Eskimez Yeni Hz. Peygamber'in Sünneti
 9786055932596

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

OTTO 10 © TN İletişim TEMEL ESERLER 02

Eskimez Yeni Hz. Peygamber’in Sünneti M. Hayri Kırbaşoğlu Düzelti: Tavoos Grafik Tasanm: Nurullah Özbay Uygulama: Tavoos Baskı: Atalay Matbaacılık / İskitler Ankara ISBN 978-605-5932-59-6

1., 2. Baskılar (ilahiyat) 3. Baskı: Kasım 2010

İletişim Adresleri Halide Nusret Zorlutuna Sk. 4/7 0 6 4 2 0 Çankaya Ankara tel.: 0 3 1 2 . 4 3 9 01 69 faks: 0 3 1 2 .4 3 9 01 68 ottoyayin@gm ail.com www.ottoyayin.com

ESKİMEZ YENİ HZ. PEYGAMBERİN SÜNNETİ

M. HAYRİ KIRBAŞOĞLU

OTTO

M. HAYRİ K1RBAŞO ĞIX> MEHMET HAYRİ KIRBAŞOĞLU; 1954 yılında Manisa’da doğdu. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Aynı fakültede asistan olarak Hadis dalında doktorasını yaptı (1983). İmam Muhammed b. Suud İslâm Üniversitesinde (Riyad) iki yıl öğretim üyeliği yaptı (1985-1987). Yurda döndüğünde doçent oldu (1987). Diyanet İşleri Başkanlığı’nda başkanlık danışmanı olarak görev yaptı (1988-1989). Hadis Anabilim Dalı’nda profesör oldu (1999). Hâlen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Bir süre İslâmî Araştırmalar dergisinin editör yardımcılığını ardından da islâmiyât dergisinin yayın kurulu üyeliğini sürdürdü. Arapça ve İngilizce bilmektedir. Kırbaşoğlu’nun makale, eleştiri, edisyon kritik, tercüme ve sadeleştirme türünde yayımlanmış birçok çalışması bulunmaktadır. Elinizdeki kitap dışında bazıları şunlardır: Alternatif Hadis Metodolojisi; Namazların Birleştirilmesi; Sünnî Paradigmanın Oluşumunda Şâfiî’nin Rolü-Seçki; İslâm Düşüncesinde Sünnet-Eleştirel Bir Yaklaşım; İslâm Düşüncesinde Hadis Metodolojisi; İbn Kuteybe’den Hadis Müdafaası; Muhammed Avvâme’den İmamların Fıkhı İhtilaflarında Hadislerin Rolü; Fazlur Rahman’dan İslâm ve Çağdaşlık, (Alparslan Açıkgenç ile birlikte).

TAKDİM .............................................................................................................................. 9 1.

İslam’ı A nlam ak ...................................................................................................

19

2.

Egom uzu Allah’ın İradesine Boyun Eğdirm enin Adı: İ s la m ...........

22

3.

İslam ’ın Şartı Beş Değildir! ............................................................................

26

4.

İslam Parçalanm az Bir Bütündür! ..............................................................

30

5. 6.

Cahiliye ve İ s l a m ................................................................................................. Tevhid’i Anlam ak ................................................................................................

33 39

7.

Allah Anlayışımızı Tashih Etm ek ................................................................

44

8.

Rab, Din ve Peygam ber ...................................................................................

47

9.

İbadet Kavram ım Anlam ak ............................................................................

51

10. İslam’da Ruhbanlık Yoktur! ............................................................................

55

11. Hz. P eygam beri Anlam ak ...............................................................................

59

1 2 . Hz. Peygam ber’in D oğum G ününü Anlam landırm ak .......................

64

13. K ur’an ve Sünnet’i Anlam ak ...........................................................................

67

14. Sahabe ve Kur’an .................................................................................................

71

1 5 . Kur’an Toplumları Yükseltir De Alçaltır D a ! ........................................... 16. Kur’an Bizi Yükseltir (Biz İstersek!) ............................................................

75 79

17. Kadir Gecesini A n la m a k ...................................................................................

82

1 8. İslami Kaynaklar H iy e ra rşisi...........................................................................

85

1 9 . İslam ’ın Orijinalitesini Muhafaza Etm ek ..................................................

89

2 0 . Dindarlığın Zirvesi: İh s a n ................................................................................ 2 1 . Takva’yı Anlamak: H er M üslüm an M üttakidir .....................................

94 98

2 2 . Takvayı Anlamak: Takva, Ahiret Merkezli Bir Kavram dır ......:....

102

2 3 . İyiliği Em redip Yaymak, Kötülüğü Yasaklayıp O nunla M ücadele Etm ek .............................................................................. 1 0 6 2 4 . ‘Cihad’ı Anlam ak .............................................................................................. 111 2 5 . ‘Savaş’ı Anlam ak ................................................................................................ 1 1 6 2 6 . Toplumsal O tokontrol: İyiliği Em retm ez, Kötülüğü Yasaklamazsak Gemide H epimiz Batarız ......................... 121 2 7 . Sorum luluğu Toplumun Bütününe Yaymak ........................................

125

2 8 . Nasihat ve Karşılıklı Hayır Tavsiyesi ......................................................

129

2 9 . Birimiz Hepimiz H epimiz Birimiz İçindir ............................................

133

3 0 . Sosyal Dayanışma: Dertler Paylaşıldıkça Azalır .................................

137

3 1 . Sosyal Dayanışma: Herkese Ait Bir S o ru m lu lu k tu r..........................

141

3 2 . C ihanşüm ul Kardeşlik ve Sosyal Adalet ................................................

144

3 3 . İrk ve Sınıf Ayrımcılığının Panzehiri: İslam (M üslüm an Renk K örüdür) ..................................................................................

149

3 4 . Âdil Gelir D a ğ ılım ı.............................................................................................1 5 3 3 5 . ‘Ekonom i’ye M üslüm anca Bakmak ..........................................................

156

3 6 . ‘Dünya H ayatını A n lam lan d ırm ak ............................................................

160

3 7 . ‘D ünya’nm Aldatıcılığına K ap ılm am ak ...................................................

164

3 8 . Tevekkül Tembellik Demek D e ğ ild ir.......................................................

168

3 9 . ‘Besm ele’yi A n la m a k .........................................................................................

172

4 0 ...İslam’ın Bilgi ve İlme B a k ışı..........................................................................

176

4 1 . M üslüm an ve Yabancı Kültürler ................................................................

181

4 2 . O kum a-Yazm a Seferberliği ...........................................................................

186

4 3 . Kadınların Eğitim ve Ö ğretim i Engellenemez! ...................................

190

4 4 . İslam Kadını Yüceltm iştir ..............................................................................

19 4

4 5 . Ç ocuklarım ız İslam ’ın G e le ce ğ id ir............................................................

198

4 6 . ‘N am az’ı Anlam ak: M üslümanlık N amazla Bitmez, Bilakis Namazla M üslümanlık Yeni Başlar ...........................................

203

4 7 . N am az Kılmak Kolaydır, Zor Değildir! ..................................................

210

4 8 . ‘O ru c’u A n la m a k ................................................................................................ 2 1 5 4 9 . ‘H acc’ı Anlam ak .................................................................................................

219

5 0 . ‘H acc’ı Y a ş a m a k ................................................................................................... 2 2 2 5 1 . ‘Kurban’ı A nlam ak ............................................................................................ 2 2 5 5 2 . Sonuncu Mesaj ................................................................................................... 2 2 9 KAYNAKÇA ..................................................................................................................

231

D İZ İN ..............................................................................................................................

233

< H S \ S - Y 0 0 ^ S / c>-o-

) ıı mi lıi'ısııi' yıldı) anlayış ve desteğini he inlen h u h iı zurnan esirgemeyen I şiıne

TAKDİM

İslam Düşüncesinde Sünnet adlı çalışmamızda Sünnet ve Hadis alanlarında bugün ne yapılması ve nasıl bir yol izlenmesi gerekti­ ğine dair bir proje sizlere sunulmuştu. Bu proje uyarınca, Sünnet kavramı, Sünnet’in dindeki konumu ve Sünnet’in mahiyeti, pro­ jenin ilk kitabı olan İslam Düşüncesinde Sünnet’te; Sünnet hakkmdaki bilgi kaynaklarımız arasında önemli bir yeri olan hadis riva­ yet malzemesinin sağlamının çürüğünden nasıl ayrılacağına dair bugüne kadar uygulanan hâkim geleneksel yaklaşımın eleştirel bir değerlendirmesi İslam Düşüncesinde Hadis M etodolojisinde; bize miras bırakılmış olan muazzam rivayet malzemesinin sağ­ lamını çürüğünden ayırmak için bugün nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusu ise Alternatif Hadis M etodolojisinde ele alın­ mıştı. Proje uyarınca malzeme sorununun ardından, anlama ve yorumlama konusunun ele alındığı bir çalışmanın sizlere sunul­ ması gerekiyordu. Ancak bazı sebeplerden dolayı bu dördüncü kitabın sizlere sunulabilmesi için biraz daha beklemek gereke­ cektir; zira bu gecikmeyi kaçınılmaz kılan iki çalışma şu anda daha öncelikli bir duruma gelmiştir. Özellikle, ilgili kamuoyu­ nun sık ve ısrarlı talepleri karşısında bu iki çalışmaya öncelik vermekten başka bir çare kalmamıştır. Sözünü ettiğimiz bu iki çalışmanın ilki, ülkemizdeki ilmihâl literatürüne dair eleştirel bir değerlendirme yaptığımız yazımızın1 yayımlanmasından sonra, eleştirilen bu ilmihâllerin yerine bizim alternatif bir tek ,'imizin

1

“İlmihâl Dindarlığının İmkânı Üzerine”, islâmiyât, 5 (2 0 0 2 ) sayı: 4, s. 1 0 9 -1 2 4 .

ESKİMEZ YEN! HZ. PE YG A M BE R 'İN SÜNNETİ

—o-G^a^To)f42^>o-

burada kastettiğimiz, yeryüzünü kasıp kavuran bütün bölgesel ve küresel kötülüklerin kaynağı olan şer odaklarının oluşturdu­ ğu barbar Batı’dır. Dolayısıyla kategorik bir Batı düşmanlığından söz etmediğimiz ortadadır.) Ancak insanlığın önündeki yegâne kurtuluş yolu olduğunu söylediğimiz İslam, Ali Şeriati’nin Dine Karşı Din adlı eserin­ de işaret ettiği “Karşı Din” elbette değildir. Keza bu din, asırlar öncesinin şartlarında üretilmiş olan yorumları bugün de aynen sürdürmekte ısrar eden gelenekselci yaklaşım da olamaz. Bila­ kis ümit kaynağı olabilecek olan İslam, kuşkusuz çağın meydan okumalarıyla yüzleşebilecek olan yeni bir yorumun, Batı’ya da Gelenek’e de eleştirel yaklaşan bir zihniyetin, İslam’ın temel kay­ naklam a bağlı ve tavizsiz bir duruşun, statükoyu payandalamak yerine sürekli muhalefette kalmayı tercih eden politik bir tutu­ mun ürünü olacaktır. Bütün bunlar ise, ancak ve ancak köklü bir zihniyet değişikliğiyle mümkündür. İki yüzyıllık bir geçmişi olan ıslah ve tecdid (yenilik) çabalarının da temel hedefi işte bu zih­ niyet değişikliğini gerçekleştirmektir. Afgânî’den Abduh’a, Reşîd Rıdâ’dan Seyyid Kutub’a ve Haşan Hanefî’ye, İkbal’den Meh­ met Akif’e, Mûsâ Cârullâh’a ve İzmirli İsmail Hakkı’ya, Mâlik b. Nebî’den Câbirî’ye, Emîn el-Hûlî’den Muhammed Ahmed Halefullâh’a, Mevdûdî’den Fazlur Rahman’a, Roger Garaudy’den Aliya İzzetbegoviç’e, Şeriati’den Suruş’a, Mahmûd Tâhâ’dan Abdullâh Ahmed en-Naîm’e ve Harun Nasution’a pek çok çağ­ daş İslam ilim ve fikir adamının peşinde koştukları bu hedef, kesinlikle İslam ve Müslümanlar için ve bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmesi gereken bir hedeftir. İşte ABD ve yandaşlarının İslam dünyasındaki hegemonyasını kalıcı hâle ge­ tirmek için yaptığı planları altüst edebilmek ve oyunlarını boşa çıkarabilmek ancak bu yenilikçi İslam düşüncesinin İslam dün­ yasında etkin ve yaygın hâle getirilmesiyle mümkün olabilecek­ tir. Bu ise Haşan Hanefî’nin ifadesiyle İslam'ın İkinci Bağımsızlık Hareketi dediği bu çabaların başanya ulaşması şartına bağlıdır. İşte elinizdeki bu eser, yukarıda isimlerini sıraladığımız pek çok İslam ilim ve fikir adamının, çoğu sadece teori üretmekle yetinmeyip sahaya da inmiş olan bu mücadele adamlarının sür­

dürdüğü çizgiye mütevazı bir katkı çabasıdır. Bu mütevazı kat­ kıyı, yuvarlandıkça büyüyen bir kartopu misali etkin ve yaygın hâle getirmek ancak ve ancak siz okuyucularımızın gayretleriyle mümkün olabilecektir. Zaman “Ey iman edenler! İyilik {b in ) ve Allah’ın yasaklarından sakınma (takva) konusunda yardımlaşın, kötülük (ism) ve düşmanlık konusunda yardımlaşmayın” (5. Mâ’ide, 2) ayetini- hayata geçirme zamanıdır. Elinizdeki eser de sizlere bu yolda yapılmış bir davettir. “De ki: İşte bu benim yolumdur, bilerek ve inanarak ben Allah’a çağırıyorum, bana uyanlar da!” (12. Yûsuf, 108). Mehmet Hayri KIRBAŞOĞLU Ankara 1 Ramazan, 1425 15 Ekim 2004

ISIAM 'IANLAM AK -» css^ îş^ a ^ o -

İSLAM’I ANLAMAK

Rivayete göre Hz. Peygamber’in “İslam, Allah’a teslim olmandır”1 buyurduğu, bir dua esnasında da benzer şekilde “Allah’ım kendimi sana teslim ettim”2 dediği, bu rivayetin açıklaması es­ nasında, metinde yer alan eslemtu fiilinin “Teslim oldum, boyun eğdim, emir ve yasaklarına da boyun eğdim”3 anlamına geldiği kaynaklarda ifade edilmektedir. Bu ve benzeri rivayetlerde geçen çeşitli fiillerin masdarı olan İslâm kelimesi, tam bir teslimiyetle boyun eğme anlamına gelir. Onun için bir Müslümanın, her şeyden önce Allah’ın niçin bu dine İslam adını verdiğini öğrenmesi gerekir. İslam adını vermiş­ tir; çünkü Müslüman olabilmek için, sadece ben Müslümanım demek asla yeterli değildir. Aksine, Müslüman olduğunu söyle­ yen bir kimse, Allah’ın ve Peygamber’inin bütün emirlerini ye­ rine getirmeyi kayıtsız şartsız kabul etmiş demektir. Bu yüzden Allah’ın dinine boyun eğmenin bütün gereklerini eksiksiz yerine getirmeye çalışmak zorundadır. Bir yandan ben Müslümanım deyip, öte yandan İslam’ın bazı emirleri hakkındaki “Canım bu asırda da bunlar olur mu?" demek yahut “Ben bazı emirleri yapa­ rım ama, bazılarını kabul edemem” demek, açıkça İslam’ı kabul etmemek demektir. Yine “Allah’ın hakkı Allah’a, Kayser’in hakkı Kayser’e” demek, İslam’ın çağdışı olduğunu söylemek, İslam’ın bu asırda uygulanamayacağını söylemek, sırf aklına yahut şahsi 1 2 3

Ahmed b. Hanbel, el-Musned, IV 164; V 4, 5. İbn Hacer, Fethul-Bârt, XIII. 462, hadis no: 7488 (Sahth-i Buhârî, 97, et-Tevhld, 34). Sahlh-i Müslim, 6, Salâtu’l-Musafirtn, 26, hadis no: 199 (769) (I. 533).

arzu ve isteklerine ters geldiği için bazı hükümleri reddetmek, en azından bunları şüpheyle karşılamak, İslam değil, cahiliye anla­ yışıdır. Bu görüşte olanlar, isterse âlim veya entelektüel olduğunu söylesin, sonuç değişmez. Bu gibiler bilsinler ki, bütün bunlar, Allah’a başkaldırmak demektir ve o kimsenin henüz İslam’a bo­ yun eğmemiş olduğu manasına gelir. Üstelik, bir yandan İslam’ın bazı hükümlerini şüpheyle kar­ şılamak, hatta reddetmek, öte yandan Müslüman, yani Allah’a teslim olan biri olduğunu söylemek, açıkça o kimsenin kendi kendisiyle çelişkiye düşmesi demektir. Netice olarak şunu ifade edebiliriz; Müslüman cahiliye Arapları gibi, kendi kendisini rab edinen değil, Allah’ı rab tanıyan ve O’na kayıtsız şartsız teslim olan, hayatının her ânını, O’nun emirleri doğrultusunda düzen­ lemeye çalışan demektir. Bu açıdan bakıldığı takdirde, İslam dünyasında yaşayan Müslümanların veya kendisini Müslüman olarak kabul eden­ lerin İslam’a boyun eğmekten ziyade, işlerine gelecek bir İslam yaratma peşinde olduklarını söylemek bir abartma sayılmaz. Kanaatimizce Dr. Ali Şeriati’yi Dine Karşı Din adlı önemli eseri­ ni yazmaya sevk eden de böyle bir tespit olmalıdır. Keza Hintli âlim en-Nedvî’yi İle'l-İslâmî min cedîd (Yeniden İslam’a) adlı bir eser yazmaya sevk eden de aynı bakış açısı olmalıdır. Gerçek­ ten de bugün İslam dünyası, fert ve toplum olarak, ne kadar ‘İslam’ olduklarını kendilerine sormak ve bu durumu sorgu­ lamak zorundadır. Çünkü ortada açıkça görünen o ki, sadece dille “İslam olduk= Teslim olduk” demekle, fiilen ‘İslam’ olmak birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Şu anda İslam dünyası, ferdiyle ve toplumuyla Müslüman olduğunu söylemekte ise de, eylemleri bunu hiçbir şekilde doğrulamamaktadır. İslam dün­ yası bir bütün olarak ele alındığında, inanç, düşünce, eylem, ahlak, siyaset, yönetim, ekonomi, aile, eğitim, sanat, medya, iletişim, vb. alanlarda, kısaca zihniyet ve dünya görüşü ala­ nında, İslami değerlerden ziyade cahiliye değerlerinin egemen olduğunu görmek hiç de zor değildir. Bunu İslam dünyasının içinde bulunduğu acı gerçeklikten de çıkarmak zor değildir. Bu noktada rahmetli Bilge-Kral Aliya İzzetbegoviç’in de lslamic

İS LA M 'I A N L A M A K

Decleration adlı eserine alt başlık olarak “Islamization of Islamic People= Müslüman halkların İslamlaştırılması/Müslümanlaştırılması” gibi son derece anlamlı bir ifadeyi tercih etmesi, dedik­ lerimizi tamamen teyit eder mahiyettedir. Durum son derece açık olduğundan, sözü daha fazla uzatma­ dan şunu söylemek istiyoruz: Ferdiyle toplumuyla, İslam zan­ nettiğimiz, ancak aslında cahiliye olarak nitelendirilmesi gereken bütün inanç, düşünce ve eylemlerden süratle sıyrılmak ve tekrar, yeniden Müslüman olmak, yani İslam’a boyun eğmek zorunda­ yız. Temenni ediyoruz ki şu ân, cahiliyeye ait her türlü düşünce ve davranışlardan sıyrılma ve gerçekten Müslüman olma yolun­ da, hayatımızda bir dönüm noktası teşkil etsin.

ESKİMEZ YENİ HZ. P E YG AM BER 'İN SÜNNETİ

—o^3sS-V(Sy4!^yo—

EGOMUZU ALLAH’IN İRADESİNE BOYUN EĞDİRMENİN ADI: İSLAM

Müslümanlığın, Allah’ın iradesine kayıtsız şartsız teslim olmak ve boyun eğmek manasına geldiğini ve bu şekilde anlaşılmadıkça gerçek bir Müslümanlıktan söz edilemeyeceğini gördük. Bizzat kendisi dahi Allah’ın iradesine mutlak olarak boyun eğmek durumunda olan Peygamberimiz de Müslümanların dik­ katini sık sık bu noktaya çekmiş, çeşitli vesilelerle İslam’ın boyun eğme ile eşanlamlı olduğunu vurgulamıştır. İşte bu rivayetlerden birinde İslam Peygamberi gerçek imanın şartlarından birine te­ mas ederek şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendi şahsi istek ve arzulannı benim getirdiğim İslam dininin emirlerine tâbi kılmadıkça iman etmiş olmaz.”' Yine az ileride göreceğimiz üzere, İslam’ın şartlarının beşten ibaret olmadığını, İslam’ın bütün emir ve yasaklarının birer şart olduğunu ve Müslüman olabilmek için bütün bu şartları eksiksiz yerine getirmeye çalışmak gerektiğini de unutmamak gerekir... İşte bu rivayette de, bir kimsenin Müslüman olabilmesi için ge­ rekli şartların en önemlilerinden birisine dikkat çekilmektedir. Bu şart da, bir Müslümanm kendi arzulannı, heva ve hevesini İslami emirlere tâbi kılması, nefsinin isteklerine uymayıp Allah’ın ve Rasulü’nün kendisinden istediklerini yerine getirmesidir. Baş­ ka bir deyişle, Müslüman, Allah’ın ve Rasulü’nün iyi, doğru ve 1

Nevevl, el-Erbain, (Cidde 1404), s. 97, hadis no: 41 (İbn Receb’in Nevevî’nin eserine eklediği on rivayetin ilki).

E G O M U ZU A LL A H ’ N İRADESİNE B O Y UN E Ğ DİR M ENİN A D I: İSLAM

-----------« K îsS i^ya ^H » ----------güzel dediği şeylere güzel; Allah ve Rasulü’nün kötü, yanlış ve çirkin dediği şeylere de çirkin ve yanlış diyebilendir. O hâlde bir Müslüman, Allah’ın emirlerine gönülden ve bu emirlerin doğru ve iyinin ta kendisi olduğunu bilerek ve buna inanarak boyun eğmek, bunları bu ruhla yerine getirmek durumundadır. Yine o, yasaklar, yani haram ve günah kabul edilen konularda da aynı şekilde düşünmek ve davranmak durumundadır. Zira Hz. Peygamber’in bütün insanlığa getirdiği ve kıyamete kadar da devam edecek olan İslam dininin temel kaynağı Kur’an-ı Kerim, müminlere şöyle seslenmektedir; “Kadın olsun erkek olsun hiç­ bir mümin için Allah ve Rasulü’nün karar verdiği ve hükme bağ­ ladığı konularda bir seçim yapma hakkı yoktur” (59. Haşr, 7). Bu ayetin anlamı şudur: Allah bir şeyi Müslümanlara emret­ mişse, artık ben Müslümanım diyen birinin bu emrin dışına çık­ ması, bu emre karşı gelmesi söz konusu olamaz. Mesela Allah her gün beş defa namaz kılınmasını, Ramazan ayında oruç tu­ tulmasını, içki içilmemesini, domuz eti, leş ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlann yenmemesini, faiz ve kumara, zina ve fuhşa yaklaşılmamasını bütün Müslümanlara emretmiştir. Artık kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen birinin, hiçbir suret­ le bu yasaklara ve emirlere aykırı hareket etmesi düşünülemez. Aykırı hareket edecek olursa, ya gerçek imandan uzaklaşır, ya da bu emir ve yasaklan hafife alıp, önemsememek suretiyle çiğ­ nerse dinden tamamen çıkma tehlikesiyle de karşı karşıya kalır. O hâlde bir kimse Müslümanım diyorsa, böyle bir kimsenin şu şekilde düşünmesi onun Müslümanlığına aykırıdır: “Ölünceye kadar hiç ara vermeden, her gün beş defa da namaz olur mu? Bu çağda bu çok değil mi? Oruç tutmak bana zor geliyor, onun için tutamıyorum. Hacca ne diye gideyim? Hacca gideyim de Araplan zengin mi edeyim?" İşte bu şekildeki bir düşünce tarzı, İslam’a tamamen aykırıdır ve böyle düşünenin, henüz İslam’ın veya Müslüman olmanın teslimiyet ve hoyun eğme manasına geldiğinden habersiz olduğunu gösterir ki, böyle bir kimse he­ nüz gerçek manada Müslüman olmamış demektir. Yine, canı içki içmek istediği için bunu meşru göstermeye çalışan ve “canım biraz içmekle haram olmaz. Sarhoş olmadık­

ça içilebilir,” diyen bir zihniyet de daha önce zikrettiğimiz ayete aykırıdır. Dolayısıyla böyle düşünmek Allah’a, Kur’an’a kısaca İslam’a karşı çıkmak, İslam’ın emirlerini beğenmeyip kendi ar­ zusuna uygun emir ve yasaklar belirlemek manasına gelir ki, bu ilahlık taslamak ve yeni bir din ihdas etmektir. Aynı şekilde, sık sık duyduğumuz sözlerden biri de şudur: “Domuz eti yemek niye haram olsun? Şimdi artık domuz eti­ nin temiz bir hâle getirilmesi ve zararlı parazitlerden temizlen­ mesi mümkündür. O hâlde domuz etini yiyebiliriz.” Bu sözler de, henüz Allah’a ve Allah’ın emirlerine tam teslim olamamış bir kimsenin sözleridir. Zira Allah, domuz etinin yenmesini haram kılarken, “şayet zararlı parazitlerden anndınlabilirse domuz etini yiyebilirsiniz!” dememiştir ki, böyle olunca domuz etini yiyebi­ leceğimiz sonucu çıksın. İşte bu ve benzer her türlü söz ve mantık yürütme, İslam dışı ve İslam’a aykırı bir düşüncenin mahsulüdür ve İslam’a tam olarak boyun eğmemiş olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu tür yaklaşımlar, konumuz olan rivayette anlatılmak istenene güzel bir örnektir. Zira bu gibi sözleri söyleyenler, aslında ken­ di arzu ve isteklerini meşrulaştırmak, başka bir tabirle İslam’ı kendi arzu ve isteklerine uydurmak istemektedir. Eğer bir kim­ se bunu bile bile ve şuurlu olarak yapıyorsa, o kimse İslam dinini benimsememiş ve Allah’ın iradesine değil kendi nefsinin isteklerine boyun eğmiş olur ki, bu dinin dışına çıkmak, dini terk etmek demektir. Yok eğer söylediği bu sözlerin doğuracağı sonuçları takdir edemeyecek kadar bilgisiz ve sağlam düşünce­ den yoksun ise, böyle bir kimsenin ilk yapacağı şey, İslam’ın ne demek olduğunu, bir kimsenin Müslüman olmasının ne mana ifade ettiğini iyice öğrenmektir. Allah’ın emir ve yasaklan konusunda Müslümanın tavn ise şu olmalıdır: Müslüman Allah’ın emir ve yasaklanna tam bir itaatle boyun eğendir. O, Allah’ın bu emirlerinin ve yasaklarının ilahi bir hikmete ve gerekçeye dayandığından ve kesinlikle en iyi ve en güzelin bu emirleri yerine getirmekten ibaret olduğundan asla şüphe etmez. Müslüman için Allah’ın güzel dediği güzel, çirkin dediği çirkin; helal dediği helal, haram dediği haramdır. Başka

türlü de olamaz. Zira Müslüman, bütün benliğiyle kendisini Allah’ın iradesine teslim etmiş olandır. Üzerinde durduğumuz bu husus, özellikle gönümüzde, son derece önemlidir ve İslam dininin mahiyetinin Allah’ın iradesine teslim olmaktan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. O hâlde sadece ben Müslümanım demekle yetinmenin İslam’la bir ilgisi olmadığı da böylece anlaşılmış olmaktadır. Gerçekten de, uyulmayacak ve uygulanmayacak olan emirlere inandığım söy­ leyip, öte yandan bunların aksini yapmak çelişki değil de nedir? Elbette çelişkidir ve her Müslüman kendisini kontrol edip, varsa bu çelişkilerinden kurtulmak durumundadır. Aksine bir davra­ nış ise İslam değil, isyan olarak nitelendirilmeye daha layıktır. Allah hepimizi, kendisinin iradesine isyan etmekten korusun.

İSLAM'IN ŞARTI BEŞ DEĞİLDİR!

İslam beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in onun Rasulü olduğuna şehadet etmek, namaz ı kılmak, zekâtı vermek, haccetmek ve Ramazan ayında oruç tutmak. ’

Hepimizin bildiği bu rivayete göre Peygamberimiz, İslam’ın beş esas üzerine kurulduğunu, bu beş esasın; Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz." Muhammed’in O’nun kulu ve peygamberi ol­ duğuna inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak', zekât vermek ve hacca gitmekten ibaret olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber’in İslam’ın birtakım önemli emirlerini belirt­ mek maksadıyla söylediği bu sözler, asırlar boyunca Müslüman­ lara ışık tutmuş ve yol göstermişse de, zaman zaman bu rivaye­ tin manasının tam anlaşılmadığı da olmuştur. Nitekim rivayette İslam’ın başlıca esasları olarak zikredilen hususlar, İslam’ın şart­ lan olarak yanlış anlaşılmış ve İslam’ın şartlarının da bu hadis­ teki hususlardan ibaret olduğu zannedilmiştir. Zira herhangi bir Müslümana İslam’ın şartı kaç diye sorulsa, tereddütsüz hemen beş diyecek ve bu hadisteki esaslan sayacaktır. İlk bakışta “İslam’ın şartı beştir,” sözüyle bu hadis arasında bir aykınlık olmadığı zannedilebilirse de, durum gerçekte böyle de­ ğildir. Zira Peygamberimiz bu meşhur rivayete göre, bir kimsenin Müslüman olarak yerine getirmesi gereken hususlann hepsini de­ 1 5ûhlh-i Müslim, 1, el-lmân, 5, hadis no: 19-22 (I. 45).

ğil, sadece önemlilerini zikretmiştir. Rivayete dikkat edilirse Hz. Peygamber “İslam’ın şartı beştir,” dememiş, “İslam beş esas üze­ rine kurulmuştur,” demiştir. Bunun manası bu beş esasın İslam binasının temel direkleri olduğu, ancak bunların dışında binanın tamam olabilmesi için gerekli başka hususlann da bulunduğu­ dur. Zira açıktır ki bir binanın tamamlanabilmesi için, onu ayakta tutacak temel direkler kadar, binayı tamamlayıcı duvarlar, kapı­ lar ve pencereler de gereklidir. Hz. Peygamber’in bu beş hususu zikretmesi de bunların İslam’ı ayakta tutan temel esaslar olma­ sındandır. Yoksa o, bir Müslümanın sadece bu beş hususu yeri­ ne getirmekle gerçek bir Müslüman olabileceğini kastetmemiştir. Hâlbuki İslam’ın şartı beştir, denildiğinde, bu şartlan yerine geti­ ren bir kimsenin tam manasıyla Müslüman olabilmesi gerekir ki, bunun yanlışlığı açıktır. Çünkü İslam’ın Müslümanlara yüklediği vazifeler, sadece hadisteki bu beş husustan ibaret değildir. Bu beş hususun dışında, Kur’an’da emredilen daha pek çok emir vardır ki, her Müslüman bunlan da yerine getirmek zorundadır. Bu sebeple, İslam’ın şartı beştir diyerek, sadece iman edip namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmekle ye­ tinmek ve Müslüman olmak için sadece bunlan yapmanın yeter­ li olduğuna inanmak, hem Kur’an’a, hem de Hz. Peygamber’in Sünçeti’ne aykın bir anlayıştır. Peki o hâlde “İslam’ın şartı kaçtır?” denilecek olursa, buna yerilecek cevap şudur: Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için onun Kur’an’da emredilen her hususa uyması, yasaklanan her husustan da kaçınması en birinci şarttır. Ancak, bu oldukça ge­ nel bir şart olup, incelendiğinde birçok şartı daha ihtiva ettiği görülür. Bu anlayışla Kur’an’a bakıldığında görülecektir ki, Allah Kur’an’da bir Müslümanın sadece hadiste geçen beş hususu değil, bunların dışında pek çok hususu da yerine getirmesini istemekte ve bunlan Müslümanlığın birer şartı ve gereği saymaktadır. Bu hususlardan bazılan şunlardır: Allah’ın var ve bir oldu­ ğuna, en güzel ve en mükemmel sıfatların O’na ait olduğuna, sadece O’na kul olmak gerektiğine inanmak, Allah’ın insanlara gönderdiği elçileri olan peygamberlere ve bu peygamberlere in­ dirilen mukaddes kitaplann söylediklerine inanmak, bu cümle-

ESKİMEZ YENİ HZ. PEYGAM BER’ İN SÜNNETİ

---—

den olmak üzere son kitap Kur’an’ın Allah’tan geldiğine ve bu kitaptaki her şeyin doğru ve gerçek olduğuna inanmak, insan­ ların öldükten sonra dirileceklerine ve Allah huzurunda hesaba çekileceklerine inanmak, Kur’an’a uygun bir hayat tarzı sürmüş olanların cennete, böyle davranmayanların ise cehenneme gire­ ceklerine inanmak, Allah’ın Kur’an’da emrettiği ve yasakladığı hususları yerine getirmek; mesela içkinin, kumarın, faizin, zi­ nanın, hileli alışverişlerin, başkasının mal ve canına haksız yere tecavüz etmenin; gıybet, yalan, dedikodu gibi huyların hulasa her türlü kötülüğün ve gayrimeşru işlerin haram olduğuna kesin olarak inanmak ve sonra da bunlardan kaçınmak; öte yandan, Allah’ın insanlara lütfettiği her türlü temiz ve helal şeylerden is­ tifade etmenin, her şeyde doğruluk ve dürüstlüğün, iyiliği emre­ dip kötülüğe ftıani olmanın, bütün Müslümanlan kardeş bilme­ nin, cemiyette daima müspet ve ıslah edici olmanın, bu ve buna benzer daha pek çok iyi ve güzel amellerin, Allah’ın birer emri olduğuna inanıp bunları yerine getirmeye çalışmak. Saymaya çalıştığımız bütün bu hususlar Kur’an’da açıkça zik­ redilmiş ve bunları yerine getirmenin Müslümanm vazifesi oldu­ ğu vurgulanmıştır. Görülmektedir ki İslam’ın şartı beş değil pek çoktur. An­ cak, bu şartları şu temel şart içerisinde toplamak mümkündür: Bir Müslümanm tam bir Müslüman olabilmesi için Kur’an ve Sünnet’teki, iman ve amelle ilgili her türlü emir ve yasakların Allah’ın emir ve yasaklan olduğuna, bunlann doğru ve hak ol­ duğuna inanması, sonra da bu emir ve yasaklara kendi iradesiyle uyması gerekir. İşte bir Müslüman bu emirlere uyduğu nispette Müslümanlığı artar, bunlan ihmal ettiği ya da terk ettiği ölçüde Müslümanlığı azalır. Nitekim Peygamberimiz başka bir rivayete göre, “insan bir kötülük işleyince kalbinde siyah bir nokta oluşur, günah işleme­ ye devam ettikçe bu nokta büyür, genişler ve en sonunda bütün kalbi kaplar” diyerek1 İslam’ın emirlerine uymamanın ahirette hüsranla neticeleneceğini bildirerek bizleri uyarmaktadır.

1

Ahmed b. Hanbel, el-Musncd, 11. 2 9 7 ; Sunen-i Tirmızî, 4 8 , Tefsîrui-Kur’ân, 75 (sure: 8 3 ), hadis no: 3 3 3 4 (V. 4 3 4 ).

Tekrar ifade edelim ki, gerçek bir Müslüman Kur’an ve Sünnet’teki bütün emir ve yasaklara eksiksiz bir şekilde uyan kimsedir. Yoksa sadece bu rivayette zikredilen beş hususun ye­ rine getirilmesi yeterli değildir, yeterli olduğunu zannedenler ise yanılmaktadırlar. Müslüman, Allah’ın bütün emirlerine, kendi iradesiyle, içten gelerek, boyun eğerek ve severek tâbi olduğu zaman Müslüman­ lığın bütün şartlannı yerine getirmiş ve bu suretle de Kur’an’m kendisine verdiği şu müjdeye hak kazanmış olur: “Gerçekten bu Kur’an insanları en doğru yola iletir ve salih amel işleyen müminlere de, kendileri için büyük bir mükâfat ol­ duğunu müjdeler” (17. îsrâ, 9). Sonuç olarak şunu söylemek gerekir: “İslam’ın şartı kaçtır?” sorusuna verilen geleneksel cevabın yanlışlığı ve bunun doğu­ racağı hatalı sonuçlar ortadadır, Bu sebeple, bu sorunun cevabı Kur’an ve Sünnet’in ışığında iyice araştınlmalı ve ortaya konma­ lıdır. Kur’an’ın tasvir ettiği Müslüman tipinin yetişmesi isteniyor­ sa, bu çalışma en kısa zamanda yapılmalı, birçok Müslümanın İslam’ın şartları konusundaki yanlış bilgilerini düzeltme yoluna gecikmeden gidilmelidir.

İSLAM PARÇALANMAZ BİR BÜTÜNDÜR!

