Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı? [1 ed.] 9786059707244


122 54 3MB

Turkish Pages 169 [170] Year 2017

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Table of contents :
a - 0001
Untitled.FR12 - 0001_1L
Untitled.FR12 - 0001_2R
Untitled.FR12 - 0002_1L
Untitled.FR12 - 0002_2R
Untitled.FR12 - 0003_1L
Untitled.FR12 - 0003_2R
Untitled.FR12 - 0004_1L
Untitled.FR12 - 0004_2R
Untitled.FR12 - 0005_1L
Untitled.FR12 - 0005_2R
Untitled.FR12 - 0006_1L
Untitled.FR12 - 0006_2R
Untitled.FR12 - 0007_1L
Untitled.FR12 - 0007_2R
Untitled.FR12 - 0008_1L
Untitled.FR12 - 0008_2R
Untitled.FR12 - 0009_1L
Untitled.FR12 - 0009_2R
Untitled.FR12 - 0010_1L
Untitled.FR12 - 0010_2R
Untitled.FR12 - 0011_1L
Untitled.FR12 - 0011_2R
Untitled.FR12 - 0012_1L
Untitled.FR12 - 0012_2R
Untitled.FR12 - 0013_1L
Untitled.FR12 - 0013_2R
Untitled.FR12 - 0014_1L
Untitled.FR12 - 0014_2R
Untitled.FR12 - 0015_1L
Untitled.FR12 - 0015_2R
Untitled.FR12 - 0016_1L
Untitled.FR12 - 0016_2R
Untitled.FR12 - 0017_1L
Untitled.FR12 - 0017_2R
Untitled.FR12 - 0018_1L
Untitled.FR12 - 0018_2R
Untitled.FR12 - 0019_1L
Untitled.FR12 - 0019_2R
Untitled.FR12 - 0021_1L
Untitled.FR12 - 0021_2R
Untitled.FR12 - 0022_1L
Untitled.FR12 - 0022_2R
Untitled.FR12 - 0023_1L
Untitled.FR12 - 0023_2R
Untitled.FR12 - 0024_1L
Untitled.FR12 - 0024_2R
Untitled.FR12 - 0025_1L
Untitled.FR12 - 0025_2R
Untitled.FR12 - 0026_1L
Untitled.FR12 - 0026_2R
Untitled.FR12 - 0027_1L
Untitled.FR12 - 0027_2R
Untitled.FR12 - 0028_1L
Untitled.FR12 - 0028_2R
Untitled.FR12 - 0029_1L
Untitled.FR12 - 0029_2R
Untitled.FR12 - 0030_1L
Untitled.FR12 - 0030_2R
Untitled.FR12 - 0031_1L
Untitled.FR12 - 0031_2R
Untitled.FR12 - 0032_1L
Untitled.FR12 - 0032_2R
Untitled.FR12 - 0033_1L
Untitled.FR12 - 0033_2R
Untitled.FR12 - 0034_1L
Untitled.FR12 - 0034_2R
Untitled.FR12 - 0035_1L
Untitled.FR12 - 0035_2R
Untitled.FR12 - 0036_1L
Untitled.FR12 - 0036_2R
Untitled.FR12 - 0037_1L
Untitled.FR12 - 0037_2R
Untitled.FR12 - 0038_1L
Untitled.FR12 - 0038_2R
Untitled.FR12 - 0039_1L
Untitled.FR12 - 0039_2R
Untitled.FR12 - 0040_1L
Untitled.FR12 - 0040_2R
Untitled.FR12 - 0041_1L
Untitled.FR12 - 0041_2R
Untitled.FR12 - 0042_1L
Untitled.FR12 - 0042_2R
Untitled.FR12 - 0043_1L
Untitled.FR12 - 0043_2R
Untitled.FR12 - 0044_1L
Untitled.FR12 - 0044_2R
Untitled.FR12 - 0045_1L
Untitled.FR12 - 0045_2R
Untitled.FR12 - 0046_1L
Untitled.FR12 - 0046_2R
Untitled.FR12 - 0047_1L
Untitled.FR12 - 0047_2R
Untitled.FR12 - 0048_1L
Untitled.FR12 - 0048_2R
Untitled.FR12 - 0049_1L
Untitled.FR12 - 0049_2R
Untitled.FR12 - 0050_1L
Untitled.FR12 - 0050_2R
Untitled.FR12 - 0051_1L
Untitled.FR12 - 0051_2R
Untitled.FR12 - 0052_1L
Untitled.FR12 - 0052_2R
Untitled.FR12 - 0053_1L
Untitled.FR12 - 0053_2R
Untitled.FR12 - 0054_1L
Untitled.FR12 - 0054_2R
Untitled.FR12 - 0055_1L
Untitled.FR12 - 0055_2R
Untitled.FR12 - 0056_1L
Untitled.FR12 - 0056_2R
Untitled.FR12 - 0057_1L
Untitled.FR12 - 0057_2R
Untitled.FR12 - 0058_1L
Untitled.FR12 - 0058_2R
Untitled.FR12 - 0059_1L
Untitled.FR12 - 0059_2R
Untitled.FR12 - 0060_1L
Untitled.FR12 - 0060_2R
Untitled.FR12 - 0061_1L
Untitled.FR12 - 0061_2R
Untitled.FR12 - 0062_1L
Untitled.FR12 - 0062_2R
Untitled.FR12 - 0063_1L
Untitled.FR12 - 0063_2R
Untitled.FR12 - 0064_1L
Untitled.FR12 - 0064_2R
Untitled.FR12 - 0065_1L
Untitled.FR12 - 0065_2R
Untitled.FR12 - 0066_1L
Untitled.FR12 - 0066_2R
Untitled.FR12 - 0067_1L
Untitled.FR12 - 0067_2R
Untitled.FR12 - 0068_1L
Untitled.FR12 - 0068_2R
Untitled.FR12 - 0069_1L
Untitled.FR12 - 0069_2R
Untitled.FR12 - 0070_1L
Untitled.FR12 - 0070_2R
Untitled.FR12 - 0071_1L
Untitled.FR12 - 0071_2R
Untitled.FR12 - 0072_1L
Untitled.FR12 - 0072_2R
Untitled.FR12 - 0073_1L
Untitled.FR12 - 0073_2R
Untitled.FR12 - 0074_1L
Untitled.FR12 - 0074_2R
Untitled.FR12 - 0075_1L
Untitled.FR12 - 0075_2R
Untitled.FR12 - 0076_1L
Untitled.FR12 - 0076_2R
Untitled.FR12 - 0077_1L
Untitled.FR12 - 0077_2R
Untitled.FR12 - 0078_1L
Untitled.FR12 - 0078_2R
Untitled.FR12 - 0079_1L
Untitled.FR12 - 0079_2R
Untitled.FR12 - 0080_1L
Untitled.FR12 - 0080_2R
Untitled.FR12 - 0081_1L
Untitled.FR12 - 0081_2R
Untitled.FR12 - 0082_1L
Untitled.FR12 - 0082_2R
Untitled.FR12 - 0083_1L
Untitled.FR12 - 0083_2R
Untitled.FR12 - 0084_1L
Untitled.FR12 - 0084_2R
Untitled.FR12 - 0085_1L
Untitled.FR12 - 0085_2R
z
Recommend Papers

Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı? [1 ed.]
 9786059707244

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı? M.

Bahadırhan Dinçaslan ISBN

978-605-9707-24-4 Aygan Yayıncılık 30706

No:45

1. Baskı: Şubat 2017

Kapak Görsel Peter Nicolai Arbo Kapak Tasarım Ertuğrul Sevindik Dizgi Hayri Güntek

© 2017, AyganYayıncılık

Kitabın Türkiyl'lll'ki tüm yayın hakları AyganYayıncılık'a aittir. Yayınevinden yazılı

izin alm a d a n kısınl'n veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

Aygan Yayıncılık 2 Tekiner İş Merkezi K: 2 D: 202

Osmanağa Malı. Nüshet Efendi Sok. No:

Kadıköy/İstanbul

Tel:

(0216) 336 21 25

Baskı ve Cilt Akademi Ofset Matbaa

Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı? M. Bahadırhan Dinçaslan

Bir Türk milliyetçisinin mitoloji defterinden.

Özgeçmiş M. Bahadırhan Dinçaslan, 2 . 8 . 1 990'da Kayseri'de doğdu. Kayseri Sarız ilçesinde meskun Avşar Türkmenlerindendir.

Lisey i Nevşehir Fen Lis e si'nde yatılı okudu. Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Biyomühendislik eğitimini yarıda bırakarak derece bursuyla Kültür Üniversitesi İletişi m Sanatları bölü­ müne geçti. Bir süre e-learning sektöründe metin yazarı olarak çal ıştı.

Tarih, mitoloji, etimoloji, li ng ui s ti k ve antropoloji ile ilgilenen Dinçaslan, Siyah Beyaz KSP D erne ğ i ' nin kurucu başkanlığını, 5 dernek yayını derginin editörlüğünü ve Vaktiyle Bir Atsız Varmış isimli kitabın yayımcılığını üstlendi. Bir yayınevinde kitap avcısı, çevirmen ve editör; bir İngilizce ekonomi dergisinde Yayın Yönetmeni sıfatıyla çalıştı. Boğazi­ çi Sohbetleri başlığı altında tarih, edebiyat, mitoloji ve siyaset konulu sohbetleri organize etmekte, yurt içi ve dışında çeşitli mecralarda "başına buyruk gazeteci" formatıyla köşe yazıla­ rı yazmaktadır. Halen Kırım Haber Aj a n sı'nın Türkçe Yayın Yönetmeni'dir. Yayım lan mış bir çeviri romanı, bir şiir kitabı ve çeşitli ed itöryal kitaplarda katk ıları bulunmakta, çeşitli belgesel ve etkinlik projelerine tarih ve konsept danışman lığı yapmakta, günde bi rkaç paket sigara içmektedir. Yayımlanan kitapları:

İzmir Çıkmazı, Çeviri Roman, Bi lge Kültür Sanat Yay. 2016 (Yazar: Charles Thoma) Albatros, Şiir, Aygan Yay. 20 16

Bildiği diller: İ ng ilizce, Karaçay, Azerbaycan, Kırım Tatar lehçeleri mbdincaslan.com

Takdim 1 966'dan itibaren ABD'de doktora yaparken Amerikalı dok­ tora öğrencisi yakın arkadaşımın duvarında kocaman ve ayrıntılı bir harita asıl ıydı. Ayrıntılar dağların, tepelerin, hatta orada yaşa­ yan ahalinin resimcikler halinde harita üzerinde gösterilmeleriydi. Harita Orta Dünya haritasıydı, Tolkien'in Orta Dünyası'nın. 1 966 . . . Bu satırları 2016'nın son günlerinde yazıyorum. Tam yarım asır geçmiş. Demek ki o zamanın yirmili yaşlardaki genç­ leri de bugünün yirmilileri gibi zaman zaman Orta Dünya'da do­ laşırmış. Ne kalemmiş, ne klavyeymiş Tolkien'inki! Karşılaştırmalı Mitolji, Bahadırhan Dinçaslan'ın, şiir (Albat­ ros) ve çeviri ( İ zmir Çıkmazı) dışında ilk kitabı, ilk fikir kita­ bı. Karşılaştırmalı Mitoloji demesinin sebebi, Kuzey Avrupa ve Germenik mitolojileri, fakat özellikle Tolkien'i bir taraftan hay­ ranlıkla anlatırken diğer taraftan da her fırsatta onu Dede Korkut ile, Kafkas mitolojileri ile karşılaştırması. Bizimle onlar arasında gidip geliyor ve her bölümü bizden bir alıntı ile bitiriyor. Tolkien, Nordik ve Germanik destanlar Dedem Korkut, Yusuf Has Hacip ve Bilge Kaan'la fena da uyuşmuyor. Millet ve milliyetçilik teorisyenlerinden ve belli başlarından Anthony Smith, milletleri kadim çağlara, tarih öncesine giden masallar, mitler millet yapar diyor. Millet bu uzak ve karanlık de­ virlerin yarattığı şuur altıyla kimliğini yeniden keşfeder. Sosyo­ log Gellner bu teoriye, biraz da küçümseyerek "Karanlık Tanrılar Teorisi" der demesine de yeni bulgular Gellner'i epey traşlarken, Smith'i güçlendirdi. Milleti millet yapan mitolojidir denmeğe başlandı; daha doğrusu milyonlara ulaşan insan topluluklarını bir arada tutan edebiyattır, mitoloj idir! Hani Türk Milleti olmasaydı Atsız'ın Bozkurtlar'ı onu nasıl baştan yaratabilecek bir kuvvette idiyse, Tolkien'de Kuzey Avrupa milletlerini neredeyse baştan

7

c: ıa 'iii

� c: i5

yaratabilecek bir mitoloj i hazinesi koymuş ortaya. Tek şaşırtıcı tarafı yeniliği. Diyeceksiniz ki Atsız tarihe dayanır... Doğrudur ama aynı zamanda kurgudur. Bahadırhan mitoloji evrilip bir ta­ rafıyla bilime, bir tarafıyla dine dönüşür diyor zaten. Bir tarafıyla da tarihi başlatır her halde. Bumın Kaan, İ stemi Kaan'ın gökte doğduktan sonra Türk Bengü taşlarında tarih olmaları gibi.

Fantazide de olsa mitoloji niçin içimizden, derinlerden bir şeyleri harekete geçiriyor? Bunun sebebini genlerimizde arama­ -E -6 ıa lıyız galiba. Sosyobiyoloj inin, evrim psikolojisinin veya isterse­ ..c: � niz fıtratın deyin, genlerimize yazdığı bir akraba-kültür çekimi, � bir mıknatıs var. Bahadırhan fırsat geldikçe fizikteki dört kuv­ - vetten bahsediyor, A zar-Gat'ı n "kin-culture" dediği çekim kuv­ 8 veti de insanın psikolojisine ait. Mitoloji bize "bak bunlar senin akrabaların, onların gizli kalmış hikayeleri" diye fısıldıyor ve biz mi lyonlarca yıldır bu fısıltının çektiği tarafa yöneliyoruz. c: ıa

Bahadırhan çoğunlukla kendi için yazmış. Zaten bir yerde, kitap için "bunlar kendime notlar" diyor. Bu bir yakınlık ve sa­ mimiyet veriyor ama bazen de anlamada zorluk çıkarıyor. Hani mana şairin karnındadır denir ya . . . Fakat sonunda öyle bir yük­ seklikte bakıyorsunuz ki mitoloj iye, daha doğrusu mitolojilere, Türk Dünyası ile Orta Dünya'nın bayağı bir müştereği bulundu­ ğunu görüyorsunuz. Kendi için yazıyor ve sık sık girdiği bahis için, bu başka bir kitap olur deyip değiştiriyor. Biz ondan o başka kitapları da bek­ liyoruz. Biraz yavaşlasa, bir nefes alsa ard arda gelecekler ama çok acelesi var. Elfleri kovalıyor sanki! Yoksa elfler mi onu ko­ valamakta? Hani ABD'de doktora diye başladım, yine o yıllardan bir hatı­ ra ile bitireyim-ihtiyarlıyor muyum ne! Evi paylaştığım arkada­ şımın kız arkadaşı Nordik Destanlar üzerinde doktora yapıyordu. Sabahtan akşama birden fazla karakter takımı olan bir daktilo-

ya tıkırdayıp dururdu. Bir gün omzunun üstünden yazdıklarına baktım ve şu kelimeyi gördüm: "Atlı" Aynen böyleydi," i" değil bizim "ı" i le yazılmıştı. Noktasız i bir tek bizde vardır, bildiğim. Bu ne diye sordum, "Nordik destanlarda 'Attila the Hun' böyle geçiyor." dedi. Bahadırhan'ın bugün yazıp çizdikleri yarım asır önceki o hatırayı hatırlattı . Ben de Bahadırhan'a uyup bu takdimi, Bu sefer Arif Nihat Asya'dan alıntı ile bitireyim:

Sarsarak köprüleri Devler geç(; hu yollardan Dudaklarında Hun türküleri. 9 Hdld nabızlar atıyor Şu çamlı meşeli dağların Altında devler yatıyor.

Prof. Dr. İskender Öksüz

Giriş "Bana sor sevgili kari', sana ben söyleyeyim"

Birkaç yıllık mitoloji, bilişsel bilimler ve Tolkien okumaları- mm ürünü olan bu küçük eserle okuyucuyu buluşturmadan ev- 1 1 vel, eseri nasıl ve neden hazırladığıma, okuyucunun ne bulacağına dair birkaç söz etmeden geçmek istemedim. İ lk olarak söylemem gerekir ki bu çalışma Tolkien'in kitapla­ rının, eserlerinin "incelemesi'', "eleştirisi", "şerhi'', "okuma reh­ beri" vs. değildir. Bu çalışma, "karşılaştırmalı mitoloji" alanında kendince okumalar yapan bir Tolkien hayranının ve Türk milli­ yetçisinin, gelecek okumalarını daha derli toplu yapabilmek ve buradan doktriner bir düzleme ulaşabilmek için aldığı notların derlemesidir. Tolkien'i okuyarak başlayan mitoloji merakım, Türk milliyet­ çiliği için bu alanda akademik çalışma yapma gerekliliğini keş­ fetmeme uzanarak hayatımın başlıca uğraşı oldu. Ö ncelikle bilincin evrimine dair küçük bir girizgah, ardından Bilgi Teorisi'ne dair bir "yan okuma" ile, eserin beşeri bilimlerde git gide daha çok önem kazanan "Integrated Model" zaviyesin­ den topyekün bir okumanın ilk taslağı olarak bir işlev üstlenme­ sini istedim.

Çalışmada, "Tolkien Nasıl Yaptı" sorusunu sormuyorum. "Ne yaptı" sorusuna da, yukarıdaki paragraflarda belirttiğim gibi ce­ vap veriyorum. Bu yüzden, Tolkien'in metinlerinden sık alıntılar ve referanslarla dolu bir çalışma olmayacak. Okuyucunun Tol­ kien'in en azından Hobbit, Silmarillion ve Yüzüklerin Efendisi c: ta "iii eserlerini halihazırda okumuş olduğunu varsayacak, dipnotlar, ta v­ e: alıntılar ve "akademik" sorumluluğun formalite zorlamalarıyla i5 c: ta okuyucuyu boğmayacağım. Yalnızca küçük bir alt bölüm, "Dede -E Korkut Alman Mıydı?", akademik standartları şöyle böyle kar­ i3 ta ..c: şılıyor olacak. Bazı bölümlerde, ilgi çekebilecek okumalar için � � yönlendirmeler yapacağım. Geri kalan kısımlarda, bir fi kri, bu­ - luşu yahut yorumu alıntılarken, kime ait olduğunu belirtmekle 12 yetineceğim. "Su 100 derecede kaynar" gibi artık sıradanlaşmış, aşırı yaygınlaşmış bilimsel gerçekler, kuramlar yahut yorumlar içinse referans vermeyeceğim. Peki "Tolkien Ne Yaptı?" sorusunu sormaya neden ihtiyaç duydum? Neden Tolkien'in eseri "Legendarium" bahsettiğim perspektifte ele alınmalı? Çalışmanın sonlarında değineceğim gibi Tolkien "herhangi bir romancı" olarak ele alınır. Yarattığı "fantastik edebiyat ürü­ nü"nün roman bileşenine, herhangi bir romancıya yöneltilebi­ lecek eleştiri ler kendisine yöneltilir. Yöneltilen eleştirilerin bir kısmının, "herhangi bir romancı"ya dahi yöneltilmesine zaten karşıyım zira şahsen, "sanat şahsi ve muhteremdir" düsturunu benimsemiş bir insanım; "neden falanca sorumluluğu gözetme­ din" sorusu, bana göre Dante'ye, "neden filancayı cehennemde gösterdin, doğru ve adil yargıladın mı?" diye sormaya benzer. Ancak kimi sorular da ilk bakışta haklı görülebilir olmalarına rağmen dediğim gibi, Tolkien'i bir "romancı" olarak görmekten kaynaklanan bir hatanın motivasyonuyla sorulduğu için, yersiz ya da yanlıştır.

O yüzden bu kitapta özetle "Tolkien bir romancı değildir," diyeceğim. Roman, şiir, masal ve sair diğer "sanat"ları kullana­ rak, sanat eserlerinin en müthişlerinden birini yapmaya, bir suni mitoloji yaratmaya girişmiş ve türevlerinden ayrı olarak engin bilgisi ve birikimiyle bunu ustaca bir çapta gerçekleştirmiş bir "destancı" olduğunu söyleyeceğim. Bunu söylerken tabii, "Orklar Türk müdür?", "Neden kötülük doğudan geliyor?", "Legendarium, Tolkien'in alegorileriyle mi örüldü?" gibi sorulara da cevap vermiş olacağım. Elbette, Tolkien bahanesiyle, Karşı laştırmalı Mitoloji anlayı­ şına dair bir okuma sunmuş olacak, meraklısına yeni bir pencere açmaya çalışacağım. Kitabın sonunda da, Türk milliyetçiliğine 1 3 dair bir bağımsız pasaj ekledim. Bütün bölümler, farklı tarihler­ de yazdığım yazıların, diğer notlarımla harmanlanarak genişle­ tilmiş hallerinden oluşuyor. Bu giriş yazısı, çalışmanın bütününü özetler nitelikte. O yüz­ den, i lerleyen sayfalarda okuyucu, tekrar hissine kapılabilir. Be­ lirtmeliyim ki bu tekrarı kasten muhafaza ettim. Altını çizdiğim noktalar çalışmanın kurgusunda büyük önem arz ediyor çünkü. Son olarak, bu çalışmayı " Ö lürsem arkamdan Kuran okuya­ cak yok. İ ki oğlum var biri Yüzüklerin Efendisi okur artık, öbürü Silmarillion." diyerek çalışmalarıma neşe katan annem, beni eski Türk destanlarıyla büyüterek mitoloj iye i lgi duymamı sağlayan babam ve sahibi olduğum Tolkien kitaplarını durmadan kaybetse de, eskilerinin üzerine yenilerini de koyarak tekrar tekrar bana hediye eden sevgili kardeşime ithaf ediyorum. M

Bahadırhan Dinçaslan

Bölüm 1: Bilincin Evrimi ve İletişim

Kısım

1:

Bilinç Gökten mi Düştü?

