Şerhü's-Siyeri'l-Kebir: İslam Savaş Hukuku I [1, 1 ed.]
 9786057596796

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Muhammed eş-Şeybinl EbQ Hanife'nin önde gelen talebelerinden ve eserleriyle Hanefi mezhebinin büyük fıkıh Alimidir. 750 yılında Visıt'ta dıinyaya geldi. Ailesi, Abbasi hilafetinin kurulması üzeri­ ne Visıt'ı terk edip KOfe'ye yerleşmiş ve Şeybini burada yetişmiştir. On dört yaşından itibaren dört yıl EbQ Hanife'nin ilim meclisinde bulunan Şeybini, hocasının vefatından sonra onun fıkhl görüşlerini ve yöntemini başta EbQ YQsuf olmak üzere talebelerinden öğrenmeye devam etti. Ayrıca KQfe'deki hadisçilerin ve diğer ilimlerin ders halkalanna katılarak onlardan ilim tahsil etti. Daha sonra ilimde derinleşmek için Medine'de Milik b. Enes'ten, Mekke'de Süfyin b. Uyeyne'den, Dımaşk'ta Evzifden, Horasan'da Abdullah b. Mübirek'ten ve Basra'da çeşitli ilimlerden ders aldı. ilim yolculuklan sona erdiğinde Bağdat'a yerleşti. Şöhretini duyanlar ondan hadis ve fıkıh dersleri almaya başladı. ilk defa EbQ YQsuf'un tavsiyesiyle HirQnürreşid tarafından Rakka'ya kadı olarak tayin edil­ di. HirQnürreşid, EbQ YQsuf'un vefatının ardından Ehl-1 reyin lideri konumuna yükselen Şeybinfyi başkadılığa getirdi ve hayatının sonuna kadar bu görevde kaldı. 805 yılında HirQnürreşid'in refakatinde gittiği Rey' de vefat etti ve oraya defnedildi.

Serahsl Şemsüleimme Muhammed es-Serahsi, Hanefi mezhebinde büyük fıkıh Alimidir. 1010 senesinde Türkistan'ın Serahs şehrinde dünyaya gelmiş ve bu şehre izafeten Serahsi denilmiştir. Hocası Buhara'daki Hanefi mezhebi ilimlerinin meşhurlanndan Abdülaziz b. Ahmed Hulvinfdlr. Hocasının ardından yerine geçen Serahsfye de ilimdeki üstünlü­ ğünden dolayı Şemsüleimme lakabı verilmiştir. Onun uzun yıllar hapiste bulunmasının sebebi olarak saltanat sahiplerinin hoşuna gitmeyen hukuki-siyasi hususlardaki fetvala­ rıdır. 1087 senesinde hapisten çıkanldıktan bir müddet sonra Fergana'ya giden Serahsi, ömrünün son yıllannı bu şehirde geçirmiş ve biyografik eserlerin umumiyetle zikrettiği­ ne göre 1090 tarihinde vefat etmiştir.

Prof. Dr. lbrahlm Sarmış 1948 yılında Mardin/Yeşilli'de doğdu. ilköğrenimini Yeşilli'de yaptıktan sonra imam Hatip Okulunun orta kısmını Mardin'de, liseyi Diyarbakır'da okudu. 1973 yılında Konya Yüksek lslam Enstitüsünden mezun oldu. Van ve Tarsus imam Hatip liselerinde görev yaptıktan sonra Konya Yüksek Is lam Enstitüsüne asistan olarak girdi. 1986'da doktor; 1987'de doçent ve 1995'te Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında profesör oldu. 28 Şu­ bat sürecinde zorunlu emekli olduktan sonra 2013'te yeniden başladığı Selçuk Oniversi­ tesi ilahiyat Fakültesinden 2015'te emekli oldu. Arap Dili ve Edebiyatıyla ilgili çalışmala­ nnın yanında, yirmi kadar çevirisi vardır. Telif eserleri şunlardır: Bütün Yönleriyle Seyyid Kutub (Ankara 2018), Metin ve Alışnrmalarla Uygulamalı Arapça Dilbilgisi (Konya 2011), Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve lslam (lstanbul 2012), Hz. Muhammed'i DoAru Anla­ mak (lstanbul 2011), Hadisler Kur'an'la EşdeAer midir? (fstanbul 2017), Rivayet Kültürü ve Olumsuz Kadın Algısı (lstanbul 2011), Hz. /sa ve Mesih inancı (lstanbul 2010), ŞQrddan Saltanata, Teokrasiye ve UJisizme Yönetim (lstanbul 2010), Rivayet Kültürü ve Yanlış Din Anlayışı (lstanbul 2011), Şeytan Üçgeni: Bidat, Tevessül ve Şefaat (lstanbul 2011), Riva­ yetler ve Yorumlarla Akaid Oluşturmak ve Kabir Azabı (lstanbul 2011), Kur'an'da Kader/ Takdirin Anlamı ve Sünnetullah (lstanbul 2014), lslam'ı Okumaya ve ÖArenmeye Nereden Başlamalı? (lstanbul 2014).

Prof. Dr. Mehmet Salt Şimşek 1951 yılında Mardin'de doğdu. ilkokulu Ceylanpınar'da bitirdi. Mardin'de başladığı imam-Hatip Lisesi öğrenimini Diyarbakır'da bitirdi. Erzurum Yüksek lslam Enstitüsün­ den 1973 yılında mezun oldu. Erzurum Tekman'da vaizlik yaptı. 1975 -1977 yıllann­ da Gemlik imam-Hatip Lisesinde çalıştı. 1977 yılında Konya Yüksek lslam Enstitüsüne Arapça araştırma görevlisi oldu. Doktorasını Ankara ilahiyat Fakültesinde Tefsir alanın­ da 1984'te bitirdi. 1987'de doçent ve 1985'te profesör oldu. Hilen emeklidir. Arapçadan birçok çevirisi vardır. Eserleri: Hayat KaynaAı Kur'an Tefsiri. (Beş cilt), Günümüz Tefsir Problemleri, Kur'an Kıssalanna Giriş, Kur'an'ın Anlaşılmasında iki Mesele, Kur'an'ın Ana Konulan, Fatiha Suresi ve 1ürkçe Namaz, Yaranlış Olayı.

Ankara Okulu Yayınlan: 352/1 İslam Klasikleri: 26/l Bu Proje T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü Tarafından Desteklenmektedir

© Ankara Okulu Basım Yay. San. ve Tic. Ltd. Şti.

Editör: Mehmet Azimli Son okuma: İbrahim İlhan-Kasım Gezen Dizgi, kapak: Ankara Dizgi Evi Baskı, cilt, kapak baskısı: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret işletmesi Birinci baskı: Ocak 2021

ISBN: 978-605-7596-79-6

Ankara Okulu Yayınlan Şehit Mehmet Baydar Sokak 2/A Maltepe/ANKARA Tel: (0312) 341 06 90 GSM: 0542 382 74 12 web: www.ankaraokulu.net e-mail: [email protected] [email protected]

Şerhü's-Siyeri'l-Kebir İslam Savaş Hukuku -

1

-

Şeybani-Serahsi

Çevirenler

İbrahim Sarmış-M. Sait Şimşek

Ankara Okulu Yayınlan Ankara 2021

İÇİNDEKİLER

EDİTÖRDEN Ç�RENLERİN ÖN SÖZÜ . . . MUHAKKİKİN ÖN SÖZÜ . . . . . . . (Müellif) Muhammed b. Hasan Şeybani (Şarih) es-Serahsi SERAHSi'NlN (ŞARİH) ÖN SÖZÜ

9 11 13 13 19 23

.................................................................................................................

..

.

..................... .. .............. . ................... ....................

..... . .... . ..... ...... .........................................................

. . .

......................................... .......

.

..

.............................................................. .......... . ...... ... .......

.

.............................. ......................................

ŞERHÜ'S-SlYERİ'L-KEBIR . 27 ı. Ribatın Fazileti , ................................................................ 29 2. Komutanlara Tavsiyeler . . . . . . . 55 3. Emirlik/Komutanlık 73 4. Seriye Gönderme . . 76 5. Bayraklar, Sancaklar . . . . . . 80 6. Savaşta Dua ... .. . . . . .. .. 83 7. Atların Bereketi ve iyileri . 88 8. Çıngırağın Keraheti 91 9. (Savaşta) Bağırmak 92 10. Savaşta Sarık Sarmak . . . . 93 11. Haram Aylarda Savaş . . . . . 94 12. Bedevilerin Hicreti . .. . . ... 95 13. Müşriklerle llişki . . . . . . 96 14. Mübareze. . . . . . . 99 15. Savaşta Kendisini Vuran 99 16. Savaşta Akrabayı Öldürmek 102 17. Öldürülenlere Ağlamak 103 18. Kesik Başları Yöneticiye Götürmek 105 19. Silah ve Binicilik . . 106 20. Savaşa Hazırlık . . 108 21. Savaş Hiledir . .. . . 110 22. Savaştan Kaçmak . . .. 113 23. Darülharpte Kalanlar . . ..... . ... . 115 24. Yaralının Tedavisi . . . ... . .. .. . . 116 25. Altından Burun Takmak. . . . . . . . . .. . . 119 26. Antlaşmalı Düşmanın Malları . . . . . . . 120 27. Müşriklerin Camiye Girmeleri . .... 120 : 28. Kadın Hamamı ve Binit . . . . 121 29. Parayla Cihat Etmek . 123 30. Müşriklerin Yemeği. . 128 ............................................................................ .....

..............................

. .... . ... . ................. ....... ....................................

....................................................................................

.................................................................................... ... .

.................. .......... ................ .......... ...... ............ .....

................. . . .... . .... .......... ... . ....

...... . ..................................

........ ................................................................

.....................................................................................

.....................................................................................

....................................... ............. ............ ..... ......

.......................... .......... ........ .............. .......... ......

.................... ........ . ..... ........ .... . . ............................

. . . ............. ....... ...........................................................

. . . .... ..... .................................... ................................................

........................................................................

...............................................................

........................................................................

.................................................

................................................................................. . ..

...................................................................................... .

............................................................................. ... . ...... .

................................................ ............ ............ . .......

........... ............ ...... . . . . ..... ......... . . ........... ....

................ ... ..... .... . . ...... ... . .... . ........ ............. ....

....... . . .... ... . . . .

..... ...... ...........................

. . . .. ... . ................. ...........................

... .................................................

.. . . .......... ......................................................

............................. ................................................

.......... ....................................................................

6

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

31. Müslüman Saymak 131 32. Emirlerle Birlikte Cihat 136 33. Zekiit ve Humus 141 34. İdarecilere İtaatin Sınırı 143 35. Kadınların Savaşa Katılmaları 156 36. Cihat, Yapılması Caiz ve Yasak Olanlar 157 37. Artçı Birlik 177 38. Şükür Secdesi 182 39. Korku Namazı 183 40. Şehitlik ve Ona Yapılacak İşlemler 187 41. Askerin Namazı 196 42. Eman Verebilenler 204 43. Emandan Sonra Müşriklerin Saldırıya Uğraması 208 44. Eman Sayılmayan Şeyler 214 45. Şartlı Eman 221 46. Eman Lafızları 2 25 47. Düşman Tarafından Verilen Eman 244 48. Darülharpten Getirilen Kadın 265 49. Eman Sayılan ve Sayılmayan Şeyler 282 50. Düşmanın Emansız Harem'e Girmesi 287 51. Şüpheli Eman 291 52. Emanda Muhayyerlik 300 53. Başkasına Eman :.................... 310 54. Eman isteyen Düşman 323 55. Düşmanın Elindekine Verilen Eman 326 56. Ödeme Karşılığında Eman Antlaşması 328 57. Elçinin Verdiği Eman 335 58. İlk Seriyenin Eman Vermesi 343 59. Eman Sayılan Sözler 358 60. Esirler ve Darülharbe Girenlerin Eman Sözleri 362 61. Casus Elçiye Eman 367 62. Kaledeki Düşmana Eman 371 63. Şartlı Eman 374 64. Emansız Eman Altındakiler 386 65. İzinsiz Eman 407 66. Teslim Olan Düşman 415 67. Enfal (Ganimetler) Bölümü 419 68. Ganimet ve Resulullah'ın Payı 428 69. Savaş Alanında Ganimet Tahsisi. 436 70. Komutanının Tahsisi 448 71. Tahsisin Geçerli ve Geçersiz Olduğu Yerler 455 72. Geçersiz Tahsisler 463 .................................................................................

.......................................................................

.......................................................................................

.......................................................................

...........................................................

..........................................

.................................................................................................

...........................................................................................

...........................................................................................

..................................................

.......................................................................................

..................................................................................

......................

......................................................................

................................................................................................

..........................................................................................

.................................................

...........................................................

................................................

............................................

............................................................................................

............................................................................

................................................................

.........................................................................

..............................................

..........................................

.............................................................................

...............................................................

..............................................................................

.........................

..................................................................................

....................................................................

................................................................................................

................................................................

..............................................................................................

..............................................................................

................................................................

...........................................................

......................................................

.............................................................................

.................................

...................................................................................

İçindekiler

7

73. Komutanın Tahsisi . . . ...... . . . . . . . . ... . . .. . . . . . . . . . . . 466 74. Askere Tahsis . .. . . . . . . . .. . 470 75. Ganimet Hakkı . . 476 76. Başkalarına Ganimet Tahsisi . . . . . . . .. . . .. . .. . . .... . . . 4 79 77. Ganimet Ortaklığı ................................................................................... 487 78. Limitsiz Ganimet . . . . ... . . 491 79. Ganimet ihtilafı . . . . . ... .. . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . .. . . . .. . . 497 80. Öldürülenin Eşyası . . .... . . . . . . .. . . . .. 505 81. ikinci Ganimet . . 508 82. istisnai Ganimet . . ... . . . . ... . . . . .... . . . . . . . . . ... .... . . . .. 512 83. Ha.rici Emanı . ............ ...... . . . . ...... . . . ... . . . . . ... . . . . .. ... . . .. 522 84. Atlann Ganimeti .. . . . .. . . ... 535 85. Ganimet Tahsisi . . . 538 86. Rehberlik Hakkı . . . .. . . .. . . . . .. . . . . . . . . .. ... 543 .. . . .

. . ...... . . . . ..... ..

. . .

. . . . .. . . ... ...... . .

.. ...... _ . ...... ... ................. ... ... ..... ...... ...... . ..... ..............

.............. ................................................. ........................

. . .... ... . . . .....

. . .

. ...

. . .

..... . . ..

. . ......................... ................ ............... . . ...... ....... ...

. . . . ....

. . .

.

.. . .. . . . . .....

. . . . . .. . . .. . . . ...

. . . ...

. .

....... ...... ...... ....... ... ... .. . ........ ....... .. .....

..

......................................................... ............................ ...

. . ......

.

.

........

.. . ... . .

.. . ... . .

. . . . .

. . . .

. . ... .. . . .. . . .

. .... . . .. .

.

. .... . . ...

. ... . .

...

..... ... ......... .... . ............ .............. ..............

. . .

....

.......... ................... ................................ .......................

... ... ...

DIZIN

. ... ..........

.......-· . . . ...

... .. . . . ........ . . .

.

.

..........................................................................................................................

557

EDİTÖRDEN

Ankara Okulu Yayınları "İslam-Klasikleri" projesi üst başlığı kapsamında yayımlanan serinin yirmi altıncı (26.) kitabı olarak, klasik bir hukuk kitabıyla karşınızdayız. Eser, Hanefi ekolünün önemli bilgini İmam Muhammed'in yazdığı Siyerü'l-Kebfr kitabı­ na Orta Asya'nın Hanefi fakihlerinden ünlü Serahsi'nin yazdığı Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr adlı kitabıdır. Takdim etmiş olduğumuz bu klasik eser, hem müellifin hem de şarihin dönemindeki savaş hukukuna bakış açılarını göster­ mesi açısından önem arz etmektedir. Dolayısıyla İslam savaş hu­ kuku alanında klasik öğretiyi en derin ayrıntılarıyla aktarmak­ tadır. Klasik dönemin bakış açısıyla savaş hukukuna panoramik ola­ rak yolculuk yapmak üzere sizi Serahsi'nin Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr adlı eseriyle baş başa bırakıyoruz ... Hayırlara vesile olması dileğiyle ... Mehmet Azimli1 Çorum-2021

1

Hitit Ü niversitesi i lahiyat Fakültesi.

ÇEVİRENLERiN ÖN SÖZÜ

Toplumumuzda İslam kültürünün öğrenilip yaygınlaşmasın­ da, yapılan çevirilerin etkisi büyük olmuştur. Çağdaş yazarların eserlerinin yanında, İslam kültürünün klasik kaynak eserleri de büyük çabalarla çevrilip yayımlanmaktadır. Ebu Hanife'nin İma­ meyn adıyla meşhur iki öğrencisinden biri olan İmam Muham­ med'in, es-Siyerü'l-Kebfr isimli eseri de şüphesiz bu temel klasik kaynaklardandır. Değişik zamanlarda değişik kişiler tarafından şerh edilmiş olması, kitabın değer ve önemini göstermektedir. Bu şerhler arasında en önemlisi, çevirisini sunduğumuz Serah­ si'nin şerhidir. Serahsi'nin bu şerhi, Sultan il. Mahmut zamanın­ da Osmanlıcaya da çevrilmiştir. Fakat Osmanlıca çeviriden, sayılı kimi uzmanlar dışında, halkın okuyup anlama imkanı bugün için kalmamıştır. İşlediği konular itibanyla bu sahadaki boşluğu dol­ durması açısından kitabın günümüz Türkçesine çevrilip yayım­ lanması gereklilik arz etmiştir: Kitap, İmam Muhammed zamanına kadar İslam idaresinin başka devletlerle savaş, barış ve diğer ilişkilerine hakim olan hukuki anlayışı ele almaktadır. Siyer ismi bunu ifade etmektedir. Belirtildiği gibi kitap, yüzyıllar öncesindeki devletlerin hukuk sistemini, devletler arası hukuki ilişkileri, özellikle savaş, barış, ekonomi ve bunlara bağlı başka konuları ele almaktadır. Şüp­ hesiz asırlar önce yazılmış bir kitabın, kimi konularının çağdaş devletler hukuku disiplini sistematiğinde olmayacağı açıktır. Kitapta belirtilen hukuki hükümlerin büyük çoğunluğu, Ha­ nefi mezhebinin görüşlerini yansıtan içtihadi hükümlerdir. Bu hükümlerin bir kısmının bugün belki de uygulama alanı kalma­ mıştır. Ancak, genel olarak kitabın içeriği bugün için de geçerli­ liğini korumakta ve çağdaş uluslararası hukuk sistemine temel teşkil edecek bir kaynak niteliğindedir. Devletler hukukuyla ilgili bu kitap, kendine özgü bir biçimde klasik tarzda yazılmış ve şerh edilmiştir. Kitap, yazar ve şarihi­ nin büyük dehasını gösterdiği gibi, büyük ölçüde kuramcı Hanefi fıkhının da tipik bir örneği sayılabilir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

12

Tahkik edenlerin de belirttikleri gibi kitapta kullanılan dil, anlaşılması oldukça zor ve akıcı olmayan bir dildir. Cümle yapısı, ifade tarzı ve imla kuralları yönünden Arap dilinin beyan ve fesa­ hatinden uzak bir dil olduğu söylenebilir. Bu nedenle bazı pasaj­ ların çevirisinde sıkıntıların yaşandığını ve arzu edilen netliğin belki de yakalanamadığını belirtmeliyiz. Çeviride görülebilecek bu türden yerler daha çok kullanılan dilin yapısından kaynak­ landığı ununılmamahdır. Türkçede ilk kez yayımlanan böyle bir eserin hayırlar getirmesini ümit ederiz. Çaba bizden, başarı Allah'tandır. Çevirenler

MUHAKKİKİN ÖN SÖZÜ

(MÜELLiF) MUHAMMED B. HASAN ŞEYBANİ

(132-189/749-805) İmam Muhammed'in babası Hasan b. Ferkad aslen Şam böl­ gesinin kuzeyinde Rebia diyarındandır. Emeviler devrinde, Şam bölgesinde orduya mensup bir askerdi. Dımaşk vadisinde Ha­ rasta köyünde ikamet ediyordu. Hasan b. Ferkad zengindi. Daha sonra Irak beldelerinden Vasıt'a taşındı. H 132 yılında oğlu Mu­ hammed dünyaya geldiğinde Emevi hakimiyeti sona ermiş ve Abbasiler başa geçmişti. Muhammed, Kufe'de yetişmiştir. O zamanlar Kufe; fıkıh, li­ san ve nahiv ilimlerinin merkezlerinden biriydi. Bu arada Basra da o dönemde edebiyat, lisan ve nahiv ilimlerinin merkezlerin­ dendi. Kufe Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Sevri, Kisai, Ferra, Seleme, Sa'lebe ... gibi büyük fakih, dilci ve nahivcilerin bir araya geldik­ leri yerdi. Muhammed b. Hasan'ın kültürünün oluşmasında bu çevre etkili olmuş, dil, şiir ve fıkıhla hadise yönelmesine sebep olmuştur. Vefat eden babasının kendisine otuz bin altın bırak­ ması, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylaştırmış ve parayı bu yolda harcamıştır. Muhammed, birçok hocaya talebelik yaparak onlardan ilim tahsil etmiştir. Dört sene Ebu Hanife'nin yanında okumuş ve H. 150 senesinde Ebu Hanife'nin vefatı üzerine Ebu Yusuf'tan fıkıh tahsilini tamamlamıştır. Ardından büyük alim­ lerin yanına gitmek için çeşitli yerlere seyahatleri olmuştur. Şam alimlerinden Evzai'nin, Mekke'deki Süfyan b. Uyeyne'nin, Horasan'daki Abdullah b. Mübarek'in yanına giderek onlardan ilim tahsil etmiştir. Basra'da birçok ilim ehlinden ders almıştır. Bu seyahatlerinin en önemlisi, Medine'ye olan seyahatidir ki burada üç sene İmam Malik'in yanında kalmış ve defalarca Mu­ vatta 'yı kendisinden dinlemiştir. Böylece Re'y ehli olan istinbat ehlinin metoduyla İmam Malik ve Evzai'nin nakil esaslı metodu­ nu birleştirmiş oluyordu. Geri döndüğünde şöhreti yayılmış ve her yerden kendisine talebe gelmeye başlamıştır. Uzak memle­ ketlerden birçok talebe geliyordu. Gelen talebeler arasında iki

14

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

kişi çok önemli şahsiyetlerdi. Bunlardan ilki Sicilya fatihi Esed b. Furat olup daha önce İmam Malik'i görmüş ve Muvatta'sını dinlemişti. Sonra İ mam Muhammed'e gelip Muvatta'yı ondan da dinlemiştir. Esed, Afrika'ya döndüğünde Muhammed b. Ha­ san'dan etkilenerek Afrika ve Mağrib'de Ebu Hanife'nin mezhe­ bini yaymıştır. Yine İmam Muhammed'in kitaplarının ışığı al­ tında, Sahnun'un el-Müdevvene'sinin esası olan, Esediyye isimli kitabını meydana getirmiştir. Önemli talebelerinin ikincisiyse İmam Şafii idi. İmam Şafii, İmam Muhammed'in yanına gelerek ilim tahsil etmiş ve eserleri­ ni istinsah etmişti. Muhammed b. Hasan ilim ve malını Şafii'den esirgememiş, her ikisinden de ona bol bol vermiştir. İmam Şafii, daha sonra Mısır'a gidip orada mezhebini yaymıştır. Bu iki talebeye özel ilim meclisi kurulur ve bu mecliste İmam Muhammed'den ilim tahsil ederlerdi. Gelenler arasında Buhari'nin, Re'y ehlinin fıkhını kendisinden öğrendiği Ebu Hafs el-Kebir, Kütüb-i Sitte'nin kendisi vasıtasıyla yayıldığı Ebu Süley­ man el-Cüzcani, Kitôbü'l-Emvô.l müellifi Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam, Yahya b. Eksem, İsmail b. Tevbe gibi başka değerli tale­ beler de vardı. İmam Muhammed b. Hasan, halife Harunürreşid'e ulaşma imkanını bulmuş, Harunürreşid de onu Rakka kadılığına tayin etmiştir. Ancak Ebu Talib soyundan gelenlere eman verme hu­ susundaki fetvasından dolayı bu görevden alınmış, Harunür­ reşid'in hışmına uğramış, Ebu Taliboğullarını isyana teşvik eden bir belge bulunabilir diye kitaplığında arama yapılmıştır. Daha sonra Zübeyde araya girerek onları barıştırmış ve tekrar eski gö­ revine getirilmiştir. Hayatının sonuna doğru İmam Ebu Yusuf'un vefatından sonra kadılkudat (başkadı) makamına getirilmiştir. Çağında yaygınlaşan problemler hakkında kendisi de dü­ şüncelerini belirtmiştir; Kur'an'ın yaratılışı, tecsim ve dört ha­ lifenin daha faziletli oluşlarıyla ilgili görüşlerini açıklamıştır. H 189 yılında Harunürreşid, Rey şehrine gittiğinde beraberinde Muhammed b. Hasan ve Kisai de bulunmuştur. Muhammed b. Hasan'la Kisai'nin her ikisi, burada vefat etmişlerdir. O zaman Muhammed altmış yaşlarındaydı. Bu iki alimin vefatı üzerine

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

15

Harunürreşid'in: "Fıkıh ve Arapça bir günde gömüldü," dediği rivayet edilir. Muhammed b. Hasan Şeybani'nin kültürü tüm açıklığıyla eserlerinde ortaya çıkmaktadır. Arap dilindeki bilgisi, bu dilin inceliklerini kavraması ve fıkıhtaki derinliği tamamıyla eserleri­ ne yansımıştır. Fıkıhta değeri iki yönde ortaya çıkmaktadır: Birincisi: Eserlerinin çokluğu ile hocası Ebu Hanife'nin mez­ hebinin yayılmasında en büyük katkıyı sunan talebesi olmuştur. İkinci asır fakihleri arasında en çok eser veren odur. Görüşlerin­ de öyle bir özellik var ki onu özel bir mezhep sahibi haline getir­ mektedir. Kitapları halk arasında okunan ve güvenilen kitaplar olarak gelmiştir. ikincisi: el-Müdewene, el-Esediyye, el-Ümm ve el-Hücce gibi fıkıh kitaplarının yazarları ondan etkilenmiş ve eserlerini onun kitaplarının ışığında yazmışlardır. Eserleri el-Asıl: Kitaplarının en genişi olup el-Mebsüt olarak bilinir. Hu­ kuki meseleleri Ebıl Hanife ve Ebu Yusuf'un mezhebine göre bu­ rada serdetmiş ve her meselede kendi görüşünü de açıklamıştır. ·

Fıkhi meselelerin en önemlilerini ihtiva eden bir kitabı olup onun için, "İslam'da benzeri yazılmamıştır," denilmiştir. el-Cdmi'u'l-Kebfr:

ez-Ziy6.d6.t ve Ziy6.d6.tu'z-Ziy6.d6.t: Bu kitaplarını el-Cdmi'u'l-Ke­ bir kitabından sonra telif etmiş ve bu kitaba almadığı meseleleri bu kitaplarda işlemiştir. el-Cdmi'u's-Sagfr:

Ebıl Yusuf'tan duyduğu Ebu Hanife'ye ait

rivayetlerdir. Siyer /devletler hukukuyla ilgili olarak Ebu Hanife'den naklettiği rivayetlerden oluşmaktadır. es-Siyerü's-Sağfr:

el-Hucec: Medine ehline karşı delillerle ilgili görüşlerini bu­ rada serdeder. Bu kitap, Ebu Hanife'nin senedleriyle birlikte Şey­ bani'nin çağında ve ondan önce lrak'taki Sünni mezhebin teme­ lini bize anlatır. Mezhepler arasındaki ihtilaflar konusunda telif edilen ilk kitap budur. Çünkü Kufe ehli ile Medine ehli arasındaki ihtilaflarla ilgilidir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

16

Bu kitapta Ebu Hanife' den merfıl, mevkO.f ve mürsel hadisleri rivayet eder ki bunların çoğu İbrahim en-Nehai kanalıyladır. Kitdbü'l-Asli.r:

el-Mli.harlc ve'l-Hiyel: Kevseri bu kitabın Şeybani'ye ait ol­ madığı halde kendisine nispet edildiğini söyler.