Hz. Peygamber vefat edince, Hz. Ebû Bekir halife seçilir. Onun halifeliği sırasında Araplardan irtidat edenler olur.1 Hz. Ebû Bekir onlara harp $an etmeye karar verince Hz. Ûmer ona şöyle der: “Allah’ın Rasulü, “insanlar lâ ilâhe illâ’lah” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Ancak her kim “Lâ ilâhe illâ’lah” derse, hakkını vermek şartıyla malını ve canını benden kurtarmış olur. Onun hesabı ise Allah’a aittir,” dediği hâlde, sen nasıl olur da “Lâ ilâhe illâ’lah” diyen insanlara savaş açarsın?” Hz. Ömer’in bu sözlerine Hz. Ebû Bekir şu cevabı verir: “Allah’a yemin olsun ki, namazla, zekâtın arasını ayıranlarla mut­ laka harp ederim. Çünkü zekât malm hakkıdır. Allah’a andolsun ki, Allah’ın Rasulü’ne daha önce veregeldikleri bir dişi oğlağı dahi vermezlik etseler bu yüzden onlarla savaşırım.” Bu sözler üzerine Hz. Ömer şöyle der: “Vallahi anladım ki, Hz. Ebû Bekir’i onlarla savaşma fikrine ulaştıran Allah’tır ve an­ ladım ki doğru olan da onun dediğidir.”2 Rivayette sözü edilen ve dinden döndüğünden bahsedi­ len Araplar, İslam’ın tevhid ve benzeri esaslarını veya Allah’ın emirlerini reddetmek ya da inkâr etmek suretiyle dinden çıkmış 1

2

İrtidat burada İslam’dan tekrar şirke dönmek anlamında değildir; bilakis Hz. Peygamber’in yetkili kıldığı kimselere verdikleri zekât’ı, Hz. Peygamber vefat edince, onun yerine geçen Hz. Ebû Bekir’e vermeyi reddetmeleri anlamındadır. Fethu'l-Bârt, hadis no: 7284-7285, XIII. 250 (Sahîh-i Buhdrt, 96, el-İ’tisâm, 2); Sahlh-i Müslim, 1, el-Imân, 8, hadis no: 32 (20) (1. 51-52).

değillerdi. Onlar herkes gibi kelime-i şahadet getiriyor, namaz kılıp, oruç tutuyor, bu ve benzeri emirleri yerine getiriyorlardı. İslam’ın emirlerinden biri olan zekâtı da veriyorlardı. Ancak, daha sonraları, “Biz bütün emirlere uyarız ama zekâtın size verilmesini yerine getiremeyiz,” diyerek, karşı çıkınca, Hz. Ebû Bekir onlarla harp etmeye karar vermiştir. Bu rivayet bize İslam’ın nasıl bir din olduğu konusunda çok önemli bir noktaya ışık tutmaktadır ki, bu da İslam’ın bölünmez ve parçalanmaz bir bütün teşkil ettiğidir. Bunun manası şudur: İslam, gerek getirdiği inanç esaslarıyla, gerek vazettiği emir ve yasaklarla bir bütündür. Bu yüzden, İslam’ın esaslanndan bazı­ sını kabul edip, bazısını inkâr ve reddetmenin, İslam’ı kökten reddetmekten farkı yoktur. Zira İslam bir bütündür, ya toptan kabul edilir ya da toptan reddedilir. Bir kimse Müslüman olmak istediği takdirde, onun İslam’ı bir bütün olarak kabul etmek zo­ runda olduğunu söylememizin sebebi şudur: Allah, Kur’an-ı Kerim’de Yahudilerden bahisle “Siz kitabın bir kısmına iman ediyor bir kısmım inkâr mı ediyorsunuz. Sizlerden böyle yapanın cezası, dünyada rezil olmaktır. Kıyamet gününde ise, bu gibiler en şiddetli bir azaba uğratılır. Allah yaptıklarınız­ dan gafil değildir,” (2. Bakara, 85) buyurarak, geçmişte de, dinin bazı emirlerine inanıp onlan tatbik eden, ancak bir kısmım da inkâr edip terk edenlerin bulunduğunu, bunların dünyada da ahirette de cezaya çarptırılacaklarını açıkça ifade etmiştir. Gerek konumuz olan rivayete, gerek zikrettiğimiz ayete ba­ karak, bizlerin bugün İslam’ı nasıl anladığımıza bir bakalım. Ha­ kikaten İslam’ı bölünmez bir bütün olarak kabul ediyor muyuz, yoksa İslam’ın bazı esaslanm ve emirlerini kabul edip, bazılarını inkâr eden, ancak buna rağmen hâlâ kendisinin Müslüman oldu­ ğunu iddia edenler var mıdır? Üzülerek söylemek gerekir ki, Müslümanların hiç de küçüm­ senemeyecek bir kısmı, geçmişte Yahudilerde görülen zihniyetin esiri durumundadır. Zira çevremizde öyle insanlar görürüz ki, kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen, hatta bununla iftihar eden bu gibiler, namaz kılmayı akıllarına getirmez. Bazıları da Cuma ve bayram namazlarını kıldığı hâlde, vakit namazlarını

ESKİMEZ YENİ HZ. PEYGAM BER’ İN SÜNNETİ

—o-Gsa^3?)^aA>c—

terk ederken hiçbir sıkıntı hissetmezler. Hâlbuki Cuma namazı nasıl farz ise, günde beş vakit namaz da aynı şekilde farzdır. Bir Müslüman nasıl olur da, ikisi de farz olan iki ibadetin birini ya­ par diğerini terk eder, bunu anlamak mümkün değildir. Bayram namazlarına gelince, burada durum daha da tuhaftır. Zira bay­ ram namazlarını kılmak farz olmayıp nafile veya vaciptir. Aynı şekilde, nafile veya vacip olan namazı kılmaya özen gösterirken, ondan daha önemli, yani farz olan beş vakit namazı terk etmesi de gerçekten anlaşılır gibi değildir. Yine bazıları Ramazan gelince oruç tutarlar, ama yine oruç gibi farz olan namazı terk ederler ya da sadece Ramazan ayında kılarlar. Gündüzleri beş vakit namazı kılmayı bir yana bırakıp, farz bile olmayan teravih namazlarını kaçırmamaya itina göste­ rirler. Kimisi de namaz kılar, oruç tutar, ama malının zekâtını vermez. Kimisi içki içmeyi, domuz eti yemeyi, haram olduğu için şiddetle reddederken, öte yandan gayrimeşru olan ticari muame­ lelerde bulunmakta, haksız kazanç peşinde koşmakta, faizcilik ve tefecilik yapmakta bir beis görmez. Bu yanlış zihniyete dair verebileceğimiz örnekleri daha da ço­ ğaltmak mümkündür. Toplumumuzda sık sık rastlanan bu tür bir din anlayışı, ifade edelim ki kesinlikle İslam’a terstir ve İslam bunu kesinlikle reddeder. Bir Müslümanm Müslüman olabilmesi için ge­ rekli şartların başında, onun İslam’ın prensiplerini, emir ve yasak­ larını hiçbir ayınma tâbi tutmadan, bir bütün olarak kabullenmesi ve bunlan yine hiçbir ayınm yapmadan uygulaması gelir. İslam budur. Bunun dışında İslam’ın şu esasına inanıp, bunu inkâr et­ mek, İslam’ın şu emrini yapıp, ötekisini terk etmek kesinlikle İslam dışı bir anlayıştır. Bir kimse, İslam’ın prensipleri, emir ve yasaklan arasında bir ayınm yapacak olursa, Allah’ın Yahudiler hakkındaki cezalandırma uyansı, aynen onlar için de geçerli olacaktır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’in gerçek Müslümanlardan bahisle ortaya koyduğu “birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederler” (103. Asr, 3) prensibine uyarak, bütün Müslümanlar, böylesi yanlış bir İslam anlayışına sahip kimseleri uyarmak, onlara doğruyu en gü­ zel şekilde anlatmak zorundadır. Bu onların imanlannın ve İslam anlayışlannın bir gereğidir.

CAHİLİYE ve İSLAM

Kur’an’m insanlığa sunduğu İslam, asla taklit psikolojisine dayalı bir din anlayışı değildir. Kur’an’a göre ideal olan, İslam’ın araştırılıp öğrenildikten sonra şuurla kabul edilmesidir. Bu yüz­ den diyebiliriz ki, bugün Müslümanların en büyük eksiklikleri, İslam’ı bir kültür olarak ve taklit ruhuyla tanıyıp kabul etmeleri­ dir. Bu geleneksel İslam anlayışını Kur’ani manada İslam’a çevir­ mek, bugün bir Müslümanın yapması gereken en hayati görev­ dir. Bunun için yapılacak ilk iş, İslam’ın Kur’an’a göre ne anlama geldiğini ortaya koymaktır. Ancak, İslam’a zıt her türlü inanç ve düşünce sistemlerini ifade eden bir kavram olan ‘cahiliye’nin ne olduğu anlaşılmadan, İslam’ın manasını da tam olarak anlamak mümkün değildir. Bu yüzden Hz. Peygamber’in misyonu da, Müslümanların kafalarında sadece İslam düşüncesini yerleştir­ meye çalışmaktan ibaret kalmamıştır. O, bir yandan Müslüman kafayı yetiştirmeye çalışırken, bu kafanın oluşmasını engelleye­ cek her türlü gayri İslami fikir ve düşüncelere karşı da onlan sık sık uyarmıştır. Gerek Kur’an’m, gerek Hz. Peygamber’in Müslü­ manları daima uyardığı İslam dışı kavramların başında işte bu ‘cahiliye’ kavramı gelmektedir. Nitekim onun (sav.) ümmetini, cahiliye inanç, düşünce ve davranışlarım süratle ve kesin olarak terk etmeleri yönünde sık sık uyardığına dair birçok rivayet eli­ mizde mevcut ise de, bunların içinde belki de en önemlisi, Veda Haccı esnasında söylemiş olduğu rivayet edilen şu sözlerdir: “Cahiliye dönemine ait ne varsa, hepsi de ayaklarımın altındadır.”1 1

Mesela bkz. Sunen-i Ddrimt, 5, Menâsiku’l-Hacc, 3 4 , hadis no: 1 8 5 7 (l. 3 7 7 ); Sünen-i Ebi Dâvûd, el-Menâsik, 5 7 , hadis no: 1905 (II. 183); Sunen-i Tirmizt, 48,

ESKİMEZ YENİ HZ. P E Y G A M B E R İN SÜNNETİ

—oo---

ALLAH ANLAYIŞIMIZI TASHİH ETMEK

İslam, hedefi insan olan, ancak odak noktasını Allah’ın oluş­ turduğu bir sistemin adıdır. Bu sebeple sosyal olaylar olsun, tabi­ at olayları olsun, kâinatta görülen her türlü olayın gerçek yaratı­ cısının Allah olduğuna inanmak İslam’ın tevhid inancının başta gelen özelliklerindendir. Nitekim Hz. Peygamber’de (sav.) bir rivayete göre “Zamana sövmeyiniz, zira zaman Allah’ın eseridir,”1 buyurarak bu önemli noktaya dikkatlerimizi çekmiştir. Hz. Peygamber bu rivayette, özellikle tabiat olaylarım bir Müslüman olarak nasıl yorumlamamız gerektiğini bize öğret­ mektedir. Bunu yaparken bize misal olarak da zamanı vermek­ tedir. Bu da sebepsiz değildir. Zira kâinattaki olayların hepsi de belli bir zamanda vuku bulmakta ve bu durum bizde âdeta za­ manın, her türlü olayların faili olduğu hissini uyandırmaktadır. Kâinatın yaratıldığı ilk andan bugüne kadar aralıksız, her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye ortaya çıkan sayısız olayla­ rın sebebini zamana bağlamak ve ortaya çıkan neticelerden, özel­ likle kötü neticelerden zamanı mesul tutmak, hemen her asırda ve her toplumda gözlenen bir olgudur.

1

Bkz. Mâlik b. Enes, el-M uvatta (Yahyâ b. Yahyâ rivayeti), 56, el-Kelâm, 1, ha­ dis no: 3 (II. 9 8 4 ); Fethuî-Bâri, X. 56 4 , hadis no: 6 1 8 1 , 6 1 8 2 ; (Sahih-i Buhârî, 78, el-Edeb, 101); Sahih-i Müslim, 4 0 , el-Elfaz m ine’l-Edeb, 1, hadis no: 1-5 (IV 1 7 6 2 -1 7 6 3 ); hadisin anlamına ilişkin tartışmalar için bkz. İbn Kuteybe, Hadis M üdafaası {Tc’vilu Muhtelifi'l-Hadis tercümesi), s. 3 4 4 -3 4 7 ).

Sözünü ettiğimiz bu olguyu toplumumuz ve kültürümüz açı­ sından ele alacak olursak, bunun kısaca ‘felek’ kelimesiyle ifade edildiğini görürüz. Aslında olaylar üzerinde belirleyici etkisi olan felek diye bir varlık yoktur. Felek denen şey, gerçekte ‘zaman’dan başka bir şey değildir. Gelelim halkımızın ‘felek’le ilgili inançlarına ve konunun İslam’a göre değerlendirilmesine: Hepimiz biliriz ki, özellikle insanların başına gelen kötü olay­ ları feleğe izafe etmek oldukça yaygın bir inançtır. Bu inanç bir­ çok deyimde de ifadesini bulmuştur. Nitekim ‘feleğin çemberin­ den geçmek’, ‘kahpe felek’, ‘feleğin sillesini yemek’ vb. ifadeleri hemen hepimiz bilir ve kullanmz. Felek inancı edebiyatımızda ve musikimizde de sıkça rast­ lanan motiflerdendir. Ancak gerek edebiyatımızda, gerekse mu­ sikimizde rastlanan felekle ilgili ifadelerin çoğunun olumsuz olduğuna ve hatta felek için ‘kahpe felek’ deyiminin daha sık kul­ lanıldığına bilhassa işaret etmek gerekir. İşte Hz. Peygamber’in “zamana sövmeyiniz” sözüyle işaret ettiği husus da budur, yani feleğe sövmektir. İslam’a göre başımıza gelen her türlü olay, iyi olsun, kötü ol­ sun, Allah’ın yaratması sonucudur. Yaratıcı olarak Allah, sadece iyiyi değil, kötüyü de yaratmaktadır. Böyle olunca bizim başımı­ za gelen musibetler ve kötülüklerde feleğin, yani zamanın hiçbir fonksiyonu yoktur. Zira felek, yani zaman denen şey de Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah’ın iradesine boyun eğmek du­ rumundadır. Bu durumda, bir kişi başa gelen kötülükler ve musibetler kar­ şısında feleğe ‘kahpe felek’ diyerek sövmekle, aslında felek dedi­ ğimiz zamana değil, zamanı yaratan Allah’a sövmüş olmaktadır. Allah’a ve Allah’ın yegâne yaratıcı, iyi ve kötünün, hayır ve şerrin yaratıcısı olduğuna inanan bir Müslüman, bilmelidir ki başına gelen musibetlerden dolayı feleğe ‘kahpe felek’ diyerek şikâyette bulanacak olursa, bu davranışıyla hiçbir iradesi olma­ yan zamana değil, zamanı yaratan Allah’a sövmüş ve tarizde bu­ lunmuş olur; ki, bunun bir Müslümana yakışmayan ve mensubu

ESKİMEZ YENİ H2. P E YG A M BE R İN SÜNNETİ

—o-GNS-Y(4?)^aA>o—

bulunduğu İslam’ın esaslanna ters düşen bir davranış olduğunda en küçük bir şüphe yoktur. Bu bakımdan, musibetler karşısında hemen galeyana kapıla­ rak feleğe, yani zamana sövmek şeklindeki İslam’a ters bir inanç ve davranışı terk etmek ve ‘feleğe’ sövmenin, aslında bir bakıma Allah’a sövmek nolduğundan habersiz olanları uyarmak hepimi­ zin görevidir.

RAB, DİN ve PEYGAMBER

“Hz■Peygamber’in

şöyle dediği rivayet olunmuştur:

‘Kim ezan okuyan müezzini dinlerken 'Ben Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun tek olup, ortağı olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim; Rab olarak Allah’tan, Peygamber olarak Muhammed’den, din olarak da İslam’dan razıyım’ derse, günahı bağışlanır.’”1

Hz. Peygamber’in söylediği rivayet edilen bu sözler, aslında İslam anlayışının temelini oluşturan üç önemli kavrama dikkat çekmektedir. Bunlar: Rab, Din ve Peygamber kavramlarıdır. Bu kavramlar hakkıyla anlaşılmadıkça, İslam’ı da gereği gibi anla­ mak mümkün değildir. Bu yüzdendir ki, sözü edilen bu kavram­ ların günümüze uygun bir anlatımla yeniden yorumlanması bir zarurettir. Böyle yapılmadığı takdirde, Hz. Peygamber’den riva­ yet edilen bu sözlerin ifade ettiği anlamı tam olarak kavramak mümkün olmayacaktır. Burada bilhassa peygamber ve rab kavramlarının ne manaya geldiğini açıklamakla yarar görüyoruz: Diğer bütün peygamber­ ler gibi Hz. Peygamber’in de görevi, İslam’ı insanlara tebliğ edip, Allah’ın emirlerini yaymak ve bu dünyada Allah’ın hükümranlı­ ğını tesis etmektir. Bu, ilk insanın yeryüzüne ayak basmasından, son peygamber Hz. Muhammed’e (sav.) kadar gelen bütün pey­ gamberlerin (as.) ortak görevi olmuştur. Aslında bütün peygam1 Ahmed b. Hanbel, d-Musned, I. 181.

herlerin görevi bir ve aynıdır. Hz. Muhammed de bu peygamber­ ler zincirinin son halkasıdır. Onunla peygamberlik sona ermiş ve insanlığın hidayeti ve kurtuluşu için gerekli, en mükemmel ve en son ilahi nizam olan İslam, onun vasıtasıyla gönderilmiştir. Hz. Muhammed de dahil bütün peygamberler, kendilerine gönderilen vahiylerle insanlığa hidayeti ve doğru yolu göstermiş­ ler, insanlardan, Allah’ın mutlak hakimiyetini kabul edip, O’na kayıtsız şartsız boyun eğmelerini istemişlerdir. İlk bakışta peygamberlerin bu görevi basit ve kolay gibi gö­ rünür. Ancak konuya biraz daha yakından bakar da, Allah’ın mutlak hakimiyetinin önemi ve bunun mantıki ve amel! neti­ celeri incelenecek olursa, meselenin göründüğü kadar basit ol­ madığı hemen anlaşılır. Yine Allah’a mutlak olarak boyun eğme düşüncesinde, inanmayanların sert muhalefetlerine ve acıma­ sızca düşmanlıklarına yol açan bir şey bulunduğu da anlaşılır. Bu bakımdan, peygamberler tarihi boyunca, Allah elçileri ne za­ man Allah’tan başka İlah ve Rab olmadığını haykırsalar, bütün şer kuvvetlerin onlara karşı çıktıkları görülür ki, bu son derece dikkat çekicidir. Şayet Allah’tan başka İlah ve Rab olmadığı (Lâ îlâhe illâ’llah) inancının manası, sadece insanın bir mabede gi­ rip Allah’ın önünde boyun eğip, öte yandan mabedin dışında, kendi bildiği gibi yaşaması ve başıboş bırakılması olsaydı, inan­ mayanların peygamberlere inanmamakta diretmeleri anlam­ sız olurdu. O hâlde bu direnmenin sebebi nedir? Kur’an’daki pek çok ayet açıkça göstermektedir ki, kâfirlerle peygamberler arasındaki tartışma, Allah’ın varlığı, yaratıcı oluşu, göklerin ve yerin sahibi oluşuyla ilgili değildi. Bütün tartışma, peygamber­ lerin kâfirlerden, yaratıcı olarak kabul ettikleri Allah’ı, rab ola­ rak da kabul etmelerini istemeleri noktasında odaklanıyordu. Kâfirlerin peygamberlere karşı giriştikleri amansız mücadelenin sebebi, işte bu rab kelimesinin ifade ettiği manada yatıyordu. Peki rab ne demektir? Arap dilinde rab, besleyen, büyüten, düzenleyen gibi manalara gelir. Yine rab kelimesi efendi ve sa­ hip manasında da kullanılır. Bu yüzden Arapçada mal sahibine rabbu’l-mâl, ev sahibine de rabbu’d-dâr denilir. Türkçemizdeki ter­ biye ve mürebbiye kelimelerinde de, besleme, büyütme manalan

vardır. O hâlde bir kimsenin rabbi, o kimseyi besleyen, büyüten, onun efendisi olan, ona emirler verip, yasaklar koyan, yasaklarına karşı gelmekten çekinilmesi gereken kimse demektir. Rab kelimesinin bu manaları göz önünde bulundurulacak olursa, hizmet edilmeye, itaat edilmeye, ibadet edilmeye, kimin gerçekten layık ve haklı olduğu kolayca anlaşılır. Bu yüzden ağaçlar, taşlar, nehirler, hayvanlar, güneş, ay ve yıldızlar, bunların hiçbirinin, insanın kendisine hizmet ve itaat edeceği rabbi ola­ mayacağı sonucuna kolayca varılır. Bu açıdan, bir insanın diğer insanlar üzerinde şu veya bu şekilde üstünlük veya hakimiyet kurmaya çalışması, onlara tahakküm etmesi de, aslında bir ba­ kıma ilahlık taslamak ve rab olduğunu iddia etmektir. Nitekim Firavun, Nemrud ve benzerlerinin kendilerinin rab olduklarını iddia etmeleri de bu manadadır, yoksa ne Firavun, ne de Nem­ rud, kâinatı yaratan ve ona hükmeden manasında rab oldukları­ nı iddia etmişlerdir. Peygamberlerin beşer hayatında zaman zaman yaptıkları köklü reformlar, insanın insana üstünlüğünü ortadan kaldırmak gayesine matuftur. Onların gerçek görevi, insanlan, adaletsizliklerden, sah­ te rab ve ilahların baskısından kurtarmak, insanın insana despotça tahakküm etmesine, zayıfın kuvvetli tarafından sömürülmesine engel olmaktır. Peygamberler daima insanların eşitliği prensibine dayalı ve kimsenin kimseye köle olmadığı, aksine herkesin gerçek rab olan Allah’a kulluk ettiği sosyal bir nizam getirmişlerdir. Bu yüzden Kur’an’m pek çok yerinde peygamberler kavimlerine şöy­ le seslenmişlerdir: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka Tanrı’nız yoktur” (7. Arâf, 59, 65, 73, 85). İşte naklettiğimiz bu rivayette ifade edilen “Rab olarak Allah’ı kabul edip razı olmak” ancak bu manalar göz önünde bulun­ durulduğu takdirde gerçekleşir ve insan da o zaman Allah’ı rab tanımış olur. O hâlde Allah’ı rab olarak tanıdığını söyleyen bir insan, kendi­ sini Allah’ın kulu ve kölesi kabul etmiş olmaktadır. Ancak sadece Allah’ın kulu olmayı kabul ettim ve O’nun rab olduğuna iman et­ tim demekle iş bitmemektedir. Aksine iş, asıl burada başlamakta­ dır. Zira kul, efendisine hizmet etmek, O’nun emirlerini yerine ge­

tirmek, yasaklarım tutmak zorundadır. Bütün bu hususlarda insan Allah’a itaat etmeli, O ’nun emirleri dışına çıkarak Allah’ın öfkesini kendisi üzerine çekmemelidir. Aksi takdirde Allah’ı Rab olarak ka­ bul ettiğimizi söylemenin boş bir laf olmaktan başka bir anlamı olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Buna aldırmayanlar ise, Allah’ı değil, sadece ve sadece kendilerini kandırmış olurlar!.

İBADET KAVRAMINI ANLAMAK

İslam, cahiliye, tevhid, rab ve peygamber gibi İslam’ın temel kav­ ramlarından sonra, burada ‘ibadet’ kavramı üzerinde duracağız. İslam’ın en önemli kavramlarından biri olan ibadet, Arapça bir kelime olup, tam karşılığı kulluk etmek demektir. Nitekim köle, kul manasına gelen ‘abd’ kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Gerek ibadet kelimesi, gerek bu masdardan türeyen çeşitli fiiller, hem Kur’an’da hem de hadis rivayetlerinde çokça kullanılmıştır. Kur’an’m ve Hz. Peygamber’in örnek birer talebesi olan ilk İslam nesli de ibadet kavramının asıl manasını isabetli bir şekilde anla­ mışlardır. Daha sonraki asırlarda Müslümanlar, Kur’an’dan kop­ madıkları sürece ibadet kavramını doğru bir şekilde anlamaya devam etmişlerdir. Müslümanlann bu şuurdan uzaklaşmalarının tabii bir sonucu olarak ortaya çıkan, Müslümanların gerileme de­ virlerinde ise, tevhid, rab, Kur’an ve İslam ve cahiliye kavramları gibi ibadet kavramında da bazı sapmalar olmuştur. Kur’an’da ve hadis rivayetlerinde son derece net ve açık olan ibadet kavra­ mıyla ilgili olarak Müslümanlar arasında bazı eksik bilgilere gü­ nümüzde de sık sık rastlanmaktadır. Bu sebeple ibadet kavramı üzerinde tekrar durulması ve bu kavramın her yönüyle açıklığa kavuşturulması günümüzde son derece önem taşımaktadır. Cemiyetimizde yaygın olan kanaate göre ibadet, genellikle namaz, oruç, Kur’an okumak gibi hususlardan ibarettir. Aslında bu kanaat tamamen yanlış olmamakla birlikte, son derece dar ve eksik olduğu içindir ki, bu açıdan yanlış olduğunu söylemek de mümkündür. Bu eksik anlayışın sebepleri arasında, gerek Kur’an

ESKİMEZ YENİ HZ. PEYG AM BER’ İN SÜNNETİ

—o—

ve Sünnet’teki, gerek fıkıh kitaplarındaki hükümlerin ulemamız tarafından ibadet ve muamelat diye

iye ayrılması da bulunmak­

tadır. Sadece anlamayı kolaylaştırmak için pratik bir gayeyle yapıl­ mış olan bu ayınm, zamanla yanlış anlaşılmış ve muamelatla ilgili konulann ibadet kavramıyla alâkası olmadığı zannedilmiştir. Ancak ibadet kavramı Kur’an ışığında incelenecek olursa apa­ çık görülecektir ki, bu kavram, İslam hukukçularının ve diğer ulemanın muamelat diye mütalaa ettikleri hususlardan ayrı ol­ madığı gibi, bilakis onları içermektedir; zira Kur’an’a göre iba­ det, bir Müslümanın her şeyini Allah’ın iradesi istikametinde düzenlemesi, bir kul olarak her şeyde Allah’ın emirlerine boyun eğmesidir. Nitekim ibadet kelimesiyle aynı kökten gelen ‘abd’, yani kul, köle kelimesi de bu manaya işaret etmektedir. Zira kul, efendisinin her dediğini yapmak durumundadır. Tam manası kulluk olan ibadet, Kur’an ve Sünnet’e göre, her hususta Allah’a kul olmak, O’nun dediklerini tutmak demektir. Böyle olunca, sa­ dece namaz, oruç, hac değil, Müslümanın İslam’a uygun her tür­ lü davranışları da ibadet kavramının içerisine girer. Zira gerçek Müslüman, bütün davranışlarına dikkat etmek ve davranışlarının Allah’ın emirlerine uyup uymadığını kontrol etmek zorundadır. Bir Müslüman, düşünce ve davranışlarının Allah’ın iradesine uy­ gun olmasına itina gösterdiği ve bu şuuru muhafaza ettiği sürece, yaptığı en basit ve tabii şeyler bile ibadet, kavramının içerisine girer. Öyle ki, Allah yolunda cihad etmekten, yeryüzünde zulüm ve zalimlere karşı mücadele vermekten tutun da, bir Müslümanın güler yüzlü davranması, yoldaki bir taşı kaldırması, yiyip içmesi hatta hanımının ağzına bir lokmayı koyması bile ibadet olur. Bu sözlerimiz belki bazılarınca tuhaf karşılanabilir. Ancak belirtelim ki bu anlayış, insanlığın peygamberi Hz. Muhammed’den (sav.) nakledilen bazı rivayetlerde açıkça ifade edilmiş olan bir anla­ yıştır. Nitekim Sahîh-i Buhârî’deki şu rivayet bunu gözler önüne sermektedir: Hz. Peygamber Sa’d b. Eb! Vakkâs’a şöyle demiştir: “Allah rızası için yaptığın her harcamada mutlaka sevap kazanır­ sın, hatta hanımının ağzına koyduğun lokmadan bile”.1 1

Fcthuî-B âri, i. 1 3 6 -1 3 7 , hadis no: 56 (Sahîh-i Buhâri, 2, el-îm ân, 4 1 ); Sahîh-i Müslim, 25. el-Vasıyye, 1, hadis no: 5 (1 6 2 8 ) (111. 1 2 5 0 -1 2 5 1 ).

Bu rivayet bize açıkça göstermektedir ki, Allah’ın emirle­ ri doğrultusunda hareket etme şuuruna sahip olduğu sürece, Müslümanm, yaptığı her şeyi ibadet hâline getirmesi müm­ kündür. Zira ibadet, açıkladığımız üzere, Müslümanm hayatını Allah’ın istediği şekilde düzenlemesidir. O hâlde Müslüman, yeme içme de dahil her hareketini bir ibadet telakki etmeli­ dir. Bu anlayıştan hareketle, Kur’an’ın oku emrine uyarak ilim tahsil eden her öğrenci, adaletle karar veren her hâkim, dürüst davranan her ticaret erbabı, halkın hak ve hukukunu gözetip haksızlığa meydan vermeyen her idareci, işçinin alın terini zayi etmeyen her işveren, aldığı ücretin hakkını veren her işçi, ço­ cuğuna şefkat ve merhametle muamele eden ve onların İslami bir terbiyeyle yetişmesine çalışan her anne baba, ana-babasına saygı ve itaatte kusur etmeyen her evlat, çağdaş Firavunların İslam dünyasına yönelik bütün işgal, talan, katliam, zulüm ve işkencelerine karşı koymak için cephede savaşan her mücahid, onların planlarını boşa çıkarmak için çaba harcayan her Müslü­ man entelektüel, Allah böyle emrettiği, İslam böyle istediği için bu şekilde hareket ettiği sürece, onların bütün bu yaptıkları gerçek manada birer ibadete dönüşür. İbadet kavramına bu şekilde baktığımız zaman, İslam’da her şeyin namaz, oruç, hac kadar ibadet olabileceğini, diğer bir ta­ birle İslam’da din ve dünya ayırımının bulunmadığını, dünya ile ilgili hususların da dinin bir bölümü olduğunu söylemek doğru olur. Fıkhi deyimiyle muamelat denen hususlar, insanın varlığı­ nın gayesini teşkil eden ibadet, yani Allah’a kul olma nizamının bir bölümünü teşkil eder. Zira İslam, çözülmeyen bir vahdet, bir birliktir. Müslüman her alanda bu vahdeti sağlayabildiği ölçü­ de Müslümandır. Onun için bir yandan namaz, oruç, hac gibi ibadetleri yerine getirip, öte yandan da İslam’ın insanlar arası ilişkileri düzenleyen prensiplerini çiğnemesi, mesela ana-babaya âsi olması, hırsızlık etmesi, ticarette hile yapması, faiz, kumar, rüşvet ve benzeri gayrimeşru işlere bulaşması, içki ve Allah’ın yenilip içilmesini yasakladığı şeyleri yiyip içmesi, gıybet, dedi­ kodu, komşuya eziyet, fuhuş, zina gibi her türlü gayrimeşru fi­ illeri işlemesi, zalimlerle işbirliği yapıp, zulme rıza göstermesi,

İslam dünyasının geleceğini tehdit eden tehlikeler karşısında ilgisiz, duyarsız ve vurdumduymaz davranması İslam’ın kulluk anlayışıyla asla bağdaşamaz. Sadece namaz, oruç, hac ve ben­ zeri ibadetlerle kulluk görevini yerine getirdiğini zannedenler, İslam’ı anlayamamışlar demektir. Sonra İslam sadece bu ibadet merasimlerinden, diğer bir deyimle tapınmalardan ibaret değil­ dir. Müslüman, manası Allah’a teslim olup, boyun eğmek demek olan Müslümanlığını sadece camide veya Ramazan ayında değil, her an, her yerde her hareketinde ispat etmek durumundadır. Sırası gelmişken, konuyla ilgili bir ayete de temas etmek is­ tiyoruz. Çoğumuzun bildiği bu ayet çoğunlukla “...bana ibadet etsin ler...” şeklinde yanlış çevrilen, ama aslında “Ben, insanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinler diye yarattım,” anlamına gelen ayettir (51. Zâriyât, 56). Buradaki kulluk (li-ya’budûnî) da yukarıda anlattığımız şekilde anlaşılmalıdır. Yani ayetten “in­ sanlar sadece namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerle ona tapsınlar, öte yandan bunun dışında ise bildiklerini yapsınlar” gibi bir mana çıkarmak asla mümkün değildir, böyle bir anlayış bizzat Kur’an’m kendisine aykırıdır. Şurası asla unutulmamalıdır ki, İslam bir vahdet dinidir ve ‘ibadet’ (kulluk) kavramının gerçek manası göz önüne alındı­ ğında din-dünya ya da ibadet (din! merasim, tapınma) ve mua­ melat gibi bir ayırımı asla kabul etmez. İslam’ı bu şekilde ikiye ayırmaya çalışmak, İslam’ın kulluk (ibadet) anlayışından uzak­ laşmak demektir. Görülmektedir ki, İslam’a göre ibadet kavramının kapsamı dışında, kulluk kavramının gerçekleşmesinin istenmediği hiçbir beşerî faaliyet ve davranış alanı yoktur. İslam, başından sonuna kadar, hayatın her alanında ibadet kavramını gerçekleştirmeyi kendisine en büyük gaye edinmiştir. Zaten İslam’ın beşerî hayat­ ta, bu geniş ve derin anlamıyla ibadeti gerçekleştirmekten başka gayesi de yoktur. Bu, aynı zamanda, insanlığın gayesini ve İslam mefkuresini gerçekleştirmek isteyen her Müslümanm kalbinde yaşatması gereken en büyük hakikattir. Allah’tan hepimizi ibadeti, yani kulluğu bu şekilde anlayıp anlatmaya, yaşayıp yaşatmaya muvaffak kılmasını niyaz ederiz.

İSLAM’DA RUHBANLIK YOKTUR!

İslam’ın ibadet anlayışının, namaz, oruç gibi uygulamalara münhasır olmadığını, bundan da öte, bir Müslümanın, Allah’ın iradesine boyun eğmeyi gaye edindiği sürece her türlü düşünce ve davranışını da ibadete çevirebileceğini, dolayısıyla Müslümanın kulluğunu hayatının her alanında da göstermek mecburiye­ tinde olduğunu daha önce ifade etmiştik. Bu, İslam’ın ibadet (kulluk) anlayışının en ayırıcı özelliği­ dir. İslam’ın ibadet anlayışını diğer bütün dinlerdeki ibadet an­ layışından ayıran bir başka husus ise, İslam’da ruhbanlığın ve bir ruhban sınıfının olmayışıdır. Ruhbanlığın İslam’a yaban­ cı bir din ve ibadet anlayışı olduğunun en açık ifadesini Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu sözlerde bulmaktayız: “Ruhban­ lık bize emredilmedi.”1 Dünyadan el etek çekip bir köşeye çekilmek, namaz, dua, zi­ kir ve benzeri ibadetlerden başka bir şeyle meşgul olmamak, çile çekip dünya nimetlerinden, evlilik hayatından, sosyal ilişkilerden uzaklaşmak, kısacası sadece ruhani bir hayat yaşayıp dünya ile ilgilenmemek diye tarif edebileceğimiz ruhbanlığın, aslında bazı dinlerde de sonradan çıkarılmış bir bid’at olduğu anlaşılmaktadır. Zira Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Meryem oğlu İsa peygambe­ re uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet duygulannı yerleş­ tirdiğini söyledikten sonra, “bizim onlara farz kılmadığımız fakat

1

Ahmed b. Hanbel, el-Musned, VI. 2 2 6 , krş. III. 82, 2 6 6 , ve-bkz. ed-Darimî, esSunen, 11, en-Nikâh, 3, hadis no: 2 1 7 5 (II. 58).

Allah’ın nzasını kazanmak için kendi icat ettikleri ruhbanlığa ken­ dileri uymadılar,” (57. Hadîd, 27) buyurmuştur. Bu ayette ruh­ banlığın Allah’ın bir emri olmadığı, ancak Hz. İsa’ya inananlardan bazılarının bunu sonradan icat ettikleri anlaşılmaktadır. O hâlde diyebiliriz ki, ruhbanlık sadece İslam’a değil, Allah’ın gönderdiği diğer dinlere de yabancı bir ibadet anlayışıdır. İslam’da ruhbanlığın olmadığını, bizzat Hz. Peygamber de yaşayışıyla göstermiştir. Zira O, sahabe içerisinde bazılarının bü­ tün yıl oruç tutmak, bazılannm evlenmemek, bazılannın bütün gece namaz kılmak istediklerini duyduğunda onlara, kendisinin herkesten daha çok Allah’a karşı gelmekten sakındığını, ancak buna rağmen Ramazan ayı dışında bazen oruç tuttuğunu, bazen tutmadığını, gecenin bir bölümünde namaz kılıp bir bölümünde uyuduğunu, ayrıca evlendiğini de ifade ederek, kendisinin dün­ yaya sırt çeviren bir ruhban olmadığım anlatmak istemiştir.1 Bizzat Hz. Peygamber’in hayatına baktığımızda yine görürüz ki o, bir peygamber olduğu kadar, bir devlet reisi, bir komutan, bir âbid, bir hâkim, bir öğretmen ve bir aile reisi idi. Eğer bu­ labilirse yiyecek ve içeceklerin iyi ve güzelini tercih eder, güzel giyinmeyi, güzel koku sürünmeyi severdi. Hz. Peygamber böyle davranmakla, aslında Kur’an’m şu emrine uymuş olmaktan baş­ ka bir şey yapmıyordu: “Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdu­ nu ara, dünyadan da nasibini unutma” (28. Kasas, 77). İşte bu ayet, sadece ahiret için çalışmanın, yani diğer bir ta­ birle ruhbanlığın bir fazilet olmadığını, İslam’a göre esas hedefin din ile dünya, dünya ile ahiret arasında denge kurmak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu sebeple, ne çağdaş Batı dünyasındaki materyalist anlayışın ifadesi olan “Benim krallığım sadece bu dünyadadır,” görüşünün, ne de “Benim krallığım bu dünyada değildir,” diyen ruhbanlık anlayışının İslam’da yeri vardır. İslam bu ikisi arasında bir yol izler ve bu yolu bize Kur’an şu sözlerle öğretir. “Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver” (2. Bakara, 201).

