İlkel Mitoloji: Tanrının Maskeleri I [1]
 9786056469954

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

"-

)

aju

Türkçesi: Kudret Emir

/�/

JOSEPH CAMPBEll., 1904'te New York'ta doğdu. Çocukluğunda Kızılderililere duyduğu ilgi, onu dünyanın değişik yerlerinde değişik çağlara ait mitosların kaqılaştırınalı bilimine götür­ dü. 1925 ve 1927'de Columbia Üniversitesi'nde BM ve MA dereceleri aldı. Beş yıl Paris ve Münih'te Onaçağ Fransızcası ve Sanskrit üstüne çalıştı. California'da John Steinbeck ve Ed Rickens'le Canterbury School'da, 1934'ten itibaren de otuz sekiz yıl Sarah Lawrance Üniver­ sitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Birçok yayımlanmış eseri bulunan Campbell, 1987 Kasımında öldüğünde Historical Atlas of World Mythology adlı dizisinin ikinci cildi için Honolulu'da çalışıyordu. Campbell'in Başlıca Eserleri: Myıhs ıo Live By 1be Portable A rabian Nights 1be Flight ofıhe Gender 1be Masks ofGod (Tannnın Maskeleri) - Batı Mitolojisi - ilkel Mitoloji - Dogu Mitolojisi - Yaratıcı Mitoloji Kahramanın Sonsuz Yolculugu •









İLKEL MİTOLOJİ

(fanrının Maskeleri

-

I)

İLKEL MİTOLOJİ

(Tanrının Maskeleri

-

JOSEPH CAMPBELL

I)

Islık Yayınlan: 15 Bilimsel Yapıtlar Serisi: 4 bkel Mitoloji (Tanrının Maskeleri - 1) I Joseph Campbell {Primitiw Mythology Masks ofGod /) -

Türkçesi Kudret Emiroğlu ISBN 978-605-64699-5-4 Genel Y4J1ın Yönetmeni Fahri Öz.demir Görsel Yönetmen Kağan Batır c Joseph

Campbell Founclation Gcf.org), 2004 Yayınlan, 2016, İstanbul (Bütün haklan saklıdır)

c Islık

Islık Y4J1ınlan'nda ikinci Baskı: Eylül 2016 /İstanbul Kapak Tasanm Kağan Batır Kapak Resmi Habip Aydoğdu Dizgi Islık Yayınlan Baskı w Cüt Metro Matbaacılık Ltd. Şti. Yahya Kemal Beyatlı Caddesi, No: 94 Begos 3. Bölge Buca I İzmir Islık Y4Jlınlan Emniyetevler Mahallesi, Ötügen Sokak, No: 4/B 4. Levent I İstanbul

İLKEL MİTOLOJİ (fanrının Maskeleri

-

I)

JOSEPH CAMPBELL TÜRKÇESİ

KUDRET EMİROGLU

NSÖZ •

İl el Mitoloji'nin Y i Yayımına Not .,..

Tanrı'nın Maskeleri'nin ilk cildinin 1959'da yayımlanmasının üzerinden daha iki yıl bile geçmeden, Doğu Afrika'nın Tangani­ ka bölgesinde, Olduvai Gorge'de, dünyadaki ilk insan türlerinin tarihini bir milyon yıldan daha eskiye götüren bir dizi yeni keşif oldu. Güney Afrika' da altı ayrı yerden çıkarılan önceki buluntu­ lar, ilk insan türünü MÖ y. 600 bine tarihlerken (bkz. aşağıda s. 351-354), yeni geliştirilen Argon-40 yöntemiyle belirlenen 1961' deki Tanganika buluntuları, insan türünü yaklaşık 1.750.000 ya­ şına tarihliyordu.1 Ayrıca, bu dönemde yaşamış iki ayrı türün varlığı da ortaya çıkarıldı. Biri Zinjanthropus - "Etiyopya insanı" (Arapça Balad el-Zene, "Etiyopyalılar Ülkesinden") denilen bu tür, geniş çeneli otoburken, öteki tür bir etoburdu; iyi bir avcı olduğu ve çakmaktaşı aletler kullandığı açıkça belliydi. Olduvai'da kazı yapan bilim adamı Dr. L.S.B. Leakey, ikincinin insan türüne da­ ha yakın olduğunu düşünerek ona Homo, "insan" - Homo habilis "becerikli insan" adını verdi.2 Bütün bu eski buluntular, Tanga-

2

G. H. Cunis. "Clock for the Ages: Poussium Argon", Naıional Geographic Magazine, c. 120, No 4,1961, s. 590-592. L S. B. Leakey, "The Astonisihing Discovery of "Nutcracker Man", lllus-traıed Lorıdorı News, c. 235, No. 6267, 1959, s. 217-19; "The Newly Discovered Skull from Olduvai: Fim Photo-graphs of the Skull", aie, c. 235, No. 6268, 1959, s 288-289; "Resent Discoveries at Olduvai Gorge", Nzıure, c. 188, No. 4755, 1960, s. 1050-52; "Finding the World's Earliest Men", National Geographic Magazine, c. 1 18, No, J, 1960, s. 420.35; "New Links in the Chain of Human Evolution: Three Major New Discoveries from the Olduvai Gorge, Tanganyka". lllustraıed

ilkel Mitoloji

nika'dan daha önce çıkartılanlar ve daha sonraki Güney Afrika bu­ luntuları, şimdi Homo sapiens çizgisinin dışında bir evrim çizgisi­ ne sokuluyorlar ve Australo-pithecus "güneyli maymun insan" baş­ lığı altında değerlendiriliyorlar. Bu kitapta (s. 351), daha övücü bir adla, Plesianthropus "insan benzeri" adını verdiğim bu türün ay­ rımı, yalnızca Güney Afrika'daki Sterkfontein'de çıkartılan kafa­ tasları, dişler ve kemiklerle sınırlıydı. Bu konunun önde gelen uz­ manı Dr. Carleton S. Coon, bir evrim çizgisi boyunca bize doğru ulaşmış olan türün Güney Afrikalı Australopithecus değil de özel bir tür olan Plesianthropus olduğunu düşünmektedir.3 Başka bir başlığa ait olmasına karşın bu kitabın konusuna gi­ ren ve yayımından hemen sonra gerçekleşen ikinci önemli keşif, Yakındoğu'nun arkeolojisiyle ilgilidir. Türkiye'nin güneyindeki buluntular, Neolitik kültürle ilgili daha önceki bilgilerimizden daha eskiye giden bir dönemin kanıtlarını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak: 1. Proto Neolitik (bkz. s. 142-144 ve 393), iki bin yıl daha eskiye, MÖ yaklaşık 9.SOO'e gitmektedir. II. Temel-Neolitik (bkz. s. 144-146 ve 393) ilk olarak ne Irak, İran, Filistin ne de Su­ riye'de ortaya çıktığı artık düşünülüyor; yalnızca Anadolu'da, MÖ y. 7.500'de görüldüğü ve üç aşamada geliştiği düşünülüyor: 1. Önceleri varlığı bilinmeyen, şimdilerde çömlekçilik öncesi ya da Seramiksiz Neolitik. denilen dönemin varlığı Filistin'de (Cerik.o'da) olduğu kadar Hacılar'da, Çatalhöyük'te ve Anado­ lu'nun kimi yörelerinde ortaya çıkarılrnıştır.4 Küçük kiremitlerle örülmüş düzenli evleriyle oldukça iyi kurulmuş bir yaşam biçimi­ nin izlerini taşıyan yerleşim alanlarının görünür lüksü, avcılıkla besleniliyor olsa da, tarım ve hayvancılığın da gelişmiş olduğunu gösteriyor. En ilgi çekeni de, hem Hacılar da hem de Ceriko' da ev içi kafatası kültünün kanıtlarının bulunmasıdır (bkz. s. 134-135). 2. Daha sonraları, Çatalhöyük'te, tarihi y. MÖ 6.500 yılına

' '

Landon News, c. 238, No. 6344, 1961, s. 346-48; L.S.B. Leakey, P.V. Tobias ve J.R. Napier, "A New Species of the Genus Homo from Olduvai Gorge", Nature, c. 202, No. 4927, 1964, s. 7-9. Carleton S. Coon, 7he Origin ofRaces, Alfred A. Konpf, 4. b., New York, 1966, s 302, 304. James Mellaan, "Hacılar: A Neolithic Village Site", 7he Scientific A merican, c. 205, No. 2, Ağustos 1961 ve aynı yazarın, Çatalhi'ryiık: A Neoliıhic Towı in Analıolia, McGraw-Hill Book Company, New York, 1967; ayrıca bkz. Kathleen M. Kenyon, Archaeology in ıhe Holy Land, Frederick A. Praeger, New York, 1960.

