iş bir soruya ya da probleme geldiğinde, çoğu kişi nispeten hızlı ve somut bir cevap ya da eksiksiz bir çözüm, bazı durumlarda ise tartışmasız bir ka­ nıt bulabilmek ister. Ama bilim nadiren bu şekilde çalışır; aksi­ ne, bilgiye ve anlayışa giden yolda yavaş ve adım adım ilerlenir. Veriler biriktikçe ve yorumlandıkça, olayları daha iyi anlarız ve teoriler daha rafine bir hale gelir. Bazen bilimin ilerleyişinde, es­ ki hipotezler bir kenara atılır ve bütünüyle yeni fikirlerin peşi­ ne düşülür. Bilim insanları için bu evrim heyecan verici ve bazen de çileden çıkarıcı olsa da; belirsizliğin sürecin bir parçası olu­ şu, kabul edilmiş ilke şeklidir. Ancak, araştırmaların sonuçları­ nın yavaş alınması ve belirsizlikler, çoğu kişi tarafından o kadar kolay kabul edilemeyebilir ve tatminsizlik duygusu doğurabilir. Florida'daki kızıl gelgit araştırmaları, bunun güzel bir örneğidir. Güneybatı Florida'da Karenia brevis adlı alg türünün belir­ li dönemlerde artması ya da popülasyon patlaması yapması so­ nucu oluşan kızıl gelgit, kıyı bölgesinde yaşayan, çalışan ya da burayı ziyarete gelen kişiler için ciddi bir endişe kaynağı hali­ ne gelmiştir. Kızıl gelgitler oldukça kötü kokulu ve yoğun balık katliamlarına; denizayıları, yunuslar ve diğer deniz canlılarının ölümlerine; kabuklular için kurulmuş olan ticari deniz yatakla­ rının kapanmasına yol açabiliyor. Denizden gelen rüzgarlar da kızıl gelgiti oluşturan canlılar tarafından üretilen toksinleri kıyı­ ya getirerek, sahile giden kişilerde solunum güçlükleri yaratabi­ liyor. Güneybatı Florida'daki halkın, medyanın ve politikacıla­ rın istediği şeyse cevaplardır. Kızıl gelgite neyin neden olduğu­ nu, insanların durumu daha kötü bir hale getirip getirmediğini ve bu olayı nasıl durdurabileceklerini bilmek isterler ki bu soru­ lar görünüşte basit, mantıklı ve dolambaçsız sorulardır. Ödenek bulmanın kısmen halkın ve politikacıların protestola­ rının da sonucunda mümkün hale gelmesi sayesinde, araştırma­ cılar kızıl gelgit konusunda gerçek bir ilerleme kaydedebildiler; ama birçok kişinin peşine düştüğü sıradan cevaplar hala kolay bulunur değil. Kızıl gelgit olayının yüzlerce yıldır gerçekleştiği23

ni ve bunun doğal bir fenomen olduğunu biliyoruz. Karenia bre­

vis türü alg hakkında da bol miktarda şey öğrendik: biyolojisi, ürettiği toksinler, ürediği ve geliştiği ortam. Örneğin, kızıl gelgit gelişimi tipik olarak kıyıdan açıkta başlar ve yüzeyden ya da dip akıntıları aracJığıyla sahile doğru yaklaşır. KızJ gelgit algi şaşır­ tıcı ölçüde çok yönlü ve karmaşık bir organizmadır, ortam ko­ şullarında görülen değişikliklere karşı da çok iyi bir uyum göste­ rebilme yeteneğine sahiptir. Ancak alg patlamasını neyin tetikle­ diğini, neyin devam ettirdiğini ya da neyin sonlandırdığını hala bilmiyoruz. Görünüşe göre Karenia brevis, gelişmek ve üremek için, ortamda mevcut olan hemen her türlü besin kaynağını kul­ lanabiliyor: çürüyerek ayrışmakta olan balıklar ya da atmosfer­ deki, okyanusun derinliklerindeki, kıyı bölgesindeki ya da kara­ dan gelen besin maddeleri gibi. Irmaklardan denize karışan su­ daki ve karadan gelen yüzey akışlarındaki fazladan besin mad­ delerinin meydana getirdiği kirlilik, kızıl gelgitlerin daha sık ol­ masına ve şiddetinin artmasına neden oluyor mu? Bazı bölge­ lerde, karadan gelen ve ırmakla gelen besin maddeleri, alg pat­ lamalarıyla ve bu olay sonucu ortaya çıkan düşük oksijenli or­ tamla doğrudan ilişkilendiriliyor. Bunun en ünlü örneği, Meksi­ ka Körfezi'nin kuzeyinde Mississippi Nehri'nin denize döküldü­ ğü noktanın açıklarında her yaz oluşan devasa ölü bölgedir. Gü­ neybatı Florida hakkındaki mevcut bilgiler ise, ne yazık ki, bu kitapta yazdığı üzere kızJ gelgit ve karasal kaynaklı kirlilik ara­ sında kesin bir ilişki olmadığı yönündedir. Aşırı yoğun balıkçJık faaliyetleri sonucunda, alglerle beslenen ya da onları denizlerde filtreleyen, böylece de alg patlamalarını bir zamanlar kontrol al­ tında tutabilen organizmaların popülasyonlarında azalma yaşan­ mış olması da mümkündür. Güneybatı Florida'da bilim insanlarının üzerinde, öylesine bir cevap değil, "doğru" cevabı bulmaları konusunda ciddi bir bas­ kı vardır. Mote Marine Laboratuvarları'ndan halk sağlığı uzma­ nı Barb Kirkpatrick, hızlı şekilde cevaplara ulaşJmasına yöne­ lik baskıya rağmen, kızJ gelgitler konusundaki araştırmalarda bilimsel titizliğe ve disipline ihtiyaç duyulduğunu vurgulamak24

tadır. Çabuk elde edilen sonuçların eleştirmenleri tatmin etme­ sine rağmen, uzun vadede doğru olmadıklarının ortaya çıkabile­ ceği ve pahalı, hiç tatmin edici olmayan ya da istenmeyen sonuç­ lara yol açabileceğini hatırlatmaktadır. Bölgedeki bilim insanla­ rı,

mevcut verileri bazı kişilerin tercih edeceği şekilde yorumla­

madıkları ve sorunun kaynağı olarak kirliliği gösterdikleri için yoğun şekilde eleştirilmektedir. Meslektaşlarım ve ben, kıyı su­ larımızdaki kirliliğin ve aşırı miktardaki besin maddelerinin za­ rarlı olduğunu ve kızıl gelgit sorunundan bağımsız olarak azaltıl­ ması gerektiğini vurgulamakta hızlı davrandık. Kızıl gelgit ola­ yının kontrol altında tutulabilmesi konusundaysa, araştırmacılar Asya'da kullanılan yöntemleri incelemekteler; ama bu yöntemle­ rin hem deniz hayatının geri kalanı ve çevre üzerindeki etkileri hem de maliyetleri ve etkinlikleri konusunda cevaplanması gere­ ken önemli sorular var. Bilimsel çabaların çoğunda olmasa da bir kısmında yaşandığı gibi, kızıl gelgitler konusundaki cevaplara ulaşılacak; ama bu ce­ vaplar, ödeneklerin ve araştırmaların izin verdiği ölçüde, zaman içinde gelecek. Umarım bilgilerimiz, kızıl gelgit etkilerini azal­ tılabileceğimiz ve yatıştırabileceğimiz bir noktaya kısa zaman içinde gelecek. İlginç bir ek bilgi ve bilimin nasıl çalıştığı konu­ sunda harika bir örnek: Güneybatı Florida'daki kızıl gelgit algle­ rinin ürettiği toksinler üzerine çalışan bilim insanlarının keşfet­ tiği bir kimyasal, şu anda kistik fibrozis hastalığının tedavisinde kullanılacak bir ilaç olarak geliştiriliyor. İş cevapların bulunmasına geldiğinde, bilimde öğrenilmesi daha zor olan derslerden biri de, negatif sonuçların da en az po­ zitif sonuçlar kadar değerli olduğudur. Bu önerme, her zaman kabul etmesi kolay ya da tatmin edici olmayabilir, özellikle de ilk bağımsız araştırma projelerini yürütmekte olan öğrenciler için. Ve tabii ki, araştırmanızın sonucu hatalı bir hipotez olduğunda, bununla ilgili bir yayın yapmak da oldukça zordur. Ancak, do­ ğanın nasıl çalıştığını öğrenmek kadar, nasıl çalışmadığını öğ­ renmek de önemlidir. Hiç kuşkusuz, hiçbir sonuç alamamaktan­ sa negatif bir sonuç almak her zaman daha iyidir. Bir analiz so25

nucunun beklediğimden farklı çıkmasını, örnekleme malzemele­ rimin hepsini kaybetmeye kesinlikle tercih ederim. İnsanlar, nihai bir sonucun yanında, cevapları hiyerarşik ola­ rak kategorize etmeyi isteme eğilimi de gösterirler. Bilimde ve okyanusta, sıklıkla sorunların birden fazla ve birbiriyle etkile­ şimli nedenleri olduğunu görürüz. Bir nedenin başka bir neden­ den daha önemli olduğunu söylemek her zaman mümkün olma­ yabilir. Bu da, bir soruna yönelik çözümler bulmayı daha zor ve bulunan cevabı da biraz daha az tatmin edici hale getirebilir. Bu durumu güzel anlatan bir örneği, mercan resifleri araş­ tırmaları dünyasında görebiliriz. Son yıllarda dünya çapındaki mercan resiflerinde kayda değer değişimler, ya da antropomor­ fik deyişle hastalıklara ait sinyaller görülmekte. Araştırmalar, canlı mercan örtüsünde ve balık nesillerinde ciddi azalışlar, be­ lirli aralıklarla mercan ağarmaları ve ölümleri, bir zamanlar mer­ canlarla kaplı olan resiflerde yaşanan yoğun alg gelişimi, mer­ can ve süngerlerde görülen hastalık vakalarında artış yaşandı­ ğını belgeliyor. Aşırı balık avcılığı, küresel ısınma, besin madde­ leri ve sediman kirliliği ile tahrip edici balıkçılık uygulamaları, dünyadaki mercan resiflerini sarsıcı sorunlardan yalnızca bazı­ ları. Mercan resifleri üzerindeki etkiler, işleri daha da kötüye gö­ türebilecek şekilde, birbirleriyle etkileşim de gösterebiliyor. Ör­ neğin, artan deniz suyu sıcaklıkları, mercanları hastalıklara kar­ şı daha hassas, fırtınalara karşı da daha dayanıksız ve sonrasında kendilerini daha zor yeniler hale getirebiliyor. Aşırı balık avcılı­ ğı, resiflerdeki önemli otçul canlıları yok ederek, ortamı hızlı bü­ yüyen alglere açık hale getiriyor. Kirlilik nedeniyle güçlenen bu algler de, aşırı artış gösteriyor ve mercanları boğuyor. Tüm bun­ lara karşın, insanların bilmek istedikleri ve değerli zamanlarını üzerinde tartışarak harcadıkları şey, mercan resiflerinin azalma­ sına yol açan tek ve en kötü şeyin ne olduğu. Burada önemli bir notu aktarmak gerek: Bazen ihtiyacımız olan şey daha fazla cevap değil, hali hazırda sahip olduğumuz bilgileri daha iyi kullanabilmektir. İnsan faaliyetlerinin okyanus­ ları nasıl olumsuz etkilediğini gittikçe daha iyi anlıyoruz, ama 26

denizleri daha iyi korumak için gereken şeyleri yapmak amacıy­ la bu bilgileri kullanmaya daha yeni başlamış sayılırız. Bunların arasında okyanuslara yönelik daha etkili politikalar oluşturmak ve uygulamak, yeterli yatırım sağlamak, eğitimi iyileştirmek ve daha iyi yönetim stratejilerini sayabiliriz (Bölüm 8). Okyanus hakkında henüz cevaplanmamış olan çok sayıda so­ ru var. İklim değişimine okyanus nasıl tepki verecek? Bir yan­ dan denizlerin sağlığını ve gelecek nesiller için bereketini koru­ yarak, insanlar tarafından kullanımını nasıl daha iyi yönetebili­ riz? Mercan resifleri gerçekten de ölüyor mu, yoksa okyanuslar zaman içinde değişirken uyum gösterebilecek kadar dirençliler mi? Okyanuslarda insan etkisi nedeniyle ne gibi ekolojik deği­ şimler gerçekleşiyor? Deniz memelileri neden karaya vuruyor? Mercanlarda görülen hastalıkların nedeni nedir ve bunu önle­ yebilir miyiz? Ton balıkları ve denizdeki diğer heybetli ve ticari açıdan önemli türler nerelerde ürüyor ya da yavruluyor? Deni­ zin keşfedilmemiş yerlerinde hala saklı kalmış olan ne gibi yara­ tıklar ya da jeolojik oluşumlar var? Hiç şüphesiz, henüz bilme­ diğimiz ve bu yüzden de soramadığımız daha birçok soru var. Bilim yapmak yaratıcılıktan ya da maceradan uzak, basit, sı­ kıcı ya da kurallarla dolu bir süreç değildir. Bilim insanları ola­ rak bizler, süreç odaklı bir yaklaşımla çalışırız; önce bir soru ya da sorun tanımlanır, daha sonra da tekrarlanabilecek bir çözü­ me ya da diğer meslektaşlarımızın incelemelerine karşı koyabi­ len bir yanıta ulaşabilmek için araştırmalarımıza yön veren bir hipotez geliştirilir. Doğada bulduklarımız, ne yazık ki, ofisleri­ mizin güvenli ve izole ortamındayken teklifte bulunduğumuz şeyle nadiren tamı tamına örtüşür. Arazi çalışmalarına yalnızca veri toplamanın ya da malzeme konuşlandırmanın bir yolu ola­ rak değil, aynı zamanda ilk elden doğayı görmek ve onunla tek vücut olabilmek için de ihtiyaç duyulur. Arazideki deneyimleri­ miz bize okyanuslar ve bilim yapmak hakkında muazzam bilgi­ lerin yanında, sonraki bölümlerin de ortaya koyacağı üzere, mü­ kemmel deniz öyküleri de kazandırmıştır.

27

i l . Bölüm

Harika Öyküler

O

kyanuslarda keşfedilmeyi bekleyen gizemler, görül­ meye değer harikalar saklıdır. Denizin harikaları, be­ nim ve meslektaşlarımın bilimsel merakını kışkırtıyor

ve evrime karşı saygı duymamızı sağlıyor. Ayrıca bize ilham verici bir keşif duygusu katıyor ve bazen de sadece durup, okya­ nusun doğal güzelliğini ve garip, gizemli yaşam şekillerinin son­ suz akışını izlememizi sağlıyor. Çoğu insan için bir yunus, balina ya da köpekbalığı görmek bile ömür boyu unutulınayacak, çok değerli bir anıdır. Bunlar, tüylü su samurları ve oyuncu denizaslanları ile birlikte, okyanu­ sun en etkileyici canlılarındandır. Her nedense, patlak gözlü ve pullu bir balık ya da jelimsi bir denizanası, insanları bu şekilde etkilemez. Düzenli olarak arazi çalışması yapan bilim insanları için okyanus canlıları ile karşılaşmak, karizmatik olsun ya da ol­ masınlar, çoğu zaman unutulınazdır ve bazen de insana kendisi29

ni sıradan hissettiren bir deneyimdir. Karada yaşamak üzere ev­ rim geçirmiş bir tür olarak, okyanusa gidiş gelişlerimiz sıkıntılı ve zordur. Suyun altındayken hem kendi oksijenimizi taşımak hem de soğuğa ve derinlere indikçe artan basınca karşı korunmak zo­ runda kalırız. Kendimize bir şekilde etkin bir itme gücü sağlaya­ bilmek için de palet ya da bir motor kullanmamız gerekir. Suyun altında yaşamı bizim için böylesine zor kılan bu şartların en çok farkına vardığımız anlar, okyanus canlılarının çevikliği ve zara­ feti ile yüz yüze geldiğimiz zamanlardır. Bir denizaslanı hiç çaba sarf etmeden yüzerek yanınızdan geçtiğinde, taklalar ve saltolar atarak yüzünüze baloncuk püskürttüğünde, denizdeki kendi be­ ceriksizliğiniz ile yüzleşiverdiğiniz unutulmaz bir an yaşıyorsu­ nuz. Bir yunus ya da balinanın kuyruğunu hafifçe sallayarak ka­ zandığı ivme karşısında hem hayretler içinde hem de ondan ge­ ride kalıveriyor, kuvvetsizce ayaklarımızı çırpmak ya da motoru çalıştırmakla yetiniyoruz. Bu tip karşılaşmalar sayesinde, deniz canlılarının suda yaşamaya ne denli uyumlu bir evrim geçirdikle­ rini daha iyi anlıyor ve bu uyumu takdir ediyoruz. Şahsen, küçük bir mürekkep balığının bile kendimi okyanus­ ta tamamen yetersiz hissetmemi sağladığını ve doğanın evrim­ sel başarılarına hayran bıraktığını söyleyebilirim. Resif mürek­ kep balıkları genellikle 30 cm 'den küçük boyutlu, torbamsı gö­ rünümde uzun bir vücuda sahip, küçük yuvarlak kafalı ve bü­ yük gözlü (ki bunlar, tüm hayvanlar aleminin en gelişmiş görme yeteneğine sahip gözlerindendir), vücutlarının ön kısmında da on adet dokunaç (aslında sekiz kol ve iki dokunaç) bulunan de­ niz canlılarıdır. Ayrıca, vücutlarının yan kısımlarında çırpınan, suyun içinde sabit ve dengeli durabilmelerini sağlayan, ince ve şeffaf yüzgeçleri vardır. Mürekkep balıkları, vücutlarından su pompalayarak, neredeyse hiç enerji harcamadan hareket edebi­ lir ya da kendilerini bir anda jet gibi ileri itebilirler. Aynı zaman­ da rakipsiz birer kamuflaj uzmanı olduklarından, göz açıp kapa­ yıncaya kadar renk değiştirebilirler. Bir keresinde tamamen şef­ faf bir mürekkep balığının bir anda benekler çıkarıp, hemen ar­ dından da vücudu boyunca dalgalanan kırmızı çizgilere boğul30

duğuna tanık olmuştum. Böylesine işlevsel ve karmaşık özellik­ lerin yanında, bizim iki bacaklı hareket mekanizmamız ve tek renkli cildimiz epey ilkel kalıyor. Eğer suyun altında yeterince hareketsiz ve sessiz durursanız, resif mürekkep balıklan bazen yanınıza gelir. Çoğu zaman lide­ ri takip etme oyununa kapılmış gibi görünen, küçük gruplar ha­ linde gezerler. Lider mürekkep balığı bazen olağanüstü yavaş hareket eder ya da suda asılı halde salınır, diğerleri de arkasın­ da tam anlamıyla tek sıra oluşturur ve aynı hareketleri yaparlar. Daha sonra lider, bir ya da iki dokunaç oynattığında ya da rengi­ ni değiştirdiğinde, diğerleri de aynı şekilde renk değiştirir. Hiç­ bir zaman dokunabileceğiniz kadar yaklaşmaz ya da yakınınız­ da uzun süre kalmazlar, ama sadece birkaç dakikalığına bile ol­ sa, bir resif mürekkep balığının arkadaşlığı harikulade ve muci­ zevi bir duygudur. Deniz canlılarıyla diğer karşılaşmalarım da beni denizal­ tı dünyası konusunda benzer şekilde heyecanlandırmış ve bil­ gilendirmiştir. Bir defasında sualtı fotoğrafları çekmekle uğra­ şırken, kendimi kaya olduğunu düşündüğüm bir yere bağlamış, ama kısa bir süre sonra bunun aslında son derece şaşırmış ve uy­ kulu bir deniz kaplumbağası olduğunu görmüştüm. Deniz kap­ lumbağalarının nefes almak için sık sık sudan çıkmaları gerekse de, bazı türleri suyun altında beş saate kadar uyuyabilir. Bir de­ niz iguanası ile ilk kez karşılaşmam da yine oldukça eğitici ve bi­ raz da yapışkan bir deneyim olmuştu. Deniz iguanaları sadece Galapagos Adaları'nda yaşar. Köse­ le gibi kırışık ve siyah bir cilde, küçük bir kafaya ve küçük göz­ lere, sırtları boyunca uzanan sivri çıkıntılı bir şeride ve geriye doğru gittikçe incelerek, nispeten uzun bir kuyrukla sonlanan bir vücuda sahip, etkileyici biçimde ilkel görünümlü hayvanlar­ dır. Onları genellikle adaların kayalık sahilleri boyunca birbir­ lerinin üzerine yatarak tepecikler oluşturmuş bir halde, güneşin tadını çıkarırken görürsünüz. Deniz iguanaları, alglerle beslen­ mek üzere denizin derinliklerine dalabilmek gibi olağandışı bir özelliğe sahip olmaları nedeniyle bu şekilde adlandırılmışlardır. 31

Suyun içinde itme gücü kazanabilmek için kuyruklarını sağa so­ la sallayarak hareket ettiklerinden, ilginç görünümlü yüzücüler­ dir. Okyanusa yaptıkları gastronomik ziyaretler ise, besinsel bir ikilem doğurur: çok fazla tuz. Bu yüzden de, fazla tuzu vücut­ larından atmak için ilginç bir şekilde evrirnleşmişlerdir: Hapşı­ rarak burunlarından tuz atarlar. Eğer bir deniz iguanasına fazla yaklaşır ya da onu ürkütürseniz daha çok hapşırmaya başlarlar, o zaman da uçan kertenkele sümüğüne karşı hazırlıklı olmalısı­ nız, ben de bunu arazi çalışmalarımda öğrendim. Deniz canlıları bizi kendilerine hayran bırakırken, insanlar da bazen aynı derece inançsızlık doğurabiliyor. Bahama Adaları'nda bir deniz laboratuvarında çalışırken, yakın bir adada sahile vur­ muş olan bir pilot balina için yardım çağrısı aldık. Dostum ve iş arkadaşım Wendy Keith- Hardy ve o sırada şans eseri bizi ziya­ rete gelmiş olan üvey oğlu ile birlikte bölgeye gittik. Adaya vardı­ ğımızda, nispeten küçük bir pilot balinanın sahilde sıkışmış oldu­ ğunu gördük. Balinalar ve yunuslar, pek de iyi bilinmeyen çeşit­ li sebeplerden ötürü sahile vurabilirler; bu sebepler arasında has­ talık ya da yaralanmalar, balık ya da başka yemlerin peşinde ko­ şarken sığ sulara sürüklenme ya da yön bulma hataları olabilir. Sebep ne olursa olsun, hayatta kalabilmeleri için vakit kaybet­ meden derin sulara döndürülmeleri gerekir. Çünkü büyük deniz memelileri çok hızlı su kaybederler ve vücut yapıları da muazzam ağırlıklarını karada taşımaya uygun değildir. Balina tam tahmin ettiğimiz gibi karşımızdaydı; fakat bir ucu kuyruğuna, diğer ucu ise sahilde bir kayaya bağlı olan halatı görmeyi beklemiyorduk. İlk işimiz, yerel halktan bir beyefendi­ yi, balina daha fazla zarar görmeden önce halatı çıkarmaya ik­ na etmek oldu. Anlaşılan, balinayı sahildeki lokantasının yanı­ na yapacağı bir havuzda tutarak müşteri çekmeyi planlıyordu. Kısa bir süre sonra epey ölü bir balinaya dönüşecek bu eğlen­ ceyi kimsenin görmek istemeyeceğine dair kendisini hızlıca ik­ na ettik. Kendisi bir havuz inşa edene kadar balinanın gerçek­ ten de hayatta kalacağını düşünmüş müydü acaba? Peki ya son­ ra ne olacaktı? 32

Halatı çıkardık ve deniz yükseldiğinde pilot balinayı yavaşça iterek suya soktuk. Hayvan sığ sulara ulaştığında, yönünü bul­ makta ve yüzmekte zorlanıyormuş gibi görünüyordu. Kısa bir süre sonra daha kontrollü hareket etmeye başlasa da, hala biraz şaşkındı. Onu derin sulara giden ince bir kanala yönlendirmeye çalıştıysak da, yeniden sahile vurmasına neden olabilecek yön­ lere doğru yüzmeye devam etti. Sonra yeni bir taktik denedik. Wendy tekneyi balinanın bir yanında götürecek, ben de şnorkel­

le suya girip hayvanın diğer yanında yüzecektim, böylece onu yönlendirebilecektik. O pilot balinayla göz göze geldiğim o özel anları da, kuyruğunun o güçlü darbelerini de hiçbir zaman unut­ mayacağım. O kadar güçlüydü ki, kendimi korumak için kuyruk ucunun menziline girmemeye çok dikkat etmem gerekti. Yan ya­ na yüzerken, ona yardım etmeye çalıştığımızı anladığını umu­ yordum. En başta başarılı olamadık, balina sürekli yanlış yön­ de yüzmeye devam ediyordu; burada basit bir çobanlık deneyi­ mi çok işe yarardı aslında ! Neyse ki saatler sonra başarıya ula­ şabildik; derin sulara vardığımızda, kuyruğunun güçlü bir hare­ ketiyle suya daldı ve bir anda gözden kayboldu. Deniz laboratu­ varına dönüşte yaptığımız uzun tekne yolculuğunda hepimiz çok yorgunduk, ama bu deneyim ve başarısı sayesinde bir o kadar da yenilenmiş hissediyorduk.

Unutulmayacak Bir Yolculuk Dostum ve iş arkadaşım Kaptan Phil Sacks, kendi harika ba­ lina deneyimini paylaşıyor. Maalesef bu karşılaşma ölü bir bali­ na ile olmuş; fakat bu olaylı deniz yolculuğunu, deniz seferi ma­ ceralarıyla dolu kariyerinde hiç unutamadığı bir deneyim ola­ rak aktarır. Phil, 1 986 yılında Yunanistan'dayken 28 metrelik bir motorlu-yelkenli yatta çalışıyordu. Yat ABD bandıralıydı ve ABD'nin Libya'ya saldırmasından sonra, mürettebata bir an ön­ ce ülkeye geri dönme emri verilmişti. Bunun üzerine Özgürlük Anıtı'nın doğum günü ve restorasyonu için New York'ta düzen­ lenecek olan bir denizcilik kutlamasına yetişmek umuduyla ha­ rekete geçilmişti. 33

Yunanistan' dan New Y ork' a sürecek bu yolculuk için gerekli malzemeleri toplamak amacıyla tam alışverişe başladıkları sıra­ da başka bir uluslararası kriz çıktı: Çernobil'deki nükleer reak­ töründeki ciddi radyasyon sızıntısı. Rüzgarlar kuzeyden estiği için Yunanistan sızıntının rüzgar nedeniyle etkileyebileceği bir alandaydı. Gıda güvenliği endişesiyle telaşa kapılan Yunan halkı da, panik içinde marketlere saldırmıştı. Bu sırada geminin mü­ rettebatı için satın alınan, yedi kişiyi altı hafta denizde idare ede­ cek miktardaki malzemeyi gören halk, onlara itiraz etmeye baş­ lamış, mürettebat durumu açıklamaya çalıştıysa da, Yunancaya hakim olmadıkları için dertlerini anlatamamışlardı. Bu nedenle Yunanistan'ı hemen terk edip, (İspanya'daki Mayorka'ya, ora­ dan Cebelitarık'a ve Atlantik'i aştıktan sonra da New York'a de­ vam etmek niyetiyle) Azorlar ve Bermuda'ya gittiler. Azorlar ve Bermuda arası geçiş, Phil için özel bir anlam taşı­ yor. Azorlar açıklarında bir sabah uyandıklarında, "cam gibi bir suyun yüzeyini kaplayan haf'ıf bir yağ akıntısının" eşlik ettiği sa­ kin bir deniz gördüler. Böylesine sakin bir denizde ışık, göz oyun­ ları oynar ve ufku seçmeyi zorlaştırır. Öte yandan, yüzen objele­ ri

görmek daha kolaydır ve monoton bir yolculukta denizdeki şa­

mandırayı incelemek bile ilginç gelebilir. O sabah gözcü, yakla­ şık çeyrek mil ötelerinde yüzeyde duran bir şey gördü. Rotayı ha­ fifçe değiştirerek, oraya yaklaştılar. "Havayla dolarak şişmiş, ölü bir balinaydı. Ama bizi asıl şaşırtan şey, ölü balinanın etrafında dolanan iki büyük köpekbalığıydı," diye anlatıyor Phil. Köpek­ balıkları yüzmüyor; neredeyse tamamen su yüzeyine çıkacak şe­ kilde, cesedin sırtının üzerinden kayıyorlardı. Ölü bir ispermeçet balinasıydı, ama cesedin etrafında yüzen köpekbalıklarının hangi türden olduklarını tam hatırlayamayan Phil, onların yaklaşık 3-4 metrelik derin okyanus köpekbalıkları olduğundan emin. Phil, bir önceki durakları olan Azorlar'da, eski bir balina lima­ nı olan Horta'da bulunan bir gece kulübünde sergilenen balina kemiklerini ve dişlerini hatırlayarak ölü balinadan birkaç diş top­ lamaya karar verdi. Ama etrafta yüzen iri köpekbalıklarını dü­ şününce, bu iş için suya küçük bir tekneyi indirmenin mantıklı 34

olmayacağına karar vermiş ve diş çıkarma işlemini yatın güver­ tesinden yapmanın daha güvenli olabileceğine kanaat getirmişti. Fakat köpekbalıkları, bizimkiler hangi teknede olurlarsa olsun­ lar, balinayı paylaşmak istemiyordu. Mürettebat balinanın yanı­ na yaklaşıp da hayvanın kafasını ulaşabilecekleri bir yere çek­ meye çalışırken, büyük avcılar biraz fazla saldırganlaşmış ve so­ nunda oyunu kazanmışlardı. Phil de, almak istediği balina dişle­ rini yavaş yavaş denizin derinliklerine batan balinada bırakmak zorunda kalmıştı. Uzaklaşırlarken, köpekbalıklarının davranış­ larından nasıl etkilendiğini düşündüğünü hala heyecanla hatır­ lıyor. Eğer siz de şans eseri bir gün ölü bir balinaya rastlarsanız unutmayın ki, herhangi bir deniz memelisinin dişlerini sökmek, herhangi bir parçasını satın almak ya da satmak artık yasadışı. Yat Bermuda'ya giderken, su yüzeyindeki dalgalanmaların tamamen durduğu ve okyanusun cam gibi olduğu bir manzaray­ la karşılaştılar. Dolunay vaktiydi ve Phil, deniz yüzeyinde üç ge­ ce boyunca gözlemledikleri başka bir muhteşem manzarayı ha­ tırlıyor: "Yüzlerce jelatinimsi canlı, belki 4 metreden daha uzun, sarmal şekilli yapılar." Bu organizmalar gündüz görünmüyordu, fakat deniz her gece bu uzun ve şeffaf canlılarla doluyordu. Yat­ ta örnek toplamak için kullanabilecekleri bir ağ yoktu, fakat Phil daha sonra bu hayvanları biyologlara tarif etmişti. Artık gördük­ lerinin, "tulumlular" olarak bilinen canlılar grubundan basit ve fıçı şekilli bir türün (Salpa) binlercesinin bir araya toplaşmasıy­ la meydana gelen kümeler olduğunu düşünüyor. Yakın zaman­ lı bazı gözlem ve denizaltı araştırmaları sayesinde başka bir ihti­ mal de göze çarpıyor: sifonoforlar. Bunlar boyu 30 metreyi bu­ lan zincirler oluşturabilen, uzun ve narin yapılı, jelimsi yaratık­ lardır. Phil, olayın etkisini hala üzerinden atamamış: " Denizler­ de geçirdiğim yaklaşık 3000 gecenin hiç birinde, buna benzer bir şeyi yeniden yaşamadım. "

Denizde Gece Vakti Hava karardığında deniz, gündüzleri olduğundan gerçekten de çok farklı bir yere dönüşür. Su altında sadece günden ge35

ceye geçiş anlan bile çok etkileyici olabilir. Gece çökerken, sığ okyanus kararmaya başlar ve gözlerini iyi kullanan birçok ak­ tif yırtıcının ava çıktığı gölgeler zamanı gelir. Karanlık okyanu­ sa iyice hakim olduğunda, gündüz canlıları sığınaklarına döner­ ken, gece canlıları ortaya çıkmaya başlar. Çok bulutlu bir gece­ de ya da yeni ay zamanında, sığ sular bile mürekkep gibi kapka­ ra olur. Ancak, ay ışığı ile aydınlanan gecelerde okyanus yüze­ yi inanılmaz şekilde parlak olabilir. Bahama Adaları'nın sığ sula­ rında ilerlediğimiz bir gece yolculuğunda Ay o kadar parlak, su o kadar berrak ve dipteki kum da o kadar beyazdı ki, altımızda yüzen vatozları ve diğer balıkları görebiliyorduk. Gece okyanu­ su, mercan resiflerinde çok daha güzeldir. Ahtapot, müren ve utangaç asker balığı gibi birçok mercan resifi sakini, geceleri daha rahat yüzer. Gün boyunca birçoğu cansız kayalar gibi görünen mercanlar da, güneş battıktan son­ ra daha aktiftirler. Birçok mercan, aslında polip dediğimiz, her biri kısa dokunaçların sarmaladığı mideciklerden oluşan küçük hayvanların bir araya toplanmasıyla meydana gelen koloniler­ dir. Gece olduğunda, bu mercan polipleri dokunaçlannı suya sa­ larak yakaladıkları akıntıyla sürüklenen parçacıklar ve küçük organizmalar ile beslenirler. Geceleyin bir dalgıç fenerinin ışığı mercanların üzerine düştüğünde, muazzam bir manzara ortaya çıkar. Fener ışığının cazibesine karşı koyamayan zooplankton ve küçük balık sürüleri, bir ziyafet çılgınlığı ile mercanlara yem olurlar. Mercan resiflerinin rengi de gece vakti ışık altında iyi­ ce canlanır: Süngerlerin kırmızısı zenginleşir ve göz alıcı bir ha­ le gelir, ahtapot ya da mürenlerin yeşili ışıldar ve denizatlarının sarısı şaşırtıcı derecede parlaklaşır. Denizbilimci ve dalgıç Steve Gittings, şu anda Ulusal Deniz Sığınakları Programı'nın bilimsel koordinatörlüğünü yapmakta­ dır. Okyanusun en muhteşem görüntülerinden olarak nitelendir­ diği şey, yılda sadece bir kere çok özel bir zamanda ve gece vak­ ti yaşanan bir olaydır: mercanların toplu üreme zamanı. Toplu mercan üremesi olayı, ilk kez 1 982 yılında Büyük Set Resifi'nde keşfedilmiş gizemli bir fenomendir. Meksika Körfezi'ndeki Gar36

den Banks Ulusal Deniz Sığınağı'nda, Ağustos ayındaki dolu­ naydan sekiz gün sonra, akşam saat dokuz sularında yaşanmıştır. Muazzam sayıda kaya mercanı, boncuk büyüklüğünde sayısız bohçayı neredeyse aynı anda suya bırakır. "Cam gibi su, kamera­ larına ve çeşitli kayıt cihazlarına koşturan şaşkın dalgıçların etra­ fını saran bir kürecikler çorbasına dönüşmüştü, " diyor Steve. Sa­ lınan her bohçacık, mercanın hem yumurtasını hem de spermini içerir; fakat nasıl oluyorsa, spermler kendisiyle aynı mercana ait yumurtaları döllemez. Bu bohçacıklar yüzeye çıktıklarında par­ çalanır ve böylece sperm, başka bir mercana ait yumurtayı dölle­ me fırsatı bularak, "potansiyel bir mercan kolonisine hayat verir". Bu toplu üreme olayını gözlemlemek inanılmaz bir deneyim olsa da, Steve, bunun altında yatan üreme sürecini de çok etkile­ yici buluyor. Tüm dünyada birçok resif mercanı yılda sadece bir kez ürüyor ve bu oldukça basit görünse de, bireyler arası senk­ ronizasyonun önemi sebebiyle epey karmaşık bir olay. Mercan­ ların başarıyla çapraz dölleme yapabilmesi için, farklı bireylere ait üreme hücrelerinin (sperm ve yumurta) neredeyse aynı an­ da bırakılması gerekir; yoksa sağlıklı oğul döller oluşamaz. Steve için bu, göz iletişimi, kelimeler ya da ayartıcı bir çiftleşme dansı bile olmadan gerçekleşen, muhteşem bir mercan koreografisidir. Mercanların başarılı bir şekilde toplu üreyişleri, aynı zamanda onların sağlığının ve soylarını devam ettirebilme potansiyelleri­ nin de bir göstergesidir. Dünyanın birçok mercan resifinde kay­ dedilen bozulmanın yanında, Flower Garden Banks'te her yıl ta­ nık olunan toplu üreme, Steve'e göre iyiye işaret. Bunun yanı sı­ ra, resif bölgesindeki suyun temizlik ve kalitesinin, mercan resif­ lerinin devamlılığını sağlamak için baş vurduğu toplu üreme yön­ temi için çok büyük önem taşıdığına gönülden inanıyor. Flower Garden Banks Ulusal Deniz Sığınağı, bölgedeki mer­ can resiflerini ve diğer deniz canlılarını korumak ve araştırmak için kurulmuştur. Teksas ve Lousiana sahillerinin 1 77 km açı­ ğında bulunması nedeniyle, popüler bir dalış ve araştırma ala­ nı haline gelmiştir. Buna rağmen, Flower Garden Banks'te yılın sadece tek bir gecesinde yaşanan bu çok özel ve muhteşem top37

lu üreme olayına sadece şanslı birkaç bilim insanı ya da macera­ cı dalgıç şahit olabilir.

Deniz Altında Bir Işıltı Gece, okyanustaki en çarpıcı ve etkileyici gösterilerden bir di­ ğerini daha gözlemleyebilme fırsatı sunar: biyolüminesans, yani biyolojik süreçler sonucu gerçekleşen ışıma. Araştırmacılar, tah­ min edilenden çok fazla deniz canlısının ışık üretme yeteneği oldu­ ğunu keşfettiler. Bu olay, farklı biçimlerde gerçekleşebilir; en yay­ gını, ateş rengi algler olarak bilinen küçük planktonların, suda­ ki harekete tepki olarak ışık üretmeleri sonucu görülen, yanıp sö­ nen ışıltılardır. Bir gün, Bermuda Şeytan Üçgeni ile ilgili bir tele­ vizyon programının yapımcısı, teknenin biri kaybolmadan hemen önce yanında ortaya çıkan gizemli ışık küresinin ne olabileceğini sormuştu. Benden çok heyecanlı bir cevap, olağanüstü varlıklar, uzaylılar ya da açıklanamayan bir gizemle ilgili bir şey beklediği­ ne eminim. Benim verdiğim yanıt ise şuydu: biyolüminesans ya­ pan denizanaları. Bunlar, çoğunlukla parlak mavi-yeşil renkte kü­ resel ışıldamalar oluştururlar. Konu tamamen anlaşılamamış olsa da, bilim insanlarına göre okyanus canlıları biyolüminesansı çok çeşitli amaçlar için kullanıyor: avcılardan kaçmak için bir hile, yır­ tıcılardan saklanmak ya da onları ürkütmek için bir sinyal, bir ile­ tişim aracı ya da avı cezbetmek için kullanılan bir silah. Okyanus Araştırma ve Koruma Birliği'nin kurucularından, derin deniz biyologu Edie Widder, aslında moleküler biyoloji ya da nöroloji alanında bir kariyer hayal ediyordu. Ancak, derin de­ nizde yaptığı tek bir dalış, tüm kariyer planlarını değiştirdi ve bi­ yolüminesans alanında dünyanın önde gelen uzmanlarından bi­ ri oldu. 1980'lerin başında, çok uzun bir ipin ucundaki yo-yo oyuncağına benzettiği bir derin dalış kıyafeti içinde ilk derin ok­ yanus dalışını yapıyordu. Edie dalış sırasında bir miktar biyolü­ minesans ile karşılaşacağını tahmin etse de, dalış kıyafetinin dış ışıklarını söndürdüğü anda karşılaştığı manzaranın baş döndü­ rücü olduğunu söylüyor. Işık üreten canlıların sayısı, hayal ede­ bileceğinden çok daha fazlaydı. Önündeki su kütlesinde aniden 38

ortaya çıkan parlak ışıkları seyrederken, biyolüminesansın de­ nizlerdeki rolünü sorgulamaya başladı. Eğer bu kadar fazla sa­ Y1da deniz canlısı ışık çıkarabiliyorsa, bunun henüz bilinmeyen ama çok önemli bir rolü olması gerektiğini düşündüğünü şim­ di bile açıkça hatırlıyor. Hayatını değiştiren bu olaydan itibaren tüm kariyerini, denizlerdeki biyolüminesansı araştırmaya ve in­ celemeye adadı. Şimdi bu uzmanlığını, sahil bölgelerini koruma çalışmalarına yardım etmek amacıyla kullanıyor. Yeni bir mü­ rekkepbalığı türünü cezbetmek için yalancı biyolüminesans kul­ lanımını anlattığı hikayeyi Bölüm 5'te okuyabilirsiniz. Biyolüminesans, aynı zamanda kitlelerin de ilgisini çeken bir olaydır. SEA (Sea Education Association: Deniz Eğitimi Derneği) gemilerinde, büyük bir ağ geceleri düzenli olarak derinlere indi­ rilerek, eğitim ve araştırma amaçlı olarak çeşitli canlılar toplanır. Bu eğitim araştırmalarında okyanusun alacakaranlık bölgesi ola­ rak da bilinen, yaklaşık 200 ile 900 metre arasına denk gelen or­ ta seviyesi hedeflenir. Çoğu deniz canLsı geceleri yüzeye doğru çı­ karak sığ sulara göç eder, bu da derin su canhlarının gece ağlarıy­ la toplanmasını kolaylaştırır. Gece ağ atmanın dört gözle bekle­ nen kısmı, hiç şüphesiz biyolüminesans gösterileridir. Ağ çekilir­ ken, teknenin kıç tarafının uzağında, gizemli yeşil bir ışık görülür. Ağ yüzeye yaklaştıkça parıltının şiddeti artar ve hızlıca yanıp sö­ nen yeşil ışıklar seçilmeye başlar. Bu muhteşem ışık gösterisi, ge­ nellikle ağ, geminin spotları altına çekilene kadar sürer. Ağ güverteye çekildikten sonra, hangi tuhaf canlıların ağa yakalandığını görmek oldukça eğlencelidir. Öğrenciler bunları toplar, Y1kar, eler ve mümkün olduğunca çoğunun türlerini ta­ nımlayarak, saymaya çalışırlar. Alacakaranlık seviyesinde yaşa­ yan parlak kırmızı karidesler gibi bazı türleri tanımlamak ko­ laydır. Gümüşbalta balığı ise her zaman çok ilginç bir bulgudur. Şansımıza gümüşbalta balıkları sadece birkaç santimetre boyun­ dadırlar. Diğer organizmaları tanımlamak genellikle daha zor­ dur. Çekilen ağda oluşan santrifüj etkisi sebebiyle çoğu ezilir ve sonuç olarak deniz sümüğü dediğimiz, balçık kıvamlı bir mad­ deden bol bol görürüz. 39

Bir gece seyri esnasında karşılaştığımız şaşırtıcı mavi biyolü­ minesans, geç saatte bir deniz biyolojisi macerası başlattı. Yine bir gece öğrencilerin ağdan örnek toplamalarına yardım eder­ ken, kovanın içinde çok parlak, mavi ve küçük bir parıltı dik­ katimi çekti. Heyecan ve her zamanki gibi merak içinde, bu ışı­ ğın kaynağını öğrenmek istedim. İzledik ve zanlıyı yakalamaya hazır bir şekilde, ışığın yeniden çıkmasını bekledik. Mavi pa­ rıltı tekrar belirdiğinde, önce küçük bir süzgeç, sonra kaşık ve hatta göz damlalığı ile bu ışığın sorumlusu olan canlıyı yakala­ maya çalıştık. Sonunda nasıl yakaladığımızı gerçekten hatırla­ mıyorum, ama gecenin geç saatlerine kadar sabrımızı test eden bir uğraş oldu. Uğraşlarımız sonunda meyvesini verdi ve hay­ vanı bir petri kabına alıp, mikroskopta inceledik. Küçük, yakla­ şık bir santimetre boyunda, oval şekilli ve renkli taşlarla bezen­ miş gibiydi. Vücut parçalarının her biri farklı ve capcanlı renk­ lerdeydi. Ne yazık ki, bu göz alıcı renkler kısa bir süre sonra yok oldu ve küçücük hayvan da tamamen şeffaflaştı. Geminin kütüphanesindeki kitapları öğrencilerle birlikte saatlerce araş­ tırarak, bu güzel canlıyı tanımlamaya çalıştık. Sonunda da bul­ duk; Sappbrina adıya bilinen bir kürekayaklı. Bilim adına ye­ ni bir bulgu olmasa da, bize keşif ve hayranlık dolu muhteşem bir gece yaşattı.

Keşif Duygusu Okyanusa açılan bilim insanları için hayranlık ve şaşkınlık, çoğu zaman keşif ile ele eledir. Sadece bazı bilim insanları yeni bir tür keşfeder ya da özel bir habitatı araştıran ilk kişi olur. Yi­ ne de, ben dahil birçoğumuz için bazı şeyleri ilk defa görmek, bi­ lim dünyası için bir yenilik olsalar da olmasalar da, ilham verici bir keşif duygusu uyandırır. ABD Virjin Adalan'nda ABD Je­ oloji Araştırmaları Kurumu için deniz ekolojisi alanında çalışan Caroline Rogers, yıllardır Karayip mercan resiflerini araştırıyor. Pasifik Okyanusu'nda bir mercan resifine ilk kez dalışı hakkın­ da, "Ruhani bir tecrübeden daha etkisiz değildi. " diyor. Karayip ile karşılaştırıldığında renk yelpazesi çok daha geniş ve mercan 40

çeşitliliği de çok daha fazla olan Pasifik resiflerini gördüğünde, inanılmaz bir keşif duygusuna kapılmıştı. Nova Southeastern Üniversitesi'nin Oşinografi Merkezi'nde çalışan deniz omurgasızları uzmanı Chuck Messing, çiçeğe ben­ zeyen deniz zambağı ve tüy yıldızı gibi canlıları içeren denizla­ lelerini araştırmaktadır. Tüplü dalışta ya da derin okyanus deni­ zaltı aracındayken her zaman, daha önce hiç görmediği ya da ta­ nımadığı bir denizlalesi ya da omurgasız türü yakalamaya çalışır. Avustralya'daki Büyük Set Resifi'ni ziyaret ettiğinde onu en çok etkileyen dalışlardan birini açık kumluk bir alanda yapmış, çün­ kü burada olağandışı bir denizlalesi türü bulmuş. Chuck, " Kim Büyük Set Resifi 'ne gidip d e kuma dalar ki? " diyor. Bob Ginsburg, Bahama Adaları'ndan biri olan Andros'un ba­ tı kıyısına gittiği ilk günü çok iyi hatırlıyor. İncelmiş kalsiyum karbonatın karada oluşturduğu, arası dolmuş çatlaklar ve int­ raklastlar (üst katmanlar arasında "yüzen" daha alt katman biri­ kintileri) gibi özellikler gösteren çok eski, kalın kaya katmanla­ rını yıllardır araştırıyordu. Bob, Andros'taki büyük gelgit saha­ larının, çamur çatlakları ve gevşek çamur parçaları ile kaplı ol­ duğunu fark etti; bunlar, kendi alanında cevap aradığı bazı so­ ruları yaratan özelliklerdi. Çok iyi bildiği bu eski kayaların mo­ dern oluşumlarıyla karşı karşıyaydı. Bunlara tekabül eden kaya oluşumlarının muazzam yayılımını düşündüğünde fark etti ki, Andros'takine benzer gelgit bölgeleri geçmişte çok daha yaygın­ dı. Andros'taki ilk günlerine dayanan bir dizi akademik makale yayımladı ve o ilk ziyareti sırasında hissettiği hayranlık ve keşif heyecanını hala taşıyor. Harbor Branch Oşinografi Enstitüsü'nde derin deniz biyolo­ gu olarak görev yapan Shirley Pomponi de, bir denizaltı ara­ cından derin deniz süngerlerini ilk kez gördüğü zaman yaşadığı muhteşem keşif hissini anlatıyor. Karşılaştığı süngerlerin, 1 00 yıl önce yapılmış çizimlerde resmedildiği gibi olduğunu gördüğün­ de ne kadar şaşırdığını da ekliyor. Bu çizimleri yapan sanatçı­ lar, kendisinin o anda gördüğü doğal ortamlarındaki derin deniz süngerleri manzarasını aslında hiç görmemişti. Güzelce renklen41

dirilmiş çizimler, dipten taranarak çıkarılırken çok zarar gör­ müş, çamurla kaplı örneklere bakarak yapılmıştı. Buna rağmen, Shirley'in gördüğü süngerler aynı o eski çizimlerdeki gibiydi.