Rakka'da kadıyken feri meselelerle ilgili olarak verdiği hükümleri ihtiva eder. er-Rakkıyyli.t:

Bunların dışında başka kitapları da vardır. imam Muhammed, Ebu Hanife'nin fıkhi görüşlerini el-Mebsat, el-Cdmi'u's-Sağfr ve es-Siyerü's-Sağfr isimli kitaplarında rivayet eder. Kendi mezhep ve görüşlerini de diğer eserlerinde ortaya koyar. Eserlerinin ço­ ğunun birçok şerhi vardır. Şeybani'nin telif ettiği kitapların so­ nuncusu, es-Siyerü'l-Kebfr kitabıdır. Siyer kelimesiyle megaziyi (savaş ve savaş hukukunu) kasteder. es-Siyerü'l-Kebir Irak alimleriyle Şam alimleri arasında yaşanan bir tartışma üzerine telif edilmiştir. Serahsi -şayet dediği doğru ise- es-Siye­ rü's-Sağfr kitabının, Şam ehlinin fakihi ve alimi Evzai'nin eline geçtiğini ve bu kitabın müellifinin kim olduğunu sorduğunda, "Iraklı Muhammed'dir," denildiğini, bunun üzerine Evzai'nin, "Irak ehli nerede, bu konuda eser vermek nerede? Onların siyer hakkında bilgileri yoktur;" dediğini zikreder. Evzai'nin sözü, Mu­ hammed b. Hasan'a ulaşınca buna öfkelenir ve es-Siyerü'/-Kebfr kitabını telif eder. Onu, altmış deftere yazarak Harunürreşid'e gönderir. Şarih Serahsi, Evzai'nin sözünü açıklayarak, Resulul­ lah'ın gazvelerinin Irak'ta değil Hicaz ve Şam taraflarında ol­ duğunu, Hicaz ve Şam ehlinin bu gazveleri daha iyi bildiklerini söyler.

es-Siyerü'l-Kebfr, savaşla ilgili tüm hususları, müşriklerle olan ilişkileri ve bunlarla ilgili hükümleri ihtiva eder. Doğrusu bu ki­ tap, savaşla ilgili meseleleri konu edinen İslam devletler huku­ kudur. İmam Muhammed b. Hasan, Müslümanla müşriklerden bahsetmiş ve erkek olsun, kadın olsun veya çocuk olsun, her iki tarafın esirlerinin hükümlerini açıklamış, müşriklerin İslam'a girmelerini, çeşitli şekil ve lafızlarıyla eman dilemeyi, eman ve­ rilenlerle darülharpten darülislama gelen elçileri, elde ettikleri

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

17

dokunulmazlıkları, ganimetleri, antlaşma, fidye, silah, köle ve araç-gereçlerin hükümlerini, ehl-i harbin istila ettiği toprakları, darülharpteki ehl-i İslam'ı, antlaşmaları bozmayı, savaş suçları­ nı, hem savaşta hem de barışta harp ehliyle ilgili konularda daha yüzlerce meseleyi anlatır. Şeybani, bütün bu hususlarda Kur'an'a, meydana gelen belli olaylar akabinde Resulullah'ın gazveleriyle ilgili olarak yapılan rivayetlere ve Müslümanın savaş ve fetihleri esnasında verilmiş hükümlere dayanır. Birçok meselede kıyası kullanarak güzel hü­ kümler çıkarır. Böylece devletler hukuku alanında kitabın önemi ortaya çık­ maktadır. HarO.nürreşid, kitabı gördüğünde beğenmiş ve kendi hakimiyet günlerinin övünç vesilelerinden biri olarak saymış­ tır. Ayrıca kitabı ders olarak okumaları için iki oğlunu müellife göndermiştir. Osmanlı döneminde kitaba verilen değer daha da artmış ve Sultan Mahmut Han zamanında Osmanlıcaya tercüme edilerek Osmanlı mücahitlerinin Avrupa devletleriyle yaptıkları savaşlarda temel olarak alınmıştır. Yine birçok kimse kitaba değer vererek şerh etmiştir. Bu şerhler içerisinde en önemlileri, Serahsi ve Cemal el-Hasiri'nin (H 636) şerhleridir. Şeybani, devletler hukukuyla ilgili eserleriy­ le on yedinci asırda yaşayan ve devletler hukukunu ilgilendiren bazı meselelerdeki araştırmalarından dolayı devletler hukuku­ nun babası olarak bilinen Hollandalı Grotius'tan (1583- 1640) ve ondan önce gelen veya çağdaşı olan Vitoria, Suarez ve Vasques gibi Hristiyan hukukçulardan önce gelir. Devletler hukukuyla il­ gilenenler, son senelerde Şeybani'nin bu alandaki değerinin far­ kına varmışlardır. Almanya'nın Gottingen şehrinde Devletler Hukuku Enstitü­ sü kuruldu. Çeşitli ülkelerden, devletler hukuku alimleriyle bu alanda uğraşanlardan birçok kimse bu enstitüye üye oldu. Mı­ sırlı büyük hukukçu Prof. Abdülhamid Bedevi cemiyete başkan seçildi. Bizler de başkan yardımcısı seçildik. Cemiyetin amacı Şeybani'yi tanıtmak ve bu alandaki görüşlerini ortaya çıkararak konuyla ilgili eserlerini yayımlamaktır. Selahuddin el-Müneccid

·

Müellif için Kaynakça a. Eski Kaynaklar



İbn Sa'd (ö. 230), et-Tabakô.tü'l-Kübrô., VII/78.



el-Hatib el-Bağdadi (ö. 463), Tô.rihu Bağdô.d, 11/172-182.



İbn Abdi'l-Berr (ö. 463), el-lntikô., s. 24.



eş-Şirazi (ö. 476), Tabakô.tü'l-Fukahô., s. 114.



İbn Asakir (ö. 571); Tô.rihu Medineti Dımaşk.



İbn Hallikan (ö. 681), Vefeyô.tu'l-A ydn, 1/574.



ez-Zehebi (ö. 748), Tarihu'l-İslam (yazma-Ayasofya)



ez-Zehebi; "Menakıbu Ehi Hanife" ile birlikte basılmış bir bölüm.



es-Safedi (ö. 764) el-Vefô. bi'l-Vefeyô.t, 2/332.



el-Kuraşi (ö. 775), el-Cevherü'l-Maziyye, 2/42.



İbn KutlO.buğa (ö. 879), Tdcu't-Terdcim, s. 40.



Hacı Halife (ö. 1067), Keşfü'z-Zünan, 11/1014.



et-Temimi el-Gazzi (ö. 1010), et-Tabakô.tü's-Seniyye, et-Teymu-

riyye. •

Kütüphanesi yazması, M/288.



el-Leknevi (ö. 1304), el-Fevdidü'l-Behiyye, s. 72.



es-Safedi (ö. 764), el-Vô.fi bi'l-Vefeyô.t, 11/3 32 b. Yeni Kaynaklar



el-Kevseri, Muhammed Zahid (ö. H 1371), Bu/Qğü'l-Emô.ni fi Sireti'l-lmô.m Muhammed lbni'l-Hasan eş-Şeybô.ni. (Şeybani ile ilgili olarak söylenenlerin büyük bir kısmını ihtiva eden iyi bir hal tercümesidir.)



Schacht; İslam fıkhı tarihiyle ilgili üç konferans. el-Muntekô. min Dırô.sô.ti'l-Musteşrıkfn isimli kitabımızda2 yayımlanmıştır, s. 105-106. c.

Bab Dillerindeki Kaynaklar



Brockelmann; GAL.



Schacht, Esquisse d'une histaire du Droit Musulman, Paris 1952.

2

S. el-Müneccid.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

19



Schacht, The Origins of Mohammedan ]urisprudence, Oxford 1950.



Schacht, Aus den Bibliotheken von Konstantionopel und Kairo, (3 cilt), Berlin 1928-1931.



Hamidullah, Muslim Conduct o/State, Lahore 1954. CŞARIH) ES-SERAHSI

Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed b. Sehl Ebu Bekir es-Se­ rahsi'nin hayatı hakkında pek bilgimiz yoktur. Belki de bu, Ma­ veraünnehir gibi çok uzak bir yerde yaşaması ve hayatının bir bölümünü hapiste geçirmesi sebebiyledir. Bildiğimiz, onun, Meş­ hed ve Merv arasında eski bir şehir olan Serahs'tan olmasıdır. H 448 yılında vefat eden Abdülaziz el-Hulvani'den ders almış ve kitaplarını onun yanında bitirmiştir. Serahsi, fıkıh, kelam, usı11 ve münazara ilimlerinde üstün bir seviyedeydi. Yanında okuyan ve kitaplarını bitiren talebeler de vardır. Ebu Bekir el-Husayri (Muhammed b. İbrahim, ö. H 500) bunlardan biridir. Daha sonra Maveraünnehir'in bir beldesi olup Fergana yakın­ larında bulunan Özkent'e gidip Hakan'ın sarayında kaldı. Ama kısa bir müddet sonra, Hakan'ın azat ettiği cariyesiyle iddeti dolmadan evlenmesinin haram olduğunu söylemesi üzerine H 466 yılında zindana atıldı. Yaklaşık olarak on beş yıl Özkent zin­ danlarında kaldı. İlim talipleri, zindanın kapısının önüne gelir ve ondan fıkıh dersi alırlardı. On beş ciltlik el-Mebsut isimli kitabını zindanda yazdı. Meb­ sut'u yazarken, hiçbir kitaba müracaat etmedi. Her bir babı yaz­ dığında, hapisteyken onu yazdığına işaret etti. H 477 yılında ki­ tap tamamlandı. Sonra Şeybani'nin es-Siyerü'l-Kebfr'inin şerhini yazmaya başladı. Kitabü'ş-Şurot 'a geldiğinde ki kitap bitmek üzereyken serbest bırakıldı. H 480 yılının ilkbaharında Mergi­ nan'a gitti. Bu şerhini aynı senenin cemadülılla ayında bitirdi. Serahsi'nin ölüm tarihi ihtilaflıdır. Kimileri H 483 senesinde vefat ettiğini söylerken, kimileri H 486 senesinde, kimileri de H 490 yılına yakın vefat ettiğini söylemektedir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

20 es-Siyerü'l-Kebir Şerhi

es-Siyerü'l-Kebfr'in şerhini üç yıla yakın bir müddet içerisinde bitirmiştir. Hepsini ezberinden yazmış ve bu arada İmam Muham­ med'in kitabına bile müracaat etmemiştir. Ancak ne yazık ki İmam Muhammed'in kitabının aslı kaybolduğundan, Serahsi'nin ezberi­ nin sıhhatini tespit etme imkanımız olmamıştır. Yedinci asırda Dı­ maşk'ta yaşayan Cemal el-Hasiri'nin şerhi de kayıptır. Böylece ha­ piste tamamen hafızasına dayanarak onu rivayet eden Serahsi'nin nakli dışında İmam Muhammed'in metninden elimizde hiçbir Şey yoktur. Ancak Serahsi'nin İmam Muhammed' den naklettiği metin hakkında şu noktalara dikkatleri çekmek isteriz: 1. Serahsi, İmam Muhammed b. Hasan'ın görüşlerini rivayet ederken kullandığı senedi korumamış; onları hazfetmiş ve "Muhammed falandan zikretti ki..." veya "Muhammed falan­ dan rivayet etti ki" demekle yetinmiştir. 2. İmam Muhammed'in kendi görüşleri olduğuna inandığı yer­ lerde, "Muhammed dedi" ifadesini kullanmıştır. 3. Serahsi, İmam Muhammed'in söylediklerini teyit eden ayet ve hadisler getirir veya megaziyle ilgili olaylar nakleder. Bazen görüşlerine muhalefet eder. İmam Muhammed, Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve başkalarına muhalefet ettiği yerlerde onların görüşlerini açıklar. 4. Serahsi, metinde İ mam Muhammed'in kitabının hepsini ri­ vayet etmez. Hatta bazı babları bile �azfeder. Mesela: "Düş­ man esirlerin nesebini ispat babı" ile "Darülharpte had cezası babı" arasında bir bab hazfettiğini zikreder ama hazfedilen babın ne olduğunu açıklamaz. Bu sebeple nelerin atıldığını kesin olarak bilemiyoruz. 5. İbarede anlatım zayıflığı ve uzunluk göze çarpmakta, bazen kapalılık ve nahiv kaidelerine aykırılık gibi durumlara rastla­ maktayız. Bunun sebebi, Serahsi'nin ilk fakihler kadar Arap­ çaya gereken önemi vermeyen müteahhir fakihlerden oluşu, Maveraünnehir'de yaşaması ve yazdıklarını gözden geçirme imkanını bulamamasıdır. 6. Şerhinin mukaddimesinde, İmam Muhammed ile Kadı Ebu Yusuf arasındaki çekişmeyi gerçekten olmuş gibi rivayet eder.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

21

Halbuki böyle bir olay meydana gelmiş değildir. es-Siyerü'l-Kebtr Şerhinin

El Yazmaları

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bu yana es-Siyerü'l-Kebir şerhi çok yaygınlaştı. Çünkü Osmanlı Devleti'nin mezhebi Hane­ filik idi ve bu kitap, devletin diğer gayrimüslim devletlerle savaş­ larında başvurulan bir kaynak olmuştur. Bu nedenle hicri dokuzuncu asırdan itibaren Osmanlı döne­ minde bu şerhin el yazmaları pek çoktur. Ancak ne yazık ki eski temel yazmalar azdır. Brockelmann,3 GAL isimli eserinde Türkiye, Viyana ve Dımaşk (Şam) kütüphanelerinde on yediye yakın nüsha sayar. Biz de Brockelmann'ın zikretmediği şu on bir nüshayı tespit ettik: 1. Beyrut Amerikan Üniversitesi Kütüphanesindeki Yazma: Bu yazmanın üzerinde, H 631 yılı sema kaydı var. Bulunduğu nu­ mara: MS 349. 297. 2. Darü'l-Kütübi'l-Mısriyye Nüshası: Birinci cüzden bir bölüm olup son tarafı eksiktir. Nüsha, "Babu'l-mO.slim yahrucu min dari'l-harb" babıyla son bulur. Büyük ihtimalle yedinci asır­ dan önce yazılmıştır. 3. Leiden Üniversitesi Kütüphanesi Nüshası: H 800 yılında yazıl­ mış olup OR 373 numarada kayıtlıdır. 4. Paris Milli Kütüphane Nüshası: Hicri 864 yılında yazılmış olup 837-838 numaralarda kayıtlıdır. 5. İstanbul'da ili. Ahmed Nüshası: Büyük ihtimalle on veya on bi­ rinci asırda istinsah edilmiştir. No: 149. 6. Mustafa Fazıl (Darü'l-Kütübi'l-Mısriyye) Nüshası: H 1117 yı­ lında yazılmıştır. Hanefi Fıkhı: 65 numaradadır. 7. Şam 'da ez-Zahiriyye Nüshası: istinsah tarihi H 1130. Genel No: 5854 8. Darü'l-Kütübi'l-Mısriyye Kütüphanesinde, Tal'at Nüshası: İs­ tinsah tarihi H 1131. Hanefi Fıkhı; 887 numarada kayıtlıdır. 9. Tal'at Nüshası: İstinsah tarihi H 1141. Hanefi Fıkhı; T. 1089 da kayıtlıdır. 3

GAL Suppl., 1/291.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

22

10. Mustafa Fazıl (Ddrü'l-Kütübi'l-Mısriyye) Nüshası: İstinsah ta­ rihi H 1158. Hanefi Fıkhı-M, 64 numarada kayıtlıdır. 11. Mustafa Fazıl (Ddrü'l-Kütübi'l-Mısriyye) Nüshası: On ikinci asrın başlarında istinsah edilmiştir. Hanefi Fıkhı-M: 66 nu­ marada kayıtlıdır. Brockelmann'ın zikretmediği III. Ahmed nüshası hariç, istan­ bul'daki nüshaları görme imkanımız olmadı. Kitabı hazırlarken tanıttığımız nüshalara müracaat ettik ve aşağıdaki nüshalara da işaret ettik. 1. Paris Nüshası, No: 837 2. Mustafa Fazıl Nüshası, Hanefi Fıkhı-M. No: 66 3. III. Ahmed Nüshası, No: 1149 4. Tal'at Nüshası, Hanefi Fıkhı, No: 887 5. Haydarabad, Hindistan baskısı birinci cildi basıldıktan sonra; 6. Beyrut'taki Amerikan Üniversitesi Nüshasını elde ettik ve met­ ni bu nüshayla karşılaştırdık. Ancak dipnotlarda buna işaret , etmedik.4 Şarih için Kaynakça Eski Kaynaklar •

el-Kuraşi (ö. 875), el-Cevahirü'l-Mudıyye, 11/29; İbn Kutlı1buğa (ö. 879), Tdcu't-Terdcim, s. 38; Hacı Halife (ö. 1067), Keş­ fü'z-Zünan, 11/1012.



et-Temimi el-Gazzi (ö. 1010), et-Tabakdtü's-Seniyye fi Teraci­ mi'l-Hanefiyye, IIl/17 5. Bab Dillerindeki Kaynaklar:



Heffening, dans Encycl. de l'Jslam, Serahsi maddesi.



Brockelmann, GAL.



Schacht'ın eserleri.

4

Yukarıdaki nüshaların tavsiflerini, Türk okuyuculan için pek lüzumlu gör­ mediğimizden ve kitabın hacmini kabartacağından buraya almadık. Yine, kitabın Arapça tahkik metoduyla ilgili açıklamalan ve Arapça yazmalar­ dan örnek fotokopileri de aynı düşünceyle buraya almadık (çev.).

SERAHSl'NIN (ŞARIH) ÖN sözO

Değerli imam, zahid, imamlar imamı Ebu Bekir b. Ebi Sehl es-Serahsi Şemsüleimme (İmamlar Güneşi) dedi ki: Bilmiş ol ki es-Siyerü'l-Kebfr, imam Muhammed'in fıkıhta yaz­ dığı kitapların sonuncusudur. Bu sebeple talebelerinden olan Ebu Hafs bu kitabını Muhammed'den rivayet etmemiştir. Çünkü Ebu Hafs Irak'tan ayrıldıktan sonra İmam Muhammed bu kitabı yazmıştır. Ebu Yusuf'un ismini de hiç anmamıştır. Çünkü kitap yazıldığı sırada araları açılmıştı. Ebu Yusuf'tan bir hadis rivayet etıne ihtiyacını duyduğunda onun ismini anmadan, "Güvenilir kişi bana haber verdi," ifadesini kullanır ki bundan maksat Ebu Yusuf'tur. Aralarının açılmasının temel sebebi: Mualla'nın anlattığına göre, kıskançlıktır. Mualla şöyle der: «İmam Ebu Yusuf'un mecli­ sinde İmam Muhammed'den bahsedildi ve Ebu Yusuf onu övdü. Ebu Yusuf'a, "Bazen aleyhinde konuşuyorsun bazen de övüyor­ sun," dediğimde "O, kıskanılan biridir," karşılığını verdi.» İbn Semaa, İmam Muhammed'den naklen der ki: Ebu Yusuf kadılığa ilk getirildiği sıralarda her gün bineğine biner, Halifenin meclisine uğrardı. Bu sırada öğrencilerle karşılaştı ve onlara ne­ reye gittiklerini sordu. Onlar da, "İmam Muhammed'in ilim mec­ lisine gidiyoruz," dediler. Bunun üzerine Ebu Yusuf şöyle dedi:

"Muhammed, ilim ta/ebelerinin gidip gelecekleri seviyeye ulaştı mı? Allah'a yemin ederim ki ona rağmen Bağdat'm hacamatçrsı­ m, bakkalını, onun gibi birerfakih olarak yetiştireceğim." Bunun için ders ve imla meclisi kurdu. İmam Muhammed ise derslerine devam etti. Ebu Yusuf, son zamanlarında, sabahın erken saatle­ rinde meşhur fakih ve alimlerle karşılaşıp onların nereye gittik­ lerini sordu. "Muhammed'in meclisine gidiyoruz," dediklerinde, "Gidin gidin, bizce o, kıskanılan biridir," dedi. Aralarının açılmasına sebep olan olay: Rivayet edildiğine göre, Halifenin meclisinde İmam Muhammed'den bahsedildi­ ğinde Halife onu övdü. Ebu Yusuf, İmam Muhammed'i bir ke-

24

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

nara çekerek ona, "Mısır kadısı olmak ister misin?" dedi. İmam Muhammed: "Ben böyle bir şeye talip değilim, bundan kastınız nedir?" diye sordu. Ebu Yusuf: lrak'ta ilmimiz hakim oldu. Dilerim ki Mısır'da da yayılıp hakim olsun. Muhammed: Bakalım, ayrıca ehil olanlara danışalım da mü­ şavere edelim, dedi. Danışma sonunda İmam Muhammed'e şöy­ le dediler; - Onun gayesi, senin kadı olman değildir. Seni Halife­ nin kapısından uzaklaştırmak istiyor. Sonra Halife, Ebu Yusuf'a, Muhammed'i meclisine getirme­ sini emretti. Ebu Yusuf, "Onun bir hastalığı var. Hastalığı Emi­ rülmü'mininin meclisinde bulunmasına engeldir," diyerek onu fikrinden caydırmak istedi. Halife, hastalığının ne olduğunu sordu. Ebu Yusuf: "Hafif abdestini tutamadığı için uzun müddet oturamaz;• dediyse de Halife: "O zaman kalkmasına izin veririz," karşılığını vererek ısrar etti. Sonra Ebu Yusuf, Muhammed'i tenha bir yere çekerek, "Emi­ rülniü'minin seni çağırıyor. Ancak tahammülsüz bir adamdır. Ya­ nında fazla oturma. Sana işaret ettiğim zaman hemen kalkarsın," şeklinde uyarıda bulunduktan sonra onu alıp Halifeye götürdü. Halife, İmam Muhammed'i iyi karşıladı. Çünkü İmam Muham­ med, boyu posu yerinde ve konuşmasını bilen bir kişiydi. Hali­ feyle güzel güzel konuşmaya başladı. Halife de onu ilgiyle dinli­ yordu. Tam bu sırada Ebu Yusuf kalkması için işaret verdi. İmam Muhammed sözünü kesip dışarı çıktı. Halife: "Bu hastalığı olmasaydı meclisimde ondan istifade ederdik" dedi. İmam Muhammed'e, "Niye o esnada çıktın?" de­ nildiğinde, "O esnada çıkmanın doğru olmadığını biliyordum. Lakin Ya'kfib (Ebu Yusuf) bir zamanlar benim üstadım idi, ona muhalefet etmekten çekindim," karşılığını verdi. Daha sonra Ebu Yusuf'un yaptıklarının farkına varınca şöyle beddua etti: ·�­ lah'ım, ölümüne sebep, bana nispet ettiği hastalık olsun." İmam Muhammed'in duası kabul edildi. Bunun meşhur bir öyküsü var­ dır. Ebu Yusuf vefat ettiği zaman Muhammed cenaze namazına gitmedi. Halktan utandığı için çıkmadığı söylenir. Çünkü İmam

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

25

Ebu Yusuf'un cariyeleri Ebu Yusuf için ağlayıp İmam Muham­ med'in kapısı önünden gP.çerken ona dil uzatıyorlardı. Onların şöyle dedikleri rivayet edilir: Daha önce bi�e haset edenler bugün bize acıyorlar. Daha önce bize tdbi olanlara bugün biz tdbi oluyoruz. Bugün bizler herkese boyun eğiyoruz Bugün keder ve endişemizi izhar ediyoruz.

Kitabın Yazılış Sebebi İmam Muhammed'in es-Siyerü's-Sağfr isimli kitabı, Şam böl­ gesi alimlerinden İbn Amr el-Evzai'nin eline geçtiğinde Evzai ki­ tabın kime ait olduğunu sordu. "Iraklı Muhammed'indir," dediler. Bunun üzerine Evzai dedi ki: "Irak ehli nerede, bu konuda kitap yazmak nerede? Onların siyer hakkında bilgileri yoktur. Resu­ lullah (sav.) ile sahabilerinin savaşları Irak değil, Şam ve Hicaz taraflarında olmuştur. Irak o zaman henüz yeni fethedilmişti." Evzai'nin bu sözleri İmam Muhammed'e ulaşınca Evzai'ye kızdı ve bu kitabı hazırlamaya koyuldu. Evzai bu kitabı gördüğünde takdirini şöyle izhar etti: Şayet içerdiği hadisler olmasaydı ken­ di yanından uyduruyor derdim. Allah Teala, ona cevabın doğru­ suna isabet etmeyi nasip etmiştir. Allah ne doğru buyurmuştur:

"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır."5 İmam Muhammed, kitabını altmış deftere yazdı ve hemen bir arabaya yükletilerek götürülüp Halifeye takdim edilmesini iste­ di. Halifeye İmam Muhammed'in bir kitap yazarak onu kendisine takdim etmek üzere getirdiğini haber verdiler. Halife buna çok sevindi. Kitabı çok beğendi ve onu hakimiyet günlerinin övünç vesilelerinden biri olarak saydı. Kitabı okudukça takdiri daha da arttı . Onu okumaları için çocuklarını Muhammed'in meclisine gönderdi. İsmail b. Tevbe el-Kazvini, Halifenin çocuklarının eği­ ticisiydi. Onları gözetlemek için kendisi de derslerde hazır bu­ lunuyordu. Böylece o da kitabı dinlemiş oldu. Sonra ravilerden sadece İsmail b. Tevbe ve Ebu Süleyman el-Cüzcani kaldı. Kitabı rivayet eden bu iki zattır.