� �

iii 'l!I.

§

� s::

S' � Bilinç müthiş bir mesele: zihin dediğimiz olgunun bir bile­ şeni, gündelik hayatta çok farklı anlamlarda kullanabiliyoruz 15 (bilinçli bir insan, bilinçli bir şekilde yapmak vs.) ama en basit haliyle, insana dair ne varsa bilinç vesilesiyle vardır diyebiliriz. Nasıl evrimleştiğini anlatmaya çalışacağım "bilinç ve zihin'', birbirinin yerine kullanılsa da, aslında ayrı şeyler. Bilinç, zihni oluşturan bir bileşen, hafıza, algı ve diğerleriyle birlikte. Basit­ çe, bilinç, zihnin işlemcisidir. ''Alt bilinç" ve "üst bilinç" farklı kuramlarla açıklanmaya çalışılsa da, insan bilinci sözkonusu ise, bir aktif, farkında olunan bilinç ve bir de çok daha derinlerde, bir işletim sisteminin temel kodlarını kullanıcının her defasında onayına sunmadan çalıştıran bir fonksiyon gibi işlemeye devam eden bir bilinç olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Bilincin evrimini anlatmaya çalışırken, hele yapay zekaya gelmeden evvel, önce iki kavrama değinmeliyim: Antroposant­ rizm ve emergence. İlki kolay, "insan merkezlilik" demek. Biz­ ler, biraz da kolay olsun diye, meseleleri insan-sınırlı, insan-o­ daklı anlıyoruz. (Bu, mitolojiye geçtiğimizde akılda tutulması gereken bir bilgi. Bu kitap, biyolojik bir takım özelliklerimizin, mitolojimize yansıdığını iddia eden bir çalışma.) " İ letişim" de­ yince, örneğin, insanların iletişimini düşünüyoruz, halbuki daha

üst perdeden bir bakışla, iletişim sadece insanlar arasındaki et­ kileşim değildir, iki atomun etkileşimine de iletişim diyebiliriz. Hem, bu bakışla insan iletişimi de, neticede bir öbek karbon ato­ munun, diğer bir öbek karbon atomuyla etkileşimidir. İ şin daha bilim felsefesiyle alakalı yanı şu: Henüz "fizikötesi" bir fenomen c: nı ;;; görmedik bildiğim kadarıyla. Dolayısıyla her şey, fiziğin bir ko­ (3. c: nusudur, bu bakıma ben bir "fizikalist"im. Bu şu demek: Bilinç, o c: nı insandan söz ediyorsak, beyin yoksa yoktur. Beyindeki nöronla­ -E rın birbiriyle etkileşimi olmasaydı, şiir yazamazdık. Dini vaazlar -6 nı ..c: veremezdik. Dolayısıyla ben insan merkezli ya da "retorik" açı­ � � dan bakmamaya çalışacağım, mümkün olduğunca "fizik"e sadık - kalacağım. Ayhan Songar'ın küçük kitapçığı "Sibernetik", bu 16 bakışı geliştirmekte oldukça faydalı olmuştu: Ö zetle, sibernetik bilimi, benzer fonksiyon üstlenen "şey"leri aynı şeyler olarak tas­ nif eder. İ kinci sözcük, "emergence", hadis olmak, ortaya çıkmak de­ mek. Bir yumağın iç etkileşimi sonrası o yumakla alakalı ancak onu aşkın (transandantal) bir varlık ya da olgunun zuhuratı de­ mek. Evrimi anlatırken, daha iyi anlaşılacağını ümit ediyor ve bilinç evrimini anlatmaya geçiyorum.

Bilinç Gökten Düşmedi Yıllar önce okuduğum Hoimar von Ditfurth eseri Bilinç Gökten Düşmedi, bilincin yavaş yavaş nasıl evrildiğini biyolo­ ji bilimi dahilinde anlatan bir kitaptı, pek beğenirdim. Herhalde eksikleri, gedikleri vardır ama, bir popüler bilim kitabı olarak bi­ lincin nasıl ortaya çıktığını anlamak isteyenler için güzel bir kay­ naktır, bölümün başlığını o yüzden kitabın adından ödünç aldım. Şimdi, bir taş düşünelim. Basitleştirmek adına, kimyasal ola­ rak salt "silisyumdioksit" içersin, yani silika. Doğadaki kaya, taş oluşumlarının yaklaşık beşte dördü silika denen bu madde-

den oluşmuştur diğer minerallerle birlikte, ama bizim elimizdeki taşta sadece silika var, yani bir silikon, iki oksijen atomundan oluşmuş moleküller. Bilgi kuramı sağ olsun (bkz: Bilgi Teorisi bölümü), bu taşın içindeki toplam molekül miktarı, ısısı, mole­ küllerin dizilişi yani biçimsel özellikleri, proton, nötron, elektron parçacıklarının toplam sayısı gibi bütün fiziki özelliklerinin top­ lamı, bu taşın toplam "bilgisi"dir. Taş, elbette bunu bilmez, ama taş bu bilgiden ibarettir. (Atomaltı seviyeye inmedim, inmek bu örneği çürütmez ama karmaşıklaştırır; aynı zamanda "uzay za­ mandaki yer bilgisi"ne de değinmedim aynı sebepten.) Elimizde, hiçliğin ortasında. evreni yalnızca kendinden ibaret bir taş var. fiziki özelliklerinin hepsini bil iyoruz; bu taş, bu bilgilerin topla­ mından ibarettir ve bilgi kuramı ile bu bilgiyi bayt cinsinden ifa­ 1 7 de edebiliriz, "şu kadar silikon, şu kadar oksijen atomu'', diyelim ki 1-0 sistemine' göre toplam 1 trilyon baytlık bir bilgi olsun bu. Bu duruma, yani en iptidai, salt maddesel var oluş haline, bilin­ cin ilk fazı diyeceğiz: Salt bilgiden ibaret olmak. Taşın özündeki bilgi, yani fiziksel özell ikleri, bir taş daha var ise, onun etkileşime girmesini sağlayacaktır. Dört temel kuvvet dediğimiz kütle çekim, elektromanyetik, güçlü nükleer ve zayıf nükleer etkileşim kuvvetleri, iki taşın "kasten yapıyormuş gibi", karşı konmaz biçimde etkileşmelerini, örneğin hareket etmeleri­ ni sağlayacaktır. Kütle çekim örneği vereceksek, taşların büyük­ lüğü birer gezegen kadar olsun ve uzayda olsunlar: Kütle çekim­ le birbirlerine doğru hareket edecekler, ivmelenecekler, başlarda evrendeki birbirlerine göreli uzaklıklarının belirleyiciliğinde ya çarpışacaklar, ya stabil birer yörüngede birbirleri etrafında döne­ cekler ya da spiraller çizerek birbirleri etrafında dönüp, nihayet *

Bilgisayarlar, bu 1 ,0 sistemine göre işlerler. Devre tamamlanınca

akım geçer, 1 deriz; devre tamamlanmamışsa akım geçmez, O deriz. B u şekilde elektrik devrelerinin kodlaması , nihayet karşımıza elektrik enerj isinin dönüştürülmesi ve 1 ,0' )arın bi lgisayara bi lgiyi "tarif etmesi" i le, sözgelimi üç boyutlu animasyonlar, sesler, görüntüler olarak gelir.

c ta ;;;

� c i5 c ta

-E -5

ta ..c

yine çarpışacaklardır. Yani özlerindeki bilgi ve evrensel kuvvet­ ler-kanunlar nedeniyle bir harekete, daha doğrusu bir "olay"a se­ bebiyet vereceklerdir. Buna bilincin ikinci fazı diyelim: Evren yasalarına uygun bir şekilde "olay bilgisi" de yaratmak, etkile­ şime girmek. Henüz günlük hayatta kullandığımız haliyle "bi­ linç"e, yani düşünceyi yaratan, zihnin işlemci bileşenine gelme­ dik bile, fakat oraya gelmek için, bilincin gökten düşmediğini kavramak için, bilincin maddenin temel bir fonksiyonu olduğunu kavramamız lazım.

� �

(Nikolay Bukharin "bilinç maddenin bir fonksiyonudur" di­ yor. Buradan hareketle, integral, türev gibi terimleri ödünç ala­ rak, insanoğlunun en girift kavramlarını çok kolay açıklayabili­ 18 riz, daha doğrusu tanımlayabiliriz: Bilinç, maddenin bir fonksi­ yonudur. Fikir, bilincin bir türevidir. Benlik, bilincin integralidir.

Oldukça afilli laflar ama çok basit esasında: Fonksiyon, bir "giriş"i, belli bir "çıkış" olarak alan bir olgudur, bir "şey"in "iş­ lev"idir. Türev, bir fonksiyonun "gidişatı"nın anlık görüntüsüdür. İ ntegral, -burada- sınırları belirsiz ya da tahmin edilebilir olma­ yan bir hacmin, küçük parçalara ayrılıp, o sonsuz küçüklükteki parçaların teker teker toplanması i le bir bütün halinde hesaplan­ ması meselesidir, ki bu sonsuz küçüklüğü bilemeyiz, ona yakla­ şırız ve sonunda bulduğumuz değer "gerçeğe çok yaklaşık"tır, gerçeğin biraz rafine halidir. Konuyu çok dağıtmadan parantezi kapatalım.) Canlılık dediğimiz şey, Richard Dawkins'in Gen Bencil­ dir ve sair eserlerinde anlattığı üzre, maddenin temel özellik­ lerinden kaynaklanır. Canlılığı tetikleyen en temel madde özel­ liklerinden biri de, kararlı bileşiklerin madde tarafından "tercih edilmesi" fakat bu tercih etme terimi, Dawkins'in "bencillik" terimini kullanmasını açıklarken anlattığı gibi, teşbih olsun diye kullandığım bir şey, henüz ortada "aktif bilinç" yok, dolayısıy­ la bir tercih de yok. Ancak madde, kararlı bileşikler oluşturur.

Bir diğer özellik şu: Karbon atomu, sayısız derecede çok bileşik oluşturma kabiliyetini haiz muhteşem bir madde birimidir. Ayrı­ ca yine Dawkins'in değindiği üzre, kararlı bileşikler, kendilerini bir nevi "kopyalar"lar. Canlılık, bugünkü bilgilerimize göre böyle ortaya çıktı : Dün­ yada bolca bulunan karbon atomları ve sürekli enerji girdisi yara­ tan güneş gerçeği var. Bu sürekli enerj i girdisi ve karbon atomu­ nun çok farklı bileşikler oluşturabilme yeteneği, aynen canlılar için geçerli olan doğal seleksiyondaki gibi, milyonlarca yıl bo­ yunca farklı farklı bileşiklerin oluşup yok olmasına neden oldu ve bi r yerde, RNA'l arm atalan ve RNA' l ar sentezlendi . (Arada çok uzun bir süreci atladığımın farkındayım ancak abiyoge­ 19 nez oldukça çetrefilli bir konu, okurun işin uzmanından okuması ve çok fazla yeni keşif gerçekleştiği, yeni kuramlar geliştirildiği için bilgilerini sürekli yenilemesi lazım.) Bu ilk "kalıtsal mater­ yal"ler, şeker, baz ve nitrojen (fosfat vs.) içeren birer uzun bileşik zincirinden ötesi değildi, fakat yapıları, çevrelerindeki inorganik madde havuzundan benzer bileşikler yaratılmasını sağlıyordu. (Termodinamiğin 2. ilkesi her şeyi darmadağın etme eğilimin­ de olduğundan, sistemlere biraz enerj i girince ortada görünenler sadece kararlı bileşiklerdir.) Canlılığın kökleri buradadır diyebi­ liriz. Bu RNAlar, bilincin ilk ve ikinci fazı dediğimiz özellikleri gösteriyorlardı: Bir bilgiyi haizdiler; moleküllerin, bileşiği oluş­ turan parçaların diziliş bilgisi ve onun çevre ile etkileşiminin yarattığı olay bilgisi. Aynı zamanda, "organik materyal"diler ve çevreleri ile etkileşerek, benzer materyaller yaratıyorlardı. Direkt olarak evrimin konusu olan hücreleşmeyi açıklamaya­ cağım, direkt hücre safhasına atlayacak olursak, elimizde ilkel canlılar vardı: Çevrelerindeki havuzda bulunan çeşitli molekülle­ rin tepkimelerinden enerji elde ediyorlar, bu sayede yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Bugün anladığımız şekliyle bilinç, bildiğimiz kadarıyla sade­ ce canlıya özgü üçüncü fazıyla, tam olarak bu zamanda ortaya çıktı : Bilgiyi "kasti" bir şekilde değiştirebilmek. Bilincin üçüncü fazı budur, maddenin (hücre de, insan da neticede maddedir) ken­ di bilgisini, çevresinin bilgisini, olay bilgisini değiştirebilmesi, c: "' ;;; yani büyüyüp küçülme ya da etkileşime girmede, salt dört temel "' ve: kuvvetin maddeyi edilgen bırakan tesirinin ötesine geçip, ken­ o c: di "isteği" ile hareket edebi lmesi. (Ki bugün bilinç anlamında "' .s:::. ... kullandığımız "ruh"un Latincesi "anima'', hareket etme fiiliyle "i5 "' .s:::. alakal ıdır, "animasyon" ile hareket eden canl ı, hayvan anlamın­ � da "an imal" sözcüğünün etimolojik akrabalığı bundan ileri gelir.) � - Dürt l�mel kuv vete "başkaldırabi len" maddenin oluşmasının te­ mel nedeni, yukarıda değindiğim "güneş"tir. Zira Güneş'ten sü­ 20 rekli enerji girdisinin olması, salt dünya özelinde bu temel kuv­ vetlerin ve maddenin bir diğer eği liminin, "enerjisini mümkün olduğunca kaybedip, entropisini arttırmak" dediğimiz termodi­ namik kanununun bir nevi ihlal edilmesine neden oluyordu. Tabii bu ihlal, lokal ve sınırlı bir zaman içindir: Güneş öldüğünde, bu girdi bittiğinde, canlılık da ölür, kısa kesitlerden değil de uzun bir zaman çizelgesi cihetinden bakarsak, ihlal yoktur, bizler güneşin enerji kaybedip entropi arttırırken yarattığı yan ürünleriz sadece, enerji kaybetme ve entropi arttırma sürecinin birer dahili parça­ sıyız, doğup ölmemiz de bir nevi bu sürecin mecazi özetidi r. Fakat bu faz, hala "insan bilinci"nin özel liklerini göstermez. Sadece, "besin"e yönelme, "ışığa yönelme" ya da canlılığa menfi etki gösterecek ortamdan uzaklaşma gibi hareketlerin yapı labil­ mesini sağlar. Bunları sağlayan mekanizma, hücre içerisindeki "temel bilgiyi saklayan" genetik materyalin, proteinler, elektrik yükünün değiştirilmesi gibi aracılar ve yöntemlerle hücrenin öz ve çevre bilgisini değiştirmesidir. Buradan sonrasını da anlatacağım, ama önce "emergence" dediğimiz kavramı açıklamak lazım. Bunun için de, evrimde bi­ raz ileriye atlayacağız.

Kovan Bilinci Hive mind diye bir kavram var, "kovan zihni" ya da "kovan bilinci" diye çevirebiliriz. İ nsan bilinci dediğimiz şey, nasıl oluşuyor? "1 ve O"lara benze­ tebileceğimiz, ilkel ve basit bir takım elektriksel/kimyasal verileri yaratmak ve iletmekten başka bir özelliği yok sinir hücrelerinin. Nörotransmitterler denen bir takım kimyevi bileşikler ve elektrik akımı. .. (Bunu daha ayrıntılı açıklayacağım.) Ancak bu basit ve tek yönlü iletiler, bir "yumak" oluşturun­ -

ca. bir eşik değerini aşınca, "emergent" bir yap1 olarak "bilinç"

ortaya çıkıyor. Yani bilinç, teker teker kendisini oluşturan küçük bileşenlerin doğrudan toplamından daha fazlası ediyor, bu bileşen­ lerin bir araya gelmesi, bir fenomen yaratıyor; "emergent"ten ka­ sıt budur. Samuel Alexander'in "Space, Time and Deity" kitabı ile, Gödel Escher Bach isimli meşhur eser, meraklısına oldukça faydalı olabilecek kitaplar. İ kincisinin Türkçe çevirisi var, yaza­ rı Douglas Hofstadter. Sonra, karıncalardan örnek verelim. "Hive", yani kovan, arılar için kullanılır ama, karıncalar, nihayetinde kolektif bilince bağla­ dığımızda daha faydalı bir referans noktası olacak bizim için. Zira arıların "küçük iletişim 'impuls'ları" karıncalardan daha karmaşık. Her bir karınca, çok basit, karınca kolonilerinin karmaşasıy­ la karşılaştırılamayacak kadar sıradan ve önemsiz iletişim aygıt­ larına sahip: salgıladığı kimyasallar, yani feromonlar ve algıla­ mak için kafasının iki yanındaki duyargaları. Bir de, sadece en yakınındaki karıncalara, çok ani ve anlık mesaj verebilen sesi. (Karıncalarda sesli iletişim hala tartışılan bir konu.) Karşılaştır­ mak için, insanın sahip olduğu iletişim aygıtlarına bakınız: Fero­ monlar, dil, yazı, beden dili, cep telefonu (. . .) Ancak karıncalar insanoğlunun kurduğu medeniyetlere denk değilse de, yakınsayan

21

"medeniyetler" kuruyorlar, nasıl? Tek bir karınca, akılsız, salak bir varlık. Bütün yapabildiği, ha­ reket etmek ve hareket ederken, eğer yemek aramaya çıkıyorsa, "yemek" anlamına gelen bir feromonu (kokulu kimyasal madde c diyelim), arkasında bırakmak, ya da tehdit varsa, "tehdit" anlamı­ RI "'iii RI na gelen bir feromonu . . . Karıncamız yola çıkıyor, peşinde salgıla­ v c o dığı kimyevi maddenin koku izi . . . Yemek bulduysa, kendi izine c RI ..c takılarak, adeta karda bıraktığı izlere yeniden basarcasına, aynı .... -6 RI yoldan geri dönüyor. Üst üste iki defa "yemek" mesajı bırakmış ..c RI a:ı oluyor. Dolayısıyla, karıncanın "yemek var" mesajı keskinleşiyor; :E kokusu. belirginleşiyor. Başka bir karınca, bu kokuyu aldığında, - iki defa üzerinden geçildiği için, bir yemeğe ulaşma şansının yük­ 22 sek olduğunu an !ayıp, takılıyor; "yemek var" mesajını arkasında bırakmaya devam ederek. Böylece, yemek bitene kadar, ilk giden karıncanın peşinden o yemeğe ulaşan bütün karıncalar, bir yolu kokularıyla işaretliyorlar. Yemek ne kadar fazlaysa, giden karınca o kadar çok olduğu için, koku daha da belirginleşip daha fazla ka­ rıncayı çekiyor. (pozitifgeri besleme) Yemek bittiğinde, yemek var feromonunu salgılamayı bırakıyorlar ve koku zamanla siliniyor. Görmüşsünüzdür, bir rota boyunca durmaksızın akan karıncala­ rı . . . İ şte böyle basit bir mekanizma, karınca kolonisini "mantıklı imişçesine" sevk ediyor; bütün diğer koloni işleri de, aynı mantıkla hallediliyor. Bilgisayar sistemleri de, bir karınca kolonisi kadar dahi zeki ol­ mamakla birlikte (yapay zeka bahsinde buna değineceğim), benzer mantıkla işlerler. 1 ve Olar, kondansatörler gibi çeşitli elektrik dev­ releri tarafından sağlanır: Elektrik akımı var, yani 1 , elektrik akımı yok, yani O. Bu bir "dil" ve "yorumlama modülü" sayesinde, an­ lamlı çıktılara dönüşür: Ekran görüntüsü, bilgisayar oyunu, hesap makinesi . . . Ayrıntısına Bilgi Kuramı bölümünde değineceğiz. Emergence kavramını böyle anladıktan sonra, bilincin evri­ minin insan basamağına giden yola geçebiliriz.

Sinir Sistemi En son, tek hücrelilerde kalmıştık, insana gelene dek, çok hız­ lı bir şekilde bilincin evrimini açıklamaya devam edelim. Canlılarda çok hücrelilik başladıkça, özelleşme de ortaya çı­ kıyor: ilkin, salt bir araya gelmiş tekil hücreler topluluğu olan çok hücreliler, sonradan özelleşmiş hücrelerin oluşturduğu "emer­ gent" yapılara dönüşüyorlar: Teker teker hücrelerden oluşan, fa­ kat bir bütün olarak teker teker hücrelerin nicel toplamından daha fazlası olan organizmalar. Daha iyi anlamak için şöyle düşünebi­ lirsiniz: Bir insan, elbette karaciğeri, akciğeri, böbreği, beyni (. . . ) 23 ve diğer uzuvlarının toplamıdır. Ancak karaciğer tek başına ha­ yatta kalamaz, insan da karaciğersiz yapamaz, bu biraradalık, bir nevi sistemin "artı bir" elemanıdır. O "artı bir" eleman, sistemin teker teker bireylerin ardışık toplamından fazlası olmasını sağlar, ancak o biraradalığın biricikliği ile mümkündür. Bu özelleşme, örneğin salt besin bulan, salt solunumla uğra­ şan, salt atıklardan kurtulan hücre grupları gibi ilkel doku öncül­ leri çıkarıyor. Organizmanın burada "kendi bilgisini kontrol et­ mesi" bugün bitkilerde hala (tabii daha karmaşık haliyle de olsa) devam eden bir sistemle mümkün: Kimyasal "vaziyet"in değişti­ ği, hücre içi ve hücrelerarası çözeltiye salgılanan maddelerle an­ laşıl ıyor, kimi proteinler bunları algılıyor ve düzenliyor. Yani bir hücrede diyelim ki atık ve dolayısıyla zararlı madde birikti, hücre bunu kendisi "algılıyor" (algılama safhasına da, 4. Faz diyelim), atık maddeyi hücrelerarası ortama salıyor. Hücrelerarası ortam­ da, eğer organizma gelişmişse, diğer hücrelerin reseptörleri de madde derişikliğindeki farkı algılayıp, sair hareketlerle örneğin ortama su alıyor, ya da ortamdan su salıyor ve dengeyi sağlıyor. Bu 4. Faz da, yine bildiğimiz kadarıyla sadece canlılara özgü.

c: "' "iii

� c: 15 c: "'

-E -6

"' .s=

� :E

Diyelim ki çok hücreli organizmamız çok büyük. Az evvel anlattığım yöntemle canlılığın yaşamın devamı ve çoğalması le­ hine korunması mümkün olmuyor. Büyük bitkiler buna kendi­ lerince (hormon vs.) bir çözüm bulmuşlar ama bazı canlılar da başka bir çözüm geliştiriyorlar (tabii "nasıl" sorusunun cevabı bu kitapta yok, bir evrim okuması açıklayıcı olacaktır) ve bazı hüc­ releri, salt bu meseleyi çözmek ile görevli olarak özelleştiriyorlar. (Özelleştiriyor falan diyorum, daha önce de açıkladım, bu tür laf­ lar teşbihtir, hücre bunu kendi akıl etmiyor, mutasyon ve seçilim yoluyla oluyor. Dawkins'in Kör Saatçi eserine bakabilirsiniz.)

