Korku ve Titreme: Diyalektik Lirik [3 ed.]
 9786055302399

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

S0REN KIERKEGAARD ( 1 8 1 3- 1 88 5), Danirmarkalı yazar, teo­ log. Dindar babasının etkisi altında katı bir protestan eğitimi aldı. Yazılarında "Hıristiyan fikri" karşısında yozlaşmaya yüz tutmuş "Hıristiyan alemi" gerçeklerini alaylı bir dille eleştirdi. inancın, özü açısından öznel olduğunu ileri süren Kierkagaard, bu düşün­ cesiyle Hegel'in sistematik idealizminin karşısında yer aldı. Hiçlik­ le olumlu bir ilişki içindeki felsefesi, varoluşçuluğa kaynaklık etti. Çoğu takma isimlerle yayımlanan, vaazlar ve dinsel içerikli konuş­ malarından oluşan eserleri Heidegger, Sarte, Jaspers gibi felsefeci­ leri derinden etkiledi. Eserlerinden bazıları: Ytı/ Ytı da, Aforizmalar,

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Hıristiyanlık Okulu, Baştan Çıkarı­ cının Günlüğü ve Meseller. NUR BEIER, Türkiye'de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'ni bitir­ di. Sonrasında yerleştiği Danimarka'da, University of Copenhagen ve University of Southern Denmark'tan, Language and Linguistics, Middle-East and Migration-studies mezunu ve ayrıca Danca-Türk­ çe dil eğitmeni olan Nur Beier, halen serbest çevirmen olarak Dan­ cadan Türkçeye klasik ve modern edebiyat ile felsefe eseri çevirileri yapıyor. Nur Beier ayrıca sosyo-kültürel ve politik konularda, ka­ dın hakları, kadın-erkek eşitliği, cinsellik, göç ve göçmen sorunları konularında, Danimarka ve Norveç'te yayımianmış olan, Dani­ markaca, İngilizce ve Türkçe birçok araştırma yazısına da imza attı.

1f

IJ tl f

DfJ

J1

« U t U.

:-lo IJ ruı n u de silenli n.

3n.ıı:� b-oa (!. 2(. m ri� d. � ı:'!ı ' '.!' i,\ n c -ı �.ı ıı o ıS

181:1.

��tr!(ffm.

]i{orku be \!rttreme

11Btpalekttk JLtrtk

jfobannes be silentto

JKopenbag (tC. �tt

l&eit;el'be metıcuttur

jhlianco 1Luno tarafmban bastlbt 1843

PiNHAN YAYINCILIK Litros Yolu, Fatih San. Sitesi No: 12/214-215 Topkapı/Zeytinburnu İstanbul Tel: (0212) 259 27 60 Faks: (0212) 565 16 7 4 www. pinhanyayincilik.com

[email protected] Sertifıka No: 20913 S0ren Kierkegaard

Frygt og BtRven © S0ren Kierkegaard © Pinhan Yayıncılık, Ocak, 2014 Türkçe çeviri ©Nur Beier, 2013 Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Sever Birinci Basım: Ocak, 2014 Üçüncü Basım: Kasım, 2017 Editör: Adem Beyaz Son Okuma: Taki Kurtoğlu Kapak Görseli: Elenora Lisi Kapak Düzeni: Umut Özçelik Dizgi: Meltem Çağlayan Teknik H azırlık, Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık San. T ic. Lrd. Şti. Lirros Yolu Fatih San. Siresi No: 121197-203 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 567 80 03 Sertifıka No: 11931

Pinhan Yayıncılık: 57 1. Çağdaş Batı Felsefesi

Felsefe Dizisi: 14 2. Diyalektik

ISBN: 978-605-5302-39-9

KORKU VE TiTREME Diyalektik Lirik Soren Kierkegaard

Danca Aslından Çeviren: Nur Beier

.�

PiNHAN

İÇİNDEKİLER Önsöz

.. . . . . .......... .... . . . . ..... . . . . . . . .... . . . . . . . . ....................................

Giriş

.............................................................. . . . . . . . . . . ........ . . . . . .

Duygutanım

.......................................................... ................

İbrahim' e Methiye

.......... .................................. ......... ............

Problemeta, Yürekten Gelen Yakınma Problema !.

....................................

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Problema II

. . .............. . . . . .... . . . . . . . . .. . .. . ........ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Problema III

9 21 27 35 45 77 93

...................................... . . . ........ . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

1 09

..................... ..... ............ . . . .................. . . . .. . . . . . .. . . . . . . .......

1 53

Epilog

Önsöz S0ren Kierkegaard Korku ve Titrem e de, Tanrı ıçın bir şeyden vazgeçmek ve Tanrı yoluyla bir şeye kavuşmaktan olu­ şan sonsuzluğun çifte hareketini irdeliyor. Absürde (saçmaya) inanma durumuyla uslamladığı bu durumda bir insan önce dünyevi isteklerden Tanrı uğruna vazgeçer ve sonra Tanrı için her şeyin mümkün olduğunu, onun, saçma gelen ve insan mantığına aykırı şeyleri de gerçekleştirme beceri ve iradesinin bulunduğunu görerek, tekrar dünyevi tutkulara geri döner. Korku ve Titreme de buna örnek olarak, İbrahim peygam­ berin oğlunu Tanrıya kurban etmek istemesi değişik açılardan ele alınır, ve bir insanın, daha yüce bir talep karşısında etiğe uygun bulmadığı şeyi de yapabileceği ve dolayısıyla dini ön­ görülerin bazen etikle çatışabileceği ve etiği askıya alabileceği sonucuna ulaşılır. Yani o zaman, saçma, günah, ayıp, yasak addedilen şeyleri istemekte de bir sakınca bulunmamalıdır. Paradaksun kalbinde bu gibi ikilemler ve çelişkiler yatar. '

'

Etik ve Ahlak Kierkegaard 'ın felsefesine ve elinizdeki yapıta daha ya­ kından bakmadan önce, etik ve ahlak kavramları arasındaki farkı betimlemek faydalı olacaktır; zira Kierkegaard ahlak ile değil etik ile ilgilenir. Örf, adet, anane, gelenek görenek vb. anlamlarda kullanılan "etik", Antik Yunan dilinde "ethos" sözcüğünün karşılığıdır. Latincede "mores"in karşılığı "ahlak" da (morals) ilkiyle eş ma­ nalarda kullanılır. Ancak bu iki sözcük, sözcükanlamında özdeş olsalar ve çok defa gelişigüzel ve/veya bir arada kullanılsalar bile, içerik bakımından farklıdır ve birbirinden tamamen ayrı iki dü­ şünce geleneğinin ürettiği kavramlardır. Ahlak-geleneği iyi insan fikri, etik-geleneği ise iyi hayat fikri üzerine kurulmuştur. 9

KORKU VE TİTREME

Ahlak-geleneği, başkalarına ahlaken nasıl daveanılacağı­ na odaklıdır. Ahlak-geleneği iyi veya kötü davranışı, doğru ve yanlışı, yasak ve zorunluluğu vb. değerlendirir. Bir dizi ahlaki değerleri, ahlak bakımından yerine getirilmeye veya amaçlan­ maya değer hareketler, hareket tarzları, kişisel vasıflar, güdüler veya kişisel idealler olarak algılar. Ahlak-geleneği özünde örf ve adetler üzerine kuruludur. Yani insan, değerlendirmeleri­ ni, başkalarına nasıl davranacağımıza ilişkin mevcut ve geçerli normlar üzerinden yapar. Bu, temel olarak hukuki ilkelerle veya yasalarla örtüşür. Yeni yasalar geçmişteki hükümlere dayalı hukuk üzerinden inşa edilir. Ahlak-geleneği adetleşen normlar üzerine kuru­ ludur ve ahlak bu temele göre geliştirilir ve konumlandırılır. Ahlak-geleneğinin odak noktası iyi insandır. İyi insandan an­ ladığımız, görev ve sorumluluklarını genelde yerine getiren insandır. Bu hem çevremizdeki tanıdık tanımadık herkesle ilişkimizdeki genel sorumlulukları, hem de kişisel ve yakın ilişkide olduklarımıza, ebeveyn, arkadaş, evlat vb. karşı daha özel sorumlulukları içerir. İyi insan, görevlerini yerine getirmesine ilaveten, sorum­ luluklarını aşan görevleri de muntazaman üstlenir. İyi insan görevlerini yerine getirir çünkü karşılık alsın almasın, bunu başkalarına borçludur. Yani başkalarının gözüne girmek, sevilmek, onları minnet borcu altına sokmak, vicdan azabı yaratmak veya vicdan rahatlatmak, cennete gitmek vs. gibi güdülerle bir alakası yoktur. Ahlak-geleneğinde görev özgecildir, yani bir insanın, belirli davranış alışkanlıkları ve dürüstlük, cömertlik, düşüncelilik, say­ gı gibi olumlu belirleyici özelliklerinden ötürü diğer biri adına ve onun yararına yaptığı ahlaki görevler, ahlaki vasıflar dediğimiz şeyle örtüşür. İyi insan, başkalarına doğru ve iyi hareket eden, ah­ laken iyi insandır. Yani ahlak, davranış ve yaklaşımlarımızı doğru ve yanlış vb. diye sınıRandıran bir dizi değer, ilke ve kuralların bütünüdür. Ahlaki davranışlar insanı, iyi insan yapan iyi dünü­ lerden, yaklaşımlardan, belirleyici özelliklerden bahseder. 10

ÖNSÖZ

Ahlak-geleneğinin karşıtı etik-geleneğinde ise Antik Yu­ nan düşünüderi ve özellikle Aristoteles, "etik" sözcüğüne "örf ve adetler"in ötesinde bir anlam yüklemiş ve odak noktasını "iyi insan"dan " iyi yaşam"a çevirmiştir. Buna göre insan baş­ kalarına değil, kendisine karşı sorumludur. Etik, iyi yaşam teorisini irdelemede kullanılır, bu teori kişinin nasıl iyi bir yaşam süreceğine odaklanır. İyi yaşam bir yaşam sanatı olarak algılanır. Bu yaşam sanatından yararlana­ bilmek için bilmemiz gerekenler nelerdir? Bunu yanıtlamak için bir pratik yöntem paketi bulmak ve sunmak gereklidir. Etik bu amaçla kullanılır. Aristoteles'teki ve Eski Yunandaki benlik anlayışında ta­ biat, ilahi düzen ve amaç bir bütün olarak ele alınırdı. Her şe­ yin gerçekleştitıneye çabaladığı bir amacı olduğu varsayılırdı. Doğada kurt toprağı işler, tilki kuşu avlar vs. İnsanın yarattığı düzende de bu böyledir; örneğin, bir makas kesrnek içindir. İnsan belli bir nesnenin amacını bilirse o şeyin ne zaman iyi olacağını da söyleyebilir - makasın iyi olması için sahip olma­ sı gereken vasıflar vardır (örneğin keskinlik vs.). Eski Yunanda iyi insanın yaşamı, kişisel iyi yetenek ve potansiyeller olarak (mantık, bilinçli hareket, iyi ve kötüyü ayırabilme yeteneği vs.) tanımlanan yüksek amaçların hayata geçirildiği yaşamdı. Aristoteles, bir insanın "iyi" olabilmesi için belirli yetenek­ lere, becerilere ve belirleyici vasıflara sahip olması ve bunları uygulaması gerektiğini söyler. Dürüstlük ve sorumluluk bun­ ların en önemlileridir. Yani, "iyi" yaşamı gerçekleştirmek için, her birimizin kendisini "iyi" insan yapması şarttır. Buna göre "iyi", insan yaşamının amacıdır, ve insandan bağımsız bir şey değildir. "İyi", insanların yaşam tarzlarına içkindir. "İyi", mutluluk hatta bahtiyarlık demektir. Aristoteles, teorik du­ rumlara içkin bir yaşam tarzının, özellikle iyi teorik yetileri olanlar için mutluluğa ulaşmak bakımından uygun olduğunu düşünür. Fakat farklı insanların farklı yetenek ve potansiyel­ leri olduğuna göre, iyi yaşamın da herkes için aynı olması ge­ rekmez. ll

KORKU VE TiTREME

Kierkegaard, elinizdeki yapıtında "iyi yaşam" ve "iyi in­ san" kavramiarına farklı açılardan eleştiri getirirken "erik"ren yararlanıyor ve bunu, esasen İbrahim peygamberin; ancak, bunun yanı sıra insanlık tarihinin yakından ranıdığı diğer bir dizi şahsiyerin de yüz yüze kaldığı benzer etik çelişki ve ikilemlerle karşılaştırmalı biçimde örnekleyerek yapıyor.

Bir Filozof-Yazar Olarak Kierkegaard Kierkegaard' ın eserlerini postmodern tarzda yazdığı söy­ lenebilir - bu tarzın ve terimin ortaya çıkışından yaklaşık 130 yıl önce yazılmış olsalar bile. Yapıtlarında kesik ve süreksiz bir anlatım, bol bol yorumlar, başka yapıtların analizleri ve İncil ile Tevrar'ran hikayelere bol yer verilen parçalı bir yapı kullanır. Bu parçalı tarza rağmen, zaman zaman paradoksal bir gerçeldikte duran insanın, varoluşsal konulara nasıl yakla­ şacağı hususunda uyumlu ve bağdaşık bir ilke sunar. Kierkegaard' ın felsefesine göre bir insanın birey olarak se­ çebileceği üç temel pozisyon vardır. Bu pozisyonlar gerçeklikle ve kendi aralarında birbiriyle farklı tarzlarda ilişkilidir. Ve bu ilişki, farklı eylemlerin ne zaman meşru sayılabileceğini - veya sayılamayacağını - veyahur bireyin, yükümlülüklerini nasıl konuşlandıracağını belirler. Kişi bu pozisyonlar sayesinde ram olarak var olabilir. İlk pozisyonu, bireyin, tüm yaşamını duygularının yönet­ tiğini var sayan estetik karman olarak tarif edebiliriz. İkinci po­ zisyon, etik karman, tüm yaşamın, başkalarıyla karşılaştırmalı olarak kavranabileceğini ve tümel (evrensel) ahiakın kamusal alanda dışa vurduğunu söyler. Üçüncü pozisyon, dinsellik kat­ manı ise, insanın tüm yaşamını Tanrıya karşı sorumluluğunun yönettiğini farz eder. Kierkegaard dinselliği "A" ve "B" olmak üzere ikiye ayırır. "B" gerçek dinselliği ifade eder; "A'', "B"nin öncüsüdür. Bu ayrımları yaparken Kierkegaard'ın, birey olarak herkesi hükmen özgür saydığım ve dolayısıyla bu üç yoldan hangisini seçeceğine kendi başına karar vermekte serbest oldu­ ğunu varsaydığım hatırda tutmalıyız. 12

ÖN SÖZ

Kierkegaard'ın Takma Adiara (Mahlas) Düşkünlüğü Kierkegaard eserlerini sık sık rakma ad altında yazmıştır. Bu hayli yaratıcı adlardan bazılarını sayalım: Victor Erimira (Muzaffer Yalnız Adam) , Johannes Forf0reren (Baştan Çıkarı­ cı Johannes), Johannes de silenrio (Suskunluğun Johannes'i) , Johannes Climacus (Göklerin Fırtınası Johannes) , og Anri­ Climacus (yani "Johannes Climacus"un Karşıtı) . Bununla birlikte Kierkegaard kendi gerçek adıyla da bir dizi eser yaz­ mıştır. Takma adlar vasıtasıyla Kierkegaard kendine, okuyucuya kitabın yazarı hakkındaki ön bilgi ve ön yargılarının etkile­ yemeyeceği bir tarzda erişme olanağı sağlar. Kierkegaard' ın kendi deyimiyle, bu sayede yapıdan "saf" bir anlatıma sahip olabilir. Bir yazar ve bir düşünür olarak Kierkegaard için en önemli olan; okuyucunun etki altında kalmadan kendi göz­ leriyle görebilmesi, yani tüm kavrayış ve onayın okuyucunun kendi gücüne (yani isteğine) dayalı bir işlem olmasıydı.

Elinizdeki Yapıt Hakkında Kierkegaard'ın, Johannes de silenrio rakma adıyla yazmış olduğu Korku ve Titreme ilk kez 1 843 yılında yayımlandı. Yapıtta iman kavramının etik ve dindarlıkla ilişkisi incelenir. Kirabın adı, İncil'in ahd-ı cedit bölümündeki, Aziz Pavlus'un Filibelilere hiraben yazdığı mektubuna gönderme yapar. Bu mektuplar aslında 14 adettir. Bu mektupları Pavlus bizzat kurduğu cemaadere yeni dinin yayılması için göndermiştir. Kierkegaard'ın gönderme yaptığı pasaj , yapıtın ana fikrini vurgular niteliktedir ve olasılıkla şiirsel "de silenrio"nun dı­ şavurumudur. Johannes'e uygun görülen bu sıfat, zamanının yoksun olduğunu düşündüğü "gerçek Hıristiyanlığı" sem­ bolize eder. Bu Hegelci devirde, kişinin Tanrıyla arasındaki kişisel ilişkisinin bir parçası olan içsel korku değil, dışsallık önemliydi. Johannes de silenrio takma adı Musa'nın 1. kitabında (22: 1-18) anlatılan İbrahim ve İshak hakkındaki hikayeden 13

KORKU VE TİTREME

esinlenmiştir. Bu anlatıda Tanrı İbrahim' e, oğlu İshak' ı kurban etmesini buyurur. Korku ve Titreme bütünüyle, İbrahim'in, geç yaşta sahip olduğu ve her şeyden çok sevdiği eviadı İshak'ı kurban etme isteğini ve bu eylemin onu ne ölçüde bir cani veya hakiki bir dindar yaptığını irdeler. İbrahim imanın babası olarak bilinir ve Johannes çağdaşlarının topyekun nasıl olur da kendilerini İbrahim gibi imankar sandıklarını merak eder. Korku ve Titreme'deki sorular, ı 60 yıllık olsalar bile, hala güncelliklerini korur. Bu özellikle etik ve din arasındaki çe­ lişki için geçerlidir. N ihai ve mutlak bir ahlaki kuralın köke­ ni ne olabilir? Sorumluluklar Tanrıya mı yoksa topluma mı karşıdır? Toplumun bizden öngördüğü etik anayasayı askıya alma olanağımız varsa, o zaman, örneğin dinsel gerekçeti terör eylemleri de haklı gösterilebilir mi? Kierkegaard'ın düşünsel evreni, gündelik yaşamda sıkça karşılaştığımız bu tür sorular karşısında daha geniş bir içgörü kazanmamızı sağlayabilecek niteliktedir.

Kierkegaard Felsefesinde Hegel'in Rolü Kierkegaard felsefesi, Hegel felsefesiyle birçok açıdan zıt­ lık oluşturur ve Kierkegaard elinizdeki yapıtta bunu sık sık irdeler. Kierkegaard felsefesini daha iyi anlayabilmek için, Hegel'in felsefesindeki temel düşünceleri ve kavramları, eli­ nizdeki yapıt bağlamında gerekebilecek ölçüde, kısaca betim­ lemek faydalı olabilir. lmmanuel Kant' ın ( 1724- ı 804) etkisinde kalmış olan Hegel, ahiakın tümel özelliğini savunur ve bireyin mantıksal özgürlüğü onun ahlak felsefesinde merkezi konumdadır. Bu nedenle Kant'ın "kategorik emperatifı" (koşulsuz kesin buy­ ruk) , Hegel'in ahlaksal sisteminin temelini oluşturur. Ödev ahlakı olarak da tanımlayabileceğimiz "kategorik emperatif," Kant'ın kendi ifadesiyle, "aynı zamanda genel bir yasa olma­ sını isteyebileceğin bir maksime göre hareket et"mektir. Hal­ buki Hegel'in etik anlayışı, Kant'ın aldığı pozisyonu aşar, zira 14

ÖNSÖZ

Hegel bireyi salt mantıksal bir varlık olarak görmez, çünkü toplumun veya cemaatin etik normları tek objektif doğrulu­ ğu oluşturur ve böylelikle etiği tümel konuma sokar. Hegel'in diyalektik yönteminde tezatların oluşturduğu bir bütün söz konusudur, yani diyalektik bir şeyden (tez) onun karşıtı başka bir şeye (anti tez) doğru hareket eden ve onunla karışarak, her ikisinin yeni bir bütün (sentez) haline geldiği düşünsel bir süreçtir. Hegel'de varoluşun tüm alanları için geçerli bir bü­ tünlük anlayışı hakimdir. Yani her bir olay, hem dünyasal ruh nedeniyle hem de onun bir parçası olarak cereyan eder. Olay bizzat karşıtını veya karşılığında bir başka olayı ve sonuçta daha yüksek bir bütünlük, bir sentez vb. yaratır. Fakat bu da yeniden kendi karşıtını oluşturur ve sonucunda daha da yük­ sek bir bütünlük, yeni bir sentez vb. ortaya çıkar. Dünyasal ruh böylelikle kendisini durmaksızın daha yüksek bir bilinç istikametinde geliştirir. Son etap, dünyasal ruhun tamamlan­ dığı veya mükemmeliyete ulaştığı bir mutlaklık konumu veya mutlak bilinçtir. Toplum edebe, ahlaka tekabül eder. Kişinin mizacı ve huyları ile toplumun yasa ve kurumları birlikte bu edebi oluşturur. Hegel, bir bireyin önünde, nihai varlık haline gelebilmesi için üç yol bulunduğunu belirtir. Bunlar sanat, din ve felse­ fedir. Kişi bu üç yolla kendisini aşarak mutlağa veya sonsuza ulaşabilir. Ancak içlerinden felsefe en kesin yoldur. Felsefe ve din, her biri kendi tarzıyla aynı " içeriği" (özü) dile getirseler bile, dini kavramları açıklayabilmek felsefe sayesinde müm­ kün olabilir. Kierkegaard Korku ve Titreme'nin "Problema I" (I. Soru) bölümünde, Hegel'in etik kavramına eleştirel biçimde odak­ tanır. Hegelci görüşe göre etik tümel olup, birey ahlaken Tan­ rıya değil, tümele sorumludur ve niyete göre değil, eyleme göre değerlendirilir. Dini koruyan temel faktör tümeldir ve genel geçer etiğin yayılmasına olanak tanır. Din bu etik sınır­ ların içinde yatar ve öznel bir Tanrı fikrine yer vermez, zira 15

KORKU VE TiTREME

dinsellik aktarım gerektirir. Birey, tümelin koşullarıyla ve he­ defiyle özümlenmeye rıza gösterdiği ana kadar özgürlüğüne kavuşamaz. Ve etik kuralların ihlali, tümelce, bir günah, bir kötülük addedilir. Dolayısıyla birey için "iyi" olan, tümele karşı ahlaki sorumluluklarını yerine getirmektir. Elinizdeki yapıtta Johannes, Hegelci etiğe bir alternatif olarak imanı ortaya atıyor. Johannes' e göre imanın özniteliği paradoksal olmasıdır. Paradaksun bir yönü, bireyin tümelin karşısında, mutlakla mutlak bir bağ içindeki duruşudur; bi­ rey, aktarılması mümkün olmayan Tanrıyla öznel bir ilişki kurabilme yeteneğine sahiptir, ki bu, Hegel'e göre akıldışı­ dır. Birey kendisini tümele anlaşılır kılamaz, çünkü dil, etik ve rasyonel bir kozmasa aittir. Dinsellikte belirleyici olan, yani kesin sonuca ulaştıran unsur, etiktekinin aksine, içselli­ ğe odaklı niyettir. Niyet ve dinsellik izah edilemez. İbrahim coşkuya dayanarak tümelle bağını koparır ve bu yolla, onu etiğin bakış açısından mı yoksa imanın bakış açısından mı gözlemlediğimize göre, ya bir iman şövalyesi ya bir cani olur. Etiğin askıya alınıp tecrit edilmemesi halinde, İbrahim yitik­ tir ve bir canidir. Johannes de silemio'nun Korku ve Titreme de ortaya attığı tartışmanın tam kalbinde bu tür paradokslar yatar ve güncel sorulara da ışık tutar. Ahlak üzerinde salahiyer sahibi kimdir ve bu salahiyer ne(re)den kaynaklanır? Bir toplumda ahlaki yargılar niye­ te göre mi yoksa sonuca göre mi verilmelidir? Sonuca göre hüküm verilecek olsa da niyet göz ardı edilemez. Toplum­ daki yargı sisteminin, sonucun arkasında yatan niyeti veya bu niyetİn eyleme konma tarzını göz önüne alıp almadığına bakmak da konuyla alakalıdır. Bu husus, örneğin kasıtsız bir cinayet davasında, zanlının suçsuz bulunup bulunmayacağı ve bu bağlamda yararlanılacak gerekçeler açısından farklı so­ nuçlar doğuracaktır. Birini kasten öldüren bir kişi, eyleminde muvaffak olmamış olsa bile cezaya çarptırılır. Muvaffak ol­ muşsa, cezası daha da ağırlaşır. Keza bu kişi hiçbir şekilde bu '

16

ÖN SÖZ

cinayete niyet etmemiş olsa bile - örneğin cinayet bir kaza sonucu vuku bulmuş olabilir - hüküm giyer. H ege!' e göre kişi yaptığı eyleme bakılarak yargılanır, niyetİn bununla bir alakası yoktur. Johannes, her bireyin kendi gerçekliğini ya­ ratmakta özgür olduğu, dolayısıyla genel kurallar ve yasala­ ra göre yargılanamayacağı kanısındadır. Kimse, diğerlerinin Tanrıyla ilişkilerini bilemez ve bunu kimse, kendi bile, izah edemez. Zevkli okumalar dilerim.

Not: Metinde (*) ile gösterilen dipnotlar Kierkegaard'a, diğerleri bana aittir.

Nur Beier, Ekim 2013 Odense, Danimarka

17

Tarquinius Suberbus'un bahçesinde gelincik çiçekleriyle dediğini oğul anladı, fakat haberci değil. Hamann1

Almanca aslı: Was Tarquinius Superbus i seinem Garten mit den Mohnköpfen sprach, verstand der Sohn, aber nicht er Bote. S0ren Kierkegaard (SK) bu özdeyişi Alman fılowf J.G. Hamann'dan ( 1 730- 1 788) alarak Dan­ eaya çevirmiş. Özdeyişin sahibi Valerius Maximus; Hamann da bunu belir­ terek kullanmıştı. Daha sonra Georg Brandes'in 1 877 tarihinde yayınlanan Kierkegaard monografisinde de kullanılan bu özdeyiş, Korku ve Titreme de merkezi bir rol oynar. "Tarquinius Superbus"; sözcükanlamıyla "Gururlu Tarquinius". M .Ö. 535-509'da yaşamış olan 7. Roma kralı. Lucius Valerius Maximus Basilius ise saray erkanında Comul (Danışman) ve Praefectus Urbi Romae (Roma Valisi) olarak görev yaptı. Önemli bir hatip ve fikir adamı olan Valerius Maximus'un Factorum et Dieforum Memorabilium Librorum (Akılda Kalan Olaylar ve Deyişler) adlı yapıtı günümüzde hala bir baş eser olarak okunur. Kitap, günümüz yazarları ve hatipleri arasında bile bir 'guidebook' (kılavuz) niteliğinde olmasının yanı sıra, Antik Roma'nın kültür ve ahlak ta­ rihine ışık tutan değerli bir kaynaktır. '

19

Girij Yaşadığımız devir, sadece iş dünyası değil fıkir dünya­ sı bakımından da bir ein wirklicher Ausverkauf 1 görünümü sunuyor. Her Şey öyle kelepir fıyattan gidiyor ki, insan acaba artık fıyat arttıracak biri çıkmayacak mı diye meraklanmaya başlıyor. Çağdaş felsefedeki önemli eğilimleri itinayla göste­ ren her spekülatif gözlemci, her bir okutman, her bir asistan, felsefenin çeperindeki veya içindeki her bir kişi durup her şeyi şüphe süzgecinden geçirmek yerine2 ilerlemeyi tercih ediyor. Onlara hangi yönde ilerlediklerini sormak ne kadar yersiz ve vakitsizse, her şeyden şüphe etmiş olduklarını varsaymak da bir o kadar nezaket ve alçakgönüllülük olur. Zira aksi halde ilerlemekten bahsetmek de garip olurdu. Bu başlangıç adımı­ nı hepsi atmış olmalı ve öylesine kolay atmış olmalılar ki nasıl başardıkianna dair bir tek şey bile söylemeyi gereksiz sayıyor­ lar; öyle ki bu hususta en ufak bir bilgi arayan hassas ve kaygı­ lı birine bile yardımcı olacak bir tek şey mevcut değil. Ne bir belirtici el hareketi, ne de bu muazzam misyonu nasıl omuz­ layacağına dair en ufak bir diyetetik reçete. ''Ama Cartesius·1 böyle yapmadı mıydı?" Cartesius, o saygın, mütevazı, dürüst düşünür, ne dediyse öyle yapmış, ne yaptıysa da öyle demişti. Ve onun eserlerini derinden etkilenmeden okuyabilen bir kimse çıkacağını herhalde zihnimizde canlandıramayız. Ah! Ah! Ah! Bu zamanda ne ender bir şey! Cartesius, kendi de (Almanca) Gerçek bir tasfiye satışı veya mevsim sonu satıjı. SK burada Rene Descartes'ın ( 1 596-1 650) Principia philosophiae (Felsefenin ilkeleri) ( 1 644, § 1 ) adlı eserindeki ifadeye gönderim yapıyor: 'de omnibus dubitanum esr'; bir sonraki ifade ise G.W.F. Hegel'in (1770-1 83 1 ) felsefesinden esinleniyor, buna göre diyalektik her şeyden önce, belirli bir etabın aşılması ve geride bırakılması tezini içeriyor: kişinin bir sonraki etaba geçmesi, bir öncekinden çıkması demek oluyor. Tez-antitez-sentez sürecinde olduğu gibi. 3 Descartes'ın adının Larince karşılığı. 2

21

KORKU VE TİTREME

sık sık tekrarladığı üzere, imanda şüphede değildi ("Lakin evvelce böyle denildiğini hatıriayarak yalnızca o nura inan­ mak gerektiğini, bizzat Tanrı buna ters düşebilecek bir şey bildirmediği sürece, asla unutmayacaksın . . . Fakat her şey bir tarafa, en üstün kural olarak aklımızda tutmamız gereken, Tanrının bize vahyettiklerini her şeyden daha güvenilir sayıp iman etmek olacak. Mantığın ışığı, berraklığı ve aydınlatıcılı­ ğıyla bize daha farklı şeyler ima eder görünse de, imana daha sıkıca tutunmamız4 kendi değerlendirme gücümüzle değil, yalnızca Tanrının ilahi gücüyle mümkün olabilir" -Principia philosophitt, § 28 ve§ 76). O burada "yangın var" diye bağır­ madı ve şüphe etmeyi herkes için bir görev saymadı, çünkü Descartes sessiz yalnız bir düşünürdü, gürleyen bir sokak bek­ çisi değildi; o yönteminin sadece kendisi için önemli olduğu­ nu kabullenecek kadar mütevazıydı ve buradaki gerekçesi de kısmen zihni dağarcığındaki eski bilgilere dayanıyordu ("Bu­ rada amacım herkesin kendi mantığını doğru kullanmaya çalışması gerektiğini öngören bir metoda ders vermek değil, yalnızca bu hususta kendi mantığıını nasıl kullanmaya çalıştı­ ğıını göstermek. .. Ama tüm öğrenim dönemlerini [yani genç­ liğinkileri] tamamlar tamamlamaz, ki kişi bilgelerin arasına ancak bu süreçten geçerse katılabiliyor, işte o zaman fıkrimi tamamen değiştirdim. Zira şüphe ve hatalardan öylesine şaş­ kına dönmüştüm ki eğitim sürecimin bana kazandırdığı tek şey kendi cehaletimin farkına varmak oldu"5 -Dissertatio de 4 S K burada Descartes'ın Latince metninden alıntı yapıyor: Memores tamen, ut Jam dietum est, huic lumini natura /i tamdiu tantum esse credendum, quamdiu nihi/ contrarium a Deo ipso revefatur . . . Prttter autem, memoritt nostrtt pro summa regula est infigendum, ea quatt nobis a Deo reve/ata sunt, ut omnium certissima esse credenda; et quamvisforte lumen rationis, quam m axime efarum et evidens, aliud quid nobis suggerere videretur, so/i tamen auctoritati divintt potius quam nostro judicio fidem esse adhiben dam. Danca metinde Mogens Ch rom Jacobsen'ın Filosofiens principper (Der lille forlag 2009, s. 93 ve 1 1 7) adlı -

eserindeki çeviriden. 5 SK burada Descartes'ın Discours de la m hhode (Metot Üzerine Ko ­ n uşma) ( 1 637) adlı eserinden alıntılıyor. Eser 1 644'te yayımlanmıştı: Ne quis

igitur putet, me hic traditurum aliquam methodum, quam unusquisque sequi debeat ad recte regen dam rationen; i/lam enim tantum, quam ipsemet secutus 22

GİRİŞ

methodo s. 2 ve 3).

Eski Yunanın mensupları, ki içlerinde fel­ sefeden biraz anlayanlar da vardı, işte onlar şüpheci mükem­ meliyete günler ve haftalar zarfında sahip olmak mümkün olamayacağı için bunu yaşam boyu süren bir uğraş addetti­ ler; ve eskinin yorgun savaşçısının6 şüphenin tüm ayartılar ve dürtüler karşısındaki dengesini koruyarak, duyunun ve düşüncenin kesinliğini hiç yılınadan inkar ederek, bencil endişelere ve sempati belirtilerine meydan okuyarak eriştiği o nokta, zamanımızcia ileri hamleye geçen herkesin başlangıç noktasını oluşturuyor. Bugünlerde kimse imanda takılıp kalmıyor, ilerliyor. Ne­ reye varılacağı şeklinde bir soruya acelecilik ve düşüncesizlik olduğu kadar, bir nezaket ve terbiye emaresi olarak da bakıla­ bilir. Burada herkesin iman sahibi olduğunu, zira aksi takdir­ de ilerlemekten bahsetmenin garip olacağını farz ediyorum. Eskiden bu farklıydı, imana tüm yaşamı kapsayan bir görev olarak bakılırdı, zira iman ustalığının ne günler ne de haftalar zarfında kazanılabileceği varsayılırdı. Ve tecrübeli yaşlı asker sona yaklaştığında, iyilik savaşı verip, sonuna kadar imanı­ na sahip çıktığında yüreği hala, gençliğini yerden yere vuran, belki olgunluk sürecinde dizginleyebildiği, lakin kimselerin genellikle tam anlamıyla terk etmeyi başaramadığı o korku ve titrerneyi unutmayacak kadar gençtİ -velev ki, mümkün olan en erken süreçte ileriye gitmeyi becersin. İşte zamanımızcia da herkes bu saygın şahsiyerlerin o devirlerde ulaştıkları nokta­ dan başlayarak ilerliyor. Elinizdeki kitabın yazarı hiçbir suretle fil ozof değil; sis­ temi, bunun var olup olmadığını, sona erip ermediğini an­ lamış değil. Onun zihni, bu üstün düşünce tarzının herkesin kafasında olduğu günümüzde, herkesin kafasının ne büyük sum. exponere decrevi .. . Sed simu/ ac illud studiorum curriculum abso/vi (sc. juventutis), quo decurso mos est in eruditorum numerum cooptari, plane aliud coepi cog itare. Tot enim me dubiis totque erroribus implicatum esse animadverti, ut omnes discendi conat us nihil aliud mihi pro foisse judicarem, quam quo igno­ rantiam meam magis magisque detexissem. 6

Sokrates.

23

KORKU VE TİTREME

olduğu düşüncesiyle zaten yeterince dolu. Kişi imanın özü­ nü kavramsala (ideaya) dönüştürmeyi başarsa bile bu, o kişi­ nin imanı, kavramı kavradığı; kişinin ona nasıl girdiğini veya onun, kişinin içine nasıl girdiğini idrak ettiği anlamına gel­ miyor. Elinizdeki yazar hiçbir suretle bir filozof, poetice et elegan­ tei' değil, o alelade bir katip; ne sistemi yazıyor8 ne de sisteme dair sözler veriyor, o ne sistemi rehin alıyor ne de kendisini ona rehin veriyor. Yazıyor, zira bu onun için bir lüks, onun yazdıkları ne kadar az satın alınır ve okunursa, bir o kadar kabul görmüş oluyor, bir o kadar belirginleşiyor. O, bilime hizmet etme hırs ve heyecanının üzerine bir çizgi çekildiği günümüzde, kendi kaderini kolayca tahmin edebiliyor - öyle bir devirdeyiz ki, okuyucu kazanmak isteyen bir yazar, öğle üzeri şekerlernesi sırasında sayfaları üstünkörü karıştırılabil­ meye, uygun şeyler yazmaya özen göstermek, ve davranış tarzını, elinde şapkası ve son çalıştığı yerden aldığı tavsiye mektubuyla, kendisini saygın bir seyirci kitlesine beğendir­ meye çalışan Adresseavisen'deki9 o kibar bahçıvan çırağına benzetrnek zorunda. Elinizdeki yazar kaderini tahmin ediyor, tamamen göz ardı edileceğini; dehşet verici bir şey de seziyor, kıskanç eleştirinin onu defalarca yargılayacağını; hatta daha fecisi için dehşete kapılıyor; girişken bir arşiv memurunun, bir ezbereinin (ilmi kurtarmak için, başkalarının yazdıkları­ na Trop'un "sağbeğeniyi korumak" adına, "Menneskesltegtens 0delteggelse''de'0 gözükara yaptığını yapmaya daima hazır) 7 (Latince) Şiirsel ve zarif 8 SK yine Hegel'in spekülatif felsefesine gönderim yapıyor. Hegel'e göre bu felsefe, her şeyi açıklamaya yeterli geniş kapsamlı bir varoluş sistemi oluşturur. Danimarkah Hegelcilerin birçoğu daha da "ileriye gidip", "sistem"i daha da germeyi denediler: örneğin J . L Heiberg ve A.P. Adler. Kierkegaard va­ roluşla sistemi birbirine çelişik görür, Hegel'in mutlak felsefesinin spekülatif bir teolojiden başka bir şey olmadığı gerekçesiyle karşı tavır alır. 9 Kopenhag menşeli eski bir iş ilanları gazetesi. SK'nın betimlediği "bahçıvan çırağı" gazetenin bahçıvanlık ilanlarında vinyet olarak kullanılırdı. 10 SK, J.L. Heiberg'in ( 1 7 9 1 - 1 860) Recensenten og Dyret ( 1 826) ( Eleştirmen ve Dev Mahluk") adlı vodvilindeki bir epizoda gönderme yapı­ yor. "

24

GİRİŞ

onu kıtır kıtır paragrafıara doğrayacağını, ve bunu dilbilime hizmet uğruna, söylevindeki sözcükleri, her 50 sözcükten sonra bir nokta ve her 35 sözcükte bir noktalı virgül olacak şekilde hesaplayarak bölümlere ayıran zatın dikbaşlılığıyla ya­ pacağını. - Ben her sistematik bohça dikizeisi nin 11 önünde en derin tevazuyla secde ederim. "Bu sistem değil, bunun sistem­ le uzaktan yakından ilgisi yok. Sisteme ve aynı gemide12 giden tüm Danimarkah çıkar sahiplerine hayır dualarımı gönderi­ yorum; zira bundan kule yapmak zor. Hepsine ve ayrı ayrı her birine başarılar dilerim, Tanrı onları korusun." Derin saygılarımla,

johannes de silentio

ı ı (Danca) Posekigger. Argo deyimle gümrük memuru demek. Daha çok eski zamanda şehir kapılarının girişlerinde, giren çıkanların üzerini kont­ rol eden görevliler için kullanılırdı. ı 2 (Danca) Omnibus = samlevtErk, yani 'Antoloji, toplu eserler'. (Latin­ ce) Omnibus= toplu taşıt, halk taşıtı da demek. SK' nın zamanında atla çekilen şehir otobüsleri ve tramvaylar için de kullanılırdı. SK' nın burada amaçladığı ince istihzayı Türkçeye yansırabilmek açısından, 'hepsi aynı gemide' şeklinde çevirmeyi tercih ettim. 25

Duygulanım Bir zamanlar bir adam yaşardı. Bu adam, çocukluğunda güzel bir öykü dinlemişti. Öyküde, Tanrının İbrahim'i tadı sözlerle nasıl ayarttığı, onun bu ayartıdan nasıl başarıyla ge­ çerek, imanını koruduğu ve hiç beklemediği halde, ikinci kez oğul sahibi olduğu anlatılıyordu. 1 3 Daha büyüyünce öyküyü yeniden, bu sefer daha beğenerek okudu; zira hayat, çocukluk döneminin samimi saflığında bir araya gelmiş ne varsa hepsi­ ni birbirinden ayırmıştı. Büyüdükçe, aklı bu öyküye giderek daha bir sık takılır oldu, hayranlığı giderek arttı, ama öyküyü anlamak ona giderek daha güç gelmeye başlamıştı. Giderek, öykü dışındaki her şey aklından çıktı; ruhunda14 artık bir tek arzu vardı, İbrahim'i görmek; ve bir tek hasret vardı, hikaye edilen olaya şahit olmak. Görebilmek için hasretini çektiği şey ne Doğunun güzel diyarları, ne Vadedilmiş Toprakların dünyevi görkemi, ne Tanrının, ihtiyarlıklarını kursadığı o dindar karı koca, ne çağdışı rahibin saygın görünümü, ne de Tanrının İshak'a armağan ettiği zinde gençlikti - her şeyin kurak bir bozkırda vuku bulmuş olmasına da bir irirazı yok­ tu. Tek arzusu üç günlük yolculuk sırasında, İbrahim katı­ rın üzerinde, keder içinde ve yanı başında İshak'la giderken, 13 1 . Tevrat. 22. bölüm. İbrahim'in denenmesi. Hz. İbrahim ve Sara'nın "hiç beklemedikleri halde" İshak adlı bir oğulları olur. Zira ikisi de o sırada epeyce yaşlıdır. H ikaye, SK'nın anlatrığı şekliyle, Tevrat'taki (Eski Ah it) özgün metne bire bir sadık değildir, buna alınnlar da dahildir. 14 " Ruh" kavramı bu yapıtta hem evrenselidünyasal ruh, hem içsel ruh anlamında kullanılıyor. Metnin aslına sadık kalarak, yazarın bir belirleme yapmadığı kullanımlarda - sadece "ruh" demeyi tercih ettim. Ruh: [Almanca: Seele] [ İngilizce: Soul] [Latince: animal [Yunanca: Psykhe=soluk alma, soluma, üAeme] Tin: [Almanca: Geist] [İngilizce: Spirit] [Latince: Spiritus] [Yunanca: Pneuma, nous=Soluk, nefes] [Osmanlıca: Ruh] . 27

KORKU VE TITREME

onlara refakat etmekti. Tek isteği, İbrahim gözlerini kaldırıp, uzakta Moriya Dağını fark ettiği an, karıdan bırakıp, İshak'la yapayalnız dağa tırmandığı an orada olmakrı; çünkü onu il­ gilendiren, hayal gücünün sanatsal saçmalıkları değil fıkrin coşkulu ürperrisiydi. Bu adam düşünür değildi; imandan öteye geçmeye ih­ tiyaç duymazdı; baba olarak hamlanmak onun için şan ve şereRerio en üstünüydü, buna sahip olmak onun için, kimse bunu bilmese bile, nasiplerin en gıpta edileniydi. Bu adam bir tefsirci 1 5 değildi, İbranice bilmezdi; İbranice bilmiş olsaydı, herhalde öyküyü de İbrahim'i de kolayca an­ lardı.

1 5 (Danca) Ekseget nefsani tefsirci, daha ziyade dini konuların/kut­ sal kitapların tefsircisi anlamında. =

28

DUYGULANIM

I

Tanrı İbrahim'i tatlı sözlerle kandırdı, ona dedi ki, İshak'ı, çok sevdiğin biricik oğlunu al ve Moriya denen diyara git ve oradaki, sana göstereceğim bir dağda onu yakarak kurban et. " "Ve

İbrahim sabah erkenden kalktı, katırları eğerledi, İshak' ı yanına alarak çadırından sessizce ayrıldı, Sara pencerede durdu, onlar vadiye inerlerken arkalarından baktı, gözden kaybolana kadar. Sessiz sedasız 3 gün yol aldılar, 4. günün sabahında İbrahim tek şey demeden gözlerini kaldırdı ve ilerideki Moriya Dağına baktı. Uşaklarını aşağıda bıraktı, İshak'ı elinden tuttu, ikisi birlikte dağa tırmanmaya başladı. Ama İbrahim içinden dedi ki: " En azından, bu yürüyüşün İshak'ı nereye götürdüğünü ondan saklamayayım." Sakince durdu, elini İshak'ın başına koydu, hayır duası etti ve İshak başını eğerek, hayır duasını kabul etti. İbrahim'in çehresi babacan, bakışları şefkatli, sözleri yüreklendiriciydi. Lakin İshak onu anlayamadı, ruhu coşamadı; İbrahim'in dizlerine sarıldı, ayaklarına kapanıp yalvardı, gencecik hayatı için, güzel umutları için merhamet dilendi; İbrahim'in evindeki neşe ve mutluluğu ona hatırlattı, kederi ve yalnızlığı ona hatırlattı. İbrahim de oğlunu tuttu ayağa kaldırdı, elini eline aldı, onunla birlikte yürümeye devam etti, sözleri teselli ve teşvik doluydu ama İshak onu anlamadı. Moriya Dağına çıktılarında İshak onu haLl anlamamıştı. Sonra İbrahim oğluna bir an sırtını döndü, tekrar yüzünü döndüğünde İshak, onun çehresindeki ifadenin değişmiş olduğunu gördü, bakışları vahşi, tavrı korkutucuydu. İshak' ı göğsünden yakaladı, yere savurdu ve dedi ki: "Aptal oğlan, baban mı olduğumu sanıyorsun? Ben bir putperestim. Bunu Tanrının buyruğu mu sanıyorsun? Hayır, bu benim arzum." İshak o zaman titredi ve korku 29

KORKU VE TiTREME

içinde haykırdı: "Semadaki Ulu Rabbim, bana merhamet et, İbrahim'in tanrısı, sen bana merhamet et, bu dünyada bir babadan mahrumsam, sen benim babam ol!" Ama İbrahim içinden şöyle dedi: "Semadaki Rabbim, sana şükrederim; be­ nim bir canavar olduğumu sanması, sana inancını kaybetme­ sinden yine de daha evladır." Çocuk memeden kesilme çağına gelince annesi göğüsle­ rini gizleyerek onları lekeler; öyle ya, çocuğa yasaklandığına göre nefıs görünmeleri ayıp olur. Çocuk göğüslerin değiştiği­ ni düşünür; kaldı ki annesi, eskiden olduğu gibi, bakışları her zamanki gibi sevecen ve müşfı.k. Çocuğu memeden kesrnek için daha dehşetli yollara sapmaya muhtaç olmayana ne mut­ lu.