5

YQsuf, 12/76.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

26

Serahsi'nin Sened Zinciri Serahsi -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki: Şemsüleimme Ebu Muhammed Abdülaziz b. Ahmed el-Hulvani onun yanında mezkı1r kitabı okumakla bize haber verdi ki: Kadı el-İmam Ebu Ali el-Hüseyn b. el-Hızır b. Muhammed en-Nesefi bize haber ver­ di ki: İmam Ebu Bekir Muhammed Abdurrahim b. DaVO.d es-Sim­ nani, o da Muhammed b. Hasen'den rivayet etti. Serahsi dedi ki: Hocamız el-Hulvani, Kadı Ebu Ali'nin şöyle dediğini bize an­ lattı: Bu kitabı, İmam Ebu Bekir Muhammed b. Fazl'ın yanında okuyorduk. Eman bablarına ulaştığımız zaman Ebu Bekir vefat etti (Allah rahmet etsin). Bunun üzerine Ali el-Hatib el-Mühel­ lebi'den okumaya başladık. Bu nedenle, Eman bablarına kadarki bölümün rivayetini her ikisinden naklettik. Gerisini de yalnız Ali el-Hatib' den rivayet ettik. Serahsi dedi ki: Mezkı1r kitabı Kadı İmam Ebü'l-Hasen Ali b. Hüseyn es-Suğ­ di'den, kıraatle bize haber verdi. O dedi ki: Bize Nusayr b. Yahya haber verdi. O da dedi ki: Ebu Süleyman el-Cüzcani İmam Mu­ hammed'den rivayet etti. Serahsi dedi ki: Bize onu, salih ve güvenilir olan Ebu Hafs Ömer b. Mansur el-Bezzar kıraatle bize haber verdi: O da dedi ki: Hafız Ebu Ab­ dullah Muhammed b. Eşkab bize haber verdi. O da dedi ki: Ebu Muhammed Abdullah b. Abdülvahid el-Kazvini bize anlattı. O da dedi ki: İsmail b. Tevbe el-Kazvini bize anlattı. O da dedi ki: Bize Muhammed b. Hasen haber verdi. O da dedi ki: Sevr b. Yezid Ha­ lid b. Ma'dan'dan, Halid de Şürahbil b. es-Sımt'tan haber verdi.

ŞERHÜ'S-SİYERİ'L-KEBiR1

1

Neşirde esas aldığımız metin, (thk. Selahaddin Müneccid, Kahire 1971) paragraf numarası şeklinde olduğu için kitabın sayfalannı vermeyi gerekli görmedik (edJ.

1. Ribabn Fazileti2 1 - Selman-ı Farisi''nin şöyle dediği rivayet edilir: Kim bir gün Allah yolunda düşmana karşı sınırda nöbet tutarsa bir ay oruç tutmuş ve gece ibadetine kalkmış gibi sevap kazanır: Kim Allah yolunda düşman sınırında nöbet tutarken ölürse kabir fitnesinden kurtulur ve kıyamet gününe kadar amelinin sevabı devam eder: Bu hadis her ne kadar Selman'ın sözü gibi rivayet ediliyorsa da Resulullah'a (sav.) merffi gibidir. Çünkü amellerin mükafat­ larının miktarı, reyle bilinmez, onları bilmenin yolu, rivayettir. 2- İmam Muhammed şu hadisi de zikretti: Mekhul'den rivayet edildiğine göre Selman-ı Farisi', İran topraklarında bir ka­ lede nöbet tutan Şürahbi'I b. Sımt'a uğradı ve: "Bu makamda ikametine yardımcı olması için Resulullah'tan (sav.) işittiğim bir hadisi sana haber vereyim mi?" dedi. Şürahbi'I: "Buyur, ha­ ber ver," dedi. O zaman Selman dedi ki: Resulullah'ın (sav.) şöyle buyurduğunu duydum: "Bir gün düşmana karşı nöbet tutmak, bir ay oruç tutmak ve gecesini ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır: Kim nöbet tutarken ölürse kabir azabından kurtulur ve bu ameli, en iyi şekilde yapılmış amel gibi çoğaltı­ lıp kıyamet gününe kadar iyilikler defterine yazılır:" Buradan anlaşılıyor ki sahabeden birinin hafızasında bir ha­ dis olduğu zaman bazen hadisi rivayet ediyor, bazen de rivayet etmeden fetva veriyordu ki her iki durum da caizdir. Hadiste belirtilen murabıtlık sözünün manası, dini yücelt­ mek ve Müslümanı müşriklerin zararından korumak için düş­ man karşısında bir geçidi muhafaza etmektir. Kelimenin aslı, at­ ları bağlamaktan gelir. Yüce Allah: "Onlara karşı kuvvet ve savaş atları (ribdtu'l-hay/)3 hazırlaym,"4 buyurur. Mücahit Müslüman­ lar, atlarını, düşmanı korkutmak için beklediği sınırda bağlayıp orada yemlendirir. Düşman da aynı şeyi yapar. Bu sebeple çoğu zaman iki kişi arasında ortaklık manası taşıyan kip bu işe isim olarak verilmiştir. Ayrıca bu sebeple, sahralarda yaşayan halkın, hırsızların şerrinden emin olmaları için yaptıkları binalara da 2 3 4

Bazı başlıklar uzun olduğu için dokunulmasa da kısa başlıklar ihdas edil­ miştir (ed.). Rib�t. karakol; murabıt da nöbetçi anlamındadır (çev.). EnflU, 8/60.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

30

"ribat" ismi verilmiştir. Yukarıda geçen hadiste bir günlük mu­ rabıtlık, bir ay oruç tutmak ve gecesini ibadetle geçirmek gibi sayılmıştır. 3- İmam Muhammed bundan sonra da sevabın daha çok ol­ duğunu bildiren hadisi zikrederek şöyle dedi: Mekhill'den ri­ vayete göre bir adam Resulullah'a (sav.) gelerek şöyle dedi: "Dağda bir mağara buldum. Ecelim gelinceye kadar orada iba­ detle meşgul olmak, namaz kılmak istiyorum." Bunun üzerine Resulullah (sav.) buyurdu ki: "Sizden bir kimsenin düşmana karşı Allah yolunda bir miktar nöbet tutması, kendi evinde altmış sene namaz kılmasından daha iyidir." İlk hadiste bir ay, bu hadiste de altmış sene zikredilmesi, ya düşmandan emniyet ve korku içinde olmanın farklılığıyla ilgi­ lidir -çünkü korku ne kadar çok olursa sevabı da o kadar çok olur- ya da bu nöbet sayesinde Müslümana sağlanan menfaatin farklılığından dolayıdır. Bu sevabın aslı, işlediğinin değerli olma­ sı ve yaptığının Müslümana faydalı olmasıdır. Resulullah (sav.) şöyle buyurur: "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır." Yine bu farklılık, fazilette vakitlerin farklı farklı olmaları se­ bebiyledir. Bunun izahını Mekhıil'ün Übey b. Ka'b'dan rivayet et­ tiği şu hadiste bulmak mümkündür: Resulullah (sav.) buyurdu: "Sabrederek ve hayrını umarak ramazan ayı dışındaki bir gün­ de düşman sınırında nöbet tutmak, Allah'ın yanında gündüzü oruçla, gecesi ibadetle geçen yüz yıldan daha faziletlidir. Rama­ zan ayında sabrederek ve sevabını umarak bir gün muhafızlık yapmak, Allah yolunda gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli geçen bin yıldan daha faziletlidir. Kim mücahit olarak öldürülür veya murabıt olarak ölürse yeryüzü onun et ve kanını yemez. Ayrıca annesinin kendisini doğurduğu gün gibi günahlarından arınma­ dıkça, cennetteki yerini ve hurilerden eşini görmedikçe ve ak­ rabasından yetmiş kişiye şefaat etmedikçe dünyadan ayrılmaz. Ayrıca kıyamete kadar murabıtlık sevabı devam eder." Resulullah'ın (sav.): "Kabir fitnesinden korunur," sözünde, kabir azabının gerçek olduğu konusunda Ehl-i Sünnet ve'l-Ce­ maatin lehine delil vardır. Fitne burada azap manasınadır. Yüce Allah: "Tadın azabımzı,"5 ve "Şüphesiz erkek ve kadın müminlere

imanlarından dolayı işkence yapanlar, sonra da tövbe etmeyenler 5

Z�riyat, 51/14.

31

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

için cehennem azabı vardır. Onlar için bir de yanma azabı var­ dır,"6 ayetlerinde de bu anlamda kullanılmıştır. Fitnenin kelime manası, imtihan etmek ve denemektir. Kişi altının ayarını anlamak için altını ateşe atınca, "Fetentü'z-zehe­ be= Altını kontrol ettim:' der. Yüce Allah'ın: "Kendilerinin imti­ hana çekilmeyeceklerini mi sandılar'?"7 ayetiyle ... seni türlü türlü musibetlerle imtihan etmiştik.. "8 ve "Zaten o da senin imtihanın­ dan başka bir şey değildir.. "9 ayetlerinde de "fitne" bu manada kullanılmıştır. Münker ve nekir için: "Kabrin iki sorgulayıcısı" denilir. Çünkü onlar kabir sahibinin imanını sorgulayarak imti­ han ederler. "

.

Ayrıca, kabrin sıkıştırmasından korunmak manasına olduğu­ nu söyleyenler de vardır. Allah Teala'nın korudukları hariç her­ kes kabir fitnesine müptela olacaktır. Nitekim rivayet edilir ki: Sa'd b. Muaz'ın (ra.) kabri üzerine toprak atılıp tesviye edildiği zaman Resulullah'ın (sav.) yüzünün rengi değişti. 'l\llahu Ekber, Allahu Ekber!" dedi ve tekbir sesinden Baki' Mezarlığı yankılandı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda: "Kabir onu sıkıştırdı. Öyle sıkıştırdı ki kaburga kemikleri bir­ birine girdi. Sonra Allah bu durumu giderip onu rahatlattı. Şa­ yet kabir sıkıştırmasından kurtulan olsaydı, bu salih kul ondan kurtulurdu," buyurdu. Ancak Hz. Aişe' den rivayet edilen hadiste, kendisinin Resulullah'tan (sav.) kabir sıkıştırmasını sorduğu za­ man Resulullah şöyle cevap vermiştir: "Mümin ölüyü kabrin sıkıştırması, baş ağrısından annesine şikayet eden sevgili oğlunun başının üstüne annenin elini koyup bastırması gibidir. Münafığı sıkıştırması ise bir kayanın altında . kalan yumurtanın ezilmesi gibidir." Murabıt olarak ölen hakkındaki bu müjde -Allahu a'lem- ha­ yatta yaptığıyla Müslümanın emniyetini sağlaması sebebiyledir. Böylece o da kabrinde, korkulan kabir sıkıştırmasından emniyet içerisinde olmakla mükafatlandırılacaktır. Veya hayattayken dini yüceltmek için korku ve yalnızlık yeri­ ni seçtiğinden, kabirde, korku ve yalnızlık kendisinden giderile6 7 a 9

Bur1lc, 85/10. Ankebüt, 29/2. Taha, 20/40. A'raf, 1 / 155.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

32

cektir. Tıpkı oruçlular için olduğu gibi. Oruçlular kıyamet günü kabirlerinden çıkarıldıklarında, insanlar aç ve susuzken kendi­ lerine sofralar ikram edilecek ve yiyip içeceklerdir. Çünkü onlar dünya hayatında açlık ve susuzluğu seçmişlerdi. Allah, ahirette türlü türlü sofralar ikram ederek onları mükafatlandıracaktır. Resulullah'ın (sav.): "Kıyamet gününe kadar amellerin sevabı devam eder," sözüne gelince bu, Yüce Allah'ın kitabında da var­ dır. Yüce Allah kitabında şöyle buyurur: " Kim evinden, Allah 'a ve O'nun peygamberine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse muhakkak ki mükdfatl Allah'a aittir. "10 Resulullah ...

..

da (sav.) şöyle buyuruyor: "Kim hac yolunda ölürse Alla.h ona her sene için makbul bir hac sevabı yazar." Murabıt olarak ölen her kişi hakkında murat edilen budur. Çünkü dünya hayatının sonu gelinceye kadar, murabıtlık ya­ pıyormuş gibi sevabı devamlı olacaktır. Yani dünyanın sonuna kadar murabıt olarak kalmaya niyetlenmişse sevabı da niyetine göre olacaktır. Resulullah (sav.) : ''Ameller niyetlere göre karşılık görecektir," buyurur. 4- fmam Muhammed, müsned senedle İbn Ömer'in şöyle de­ diğini rivayet eder: "Kadir Gecesinden daha faziletli bir gece­ yi size haber vereyim mi? O gece, korku topraklarında, AHah yolunda nöbet tutan bir kimsenin geçirdiği gecedir. Belki de o nöbet tutan kişi, eşyasına veya ailesine dönemeyecektir." Hadis, savaş yerinde askerlerin nöbet tutmasını teşvik etmekte; askerin nöbet tuttuğu gecenin, bin aydan hayırlı olan Kadir Ge­ cesinden üstün olduğunu bildirmektedir. Çünkü Kadir Gecesinde kişi kendisini kurtarmaya çalışırken nöbet tutan kişi Müslüman­ ların güvenliğini sağlamaya çalışmaktadır. Bu durum, Ebıl Hürey­ re'nin rivayet ettiği şu hadiste belirtilmektedir. Resulullah buyur­ du: '�lah yolunda bir saat nöbet tutmak, Hacerülesved'in yanında Kadir Gecesini ihya etmekten daha üstündür." Yine şöyle buyurdu: "Üç göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah yolunda kaybedilen, Allah korkusundan ağlayan ve Allah yolunda nöbet tutan göz." "Ailesine dönmeyecektir," sözü, Allah yolunda şehit düşüp ailesine dönmeyecektir, anlamındadır. Burada, savaş bölgesin­ de nöbetçinin kendini şehit olmaya adadığını ve Allah'a satmış ıo

Nisa, 4/100.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

33

olduğu şahsını O'na teslim ettiğine işaret vardır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur: "Allah, müminlerden mallanm ve canlanm

cennet karşılığında satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldü­ rürler ve öldürülürler."11 5- imam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi: Sevr b. Yezid, Halid b. Ma'dan'ın şöyle dediğini haber verdi: "Kim Allah yo­ lunda bir gün oruç tutarsa cehennem, ondan, yorulmak ve dinlenmek bilmeyen süvarinin alacağı mesafeyle elli yıllık mesafe uzaklaşır." Hadis, oruçla cihadı bir araya getirmektedir. İbadetlerin hep­ si Allah yolundadır. Çünkü onlarla Allah'ın rızası amaçlanmak­ tadır. Ancak kayıt konmadan, ''Allah yolunda" denildiğinde, bun­ dan cihat anlaşılır. Her ikisini yani cihatla orucu bir arada yürüt­ mek, nefis için daha ağırdır dolayısıyla daha faziletlidir. Nitekim Resulullah'tan (sav.) amellerin en faziletlisi sorulduğunda: "En meşakkatli olanıdır," buyurdu. Yani bedene en zor olanıdır, buyurdu. Bu, kötülüğe sürük­ leyen nefs-i emmareyi yenmede daha etkilidir. Ebu Hanife'nin Mekke yolunda giderken oruç tutmayı hoş görmemesi, hacda çekişmeye girmemek içindir. Ebu Hanife buna işaretle şöyle de­ miştir: "Şayet her ikisini bir arada yaparsa kendisinde bir huy­ suzluk olur ve yol arkadaşlarıyla çekişir. Hacda çekişmek ise yasaklanmıştır. Ama bundan emin olursa o zaman oruç tutmak daha faziletlidir." Bu hadiste, cehennemin o kimseden elli yıllık bir mesafe uzaklaştırılacağı belirtilmektedir. 6- Bundan sonra Amr b. Anbese es-Sülemi'den Peygamber'in (sav.) şöyle buyurduğunu zikretti: "Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa cehennemden yüz yıllık mesafe uzaklaştırılır." Bu lafızla ilgili olarak alimlerin iki görüşü vardır: Bunlardan biri; sözün zahirine bakarak cehennem maddi olarak ondan uzaklaştırılır, şeklindedir. Yüce Allah'ın şu sözü, bunu teyit et­ mektedir: "Şüphesiz yaptık/arma karşılık katımızdan kendileri

için iyi şeyleryazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutu­ /anlardır. Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar ve canlannm istediği şeyler içinde temelli kalırlar."1 2 11 Tevbe, 9/1 1 1. 1 2 Enbiya, 2 1/101-102.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

34

İkinci görüşe göreyse uzaklaştırmaktan maksat, ondan emin olmaktır. Çünkü kim cehennemden daha uzak olursa ona kar­ şı daha çok emniyet içerisinde olur. İki hadis arasındaki mesafe farklılığı, mücahidin niyetindeki farklılığa göredir veya maksat, hakiki mesafe değil, cehennemin ondan ne kadar uzak olacağı konusunda bir mübalağadır. Arap dilinde elli, yetmiş ve yüz sayı­ ları mübalağa için kullanılır. Yüce Allah'ın: "Onlar için yetmiş defa

istiğfar etsen de Allah yine kendilerini hiç bağışlamayacaktır," 1 3 sözü bunu teyit etmektedir. 7- Hz. Ömer'den [ra.) rivayet edildiğine göre kendisi Mekke halkına seslenip şöyle diyordu: "Ey Mekke halkı! Ey beldenin halkı! Uyanın! Askerleri donatarak ve gönderilen ordularda yer alarak kat kat verilen sevabı isteyin. Başkalarına on kat verilirken size kat kat sevap vardır." Bu, halkı cihada teşvik eden seferberlik konuşmasıdır. Resu­ lullah (sav.) da bazı yerlerde böyle konuşmalar yapmıştır. Nite­ kim Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey Peygamber! Müminleri savaş­

maya teşvik et. Eğer içinizden sabır ve sebat eden yirmi kişi olursa ikiyüz kafiriyenerler. Sizden yüz kişi olursa kafirlerin bininiyener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur."14 Hz. Ömer, Mekke halkı ci­ hattan geri kalınca Peygamber'e uyarak bu konuşmayı yapmıştır. Hadiste, Mekke civarında bulunmanın meşru olduğuna ve se­ vaba sebep olacağına delil vardır. Ancak Hz. Ömer: "Sizin için on kat sevap vardır; ama Allah yolunda cihat etmenin sevabı daha büyüktür;" sözüyle buna işaret etmektedir. Allah'ın evinin kom­ şusu ve hareminin sakinleri olduklarına güvenerek cihattan geri kalmamaları için derecelerin en yücelerini elde etmeye onları davet etmiştir. Sevaplc;ırının kat kat arttırılacağını söylerken de Yüce Allah'ın şu sözüne dayanmaktadır: "Mallarım Allah yolunda

harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohumun durumu gibidir. Allah kime dilerse kat kat verir. Allah, ihsanı bol olan, hakkıyla bilendir." 1 5 Malını Allah yolunda harcayana bu şekilde vaatte bulundu­ ğuna göre, canını Allah yolunda harcayana bu mükafatın veril­ mesi daha evladır. Ebu Hanife'den rivayet edilen, hacdan sonra 13 Tevbe, 9/80. 14 Enfal, 8/65. 15 Bakara, 2/261.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

35

Mekke'den aynlmayıp orada kalmayı kerih gördüğü meselesine gelince bu, iki şekilde �zah edilir: Kim Mekke'de kalmayı uza­ tırsa Beytullah'ı çok görmekten, bir alışkanlık kazanır ve onun gözünde Beytullah'ın basitleşmesine sebep olur veya bu mukad­ des yerde bir günah işlemeye müptela olmaması içindir. Çünkü Yüce Allah orada günah işlemekle ilgili olarak şöyle buyuruyor: "... Kim orada zulüm yaparak haktan sapmaya yeltenirse Biz ona

pek acıklı bir azap tattmrız." 16

8- İmam Muhammed bundan sonra Ömer'in (ra.J şöyle dedi­ ğini rivayet etti: "Bu ümmetin fertleri, İslam'ın güzel ve doğru bir yolu -diğer rivayette bir şeriatı- üzere kalacaklardır. On­ lar, bunun üzerinde oldukları müddetçe düşmanlarına galip ve üstün geleceklerdir. Ama saçlarını boyayıp kırmızı elbi­ seler giyer sağğar1 7 konusunda kafirlerle aynı seviyede olur­ larsa işte o zaman düşmanlarının onlarda'n intikam almasını hak ederler." Hadiste cihatla meşgul olduğu müddetçe galibiyetin bu üm­ mete ait olacağı ifade edilmektedir. Yüce Allah: "Ey iman edenler,

siz Al/ah'ayardım ederseniz O da (düşmanlarımza karşı) size yar­ dım eder ve ayaklarımzı sabit kılar," 18 buyurur. Ayrıca dünyaya daldıkları ve cihattan yüz çevirerek lezzet ve şehvetlere uyduk­ ları takdirde düşmanlarının kendilerine galip geleceği anlamı vardır. "İşte o zaman düşmanlarının onlardan intikam almasını hak ederler;· sözü, buna layık ve müstahak olurlar anlamındadır. Saçı boyamak, şehvetlere tabi olmaktan kinayedir. Bundan maksat, kadınların ilgisini çekmek ve onlara hoş görünmek için saçı, sakalı boyamaktır. Yoksa boyamanın kendisi kötülenmiş de­ ğildir. Aksine saçı boyamak, Müslümanın alametlerindendir. Re­ sulullah (sav.): "Beyaz olan sakallarınızı değiştirin, olduğu gibi bırakmakla Yahudilere benzemeyin," buyuruyor. Ravi diyor ki: Ebu Bekir'i (ra.) Resulullah'ın (sav.) minberi üzerinde gördüm; sakalı, çabuk yanan ve dumanı çok olan di16 Hace, 22/25. 1 7 Sağğar (sdğinln) kelimesi, Tevbe suresinin 29. ayeti kerimesinde kullanı­ lan bir ifadedir. i lgili ayet şu mealdedir: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resulü'nün haram kıldı­ ğını haram saymayan ve hak din lslam'ı din edinmeyen kimselerle, küçüle­ rek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın." (ed.). 18 Muhammed, 47 /7.

36

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

ken ağacı gibiydi. Yani sakalı boyanmıştı. Mücahitlerden her kim düşmana heybetli görünmek için sakalını boyarsa bu iyidir. Ama bunu, kadınların ilgisini çekmek için yaparsa alimlerin hepsine göre mekruhtur. Bazıları da caiz görmüşlerdir. Rivayete göre Ebu Yusuf şöyle demiştir. "Nasıl onun (kadının) benim için süslen­ mesi hoşuma gidiyorsa benim de ona karşı süslenmem onun ho­ şuna gider." "Kırmızı elbise giyerler," sözüne gelince kırmızı renkte elbi­ se giymenin mekruh olduğuna delildir. İbn Ömer'den nakledi­ len hadis, Resulullah'ın (sav.) kırmızı elbise giymeyi ve rükı1da Kur'an okumayı yasakladığını belirtmektedir. Resulullah (sav.) yine şöyle buyurmuştur: "Kırmızı elbise giymekten sakının, çün­ kü o, şeytanın kıyafetidir:' Sa'd, rivayet ettiği bir hadiste şöyle diyor: «Resulullah (sav.), beni, üzerimde kırmızı bir şal olduğu halde gördü ve benden yüz çevirdi. Ben de gittim o şah yaktım. Sonra beni gördü ve "O şala ne yaptın?" dedi. "Benden yüz çevirdiğinizi gördüm, gidip onu yaktım;· dedim. "Neden hanımlarından birine vermedin?" deyip beni azarladı.» Bera b. Azib'in (ra.) rivayet ettiği: "Kırmızı elbiseler içinde Resulullah'tan daha güzel bir saç sahibi görmedim," hadisine ge­ lince bu, İslam'ın başlangıcında olmuştur. Daha sonra erkekler için kırmızı elbise giymek mekruh görülmüştür. Şa'bi'nin kırmızı elbise giydiği rivayetiyse o, kadı yapılmaması için bunu yapıyor­ du. Defalarca ona kadılık teklif ettiler, o da bundan kurtulmak için kırmızı elbise giydi, satranç oynadı, çocuklarla birlikte filleri seyretmeye gitti. Sonunda bu durumlarını görüp yakasını bırak­ tılar ve kadı yapmaktan vazgeçtiler. Hadiste geçen, "Sağğar konusunda kafirlerle aynı seviyede olmak;' sözü, "Toprağa bağlanıp ziraatla uğraşarak cihattan yüz çevirirler," manasınadır. Ziraatla uğraşmayı mekruh görenler, bu sözün zahirine bakarlar. Başka bir rivayette de Resulullah (sav.), birinin evinde tarım aletleri gördüğünde şöyle buyurdu: "Bunlar bir kavmin evlerine girdi mi, o kavim mutlaka zelil olur ve niha­ yet düşmanları onlara saldırır." Ancak bunlar, cihattan yüz çevirdikleri takdirde durum böy­ ledir, cihattan yüz çevirmezlerse ziraatla meşgul olmanın bir sakıncası yoktur, anlamındadır. Kaldı ki Resulullah (sav.) Medi-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