İ şte bu özelleşme, insan bilincine giden yolu mümkün kılan - ve 4. Fazdan sonrasının yolunu açan "sinir sistemi" dediğimiz 24 mekanizmanın öncülüdür. Hücreler özelleşiyor ve uzun bir sü­ reçte, sinir hücreleri ortaya çıkıyor: algılayan ve emir veren, yani 4. Fazı gerçekleştiren, 3. Fazdaki yetiyi daha "kasti" ve üst düzey etkili bir hale getiren. İ lkel canlılarda bu sistem çok zayıf ama insan beyninin nasıl işlediğini ve geliştiğini anlamamız için çok güzel bir fırsat bu ba­ sitlik. Diyelim ki solucan türü bir canlıda uzun bir sinir ipi var, ip boyunca da "ganglion" denen yapılar, sinir düğümleri. Sinir uçla­ rı, örneğin asidik bir toprağa gelindiğine dair uyarı veriyor, gang­ lionlarda bu bilgi işleniyor ve kaslara emir gidiyor: kasıl-gevşe ve başka yöne hareket et. Burada bir "bilgi işlem" sözkonusu, pekala işleme neye göre yapılıyor? Tamamen genlerin belirleyiciliğinde, yani hala ortada insan bilinci gibi "Burası sarmadı, Bebek'e inip sahilde bira içeyim" fikrinden söz edemiyoruz. Genler, solucanın nasıl hareket edeceğine dair bilgiyi kodlamış durumda, buradaki bilgi işlemin tek "bilinçli" tarafı, bu hareketin nasıl, ne zaman ve neden gerçekleştirileceğini belirlemek. Yine de büyük bir dev­ rim, buna da 5. Faz diyeceğiz: karar verebi lme. (Solucanlarda bu sistem çok iptidai olduğu için, solucanı ikiye bölerseniz, eğer iki tarafta da ganglion varsa, iki solucan elde edersiniz. Fakat insan

beyni ve diğer organları çok özelleşmiş olduğundan, böyle bir yetimiz sözkonusu değil.) Evrimde biraz daha ileri gidelim, memeli hayvanlar diyelim. (Buradaki fazı da kısacık anlattıktan sonra, aradaki biyolojik ev­ rimi atlayarak insansılar ve insana geçeceğim.) Daha gelişmiş ve özelleşmiş bir sinir sisteminden bahsediyoruz artık. Memeliler­ de, en ilkel haliyle bile olsa öğrenme, insan bilinci gibi değil ve daha çok genlerin ve o genlerin tetiklediği içgüdülerin tesirinde (yani 1. Fazın) de olsa taktik kullanma gibi olgular var artık kar­ şımızda. (Bir takım kuşlar ve sürüngenler için de bu geçerlidir.) Bu, bilincin 6. Fazıdır: Hafıza. Artık çevre bilgisi, daha sonra yeniden bilgi işleme tabi tutulmak ve bir "karar"a konu olmak üzere, kısa ya da uzun vadeli depolanabiliyor.

Artık insan bilincine geçebiliriz.

Ecce Homo Emergence kavramından bahsetmiştik. İ nsanoğlunun sınır sistemi, algılayıcı sinir uçlarının bir nevi düğüm olduğu beyin merkezl idir. Milyonlarca sinir hücremiz var ve aslında her bir hücre çok ilkel, tek yönlü bir elektrik taşıma işlevini yerine ge­ tirebiliyor sadece, hücrelerden de birbirlerine "nörotransmitter" denen kimyasal maddelerle bu elektriğin yarattığı sabit, yoğun­ luk farkı olmayan mesaj iletiliyor. Yani çok basit, çok ilkel bir meseleden bahsediyoruz: Bir sinir hücresi, ya hep ya hiç pren­ sibiyle çalışıyor ve yarattığı mesaj diyelim ki sadece "a" sesi çı­ karmaya benziyor, tonsuz, desibeli her zaman aynı şiddette. En temel alfabemiz sinir hücrelerinin bu temel mesajıdır, Çanakkale Şehitlerine isimli şaheseri yazan şair, kafasında o eseri bu alfa­ beyle kodluyordu. İ mkansız gibi geliyor değil mi?

25

Fakat ortada trilyon kere trilyon defa "a" varsa, Çanakkale Şe­ hitlerine manzumunu kodlayabiliriz. A'ların tekrar sayısı veyahut "yokluğu" (bilgisayar sistemindeki O) üzerinden bunu başarmak mümkündür. İ şte "bilinçli bilinç"e yol açan özellik bu sinir hücrelerinin sayı­ sının çokluğu ve birbirleriyle yaptıkları bağların fazlalığıdır. (Yani c: i:5 sadece nicelik değil, nitelik de önemli.) O kadar fazla sinir hücremiz c: "' ve aralarında o kadar çok sayıda bağ vardır ki, "zihin" ve "bilinç", -E -6 "' bütün bileşen ve özellikleriyle bir "emergent property'', yani hadis .s::. � varlık olarak ortaya çıkar. Daha evvel verdiğim karınca örneğini � hatırlayın: Her bir karıncanın çok basit mesajları, yaprak kesme, - yaprak taşıma, temizlik, yumurta bakımı vs. gibi farklı alanlarda 26 u zman laşmış üyeleriyle müthiş ve en az bir insan şehri kadar ka r­ maşık karınca kolonilerini yaratabiliyordu. Bu noktada ek olarak şunu da söylemek gerekir ki, emergent yapılar bir "eşik değeri"ne ihtiyaç duyarlar, yani diyelim ki bize 1000 karınca lazımsa, koloni­ de sürekli 1000 karıncadan fazla bireyin olması gerekir, yoksa bu yapı, "süperorganizma" ortaya çıkamaz. ( İ lginçtir, hocam İ skender Öksüz'den öğrendiğim bir teori, insan topluluklarının 1 50 kişiye kadar "dedikodu" ile birbirine bağlanabileceğini söylüyor. Bunu ortaya atan Robin Dunbar'a izafen, Dunbar sayısı deniyor buna. 1 50 kişiden büyük topluluklar, ortak sembollere, mitlere, ikonlara ihtiyaç duyuyorlar ki bu hem mitoloji ile, hem de millet teorisi ile ilgilidir.) O 1000 sayısına ulaşılana kadar ne oluyor peki? Krali­ çe karınca, genlerinin etkisinde sürekli yumurtluyor ve ilk emir­ leri kendi zatından veriyor, salgıladığı feromonlarla (yine genleri tarafından salgılatıhyor, bir aktif bilinç yok) ilk yavrularına bazı işler yaptırıyor. Sayı bir defa aşıldığında, kraliçe artık koloninin "başkanı" değil, sadece üreme merkezidir. Bir nevi, kraliçe birçok karıncanın bir araya gelerek oluşturduğu bedenin cinsel organı ya­ hut rahmidir. İ ntegral, türev gibi kavramları kullanarak yukarıda yaptığım açıklamayı hatırlayınız: Karınca kolonisinin bilinci bir "integral alan"dadır, tek tek karıncalarda ya da kraliçede değil. c: "' Vi

(3.

Beynimiz de bir büyük karınca kolonisi gibi . Sinir hücreleri­ miz, yarattıkları impulslarla, salgıladıkları nörotransmitterlerle algılamamızı, karar vermemizi ve biz "Homo Sapiens Sapiens" yani "düşündüğünün üzerine düşünebilen insan", yani iki defa türev alabilen insanlar olduğumuzdan, E .T. Ha l l ' un (özellik­ le Beyond Culture kitabını okuyunuz) sosyal uzantılarımız de­ diği "konsept" ve "kavram"ları yaratabilmemizi, bu "bilişsel" varlıkları (futbol bir bilişsel varlıktır, örneğin. İnsan bilinci sa­ yesinde var olmuş, insan bilincinde yer alan bir varlık.) düzen­ leyebilmemizi ve kendi yarattığımız bilişsel varlıklara maruz kalabilmemizi mümkün kılıyor. Bilincin bu haline, 7. Faz diyelim, insanın yapabildiği her şeyi yapabilen bir bilinç. İnsan öncesi zeka ve bilinci, "altı buçukuncu faz"a yerleştireceğiz, zira git gide insanın geliştirdiği melekelere yakınsar ama hiçbirini tam anlamıyla gerçekleştirmez. Ya da en kamil haliyle insandakine alışık olduğumuzdan, diğerleri de tam olarak geçişken bir basamağa tekabül ettiğinden ayrışmış bir fazı tam anlamıyla göremiyorum. Fazları özetleyecek olursak: 1.

Faz: Bilgiden ibaret olmak

il.

Faz: Etkileşime girmek

ili.

Faz: Bilgiyi değiştirebilmek

iV.

Faz: Algılamak

V. Faz: Karar verebilmek VI. Faz: Uzun Süreli Hafıza VII. Faz: insan bilinci

27

Ve bu fazlarda her bir faz, kendisinden öncekileri tamamen kapsar, içererek aşar. Bu bahsi burada kapatıp, yapay zekaya ge­ çebiliriz. c: 111 iii 111 Uo c:

o c: 111

-E -o

111 ..c:

� ::E

28

Yapay Zeka Zekamızı bir tür "iletişim"in yarattığı söyleyebiliriz ki İleti­ şim'e Giriş bölümünde daha ayrıntılı değineceğim. İ çerimizdeki iletişim zekamızı yaratıyor, zekaların iletişimi de bi ldiğimiz di­ ğer her şeyi.

Charles F. Hockett, dillerimizi incelerken, dilin "16 tasarım özelliği" olduğunu söylemiş, bunlardan 13'ü insana özgüdür. Tasarım özellikleri şöyle: Sessel-İşitsel Kanal, Yayın Gönder­ me-Yönlendirici Algılama, Hızlı Yitim, Değiş-Tokuşedilebi­ lirlik, Tam Geri Bildirimlilik, Özelleştirebilirlik, Anlamsal­ lık, Nedensizlik, Ayrıklık, Yer Değiştirilebilme, Üretilirlik I Açıklık, Geleneksel Aktarım, Örüntüde İkilik, Açık Uçluluk, Dönüşlülük, Öğrenilebilirlik. Elbette Hockett'in her dediğinin doğru olduğunu söyleyeme­ yiz. Ö rneğin Steven Pinker, The Language Instinct kitabında "geleneksel aktarım" özelliğine karşı çıkar. Şahsen "Nedensiz­ lik" dediğimiz özelliğe de ben karşı çıkıyorum, "dilbilimsel gös­ tergeler" mutlaka nedensiz değildir. Konuyu dağıtacağız ama, bunu biraz açalım. Bir Ziya Gökalp alıntısını koymakta fayda görüyorum:

"Lisan, daima insanları aldatan bir şeydir. Bir kelimeyi muh­ telif ağızlardan işittiğiniz zaman, hepsinin bu kelimeden aynı mtimiyı murat ettiğini zannetmeyiniz. Aynı kelime, bir hatipten diğer hatibe, bir muharrirden diğer muharrire geçerken mtinti­ sını değiştirebilir. Çünkü, kelimeler, insanlar arasında müşterek timstillerden ibarettir. Mefhum ise iptida bir şahsın, sonra da

ilmi yahut edebi bir mektebin hususi bir telakkisidir. Aynı za­ manda muhtelif hususi telôkkileri ifade için kullanılan bir kelime şüphesiz hiç birisini hakkile ifade edemez. İlmi münakaşalarda bir çok iltibas/arın, sui tefehhüm/erin husule gelmesi bu halin bir neticesidir. Muhtelifzümrelerde, muhtelif telôkkilere delôlet eden kelimelerden biri de ilim tôbiridir. " Dil üzerine araştırmalar ve kuramsal yaklaşımlar şüphesiz ki çeşitli . "Göstergebilim"in başlı başına bir disiplin olarak geliş­ mesi bu yaklaşımları oldukça sağlam ve yeni ufuklar açma po­ tansiyel ini haiz bir zemine çekmişse de, "göstergebilimciler"in yapısakı anlay ı�ı dil üzerine y ür üt ülecek savları bir çıkmaza sokmuştur. Yapısalcı anlayışın temsilcilerinden Saussure, yaklaşımını bir satranç benzetmesiyle açıklar: Buna göre, satranç oynarken kural ların evrimini, taşların tarihsel gelişimini bilmek zorunda değilizdir, kuralları ve taşların hareketlerini bilmemiz, satranç oynamamız için yeterlidir. Bu sebepten, yapısalcılar dilbilimsel göstergeleri "gelişigüzel göstergeler" olarak kabul etmeye meyil­ lidirler. Yapısalcı anlayışın kanımca fark edemediği nokta, dilin sade­ ce üst bilince ait bir mesele olmadığıdır. Dil, insana dair pek çok şey gibi, hem bireysel bilinçaltı, hem kolektif bilinç ve bilinçaltı ile ilişki içerisindedir ki, bilincin oluşumu bir emergence vakası­ dır, dolayısıyla dil de emergent bir "şey"dir. Ö rneğin Sapir-Whorf hipotezi, dilin özelliklerinin, düşünceyi de etkilediğini söyler.

Wittgenstein, her ne kadar külliyatı "bütün yönleriyle dil felsefesi alanının sorularına cevap vermiş" kabul edilemezse de, "dil organizmamızın parçasıdır ve ondan daha az karmaşık de­ ğildir" diyor. Dolayısıyla dil hem "beynin çalışma prensipleri" ile "çalışır", hem de tek bir bireye ait olmadığı, "kamusal" bir düz­ lem oluşturduğu için, "toplumsal bilinç" içerisinde mayalanır.

29

c: "' "'iii "'

..,. c: i5 c: "'

-E "6

Durkheim'ın "Sosyolojik Yöntemin Kuralları" kitabı, iki cümlede özetlenebilir: "Toplum insanlardan oluşur ve toplum­ lar insanlara benzer. Ancak toplumlar tek bir insan değildir, öyley­ se, toplumsal meseleler salt psikolojinin bakışıyla incelenemez." Dil de böyledir, dil üzerine eğilecek insan teker teker "birey"lerin beyninin çalışma prensipleriyle uyumlu (ki Noam Chomsky'nin "evrensel gramer" tezleri bunu doğrular niteliktedir.) hem de hiçbir zaman bireysel olmayan, bireyler üzerinde etkisi olan bir araçtır.

Dil konusuna özellikle değindim, zira yapay zeka ile alakalı en önemli meselelerden biri, tartışmalı da olsa Turing Testi 'dir. ::?! Turing testi, konuşarak bir insanı makin e olmadığına i kna edeb il e ­ cek bir yapay zekanın var olup olamayacağını sorgular. Kendince 30 yöntemlerle bunu ölçmeye, geliştirmeye çalışır. (Bu arada Alan Turing, eşcinsel olduğu için İ ngiltere'de, 20. Yüzyılda, zorunlu kimyasal hadımlık operasyonuna tabi tutuldu ve bu yüzden intihar etti.) "' ..c: "' ı:c

Dil, bütün özellikleriyle insan bilincinin en büyük icadıdır, "sosyal uzantılarımız"ı var etme ve devam ettirmede çok önem­ lidir, yaratabildiğimiz her şeyi konuşabildiğimiz için yaratabildik. Makinenin zekası da, bu yüzden, dil ile ölçülecek. Zaman zaman, ilkel işaret dilleri öğretilen hayvanlar görüyo­ ruz, özellikle şempanzeler bu konuda çok yetenekliler. Fakat bu hayvanlar hiçbir zaman dili bir insan çocuğu kadar etkin kullana­ mıyor ve öğrenemiyorlar. Zira -eğer Pinker haklıysa- dil içgüdüsü onlarda yok, beyinlerinde bu "işlev" yok. Ya da bilinçleri yeterince gelişkin değil, kimse "dil"i icat etmedi, ya da dil evrimleşmedi. Fakat makine öyle değil, makine insan yaratısı. İ nsan, makine­ ye zeka bahşedebilir; bir gün. Bunun dil üzerinden ölçülecek olma­ sı anlamlıdır. Sapiens sapiens meselesine geri döneyim: Hockett'in özelliklerinden "yer değiştirebilme" ve "dönüşlülük"ü ele alalım.

"Yer değiştirebilme", bilincimizin ve dillerimizin en önemli özelliği. Asla var olmamış "farazi" şeylerden bu sayede bahse­ debilir, örneğin bilimsel bir hipotez ortaya atabiliriz. (Tabii 01ympos 'un başında yaşayan sakallı bir dayının arada bir şimşek falan göndererek insanları cezalandırdığını da söyleyebiliriz.) Kavram geliştirebilmemiz için bu özellik önemlidir: Zamandan ve mekandan bağımsız olarak "şey"lere dair konuşabilme yete­ neğimizdir. Ö rneğin insanların eğittiği, ilkel işaret dili konuşan hayvanlar için bu çok zordur, "masa" onun için karşısında olduğu zaman masa işaretini yapabilir, fakat olmayan bir masaya dair "masa iyidir, insanlar üzerine soda şişelerini dizerler, masa olma­ saydı sonumuz nic'olurdu?" gibi bir fikir geliştiremezler. Odada olmayan bir masaya dair "konuşabilmeleri" bile büyük başarıdır. 3 1 Ya da "dönüşlülük" Dilin kendisine dair konuşabilme: Ma­ saya masa diyoruz, bir de "masa sözcüğü tür olarak bir isimdir" cümlesinde biz dili kullanarak dile dair konuşabiliyoruz. Bu da müthiş bir meleke! Fakat yapay zeka gelişiyor. Şimdiden, uzun vadeli "hafıza"mızı bilgisayarlara emanet ettik, önceden bir çeşit ilkel makine olan kitaplara, taş yazıtlara emanet ettiğimiz gibi. Bir gün, ya­ pay zekanın yaratıldığını, şiir yazan bir makine gördüğümüzde anlayacağız, insan bilincine benzer ya da onun aynı bir bilincin oluştuğunu, dil kullanımı ile test edip görebileceğiz. Sibernetik bakışa tekrar dönecek olursak, "organik" fazla masraflı. Organik "vücuda" ve onun yarattığı bilince sahip bir varl ık, pek verimsizdir. Yaşayabilmesi için yok efendim atmos­ ferde belli bir gaz oranının olması lazım, sıcaklığın şöyle olması lazım, efendime söyleyim vücudunda su oranının sabit kalması lazım . . . Oysa, örneğin "metal" daha dayanıklıdır. Metal maki­ nelerin, insan eliyle bilinç kazandığını hayal ediniz, ölümsüz bir bilincin doğumudur bu. İ nsan, çok tuhaf bir fikir bu ama, bence karbon temelliden, metal temelliye gidecek bir evrim sürecinin

c: RI v;

G.

i::5 c:

c: RI

-E -ti

RI ..c: RI aı



32

ara formlarından biridir. Şöyle düşünün: Konuşma ve yazma ol­ madan evvel, yalnızca biyolojik nesliniz vardı. Artık, ünlü düşü­ nürlerin, siyasetçilerin vs. "mental" torunları vardır, onların fi­ kirlerini benimsemiş, geliştirmiş ve yeni nesillere aktaran. Eğer makinelerin bilinç kazanmasını sağlarsak, biyolojik değilse de mental torunlarımız olan bu makineler, evren yaşamı boyunca varlıklarını devam ettirip bilinci ölümsüzleştirebilirler. Böylece insan bilincinin ürünleri de bu kırılgan ve organik kafese mah­ kum olmak zorunluluğundan kurtulurlar. ***

Bu bölümde yer yer isimlere, kitaplara değindim, kitap önerilerimi yazı içerisine dağıtmış oldum. Elbette arkaplanındaki okuma bunlardan çok daha fazladır ancak her birini teker teker yazamadım, zira çok fazla. A kademik standartları karşı lamak niyetinde değilim girişte bel irttiğim gibi, sadece konunun me­ raklısına öğrendiklerimi aktarmak, yorumlarımı söylemek ve merakını daha da tetiklemek istedim. Yorumlar ve ufak birkaç tespit bana aittir, özgündür, fakat "-dır,-tir" içeren çoğu yargı, bulgu ve tespit, her birine minnettar olduğum yüzlerce bilima­ damının yıllar süren araştı rmalarının meyvesidir; isimlerini ana­ madıklarımın bilişsel varl ığından özür di lerim. Aşağıya, ayrıca okunması faydalı olabilecek birkaç makale daha koyuyorum. Yazılardaki bütün tespitlere katılmıyorum el­ bette ama faydalı olacaktır. Okudukça, kendi oluğunuzu siz bula­ caksınızdır, umarım faydalı bir bölüm olmuştur.