1

Bkz. Sahih-i Buhâri, 6 7 , en-Nikâh, 1; (VII. 3) Sahîh-i Müslim, 16, en-N ikâh, 1, hadis no: 5 (1 4 0 1 ) (II. 1020).

İS LA M 'D A RUHBANLIK YOKFUR

«-GNS*(S^S'O-o

Bu prensibe göre İslam, insanda, küçük veya büyük yap­ tığı her işte iyiyi gerçekleştirme şuurunu yerleştirmeye çalış­ maktadır. Yine bu ayetlere ve rivayetlere bakarak diyebiliriz ki, “Kayser’in hakkı Kayser’e, Allah’ın hakkı Allah’a” anlayışının da İslam’da yeri yoktur. Çünkü her Müslüman kendisini, çevresin­ de vuku bulan bütün olaylardan mesul tutmak ve her zaman ve mekânda hakkı, adaleti, doğruyu, iyiyi ve güzeli tesis etmek zo­ rundadır. Bu mecburiyeti Kur’an şöyle dile getirmektedir: “Siz insanlık için [tarih sahnesine] çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülüğü yasaklayıp engellersiniz, Allah’a da inanırsınız.” (3. Âlu İmrân, 110) İslam’ın hem dünya hem de ahiret dini olması, din ile dünya, dünya ile ahiret arasında dengeyi sağlaması sebebiyle, ortaçağda Avrupa’da görülen mutaassıp ruhban, yani din adamı sınıfına da İslam tarihinde rastlanmaz. İslam, böyle bir din adamı sınıfını kabul etmediği gibi, insanların düşünce ve inançlanna hükme­ den, ahireti kendi tekeline alarak maddi çıkar karşılığında insan­ lara cenneti vadeden bir din adamı fanatizmi ve taassubunu da şiddetle reddeder. İslam’da sadece ulema, yani İslam âlimleri vardır ve bunlann da görevi, Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılmaksızın, dinin hükümlerini, bilmeyenlere açıklamaktan iba­ rettir. İslam âlimleri de diğer bütün Müslümanlar gibi İslam’ın esaslarına ve prensiplerine boyun eğmek zorundadır. Bu konuda kendilerinin hiçbir ayrıcalığı yoktur. Zira âlimi de âlim olmayanı da Allah’ın emirleri karşısında müsavidir. Her ne kadar İslam tarihinde şeyhülislam ve benzeri çeşitli la­ kaplarla anılmış olan âlimler varsa da, hakikatte bu gibi lakap ve unvanların dinde bir aslı yoktur, bunlar sonradan çıkarılmıştır. Zira Allah’ın Rasulü zamanında, hatta Emeviler ve Abbasilerin ilk zamanlarında da bu gibi lakaplara rastlanmaz. Yine İslam’da, din adamı sınıfı olmadığı gibi, bu sınıfa mahsus özel bir kıyafet de yoktur. Bugün din adamı kıyafeti olarak bilinen sarık ve cüb­ benin de İslam’da özel bir yeri ve manası yoktur; sadece kültürel bir değerinden söz edilebilir. Alimlerin özel elbiseler giyerek, di­ ğer insanlardan ayrılmasını ilk defa, Hanefi müctehıdi ve Abbasi

ESKİMEZ YENİ HZ. P E YG AM BER 'İN SÜNNETİ

---o-GSS-V^M^S/tMJ—

halifesi Hârûn Reşîd’in kadısı İmam Ebû Yûsuf’un ortaya attığı söylenir. Bununla beraber onun bu uygulaması İslam’da bir delil sayılmaz; zira âlimlerin belli bir kıyafet ve aksesuar’.ı diğer insan­ lardan ayrılmasını gerektiren ne bir ayet vardır, nı te bir hadis. Bugün görünüşte, müezzinlik, imamlık, vaizlik ve müftülük gibi görevleri üstlenen bir din adamı sınıfı varsa da, bunlar anlat­ tığımız manada ve dinde ayrıcalığı olan din adamları olmayıp, na­ maz kıldırma, vaaz ve irşat gibi görevleri yerine getirecek ehliyetli kimselerin zamanla azalmış olması sonucunda, maaş karşılığında bunları yerine getiren kimselerden ibarettir. Ancak bu gibi kimse­ lere din adamı denmesi, İslam’ı iyi bilmeyen ve diğer dinlerdeki ruhban, yani din adamı sınıfına bakarak İslam’da da din adamı sınıfı olduğunu sanan bazı kimselerin yakıştırmasıdır. Netice olarak şunu söylemek istiyoruz: İyice bilinmelidir ki İslam’da, din ile dünya, dünya ile ahiret arasında bir ayırım olmadığı gibi, kendisini sadece ahiretle ilgili işlere veren bir ruhban, yani din adamı sınıfı da yoktur. İslam’da herkes din adamıdır, daha doğrusu herkes dininin adamıdır ve her Müslüman dininin adamı olmak zorundadır. İşte İslam’ın ibadet (kulluk) anlayışının bir özelliği de budur.

HZ. PEYGAM BER'! A N L A M A K

-G\S-V(59^a^cH>

HZ. PEYGAMBERİ ANLAMAK

Bildiğiniz gibi kaynaklarda zikredilen meşhur bir rivayette Hz. Peygamber, İslam’ın esaslarını açıklarken, en başta gelen esasın, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (sav.) de O’nun elçisi olduğuna iman etmek olduğunu ifade etmiş­ tir. Gerek bu rivayete, gerek Kur’an-ı Kerime bakıldığında, bir kimsenin Müslüman olabilmesi için, Hz. Muhammed’in Allah’ın peygamberi, hem de son peygamberi olduğuna iman etmesi gerektiği açıkça görülür. Ancak, Allah’ın insanlığa gönderdiği son peygamber olan Hz. Muhammed’e iman etmek için, sadece “Onun peygamber olduğuna inanıyorum,” demek yeterli midir? Acaba Hz. Muhammed’e iman eden bir kimsenin, peygambere karşı vazifesi sadece bundan mı ibarettir? Bu sorulara cevap ve­ rebilmek için, her şeyden önce Hz. Muhammed’in peygamberli­ ğine iman etmenin ne anlama geldiğini açıklamak icap eder. İslam’ın, Müslüman olmak isteyen bir kimseden istediği, Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna ‘inandığını’ söylemekle yetinmesi elbette değildir. Bu imandan esas maksat, bu elçinin, elçisi olduğu Allah’tan neler getirdiğini öğrenmek, sonra da onun Allah’tan getirdiği esaslara uymaktır. Hz. Peygamber’e imanla il­ gili olarak bir Müslümanın diğer bir görevi de, hiç şüphesiz onu tanımak, onun hayatını, İslam’ı nasıl yaşadığını öğrenmek, onun insanlığa neler sunduğunu araştırmak, kısacası onun değerini ve yüceliğini kavramaktır. Müslümanlar tarih boyunca onun söz ve davranışlarını nesilden nesle aktarmak ve hadis ilmini kurmak­ la, diğer yandan Peygamberimizin hayatını tarihî açıdan ele alan

ESKİMEZ YENİ HZ. PEYG AM BER’ İN SÜNNETİ

—o-G\S-V(6n}**2/'0-°—

siret ilmini geliştirmekle bu görevlerini yerine getirmeye çalış­ mışlardır. Biz de bu konuda, o büyük insana karşı görevimizi az da olsa yerine getirmeye çalışacağız. ' unun için onun hayatının çeşitli alanlanndan -özellikle bugün için anlamlı ve çarpıcı- bazı kesitler sunmak yerinde olacaktır. Zamanın en güçlü devletinin kurucusu ve başkanı da olan ve maddi ve manevi imkânlara sahip bir insan olarak Hz. Peygamber’in hayatına baktığımızda son derece çarpıcı bir insanla karşılaşmakta gecikmeyiz. Zira Hz. Muhammed (sav.) halkı nezdinde, herhangi bir devlet başkanıyla mukayese edi­ lemeyecek kadar yüksek bir mevkie sahip bir peygamber olma özelliği bir yana, siyasi bir lider olarak dahi o, geçmiş ve gelecek bütün liderler içerisinde eşsizdir. O, ne debdebesi, ne merasimi ya da kıyafeti, ne evi, konuşma tarzı vs. ile diğer insanlardan ayırt edilirdi. Ona ‘Ey- Allah’ın Rasulü’ veya ‘Ey Allah’ın pey­ gamberi’ diye hitap edildiği gibi, ‘Ey Muhammed’ de denilebi­ lirdi. Onun zamanında herkes onunla senli benli konuşabili­ yordu. Savaş hâli ve yabancı istila hariç, evinin kapısında bekçi veya muhafız bile yoktu. Onun kendine mahsus bir köşkü veya sarayı da yoktu. Bir devlet başkam olmasına rağmen herkesle hemhâl olur, en sıradan bir insan bile, hiçbir güçlükle karşılaş­ madan ona yaklaşıp, onunla görüşebilirdi. Yollarda veya şehrin çarşılarında halktan biri gibi dolaşırdı. Kendisine ziyaretçileri haber vermek için bir hizmetkârı bulunurdu, fakat bu onun için bir ayrıcalık değildi, zira o zaman, çok fakir olanlar hariç, hemen herkesin bir hizmetçisi vardı. Hanımlarının ifadelerine göre o, bir devlet başkanı olmasına rağmen evde elbiselerinin söküklerini diker, yamasını yamardı. Ayakkabılarını da kendisi tamir ederdi. Hanımları da her husus­ ta ona uymaya çalışırlardı. Zira onlar da mutfak işlerini bizzat yaparlardı. Hz. Peygamber hanımlarına aynı şekilde tam bir ada­ letle muamele ederdi. Onlardan bazıları arasında ev eşyası ve mefruşat bakımından bir fark var idiyse de, bunun sebebi Hz. Peygamber’in onlar arasında ayırım yapmış olması değil, onların beraberlerinde getirdikleri çeyiz, akrabalannın getirdikleri hedi­ yeler ve şahsi eşyaları idi.

Bir devlet başkam olduğu hâlde Hz. Peygamber’in bunlara ilaveten ev işlerinde hanımlarına yardım ettiği, keçileri sağdığı da nakledilir. Sabahlan namaz kıldırmak için erkenden kalkardı. Komşularını ve dostlanm ayırım yapmaksızın ziyaret eder, Müs­ lüman olmayanları da ihmal etmeksizin, onların hüzünlerine ve neşelerine ortak olurdu. Nitekim ağır bir şekilde hasta olan bir Yahudi çocuğunu ziyaret ettiği de rivayet edilir. Boş vakitlerinde ve istirahat zamanlarında ara sıra samimi dostlarıyla gezintiye çıktığı da olurdu. Nitekim bir gün bazı dostlarıyla şehir dışına çıkmışlardı. Yemek için bir koyun satın alındı. Onlardan biri “Ben hayvanı kesip derisini yüzeyim”, diğeri “Ben etiyle kem iği­ ni ayırayım,” diyerek, her biri bir işi üzerine aldı. O zaman Hz. Peygamber şöyle dedi: “Ben de ateş yakmak için etraftan odun toplayayım.” Diğerleri “Hayır, senin uğraşmana gerek yok, biz meşgul oluruz,” dedilerse de, Hz. Peygamber ısrarla: “Bu, adalete uygun değildir, ben de iş yaparken size katılayım,” dedi.1 Güzel kokuları sever, evinde tütsü yakılırdı. Şaka yaptığı da olurdu. Güreş, yüzme, atıcılık, binicilikle de ilgilenir, bizzat ken­ disinin müsabaka yaptığı da olurdu. Hulasa, Hz. Peygamber’in hayatındaki sadelik, yücelik, gü­ zellik ve dürüstlükle ilgili daha pek çok şey söylenebilir. Ancak, biz bu kadarla yetinip, onun diğer yönlerine de kısaca yer verm e­ den edemeyeceğiz. Fakat bunu bizzat biz yapmayacağız, bu defa Müslüman olmayan birinin, yani Lamartin’in ağzından anlataca­ ğız. Hz. Peygamber’in insanlığa neler getirdiğini görebilmek için sizi Lamartin’in Histoire de la Turquie (Türk Tarihi) adlı eserinde söylediği şu sözlerle baş başa bırakıyoruz: “Hiçbir insan isteyerek veya istemeyerek daha ulvi bir gaye ortaya koymadı; zira bu gaye insanüstü idi. Şöyle ki: Yaradan ile yaratıklan arasına konulan hurafeleri (gelenekleri) kökünden yık­ mak, Allah’ı insana, insanı Allah’a tevdi etmek, putperestliğin uy-

1

Afzalurrahman, Sirel Ansiklopedisi (İstanbul 2 0 0 3 '),

III.

192

(Z erkânînin,

M enahilu’l-trfâriın d an nakledildiği belirtilmekteyse de cilt ve sayfa zikredilmediği için, bu bilginin hangi kaynaktan alındığını tedkik etme imkânımız olmadı. Ma­ mafih bu rivayetle ilgili araştırmalarımızı sürdürdüğümüzü de sizlerin bilgisine sunmak isteriz.).

ESKİMEZ YENİ HZ. PEYGAMBER'İN SÜNNETİ

—o-GSS-V(62^S^>o—

durma ve maddi ilahlarından müteşekkil ucrcümerç içinde kalmış olan mukaddes ve makul ilahiyat fikrini tekrar canlandırmak. Hiçbir insan, bu kadar zayıf vasıtalarla insan kudretinin b a­ şaramayacağı böyle ölçüsüz bir esere teşebbüs etmedi; bu kadar büyük bir gayenin idrak ve gerçekleşmesinde kendisinden başka vasıtası ve çölün bir köşesinde bir avuç cahil bedeviden başka yardımcısı yoktu. Nihayet hiçbir insan daha az zamanda bu kadar muazzam ve bu kadar devamlı bir ihtilal başaramadı; zira onun tebliğinden iki asır geçmeden İslamiyet, din tebliği veya silahla Arap kıtaları üzerinde hüküm sürüyor, İran’ı, Horasan’ı, Maveraünnehir’i, Batı Hindistan’ı, Suriye’yi, Mısır’ı, Habeşistan’ı, Kuzey Afrika boyunca ulaşılabilen bütün bölgeyi, Akdeniz’de birçok adaları, İspanya’yı ve Galya’mn bir kısm ını Allah’ın birliğinde fethediyordu. Şayet gay en in büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin a z a ­ meti insan dehasının üç ölçüsü olursa, modern tarihin herhan­

gi bir büyük şahsiyetini Muhammed ile mukayeseye kim cüret edebilir? En meşhur adamlar ancak silahları, kanunları ve im pa­ ratorlukları harekete geçirdiler; tesis ettikleri (şayet buna muvaf­ fak olabilmişlerse) ekseriya kendilerinden evvel yıkılan maddi kuvvetlerdi. Hâlbuki O, silahları, kanunları, imparatorlukları, kavimleri, hanedanlan, meskûn arzın üçte birinde milyonlarca insanı harekete geçirdi, fakat O bundan başka ayinleri, ilahları, dinleri, fikirleri, inanışları, ruhları da harekete geçirdi; her harfi bir kanun olan bir kitap üzerine, her dilden ve her ırktan kavim ­ leri içine alan manevi bir milliyet [ümmet] kurdu ve bu, Müslü­ man milliyetinin silinmez karakteri olarak, sahte ilahlara nefret ve maddeden münezzeh olan bir Allah aşkı ilham etti. Allah’a şirk koşanlardan intikam almayı hedef tutan bir mefkurecilik, Muhammed ümmetinin fazileti oldu; getirdiği hüküm ve kaide­ ler külliyesine, arzın üçte birinin râm edilmesi onun mucizesi oldu. Ancak bu daha ziyade bir insanın değil akim mucizesi idi. Uydurma ilahların bıkkınlığı içinde ilan edilen Allah’ın birliği fikri, öyle bir fazilete malikti ki, bu onun dudaklarında terennüm edilirken, putların bütün eski mabetlerini yaktı ve lem ’alarıyla dünyanın üçte birini nurlandırdı.

Bu adara bir sahtekâr mıydı? Hayat ve faaliyetini adamakıllı tetkik ettikten sonra biz buna inanmıyoruz. Sahtekârlık kanaatte riyadır. Yalanın asla doğruluk vasfı olmayacağı gibi, riyanın da ikna kudreti yoktur. Mekanikte projeksiyon kuvveti, itme kuvvetinin tam ölçüsü olduğu gibi, keza tarihte eylem ve icraat, ilham kudretinin tam ölçüsüdür. Bu kadar yükseğe, ileriye ve uzun zamana hitap eden bir fikir, çok kuvvetli bir fikirdir; bu kadar kuvvetli olması için tamamen samimi ve tamamen inanılmış olması lazımdır. Fakat onun hayatı, eseri, memleketinin hurafe ve gelenek­ lerine karşı kahramanca mücadelesi, putperestlerin hiddetlerine karşı cüretle cephe alışı, onlara M ekke’de on beş [doğrusu: on üç] sene dayanmadaki sebatı, infial uyandıran vazifesinde ısrarı ve neredeyse hemşerileri tarafından katledilecek olması ve n i­ hayet hicreti, durup dinmeyen nasihati, emsalsiz harpleri, m u­ vaffakiyetlerde itimadı, felaketler karşısında fevkalbeşer cesareti, zaferde alicenaplığı, asla imparatorluğa değil sadece fikre olan iştiyakı, sonsuz duası, Allah’a yaklaşıp O ’nunla konuşması, ölü­ mü ve mezardan sonra zaferi, sahtekârlıktan ziyade mutlak ima­ nım tasdik ediyor. Ona, bir nass kurma kudretini bu im an verdi. Bu nass çift idi: Allah’ın birliği ve Allah’ın maddeden münezzeh oluşu; birisi Allah’ın ne olduğunu, diğeri ise ne olmadığını söylü­ yordu; birisi kılıçla sahte ilahlan deviriyor, diğeri sözle bir fikrin başlangıcı oluyordu. Filozof, hatip, havari, kanun vazıı, muharip, fikirler fatihi, makul esasların ve resimsiz [merasimsiz] bir dinin kurucusu, yirmi dünya imparatorluğunun ve bir gönül imparatorluğunun kurucusu: İşte M uhammedi”1

1

Alphonse de Lamartine, Histoire de la Turquie, 1. 2 7 6 -2 8 0 (nakleden: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul 1991, II. 1 0 9 4 -1 0 9 5 ).

HZ. PEYGAMBERİN DOĞUM GÜNÜNÜ ANLAMLANDIRMAK

Mevlid kandili, Hz. Peygamber’in doğumu vesilesiyle kutlan­ ması âdet olmuş dinî önem atfedilen günlerimizden biridir. Ancak bu çağa hitap edecek, çağın meselelerine ve ihtiyaçlarına çözüm getirecek yeni bir İslam anlayışı ve yeni bir ruh getirmek, bu ­ gün nasıl hayati bir zaruret ise, bu zaruretin bir gereği olarak Hz. Peygamber’in doğduğu günü kutlarken de, bu kutlamaya yeni bir anlam kazandırmak, İslam ve onun peygamberinin insanlığa sun­ duğu mesajın önemi üzerinde durmak da bir zarurettir. İslam bugün ne 14 asır önce zahir olmuş ve devrini tamam­ lamış bir inanç sistemi, ne geçmişteki bir ilim ve medeniyet pat­ laması, ne de bir eski eseri inceler gibi incelenecek tarihte kalmış bir olaydır. Bugün İslam, insanlığın pençesinde kıvrandığı ve kendisinin geleceğiyle ilgili birçok probleme çözüm getirebilecek, bu suretle beşeriyete hem bu dünyada hem de öte dünyada mutluluk suna­ bilecek bir güce sahiptir. Çünkü İslam, sadece dinler içerisinde herhangi bir din değildir. O, hem ilahi hem de insani yönü olan bir dünya kurma projesini, ilimlere, sanatlara, her insana, her cemiyete tevdi eden Allah, dünya ve insan anlayışıdır. İşte günümüzde İslam’ın manası budur ve Hz. Muhammed (sav.) bu ilahi nizam ı insanlığa tebliğ eden Allah elçisidir. Onun doğum gününü kutlam ak için birtakım merasim leri âdet yerini

D O Ğ U M GÜNÜNÜ ANLAM LANDIRM AK

—a^>o-

bulsun diye icra etm ekle yetinmek, o büyük insanı anlam am ak demektir. O nun doğum günü gerektiği gibi kutlanm ak isteni­ yorsa, bunun yolu, İslam dinini tebliğ etm ekle beşeriyete en büyük hizm eti yapmış olan Hz. Peygamber’i ve onun insanlığa sunduğu m esajı iyice anlamak ve anlatmaktan geçer. İşte kan ­ diller, böyle bir anlayışla, hayatımıza yeni bir yön verm ek için bulunm az birer fırsattır. Geçmişi, bugünü ve geleceği tefekkür etmek müm inin en önemli özelliklerindendir. Bugün İslam dünyası bir ateş çemberi ile kuşatılmış durumdadır. Filistin, Irak, Afganistan ve Çeçenistan başta olmak üzere İslam dünyası doğrudan veya dolaylı bir işgal altındadır, İslam dünyasının çeşitli bölgelerini savaş ateşine verenler (ABD-Batı) ve onların bizdeki uzantılarının, ülkemizin ABD: İngiltere yanında fiilen yer almasını başaramayınca, bu defa İslam’ı ve Müslümanları hedef alan faaliyetlerine hız verdikleri dikkatlerden kaçmamaktadır. Nitekim son zamanlarda basında neredeyse her gün İslam’a ve Müslümanlara birtakım -zam an za­ man saldırı denebilecek kadar ileri gid en - sataşmalarda bulun­ duğunu üzülerek hep birlikte izlemekteyiz. Milletimizi, millet yapan unsurların başında gelen yüce İslam dinine yöneltilen bu tarizlerin sadece yeryüzünde bozgunculuk yapmak isteyenlerin işine yarayacağı kesinlikle bilinmelidir. Bu gibi tehlikelere maruz kalmamak, İslami değerlerimize sahip çıkmamıza bağlıdır. Bu değerlerin başında ise kuşkusuz İslam’ı bize getiren ve bütün Müslümanları ‘tek bir üm m et’ ya­ pan Hz. Peygamber ve mirası gelmektedir. İslam üm m etinin çok büyük bir tehditle karşı karşıya bulunduğu günümüzde, Müslü­ manların. birliğinin çimentosu olan Hz. Peygamber’in Sünneti’ne her zamankinden daha fazla muhtacız. Ancak şu anda bu m o­ delden hayli uzak olduğumuz, İslam dünyasında yaşananlardan açıkça görülmektedir. Dolayısıyla bugün yeni bir başlangıç yap­ maktan başka bir yol görünmemektedir. İşte hayatımızı ve geleceğimizi yeniden değerlendirip, ona yön vermemiz için iyi bir vesile teşkil eden mevlid kandilleri da­ ima bu duygular içerisinde kutlanmalı, bütün İslam âlemi Hz. Peygamber’in Sünneti’ni çağın şartları içerisinde tekrar hayata

nasıl geçirileceği üzerinde ciddiyetle düşünüp, süratle eyleme yönelmelidir. Mevlid kandiline bu açıdan bakılmadığı takdirde, yapılacak olan dualann, kılınacak namazların ve diğer amellerin çok fazla bir anlam ifade etmeyeceğini - e n azından içinde yaşa­ dığımız kriz d önem inde- bilm ek gerekir.

KUR'AN ve SÜNNET İ AN LAM AK

-o-GsS^T^a^H*-

KUR’AN ve SÜ N N ETİ ANLAMAK

Peygamberimiz Veda Hutbesi’nde, rivayetlere göre yüz bini aşan müminlere son vasiyetini yaparken, özellikle şu sözleriyle hayati bir noktaya işaret etmiş bulunmaktaydı: “Sizlere öyle bir şey bırakıyorum ki, onlara yapıştığınız sürece asla doğru yoldan sapmazsınız: Allah’ın kitabı ve benim Sünnetim .”1 Bu sözleriyle o müminlere, karşılaşacakları her türlü problem karşısında başvuracakları iki sağlam kaynak bıraktığını, doğru yoldan sapmak istemeyenlerin bu iki kaynağa sımsıkı sarılmaları gerektiğini önemle vurgulamıştır. Bu iki kaynaktan ilki, Müslü­ manların her zaman ve mekânda hidayet kaynağı olan Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu kitap, ancak okunduğu, daha doğrusu anlamak ve hayata aktanlmak için okunduğu sürece bir hidayet kaynağıdır. Kur’an’ı sadece belli gecelerde okuyup, onun bizlere sunduğu mesaj lan öğrenmeye, anlamaya çalışmayı ihmal ettiğimiz sürece bu hidayet kaynağından yararlanmamız m üm ­ kün değildir. Zira bu ilahi kitap manası anlaşılmaksızın okunsun diye değil, aksine anlaşılmak ve uygulanmak için gönderilmiştir. M üminin Kur’an’a bakışı da mutlaka böyle olmalıdır. Kur’an’ı sa­ 1

Mâlik b. Hnes, el-M uvatta (Yahyâ b. Yahyâ rivayeti), 4 6 , el-Kader, 1, hadis no: 3 (II. 8 9 9 ). Mâlik’in isnadsız olarak naklettiği bu söz, aslında Veda Haccı’nda irat edilen hutbelerden bir parça olup, güvenilir isnadlarla nakledilen Veda hutbeleri dahil bütün rivayetler bir araya getirildiğinde, ortak paydanın ‘Kur’an’ olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber’in Kur’an yanında Sünnet’ini veya Ehl-i Beyt’ini de zikrettiğine dair pek çok rivayet varsa da, biz burada en eski kaynaklardan olması itibarıyla el-M uvatta rivayetini esas aldık.).

dece belli gecelerde okumak, dinde hiçbir aslı olmayan, ölünün kırkıncı, ellinci ölüm günlerinde hatim indirmek, Kur’an’ı âdeta bir dua kitabı hâline getirmek, kesinlikle Kur’an’m ruhuna ay­ kırıdır. Kur’an ölülerden ziyade yaşayanlar içindir ve yaşanmak içindir. Hatta bugün Müslümanlar, Allah’a kulluklarının daimi bir ifadesi olan ibadetlerinde okudukları surelerin dahi m anasın­ dan çoğunlukla habersizdirler. Müslüman olduğunu iddia eden bir kimsenin Allah’ın kendisine, kendisi için gönderdiği bu kita­ ba karşı bu kadar ilgisiz kalması elbette düşünülemez. Ancak Allah’ın kitabına nasıl sarılacağımızı bilip öğrenmeden bu ilahi mesajı gereği gibi değerlendirmek ve ondan yardım um ­ mak elbette mümkün değildir. K u ra n a sarılmak demek, onun sadece lafzını okumak değil, bilakis manalarını anlamak ve uygulamak demektir. Bunu yap­ mak için de Kur’an’m bir defa okunması yeterli değildir. Aksine onu defalarca, düşüne düşüne, kafa yorarak ve bize ne gibi m e­ sajlar verdiğini keşfetmek için okumak şarttır. İşte Kur’an’ı böyle bir anlayış ve yaklaşımla okuyup anlamak isteyenlerin bilmesi gereken bazı esaslar vardır. Bunlar, Kur’an’ı doğru anlamada son derece önemli rol oynar. Kur’an’ı anlamaya çalışırken göz önünde bulundurmamız ge­ reken bu esasları şöyle sıralayabiliriz: 1. B ilinm elidir ki, Kur’an, sadece ve sadece insana hitap etm ektedir, ona gönderilm iştir. Yani K ur’an’m b ir tek hedefi vardır, o da insandır. Öyle ki, insanla ilgisiz gibi görünen, yer­ yüzü, ay, güneş ve diğer gezegenler, çeşitli tabiat olayları, yağ­ m urun yağm ası, arının bal yapması, rüzgârın b itk ilerin d ö l­ lenm esinde rol oynam ası gibi pek ço k hususa K ur’an’da yer verilm esinin asıl amacı yine insandır. Kur’an’m insanla ilgisiz gibi görünen bu hususlara yer verm esinin sebebi, insanın n a ­ zarlarını kâinata, kâinattaki olaylara ve kâinatta hâkim olan düzene çevirm esi ve buradan A llah’a, O ’nun kudret, azam et, rahm et ve hikm etine varması içindir. 2. Kur’an’a göre Allah, kâinatı yaratıp kendi hâline bırakm a­ mıştır. Aksine O, her an kâinata müdahale etmekte, yaratıklarına

rızık vermekte, diğer yandan insanlar için çeşitli prensipleri pey­ gamberleri aracılığıyla göndermektedir, diğer bir deyimle Allah kâinattakilerin ve insanların rabbidir. 3. İnsanın kâinat içerisinde özel bir yeri vardır. Zira o, Allah’ın yeryüzünde temsilcisi ve halifesidir. Allah insana, düşünme, an­ lama, öğrenme ve iyi ile kötüyü ayırt etme kabiliyeti bahşetmiş; ıyi'veya kötüyü tercih edebilmesi için de onu irade hürriyetiyle donatmıştır. 4. Bu hâliyle insan seçim yapabilecek bir durumdadır. An­ cak bu seçimi yaparken karanlıklarda bırakılmamış, kendisine peygamberler aracılığıyla doğruyu eğriden ayırmada başvuracağı ilahi kriterler de gönderilmiştir. İşte Kur’an bu ilahi kriterler zin­ cirinin son halkasıdır. 5. Kur’an ile ilgili olarak bilinmesi gereken en önemli husus­ lardan birisi de şudur: Kur’an bir teoriler kitabı değil, bir uygu­ lama ve pratik kitabıdır. Allame Muhammed İkbal’in dediği gibi Kur’an fikirden ziyade eylemin önemini vurgulayan bir kitaptır.1 Onun hedefi insan ve insan hayatıdır. Onun için bir Müslüman Kur’an’ı onunla bütünleşm ek ve onun mesajlarını uygulamak için okumalı, anlamalıdır. Böyle bir anlayışla ve samimiyetle Kur’an’a yaklaşmaya çalışır­ ken, aklımıza zaman zaman bazı sorular takılabilir. Bu durumda bunları not etmek ve bir uzmana danışmak uygun olur. Ancak, çoğu kere bir ayet kafamıza takıldığında, ilerideki ayetlerin bu soruların cevabını verdiği de görülecektir Kur’an’ı anlamak ve onun mesajlarını hayatımıza aksettirmek, bazen beraberinde birtakım güçlükleri de getirebilir. Bu güçlük­ ler karşısında asla yılmamak gerekir. Nitekim Kur’an’m ilk m u­ hatabı olan Peygamberimiz de, ilk vahyin indiği andan itibaren kendisini birtakım güçlükler karşısında bulmuş, özel hayatında­ ki rahatını terk edip, bütün dünyayı karşısına almak durumunda kalmıştır. Zira o, ömrünün yirmi küsur yılını Kur’an uğrunda, cehalet, inkârcılık ve kötülüğün önderleriyle mücadeleyle geçir-

1

Allama Muhammad lqbal, The Reconstruction o f Religious Thought in İslam (Lahore 1 9 8 8 ), s. v.

ESKİMEZ YEN) HZ. P£YGAM6€ff'İN

SÜ N N ETİ

— o-G\S->^7o)y^O-o—

miş ve asla yılmamıştır. Bu mücadelede onun en büyük destekçi­ si ise, yine Kur’an olmuştur. Onun için, Kur’an’ı anlama ve haya­ tına tatbik etmede güçlüklerle karşılaşabilecek olan Müslümanm yegâne yardımcısı ve teselli kaynağı yine Kur’an olacaktır. Bunlar, Peygamberimizin bize mirası ve son vasiyeti olan Kur’an’ı anlamak isteyenlere yol göstereceğini umduğumuz bir­ takım esaslardır. Ancak bu esaslann bir değerinin olabilmesi için, her şeyden önce Müslümanm Kur’an’la temasa ve diyaloga geç­ m esinin temel şart olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Dindar olan Müslümanlar bir yana, İslami şuurdan uzak ve dinle ilgisi son derece zayıf olan kimseler dahi kendilerine “Sen Müslüman değilsin” denmesini en büyük hakaret kabul ederken, Müslümanlığın temeli ve Allah’ın insanlara gönderdiği mesajı olan Kur’an’ı ömründe bir defacık olsun okumaya çalışmamak açık bir tutarsızlık ve çelişki değil midir? Allah’tan hepimizi Kur’an’ı anlama ve uygulama konusunda muvaffak kılmasını niyaz ederiz...

SAHABE ve KUR’AN

Hz. Peygamber’in Müslümanlara K u ran a sarılmalarını sıkı sıkı tenbih ettiğine, ancak bugün Müslümanların genellikle Kur’an’ı anlayıp uygulamaya çalışmaksızın sadece okum akla ye­ tindiklerine dikkatlerinizi çektikten sonra, ilk İslam nesli olan sahabilerin K u ra n a nasıl baktıklarına bir göz atmak istiyoruz. Onların Kur’an anlayışlarını görmek için tabiînden Abdullah b. H abîb’in şu sözlerine bakmak ye terlidir: “Bize Kur’an’ı öğreten sahabilerin anlattığına göre, onlar Rasulullah’tan on ayet öğreniyorlar, bu on ayetteki hususla­ rı iyice öğrenip onlarla amel etmedikçe, başka bir on ayete geçm iyorlardı.”1 İşte bu rivayet bizimle ilk İslam neslinin Kur’an’a bakış açıla­ rının ne kadar farklı olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Zira bu sözlerden anlaşılmaktadır ki, onlardan hiçbiri Kur’an’a yaklaşırken mücerret bilgilenme ve inceleme arzusuyla hareket etmiyorlardı. Bilakis onlar Kur’an’ı okurken Allah’ın em irlerini öğrenmek için okuyorlardı. Başka bir deyişle Allah’ın kendile­ riyle, içerisinde yaşadıkları cemiyetle ve nihayet bütün kâinatla ilgili neler söylediğini öğrenmek gayesiyle okuyorlardı. Bundan da öte, tıpkı savaş meydanındaki askerlerin komutanlarından ge­ len emir ve direktifleri alır almaz hemen harekete geçmesi gibi, bu kitaptaki emirleri alır almaz onlan yaşamaya ve tatbik etmeye koyuluyorlardı. İşte bu yüzdendir ki, onlardan hiçbirisi bir otu­

1

İbn Hbî $eybe, el-M usannef, X. 4 6 0 , hadis no: 99 7 8 ).

ruşta uzun uzun Kur’an okumaya dalmıyordu. Çünkü biliyordu ki, ne kadar fazla okursa okuduğu bu ayetlerin omuzlarına yük­ leyeceği vazifeler ve mükellefiyetler de o nispette ağırlaşacaktır. O nun için onlar beş-on ayetle iktifa ediyorlar, bu nlan ezberleye­ rek hem en tatbike koyuluyorlardı. İşte bu şuur, yani harekete geçmek için Kur’an’dan direktif alma şuurudur ki, ilk Müslümanları altm bir nesil hâline getir­ miştir. Şayet onlar Kur’an’ı sadece bilgi, inceleme ve araştırma maksadıyla okumuş olsalardı asla bu hâle gelemezlerdi. Hâlbuki onlar Kur’an’ı kendi hayatlarının bir parçası yapmış, günlük ya­ şayışlarında onun pratik nizamının tatbikçileri olmuşlardı. Artık onlar için Kur’an, kafalarda hapsedilen, sayfalar arasında boğu­ lup kalan bir kitap olmaktan çıkmış, hareket eden canlı bir hayat nizamı hâline gelmişti. İşte bu ruh, bu anlayış, onlara hayatın akışını ve tarihin seyrini değiştirecek gücü bahşetmişti. Gerçekten de Kur’an ancak bu şuurla okunmak içindir. Yoksa bu kitap bir eğlence olsun diye indirilmemiştir. O bir edebiyat ve sanat eseri, ya da bir hikâye ve tarih kitabı değildir. Kur’an, her şeyden önce bir hayat kitabıdır. Bu yüzdendir ki Kur’an, yeni ihtiyaçlara göre parça parça in ­ dirilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ da “Biz Kur’an’ı parça parça in ­ dirdik ki, sen onu insanlara, üzerinde dura dura okuyasın.” (17. İsrâ, 106) buyurmuştur. Nazil olan her ayet onlara, içinde bulunduklan durum karşı­ sında nasıl hareket etmeleri gerektiğini tayin ediyor, onların dü­ şünce ve hareketlerindeki hataları düzeltiyordu. Yani bütün bu konularda onlan rableri olan Allah’a bağlıyordu. İşte bu atmosferde onlar, daima Allah’ın murakabesi altında olduklarını, her an ilahi kudretin gözetimi altında yaşadıklarını hissediyorlardı. Onların Kur’an’a bakışlarıyla bizimki arasında bir de şu fark vardır: Onlardan biri İslam’a girerken, Kur’an’m hidayetine uygun bir hayat sürmeye de azmediyor, cahiliye devrindeki kendi mazi­ siyle ilgili her şeyi silip atıyordu. O devrin Müslümanları, içinde yaşadıkları cahiliye cemiyetinden son noktasına kadar ayrılırken,

SAHABE ve KUR 'AN

-o^s-*(^)Y~a/c>-o-

İslam cemiyetine de en ince noktasına kadar bağlanıyorlardı. O n­ lar geçmişteki cahiliye devri ile yaşadığı İslami hayat arasında tam manasıyla bir aykmlık bulunduğunun da farkındaydılar. Ayrıca bu altın nesil, cahiliye cemiyetinin âdet ve örfünden, düşüncelerinden, özellikle şirk akidesinden tamamen sıyrılmak­ la kalmıyor, yeni bir kumanda altındaki yeni bir İslam kitlesine katılıyordu. İşte bu nokta, yolların ayrılış noktasıdır. Biz de bugün yolların ayrıldığı bu noktadayız. Tıpkı İslam’ın ilk devirlerinde olduğu gibi bugün de cahiliye devri ile, yani 21. asrın cahiliyesiyle karşı karşıyayız. Çevremizde cahiliye damgası taşıyan pek çok şey var. İslam’a aykm düşünce ve inançlar, âdetler, gelenekler, kültürler, sanat ve edebiyat, sistem ve prensipler var. Biraz meseleyi karikatürize edecek olursak, Müslümanların pek çoğunun durumunu güncel bir örnekle -M üslüm anları Irak ve Afganistan’da katliamdan geçiren, Filistin’deki katliama da açık destek v eren- ABD, İngiltere başta olmak üzere Batı markaları tercih edip, Batı modernitesinin ürünlerini sonuna kadar tüke­ tip, sonra da Müslümanlık davası gütmeye benzetebiliriz. Kısacası İslam dünyası, kendi varlığını tehdit eden işgalci emperyalist ül­ kelerin ürettiği gıda maddelerinden yiyip içip sigaralarından tüt­ türmek, hem de namaz kılmak suretiyle içine düştüğü çelişkiden kurtulmadıkça cahiliyeden yakasını sıyırmış olmayacaktır. Tekrar söyleyelim ki, bir yanda Müslüman ülkeler yağma edilip, kan göv­ deyi götürürken, her yer ateşe verilirken, Müslümanların tam bir habersizlik ve ilgisizlik içinde günlük hayatın bütün zevklerinin tadını çıkarıp, sonuna kadar bu zevklen yaşamaları, hatta ülke­ mizde sistemden pay almasını beceren bir yüksek İslam sosyetesi­ nin oluşmaya başlaması, ne kadar acıklı bir durumla karşı karşıya kaldığımızı gözler önüne seren örneklerden sadece birisidir. Bü­ tün bunlar, cahiliyenin İslam’ın zuhuruyla bir daha canlanmamak üzere ölmediğini, bilakis 21. yüzyılda, hem de Müslümanların saflarında tekrar dirildiğini açıkça göstermektedir. İşte bunun için okuduğumuz Kur’an ayetleri bugün ruhla­ rımıza tesir etmiyor, zihinlerimizde yer etmiyor ve hayatımızda şekillenmiyor. Bu yüzden İslam’ın ilk devirlerinde ortaya çıkan bir ideal nesil çıkmıyor aramızdan.