j ıo

ilkel Mitolojinin eni Yayımına Not

uzanan seramik eşyalar bul nuyor birden; kazıyı yapan Dr. James Mellaart bunları şöyle özlemliyor: "Sepet ve ahşap kutular dönemi olan seramiksiz N olitikten, ilk çömlekçilik olan sera­ mikli Neolitik döneme geçi i aslında şimdi görüyoruz."5 Şimdiye dek bulunmuş olanlar içind en eskisi olan bu çömleklerle birlik­ te, sonraki çağların büyük ana tanrıça mitolojilerinin neredeyse bütün temel motifleri olağa üstü görkemiyle gözler önüne seren bilinen en eski Neolitik hey elcikler, simgelerle bezetilmiş yakla­ şık kırk kadar şapelle birlikt gün yüzüne çıktı. Şimdiye dek bu­ lunmuşlar içinde en eskisi ol bu Neolitik heykelcikler, hiç de 'arkaik' ilkel ve acemice değil er; sakin, doğal, yaşamı yansıtan biçimdeydiler. 3. Genellikle en eski köy sanatı diye nitelendirilen bu ünlü, cansız ve gelişigüzel yapılmış çıplak tanrıça heykelcikleri, ancak bir sonraki dönemde, erken Anadolu gelişiminin son döneminde -MÖ y. 5.500-4.SOO'de- ve sonra da yavaş yavaş çevre bölgelerde ortaya çıktı. Doğalcılıktan soyutlamaya, görsel olandan kavram­ sal düşünceye doğru ilerleyiş böylece belirmeye başlamıştı. Ayrı­ ca, her şeyin gelişmeye devam ettiği Anadolu çevresinde, maden çağının, küçük boncuklar ve tüpler biçiminde bakırın ve kurşu­ nun kullanıldığı, çeşitli biblolar ve hatta birçok metal aletin kul­ lanıldığı ilk kalkolitik dönemin belirtileri de bu sıralarda görün­ meye başlamıştı: Gelecek bin yılın muhteşem seramik eserlerinin (s. 146-148'de tartışılan Halaf, Samarra, Obeid ve başka yerlerde bulunan çanaklar) ilk örneklerine işaret eden güzel, renkli çanak­ lar da üretilmeye başlanmıştı. Doğuya ve güneye doğru yayılmış yerleşik köy yaşamı biçimleri ve el sanatları, artık bütün Yakın­ doğu'yu kaplamaya başlamıştı. Yaratıcı dönüşümlerin yeni mer­ kezleri gelişiyor ve -s. 161'de ve devamında inceleneceği gibi- ta­ rihin büyük uygarlıklarından ilkinin, MÖ y. 4.000' de Mezopo­ tamya' da, yükselişinin dönemi artık oluşuyordu. Kitabın yayımlanmasından hemen sonra gerçekleşen üçüncü önemli bir arkeolojik keşif de -benim burada sonuncu olarak sö­ zünü edeceğim keşif- 1960 yılının aralık ayında Ekvator kıyıla·

'

Mellaan, ÇaıalhOyük, s. 22.

ilkel Mitoloji

rında, kumsalda bir Japon çömlek parçasının bulunmasıyla oldu. Peşi sıra yapılan kazılarla, hepsi erken Comon ("çizgili") döne­ mine ait, MÖ y. 3.000 yılından kalma stilde birçok parça çıkartıl­ dı. Bunlar, Yeni Dünya'da bulunan en eski çanak parçaları. Bu parçalarla birlikte bulunan heykelciklerse Amerika' da bulunan en eski örnekler; aslında bunlara en eski sanat ürünleri de denebilir.6 Yeni Dünya'ya Pasifik ötesi kültürün izlerinin yayılmış olduğu­ nu tartıştığım bölüm için çok çarpıcı kanıtlar sağlayan bu keşifle­ ri sevinçle karşılıyorum (bkz. s. 203-215). Bu arada, Kolomb ön­ cesi Amerika'da tarım ve hayvancılığın gelişimiyle ilgili araştır­ malar yürütülürken, Meksika'da büyük bir başarıyla yürütülen kazılarda, bir zamanlar insanların yaşamış olduğu Tamaulipas'ın güneybatısındaki mağaralarda ve MÖ yaklaşık 3.500 yıllarında (birkaç yüzyıl öncesi ya da sonrası olabilir) Tehuacan vadisindeki mağaralarda yaşayan avcıların ve balıkçıların bitkileri evcilleştir­ meye başlamış oldukları ortaya çıktı. İlk ekilenin mısır olduğu ve MÖ y. 1.500'lerden itibaren gerçek Neolitik tarımcı köy aşama­ sının ilk belirtilerini veren bitki kültürünün gelişmeye başladığını gösteren işaretler artmaya başladı.7 Bu üç alanda belirttiğim araştırmalar o denli hızlı gelişiyor ve verimli oluyor ki gelecek yıllarda da hiç kuşkusuz birçok şaşırtıcı keşiflerde bulunulacaktır. Bütün bunların, bu kitaptaki görüşle­ rimi destekleyeceğini sanıyorum; ama tersi olursa da okuyucu (umarım) nasıl ekleme ve çıkarma yapacağını bilecektir.

Joseph Campbell New York 1968 Noeli 6 7

Betty J. Meggers, Clifford Evans ve Emilio Estrada, Earry Formative Period of Coası:al Ecwuior: 1be Valdivia and Machalilla Phases, Smithsonian lnstitution, Washington DC, ı965. Bkz. Richard S. MacNeish, "The Food-gathering and lnci-pient Agricultute Stage of Prehistoric Middle America", Richard Wauchope (y.). Handbook ofMiddle American lndians, University of Texas Press, Austin, 1964-1967, c. 1. s. 413-26'da; Paul C. Mangelsdorf, Richard S. MacNeish ve Gordon R. Willey, "Origins of Agriculture in Middle America", age, c. l, s. 427-45; Philip Phillips, "The Role of Transpacific Contacts in the Development of New World Pre-Columbian Civilizations", age, c. IV, s. 296-315; ve Daniel Del Solar, "lnter­ relations of Mesoamerica and the Peru-Ecuador Area", Krotber, Anthropological Sociery Papers, No 34, Bahar 1966'da.

l12

GİRİ •

Tanrıların ve ahramanların Doğal Ta ıhine Doğru

\ ı.

YENİ BİR BİLİMİN ÇİZGİLERİ

Bütün dünya mitolojilerinin karşılaştırmalı incelemesi, in­ sanlığın kültürel tarihini bir bütün olarak ele almaya bizi zorla­ maktadır. Ateşin çalınışı, tufan, ölüler ülkesi, bakirenin doğurma­ sı ve dirilen kahraman gibi temalar bütün dünyaya yayılmıştır ve her yerde yeni yeni bileşimler içinde görünürler; oysa ki kaley­ doskop içindeki parçalar gibi, yalnızca belli sayıda ve hep aynıdır­ lar. Eğlence amacıyla anlatılan masallarda, açıkçası bir oyun ru­ huyla hafife alınan bu tür mitsel konular, dinsel bağlamlarda da işlenmektedirler; ama buralarda yalnızca yaşanmış doğrular diye görülmeyip, kültürün bütününün canlı tanığı olduğu gerçeklikle­ rin açıklanması olarak da anlaşılmaktadırlar. Dinler hem tinsel yetkesini hem de tensel güçlerini bunlardan türetirler. Bu tür mi­ tolojik motifleri ayinlerinde yaşamayan; kahinleri, ozanları, tan­ rıbilimcileri ya da filozofları eliyle yorumlamayan; sanatında yan­ sıtmayan; şarkılarında övmeyen ve yaşama güç katan düşlerinde coşku içerisinde denemeyen insan topluluğu yoktur. Türümüzün tarihi, gerçekten, ilk sayfasından beri, yalnızca alet yapan insanın ilerleyişinin bir açıklaması değildir; daha trajik bir biçimde, ka­ hinlerin zihinlerinden parlak hayallerin dökülmesinin ve dünyalı toplulukların dünyasal olmayan sözleşmelere can verme çabaları-