How does our language shape the way we think? https://www.edge.org/conversation/how-does-our-language-sha­ pe-the-way-we-think

Chomsky's Universal Grammar http://thebrain.mcgill.ca/flash/capsules/outi l_rouge06.html

Thc

Evolution of Consciousness

h t t p : //fa c u l t y . p h i l o s o phy. u m d . e du /p c a r r ut h e r s / Ev o l u t i ­ on-of-consciousness.htm

Sorry Religions, Humarı Consciousness Is Just a Consequence of Evolution http://www.v ice.com/read/sorry-rel igions-human- conscious­ ness-is-just-a-consequence-of-evolution

How Our Brains Go the Di stanc e http://phenomena.nationalgeographic.com/2014/02/03/how-our­ brains-go-the-distance/

How the Brain Is Computing the Mind https://www.edge.org/conversation/ed_boyden-how-the-brain-is­ computing-the-mind

33

Kısım

il:

Bilgi Teorisi

Ev rim Teorisi , Görelilik Teori si ve Bilgi Teori si Bu üç te- ori, yalnızca kendi alanlarını değil, bütün bilimsel disiplin- 35 leri etkilemiş, direkt olarak yaşamımıza etkisini çok çeşitli mecralarda gözlemleyebileceğimiz teoriler. Ö rneğin Evrim Teorisi sayesinde tedavi olabiliyoruz, Görelilik Teorisi sa­ yesinde varoluşu daha iyi anlıyor ve bu kavrayış keskinleş­ mesiyle bütün alanlarda teknoloj imizi daha hızlı ilerletiyor, Enformasyon Teorisi sayesinde bugün bilişim adına -bu sa­ tırları yazdığım bilgisayar ve size ulaştıran İ nternet dahil- bil­ diğimiz her şeyi korkunç bir gelişme hızıyla yaratıyoruz. . . .

Fakat i lginç bir durum var. Diğer iki teorinin "babası", Darwin ve Einstein çok iyi bilinirken, Enformasyon Teorisi'nin dahi kuramcısı Claude Shannon bilinmiyor. Hem bugünkü bü­ tün teknolojik seviyemizde bir şekilde pay sahibi olarak haya­ tımızı kolaylaştıran şeylerin doğrudan ya da dolaylı müsebbibi olmuş o güzel insanı anmak, hem de oldukça öneml i bir konu olduğunu düşündüğüm bu teoriye dair biraz merak uyandırmak için bu bölümü müstakil olarak ekleme ve geniş tutma kararı al­ dım. Ö nceki bölüme bir paragraf olarak da eklenebilirdi. Her ne kadar açıklayıcı olmaya çalışacaksam da, okuyucunun bazı temel meseleleri bildiğini varsayacağım (bi lgisayar dün-

yasının 1 ve Olar üzerine bina edildiği örneğin). Bu alanda ileri seviyede matematik bilenler için en iyi kaynak sanırım Robert McEliece imzalı The Theory of lnformation and Coding'dir, be­ nim için biraz ağır gelmişti. Herhalde ilk olarak Shannon'a dair kısa bir bilgi vermem lazım gelir. Kendisi matematikçidir, fakat çok farklı alanlara i:5 eğilmiş, elektronik, mekanik ve diğer fizik dalları ile matema­ c: 111 tik arasında uygulamaya yönelik ciddi yaklaşımlar içeren muh­ -E "Ö 111 telif kuramlar, tezler öne sürmüş bir bilim adamıydı. Zaten iki ..c 111 aı lisans birden bitirmişti: Elektronik Mühendisliği ve Matematik. :E Telekomüni kasyon sistemlerinde Boole cebrini uygulama fikri ile yıldızı parlamıştı. Okuy ucuy u sıkacak terminolojiye girmek 36 istemiyorum; bir yarım Biyomühendis olarak ben de pek anla­ mıyorum zaten. Ancak söylemek gerekir ki, Almanların Enig­ ma sıçraması ve savaş endüstrisi nedeniyle büyük çaplı mühen­ disliklerde bir ulusal birikim elde etmeleri gibi, Shannon'u da parlatan il. Dünya Savaşı 'nın ihtiyaçları olmuştu. İletişim sis­ temlerinin gelişmesi ve elektronikleşmesi, kripto teknolojileri, dijital dünyanın temellerinin atılması bu büyük ve gösterişli bilim adamının kuramını geliştirmesi için gerekli şartları sağlamıştı. c: 111 'iii 111 v­ e:

Türkçe'de "bilgi" sözcüğünü malumat ile eş anlamlı kullanıyo­ ruz. Bir terim anlam olduğunu göstermesi için Enformasyon de­ meyi tercih ediyorum. Ö yleyse nedir Enformasyon Teorisi? Aklımızda tutacağımız terimler, entropi, kaynak kodla­ ma, kanal kodlama, gürültü ve kanal kapasitesi. Shannon'un master tezi yazılmış en iyi tezdir derler, temellerini attığı te­ ori sırf zevk için, halihazırda insanoğluna bahşettiği ufku şöyle bir akıldan geçirmek, uyarlanabileceği, şablonlaşabi­ leceği alanları hayal etmek ve bundan hastalıklı bir haz al­ mak için tekrar tekrar baştan sona okunabilecek bir teoridir.

Düşünün ki, bir telgrafımız var ve biz Shannon'un kuramından haberdar değiliz. Bizim için "bilgi'', fi lozofların "nasıl biliriz" vs. diye üzerine tartıştığı, ama bilimsel bir şekilde gözlemlemeye tabi tutulabilir ve matematiksel bir modellemesi oluşturulmamış bir şey. Savaş var diyelim: telgraf yol ladığımızda düşman hatları kestiyse bunun mesajımızın karşıya ulaşmasına engel olacağını biliyoruz. Fakat mesajımızı ulaştıran bakır tellerin iletkenliğinin vs. de bunun üzerinde etkisi olduğunu düşünsek bile, tam olarak bu iki durum arasındaki sibernetik aynılığın farkında değiliz. İşte burada Shannon'un bu çok tatlı teorisindeki, öncelikle, bilgi "formül"ü devreye giriyor. Eğer bilgiyi "bit" olarak ifade edeceksek, yani l 'ler ve O' lar; "olay"ın kaç ''bit değerinde" olaca­ 37 ğını olasılık kavramı sayesinde hesaplamak mümkün: logaritma 2 tabanında 1 bölü olasılık değeri. Yani, madeni para fırlatıyo­ ruz diyelim (bu örnek de sanırım lnformation Theory far Dum­ mies başlıklı her metinde yer almak zorunda), yazı gelme olasılı­ ğı 112 yani 0.5 'tir. Yerine koyarsak, log 2(1/05)= log /2)= 1 , yani 1 bit "değerinde", bir bit kapsayan bir bilgidir bu. Sözel düşünelim: bit ne demekti? Bir ya da sıfır demekti, ele aldığımız olay da, en fazla iki durumu olabilecek bir olaydı. "Olduğu" anda da, bir de­ ğer kazandı, bu değer de ikili sistemde tek bir "sembol" ile ifade edilebildiğinden, değeri 1 bit oldu. Buna bilginin entropisi diyoruz: ihtimallerin toplamının oluştur­ duğu evren, onun entropisini oluşturuyor. Quantum gibi düşü­ nün, "ölçüldüğü" anda ise, bir "enformatik değer"e kavuşuyor. Yukarıdaki örneği taş kağıt makas üzerinden verelim. İ ki kişi oynasın. Birinin taş ya da makas yapma ihtimali, diğerini etkile­ mediği için bunlar bağımsızdır, şartlı ya da birleşik entropi yok. Her bir olayın olasılığı 1/3, bir taş ve bir makas geldi ise, 1 /3* 1/3, yani 1 /9, yani 0. 1 1 1 1 1 1 1 1 . Bit değeri ne olur? log 2(1/0. 1 1 1 1 1 l)=­ log 2(9), o da 3, 16 bit. Buna "self-information" diyoruz tabii, bir

c RI "iii RI V> c

i5

olayın kendisinde haiz olduğu bütün bilgi. (Ö nceki kısımda bunu detaylandırmıştık) Bir de, diyelim ki bir makinaya, "taş makası yener" vs. gibi durumları da tanıtacağız, bunları da he­ saplar, bütün bir taş kağıt makas oyununun, "Ali taş yaptı, Ayşe makas yaptı, Ali Ayşe'yi yendi" cümlesinin hem matematiksel bir modellemesini, hem de bilgisayarın anlayacağı bir dile ter­ cümesini yapmış oluruz, buna da kısaca "kodlama" diyoruz.

c RI

-E -6

RI ..c RI aı

:E

38

Tabii "olay"lar bu kadar basit değil, çok daha karmaşık "şey"leri tanımlıyoruz artık. Nasıl oluyor? Shannon bunun için "iletişim"e bir matematiksel modelden yaklaşım gelişti riyor, diyor ki; l nformatio n

Source

Receiver

Transmitter

Message

Signal

Received Signal

Message

Noise Source

Sözel ifadesi : Bir bilgi "kaynağı"ndan alınan bir bilgi "kodla­ nır", bir "verici" vasıtasıyla bir "gönderilen ileti"ye dönüştürülür, bu ileti bir "gürültü"ye maruz kalır, bu maruz kalışın sonunda elimizde "alınan ileti" olur, bu "alıcı"da "kod çözümü"ne uğrar ve hedefe ulaşır. bunu bir radyo sinyali ya da ağzınızdan çıkan bir söze uyarlayabilirsiniz. Pekala kaynak kodlama nedir? Biz bir "şey''i, bilgisel pakete dönüştüreceksek, onu her za­ man olduğundan az yer kaplayacak bir pakete dönüştürürüz. Çok yüzeysel bir örnek ama, benim vesikalık fotoğrafım benim su-

ratım değildir, onun indirgenmiş, göstergebilimsel bir paketidir. Ö yleyse bu "kodlama", bilgiyi "sıkıştırma" işidir: bu kayıplı ya da kayıpsız olabilir. Nasıl kayıpsız olabilir? Ö rneğin ben bir "kod çözücü"­ ye, bir yüzeyi tarif ediyorsam, ve bu yüzey 9*9 81 kareden oluşup, sol üst köşesinde 3*3 9 kare yeşil, geri kalanı kırmı­ zıysa, x,y ikiliğinde x satırı, y sütunu gösterecekse ve nü­ merik değerler soldan sağa, yukarıdan aşağıya artacaksa, şu bir kodlama yoludur: 1 , 1 yeşil, 1 ,2 yeşil, 1 ,3 yeşil, 1 ,4 kırmı­ zı, 1 ,5 kırmızı ... Tek tek bütün karelerin rengini tanımlarım.

Bunun yerine "1 , 1 'den 1 ,3 'e kadar yeşi l. l ,3'ten l ,9'a kadar kır­ 39 mızı ..." şeklinde tarif edersem, bilgi sıkışmış olur, gerçekte kapladığı yerden daha az yer kaplayacak biçimde kodlanmıştır ve kod çözümü olduğunda, hiçbir veri kaybı yaşamayız. (Peki bu bilgi gündelik hayatımızda ne işe yarayacak? En basitinden zip/rar dosyaları; en karmaşıklarını ben anlamıyorum bile, tarif edemem, kısaca şu an teknoloj i adına ne varsa buna borçluyuz. Mitolojiyi de aslında buna borçluyuz, fakat ilgili bölümde ele ala­ cağız.) Kayıplı olan? Az önceki örneğimizde yeşil ya da kırmızı ol­ ması önemli değil de, sadece 3*3lük bir alanın farklı bir renkte olduğu bilgisi yeterli olacak ise, böyle kodlarız, karşıda da böy­ le çözülür: Artık renk bilgisi kaybolmuştur, ama yüzeyde rengi farklı olan bir bölge olduğu bilgisi aktarılmıştır. Bu da bize depo­ lama yerinden kazanma şansı verir. Bu iki kodlama yöntemi aslında "doğada" karşımıza çıkar: beynimiz, sinirlerimiz, duyularımız böyle çalışır. Ö rneğin göz­ lerimizde kayıplı kodlama yapan ve sadece formları, ana hatları gören hücreler ile kayıpsız kodlama yaparak renkleri algılayan iki tür özelleşmiş yapı bulunur, bunlar birleştiği zaman ortaya net bir görüntü çıkar.

c: "' "iii "' V' c:

o c: "'

-E -5

"' ..c:

� �

40

Bir de kanal kapasitesi var: İ leti nerede aktarılıyorsa, o "ka­ nal"ın doğası ya da araçların işlevleri gereği aşılamayacak bir kapasite durumu söz konusudur. Bizim derdimiz, bu kanalı da "kodlayarak'', bu kapasiteyi en verimli şekilde kullanmaktır: buna ulaştığımızda, basitçe yeni kanal açarız. Yani bir kablo daha bağlarız, bir anten daha takarız vs.

Kanal kodlama? Kanalda "gürültü" var dedik, bu gürültü şim­ dilik "ileti şimi menfi etkileyebilecek her şey" demek. Tellerin iletkenliği, rüzgar, bir biçimden diğerine dönüşürken oluşan ka­ yıplar vs vs vs . . . . Şimdi bu gürültü içerisinde karşıya iletinin ula­ şıp ulaşmadığını bi lmek, hele ki uzun konuşacaksak önemlidir. İ lk yöntem, telsizcilerin yaptığı gibi "tamam" diyerek bitirmek, "kod adı"nı kullanarak başlamaktır. Diyelim ki çılgın bir tebliğ­ ciyim ve Bakara Suresi'ni karşıya mors alfabesiyle yollayacağım. (Kod içinde kod var yani. Surenin bilgisi, "dil" ile kodlanıyor. Sonra o dil kodlama dizgesi, mors kod dizgesine dönüştürülü­ yor.) Çok uzun sürecektir, o yüzden her ayetin sonuna karşının da bildiği bir sinyal eklerim, diyelim ki .. olsun. Karşı da aynını söyleyerek "dinliyorum, az evvelki ayet geldi, devam" di­ yecek. 2 1 . ayetten sonra, .. mesajını gönderdim ama gelme­ di, 20.de gelmişti oysa. Ö yleyse 2 1 . ayeti tekrar yollamalıyım, zira gitmemiş. __ • •

••

Bir diğer yöntem de, kanalın içine hataları onaran kodlar koy­ mak. Ya da bağlı kodlamalar kullanmak, bu sayede bir kodlama şablonunda oluşacak hatayı, diğer şablonun tespit etmesini sağla­ yarak hatayı en aza indirmek. Şimdi daha iyi anlamak için bir örnek verelim. Bir zigot döl­ lenmeden önce, anne ve babada, 92 kromozomumuz var elimiz­ de, klasik olasılık teorisiyle hesaplayamayacağım zira bu kromo­ zomların nasıl ayrılıp hangi gametleri oluşturup nasıl birleşeceği­ ni belirleyen kurallar çok düz değil ve ben matematikçi değilim,

maalesef. Fakat 92 kromozomun 46 anne, 46 baba olarak bölün­ düğü, her birinden 23'er seçilerek (46lık bir havuzdan seçilen 23 adet babadan, aynı şekilde anneden, bunun hesabı basit aslında, ama birleşmeleri vs. o kadar düz değil, tamamının entropisini o yüzden hesaplamadım.) daha sonra birleşeceği bir düzeneğin entropisi var elimizde. Ve yumurta döllendiği anda, artık elimiz- � � de 46 kromozomluk bir "olay" var, ve bunun bitler olarak tarif iil -; edebileceğimiz, oldukça büyük bir "enformatik değer"i elimizde: 3 yeşil gözlü olabilirdi, kız olabilirdi, beyaz tenli olabilirdi ama es- � � mer, kahverengi gözlü ve erkek olmaya programlı bir döllenmiş g yumurtamız var. İçindeki DNA, ileride büyüyecek, koca adam .[ olacak bebeğin enformatik değerini taşıyor. Bu hücre bölünecek ve embriyo gelişecek: DNA' lar kopyalan­ malı. DNA, esmer, kahverengi gözlü ve erkek olmasını "kodla­ mıştı" örneğin, nelerle? İ kili sistemle değil, "sembol"ler olarak a, s, t, g yani "adenin, sitozin, timin, guanin" bazlarını kullanarak. 1 ,0 bilgisayar diliyse, a,s,t,g biyolojik kodlama "sembolleri"dir, biyolojik dilin sözcükleridir diyebiliriz. Ama dedik, bunlar kop­ yalanacak, yani "iletişim" gerçekleşecek: RNA lar örneğin ileti­ şim sağlayan genetik kodlardır, hangi proteinin sentezleneceğini anlatır. DNAlar da bir nevi iletişim işlevi üstlenirler, atadan döle geçen bir bilgi aktarımı. Ve hem RNA hem DNA'larda, bazı en­ zimler, proteinler çalışır: Görevleri hataları düzeltmektir! Böyle­ ce genetik sıkıntıların oluşma ihtimalini en aza indirirler (fakat bütünüyle yok edemezler). Ayrıca, DNA ve RNA'ların belli böl­ gelerinde örneğin bilmem kaç tane Adenin peş peşe dizilir, belli bir bölgenin başladığına ya da dna zincirinin baş kısmı olduğuna işaret eden gruplardır bunlar. Yani DNA ve RNA'da hem kaynak kodlama vardır, hem kanal kodlama. DNA ve RNA denen zincir­ ler, birer kodlamadan ibarettir, "biyolojik insan"ı kodlar. O zigot­ tan bildiğimiz, gerçekten esmer, kahverengi gözlü ve erkek bir adam çıktığına göre, kayıpsız sıkıştırma tekniği kullanılmıştır. Bu kod paketlerinin kopyalan ırken ve ileti lirken bozulmaması

41

için, proteinler ve enzimler görevlidir, bu da kanal kodlamadır. Fakat bu süreçler gelişirken, bebek rahimdeyken anne sigara iç­ miştir, bebek mankafa olması gerekmezken mankafa olmuştur, bu da gürültüdür. c: nı iii

(3. c: i5 c: nı

-E -6 nı ..c:

� �

42

Tabiattaki her olay, bir nevi "iletişimse! olay" olduğundan, bu kuramı esasen her meseleye uyarlayabiliriz, ki öyle de yapıyoruz. Umarım bu kısa bölüm, Shannon ve onun muhteşem kuramına dair biraz olsun merak uyandırmıştır.

Kısım

111:

İletişime Giriş

Önce Fizik Vardı

Bilimlerin temeli fiziktir. Fizik, var olanın bilimidir diyebiliriz. Kullandığı dile de, matematik diyelim. Ö yleyse, evrendeki her şey, 43 esasında bir fiziki meseledir ki, değerli hocam İskender Öksüz ' ün "Millet ve Milliyetçilik" kitabının başında bunu anlatan çok gü­ zel bir pasaj vardır, okuyunuz derim. Hülasa, şiir de bir fiziki me­ seledir: Edebidir, evet. Ama biyolojiktir de: Şiiri yazan adamın beynindeki nöronlar, o sözcükleri, cümleleri yaratmasını sağlar. (Steven Pinker ' ın dediği gibi, kurulan her cümle, evrende ilk defa kuruluyordur.) E o zaman kimyasaldır da: Nöronlar kimyasal tep­ kimelerle mesaj üretir. Kimyasal ise, fizik meselesidir diyebiliriz: Neticede kimyasal tepkimeler fiziki bir takım özelliklerden ileri gelir. Fizik bilimine göre, dört temel kuvvet bildiğimiz her şeyi etkiler ve yaratır: Kütle Çekim Kuvveti, Elektromanyetik Kuvvet, Za­ yıf Nükleer Kuvvet, Güçlü Nükleer Kuvvet. Bu kuvvetlerden nükleer olanlar atom çekirdeğinin oluşmasını sağlarken, diğerle­ ri basitçe atomlar arası etkileşimi sağlar. Bu kuvvetler sayesinde madde bir araya gelebilir, etkileşebilir, canlılığı var edebilir. İ n­ sanoğlu da madde ve bilinç fonksiyonundan oluşur. İ nsanoğlu da atomlar gibi etkileşime girer, bir araya gelir. Yani Bilgi Teorisi bö­ lümünde ucundan değindiğim gibi, iletişim yalnızca "edebiyat" değildir, başka bir taraftan bakmaya çalışırsak, çok ilginç şeyler görebiliriz.

Fiat Homo İ nsanoğlunun beyni, atomun çekirdeği gibidir. Bu "bölge"ye has kuvvetler ve özellikler, insanoğlunun "iç iletişim"ini yaratır c: "' v; ve düzenler. Ünlü düşünür Spinoza, "fırlatılan bir taşa sorsay­ "' ..,. c: dık o da kendi isteğiyle hareket ettiğini söylerdi " diyor gerçi, biz o c: "' diyelim ki insanoğlunun iletişimsel varlığı geçmişini, bugününü -E ve geleceğinin muhtemel senaryolarını kapsayan bir bilgi pake­ -5 "' ..c "' tidir. Bebeklikten hatta anne karnından itibaren insanoğlu dış ı:ı::ı � dünyadan gelen "mesaj"lara maruz kalır. Bir gezegenin kütle çe­ - kimine maruz kalması gibi birçok kuvvet bebeklikten eri şk i n l iğe 44 insanoğlunu etkiler. Sesler, görüntüler, beynimizde şekillenen fikirler, dokunma duyumuzun uyarılması . . . Sürekli bunlara maruz kalırız ve pek azını bilinçli bir şekilde fark ya da tespit ederiz. İ nsanoğlunun atom çekirdeğini, yani bilincini, maruz kaldığı bütün kuvvetler ile, bunlara nazaran daha dar bir alanı kapsasa da, daha güçlü olan "aktif bilinci" oluşturur.

Homo Factus Est Düşüncelerimiz, yönelimlerimiz, tutum ve davranışlarımız kimi zaman aktif bilincimizin ihtiyari kararlarıyla, kimi zaman bilinçaltımızın, kimi zaman kolektif bi linçdışının, kimi zaman genetik içgüdülerimizin itkilemesiyle şekillenir ve ortaya çı­ kar. Artık insan, sorulara cevap verebilme özelliği kazanmış bir "fırlatılmış taş"tır. Farklı atomların etkileşmesi gibi, insanlar da birbirleriyle etkileşir, buna "iletişim" diyoruz. Bireyin iç iletişiminin yanında, bireyler arası iletişim, iletişim­ biliminin başlıca konusudur, buna "kişilerarası iletişim" denir.