ESKİMEZ YENİ HZ. PEYGAMBER’İN SÜNNETİ

— 0-0---

Öyleyse içinde yaşadığımız ve bizim de bir parçasını oluş­ turduğumuz cahiliye unsurlarının hepsinden sıyrılmamız lazım­ dır. Bunun için o altın neslin susuzluğunu giderdiği saf ve temiz kaynağa, hiçbir şaibenin karışmadığı ana kaynağa dönmeliyiz. O kaynağa, onun özüne ve ruhuna dönmeli ve bütün varlıkla­ rın ve insanın varoluş gayesiyle, insanın insanla ve yaratıcısıyla olan münasebetleriyle ilgili bütün düşünce sistemimizi, değer hükümlerimizi, ahlaki ölçülerimizi, kısacası hayattaki her türlü prensiplerimizi ondan almalıyız. O kaynağa da, emirlerini yaşamak ve tatbik etm ek için dön­ meli, yani Kur’an’m bizden ne istediğini, nasıl olmamızı ve ne yapmamızı arzu ettiğini öğrenmek için okumalıyız. Kısacası Kur’an’ı okumaktaki hedefimiz şunu bilmek olmalıdır: Kur’an bizden ne yapmamızı istiyor? Hangi düşünce sistem i­ ni benimsem emizi arzu ediyor? Allah ve din anlayışımızın nasıl olmasını istiyor? Ahlaki prensiplerimizin ve hayat anlayışımızın hangi esaslara oturtulmasını emrediyor? İslam ümmeti olarak içinde bulunduğumuz yangından çıkıp kurtulmak için bizden ne yapmamızı talep ediyor? İşte bir Müslüman bu soruların cevabını Kur’an’da arayıp bu ­ labildiği, hayatına bu cevaplara göre yön verdiği ölçüde Kur’an’a gerçekten inanmış olacaktır. Allah’tan hepimizi Kur’an’ı bu şekilde anlayıp yaşamaya m u­ vaffak kılmasını niyaz ederiz.

KUR’AN, TOPLUMLARI YÜKSELTİR DE ALÇALTIR DA!

Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in (sav.) şöyle dediğini nakletmiştir: “Allah bu kitapla -y an i Kur’a n - bazı kavimleri (veya bazı kimseleri) yükseltirken, bazı kavimleri (veya bazı kim seleri) de, yine bu kitapla alçaltır.”1 Denilebilir ki, Hz. Peygamber bu sözleriyle Müslümanlar için hayati önemi haiz bir kanuna, her zaman ve mekânda geçerli eşsiz bir prensibe işaret etmiş bulunmaktadır. Gerçekten Hz. Peygamber bu kısa ve özlü ifadesiyle, Kur’an’m, beşeriyetin adalet, özgürlük, eşitlik, ahlak ve medeniyet yolunda ilerlemesini ve dünya-ahiret kurtuluşunu ve saadetini sağlayacak bir güç kaynağı ve bir hidayet rehberi olduğuna kesin bir şekilde işaret etmiştir. Hz. Peygamber sadece böylesine önemli bir kanunu ve eşsiz bir prensibi ifade edip, ortaya atmakla yetinmiş olsaydı bile, bu onun büyüklüğünü göstermeye yeterdi. Fakat o, bu kadarla da kalmamış ve bu muazzam kanunu bizzat kendi hayatında uygu­ layarak, doğruluğunu bilfiil ispat etmiştir. Bilindiği gibi İslam gelmeden önce Araplar gerek inanç ve ahlak bakımından, gerek askeri, ekonom ik ve siyasi bakımlar­ dan, hiç de ileri denebilecek bir seviyede değildi. Hatta o devirde

1

Sahih-i Müslim, 6, Salâtu'l-Musafirin, 4 7 , hadis no: 2 6 9 (8 1 7 ) (I. 559).

dünyanın çeşitli devlet ve imparatorluklarıyla mukayese edildi­ ğinde, Arapların onlardan bir hayli geri olduğu açıkça görülür. İşte hemen her bakımdan aşağı bir seviyede bulunan böy­ le bir toplum, Allah’ın en son kitabı Kur’an’ın ilk muhatapları olarak seçilmişti. Belki de Kur’an’m bir toplumu nasıl aşağıların aşağısından, yücelerin yücesine çıkardığını gösterm ek için özel­ likle böyle bir toplum seçilmişti. İşte Hz. Peygamber, kendisinin de içinde yaşadığı böyle bir topluma peygamber olarak gönderil­ mişti. Bu toplumu içinde bulunduğu düşük seviyeden kurtarıp, her bakımdan yüceltebilmesi için Hz. Peygamber’in başvurabile­ ceği tek bir dayanak vardı, o da Kur’an idi. Hz. Peygamber, sadece Kur’an’a dayanarak, bu toplumu öyle­ sine yüksek bir seviyeye çıkarmayı başarmıştır ki, bunun iman, ahlak, fazilet, adalet, eşitlik ve sosyal adalet gibi konularda bu ­ gün bile hâlâ erişilmesi ideal sayılan bir seviye olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Hz. Peygamber’in hayatında, bilfiil gerçekleştirdiği bu ina­ nılmaz yükseliş, ne asker! gücünün üstünlüğüne, ne ekonom ik imkânlarının fazlalığına, ne de miras aldığı güçlü bir devletin otoritesine dayanmıştır. Hz. Peygamber, tek başına bir pey­ gamber olarak Mekke toplumuna gönderildiğinde, başlangıçta kendisine destek ve yardımcı olacak tek bir kimse olmadığı, bu yolda harcayacağı hiçbir serveti ve dayanacağı hiçbir siyası gücü de bulunmadığı hâlde, sadece Kur’an ile bu toplumu değiştirip, bir iman ve fazilet toplumu hâline getirebileceğine kesin olarak inanıyordu. Nitekim bunu bilfiil ispatladı ve İslam tarihinde de­ taylarıyla anlatılan, büyük bir sosyal ve manevi inkılabı gerçek­ leştirmeyi başardı. Tekrar vurgulayalım ki, Hz. Peygamber’m bir toplumu böylesine yücelere çıkarabilmesinin tek bir dayanağı vardı: Kur’an. İşte bizzat İslam tarihi, Kur’an-ı Kerim’in bir toplumu ne ölçüde değiştirebileceğinin ve onu ne ölçüde yükseltebileceğinin açık bir ispatıdır. Artık Kur’an’m bu eşsiz gücünü kabul ve itiraf et­ mek için bundan daha kesin bir delil aramaya gerek var mı?

KUR’AN. TOPLUMLAR! YÜKSELTİR DE ALÇALTIR DA

----- o-G\S^7?)*a/D-o-----

Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber’in, Kur’an’m toplum lann yükseliş ve alçalışlarında ki rolüne dair bu sözler bugün daha da önem kazanmış bulunmaktadır. Bugün sadece ekonomik, asker! ve siyasi açıdan değil, bizzat İslam’a, İslam ’ın prensiplerine ve değerlerine bağlılık bakım ın­ dan da, son derece düşük bir seviyede bulunan İslam ülkeleri için, bu rivayetin arz ettiği önem ise düşünülemeyecek kadar büyüktür. O kadar ki, bu rivayet için, gerilikten ve İslam’dan uzaklaşmaktan kurtulmanın sihirli bir formülüdür dense, hiç de mübalağa edilmiş sayılmaz. Sadece maddi alanda değil, manevi alanda da ileri bir İslam toplumu olabilmek için gerekli şartlar, aynı zamanda Kur’an’m bütün insanlığa sunduğu prensiplerden ibarettir. Mesela, bu asırda kafalara hâkim olan maddi ölçüler içerisinde meseleyi ele alalım. İslam ülkelerinin maddi planda gelişmeleri için herkesin şart olduğunda hemfikir olduğu prensipler nelerdir? diye sorulduğunda, buna verilecek cevap şudur: Ciddiyet, çalışkanlık, ilim, araştırma ve teknik bilgi ve her şeyden önemlisi, insanlığın saadetini sağlamayı kendine hedef edinme zihniyeti. İşte bütün bunların her biri aslında Kur’ani birer prensipten başka bir şey değildir. Kur’an, azimli olmaya davet etmiyor mu? Cuma namazla­ rım ızı kıldıktan sonra yeryüzüne dağılıp, Allah’ın nim etlerini kazanm ak için koşturmayı, çalışıp çabalamayı bize öğütlem i­ yor mu? Kur’an, “insan ancak çalıştığının karşılığını elde eder” (5 3 . N ecm , 39 ) buyurarak, bizi hayalcilikten, boş tem ennilerle avunm aktan kurtarıp, var gücümüzle çalışmaya sevk etm iyor mu? D oğruluk ise Kur’an’m en fazla değer ve önem verdiği bir kavram değil midir? Yüzlerce ayette ve yüzlerce hadis rivaye­ tinde M üslümanlar her konuda doğruluğa davet edilm em işler midir? İlim ve tekniğe gelince; Kur’an kadar bilgiye, ilme b il­ hassa m üspet ilimlere açık bir başka ilahi kitap var m ıdır yer­ yüzünde? İslami değerleri bir tarafa itm em ek kaydıyla, ilme, araştırma ve incelem eye ve tekniğe başvurmayı engelleyen tek b ir ayet veya hadis gösterilebilir mi?

ESKİMEZ YENİ HZ. PEY G AM BER İN SÜNNETİ

—o-GsS^Tşy&'O-o—

Sizleri bu sorular üzerinde düşünmeye davet ederek diyoruz ki, dünya saadetini isteyen de Kur’an’a sarılsın, ahiret saadetini iste­ yen de. Unutmayalım ki Kur’an’m koyduğu prensipler evrenseldir, bu prensipleri Müslümanlar uygularsa onlar ilerleyecek, başkalan uygularsa -M üslüm an olmasalar b ile - onlar ilerleyecektir.

KUR’AN BİZİ YÜKSELTİR (BİZ İSTERSEK!)

“Allah bu Kitap ile bazı kavimleri yükseltir,” rivayeti üzerinde bir başka açından da durmak gerekir. Bu rivayeti iyi anlayabilmek, kuşkusuz buradaki ‘Kitab’ı iyi anlamaya bağlıdır. Açıktır ki, burada Müslümanları yükseltecek olan kitap, yani Kur’an, kâğıdı, yazısı ve cildi ile, onun mad­ desi değildir. Zira, bugün İslam âleminde, hatta Müslüman ol­ mayan ülkelerde -a ltın yaldızlısı, tevafuklusu ile - milyonlarca belki daha fazla Kur’an-ı Kerim nüshası bulunduğu hâlde, İslam ülkelerinin yükselişinden bahsetmek mümkün değildir. O hâlde bizleri yükseltmesi için bu kitaba sarılmaktan kasıt, onu matba­ alarda bol bol basmak, evlerde bulundurmak, manasına nüfuz etmeye çalışmadan okumak olamaz. Kur’an’ın bizleri, yani Müslümanlan yükseltebilm esi bu sa­ yılanlara değil, onu iyice anlamaya, onun insanlığın yükselişini sağlayacak güçteki prensiplerini, esaslarını benliğimize sindirip uygulamaya koymaya bağlıdır “Müslümanlar kaç asırdan beri Kur’an’a sahip oldukları hâlde niçin hâlâ gerek madde planında, gerekse İslam tasavvuru/dünya görüşü konusunda geri kalmışlıktan kurtulamıyor?” şeklinde bir soru hem en akla gelebilir. İşte konumuz olan rivayet, bu soru­ nun cevabını vermektedir. Hz. Peygamber bize, Kur’an’m M üslümanlan yükseltip ileri götürecek yegâne kitap olduğunu söylemektedir. Peki bu nasıl olacaktır?

Buna cevap verebilmek için Kur’an’m getirdiği prensiplere bakm ak gerekir. Kur’an özellikle, sadece Allah’a boyun eğmekten, O ’nun dı­ şında hiçbir varlığa boyun eğmemekten bahseder ve buna büyük bir önem verir. Bu inanç ve düşünce, insanın önüne sonsuz bir hürriyetin kapılarını açar. Yine Kur’an, kâinatta mevcut olan ta­ biat k a n u n la rım da işaret eder. Ancak bu kanunlar, mukaddes

sayılıp, ona dokunmamak, ilişmemek için değildir. Aksine Allah bu kanunları, insanın faydalanması için koymuştur. Dolayısıyla Müslüman, Allah’ın bu kanunlarını keşfetmeye, bunlardan ya­ rarlanarak yeryüzünü imar etmeye mecburdur ve bu, din! bir gö­ revdir. Bu kanunları keşfedebilmek için de, müspet ilimlere baş­ vurmak gerekmektedir. Buna dayanarak diyebiliriz ki, kâinata yönelmek, onu araştırıp incelemek, İslam’ın, yasaklaması şöy­ le dursun, ısrarla teşvik ettiği bir husustur. Bu sebeple, mesela “Aya çıkm ak günahtır, çünkü Allah Kur’an’da Ay’dan ‘nur’ olarak bahsetm iştir,” şeklindeki, yakın zamana kadar dile getirilen bir düşüncenin İslam’a tamamen aykırı olduğunu belirtm ek gerekir. Böyle bir düşünceyi “Bakın İslam Müslümanlara neler öğretiyor, neleri telkin ediyor,” diyerek İslam’a mal etmek ise büyük bir haksızlıktır, İslam’ı bilmemek, anlamamak demektir. Maddi ilerlemenin ve yükselmenin şartlarından biri, hikmet ve ahlaktan kopmadan ilim ve tekniğe önem vermek ve onu geliştir­ mektir ki, zaten Kur’an da buna uygun bir zemin hazırlamıştır. İlerlemenin diğer şartlarından birisi ise hiç şüphesiz çalış­ kanlık, ciddiyet ve dürüstlük gibi esaslardır. Bu esaslar ise, yine Kur’an’m Müslümanlara telkin ettiği şeylerdir. Tevekkül çoğu zaman yanlış anlaşılmış ve oturduğu yerde ve hiçbir gayret gös­ termeden Allah’ın yardımını istemek zannedilmiştir. Hâlbuki Kur’an’da tevekkülün azmedip gayret gösterdikten sonra hayırlı neticenin Allah’tan beklenmesi demek olduğu, “bir defa azmedip gayret gösterdikten sonra artık Allah’a tevekkül et” (3. Âlu İmrân, 159) ayetiyle açıkça anlatılmıştır. Çalışmadan, ilmi araştırmalara başvurmadan, uğraşıp didinmeden Allah’tan bir şeyler beklem ek, her şeyden önce Kur’an’a ve İslam’a terstir. İşte bu yanlış anlayış­ tır ki, Müslümanların ilerlemelerine engel olmaktadır. Elbette bu yanlış anlayışın suçunu Kur’an’a yüklemek haksızlık olur.

KU R'AN BİZİ YÜKSELTİR (BİZ İSTERSEKII

-o-G\SÎ>(8?)^a^>-o-

İlerlemenin ve sağlıklı bir sosyal yapı oluşturmanın şartların­ dan bir diğeri de, adalet, sosyal dayanışma, âdil bir gelir dağılımı gibi esasların bulunmasıdır. Bu esaslan ise, herkesten ve her sis­ temden çok Kur’an savunmaktadır. O hâlde Kur’an’m bu yönden de, ilerlemeyi temin edici esaslar ihtiva ettiğini söyleyebiliriz. Netice olarak diyebiliriz ki, Kur’an, tabiattaki her şeyi İlmî in­ celeme ve araştırma konusu yapabilme açısından Müslümanlara sınırsız bir hürriyet bahşederek, müspet ilimleri ve aynı şekilde sosyal bilim leri geliştirmeyi İslami bir görev saymaktadır. Böylece bu kitap ilmin önüne set çekm ek şöyle dursun, onu tamamen desteklemekte ve teşvik etmektedir. Yine Müslümanları çalışma­ ya, ter dökmeye, ciddiyete, dürüstlüğe, adalet ve kardeşliği tesise davet ederek, ilerlemek için gerekli diğer bir şartı da Müslüman­ lara göstermiştir (Ama ne yazık ki Müslümanlar, son asırlarda bı­ rakın ilim ve teknoloji alanında ilerlemeyi veya toplumsal alanda İslam’ın ilkelerini bir model olarak ortaya koyup, ardından ha­ yata geçirmeyi; Kur’an’a dayalı bir ‘ahlak ilmi’ bile geliştirmekten âciz kalmışlar, sadece Kur’an’m ve Hz. Peygamber’in ahlakı teşvik ettiğine dair klişeleşmiş lafları tekrarlamakla yetinmişlerdir.). Durum bu olduğu hâlde, bugün Kur’an niçin Müslümanların yükselmesini, ilerlemesini sağlayamıyor? denirse, burada suçun Müslümanlarda olduğunu söylemek gerekir. Zira Kur’an, ilerle­ me ve yükselme için ne gerekiyorsa, o konuda her türlü pren­ sibi ortaya koymuş, ancak bu prensipleri kavrayıp uygulayacak olan Müslümanlar bu konuda görevlerini ihmal etmişlerdir. Bir yandan Kur’an’m ibadet ve inançla ilgili yönlerine ağırlık verir­ ken -m esela İslam’ın şartı beştir anlayışı bu duruma tipik bir ö rn ek tir- diğer yönlerini ihmal etmişler, böylece bizzat Kur’an’m yolundan sapmışlardır. Temennimiz, Kur’an’m her yönüyle bir bütün olarak kav­ ranması, ilmi, tekniği, ahlakı, sosyal adaleti geliştirmenin de Kur’an’m ve İslam’ın diğer emirleri gibi dinî bir emir olduğunun idrak edilmesi ve bu alandaki çalışmaların da, kulluğun bir gere­ ği olduğunun şuuruna varılmasıdır. İşte Kur’an böyle anlaşıldığı takdirde, Müslümanlar madden ve manen, ilmen ve ahlaken ilerleme, yükselme yolunda süratle ve sağlam adımlarla yürüyebileceklerdir.

KADİR GECESİNİ ANLAMAK

Allah’ın ‘Gerçekten biz onu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin sen? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır,” (97. Kadr, 1-3) ayetleriyle övdüğü K a d ir gecesi, her yıl gelen mübarek gecelerden bir gece değil,1 farklı bir mana ifade eden apayrı bir gecedir. Sezai Karakoç’un Yazılar’da da dediği gibi, Allah, kutsal sözle­ rinin bütün ağırlığını bu geceye koymuştur. Bundan 14 0 0 küsur yıl önce Kur’an, kutsal ağırlığıyla ve bir bütün hâlinde dünya göğünün üzerine indi. Vahyin yedi renkli kuşağı bu gecede dünya ufkunu bereket getiren bahar yağmuru bulutlan gibi, bir merhamet gibi kapla­ mıştı. Her gündüzün ağırlığı gecede, bütün gecelerin ağırlığı Ka­ dir gecesindedir. İşte bunun için Kadir gecesi hayatın ve hilkatin ağırlık merkezi gecesidir. O rucun şifa saçan ellerinde Müslümanın kalbi onanla ona­ nla, Ramazan hilali büyüdükçe nefsin hilali küçüle küçüle, öyle bir geceye gelinir ki, bu gecede insan dünya kirlerini yıkayıp gö­ türen rahmet yağmurlarıyla yıkanır, arınır. Gecelerin de bir önderi vardır. Gecelerin önderi, en büyük önder Kur’an-ı Kerim’i kalbinde taşıyan Kadir gecesidir.

1

Kadir gecesinin sadece Kur’an’m indirildiği geceden mi ibaret olduğu, yoksa her yıl tekrarlanan bir gece mi olduğu tartışmasına burada girmiyor, sadece bu konu­ nun incelemeye değer olduğuna işaret etmekle yetiniyoruz.

KAOİR GECESİNİ A N LAM AK

-o-Gsfi-V(83^2/0-o—

kardeş oldukları bir sosyal yapı oluşturmayı hedeflemiştir. Bu kardeşlik, coğrafi sınırları aşan dünya çapında bir kardeşliktir. Kur’an’a göre İslam Peygamberi de şu veya bu millete değil, bü ­ tün insanlığa gönderilmiştir (7. Arâf, 158). Hz. Peygamber de “Ben siyaha da beyaza da, bütün insanlığa gönderildim ,”1 buyu­ rarak İslam’ın evrenselliğini vurgulamıştır. . Bu âlemşümul kardeşlik kavramı ve İslam toplum unun bü ­ tün fertlerinin Allah önünde ve kanun nazarında eşit olması dü­ şüncesi, beraberinde ekonom ik ve sosyal adaleti de getirmediği sürece bir mana ifade etmez. Burada, zulmü ve haksızlığı yasak­ layan pek çok ayet ve hadis rivayeti bulunduğuna işaretle yetine­ rek, şunu söylemek gerekir: Zulme ve haksızlığa karşı, İslam’ın insanları uyarıp ikaz etmesi, cemiyetteki fertlerin haklannm ko­ runması içindir. Onun için, tüketici veya üretici, işçi veya patron, âmir veya memur olsun, bütün fertlerin, hepsinin birden refaha kavuşturulması İslam’ın nihai gayelerinden biridir. Burada bilhassa İslam’ın, işçi-işveren ilişkilerine dair koydu­ ğu prensiplere temas etmek gerekir. İslam’a göre, b ir işverenin işçisini istismar etmesi kesinlikle haramdır. Hz. Peygamber bir rivayette şöyle der: Allah şöyle buyurmuştur: “Ben kıyamet günü üç kişinin haşiniyim: Benim adımla yemin edip, sözünde durma­ yan; hür bir insanı satıp parasını yiyen ve bir kimseyi işçi olarak tutup, onu istediği gibi çalıştırdıktan sonra ücretini verm eyen.”2 Bazı hadis âlimlerine göre, hür bir insanı satıp parasını ye­ mekten maksat, bir köleyi azat ettikten sonra, zorla ve istem e­ yerek onu çalıştırmak ve istismar etmektir. Rivayette işçinin ücretini vermeyenin, hür bir kimseyi satıp parasını yiyenle bir tutulması, İslam’ın işçilerin istismarına ne kadar karşı olduğunu göstermeye yeterlidir. İslam ’a göre ücretin, yapılan işin hakkını tam olarak verm esi esastır. İslam , işçiler için asgari bir ücret belirlem em ekle bera­ ber, verilecek ücretin, işçinin kendisinin ve ailesinin norm al bir

1 2

Fethu’l-Bâıî, I. 436, hadis no: 335 (Sahîh-i Buhârî, 7, et-Teyemmum, 1); Sahîh-i Müslim, 5, el-Mesâcid, , hadis no: 3 (521) (I. 370-371). Fethu’l-B âıi, IV. 417, hadis no: 2227 (Sahîh-i Buhârî, 34, el-Buyû’, 106).

hayat standardına ulaşmasını sağlayacak seviyede olm ası gerek­ tiği, çalıştırılan kölelerle ilgili rivayetten çıkarılabilir: “(Kadın veya erkek) b ir kölenin yiyecek ve giyecek ihtiyacının norm al seviyede sağlanması gerekir. Onlardan gücünün üstünde b ir iş yapmaları da istenem ez.”1 Yine Hz. Osm an’ın söylediği şu sözler de oldukça önemlidir. “Bir m eslek sahibi olmayan cariyeyi ille de para kazanmaya zor­ lamayın, zorlarsanız, zina ederek kazanç sağlamak zorunda kal­ ması muhtemeldir. Yine yaşı küçük olanlan da para kazanmaya zorlamayın. Zorlarsanız, o takdirde hırsızlık ederek size kazanç getirme ihtimali söz konusudur. Onları bu gibi işlere zorlam a­ yın, çünkü Allah verdiği nimetleriyle sizi, bu gibi kazançlardan müstağni kılmıştır. Yiyecek olarak da onlara helal ve güzel yiye­ ceklerden verin.”2 İşçi ücretleri konusunda ideal seviye meselesine gelince, bunu da, yine çalışan kölelerle ilgili şu rivayetten çıkarabiliriz: “Malik olduğunuz kimseler, sizin hizmetinizde olan kardeşlerinizdir. Al­ lah onları sizin hizmetinize vermiştir. Bir kim senin kardeşi onun mülkünde ise, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güç yetiremeyecekleri bir iş de yüklemesin, şayet yükler­ seniz, o zaman onlara yardım edin.”3 Bu rivayetten hareketle, İslam nazarında ideal olan ücret h ak­ kında bir fikir edinebiliriz ki, o da işçinin de işveren gibi yiyip içebileceği ve giyinebileceği bir ücret seviyesidir. Bu ise, İslam ’ın, toplumdaki aşırı gelir farklılıklarını asgariye indirme temayülün­ de olduğunu ve bu suretle zengin ve fakir ya da işçi ve işveren arasındaki çatışmayı önlemek için, aralarındaki uçurum u elden geldiğince kapatmak istediğini gösterir. Ancak şurası da var ki, işçinin gerçek ücretinin, arz-talep kanununa ve ekonom ik bü ­ yüme hızına, bir de İslam toplumunun ahlaki şuuruna göre işçiişveren müzakeresi sonucu belirleneceğini de belirtm ek gerekir.

1 2 3

Mâlik b. Hnes, el-Muvatta, 54, el-İsti'zân, 16, hadis no: 40 (II. 980); Sahih-i Müs­ lim, 27, el-Eymân, 10, hadis no: 40 (III. 1283). Mâlik b. Enes, el-Muvatta, 54, el-İsti’zân, 16, rivayet no: 42 (II. 981). Sahîh-i Buhâri, 49, el-Itk ve Fadluhu, 15 (III. 149); Sahîh-i Müslim, 27, el-Eyman, hadis no: 40 (III. 1283).

İslam’ın cihanşümul kardeşi:1; prensibinin işçi-işveren m ü­ nasebetlerindeki uygulamasını, çalışma şartlarında da görmek mümkündür. İslam, işçinin son derece güç ve insanlık haysiye­ tine yakışmayan şartlarda çalışmasına da rıza göstermez. Şayet işçi kapasitesinin üzerinde bir işte çalıştırılacak olursa, işverenler işçilerin bu işi zorluk çekm eden yapabilmeleri için gereken yar­ dımda bulunm ak durumundadır. Nitekim zikrettiğimiz rivayet­ lerde Hz. Peygamber Müslümanlara, -b ü y ü k ölçüde o zamanın iş gücünü oluşturan- kölelere takatleri üzerinde iş yüklem em ele­ rini söylemiştir. Yine bu rivayetlerden, işçinin günlük çalışma sa­ atleri, uygun çalışma saatlerinin ayarlanması, iş kazalarına karşı gereken tedbirlerin alınması gibi hususların yerine getirilmesinin İslam’ın bir gereği olduğu neticesine de varılabilir. İslam, bir yandan işverenle ilgili bu gibi prensipleri vazeder­ ken, öte yandan işçiye de birtakım görevler yükleyerek, işvereni de korumayı ihmal etmemiştir. İşçinin en başta gelen görevi, işini dürüst bir şekilde ve m ümkün .olan azami dikkat ve başarı ile yapmasıdır. Hiç şüphesiz, İslam’ın ısrarla üzerinde durduğu sos­ yal ve ekonom ik adalet, işçilerin etkili bir şekilde çalışmalarını da gerekli kılar. İslam, işçinin bu mecburiyetini, aynı zamanda manevi bir temele de oturtur. Zira Hz. Peygamber bir rivayete göre zamanın başlıca iş gücü sayılan kölelerle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Bir köle Allah’a en iyi şekilde kulluk eder, bir de sahibine gereği gibi hizmette bulunursa, ona iki sevap vardır.”' İşçinin diğer bir vazifesi de, namuslu ve güvenilir olmaktır. Zira Hz. Peygamber bu konuda şunları söylemektedir: “Her kime bir görev verirsek, onun ücretim de veririz. Bu ücret dışında aldı­ ğı her şey gayrimeşrudur.”2 Gerek işçi gerek işverenle ilgili bütün bu görevlerin hedefi, işçi ve işveren arasındaki her türlü ekonom ik ilişkinin adaletli bir şekilde düzenlenmesidir. Ancak, kardeşlik, adalet ve ahlaki değerlerin hâkim olduğu bir çevrede, karşılıklı işbirliğinin ve dürüst çalışmanın önemini vurgulayan ve karşılıklı mesuliyetleri

1 Sahîh-i Buhârî, 49, el-Itk ve Fadluhu, 16 (III. 149). 2 Sunen-i Ebl Dâvüd, el-Harac ve’l-İmâra, 10, hadis no: 2943 (III. 134).

böyle ahenkle düzenleyen bir anlayıştır ki, işçi-işveren arasında­ ki sürtüşme ve çatışmalan bertaraf edebilir ve sanayi ve ekonomi alanında barışı tesis edebilir. İşte, işçi ve işverenin karşılıklı ilişkilerini, anlatmaya çalıştı­ ğımız İslami prensiplere göre düzenlemeleri de İslam’ın ibadet ve kulluk anlayışının bir yüzünü teşkil eder. Hiç şüphe yok ki, çalışma hayatıyla ilgili böylesi faziletli bir yaklaşım, ancak ve an­ cak sık sık vurguladığımız üzere, şümullü ve derin bir ‘tevhid’ anlayışı sayesinde gerçekleşebilir.

IRK ve SINIF AYRIMCILIĞININ PANZEHİRİ: İSLAM

---- o-GsS-^S)fS^O-o----

IRK ve SINIF AYRIMCILIĞININ PANZEHİRİ: İSLAM (MÜSLÜMAN RENK KÖRÜDÜR)

Rivayete göre Hz. Peygamber (sav.), bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Allah, sizin cisminize bakmadığı gibi soyunuza sopunuza, mal ve mülkünüze de bakmaz. Ancak bir kimse salih biri (yani iyi bir Müslüman) ise, o zaman Allah ona şefkat ve sevgi besler. Zira siz hepiniz Âdem’in çocuklarısınız ve hanginiz daha fazla takva sahibi olursa, ben onu daha çok severim .”1 Hadisin yoru­ m unu, yapmadan önce, daha iyi anlaşılması için hadis metniyle ilgili bazı açıklamalarda bulunmakta yarar vardır. Rivayette “Allah sizin cisminize, soyunuza sopunuza, mal ve mülkünüze bakmaz,” denilmektedir. Bunun manası ise şudur: Al­ lah katında bir Müslümanm üstünlük ölçüsü, o kimsenin bede­ nen güzel, endamlı ve yakışıklı oluşu değildir. Yine bir kimsenin zenginliği, pek çok mal ve mülkünün bulunması da, o kimsenin Allah’ın sevgili kullanndan olduğunu göstermez. Aynı şekilde soy sop da Allah katında bir kimsenin üstünlük ölçüsü değildir. Daha sonra rivayette, “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız,” diye­ rek, insan olarak herkesin Âdem’den geldiğini ve ırkı, rengi ve dili ne olursa olsun, herkesin Allah önünde eşit olduğunu ifade et­

1 Ali el-Muttakl el-Hindl, Kenzul-Ummâl, 111. 421, hadis no: 7258 (Taberânî, Ebû Mâlik el-Eş'arî'den naklen); bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Musned, II. 285, 539).

miştir. Sonunda ise, insanların Allah katında birbirlerinden üstün olabilmelerinin yegâne ölçüsünün ‘takva’ olduğunu belirtmiştir. Malum olduğu üzere, mal ve mülk çokluğu ile hele hele soy ve sop ile övünme, İslam öncesi cahiliye toplumunun en bariz özellik­ lerinden idi. İnsanlar zenginlikleriyle fakir olanlara karşı üstünlük taslar, onlan hor görür, aynı şekilde soy sopa büyük önem vererek, iyi bir soydan gelmiş olmayı cemiyette bir üstünlük ölçüsü sayar­ lardı. Tabiatıyla beden! ve fizik! güzellikle övünmeleri de onlara göre tamamen normal bir şeydi... Bütün bunlar cahiliye insanının üstünlük ölçülerini oluşturuyordu (Bugün de toplumda, özellikle görsel medyada, bilhassa kadınların fizik! güzelliklerinin bir üs­ tünlük ölçüsü olarak sunulması, ardından zenginlik ve sosyal sta­ tünün ideal olarak sunulması, buna mukabil insani ve ahlaki de­ ğerlerin, hele hele İslami değerlerin esamisinin dahi okunmaması, günümüz cahiliyesi ile çağdaş/ modern cahiliye arasında pek de fark olmadığını gözler önüne sermektedir.). Hz. Peygamber İslam i tebliğle görevlendirilince, sadece şirk, küfür ve inkâr gibi inanç esaslarıyla ilgili sapkınlıkları ortadan kaldırmakla yetinmiyor, aynı şekilde o zaman toplumda mevcut her türlü yanlış ve haksız sosyal kavram ve telakkilere karşı da mücadele ediyordu. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber, ilk İslam neslini yetiştirir­ ken, onlara İslam’ın inanç esaslarını telkin edip, kafalarına ve kalplerine yerleştirmeye çalıştığı kadar, onları İslam öncesinde mevcut birtakım yanlış toplumsal telakkilerden de kurtarmaya çalışıyor, onlara bu konuda İslam’ın görüşünü anlatıyordu. Gerçi İslam’ın gelişiyle, bu dini kabul eden herkes “M üminler ancak ve ancak birbirlerinin kardeşidir,” (49. Hucurât, 10) aye­ tiyle kardeş sayılmış, ayrıca Hz. Peygamber, hicretten sonra M u­ hacir ile Ensar, yani Mekkeli ve Medineli Müslümanlar arasında kardeşlik bağları tesis etmiştir. Hatta tesis edilen bu kardeşlik o kadar kuvvetli olmuştur ki, bazı Medineliler, Muhacir kardeşinin evlenmesi için eşlerinden birini boşayacak kadar eşsiz bir feragat ve kardeşlik örneği sergilemişti. Ancak, bütün bunlara rağmen çok nadir de olsa, bazı sahabilerin birbirlerinin soyu sopu ya da ırkı hakkında söz söyledikleri veya fakir olanlara biraz küçüm ser bir gözle baktıkları da oluyordu.