Ooid'ler Sevimli, büyük, korkunç ya da parlak deniz canlı ları hemen herkes tarafından heyecanla karşılanır; fakat bazı kişileri, özel­ likle de öğrencileri, kum gibi basit bir şeyin bile aynı derecede il­ gi çekici olduğuna ikna etmek zordur. S EA'daki kadrolu göre­ vim sırasında karbonat ve kuvars kum taneciklerinin dinamik­ leri üzerine deneyler yapıyor, Massachusetts Teknoloj i Enstitü­ sü 'ndeki uzunca su kanalında, bu taneciklerin hareket başlatabi­ leceği akış gücünü test ediyordum. Deneyler için çökelti örnek­ leri toplamak amacıyla, bana yardım edecek öğrencilerimle bir­ likte bir SEA seferine çıktık. Bahama Adaları'nda bulunan be­ lirli bir kum tipi, o günlerde beni özellikle heyecanlandırıyor­ du. Öğrencilerim ise, 'ooid 'lerin büyüsü'nden her bahsedişimde o bildiğimiz tavırla gözlerini devirerek, benim hevesimi paylaş­ madıklarını gösteriyorlardı. Ooid'ler günümüzde dünyanın sadece birkaç yerinde bulu­ nan, ama jeolojik geçmişimizde çok daha yaygın olan küçük, be­ yaz, boncuğa benzer kalsiyum karbonat tanecikleridir. Örne­ ğin Miami'nin alt tabakalarında, uygun şekilde Miami ooliti (oo­ id'lerden oluşmuş bir kayaç türü) olarak adlandırılmış bir ka­ yaç formasyonu yatar. Şu anda dünyadaki en büyük petrol sa­ halarından biri, aslında ooid'lerden oluşan bir antik kireçtaşı re­ zervidir. Jeologlar yıllardır ooid'lerin kalsiyum karbonata aşırı doygun bir su kaynağının kimyasal çökelmesiyle mi, yoksa bak­ terilerin yardım ettiği bazı biyolojik süreçler sonucu mu oluştu­ ğunu tartışıyorlar. Cevap ne olursa olsun, bu çok yuvarlak ve çok beyaz boncuk taneleri, birçok kalsiyum karbonat katmanı­ nın bir çekirdek etrafında toplanmasıyla oluşuyorlar. Kavramsal olarak, ooid'ler ilginç olmaktan öteye gitmiyor, fakat tekneden atlayıp da bunların milyarlarcasınm içine dizlerinize kadar gö­ mülmek, gerçekten çok özel bir his, gerçekten ! 42

SEA gemisi ile Bahamalar'daki J oulter Adası 'na vardığımız­ da, kuşkucu öğrencilerimle beraber ooid örneği toplamak için küçük şişme botu hazırladık. Öğrenciler, hem heyecanımı hem de örnekleri toplamak için kullanacağımız plastik torba ve çan­ taları küçümseyerek, kafalarını sallamaya ve gözlerini devir­ meye devam ettiler. Sahilin hemen açığındaki sığlığa vardık­ tan sonra bottan heyecanla atladığımda, milyarlarca ooid'in içi­ ne gömüldüm. Öğrencilerin uzattığı çantaları boncuk tanele­ riyle doldururken, bazıları bu deneyimi ilk elden yaşamak için suya atladı. Atlar atlamaz onlar da dizlerine kadar gömülünce, yüzlerinde beliren mutluluk ifadesini görmeliydiniz. Kısa sü­ re içinde onlar da örnek torbaları istemeye başladılar; görünü­ şe göre ooid'lerimiz son derece eğlenceliydi, bilim insanı olma­ yanlar için bile.

Denizkestanesi Ordusu Florida Balık ve Yaban Hayatı Araştırma Enstitüsü'nden deniz biyologu Bill Sharp, 1997 yılında görülmemiş ölçekte ya­ şanan denizkestanesi (Lyteclıin us variegatus) artışını araştırı­ yordu. Benden bu olayın jeolojik etkilerini araştırmamı istedi. Bu derisi dikenlilerden normalde olduğundan sadece birkaç ta­ ne fazlasını görmeyi bekleyerek, araziye çıktım. Karşılaştığım şey ise tek kelimeyle hayret vericiydi. Belki yüzlercesi, kelime­ nin tam anlamıyla birbirlerinin üzerine yığılmışlardı. Sadece sayıları değil, deniz tabanına olan etkileri de çok şaşırtıcıydı. Sanki kontrolden çıkmış bir çim biçme makinesi ordusu, yo­ sunların üzerinden uygun adım geçmişti. Denizkestanelerinin ön tarafında gür bir yeşil deniz yosunu çayırı vardı, ama şimdi onlardan geriye kalan tek şey çıplak kum ve çamurdan ibaretti. Jeolojik bir bakış açısıyla, denizkestanelerinin otlaması sonucu açığa çıkan katmanın erozyon ve yeniden çözünmeye açık ol­ duğunu söyleyebilirim, ama bu popülasyon artışının nedeni ve ne sıklıkla meydana geldiği hala bir gizem. Asla unutamayaca­ ğım bir manzaraydı.

43

Batı Duvarı Donanmada uzun yıllar görev yapan deniz bilimci ve idari uz­ man Linda Glover da kendi harika deniz öyküsünü anlatıyor. O günlerde, uydu görüntüleri ve gemi gözlemleri sayesinde Ulu­ sal Meteoroloji Kurumu için körfez akıntısının ve yarattığı tür­ bülansların haftalık pozisyon tahminlerini yapıyordu. Norfolk, Virginia'dan Bermuda'ya doğru bir gemi seyahati esnasında, po­ zisyon tahminlerinin ne kadar isabetli olduğunu test etmeye ka­ rar vermişti. Elinde son analizlerin bir kopyası ile doğuya, tah­ mini körfez akıntısı bölgesine ilerlerken, suya sarkıttığı bir ko­ va ve termometre aracılığıyla su sıcaklıklarını ölçüyordu. Sa­ kin, güneşli bir öğleden sonraydı, Linda akıntının 'batı duvarı­ na' vardıklarında su ısısında ani bir yükselme olacağını tahmin ediyordu. "İleriye baktığımızda, duvarı aniden gördük," diyor. İki yönde de ufuk çizgisi boyunca uzanan, kayda değer bir renk farkı ve deniz yüzeyinde de kelimenin tam anlamıyla bir basa­ mak vardı. Körfez akıntısının ılık ve daha az yoğun suyu, ger­ çekten de akıntının batı kenarında ufak bir duvar oluşturmuştu. Linda, bunun yaklaşık 30 santimlik bir yükselti olduğunu söylü­ yor. Şansına, 'batı duvarı 'nın konumunun, uydu verilerine daya­ narak yaptıkları pozisyon tahminleriyle örtüştüğünü gördüler. Linda'nın körfez akıntısını böylesine etkileyici bir şekilde göre­ bilmesi için, sadece doğru koşulların oluşması gerekliydi; bu ola­ yın

görsel olarak fark edilmesi genellikle mümkün değildir ve

bazen de denizcilere gerçekten berbat anlar yaşatabilir.

Güvertede Bale Donanma Araştırmaları Kurumu'nda yıllarca görev yapmış, kurumlar arası deniz politikaları uzmanı ve dalış eğitmeni olan deniz bilimci Mel Briscoe, okyanusun harikaları hakkında da­ ha farklı, ama bir o kadar da ilginç bir bakış açısına sahip. Ko­ nuyu anlatabilmek için, 1 960'larda fiziksel denizbilim alanında yeni bir yaklaşımın benimsenmeye başlandığını açıklıyor: pala­ marlara bağlı araçlar ve veri kaydediciler aracılığıyla derin deniz akıntılarının uzun dönemli ölçümlerini yapmak. Palamar, üzeri44

ne belirli aralıklarla çeşitli ölçüm cihazları bağlanmış uzunca bir kablodur. Bazıları birkaç kilometreyi bulan bu kablolar, yüzey­ de bir şamandıra ve dipte de bir ağırlıkla sabitlenir. O günlere kadar, sadece sığ sularda ve ancak birkaç gün boyunca akıntı öl­ çümü yapabilen ilkel mekanik cihazlar kullanılırdı. Mel, palamarın denize güvenli bir şekilde indirilişini çok gü­ zel, fakat tehlikeli bir bale koreografisine benzetiyor. Sahne, ge­ minin kıç kısmında bulunan, büyük ve ağır ekipmanın suya indi­ rildiği ya da denizden çıkarıldığı, açık ve çıkıntılı bir platformdur. Denizlerde dalgalanan, dalgalar çarptıkça ıslanan, açık bir sahne düşünün. Palamar çıpaları tonlarca ağırlıktadır, şamandıralar ise büyük ve taşınması zordur. Kısacası bu, tehlikeli ve herkese gö­ re olmayan bir iştir. Oyuncular, Mel'in deyişiyle, "kıdemli deniz­ bilimcinin yönetiminde ve lostromonun rejisörlüğünde, lastik çiz­ meler giymiş ve bellerinde bıçak taşıyan, güçlü adamlardı." Mel, palamarın tayfalar tarafından suya indirilişini gerçek bir mucize olarak niteliyor. Önce palamarın üst tarafına bağlı bü­ yük bir şamandıra vinç ile kaldırılıp, teknenin yan tarafından suya indirilir. Kelepçeler arasından şamandıraya bağlı halatlar sayesinde, bu koca nesnenin kontrolsüzce sallanan ölümcül bir şahmerdan gibi tekneye çarpması engellenir. Bir kişi bu halatı tutarken, diğer bir kişi de tayfanın ayağına dolanarak onu ani­ den suya çekmemesi için halatı ve rodayı izler. Küpeştenin yan­ larında bulunan korkuluklar ve halatlar, ekipmanın yan tarafla­ ra çarpmasını engellemek için önceden güçlendirilir. Teknenin kenarında çalışan her tayfanın arkasında başka bir tayfa dura­ rak, güvenlik amacıyla önündeki tayfanın kemerini tutar. Gemi kararlaştırılan araştırma bölgesine doğru seyrederken, palamar halatı büyük bir vinç ile sarkıtılır. Araştırma planının amaçları doğrultusunda, kablo üzerinde belirli noktalara akın­ tı ölçüm cihazları yerleştirilir. " Balenin bu sahnesinde beş tayfa görevliydi. Dört balet cihazı yerleştirirken, bir gözlemci de ek­ sik ya da bozuk parça olup olmadığını kontrol ediyordu, " diye ekliyor Mel. Halat hızla suya sarkıtılırken, sadece birkaç saniye içinde tayfanın bir cihazı yerleştirip diğerine geçişini hala hay46

retler içinde hatırlıyor. Her biri 5000 metreyi bulabilen, üzerine de yirmi kadar akımölçer bağlı bir palamarı tamamen yerleştir­ mek saatler alan bir süreçtir. Plastik kaplı ağır cam küreler de, palamar kablosunun su altındaki ağırlığını dengelemek için be­ lirli aralıklara dizilir. Tüm bu süreçte aktörler zaman zaman de­ ğişir, dinlenmek ya da enerji toplamak için sahneden inenlerin yerine yenileri gelir. Son sahneden hemen önce çapa bağlanır. Bu aşamaya gelindi­ ğinde, üzerine akıntı ölçüm cihazları ve cam küreler bağlı palamar, geminin arkasında artık millerce uzanıyor olur. İstenilen nokta­ ya ulaşıldığında suya bırakılan çapa aniden derinlere gömülürken, kabloyu, cihazları ve şamandıraları da beraberinde dibe çeker. İyi sahnelenmiş bir balede, palamar tam istenilen noktada ve derinlikte, tüm cihazlar da çalışır durumdadır. Gemide geçirilen zaman çok masraflı olduğundan, tayfalar gece gündüz demeden çalışarak palamarları bırakır, bunların sayısı bazen on ikiyi bula­ biliyordu. Bir yıl sonra geri dönülerek, palamarların her biri top­ lanır ve denizbilimciler cihazlardaki verileri alır. Bu etap, çok da­ ha tehlikeli başka bir balenin sahnelenmesini gerektirir. Mel, bu amaçla çıktığı ve palamar indirdiği yolculukları memnuniyetle anıyor: "İzlemesi çok keyifli, dahil olması da canlandırıcı bir işti." Günümüzde benzer uzun süreli palamarlı ölçümler hala yapı­ lıyor; ama artık ölçüm cihazları, yüzeydeki şamandıralar aracılı­ ğıyla verileri doğrudan uydulara, oradan da laboratuvarlara ve hatta İnternet aracılığıyla tüm dünyaya aktarabiliyor.

Balina Köpekbalıklarını İzlemek Bu kez sırada, denizin epey büyük harikalarından balina kö­ pekbalıklarıyla ilgili aynı derecede ilginç ve düşündürücü iki öykü var. İlk öykü, birkaç yıl önce Belize'de meslektaşlarıyla beraber orfozların yumurta kümeleri üzerine çalışırken Steve Gittings'in yaşadığı bir deneyim. Tam güneşin battığı saatte, okyanus kara­ rırken dalışa başlamışlardı. Steve, normalde resifte tek başına yü­ zen balıkların toplaşarak büyük balık sürüleri oluşturduğunu fark etti. Kısa bir süre sonra sayılan yüzleri, hatta belki binleri bulan 46

bahklar, tek bir küme halinde birleşerek yavaşça yüzeye doğru yükselmeye başladı. Yüzeye doğru yükselişleri sırasında da küme büyümeye devam ediyordu. Steve, "önce yavaşça daireler çizen sürü hızını gittikçe arttırarak daha sıkı bir çember oluşturup, canh bir hortum gibi dönmeye başladığında" çok şaşırmıştı. Steve, özel­ likle son derece iri ve sivri dişli, boyları bir metreden uzun ve yu­ murtlamak dışında bir şey düşünmeyen cubera kapan levrekleri kendisine yaklaşırken biraz telaşlandığını da itiraf ediyor. Sürek­ li renk değiştiren, bir koyu bir açık renge dönen bahklar, sonun­ da bu etkinliğin zirvesine ulaşarak, yumurta ve spermlerini suya bıraktılar. Dalgıçların görüş mesafesi tamamen kapandıktan kısa bir süre sonra, Steve tam bir "şok ve hayret içinde" maviliğin için­ den aniden çıkan muazzam balina köpekbalığının kocaman ağzı­ nı açıp, yavaşça yüzerek, etrafını saran havyar çorbasını içmeye başladığını fark etti. Arkasından gelen bir diğer balina köpekba­ lığını, bu plankton yiyicilerin daha fazlası takip etti. Steve, yirmi yılhk dalış hayatında tek başına gezen birkaç balina köpekbahğı­ na rastladığını, ama böyle bir şeyi hiçbir zaman görmediğini söy­ lüyor. Bunu, denizbilim kariyerinde karşılaştığı en görkemli olay­ lardan biri olarak hatırlıyor, tabi şimdilik. Bu deneyim, Steve'in yakın zamanda yayımlanan ve okyanus­ lardaki büyük balıkların neredeyse %90'ının tüketildiğini belir­ ten bir raporun içeriği hakkında da düşünmesini sağladı. Eski­ den denizlerde sık yaşanan bir olayla mı karşılaşmıştı? Eğer aşı­ rı balık avcılığı devam ederse, çocukları böylesine mucizevi yu­ murtlama olaylarını ve balina köpekbalıklarını sadece öyküler­ den mi dinleyecekti ? Aynı derecede etkileyici ikinci balina köpekbalığı öyküsü­ nü, Mote Deniz Laboratuvarı'ndan denizbilimci ve köpekbah­ ğı uzmanı Bob Hueter anlatıyor. Bob ve meslektaşları, on yıldan uzun bir süredir, köpekbalıklarını araştırmak için her ilkbaharda Meksika'ya gidiyorlar. Bölgedeki sığ lagünler, siyah yüzgeçli kö­ pekbalıkları için ideal üreme alanlarıdır. Uzun süren arazi çalış­ malarına ek olarak yerel araştırmacılar ve balıkçılar ile yürüttük­ leri araştırmalar sayesinde, köpekbalıklarının yaşam evreleri, dav47

ranışları ve hareketleri ile ilgili epey bilgi edindiler. Bob, yaklaşık dört yıl önce bir gün, kendisine yardımcı olan yerel bir balıkçı ar­ kadaşı ile teknede sohbet ediyordu. Balıkçı bir anda şöyle demişti: "Bob, her sene siz gittikten sonra buraların balina köpekbalıkları ve deniz şeytanlarıyla dolup taştığını biliyorsun değil mi?" Donup kalan Bob, daha önce hiç kimsenin bundan bahsetmemiş olduğu­ na inanamamıştı. Bob balina köpekbalıklarına hep yakından bak­ mak istiyor fakat bu türle nadiren karşılaşabiliyordu. Dört yıl sonra, aslında üç yaz boyunca süren çalışmalar so­ nucunda, Bob ve ekibi şu anda dünyanın en büyük balina kö­ pekbalığı toplanma bölgesi olarak bilinen yerde 550 ayrı birey markaladı. Her yıl Mayıs ile Eylül ayları arasında, Meksika'da­ ki Holbox Adası açıklarında yaklaşık 1 500 balina köpekbalığı toplanıyor ve akıntılarla su yüzeyine çıkan planktonlarla besle­ niyor. Bob, bir balina köpekbalığı arazisini özellikle çok iyi ha­ tırlıyor. Bu muazzam yaratıklar son derece berrak bir suda yü­ züyor, ekip de çeşitli ölçümler ve markalamalar yaparak, müm­ kün olduğu kadar fazla bilgi toplamaya çalışıyordu. Bob, sez­ gisel bir heyecanla ekibine dönüp, yaptıkları işi bırakarak suya girmelerini, yalnızca yüzerek ve izleyerek, etraflarındaki muh­ teşem canlıların tadını çıkarmalarını söyledi. Bu Bob ve ekibi için unutulmaz bir anıydı, "on ikişer metrelik üç tane otobüs­ le yan yana yüzdüğünüzü düşünün. Balina köpekbalıkları be­ raber yüzerken varlığınızdan rahatsız olmayan, çok narin ve za­ rif hayvanlar." Sadece durup izlemek ve anlamak için biraz za­ man ayırınca, Bob bile bir şeyler öğrenme şansı bulmuştu. Ör­ neğin, o güne kadar, balina köpekbalıklarının gözlerinin yanlar­ da olduğunu düşünüyordu ve bu da çözemediği kafa karıştırı­ cı bir sorun (tam önlerindeki koca bir kör nokta) yaratıyordu. Yani bu iri hayvanlar plankton f'ıltreleyerek denizde dolanırken, nasıl oluyordu da hiç bir şeye çarpmıyorlardı? O gün daha ya­ kından incelediğinde ise, gözlerin öne ve biraz da yana doğru ol­ duğunu fark ederek, görme sorunu yaratan bir kör nokta bulun­ madığını keşfetmişti. Arazide yapılan basit gözlemler çok güçlü­ dür ve sadece izleyerek öğrenilebileceğimiz ne kadar çok şey ol48

duğunu bazen unutuyoruz. Bob'un öyküsü aynı zamanda, ha­ yatlarının büyük bir kısmını bu alanlarda geçiren ve bildiklerini paylaşmaya hevesli yerel insanlarla beraber çalışmanın faydala­ rını da gösteriyor. Biyolojik harikalarından, alışılmadık fiziksel ve jeolojik yapı­ larına kadar deniz, en hafif ifadesiyle şaşırtıcı bir yerdir. Bilim insanları için denizde yaşanan karşılaşmalar, ofis ya da labora­ tuvarda saatler süren araştırmaların ve kütüphanelerde okunan kitapların hayat bulmasıdır. Böyle fırsatlar sayesinde, hem su al­ tında yaşamaya uyu m sağlamış ve bu yönde evrimleşmiş canlıla­ rı hem de bizim denizle olan ilişkimizi ve onun üzerindeki etki­ mizi daha iyi anlıyoruz. Okyanusun harikalarıyla ilk elden yaşa­ nan deneyimler, denizde bilim yapmanın en büyük ve en değer­ li getirilerinden biridir.

49

I I I . Bölüm

Beklenmedik Şeyler

H

oş tesadüfler ve beklenmedik karşılaşmalar, denizde yapılan arazi çalışmalarının en önemli, ama ne yazık ki değeri az bilinen kısımlarındandır. Arazide yaşa­

nan beklenmedik ya da tesadüfi olaylar, çoğu zaman şaşırtıcı iç­ görüleri, algımızda derin değişimleri ve aydınlanma ya da ilham anlarım beraberinde getirir. Bunun kısmen bir nedeni, araziye çıkan bilimcilerin ne bulacakları hakkında belli bazı beklentile­ rinin olmasıdır; bu beklentiler eski deneyimlerinden, akademik eğitimlerinden ya da önceden yapılmış yayınlardan kaynaklana­ bilir. İyi bir araştırmacı ise, varsayımlarının yanlış çıkabilece­ ği ihtimalini ve yeni fikirlere her zaman açık olması gerektiğini hatırlar; çünkü okyanusta neyi bilmediğimizi de bilmeyiz. Aşa­ ğıdaki öyküler, denizbilimin farklı disiplinlerine aittir ve hem arazi çalışmasında hem de genel olarak bilimde, tesadüflerin ve beklenmedik olayların oynadığı önemli rolü vurgulayan yalnız51

ca birkaç olaydır. Bunların ilki, Rosenstiel Akademisi'nden bir deniz biyologunun başından geçen bir olaydır ve suyun altında yaşadığı bir ani keşif anının sadece bakış açısında değil, bir bilim insanı olarak tüm kariyerinde derin bir iz bırakışının öyküsüdür.

"Sadece Balıkları Takip Ettim " Mike Schmale, mercan resiflerindeki balıkları, özellikle de papazbalığını etkileyen özel bir tümör virüsü konusunda dünya­ nın önde gelen uzmanlarından biridir. Mercan resiflerinde yaşa­ yan balıklar üzerindeki çalışmalarına, yüksek lisans tezi için on­ ların davranışlarını inceleyerek başlamıştır. Lisansüstü öğrenci­ si olduğu dönemde, resif balıkları üzerine araştırmalar yaparak suyun altında bol miktarda zaman geçirir; ara sıra da dikkat çe­ kici, yoğun pigmentli benekleri ve yumruları bulunan çift renkli papazbalıkları ile karşılaşır. Bu deformasyonlardan etkilenerek, bu tuhaf görünümlü balıklara ait birçok örneği, karşılaştırma­ lı hastalıklar alanına ilgi duyan ve olağandışı tümörleri tespit et­ mekte çok başarılı bir patolog olan George Hensley'e gönderir. Hensley'in koyacağı ilginç bir teşhis, Mike için bir sonraki araş­ tırma projesini ve hatta doktora tezi konusunu bulduğu anlamı­ na gelecektir. Hensley'den gelen haber kendisi için iyi, fakat ba­ lıklar için kötüdür; tümörler habistir ve balıklar çok yaşamaya­ caktır. Papazbalıklarını etkileyen bu tümör, insanlarda periferik sinir sistemini etkileyen bir tümörün (nörofibromatozis) balık­ larda karşılaşılan versiyonudur. Mike, tümörlerin sebebini araştırmak için yeniden araziye dö­ ner. Miami'den Key West'e uzanan resiflerde hasta papazbalık­ larını aramakla geçen birkaç yıl böylece başlamış olur. Su altında saatlerce balık sayar. Hatta su altında balık sayma cihazı bile ya­ par (ki geçmişe dönüp bakınca, bunun biraz uçuk kaçık olduğu­ nu söylüyor) ve böylece, resif civarında yüzerken, farklı boyda­ ki sağlıklı ve hasta balıkların çetelesini tutabilecek hale gelir. Bu cihaz kısaca, alüminyum bir plakanın arka yüzüne iliştirilmiş las­ tik musluk contalarından ve paslanmaz çelik çubuklardan oluşur.

Bu aletle 40.000'den fazla papazbalığı saydığını tahmin ediyor. 52

Mike, papazbalığı araştırmalarının başlarında, neyle karşıla­ şacağı hakkında bazı beklentilerle araziye gittiğini hatırlıyor. O günlerde bilimsel literatür, balık tümörlerinin büyük bir kısmı­ nın suda ya da çökeltilerde bulunan kimyasal kanserojenler ne­ deniyle ortaya çıktığını varsayıyordu. Doğal olarak, o da papaz­ balığı tümörleri için durumun bu olduğunu düşündü. " Birçok dalışını, böyle bir hipotezi test etmeye nasıl başlayacağımı dü­ şünmekle geçti. Çünkü kıyının altı ile sekiz mil açıklarında, hiç kirlilik izi olmayan, tertemiz sularda yüzüyordum ! Burası, tü­ mörlerin ve toksinlerin kolayca eşlenebildikleri Niagara Nehri ya da Baston Limanı değil, Florida Keys'di." Mike, resiften resife yüzerken biraz umutsuzluğa kapıldığını hatırlıyor. Fakat sonra yavaş yavaş bir şeyi kavramaya başlamış­ tı: Papazbalıkları alanlarını korurlar, resif üzerinde hep aynı yer­ de yaşamayı tercih eder ve b urayı hem komşu papazbalıklarına hem de diğer balık türlerine (ya da dalgıçlara) karşı savunurlar. Bu da, hasta balıkları saymayı ve hem sağlıklı hem de hasta balık­ ların yerlerinin haritasını çıkarmayı kolaylaştırmıştı. Mike, has­ ta balıkların bir arada yaşadığını fark etmişti; resifteki dağılımları hep kümeler halindeydi. Eğer hasta bir balık görürse, birkaç met­ re çevresinde hemen her zaman başka hasta balıklar da oluyordu. Bir gün yine resifte yüzerken, aklına aniden yeni bir hipo­ tez geldi. Hasta balıkların kümelenmiş dağılım göstermesi, çev­ resel bir toksinden ziyade, virüs gibi bir enfeksiyon yapıcı ajan ihtimalini öne çıkarıyor olabilirdi, balıkların belki de alanları­ nı savunmaya çalışırken, en yakın komşularına bulaştırabilecek­ leri türden bir şey. Mike'ın bu durumun farkına varması, tüm araştırmanın doğrultusunu, devamında da onun profesyonel ka­ riyerinin yönünü değiştirmişti. Laboratuvarına dönerek, tümörü kontrollü ortamda hasta bir balıktan sağlıklı bir balığa bulaştıra­ bilmeye çalıştı. Birkaç ay süren kaygılı bekleyişten sonra, deney­ deki balıklarda da doğada gözlemlediği hastalığın erken belirti­ leri başladı. Tümörler gerçekten de bulaşıcıydı ! Yirmi yıl sonra, artık işinin çoğu laboratuvarda gerçekleşse de, Mike hala papazbalıkları ve tümörleri üzerine çalışıyor. Tüm 53

bunlar, arazi çalışmasındayken yaşadığı sezgisel bir aydınlanış sonucu ortaya çıktı. O sadece balıkları takip etmişti. Mike şu anda, okyanus ve insan sağlığı arasındaki bağlantıla­ rı araştıran birçok bilim insanından sadece biri. Bu gelişmekte olan alanda çalışan araştırmacılar, laboratuvarda sentezleyerek insan hastalıklarının tedavisinde kullanabilecekleri, deniz kay­ naklı kimyasallar bulabilmek umuduyla, okyanusları inceliyor­ lar. Bazı denizlalesi çeşitleri, koloni halinde yaşayan yosun hay­ vancıkları ve derin deniz süngerleri, hali hazırda belirli kanser türlerinin tedavisinde etkin biçimde kullanılan bazı maddeler sağlamışlardır. Diğer deniz organizmaları da iltihap ve virüsler­ le mücadele etmekte ya da ilaçlardaki toksinleri tespit etmekte kullanılan maddeler sağlarlar. Hatta yakın zaman önce üretilen bir ağrı kesicinin etken maddesi, okyanusun en ölümcül canlıla­ rından biri olan konik deniz salyangozundan gelmektedir. Mi­ ke Schmale gibi araştırmacılar ise, deniz canlılarını, insan has­ talıklarını incelemek için model olarak kullanıyorlar. Rosensti­ el Akademisi, her yıl 25.000 kadar deniztavşanı (Aplysia) üretip dünyanın çeşitli yerlerindeki araştırma tesislerine gönderiyor ve bilim insanlarının nörobiyoloji alanındaki araştırmaları için bu canlıların olağandışı büyüklükteki sinir hücreleri ile basit sinir sistemlerini kullanabilmelerini sağlıyor. Okyanus, insan sağlığına zarar da verebilir. Zararlı alg patla­ malarının artan insidansı, deniz ürünü zehirlenmeleri ve su kay­ naklı hastalıkların yanı sıra; yükselen deniz seviyeleri, kıyı fırtı­ naları, tsunamiler ve küresel ısınma etkisiyle gittikçe artan de­ niz suyu sıcaklıkları da sıtma ve kolera gibi hastalıkların görül­ me sıklığında ve yayılmasında artışa neden olabilir.

"Zıpkının Ucundaki Balık ve Bir Çömlek Parçası" Okyanus bilimin daha klasik bir alanı olan deniz jeolojisi ile il­ gili harika bir öykü, arazide yapılan beklenmedik bir keşfi ve bu keşfin hem bilim hem bir kariyer hem de tüm petrol ve gaz en­ düstrisi üzerindeki etkisini yansıtıyor. Bu öyküyü iyi bir dostum, meslektaşım, hocam ve tam bir su altı maceracısı olan deniz jeo54

logu Gene Shinn anlatıyor. Gene, buna şanslı bir rastlantı diyor. Ben ise, aralıksız arazi ruh hali diyorum. Sürekli merak eden ve soru soran, etrafımızdaki dünyayı keşfetmeye her zaman azim du­ yan, daima sorgulayan bir ruh hali. Gene'in durumunda ise bun­ lara ek olarak, alışılmışın tersini yapmaya eğilim ve istek de var. Öykü, Gene'in deniz jeolojisinde "Araştırmaların Altın Çağı" olarak nitelendirdiği, büyük petrol şirketlerinin bilimsel araş­ tırmalara muazzam yatırımlar yaptığı 1 960'larda başlıyor. Ça­ lışmaların büyük bir kısmı, günümüz okyanuslarında kalsiyum karbonat katmanları ve mercan resiflerinin nasıl oluştuğunu an­ lamak üzerineydi; böylece geçmişte yaşanan jeolojik birikinti­ lerin nasıl oluştuğuna dair bilgi edinilecekti. Yüzeyin yüzlerce metre altına gömülmüş çok eski kireçtaşı (kalsiyum karbonat) oluşumları, petrol ve gaz için mükemmel kaynaklardır. Bu yüz­ den, nerede ve nasıl oluştuklarını bilmek keşifte işleri kolaylaş­ tırır ve tabi ki kar getirir. O zamanlar bilim çevresinde ve özel­ likle de petrol endüstrisinde kabul edilen kural, kireçtaşının an­ cak kalsiyum karbonat katmanlarının tatlı suya maruz kalma­ ları sonucunda oluşabileceğiydi. Bu, endüstrinin petrol ve gaz arayışında milyonlarca doları nereye harcayacağını belirlemede önemli bir etkiye sahipti. Florida Keys'de büyüyen Gene, yıllar boyunca mercan resifleri gibi karbonat katmanları arasında dalmış ve gezmişti. Ulusal zıp­ kın şampiyonu olduğunu da eklemek lazım. Muazzam arazi tecrü­ besi sayesinde, Hollanda Shell şirketi için Basra Körfezi'nde kü­ çük bir laboratuvar kurmakla görevlendirilmişti. Katar yarımada­ sı çevresindeki katman birikimlerini ve mercan resiflerini araştıra­ rak haritalandıracak, böylece körfez bölgesinde gerçekleştirilecek büyük bir keşif ekibinin bir kolunu oluşturacaktı. Gene, bölgede geçirdiği zaman için "Sadece birkaç denizbilimcinin bulunduğu, keşfedilmeyi bekleyen bereketli bir bölgeydi." diyor. Gene'in Basra Körfezi'ndeki çalışması, kayaç ve sediman ör­ nekleri toplanan büyük ölçekli bir keşif sırasında, ilginç ama ba­ şarısız gibi görünen bir safhada başlamıştı. Gemideki jeologlar kelimenin tam anlamıyla 'sert' günler geçiriyorlardı. Örnek top55

lama çabaları, karşılaştıkları sert kayaç katman yüzünden sü­ rekli boşa çıkıyordu. Karot tüpleri akordeon gibi eziliyor, örnek alıcılar sadece bir avuç dolusu sediman toplayabiliyordu. Gene, ekipteki iyi eğitimli tüm jeologların günümüz Basra Körfezi'nde çok az sediman oluşumu ya da yığılması bulunduğuna ikna ol­ duklarını düşünüyor. Karşılaştıkları sert kayaç katmanını ise, yaklaşık 1 5. 000 yıl önce atlatılan son buzul çağı zamanında de­ niz seviyesinin düşmesiyle, atmosfer ve yağmura maruz kalan tatlı suyun çimentolaşmasına yoruyorlardı. Çünkü o dönemde Basra Körfezi'nin tamamen kuru olduğu varsayılıyordu. O gün­ leri hatırlayan Gene, "var olmayan bir katmanı aradığımız, pa­ halı bir avın peşindeydik," diyor. Birçoğumuz gibi o da boş zamanlarında sudan uzak durmaz, ailesi ya da arkadaşlarıyla gittiği kamp tatillerinde her zaman ta­ ze balık için zıpkınla suya girerdi. Bir gün vurduğu bir balığın peşinden giderken, bir kayaç çıkıntısını fark etti: "Çömlekler, cam parçaları, vidalar, çubuklar ve çeşitli çerçöp, kayaçla tek parça olmuşlardı." Bu keşif onu şaşkına çevirmişti, çünkü ka­ yaç, yüzeyin sadece 2 metre altındaydı ve çimentolaşmış atıklar da muhtemelen iskeleye bağlı teknelerden gelmişti. Yani 1 5.000 yıl önce biçimlenmiş olamazdı. Aralıksız arazi ruh hali içinde, çömlek parçalarını da içeren 'toptan' bir kayaç parçası aldı ve bu örneği laboratuvara götüre­ rek, daha iyi görüntülemek için ince bir katman kesiti hazırladı. Mikroskop alhnda, çökelmiş kalsiyum karbonattan kalın bir şe­ rit, yani tüm şirket raporları ve okul kitaplarının tatlı su çimen­ tosu dediği şeyi gördü. Hollanda'daki amirine örneğin bir fotoğ­ rafını gönderdi, sonrasında ise bir jeokimya uzmanından, deni­ zaltı kayacının bir şekilde yakındaki bir iskelenin yapımı sırasın­ da suya karışan çimento tarafından oluşturulduğu cevabını aldı. Gene bu fikir üzerine düşündü, fakat arazide bu görüşü des­ tekleyecek bir kanıt bulamadı. Başka bir kamp tatilinde sert bir kayaçtan taşmış daha büyük bir çömlek parçasına rastladı; suyun yaklaşık 3 metre altındaydı ve yakınlarında iskele de yoktu. Çe­ kiç ve keski ile saatlerce uğraşarak, içinde çömlek parçaları bulu56

nan kayaçtan büyükçe bir parça kopardı. Mikroskopla inceleyin­ ce, bunun da ilk örnekte gördüğü çimentoya sahip olduğunu fark etti. Basra Körfezi' nde yaptıkları dalışlarda karşılarına çıkan sert kayaç katmanının da aynı sürecin ürünü olabileceğini düşünme­ ye başladı ve buna denizaltı çimentolaşması adını verdi. Kireçtaşının su altında oluşma ihtimali göz ardı edemeyece­ ği kadar ilgi uyandırıcıydı ve eğer doğruysa, o günlerin inanışı­ na temelden ters düşüyordu. Gene, daha ciddi deniz dibi kazı­ ları yapmak için heyecanla devam etti. Zemin çok sertti, fakat azim ve sabırla çalışarak, aralarında gevşek çökelti yığılmaları bulunan, 5 cm kalınlığında birkaç sert kayaç katmanı daha keş­ fetti. Bazı katmanlar kehribar rengi aragonit ile kaplıydı; arago­ nit, deniz suyunun çökelmesiyle oluşan bir tür kalsiyum karbo­ nattır. Bu sırada Hollanda'daki ana laboratuvarda, Gene'in ok­ yanus dibinde kayaç formasyonları bulduğu fikrine karşı tepki­ ler artıyordu. Kendisine, bu çılgınca fikrin peşinde koşmaktan­ sa gelgitle oluşan çamur düzlükleri, dolomit ve jips üzerine çalış­ ması gerektiği sık sık hatırlatılıyordu. Karbon testlerinden ilk sonuçlar geldiğinde, Gene'in su altın­ da çimentolaşma teorisi epey güç kazandı. Örnek olarak gön­ derilen kayaç parçası, deniz seviyesinin düşmesi sonucu atmos­ fer ve yağmur suyuna maruz kalmış olamayacak kadar gençti. Kanıtlar çoğalmaya devam etti ve kaçınılmaz sonuç kabul edil­ di: Basra Körfezi'nde kireçtaşı kayaçları gerçekten de su altında oluşuyordu. Gene, önemli bir nokta yakaladığının farkında ol­ duğunu, ama o günlerde ne kadar önemli bir buluş yaptığını an­ layacak kadar iyi bir jeolog olmadığını itiraf ediyor. Teorisini kanıtlamak için çalışmaya devam eden Gene, yerel inci avcılarıyla birlikte dalış yaparken, yaklaşık 18 metre derin­ likte aynı sert kayaç katmanına rastladı. Bu katmanı iyice açı­ ğa çıkarmak için jeofizik uzmanlarından ödünç aldığı patlayıcıyı kullandı ve içine istiridye kabuklarının yapışmış olduğu, 30 san­ timetrelik bir katmanı ortaya çıkardı. Karbon testi sonucu kaya­ cın sadece 3 . 000 yaşında olduğu ispatlandı. Bu kayaç, günümüz­ deki deniz koşulları altında oluşmuş olmalıydı. 57

Denizaltı çimentolaşmasının keşfiyle jeoloji çevresinde zincir­ leme bir reaksiyon baş gösterdi ve Gene kendini, yaşad ığı ilk bi­ limsel münakaşanın tam ortasında buluverdi. ABD'deki Shell je­ ologları ile Hollanda'daki merkez arasında hararetli bir tartışma başladı. Amerikalı Shell mühendisleri, deniz altında kayaç oluşu­ mu tezin i önce reddetti; çünkü şirket, tatlı su çimentolaşmasının detaylarını araştırmak için milyonlarca dolar yatırım yapmıştı. Gene, denizaltı çimentolaşmasının tüm kanıtlarını tek tek ha­ zırlamak ve belgelemek zorunda kaldı. Bu sürecin kendisine bi­ limin nasıl işlediği hakkında çok şey öğrettiğini söylüyor, " Eğer araştırmaların sonuçları siyasi bir plana ya da oturmuş yaklaşım­ lara ters düşüyorsa, bilim oldukça tutucudur. Yeni fikirler hemen kabul görmez. " Fakat teorik bir modelin aksine, Gene'in arazi ça­ lışmasına dayanan gözlemleri çürütülemiyordu. Bilim çevresinde sedimanların su altında sertleşebileceğine zaten ihtimal veren ki­ şiler için Gene'in araştırmaları sevindiriciydi ve zamanla diğerleri de ikna oldular. Buradaki kilit nokta, arazi çalışmalarıydı. Günümüzde denizaltı çimentolaşması geçerli kabul edilen ve okul kitaplarında anlatılan bir olaydır. Gene'in "zıpkının ucun­ daki balık ve bir çömlek parçası" sayesinde yaptığı bu keşif, ge­ niş bir alana etki etmiş ve dallanıp budaklanmıştır; jeologların o günden itibaren petrol ve gaz arayışını yönlendirmekten tutun, mercan resiflerinin zaman içinde nasıl sertleştiğiyle ilgili bilgi­ lerimize kadar. Daha sonra, birileri Bahama Adaları 'nın dibin­ de yol benzeri görünümde ilginç bir kayaç formasyonu ortaya çıkardığında "Atlantis'e giden yolu" onaylaması için kimi aradı dersiniz? Tabii ki Gene Shinn; ve o da, bunun su seviyesi yük­ seldikten sonra deniz altında kalmış sıradan bir kayaç parçası (sahil kayacı) olduğunu kanıtladı. Basra Körfezi 'nde yaşadıkları, Gene'in hem kariyeri ni hem de bilimin nasıl ilerlediği ve kabul gördüğü hakkındaki fikirlerini değiştirdi. Bilim adına denizde bulunmanın ateşli destekçilerin­ den olan Gene, birçoğumuz gibi kuralların, izinlerin, bürokratik mikro-idare mekanizmalarının ve ödenek eksiklikleri nin, arazi çalışmalarını imkansız hale getireceğinden korkuyor. 58

Şelalenin İçinde A B D Jeoloji Araştırmaları Kurumu 'ndan çalışma arkadaşı m, deniz jeologu Bob Halley'in başından geçenler de denizaltında beklenmedik şeylerle karşılaşmak üzerine harika bir öyküdür. Bob, Bahama Adaları 'ndaki meslektaşlarıyla birlikte, Büyük Bahama Bankı'nın batı dikliğindeki çökelti süreçlerini araştırı­ yordu. Bu, yaklaşık 243 metrelik bir dikey deniz altı uçurumu­ dur. Özellikle, akıntılar yüzünden Atlantik Okyanusu 'na sürük­ lenen miktarlara oranla, uçurumun dibinde ne kadar tortu birik­ tiğini merak ediyorlardı. Araştırmanın bir parçası olarak, Delta adındaki iki kişilik küçük bir denizaltıyla, uçurum boyunca se­ diman tuzakları yerleştirmişlerdi. Bir yıl sonra tuzakları topla­ mak ve içeriklerini değerlendirmek için geri döndüklerinde ise 'küçük' bir sorun onları bekliyordu: tuzaklar bıraktıkları yerde yoktu ! . Sadece birini bulabilmişlerdi, o da bıraktıkları yerin 9 l metre aşağısındaydı. Daha sonra, oldukça heyecanlı bir denizaltı dalışı sırasında, ekipmanın neden kaybolduğunu anlamışlar. Bob gözlemci, Rich Slater da denizaltının kumandasındaydı. Rich, bilim topluluğu arasında çok yetenekli bir pilot ve derin denizlere yapılan dalış­ larda sonsuz coşkuya sahip bir eşlikçi olarak bilinir. Aynı zaman­ da en derinden desteksiz serbest yüzeye çıkış alanında Guinness dü nya rekoruna sahiptir ve daha da önemlisi, bunu gerçekleştir­ mek için kullandıkları denizaltının 69 metre derinde geçirdiği ka­ zadan da sağ kurtulmuştur. Bahama Adaları'ndaki dalışın sonun­ da Rich, yüzeye yavaş bir çıkış başlatabilmek için her zamanki gi­ bi balast tanklarına hava basmaya başladı. Bob, daha sonra mey­ dana gelen olayın ise her ikisini de gafil avladığını söylüyor. " 1 8 metredeyken durduk ve denizaltı bir anda kendi kendine aşağıya inmeye başladı. " Camdan baktıklarında, ışığın içinde, sudaki par­ çacıklardan oluşan bir şelale görmüşlerdi. Güçlü bir dikey akıntı, denizaltıyı aşağıya itiyormuş ! Rich, 30 metre kadar aşağıya sürük­ lendikten sonra, balast tanklarına daha fazla hava basarak akıntı­ nın çekiminden kurtulmayı denedi. Neyse ki, denizaltı daha son­ ra yeniden yükselmeye başlamıştı. Yüzeyden yaklaşık 60 metre59

ye kadar aşağıya sürüklendikten sonra, akıntıdan aniden çıkmış­ lardı ve Rich hızlı davranarak, akıntıdan çıkmış olmanın ve deni­ zaltı yükseldikçe tankların içinde genleşecek olan havanın birleşik etkisini azaltmak için, balast tanklarından hava boşaltmaya başla­ mıştı. Fakat yeterince hızlı davranamamış ve denizaltı bir roket gi­ bi yukarı fırlayarak, "bir balina gibi" yüzeye vurmuştu . Şans eseri kimse yaralanmamış ve denizaltı zarar görmemişti. Dikey akıntının varlığı ve şiddeti, araştırma ekibindeki herke­ si şaşırtmış ve Büyük Bahama Bankı'ndaki tortulaşma.Y1 etkile­ yen süreçler ile ilgili bakış açılarım değiştirmişti. Bob, bir kez da­ ha okyanusun büyük gücüne şahit olduğunu söylüyor, yüzeyin al­ tında olsa da. Yıllar sonra, başka bilim insanları da soğuk su küt­ leleri ya da yüksek sıcaklıklardaki buharlaşma nedeniyle Bahama Bankları'ndan dökülen yoğun su akıntılarını incelemişler. Bu "de­ receli yoğunluk" aslında okyanusta şelaleler oluşturuyor. Bob ve Rich, denizaltında bir şelalenin içinden geçen belki de tek insanlar!

Zamanlama Herşeydir Şu anda Rosenstiel Akademisi'nde çalışan Bob Cowen, yük­ sek lisans araştırmaları sırasında kendisine ciddi bir "aydınlan­ ma" yaşatan, özel bir arazi çalışmasından bahsediyor. Bir bilim insanı olarak kariyerini büyük ölçüde etkileyen bu olay, aslın­ da doğru zamanda doğru yerde olmakla ilgili; yani şanslı bir te­ sadüf. Bob, 1 983 .Y1lında Kaliforniya kı.Y1sındaki küçük adala­ rın etrafında, laminarya olarak bilinen deniz yosunu yatakların­ da koyunbaşı balıklarının avcı olarak rolünü inceliyordu. Araş­ tırmalarında, bazı koyunbaşı topluluklarının sadece genç ve kü­ çük balıklardan, diğerlerinin ise esas olarak yaşlı ve daha büyük balıklardan oluştuğunu gözlemlemişti. Boyutlarındaki fark göz önüne alındığında, avcı olarak rolleri son derece açıktı: büyük balıklar büyük avları yer. Anlayamadığı şeyse, neden koyun ba­ şı popülasyonlarında böyle bir varyasyon olduğuydu . Bob, araştırmasını neredeyse tamamlamış ve son bir arazi göz­ lemi için hazırlanıyordu. Elinde sadece tek bir dalış fırsatı kalmış­ ken, koyunbaşı popülasyonlarındaki bu farklılığın gizemini çöze60

meyeceğini kabullenmişti. Şansına dönüşü on gün ertelendi. Bu­ nu fırsat bilen Bob, araziye geri dönüp San Nikolas Adası açıkla­ rındaki laminarya yataklarına tekrar gittiğinde, büyük bir sürp­ rizle, bölgede daha önce hiç görmediği bir şeyle karşılaştı. " Her yerde" çok küçük koyunbaşı balıkları vardı. Bu çok genç balık­ ların birkaçını toplayıp, otolit adı verilen kulak kemiklerini ince­ leyerek balıkların sadece birkaç gün önce doğduklarını hesapla­ dı. Denizbilimcilerin "içgöç olayı " dedikleri şeyle karşı karşıyay­ dı. Denizdeki birçok organizmanın hayatı, okyanus akıntıların­ da sürüklenen planktonik larvalar olarak başlar. Bu larvalar za­ man içinde belirli habitatlara yerleşir ve ergin görünümlerini ka­ zanmaya başlar. Bu andan itibaren, içgöçerler olarak anılırlar. Bob'un merak ettiği şey, bu içgöç olayının neden orada ve o za­ manda gerçekleştiğiydi. Ve neden beş yıl boyunca San Nicolas'ta ya da diğer adalarda başka bir içgöç olayıyla karşılaşmamıştı? El Nino, Kaliforniya'da okyanus akıntılarının düzenli olarak ters dönmesine neden olur, 1 983 yılında da güçlü bir El Nino ya­ şanıyordu. Bob, bu koyunbaşı larvalarının, ters dönen akıntılar nedeniyle San Nikolas Adası'nın etrafındaki laminarya yatakla­ rının içine itildiklerini keşfetti. Ayrıca, bunun gibi bağımsız içgöç olaylarının, açıklardaki birçok adada görülen koyunbaşı popülas­ yonları arasında boy farklarına neden olabileceğini de fark etti. Bob'un öyküsünde en önemli şey zamanlama. Eğer önceden plan­ ladıkları gibi on gün erken araziye çıkmış olsaydı, içgöç olayını ta­ mamen kaçıracaktı. O gün orada çok küçük koyunbaşı balıkların­ dan oluşan o kalabalık sürüyü bulması, yalnızca araştırma proje­ sini kuvvetlendirmekle kalmayıp, sonraki yıllarda yürüyeceği bi­ lim yolunun da yönünü belirledi. Bob, o zamandan bu yana çalış­ malarının çoğunu, larva taşınmalarının etkileri ve balık popülas­ yonları arasındaki bağlantılar üzerine odaklı olarak sürdürüyor. 1 982 ve 1 983yıllarındayaşanan iki güçlü El Nino, Kaliforniya'da balıklardan daha fazlasını etkilemiştir. Oick Seymour, Kaliforni­ ya Scripps Oşinografi Enstitüsü'nde çalışan tanınmış bir fiziki de­ nizbilimci ve kıyı mühendisidir. 1 982/83 kışları süresince, Güney Kaliforniya kıyılarını ardı ardına iki güçlü fırtına vurdu. Her fırtı61

nayla birlikte, kıyıya çarpan dalgalar daha da büyüdü ve dalgala­ rın arasındaki zaman (periyod) da uzadı. 1 983 yılının Mart ayın­ da kıyıya vuran dalgalar, bölgede bugüne kadar kaydedilmiş en büyük dalgalardı, bazıları 14 metreyi bile aşıyordu ve kış boyunca 1 00 milyon dolan aşan zarara neden oldukları tahmin ediliyordu. Batı kıyısındaki dalgaları okyanus bilim çevresindeki herkes gi­ bi, Dick de dikkatle takip ediyor, ama sebebini bilmiyordu. Kali­ forniya kıyıları boyunca gözlenen dalga aşırılığının, altı ay önce Meksika'daki El Chichon yanardağında yaşanan muazzam patla­ ma nedeniyle gerçekleşmiş olabileceğinden şüpheleniyordu. Pat­ lamanın stratosfere püskürttüğü parçacıklar, dünyanın ısısını dört derece arttırmaya yetmişti. Fakat Dick, bu yanardağ hipotezini kanıtlamanın zor olacağını biliyordu. Pasifik'teki dalgalar hak­ kında yeterli ve uygun bilginin toplandığı herhangi bir zamanla örtüşen, buna denk bir yanardağ patlaması daha önce yaşanma­ mıştı. Buna ek olarak, aynı kış El Nino'nun yaşanması da sorunu derinleştiriyordu. İlk yapması gereken şeyin, büyük dalgalara El Nino'nun yol açmadığını göstermek olduğuna karar verdi. Güneydoğu Asya'daki yağış miktarı ve Peru'daki balıkçılık ba­ şarısı istatistiklerini (her ikisi de El Nino'dan ciddi ölçüde etkile­ nir) kullanan Dick, El Nino olaylarının yüzlerce yıl geriye uzanan zamanlama bilgilerini inceleyebilmişti. Kaliforniya kıyılarına ait gerçek dalga ölçümleri 1970'lerden sonra başlamışsa da; yirmin­ ci yüzyılın başlarına kadar giden, büyük fırtınalarla bağlantılı tah­ mini dalga verileri Dick'in erişimine açıktı. Muazzam dalgaların belirtildiği kayıtlar ile El Nino fırtınaları arasındaki zamanlama ilişkilerini karşılaştırdı ve bulduğu şey onu hayrete düşürdü. Yir­ minci yüzyıl boyunca Kaliforniya' da çok fırtınalı kışların yaşandı­ ğı yılların neredeyse yüzde 90'ı, şiddetli El Nino olayları ile aynı zamanlara denk geliyordu. Dalgalardan El Nino'nun sorumlu ol­ madığını kanıtlamaya çalışırken, bunun tam tersini kanıtlamıştı.