ilkel Mitoloji

nın tarihidir. Her toplum doğaüstü tasarımın kendine düşen mü­ hür ve damgasını almış, onun kahramanlarıyla iletişim kurmuş ve halkının günlük yaşamında ve deneyimlerinde bunu kanıtlamış­ tır. Kendi geleneksel tapınaklarında gözleri kapalı secde edenler, başkalarının ayinlerine ince eleyip sık dokuyarak ve küçümseye­ rek yaklaşırlar. Dürüst bir karşılaştırma hepsinin aynı mitolojik motiflerle örüldüğünü hemen ortaya koyar. Bu motifler, yerel gereksinimlere göre değişen biçimlerde seçilmiş, örgütlenmiş, yo­ rumlanmış ve ritleşmiştir; ama dünyadaki her toplum tarafından da saygıyla karşılanırlar. Burada, tarihsel olduğu kadar etkileyici bir psikolojik sorun da ortaya çıkıyor, insan, görüldüğü gibi, genel mitsel kalıtımların düzenlemesi olmadan evrendeki yaşamını sürdüremiyor. Aslında, insanın kendi yaşamının doluluğunun, mantıklı düşüncesiyle de­ ğil kendi yerel mitolojisinin derinliği ve genişliğiyle doğrudan orantılı olarak oluştuğu görülüyor. Toplumları harekete geçiren, uygarlıklara temel olan, her biri kendi güzelliğine ve kendini zor­ la kabul ettiren bir kadere sahip olan bu asılsız temaların gücü nereden geliyor? Ve neden insan, yaşamına temel olacak somut bir şey aradığında dünyayı dolduran gerçekleri değil de, anımsa­ namayacak kadar eski imgelemlerin mitoslarını seçiyor? -Hatta neden dünyanın sunduğu nimetlerden şükranla yararlanmayı seç­ mek yerine gazap dolu bir Tanrı adına yaşamı kendisi ve komşu­ ları için cehenneme çeviriyor?Çağdaş uygarlıklar, gelenek anlamındaki kendi yerel görüşle­ riyle birbirlerine tinsel anlamda kapalı mı kalacaklar yoksa artık bunun aşılabileceği daha geniş bir temele ve insan anlayışının uyumuna varabilecek miyiz? Birkaç kültürün mitoslarının, enerji sağlayarak, yaşam dürtüsü vererek ve yönlendirerek, bilinçli ya da bilinçsiz, bizim üstümüzde etkili oldukları bir gerçek; öyle ki bizim düşünen akıllarımız uyuşsa bile, birlikte yaşadığımız ya da babalarımızın birlikte yaşadığı mitoslar belirli bir noktada, bizi başka uçlara doğru yönlendiriyor olabilir. , Bildiğim kadarıyla şimdiye kadar hiç kimse son yılların karşı­ laştırmalı simgecilik, din, mitoloji ve felsefe alanlarındaki yeni açı­ lımları toparlayarak tek bir resim oluşturma çabasına girişmedi.

Tannlann ve Kahramanlann Doğal Ta

· ine Doğru

Son on yılların zengin arkeolojik bulgula , filoloji, etnoloji, felse­ fe, sanat tarihi, folklor ve din alanlarınd yoğun çalışmalarla elde edilen etkileyici açıklamalar, basitleşt" meler ve ilişkilendirmeler; psikolojik araştırmaların son vargıla ; Asyalı birçok bilim adamı­ nın, keşiş ve edebiyatçının değer biç" emez katkıları, insanlığın tin­ sel tarihi için temel bir birlik gö tüsü oluşturabilecek biçimde bir araya geliyor. Konumuzun bu dukça dağınık alanlarında, elde bulunan verilerin sunduğu hazine tesinde aşırı bir çaba harcama­ dan, mitoloji biliminin bütünlü ün membra disjuncta'sı bir ara­ ya getirilebilir. Önümüzdeki sa alarda tanrıların ve kahramanla­ rın doğal tarihine ilişkin ilk tasl ı yazmaya girişiyorum; son biçi­ mini aldığında bütün kutsal va lıkları içerecek - aynı zoolojinin bütün hayvanları ve botaniğin bütün bitkileri içermesi gibi. Hiçbi­ rini yalnızca çok kutsal ve dokunulmaz şeyler olarak ya da bilimsel çerçeve dışında kabul etmiyorum. Bitki ya da hayvan krallıklarının görülür dünyasında olduğu gibi, tanrıların görülebilir dünyasında da yasalarla belirlenmiş bir tarih, bir evrim, bir dizi değişim vardır; bu tür yasaları göstermek de bilimin hedefidir. ·

··

·

v ••

2. GEÇMİŞ İN KUYUSU Thomas Mann, mitolojiden esinlendiği dönlemesi Yusuf ve Kardeşleri'nin başında, "geçmişin kuyusu çok derin; belki de dipsiz demek daha doğru" diye yazmıştı. Sonra da şöyle diyordu: "Ne ka­ dar derinden seslenirsek, geçmişin derinlerine o kadar iniyor ve o kadar aşağılara batıyoruz. İnsanlığın ilk temellerini daha çok bul­ dukça, tarih ve kültürünün kavranılmazlığı daha çok anlaşılıyor."' İlk işimiz bunun doğruluğunu sorgulamaktır. Bu amaçla so­ runun önce psikolojik yönünü keşfedeceğiz; insanın psikosoma­ tik sisteminde mitos ya da ritüelin kökenlerine bağlanabilecek herhangi yapı ya da dinamik eğilimler bulunabilir mi? Ancak bundan sonra arkeolojik ve etnolojik kanıtlara dönerek, mitolo­ jik kavrayış yeteneğinin keşfedilebilecek ilk biçimlerini öğrenme­ ye çalışabiliriz. 1

Thoma.< Mann, Jnseph and His Bmthım, ı936, s. 3.

c.

1, The Tales of Jacob, Alfred A.Knopf,

l ıs

New

York,

ilkel Mitoloji

Mann'ın uyarmış olduğu gibi, aradığımız temellerle ilgili ola­ rak "ipimizi ne kadar tehlikeli derinliklere salsak yine de daha de­ rinlere uzanır." İlk derinliğin, yani en eski uygarlıkların altında -ır­ kımızın uzun tarihöncesi geçmişinin temelinde- ilkel insanın, güçlü avcının yüz yılları, bin yılları, hatta yüz bin yılları yatıyor; daha ilkel olan bitki ve böcek toplayıcısının yarım milyon yıldan daha eski tarihine kadar iniyor ikinci derinlik. Bunun altında, in­ sanlığın görünen en son çevreninin altında, daha da derin ve ka­ ranlık üçüncü bir derinlik var. Ritüeli, kuşlar ve balıklar, may­ mungiller ve arılar arasında da bulacağız. Bu nedenle, insanın, dünyasının öteki üyeleri gibi, türü tarafından kesinlikle belirlen­ miş bir biçimde, çevresi ve kendi türü tarafından iletilen belirli işaretlere karşı yanıt vermeye doğuştan eğilimli olup olmadığı da sorulmalıdır. Tanrıların doğal bilimi kavramı, uygun bilimsel dosyalarında sınıflandırılmış malzemeyle karşılaştırılarak, insan deneyiminin şimdiki tabakaları kadar, ilkeli ve tarihöncesini de içermelidir; hem yalnızca ana konuya bir tür giriş sağlayan özet ve taslak ola­ rak da değil. Uygarlığın kökenleri çok derindedir. Şehirlerimiz, taşlar gibi, yüzeyde durmuyor. Bu konudaki metnin ilk, zengin, büyük ve dehşetli bölümü, ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümle­ rinden daha kapsamlı olacaktır; çünkü bu bölüm "zamanın geride kalmış karanlık dipsizliği"ne uzanacak ve son zamanlarda insanın içinden seslenen -duygusal olarak- psikolojik bilinçaltının türsel izdüşümünü anlatacaktır. Cro-magnon mağaralarının büyük araş­ tırıcısı sanatçı ve büyücülerinin altında, daha derinde buzul çağı­ nın kambur yürüyen insan yiyicilerinin inleri yatıyor. Komşula­ rının beynini çiğ çiğ, kırılmış kafataslarından sıyırıp yutuyor. Günümüze kalan bulmacamsı tebeşirleşmiş kalıntılarına göre şempanzeye benzettiğimiz avcı pigmeler eski Transvaal'in geniş ovalarında geziniyorlar. Burada yalnız Doğu ve Batı'nın üstün kültürlerinin en eski gizlerinin ipuçlarını değil, kendi en gizli umutlarımızı, kendiliğinden oluşan tepkilerimizi ve bastırılmış korkularımızı da bulacağız. Elinizdeki bu cilt, geçmişin derinlerinde, en derinlerinde kalan ışığı arıyor. Bacon'ın Bilginin Gelişimi'ndeki amacı gibi, niyetleni-