30

DUYGULAN IM

II Sabahın erken saatiydi. İbrahim vakitlke kalktı, Sara'yı, ihtiyarlık günlerinin gelinini, kucakladı, ve Sara İshak'ı, uran­ eını ondan geri alan İshak'ı, her daim gururu ve umudu olan insanı, öptü. Sonra ikisi (İbrahim ve İshak) hiç konuşmadan yola koyuldu, İbrahim'in gözleri yere kilitlenmişti, 4. gün ge­ lene dek yollarına devam ettiler, ve o zaman İbrahim gözleri­ ni kaldırdı ve uzakta Moriya Dağını gördü, lakin bakışlarını tekrardan yere indirdi. Odunları sessiz sedasız istifledi, İshak' ı bağladı; sessiz ve sakin bıçağını çekti. Sonra Tanrının seçmiş olduğu koçu gördü. Onu kurban etti ve eve döndü. - - - İb­ rahim o günden sonra ihtiyarladı, Tanrının ondan öngördüğü şeyi unutamadı. İshak eskisi gibi serpilmeyi sürdürdü; ama İbrahim'in gözlerinin feri söndü, bir daha mutluluk yüzü gö­ remedi. Çocuk büyüyüp memeden kesitme çağına gelince annesi göğüslerini örter, saklar, çocuğun artık bir annesi yok. Annesini başka türlü kaybetmemiş çocuğa ne mutlu!

31

KORKU VE TiTREME

III Gün yeni ağarıyordu. İbrahim erkenden kalktı; Sara'yı, genç anneyi, öptü ve Sara da İshak'ı, onun her daim arzu ve sevinci olan insanı, öptü. Ve İbrahim derin düşüncelerle yola koyuldu, Hacer' i 16 ve çöle sürdüğü oğlunu düşündü. Mo riya Dağına rırmandığını, bıçağını çektiğini düşündü. Sakin bir akşam vakti İbrahim, karırma binip tek başına yola çıktı, Moriya Dağına vardı; yüzüstü yere kapandı, gü­ nahını affetmesi için Tanrıya dua etti, İshak'ı kurban etmeye boyun eğdiği için, babanın oğula yükümlülüğünü unuttuğu için. Giderek daha sık, tek başına yollara düştü, dolaştı dur­ du, ama huzur bulamadı. Sahip olduklarının en iyisini, haya­ tını uğruna defalarca feda etmeye hazır olduğu şeyi Tanrıya kurban etmeye rıza göstermenin nasıl günah alabildiğine bir türlü akıl erdiremiyordu; bu günah olsaydı ve İshak' ı da o kadar çok sevmemiş olsaydı, işte asıl o zaman, bu günahın af­ fedilebilir olduğunu anlayamazdı; zira bundan daha korkunç bir günah olabilir miydi? Çocuk memeden kesilirken anne, yavrusuyla giderek bir­ birlerinden uzaklaşacaklar diye kederlenir; ilk önce yüreğinin altında, daha sonra göğsünün üzerinde yatan yavrusu artık ona böyle yakın olmayacak. Sonra birlikte hafiften gamlanır­ lar. Yavrusunu kendine böyle yakın tutabilene ve daha fazla gamlanmaya mecbur kalmayana ne mutlu!

16 Sara İshak'ı doğurmadan önce, İbrahim'e İsmail adlı bir oğul veren Mısırlı esir kadının adı (1. Tevrat. 2 1 . bölüm). 32

DUYGULANIM

IV Sabahın erken saatiydi, İbrahim'in evinde yolculuk için her şey hazırdı. Sara'ya veda etti ve sadık uşak Eliezer yolun kenarına kadar ona eşlik etti, sonra geri döndü. Katıdarını birlikte ahenk içinde sürdüler, İbrahim ve İshak, ta ki Moriya Dağına ulaşana kadar. İbrahim kurban için her şeyi hazırladı, sakin ve müşfıkti, ama arkasını dönüp bıçağını çekerken, işte tam o zaman İshak İbrahim'in sol elinin kararsızlıkla sanki kenetlendiğini, bedeninden bir titreme dalgasının geçtiğini gördü - fakat İbrahim bıçağı çekti. Sonra tekrar eve döndüler ve Sara koştu onları karşıladı, ama İshak imanını kaybetmişti. Yeryüzünde kimseye buna ilişkin asla bir tek sözcük edilmedi, ve İshak gördüklerini asla kimseye anlatmadı, ve İbrahim birinin gördüğünü sezmedi. Çocuğun memeden kesilme zamanı gelince, annenin eli­ nin altında daha kuvvetli bir gıda vardır, çocuk can vermesin diye. Ne mutlu o daha kuvvetli gıda elinin altında olana! Bahsettiğimiz adam bu hadise hakkında tıpkı böyle ve buna benzer düşünüyordu. Moriya Dağına yaptığı yolculuk­ tan eve her döndüğünde yorgunluktan yere yığıldı, ellerini kenetledi ve dedi ki: "Yine de kimse İbrahim kadar büyük değildi; kimin onu anlamaya gücü yeter?"

33

İbrahim'e Methiyel İnsanoğlunda uçsuz bucaksız bir şuur olmamış olsaydı, her şeyin temelinde yatan tek şey, başıboş fokurdayan yabani bir güçten ibaret olsaydı, ve karanlık ihtiraslarda kıvrılıp bükülerek, her şeyi, büyük küçük her şeyi var eden, bu güç olsaydı, her şeyin altında hiç doymak bilmeyen uçsuz bucaksız bir boşluk saklı olsaydı, o zaman hayat çaresizlikren başka bir şey olabilir miydi? insanlığı bir araya getiren hiçbir kutsal bağ olmasaydı, her bir insanın soyu topraktan, tıpkı ormanın dibindeki sarmaşık yaprakları gibi orada burada rastgele biter olsaydı ve her nesil bir sonrakini, ormandan gelen kuş sesleri gibi takip ediyor olsaydı, nesiller yeryüzünden, bir geminin denizdeki, havanın çöldeki hareketi gibi düşünsellikten ve üretkenlikten yoksun, geçip gider olsaydı, her daim aç, uçsuz bucaksız bir unutkanlık, pusuda avını bekliyor olsaydı, ve pençelerini onun üzerinden söküp alabilecek kadar zorlu hiç­ bir güç bulunmasaydı - o vakit hayat ne boş ve kasvetli olur­ du! Lakin sırf bu yüzden böyle olmadı, ve Tanrı erkekle kadını yaratırken, kahramanla şairin yanında hatibi de biçimlendir­ di. Şair ya da hatip; kahramanın meziyetlerinden yoksundur, ona ancak hayranlık besleyebilir, aşkla bağlanabilir, onunla sadece neşe bulabilir. Fakat o da en azından öbürü kadar mut­ ludur; zira kahraman, öbürünün tabiatının daha kusursuz tarafı gibidir; aşık olduğu budur, kendisi olmaması, aşkının beğeni olabilmesi onu hoşnut eder. O hafızanın bir deha­ sı, ne yapıldığını batıdamadan hiçbir şey yapamaz, yapılana beğeni duymadan hiçbir şey yapamaz; kendindeki bir şeye sahip çıkmaz, ama kendine emanet edilene gıpra eder. Yüre­ ğinin sesini dinler, ama aradığını bulunca kapı kapı dolaşıp, Veya kaside. (Danca) Lovtale. (İngilizce) Eulogy. 35

KORKU VE TİTREME

herkese kahramana kendisi gibi hayran olmaları, kahraman­ la onun duyduğu gibi gurur duymaları gerektiğini anlatan şarkılar söyler, nutuklar çeker. Onun becerisi, naçiz görevi, kahramanın evindeki sadakat görevi budur. Bu yolla aşkına sadık kaldığı, onu kahramandan mahrum edecek unutturma oyunlarıyla gece gündüz karşı koyduğu sürece görevini tam yerine getirmiş olur, o zaman kahramanla birleşir, kahraman da aynı sadakatli sevgiyle ona karşılık vermiştir, çünkü şair, kahramana mahsus daha mükemmel bir vasfı çağrıştırır, tabi­ atı icabı bir anı kadar güçsüzdür, lakin bir anı kadar da belir­ gindir. Bu yüzden hiçbir büyük insan unutulmaz; ve aradan ne kadar uzun bir süre geçerse geçsin, isterse bir şüphe buluru kahramanı kapıp gitsin, onu seven hep bulunur, ve aradan ne kadar çok zaman geçerse, o da ona bir o kadar daha sadakatle sıkı sıkı tutunur. Hayır! Bu dünyadan gelmiş geçmiş hiçbir büyük insan unutulmayacak; fakat her biri daima kendi tarzında ve aşkla sevdiğinin büyüklüğü nispetinde büyükleşti. Çünkü kendisi­ ni aşkla seven kendisiyle, başkalarını seven onlara bağlılığıyla büyükleşti, ancak, Tamıyı aşkla seven hepsinden çok büyük­ leşti. Hepsi hatırlanacak, ama her biri umduğunun nispetinde büyükleşti. Biri mümkünü umarak, bir diğeri sonsuzu uma­ rak; fakat imkansızı uman hepsinden çok büyükleşti. Herkes hatırlanacak, ama herkes ancak savaştığının büyüklüğü nispe­ tinde büyükleşti. Dünyaya karşı savaşan, dünyayı alt ederek büyükleşti, ve kendiyle savaşan da kendini alt ederek; oysa Tanrıyla savaşan hepsinin en büyüğüydü. Yeryüzündeki sa­ vaşlar bu minval üzere sürüp gitti: erkek erkeğe, bir kişi bin­ lercesine karşı, ama Tanrıyla savaşan hepsinin en büyüğüydü. Yeryüzünde savaşlar böyle sürüp gitti: gücüyle her şeyi alt eden de oldu, acizliğiyle Tamıyı alt eden de. Kendisine güvenip her şeyi kazanan da oldu; kendi gücünü güvenceye alıp, her şeyi feda eden de, ama Tamıya iman eden hepsinden büyüktü. Kendi bilek gücüyle büyükleşen de oldu, bilgeliğiyle büyük­ leşen de; umuduyla büyükleşen de oldu, aşkla büyükleşen de, 36

İBRAHiM'E METHİYE

ama İbrahim hepsinden de büyüktü; o, çaresizlikten gelen güç, püf noktası hata olan bilgelik, çılgınlık görünümündeki umut, kendine karşı nefret olan aşk ile büyüktü. İbrahim atalarının diyarını imanla terk etti ve vadedil­ miş topraklarda bir yabancı oldu. Geride bir tek şey bırak­ tı, ve yanına bir tek şey aldı; dünyevi zekasını geride bıraktı, imanını yanına aldı; onsuz çıkıp giderneyecek olsa da, bunun isabetsiz olabileceğini de düşünmüştü. Ve nitekim vadedilmiş topraklarda imanıyla sırf bir yabancı olabildi, ona sevdiklerini hatırlatacak tek bir şey yoktu, her şeydeki yepyenilik ruhunu hüzünlü bir hasrete yöneltti. Hala Tanrının seçilmiş kuluydu, Tanrı ondan hoşnuttu! Fuzuli olsaydı, Tanrının rahmetinden dışianmış olsaydı, bunu daha iyi anlayabilecekti, ama şimdi ona hem kendi şahsıyla hem imanıyla alay ediliyormuş gibi geliyordu. Çok sevdiği atalarının diyarından kovulmuş bir başkası da yaşamıştı bu dünyada. O unutulmadı, kaybettikle­ riyle hüzünde kavuştuğu anda yaktığı ağıtlar da unutulmadı. Buna karşın, İbrahim'den bize kalan hiçbir ağıt yoktur. Yakın­ mak da, ağiayaola ağlamak da insana hastır, oysa iman etmek bunlardan daha büyüktür, iman sahibini seyretmek ise daha mutluluk vericidir. Tohumuyla yeryüzündeki tüm nesillerin de kursanacağı vaadine İbrahim imanı sayesinde baş eğmişti. Zaman geçti, se­ çenekler sürdü, İbrahim iman etti; zaman geçmeyi sürdürdü, anlamını2 yitirdi, İbrahim iman etti. Umudu olan biri daha vardı yeryüzünde. Zaman geçti, akşam yaklaştı; o umudunu unutacak kadar adi olmadı, bunun için de asla unutulmaya­ cak. Sonra matem tuttu, ve matemi ona hayatın ettiği gibi oyun etmedi, onun için yapabileceği her şeyi yaptı, ve o ma­ temin tatlılığında boşa çıkan umudunu sahiplendi. Matem tutmak insana hastır, matem tutanla birlikte matem tutmak 2 "Anlam" sözcüğünün buradaki (ve metin içinde daha sonraki kul­ lanımlarındaki) belirsizliği farklı açıklamalara yol açabilir ancak "hayatın anlamı nedir?" bağlamında bakıldığında, "hayatı değerli kılan şey", "insanın hayattaki amacı, " hayatın kökeni" , "evrenin ve yaşamın doğası" gibi geniş bir anlam yelpazesine içkin algılanmalı. 37

KORKU VE TİTREME

insana hastır, ama iman etmek daha büyüktür; iman sahibini seyretmekse, daha mutluluk vericidir. Elimizde İbrahim'den kalmış hiçbir ağıt yok. Zaman akıp giderken o günleri hüzün­ le saymadı, o Sara'yı, yaşianınadı mı diye şüpheli gözlerle sey­ retmedi, Sara ve onunla birlikte kendi umudu da yaşlanma­ sm diye güneşin seyrini durdurmadı, Sara'ya rahatlatmak için hüzünlü türküler söylemedi. İbrahim yaşlandı, Sara ülkede alay konusu, İbrahim ise Tanrının seçkin kulu oldu ve hala yeryüzünün tüm nesillerinin onun tohumuyla kursanacağı vaadinin tek varisiydi. Tanrının seçkin kulu olmasa daha iyi değil miydi? Tanrının seçkin kulu olmak ne demek? Gençlik arzusunun, bilahare ihtiyarlıkta dayattınlmak üzere, reddedilmesi mi? Ama İbrahim iman etti ve vaade sımsıkı sarıldı. İbrahim ola ki bocalasaydı, pes etmiş ve Tanrıya şöyle demiş olacaktı: "Demek ki olacaklar senin iradenle değil, o zaman ben de arzumdan vazgeçiyorum; bu benim biricik arzumdu, muduluğumdu. Ruhum samimi, reddettiğin için içimde saklı hiçbir kin, nefret yok." Bu şekilde unutulmaz olurdu, çizdiği örnekle çok insan kurtanrdı, ama imanın babası olmazdı; zira arzudan feragat etmek büyüklüktür, ama önce feragat edip sonra ona sıkı sıkıya sarılmak daha bir büyüklükrür; çünkü sonsuzu yakalamak büyüklükrür, ama muvakkaren bir kere feragat edip sonra ona tutunmak daha bir büyüklüktür. - Sonra fani zamanın vadesi doldu. İbra­ him'deki iman olmasaydı, içi teessürle köreimiş olarak ger­ çekleşimP kavramayıp, bir gençlik hayaliymiş gibi gülüp geç­ seydi, Sara herhalde kederinden ölmüştü. Ama İbrahim iman etti, ve böylece genç kaldı; çünkü hayatın oyununa gelip hep en iyisini ümit edenler çabuk ihtiyarlar; en kötüsüne hep ha­ zırlıklı olanlarsa, erken ihtiyarlar; ancak iman edenler ebedi gençliği muhafaza eder. Bu hikayeye bunun için şükürler ol­ sun! Zira Sara yaşını başını almış olsa da annelik zevkini ar­ zulayacak kadar, ve İbrahim saçları kırlaşmış olsa da baba ol­ mayı isteyecek kadar gençti. İmanın buradaki dışsal mucizesi 3

(Danca) Opfyldelsen. 38

İBRAHİM'E METHİYE

gerçekleşenin, tam onların umduğu gibi olmasında yatıyor, imanın buradaki manevi mucizesiyse, İbrahim ve Sara'nın ar­ zuyu hissedecek kadar genç olmalarında, ve imanın, onların arzusunu ve dolayısıyla gençliklerini korumasında yatıyor. İb­ rahim vaadi tutmayı kabullendi, bunu imanıyla kabullendi ve her şey o vaat ve iman doğrultusunda gerçekleşti; oysa Musa kayaya asasıyla vurmuştu, ama iman etmemişti. Sara altın yıldönümünde yeniden gelin olduğunda, İbrahim'in evinde yaşanan sevinç de işte bundandı. Lakin böyle sürmeyecekti; İbrahim yeniden sınanacaktı. Her şeye kadir o ehil güç ise gözünü kırpmadan tetikte bek­ leyen o düşmanla, her şeyden uzun yaşayan o ihtiyar hasımla - zamanla savaşmış ve imanını korumuştu. Bu savaşın tüm dehşeti şimdi bir tek anın içine toplandı. "Ve Tanrı İbrahim'i kandırdı ve ona dedi ki; biricik oğlunu, o çok sevdiğin İshak'ı al, Moriya diyarına git, ve orada sana göstereceğim dağda onu yakarak kurban et." Böylece her şey heba oldu, bu, olayın hiç meydana gel­ memiş olmasından da daha feciydi! Zira Tanrı İbrahim'i sırf alay konusu yapmıştı! Mantıksız olanı evvela mucizevi şekil­ de gerçeğe dönüştürdü, sonra onu yeni başran yok edilmiş görmek istedi. Bu ram bir aprallıkrı, ama İbrahim vaat ona ilk bildirildiğinde Sara'nın güldüğü gibi gülüp alay etmedi. Her Şey heba oldu! 70 yıl süren o vefakar beklenti, inancın gerçekleşmesinin uyandırdığı o kısa sevinç. Asayı ihtiyardan kapıp alan kim, ona asayı kendinin kırmasını emreden kim? Kır saçlarını soğuk ve kasvedi yapan kim, bunu kendinin yap­ masını emreden kim? Bu saygın ihtiyara, bu masum çocu­ ğa hiç mi merhamet yok! İbrahim Tanrının seçilmiş kulu ve onu sınamaya sokan da Tanrı olduğu halde. Her Şey şimdi heba olacaktı! Soydan gelen o görkemli yadigar, İbrahim'in tohumunda yatan o vaat, bunların hepsi artık rastgele bir he­ vesten, Tanrının gelişigüzel aklına gelmiş ve İbrahim'in artık kafasından topyekun silip atması gereken rastgele bir fikir­ den başka bir şey değildi. İbrahim'in yüreğindeki iman kadar 39

KORKU VE TiTREME

yaşlı bu muhteşem servet, hayatının biricik meyvesi İshak'tan yıllarca daha yaşlı, duatarla kutsanmış, mücadelelerle olgun­ laşmış bu servet - İbrahim'in dudaklarındaki hayır duası, bu meyve şimdi zamansız koparılacak ve anlamını yitirecekti; İs­ hak kurban edilecek olduğuna göre bunun ne anlamı kalmış­ tı ki! İbrahim'in sevgiyle bağlı olduğu her şeye veda edeceği bu hem kederli hem mutlu saat, saygın başını bir kere daha yukarı kaldırarak tüm benliğini İshak'ı bir ömür boyu kur­ samaya yetecek bir güçle bir tek hayır duasında toplayacağı, yüzünün Tanrınınki gibi ışıyacağı - bu an gelmeyecekti! Evet İbrahim İshak' a veda edecekti, ama geride kalan kendisi ola­ caktı, ölüm onları ayıracaktı, ama av İshak olacaktı. Yaşlı ada­ mın eli ölüm döşeğindeki İshak'ı mutlu, kutsarcasına değil, hayattan bezgin, haşince tutacaktı. Ve onu sınayan Tanrıydı. Evet, lanet olsun! Böyle bir haberle İbrahim'in ta önüne ka­ dar gelebilmiş habereiye lanet olsun. Kim böylesi bir acının haberciliğini yapabilecek kadar yürekli olabilirdi ki! Ne var ki İbrahim'i sınayan Tanrıydı. Fakat İbrahim bu fani hayata inanciıkça inandı. Evet, sırf ahirete inanıyor olsaydı her şeyi daha kolayca bir kenara bı­ rakabilir, ait olmadığı bu dünyayı hızla terk edebilirdi. Fakat İbrahim'inki böyle bir inanç değildi, tabi böylesi varsa; zira bu durumda o aslında inanç değil inancın en uzak ihtimali olur, görüş alanının en dışında kendini varla yok arası belli eder, lakin ondan muazzam bir abisle ayrılmıştır, ve o abiste oyunu çaresizlik yönetir. Oysa İbrahim yalnızca bu fani hayata, ülke­ sinde ihtiyarlayacağına, halkından saygı göreceğine, soyunca kursanacağı na, bu hayatta en çok sevdiğinin, İshak' ın saye­ sinde unutulmaz kılınacağına inandı; ona öylesine derin bir aşk duyuyordu ki, bunun vaazlarda 'oğul sevgisi' diye geçen türden vicdanİ bir babalık görevi olduğunu söylemek haksız­ lık olur. Yakup'un 12 oğlu vardı ve o içlerinden l 'ini sevdi, İbrahim'in ise sevecek bir tek oğlu vardı. Lakin İbrahim iman etti ve şüphe etmedi, mantıksız ola­ na inandı. İbrahim şüphe etmiş olsaydı - bambaşka bir şey, 40

İBRAHiM'E METHIYE

büyük ve görkemli bir şey yapmış olacaktı; lakin İbrahim bü­ yük ve görkemli olandan başka ne yapabilirdi ki! Moriya Da­ ğına varır, odunları kırar, ateşi yakar, bıçağını çeker - Tanrıya haykırırdı: "Bu kurbanı reddetme, sahip olduklarıının en iyisi olmadığırnın pekala farkındayım; ihtiyar bir adam bir vade­ dilmiş eviada kıyasla nedir ki, ama bu sana verebileceklerimin en iyisi. Bırak, İshak kendini gençliğiyle avutabileceğini hiç bilmesin." Ve bıçağı kendi göğsüne saplardı. Tüm dünyanın hayranlığını kazanırdı, ve adı ebediyen unutulmazdı; ama hayran olunmak ayrı, kaygılılar için kılavuz yıldız olmak ayrı. Lakin İbrahim iman etti. Tamıyı duygulandırabilir dü­ şüncesiyle kendi için dua etmedi; İbrahim yalnızca Sodom ve Gomore hakkındaki hakşinas hüküm açıklandığında duala­ rıyla öne çıktı. 4 Bu konudaki kutsal yazıları bir okuyalım: "Ve Tanrı İbrahim'in aklını çeldi, ve ona şöyle dedi: İbrahim, İbrahim neredesin? Fakat İbrahim şöyle cevap verdi: Buradayım." Sen, konuşmamda hitap ettiğim kişi, senin durumunda böyle mi oldu? Karanlık cüsselerinin ta uzaklardan sana yaklaştığını gör­ düğünde, dağlara dönüp: beni gizleyin, demedin mi; tepelere dönüp: üzerime düşün, demedin mi? Yoksa sen daha mı güç­ lüydün, yine de ayakların yolda ağır ağır iledemedi mi, sanki eski izlere geri dönmenin hasretini çeker gibi olmadılar mı? Sana seslenildiğinde, cevap verdin mi, yoksa cevap vermedin mi, belki alçak sesle, ve fısıltı halinde? İbrahim böyle yapmadı, o neşeyle, şevkle, güvençle, yüksek sesle cevap verdi: Burada­ yım. Okumaya devam ediyoruz: "Ve İbrahim sabah erkenden kalktı." Bir şenliğe gidiyormuş gibi hızla yola koyuldu, ve aynı sabah erkenden Moriya Dağındaki o kararlaştırılan yere var­ mıştı bile. Sara'ya hiçbir şey söylememişti. Eliezer' e hiçbir şey söylememişti, zaten onu kim aniayabitirdi ki, sonra ayartılmak doğası icabı ondan sessiz kalma sözü almamış mıydı? "Ateşlik odunları kırdı, İshak'ı bağladı, ateşi yaktı, bıçağı çekti." Sevgili 4 Hz. İbrahim'in hayatından bir epizoda gönderme yapılıyor. ı. Tev­ rat. ı 8. bölüm, 23-33. 41

KORKU VE TiTREME

dinleyicim! Pek çok baba evlat acısının, bu dünyada en sevdiği­ ni kaybetmenin acısı olduğuna inandı, gelecek umutları teker teker ellerinden alınmış gibi bir acı; ama o çocukların hiçbiri, İshak'ın İbrahim için olduğu anlamda, vadedilmiş çocuk de­ ğildi. Pek çok baba eviadını kaybetti, ama o canı alan her şeye kadir Tanrıydı, o hiç değişmez ve sırrına erilmez ilahi iradenin eliydi. İbrahim'de böyle olmadı. Ona daha ağır bir sınama uy­ gun görüldü, ve İshak'ın kaderi bıçakla beraber, İbrahim'in eli­ ne teslim edildi. Ve o, o ihtiyar adam biricik umuduyla, orada durup kaldı! Şüphe etmedi, korku ve endişeyle sağa sola bakın­ madı, dualarıyla göklere meydan okumadı. O, onu sınayanın her şeye kadir yüce Tanrı olduğunu biliyordu; o, ona emtedi­ lenin fedakarlıkların en büyüğü olduğunu biliyordu; fakat o, Tanrı buyruğu olunca hiçbir fedakarlığın haddinden büyük olmadığını da biliyordu - ve bıçağı çekti. İbrahim'in koluna güç veren kimdi, çaresizlikle sağ yanına düşmesin diye o kolu havada tutan kimdi? Bu salıneyi her gö­ ren felç olur. İbrahim'in gözleri kararmasın da hem İshak'ı hem koçu görebilsin diye onun ruhuna güç veren kimdi! Bu salıneyi her görenin gözleri kör olur - Kaldı ki, felç ve kör olanlar nasıl enderse, olanı biteni layıkıyla anlatanlar daha da enderdir. He­ pimiz biliyoruz - bu sırf sınamaydı. İbrahim Moriya Dağındayken şüphe etmiş, kaygıyla sağa sola bakınmış olsaydı, bıçağı çekmeden evvel koçu rastgele fark etmiş olsaydı, Tanrı İshak yerine bu koçu kurban etmesine izin vermiş olsaydı - evine döndüğünde her şey eskisi gibi olacaktı, Sara hala onunla, İshak hala onunla olacaktı. Zira onun geri­ teyişi bir kaçış, kurtuluşu bir tesadüf, bedeli utanç, geleceği de belki cehennem azabı olacaktı. O zaman kendi imanını ve Tan­ rının rahmetini değil, yalnızca Moriya Dağına tırmanmanın ne feci olduğunu kanıtlamış olacaktı. Bu durumda ne İbrahim ne de Moriya Dağı asla unutulmayacaktı lakin onun adından, Nuh'un gemisinin karaya vardığı Ağrı Dağı gibi değil, dehşet verici bir yermiş gibi bahsedilecekti, zira İbrahim orada kuşku duymuştu. 42

İBRAHiM'E METHİYE

Aziz peder5 İbrahim! Sen Moriya Dağından evine dö­ nerken, kaybın için seni teselli edecek methiyelere ihtiyacın yoktu; çünkü sen kazanmıştın, İshak' ı muhafaza etmiştin, öyle değil mi? Rabbin onu bir daha senden almadı, sen ça­ dırında onunla beraber neşeyle sofraya oturdun, tıpkı ahiret­ teymiş gibi. Aziz peder İbrahim! O günlerin üzerinden asırlar geçti, ama sen, hafızanı unutulmanın eziyetinden koparıp alacak bir gecikmiş sevgiliye muhtaç değilsin; çünkü her dil seni zikrediyor - ve sen sevgitini herkesten daha debdebeli bir biçimde taltif ediyorsun, onu6 kucağına alıp, ahrete dek kutsuyorsun, (onun) gözlerini ve yüreğini sendeki kahraman­ lığın harikuladeliğiyle bu ana hapsediyorsun. Aziz peder İbra­ him! İnsan soyunun ikinci babası! Tanrıya başkaldırmak adı­ na, ama bunu yapmak yerine, unsurların gazabıyla ve yoktan var eden7 güçlere karşı o dehşetli mücadeleyi hafife almayı yeğleyen o sınırsız ihtirası, ilk sen idrak ettin ve ona ilk sen tanık oldun; sen o yüce ihtirası, putperesderin gıpta ettiği o tanrısal çılgınlığın ilahi, saf, naçiz ifadesini ilk bilensin -seni methedeni, doğru yapmamış olsa bile affet. O yüreğinden geldiği gibi tevazuyla konuştu; o münasip olduğu gibi kısa konuştu, ama o senin uroulanın aksine yaşlılıkta oğul sahi­ bi olmak için 1 00 yıla ihtiyacın olduğunu, İshak'ı muhafaza etmeden evvel bıçak çekmeye mecbur kaldığını asla unutma­ yacak; o, senin 130 yılda imanın ilerisine geçmediğini asla unutmayacak.

5 6 7

(Danca) Fader: peder (dini), baba, ata. (Danca) Ham: erkek için o. (Da nca) Skabningens krttfter. (İngilizce) Powers ofcreation. 43

Problemata1 Yürekten Gelen Yakınma2 Göze görünen, maddi dünyadan alınmış eski bir özdeyiş­ te şöyle denir: "Ekmeği çalışan kazanır."3 Ne tuhaftır ki bu özdeyiş kendine en yakın olan dünyaya uymaz, zira dış dünya kusur kuralına tabidir, ve bu tekrarlanır gider; öyle ki çalışma­ yan kişi de bu dünyada ekmeğini hep kazanır, hatta pinekle­ yen kişi çalışandan daha da fazlasını kazanır. Dış dünyada her şey, onu elinde tutana aittir; umursamazlık ilkesine4 tabidir, ve yüzükteki cin onu takana itaat eder, yüzüğün sahibi bir Nureddin5 de olabilir, bir Alaaddin de, bu hiç fark etmez, dünyanın ganimetierini her kim elinde tutuyorsa, onların sa­ hibi de bu kişidir, nasıl elde etmiş hiç fark etmez. Manevi dünyada6 bu farklıdır. Burada ebedi bir ilahi düzen hüküm sürer. Yağmur burada hem adaletlinin hem adaletsizin üzerine yağmaz. Burada güneş hem iyinin hem günahkarın üzerinde parlamaz, buradaki kurala göre ekmeği sırf çalışan kazanır, sırf korkuya düşen sükun bulur, cehenneme7 giden sevdiği(Ele alınacak) problemler, savlar, tezler; (Yunanca) Problema'nın çoğul şekli. 2 (Danca) Ekspektoration. 3 (2.1hessalonian.3 , 1 0 vd.) (İngilizce) Only the one who works gets

bread. 4

(Danca) Ligegyldighedens lov veya intertiens lov. (İngilizce) Law of

Indifference. 5 (Danca) Noureddin. (İngilizce) Light of Islam. Dinin ışığı, dinin nuru.Yazar, Danimarkah yazar Adam Oehlenschlager'in ( 1 779- 1 850) Alad­ din ( 1 805) adlı sahne oyununa gönderme yapıyor. Oyunun teması Binbir Gece Masalları üzerine kurulmuştur. Danimarkah şair Jens Baggesen'in bu oyuna atfen yazdığı 'Noureddin til Aladdin' ( 1 806) adlı bir şiiri bulunur. 6 Veya ruhani dünya. (Danca) I andens verden. (İngilizce) Invisible

world, the world ofspirit, spiritual world. 7 (Danca) Underverdenen. (İngilizce) Underworld. 45

KORKU VE TiTREME

ni kurtarır, sırf bıçağı çeken İshak' ı alır. Çalışmak istemeyen ekmeğini kazanmaz ama kandırılır, tıpkı tanrıların Orfeus'u sevgilisi yerine hayali bir şekille kandırdıkları gibi; onu yufka yürekli olduğu, cesur olmadığı için kandırmışlardı, onu lir çalgıcısı olduğu, erkek adam olmadığı için kandırmışlardı. Burada adamın babası İbrahim olmuş olmamış veyahut 1 7 göbekten asilmiş değilmiş bir yararı olmaz, burada çalışmak istemeyene, İsrail'in bakireleri hakkında yazılanlar yakıştırılır: Çalışmak istemeyen rüzgar doğuruyor8; ama çalışan canı is­ terse öz babasını bile doğurabilir. Bu maddi dış dünyanın altında ezildiği umursamazlık ilkesinin tıpkısını manevi dünyada da devreye sokma küs­ tahlığını gösteren bir bilimdir. Büyüklüğü bilmenin yeterli olduğu kanısındadır, başka bir iş yapmak öngörülmez. Bu­ nun için ekmeğini kazanmaz, etrafında her şey altına dönü­ şürken, o açlıktan yaşamını yitirir. Peki başka ne bilir? Eski Yunanda binlerce, daha sonraki nesillerde de sayısız insanın Miltiades'in bütün zaferlerinden haberi vardı, ama sırf bir tek kişinin onların yüzünden uykusu kaçtı. 9 Bu dünyadan İbra­ him hakkındaki hikayeyi ezbere bilen sayısız insan nesli geldi geçti ama acaba hikaye kaçının uykusuna maloldu? İbrahim'in hikayesinin olağanüstü özelliği, onu ne kadar az aniasak da, görkemini hep korumasıdır, fakat tabi yine ge­ reken, buna çalışmak ve zahmete girmektir. Ancak çalışmak istemeyen de hikayeyi anlamak istiyor. İbrahim'in şerefinden laf ediyor, ama bunu nasıl yapıyor? Gayet sıradan bir anla­ tımdan yararlanıyor: "Tanrıyı böylesine severek, ona, sahip olduğu en iyi şeyi kurban etmeyi kabul ederek büyüklük gös­ terdi." Çok doğru; ancak, "en iyi" belirsiz bir tabirdir. Herkes İshak' ı, ister zihnen ister sözel olsun, kendinden gayet emince 8 İbranice İncil'in ilk kısmından (İşaya, 26: 1 8) bir ifade: "Gebe kaldık, kıvrandık, Rüzgardan başka bir şey doğurmadık sanki. Ne dünyaya kurtuluş sağlayabildik, Ne de dünyada yaşayanları yaşama kavuşrurabildik." 9 (Piutarch'a göre) Themistokles. Atinalı ordu komutan Miltiades'in en büyük zaferi 490'da Marathan'da Perslere karşı kazandığı savaş oldu. 46

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKlNMA

"en iyi" ile özdeşleştirebilir; düşünürler10 bir yandan da pi­ polarını tüttürebilir, dinleyense bacaklarını rahatça uzatabilir. İsa'nın yolda karşılaştığı zengin genç tüm varını yoğunu sa­ tıp, fakiriere dağıtmış olsaydı, her büyük hareketi övdüğümüz gibi bunu da överdik, ama bu genci bile biraz çaba sarfetme­ den anlayamazdık; ne var ki o, sahip olduklarının en iyisini feda etmiş olsa bile yine de bir İbrahim olamazdı. İbrahim'in hikayesinde adanan kaygıdır; ben paraya yükümlülük duy­ mam, oysa bir baba oğluna karşı bu duygunun en güçlüsü­ nü ve en kutsalını taşır. Oysa kaygı rahatına düşkünler için tehlikeli bir durumdur, insanların, İbrahim'den söz ederken bu noktayı unutmalarının nedeni budur. Ve iki ifadeyi değiş tokuşlu kullanırlar: İshak ve en iyi, her şey de yolunda gider. Yalnızca dinleyiciler arasında uykusuzluktan muzdarip biri olsaydı, en feci, en derin, trajik ve komik bir yanlış anlama­ nın tam yanı başına gelinmiş olurdu. O adam evine gider, tıpkı İbrahim gibi yapardı; çünkü oğlu sahip olduklarının kuşkusuz en iyisiydi. O sözleri eden kişi bunu bir öğrenseydi, adamın yanına gider, resmiyetin tüm heybetini takınır ve şöy­ le gürlerdi: "iğrenç adam, cemaat süprüntüsü, hangi şeytana uydun da öz oğlunu öldürmek istedin?" Ve İbrahim'den bah­ sederken hiçbir sıkılma ve terleme emaresi göstermeyen rahip zavallı adamın üzerine yıldırım gibi inen bu hakşinas nefret, bu ağır öfke karşısında afallar, kendisiyle gurur duyardı; çün­ kü o daha önce hiç böyle sert, acı ve kızgın konuşmamıştı; kendine ve karısına şöyle derdi: "Ben bir vaizim, tek ihtiya­ cım olan, bu işi yapma vesilesi bulmak, Pazar günü İbrahim hakkında konuşurken kendimi zerre kadar kaptırmadım." Bu söz sahibinde kaybetmeyi göze alacak bir nebze mantık olsay­ dı, günahkar adam sakin ve vakur bir edayla ona "fakat bu konuda Pazar günü vaaz veren sendin," diyerek cevaplasaydı, herhalde onu o anda kaybetmiş olurdu. O zaman bu fikir rahibin kafasına nasıl girecekti? Onun buradaki hatası sırf ne 1 O Veya derin düşünen. (Danca) Den mediterende. (İngilizce) 1he me­

ditating type. 47

KORKU VE TiTREME

dediğini bilmemiş olmasıydı. Neden bir şair güldürüleri ve romanları onca ıvır zıvırla dolduracağı yerde bunları kendine konu etmez? Burada komik ve trajik unsurlar durmaksızın birbirine teğet geçer. Rahibin vaazı belki tek başına yeterince gülünçtü ancak, etkileri itibarıyla komikliği sınırsızlaşıyordu, ve bu aslında hayli doğaldı. Yahut şöyle farz edelim; işittiği azar günahkar adama hiç itirazsızca inanç değiştirtiverirdi; ve­ yahut hevesli din adamı uyandırdığı etkinin sırf mihrap kür­ süsünden değil, ondan da evvel, cemaatin manevi tesellicisi olarak sahip olduğu o karşı durulmaz güçten - ki o Pazarları cemaati şevke getirirken, Pazartesileri de, "bu dünyada kimse papazın dediğini yapmaz"* demeye getirip, eskilerin atasözü­ nü bozum eden cemaatten birinin karşısında, elinde alevden kılıcıyla nur gibi bir melek1 1 edasıyla durahilirdi - ileri geldi­ ğinin bilinciyle, mutluluk içinde evine dönerdi. Diğer taraftan, günahkar kişi ikna olmamış olsaydı, du­ rumu gayet trajik olurdu. O vakit muhtemelen ya ölüm cezası yerdi ya da tırnarhaneye kapatılırdı; kısacası, sözde hakikat karşısında sefil olurdu, lakin İbrahim'in onu bir başka anlam­ da pekila mutlu kıldığını da düşünebilirim; çalışan demir paslanmaz. Bu konuşmacıların arasındaki tarzda bir çelişki neyle açıklanır? İbrahim büyük insan unvanını elde etmiş olduğu için midir ki, onun her yaptığı büyük sayılıyor da, aynısını bir başkası yapınca günah, hem de apaçık günah oluyor? Hal böyleyse, bu gibi akılsızca övgülere katılmak içimden gelmi­ yor. İman öz oğul öldürmeyi ilahi bir hareket yapamıyorsa, bırakalım herhangi bir başkası hakkında verilen hüküm İb­ rahim hakkında da verilsin. İbrahim'in canİ olduğunu enine *

Eskiden halk arasında şöyle denirdi: Bu dünyada işlerin papazın öğütlediği gibi gitmemesi ne üzücü - belki, özellikle felsefenin yardımıyla, o günler de gelecek, o zaman insanlar şöyle diyebilecek: Ne şans ki işler papazın öğüt!ediği gibi gitmiyor; en azından hayatta biraz anlam var, papazın vaazında bundan hiç eser yok. 35 (Danca) Kerub. Tevrat'ta bahsi geçen, elinde alevden kılıcıyla Cen­ netin girişinde nöbet bekleyen melek ( 1 M o s . 3 . 2 4 ) . 48

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKINMA

boyuna düşünmeye, bunu söylemeye cesaretimiz yoksa, o va­ kit bu cesareti elde etmek, ona hiç hak etmediği methiyeler söyleyerek vakit harcamaktan elbette daha iyidir. İbrahim'in yaptığına etik anlamda bakıldığında, o oğlunu öldürmeye hazırdı, dinsel anlamda bakıldığındaysa, o İshak'ı kurban et­ meye hazırdı; fakat tam bu tezatta, herkesi uykusundan ede­ cek bir keder ve ızdırap yatıyor, ve bu ızdırap olmasa İbrahim farklı biri olurdu. Veyahut belki de İbrahim hiç de hikayede aniatılanı yapmadı, belki de yaptığı o zamanın koşullarında çok farklıydı, o halde bunu unutalım; şimdide mevcut ala­ mayacak, sırf geçmişe ait olanı hamlama zahmetine girme­ ye değer mi? Veyahut da bu hikayede unutulan bir şey, etik bir noksan var; İshak' ın, öz oğlu olduğu. Yani şöyle ki, iman sıfırlanmak üzereyken, Nichts12 de kaldırılırsa, geriye sadece şu kaba gerçek kalıyor: İbrahim oğlunu öldürmek istiyordu; imana, yani kendinin böyle yapmasını zorlaşmacak bir imana sahip olmayan, bunu kolayca anlayabilir. Ben kendi hesabıma enine boyuna düşünme cesaretinden mahrum değilim; şimdiye kadar hiçbir düşünceden korkma­ dım, böylesine rasrlayacak olsam da en azından bu düşünce beni korkuruyor, içimde başka bir şeyler kıpırdanıyor, onun için düşünmek istemiyorum deme dürüstlüğünü gösterece­ ğiınİ umarım, böyle yapmak bir suçsa elbet cezasız kalmaz. İbrahim'in bir cani olmasını doğruluğun hükmü saysaydım, o vakit ona duyduğum hürmette sessiz kalabilir miydim bi­ lemem. Ama ola ki böyle düşünseydim, olasılıkla hiç sesimi çıkarmazdım; bu tür düşünceler başkalarına gösterilmemeli. Lakin İbrahim bir yanılsama değil, o şanını uyuklayarak ka­ zanmadı, onu kaderin bir cilvesine borçlu değil. İbrahim hakkında çekinmeden, birini yoldan çıkarır da aynını yapar tehlikesi olmadan konuşamaz mıyız? Ben böyle konuşmaya cüret ederneyerek İbrahim'i acizlerin maskarası seviyesine indirecek olduktan sonra, onun hakkında hiç se­ simi çıkarınamayı tercih ederim. İnsan imanı her şey, yani 12 (Almanca) Hiçlik, boşluk, anlamsız/ık, bilinçsiz/ik. 49

KORKU VE TİTREME

zaten olduğu şey, gibi gören zamanımızda, birini imana mey­ letme tehlikesi olmaksızın, hiç korkmadan İbrahim'den bah­ sedebiliyor, çünkü bir insan, cinayette değil, sadece imanda İbrahim'le benzeşebilir. �kı bir anlık bir ruhsal durum, için­ de uyanan bir şehvet kıpırtısı sayan biri, aşk hünerlerinden bahsederek sadece zayıfları tuzağa düşürür. Elbette ki herke­ sin içinde bu tür gelip geçici kıpırtılar olur, fakat bunu aşkın hüneri sayıp, kutsallaştırmak gibi korkunç bir hata işlerse, her şey heba olur, hem hüneri hem de yoldan çıkarılan kişi. O halde İbrahim hakkında konuşabilmek lazım; çünkü büyüklüğüne içkin kavramldığı sürece büyük olana katiyen zarar gelmez; iki ucu keskin bir kılıç gibidir bu, hem öldürür hem bağışlar. İbrahim'i aniatma şansı bana düşmüş olsaydı, işe onun ne ölçüde dindar ve içinde Allah korkusu taşıyan bir kişi, Tanrının seçilmiş kulu olmaya layık olduğunu göstererek başlardım. Yalnızca böyle bir insan bu tür bir sınamaya tabi tutulur; lakin böylesi nereden bulunacak? Sonra İbrahim'in İshak' ı nasıl sevdiğini betimlerdim. En son olarak da sözle­ rimin bir baba sevgisi kadar sıcak ve coşkun olabilmesi için tüm iyi ruhlardan yardım dilerdim. Onu öyle bir anlatabil­ mek isterdim ki, tüm dünyada oğlunu böyle sevdiğini iddia edecek kadar cüretkar babaların sayısı az olsun. O zaman İbrahim gibi sevmeyenler için de İshak' ı kurban etme fikri yanlış yola sapmak demek olurdu. İşte bir sürü Pazar ayinine yetecek bir konu, aceleye getirmeye gerek yok. Bunun yan etkisi şöyle olur; konu hakkını vererek konuşulursa, bu baba­ lardan bazıları artık bunu daha fazla dinlemek istemeyebilir, ama oğullarını salıiden İbrahim'in sevdiği gibi sevmişlerse, bu (konuşma) onları bir süreliğine mutlu ederdi. İbrahim'in kah­ ramanlığ ındaki haşmeti, lakin dehşeti de, dinledikten sonra aralarından yola koyulmayı göze alacak biri çıksaydı, atımı eğerler, onunla birlikte giderdim. Moriya Dağına varana ka­ dar her mola verdiğimizde ona geri dönmesi için henüz elinde fırsat olduğunu, böyle ağır bir sınamayı kabullenmesinin bir yanlış anlama olduğunu söyleyip bundan muaf turulmasını so

PROBLEMATA YüREKTEN GELEN YAKlNMA

Tanrıdan niyaz edebileceğini, cesareti olmadığını itiraf ede­ bileceğini, Tanrı hala İshak'a sahip olmak istiyorsa bizzat ge­ lip almak zorunda olduğunu anlatırdım. Şahsi inancıma göre böyle biri dışlanamaz, o da herkesle birlikte kutsanabilir, ama bu, vakidi olmaz. İnsan en imanlı dönemlerde bile, böyle biri hakkında bu gibi bir hüküm veremez mi? Yüce gönüllü ol­ saydı, bir keresinde hayatımı kurtarabilecek birini tanırdım. Tüm içtenliğiyle şöyle dediydi: "Ne yapabileceğimi pekala görebiliyorum da, cüret edemiyorum. Gücüm bir süre sonra yok olacak diye, pişman olurum diye korkuyorum." Bu in­ san yüce gönüllü değildi, fakat kim bu yüzden onu sevmeyi bırakır? Böylece konuşarak, dinleyicileri duygulandırıp da, onlar da imanın diyalektik mücadelelerini ve müthiş ihtiraslarını olasılıkla az buçuk idrak ettikten sonra, yine de hakkımda, "imanı öyle yüksekte ki, cüppesinin eteklerine tutunsak bile bize yeter de artar," gibisinden yanlış bir fıkre kapılsalardı, ha­ tanı n suçlusu ben olmazdım; onlara şöyle derdim: "Zerre ka­ dar imanım yok. Yaradılıştan zeki ve uyanık bir kafam var, bu kafadakiler imanın hareketlerini yaparken hep zorluk çeker; kaldı ki, ben uyanık kafalı birini en sıradan ve en safdil birinin

kolayca geldiği noktadan daha ileriye zaten götüremeyecek bir zahmete yanaşmam. " Aşkın hiç olmazsa şiirlerde vekilieri var, ve insan bu ana­ neyi sürdüren bir sesi tek tük de olsa işitebiliyor; fakat iman hakkında bir tek sözcük duyulmuyor, bu tutkunun hürmeti aşkına kim konuşuyor acaba? Felsefe ilerliyor. Teoloji takıp takıştırıp, pencerenin önünde oturmuş, felsefeye kur yapıyor, ona tadılıklarını pazarlıyor. Hegel'i anlamak zordur derler ama İbrahim'i anlamak işten bile değildir. Hegel'i aşmak, işte bu bir mucizedir, lakin İbrahim'i aşmak her şeyden kolaydır. Ben kendi hesabıma Hegelci felsefeyi anlayabilmek için kayda değer bir vakit ayırdım, aşağı yukarı anladığıma da inanıyo­ rum; onca zahmetime karşılık bir iki noktayı kavrayamamış­ sam, bunun asıl Hegel'in pek açık seçik olmamasından ileri 51