Klasik biçimiyle iletişim bir kaynaktan, bir ortamda, bir araç ve kanal vesilesiyle bir alıcıya doğru gerçekleşir. Sözlü bir ileti, örneğin görsel bir iletiden ortam, araçlar ve kanallar cihetinden ayrılır. İ letinin kaynaktan çıkarkenki semantik anlamı ile, alıcı­ daki yorumlama sonucu edindiği anlam farklı olabilir. Öyleyse her ileti bir kodlama ve kod çözüme konu olur. Dil, en yaygın kodlama araçlarındandır. Fakat bu kodlamanın alt kodlamaları da - sözkonusudur. Ortam ve bağlam, bu kodlamaların çıktısını belirler. Kodlama-kod çözme meselesine yine Bilgi Teorisi bö­ lümünde değinmiştim.

"Lisan, daima insanları aldatan bir şeydir. Bir kelimeyi muh­

telif ağızlardan işittiğiniz zaman, hepsinin bu

kelimeden

aynı

manayı murat ettiğini zannetmeyiniz. Aynı kelime, bir hatipten diğer hatibe, bir muharrirden diğer muharrire geçerken mana­ sını değiştirebilir. Çünkü, kelimeler, insanlar arasında müşterek timsal/erden ibarettir. Mefhum ise iptida bir şahsın, sonra da ilmi yahut edebi bir mektebin hususi bir telakkisidir. Aynı za­ manda muhtelif hususi telakkileri ifade için kullanılan bir kelime şüphesiz hiç birisini hakkile ifade edemez. İlmi münakaşalarda bir çok iltibas/arın, sui tefehhüm/erin husule gelmesi bu halin bir neticesidir. Muhtelifzümrelerde, muhteliftelakkilere delalet eden kelimelerden biri de ilim tabiridir. " Ziya Gökalp'in daha önce de alıntıladığım bu sözleri, günümüzde göstergebilim dediğimiz disiplinin temelini oluşturur. Bir "gösteren" ve "gösterilen"den oluşan "gösterge"ler, iletişimin yapıtaşlarıdır. Detaylı bir konu olduğundan, göstergebilimi bütün yönleriyle ele almayacağım, sadece şunu söyleyeyim ki fotoğraflar, harfler, sözcükler, sembol­ ler, ikonlar; hepsi birer göstergedir ve insanların iletişimi ancak bu göstergelerle mümkündür. Her alıcıda farklı yorumlanabilse de müstakil birer "paket" olan bu "müşterek timsaller"e, göstergeler diyoruz. Vesikalık fotoğ­ rafım, ben değildir. Beni gösteren bir timsaldir. A harfi, A sesi değildir. A sesinin çıkarılacağını belirten bir göstergedir.

45

c: "' v; "' V' c:

o

c: "'

-;

"'O "' � "' co



46

Ün l ü sürreal i st ressam

Rene M agritte'e ait yukarıdak i eser­

de, "Ceci n 'est pas une pipe" (bu b i r pipo değ i l d i r yazı s ı), Göster­ gebi l i m ' i n temel i n i çok g ü ze l özetler. Evet, bu b i r pipo değ i l d i r, i ç i ne tütün t ı k ı p içemey i z , bu b i r pipo res m i d i r. D i l , beden d i l i , ortamın kend i s i , araçlar, kanal lar vb . . . Bun­ ları n her biri, elektromanyet i k k uv vet ya da kütle ç ek i m k uv­ veti g i b i , b i z i k u şatan i le t i ş i mse! k u v vetlerd i r. Bu kuv vetler k i m i zaman b i z i m kontrolümüzde, k i m i zaman bi zden bağ ı m­ s ı z d ı r. Çevrem izl e i le t i ş i m ha l i ndeyken, bu kuvvetler vasıtasıyla i let i ş i r i z . Atom ları n etk i leşi m i n i bel i rleyenler kadar bel i rg i n ve kes i n ol masa da, bizim i leti ş i m i m i z de b i r tak ı m k u ra l ı m s ı lara, temay ü l lere bağl ı d ı r. Bu k ural ları a n l amak , i let i ş i m kal itesi n i artt ı r ı r. İ let i ş i m k a l i ­ tesi , vermek i sted iğ i n i z fi k r i en i s abet l i v e veri m l i biçi mde akta­ rıp aktarmad ı ğ ı n ıza göre ölçü l ü r.

Var oluşumuz evrende bir "iletişimsel iz"dir. İ letişim araçlarla, bir ortamda, en az bir kaynak ve alıcı arasında gerçekleşir. İ leti, paketlenmiş bilgidir. Paketin nasıl yapıldığını biliyorsak, paketi açıp bilgiye erişebiliriz. Ö yleyse hem nakliye şartlarında dağıl­ mayacak, hem kolayca açılabilecek paketler yaratırsak, iletişim kalitemiz artar.

İletişim Olmasaydı? Tarihte teknolojinin gelişme ve yaygınlaşma hızı artarak artan bir grafik çizer diyebiliriz. Bunu anlamanın en iyi yolu, tekerlekten insanlı uzay uçuşuna giden süreci yüzeysel de olsa 47 irdelemektir. İ lk tekerlekler yaklaşık olarak İ . Ö . 9000 yılların­ da, ilk yaygın at arabaları İ . Ö . 3500 yıllarında, İ lk tren yolculuğu İ . S . 1 804 yılında, İ lk otomobil İ . S . 1 886 yılında, İ lk insanlı uçuş 1 903 yılında, İ lk insanlı uzay uçuşu 1 96 1 yılında . . . Arada atla­ dığımız teknolojik gelişmeler olabilir, ancak kesinlikle insanoğ­ lunun teknolojik gelişimi devam etmekle kalmamış, hızlanmıştır diyebiliriz. İ lk tekerlekten ilk kağnıya geçen süre ile, ilk uçaktan ilk uzay mekiğine geçen süre arasındaki farka ne sebep olur? Bir "mesaj"ın, belli bir kodla paketlenmiş bilgi olduğunu ve iletişimin temel olarak bu paketin transferi olduğunu anlatmış­ tık. ONA'mızı düşünün. Her bir gen, bir bilgi paketi değil midir? Adenin, Sitozin gibi baz yapıları bir nevi "gösterge"ler değil mi­ dir, bu bilgileri kodlamaya yarayan? ONA bilgi paketlerinden oluşur dedik, bunun yanında trans­ fer de edilir. Atadan döle aktarılır. O zaman, üreme de bir ile­ tişim biçimidir diyebiliriz. Bir önceki bölümde fizikten, bu bö­ lümde biyolojiden örnek verdik. Ö rneğimize devam edelim. Eğer ONA bir iletişim yöntemi ise, ne aktarır?

c ıa "iii

� c o

c ıa .ı:::. ....

-o

ıa .ı:::.

� �

48

Bilim adamlarının tespitlerine göre DNAlar vücudumuzun nasıl şekilleneceğinden hangi zihinsel hastalıkları taşıyacağımı­ za ve belli içgüdüsel davranışlardan hangilerini sergileyeceğimi­ ze bir çok bilgiyi aktarırlar. Pekala . . . Bir DNA parçası, bir gen, bana "konuşma" yeteneği bahşederse ne olur? Konuşma yeteneğimizin olmadığını varsayalım. Bir birey, kazara çok güzel, çok önemli bir şey keşfetse bile, bunu gelecek nesillere aktarmakta zorlanacaktır. Zira gelecek nesi llerle sadece ONA yoluyla iletişebilmektedir. Ancak genetik bilgisi, yapısal özellikleri bir sonraki nesle kalmakta, keşifleri vs. aktarılama­ maktadır. Fakat konuşma, beden dili, feromonlar (kokuyla iletişim in­ sanlarda diğer hayvanlara nazaran az ise de, bir miktar gerçek­ leşmektedir.) gibi araçlarım olursa, keşfettiğimi gelecek nesillere aktarabilirim, soyumun hayatta kalma şansı artar. Konuşarak çocuklarıma biyolojik olmayan bilgiyi aktarabilirim: Nerelerde yemek bulacaklarını, nelerden korkmaları gerektiğini, bir aletin nasıl yapılacağını . . . Ve bu bilgiler birikir, her bireyle birlikte yok olup gitmez. Artık tek bir birey, birçok bireyin bilincinin ürün ve keşiflerini hazır olarak alabilir. Yalan dünyadan bezmemeye kararlı insanoğlu, konuşmakla da kalmadı, hem okudu hem de yazdı. Artık konuşmanın sınırlayıcılığı ve geçiciliği de telafi edili­ yordu. Çok yüksek sesle bağırsanız bile yakın çevreden başkası sizi duymaz, ve sesiniz bin yıl sonrasına kalmaz(dı). Yazıyı icat eden insanoğlu, bilgisini, görgüsünü, icatlarını (tabii bunun ya­ nında sanrılarını, saçmalıklarını ve hayallerini) gelecek nesillere çok daha etkili ve kalıcı bir şekilde aktarmayı başardı. Bu, bilgi­ nin daha çok birikebilmesini, kopyalanabilmesini ve kolay edini­ lebi lmesini sağladı . Bu sayede teknolojinin ilerleme hızı da arttı.

İ lerleyen yıllarda örneğin tren teknoloj isi, matbaa, nihayet CD, DVD, İ nternet gibi müthiş gelişmeler, bilginin birikebilme hızı ve ulaşılabilirlik seviyesini daha önce görülmemiş kadar arttırdı. Bu sayede insanoğlu uzaya çıkmayı, bugün hayatımızı kolaylaştıran birçok buluşu geliştirmeyi başardı. Ö yleyse; Evrendeki her şey, bir etkileşimin neticesi ya da sebebidir. Bu etkileşime, bir yönüyle iletişim diyebiliriz. İ letişim yalnızca gün­ lük kullanımdaki halinden, anlamından ibaret değildir. Sosyal bir hayvan olan insanoğlu, her şeyini bir iletişim süreci sayesinde yaratmıştır. (İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan / Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan . . . ) İ letişim sayesinde hayatta 49 kalmış ve iletişim insanoğlunun hayatını şekillendirmiştir. Bizler sosyal hayvanlarız. Bu sosyallik, hiçbirimizin tek ba­ şına ya da teker teker başaramayacağı şeyleri , bir cemiyet ya da topluluk olarak başarabilmemizi sağlar. İ letişim "var eden"dir, ancak "iyi" olmak zorunda değildir. Güzellikleri yaratan bu sü­ reç, çirkinlikleri de yaratabilir. Yarattığı din, ideoloji gibi aygıtlar yoluyla, i letişimin musluğunu ya da yularını elinde tutanların çı­ karlarını korumak uğruna insanoğluna zarar verebilir. Hatta, hiçkimsenin çıkarı olmadığı halde, kimi hastalıklı dü­ şünceler bir virüs gibi iletişim ağına bulaşır, kimsenin başı ya da sorumlusu, kazananı olmadığı korkunç sistemlerde, iletişimsel araçlar zulmü tesis edip devamına hizmet edebilir. Bu yüzden özellikle modern iletişim kuramları ve yöntemleri iyi öğrenilme­ li, geçmiş ve bugün bu perspektiften okunmalıdır.

Bölüm il: Karşılaştırmalı Mitoloji

Ö nceki bölümde, bilincin evrimini anlatmaya çalıştım. Bi­ temel olarak biyoloj i k olduğunu ve "beşeri" olan her şeyi 51 mümkün kıldığını söyledim. Ardından, iletişimin, aynen fizik kanunları gibi, bir bilgi transferini mümkün kıldığını, bunun yine hayatta kalma güdümüzle, basitçe Dawkins'in "benci l gen"i gibi, genlerimizin kendini kopyalama meyliyle alakalı olduğunu belirttim. M itoloji, değindiğim Dunbar'ın teorisi doğru ise, 1 50 kişiden büyük toplulukların "mi llet", "toplum", "halk", "etnisite" gibi cemiyet yahut cemaatlere dönüşebilmesini sağlayan temel bir i letişim çerçevesidir. Mitoloj i , bireyden beslenir ve toplum yaratır, toplumu yansıttığı gibi, değişimi takip eder, toplum dö­ nüştükçe topluma benzer. Bu haliyle, edebiyatın, dinin ve bilimin anasıdır. Bütün o uzun ve savruk girizgah, mitoloj iye geçmeden evvel, okucuyunun belli konu başlıklarına -benim naçizane gö­ rüşüme göre- en sağlıklı cihetten bakmasını sağlamak içindi.

lincin,

Mitoloji: Evrensel Şiir İnsan, bir gölgenin hülyasıdır Ama ne zaman ki Tanrının görkemi yağar üstüne Bir nura döner hayatı, hoşluk içinde. . . Pindaros Bir gölgenin hülyası. .. İ nsanoğlunu en güzel tanımlayan mıs­ ralardan biri bu; günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce yazılmış. İ ncil'deki nihil novi sub sote, güneşin altında yeni bir şey yok şiarı uya r ı nca , insanoğlunun b i l g i si zamanlar artarken, zekası ve duygusal kapasitesi tarih öncesi çağlardan beri aşağı yukarı aynı kalmıştır diyebiliriz. Ta en eski çağlarda, mağara adamı de­ diğimiz insanlar bile aşağı yukarı biz kadar zekiydiler ve bizler "homo sapiens sapiens" olduğumuz andan itibaren, aşağı yukarı aynı varoluşsal sorunları yaşadık. "

"

Bir örnek vermek gerekirse, eski insanlara ait, tarih öncesi de­ virlerden kalma şişman "Venüs heykelcikleri"ni bilirsiniz. Dini amaçla kullanıldıkları düşünülür. Fakat bazı bilim insanları, bu heykelciklerin "modern" sandığımız bir işlevle kullanıldıklarını söylüyor: Porno. Bununla ilgili internette eğlenceli bir video· da vardı. Menschliches, A llzumenschliches! Sanat nasıl doğmuştur? Antropologların bulguları, ilginç bir yoruma sebebiyet veriyor. Yapılan kazılarda, tarihöncesi dönem­ lerden alet yapmayı görece yeni keşfetmiş insan topluluklarının kalıntılarında, iki tür alet bulunuyor: Bir tür, kullanılmış, üze­ rinde darbe izleri var ve işlevselliği ön planda. Yani tipinin "çok yakışıklı" olmasına pek aldırış edilmemiş, örneğin bir el baltası ise (üçgen biçimli taştan kesici alet) kesme işlevini karşılaması •

http ://67 .media.tumblr.com/ l l c2c7d5bb6a3 7b3b9a70cb05 5 5cddbc/

tumblr ncugvnFRmn 1 sa8 1 64o 1 400.gif _

_

yeterli görülmüş. Fakat bir diğer alet türü var ki, ilginç: Çok daha güzel tasarlanmış, mümkün olduğunca pürüzsüzler ve üzerinde kullanımın yarattığı yıpranma izleri yok. Yani kullanılmak için yapılmamışlar muhtemelen. Pekala bu ikinci tür aletler, erkekler tarafından kadınlara "Bak ben bu kadar ideal, güzel aletler yapabiliyorum. Benimle çiftleşirsen, çocuklarının hayatta kalma şansı, iyi alet yapma bil­ gisine sahip babaları olacağı için, oldukça artar" mesajı vermek için tasarlanmışsa? Sanatın doğuşunu buraya dayandırabiliriz: İ şlevin geri plana düşüp, hatta büsbütün sakıt olup, idealize ve estetize edişin öne çıktığı ilk "ürün"ler... Yahya Kemal "insan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan" diyor ya, testosteron olmasa idi, 53 belki sanat olmayacaktı. Dinin ve bilimin doğuşunu da böyle açıklayabiliriz. İ nsanoğ­ lu, Homo Sapiens Sapiens olduğunda, din ve bilimi yaratabile­ cekti. "Düşündüğünün üzerine düşünebi len insan" artık soyutla­ malar yapabiliyor, "farazi" konuşabiliyor, bir "dil" ile düşüncele­ rini sistematize edebiliyordu. Giambattista Vico, insanlığın ilk dili şiirdi der. Bunu, eski metinlerin neredeyse tamamının şiirsel formda olmasından yola çıkarak söyler. İ lk dilimiz şiir midir bilinmez, ama bildiğimiz bir şey var: İ nsanoğlunun beyninde, ''pattern recognition" de­ diğimiz bir özellik var. T ürkçesine "örüntü tanıma" diyebiliriz: Beynimiz, dış dünyayı anahatlar ve örüntülerle algılıyor. Neden? Bunun cevabını detaylı olarak Bilgi Teorisi bölümünde vermiş­ tim, kısaca söyleyecek olursak, "yerden kazanmak için" Ö rün­ tüler, tekrar eden desenler ve ana hatlar, beynimizde daha az yer kaplıyor, hard diskte çok yer kaplamıyor, bir nevi "zip"leniyor yahut "rar"lanıyor. Şiir de, basitçe bir örüntüdür. Kafiye düze­ ni, vezin vs. özellik ve işlevleri sayesinde, örüntüler yaratır. (Bu örüntülerin özelliği, kültürlere ve dillere göre değişir. Ö rneğin İ ngil izce'de, aliteratif şiir vardır: Kelime başlarındaki seslerin

c: nı

§. 5 �

-E



yinelenmesi, bir ahenk duygusu yaratır ki, eski İ ngiliz şiiri büs­ bütün aliteratiftir. Modern çağda en çok kullanan Tolkien'dir. Türkçe için, hece sayılarının eşitliği ve mısra sonundaki kafiye­ ler, özellikle redifler, örüntüyü yaratır. Yahya Kemal bu yüzden, "Türk, redifi bulunca şiiri yazar" der. Sözgelimi Arapça içinse, mısra sonu kafiyesi ve mısradaki sözcüklerin hep aynı uzunluk-kısal ık formunu takip etmesi ahengi, örüntüyü yaratır. La­ tince'de ve diğer dil lerde aruz veznine benzer Jambic Pentameter ve Elegiac Couplet gibi formlar kullanılır.) Ö rüntü, dolayısıyla beyin tarafından kolay algılanabilirlik, sözlü kültürün olmazsa olmazıdır.

-(1 �



54

(

İ şte bu yüzden, ilksel bütün metin ler, fikir paketleri, şii rsel formdadır. Destanlar, kutsal kitaplar, hatta atasözleri. "Fortuna favet fortibus" (Talih, cesurun yanındadır) yahut "Sakla samanı, gelir zamanı" gibi atasözlerinin hep örüntüler içeren formlarda söylenmiş olmasının nedeni budur. Hatta bir mitolojik metin, manzum yapısını kaybetmiş, nesre dönüşmüşse, artık yok ol­ maya yüz tutarken kaydedilmiş demektir: Sturluson'un "Prose Edda"sı, yani "Nesir Destan"ı buna uygun. Sturluson, eski İ skan­ dinav mitolojisinden kesitleri, derleyerek düz yazıya geçirmiştir, artık o inanışlar neredeyse büsbütün kaybolmuş ve hıristiyanlık tarafından menfur görülmüş iken. Çok kadim ve müstakil bir mitolojinin gölgesi gibi görebileceğimiz Dede Korkut öyküleri de öyle, manzum ve nesir parçalardan oluşur. Tolkien, eski Cermenik ozanların, destan çağı şiirsel formu kullanmadan söylenen eserlere "eddasız" yani "epik değil, şiirsel değil" deyip küçümse­ yerek baktıklarını söylüyor. Karşılaştırmalı mitoloj iye girerken, ilk aklımızda tutmamız gereken, beynimizin bu özelliği. Ve bu özelliği millet, kültür ayırdetmeksizin her insanla paylaştığımız gerçeği. Ö yleyse, her ulusun mitolojisinin içerikten ayrı olarak, biçimsel olarak ben­ zerlikler taşıyacağı muhakkaktır.

Peki farklılıklar? Benzerliklere geçmeden evvel, farklılıklara bir değineyim.

"Beneath the clearly perceived, highly explicit surface cultu­ re, there lies a whole other world, which when understood will ultimately radically change our view of human nature. " Edward T. Hall'un bu sözünü şöyle çevirebiliriz: "Açıkça algılanan, oldukça belirgin olan yüzey kültürünün altında, anlaşıldığında insan doğasına dair görüşlerimizi eninde sonunda keskin bir şeki lde değiştirecek bambaşka bir dünya var­ dı r." Bu "insan doğası" önemli bir konu. Eğer bir doğamız varsa, bizi ve bizim oluşturduğumuz insan topluluklarını, coğrafyanın kader oluşu ya da salt etki-tepkinin ötesinde, düzenlenmeyen ya da rastgele davranışsa! belirlenimlerin ötesinde bir yapı etkiliyor demektir. Bu konuda, Steven Pinker'in "The Language Instin­ ct" kitabı oldukça önemlidir; Chomsky'nin tezlerini geliştiren Pinker, bir insan doğasının, "evrensel gramer"in ve bu doğanın mahiyetinin sırlarını açıklamaya çalışıyor. Düne Kadar Dünya kitabında, J. Diamond da, her zaman her kolektif davranış yahut tutumu coğrafya ve dış dünyanın tesiri ile açıklayamayacağımızı söylüyor ve bir Pasifik kültüründe dul kadınların boğulması ge­ leneğini örnek veriyor: Bireyin doğası olduğu gibi, toplumların da doğasından söz edebiliriz ve bu doğa, özsüz, sürekli olarak coğrafyaya ve şartlara göre yeniden şekillenen bir mahiyette de­ ğildir.

55

Buna göre, insanın beyninde, "doğar doğmaz" beliren bir re­ . çete, bir plan, bir "tarif'' vardır. "Tabula rasa " diye bir şey yoktur diye de okunabilir bu: İ nsanlar, bazı primordial verilerle doğarlar. Bu milliyetçilik açısından önemlidir: Doğar doğmaz "milliyet" kazanılmaz, milli, etnik kimlikler, bence bunların tümü sonra­ dan kazanılan, edinilen kimliklerdir ama, bu kimlikler doğan ço-

}

cuğun kimi evrensel ve yerel "doğal elementler" ile doğduğu göz önüne alınınca, bu doğa ile ilişkilidir.