Tanrıların ve Kahramanlann Doğal Tarihine Doğru

len "şimdiye kadar üstünde çalışılıp mükemmelleştiril bilgilerle, yarını kalmış ya da tamamıyla göz ardı edilmiş olan ilgi alanlarına işaret etmek". Aynca, gö� alanı geniş ve belirli yırt edici ya da anlamlı işaretler alındığında, belirtilen imalarla ahminlere de giri­ şiliyor. Ama değerlendirmenin bütünü -m esi zengin ve renkli de olsa- cüret edilen hipotezleriyle birlikt , zorunlu olarak tanını­ layıcı olmak yerine tasan biçimindedir. ünkü bu malzeme daha önce tek bir özet haline getirilmemi vahiylerin kökleri bilimine yönelinmemiştir. Tarihöncesi insanın tinsel .. erinin incelenmesinden sonra, iz­ leyen üç cilt içinde, yani oğu Mitolojisi, &tı Mitolojisi ve konunun geriye kalan doğal bölümlerini içerecek olan Yaratıcı Mitoloji adını verdiğim ciltte, bu konulan yeniden gözden geçireceğim. 'Doğu' başlığı altında Hint, Güneydoğu Asya, Çin ve Japonya'nın geniş ve değişken, ama yine de özünde tek olan felsefi mitos ve mitolojik fel­ sefe gelenekleri hemen toparlanabilir. Bu bütün, daha eski, ama ya­ kından ilişkili arkaik Mezopotamya ve Mısır mitolojik kozmogolo­ jileriyle ve daha geç, daha uzak olan, ama yine de özünde karşılaştırı­ labilecek olan Kolomb öncesi Orta Amerika ve Peru sistemleriyle birleştirilebilir. "Batı" başlığı altında ise, gelişimle ve ahlakla yönlen­ dirilmiş Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam mitolojileri yer alıyor. Doğal olarak bunlar, Grek-Romen panteonu ve Kelt­ Germen mitolojileriyle olan ilişkileriyle ve karşılıklılığıyla birlikle sunuluyor. Son olarak da Yaratıcı Mitoloji başlığı altında çağdaş dün­ yanın en önemli mitolojik geleneği incelenecek. Köklerini Yunanlı­ lardan aldığı ve Rönesans çağında doğduğu söylenebilecek ve bugün de Batılı sanatçıların, şairlerin ve filozofların eserlerinde hep düzenli bir biçimde serpilip gelişen bu geleneğe göre, şimdilerde bilimin uğ­ raşısı olan dünya tansığının kendisi en son vahiydir. Mann'ın dediği gibi, insan ırkının yaşamında mitolojik olan eski ve ilkel düşünce biçimiyken, bireyin yaşamında beklenilen­ den de uzun sürmüş ve olgunlaşmış bir düşünce biçimi,2 ilkelden en gelişkinine dek bu konunun bütün geçişleri boyunca yankıla­ nan etkileyici bir uyumun sesi hep duyulacaktır. 2

Thomas Mann, "Freud and the Future'', Lifeand Leıırn Today, c. 15, No. 5, Sonbahar 1936, s. 89.

ilkel Mitoloji

3. BİLİM İLE MASALIN SÖYLEŞİSİ Mitolojiye bilimsel bir yaklaşım sağlama çabaları, alanının geniş ve verilerinin dağınık olması yüzünden geçen yüzyıla kadar bir tür­ lü başarı kazanamadı. Bütün araştırma alanlarında {Klasik ve Doğu bilim anlayışı karşılaştırmalı filoloji, folklor, Mısırbilim, Kitabı Mu­ kaddes eleştirileri, antropoloji, vb.) bilgi hazinesi genişlerken, bir yandan da özellikle on dokuzuncu yüzyıl boyunca, yetkelerin, ku­ ramların ve fikirlerin çatışması, eski Budist kıssası 'Körler ve Fil' deki çılgın kargaşayı andırıyordu. Filin başına dokunan kör adam­ lar, "fil bir su kovasına benziyor" derken; kulaklarına dokunanlar "harman küreği gibi"; dişlerini yoklayanlar "yok hayır! Aslında sa­ ban demirine benziyor"; hortumunu tutanlarsa "olsa olsa bu bir sa­ ban kolu" diye söyleniyorlardı. Belini tutanlar da "hayır, aynı am­ bar sandığı gibi" diye bağırıyorlardı. Bacaklarını tutanlar sütuna, kıç tarafındakiler dibeğe, aletini tutanlar havaneline, kuyruğunu tu­ tanlarsa fili yelpazeye benzetiyorlardı. Ve aralarında "fil şuna ben­ zer, şuna benzemez" diye bağırıp çağırarak kavga ediyorlardı. Buda'nın kıssadan hissesi şöyle: "Elbette sapkınlar sürüsü, ke­ şişler, Brahmanlar ve gezgin dervişler sapkınlıklarıyla hastadırlar. Sapkınlıklarından memnundurlar, sapkın görüşlerinin dayanakla­ rıyla hareket ederler ve kördürler, gözleri yoktur: İyiliği, kötülü­ ğü, doğruyu, eğriyi bilmezler, birbirleriyle tartışır, gürültü çıka­ rır, çekişir ve dillerinin kamalarıyla birbirlerine vururlar; şu doğ­ ru bu yanlış, şu yanlış bu doğru deyip dururlar. "3 Eksiksiz bir karşılaştırmalı bilimin ilk taslağının türetilebile­ ceği iki alan klasikler ve Kitabı Mukaddes öğretileriydi. Ama Hı­ ristiyan geleneğin temel inançları, bu ikisinin aynı düşünce düz­ leminde karşılaştırılmasını küfür sayıyordu. Yunan mitosları do­ ğal düzenin parçası sayılırken, Kitabı Mukaddes'te geçen mitoslar doğaüstü diye görülmekteydi. Klasiklerdeki kahramanların (He­ rakles, Theseus, Perseus, vb.) mucizeleri edebiyat olarak incele­ nirken, İbrani kahramanlar (Nuh, Musa, Yeşu, İsa, Petrus, vb.) gerçek tarih olarak kabul edilmek zorundaydı. Oysa gerçekte, iki '

Udana 6.4.66-69; Ha. Eugene Watson Burlingame, Buddhist Parables. Yale University Press, New Haven, 1922, s. 75-76.

jıs

Tannlann ve Kahramanlann Doğal Tarihine Doğru

çağdaş geleneğin masalımsı öğeleri, aynı biçimde, e ı, tunç çağı Mezopotamya'sından türetilmişti -modern ar oloji biliminin ilirdi-. gelişmesinden önce de aslında bu tahmin e Sahnenin kargaşasına etki eden ü .. cü ve çok daha gürültücü bir disiplin de hızla gelişen an, Hint-Germen ya da HintAvrupa filolojisiydi. Dah 67 gibi erken bir tarihte, Hindistan'daki bir Fransı vit, Peder Coeurdoux Sanskrit ile Latince­ nin önemli ölç" e benzeştiğini gözlemlemişti.4 Batı'nın ilk dikka­ te değer Sanskrit uzmanı, Kalküta yüksek mahkemesi yargıcı ve Bengal Asya Araştırmaları Derneği kurucusu Sir William Jones (1746-1894), bu ilişkiyi kavrayan ikinci kişi oldu. Jones, Latince, Yunanca ve Sanskritin dilbilgisi yapılarını karşılaştırarak, üçünün de, kendi deyişiyle "belki de· artık yaşamayan ortak bir kökten çıktığı" sonucuna vardı.5 1816'da Franz Bopp (1791-1867) Sans­ krit, Yunanca, Latince, Farsça ve Germence fiil çekimlerinin kar­ şılaştırmalı incelemesini yayımladı.6 Ve sonunda, yüzyılın ortala­ rına gelindiğinde, uygar dünyanın büyük bölümünde yakından akraba dillerin yayılmış olduğu açık biçimde ortaya konuldu. Sanskrit ve Pali diliyle (Budist yazmaların dili) birlikte, kuzey Hindistan dillerinin çoğu ve Sinhali (Seylan) dili, Bulgarca, Lehçe, Rusça gibi Slav dilleri, Yunanca, Latince, Farsça, Ermenice, Ar­ navutça ile Estonca, Fince, Laponca, Macarca ve Baskça dışında bütün öteki Avrupa dillerinin geniş, yaygın bir diller ailesinin üyeleri olduğu ve hepsinin aynı kökten çıktığı bulunmuştu. Böy­ lece İzlanda'dan Hindistan'a uzanan bir süreklilik açığa çıktı. Yalnızca diller değil, uygarlık ve dinler, mitolojiler, yazın biçim­ leri ve buralarda yaşayan halkların düşünce biçimleri de aynı şe­ kilde karşılaştırılabilirdi. Örneğin, eski Hindistan'ın Vedik pan­ teonu ile ortaçağ İzlanda'sının Eddik panteonu ve Yunanlıların Olym-pos'u böyle bir karşılaştırmaya tabi tutulabilirdi. Elbette zamanın önde gelen bilim adamları ve filozoflarının bundan etki­ lenmesi kaçınılmazdı. ·