KORKU VE TITREME

geldiğine İnanacak kadar da gözükarayım. Bunu rahatça, do­ ğal şekilde yapıyorum, kafam bundan zarar görmüyor. Ancak İbrahim üzerinde düşünecek olsam, sanki mahvoluyorum. İbrahim'in hayarının özü o korkunç paradoks her an gözü­ me çarpıyor, her dakika geri püskürtülüyorum, ve düşüncem tüm ihtirasına karşın içine işleyemiyor, bir kıl boyu bile ilerle­ yemiyor. Görebileyim diye her bir kasımı kasıyorum, o anda felce uğruyorum. Bu dünyada büyük ve yüce gönüllü diye hayranlık duyu­ lanın yabancısı değilim; ruhum kendini onunla akraba hisse­ diyor, ve tüm tevazusu için de emin ki, o kahraman benim davam için de savaşmıştı; tefekkür anında kendi kendime haykırıyorum: jam tua res agitur. 13 Kendimi kahramanın için­ de düşünebiliyorum, fakat İbrahim'in içine düşünerek nüfuz edemiyorum, o yüksekliğe erişince aşağıya düşüyorum, zira bana sunulan bir paradoks. Kaldı ki asla imanın aşağı olduğu fikrinde değilim, tam tersine, en yüksekteki o; öte yandan, felsefenin, imanın yerine başka bir şeyi koyarak, aşağılanma­ sına göz yummasının dürüstlük olmadığına inanıyorum. Fel­ sefe bize imanı veremez ve vermemeli de; ancak o kendisini anlayıp, ne sunduğunu bilmeli, ama bir şey almadan; insan azına sahipse bile, bunu ona bir hiçmiş gibi farz ettirip, do­ landırmadan. Hayann zahmetleri ve tehlikeleriyle daha önce­ den hiç haşır neşir olmamış değilim, onlardan korkum yok, ve onlarla cesurca yüzleşirim. Dehşeti hiç tatmamış değilim, belieğim sadık bir zevce ve hayal gücüm, kendimin aksine, ha­ marat bir küçük hanım, bütün gün işinin başında sessiz seda­ sız oturuyor, ve akşamları benimle öyle hoş konuşuyor ki, ona bakmak zorunda kalıyorum, yalnızca peyzajlar veya çiçekler veya çobanlı kır manzaralarının resmini yapıyor olmasa da. Bunu gözlerinin altından anladım, bu beni korkutup kaçır­ maz, fakat şunu da iyi biliyorum ki, onun karşısında ne kadar cesurane dursam da, bendeki cesaret imanın cesareti değildir ve bununla mukayese edildiğinde bir hiçtir. Ben imanın hare1 3 (Larince) Şimdi tehlikede olan senin davan. Horarius. 52

PROBLEMATA YüREKTEN GELEN YAKINMA

kederini yapamam, ben gözlerimi kapatıp, kendimi güvenle absürdün içine fırlatıp atamam, bu benim için olanaksız olsa bile, bununla övünmem. Tanrının aşk olduğuna eminim; bu fıkrin benim için kendisine özgü liriksel bir geçerliliği bu­ lunuyor. O yanımdayken tarifsiz bir mutluluk içindeyim, o yokken onu sevgilinin sevdiğini özlediğinden daha şiddetli özlüyorum; fakat bu cesaretten mahrum olduğuma da inan­ mıyorum. Tanrı aşkı benim için hem doğrudandır hem de bunun tersi anlamda gerçekliğin tümüyle bile mukayese edi­ lemez. Böyledir diye ağlayıp sıziayacak kadar korkak değilim, ama imanın çok daha üstün bir şey olduğunu inkar edecek kadar hakikatsiz de değilim. Kendi tarzımda yaşamaya pekala kadanabilirim, mutlu ve neşeliyim, ama bendeki mutluluk imanınkinden değil, ve hatta ona kıyasla bahtsızlık. Ben Tan­ rıyı ufak tefek kuruntularımla rahatsız etmem, ayrıntılar beni kaygılandırmaz, ben yalnızca aşkımı seyrederim ve el değme­ miş ateşini temiz ve canlı tutarım; iman Tanrının en ufak şey için bile kaygılandığına kanaat getirmiştir. Ben bu hayatta sol elle evli olmaktan14 mutluyum, iman ise sağı öngörecek kadar mütevazı; bunun tevazu olduğunu inkar etmiyorum ve hiç de etmeyeceğim. Acaba çağdaşlarıının her biri salıiden imanın hareketle­ rini yapabilecek kabiliyete sahip midir? Çok yanılmıyorsam, onlar benim yapmaya muktedir olduğumu düşünmedikleri şeye, yani mükemmel olmayanı yapmış olmakla gururlanma­ ya benden daha yatkın. Sık sık olduğu gibi büyük olan hak­ kında, sanki birkaç asır çok muazzam bir zaman mesafesiymiş gibi, acımasızca konuşmak, benim yaradılışıma uymaz; ben ondan, sanki dün olmuş gibi insanca bahsetmeyi yeğlerim, ve bırakırım, onu övme veya sövme mesafesi, sırf büyüklükte yatsın. Moriya Dağına yapılmış o olağandışı kraliyet gezisine1 5 1 4 (Danca) Viet til vemtre hand ( l 8.- 1 9.yüzyıl). (İngilizce) Wedded to the left hand. Halkran biriyle evli olmak, veya nikahsız eş, metres tutmak. Buna karşın viet til hejre hand, asil bir aileden gelen zevce veya yasal eş anla­ mında kullanılırdı. 1 5 (Danca) Kongerejse ( 1 8. yüzyıl). 53

KORKU VE TiTREME

(trajik kahraman vasfiyla; zira ondan daha yukarıya çıkamam.) çağrılan ben olsaydım, ne yapardım iyi biliyorum. Herhalde evde kalacak kadar korkak olmazdım, ne yollarda oyalanır ne de biraz geç kalayım diye bıçağıını unuturdum, tam vaktin­ de ve her şey ayarlanmış olarak orada olacağıma da oldukça eminim, - hatta vaktinden çok erken de varmış olabilirdim, çabucak bitirip kurtulmak için. Ve yine iyi biliyorum ki baş­ ka bir şey daha yapardım. Ata biner binmez, kendi kendime şöyle derdim: artık her şey yitirildi, Tanrı İshak'ı talep ediyor, onu kurban edeceğim, ve onunla birlikte tüm mutluluğumu da - lakin Tanrı aşk demek ve benim için bu hep böyle ka­ lacak; çünkü bu fani dünyada Tanrı ve ben aramızda konu­ şamıyoruz, ortak hiçbir dilimiz yok. Belki zamane insanları arasından, büyük olana gıpta edecek kadar aptal birileri çıkıp, bunu gerçekte yapsaydım, bendeki derin tevekkül İbrahim'in dar kafalılığından çok daha ideal ve şiirsel olduğu için, bunun İbrahim'in yapmış olduğundan daha da büyük olacağına hem kendini hem beni inandırmak isteyecek. Lakin bu yalanların en büyüğü olurdu; zira bendeki derin tevekkül imanın yerini doldurur. Ben kendimi bulmak ve kendimde bir kez daha hu­ zura ermek için o sonsuz hareketten fazlasını da yapamazdım. Ben İshak'ı, İbrahim'in sevdiği gibi de sevemezdim. Burada her şeyin bir vahşet olmamasının önkoşulu o hareketi yap­ maya azmetmiş, beşeri anlamda cesaretimi kanıtlayabilmiş, onu tüm ruhumla sevmiş olmam, fakat ben buna rağmen de İbrahim gibi sevmezdim; çünkü o durumda, son anda kendi­ me hakim olabilirdim, ama bu Moriya Dağına geç varmam anlamına gelmezdi. Böylelikle, tüm hikayeyi de çarpıtmış olurdum; zira İshak' ı tekrardan geri alsaydım, ne yapacağımı bilemezdim. İbrahim' e en kolay gelen, yani İshak'la yeniden mutlu olmak, benim için en zor şey olurdu! Çünkü sonsuzluk hareketini ruhunun tüm sınırsızlığıyla, proprio motu et prop­ riis auspiciis1 6, yapmış ve bundan daha fazlasını yapamayacak kişi İshak'ı yalnızca ızdırapla elinde tutar. 1 6 (Latince) Kendi arzusuyla ve kendi sorumluluğunda. 54

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKlNMA

Ama İbrahim ne yaprı? Oraya ne çok erken vardı, ne de çok geç. Katırma atladı, yoldan aşağıya ağır ağır sürdü. Ta en baştan itibaren iman etti; Tanrının İshak'ı ondan talep et­ meyeceğine inanıyordu, böyle buyrulursa dahi İshak' ı kurban etmeye razıydı. Absürdün gücüne inanıyordu çünkü beşe­ ri1 7 hesaplar burada söz konusu olamazdı, ve bir şeyi bir kez huyuran Tanrının bir an sonra o buyruğu geri çekmesi ger­ çekten absürttü. Dağa rırmandı, bıçak pırıl pırıl parladığı an bile Tanrının İshak'ı ondan talep etmeyeceğine inancı tamdı. Netice onu elbette şaşırtmışrı, fakat çifte hareketle ilk duru­ muna geri gelmişti, ve bu sayede İshak'ı ilkinde olduğundan daha mutluca geri aldı. Daha ileriye gidelim. Bırakalım, İshak gerçekten kurban edilsin. İbrahim iman etti. Günün birinde ahirette mutlu olacağına değil, bu dünyada mutlu olacağına iman etti. Tanrı ona yeni bir İshak veremezdi, kurban edilene hayat veremezdi. O absürdün gücüne iman etti; çünkü tüm beşeri hesapların süresi çoktan dolmuştu. Kederin bir insanın aklını nasıl başından aldığını görmüşüzdür, adamakıllı zor bir durumdur; insana öyle bir azim gelir ki, rüzgarı var gücüyle kavrar, aklı kurtarır, bu çaba insanı hafiften tuhaflaştırsa bile, ki bunu da görmüşüzdür, aşağılamak istemem, kaldı ki, aklını ve onunla birlikte, simsarı 18 olan sonluluğu tümüyle kaybe­ debilmek ve absürdün gücüyle aynı sonluluğu yeniden geri kazanmak; işte bu, ruhumu kahrediyor, yine de bu yüzden ona değersiz demiyorum; çünkü, bilakis, o ilk ve tek muci­ zedir. Genel kanıya göre, iman ortaya bir sanat eseri çıkar­ maz, genel kanı bunun sadece az çok kaba tabiatlara mahsus kaba ve hantal bir çalışma olduğu yönündedir; lakin asıl du­ rum bundan hayli farklı. İmanın diyalektiği, hepsinin içinde en güzeli ve fevkaladesidir. Öyle bir rakıma sahiptir ki, onu sırf tasavvur edebilirim, daha fazlasını yapamam. Büyük bir teampolin sıçrayışıyla sonsuzluktan içeri dalabilirim, sırtım ip ı7 ı8

(Danca) Menneskelig. Burada sinsi ve içcen pazariıktı insan manasında. (Da nca)

Vekselmt!!gler. 55

KORKU VE TiTREME

cambazınınki gibidir, çocukluğurndaki kadar esnektir, onun için bana kolay gelir, bir, iki, üç, yaşamın içinde balıklama giderim, fakat bir sonrakini, harikulade olanı, yapamam; o beni yalnızca şaşırtabilir. Evet, keşke İbrahim hacağını katırın sırtına savurduğu an kendisine şöyle demiş olsaydı: Hazır İs­ hak yitmişken, Moriya'ya o uzun yolculuğu yapacağıma, onu burada kurban etsem de olurdu - mademki onun adına yedi kez, yaptığına yetmiş kez baş eğdim, İbrahim' e artık ihtiya­ cım yok. O işte böyle yapmadı, bunu şöyle ispat edebilirim; o İshak'ı mutluluk içinde, sahiden içten gelen bir mudulukla aldı, bu yüzden de ne hazırlık yapmaya, ne de kendini sonlu­ luğa ve onun muduluğuna alıştırmak için zaman kazanmaya ihtiyacı vardı. İbrahim bu duruma düşmemiş olsaydı, Tamıyı seviyor olabilirdi ama imanı değil; çünkü Tanrıyı, imanı ol­ maksızın seven kişi aslında kendini, Tamıyı imanla sevense Tamıyı düşünür. İbrahim tam bu uçta duruyor. Dikkatinden kaçan son etap sonsuz tevekkül. İbrahim aslında ilediyor ve imana va­ rıyor; çünkü imanın bütün bu gülünç taklideri; hiç kuşkuya gerek yok, vaktinden önce yas tutmaya değmez, diye düşünen zavallı, umursamaz uyuşukluk; ne olacağını insan bilemez ki, her şeye rağmen mümkün olurdu belki, diyen o süfli umut - bu gülünç takliderin hepsi hayatın perişanlığı ile ilgili, ve sonsuz tevekkül onlara zaten sonsuz bir tiksinti duyuyor. İbrahim'i bir bakıma anlayamıyorum, ondan hayrete düşmeksizin hiç ders alamıyorum. İnsan bu hikayenin sonu­ cunu düşünerek imana gelebileceğini sanırsa, kendisini aldat­ mış olur, ve imanın ilk hareketini Tanrının elinden hileyle kapmaya çalışanın emeli paradoksa içkin yaşam bilgeliğini emip almaktır. Bunu başaran tek tük çıkabilir; zira çağımız ne imana ne de onun suyu şaraba dönüştürme mucizesine takılıp kalıyor, yoluna devam ediyor ve şarabı suya dönüştürüyor. Öyleyse en iyisi her halükarda imanda kalmak olmaz mıydı, herkesin yoluna devam etme emelinde olması huzur­ suz edici değil mi? Günümüzün insanı, aşkta durup kalmak, 56

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKlNMA

ki bu farklı yollarla öğütlenir, istemediği takdirde, nereye varabilir? Dünyevi zekaya, küçük hesaplara, adiliğe ve sefıl­ liğe, insanoğlunun üstün mirasından kuşku duyurabilecek her şeye. En iyisi imanda durup kalmak, ve orada duranın düşmemeye dikkat etmesi olmaz mıydı? Zira insan imanın hareketlerini hep absürdün gücüne dayanarak yapmaya mec­ burdur; ama bunu, sonluluğu kaybetmeksizin, aksine onu tümüyle kazanacak şekilde yapacaktır. Kendi hesabıma ben imanın hareketlerini tarif edebiliyorum, ama ifa edemiyo­ rum. İnsan yüzme hareketlerini öğrenmek isterse, bu, onu kayışlarla tavandan sarkıtarak mümkün olabilir; biri de ha­ reketleri pekala tarif edebilir, fakat bu şekilde yüzüyor olmaz ki; imanın hareketlerini de böyle tarif edebilirim, kaldı ki fırlatılıp suya atılsam, pekala yüzerdim (su kuşu familyasın­ dan olmadığıma göre) , ama daha farklı hareketler, sonsuzluk hareketlerini yaparak; imansa bunun tam aksini, sonsuzluk hareketlerini yaptıktan sonra sonluluğunkileri yapıyor. Bu hareketleri yapabilene ne mutlu, o zaman harikalar yaratır, ve ben ona hayranlık duymaktan asla usanmam, İbrahim de olsa İbrahim'in evindeki köle de olsa, bir felsefe profesörü veya zavallı bir hizmetçi kız da olsa benim için birdir, ben sırf hareketlere bakanın. Ama onları yapana da bakanın, ve ne kendimin ne başka birinin beni aptal yerine koymasına imkan vermem. Sonsuz tevekkülün şövalyeleri kolayca ayırt edilebilir, onların adımları süzülür gibidir, cesurdur. Halbuki imanın ganimetini taşıyanlar, insanı kolayca yanıltır; dışyüz­ leriyle, imanın ve sınırsız tevekkülün derin tiksinti duyduğu şeyle arasında çarpıcı bir benzerlik mevcuttur - burjuvayla. Samimi söylüyorum, ben kendi çevremde güvenilir ör­ neklerine hiç rastlamadım, ama bu, her iki kişiden birinin buna örnek teşkil ettiğini inkar ediyorum anlamına da gel­ mesin. Böyle birini bulmak için yıllardır boşuna iz sürdüm. İnsanlar genelde, nehirler, dağlar, yeni yıldızlar, cafeaRı kuş­ lar, ucube balıklar, acayip insan ırkları görmek için dünyayı dolaşıyor, kendilerini, hayatı esneyerek seyreden ve bir şey 57

KORKU VE TITREME

gördüğünü sanan o yabanıl stupor'a19 teslim ediyorlar; bun­ lar beni ilgilendirmiyor. Lakin bu gibi bir iman şövalyesinin nerede yaşadığını bir bilsem, çıplak ayak yola koyulurdum; zira beni esas ilgilendiren bu tür bir mucize. Yanından bir an ayrılmaz, o hareketleri nasıl başardığını görebilmek için göz hapsine alırdım; kendimi hayata doymuş sayar, zamanımı onu (iman şövalyesini) seyretmeye ve o hareketleri denemeye adar, böylece tüm vaktimi ona gıpta etmeye harcamış olur­ dum. Ama dediğim gibi, böyle birini henüz bulmadım, yine de pekala tasavvur edebiliyorum. O işte burada. Ahbaplık ku­ ruyor, ona takdim ediliyorum. Onu yakından ilk görmerole kendimden uzağa savurmam bir oluyor, geriye sıçrıyorum, el­ lerimi çırpıyorum ve yumuşak bir sesle şöyle diyorum: "Aman Allahım! Bu adam o mu, salıiden o mu, ama bu tıpkı bir vergi tahsildarına benziyor." Her suretle onun ta kendisi. Ona biraz yaklaşıyorum, belki sonsuzluktan gelen küçücük, dü­ zensiz bir telgraf sinyali belirir diye en ufak harekerine bile dikkar ediyorum; sonlulukla uyuşmazlıkta, sonsuzluğu açığa vuracak bir bakış, bir yüz ifadesi, bir el işareti, bir hüzün, bir tebessüm arıyorum. Ama hayır! Belki bir yarık vardır da son­ suzluk arasından dışarıyı dikizliyordur diye onu baştan aşağı muayene ediyorum. Ama hayır! O tepeden tırnağa yekpare. Yere basışı mı? Zinde, o tasramarn sonluluğa ait, o Pazarları öğleden sonra Frederiksberg'de20 yürüyüş yaparken yere daha bir emin basan süslü püslü bir hemşeri değil; o şimdi tamamen bu dünyaya ait, artık hiçbir burjuvaya orada yer yok. Onda sonsuzluğun şövalyesine mahsus o yabancı ve üstün havadan artık hiç eser yok. Her şeyden keyif alıyor, her şeye katılıyor ve her katıldığında da bunu, dünyevi insanların tavrıyla, sanki bütün benliğini adamışçasına bir çaba ve ısrarla yaptığı fark ediliyor. O işiyle haşır neşir. İnsan onu öyle görünce, İtalyan 1 9 (Latince) Uyuşukluk, uyur gezer hal. Tıp dilinde, bilincin kısmen kaybolması hali. (Danca) dyrisk stupor bomboş, bön bön bakmak. 20 SK Fresberg sözcüğünü kullanır. Kopenhag şehrinin bir semti olan Frederiksbergin eski Daneada yazılış şekli. Saray ve devlet dairelerinin de bu­ lunduğu seçkin bir semt. =

58

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKlNMA

muhasebesinin21 içinde kendini kaybetmiş bir kalem efendisi olduğuna inanacağı gelir, onun gibi özenli ve dikkatli. Pazarları tatil yapıyor. Kiliseye gidiyor. Onda, onu ele verecek ne ilahi bir bakış ne de bir tek emsalsizlik22 emaresi var; insan onu tanımasa, etrafındaki kalabalıktan ayırmak olanaksız olurdu; zira onun ilahi söyleyişindeki o zindelik ve güç, olsa olsa ne iyi ciğerlere sahip olduğunu kanıtlayabilir. Öğleden sonraları ormana gidiyor. Gördüğü her şeyden zevk alıyor, kalabalık akını, o yeni otobüsler, Sundet23 - Strandvejen'da ona kazara rastlasanız, esnaf takımından, kendini toptan dağıtmış biri sa­ nırsınız, tıpkı onlar gibi eğleniyor; çünkü o bir şair değil, ve ben ondaki şiirsel emsalsizliği bulup çıkarmak için onu boş yere göz hapsine aldım. Akşama doğru eve dönüyor, adımları bir postacınınki gibi hiç yorulmak bilmiyor. Yolda, karısının ona gelince yesin diye muhakkak bir parça sıcak yemek ayıc­ clığını düşünüyor, mesela sebze garnitürlü kızarmış kuzu kel­ le. Kafa dengi birine rastlasa, ona ta 0sterport'a24 varana dek bu yemeği tıpkı bir tokantacıya yaraşır bir coşkuyla anlatır dururdu. Tesadüf ya, cebinde bir kuruşu yok, ama karısının ona nefıs bir yemek hazır beklettiğine inancı tam. Karısı böy­ le yapmışsa, o yemeği yiyişini seyretmek asil insanları imren­ direcek ve basitlerine ilham verecek bir manzara olurdu, zira 2 1 (Danca) De italiemke bogholderi. 1 3. yüzyılda İtalya'da ortaya çıkan ve oradan dünyaya yayılan çift taraflı muhasebe usulü. Burada, çift hesaplı, çifte standardı anlamında. 22 Veya eşölçülmezlik. Ortak bir ölçüye sahip olmamak anlamına gelen ve 20. yüzyılın üçüncü çeyreğindeki bilim felsefesi tartışmalarında da kullanıl­ maya başlayan, farklı bilgi kümelerinin, aralarında ortak bir değerlendirmeyi mümkün kılacak ölçütler olmadığından, hiçbir bakımdan karşılaştırılamaya­ caklarını ifade eden kavram. İki teorinin karşılaştırılabilmesine imkan verecek teoriler arası geçerliliği olan ortak ölçüder bulunmadığından, bilimsel açıdan doğruluk veya yanlışlık gibi yargıların teorilerarası geçerlilik taşımadığını, ancak belirli bir teori çerçevesinde anlamlı olabileceğini ifade etmek üzere kullanılır. 23 (Danca) 0resund. Danimarka'nın Sja:lland adası ile İsveç 'in güne­ yindeki Skane bölgesi arasında uzanan boğaz. (İngilizce) lhe Sound strait. 24 Strandvejen'ın güney ucundaki (Kopenhag şehir merkezine komşu) muhit. Eskiden burada şehir surlarının doğu kapısı bulunuyordu, bu nedenle buradaki semte 0ster-port (Doğu-Kapısı) adı verilmiştir. 59

KORKU VE TITREME

ondaki iştah Esau'nunkinden de25 fazladır. Karısı - tuhaf da olsa - böyle yapmamışsa, o yine hep olduğu gibidir. Yolda bir şantiyenin önünden geçiyor, ve başka bir adama rastlıyor. Bir dakika kadar konuşuyorlar, ve o kaşla göz arasında bir bina inşa ediyor, bunu yapmak için gereken tüm güç onda var. Yabancı onun yanından ayrılırken aklından, bu adam bir kapitalist olmalı, diye geçirirken, benim takdire şayan şövalyem de, evet ya, iş oraya kadar gelseydi elbet onun da üstesinden gelirdim , diye düşünüyor. Meydana bakan evinde açık duran pencerenin önüne uzanıyor ve dışarıyı seyrediyor, olan biten her şeyi, bir sıçanın yağmur oluğunun tahta kapağı altına kaçıverişin i, oynayan çocukları, bütün bunlarla 1 6 yaşındaki bir kızın rahatlığıyla ilgileniyor. Ama o bir dahi değil; çünkü onda dehanın emsalsizliğini bulurum diye onca zamandır göz hapsine alınamdan elime bir şey geçmedi. Akşam vakti piposunu içiyor; biri görse, karşısındakinin alacakaranlıkta ot gibi bitmiş bir şarkütericF6 olduğuna yemin billah eder­ di. Onda işe yaramaz bir sokak serserisinin pervasızlığı var­ dır; bununla birlikte, yaşadığı her anı mevsimlik fiyatına kı­ yasla en pahalıdan satın alır; absürdün gücüne dayanmadan en ufak bir şey yapmaz. Ve her şeye rağmen, evet, her şeye rağmen, öfkeden çıldırabilirim, başka hiçbir şeyden olmasa hasetten, bu kişi her an sonsuzluk hareketini yapagelmiş ve ha.la da yapmaktadır. Yaşamın derin hüznünü o sonsuz te­ vekkülün içine boşaltır, sonsuzluğun kutluluğundan haber­ dardır, her şeyden ve bu dünyada en sevdiği şeyden feragat etmenin ızdırabını tatmıştır, yine de sonluluğun tadı ona bundan ötesini daha görmemiş birine olduğu kadar iyi gelir; zira onun sonlulukta durup kalmasında, vaazcı, sindirici bir alışkanlıktan hiç iz yoktur, ondan, bu sanki en mübrem şey­ miş gibi zevk almanın sağladığı güvenli rahatlık vardır. Ve 25 Yazar, Tevrar'ran l . Mos. 25, 29 vd.'daki hikayeye gönderme yapıyor. 26 (Danca) SptEkhfJkeren= şarkürerici. Eskiye mahsus bir kullanım. Sa­ lam, sosis, sucuk, peynir vs. gibi hazır yiyeceklerin sarıldığı dükkan; bu işi yapan esnafa verilen ad. 60

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKINMA

her şeye rağmen, her şeye rağmen vücuda getirdiği o dünye­ vi görünüm, absürt sayesinde yeni bir varlıktır. O her şeye sınırsızca boyun eğmiş, ve sonra her şeye absürde dayana­ rak tekrardan sımsıkı tutunmuştur. Durmaksızın sonsuzluk hareketini yapar, fakat bunu öyle hatasızca ve güvenceyle yapıyordur ki, içindeki sonluluğu da durmaksızın dışarı sa­ lar, bir an bile başka şeyden kuşkulanmak olanaksızdır. Bir dansçı için en zor işin belli bir pozisyona girmek, öyle ki pozisyonu yakalamak için bir saniye bile harcamadan, bir sıçrayışta pozisyonun içine girmek olduğu söylenir. Belki de bunu yapabilen hiçbir dansçı yoktur - oysa bu şövalye yapabilir. Birçoğu hayatını dünyevi keder ve sevinçlere gark olarak geçirir, onlar sınıfta kalanlardır, dansa katılmayanlar­ dır. Sonsuzluğun şövalyeleri dansçıdır ve yükselim özelliği­ ne sahiptir. Yükselme hareketini yaparlar, tekrar yere düşer­ ler, ve bu fuzuli bir vakit öldürme olmadığı gibi, çirkin bir manzara da oluşturmaz. Fakat yere her düşüşlerinde, hemen pozisyon alamazlar, bir an kararsız kalırlar, ve bu kararsız­ lık onların bu dünyanın yabancısı olduğunu ele verir. Bu durum, onların beceri oranına göre ya nispeten siliktir ya da daha belirgin; lakin bu şövalyelerin en becerikiisi bile, içindeki vicdanİ rereddüdü gizleyemez. Onları havada gör­ mek gerekmez, yere inişin sonunda ve ram yere değiş anında görmek yeter - hemen ayırt edilebilirler. Lakin bu tarz bir yere düşüş, yani öyle ki, aynı anda hem ayakta durur hem de yürümeye devam eder görünmek, hayarraki sıçrayışı yü­ rüyüşe dönüştürmek, görkemiiyi olduğu gibi sıradanlıkra dışlaşrırmak- onu sırf bu şövalye yapabilir - ve zaten yegane mucize de buradadır. Lakin bu mucize insanın yüzünü çok rahatça kara çı­ karabilir; şimdi harekerleri belirli bir olay etrafında tasvir ederek, sırasıyla rek rek her şeyin aslında odaklı olduğu şey­ le, yani hakikade bağını izah etmek istiyorum. Delikanlının biri bir prensese aşık olur, hayatını olduğu gibi bu aşka adar, ne var ki, bu öyle bir ilişkidir ki, gerçekleşmesi, düşünsel61

KORKU VE TİTREME

likren gerçekliğe deşifre edilmesi olanaksızdır.· Perişanlığın uşakları, hayat bataklığındaki o kurbağalar haliyle şöyle feryat eder: bu aptalca bir aşk, zengin biracının dul karısı da öbürkü kadar ala ve sağlam bir voli. Biz onları kendi hallerine bırakalım, baraklıkta vıraklayıp dursun. Fakat sonsuz tevekkülün şövalyesi böyle yapmıyor, dünyanın tüm saltanadarı pahasına da olsa aşkından geçmiyor. O bir maskara değil. Evvela kendini, hayatı n tümünün gerçekten bu olduğuna ikna ediyor, ruhu bir nebzesini bile sarhoşluk için çarçur etmeyecek kadar dinç ve vakur. O ödlek değil, aşkının en gizli, en ücra düşüncelerine gizlice sokulma­ sının, belleğindeki her bir bağdokunun27 etrafına sayısız büklümlerle sarılıp dolanmasının mümkün olmasından korkmuyor, - bu aşkta mutsuz olsa da, o kendini asla on­ dan kurtaramaz. Aşkın her bir sinirini karıncalanduma­ sı yerine onda coşkun bir haz uyandırıyor, velakin ruhu, zehir kasesini dibine kadar boşalttıktan sonra sıvının her bir kan hücresine nüfuz ettiğini hisseden birininki kadar teşrifadı - zira bu bir hayat memat anı. Aşkı böylece içine çekip sindirdi diye de, her şeyi ne pahasına olursa olsun denemek ve riske girmek için gereken cesaretten mahrum değil. Hayatın koşullarını inceliyor, her bir el işaretine sa­ vaşa idmanlı güvercinler gibi itaat eden tez canlı düşünce­ leri çağırıp, bir araya topluyor, asasını üzerlerinde sallıyor, ve onlar dört bir yana kaçışıyor. Fakat sonra hep birden keder müjdecileri gibi geri dönüp ona bunun imkansız ol­ duğunu anlattıklarında, onun sesi soluğu kesiliyor, onları salıveriyor, yalnız kalıyor, ve hareketini yapıyor. Bu söy­ lediklerimde bir anlam olabilmesi için hareketin normal * Buradan hareketle sonuçta, insan, tüm gerçekliğin realitesinin içinde yoğunlaşnğı herhangi bir ilgi alanının realize edilemez olduğunu anlayınca, bu onu tevekkül hareketine sevk edebilir. Oysa ben, hareketleri örneklemek için, bir aşk ilişkisini seçtim, zira bu ilgi hiç kuşkusuz daha kolay anlaşılır ve bu da, sadece çok az insanı daha derin bir anlamda ilgilendirebilecek bir alay ön açıklamadan beni kurtarmış olur.

27 (Danca) Ligament. 62

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKINMA

cereyan etmesi gerekiyor'. Zira bu şövalye tüm hayatının ve gerçekliğin manasını bir tek dilekte yoğunlaştı rma gücüne ilk olarak o zaman sahip oluyor. Böylesi bir yoğunlaşımdan, böyle bir dikkat noktasından mahrumsa, ruhu en baştan çe­ şidiliğin içinde dağılır, o durumda da hareketi asla yapamaz; hayatı boyunca da, bir şeyi kaybedince başka bir şeyi kazan­ mak için sermayelerini türlü çeşidi değer kiğıdarına28 yarı­ ran zengin para babalarının kafasıyla hareket eder - kısacası bu, onun bir şövalye olmadığı anlamına geliyor. İkinci ola­ rak, tefekkürün tüm neticesini bir tek bilinçlilik eyleminde yoğunlaştıracak gücü kazanır. Bu odak noktasını bulamazsa, ruhu daha en baştan çeşitlilikte dağılmış demektir, o zaman hareketi yapacak zamanı hiç olmaz, hayatı ilanihaye ayak iş­ lerine koşmakla geçer, lakin asla ebediyete giriş yapamaz; zira tam oraya varacağı dakikada, birden bir şey unuttuğunu fark edecek ve geri dönmeye mecbur kalacaktır. Bir dakika son­ ra bunu yapmanın mümkün olduğunu düşünecektir, ve bu pekila doğrudur; ancak bu tür düşüncelerle hareket aşaması­ na bir türlü gelemez; aksine onların yardımıyla giderek çarnu­ ra daha derin gömülür. Demek ki şövalye hareketi yapıyor ama hangi hareketi? Her şeyi olduğu gibi unutmak mı istiyor? Çünkü bunda da bir çeşit yoğunlaşma vardır. Fakat hayır! Şövalye kendiyle çe­ lişkiye düşmez, ve bir insanın, hayatını tamamıyla unutınası 28 (Danca) Papirer.

Bunun için de tutku (Danca lidenskab) gerekiyor. Sonsuzluğun her bir hareketi tutkuyla olur, hiçbir tejekkür bir hareket ortaya çıkarmaz. O, bu hayattaki daimi sıçrayıştır, hareketi izah eder, halbuki meditasyon bir kimeradır. Hegel'e göre her şeyin izahı bunda olsa da, izah etmeyi asla denemediği tek şey budur. Kişinin anladığı ile anlamadığı arasındaki o bilinen Sokratik ayrımı yapmak için bile tutku gereklidir; tabiarıyla, o özgün Sokratik hareketi, ceha­ letinkini, yapmak içinse daha da çok gereklidir. Lakin zamanımızda noksan olan tefekkür değil tutkudur. Bu nedenle çağımız bir bakıma ölemeyecek ka­ dar had safhada bir inatla hayata yapışmış, çünkü ölmek, en tuhaf sıçrayışlar­ dan biri; bir şairin ufak bir dizesi beni hep fazlasıyla cezbetmiştir, şu nedenle ki, şair ilk 5, 6 satır boyunca hayattaki iyi şeyleri temenni ettikten sonra, şöyle sonverir dizeleri ne: ein seliger Sprung in die Ewigkeit. (Sonsuzluğun içine mut­ lu bir sıçrayış.) 63

KORKU VE TİTREME

ve hala aynı kalması bir çelişkidir. Onda, bir başkası olma dürtüsü yoktur, ve bunu hiçbir suretle önemli saymaz. Yal­ nızca alçak tabiatlılar kendilerini unutur, yeni bir şey hali­ ne gelir. Nitekim kelebek bir an tırtıl olduğunu topyekun unutmuştur, belki tırtıl da zamanı gelir kelebek olduğunu unutur, falan fılan, yani ne balık, ne kuş. Derinlikli tabiat­ lar asla kendini unutmaz ve asla olduğundan başka bir şeye dönüşmez. Demek ki, şövalye her şeyi hatırlayacak; fakat bu hatırlayış acının da ta kendi, ve buna rağmen o, sonsuz te­ vekkülüyle hayatı kabullendi. Prensese aşkı onun için ebedi aşkın dışavurumu oldu, kendini ebedi varlığa duyulan aşkta dışlaştırdı, gerçekleşmesi kabullenilemez olsa da, hiçbir ger­ çekliğin ondan alamayacağı bir ebediyet biçiminde var oldu­ ğuna onu bir daha razı ettiren dini bir karaktere büründü. Kuş beyinliler ve gençler için her şeyin mümkün olduğunu söyler. Halbuki bu büyük bir yanılgıdır. Maneviyanan ko­ nuşurken her şey olanaklıdır, fakat sonlu dünyada olanaklı olmayan çok şey bulunur. Şövalye işte bu olanaksızlığı, onu manevi bir ifade bularak olanaklılaştırır, fakat onu manen ifa­ de etmesi, ondan vazgeçmek suretiyle olur. Onu dışa doğru, gerçekliğin içine yönlendirecek, lakin olanaksızlıkta mahsur kalan arzu, şimdi içe doğru bükülür; ancak öylelikle ne kay­ bolur ne unutulur. Hafızasını canlandıran bazen içindeki ar­ zunun karanlık, anlaşılmaz kımıltıları, bazen de kendisidir; zira o tüm yaşamını sırf uçup giden anlık bir meseleymiş gibi algılamaya yanaşmak için pek gururludur. O bu aşkı genç tu­ tar, ve bu aşk onunla birlikte yıldan yıla gelişir ve güzelleşir. Buna karşın, onun bu aşkın büyümesi için hiçbir sonluluk ortamına gereksinimi yoktur. Hareketi yaptığı andan itiba­ ren prenses yitirilmiştir. Onun, sevdiğini vs. gördüğündeki o erotik gıdıklanmaları hissetmesine de, sonlu anlamda boyuna ona veda etmesine de gerek kalmaz, çünkü o sonsuz anlamda hafızasındadır, ve o, birbirini son kez görebilmek için bir kere daha vedalaşmaya hevesli aşıkların, hem heveslenmeye, hem de bunun son kez olduğunu, birbirini çok yakında unuta64

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKlNMA

caklarını düşünmeye hakkı olduğunu çok iyi bilir. O, derin sırrı, bir başkasını severken bile yeterince kendisi olunması da gerektiği sırrını kavramıştır. Prensesin ne yaptığını artık sonlu olarak hiç dikkate almaz, ve bu da hareketini sonsuz yapmış olduğunu gösterir. İnsan bu noktada ötekinin hare­ ketinin sahi mi sahte mi olduğunu görme fırsatını kazanır. Kendinin o hareketi yapmış olduğunu zanneden bir başkasını düşünelim, durumu zaman akışına bıraktı, prenses başka bir şey yaptı, bir prensle vs. evlendi diyelim, fakat o zaman bu kişinin ruhundaki tevekkül, esnekliğini kaybeder. Böylece, hareketi doğru yapmamış olduğunu anlar; zira sınırsızca te­ vekkül eden, adamakıllı kendindedir. Şövalye, tevekkülünü bozmaz, o hareketi tam yerinde sonsuzca yapmış olduğu için, aşkını ilk andaki gibi taptaze korur. Prensesin yaptıkları onu rahatsız edemez, yalnızca alçak tabiatlılarda kendi eylemleri­ nin yasaları başka bir insanda, koşullarıysa kendi dışındadır. Oysa prenses aynı zihniyetteyse, güzellik29 ortaya çıkar, ve o (prenses) üyelerini gizli oyla değil de kendini gösterecek ce­ sareti olanlar arasından seçen şövalyelik tarikatına katılır, bu suretle şövalyelik tarikatı erkekle kadın arasında hiçbir ayrım yapmamış olmakla ölümsüzlüğünü kanıtlar. Prenses de aşkını genç ve zinde tutmak ister, dizede denildiği gibi yapmasa bile, yani "her gece efendisinin yanına uzanıyor"30 olmasa bile, o da ızdırabını alt etmek ister. Bundan sonra ikisi sonsuza dek birbirine öylesine sert tempolu bir harmonia praestabilita31 ile ayak uydurur ki, onları hiç ilgilendirmese de yaşiandıran o bir an, aşkiarına zaman zarfında dışlaşım olanağı sunacak o bir an gelmiş olsaydı, aslen birbirine kavuşmuş olsalardı başlaya­ cakları tam o noktadan başlamak da ellerinden gelebilecekti. 29 Esrerik güzellik. 30 Eski bir Danimarka halk şarkısı: " Ridder Srig og Findal": Nu haver

}omfru Rigitslille forvunden sin Qvide 1 Hun sover hver Nat ved Ridder Stig Hvides Side (Udvalgte danske Viserfra Middelalderen, udgiver af Abrahamson, Nyerup og Rahbek, Kbh. 1 8 1 2- 1 4 , I, s. 30 1 ) . 3 1 (İngilizce) Pre-established harmony= önceden düzenlenmiş uyum. Alman filozof G.W. Leibniz'in özün bölünmezliği felsefesi. Tanrının evrenin yararıcısı olmasının (Tanrısal röz) ifadesi olarak. 65

KORKU VE TITREME

Bunu anlayan, kadın olsun erkek olsun, asla aldatamaz, çün­ kü yalnızca alçak tabiatlılar kendilerini aldatıldıklarına inan­ dım. Bu kadar gururlu olmayan hiçbir kız aslında sevmekten anlamaz, fakat bu kadar gururluysa yeryüzündeki hiçbir hile ve kurnazlık onun gözünü boyayamaz. Sonsuz tevekkülde huzur ve sükıln vardır; bunu arzu eden kişi, aşırı gururlu olmaktan daha fecisiyle - kendini kü­ çümsemekle - değerini düşürmediyse, bu hareketi yapabil­ mek için, kendine acısıyla beraber yaşamayı öğretmeyi dene­ yebilir. Sonsuz tevekkül eski bir halk efsanesinde sözü geçen o gömleğe benzerY İplikleri gözyaşları içinde eğirilmiş, göz­ yaşlarıyla ağartılmıştır, fakat bundan dolayı, demir ve çelikten daha iyi korur. Bu halk efsanesinde eksik kalan yan üçüncü bir kişinin de bunu dokuyabileceğidir. Hayatın sırrı, herkesin kendisininkini kendi dikmesi gerektiği, tuhafı da, bir erkeğin bunu bir kadın kadar mükemmel dikebileceğidir. Sonsuz te­ vekkülde, huzur ve sükıln, acıciaysa teselli vardır, yani hareket normal yapılırsa. Her halükarda, sırf kendi önemsiz tecrübe­ lerimde karşılaştığım çeşitli yanlış anlamaları, geriye dönük pozisyonları, baştan savma hareketleri inceleyerek bir kitap yazmak benim için hiç zor olmazdı. İnsanlar ruha çok az ina­ nıyorlar, lakin bu hareketi yapmak için ruh gerekir; önemlisi, bunun bir dira necessitas'ın33 tek taraflı sonucu olmaması; bu olursa, hareketin normalliği de kesinliğini her zaman bir o ka­ dar kaybeder. Burada muhakkak soğuk, kısır bir zorunluluk da olmalı diye farz edersek, kimse hakikaten ölmeden, ölümü radamayacak demiş oluruz ki, bu benim kanıma göre bön bir maddecilik olur. Halbuki günümüz insanı kesin hareketleri daha az merak ediyor. Dans etmeyi öğrenecek birinin şöyle dediğini farz etsek: "asırlardır bütün nesiller peşi peşine bu pozisyonları öğrenip durdu, bundan istifade edeyim, hemen francaiser' e34 başlayayım"; herhalde herkes o kişiye bıyık altın32 Yazar bir Macar halk efsanesine gönderme yapıyor. 33 (Latince) Sert zorunluluk. 34 (Fransızca) Les quadrilles des lanciers: Kadri/. 1 8 . ve 1 9. yüzyılda moda olan Fransız kökenli salon dansı. Beş kısımdan oluşur: pantolon, tolon, 66

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKIN MA

dan gülerdi; lakin manevi dünyada bu tutum çok makul ve olası kabul edilirdi. Sonra, terbiye nedir? Ben bunun, kişinin kendini sağlamlaştırmak için geçtiği bir kurs olduğunu sanır­ dım; ve bu kurstan geçmeye gönlü olmayana en aydın çağda doğmuş olmanın bile pek yararı olmazdı. Sonsuz tevekkül imandan evvel gelen en son aşamadır, bu hareketi yapmayan, iman sahibi olamaz; zira ancak bu sonsuz tevekkül sayesinde, kalıcı bir geçerlikle kendim karşı­ sında açıklık kazanırım, iman gücüyle yaşamı kavramak ilk o zaman söz konusu olabilir. Şimdi iman şövalyesinin de aynı olayda sahneye çıktığını farz edelim. O da tıpkı öbür şövalyenin yaptığını yapar, yaşa­ mının her şeyi olan aşktan sınırsızca feragat eder, ızdırabı sineye çeker; fakat sonra bir mucize olur, bir hareket daha, her şeyden daha harikulade bir hareket daha yapar, şöyle der: ''Absürtten aldığım güce dayanarak, Tanrı için her şeyin mümkün olduğu gerçeğinin gücüne dayanarak, ona sahip olacağıma yine de ina­ nıyorum." Absürt, zihin kendi kapsam alanındaki dijferense?5 ile alakalı değil. Olanak dışıyla, beklenmeyenle, umulmayanla özdeş değil. Şövalye (sonsuzca) feragat ettiği anda, beşeri an­ lamda bakıldığında, olanaksızlığa kanaat getirmişti; bu zihnin sonucuydu, ve bunu düşünebilecek yeterli enerjiye sahipti. Halbuki sonsuz anlamda bakılırsa, bu (feragat) sonlu biçimde mümkündü, bu seçim aynı zamanda ondan vazgeçmek demek olduğu halde, zihne hiç absürt gelmez, çünkü zihin sadece son­ lu dünyada hüküm sürer, ve o orada bir olanaksızlık biçiminde hep var olmuştur, öyle de kalacaktır. Bu ayrırusama iman şöval­ yesi için de bir o kadar belirgindir; neticede, onu kurtaracak tek şey absürt olur; ve o bunu iman sayesinde kavrar. Böylece ola­ naksızlığı kabullenir, ve aynı anda absürde de inanır; çünkü o ruhunun bütün ihtirasıyla ve tüm kalbiyle olanaksızlığı kabul­ lenmeksizin imana sahip olduğunu tasavvur etseydi, kendini poule, pasrorella, fınale (veya galop) . Danimarka'da günümüzde de popülerli­ ğini koruyan bir dansur. 35 (Latince) Diffirenser= Farklılıklar, eşitsizlikler, uyumsuzluklar. 67