Sörfçü Cenneti Dick'in harika öykülerinden birini daha burada anlatmak isti­ yorum. Bu sefer beklenmedik olan şey, yaptığı araştırmanın so62

nuçları değil, elde ettiği verilerin popülerliği idi. Dick, 1 976 yı­ lında Güney Kaliforniya kıyılarında dalga ölçümleri yapmaya başladı. O günlerde, ekibi için bilgece ve isabetli bir ilke benim­ semişti: "Analiz edilmemiş veri kalmamalı ve elde edilen veriler büyük bir hızla kıyı mühendisleri, bilim insanları ve eğitimcilerle paylaşılmalı kuralını koymuştum. " Analiz edilmesi gereken çok sayıda veri, kolayca bir yığın haline gelebilir ve bilim insanları­ nın korkulu rüyasına dönüşebilir. Ve yıllar öncesinde, araştırma sonuçlarının daha geniş bir kitleyle paylaşılması her zaman bü­ yük bir öncelik taşımıyordu. Dick'in ekibi, aylık dalga verisi raporları hazırlamaya ve bu­ nu bir sonraki ayın ilk haftasında postalamaya başladı. İnternet kullanımı başladığında da, yazılı rapor hazırlamaktan vazgeçti­ ler ve 1 997 yılının Ocak ayında İnternet üzerinde Kıyı Verileri Bilgilendirme Programı'nı (Coastal Data Information Program­ CDIP) başlattılar. Sadece birkaç ay içinde, alçakgönüllü sunu­ cularına gelen günlük tıklanma sayısı binleri bulmuştu. Veri akışını sürekli tutabilmek için, Dick'in ekibi arada bir öl­ çüm yapan şamandıraların içindeki pilleri değiştirmek ya da akın­ tıya kapılıp giden şamandıraların yerine yenilerini yerleştirmek zo­ runda kalıyordu; bu da sağlanan hizmette kısa kesintilere neden oluyordu. Bu ara dönemleri genelde kızgın e-postalar takip ediyor­ du. Kısa bir süre sonra site trafiğinin kaynağı belli oldu: dalgaların durumuna göre o gün işten kaytarsak mı diye düşünen sörfçüler! Araştırma ilerledikçe, daha fazla konumdan dalga ölçümleri almaya başladılar ve noktalar arası veri alışverişi için bilgisayar modelleri geliştirdiler. Zamanla, Kaliforniya kıyısının tamamı için dalga verisi sağlamaya başladılar. Buna ek olarak, üç gün­ lük dalga yüksekliği tahmin raporları da yayınlamaya başladılar. Web sitelerinin günlük tıklanma sayısı 85.000'e çıktı. Ancak ta­ bii ki, tüm arazi çalışmalarında olduğu gibi, onlar da bazı bek­ lenmedik sorunlarla karşılaştılar. Şamandıraların birinden gelen veriler, garip bir sapma gösteriyordu. Bu şamandıranın üzerin­ de takılmayı seven huysuz bir denizaslanı bulduklarında, soru­ nun kaynağı da anlaşılmış oldu. Dalga verileri programı şu anda 63

Meksika' dan Kanada'ya kadar uzanan hattı, ayrıca Hawaü, Gu­ am, Brezilya ve Florida'nın doğu kıyısını da kapsayan, uluslara­ rası bir faaliyet alanında yürütülüyor. Sayıları 200'ü geçen tica­ ri kurum, her yarım saatte bir güncellenen verileri indiriyor. Ta­ mamen bilimsel bir uğraş olarak başlayan şey, beklenmedik bir şekilde popüler ve kullanışlı bir halk hizmetine dönüştü, özellik­ le de sörf yapan halk için.

Denizin Altındaki Dalgalar Denizin yüzeyinde gördüğümüz dalgaların benzerleri okya­ nusun içinde de vardır. Bunlara iç dalgalar denir ve genellikle farklı yoğunluktaki iki su kütlesi tabakasının arasında oluşurlar. Oenizbilimci Mel Briscoe, bir yaz araştırması için gittiği Mas­ sachusetts kıyısı açıklarındaki Stellwagen Bankı'nda yaşadığı iç dalgalarla ilgili, ilginç ve beklenmedik bir öykü anlatıyor. Stellwagen Bankı, Cape Cod'un 4,8 km kuzeyinde yer alan, fasulye biçiminde, kumlu bir su altı platosudur ve Massachu­ setts Körfezi olarak bilinen, daha geniş ve daha derin bir bölge­ nin içinde yer alır. Bankın ortalama derinliği 30-36 metre civa­ rındadır. Yazın sıcak ve durgun dönemlerinde, gün boyunca ya­ şanan ısınma etkisi nedeniyle, New England açıklarındaki su­ larda katmanlaşma yaşanır. Soğuk ve yüksek yoğunluklu bir su katmanının üzerinde oturan sıcak ve daha az yoğun bir katman oluşur. Bölgedeki güçlü gelgitlerin her on iki buçuk saatte bir dönerek Stellwagen Bankı ile etkileşime girmesi sonucu bu iki su katmanı arasında iç dalgalar oluşması, araştırmacılar tarafın­ dan daha önce keşfedilmiş bir durumdur. Bu iç dalgalar bir kez oluştuklarında, saatte iki millik bir hızla güneybatıya doğru iler­ ler ve kıyıdaki küçük bir balıkçı kasabası olan Scituate 'ye varır. Mel, bu içsel dalgaların nasıl oluştukları ve bölgedeki plankton­ lar ile diğer deniz canlılarının hayatı üzerinde nasıl bir etki gös­ terdiğini araştırmak üzere bir gemi yolculuğundaymış. Onu şaşırtan ilk şey, su yüzeyinde durması gereken bir cis­ mi suya indirdikleri anda, bunun iç akıntı etkisiyle derinlere çe­ kilmesi, sonra da, dalganın diğer tarafından bir anda su yüzeyine 64

çıkması olmuştu. "Eğer bu bir dalgıç olsaydı, yukarıya çıkış hızı, vurgun yememek için önerilen güvenli yükselme hızından üç kat daha fazla olacaktı. Denizaltılar da iç dalgalarla sorun yaşıyor; ama bu gün bunu görünceye kadar, şiddeti hakkında hiçbir fik­ rimiz yoktu," diyor. Mel, gemideki donanım sayesinde içsel dal­ gayı doğrudan görebildiğini hatırhyor� "Suyun altına bakmamızı ve dalgaların oluşumunu, hareketini, yukarıya doğru çıkışını ve kırılışını gerçek anlamda görselleştirmemizi sağlayan, bazı yeni akustik cihazlarımız vardı." Daha da şaşırtıcı olan şeyse, bölge­ deki balinaların da bu dalgaları takip ettiğini fark etmek olmuştu. Gelgit değişip de iç dalgaları Stellwagen Bankı'ndan kıyıya doğru sürüklediğinde, balinalar bekliyor oluyormuş. Çünkü bi­ lim insanlarının kısa zaman sonra keşfedecekleri bir gerçeği, ya­ ni planktonların, iç dalgaların ön safhalarında biriktiğini onlar zaten biliyorlardı. Gelgit her değiştiğinde, balinalar da kendileri­ ni bekleyen plankton-burgerleri mideye indirmek için günde iki kez nereye gitmeleri gerektiğini tam olarak biliyorlardı. Sadece yedi günlük bir araştırma olmasına karşın Mel bu günlerin bilimsel makalelerle, yaratıcı fikirlerle ve yeni arkadaş­ lıklarla dolu olduğunu söylüyor. Kendisi için en önemli kısmı, 7/24 süren keşif hissiydi; sürekli yeni şeyler görüyor ve yapıyor,

fizik ile biyolojiyi birleştiriyorlardı. Uyumak bile istemiyordu, zaten fazla da uyumamıştı. Bölgedeki deniz yaşamının zenginliği, hassas yapısı ve uzun yıllardır insan kullanımına açık olması nedeniyle, Stellwagen Bankı şu anda bir başka milli deniz sığınağının merkezi konu­ mundadır. Bölge, aralarında nesli tehlike altında olan kambur balina, buzul balinası, kuzey balinası ve uzun balinanın da bu­ lunduğu birçok balina türü için önemli bir büyüme ve beslenme alanıdır. Çok sayıda deniz kuşunun yanında; orkinos, ringa, mo­ rina, pisi balığı, ıstakoz, deniztarağı ve deniz kaplumbağası gibi omurgalıların popülasyonları için de önemli bir alandır. Deniz­ cilerin Baston için kullandıkları gidiş-geliş rotası üzerinde oldu­ ğundan, bölgedeki gemi trafiği de epey yoğundur. Bu deniz sı­ ğınağının, doğal verimliliğin korunması ve sürdürülmesine yar65

dımcı olmasının yanında, bölgenin insanlarca daha doğru kulla­ nımın� sağlaması da umuluyor.

Kaybolan Köpekbalıkları Michelle Heupel, 2001 yılında Mote Deniz Laboratuvarı'nda deniz biyoloğu Bob Hueter ile birlikte köpekbalıklarını araştı­ rıyordu. Florida'daki Tampa Körfezi'nin güney ucundaki Ter­ ra Ceia Koyu 'nda, birkaç yıl süreyle siyah yüzgeçleri inceledi­ ler. Siyah yüzgeçli köpekbalıkları, bu bölgeyi üreme alanı ola­ rak kullanıyorlardı. Michelle, bir yandan Bob ile birlikte yüz­ lerce genç köpekbalığını markalıyor, bir yandan da gridli akus­ tik izleme sistemiyle onların hareketlerini araştırıyordu. Yavru siyah yüzgeçlerin ilkbahar sonu ve yaz başı arasında doğduk­ larını, Tampa Körfezi ile Meksika Körfezi'nin derin sularında dolaşan daha büyük avcı köpekbalıklarından uzak durabilmek için aylarca Terra Ceia Koyu'nun korunaklı ve sığ sularında za­ man geçirdiklerini keşfettiler. Eylül sonundan Ekim başına ka­ dar olan zamanda ise, sığ suların güvenli ortamından çıkıp, kör­ fez boyunca güneye göç ederek, Florida Keys'e ulaşıyorlardı. 200 1 yılının Eylül ayı ortalarında garip bir şey oldu: Terra Ce­

ia Koyu 'ndaki tüm siyah yüzgeçli köpekbalıkları aniden ortadan kayboldu. Körfezdeki bu toplu yok oluş o kadar şaşırtıcıydı ki, Michelle akustik izleme sisteminde büyük bir sorun olduğunu düşünmüştü. Fakat cihazlar düzgün çalışıyordu, köpekbalıkları da iki hafta içinde geri döndüler. Ve Michelle de bu garip davra­ nışın sebeplerini araştırmaya başladı. Köpekbalıklarının yok olduğu sırada, Meksika Körfezi'nde­ ki Gabrielle fırtınasının da güçlenerek Tampa Körfezi'ne doğ­ ru ilerlemeye başlamış olduğunu keşfetti. Neredeyse kasırga bo­ yutlarına ulaşan fırtına, körfezin güney ucuna doğru hızla de­ vam ederken, köpekbalıkları da geri dönmeye başlamıştı. Terra Ceia Koyu'ndaki siyah yüzgeçler fırtınanın yaklaştığını bir şekil­ de sezmişler ve sığ bölgeden uzaklaşarak, tehlikeli derin sulara girmeyi göze almışlardı. Ama nasıl olmuştu da bunu sezip, git­ meyi akıl etmişlerdi? Michelle, rüzgar ve yağmur bilgilerini kar66

şılaştırdı, ama köpekbahklarının harekete geçişlerinin zamanla­ masıyla ilgili bir bağlantı bulamadı. Sonra, fırtınaya ilişkin ba­ rometrik basınç kayıtlarını inceledi: mükemmel bir eşleşme var­ dı. Köpekbalıkları, fırtına yaklaşırken basıncın düştüğünü his­ setmiş ve içgüdüsel olarak bölgeyi terk etmişlerdi. Her şey duru­ lup da normale döndüğünde ise, geri dönmenin güvenli olacağı­ nı hissetmişlerdi. Tesadüf eseri, aynı günlerde başka bilim insan­ ları, köpekbahklarının iç kulaklarının aslında basınç farkına du­ yarlı olduğunu gösteren makaleler yayımladılar. Köpekbalıkları­ nın hassas ve çok yönlü duyulara sahip oldukları uzun zamandır biliniyordu; Michelle ile Bob'un çalışması da buna katkıda bu­ lundu ve böylece yeni bir fırtına uyarı sistemi bulunmuş oldu !

Yuvarlanan Kayalar Ben de arazide aydınlanma anları yaşadım. Bunlardan biri, yüksek lisans tezi araştırmalarım sırasında oldu. Dünyayı sarsa­ cak bir keşif olmasa da, belirli beklentileri olan bir yüksek lisans öğrencisi için oldukça heyecan verici ve beklenmeyen bir sonuç­ tu. Sadece kendi araştırmalarında dikkate değer sonuçlar doğur­ sa da, öğrenciler ve akademisyenler için böyle anlar bilim haya­ tının heyecan verici kısımlarıdır. Florida mercan sahasında, yaklaşık 30 metre derinlikte bulu­ nan yuvarlak kalsiyum karbonat nodüllerinin gelişimini, dağılımı­ nı ve bileşimini inceliyordum. Jeolojik kayıtlarda bulunan benzer ama fosilleşmiş nodüllerin, onları sürükleyerek yuvarlaklaştıracak kuvvette dalga ya da akıntılara sahip olan deniz ortamlarının var­ lığını gösterdiğine inanılır. Bu sebeple, Florida açıklarındaki no­ düllerin de dip akıntıları ya da fırtına dalgalarının aralıklı etkisi nedeniyle yuvarlak bir şekil aldıklarını öne sürmüştüm. Nodüllerin dağılımını haritalandırmak, örnek toplamak ve yuvarlak şekillerinin sebebini iyice öğrenmek için zamanın, pa­ ranın ve personelin izin verdiği kadar çok dalış yaptım. Nodül­ lerin, kum tutarak genişleyen koralina algi katmanlarından ve kabuk tutan forminiferlerden meydana geldiklerini gördüm, bu canlıların her ikisi de ince ama sert, kemiksi bir kalsiyum karbo67

nat iskelet salgılar. Bazı bölgelerdeki dolgu yığınlarının arasına gizlenmiş aşınma ve çökelti izleri, akıntıların düzenli olarak de­ niz tabanını süpürdüğünün ve nodülleri yuvarladığının kanıtıy­ dı. Fakat diğer bölgelerde bu izlere rastlamadığım gibi, şaşırtıcı miktarda makroalg gelişimi tespit ettim. Peki, buralarda nodül­ leri sürükleyen şey neydi? Bir gün, dalışın sonunda yüzeye doğru yavaşça çıkarken, de­ niz tabanına baktım. Işık ve görüş o kadar uygundu ki, makro­ alg toplulukları arasında, uzun kum hatlarından oluşan bir ağ deseni görebiliyordum. Suyun orta yerinde durup, deniz taba­ nındaki bu ilginç işaretleri ölçüp tarttığımı çok iyi hatırlıyorum, ama o derinlikte sınırlı zamanımız olduğu için, yeniden aşağıya inip daha fazla inceleyecek zamanım olamadı. Bir sonraki dalışımda bu gizemli izleri inceleyebildim ve şaş­ kınlıkla fark ettim ki her birinde, yüzeyin hemen altında Meoma ven tricosa türü bir derisi dikenli, yani bir tür denizkestanesi var­

dı. Bu kısa sinir iplikli canlılar, sedimanın içine doğru sürünür­ ler ve yuttukları sedimanın içindeki organik maddelerle besle­ nirler. Fakat bu canlılar deniz dibi buldozerleri gibidir: yollarına çıkan nodülleri yanlara iterek, alt kısımlarını da kabuk tutan or­ ganizmaların gelişimi için açıkta bırakırlar. Önceden bu yuvar­ lak şekli meydana getiren döndürme hareketinin sadece fiziksel süreçlerle oluştuğunu düşünürken, biyolojik etkilerin de burada rol oynadığı fark ettim. Bunun bilim dünyasını sarsan bir buluş olmadığı kesin, ama arazide yaşanan bir olayın, yerleşmiş fikir­ leri nasıl geçersiz kılabileceğini gösteren iyi bir örnek. Aynı za­ manda biyolojik, jeolojik ve fiziksel olayların denizde nasıl etki­ leştiğini de gösteriyor. Çığır açan bulgulardan kişisel aydınlanma anlarına kadar, arazide karşılaştığımız bu beklenmedik çıkarımlar, okyanus bi­ limlerinde çok önemlidir. Arazi bizlere çalışma yerlerimizde ön­ göremediğimiz, programlayamadığımız ya da tahmin edemediği­ miz bir anlayış kazandırır ve çoğu zaman keşifler bir rastlantı so­ nucu ortaya çıkar. Çoğu zaman bilim insanlarına düşen yalnızca doğru zamanda doğru yerde olmaktır. 68

Sualtı fotoğrafçısı Porter Watson, adrenalin dolu bir iş yapıyor: kaplan köpekbalıklarını yakından görüntülüyor. Fotoğraf: Porter Watson'un izniyle, TropicSea Visions.

Sağlıklı bir mercan resifi üzerindeki deniz yaşamının bolluğu ve çeşitliliği, gerçek bir okyanus harikasıdır. Fotoğraflar: Ellen Prager.

Bir deniz kestanesi sürüsü, 1 997 yıLndaki bir popülasyon patlaması sırasında Florida Körfezi'ndeki deniz yosunlarını biçerken. Fotoğraflar: Ellen Prager.

ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu'ndan Bob Halley ve Kim Yates, bir resifte yirmi dört saatlik su kalitesi deneyleri yapabilmek için kendi portatif deniz dibi kuluçka odalarım kuruyorlar. Fotoğraf: Kim Yates'in izniyle, ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu.

( Yan sayfa) Denizaslanları önümüze beklenmedik engeller çıkarıyor: üstte, Galapagos'ta Josh Feingold'un kamerasıyla bir çekiştirme savaşı, altta, bir dalga şamandırası üzerinde keyif. Üstteki fotoğraf: Ellen Prager. Alttaki fotoğraf: Dick Seymour'un izniyle.

1983 yılında siyah dikenli deniz kestanelerinin (Diadema aatillarum) toplu ölümlerinden önce, St. Croix'de tipik bir deniz manzarası. Fotoğraf: Bob Carpenter'ın izniyle.

ABD Virjin Adalan, St. John'da mercan karotları almak için deniz dibinde sondaj. Fotoğraf: Ellen Prager.

St. Croix'da öğrenciler suya dalacakları tehükeli yere giderken. Fotoğraf: Ellen Prager.

Galapagos'ta Bartolome adası ve yanardağ manzarası. Fotoğraf: Ellen Prager.

Bartolome'deki yanardağın yan tarafına çıkan yolu tamir eden park korucularına yardım. Fotoğraf: Ellen Prager.

Gal.ipagos yakınlarında oynayan denizaslanları -hoş bir dikkat dağıtma. Fotoğraf: Josh Feingold'un izniyle.

Deniz Eğitimi Derneği'nin gemisi SSV Westward. Fotoğraf: Ellen Prager.

SSV Wes twardın pruvasına çarpan bir dalga. Fotoğraf: Ellen Prager.

Sealab'ın asistanı TufJY, deniz altında bize yardım ediyor. Fotoğraf: Dale Anderson'un izniyle.

IV. Bölüm

Doğanın Güçleri

D

urgun günlerde, okyanus cam gibi pürüzsüz ve sıcak bir yaz gününde sizi çağıran serin, kristal berraklığın­ daki bir göl kadar davetkar olabilir. Fakat davetkar

olmaktan çok uzak olduğu zamanlar da vardır, aniden büyük dalgalar ve kamçılayan rüzgarlarla dolu, öfkeli bir fırtına topuna dönüşebilir. Böyle koşullar altında insan, denizde bilim yapma­ nın mantıklı olup olmadığını sorgular. Arazideyken, en büyük öncelik her zaman güvenliğe verilmelidir. Ancak, mükemmel bir plan ve hazırlıkla yola çıkılsa bile, hem doğanın aniden değişebi­ len ruh hali hem de okyanusun ve atmosferin gücü hakkında öğ­ renecek bir şey daima çıkar.

Bir Kasırgayla Yarışmak 1 992 yılında SEA'da bilimsel başuzman olarak denizlerde ger­ çekleştirdiğim ilk eğitim yolculuğumda öfkeli bir boraya, köpek­ balıklarına ve bir kasırgaya dek geldim, üstelik bunların biç birisi 69

sözleşmemde yer almıyordu! SSV Westard ile Ekim ayının baş­ larında, Massachusetts'deki Woods Hole'dan başlayarak, Kuzey Atlantik ile Karayipler arasındaki açık sularda altı haftalık bir yolculuğa çıktık. Yaklaşık 38 metre uzunluğunda bir uskuna olan

Westward, aslında deniz yoluyla dünyayı dolaşmak için tasarlan­ mış özel bir yat. Sonradan okyanus araştırmaları için donatılmış.

Westwardin dümeninde, deneyimli denizci ve deniz bilimleri fa­ kültesi üyesi Phil Sacks vardı. Limandan ayrıldıktan kısa süre sonra, bora şiddetindeki rüzgarlarla ve 6 m yüksekliği bulan dal­ galarla karşılaştık. Westward iyi iş çıkardı, güçlü rüzgarların ve büyük dalgaların arasında rahatça yol aldı. Ancak, öğrencilerin çoğu deniz tutması nedeniyle rahat bir nefes alamadı. Şanslıyım ki, deniz beni nadiren tutar (tahtaya vurun) ama durumun zorlu­

ğu, kendimi bu kez neyin içine attığımı düşünmeme neden oldu (üstelik henüz başıma geleceklerden habersizdim) . Boranın ardından, ıslak ve yorgun bir şekilde, Sargasso Denizi'ne ve daha sakin sulara yelken açtık. Sonunda güneş pa­ rıldıyor, her şeyi kurutuyor ve ruhumuzu ısıtıyordu. Derslerimi­ zi yaptık ve okyanustan örnek topladık, daha sonra öğrenciler nöbet tutarak, yelkencilik ve denizcilik hakkında bir şeyler öğ­ rendiler. Birbiri ardına geçen soğuk ve ıslak günlerin ardından, Sargasso'nun ılık sularında yüzmek için yalvardılar. Dikkati as­ la elden bırakmayan Phil, yirmi kişilik öğrenci grubunun okya­ nusta, yemeğin -bahsettiğimiz köpek balığı yemeği- az olduğu bir alanda zıplayıp, su sıçratıp, gürültü patırtı yapmaktan baş­ ka bir işe yaramayacak bu isteklerine izin vermekte gönülsüzdü. Sargasso Denizi ve pek çok açık okyanus alanı besince fakirdir ve bu nedenle, görece çorak kabul edilirler. Daha önce mercan resiflerinde (buralarda köpekbalıkları için bol yem mevcuttur) köpekbalıklarıyla uğraştığımdan, ilk başta Phil'in şüphelerini paylaşmadım -açık okyanustaki deneyimsizliğimin kanıtı. Phil, öğrencilerin yüzme isteklerine gönülsüz bir şekilde boyun eğ­ di ve geminin "eğlenme" pozisyonuna gelmesini buyurdu ve iki mürettebatını armaya çıkartarak, köpekbalığı nöbetine koydu. Ben de hızlı bir dalış için öğrencilere katılmaya karar verdim. 70

Su inanılmayacak kadar sakin, berrak ve maviydi. Ancak, ner­ deyse

tfun

öğrenciler atlayıp su sıçratmaya başladığında, denizin

dinginliği de kısa süre içinde bozuldu. Öğrenciler armadan iyi­ ce yııkarı sıçrayıp atladığında çıkan derin ve titreşimli gümbürtü­ yü de unutmamak lazım. Çarçabuk kesinlikle rahatsız ve ihtiyat­ lı bir hissiyata kapıldım -ensenizdeki tüyleri diken diken eden tür­ den bir his- ve sudan çıktım. Dakikalar sonra yııkarıda bir haykı­ nş vardı; yüzeyde, gemiye doğru yüzen bir kaç köpekbalığı görül­ müştü. Vakit kaybetmeden harekete geçtik ve herkesi olabildiğin­ ce sakin ve hızlı bir biçimde sudan çıkartmaya başladık. Köpek­ balıkları tembel bir şekilde yaklaştılar ve sonra da sessizce, başka bir yöne doğru yüzdüler. Öğrenciler hala suda olsalardı ne yaşa­ nacağı belirsizdi, ama kendi adıma konuşmak gerekirse, bunu bil­ mek istemezdim. O gün, Phil'in yargılarına o ana kadar olduğun­ dan daha fazla güvenmeyi ve açık denizde yapılan yüzme davetle­ rinde köpekbalıkları için daha fazla endişe etmeyi öğrendim. Yolculuğun bu noktasında, gemide çoğumuz iyileşmekte olan havaya şükrederken, Phil endişeliydi; daha deneyimli bir göz­ le bulutları izliyordu. Daha sonra Phil ile birlikte kıç tarafında­ ki kabinde oturup, telsizden günlük hava ve deniz durumu rapo­ runu dinlediğimizde, Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi'nin (NOAA) yaklaşık 480 km ötede, Bermuda'nın güneydoğusun­ da oluşan bir tropikal fırtınadan bahsettiğini duyduk. Fırtınanın kuzeye ilerleyeceği ve yavaşça doğuya döneceği tahmin ediliyor­ du. Phil, fırtınanın tahmindeki gibi hareket etmesi ve bizim de o anki güneydoğu rotamızda devam etmemiz durumunda, fırtı­ naya en yakın olacağımız noktanın fırtınadan yaklaşık 1 90 km uzakta olacağını hesapladı. Ancak, bunun tümüyle iyi bir senar­ yo olmadığını da belirtti: bu fırtına bir geç sezon kasırgasına dö­ nüşmek için gereken tüm bileşenleri içeriyordu. Oşinografi dersini vermek için güverteye gittim. Bu sırada Phil de, yaklaşan hava durumu hakkında yardımcılarına danış­ mak üzere aşağıda kaldı. Daha sonra lüzumsuz telaşa yer verme­ den, olasılıkları ve durumun ciddiyetini herkese açıkladı. Fırtına için tahmin edilen yola ve gelişime bakarak, yapılabilecek en iyi 71

şeyin o anki rotamızda kalmak ve güçlü rüzgarlardan kaçınma­ ya çalışmak olacağını anlattı. Gemideki herkes özenle ve sabırla çalışarak gemiyi hazırladı; yelkenleri, ekipmanları, aletleri, kadırgayı ve kişisel eşyaları bağ­ ladılar, bağlanabilecek her şey bağlıydı, hem de sıkıca. Emniyet halatları da tüm gemiyi donatmıştı; mürettebat, güvenlik teçhi­ zatlarının tokalarını açmak zorunda kalmadan, tüm gemide ha­ reket edebilecekti. Rüzgar artık hafiften saatte 20 ila 30 mil arası hızla esmeye başlamıştı ve dalgalar da yaklaşık 3 m boyundaydı. O akşam kendimizi olabileceğimiz kadar hazır hissediyor, bir

yandan tedirginlikle bir sonraki hava tahminini beklerken, bir yan­ dan da güneydoğuya doğru ilerliyorduk. İyi haber, fırtına kuzeye doğru ilerlemeye devam ediyordu. Kötü haber, şiddeti artmıştı. Fır­ tınanın

rüzgiirı artık istikrarlı bir şekilde saatte 63 milin üzerinde bir

hızla esiyor, arada saatte 74 mile ani çıkışlar yapıyordu ve on iki sa­ at içerisinde de kasırgaya dönüşeceği tabının ediliyordu. Gemideki gerginlik artmıştı, fırtınanın güçlendiğini ve yolunun kolayca değişebileceğini biliyorduk. Motor yardımıyla yol almaya devam ettik, yelkenleri az kullandık. Az miktarda yelken kullanma­ mız hem geminin yalpasını azaltmaya yardımcı oluyor hem de bizi mümkün olduğunca hızlı bir şekilde güneydoğuya doğru itiyordu. Gece yarısı olduğunda, Phil ve ben telsiz başına oturmuş, te­ dirginlikle bir sonraki gelişmeyi bekliyorduk; duyduğumuz şey, artık Frances Kasırgası diye adlandırılmış olan kasırga için 3. seviyeden önlem alınması çağrısıydı. Fırtına artık hızı saatte 74 mili bulan ve arada 92 mile fırlayan rüzgarlarla devam ediyordu ve daha da kötüsü, tahmin edilen rotası güneye kaymıştı. Üste­ lik hava tahmini, şiddetinin daha da fazla artacağını belirtiyor­ du. Phil ile birlikte vakit kaybetmeden harita masasına gittik ve kasırganın yeni rotasını çizerek, gemininkiyle karşılaştırdık. Ka­ sırgayla çarpışma yolundaydık ! Kasırga tahmini kesin olmayan bir bilim olduğundan, deniz telsizinden Ulusal Kasırga Merkezi'ni aramaya karar verdik. Telsizcimiz ilk denemesinde, normal iş saatlerinde geri arama­ sını söyleyen bir bant kaydıyla karşılaştı. Ne ?! Telsizciyi, başka 72

bir numara olması gerektiği ve yeniden araması konusunda ik­ na ettik. Bağlantı kurulduğunda, meteoroloji uzmanları fırtına­ nın tahmin edilen yolundan emin olduklarını söylediler. Nerede ve kim olduğumuzu (on kişilik mürettebatı ve yirmi dört lisans öğrencisiyle birlikte, açık denizde ve doğrudan fırtınanın yolu üzerindeki bir gemi olduğumuzu) açıklayarak, gerçekten emin olup olmadıklarını tekrar sorduk ve bu ezoterik bir soru değil­ di. Hava tahminlerine güvendiklerine dair, bize bir kez daha ga­ ranti verdiler. Fırtınanın yolundaki ve şiddetindeki değişimle beraber, şuna karar vermemiz gerekiyordu: ya doğuya giderek fırtınayı geç­ meye çalışmaya devam edecek, ama kasırganın tehlikeli sağ çey­ reğine yakalanma riskini alacaktık (Kuzey Yarımküre 'de, rüz­ garın yönünün ve fırtına hareketinin bileşimi, bu kısmı bir ka­ sırganın en güçlü ve tehlikeli yeri yapar) , ya da daha tercih edi­ lebilir ve içinden geçilebilir bir çeyreğe varabilmek için fırtına­ nın yolu üzerinden geçmeye çalışacak, ama bu durumda da fırtı­ nanın gözüne daha çok yaklaşma tehlikesini göze alacaktık. Çok zor bir karardı. Phil bunun, "bir kaptan olarak almak zorunda kaldığı en zorlu kararlardan biri" olduğunu söylüyor. Phil, fırtınanın yolu üzerinden geçerek, daha tercih edilebilir tarafına gitmenin ve fırtınayla aramıza mümkün olduğunca çok mesafe koymanın en iyisi olduğuna karar verdi. Böylece, Fran­ ces Kasırgası kuzeydoğuya doğru hızla ilerlerken, biz de batıya yöneldik. Yarış başlamıştı. Rüzgar güçlendikçe ve dalgalar bü­ yüdükçe, fırtınadan kaçmak için hem rüzgar hem de yakıt gücü­ nü kullandık. Phil, sabahın erken saatlerinde barometrenin hız­ la düştüğünü ve "olağanüstü yıldırımların simsiyah gökyüzünü aydınlattığını" hatırlıyor. Yalnızca kaptan yardımcılarının ve her seferinde tek bir öğrencinin güverteye çıkıp, dümen tutmasına ve armayla yelkenlere göz kulak olmasına izin vardı. Sabahın ilerleyen saatlerinde, meraklı bir bilim insanı olarak, bir fırtınanın ortasında kalmanın nasıl bir şey olduğunu görme fırsatına karşı koyamadım. Kötü hava koşulları giysilerimi ve güvenlik teçhizatımı kuşanarak, durumu gözlemlemek için gü73

verteye çıktım. Rüzgarın etkisiyle yatay yağan yağmur, suratıma saçma kurşunu gibi çarpıyordu. Yıldırımların ve nemin sağladığı pembelik nedeniyle, havada garip bir renk vardı. Dalgaların bo­ yunu kestirmek güçtü; çünkü uluyan rüzgar, dalgaların tepeleri­ ni kırkıyor ve okyanusun yüzeyinde beyaz sulardan çizgiler bı­ rakıyordu. Geminin seyir defterine göre, saatte 60 ila 70 mil hı­ zındaki rüzgarlarla ve 6 metre boyundaki dalgalarla karşı karşı­ yaydık. Dalgalar tırabzanlarda patlayarak, güverteyi yalıyordu; yine de Westward güzelce yol almaya devam etti. Nihayetinde ciddi bir olayla karşılaşmadan, kasırganın yolu üzerinden geçtik ve fırtınanın daha tercih edilebilir tarafına var­ dık. Kasırganın merkezinden 1 90 km mesafeden, sadece küçük bir hasar ve tek bir yaralanmayla geçtik. Kaptan yardımcıların­ dan biri, gemi bir dalganın üzerinden sertçe düşerken, kelime­ nin tam anlamıyla yatağından fırlatılmıştı. Pek çoğumuzda sa­ dece çarpmalardan kaynaklanan yara bereler vardı. Yaklaşık 24 saat arkamızda olan kardeş gemimiz SSV Corwitb Cramer da­ ha az şanslıydı. Kasırganın merkezine daha yakından geçmişler­ di, gemi daha fazla hasara uğramıştı ve yaralanmalardan biri de başta epey ciddi görünüyordu. Seyahatimizin ilk uğrak limanına, St. Vincent'in hemen güne­ yindeki küçük ve harika bir ada olan Bequia'ya ulaştığımızda, herkes korunaklı bir limanda olmaktan ve kuru karada birazcık vakit geçirmekten hoşnuttu. Sahada hazırlıklı bulunmak, uygun bilgi birikimine, beceriye ve donanıma sahip olmak esastır. Ok­ yanusta olaylar hızlı gelişebilir ve kararlar çabucak alınmalıdır. Frances Kasırgası ile yaşadığımız deneyim denize, iyi yapılmış gemilere, bir fırtınanın potansiyeline ve tecrübeli mürettebatın bilgece hükümlerine olan saygımı sonsuza dek pekiştirdi. Ne za­ man bir kasırganın denizde kaldığı sürece tehdit oluşturmadığı­ nı söyleyen raporlar duysam, orada bir geminin tehlikede olup olmadığını merak ediyorum. Frances Kasırgası'nda SSV Westward ile yaşadığımız bu de­ neyimin bazı ayrıntıları, 1 997 yılında G. Andy Chase'in yazdı­ ğı Auxilia.ry Sail Vessel Operations adlı kitapta, kasırgalar ve 74

kasırga manevralarını anlatan bölümün (bu bölümün bir kıs­ mı Phil tarafından yazıldı) bir parçası olarak yayımlanan harika açıklamalardan alındı.

Bilim mi Güvenlik mi? Pahalı bilimsel donanımlarla çalışıyorsanız ve zamanınız da kısıtlıysa, denizde fırtınalarla karşılaşmak özellikle tehlike­ li olabilir. Kötü hava ufukta belirdiğinde, yapılmakta olan ara­ zi çalışmalarını ne zaman durduracağınıza ve durdurup durdur­ mayacağınıza karar vermek gerçekten güç olabiliyor. Florida Üniversitesi'nde görevli, büyük oşinografi gemilerinde ve arazi­ de çalışma konusunda muazzam deneyime sahip, saygın bir de­ nizbilim jeologu olan Al Hine, ürkütücü ve aydınlatıcı bir örne­ ği mütevazı şekilde anlatıyor. Al, Duke Üniversitesi'nin R/V Cape Hatteras adlı gemisiyle Meksika Körfezi'nde yapılan bir jeofizik araştırmasında bilim­ sel başuzman olarak gözetmenlik yapıyordu. Kaptan, Al'a güç­ lü bir soğuk hava dalgasının yaklaştığını haber verdiğinde, ge­ mi karadan 1 90 km açıktaydı ve deniz tabanı araştırmasında çok kritik bir safhadaydılar. Al, bilimsel başuzman olarak, veri top­ lamaya devam mı etmeleri yoksa eli kulağındaki fırtınayı bekle­ meye mi koyulmaları gerektiği konusunda karar vermek zorun­ daydı. Hava sıcaklığı hızla düşerken, rüzgarlar çabucak güçlen­ meye ve dalgalar da büyümeye başlamıştı; fakat Al, bir süre da­ ha araştırmalara devam edilmesine karar verdi. Okyanuslara açılan diğer pek çok büyük araştırma gemisin­ de olduğu gibi, Cape Hatteras da kıç tarafında, ağır donanımla­ rı yerleştirmek ya da çekmek için geniş bir açık güverteye ya da çıkıntıh bir kısma sahiptir. Arazi çalışmaları sırasında arka gü­ vertede çalışmak, sakin havalarda bile tehlikeli olabilir. Fakat bir fırtına sırasında, burası kabusların gerçekleştiği bir yerdir. Koşullar çarçabuk kötüleştikçe, Al ve takımı, kıç tarafında bulunan teçhizatı sağlama almaları ve yedekte çektikleri paha­ lı jeofizik aygıtlarını toplamaları gerektiğini fark etti. Ancak bü­ yüyen dalgalar güvertenin suyla yıkanmasına neden oluyordu ve 75

geminin yalpası da tırabzanları suyun altında bırakıyordu. Böy­ lesi bir denizde, tutunacak sağlam bir yer olmadan yürümek bi­ le bir meydan okumaya dönüşebilir. Bunun üzerine yağmur ve bastıran karanlık da eklenince, geminin kıç tarafı artık kimsenin bulunmak istemeyeceği bir yere dönüşmüştü. Al, kıçtaki lom­ bardan bakıp da ekipmanın bir kısmının serbest kalarak orta­ lığa saçıldığını gördüğünde, malzemeleri hemen sağlama alma­ sı gerektiğini fark etti. Kaptan, Al'ın deneyimini göz önüne ala­ rak, güverteye çıkıp malzemeleri emniyete almasına isteksizce de olsa izin verdi; ama aksini tavsiye ettiğini de belirtiyor. Kap­ tan, gemiyi mümkün olan en az yalpalamayla dalgaların arasın­ dan geçirmeye çalışırken Al, kendisine yardım etmesi için, gru­ bun en deneyimli lisansüstü. öğrencisini seçti. Bir plan yaptılar, kıça doğru gittiler ve fırtınanın içine cesaretle girdiler. Al bu de­ neyimi şöyle anlatıyor: " Bağlanmamış malzemelere doğru gider­ ken, ikimiz de düştük ve güverteye saldıran suyla sırılsıklam ol­ duk. Ayağa kalktık ve dengemizi bulmak için birbirimize tutu­ narak, iplerimizi yeniden bağlamayı denedik. Kıç taraftaki su bir ara diz seviyesini geçmişti." Bu noktada Al, içinde bulundukları durumun tehlikesini keşke önceden kavrayıp geminin her yanı­ nı, hiç kimsenin denize düşmemesi için emniyet halatlarıyla do­ natmış olmayı dilediğini hatırlıyor. Al ve öğrencisi malzemeleri sağlama almayı ve geminin ana

bilim laboratuvarına güvenle dönmeyi başardılar. Şimdi artık geriye dönüp baktığında, fırtınada güverteye çıkmanın akılsız­ ca olduğunu (ne de olsa, ekipman yeniden satın alınabilir), araş­ tırma çalışmasını hemen durdurması gerektiğini (bilim insanla­ rı arasında alışılmamış bir şey değil) ve kaptanın uyarılarını da­ ha ciddiye almış olmayı, en azından mürettebattan yardım iste­ mesi gerektiğini düşünüyor. Al, bu deneyim sırasında öğrenci­ sinin ve kendisinin artık danışman/öğrenci değil, beklediklerin­ den daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmış iki insan ol­ duklarını hatırlıyor. O lisansüstü öğrencisi yoluna devam ederek önemli bir üniversitede bir profesör olmuş ve Al da denize açıl­ maya devam ediyor. Fakat artık, benzer tecrübeleri yaşayan pek 76

çoğumuz gibi, okyanusa daha sağlıklı bir saygı duyuyor, özellik­ le fırtına koşullarında.

Kaç! Açık okyanusta kasırgalar ya da büyük tehditleri kavram olarak zihinde canlandırmak kolaydır, fakat kıyıya görece ya­ kın, küçük ve yoğun ani fırtınalar da tehlikeli olabilir. Gü­ ney Florida'da yaz boyunca, öğleden sonraları patlayan güçlü rüzgarlı ani fırtınalar, sel gibi yağmurlar ve sık tekrarlanan yıldı­ rımlar standarttır. Florida Körfezi bölgesine serpiştirilmiş küçük mangrov adaları vardır. Bu ani fırtınalı yaz öğleden sonraların­ da, küçük bir teknede elinde dipteki çökelti derinliğini sondala­ mak için uzun bir metal (yıldırımlar için ilgi odağı) çubukla bu­ lunan Bob Halley ve ben, fırtınalar geliştiğinde, genellikle uzak­ tan dikkatle onları izler ve yaklaşmaya başladıklarında da, arada henüz güvenli bir mesafe varken kıyıya doğru hareket ederdik. Gelin görün ki, bu taktiğimiz bir gün tutmadı. Ani ve şiddetli fırtına, beklediğimizden daha hızlı hareket etti ve biz daha kaça­ madan, güçlü rüzgarları ve koyu rengiyle tepemize çöktü. Sert yağmurlar aşağı boşaldı ve hiddetli, çatırtılı şimşekler arasın­ dan yıldırımlar çakmaya başladı. Florida Körfezi'ni kuşatan dik ve beyaz şapkalı dalgaların tepelerinde sertçe zıplayarak, kayı­ ğı olabildiğince hızlı şekilde kıyıya doğru sürdük. Kendimizi sert yağmurdan ve şiddetli rüzgardan korumaya çalışırken, tekne­ nin kenarından aşağıya baktığımı hatırlıyorum. Size yemin ede­ rim ki, dalgaların inişleri çıkışları arasında deniz tabanı görünü­ yordu. Dalgaların ne kadar büyüyebileceği konusunda, rüzgarın gücü ve estiği mesafenin yanı sıra, suyun derinliği de önemli bir faktördür. O fırtına sırasında dalgalar, körfezin sığ sularında gerçekten de büyüyebilecekleri kadar büyümüşlerdi. Kemikle­ ri takırdatan bir tekne yarışının ardından, kıyıya ulaştık ve sığı­ nacak bir yer bulduk. Al gibi, biz de işi daha erken bırakmalıy­ dık; ama sahadaki sınırlı vaktimizde mümkün olan en fazla veri­ yi toplama arzumuz, bizi baştan çıkarmıştı.