·

' ' 6

Bkz. A. Meiller ve Marcel Cohen, Les Langues du monde, H. Champion. Paris, ı952, s. XXIII. Sir William Jones, "Third Anniversary Discourse", 2 Şubat ı786, Works, y. Lord Teignmouth, Londra, ı807, c. ID, s. 34. Franz Bopp, Ober das Conjugationssystem der Sanskriısprache in Verglei-chung mit jenem der griechischen, lateinischen, perseschen und germinischen Sprache, Frankfurı aın Main, 1816.

ilkel Mitoloji

Keşif, uygarlık tarihinin felsefi olarak en olgun ve en üretici halklar topluluğunun bu büyük etnik yayılmayla ilişkili olduğunu belirlemiş görünüyordu. Öyle görünüyordu ki Doğu'da, birçok si­ yah ırkın yurdunda bile üstün kültürel eğilimlere temel itici gücü sağlayanlar, daha açık renkli olan Hint-Aryanlardı. Bu kültürel eği­ limlerin kayıtlı en eski biçimleri Sanskrit Vedalar ve Vedik pante­ onlarca dile getirildi (Homeros şiirleri ve YunanWarın Olympos panteonu biçim ve öz olarak o kadar yakındı ki İskenderiyeliler benzerlikleri tanımakta hiç zorlanmamışlardı); sonraları da, daha gelişkin aşamasında, Gautama Buddha'nın soylu zihninin esinlediği sözlerin tüm Doğu'da mucize yaratması ve herhangi bir Tanrı için değil yalnızca Budalık adına; yani arınmış, mükemmelleşmiş, bütü­ nüyle verimli olmuş ve aydınlanmış insanın kendi bilinci adına yükseltilen tapınak ve padogalar, Avrupalı birçok bilim adamınca tipik Aryan özellikler olarak görülmeye başlandı. Bu, tarihsel öneminin yanı sıra, çok tehlikeli de olabilecek bir keşifti: Çünkü dingin bir bilimin sözcükleriyle söylenmiş olsa da, zamanın belli bir duygusal eğilimiyle çatışıyordu. Fizik, biyoloji ve coğrafya alanlarında yapılan sayısız keşiflerin ışığında, Eski Ahit teki Yaratılış mitolojisinin öyküsü artık gerçek olarak kabul edilemezdi. On yedinci yüzyılın başlarında güneş merkezli evren görüşü kutsal metinlere aykırı bulunarak hem Katolik engizisyon hem Luther tarafından mahkum edilmişti; on dokuzuncu yüzyıl eğitim dünyasının eğilimi, daha çok gerçeklere ters düştüğü için kutsal metinleri reddetme yönündeydi. Yahudi yazmalarla birlik­ te, Yahudi Tanrı'nın ve Hıristiyanlığın kutsal yetkesi de sona eri­ yordu. Rönesans, Yahudi-Hıristiyan öğretisinin Tanrı'nın vahye­ dilen yasalarına boyun eğme ülküsüne, Yunan hümanizmiyle kar­ şı çıkmıştı. Ve şimdi, etnik sürekliliğin keşfedilmesiyle, bu hü­ manizm bir yandan Hint Upanişadları'nın ve Budist Sutraların geniş, tanrısız dinselliğiyle, bir yandan da Hıristiyan Roma'yı ele geçirmek için yola çıkıp sonunda kendileri Hıristiyan olmuş ola­ rak geri dönen pagan Germenlerin ilkel canlıcılığıyla birleştirili­ yordu. Avrupa kültürel mirasının Yahudi-Hıristiyan öğelerine karşı pagan etkisi güçlenmiş görünüyordu. Dahası, bu esinleyici ve canlılık taşıyan ruhsal geleneğin çıkış yeri olarak Avrupa'nın '

l20

annlann ve Kahramanlann Doğal Tarihine Doğru

kendisini g eren kanıtlar görünmeye başlayınca -özellikle de Germenleri oprakları·- bilimsel dünyayı romantik Avrupalı coşku seli s . Grimm kardeşler, Jacob (1785-1863} ve Wilhelm (1786-1859}, peri masallarını, aralarında unutulmuş Hint-Avrupa mitolojisinden kalıntılar keşfetme inancıyla derlediler. Schopen­ hauer, Sanskrit Upanişadları "dünyadaki en gönül okşayıcı ve yü­ celtici metin" olarak selamladı.7 Ve Wagner, eski Germen mitolo­ jilerindeki Votan, Loki, Siegfried ve Rhine perilerinde, kendi Germen dehasının gerçek izlerini buldu. Birkaç amatörün yaratıcı hayal güçleriyle bilim adamlarının araştırmalarından çıkardıkları bu duygusal ürün, filolojik araş­ tırmaların sonucu oldu ve düşünceler düşüncelere yol açtı; dü­ şünceler, harekete yol açan siyasal yaşama girdi ve potansiyel ola­ rak çok tehlikeli bir durum doğdu. İlk adım 1839'da, Fransız aris­ tokrat Courtet de l'Isle yeni bilim olarak kavradığı bilgiler teme­ linde bir siyaset kuramı önerdiğinde atıldı. Yapıtının adı La Selen­ ce politique fondee sur la science de l'homme; ou, Etude des races humaines'ti (Paris, 1839}. Bu eğilim Kont Arthur de Gobineau' nun dört ciltlik Essai sur l'inegalite des races humaines yapıtında (1853-1855} ve Kont Vacher de Lapouge'nin L 'Aryen et son rôle social'inde (1899} geliştirildi. Ve sonunda, Wagner'in İngiliz da­ madı Houston Stewart Chamberlain'ın itibar gören Ibe Founda­ tions of the Nineteenth Century (1890-1891} adlı yapıtı Alfred Rosenberg'e gerekli temeli sağlamaya yetti. Rosenberg 1930'da Der Mythus des 20. ]ahrhunderts'i yazdı ve gezegenimizi ateşler içi­ ne attı. Mitoloji, elbette, çocuklar için bir eğlence değil. Arkaik, yal­ nızca bilim adamlarını ilgilendiren, çağdaş eylemcilerin ilgi alanı dışında kalan bir konu da değil. Mitolojinin simgeleri (ister görü­ nür resimler isterse soyut düşünceler biçiminde olsun} en derin

7

Bu kanıtların çağ� değerlendirilişi için bkz. Paul Thieme, "The Indo-European Language", Scientific American, c. 199, No. 4 (Ekim 1958), s. 63-74 ve Perer Giles'in Encyclopedia Britannica, 14. y. (1929), c. 12, s. 262-63'deki "Indo-Europeans" makalesi. Thieme çekirdek halkın yurdu olarak, MÖ 4 binlerdeki Vistül ve Elbe arasındaki bölgeyi gösterir. Giles kabaca eski Avusturya-Macaristan İm paratorluğu bölgesini benimser. A. Meillet ve Marcel Cohen, öte yandan, büyük yapıdan les Langues du Monde'da (Paris, H. Champion, 1952), s. 6, ana­ yurdu "giiney Rusya ovalan, belki daha eski dönemde Ona Asya'da" gösterirler. Arthur Schopenhauer, Parerga II, par 185, Werke, c. VI, s. 427.