KORKU VE TiTREME

aldatmış olurdu, ve daha sonsuz tevekküle kadar bile gelmemiş olduğundan, tanıklığı bir işe yaramazdı. Bundan ötürü, iman estetik36 bir duygu değildir, onun bir hayli üzerindedir, çünkü tevekkül ondan evvel gelir, iman kal­ bin doğal bir eğilimi değil, yaşamın paradoksudur. Bu nedenle bir genç kız bütün zorluklara rağmen arzusunun mutlaka ger­ çekleşeceğine kanaat getirirse, dindar bir Hıristiyan ailede yetiş­ miş ve belki de tam bir yıl süreyle rahibe gitmiş de olsa, içindeki bu kanaat imandan gelmez. O buna tüm çocuksu saRığıyla ka­ naat getirmiştir, bu kanaat de onun tabiatını asilleştirir ve ona doğaüstü bir cüsse kazandırır; öyle ki o, bir taumaturg'muşj7 gibi hayatın sonlu güçlerini uyandırabilir, taşı bile gözyaşına çe­ virebilir, ama diğer yandan da şaşkınlık içinde bir Herot' a38 bir Pilatus'a koşup durarak tüm dünyayı yalvarışlarıyla galeyana getirebilir. Sahip olduğu kanaat epeyce sempatiktir, ondan çok şey öğrenilebilse de, bir tek şey öğrenilemez, hareketi yapmak; çünkü ona içkin kanaat, tevekkülün ızdırabı içinde, olanaksız­ lıkla göz göze gelmeye cüret edemez. Tevekkülün sonsuz hareketini yapmak için güç ve enerji, ve ruhsal özgürlük gerektiğini de bunun mümkün olduğunu da aniayabilsem bile, bir sonraki safha beni hayrete düşürüyor, kafaının içinde beynim altüst oluyor; zira tevekkül hareketini yaptıktan sonra absürdün gücüne dayanarak her şeye, arzu et­ tiklerime noksansız sahip olmak, işte bu insanüstü bir güç, bir mucize gerektirir. Fakat ben genç kızın özgüveninin olanak­ sızlık karşısında kalınca bile hiç sarsılmayan imana kıyasla bir ihtiyatsızlıktan öte bir şey olmadığını da anlayabiliyorum. Bu hareketi ne zaman ben yapmak istesem, gözlerim kararır, ve o anda mutlak olana hayran kalırım, bir yandan da içimi muaz­ zam bir korku sarar, Tamıyı ayanmak da olacak şey mi? Kaldı ki, bu hareket imandan geliyor ve felsefe, kavramları karıştır­ mak için, imana da sahip olduğuna bizi inandırmak, teoloji de 36 Veya bedii. 37 (Yunanca) Keramet sahibi kişi. (Danca) mirakelmager. (İngilizce)

miraele worker. 38 (Danca) Herodes. 68

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKINMA

onu olduğu kadar ucuza elden çıkarmak istese bile, bu böyle kalacak. Tevekkül için iman gerekmez, çünkü ben tevekkülle ebedi şuuru kazanırım, ve bu, gerektikçe yaparak kendimi avuttu­ ğum ve yapabilmek için kendimi zorlayabileceğim türden, salt felsefi bir harekettir, sonluluk ne zaman başımdan aşsa, hare­ keti yapana kadar kendimi açlığa mahkum ederim; zira benim ebedi şuururo Tanrıya aşkımdan ibarettir ve bu benim için her şeyden daha üstündür. Tevekkül için iman gerekmese de, hiç değilse ebedi şuururodan fazlasına sahip olabilmek için iman gerekiyor, paradoks da39 tam bu oluyor. Bu hareketler sık sık birbirine karıştırılıyor. Her şeyden feragat edebilmek için iman gerekli derler, evet bundan daha garibini de, imanlarını kay­ bettikleri için yakındıklarını da duyarız, ve sonra skalanın ne­ resinde durduklarını araştırınca, tevekkülün sonsuz hareketini yapacak noktaya henüz varmış olduklarını hayretle fark ederiz. Ben tevekkül sayesinde her şeyden feragat ederim, bunu kendi başıma yaparım, ve yapmadığım zaman, bu, korkak ve zayıf ol­ duğum, ve şevkten ve herkese bahşolunmuş o asil değerliliğin, kendi kendinin sansürcüsü40 olmanın, önemini hissedemedi­ ğim içindir, ki bu da, tüm Roma Cumhuriyetine Başkonsolos olmaktan çok daha üstündür. Bu hareketi tek başıma yaparım, ve böylece, ebedi şuuruma içkin benliğiınİ kazanırım, ve bu benlik, ebedi varlığa aşkımla mutlu bir anlaşım içindedir. Ben imanla her şeyden feragat etmem, bilakis ben imanla her şeyi kazanırım, şu anlamda: bir hardal tohumu kadar imanı olan, dağları yerinden hareket ettirebilir.41 Sonsuzluğu kazanmak üzere geçicilikten feragat etmek, bunun için de sırf insani ce39 (Danca) Det paradokse (eski kullanım). Modern Daneada "det para­ doksa/e" (paradoksal) olarak geçer. Lakin üslup ve çağrışım açısından iki söz­ cük arasında farklılık bulunduğundan Danca metinde det paradokse olarak bırakılmıştır. 40 (Danca) At Vtfre sin egen cemor. 4 1 İncil ' den bir alıntı (Bkz. Matt. l ? : 20): İsa, "İmanınız kıt oldu­ ğu için" karşılığını verdi. "Size doğrusunu söyleyeyim, bir hardal tanesi ka­ dar imanınız olsa şu dağa, ' Buradan şuraya göç' derseniz, göçer; sizin için imlcinsız bir şey olmayacaktır." 69

KORKU VE TiTREME

saret gerekir, bununla kazanırım, ne var ki bundan ebediyen feragat edemem, bu özüne aykırı olur; lakin o zaman tüm ge­ çiciliği absürdün gücüne dayanarak kavramak için paradoksal ve mütevazı bir yüreklilik gerekecektir ki, bu da imandan ge­ lir. İbrahim imanı sayesinde İshak'tan feragat etmedi, İshak'ı kazandı. Bu varlıklı yeni yetmenin tevekküle dayanarak her şeyi feda etmesi lazımdı, fakat o bunu yapmış olsaydı, iman şövalyesi ona şöyle demiş olmalıydı: Absürde dayanarak her şeyine son kuruşuna kadar yeni baştan kavuşacaksın, buna inanabilirsin. Ve vaktiyle varlıklı yeni yetme bu söze aldırınaz­ lık etmemeliydi; zira mal ve servetini müteessir olduğu için elinden çıkarsaydı, tevekkül zor işe yarardı. Her Şey geçiciliğin, sonluluğun etrafında cereyan eder. Ben kendi irademle her şeyden feragat edebilir, o zaman ız­ dırapta huzur ve sükun bulabilirim, her şeyi sineye çekebili­ rim, herkesin ödünü koparan eli oraklı Azrail'den42 bile daha dehşet uyandırıcı bu korkunç iblis, bu cinnet, soytan kostü­ münü tam gözlerimin hizasında tutsa da, onu tutuşundan, giyecek olanın hen olduğunu anlasam da, içimdeki Tanrı aş­ kının dünyevi mutluluğu alt etmesini bizzat sağlarsam, ruhu­ mu ha.la. kurtarabilirim. Kişi son dakikada bile tüm ruhunu, en güzel hediyelerin bahşolunduğu semaya çevirdiği bir tek bakışta toplayabilir, ve bu bakıştaki mana, onun her şeye rağ­ men aşkına sadık kaldığı, hem kendince hem bakışın aradığı kimsece anlaşılacaktır. O vakit o da kostümü içi rahat, sakince üzerine geçirecektir. Ruhunda bu romantizm olmayan, ister bir krallığa, ister adi bir gümüş akçeye olsun, ruhunu satmış demektir. Fakat ben sonluluğa ait hiçbir şeyin nebzesine bile kendi gücümle sahip olamam; zira gücümü her şeyden sürekli feragat etmeye harcarım. Kendi gücümle prensesten vazgeçe­ bilirim, ve o vakit sornunmak yerine ızdırabımda mutluluk ve huzur bulmam da gerekirdi; fakat kendi gücümle onu ye­ niden geri kazanamam, çünkü ben gücümü ondan feragat et42 (Danca) Knokkelmanden. (İngilizce) the grim reaper. Elinde tırpan, üzerinde peleriniyle ölümü temsil eden hayali iskeler adam. 70

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKlNMA

meye harcamaktayım. Oysa iman yoluyla, diyor bu muhteşem şövalye, iman yoluyla absürde dayanarak ona sahip olacaksın. İşte ben bu hareketi yapamıyorum. Yapmaya başlar baş­ lamaz, her şey tersine dönüyor, ve ben pır diye geriye, te­ vekkülün ızdırabına tüyüyorum. Hayatın içinde yüzebilirim; ne var ki, bu anlaşılmaz sürükleniş için fazla ağırım. Ben bu şekilde, yaşamla ararndaki tezat kendini onunla arasındaki en güzel ve en güvenli bir uyumla belli ederken, yaşayamam. Ve yine de, prensese sahip olmak harika olmalı, ben bunu her dakika diyorum, bunu demeyen tevekkülün şövalyesiyse bir hilekar, onun bir tek arzusu bile olmadı; o, arzuyu ızdı­ rabında genç tutamadı. Belki arzunun artık canlı olmaması, ızdırap okunun köreimiş olması pek işine gelecek biri çıkabi­ lirdi, ama bunun gibi birinin şövalyelikle uzaktan yakından bir ilgisi olamaz. Özgür doğmuş bir ruh kendini bu durumda bir yakalasa ayıplar, baştan başlar, ve daha önemlisi, ruhu­ nu bizzat aldatmaya meydan vermezdi. Ve yine de prensese sahip olmak harikulade olurdu, ve yine de mutlu olan tek kişi iman şövalyesidir, sonluluğun varisi de odur; buna karşın, tevekkülün şövalyesi el adamıdır, bir göçmendir. Prensese bu suretle sahip olmak, memnun ve mesut yaşamak, gece gün­ düz birlikte (tabii burada şöyle de düşünülebilir; tevekkülün şövalyesi prensese sahip olabilirdi de, ruhu birlikte mutlu bir gelecekleri olamayacağını çok önceden sezinlemişti) , absürde dayanarak her anı böylece memnun ve mesut yaşamak, kılı­ cın her an sevgilinin başının üzerinde sallandığını görmek, ve yine de tevekkülün ızdırabında huzuru değil, absürdün gücünde mutluluğu bulmak - bu harikulade. Bunu kim ya­ parsa yegane ve en büyük odur; bunu düşünmek, büyüklere hayranlık duymada hiç cimrilik etmeyen ruhumu kıpır kıpır ettiriyor. Ya şimdi benimle aynı nesilden olup da, imanda durup kalmak istemeyen herkes, hayarın dehşetini anlamış olsa, ve Daub'un43, fırtınalı bir gecede, dolu tüfeğiyle barut kulesinin 43 Karl Daub ( 1 765- 1 836), Alman teolog. 71

KORKU VE TITREME

yanında tek başına nöbet bekleyen bir askerin kafasına garip düşünceler gelir demekle neyi kastettiğini kavramış olsa; ya şim­ di imanda durmaya gönlü olmayan herkes gerçekten kavrama gücüne sahip olsa ve kendilerine, dileklerinin olanaksız olduğu düşüncesiyle yapayalnız kalacakları bir zaman tanınacak olsa; ya şimdi imanda durmak istemeyen herkes, ızdırapta barışık ve ızdırapla barıştırılmış olsa; ya şimdi imanda durmaya isteği olmayan herkes, ilaveten bir de (ve öncekilerin hepsini yap­ madıkları takdirde, iman hususunda kendilerini sıkıntıya sok­ maları gerekmez) harikulade olanı, absürde dayanarak yaşamın tümünü, kavramış olsa - o zaman, benim yazdıklarım bu çağın en yüksek perdeden bir methiyesi olurdu, hem de bizzat bu çağın sırf tevekkül hareketini yapabilen en naçiz bir üyesince. Fakat bir insan neden imanda kalmak istemesin, neden ara sıra, iman sahibi olduğunu itiraf etmeye urananlar olduğunu duyuyoruz? Bunu aklım almıyor. Bu hareketi başarabilecek kadar ileri gidebilen ben olsaydım, yolun bundan sonrasına dört adı arabayla devam ederdim. Öyleyse, hayatta karşılaştığım ve sözcüklerirole değil ha­ reketlerimle kınarnaya özen gösterdiğim bu burjuvalık faslı aslında, göründüğü gibi değil mi, harikuladeliği acaba burada mı? İman kahramanıyla arasında çarpıcı bir benzerlik olduğu da pekala düşünülebilir; zira bu iman kahramanı, ne bir cinas ustasıydı44, ne de bir m izah ustası45, ikisinin de üzerindeydi. Günümüzde ironi ve mizahtan pek bahsediliyor, ve bunu ya­ panlar özellikle bunları uygulamayı hiçbir zaman becererne­ miş olsalar da her şeyi açıklamayı bilen kişiler. 46 Ben de bu iki tutkunun tamamen yabancısı değilim, Alman ve Alman­ ca-Danca compendia'da47 onlar hakkında yazılı olanlardan bi­ raz daha fazlasına vakıfım. Dolayısıyla bu iki tutkunun iman 44 (Danca) İronist. 45 (Danca) Humorist. 46 SK da bundan geri kalmamıştır; 29 Eylül ı 84 ı 'de savunduğu dok­ tora tezinde "Om Begrebet Ironi - med stadigt Hensyn til Socrates" (ironi Kavramı Hakkında - Sokrates'e sık referanslar ışığında) bunları irdelemiştir. 47 (Latince) Compendium, compendia (çoğul) kompendiyum. =

72

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKINMA

tutkusundan esasen farklı olduğunu da biliyorum. Cinas ve mizah, kendileri üzerine de aksederler48 ve bundan ötürü son­ suz tevekkül sınıfına dahildirler, onlardaki esneklik, insanın gerçeklik için emsalsiz olmasından ileri gelir. En çok istediğim şey olmasına rağmen son hareketi, ima­ nın paradoks hareketini, sorumluluktan yahut başka bir şey­ den ileri geliyor olsa da bir türlü yapamam. İnsanın bunu söylemeye hakkı var mı yok mu kendine bırakmak lazım; bu itibarla, barışçıl bir anlaşma yapılabilir mi yapılamaz mı, bu da onunla imanın hedefındeki ebedi varlık arasındaki bir mesele. Sonsuz tevekkül hareketini herkes yapabilir ve şahsen ben, kendini bunu yapamayacağına inandırmış herkesi kor­ kak ilan etmek için bir an bile bocalamam. İş imana gelince bu farklı bir meseledir. Fakat kimsenin yapmaya hakkı olma­ yan şey, iman meselderin en mühimi ve zoru olduğu halde, başkalarının önünde ona basit ve sudan havası vermektir. Herkes İbrahim hakkındaki hikayeyi farklı anlıyor. İshak' ı ona yeniden bağışladı diye Tanrının rahmetini övüyor, hepsi sadece bir sınamaydı diyor. Bir sınama, bu sözcük hem çok fazla hem çok az şey ifade edebilir, ve yine de her şey sözcü­ ğe döküldüğündeki kadar hızlı olup biter. Biri kanadı bir ata biner, ve Moriya Dağına varmasıyla, koçu görmesi bir olur; ama burada İbrahim'in yavaş yol gidebilen bir katıra binmiş olduğu, yolculuğun üç gün aldığı, yakacak odunları kesmek, İshak'ı bağlamak ve bıçağı bilemek için biraz zamana ihtiyacı olduğu unutulur. Kaldı ki İbrahim için methiye konuşmaları yapılıyor. Konuşmacı söze başlamasına dakikalar kalana kadar pekala pinekleyebilir, dinleyen de konuşma sırasında pekala uyuya kalabilir; yine de her şey kolayca, tarafların hiçbiri bir zahmet yaşamadan devam eder. Aralarında uykusuzluk çeken biri olsaydı, herhalde kalkıp evine gider, bir köşeye çekilip şöy­ le düşünürdü: "hepsi topu topu anlık bir mesele, bir dakika beklesen yeter, koçu görürsün, sınama da sona ermiş olur." 48 (Danca) Rejlektere. (İngilizce) rejlect. 73

KORKU VE TİTREME

Konuşmacı ona bu durumda rastlasaydı, zannımca asaletin tüm heybetini takınarak yanına gider ve ona şöyle derdi: "Za­ vallı adam, demek ruhunu böyle bir yanılgıya teslim edebi­ liyorsun; mucize diye bir şey yoktur, yaşam olduğu gibi bir sınamadır." Konuşmacı giderek şevklenir, özbeğenisi giderek artar, ve İbrahim hakkında konuştuğunda başına kan hücum ettiğini hiç fark etmediği halde, şimdi alnındaki damarın na­ sıl kabardığını hissederdi. Ve günahlcir sakin ve ağırbaşlı bir edayla bir de, "sen zaten geçen Pazar bu konuda vaaz vermiş­ tİn," deseydi, herhalde küçük dilini yutardı. Onun için ya İbrahim'in üzerine bir çizgi çekelim, ya da onun hayatının anlamı olan korkunç paradoks tarafından dehşete düşmeyi öğrendim, çağımızın, tıpkı diğer çağlarda olduğu gibi, imana sahip çıkarsa mutlu olabileceğini aniaya­ bilmemiz lazım. İbrahim bir hiç, bir hayalet, zaman öldür­ mek için saçmalık değilse, burada hata katiyen günahkarın İbrahim gibi yapmak istemesinde değil, İbrahim'in ne yüksek bir hareket yaptığını görebilmesindedir, çünkü bu kişi böyle bir sınamaya eyiliminin ve cesaretinin olup olmadığını kendi tartabilir. Konuşmacının hareket tarzındaki gülünç ikilemin İbrahim'i önemsizleştirmesi, ancak, ötekini böyle hareket et­ mekten menetmek istemesiydi. Yani İbrahim hakkında konuşmaya bile cesaret etmeye­ cek miyiz? Kanımca etmeliyiz. Ben onun hakkında başka­ larıyla konuşacak olsam ilk evvel sınamanın ızdırabını tarif ederdim. Bunu yapmak için de, korkuyu, zahmeti ve eziyeti, baba acısından bir sülük gibi emip tamamen çıkarırdım ki, İbrahim'in olanlar sırasında iman ederken neler çektiğini izah edebileyim. Onlara yolculuğun 3 tam ve kısmen 4 gün sür­ düğünü hatırlatırdım, evet, o üç buçuk gün beni İbrahim'den ayıran birkaç bin yıldan çok daha uzun sürmüş olmalı. Sonra da, onlara, herkesin bilfiil işe başlayacakları ana dek, her an dönüş yapmaya cesaret etmeleri gerektiği kanısında olduğu­ mu söyler, ve tövbe edip geri dönmenin mümkün olduğu­ nu an be an hatırlatırdım. Bu yapılabilirse, hiçbir tehlikeden korkmam, keza onları İbrahim gibi smanmaya heveslendir74

PROBLEMATA YÜREKTEN GELEN YAKlNMA

rnekten de. Fakat insan kalkıp da İbrahim'in ucuz bir modeli­ ni başkalarına kakalamaya uğraşırken, hala onlara İbrahim'in yaptığını yapmamalarını tembih ediyorsa bu gülünç olur. Benim burada İbrahim'in hikayesini anlatmaktan kas­ tım, orada yatan diyalektiği bir problemata olarak gün ışı­ ğına çıkarmak, imanın ne korkunç bir paradoks olduğunu göstermek; bir cinayeti kutsal yapmayı ve Tamıyı hoşnut kı­ lan bir harekete dönüştürmeyi başaran bir paradoks, İshak'ı İbrahim' e geri veren bir paradoks, o hiçbir düşünce tarzıy­ la kavranılamaz, zira iman düşüncenin tam bıraktığı yerden başlar.

75

Problema I Etik Erekbilimsefl Askıya Alınabilir mP. r Etik3 haddi zatında tümeldir,4 tümel olduğundan her­ kes için geçerlidir, ve diğer taraftan da, kendini her dakika geçerli gösterir. Kendi içinde hep bakidir, kendi dışında hiç yoktur, bu onun telos'udur, ama o kendi dışındaki her şey için telos'tur, ve etik bunu bir kere kendi içine sindirdi mi daha ileriye gidemez. Birbiri karşısında doğrudan tensele ve ruhsala şartlanmış şekilde tekil her bir kişinin tümelliği telos'ta yatar, ve kendini daima bunda dışlaştırmak, tümel olmak için tek­ liğini feshetmek onun etik görevidir. Birey tümel karşısında, tekil olarak kendini göstermeye kalkıştığı an, günah işlemiş olur, ve yalnızca bunu kabullenerek tekrardan tümelle uzlaşa­ bilir. Birey tümele girince kendini tekilliğiyle gösterme eğilimi Veya amaç bilimsel, teleolojik (etik). [(Latince) Te/os= amaç, hedef + logos=bilgi, bilim] Teleolojik etik bir eylemin ahlaki değerini belirleyen şeyin yaratrığı sonuçlar olduğunu savunur. Ereksekilik (erekbilimselcilik), olağan nedensellik anlayışının nedenin sonucu var ettiği iddiasının aksine, sonucun nedeni belirlediğini ima ederek, rüm süreçleri tersine çevirir. Bu anlayışa göre, nasıl canlı organizmadaki her bir organ bir işlev yerine getirir ve bu işlevierin roplamı canlının yaşamını sürdürmesi ereğine hizmet ederse, evren de sanki canlı bir organizma gibi rasavvur edilir, onun her bir parçasının bütün için bir işieve sahip olduğu ve bütünün de tanrısal bir nihai amacının olduğu ifa­ de edilir. Canlı varlıkların amaçlarından (te/os), işlevlerinden söz ermek, belli ölçülerde onaylanabilecek bir tutumdur; söz gelimi insanın davranışlarında bir amaç görmek mümkündür; zira o akıllı bir varlıkrır. Aynı şeyi ele, göze, taşa, yıldızlara vb. yüklemek mümkün müdür? Plaron ve Arisroreles gibi dü­ şünürler de, dini eğilimli düşünürler de bunların da amaçlarından söz edebi­ leeeğimizi söyler. Bu düşünüdere göre, rabiarra tesadüfi, amaçsız gerçekleşmiş hiçbir şey yoktur. 2 (Latince) Suspension. 3 Veya etik olan. (Danca) Det etiske. 4 (Danca) Det almene. 77

KORKU VE TiTREME

duyduğu her defa, tereddüde düşer, bundan kurtulmak için rek çaresi tövbe edip kendi tekilliğinden vazgeçerek tümele teslim olmakrır. Bir insan ve hayarı hakkında söylenebilecek en büyük şey buysa, o zaman etik, insanın sonsuza dek her an telos'u olan ebedi murlulukla eş vasıfra demektir, çünkü ondan vazgeçilebileceğini (yani ereksel olarak askıya alına­ bileceğini) söylemek bir çelişki oluşturur, zira o askıya alınır alınmaz kaybedilir, oysa bizzat askıya alma hali kaybolmaz, daha üstün bir şeyde muhafaza edilir ki, bu, onun telos'udur. Durum buysa, Hegel, insanın iyilik ve vicdan şartlı ola­ rak, kişisel olabileceğini söylerken ve bu şarrlılığı namusun releolojisiyle5 feshedilecek bir rür "şerrin namusu" sayarken haklı (özellikle Hukuk Felsefesindi') oluyor. Bu aşamadaki kişi ya günahkardır, ya da namuslu olmayana zaaf duymak­ radır. Diğer yandan Hegel, imandan bahsederken İbrahim'in canİ sıfarıyla hoşlanıp aforoz edilmesi gerektiği yerde, imanın babası sıfarıyla şan ve şeref kazanmasına yüksek sesle ve açıkça karşı çıkmamakla hara yapar. Zira imandaki paradoks bireyin evrenselden daha üstün olmasıdır; fakat öyle ki, bu hareker tekrarlanır, yani kişi bir kere evrensel olur olmaz, kendini tekil olarak evrenselden daha yüksekre recrir eder. İman bu değilse, İbrahim yitiktir, ve iman yeryüzünde asla var olmamış demektir, ancak iman daima var olmuştur. En yüksekteki etik, yani namus sahibiy­ se, geriye de emsalsiziikten ve bu emsalsizliğin şer, bir diğer anlamda, tekil olmasından başka hiçbir şey kalmıyorsa, (Eski) Yunan felsefesindeki kategorilerden ve turarlı düşünme yo5 (Danca) Sttdeliges teleologi. Hegel ve SK ''sttdelighed"den (namus, edep) bahsederlerken, bununla (İngilizce: morality ahlak) ahlak arasında ay­ rım yaparlar; namus, edep daha ziyade iyi ve körü arasındaki farka dayalı ader ve alışkanlıklara anfra bulunurken, ahlak prensiplere, sisremleşririlmiş düşün­ ce ve kurallara anfra bulunur. SK burada edep ve rerbiyeyi erikle eşideşrirerek, ilkinin iyi ve körüyü saprayan remel değerleri ranımladığına, ikincisininse bu değerlerin emir ve yasaklara dayalı prarik dışavurumu olduğuna işarer eder. 6 SK burada Elementttr retsfilosofi eller Naturret og statsvidenskab i grundrids ( 1 82 ı , 2. baskı. ı 833, § ı 40) adlı esere gönderme yapıyor. Bu eser kısaca Retsfilosofi (Hukuk Felsefesinin Prensipleri) adıyla anılır. =

78

PROBLEMA I

luyla buradan çıkarılabilecek sonuçlardan başka bir şeye ihti­ yacımız da yoktur. Hegel'in bunu örtbas etmemesi gerekirdi; ne de olsa Yunanca okumuştu. Tahsite odaklanacakları yerde klişelere takılıp, kalanların ağzından Hıristiyanlığın üzerinde pırıl pırıl bir ışık parlarken, paganlığın7 üzerine karanlık çökmüş olduğunu pek de ender duymamışızdır. Bu söz bana oldum olası garip gelmiştir, zira daha bir titiz düşünürlerin, daha bir ciddi artistierin hepsi kendilerini oldum olası Yunan halkının ebedi gençliğiyle ye­ niden gençleştiriyor. Böyle bir söz, insanın, ne diyeceğini bil­ mese de, kendini illa bir şey demek zorunda hissetmesi diye açıklanabilir. Paganlar iman sahibi değildi demek yanlış de­ ğildir fakat, bununla bir şey kastedilmek istenmişse, o zaman iman derken ne anlaşılacağında biraz daha belirgin olunmalı ki, böyle klişelere takılıp kalınmasın. Tüm hayatı, iman dahil, imanın ne olduğuna ilişkin bir fikri olmaksızın anlatmak ko­ laydır, ve hayattaki en kötü tahmineiter bunu yaparken etraf­ tan hayranlık beklemez: çünkü Boileau'nun dediği gibi: "Her aptal kendine hayran kalacak daha büyük bir aptal bulur." 8 İmandaki paradoks şundan ileri gelir; birey tekil olarak tümelin üzerindedir, ve tümelin karşısında, onun astı değil üstü olarak meşrudur, birey tekil olarak evvela tümelin astı iken şimdi tümel vasırayla tekil özelliğiyle birey olmuştur, bu bireyin şahsında ondan üstündür; ve bu bireyin şahsın­ da mutlak olanla9 mutlakıo bir bağ içindedir. Bu pozisyon aktarılamaz, zira tüm aktarım ı ı tümele dayanarak oluşur; bu Veya dinsizliğin. (Danca) Hedenskabet. 8 Un sot trouve toujours un plus sot, qui l'admire. Fransız şair ve eleştirmen N icolas Boileau-Despreaux 'nun, L 'art poetique ( 1 674) adlı eserinden. 9 Veya saltık, mutlak varlık. (Danca) det absolute. Merafizik bakımın­ dan düşüncede olduğu gibi olguda da başka bir şeye tabi olmayan, varlık ne­ denini bizzat taşıyan. Kendiliğinden var olmak veya kendi dışında bir neden/ nesne erkisiyle var olmayan, kendinden ve kendiliğinden varlık. 1 O Veya kayıtsız 1artsız. (Danca) absolut. l l Veya dolayımlama, anlatarak nakletmek. (Latince) medius ortada bulunmaklortasını (arasını) bulmak. (Danca) mediere dolayımlamak,. Bu sözcük, mediation (dolayım) ile birlikte Hegel'in diyalektik felsefesine gönde­ rim yapıyor. Buna göre zıtlıklar bozulamaz ve değiştirilemez veya aşılamaz,

7

=

=

79

KORKU VE TiTREME

sonsuza dek bir paradoks, düşünce için erişilmesi imkansız olarak kalacaktır. Lakin iman işte bu paradokstur, aksi halde (okuyucudan bu etkileşimin her safhasını in mente12 tutma­ sını rica edeceğim, çünkü her seferinde tek tek kağıda dök­ mek benim için epeyce zorlu olurdu.) 13 iman hiç var olmadı demektir, ama o daima var oldu, yoksa aksi halde İbrahim bitmiş demektir. Kişinin rahatlıkla bu paradoksu vicdanen tereddüt olarak algılayabileceği doğru olsa da, bu sebeple onu gizlememelidir. Çoğu kimsenin mizacı itibarıyla ondan hoşlanmaması pekala söz konusu olabilir; ancak bir insanın ona da sahip olabilmek için imanını başka bir şeye dönüştürmemesi gerekir, daha da iyisi ona sahip olmadığını itiraf edebilmelidir, diğer taraf­ tan iman sahibi olanlar da ortaya öyle emareler atmaya özen göstermeliler ki, paradoks tereddütten ayırt edilebilsin. İbrahim'in hikayesinde etiğin ereksel tecridi işte böyle oluyor. Buna analojiler14 bulan keskin görüşlü dahiler ve titiz araştırmacılar hep oldu. Onların bilgeliği her şeyin aslında aynı şey olduğu şeklindeki o inanılmaz güzel tespite dayanı­ yor. Biraz daha yakından bakarsak, yeryüzünde bir tek analoji bulunabileceğinden bile pek kuşkuluyum, daha sonraki biri dışında, ki o da İbrahim imanı temsil ettiği ve imanın, hayatı sadece düşünülebilecek en paradoksal şey olmakla kalmayıp, düşünülemeyecek kadar da paradoksal olan İbrahim'de dile getirilmesini dayattığından, bir şey ispat edemez. İbrahim hareketlerinde absürtten güç alır; absürt olan, İbrahim'in te­ kil konumda tümelden daha üstün olmasıdır. Bu paradoks aktarılamaz; çünkü İbrahim buna kalkışır kalkışmaz, vicda­ nen tereddütte olduğunu itiraf etmeye mecbur olacaktır, ve o durumda, İshak'ı asla kurban edemeyecektir, veyahut İshak'ı lakin uyumlandırılabilir/bağdaştırılabilir ve böylece zıtlıklar onadan kalkar. 1 2 (Latince) hatırda. 1 3 S K, eski Danca yazılmış özgün metinde, parantezli ifadenin hemen arkasından "aksi halde" deyimini tekrarlar, yazım hatası olduğu sanılıyor. Bu nedenle çeviri metninde (Danca aslına sadık kalınarak) tekrarlanmadı. 1 4 Veya örnekseme. 80

PROBLEMA I

kurban ettiyse, pişmanlıkla tümele geri dönmek zorunda ka­ lacaktır. İbrahim absürde dayanarak İshak'ı tekrar kazanır. Bu yüzden o bir an için bile bir trajik kahraman değildir, ondan epey farklıdır; bir cani veya bir mümin15• İbrahim, traj ik kah­ ramanın kurtarıcısı ılımlılıktan yoksundur. Dolayısıyla, trajik kahramanı anlayabilirim ama İbrahim' e çılgınlık seviyesinde, herkesten çok hayran olsam bile, onu bir türlü anlayamam. İbrahim'in İshak'la ilişkisi etik açıdan en yalın şekilde şu cümleyle ifade edilebilir; baba, oğlunu kendinden daha yük­ sek derecede sevmelidir. Etiğin kendi kapsamı dahilinde muh­ telif dereceleri bulunur; şimdi, etiğin bu hikayede, İbrahim'in hareket tarzını etik bakımdan açıklayabilecek, ve oğluna karşı etik sorumluluğunu askıya almaya, etik açısından hakkı olup olmadığını, etiğin kendi erekseli dışına çıkmaksızın izah ede­ bilecek kadar yüksek dereceli bir dışavurumu bulunup bulun­ madığına bir bakalım. Tüm bir halkı alakalandıran bir girişim engellenince, böyle cesur bir hareketi, göklerin acımasızlığı durdurunca, ilahi gazap bütün çabalarla alay edercesine serinkanlı bir sus­ kunlukla karşılık verince, kahin kederli görevini yerine getirip Tanrının bir genç kızın kurban edilmesini buyurduğunu açık­ ladığında - o zaman baba bu kurbanı kahramanca sunmak zorunda kalır. Kahramanca örtbas etmesi gerek ızdırabını, içinden krala yakışık alacak şekilde hareket etmeye yükümlü bir kral değil de "gözyaşı dökmeyi göze alabilen zavallı adam" olmak gelmiş olsa da. Ve ızdırap yapayalnız bağrına çökerken, halkın arasında buna ortak 3 kişi vardır, bütün halk yakında ızdırabına da ortak olacaktır, kahramanlığına da; zira o her­ kesin iyiliği için, onu, öz kızını, o gencecik güzel kızı kurban etmeye hazırdır. Ah, o göğüsler! Ah, o gül kurusu yanaklar, lepiska saçlar (m. 6871 6) . Ve kızın gözyaşları ona dokunacak, 1 5 (Danca) Troende. (İngilizce) Man ofJaith, believer. 1 6 S K, Chr. Wilster'in çevirisiyle, 1 840'da yayımlanan Euripides'in Jfi­ genia i Aulisin (Au/isli lfigenia) 687. mısrasına gönderim yapıyor. S K burada, Truva seferine çıkmadan, kızı İfigenia'yı kurban etmek zorunda kalan kral Agamemnon'un içine düştüğü zorlu çelişkiyi betimliyor. 81

KORKU VE TİTREME

ve baba yüzünü öteye çevirecek, fakat kahraman bıçağı çeke­ cektir. - Bunun haberi babaevine ulaşınca Yunanistan'ın gü­ zel kızlarının yüzleri heyecandan kızaracak, ve kız evlat gelin adayıysa, öfkelenmeyecek, bilakis babanın kahramanlığına ortaklık ettiği için gururlanacaktır, çünkü genç kız nişanlı­ sına, babasına olduğundan daha uysal, daha kırılgan duygu­ lada aittir. Zorluk anında İsrail'i kurtaran gözüpek hikim, 1 7 Tanrıyı ve kendini bir solukta aynı vaade bağlayınca, genç kızın coş­ kun sevincini, sevgili kız evladın neşesini kahramanca kedere dönüştürecek, ve bütün İsrail genç kızla beraber, onun ha­ kir gençliği için yas tutacaktır; lakin hür doğmuş her erkek Jefta'yı anlayacak, her yürekli kadın onu takdir edecek, ve İs­ rail'deki her genç bakire, onun kızı gibi yapmak isteyecektir; zira Jefta verdiği sözü tutmadan, onun sayesinde zafere ulaş­ saydı ne yararı olurdu, zafer o vakit yeniden halkın elinden alınmayacak mıydı? Bir erkek evlat sorumluluklarını unutunca, devlet ada­ letin kılıcını babaya emanet edince, yasalar baba elinin ceza­ landırmasını buyurunca, baba, suçlunun öz oğlu olduğunu kahramanca unutmalıdır. Acısını asaletle gizleyecek, fakat tüm ülkede onu takdir etmeyen, oğlu dahil bir tek kişi bile olmayacak, ve Roma yasaları daha sonra her yorumlandığın­ da, bu işi eskilerden daha bilgece yapmış birçok kişi gelip geç­ miş olsa da, hiçbirinin Brutus kadar mükemmel yapmadığı hatırlanacaktır. 1 8 Diğer yandan, velev ki Agamemnon, habercisini İfigenia'yı kurban olarak alıp getirmesi için, donanınası he­ nüz, canlı rüzgarların önünde pupa yelken hedef yolunday1 7 jefta (Dom. l l , 30 vd.); hikaye şöyledir: Jefta, Ammonideri yener­ se, yolda ilk karşılaştığı kişiyi kurban edeceği ne dair Tanrıya söz verir. Ne ya­ zık ki bu kendi kızı olur, iki ay süren matemden sonra genç kız kurban edilir. 1 8 SK burada eski Roma Cumhuriyeti'nin efsaneleşmiş tarihine gön­ derme yapıyor; şehrin ilk konsülü Lucius Junius Brutus, öz oğullarının tahta çıkmak için komplo hazırladıklarını öğrenince onları idam ettirmeye mecbur kalır. 82

PROBLEMA I

ken, göndermiş olsaydı; Jefta, halkın kaderini tayin edecek hiçbir vaade bağlı kalmaksızın kızına şöyle demiş olsaydı: önümüzdeki iki ay kısa gençliğin için yas tutacaksın, çünkü seni kurban edeceğim; Brutus dürüst bir oğula sahip olsa bile, yine de onu idam ettirmek için liktor'larını19 yanına toplamış olsaydı - onları kim anlayacaktı? Bu üç adam, neden böyle yaptıkları sorusunu şöyle cevaplasaydı: Bu, bizi tartan bir sı­ nama - o zaman insan onları daha iyi mi anlayacaktı? Agamemnon, Jefta ve Brutus en can alıcı anda acılarını kahramanca alt edince, sevdiklerini kahramanca feda edince ve eylemi sadece görünüşte yerine getirince, yeryüzünde on­ ların ızdırabı için merhamet, cesur harekerleri için takdir göz­ yaşları dökmeyen bir tek asil ruh bile asla olmayacak. Lakin bu üç adam, ızdıraplarını taşıyan kahramanlığın en belirleyici anında şu kısa cümleyi de eklemek istemiş olsalardı: Ama bu olmayacak - onları kim anlayacaktı? izah olarak şöyle devam etselerdi: Buna absürde dayanarak inanıyoruz - onları kim daha iyi anlayacaktı? Çünkü bunun absürt olduğunu kim ra­ hatça anlamazdı ki? Gel gör ki, buna inanmak gerektiğini kim anlayacaktı? Trajik kaluamanla İbrahim'in arasındaki fark rahatça göze çarpar. Trajik kahraman hali etiğin sınırları içindedir, etik dışavururnun kendi telos'unu daha yüksek bir etik dışa­ vurumda sahiplenmesini mümkün kılar, baba ve oğul veya kız evlat ve baba arasındaki etik bağı, diyalektiği namus fik­ riyle ilişkisinde mevcut bir duyguya indirger. O zaman bura­ da haliyle bizzat etiğin erekseki bir tecridi söz konusu olamaz. Oysa İbrahim'de durum farklı. O, hareket tarzıyla, etiğin hududunu olduğu gibi aşmıştır; onun dışarısındaki ve daha yükseğindeki telos' a sahiptir, ve etiği ona nazaran ertelem iş­ tir. Acaba İbrahim'in hareketi tümelle nasıl ilişkilendirilebilir? İbrahim'in yaptığıyla tümel arasında, İbrahim'in onu çiğne1 9 Roma Cumhuriyeti' nde, yargıç yardımcılığı yapan ve yargıçları korumaktan da sorumlu devlet memuru sıfatlı koruma görevlileri. Bir nevi "bodyguard." 83

KORKU VE TİTREME

mesinin dışında bir temas noktası bulmak acaba nasıl müm­ kün olabilir? İbrahim bunu, ne bir halkı kurtarmak, ne devlet fikrini korumak, ne de kızgın tanrıların gönlünü almak için yapmıştır. İlahi varlık ola ki kızmış olsaydı, bu kızgınlık sade­ ce İbrahim'e karşı olabilirdi, dolayısıyla İbrahim'in eyleminin baştan sona tümelle hiçbir bağlantısı yoktur, bu sırf kişisel bir meseledir. Bu şu demek oluyor; trajik kahraman ahlaki me­ ziyetiyle büyürken, İbrahim sırf kişisel bir meziyede büyür. İbrahim'in hayatında, babanın oğlunu sevmesi gerektiğinden daha yüksek bir etik dışavurum yoktur. Ahlaki anlamda bir etik olması asla söz konusu olamaz. Zira tümel orada hazır idiyse, İshak'ın içine sızmış, deyim yerindeyse İshak'ın iliğine geçmişti, ve İshak'ın dudaklarından şöyle haykıracaktı: Yap­ ma, her şeyi yok edeceksin. O halde İbrahim neden böyle yapmıştır? Tanrı aşkına, ve bunun tıpatıp eşi olan, kendisi aşkına. Tanrı aşkına yapmıştır, çünkü Tanrı ondan imanını böyle kanıdamasını buyurmuş­ tur, kendi uğruna yapmıştır, çünkü böyle yaparak kanıt su­ nabilecektir. Buradaki birlik20 durumu bu bağı tanımlamakta hep kullanılan şu sözle çok yerinde izah edilebiliyor: bu bir sınama olgusudur, bir ayartıdır. Bir ayartı; ancak, bu ne de­ mektir? Kişiyi genellikle kandıran, onu görevini yerine getir­ mekten alıkoyandır, fakat burada kandıran onu Tanrı buy­ ruğunu yerine getirmekten alıkoyan etiğin kendidir. Öyleyse görev (borcu) ne demektir? Görev tıpatıp Tanrının iradesinin dışavurum udur. Burada, İbrahim'i anlamak için yeni bir kategori oluştur­ ma gereği kendini gösterir. Tannsaila bu gibi bir bağ pagan­ lıkta bilinmez. Trajik kahraman Tanrıyla kişisel bir bağ içine girmez, fakat etik tanrısaldır, ve bundan ötürü, ondaki para­ doksun tümelde aktanmını mümkün kılar. İbrahim aktarılamaz, bu onun konuşmaktan aciz oldu­ ğu şeklinde de ifade edilebilir. Ben konuşur konuşmaz tümeli dışlaştırırım, ve bunu yapmadığımda kimse beni anlayamaz. 20 (Danca) Enhed. (İngilizce) Unity. 84

PROBLEMA I

İbrahim kendini tümelde dışlaştırmak ister istemez vicdanen tereddüt içinde olduğunu söylemek zorundadır, çünkü o, hududunu aştığı tümelin daha yukarısındaki tümelin hiçbir dışavurumuna sahip değildir. Bu nedenle İbrahim, bende takdir uyandırmakla birlik­ te beni dehşete de düşürür. Kendini yok sayan ve sorumlu­ luk için feda eden, sonsuzu kavrayabilmek uğruna sonludan vazgeçer ve tamamen güvendedir; trajik kahramansa kesin ve eminden, daha kesin ve emin uğruna vazgeçer ve seyir­ cinin güvenen gözleri onun üzerindedir. Lakin tümel olma­ dan daha yüksektekini kavramak için tümelden vazgeçen ne yapar? Bunun bir vicdanen tereddütten başka bir şey olması mümkün olabilir mi? Ve eğer bu mümkün olup da, o bunu yanlış kavradıysa, bu kişi için kurtuluş yolu21 ne olacak? O trajik kahramanın tüm ızdırabını çeker, bu dünyadaki mut­ luluğunu toptan yok eder, her şeyden vazgeçer ve belki de kendini, onun için bedeli ne olursa olsun satın almayı dileye­ cek kadar değerli o yüce mutluluktan da aynı anda mahrum bırakır. Seyircinin onu ne tam olarak anlaması, ne de gözle­ rini güvenle onun üzerinde tutması mümkün değildir. Belki iman edenin niyedendiği şeyi yapmak, akıl almaz olmasından ötürü hiç mümkün olmayacaktır. Veyahut mümkün olup da, tanrısallık yanlış anlaşılırsa, o kişi için kurtuluş yolu ne ola­ caktı? Trajik kahramanın gözyaşiarına ihtiyacı vardır ve göz­ yaşı bekler, peki Agamemnon'la beraber ağlayamayacak kadar pınarları kurumuş hasetkar göz, yolunu şaşırmış ruhuyla göz­ leri İbrahim' e ağlayacak kadar pervasızlaşmış insan nerede? Trajik kahramanın cesaret eylemi belli bir zaman diliminde olup bitmiştir ama zamanın akışı içinde, bundan da aşağı kal­ mayacak bir şey yapar, ruhu keder dolu, göğsü boğuk hıçkı­ rıklarla sıkıştığı için, neredeyse nefes alamayan, ve gözyaşları, tüm ağırlığıyla düşüncelerinin üzerine çullanmış kişiyi ziyaret eder, kendini ona gösterir, karşısındaki mazlum ızdırabını onunkinde unuturken, o kederin kötü büyüsünü bozar, men21 Veya selamet. (Danca) Frelse. (İngilizce) salvation. 85

KORKU VE TİTREME

geneyi gevşetir, gözyaşlarını tatlı dille ikna eder. Ama insan, İbrahim' e ağlamıyor. Ona, Sina Dağına yaklaşan22 Hz. Yakup misali, bir horror religiosul-3 ile yaklaşıyor. - Peki ya zirvesi Aulius Ovasının üzerinden gökyüzüne erişen Moriya Dağı­ na tırmanan o yapayalnız adam, ya bu kişi emin adımlarla uçurumun üzerinden geçen bir uyurgezer değilse, ya dağın eteğinde duran birisi onu orada görünce endişe ve hürmet ve korkuyla titreyip ona seslenmeye bile cüret edemezse, ya aklını yitirmişse, ya hata etmişse! - Teşekkürler! Tekrar teşek­ kürler! Yaşam kederlerinin hücumuna uğramış ve çırçıplak terkedilmiş olana; anlatımı, sözün yaprağını, perişanlığının üzerini örtüp saklayabilsin diye uzatana; teşekkürler sana, büyük Shakespeare, sen ki her şeyi demeye muktedirsin, her şeyi, her şeyi aynen olduğu gibi - nasıl oldu da bu eziyeti asla dile getirmedin? Kendine saklamış olabilir misin? Yeryüzün­ de kimsenin, adını bile ağzına almasına tahammül edemeyen sevgili gibi; şair, kelimenin gücünü, başkalarının kelimeleşti­ remediği büyük sırları, kelimeye dökmeyeceği sudan bir sır karşılığında satın alır; çünkü, şair mürit değildir, o sırf şeytan gücüyle şeytan kovalar.24 Fakat etik böylece ereksel olarak askıya alındığı zaman, içindeki etik askıya alınan kişi nasıl bir hayat sürecektir? O, tümelin tersine tekil olarak vardır. O vakit günaha girmiş mi olacaktır? Çünkü fı.kren bakıldığında, burada günahın aldığı şekil, kendi varlığının henüz bilincinde olmadığı için günaha giremeyecek bir çocuğun, varlığının fikir olarak günah oldu­ ğundaki gibidir, etik ondan her an kendine hak talep eder. Bu günah biçiminin böylece tekrarlanacağını, bunun günah olmadığı reddedildiği takdirde, İbrahim hüküm giymiş de­ mektir. İbrahim o halde nasıl var olmuştur? İman ederek. Bu, onu en sivri uçta tutan25 paradokstur, bunu kimseye belli 22 (2.Mos. 1 9 , 12 vd.) 23 (Latince) ilahi dehşet. (İngilizce) holy terror. 24 Markus ineili'nden alıntı (Mark.3, 1 4 vd.). 25 (Danca) Ho/& pa spidsen: Karar noktasına getirmek, karar nokta­ sında tutmak. 86