Aslında bir dine yeni girmiş ve o dinin mesajını tam anlamıy­ la sindirememiş birkaç kişinin bulunması normaldir. İşte, m uh­ temelen İslam öncesi cahiliye telakkilerinden tam olarak kurtu­ lamamış olan bazı Müslümanlan ikaz etmek ve onlara İslam’ın prensiplerini hatırlatmak için Hz. Peygamber bu ve benzeri söz­ leri söylemiş olmalıdır. Yoksa, bu hadiste Müslümanların birbir­ lerine karşı olan üstünlüklerinin ölçüsü olan ‘takva’ kriteri, aslın­ da Kur’an-ı Kerim’de “Allah katında en değerli ve üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır,” (49. Hucurât, 13) ayetiyle ortaya konmuştu. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in bu rivayetteki sözlerini, bu ayetten ilham alarak söylediği açıkça görülmektedir. Burada konüyla doğrudan ilgisi olmasa da, bir hususa kısa­ ca temas etm ekte yarar vardır. Hz. Peygamber’den rivayet edi­ len hadislerin gerçekten onun sözü olup olm adığının en başta gelen ölçüsü, bu hadislerin Kur’an ile uygunluk arz etmesidir. Bir hadis Kur’an ile lafzen veya manen uygunluk arz ediyorsa ve Kur’an’m esaslarıyla çatışmıyorsa o hadis gerçekten sahih olabilir. Bunun güzel bir örneği işte yorumunu yapmaya çalış­ tığımız bu rivayettir. Zira bu rivayet ‘takva’yı yegâne üstünlük ölçüsü olarak almakla, Kur’an’ın “Allah katında en değerli ve üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır,” ayetini âdeta tekrar etm iş olmaktadır. Bu rivayetle ilgili olarak üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan biri de ‘takva’ kavramıdır. Bir Müslümanm diğerinden üstün olabilmesinin yegâne ölçüsü olan bu ‘takva’ nedir? Daha önce ‘takva’ üzerinde genişçe durmuş ve ‘takva’nm sa­ dece “Allah’tan korkmak ya da din! konularda kılı kırk yarmak, şüpheli şeyleri dahi terk edeceğim diye mubah ve helal olan şey­ leri terk etm ek” anlamına gelmediğini ifade etmiştik. Bu konuda söylediklerimiz aynen bu hadisteki ‘takva’ kavramı için de geçerlidir. Gerek üstünlük ölçüsünün takva olduğunu ifade eden ayet­ te, gerek konum uz olan rivayette bahsedilen takva elbette böyle bir şey değildir. Asıl takva, Allah’ın aşılmasını yasakladığı sınır­ lan aşmamaya sıkı b ir şekilde dikkat etmek; öte yandan Allah’ın em irlerini de titizlikle yerine getirmek ve bu suretle Allah’ın inkârcılar ve isyankârlar için hazırladığı cehennem azabıyla ken­

disi arasına koruyucu bir perde koymak demektir. Takvanın asıl manası budur. Ancak takvayı mekanik bir görüşle, sadece sofu­ luk, kılı kırk yarma ya da standart Müslümanlığın ötesinde bir derece olarak anlamak, ‘takva’nm zengin anlamım büyük ölçüde daraltmak ve derinliğini ortadan kaldırmak demektir. Sonuç olarak, Müslümanlıkta yegâne üstünlük ölçüsü olan ‘takva’ Allah’ın emirlerine sıkı sıkı sanlıp yasaklarından kaçınmak­ tan başka bir şey değildir, diyebiliriz. İşte bir kimse de, Allah’ın emirlerine ne kadar sıkı yapışırsa Allah nazannda o kadar üstün olur. İslam’da bundan başka bir üstünlük ölçüsü yoktur.

AOtL GEÜR D AĞ IUM I

8-V(^53)^^yO-o-

ÂDİL GELİR DAĞILIMI

İslam’ın ahlaki değerleri çerçevesinde ekonom ik refah, cihan­ şümul kardeşlik ve sosyal adalet prensiplerinden sonra, İslam’ın dünya görüşünü ve ekonomi anlayışını belirleyen b ir başka esas da, âdil bir gelir dağılımıdır. Cihanşüm ul kardeşlik ve sosyal adalet kavramlarına bu kadar ağırlık veren İslam’ın, ekonom ik refah ve gelir dağılımı alanların­ daki eşitsizliklere rıza göstermesi elbette düşünülemez. Çünkü bu gibi eşitsizlikler, her şeyden önce, İslam’ın oluşturmak iste­ diği kardeşlik duygularına zarar verir. Bundan da öte, Kur’an’m ifadesiyle, Allah’ın bütün insanlar için yaratmış olduğu maddi kaynakların, sadece birkaç kişinin veyş kesim in tekelinde top­ lanm asını haklı gösterecek hiçbir sebep yoktur. Bu noktadan ha­ reketle İslam, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın, insan haysiyetine yaraşır bir hayat ve geçim standardına ulaşmasını sağlayacak bir gelir dağılımını gerçekleştirmek için, kendi siste­ mi içerisinde bir program geliştirmiştir. Çünkü, fertlerinin insan haysiyet ve şerefine yakışır bir hayat sürmelerini garanti altına almayan bir İslam toplumu, gerçek bir İslam toplumu denmeye layık olamaz. Zira Hz. Peygamber, bu konuya M üslümanlann dikkatlerini çekerek şöyle buyurmuştur: “Kimse komşusu aç iken kendi karnını doyurmasın”1 veya “Komşusu yanı başında aç iken, kendisi tok olarak geceleyen mümin değildir.”2 1 Ahmed b. Hanbel, el-Musned, 1. 54-55). 2 el-Hâkim en-Neysabûrt, el-Mustedrak, II. 12; aynca bkz. Kenzu'l-Ummâl, IX. 57, no: 24928, 24929).

Âdil bir gelir dağılımım sağlamak için İslam, gelirin tekrar cemiyete dağılımını esas alan bir program geliştirmiştir. Bu prog­ ram üç kısımdan oluşmaktadır: Birincisi: İşsizlerin kazançlı bir iş bulmalarına yardımcı ol­ mak ve çalışanlann gerçek haklannı almalarını sağlamaktır. İkincisi: İslam, gelirin zenginden fakire geri döndürülmesi için, zekât müessesesi üzerinde ısrarla durur. Çünkü, şahsi kabi­ liyetlerinin yetersizliği veya fizikî, zihnî ya da kendisinin elinde olmayan birtakım dış faktörlerden dolayı, karşılaştığı engeller sebebiyle, fakirlerin kendi gayretleriyle, insani bir hayat seviye­ sine erişmesi mümkün olamamaktadır. Bunun içindir ki Kur’an, servetin sadece zenginlerin ellerinde dolaşan bir gelir olmasına karşı çıkm ıştır (5 9 , Haşr, 7). Üçüncüsü: Ölen bir kimsenin malının mirasçılar arasında belli esaslarda göre taksim edilmesidir ki, bundan da maksat, cemiyette etkili ve yüksek seviyede bir gelir dağılımım sağlamaktır. İslam’ın âdil gelir dağılımı ve ekonom ik adalet kavramı, hiçbir zaman, cemiyetteki katkısına bakılmaksızın herkesin eşit gelire sahip olacağı manasına gelmez. Zira insanlar, karakter, kabili­ yet ve üreticilik bakimından farklı oldukları için, İslam bazı gelir farklılıklarına karşı çıkmaz. Bu yüzden, bütün İslam hukukçuları şu noktada birleşmişlerdir: Bir Müslüman, meşru yollardan ve kendi şahsi imkânlarıyla bir servet elde ederse, zekât, sadaka ve benzeri sosyal yardımlarla, cemiyetin refahına katkıda bulunm a­ sı onun görevidir. Böyle yaptığı sürece, diğer Müslümanlardan daha fazla servet sahibi olmasında bir sakınca yoktur. İslam’ın âdil servet dağılımı anlayışının ilk İslam nesli tarafın­ dan da, gereğince anlaşılmış olduğu, Hz. Ali’nin şu sözlerinden anlaşılmaktadır: “Allah, zenginlerin fakirlere, onlara yetecek kadar yardımda bulunmalannı farz kılmıştır. Eğer zenginler onlara yar­ dım etmez de, fakirler, aç, çıplak ve sefil bir hâle düşerlerse, Allah’ın zenginleri hesaba çekmesi ve onlara azap etmesi kesindir.”1

1

Ebû Ubeyd, el-Emvâl, (Mısır 1395/1975) s. 709, no: 1910.

İslam hukukçuları da, fakirlerin temel ihtiyaçlarının karşı­ lanmasının, genel olarak cemiyetin, özel olarak da zenginlerin görevi olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. İslam’ın ekonom ik anlayışının dördüncü ve son karakteristiği de, sosyal refah çerçevesi içerisinde, ferdî hürriyet prensibidir. İslam ’a göre insan, Allah tarafından yaratılmıştır ve yalnız D ’na boyun eğmek zorundadır. Bu ise İslam’ın hürriyet anlayışı­ nın özünü oluşturur. İnsan hür doğduğu için, İslam nazarında, hiç kimse, hatta devlet dahi, ferdin hürriyetini keyfî olarak smırlayamaz ya da baskı altına alamaz. Bu yüzden İslam, hür ve aklı başında bir ferdin, ekonom i alanındaki tasarruflarına haciz konamayacağı­ nı kabul etmiştir. Ama fert, başkalanna zarar verecek olursa, o zaman böyle bir kimsenin tasarruflarına bazı sınırlamalar geti­ rilebileceğinde, İslam hukukçuları hemfikirdir. Bu sınırlama, İslam’ın ferde tanıdığı geniş hürriyete ters gibi görünürse de, as­ lında durum böyle değildir. Zira İslam’da önemli olan toplumun bütün fertlerinin refahıdır. Ferdin hürriyeti ise, topluma zarar vermemekle sınırlıdır. Ferdin hürriyetini, diğer fertler veya cemiyet karşısında uygun bir yere oturtabilmek için İslam âlimleri, şu prensipler üzerinde fikir birliği etmişlerdir: Öncelikle cemiyetin çıkarları, fertlerin çıkarları üzerinde tutulur. İkinci olarak, zaran önlem ek ve faydayı sağlamak İslam’ın hedeflerinden biri ise de, zararın önlenmesi faydadan önce gelir. Üçüncü olarak da, daha büyük bir zararı önlem ek için, küçük zararlara katlanılır. Yani küçük bir fayda veya çıkar için, daha büyük bir fayda feda edilmez. O hâlde netice olarak diyebiliriz ki, İslam’ın ahlaki sınırla­ rı içerisinde ferdin hürriyeti, cemiyetin daha büyük çıkarlarıyla çatışmadığı ve başkalarına zarar vermediği sürece koruma altın­ dadır. Bu çerçeve içerisinde, bir Müslümanm kazanabileceği ser­ vet için de -serm ayenin belli ellerde tekelleşmesi ve zengin-fakir tabakalar arasında ciddi ekonom ik bir uçurum un söz konusu olması h a riç- bir sınırlama söz konusu değildir.

‘EKONOMİ'YE MÜ5LÜMANCA BAKMAK

İslam ’da ruhbanlığın olmadığım daha önce ifade etmiştik. Bu ise, bazılannın İslam’a yakıştırmaya çalıştıkları ‘bir lokma bir hırka’ felsefesine İslam’da yer olmadığını gösterir. Çünkü İslam, dünya nimetlerim veya kısaca dünyayı terk etmeyi Müslümanlardan istememektedir. Aksine İslam’ın hayata bakışı son derece müspettir. Yine İslam, insana doğuştan günahkâr olarak da bak­ maz. Aksine Allah Kur’an’da, insanın yeryüzünde ‘halife’ olduğu­ nu, dünyada ve kâinattaki her şeyi insan için yarattığını açıkla­ mıştır (2. Bakara, 30). Dahası bir başka ayette “Ey Muhammed, de ki: Allah’ın kullan için (yaratıp) çıkardığı zinet(ler)i ve temiz nzıkları kim haram kılabilir?” (7. Arâf, 32) denilerek, dünya n i­ metlerini terk edip, ruhbanca yaşamanın İslam’la bir ilgisinin ol­ madığı açıkça gözler önüne serilmiş bulunmaktadır. O hâlde İslam’a göre fazilet, Allah’ın nimetlerini, yani dün­ yayı terk etmekte değil, insanlığın refah ve saadeti için, İslam’ın çizdiği sınırlar ve koyduğu değer ölçüleri içerisinde, bu nim et­ lerden istifade etmektir. Fazilet esasına dayalı bir hayat için, İslam’ın yaymaya çalıştığı değer hüküm leri, beşer faaliyetinin her sahasına şamildir. İslam’a göre insan hayatında sırf dünyevi denilebilecek bir kesim söz k o­ nusu değildir. Ekonom i de dahil, her alandaki çalışmalar, İslam ’ın değer hükümleri ve hedefleri ile uyum içerisinde olduğu sürece dinî bir karakter kazanır. İşte İslam’ın ekonom ik sistem inin yapı­ sını belirleyen de bu değerler ve hedeflerdir. Bu sebeple, İslam’ın dünya görüşünün bir bölümünü oluşturan, onun kendine has

'E KO NO M İ'Y E M Ü SIÜ M A N C A BAKMAK

-o-G\a+(Î57)*â'D-o—

ekonom ik sistemini iyi anlayabilmek için, bu değerleri ve hedef­ leri iyi kavramak lazımdır. Bu değer ve hedefler ise şunlardır: İslam’ın ahlaki değerleri içerisinde ekonom ik refah, cihanşümul kardeşlik ve adalet, âdil bir gelir dağılımı, sosyal refah kavramı içerisinde ferdî hürriyet. İşte bir bütün oluşturan bu hedefler ve değerler, İslam’ın dünyaya bakışını ve ekonom ik anlayışını diğer sistemlerden ayıran en belirgin özelliklerdir. Şimdi bu hedefleri biraz daha yakından inceleyelim: İslam’ın ahlaki değer hükümlerini ihlal etm emek kaydıyla, Allah’ın helal kıldığı temiz dünya nimetlerinden faydalanmak ve toplumun ekonom ik refahını sağlamak, Kur’an’m ekonom i alanındaki m esajının özünü oluşturur: “Ey insanlar! Yeryüzün­ de bulunan (gıda)lann güzel, temiz ve helal olanlarından yiyin, fakat (aslâ) şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin apaçık düşmanm ızdır” (2. Bakara, 168). İslam, Müslümanları Allah’ın nim etlerini terk etmeye değil, onlardan faydalanmaya teşvik eder ve tabii kaynakların sorumsuzca tüketilmesi ve tabiatın tahribi gibi bir ‘israf’a yol açmamak kaydıyla İslam cemiyetinin maddi büyümesi ve gelişmesi için herhangi bir sınır da koymaz. Aksi­ ne maddi refah için gayret gösterip mücadele etmeyi bir fazilet sayar. Bu hususu Kur’an şöyle ifade eder: “...Namaz bitince yer­ yüzüne dağılın ve Allah’ın nimetlerini arayın” (62. Cum ’a, 10). Kur’an’m bu anlayışına paralel olarak İslam Peygamberi’nin de Müslümanlara şöyle seslendiği rivayet edilmektedir: “Şayet Al­ lah, kazanç hususunda size bir fırsat bahşederse, o fırsat sona erinceye veya o işten hoşlanmaz oluncaya kadar, o kimse bu fır­ satı terk etm esin.”' Diğer bir rivayette de şöyle buyurmaktadır: “Bir Müslüman bir ağaç diker veya bir tarlayı eker de, bir insan veya hayvan bunlardan yerse, bu onun için sadaka yerine geçer (ve bundan dolayı ona sevap yazılır).”2 İslam daha da ileri gider ve Müslümanlan tabiata hâkim ol­ maya teşvik eder; fakat Batı’nın yaptığı gibi dünyayı ‘söm ürüle­

1 Sunen-i İbn Mâce, 12, et-Ticârat, 4, hadis no: 2148 (11. 726-727). 2 Fethu’I-Bârt, X. 438, hadis no: 6012 (Sahih-i Buhârî, 78, el-Edeb, 27).

cek, işkence edilecek’ bir nesne gibi görme anlayışını reddeder. Çünkü Kur’an’a göre yeryüzünde ve gökyüzündeki her türlü kaynaklar insanın onlan yok etmesi için değil onlardan yarar­ lanması için hizmetine âmâde kılınmıştır (45. Câsiye, 13; 31. Lokman, 20). Buna bakarak bir kimse, uygun bir şekilde yüksek bir gelişme hızına ulaşmanın İslam toplumunun ekonom ik h e­ deflerinden biri olduğu neticesine varabilir. Çünkü bu, Allah’ın insanların hizmetine âmâde kıldığı nimetleri kullanm ak için, ekonom i ve teknoloji alanında sürekli bir araştırma ve geliştirme çabası içerisinde bulunm ak demektir. İslam’ın ekonom ik refah üzerinde bu kadar ısrarla durması, onun m esajının özünden kaynaklanır. Zira İslam, Allah tarafın­ dan insanlığa rahmet olması için gönderilmiştir ve İslam, hayatı daha zengin ve yaşanmaya değer hâle getirmeyi hedefler, daha fakir ve meşakkatlerle dolu yapmayı değil... Nitekim Kur’an’ııj şu ayetleri bu hususa işaret etmektedir: “Allah, sizin için kolaylık diler, zorluk değil” (2. Bakara, 185). “Allah, sizi zora koşmak istemez, aksine sizi arındırmak ve şükretmeniz için size olan nimetini tamamlamak ister” (5. Mâ’ide, 6). Bu ayetlerden hareketle İslam hukukçuları, insanların ih ti­ yaçlarının yerine getirilmesinin ve onların sıkıntı ve zorluklar­ dan kurtarılm asının, İslam’ın temel hedefi olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Nitekim İslam hukukçularına göre İslam, şu hususların korunm asını teminat altına alır: Dinin/imanın k o ­ runması, hayatın korunması, akim korunması, neslin korunm a­ sı, malın korunması. Ancak şunu tekrar belirtm ek gerekir ki, M üslüm anın dün­ ya hayatına olan ilgisi, ekonom i alanındaki faaliyetleri, İslam ’ın koyduğu sınırlar ve hedefler çerçevesinde olacak ve kesinlikle gayrimeşru yollara başvurmayacak, tabii kaynakların israfı da­ hil h içbir alanda israfa kaçmayacak, -B a tı’nın tem el felsefesinin a k sin e- tüketm ek için üretm eyecek, sadece ihtiyaç nispetinde üretecek, başkalarını istism ar etm eyecek ve haksızlığa başvur­ mayacaktır. Zira İslam aynı zamanda hayatı maddi olsun m a-

BCO NO M İ'YE M Ü SLÜM AN C A BAKMAK

—«K?vs^S)fa/o«—

nevi olsun, temiz, saf, pak ve nezih bir hâle getirmeyi de h e­ deflem ektedir ve bu yüzden Kur’an, M üslümam, bu gibi yanlış yollara tevessül etm enin doğuracağı tehlikelere karşı uyarmak için şöyle buyurmuştur: Namaz sona erince yeryüzüne dağılın, Allah’ın nimetlerini arayın, Allah’ı da çok anın ki kurtuluşa eresiniz” (6 2 . Cum ’a, 10). İslam âlimleri bu ayette geçen ‘Allah’ı çok anma’nm, bir kim se­ nin vaktinin çoğunu namazla veya teşbih ve dualarla geçirm e­ si demek olmadığım, bunun manasının, İslam’ın prensiplerine bağlı kalarak, ahlaki mesuliyetini müdrik bir şekilde yaşamak, sadece meşru yollardan kazanmak ve gayrimeşru yollara asla sapmamak, ayrıca maddi im kânlann kendisine Allah tarafından emanet olarak verildiğini ve bunların hesabını Allah’a vereceğim unutm amak suretiyle ahlaki ve faziletli bir hayat sürmek manası­ na geldiğini söylemişlerdir.1 Ekonom ik faaliyetler alanında değerlerin korkunç bir eroz­ yona uğradığı, toplumun hem de -siv il kesim olsun bürokrasi kesimi olsun ya da siyaset kesimi o lsu n - seçkinler tabakası tara­ fından rüşvet, haksız kazanç, emek sömürüsü, zimmete para ge­ çirm e, gasp, hile, dolandırıcılık, spekülatif kazançlar, kaçakçılık ve nihayet halkımızın ‘hortumlama’ adını taktığı yollarla kanını emdiği günümüzde daha da anlamlı hâle gelen Kur’a n in şu uya­ rısıyla bahsi bitirelim: “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz de bilip dururken, insanların birtakım mallarını, gayrimeşru yollar­ la yiyebilmek için, bir kısmını yönetici ve hâkimlere (hukkam) rüşvet olarak vermeyin” (2. Bakara, 188).

1

Mesela burada kastedilenin, alışveriş vb. faaliyetler esnasında Allah’ı hatırlamak olduğuna dair bir yorum için bkz. İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur'âni'l-Azîm, Dâru’lMa’rife, Beyrut 1 9 8 7 !, IV. 392.

‘DÜNYA HAYATI’Nl ANLAMLANDIRMAK

İslam ’ın dünyaya bakışı son derece müspettir. Ahlaki pren­ sipleri ve hedefleri ile kayıtlı olmak şartıyla, M üslüm anlann mümkün olan en yüksek büyüme hızına ulaşmasını bizzat İs­ lam istemektedir. Bir lokma bir hırka felsefesine gelince, -H z. İsa efendimizin “bilinçli fakirlik” anlayışı veya günümüzdeki “günüllü sadelik” anlayışı amacına yönelik olması h a riç - bunun asla İslam’la bir ilgisi yoktur. Bu husus böylece anlaşıldıktan sonra, Kur’an’da ve hadis rivayetlerinde geçen ve dünyayı ve dünya nim etlerini değersiz gösteren, kötüleyen ifadeleri anlamak zor olfnayacaktır. Mesela Kur’an’da: “De ki: Dünya nimetlerinin kıymeti azdır. Ahiret ise, Allah’a karşı gelmekten sakınan için daha hayırlıdır.” (4. Nisâ’, 7 7 ); “Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat, ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilselerdi.” (2 9 . Ankebût, 6 4 ); “Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, bir oyalanma, bir süs ve birbirinize karşı övünme ve daha çok çocuk ve mal edinmekten ibarettir. Dünya hayatı insanı aldatıcı şeylerden baş­ ka bir şey değildir.” (57. Hadîd, 20) gibi ayetler, öte yandan da şu meâlde hadis rivayetleri bulunmaktadır: “Bu dünyada bir yabancı veya bir yolcu gibi ol ve kendini kabirdekilerden biri gibi kabul et.”1

1

İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, XI. 233, hadis no: 6416 (Sahîh-i Buhâtî, 81, er-Rikâk, 3); Sünen-i T im izi, 37. ez-Zuhd, 25; hadis no: 2333 (IV 567-568); Sünen-i İbn Mâce, 37, ez-Zuhd, 3, hadis no: 4114 (II. 1378).

“Vallahi ahirete nispetle dünyanın kıymeti, ancak parmağını okyanusa batıran bir kimsenin parmağına bulaşan su kadardır.”1 “Benimle dünyanın durumu, binekle yolculuk eden ve bulduğu bir gölgede gölgelendikten sonra orayı terk eden birine benzer.”2 İşte bu ve benzeri birtakım ayetlerin ve rivayetlerin dünyaya mesafeli yaklaşması, hatta bir ölçüde dünyayı hakir görmesi, asla mutlak manada değildir. Buradaki küçümseme ve dünyayı de­ ğersiz gösterme, İslam’ın manevi değerlerine nispetledir. Yani bu gibi ayetlerde ve rivayetlerde kötülenen dünya nim etleri, İslam’ın prensipleri ve değer hükümleri çiğnenerek kazanılan nimetler­ dir. Yoksa dünyayı kazanmak için dininin em irlerini ve yasakla­ rını çiğnemeyen, İslami prensipler çerçevesinde dünyasını kaza­ nan birinin, elde ettiği nimetleri terk etmesinde bir fazilet yoktur. Zira bir rivayette, Hz. Peygamber’e zenginlikten bahsedildiğinde “Allah’ın yasaklanndan sakınanlar için zenginlikte b ir mahzur yoktur,” buyurmuştur.3 Fakat insanın maddi menfaatleriyle İslam’ın diğer hüküm leri arasında b ir çatışma söz konusu olursa, o takdirde bir Müslü­ man, az da olsa meşru yoldan elde edeceği kazanca kanaat etm e­ lidir. Zira bu konuda Kur’an ona şöyle seslenmektedir: “De ki: Haram ile helal bir değildir, haram şeylerin çokluğu senin hoşu­ na gitse bile! Ey akıl sahipleri, Allah’a karşı gelm ekten sakının ki kurtuluşa eresiniz” (5. Mâ’ide, 100). O hâlde, İslam’ın değer hükümlerine, dünya nim etlerinden daha fazla değer veren bir kimse, ahiret için dünyayı feda etm ek­ te tereddüt etmez. Zira Peygamber’inin bir rivayette ona şöyle dediğini hatırlar: “Dünyayı seven ahiretine zarar verir, ahiretini seven ise dünyasından fedakârlık eder. O hâlde ebedî olanı, ge­ çici olana tercih et.”4 İslam’ın madde ile mana, dünya ile ahiret arasında nasıl bir denge kurmaya çalıştığım, bunun için M üslümanlan maddi re­ 1

Sahth-i Müslim, 51. el-Cenne ve Sıfâtu Nalmihâ, 13, hadis no: 55 (2858) (IV.

2 3 4

2193). Sunen-i tbn Mâce, 37, ez-Zuhd, 3, hadis no: 4109 (II. 1376). Sunen-i ibn Mâce, 12, et-Ticârat, 1, hadis no: 2141 (II. 724). Ahmed b. Hanbel, el-Musned, IV 412

fahı sağlamak için çaba harcamaya, ama aynı zamanda bu çabayı manevi bir temele oturtmaya teşvik ettiğini gördük. Bu dengeye Kur’an’daki şu ayette işaret edilmektedir: “Milleti Kârûn’a: ‘Bö­ bürlenm e, zira Allah böbürlenenleri asla sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu kazanmaya çalış, ama dünyadan da nasibini unutma. Nasıl Allah sana iyilik ettiyse, sen de iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışma, zira Allah boz­ guncuları asla sevmez,’ demişlerdi” (28. Kasas, 77). Bir rivayete göre İslam Peygamberi’nin bu dengeye şöyle işa­ ret ettiği ifade edilmektedir: “Müslümanlann en hayırlısı, dünya işleriyle ilgilendiği gibi ahiret işleriyle de ilgilenendir.”1 İşte hayatın hem maddi hem manevi, her iki yönüne de aynı önem i vermek, gerek İslam’ın dünyaya bakışım , gerekse onun ekonom ik sistemini diğer bütün sistemlerden ayıran temel özel­ liktir. Bu sistemde, madde ile mana, dünya ile ahiret birbiriyle 0 kadar ahenkli ve uyumlu bir hâle getirilmiştir ki, oluşan bu iki tarailı güç, gerçekten insanlığın refahına hizm et edecek eşsiz bir potansiyel denmeye layıktır. Hayatın bu iki yönünden birinin ihmali ise, insanlığın gerçek refaha ulaşması önünde ciddi bir engel teşkil eder. İslami değerleri - k i bunlar aynı zamanda bütün insanlığın yararına olan prensiplerdir- bir yana bırakıp, sadece maddi refahın yeterli olduğunu telkin eden bir hayat felsefesi veya ekonom ik sistem, beraberinde ahlaki ve sosyal rahatsızlık­ lar ve hastalıklar, haksızlıklar, çeşitli suçlar, alkolizm, evlilik dışı ilişkiler, boşanma, depresyon, intihar ve benzeri gibi, fertlerin ve toplum un hayatında iç huzurun olmadığını gösteren pek çok problemi de getirecektir ve bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Nitekim başta gelişmiş ülkeler olmak üzere, bütün dünya ülkelerinde, bu hususu doğrulayan pek çok örneğin her gün binlercesinin, milyonlarcasımn yaşanmakta olduğu bilm en bir gerçektir. Ûte yandan, şayet hayatın sadece manevi yönüne önem ve­ rilseydi, o takdirde insanlar, hayatı, pratik ve gerçekçi olm ak­ tan uzak bulur ve madde ile mana arasında bir çatışm a ve ikilik

1

Sunen-ı İbn Mâce, 12, et-Ticârat, 2, hadis no: 2143 (II. 725). Hadisin isnadı teferrüd sebebiyle problemlidir.

’OÜNYA HAYATI'SI ANLAM LAND IRM AK

—o-GsS-V^^-S^t)-»—

ortaya çıkar, bu da neticede, insanlığın bütün değerlerinin tah ­ ribine yol açardı. Madde ile mana, dünya ile ahiret, ahlak ile teknik gelişme arasında İslam’ın gerçekleştirmeye çalıştığı bu sentez, ahlak dışı veya ahlaka bigâne kalan diğer ekonom ik sistemlerde bulunm a­ yan son derece önemli bir unsurdur. Bugün, günümüzün şu veya h u ekonom ik görüşünü, modelini veya felsefesini benim seyen ilerlemiş ülkelerinin hayat standartlarının ve ekonom ik büyüme ve gelişmelerinin yüksek oranlarda olduğu, etkili bir üretim faa­ liyetini gerçekleştirdikleri inkâr edilemez. Fakat şu veya bu eko­ nom ik sistemin ya da şu veya bu dünya görüşünün ihmal ettiği bir şey vardır ki, o da insanın şahsiyetinin ve manevi ihtiyaçla­ rının tatminidir. Ancak maddi ilerlemeyi sağladığı kadar, insa­ nın manevi ihtiyaçlarını da tatmin edebilen bir sistem, insanlığı gerçek saadete ulaştırabilir ki, İslam dışında böyle bir sistemin varlığı bilinmemektedir. İşte İslam’ın bugün, gittikçe artan bir önem ve değer kazanmasının sebebi de budur.

‘DÜNYA’NIN ALDATICILIĞINA KAPILMAMAK

Rivayete göre, bir gün Rasulullah (sav.), Hz. Ö m er’in oğlu Abdullah’ın iki omzundan tutar ve ona nasihatte bulunur: “D ün­ yada sanki bir yabancı ya da yolcu gibi ol!" Hz. Peygamber’in nasihatini benliğine sindirmiş olan Abdullâh b. Ö m er’in aldığı bu nasihat uyannca şöyle dediği nakledilir: “Akşam olunca sabaha çıkmayı bekleme, sabah olunca da akşa­ ma çıkmayı beklem e, sağlığın yerinde iken, hastalanınca yapa­ mayacağın şeyleri; sağ iken de, öldükten sonra yapamayacağın şeyleri yap.”1 Hem vereceği nasihatin önemini vurgulamak, hem de ona yakınlık göstermiş olmak için İbn Ö m er’in omuzlarından tutan Hz. Peygamber’in ona verdiği bu nasihatin manası üzerinde iyice durup düşünmek gerekir. Vatanından uzak olan yabancı bir kimse, bu süre içerisinde geçici olarak kalacağı bir yer arar. Çünkü bulunduğu yerde de­ vamlı kalacak değildir. Böyle bir kimse daima vatanını özler ve ona dönm ek için hazırlık yapar. Sadece yapması gerekli olan iş­ leri yapar ve kendisini bir an önce vatana dönm ekten alıkoyacak şeylerle vakit geçirmez. Yolcu da böyledir. Bir yerde uzun süre durmaz, devamlı yol almak ve bir an önce menziline ulaşmak ister 1

Bkz. Fethuî-Bdri, XI. 233, hadis no: 6416 (Sahth-i Buhârî, 81, er-Rikâk, 3); Sunen-i Tırmizl, 37, ez-Zuhd, 25, hadis no: 2333 (IV 567-568).

’DÜ N Y A'N IN AlD A TtC IU Ö N A KAPU M A M A K

— o-G\s^(Q)y4i^>«—

Hz. Peygamber’in bu rivayette vermiş olduğu nasihatten maksadı, Müslümanın dünyaya bakış açısını belirleyen bir ölçü vermek istemesidir. Verilmek istenen bu ölçü nedir? İlk bakışta rivayetin dünyayı terk edip, dünya nimetlerinden el etek çek­ meyi bize ölçü olarak verdiği sanılabilir. Ancak, bunun doğru olamayacağını hemen ifade edelim. Elbette Hz. Peygamber’in Müslümanlardan, kendilerini dünyada bir yabancı veya yol­ cu gibi görmelerini istediği, rivayetten anlaşılmaktadır. Ancak, unutulmam alıdır ki, Müslüman her şeyden önce bu dünyada ya­ şamaktadır ve bu bir gerçektir. O hâlde Müslümanın dünya ile ilgilenmesi kaçınılmazdır. Fakat önemli olan husus, insanın bu dünyada gerçekten bir yolculuk yaptığıdır. İnsan her saat, her an ve her nefes alıp verişte farkında olarak veya olmayarak belli bir sona doğru yaklaşan bir yolculuk içerisinde bulunmaktadır. Yani insan bu dünyaya gelmiş ve kendisinin esas vatanı ve varacağı nihai nokta olan ahirete doğru yol almaktadır. Her an alıp verdiği nefeslerle hayatının bir kısmını geride bırakmakta, böylece ahi­ rete doğru yaptığı yolculukta belli bir mesafe katetmektedir. İnsanın dünyadaki durumu bu olunca, yapılması gereken en doğru iş ne olmalıdır? İlk akla gelen birçok yolculukta olduğu gibi, bu yolculuk için de bir rehber, bir yol gösterici bulmaktır. Ü nce bu yolculuğu yaparken ne yöne, nereye gideceğimizi iyi bilm em iz gerekir. Bunun için de ilk yapılacak iş, bu yolculukta iyi bir rehber, iyi bir yol gösterici bulmaktır. Ancak bu, herhangi bir rehber olmamalıdır. Bulunacak rehberin son derece güvenilir ve doğru yolu iyi bilen bir rehber olması gerekir İnsan, hemen kendi aklını rehber edinebileceğini düşünebilir; ancak, aklın her zaman doğru yolu bulabileceği garanti edilemez. Rehber seçi­ minde insanın bir yardımcıya ihtiyacı olduğu muhakkaktır. İşte bu konuda bize yardımlarını esirgemeyen, bize lütufkâr davra­ nan, yarattığı insanı en iyi bilen Allah, akıl yanında, ona doğru yolu gösterecek bir rehber vermeyi de ihmal etmemiştir. Bu reh­ b er insanlığın başlangıcından beri insanlara gönderilen ve hep aynı doğru yolu gösteren ‘Vahiy’ler, yani kutsal kitaplar ile bu kitaplan insanlara ulaştıran peygamberlerdir. Geçmişte insanla­ ra yol göstermek için pek çok rehber, yani peygamber gelmiş,

onlar görevlerini en iyi şekilde başararak misyonlarını tamamla­ mışlardır. Bu rehberler zincirinin son halkası da Kur’an ve onu bizlere tebliğ eden Hz. Peygamber’dir. Ondan sonra artık hiçbir kitap veya peygamber gönderilmeyecektir. Bu sebeple kıyame­ te kadar gelecek bütün insanlığın doğru yolu bulabilmesi için başvuracakları yegâne rehber, Kur’an ve Kur’an’m tebliğcisi Hz. M uhammed’in (sav.) modeli/Sünneti’dir. Böylece bu dünyadaki yolculuğumuz için peşinden gide­ ceğimiz rehberin Kur’an ve Hz. Peygamber olduğunu anlamış oluyoruz. Ancak, yolculuğun sağ salim gerçekleşmesi ve istenen noktaya varılabilmesi için gerekli başka bir husus daha vardır ki, o da yol azığıdır. Bu uhrevi yolculuğun azığı ise sağlıklı ve sağlam bir imandır. Nasıl ki yolculuğa, hele zor, yorucu ve uzun bir yolculuğa çıkan biri için yolda yemek için azık tedarik etmek zorunlu ise, aynı şekilde bu dünyadan ahirete doğru yol alan bir insan da azık tedarik etmek zorundadır. Bu yapılmazsa insanın hedefine varmadan yarı yolda helak olması mukadder olur. Yolculukta gerekli olan diğer bir husus da binektir, vasıtadır. Binek/vasıta olmadan yaya olarak uzun ve güçlüklerle dolu bir yolu katedip hedefe varmak çok zordur. Onun için insanın bir de bineğe/vasıtaya ihtiyacı vardır. Bu binek/vasıta da salih amel, yani İslam’a, Allah’ın iradesine uygun davranış ve fiillerdir, hayırlı iş­ lerdir. Bunlar, ahiret yolculuğunda insanın kullanacağı bineğidir. Bu binek ne kadar güçlü, kuvvetli olursa yolculuğun tam amlan­ ma şansı o kadar fazla olur. Böyle olunca, insan Allah’ın iradesine ve rızasına uygun fiilleri işlemede ne kadar başarılı olursa, İslam’ı ne kadar yaşar, hayatım İslam’ın ilkelerine göre düzenlerse, o de­ rece güçlü ve kuvvetli bir bineğe sahip olmuş olur. Böylesine uzun ve güç bir yolculukta zayıf ve cılız bir binek edinm ek, ne kadar yanlış bir hareket ise, ahiret yolculuğunda az bir amel ve hayır işlemekle hedefe varmayı düşünmek de yanlıştır. Bu se­ bepledir ki Müslümanların ahiret yolculuğu için güçlü binekler/ vasıtalar edinmeleri, yani İslam’a uygun fiilleri çoğaltmaya çalış­ maları gerektiği aşikârdır. İşte İbn Ömer “Akşam olunca sabaha, sabah olunca da akşama çıkmayı bekleme. Sağlığın yerinde iken, hastalanınca yapamayacağın şeyleri, sağ iken de öldükten sonra

'DÜNYA'N tN ALDATICILIĞINA KAPILMAMAK

----o-C^a^(Î67)İ~QyD-o---

yapamayacağın şeyleri yap,” sözleri ile bu hususun farkında ol­ duğunu ortaya koymuştur. Akıllı insan, rehberi, azığı ve bineği/vasıtası olmadan yola çıkmayı düşünmez. O hâlde bizler de kendimizi aklı başında in ­ sanlar olarak kabul ediyorsak, ahiret yolculuğumuz için bir reh­ ber bulm ak, ayrıca azık ve binek tedarik etmek zorunda olduğu­ muzu da bilmemiz gerekir. İşte Müslüman için gerekli bu rehber, Kur’an’dır, Hz. Peygamber’dir. Azığı sağlam bir iman, bineği de Allah’ın iradesine uygun olarak işleyeceği salih amellerdir.