Lera Boroditsky'nin çalışmaları, bize dilin yapısının insan düşüncesini nasıl etkilediğini çok güzel anlatıyor. Ki, bu fikrin c: 111 ilk örneğini Ali Şir Nevai'de görürüz. Nevai der ki, Türkçe fiil ı;; � yönünden zengindir, zira Türkler göçebedir, fiil odaklı bir hayat c: o yaşarlar. Arapça ise, sözgelimi, kavramsal sözcükler açısından c: 111 üstündür. (Sapir-Whorf Hipotezi) İ nsanların dilleri, yaşayışları, -E i5 111 çevreleri ve bir takım "onlara has", yerel "doğal elementler"in ..c: 111 ı:ı::ı itkilediği bir evrim süreci sonucunda oluşur, ve bu dilin yapısı, � özgün bileşenleri, o dili konuşanların nasıl düşündüğünü etkiler. Boroditsky'nin verdiği bir örnek, bunun en basit ispatlarından 56 biridir: Sözcük cinsiyeti olan dillerde, örneğin "köprü" eril bir sözcük ise, insanlara eril çağrışımlar yapıyor, dişil bir sözcük ise, dişil çağrışımlar. Bu noktada, bilişsel haritayı tamamlayacak bir diğer teori, C. G. Jung'un "arketipler" kuramıdır. Buna göre, insanların kolek­ tif bilinçaltında, tek bir insanın icat ya da tahayyül edemeyeceği "arketip"ler yer alır, onların psikolojisini, modellemelerini, çı­ karsamalarını bu arketipler etkiler. Şahsi kanaatim, arketiplerin evrenselden yerele bir dizgi oluş­ turduğudur: Evrensel arketipler olduğu gibi, yerel, ulusal, kültü­ rel arketipler vardır. Ö zetleyecek olursak: Kültürler, örneğin kolektif ya da yüksek bağlamlı olabiliyorlar, bu kültürün mensuplarının kendileri ve "dışarı" ile nasıl iletişeceğini, zamanı ve mekanı nasıl kullandık­ larını etkiliyor. Dillerin yapısı, insanların düşünce tarzını, aynı fikre nasıl farklı tepki ler verebildiklerini belirleyici bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanında, kolektif bilinçaltı, bi­ reylerin ve toplulukların kimi özgün, "şahsına münhasır" tepki­ lerinin arkasındaki neden olarak karşımıza çıkıyor.

Abdulkadir İnan' ın "Tarihte ve Bugün Şamanizm" eserin­ de, Lucianos'tan alıntıladığı bir diyalogu aktarmak istiyorum:

Minisippos: Siz İskitler Orest ile Pilad'in ölülerine kurban sunuyor ve onları tanrı sanıyorsunuz. Toksaris, sen buna ne di­ yorsun? Toksaris: Kurban sunuyoruz, Minisippos, sunuyoruz. Fakat onları tanrı değil, ancak iyi insanlar sayarız. Minisippos: Demek ki siz iyi insanlara ölümlerinden sonra tanrılara yapıldığı gibi kurbanlar sunuyorsunuz. Toksaris: Yalnız bu değil, biz onların şerefine bayramlar ve muhteşem toplantılar yaparız. 57 Minisippos: Siz ölülerden ne istiyorsunuz? Madem ki bunlar ölülerdir, muhakkak ki teveccüh ve iltifat/arım kazanmak için kurban sunmuyorsunuz? Toksaris: Ölülerin bize teveccühleri olsaydı, hiç de fena ol­ mazdı. Fakat biz, iyi adamları hatırlamanın yaşayanlar için fay­ dalı olduğunu tahmin ediyoruz. Bundan dolayıdır ki ölüleri sayarız. Biz şöyle düşünüyoruz: ölüleri anarsak bir çoklarımız onlar gibi olmağa çalışacaklardır.

)

Her ulus kendi yaşam biçimine göre (toprak tarımı, hayvan tarımı, avcı-toplayıcılık vs) olguları ve dış dünyayı farklı görür. Etimoloji de bize fikir verebilir: Güzellik kavramının Hellenistik dönem Yunanca karşılığı "horaios", etimolojik olarak "hora" yani "saat" sözcüğü ile iliş­ kilidir. ( İ ng. Hour) Bu bakımdan, Hellenlerin güzellik kavramını bir nevi "eşref saati" mantığıyla, "doğru ve güzel anda yakala­ mak" olarak gördüğünü söyleyebiliriz; bu anlamıyla güzellik bir "kesit"ten ibarettir.

(

Türkçe "güzel" sözcüğü ise eski Türkçe "kör-" (gör-) kökün­ den türemiştir: Görmek, kör olmak gibi akraba sözcüklerle bir­ likte, görme duyusuyla ilişkilidir. Ayrıca eski Türkçe'de "güzel" sözcüğü yerine kullanılan sözcükler -ki bugün şahıs ismi olarak yaşamaktadırlar- Gökçen, Gökçe, Gökçek; hep "gök" ile ilişki­ lidir. Gök Tanrı kültünün yaygın olduğu eski Türk anlayışında tı. güzellik ile gökyüzünün il işkilendiri lmesi -ki bu Türklerin mef­ 5 tun olduğu gök rengi, batı dünyasında Turquoise adıyla bilinir, � "Türk ' le alakal ı olan" anlamına gelir- anlaşı labilir bir durumdur. � Hem "gör-" kökünün, hem de "gök-" kökünün alakalı olduğu bir sözcük, "görk", hem haşmet, azamet bildirir (görkemde olduğu - gibi), hem de "g��klü" sözcüğünde görüldüğü üzere, güzellik, çekici lik belirtir. Oyleyse eski Türk algısında güzellik, '"transan­ 58 dantal" (aşkın) ve zamandan-mekandan öte bir kavramdır.

.N",..

� �

(

Eski İngilizce'ye baktığımız zaman, "güzel" anlamında ''fair" sözcüğünün kullanıldığını görüyoruz. Fair, ilerleyen zaman larda İngilizce'de, bağlam içinde "adil, eşit, tutarlı" gibi anlamlar da yüklenmiştir. Bu verilerden yola çıkarak diyebiliriz ki, kuzeyli ve cermenik bir toplum olan İ ngilizlerin eski mantığı, güzellik ile "orantılı olmak" kavramını i lişkili görmektedir. Bu üç örnek, güzellik kavramının, göstergebilimin bütün alanlarında olması mümkün olduğu gibi, subjektif olduğunu ve bu subjektifliğin sadece bireyin öznel algı lamasından değil, top­ lumların kolektif bilinçaltına göre kültürel farklardan kaynaklan­ dığını ispatlar niteliktedir. Buradan, mitolojinin temel işlevine geçelim. Mitoloji, temel olarak "açıklamak" için vardır. Yağmurun yağması ile bulutlar arasında bir ilişki olduğunu gözlemleyen insan, henüz bizim bu­ gün olduğumuz kadar bilgili olmadığı için, tahmin yürütür: Bir bulut tanrısı olsun, bir de yağmur tanrıçası. Bunlar seviştiklerin­ de, bize yağmur yağıyordur belki? Yahut gökyüzündeki yıldız­ lar, göğün "yüzündeki" açılmış del iklerdir? Oradan çok uzaktaki tanrılar bizi gözleml iyorlardır belki?

Girişteki şiiri hatırlayın: Tanrılar hep göktedir. Neden? Zira insanoğlu için gök ve gök cisimleri hayati önem taşır: Gökten yağmur yağar. Toprak tarımı toplumuysan, mevsimleri gök ci­ simlerine bakarak bulur, ekim ve hasat zamanını bu sayede tespit edersin. Hayvan tarımı yapıyorsan, uçsuz bucaksız bozkırda ancak gök cisimlerine bakarak yol bulursun. Güneş doğunca etrafı görür ısınırsın, zifiri karanlıkta ay sana az da olsa ışık sağlar. Kutsal olanın gökle ilişkilendirilmesi çok normal değil mi? Toprak sana yiyecek bahşediyorsa, o da kutsal olmayacak mıdır? Gök üstte, yer altta ve ikisinin etkileşiminden (yağmur) mahsul ortaya çıkıyorsa, gök baba, yer anne diye metaforlaştırılamaz mı?

) )



� � � 3:

g .[ Gök deyip geçmemek lazım, tekrar etimo l oj iy e dönelim: Ev­ 59 ren, hem "kainat" manasına gelir (Divan-ı Lügat-it Türk'e göre), hem de "büyük yılan, ejderha" Etimolojik olarak mutlaka "evirmek", "evrilmek" yani "dön- \ mek", "çevrilmek" gibi anlamlarla ilişkisi vardır ki, Arapça "fe- ) lek" de böyledir. Hem kainat, hem de "çark" manasına gelir.

)

Peki yılan neydi? İ skandinav mitolojisinde evreni ya da Midgard'ı sarmalayan yılan, Jormungand vardır, kendi kuyruğunu ağzında tutar, bir nevi "döngü"yü simgeler.

) )

Pekala neden dönmek gök ile hep alakalı? Zira gök cisimleri \ yıl içerisinde yer değiştirir, dünyanın ve kendi yörüngelerindeki hareketleri sebebiyle döngü yaparlar. Bunu gözlemleyen insanlar, dillerinde göğü kapsayan kainata isim verir yahut gökle ilgili mi­ toslar yaratırken, hep döngü iması içeren sözcükler kullanmışlar. Bu döngünün, insanın kaderini etkilemesi ise, tanrısal varlıkların gökte, bu dönen düzlemde yaşıyor olmalarından ileri gelir. Yani mitoloji, çok temel bir "çevreyi açıklama" ihtiyacına cevap verir. Biçimsel olarak neden şiirseldir sorusunun cevabı­ nı verdik. Neden genelde insan suretli tanrılar vardır sorusunun

,/

c: ıa "iii ıa vo c:

cevabını aşağıdaki b ölümlerde değineceğim prensip veriyor: Yu­ karıda nasılsa, yerde öyle, yerde nasılsa, yukarıda öyle. Sami din­ lerin doğarak transandantal dinlere dönüşmesi, bu kitabın kapsa­ mının dışında olsun şimdilik. Bu yönüyle mitoloji, bilimin, dinin ve edebiyatın atasıdır. Gelel im benzerliklere ... İ nsanoğlu aynı zihinsel arkaplanı ve aşağı yukarı aynı sorgulamalara sahip olduğu ve benzer hayat şartlarını paylaştığı ölçüde, mitoloj i ler benzerdir. Bir kültüre has bir farklılık varsa, mitolojik anlatıda da ayrışmalar gözlemleriz.

o c: ıa

-E -6 ıa .c: ıa

�\

İ skandinav mitolojisinde, iyilik ve güzellik Tanrısı "Baldur", 12 -\ kişinin davet edildiği bir yemeğe sonradan gelen Loki'nin hilesi sebebiyle öldürülür. Bir inanışa göre Baldur, Ragnarok'la dirilerek 60 geri gelecektir. Toplamda 1 3 kişinin bulunduğu son akşam yeme­ 1 ğinden sonra 12 + 1 . karakter tarafından hile ile öldürülmesi sağlanan İ sa ve İ sa'nın dirilişi motifine ne kadar benziyor değil mi?)

h� ;

Mısır'da Apep ya da Apophis, güneş tanrısı Ra'yı ya da gü/ neşin kendisini yutmak için bekleyen yılan . . . Nart mitoloj isin­ de (Kafkas mitolojisi), Çerkes versiyonunda da Yemmej güneşi yutmak için bekler ama Yemınej yılan şeklinde tasvir ediliyor mu, emin değilim. İ skandinavya'da ise Jormungand alakalıdır; Jormungand dünya sularını çevreleyen bir yılandır ve daha da önemlisi, son savaşta "gökyüzünü zehirleyecektir" Güneşi faz­ la görmeyen İ skandinav dünyasında, yılan-güneş düşmanlığının daha çok yılan-gökyüzü düşmanlığına dönüşmesi anlaşılabilir bir durum. Türk mitolojisinde doğrudan bu motifle benzeşen bir yılan yok ama, Oğuz K a ğan 'ın, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, öl­ dürdüğü büyük canavarlardan biri de yılandır. (Oğuz Kağan'ın öldürdüğü hayvanın ne olduğu bilim dünyasında tartışmalı­ dır. Bazı Türkiye Türkçesi aktarımları "ejderha"yı tercih eder­ ken, bu hayvana ad olarak "kıyand'' verildiği için, gergedan da

denmektedir.) Bu ise, başka bir yılan motifinin eşdeğeri; "dra­ gonkiller". Dünyanın birçok yerinde, birçok mitolojide, kahra­ man bir büyük yılan, bir ejderha öldürür: Yunanistan'da tanrı Apo/lon, Pithon denen büyük yılanı, Niebelungenlied'de Siegf­ ried büyük bir ejderhayı, Türk mitoloj isinde Oğuz Kağan yine --büyük bir yılanı. Yılanın Hıristiyan anlatılarında yine "düşman" olarak yer al­ ması tesadüf mü? Bazı bilim adamları, yılan korkusunun doğa­ mıza içkin olduğunu iddia ediyor ve bulgularla destekliyorlar: Bu kurama göre, yılandan korkmayı öğrenmiyoruz, genlerimizde bir yı lan korkusu var. Bunu, daha insan olmamızdan evvel, kü­ çük kemirgen atalarımızın en büyük düşmanlarının yı lanlar olu­ şuna ve yı lan korkusu yaratan bir genin, özellikle "yı landan uzak durmayı öğrenmemiş" yavruların otomatik bir şekilde yılandan uzak durmalarını sağlayarak, evrimsel avantaj sağlayacağına da­ yandırıyorlar. Tabii bu iddia tartışmalıdır, ancak insanoğlunun dünyanın bambaşka yerlerinde hep yılana dair kötü hikayeler an­ latması ilginç -gelmiyor değil. İ lginçtir, Jotunnheim'dan gelen devleri arkasına alan tanrı Sutr, Ragnarok'u ( İskandinav kıyameti) başlatmak için Heim­ dall'ın koruduğu köprüye gelince, Heimdall, Gjallarhorn isimli borusunu öttürerek kıyameti haber verecektir. Bu yönden, ara­ sında bildiğimiz hiç bir ilişki olmayan İ skandinav mitolojisiy­ le benzerlik gösteren bir sami kültürü motifidir İsrafil ve Sur meselesi. Kıyameti haber verecek boru benzeri bir enstrüman ... Niye iki alakasız kültürde böyle iki motif var? Gök gürültüsünün ------=--fırtınaları haber vermesi, buna ilham olmuş olamaz mı?

-

-------

Başka bir dala atlayalım. "Kelle koltuğunda üç gün savaştı / Allah Allah deyip de geçer Genç Osman of of! " diye devam eden askeri marşı/şarkıyı çoklarımız bilir. "Başı koptuğu halde sava­ şan adam" meselesine bir değinmeli o zaman, hani Ömer Sey­ fettin 'in "Başını Vermeyen Şehit" başlıklı hikayesine konu olan:

/

)

61





� �

-

Kesik başını taşımaya devam eden aziz figürü Hristiyan dünyasında çok yaygındır; özellikle şehitlikle ilişkilidir. (Cephalap­ hore) Ki, kimi araştırmacılar bu kültün arkasında Kelt kültü­ rünün olduğu fikrindedirler; zira Keltlerde kelle avcılığı, kesik kafaya kutsallık atfedi lmesi gibi durumlar yaygındır. Ki kafaları kesildikten sonra düşmanın kelle koleksiyonuna katmasını en­ gellemek için kesik başlarını geri alan ve kesik başlarını taşıyan Kelt kahramanlarına dair mitolojik hikayelerin izi "Sir Gawain and the Green Knight " hikayesinde bile görülebilir; değişim ve evrimle oraya kadar taşınmıştır; diğer Hristiyan azizlerine dair hikayeleri de saymak gerekir tabii.

Ömer Sey fettin bir ihtimalle okuduğ u batı yazınının etkisinde 62, kalarak yazdı bu eserini. Gerçi bizde "kelle koffükfa savaşmak" rıJ cieyimTesk i bir deyim ve zannetmiyorum ki batıdan geçmiş ol­ L sun. Bu açıdan, batı etkisinde kalmadan da yazmış olabilir. Eğer , bu "ölen adamın kesik başını eline alması" sahnesi bizde de yay­ ..\, gınsa ve sonradan aldığımız bir kültür öğesi değil de tamamıyla '� . 7 kendimize ait olan bir şeyse, dnıidizm ve şamanizm arasındaki �, , benzerliklere ek olarak, K�Jt kültürü ile Türk kültürü arasındaki benzerlikler arasında sayılabilir.

'. �(,. � ,

Bu iki kültür arasındaki bir diğer benzerliğe değineyim. Türk mitolojisindeki don kavramı, dünya mitolojilerindeki "form"un eşdeğeridir. Form, varlıkların maddesel biçimiyle alakalı kav­ ram. Türkler, "dona girer", formu alır. Birçok mitolojik metinde ise, "form verilir" Yani Türklerdeki mitolojik karakterler for­ mu alan, formuna benzeyen iken, özellikle yerleşik toplumlarda form veren tanrılara rastlarız. Pir Sult a n 'ın "kırk yıl dağda gez­ dim geyiklerinen" deyişi, eski şamanların geyik donunda inisi­ ye olması motifinin bir kalıntısıdır. Hacı Bektaş'ın Anadolu'ya güvercin donunda gelmesi de, Yunus 'un "ete kemiğe büründüm / Yunus deyü göründüm" demesi de. Türklerin özgün özellikleri bu motifin "don kavramı" mahiyetinde şekillenmesine sebep ol-

muşken, algısı ve dünya gözlemleyişi, davranış kodu farklı olan toplumlarda bu, "form vermek" ile ilişkili motiflerde karşımıza çıkar.

)

Söz gelimi Kelt inanışı olan Druidizmde, ağaçların -deyim yerindeyse- "frekansına bağlanmak" vardır ki, druid kelime ma� nası ile ağaç adam demektir. Burada beliren işaret Türkler ve � Keltler gibi bir takım milletlerin dünya/çevre algısının benzer ol- � duğuna (akrabalık değil, son bölümde değineceğim) işaret eder. Bazı birtakım hint-avrupalı toplulukların mitolojilerine baktığı- � ;:;: mızda ise, formuna giren -"frekansını yakalayan"dan çok, "form §veren"e rastlarız; Yunan demirci tanrısı Hephaistos mesela. Ki, -== bir şekilde bu uluslarla etkileşime girmiş ulusların mitolojisinde, 1 "form veren" ile "formunu alan" aynı anda barınır. ( İ skandinav- 1 63 tarın Aesir grubu ilkine, Vanir grubu ikincisine yakındır.) Ayrıc Türk kültürüne de zamanla, " �!m veren" motifi girmiştir.



\



Bu iki kafa yapısı arasında köprü olan Kafkas mitoloj isine baktığımızda ise, form veren ile "frekansına geçen" birlikte başat figürlerdir. Buna göre, Nart Tlepş, (Ki sonradan Sami etkisiyle Davut'tan etkilenerek "Debet/Debeç" olmuştur özellikle Karaçay versiyonunda. Zira .O!J.Y.� Peygamber, anlatılara göre elinde madenin hamur gibi yumuşak olduğu bir peygamberdir.) form veren demirci tanrıdır. Werserıj ise, şamanların, druidlerin anlayışına daha yakın olan ve battık şamanizmindeki gezgin tanrıçalara daha çok benzeyen bir ana tanrıçadır. Sosyolog Selçuk B a ğ l ar 'ın tercümesine göre, Werserıj "worşer" (sohbet) ile aynı kökten bir isim ve "varlığın bütünü ile sohbet edebilen, hepsi ile senli benli olabilen" anlamına geliyor.

------- ----

.

Son olarak, sayılara değinelim. Neredeyse bütün "panteon"­ larda 1 2 başat karakter vardır ki, her bir karakter belli bir kav­ ram / gücü simgelediği için, gayet anlaşılabilir bir durum. Ya da, doğadaki ana yönler ve belirgin döngülere gönderme yapan sayıların mitolojik anlamda değer kazanması beklenir bir şey.

) \

\

Ancak, öyle sayılar var ki, hem "neden bu sayılar önem kazan­ dı?" sorusuna hem de "bu sayılar neden birbiriyle ilişkisi olan ya da olmayan kültürlerde karşımıza çıkıyor, birbirinden bağımsız mı everildi bu motifler, yoksa bir etkileşim sonucu mu?" sorusuu n 1 11 0

!� (�7ı::: :::� :'.: :: ��:;: : � ;

n üWen 32 diyelim önce. ı i i Al Kabacalı'nın Neyzen Tevfik biyografisinde, Neyzen'in .§ I "inandım siv u du'ya" gibi bir mısraı var, siv u du Farsça otuz iki ] ( demektir. Hatta dipnotta "siv u du birleştirilip su diye de okunur" � \ şeklinde bir açıklama da vardır. Zerdüştlerde kutsal bir sayı imiş. :::?!

64

Hafızamı tarıyorum, 32 'nin belirgin ve kutsallıkla alakalı olarak ortaya çıktığı bir diğer yer, İslam: 32 farz. Daha ilginç bir sayı: 432 .000.

1

,\

Valhalla, İ skandinav tanrısı Odin'in bir nevi "kışla"sı. Odin'in buradaki 540 kapının her birinden 800 adet olmak üzere çıkacak 432 .000 askeri vardır. Hint mitoloj isinde bir "tanrısal yıl" ya da "kozmik döngü" de 432 .000 yıl sürer. Takip eden bir bölümde, bu benzerliklerin nedenine eğilece­ ğim. Fakat araya eğlenceli bir okuma olsun diye, farklı bir alt başlığa geçelim.