77

Yüksek Enerjili Olaylar Okyanus bilimi dilinde, fırtınalar ve bunların sonucunda or­ taya çıkan deniz koşulları, yüksek enerjili olaylar olarak adlan­ dırılır. Ya da benim araziyle alakalı terirnlerime göre "bilim in­ sanının canına okuyan havalar" da diyebiliriz. İşin aslı, bilim in­ sanları okyanuslarda gerçekleşen yüksek enerjili olaylar sırasın­ da neler olup bittiğini çok az biliyorlar; çünkü bu olaylar gerçek­ leşirken, düzgün veri toplamak son derece zordur. İlk elden göz­ lem yapmanın çok zor olduğu ya da ezici dalgaların, güçlü akın­ tıların ve patlayan rüzgarların neden olduğu fiziksel darbelere maruz kalmaması gereken çoğu ekipmanı kullanmanın imkansız olduğu sörf bölgeleri ya da mercan resiflerinin tepe kısımların­ da ise veri toplamak iki kat daha zordur. Bu olgusal gerçeği şah­ sen doğrulayabilirim. 1 980'li yılların başlarında, deniz ekoloğu Bob Carpenter'a, St. Croix'teki bir mercan resifinde yaşayan uzun dikenli denizkesta­ nesi Diadema antillarum üzerinde yaptığı araştırmaları sırasında yardım ettim. Küçük teknemizi genellikle resifin arkasındaki sa­ kin ve sığ sulara demirleyerek, tüplü dalış takımlarımızı kuşanı­ yor ve mercanların arasındaki dar bir yarıktan geçerek, resif ba­ yırına (resifin daha dik, açık okyanusu gören ön tarafı) yüzüyor­ duk. Sakin günlerde, bu hem tamamen güvenliydi hem de mer­ canlara ya da kendimize zarar vermeden resifi geçmenin kolay bir yoluydu. Üstelik bize bir sürü zaman kazandırıyordu . Resifin içinden geçen kestirme yolumuz, bir gün biz dalıştay­ ken açıkta gelişen küçük ama güçlü bir fırtına çıkana kadar ha­ rika çalıştı. Diadema saymaya o kadar dalmıştık ki, güçlenen rüzgarı ve kalınlaşan bulut tabakasını fark etmemiştik. Dikkati­ mizi çeken şey gök gürültüsü mü yoksa resifi döven büyük dal­ gaların sesleri mi olmuştu hatırlamıyorum, ama güçlü bir fırtına­ nın yakın olduğu ve teknemize geri giderek kıyıya, güvenli ye­ re dönmemiz gerektiği açıkça kesinlik kazandı. Yüzeyde fırtına­ ya yakalanmamız dernek, sırtımızdaki metal tanklarla yıldırımlar arasında kalmak ya da güçlenen rüzgar ve dalgalarla resifte pa­ ramparça olmak anlamına gelebilirdi. Hiç biri de muhteşem bir 78

seçenek değildi. Bob ve ben, en çıkar yolun, resifteki yarığı bu­ larak karşıya yüzmek olduğuna karar verdik. Dalgalar resifte parçalandıkça, su ilk başta ileri doğru yükse­ lir ve sonra da geriye doğru güçlü bir akıntı olur. Bu güçlü ve iki yönlü kabarma, oldukça sığ sular ve resifin tepesinde bulu­ nan tehlikeli keskinlikteki mercanlarla birleşince yüksek enerjili olaylarda kesinlikle çok ama çok tehlikeli bir hal alır (alçak dal­ ga koşullarında bir sorun yoktur) . Kontrol henüz elimizdeyken, resi.Sn mümkün olduğunca üst ta­ rafına doğru yüzdük, hareketimizi durdurmak için tutunduk ve mercanın arasındaki dar yüzüş geçidini aradık. Patlayan dalgalar­ la beyazlaşmış suyun içindeyken ve gövdelerimiz akıntıyla ileri-ge­ ri sürüklenirken (bunu evde denemeyin), resifteki kesiği bir türlü göremedik. Fazla seçeneğimiz kalmadığından, rüzgarın ve dalgala­ rın

geçici olarak durulmasını bekledik, tutacaklarımızı bıraktık ve

çarpmaların asıl yükünü dalgıç elbiselerimizin çekeceğini umduk. Güçlü akıntı bizi önce ileriye itti, sonra da geriye doğru çekti. İşin püf noktası, mümkün olduğunca sakin bir şekilde suyun resif bo­ yunca ileri hareketiyle birlikte gitmek, bu esnada kendinizi mercan­ ların arasına doğru yöneltmeyi denemek ve geri akıntı vurduğunda da çılgınlar gibi ayak çırpmaktı. Karşıya geçmek muhtemelen sade­ ce birkaç dakika sürdü, ama tabii ki bize daha uzun geldi. Bu deneyimimiz, mercan resiflerinin bir fırtına sırasında nasıl tehlike yaratabileceğini gösteren güzel bir örnek. Yüksek ener­ jili olaylarda resife çarpan dalgalar büyük mercan parçaları ko­ parırlar. Bu taşa benzeyen mercanlar bir kez serbest kaldılar mı sallanıp yuvarlanarak, başka mercanlara çarparlar ve onları da koparırlar. Bu bowling topu etkisinin kanıtları, fırtına sonrası bir resifte sıklıkla görülebilir. Arazideyken, hem ihtiyat hem çevre koşullarının devamlı kontrolü kritik rol oynar. Kıdemli arazi çalışanları için bile bu durum geçerlidir, çünkü işler şaşırtıcı derecede hızlı değişebilir. Yüzeyde, teknede bekleyenleri, kötü hava yaklaşırsa dalgıçları haberdar etmeleri konusunda bilgilendirmek de önemlidir. Fır­ tına koşullarında ve sert denizlerde, bir sürü malzemeyle birlik79

te sallantılı bir tekneye çıkmak zor ve tümüyle tehlikeli olabilir. Çılgınca yukarı-aşağı sallanan bir dahş platformuna kafayı çarp­ manın bir adı var: beyin sarsıntısı. Diadema ve mercan resifi üzerine ilginç bir not. Karayip, Ba­ hamalar ve Florida'daki mercan resiflerinde 1 983 yılı öncesinde uzun dikenli denizkestanesi (Diadema) akıl almaz derecede bol­ du, bir metrekareye otuz tane düşecek kadar ki bu, duvardan du­ vara denizkestanesi ve dalgıçlar için dikenli bir tehlike dernek. Uzun siyah dikenlerini kaplayan toksin deriye battığında çok acı verebilir, gerçi bereketli popülasyonları düşünülecek olursa, bu­ nun son derece sık meydana geldiğini de söyleyebiliriz. Bu arada, denizkestanesi yarasının üstüne işemenin faydalı olacağı fikrinin ardında biraz bilim var. Dikenler kalsiyum karbonattan oluşur ve idrarın asitliği, deri içinde kalmış olan diken uçlarını çözmeye etki eder (ben yine de sirke kullanmayı tercih ederim) . 1 983 ve 1 984 yıllarında, Atlantik Okyanusu'nun tropik ve subtropik ku­ şaklarında Diadema popülasyonunun yüzde 95 ila 98'i aniden öl­ dü. Bir gün dalmaya gidip gani gani ve görünürde sağlıkh Dia­ dema'larla karşılaşıp, ertesi gün aynı yerde deniz tabanına siyah dikenler ile kabukların saçılmış olduğunu görmek şok ediciydi. Bilim insanları şimdi, büyük çaptaki Diadema ölümlerine ok­ yanus dalgalarıyla taşınan bir hastalığın neden olduğuna inanı­ yorlar. Araştırmacılar, Diadema'ların resiflerden kayboluşunun, pek çok yerde alglerin aşırı boyutlara varan artışlarına katkıda bulunduğunu düşünüyor. Bu algler hızlı büyürler ve mercan­ ları boğarak öldürürler. Uzun dikenli denizkestanesi, resiflerin en iyi elektrikli süpürgelerinden birisidir. Resifin yüzeyinde sü­ rünür ve büyük miktarlarda alg tüketir. Bazı yerlerde Diadema popülasyonları kendiliğinden geri gelmeye başladı; ama pek çok yerde alglerin aşırı büyümesi ciddi bir sorun olduğundan (otçul balıkların aşırı avlanması ve besin kirliliği de bu soruna katkı­ da bulunuyor) , araştırmacılar denizkestanelerini laboratuvarda üreterek, mercan resiflerine nakletmeyi deniyorlar. Bob Carpenter, Kaliforniya Devlet Üniversitesi'ne bağh ola­ rak dışarıda, Northridge'de mercan resifleri araştırmasına de80

vam ediyor; gerçi bugünlerde Karayip'ten ziyade Pasifik'te va­ kit harcıyor. Geriye dönüp baktığında, Karayip'teki koşulların genelde Pasifik'e göre çok daha iyi huylu olduğunu belirtiyor. Moorea adasının dışındaki mercan resiflerinde yaptığı dalışlar­ da, normal bir günde resifler üzerinde genellikle 2-3 metrelik ka­ barmalarla karşılaşıyor. Bu büyük kabarmalar arka resif boyun­ ca o kadar güçlü akıntılar oluşturuyor ki, Bob burada çalışma­ nın dikey kaya tırmanışına yakın olduğunu söylüyor.

Doğal Bir Girdap Laboratuvarı SEA'nın SSV Weswardının güvertesinden, başka bir doğal afet hikayesi daha; bu seferki, şu an Florida'nın Orlando böl­ gesindeki Hubbs-SeaWorld Araştırma Enstitüsü'nde deniz bi­ limci olan Duane De Freese'den geliyor. Kendisi 1 976 yılında

Westwardda stajyer idi. Key West, Florida'dan iki gün açıkta, ağır hava koşullarında yol alıyorlardı ki önlerinde hızla bir cep­ he sistemi oluştu ve her yer birdenbire yükselen stratokümülüs bulutlarıyla kaplandı. Bu bulutlar, atmosferde güçlü dikey hare­ ketin göstergesidir. Tüm mürettebat hazır halde gelecek darbe­ yi bekliyordu. Fırtına çizgisinden güneye doğru bir rotaya dü­ men kırdılar. Onlar fırtınanın eteklerinden geçerken, ilerde gök­ ten bir su hortumu düştü. Sonra bir su hortumu daha aşağı in­ di derken bir buçuk saat içerisinde gemiye (aşağı yukarı) ya­ rım mil mesafede sekiz su hortumunun oluşumuna tanıklık etti­ ler. Duane, o gün Westwardda bulunan her öğrenci ve müret­ tebatın hayatlarında ilk kez atmosfer ve okyanus arasındaki ya­ kın ilişkiyi anladıklarına emin. Bundan neredeyse otuz yıl sonra, NOAA'daki kıdemli bilim insanı Joseph Golden'ın USA Today gazetesinde aktarılan şu sözünü okurken, o günkü olaylar hala Duane'nin zihninde capcanlı: "Florida Keys, dünyadaki en bü­ yük doğal girdap laboratuvarıdır." Duane'nin deneyiminden yaklaşık on yıl sonra, neredeyse gü­ verteyi yerinden sökecek bir su hortumu oluştuğunda SEA ge­ misindeydim. Mürettebat ve öğrenciler hemen harekete geçti, gemiye plansız bir çevirme manevrası yaptırdılar ve su hortu81

mundan sadece birkaç metre mesafeyle kurtulduk. Su hortumu geminin bayrak tarafından geçerken, suyu okyanus yüzeyinden yukarı kırbaçlayarak döndüren güçlü rüzgarları, esasen denizde bir hortum olan o şeyi gördük. SEA'nın uzun yelkenli gemilerinde mürettebat, hızlı gelişen ani fırtınalara karşı özellikle dikkatlidir; Pride of Baltimore'un başına 1 986'da gelen trajediden sonra, artık her zamankinden daha da ihtiyatlılar. Yaklaşık 4 1 metre uzunluğundaki bu usku­ na, Puerto Rico'nun yaklaşık 385 km kuzeyinde seyrederken, aşağı yönlü hava patlaması ya da beyaz fırtına denilen güçlü bir rüzgar aniden patlak verdi. Anlatılanlara göre, saatte seksen mil­ lik rüzgarlar gemiye çarparak yana devirdi ve Pride of Balti­

more o kadar hızlı battı ki, telsizden yardım isteyecek vakit bi­ le olmadı. Üç mürettebat ve kaptan kayboldu, kalan sekiz mü­ rettebat ise geçen bir yük gemisi tarafından kurtarılana kadar cankurtaran sandalında akıntı ve rüzgarla dört gün sürüklen­ di. Böylesi olayların nadiren de olsa gerçekleşebileceğini hatırla­ mak, denizde çalışırken önemlidir.

Sis ve Yangın Şu anda Maine Denizcilik Akademisi'nde deniz taşımacılığı profesörü olan Peg Brandon için, 1 986 yılında kaptan olarak çık­ tığı ilk SEA yolculuğunun etkileri halen sürüyor. Bu yolculukta, 40 metreyi aşan uzunluğuyla SSV C-Orwith Cramer gemisiyle al­ tı

haftalık bir yolculuğun ilk ayağı olarak, Massachusetts Woods

Hole'dan kuzeye doğru, Nova Scotia sahillerine gidiyordu. Yol­ culuklarının ilk iki haftası boyunca, üst üste her gün tamamen si­ sin içinde seyirlerini devam ettirdiler. Dışarıda göz gözü görme­ diğinden Peg'in gemideki elektronik aletlere güvenmekten başka bir şansı yoktu. Özellikle ağır gemi trafiğinin, işaret şamandırala­ rının ve küçük adaların olduğu yerlerde, sis büyük bir tehlike ya­ ratır. 1 986 o kadar eski bir tarih olmasa da, o zamanlarda Küresel Konum Belirleme Sistemi'nin (GPS) sağladığı yüksek isabetlilik oranına sahip değillerdi, ellerindeki tek şey LORAN-C ve radar­ dı. LORAN-C, radyo dalgalarının kullanılmasıyla, sınırlı bir alan 82

içinde gemilerin ve uçakların coğrafi konumunu ve hızını belir­ leyen bir sistemdi. O yolculukta bir çarpışma ya da bir sorun ya­ şanmadı, ama bu deneyim Peg'in özellikle de kıyı bölgesinde gö­ rerek yön bulmaya ne kadar bel bağlamış olduğunu fark etmesini sağladı. Peg ile 1 990'h yılların başında, aynı kuzey rotasında de­ nize açıldık ve Georges Sahili'nde biz de bir sis perdesine çarp­ tık. Ben tedirginken, Peg olanı doğal karşıladı ve güvertedeki ta­

mamen elektronik aygıtlarla kolayca seyre devam etti. Peg, bir kaptan olarak, GPS'in denizcilik endüstrisinde ger­ çek bir devrim olduğunu; yön bulmayı, arama-kurtarma çalış­ malarını ve denizdeki gündelik seferleri daha güvenli ve etki­ li kıldığını belirtiyor. Peg, teknolojideki ilerlemeler bilim ve de­ niz taşımacılığı için büyük önem taşısa da, basit gözlemlerin sağ­ ladığı yararları bize unutturabileceğinden korkuyor. SEA gemi­ lerinde öğrencilere yıldızlara bakarak yön bulmak, yaklaşan ha­ va koşullarını zamanında kestirebilmek için bulutları ve gökyü­ zünü izlemek öğretiliyor. Öğrenciler, okyanus suyunun sıcak­ hğını ölçmek için kovalarca deniz suyu topluyorlar ve denizde yön bulma sürecinde denizin rengindeki, rüzgarlardaki ve dal­ galardaki değişiklikleri okuyorlar. Ayrıca, en ilkel yöntemlerle bile bir şeylerin yanlış gidebileceğini, mesela kovayı okyanusa fırlatmadan önce ona bağlı olan halatı düğümlemeyi unutmak gibi, yerinde öğreniyorlar. Öğrenciler artık GPS'e, hava duru­ mu fakslarına, uydu görüntülerine, okyanus sıcaklığını ve yığın­ la başka değişkeni otomatik olarak ölçen devridaim deniz suyu sitemlerine sahipler. Tüm bu durmaksızın artan teknoloji bağım­ lılığıyla öğrenciler, bilim insanları ve denizciler okyanus ile at­ mosferi anlamamıza yardımcı olan basit gözlemleri hala gerçek­ leştiriyorlar mı? Sisli bir denizde gözlemin gücünden ziyade ay­ gıtlara güvenmelisiniz, ama ya havanın açık olduğu günlerde gö­ rüşümüz teknoloji tarafından perdeleniyorsa? Peg, arazideyken doğanın biraz alışılmadık olan ve gizemli bir gücüne şahitlik etti. SSV Ccrwitb Cra.mer'le bu sefer Bahamalar'a gidiyordu. Bir gece uzakta çakan yıldırımları seyrederken gemi­ nin devasa ana yelkeni birden yüksek bir çatırdama sesi çıkarına83

ya başlamış ve yukarıdaki armada yeşil bir parıldama belirmişti. Bu, "Aziz Elmo'nun Ateşi" idi; yani, atmosfer elektriksel olarak yüklendiğinde, voltajın geminin yelkeninde ve armasında birik­ mesi ve "parlayarak boşalması" fenomeni. Denizciler, tarih bo­ yunca Aziz Elmo'nun Ateşi'ni iyi bir alamet ya da fırtınaya kar­ şı bir koruma olarak görmüşlerdir. Peg için bu fenomen tek keli­ meyle büyüleyiciydi, ama aynı zamanda kendi kendine "Güverte­ de ne işim var benim ? " diye sormasına da engel olamamıştı.

Yabani Sular Lisans öğrencisi olmanın bir parçası da danışman profesör­ leriniz için çalışmak ya da onlara asistanlık yapmaktır. Bunun bir faydası da, kendi araştırmanız dışındaki projelerin de peşi­ ne takılma fırsatı bulabilmek ya da ucuz iş gücü olarak profes­ yonel arazi yolculuklarına gidebilmektir. Oysa bazen, umduğu­ muzdan daha fazlasını alırız. Danışmanım, 1 980'lerin ortasında, çok amaçlı kiralık araştır­ ma gemisine çevrilmiş bir trol teknesiyle, Bahamalar'da bir jeo­ lojik arazi yolculuğuna önderlik etti. Yardımcıları olarak, ben ve benim gibi diğer lisans öğrencileri ona eşlik ettik. Bunun anla­ mı, gözcülük etmek, yemekleri pişirmek ve arazide yardımcı ol­ manın yanı sıra, meğer güvertede yerde ya da ana kabinde ma­ sanın altında uyumakmış (para veren yolcuların hepsi gemideki gerçek yatakları aldılar) . Yolculuk sorunsuz başladı. Florida'nın güneydoğu sahilinden ayrıldık, Körfez Akıntısı'nı geçtik ve Bahamalar'a vardık. Bura­ da çeşitli mevkileri ziyaret ederek, karbonat çökelti ortamlarının çeşitliliğini izledik ve onların kökenlerini, antik zamanların jeo­ lojisiyle nasıl bağlantılı olabileceklerini tartıştık. Bahamalar'day­ ken iki beklenmedik karşılaşma yaşadık; ilki uyuşturucu kaçak­ çılarını arayan Bahamalı bir devriye teknesi, ikincisi de muhte­ mel günümüz korsanlarıydı. Neyse ki, mürettebatımızdan bilgili ve sezgili birisi gemimizin pruvasında oldukça büyük bir silahla gösteriş yapmaya çıkınca, korsanlar korkup kaçtılar. Günümüz­ de bilim insanları dünyanın her yerinde çalışırken, hem araştır84

macılar hem de sponsorları güvenlik konusunda daha tedbirli olmalılar. 200 1 yılında, Somali'de kıyıdan uzakta çalışan büyük bir tekne korsanların saldırısına uğradı; şans eseri, gemideki­ ler saldırganları savuşturabildiler ve kimse de yaralanmadı. An­ cak olay, okyanus bilimi camiasının arazide güvenlik sorunları­ na karşı bilinçliliğini arttırdı. Bizim yolculuğumuzun gerçek öyküsü Florida'ya dönüş yol­ culuğunda başladı. Güzel ve sakin bir günde, denizdeki kabar­ malar bizim de gittiğimiz yönde, doğudan batıya doğru hare­ ket ederken, Bahamalar'ı terk ederek Körfez Akıntısı'nı geçtik. Florida'ya doğru giderken kabarmalar büyüdü ve tekne bir yan­ dan bir yana inanılmaz bir şekilde yalpalamaya başladı. Kaptan, trol teknesinin bunun için tasarlandığına ve eğer gerekirse tek bir taraf üzerinde gideceğine, ama her zaman geri geleceğine bizi ikna etti, ama gemide çoğumuz bunu çok rahatlatıcı bulmamış­ tık. Ayrıca yenilenmiş trol teknesinin dengeyi artırmak için suya indirilebilen bumbaları vardı. Çok kısa bir süre sonra, bir dalga bize çarptı ve tekne bir yana doğru o kadar eğildi ki, bir kaçımız tehlikeli şekilde güvertede kaydık, bağlanmamış bir kaç alet ede­ vat da yandan denize düştü. Kaptan yeniden bize teknenin den­ gesi konusunda güvence verdi. Florida sahiline ulaştığımızda, kaptan lntercoastal Waterway'e giderken, yol üzerindeki Haulover Koyu'na doğru yöneldi. Son­ radan öğrendiğime göre, bu koy güvenilmez akıntılarıyla tanını­ yormuş. Geminin kıç tarafında, üst güverteye çıkan bir merdive­ ne tırmanmak üzereydim. Lenore Tedesco adındaki bir başka li­ sansüstü öğrencisi arkamdaydı ve misafir aydınlarımızdan bazı­ ları da geminin arka tırabzanına dayalı bir bankta oturuyorlardı. Tekne koya girerken akıntıya ve dalgalara öyle bir açıyla çarp­ tı ki, bir yana doğru eğilmeye başladı. Bu yana eğilme ciddi bo­ yutlara ulaşırken güverte ayaklarımın altından kelimenin gerçek anlamıyla kaymaya başladı, merdivenlere tutundum. Lenore beli­ me sarıldı ve arka taraftaki profesörler de artık neredeyse dik ha­ le gelmiş olan güvertede tırabzana tutundular. Tekne, her iki per­ vanesi de sudan tamamen çıkana kadar yana yattı. Ashnda otuz 85

saniye falan süren ama bize çok, çok uzun gelen bir süre boyun­ ca öyle kaldı. Bu süre, kaptanın kızının pruvaya çıkarak atlama­ ya hazırlanması ve benim de tekne alabora olursa altına kısılma­ dan nasıl kaçacağımı düşünüp taşınmama yetecek kadar uzundu. Sonra tekne yavaşça, acı verecek kadar yavaşça eski haline geldi. Olayda kimse fiziksel olarak yaralanmadı, ama ortada bir hayli zihinsel stres vardı. Kaptan titriyordu ve tekneyi satmaya hazırdı ! Tekne yuvarlanmaya başladığında, danışmanım aşağıda kapana kısılıp kalmıştı. Hayalet gibi bembeyaz olmuş bir şekil­ de yukarı çıktı ve bir şişe viskiye yapıştı. Nerdeyse alabora olu­ şumuz, denizde bir trajediye olup olmak isteyebileceğim en ya­ kın durumdu. Bu olayın akabinde kaptan, geminin omurgasına yaklaşık 900 kilogramdan fazla kurşun koydu ve daha az olay­ lı pek çok yolculuk yaptı. Şüphelerime göre, olaya etki eden ko­ şullardan biri, üst güvertedeki aşırı miktarda malzeme yükleme­ si nedeniyle teknenin üst tarafının ağır olmasıydı. Tecrübe bizi önemli ayrıntılara karşı daha duyarsız hale getirebiliyor ve doğa bazen bizi ters köşeye yatırıyor ve yapılabilecek tek şey duruma uygun hareket etmek oluyor.

Öldürücü Dalgalar ve Güçlü Akıntılar İki okyanus fenomeni olan tsunami ve öldürücü dalgalarla ne ben ne de (bildiğim kadarıyla) çalışma arkadaşlarım hiç karşı karşıya kalmadı. 2004 yılında, Hint Okyanusu'nda Sumatra'yı vuran tsunami, doğal afetlerin yıkıcı gücünü trajik şekilde bizle­ re gösterdi. Günümüzde bilim insanları devlet kurumları ve ye­ rel topluluklarla çalışarak, tsunamilere karşı daha çok hazırlık ve plan yapıyorlar ve en yüksek risk altındaki yerler için geliş­ miş uyarı sistemleri kuruyorlar. Tsunami araştırmalarında ara­ zi çalışması esastır, özellikle de bir tsunaminin hemen sonrasın­ da bu araştırmaların yapılması çok önemlidir. Güney Kaliforni­ ya Üniversitesi'nin Tsunami Araştırma Merkezi'nden bilim in­ sanı Costas Synolakis, bir tsunami oluştuktan kısa süre sonra konuşlandırılan uluslararası bir takımın üyesi. Darbeyi alan ye­ re giderek, tsunaminin nasıl ve nereye vurduğunu, nedenini ya 86

da tetikleyen olayı araştırıyorlar. Bu bilgiler, daha iyi uyarı sis­ temleri yaratmak, yeniden yapılanmayı güvenle kurmak ve eği­ timi iyileştirerek, hem gelecekteki kayıpları önlemek hem de ge­ lecekte hangi yerlerin en çok risk altında olduğunu bulabilmek için hayati önem taşıyor. Dev dalgalara gelince, araştırmacıların uydu görüntüleri ve radar yardımıyla yakın zamanda gösterdik­ leri üzere, eskiden düşünülene göre daha sık gerçekleşiyorlar ve çoğunlukla da güçlü akıntıların, ters yönden gelen rüzgar ve dal­ galarla etkileştiği yerlerde gelişiyorlar. Denizdeki tehlikeli akıntılara dair bir ek bir bilgi: her yıl yak­ laşık yüz insan kıyı-deniz akıntılarına, yani sahilden açığa doğ­ ru su akışıyla oluşan süratli fıskiyelere yakalanıp ölüyor. Maale­ sef, bu akıntılara yakalan kişiler sıklıkla akıntıya karşı yüzerek sahile dönmeye çalışıyorlar ve çarçabuk yoruluyorlar. Bu akın­ tılar görece dar olduklarından, bir kıyı-deniz akıntısına yakala­ nırsanız, kıyı boyunca ya da sahile paralel yüzmeli ve sonra sa­ hile doğru dönmelisiniz.

Tehlikeli Deniz Yaşamı Fiji'de yapılan bir keşif yolculuğu sırasında, açığa çıkmış bir resif düzlüğünün sığ sularında yürürken, rehberime ölümcül de­ niz yılanlarını sordum. Hatırladığım kadarıyla şöyle yanıtladı: "Ah, bir tanesi az önce yanımızdan geçti, ama endişelenme, ağız­

ları çok küçüktür ve oldukça uysaldırlar. Ama nereye bastığı­ na dikkat etmelisin, çünkü bölgede pek çok ölümcül resif kaya­ balığı ve konik deniz salyangozu var." Biraz planlama, alıştır­ ma ve biraz da sağduyuyla, bilim insanları tehlikeli deniz yaşa­ mıyla olan karşılaşmaların çoğunu sağ salim atlatabilir, ama yine de kötü şans arada bir durumu kötüleştirebilir. Çoğunlukla, bi­ lim insanları okyanusu ya da organizmaları doğal durumlarında gözlemlemek için denizlere giderler, bu nedenle de deniz yaşa­ mını rahatsız etmemek için büyük özen gösterilir. Ayrıca, en uy­ sal yaratıkların bile kışkırtıldıklarında saldırganca tepki göstere­ ceklerini ve yabani hayvanların en nihayetinde yabani hayvan­ lar olduğunu hatırlamakta fayda var. 87

Bu bölümde paylaşJan öyküler, okyanusun korkulacak bir yer ya da kaçınJması gereken tehlikeli bir çalışma alanı oldu­ ğunu ima etmek için değildi. Daha ziyade, okyanusun hak ettiği saygıyı, denizde güvenle çalışmak için gerekli tecrübeyi ve Do­ ğa Ana o güçlü kaslarını gerdiğinde neler öğrenebileceğimizi vit­ rine koymak içindi. Çalışma arkadaşlarım ve ben, hem bazı ha­ talarımızı hem de bir şekilde kendimizi içinde bulduğumuz teh­ likeli durumları, bu ve bir sonraki bölümde anlattık ki, başkaları bizim deneyimlerimizden öğrenebilsinler ve denize mümkün ol­ duğunca hazırlıklı açJsınlar.

88

V. Bölüm

Zorlukların Üstesinden Gelebilmek

B

ilim insanları denizde yapılacak bir arazi çalışması için hazırlanırken iyimser olmalıdır, ama bir yandan da kulla­ nışlı bir vecizeye bağlı kalmayı da öğrenmelidirler: yan­

lış gidebilecek bir şey varsa, muhtemelen yanlış gidecektir. Okya­ nus affetmeyen bir kılavuzdur. Deniz ve hava koşullarının sürekli değişmesi, burada standarttır. Mekanik ve elektriksel aksaklıkla­ rın

yaşanması kuvvetle muhtemeldir ve araç gereçler kaybedilebi­

lir. Eğer okyanus bilimi için bir arazi rehberi var olsaydı, işbirliği­ ne çok meyilli olmayan deniz yaşamı ile kötü şans ya da insan kay­ naklı hataların her daim var olan tehlikesini de göz önünde bulun­ durmak gerektiğini yazardı. Dahası okyanus, doğası gereği, gör­ mek ve çalışmak istediğimiz şeyleri gizleyerek araştırma yapmayı zor bir hale getirir. Uçsuz bucaksız, ıslak ve derin enginliği, içinde sakladığı sırlara olan erişimimizi kısıtlar ve bunları açıklığa kavuş­ turabilmek için yaratıcı yollara başvurmayı gerektirir. 89

Arazide karşı karşıya kalınabilecek engeller öngörülmüş ya da hiç beklenmedik şeyler olabilir. Arazide edindiğimiz deneyimler, bize sadeliğe değer vermek gerektiğini, koli bandı ve plastik ke­ lepçenin su, güneş kremi ya da GPS kadar elzem olduğunu öğ­ retir. Bazı sorunlar kolayca çözülebilir, bazıları ise irademizi ve hünerlerimizi sınayabilir. Hem kendi ihtiyaçlarımız hem de bili­ min gereklilikleri açısından uyum sağlamayı öğreniriz. Arazide karşılaştığımız engellerin üstesinden geldikçe, daha güçlü, daha kendini adamış ve daha çok yönlü bir hale geliriz, hatta bazen bu durum teknoloji ya da bilgi açısından gelişmelere bile yol açabi­ lir. Sonuçta, arazide mücadele edilen güçlükler ya başarımızı pe­ kiştirecek ya da bizi başka bir kariyer seçimi yapmaya itecektir. Meslektaşlarıma, arazide yapılan çalışmalarda en can sıkıcı buldukları şeyin ne olduğunu sordum. Hava koşulları nedeniy­ le yaşanan gecikmeler, mekanik aksaklıklar, yetersiz asistanlar ya da köpekbalıkları gibi cevaplar bekliyor olabilirsiniz. Ancak, bunlar aslında denizde çalışmanın maceralı ve meydan okuyu­ cu yanları, denizde çalışmanın olmazsa olmazları. Araştırmacıla­ rın çok daha can sıkıcı ve zorlandıkları şeylerse sınırlı ve yetersiz ödenekler; bürokrasinin ve risk yönetiminin ağır yükü; proje tek­ lifleri yazmak, istenen kağıtları doldurmak ve yönetim toplantı­ larına katılmak için harcanması gereken zamanın gittikçe artma­ sı. Monterey Körfezi Akvaryum Araştırma Enstitüsü çalışanla­ rından George Matsumoto'ya göre, ödenek bulmak yalnızca güç bir durum değil, temel okyanus araştırmaları ve keşiflerine daha fazla paranın aktarılmaması nedeniyle aynı zamanda şaşırtıcı da. Büyük sorunlardan biri, tek kelimeyle okyanusun çalışmak için zor ve pahalı oluşu. Denize erişimimiz hem zaman hem de mekan açısından sınırlı. Deniz tabanında neler olduğunu ya da içinde hangi canlıların yüzdüğünü görebilmek için okyanusa sa­ dece tepeden bakmamız yeterli olsaydı, bunun işleri ne kadar kolaylaştırabileceğini bir düşünün. Rosenstiel Akademisi'nin de­ niz biyologlarından Sonny Gruber, otuz yıldan uzun bir süredir köpekbalıklarıyla çalışıyor. Köpekbalıklarının anatomisi ve fiz­ yolojisi üzerine yaptığı erken dönem çalışmaları ve son on yıldır 90

limon köpekbalığının erken yaşam geçmişini daha iyi anlamak amacıyla gösterdiği çabaları Sonny'yi dünyanın önde gelen kö­ pekbalığı araştırmacılarından biri haline getirdi. Ancak, on yıl­ lardır sürdürdüğü çalışmaları sırasında, köpekbalıklarının doğal habitatlarında rahatsız edilmeden beslenmelerine yalnızca bir­ kaç kez şahit olabilmişti. Denize ve deniz canlılarına erişimin kısıtlı oluşu, uydular ya da deniz altındaki akustik örüntüler aracılığıyla izlenebilen mar­ kaların kullanımına dayanan, heyecan verici ve görece yeni bir araştırma alanını teşvik etmiştir. Bu çalışmalardan elde edilen sonuçlar, ton balıkları, balinalar, deniz kaplumbağaları, gagalı balıklar ve büyük beyaz köpekbalıkları gibi okyanusun büyük canlılarından bazılarının geniş çaplı yolculuklarını ilk kez göz­ ler önüne sermiştir. Stanford Üniversitesi'nden Barbara Block, uydu izleme cihazlarının kullanımı konusundaki öncü bilim in­ sanlarındandır. Barbara ve meslektaşları, bir büyük beyaz kö­ pekbalığını Farallon Adaları'ndan Hawaii'ye kadar olan 3800 km'lik yolculuğu boyunca izledi. Bu tip bir çalışma, böyle canlı­ ların nerelerde yaşadıkları, beslendikleri ve ürediklerini anlaya­ bilmek açısından özellikle önemli; çünkü bu bilgilerin hepsi de, koruma çalışmaları için çok gerekli. Ancak, uydu aracılığıyla ya­ pılan izleme çalışmalarında bile aylık, mevsimlik ve yıllık düzen­ leri ya da organizmaların birbirleriyle ve çevreyle nasıl etkileşim gösterdiklerini tasvir edebilmemize izin veren uzun dönemli ka­ yıtlar almak son derece zor, özellikle de denizin küçük boyutlu canlıları söz konusu olduğunda.

Ağsız Plankton Çekişi Bob Cowen, balıkların ekolojisi ve erken yaşam geçmişleri üzerine çalıştığı dönemlerde, geleneksel örnekleme tekniklerin­ den dolayı hayal kırıklığı içindeydi. Kılıç balığı, yelken balığı ve marlin gibi gagalı balıkların erken yaşam geçmişlerini araştırı­ yordu, ergin popülasyonların nerelerde ürediklerini ve bu balık­ ların larvalarının nasıl dağılım gösterdiklerini inceliyordu. Bob ve öğrencileri, balık larvalarının yerlerini tespit etmek ve onları 91

toplamak için genişçe bir ağı teknenin arkasında çekmeye daya­ nan geleneksel tekniği kullanıyorlardı. Ağ çekmek, planktonik organizmalara zarar vererek onları tanınmaz hale getirebilir; ay­ rıca, elde edilen sonuçlar da bu canlıların sudaki dağılımları ya da yönelimleri hakkında çok az şeyi ortaya koyar. Sorunun esas noktası, Bob'un öze!Jikle ilgilendiği şey, sudaki organizmaların uzaysal dağılımları, birbirlerine ve avlarına karşı yönelimleriydi. Mevcut durumu kabul etmeye pek de hevesli olmayan Bob, öğrencileri ve meslektaşlarıyla birlikte bu sorunu çözmeye çalışa­ rak, yeni bir plankton örnekleyici geliştirdiler: teknenin arkasın­ da çekilebilecek, yüksek teknolojili bir yerinde görüntüleme ciha­ zı. Yeni görüntüleme sistemi yalnızca balık larvalarını ve plank­ tonik organizmaları canlı ve zarar görmemiş şekilde bırakmakla kalmıyor, aynı zamanda ayrıntılı uzaysal dağılımlarını, yönelim­ lerini ve bolluk oranlarını da geniş menzili içinde müthiş bir çö­ zünürlükle kaydedebiliyordu. Bob bu kamerayı, görüntüleri çizgi çizgi tarayan bir fotokopi makinesine benzetiyor. Bunu, bir yan­ dan yaklaşık 6 deniz mili hızla çekilirken, suyun altında saniye­ de 36.000 kayıt alabilen bir kameranın yerine koyun. Elde edece­ ğiniz sonuç, çekme halatının uzunluğu boyunca 15 santimetreka­ relik bir görüntü olur. Bob, görüntüleme sisteminin ilk sonuçları­ nın tam anlamıyla muhteşem olduğunu söylüyor. Her kare, suda doğal konumlarında bulunan tüm larvaların bir fotoğrafını çeki­ yor, çoğu şeffaf canWar olduğu için de, vücutlarının içyapısını bile gözler önüne seriyor. Bob ve çalışma arkadaşları, bir engelin üs­ tesinden gelme sürecinde, denizin planktonik popülasyonlarını iz­ leyebilecekleri ve çalışabilecekleri yeni bir pencere açmış oldular.

Işıldamayı Ölçmek Edie Widder okyanuslardaki biyolüminesans olayı hakkında ça­ lışmaya başladığında, neden bu olay hakkında bu kadar az şey bi­ lindiğini merak etmişti. Bunun nedenlerinden biri, kısa bir süre son­ ra ortaya çıktı: o zamanlarda biyolüminesans olayını ölçmenin ya da miktarını belirleyebilmenin hiçbir yolu yoktu. Edie ve çalışma ar­ kadaşları, gerekli teknolojiyi yaratabilmek amacıyla işe koyuldular. 92

Denizin altında giden herhangi bir aracın önüne takıldığında, te­ mas ettiği hayvanlardan çıkan ışığın dağıhmım haritalayabilen, ge­ niş, ekran benzeri bir cihaz geliştirdiler. Bu cihaza, yaptığı işe uy­ gun bir şekilde ŞAPIRTI KAMERASI adım verdiler. Edie ve ekibi, yakın zaman önce, Meksika Körfezi'nde bu­ lunan ve biyolüminesansa gelen derin deniz hayvanlarını kay­ detmek üzere yeni bir sistem geliştirdi. Bu sistemde, derin de­ niz canlılarının çoğunun göremediği kırmızı ışıkla aydınlatma yapan, kendi kendine çalışan, programlanabilir pilli bir kamera kullanılıyor. Kameranın yanında, derinlerde yaşayan bir deniza­ nası türünün ışık gösterisini taklit eden, yaratıcı bir elektronik tuzak bulunuyor. Edie, bu denizanalarının biyolüminesansı bir tür hırsız alarmı olarak kullandıklarına inanıyor. Bir avcı saldır­ dığında, denizanası da bu avcıyı güzel ve doyurucu bir öğün ola­ rak görebilecek olan daha büyük canlıları çekebilmek için ışık çıkarıyor. Sistemin kullandığı denizanası tuzağı ilk kez çalıştırıl­ dıktan yalnızca seksen altı saniye sonra, yaklaşık 6 1 0 m derin­ likte, görüş alanına 2 metrelik bir mürekkepbalığı girdi. Bilim insanları hala bu mürekkepbalığının görüntüleri üzerinde çalı­ şıyorlar; çünkü daha önce bu türle hiç karşılaşılmamıştı. Yeni kamera ve elektronik tuzak sisteminin derin denizde konuşlan­ dırılmasında hiçbir güçlükle karşılaşılmadığını düşünmeyin. İlk başta kameranın yukarıya doğru eğimli durduğu, bu nedenle de görüntüyü arzu edilen görsel alanın dışına kaydırdığı fark edil­ miş. Edie'nin ekibi hızlı ve zekice bir çözüm üretmiş. Gemide alüminyum bir merdiven bulmuşlar ve kaptandan izin aldıktan sonra, merdiveni parçalayarak, kamerayı daha iyi bir görüş açı­ sına sahip olacak şekilde yerleştirmeye yarayan bir araç yapmış­ lar, bu parça, artık ekibin konuşlandırma çalışmasının standart bir parçası ve adı da CLAM ya da Parçalanmış Merdiven Hi­ zalama Mekanizması (Cannibalized Ladder Alignment Mecha­ nism) . Şu anda, hem kameranın hem de tuzak sisteminin, Mon­ terey Kanyonu'nun derin sularında uzun süreli konuşlandırma için kullanılacak yeni bir versiyonu geliştiriliyor ve bu kez sis­ tem, kıyıya video yayını yapabilecek. 93

Bir Galapagos Macerası Araştırmalarda ya da arazi çalışmalarında karşılaşılan engelle­ rin hepsi bilgi ya da teknolojide bir ilerlemeye neden olmak zo­ runda değil; bazen bunlar sadece, veri -herhangi bir tür veri- elde edebilmek için üstesinden gelinmesi gereken güçlüklerdir. Ayrı­ ca, bazen tek istediğimiz şey, kıyıya sağ salim geri dönebilmektir. 1980'lerin sonuna doğru, Galapagos Adaları'nda yapılan bir araştırma gezisine gittim; ama şimdi geriye dönüp bakınca, bu ge­ zinin düşük bütçeli kötü bir filme benzediğini düşünüyorum: yağ­ macı denizaslanları, köpekbalıkları, bir sürü tüylü örümcek, teh­ likeli ölçüde kifayetsiz bir ekip ve hatta hırsızlar. . . Orada iki ay süreyle bulundum ve Rosenstiel Akademisi'nden tanınmış mercan biyologu Peter Glynn ile o zamanlar onun lisansüstü öğrencisi olan Josh Feingold'a asistanlık yaptım. 1982/83 yıllarında yaşanan El Nifio'ların bölgedeki mercan resifleri üzerindeki uzun vadeli etki­ lerini inceliyorlardı. Okyanus biliminde bugüne kadar yaşadığım, en unutulmaz, iyi anlamda unutulmaz maceralardan biriydi. Galapagos Adalan, Ekvador Cumhuriyeti'nin yaklaşık 965 km batısında, ekvator çizgisi üzerinde bulunmaktadır. Bu sıcak ve kuru volkanik adalar, Antarktika'dan gelen ya da okyanusun derinlerinden yüzeye çıkan kuzey yönlü akıntıların getirdiği, şa­ şılacak serinlikteki sularla yıkanmaktadır. Adaların konumu ve okyanus koşullarına ek olarak, bölgenin kıtalardan uzak ve izo­ le oluşu, dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğiniz türle­ rin ve endemik canlıların benzersiz ve tek kelimeyle büyüleyi­ ci bir kombinasyonunu meydana getirmiştir. Bir bilim insanının bakış açısından, denizaslanları, kürklü foklar ve penguenler gibi soğuk su hayvanları yakınınızdan geçerken sıcak su mercanlan­ nı çalışmak, tuhaf bir şekilde merak uyandırıcıydı. Esas hedefimiz, 1 982/83 yılındaki El Nifio 'lardan önce çalı­ şılmış olan mercan resiflerini araştırarak, bu olayların etkilerini ve mercanların iyileşme süreçlerini gözlemlemekti. Ancak, dalış planlarımızı yaparken, meraklı ya da saldırgan olabilen denizas­ lanlannı göz önünde bulundurmayı ihmal etmiştik. Santa Cruz adası açıklarında yaptığımız dalışlar sırasında, hem dişi denizas94

lanlanyla hem de son derece oyuncu ve merakh yavrularıyla sık sık karşılaştık . Deniz altında kullandığımız araştırma gereçleri­ ni potansiyel oyuncaklar ya da yem zannetmişe benziyor ve ar­ kadaşça bir çekiştirme oyunu oynuyorlardı. Kabul etmeliyim ki, arazide yaşadığım diğer sorunlarla karşılaştırıldığında, bu o ka­ dar da kötü değildi. Ama dalış eşlikçiniz sizin önünüzde yüzer­ ken, görmediğiniz bir şey bir anda paletinizi ya da saçınızı çe­ kiştirmeye başladığında, bu durum biraz sinir bozucu olabiliyor. Bazen zihnimiz bilimsel sorumluluklarımızdan uzaklaşıp başka yerlere kayıyordu ve yakınımızdaki denizaslanlarının keyifli bir şekilde yakalamaca oynamalarını izliyorduk; dipten küçük bir kaya parçası alıyor, bunu suya atıyor ve dibe çökmeden önce onu yakalamaya çalışıyorlardı. Öte yandan, erkek denizaslanları tehlikeliydi; kısa bir süre ön­ ce, park korucularından birini bir denizaslanı ısırmış ve ciddi şe­ kilde yaralamıştı. İri ve güçlü cüsselerinin yanı sıra, çok büyük ve sivri dişlere de sahiptirler (tüm o balıklan yemekten dolayı ber­ bat kokan nefeslerinden bahsetmiyorum bile). Erkek denizaslan­ ları alan davranışı da gösterirler ve son derece saldırgan olabilir­ ler. Araştırma bölgelerinden birinde, pek mutlu olmayan erkek denizaslanlarından biri, bizi suyun dışına kadar kovalamıştı. Baş­ ka bir olayda ise, peşimizi bırakmayan meraklı köpekbalıklann­ dan kaçtık ve bir keresinde de, çiftleşmeleri sırasında kendimizi sürülerinin ortasında buluverdiğimiz yunuslar tarafından suyun dışına kadar kovalanmıştım. Konu arazi çalışmaları ve güvenlik olduğunda, sağduyu hakkında söylenecek çok şey var. Santa Cruz Adası'ndaki Charles Darwin Araştırma İstas­ yonu'ndan takımadalardaki diğer birkaç adaya yaptığımız bir araştırma gezisinde, çok daha ciddi güçlüklerle karşılaştık. O dönemde, Gal.ipagos'da turizm endüstrisi çok az gelişmişti ve bir bilim insanının parasının yeteceği kiralık teknelerin sayısı az­ dı. Bu nedenle Peter, ihtiyacımızı karşılamak üzere, kıt ama ye­ terli görünen bir yerel tekne kiraladı. Haftaya yakıt sızıntısıyla başladık; daha sonra fark ettiğimiz üzere, sızıntı nedeniyle teknedeki tüm sular içilemez hale gel95

mişti ve teknenin kendisi de kaygan, leş kokulu bir hal almıştı. Tekneyle sefere başladığımızda, yakıt kokusu ve sert deniz ne­ deniyle araştırma grubumuzun çoğunu fena halde deniz tuttu. Ben ve Josh içinse, yattığımız yerler teknenin pruvasında ve çı­ pa ile zinciri iğin hemen altında olduğu için, uyumak epey zor ol­ muştu. Teknenin her sıçrayışında, tam tepemizde kemiklerimi­ zi sarsan bir gümleme oluyordu. Soğuk suda tüm gün dalış yap­ tıktan sonra, içmek için yalnızca biramız ve iğrenç pembe gazo­ zum uz vardı . Sonradan anlaşıldığı üzere, tekne mürettebatının almayı ihmal ettiği tek şey içme suyu değildi. Birkaç gün son­ ra, her türlü erzaktan uzaktayken pirinç, spagetti ve birkaç çü­ rük patates dışında gemideki yiyecekler azalmaya başladı. İkin­ ci kaptanın balık tutma hünerleri veya bu hünerlerden tamamen yoksun oluşu, ilginç ama kesinlikle iştah kaçıran bir akşam ye­ meğiyle sonuçlandı: pirinçle karışık spagetti üzerinde müren ba­ lığı. İkinci kaptanın sandalcılık becerileri de balıkçılık becerile­ rine denkti. Dalış yaptığımız sırada neredeyse üzerimizden ge­ çiyordu, sürüklenme dalışımız sonrasında da bizi mahsur bırak­ tı ve tüm malzemelerimizle birlikte, tekneye doğru uzun bir geri yüzüş yapmak zorunda kaldık. Gezinin sonunda Darwin istasyonuna geri dönmüş olmaktan ötürü minnettardık, ama bir anda, Peter'in çantasının (içindeki pasaportu, parası, kamerası ve tüm verileriyle birlikte) gizemli bir şekilde ortadan kaybolduğunu fark ettik. Aşırı derecede heyecan­ lı ve gergindi; pasaportu, kamerası ya da parası yüzünden değil, kayıp dizüstü bilgisayarının içindeki yıllar ve yıllar değerindeki veriler yüzünden. Üstelik verilerini yedeklememişti. Sonraki gün, nasıl kaybolduğunu bir türlü anlayamaz halde, çılgın gibi çanta­ sını aradık. Tekneden yük boşaltırken düşürmüş olma ihtimalimi­ zi düşünerek, Josh ile birlikte teknenin etrafında dalış bile yap­ tık. Birkaç gün sonra, teknenin sahibinin baskılarına dayanama­ yan muhteşem ikinci kaptanımız, çantayı çaldığını itiraf etti. Der­ hal tutuklandı ve adalardan sürgün edileceğini duyduk. Çantayı sinsice, bizi dalışlar sonrasında tekneye geri götürmek için kullan­ dığı sandalın zemin tahtalarının altına atmıştı. Peter dizüstü bil96

gisayarına yeniden kavuştu ve hepimiz birkaç önemli ders aldık: bir tekne kiralamadan önce, tekneyi ve mürettebatını kontrol edin (eğer mümkünse), rıhtımı terk etmeden önce, depoladıkları erza­ ka bakın ve her zaman, ama her zaman verilerinizin yedeğini alın ve araziye çıkmadan önce güvenli bir yerde saklayın. Kiralık tekneyle karşılaştırıldığında, Darwin istasyonundaki seyir merkezimiz ve kalış yerlerimiz lüks sayılırdı. Josh ile bir­ likte iki yataklı küçük bir odamız, banyomuz, bir sandalımız ya da pangamız, dalış tüplerimiz ve hava doldurmak için kompre­ sörümüz vardı. Ne yazık ki, soğuk ve kükürt kokulu bir duş su­ yumuz ve bir sürü iri örümceğimiz de vardı. Geceleri odamızın tavanı iri ve tüylü örümceklerle tek kelimeyle kaplıydı; ama bi­ zi esas tedirgin eden şey, sabah uyandığımızda hiçbirinin orta­ da görünmemesiydi. Nereye gidiyorlardı? Kaldığımız yerden kı­ sa bir yürüyüş mesafesi uzaklıkta, bir kez de olsa gerçek bir lüks yaşadık: adadaki tek otelde yediğimiz, ev yapımı taze dondurma. Soğuk sulardaki o uzun günler boyunca en çok değer verdiği­ miz şeylerden biri, güneş duşuydu. Büyük ve kalın bir plastik tor­ bayı her sabah suyla doldurup, dalış yaptığımız süre boyunca ısın­ ması için güneşin altına asıyorduk. Bir gün, o kısa ama nefis sıcak­ lıktaki duşun hayaliyle, titreyerek kıyıya döndüğümüzde, son de­ rece can sıkıcı bir şekilde, güneş duşumuzun çalındığını fark ettik. Araştırma alanlarımızdan biri, Bartolome adlı küçük adanın biraz açığındaydı. Tesadüf eseri, eski bir yanardağın sırtına tu­ ristler için yapılmış olan bir tırmanma yolunu tamir etmek ama­ cıyla, Galapagos Ulusal Park Hizmetleri de oraya doğru gidiyor­ du. Bizi gemilerine davet ettiler. Gece boyunca sürecek olan ada yolculuğu için, park hizmetleri gemisindeki birkaç korucuya ka­ tıldık. Kaptan, az İngilizce bilen, gururlu ve kibar bir beyefendiy­ di. Bizim bir çift olduğumuzu düşünerek, son derece iyi niyetli bir şekilde, gece için bize gemideki en büyük yatağı teklif etti, ya­ ni kaptanın yatağını. Bir çift olmadığımız için biraz utandırıcı bir durumdu, ama geminin efendisinin onurunu kırmamak için yine de kabul ettik. Ertesi gün Bartolome'ye vardığımızda, yapacağı­ mız çalışmayı çok merak eden kaptan bizi servis botuyla kıyıya 97

bıraktı. Dar bir sahile indik, ama çalışma alanımız adanın öteki tarafında, kumlu ve sarp bir tepenin arkasındaydı. Josh ile birlik­ te dalgıç kıyafetlerimizi giydik, dalış tüplerimizi sırtımıza taktık ve ekipmanımızı taşıyarak, tepeye tırmanmaya başladık. En basit deyimiyle, kısa ama sıcak bir yürüyüştü. Tepeye ulaştığımızda, yanımızda kaptanla birlikte ilginç bir manzarayla karşı karşıyay­ dık. Aşağıda, çalışma yapmamız gereken küçük koy uzanıyordu, ama suda daireler çizerek yüzen Galapagos ve çekiçbaşlı köpek­ balıkları da vardı. Kaptan bunu epey eğlendirici buldu; bir kö­ pekbalıklarını bir de bizi, çılgın Amerikalıları gösteriyordu. Onu şaşırtan bir şekilde, vakit kaybetmeden tepenin diğeryanına doğ­ ru inmeye başladık ve suya girdik. Josh önden bayanlar diyor; ben ise bu araştırmanın ona ait olduğunu söyleyerek, önden onun gitmesi konusunda ısrar ediyordum. Su biraz bulanık ve karan­ lıktı, bu nedenle de tetikteydim. Köpekbalıkları uzakta durdular, çılgın Amerikalılar ile pek ilgilenmemişlerdi, ama Bartolome'deki maceramız daha yeni başlıyordu. Çalışmamızı tamamladıktan sonra, Darwin istasyonuna ait bir tekne bizi alacak ve Santa Cruz'a geri götürecekti. İşimizi biraz erken bitirmiştik ve tekneyi beklerken, park korucuları­ na yardım etmeye karar verdik. Tamirat çabaları, kumlu yanar­ dağdan bayır yukarı ağır çimento çuvallarının, büyük su kova­ larının ve ağır kütüklerin taşınmasını gerektiriyordu. Çelimsiz Amerikalılar gibi görünmek istemediğimiz için elimizden geldi­ ğince onların taşıdığı miktarda yükü sırtlanarak taşıma işine ko­ yulduk. Hava sıcak ve eğim de sarptı, gevşek kum zemin de yu­ karıya doğru attığımız her adımda biraz geriye kaymamıza ne­ den oluyordu. Bizi Santa Cruz'a götürecek olan küçük tekne­ miz geldiğinde, pek minnettar ve tamamen pestil gibi olmuştuk. Laboratuvara geri dönüşte, tekneyle uzun bir yolculuk yap­ tık ve kaptan bize, alınacak mesafe ve dalgalı deniz hesaba ka­ tıldığında, çıpanın ve halatın durduğu çok küçük pruva kom­ partımanında yolculuk yapmamız gerekebileceğini söyledi. Şaka yaptığını sandık. Ama yapmıyordu. Josh ile birlikte emekleye­ rek kompartımana girdik ve başımızı teknenin gövdesine daya98

yarak, çıpanın yan tarafına kıvrıldık. Uzun bir geri dönüş yolcu­ luğu için son derece rahatsız bir pozisyondu, özellikle tekne her dalgayla birlikte zıplarken, ama buna rağmen her ikimiz de kısa süre içinde uyuyakaldık, bitkindik. Yine de, Santa Cruz'a vardı­ ğımızda, biraz başım ağrıyordu. Araştırmalarda karşılaşılan engeller bazen fiziksel oldukları kadar zihinseldir de. Galapagos'dayken araştırmanın yolunda gitmediği ve motivasyon bulmakta zorlandığımız zamanlar oldu. Konfordan uzaktık ve bir şeylerin yapılmasını sağlamak da ge­ nellikle zordu. Tamiratlar için çöpçülük ederek malzeme ya da gereç bulmak gerekiyordu ve o dönemde istasyonun dışındaki herhangi biriyle iletişim kurma şansımız yoktu. Bu deneyim zor, ücra ve toplamda muhteşemdi; tabii ki, bu tip deneyimler genel­ likle iyi tarafları ile anılır. O zamandan bu yana, Galapagos'a birkaç kez daha gittim. Artık kısa pistin üzerindeki kulübenin yerinde bir havaalanı, as­ faltlanmış yollar, birden fazla otel, turistler için çok sayıda tek­ ne ve hatta bir de seyahat gemisi var. Bölgedeki yaban hayatı ve volkanik manzara hala dünyanın en görülmeye değer örnek­ lerinden; ancak, çoğalan popülasyon nedeniyle sorunlar da art­ maya başladı. Özellikle aşırı avcılık, ıstakoz ve denizhıyarı po­ pülasyonlarında önemli ölçüde azalışa neden oldu ve bölgedeki diğer dalyanları da tehdit ediyor. Ne yazık ki, yaşamlarını ida­ me ettirebilmek için başka seçenekleri çok az olan yerel balıkçı­ lar, yakaladıklarını ihraç etmeye başladılar, çoğu zaman da ya­ sadışı yollardan. Umarım sağduyulu turizmden sağlanan kar ye­ rel halkla paylaşılır ve daha iyi devlet politikalarının da yürürlü­ ğe sokulmasıyla birlikte, bu eşi benzeri olmayan, büyüleyici ye­ rin korunmasına yardımcı olur. Peter ve Josh (artık Dr. Feingold) 1 982/83 yıllarında yaşa­ nan El Nüio'ların neden olduğu ısınmanın, Galapagos'daki mev­ cut mercanların yüzde 95'ini öldürerek, mercanları harap ettiği­ ni buldular. Bununla birlikte, 1 990'ların başlarında, bölgedeki mercanlar yavaş da olsa kendilerini yeniden toparlamaya başla­ dı. Bu mercanlar çok soğuk suya alışkındır ve güçlü El Nifio'lar 99

döneminde Pasifik'in doğusunda olduğu gibi, okyanusta görü­ len birkaç derecelik bir sıcaklık artışı bile onları öldürmeye ye­ terlidir. Maalesef, bu gerçek, küresel ısınmanın dünyanın dört bir yanındaki mercanlar üzerinde nasıl bir etkisi olacağının da habercisi. 1 982/83 yıllarında yaşanan El Nino'lar aynı zamanda, okyanus üzerine çalışmalar yapan bilim insanları için de önemli bir dönüm noktası oldu. El Nifio'ların deniz dünyası üzerindeki gerçek darbelerini ve önemli etkilerini su yüzüne çıkararak, bir­ çok bilim insanının bu fenomen üzerinde çalışmaya başlamasına neden oldu. Artık biliyoruz ki, fiziksel denizbilim, biyoloji ve je­ oloji, kıyı klimatolojisi ve iklimbilimi gibi araştırma alanları için El Nino'lar, hem denizlerde hem de gezegenin kendisi üzerinde görülen değişimlere önemli bir etken.