ilkel Mitoloji

dürtü merkezlerine dokunup onları harekete geçirir, eğitim gör­ müşleri ve cahilleri aynı biçimde etkiler; yığınları, uygarlıkları ha­ rekete geçirir. Bu nedenle de son teknolojik araştırmaların sonuçla­ rının çağdaş yaşamın altyapısına getirdiği uyumsuz odaklaşma ger­ çek bir tehlike doğurmaktadır. Dünya tek bir toplum olarak bü­ tünleşirken, antropolojik ve psikolojik keşiflerden çıkartılabilecek ortak bir ahlak sistemi olduğu düşüncesi, yalnızca ilk çıktıkları uzman bilimsel yayımlarda kalmaktadır. Elbette aya roketlerle gi­ decek çocuklara, iyi toplum ve insanın doğadaki yeri kavramları üzerine kurulu bir ahlak ve kozmolojinin, atı terbiye etme kuralla­ rından önce geldiğini vaaz etmek çılgınlıktır Artık dünya çok daha küçük; şeytanın hala konuşabildiği günlerde kabile üyelerinin düşmanlarına karşı bir araya getirildiği eski Cennetlik Kavim (ister Yehova, ister Allah, Votan, Manu ya da Şeytan olsun} oyunları yanında, insanın akılla ulaşabilecekleri çok daha fazladır. On dokuzuncu yüzyıl bilim tiyatrosundaki tinsel, çağaşımsal Aryan savaş çığlıkları çabuk söndü; insan topluluğunun daha ge­ niş kavranılması gerektiği düşüncesi gelişti. Bunun nedeni de ar­ keoloji ve antropolojinin öncülerinin sağladığı beklenmedik bilgi akışıydı. Örneğin, çok kısa sürede, hem eski Hint-Avrupa kabile­ lerinin birçok ırkla karışmış olduğu hem de onların icadı olarak kabul edilenlerin büyük bölümünün, daha eski Mısır, Girit, Me­ zopotamya kültürlerinde çok daha fazla geliştirilmiş olduğu orta­ ya çıkarıldı. Ayrıca, olası Aryan ya da Semitik etkinin çok öte­ sinde, hem Kitabı Mukaddes'te ve dinsel bilgilerde geçen mitoloji­ lere hem de klasik mitolojinin ana temalarına dünyanın her tara­ fında rastlanması, eski sorunları, övünme ve önyargıları gündem­ den çıkaracak kadar tarihöncesi uygarlık çerçevesini genişletti. On dokuzuncu yüzyılın bu yeni keşiflerinin insan zihnine nasıl etki yaptığı, aşağıdaki birkaç örnekleyici olayın özetlenme­ sinden anlaşılabilir: 1821

Jean François Champollion, Reşit taşından Mısır hiyerogliflerini çözdü, böylece Yunan ve Yahudi dünyasından iki bin yıl kadar daha eski bir uygarlı­ ğın dinsel edebiyatı ortaya çıktı.

l 22

Tann

1833

n ve Kabramanlann Doğal Tarihine Doğru

William llis'in Polinezya Araştırmaları (4 cilt) Güney De i Adaları'nın mitos ve geleneklerine giriş sağladı. , Henry Rowe Schoolcraft'ın Algic Araştırmaları (2 cilt) Kuzey Amerika Kızılderili mitoslarının ilk önemli derlemesini oluşturdu. Sir Austen Henry Layard, eski Ninive ve Babil'de kazılar yaparak Mezopotamya uygarlığının hazine­ lerini onaya çıkardı. Jacques Boucher de Crevecoeur de Penhes, Anti· quites celtiques et antediluviennes'de (3 cilt) Avrupa'da insan varlığının Pleistosen dönemde başladığını orta­ ya koydu (yani yüz bin yıldan daha eski) ve çakrnak­ taşlarını sınıflandırarak eski Taş Çağını üç döneme ayırdı. 1) Mağara Ayısı dönemi, 2) Mamut ve Yünlü Gergedan dönemi, 3) Ren Geyiği dönemi. Johann Karl Fuhlrott, Doğu Almanya'da bir mağa­ rada, Mağara Ayısı ve Mamut dönemlerinin güçlü avcısı Neandenhal insanın (Homo neandenhalen­ sis) kemiklerini buldu. Charles Darwin'in büyük yapıtı Türlerin Kökeni Üstüne yayımlandı. Edouard Lanet, Güney Fransa'da Cro-magnon in­ sanın kalıntılarını buldu; Cro-magnon insan Pleis­ tosen Çağın sonunda, Ren Geyiği döneminde, Av­ rupa'da Neandenhal insanı yok etmişti. Abbe Brasseur de Bourbourg, bilim dünyasına eski Ona Amerika mitoloji metni Popo! Vuh'u tanıttı. Ta­ rihi 60'1ı yıllardan itibaren, mitolojilerin ana konu ve motiflerinin evrenselliği genel olarak kabul görmeye başladı. Genel düşünceye göre bunun bir tür psiko­ lojik açıklaması bulunacaktı. Böylece iki ayrı nokta­ dan karşılaştırmalı araştırmalar yapılmaya başlandı. Philadelphia'da Dantel G. Brinton, Yeni Dünya'nın Mitolojileri'nde Yeni Dünya ile Eski Dünya'nın yük­ sek kültürlerinin mitolojilerini karşılaştırıyor. Ber·

1839 1845-50 1847-65

1856

1859 1860-65

1861

1868

ilkel Mitoloji

1871

lin'de Adolf Bastian, Das Bestandige in den Menschen­ rassen und die Spielweite ihrer Veranderlichkeit'da so­ runu karşılaştırmalı psikoloji ve biyolojiyle çözmeye çalışarak önce insan mitolojilerindeki "değişmezler", sonra da "değişkenler" üstüne eğiliyordu. Edward B. Tylor, ilkel Kültür: Mitoloji Felsefe, Din, Dil, Sanat ve Geleneğin Gelişimi Üstüne Araştırma­ lar da bütün ilkel düşüncenin sistematik yorumuna girişerek 'animizm' kavramına psikolojik bir açık­ lama getirmeye çalıştı. Heinrich Schliemann, Truva (Hisarlık) ve Miken' de kazılar yaparak Yunan uygarlığının Homeros ve klasizm öncesi tabakalarını ortaya çıkardı. Don Marcelino de Sautuola, Kuzey İspanya Alta­ mira'daki mülkünde Mamut ve Ren Geyiği dönem­ lerine ait muhteşem mağara resimlerini buldu. Sir James George Frazer bu dönemin bütün antro­ polojik araştırmalarını bir araya getiren Altın Dal'ı yayımladı. Eugene Dubois, Orta Java, Solo lrmağı'nda, Trinil yakınlarında, "kayıp halka" Pithecanthropus erec­ tus'un (dik yürüyen maymun-insan) kemik ve diş­ lerini buldu; en büyük beyne sahip gorille (600 cm1) çağdaş ortalama insanın beyni (1400 cm1) ara­ sında bir beyin kapasitesine sahipti. Sir Arthur Evans Girit kazılarına başladı. Leo Frobenius ilkel kültür çalışmalarına yeni bir yaklaşım getirdi (Kulturkreislehre "kültür alanı ku­ ramı"): Ekvator Batı Afrika'sından doğuya, Hindis­ tan, Endonezya ve Polinezya'dan Pasifik'i geçerek Ekvator Amerikası ve Kuzeybatı sahiline uzanan ilkel kültür sürekliliğini tanımladı.8 Bu yaklaşım, Brinton, Bastian, Tylor ve Frazer'in temsil ettiği eski "koşut gelişim" ya da "psikolojik" yaklaşım '

1872-85 1879 1890 1891-92

1893 1898

'

Leo Frobenius, "Die Masken und Geheimbunde Afrikas", Abhundlungen der Königlichen leop­ Carol. Deutscherı Akad.emie der Naturforscher, Bd. LXXIV, Nr. 1. Halle, 1898.