37

ne'ye yakın, "Curf" denilen yerde başkalarına ziraatla meşgul olmalarını emretmiştir. Haraç ödemek ve haraç toprakları işlet­ mekte bir sakıncası yoktur. Çünkü sağğar baş vergisi olup arazi vergisi değildir. İbn Mes'O.d, Hasan b. Ali ve Ebu Hüreyre'nin Irak bölgesinde haraç ödedikleri toprakları vardı ve bu mübarek ze­ vat haraç ödüyorlardı. 9- İmam Muhammed, bundan sonra Hz. Osman'ın (ra.) Medi­ ne halkı arasında kalkıp şöyle dediğini rivayet eder: "Ey Me­ dineJiJer! Allah yolunda cihattan payınızı alın. Şam, Mısır ve Irak halkından kardeşlerinizi görmüyor musunuz? Allah'a ye­ min ederim ki sizden biriniz Allah yolunda çalışarak geçirdiği bir gün, usanmadan gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli evinde geçirdiği bin günden daha hayırlıdır." "Medine halkı arasından kalktı," sözü, konuşmak için kalktı anlamındadır. Bu da Ömer'in (ra.) Mekke halkına yaptığı gibi Medine halkı için savaşa teşvik eden bir konuşmadır. Burada, ih­ tiyacı olmadığı halde, doğru söylüyorsa kişinin yemin etmesinde bir sakınca olmadığına dair delil vardır. Osman (ra.) ihtiyacı ol­ madığı halde Allah yolunda cihat edene verilecek mükafatı zik­ rederken yemin etmiştir. Hz. Osman, daha sonra Şam, Mısır ve Irak halkının cihattan geri kalmadıklarını belirterek onları ciha­ da teşvik etmiştir. Belirttiğimiz gibi, "Bir gün, bin günden daha faziletlidir;' sözü cihadın, dini yüceltmek, müşrikleri yenmek ve onların Müslüma­ na kötülük yapmalarını engellemek için yapılması sebebiyledir. Medine'de ailesiyle beraber oturanların amellerinde bu şeyler meydana gelmemektedir. 10- İmam Muhammed bundan sonra Tavıls'tan şöyle dediğini nakletti: Resulullah (sav.) buyurdu ki: "Yüce Allah kıyametin kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında veya mızrağımın gölgesinde -ravinin şüphesidir- kıldı. Bana muhalefet edene de zilJet ve küçüklük verdi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse o onlardandır." "Beni kılıçla gönderdi," sözünden maksat, beni Allah yolunda cihat etmek üzere gönderdi, demektir. Resulullah (sav.) şöyle bu­ yurur: "İnsanlarla 'lô. ilahe illallah' deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu derlerse şeriatın öngördüğü ceza dışında, mal ve canlarını benden korumuş olurlar, hesaplarını da Allah

38

Şerhü's-Siyeri'l-Kebir

soracaktır:'19 Çünkü diğer peygamberler savaşmakla emrolun­ mamışlardır. Savaş sadece Resulullah'a hastır. Onun Tevrat'taki vasfı şöyledir: "Düşmana karşı savaşla memur bir peygamberdir. Cesaretin şiddetinden gözleri kırmızıdır." Ümmetinin vasfı ise şöyledir: "Kitapları kalplerinde saklı ve kılıçları omuzlarındadır:· Resulullah da: "Kılıçlar, mücahitlerin elbiseleridir," sözüyle buna işaret eder. Süfyan b. Uyeyne, naklettiği hadiste şöyle dedi: Resulullah (sav.) dört kılıçla gönderildi. Biri, müşriklerle savaş içindir ki Resulullah'ın kendisi bizzat bu kılıçla savaşmıştır. Biri, dinden dönenlerle savaşmak içindir. Yüce Allah: "Siz kendileriyle sava­ şırsınız veya onlar Müslüman olurlar,"20 buyurmaktadır. Ebu Be­ kir (ra.) Hz. Peygamber'in vefatından sonra zekatı vermekten kaçınanlarla bu kılıçla savaştı. Biri, Ehl-i kitap ve Mecusilerle sa­ vaşmak içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ken­

dilerine kitap verilenlerden Allah 'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah 'm peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir ola­ rak kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar muharebe edin.''21 Hz. Ömer (ra.) bu kılıçla savaşmıştır. Biri de Haricilerle savaşmak içindir. Nitekim Yüce Allah: "Eğer onlardan biri diğerine karşı

halô saldmyorsa siz, o saldıranla, Allah'm emrine dönünceye ka­ dar savaşm ... "22 Bununla da Hz. Ali savaşmıştır. Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Dinden çıkanlara, bia­ ti bozanlara ve zulmü adet haline getirenlere karşı savaşmakla emrolundum." "Kıyamet öncesi" sözü, kıyamete yakın manasına­ dır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur. "Kıyametyaklaştı.''2 3 "Sen onu nereden hatırlayacaksm," 24 ayetinin tefsirinde: "Neden kıyametten soruluyor ki senin gelişin bile onun alametlerinden biridir," denilmiştir. 19 Buhari, iman 17; Salat 28; Müslim, iman 32; Ebu Daviid, Cihad 95. Bu hadisdeki " i nsanlar" sözüyle Arap müşriklerinin kastedildiği ve bu yön­ de icma olduğu yorumu yapılmıştır. Bkz. M. Hamidullah, lslam'da Devlet idaresi, l stanbul 2002, s. 266; Vehbe Ziihayli, Ast1ru'l-harb fi'l-fıkhi'l-islt1mf, Dımaşk 1412/1992, s. 120-121. 20 Feth, 48/16. 21 Tevbe, 9/29. 22 Hucurat, 49/9. 23 Naziat suresindeki "Sen nerede onu bilmek nerede!" Naziat, 79/43 (çev.). 24 Naziat, 79/43.

Şerhü 's-Siyeri'l-Kebtr

39

"Rızkımı mızrağımın altında veya gölgesinde kıldı," sözüne gelince bunun İslam'ın başlangıcında olduğu söylenmiştir. Şöyle ki bir mücahit akşam vak""ti bir ailenin evinin önünde mızrağı­ nı dikince onu misafir etmek o aile üzerine vacip olurdu. Onu misafir etmedikleri takdirde, sabahladığında yiyeceklerini zorla onlardan alabilirdi. Sonra bu durum Resulullah'ın (sav.) şu sözleriyle neshedildi: "Kendisinin gönül hoşnutluğu olmadıkça Müslüman bir kişinin malı helal olmaz." Bundan maksat, ganimetlerin bu ümmet için helal olmasıdır, denilmiştir. Resulullah'ın (sav.) gönderilmesin­ den önce hiç kimse için ganimet helal değildi. Bunun izahı Yüce Allah'ın: "Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve hoş olarak yiyin . "25 sözündedir. Resulullah (sav.): "Beş şey bana özeldir;· buyurarak bunlar arasında ganimetlerin helal kılınmasını say­ mıştır. "Gölge" ile gölgenin kendisi değil, emniyet kastedilmiştir. "Sultan, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir," sözünden maksat da emniyettir.26 Bana muhalefet edene: "Zillet ve küçüklük verdi," sözündeki zilletten maksatsa şirk zilletidir.27 . .

Nitekim Yüce Allah: "Oysa izzet Allah 'm, Peygamberinin ve inananlarmdır," 28 sözüyle, zilletin müşriklere ait olduğunu be­ yan ediyor. Yüc� Allah'ın: "Zelil ve hakir kendi elleriyle cizye ve­ recekleri zamana kadar muharebe edin,"29 sözüne dayanılarak da, "sağğar/küçülerekten" maksat, sağğar şeklinde verilen cizye olduğu nakledilir. "Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır," sözüne ge­ lince; bu da mücahitlerle beraber çıkıp bazı ihtiyaçlarında onlara yardımcı olan ve güçlerine güç katarak onlara benzeyen kimse, dünyada ganimet almak ve ahirette sevap kazanmak hususunda onlardan olur manasınadır. Resulullah'ın (sav.) alimler hakkında 25 Enfal, 8/69. 26 "'Sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir. Zayıf ona sığınır, mazlum onun­ la hakkını alır. Dünyada Allah'ın sultanına ikram edenlere Allah kıyamet günü ikram eder;· şeklinde ve başka ifadelerle meşhur olan bu sözü, İ b­ nü'n-Neccar, Beyhaki, Hakim kitaplarına almışlardır. Hemen belirtelim ki adaletli veya zalim hiçbir sultan hiçbir şekilde Allah'ın gölgesi değildir. Aksine sultan, çoğu zaman zulüm ve haksızlığın kendisidir. Yüce Allah da bundan beridir (çev.). 27 Doğrusu, sözü edilen zillet, yenilgi ve boyun eğme aşağılığıdır (çev.). 28 Münafildln, 63/8. 29 Tevbe, 9/29.

40

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

söylediği: "Onlar öyle bir topluluktur ki onlarla oturup kalkan bedbaht olmaz," sözü de buna benzer. 11- İmam Muhammed, sonra Mekhıll'den şöyle dediğini zik­ retti: İbn Revaha öldürüldüğü zaman Resulullah (sav.) şöyle buyurdu: "Düşmanla savaşta başı çeker, dönerken de en son­ da olurdu. Namazı da vaktinde kılardı." Hadiste, kendisinde bulunan bir vasıftan dolayı ölüyü o vasıf­ la övmekte bir sakıncanın bulunmadığına dair delil vardır. An­ cak sınır aşılıp onda bulunmayan şeyle övülmesi mekruhtur. "Sa­ vaşta başı çeker;' sözü, savaş için saftan ileri atılma manasınadır. "Dönerken de en sondadır", sözü de savaştan en son dönen an­ lamındadır. Resulullah (sav.) İbn Revaha'nın cihada olan büyük arzusunu ifade etmiştir ki bu durum İbn Revaha'da mevcuttu. Yüce Allah: "Hayırlı işlerde birbirinizle yarışm,"30 ve "Rabbinizin

bağışlamasına ve takva sahipleri için hazırlanan, eni gökler veyer kadar bulunan bir cennete koşuşun,"31 buyuruyor. Resulullah (sav.) en son geri dönenin İbn Revaha olduğunu söyleyerek savaşta gösterdiği büyük sabrı belirtmiştir. Bu da övgü nitelemesidir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler,

sabredin, sabırda yarışın, birbirinizle kenetlenin ve başarılı olma­ nız için Allah'a karşı gelmekten sakınm."32 Resulullah (sav.) daha sonra Abdullah'ın namazını vaktinde kıldığını belirtti. Yani savaşa olan düşkünlüğüyle birlikte namazı vaktinde kılardı. Bu ise mücahit için en zor durumdur. .Bu da bir övgü sıfatıdır. Yüce Allah: "Namazlara devam edin... "33 buyurur. Allah Teata'nın: "Allah'tan söz almış olanlar dışında,"34 sözünün açıklamasında, bunun namazları vaktinde kılmak olduğu söy­ lenmiştir. Hadis, yolculukta iki namazı bir vakitte kılmayı (cemetmeyi) caiz gören Şafii'nin aleyhine bir delildir. Cihat ise daima yolcu­ luk demektir. Bununla beraber Resulullah (sav.) : "Cihattayken bile namazlarını vaktinde kılardı;' diyerek Abdullah b. Revaha'yı 30 31 32 33 34

Bakara, 2/148. Al-i İ mran, 3/133. Al-i l mran, 3/200. Bakara, 2/238. Meryem, 19/87. ayetin tamamı böyledir: "Rahmdn'ın katında söz almış olandan başkası asla şefaatte bulunamayacaktır."

Şerhü's-Siyeri'l-Kebir

41

övmektedir. Şayet iki namazı bir vakitte kılmak caiz olsaydı, bu övme doğru olmazdı. 12- İmam Muhammed bundan sonra Ma'bed'in şöyJe dediği­ ni rivayet eder: "Bu ümmet çiftçiJikJe uğraşıp kaJdığı zaman AJJah'ın yardımı kesiJir ve kaJpJerine korku salıveriJir. Daha sonra Muhammed b. Ka'b'dan şöyJe rivayet ediJdi: "Ey iman

edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir toplulu­ ğa uyarsanız, sizi topuklannız üzerinde geri döndürür, ktifir yaparlar,"35 ayetinden maksat cemaatten ayrılıp bedeviJeş­ mek midir? diye Hz. AJi'ye soruJdu. Cevabında: "Hayır, taar­ rub (bedeviJeşmek) değiJdir. ZiraatJa meşguJ oJmaktır," dedi. İki hadisin de yorumu birdir. Birincisinin yorumu: Bu ümmet ziraata yönelir ve onunla uğraşıp tamamen cihadı terk ederse Allah'ın yardımı ve zaferi onlardan alınır. Ama bir kısmı ziraatla meşgul olur, bir kısmı da cihat görevini yerine getirirse o zaman ziraatla uğraşmanın sakıncası olmaz. Böyle olmalı ki savaşçı, çiftçinin kazandığıyla güçlensin, çiftçi de savaşçının savunma­ sıyla güvenlik içinde olsun. Resulullah (sav.) : "Müminler bina gibidir; bir kısmı diğer bir kısmını destekler," buyurmuştur. Çünkü herkes cihatla uğraşır, gelir sağlamaya çalışan bulunmazsa o zaman yiyeceğe ve hay­ vanların yemine muhtaç olurlar. Bunları bulamayınca da cihat yapamazlar. Ziraat hususundaki eksiklik, cihadı da etkiler. Bazıları da, "Topuklar üzerinde geri dönmek"ten maksat, sahraya ikamete dönüp cihat niyetiyle geldikleri Medine'yi terk etmek anlamında bedevileşme şeklinde anlamışlardır. Herhalde yerinde olmayan bu görüşü ileri sürenler: "Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden daha ileridir,"36 ayetinin zahirine bakarak bu kanaate varmışlardır. Bunu Hz. Ali cihattan vazgeçip ziraatla uğraşmak olarak açıklamıştır. Bu yorumunu şu ayet destekler: "Kafirlere uyarsanız."37 Çünkü kafirlerin bizden istediği, ziraatın kendisi değil, cihattan vazgeçmemizdir. 1 3- Hasan-ı Basri'den rivayet ediJdiğine göre bir adam sada­ ğını/okJuk yere bırakıp namaza durdu. Biri de geJip sadağı alıp gitti. Namaz kdan şahıs namazını bitirdikten sonra sa35 AI-i l mran, 3/100. 36 Tevbe, 9/97. 37 AI-i İ mran, 3/149.

42

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

dağını bulamayınca korktu. Durum Peygamberimize (sav.) intikal edince Peygamber (sav.) şöyle buyurdu: "Müslüman kişinin, Müslüman kardeşini korkutması caiz olmaz." Resulullah (sav.), o kişinin çalma kastıyla değil de şaka yollu alıp götürdüğünü biliyordu. Ama bununla beraber yukarıdaki hadisi buyurdu. Çünkü namaz kılan şahıs sadağını bulamayınca korkmuştu ve onu korkutan da sadağı alıp gidendi. Bu sebeple Resulullah (sav.): "Müslüman kişinin Müslüman kardeşini kor­ kutması caiz olmaz;• buyurmuştur. Burada müminin Allah'ın ya­ nındaki değeriyle Allah yolunda cihat edenlere hürmetin büyük­ lüğü ifade edilmektedir. Bu konuda meşhur pek çok hadis vardır. Hasan-ı Basri'den rivayete göre biri, bir adamı korkutmak için kılıç çekmişti. Durum Eş'ari'ye ulaştığında: "Kılıcını kınına koyuncaya kadar melekler devamlı ·olarak ona lanet ederler," dedi. Eş'ari'den maksat Ebu Malik el-Eş'ari'nin olduğu muhte­ meldir. Fakat daha doğru olan, bununla Ebu Musa el-Eş'ari'nin kastedildiğidir. Bu söz, Resulullah'a (sav.) merfO. gibidir. Çünkü bu, re'y ile bilinen şeylerden değildir. Ayrıca, vurma kastı olmaz­ sa bile Müslümana silah çekerek onu korkutmanın ne kadar bü­ yük bir günah olduğuna delildir. Hadiste, "Kim bir Müslümana silah çekerse kendi kanını mü­ bah kılmış olur," denilmektedir. "Melekler ona devamlı lanet eder," sözü buna işarettir. Melekler müminin bağışlanması için dua ederler ama sıfatı değişince artık ona lanet ederler. Hiç şüp­ hesiz meleklerin lanetlemesi, Müslümanın öldürülmesini caiz görüp kafir olan veya imanından dolayı onu öldürmeye çalışan anlamında olmalıdır. 14- İmam Muhammed, Süleyman b. Büreyde'nin şöyle dedi­ ğini nakletti: Resulullah (sav.) buyurdu ki: «Cihada gidenlerin hanımlarının cihada gitmeyenlere haramlığı, annelerinin ha­ ramlığı gibidir: Kim mücahitlerden birinin hanımının yanına (birlikte olmak amacıyla) gider gelirse kıyamet günü o kimse durdurulup mücahit olana: "Bu, hanımın konusunda sana iha­ net etti. Hayır amellerinden dilediğin miktarı al," denilir. Zan­ nediyor musunuz ki hayır amellerinden geriye bir şey kalır?» Bu hadis, mücahitlerin kıymetlerinin ne kadar büyük olduğunu gösterir. Çünkü kadınlarının daha fazla hürmete değer ol­ maları, kocalarının daha fazla hürmete layık olmalarındandır.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

43

Yüce Allah'ın: "Onun (Peygamberin) eşleri onlann anneleridir,"38 ayetiyle, "Sizlerden Allah'a ve Peygamber'ine boyun eğip yararlı iş işleyene ecrini iki kat veririz,"39 ayetinde buna işaret edilmiştir. Bu cezayı hak etmesinin sebebi, mücahit kişinin cihada gi­ derken eşini, cihada gitmeyen bu adamın ve Allah'ın yanında emanet bırakmış olmasıdır. Adamın eşine göz dikmekle Allah'ın emanetine hıyanet etmiş olur. Çünkü mücahit kişi, başkasının, hanımıyla kendisine hıyanet ettiğini bilirse cihada çıkmayacağı gibi zaruret olmadıkça çıkması da helal olmaz. Çünkü hanımını koruması farz-ı ayndır. Ama cihada çıkması, kendisi için farz-ı ayn olmayabilir. Böylece kişiler cihada çıkmayınca cihat kesilmiş olur ve hıyanet eden kişi cihadın son bulmasına ve müşriklerin Müslümana karşı güçlenmesine sebep olur. Bu nedenle, "Kıya­ met günü hıyanete uğrayan kişinin hıyanet eden kişinin amelle­ rinden dilediğini almasına karar verilir," denilmiştir. Sonra, "Siz ne zannediyorsunuz?" buyurdu, yani o zaman ameline ihtiyacı olduğu halde amelinden bir şey kalacağını mı sanıyorsunuz? Bunu Hz. Ali'nin (ra.) naklettiği Resulullah'ın şu hadisi açıkla­ maktadır: "Mücahitlere eziyet etmeyin. Muhakkak ki Allah Teala peygamberler için gazaba geldiği gibi onlar için de gazaba gelir. Peygamberlerin dualarına icabet ettiği gibi onların dualarına da icabet eder. Kim bir mücahidin hanımı hususunda ona ihanet ederse onun yeri cehennemdir ve ancak o mücahidin şefaati onu cehennemden çıkarabilir. Tabi mücahit bu yaptıklarından sonra ona şefaat ederse!" 15- Muaviye b. Kurra'dan rivayete göre Resulullah [sav.] şöy­ le buyurdu: "Her ümmette ruhbanlık vardır, ümmetimin ruh­ banlığı da cihattır." Ruhbanlığın manası, dünya işlerini bırakıp sadece ibadet­ le uğraşmaktır. Geçmiş milletlerde ruhbanlık, insanlardan ve makamdan uzaklaşıp ibadete çekilmek şeklindeydi. Onların yanında uzlet, insanlarla oturup kalkmaktan daha faziletliydi. Resulullah (sav.) : "islamiyet'te ruhbanlık yoktur," sözüyle bunun lslam'da bulunmadığını söyledi ve bu ümmetin ruhbanlığının cihatta olduğunu belirtti. Çünkü cihat, bir yandan insanlarla ülfet, bir yandan da diğer dünya işlerini bırakıp dinin en yüce 38 Ahzab, 33/6. 39 Ahzab, 33/31.

44

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

işiyle uğraşmaktır. Peygamber (sav.) cihadı, dinin "zirvesi" ola­ rak isimlendirmiştir. Ayrıca bu ümmetin vasfı olan iyiliği emir ve kötülükten vazgeçirme, derecelerin en üstünü olan şehadet mertebesine ulaşmak gibi iyi hasletler cihatta mevcuttur. 16- İmam Muhammed bundan sonra, Ebu Katade'den rivayet ederek Resulullah'ın (sav.) kalkıp halka hitap ettiğini, Allah'a hamdettiğini, daha sonra farzlar hariç cihattan daha faziletli bir şeyin bulunmadığını belirtti. Farzlardan maksat, farz-ı ayn olanlardır. Bunlar beş temeldir. Cihat da farzdır, ama farz-ı kifayedir. Sevap, farzın güçlülüğü ora­ nındadır. Bu sebeple Resulullah (sav.) cihadı, hepsinden üstün tuttuğu hususlar arasında farzları istisna etmiştir. Muhammed dedi: Biri kalkıp "Ya Resulellah! Allah yolunda öl­ dürülenin bu öldürülüşü günahlannı bağışlatır mı?" diye sordu. Resulullah bir müddet sustu. Nihayet kendisine vahiy geldiğini anladık Sonra şöyle buyurdu: "Evet. Şayet sabrederek, sevabı­ nı Allah'tan umarak ve düşmandan kaçmayıp onlann üzerine yürüyerek öldürülürse. Ancak Cebrail'in söylediğine göre borç bundan hariçtir; borçlanndan dolayı sorguya çekilecektir." Bu hadis, şehitlerin derecelerinin yüksekliğini ve şehadet rütbesinin günahları silmeye sebep olduğunu ilan etmektedir. Burada şehitlerin ve şehit düşmenin derecelerinin yüksekliği açıklanmaktadır. Çünkü Allah şehadeti günahlardan temizlemek için bir sebep kılmıştır. Peygamberimizden gelen bir hadiste şöyle buyurduğu riva­ yet edilir: "Kim ki Allah yolunda şehit düşerse kanından akan ilk kan damlası karşılığında günahlarının tamamı bağışlanır. İkinci damlada kendisine, 'iyilik' elbisesi giydirilir. Üçüncü damlada da güzel huriyle evlendirilir." Bu hadis: "Kılıçla şehit olmak, borç ha­ riç bütün günahları siler;" hadisiyle aynı manadadır. Resulullah (sav.) Uhud Savaşında şehitlerin derecelerinin yüksekliğiyle ilgili olarak şöyle buyurdu: "(Ey Ashabım!) Allah, kardeşlerinizden şehit düşenlerin ruhlarını, cennetin nehirle­ rinden su içen ve meyvelerinden yiyen yeşil kuşların kursakla­ rına koydu. Nehirlerden su içen ve meyvelerden yiyen bu kuşlar sonra arş'ın gölgesinde kandillere giderler. Yediklerinin ve içtik­ lerinin hoş lezzetini aldıktan sonra derler ki: 'Keşke kardeşleri-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

45

miz bizim ne gibi lezzet ve nimette olduğumuzu bilseler de ciha­ da çok önem verseler.' O zaman Yüce Allah: 'Tarafınızdan onlara ulaştırırım; buyurur." Bu, Yüce Allah'ın: "Allah yolunda öldürülenleri ölüler san­ ma... "40 sözünün tefsiridir. Şehidin bu dereceye ulaşması ancak şehadeti arzu etmesiyle olur. Bu da işin hayrını umması, cihat üzere sabretmesi ve cihatta düşmandan kaçmayarak, tersine üzerine gitmesiyle gerçekleşir. Hadiste, kullara zulmetmenin ne kadar büyük bir günah ol­ duğu ifade ediliyor. Resulullah bu dereceye ulaşan şehidin bile borçtan dolayı sorguya çekileceğini, söylediğinin de vahiyden olduğunu belirtiyor. Çünkü "Cibril'in (as.) iddia ettiği gibi," sözü bunu gösterir. Ta ki herkes, borçlu olduğu kimsenin gönlünü al­ ması gerektiğini mutlaka bilsin. Denildi ki: Bu başlangıçtaydı. O zaman Resulullah (sav.) aldık­ ları borcu ödeyemeyecek kadar fakir oldukları için onları borç­ lanmaktan sakındırmıştı. Bu sebeple arkasında, borcunu karşı­ layacak mal bırakmayan borçlu kimsenin cenaze namazını kıl­ mazdı. Daha sonra bu durum, Resulullah'ın (sav.): "Kim ardında bir mal bırakırsa malı mirasçılarınadır ve kim de borç ve çoluk çocuk bırakırsa (borcunu ödemek ve çoluk çocuğuna bakmak) bana aittir," sözüyle neshedilmiştir. Bunun benzeri, hacla ilgili olarak varit olmuştur. Peygamber (sav.) Arafat Dağında ümmeti için dua etti. Aralarındaki haksız­ lıklar hariç, Allah duasını kabul etti. Sonra Müzdelife'de sabaha karşı Meş'ar-i Haram' da dua etti. Duası, aralarındaki haksızlıklar hususunda da kabul edildi. Cebrail (as.) inerek Allah'ın, bazıla­ rının bazıları üzerindeki haklarını da sonuca bağladığını haber verdi. Buna göre, borçlu şehidin de affedileceği ihtimali uzak de­ ğildir. Sözümüzün özü şehitler için bazı kolaylıklar başladı. 1 7- Bundan sonra İmam Muhammed, Ebu Hüreyre'den şunu nakletti: Biri Resulullah'a (sav.) sordu: "Bir adam, Allah yo­ lunda cihat etmek istiyor ama aynı zamanda dünya malını da arzu ediyor." Resulullah (sav.]: "Sevabı yoktur," dedi. Orada bulunanlar durumu garipsediler ve adama: "Git bir daha sor. Herhalde meramını anlatamadın," dediler. Adam 40 Al-i İ mran, 3/169.