Mitolojide Kadının Yeri Mitolojide "quod superius sicut inferius" prensibi vardır, yani "yukarıda nasılsa; yerde de öyle". Ulusların mitolojileri, onların nasıl düşündüğü ve yaşadığına dair ipuçları verir. Göksel düz­ lemdeki tanrılar düzeni ve hiyerarşisi, anlatılar ve motiflerin içeriği ve birbirleriyle i lişkisi, yeryüzünde o mitolojiyi yaratan ulusun çoğu zaman aynasıdır.

Ö rneğin bir toplum anaerkil düzenden ataerkil düzene geçtiy­ se, mitolojide buna dair bir öykü bulunur: Daha barışçıl Vanir tanrı ve tanrıçalarının, erkek egemen Aesir tanrı grubu tarafından ) yenilerek Vanaheim'a sürülmesini ve Asgard'a savaşçı Aesir'in hakim olmasını anlatan İ skandinav mitosu gibi . . . Yahut deniz ti- , caretiyle ulaşan kavimler için deniz tanrı ve tanrıçalarının çok \ � . önemli olması gayet tabiidir. Yine , kuzeyden gelen Yunanlıların savaşçı, gezici ve avcı Arteı_n is'inin, Anadolu'nun şişman bereket tanrıçası Kibele ile birleşerek bin memeli bir a dönüşmesi � . güzel bir örnektir.

/

--



---

· ·

r;

) .�

Neden Piercing ve Takı Daha Çok Kadınlarla

İ �

�:

65

İlişkilendirilir? Mitoloji bir ulusun kolektif bilinçaltının yansımasıdır. Ulusun yaşantısına, anlayış ve inanışlarına dair bize veriler sağlar. Bunun yanında mitoloji, bir "açıklama" aracıdır. İ nsanoğlunu hay­ vanlardan ayıran, dil yeteneğidir ki, "var olmayan, farazi nesneler" üzerine konuşma kabiliyetimiz, Yahya Kemal'in "insan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan" dediği tuz gibidir. (Her şeye aynı mısraları alıntıladığımın farkındayım. Yahya Kemal'i çok seviyorum.) Hipotez oluşturma yeteneğimizi bu "yalan söyleye­ bilme istidadı"na borçluyuz. Evvela gözlemlerimiz ve bilgilerimiz sınırlıyken yağmurun yağmasını, bir dağın üzerinde yaşayan sakallı bir dayının lütfu olarak görmüş olabiliriz, ancak zaman içerisinde mitoloji, irfanı ilime dönüştürdü ve "inanç" kısmı da dine evri ldi. Yüzyıllar önce yarım yamalak da olsa çeşitli otların, belki de ruhların inayetiyle, sair hastalıklara iyi geldiğini keşfeden şaman, bugün doktora evrilmiştir. Mitolojik dönemde insanlar bizden daha az zeki değillerdi. Gözlem yapıyorlar, henüz yeterince bilgili olmadıklarından, bil­ gi "birikmediğinden", gözlemlerinden her zaman gerçeğe ulaşa-

r)

.

/

mıyorlardı. Ancak ana hatlarıyla, vücut açıklıklarından giren bir takım şeylerin (ruh, şeytan, büyü yahut bakteri) hasta yaptığını gözlemlemişlerdi. Bugün biz bu "şeyler"in mikroplar olduğunu biliyoruz, onlarsa çoğu zaman ruhlara, kötücül güçlere inandılar. Ve bunu engellemek için çeşitli muskalar geliştirdiler.

c



t;

� -E

1( � ::E

·

\

-. 66

\

1

\

Divan-ı Lügat'it Tü rk ' te, "kimin bile in bolsa yaşın yak­ mas" diyor, yani kimde yada taŞı içeren füf-yii z ük varsa, ona yıldırım, ateş işlemez. Sadece Türklerde değil, birçok ulusta bu muskalar, koruyuc � n� sneler görülür ki, bugün hala ·��n" ta­ şımamız yahut H ırıstıyan ların haç takması bundandır. işte çok eskilerde, insanlar vücut açıklı kfafi ndan giren "kötü ruhlar" yahut hasta edici bir takım güçlerden korunmak için, bu açıklıklar cin � civarına koruyucu muskalar il iştirirlerdi. Bunlar genelde şeklinde, deriye iliştirilen takılar olurdu. Kulağa küpe, burna hızına, cinsel organların çevresine, dudak çevresine piercingler... Hepsi, vücut açıklıklarından kötü güçlerin girmesini enge!le_n.ıe­ ye yönelikti.

p_I"er

Kadınlar, teknolojinin getirdiği yaşam standardının olmadığı o yıllarda hastalıklara karşı daha savunmasızlardı . Bir sonraki bölümde buna tekrar değineceğim ama, hijyenik olmayan bir or­ tamda kadının enfeksiyon kapması daha kolaydı. Bu yüzden, bu tarz koruyucu muskalar kadınlarda daha yoğun görülüyordu. Bu­ gün hala "takı ve piercing kadın işidir" algısının olması bundan ileri geliyor.

Kadın, Ay ve Manyaklık Her ay menstrüal döngü tecrübe eden bir cins ... Yaklaşık 28 günde bir hormon döngüsü yaşıyor ve tesadüfe bakın ki (belki de tesadüf değildir, farklı bilimsel iddialar var, emin değilim) ay da aynı gün sayısında bir döngüde seyrediyor. İnsanların kadın ve ay ı bu kadar ilişkilendirmiş olmalarına şaşı rmamak lazım.

)

Üstelik, kadın ve ayı ilişkilendiren kültürlerde, ayın genellikle iki yüzü vardır: Munis, sevimli ve olumlu yüz ile, karanlık, korkutucu, büyüyle ilişkilendirilen yüz. En güzel, Yunan Mitolo­ jisindeki Selene ve Hecate ikiliğinde görebiliriz: İ lki ayın sevimli yüzü iken, Hecate karanlık yüzüdür, büyücü bir kadındır. Bunun sebebinin, bugün PMS dediğimiz, regl öncesi dönemde kadının � manyaklaşması olduğunu düşünüyorum. Eski insanlar bu man- � ""' yaktığa anlam verememiş, bu yüzden kadınla i lişkilendirdikleri ayın mutlaka anlaşılmaz ve korkutucu, gizemli bir diğer yüzünün � olduğunu düşünmüşlerdi. İ ngilizce "çılgın" anlamında "Lunatic" sözcüğünün, Latince "Luna" yan i "Ay" i le ilişkili olması bu ne- .g, dendendi r. (Bu arada, Türklerde ayı n dişi olmadığı durumlar da yaygındır. Eski şamanlar, Ay'ın ruhuna ':4y Ata" derlerdi ki, bugün 67 bile çocuklara "ay dede" diye anlatmamızın sebeb-i hikmetidir.) \)')�ı

)





(J J..

Bunun yanında, kadınlara musallat olan cin, şeytan, kötü ruh motif ve memoratları her zaman erkeğinkinden çok olmuştur. Sebebini yine kadının hormonal med cezirlerinde aramalıyız: Kadın lar lohusa iken hormonal açıdan dengesiz, üstelik hasta­ lıklara açık durumdadırlar. Bunun bir efe menopozu var. Ö strojen hormonundan habersiz insanlar, kadınların iyice kafadan oynak bir hale gelmesini ve doğum esnasında ya da sonrasında kolayca hastalanıp ölebilmelerini çeşitl i güçlerle açıklamışlar. Ayzıt, Artemis, Umay gibi iyi dişi ruhlar/tanrıçalar i le, al karısı gibi kötü ruhlar bu yüzden "kadın etrafında örülmüş mitolojik anlatılar"da hep karşımıza çıkarlar. Bununla kalsa iyi, kadınlar da az değil tabii. Bekaretin önem­ sendiği toplumlarda, kadınlar evlilik öncesi ilişkiye girip be­ karetlerini yitirdiklerinde, suçu yine tanrılara, ruhlara, kötücül güçlere atmışlar: Roma'da, örneğin, demiş ki "düşümde bir Jncu­ bus ırzıma geçmiş, benim suçum yok sevgilim" En ilginçlerin­ den biri, sair Rumen şiirine de konu olmuş Zburatorul inancıdır. Aşağı yukarı "uçan erkek" anlamına gelen Zburatorul, Roman-

/

1

ya'da Incubus kültünün devamıdır. Uçarak gece kadınları ziya­ rete gelen bu yakışıklı yaratık, özellikle bakire kızları kandırır ve onlarla birlikte olur. Sabah olmadan da uçar gider ve kızları utancıyla haşhaşa bırakır. ı: "' v;



Kocakarıları Neden Sevmeliyiz?

5 -E ı:

Sıkça duymuşsunuzdur, "kocakarı inancı", "kocakarı masalı", "kocakarı ilacı", "kocakarı takvimi"... Bunun sebebi ne ola ki, kocakarılar etrafında bu denli girift bir biçimde örülmüş bir anlatılar yumağı var?

-g .r. � �



(/

Eski dönemde, toplumda sınıflaşmalar ve bireylerin görevleri tesis edilirken, "çocuğa milli/etnik irfanı �tarma" görevi_!l_ü_y!i­ kanneye düşmüştü. Büyükbaba ve baba daha çok "ev dışı" işlerle m ullerdi, anne çocukların bakımıyla uğraşıyordu. Büyükan­ ne ise, irfanı aktarmakla görevliydi: Her biri birer işlev ve mesaj içeren masallarla, yani mitoloj inin beslendiği bereketli kaynağı oluşturan anlatılarla. Dolayısıyla "kocakarı"lar, eski irfanı en iyi hatırlayan, özümsemiş bireylerdir. Bu yüzden, örneğin ül­ " kemizde daha şamanistik dönemden izler taşıyan inançlarımıza "kocakarı inancı", milli irfanımızı anlatan masallara "kocakarı masalı", şamanistik ilaç yapım teknikleriyle yapılan geleneksel inançlara "kocakarı ilacı" deriz. Kocakarılar milli hafızamızın en gösterişsiz ama en kıymetli bekçi leridir, gidin babaannenizin elini öpün bu vesileyle.

eşg

( '!

/

(

Bu durum bir başka meseleyi de beraberinde getiriyor: Ya­ yılmacı dinler, bu yüzden kadın düşmanı olmak zorundadır. Ö r­ neğin Hıristiyanlık, bu yüzden cadı avına çıkmıştı : Avrupa'nın yüksek kültürü Latin Katoli k etkisinde idiyse de, halk kültüründe Cermenik ve Kettik inanışlar devam ediyordu. Ö rneğin İ ngil­ tere'de "cunning folk" denen, saygı duyulan ancak uzak durulan şifacılar insanları tedavi ediyor, yöreleri geziyor ve anlatılarını paylaşıyorlardı. Kocakarının ve genel olarak kadının üstlendi-

)(

ği işlev nedeniyle, bu Cermenik ve Keltik mitoloj iden yadigar inanç, anlatı ve eylemleri muhafaza edenler genellikle kadınlardı. Katolik kilisesinin kadınlara yönelik bir yıldırma politikas y yaratması bu sebeptendir.



Şimdi gelelim, bütün bu açıklamalardan sonra, "bu benzer­ liklerin nedeni ne ola ki?" sorusuna. M itolojinin biçimsel özel­ liklerine, etimoloji ve yaşantıyla ilişkisine değindik. Şimdi örnek vakalar üzerinden, Dede Korkut özelinde, bilimsel yöntemden çok uzaklaşmadan bir cevap vereceğim.

Dede Korkut A l m a n Mıydı?

-

Odysseus'un Polyphemus isimli devi öldürdüğü sah­ ne Yunan mitolojisi ve Avrupa edebiyatında meşhurdur. Tek gözlü bir dev olan Polyphemus'un yaşadığı adaya yolu düşen Odysseus, adamlarıyla birlikte dev tarafından esir alınır. Her gün iki adamı yiyerek tutsaklarıyla beslenen deve karşı plan­ lar düşünen Odysseus, yolculuğu sırasında eline geçen tesiri epey yüksek bir içkiyi deve sunmaya karar verir. Hediye ola­ rak verilen içkiyi içen dev, derin bir uykuya dalar. Bu esna­ da Odysseus bir mızrağı ateşte ısıtıp sertleştirir ve devin gö­ züne saplar. Kör olan devin elinden kurtulmayı başarırlar: Buna benzer bir öykü, Dede Korkut'ta Basat 'ın Tepegöz 'ü Öl­ dürdüğü Destan olarak geçer. Arslan Basat, peri kızına tecavüz eden bir Oğuz çobanının Oğuz eline musallat ettiği periden doğ­ ma, tek gözlü ve yüzüğü nedeniyle derisine kılıç işlemeyen, her gün Oğuz'dan iki adam alarak yiyen dev Tepegöz'ün hakkından, önce gözünü şişleyerek, ardından yüzüğünü alıp başını keserek gelir. .. *

1:

http : //c l a s s i c s . m it.ed u/Eu ripides/cyclops. h t m l ,

erişim tarihi

1 1 .02.20 1 6 **

M u h a rrem E rgin, Dede Korkut Kitabı, s. 1 68- 1 84, Devlet M E B

K i ta p l a rı,

İ kinci

Baskı, 1 97 1

69

Soldaki görsel, Efes Müzesi'nde, Odys­ seus'un Polyphemus'u öldürdüğü anı tasvir eden bir heykel komp­ c: "' Vi leksinin fotoğrafı. Ço­ "' ...,. c: cukken ailemle bu o c: "' müzeyi ziyarete gitti­ -€ "Ö ğimizde hikayesini "' � babamdan dinlemiş ve � :E yine babamın verdiği, tekrar tekrar okudu­ 70 ğum Dede Korkut Kitabı'ndaki mezkur pasaj ile benzerliğini görmüştüm. Bir zaman, "onlardan bize geçti sanırım" dedim. Sonra, "yok canım, kesin bizden onlara geçti ! " diye iddia ettim. Şu sıralar biraz daha farklı bir yerden bakıyorum. Mitoloji ve folklorda, diyebiliriz ki iki temel antropolojik yak­ laşım vardır: Difüzyonculuk ve evrimcilik. Difüzyonculuk, adı üzerinde, motif ve simgelerin bir merkezden etrafa yayıldığını, bir kültürden diğer kültüre geçerek kopyalandığını iddia eder. Evrimcilik ise, insanın her yerde insan olacağını, mitolojik ve folklorik benzeşimlerin büyük oranda aynı bilişsel özellikleri ta­ şımak ve benzer çevrede yaşamaktan ileri geldiğini söyler. Ben bu ikinci görüşe daha yakınım. Elbette kültürlerarası etkileşim vesilesiyle, bir kültürden diğerine motif ve özellikler geçebilir. İ lerleyen sayfalardaki Seyyid Enflasyonu altbaşl ıklı yazıda ilginç örnekler vererek buna deği ndim. Fakat çoğu za­ man, benzerlikler benzer şartlarda benzer evrimleşir prensibin­ den kaynaklanıyor, bana göre. •

http : //anthropology. u a.ed u/cu ltures/c ultures.p h p ?culture=D iffusi

o n i s m % 20and % 20Acc ultu ration, erişim tarihi l l .02.20 l 6

Farklı mitolojilerde neredeyse "aynı öykü"nün, İ ncil'deki "ni­ hil novi sub sole" vecizini• hatırlatacak kadar sık tekrarlandığını vermeyi çok sevdiğim bir örnekle göstermeye çalışayım. İ skandinav ve Cermen mitolojisinde, Sigurd-Siegfried, ej­ derha Fafnir'i öldürür ve kanında yıkanır. Böylece kendisine kılıç işlemeyecektir. Ancak uçarak gelip kürek kemiklerine yapı­ şan bir yaprak, oraya kan gelmesini engeller. Ve sonunda Sigurd buradan aldığı bir yarayla ölür. •• İsrailiyat kokan bir rivayete göre peygamber, amcası Ebu Ta­ l i b ' i cehennem ateşinden korumak için bütün vücudunu sıvazlar. Ancak ayak tabanını sıvazlamayı unutmuştur. Böylece Ebu Talib cehennemde sadece ayak tabanlarından yanacaktır. 71 Türk mitolojisinde Tepegöz'ün sihirli yüzüğü, gözünden baş­ ka yerine kılıç işlemesini engellemektedir. Ancak canavarın gö­ zünü yaralamayı başaran Basat, yüzüğü alı r, ardından devi öl­ dürür.....

Achilles'i de annesi tanrıların kutsal suyunda yıkar ancak to­ puğundan tuttuğu için bu kısma su değmemiştir. Achilles bura­ dan aldığı bir yarayla ölür. ..... Çerkes ve Karaçay Nart Destanlarında ise Nart Sosruko, Nartların demircisi Tlepş - Debeç tarafından bir demir cevheri *

••G ü n eş i n a ltı n d a yeni bir şey yok", Vu lgata B i b le, Ecclesiastes l : 9

**

Jesse Byock, Saga of the Volsungs: The Norse Epic o f Sigurd the

Dragon Slayer, University of Califomia Press, l 990. Ayrıca bkz. J.R.R. Tolkien, Sigurd ile Gudrun Efsanesi, İthaki Yay. 20 l O ***

Oldukça meşhur olan bu rivayetin bir örneğini şu sitede aramaya

"mesh"

yazarak

bulabilirsiniz.

http ://ahmednazi f.blogspot.com.

tr/20 l 3 / 1 2/ebu-talibin-iman-meselesi-ve-okudugunu. html, erişim tarihi l l .02.20 1 6, sitedeki kaynak: Sıbt İbnü ' l-Cevzi, Tezkiratü ' l-havas ****

Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, s. l 68- 1 84, Devlet MEB

Kitapları, İkinci Baskı, l 97 l * * * * * http ://classics.mit. edu/Homer/iliad. l . i . html, erişimtarihi l l .02.20 1 6

olarak ısıtılmış, dövülerek biçimlendirilmiş ve suda çelikleştiril­ miştir. Ancak Tlepş maşası ile dizlerinden tuttuğu için, sadece dizlerinden yara alabilir. • c: 111 ;;; 111 V' c:

ö

c: 111 � ...

-o

111 � 111 aı

Yine İ skandinav M itolojisi'nde, Frigg, Odin'den olma oğlu Baldr'ı korumak için, bütün varlıklardan ona dokunma­ yacaklarına dair söz alır. Her canlıdan sözü alırken, ökseotunu önemsiz(genç) bulur ve ondan söz almaz. Neticede Balder, Lo­ ki'nin bir oyunuyla, kör Tanrı Hodr ökseotundan yapılmış bir ok ya da mızrak ile, yanlışlıkla Baldr'ı öldürür:·



Bütün bu anlatılar, aynı hikayenin farklı versiyonları gibi. Fakat o kadar alakasız yerlerde karşımıza çıkıyor ki, bir difüz­ yondan bahsetmektense, "insan her yerde insandır" düsturuyla 72 açıklamak daha doğru geliyor. Vladimir Propp'un Masalın Bi­ çimbilimi eserinde belirttiği gibi masalların temel ve paylaşılan birtakım işlev ve özellikleri varsa, temel olarak insanlara bazı öğütler vermeyi amaçlayan mitolojik metinlerde de bunun oldu­ ğunu iddia edebiliriz. Ö rneğin yukarıda alıntıladığım motif, "ne kadar uğraşırsan uğraş, asla mükemmel olamazsın" ana fikrinin farklı teşbih, metafor ve kurguyla anlatılmış halinden ibarettir. Bu haliyle "karşı laştırmalı mitoloji" disiplinini, bir evrensel şiiri okumak gibi görüyorum. Her kültür, çoğu zaman aynı hika­ yeyi, kendi meşrebince anlatıyor. Elbette yerel hikayeler de var; ancak benzeşimlerin tamamını difüzyon ile açıklamak yersizdir. Bunu Türkiye'de özellikle Muazzez İlmiye Çığ takipçileri çok yapıyor. Gelelim bu bölümü yazmama vesile olan motiflere ... Cermen mitolojisinden iki kesit, tasvir ve olay kurgusuyla, bizim Türk mitolojisindeki kimi noktalara çok benziyor. İ lki, "birbirini tanı­ mayan iki akrabanın/baba oğulun er meydanında karşılaşması" motifi. * **

Bkz. N artlar, Ufuk Tavkul, Türk Dil Kurumu Yay. 20 1 1 Padraic Colum, The Children of Odin, Digireads, 2008

Hildebrandslied, Alman Folk Metal grubu Menhir yorumuy­ la tanıdığım bir manzum, eski Alman öyküsü. Savaş meydanın­ da karşılaşan H ildebrand ve Hadubrand, aslında baba oğuldur. Hildebrand, Attila'nın safındaki Cermenlere katılmış ve evi terk etmiş bir savaşçıdır. Geride bıraktığı oğlu, düşman saflarda kar­ şısına çıkar. Baba oğlunu tanır ve öldürmek istemez ama oğlu "sen yaşlı, kurnaz Hun'un tekisin" diyerek babasını tanımaz. Sa­ vaşırlar, fakat sonucun ne olduğunu öğrenemeyiz.· Benzer bir motif, karşımıza Dede Korkut kitabında çı­ kar. Uşun Koca Oğlu Segrek Destanı, esir bir kardeş ile onu kur­ tarmaya giden küçük kardeşin, birbirini tanımadan savaş alanın­ da karşı laşmaları işlenir. Egrek, büyük kardeş, esir düşmüştür. Küçük kardeş, onu kurtarmaya gider. "Kafirler" bir oyun ederler, küçük kardeşi öldürmeye ağabeyini yollarlar. Ağabeyi, uyuyan 73 kardeşini görünce tanımaz ama, kopuzunu görünce kıyamaz, kopuzunu alır ve bir deyiş söyler. Küçük kardeş uyanır, kopuzu hatrına "kafir"i öldürmez, karşılıklı deyişerek kardeş oldukları­ nı anlarlar, düşmana saldırırlar. Bir diğer öykü de, Salur Kazan Esir Olup Oğlu Uruz 'un çıkardığı Destan 'dır. Salur Kazan esir­ dir, oğlu Uruz büyüyüp babasının esir olduğunu öğrenince kur­ tarmaya gider, Oğuz beylerini toplar. Salur Kazan, kafir tarafın­ dan savaş meydanına gönderilir ve teker teker beyleri yener. Oğlu Uruz' la karşı laşınca sendeler, Uruz Kazan'ı yaralar. Fakat sonra baba oğul olduklarını öğrenir ve düşmana saldırırlar... Bir diğer motif, bundan daha ilgi çekici . The Three Ravens, Ö lmüş bir şöval­ " Ü ç Kuzgun" eski bir İ ngiliz halk şarkısı. yeyi gözleyen üç kuzgunun ağzından anlatılan öyküde, cesedin tepesinde ölü şövalyenin doğanlarının döndüğü, av köpeklerinin ayağının dibinde yattığı ve bir ceylanın onun başında bekledi- , ği, daha sonra onu gömdüğü anlatılıyor. Kuzgunlar aç kalıyorlar / ye "tanrı herkese böyle köpekler, böyle kuşlar ve böyle bir yar •·•