İçimizdeki Düşman Bir kaptanın bakış açısından, Phil Sacks bilim insanlarının ba­ zen hem kendi kendilerine engeller hem de başkalarına güçlükler çıkarabildiklerini söylüyor. Nikaragua kıyılarından açıkta, başı­ boş birkaç balıkçıya rastladıkları bir eğitim/araştırma yolculuğu­ nu çok iyi hatırhyor. Bu olay sırasında, gerçek bir korsanlık po­ tansiyelinden endişe duyduğu için destek çalışmalarına gözcülük etmiş ve herkesin güvenliğiyle ilgilenmiş; ama gemideki bilimsel başuzman, şaşırtıcı bir şekilde, yakındaki bir alanda yapılan dip örnekleme çalışmalarına devam edilmesi için ona baskı yapmış. Antarktika'nın uç koşullarında çalışırken, bilim özellikle zor ve tehlikeli olabilir. Phil, Antarktika'da yapılan bir yolculuk sıra­ sında gemide bulunan bilim insanlarının üç ton ağırlığında, alg­ ler tarafından istilaya uğramış bir buzul kütlesini almak istedikle­ rini hatırlıyor. Bu bloktaki algleri çıkararak, gemide yapılan de­ neyler için kullanılan ıslak laboratuvarda bulunan krillere yedir­ meyi planlıyorlarmış. Ancak, böylesine büyük bir buz kütlesinin karanlıkta, kopmuş buzul parçalarından oluşan bir akıntının or­ ta yerinde, dondurucu Antarktika kışında almayı planlamak, ta­ bii ki bunu yapmaktan daha kolay. Nihayetinde, kocaman buzul parçasını gemiye almayı başarmışlar; ama deney sonuçsuz kal1 00

mış, çünkü krillerin hepsi yine de ölmüş. Antarktika'daki bir baş­ ka yolculuk esnasında, büyük denizler yüzünden bir türlü kıyı­ daki bir istasyona çıkamamışlar ve neredeyse tüm bir arazi sezo­ nunu iptal etmek zorunda kalmışlar. Phil, karaya çıkabilmeyi ye­ niden denemek için plan yaptıkları sırada, gemideki araştırmacı­ lara kritik önem taşımayan tüm malzemelerin boşaltılmasını söy­ lemiş. Sonunda kıyıya vardıklarında, Phil öfkeden renk değiş­ tirmiş, çünkü bir sürü yaşamın risk altında oluşu söz konusuy­ muş ve "geride bırakılan kritik malzemelerin yüzde 25'inin alkol­ lü içkiler olduğunu" keşfetmiş. "Alabora olmuş bir gemi, özellikle de Antarktika sularmdayken, koruyucu tulum giyiliyor olsa bile ölüm anlamına gelir, " diyor. Arazide her zaman en büyük öncelik güvenliğe verilmelidir, bilimsel ya da kişisel konforlar pahasına bile olsa. Fakat veri toplama işine dalındığında ya da deneyim ve alışkanlık nedeniyle bir rahatlık yaşandığında, güvenlik ve hatta sağduyu bazen kolayca ihmal edilebilir.

Hatalar Yapılabilir 1 985 yılında Miami'de yüksek lisansa başladığımda, öğrenci­ lerin çoğundan daha fazla arazi deneyimine sahiptim, ama ger­ çekte daha öğrenmem gereken çok şey vardı. Yüksek lisans te­ zim için yaptığım arazi çalışmaları sırasında yaşadığım iki olay, yapılmaması gereken şeylere güzel birer örnek. Bir defasında, arazide geçirilecek bir gün için gereken kap­ samlı hazırlıkların tümüyle uğraştıktan sonra, o günkü eşlikçim­ le birlikte Miami'den Florida Keys'e doğru, küçük bir tekneyi çekerek gidiyorduk. O gün yanımda uzman bir tekne tamirci­ si, sürücü ve çok yönlü bir arazi rehberi bulunduğu için, kendi­ mi çok şanslı hissediyordum. Ancak, Keys'deki tekne rampasına vardığımızda her şeyin o kadar tozpembe olmadığı ortaya çıktı; arazi rehberim önemli bir ekipmanı unutmuştu: teknenin anah­

tarını. Yine de, her şeyin bitmediği, çünkü düz kontak yapabile­ ceği konusunda bana güvence verdi. Bu, çok beceriklice olmasa da, mantıklı bir çözüm gibi gelmişti. Tekneyi çalıştırmayı başardı ve çalışma alanıma doğru sürerek, kıyıdan birkaç mil uzaklaştık. 101

Sonrasında bir sorunun varlığını keşfettik: bir tekneye düz kon­ tak yapıldığında, hareket halindeyken bile akü boşalır. Ne yazık

ki, artık kıyıdan iyice uzaklaşmış olduğumuz bir noktada, motor bir kez durdurulduğunda yeniden çalıştıramadık. Ayrıca, tekne­ nin telsizi akü gücüyle çalıştığından, onu da kullanamıyorduk. Florida Keys'de durgun ve güneşli bir yaz gününün buharlaş­ tırıcı sıcaklığına katlanmaya çalışırken, başka bir teknenin yakı­ nımızdan geçmesini beklemekten başka çaremiz yoktu. Maale­ sef çalışma arkadaşım, denizde en dingin koşullarda bile mide­ si bulanmasına rağmen yaşamını denizden kazanan, o mazoşist ruhlardan biriydi. O noktada hissettiğim tüm öfke, onun ıstıra­ bına karşı duyduğum bir empatiye dönüştü. En sonunda, yakını­ mızdan geçen bir balıkçının dikkatini çektik. Gerçi telsizi yoktu ve teknesi de bizimkinden küçüktü. Akümüzü aktarma kablosu yardımıyla çalıştırma denemesi başarısızlığa uğradıktan sonra, bizi kıyıya çekmesini rica ettik. Bu ricamızı ancak 50 dolar ve bir çıpa karşılığı pazarlık yaptıktan sonra kabul etti; arazi çalışmala­ rında rüşvet vermeniz gerekebilir. Çekme halatını bağladığımız anda, kıyıya doğru motoru çalıştırdı. Teknesini dosdoğru bir re­ sifin üzerine sürerken, biz de korku içinde onu izliyorduk. Onun küçük teknesi sığ resifin üzerinden kolayca geçebilirdi, ama bi­ zim durumuz biraz kuşkuluydu. Bağırdık, bir aşağı bir yukarı zıpladık, bir sürü kol salladık, ama bir faydası yoktu. Daha son­ ra, teknenin kıç tarafını ve pervanesini sudan mümkün olduğun­ ca yukarıya yükseltmeyi umarak, denge ağırlığı gibi davranma üzere, teknenin pruvasının en ucuna doğru koştuk. Tekne resife yaklaşırken bir zikzak çizdi, biz de o esnada pruvada çömelmiş ve korku içinde büzülmüştük. Bir şekilde, mercana çarpmadan üzerinden geçmeyi başardık ve nihayetinde de kıyıya ulaştık. O günden sonra, eğer çalışma benim arazi çalışmamsa, ne kadar küçük olursa olsun kritik önem taşıyan her malzemeyi tek tek kontrol etme sorumluluğunu alacağıma yemin ettim. Aynı proje için çıktığımız bir başka arazi gezisinde, farklı ve potansiyel olarak daha tehlikeli bir hatanın sonuçlarına katlan­ mak zorunda kaldım. Aslında bu, şimdiye dek arazide yaşadı1 02

ğım en korkutucu deneyimlerden biriydi ve nedeni köpekbalık­ ları, fırtınalar ya da tekne arızaları değildi, yaşananlar kendi ka­ yıtsızlığımın bir sonucuydu. Daha önce açıkladığım gibi, yük­ sek lisans tezim için Florida'nın resif hattının açıklarındaki de­ rin sularda araştırmalar yapıyordum. Projenin bir parçası ola­ rak, gerektiği ve mümkün olduğu kadar çok tüplü dalış yaptım. Bölgedeki su derinliğinin genellikle 30 m ya da daha fazla olu­ şu, araştırmayı daha da zorlaştırıyordu; çünkü her gün dipte sı­ nırlı bir süre kalabiliyorduk. Deniz tabanında gözlem yapmaya ve örnek toplamaya ek olarak, bir büyüme

oranı

deneyi yapma­

ya karar verdim. Bana yardımcı olmaları için, Miami Üniversi­ tesi'ndeki birkaç uzman dalgıçtan destek istedim. Aklımdaki fi­ kir, deniz tabanına küçük ve boyalı kireçtaşı blokları koymak ve bunları birkaç ay sonra toplayarak, kabuk bağlayan organizma­ ların büyüme oranını saptayabilmek.ti. Deneyi kurmak üzere dalış yapacağımız gün, yüzeyde kuzeye doğru akan sert bir akıntı vardı, muhtemelen Körfez Akıntısı'nın bir kıvrımıydı. Önceki deneyimlerimize dayanarak, dipte akıntı­ nın minimal olacağına kanaat getirdik. Dalışımızın sonunda ya­ pacağımız dekompresyon beklemesi sırasında gerekirse kullan­ mak üzere, teknenin dış kısmına birkaç dalış tüpü astık. Daha sonra, üç kişi takımlarımızı giyindik ve suya girdik, bir kişi de güvenlik için teknede kaldı. Yüzeyde, malzemeleri taşıyarak ve akıntıya karşı koyarak çı­ pa halatına kadar kısa bir mesafe yüzdük. Sonrasındaysa, dibe inebilmek için kendimizi çıpa halatı üzerinde kelimenin tam an­ lamıyla ellerimizle aşağıya çekmemiz gerekti. Deniz tabanı biraz bulanıktı, ama tam da tahmin ettiğimiz gibi akıntı çok azdı. He­ pimiz de oldukça deneyimli dalgıçlardık ve görevlerimizi yerine getirmeye koyulduk. Zayıf görüş alanı içinde çalışma arkadaşla­ rımı kısa bir süreliğine gözden kaybettim, ama yakınımda çalı­ şıyor olduklarını biliyordum. İşte bir numaralı hata. Daha son­ ra, hoş olmayan bir sürprizle karşılaştım: regülatörümden ge­ len hava aniden yoğunlaşmaya başladı. Bunun ne anlama geldi­ ğini gayet iyi bildiğimden, hemen basınç göstergemi kontrol et1 03

tim. Özünde, havam bitmek üzereydi. Dalış yaptığım tüm bu yıl­ lar boyunca, bu hiç başıma gelmemişti. Yukarı çıktığımda daima tüpümde herkesten daha fazla hava kalmış olurdu ve göstergele­ rimi düzenli olarak kontrol ederdim . Akıntıyla boğuşmaktan mı, bir sızıntıdan mı, yoksa baştan yeterli doldurulmamış olduğun­ dan mıydı bilmiyorum, ama kendimi bir anda, yüzeyin 33 m al­ tında havasız kalmışken buldum. Daha da kötüsü, dalış arkadaş­ larım çalışmaya dalmışlardı ve görünürde yoktular. Bu nedenle de onlara başımın dertte olduğunu ya da nefes almak için onların tüplerine ihtiyaç duyduğumu anlatmak için sinyal gönderemi­ yordum. O noktada, tankın içindeki son hava kalıntılarını kul­ lanıyordum ve çok hızlı şekilde derin nefes almamak için fizik­ sel olarak çabalıyordum. Tek seçeneğim, yüzeye acil durum çıkı­ şı yapmaktı. Mümkün olduğunca yavaş yükselmenin çok önem­ li olduğunu biliyordum; her ikisi de ciddi rahatsızlıklar ya da ölümle sonuçlanabilecek olan vurgun ya da daha kötüsü, hava embolisini (daha fazlası bir sonraki bölümde) önleyebilmek için yol boyunca sürekli nefes vermeliydim. Yapmak zorunda kaldı­ ğım en zor şeylerden biriydi, hem zihinsel hem de fiziksel açı­ dan. Daha da kötüsü, yüzeye yaklaştığımda, tekneden sarkan yedek tüpleri görebiliyordum; ama iyi bir yüzücü olmama rağ­ men, güçlü akıntı yüzünden onlara ulaşamıyordum. Yüzeye ulaşabildiğimde, çok derin birkaç nefes aldım ve güç­ lü akıntı beni kuzeye doğru sürüklerken, teknedeki arkadaşımı­ za bağırdım. Ne yazık ki, daha en az on dakika geri gelmemi­ zi ummuyordu bu yüzden beni ne gördü ne de duydu. Sakin­ leşmeye ve yavaş nefes almaya çalışarak, çalışma arkadaşları­ mın bu kötü durumumu fark etmelerini bekledim. Şansıma, eki­ bimin deneyimi sayesinde, birkaç dakika sonra diğer dalgıçlar da yüzeye çıktılar ve tekne bana doğru gelmek üzere motorunu çalıştırdı. Kısa süre sonra, çekilerek denizden çıkarılmıştım ve son derece minnettardım. Hızlı çıkışımın sonuçlarından korktu­ ğum için, tekneye çıkar çıkmaz, acil durumlar için teknede bu­ lundurduğumuz bir şişeden içime oksijen çektim (oksijen, dal­ gıçların sistemindeki fazladan gazları temizler) . O gün şanslıy1 04

dım ve olaydan ötürü hiçbir zarar görmedim. O gün bu gündür, gerek dalış öncesi gerek dalış sonrası hava ikmalim konusunda asla kontrolü elden bırakmadım. Çalışma arkadaşlarımdan biri­ nin söylediği gibi, bir dizi küçük hata katlanarak ciddi bir soru­ na ya da bir felakete yol açabilir. Bu arada, büyüme oranı dene­ yim de kayboldu. O zamanlar, deney alanını kurduğumuz yerin kesin yüzey koordinatlarını alabilmek için GPS 'imiz yoktu. De­ ney yerini sualtı şamandıralarıyla işaretlemiştik (araştırma ya da ekipman için yer belirleyici olarak kullanılan yüzey şamandıra­ ları genellikle çalınır ya da kaybolur), ama yüzeye dair yalnızca yaklaşık bir konum verisi kaydedebildiğimiz, suyun çok derin ve zamanımızın çok kısıtlı oluşu, deniz tabanının düz ve akılda kalır hiçbir yüzey şekline ya da özelliğine sahip olmayışı gibi neden­ lerden ötürü deney yerini tekrar bulamadık. Araştırmam için, bilimsel literatürde önerilen büyüme oranlarını kullandım, ama o deneyin yerini bulabilmeyi şimdi bile hala isterim çünkü iyi bir şarap gibi veriler de yıllanır ve yıllandıkça güzelleşir.

Döne Döne ve Çamurlu Deniz jeologu Denny Hubbard (artık Oberlin Üniversi­ tesi'nde) 1 980'lerin ortalarında, arazi ıslahı ve inşaat çalışmaları­ nın, ABD Virjin Adaları'nın St. John bölgesinde bulunan mer­ can resif:l.eri üzerindeki etkilerini araştırıyordu. Denny araştır­ masının bir parçası olarak, ıslah çalışmaları esnasında açığa çı­ kan çökeltilerin civardaki resiflerde stres yaratıp yaratmadığını saptamak amacıyla, mercan iskeletlerindeki bantlaşmayı incele­ di. Resif mercanları her yıl, ağaçların yıllık yaş halkalarına ben­ zer şekilde, tipik olarak iki iskelet bandı oluştururlar; bunlardan biri ağır ya da yoğun, diğeri ise hafif ya da daha az yoğundur. Bir mercan iskeletinden alınan karotun ince kesitine ait X-ışını görüntüsünü kullanarak bu bantları inceleyen bilim insanla­ rı, mercanın yaşını hesaplayabilir ve çevresel stresin gösterge­ si olan şekilsel bozuklukları inceleyebilirler. Bazı iskelet bantları ayrıca siyah ışık altında ışıma yapar, bu da iskeletin içine yüksek miktarda organik madde katılmış olduğunun göstergesidir. Bu 1 05

durum, fırtınalar sırasında yüzey akışında görülen artışın ya da inşaat etkinlikleri nedeniyle açığa çıkan toprak veya çökeltile­ rin bir sonucu olarak ortaya çıkabilir. Bilim insanları, geçmişte­ ki okyanus sıcaklıklarını ya da tuzluluk oranlarını hesaplayabil­ mek için, iskelet bantlarının izotop kimyasını da inceleyebilirler. St. John'da yapılan mercan karotları sondajı için, ben de Denny'e katılmıştım. O zamanlar bunu yapmakta kullanılan teknoloji nispeten yeni ve ilkeldi, ayrıca bizi tork adı verilen bir kuvvetle mücadele etmek zorunda bırakmıştı. Sondaj aleti, ucunda kesici bir bölüm olan büyük, silindirik ve çelik bir ka­ rotiyerden meydana geliyordu. Yukarımızdaki teknede bulu­ nan bir motorla çalıştırılıyordu ve karotiyerin tepesindeki yatay çubuğun üzerinde bulunan bir valfla kontrol ediliyordu . Sorun şuydu: karotiyer ve sondaj parçası dönerek mercanın içine doğ­ ru girerken tork nedeniyle yatay kontrol çubuğunu ve onu tutan dalgıçları da döndürüyordu. Bu dönüş hareketine karşı koyabil­ mek için suyun altında saatlerce palet çırptık ya da resifi koruya­ bilmek için kendimizi sondaj aletiyle arasına sıkıştırdık. Denny, bu olaydan birkaç yıl sonra Porto Riko'da sondaj yaparlarken akıllandıklarını ve tork kuvvetiyle mücadele edebilmek için dal­ gıçların 6 metre kadar uzaktaki uygun bir ölü resife bağladıkları bir parça halat kullandıklarını söylüyor. Bu şekilde her şey kula­ ğa çok basit geliyor. Ancak, St. John'dayken günlerce su altında sondaj yapmak bizi çok yormuştu ve ellerimiz kalıcı olarak son­ daj aletinin tutma yerinin şeklini almış gibiydi. Ayrıca, sondaj yaptığımız büyük mercanlar, bize tepki olarak bol miktarda mu­ kusla karşılık vermişti. Bu sümüksü maddeyi normalde, Üzer­ lerine çöken sediman ve diğer parçacıklı maddeleri uzaklaştır­ mak için salgılarlar. Bir diğer deyişle, mercan bizi güzelce çamu­ ra bulamıştı. Sondaj sonrasında, çıkardığımız karotun mercan­ da bıraktığı delikleri sualtı çimentosuyla dolduruyorduk; böyle­ ce mercanın yüzeyde yeniden büyüyebilmesine yardım ediyor ve karot alımından kaynaklanan daha fazla hasarın önüne geçe­ bilmiş oluyorduk. Tüm bu güçlükler göz önüne alındığında, ara­ zide geçirdiğimiz bir haftanın sonunda, çıkarmayı başardığımız 106

karotlar emeğimizin zor kazanılmış meyveleri, en değerli varlık­ larımız oluyordu. Denny ile birlikte yaptığımız yağmalamadan bu yana, suyun içinde mercan sondajı için kullanılan teknikler epey gelişti. Mer­ can iskeletleri de araştırmalar açısından son derece verimli oldu; Pasif'ık'te yaşanan El Nüio'ların ve Florida Keys'te geçmişte ya­ şanan kasırgaların yüzlerce yıl öncesine dayanan geçmişleri hak­ kında bilgiler vermenin yanında, iklim değişikliğini deşifre etmek için kullanışlı bir yol sağladı. Denny'nin St. John'daki araştırma­ sına gelince, sonuçlar ikna edici değildi. Karşılaştırma için kulla­ nabileceği kusursuz kara kullanımı kayıtlarına sahipti, ama iske­ let bantlaşmalarından elde ettiği veriler bunlarla çok az ilişki gös­ teriyordu ve büyüme oranlarında beklenmeyen bir çeşitlilik var­ dı, tek bir alanın kendi içinde bile. Denny, mercan iskeletlerinde­ ki bantlaşmanın, diğer analizlerle bağlantılı olarak bir takvim gibi kullanmanın dışında hiçbir işe yaramayacağı konusunda ihtiyatlı bir yaklaşım sergiledi. Bu deneyimimiz, arazide ya da genel ola­ rak bilimde neyle karşılaşılabileceği konusuna bir örnek. Zahmet verici çabalar az sayıda değerli örnekle son bulabilir ya da bazen sonuçlar başarıya ulaşmaz, ama bu da işin bir parçasıdır; böyle uğraşlar başarılı olduğundaysa, son derece tatminkardır. Arazide karşılaşılan güçlükler sonsuz çeşitliliğe sahip ve do­ ğada bitmez tükenmez gibi görünebilir. Ancak, deneyim kazan­ dıkça, denizde çıkabilecek sorunları önceden kestirmek ve çöz­ mek konusunda daha başarılı bir hale geliriz. Nelerin üstesinden gelinebileceğini ve zor koşullar altında bile kişisel olarak neler başarabileceğimizi öğreniriz. Başarının bize gülümsediği günler ise büyük bir tatmin, kişisel ödül ve bazen de gerçekten kalite­ li bilimle doludur. Arazide sıkça karşımıza çıkabilen sorunları ve zorlukları göz önüne aldığınızda, okyanus üzerine kariyer yapmaya değip değ­ meyeceğini kendi kendinize sorabilirsiniz. Meslektaşlarımın ço­ ğu adına da konuştuğumu düşünüyorum, cevap kocaman bir EVET ! Seçtiğimiz mesleği ya da yaşadığımız maceraları hiçbir şeye değişmezdik. Deneyimlerimiz ve bize öğrettikleri, katlan1 07

mak zorunda kaldığımız her türlü rahatsız ve can sıkıcı olaya fazlasıyla ağır basıyor. O harika, keşifle dolu ya da bilimsel ay­ dınlanmaların yaşandığı anlar geldiğindeyse, karşı karşıya kal­ dığımız tüm engeller, yaşadığımız zorluklar uçup gidiyor ve biz­ ler için yalnızca eğlenceli kokteyl öyküleri haline geliyor. Arazi­ ye çıkmak kolay değil, gerçi hayatta çok az şey kolay. Ama hem kişisel olarak hem de deniz hakkında edindiğimiz paha biçilemez bilgiler açısından, kesinlikle tüm bunları yaşamaya değer.

1 08

VI. Bölüm

Denizin Altında Yaşamak ve Çalışmak

razideyken, daima yetersiz olan bir şey vardır: Zaman ! Bilim insanlarının en çok istediği ve ihtiyaç duyduğu ey zamandır. Gözlem ve deney yapmak ya da örnek toplamak için zaman gerekir, ama denizin üstünde ya da dalga­ ların altında daha uzun zamana sahip olabilmek hem zor hem de masraflıdır. Sonuçta bizler, hava soluyan ve karada yaşayan canlılar olarak, okyanusların ıslak dünyasına girebilmek için teknolojiye bel bağlarız. Bununla beraber, arazide ne kadar faz­ la zaman geçirirsek, o kadar çok şey öğreniriz. Suyun altında da­ ha uzun zaman geçirmeyi ya da derin denizlere erişmeyi gerek­ tiren projelerde bu özellikle zordur. Teksas, San Antonio'daki Trinit_y Üniversitesi'nden deniz ar­ keologu Nicolle Hirschfeld zaman problemini çok iyi anlıyor. Türkiye'nin batı kıyılarının açıklarında yatan 3000 yıllık bir gemi enkazını araştırmak ve çıkarmak, kendisi dahil uzmanlardan olu1 09

şan uluslararası bir ekibin 1 1 uzun yılını aldı. Enkaz uzak bir yer­ de ve 45 m gibi nispeten derindeydi. Dalgıçların kısa bir dalış sezo­ nu içinde, sınırh bir dalış süreleri vardı. Bunun dışında, devasa su­ altı kum birikintileri ve büyük dikkat gerektiren bir iş ile karşı kar­ şıyaydılar. Eserler açığa çıkarıldıktan sonra tanımlanmalı, çizimle­ ri yapılmalı ve fotoğrafları çekilmeliydi, çıkarılmadan önce de has­ sas bir şekilde konumları belirlenmeliydi. Birçok nesne betonlaşa­ rak deniz tabanına yapışmıştı ve Nicolle tarafından belirtildiği gibi "onları kazıyarak çıkarmak, hem sabır ve titremeyen eller hem de binlerce hassas çekiç darbesi gerektiriyordu". Dalgıçlar aynca, en­ kazdan etrafa saçılmış olan ve deniz tabanında dağınık yatan nes­ nelerin yerlerini çizime dökebilmek için de saatler harcadılar. Ekibin kararhlığı ve gemi enkazı için yıllarca verilen emek, ün­ lü Mısır firavunu Tutankamon'un devri olan MÖ 1 300'lere denk gelen tarihlerde bölgede deniz kökenli ticaret yapıldığına dair ye­ ni bir pencere açarak karşılığını verdi. Geminin yükleri arasında, çoğu Kıbrıs adasından çıkarılmış olan on ton bakır külçe de var­ dı. Aynca, lüks eşyaların yapımı için kullanılan cam külçeler, f'ıl ve su aygırı dişleri, egzotik keresteler ve devekuşu yumurtası ka­ bukları gibi hammaddeler ile kalay da bulundu. Bir zamanlar şa­ rap, zeytin ve parfüm ya da tütsü yapımında kullanılan reçineleri barındıran, yaklaşık 400 küp keşfedildi. Ayrıca aralarında altın, gümüş ve amberden yapılmış mücevherlerin de bulunduğu de­ ğerli malların yanında, sofra gereçleri ve cam boncuklar gibi da­ ha sıradan nesneler de vardı. Nicolle, hem enkaz hem de ondan geriye kalan gizemlerle ilgili çok tutkulu: "Geminin taşıdığı esas yükü ve kişisel eşyaları birbirlerinden ayırmak her zaman kolay değil. Üstelik geminin rotası, gemide kimlerin bulunduğu ve yol­ culuğun amacı gibi temel sorular da cevaplanmış değil". Sualtındayken zaman, özellikle bilim insanları için çok değerli­ dir. Bunca yıl tüplü dalışla arazi çalışmaları yaptım, zaman ve ha­

va konusunda endişelerim oldu; ama bunların arasında, hepsinden ayn tuttuğum bir deneyim var: sualtında yaşamak. Bir sualtı araş­ tırma laboratuvarında ya da ortamında yaşamak çoğu dalgıcın ha­ yallerini süsleyen bir özgürlük sağlar. Denizin 14 m dibinde yaşar1 10

ken, ar�tırmacılar 14-30 m arasına 6 ila 9 saat arası dalabilirler. Ve bu fırsatlar y�ama ortamının pencerelerinden dışarıyı görme imkanıyla birleşince, sualtında y�amak okyanus ve canlılarının benzersiz görüntüsüne 7/24 erişebilmenizi sağlar. Belirli bir yerde durabilen, �ınabilir özellikte bir sualtı evi gibi bir ortamın içinde bulunmak, bir akvaryumda olmaya benzetilebilir, fakat bu akvar­ yumda balıklar dışarıda özgür, insanlar içeride kısılıp kalmış; yani bir çeşit insan akvaryumu. Gerçi insanlar belirli aralıklarla dalma­ ya giderek kaçma şansına sahip, bu nedenle de

tam

anlamıyla bir

esaret sayılmaz; ama klostrofobiye yatkın kişiler buna itiraz ede­ bilirler. Benim için sualtındaki bir y�am ortamında kalmak, artık deniz dünyasının geçici bir ziyaretçisi olmadığım anlamına geliyor; oraya ait canlıların arasında ve onların içinde y�ıyorum. Florida'nın Key Largo bölgesinden yakl�ık dört mil uzakta­ ki denizaltı y�ama ortamı Aquarius'da şimdiye dek iki kez kal­ dım. Sualtında y�adığım sırada edindiğim birçok deneyim, be­ nim için kalıcı birer anı oldu. Örneğin, Aquarius ve yakınında­ ki mercan resifinde bulunan çalışma alanımıza her gün yaptığı­ mız gidiş gelişler. Bacaklarımızdan ve paletlerimizden güç ala­ rak, bize artık sıklıkla seyahat edilen bir çevre yolunun etrafın­ daki tanıdık binalar gibi gelen mercan oluşumlarının yanından geçiyorduk. Büyük bir fıçı süngerinin yakınlarında oyalanan bir çift kelebek bahğı görmeye ve belirli bir delikte yuvalamış olan büyük bir müren bahğını izlemeye ahşmıştım. Koşullar değişti­ ğinde, resif canlılarının tepki verişini gördüm. Akşamüstü ilerle­ yen saatlerde gün ışığı azaldığında balıklar fark edilir şekilde re­ sife daha yakın yüzmeye b�hyorlar, kısa süre sonra da gece bo­ yunca sığınmak için çatlaklar ve açıklıklar aramaya b�lıyorlar­ dı. Açık denizler dipte kabarmalar ve dalgalanmalar yarattığında da, okyanusun akıntısından korunmak isteyen balıklar yine resi­ fin çatlaklarını kullanıyorlardı. Y�am ortamının ışıkları altında, bir ıskarmozun gece yarısı atıştırmahğı avlayışına bile şahit ol­ dum (lezzetli bir kırmızı mürekkep balığı) . Ağzına girmiş bir olta ile misinaya dolanmış bir ıskarmozu gözetleme penceresinin ya­ kınında yorgun bir şekilde yüzmeye çahşırken gördüğümüzde ise 111

yardım gönderdik. Su üstü ekibinin bir üyesi daldı ve ıskarmoz şaşırtıcı derecede sabit bir şekilde dururken, misinanın çoğunu çıkardı. Görevin geri kalanı boyunca, aynı ıskarmoz sanki teşek­ kür etmek için sık sık yakınımıza geldi. Bir dalgıç ve deniz hak­ kında sonsuz meraklı biri olarak, sualtında yaşamanın sağladığı eşsiz perspektiften keyif alıyorum. Bilim insanları olarak meslek­ taşlarım ve ben, eğer su üstünden dalıyor olsaydık haftalar alacak bir işi çok daha kısa sürede başardık. Sualtında yaşamanın bilim için sağladığı güzellik ve avantaj zaman kazandırması.

Basınç Problemi Okyanusu çalışan bilim insanları için, tüplü dalışın gelişimi devrimseldir. Bu sayede ilk kez deniz canlıları arasında daha uzun süreli yüzebilir ve ilk elden okyanusu görebilir hale gel­ mişlerdir. Buna rağmen, tüplü dalışın da sınırları var. Esas so­ run basınç. Yüzeydeyken, atmosferdeki havanın ağırlığından kaynaklanan basınç miktarı bir atmosferdir. Okyanusun derin­ liklerindeyken, suyun ağırlığı ile bu basınç daha da artar. Her 33 fit ( 1 0 m) inildiğinde, basınç da bir atmosfer artar. Diğer bir de­ ğişle, okyanusun 33 fit altında basınç yüzeydekinin iki katı, 66 fit (20 m) altında üç mislidir ve bu şekilde artarak devam eder. Çoğu yerde derinliğin ortalama 1 2 . 000 fit (3650 m) olduğu ve Pasifik'te ise 35.000 fitin ( 1 0.900 m) üzerine çıktığı okyanusta basınç muazzamdır. Okyanusun derin deniz alemlerini çalışan bilim insanları için bu aşırı basınçlar, özel tasarlanmış milyon­ larca dolarlık sualtı araçlarının ya da ROV'ların kullanımını zo­ runlu kılar. Ama nispeten sığ olan sularda bile, basınç potansiyel olarak tehlikeli, hatta ölümcüldür. Dalış tüpünden hava soludukça ve daha derine indikçe, artan basınç nedeniyle kanımızda daha fazla gazın çözünür. Yüzeyde­ ki daha düşük basınca dönmeden önce bu aşırı gazdan kurtul­ mamız gerekir, yoksa ciddi sonuçlarla karşı karşıya kalırız. Ku­ tudaki bir gazlı içeceği ya da bir şişe kaliteli şampanyayı düşü­ nün. Her ikisi de kapalıyken, içerideki görece yüksek basınç, fazladan gazı (karbonlama, karbondioksit ile doyurma) sıvı için1 12

de çözünmüş olarak tutar. Şeffaf bir kutuda, kapalıyken bile az miktarda kabarcık görebilirsiniz. Mantarın çıkarılması ya da ka­ pağın açılmasıyla beraber, içerideki basınç aniden düşer ve sı­ vının içindeki aşırı gaz hızla genleşerek, tepeye doğru yükse­ len köpükler oluşturmaya başlar. Şampanya örneğinde bu olay, mantarı odanın diğer ucuna fırlatan bir patlama şeklinde gerçek­ leşir. Denizin derinliklerindeki bir dalgıcın bedenini, mantarını çıkarmak istemediğimiz bir şampanyaya benzetebiliriz. Yıllar önce deniz kuvvetleri, bir insanın sisteminde minimum aşırı gaz ya da kabarcık bulunduracak şekilde yüzeye çıkmasına dayanan, tüplü dalış kuralları geliştirdi. Örneğin, bir dalgıç 1 8 m'de altmış dakika boyunca kalırsa, yavaş yükselerek ve nefes vererek güvenli bir şekilde doğrudan yüzeye çıkabilir. Eğer bir dalgıç bundan daha uzun süre kalır ya da daha derine uzun sü­ reli dalış yaparsa, doğrudan yüzeye çıkamaz; çünkü kanında ka­ barcıklar oluşur ve bu kabarcıklar eklemlerde toplanırsa ya da daha kötüsü, akciğerlere, omurgaya veya beyne yerleşirse, çok ciddi hasarlar verebilir. Bu olay vurgun ya da dekompresyon hastalığı olarak bilinir ve şiddetli vakalarda felç ya da ölümle so­ nuçlanabilir. Vurgun yemeyi önlemek için, dalgıçlar derinlik ve süreyle ilgili özel kurallara uymalı ya da kanlarında çözünmüş fazlalık gazdan kurtulmak için dekompresyon (yükselirken be­ lirli derinliklerde durup beklemek) denilen süreçten geçmelidir. Kanımızda kabarcıklar oluşmasının potansiyel riski, kişinin dekompresyonsuz olarak suyun altında geçirebileceği zamanı sı­ nırlar ve çoğu bilim insanının bir günde başarabileceği işleri de kısıtlar. Ancak, dipte geçireceğiniz süreyi uzatmanın bir yolu var: yukarı çıkmamak. Eğer dalgıçlar derinlerde yirmi dört saat ya da daha uzun süre kalırlarsa, bedenleri gaza doymuş hale gelir; bu satürasyon dalışı olarak bilinir ve dalgıçlara suyun altında da­ ha uzun zaman geçirerek, dekompresyonu daha sonra düşünme şansı verir. Satürasyondan sonra, dalgıçlar güvenle yüzeye dö­ nebilmek için on yedi saatlik bir dekompresyondan geçmelidir.

Aquarius'da yaşadığım dönemde, bir keresinde bir doktor ru­ tin sağlık kontrolü ve küçük bir gösteri için bir sualtı ziyareti 1 13

yapmıştı. Yaşam ortamındayken kanımdan numune aldı ve bu­ nu doğrudan su yüzeyine çıkardı. Kanda öyle çılgınca kabarcık­ lar oluştu ki, küçük şişenin tıpasını fırlattı. Bu da aramızdan biri bir kez satüre olduktan sonra dekompresyondan geçmeden bir anda ve hızla yüzeye çıkarsa ne olacağına dair etkili ve aklımı­ zı başımıza getirici bir gösteri oldu. Bilim insanları Aguarius'ta suyun altında yaşamaya başlamadan önce, sualtında yaşanabile­ cek olan acil durumlarla ve sorunlarla doğal içgüdülerini dinle­ meden, yani direk yüzeye çıkmadan nasıl başa çıkacaklarını öğ­ renmek için bir haftalık bir eğitim almak zorundalar.

Bilim ve Kötü Şöhretli Papağan Balığı Suyun altında gerçekten yaşamadan önce, sualtı yaşama or­ tamlarıyla ilk karşılaşmam 1 980'lerde, St. Croix'deki Hydro­ lab için destek veya güvenlik dalgıçlığı yaptığım zamanlardaydı. Hydrolab yaklaşık 5 m uzunluğunda ve 2 m çapında silindirik bir yaşama ortamıydı. U.S. Virjin Adaları'na nakledilmeden ön­ ce, ilk olarak Florida'nın Batı Palın Beach bölgesi açıklarına yer­ leştirilmişti. Her görevde dört bilim insanı Hydrolab'da yaşıyor­ du, ama sadece üç yatak vardı, çoğu zaman Hydro-konserve ku­ tusu adının buraya daha uygun olduğunu düşünürdük. O sıra­ larda destek dalgıcı olarak benim görevim, bilim insanlarını ya­ şama ortamı dışında dalış yaparlarken takip etmek, onlara tama­ men doldurulmuş dalış tüpleri ve diğer ihtiyaç duyulan malze­ meleri sağlamak ve evet, tabii ki, sualtı garsonluğu yapıp, koca­ man su geçirmez ve basınçlı metal kaplarda yemekleri taşımaktı. Sualtında yaşarken, yemekler açıklanamaz bir şekilde lezzet­ sizdir. Hydrolab 'da bu durum, yemeklerin içindeki lezzeti yok etme konusunda şaşırtıcı derecede yetenekli bir aşçı sayesinde daha da beterdi. Aşağıdayken düzenli olarak "poşet içinde ölü kuş" (tavuk), "preslenmiş pembe, beyaz ve kahverengi" (salam ve sosis gibi soğuk etler) , "püre yapılmış yeşil" (sebzeler) ve "fı­ rınlanmış kahverengi" (bilinmeyen bir pişmiş et türü) gibi tat­ sız ikramlar yerdik. Ama bir keresinde, yaşama o rtam ında mev­ ki sahibi biri varken, özel olarak hazırlanmış bir ıstakoz yemeği1 14

ni �ağıya indirdiğimi hatırlıyorum. Yemek kabını Hydrolab'ın kapı yolundan geçirdikten sonra, çoğu kez üzerimizde dalış el­ biselerimiz ve tam takım dalış ekipmanlarımızla, boş kapları yu­ karıya geri götürmek için beklerdik. Bazen sualtı ar�tırmacıla­ rı, tıpkı diğer restoran müşterileri gibi, bahşişle memnuniyetleri­ ni gösterirdi, bizim durumuzda bu, lezzetli bir çikolatalı kurabi­ yeydi. Geriye dönüp bakınca, bu sanırım bir çeşit ödüldü, yiye­ cek için numaralar yapan eğitilmiş deniz memelileri gibi -bmmm. Bilim insanlarını Hydrolab'ın dışında daldıkları sırada takip etmek için, özellikle yüzeye çıkan hava kabarcıklarını izleme­ de ustal�mıştık. Küçük teknemizde bulundurduğumuz hidro­ fonu, yani sualtı mikrofonunu kullanarak, dalmak zorunda kal­ madan onlarla iletişim kurabiliyorduk. Bir gece görevinde, bilim insanlarının gerçekleştirdiği uzun bir keşif dalışının sabahın er­ ken saatlerine kadar sarkması nedeniyle yüzeyde yorgun, üşü­ müş ve yatağa hazır bir halde kaldık. Hidrofonu suya indirdik ve sıcak çikolata ile sıcak bir yatağın erdemlerini fısıldadık. Kı­ sa bir süre sonra, dalgıçların ışıkları y�am ortamına doğru yak­ l�maya b�ladı. Destek dalgıcı olarak çıktığım ilk görevimde, gece geç saatte karanlıkta dalarken, görevliler sessizce hidrofo­ nu suya indirdiler. Deniz tabanındaki boş dalış tüplerini almak için sessiz ve zifiri karanlıkta manevra yaparken, bir anda mü­ ziği duydum -hayra yorulamayacak "dın, dm . . . dm, dın"- Jaws filminden. Muziplikler ve neşeli şakalar çoğu zaman fiziksel güç isteyen ve zaman zaman da stresli durumların gerginliğini alırdı. Hydrolab'da destek dalgıçlığı yaparak geçirdiğim zamanda da­ lış, güvenlik ve arazi çalışması konusunda muazzam şeyler öğ­ rendim. Ve özellikle bir görev, bilim alanında bir kariyer peşin­ de koşmaya yönelik kararım üzerinde çok büyük etki gösterdi. Üniversitedeki ilk senemin yazında Hydrolab'da çalışıyor­ dum. O zamanlar bilim üzerine kariyer yapma konusunu düşün­ mekteydim, ama bir "bilim insanı" olmak için gereken şeye sa­ hip olup olmadığımdan emin değildim. Kararsızlığımın bir nede­ ni muhtemelen bilim insanlarının ciddi, tuhaf biçimde kendile­ rini işlerine adamış ve olağanüstü bir zekaya sahip, ama kişilik1 15

ten ve espri anlayışından yoksun, asosyal kişiler olduğu yönün­ deki yaygın basmakalıp düşünceydi. Bunun ben olmadığımdan epey emindim (şimdi bildiğim üzere çoğu meslektaşım da değil) . Hydrolab'da bir sualtı kölesi olarak görevlerimi yerine geti­ rirken, aynı zamanda bilim insanlarından oluşan tüm ekiplerin neleri incelediklerine ve araşhrmalarını nasıl yürüttüklerine çok dikkat ettim, her fırsatta, hevesli bir bilim kölesiydim. Bir gö­ revde bilim insanları, papağan balıklarının mercan resiflerindeki besin döngüsü üzerindeki rolünü araştırıyordu. Papağan balık­ ları, aşırı ölçüde avlandıkları yerler haricinde, çoğu mercan re­ sifinde bol bulunan önemli otçullardır. Prenses papağan balıkla­ rı özellikle güzel görünüınlü, orta boyutlu, Üzerlerinde sarı, ye­ şil ve mor lekeler bulunan, turkuaz renkli balıklardır. Bunun­ la birlikte, en ayırt edici özellikleri, resiflerdeki mercanlardan ve taş dolgu yüzeylerden algleri kazımak için kullandıkları bü­ yük, öne doğru çıkık dişleridir. Papağan balıkları yakınlarda ye­ mek yerken, çoğu zaman sualtında bir çiğneme senfonisini duy­ mak ve mercanlarda bıraktıkları beyaz kazıntıları görmek müm­ kündür. Bu açgözlü otlayıcılar algleri kazırken, mercanların kal­ siyum karbonat ya da kalker iskeletinin parçalarını da mideye indirirler. Tam bu noktada, içeri giren şeyin dışarı da çıkması gerektiğine dair, o eski özdeyiş devreye girer; papağan balıkla­ rı olağanüstü dışkılayıcılardır, yani resifin gerçek dışkı makine­ leridir. Dışkılarındaki besinler ve kum, resif ekosistemine bıra­ kılır ve burada geri dönüştürülür. Mercan resiflerindeki ve tro­ pikal kumsallardaki o çok sevdiğimiz, ince yapılı ve güzel, beyaz kumlar? Papağan balığı dışkısı. Papağan balıklarının hem bollukları hem de yemek ve dışkı­ lamak konusundaki eğilimleri nedeniyle, bilim insanları onların mercan resiflerindeki besin döngüsü içindeki rollerini daha iyi anlamak konusuna uzun zamandır ilgi gösteriyor. Mercan resif­ leri, tipik olarak besince fakir sularda gelişen, son derece üret­ ken ekosistemler. Hydrolab'daki bilim insanları da bu soruyu in­ celemek üzere, papağan balıklarının besin döngüsüne olan kat­ kısının miktarını belirlemeye çalışıyorlardı, daha az havalı bir 1 16

deyişle, kumsalda bulunan laboratuvarda daha sonra yapılacak analizler için papağan balığı dışkısı topluyorlardı. İyi eğitimli ve saygıdeğer bilim insanlarının, dalış tüpleriyle ve ellerinde küçük plastik poşetlerle, resif etrafında papağan balıkla­ rını takip ederek dışkı bulutlarını toplamaya çalıştığını hayal edin. Evet, bu gerçek bilimdi ve benim için de bir uyanış çağrısıydı, eğer papağan balığı dışkısı toplamak bilimse, bunu yapabilirdim.