46

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

tekrar sordu: "Bir adam, Allah yolunda cihat etmek istiyor ama aynı zamanda dünya malını da arzu ediyor?" Resulullah (sav.): "Sevabı yoktur;" dedi. Adam üçüncü defa sorusunu tek­ rar etti ve yine Peygamber (sav.): "Sevabı yoktur;" buyurdu. Bu hadiste, soru soranın, sorusunu tekrar etmesinde bir sakınca olmadığına ve cevap verenin bundan sıkılmaması ge­ rektiğine delil vardır. Resulullah (sav.) o kişinin sorusunu tek­ rar etmesine kızmamıştır. Sahabe de Peygamber'e son derece değer vermesine rağmen o adamdan sorusunu tekrar etmesini istemişlerdir. Buradan anlıyoruz ki soruyu tekrar etmek saygıya aykırı değildir. Çünkü sahabiler, herhangi bir kimsenin Peygam­ ber'e saygıda kusur işlemesine fırsat vermiyorlardı. Bu hadis iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi, kişinin görü­ nüşte cihat etmek istediğini göstermesi, gerçekteyse amacının mal elde etmek olmasıdır. Bu, o zamanki münafıkların durumuy­ du. Bu durumda olanın sevabı yoktur. İkincisi, kişi cihat amacıyla çıkar ama maksadının büyük kıs­ mı, ahiret için sevap kazanmak değil, dünya malı elde etmek olmasıdır. Bu durumdaki insan için Peygamber (sav.) şöyle bu­ yurur: "Kimin hicreti, bir dünyalık elde etmek veya bir kadınla evlenmek içinse hicreti o şey içindir.'' İki dinar karşılığında ciha­ da katılan birine de: "Dünyada da ahirette de senin için iki dinar vardır;" buyurdu. Ama kişinin maksadından büyük payı cihatsa, bu arada ganimete de gönlü varsa o, Allah Teala'nın: "(Hac mev­

siminde ticaretle) Rabbinizden nzık istemenizde bir sakmca yok­ tur. .. "41 sözünün kapsamı içerisindedir. Yani hac yolunda ticaret yapan kimse nasıl haccın sevabından mahrum olmuyorsa bu adam da cihadın sevabından mahrum olmaz. 1 8- İmam Muhammed, Hayseme'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ebü'd-Derda'ya gittim. "Bir adam bana vasiyet bıraktı. Bir de onu nerede harcayacağıma dair sana danışmamı iste­ di," dedim. Dedi ki: "Ben yerinde olsaydım onu Allah yolunda cihat edenlere harcardım. Oraya vermek, fakir ve miskinlere vermekten daha faziletlidir kanaatindeyim. Ölüm anında in­ fak edense doyduğu zaman artığını dost ve ahbabına hediye eden gibidir:" 41

Bakara, 2/198.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

47

Burada, bu şekilde vasiyette bulunmanın caiz olduğuna de­ lil vardır. Vasiyet eden kişi, vasiye: "Malımın üçte birini diledi­ ğin yere veya falan kimsenin dilediği yere harca," diyebilir. Yine, mücahit fakirlere harcamanın, başkalarına harcamaktan daha faziletli olduğuna dair delil vardır. Çünkü bunda sadaka ve mal­ la cihat mefhumlarıyla birlikte, müşriklerin eziyetlerine engel olmaya yardımcı olmak ve Müslümanların hepsine menfaatin ulaştırılması söz konusudur. İmam Muhammed daha sonra vasiyet eden kimsenin, hayat­ tayken kendisi bizzat böyle bir sadaka yapsaydı daha çok seva­ ba nail olacağını açıkladı. Çünkü hayattayken malını infak etmiş olsaydı, ona ihtiyacı olduğu halde infak etmiş olurdu. Halbuki ölümüyle ihtiyacı ortadan kalkmış oldu. Bu durumuyla, doyduğu zaman artığını hediye edene benzemektedir. Bunun benzeri, Resulullah'ın (sav.) şu sözüdür: "Sadakanın en faziletlisi, sağ salim olup zengin olma ümidi ve fakir düşme korkusu taşıyarak malını koruduğun zamanda sadaka vermen­ dir. Yoksa can boğaza dayanıp da şu kadar falana, şu kadar da fi ­ lana dersen, zaten o zaman demesen bile artık o mal onlarındır." (Senin o malla ilişkin kalmaz ki.) 1 9- Mekhal'den rivayete göre kendisine şu haber ulaşmış­ tır: Cihat etmeyen veya bir mücahide yardım etmeyen yahut bir mücahit cephedeyken onun çoluk çocuğuna iyi davranıp onlara yardım etmeyen kimseye kıyamet gününden önce bir bela isabet eder. Bela: Kişinin tahammül edemeyeceği ve kendisine engel ola­ mayacağı musibet demektir. Yüce Allah: " Yaptiklan yüzünden kdfirlerin başma bir bela gelmeye devam edecektir,"42 buyurur. Burada cihadın ve mücahide yardım etmenin ne kadar fazilet­ li olduğu, ailesi hususunda kendisine ihanet etmenin ne kadar büyük bir günah olduğu açıklanıyor. Sanki bu üç haslet; yani ci­ hadı terk, mücahitlere yardım etmemek ve hanımı hususunda mücahide ihanet etmek, ancak münafık olan şahısta bir arada bulunur. Zikredilen ceza, münafığa layık bir cezadır. 20- İmam Muhammed dedi: Hasan'ın (ra.J şöyle rivayet ettiği zikredilir: ResuluJJah (sav.) buyurdu ki: "Rabbiniz şöyle bu42 Ra'd, 13/31.

48

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

yurdu: Kim rızamı arzu ederek Benim yolumda cihada çıkar­ sa Ben ona garanti veririm ki -ravinin şüphesi olarak- veya o Benim üzerime garanti olsun ki onun ruhunu aldığım tak­ dirde onu cennete sokarım. Şayet canlı olarak geri çevirirsem ecir veya ganimetle geri çeviririm." Bu hadiste, Allah'ın, cihat edenleri dünyada ganimetle ve ahirette cennetle mükafatlandıracağına dair verdiği söz belirtil­ mektedir. Hadiste, "garanti verme sözü" ifadede genişlik olsun diye mecaz olarak verileceği belirtilen mükafatı açıklamak için­ dir. Yoksa hiç kimsenin Allah üzerinde bir hakkı yoktur. Hadis­ teki bu kullanış, ifadede genişlik gayesiyle bu gibi kullanışların caiz olduğuna delildir. ·�nah rızkı kullarına garanti etti (rızıkJa­ rına kefil oldu)." "Kulların rızkı Allah'ın üzerinedir," gibi sözler �ilah, onlara bunu vadetmiştir; manasınadır. Allah ise verdiği vaade muhalefet etmez. 2 1 - İmam Muhammed dedi: Hasan-ı Basri'nin şöyle dediği belirtildi: Müslümanlardan bir kişi ResuluJJah'a (sav.) gele­ rek: "Cihat edemeyecek kadar bünyem zayıfladı. Buna karşı­ lık bir miktar malım var. Bana öyle bir iş göster ki onu yaptı­ ğım zaman murabıt (mücahit) mertebesine erişeyim," dedi. ResuluJJah [sav.) şöyle buyurdu: "İyiliği emret, kötülükten sa­ kındır, zayıfa yardım et ve müşriki irşat et. Bunları yaparsan murabıt mertebesinde olursun." Hadiste, murabıtın derecesinin yüksekliği ifade edilmektedir. Adam bundan aciz kalınca Resulullah'tan (sav.) sevapta, mura­ bıtlık makamının yerine geçecek bir hususu kendisine haber vermesini istemiştir. Resulullah (sav.) yukarıdaki hadisiyle ken­ disine yol göstermiştir. Çünkü cihat da, iyiliği emir de şirk olan münkerden sakındırma da müşriklerin eziyetlerini önleyerek Müslüman zayıflara yardım ve müşrike doğru yolu göstermektir. Kim gücünün yettiği kadar malı veya canıyla bu işleri yaparsa murabıt mertebesindedir. 22- İmam Muhammed dedi: Bundan sonra İbn Ömer'den Allah rahmet etsin- şöyle dediğini zikretti: İyne alışverişiyle alışveriş yapar, sığırların peşine takılır ve cihattan hoşlan­ mazsanız, düşmanınız size göz dikecek kadar zelil olursunuz.

İyne; açık olan faizden güya sakınmak için faizci cimrilerin uydurdukları alışveriş şekilleridir. Bunun nasıl yapıldığını, el-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

49

Cdmi'ü's-Sağfr'de belirttik. İbn Ömer, cimrilik kokan ve şeriatın istediği karşılıksız borç vermeye engel olan bu alışverişi çirkin görmüştür. "Sığırların peşine takılırsanız," sözüyle, cihadı büsbütün terk edip çiftçilikle uğraşma kastedilmiştir. Böyle bir durumun düş­ manların Müslümana göz dikmelerine ve onlara saldırıp zelil düşmelerine sebep olacağını beyan etmiştir. 23- İmam Muhammed bundan sonra Damra b. Hubeyb'den Peygamber'in (sav.) şöyle dediğini zikretti: "İnsanlardan en büyük ecri alan, onlara hizmet edendir:." Hadiste, mücahitlere hizmet ve hayvanlarına bakmaya teşvik vardır. Kim bunu yaparsa mücahitlerin ecri gibi ecre nail olur. Ayrıca dünyada da efendilik vasfını hak eder. Resulullah (sav.) : "Kavmin efendisi, onlara hizmet edenleridir," buyurur. Çünkü mücahit kimsenin kendisini cihada verebilmesi için kendisine yemek pişirecek ve hayvanına bakacak kimselere ihtiyacı vardır. Bunlar olmadığı takdirde bu gibi işleri kendisi yapmak mecbu­ riyetinde kalacak ve cihat etmekten geri duracaktır. Böylece hiz­ metçi de cihadın yapılmasına sebep olmuş olmaktadır. 24- Bundan sonra Mücahid'den şöyle dediğini zikretti: "Ci­ hada gitmek için yola koyuldum. İbn Ömer, ata binmem için üzengiyi tuttu. Tutmasına engel olmak isteyince bana dedi ki: "Sevap kazanmamı istemiyor musun? Bize ulaştı ki mücahit­ lerin hizmetçisinin yeryüzündekiler arasındaki mertebesi, Cebrail'in göktekiler arasındaki mertebesi gibidir:." 25- Bundan sonra İmam Muhammed, Mücahid'den, o da Tü­ bey'den -bu zat, Ka'b'ın üvey oğludur- o da Ka'b'dan rivayet etti: "Kişi, ayağını gemiye attığında, annesinin kendisini do­ ğurduğu günkü gibi günahlarından soyulur:. Dalgalardan do­ layı geminin çalkalanmasıyla dengesini kaybedip saJJanan, AJJah yolunda kanıyla bulanan gibidir:. Suda boğulana, iki şe­ hit ecri vardır. Sabreden, başında taç olan hükümdar gibidir:." İmam Muhammed -AJJah rahmet etsin- dedi: Biz de yukarıda anlatılanı kabul eder ve deriz ki: Deniz savaşında bir sakınca yoktur:. Hatta sevabı karada yapılan savaştan daha fazladır:. Buradan anlıyoruz ki Ka'b'ın maksadı, cihat kastıyla gemiye binen kimsedir. Ka'b, bu söylediğini, ya nazil olmuş kitaplardan

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

50

söylemiştir -ki şeriatımızda onu nesheden bir şey görünmüyor­ ya da Resulullah'tan (sav.) kendisine aktarılan bir rivayete daya­ narak söylemiştir. Ayrıca cihat kastıyla gemiye binmek daha faziletlidir. Çünkü deniz savaşı diğer savaşlara nazaran daha çetin ve daha korku vericidir. Kişi, kendisini tamamen Allah'ın dileğine teslim ediyor. Bununla günahlarından temizlenme hususunda şehit derecesi­ ne ulaşır. Deniz savaşında denize düşüp boğulan, iki şehit sevabı elde eder. Çünkü iki defa canını feda etmiştir: Gemiye bindiği zaman ve denizde boğulduğu zaman. Bütün bunları, Allah'ın rızasını ka­ zanmak için yapmıştır. Deniz savaşında sabreden, başında taç taşıyan hükümdar gi­ bidir. Yani batma tehlikesini gözleriyle gördüğü halde yaptığına pişman olmayan kimse, canını Allah yoluna teslim ettiği gerçek­ leşmiştir. O, cennette hükümdar gibi olacaktır. Sabreden kişiyi hükümdara benzetmesinin sebebi, hükümdarın arzularına ka­ vuşmasındandır. Şehit ise cennette tüm arzularına kavuşacak­ tır. Yüce Allah şöyle buyurur: ... Can/armm isteyeceği, gözlerin hoşlanacağı ne varsa oradadır. Ve siz içinde ebedi kalıcı/arsınız. "43 "

Cihat için gemiye binmenin caiz olduğu sabit olunca hacca gitmek için binmenin caiz olması daha evladır. Çünkü haccın far­ ziyeti daha kuvvetlidir. Emniyet ihtimali daha çok olunca ticaret için de gemiye binmek caizdir ve deniz ticaretiyle elde edilen mallardan fitre ve zekat gibi Allah'ın haklarının verilmesi gerek­ tiğine de engel değildir. 26- İmam Muhammed bundan sonra Sehl b. Muaz'dan şöy­ le dediğini zikreder: ''.Abdullah b. Abdülmelik b. Mervan, yaz ordularının44 komutanıyken savaşa katıldım. Sinan Kalesini muhasara ettik Askerler evlerin çok yakınına konaklayıp ev halkının giriş çıkışlarına engel oldular: Bir adam bu durumu görünce şöyle dedi: 'Bir defasında Resulullah'la (sav.) birlik­ te savaşa katıldım. Askerler bu şekilde evlerin çok yakınına konaklayıp ev sahiplerinin giriş ve çıkışlarına engel oldular:' Resulullah [sav.) derhal bir münadi gönderip şunu söyleme43 Zuhrılf, 43/17. 44 Yaz orduları: Yazın toplanıp hava mutedil olunca savaşa giden büyük ordu­ dur.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

51

sini emretti: 'Her kim evlerin yakınına konaklar ve ev halkı­ nın rahatlıkla girip çıkmalarına engel olursa onun için cihat yoktur."' Evlerin yakınına konaklamaktan maksat, din kardeşinin hayvanını bağlamasına, yemini yedirmesine, yemeğini pişirme­ sine ve helaya gitmesine engel olacak kadar evlerin yakınında konaklamaktır. Bu, şer'an haramdır. Çünkü kim buraya çökerse Hz. Peygamber'in: "Kim avluyu geçerse öldürülür," dediği gibidir. İnsanların helaya gitme alanı onun avlusudur ve işgal edilmez. Evin dokunulmazlığı olduğu gibi eve tabi olan bölümlerin de do­ kunulmazlığı vardır. Giriş ve çıkışlara engel olmak ise gidiş geliş yollarının üzerin­ de konaklamak ya da gelip geçene eziyet verecek şekilde yolun yakınında konaklamaktır. Resulullah (sav.) bu gibi hareketlerde bulunmaktan sakındırarak bunları yapanlar için cihadın olma­ dığını söylemiştir. Yani bunlardan sakınanlar kadar mücahitlik sevabına nail olmaz. Çünkü cihattan maksat, Müslümandan ezi­ yeti defetmektir. Halbuki bu hareketlerde bulunmak Müslümana eziyet vermektir. 2 7- Bundan sonra Muaz b. Cebel'in ashabından Kulailer kabi­ lesinden bir adamın rivayetine göre Muaz dedi ki: "Şu seriye­ lere katılmaktan sakınınız. Çünkü onlar düşmandan korkar ve ganimetler konusunda birbirlerine ihanet ederler. Mümin­ lerin ordulanna ve büyük cemaatlerine katılın."

Seriye düşman topraklarına giren az sayıdaki askerlere de­ nir. Kendilerine seriye isminin verilmesi, gece yürüyüp gün­ düzleri saklanmaları sebebiyledir. Muaz b. Cebel onlarla cihada çıkmayı mekruh görüp bunun sebebini açıklamıştır. Çünkü on­ lar; korku verici bir durumla karşılaştıkları zaman sayılarının azlığından dolayı korkup kaçarlar. Ellerine bir şey geçirdikle­ rinde de aralarında itaat ettikleri bir komutan bulunmadığı için birbirlerine karşı ölçüsüz davranırlar. Peygamber' den (sav.) de bu manada bir rivayet vardır. Peygamber (sav.) buyurdu: ''Az sayıdaki süvarilerle baskın yapmayınız. Şayet ellerine gani­ met geçirirlerse ihanet ederler. Savaşa tutuşurlarsa kaçarlar." Hadiste kastedilen, devlet başkanının emri olmadan darülis­ lamdan düşman topraklarına gizlice girenlerdir. Nefi diye isim­ lendirilmesinin sebebi, onların gayeleri ganimet elde etmektir

52

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

veya onlar ganimet için cihada çıkıyorlar. Bu çİkış için devlet başkanının emri gerekir. Cihat edecek kimsenin, seriyelerle değil, büyük ordularla be­ raber olması gerekiyor. Çünkü Resulullah (sav.) : ·�ııah'ın yardım ve inayeti cemaatle beraberdir. Bu sebeple cemaatten ayrılan kimse, cehenneme ayrılmıştır," buyurur. 28- İmam Muhammed bundan sonra ResuluIJah'tan (sav.) ci­ hada teşvik ve iki saf arasında mübarezeye çıkan kimsenin mertebesini beyan sadedinde iki hadis rivayet etmektedir. Bu konuda yeterince nakiller yaptığımız için onları buraya almıyoruz. 29- Ebu Hüreyre (ra.) Peygamber'in (sav.) şöyle buyurduğu­ nu rivayet eder: "Canımı elinde tutan AIJah'a yemin ederim ki AIJah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip tekrar sa­ vaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip tekrar savaşıp öldürülmeyi dilerim." Ebu Hüreyre (ra.) diyordu ki: AIJah'a şehadet ederim ki bu sözü üç defa tekrar etti. Bu hadiste şehit düşmenin derecesinin büyüklüğü açıklanmak­ tadır. Peygamber (sav.) kendi derecesinin yüceliğiyle birlikte şehit olmayı temenni etmiştir. Ayrıca bu temennisini tekrar etmiştir ki bununla şehidin Allah katındaki derecelerini açıklasın. Yukarıda anlatılan mana Ebıl Ümame el-Bahili'nin hadisin­ de belirtilmektedir. Ebıl Ümame der ki: Resulullah (sav.) şöyle buyurdu: ·�ııah'ın yanında hayır ve sevabı olduğu halde ölüp de dünya ve içindekiler kendisine verilse bile dünyaya geri dönmek isteyen hiç kimse yoktur. Ancak şehit hariç." Zira o, dönmeyi te­ menni eder. Eriştiği derecenin büyüklüğünden dolayı, dönüp tekrar şehit olmak ister. Cabir (ra.) rivayet ettiği hadiste dedi ki: Resulullah (sav.) beni üzüntülü gördüğünde, "Neyin var?" dedi. Dedim ki: "Ya Resulel­ lah! Babam şehit düşüp arkasında borç ve çoluk çocuk bıraktı." Buyurdu ki: "Seni müjdeleyim mi ya Cabir!? Allah Teala babanla konuşup: "Ey Abdullah! Benden ne dilersen dile," buyurdu. Ba­ ban da: ·�nah yolunda bir daha savaşıp öldürülmek için diril­ tilmek isterim," dedi. Allah Teala buyurdu ki: "Ölen kimselerin bir daha dünyaya dönmemeleri hususunda daha önce hükmümü

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

53

verdim. Ama temenni ettiğin şeyi ne derece için temenni ettiy­ sen seni o dereceye ulaştıracağım." 3 0- Hasan-ı Basrl'den rivayet olunmuştur ki: Resulullah (sav.) savaş için bir ordu hazırladı. İçlerinde Abdullah b. Revaha (ra.) da bulunuyordu. Ordu sabaha doğru yola ko­ yuldu. Abdullah b. Revaha namaz için geri kaldı. Peygamber (sav.) namazını bitirdikten sonra Abdullah'ı gördü ve ona: "Ey Revaha'nın oğlu! Sen orduda değil miydin?" dedi. "Evet, lakin seninle birlikte namaz kılmak istedim. Ordunun nerede ko­ nakladığım biliyorum, gidip onlara varacağım," dedim. Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Muhammed'in cam elinde olan Allah'a yemin ederim ki yeryüzünde bulunan malın hep­ sini infak etsen, yine de onların sabaha karşı hareketlerinden dolayı elde ettikleri sevaba ulaşamazsın." Hadiste, cihada erken çıkmak için teşvik ve cihada çıkmaya azmeden bir kimsenin namazını cemaatle eda etmek için ordu­ dan geri kalmasının doğru olmadığı açıklanmaktadır. Nitekim Resulullah (sav.) İbn Revaha için ne diyor? Kaldı ki Resulullah'ın arkasında cemaatle namaz kılmak, diğer cemaatle namaz kılma­ lardan daha faziletlidir. Enes b. Malik'in rivayet ettiği hadiste Peygamber (sav.) şöy­ le buyuruyor: "Allah yolunda bir sabah veya bir akşam yolculuk yapmak, dünya ve içindekinden daha hayırlıdır." Bu hadis de söylediğimizi desteklemektedir. 3 1 - Hasan-ı Basri"den rivayete göre Ömer b. el-Hattab (ra.) halka hitap ederken bir adam gelip, "Ey insanların hayırlısı!" dedi. Hz. Ömer (ra.) ne dediğini anlayamadığından, "Ne diyor­ sun?" diye sordu. Dinleyiciler Hz. Ömer'e: "Sana insanların hayırlısı diyor," dediler. Hz. Ömer ona: "Yaklaş!" dedi. Sonra devam etti: "İnsanların hayırlısı değilim. Sana, insanların ha­ yırlısını haber vereyim mi?" Adam: "Kimdir ey Müminlerin Emiri?" dedi. Ömer (ra.) dedi ki: "O, bedevi bir adamdır. Bir sürü devesi veya koyunu vardır. Deve veya koyunlanm şehir­ lerden birine götürüp sattı ve parasını Allah yolunda infak etti. Böylece düşmana karşı Müslümanlara silah sağladı. İşte insanların hayırlısı odur." Konuşmada geçen mes/eha, düşmanın saldırısı ihtimaline karşı sınırda silahların yerleştirildiği mevzi veya silah taşıyan

54

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

kimseye denir. Bu sebeple hükümdarın önünde yürüyen muha­ fızlara, mesleha ismi verilir. Hz. Ömer'in: "Ben insanların hayırlısı değilim," sözü, alçak gönüllü olduğunu göstermek içindir. Hz. Ebu Bekir'in (ra.) ve­ fatından sonra hilafeti döneminde insanların en hayırlısı oydu. Nitekim Hz. Ebu Bekir de halifeyken şöyle diyordu: "Beni hilafet makamından ayırın. Çünkü ben en hayırlınız değilim." Halbuki Resulullah'ın (sav.) belirttiği gibi, peygamber ve resullerden son­ ra insanların en hayırlısı, Ebu Bekir'di. Hz. Ömer (ra.), böyle bir sürü sahibinin, insanların en hayır­ lısı olduğunu söylemiştir. Çünkü Müslümanların menfaati için hem canından hem de malından fedakarlıkta bulunmuştur. in­ sanların hayırlısı, insanlara yararı dokunandır. Resulullah (sav.): "İnsanların hayırlısı o kimsedir ki Allah yolunda atının dizginini tutup daima hazırlıklı olur ve düşmandan korkutucu bir ses duy­ duğu zaman hemen o tarafa koşar:• Daha sonra o adam dedi ki: "Ey Müminlerin Emiri! Ben ba­ diyeden bir kişiyim ve dini ilimlerde birçok konuyu bilmi­ yorum. Resulullah'ın (sav.) sana öğrettiği ilimlerden bana öğret." Hz. Ömer dedi ki: ''.Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şehadet etmiyor mu­ sun?" Adam: "Ediyorum," dedi. Hz. Ömer (ra.J dedi ki: "Na­ mazı kılıp, zekatı verip, ramazan orucunu tutup haccı eda ediyor musun?" Adam: "Evet," dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ona şöyle dedi: ''.Aleniliğe yapış ve gizlilikten sakın. Başkaları farkına vardıklarında seni mahcup etmeyen bir ameli yap ve başkaları farkına vardıkları zaman seni mahcup eden ve kötü duruma düşüren her davranıştan da sakın." Adam, dinle ilgili birçok konuyu bilmediğini söylemiştir. Bu sebeple köy ve sahralarda oturanlara, eh/ü'/-ceh/ ismi verilmiş­ tir. Çünkü cehalet yönleri galiptir. Adam şehadet kelimesini ka­ bul ettiğini ifade ederken Hz. Ömer kendisinin alim olduğunu ve cahil olmadığını belirtmiştir. Bunu söylerken herhalde Yüce Allah'ın şu sözüne dayanmıştır: "Allah, melekler ve adaleti yeri­

ne getiren ilim sahipleri O'ndan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, güçlüdür, hakimdir."45 Burada ilim sahiplerinden maksat, müminlerdir. 45 Al-i l mrin, 3/18.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

55

''Aleniliğe sarıl;' sözünün manası, iman ve amel konularında, Müslüman cemaatin üzerinde bulunduğu doğru yola sarıl ve bani mezheplerden sakın demektir. Resulullah'ın (sav.): "Yaşlı kadınların dinine (inancına) sarılın;'46 hadisinin manası budur. "Gizlilik"ten maksat, Müslüman cemaatin bilmediği davranış­ tır. "Gizlilikten sakın;· sözünden maksatsa Müslüman cemaatte bulunmayan davranış ve itikatlardır. Bazı alimler yukarıdaki iki sözün şu manada olduğunu söylediler: İnsanlarla olan muame­ lende, onların aleni davranışlarıyla iktifa et. Onların gizli tarafla­ rını araştırma. "Başkaları farkına vardığı zaman seni utandırma­ yacak davranışlarda bulun," sözüyse gizli tarafların aleni davra­ nışlarına muhalif olmasın, halk arasında açıkça yapmaktan haya ettiğin şeyleri, onların bulunmadığı yerde Allah'tan haya ederek yapma. Kim böyle davranmazsa Allah onun sırrını açığa vurarak onu rezil eder, manasınadır. 32- İmam Muhammed (ra.) bu konuya Ebu Hüreyre'nin Re­ sulullah'tan (sav.) rivayet ettiği şu hadisle son vermektedir: "Kim sınırda muhafızlık yaparken ölürse şehit olarak ölmüş­ tür." Yani şehitlik sevabını kazanır. Çünkü Allah'ın rızasını elde et­ mek için, ölünceye kadar murabıtlık üzerine sabrederek canını vermiştir. Yardım eden ancak Allah'tır.