PROBLEMA I

edemez, çünkü paradoks onun birey olarak kendini mutlakla mutlak bir bağa girmesinden ibarettir. O bu salahiyere sahip midir? Salahiyetlendirilmesi de ayrı bir paradoksrur; çünkü İbrahim'in salahiyeri varsa, bu onun tümel olmasından değil, tekil olmasından ileri gelmektedir. O halde insan, salahiyeri olup olmadığından nasıl emin olacak? Hayatın tümünü, bir devler veya toplum fikri sevi­ yesine indirmek gayet kolaydır. Bir insan bu yolla rahatça yöneltilebilir; zira o durumda, bireyin tekil olarak tümelden daha yüksekte olduğu paradoksuna kadar hiç gelemez; bura­ daki ana fikri Pythagoras'ın26 bir sözüyle ifade edersem: tek sayı çift sayıdan daha kusursuzdur. Çünkü zamanımızda, bu paradoks hakkında ara sıra bir yanıt işitHebilse de, bu, genel­ de şöyledir: buna, sonuca göre hüküm verilir. Çağdaşları için oxavöaA.ov27 haline gelmiş, kendini anlaşılır kılmaktan aciz olduğu için bir paradoks addedildiğinin bilincindeki bir kah­ raman, çağdaşlarına neşeyle şöyle haykırırdı: Ama muhakkak ki sonuç haklı olduğumu gösterecek. Bu haykırışı bugünlerde giderek daha ender duyuyoruz; zira çağımız kahraman ya­ ratmıyor, bu onun kusurlu tarafı, lakin tek tük gülünç tak­ litler yaratıyor ki, bu da onun iyi tarafı oluyor. Günümüz­ de "sonuca göre hüküm verilecek" sözünü işitince, kiminle muhatap olma şerefine nail olduğumuzu hemen anlıyoruz. Böyle konuşanların sayısı da adamakıllı kabarık, ben onlara ortak bir ad verdim: doçentler. Onlar kendi düşüncelerinin içinde, güvenli bir hayat yaşıyorlar, iyi bir devlet düzeni için­ de, mevkileri kalıcı ve gelecek beklentileri güvende, hayatın girdaplarından yüzyıllarla hatta binyıllarla ayrılmışlar, böyle şeylerin tekrar vuku bulabileceğinden korku duymuyorlar, ve sonra polis ve gazeteler ne yazar? Hayatlarını büyük insanlar hakkında hüküm vermeye ve onları sonuca göre yargılamaya adadıklarını. Büyüklük konusunda bu tür bir tavır, kibrin ve zavallılığın tuhaf bir bileşimini açığa vuruyor; kibir, çünkü 26 Sokrates öncesi filozof ve matematikçi, M.Ö. 570-497. 27 (Yunanca) Skandalon: Yüz karası. 87

KORKU VE TİTREME

kendilerini hüküm vermek için seçilmiş sanıyorlar; zavallı, çünkü hayadarının en uzaktan da olsa büyüklerinkiyle bir ya­ kınlığı olmadığını zannediyorlar. Bir nebze erectioris ingeniP8 sahibi kişi, büyüğe yaklaşırken, görüşünü topyekun kaybe­ decek kadar soğuk ve yapışkan bir molüsk29 haline gelmez; ve dünyanın yaradılışından beri, sonucun en son gelmesinin adet olduğu ve insan salıiden büyüklerden bir şey öğrenecek­ se, özellikle başlangıca dikkat etmesi gerektiği hiç aklından çıkmaz. Harekete geçecek kişi kendi hakkında sonuca göre hüküm vermeye kalkarsa, o işe asla başlayamaz. Sonuç tüm dünyayı mutlu edecek de olsa, bunun kahramana bir faydası dokunamaz; çünkü o sonucu ancak her şey sona erdiğinde öğrenir, ve buna bağlı olarak, o işin sonucu yüzünden kahra­ man olmaz, o işe başladığı için olur. Ayrıca sonuç (sonsuz soruya sonluluğun verdiği yanıt ol­ duğu takdirde), diyalektiğinde kahramanın varlığıyla hiçbir bakımdan türdeş değildir. Yoksa İbrahim'in İshak'a bir muci­ ze eseri sahip olduğuna dayanarak tümelle tekil birey olarak bağlantı kurmaya hakkı olduğunu mu farz edebilmeliyiz? İb­ rahim İshak' ı salıiden kurban etseydi böyle yaptı diye daha az mı hakkı olurdu? Fakat sonucu merak ederiz, tıpkı bir kitabın sonunu me­ rak ettiğimiz gibi; korku, yokluk, paradoks, bunlara dair bir şey bilmek istemeyiz. Sonuca, estetik olarak yaranmak iste­ riz; habersizce, fakat o bir o kadar kolayca gelir, piyangodan çıkan ikramiye gibi; ve insan, sonucu işitir işitmez, kendini hazırlamıştır bile. Ve yine de ayaklarından zincidi hiçbir ağır işçi, hiçbir mabet soyguncusu kutsal yerleri böylesi talan eden herhangi bir suçlu kadar adi olmadığı gibi, efendisinP0 30

28 (Latince) Asil düşünce(li). 29 Burada sümsük anlamında. (Danca) Bleddyr yumuşakçalar sınıfın­ dan bir hayvan. 30 Hz. İsa ima ediliyor. (Danca) Herre. =

88

PROBLEMA I

sekefe31 satan Yehuda32 bile, büyüklüğü böylesine satan ale­ lade birinden daha alçak değildir. Ben yaradılışım itibarıyla, büyüklükten, insanlık dışıymış gibi söz edilmesine, onun ta uzakta belirginliğini kaybedip bulanıklaşmasına, onu, onda içkin insanlık ortaya çıkmaksızın büyük sayıp, böylece bü­ yüklüğün sona ermesine seyirci kahnmasına karşıyım; zira beni büyük yapan başıma gelenler değil benim yaptıklarım­ dır, ve sanıyorum ki, kimse de, biri piyangoda büyük ikra­ miyeyi kazandı diye onun daha büyük olduğunu düşünmez. Bir insan basit koşullarda doğmuş olsa da, ona, kendine karşı, kralın şatosunu uzakta olmadıkça düşünemeyecek, onun ulu görkemini belli belirsiz hayal edemeyecek, ve o görkemi bir yandan yükseltirken, bunu aşağılayıcı bir tarzda yapıp, o yük­ sekliği yok ederneyecek kadar haşin olmamasını salık veririm; ona burada da güvenle ve asilee bir adım öne çıkacak kadar insani davranmasını salık veririm. Sokağın ortasından kalkıp kralın huzuruna arsızca girecek kadar, her şeyi kabalıkla ihlal edecek kadar sert olmamalı, zira o zaman kraldan daha faz­ lasını kaybeder; aksine, her erdemli buyruğu hoşnudukla ve sadakade kabullenmeli, sadece bu, onu açık görüşlü yapabilir. Bu yalnızca misali bir benzetme; çünkü burada betimlenen farklılık, manevi mesafeyi hayli üstünkörü ifade ediyor. Her­ kese, seçkinterin sırf hamalarının değil bizzat kendilerinin de yaşadığı bu saraylara girmeye cüret edemeyene dek, kendi hakkında pek acımasız düşünmemesini salık veririm. Arsız­ ca ite kaka öne atılıp, arada akrabalık olduğunu uydurmaya kalkmaması, önlerinde her eğildiğinde kendini kutsanmış sayması, lakin dürüst ve açık görüşlü ve güvenli ve her zaman bir temizlikçi kadından33 biraz daha fazlası olmaya çalışması gerekir; zira içeri asla girerneyeceği için bundan daha fazlasını 3 ı Gümüş akçe. Eski İsrail'de para birimi. İbranice "shakal" (sekel), Eski Yunandaki (Yunanca) "talamon" gibi, hem bir para hem bir ağırlık biri­ mi. 3000 shakal ı talantona eşit. Yehuda'nın gönderme yapılan davranışı için bkz. Matt.26, ı 4 vd. 32 (Danca) judas. Hz. İsa'nın ı2 havarisinden biri. ]ud.ıs İscariot. 33 (Danca) Gangkone. 89

KORKU VE TİTREME

da zaten olmayacaktır. Ve ona bizzat büyüklerio sınandığı o korku ve çaresizlik yardım edecektir; çünkü içinde hiç değilse bir nebze cesaret ve mertlik taşıyorsa, bu duygular onda sa­ dece hak tanır bir gıpta uyandıracaktır. Bir insan sırf uzaktan büyük gözükebilen şeyleri, boş ve anlamsız ifadelerle daha büyük göstermeye kalkışırsa, onları bizzat yok eder. Bu dünyaya, o ermiş insan, Tanrının annesi Meryem Ana kadar büyük biri hiç gelmiş midir acaba? Ama insanlar ondan ne şekilde bahsediyorlar? Kadınlarca mazur görülme­ si onu büyükleştirmez, ve dinleyenlerin de konuşanlar kadar acımasız düşünmeleri o kadar garip olmasaydı, her genç kızın kendine muhtemelen şu soruyu sorması gerekirdi; peki ama neden ben de ermiş değilim? Ve başka söyleyeceğim olma­ saydı, böyle bir soruyu aptalca olduğu gerekçesiyle asla geri çevirmezdim; zira bir gerekçe karşısında, soyut bakıldığında herkes eşit hakka sahiptir. Burada çaresizlik, korku, paradoks dışarda bırakılır. Bazılarının aksine, benim niyetim tertemiz; ve başkaları da böyle düşünebilse onların düşünceleri de arı­ nırdı; aksi takdirde beklemek onlar için dehşet verici olur­ du; zira bu tür kanıları bir kere aklına getiren onları bir daha oradan def edemez, ve onlara karşı günaha girerse, onların sessiz bir öfkeyle alacakları intikam 1 O yırtıcı eleştirmenin şa­ matasından daha korkunç olur. Hiç kuşku yok ki Meryem çocuğunu mucizevi bir şekilde doğurdu, diğer taraftan, başın­ dan geçen "kadınlara mahsus"34 bir şeydi; bu, korku, ihtiyaç ve paradoks vaktiydi. Melek kuşkusuz iyi bir rehber varlık; ne var ki, İsrail'deki bütün genç kızları tek tek dolaşıp, on­ lara, Meryem'i hor görmeyin, onun başına gelen olağanüstü bir şey, diyen bir varlık yardımsever olamaz. Melek bir tek Meryem' e geldi, ve başkaları onu anlayamadı. Peki şimdi hangi kadına Meryem'den daha büyük hürmetsizlik edilmiş oluyor, ve bu, Tanrının kutsadıklarını bir nefeste lanetiediği demek de olmuyor mu? Kutsal ruhun Meryem hakkındaki kanaatİ bu oluyor; Meryem hiçbir suretle - bunu söylemek 34 (Danca)

Pa

kvinders vis. İncil ' de, adet görmeyi tanımlayan deyim. 90

PROBLEMA I

hoşuma gitmiyor ama insanların patavatsızlıkla ve dalkavuk­ lukla böyle bir kanaate katılmalarından da hazzetmiyorum­ ama hiçbir suretle süslenip püslenerek bir köşeye çekilip, bir kutlu bebekle35 oynayacak bir ev hanımı değildi. Ve üstelik bir de: İyi bakınız, ben Tanrının kuluyum, deyince büyük­ leşti; dolayısıyla, onun neden Tanrının anası olduğunu izah etmek güç olmamalı sanırım. İbrahim'in bizim gözyaşlarımı­ za nasıl ki neredeyse hiç ihtiyacı yoksa, Meryem'in de bizim hayranlığımıza hiç ihtiyacı yok; çünkü ne Meryem bir kadın kahramandı, ne de İbrahim bir erkek kahraman; ancak ikisi de muhtaçlık ve meşakkat ve paradokstan uzak oldukları için büyükleşmediler, aksine bizzat onları destek yaptılar ve böyle­ ce onla aşarak büyükleştiler. Şairin, trajik kahramanını halkın beğenisine sunarken: Ona ağlamayın, o bunu hak etti - demeye cesaret etmesi bü­ yüklüktür; çünkü gözyaşı dökmeyi hak edenin gözyaşlarını hak etmek büyüklüktür; şair, kalabalığı sindirmeye kalkışsa da, kahramana gözyaşı dökmeye layık olup olmadıklarını kendi kendilerine sınasınlar diye, onları tek tek paylasa da büyüklüktür, çünkü sulugözlerin atıksuyu, kursalı alçalnr. Lakin bundan da büyük olan, iman şövalyesindeki, onun için ağlamaya teşebbüs eden bir asile bile: Sen kalkıp bana ağlaya­ cağına, asıl kendine ağla, diyebilecek yürektir. İnsan duygulanıyor, insan, o güzel devirleri arıyor, geç­ mişe duyulan o tatlı, mahzun hasret insanı arzunun hedefine, İsa'yı vadedilmiş ülkede dolaşırken görmeye doğru götürü­ yor. İnsan korkuyu, muhtaçlığı, paradoksu unutuyor. Hata yapmamak bu kadar kolay mıydı? Başkalarının arasında do­ laşan bu insanın Tanrı olması dehşet uyandırıcı değil miy­ di? Onunla birlikte sofraya oturmak dehşet uyandırıcı değil miydi? Havari olmak o kadar mı kolaydı? Lakin neticenin, 1 8 yüzyılın faydası oluyor, insanın kendini ve başkalarını al­ dattığı bu alçak hilekarlığa faydası dokunuyor. Ben kendimde 35 (Danca) Gudebarn. Hz. İsa için kullanılan bir deyim. Veya çok güzel, Nur yüzlü bebek anlamında. 91

KORKU VE TİTREME

böylesi hadiselerle çağdaş olmayı arzu edecek kadar cesaret göremiyorum; lakin bu sebeple, ne hataya düşmüş olanları şiddetle yargılıyorum, ne de doğruyu görmüş olanlar hakkın­ da kötü düşünüyorum. Tekrar İbrahim' e dönüyorum. Neticeden evvelki süreçte, İbrahim ya her dakika bir caniydi, ya da tüm aktarırnların yukarısındaki paradokstayız. İbrahim'in hikayesi, etiğin ereksel anlamda askıya alın­ masına içkindir. Tekil, birey olarak tümelden daha yüksek konumdadır. Bu aktarılması olanaksız bir paradokstur. Para­ doksa nasıl girdiği de, nasıl içinde kaldığı kadar tarifsizdir. İbrahim'in durumu bu değilse, o bir trajik kahraman bile de­ ğil, sırf bir cani olabilir. Ona ısrarla imanın babası demeyi sürdürmek, sözcüklerden başka hiçbir şeyden tasası olmayana bundan bahsetmek, adamsendecilik olur. Trajik kahraman kendi gücüyle insan olabilir, ama bir iman şövalyesi olamaz. Trajik kahramanın bir bakıma zorlu yolculuğuna baş koya­ na öğüt verebilecek bir yığın insan çıkar; fakat imanın zorlu yolculuğuna baş koyana kimse öğüt veremez, kimse onu an­ lamaz. İman bir mucizedir, ve yine de kimse ondan dışlan­ maz; çünkü insan yaşamı tümüyle tutkuda birleşir, ve iman bir tutkudur.

92

Problema II Tanrıya Kar1ı Mutlak Bir Görev Wır Mıdır? Etik tümeldir, ve bu itibarla tanrısaldır. 1 Bu itibarla, her görev esasen bir Tanrı görevidir diyebiliriz, fakat daha fazla­ sını diyemeyiz, zira o zaman, benim aslında Tanrıya hiçbir görevim yok demiş oluruz. Görev, Tanrıya karşı yerine ge­ tirilerek görev olur, lakin ben bizzat görevin içinde Tanrıyla bir bağ kurmam. Dolayısıyla birinin karşısındakini sevme­ si bir görevdir; Tanrıya atfedildiğinden, bir görevdir, fakat ben görevin kendinde Tanrıyla bir bağ kurmam, karşımdaki sevdiğirole kurarım. Bu bağlamda, Tanrıyı sevmek görevim­ dir dediğimde, "Tanrı" burada tamamen soyut bir anlam­ da tanrısalı, yani tümeli, yani görevi ima etmesi halinde, aslında gereksiz tekrar2 yapmış olurum. O zaman insanoğ­ lunun tüm yaşamı yusyuvarlanır, küre gibi kendi etrafına kapanır, ve etik de aynı anda hem sınırlayıcı hem tamamla­ yıcı olur. Tanrı görünmez, kaybolan bir nokta, aciz bir dü­ şünceye dönüşür, Tanrının gücü sadece yaşamı bütünleyen etiğe içkindir. Çünkü insanın içinden Tanrıyı burada belir­ tilenden farklı bir anlamda sevmek gelirse, bu, onun son derece ileriye gittiği, ve gücü yerse dillenip, ona sanki şöyle diyecek bir hayaleti seviyor olduğu anlamına gelir: Senden aşkını talep etmiyorum, sen yalnızca ait olduğun yerde kal! Çünkü insanın aklına Tanrıyı farklı sevmek gelirse, bu aşk Rousseau'nun bahsettiği gibi, karşısındakini seveceğine Kaf ftr1erP sevenin aşkı kadar şaibeli olur. (Danca) Guddommelig. 2 (Danca) Tautologi. (Yunanca) Aynı sözcük. Aynı gerçeğin, sanki bir sebep sonuç ilişkisi gösteriyormuş gibi farklı kelimelerle söylenmesi. 3 (Danca) Kafferne. (İngilizce) Kaffirs. Aslında Arap kökenli sözcük, 93

KORKU VE TiTREME

Şimdi, bütün bunlar doğruysa, insan yaşamında hiçbir şey emsalsiz değilse, bir emsalsizlik varsa bu orada rastgele, fikirsel anlamda hiçbir devam ve neticesi olmayacak şekil­ de mevcutsa, Hegel haklı demektir; fakat haklı olamayacağı birinci husus, imandan söz açması ve ikincisi de İbrahim' e imanın babası gözüyle bakılınasını mümkün kılmasıdır; zira ikinci durumda, hem İbrahim hem iman üzerinde çok­ tan hükmünü vermiştir. Hegelci felsefede, das Aussere (die Entausserung),4 das Innere'den5 daha üstündür.6 Bu sık sık şöyle örneklenir. Çocuk das Innere, yetişkin ise das Aussere'dir, bunun için çocuk dışyüzüyle belirlenirken, yetişkin das Aussere olması dolayısıyla das Innere ile belirlenir. Halbuki iman, içselliğin dışsallıktan daha yüksekte olması, evvelce de söylediğim gibi, tek sayının çift sayıdan daha yüksek olması kabilinden bir paradokstur. Etik anlamda, kişinin hayattaki görevi, kendini içsellik hükmünden kurtarıp, ona (içselliğe) dıştan görünür bir ifa­ de kazandırmaktır. Kişi bunu her yaptığında, kendini kasa­ rak bir duyguyu herhangi bir ruh durumunda vs. alıkoymak veya ona geri dönmek istediğinde, günah işlemiş olur, çün­ kü vicdanen tereddüde düşmüştür. İmanın paradoksu, dış­ tan görünüşe nazaran emsalsiz bir içselliğin var olduğudur; bu, aslında ilkiyle (çocuk) özdeş olmayan yeni bir içselliktic Göz ardı edilmemesi gerekir. Günümüz felsefesi, çok basit bir işmiş gibisinden, kendisine "iman"ı, dolaysız olanın yerine yerleştirme izni vermiştir. O böyle yaptığına göre, imanın da­ ima var olduğunu reddetmek saçmalık olur. İman, bu suretle, Güney Afrika'daki zenci Bantu-kabilesinin halkı. Ancak, SK yanlış hatırlıyor. Jean-Jacques Rousseau ( 1 7 1 2- ı 778) Emi/e, ou l'education (Emi/e, yahut eği­ tim) ( ı 762) adlı eserinde Güney Afrikalı kaffer'den değil, Mongol Tatarlardan bahseder. 4 (Almanca) Dışyüz, dışsal. 5 (Almanca) İçyüz, içsel. 6 SK burada Hegel'in Encyclopddie' sine ( 1 8 ı 7) gönderme yapıyor. Burada "dışsal"la denilmek istenen sosyal veya toplumsal gerçekleşim, ki bu, kişinin görev ve namus karşısında bir rutum almasıyla gerçekleşir. 94

PROBLEMA II

duygu, ruhsal durum, idiyosenkrazi, vapeur/ vs. ile hayli sıradan bir birlik içine girer. Felsefenin, kişiye burada durup kalmamasını söylemeye bir noktaya kadar salahiyeri olabilir. Ancak hiçbir şey felsefeye bu dili kullanma hakkını tanımaz. Sonsuzluk hareketi imanın önünde gider, ve iman onun pe­ şinden, absürde dayanarak devreye girer, nec opinate. 8 Ben bunu pekala anlayabiliyorum, ve bunu yapabiliyorum diye de imanlı olduğumu iddia etmiyorum. İman, felsefenin be­ lirttiğinden başka bir şey değilse, Sokrates, ona erişememek bir tarafa, bilakis, çoktan onun ilerisine geçmişti. O, ente­ lektüel anlamda bir sonsuzluk hareketi yaptı. Onun cehaleti sonsuz tevekkülüydü. Günümüz insanı, gücüne tam müna­ sip bu vazifeyi, hafife alıyor; halbuki, bunu yapabildiği, yani kendisini sonsuzda tüketebildiği takdirde, iman gün ışığına çıkabilecektir. İmanın paradoksu şudur; kişi tümelden daha yukarıda­ dır; bir insan, giderek daha ender kullanılan dogmatik bir ay­ rımı hatırlarsak, mutlağa bağlantısını tümele ilişkisiyle değil, tümele bağlantısını mutlağa ilişkisiyle belirler. Bu paradoks şöyle de ifade edilebilir; Tanrı karşısında mutlak bir görevimiz vardır; çünkü bu görev ilişkisinde kişi tekil olarak mutlakla mutlak bir ilişki kurar. Bu orada burada duyduğumuz anla­ ma, yani Tanrıyı sevmek bir görevdir demeye gelse bile, bu­ nunla yukarıda açıklanandan daha farklı bir şey kastedilir; bu görev mutlaktır, bu nedenle etik göreedi seviyeye düşmüştür. Fakat buradan o yok edilmeli sonucu çıkmaz, daha farklı bir anlam çıkar, paradoksal anlam; şöyle ki, örneğin Tanrı aşkı, iman kahramanını, karşısındakine duyduğu aşka, etik açıdan görev sayılanın hemen hemen zıddı bir ifade yüklerneye sevk edebilir. Aksi takdirde imanın yaşamda yeri yoktur, ki o vakit iman vicdanİ tereddüt demektir, ve İbrahim ona teslim oldu­ ğu için, yitmiştir. 7 8

(Fransızca) Buhar. Burada gelip geçici heves, kapris anlamında. (Larince) Habersizce, beklenmedik bir şekilde. 95

KORKU VE TiTREME

Bu paradaksun dolayımianınası imkansızdır; zira kişi­ nin sadece tekil olduğunu esas alır. Bu kişi mutlak görevi­ ni tümelde dışlaştırmaya kalkar kalkmaz, bunun bilinciyle tümele varır varmaz, vicdanen tereddütte olduğunu kabul­ lenir; karşı koyarsa, söz konusu mutlak görevi yerine getir­ memiş olur; karşı koymazsa, yerine getirdiği mutlak görev bile olsa realitei> günah işlemiş olur. O vakit İbrahim ne yapmalıydı? Birine gidip, İshak'ı dünyadaki her şeyden daha fazla seviyorum, bunun için onu kurban etmek bana epeyce ağır geliyor, demek içinden gelseydi, muhatabı muhakkak kafa sallar ve şöyle derdi: o zaman niçin kurban etmek istiyor­ sun; veyahut karşısındaki tilki gibi biri olsaydı, muhakkak ki İbrahim'in ruhunu okumuş, hareket tarzının tam tersi duy­ gulara içkin olduğunu gözüyle görmüş gibi anlamıştı. İbrahim'in hikayesinde böylesi bir paradoksla karşılaşıyo­ ruz. İshak' a bağlılığı etik biçimde ifade edilecekse şöyle olur: baba oğlunu sevecek. Etik bağ burada, Tanrıya olan mutlak bağa kıyasla göreceliye indirgenmiş oluyor. İbrahim'in bunun bir sınama, vicdani tereddüt olmaktan başka, bir yanıtı ol­ mamasının gerekçesini sorarsak, bu yukarıda belirtildiği gibi Tanrı aşkına yapılaola kendi aşkına yapılanın bir olmasıdır. Bu iki durum gündelik konuşma dilinde de birbiriyle bağ­ daşıktır. Şöyle ki, birini tümele uymayan bir şey yaparken görürsek, bunu Tanrı aşkına yapmış olması olası değil, deriz, ve böylece kendi aşkına yaptığını belirtmiş oluruz. İmanın paradoksu, aradaki vasıtayı, yani tümeli kaybetmiş olmasıdır. Bir yandan en azami egoizmin (yapabileceğinin en müthişini kendi uğruna yapmanın); diğer yandan da en mutlak bağ­ lılığın (Tanrının uğruna yapmanın) dışavurumu olur. İman tek başına tümele aktarılamaz, çünkü o suretle sona erdiril­ miş olur. İman bu paradokstur, ve kişi kendini kesinkes bir başkası için anlaşılır kılamaz. Belki de kendini aynı kasus'ta­ ki10 bir diğer kişi için anlaşılır kılabileceğine inandırır. Gü9 (Latince) Gerçekte, aslında. 1 O (Latince) durum, konum. Gramatik olarak çekim hali. 96

PROBLEMA II

nümüz insanı şeytanca her yolu deneyerek büyüklüğün içine kayıp girmek emelinde olmasaydı, bu tür kanaat akıl almaz olurdu. Bir iman şövalyesinin bir ötekine zerre kadar fay­ dası olamaz. Ya kişi tek başına paradoksu üzerine alır ve bir iman şövalyesi olur, ya da hiç olmaz. Bu sahalarda bir ortaklık hiçbir suretle düşünülemez. İshak'la ne anlaşılacağının daha kati bir yorumunu kişi daima sadece kendine yapabilir. Ve genel anlamda konuşurken, bir kişi (ki tekil olarak tümelin kesinlikle dışında duran kişi, tam da tümelin dışındaki tekil kişinin yapması gerektiği gibi hareket etmeye kalkınca, onu tümelin koşullarına tabi tutmak, gayet saçma bir öz çelişki olurdu.) İshak'ın nasıl anlaşılacağını çok doğru biçimde çöze­ bilse de, bu, asla başkaları sayesinde değil, birey olarak ken­ dince mümkündür. Demek ki, insan bir dış sorumluluk ve taahhüt icabı iman şövalyesi olmak isteyecek kadar korkak ve alçak olsa da, o olamaz; çünkü kişi fert olarak o olabilir, ve büyüklük budur, bunu içine girecek kadar cesaretim olmasa da pekala anlayabiliyorum; lakin korkunçluk da burada, ve bunu daha da iyi kavrayabiliyorum. Bilindiği gibi Luk. J4,26'da Tanrıya olan mutlak görev hakkında garip bir öğüt verilir: "Biri bana kendi babasından ve annesinden ve karısından ve çocuklarından ve kardeşlerin­ den ve kız kardeşlerinden, evet, hatta kendi hayatından da nefret etmeksizin gelirse, müridim olamaz." Bu ağır bir söz­ dür, kim bunu duymayı kaldırabilir? Bundan ötürü de, pek ender duyarız. Oysa bu suskunluk beyhude bir kaçıştan öte bir şey değildir, ve hiçbir faydası dokunmaz. Teoloji öğrencisi­ ne bu sözün İncil'de1 1 geçtiği öğretilir, bir yardımcı ders kita­ bında bir yoruma rastlar, burada ı.ucrcıv'in de, per f.1E:lwaıv'in de anlamları şöyle belirtilmektedir: minus diligo, posthabeo, non co/o, nihili facio. 12 Halbuki sözcüklerin bağlamsal dizini Veya Yeni Ahit. 1 2 Metindeki Yunanca kelimeler; JliO'EIV (misein) nefret ve JlEIWO'IV (meisoin ) zaafa uğrama, dermansız kalma anlamında; sonraki sözcükler kıs­ men Latin alfabesiyle yazılmıştır. Tam cümlenin Türkçeye çevirisi şöyledir: ll

=

=

...daha az sever, bir kenara iter, hürmet etmez, bir hiç sayar. "

"

97

KORKU VE TİTREME

bu zarif izahı destekler görünmez. Nitekim bir sonraki ayette kule dikmek isteyen, ancak sonradan başkalarına alay konusu olmamak için evvela bunu yapabilecek yeteneği olup olmadı­ ğını tartan birinin hikayesi nakledilir. Bu hikayeyle yukarıda­ ki alıntı arasındaki yakın bağlantı, herkes bina inşa edecek ka­ biliyeti var mı yok mu kendini sınayabilsin diye, sözcüklerin mümkün olduğunca korkutucu anlamlarıyla yorumlanması gerektiğini imler gibidir. Hıristiyanlığı kaçak yollarla dünyaya sakacağını düşünen bu dini bütün ve sevimli yarumcu böyle pazarlık ederek her­ hangi birini bu pasajın hem gramatİkal hem de dilbilimsel ve Kat' avaA.oyiavu olarak o anlama geldiğine ikna etme bahtiyarlığına kavuşursa, inşallah aynı zamanda aynı kişiyi Hıristiyanlığın yeryüzündeki en erbarmeligste14 şey olduğuna ikna etme bahtiyarlığına da erer. Zira bu öğreti ki, ebedi ge­ çerliğinin bilinciyle şiddetle kabaran en lirik patlamalarından birinde bile, insanın daha az iyiliksever, daha az dikkatli, daha kayıtsız olmasını öğütleyen gürültücü bir iki laftan başka söy­ leyeceği yoktur; o öğreti ki, en korkunç şeyleri söylemek üze­ reymiş gibi göründüğü anda bile, korkutaeağı yerde zırvalar - onun için ayağa kalkmaya bile hiç değmez. Sözcükler korkunç da olsa, inanıyorum ki, herkesçe anla­ şılabilir, ve anlayabilmek için de, illa onların dediğini yapacak cesarete sahip olmak şart değildir. Ve yine de, bunu bizzat yapmaya cesareti olmasa da, orada denilenin büyük olduğunu kabul ve itiraf edecek kadar dürüst olmalıdır. Böyle hareket eden kişi kendini o güzel anlatıda bir payı olmaktan alıkoy­ mamalıdır, çünkü bir bakıma, o anlatıda kuleyi inşa etmeye başlayacak cesaretten mahrum olan için bir teselli bulunur. Ne var ki, dürüst olmak ve bu cesaretsizliği tevazu olarak ni­ telendirmemek gerekir; zira ondaki, tam aksine gururdur; bir tek imandaki cesaret mütevazıdır. Şimdi rahatça görüyoruz ki, o pasajdan bir anlam çıka13 (Yunanca) Analoji yoluyla. 14 (Almanca) En zavallı, en sefil. 98

PROBLEMA li

caksa, bunun harfiyen anlaşılması gerekir. Tanrı mutlak aşkı talep edendir. Birinin aşkını talep eden, bu aşkın göstergesi­ nin, karşı tarafın o güne kadar sevdiği her şeye ilgisizleşmesi olduğunu sanan, yalnızca egoist değil aptaldır da, ve böyle bir aşk talep etmeye kalkışan, bir de tüm yaşamını o can attığı aşka bağlamışsa, aynı zamanda ölüm fermanını da imzalamış demektir. Örneğin, bir erkek karısından annesini ve babasını terk etmesini talep eder, karısının hissiz, hayırsız vs. bir evlat gibi hareket etmeye başlamasını kendisine olan sıra dışı aş­ kının göstergesi sayacak olursa, aptalların en heybedisi olur. Aşkın ne olduğu hakkında bir fikri olsaydı, karısının evlat ve kardeş olarak duyduğu aşkı memnuniyetle kabullenirdi, zira bunu karısının onu o krallıktaki herkesten daha çok sevdi­ ğinin güvencesi sayardı. Yani, bir insanda egoizm ve aptallık belirtisi sayılanları, tanrısalın, bir yarumcunun yardımıyla gerçekleştirdiği naclide bir gösteri addetmeliydi. Fakat onlardan nasıl nefret edilecek? Sevmek veya nefret et­ mek arasındaki insani ayrımı burada hatırlatmayacağım - ona karşı olduğumdan değil, ne de olsa en azından ihtiraslı bir ay­ rımdır bu, ama bencilliği yüzünden buraya yakışmayacağından hanrlatmayacağım. Diğer taraftan, göreve paradoks gözüyle bakarsam onu anlayabilirim, yani onu bir paradoksu aniayabi­ leceğim gibi anlarım. O halde mutlak görev etiğin yasaklamak istediğini yapnrabilirse de iman şövalyesini sevmekten kesinlik­ le alıkoyamaz. İbrahim'de bunu görüyoruz. İshak'ı tam kurban edeceği an bu yaptığının etik dışavurumu şöyledir: İshak'tan nefret ediyor. Fakat İshak'tan salıiden nefret ediyorsa, içi ra­ hat olmalıdır, Tanrı ondan bunu istememiştir; çünkü Kabil ve İbrahim özdeş değildir. O, İshak'ı tüm ruhuyla sevmelidir; Tanrı İshak'ı ondan talep ettiği için mümkünse daha da fazla sevmelidir, ancak o zaman onu kurban edebilecek; zira Tanrıya aşkının paradoksal karşıtı olarak İbrahim'in eylemini, bir adağa dönüştüren şey, İshak' a aşkı dır. Ne var ki, paradokstaki sıkın­ tı ve ızdırap, İbrahim'in kendini beşeri anlamda hiçbir şekilde anlaşılır kılamamasıdır. O yalnızca eyleminin duygularının tam 99

KORKU VE TiTREME

zıddı olduğu an, sırf o anda İshak'ı kurban etmiş olur, fakat İbrahim'in eylemindeki gerçeklik, onun bu yolla cani olarak tümele ait olacağı ve orada hep bir cani olarak kalacağıdır. Lukas'taki pasajı şöyle anlamak lazım; iman şövalye­ si kendini kurtuluşa erdirecek tümelden daha üstün hiçbir dışavuruma sahip değildir. Aynı şekilde kilisenin cemaatten birinden bunu talep ettiğini farz edersek, elimize bir trajik kahramandan başka şey geçmez. Zira, kişi basit bir aktarırola onun ve paradoksun içine girebildiği, ve paradoksta kaldığı sürede kilise kavramına erişmediği takdirde, niteliksel açıdan kilise kavramı devlet kavramından farklı olmaz; ve paradoks­ tan dışarı çıkmaz, bahtını da belasını da onun içinde bulur. Böyle bir kilise kahramanı eyleminde tümeli dile getirir, ve cemaatte, anne ve babası vs. dahil onu anlamayacak kimse kalmaz. Buna rağmen, o iman şövalyesi değildir, ve sonra İb­ rahim'inkinden farklı bir yanıtı da vardır; o, bunun, kendisini ölçüp biçen bir sınama veya bir ayartı olduğunu söylemez. Lukas'taki bu tür pasajlara gönderme yapmaktan çoğun­ lukla kaçınırız. İnsanların kendilerini kapıp koyuverecekle­ rinden korkarız, kişi fert olarak hareket etmenin tadını bir alırsa, başımıza taş yağacağından korkarız. Dahası, fert olarak yaşamanın en sudan şey olduğunu, bunun için de insanları tümelin bir parçası olmaya zorlamak gerektiğini düşünürüz. Ben ne bu korkuyu duyabiliyorum, ne de bu görüşe sahip olabiliyorum; bunların ikisi de aynı sebepten. Fert olarak yaşamanın en korkunç şey olduğunu öğrenmiş biri, bunun en büyük şey olduğunu söylemekten korkmamalı; ne var ki, bunu öyle demeli ki, sözleri yolunu kaybetmiş birine tuzak olmasın, aksine onu tümele yöneltsin, söylediklerinde bü­ yüklüğün ne kadar az yeri olsa bile. Benzeri pasajlardan söz etmeye cesaret edemeyen biri İbrahim'den de söz etmeye ce­ saret edemez, ve fert olarak yaşamanın gayet kolay olduğu görüşü kendine istinaden çok yanıltıcı üstü kapalı bir konces­ sion15 içerir; çünkü bu kişi kendine hakikaten saygılı ve ruhu 1 5 (Latince) Burada itirafanlamında. 1 00

PROBLEMA li

için endişelenen bir ferttir, dünya yüzünde onun gözetiminde yaşayan herkesin bekaret kafesindeki bir kızdan müsamahasız ve indgetogent16 bir hayat sürdüğüne emindir. Baskı yapılma­ ya ihtiyacı olanların gemlerinden bir kurtulunca azgın hay­ van gibi bencil zevklerle kudurabilecekleri muhtemelen doğ­ rudur, bunun için de, bir insanın onlardan biri olmadığını göstermesi gerekir. Bunun için korku ve titremeyle konuşma­ lıdır, zaten büyük olana duyduğu saygı konuşmasını önceler, zararı dokunur diye ondan bahsetmeden geçmez, o onun bü­ tün korkunçluğuyla büyük olduğunu bilince bir zarar da söz konusu olmayacaktır, ve insan bütün bunları bilmeden zaten ondaki büyüklüğü de kavrayamaz. Şimdi de imanın paradoksundaki muhtaçlık ve korkuyu daha yakından ele alalım. Trajik kahraman tümeli dışa vur­ mak için kendinden vazgeçerken, iman şövalyesi fert olmak için tümelden vazgeçer. Yani her şey kişinin konumuna bağlı. Fert olmanın gayet kolay olduğuna inanan biri iman şövalyesi olmadığına her zaman emin olabilir; zira kaldırım mühen­ disleri ve serseri ruhlu dahiler, onlar imanın adamı değildir. Diğer taraftan, bu şövalye tümele ait olmanın harikuladeliği­ ni de bilir. Kendini fert olarak tümele dönüştürmenin, başka bir deyişle, kendinin saf ve derli toplu ve mümkün olduğunca kusursuz, herkesçe okunur bir modelini meydana getirmenin ne güzel ne hayırlı, kendini tümelde kendine karşı anlaşılır kılmanın ne ferahlatıcı olduğunu, böylece tümeli hem ken­ dinin hem onun sayesinde herkesin anladığını ve her ikisinin tümelin güvencesinden mutluluk duyduğunu bilir. Fert ola­ rak tümelin yuvasında doğmanın güzelliğini bilir, o orada, o dost mekanda kalmak isterse, onu hemen kollarını açarak kabul eder. Fakat ondan daha yukarıda, kimsesiz bir yolun kıvrıla kıvrıla uzandığını da bilir, bu yol dar ve dimdiktir; tü­ melin dışında, kimsesiz doğmuş olmanın, bir tek gezgine bile rastlamadan yürümenin korkunçluğunu bilir. Nerede oldu­ ğunu, insanlarla nasıl bir iletişimi olduğunu bilir. Beşeri an1 6 (Almanca) gözden uZAk, münzevi. 101

KORKU VE TİTREME

lamda, o çılgının biridir ve kendini kimseye anlaşılır kılamaz. Ve yine de çılgın demek onun için hafif kalır. Ona bu gözle bakılmazsa, ikiyüzlünün biridir, ve o dik yolda ne kadar yük­ seğe tırmanırsa, ikiyüzlülüğü bir o kadar korkunçlaşır. İ manın şövalyesi kendinden tümel için vazgeçmenin ne kadar heyecan verici olduğunu, bunun için cesaret gerektiğini bilir, lakin yine bilir ki, onda bir tür güven de vardır, çünkü tümel içindir bu; o tüm asillerce anlaşılınanın harikuladeliği­ ni bilir, çünkü buna seyirci kalan bile asilleşir. O bunu bilir, ve kendini eli kolu bağlanmış gibi hisseder, kendine biçilen görev keşke bu olsaydı diye diler içinden. İbrahim de mu­ hakkak ara sıra kendini böyle hissetmiş, ona biçilen görevin İshak' ı baba için hep adet olduğu gibi, herkesin anlayacağı ve tüm zamanlarda hatırlanacağı gibi sevmek olmasını dilemiş olabilirdi; o görevin İshak' ı tümel için kurban etmek olma­ sını, diğer babaları cesaretlendirip kahramanlığa teşvik ede­ bilmeyi dilemiş de olabilirdi - ve o böyle şeylerin onun açı­ sından vicdanİ tereddüde alarnet olduğu ve onlara bunu göz önüne alarak yaklaşması gerektiği düşüncesiyle adeta dehşete düştü; çünkü o kimsesiz bir yolda yürüdüğünü biliyordu, tü­ mel için hiçbir şey yerine getirmediğini, kendinin sırf denen­ diğini ve sınandığını biliyordu. İbrahim tümel için bundan başka ne yaptı? İzninizle bu hususta merhametli konuşayım, oldukça merhametli! O 70 yıl uğraştı ve yaşlılığında bir oğula kavuştu. 17 Diğerlerinin nispeten kısa zamanda elde ettiği ve uzun zaman zevkini sürdüğü şey için o 70 yılını daha harcadı; Neden? Çünkü o deneniyor ve sınanıyordu. Bu çılgınlık değil mi? Fakat İbrahim iman etti, yalnızca Sara bocaladı ve Hacer'i ona kuma aldırttı; fakat bu yüzden İbrahim Hacer'i kovmak zorunda da kaldı. İbrahim İshak'ı kazandı - şimdi yine baştan sınanmalıydı. İbrahim tümeli dışlaştırmanın, İshak'la beraber 1 7 SK, hikayeci Johannes de silenrio'nun ağzından, İbrahim'in Sara'yla 70 yıllık evlilikten sonra, ancak I 00 yaşında İshak'a baba olduğunu belirtiyor ( l .Mos . 2 l ,5 de bahsedildiği gibi). Hikayeci daha aşağıda 1 30 yaşından bahse­ derken, bununla İshak'ın kurban edilirken 30 yaşında olması gerektiğini ima eder. 102

PROBLEMA li

yaşamanın harikuladeliğini biliyordu. Fakat görev bu değildir. İbrahim böyle bir oğlu tümel için kurban etmenin krallara yaraşır olduğunu biliyordu, orada huzur bulacak kendisiydi, ve herkes de onun kahramanlığının şanında sükuna erecekti, tıpkı vokafin18 hvilebogstav'de1 9 sükun bulduğu gibi, fakat görev bu değil - o deneniyor. Cunctator'-0 adıyla ün salmış o Romalı komutan düşmanı üşengeçtiğiyle durdurmuştu oysa İbrahim savsakçılıkta onun eline su dökebilir miydi ki? ­ halbuki ülkesini kurtarmamıştı. 1 30 yılın ana fikri bu oluyor. Kim buna tahammül edebilir? Çağdaşlarının, onlara böyle denebilirse, şöyle demesi gerekmez miydi: "İbrahim'inki müzmin bir savsaldık; en sonunda bir oğula kavuştu, hayli zaman da aldı bu kavuşma, şimdi onu kurban etmek istiyor - bunadı mı yoksa? Ve lakin neden istediğini açıldayabilmiş de olsa, bu yine hep bir sınama." Zaten İbrahim daha fazla da izah edemezdi; çünkü onun hayatı, Tanrı katının el koyduğu bir kitapmış gibi asla bir publici jurifl1 olmayacak. Korkunçluk buradadır. Bunu göremeyen kişi hiçbir za­ man iman şövalyesi olmayacağına emin olabilir; ancak, bunu görenin de, en deneyimli trajik kahramanın bile ağır ağır ve sürünerek ilerleyen iman şövalyesine kıyasla, dans eder adım­ larla ilerlediğini inkar etmemesi lazım. Ve o kişi bunu fark etse de, aniayacak cesareti olmadığına kanaat getirmişse, bu şöval­ yenin, Tanrının sırdaşı, Rabbin dostu sıfatıyla sahip olduğu olağanüstü şan ve şerefı, beşeri anlamda dışiaşmacak olursa, trajik kahraman bile gölderdeki Tanrıya 3. şahısla hitap eder­ ken, şövalyenin ona sen dediğini de muhtemelen sezinleye­ cektir. Trajik kahramanın işi yakında bitmiş, mücadelesi sona ermiş olacaktır, sonsuzluk hareketini yapar ve artık tümelde 18 (İbranice) Schva. 1 9 İbranicedeki bir harf grubu (fittera quiescibiles). S K burada İbrani­ cenin sesli harf kurallarına yanlış ve eksanrrik bir gönderme yapıyor. İbranice­ de SK' nın belirttiği anlamda bir vokal kuralı bulunmuyor. 20 (Latince) Zaman öldürerek oya/anan, iti savsaklayan kiji. Fabius Maximus'a Hannihai muharebesi bağlamında takılan ad (M.Ö. 2 1 7). 2 1 (Latince) kamu hakkı/malı, kamuoyunun üzerine vazife. 1 03

KORKU VE TiTREME

güvendedir. Lakin iman şövalyesi hep uyanık kalmaya zorla­ nır; çünkü aralıksız sınanmaktadır, ve her an tövbe edip tü­ mele dönebilme olanağı vardır; bu olanak, gerçek olabileceği gibi, vicdanının sesi de olabilir. Ama paradoksun dışında ol­ duğundan, bu konuda kimseden bilgi alamaz. İmanın şövalyesinde her şeyden önce, ihlal ettiği etiğin bütününe bir anlığına odaklanabilecek tutku vardır, zira o kendini İshak'ı bütün ruhuyla gerçekten sevdiğine ikna ede­ bilir." Bunu yapamazsa, vicdanen tereddüde düşer. Ondan sonra, bu kanıyı göz açıp kapayıncaya kadar tümüyle uyan­ dırabilecek tutkuyu kazanır, ve bu tutku o ilk andaki kadar sapasağlamdır. Bunu yaparnazsa harekete geçemez; çünkü durmaksızın baştan başlamak zorunda kalır. Trajik kahraman da erekbilimsel22 biçimde ihlal ettiği etiğe bir tek dakika dik­ katini verir, fakat o bunu yaparken tümele sığınır. İmanın şö­ valyesinin kendinden başka kimsesi yoktur, ve korkutuculuk burada yatar. Çoğu insan, etik yükümlülüklerini, yarattığı zahmetin her defasında bir gün sürmesine izin verecek şekil­ de yaşar, lakin hiçbir zaman o tutkulu dikkat toplaşımına, o hayat dolu bilinçliliğe erişemez. Bunu tümelde yakalama­ nın trajik kahramana faydası olabilse de, iman şövalyesi her Trajik kahraman ve iman kahramanı arasındaki fikirsel çakışmayı bir kez daha izah etmek istiyorum. Trajik kahraman erik yükümlülüğüne (ev­ ladına karşı), onu arzuya dönüştürerek bütünüyle sahip olduğuna emindir. Dolayısıyla Agamemnon şöyle diyebilir: Bu, benim babalık yükümlülüğümü ihlal etmediğimin delilidir (İfıgenia'ya karşı olan), yükümlülüğüm aynı za­ manda rek arzumdur. Yani burada arzu ve yükümlülük birbiriyle karşılıklı durur. Hayattaki muduluk bunların kesişmesi, arzumun yükümlülüğüm veya bunun tam tersi olmasıdır, ve çoğu insanın hayattaki görevi, yükümlülükleri­ nin yanında durmak, ve içlerindeki coşkuyla onu arzuya çevirmekren ibaret­ tir. Trajik kahraman görevini yerine gerirmek için arzusundan vazgeçer. İma­ nın şövalyesi için de arzu ve yükümlülük birbiriyle eştir, lakin onun sorunu her ikisinden de vazgeçmek zorunda bırakılmasıdır. Arzusundan vazgeçerek boyun eğince de huzur bulamaz; çünkü bu (vazgeçmek) aynı zamanda onun yükümlülüğüdür de. Yükümlülükte ve arzuda kalmak isterse, iman şövalyesi olamaz; zira mutlak görev onlardan (birbirine eş oldukları için) vazgeçmesini gerektirir. Trajik kahraman görevin daha yüksek bir ifadesini elde ermiştir ama mutlak görevi değil. 22 (Danca) Teleologisk. 1 04