Tannlann ve Kahramanlann Doğal Tarihine Doğru

okullarına karşı kökten bir karşı çıkış getirirken, "evrensel" denilen temaların dağılımı sorununa da geniş ve cesur ilkel-okyanusaşırı 'yayılım kuramı'y­ la yanıt vermiş oluyordu. Böylelikle çağ açıcı bu yüzyılda neredeyse inanılmaz olan tinsel ve teknolojik dönüşümler gerçekleşti; eski düşünce ufukları dağıldı ve küçük yerel övünme alanları yerine yeni ve tek bir dünyanın in­ san bilimi, bilginin odağı oldu. İnsana ilişkin konulara yeterince yer verir görünen on sekizinci yüzyılın eski disiplinleri, daha geniş bir konunun yan dalları durumuna geldiler. Eskiden temel sorun insa­ nın doğal çevresi karşısındaki doğaüstü niteliğiyken, Aziz Tomasso Aquinas'ın "insanın doğal bilgisinin üstünde olan" ve dolayısıyla "Tanrı insanın düşünebildiği Tanrı'dan çok daha yücedir"9 sözleriy­ le dile getirilen yüce dinlerin kutsal kaynağı olarak görülen mitolo­ jik temaların evrensel olduğu ve bu doğaüstü motiflerin bir tek gele­ neğe ait olmadığı, tersine insan türünün dinsel söyleminin ortak ol­ duğu onaya çıkınca, "Ortodoks" ve "kafir", "yüce" ve "ilkel" ara­ sındaki gerilim şimdilerde kendiliğinden ortadan kalktı. Artık daha önemli sorunlar, insanı yakından ilgilendiren konular öncelik ka­ zandı; ilkin ölüm ve diriliş, bakirenin doğurması ve yoktan yaratılış gibi mitoloji konularının, ilkel "hurafelerin" kalıntıları olarak man­ tık gereği yok sayılıp sayılmayacağı ya da tersine, aklın kavrayışının ötesinde (aşkın simgeler olarak) gücünü koruyan değerler diye yo­ rumlanıp yorumlanamayacağı; ikincisi, ruhun kendiliğinden işleyi­ şinin ürünü olarak dünyanın çeşitli yerlerinde bağımsız olarak mı göründükleri (koşut gelişim kuramları) yoksa belirli zaman ve kişi­ lerin icatları olarak eski göçler ya da daha sonraki ticari ilişkilerle mi yayılmış olması gerektiği (yayılım kuramı) konulan önem kazandı. On dokuzuncu yüzyılda çok az kişi bu sorulara önyargısız bi­ çimde karşılık arayabilecek yeterlilikte ya da çözümleme için zo­ runlu kanıtlan denetleyebilecek durumdaydı. Zamanın psikolojisi ruhsal derinlikleri araştırabilecek bilgilere ve hipotezlere sahip de­ ğildi. Tanınmış fizyolog, psikolog ve filozof Wilhelm Wundt (1832'

Sı. Thomas Aquinas, Summa contra Gentiles. Blm. v.

l 2s

ilkel Mitoloji

1920) 1857'de Heidelberg'de, 1875'te Leipzig'de ders vermeye baş­ ladı; bütün etnolojik malzemeyi, etnolojik psikoloji (Vilkerpsycho­ logie) üstüne sayısız yapıtıyla, psikolojik bakış açısıyla elden geçirdi ve bu zengin ve gelişime açık alanın henüz yeterli biçimde araştı­ rılmamış olduğunu içtenlikle ifade etti.10 Oysa bir yandan da ruhsal derinliğin bilimsel olarak incelenmesi Paris'te Salpetriere nöroloji kliniğinde . başlamıştı. Üniversitenin tıp fakültesinde patolojik ana­ tomi profesörü olan Jean Martin Charcot {1825-1893) histeri, felç, beyin hastalıkları, yaşlılık ve hipnozla ilgili ufuk açıcı araştırmalar yapıyordu.11 Genç Sigmund Freud {1856-1939) ve Carl G. Jung da (1875-1961) onun öğrencileri arasındaydı. Öğrencilerinin ruhun eri­ şilmez, karanlık yönlerinin keşfi yolundaki bilinen kariyerleri, Charcot'un araştırmalarının gücü ve yönü hakkında bir fikir oluş­ turabilir. Ama nörotik bireyin "bilinçaltı"nın görüngüsüyle ilgili yeni buluşların, etnolojik malzeme üstünde sistematik biçimde yo­ rumlanarak uygulanması yirminci yüzyılda Jung'un Wandlungen und Symbole der Libido (1912)12 ve Freud'un Totem und Tabu (1913)13 adlı yapıtlarının yayımlanmasına kadar gerçekleşmedi. Wundt ve Charcot'un yöneliş ve araştırmaları yolu açtı, ama ger­ çekleşmesi yirminci yüzyıl düşüncesinin gelişiminde önemli bir et­ ken olan bilinçaltı tekniğinin kural ve hipotezlerinin din, tarihön­ cesi, mitoloji ve folklor, edebiyat ve sanat tarihi alanlarına tam an­ lamıyla uygulanması, o günler için ancak zengin olanaklar doğura­ bileceğini sezdiren bir düzeydeydi. Thomas Mann'ın, Freud'un sekseninci yaş gününde Viya­ na'da yaptığı "Freud ve Gelecek" konuşmasında gözlemlediği gi10 11 12

13

Wilhelm Wundt, Völkerpsychologie, W. Engelmann, 5 c., Leipzig, 1900.ı909, 10., 1911-1920; Probleme der Völkerpsychologie, 2. y.; Alfred Kroner Verlag, Stuttgard, 1921, s. 1-37. Jean Martin Charcot, Nouvelle iconographie de la Salpitribe (1888-1895); Leçons du mardi a la Salpitribe (1889-1890). Cari G. Jung, Wandlungen und Symbole der Libido, ilk yayuru iki bölüm fahr-buch für psychoanalytische und psychopathologischc Forschungen, ID-IV, Leipzig, 1912, aynı yıl Douticke Verlag tarafından Leipzig ve Viyana'da yayımlandı. İngilizce çevirileri: Dr. Beatrice M. Hinkle tarafından Psychology of the Unconcious, Motffatt Yard and Company, New York, 1916 ve R.F.C. Hull tarafından Symbols of Transformation, gözden geçirilmiş 4. yayımdan, 1952, Pantheon Books, The Bollingen Series XX. New York, 1956. Sigmund Freud, Totem und Tabu, ilk yayuru iki bölüm lmago, Blm. 1-2. 1912-1913; H. Heller und Compagnie tarafından kitap olarak yayımlandı, Leipzig, 1913; Gesammelte Schriften, c. X, Psychoanalytischer Verlag, Viyana). Türkçesi: Totem ve Tabu, çev. K. Sahir Sel, Sosyal Yayın­ ları, İstanbul, 2002.

Tanrıların ve Kahramanların Doğal Tarihine Doğru

bi, edebiyat ve bilinçaltı tekniği arasındaki yoğun ve doğal yakın­ lık uzun süre kavranılamadan kaldı. Novalis'in (1792-1801) ro­ mantik-biyolojik fantezileri, Schopenhauer'un (1788-1860) düş psikolojisi ve içgüdü felsefesi, Kierkegaard'ın (1813-1855) kendisi­ ni psikolojik derinliklere ulaşmada uç noktalara götüren Hıristi­ yan coşkusu, İbsen'in (1828-1906) yalanın yaşamda zorunlu ol­ duğu görüşü ve hepsinden önemlisi Nietzsche'nin (1844-1900) Tanrıbilim, mitoloji ve ahlak felsefesinin metafizik iddialarını deneysel psikoloji diline çevirme çabaları, artık terminolojisinin kesinliği ve hipotezlerinin reddedilmezliğiyle bilimsel sükılnet içinde sistematikleştirilen bu muhteşem kavrayışı yalnızca önce­ den sezinlemekle kalmamış, bir genişlik ve zenginlik de katmıştı. Gerçekten de Mann, bilimsel kesinlik isteği nedeniyle felsefeye pek itibar etmeyen tanınmış bilim adamını biraz ironik biçimde överken, modern bilinçaltı tekniğinin, on dokuzuncu yüzyıl bo­ yunca analitik bilgi ve deney peşinde olanları adım adım izleyen romantik şairler, şair-filozoflar ve sanatçıların metafizik ve psiko­ lojik kavrayış geleneklerinin quod erat demonstrandumunu yaz­ dığını iddia etmenin haksızlık olmayacağını belirtir.14 Faust'un her satırında ruhun geleneksel simgeciliğinin güçlü bir kavranışının gelişkin kanıtlarını sunan Goethe'nin yalnız bi­ reysel biyografi değil, uygarlığın psikolojik dinamiklerini de yaz­ dığı akla geliyor. Ürünlerini, zamanının doğubilimcileri ve etno­ logları tarafından simgesel formların öneminin alegorik olarak anlaşılmasını önermelerinden önce veren Wagner'in [Wagner (1813-1883); Max Müller (1823-1900); Sir James George Frazer (1854-1941)] akla gelmesine karşın, sanatçının yapıtının simgeleri yorumlamakta bilim adamlarının görece el yordamıyla yürüyen çabalarından ileri gittiğini düşünmek zordur. Güney Denizi'nin Nukahiva adasında yamyamların eline düşen ve hatta menüye bi­ le giren Melville'in (1819-1891), Moby Dick (1851) ve Pierre (1852) yapıtlarında hep kullandığı simge dili, yazarın psikolojik anlayı­ şının derinliğini düşündürtmektedir. •

"

quod erat demonstrandum: kanıtlanması gereken şey (ç.n.). Mann. "Freud and the Future", s. 87.