ESKİMEZ YENİ H2. KYGAMftEft'frJ SÜNNETİ

— oo—

TEVEKKÜL TEMBELLİK DEMEK DEĞİLDİR

İslam’da tevekkülün, asla tembellik, atalet ve m iskinlik anla­ mına gelmediğini, bu tür bir anlayışın kabahatinin İslam dinine değil, bu dini yanlış anlayan bazı Müslümanlara yüklenebilece­ ğini, dolayısıyla İslam’ın tevekkül anlayışının tem bellik ve atalete teşvik etm ek şöyle dursun, tam aksine, Allah’ın kaderi demek olan takdirine ve kâinata hâkim olan kanunlara dayanarak, ça ­ lışmaya, dünyayı Allah’ın istediği istikamette imar etmeye teşvik ettiğini kesin olarak söyleyebiliriz. Buna ek olarak, İslam’da d i­ lenciliğe, bir ‘bir lokma bir hırka’ felsefesine, atalet, tem bellik ve miskinliğe yer olmadığını Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadis de açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Sizden birinizin ipini, urganını alarak, bir sırt odun toplayıp onu satması ve bu suretle Allah’ın onun haysiyetini koruması, vermeleri de vermemeleri de m üm kün olan insanlardan bir şey istemesinden hayırlıdır.”1 Her fırsatta İslam’ın tevekkül ve kadercilik anlayışının yıkılma­ sı gereğinden dem vuranlara sormak gerekir: Kur’an’m pek çok ayetinde Müslümanlar çalışmaya, Allah’ın insanlar için yarattığı sayısız dünya nimetlerinden yararlanmanın yollannı aramaya, kazanmaya ve kazandığını Allah yolunda harcamaya teşvik edil­ mektedir. Öte yandan bu ilahi kitabın ilk uygulayıcısı olan Hz. Peygamber, konumuz olan rivayette de görüldüğü üzere çahşma1

Fethu’l-Bârl, hadis no: 1471, 1472,111. 335 (Sahîh-i Buhârî, 24, ez-Zekât, 50).

yı dilenmeye kesin olarak tercih etmekte ve Müslümanlara ısrar­ la çalışmalannı tavsiye etmektedir. Artık bütün bunlardan sonra İslam’ın kadercilik anlayışının bizim geri kalışımızın yegâne sebebi olduğunu iddia etmeye bilmem imkân var mıdır? Bugün İslam dünyasının geri kalmışlığının sorumlusu olarak mutlaka bir suçlu bulmak gerekiyorsa, bunu İslam’da ve İslam ’ın inanç esaslarında değil, bu dinin tam olarak ve doğru b ir şekil­ de öğrenilip öğretilmesine yardımcı olmayan, hatta çoğu zaman buna karşı çıkanlarda aramak icap eder. Zira İslam dini, kendisi­ nin de şiddetle reddettiği sakat bir kadercilik anlayışından dolayı asla suçlanamaz. İslam ülkelerinde hâkim olan yanlış bir kader anlayışının asla İslam’a mal edilemeyeceğini bizzat Kur’an-ı Kerim ve pek çok hadis rivayeti açıkça gösterdiği gibi, tarih! gerçekler de, sağlam ve doğru bir İslam anlayışının gerilemeye değil, hızlı bir ilerle­ meye yol açtığını kesin bir şekilde ortaya koymaktadır. İki asır­ dan daha kısa bir zamanda üç kıtaya yayılan bir İslam devleti kuran, sönm ek üzere olan İslam öncesi medeniyetleri de kendi bünyesinde bir senteze tâbi tutarak tekrar dirilten, ilim ve tek­ nikte zamanının baş döndürücü keşif ve icatlannı gerçekleştiren Müslümanların kaderci olduklan elbette söylenemez. Müslü­ manların 14 asırlık tarihleri boyunca fikir, ilim, sanat, teknik ve mimari gibi, medeniyetin her alanında gerçekleştirdikleri çalış­ malar bugün bile hâlâ gözler önündedir. Elbette bu eşsiz İslam medeniyeti tembellikle, atalet ve miskinlikle gerçekleştirilmiş olamaz. O hâlde İslam dininin ve bu dinin kader inancı da dahil, çeşitli inanç esaslarının geriliğin, fakirliğin ve tembelliğin yegâne sorumlusu gibi gösterilmesinin doğru olmadığı da son derece açıktır. Bir başka ifadeyle olan bitenlerden sorumlu olan ‘din’ değil, din adına Cebriye mezhebini kadercilik etiketiyle İslam dünyasında yaygınlaştıranlardır. Bugün İslam dünyası geri kalmışsa, bu Ö2ellikle son asırlarda -d iğ er pek çok dış sebep yanında- Müslümanlann İslam i yete­ rince ve doğru bir şekilde anlayamamalanndan, kaderi Allah’ın evrendeki düzeni ve takdiri değil de, Cebriyecilik şeklinde yanlış yorumlamalarından, tevekkülü de esbaba tevessül etm eden her

şeyi Allah’tan hazır beklem ek şeklinde yanlış anlamalarından do­ layıdır. Bir başka ifadeyle İslam’ın çalışma, doğruluk, ciddiyet, ehliyet ve benzeri prensiplerinden uzaklaşmalarından dolayıdır. Onların bu geri kalmışlıklarının sebebini daha da özlü bir şekil­ de İslam’dan ve her şeyde Allah’ın iradesini esas alm ak demek olan tevhid anlayışından uzaklaşmak şeklinde ifade edebiliriz. Müslümanlar İslam’a ve İslam’ın tevhid anlayışına sıkı sıkı sarıldıkları sürece, her alanda büyük gelişmeler kaydetmişlerdir. İslam tarihinde ekonom ik gelişmenin öyle boyutlara vardığı de­ virler olmuştur ki, zekât ve sadaka verecek fakir bir Müslüman bulm ak bir mesele olmuştur. Müslümanların tarih boyunca eko­ nom ik gelişme ve sosyal adalet alanlarında gerçekleştirdikleri ile başka medeniyetlerin gerçekleştirdikleri mukayese edilecek olursa, İslam’ın gerçek kader anlayışının asla geri kalmışlığın se­ bebi olamayacağı görülür. Müslümanlar, bir bütün olarak İslam medeniyetini, işte Hz. Peygamber’in, dağdan odun toplayıp satmayı dilenm ekten üstün gören bu zihniyeti onlara aşılamış olması sayesinde kurabilm iş­ tir. Müslümanların ilerledikleri devirlerde, Hz. Peygamber’in tel­ kin ettiği bu anlayış, daima diri ve canlı kalmıştır. Bu anlayışın izlerini, bazı İslam âlimlerinin yazdıkları eserlerde de görmek mümkündür. Onlar çeşitli eserlerde, çalışmaya, ziraat, zanaat ve ticaret alanlarına önem vermeye, kazanmaya ve kazandığından Allah yolunda harcamaya dair konularda kalem oynatmışlar, bu suretle Müslümanları atalet ve tembellik ile bunun tabii sonucu olan geri kalmışlıktan korumaya çalışmışlardır. Onlar bu konuya o kadar önem vermişlerdir ki, çalışma ve kazanç temininin faziletine ve gerekliliğine, bunun din! bir görev olduğuna dair müstakil eserler bile vermişlerdir. Bu tür eserlere örnek olarak Muhammed b. Abdurrahmân el-Vassâbî adlı, Hicrî 7 82 yılında vefat etmiş olan bir İslam âliminin el-B erak e f i fadlı’ssa’y i v e ’l-harake (Beyrut 1986) adlı eserini zikretmek isteriz. Ese­

rin adı oldukça ilgi çekicidir: Bereket, Çalışma ve H areketin y a ni Aktivitelerin Faziletindedir.

Ancak, İslam’ın gerçek kader anlayışının geri kalmışlığımıza sebep olarak ileri sürülemeyeceğini, İslam’ın çalışma ve dinamiz­

mi tasvip ve teşvik ettiğini, hatta bunu din! bir görev saydığını söylerken şu noktaya da dikkatlerinizi çekm ek isteriz: Her ne kadar İslam, çalışmaya ve kazanmaya teşvik edip, bunu dinî bir vazife sayarsa da, bu, Müslümanların maddeci bir yaklaşımla, hiçbir sınır ve değer hükmü tanımadan, sınırsız ve amaçsız veya kötü amaçla gayrimeşru bir kazanç peşinde koşa­ cakları anlamına gelmez. Unutulmamalıdır ki, her konuda oldu­ ğu gibi çalışma, kazanma, ekonomi, sosyal adalet, gelir dağılımı ve benzeri konularda da esas olan Allah’ın iradesidir. Müslüman, bütün bu alanlarda faaliyet gösterirken, attığı her adımın Allah’ın iradesine uygun olup olmadığını da düşünmek zorundadır. Zira bu onun İslam anlayışının bir gereğidir.

'BESMELE’Yİ ANLAMAK

Çoğumuza Hz. Peygamber’in şöyle dediği öğretilmiştir: “Önem li görülen herhangi bir işe, şayet besmelesiz başlanacak olursa, o iş sonuçsuz kalır, ondan bir hayır gelmez.” Her ne kadar bu hadis, temel hadis kaynaklannda sağlam isnadlarla nakledilen bir rivayet değilse de,1 daha açık bir ifadeyle Hz. Peygamber’in böyle söylediği sabit değilse de, Müslümanlar asırlardır hemen her işe besmeleyle başlamayı prensip edinmişler­ dir. Gerçekten de, namaz, Kur’an okuma, abdest alma gibi ibadet­ lerden tutun da, yeme içme, giyinip kuşanma gibi fiillere kadar her işte besmeleyle başlamak Müslümanlann âdeti olmuştur. Bu arada, Kur’an’ın ilk inen ayetinin Allah’ın adıyla okumayı emrettiğini de hatırlamak yerinde olur. Aynı şekilde Kur’an’ın her suresinin “Bismillahirrahmânirrahîm” yani, “Esirgeyen bağışla­ yan Allah’ın adıyla” mealindeki ayetle başlaması da, besm elenin bu derece yaygın bir şekilde kullanılmasına yol açm ış olmalıdır. Hâsılı, Kur’an’dan bir ayet olan “Bismillahirrahmânirrahîm” cüm lesi, Müslümanların günlük hayatlarında sık sık kullandık­ ları ve onlann hayatlannda ayn bir yeri ve önem i olan bir dua ve zikir hâlini almıştır. Bu sebeple Müslümanlar çocuklanna, küçük yaşlardan itibaren her işe besmeleyle başlama alışkanlığı kazan­ dırmaya itina göstermişlerdir. 1

Zira rivayeti bu şekliyle sadece Abdulkâdir er-Ruhâvt'nin el-Erbâln adlı eserin­ de naklettiği belirtilmektedir. Bkz. Kcnzu'l-Ummâl, I. 555, no. 2490, Suyûtî, el-Cami'u's-Sağtr, II. 92, Muhammed Derviş el-Hût, Esne’l-matâlib, s. 239, no: 1084).

Allah’ın Hz. Peygamber’e “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (96. Alak, 1) ayetiyle öğrettiği bu edep dersi, gerçekten de İslam dü­ şüncesinin en büyük prensibi olan bir noktaya işaret etm ektedir ki, o da, Allah’ın gerçek varlık olduğu ve her varlığın varlığını O ’ndan aldığı hususudur. Zira O, bütün varlıkların başlangıcıdır ve her şey O ’nun adıyla başlar, her hareket O ’nun adıyla olur. Bir işe besmeleyle başlamayı şuna benzetebiliriz: Biz gün­ lük hayatımızda bir işi, önemli bir mevkie sahip biri adına ya­ pacağımız zaman, kendimizi aradan çıkarır ve sadece o şahsın adını zikrederek: “Ben bu işi falan adına yapıyorum" deriz. İşte önem verdiğimiz, bizce değerli olan bir işe başlarken “Bismillahirrahmânirrahîm”, yani ‘Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla” diyerek besmele çektiğimizde, “Ben bunu Allah’ın emrine uyun olarak ve O ’nun için yapıyorum,” demiş oluruz. Bu suretle biz sanki, şunu demek isteriz: “Bu yaptığım iş, sadece Allah içindir, benim için değildir, yine benim yaptığım bu iş, Allah sayesindedir. Zira O bana güç ve kud­ ret vermemiş olsaydı, ben bu işi yapamazdım. O hâlde yaptığım bu işi, bizzat ben kendi adıma değil, Allah adına, Allah’ın sayesin­ de yapmış oluyorum. Allah adıyla yaptığım için de, bu işin hayırlı ve bereketli olmasmı, başanlı sonuçlar vermesini dilerim.” Yukanda zikredilen rivayet sahih olsaydı bile, bundan, Hz. Peygamber’in besmeleyi sadece bir kıymet ifade eden, insan için önem i ve değeri olan işlerde şart koştuğu, ancak önem i ve değeri olmayan işlerde besmeleyi şart koşmadığını anlamak zor değil­ se de, yine de, asırlardan beri Müslümanlar her işe besm ele ile başlama prensibini benimsem iş ve bunu bir gelenek hâline ge­ tirmişlerdir. Ancak, şunu da ifade edelim ki, her an, her yerde ve her harekette mutlaka besmele çekilmesi elbette söz konusu değildir. Zira öyle olsaydı, atılan her adım; alınan her nefes ve söylenen her söz için besmele çekm ek gerekirdi ki, bunun m akul olmadığı aşikârdır. Bir şeye besmeleyle başlamanın manası aslında yukanda anlattıklanmızdan çok daha derin ve şümullüdür. Zira bir işe başla­ madan önce söylenen “Bismillahirrahmânirrahîm” yani “Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla” sözü, sadece sevap kazanmak ya da bu

sözü söylemekle Allah’ın kudretini, kulun ise güçsüzlüğünü dile getirmiş olmak için değildir. Besmelenin aslında bundan daha derin bir manası, daha büyük bir hikmeti vardır. Bu sözün büyüklüğü, onun tevhid anlayışıyla olan ilgisinde yatmaktadır. Nitekim daha önce birçok vesileyle ‘tevhid’ anlayışının sadece Allah’ın birliğini dile getiren bir formül olmadığını, bundan da öte, bir Müslümanın düşünce, davranış ve hareketlerinde, kısacası hayatının hemen her alanında da ‘tevhid’ anlayışından söz edilebileceğini ifade etmiştik. Buna göre tevhidi de, Müslümanın hayatının her alanında Allah’ın iradesini esas alması, bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın ira­ desine uygun bir hâle getirmesi, şeklinde özetlemiştik. İşte bilhassa değeri ve önemi olan işlere besmeleyle başlanması, Müslümanın daima sahip olması gereken bu tevhid şuurunu onda sık sık uyandırmak ve bu şuurun onda devamlılığını sağlamak içindir. Zira bir Müslüman herhangi bir şeye “Esirgeyen ve bağışla­ yan Allah’ın adıyla” diyerek başladığı zaman, sadece bu sözü söy­ lemekle bütün iş bitmiş olmaz. Onun bu sözü söyledikten sonra, yapacağı işin gerçekten Allah’ın iradesine uyup uymadığı da göz önünde bulundurması ve Allah’ın iradesinin ifadesi olan, O ’nun emir ve yasaklarına uygunluğunu sağlaması da gerekir. Dolayısıyla bir Müslüman besmele çektiğinde, bu söz onda şu düşünceleri uyandırmalıdır: “Ben bu işe Allah’ın adıyla başlı­ yorum ama, yapacağım bu iş Allah’ın emir ve yasaklarına uygun mudur, değil midir?” Bu sebeptendir ki, meşru olmayan, yani Allah’ın iradesine, O ’nun emir ve yasaklarına ters düşen bir işe besmeleyle baş­ lamak diye bir şey olamaz. Çünkü böyle bir davranış aslında, Allah ile alay etmek manasına gelir. Bu yüzden, Allah’ın haram kıldığı içkiyi içerken veya kumar oynarken ya da bunlara b en ­ zer gayri İslami ve İslam’ın yasakladığı bir fiili işlerken, besmele çekm ek, aklı başında bir Müslümanın yapamayacağı bir şeydir. Hatta bundan da öte, böyle yapmak, Allah’ın emir ve yasaklarıyla âdeta alay etme manasına geldiğinden, kişinin küfre girmesine bile sebep olabilir. Besmelenin manası yukarıda izah edildiği şekilde anlaşıldığı takdirde, bunun Müslümanın hayatında ne kadar önem li bir rol

oynayabileceği ve onun düşünce ve davranışları alanında tevhid şuurunu her an uyanık tutmaya ne kadar yardımcı olacağı ko­ layca anlaşılır. İşte besmele de, böylesine derin ve geniş manası olan bir sözdür. Yoksa besmele sadece dilin ucuyla söylemekle biten bir olay değildir. O hâlde besmeleyi basit görmüş ve onun değerini azaltmış olmamak için, besmeleyi izah ettiğimiz şekilde anlamak ve besmelenin ‘tevhid’ şuurunu uyanık tutmaya yarayan bir uyan olduğunu hatırdan çıkarmamak lazımdır. Böyle olun­ ca, ailemize, çoluk çocuğumuza ve çevremizdekilere, önemli ve değerli her işe besmeleyle başlamayı telkin ve tavsiye ederken, bu hususu asla gözden uzak tutmamalı ve besm elenin bütün bu mana ve hikm etlerini de onlara anlatmalı ve öğretmeliyiz. Görüldüğü üzere İslam’da tevhid anlayışının söz konusu ol­ madığı hem en hiçbir beşerî faaliyet alanı yok gibidir. Bütün iba­ detler, emir ve yasaklar gibi besmele de, Müslümanm, hayatının her alanında tevhid şuurunu, yani Allah’ın iradesine uygun bir hayat sürme zihniyetini muhafaza etmesine yardımcı olan m ü­ kemm el bir prensiptir.

İSLAM’IN BİLGİ ve İLME BAKIŞI

İslam’ın, ilme verdiği değer bakımından diğer bütün din ve düşünce sistem lerini aştığım görmek için bizzat İslam m edeni­ yetinde gerçekleştirilenlere bakmak yeterlidir. Ayrıca İslam’da il­ min yeri ve önemi üzerine pek çok şey yazılıp söylenmiştir, hâlâ da yazılıp söylenmektedir. Bu bakımdan meselenin bu yönünü tekrar ele almak istemiyoruz. Bilakis burada, İslam -ilim ilişkisi konusunda genellikle gözden kaçırılmış olan, ancak aslında son derece önem li olan bir noktaya temas etm ek istiyoruz. Üzerinde durmak istediğimiz bu hususu da, Hz. Peygamber’e atfedilen şu rivayetin ışığı altında incelemeye çalışacağız. “Her kim Allah’ın nzasını gözeterek bilgi öğrenmek için yola çıkarsa, ona cennete giden bir kapı açılır ve m elekler kanatlarını onun için yayarlar. Göklerdeki melekler ve denizlerdeki balıklar bile onun için dua eder.”1 Bu rivayet, konumuz açısından son derece önem li bir noktaya işaret etm ektedir ki, bu da bilginin/ilmin gaye, hedef ve maksadı meselesidir. Hz. Peygamber’den nakledilen bu rivayetten anlaşıl­ maktadır ki İslam’ın değer verdiği ve faziletli görüp, teşvik ettiği bilgi/ilim, gaye ve maksadı ne olursa olsun her tür bilgi/ilim de­ ğildir, bilakis Allah’ın nzasını kazanmak için ve Allah’ın istediği istikamette tahsil edilen bilgi/ilimdir. Bunun böyle olduğunun bir başka delili de bizzat Kur’an’da bulunmaktadır. Nitekim 1 Sunen-i Ebt Dâvûd, el-tlm, 1, hadis no: 3641 (111. 317); Sunen-i ibn Mdce, elMukaddime, 17, hadis no: 223 (1. 81), Ahmed b. Hanbel, el-Musned, II. 252, 325, 407, Kenzu’l-Ummâl, X. 165, no: 28858.

İSLAM 'IN BİLGİ ve İLME BAKIŞI

-o-GNÖ-V(l77)^

Kur’an’m ilk inen ayetinin ‘oku’ emri ile başladığı malumdur. Ancak, ayetin devamından, okumanın maksatsız ve hedefsiz, sı­ radan bir okuma olmadığı, aksine Allah’ın bu okuma fiili için bir gaye belirlediği anlaşılmaktadır. Zira ayetin devamında “Allah’ın adıyla oku” denmektedir. İşte bu ayette bilgi/ilim için belirlenen hedefin Allah’ın iradesi ve nzası olduğu açıkça görülmektedir. Aynı şekilde konumuz olan hadiste de Hz. Peygamber’in Allah’ın rızasını bilgi/ilmin gayesi olarak belirlemiş olması da, Kur’an’a tamamen uygun düşmektedir. Bunun manası ise şudur: İslam, bizzat bilgi/ilmin kendisi kadar, belki ondan da fazla, bilgi/ilmin kullanılış maksat ve gayelerine de önem verir. Dolayı­ sıyla İslam nazarında bir bilgi/ilmin değeri, onun ne gayeyle elde edildiğine, hangi maksada hizmet ettiğine bağlıdır. Burada konuyu biraz daha açarak deriz ki: İslam’ın bilgi/ilim anlayışı, tevhid anlayışıyla tamamen bağlantılıdır. Yani İslam’a göre bilgi/ilmin hedefi ve maksadı tevhid anlayışı olmalıdır. Tek­ rar belirtelim ki, burada tevhid ile, sadece “Lâ ilâhe illâ’lah” yani “Allah’tan başka tanrı yoktur,” sözünü ve bu sözün ifade ettiği inancı kastetmiyoruz. Bizim kastettiğimiz tevhid, bundan daha geniş ve şümullü bir anlayıştır ki, bunu her şeyi Allah’a ve Allah’ın

iradesine bağlamak, her şeyde Allah’ın iradesini esas almak, şeklinde ifade edebiliriz. Böylesine şümullü bir tevhid anlayışı ise, beşerin faaliyet alanlarının tamamını kuşatır. Bu anlayışa göre, insanın düşünce alanında olduğu kadar, ferdî davranışlar alanında, eko­ nom i ve sosyal ilişkilerde ve nihayet her çeşidiyle bilgi alanların­ da ve ilimlerde de tevhid anlayışından söz etm ek mümkündür. Bu alanlarda söz konusu olan tevhid ise, bunların tamamen İs­ lami prensiplere bağlı olması ve bu prensiplere göre yönlendiril­ mesi anlamına gelir. Bu bakış açısından hareketle denilebilir ki, tevhid anlayışının söz konusu olamayacağı hiçbir beşeri faaliyet alanı yok gibidir. Biz bütün bu alanlardaki tevhid anlayışını bir tarafa bırakıp, sadece konumuz olan bilgi/ilim ile tevhid anlayışı arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışacağız. Bilgi/ilim alanındaki tevhid anlayışının manası şudur: İnsan yeryüzüne ‘halife’ olarak gelmiştir. Halife, yani vekil ise, vekili olduğu kim senin em ir ve talimatlanna göre hareket etm ek du­

rumundadır. İnsan da Allah’ın iradesini yeryüzünde gerçekleş­ tirmekle m ükellef olduğuna göre, Allah’ın em ir ve talimatlarını yeryüzünde tatbik mevkiine koymakla m ükellef olduğu da anla­ şılır. Allah, yeryüzünde vekil tayin ettiği insana verdiği em ir ve talimatları, zaman zaman gönderdiği peygamberler aracılığıyla bildirmiş ve bu emir ve talimatlar da kutsal kitapları oluştur­ m uştur ki, bunların sonuncusu da Kur’an-ı Kerimdir. İşte İslam nazarında bilgi/ilmin tevhid anlayışıyla uygunluk içerisinde bu ­ lunması demek, bilgi/ilimlerin Allah’ın iradesinin ifadesi olan İslam’ın prensiplerine uygunluk arz etmesi, bilgi/ilmin İslam’ın belirlediği yönde geliştirilip kullanılmasıdır. Peki nedir bu sözü edilen prensipler? İslam’ın ilim ve ilmi zihni­ yetle ilgili olarak belirlediği prensiplerin başlıcalan şunlardır: İslam nazannda bilgi/ilim, yıkıcı, tahrip edici, zarar verici olamaz, bu yön­ de geliştirilip kullanılamaz. Yine İslam’ın tevhid anlayışı çerçevesin­ de bilgi/ilim, gayrimeşru maksat ve emellere hizmet edemez. Akla, “acaba ilmin hakikaten yıkıcı, tahrip edici, yok edici olduğu, meşru olmayan maksatlara hizmet ettiği devirler olmuş mudur?” diye bir soru gelebilir. Buna, hiç tereddüt etmeden, “evet böyle devirler olmuştur” cevabını verebiliriz. Hatta diye­ biliriz ki, hiçbir devirde bilgi/ilimlerin asrımızda olduğu kadar yıkıcı, tahripkâr ve zararlı bir yönde ve meşru olmayan gayeler doğrultusunda kullanıldığı görülmemiştir. Bu değerlendirmenin özellikle Batı medeniyeti için geçerli olduğunu, bu medeniyetin etkisinde kalan diğer bazı ülkelerin de bu hükme dahil olduğu­ nu ifade etm ek gerekir. Bunun sebebi ise, Batı’daki bilgi/ilme yön veren bir ahlaki idealler ve ilkeler sisteminin bulunm ayışıdır ki, İslam açısından ifade etmek gerekirse buna Batı’daki bilgi/ilmin tevhid anlayışından mahrum olması diyebiliriz. İşte bilgi/ilmin böylesine başıboşluğu, hizmetinde olduğu ilkeler ve idealler sistemine sahip olmayışı ve bu durumun do­ ğurduğu vahim neticeler o kadar elle tutulur, gözle görülür bir hâle gelmiştir ki, bizzat Batılı düşünür ve filozoflar bu durumdan ciddi bir endişe duyar olmuşlar ve bunu çeşitli vesilelerle dile ge­ tirmeye başlamışlardır. Ö rnek vermek gerekirse Rene Guenon ve Roger Garaudy gibi Batılı düşünürler ve filozoflar ile, Batı ilmi ca­

hil b ir bilgidir, diyerek Batı’daki ilr.ıi, bir amaç ve hikm etten uzak

olmakla suçlayan Seylan savcısı Ramanathan’ı zikredebiliriz. Bir gaye ve maksattan, daha açıkçası tevhid anlayışından m ah­ rum bir ilim anlayışının ne gibi vahim sonuçlar doğurabileceğini, gelin bizzat bir Batılı filozof ve düşünürün ağzından dinleyelim: Sahip oldukları teknik üstünlüğün bir neticesi olan top si­ lahına malik Avrupalı fatihlerin milyonlarca Amerikalı yerliyi katlettiklerini, on ile yirmi milyon arasındaki zenciyi köle yapıp Amerika’ya götürmek için Afrika’da yüz ila iki yüz milyon zenci­ nin öldürüldüğünü, yine Hiroşima’ya atılan bom banın [yüz] b in ­ lerce insanın canına kıydığını belirten Roger Garaudy, ilim ve tek­ niğin kontrolden ve bir hikmetten uzak bir şekilde gelişmesinin acı sonuçlarını da şöyle dile getirir: “Tabiatı bir mülkiyet olarak kabul eden ve dolayısıyla onu sadece tabii kaynaklar deposu ve artıklarımız için bir çöplük olarak gören, üzerinde her türlü kul­ lanma ve tasarrufta bulunmamıza hak tanıyan çarpık bir anlayış doğdu. Böylece kaynakların yersiz tüketilmesi ve çevrenin kirle­ tilmesiyle, bizzat yaşadığımız çevreyi tahrip ediyor ve farkına var­ madan entropi kanununun yardımcılan oluyoruz, yani eneıjinin azalmasına ve düzensizliğin artmasına katkıda bulunuyoruz.”1 Mamafih, tevhid inancından uzak bir ilmî zihniyetin nelere yol açabileceğini görmek için Batılı düşünürlerin görüşlerine başvurmaya da hacet yoktur. Bunun için, günümüzün aktüalitesine şöyle bir göz atmak yeter de artar bile. Bugün kişi başına beş ton patlayıcı madde düşecek kadar baş döndürücü bir hızla sü­ ren silahlanma yarışı ve nükleer silahların gezegenimiz için do­ ğurduğu tehlike, zararları her geçen gün daha da artan her türlü çevre kirlenmesi, insan sağlığına zarar veren bazı maddelerin gıda ve temizlik maddelerinde kullanıldığına dair haberler, bazı gelişmelerin insan sağlığı ve psikolojisi üzerindeki menfi etkileri gibi, daha da uzatılabilecek bir liste sunmak mümkündür. İşte Allah’ın insana emanet olarak verdiği tabiatı, hiçbir sınır ta­ nımadan ve hiçbir ilke ve değere kulak vermeksizin kullanmanın ve bu şekilde geliştirilen ilim ve tekniğin acı bilançosu budur.

1

Rene Guenon, Doğu ve Batı, İstanbul 1980, s. 45.

Tekrar konumuz olan rivayete dönüyor ve diyoruz ki: İslam’ın tevhid anlayışından uzak bir ilm! zihniyet, insanlığa birtakım ya­ rarlar sağlamış olsa da, günün birinde insanlığın sona eriş

n se­

bebi de olabilir. Onun içindir ki, İslam nazannda makbul olan bilgi/ilim Allah için, Allah’ın iradesi istikametinde geliştirilen ve daima hayra, iyiliğe, güzelliğe ve saadete götüren bilgi/ilimdir. Bilgi/ilim bu gayeler için elde edilip geliştirildiği sürece gerçek de­ ğerini bulacaktır. İslam’ın bizden istediği bilgi/ilim de, bir hikmet ve gayeden uzak, kontrolsüz ve başıboş bir bilgi/ilim değil, Allah’ın insanlara bir emaneti olan bu kâinatı en iyi bir şekilde kullanmaya ve ondan yararlanmaya hizmet eden bir bilgi/ilimdir.

MÜSLÜMAN ve YABANCI KÜLTÜRLER

Allah’ın Hz. Peygamber’i ve Kur’an’ı insanlığa göndermesinin ne kadar büyük bir lütuf olduğunu her Müslüman kolayca takdir edebilir. Gerçekten de İslam dini, din ve dünya ayırımı yapmak­ sızın insan hayatının hemen her alanında yaptığı düzenlemeler ve getirdiği esas ve prensiplerle, insanlığın hem bu dünyada hem de ahiretteki saadetini garanti eden kusursuz bir sistemdir. Bu özelliği dolayısıyla, İslam’ın ilgi alanına girmeyen hem en hemen hiçbir konu yok gibidir. İşte İslam’ın ilgi alanına giren konular­ dan biri de ‘kültür’ konusudur. İslam’ın kültür konusundaki görüşünü sahabeden Câbir b. Abdillâh’tan nakledilen şu rivayet ışığında ele almak uygun ola­ caktır. Câbir (ra.) bize şunları nakletmektedir. Hz. Ö m er b ir Tevrat nüshasını Hz. Peygamber’e getirir ve: “Ey Allah’ın elçisi! Bu bir Tevrat nüshasıdır,” der. Hz. Peygam­ ber h iç ses çıkarm az... Hz. Ö m er ise Tevrat’tan bir şeyler oku­ maya başlar ve okudukça Hz. Peygamber’in çehresi değişmeye başlar. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Hz. Ö m er’e çıkışarak: “Rasulullah’ın

çehresindeki değişikliği görm üyor

m usun?”

der. Hz. Ömer, Allah’ın elçisinin yüzüne bakıp, durumu gö­ rünce: “Allah’ın ve elçisinin öfkesinden Allah’a sığınırım . Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam ’dan Peygamber olarak da M uham m ed’den razı oldum ,” der. Bunun üzerine A llah’ın el­ çisi şu sözleri söyler: “Hayatım, kendisinin elinde olan Allah’a

yem in olsun ki, Musa Peygamber çıkıp size gelse de, siz de beni bırakıp ona uymuş olsanız, yine de doğru yoldan sapmış olursunuz. Zira Musa (as.) dahi sağ olup da benim peygamber­ liğime erişseydi, m uhakkak bana tâbi olurdu.”1 Her toplum da olduğu gibi İslam toplum larında da kültür hayatı son derece büyük bir değer taşır. Tarih boyunca, her top ­ lum gibi İslam toplumu da kendi kültürünü oluşturm uş ve bu kültür günümüze kadar ulaşmış olup hâlen de devam etm ekte­ dir. Bu bakım dan kültür konusunu İslam ’a göre iki açıdan ele alm ak yerinde olur. Birincisi, İslam kültürü konusunda İslam’ın vazettiği pren­ sipler. İkincisi, İslam’ın, diğer medeniyetlerin kültürlerine bakışı. İslam kültürüne gelince; bu konuya girmeden önce ilk yapı­ lacak iş, din ile kültür arasında bir ayınma gitmektir. Zira böyle bir ayırımın yapılmayışı birçok kimsenin İslam kültürüyle ilgili pek çok konuda, haksız yere dini suçlam alanna sebebiyet ver­ mektedir. Ancak şunu da hatırlatalım ki, Batı medeniyetinin ‘kültür’ ta­ rihinde ‘din’ de kültür içerisinde yer aldığı hâlde, İslam için du­ rum farklıdır. Batı medeniyeti, dini, insan yapısı bir kurum ola­ rak gördüğü içindir ki, kültürün çeşitli unsurlarından biri kabul eder. Ancak, İslam dini için durum farklıdır. Zira her Müslüman ‘din’ denen olgunun kaynağının Allah olduğunu çok iyi bilir. Böyle olunca İslam toplumları açısından, bir din-kültür ayı­ rımına gitm ek zorunludur. Din, Allah tarafından gönderilen bir inanç ve kulluk sistemidir ve ifadesini Kur’an ve Sünnet’te bu l­ muştur. Bu ikisi dışındaki İslam’la ilgili bilgiler ise İslam kültürü­ nü oluşturmaktadır. Bunu söylemekle, İslam kültürünün Kur’an ve Sünnet’ten tamamen ayn ve bağımsız olduğunu elbette kastet­ miyoruz. Burada kastımız şudur: Kur’an ve Sünnet’te ifadesini bulan dinin gerek inanç ve ge­ rekse pratikle ilgili esas ve prensipleri, evrensel ilkeler olup, de-

1 Sünen-i Dârimî, el-Mukaddime, 39, hadis no: 441 (I. 95).

M Ü S LÜ M A N v e Y A B A N C I KÜLTÜRLER

-o-G\a^83^a/o-o-

ğişen çağlara göre değiştirilmesi mümkün değildir. Yine bu ilke­ lerin yanlışlığından da söz etmek m ümkün değildir. İşte Kur’an ve Sünnet’te ifadesini bulan din! esaslar alanında Müslümanm başka bir kaynağa başvurmasına gerek yoktur; zira, Kur’an ve Sünrtet’in getirdiği esaslar her zaman ve zeminde uy­ gulanabilecek olan evrensel esaslardır. Bu sebeple Hz. Peygamber, zikrettiğimiz hadiste, Hz. Ö m er’in Kur’an dışında başka bir kaynak arayışı içerisinde bulunm asını tasvip etmemiş ve onu sessiz bir şekilde âdeta protesto etmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki Müslüman, dinin temel esasla­ rı konusunda Kur’an dışında başka bir kaynak arayışında ola­ maz. O nun değişmez ve evrensel kabul etmesi gereken esaslar Kur’an’da mevcuttur ve insanlığı saadete ulaştırmaya yetecek bir güç ve özelliktedir. Ancak, Kur’an ve Sünnet etrafında ve bu ikisinden kay­ naklanan İslam kültürüne gelince, bu kültürün değişmez ve hatasız, dolayısıyla eleştirilemez ve değiştirilemez olduğunu söylem ek m üm kün değildir. Asırlar boyu gelişen tefsir, hadis, fıkıh, kelam , siyer, tasavvuf gibi İslami ilim ler ve bu ilim lere dair yazılmış olan eserler, öte yandan bütün çeşitleriyle İslam sanatları ve İslam dünyasının folklorik değerleri İslam kültürü­ nü oluşturur. İşte her zaman için tenkide ve değişikliklere açık olan bu tür bilim sel eserler ve bu eserlerde yer almış olan fikir ve görüşlerdir. Şahsi bir yorum ya da görüş niteliğindeki bu tür eserlerde yer alan hususlann bağlayıcılığı m utlak değildir. Kur’an ve Sünnet’teki temel esasların bağlayıcılığı ise tartışma götürm ez b ir gerçektir. Kur’an ve Sünnet’e bağlı olarak ve bu ikisi etrafında oluşturulan İslam kültürü Kur’an ve Sünnet’e uy­ gunluğu ölçüsünde bağlayıcılık kazanır. Demek ki mutlak bağlayıcı olan Kur’an ve Sünnet’tir. Bu yüz­ den de bu ikisinin din alanında getirdiği temel hususlarda deği­ şiklik veya bunların tenkidi söz konusu değildir. Konumuz olan rivayetten de anlaşılacağı üzere, İslam, temel esaslarla ilgili ola­ rak Kur’an ve Sünnet’e mutlak bağlılığı şart koşar ve bu ikisinin bağlayıcılığının tartışılmasını kabul etmez. Ama bunun dışındaki

hususlar her zaman inceleme, araştırma ve tenkide açıktır; ge­ rektiğinde değişiklik de söz konusu olabilir. İşte İslam diye bilinen ve tenkitlere maruz kalan pek çok hu ­ sus, aslında din değil, bu dine bağlı olarak oluşturulmuş olan gelenek ve kültürdür. Gelenek ve kültür ise doğru da olabilir, yanlış da. Bu bakımdan, dinin haksız tenkitlerden korunması is­ teniyorsa din ile din kültürünü ve geleneği birbirinden ayrı m ü­ talaa etm ek şarttır. İslam’ın diğer kültürler karşısındaki tavrına gelince; bu konu­ daki temel prensip şudur: İslam’ın esaslanyla çatışmamak şartıyla, fikir, düşünce, ilim ve teknik alanındaki çalışmalara ve görüşlere İslam büyük bir toleransla yaklaşır. “Hikmet, müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa bulsun alır,” anlayışında ifadesini bulan bu hoşgörü ve hürriyet, Müslümanlara başka kültürlerin İslam’a uygun yönleri­ ni alıp, bunları İslam potasında eritme imkânını bahşetmiştir. Bugün de İslam kültürü dışındaki yabancı kültürler karşısın­ da M üslümanın takınacağı tavır bu olmalıdır. Yani Müslüman, İslam’a ve onun ilkelerine ters düşmeyen her türlü düşünce, fi­ kir, felsefe, bilim ve teknolojiyi -bunların altında yatan dünya görüşü konusunda dikkatli olmak şartıyla- alıp, benimseyebilir. Hatta bütün bunlara İslami bir nitelik kazandırabilir ve kazan­ dırmalıdır da. İslam’ın esaslanyla çatışmamak şartıyla, fikir, düşünce, ilim ve teknik alanındaki çalışmalara İslam’ın büyük bir toleransla yak­ laştığına, hatta İslam’ın esaslarını ve Müslümanlann geleceğini tehlikeye sokmanın söz konusu olmadığı şartlarda, İslam’a aykırı kültürlerin bile İslam dünyasında yaşayıp, neşvünema buldu­ ğuna tarih şahittir. Nitekim İslam’dan önce âdeta ölü b ir kültür hâlindeki Yunan felsefesini tercümeler yoluyla İslam dünyasında dirilten, daha sonra da bu kültürü ‘karanlıklar çağı’ içerisindeki Avrupa’ya hediye eden ve bu suretle daha sonraki Rönesans, re­ form, Aydınlanma, sanayi devrimi, vb. gelişmelere zem in hazır­ layan bizzat Müslümanlar olmuştur. Benzer bir değerlendirme Hind, Sasani, Mısır vb. kültürler için de geçerlidir.