PROBLEMA ll

şeyde yalnızdır. Trajik kahraman hareketini yapar ve sükunu tümelde bulur, iman şövalyesi sürekli olarak gerilimdedir. Agamemnon, İfıgenia'yı bir kere gözden çıkarınca ve bu su­ retle tümelde sükun bulunca, onu (İfıgenia'yı) kurban etme­ ye koyulur. Agamemnon bu hareketi yapmamış olsaydı, ruhu tam o kritik dakikada, dikkatini tutkuya vereceği yerde, başka kız evlatları da olduğu, ve vielleicht hala Ausserordentlicht?-3 bir şey olabileceği gibi sıradan safsaralada meşgul olurdu - o durumda da bir kahraman değil, ancak hospitalslem24 ola­ bilirdi. İbrahim'de de kahramandaki dikkat toplaşımı mev­ cuttur, fakat İbrahim'iokİ çok daha zahmetlidir, zira onun tümelde hiçbir sığınağı yoktur; ne var ki, bir hareket daha yapar, ve ruhunu tekrar geriye doğru, mucizenin üzerinde yoğunlaştırır. Agamemnon bunu yapmamışsa, İshak'ı kurban etme istekliliğinin tümele yararı dokunmadığı takdirde na­ sıl haklı çıkarılabileceği izah edilebildiği kadarıyla, sadece bir Agamemnon'dur. Bir fert şimdi salıiden bir vicdanİ tereddütte mi sahip, yoksa bu fert gerçekten bir iman şövalyesi mi, buna ancak, kendi karar verebilir. Yine de paradokstan yola çıkılarak para­ doksta olmayan birinin bile anlayabileceği birtakım özellikler oluşturmak mümkün olabilir. Hakiki iman şövalyesi daima mutlak bir yalnızlığın, yapmacığıysa tarikatçılığın peşindedir, yani paradaksun dar yolundan kendini kurtarıp, ucuz yoldan traj ik kahraman olma çabası içindedir. Trajik kahraman tü­ meli dışlaştırır ve kendini buna adar. Bunun aksine, tarikatçı Jackel Hocanın da bir özel tiyatrosu, tümeli Guldddsen' daki eli sopalı adamların25 adaleti temsil ettikleri kadar iyi tem­ sil eden birtakım iyi dost ve ahbapları vardır. 26 Buna karşın, 23 (Almanca) Belki ... o!dğanüstü ... 2 4 Hastanede yatan hasta. Fakat burada hastaneden ziyade nmarhanelik hasta anlamında. 25 (Danca) Stokkemtfnd. Eski bir kullanım ( 1 8. yüzyıl). Sokak polisle­ rine verilen aşağılayıcı bir ad. 26 (Danca) Altın Kutu. Danimarkah yazar Chr. Olufsen'ın aynı adlı sahne oyununa ( 1 793) gönderme yapılıyor. 105

KORKU VE TiTREME

iman şövalyesi, o paradokstur, o bir ferttir, o bütün bağıntı­ lardan ve kaçamaklardan özgün sadece bir ferttir. Mezhepçi genç züppenin tahammül edemediği dehşet budur. Bu serseri bundan kendinin büyük olanı yapmaktan aciz olduğu dersini çıkarıp bunu dobra dobra itiraf edeceğine, ki haliyle bunu beğenmekten başka bir şey elimden gelmez, zira ben de aynı şeyi yaparım, diğer serserilerle birlik olarak bunu başarabile­ ceğini sanır. Lakin hiçbir şey olacağı yoktur; manevi dünyada bu nurnaralaca müsamaha edilmez. Bir düzine tarikatçı kol kala girip, küstahça ileri atılsaydı daha berbat olacağı için eli­ ni uzatmaya cesaret edemeyen iman şövalyesini bekleyen o kimsesiz vicdani mücadeleden hiç haberleri yoktur. Tarikatçı­ lar çıkardıkları yaygarayla birbirini bastırır, feryatlarıyla kor­ kuyu yanlarına yaklaştırmazlar, böyle naralar atan bir Dyre­ have-alayı27 gökyüzünde fırtınalar patlatacağını, ve evrenin yapayalnızlığında hiçbir insan sesi duymaksızın, korkunç sorumluluğuyla tek başına yürüyen, iman şövalyesiyle aynı yoldan gittiğini sanır. İmanın şövalyesi sadece kendine yöneliktir, kendini baş­ kalarına anlaşılır yapamamanın acısını duyar; ne var ki, baş­ kalarına önderlik etmek için kibirli bir arzu duymaz. Onun için ızdırap emin olmak demektir, o kibirli arzuyu hiç tanı­ maz, ruhu bunun için had safhada ciddidir. Sahte şövalye bir anda edindiği bu ustalıkla kendini kolay aldatır. O, konunun ana fikrini, bir başka fert aynı yolda yürüyorsa, onun da aynı şekilde fert olması gerektiğini ve bundan ötürü de, rehberliğe, hele hele başkalarını kendi tarzına zorlamaya hevesli birinden gelecek hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını kavrayamaz. Bir kere daha yoldan dışarı fırlar ve bunun yerine kolay elde edileni, ustalık yarışındaki cismani beğeniyi tercih eder. Sahici iman şövalyesi tanıktır, katiyen öğretmen değildir, ondaki derin 27 (Danca) Dyrehaveselskab. Dyrehaven: Kopenhag'ın kuzeyinde bir lu­ naparktır, aynı zamanda içkili dansi ı lo kalleri n bol olması nedeniyle içkili gece hayatını seven avam grup için popüler bir yer. Selskab= grup, misafir grubu, parti. Burada alaycı ve küçümseyici bir havada kullanılıyor. Dyrehave-dostfu­ ğu, Dyrehaven-ortaklığı gibisinden. 1 06

PROBLEMA ll

insancıllık da burada yatar ki bu, başkalarının rahat ve hu­ zuruna aslında özbeğeniden öte bir şey olmayan "sempati" adı altında karışmaktan daha çok işe yarar. Sırf tanık olmak isteyen kişi böyle yaparak kimsenin, en zavallının bile, işine karışmaya veya birini yükseltmek için ötekini küçük görmeye gerek duymayacağını kabullenmiş olur. Fakat o kazandığını kendi ucuz kazanmadığı için ucuza da satmaz, o başkalarının takdirini kazanıp, bunu onlara suskun tiksintisiyle geri öde­ yecek kadar seviyesiz değildir, gerçekte büyük olanın, herkes için eşit ölçüde erişilebilir olduğunu bilir. O zaman ya Tanrı karşısında mutlak bir görev vardır, ki varsa bu, yukarıda belirtilen paradokstur; birey tekil olarak tümelden daha üstün ve birey olarak mutlakla mutlak bir bağ içindedir - yoksa ya iman her daim var olduğu için, asla sadık olmamıştır, ya da İbrahim yitmiştir; veyahut da Lukas J4'teki pasajı, buna eş ve benzer tüm diğer pasajlada birlikte, zevk sahibi yarumcu gibi açıklamak gerekir.

1 07

Problema III

İbrahim'in girişimini Sara'dan, Eliezer'den ve İshak'tan sak­ lamış olması etik açısından mazur görülebilir mi? Etik kendi başına rümeldir, tümel olarak yeniden görü­ nür olur. Kişi; dolaysız, duyusal ve ruhsal tanımlı olmasından ötürü, gizli alandır. Bu durumda, onun etik görevi kendini gizliliğinden sıyırmak, çıkarmak ve tümelde görünür kılmak­ tır. Gizlilikre kalmak istediği her sefer günaha girer ve tered­ düde düşer, ve buradan yalnızca kendini görünür yaparak çıkabilir. Burada kendimizi yeniden aynı noktada buluruz. Bu, gerekçesi bireyin tekil olarak tümelin üzerinde olmasında ya­ tan bir gizlilik değilse, İbrahim'in hareker tarzı savunulamaz; çünkü o etik hükümleri göz ardı etti. Diğer yandan, bu tür bir gizlilik varsa, kendimizi aktanını olanaksız paradoksta bu­ luruz, çünkü bu paradoks rastamam bireyin tekil olarak tü­ melden daha üst konumda olmasına dayanır, fakat tümel ras­ tamam bu aktarımdır. Hegelci felsefe hiçbir gerekçeli gizliliği, hiçbir gerekçeli emsalsizliği varsaymaz. Bundan ötürü, açıklık gerektirirken kendisi ile tutarlı olsa da, İbrahim'i imanın ba­ bası saymak ve imandan bahsetmek isterken pek net değildir. Çünkü iman ilk değil, sonradan gelen bir dolaysızlıkrır. En yakındaki estetik alandır, ve Hegelci felsefe burada belki haklı olabilir. Ancak iman estetik değildir, veyahur da iman asla var olmamıştır, çünkü o oldum olası vardır. Burada yapılacak en iyi şey tüm meseleye sırf estetik yö­ nünden bakmak ve bu amaçla estetik bir incelemeye giriş­ rnek oluyor, şimdi ben konuya kendi görüşlerimle katkıda bulunurken, okuyuculardan kendilerini konuya ram olarak 1 09

KORKU VE TİTREME

vermelerini rica edeceğim. Daha yakından bakmak istediğim şey enteresan kategorisi; bu kategori zamanımızın bir in disc­ rimine rerum unda ' bulunduğundan, büyük önemi haizdir, zira bu esasen bir dönüm noktası kategorisidir.2 Bu neden­ le, insan arada sırada kendini bu kategoriye pro viri!P kap­ tırmış olsa bile, onu küçümsememelidir, çünkü o içimizden herhangi biriyle bağlarını koparmıştır, lakin ona karşı son de­ rece açgözlü de olunmamalıdır; zira kesin olan, enteresanın ve bir insanın hayatının enteresan olmasının bir sanat değil, kaderin biçtiği bir ayrıcalık, ruhun dünyasındaki her ayrıca­ lık gibi de sırf derin ızdırapla kazanılabilir olmasıdır. Demek ki Sokrates şimdiye kadar yaşamış en enteresan insandır, o hayatını enteresan yaşamıştır, fakat bu hayat ona Tanrı katın­ ca kararlaştırılmıştır, ve onu kendi sağlamak zorunda kaldığı sürece, dert ve acıya yabancı kalamamıştır. Böylesi bir hayatı boş bulmak, hayatı daha ciddiye alan için yakışık almasa da, günümüzde bu tür girişimlerin örneklerini görmüyor değiliz. Enteresan, ayrıca bir sınır kategorisidir, estetikle etik arasın­ daki bir confiniumaur.4 Bundan dolayı, değerlendirmemizi yaparken hem aralıksız etiğin sahasında dolaşmalı, hem de anlamı tam kavrayabilmek için problemi estetiğin coşku­ su ve concupiscents5 ile ele almalıyız. Günümüzde etik bu hususlara giderek daha nadiren giriyor. Sistemde onlara yer kalmadığı için olmalı. Ama o zaman pekala monografılere başvurulabilir, ve sonra laf fazla uzatılmak istenmiyorsa, kısa da kesilebilir, ve tümleç emir altında olduğu takdirde yine aynı sonuç elde edilebilir; çünkü bir iki tümleç, tüm dünyayı '

1 (Latince) Belirleyiciikritik bir noktada, dönüm noktasında. 2 ' (Danca) Det interessante: SK'nın zamanında moda bir deyimdi, her tür "heyecan verici tecrübe," özellikle sanatsal karakterde olanlar için kul­ lanılırdı. Burada "det interessame" iç gıdıklayıcı, afrodizyak, sıra dışı, kafa karıştırıcı - ve dolayısıyla da modern olanı betimlerdi. İlk kez Alman fılozof Friedrich Schlegel ( 1 772- 1 829) tarafından estetik bir kavram olarak lanse edildi. 3 (Latince) Tüm gücüyle, tüm gayretiyle. 4 (Latince) Sınır vaka. (Latince) Açgözlülük, hırs. 5 ı 10

PROBLEMA III

açığa vurabilir. Sistemde artık böyle ufak ek sözcüklere de mi yer olmasın? Aristoteles ölümsüz eseri Poetika'da şöyle der: . . .

öuo ıı€v ouv 'tOu ııu8ou )lEPTJ Tau't ' lcrTi, ırEpmtn:ıa Kai avayvü:ıpıcrıç ( . . . aslında temanın

iki ivmesi6 bulu­ nuyor: peripetP ve anagnorisis).8 Burada beni ilgilendiren haliyle yalnızca ikincisi oluyor: anagnorisis. Tanımanın söz konusu olabildiği her yerde, bir önsel gizlilik de eo ipso9 söz konusudur. Tanıma nasıl çözümleyici bir faktör veya dramatik yaşamdaki rahatlatıcı bir unsur ise, gizlilik de bir heyecan, gerilim unsurudur. Aristoteles'in aynı bölümün daha başında trajedideki farklı değerleri kurgularken, her şeyi hem değişim ve tanıma arasındaki çakışmaya hem de tekli ve çifdi tanıma kıyaslayarak vardığı neticeleri, içtenliğine ve suskun derinliği­ ne rağmen, ve ayrıca özellikle saha görevlilerinin üstünkörü her şeyi bilirliğinin uzun süredir yarattığı bıkkınlıktan son­ ra hayli baştan çıkarıcı gelebilse de, burada dikkate alamam. Burada genel bir gözleme yer verilmesi gerekir. Yunan traje­ dilerinde gizlilik (ve bunun sonucunda, tanıma) , mazeretin dramatik eylemin içinde gözden kaybolduğu ve loş, örtük kökeni oradan kazandığı fotum'aıo dayalı epik bir bakiyedir. Bir Yunan trajedisinin uyandırdığı etkiyle, görüş gücünden yoksun bir mermer heykelin uyandırdığı arasında bir benzer­ lik olması buna dayanır. Yunan trajedisi kördür. Dolayısıyla, ondan etkilenebilmek için bir miktar soyudama gerekir. Bir oğul babasını öldürür, fakat babası olduğunu onu öldürdük­ ten sonra keşfeder. Bir kız erkek kardeşini kurban etmek ister, fakat onun kardeşi olduğunu en belirleyici anda öğrenir. ı ı Bu tür trajedilerin kendini tefekküre adamış çağımızın ilgisini 6 7 8 9

(mythos)

Veya moment. (Danca) momentum. (Dramadaki) değijim, dönüm noktası. (Aristoreles: Poetika, ı 452b).

Aynen bu nedenle. ı o (Larince) Kader. ı ı Bu iki olay sırasıyla Sofokles'in Kral Oedipus ve Euripides'in İfigenia Tauris'te adlı eserlerinde geçiyor. lll

KORKU VE TiTREME

daha az çekmesi beklenebilir. Günümüzde drama kaderden vazgeçmiş, dramatik yönden kendini kapıp koyuvermiştir, gözlemcidir, kendi içine dönüktür, kaderi kendi dramatik bi­ linçliliğine dahil etmiştir. Bu takdirde gizlilik ve açıklık kah­ ramanın kendi sorumluluğundaki özgür eylemi oluyor. Tanıma ve gizlilik çağdaş dramada da temel iki unsurdur. Buna burada örnek vermek bir hayli detaya girmek olacak. Na­ zikane bir varsayımda bulunursam, zamanımızda herkes öylesi­ ne estetik zevklere düşkün, öyle iktidarlı, öyle tahrike müsait ki, keklik gibi kolay avlanıyor, Arisroteles'in deyimiyle, erkeğin se­ sini veya kanat çırpışını tepesinde duysa ona yetiyor; şahsi var­ sayımıma göre, her kim daha "gizlilik" sözcüğünü duyacak gibi olsa, kolunu sallayıp, içinden onlarca aşk romanı ve güldürü çıkarabiliyor. Bunun için, sözü kısa kesip, hemen basit bir göz­ lernde bulunayım. Saklambaç oynayan ve böylelikle dramatik mayasını devreye sokanın sakladığı şey nonsens1 2 ise, ortaya bir güldürü çıkar, bu kişi fıkre bağlı duruyorsa, trajik kahraman ol­ maya yaklaşabilir. Şimdi de, gülünçlük için bir örnek. Adamın biri makyaj yapar ve peruk rakar. Aynı adam latif cins arasında rahmet görmek ister, ve onu hiç şüphesiz karşı koyulmaz yapan makyaj ve peruğun yardımıyla zafere ereceğinden pek emindir. Bir kız yakalar ve mutluluğun eşiğine gelir. İşin zorluğu bura­ da başlıyor; suçunu kabullenebilirse, çekicilik gücünün hepsini kaybetmeyecektir, kendini olduğu gibi, evet hatta dazlak kafa­ lı olarak gösterebilirse, sevgilisini kaybetmeyecektir. - Gizlilik onun, estetiğin de onu sorumlu kıldığı özgür eylemidir. Bu bi­ lim kel kafalı ikiyüzlüterin dostu değildir, ve onu kahkahaların eline terk eder. Bu kadarı da ne demek istediğim hakkında bir fikir vermiş olmalı; güldürü bu araştırmanın ilgi alanına dahil olamaz. Bundan sonra izleyeceğim yol, esretiğİn ve etiğin arasından geçerek gizliliği diyalektik biçimde yerine getirmektir; çünkü önemli olan, estetik gizliliğin ve paradaksun kendilerini mut­ lak farklılıklarında göstermesidir. 1 2 (Latince) Anlamsız/ık, mantıkdışılık, saçmalık. 1 12

PROBLEMA III

Birkaç örnek. Bir kız birine gizlice aşıktır ama her iki taraf da aşklarını birbirine açıkça itiraf etmemişlerdir. Anne babası kızı bir başkasıyla evlenmeye zorlar, kız itaat eder (bu­ rada ayrıca kararına tesir eden hürmet borcu da olabilir.), aş­ kını saklar, "sevdiğini bedbaht etmemek için, üstelik kimse de onun neler çektiğini hiç öğrenmeyecek." - Delikanlının biri tek kelimeyle, arzularının ve rüyalarının hedefine sahip olabi­ lecek durumdadır. Küçücük bir sözcük bir aileyi ya bir araya getirecek, evet, belki de (kim bilebilir?) parçalayacaktır, ama bu genç mertçe gizlendiği yerde kalmaya karar verir: "O kız bunu hiçbir şekilde bilmemeli, belki bir başkasının kolunda daha mutlu olur." Ne yazık ki diğer sevdiklerinden gizlenen bu iki sevgili, birbirinden de gizlenmektedir, yoksa burada daha kayda değer seviyede bir birlik oluşturmak mümkün olabilirdi. - Gizlilikleri, estetik karşısında da sorumluluğunu taşıdıkları özgür bir eylemdir. Halbuki estetik kibar ve hassas bir bilimdir, bir vekilharçtan daha fazla çıkar yol bilir. O vakit ne yapar? Sevgililer için her şeyi. Bir tesadüf eseri, niyet edilen evliliğin saygın yanları, karşı tarafın mert kararının kokusunu alır, bu da bir açıklamaya sevk eder, birbirlerine, keza hakiki kahraman rütbesine, kavuşurlar; zira onların kahramanca ka­ rarlarını bir kez daha gözden geçirmeye zamanları olmamış olsa bile, estetik sanki onlar niyetlerini gerçekleştirmek uğ­ runa yıllardır cesurca mücadele etmişler gibi meseleye bakar. Demek oluyor ki, estetik zamanı pek umursamaz, şaka da olsa ciddi de olsa, onunla eş tempoda gider. Fakat etiğin ne bu rastlantıdan ne bu hassasiyetten ha­ beri vardır, ne de o kadar hızlı bir zaman kavramına sahiptir. Böylece mesele tümüyle başka bir görüntüye bürünür. Etik tartışma için elverişli değildir, çünkü kesin kategorileri vardır. Tüm gülünçlüklerin aşağı yukarı en gülüncü olan tecrübeye hitap etmez, ve insanı akıllandırmaktan çok uzaktır, hele o in­ sanın bir de bundan daha üstün hiçbir şeyden haberi yoksa, o zaman bilakis, onun aklını başından alır. Etikte rastlantı yok­ tur, yani bir açıklama gelmez; etik değerliliklerle dalga geç1 13

KORKU VE TiTREME

mez, narin kahramanın omuzlarına muazzam bir sorumluluk yıkar; onun, davasında Tamıyı oynamak istemesini küstahça bulup kınar, fakat kendinin tıpkısını yapmak istemesini de bir parça kınar. Hakikate itikat etmeyi ve kişisel sorumluluk altında üstlenilen o kansız dertlerle mücadele etmektense, ha­ kikatin tüm belalarıyla mücadele edecek cesareti gösterıneyi öğütler, mantığın, eskilerin kahinierinden daha imansız o usta ince hesaplarına inanınamasına karşı uyarır. Her bir vakitsiz alicenaplığa karşı uyarır, bırak buna hakikat karar versin, o vakit cesaret gösterme vakti biraz geçmiş olur ama o zaman bizzat etik imkan dahilindeki her yardımı sunar. İkisinin de içinde daha derin bir şey kıpırdasaydı, görevi fark etmek, ona girişrnek önem taşısaydı, o vakit ortaya bir şey çıkarabilirdi, ama etik onlara yardım edemez, küsmüştür; zira ondan sakla­ dıkları bir sır, kendi sorumluluk ve taahhütleri altında edin­ dikleri bir sır vardır. Estetik böylelikle gizlilik gerektirmiş ve onu ödüllendir­ miştir, etik açıklık gerektirmiş ve gizliliği cezalandırmıştır. Buna rağmen bizzat estetik de zaman zaman açıklık ge­ rektirir. Kahraman estetik yanılsamanın etkisinde kalıp, bir başkasını suskunlukla kurtaracağını sanırsa, suskunluk yoluyla gizlilik gerektirir ve onu ödüllendirir. Halbuki kahraman eyle­ miyle bir başkasının hayatına onu taciz ederek karışırsa, o vakit açıklık gerektirir. Ben burada trajik kahramanın tarafını turu­ yorum. Euripides'in İfigenia Tauris'te'sine kısaca bir bakalım. Agamemnon İfigenia'yı kurban edecektir. Estetik şimdi de başkasında teselli aramak bir kahramana yakışmayacağından, tıpkı kadınların iyiliği için niyetini mümkün olduğunca uzun bir süre herkesten gizli tutmasını gerektirdiği gibi Agamemnon'un da suskun kalmasıru gerektirir. Diğer taraftan, kahraman bir kahraman olabilmek için Klytaimnestra' yla İfigenia' nın gözyaşlarının yol açacağı o dehşetli tereddüde de sınanmalıdır. Estetik ne yapar? Onun bir çıkar yolu vardır, hazır bekleyen yaşlı bir uşağı da vardır, ve gidip Klytaimnestra'yla hepsini açık­ lar. Artık her şey olması gerektiği gibidir. 1 14

PROBLEMA III

Lakin etikte ne rastlantı ne de elinin altında yaşlı bir uşak vardır. Estetik fikri gerçeğe uygulanır uygulanmaz kendiyle ters düşer. Buna bağlı olarak, etik açıklık gerektirir. Trajik kahraman etik cesaretini, hiçbir estetik yanılsamanın etkisin­ de kalmadan İfıgenia' nın kaderini bizzat yürürlüğe koymakla gösterir. Bunu yapınca da trajik kahraman etiğin yanında hu­ zur bulduğu sevgili oğlu olur. Sessiz kalırsa bu, başkalarının durumunu kolaylaştıracağına inandığı için olabilir, fakat bu yolla kendi durumunu kolaylaştırdığı için de olabilir. Lakin ikincisinden muaf olduğunu bilir. Sessiz kalırsa birey olarak hariçten gelebilecek bir argümana kulak asmadığı sürece bir sorumluluk üstlenmiş olur. Bunu traj ik kahraman olarak ya­ pamaz; zira etik onu sürekli olarak tümeli dışa vurduğu için sever. Onun kahramanlığı cesaret gerektirir, fakat buna akıl yürütmernek de dahildir. Artık gözyaşlarının korkunç bir ar­ gumetum ad hominemu olduğu kesindir, gözyaşlarından baş­ ka hiçbir şeyin harekete getiremediği de muhtemelen budur. Oyunda İfıgenia' nın ağlamasına imkan tanınır, aslında ona Jefta'nın kızı olarak iki ay süreyle, hem de tek başına değil, babasının ayaklarının dibinde ağlama ve "sadece gözyaşı olan" tüm hünerini ortaya dökme ve babasının dizlerine zeytin dalı yerine kıvrılıp dolanma hakkı tanınmalıdır. 14• Estetik açıklık gerektirdi, ama tesadüfen kendine yardım etti, etik açıklık gerekıirdi ve trajik kahramanda doyuma erdi. Etiğin, açıklık gerektirdiğindeki haşinliğe karşılık, sırrın ve suskunluğun, tutkunun göstergeleri olarak, bir insanı ger­ çekten büyük yaptığı inkar edilemez. Arnor, Psyche'yP 5 terk ederken, ona şöyle der: "Bir çocuk dünyaya getireceksin, sus­ kun kalırsan ilahların çocuğu, sırra ihanet edersen, bir insa­ noğlu olacak." Etiğin gözdesi trajik kahramandır, o safı insan­ dır, onu anlayabilirim, ve onun her yaptığı iş açıktadır. Daha 1 3 (Latince) Erkek üzerinden argüman; topun peşinden koşmak ye­ rine adamın peşinden koşmak, yani kişiyi aşağılayarak meseleyi baltalamak yoluyla yapılan kandırmaca argümantasyon anlamında. 14 Aulis'li İfigenia, 1 224. mısra. 1 5 Romalı Apulejus'un şiiri, 2. yüzyıl. 1 15

KORKU VE TITREME

ileri gidersem karşıma durmaksızın paradoks çıkar: ilahilik ve şeytanilik; zira suskunluk bunların her ikisidir. Suskunluk şeytanın büyüsüdür; ve ne ölçüde sessiz kalınırsa, şeytan da bir o kadar korkunçlaşır, fakat suskunluk aynı zamanda tanrı­ salın fertle arasındaki bilgi paylaşımıdır. İbrahim'in hikayesine dönmeden, birkaç şair zatı hatır­ latmak istiyorum. Diyalektiğin gücüyle onları en sivri uçta tutacağım ve çaresizlik sopasını üzerlerinde sallayarak, belki korkudan bir iki şey ortaya çıkarabilirler diye,· orada kımılda­ madan durmalarına engel olacağım. Aristoteles Politika'da, Delfı'de geçen ve bir evlilik me­ selesinden doğmuş siyasi bir kargaşayı konu eden bir hika­ ye anlatır. Kahinlerin, kalkıştığı evlilik yüzünden başına bir

talihsizlik geleceğini bildirdikleri damat, gelini almaya geldiği o en kritik anda planında ansızın değişiklik yapar düğün -

olmayacaktır. Bana dahası gerekmiyor.·· Tabii ki Delfı'deki bu * Bu esretik harekerler ve duruşlar da esretik bir mercekle incelenebi­ lir, fakat ben, iman ve tüm iman dünyası için bu ne ölçüde mümkün olabilir, bunu burada müphem bırakıyorum. Sadece borçlu olduklarıma teşekkür er­ mek benim için her zaman bir mutluluk olduğu için, Lessing'e Hamburgische Dramaturgie sinde (1 767) bir Hıristiyan dramasma yönelik rek rük imaları için müreşekkir olduğumu ifade ermek isterim. O, dikkarini sadece yaşam dünyasının (ram zafer) salr tanrısal yanlarına çevirmiş, bu nedenle çaresiz kalmış, salt insani yanlarına daha dikkar ermiş olsaydı, belki farklı hüküm verirdi. ( lheologia viatorum). Söyledikleri hiç tartışmasız çok kısa, kısmen başran savmadır, fakat Lessing'i yanıma alabilmek beni her zaman öyle mu rlu eder ki, şimdi hemen bu imkandan yararlanmak istiyorum. Lessing yalnızca Almanya'nın sahip olduğu en şümullü şahsiyerlerden biri olmakla kalmayıp, her insanın ona ve oropsilerine (kendi görüşleri), haralı ve düzmece alıntılada aldarılmaktan, sağlam olmayan akademik kaynaklardan yarı anlaşılmış deyimlerle, veyahut eskilerin çok daha iyi açıkladıkları yeniiiiderin aptalca reklamıyla aklı karışacağından korkmadan, güvenle inanabileceği, çok ender bir ilmi zekaya (çabukluk ve kariyet) sahipti; aynı zamanda, kendi başına anlamış olduğu şeyleri anlatmakta da çok ender bir yeteneğe sahipti. Ve orada kaldı, günümüzdeyse insanlar ilediyor ve kendi anladıklarından daha fazlasını anlatıyor. lheologia viatorum (aksak teoloji), theologia beatorum'un (kusursuz teoloji) karşıtı kilisenin Latincedeki adıdır; kendi davası ve muhte­ melen kendi inancı için de tamamen beşeri bir mücadele vermek zorundadır. '

** Arisroteles'in anlattığı facia şöyledir: aile intikam almak için, eski damadın eşyaları arasına bir tapınak kasesi saklar ve genç adam tapınak hırsız-

1 16

PROBLEMA III

olay gözyaşsız geçmedi; bir şair bunu benimseyecekse, sern­ patiyi de hesaba katmaya pelci.la cüret edebilir. Yaşamda sık sık sürgünde yaşamış aşkın şimdi bir de cennetin desteğinden mahrum edilmesi dehşet verici değil midir? Evlilik cennetten çıkmadır diyen özdeyişe ayıp olmaz mı? Böyle değilse, sevgi­ lileri kötü bir ruh gibi ayırmak isteyen şey sonluluğun bütün dert ve musibetleridir. Fakat cennet aşkın tarafındadır, ve o yüzden bu kutsal birlik düşmanların hepsini alt eder. Ama bu durumda bizzat cennetin birleştirdiğini ayıran da bizzat cennet oluyor. Bunu kim tahmin ederdi ki? Hiç değilse o genç gelin herhalde. Daha bir an önce pür güzelliğiyle oda­ sında oturuyordu, ve şirin genç kızlar, kendi maharetlerini tüm dünyaya ispat edebilsinler diye onu büyük bir ihtimarula süslüyorlardı, bundan sırf mutluluk değil, gıpta da duyuyor­ lardı, evet, bu, onun daha güzel olması olanaksız olduğun­ dan, onların daha fazla gıpta etmelerinin mümkün olama­ masının da mutluluğuydu. O odasında tek başına oturdu ve bir güzellikten bir güzelliğe dönüştü; zira kadınlık sanatının başarabileceğinin en alası şanına layık kullanıldı; yine de bir şey, genç kızların hiç hayal etmedikleri bir şey eksikti: genç kızların gelinin üzerine örttüklerinden daha ince, daha hafif ve yine de daha gizleyici bir duvak; gelinin kendi başına nasıl takacağını bilemediği, onların da ne olduğundan bile haberle­ ri olmayan ve takınasma yardım edemedikleri bir gelin süsü. Bu duvağı gelin farkına bile varmadan onun başına takmak­ tan, duvağı onun etrafına dalarnaktan mutluluk duyan göze görünmez ve şefkatli bir güçtü; genç yalnızca damadının nasıl yanından geçip tapınağa gittiğini fark etti. Kapının onun ar­ kasından kapandığını gördü, ve daha da rahatladı, daha nelığından hüküm giyer. Fakat bu önernsizdir; zira burada önemli olan, ailenin seçtiği intikam tarzının akıllıca mı yoksa aptalca mı olduğu değildir; aile sade­ ce fikri yönden, kahramanın diyalektiğine dahil edildiği ölçüde enteresandır. Ayrıca, gencin evlenrneyerek tehlikeyi engellernek isterken, tam içine yuvar­ lanrnasında, ve hayatının tanrısaHa ikili bir temas içine girmesinde - önce kahinierin kehanetiyle, sonra da tapınak hırsızı sıfatıyla hüküm giyerek - alın yazısının yeterli rolü bulunur. 1 17

KORKU VE TİTREME

şelendi; zira damadın şimdi her zamankinden daha fazla ona ait olduğunu biliyordu. Tapınağın kapısı açıldı, genç adam dışarıya çıktı, fakat genç kız bakışlarını safça yere indirdiği için erkeğin yüzündeki şaşkınlığı görmedi ama cennetin ge­ lininin güzelliğine ve onun iyi talihine gıpta ettiğini gördü. Tapınağın kapısı açıldı, genç kızlar damadın dışarı çıktığını gördüler; fakat onun yüzündeki şaşkınlığı görmediler; çünkü gelini getirmeye gitmişlerdi. Sonra o, genç kızlardan oluşan maiyetinin ortasında, tüm bakir tevazusuna karşılık, bir kra­ liçe edasıyla kapıdan dışarı çıktığında, kızlar onu, geliniere yapıldığı gibi, yerlere eğilerek selamladılar. Sonra o, sevim­ li kortejinin başında durdu, bekledi - bu, bir an kadar kısa sürdü; çünkü tapınak hemen oradaydı - damat geldi - ama kapının önünden geçip gitti. Lakin burada kesiyorum; ben şair değilim, sadece diya­ lektikle iş yaparım. İlk olarak dikkat edilecek nokta, kahra­ manın kendini neyin beklediğini o kritik anda öğrenmiş ol­ masıdır, yani o sevdiğine düşüncesizce bağlı değil, onun kalbi temiz, vicdanı rahattır. İkinci olarak, onun yanında daha doğ­ rusu onun karşısında ilahi bir hüküm vardır, yani onu yöneten öbür cılız sevgililer gibi dik kafalılığı değildir. Üstelik besbelli ki bu hüküm onu gelin kadar, evet, hatta bir nebze bile olsa, daha bedbaht etmektedir, ne de olsa bu duruma vesile kendi­ sidir. Doğru, kahinler sırf onun kara talihini önceden bildir­ mişlerdi, fakat önemli olan, bu kötü talihin onu olduğu kadar evliliğinin mutluluğunu da etkileyecek vasıfta olup olmadığı­ dır. Öyleyse şimdi ne yapması lazımdır? 1) Sesini çıkarmayıp, evlensin ve şöyle mi düşünsün: " Kara talih belki hemen gelip çatmayacak, ben her pahasına aşkıma sahip çıktım, kendimi bedbaht etmekten korkmadım; ama sessiz kalmalıyım, yoksa sonra o kısacık an bile heba olacak." Bu akla yakın gelebilir; ne var ki, hiç de öyle değildir; çünkü öyle yapınca, genç kızı rencide etmiş olur. Suskunluğuyla bir bakıma kızı da suçlu durumuna sokar; kız bilseydi, böyle bir birleşmeye muhte­ melen razı olmazdı. Genç erkek çaresiz kaldığında, yalnızca 1 18

PROBLEMA III

başına gelen faciayı değil, hem sessiz kalmış olmasının sorum­ luluğunu, hem sessiz kaldığı için kızın ona duyacağı haklı öf­ keyi de omuzlarında taşıyor olacaktır. 2) Sesini çıkarmayıp, evlenmekten vaz mı geçsin? O takdirde gizliliğe bürünmek zorunda kalacak, ve bu suretle genç kızın karşısında kendini yok edecektir. Estetik bunu belki uygun bulacaktır. O vakit facia gerçeğe eş olarak biçimlendirilebilirdi ama son dakikada bir açıkla'ına yapılacak olsa da, bu bilginin kötü kehaneti boz­ maya muvaffak olmaması halinde, estetik açıdan düşünül­ düğünde, genç adamın ölmesi şart olacağından, açıklamada geç kalınmış olurdu. Lakin, ne kadar asilane olursa olsun, bu hareket tarzında, kıza ve aşkının gerçekliğine bir çeşit hakaret de vardır. 3) Konuşsun mu? Unutmamak gerekir ki kahra­ manımız, aşkından vazgeçmenin kendisi açısından başarısız bir ticari teşebbüsten öte bir önemi olamayacağını kastedecek kadar şiirseldir. Konuşursa, her şey Axel ve Valborg* tarzında Aslında bu noktadan itibaren diyalektik hareketler farklı bir mecraya girebilirdi. Cennet erkeğe evliliğin üzerinde bir lanet buluru dolaşnğı uyarısında bulunur, erkek o zaman düğünden vazgeçebilir, fakat bu yüzden kızdan vaz­ geçmez, onunla romantik bir ilişki sürdürebilir; sevgililer için bu en uygunu olurdu. Lakin bu, genç kıza bir hakaret unsuru içerir, zira erkek bu durumda kıza aşkında tümeli dışlaştırmamış olacaktır. Bu aslında, evliliği savunmak iste­ yen şairlere ve etikçilere mahsus bir görev olurdu. Bir bütün olarak düşünürsek eğer şiir, dikkatini dinsel konulara ve kişilerin içselliğine çevirseydi, halihazırda oyalandıklarından çok daha önemli işler başarabilirdi. Şiirin üst üste dile getir­ diği hikaye şöyledir: bir erkek, kendini bir zamanlar sevmiş veya hiç sevmemiş olduğu bir kıza bağlı hissediyordur, zira tam idealindeki bir kızla karşılaşmışnr. Bir erkek hayatta yanlışlar yapar, sokak doğrudur ama ev yanlıştır, çünkü ide­ alindeki kız tam karşıdaki evin 2. katında yaşıyordur - ve herkes bunu şiirlik bir konu sayar. Bir sevgili hata yapar, sevdiğini m um ışığında tanır ve saçlarının siyah olduğunu sanır, ama şu işe bakın! Daha yakından inedeyince saçlar sarı çıkar - ve erkeğin ideali, bu kızın kız kardeşi oluverir. Herkes bu konunun şiirlik bir görev olduğunu düşünür. Benim fıkrimce, böyle bir erkek haylazın tekidir, gerçek hayatta bile böylesine tahammül etmek zordur, şiirde hava atmaya kal­ kıştığı an, yuhalanmalıdır. Sadece iki farklı tutku arasında şiirsel bir çakışma söz konusu olabilir, aynı tutkudaki ayrıntıların didik didik aranmasında değil. Bir kız, örneğin orta çağlarda, önce aşık olur, ardından dünyevi aşkın günah olduğuna kendini ikna eder de, ilahi olanını tercih ederse, işte o zaman burada bir şiirsel çakışma oluşur, ve kız şiirselleşir; çünkü hayatı şimdi fıkirselleşmiştir. (Adam OehlenschHiger'ın I B l O'da yazmış olduğu, aynı adlı trajedi oyununun başkahramanları Axel ve Valborg mudu/mutsuz iki sevgilidir -ç.n.) *

1 19

KORKU VE TİTREME

talihsiz bir aşk hikayesine benzeyecek, bizzat cennetin ayırdığı bir çift olacaklardır. Ancak bahse konu meselede ayrılığı bi­ raz daha farklı düşünmek gerekiyor, zira buradaki, bireylerin özgür eyleminin sonucu bir ayrılık oluyor. Söz konusu mese­ lenin diyalektikteki aşırı difficile özelliği, 16 facianın sırf genç adamın başına gelmesidir. O vakit onların ızdırabının ortak bir ifadesi olmaz, halbuki cennet, Axel ve Valborg birbirine aynı derecede yakın olduğu için, onları birbirinden eşit derecede ayırmıştı. 17 Söz konusu meselede de bu böyle ol­ saydı, bir çıkış yolu bulunabilirdi. Cennet onları ayırmak için göze görünür bir güç kullanmayıp, bunu onlara bırakınca, onların da bir olup cennete ve oradan gelen faciaya meydan okumaya karar verdikleri farz edilebilir. Oysa etik damat adayının konuşmasını gerektirir. Kahra­ manlığının özü estetik alicenaplığından vazgeçmesinde yatar. Fakat in casu, 1 8 (alicenaplıktaki) gizliliğin doğurduğu kibrin bir payı olduğu kolay kolay düşünülemez, zira genç kızı her halükarda bedbaht ettiğinin onun için anlaşılır olması gerekir. Gel gör ki, bu merdikte yatan hakikat, bir ön koşulu19 var­ ken bunu sonra kaldırmış olmasında yatar; yoksa arada dura­ nı20 yan geçip en üst düzeydekini yapma sahtekarlığını ender bir meziyet sayacak kadar ileriye gitmekte özellikle ustalaşmış devrimiz, epey kahraman çıkarırdı. Fakat trajik kahramandan daha ileriye nasıl olsa gidemi­ yorsam, böyle bir tablo çizmek de niye? Çünkü paradoksu aydınlatmak yine de mümkün olabilirdi. Her Şey onun ka­ hinlerin söylediğiyle nasıl bir bağlantı içinde olduğuna daya­ nıyor, hayatını şu veya bu şekilde değiştirecek kehanede. Bu hüküm publici juris mi yoksa privatissimum21 mu? Sahne 1 6 (Latince) güç, nazik. 1 7 Aralarında bir evliliğin yasal olamayacağı kadar yakın akraba olduk­ ları şeklinde anlaşılmalı. 1 8 (Latince) bu örnekte. 1 9 Kızı gerçekten sevdiği ve kendisi için değil kız için sessiz kaldığı şeklinde. 20 (Danca) Mellemliggende. (İngilizce) intermediate. 2 1 (Latince) Tamamen kişisel bir mesele. 120

PROBLEMA III

Yunanistan'da geçiyor; orada bir kahinin sözü herkesçe kolayca anlaşılır niteliktedir, burada demek istediğim, herkesin içeriği lügat anlamıyla aniayabilmesi değil, herkesin bir tek kahinin sözüyle cennetin kararına hizmet ettiğini aniayabilmesi oluyor. Kahinin sözü yalnızca trajik kahraman için değil, herkes için kolay anlaşılır niteliktedir, bu her birinin tanrısalla kişisel bir ilişki kurmasıyla neticelenmez. O (kahraman) ne isterse yapa­ bilir ama olacağı önceden söylenen şey olur, ve bir şey yapsa da yapmasa da ne Tanrı katıyla daha yakın bir ilişkiye girer, ne de Tanrının merhametine veya gazabına hedef olur. Neticeyi bütün kahramanlar kadar iyi anlar, ve sırf kahramanın okuya­ bileceği hiçbir gizli senaryo kalmaz. İyi konuşabildiği ölçüde konuşmak, suskun kalmak istediği ölçüde kendini anlaşılır kılmak istiyorsa, bu fert olduğundan ötürü tümelden daha yüksek olmak, bu kederi en çabuk nasıl unutabileceğine dair envai türlü fikirlere dalarak kendini kandırmak vs. istediği için­ dir. Öte yandan, cennetin dileği ona bir kahinle bildirilmemiş, kendini ona çok kişisel bir yolla belli etmiş olsaydı, kendimizi paradoksta bulurduk; böyle bir şey varsa bile (zira burada dü­ şüncelerim bir ikilemde) , o vakit ne kadar isterse istesin ko­ nuşamazdı. O suskunken keyif değil, ızdırap içindeydi, ama ona göre sırf bu bile haklı olduğunun teminatıydı. Böylelikle de suskunluğu, fert olarak tümelle mutlak bir bağ içine girmek istediği için değil, fert olarak mutlakla mutlak bir bağlanuya so­ kulduğu içindi. Benim görebildiğim kadarıyla, buna huzur da bulabiiirdi ama etiğin talepleri bu yüce gönüllü suskunluğu hiç durmadan taciz ederdi. Burada estetiğin, günün birinde, bir za­ manlar sona erdiği yerden, asılsız bir ilicenaplıktan, başlamayı denemesi gibi bir arzu söz konusu değildi. Böyle yapar yapmaz, bu işi dinin eline teslim etmiş olurdu, zira estetiği, etikle süren savaşın pençesinden kurtarabilecek tek güç o oluyor. Kraliçe Elisabeth Essex kontuna duyduğu aşkı onun ölüm fermanını imzalayarak devlet uğruna feda eder. 22 Bu, ko otun yüzüğü 22 Pierre Corneille'in bir trajedisinde Kraliçe Elizabeth'le Essex kontu arasındaki ilişki konu edilir. Lessing'in bahsettiği budur. 121

KORKU VE TİTREME

kraliçeye göndermemesiyle işin içine bir nebze kişisel hakaret karışmış olsa bile, yine de kahramanca bir hareketti. Gönder­ diğini biliyoruz, fakat yüzük bir nedimenin fesadığına kur­ ban gidip, yerine ulaşmadı. Bunu öğrendiğinde Elisabeth'in, ni folor, 23 bir parmağı ağzında 1 O gün öylece oturduğu ve bir tek sözcük etmeksizin durmadan o parmağı ısırdığı anlatılır, ve hemen sonra da öldü. Bu, ağzı kanırup açmaktan anlayan şaire uygun bir vazife olurdu; yoksa günümüz şairlerinden birinin kendini sık sık o sandığı bir bale direktörü için de fevkalade kullanışlı olur. 24 Şimdi de şeytanlliğe meyilli bir tablo çizmek istiyorum. Bunun için Agnete og Havmanden25 efsanesini kullanacağım. Havmanden26 bir baştan çıkarıcıdır, engin derinliklerin kuy­ tularından filizlenip yüzeye yükselir, sahilde tüm sevimliliğiy­ le, başını kuduran denize dalgın dalgın eğmiş duran masum çiçeği çılgın bir arzuyla kapar ve koparır. Şairlerin fikri şim­ diye kadar böyleydi. Bir değişiklik yapalım. Havmanden bir baştan çıkarıcıdır. Agnete'ye seslenir, onu tatlı dille kandırır, yüreğindeki sırları açığa vurdurur; o Havmanden'da aradığı şeyi bulur. Orada suya eğilmiş denizin derinlerinde bulmak umuduyla aradığı şeydir bu. Agnete onun arkasından gitmek ister. Denizadamı onu kaHarına alır, Agnete onun boynu23 (Latince) yan/ı; hatırlamıyorsam. 24 Danimarkalı yazar H.C. Andersen'ı hedef alan bir istihza, ki yazar, Andersen'ı daha sonra da konu edecektir. Andersen, Agnete og Havmanden adlı bir halk şarkısından esinlenerek bir sahne dramı yazdı, ve oyun ilk kez 1 843 'te Danimarka Kraliyer Tiyatrosunda sahnelendi. 25 (Agnete ve Denizadamı) Onaçağdan (9. l l . yüzyıl) bir efsanenin işlendiği bu halk şarkısı, dini teması nedeniyle, ve özellikle de, dönemin Rö­ nesans hareketi ve Katolik kilisesi arasındaki uyuşmazlığı, Rönesans' a mesafe alan, fakat kiliseye yandaş ve onun geleceğinden endişeli bir bakışla sembolik olarak işleyen eleştirel yaklaşımıyla özellikle 1 5. yüzyılda Avrupa'da çok popü­ lerdi. 26 SK "Havmanden" sözcüğünü bu metinde özel isim olarak kullandı­ ğından, sözcüğü Türkçe karşılığı "denizadamı" (yani denizkızının karşıtı) ola­ rak kullanınarnayı tercih ettim. Zira yazar metinde daha sonra aynı sözcüğü genel bir tanımlama olarak, yani "herhangi bir denizadamı" olabilecek şekilde de kullanıyor. Hem ikisi arasındaki ayrımı belirginleştirmek, hem de eserin aslına sadık kalmak açısından bunu uygun gördüm. -