*

http ://www.pitt. edu/-dash/hi ldebrand .html, erişim tarihi 1 1 .02.20 1 6

**

Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, s 20 1 -2 1 4, s2 1 6-230, Devlet

MEB Kitapları, İkinci Baskı , 1 97 1 ***

http : //www vwm l . org/rec o rd/Roud F S / S 2 2 3 6 0 7 ,

erişim tari hi 1 1 . 02.20 1 6

15

�v

B c: ra

-E -6

ra .c ra ı:ı::ı

74

(

bahşetsin" diyorlar. Bunun Schelmish isimli Alman folk grubu tarafından Almanca'ya çevrilmiş versiyonunu dinlemenizi tav­ siye ederim. "Meğer sultanım, oğlan orada yıkılmıştı. Karga kuzgun kan görüp oğlanın üstüne konmak isterdi. Oğlanın iki köpekceğizi var idi, kargayı kuzgundu kovalardı, kondurmazdı. Oğlan orada yıkılınca boz atlı Hızır oğlana hazır oldu, üç defa yarasını eli ile sıvazladı, sana bu yaradan korkma oğlan ölüm yoktu, dağ çiçeği ananın sütü ile senin yarana merhemdir dedi, kayboldu." Tasviri, Dede Korkut Kitabı'nın Boğaç Han bölümünden.' Fakat bundan daha ilginç olan bir kesit, Bahaeddin Ögel 'in Türk Mitoloji­ si eserinde karşımıza çıkıyor. 1 000 Temel Eser'e dahil olarak çıkan küçük kitapçıkta, şöyle bir manzume ile anlatıyor Ö get Manas Han'ın zehirlenmesini:

"Kırgız Hanı Manas Han zehirlenip ölmüştü Han babası Yakup Han, Manas 'ını gömmüştü Bir kız melek göndermiş, Tanrı, A ltın-ay adlı "-Bir gör bak öğren " demiş, "Nasılmış ölen atlı " Altınay yere inmiş, bakmış atı ağlıyor Av köpeğiyse sinmiş, yere bakıp havlıyor Manas 'ın av doğanı tünemiş tuğ başına Aramış Manas Han 'ı, bakmamış hiç aşına Tanrı demiş "böyle at, böyle köpek, doğanı Öldüremem doğrusu, Manas gibi olanı ' ... *

Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, s 20, s2 1 6-230, Devlet MEB

Kitaplan, İkinci Baskı , 1 97 1

* * Bahaeddin Ögel, Türk Mitoloj isi, Devlet MEB Kitapları, 1 . C i lt, 1 97 1 , s. 1 5 . Ayrıca bkz. Tuncer Gülensoy, Manas Destanı, Akçağ Yay. 2002

Bu ifadelerdeki benzerlik ilgi çekici. Ögel'in asıl eseri olan büyük Türk Mitolojisi eserinin yine birinci cildinde, yine ben­ zerlikler sözkonusu:

"Manas 'ın ak-kula atımysa, hiç kimse ahırdan çıkaramaz, ağzına da bir parça su ile yem veremez olur. Kazları, kuğuları toplayan doğanı, evin üstünde tüner, durur. Köpeği başını kor, kaldırmaz yerinden, yatar durur. Ne yer, ne içer, başını göğe kal­ dırıp ulur, dururdu. Tanrı bu sırada bir melek göndermiş ve meleğe şöyle demiş: Git de bak, eğer bu at, bu köpek ve bu doğan iyi hayvanlarsa, onların efendilerine de can ver ve yeniden yaşat. ''* Hildebrandslied ve Ü ç Kuzgun öykülerindeki tasvirlerle, Türk 75 mitolojisindeki benzerlikler gerçekten şayan-ı dikkat ve hayrettir. Çok daha derinlikli bir araştırmayı hak ediyor: Bu benzerlikler, Türkler A lman, ya da Almanlar Türk olduğu için midir? Ya da Attila zamanındaki göçümüz nedeniyle batıya taşınmış Türk motifleri midir? Yoksa bu iki coğrafyada da benzer olaylar ger­ çekleştiğinden, "insan her yerde insan" ve "benzer şartlarda benzer evrimleşir" prensiplerinden mi ileri gelmektedir? /



Bence ikincisi.

Hayalet Süvariler- Mitinin Peşinde Christopher Lee'yi çok severim. 80 küsur yaşında heavy me­ tal albümü çıkarmış, ikinci dünya savaşında bulunmuş, Dracula, Count Dooku, Saruman gibi efsane rollerle özdeşleşmiş bu adam insanı kıskandıracak kadar "olmuş" bir adam. Eskilerin "davudi" dediği sesinden şarkılar dinlerken, birkaç yıl kadar önce sanı­ rım, Ghost Riders in the Sky yorumuyla karşılaştım ve tek keli­ meyle "vuruldum" *

Bahaeddin Ögel , Türk Mitoloj isi, 1. C i lt, Türk Tarih Kurumu Yay. 6 .

Baskı, 20 1 4, s. 5 6 1

)\

c: 111 ;;; 111 '-"' c:

Ghost Riders in the Sky esasında bir country eseri, Ameri­ kalı bir sanatçı tarafından yaratılıyor. Ö zetle, gezintiye çıkan bir kovboyun, gece gökyüzünde hayalet sığırlardan oluşan bir sürü ve peşinden koşturan hayalet kovboylar görmesini anlatıyor. Ch­ ristopher Lee bunu metal müzikle harmanlayarak yorumlamış ve muhteşem olmuş.

o

Tabii konumuz bu şarkı değil ama yazıya konu olan arayışım bu şarkıyla tetiklendi. Şarkının sözlerine kafa yorarken, bir anda -E -6 111 gözümün önüne [ve aklıma] en "Viyana"lı şaşaasıyla Walküren­ .s:::. � ritt, İ skandinav dişi varl ıklar Valkyrie'lerin gökte atlarını sürüşü � geldi. Ardından, aşinası olduğumuz, "erenler geliyor bize im­ dade" dizelerinde zahir, Çanakkale savaşları esnasında "gökten 76 gelen yeşil sarıklı atl ılar" rivayetinde meşhur Türk söylencele­ ri . . . Peşinden Odin'in ve belki Freyr'ın bozulmuş halinden başka bir şey olmayan (Odin'in Sleipnir isminde sekiz bacaklı bir atı, Freyr'in yaban domuzu vardır. Bunları sürerler. İ lginçtir, Orhun abidelerimizden daha eski Yenisey-Kızıl mezar taşlarımızda, se­ kiz bacaklı at ifadesi çokça geçer.), geyiklerin çektiği arabasıyla, Noel baba, gece göğünün kuzey yönündeki rengi . . . Peşinden Tul­ par; Türk mitolojisinin kanatlı atı ve Pegasus. Devamını muh­ temelen yazının gidişatı boyunca getireceğim birçok mitolojik r şeki lde ilintiliydi. motif: hepsi birb l c: 111

ifYfebi

Bir gün, tesadüf eseri çalma l istemde Christopher Lee - Ghost Riders in The Sky ardından, Nart Cırı geldi. Karaçay Türkü Otarlam Omar'ın yorumladığı bir destan parçası. (Nart mito­ loj isi, Kafkasya'nın mitolojisidir. Çerkes -yerli-, Oset ve Karaçay versiyonları bulunur.) (Nartlar, Kafkas mitolojisinde yarı-tanrısal özellikler gösteren varlıklar. Karaçay versiyonunda Nartlar, "ata­ lar"dır. Sözgelimi Karaçaylar, "atasözü" yerine "Nart Sözü" der­ ler. Prof. Dr. Ufuk Tavkul'un "Nartlar" isimli kitabına bakabilir­ siniz. ) Cm (şarkıyı) dinlerken, yarım yamalak da olsa anladığım parçalar, Nart destanlarının Çerkes ve Türk versiyonlarına dair

genel bilgilerimle harmanlandı ve çağrışımlar yoluyla, Tulpar mitosu, İ skitler, Karaçay - Alan - As - İ skit bağlantısı üzerinden "Bu motifin kökeni Kafkasya olabilir mi?" sorusunu araştırılma­ ya değer bir kıvılcım olarak beynimde çakar buldum. Karaçaylar, Alanlar, Macarlar, İ skitler, Kabarlar (Hazarlar egemenliğindeki bir Türk boyu, Çerkes kabilesi Kabardeylerin adı buradan gelir. Çerkeslerle ilgili müstakil bir kitap hazırlayacağım) gibi başlıklarda derinlemesine bir araştırma yapan okur, haklılık payım olduğ

::::�:��:::�:::�::::

� �

iii

""'



\ /

. atlılar" olarak öretleyebile ceğimiz motif ve folklori k çeşitlemeleri, gayet yaygın. Hatta o

kadar derinlemesine işlenmiş bir motif ki, girişte değindiğim

i

-==

77

üzere, Amerika'ya dahi taşınmış. Cermenik mitolojiden alıntı bir motifin çeşitlenmesi, bozulması ya da yeniden işlenmesi gibi yollarla farklılaşmış ancak kökende aynı olan bu fenomen, Avrupa'nın çeşitli halklarının mitoloj isi ve irfanında kendisine yer bulmuş. Bu kitapta, üstelik daha Tolkien konusuna bile gel­ memişken okuyucuyu sıkacak tahliller yapmaktan ve terimler kullanmaktan kaçınacağım için, "neden" ve "nasıl" sorularını sık sık cevapsız bırakacağım. Ancak diyebilirim ki, bu motifin \ kökenlerini araştırırken aramamız gereken, "atlı" ile özdeşleşmiş : bir "tanrısal varlık" [deity] ve uçabilen at motifinin kökleridir. Bu öncülleri sağlayan yer ise, Hint-Avrupa, Kafkas ve Türk mi­ tolojisinin harmanlandığı bölge olan İtil-Elbruz bölgesidir. Hem Türk mitolojisinin kanatlı atı "Tulpar" motifi burada belirgin bir şekilde karşımıza çıkar, hem Nartlar (ileride alıntılarla göstere­ ceğim üzere, "atlı"dır), hem Nartların göğe çıkışından bahsedilir, hem de Avrupa'ya doğru Türk [Turkic] ve Urallı kavimlerin göçleri bu coğrafya üzerinden olmuştur. Dolayısıyla motifin kökeninin Kafkasya olması sürpriz olmayacaktır.

)

Ö ncelikle "Tulpar"ı ele alalım. Kazaklarda yaygın bir şekil- ; de görülen Tulpar motifi, kanatlı bir atı simgeler. Başkırt destanı

)

(

Ural Batır'da, Tulparların "gökyüzünde yaşayan", "uluların sür­ düğü" atların soyundan geldiğine işaretler vardır. Karaçayca'da Tulpar "yiğit", "savaşçı" anlamında bir sözcük olarak kullanılır. Kafkasya'da hakimiyet kurduğunu bildiğimiz İ skitler'de de ka­ I c: natlı at motifinin oldukça yaygın olduğunu biliyoruz. Ayrıca Çin­ "' ;;; lilerin Fergana vadisinden ithal ettiği "Dayuan" atlarının, "uçan � c: atların soyundan geldiği"ne dair inanışlara, Çin kayıtlarında rast­ o c: "' lıyoruz. Bu atların tasvirleri, Çin'de yapılan kazılarda çıkarılıyor. -E Fergana ve civarında da, hem anlatılarda hem arkeolojik kalın­ -6 "' .s:::. "' tı larda güçlü bir "gök atları" motifiyle karşı karşıyayız. Ö yleyse a:ı � atla haşır neşir olmakta bütün uluslardan daha öteye gitmiş olan - Türkler, "gök kü ltü"nün de yaygın ol ması , an i m ist tavır ve sair 78 sebeplerle, "uçan at" motifini ilk yaratan kavim olabilirler. ·

Gelelim "atlı tanrısal varlıklar"a. Nartların en genci Nart So­ suruk'a (Çerkes versiyonunda, Sosruquo) dair bir Karaçay Cırı'n­ da (Sosruknu Cm), Nartların atlı olduğuna dair şüphe götürmez işaretler vardır ki, Karaçay Nart destanlarında sayısız örneğini bulmak mümkündür:

"Nart hatırla cortuulga çıkgandıla A t/anı urup alga aşıkgandıla Nart Örüzmek 'di başçıları başları Sosuruk 'du bek kiçileri caşları . . .

(Korkusuz Nart kahramanları [batır - bahadır] akına çıktı Atlara vurarak acele ettiler Başlarındaki Nart Ö rüzmek'ti Sosuruk idi en küçük erkekleri, en gençleri)

Aynı şekilde Nart Cırı'nda da, Nartların at sürdükleri hatta "göğe çıkacak gibi" at sürdükleri belirgindir:

" . . . Ullu Kuban 'dan biz terk öterbiz Kara Nogay 'da carış eterikbiz Narı atla cerni titrete/le Culduzlu kökge uçup kete/le

( Büyük Kuban ırmağından hızlıca ilerleriz

Kara Nogay bölgesinde yarı ş y aparı z Nart atlar yeri titretiyor

79

Yı ldızlı göklere uçup gidiyorlar)"

Karaçay Nart destanlarında, Mingitav (Bengü Dağ, Ebedi Dağ. Karaçayların Elbruz'a verdikleri isim) zirvesinin çatallı oluşunun sebebi, Karaçay kahramanı Karaşavay'ın Elbruz zirvesinden atıyla atlarken, atının toynağının zirveye çarpıp yarması olarak açıklanır.

*

Bu iki Karaçayca pasaj ın Türkiye Türkçesi aktarımları S . Herdem

Yararbaş ' a aittir.

\

)

/ 1

ı: "' v; "' uı:

o

ı: "' ..ı:

"ti ...

"' ..ı:

� ::E

80

Hem "atlı tanrısal varlıklar", hem "gökteki atlılar" dediğimiz zaman yine Kafkasya karşımıza çıkıyor: Nart destanlarının hem Çerkes hem Türk versiyonlarında Nartların nihai yurdunun "gökler" olduğuna dair şüphe götürmez işaretler vardır. Bir örnek olarak Prof. Dr. Ufuk Tavkul'un kitabından: "Ö rüzmek kök teyrini anasına ulan bolgandı Ol kesini atlı cıyını bla kökde bügün da caşaydı Köknü, cemi şaytanladan saklaydı Kök küküregen - anı kıçırganı

Tubanla - avuz tı lpuvunu çıkganı Terlegeni cavum bolup cavadı Arkanın duşmanlaga atsa eliya boladı" (Örüzmek [Nartların bilgesi] gök tanrısının annesine oğul olmuş O kendi atlıları ile gökyüzünde bugün bile yaşıyor Göğü, yeri şeytanlardan koruyor Gök gürlemesi onun bağırışı Sisler, nefesinin çıkışı Terlemesi yağmur olup yağıyor Kemendini düşmanlara atsa yıldırım oluyor) Ö zetle; Karaçay ve kısmen Çerkes versiyonunda Nart destan­ ları Nardan, "latif, üstün, aşkın, bilge varlıklar" olarak tasvir eder. Düşmanları Emegenler (devler) ile çarpışan Nartlar, son olarak "göğe çıkarlar" Nart destanlarının izi İ skitler dönemine kadar sürülebi lir. Yerl i folklor ile Türk geleneğinin etki leşimi so-

nucu hem Çerkes, hem Oset ve Türk versiyonları nihai şeklini al­ mıştır. (Burada, Odin geleneğinin de İ skandinav asıllı olmadığına, Odin'in doğulu olduğuna değinmem gerekiyor. Ancak bunun ayrıntılı incelenmesi kitabın hacmini çok artıracaktır, bu kadarla yetineyim. Odin, "wild hunt" diye bilinen bu Avrupalı fenomenin kökeninde yatan figürdür.) Kafkasya'da yoğun olarak işlenen � "gök atlıları" motifi, batıya Kafkasya'dan taşınmış. Muhterrı_çle_n ilk olarak İtil gibi nehir yollarında, Novgorod civarında yerleşimleri bulunan İ skandinav kökenli uluslar tarafından benimsenmiş � ve ardından Avrupa'ya yayılmıştır. Bozulma, yeniden işlenme \ gibi yollarla, kimi zaman korkutucu "hayalet süvariler", kimi za- .g man "imdada gelen öte dünyalılar'', kimi zaman da Noel baba aı gibi daha özgün ve değişmiş kalıplarla karşımıza çıkmıştır. __

İ � �

Yani her benzerlik, mutlaka bir önceki kısımda ileri sürdü­ ğüm nedenden ileri gelmez, bazen, toplumlar arası mitos alışverişi olur.

Oğuz Kağan Mitosuna Dair Neredeyse bütün dünya toplumlarında evrensel bir mitolojik özellik vardır: atasal kökeni açıklamak için belli karakterler yara­ tılır, o karakterlerin birbiriyle insani (evlilik, doğum, ölüm gibi) ilişkileri esasında daha geniş bir arka plandaki toplumsal ilişkile­ ri açıklamak için kullanılır. Buna "antropomorfize etmek'', yani insan suretine bürümek diyebiliriz. Bir kültürün kendi iç gruplaşmalarını, yukarıda açıkladığım şekliyle, bilimsel dönem öncesinin bilimi olarak tanımlayabile­ ceğimiz mitoloj i vasıtasıyla açıklaması ve aktarımı Oğuz Kağan mitine benzer şekillerde olur. Daha açık olmak için, tarihten ör­ nekler verelim: Birbirleriyle bir şekilde benzer/akraba olduklarını bilen Slav grupları, "Lech, Cech ve Rus" efsanesini yarattılar. Buna göre

(

benzerliğin sebebi, bu üç kardeşin, üç farklı av peşinde farklı yönlere gidip, farklı ülkelerin/soyların atababası olmasıydı. Lech Polonya'yı, Cech Bohemya'yı (Çek Cumhuriyeti), Rus ise Kievan Rus diye bilinen ülkeyi kurmuştu, bu efsaneye göre. (mitolojide, "yerde nasılsa gökte de öyle, gökte nasılsa yerde de öyle" kuralı vardır dedik. Mitolojik "düzlem" ile gerçek düzlem, fonk­ siyonel ve biçimbilimsel olarak paraleldir.)

c:

.§ ]

Bir başka örnek verecek olursak, Sami dünyasında Samiler tarafından bilinen halklar ve Samilerin kendi alt grupları, Nuh'un � üç oğlu miti ile açıklanmış ya da alegorik biçimde anlatı lmıştı. ::E Buna göre kendileri Nuh'un bir oğlundan, Afrikalılar diğer oğlundan, Asyalılar üçüncü oğlunun soyundan gelmişlerdi. Kendi 82 iç gruplaşmalarını, yine benzer bir mitle açıkladılar: Yahudiler İ brahim oğlu İ shak'ın, Araplar İ smail'in soyundan geliyordu, bu mite göre.

/

Oğuz Kağan miti de böyledir. Tarihsel süreçte sürekli evrim geçirmiştir. Ve her zaman amacı üç, sekiz, dokuz, on gibi ön isimler alarak birlik oluşturan Oğuz boylarının birlik sistemleri ve özelliklerini, mitolojik yönteme başvurarak açıklamaktı. En son haliyle Oğuzlar, 24 boydan oluşan bir sistem kurduklarında ya da 24 boyun siyasi birliğini sağlayamasalar da, toplam boy sayısı 24 olarak belirginleşip, oturduğunda, 24 boya yönelik son Oğuz Kağan miti de olgunlaşmış oldu. (Yani, 24 boy, tarihin bir devrinde aynı anda var olmamış olabilir. Ancak toplamda, belir­ gin bir şekilde, 24 boy motifi görülüyor. Ö zetle demem o ki, önce boylar ortaya çıkmış, kimileri bölünmüş, kimileri yok olmuş ve en son kolektif bilinçte 24 boy sayısı belirginleşince koşut olarak evrimleşen Oğuz Kağan miti de, Oğuz boylarının ruh iklimi ve ilişkilerini anlatma sürecinde nihai evrimini geçirmiş, tutarlı bir örgü halini almaya başlamıştır.) Mutlaka Oğuz Kağan figürünün destansılığını besleyen bir "gerçek" karakter vardır ve bence de bu muhtemelen Modun'dur.

Ancak Oğuz Kağan Modun'u anlatmaz, Oğuz boylarının yerdeki ilişkilerini, "göksel" bir dille anlatır. Ki, bence bütün Türk des­ tanları ve mitleri bir şekilde Alpamış mitiyle ilişkilidir, (misalen Alpamış'ta "Salur Kazan" kÖtü bir karakter olarak yer alır. Ki, "en batılı Türkler" diyebileceğimiz Oğuz grubu, doğu Türkleri ile çoğu zaman düşmanca ilişkiler içinde olmuştur ve mitoloji­ nin, gerçek olanı, sembolist ve alegorici bir tavırla anlattığına dair tezimizi, batıda "kahraman" olan Salur Kazan'ın, doğuda "düşman" olması tespiti, destekler niteliktedir.) ve birçok çalışma· göstermiştir ki, destanlardaki karakterler arketipik karakterler­ dir. Bu karakterler destanı/mitoloj iyi oluşturan halkın, o karak­ terle i l i şki lend i ren kavram hakkında kolektif bilinç/bilinçaltında 83 ne düşündüklerini gösterir. Ve Türk kahraman arketipi de, ço ğunlukla Alpamış