Bugün de M üslümanlann en genel anlamıyla kültüre bakışla­ rı bu yönde olmalıdır. Kısacası İslam’a aykırı olmamak kaydıyla, ilim, fikir, sanat, folklor, vb. kültürün bütün alanlannda, dünya kültürlerinin hepsinden yararlanmak; İslam’a uygun, iyi ve güzel olanı alıp, İslam’a aykırı, kötü ve çirkin olanlan reddetme yoluna gitmek gerekir. İslam ’a aykın kültürler karşısında takınılacak tavır, elbette sadece eleştirme, reddetme, dışlama ve mahkûm etm eden iba­ ret olmamalı, bilakis İslam’a aykırı kültürlere karşı takınılması gereken asıl tavır, onlara karşı alternatifler geliştirmek ve açık bir rekabete girmeyi göze almak şeklinde olmalıdır. Bu ise ancak İslam dünyasının, özellikle de entelektüel elitlerinin, ulemanın ve sanatçılarının bu alana ciddi olarak el atmalanyla m üm kün olabilecek bir şeydir. Kuşkusuz İslam dünyası ve İslam ümmeti şu anda yoğun bir kültür emperyalizmi saldırısıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu kültür emperyalizmi, sömürgecilik döneminde zorla dayatı­ lan bir şey iken, günümüzde artık kitle iletişim vasıtalan, yazılı ve görüntülü medya ve bilhassa uluslararası, hatta uluslar ötesi medya tröstlerinin insanları kültürel olarak köleleştirme operas­ yonlarıyla sürdürülmektedir. İslam dünyası ise buna karşı sade­ ce yakınmakla iktifa etmekte, bunlara alternatif çözüm ler ortaya koyamamaktadır. Bunda İslam ülkelerinin yönetim lerinin halkla­ rından kopuk, onlann değerlerine sırt çeviren, bilakis Batı değer­ lerini kendi toplum lanna empoze etmeye çalışan, hatta Batı’nm çıkarlannın sözcülüğünü ve bekçiliğini yapan yönetim ler olması kadar; özellikle dindar kesimler başta olmak üzere İslam toplumlarımn, geleneksel Müslümanlık kalıplarını k ınp da, kültür alanının hayati önemi haiz bir konu olduğunu bir türlü kavraya­ mamış olmalarının da büyük rolü ve sorumluluğu vardır.

OKUMA-YAZMA SEFERBERLİĞİ

Her yıl ‘okuma-yazma’ haftası kutlanır, okuma-yazmanm öne­ m ine dair pek çok şey söylenir, yazılıp çizilir. Gerek yurdumuz­ da, gerek bütün diğer ülkelerde cahilliğe karşı mücadele için çe­ şitli çalışmalar yapılmakta, bu uğurda büyük harcamalar yapılıp, gayretler sarf edilmektedir. Bu vesileyle İslam nazarında okumayazmanın önemini ortaya koymak, özellikle Hz. Peygamber’in bu konuda Müslümanlara ne gibi talimatlar verdiğini öğrenmek, Müslümanlar için her şeyden önce dinî b ir görevdir. İslam nazarında okuma-yazma’nın önemini Hz. Peygamber’ den rivayet edilen hadisler ışığında ele almadan önce, Peygam­ berimizin okuma-yazma bilmeyen bir ümmi olduğunu, bir ha­ dislerinde buna işaret ederek “Biz okuma-yazma ve hesap eği­ timi görmemiş bir milletiz” dediğini,1 yine kendisine ilk olarak Allah’tan “oku” emri geldiğinde, “Ben okuma bilm em ” dediğini2 bilhassa hatırlatmak isteriz. Zira bu husus, İslam Peygamberi’nin okuma-yazma konusunda yaptığı devrimin boyutlarını daha iyi kavramaya yardımcı olacaktır. Hz. Peygamber’in okuma-yazmaya büyük bir önem verdiğini belirterek konuya girebiliriz. Onun böyle davranması da son de­ rece normaldir; çünkü kendisine vahyedilen Kur’an’m ilk ayetinin “oku” emriyle başlaması, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de yazma aleti olan ‘kalem ’e yemin etmesi, yine okuma aracı olan ‘kitap’lardan

1 2

Fethu'l-Bdrt, IV 126, hadis no: 1913 (Sahth-i BuharI, 30, es-Savm, 13). Sahîh-i Müslim, 1, el-İmân, 73, hadis no: 252 (160) (I. 140).

O K U M A -Y A Z M A S EP€R8eRliCl

■(l87)»

ve ‘sayfa’lardan sık sık bahsedilmesi karşısında onun başka türlü davranması da düşünülemezdi. Hz. Peygamber, kendisi okuma-yazma bilmediği hâlde, üm ­ metine okuma-yazmayı ihmal etmelerini söylememiş, tam aksine peygamberliğinin her safhasında okuma-yazmanm yaygınlaşma­ sı için pek çok tedbirler almıştır. Bunun en çarpıcı misalini bazı savaş esirlerini, Müslüman çocuklarından

on’una

okuma-yazma

öğretme

karşılığında

serbest bırakm asında görebiliriz. Ayrıca M edine’de, M escid-i N eb ev in in ‘Suffa’ adı verilen bir köşesini, sahabilerin Kur’an’ı öğrenm elerine tahsis etmesi de, onun konuya verdiği önem in başka bir göstergesidir. Hz. Peygamber’in okuma-yazma konusundaki doğrudan tav­ rını ortaya koyan bu örneklere ilave olarak, onun her vesileyle bilgiye teşvik ettiğini ve bilgiyi son derece övdüğünü de zikrede­ biliriz. Zira, okuma-yazma aracı olmadan bilgi öğrenm ek m üm ­ kün olamayacağından, bilgiye yapılan teşvikin aynı zamanda okuma-yazmaya da teşvik anlamına geldiği kolayca anlaşılır. Gerek Hz. Peygamber’in, gerek Kur’an-ı Kerim’in okumayazmaya ve genel olarak bilgiye verdiği büyük önem, daha son­ raki asırlarda Müslümanlarca da gereği gibi takdir edilmiş ve özel olarak okuma-yazma alanında genel olarak da eğitim alanında büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Asrımızda izlenen okumayazma politikalarına örnek olabilecek bir seviyeye erişmiş olan bu gelişmeleri, bir Batılı yazann dilinden dinleyelim: Ortaçağ Avrupa’s ında, okuma-yazma bilenlerin yok denecek kadar az olduğu bir devirde, İslam dünyasının durumunu dile getiren Dr. Sigrid Hunke sözlerine şöyle devam eder: “Ancak bir­ kaç papazın kalem kullanmasını bildiği St. Gailen M anastın’nm Ruhani Meclisi’nde 1291 yılında bir tek okuma yazma bilen pa­ pazın bulunmadığı sırada, İslam dünyasının köy ve şehirlerinde­ ki binler ve binlerce mektepte, 6 ilâ 11 yaş arasındaki Müslüman erkek ve kız çocukları, küçük seccadelerinin üzerlerine çöm elmişler, kahverengi-siyah karışımlı mürekkepleriyle muntazam yazı tahtalanna yazı yazıyorlar, koro hâlinde Kur’an’m surelerini

söyleyebilecek hâle gelinceye kadar heceliyorlar, gramerin esas­ larına adım adım nüfuz ediyorlardı. İslamiyet’i kabul ettikten sonra gerçek bir Müslüman olabilme arzusu bu mekteplerin esa­ sını teşkil eder. Bunlar kendiliklerinden vücuda gelmiştir. Ku­ rulmaları için hiç kimse emir vermemiştir. Zira her Müslümanın Kur’an-ı Kerim’i okuması, onun bir görevidir, farzdır. Doğu ile Batı arasındaki uçurum burada yeniden açılm akta­ dır. Hıristiyanlığın mukaddes kitabına yalnız rahipler yanaşabilmektedir. Laik kimselere (din adamı veya Kilise mensubu olma­ yanlara) lektür [vaaz ve hitabet] kapalıdır. Onu sadece ruhban sınıfı okur. Vahyedilmiş sözlerin manasını yalnız ruhban sınıfı bilir. Halk MS. 8 0 0 yılından itibaren Latince vaazları artık an­ lamadığından, Tours’da toplanan Sinod, halka köylü lehçesi ile hitap em rini verir (...) İslam memleketlerinde durum tamamen değişiktir. İslam devleti halk eğitimine mutlak bir alâka gösterir. Devlet, eğitimöğretimi kendine iş edinir. Her sınıfa mensup çocuklar, herkesin kolaylıkla ödeyebildiği bir ücret karşılığında ilkokullara devam ederler. Kendiliğinden vücuda gelen bu okullara, devletin bila­ hare resmî öğretmenler tayinine başlamasından sonra fakir ve orta hâlliler parasız alınırlar. Bazı yerlerde, mesela İspanya’da, her sınıf halk için parasız okul sistemi hâkim bulunmaktadır. Kurtuba’daki 8 0 resmî okula ilave olarak 9 6 5 yılında II. Hakem, fakir çocuklar için 2 7 okul daha inşâ eder. Kahire’de el-Mansür Kalavûn, Mansuri Hastanesi’nin pavyonlan arasında bir yetimler okulu tesis eder. Her çocuğa günde bir tayın ekm ek ile yazlık ve kışlık birer kat elbise tahsis eder. Gezici öğretmenler, bedevilere kadar uzanırlar. İslam milletlerinin üzerine gerilen bu sık ağın artık neresinde gedik vardır k i...”1 Bir Batılı ağzından dinlediğimiz bu sözler, Müslümanların okuma-yazma alanında, geçmişte gerçekleştirdiklerinin ve kur­ dukları sistemin bugün için bile ideal denebilecek bir seviyede olduğunu gözler önüne sermektedir.

1

Dr. Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan tslam Güneşi, İstanbul 1972, s. 2892 90’dan bazı tasarruflarla birlikte.

Bütün bunlardan da ileri giderek Müslümanlar, âlimlerin m ü­ rekkepleri ile şehidlerin kanı tartıldığında, mürekkeplerin daha üstün geleceğini söylemekle, okuma-yazmaya, bugün için bile erişilem eyecek bir değer ve önem vermişlerdir. Şurası asla unutulmamalıdır ki, İslam’ın mukaddes kitabının ilk inen ayeti “oku” olmakla beraber, bu okuma gayesiz değil, tevhid inancıyla bağlantılı bir okumadır. Nitekim ayette sade­ ce oku değil, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” denmesi, İslam’da okuma-yazmanın Allah’ın iradesi istikametinde ve İslam’ın pren­ sipleri yönünde olmasını gerekli kılar. İslam’da okuma-yazma kadar, bunun İslami ilkeler ve hedefler doğrultusunda olmasının da önemli olduğu asla unutulmamalıdır.

KADINLARIN EĞİTİM ve ÖĞRETİMİ ENGELLENEMEZ!

İslam’ın ilim-bilgi ve eğitim-öğretime önem verdiğini sık sık vurgulamak kadar, bu konuda kadm-erkek ayırımı yapmadığı­ nı da belirtm ek yerinde olur. Kur’an-ı Kerim okuma-yazma ve genel olarak bilgiyle ilgili teşvik edici ve övücü ifadeler kulla­ nırken, kadm -erkek ayırımı yapmadığı gibi, Hz. Peygamber de böyle bir ayırım gözetmemiştir. Nitekim bir rivayette “ilim/bilgi öğrenmek her Müslümana farzdır,”1 buyurarak bu noktaya işa­ ret etmiştir. Zira rivayette geçen ‘Müslim’ (Müslüman) kelimesi sadece erkekleri değil kadınları da içine almaktadır. Gerçekten Hz. Peygamber’in sağlığında kadınların okuma-yazma öğrenme­ lerine hiçbir zaman mani olunmadığı görülmektedir. Mesela Şifâ binti Abdillâh isimli hanım sahabi, bizzat Hz. Peygamber’in ha­ nımı Hafsâ binti Ö m er’e yazı yazmayı öğretmiştir. Okuma-yazma ve genel olarak ilim/bilgi konusunda kadınla­ rın durumu bu olmakla beraber, bazı hadis kitaplarında kadın­ lara okuma-yazma öğretmenin aleyhinde birtakım rivayetlerin de yer aldığı görülmektedir. Bu tür rivayetlere örnek olarak “Ka­ dınlara yazı yazmayı öğretmeyin, onlara iplik eğirmeyi ve Nûr suresini öğretin,” rivayetin2 zikredebiliriz. Ancak hemen ifade edelim ki, el-Hâkim en-Neysâbûrî bu rivayetin sağlam olduğu­ nu söylemekte ise de, hadis konusundaki titizliği ve otoritesiyle

1

Sunen-i İbn M âce, el-Mukaddime, 17, hadis no: 2 2 4 (1. 8 1).

2

el-M ustedrak, II. 396.

tanınan başka hadis âlimleri bunun uydurma bir hadis olduğu­ nu, Hz. Peygamber’in bunu söylemesinin m üm kün olamaya­ cağını belirtmişlerdir.1 Bizce de doğru olan budur. Bunun Hz. Peygamber’in ağzından çıkmış olması mümkün değildir; zira Hz. Peygamber’in ilme/bilgiye teşvik eden ve genel bir ifade kullan­ dığı rivayetler, öte yandan Kur’an’m ilmi/bilgiyi öven ayetleri ve bir de bizzat Hz. Peygamber’in hanımlarının yazı yazmayı öğren­ miş olmalan, bunun doğru olmayacağının en açık delilleridir. Üzülerek belirtm ek gerekir ki, bu gibi asılsız hadisler zaman zaman Müslümanları yanlış yola sevk etmiş ve onların “kız ço­ cuklarına okuma-yazma öğretmeyin” ya da “kızları okutmaya ge­ rek yok!” gibi sözler söylemelerine yol açmıştır. Öte yandan yine bu tür rivayetler, İslam’ı tam olarak benim sem em iş bazı kim ­ selerin İslam ’a dil uzatmalanna da vesile olmuştur. Şunu kesin olarak tekrar ifade edelim ki, İslam nazarında kadınlara okumayazmayı öğretmenin yasak olduğunu gösteren ne bir ayet ne de sağlam bir hadis rivayeti vardır. Bu konuda öne sürülebilecek rivayetler ise sağlam olmayıp, asılsız birer sözden ibarettir. Bun­ lar olsa olsa cahil bazı kimselerin ya da Müslümanların cahil ve geri kalmalarını isteyenlerin uydurmaları olabilir. Günümüzde, İslam dünyasında kadınların eğitimi konusun­ da yazılmış eserlere bakıldığında da bu konuda faydalı ve yeterli pek çok bilgiye rastlamak mümkündür. Bu eserler içerisinde, Ankara Üniversitesi eski öğretim üyelerinden merhum Muhammed Tayyib O kiç’in yazdığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı yayın­ ları arasında da yer alan İslam iyet’te K adın Ö ğretim i adlı küçük ama faydalı bir eseri özellikle zikretmek isteriz. Bu eser göz­ den geçirildiğinde, İslam’ın kadınların öğretimini engellem ek şöyle dursun, aksine teşvik ettiği görülmekte ve on beş asırlık İslam medeniyetinden konuyla ilgili pek çok örnek verilm ekte­ dir. Eserde, hanım sahabiler içerisinde ilimle meşgul olanların listesi verilmekte, bunlar içerisinde bilhassa Hz. Peygamber’in hanım ı Hz. Âişe ile kızı Hz. Fâtım a’nm ilim ve edebiyattaki ye­ rine temas edilmektedir. Yine bu eserde verilen bilgilere göre

1

Age., ay.

İslam âleminde bazı ilm! eserleri oğlu ile birlikte talebelere oku­ tan kadın âlimlere ve Kur’an’ı ezberleyenlere bile rastlanm aktadır. Hatta m eşhur Evliya Çelebi, 17. asırda yalnız İstanbul’da Kur’an-ı Kerim’i tamamen ezberlemiş olanların sayısının dokuz bin olduğunu, bunların üçte birinin, yani üç bininin kadın h a­ fızlardan oluştuğunu Seyahatnam esi 'nde zikretmektedir. Şunu da belirtm eden geçmeyelim ki, Hz. Peygamber, kadın­ ların ilim/bilgi sahibi olmalarına o kadar önem vermiştir ki, onlar için hususi dersler bile düzenlemiştir. Her ülkede olduğu gibi, İslam ülkelerinde de nüfusun en az yarısını kadınlar teşkil etmektedir. Kadınların başta gelen vazi­ felerinden birisi de analık olduğuna göre, çocukların bakım ı, terbiyesi, dil ve din eğitimi/öğrenimi, anaların idaresi altında demektir. Bilgili ve şuurlu bir Müslüman kadın, çocuğuna ilk ve en m ühim , hatta izleri hayatının sonuna kadar silinem eye­ cek olan din! bilgileri verebilecek b ir öğretm en sayılır. Fakat din bilgisinden mahrum bir kadm tabiatıyla çocuğuna hiçbir dinî bilgi veremez, ona sağlam bir eğitim sunamaz. Okullarda verilen dinî bilgiler bazen yeterli olmayabilir. Böyle bir durum ­ da h içbir ana-baba, çocuğunun dinî bilgi ve eğitim den yoksun kalm asına razı olamaz. Durum bu olunca, kadınlan özellikle dinî bakım dan eğitecek hanım elemanlara ne kadar m uhtaç olduğumuz kolaylıkla anla­ şılacaktır. Milyonlarca Müslüman kız çocuğunu ve kadınlan irşat ve nasihatler yoluyla aydınlatmak, ancak kuvvetli bir din bilgisi ile donatılmış kızlarımız ve kadmlanmız sayesinde müm kün ola­ bilir. Fakat kadınların eğitim ve öğretime ihtiyaçlan olmadığını zannederek kızları cahil bıraktığımız veya onlann önüne çeşitli engeller çıkardığımız taktirde, bu vazifeleri görecek elem anlan nereden bulacağız? Görülm ektedir ki, kız çocuklanm ıza ve kadınlarımıza okum ayazma öğretmek, onlann genel kültürlerini artırmak ve özellikle dinî bilgilerini sağlamlaştmp zenginleştirmek de İslami bir görev olmaktadır. Geçmişte olduğu gibi bugün de İslam’ı iyi bilen k ül­ türlü ve bilgili Müslüman kadınlara ihtiyaç vardır. Bu sebeple her ana-baba kız çocuklannm da öğretim ve eğitimine erkekler ka­

dar önem vermeli, onlann ileride şuurlu birer Müslüman hanım olmalarına yardımcı olmaya çalışmalıdır. Unutulmamalıdır ki, onlar da erkekler gibi bu dünyada ve toplum içinde yaşamakta, erkekler gibi kültürlü olmaya İslam’ı öğrenip öğretmeye onlann da haklan bulunmaktadır. Elbette bu anlattıklarımız Müslümanlara yönelik olan husus­ lardır. Ama işin asıl üzücü tarafı, yukarıda eleştirdiğimiz olumsuzluklann üstesinden gelerek kız çocuklarının her alanda ve her türlü eğitim-öğretim görmeleri gerektiğine inanan Müslümanla­ rın ve çocuklarının bu defa da yanlış bir ‘laiklik’ yorumu adına, engelleme, baskı, ayırımcılık ve haksızlıklara maruz bırakılması ve en temel insan haklarından birisi olan eğitim-öğretim görme haklarının ellerinden alınmasıdır. Dolayısıyla günümüz Müslü­ manları, Müslümanlar arasındaki yanlış dinî telakkilerle m üca­ dele etmek zorunda oldukları kadar, zaman zaman din düşman­ lığına kadar varan ve bütün tezahürleriyle dini toplumdan sürüp çıkarmayı amaçlayan yanlış ve sağlıksız bir ‘laiklik’ anlayışıyla da mücadele edip, onu düzeltmek durumundadır.

İSLAM KADINI YÜCELTMİŞTİR

Hz. Peygamber’in kadınlarla ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmektedir: “İman bakımından müminlerin en kâmili, ahlakı en güzel olanıdır; sizin de en hayırlınız, hanımlarına karşı en iyi davrananızdır.”1 Sahîh-i B uhâri ’de geçen uzun bir rivayette ise Hz. Ûmer “Biz

cahiliye devrinde kadınlara hiçbir değer vermezdik. Ne zaman ki İslam geldi ve Kur’an’da kadına da yer verdi, o zaman biz onla­ rın bizim üzerimizde haklan olduğunu kabul ettik,”2 demekte ve İslam’ın kadına bakışını özetle gözler önüne sermektedir. Her şeyden önce bu rivayetlerden ve daha başka pek ço k ayetten ve hadis rivayetinden de anlaşılmaktadır ki, İslam, ka­ dının şahsiyetini inkâr etmemiş, aksine kadını erkek ile beraber şahsiyet sahibi birer varlık olarak tanımıştır. İslam’ın kadını aşa­ ğıladığı gibi bir düşünce ise asla gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Zira Yahudilerin her sabahki dualannda: “Ezelî ilahımız, kâinatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana şükürler olsun,” cüm le­ leri yer alırken, İslamiyet’te buna benzer bir şey bulm ak m üm ­ kün değildir. Aksine Kur’an’m birçok yerinde, Allah nazarında kadın ile erkeğin bir farkı olmadığını gösteren ayetlere rastlamak mümkündür. Bu ayetlerden bazıları şunlardır: “Ben, erkek olsun kadın olsun, hiçbirinizin yaptığı işleri asla zayi etmem.” (3. Alu İmrân, 195)

1 Sunen-i Tirmizi, 10, er-Radâ’, 2, hadis no: 1162 (111. 457). 2 Felhu’l-Bâri, X. 301, hadis no: 5843 (Sahih-i Buhâri, 77, el-Libâs, 31).

İman etmiş olmak şartıyla, erkek veya kadın, kim salih amel işlerse, işte onlar cennete girer, zerre kadar haksızlığa da uğramaz (4. Nisâ, 124). “İster erkek ister kadın, iman etmiş olmak şartıyla kim iyi işler işlerse, biz ona güzel bir hayat yaşatacağız ve onlann yaptıklanm en güzeliyle mükâfatlandıracağız.” (16. Nahl, 97) Öte yandan Hz. Peygamber erkeklere hitaben: “Sizin en iyile­ riniz, kadmlanna karşı en iyi davrananlarınızda,”' buyurarajk, ka­ dına eşitlikten de öte bir statü, âdeta bir imtiyaz tanımıştır. Hatta Veda Hutbesi’nde Müslümanlara yaptığı son nasihatler arasında kadınlann durumuna da işaret etmiş, erkekleri uyararak kadınla­ rın Allah’ın erkeklere bir emaneti olduğunu, onlara iyi davranma­ nın dinî bir görev olduğunu bilhassa belirtmiştir.2 Ayrıca, hemen her toplumda rastlanan, kocanın kansını dövmesini de İslam adı­ na yasaklamıştır.3 Kadına tanınan bu gibi imtiyazlara ilave olarak gayrimüslim olan kadınlann harp esnasında öldürülmelerini de yasaklamış4 ve nihayet “cennet analann ayaklan altındadır”5 sö­ züyle kadını erişilmesi güç, yüce bir mevkie yükseltmiştir. Bütün bunlara rağmen, İslam’ın kadınlara köle muamelesi yaptığı, onlann özgürlüklerini ellerinden aldığı iddiası, zaman zaman ortaya atılarak, İslam’a leke sürülmek istendiği esefle m ü­ şahede edilmektedir. İslam ’a yöneltilen bu tenkidin maksatlı ve garazkâr ol­ duğunda hiç kuşku yoktur. Yahut da bu iddiada bulunanlar İslam ’ın kadına neler bahşettiğini bilm eyen kimselerdir. C ahili­ ye devrinde diri diri gömülen kız çocuklarını kurtaran, kadını erkekle aynı seviyede tutan, kadına evlendiğinde tam ekono­

1 2 3

4 5

Sunen-i İbn Mâce, 9, en-Nikâh, 51, hadis no: 1983-1985 (I. 638-639); Sahîh-i Müslim, 43, el-Fadâil, 20, hadis no: 78 (IV 1813-1814). Sahîh-i Müslim, 15, el-Hacc, 19, hadis no: 147 (1218) (II. 886-892). Sunen-i İbn Mâce, 9, en-Nikâh, 51, hadis no: 1983-1985 (I. 638-639); Sahîh-i Müslim, 43, el-Fadâil, 20, hadis no: 78 (IV 1813-1814). Ne yazık ki kadının ko­ cası tarafından dövülebileceği yönündeki bazı rivayetlerin, hiçbir incelemeye tabi tutulmaksızın ‘hadis’ diye sunulduğu da bir vakıadır. Mâlik b. Enes, el-Muvatta, 21, el-Cihâd, 2, hadis no: 9 (II. 447). Ahmed b. Hanbel, el-Musned, III. 429; Sunen-i İbn Mâce, 24, el-Cihâd, 12, hadis no: 2781 (II. 929-930); aynca bkz. Aclûn!, Keşfu’l-Hafâ, I. 335, hadis no: 1078.

m ik bir bağım sızlık tanıyan, her türlü geçim m asrafını kadı­ na değil erkeğe yükleyen ve erkeğin hanım ının mal varlığına m üdahalesini yasaklayan bir dinin, kadını köleleştirdiğini ileri sürebilm ek için, ya insafı elden bırakm ak ya da hakikati tersyüz eden bir yapıda olm ak icap eder. Bu gibi iddialarla İslam’a ve bilhassa Hz. Peygamber’e dil uzatmaktan çekinmeyenlerin: “Uğursuzluk üç şeyde vardır: Kadında, evde ve atta.” “Namazı bozan şeyler şunlardır: Köpek, eşek, domuz ve ka­ dın” vb. kadının onurunu kıran ve onu aşağılayan sözlerin ha­ dis kitaplarında ve benzeri din! kitaplarda Hz. Peygamber’den rivayet edildiğini, bunun ise İslam’ın kadına bakışının olumsuz olduğunu gösterdiğini sık sık ileri sürdükleri görülmektedir. Hemen her zaman rastlanan bu kabil sözlere verilecek cevap gayet kısa ve basittir. İslam’ı lekelem ek, Kur’an’a ve İslam Peygamberi’ne sataşmak için delil olarak ileri sürülen bu gibi rivayetler, her şeyden önce gerçekten hadis değildir ki, Hz. Peygamber’in ve İslam ’ın aleyhi­ ne delil olarak ileri sürülebilsin. Nitekim zikrettiğimiz delillerin ilkine gelince, aslında Hz. Peygamber’in, uğursuzluğun üç şeyde, yani kadın, ev ve atta ol­ duğunu söylemesi söz konusu değildir. Bilakis meselenin içyüzü şudur: Hz. Peygamber, cahiliye inançlarından bahisle, “Cahiliye ehli uğursuzluk üç şeydedir: kadında, evde, atta” derler, buyur­ muş, Hz. Peygamber’in bu sözlerinin baş tarafını duymayan bir sahabi - k i bunun Ebû Hureyre olduğu zikredilir- bu sözlerin Hz. Peygamber’in kendi sözleri olduğunu zannetmiştir. Ancak, olayın iç yüzünü bilen Hz. Âişe gibi bir sahabi hanım , bu yanlışa işaret ederek, işin doğrusunu diğer sahabilere anlatmıştır. İkinci hadise gelince, o da, Hz. Peygamber’den nakledilm ekle birlikte, Hz. Âişe bu hadisin Hz. Peygamber’e aidiyetini kesin­ likle reddetmiş ve “bu hadisi nakletmekle bizi -y a n i k ad m la n merkeplere benzettiniz!” diyerek, bu hadisi nakledeni sert bir şekilde tenkit etmiştir. Gördüğümüz gibi, kadını aşağıladığı, horladığı ileri sürülen

bu ve benzeri rivayetler aslında hadis değildir. Dolayısıyla bu n­ lara dayanarak İslam’ı ve Hz. Peygamber’i suçlam ak olsa olsa ya bilgisizlik ve cahillikten, ya da garazkârlıktan kaynaklanmış olabilir.1 Açıkça anlaşılmaktadır ki, İslam’ın kadınlan erkekten aşağı görmesi, horlayıp aşağılaması, hele onlara köle muamelesi yap­ ması söz konusu değildir. Bu tür iddialar İslam’a yapılan birer iftiradan öteye geçemez. Bu gibi iftiralann dayanakları da genel­ likle hadis diye bilinen, ama aslı olmayan rivayetlerdir. Bize düşen, bu gibi asılsız rivayetler konusunda uyanık ol­ mak, bu ve benzeri rivayetlerin Hz. Peygamber’e ait olduğunu kabul ve iddia edenler İslam âlimi dahi olsa, onların görüşlerini ihtiyatla karşılamak ve konuyla ilgili araştırmaların ışığında bu gibi rivayetler karşısında sorgulayıcı olmaktır.

1

Burada zikredilen, kadınlann aleyhindeki rivayetler ve benzerleriyle, bunların eleştirisi için bkz. Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İslam G eleneğin­ deki İzdüşümleri (kitâbiyât, Ankara 2001 ')■

ÇOCUKLARIMIZ İSLAM’IN GELECEĞİDİR

İslam ’da mesuliyet anlayışının son derece yaygın bir m esuli­ yet anlayışı olduğunu, yani İslam’ın, her Müslümana, durumuna göre değişen mesuliyetler yüklediğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Burada biz bu mesuliyetlerin sadece bir parçasını, ama son dere­ ce önem li bir parçasını ele alacak ve çocuklanm ıza karşı İslam’ın bize ne gibi mesuliyetler yüklediğine temas edeceğiz. Çocuk denince akla hemen ana ve baba gelmektedir. Kuş­ kusuz çocuklara karşı birinci derecede mesul olanlar da anababalardır. O hâlde İslam dininin, ana-babaya, çocuklara karşı ne gibi mesuliyetler yüklediğini bilm ek, her ana-babanm başta gelen İslami görevleri arasındadır. Elbette bu görevlerin başın­ da çocuklann eğitimi gelmektedir. Nitekim bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in “Bir babanın çocuğuna bırakacağı en güzel şey, iyi bir terbiyedir (ed eb haserı) ,” dediği nakledilmektedir' ki, burada kastedilenin her yönüyle eğitim olduğunu söylemek pek de yan­ lış olmayacaktır. Hz. Peygamber’in inanç, düşünce ve davranışlarının temel kaynağı ve belirleyicisi olan Kur’an’a baktığımızda, çeşitli su­ relerde ana-baba ile çocuklar arasındaki ilişkilere dair birtakım değerlerden, esaslardan ve kurallardan bahsedildiği kolayca gö­ rülür. Ancak bu değerlere dair belki de en güzel ve en derli toplu

1 Ahmed b. Hanbel, el-Musned, III. 412, IV 77, 78; Sunen-i Tirmizi, 28, el-Birr ve’sSıla, 33, hadis no: 1952 (IV 338).

ifadeler, Lokman (as.) tarafından oğluna yöneltilen nasihatleri içeren 31. Lokmân suresindeki şu ayetlerdir: “Oğlum! yavrucuğum! (İyi ya da kötü) yaptığın iş bir hardal tohumu kadar dahi olsa ve bir kayanın içinde veya göklerde yahut yer(in derinliklerimde bile bulunsa, Allah onu (senin karşına) getirir.” “Oğlum! namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü engelle, başına gelenlere sabret; doğrusu bunlar azmetmeye değer işlerdir.” “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş ve böbür­ lenip duran kimseleri sevmez. Onun için normal ve tabii bir şe­ kilde yürü, sesini de alçak; unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) merkeplerin sesidir.” (31. Lokmân, 13-19) Hz. Peygamber’in hayatına baktığımızda, gerek kendi çocu k ­ ları, gerek sahabenin çocuklarıyla ilişkilerinde Kur’an’m konuyla ilgili öğretisinin bir yansımasından başka bir şey görmek kabil değildir. Nitekim onun gerek kendisinin gerek başkalarının ço ­ cuklarına karşı -kesin likle kız-erkek ayırımı yapm adan- âdeta bir eğitimci gibi davranarak, bir yandan okuma-yazma öğrenme­ leri için tedbirler aldığını, çocukların en fazla ihtiyaç duyduklan anne-baba şefkatini esirgememeleri için onları sık sık uyardığını, sokakta olsun camide olsun çocuklarla beraberken onlarla ya­ kından ilgilendiğini, yetişkin insan yerine koyup onlara selam verdiğini, cemaatle kılınan beş vakit namazlar ile bayram na­ mazlarına büyükleriyle birlikte çocukların da katılmasını teşvik ettiğini çeşitli rivayetlerden ve Hz. Peygamber’in hayatına dair literatürden öğreniyoruz. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in çocukları ihmal etmesi şöyle dursun, onlara gereken ilginin gösterilip, İslami eğitimlerine ti­ tizlik gösterilmesini Müslümanlara din! bir görev olarak telkin etmesi, aslında Kur’an-ı Kerim’in “Ailene de namaz kılmalarını emret,” (20. Tâhâ, 132) ve “Ey iman edenler, kendinizi ve aileleri­ nizi, yakıtı insanlar ve taşlardan ibaret olan ateşten koruyun,” (66. Tahrîm, 6) ayetlerinin uygulanmasından başka bir şey değildir. O hâlde denebilir ki, ana-babalann çocuklanna İslam’ı öğretip,

Allah’ın em ir ve yasaklanna riayet etmeye alıştırmaları, sadece Hz. Peygamber’in Sünneti’nin bir gereği olmayıp, ondan önce bizzat -S ü n n e t’in de kaynağı o la n - Kur’an’m da emridir. Bu sebeple Müslüman bir ana-babanın Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in bu em ­ rini yerine getirmesi, onlann en önemli görevlerindendir. Hiç şüp­ he yok ki, bu görevi ihmal eden her ana-baba, Allah’ın emirlerine aldırmayıp, görevini ihmal etmiş, yani günah işlemiş olur. Elbette yukandaki ayetlere bakarak ana-babanm görevinin çocuklarını sadece namaz konusunda eğitmekten ibaret olduğu zannedilmemelidir. Zira çocuğa namazla ilgili bilgileri verme­ den, hatta çocuğun kavrayabileceği İslami prensipleri ona öğret­ meden, ondan namaz kılmasını istemek haksızlık olur. Dolayı­ sıyla namazdan önce çocuğa gerek namaz, gerek İslam ’ın genel prensipleriyle ilgili bazı bilgilerin, onun anlayabileceği şekilde öğretilmesi de bir görev hâlini almaktadır. Ayetlerde namazın ‘emredilmesi’ söz konusudur. Ancak, bu ­ radaki em ri şu şekilde anlamak gerekir. Burada emirden maksat, ister örnek olarak, ister sevdirerek, ister telkin yoluyla olsun, çocuğun namaza alıştırılması, ondan namaz kılm asının istenm e­ sidir. Yoksa sadece “oğlum, kızım namaz kılın” deyip de çocuğu kendi başma terk etmek değildir. Hele bir ana-babanın kendi­ si namaz kılmazken, çocuklarından namaz kılm alannı istemesi hem dürüstlüğe sığmayan bir davranıştır, hem de çocuk üzerin­ de son derece menfi bir tesir icra edebilir. Zira eğitim açısından taklidin büyük bir önemi vardır. Taklitten kastımız ise, anababanm çocuğa örnek olması, çocuğun kendisini örnek almasına çalışmasıdır. Bu bakımdan ana-babanm namaz kılması, onların kendi İslami görevleri olduğu gibi, çocuklanna İslami bir eğitim verebilmelerini sağlayacak, en tesirli telkin m etodudur da. Zira çocuk, öncelikle evde daima namaz kılındığını görecek ve nam a­ za yabancı kalmayacaktır. Ayrıca çocuklar daima büyüklerini ve bilhassa ana-babayı taklit etmeye meraklı olduklarından, namaz konusunda da onlan taklide girişecek ve dolayısıyla namaza ısın­ mış ve alışmış olacaktır. Bununla da yetinmeyip, ana-babanın, normal günlerde olabileceği gibi, cuma ve bayram günlerinde çocuklannı camiye götürmeleri de onlann namaza ısındırılma-

sına yardımcı olacaktır. Ayetlerde namazın zikredilmesi, din! tecrübenin en müşahhas ve etkileyici bir şekli olması, devamlı tekrar edildiği için de alışmayı sağlaması sebebiyledir. Ayrıca na­ maz, çocuğun benliğinde, onun bir Müslüman olduğu şuurunu uyandıracak, ileriki yaşlarda onun İslam’a yabancı kalmamasını sağlayacaktır. Elbette namaz gibi, oruç ve benzeri hususlarda çocuklann eğitilmesi de ana-babanın görevleri arasındadır. Bazı rivayetlerde, yedi yaşma gelen çocuğa namaz kılm asının em redilmesi, on yaşma gelip de hâlâ kılmazsa dövülmesi yönün­ de ifadelere rastlanmaktadır. Bu gibi rivayetlere bakarak, Hz. Peygamber’in çocuklann eği­ timinde hem en dayağı ön plana aldığı sanılmamalıdır. Çünkü Hz. Peygamber’in bırakın küçük çocuklan dövmeyi bir fiske dahi vur­ madığı kaynaklarda açıkça görülmektedir. Dolayısıyla bu rivayet­ lerin gerçekten Hz. Peygamber’e ait olup olamayacağı üzerinde de ayrıca durulması gerekir.1 Aksine, çocuklann eğitimiyle ilgili Hz. Peygamber’den nakledilen başka rivayetlere bakıldığında, onun öncelikle İslam’ı çocuklara sevdirmeye, bunu da öncelikle kendi davranışlanyla yapmaya çalıştığını görürüz. Zira O, camide namaz kıldırırken, secde esnasında torunlannm kendisinin sırtına çıkmalanna ses çıkarmamış, hatta cuma hutbesi esnasında dahi torunla­ rını kucağına aldığı olmuştur. Aynca o, yolda giderken karşılaştığı çocuklann başlannı okşar, onlara “selamun aleykum” diyerek se­ lam verir, onlara da selamı öğretirdi. Aynca Bedir Savaşı’nda esir almanlan, Müslümanlann çocuklanndan on’una okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bırakması onun çocukların sadece dinî eğitimine değil, normal eğitimine de fevkalade önem verdiğini göstermektedir. Yine o, hayvan üzerinde giderken arkasına çocuk­ ları bindirir, bu arada onlara nasihatte bulunur, yani bazı İslami prensipleri öğretirdi. Hz. Peygamber devrinde çocuklar sadece na­ maza değil, oruca da alıştınlırlardı.