1 22

PROBLEMA III

na sarılır, kendini tüm benliğiyle, daha guçlü olana güvenle teslim eder; Agnete kıyı şeridine varmıştır bile, Havmanden avıyla beraber suya dalmak için suya eğilir - Agnete o anda bir kere daha ona bakar, korkuyla değil, şüpheyle değil, ta­ lihiyle gurur duyarak değil, arzudan başı dönerek değil; mutlak bir inançla, mutlak bir tevazuyla, önemsiz bir çiçek gibi, kendini gördüğü gibi, ve bu gözle bakarak, mutlak bir güvenle, kalbindekileri onunla paylaşır. - Ve bakınız! Deniz artık köpürmüyor, çılgın sesi kesilmiştir, Havmanden'ın güç aldığı doğasal ihtiras onu terk eder, etraf sütliman olur - ve Agnete ona haU. öylece bakmaktadır. Havmanden ardından yere yıkılır, masumiyetİn gücüne karşı koyamaz, unsuru ona ihanet etmiştir, Agnete'yi baştan çıkaramaz. Kaldı ki, onu evine götürür, ona sadece denizin sessizken ne kadar güzel olduğunu göstermek istediğini söyler, ve Agnete ona inanır. - Sonra Havmanden tek başına geri döner, ve deniz kudurur, fakat Havmanden' ın içindeki çaresizlik daha da bir dehşetle kudurur. O Agnete'yi baştan çıkarabilir, o yüzlerce Agnete'yi baştan çıkarabilir, o her kızın aklını başından alabilir - oysa Agnete galip gelmiş, Havmanden onu kaybetmiştir. Genç kız sadece yem olarak onun olabilir; Havmanden hiçbir kıza sa­ dakatle ait olamaz; çünkü o bir denizadamından öte bir şey değildir. İzninizle Havmanden'da küçük bir değişiklik yap­ um; aslında Agnete'yi de biraz değiştirdim; zira efsanedeki Bu efsaneyi bir başka şekilde de ele ala biliriz. Havmanden çok insan ayanmış da olsa, Agnete'yi ayanmak istemektedir. O artık Havmanden değil­ dir, yahut da illa o olmasını istiyorsak, uzun zamandır denizin dibinde otur­ muş ve yas tutmuş biçare bir Havmanden'dır. Lakin tıpkı efsanede bildirildiği gibi, masum bir kızın aşkının onu kurtarabileceğini biliyordur. Ama genç kızlara karşı suçluluk hissi duymaktadır ve onların yanına yaklaşmaya cesaret edemez. Sonra Agnete'yi görüyor. Daha önce de birçok kez, sazların arasın­ da saklandığı yerden onu sahilde gezinirken seyretmiştir. Güzelliği, sakinliği, kendi halindeliği onu kıza adeta tutsak etmiştir; fakat ruhunda sırf hüzün vardır, en ufak bir şehvet kıpırnsı bile yoktur. Ve Havmanden'ın iç çekişleri sazların fısıltısına karışınca, o (Agnete) ona kulak verir, hareketsiz durur ve ha­ yale dalar, bütün kadınlardan daha nefıs, ve hatta bir kurtarıcı melekten bile daha güzeldir. Havmanden da onda güven uyandırır. Havmanden cesaretini toplar, ona yaklaşır, aşkını kazanır, böylece kurtuluşa ereceğini umar. Ancak 1 23

KORKU VE TiTREME

Agnete büsbütün suçsuz değildir - kız tarafının hiç, hiç, ama hiç suçu olmayan bir baştan çıkarma fikri tamamen nonsens ve dişi cinsi övmek ve hatta sövmek olur. Efsanedeki Agnete, daha modern bir deyişle, enteresanda direten bir kadındır, ve böyle biri, civarında bir denizadamı olduğuna daima emin olabilir; çünkü denizadamları böylelerini gözleri yarı kapalı fark eder, ve köpek balığı avının peşinden nasıl giderse on­ lar da peşlerinden öyle seğirtir. Dolayısıyla, güya iyi terbiye denen şeyin bir kızı baştan çıkarılmaktan koruduğu çok saç­ madır, veyahut da bir denizadamının yaydığı bir dedikodu­ dur. Hayır, hayat daha adil ve eşittir, bir tek yol vardır, o da masumiyettir. Şimdi de Havmanden' a insani bir bilinç yükleyelim; ve bir denizadamı olmak, neticeleri yaşamını baskı altına almış beşeri bir önceden varoluşu temsil etsin. Bir kahraman ola­ maması için hiçbir engel yoktur; çünkü şimdi attığı adım uzlaşma yanlısıdır. Onu Agnete kurtuluşa erdirmiştir, baştan çıkarıcı mahvedilmiş, masumiyetİn gücüne boyun eğmiştir, o bir daha asla baştan çıkaramayacaktır. Ne var ki, aynı şimdide ona sahip olmak için mücadele eden iki güç vardır: pişman­ lık, ve Agnete ve pişmanlık. Pişmanlık ona tek başına hakim olursa, o gizlenmiş olur, Agnete ve pişmanlık ona birlikte hakim olurlarsa, o görünür olur. Şimdi pişmanlık Havmanden' a hakim olduğu ve dolayı­ sıyla bu gizliliği sürdürdüğü nispette Agnete'yi bedbaht eder; çünkü Agnete onu tüm masumiyetiyle sevdi, sadece denizin Agnere hiç de sakin, sessiz bir kız değildir, okyanusların kükreyişleri ona çok hoş gelir, ve denizin hüzünlü iç çekişleri, sırf kendi içindeki kükreyişleri daha da şidderlendirdiği için ona keyif verir. O çok uzaklara girmek, aşkla sevdiği Havmanden'la beraber, sonsuzluğun içinde çılgınca fırtınalar koparmak iste­ mektedir - bu yüzden, Havmanden'ı tahrik eder. Onun revazusunu küçüm­ ser, ve gururunu uyandırır. Ve o zaman deniz kükrer, ve dalgalar köpürür, ve Havmanden Agnere'yi kucaklar ve onunla birlikte denizin derinliklerine dalar. Hiçbir zaman bu kadar çılgın olmamıştır, böylesi bir şehvet hissi duy­ mamıştır; çünkü bu kızda kendi kurtuluşunu ummaktadır. Agnete'den çabuk usanır, ama cesedi asla bulunamaz; çünkü o, erkekleri şarkılarıyla baştan çıka­ ran bir denizkızına dönüşmüştür. 1 24

PROBLEMA III

hoş sessizliğini göstermek istediğini söylediğinde, Havman­ den ne kadar iyi saklasa da onda bir değişiklik olduğunu his­ setmesine rağmen ona inandı, sözlerini gerçek sandı. Buna rağmen Havmanden iş tutkuya gelince çok daha bedbaht olur; çünkü o Agnete'yi tutkular çeşitliliğinde sevdiği için, omuzlarında bir suç daha taşımak zorunda kalır. Şimdi, piş­ manlıktaki şeytanilik, bunun onun cezası olduğunu, mutla­ ka ona anlatmaya çalışacak, ne kadar zalimce olursa o kadar iyi. 27 O kendini bu şeytaniliğe teslim ederse, Agnete'yi kur­ tarmak için belki bir girişim daha yapar, bir insan diğerini kötülüğün yardımıyla da bir anlamda kurtuluşa erdirebilir. Agnete'nin onu sevdiğini biliyordur. Agnete'yi bu aşktan zor­ la çekip alsa, o bir anlamda kurtanimış olacaktır. Fakat bunu nasıl yapacaktır? Havmanden açık kalpli bir itirafın kızda nef­ ret uyandıracağını hesap edebilecek kadar duyarlıdır. Belki kı­ zın içindeki bütün karanlık tutkuları harekete geçirmek için onu aşağılayacak, onunla dalga geçecek, aşkını alay konusu edecek, mümkünse gururunu kışkırtacak, ona zulmetmek için önüne geleni ardına bırakmayacaktır; zira şeytanilikte yatan derin tezat budur, şeytani insanların içinde can sıkıcı insanlarınkine kıyasla bir bakıma daha fazla iyilik mevcuttur. Agnete ne kadar bencilleşirse, bir o kadar da kolay kandırılır (yalnızca az tecrübeliler masumiyeti baştan çıkarmayı kolay sanırlar, lakin hayat fazlasıyla temkinlidir, asıl akıllının akıllıyı kandırması en kolayıdır.); lakin Havmanden'ın acıları daha da korkunçlaşacaktır. Sahtekarlık ne kadar dahice tasarlanır­ sa, Agnete de tüm mahcubiyetiyle, kendi ızdırabını ondan bir o kadar az gizleyecektir; her bir yolu deneyecek, bu etkisiz de kalmayacaktır, yani onun (Havmanden'ın) tutumunu değiş­ tirmede değil, ona zulmetmede. Böylece de Havmanden şeytaniliğin yardımıyla, tekil ola­ rak tümelden daha yüksekteki birey olmaya heveslenecektir. Şeytanilik ilahilikle aynı özelliklere içkindir, yani birey onlarla 27 Ne kadar zulmederse, bunu

o

kadar iyi başaracak, manasında.

1 25

KORKU VE TİTREME

mutlak bir bağ kurabilir. Bu paradaksun öbür yüzü de, analoji de, budur. Yani arada yanıltıcı bir benzerlik mevcuttur. Böy­ lelikle, bu, görünüşe göre, Havmanden' ın elinde suskunluğa hakkı olduğuna dair bir delil oluşturur: tüm ızdırabını orada (suskunluğun ortasında) çeker. Halbuki konuşmaya muktedir olduğuna da hiç kuşku yoktur. O vakit o bir trajik kahraman olabilir, ve şahsi kanaatime göre, konuşursa görkemli bir trajik kahraman da olabilirdi. Zira görkemin nerede yattığını çok az kişi kavrayabilecek gibidir: Böylece, Agnete'yi hüneriyle mutlu edebileceği yanılgısından kurtulma cesareti bulur, Agnete'yi insani anlamda mahvetme cesareti kazanırdı. Sadece burada sırası gelmişken bir psikolojik gözlernde bulunmak isterim. Agnete ne kadar bencilleştirilirse, yanılgı da bir o kadar coşkulu olur, evet, herhangi bir Havmanden'ın şeytani bir kurnazlıkla, Agnete gibi birine, yalnızca onu kurtuluşa erdirmiş gibi değil, ondaki olağanüstü bir şeyi gün ışığına çıkarmış gibi de görünmesi aslında anlaşılmaz değildir; çünkü bir şeytan en güçsüzün bile tüm gücünü eziyetle çekip almasını bilir, ve bunu yaparken o insana kendince çok iyi niyetler besliyor da olabilir. Havmanden diyalektik bir uç noktada bulunmaktadır. Pişmanlıkla, şeytanilikten kurtarılabildiği takdirde, önünde iki yol vardır. Kendini geride tutabilir, gizli kalır, ama kurnazlığına güvenmez. O zaman fert olarak şeytanilikle mutlak bir bağ kur­ maz ama tanrısallığın Agnete'yi kurtuluşa erdireceği şeklindeki karşı-paradoksta huzur bulur (Ortaçağda herhalde böyle hare­ ket edilirdi; zira açıkçası Havmanden, kavramına uygun olarak, Estetik de her zamanki yağcılığıyla, benzer bir konuyu ara sıra ele alır. Havmanden Agnete'de kurtuluşa erer, ve her şey murlu bir evlilikle so­ nuçlanır. Mudu bir evlilik! Kolaycacık bir şey. Lakin düğün konuşmasını ya­ pacak olan etik ise, o zaman başka bir durum oluşurdu diye düşünüyorum. Estetik, aşkın pelerinini Havmanden'ın üzerine fırlatır, ve her şey unutulurdu. Evliliğin, her şeyin mezatçının çekici indiği andaki haliyle sarıldığı mezatta olduğu gibi cereyan ettiğini farz etmek de hayli baştan savmacılık olurdu. Etiğin rek yaptığı, sevgiiiierin kavuşmalarını sağlamaktır, gerisiyle ilgilenmez. Bir de sonra ne olacağını görseydi; fakat onun buna vakti yoktur, o hemen başka bir sevgili çifti birbirine kenetlemeye dalmıştır. Estetik bütün ilimierin en kalleşidir. Onu gerçekten sevmiş herkes, bir anlamda mutsuzdur; fakat onu asla sevmemiş olan da bir pecus'tur (tam ahmak) ve hep öyle kalacaktır. 1 26

PROBLEMA III

manastırıo eline düşmüştü.). Yahut da Agnete sayesinde kur­ tuluşa erebilir. Fakat şimdi bu sanki Havmanden Agnete'nin aşkı sayesinde bundan sonra baştan çıkarıcılıktan (bu hep ana meseleni n, yani Havmanden' ın hayatındaki devamlılıktan uzak duran bir estetik kurtarma girişimidir.) kurtarılacakmış şeklinde anlaşılmamalı; çünkü o bu bakımdan çoktan kurtu­ luşa ermiştir; görünür olduğu sürece kurtarılabilir. Hiç değilse Agnete'yle evlenir. Bu arada son çare olarak paradoksa başvur­ mak wrundadır. Zira fert ne zaman kendi kabahati yüzünden tümelin dışına çıkmışsa, oraya ancak fert olarak mudakla mur­ lak bir bağ içine girmiş olmanın verdiği güçle tekrar geri döne­ bilir. Tam bu noktada bir yorumda bulunmak istiyorum, böy­ lece daha önce adadığım noktaları daha açabilmiş olacağım.· Günah ilk değildir, günah daha sonra gelen bir doğrudanlıktır. Günah içindeki birey zaten çoktan paradoks yönünde tümelin üzerindedir, zira tümel conditio sin quo non28'dan yoksun olana kendini şart koşmakla kendine zıt düşer. Felsefe, diğer şeyler arasında, bir insanın ondan ders alarak hareket etmeyi akıl ede­ bileceğini de düşünebilseydi, ortaya çıkan şey güldürü olurdu. Etik günahı göz ardı ettiği takdirde, tamamıyla gereksiz bir bi­ lim dalı olur, günahı var sayması halinde de eo ipso29 kendini aşar. Felsefe bize doğrudanlığın kaldırılmasını salık verir. Bu pelcila doğru olabilir de, doğru olmayan şudur; imandaki doğ­ rudanlık nasıl umulmadık derecede az ise, günah da bir o kadar umulmadık derecede doğrudandır. Bu alanda hareket eder etmez, her şey pürüzsüz gider, lakin burada denilen bile İbrahim'i izah etmek için yeterli olmaz; çünkü İbrahim günah yüzünden tekil birey olmadı, Buraya kadar günaha ve onun gerçeğine değinebilecek her husustan ihtimamla uzak durmaya dikkat ettim. Her şey İbrahim'e yönelikti, ve doğ­ rudanlık kategorileriyle ona hali erişebilirim, yani hala onu aniayabildiğim ölçüde. Günah meydana çıkar çıkmaz, etik kaybolur, ve özellikle pişman­ lıktaki; çünkü pişmanlık en yüksek etik dışavurumdur, ve bu sıfatıyla da, en derin etik tezattır. 28 (Latince) Olmazsa olmaz jartlar. Burada kayıtsız jartsız olan. 29 (Latince) O suretle. 1 27

KORKU VE TİTREME

aksine, o Tanrının seçilmiş kuluydu, adil insandı. İbrahim analojisi kendisini ilk defa, birey tümelin üstesinden gelebi­ lecek duruma getirildiğinde belli eder, ve o zaman paradoks kendini tekrarlar. Havmanden' ın hareketlerini bunun için anlayabilirim, fakat İbrahim' i anlayamam; çünkü Havmanden paradaksun yardımıyla tümeli hayata geçirme safhasına gelir. Gizli kalmayı sürdürür ve pişmanlığın bütün eziyetlerini kabullenirse, şey­ tan olur ve bu sıfatla ortadan kaldırılır. Saklanınayı sürdürür de, lakin pişmanlığın esaretinde işkence çekerek Agnete'yi zor durumdan kurtarmak elinden gelebilecek diye düşünecek ka­ dar kurnaz değilse, belki huzur bulur; ne var ki, bu dünyada kaybolur. Kendini açığa vurur da, Agnete sayesinde kurtuluşa ermeyi kabul ederse, ondan daha büyük bir insan tasavvur bile edemem; çünkü bir tek estetik, bir meyusun masum bir kızca sevilmesini ve böylelikle kurtuluşa ermesini mümkün kılarak aşkın kudretini övebileceğini sanacak kadar pervasızdır; hatalı gören ve Havmanden'ın değil de kızın kahraman olduğunu sa­ nan, sadece estetiktir. O halde Havmanden pişmanlığın sonsuz hareketini yaptıktan sonra bir hareket daha, absürdün gücüne dayalı hareketi yapmaksızın Agnete'ye ait olamaz. Pişmanlık hareketini kendi gücüne dayanarak yapabilir, fakat bunun için mutlaka tüm gücünü sarf etmek zorunda kalacağından, kendi gücüyle geri dönmesi ve gerçekliği sımsıkı kavraması olanak­ sız olur. insanda bu hareketlerin ne birini ne öbürünü yapacak tutku yoksa, insan, hayatını savsaklamakla geçirirse, bir nebze pişmanlık duyup, gerisi nasıl olsa kendiliğinden yürür diye dü­ şünürse, fıkren yaşamaktan ilk ve son kez feragat etmiş olur, o zaman da zahmetsizce en yükseğe erişebilir ve başkalarının ora­ ya erişmesine yardım edebilir, yani kendini ve başkalarını ruh­ ların dünyasında işlerin gnavspifde-30 olduğu gibi, hile vuruş­ larıyla döndüğü fikriyle avutabilir. Böylece, tam da herkesin 30 (Dan ca) Gnavspil (eski kullanım). Modern kullanımda sorteper veya narrespil. (İngilizce) Blame game. Kaybedenin alaya alındığı, şansa dayalı bir kart oyunu. Burada "topu başkasına atma/sorumluluğu başkasına yükleme oyunu" gibisinden. 1 28

PROBLEMA III

en yükseğe erişebildiği bir devirde, ruhun ölümsüz olduğuna dair şüphelerin bu kadar yaygın olmasının ne tuhaf olduğunu düşünerek kendini eğlendirebilir; çünkü hakikaten sırf son­ suzluk hareketini yapan, zor kuşku duyar. Yegane güvenilir, diğer bir ifadeyle, inandırıcı şeyler tutkunun uygun gördük­ leridir. Şükür ki, bu durumda hayat bilgelerin dayattığından daha sevecen, daha vefakardır, zira ne kimseyi, en zavallıyı bile, dışlar, ne de kimseyi aldatır, çünkü ruhların dünyasında kendini aldatan aldanır. Herkesin fıkri budur, burada bir hü­ kümde bulunmama izin varsa, benim fıkrim, manastıra ka­ panmanın büyüklük olmadığıdır, fakat bundan dolayı, yani günümüzde kimse manastıra kapanmıyor diye, herkesin ma­ nastırda huzur bulmuş o derin ve ciddi zatlardan daha yüksek oldukları fikrinde de değilim. Günümüzde kaç kişi bunun üzerinde düşünecek ve ondan sonra kendi hakkında hüküm verecek kadar tutkuludur? İnsanın vicdanıyla zaman tutması, ona her bir mahrem düşünceyi uykusuz duraksız keşfetmek için zaman tanıması bile, hareketi her bir an, insana mahsus en asil ve kutsal duygulara dayanarak yapmıyorsa, ona her insanın yaşamında saklı duran karanlık tutkuları korku ve nefretle, ve başka hiçbir şeyle olmasa bile korkuyla keşfettirir, fakat insan bir toplum içinde başkalarıyla birlikte yaşarken bunları öyle kolay unutur, bundan öyle ucuz kurtulur, öyle çeşidi biçimlerde bütün bunların yukarısında tutulur ki, yeni baştan başlama şansı kazanır - sırf bu fıkir bile, yerinde bir hürmede idrak edildiğinde, düşüneerne göre, kendinin çok­ tan en yükseğe eriştiğini zanneden birçok çağdaşımızı yola sokabilirdi. Lakin en yükseğe ermiş günümüz insanı bu ko­ nuda pek endişelenmiyor, halbuki hiçbir devir şimdiki kadar koroedyaya yatkın olmamıştı. Ve bunun çoktan gerçekleş·

Bu ağırbaşlı çağda böyle düşünülmüyor, yine de gariplik şu ki, tabiatı icabı daha bir sağgörüsüz ve daha az enikonu düşünen paganlıkta bile, eski Yunanın yvii:ı8ı O"EUt>TOV (Yunanca "kendini bil!") hayat görüşünün iki gerçek temsilcisi, insanın kendinde derinleştiğinde ilk fark ettiği şeyin kötüye eğilimi olduğuna, her biri kendi tarzında işaret etmişti. Pythagoras ve Sokrates'i kas­ tettiğimi belirtmeme gerek yoktur sanırım. *

1 29

KORKU VE TİTREME

memiş olmasına, yani bu çağın bir generatio 12quivoca3 1 ile bile kahramanını, tüm çağı gülmeye ve kendine güldüğünü unutınaya sevk eden o korkunç oyunu acımasızca sahnelerne­ ye hevesli şeytanı, daha hala yaratmamış olmasına akıl sır er­ miyor. Zira insanlar daha 20'sindeyken en yükseğe erişiyorsa, yaşamın gülünrnekten öte bir değeri kalır mı? Kaldı ki bu yaş, manastıra kapanma faslı kapandıktan sonra, bundan daha yüksek hangi hareketi icat edebildi? İnsanları şeref masasın­ daki en yüksek hareketi yaptıklarına adice inandırmak ve hat­ ta onları, daha azını denemekten sinsice alıkoymak, aşağılık bir dünyaperesdik, ihtiyatkarlık, pısırıklık değil mi? Manastır harekatını tamamlamış kişinin geriye yapacak bir tek hareketi kalmıştır, absürdünki. Zamanımızcia kaç kişi absürdün32 ne olduğunu biliyor, zamanımızcia kaç kişi her şeyden vazgeçmiş veya her şeye sahip olarak yaşıyor, kaç kişi sırf neyi yapabile­ ceğini ve neyi yapamayacağını bilecek kadar dürüst? Sonra böyleleri bulunsa bile, bunların daha az mürekkep yalamış ve nispeten kadınlar arasından çıktığı doğru değil mi? Dev­ rimiz nasıl kendini, kusurlarını hiç anlamaksızın, bir tür sağ­ görüyle13 açığa vuruyorsa, şeytani biri de tıpkı öyle, kendini anlamadan açığa vurur; çünkü bu olgu durmaksızın gülünçlük icap ettirir. Çağımızın ihtiyacı gerçekten bu olsaydı, belki tiyatro da birinin aşkı uğruna ölmesini güldürüye çeviren yeni bir oyun türüne ihtiyaç duyardı, veyahut bu gerçek hayatta aramızda vuku bulsaydı, çağımız gerçekten bu tür bir vakaya tanık olsaydı, bir kere olsun ruhun gücüne İnanacak, 3 1 (Latince) Abiogenez (abiogenesis). 32 Burada hatırda tutulması gereken şey, SK' nın "zamanımız, çağımız" dediğinin, bizimkiyle özdeş olmadığı gibi, "absürd"e yüklediği anlam da, bi­ zim Fransız varoluş felsefesine (Sartre ve Camus) dayanarak deşifre ettiğimiz gibi değildir. SK'daki, ortaçağın teolojik düşün geleneğine bağlı credo quia absurdum'dur (inanıyorum, çünkü absürt). Absürt (açıklanamaz, aniaşılamaz olan), mantık ve inanç arasında bir köprü (dolayım) kurulmadığı zamanki koşuldur, yani bu, kişinin - SK'nın ifadesiyle - "adayış"a (Danca springet) geçmek zorunda olmasıdır. Absüre burada yatar. 33 (Danca/İngilizce) Clairvoyance (latince) cldrus (net) + vayance (görüş). 1 30

PROBLEMA III

insafsızlığı, kendindeki iyiliği sefilce boğacak kadar başlayan bir cesarete, başkalarındakini ise boğacak - yani kahkahaya - kadar bir kıskançlığa sahip olsaydı, bu, çağımız için bilakis daha yararlı olmaz mıydı? Zamanımızın sahiden, gülecek bir şey bulmak için bir hazırcevabın gülünç bir Erscheinunguna mı34 ihtiyacı var, veya daha doğrusu bu gibi hevesli bir zatın ona neyi unutmuş olduğunu hatırlatması için? İnsan, korkuyu helecana getirmedi diye benzeri tarzda ama daha dokunaklı bir konu istese, Tobias'ın Kitabı'ndakP5 bir hikayeye başvurabilir. Genç Tobias, Raguel ve Edna'nın kızları Sara'yla evlenmek ister. Fakat kızın başından acıklı şeyler geçmiştir. Daha önce 7 defa evlenmiş, eşlerinin hepsi de gerdek odasında ölmüştür. Benim tarzıma göre, bu nokta, anlatıda bir kusur oluştururdu, zira başından 7 başarısız evli­ lik girişimi geçmiş olsa da bir kızın, sınavda 7 kez çakan bir öğrenci kadar sonuca ulaşmış olduğu düşünülürse, anlatıda gülünç bir izlenirnin ortaya çıkmaması olanaksızdır. Tobias'ın Kitabı'nda vurgu daha başka bir yerdedir, ve dolayısıyla sayı­ nın yüksekliği önemli ve hatta bir anlamda trajik bir katkıda bulunur; çünkü genç Tobias'ın asaleti çok daha yüksektir, bu kısmen anne babasının tek oğlu olduğu (6, 15) , kısmen de caydırma unsuru daha ağır bastığı için böyledir. Bunun orta­ dan kalkması şarttır. Sara, daha önce hiç aşık olmamıştır, için­ de hala genç bir kıza has bir coşkun mutluluk, hayatındaki en mühim öncelikli görev, "Vollmachtbrief zum Glücke"36 sak­ lıdır - bir erkeği tüm kalbiyle sevmek. Ve buna rağmen her­ kesten daha mutsuzdur, çünkü ona (kıza) aşık o kem şeytanın, damadı düğün gecesi öldüreceğinden haberi vardır. Keder hakkında çok şey okudum, ve bu kızın hayatındaki keder ka­ dar derinini başka yerde bulmanın mümkün olabileceğinden kuşkuluyum. Bununla beraber, mutsuzluk hariçten gelince tescilisi de bulunur. Hayat, insana onu mutlu edecek şeyler 34 Tezahür. 35 Tevrat'taki doğruluğu şüpheli anlatılardan biri; SK 6-8. bölümlere gönderme yapıyor. 36 Mutluluğa yetki belgesi. Schiller'in bir şiirinden. 131

KORKU VE TITREME

sunmamış olsa da, bunların kabullenebileceği şeyler olması yine de bir teselli unsurudur. Fakat zamanın gideremediği, zamanın iyileştiremediği uçsuz bucaksız o keder, hayat ne yaparsa yapsın, bunun bir işe yaramayacağıdır! Bir Yunanlı yazarın şu sözlerindeki basit toylukta çok şey gizli: mivrroç; yap ouöı>ıç; Epffi't(l Eq>UyEV ll cpruÇı>tat, JlEXPl av KaAAoÇ ll Kai 6q>9UAJ.I.Ol �Mnrocnv (Zira şu kesin ki, Eros'tan37 uzak durabilecek kimse çıkmadı, güzellik ve gören gözler oldukça da çıkmayacak (bkz. Longi Pastoralia)38). Aşkta mutsuz ol­ muş bir yığın kız vardır, lakin hep öyle (mutsuz) olmuştur, Sara, öyle olmadan evvel de öyle idi. Kendini teslim edecek birini bulamamak zor şeydir, fakat kendisini teslim edeme­ mek, sözcükler/e ifade edilemeyecek kadar zordur. Bir genç kız kendini bir kere teslim etmeye görsün, artık özgür değildir denir, lakin Sara hiçbir zaman özgür olmadı, oysa kendini hiç teslim etmemişti. Tobias'ın en nihayet onunla evlenmek iste­ mesi, hangi dünyevi kederlere gebe değildi acaba? O evlilik merasimleri, O hazırlıklar! Hiçbir kız Sara kadar aldatılmadı; o en büyük nimetten, en fakir kızın bile sahip olduğu mutlak zenginlikten, teslimiyetre yatan o güvenli, sınırsız, özgür, diz­ ginlenemez cehennem azabından mahrum edildi; balık yü­ reği ve ciğer, kor gibi kömürlerin üzerine konulmuştu39 bir kere, evvela tütsü yakılacaktı. Ve anne; kendisi gibi her şeyden mahrum edilmiş, üstelik kendi öz annesini de, sahip olduğu en güzel şeyden mahrum etmeye mecbur kızıyla nasıl olur da vedalaşması gerekmezdi? Şimdi hikayeyi okuyoruz. Edna adayı hazırladı, Sara'yı içeriye götürdü ve ağladı, ve kızının gözyaşlarını içine sindirdi. Ve ona dedi ki: Yavrum, yürekli ol. Yerin ve göğün Hakimi bu keder için sana sevinçler balışeder inşallah! Kızım, yürekli ol. Ve şimdi gerdeğe girme anındayız, tabii gözyaşlarından okumaya devam edebilirsek: fakat ikisi 37 (Latince) Aşk. 38 Yunan yazar Longos'un (Daphnis & Khloe) hakkındaki çoban­ veya pastaral manzum eserinden (M.S. 200) alıntı. 39 Çıkan duman düğün gecesi şeytanı korkutup kaçıracak - ve Tobias'ı (ve Sara'yı) kurtaracaktır. 1 32

PROBLEMA lll

yalnız kaldıklarında Tobias yataktan kalktı ve dedi ki: Kalk, hacım! Merhamet etmesi için Tanrıya dua edeceğiz (8, 4). Bu hikayeyi bir şair okusaydı ve kullanacak olsaydı, bire yüz bahse girerim ki her şeyi genç Tobias'ın üzerine yıkar­ dı. Hayatını böyle gözle görünür bir tehlikeye atmaya hazır bir kahramanlık örneği, zaten hikaye de bunu bir kere daha bize hatırlatıyor: düğünün ertesi sabahı Raguel Edna'ya şöy­ le der: kızlardan birini gönder, hala sağ mı bir baksın, de­ ğilse onu gömüvereyim de kimseler bilmesin (bkz. 8, 1 3) şair bu kahramanlığı (anlatmayı) kendine görev sayardı. İznin izle bir başka öneride bulunmak istiyorum. Tobias yi­ ğitçe, yüreklke ve mertçe hareket etti, hangi erkekte bunu yapacak cesaret yoksa, o aşktan da, erkeklikten de, hayatın değerinden de bihaber bir hanım evladıdır; vermenin al­ maktan daha iyi olduğuna dair o küçük sırrı kavrayamamış­ tır ama büyüklükten de haberi yoktur: almanın vermekten çok daha zor olduğundan; yani bir şeyi feda etme cesaretine sahip olup da, buna tam ihtiyaç olduğu an ödlekleşmemek. Hayır, Sara, o bir kahramandır.40 Ona, hiçbir kıza yakınlaş­ madığım kadar, ya da hakkında bir şeyler okuduğum birine düşüncelerimde yaklaşmaya cezbolmadığım kadar yakın­ laşmak isterim. Zira insan kendi suçu olmaksızın her şeyi en baştan sakatlamış, daha ilk baştan mahvolmuşluk örneği sergilemişse, hangi Tanrı aşkı onu iyileşmeye ikna edebilir! Sevdiğine böyle bir cüretkarlığın sorumluluğunun yüklen­ mesine göz yuman, ne biçim bir etik olgunluktur! Bir baş­ kasına duyduğu hangi alçakgönüllülük! Onu her şeyi borçlu olduğu erkekten bir anda nefret ettiren, nasıl bir Tanrı inan­ cıdır! Şimdi Sara'nın erkek olduğunu farz edelim, o zaman şeytanilik tam el altında olacaktır. Gururlu, asil tabiatı her -

40 (Danca) Heltinde: (kadın) kahraman. (Danca) Helt: (erkek) kah­ raman. Daneada erkek ve kadın kahramanlar farklı sözcüklerle ifade edilir. Burada "kadın kahraman" demek, Türkçede yerinde olabilirdi; ancak Sara'nın kadınlığına vurgu yapıldığı şeklinde anlaşılabileceğinden, böyle bir yanılgıya/ anlam kaymasına yol açmaması için, "kahraman" olarak çevrilmiştir. 1 33

KORKU VE TİTREME

şeyi kaldırabilir, lakin bir tek şeyi, merhamet edilmeyi kal­ dıramaz. Merhamette bir tür hakka tecavüz söz konusudur, bunu sadece büyük bir güç ona sağlayabilir; zira o kendi başına buna katiyen hedef olamaz. Günah işlediyse, cezasını umudunu kesmeden çekebilir, ama rahmindeki masumiyer­ ten - burnundaki o tadı bir koku - sonra merhamete kur­ ban olmak, işte o buna katlanamaz. Merhametin tuhaf bir diyalektiği vardır, bir an suçu icap ettirir, bir an sonra onu reddeder, ve bundan ötürü, işi merhamete kalmış kişinin bahtsızlığı ne kadar maneviyara eğilimliyse, giderek bir o kadar korkunçlaşır. Fakat Sara'nın hiç suçu yoktur, o her ızdırabın ortasına bir yem gibi fırlatılmış ve üstüne üstlük bir de insani sempatiyle eziyet görmüştür, zira ben bile ona, Tobias' a olduğundan daha fazla hayranım, ben bile şöy­ le haykırmaksızın onun adını ağzıma alamıyorum: zavallı kız! Bırakalım Sara'nın yerine bir erkek geçsin, ve ona, eğer bir kıza aşık olursa, melun bir ruhun zifaf gecesinde gelip onu öldüreceğini bildirdim, çok muhtemelen şeytaniliği se­ çecek, kendi içine kapanacak ve tıpkı şeytani ruhun gönül rahatlığıyla, içinden şöyle diyecektir: "Teşekkür ederim, ben ne merasim ne macera düşkünüyüm, aşk heveslerinde de diretmiyorum, kızların zifaf gecesi yere yığılışlarını seyret­ mekten keyif alan bir Blaubart41 bile olabilirim." Özellikle zamanımızda, keşfedilrnek geçerli bir koşul olsa da, şeytanla bağ kurmaktan biraz anlayan bir gözlemci, her bir insanı hiç olmazsa bir dakikalığına kullanmayı başarsa bile, insan genelde şeytanilik hakkında pek bir şey öğrenemiyor. Sha­ kespeare bu bakımdan bir kahramandı ve hep öyle kalacak. O korkunç şeytan, Shakespeare'in betimlediği, hem de fev­ kalade betimlediği o şeytani karakter: Gloster42 (bilaha­ re, Üçüncü Richard) , onu şeytan yapan neydi? Besbelli ki, çocukluğundan bu yana eline terkedildiği merhameti artık 4 1 (Almanca) Mavi Saka!. Ludwig Tieck'in ( 1 773- 1 853) hikayelerin­ deki efsanevi bir karakrer. (Danca) BIJ.sk�g. 42 W. Shakespeare: III. Richard adlı sahne oyunundaki "Gioucesrer" adlı baş kahramana gönderim yapılıyor. 134

PROBLEMA III

taşıyamamasıydı. Üçüncü Richare/ın 1. perdesindeki mono­ loğu yaşamın korkuları ve manası hakkında hiçbir fikri ol­ mayan ahlak sistemlerinin tümünden daha değerlidir.

. . . ben ki kaba ve küstahım, ve aşkın ihtişamından mahrum işveli ve arzulu birperi için çalım atacak; ben ki bu hain mizacımla, kandım bir harika endama ve kolların latifhatlarına, yarım kalmış bir kötürüm, vaktinden evvelyollanmış ışığa ve havaya güç bela, cılız bir uydurmaca, öyle aksak ve öyle çarpık çurpuk ki köpekler havlamadan duramaz bana, önlerinden sekerek geçecek olsam. 43 Gloster'in mizacındakiler bir toplum fikrine aktarılarak kurtuluşa erdirilemez. Etik aslında onlarla sırf alay etmekte­ dir, Sara'ya "niçin tümeli dışlaştırıp, onunla evlenmiyorsun?" diye sormaya kalksaydı, kızı alay konusu yapmış olacağı gibi. Bu mizaçtakiler en başından itibaren paradokstadır, ve hiç­ bir suretle başkalarından daha kusurlu değildir; sadece şu var ki, onlar ya şeytanilik paradoksunda kendilerini kaybeder, ya da ilahilikte kurtuluşa erer. İnsanlar oldum olası, cadıların, 43 SK, Gloster'ın 1 . perdede söylediği bu repliği, Korku ve Titreme'nin Schlegel & Tieck yayınevi tarafından yayımianmış ( 1 839- 1 84 1 ) baskılarında Almanca olarak alıntılamıştı. Bunun, ya eserin Berlin'de yazılmış olmasından, ya da SK' nın Almancaya İngilizceden daha aşina olmasından ileri geldiği dü­ şünülebilir. Elinizdeki kitapta Türkçe metin, İngilizce aslından Daneaya çev­ rilmiş Sam/et Shakespeare (P. Haase & S0ns Forlag, 1 998, s. 721) adlı kitaptaki metin esas alınarak yapılmıştır:

WShakespeare: Richard lll, Act 1, Scene. .. .!, that am rudely stamp'd, and want love's majesty To strut before a wanton arnb/ing nymph; I, that am curtail'd ofthis foir proportion, Cheated ofJeature by dissembling nature, Deformed, unfinish'd, sent before my time Into this breathing world, scarce halfmade up, And that so lamely and unfashionable That dogs bark at me as I halt by them. 1 35

KORKU VE TiTREME

cinlerin, gulyabanilerin vs. hilkat garibesi olduğunu düşün­ mekten pek hoşlanır, ve hepsinin de, bir hilkat garibesi gör­ düğünde, bunu fıkren hemen ahlaki bir kusurla ilişkilendir­ diğini reddedemeyiz. Ama bu fazlasıyla haksız bir yargı, zira durumu tersine çevirmek gerekiyor, onları hayatın kendisi çarpıtmıştır, tıpkı çocukları terbiyesiz yapan bir üvey anne gibi. Mizacın kökeninin veya tarihçesinin tümelin haricin­ de bırakılması şeytaniliğin başlangıç noktasını oluşturur, fakat bireyin burada bir suçu olmaksızın. Cumberland'in Yahudi'si, 44 iyi de hareket etse, böyle bir şeytandır. Demek ki, şeytanilik kendisini, başkalarını küçümsemek olarak da dışlaştırabilmektedir, bu öyle bir küçümsemedir ki, şeyta­ ni insanı küçümseyerek hareket etme noktasına getirmez, onun gücü, kendisi hakkında hükümde bulunan diğer her­ kesten daha iyi olduğunu bilmesinde yatar. - Tüm bu me­ selelerde tercihen evvela şairler ikaz lambalarını yakmalı . Günümüzün genç şairlerinin n e kitap okuduklarını Tanrı bili r! Derste öğrendikleri herhalde kafıye ezberlemekten iba­ ret. Hayattaki önemleri nedir, bir Tanrı bilir! Ben şu anda onların ruhun ölümsüzlüğü için iyi örnek oluşturmaların­ dan öte bir işe yarayıp yaramadıklarını bilemiyorum, zira insan onlar için tıpkı Baggesen'in, şehrin şairi Kildevalle45 hakkında dediklerini büyük bir keyifle içinden geçirebilir: o ölümsüz olursa, hepimiz de oluruz. - Burada Sara hakkın­ da söylenenler daha ziyade şiirsel bir sunuşa yakıştığından hayal gücüne hitap eder, anlamı tam kavrayabilmek için psikolojik bir dikkatle şu eski özdeyişin derinine inmek ge­ rekir: " İçinde bir parça dementia46 olmayan hiçbir büyük 44 (Danca) joden. Richard Cumberland'ın ( 1 732- 1 8 1 1 ) bu addaki sahne oyununun başkahramanı, Yahudi Scheva'dır. 45 Danimarkalı şair ve yazar Jens Baggesen'in ( 1 764- 1 826) "Kirkega­ arden i Sobradise" adlı, Sobradise isminde hayali bir ülkede geçen şiirindeki karakter. Bkz. Jon Stewart (ed.), S0ren Kierkegaard Research Center, Univer­ sity of Copenhagen: Kierkegaard and his Danish Contemporaries: Literature, Drama andAesthetics. Ashgate Publishing, 2009, cilt. 7, ss. 40-4 1 . 46 (Latince) Demens kelimesinden: bunama, demens amnezi. 1 36

PROBLEMA III

deha yoktur."47 Zira buradaki dementia dehanın hayattaki çilesi ve - tabir-i caizse- tanrısal gıptanın dışavurumuyken, bizzat deha zaafının dışavurumudur. Böylelikle, ta en baştan itibaren dehanın tümel karşısında kafası karışıktır ve para­ doksalla ilişkiye sokulmuştur; demek ki, ya kendi gözünde sınırsız gücünü acizliğe dönüştüren kısıtlılığının çaresizliğin­ de şeytani bir tatmin arayacak ve bu yüzden bunu Tanrıdan da insanlardan da gizli tutacak, ya da kendini Tanrı aşkında yatıştıracaktır. Zannımca, burada insanın isterse seve seve bir ömür adayabileceği psikolojik analiz işi var; gelin görün ki, bu hususlarda bir tek sözcük bile duyduğumuz öyle ender ki. Deliliğin dehayla nasıl bir bağlantısı vardır? Biri, diğeri üze­ rinden kurgulanabilir mi? Deha hangi anlamda ve ne ölçüde içindeki deliliğe hakim olabilir? Söylemeye gerek yok ki, bir dereceye kadar hakimdir, yoksa sahiden deli olmuş olurdu. Böyle gözlemler büyük ölçüde beceri ve aşk gerektiriyor; çün­ kü büyük insanları gözlemlemek fevkalade zordur. İnsan, üs­ tün yetenekli yazarlardan bazılarını, bunu göz önüne alarak okumaya girişse, bin bir zorluk pahasına da olsa tek tük şeyler keşfetmesi yine de belki mümkün olabilirdi. Tümeli gizli ve suskun kalarak korumak isteyen birey için bir örnek daha vermek istiyorum. Bu bağlamda Faust efsanesinden faydalanabilirim. Faust bir kuşkucu,· bedensel 47 SK, Lucius Annaeus Seneca'ya (M.Ö. 4 M.S 65) ait bir cümleyi alınnlıyor. (Latince) : nullum unquam exstitit magnum ingenium sine aliqua -

dementia. *

Kuşkucu yerine, başka bir benzeri şahsiyet de kullanabiliriz, örneğin keskin görüşüyle yaşamın gülünçlüğünü temelinden fark etmiş bir ci­ nas ustası, hayattaki güçlere karşı gizli bir anlayış içinde, hastanın ne arzu ettiğini bilebilen birini. O, eğer kullanmak isterse, kahkahanın gücüne sahip olduğunu bilir, zaferinden emindir, evet, dahası, mutluluğundan da emindir. Ona karşı bir sesin yükseleceğini, fakat sonra kesileceğini bilir, kendinin daha güçlü olduğunu bilir, erkekleri bir dakika daha uzun ciddi gösterebileceğini bilir; ancak gizlice sezdirmeden onunla beraber gülrnek için içierinin gittiğini de bilir, kadınlara konuşurken yelpazelerini bir dakika daha uzun gözlerinin önünde tutturulabileceğini bilir, lakin yelpazenin arkasında güldülderi ni bilir, yelpazenin tam geçirimsiz olmadığını bilir, üzerine görünmez bir yazı yazıla­ bileceğini bilir, bir kadın onun arkasından yelpazesini sallayınca, bunun onu 137

KORKU VE TİTREME

'

tutkuların peşinde koşan bir ruhani apostat tır. 48 Şairlerin fikri budur, ve her devrin bir Faust'u olduğu durmaksızın tekrarlandığı halde, bu şairler hala bıkıp usanmadan üzerine basa basa aşınmış aynı anayoldan birbirlerini izlemeyi sür­ dürüyor. Gelin ufak bir değişiklik yapalım: diyelim ki Faust par excellence49 bir kuşkucudur50 ama sempatik tabiatlıdır. Goethe' nin Faust anlayışında bile şüphenin kendiyle gizli sohbetlerine daha derinlemesine bir psikolojik bakış bulabil­ mem olanaksızdır. Çağımızda kuşkuyu herkes yaşamış olsa da, hiçbir şair, daha bu yönde bir adım atmadı. Onlara buna ilişkin bütün tecrübelerini yazarken kullansınlar diye not kağıdı olarak saray tahvilleri sunmayı bile düşünebilirdim, zira tüm yazacakları topu topu sağ marjı doldurabilirdi. Faust'u ancak bu şekilde, kendi içine doğru büktüğümüz zaman, kuşku, şiirsel görünebilir, ancak o zaman kuşkunun anladığı manasma geldiğini bilir, kahkahanın nasıl insanın içine sinsice kayıp girdiğini ve orada gizlenip yaşadığını, ve orayı bir kere kendine yuva edin­ di mi de, pusuda oturup beklediğini kesinlikle bilir. Böyle bir Arisrofanes düşünelim, veya böyle bir Voltaire, biraz değişmiş şekliyle; çünkü semparik bir tabiata sahiptir, hayatı sever, insanları sever ve başka bir şeyle olmasa da kahkahayı lanedeyerek, seçkin bir genç nesli belki terbiye edebileceğini, fakat bu arada bir sürü insanın da heba olacağını bilir. Dolayısıyla susar, ve elinden geldiğince gülmeyi unutur. Fakat susma riskine girebilir mi? Belki birçoğu, değindiğim zor!uğu görebilmekten acizdir. Muhtemelen de, susmanın takdire değer bir yüce gönüllülük olduğunu düşünüyorlardır. Ben kesinlikle böyle düşünmüyorum, çünkü ben, bu tabiattaki biri susacak kadar yüce gönüllü değilse, onun hayata ihanet ettiğini düşünüyorum. Ve ondan bu yüce gönül­ lülüğü talep ediyorum; fakat ona sahip olduğu zaman, sessiz kalma cesareti de bulacaktır. Etik tehlikeli bir bilimdir, ve Arisrofanes'in, muhakkak ki sırf erik açıdan, yolunu şaşırmış bir çağı yargılama işini kahkahaya vermeye ka­ rar vermiş olması pekala mümkündür. Estetik yüce gönüllülüğün burada bir faydası olmaz; çünkü bu hesapta veresiye olmaz. Susacaksa, paradoksa da girmek zorundadır. - Bir örnek daha vermek istiyorum; diyelim ki, her insan bir kahramanın hayatını izah edebilir, ve o bunu acıklı bir tarzda yapabilir, kaldı ki çağlar boyunca insanlar hiç farkına bile varmaksızın, bu kahramanda mutlak bir huzur ve güven bulmuştur. 48 (Latince) dininden dönen kimse, dönek. 49 S K bu terimi Fransızcadaki anlamıyla (yani, en önde gelen olarak) değil, Yunancadaki anlamıyla (yani Kan:Çoxfıv seçkin) kullanıyor. SO (Fransızca) sceptique. =

138

PROBLEMA III

bütün ızdıraplarını kendi de gerçekten keşfedebilir. Yaşamı omuzlarında taşıyanın ruh olduğunu bilir, fakat güvenli ve neşeli ömür sürenler, bunun ruh gücünden ileri gelmediğini de, düşünsel olmayan en kolay neşelilik durumu olarak açık­ lanabileceğini de bilir. O bir kuşkucu gibi, bir kuşkucu ola­ rak bunların hepsinden daha yüksektir, ve biri onu kuşkudan geçtiğine inandırarak kandırmaya kalkışırsa, onun içyüzünü rahatça okur; çünkü bir kere ruhun dünyasında bir hareket, yani sonsuz bir hareket yapmış kişi, karşısındakinin deneyim­ li mi yoksa bir Münchhausen51 mı olduğunu, konuşmasının satır aralarından hemen sezinleyebilir. Faust kuşkusuyla, bir Tamerlan'ın52 Hunlarıyla üstesinden geldiklerinin tıpkısını başarabileceğini bilir - insanları korkutup dehşete düşürmek, hayatlarını ayaklar altına almak, dört bir yana dağıtmak, or­ talığı korku çığlıklarıyla çınlatmak. Ancak bunu o yapsa bile hiçbir suretle Tamerlan olmaz, o sırf bir anlamda buna sala­ hiyetlidir ve fıkrin salahiyerine sahiptir. Fakat Faust sempatik tabiatlıdır, hayatı sever, ruhu kıskançlık nedir bilmez, uyan­ dırahileceği o girdabı durduramayacağının farkındadır, şan ve şeref delisi53 değildir - susar, şüphesini, günahkar aşkının meyvesini yüreğinin altında saklayan kızınkinden daha fazla bir ihtimamla ruhunda saklar, insanlarla mümkün olduğunca aynı tempoda gitmeye gayret eder, fakat içinde olup bitenlerle kendini içten yer bitirir, ve böylece tümelin bir kurbanı haline getirir. 5 1 Baron von Münchhausen ( 1 720- 1 797). Hayal ürünü macerala­ rı başından geçmiş gibi anlatan bir hikayeci. Hikayeleri Avrupa ülkelerinde çok tanınmış, kitap haline getirilmiş ve resimlere konu olmuşrur. " Baron von Münchhausen" adının/şahsının, lirerarürde "kendini beğenmiş" ve "müzmin yalancı"yla eşanlamlı kullanılması adenendi. Bu metinde de aynı teşbih yapı­ lıyor. 52 Moğol hükümdan Tirnur Lenk. SK burada haralı olarak Hun hükümdan demiş. Yazar, "Timurlenk" adını kullanarak burada ( 14. yüzyıl Avrupa'sında ranındığı ve daha sonra Avrupa tarih kitaplarında betirnlendiği gibi) yağrnacı, zalim, barbar insan dernek istiyor. 53 Veya şan delisi, iyiyle kötüyü ayıramayacak kadar ün düşkünlüğü. (Danca) Herostratisk �Ere. (Ingilizce) Herostratic honour. Herosrrarus sırf tarihe geçrnek için Anemis tapınağını yakmışn (M.Ö. 356). 1 39

KORKU VE TİTREME

Eksantrik biri kuşkuyu önüne katıp fırıl fırıl çevirerek ha­ vaya kaldırınca, bazen etraftan şöyle şikayet edildiğini işitiriz: keşke sesini çıkarmasaydı. Faust bu kanıyı temsil eder. Ruhen yaşamanın ne demek olduğu hakkında fikir sahibi kişi kuşku­ nun açlığının ne olduğunu bilir, ruhani besine olduğu kadar hayatın her günkü ekmeğine de aç olduğunu bilir. Faust'un çektiği bütün o ızdıraplar ona hükmedenin gurur olmadığı­ na iyi bir kanıt oluşturabilir ama ben çaba harcamadan icat ettiğim kolay bir sağduyu yöntemine başvuracağım; Küçücük çocukları lanederneyi üstlendiği için Gregorius Rimini'ye54 tortor infontium denildiği gibi, ben de kendime tortur heo­ rum55 demeyi düşünebilirdim; zira iş kahramanlara eziyet etmeye gelince pek yaratıcıyımdır. Faust Margrete'yi şehve­ ti seçtikten sonra görmez; zira benim Faust'um asla şehveti seçmez, Margrete'yi Mefıstofeles'in çukur aynasında görmez, tüm sevimli masumiyetinin ortasında görür, ve ruhundaki insan sevgisini haLı koruduğu için ona pekala da aşık olabi­ lir. Lakin o bir kuşkucudur, şüphesi hakikati onun için yok etmiştir; benim Faust'um öylesine idealisttir ki, o her sömestr bir saat kürsüde kuşku duyan bilimsel kuşkucular camiasma dahil değildir ama yeri gelmişken söyleyeyim, bundan başka her şeyi yapabilir, ve bunu da ruhun yardımı olmadan veya onun gücüne dayanmadan yapar. O bir kuşkucudur, ve kuş­ kucu bir ruhun gıdasına olduğu kadar hazzın gündelik rız­ kına da açtır. Buna rağmen, kararına sadık kalır ve susar, ve kimselere şüphesinden söz etmez, ve Margrete'ye de aşkından söz etmez. Demek ki, Faust bir konuşunca bunu ne sıradan bir tartışmaya sebebiyet verecek ne de her şeyi belki öyle, belki böylede bırakan neticesiz bir gevezelik tarzında sürdürmekle yetinemeyecek kadar ideal bir şahsiyettir (Her şairin rahadık54 Augustin'ci keşiş ( 1 300- 1 358). 1 4. yüzyıl ortaçağının belli baş­ lı Katolik teolog ve fılozoflarındandır. Vaftiz olmayan çocukların doğrudan Cehenneme gideceklerini vaaz ederdi. Bu yüzden kendisine "çocuk celladı" (tortor infantium) takma adı verilmişti. 55 (Latince) Kahraman eel/adı.