2. Komutanlara Tavsiyeler 33- İmam-ı Azam Ebu Hanife yoluyla Hubeyb b. Büreyde, o da babası Büreyde'den şöyle rivayet etti: Peygamber (sav.) bir yere büyük bir ordu veya bir seriye gönderdiği zaman onlara: ''AHah'ın adıyla savaşa gidin," tavsiyelerinde bulunurdu. İmam Muhammed, es-Siyerü's-Sağir isimli kitabına bu hadisle başlamaktadır. Hadisten alınacak dersleri orada açıkladık. Hadi­ sin sonunda Peygamber'in (sav.) şu sözünün anlamını belirttik: Eğer onlar s�zden AHah'ın zimmetini isterlerse bunu onlara vermeyin!47 46 Bu rivayetin mevzQ olduğu aktarılır. Bkz. Keşfü'l-Ha/11, 2/70-71 (çev.). 47 Başta Buhari (Cihad 102, Meğazi 38), Müslim (Siyer ve Cihad 2, 12) ve EbQ Davıld (Cihad 82) olmak üzere birçok sahih hadis mecmuasında rivayet edilen uzunca bir hadisin bir bölümünü teşkil eden bu sözleri tam olarak anlayabilmek için Hz. Peygamber'in bu ifadelerine de dikkat etmek gerek­ mektedir: "Bir kale halkını kuşatır da senden Allah'ın ahdini ve Peygambe-

56

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Ona göre hadisteki yasaklama harama değil, ihtiyaç anında Allah'ın ahdini bozmaktan çekinmeyi belirtir ve mekruh şek­ linde kabul edilir. Evzai ise hadisin zahirine dayanarak, Allah'ın zimmetini vermenin caiz olmayacağını söyler. Ona göre mutlak yasaklama, haramlık ifade eder. Bu lafız, Hz. Ali'nin Ehl-i beyt tarikiyle rivayet ettiği hadiste de vardır. Buna göre Peygamber (sav.) şöyle buyurur: "Onlara ne Allah'ın zimmetini verin ne de benim zimmetimi. Çünkü benim zimmetim de Allah'ın zimmetidir:· Bize göre bunun mekruh olması, yasaklanan şeyden başkası sebebiyledir. Mekruh görülmesinin sebebi, Müslümanların ileri­ de görecekleri bir maslahattan dolayı antlaşmayı bozma ihtiya­ cını duyabilmeleridir. O zaman kendi verdikleri sözü bozmaları, Allah'ın ve Resulü'nün sözünü bozmalarından daha ehvendir. Hadisin sonunda buna şöyle işaret etmektedir: Çünkü kendi ahdinizi ve atalarınızın ahdini bozmanız, Allah Teala'nın ahdini bozmanızdan daha iyidir. Hadiste geçen "zimmet" kelimesi, ahd (söz) manasınadır. Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlar bir mümin hakkında ne bir ahit

ne de bir antlaşma gözetip tanırlar. Onlar taşkrnlarm ta kendileri­ dir."48 İnsan için bunun zimmet olarak isimlendirilmesinin sebe­ bi, verdiği söze kendisinin bağımlı oluşundan dolayıdır. Onların zimmetleriyle atalarının zimmetlerinden maksat, Cahiliye döneminde aralarında yaptıkları antlaşmalardır. Ge­ rektiğinde antlaşmayı bozmakta bir sakınca yoktur. Çünkü Yüce Allah: "Bir topluluğun antlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan,

sen de onlara karşı antlaşmayı bozarak aym şekilde davran. Şüp­ hesiz Allah hainleri sevmez,"49 buyurmaktadır. "Bu, müşriklerden antlaşma yaptlğmız kişilere Allah ve Resulü'nden bir ültimatom­ dur,"50 ayeti de buna delalet etmektedir. Resulullah'ın şu sözü de rinin ahdini kendilerine vermeni isterlerse onlara ne Allah'ın ahdini ne de Peygamberinin ahdini ver. Onlara verdiğin kendi ahdini ve arkadaşlannın ahitlerini bozmanız, Allah'ın ve Resulü'nün ahdini bozmaktan daha iyidir. Bir kale halkını kuşatır da senden kendilerine Allah'ın hükmünü tatbik et­ meni isterlerse onlara Allah'ın hükmünü tatbik etme. Fakat onlara kendi hükmünü tatbik et. Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmünü tam olarak bilemeyebilir ve isabet etmeyebilirsin." (ed.). 48 Tevbe, 9/10. 49 Enf.U, 8/58. 50 Tevbe, 9/1.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

57

bunu desteklemektedir: "Ben üç kişinin düşmanıyım, kimin düş­ manı olursam, işini bitiririm. Bunlar benim adıma söz verip de sözünü çiğneyen, hür bir kimseyi köle diye satıp parasını yiyen ve birini ücretle çalıştırıp ücretini vermeyenlerdir." Bu da Peygamber adına söz vermenin bir sakıncasının bulun­ madığı, ancak söz verdikten sonra hıyanet etmenin haram ol­ duğunu gösterir. Ordu komutanları Allah adına eman verirlerdi. Hz. Ebı1 Bekir bu yaptıklarına karşı çıkmamıştır. Bu da böyle bir şeyde sakıncanın olmadığını gösterir. 34- imam Muhammed daha sonra İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Ebu Bekir es-Sıddik (ra.), Yezid b. Ebi Süfyan'ı bir ordunun başında gönderdi. Kendisi de yürüyerek çıkıp ona tavsiyelerde bulunuyordu. Yezid, ona: "Ey Resulullah'ın hali­ fesi! Ben atın üzerinde giderken sen yürüyorsun !" dedi. Ebu Bekir (ra.): "Ne ben binerim ne de sen inersin. Ben adımları­ mı Allah yolunda sayıyorum," dedi. Hz. Ebı1 Bekir'in yaptığı gibi, her ne olursa olsun ordu savaşa giderken onu yolcu etmek için bir miktar yürümenin iyi olduğu­ nu bu rivayet göstermektedir. Hz. Ebı1 Bekir (ra.) rivayet ettiği bir hadiste diyor ki: Resulullah'ın (sav.) şöyle buyurduğunu duy­ dum: "Kimin Allah yolunda ayakları tozlanırsa onun için cennet vacip olur." Enes'in (ra.) rivayet ettiği hadiste de şöyle buyuru­ lur: ·�nah yolundaki tozla cehennem dumanı bir Müslümanın üzerinde bir araya gelmez." 35- İmam Muhammed, Ebu Bekir'in hadisini başka bir se­ nedle de rivayet etti. Buna göre Hz. Ebu Bekir (ra.) binmesi için devesini getirdiklerinde dedi ki: "Binmeyeceğim, aksine yürüyeceğim." Sonra yürümeye devam etti. Devesini de yula­ rından tutup arkasından yürüttüler. Ayrıca ayaklarının Allah yolunda tozlanması için ayakkabılarını çıkarıp elinde taşıdı. Ebı1 Bekir (ra.) Peygamber'e uyarak bunu yapmıştır. Nitekim Peygamber (sav.) Muaz'ı Yemen'e yolcu ederken onunla beraber bir, iki veya üç mil yürümüştür. Bunun benzeri, Hasan b. Ali'nin (ra.) develeri yanında yularlarından çekilip boş götürülürken hac yolunda yaya yürüdüğüyle ilgili rivayettir. Hz. Hasan'a: "Ey Resulullah'ın torunu! Neden binmiyorsun?" denildiğinde: "Resu­ lullah'ın (sav.) : �ilah yolunda ayakları tozlanan kimsenin ayak­ larına cehennem ateşi dokunmaz,' buyurduğunu duydum. Onun

58

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

için yürüyorum," cevabını verdi. Hacılar veya savaşa giden mü­ cahitleri yolcu eden kimse için müstehap olan, Ebıl Bekir'in (ra.) yaptığı gibi yapmaktır. Sonra, Hz. Ebu Bekir; Yezid'e şöyle dedi: "Sana on vasiyette bulunacağım, bunları iyi ezberle: 1) Manastırlarda kendilerini AJJah'a ibadete verdiklerini dü­ şünen kimselerle karşılaşacaksın. Onları meşgaleleriyle baş başa bırak. Ebu Yılsuf'la Muhammed (ra.) buna dayanarak manastırlara kapanan kimselerin öldürülmeyeceklerini söylerler. Ebıl Hani­ fe'den de böyle bir rivayet vardır. Fakat Ebıl Yılsuf'tan rivayete göre manastırlara kapanan kimselerin öldürülmeleri konusunu Ebıl Hanife'ye sormuş ve Ebu Hanife öldürülmelerini normal görmüştür. Netice olarak manastıra kapanan kimseler zaman zaman hal­ kın arasına karışıp halk da onların yanına gidiyor ve halkı savaşa teşvik ediyorlarsa öldürülürler. Hz. Ebıl Bekir'in bu tavsiyesi de onların, savaşı tamamen terk etmeleri sebebiyledir. Çünkü öldü­ rülmelerini mübah kılan husus, savaşa ortak olarak Müslüman­ lara zarar vermeleridir. Şayet kapıları Üzerlerine kapatırlarsa onlardan gelebilecek kötülük ortadan kalkmış olur. Ama savaşa taraftar ve bu görüşlerini açığa vuruyorlarsa, dolayısıyla savaş­ mış olurlar ve bu sebeple de öldürülürler. 2) Başlarının ortasını tıraş etmiş kimselerle karşılaşacaksın. Bunların başlarını kılıçla vurun. Bunlardan maksat, Şemmaslardır ki Hristiyanlar arasında bunların durumu, Müslümanlar arasındaki sapık Şia fırkalarının durumu gibidir. Bazı alimlere göre bunlar Harun'un (as.) soyun­ dandırlar. Hz. Ebıl Bekir, başka !Jir senedle rivayet edilen bir ri­ vayette buna işaret eder: "Başlarının çevresinde çember gibi saç bırakırlar. Savaş işlerinde halk onların planlarına göre hareket eder. Halkı da savaşa teşvik ederler. Bu sebeple onlar; kafirlerin liderleridir. Onları öldürmek başkalarını öldürmekten daha ev­ ladır." Bu hadisin başka bir senedinde Hz. Ebu Bekir buna işaret­ le şöyle diyor: "Tıraş edilmiş başların tam ortasını; şeytanların yuva yaptıkları yeri, kılıçlarla vurun. Allah'a yemin ederim ki on-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

59

lardan birini öldürmek, başkalarından yetmiş kişiyi öldürmek­ ten daha sevimli geliyor bana." Yüce Allah şöyle buyurur: "Küfrün

önderlerini öldürün. Çünkü onlar ant/an olmayan adamlardır."51 Şeytanların yuva yaptıkları yerden maksat, saçlarıdır ki o da başlarındadır. Nitekim Hz. EbO. Bekir (ra.) hadlerin yerine geti­ rilmesiyle ilgili olarak: "Başı vurun, çünkü şeytan baştadır," der. 3) Küçük çocukları öldürme. Doğmuş olan küçükten maksat, çocuktur. Ona, mev/ad denil­ mesinin sebebi, doğumunun yakında olmasındandır. Şüphesiz savaşa katılmıyorsa öldürülmeyecektir. Başka bir rivayette bunu açıklamış ve ·�ciz, güçsüz olan hiçbir çocuğu öldürmemesini söyle!" demiştir. 4) Kadınları öldürme. Kastedilen, savaşmayan kadındır. Nitekim rivayete göre Pey­ gamber (sav.) öldürülmüş bir kadınla karşılaştığında: "Vay! Bu kadın savaşmıyordu. Var Halid'e yetiş ve ona: 'Çocuk ve ücretliyi (işçi) öldürmemesini' söyle," buyurdu. 5) Yaşlıları da öldürme. Bir rivayetteyse "Pirifüniyi öldürmeyin," denilmiştir. Savaşa katılmayan ve savaş konusunda herhangi bir teşvik ve katkısı bulunmayan yaşlıyı öldürmeyin. Ama bilfiil savaşa katılmış veya savaşta re'y ve tedbiri varsa elbette öldürülür. Çünkü Resulullah (sav.), tavsiyeleriyle yardımcı olduğu için Düreyd b. Sımme'nin52 öldürülmesini emretmiştir. Düreyd; müşriklere, çocuk ve kadın­ ları kendilerine ait toprakların dağlarına çıkarmalarını ve er­ keklerinin de atlarının sırtında düşmanları olan Müslümanlara saldırmalarını öğütlemişti onlar da görüşünü benimsememişler ve Arapların adeti üzere çoluk çocuklarını beraber savaşa getir­ mişlerdi. Bu ise yenilmelerine sebep olmuştu. Düreyd, bununla ilgili olarak şu şiiri söylemişti. Kum vadisinde onlara doğru alam emretmiştim. Fakat onlar benim doğru emrimi ancak ertesi günün kuşluğunda (yenildikten sonra) anladılar.

51 Tevbe, 9/12. 52 Bu kitabı Osmanlıcaya tercüme eden Muhammed Münib Ayıntabi, Dü­ reyd'in öldürüldüğü zaman yüz yirmi yaşında olduğunu söylüyor. Şerhü Siyerf'l-Kebfr Tercümesi, 1/31 (çev.).

60

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr Ben onlardan biri olarak kendi lehlerine düşüncemi söylediğimde dinlemediler ve doğruyu bulamadığımı zannettiler.

Savaş hakkında birtakım tavsiye ve görüşleri olduğu için Pey­ gamber (sav.) Düreyd'i öldürtmüştü. 6) Meyveli ağacı, üzüm ve hurma ağaçlarını kesme. imam Evzai bu hadisin zahirine bakarak Müslümanların da­ rülharpte tahribata yönelik hareketlerde bulunmalarının caiz olmadığını söyler. Çünkü tahrip etmek fesattır ve Allah Teaıa fesada razı olmaz. Görüşüne de şu ayeti delil getirir: "O, yer­

yüzünde iş başına geçti mi orada fesat çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden kurutmaya başlar. Allah fesadı sevmez."53 Nitekim Hz. Ali'den rivayet edilen hadiste de Peygamber (sav.) bunu, seriye komutanlarına tavsiye ediyordu. Ebü'l-Hasan el-Kerhi, hadisin tamamını naklederek şu yoru­ mu yapar: Size zarar veren yani düşmanla savaşmanıza engel olanlar dışında, ağaçları kesmeyiniz. İmam Evzai şu hadiste riva­ yet edilenleri de delil olarak ileri sürer. Hadiste buyuruluyor ki: «Allah Teala peygamberlerinden birine vahyetti: "Her kim yer­ yüzünün ululuk ve saltanatına itibar ederse, Davud hanedanıyla Fars ehlinin mülküne (ululuklarına) baksın.'' O peygamber dedi ki: "Ya Rab! Davud hanedanına gelince onlar, kendisiyle yüceltti­ ğin şeye layıktırlar. Ama (Mecusi olan) Fars ehlinin nesi var ki?" Cenab-ı Allah cevabında şöyle buyurdu: "Onlar, beldelerimi imar ettiler. Kullarım da o imar edilen yerlerde yaşadılar.''» Yeryüzünü mamur etmenin övgüye sebep olduğu ortaya çı­ kınca tahribat yapmanın da kötü bir şey olduğu anlaşılmış oldu. Fakat biz deriz ki: İnsanlar, bu şeylerden daha çok hürmete !a­ yıkken müşriklerin gücünü kırmak için insanın öldürülmesi caiz olduğuna göre, onlardan daha değersiz olan binaları yıkmak ve ağaçları kesmek öncelikle caizdir. Yüce Allah'ın: "...Allah yolunda onlara bir susuzluk, biryorgun­ luk ve bir açlığın erişmesi, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması için­ dir...''54 ayetinde, söylediğimize delil vardır. Daha sonra İmam Muhammed, Ebu Bekir hadisini şu şekilde te'vil etmiştir: 53 Bakara, 2/205. 54 Tevbe, 9/120.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

61

Hz. Ebu Bekir, Peygamber'in (sav.] haber vermesiyle Şam'ın fethedileceğini ve Müslümanların eline geçeceğini biliyordu. Bu sebeple tahribat yapmaktan ve ağaçlan kesmekten askeri sakındırmıştır. Nitekim bundan sonra bunu açıklamıştır. Peygamber'den (sav.) rivayet edilen hadisin te'vili de bu şekildedir. Nitekim Pey­ gamber'in (sav.) kendisi Sakif Kalesine mancınık kurmuştur ki mancınığın yapacağı tahribat ortadadır. 7) Yemek amacı dışında, düşmanın sığır, koyun ve diğer hay­ vanlarını kesme. Çünkü Resulullah'ın (sav.) yemek kastı hariç, hayvanın kesil­ mesini yasakladığı rivayet edilir. Hadiste savaşçıların darülharp­ te düşmana ait şeylerden yemek yemelerinin ve hayvanlarına yem vermelerinin, yemek için hayvanın kesilmesinin caiz oldu­ ğuna dair delil vardır. Yemek için hayvanın kesilmesinin caiz ol­ ması da bu cümledendir. 8) İmam Muhammed daha sonra bu hadisi başka bir senedle rivayet ederek sonuna şunları ekledi: "İhanet etme." İhanet etmenin yasak olduğu beyan edilmektedir. İhanet et­ mek, savaşçının, yemek ve hayvanın yemi dışında kendi kendisi­ ne ganimetten bir şeyler saklamasıdır. Bu ise haramdır. Yüce Al­ lah şöyle buyurur: "... Kim emanete hıyanet ederse kıyamet günü, hainlik ettiği şey boynuna asılı olarak gelir... "55 Peygamber (sav.) de şöyle buyurur: "Gulu/ (hıyanet), cehennemin ateşindendir:· 9) Korkma. Çünkü Yüce Allah: "(Ey müminler)! Gevşemeyin,"56 buyurmuş­ tur. Yani savaşta gevşeklik göstermeyin. Mücahitlerin korktukla­ rını izhar etmeleri onları savaştan soğutur. 1 0) Fesat çıkarma ve isyan etme. Bazı alimler bu söz, "Sana emrettiğim konuda bana isyan etme;· demektir; derler. Çünkü tavsiyenin faydası, itaatte kendi­ sini gösterir. Bazıları da, "Şayet Allah'tan yardım diliyorsan O'na isyan etme;· manasınadır; derler.

55 Al-i İ mran, 3/161. 56 Al-i İ mran, 3/139.

62

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

3 6- imam Muhammed (ra.), aynı hadisi üçüncü bir senedle Abdurrahman b. Cübeyr b. Nufeyr el-Hadrami rivayetiyle tek­ rar şöyle nakleder: ResuluJJah'tan [sav.) sonra Hz. Eba Bekir askerleri yola çıkmak üzere hazırlayınca -ki bu askerlerin bir bölüğünün başına Şürahbi'l b. Hasene, bir bölüğüne Yezid b. Ebi' Süfyan ve diğer birine de Amr b. el-As'ı komutan tayin etmişti- onlara: "Diyar-ı Beni' Şürahbi'l denilen yerde57 top­ lanmak üzere Medine'den ayrılın" dedi. Burası, Medine'ye altı mil uzaklıktadır. Devlet başkanının, bir orduyu savaşa göndermek istediği zaman askerlere, şehrin dışında bir ordugah kurmalarını em­ retmesi gerekir. Çünkü ordugahta toplandıktan sonra bir arada hareket etmeleri, topluca evlerini terk etmelerinden daha ko­ laydır. Daha sonra Hz. Ebu Bekir ordugaha gelerek onlara öğle na­ mazını kıldırdı. Namazdan sonra ayağa kalkıp AJJah'a hamd ve senada bulundu ve şöyle dedi: "Sizler Şam'a gidiyorsunuz. Orası, Sebi' bir yerdir." Sebi' [c:;-J kelimesini, orada eziyet verici, yırtıcı hayvanların çokluğuyla tefsir ettiler. Lakin yukarıdaki rivayet yanlış olup kelimenin doğrusu şebia'dır. Yani orada o kadar çok nimet var ki kişi onları seyrederek doyar. Sanki onları Şam'a gitmeye teşvik ederek: "Siz Medine' de çekilen açlık ve sıkıntıdan son­ ra öyle bir yere gidiyorsunuz ki orası çok verimli bir yerdir," demektedir. Sonra dedi ki: 'jrfün dela­ leti böyledir. Çünkü 'Burası mamur bir kale veya şehirdir; denildiğinde mamurluğu duvarlarıyla değil, ehlinin çokluğuyla bilinir. Nite-

320

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

kim "Kaleyi size açmamın karşılığında memleketime eman ve­ rin," deseydi, bundan memleketindeki bütün mal ve insanlar anlaşılırdı. Sonra, adamın amacı kalesinin veya şehrinin eskiden olduğu gibi kendisine salimen kalmasıdır. Halkına da önceden olduğu gibi kendisinin tasarruf etmesidir. Bu da ancak halkının eman kapsamına girmesiyle gerçekleşir. 651- Kale halkından biri çıkıp: "Malımdan bin dirheme eman verirseniz size kale kapısını açarım," derse bedel yoluyla de­ ğil, eman yoluyla malından bin dirhem için ona eman vardır. Tıpkı "Malımdan bin dirhem için eman vermeniz karşılığın­ da" demesi gibidir. Burada takdim ve tehir, mananın farklı olmasını gerektirmez. "Bin dirhem için" deyip ala harfiyle kullansaydı, yine durum aynı olurdu. Kapıyı açmasının karşılığı olarak şart koştuğu bin dirhem sözünü şahsın sözünden önce veya sonra getirmesinde fark yoktur. 652- "Bin dirhemle kapıyı size açarım," der ve be harfini kul­ lanırsa sadece şahsı eman altında olur ve kazanıp ödeyeceği bin dirhem de borcu olur. Çünkü "bin dirhemle" desin veya demesin kapıyı açmasıyla bütün malı fey olur. Çünkü be harfi beraberinde karşılığı da ifa­ de eder. Be harfiyle şahsının emanını bir arada söylediğinde bu, söylediği binin şahsının emanına karşılık olduğunu açıkça ifade etmiş sayılır. Şahsı da eman kazanmış olur. Bir de onun borcu olur. Tıpkı "Şu cariyeni bana yüz dinara satmak karşılığında bu malı sana bağışladım," deyince yüz dinarın cariyeye karşılık ka­ bul edilmesi gibi. 653- "Size kapıyı açayım, bana bin dirhemle eman verirsiniz," der ve be harfini kullanırsa durum yine aynıdır. 654- "Malımdan bin dirhem karşılığında bana eman verirse­ niz size kapıyı açarım," derse bin dirhem yine şahsının emanı­ na karşılık olur. Ancak malı varsa bin dirhemlik miktar alınır. Birinci durumun aksine, emanına karşılık borcu yerine alınır. Çünkü burada üzerine aldığı borç için belirli bir yer tayin etmiştir. O da elindeki malıdır. Buna göre de ona eman vermişizdir. Onun için bu miktarı kendisinden ganimet almak yoluyla değil, fidye yoluyla almamız lazımdır. Birinci durumda ona bir yer ta-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

321

yin etmeksizin bedel vermeyi üzerine almıştır. Bu sebeple malı, mağlubiyetini tamamlama şeklinde kapıyı açmanın gereği ola­ rak fey kalır. Müslümanlar malını göremezlerse onlara ödeyeceği bin dir­ hem borcu olur. Çünkü emanı yerine gelmiş olup karşılığında bedel ödemesi gerekir. Malı olduğunda bu bedeli malından veriyordu. Malı yok­ sa kazanıp vereceği malı kastettiğini anlarız. 655- Kapıyı açmayı zikretmeyip sadece "Malımdan bin dir­ hemle size inmem karşılığında veya malımdan bin dirheme bana eman verin," derse bu, şahsı karşılığında verdiği bir fid­ ye sayılır. Çünkü burada be harfi karşılıkların olduğunu ifade eder. Adam, emanı ancak karşılıkla istemiştir. İndiğinde de bu emanı aldığı için üzerine aldığı bin dirhemi vermesi lazımdır. Burada be harfi yerine ala harfini de kullanmış olsa durum aynıdır. Çünkü şahsı karşılığında Müslümanlara bir yarar şart koşma­ mıştır ki bin dirhemi zikretmesi, şahsı karşılığında Müslümanlar üzerine koştuğu bir şarta karşılık sayılsın. İki halde de bin dir­ hem, emanı karşılığında bedel olur. 656- "Ehlime ve bin dirheme veya ehlim ve bin dirhem için bana eman verirseniz kapıyı size açarım," derse her iki ifa­ de şeklinin sonucu da aynı olup ehliyle beraber malından bin dirheme eman verilir, malının gerisi fey olur. Çünkü ehil (aile fertleri) mal değildir. Bin sözünü zikretmesi, alacağı emana bedel olarak anlaşılamaz. Bunu be veya aiti har­ fiyle zikretmesi fark etmez. Malından bin dirhem yanında ehlini de zikretmesi, sadece onlara da eman istediğini ifade eder. Sonra vav harfi atıf içindir. Atfın durumu da atfedilenin üzerine yapılan hükmüdür. Atfedilen şey eman istemekse durum aynıdır. 657- Maldan başlayıp "Bin dirheme, ehlime ve çocuğuma eman verirseniz size kapıyı açanın," derse ehli, oğlu ve kendisine ve­ rilecek bin dirhem için eman almış olur. Diğer mallan fey olur. Çünkü bütün bunları kapıyı açmanın karşılığı olarak zikretmiştir. Bedel olarak sayılabilecek bin dirhemi ona verirler. Aile

322

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

fertlerini ve çocuğu da şahsı gibi eman altında olurlar. Çünkü ka­ pıyı açmasının karşılığında onların da eman altında olmalarını şart koşmuştur. 658- "Ehlim ve çocuğumla bin dirhem karşılığında bana eman verirseniz size kapıyı açayım," derse bin dirhem borçlu oJup ehli ve çocuğu hepsi fey oJur. Çünkü be harfi karşılıklarda kullanılır. Bin ile beraber söyle­ mesi, emanına karşılık olduğunu ifade eder. Sonra ehil ve çocu­ ğunu da birlikte zikrederek onun yerine atfetmiştir. Bu da hep­ sinin şahsi emanına karşılık alındıklarını ifade eder. (Yani bedel olacak bin dirhemi be harfiyle getirmiş, ehli ve çocuğu da yine be harfiyle getirerek ona atfetmiş, hepsi de aynı hükmü almıştır.) 659- Ehlinden başlayıp "Ehlim ve bin dirhem karşılığında bana eman verirseniz," derse kıyasa göre hüküm yine aynı­ dır. Ama istihsana göre değişir. Çünkü ehiJ, maJ değiJ ki bedeJ olabilsin. Bundan da anlıyoruz ki kapıyı açmanın karşılığında eman istemesi, ehline eman alması içindir. "Bin" kelimesini de "ehl"e atfetmiştir. Bu da fey olacak bütün mallarından bin dirhemi istis­ na etmek olur. Nitekim "Bütün akrabalarımla ve bütün ehlimle ve çocuğumla ve bin dirhemle bana eman verirseniz size kapıyı açarım," deseydi, herkesin ilk anda aklına gelen bütün bunların fidye değil, fidye verilecek şeylerden istisna edilmesidir. 660- "Ehlim üzerine ve bin dirhemle veya ehlimJe ve bin dir­ hemle beraber bana eman verirseniz," sözleri arasında fark yoktur. Aiti veya be harflerinden hangisini kuJJansa değişmez. Ehliyle verdiği malından bin dirhem eman altında oJur. Bu­ nun dışında kaJan maJJarı fey oJur. Çünkü bini, ehil üzerine atfetmiştir. Ehil için istediği de onları fidye vermek değil, eman altında sayılmalarını sağlamaktır. Ehil üzerine atfedilen şeyin hükmü de bu olur. 661- "Bin dirhem ve ehlimJe" deyip be harfiyle kuJJanırsa bu durumda ehli ve bin dirhem fidye oJur. Ehlini ve bin dirhemi MüsJümanJara şahsına karşılık fidye vermesi gerekir. Çünkü be harfiyle zikredilince bin dirhem bedel olur ve ona atfedilen de onun hükmünü alır. Bu da ikisinin fidye verildiğini ifade eder.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