1

Nitekim söz konusu rivayetler üzerine yapılan bir çalışmada, isnad açsından da ortada birtakım problemlerin bulunduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır ki, bu da bizim bu tür rivayetler konusundaki tereddütlerimizin haklılığını göstermektedir. Bkz. Mustafa Ertûrk, “Çocuğun Dinî Eğitiminde Kullanılan Bir Hadis ve Tahlili", Marife, II (Konya, 2002), sayı: 2, s. 53-79.

Bütün bu davranışlanyla o, Müslümanlara çocukların eğiti­ minde nasıl bir yol takip etmeleri gerektiğini, aynı zamanda bu eğitimde şefkat ve merhametin esas olduğunu göstermiş bulun­ maktadır. O hâlde Müslüman bir ana-babanm çocuklarına dinî bir eği­ tim vermesi, namaz, oruç, zekât, hac gibi onlann temel İslami vazifelerindendir ve bu hem Kur’an’ın hem de Hz. Peygamber’in emridir. Ancak bir ana-baba bu eğitimi verirken şu hususu asla hatırdan çıkarmamalıdır: Bir ana-baba, çocuğunun oruç tutup namaz kılmasını ondan isterken, her şeyden önce kendisi İslam’ı iyice öğrenip, en iyi şekilde uygulamalı, İslam’ın emirlerini ye­ rine getirmeli ve bu suretle çocuklanna iyi bir örnek olmalıdır. Ancak bundan sonradır ki, çocuğunun eğitiminin etkili ve ha­ yırlı neticeler doğurması beklenebilir. Ayrıca ana-baba çocukla­ rının dinî eğitimine, en az onlann normal eğitimlerine verdik­ leri kadar önem vermeli, kendileri bu görevi yerine getirmekte yetersiz kalırlarsa, bu konuda başkalanndan yardım istemeli, imkânı varsa hususi hoca bile tutmalıdır. Öte yandan çocuklann dinî eğitimiyle ilgili her türlü malzemeden, kitap, dergi, video gibi imkânlardan da yararlanmalıdır. Bugün Müslüman bir anababanın İslam’a yapacağı en büyük hizmet, çocuklanna iyi bir Müslüman ana-baba örneği sunmak ve onlann da iyi birer Müs­ lüman olarak yetişmeleri için elden gelen gayreti göstermektir. Böylelikle, hem geleceğimizin teminatı olan bir nesil yetiştirmiş oluruz, hem de anne-baba olarak çocuklarımıza da sahip çıkm ış ve onları kendi ellerimizle ateşe atmamış oluruz. Hatta daha da ileri giderek, kendileri namaz kıldığı gibi, dinî konularda ailelerine de örnek ve rehber olabilecek, onlan nam a­ za teşvik edecek nesillerin yetişmesini hedeflemek gerekir. Tıpkı Hz. Peygamber’i bir grup delikanlı ziyaret ettiğinde onlara, na­ mazlarını kendi aralannda kılmalarını, en büyüklerinin im amlık yapmasını ve namaz dahil diğer dinî konularda ailelerini eğitme­ lerini söylediği gibi bir İslam nesli!1

1

Fethu’l-Bârî, X. 437-438, hadis no: 6008; (Sahîh-i Buhâri, 78, el-Edeb, 27.).

‘NAMAZ’I ANLAMAK: M ÜSLÜMANLIK NAMAZLA BİTMEZ, BİLAKİS NAMAZLA M ÜSLÜMANLIK YENİ BAŞLAR

“İslam, beş esas üzerine kurulmuştur,” rivayetinde sözü edi­ len ilk esas olan tevhid inancından sonra, ikinci esas olarak na­ maz zikredilmektedir. Peki niçin İslam Peygamberi namazı İslam’ın ikinci esası ka­ bul etmiş, niçin Allah, namazın önemini belirten ayetlerini art arda göndermiştir? Niçin genel olarak Müslümanlar, özel olarak da İslam âlimleri, müftüler, vaizler imam-hatipler namaz üzerin­ de bu kadar durmuşlar ve hâlâ da durmaktadırlar? Hiç şüphe yok ki, gerek Kur’an’da, gerek Peygamberimizden nakledilen rivayetlerde namaz üzerinde bu derece ısrarla durul­ ması, asla yersiz değildir. Zira namazın, tevhid inancıyla çok sıkı bir ilişkisi vardır. Çünkü İslam’ın bizden istediği tevhid inancı, sadece dillerde söylenen muhtevasız ve içi boş bir sözden ibaret değildir. İslam dini, bu inancın Müslümanm her ânına hâkim olmasını istemektedir. Diğer bir deyişle bu din, yeryüzünde Allah’ın hükümranlığı düşüncesini akıllara ve zihinlere yerleş­ tirmek istemektedir. İşte bu gayeyledir ki, her gün beş vakit na­ mazın muntazaman kılınmasını emretmiştir. Yine bunun içindir ki namaz, her gün beş defa muayyen bazı hareketleri tekrarla­ mak ve bazı şeyleri okumaktan ibaret kuru bir şekil asla değildir.

Namazın manası bundan çok daha yüce ve çok daha derindir. Namaz, günde beş defa, beş on dakikalık zaman fasılaları içe­ risinde, tevhid inancı gereği Allah’a verdiğimiz kulluk sözünü hatırlamak, kulluk bilincimizi günde beş defa sürekli tazelemek, yaratıcımız olan Allah’a karşı teslimiyetimizi ve m innettarlığımızı ispat için, bütün dış dünya ile ilişkilerimizi muvakkaten kesmek demektir. Özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, Üstat Necip Fazıl’m “Gençliğe Hitabe”sinde veciz bir şekilde özetlediği gibi, M üslümanlık çoğumuzun anladığı ve düşündüğü gibi namazla bitmez, tam aksine namazla başlar. Namazın ihtiva ettiği son derece derin manaları daha iyi kav­ rayabilmek için, namazı oluşturan şu üç unsura bir göz atmak yeterlidir: 1. Kalbin ve iradenin Allah’ın azameti ve kudreti karşısında aczini idrak ederek tam bir huşu ve hudû hâline varması. 2. Allah’ın en yüce olduğunun ve insanın Allah karşısındaki aczinin, bu duruma uygun sözlerle, yani okunan ayetler ve du­ alarla ifadesi. 3. Vücudun, bütün organlarıyla, tasvir edilen bu ulvi manala­ ra uygun bir tazim ve saygı duruşuna geçmesi. İşte namaz, bu üç unsurun da yerine getirilmesiyle gerçek­ leşir. Bunlardan biri eksik olursa namaz, namaz olmaz. Bu yüz­ den, namazın ihtiva ettiği derin manalardan gafil kalarak, onun sadece yatıp kalkmaktan ibaret şeklî yönüyle yetinm enin namaz olduğunu zannetmek ne kadar yanlış ise; sadece dua, tefekkür, zikir veya ağlama ile yetinmek, hele hele kendisinin ilahi aşka veya bizzat Allah’a vâsıl olduğunu ve artık namaza ihtiyacı olm a­ dığını söyleyerek namazı terk etmek de o kadar yanlıştır, bundan da öte açıkça İslam’ı yıkmaya çalışmaktır. Görüldüğü gibi namazdaki eğilip bükülme ve benzeri ha­ reketler, namazın unsurlarından sadece birisidir ve esas manevi unsurların vurgulanmasına yardımcıdır. Zira birisine hürmetimizi göstermek istediğimizde, bütün dikkatimizi toplar ve yüzümüzü ona çevirerek ayağa kalkanz. Daha hürmetkâr bir ifade ise, tazim makamında başımızı eğmemiz veya eğilmemizdir. Bundan da ileri

BİLAKİS N A M A Z L A M ÜSLÜMANLIK YENİ BAŞLAR

---- ----

bir hürmet için ise, son haddine kadar benliğimizi ve şuurumuzu toplayarak, yüzümüzü aşağılara doğru indiririz. O kadar aşağı in­ diririz ki, hürmet edilenin önünde başımız yere değer. Tam bir tazim ve itaat sembolü olan namaz da, bu üç duruş vaziyetini ihtiva eder ki; ayakta durmak (yani kıyam), yere doğru eğilmek (yani rükû) ve mutlak kudretin huzurunda yüzü yere koym ak (yani secde) ile tamamlanır. Bütün bu hareketler ise, ruhsuz birer şekilden ibaret değildir. Bilakis Allah’ın kudret ve azametini ve insanın hiçliğini idrak etmesi için akla ve ruha yar­ dımcı olacak manalı hareketlerdir. Bu manada namaz, her türlü yeterliliğin, yani sadece insanın gücü ve bilgisi ile yetinme iddia­ sının aksine, kulun Allah’a olan bağlılığının şuuruna varmasıdır. Namaz aynı zamanda, insan dışındaki canlı ve cansız varlık­ ların ibadet şekillerinin de bir terkibidir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, Kur’an’da şöyle der: “Görmedin mi, göklerde ve yerde olan kim ­ seler, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar­ dan pek çoğu Allah’a secde ediyor” (22. Hacc, 18). İslam’ın namazı, bu ayette de ifade edilmiş olan, bütün mahlukâtın ibadet şekillerini bir araya toplar. Nitekim göklerde olan güneş, ay ve yıldızlar, doğuş ve batış hareketlerini devamlı tekrar eder; dağlar dik durur; hayvanlar eğilmiş ve iki büklüm olarak durur, ağaçlar ise gıdalarını kökleri vasıtasıyla alabilmek için devamlı secdede gibidir. Kur’an’m ifadesiyle “Gök gürültü­ sü de hamd ile O ’nu teşbih eder” (13. Ra’d, 13). Yine Kur’an’ın dediği gibi saflar hâlinde uçan kuşların Allah’a ibadet etmeleri de (2 4 . Nûr, 4 1 ) cemaatle namaz kılmak için saflar teşkil etmeye benzer. Namaz kılarak ibadet eden müminin vücudu da, namaz için ayağa kalkarken açılır, rükûa varmak için uzanır ve secde ettiği zaman kendi üzerine toplanır. İşte bütün bu hareketleriyle namaz, Allah’a ibadetin çeşitli şekil­ lerinin hikmetli bir terkibidir ki, diğer varlıklann ibadetleriyle şayanı hayret bir uygunluk arz eder. Bütün bu manasıyla namaz, inanmış insanı kâinatta mevcut olan cihanşümul bir ibadete dahil eder. Müslümanın, dünyanın neresinde olursa olsun, namaz es­ nasında Kâbe’ye yönelmesi de şayanı dikkattir. Namaz kılarken

yüzlerini M ekke’ye çeviren bütün dünya Müslümanları ve m ih­ rapları Kâbe’ye çevrilmiş olan bütün camiler, aynı merkezli dai­ reler hâlinde, kulluğun en mükemmel ifadesi olan namazın geniş çekim gücüne katılmış olmaktadırlar. Ayrıca bu yöneliş, mümi­ ne, İslam üm m etinin vahdetini ve birliğini de hatırlatır. Bu öyle bir birliktir ki, onda ne sınıf, ne ırk, ne de başka bir fark vardır. Bu anlattıklarımız, namaz ibadetinin manevi cephesini oluş­ turmaktadır. Namazın bir de sosyal ve maddi faydaları vardır ki, bunları özetle de olsa bilmekte yarar vardır: Namaz, küçüğüyle büyüğüyle bir mahallede, b ir bölgede oturan M üslümanları, tam b ir eşitlik havası içerisinde her gün beş defa bir araya toplar, şahsi meşguliyetlerinin yeknesak akışı içerisinde, b ir kaç dakika da olsa ferde dinlenm e fırsatını b a h ­ şeder. M üm inin, etrafında Allah’ın hüküm ranlığını hissetm esi ve dıştan h içbir zorlamaya veya emre gerek kalm aksızın k en ­ di içinden gelen bir disipline boyun eğmesi de nam azın sosyal etkilerinden birini teşkil eder. Zira müezzinin daveti üzerine herkes toplanm a yeri olan cam ilere koşar, im am ın arkasında sık saflar hâlinde dururlar. Tam bir ahenk içerisinde bütün ha­ reketleri m üştereken yerine getirirler. Müslümanm namazda bazı Kur’an ayetlerini okumasına ge­ lince, bunun da hikm eti gayet açıktır. Bunun gayesi Müslümanı günde beş defa Kur’an ile temasa geçirmektir. Allah’a hamd ede­ rek, ona olan bağlılığını ve tazimini ifade ederek Allah’ın hakkı­ nı ifa eden Müslüman, tahiyyat’ta Peygamberimize salat u selam ederek Peygamber’in de hakkını yerine getirir. Daha sonra “Selam bizim ve Allah’ın salih kullan üzerine olsun,” der. Bu sözleriyle kendisinin yerini ve safını da belirlemiş olur ki, her zaman ve mekânda onun yeri, Allah’ın salih kullarının yanındadır. Bunun ardından kendisi için dua eder, Allah’tan kendisi için iyilik diler, kötülüklerden de Allah’a sığınır. Namazı bitirirken de hapisten kurtulmuşçasına alelacele bırakıp gidivermez. Onu gayet tatlı bir sonuçla bitirir: Sağına soluna bir bakar ve namaz kılanlara selam verir. Bu hâliyle sanki o, namaza başlarken başka bir âleme git­ miş ve dünyadan alâkasını kesmiş de, daha sonra hayata yeniden dönmüşçesine etrafmdakilerle selamlaşır gibidir.

Namazın cemaatle kılınması ise bambaşka bir önem taşır. Zira cemaate katılan, yalnız başına namaz kıldığı takdirde or­ taya çıkabilecek noksanlıktan ve bilgisizlikten doğacak aksak­ lıkları ve kusurları düzeltme im kânını elde eder, öğrenememiş olduğu hükümleri ve âdabı, okuması gereken ayetleri ve dualan daha kolay ve yanlışsız öğrenir, cemaat içerisinde göreceği salih ve âlim kimselere uymak, onlar gibi olmak için kendisinde bir gayret meydana gelir. Gerek yalnız, gerek cemaatle kılınan namaz, aynı zamanda hayat için de bir eğitimdir. Özellikle cemaatle kılm an namazlar, Müslümanda itaat duygusunu geliştirir, ona düzenli ve disiplinli yaşama alışkanlığı kazandırır. Bu yüzden Peygamberimiz cem a­ atle namaz esnasında safların düzgün olmasına özel b ir itina gös­ terirdi. en-N u’mân b. Beşîr bu hususu şöyle anlatmaktadır: “Rasulullah (sav.) ok düzeltir gibi saflarımızı düzeltirdi. Hatta bizi alıştırıncaya kadar buna devam etti. Sonra bir gün m escide gelip namaza hazırlandı. Tam tekbir alacağı sırada birinin saftan biraz ileri çıkmış olduğunu gördü. Bunun üzerine: “Ey Allah’ın kulları! Ya safları düzgün tutarsınız, ya da Allah [aranıza soğukluk ve düşmanlık sokarak] yüzlerinizi birbirinden çevirir,” buyurdu.1 Cemaatle namazın ve özellikle cuma namazının bir diğer h ik­ meti de şudur: Şayet Müslümanlar asırlar boyunca cumayı ve ce­ maatle namazı bırakıp hepsi bir köşede kendi başlarına namaz­ larını kılsalardı, bu namazlar tahrife uğrayabilir, asliye tini ve ilk şeklini kaybedebilirdi. Neticede Müslümanlar namaz konusunda bölük pörçük olur, diğer dinlerde olduğu gibi, mahallî veya ferdî namaz şekilleri ortaya çıkardı. Bu bakımdan cemaatle namazın, M üslümanların ibadet birliğini sağlamada ve dinî hüküm leri tah­ riften korumada inkâr edilmez bir rolü vardır. Müslüman bu namaza alışmalı, sadece kendisini değil, çoluğunu çocuğunu, oğlunu kızını, hanımını, hulasa ailesini de namaza alıştırmalı, onu can yoldaşı ve kurtancısı bilmelidir. Daima Allah’ın kapısına koşmalı ve açılıncaya kadar bu kapıyı çalmalıdır. Nitekim

1

Sahîh-i Buhâri, 10, el-Ezân, 71 (I. 145), Sahîh-i Müslim, 4, es-Salât, 28, hadis no: 127, 128, (1. 324).

ilk Müslümanlar böyleydi. O nlann namazla ilgileri, etle kemik, anneyle çocuğu veya askerle silahı arasındaki ilgiden daha sıkı idi. Kısacası namaz onlann şahsiyetlerinin ayrılmaz bir parçası idi. Ne zaman bir korkuya duçar olsalar veya düşman kendilerine musallat olsa ya da bir meseleyi çözemez olsalar, hem en namaza koşar, ona sığınırlardı. Rivayet olunur ki, bazı âlim ler bir m ese­ leyi çözemediği veya bir ayeti anlamakta güçlük çektiği zaman, kıyıda bucakta terk edilmiş mescitlerden birine gider, namaza durur, yüzünü toprağa sürer, secdeyi uzatır ve şöyle derdi: “Ey İbrahim ’e öğreten Allah, bana da öğret.” İşte namaz böyle, hem ferdî, hem içtimai hem de psikolojik eşsiz bir ibadettir. İnsana hem dünyevi hem de uhrevi sayısız faydalar sağlayan emsalsiz bir kulluk ifadesidir. Ancak bu faydalan yanında, her şeyden önce namazın bir va­ zife olduğu unutulmamalıdır. Zira vazifede en büyük gaye yine vazifedir; yani vazife, vazife olduğu için yapılır. Vazifede aranan en büyük maksat, bir hikm et ve gaye ile o vazifeyi em redenin emridir. Bu sebeple emir varken hikmet aramaya hacet yoktur. Müslüman, anlatılan bu faydalann hiçbiri olmasa bile, yine de namaz em rini yerine getirmekle mükellef olduğunu unutm am a­ lıdır. Zira bu, onun tevhid inancının ve Allah’a karşı yerine getir­ mesi gereken kulluk borcunun bir gereğidir. İşyerinde, tarlada, kışlada, okulda, dağda, ovada, hulasa te­ miz olan her yerde, abdest ile, abdest mümkün olmazsa teyem ­ mümle, günde beş defa, o da mümkün olmazsa, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlan bir arada kılm abilen bir namazın zorluğundan ve çokluğundan bahsetmek herhalde insaf sınırla­ rını zorlamak olsa gerektir. A ncak namaz ve abdest konusunda İslam ’ın getirdiği bunca kolaylıklara rağmen, yine de bu ibadeti muntazam an ve seve­ rek yerine getirm ek için insanın iradesini eğitm esi şarttır. Zira bütün bu kolaylıklara rağmen, yine de sabahın erken vaktinde tatlı uykusunu ve sıcacık yatağını Allah için terk edip nam a­ zını kılm ası, insanın işiyle, ticaretiyle ve kazanç tem iniyle en çok m eşgul olduğu öğle, ikindi ve akşam vakitlerinde, bazen

kazancından da feragat ederek dükkânını, işyerini kapatıp, öğle, ikindi ve akşam namazlarını kılm ası, ondan sonra da, günün yorgunluğuna rağmen kalkıp cam ide veya evinde yatsı nam azını kılm ası, elbette nefsine zor gelecektir. Ama bunlar, İslam ’a samimi olarak bağlanan ve Allah’a im anında sadık olan birisi için üstesinden gelinem eyecek şeyler değildir. Zira sahip olduğu tevhid inancı gereği, insanın kendi iradesini Allah’ın istediği istikam ette yönlendirm esi ve eğitmesi gerektiğini her M üslüm an iyi bilir. İşte bu tevhid inancı sonucunda M üslüman sadece namazı kılm akla kalmaz, onun tiryakisi de olur ve en n i­ hayet nam az ile M üslüman arasında, ancak ölüm le sona erecek, uzun ve m utluluk verici b ir alâka kurulur. İslam’ın namaz ve abdest gibi konularda bizlere tanıdığı k o­ laylıkları gündeme getirmekten maksadımız, tevhid inancının aynası olan namazın, hayatımızda etkili bir rol oynamasını temin edebilm ek için, onun, kadın-erkek, genç-ihtiyar, işçi-patron, memur-amir her kesimde yaygınlaşmasına yardımcı olmaktır. Allah Teâlâ’nm “Allah dinde size hiçbir güçlük koşm adı” (22. Hacc, 78 ) ayetine ve Rasulullah’tan rivayet edilen “Din kolaylık­ tır” rivayetine1 uyarak, namazla ilgili bu kolaylıkları anlatmak ve namazın geniş kitlelere yayılmasına yardımcı olm ak her Müslü­ man için bir vazifedir. İnanıyoruz ki, dinin her konuda getirdiği kolaylıkları ortaya koymak, İslam’ın insanlığa sunduğu m esajla­ rın yüceliğini daha iyi açığa çıkaracaktır.

1 Sahîh-i Buhârî, 1, el-îmân, 29 (I. 16), Sunmu’n-Nesâ’î bi-şerhi’s-Suyûtî, el-îmân, 28 (VIII. 121), aynca bkz. Fethu'l-Bâri, I. 93-95.

NAMAZ KILMAK KOLAYDIR, ZOR DEĞİLDİR!

İslam’ın esaslarından olan namaz ibadetinin manası ile nam a­ zın maddi ve manevi cephesi üzerinde durduktan sonra geriye, namazla ilgili olarak bilinmesi gereken diğer bazı hususlar kal­ maktadır ki, bunlara da ana hatlarıyla temas etm ek ve bu suretle dikkatleri bu konulara çekmekte fayda vardır. Namazın İslam’ın en önemli esaslarından, kulluğun en m ü­ kemmel ifadesi ve Müslümanın hayatının ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladık. Burada ise, namaz ibadetinin yerine geti­ rilmesiyle ilgili olarak karşılaşabileceğimiz bazı durumlardan söz etm ek istiyoruz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi namaz, son dere­ ce kolay bir ibadettir ve bu yüzden durumu ne olursa olsun bir Müslümanın onu terk etmesi caiz değildir. Zira İslam, bir Müslümanm bu ibadeti hangi durumda ve hangi şartlar içinde olursa olsun yerine getirebilmesi için her türlü düzenlemeyi yapmış, bu konuda her türlü kolaylığı göstermiştir. Aslında İslam, kolaylığı sadece namaz konusunda değil, her konuda temel prensip kabul etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ da Kur’an’da açık bir şekilde “Al­ lah dinde, size hiçbir güçlük koşmadı” buyurmuş (22. Hacc, 78, ayrıca bkz. 2. Bakara, 185), Hz. Peygamber de bir rivayete göre “Din kolaylıktır. Her kim din(de aşırı giderek on) a galip gelmeye çalışırsa, o dine değil, din ona galip gelir. Bu yüzden itidalli ve dengeli olunuz, seviniz, sevdiriniz,” buyurmuştur.1 Görüldüğü

1

Sahih-i Buhâri, 1, el-İm ân, 29 (I. 16), Sunenu’n-N esâ’î bi-şerhi’s -Suyûti, el-îm ân, 28

gibi Allah da Rasulü de, şu veya bu ibadetin, şu veya bu hükm ün kolay olduğunu değil, bir bütün olarak dinin tam amının kolay olduğunu ifade etmiştir. O hâlde diğer emirler kadar namaz k o­ nusunda da kolaylığın esas olduğu açıktır. Gerçekten de İslam, namaz ve namazla ilgili konularda o kadar kolaylıklar getirmiştir ki, artık samimi bir Müslümanın namaz konusundaki herhangi bir ihm alini mazur göstermesi düşünülemez. Peki nedir bu sözü edilen kolaylıklar? Ö nce abdesti ele alalım. Mesela bir kimse normal abdest veya gusül abdesti almak istese, ama sular kesik olsa, bunun kolayı vardır; o da teyemmüm etmektir. Şehirde, kasabada, köyde, evde veya işyerinde sular kesilecek olsa ya da otobüs, tren, uçak veya gemi ile seyahat ederken durup abdest almak m üm kün olmasa veya durulsa bile su bulunmasa, yapılacak iş sadece teyemmüm etm ekten ibarettir. Hatta abdest konusunda öyle kolaylıklar gös­ terilmiştir ki, bunların çoğu bilinmediği veya unutulduğu için, abdest almak bazen zor bir iş gibi görünmektedir. Bu kolaylık o dereceye varmıştır ki, bir insanın tabii ihtiyacı olan cinsi m üna­ sebetin bile su bulunmadığı için tehirine gerek yoktur, zira bu gibi durumlarda da teyemmüm edilmesinde dinen hiçbir m ah­ zur yoktur; bilakis bu da, dinin kolaylaştırıcı bir hükmüdür. Bu konuda İslam âlimleri arasında da görüş birliği var olagelmiştir. Bazı kimseler dindarlık adına, “Bir kimse cünüp olsa ve su olarak da sadece buz tutmuş bir göl veya nehir olsa, o kim senin bu buzu kırıp boy abdesti alması gerekir,” derler ki, bu kesinlik­ le doğru değildir. Zira Ebû Dâvûd’un es-5unen’indeki şu rivayet, bunun yanlışlığını ortaya koymaktadır: Amr b. el-Âs (ra.) anlatıyor: “Zatu’s -Selâsil gazvesinde iken, soğuk bir gecede ihtilam ol­ dum. Eğer gusül abdesti alırsam, ölürüm diye korktum ve te­ yemmüm ettim. Sonra arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım. (Dönüşte) arkadaşlarım bu durumu Hz. Peygamber’e anlattılar. Bunun üzerine Rasulullah “Ey Amr, cünüp olduğun hâlde arka­ daşlarına namaz mı kıldırdın?” dedi. Ben de niçin gusül etme(VIII. 121), aynca bkz. Fethu'I-Bdrî, I. 9 3 -9 5 .

diğimi anlattım ve Allah’ın “Kendi kendinizi öldürmeyin. Allah size karşı merhametlidir,” (4. Nisâ’, 29) buyurduğunu duydum, dedim. Rasulullah güldü ve bir şey demedi.”1 Görüldüğü gibi, su bulunsa dahi, insanın hayatını tehlikeye sokacak derecede bir soğuk söz konusu olduğunda, suyla abdest veya gusül almayarak, sadece teyemmüm etmek yeterlidir. Yine bir kimse sabah evinden çıkarken abdest alır da, ayakka­ bı, mest veya çizmesini abdestli olarak giyerse, bu giydiklerinde bir pislik olmadığı sürece, tekrar abdest alırken bunlan çıkanp ayaklarını yıkaması şart değildir. Bunların üzerine m eshedebilir. İşte bu kolaylık, kışladaki asker ve subaydan, tarladaki çiz­ me giyen çiftçiye kadar herkesin yararlanabileceği bir kolaylık­ tır. Keza, aşırı soğuk sebebiyle, ayakların abdest için yıkanması durumunda hasta olma riski varsa veya sağlık açısından başka riskler söz konusu ise, bu gibi durumlarda, kadın-erkek Müslü­ m anlann, hangi türden olursa olsun çoraplarına ve başörtülerine meshetmeleri de mümkündür.2 Namazla ilgili kolaylıklara gelince: Her şeyden önce, günde beş vakit kılman namazın çok olduğu söylenemez. Zira her gün namaz için bir insanın ayıracağı vakit, en fazla bir saati geçmez ki, bir Müslüman 2 4 saatinin bir saatini Allah için ayırmayı çok göremez, görmemelidir. Diğer bir kolaylık da, namaz kılm ak için diğer dinlerde olduğu gibi, mutlaka bir ibadethaneye git­ mek -te rcih edilirse d e - şart değildir. Bir hadis rivayetinde Hz. Peygamber’in “Bütün yeryüzü bana mescit kılındı,” dediği3 gibi, yeryüzünün her yeri Müslümanlar için mescittir. O hâlde mescit ve camilerde olduğu kadar, evde, işyerinde, büroda, atölyede, tarlada, kışlada, okulda, dağda, ovada her yerde namaz kılınabilir, yeter ki namaz kılınacak yer temiz olsun. Yine yolculuk esnasında otobüste, trende, gemide, uçakta da namaz kılm ak mümkündür. Bu vasıtalarla seyahat ederken namaz kılm ak iste­ diğimizde kıbleye dönmek m ümkün olmazsa, o takdirde bulun­ duğumuz yöne doğru namazımızı kılabiliriz.

1 2 3

Sunen-i Ebî Dâvûd, et-Tahara, 124, hadis no: 334 (1. 92). Bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Namazların Birleştirilmesi, ilâhiyât, Ankara 2004\ s. 139 (Ek: Musa Bağcı, Sank ve Çorap Üzerine Mesh Problemi). Sahîh-i Buhârî, 7. et-Teyemmum, 1 (I. 74).

Namaz konusunda işaret etmek istediğimiz önem li bir ko­ laylık daha vardır ki, bu husus maalesef pek bilinm em ekte ve bu sebeple bazen Müslümanlar zor durumlarda kalabilmektedir. Sözünü ettiğimiz bu kolaylık, bazı durumlarda öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarının bir arada kılınabilmesidir. Bu konu pek fazla bilinmediği için üzerinde biraz durmak istiyoruz. Peygamberimiz yolculuk esnasında ve bazı şartlarda yolcu­ luk dışında da, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı nam azlannı bir arada kıldırmıştır. Bu konuda, başta Kütüb-i Sitte denilen, Buhâr 1, Müslim, E b û D âvûd, Tirm izî, Nesâı ve İbn M â ce 'nin eserleri olmak üzere, hem en her hadis kitabında yer alan sayılamayacak kadar çok rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerin çoğu, tarafımızdan yapılmış olan ilmî bir araştırmada bir araya getirilmiş ve sayılan üç yüzü bulmuştur. Bu rivayetlerin çoğu sahih ya da hasen olup, amel edilmelerine hiçbir engel yoktur; bu yüzden bu hadisleri görmezlikten gelmek mümkün değildir. Ayrıca sahabeden, İbn Abbas, Hz. Ömer, Abdullâh b. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Sa’d b. Ebî Vakkâs, en-Nu’mân b. Beşîr, Abdullâh b. Mes’ûd, Usâme b. Zeyd, Sald b. Zeyd, ve Hz. Âişe ile tabiîlerden, Atâ b. Ebî Rabâh, Mucâhid b. Cebr, Tavus b. Keysân, Câbir b. Zeyd, Urve b. ez-Zubeyr, Sald b. el-Museyyib, Ömer b. Abdilazîz, el-Hasen el-Basrî gibi önde gelen âlimler ve İmam Evzâî, Şâfı’î, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi mezhep im amlan da iki namazın bazı du­ rumlarda bir arada kılınabileceğini kabul etmişlerdir. Keza İmamiye Şiası ve Zeydiye mezhebi de bu konuda hemfikirdir. Hanefilerin bu hadislerle niçin amel etm ediklerine gelince, sözünü ettiğimiz araştırmamızda bunun sebepleri üzerinde du­ rulm uş ve aslında Hanefilerin de böylesine sahih ve bu kadar çok sayıdaki hadislerle amel etm esine hiçbir mani bulunm adığı sonucuna varılmıştır. Bu araştırmanın özeti ve varılan sonuçlar 1 9 8 2 yılında İstanbul'da yapılan 2. İslam İlim leri Kongresi’nde de, İslam i ilim ler alanındaki çeşitli m ütehassıs ve akadem isyen­ lere sunulm uş, varılan netice müspet karşılanmıştır. Ayrıca o dönem de Diyanet İşleri Başkanlığındaki yetkililerle de konu tartışılm ış, varılan sonuçları onlar da kabul etmişlerdir. Bütün bunlar, nam azların cem edilm esi, yani bir arada kılınm asıyla il­

gili hadislerin Hanefilerce de kabul edilm esi gerektiğini tartış­ masız ortaya koym uştur ki, bu da bizim hiç tereddüt etm eden Peygam berim izin bu uygulamasına dair rivayetlere tâbi olabi­ leceğim izi gösterir. Namazların cemedilmesi ise şu şekildedir: Bir kimse yolcu­ luk ederken, isterse öğle vakti, isterse ikindi vakti içinde, öğle ile ikindi namazlarını; yine ister akşam, ister yatsı namazı vakti içinde akşam ile yatsı namazlarını art arda, bir arada kılabilir. Namazların bir arada nasıl kılınacağına dair daha fazla malumat için, fıkıh kitaplarının hacla ilgili bölümlerinde ele alman, Arafat ve Müzdelife’de namazlann cemedilmesiyle ilgili bölümlere veya bizim konuyla ilgili araştırmamıza bakılabilir. Yolculuk dışında, ağır hastalık, uyuklayıp namazı geçirme korkusu veya son derece önemli ve hayati durumlarda ve aşırı/ yoğun meşguliyet ânlannda -nam azların herhangi birisinin kılınamaması tehlikesi söz konusu olduğunda- öğle ile ikindi veya akşam ile yatsı namazları, ister birinci namazın vaktinde ister ikinci namazın vaktinde, bir arada kılmabilir. Keza, fabrika ve benzeri işyerlerinde çalışırken, işi dolayısıyla bazı namazları kıl­ maları m üm kün olmayan kimseler de, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını bir arada kılabilir. Yine camide cemaatle namaz kılanlar da, şiddetli yağmur, kar, dolu, çamur, fırtına, soğuk bu ­ lunduğunda, camide cemaatle, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını bir arada kılabilirler. Ancak, bu nam azlann bir arada kılınması, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarına hastır ve yatsı ile sabah veya sabah ile öğle namazları bir arada kılınam az.1 Burada şunu da belirtm ek gerekir: Gerek yolculukta, gerek yol­ culuk dışında çeşitli özürler sebebiyle nam azlann bir arada kı­ lınması bir ruhsat ve kolaylıktır, yoksa ille de namazlar bu gibi durumlarda bir arada kılınacak demek değildir. Burada demek istediğimiz, namazların kılınması konusunda İslam dininde her türlü kolaylığın gösterildiği, namazlan bir arada kılm anın da bu kolaylıklardan olduğu, bu yüzden Müslümanm namazı terk et­ mek için hiçbir mazeret ileri süremeyeceğidir.

1

Bu konuda geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, N am azların Birleştirilmesi.

'O R U C U A N L A M A K

-o-GSS>(2l5)*â