Geçmişin Üzerine İnşa Edilen Hydrofab ile onun daha büyük ve gelişmiş halefi Aquarius gibi modern yaşama ortamı programlarının olağanüstü güvenlik sicil­ leri vardır ve yüzlerce başarılı araştırma görevini desteklemişler­ dir. Bilimin çoğunda olduğu gibi, onların başarı ve ilerlemeleri de geçmişteki başarılar ve hatalar üzerine kuruludur. Geçmişte Aqu­

arius programının yöneticisi olan Steven Miller, bana sualtı yaşa­ ma ortamlarının geçmişleriyle ilgili bazı önemli ayrıntıları anlattı. Sualtında yaşayan insanlara "akuanot" denir, yani astronot­ ların okyanus karşılığı. Öte yandan, ilk gerçek akuanotlar keçi­ lerdi. Geniş bir kitle tarafından satürasyon dalışının babası ola­ rak kabul edilen donanma kaptanı George Bond, 1 950 ve 60'lar­ da, artan basıncın insan üzerindeki etkilerini incelemek için bir proje yürüttü. Fakat güvenlik sebepleriyle, bazı ilk testler ke­ çiler üzerinde yapıldı (telaşlanmaya gerek yok, onlara iyi dav­ ranıldı ve görevlerini sağ salim tamamladılar) . Daha sonra, do­ nanma dalgıçları 60 m derinliktekine denk gelen basınç altında­ ki özel bir odada başarılı bir şekilde on iki gün geçirdiler. Bu ilk deneyler, sualtında yaşamaya ve sualtı yaşama ortamlarının ya­ pılmasına giden kapıyı açtı. Efsanevi okyanus kaşifi Jacques Cousteau, merkezden dalla­ nan beş bölümü olan ve şekli nedeniyle Starfish House (Deniz­ yıldızı Evi) adı verilen, ilk ve en renkli sualtı yaşama ortamla­ rından birini inşa etti. Dalgıçlar sualtında, Starfish House için­ de 1 1 m derinlikte dört hafta yaşadılar. Oldukça konforlu ol­ duğu söyleniyordu; sualtı sakinlerinin akşam yemeklerinde şa­ rap içtikleri, sigara içtikleri ve onlarla birlikte yaşayan bir pa1 17

pağanlarının olduğu anlatılır. Modern yaşama ortamlarında al­ kol ve sigara içmek kesinlikle kabul edilemeyen şeyler arasında­ dır. Cousteau'nun programı ile ilgili bir belgesel 1 965'de akade­ mi ödülü bile aldı. O zamanlar, sual tında yaşamakla ilgili olarak Cousteau şöyle demişti: "Tehlikeler büyüktü, ama karşı karşıya olduğumuz zorluklar daha da büyüktü ". İlk sualtı yaşama ortamlarını yapmaya uğraşanlar, gerçekten de birçok problemle yüz yüze gelmiştir ve sualtında yaşamak bugün bile hiç de kolay değildir. Amerikan donanmasının ilk su­ altı laboratuvarı Sealab !, 1 964'de Bahamalar'da başarılı bir şe­ kilde denize indirilmeden önce iki kez battı ve suyla doldu. Son­ rasında bir tropik fırtına, üç hafta sürmesi gereken Sealab gö­ revinin, on bir gün sonunda durdurulmasına neden oldu. On­ dan sonra, 1 965'te Kaliforniya'nın La Jolla açıklarında iş gören "Tilt'n Hilton" Sealab III geldi. Bu takma adı, okyanus dibine yerleştirildikten sonra ciddi bir şekilde yana yatması nedeniyle almıştı. Genel olarak Sealab programı, arka arkaya üç adet onar günlük sualtı göreviyle başarısını kanıtladı . Sealab'daki akua­ notların çok özel bir asistanı bile oldu: yunus Tuffy. Bulanık su­ larda yön bulmaya yardım etti, laboratuvardan uzak alanlarda çalışan dalgıçlara alet ve erzak taşıdı. Ücreti mi? Tabii ki balık. Uzun süre işletilen ve araştırma yapan bilim insanlarına des­ tek olan ilk yaşama ortamları Tektite I ve II oldu. Bilim insanla­ rı Tektite'deki zamanlarını çevredeki mercan resiflerini ve balık­ ları incelemek için kullandı. Tektite'de gerçekleştirilen en uzun görev, 1 968'de U.S. Virjin Adaları 'ndaki St. John açıklarında, altmış gün süreyle yürütüldü. O zamanlar sualtı yaşamı erkek­ lere özel bir alandı; ama programa bir kadın başvurunca, prog­ ram yöneticileri tamamı kadınlardan oluşan bir ekiple çalışma­ nın zamanı geldiğine karar verdiler (bugün en sık rastlanılan gö­ revlerde kadınlar ve erkekler birlikte çalışır) . Ünlü sualtı k�ifi Sylvia Earle liderliğindeki tamamı kadınlardan oluşan ilk sual­ tı

akuanot ekibi, Tektite'de bir görevi tamamladı ve daha sonra

Şikago'da konfeti yağmurlu bir geçit töreniyle ödüllendirildi. Bu­ na rağmen, o zamanlar gazetecilerin kendilerine taktığı isimler 1 18

nedeniyle Sylvia ve çalışma arkadaşları hala yüzlerini buruştu­ ruyor: "aquabelle" (su güzelleri) ve "aquababes" (su bebekleri) . Tektite'den kısa bir süre sonra Hydrolab inşa edildi. O da baş­ langıçta sorunlar silsilesinden payına düşeni aldı; bir fırtınadan sonra yerinden kurtularak Körfez Akıntısı'na doğru 40 km'lik bir yolculuk bile yaptı. Bu olaydan sonra, laboratuvarı deniz ta­ banına güvenli bir şekilde sabitlemek için zeminine ağır bir be­ ton taban eklendi. Hydrolab'da 1 970'lerin başlarından 1 985'e kadar, Bahamalar'da ve sonrasında da St. Croix'de olmak üzere 180'in üzerinde görev yürütüldü. Hydrolab programı ve modern denizaltı yaşamı konusundaki birçok gelişmede etkisi olan bir kişi de arkadaşım ve meslekta­ şım, dalgıç ve bilim insanı Bob Wicklund'dur. O ve eşi Gerri, Ba­ hamalar'daki Hydrolab programını idare etmişler ve o zamandan bu yana aktif bir şekilde denizaltı yaşama ortamlarına dahil ol­ muşlardır. Bob'a göre 1960'lar denizaltı yaşama ortamlarının al­ tın çağıydı; çünkü insanların deniz içinde yaşamasını ve çalışması­ nı sağlayan öncül çalışmalar, o dönemde tüm dünyada tutkulu bir ilgi uyandırmıştı. O zamanlar insanlar, okyanusun harikalarını ça­ lışabilmek, denizaltı evlerinde balık yetiştirmek ve mercan bahçe­ leri arasında yaşayabilmek için okyanusta daha uzun kalabilme­ nin hayallerini kuruyordu. Birleşik Devletler, Avustralya, Alman­ ya, Kanada, Büyük Britanya, Japonya ve İtalya'nın da aralarında bulunduğu on yedi ülkede, basit denizaltı sistemleri inşa ediliyor­ du. Toplamda elli civarı denizaltı yaşama ortamı inşa edildi, ama sualtı yaşamının uygulamalı gerçekleri anlaşılınca, neredeyse hep­ si hurda yığınına çıktı; Hydrolab istisnalardan biriydi. Bob'un sualtında yaşama tutkusu ilk olarak, 36 metrede kü­ çük bir sualtı aracından daldığında ve deniz sakinleri arasında daha çok zaman geçirmek istediğini fark ettiğinde başladı. İlk kez gerçekten sualtında yaşama şansı yakaladığındaysa, muhte­ şem bir deneyim olduğunu söyledi. "Solumak için havam azal­ dığında tek yapmam gerekenin Hydrolab'ın girişinde beklemek ve yeni bir tüp almak olduğuna inanamamıştım." Suyun içinde saatler geçirdiğini ve kendisini yaşama ortamının etrafında sil1 19

rü halinde yüzen balıklardan biri gibi hissettiğini hatırlıyor. Za­ man ve balıkları doğal çevrelerinde gözlemleyebilme avantajları­ na sahip olan Bob, elli saat içinde balık davranışlarıyla ilgili bir­ kaç bilimsel not yazmasına yetecek kadar şey görmüştü. Yıllar içinde, Bob ve ekibi denizalh yaşama ortamları hakkın­ da, bilim ve dalış topluluğuna büyük faydası dokunan çok fazla miktarda bilgi edindi. Denizalh istasyonunda bazen % 1 00 oranı­ na çıkabilen nemin, nefes almayı ve uyumayı güçleştiren çok bü­ yük bir sorun olduğunu keşfettiler. Yüksek nem oranı ekipmanla­ ra ve bilimsel gereçlere de büyük zarar verdi ve bazı ciddi deri ve kulak enfeksiyonlarına neden oldu (bunların hepsi hala sorun ola­ bilir) . Sıcaklık kontrolleri ve klimalar Hydro/ab'a yaphkları geliş­ tirmeler arasındaydı. Bob, Hydrolab'daki portatif tuvaletlerin er­ ken yaşama ortamı düzenlemelerine pek de uygun olmadığını öğ­ rendikleri ve pek de hoş olmayan bir hayat dersini hala hatırlı­ yor: Dekompresyon sırasında, yaşama ortamı içindeki hava basın­ cı düşürüldüğünde, tuvaletin ahk deposundaki hava genleşmekle kalmamış, gerçek anlamda patlayarak, içeriğini yaşama ortamı gi­ rişinin tümüne serpmişti. Modern yaşama ortamı Aquarius'ta tu­ valete gitmek için iki seçeneğiniz var. İçeride, etrafında perde bu­ lunan bir tuvalet var, ama bu sınırlı bir mahremiyet sağlıyor ve ba­ zen hkanıyor ve tıkandığında çok kirli ve sevimsiz bir temizlik işi sizi bekliyor. Bu sebeple, Hydrolab'da yaşayanların da standardı haline gelmiş olan, ev dışı tuvaletin okyanus uyarlaması olan ikin­ ci bir seçenek daha var ve çoğu akuanotun tercih ettiği teknik bu. Bazıları bunu "denizle bir olmak" ya da "balıkları beslemek" diye adlandırıyor. Bununla birlikte bir çiş yapma problemi var. Bazı balık türleri, insan atıklarını "lezzetli ikramlar" olarak görüyorlar ve epey saldırgan davranabiliyorlar. Benim bildiğim en azından bir olayda, fazlasıyla istekli bir balık, erkek bir akuanottan kan al­ mışh, üstelik çok hassas bir vücut parçasından. İlk

zamanlarda,

sualtında yaşama

fikri

hem

Bahama

Adaları'nda hem de daha sonra St. Croix'de, dikkate değer ba­ zı ziyaretçileri Hydrolab'a çekti. Bob, satürasyon dalışı gurusu Goerge Bond'un otuz beş tıp doktoru ile birlikte ziyarete gelişi120

ni sevgiyle anımsıyor. Yaşama ortamını Smithsonian Enstitüsü için incelemek üzere, ünlü sualtı araçları mühendisi Ed Link'in gelişine ek olarak; Jaws'un yazarı, merhum Peter Benchley de bir dergi için tecrübesini yazmak üzere, Hydrolab'da bir gece geçirmişti. Bahama başbakanı Hydrolab'a gelmek üzere daldı­ ğında ise, takım elbiseli ve kravatlı olarak yanında gelen koru­ maları, korumakla yükümlü oldukları kişi denizin içinde kay­ bolduğu zaman oldukça telaşlanmışlardı. Bob, başbakan yüzeye çıktığında, korumaların perişan halde olduklarını söylüyor. Da­ lış sırasında, John Perry (Hydrolab'ın asıl mimarı ve iyi bilinen bir dalgıç, mühendis ve okyanus savunucusu) bacağını bir şeye sürtmüş ve daha sonra başbakana, kendisi için kanını akıttığını belirtmiş. Başbakan ise iyi niyetle, "ama akanın benim kanım ol­ madığı için mutlusundur" diye yanıtlamış. Diğer seçkin ziyaret­ çiler arasında, roket biliminin babası Wernher von Braun, Bir­ leşik Krallık Prensi Charles ve Birleşik Devletler ticaret baka­ nı Pete Peterson vardı. Hydrolab St. Croix'deyken, tutkulu bir dalgıç ve okyanus bilimi savunucusu olan Senatör Lowell We­ icker de denizaltı laboratuvarına birkaç ziyarette bulunmuştur. Yıllarca süren başarılı bir hizmetten sonra, Hydrolab sonun­ da emekli edildi ve Smithsonian Enstitüsü'nde sergiye konul­ du. Yaşama ortamı daha sonra, şu anda bulunduğu Maryland, Silver Spring'deki NOAA (ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi) müzesine taşınmıştır.

Günümüzün Denizaltı Araştırma Ortamı: Aquarius Şu anda dünyada, yalnızca bir adet faal denizaltı araştırma is­ tasyonu var: Aquarius. Hydrolab'ın halefi olan Aquarius, içinde yaşamak için daha geniş ve daha rahat, teknik olarak da daha ile­ ri düzeyde. Tabanı yaklaşık 1 8 m derinlikte, Florida Keys Ulusal Deniz Sığınağı sınırları içerisindeki Conch Resifi yakınlarında­ ki kumlu, geniş bir alana oturmakta. Aquarius, NOAA'ya ait ve Wilmington'daki Kuzey Carolina Üniversitesi tarafından işleti­ liyor. Silindir şeklindeki ana yaşama ortamı yaklaşık 13 m uzun121

luğa ve 3 m çapa sahip olmasının yanında, 5 santimetre kalınlı­ ğındaki çelik kirişlerden imal edilmiş ve 80 ton ağırlığında. Aqu­

arius ayrıca, deniz tabanında ağırlığı 1 00 ton gelen dört ayaklı bir platforma sabitlenmiş durumda. Yuvarlak pencereleri ya da gözlem lombozları 5 cm kalınlıktaki akrilik plastikten imal edil­ di ve tabanına eklenmiş olan büyük hava ve su tanklarına sahip. Güç ve iletişim, Aquarius'un üzerinde su yüzeyinde bulunan ve iki jeneratör, hava için iki kompresör ve iletişim için bir kablosuz köprüsü barındıran, büyük yaşam destek şamandırasına (YDŞ) bağlı kablolar aracılığıyla sağlanıyor. Personel, güç ve hava des­ teği sağlayan tüm ekipmanı zaman içinde deniz tabanına taşıya­ rak, YDŞ'nin yerine daha küçük bir şamandıra ile sabitlenmiş bir iletişim kulesi yerleştirmeyi umuyor. Görevler, dört bilim in­ sanından oluşan bir akuanot ekibi ve kadrolu iki yaşama orta­ mı teknisyenine ek olarak, yüzeyde konuşlanmış ayrı bir ekip ile birlikte, genellikle bir ya da iki hafta sürüyor.

Aquarius'un içine doğru giden denizaltı depolama alanı ıslak veranda olarak biliniyor. Aquarius'un içindeki atmosfer basıncı çevredeki suyun basıncıyla birebir aynı tutulduğu için, ıslak ve­ randaya doğru giden lombar ağzı ya da ay havuzu açık bırakılı­ yor (içeriye su girmiyor) . Ay havuzu içinde, su yüzeyinden yak­ laşık 1 5 m aşağıda, vücudunuzun üstü yaşama alanının hava or­ tamında, altı ise okyanusun içindeyken öylece durmak harika bir şey. Akuanotlar kurumadan ve araştırma istasyonunun, ha­ valandırmanın kuru ve serin tuttuğu iç bölümüne girmeden ön­ ce, ıslak verandada duş alır ve ekipmanlarını yıkarlar.

Aquarius'un içinde yaşam destek sistemi (hava basıncı, kar­ bondioksit, sıcaklık vs.) ve iletişim için bol miktarda denetleme algılayıcısı ve kontroller bulunuyor. Gereçlerle çalışmak ve de­ neyler yapmak için lavaboları bulunan alanlar, ufak bir mutfak (lavabo, mikrodalga ve soğutucu), çalışmak ve yemek için bir masa, ayrıca her birinde üçer ranza bulunan iki sıra yatak odası var. Akuanotlar günlerini genellikle yaşama ortamı dışında ola­ bildiğince çok dalarak ve içerideyken de yemek yiyerek, uyuya­ rak, veriler üzerinde çalışarak ya da ekipmanlarını tamir ede122

rek geçiriyorlar. Aquarius'un içinde bilim insanları artık İnter­ net erişimine de sahip ve görev güncellemelerini göndermenin ya da yayınlamanın dışında, meslektaşları, arkadaşları ve ailele­ ri ile e-posta aracılığıyla iletişim kurabilme şansına da sahipler. Aquarius'un sahip olduğu teknolojideki heyecan verici bir iler­ leme de, akuanotların dalış tüplerini yaşama ortamında ya da re­ sifteki denizaltı yol istasyonlarında doldurabilmeleridir. Yol is­ tasyonları yüksek basınçlı hava ile kısmen doldurulmuş, çelikten yapılma, ufak kulübe ya da çardak benzeri yapılardır. İçinde iki dalgıç, tüm dalış ekipmanlarıyla birlikte durabilir ve yaklaşık bel­ den yukarıları havada kalır. Özel olarak yapılandırılmış ikili da­ lış tüplerindeki ekstra bir hortum, istasyon içindeki vanaya takı­ labilir ve tüplerindeki hava çabucak tekrar doldurulabilir. Bir gö­ revde, resif üzerindeki bir yol istasyonunda defalarca tüplerimizi doldurarak, dört saat boyunca maksimum 33 m derinlikte daldık. İçeride havamızı tekrar doldururken, vücudumuza da yakıt sağ­ lamak için su ve ufak atıştırmalıklar yedik. Yüzeyden çalışıyor ol­ saydık günlerce sürebilecek olan mercan ve balık araştırmalarını başarıyla tamamlamamızı sağlayan, harika bir deneyimdi. Aynca her istasyonda, yaşama ortamındaki personelin dalgıçları takip edebilecekleri ve iletişim kurabilecekleri iki yönlü mikrofonlar da açık tutulur. Hydrolab'da, bir dalgıcın çalışma arkadaşı ile görüş­ mek amacıyla içine girebileceği, akrilik bir kubbenin altında yük­ sek basınçlı hava bulunan bir mercekten ibaret, daha az gelişmiş küçük "kabarcık" istasyonları vardı. Bunların da açık mikrofon­ ları vardı ve çok sevilen bir öykü, bir kabarcık kubbesine denk gelen ve incelemek için içine giren, eğlence amaçlı dalış yapmak­ ta olan bir çift ile ilgilidir. Yüksek ve tanrısal bir ses "Dokunma ona ! " diye emredince, şüphesiz şok olmuşlardı. Kıyıdaki perso­ nel, dalgıçların kabarcığa girdiğini duymuştu ve kendilerine en­ gel olamayarak, onlarla biraz eğlenmişlerdi. Sualtında yaşamak eğlenceli, zahmetli, canlandırıcı ve gerçek bir macera olabilse de, asıl hedef bilim adına suyun altında zaman geçirmektir. Benzersiz bir arazi istasyonu olarak Aquarius, uygu­ lamalı ve temel okyanus araştınnalarının her ikisi için de en geliş1 23

miş teknolojiyi sunar. Akuanotlar tekrarları bol olan ve zaman ahcı araştırmaları yapabildikleri, uzun dönem mercan resifl gözlem is­ tasyonları oluşturmuşlardır. Araştırmacılar, gereçlerin yirmi dört saatlik testlerini yürütebilirler ve teknik açıdan zor deneyleri do­ ğal ortamda yapabilirler. Sonuncusu özellikle avantaj sağlayıcıdır; çünkü deniz organizmalarının çoğu, laboratuvar ortamında iyi so­ nuç vermezler ve izole edilmiş, yapay çevrelerden elde edilen so­ nuçlar, daha karmaşık olan gerçek dünyadaki denizaltına uygu­ lanamayabilir. Chapel Hill'deki Kuzey Carolina Üniversitesi'nden Chris Marten, Niels Lindquist ve Jeremy Weisz, Aquarius'u kul­ lanarak, belirli bir sünger türünün arazide ölçüldüğü zaman, da­ ha önce yapılmış olan laboratuvar deneylerinde hesaplanan mik­ tardan on kat daha fazla su pompaladığını gösterdiler. Deneyleri, süngerlerin mercan resiflerinde etkili ve enerjik filtreler olarak iş­ lev gördüğünü doğruladı; yakın zamandaki sonuçlar ise, süngerle­ rin ekosistemdeki azot döngüsünde şaşırtıcı şekilde önemli bir rol oynuyor olabileceklerine işaret ediyor. Ve Aquarius'u, muhteme­ len dünyanın ilk sualtı kütle spektrometrelerinden biri olacak ale­ ti

(suyun içindeki bir sürü kimyasalı ya da maddeyi ölçmeye yara­

yan, ileri teknolojili bir alet) test edip geliştirmek için kullanıyorlar. Toplamda, 1993'den bugüne Aquarius'da doksanın üzerinde görev yapıldı. Bilim insanları sualtında yaşarlarken mercan bi­ yolojisini ve hala çok iyi anlaşılmamış olan hastalıkları çalıştılar. Resif boyunca büyüme geçmişine bakmak için sondajlar yaptı­ lar ve herbivorların etkileşimleri üzerine çığır açan araştırma­ lar yürüttüler. Scripps Oşinografi Enstitüsü'nden James Leich­ ter, Aquarius'u kullanarak, resifte gelgit kuvvetinden kaynakla­ nan, yaygın yukarı akıntı olaylarını keşfetti. James ayrıca, besin maddesi konsantrasyonunun ortam koşullarının on ila yüz katı­ na çıktığı, periyodik soğuk su dalgalanmaları da kaydetti. Onun sonuçları, Florida'nın mercan resifi ekosisteminin nasıl işlediği­ ni ve zaman içinde nasıl değiştiğini anlamaya çalışmamız açısın­ dan kritik öneme sahip.

Aquarius'u çevreleyen mercan resiflerini çalışmak özellikle fay­ dalıdır; çünkü denizaltı istasyonu, Florida Keys Ulusal Deniz 1 24

Sığınağı'nda özel olarak belirlenmiş bir deniz koruma alanının sı­ nırları içinde. Yaşama ortamını çevreleyen alanda, her türlü tica­ ri ve eğlence amaçlı balıkçılık, dalış ve toplayıcılık faaliyeti yasak­

lanmıştır. Araştırmacılar da bu sayede, eğlence amaçlı dalış yapan kişiler, tekneciler ya da balıkçılar tarafından rahatsız edilmeden uzun dönemli araştırma alanlan kurabiliyor ya da test ekipman­ larını yerleştirebiliyorlar. Bir yandan resifteki değişimi izlerken, bir yandan da avlanmanın yasak olduğu bölgelerin resif dinamik­ leri üzerindeki etkilerinin değerlendirilmesine yardım ediyorlar.

Aquarius'daki gözlemlerden gelen ilk sonuçlar, resifte daha derin­ de bulunan mercanların hastalık, renk ağarması ve aşırı alg büyü­ mesi olaylarının gittikçe daha sık görüldüğü sığ sularda bulunan mercanlarından daha sağlıklı olduğunu ortaya koymaktadır.

Aquarius, dışa açılma ve eğitimde de etkili bir araç olduğu­ nu kanıtladı. Siber dünyada öğrenciler ve öğretmenler artık gö­ revler gerçekleştirilirken eşzamanlı olarak takip edebiliyor, aku­ anotları ve resifi gerçek zamanlı kameralar ile izleyebiliyorlar. NASA, Uluslararası Uzay İstasyonu'na gidecek ya da Ay'da bir üs kuracak olan astronotları eğitmek için denizaltı araştırma is­ tasyonunu kullanıyor. Aquarius'un etrafındaki kumlu alanda, astronotlar hem robotik taşıtlarını hem de uzay giysilerinin ağır­ lık ve dengesini test ederek, Ay'da bir üs kurmak için gereke­ cek görevlerin alıştırmalarını yapıyorlar. Amerikan Deniz Kuv­ vetleri de dalgıçlarının satürasyon dalış eğitimini burada veriyor ve denizaltı teknolojileri geliştirmek için Aquarius'u kullanıyor.

Deniz Altı Engelleri Aquarius, su altında zaman avantajı sağlamasıyla beraber, en başta, her şeyin ve herkesin güvenliğinin sağlanması, sorunsuz ve program takvimine uygun şekilde çalışılması gibi kendine özgü zorlukları da vardır. Aquarius'da çalışan bilim insanları, araziye çı­ kan diğer tüm araştırmacılarla benzer bazı problemlerle yüzleşir­ ler; ekipman sorunları ve deney başarısızlıkları gibi. Bunun yanın­ da, durmaksızın saatlerce dalmak, subtropiklerde bile başlı başı­ na bir sorun olabilir. Bu konuyla ilgili olarak Steve Gittings şunla125

n belirtiyor: "Tek bir günün dokuz saatini suyun içinde geçirmek, insanı fena halde ÜŞÜTEBİLİR." Dumanı üzerinde sıcak çiko­ latanın, dalış sonrasındaki zorunlu rutininin parçası haline geldiği bir Nisan görevini ve sıcak çikolatanın tadının hiçbir zaman o ka­ dar güzel gelmediğini hatırhyor. Tabü ki dalış kıyafetleriyle saat­ lerce suyun içindeyken, özellikle de bolca sıcak çikolata ve kahve içtikten sonra, ısınmanın bir başka yolu daha var. Steve'in tavsiye­ sine göre, dalış giysinizin içine işediğinizde yapılacak en iyi şey sı­ cakhğın keyfini çıkarmak, ama bu sıcakhğın kaynağını düşünme­ mek. Akuanotların dalış giysileri her gün yıkansa da, bir süre son­ ra kekremsi bir kokuya bürünürler. Bazı dalgıçların geçici olarak vücut döküntüsü sorunu yaşamalan da (kendi aramızda çok hoş­ laşmasak da sinsi pislik ya da mantar dediğimiz şey) bununla ilgi­ li olabilir. Fakat Steve, kişisel deneyimleri ve su altında yaşamanın "rahatlık.lan" konusunda emin: "Dünyalara değişmezdim ! "

Martini Etkisi Sualtında yaşayan insanların yüzleştiği sorunların arasında diğerlerinden daha ilginç ve bazılarınca da eğlenceli olan bir du­ rum, azot narkozu diye bilinen fenomendir, martini etkisi ola­ rak da adlandırılır. Sualtında yaşanırken, insan vücudunun em­ diği fazladan gazın büyük çoğunluğu azottıır; kahkaha gazı ola­ rak da bilinen, azot oksit bileşiğini düşünün. Akuanotlar, sual­ tında birkaç gün geçirdikten sonra biraz saçma ve komik dav­ ranmaya başlayabilirler. Bir görevde, birkaç gün boyunca uzun süreli dalışlar yaptıktan sonra, Austin Powers filmlerinden bi­ rinin DVD'sini izlemiştik. Azot narkozunun etkisi altında, film eğlenceli olmaktan çok daha öte bir hale gelmişti, düpedüz bir şamataydı, karnımız ağrıyıncaya ve gözlerimiz yaşarıncaya ka­ dar kahkahalar atmamıza neden olacak kadar komikti. Araştır­ macılardan biri, ama adını burada vermeyeceğim, filmden son­ ra ranzanın üstündeki yatağına geçti ve kendi okuma lambasıyla Dr. Evil'in lazerini taklit etti, kesinlikle martini etkisi. Bir görev öncesinde, Aquarius'dan canlı olarak yapılacak bir röportajın planlarını tartışmak üzere, Today Sbow'dan bir yapım126

cıyla konuştum. Azot narkozunu düşünerek, canL yayında sorul­ ması muhtemel soruları önceden alıp alamayacağımı sordum. Ya­ pımcı bu isteğimden rahatsız olmuş göründü ve bu tür soruların hiçbir zaman önceden verilmediği konusunda beni bilgilendirdi. Bunun üzerine ben de kendisine, tüplü dalgıç olup olmadığını ya da azot narkozunu duyup duymadığını sordum. Utanç verici mar­ tini etkisinin ne olduğunu ona açıkladığımda, bana potansiyel so­ ruların bir listesini verdi; muhtemelen bir yandan da, yakın za­ man sonra yapılacak röportajın canlı yayın için iyi bir fikir olup olmadığını merak ediyordu. Aquarius'dayaşarken, Matt Lauer ile hoş ve tutarh bir sohbetim oldu. Ancak, aynı günün devamında MSNBC ile telefon aracılığıyla bir canlı Web sohbeti yaparken, ekip üyelerimizden birine süngerlerle ilgili bir soru yöneltildiğin­ de, şamatanın koptuğu bir an yaşadık. Verdiği cevap bizi son de­ rece eğlendirmişti, süngerlerin günlerini emerek ve fışkırtarak ge­ çirdikleri gibi bir şeydi. Hemen sonrasında, yeniden ifade ederek süngerlerin sürekli olarak oskulum ve gözenek açıklıklarından su pompaladıklarını söyledi; ama azot narkozunun etkisi altında, he­ pimiz çoktan yerlerde yuvarlanarak gülmeye başlamıştık. Azot narkozu çoğu durumda sual tında yapılan çalışmaları aksatmaz ve akuanotların dikkatini dağıtmaz, ama sualtındaki mesai dışı saat­ lere biraz mizah katar. Bununla birlikte, güvenlik sebebiyle dalış planlarının büyük kısmı eğitimin kumsalda geçen haftasında ya­ pılır ve yüzeydeki bir ekip de hem dalgıçları hem de yaşam deste­ ğini 7/24 izler. Elbette size bütün azot narkozu öykülerini anlata­ mam; çünkü dedikleri gibi denizin altında olan bazı şeyler denizin altında kalır. Ama Aquarius'da oldukça komik bazı eşek şakaları yapıldığı oldu, birkaçı da suya bırakılınca parlak sarıya dönen flö­ resin boya içeriyordu. Yani, en azından o sırada komiklerdi ya da belki sadece azotun etkisiyle bize öyle geliyordu . . . Bir gurmenin ağzına layık olmasalar da, Aquarius'daki yiye­ cekler fazladan eğlence anları yaşatabiliyor. Yaşama ortamının yüksek basınçlı atmosferinde, hava sıkışır. Cips paketleri, yas­ sılaşmış birer parçacık poşetlerine ve çikolata paketleri de so­ yut sanat eserlerine benzeyen, yamru yumru toplara dönüşebilir. 1 27

Kavanozlar (ya da kamera lensi kutuları) ise �ağı indirilmeden önce açılmalıdır, yoksa kapağın altında kalan ince hava tabaka­ sı insan geçirmez bir vakum tıkacına dönüşebilir. Dondurula­ rak kurutulan ve sulandırılarak hazırlanması gereken yemekler, uzun zamandır Aqua.rius'da y�amın standartlarından biridir, ama akuanotlara arada bir özel servisler yapılır. Bir keresinde, bir dalgıç tarafından getirilen bir pizza yemiştik. Bir diğeri ise, ev yapımı limonlu mereng turtası (çırpılmış yumurta ve şekerle yapılan, bir tür krema) formunda bir jestti. Ama ne yazık ki, me­ reng çoğunlukla hava olduğu için, ince bir beyaz balçık tabaka­ sı haline gelmiş; turtanın kendisi de yavan denizaltı dünyasında, hiç de iştah açıcı görünmeyen, sarı ve yapışkan bir şeye dönüş­ müştü. Bir b�ka sefer de meslektaşlarım suşi istemiş ve yemiş­ lerdi. Şahsen ben, yediğim yemeğin kuzenleri gözlem pencere­ sinden içeri bakarken, çiğ balıkla ziyafet çekmeye yan�amadım. Çalışma arkad�larıyla uyum ve işbirliği, güven ve iyi bir mi­ zah anlayışı, denizaltı görevlerinin b�arısı için vazgeçilmezdir. Genel olarak arazi çalışmalarında mizah paha biçilmezdir. Tehli­ keli ya da moral bozucu durumlarla b� etmemizde bize yardım­ cı olur, fiziksel ve psikolojik gereksinimlerin stresini yatıştırır.

Kasırgalar Aqua.rius'u ziyaret eden fırtınalar, bize doğanın saf gücünü bir kez daha gösterirler. Aqua.rius'daki operasyon müdürü Cra­ ig Cooper'a göre fırtınalar, özellikle de kasırgalar büyük bir prob­ lemdir ve ekibini hem bazı görevleri iptal etmeye ya da yarıda bı­ rakmaya hem de akuanotları "oldukça uygunsuz" koşullarda kur­ tarmaya mecbur bıraktığı olmuştur. Fırtınalar sırasında y�ama ortamı birkaç sıkı darbe alsa da hiçbir bilim insanının ya da perso­ nelin yaralanmamış olduğu gerçeği Craig Cooper'ı son derece gu­ rurlandırıyor. Aqua.rius'daki personel sürekli olarak şiddetli ha­ va koşullarını izler ve özellikle fırtınaları, Florida Keys'e ul�ma­ larından çok önce takip eder. Fırtınaların olağandışı şekilde hızlı oluştuğu ya da beklenenden daha hızlı hareket ettiği durumlar ha­ ricinde, hazırlanmak için genellikle yeterli vakitleri olur. 1 28

Craig, beklenmedik bir şekilde hızı saatte yetmiş mile varan rüzgarla gelen, 1 998 yılının Kunduz Festivali (Groundhog Day) fırtınasını çok iyi hatırhyor. Devasa yaşam destek şamandırası bağlı olduğu sistemden kurtularak, güçlü rüzgarlar ve yüksek dalgalarla karaya doğru sürüklenmişti. Neyse ki, bu olay sıra­ sında araştırmacılar Aquarius'da değil, denizde görevlerinin ba­ şındaydılar. Ancak, 1 994 yılında Gordon Tropikal Fırtınası'nın tahmin edilen rotasından ani şekilde sapması ve bölgeyi doğru­ dan vurması, görevin tam ortasına denk gelmişti. Akuanotla­ rı Aquarius'dan olabildiğince çabuk çıkarmaları gerekmişti: bu, dekornpresyona neredeyse anında başlamak anlamına geliyordu. Dekoınpresyon sırasında Aquarius'un iç bölmeleri mühürlenir ve sonraki on yedi saat boyunca, içerideki basınç yavaş yavaş bir at­ mosfere, yani yüzeydeki basınca eşit miktara düşürülür. Gordon süresince yükselen deniz, Aquarius'un jeneratörlerine zarar ver­ di ve bu yüzden akuanotlar acil durum bataıya gücü altında de­ kornpresyondan geçmek zorunda kaldılar. Işıkları, iletişimleri ve en önemlisi de yaşama ortamı içindeki atmosferden karbon rno­ noksiti temizleme imkanları vardı, ama havalandırmaları yoktu. Bu, denizin altında geçen uzun ve sıcak bir on yedi saat oldu. Craig ve yüzeydeki diğerleri için de bu eğlenceli bir durum değil­ di; dekornpresyonun denetlenmesi ve kontrolü boyunca sadece el fenerleri vardı. Buna, 8 metrelik güvenlik teknelerinin demir­ leme yerinden serbest kalınası ve neredeyse alabora olması ne­ deniyle gece boyunca yaşadıkları ciddi adrenalin patlamasını da ekleyin. Tekne kurtarılıp dekornpresyon tamamlandıktan sonra, yüzey ekibinin akuanotları 5-6 metre yükselmiş denizden kurtar­ maları gerekti. Aquarius'dan uzanan çıkış halatından her seferin­ de iki akuanot yukarı çıkarıldı ve bordadan büyük dalgalar vu­ rurken tekne alabora olmasın diye tüm süreç boyunca motorunu hiç kapatmayan tekneye çabucak alındılar. Kıyıya varmak için, yakındaki Conch resifinden kırılan yüksek fırtına dalgalarında seyretmeleri gerekmişti. Craig, beyaz sular resifin üzerinde kırı­ lırken, teknelerden birinin 5 metrelik dalgalar içinde geçici ola­ rak gözden kayboluşunu hatırlıyor. Hepsi de yaralanmadan ka1 29

raya ulaştılar ve birkaç gün sonra, fırtınanın yaptıklarını görmek için yaşama ortamına döndüler. Yüzeyin 1 8 m aşağısında depo­ lanmış halde duran dalış tüpleri aletlerinden ayrılmış, deniz su­ yuyla dolmuş ve en şaşırtıcısı da, yanık benzeri lekeler edinmişti. Tek akla yatkın açıklama şuydu: yüzeyde bir yıldırım çarpması. 1 998'deki George Kasırgası da Aquarius'un 1 28 km güneyin­ den geçti. Çalışma alanındaki cihazlar, zeminden kopmadan ön­ ce, 9 metrelik dalgalar kaydetti. Fırtınadan sonra yaşam alanın­ da yapılan incelemeler, mutlak bir tahribata korkutucu derece­ de yaklaşıldığını ortaya çıkardı. Aquarius ciddi biçimde sarsıl­ mıştı; o kadar ki, zemin ayaklarından biri kırılmıştı ve 1 O cm ça­ pındaki paslanmaz çelik perçinlerden biri ciddi biçimde bükül­ müştü. Islak verandadaki iki adet 3,5 tonluk ağırlık hareket et­ miş ve yapıdan düşmeye çok yaklaşmıştı. Yaşama ortamının dı­ şındaki çardak benzeri iki adet yol istasyonu yıkılmıştı, batarya kapsülleri üst güverteden kopmuştu ve çelik yol istasyonların­ dan biri "ikiye bölünerek, ters dönmüş bir kaplumbağa gibi sır­ tüstü kalmıştı." Craig'e göre, ekipmanların yenilerini üretmek ve Aquarius'u tekrar dengeli bir hale getirebilmek birkaç ay sür­

müştü. Bir ay sonra Mitch Kasırgası esip geçtiğinde ise, geride kalan tek yol istasyonunu birbirine girmiş çelik ve fiberglas yığı­ nı halinde bırakmıştı. O günden beri yaşama ortamı deniz taba­ nına daha sağlam demirlenmiş ve harekete izin vermeyecek şe­ kilde balast ağırlıklarıyla desteklenmiş durumda. Ek olarak, za­ man izin verdiğinde, fırtına hazırlıkları artık tüm yol istasyon­ larının ve batarya kapsüllerinin kurtarılmasını da gerektiriyor. 2005'te de bir kasırga bütün gücüyle, hem yüzeyde hem de su altında, bir kez daha Aquarius'u vurdu ve personeli, progra­ mın sonunun gelip gelmediği hakkında düşünmeye sevk etti. Ri­ ta Kasırgası yaşama ortamının dört adet deniz tabanı çıpasından ikisini kırdı ve ıslak veranda ucunu tabanda 4 m kaydırdı. Yaşa­ ma ortamının kendisi zarar görmemişti, ama yapıda oluşan hasa­ rın tamiri için 6 hafta aralıksız dalış yapılması ve Amerikan De­ niz Kuvvetleri dalgıçlarından yardım alınması gerekti. Bütün ta­ miratlar bittikten iki gün sonra, Wilma Kasırgası da Keys'i vur1 30

du; ama bu sefer hiçbir hasar yoktu ve iki hafta sonra görevler yeniden başlatıldı. Craig, sözlerini şöyle tamamlıyor: "Geçmiş on üç yıl boyunca Aquarius'da, neler yapabileceklerine dair gerçek bir saygı duymamıza yetecek kadar çok fırtına gördük. " 7/24

Denizaltı Harikaları

Su altında yaşayarak ve resifte uzun saatler çalışarak zamandan istifade etmek, denizaltı doğasının harikaları ile karşılaşmak adına da bolca fırsat sunar. Bir keresinde, resif balıkları üzerinde incele­ me yaparken, bir çıkıntının altındaki gölgelere baktık ve bize dim­ dik bakan, iki adet çok iri göz gördük. Biraz sonra uysal bir dev be­ lirdi. O kadar büyük bir lagos balığıydı ki, devasa ağzının tek bir yutkunuşuyla kelimenin

tam

anlamıyla bizi içine çekebilirdi. Bir­

kaç dakika boyunca bizimle birlikte aylak aylak yüzdü ve bu kar­ şılaşmaya ait bir videonun gösterdiği üzere, dalgıçtan epey büyük­ tü. Bu deneyim, bu inanılmaz yaratığın nasıl olup da bunca zaman bu kadar iyi gizlenerek kalabildiğini ve etrafta başka gizlenmiş dev yaratıklar olup olmadığını merak etmemize neden oldu. Bir başka günde de, su inanılmaz derecede mavi ve berrakken, binlerce de­ ğilse bile yüzlerce küçük gümüşi renkte balıktan oluşan bir sürüye denk geldik. Biz sürünün arasından geçerken, balıklar da sessiz ve ağırbaşlı bir eşzamanlılık içinde ikiye ayrıldı. Balıkların hareketle­ rinin

koreograflsi ve zamanlaması şaşırtıcı derecede başarılıydı; bu

da çok az anlaşılmış gerçek bir doğa harikasıydı. Aquarius'da en sevdiğim zamanlardan biri, diğer akuanot arka­ daşlarımın hala uykuda oldukları, sabahın erken saatleridir. Ok­ yanusun içinde ve mercan resi.S üzerinde günün doğuşunu izle­ menin en mükemmel yolu budur. Çevredeki deniz siyahtan laci­ verte ve oradan açık kraliyet mavisine dönüşürken, yükselen gü­ neşten gelen ışın demetleri suyu delip geçer ve deniz tabanında tit­ reşir. Balık sürüleri nokturnal yağmalarından dönerler; bazı tür­ ler her sabah aynı yere aynı saatte gelir, gece vardiyasının sonun­ da fabrikadan çıkan bir sıra işçi gibi. Okyanus daha açık bir mavi­ ye dönerken, diğer balıklar da gece barınaklarından çıkmaya baş­ lar ve kısa süre sonra resifin gündelik koşuşturması bir kez daha 131

b�lar. Ve ben izlerken, balıklar da beni izlerdi. Her gün birkaç müdür balığı -gümüş renkli, sarı yüzgeçli ve kuyruklu,

iri

gözlü

ve �ağı dönük, şişkin dudaklı bir balık- yüzüp geçer, durur, geri gelir ve gözlem penceresinden içeri bakardı. Kim kimi izliyordu ? Denizin altında yaşama imkanı, bilim insanları için hayatla­ rının fırsatı olabilir; okyanusta çok nadir bulunan ve çok değer­ li olan zamanı sağlayarak araştırmalarını belirgin ölçüde zengin­ leştirebilir, kariyerlerini b�ka bir hale getirebilir ya da denize bakışlarını sonsuza dek değiştirebilir. Birçok toplantıda denizal­ tında yaşam hakkında konuşmalar verirken, Aquarius progra­ mının her y�tan insanı okyanus, teknoloji ve bilim hakkında bir şeyler öğrenmek için heyecanlandırma ve harekete geçirme gü­ cüne sahip olduğunu da ilk elden gördüm. İnsanlar bana sık sık, kısa zaman sonra deniz altında yaşamaya başlayıp başlamayaca­ ğımızı soruyor. İnsanların mercan bahçeleri arasında daimi ev­ leri olduğuna dair seneler önceki öngörünün yakınında bile de­ ğiliz. Şu anda Aquarius dünyanın tek denizaltı araştırmaları ya­ şama ortamı. Ve ödeneklerdeki kesintiler yüzünden, kıyıda bu­ lunan ek tesisiyle birlikte, hayatta kalmak için çabalıyor. Onun istikrarsız finansal durumu, dünyanın dört bir yanındaki diğer arazi istasyonlarına ne olduğunun bir örneği. Arazi istasyonları, bilim insanları ve öğrenciler için denize eri­ şim sağlar. Bilimsel araştırmalar, keşif aktiviteleri ve paha biçile­ mez deneysel öğrenme fırsatları için vazgeçilmez bir destek sağ­ larlar. Bununla beraber, arazi tesisleri ucuz değildir; işletimleri zordur ve mükafatları da nadiren anında görünür, ölçülebilir ya da parasal niteliktedir. Yüzeyinin dörtte üçü okyanuslarla kap­ lı bir gezegenin sakinleri olarak ve hem denize olağanüstü dere­ ce bağımlı hem de onun üzerinde etkiye sahip bir toplum olarak, okyanusu daha iyi anlamamıza yardımcı olan ya da öğrencileri ve kamuyu hem denizi hem de bilimi öğrenmekle ilişkilendiren programlara yatırım yapmamayı gerçekten göze alabilir miyiz?

1 32

Hydrolab. Fotoğraf: Dale Anderson'un izniyle.

Mercan resi.flerindeki besin döngüsüne ve kum üretimine katkıda bulunan, açgözlü bir şekilde otlayan ve müthiş derecede cLşkılayan papağanbalıkları. Fotoğraf: Mike Schmale'nin izniyle.

(Bu sayfa ve önceki sayfa) Florida'nın Key Largo bölgesi açıklarındaki Aquarius denizaltı araştırma ve yaşam ortamı. Fotoğraf: Mike Schmale'nin izniyle.

Aquarius'daki çardakL denizaltı yol istasyonu. Fotoğraf: DJ Roller'ın izniyle, Liquidpictures.

Aquarius'daki bir görevin başlangıcı için hazırhk. Teknenin her iki yanı boyunca, dalgıçlar için çift sıra dalış tüpleri sıralanmış durumda. Fotoğraf: Ellen Prager.

St. Croix'den bir sualtı manzarası, 1 980'lerin bruılan. Fotoğraf: Ellen Prager.

Pilot Rich Slater, denizaltı aracı Delta ile bir dalışa hazırlanırken. Fotoğraf: Ellen Prager.

B�ka bir dünyaya aitmiş gibi görünen, derindeki denizlalesi çayırlan. Fotoğraf: Chuck Messing'in izniyle.

Porto Riko'nun Culebra Adası açıklarında, "Aquapod" adı verilen denizaltı kafesi­ nin içinde, cobialarca etrafı sanlmış bir dalgıç. Fotoğraf: Daniel Benetti'nin izniyle.

V I I . Bölüm

Daha da Derine İnmek

D

erin okyanus, gezegenin ulaşJması en güç ortamla­ rından biridir. Soğuk ve karanlık olmasının yanın­ da, basınç oranı da muazzamdır. Çoğu kısmı da he­

nüz keşfedilmemiştir. Derin denizi inceleyen bilim insanları için bu heyecan verici ama tehlikeli bir meydan okumadır. Bu mey­ dan okumanın ödülü, daha önce görülmemiş ya da nadiren gö­ rülmüş, aşina olduklarımıza benzemeyen canlJarı ve onların ya­ şam alanlarını içeren bir dünyanın perdesini aralamaktır. Sade­ ce oraya gidebilmek bile teknolojik bir marifettir. Kaptan Don Walsh ve arkadaşı kaşif Jacques Piccard, 1 960 yJında okyanusların en derin bölümüne, 1 0.900 metreden da­ ha derin olan Mariana Çukuru'na seyahat eden yegane insan­ lar oldular. Erken dönem bir denizaltı ya da batiskaf diyebile­ ceğimiz Trieste ile çukurun en dibine sadece yirmi dakika süren kısa bir ziyaret için aşağı inmeleri tam beş saatlerini aldı. Don, 133

yaşadıklarını anlatırken, görevlerindeki kilit noktanın bir gidiş­ dönüş yolculuğu yapmak olduğuna dikkat çekiyor: "Sonuç ola­ rak, gerçekten değerli olan şey dönebilmemizdir." Şaşırtıcı şe­ kilde günümüzde, aradan kırk yıldan fazla geçmiş olmasına rağ­ men, Walsh ve Piccard tarafından yoklanan derinliklere ulaşabi­ len insanlı ya da insansız bir denizaltı aracı hala yok.