323

Bunlar aslında birbirine yakın meselelerdir. Ancak her bö­ lüm ve meselede halkın konuşmasındaki anlamlardan galip anlam alınır ve ona göre amel edilir. Ama daha önce bir fid­ ye veya emana delalet eden mukaddime veya delalet varsa onunla amel edilir. Çünkü her sözün bu iki manadan birine ihtimali vardır. İki manadan birine delil olacak bir şey önce geçmişse o mana tercih edilir. Böyle bir şey geçmemişse iki ihtimalden galip olanla amel edilir. Tıpkı müşterek lafızda olduğu gibi, kipteki iki ihtimalden biri öne çıktığında o anlamı alınır. 662- "Malımdan on bin dirheme eman vermeniz karşılığında size kapıyı açayım ve yüz dinar vereyim," derse kapıyı açtık­ tan sonra Müslümanlara yüz dinar vermesi ve şahsına ayır­ dığı on bin dirhemi Müslümanların malından ona vermeleri gerekir. Bu mal da fidye olmaz. Çünkü yüz dinarı belirtmeseydi malından on bin dinara eman istemiş sayılırdı. Kapıyı açmak karşılığında Müslümanlara vere­ ceğini üzerine aldığı yüz dinarı zikretmesi durumunda da hü­ küm aynıdır. Yani şahsı ve on bin dirhem eman altında olurken Müslümanlara yüz dinarı verir. 663- "Bin dirhemle bana eman verirseniz size kapıyı açar ve yüz dinar veririm," derse yüz dinar ve bin dirhem borcu olur. Çünkü be harfiyle zikredince bin sayısının emanına karşılık olacağını açıklamış sayılır. Müslümanlara vereceğini şart koştu­ ğu dinarları da zaten şahsi emanına karşılık olarak vereceğini açıklamıştır. Ama ·�ıacağım bin dirhem veya vereceğiniz bin dir­ hem" şeklinde tasrih etmişse o zaman şahsına karşılık Müslü­ manlardan bin dirhemi almayı şart koşmuş sayılır. İmamın "Bin dirhem sözünün iki manaya ihtimali vardır," sözünden amacı da budur. Yani 'Ya benim size vereceğim ya da sizin bana vereceği­ niz,' anlamlarından biri muhtemeldir. Bir delil varsa o alınır. Delil yoksa sözün anlamlarından galip olan alınır. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 54. Eman isteyen Düşman

664- Harbilerden kale veya mahzende olmayan bir kişi, Müs­ lümanlardan eman diler ve: "Bana eman verin, dışarı çıkayım, sonra da memleketime gidip size ticaret malları getireyim,"

324

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

der ve gidip ticaret malları, silah veya başka bir şey getirip "Bu, benim mahmdır;" derse söylediği geçerlidir ve getirdik­ leri emniyet altındadır. Çünkü yenik olmadığı bir durumda olduğu halde kendisine eman verilmiştir. Onun durumu, darülislama girmek için kendi­ sine eman verilmiş kimsenin durumu gibidir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, belirtmemiş olsa da malı ona tabi olarak emniyet içerisinde olur. Mahsur durumda olmadığı halde İslam ordu­ sundan eman isteyip kendisine eman verilen kişinin durumu da öyledir. Malı için eman istemişse o zaman haliyle açıkça malına eman verilmiş olur. 665- Yine beraberinde bir kadın getirip: "Bu benim eşimdir veya kızımdır veya kız kardeşimdir;" der ve beraberinde ço­ cuklar getirip: "Bunlar benim çocuklarımdır;" derse dediği kabul edilir ve getirdikleri de kendisiyle birlikte eman içeri­ sinde olur. Malı ona tabi olduğu gibi çoluk çocuğunun da ona tabi olacağını daha önce belirtmiştik. Ama getirdikleri kimselerden onun yalan söylediğini iddia eden çıkarsa bu iddiada bulunan kimse fey olur. Çünkü eman hususunda ona tabi olduğunu yalanlayınca köleliğini bizzat ikrar etmiş olur. Beraberinde getirdiği ve eman istediği kimseler onu doğru­ ladıktan sonra kendisi cayarak: "Benimle onlar arasında bir akrabahk yoktur;" der; onlarsa onun yalancı olduğunu söyle­ yecek olurlarsa hepsi emniyet içerisinde olurlar. Çünkü başlangıçta birbirlerini doğrulamakla emandan is­ tifade etmişlerdir. Eman verilmiş kimsenin sözüyle bu eman geçersiz olmaz. Onun, onların köle edilmelerine karar vermesi geçersizdir. Şayet İslam ordusunun komutanı onlardan birinden şüphelenirse ona yemin ettirir. Yemin etmekten kaçınır veya ak­ rabası olmadığını söylerse köle edinilir; ama öldürülmez. 666- Beraberinde erkekler getirip: "Bunlar benim oğullarım ve kardeşlerimdir;" derse hepsi fey olurlar. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi savaşabilen durumda olanlar eman hususunda ona tabi olmazlar. Darülislama girmek için eman istemekte de ordudan eman dilemesinde de durum

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

325

budur. Eman dilerken onlan da şahsen zikretmesi veya kendileri eman talebinde bulunmuş olmalan gerekir. 66 7- Şayet ticaret mah veya köle getirerek: "Bu, benim mahm­ dır," veya bir kadın getirip "Bu, benim eşimdir," der ve onları, İslam ordusuna yakın bir köyden veya mahzenden getirdiği bilinirse (ordugahtakiler bilmese bile) onlara dokunulmaz. O kadın, köle veya malın nerede bulunduğunu İslam ordusu daha önceden bilse ve onları yenip alma imkanına sahip bu­ lunmuş olsa da durum değişmez. Çünkü onlan elde etme, onlan bilmeden gerçekleşemez. Du­ rumu bilinmeyen yakın, uzak gibidir. Nitekim yakınında su bu­ lunduğu halde suyun yakın olduğunu bilmeyen kişi teyemmüm ederse su uzakmış gibi teyemmümü sahih olur. 668- İslam ordusu onların yakın bulunduklarını bilir, ama onlara saldırılmamış ve Müslümanların hakimiyet alanında değillerse yine onlara dokunulamaz. Çünkü darülküfür hakimiyeti altında bulunanlar, onlara savaş açılıp ele geçirilmedikçe sırf varlıklarının bilinmesiyle yenilmiş sayılmazlar. O yer yakın bile olsa Müslümanların hakimiyeti altı­ na girmemiş bir yerden getirdiği için getirdiği onun olur. 669- İslam ordusunun yakınında bir köyden ve kafirlerin kendilerini korumaktan aciz oldukları bir yerden onları ge­ tirmiş olsa İslam ordusu onların varhğından haberdar veya oraya girdiklerinde onların varlığından haberdar olacaklarsa getirdikleri üzerinde bir hak iddia edemez. Çünkü İslam ordusu darülharbe girdikleri zaman gayele­ ri onlan yenmektir. Şayet kendilerini ordudan koruyamayacak durumda bulunan bir sahaya girecek ve durumlarını bilecek olsalar, onları mağlup edeceklerdir. Nitekim Resulullah (sav.) Hayber'e yaklaştığında: ''Allahu Ekber! Hayber harap olmuştur. Fakat (azô.b) onların sahasına indiği zaman uyanllp korkutulan­ /arın sabahı ne kötü o/ur."25 1 buyurmuştur. Bu yoldan galibiyet gerçekleştiğine göre o kişinin beraberinde getirdikleri, Müslü­ manların hakimiyet sahasına dahil kimselerdir; demektir. 670- Getirdiği şeyler bir köyün yer altındaki mahzeninden ve Müslümanlar o köyü bildikleri halde mahzenden habersizse­ ler, getirdiklerinin hiçbirine dokunulmaz. 2 5 1 Saffat, 37 /177.

326

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Çünkü Müslümanlar mahzeni bilmiyorlarsa orada bulunan­ ları elde etmiş olmazlar. O köye girmiş veya girmemiş olsunlar fark etmez. Bir defa Müslümanlar o mahzeni bulma yolundan yoksundur. 671- Getirdikleri şeyJer, MüsJümanJarın savaş açtığı ve fethet­ mek için kuşattıkları bir kaJedenseJer, getirdiklerinin tamamı feydir. Çünkü Müslümanların galibiyeti (ve bu galibiyete bağlı ola­ rak verecekleri ceza) kaJenin içindekilerini kapsamaktadır. Buna delilse kalenin içinden birisi eman dileyerek dışarıya çıksa be­ raberindeki şeyler, dilediği emana girmez. O zaman kaleden çı­ karken eman dilemesiyle kaleden beraberinde çıkarmak istediği mal için de eman dilemesi arasında ne fark var? Bu gibi durum­ da nasıl yanındaki malı ve ailesi için kendisine sarahaten eman verilmediği sürece güvende olmuyorlarsa bu durum da öyledir. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 55. Düşmanın Elindekine Verilen Eman

672- Harp ehJinden biri, müşriklerin zayıf taraflarını haber vermek üzere İsJam ordusundan eman diJemiş ve MüsJüman­ lar düşmanla karşıJaştıkları zaman onu kaybedip düşman ordusu yeniJdiğinde onu araJarında görür ve kendisi: "Ben MüsJümanların safındayken beni esir aJdıJar," der ve yaJan söyJeyip söylemediği kestiriJemezse durumuna bakıhr: EH keJepçeJi veya bir yere bağJanmışsa önce oJduğu gibi eman içerisinde oJur. Çünkü işin gerçeğine vakıf olunamayınca zahire ve görünen alametlere göre hüküm verilir. Zahire göre esir ediJdiği anlaşıhyorsa deriz ki: OnJarın kendi­ sini esir etmeJeri haJinde, nasıJ ki zimmi oJan bir kimse düş­ man tarafından esir ediJdiğinde onunla yaptığımız antlaşma son buJmuyorsa ona verdiğimiz eman da son buJmaz. Ancak iddiası konusunda yemin ettiriJir. Çünkü müşahede ettiğimiz zahiri durumu onun lehine şeha­ det etmektedir. Ancak bu, sözünde yalancı olduğu ithamını yok etmez. Bu sebeple sözü yeminiyle birlikte geçerli olur. 673- Şayet esirJik alametlerinden bir şey taşımıyorsa fey oJur ve komutan onu öJdürme yetkisine sahiptir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

327

Çünkü zahire göre kendi isteğiyle ordumuzu terk etmiş ve harp ehlinin hakimiyetine geçmiştir. Böylece ona verdiğimiz eman da son bulmuşrur. Onun durumu, tıpkı diğer harp ehlinin durumu gibidir. 674- Şayet durumu kapalıysa mesela bazı alametler esir edil­ diğine, bazıları da edilmediğine delalet ediyorsa o zaman fey olur ama komutanın onu öldürmemesi gerekir. Çünkü alametler çeliştiğinde, bulunduğu yere göre hüküm verilir. Mezkı1r kişi, harp ehlinin hakimiyeti altında ve köle edil­ menin mübah olduğu bir yerde bulunmuştur. Ancak alametlerin çelişmesi, bir şüphenin varlığını gösterir. Bu sebeple de bu kişi öldürülemez. Çünkü öldürme, şüphelerle önlenen cezalardandır. 'l\lametler çeliştiğinde, neden asıl ve bizce malum olan du­ rum geçerli olmasın?" denilirse biz deriz ki: Malum olan aslı almak, ancak onu izale eden delilin yokluğunda söz konusudur. Buradaysa aslı izale edecek delil ortaya çıkmıştır ve o da harp eh­ linin hakimiyetinde bulunmasıdır. Bu kıyasa göre her halükarda fey olması gerekirdi. Ancak, onlara esir olarak geçtiği delilleriyle ispatlanırsa bu kıyastan vazgeçeriz. Ama esirliğini ispatlayamaz veya bununla çelişen durumlar ortaya çıkarsa mevcut durumu değerlendirmekten başka bir yol kalmamaktadır. 6 75- İmam Muhammed dedi: Müslümanların atları (süvarile­ ri) bir defa kaçtıktan sonra tekrar geri dönüp düşmanı yenil­ giye uğratsalar ve eman verilen kişiyi ellerinde bulsalar, onla­ rı mağlup etmeden önce ellerinde olduğu bilinirse bu kişinin durumuyla yukarıda anlatılan kişinin durumu aynı olur. Şayet Müslümanlar harp ehlini yenilgiye uğrattıklarında onu bulsalar ve düşmanlar tarafında bulunduğunu bilemeyip sade­ ce onu kaybettiklerinin farkına varmışlar ve onu buldukların­ da: "Ordugahınızı terk etmedim," derse duruma bakılır: Ordu­ gahta bulunan asker sayısı az olup orada bulunmuş ve mutlaka durumundan haberdar olacakları kanaati hakimse esir edilir. Çünkü o zaman yalan söylediğini kesinlikle biliriz. Bu yüzden de eman hükmü son bulmuştur. Ama ordugahtaki asker fazla kalabalık olur ve bu kalabalık içerisinde ona benzer bir kimsenin göze çarpmayabileceği söz konusu ise o zaman eman durumu devam eder.

328

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü malum olan aslı izale edecek bir delil, yani müşriklerin hakimiyet alanına katıldığı ortaya çıkmamıştır. Sadece biz onun düşmana iltihak ettiğini iddia ediyoruz, o da aksini iddia etmek­ tedir. İddiasını yemin ile desteklerse sözüne uyulur ve emanı de­ vam eder. 676� Ordugahtaki askerin sayısı azsa düşmanı yendiklerin­ de onun düşmanla birlikte mi yoksa kendileriyle birlikte mi olduğunu bilmeyip ona sorduklarında: "Hayvanıma yem bul­ mak için gittim veya yolu kaybettim, düşmana katılmış deği­ lim," derse kıyasa göre esir alınır. Çünkü darülharpte ordumuzdan ayrıldığını biliyoruz. Darül­ harp ise harp ehlinin yeridir ve onların hakimiyeti altında bulu­ nan ve eman hükmünün bittiği bir yerdir. Fakat İmam Muhammed istihsan kuralına göre şöyle dedi: Yemin ettiği takdirde doğru söylediği kabul edilir. Çünkü muhtemel bir şeyi söylemektedir. İhtiyacını gidermek veya hayvanına yem bulmak için ordugahı terk etmesi mümkün­ dür. Korku ve izdihamın bulunduğu bir yerde ileri sürdüğü gibi yolu kaybetmesi de mümkündür. Bu sebeple kendisi için ema­ nın devamını kabul ediyoruz. Temel durumunda olan emanı yok edecek bir delil ortaya çıkmadıkça aslı almak gerekir. En iyi bilen Allah'tır. 56. Ödeme Karşılığında Eman Antlaşması

677- İmam Muhammed dedi: İslam ordusu bir kaleye gelip onu fethetmeye kalkıştıklarında kale halkı onlara: "Bizden on kişi çıkıp sizinle eman pazarlığı yapacaklar; onlar ne karar alırlarsa biz ona razıyız," derler ve on kişi de çıkıp esir alın­ mamaları şartıyla kalede ne varsa hepsini askerlerin alabile­ ceklerini söyler; fakat Müslümanlar bu isteklerini reddeder ve söz konusu on kişi bu sefer sadece kendileri ve çocukları için eman isteyip bu hususta Müslümanlarla anlaşsalar; son­ ra da içeri girip kapıyı açınca Müslümanlar girip kaledekileri esir almaya başladıklarında kaledekiler: "Size gönderdiğimiz on kişi bizi esir etmeyeceğinizi söylediler;" iddiasını ileri sür­ seler; bu iddialarına aldırış edilmez. Söz konusu on kişi onları doğrulasın veya doğrulamasın fark etmez. Belirlenen on kişi ve çocukları hariç arta kalanların hepsi esir alınır.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

329

Çünkü Müslümanlar tarafından, bu on kişi dışında hiç kimse­ ye açıkça eman verilmemiştir. Kalede bulunanlar tabi olma yo­ luyla bu on kişinin emanına dahil olmazlar. Kuşatma altında ola­ na verilen eman ona hakikaten tabi olanı kapsamazken ona tabi olmayanı nasıl kapsasın? Ayrıca iddia ettikleri gibi bu on kişi, esir edilmeyeceklerini kendilerine söylemişlerse bu konuda on kişi yalan söylemiş demektir. Müşrikler, hain kişileri kendilerine elçi seçmişlerse yaptıkları kendilerinedir. Onlar Müslümanlar tarafından aldatılmış değil, kendi kendilerine aldanmışlardır. 6 78- Kalede bulunan bir grup Müslüman, pazarlık yapan on kişinin id�ia ettikleri gibi haber verdiklerine tanıklık etse bu tanıklıkları fayda vermez. Çünkü delille sabit olan, bizzat göz önünde cereyan edenden daha kuvvetli değildir. 679- Söz konusu on kişi kaleye girdikleri zaman kendileri­ ne bunu haber verdiklerini müşahede etsek bile onları köle edinmemize bu engel değildir:. Çünkü biz onlara böyle bir eman vermiş değiliz. 680- Kaledekiler bu on kişi antlaşma yapsın veya yapmasın kendilerine dönünceye kadar eman isteseler, bu ve daha ön­ ceki durum aynıdır:. Çünkü kendilerine verilen bu eman, söz konusu on kişi geri dönünceye kadar geçerlidir. Ondan sonrası için onlara eman ve­ rilmemiştir. 681- "Bu on kişi geri dönünceye kadar eman almışlarsa ve geri dönüp onlara durumu haber verdik," dedikleri halde ka­ ledekiler: "Bize böyle bir haber getirmediler," diyecek olsalar, onlara verdiğimiz eman geçerlidir:. Çünkü bu on kişi kale halkına verdiğimiz emanın son buldu­ ğunu iddia etmektedir. Kaledekiler ise bunu inkar ediyorlar. Bu yüzden söz, kaledekilerindir ve bu on kişinin bu konuda şahitlik yapma yetkileri yoktur. Çünkü kendi fiillerine şahitlik etmekte­ dirler. Yaptıklarının doğruluğunu ileri sürmektedirler. 'Kaledeki­ lere haber verdik ve onlar da bunu kabul ettiler,' diyorlar. Halbu­ ki kişinin yaptığını temize çıkarmak için yapacağı şahitlik kabul edilmez.

330

Şerhü 's-Siyeri'l-Kebfr

682- KaJede buJunan MüsJümanJardan veya zimmet ehJinden bir topJuJuk böyJe dedikJerine şahit oJsaJar, şahitJikJeri kabuJ ediJir ve onJar da esir ediJirJer. Çünkü şehadetleri, kaledekilerin aleyhine bir delildir. Onlann şehadetiyle sabit olan, kaledekilerin ikrarıyla sabit olan gibidir. 683- MüsJümanJardan şahitJik edenler fasık kimseJerse, esir aJınanJar kaJeye iade ediJir ve durum eski şekJine döner. Son­ ra da yeniden onJara savaş açıJır. Çünkü ta.sıkın haberine itibar edilmeyeceği ayetle sabittir. Hakkında şahitlik yapılan kişi Müslüman olsun veya harbi olsun fark etmez. Fasıkın şahitliği her ikisi için geçersizdir. Bu on kişi­ nin, durumu onlara olduğu gibi anlattıkJarı tespit edilemedikçe onlar eman içerisindedir ve esir alınamazlar. 684- MüsJümanJar kaJeye girdikJerinde, kaJeJeri yıkıJmış ve kendiJerini koruyacak durumu yitirmişJerse onJarı eman bu­ JacakJarı yere uJaştırmak MüsJümanJar üzerine bir görevdir. Çünkü onlara verdiğimiz eman hala devam etmektedir. Emin oJacakJarı bir yere onJarı uJaştırmadıkça onJara verdiği­ miz emanı geri aJamayız. 685- Şayet bu on kişi: ''.AntJaşmayı oJduğu gibi anJatmadık, sa­ dece esir ediJmekten emin kıJındınız," dedik diye söyJeseJer, bununJa önceki durum arasında bir fark yoktur. Bu sebepJe kaJedekiJeri esir aJamayız. Çünkü bu on kişi, olup biteni olduğu gibi onlara anlatıncaya kadar kendilerine eman vermişizdir. Halbuki onlara doğrusunu anlatmamışlardır. 686- Şayet MüsJümanJar onJara: "Bu on kişinin size haber verdikJeri gibi kimseyi esir aJmayacağız ama kaJedeki maJJarı aJacağız, çünkü siz buna razı oJdunuz ve kaJeyi açtınız," diye­ cek oJsaJar ve kaJedekiJer de: "Şimdi biz buna rıza göstermi­ yoruz," deseJer maJJan kendiJerine bırakıJır. Çünkü kendilerine verdiğimiz eman kalede bulunan her şeyi kapsamaktadır. Başkasına razı olsalar bile kendilerine verilen eman devam etmektedir. Eman ne için verilmişse o neticelen­ meden son bulmaz. Verilen eman da, ancak meselenin olduğu gibi kendilerine intikal ettirilmesiyle son bulur. Bu haber ken-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

331

dilerine intikal etmedikçe onları eski durumlarına iade ettikten veya emin olacaklan bir yere ulaştırdıktan sonra ancak bu ema­ nı bozabiliriz. 687- Şayet komutan bu on kişiyle birlikte Müslümanlardan birini gönderecek olsa ve o Müslüman kişi: "Bu on kişi ant­ laşmanın nasıl olduğunu onlara haber verdiler," dese ve kale halkı da bunu inkar etse söz kale halkınındır. Çünkü bir kişinin şahitliği Müslümanlar aleyhinde bağlayıcı olmadığı gibi kendilerine eman verilmiş kimseler hususunda da bağlayıcı değildir. 688- Müslümanlardan iki veya daha çok kişi gönderilip bu Müslümanlar şahitlik edecek olsalar, o zaman kaledekilerin hepsi esir edilir. Çünkü Müslümanların şahitliği tam bir delildir. Onların şahit­ liği emanın son bulmasını gerektirir. "Onların şahitliğini nasıl kabul edebilirsiniz? Onlar bu şa­ hitlikleriyle kendilerine menfaat sağlamış oluyorlar. Ganimette onların da payı var mıdır?" diye sorulacak olursa cevap olarak deriz ki: Evet, doğrudur. Ama ganimet taksim edilip ellerine ve­ rilinceye kadar ganimette hakları yoktur. Çünkü onlardan biri, ganimet taksim edilip kendisine verilmesinden önce ölecek olursa kendisine düşen pay mirasçılarına kalmaz. Böyle zayıf bir hak, şahitliğin kabulüne engel değildir. Nitekim Müslüman askerlerden iki kişi bir zimminin ga­ nimetten bir şey çaldığını söyleyip çalınanı aynıyla belirterek gösterseler veya çaldığına şahitlik etseler, genel ortaklık göz önünde bulundurularak ganimet veya hazinede menfaatlerinin bulunduğuna bakılmadan şahitlikleri kabul edilir. 689- İki adam, Müslümanlar arasında şahitlikleri kabul edil­ meyen kişilerdense onlar eman altında olurlar. Çünkü bu şahitlikle emanı sona erdirecek şey gerçekleşmiş olmaz. Sona erdirecek şeyin sabit olması için şahitliklerinin ka­ bul edilmesi gerekir. 690- Zimmet ehline karşı şahitliği geçerli yine zimmet ehlin­ den iki kişiyi de on kişiyle beraber gönderse onlar yine fey olurlar.

332

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü eman alanlara karşı şahitlik etmektedirler. Şüpheler­ le geçersiz sayılan ve sayılmayan şeylerde zimmet ehlinin eman alanlara karşı şahitliği geçerlidir. Bu yüzden bu meselede zim­ met ehlinden iki kişi Müslümanlar makamındadır. 691- Buna bir erkek ve iki kadın şahitlik ederse şahitlik ge­ çerli olur ve adamlar fey olurlar. Ancak öldürülmezler. Çünkü şüpheyle beraber sabit olan şeylerde erkeklerle beraber kadınların şahitliği hüccettir, ama şüphe bulunduğunda ge­ çersiz olan şeylerde hüccet değildir. Çünkü kadınların şahitliğin­ de unutma ve yanılma olabilir. 692- On kişiyle birlikte kaledekiler de eman verilen iki adam gönderip onlar da aleyhlerine şahitlik etseler, bu gönderilen iki kişi o yerin halkından iseler şehadetleri kabul ediJir. Ama oralı değiUerse, mesela onlar Türk252 ve kale halkı da Hristi­ yan ise farklı memleketlerden oldukları için şehadetleri mak­ bul değildir. Çünkü darülharp hüküm yeri değil, yenme yeridir. Güçlerinin farklı oluşu aralarında farklılığın olmasını gerektirir. Böylece farklı yerlerden iseler eman altındakilerden bir kısmının diğer­ leri aleyhine şehadet etme yetkileri yoktur. Ama zimmilerin hi­ lafına eman altındaki kimseler bizim ülkemizde bir araya gelmiş olsalar, ülkemiz vatandaşı olmuş olurlar. Darülislam ise hüküm yurdudur. Hepsi aynı hakimiyet altında olduklarından dinleri farklı olsa bile bir kısmının diğerleri hakkında şahitlikleri mak­ buldür. Nitekim Müslümanlar da mezhepleri değişik olsa bile birbirleri hakkında şahitlikleri makbuldür. 693- Kale halkının eman altında sayıldığı her hüküm, bu on kişi için de geçerlidir. Çünkü eman kesinlikle onları da kapsamaktadır. Bu verilen eman geri alınmadıkça onlara da dokunamayız. 694- Şayet on kişi dışında kale halkından dinine güvenilen bir topluluk, bu on kişinin antlaşma yapıldığını kendilerine ha­ ber verdiklerine dair şehadette bulunursa şehadetleri kabul olunmaz. Çünkü ileri sürdükleri sebebiyle Müslümanlara köle olmuş­ lardır. Şahitler, bu on kişinin haber vermesiyle emanın son bul252 Yazma nüshaların birinde "Türk" yerine "şirk ehli" geçmektedir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

333

duğunu ileri sürmektedir. O halde köle durumuna düşmüşlerdir. En azından durumlan kölelik ve hürriyet arasındadır. Böylece mükateb durumundadırlar ve şehadetleri kabul olunmaz. 695- Şahitlikleri kabul olunmazsa bu on kişi dışında, kale hal­ kı mal ve köleleriyle eman altında olurlar. Bazı nüshalarda ifade böyle geçmektedir. Ancak bunun doğ­ rusu şu şekildedir: Bu on kişi aleyhine şehadet edenler hariç... Çünkü bu on kişi için emanın devam ettiğinde şüphe yoktur. O halde, nasıl eman altında bulunanların dışında kalabilirler? Lakin bu şehadet edenler, kendileri emanın son bulduğunu itiraf etmektedirler. Bu itiraflanysa kendileri için geçerlidir. Böylece mallan, köleleri ve anlan doğrulayan hanımlanyla küçük çocuk­ ları fey durumuna düşmüş olur. Küçük çocuklar annelerine tabi olduklarından, anneler kocalarını yalanlarlarsa, çocuklarıyla birlikte eman içerisinde olurlar. Annesi bulunmayan küçük çocuklarsa babalarına tabidir. Çünkü kendileri köle ve anneler hür olunca annelerin emanı devam ettiğinden çocukların yeri, annelerin kucağı olur. Annesi olmayanlar, ister istemez babalarına tabi olur ve ona tabi olarak köle olurlar. Kendileri tasdik etmedikçe büyük çocukları hakkın­ da tasdik edilmezler. Onları tasdik ederlerse kendi ikrarlarıyla o zaman köle olurlar. 696- İmam Muhammed dedi: Komutan, olup biteni bildiren bir mektup yazar ve altını mühürledikten sonra söz konusu on kişiyle birlikte bir elçi eşliğinde bu mektubu kale komu­ tanına gönderir ve kale açıldığında kale komutanı: "Elçi bana böyle bir mektup getirmedi ve bana böyle bir şey vermedi," der ve elçi de: "Mektubu kendisine teslim ettim, hatta huzu­ rumda mektubu okudu," iddiasında bulunursa kaledekilerin ilk emanı devam eder. Çünkü elçi, mektubu ona ulaştırmakla emanın son bulduğu­ nu iddia etmektedir. Kale komutanıysa bunu inkar etmektedir. Söz, inkar edenindir. Emanın son bulması halinde uygulanacak hüküm, onların öldürülmelerini veya köle edinilmelerini mübah kılan bir hükümdür. Bu ise şüphelerle geçersiz olan hükümler­ dendir. Gönderilen elçi Müslüman bile olsa bir kişi olduğundan, bir kişinin verdiği haber tam delil değildir.