1 40

PROBLEMA III

la göreceği gibi kompozisyondaki komiklik burada, Faust'u, şüphe peşinde koşan, sahiden şüphe etmiş olduklarını ispat­ lamak için dışsal bir delil, örneğin, bir doktorluk belgesini gösteren, yahut her şeyden şüphe ettiklerine dair yemin billah eden, veyahut da seyahatleri sırasında bir şüpheciyle karşılaş­ mış olmalarını delil diye gösteren günümüz hakkabaz budala­ larıyla, ruh dünyasının o pazarlıkçıları ve sürat koşucularıyla ironik bir bağlantıya sokmasında yatıyor; ki onlar alelacele birinden kuşku, öbüründen iman kokusu alır, sonra cemaatin ince kum mu kaba kum mu istediğine göre, en uygun şekilde wirtschafter56). Faust ortalıkta terlikle dolaşamayacak kadar ideal bir şahsiyettir. Sonsuz tutkudan mahrum kişi ideal de­ ğildir, sonsuz tutkuya sahip olansa, ruhunu bu tür zırvalardan zaten çoktan kurtarmıştır. O kendini feda etmek için sessiz kalır - veyahut her şeyi karmakarışık edeceğinin bilinciyle konuşur. Sessiz kalırsa, etik onu suçlar. Şöyle der: "Tümeli kabul­ lenmelisin, bunu konuşarak yapabilirsin, ve sonra tümele acımaya da kalkma." Konuşan kuşkucu biri diye, hakkında arada sert yargıda bulunurken, bu görüş açısını da unutma­ malıyız. Şahsen ben, böyle bir davranış hakkında hoşgörülü bir yargıda bulunma yanlısı değilim, yine de her şeyde olduğu gibi burada da önemlisi, hareketlerin olağan cereyan etmesi­ dir. işler yanlış giderse, bir kuşkucu, konuşarak her türlü bela­ yı dünyanın başına saracak olsa bile, yine de her şeyin tadına bakan, ve şüpheyi, onu tanımaksızın tedavi etmek isteyen, bu yüzden de çoğunlukla şüphenin yırtıcı ve zapt edilemez halde patlak vermesine sebebiyet veren o sefil öpüşme hastalarından çok daha evladır. - Konuşursa her şeyi karmakarışık edecek­ tir; fakat böyle olup olmadığını sonradan öğrenecektir, ve ne­ ticenin ne eylem anında ne de sorumluluk açısından kimseye bir faydası dokunmayacaktır. 56 (Almanca) işini yürütür/işine bakar. SK burada Ludvig Holberg'in Erasmus Montanus ( 1 73 1 ) adlı sahne oyununda, Per Degn'in içine düştüğü duruma gönderme yapıyor ( 1 . perde, 3. sahne).

141

KORKU VE TİTREME

Kendi sorumlulukları ve taahhütleri altında suskun ka­ lırsa, belki yüce gönüllü hareket edemez ama ızdırabına bir miktar tereddüt ekleyecektir; zira tümel ona aralıksız eziyet edecek, şöyle diyecektir: Konuşacaktın, kararını yönlendire­ nin gizli bir kibir olmadığına başka nasıl emin olacaksın ki? Diğer taraftan kuşkucu, tekil özellikleri sayesinde mut­ lakla mutlak ilişkide bir birey olabildiği takdirde, sessiz kal­ maya hak kazanabilir. Bu durumda şüphesini suça çevirmek zorunda kalır. Ve de kendini paradoksta bulur, ama bu sayede kuşkusu tedavi edilmiş olur, etrafta başka şüphe edilebilecek­ ler olsun olmasın. İncil bile bu gibi bir suskunluğu onaylardı. Hatta İncil'de sadece gizlemek amacıyla kullanılması kaydıyla, ironiyi salık veren kısımlar göze çarpar. Kaldı ki bu hareket, öznelliğin hakikatten daha üstün olduğunu esas alan her şeye ait bir ha­ reket olduğu kadar, ironi hareketidir de. Günümüzde kimse bunu bilmek istemez, ne tuhaftır ki kimse ironi hakkında, onu pek kavrayamamış ve ona kin besleyen Hegel'in söyledik­ lerinden daha fazla şey bilmeye heves etmez, lakin günümü­ zün bundan vazgeçmemek için iyi bir gerekçesi bulunuyor; yeter ki kendini ironiye57 karşı koruyabilsin. Dağ vaazında şöyle buyrulur: oruç tutarken başına kutsal yağ sür ve yüzünü yıka ki diğerleri senin oruç tuttuğunu fark etmesin. Bu pasaj öznelliğin gerçek karşısındaki emsalsizliğinin açık bir kanıtı­ dır, evet, hatta ayartının mümkün olduğunun da. Günümüz­ de cemaatin fikri diye dedikodu yaparak etrafta fınk atanlar İncil' i bir okusalardı belki düşüncelerini değiştirirlerdi. *

Fakat şimdi İbrahim' e dönelim. O nasıl hareket etti? Benim unutmadığım gibi okuyucu da burada herhalde ra­ hatlıkla hatırlayacaktır ki, yukarıdaki incelerneme ram da bu noktaya değinebilmek için girişmiştim, bunu İbrahim böy57 SK'nın 29 Eylül ı 84 ı 'de Kopenhag Üniversitesinde savunmasını yaptığı doktora tezi ironi kavramı üzerine idi. 1 42

PROBLEMA III

lelikle daha iyi aniaşılacaktır düşüncesiyle değil, anlaşılmaz­ lık daha bir bölük pörçük olabilsin diye yaptım; Zira evvelce söylediğim gibi ben İbrahim'i anlayamam, ona yalnızca hay­ ran olabilirim. Aşamaların hiçbirinin İbrahim'in bir analojisi olmadığını daha önce belirtmiştim; onlar, sadece kendi kat­ manlarında incelenirken, olası bir sapma anında bilinmeyen ülkenin sınırına ilişkin belki bir ipucu verir diye geliştirildiler. Çünkü burada bir analoji söz konusu olacaksa, bunun gü­ nahtaki paradoks olması gerekti, lakin o da yine başka bir katmanda mevcut olduğundan, İbrahim'i açıklayamaz ama onu açıklamak İbrahim'i açıklamaktan çok daha kolay olur. Netice olarak, İbrahim konuşmadı, Sara'yla da, Eliezer'le de, İshak'la da konuşmadı, 3 etik makamı birden göz ardı etti; çünkü İbrahim için etiğin, aile hayatından daha yüksek bir dışavurumu yok. Kişi suskun kalarak bir başkasını kurtarabileceğini bi­ liyorsa estetik bireyin suskun kalmasına imkan tanır, evet, hatta bunu şart koşar. Zaten bu da İbrahim'in estetiğin kapsamında olmadığını göstermek için kafidir. Onun suskunluğu hiçbir suretle İshak'ı kurtarmak için değildir, zira İshak'ı kendi aşkına ve Tanrı aşkına kurban etme görevi bütünüyle estetiğe hakaret mahiyetindedir; çünkü estetik kendimi kurban etmemi pekila aniayabilse de bir başkasını kendi uğruma kurban etmemi anlayamaz. Estetik kahraman suskundur. Kaldı ki, etik onu suçlu görür, zira o kendine mahsus gelişigüzel özelliklerinin gücüyle suskun kalır. Onu susmaya sevk eden beşeri önsezisidir. Etik bunu affedemez, bu gibi bir beşeri anlayış daima bir yanılsamadır, etik sonsuz bir hareket gerektirir, açıklık gerektirir. Estetik kahraman aslında konuşabilir de bunu yapmak istemez. Sahici trajik kahraman kendini ve her şeyini tümel için feda eder; eylemi, içindeki her kımıltı tümele aittir, o görü­ nürdedir, ve bu görünürlükte etiğin sevgili oğludur. Bu İbra­ him için geçerli değildir, o tümel için hiçbir şey yapmaz ve gizlenmiş olur. 1 43

KORKU VE TiTREME

Artık paradokstayız. Birey ya kendine mahsus (tekil) be­ lirgin özellikleriyle mutlakla mutlak bir bağlantı içindedir, ki o zaman en yukarıdaki, etik değildir, ya da İbrahim yitmiştir, o ne bir trajik kahramandır, ne de bir estetik kahraman. Burada yine paradoks en zahmetsiz ve en kolay şeymiş gibi görünür. Ne var ki, hemen tekrar belirteyim, buna inan­ ınayı sürdüren kişi iman şövalyesi de değildir, çünkü muhtaç­ lık ve korku, akla sığmasa bile, akla gelebilecek tek mazerettir; sığsaydı, zaten o takdirde paradoks ortadan kalkardı. İbrahim susar - çünkü konuşmaktan acizdir, muhtaçlık ve korku da tam burada yatar. Zira ben konuşurken kendimi anlaşılır yapamazsam, gece gündüz durmadan konuşsam da bir şey demiş olmam. İbrahim'in durumu budur. Çok şey der de, bir tek şey bile diyemez, yani bir başkasının anlayacağı şekilde diyemediğinden, konuşuyor da olmaz. Konuşmanın rahatlatıcı yanı beni tümele aktarmasıdır. İbrahim harikulade şeyler söyleyebilir, İshak' ı ne denli sevdiğini bu yolla hangi dilde olursa olsun abartabilir. Fakat aklındaki bu değildir, orada düşüncelerinin en derininde yatan şey, bu bir sınama olduğundan, İshak' ı kurban etmeye rıza gösterdiğidir. Bu sonuncuyu kimse anlayamaz; dolayısıyla, herkes bir öncekini yanlış anlayabilir. Trajik kahraman bu muhtaçlığı yaşamaz. Onun ilk teselli bulduğu şey, her bir karşı görüşe salahiyet tanındığı, Klytaimnestra'ya, İfıgenia'ya, Achilleus'a, koroya, her canlıya, insanlığın kalbinden yükselen her sese, her zeki, her endişeli, her suçlayıcı, her merhametli düşüneeye kendi­ sine karşı çıkma hakkı tanıdığı kanısıdır. Kendisine söylene­ bilecek her şeyin, hiç esirgenmeden, acımasızca söylendiğine emindir - bütün dünyaya karşı savaş vermek teselli edicidir ama kendine karşı savaşmak dehşet vericidir - bir şey gözün­ den kaçmış olabilir mi diye, ve bir zaman sonra, Clarence'in öldürüldüğü haberini aldığında aynen Kral IV. Edvard gibi haykırmaya mecbur kalacak diye korkmasına belki lüzum kalmayacaktır:

1 44

PROBLEMA III

Onun için kim yalvardı? Ayaklarımın dibinde kim diz çöktü ben öjkeliyken, ve tekrar düşünmem için yalvardı? Kim kardeşlikten bahsetti, kim dostluktan bahsetti?58 Trajik kahraman yalnızlığın dehşetli sorumluluğundan habersizdir. Kaldı ki, Klytaimnestra'yla ve İfıgenia'yla birlikte ağlayıp hayıRanma olanağı vardır - ve gözyaşları ve feryatlar teskin eder ama kelimeleşemeyen iniltiler de zulmeder. Aga­ memnon harekete geçeceğinin bilinciyle, kendine hızla çeki düzen verebilir, bu sayede teskin etmeye de moral vermeye de vakti olur. İbrahim bunu yapamaz. Yüreği kabardığında, sözleri bütün dünyaya mutlu bir teselli olabilecekken, o, teselli edecek cesareti bulamaz, zira Sara da, Eliezer de, İshak da o zaman ona şunu demez miydi: "Bunu neden yapmak istiyorsun, istersen pekala vazgeçebilirsin?" Ve o son adımı atmadan, bu muhtaç anında kendini avutmak, sevdiği her şeyi kucaklamak istesey­ di, bu belki de korkunç bir netice doğuracaktı, hem Sara hem Eliezer hem de İshak ona kırılacak, ikiyüzlü olduğunu sana­ caklardı. İbrahim konuşmaktan acizdir, hiçbir beşeri dili ko­ nuşamaz. Yeryüzündeki tüm dilleri anladığı halde, sevdikleri de anladıkları halde, o yine de konuşamaz - o ilahi bir dilde konuşmaktadır, o veedin dilini konuşmaktadır.59 58 W. Shakespeare'in lll. Richard adlı sahne oyunundan bir replik (2. perde, 1 . sahne). SK'nın Almanca olarak alımıladığı replik, eserin sonraki basımlarında Daneaya çevrilerek alınnlanmışrır. Elinizdeki Türkçe çeviride Daneası esas alınmışnr. Metnin Alınaneası şöyledir: " !ch, roh gesprdgt, und

aller Reize baar,/Vor leicht sich dreh 'nden Nymphen mich zu brüsten;llch, so verkürzt um schiines Ebenmass,/Geschdndet von der tückischen Natur,/Entstetlt, verwahrlost, vor der Zeit gesandtl!n diese Wt?ft des Athmens, halb kaum fertigl Gemacht, und zwar so lahm und ungeziemend,/Dass Hunde bellen, hi nk ' ich wo vorbei. " 59 (Danca) at tale i tunger. (İngilizce) speak in tongues. Birtakım dini kaynaklara göre, İncil'de de bahsi geçtiği (Havarilerin konuşma dili ola­ rak) söylenen bir olgu. Trans halinde anlaşılmaz bir dille konuşmak (Latince) Glossolalia, Xenoglossi. Daha modern kullanımıyla, agulamak, saçmalamak, ve şizofreni belirtilerinden biri olan anlaşılmaz sesler çıkarmak ve anlaşılmaz sözcüklerle konuşmaya çalışmak. SK burada sözcüğün farklı anlamlarını ima edebilecek şekilde cinaslı kullanıyor. 145

KORKU VE TİTREME

Böyle bir çaresizliği gayet iyi anlayabiliyorum, İbrahim'e hayranlık duyabiliyorum, kimsenin bu hikayeyle baştan çıkıp tekil özelliğiyle birey olmak isteme sorumsuzluğunda bulu­ nacağından da korkmuyorum, fakat bunu yapacak cesaretim olmadığını ve o kadar ileriye gitmek bana geç de olsa nasip olsaydı daha da ileriye gitme olasılığından seve seve feragat ede­ ceğimi de itiraf ediyorum. İbrahim her an cayabilir, vicdani tereddüt geçirdiğini düşünüp olduğu gibi her şeye tövbe ede­ bilirse, konuşabilir ve herkes de onu aniayabilir - fakat o artık İbrahim olmaz. İbrahim konuşmaktan acizdir; çünkü diyeceğini, her şeyin açıklaması olacak (yani anlaşılır olacak) şekilde diyemez, bir başka deyişle, bunun bir sınama olduğunu, ayartı unsurunun etik olduğu bir sınama olduğunu söyleyemez. Bu durumdaki biri tümelin diyarından gelmiş bir göçmendir. Fakat bunu takiben daha da az şey söyler. Zira İbrahim, yukarıda birçok kez belirtildiği gibi, iki hareket yapar. Tevekkülün sonsuz hareketini yaparak İshak'tan vazgeçer, bu, kimselerin anlayabileceği gibi değildir, zira şahsa özel bir girişimdir; fakat ardından her dakika iman hareketini yapar. Bu onun avuntusudur. Şöyle demek­ tedir: Ama böyle olmayacak, veya olursa da Rabbim tümele dayanarak bana yeni bir İshak bahşedecektir. Trajik kahraman yine de hikayeyi sonlandırır. İfıgenia babasının kararına boyun eğer, kendi başına tevekkülün sonsuz hareketini yapar, ve artık anlaşım içindedirler. Trajik kahraman Agamenon'u anlayabilir, çünkü girişimi tümeli temsil eder. Diğer taraftan, Agamemnon ona şöyle demiş olsaydı: "Tanrı senden kurban olmanı talep etse de, bunu muhtemelen tümele dayanarak yapmadı," laf daha ağzından çıkar çıkmaz İfıgenia için anlaşılmaz olurdu. Bunu kişisel çıkar hesapları ile söylemiş olsaydı, İfıgenia onu kesin anlayacaktı; fakat bu Agamemnon'un tevekkülün sonsuz hareketini yapınamasına sebebiyet verecekti, ve bu takdirde o kahraman olmayacaktı, böyle olunca da kahinin sözü bir yalan­ dan ve bütün hadise bir vodvilden60 öte bir şey değildir. 60 Taşkımalı güldürü, varyete. (Danca/Fransızca) vaudeville. 1 46

PROBLEMA III

İbrahim konuşmadı. Sırf bir tek sözü, İshak' a hitaben bir tek repliği aklında tuttu, bu da daha evvel konuşmamış olduğunun yeterli bir delili. İshak İbrahim'e yakılarak kurban edilecek koyunun nerede olduğunu sorar. "Ve İbrahim der ki: Yakılacak kurban için Tanrı kendisi etrafa bakınacak, oğlum."61 İbrahim'in bu son sözünü biraz daha yakından inceleye­ ceğim. Bu söz olmasaydı, bu tüm olguda bir yitim yaratacak­ tı, bu söz farklı olsaydı belki her şey bir kafa karışıklığında kaybolup gidecekti. Bir trajik kahraman ister ızdırapla ister eylemle kahra­ manlığın doruğuna ersin, son sözün ona ait olup olmadığı sık sık kafaını kurcalamıştır. Zannımca, bu onun hangi yaşam sınıfına dahil olduğuna, hayatının ne ölçüde emelektüel bir anlama sahip olduğuna, ızdırabının veya eyleminin ruhla ne ölçüde ilişkili olduğuna bağlıdır. Demek ki trajik kahraman zirveye ulaştığı anda nutku turulmayanlar gibi, bir iki sözcük hatta belki yerinde bir iki sözcük söyleyebilir, fakat asıl mesele bunları söylemenin onun açısından ne ölçüde isabetli olduğudur. Hayatının anlamı dış­ sal bir eylemde yatıyorsa, söyleyeceği hiçbir şey yok demektir, çünkü dediği her şey, esasında saçmalık olur, ve sadece onun başkaları üzerindeki etkisini zayıflatır; fakat trajik protokol da onun, görevini - ister eylem ister ızdırap içersin - sesini çıkarmadan yerine getirmesini gerektirir. Konuyu çok dağıt­ mamak için elimizdeki örnekten yararlanacağım. İfigenia'ya bıçak çekecek Kalchas62 değil Agamemnon olsaydı, son anda bir iki söz söylemek istese, kendini küçültmüş olurdu; çünkü yaptığının önemi zaten herkes için aşikardı, dini bütünlük, merhamet, duygu ve gözyaşları dönemi artık sona ermişti, ve üstelik hayatının ruhla hiçbir bağlamısı yoktu, yani o ne 61 Mos.22,8. İncil'in modern çevirisinde bu ceplik şöyledir: 'Tanrı kendisi bir kurbanlık kuzu seçecek, oğlum." 62 Kahin ve kurbana şahitlik eden rahibin adı. Yunan efsanesi­ ne göre Thesror'un oğlu ve özellikle Troya destanlarında adı geçen en ünlü kahinlerdendir. Homecas'un İlyada destanında da bahsi geçer. 1 47

KORKU VE TiTREME

öğretmendi, ne de ruhun tanığıydı. Halbuki bir kahrama­ nın hayatının anlamı ruhsala eğilimliyse, söyleyecek bir şeyi olmaması, etrafında uyandırdığı intibayı zayıflatır. Söyleye­ ceği şey ne yerinde bir iki söz, ne de küçük bir beyanattır, repliğin ehemmiyeti, kahramanın en belirleyici anda kendi­ ni gösterebitmesine bağlıdır. Son sözün bu gibi entelektüel bir trajik kahramanda olması ve onun buna iyi sahip çıkması gerektir. Ondan beklediğimiz her trajik kahramana yakışan soylu tutumu görmektir, fakat bir tek sözcük de bekleriz. Çünkü bu gibi entelektüel bir trajik kahramanın, ızdırapla (ölümle) kahramanlığının doruğuna ulaşması halinde, son sözüyle, daha ölmeden ölümsüzleştiği halde, sıradan bir trajik kahraman, ilk kez ancak öldükten sonra ölümsüzleşir. Burada örnek olarak Sokrates'ten yararlanabiliriz. O en­ telektüel bir trajik kahramandır. Ölümü ona vahyedilir. Ve o an ölür; zaten ölmek için ruhun tüm gücünün gerektiğini ve kahramanın daima ölmeden önce öldüğünü idrak edemeyen kişi yaşam gözlemlerinde de görünür bir yol katedemeyecek­ tir. Şimdi kahraman olarak Sokrates'ten istenen, kendinde huzur bulmasıdır, entelektüel bir trajik kahraman olarak is­ tenense, son nefesinde kendini göstermesini sağlayacak kadar bir ruh gücüne sahip olmasıdır. O sıradan bir trajik kahraman gibi, kendini ölümle yüz yüze durmaya tam odaklandıramaz, fakat bu hareketi öyle hızlı yapmalı ki, aynı anda bilinciyle o çelişkiyi arkada bırakahilsin ve kendini gösterebilsin. Sokrates ölüm bulıranının tam ortasında suskun kalsaydı, hem haya­ tının etkisini zayıflatmış olacak, hem de ona içkin ironideki esnekliğin bir dünyasal güç olmadığı, esneklik oranının en can alıcı anda onu aksi bir kıstasla acınacak durumda ayakta tutmaya yarayan bir oyun olduğu şüphesine kapılacaktı." Bu replik, Sokrates'in en önemli gözleınİ addedilse de, bu tartışıla­ bilir, zira Sokrates şiirsellik açısından Plaron'un yanında çok hafıf kalırdı. Ben şöyle diyorum: O, ölüm ona vahyedildiği anda ölür, o an kendine yetmiş olur, ve sırf 3 oy çoğunluğuyla hüküm giymiş olmanın onu şaşırttığı şeklindeki, o meşhur cevabını verir. Ne şehir meydanındaki ıvır zıvır bir !afla, ne de bir bu­ dalanın saçma bir sözüyle, onu bizzat hayattan meneden ölüm hükmüyle alay 1 48

PROBLEMA III

Burada kısaca demek istenen İbrahim ıçın asla geçerli olamaz, tabii analojik olarak İbrahim için uygun düşecek bir sözcük bulabileceğimizi sandığımız ölçüde; kaldı ki, bu da İbrahim'in son anda bıçağı çekerek değil, söyleyecek bir sözü olduğundan kendine katlanması gerektiğini, imanın babası sıfatıyla mutlak bir manevi anlamı olduğunu görebildiğimiz ölçüde geçerli olabilir. Ne söyleyeceğini önceden hiç tahmin edemem ama söyledikren sonra pekala anlayabilirim, hacca bir anlamda, İbrahim'i, söylediği şeyin sayesinde anlayabilirim, lakin bu suretle ona, öncekinden daha fazla hiç yakınlaşmak­ sızın. Elimizde Sokrates'ten geriye hiçbir son söz kalmamış olsaydı, kendimi onun yerine koyarak düşünebilir, söyleyecek bir şeyler bulurdum, bunu ben yapamasam, bir şair yapardı, fakat hiçbir şair İbrahim' e erişemez. İbrahim'in son sözüne daha yakından bakmadan önce, herhangi bir şey söyleyebilmesindeki güçlüğe işaret etmeli­ yim. Daha evvel değinildiği üzere, paradokscaki muhtaçlık ve korku, tümüyle suskunlukcan ileri gelir. İbrahim konuşmak­ can acizdir. Bu ciheccen, ondan konuşmasını istemek, insa­ nın kendisiyle çelişkiye düşmesi demektir, tabii İbrahim'i en kritik anda paradoksu askıya alarak onu İbrahim olmakcan çı­ karacak, ve buna bağlı olarak, önceden cereyan eden her şeyi iptal edecek şekilde yeni baştan paradaksun dışına çıkarmak iscemiyorsa. İbrahim en belirleyici anda İshak'a dönüp şunu deseydi: Bu seni ilgilendiriyor, bu, güçsüzlükten başka bir şey olmazdı. Ola ki konuşabilseydi - ki konuşabilecek olsaydı, bunu zaten çokcan yapmıştı - o zaman güçsüzlük, tüm ızdı·

ettiğinden daha ironik bir tarzda alay edemezdi (Burada betimlenen durum, Plaron'un Sokrates'in Savunması adlı yapınndan alımılanmıştır; ancak, SK sa­ yıyı 3 olarak belirtirken, eserin daha sonraki güvenilir baskılarında bu sayı 30 olarak belirrilmişrir ki bu, SK' nın değerlendirmesini zayıflatmış oluyor -ç.n.). * Burada bir analoji söz konusu olabildiği derecede, bu, Pythagoras'ın ölüm halinde mevcuttur, Pythagoras ölüm döşeğindeyken kendinden daima talep edilen suskunluğunu nihayetlendirmek wrunda kalır ve onun için şöyle der: Öldürülmek konuşmaktan daha iyidir (Diogenes, 8. kitap, § 39) . (SK burada Diogenes Laertios'un antik felsefe tarihine gönderme yapıyor - ç.n.)

1 49

KORKU VE TİTREME

rabı evvelden zihninde canlandıracak ruh olgunluğu ve yo­ ğunlaşma gücünden mahrum olmasında değil, gerçek ızdırap, fikirdekinden fazla olsun diye, o ızdırabın bir miktarını kena­ ra itmesinde yatıyor olurdu. Üstelik bu tür bir konuşmayla paradokstan dışarı fırlardı, ve İshak'la hakikaten konuşmak isteseydi, durumunu bir tereddüde dönüştürmesi gerekirdi; zira aksi halde hiçbir şey diyemezdi, ve böyle yapınca da, tra­ j ik kahraman bile olamazdı. Buna rağmen, İbrahim'den kalan son bir söz vardır, ve paradoksu aniayabildiğim ölçüde, bu sözde İbrahim'in topyekun mevcudiyetini de anlayabilirim. O her şeyden önce hiçbir şey söylemez, ve bu tarzla söyleyeceği ne varsa söyler. İshak'ın cevabının ironik bir biçimi vardır, çünkü bir şey dediğimde, yine de hiçbir şey demiyorsam, bu hep ironidir. İshak İbrahim' e sorarken, onun bildiğini farz eder. İbrahim şöyle diyecek olsaydı: Hiçbir şey bilmiyorum, yalan söyle­ miş olurdu. Bir Şey diyemez; çünkü bildiğini söyleyemez. Onun için şöyle cevap verir: Tanrı kurban edilecek kuzuyu kendi arayıp bulacak, oğlum! Burada, yukarıda betimlendiği üzere, İbrahim'in ruhundaki çifte hareketi görürüz. İbrahim İshak'tan vazgeçmekle yetinseydi ve başka bir şey yapmasay­ dı, o zaman yalan söylemiş olurdu; çünkü Tanrının İshak'ı ondan kurban olarak talep ettiğini iyi bilir, aynı anda ken­ di de onu kurban etmeye gönüllüdür. Bu hareketi bir kere yaptıktan sonra, bir sonraki hareker olan absürde dayanarak iman hareketini her bir dakika yapıyor olur. Bir bakıma yalan söylemiyordur; çünkü absürdün gücüne dayanarak Tanrının bambaşka bir şey yapabilecek olması mümkündür. O hiç ya­ lan söylemez, ama hiçbir şey de demez; zira yabancı bir dilde konuşur. İshak'ı kurban edecek olanın bizzat İbrahim'in ol­ duğunu düşünürsek, bu husus daha da barizleşir. Görev farklı olsaydı, Tanrı İbrahim'e İshak'ı sadece Moriya Dağına götü­ rüp orada bırakmasını buyurmuş ve onu yıldırımıyla çarpa­ rak kendisi kurban etmiş olsaydı, açık sözlü olmak gerekirse, tıpkı İbrahim'in yaptığını yapmaya yani bilmece gibi konuşı so

PROBLEMA III

maya hakkı olabilirdi, zira neler olacağını o durumda kendi de bilemezdi. Ne var ki, görevin İbrahim' e bizzat ifa edecek şekilde verilmiş olması, onun o en kritik anda kendinin ne yapıyor olacağını yani İshak' ın kurban edileceğini bilmesini gerekir. Bunu kesin bilmeseydi, tevekkülün sonsuz harekeri­ ni yapmazdı, ki o zaman dediği şey aslında yalan olmasa da, o İbrahim olmakran çok uzakta olurdu. Trajik kahramandan daha önemsiz, hatta onu mu yapacak bunu mu yapacak kesin karar veremeyen, ve bu yüzden, hep bilmece gibi konuşan, kararsız bir adam olurdu. Lakin böylesi iradesiz biri de, iman şövalyesinin tam anlamıyla bir parodisidir. Yine burada da, İbrahim'i pekala anlayabilsek bile, bunu sırf paradoksu anlayabileceğimiz nispette başarabileceğimiz anlaşılıyor. Ben kendi hesabıma İbrahim'i pekala anlayabili­ rim, fakat cesaretimin, İbrahim gibi davranmak için yeter­ siz olduğunu idrak edebildiğim gibi, onun gibi konuşma cesaretim olmadığını da idrak edebilirim; kaldı ki, bu yüz­ den de onu hiçbir suretle hakir görmem, çünkü, tek mucize odur. Ve peki çağımız, trajik kahraman hakkında ne hüküm verdi? O, büyüktür, dedi ve ona hayranlık duydu. Ve asil kafa­ lıların muhrerem meclisi, her bir neslin, bir önceki nesil hak­ kında hüküm vermek üzere kurduğu o jüri, o da aynı yargıya vardı. Fakat İbrahim'i kimse anlayamadı. Ve o her halükarda neyi başardı? Aşkına sadık kalmayı. Oysa yüreğinde Tanrı aşkı taşıyanın gözyaşiarına ihtiyacı yoktur, hayranlığa ihtiyacı yok­ tur, o ızdırabı aşkta unutur; evet, öyle ki, sonunda topyekun unutur, geriye hiçbir ızdırap emaresi kalmaz, Tanrı hatırlat­ mak istemezse; Yüce Rab saklandığı yerden gözetler ve muh­ raçlığı bilir ve gözyaşı bekler ve hiçbir şeyi unutmaz. Demek ki, ya bireyin birey olarak mutlakla mutlak iliş­ kide olduğu bir paradoks mevcuttur, ya da İbrahim yitiril­ miştir.

151

Epilog 1 Bir zamanlar Hollanda'da baharat fıyatları biraz düşer gibi olunca, tüccarlar fıyatları yükseltmek için stokların bir kısmını denize döktürtmüştü. Bu affedilir, hatta belki de gerekli bir hileydi. Acaba ruh dünyasında da mı bir benzeri­ ne ihtiyacımız var? En yükseğe varmış olduğumuza o kadar eminiz ki, geriye elimizde, zaman doldurmaktan, kendimizi o kadar ileri gitmediğimize inandırmaktan başka hiçbir şey kalmadı mı? Bugünün nesline gereken şey bu gibi bir ken­ dini aldatma mı? Bunu bir meziyetmiş gibi göstererek mi bu kuşağı yetiştireceğiz? Yoksa bu neslin asıl ihtiyacı, görevlere gözüpekçe ve dürüstçe işaret edecek samimi bir ciddiyet, görevleri severek gözetecek, insanları korkutma yoluyla en yükseğe aldacele atılmaya sevk etmeyecek, görevleri herke­ sin gözüne taze ve güzel ve sevimli ve de cazip, lakin sırf zorluklarda heyecan bulan asil yaradılışlılara, güç ve heyecan verici gelecek şekilde koruyacak, samimi bir ciddiyet değil mi? Herhangi bir nesil, bir diğerinden ne öğrenirse öğren­ sin, en insani unsuru, bir öncekinden öğrenmiş hiçbir ne­ sil yoktur. Bu cihetten, her nesil işe ilkellikle başlar; önceki nesillerin hiçbirinden farklı görevi olmadığı gibi, bir evvelki nesil görevini kaytarıp kendini aldatmış olmadıkça, ondan fazla ilerlemez. Bu en insani unsur, tutkudur, bir nesil, bir diğer kuşağı da, kendini de tam manasıyla bununla anlaya­ bilir. H içbir nesil sevmeyi bir diğer nesilden öğrenmemiştir, hiçbir nesil başlangıçta farklı bir noktadan işe başlamaya­ caktır, hiçbir gelecek kuşağın önündeki görev bir öncekin­ den daha kısa süreçli değildir, ve ola ki, o, bir önceki nesil gibi, sırf sevmekle kalmak istemediğini, daha ilerlemek isteSonuç, somöz. 1 53

KORKU VE TiTREME

diğini söylerse, bu boş ve saçma bir laf olur. Fakat iman, insandaki en yüksek tutkudur, ve hiçbir ne­ sil burada selefinden farklı bir noktadan harekete geçmez, her nesil yeni baştan başlar, bir sonraki nesil, selefi görevine sadık kalmayıp yarı yolda bırakmış olmadıkça, onun gelmiş olduğu yerden daha ileriye gitmez. Bunun yorucu olduğu, tabiatıyla o kuşağın söyleyemeyeceği bir şeydir, çünkü o şimdi görevin sahibidir, ve bir evvelki kuşağın aynı göreve sahip olmuş olmasının bu durumla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur, tabii herhangi bir nesil veya o nesilden tek tük insan, yeryüzünü yöneten yorgunluk tanımaz ruhun hakkı olan makamı küstahlıkla ele geçirmeye heveslenmedikçe. Bir nesil göreve bununla başlarsa, hata eder, o zaman tüm yaşamın yanlış görünmesine şaşmamalı; zira yaşamı, daha hayattayken cennete giden ve yeryüzünü o görüş açısından izleyen masaldaki terziden daha yanlış bulmuş bir başkası kuşkusuz olmamıştır.2 Bir nesil yalnızca görevine dalınca, ki en büyük lüks de budur, hiç yorgunluk hissetmez; zira görev daima, insan yaşamının tümüne yetecek kadardır. Bir tatil gününde bütün oyunları saat 1 2'ye kadar oynayıp bi­ tiren çocuklar sonra sabırsızlıkla: Yeni bir oyun keşfedebi­ lecek kimse yok mu aramızda, diye sorduklarında, bu bize bu çocukların, bildikleri oyunları bir güne yayan çağdaş ak­ ranlarından da, bir önceki nesilden ahanlarından da daha gelişmiş ve daha ileri zekalı olduklarını göstermez mi? Yahut daha doğrusu, bu durum, ilk gruptaki çocukların, oyun oy­ namanın bir öğesi olan sempatik ciddiyet diyeceğim şeyden yoksun olduklarını ispat etmez mi? İman, insana mahsus en üstün tutkudur. Belki her ne­ silden bu kadar ileriye gidememiş çok insan çıkabilir ama bundan daha ileriye gitmiş kimse çıkmaz. Günümüzde bunu keşfedememiş olan var mı yok mu, bir yargıda bulu­ namam; burada yalnızca kendi şahsıma atıfta bulunabilirim, 2 SK, Alman Griının kardeşlerin "Cennetteki Terzi" adlı masalına gönderme yapıyor. 1 54

EPİLOG

ve bunu sıradan bir şey, örneğin bir an önce adattimak is­ tenen bir bulaşıcı çocuk hastalığı haline getirerek, kendimi ve büyük olanı kandırmaya kalkışmadan yapabilmek için, daha çok uzun yol kat etmem gerektiğini ört has etmeden yaparım. Fakat yaşam, imana henüz varamamış olan için de yeterince görev sunar, ve o bunları samimiyede severse, hayatı, en yükseğe fıkren sarılanınkine eş olmasa bile, boşa harcanmamış olur. Oysa imana varmış kişi (ister üstün is­ ter kıt zekalı olsun, durumu hiç etkilemez) imanda durup kalmaz, çünkü bunu bir başkasından duyup isyan etmek is­ temez, tıpkı, aşka takılıp kaldığını bir başkasının ağzından işiten bir aşığın, kendini hakarete uğramış hissedeceği gibi; ve içinden şöyle cevap vermek gelir: H içbir suretle oraya ta­ kılıp kalmış değilim, yaşamım tümüyle ona içkin. Ne var ki, daha ilerlemez, yani başka bir şeye doğru; ve bunun farkına varınca da, hemen başka bir izah bulur. "ilerlemek lazım; ilerlemek lazım." Bu ilerleme dür­ tüsü yeryüzünde ta eskilerden beri mevcuttur. O karanlık3 Heraklitos, ki düşüncelerini yazıya döküp, yazıdarını da Diana'nın4 tapınağına asarak saklaınıştı (düşünceleri ha­ yattaki zırhı olduğu için, o da zırhını tanrıçanın tapınağına astı), işte o karanlık Heraklitos şöyle demişti: Aynı nehirden iki defa geçemezsiniz.5 O anlaşılmaz Heraklitos'un bir müri­ di vardı; o, bu noktada takılıp kalmadı, ilerledi ve ilave etti: İnsan bunu bir kez bile yapamaz. 6 Böyle bir müridi olduğu için Heraklitos'a çok yazık! Bu değişiklik, Heraklitosçu

3 Fikirlerini kısa ve paradoksal ifade ettiği için eski Yunan düşünürü Herakliros'a (M.Ö. 540-480) " karanlık" lakabı rakılmıştı. Bundan amaç sırf en bilgelerin anlayabileceği seviyede konuştuğunu ima ermekri. 4 Zeus'un kızı ve Apollo'nun ikiz kız kardeşi, av tanrıçası Anemis'in Latince adı. 5 Plaron'un Kratylos adlı yapırından bir alımı. SK cümlede "giremez' i "geçemez" olarak değiştirerek kullanıyor. Cümlenin aslı şöyle: ''Aynı nehre ikinci kez giremezsiniz.". 6 SK burada bir Alman felsefe tarihi eserine gönderme yapıyor. Ten­ nemann Gesch. d. Philos, Ci lt 1 , s. 220. 1 55

KORKU VE TİTREME

doktrini geliştirip, hareketi inkar eden bir Elea7 doktrinine dönüştürdü; bu müride sadece Heraklitos'un müridi kal­ mak yetti, ama o, Heraklitos'un bıraktığı noktaya gerileme­ yi değil, onun bıraktığı noktadan ilerlemeyi amaçlayan bir mürit oldu.

7 Parmenides'in (M.Ö. 5 1 5-450) ve Elealı Zenon'un (M.Ö.490445) öndediğini yaptığı okul. Çoğulluk ve değişimin, algılarımızın tersine, var olmadığını ve özellikle de harekerin sadece bir yanılsamadan ibaret oldu­ ğunu savunan felsefe okulu. 1 56

MESELLER

S0ren Kierkegaard Batı düşünce tarihinde meseller unutulmaz imgelerle yer alır - örneğin, iyi Samariyalı, karanlık mağara du�arlarında dans eden gölgeler (Platon) , tarla faresi ile şehir faresi (Lut­ her) , Bunyan'ın Hacısı, Nietzsche'nin 'En Çirkin Adam'ı, Kafka'nın Şatosu ... Bütün bu örneklere bakınca Batı felsefi geleneğinin ahlaki ve tinsel iletişimi n aracı1!ı olarak mesele yö­ neldiğini söyleyebiliriz. Hiçbir yazar felsefi yazılarında meselleri, hikayeleri ve metaforları S0ren Kierkegaard kadar yoğun kullanmamıştır; onun bu çalışmaları zihnimize unutulmaz imgeler olarak ka­ zınmıştır. Bu kitabın amacı bu hikayelerin, mesellerin eleştirel bir inceleme için dikkatli bir biçimde bir araya toplanmasıdır. Bu çabanın altında yatan en büyük neden, Kierkegaard' ın Batı geleneğinin en önde gelen meselcileri arasında bulundu­ ğu gerçeğidir' 1 57

AFORİZMALAR

S0REN KJ ERKEGAARD

Soren Kierkegaard Bu kitap, yazarın, özgün adı 'Emen-Eller - Et Livs Frag­ ment' (Ya-Ya da - Bir Hayat Kırıntısı) olan eserinin önsözün­ den alıntılada derlenmiş. Bu önsözü, Kierkegaard'ın Victor Eremira adını taktığı yayımcı kaleme almış ve önsöze başlık olarak "Diapsalmata ­ ad se ipsum"u (Nakaratlar - kendine doğru) yakıştırmış. 'Diapsalmata, hem üslup hem içerik açısından, hayattan bezmiş kinik bir insanın düşün dünyasını da yansıtır. Uzun ve girift bir metin yazmaya bile eli gitmeyen bedbin biridir bu. Kısa pasajlar yazmakla yetinir, düşüncelerini kırıntılar halinde bir iki cümleyle kağıda dökebilir ancak, melankoli­ nin dibine vurmuş birinin karamsarlığı, bıkkınlığı, miskinliği vardır onda . . .

1 58