(\

ilkel Mitoloji

"Mitos" Thomas Mann'ın gördüğü ve birçok psikologun de­ rinliğini kabul edeceği gibi "yaşamın temelidir, zamansız şemadır, bilinçaltının içinden çıkardığı izlerin yeniden üretilmesiyle yaşa­ mın devam ettiği inanç yapısıdır."15 Öte yandan, bütün etnolog, arkeolog ya da tarihçilerin gözlemleyeceği gibi, farklı uygarlıkla­ rın mitosları yüzyıllar boyunca ve insan yerleşiminin dünyayı kaplamasıyla birlikte önemli ölçüde değişmiştir. Bir mitolojide 'erdem' olanın bir başkasında 'kötü' diye görülmesi, birinin cen­ netinin ötekinin cehennemi olması derecesinde değişim olmuştur. Dahası, eskiden çeşitli kültür çevrelerini ve panteonlarını ayırıp koruyan düşünce ufuklarının artık birer birer yıkılmasıyla gerçek bir Götterdammerung tüm evrene ateşini salmıştır. Bir zamanlar mitolojilerinin sağladığı dindarlığın bilinci içerisinde huzur dolu bir yaşam süren toplumlar, komşularının gözünde, tam tersine şeytanlar olarak buldular kendilerini. Artık geçmişle hiçbir yerde hayal edilmemiş, daha derin, daha geniş mitolojiye gereksinim olduğu açıktır. Yerel geleneklerin birbirinden farklı hayalinden çok daha esnek ve incelmiş, bu mitolojilerin daha geniş olanın ancak maskeleri olarak bilineceği, bütün parıltılı panteonlarının "zamansız şeması"nın ancak geçici kipleri olduğu, şeması olmayan bir arcanum arcanorumdur bu. Ama bu, kesinlikle, önümüzde bölümler halinde değişik bi­ limlerin salon ve müzelerinde yalnızca fark edilmeyi bekleyen ve bir yandan da büyük sanatçıların eserlerinde yaşayan büyük gi­ zemli törendir. Onun günümüze hizmet etmesi için tüm boyutla­ rıyla toplanması -ya da yeniden toparlanması- gerekiyor ve sonra sanat biçiminde, mucize gibi, ahlaki olarak yargılamadan, sevgiy­ le, öğretici neşeyle geçmiş formların festivalinde uyanan insanlığa katılarak ona kendimize aitmiş gibi yaşam vermeliyiz.

15

Age, s. 89.

1. KISTh1

�� MİTOS PSİKOLOJİSİ

GİRİŞ •

Maskenin Öğrettiği

._.

Thomas Mann'ın dediği gibi, sanatçı gözü yaşamı mitosumsu gören bir bakışa sahiptir. 1 Buna dayanarak, mitolojik dünyaya -tan­ rıların ve şeytanların dünyasına, maskelerin karnavalına ve yaşa­ nan mitos şenliğinin zamanın bütün yasalarını onadan kaldıran, ölüleri tekrar yaşama döndüren o garip "sanki oyunu"na ve "bir varmış bir yokmuş"sun yaşanan an olduğu dünyaya- öncelikle sanatçının gözüyle yaklaşmalıyız ve değer vermeliyiz. Çünkü as­ lında mitolojinin kökenlerine ait birçok ipucunun aranması gere­ ken ilkel dünyada, tanrılar ve şeytanlar çok sıkı kurallara bağlı mutlak gerçeklikler olarak görülmezler. Bir Tanrı aynı anda -bir melodi gibi ya da geleneksel bir maske biçiminde- iki ya da daha fazla yerde bulunabilir. Ama her bulunduğu yerde etkisi aynıdır; çoğalmayla azalmaz, ilkellerin şenliğinde, maske, temsil ettiği mi­ tolojik varlığın gerçek görünüşü olarak saygı görür ve algılanır; herkes maskeyi bir insanın yaptığını ve taktığını bilse de maskeyi takan yine de maskenin rol aldığı oyun boyunca Tanrı'yla özdeş­ leştirilir. Tanrı'yı yalnızca temsil etmemektedir, o Tann!dır da. Görüntünün a) maskeden, b) mitolojik varlığa ait olmasından ve c) insandan oluştuğu gerçeği unutulur ve hiçbir uyarı olmaksızın olayın hem izleyicilerin hem aktörün duygularına tam etki etme­ sı sağlanır. Yani olağan tensel dünyanın mantığından, şeylerin Mann, "Freud and tbe Future".

ilkel Mitoloji

farklı olduğu tiyatromsu ve oyunumsu evrene, şeylerin canlı var­ lıklar gibi yaşandığı, "inandırma" ve "sanki mantığı"nın gerçek mantık sayıldığı bir evrene geçilir. Aslında hepimiz bu saymacayı biliyoruz! Bu, çocukluğun te­ mel, kendiliğinden olan, büyüsel bir oyunudur; dünya bu yolla sıradanlıktan bir çırpıda büyüye dönüşür. Ve çocuklukta bunun kaçınılmaz oluşu, hepimizi bir aile olarak birleştiren insanın ev­ rensel özelliklerden biridir. Bu, sonuçta mitos biliminin, kendin­ den menkul inançlar diye incelediği temel verilerinden de biridir. Leo Frobenius çocukluğun doğaüstü dünyası hakkındaki ta­ nınmış yazısında şöyle anlatır: "Profesör masasında yazıyor ve dört yaşındaki küçük kızı odada koşturup duruyor. Yapacak şeyi yok ve adamı rahatsız ediyor. Adam kıza üç yanmış kibrit çöpü vererek, 'Al oyna' diyor. Kız halıya oturarak kibritlerle oynama­ ya başlıyor, biri Hansel, biri Gretel, öbürü de büyücü olmuş. Bir süre geçiyor, bu zaman içinde profesör rahatsız edilmeden işiyle uğraşabiliyor. Fakat birden çocuk korkuyla bağırıyor. Baba sıçrı­ yor, 'Ne o, ne oldu?' Kız büyük korku belirtileri göstererek ona koşuyor. 'Baba, baba!' diye bağırıyor, 'büyücüyü al, artık ona dokunamıyorum!'" "Bir duygu patlaması" diyor Frobenius, "düşüncenin duyusal düzeyden (Gemüt) duygusal bilinç (sinnliches Bewusstsein) düzeyine kendiliğinden geçişin sonucudur. Dahası, böyle bir patlamanın gö­ rülmesi açıkça belirli bir ruhsal sürecin tamamlandığı anlamında­ dır. Kibrit büyücü değildir, oyunun başında çocuk için de değildi. Demek ki süreç, kibritin duyusal düzeyde büyücüye dönüşmesin­ de ve sürecin tamamlanması da bu düşüncenin bilince çıkarılması olayını kapsıyor. Sürecin gözlemi, bilinçli düşüncenin onu sınama­ sından kaçıyor; çünkü bilince ancak daha sonra ya da sürecin tam bitiminde giriyor. Ancak düşünce var olduğu sürece oluşmalıdır da. Süreç, sözcüğün tam anlamıyla yaratıcıdır; çünkü biraz önceki örnekte olduğu gibi, küçük bir kız için kibrit büyücü olabilmekte­ dir. O zaman kısaca söylersek, var olma aşaması duygular düzeyin­ de yaşanırken varlık aşaması bilinç düzeyinde yaşanır. "2 2

Leo Frobenius, Paideuma, llmri.