İleri Teknoloji Ürünü Aletler İnsanlı derin dalış batiskaflarından denizaltı robotlarına va­ rana kadar ileri teknoloji ürünlerinin faydaları, derin okyanu­ sun yıldızları olmuştur. Sığ okyanus ortamlarının aksine, burala­ ra dalmak için sadece ayağımıza paletler geçirmek yeterli olmu­ yor. Denizin derinliklerindeki diyarları araştırmak isteyen kişi­ ler, özellikle bu işler için tasarlanan teknolojilere aşırı şekilde bel bağlamak zorundalar. Derin dalış batiskafları hem suların muazzam derinliklerini bir uçtan diğerine geçmek hem de sıcaklık ve basıncın uç değer­ lerine dayanmak için yapıldı. Ayrıca bir destek gemisinden suya inmeye, ulaşımı sağlamaya ve gemiye geri dönmeye yetecek ka­ dar da kompakt şekilde yapılmışlardır ve manevra yetenekleri­ nin yüksek olması; sonar, kameralar, ışıklandırmalar, idare ko­ lu ve örnek taşıyıcılar gibi geniş bir yelpazede bilimsel gereçler­ le donatılabilecek kadar da esnek bir tasarımları vardır. Günü­ müz dünyasında, çoğunluğu sadece denizin sığ ya da ortasu se­ viyelerine inebilen, küçük bir batiskaf filosu var. Mevcut insanlı deniz altı araçları arasında 900 metreden (3000 fit) daha derine seyahat edebilenlerin sayısıysa çok az; Rusya'ya ait Mir I ile Il Fransa'ya ait Nautile, Japonya'ya ait Sbinkai ve ABD'ye ait Al­

vin bunların arasında yer alıyor. Araştırmacılar okyanusun derinliklerini, buralara gitmek zo­ runda kalmadan, uzaktan kumandalı araçları (otonom sual­ tı araçları) okyanuslara yerleştirerek de inceleyebilirler. Uzak­ tan kumandalı araçlar (Remotely Operated Vehicle - ROV) , bir destek gemisine kabloyla ile bağlanmış olan, böylece hareketle­ ri ve örnek alım işlemleri bilim insanları tarafından yönlendiri1 34

lebilen sualtı robotlarıdır. Otonom sualtı araçları (Autonomous Underwater Vehicle - AUV) ise belirli görevler için programla­ nabilen ve bağımsız olarak yerleştirilebilen, serbest yüzücü ro­ botlar ya da planörlerdir. Programlandıkları gibi yolculuk eder ve örnek toplarlar, daha sonra da seyir üssüne ya da gemiye dö­ nerler. Hem ROV'lar hem de AUV'lar uygun maliyetlidirler ve derin denizler, buzların altı ya da denizaltı mağaralarının içi gi­ bi yüksek riskli ya da erişilemez çevrelerde özellikle avantajhdır­ lar. Ancak, robotların da başı belaya girebilir. Japon derin da­ hş ROV'u Kaiko, 2003 yılında, bir tayfun sırasında gemiyle olan kablo bağlantısı kopunca kayboldu. 2005 yılında, Antarktika bu­ zullarının altına yerleştirilen bir AUV geri dönemedi ve hala gö­ rev başında kayıp olarak geçiyor. Gemi mühendisliği, derin de­ nizlerde özellikle büyük önem taşır ve okyanus biliminde başa­ rının kalbinde yer ahr. İleri teknoloji ürünü denizaltı aletlerinin vitrine çıkarıldıkları ve derin deniz araştırmalarında son derece etkili ve üretken olduklarının kanıtlandığı bir yer de Kaliforniya sahillerinin açıklarında bulunan Monterey Kanyonu'dur.

Derinlerdeki Tuhaf Dünya Deniz biyoloğu George Matsumoto ve Monterey Koyu Ak­ varyum Araştırma Enstitüsü'nden (MBARI) bir grup araştır­ macı, Kaliforniya sahillerinde düzeni olarak inceleme gezileri yaparak, Monterey Kanyonu'nun derinliklerini ve yakındaki di­ ğer yerleri keşfediyorlar. Gemilerinden, yüzeyin binlerce fit al­ tına gidebilen ve yüksek çözünürlüklü kameralarla donatılmış ROV'lar yerleştiriyorlar. George, neredeyse yirmi yıldır derin denizlerdeki hayvan yaşamı üzerinde çahşıyor, ama sürekli ola­ rak karşılaştıkları tuhaf canlılar onu hala şaşırtıyor ve büyülü­ yor. Ekibinin bulduğu bazı organizmalar bilim dünyası için ta­ mamen yeni, insan gözüyle daha önce hiç görülmemiş hayvan­ lar. Bu yaratıklardan biri tuhaf görünümlü, beysbol topundan biraz daha büyük, bir çanı ve siğil benzeri şişliklerle dolu beslen­ me kolları olan, yarı saydam bir denizanası. Dokunaçları bulun­ masa da, denizanasının şişlikleri aslında onun avını yakalamakta 135

kullandığı iğneleyici hücre kümeleri. MBARI 'nin bilim insanla­ rı "Şişkin"i 1 50 ila 550 m derinlikteki karanlıklarda buldular ve onu Stellamedusa ventana olarak adlandırdılar. Adının ilk yarı­ sı (cinsi), Stellamedusa, hayvanın araştırmacılara yavaş hareket eden bir göktaşını ya da akan yıldızı çağrıştıran, yarı şeffaf ma­ vimsi beyaz rengini ve ardında sürüklediği kollarını yansıtması için seçilmiş. Tür adı olan ventana ise, MBARI 'nin denizanası­ nı 1 990 yılında ilk kez videoya kaydeden Ven tana adlı ROV'una gönderme. Ancak George için, böylesi hayvanları sadece gör­ mek yeterli değil. Daha fazlasını öğrenmek istiyor: "Nereye gi­ diyorlar? Neyle besleniyorlar ve onlarla hangi canlılar besleni­ yor? " Gerçi, eğer derin deniz hayvanlarını görmek zorsa, onla­ rın günlük etkinlikleri ve davranışları hakkında daha fazla şey öğrenmek, şimdilik olanaksızlığın sınırlarında geziniyor. Monterey Kanyonu, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en bü­ yük denizaltı kanyonlarından birisi ve kıyıya görece yakın ko­ numda bulunan bir derin deniz ortamı. Derin deniz keşiflerin­ de birinci sınıf bir araştırma enstitüsünün (MBARI) yakında ol­ masıyla birlikte, bu bölge, orta ve derin sularda yaşayan türler için bir keşifyuvası haline geldi. Bölge ayrıca, ülkenin en büyük esmer suyosunu ormanını içeren ve dünyanın en fazla tür çeşit­ liliğine sahip deniz ekosistemlerinden biri olan Monterey Ko­ yu Ulusal Deniz Sığınağı 'nın da bir parçası. Araştırmacılar, sı­ ğınak bölgesi sınırları içinde 33 tür deniz memelisi, 94 tür de­ niz kuşu, 345 tür balık ile sayısız omurgasız ve bitki türü belir­ lediler. Bunlara, kanyonun derinliklerinde düzenli olarak keşfe­ dilen, yeni derin deniz türlerini de ekleyin. Sığınağın sahile ya­ kın oluşu da dalış, tekne gezintileri, kano gezileri ya da macera­ yı daha az sevenler için Monterey Koyu Akvaryumu aracılığıyla, halka "arazi" deneyimini yaşatabilecek harika fırsatlar sunuyor. Hem ROV'ların hem de AUV'ların kullanımı, derin denizleri çalışan ve araştıran bilim insanları için gerçek bir devrim oldu; ama en ileri teknolojinin dahi henüz yerini alamadığı bir şey var: ilk elden deneyimin gücü.

1 36

İlk Elden Deneyim Tanınmış derin deniz biyologu Shirley Pomponi, sualtı araçla­ rı ile dalışta yıllarını geçirdi. Araştırmaları esas olarak, deniz or­ ganizmalarından elde edilecek tıbbi ilaçlar üzerine yoğunlaşmış­ tır.

Yağmur ormanlarını bile aşan derecede, dünyadaki en yük­

sek biyolojik çeşitliliğe sahip olan deniz, gerçekten de hastalık­ larla savaşabilecek potansiyel ilaçlarla dolu bir hazinedir. Shir­ ley, derin denizde ya da mercan resiflerinde yaşayan bentik can­ lılar tarafından üretilen kimyasallara karşı özel bir ilgi duyuyor. Deniz tabanına bağlı olarak yaşayan organizmaların avcıların­ dan kaçmak ya da korunmak için hiçbir fiziksel imkanları yok­ tur; bu nedenle de, birçoğu kimyasal savunmalar geliştirmiştir. Shirley'in başarısı ve derin deniz keşfine olan tutkusu, deniz­ lerdeki insanlı keşiflerin ve arazi çalışmalarının hem maddi hem de manevi getirilerini temsil etmektedir: " Denizde olmayı ve bir denizaltının içinde dalmayı seviyorum ! Keşfedilecek ve buluna­ cak daha bir sürü şey var." Neredeyse her dalışta, yeni ya da farklı bir şey görüyor. ROV'lar ve AUV'lar yepyeni teknolojile­ ri kullandıkları için, Shirley insanların onları "seksi" ya da son moda olarak değerlendirdiklerine inanıyor. " Bazen yok olmakta olan bir neslin parçası olduğumu hissediyorum , " diye hayıflanı­ yor. Çünkü gerçekten "orada olmadığınız" takdirde, en yüksek çözünürlüklü görüntülere, çok ışın demetli sonarlara ve uzak­ tan kumandalı algılayıcılara kıyasla insan beyninin ne kadar faz­ la şeyi işleyebileceğini açıklamanın zor olduğuna inanıyor. Ne­ reye gidilmesi ya da hangi örneklerin alınması gerektiği konu­ sunda karar vermek gerektiğinde de, bu hemen oracıkta yapıla­ biliyor; çünkü bir sualtı aracında yalnızca birkaç kişi bulunuyor. Shirley'in çalışmaları ve okyanus için tasarlanmış arazi çalış­ malarına olan bağlılığı, deniz tutması derdinden muzdarip oldu­ ğu düşünüldüğünde daha da etkileyici bir hal alıyor. Durumu kurtaran tek şey, denizin onda mide bulantısı başlamasına neden olacak kadar çalkantılı olduğu zamanların, genellikle sualtı ara­ cını indirmek ve güvenli şekilde geri çıkarmak için de çok tehli­ keli olması. Böyle zamanlarda kabinine çekiliyor, zencefilli ga1 37

zoz içiyor, kraker yiyor ve mide bulantısı geçene ya da deniz du­ rulana kadar midesinin üzerine yatıyor. Neredeyse mevcut teda­ vilerin hepsini denediğinden ve kullanabileceği ilaçlar deniz tut­ masından bile daha kötü hissetmesine sebep olduğundan, şimdi birkaç dakikada bir hafif elektrik şoku veren bilezikleri deniyor. Shirley'in teorisine göre, bir sonraki "şok" un ne zaman olacağı­ na (kolunuzun içinde, dirseğe kadar çıkan bir karıncalanma gön­ deriyor) o kadar yoğunlaşıyor ki, deniz tutmasını düşünmüyor. Derin denizi ilk elden tecrübe etmenin gücü, sualtı araçlarıy­ la yapılan dalışlar ve derin denizlaleleri hakkında uzman Chuck Messing ile konuşurken de açıkça belli oluyor. Başka dünyadan fırlamış bir çayırlık gibi görünen, bol miktarda saplı krinoid ya da denizlalelerinin bulunduğu, 400 m ( 1 300 fit) derinlikteki belir­ li bir bölgeyi tarif ediyor. Denizlalelerinin her birinin taç ya da çi­ çek benzeri tepesi, filtreleme yoluyla beslenme işlemini gerçekleş­ tirmek üzere okyanus akıntısına doğru yönelmiş; bu görüntü de Chuck'a hepsi aynı yöne dönmüş radar çanaklarıyla dolu bir ara­ ziyi anımsatmış. Denizlaleleri, 400 milyon yıllık evrim geçmişle­ riyle, okyanusun en eski yaşayan organizmalanndandır. Ünlü pa­ leoekolog Adolf Seilacher, bir sualtı aracı keşf'ınde Chuck'a ka­ tıldığında ve derindeki denizlalesi çayırlarını ilk elden gördüğün­ de, bunu Jurassic Park filminden bir sahneye benzetmiş; sadece bu kez f'ılmin adı "Jurassic Akvaıyum" idi. Chuck aynca, sualtı aracının kazayla bir denizlalesinin başını koparttığı ve yanındaki araştırmacının büyük bir sürpriz yaşadığı bir anı da anlatıyor: baş kısmı sürünerek uzaklaşmış. O zamanlarda, bu olayda gördükleri saplı denizlalesi türünün tüm yaşamını bir noktada sabit bir şekil­ de geçirdiğine inanılmaktaydı. Bu baş kopması olayı ve daha son­ ra birkaç bilim insanının daha yaptığı müteakip gözlemler, bu sap­ lı denizlalelerinin aslında gezici oldukları ve deniz tabanında ger­ çekten de sürünebildikleri sonucuna varılmasını sağladı.

Titanille İniş Cerrah Michael Manyak, 2000 yılında RMS Titanik'e yapı­ lan arkeolojik keşif seferinde, ekibin tıbbi direktörü olarak gö138

rev aldı. Keşif süresince, Rusya'nın Mir adlı derin dalış araçların­ dan biriyle aşağı inme fırsatına sahip oldu. Derin denize olan yol­ culuğu, sualtı aracının ana gemisi olan Keldyslı'de verilen unu­ tulmaz bir bilgilendirme ile başladı. Kendisine ve gemideki diğer acemilere, Titanik'in bulunduğu derinlikte ( 1 3.000 fit ya da 3962 m) sualtı aracında meydana gelecek ufak bir sızıntının bile bir in­ sanı ikiye bölebilecek güçte bir su fışkırması yarattığı, ama endi­ şeye gerek olmadığı söylendi. Çünkü bunun gerçekleşmesinden çok önce, sualtı aracı öylesine bir güçle içeriye doğru patlardı ki, ezilmelerine bile fırsat kalmadan, anında yanıp kül olurlardı. Mi­ ke daha sonra, en tecrübeli sualtı aracı pilotunun dümen başında olacağını öğrendiğine çok memnun olmuştu. Okyanusun derin­ liklerine inmeden önceki gece, karmaşık bir ameliyat yapmadan önce hissettiğine benzer bir beklenti ve heyecan karışımı hisset­ ti. O gece boyunca kontrol listesini tekrar tekrar gözden geçirdi. Sonraki sabah Keldysb'in güvertesinde Mike, sualtı aracı Mir'e bindi. Dünyayı görüşü bir anda, aracın 3,8 cm kalınlığın­ daki güçlendirilmiş titanyum gövdesinde yuvalanmış olan 20 cm akrilik gözlem penceresiyle sınırlandı. Mürettebat, çok iyi ko­ ordine edilmiş ve provası yapılmış bir süreçle, aracı güverteden bir vinçle kaldırdı ve suya indirdi. Ana gemiden ayrıldıktan son­ ra sualtı aracı, dakikada 25 m batarak, yavaş bir spiral inişe baş­ ladı. Aşağıya inişte, pilot tekrar tekrar hem ışıkları, oksijeni ve karbondioksit düzeylerini hem de iletişim sistemlerini kontrol ediyordu. Yaklaşık 1 50 metrede gözlem pencerelerinin dışındaki görüş mesafesi iyiydi, ama aracın içindekiler çok az deniz yaşa­ mı gördüler. Daha da aşağıya inerlerken, pilot aracın dış ışıkları­ nı açtı. Su şaşırtıcı derecede berraktı ve Mike, hayranlık uyandı­ rıcı çeşitlilikteki deniz yaşamını görebiliyordu, "yakınımızda te­ laş içinde yüzen, çok küçük ve tanımlanamayan yaratıklardan; parlak kırmızı karideslere ve içlerinden birinin karnında yılbaşı süsü gibi parlak kırmızı bir küre bulunan, dallı budaklı deniza­ nalarına kadar her şey. " Diğer hayalet benzeri yaratıklar etrafta salınırken, büyük bir farekuyruklu balık merakla araca yaklaştı. Yaklaşık iki buçuk saat indikten sonra, alışılmadık biçimde sa1 39

kin görünen ve etrafta sadece dağınık şekilde duran az miktar­ da derin deniz mercanı bulunan, kumlu deniz tabanına ulaştılar. Sonar, sualtı aracının Titanik'ten yaklaşık 1 000 m uzakta ol­ duğunu belirlemişti. Yakınına doğru ilerledikçe, Mike enkaz parçalarını görmeye başladı ve sonra aniden geminin deva­ sa pruvası görüntüye girdi . Hayalet gibi görünen o muhteşem manzarayı çok iyi hatırlıyor; hayal ettiğinden bile daha müt­ hiş. Şu an ana gövdeden yaklaşık 600 m uzakta yatan geminin kıç bölümünün pruvadan ayrılmasına sebep olan Titanik'in or­ ta kısmındaki devasa yırtığı incelediler. Kötü şöhretli buzdağı­ nın gövde üzerinde sürtmesiyle oluşan hasarı da gözden geçir­ diler. Araç daha sonra, geminin kıç tarafındaki enkaz yığınları üzerinde dolaştı. Üzerinde White Star Line logosu bulunan ta­ bak çanaklar, mobilya parçaları, kişisel eşyalar, avizeler, lom­ barlar ve şamdanlar deniz tabanına saçılmıştı. Araç bu günlük yaşamı hatırlatan nesnelerin üzerinde dolaşırken Mike, " Tita­ nik trajedisi çok daha gerçek ve korkunç hale gelmişti," diye düşündüğünü hatırlıyor. Dalış boyunca toplam on yedi eser kurtardılar; aralarında en dikkate değer olansa, köprü ve makine odası arasındaki bağlan­ tıyı sağlayan telgraftı . Buzdağı Titanik'te görüldüğünde, rotanın ve hızın çabucak değiştirilmesi için bu telgraf üzerindeki bir kol itilmiş olabilirdi. Mike, telgrafın ve diğer tüm kalıntıların kurta­ rılmasında gösterilen aşırı titizlikten etkilenmişti. Her bir par­ ça keşif anında dikkatle kaydediliyor, bulunduğu yerde videoya alınıyor, tanımlama ve koruma işlemleri için Keldyslı'teki küra­ tör ve şef deniz arkeologuna veriliyordu. Mike, hiçbir yerde in­ san kalıntıları bulmamış olmaları gerçeğinin, alanda hala biyolo­ jik materyal bulunduğu yönündeki miti yok edeceğini umuyor. Mike'ın Titanik'e dalışında, deniz tabanında toplam altı sa­ at geçirildikten sonra, sualtı aracı yavaş bir şekilde yükselmeye başladı. Yüzeye ulaşmak üç saat sürdü ve Kuzey Atlantik'in ka­ barık sularında biraz iniş çıkıştan sonra, araç Keldyslı'in güver­ tesine geri çıkarıldı. O günden beri Mike, hala .Mir'in kapağın­ dan mürettebatın coşkusuna doğru güçlükle tırmanmanın neşe140

sini hissediyor ve çok az insanın yapabileceği biçimde derin de­ nizi tecrübe edebildiği için tek kelimeyle müteşekkir.

Bilim Heyecan Vericidir Bir sualtı aracının içinde olma deneyimi, okyanusun derinlik­ lerini inceleyen araştırmacılar için bile hayret verici olabilir. Öy­ le ki, bilim işine yoğunlaşmak bile zorlaşabilir. Böyle anlarda ya­ şanan coşku ve heves nedeniyle, tarafsız bilimsel anlatım şek­ li, bu meslekten olmayan kişilerin heyecan sözcüklerine benzer şeylere dönüşebilir. Bu gibi koşullar altında oh, ah, aman tan­

rım ve vay canına gibi betimlemelerin kullanıldığı, hatta bazıla­ rının gelecek kuşaklara aktarılmak üzere kaydedildiği de olmuş­ tur. Woods Hole Oşinografi Enstitüsü'nden derin deniz jeolo­ gu Susan Humphris, hidrotermal ağızları gözlemlemek için su­ altı aracı Alvin'le yaptığı ilk dalışını dün gibi hatırlıyor. Alvin'in içinde iki saat boyunca derine indikten sonra, aktif bir denizal­ tı sıcak su kaynağını ilk kez görmüş. "Üzeri milyarlarca karides­ le kaplı, içinden siyah duman benzeri bir sıvı fışkıran, inanılmaz bir bacaydı. " Susan bu görüntüden öylesine etkilenmiş ki, doğal tepkisi de bilim dışı bir haykırış olmuş. Sonrasında, sualtı dalışı­ nın bir parçası olarak sözlü anlatımının kaydedildiğini ve dokto­ ra danışmanının dalış öncesinde yaptığı uyarıyı hatırlamış. Da­ nışmanı, hemen herkesin bu ağızları gözlemlemek üzere ilk kez dalış yaptıklarında, kayıtlar için kullanışlı bir bilimsel tanım ver­ mek yerine, şok ve dehşet sözleri sarf ettiğini söylemiş. Susan, o gün gördüğü muhteşem derin deniz ağızlarını ve organizmaları­ nı uygun bir şekilde tanımlayabilmek için kendine çok zor ha­ kim olduğunu hatırlıyor. Yıllar boyunca hidrotermal ağızları ça­ lıştıktan sonra bile o ilk dalışını, ilham verdiği keşif duygusunu ve coşkusunun bir araştırmacı olarak sorumluluklarını gölgele­ memesi için kendini tutmaya ne kadar ihtiyaç duyduğunu hala sevgiyle hatırlıyor. Bugün bile, Susan ile derin denizlerdeki ara­ zi çalışmaları ve okyanusun muhteşem sualtı sıcak su kaynakla­ rı hakkında konuşurken, aynı keşif ve heyecan duygularının ba­ ki olduğunu hissedebiliyorsunuz. 141

İster sığ ister derin sularda, ister Mir'in ister Alvin'in içinde, is­ ter Titanik'e ait kalıntıları topluyor ister hidrotermal ağızları keş­ fediyor ya da sadece okyanusun derinliklerindeki canlıları izliyor olsunlar, tüm meslektaşlarım bir konuda hemfikir: bir sualtı ara­ cıyla yapılan her dalış, hem kişisel hem de bilimsel açıdan heye­ can verici bir keşif yolculuğudur. Okyanusun derinliklerinin da­ ha çok azı keşfedilmiş olduğu için, yeni, farklı ya da beklenme­ dik bir şey bulma olasılığı her zaman çok yüksektir. Hidrotermal ağızların 1 977 yılındaki keşfinden bu yana, onlarla ilişkili olan derin deniz yaşamında 600'den fazla yeni tür bulundu. Gereçle­ rini ve verilerini almak üzere Doğu Pasifik'teki bir hidrotermal ağız bölgesine geri dönen bilim insanları, yakın zamanda gerçek­ leşen bir denizaltı yanardağ patlaması sırasında araştırma alanla­ rının da cam benzeri, siyah bazalt ile kaplandığını gördü. Bu, ge­ reçleri için üzücü bir durum olsa da, hem sualtı volkanik etkinlik­ leri ve yeni bir denizel kabuğunun oluşumu hakkında daha faz­ la şey öğrenmek hem de ağızlarla ilişkili organizmaların potansi­ yel yeniden gelişimlerini ve kolonileşmelerini izleyebilecekleri bir alan kurmak için, şans eseri karşılarına çıkmış, harika bir fırsattı.

Dipteki Güçlükler Derin denizleri keşfeden meslektaşlarıma arazi çalışmaları sı­ rasında karşılaştıkları en zor engellerin ne olduğunu sorduğum­ da, verdikleri cevaplar sığ sularda çalışan bilim insanlarınınkile­ re benzerdi: kısıth erişim, zaman, ödenek, teklifyazmanın sıkıntı­ ları ve bürokrasi. Okyanusun derinliklerinde çalışmanın rahatsız yanlarını, tehlikelerini ya da zahmetlerini, çoğunlukla sorun ola­ rak görmüyorlar. Saatler boyunca küçük bir sualtı aracında otur­ mak, sıkışık ve kramplar içinde, soğukta ve yukarıda dünyadan kopuk bir şekilde ohnak. yalnızca bu işin parçası. Derin denize gi­ diyor ohnanın serüveni ve biliminin yanında, arka planda kalıyor. Bununla birlikte, sualtı araçları okyanusun derinliklerindey­ ken bir yerlere saplanabiliyor, tökezleyebiliyor ya da sıkışıp kala­ biliyor. Bu nedenle de manevra kabiliyetleri yüksek olacak şekil­ de tasarlanıyor ve acil durum gücü, safra salımı ve yaşam destek 142

sistemleriyle donatıhyorlar. Denizaltı araçlarıyla çalışan pilotlar ve gemi mühendisleri güvenlik konusunda çok iyi eğitimli ve dik­ katliler, bu nedenle de ciddi kazalar son derece nadir. Bilim in­ sanlarının sualtı araçlarının içindeyken daha düzenli olarak karşı karşıya kaldıklan sorunlar, hayati tehlikeden çok can sıkıntısına neden olacak nitelikte. Örneğin, su damlamasını ele alalım. Bir sualtı aracı nispeten sıcak olan yüzeyden derindeki soğuğa doğ­ ru inerken, su da iç yüzeylerin üzerinde yoğunlaşır. Bunun sonu­ cunda başlayan su damlaması, bir örneğin alındığı yeri kaydet­ meye ya da gözlenen şey hakkında bir tanım yazmaya çalışan bir bilim insanını canından bezdirebilir. Su damlaması, sinir bozucu olmasının yanında, bariz sebeplerden ötürü de rahatsızlık verebi­ lir. Bob Halley 340 m derinlikte Delta adlı küçük batiskafın için­ de çalışırken, elle kontrol edilen bir çevirme kepçesinin yuvasın­ dan içeriye doğru su püskürmüş. Cildinin her yerine minik iğne­ ler batıyor gibi hissetmesinin yanında, görüntü de epeyyanlışmış. Susan Humphris için, derin denizlerde keşif yaparken en can sıkıcı sorunlardan biri, Alvin'in küçük penceresinin izin verdi­ ği sınırlı görüntü. Aracın pilotu ve içerideki iki gözlemci birbir­ lerinden tamamen farklı gözlem pencerelerinden dışarıya baktı­ ğı için, çevrelerindeki okyanus ya da deniz dibinin görüntüsü de hepsi için farklı. Susan'ın bu durumu en çok sinir bozucu buldu­ ğu anlar, siyah renkli ve mineralce zengin sıvılar püskürten bir bacanın video görüntüsünü çekmek ya da daha sonra laboratu­ varda incelemek üzere örnek toplamak için pilota nerede dur­ ması gerektiğini açıklamaya çalıştığı zamanlar. Susan bu sorunu çözmek için, pilota doğru sürünerek önce onun görüş açısına ba­ kıp, sonra onu doğru noktaya yönlendirmeye çalışıyor. Harbor Branch Oşinografi Enstitüsü'nün Johnson Sea-Link sualtı araçlarında bir gözlemci ve bir pilot, aracın ön kısmında bulunan, 1 2,7 cm'lik kalın bir akrilik kürenin içinde oturmak zo­ runda. Alvin'de olduğunun aksine, bu sualtı araçları büyüleyi­ ci bir panoramik görüntü sağlıyorlar; ancak, en fazla 900 m de­ rinliğe inebiliyorlar. Shirley Pomponi, Johnson Sea-Link sual­ tı araçlarındayken karşılaştıkları farklı ve oldukça şaşırtıcı bir 143

sorundan bahsediyor. Şimdiye dek üç kez kılıçbalıkları tarafın­ dan saldırıya uğramışlar. Shirley, kılıç balıklarının aracın ışık­ larından ürktüklerinden ve içgüdüsel olarak saldırganca tepki verdiklerinden şüpheleniyor. Kılıçbalıklarından biri sualtı ara­ cına öyle sert bir şekilde vurmuş ki, gaga şeklindeki ağzının bir parçası kırılmış ve aracın akrilik küresinin giriş kısmına saplanmış. O anda, Key West'in 180 m açığındaymışlar. Bu olaydan iki gün sonra, Key West'in 64 km batısında, açıktaki bir obruk­ ta yaklaşık 550 m derinlikte dalış yaparlarken, ölmek üzere olan ve gagası kırık bir kılıçbalığına rastlamışlar. Shirley, "En az al­ tı ay boyunca kılıçbalığı yemedim . . . uğursuzluk getirmesin di­ ye, " diyor. Bilim insanlarının derin denizlerde çalışırken karşılaştıkla­ rı temel güçlüklerden biri de, aradıkları şeyi bulabilmek üzere nerede dalış yapacaklarına karar vermek. Okyanusun derin­ liklerinde haritası çıkarılmış olan çok az yer var ve başvurabi­ leceğiniz yol işaretleri ya da gezi rehberleri de yok. Shirley ge­ nellikle, nispeten kaba haldeki mevcut batimetri verilerini kul­ lanarak, bentik organizmaların yapışmaları için uygun tabaka­ lar sağlayabilecek dik kayalıklar arıyor. Bir sualtı aracı dalışın­ da her şey yolunda gittiğinde, aradıkları şeyi bulabildiklerin­ de ve ortam ilginç olduğunda, tam anlamıyla heyecan verici bir deneyim yaşadıklarını söylüyor. Bahamalar'ın güneydoğusun­ daki San Salvador kıyısı açıklarında yaptıkları bir dalışı, diğer­ lerinden ayrı bir şekilde hatırlıyor. Sualtı aracının dengesi ve safrası mükemmel durumda, görüş netliği fevkalade ve topog­ rafya da oldukça görkemliydi. Yaklaşık 760 m derinlikte gidi­ yorlardı, sualtı aracı okyanusta uçuyor gibiydi. Yüzeye doğ­ ru yükselmiş, kendi etraflarında dönmüş, derin oluklar ve ko­ vuklarla bezeli kayalık desteklerden oluşan bir duvara yaklaş­ mışlardı, manzara enfesti. Çevrelerindeki dik yamaçların üze­ ri cam süngerleri, boynuzsu mercanlar (deniz kamçıları ve yel­ paze mercanları gibi, daha yumuşak yapılı mercanlar) ve deniz kabuklarıyla doluydu.

144

Alvin ve Yeni Nesil Sualtı Aracı ABD donanmasına ait olan ve Woods Hole Oşinografi Ens­ titüsü tarafından işletilen sualtı aracı Alvin, araştırmacılar ve kaşifler için uzun süredir derin denizlerin yük beygiri. Araç, 1 964'ten bu yana dört binin üzerinde dalış yaptı ve her seferin­ de ortalama 1 800 m derinliğe indi. Alvin, hem deniz arkeolojisine hem de derin denizler hakkındaki fikirlerimizin jeolojiden kimya­ ya, biyolojiye ve ekolojiye kadar birçok yönden gelişmesine yar­ dımcı oldu. Sualtı aracı ayrıca 1 966 yılında Akdeniz'de kaybo­ lan bir hidrojen bombasının bulunmasına yardım etmiş ve RMS Titanik'in dünyaca ünlü denizaltı kaşifi Robert Ballard liderli­ ğindeki bir ekiple 1 986'da bulunmasında da kilit rol oynamıştır. Diğer sualtı araçları gibi, Alvin de video kamera, örnek topla­ mak için kumanda edilebilir kol, sonar, sediman karotiyerleri ve ısı algılayıcılar gibi belirli araştırma ihtiyaçları için gereken çeşit­ li aletlerle donatılabilir. Tipik bir dalışta, Alvin'in küre şeklindeki titanyum gövdesinin içinde, altı saat boyunca bir pilot ve iki göz­ lemci yer alır. Yüzeyde, hem Alvin'in hazırlanması, denize indi­ rilmesi ve izlenmesi hem de destek gemisi RN Atlantis'in idaresi için kalabalık bir destek ekibi gereklidir. Derin denizlere yapılan yolculuklar uzun ve yavaş olmalarının yanında, pahalıdır. Alvin'i ve destek gemisini aynı anda işletmenin günlük maliyeti yaklaşık 40.000 doları bulabilir. Alvin de talihsizliklerden payını almıştır; bunlardan en ciddi olanı, 1968'de Cape Cod açıklarında dalmaya hazırlanırken gerçekleşti. Denize doğru alçaltılırken, sualtı ara­ cı çelik kablolarından kurtuldu ve 1 524 m daha derine, deniz ta­ banına battı. Şükürler olsun ki, pilot sadece hafif yaralarla araç­ tan çıkmayı başarabildi ve araç boş bir şekilde derinliklere doğ­ ru gitti. Sualtı aracının kurtarılabilmesi, neredeyse bir yıl sürdü. Alvin'in bir sonraki nesil ABD sualtı aracıyla değiştirilmesi planlanıyor. Yeni denizaltı aracı, 6500 metreye kadar inecek ve deniz tabanının yüzde 99'unu araştırabilecek şekilde tasarlanı­ yor. Yeni araç, Alvin' den daha derine dalma kabiliyetinin yanın­ da; daha hızlı, ortasu seviyelerinde daha fazla manevra yapabilir ve daha fazla miktarda bilimsel ekipman ve örnek taşıyabilir ni145

telikte olacak. Seyrüsefer ve iletişim sistemleri de daha gelişmiş olacak. Yeni araç Woods Hole Oşinografi Enstitüsü'nün De­ rin Deniz Laboratuvarı tarafından inşa ediliyor. Projeye liderlik eden kişi de şu anki Alvin grubunun müdürü olan, gemi mühen­ disi Bob Brown. Bob'a göre yeni sualtı aracındaki en heyecan ve­ rici gelişme, gözlemciler için daha iyi görüş imkanı sunması ola­ cak. Deniz tabanının doğrudan görülebilmesinin her zaman in­ sanlı sualtı araçlarının üstünlüklerinden biri olduğunu, ama göz­ lemci ve pilotun farklı görüş alanlarına sahip oluşunun sorun ya­ ratabildiğini belirtiyor. Yeni aracın içinde, gözlemci ve pilotun görüş alanları örtüşecek. Gözlemci, pilotun ne yaptığını ve ne­ reden örnek aldığını doğrudan görebilecek. Hem pilot hem de araştırmacı, aracın ön bölümünün dış kısmındaki en iyi görüntü­ yü alabilecekler. Derin deniz grubu, yeni nesil sualtı aracının ya­ pımı sırasında bazı benzersiz zorluklarla yüzleşiyor. Bob'a göre bunlardan en zoru, "geniş ve yakın aralıklı gözlem pencerelerine sahip bir personel küresinin tasarımı ve üretilmesi." Derin okya­ nusların muazzam basıncına dayanacak kalınlıkta küreler nadi­ ren tasarlanıyor ya da üretiliyor. Yarıkürelerin birleştirilmesin­ de ve gözlem penceresi dövmelerinin tutturulmasında, derin su­ altı araçları basınç gövdelerinde bir ilk olacak şekilde, elektron ışınıyla kaynaklama yapmayı planladıklarını açıklıyor. Bittiği za­ man, yeni sualtı aracı da Alvin gibi, görevlerde başka engellerle yüzleşecek; jeolojik açıdan karmaşık ve tehlikeli arazilerde ma­ nevra yapmak da bunların en önemlilerinden biri olacak. Okya­ nus ortasu seviyesindeki sırtlarda bulunan hidrotermal ağızlar­ da, dar vadiler ve yükselen mineral birikintileri ile birlikte, algı­ layıcıların uçlarını eritebilecek ya da sualtı aracına zarar verebi­ lecek kadar aşırı sıcak sıvılar püskürten bacalar olabilir. Bu tür ağızlar, yavaş araçlar için hiç de uygun yerler değiller. Bir kısım finansmanı halihazırda Ulusal Bilim Vakfı ve Wo­ ods Hole Oşinografi Enstitüsü tarafından sağlanan yeni nesil su­ altı aracının yapım maliyeti şu an için 22 milyon dolar olarak ön­ görülüyor. Projenin tamamlanması muhtemelen 201 1 'den önce olmayacak ve bu bile tartışmaya açık görünüyor; çünkü ihtiyaç 146

duyulan finansmanın hepsi mevcut değil. Yirmi iki milyon do­ lar çok büyük bir paraymış gibi gözüküyor, ama bir NASA uzay mekiğinin 1 , 7 milyar dolar maliyeti olduğunu ve her bir görevin ayrıca 450 milyon dolar tuttuğunu göz önünde bulundurun. Ül­ kenin tek derin dalış sualtı aracının yapımı ve işletilmesi bunun çok küçük bir miktarına mal olacak, birçok insan eğer okyanus­ ları tamamıyla araştıracak, güvenle faydalanacak ve daha iyi an­ layacaksak bu yatırımın gerekli olduğuna inanıyor.

147

VI I I . Bölüm

Değişen Deniz

D

ünyada değişim doğaldır ve çeşitlilik zamanla gelir; ama günümüzde, insanların okyanusta istenmeyen bir evrime sebep olduğuna dair artan deliller var. Deniz­

lerde bulunan dudak uçuklatan miktarlarda çöp, dünyanın en uzak bazı yerlerinde bile kıyılan istila etmiş durumda. Balıkla­ rı öldürebilen ve denizi kullanılamaz hale getiren kahn alg olu­ şumları, kıyılarımızda gittikçe artan miktarlarda meydana geli­ yor ve su yollarımızı tıkıyor. Dünya genelinde artık okyanuslar­ da çok daha az balık yaşıyor, mercanlar stres işaretleri veriyor ve ölüyor, endişe verici ekolojik değişimler yaşanıyor. Oysa geçmiş­ te denizleri, istenmeyen sonuçlara neden olmaksızın bir kaynak olarak kullanabileceğimiz, engin ve sınırsız oluşumlar olarak gör­ dük; bugün ise ortada kaçınılamaz bir gerçek var. Okyanusu de­ ğiştiriyoruz ve iyiye doğru değil. Yıllardır araziye giden bilim in­ sanları için bu değişimler üzüntü verici bir biçimde ortada. 149

Denizin Altında Bir Hayalet Kasaba 1 962'de yüksek lisans öğrencisi olan Sonny Gruber, köpek­ balıklarının dilinden anlayabildiği için daha o zamanlarda ta­ nınmaya başlamıştı. James Bond filmi Tlı underbal!un Bahama­ lar'daki çekimleri için büyük limon köpekbalıklarını yakalayan ve idare eden ekibin parçası olmuş, daha sonra da filmin sonun­ daki büyük denizaltı dövüş sahnesinde rol almıştı. Aksiyonun çoğu, Lyford Cay adlı ayrıcalıklı yerleşim bölgesinin hemen açı­ ğındaki mercan resifinde çekilmişti. O zamanlar Sonny, mercan resifinin zenginliğine vurulmuş, özellikle de karaya çok yakın ol­ masından ötürü çok etkilenmişti. Adadan yüzme mesafesi kadar uzakta, muhteşem dallı mercan toplulukları ve bol miktarda gü­ zel resif balıkları vardı. Sonny, 1 999 yılında Bahamalar'da yapılan bir toplantının son­ rasında, Lyford Cay açıklarındaki aynı resife dönme fırsatı ya­ kaladı. Gördükleri karşısında dehşete düştü. Tüm resif ölmüştü. Çok az sayıda balık vardı, her şeyin üzerinde ve tepesinde de alg­ ler büyümekteydi. Mercanlar hala oradaydı, ama tamamen ölüy­ düler. Resif, deniz altındaki bir hayalet kasaba haline gelmişti. Birçok meslektaşım gibi Sonny de, bu boyutta bir denizaltı yıkımı gördüğü tek yerin burası olmadığını söylüyor. Dünyanın her yerindeki resifler çöküş işaretleri gösteriyor ve çoğu da eski­ den sahip olduğu balık ve mercan yaşamının artık çok azını ba­ rındırıyor. Jeolojik kayıtlar mercanların ve resiflerin daima za­ man içinde değiştiklerini gösterse de, günümüzde gözlemlenen şey doğal değişkenlik değil; eşi benzeri görülmemiş bir insan et­ kisi. Ve bu etkileri hisseden sadece mercan resifleri değil.

Deniztavşanları Darbe Alıyor Bilim insanı Duane De Freese, yüksek lisans araştırmasını deniztavşanlarının ekofizyolojisi üzerine yaptı. Bu canlıları, hak ettikleri saygı ve takdiri almayan, son derece özelleşmiş ve gü­ zel, büyük çeşitlilik gösteren bir yumuşakçalar grubu olarak ta­ nımlıyor. Onları büyük, kabuksuz salyangozlar ya da kabuğu ol­ mayan yumuşakçalar gibi düşünebilirsiniz. 1 980'lerin başlarında 150

Florida'nın kıyıya yakın habitatlarında bol miktarda deniztav­ şanı vardı; ama 2000 yılına gelindiğinde birçok tür o kadar na­ dir görülür hale geldi ki, yerel olarak nesillerinin tükenmeye ya­ kın olduğu kabul edildi. Duane, bizzat çalıştıkları ama artık var olmadıkları için arazide gözlemlenemeyecek türleri öğrencileri­ ne anlatan ilk deniz bilimciler neslinin biz olabileceğimizi düşün­ mekten büyük üzüntü duyuyor. Okyanuslarda insanların sebep olduğu ya da arttırdığı sorun­ ların listesi hayli uzun, mercan resiflerinde görülen çöküşe ve deniz popülasyonlarında yaşanan çarpıcı küçülmeye ek olarak, zarar verici alg patlaması vakalarındaki artışı; deniz yosunları, laminarya yatakları, kıyı bataklıkları ve mangrovların yok olu­ şunu; yüzey akıntıları ve atmosfer kaynaklı kirlenmeyi; yerli ol­ mayan ya da istilacı türlerin yayılmasını ve küresel ısınmanın et­ kilerini de kapsıyor. Arazi çalışmaları bu sorunların çoğunu fark etmemize ve anlamamıza yardım etti; ancak, çoğu olayda, deniz­ lerde gerçekleşen değişimleri tam anlamıyla kavrayabilmek için gereken yeterli bir veri temeline ya da uzun vadeli, araziye daya­ lı izleme çalışmalarına hala sahip değiliz.

Görülmeyen Değişimler İnsanın okyanuslar üzerindeki etkisinin sonuçları, şaşırtıcı öl­ çüde gözle görülür olabilir: örneğin, Kuzey Atlantik'teki morina çiftliklerinin çöküşünü, kirlilikten kaynaklanan büyük çaplı ba­ lık ölümlerini ya da canh yeşil renkteki alg patlamalarını ele ala­ lım. Denizlerdeki diğer değişimler bu kadar gözle görünür olma­ sa da, en az bunlar kadar endişe vericidir. Dünya atmosferindeki karbondioksit yoğunluğu, en azından bir dereceye kadar insan etkisi nedeniyle giderek artıyor. Sonuç olarak, dünyanın atmosferi daha fazla ısı hapsediyor ve iklimle­ rimiz de daha hızlı bir şekilde ısınıyor. Bu ısınma nedeniyle or­ taya çıkan değişimlerin bir kısmını artık görebiliyoruz. Devasa dağ buzulları ve buz örtüsü erimeye ya da parçalar halinde de­ nize inmeye başladı. Kutup ayıları, yok olmaya başlayan besin­ lerin ya da yüzen buz parçalarının peşine düştüler. Pasifik'teki 151

adalar gibi deniz seviyesinin altında kalan kıyı bölgelerinde ya­ şayan insanlar ise, deniz seviyesi yükseldikçe yaşadıkları yerler­ den ayrılmak zorunda kalıyorlar. Denizde gerçekleşen diğer de­ ğişimler ise bu saydıklarımızdan daha az gözle görülür nitelikte. Gezegenimiz ısındıkça, okyanus sıcaklıkları da artıyor. Bu­ nun karşılığında, bazı denizel popülasyonların doğal yayılış alanlarında da kaymalar görülüyor. Atmosferdeki karbondiok­ sit seviyeleri arttıkça, okyanus tarafından da daha fazla karbon­ dioksit emiliyor ve suların asitliği yükseliyor. Okyanusun asitlik miktarındaki artışın etkilerini henüz görmeye başlamadık, ama bilim insanları bu durumun denizdeki biyolojik süreçler üzerin­ deki etkileri konusunda ciddi bir endişe içindeler. Kalsiyum kar­ bonat yapılı iskeletler ya da kabuklar oluşturan deniz canlıla­ rı,

bu durumdan özellikle etkilenecek gibi görünüyor. Bu canlı­

ların arasında, mercanlar ve çok küçük boyutlu olmalarına kar­ şın, denizlerde çok bol miktarda bulunan kokolitler var. Koko­ litler, Üzerleri mikroskobik boyutta kalsit tabakalarla kaplı olan tek hücreli bitkilerdir ve fotosentez yapmaları nedeniyle atmos­ ferimize kayda değer ölçüde oksijen katkısında bulunurlar. De­ nizlerin kimyasını izlemek ve okyanusların asitlik derecesinde­ ki artışın, hem mercanlar hem de okyanusun pH derecesindeki değişimlere karşı yüksek hassasiyet gösteren diğer organizmalar üzerindeki etkilerini araştırmak için bilimsel çalışmalara, özel­ likle de arazi çalışmalarına gerek var. Denizlerde, farkına varılması zor olan diğer ekolojik değişim­ ler de gerçekleşiyor olabilir. Belirli bir deniz ortamındaki baskın avcı ya da otlayıcı türün ortadan kalkması halinde ekosistemin buna bir cevap oluşturduğunu, bilim insanları uzun zamandır biliyor. Laminaıya çayırları bunun güzel bir örneği. Kuzeybatı Pasifik' teki laminaıya yataklarında yaşayan su samuru ve ısta­ koz gibi avcı türler, otçul beslenen denizkestanelerinin popülas­ yonlarını kontrol altında tutuyorlar. Bu avcılardan biri ya da da­ ha fazlası ortadan kalkarsa, denizkestaneleri kontrolsüz olarak çoğalmaya ve otlamaya başlar. Bunun sonucunda da bölgedeki gür laminaıya çayırları, yerlerini kum ve döküntü taşlardan iba152

ret, çorak diplere bırakır. Diğer ekosistemlerde plankton süze­ rek beslenen otçul balıkların ortadan kalkması kıyı sularında alg patlamalarına ya da mercan kayalıklarında aşırı plankton üre­ mesine neden olabilir. 2007 yılında, Dalhouse Üniversitesi'nden Ransom Mayers ve çalışma arkadaşları, ABD'nin doğu kıyıla­ rı boyunca görülen büyük boyutlu avcı köpekbahklarının popü­ lasyonlarında, aşırı balık avlanması nedeniyle şiddetli bir azalma gerçekleştiğini ve bu durumun besin ağının tamamında kademe­ li bir etki göstermeye başladığını rapor ettiler. Köpekbalıkları­ nın avladığı başlıca türlerden biri olan yassı burunlu vatoz, av­ cı etkisinin üzerinden kalkması sonucu bol miktarda çoğalmaya ve en sevdiği besinlerden birini (körfez tarağını) iştahla tüket­ meye başlamıştı. Tarakların çoğu yassı burunlu vatozlara yem olduğundan, 2004 yıhnda, Kuzey Carolina'da bir asırdır devam eden körfez kabuklusu endüstrisi iflas etti. Denizlerde, insan et­ kisi nedeniyle başka ne gibi ekolojik değişimler meydana geli­ yor? Dünyanın her yerinde, mercanların yerini algler mi alıyor? Aşırı balık avcılığı, bazı bilimsel çalışmaların belirttiği gibi, deni­ zanalarının balıklara baskın çıktığı kıyı ekosistemleri mi yarata­ cak? Sayıları gittikçe artan alg patlamaları ve kıyılarımız boyun­ ca ölü kuşaklar görülmesi normal hale, çeşitliliği yüksek ve bere­ ketli balık popülasyonları da istisna haline mi gelecek? İnsanlar besin, sağlık, güvenlik, ulaşım, gezi ve eğlence, mil­ yarlarca dolarlık ekonomik kazanç ve tabii ki milyonlarca kişilik istihdam için okyanuslara bağımlılar. Kendimizi denizlerden ay­ rı tutamayız; hem ona etki ederek hem de onun etkisi altında ola­ rak, okyanus ekosisteminin bir parçasıyız. Okyanus bilimleri ve bu konudaki ar�zi çalışmaları günümüzde, hiçbir zaman olmadı­ ğı kadar büyük önem taşıyor. Yalnızca denizi keşfetmek ve daha iyi anlamak açısından değil, daha fazla yıkımı önlemeye yardım­ cı olabilmek ve denizin bize sunduğu kaynakları kullanış şekli­ mizi sürdürülebilir hale getirmek, bunu yaparken bir yandan da üretken ve işlevsel bir ekosistem olarak denizin sağlığını uzun vadede koruyabilmek açısından.

153

Sörfler Havaya Neyse ki, okyanus dayanıklı olduğunu bize kanıtladı ve umut­ lu olmak için bir sebep var, ama zamanımız kısıtlı. Deniz üze­ rindeki etkilerimiz azaltılabilir ve önlenebilir; ama bunun yapı­ labilmesi için politik iradeye, halk desteğine ve hem sorunların tanımlanabilmesi hem de çözümlerin üretilebilmesi için okya­ nus bilimleri aracılığıyla yeterince bilgi edinilmesine ihtiyaç var. Kaydedilen ilerlemeye güzel bir örnek, Kaliforniya sahillerinde görülüyor. Yıllar öncesinde, arıtılmamış pis sular düzenli olarak kıyıya ya da yakınına akıtılıyordu; ama bunun yapılmasına artık izin verilmiyor. Atık sular artık, arıtıldıktan sonra kıyıdan epey uzağa boşaltılıyor ve burada kolayca seyreltilerek, çevredeki de­ niz suyuna karışıyor; böylece çevreye daha az zarar veriyor. Gü­ ney Kaliforniya Kıyı Suları Araştırma Projesi Otoritesi'nden de­ niz biyologu Steve Wiesberg, kırk ya da elli yıl öncesine kıyasla, Kaliforniya sahillerinin çok daha temiz olduğunu onaylıyor. Ar­ tık denize neyin nereye boşaltılabileceği konusunda yasal düzen­ lemeler var. Yeri saptanmış ama çok iyi anlaşılamamış sorunlar ve özellikle yağışlı dönemlerde yüzey akıntılarından gelen, nok­ ta kaynaklı olınayan kirlilik gibi halledilmesi gereken zor mese­ leler hala var; ama Steve, hem gerekli yatırımın hem de politik ve toplumsal iradenin sağlanması halinde, Kaliforniya sahilleri­ nin gelecekte çok daha temiz olabileceği konusunda iyimser. İş­ lemden geçirilmemiş kanalizasyon atıkları, dünyanın birçok ye­ rinde hala sahillere ve kıyı sularına doğrudan boşaltılıyor.

Sürdürülebilir Kullanım Okyanus bilimleri, sorumlu ekoturizm gibi etkinlikler aracılı­ ğıyla, denizin sunduğu kaynakların kullanımı için sürdürülebilir yollar bulunması konusunda da insanlara yardımcı oluyor. Erik Zettler, SEA'nın bilim koordinatörü. Erik, yakın zamanda bilim­ sel başuzman olarak katıldığı bir araştırma gezisi sırasında, SSV

Coıwith Cramer gemisindeki öğrencileri ve geminin müretteba­ tıyla birlikte, Dominik Cumhuriyeti'ndeki en büyük haliç olan Samana Koyu'na ait ilk oşinografi verilerinden bazılarını topla1 54

dı. Koydaki çalışma sırasında Erik, merkezi Santo Domingo'da bulunan ve kar amacı gütmeyen bir araştırma ve eğitim kuruluşu olan EcoMar'ın araştırmacılarıyla işbirliği yapmıştı. EcoMar, Sa­ mana Koyu 'nda birkaç yıldır çalışıyor ve yakındaki bir köyün ye­ rel halkına, balıkçılıktan daha sürdürülebilir bir ekonomiye (so­ rumlu balina gözlemciliğine) geçiş yapmaları konusunda yardım ediyor. Samana Koyu 'nun ön kısmında sığ bir bank ve kambur balinaların kış üreme sezonunda düzenli olarak toplandıkları de­ rin bir alan bulunuyor. Tekne işletmecileri şimdilerde balinaları izlemek için turistleri buraya götürüyorlar ve bunu yaparken de, bu balinaların yayılışlarıyla ilgili son derece gerekli verilerin top­ lanmasına yardımcı oluyorlar. Bölgede yaşayan lise öğrencileri ve öğretmenler de balina gözlemciliği yapmak üzere eğitiliyor ve sıklıkla bu gezilere katılıyorlar. Erik ve öğrencileri, arada bir dil engeli olmasına karşın, bölgede yaşayan kişilerle toplumlarında gerçekleşmekte olan bu değişimlerle nasıl başa çıktıkları hakkın­ da konuşmaktan büyük keyif almışlar. Bölgedeki balık çiftlikle­ rinde göriilen çöküşten sonra denedikleri ekoturizmin sürdürüle­ bilir olacağına ve köyün ekonomisini hem şimdi hem de gelecek­ te iyileştireceğine dair iyimser düşünüyorlar.

Nispeten Güvenli Bir Barınak Günümüzde okyanus bilimi ve politikası konularındaki en ateşli iki başlık, ekosistem tabanh yönetim ve deniz koruma alanları. İkisinin birleştiği noktaysa, deniz koruma alanlarının okyanus ekosistemlerini bir bütün olarak yönetme mekanizma­ ları sunmaları ve insanların hem etki hem de kullanım şekilleri­ ni dikkate almaları. Deniz koruma alanlarının birçok değişik tü­ rü var, en kısıtlayıcı olan türünde hiç kimsenin biyolojik türleri almasına izin verilmiyor. Günümüzde dünya çapında yapılan bi­ limsel çalışmalar, deniz koruma alanlarının balıkçılıktan korun­ masının, hem bu alanlarda daha önce sömürülmüş olan balık­ ların bolluğunda ve ortalama büyüklüğünde hızlı bir artış hem de bölgedeki tüm deniz yaşamı çeşitliliğinde çoğalma sağladığını gösteriyor. Harvard Üniversitesi'nden Callum Roberts ve çalış155

ma arkadaşları, biyolojik türlerin ahnmasına kesinlikle izin veril­ meyen böyle alanların, kendi sınırlarının ötesine bile fayda sağ­ ladıklarını ve bitişik sulardaki balık popülasyonlarını da zengin­ leştirdiğini buldular. Yine de deniz koruma alanları, özellikle de biyolojik türlerin alınmasına izin verilmeyen bölgeler, başlangıç­ ta her zaman pek başarılı olmayabilir. Florida Keys'de, koruma­ nın yararları anlaşılmadan önce, epeyce ses çıkaran karşıt görüş­ ler vardı, ki bu dünyanın birçok bölgesinde oynanan bir oyun. Florida Keys, son derece yaygın deniz çayırı yatakları, mang­ rovlar ve geniş deniz yaşamı çeşitliliğiyle, dünyanın en büyük mercan resifi. alanlarından birine ev sahipliği yapıyor. Ancak, 1 980'lerin sonuna gelindiğinde, bölgede çoktan üç ulusal park ve iki deniz sığınağı bulunmasına rağmen ekosistem risk alhnday­ dı. Bilim insanları mercanlarda ağarma ve hastalıklar, deniz ça­ yırlarında ani ölüınler ve resif balıklarının popülasyonlarında da azalmalar belgelemişlerdi. Su kalitesinde düşüş ve bölgede petrol sondajı yapılmasına yönelik teklifler hakkında da endişeler vardı. 1 989 yılında, on sekiz günlük bir süre içerisinde üç büyük gemi karaya oturarak geniş ölçüde mercan resiflerini yok edince, Was­ hington, DC durumla ilgilendi. 1 6 Kasım 1 990 tarihinde, Keys'de eyalete ve devlete ait suların yaklaşık 2800 deniz mil karelik alanı Florida Keys Ulusal Deniz Sığınağı olarak belirlendi. Florida Keys Ulusal Deniz Sığınağı günümüzde yaygın şekilde destek görüyor, ama durum her zaman böyle değildi. Başlangıçta, alanla ilgili yönetim planını tarhşmak üzere halka açık duruşmalar yapılırken, hem potansiyel sınırlamalar hem de biyolojik türlerin alınmasına izin verilmeyecek olan koruma alanlarının oluşturııl­ ması hakkında farklı görüşler ve güçlü hisler vardı. Çevreci grup­ lar planı güçlü şekilde desteklediler; ama balıkçılar ve bazı dalış işletmeleri desteklemeye pek meyilli değillerdi. Balıkçılık yapan kesim, politik süreçten dışlanmış hissediyor ve denize erişiınleri­ ni kaybetmekten korkuyordu. Dalış işletmeleri, yeni düzenleme­ ler ve denizin bölgelere ayrılması karşısında kendi etkinliklerinin nasıl sınırlandırılacağına dair endişelere sahipti. Hükümet karşıh bazı eylemcilerin sesi daha bile çok çıkıyordu. Sığınağın geliştiril156

mesine ve yönetimine yardım eden NOAA temsilcileri ölüm teh­ ditleri aldılar, arabalarının lastikleri indirildi ve temsili kuklaları ipe çekildi. Asıl direnişin çoğunun nedeni, toplumun sığınak plan­ larını ya da bu planın yararlarını anlamamasıydı. 200 l 'e gelindiğinde Florida Keys Ulusal Deniz Sığınağı, dün­ yada biyolojik türlerin alınmasına izin verilmeyen en büyük de­ niz sığınaklarından biri olan Tortugas Ekolojik Koruma Alanı'nı da içine alacak şekilde genişletildi. Zamanla Keys hakkındaki gö­ rüşlerin pek çoğu çarpıcı şekilde değişti ve bazı kişiler, biyolojik türlerin alınmasına izin verilmeyen alanların daha da genişletil­ mesiyle korumanın artırılmasını istiyorlar. Keys deneyimi, yerel halkla iyi iletişim kurmanın ve onların desteğini almanın, deniz koruma alanlarının kurulmasında ne kadar büyük önem taşıdığı­ nı gösteriyor; uzun vadede başarılı olmak için de bunlar gerekli. Florida Keys Ulusal Deniz Sığınağı aynca, Avustralya'nın Bü­ yük Set Resifi'nde ve Belçika, Çin, Hollanda ile İngiltere'nin sa­ hillerinde de başvurulan Okyanusun Bölgelere Aynlması düzen­ lemesi için bir örnek sunuyor. Okyanusu bölgelere ayırma düzen­ lemesi, aslında karada yapılan alan planlamasına benzer; tek is­

tisna, denizde yapılan şeklinin, hem çoklu ve çelişkili kullanımla­ ra konu olan hem de görünmez ve kolayca geçilebilir sınırlara sa­ hip bir kamu mülkiyetini içermesidir. Florida Keys Ulusal Deniz Sığınağı'nın sınırlan içinde petrol ya da doğalgaz sondajını; mer­ canların, tropik resif balıklarının ya da canlı kayaların toplanma­ sını; çöp ya da diğer çevre kirletici maddelerin atılmasını; deniz yatağına ve orada yaşayan organizmalara zarar verebilecek şe­ kilde demir atılmasını ya da deniz harekatı yapılmasını da içeren yasaklar ve

tüm

alanı kapsayan düzenlemeler var. Sığınak dahi­

linde aynca ekolojik koruma alanlan, sığınak koruma alanlan ya da özel kullanım alanlan olarak adlandırılan, tamamen korunak­ lı yirmi dört adet daha koruma alanı var. Sığınağın sadece yak­ laşık yüzde 6 kadarını kaplayan bu alanlardaki kısıtlamalar çok daha sert. Tamamen korunaklı alanların dışında, eğlence amaçlı balık avlama, dalış ve tekne gezileri gibi yollarla sorumlu turizm teşvik ediliyor. Gözde dalış yerlerine demirleme şamandıralarının 1 57

yanında, kritik önem taşıyan doğal ortamları ve özellikle korunan alanları belirleyen gelişmiş işaretler yerleştirilmiş durumda. Florida Keys Ulusal Deniz Sığınağı'nın inkar edilemez ve göz­ le görülür bir başarısı da balıklardır. Key Largo'da çalışan, tüple ve şnorkelle dalan kişileri yerel resiflere götüren ticari bir şirket olan Sea Dwellers ile yakın zamanda bir dalış yapma fırsatım ol­ du. Tekne turistlerle doluydu ve onların olumlu deneyimleri, sığı­ nağın Keys'e kazandırdığı faydaları örnekliyordu. O gün yapılan iki kısa dalış boyunca bir sürü harika deniz canlısı görüldü. Or­ tasında şişman lagoslar bulunan büyük bir gece mavisi papağan­ balığı sürüsü yüzerek geçti. Endamlı kartal vatozlar süzülerek geçerken, birkaç dalgıç hayranlık ve saygıyla izledi. Bir denizaltı yarığında kavga eden birkaç tane büyük dikenli ıstakoz ve küçük bir mağarada da sürü halinde parlak bakır çöpçüler buldum. Di­ ğer dalgıçlar köpekbalıkları, büyük bir müren balığı ve bir deniz kaplumbağası gördü. Her yerde küçük benekli sandıkbalığından düz, çok güzel renk tonlarına sahip dikenli çütre balığına, çizgili melek balığından Fransız garguruna kadar varan rengarenk re­ sif balıkları vardı. Aşın avlanma sonucunda, dünyanın diğer mer­ can resiflerinin hepsinde değilse de çoğunda çok az balık kaldı. Florida Keys'de işler kusursuz gitmiyor. Hala aşılması gere­ ken zorluklar var. Su kalitesindeki düşüşün yanında, aşırı avlan­ ma, mercan hastalıkları, gittikçe daha sık görülen mercan ağar­ maları, dikkatsiz teknecilerin ve dalgıçların verdikleri zararlar hala birer endişe kaynağı. Florida Keys sakinleri, yakın zaman­ da kendiliklerinden büyük bir adım atarak, merkezi kanalizas­ yon ve arıtma sistemi inşaatlarını başlattılar. Özellikle septik sis­ temden başta bölgenin gözenekli kireçtaşları olmak üzere, sahile yakın sulara sızan yeterince arıtılmamış atık suların etkileri ko­ nusunda yıllardır endişe duyuluyordu. Keys'de yaşayan insanlar için, küresel ısınma da oldukça ciddi bir konu. Keys'in deniz se­ viyesinin altında olan adaları, deniz seviyesinde görülecek yük­ selmeye ve kasırgaların etkilerine karşı aşırı derecede korunma­ sız. Ve elbette bölgeye turizmi çeken mercan resifleri ve diğer de­ niz canlıları da iklim değişiklinin etkilerine karşı savunmasızlar. 1 58

Günümüzde dünyanın her yerinde, okyanusların yalnızca yaklaşık yüzde O,O l 'i balıkçılığa kapalı. Yabani balık popülas­ yonlan azalmaya devam ediyor ve bazı durumlarda çöküşün kı­ yısındalar. İnsanlar deniz koruma alanlarının yararlarını görme­ ye başladıkça, okyanus alanlarının daha fazlasının balıklar için güvenli barınaklar olarak ayrılacağını umuyoruz. Okyanus bili­ mi ve arazi çalışmaları, hem deniz koruma alanlarının etkililiğini izlemek hem de bu alanların nasıl ve nerde kurulmasının en iyi olacağına yönelik sorulan yanıtlamak için temel teşkil edecek. Ancak, besin olarak balık tüketimindeki hızla artan talebi, sade­ ce deniz koruma alanlan çözemez.

Açık Denizlerde Balık Çiftlikleri Yerküre üzerinde iki milyardan fazla insan ana protein kay­ nağı olarak balığa bel bağlıyor ve daha da fazla insan da sağlıklı bir beslenmenin parçası olarak deniz ürünleri tüketiyor. Besle­ necek insan sayısı her geçen gün artarken, denizlerdeki balıklar da gittikçe azalıyor. Deniz ürünlerine karşı artan talebi karşıla­ mak için artık dünyanın her yerinde kıyısal balık çiftlikleri işle­ tiliyor; özellikle de Çin 'de. Ne yazık ki bu çiftliklerden elde edi­ len faydalar çoğu zaman zarar verici etkileriyle dengede değiller. Mangrovlar ya da deniz çayırı yatakları gibi önemli kıyısal habi­ tatlar, balık çiftlikleri kurmak için sıklıkla tahrip ediliyor. Kon­ santre edilmiş atıklar yakınlardaki sulara bırakılıyor ve bu da su kalitesini düşürerek, alg patlamalarına neden olabiliyor. Rosenstiel Akademisi'nden deniz biyologu ve su ürünleri araştırmacısı Dan Banetti, açık denizlerde balık çiftçiliği konu­ sunda önde gelen bir isim. Senelerdir, hem büyüyen bir tesis için habitatların yok edilmesine gerek duyulmayacak hem de deniz­ lerin doğal akıntılarının balıklan sağlıklı tutacağı ve potansiyel olarak zararlı atıkları çözeceği, açık okyanuslar için etkili ve gü­ venli balık üretme teknolojilerini geliştirebilmek için çalışıyor. Dan ve meslektaşları ağ kafes yapılarını, yönetim tekniklerini ve kıyıdan uzakta balık yetiştiriciliğinin çevresel etkilerini test ediyorlardı. Amaçları, en az etkiye neden olacak şekilde en faz1 59

la verimi elde edebilmek. Kullandıkları elmas biçimli kafesler ya da jeodezik kubbeli ağıllar, biraz denizaltı uçan daireleri gibi gö­ rünüyor ve aynı anda 1 00. 000 balık tutabiliyor. Pasifik mercanı ve cobia üretmede büyük başarı yakaladılar; istavrit, sarıkuyruk ve palamut büyütme yöntemleri de geliştirilme aşamasında. Kul­ lanılan teknolojinin hızlı bir şekilde gelişiyor olmasıyla birlikte, Dan ton balıklarına yönelik açık okyanus çiftçiliğinin de çok ya­ kın olduğuna inanıyor. Bu, binlerce balığın yakalandığı ve ka­ feslerde şişmanlatıldığı, hali hazırda Akdeniz gibi bazı yerlerde yapılan ton balığı çiftçiliğinden bir hayli farklı. Gerçek su ürün­ leri yetiştiriciliği, damızlık bir nesil yetiştirmeyi ve balıkları lar­ vadan ergin hallerine kadar yetiştirmeyi, dolayısıyla da yaban hayattan avlanmaktan vazgeçmeyi gerektiriyor. Dan, ekibinin araştırma ve geliştirme çalışmaları sırasında karşılaştığı ilginç bir hatadan bahsediyor. Kafeslerinde kullan­ dıkları kevlardan daha güçlü sentetik fiber ağlar, köpekbalıkla­ rını geçirmez özelikte olmaktan ziyade, onlara karşı sadece da­ yanıklı - büyük bir fark. Köpekbalıkları yaralı, hasta ya da ölü balıklarla beslenmek için sürekli kafeslere giriyorlardı. İlginç bir şekilde, köpekbalıkları hiçbir zaman sağlıklı balıkların peşinden içeri girmiyordu. Dan'in ekibi bu sorunu çözmek için kafes ta­ sarımını iyileştirdi, daha sert "köpekbalığı geçirmez" ağlar geliş­ tirdi ve düzenli bakım yaptı, her gün bir dalgıç, kafesin dibinden bütün hastalıklı ya da ölü balıkları topluyordu. Denizel su ürünleri yetiştiriciliğinde uzun zamandır yaşanan so­ runlardan biri de çiftliklerdeki balıkları beslemek için doğadan ya­ kalanan balıkların kullanılmasının ekolojik verimsizliğiydi. Dan'in grubu ve diğerleri, öncelikli olarak doğadan yakalanan balık ye­ mine dayalı gıda kullanımından uzaklaşmak için çok çalışıyorlar. Dan, hem kaydettikleri ilerlemeden hem de açık deniz su ürünle­ ri yetiştiriciliğinin okyanus ve onun doğal stokları üzerindeki bas­ kıyı alırken bir yandan da dünyanın kalabalık popülasyonunu bes­ lemeye yardımcı olma potansiyeli konusunda son derece iyimser. Açık deniz su ürünleri yetiştiriciliğinin, kar artışıyla birlikte, yakında milyarlarca dolarlık bir endüstri haline gelme potansi160

·

yeli var. ABD'de tüketilen deniz ürünlerinin çoğu, şu an 8 mil­ ,

yar dolar civarı olduğu öngörülen bir deniz ürünleri ticaret açı­ ğının artışına katkı sağlayacak şekilde, ithal ediliyor. Dan, ülke­ nin açık deniz su ürünleri yetiştiriciliği konusunda makul bir dü­ zenleme ve izin yapılandırması üretmemesi halinde, yatırımcıla­ rın kısa zaman sonra ülke dışına gideceğine (aslına bakılırsa şim­ diden gidiyorlar) ve dış ticaret açığının da artacağına inanıyor. Mart 2007'de NOAA ve Birleşik Devletler Ticaret Bakanlığı, "kıyıdan üç ya da daha fazla mil açıktaki ABD federal sularında güvenli ve sürdürülebilir su ürünleri yetiştiriciliği operasyonları­ na izin veren düzenleyici bir çerçeve oluşturması için" Kongre'ye bir Ulusal Açık Deniz Su Ürünleri Yetiştiriciliği Kanunu gön­ derdi. Dan bu yasaya destek veriyor; çünkü araştırmalar için ge­ reken izinler sürecini, çevresel denetimi, teşvikleri ve kaynakları sağlayarak hem ülke hem de okyanus için iyi olacağına inanıyor. Okyanuslar değişiyor ve bu yüzden bizim denizleri kullanış şeklimiz de değişmeli. Dünyanın dört bir yanından gelen haber­ ler endişe verici olsa da, umutlu olmak için bir sebep var. Bilim aracılığıyla, denize neyin zarar verdiğine dair bilgi ediniyoruz. Araştırmacılar artık arazi çalışmalarındaki çabalarını arttırma­ lılar ve çözümler bulmak, bunları uygulamaya koymak, verim­ liliklerini izlemek ve umarız ki gelecek için okyanusu eski hali­ ne getirmek ve korumak adına öz kaynak yöneticileri, düzenle­ yici kuruluşlar, yerel topluluklar, yatırımcılar ve politik liderler­ le birlikte çalışmalılar. Kaybedecek vakit yok.

161

Sonsöz

Araziye çıkmak, okyanus bilimi çalışmalarının heyecan verici, meydan okuyucu ve ilham verici bir parçasıdır; aynı zamanda da büyük önem taşır. Arazideyken, laboratuvarda ya da bilgisayar karşısında olmakla kazanamayacağımız türden bilimsel anlayış­ lar geliştiririz. Doğanın harikalarını ya da kudretli güçlerini göz­ lemlemek, bizler için hem bir şeyler öğretici hem de alçakgönül­ lü olmaya teşvik edicidir. Güçlüklerin üstesinden gelerek birer bilimci ve birer insan olarak gelişiriz, sıklıkla da keşiflere ve tek­ nolojik gelişmelere imza atarız. Başarımız, bizden önceki kuşak­ ların yaptığı çalışmaların üzerine kurulu olmasının yanında, hü­ nerlerimizin ve azmimizin verdiği bir sınavdır. Birçok kişi bili­ min sıkıcı ve kuralları olan, yöntemli bir süreç olduğunu düşün­ se de, araziye çıkıldığında mizah, yaratıcılık ve serüven devreye girer. Arazide olmak, her şeyden daha çok, bizlere doğanın gü­ zelliğini ve karmaşıklıklarını ilk elden gözlemleyebilme ve takdir edebilme fırsatı tanır. Ne yazık ki günümüzde, denizi ilk elden tecrübe edebilme ve çalışabilme fırsatını bulabilen bilim insanlarının ve öğrencilerin sayısı gittikçe azalıyor. Arazi çalışmaları ve gezileri için sağlanan ödeneklerin sınırlı olmasının yanında, uzaktan elde edilen verilere ve çok yönlü bilgisayar modellemelerine gittikçe daha fazla önem veriliyor. Yüksek lisans öğrencileri ve bilim insanları artık dalga-

163

lara ayak parmaklarını bile sokmadan ya da bir hafta, hatta bir gün için bile denize gitmeden, okyanusu aylarca inceleyebilir hale geldiler. Florida Eyalet Üniversitesi'nden deniz biyologu Felicia Colman, bu konudaki endişelerini şu şekilde dile getiriyor: "Tek­ nolojiye çok fazla bel bağlayarak, doğa tarihi ve davranış bilimi (bizleri çocukken etkileyen ve birer yetişkin olarak bilime çeken esas şeyler) ile olan ilişkimizi kaybetme riskini alıyoruz. " Deniz biyolojisinin yeni kuşak öğrencileri, moleküler ve ge­ netik teknikler konusunda hevesli ve heyecanlılar, haklılar da. Ancak, bir organizmayı yalnızca DNA'sına dayanarak tanımla­ yabilen, ama canlının kendisini arazide hiç görmemiş ya da di­ ğer canlılarla veya çevreyle nasıl bir etkileşim kurduğu hakkın­ da hiç çalışma yapmamış bilim insanları mı istiyoruz? Jeolog ça­ lışma arkadaşlarım, yüksek lisansa başlayan öğrencilerin, kirlen­ mek ve çıplak elleriyle çamur ve kaya kazmak yerine, bilgisa­ yar üzerinde sismik hatları ya da üç boyutlu modelleri çalışmaya daha fazla eğilim gösterdiklerini söylüyorlar. Çok kısa bir süre sonra taksonomi, ekoloji ya da arazi temelli jeoloji gibi disiplin­ lerde gerek duyulan uzmanlığa sahip olmayacağımız konusunda hepimiz kaygılanıyoruz. Günümüzde, toplumsal ihtiyaçları karşılayabilmek için, ok­ yanuslara yönelik uygulamalı bilimlere haklı olarak daha fazla önem verilirken, deniz ortamını anlamaya ya da keşfetmeye yö­ nelik temel araştırmalara ise daha az ilgi duyuluyor. Şüphesiz, hem okyanus üzerinde bıraktığımız etkiye dair daha ayrıntılı bil­ gilere ihtiyaç duyuyoruz hem de bu etkileri azaltmanın ve önle­ menin yollarını bulmalıyız. İnsanları da kasırgalar, fırtına kabar­ ması ve tsunamiler gibi okyanusla ilişkili fenomenlerin yarattığı hasarlardan korumak zorundayız. Ancak, bunu yaparken, temel ve araziye dayalı bilimlerin sağladığı bilgileri ya da beklenmeyen faydaları kaybetme riskini almadığımızdan da emin olmalıyız. Arazi çalışmaları maliyetli; okyanusa erişim sağlayan tesisle­ rin inşası, işletimi ve bakımı da pahalı. Araziye erişim sağlayan deniz laboratuvarlarının sayısı gittikçe azalıyor, hala var olanlar da can çekişiyor. Bir zamanlar dünyanın dört bir yanında ilgi ve 1 64

yatırım odağı olan, dünyanın tek işleyen denizaltı araştırma is­ tasyonu bile, şimdilerde hayatta kalabilmek için mücadele veri­ yor. Arazi çahşmalarına yönelik fırsatlar ve destekler azaldıkça, bu çalışmaların sağladığı ilham ve keşif duygusunu kaybetmeyi de tehlikeye atıyoruz. Araziye gitmeyi ve ilk elden doğa hakkında bir şeyler öğren­ meyi bırakan yalnızca bilim insanları ve öğrenciler değil. Yazar Richard Louv, Doğadaki Son Çocuk (Tübitak Yayınları) ya da kendi deyimiyle "artık kalmamış olan çocuk" adlı kitabında bu sorunu güçlü bir şekilde yansıtıyor. Günümüz çocuklarının do­ ğal ortamda yapılandırılmamış oyunlar oynamak için daha az fırsatı olduğunu; bunun da çocuklarda obezite, dikkat eksikli­ ği sendromu, depresyon, doğaya karşı bilinç ve takdir eksikliği görülmesine katkıda bulunduğunu açıklıyor. Her yaştan çocuk ve öğrenci, hem pahalılık hem de mesuliyet ve risk konusundaki endişeler yüzünden artık doğa merkezleri, parklar ve tekne gezi­ leri gibi arazi deneyimlerini yaşamak için bile daha az fırsat bu­ luyor. Bir bilim insanı için, bu eğilimler son derece kaygı verici. Meslektaşlarım, çocuk yaşta doğayı ilk elden tecrübe etmele­ rinin, bilim insanı olmaya ve okyanuslar üzerine çalışmaya ka­ rar vermelerinde çok büyük bir etkisi olduğu konusunda oybir­ liğiyle hemfikirler. İster aileleriyle birlikte gel-git havuzlarını in­ celemek ya da ormanda özgürce koşturmak, ister bir sınıf gezisi­ ne katılmak şeklinde olsun, erken arazi deneyimlerinin yaşamla­ rı üzerindeki etkisi çok derin. Deniz bilimci Elizabeth Gladfelter, Agassiz s Legacy: Scientists ' Reilections on tbe Value of Field Experience adh kitabında yayınladığı bir dizi röportajda, bunun

önemini belgeliyor. Yabanda karşılaşabileceğimiz yerlerin sayısı­ nın azalması ve çocukların geride kalabilmiş yerleri keşfetme fır­ satı bulamayışı, gelecek nesil doğa bilimcileri açısından ne anla­ ma geliyor? Doğada yaşanan deneyimler bizleri onun güzelliği, gizemleri ve karmaşıklığı hakkında daha bilinçli ve daha değerbi­ lir bir hale getiriyor. Bu değerbilirliği kazanmak için fırsat bulu­ namazsa, insanlığın doğaya karşı sorumlu etiğini, kahyalık etiğini kaybetmeyi de tehlikeye mi atıyoruz ya da çoktan kaybettik mi? 1 65

Bilim insanlarının okyanusu ilk elden keşfetmeye ve çalışma­ ya devam etmeleri büyük önem taşıyor, ama çocuklara ve öğ­ rencilere bu fırsatın tanınması da en az o kadar önemli. Denizin içinde, üzerinde ve altında zaman geçirdikçe kim bilir daha han­ gi okyanus gizemleri açığa çıkacak, ne gibi sorunlar çözümlene­ bilecek ve ne kadar can alıcı bilgiler edinilecek? Bunun cevabı­ nı bulabilmek için, araziye gitmeye ve denizde bilimi kovalama­ ya devam etmeliyiz.

1 66

Konuyla İlgili Web Siteleri Aşağıda alfabetik sırayla verilmiş olan web siteleri, kitapta sözü geçen kurumlar, ajanslar, dernekler vb. kuruluşlar hakkında ayrıntıh bilgiler vermektedir. Kitapta adı ge­ çen kişilerle iletişime geçmek ya da araştırmaları hakkında daha fazla bilgi edinmek is­ terseniz, çalıştıkları kurumların web sitelerini ziyaret edebilirsiniz. ABD ULUSAL HAVACILIK VE UZAY DAiRESi

(www .nasa.gov) ABD ULUSAL KASIRGA MERKEZi

(www .nhc.noaa.gov) ABD ULUSAL DENiZ SIÔINAKLARI PROGRAM! /

(sanctuaries.noaa.gov)

ABD ULUSAL OKYANUS VE ATMOSFER DAiRESi

(www .noaa.gov) ABD ULUSAL BiLiM VAKFI

(www.nsf.gov) ABD JEOLOJi ARAŞTIRMALAR! KURUMU

(www .usgs.gov) ABD DENiZCiLiK ARAŞTIRMALAR! KURUMU

(www .onr.navy.mil) AQUARJUS DENiZALTI YAŞAM ORTAMI

(www.uncw.edu/aquarius) CHARLES DARwlN ARAŞTIRMA iSTASYONU

(www.darwinfoundation.org) DALHOUSIE ÜNiVERSiTESi

(marine.biology.dal.ca) DENiZ ECITIMI DERNEÔI

(www .sea.edu) DUKE ÜNiVERSiTESi DENiZ LABORATUVAR!

(www.nicholas.duke.edu) ECOMAR

(espanol.geocities.com/ongprogramaecomar) EVERGLADES ULUSAL PARKI

(www .nps.gov/ever/) FLORIDA BALIK VE YABAN HAYATI ARAŞTIRMA ENSTiTÜSÜ

(research.myfwc.com) FLORIDA KEYS ULUSAL DENiZ SIÔINAÔI

(floridakeys.noaa.gov) 167

FLORIDA EYALET ÜNiVERSiTESi

(www.fsu.edu) FLOWER GARDEN BANKS ULUSAL DENiZ SIÔINACI

(flowergarden.noaa.gov) GALAl'AGOS ULUSAL PARK! HiZMETLERi

(www.galapagosonline.com) GÜNEY KALIFORNIYA KIY1 SULAR! ARAŞTIRMA PROJESi OTORiTESi

(www.sccwrp.org) GÜNEY FLORIDA ÜNIYERSITESI

(www.marine.usf.edu) GÜNEY KALIFORNIYA ÜNiVERSiTESi TSUNAMJ ARAŞTIRMA MERKEZi

(www.usc.edu/dept/tsunamis) HARBOR BRANCH OŞiNOGRAFi ENSTiTÜSÜ

(www.hboi.edu) HARVARD ÜNiVERSiTESi

(www.harvard.edu) HAWAll ÜNiVERSiTESi

(www.soest.hawaii.edu) HUBBS·DENIZ DÜNYASI ARAŞTIRMA ENSTiTÜSÜ

(www.hswri.org) KALIFORNIYA EYALET ÜNiVERSiTESi, NORTHRIDGE

(www.csun.edu) KiYi VERiLERi BiLGiLENDiRME PROGRAM!

(cdip.ucsd.edu) KUZEY CAROLINA ÜNiVERSiTESi, CHAPELHILL

(www.marine.unc.edu) KUZEY CAROLINA ÜNiVERSiTESi, WlLMINGTON

(www.uncw.edu) LOUISIANA EYALET ÜNIYERSITESI, KIY1 ARAŞTIRMALARI ENSTiTÜSÜ

(www.csi.lsu.edu) MAiNE DENiZCiLiK AKADEMiSi

(www.mainemaritime.edu) MASSACHUSETTS TEKNOLOJi ENSTiTÜSÜ

(www.mit.edu) MIM\I ÜNiVERSiTESi, ROSENSTIEL DENiZ VE ATMOSFER BiLiMLERi AKADEMiSi

(www.rsmas.miami.edu) MONTEREY KÔRFEZI AKVARYUMU

(www.mbayaq.org)

1 68

MONTEREY KÖRFEZi AKVARYUMU ARAŞTIRMA ENSTiTÜSÜ

(www .mbari.org) MONTEREY KÖRFEZi ULUSAL DENiZ SIÔINAÔI

(montereybay.noaa.gov) MOTE DENiZ LABORATUVAR!

(www.mote.org) NOVA GÜNEYDOÔU ÜNiVERSiTESi, OŞiNOGRAFi MERKEZi

(www.nova.edu/ocean) OBERLIN ÜNiVERSiTESi

(www .oberlin.edu) OCEANOGRAPHER OF THE NAVY

(www .oceanographer.navy.mil) OKYANUS ARAŞTIRMALARI VE KORUMA PROGRAMLAR! DERNECI

(www .oceanrecon.org) ROYAL DUTCH SHELL

(www.shell.com) SEADWELLER DALIŞ MERKEZi

(www.sea-dwellers.com) SCRIPPS OŞiNOGRAFi ENSTiTÜSÜ

(sio.ucsd.edu) STANFORD ÜNiVERSiTESi

(www.stanford.edu) STELLWAGEN BANK ULUSAL DENiZ SIÔINAÔI

(stellwagen.noaa.gov) TRINITY ÜNiVERSiTESi

(www.trinity.edu) WESLEYAN ÜNiVERSiTESi

(www.wesleyan.edu) WOODS HOLE OŞiNOGRAFi ENSTiTÜSÜ

(www.whoi.edu)

1 69

Önerilen ve Konuyla İlgili Yayınlar

italik sayfa numaraları şekilleri göstermektedir.

Ballard, R. O., and W. Hively. The Eternal Darkness: A Personal History ofDeep- Sea Exploration. Princeton, NJ: Princeton University Press, 2002. Benetti, O., L. Brand, J. Collins, R. Orhun, A. Benetti, B. O'Hanlon, A. Danylchuk, O. Alston, J. Rivera, and A. Cabarcas. "Can Offshore Aquaculture of Carnivo­ rous Fish Be Sustainable? Case Studies from the Caribbean." World Aquacultu­ re 37(2006): 44-47. Boustany, A. M.t S. P. Oavis, P. Pyle, S. O. Anderson, B. J. Le Boeuf, and B. A. Block. "Satellite Tagging: Expanded Niche far White Sharks." Nature 4 1 5 (2002): 35-36. Broad, W. J. The Universe Below: Discovering the Secrets ofthe Deep Sea. New York: Touchstone I Siman and Schuster, 1 997. Carpenter, R. "l\1ass Mortality of Diadema antillarum " Marine Biology 1 04, no. 1 ( 1 990): 67 -77. Chase, G. A. Auxiliary Sail Vessel Operations. Centreville, MO: Cornell Maritime Press, 1997. Corson, T. The Secret Life ofLobsters: How Fishermen and Scientists Are Unraveling the Mysteries of Our Favorite Crustacean. New York: Harper Perennial, 2005. Cowen, R. K. "Large Scale Pattem of Recruitment by the Labrid, Semicossyphus pulc­ her. Causes and Implications." Journal of Marine Research 43, no. 3 (1985): 719-42. Cowen, R. K., C. B. Paris, and A. Srinivasan. "Scaling of Connectivity in Marine Popu­ lations." Science 3 1 1, no. 5760 (2006): 522-27. Crowder, L. B., G. Osherenko, O. R. Young, S. Airame, E. A. Norse, N. Baron, J. C. Day, P. Oouvere, C. N. Ehler, B. S. Halpern, S. J. Langdon, K. L. McLeod, J. C. Ogden, R. E. Peach, A. A. Rosenberg, andj. A, Wilson. "Sustainability: Resolving Mismatches in U.S. Ocean Governance." Science 3 1 3, 1 1 0. 5787 (2006): 6 1 7- 18. Dean, C. Against the Tide. New York: Columbia University Press, 200 1 . D e Ray, T . Galapagos: Islands Born ofFire. Lynchburg, VA: Warwick House, 2000. Earle, S. Sea Change: A Message ofthe Oceans. New York: G. P. Putnam, 1995. Ellis, R. The Empty Ocean. Washington, DC: Island Press, 2003. Feely, R. A., C. L. Sabine, K. Lee, W. Berelson,J. Kleypas, V.J. Fabıy, and F. J. Mil­ lero. "Impact of Anthropogenic C02 on the CaC03 System in the Oceans." Scien­ ce 305, no. 5682 (2004): 362-66. Feingold, J. S. "Coral Survivors of the 1982-83 El Niiio-Southem Oscillation, GalApagos Islands, Ecuador." Coral Reefs 15 (1996): 1 08. "Responses of Three Coral Communities to the 1 997-98 El Niiio-Southem Oscillation: Ga!Apagos Is­ lands, Ecuador." Bulletin ofMarine Science 69, no. I (2001): 6 1-77. Feldheim, K. A., S. H. Gruber, and M. V. Ashley. "The Breeding Biology of Leman Sharks at a Tropical Nurseıy Lagoon." Proceedings of the Royal Society (Lan­ don) 269, no. 1501 (2002): 1 655-61 . Forman, W. The History of American Deep Submersible Operations. Flagstaff, AZ: Best Publishing Co., 1999. Gladfelter, B. H. Agassiz s Legacy: Scientists ' Reflections on the Value ofFie/d Experi­ ence. New York: Oxford University Press, 2002. Glover, L., ed. Defying Oceans End: An Agenda Eor Action. Washington, DC: Island Press, 2004. Glynn, P. W. "Coral Reef Bleaching: Facts, Hypotheses, and lmplications." Global Change Biology 2,1 10. 6 (1996): 495-509. 171

Gruber, S. H. "Role of the Lemon Shark, Nega.prion brevirostris (Poey) as a Predator in the Tropical Marine Environment: A Multidisciplinaıy Study." Florida. Scien­ tist 45, l l 0. 1 ( 1 982): 46-75. Hailey, R. B., and E. J. Prager. Sedimenta.tion, Sea.-Level Rise, a.nd Circula.tion in Flo­

rida. Ba.y. USGS Fa.et Sheet, FS-1 56-96. 1996. Halpern, B. S. "The lmpact of Marine Reserves: Do Reserves Work and Does Reser­ ve Size Matter? " Ecologica.I Applica.tions 13, no. !, supplement (2003): S i 1 7-37. Helvarg, D. Blue Frontier: Dispatcbes from America 's Ocea.n Wilderness. San Francis­ co: Sierra Club Books, 2006. Heupel, M. R., and R. E. Hueter. "lmportance of Prey Density in Relation to the Move­ ment Patterns of Juvenile Blacktip Sharks ( C.arcba.rbinus limba.tus) within a Co­ astal Nursery Area." Ma.rine a.nd Fresbwa.ter Resea.rcb 53, no. 2 (2002): 543-50. Heupel, M. R., C. A. Simpfendorfer, and R. E. Hueter. "Running before the Storm: Blacktip Sharks Respond to Falling Barometric Pressure Associated with Tropical Storm Gabrielle." Journa.I ofFisb Biology 63, no. 5 (2003): 1 357-63. Humphris, S. Sea.Boor Hydrotberma.1 Systems: Pbysica.I, Cbemica.I, Biologica.I, a.nd Ge­

ologica.I lntera.ctions. Geophysical Monograph 9 1 . Washington, DC: American Geophysical Union, 1995. Kurlansky, M, Cod: A Biogra.pby oftbe Fisb Tha.t Cba.nged tbe World. New York: Vin­ tage, 1 998. Leichter, J. J., H. L. Stewart, and S. L. Miller. "Episodic Nutrient Transport to Florida Coral Reefs." Limnology a.nd Ocea.nogra.pby 48, no. 4 (2003): 1 394- 1407. Liu, P. L-F.. P. Lynett, H. Fernando, B. E. Jaffc, H. Fritz, B. Higman, R. Morton, J. Goff, and C. Synolakis. "Observations by the lnternational Tsunami Survey Team in Sri Lanka." Science 308, no. 5728 (2005): 1595. Louv, R. Doğa.da.ki Son Çocuk, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları Yayınlan, 2010. McPherson, B. F., and R. Halley. Tbe Soutb Florida. Environment: A Region under

Stress. USGS Circular 1 134. 1997. Messing, C. G., M. C. RoseSmyth, S. R. Mailer, and J. E. Miller. "Relocation Move­ ment in a Stalked Crinoid (Echinodermata)," Bulletin of Ma.rine Science 42, no. 3 ( 1988): 480-87. Myers, R. A., J. K. Baum, T, D. Shepherd, S. P. Powers, and C. H. Peterson. "Casca­ ding Effects of the Loss of Apex Predatory Sharks from a Coastal Ocean. " Scien­ ce 3 1 5, no. 5820 (2007): 1846-50, National Research Council. From Monsoons to Microbes: Understa.nding the Ocea.n s Role in Huma.n Hea.lth. Washington, DC: National Academy Press, 1 999. Norton, T. Underwa.ter ta Cet Out oftbe Ra.in: A Love AIT'a.ir with tbe Sea.. Cambrid­ ge, MA: De Capo Press, 2006. Nouvian, C. Tbe Deep: Tbe Extra.ordina.ry Crea.tures oftbe Abyss. Chicago: University of Chicago Press, 2007. Paine, R. T., and R. L. Vadas. "The Effects of Grazing by Sea Urchins, Strongylocent­ rotus spp.. on Benthic Algal Populations." Limnology a.nd Ocea.nogra.pby 14, no, 5 ( 1 969) : 710-19. Pauly, D.. V. S. Christensen, J. Dalsgaard, R. Froese, and F. Torres, Jr. "Fishing down Marine Food Webs." Science 279, no. 5352 ( 1 998): 860-63. Pomponi, S. A. "The Bioprocess-Technological Potential of the Sea." Journa.1 of Bio­

technology 70 ( 1 999): 5 - 13. Prager, E. J. Furious Eartb: Tbe Science a.nd Na.ture ofEartbqua.kes, Volca.noes, a.nd

Tsuna.m.is. New York: McGraw-Hill, 2000. The Oceans. New York: McGraw-Hill, 2000. Prager, E. J., andR. N. Ginsburg. "Processes of Carbonate Nodule Growth on Florida's Outer Shelf and Its lmplications for Fossil lnterpretations." Pa.la.ios 4 ( 1 989):

3 1 0 - 1 7. Prager, E. J., J. B. Southard, and E. R. Vivoni-Gallart. "Experiments on the Entrain-

1 72

ment Threshold in Well-sorted and Poorly Sorted Carbonate Sands." Sedimento­ logy 43 ( 1 996): 33-40.

Revkin, A. The North Pole Was Here: Puzzles and Perils at the Top ofthe World. Bas­ ton: Kingfisher, 2006. Roberts, C. M., J. A. Bohnsack, F. Gell, J. P. Hawkins, and R. Goodridge. "Effects of Marine Reserves on Adjacent Fisheries." Science 294, no. 5548 (200 1 ) : 1920-23. Rogers, C. S. "Responses of Coral Reefs and Reef Organisms to Sedimentation." Mari­ ne Ecology Progress Series 62 ( 1 990): 185 -202.

Rose, C. D., W, C. Sharp, W. J. Kemvorthy, J. H. Hunt, W. G. Lyons, E. J. Prager, J. F. Valentine, M. O. Hail, P. E. Whitfield, and J. W. fourqurean. "Overgrazing ofa Large Seagrass Bed by the SeaUrchin Lytechinus variegatus in Outer Florida Bay." Marine Ecology Progress Series 1 90 (1 999): 2 1 1 - 22. Safina, C. Song for the Blue Ocean: Encounters along the Worlds Coasts and beneath the Seas. New York: Henıy Holt, 1 997. - Voyage of the Turtle: in Pursuit of the E.arth s Last Dinosaur, New York: Owl Books, 2006. Schmale, M. "Prevalence and Distribution Patterns of Tumors in Bicolor Damselfish (Pomacentrus Partitus) on South Florida Reefs." Marine Biology 1 09, 1 1 0. 2 ( 1 99 1 ) : 203 - 1 2.

Seymour, R. J. "Effects of El Nifios on the West Coast Wave Climate." Shore and Be­ ach 66, I 1 0. 3 ( 1 998): 3-6.

Shinn, E. A. "Submarine Lithification of Holocene Carbonate Sediments in the Persian Gulf." Sedimentology 1 2, nos. 1 - 2 ( 1 969): 1 09-44. Shinn, E. A., R. M. Lloyd, and R. N. Ginsburg. "Anatomy of a Modern Carbonate Tidal-Flat, Andros lsland, Bahamas." Journal of Sedimentaıy Research 39, no. 3 ( 1 969): 1 202 - 28.

Stcneck, R. S., M. H. Graham, B.J. Bourque, D. Corbett, J. M. Erlandson, J. A. Es­ tes, and M. J. Tegner. "Kelp Forest Ecosystems: Biodiversity, Stability, Resilien­ ce, and Future." Environmental Conservation 29 (2002) : 436-59. Stewart, P. D. Galapagos: The lslands that Changed the World. New Haven, CT: Ya­ le University Press, 2006. Waller, G., ed. Sea Life: A Complete Guide to the Marine Environment. Washington, DC: Smithsonian lnstitution Press, 1 996. Widder, E. A. "Bioluminescence." Sea Technology 38, 1 1 0. 3 ( 1 997): 33-39 Wilson, E. O, The Future of Life. New York: Knopf, 2002. -. Naturalist. New York: Warner Books, 1 995.

1 73

Okyanus Bilimi Alanında ABD' deki Başlıca Kurum ve Kuruluşlar

Miami Ünivesitesi'nin Rosenstiel Deniz ve Atmosfer Bilim­ leri Akademisi, dünyanın önde gelen oşinografi araştırmaları

ve eğitimi enstitülerinden biridir. Florida, Miami'deki Virginia Key'de bulunan yaklaşık 6,5 hektarlık bir yerleşkeye sahip olan Rosenstiel Akademisi, 1 943'te bir deniz biyolojisi ve balıkçılık laboratuvarı olarak başladığı okyanus bilimlerinde altmış yıldan uzun bir zamandır çalışmalarına devam ediyor. Günümüzde ok­ yanus ve atmosfer döngüleri, deniz seviyeleri ve iklim değişikli­ ği, mercan resifleri, balık çiftlikleri, su ürünleri yetiştiriciliği, ka­ sırga ve muson mekanikleri, bilgisayar modellemeleri ve okya­ nus politikaları gibi alanlarda dünya çapında çok geniş bir araş­ tırma ve eğitim yelpazesine sahip olan bir dünya lideridir. Ulusal Deniz Sığınakları Vakfı (NMSF), federal olarak yö­

netilen Ulusal Deniz Sığınakları Programı'na korumaya daya­ lı araştırma, eğitim ve sosyal yardım açılarından destek sağla­ ması için kurulmuştur. Programları sürdürme, koruma ve ulu­ sal deniz sığınakları (sualtı hazinelerimiz) dahilinde halk etkile­ şimi için anlamlı fırsatlar yaratma çalışmalarına yönelik olarak tasarlanmıştır. NMSF özel, kar amacı gütmeyen, vergiden mu­ af bir kuruluştur. Hedefine ulaşmak için, gerektiği şekilde kamu ve özel sektör ortalıkları yaratır. Ulusal Deniz Sığınakları Programı, Washington Eyaleti'nden

Florida Keys'e ve Huron Gölü'nden Marika Samoa'sına kadar uzanan bir alanda yer alan 1 50.000 mil kareden fazla deniz alanı­ nı ve Büyük Göller'e ait suları kapsayan, ön dört adet deniz ko­ ruma alanı sistemi için vekil olarak hizmet vermektedir. Bu sis­ tem, on üç adet ulusal deniz sığınağını ve Kuzeybatı Hawaü Ada­ ları Denizi Ulusal Anıtı'nı içermektedir. Ulusal Deniz Sığınakla1 75

n Programı, sığınakları korumak için halk ile işbirliği içinde çalı­ şır ve bu çalışmalarla uyumlu eğlence ve ticaret etkinliklerine izin veren Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi'nin bir parçasıdır. Sı­ ğınak programı bilimsel araştırmaların yanında, izleme, keşif, eği­ tim ve sosyal yardım programlan aracılığıyla da deniz kaynakla­ rımıza, yani deniz mirasımıza yönelik kamu bilincini zenginleştir­ mek için çalışmaktadır. Florida Yaban Hayatı Derneği, Florida'nın balık ve yaban

hayatı kaynaklarının rakipsiz savunucusudur. Kar amacı gütme­ yen, siyasetten uzak bir ödenek sağlayıcı ve eylem grubu olarak, kendilerini Florida'nın balık ve yaban hayatı kaynaklarını gele­ cek nesiller için korumaya adamışlardır. 1 994 yılından bu yana hizmet veren dernek, hem Florida Balık ve Yaban Hayatını Ko­ ruma Komisyonu hem de bilimsel temelli doğa koruma, yöne­ tim, eğitim ve araştırma etkinlikleri yürüten diğer organizasyon­ lar için ödenek sağlamaya ve destek oluşturmaya yönelik çalış­ maktadır. Balık ve Yaban Hayatı Araştırmaları Enstitüsü, Florida Ba­

lık ve Yaban Hayatını Koruma Komisyonu'nun bir parçasıdır. Enstitünün eyalet çapında yürüttüğü araştırma programları, do­ ğal kaynak yöneticileri ve yatırımcılar tarafından ihtiyaç duyu­ lan veri ve bilgileri elde etmeye yoğunlaşmıştır. Bu programlar içerisinde ekosistemlerin değerlendirilmesi ve restorasyonuna yönelik olanların yanında, tatlı su ve denizlerdeki balık çiftlikle­ ri, denize! ve karasal yaban hayatı, tehlike altındaki türler ve kı­ zıl gelgitler konusunda çalışmalar da yer almaktadır. Enstitü ay­ nca, tüm programlarını tamamlayan sosyal yardım etkinlikleri de düzenlemektedir.

1 76