334

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

697- O eJçiyJe birJikte iki MüsJüman gönderiJmiş ve kaJe ko­ mutanına onJarın huzurunda mektup okunmuş ve mektupta yazıJanJarı anJamışsa kaJedekiJerin hepsi esir ahmr. Çünkü delille sabit olan, düşmanın itirafıyla sabit olan gibidir. İki Müslümanın şehadetiyse tam bir delildir. 698- Şayet gönderiJen o iki MüsJüman, eJçinin mektubu kaJe komutanına tesJim ettiğini ve Arapça oJarak mektubu komuta­ na okuduğunu, tercümanın da onu tercüme ettiğini, Jakin ter­ cümanın ona nasıJ tercüme ettiğini biJmedikJerini söyJerJerse, komutanın mektupta yazıJanJan anJadığım tespit edinceye ka­ dar, Jayas, onJann eman içerisinde oJmaJarını gerektirir. Çünkü biliyoruz ki kale komutanı Arapça bilmemektedir. Şahitler de tercümanın doğru tercüme edip etmediğini bilmemek­ tedirler. O halde komutanın yazılanları anladığına dair kesin delilimiz yoktur. Şüphe hala söz konusudur. Bu yüzden de öldü­ rülmez ve esir alınmazlar. Ancak kıyas böyle olmakJa birlikte is­ tihsan deliline göre onlar fey olurlar. 699- imam Muhammed dedi: Bu durumda esir ahmrJar. Çün­ kü MüsJümanJar, veriJen emam geri aJmak için başka bir im­ kana sahip değiJdirJer. Tercüman hainJik edip mektupta söy­ JenenJeri doğru aktarmamışsa o zaman hain bir tercüman edinmekJe başJarına geJeni kendi eUeriyJe hazırJamışJardır. İşin hakikatine vakıf olma imkanı bulunmadığı zaman hükmün hakikate göre verilmesi uygun düşmez. Zahire bakılır ve ona göre hüküm verilir. 700- Şayet MüsJüman eJçiJer kaJe komutanının medisinde buJunmamışJar, Jakin mektubun cevabı mühürJü bir mektup­ Ja veriJmiş ve sonra kaJe açıJdığında kaJe komutam mektup meseJesini inkar ederek: "Bana ne mektup uJaşmıştır ne de o on kişi oJup biteni oJduğu gibi anlatmıştır," derse emanJan oJduğu gibi devam eder. Çünkü ordu komutanına getirilen mektup şüphelidir. Olabi­ lir ki onlardan biri komutanları namına onu uydurmuştur. Böyle şüpheli bir mektupla ölüm ve ganimet almayı mübah kılacak şe­ kilde eman son bulmaz. 70 1 - Şayet mektup kraUan tarafından gönderiJmiş ve o ülke işgaJ ediJdikten sonra kraJ böyJe bir mektup göndermediğini iddia edecek oJursa durum aynıdır. ·

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

335

Bu da Müslümanlarla aralarındaki eman akdini bozmaz. Çün­ kü burada da mektubun durumu şüphelidir. Mektup bir komu­ tan namına uydurulabileceği gibi kral namına da uydurulması muhtemeldir. 702- Gerçek olup olmadığı bilinemeyen bu mektuba dayanı­ larak kanları helal olmayacağı gibi köle olarak da alınamazlar. Şayet, "Hükümlerde bir kadının diğer kadıya gönderdiği mektup delil sayılmaktadır. Halbuki aynı ihtimal onda da mevcuttur," diye itiraz edilse buna cevap olarak deriz ki: Şüpheyle hükmü kalkan hususlarda mektup delil olmadığı gibi, şüpheyle birlikte hükmü sabit olan meselelerde kıyasa göre de hüccet kabul edil­ mez. Ancak şüpheyle birlikte hükmü sabit olan meselelerde is­ tihsan yoluyla delil olarak kabul edilir. Çünkü zahire göre uydur­ ma olmadığını kanıtlayan mühürle mühürlenmiştir. Ayrıca hem buna hem de içindekilere şahitler şahitlik etmektedir. Böyle bir şey, krallarının bize yazdığı mektupta zaten olmaz. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 57. Elçinin Verdiği Eman

703- İmam Muhammed dedi: İslam ordusunun komutanı bir ihtiyaçla ilgili olarak kale komutanına Müslüman bir elçi gönderecek olsa, elçi de gidip mektubu teslim ettiğinde: "Ko­ mutan sözlü olarak sana, akraba ve ülkene eman verdiğini haber vermemi istedi; kapıyı aç," deyip komutanın ağzın­ dan bir mektup uyduracak olsa veya bir Müslüman topluluk huzurunda sözlü bir şeyler uydursa, kale kapısı açılıp Müs­ lümanlar kaledekileri esir alarak mallarını yağma etmeye başladıklarında kale komutanı: "Elçiniz, komutanınızın bize eman verdiğini haber verdi,'1 deyip o Müslümanları da buna şahit getirse kaledekiler eman içerisinde olur ve alınan mal­ ları geri verilir. Çünkü elçinin ifadesi onu gönderenin ifadesi makamındadır. Onun için bu durumda ordu komutanı kendilerine eman vermiş gibi sayılır. "Elçinin ifadesi, elçi olarak gönderildiği hususta gön­ derenin ifadesi makamında olur, ama uydurduğu meselelerde onun makamında sayılmaz," diye itiraz edilse deriz ki: Kendisine gönderilen kişi açısından bu ayırım geçerli değildir. Çünkü elçi­ nin hangi sözlerinin doğru ve hangilerinin uydurma olduğunu bilme imkanı yoktur. Kendisine elçi gönderilen kişi, elçinin ver-

336

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

diği bilgiye inanmaktan başka ne yapabilir? Bu yüzden o kişinin elçi olduğunu tespit ettikten sonra söylediklerini doğru kabul eder. Aslında gönderen kişinin güvenilir bir elçi seçmesi gerekir. Şayet elçinin haber verdiği doğru olarak kabul edilmezse aldat­ ma söz konusu olur ki bu haramdır. Nitekim komutan onlara: "Bu aramızda meydana gelecek her hususta benim elçimdir," diye seslense ve elçi de böyle bir dav­ ranışta bulunsa kendilerine eman verilmiş sayılmaz mı? Nitekim bu durum şu ayetlerden de anlaşılmaktadır: "Eğer (Peygamber) söylemediğimiz bazı sözleri Bize karşı kendiliğinden uydurmuş ol­ saydı, elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) allverirdik. Son­ ra da hiç şüphesiz, onun şah damarım koparırdık."253 Halbuki Hz. Peygamber değil, Müseylime ve benzeri pey­ gamberlik iddiasında bulunan yalancılar, Allah adına bazı şeyler uydurmuşlardır. Onlar elçi olmadıkları için uydurmaları geçerli değildir. Dünyada da Allah onlara böyle bir ceza uygulamamıştır. Bu da gösteriyor ki elçilerin durumu diğerlerinkinden farklıdır. 704- Elçi, zimmi veya eman verilmiş harbi biriyse durum yine aynıdır. Çünkü bu emanın ordu komutanı tarafından verildiği sabittir, elçi tarafından değildir. Ayrıca elçi, onların kalelerinde bulun­ maktadır ve onlardan korunmuş değildir. Bu sebeple kendiliğin­ den vereceği bir eman geçerli olmaz. Ayrıca burada kusur komutanındır. Çünkü kendisi yasaklan­ mış bir işte bulunarak kafir ve hain birisini kendisine elçi seç­ miştir. Hz. Ömer (ra.) vali olan Ebu Musa Eş'ari'ye: "Katibine em­ ret, camiye girsin ve şu mektubu okusun," demişti. Ebu Musa: "Katibim mescide girmez," demişti. Hz. Ömer: "Neden girmiyor­ muş; cünüp mü?" diye sormuş. Ebu Musa: "Hayır. O Hristiyan­ dır;· cevabını vermişti. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demiştir: "Sübhanallah! Müminlerden başkasını sırdaş edinmişsin? Yüce Allah'ın şu sözünü duymadın mı?: "Kendi (din kardeşlerinizden başkasını (dost ve) sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat yapmakta hiç kusur etmezler. "254 Yani onlar işlerinizi bozmaktan geri kalmazlar. 253 Hakka, 69/44-46. 254 Al-i lmran, 3/1 18.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebir

337

705- Elçi: "Şu iddia ettiklerini söyledim," derse ve bunu ancak kendisinin söylemesiyle bilecek olursak kale kapısı açıldığında Müslümanlar onları esir almışlarsa söylediği kabul edilmez. Çünkü geriye çevrilip yeniden başlanması mümkün olmayan bir şeyi haber vermektedir ve Müslümanların hakkı sabit olduk­ tan sonra bunu bozacak bir iddiada bulunmaktadır. Bu sebeple, delilini ortaya koymadıkça bu iddiası kabul edilmez. 706- Ama esirlerden onun payına düşenler, hür olurlar. Çün­ kü kendisi onların eman içerisinde olduklarını itiraf etmekte­ dir. Darülharbe dönmesine de müsaade edilmez. Çünkü bu Müslümanların hakkı olan bir şeydir. 707- Şayet zimmilerden bir grup bu konuşmaya şahit olsa şa­ hitlikleri kabul olunmaz. Çünkü Müslümanların işlerinin üzerine hakim olmuş olur (ki bu kabul edilemez). 708- Şayet kendilerine bu mektubu getiren aslında elçi ol­ mayıp kendiliğinden uydurduğu mektupla aralarına giderek onlara eman verildiğini yazmış ve götürmüşse veya sözlü ola­ rak: "Ben (veya biz) komutanın elçisiyim, komutanımız size eman verdi," derse onların hepsi esir edilir. Ayrıca devlet baş­ kanı savaşçılarını öldürme yetkisine de sahiptir. Çünkü o şahıs tarafından verilen eman, eman değildir. Ayrıca onlara bunu söylediği zaman onlardan korunmuş bir durumda olmayıp aralarında esir makamındaydı. Esirin verdiği eman, Müslümanları bağlamaz. Ordu komutanının, onun bu davranışı­ nı yüklenmesi mümkün değildir. Çünkü onu kendisi gönderme­ miştir ki onun sözü komutanın sözü makamında sayılsın. Burada onları aldatmış sayılmayız. Kusur, kendilerinindir. Kendileri elçi olarak bilinmeyen rastgele bir adama itimat et­ mişlerdir. Bu şahıs daha önce İslam ordusu komutanı tarafından hiçbir zaman elçi olarak gönderilmemiştir. Komutanın buna ön­ ceden engel olması da mümkün değildir. Çünkü böyle bir şeyden haberi olmamıştır. Kendi imkanları dışında olan meselelerde ka­ rar verilmediği gibi, İslam ordu komutanı da imkanlarının dışın­ da olan bir şeyden sorumlu değildir. 709- Elçi olmayan bu şahıs İslam ordusunun ordugahından onlara seslenip kendilerine eman verildiğini söyleyecek ve

338

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

onlar da bunun üzerine kapıyı açacak olurlarsa eman geri alı­ nıncaya kadar eman içerisinde sayılırlar. Çünkü Müslümanların hakimiyet sahasında bulunduğu bir yerde onun bu sözü onlar için emandır. Emana sahip bulunan bir kimsenin eman verme yetkisi bulunan bir kimse namına bunu haber vermesinin sahih olduğunu daha önce belirtmiştik. İster bu haber doğru olsun, ister yalan olsun fark etmez. Şayet doğ­ ruysa kendisinden (haber verilen kişi tarafından), yalansa haber veren kişi tarafından eman verilmiş sayılır. Ancak bunun sabit olması için Müslümanlardan adil şahitlerin buna şehadet etme­ leri gerekir. Çünkü bunda Müslümanların hakkı olan ganimeti iptal etmek vardır. 710- Şayet komutanın elçisi, komutanın mektubunu ilettiği zaman: "Falan komutan size eman verdi ve bunu haber ver­ mek üzere beni size gönderdi," veya "Komutanın kapısı önün­ deki Müslümanlar size eman verdiler," veya "Ben sınırlarınıza girmeden önce size seslenmiş ve size eman vermiştim. Müs­ lümanlardan bir grup da buna şahittirler," derse haber verdi­ ği durum yalansa hepsi fey olur. Çünkü kendisi komutanın elçisi değildir ki ifadesi komutanın ifadesi gibi olsun. Kendisi, komutanın yanındaki Müslümanların elçisi de değildir. Bu durumda kendisinin eman verme yetkisi de yoktur. Çünkü onların hakimiyet sahasında bulunmaktadır. İşte bu sebeplerden dolayı sözünün hükmü geçersizdir. 7 1 1 - Müslümanlardan bir kişi kendi özel bir ihtiyacını gider­ mek üzere aralarına gönderilse o da gidip ihtiyacını giderdik­ ten sonra, kendisini gönderenin kendilerine eman verdiğini haber verse bu eman da geçersizdir. Çünkü böyle sıradan askerlerden bir elçi, komutanın veya Müslüman cemaatin elçisine benzemez. Çünkü onu gönderenin kendisi elçi olsaydı, yine vereceği eman geçerli olmazdı. Bu se­ beple elçisinin, kendisini gönderen namına vereceği eman da makbul değildir. Aslında komutanın veya Müslüman cemaatin elçisinde de kı­ yas budur. Ancak biz istihsan yoluyla bu iki hasletten birini taşıyan elçinin vereceği emanın geçerli olacağını söylüyoruz.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

339

Çünkü Müslümanların cemaati nerede bulunursa bulunsun hakimiyeti kendi elindedir ve gönderecekleri elçi de onların makamındadır. Bu. sebeple eman kendilerine nispet edildiğinde geçerli olur. Komutanın durumu da bunun gibidir. Onun verece­ ği eman da geçerlidir. Çünkü komutan olması, hakimiyeti elinde tutması anlamındadır. Elçisinin eman hakkında söyleyecekleri, kendisinin söyleyecekleri makamındadır. Bu yetkiyse sıradan biri için söz konusu olamaz. Bu sebeple böyle bir kimsenin gön­ dereceği elçide de bu yetki yoktur. 712- İmam Muhammed dedi: Şayet emir kendilerine eman verildiğini haber verecek bir eJçi gönderir ve eJçi de geri dö­ nüp mesajı ilettiğini bildirecek oJsa eJçinin kendilerine bu mesajı ilettiğini bilmeseJer bile eman içerisinde sayıhrJar. Çünkü hakikatine vakıf olmak mümkün olmayan durumlarda hüküm zahire göre verilir. Zahire göreyse elçi aralarına girdik­ ten sonra mesajı onlara iletmeden geri dönemez. Ayrıca elçinin: "Onlara mesajı ilettim," sözünde her ne kadar doğru olduğu ke­ sin olmasa bile, doğru olması ihtimal dahilindedir. En azından bu kadarla şüphe hasıl olmuştur. Daha önce de belirttiğimiz gibi şüphe söz konusu olduğu yerde eman sabit olur. Bu sebepJe MüsJümanJar eman bozuJmadığı müddetçe onJa­ ra saJdıramazJar. 713- Şayet emir ve MüsJümanJar onJara eman verecek oJsaJar, sonra da bir eJçi antJaşmanın bozuJduğunu ve emanın geri aJındığını onJara haber vermek üzere gönderilmiş oJsa, eJçi de geri dönüp bunu onJara haber verdiğini söyleyecek oJsa bunun kesinJiği ortaya çıkmadan MüsJümanJar onJara saJdı­ ramaz. Çünkü elçinin haberi onlara ilettiğine dair sözü doğru olabi­ leceği gibi yalan da olabilir. Bu, her ne kadar, bir bakıma eman verilmesi hususunda bir delilse de antlaşmanın bozulması için tam bir delil değildir. Çünkü emanın bozulması, esir edilmelerini, kadınlarının cariye olarak alınmasını ve kanlarının dökülmesini helal kılan bir durumdur. Bu ise şüpheyle sabit olmaz. Sadece dış görünüş veya bir kişinin vereceği haber şüpheden hali değildir. Eman verilmesinin doğurduğu sonuç esir edilmelerinin ya­ saklanması olduğundan, eman verme şüpheyle sabit olur. Ayrıca

340

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

emanın bozulmasıyla yapılacak bir yanlışlık telafi edilemez. Bu yüzden bu hususta zahirle yetinmek caiz değildir. Halbuki eman vermekle yapılabilecek bir yanlışlığın telafisi' mümkündür Onun için bunu haber verecek tek kişi elçi olduğu takdirde onun ver­ diği habere göre hareket etmek caizdir. 714- Müslümanlar, haber kesinlik kazanmadan önce onlara saldıracak olsalar ve onlar da: "Elçinizin getirdiği haber he­ nüz bize ulaşmadı," diyecek olsalar, onların sözü geçerlidir. Çünkü emanın bozulmuş olmasını inkar etmiş olurlar ki bu hususta malum olan asıl geçerlidir. Bu sebeple bu saldırı esna­ sında onlardan alınan mallar geri verileceği gibi onlardan öldü­ rülenlere karşılık fidye de verilir. Çünkü emanın bozulduğunu bilmedikleri müddetçe onlar hakkında verilen eman geçerliliği­ ni korur. "Emirin bundan öte yapabileceği başka bir şey yoktur," şek­ linde bize itiraz edilecek olsa deriz ki: Hayır, mesele dediğiniz gibi değildir. Aksine, emanın geri alındığını haber verecek bir el­ çiyle birlikte, haberi kendilerine ilettiğine dair şahitlik yapacak iki şahit de gönderir. Emanın geri alındığına dair haberin kesin­ lik kazanması için asgari sınır budur. Hatta emir onlara iki elçi göndermiş olsa ve bu iki elçi, haberin kendilerine ulaştırıldığına dair şahitlik yapsa yine caiz olmaz. Çünkü onlardan biri, kendi fiiline şahitlik yapmış olur ki bu, ahkam hususunda delil değildir. Ancak ahkamda delil olabilen bir durum, emanın bozulması için delil olarak kabul edilebilir. 715- Şayet emirlerinin elçisi Müslümanların ordugahına mü­ hürlü bir mesaj getirse ve bu mesajda antlaşmayı bozdukla­ rını bildirmiş olsa, durumu tahkik etmedikçe Müslümanların acele ederek karar vermeleri doğru olmaz. Çünkü getirilen bu mesaj kesin değildir, uydurulmuş olma ihtimali vardır. 716- Mesajı getirenler düşmandan iki kişiyse ve bu mesajın emirin mesajı ve mührün de onun mührü olduğuna şahitlik etseler, bu durumda düşmana karşı şahitlikleri geçerli olur. Çünkü bu iki elçi yanımızda bulundukları müddetçe eman içerisindedir ve harp ehli de eman bozuluncaya kadar eman içerisindedir. Onların, kendi yurttaşları aleyhinde şahitlikleri

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

341

de tam bir delildir. Onların şahitlikleriyle antlaşma bozulduktan sonra artık öldürülmelerinde ve esir edilmelerinde bir sakınca yoktur. 7 1 7- Ancak gönderilen mektuba şahitlik edenler, onlardan şahitliği kabul edilmeyen veya zimmi veya Müslümanlardan­ sa o zaman Müslümanların acele ederek savaşa girmeleri caiz olmaz. Çünkü böyle kimselerin şahitliği ahkam konularında delil değildir ve böyle bir şahitlikle eman bozulmaz. Bunu kendilerinden öğrenmek için emirin onlara Müslüman­ lardan güvendiği adaletli iki kişi göndermesi lazımdır. Nitekim onları esir ettiklerinde mektubu ve yazdıklarını inkar etseler, şer'an onların dediği geçerli olur. Şahitliği geçersiz olanın şahitliğiyle de inkar etmeleri geçersiz olmaz. Bu yüzden mektubu yazdıklarını inkar etmeleri halinde aleyhlerinde şeha­ det edecek şahitliği geçerli iki kişiyi emirin göndermesi lazımdır. 718- Emir onlara ahdi bozduklarını ifade eden bir mektup­ la on kişiyi gönderip Müslüman kişiye: "Bu mektubu onlara oku," diğerlerine de: "Siz de buna şahit olun," derse, onların emirleri, komutanlar ve patrikler255 bir araya gelip adam ken­ dilerine mektubu Arapça okuduktan sonra bir tercüman on­ ların dillerine tercüme eder ve elçiler geri gelip olanları bil­ dirse bu durumda Müslümanların onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü bundan fazlasını yapmaları mümkün değildir. Zaten teklif, şüphelerin bulunması halinde sakıt olan şeylerde veya şüphelerin varlığına rağmen sabit olan şeylerde imkana göre sa­ bit olur. 7 1 9- Onlara saldırıldığında: "Tercüman bize ahdin bozuldu­ ğunu değil, sadece eman müddetinizi uzattık," dediğini iddia etseler, bu sözleri geçersiz olur. Çünkü belirttiğimiz gibi tercüme için kendileri hain birini seç­ mişlerdir. Tercümanın onlara söyleyeceğini bilmemiz de mümkün değildir. Ancak, tercümanın mektupta söylenenlerin zıddını ken­ dilerine söylediğine Müslümanlar kesin kanat getirirse o zaman 255 Patrik; Hristiyan din adamı anlamının yanı sıra eski Rum askerinin komu­ tanı anlamına da gelmektedir (ed.).

342

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

onlann emanı devam eder. Nitekim eman verdiğimiz bu kişiler değişik dilleri konuşsalar ve Arap bir millet olup Arapça bildik­ leri halde başka bir dille konuşsalar veya bu dili bilmiyoruz dese­ ler, onların konuşulan dili anladıklarını bildiğimiz halde bile bile onlan tasdik eder miyiz? Anlamadıklanna kesin kanaat getirme­ dikçe onların bu iddialarını kabul edemeyiz. Ama böyle olduğuna kanaat getirirsek söyledikleri olur ve eman üzere devam ederler. Zann-ı galiple bu dili anlamadıklc:rrına kanaat getirirsek yine emanları devam eder. Çünkü ihtiyatla hüküm verilen yerlerde zann-ı galip kesin bilgi gibidir. Ebu Hanife de şöyle demektedir: Müslümanların bir kaleyi kuşatması sırasında Müslümanlardan biri komutana bir müşrik getirir ve: "Ona eman vermiştim, onun için bana geldi," derse böyle olduğuna dair iki şahit getirmedikçe sözü tasdik edilmez. Çünkü komutana getirmesiyle müşrik artık Müslümanlara fey olmuştur. Zira Müslümanların eline düşmüştür. Bu Müslü­ manın ona daha önce eman vermeye imkanı yoktur. Onun için verdiğini söylediği eman konusunda tasdik edilmez. Kıyasa göre devlet başkanı onu, diğer esirler gibi dilerse öldürebilir. lstihsana göreyse onu öldürmeyip fey sayabilir. Çünkü Müslü­ manın sözündeki doğruluk şüphesi, öldürülmesine engel teşkil edecek bir şüphe meydana getirmektedir. Sonra, eman verilmiş kişinin öldürülmesi Allah'ın yasakladığı bir şeydir. Dini bir me­ selede haber-i vahid de şer'an hüccettir. Bilhassa bu haber belirli bir şahsı ilzam etmiyor ve o şahıs bunu inkar etmiyorsa o zaman hüccet oluşu daha açıktır. 720- Getiren Müslümanın dışında başka bir Müslüman da buna şahitlik ederse onun şahitliği de kabul edilmez. Kabul olunması için iki Müslümanın şahitlik yapması lazımdır. DeliJ olarak Hürmüzan hadisi gösterilmektedir. Hz. Ömer ona: "Konuş, hiç korkma" veya "Diri sözüyle konuş," dedi. Sonra Hz. Ömer durumu unuttu. Enes b. Malik olay hakkında tanıklık yapınca Ömer bunu kabul etmedi. Ne zaman ki bera­ berinde başka birini de getirip şahitlik yaptı. Bunun üzerine Hz. Ömer eman verdi. Birinin eman altında olduğuna dair şahitlik yapılacağında erkek iki kişinin şahitliği gerektiğine bu açık bir delildir. Çünkü emanına şahitlik yapılan bu kişi, emanın varlığını inkar etmek-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

343

tedir. Kendisi bunu kabul etseydi kendi hakkında şahitliği hüccet olmazdı. Onun için emanın sabit olabilmesi için ondan ayrı iki ki­ şinin şahitlik yapması lazımdır. Ancak Müslümanlar durumu el­ çinin düşmana bildirdiğinden emin olması halinde elçi müstesna olur. Çünkü Müslümanlar onun elçiliğine güvenmişlerdir. Ondan bir hainlik meydana gelirse bunun zararını Müslümanlar çeker. Nitekim devlet başkanı Müslümanlar için birini kadı tayin et­ tiğinde ve kadı recm, el kesme gibi cezalardan birinin uygulan­ masında yanıldığında bunun cezasını Müslümanların beytülmali çeker. Çünkü onlar Müslümanlara onu kadı yaptılar. Hatasının cezasını da onlar yüklen�ceklerdir. Elçinin durumu da aynıdır. Ona elçiliği yüklediler. Hata ve suçunun cezasını düşman taraf değil, sadece onlar yükleneceklerdir. En iyi bilen Allah'tır. 58. ilk Seriyenin Eman Vermesi

72 1- İmam Muhammed dedi: Bir seriyenin, darülisl§ma gi­ dinceye kadar kale halkına beş yüz dinar karşılığında eman vermesi geçerlidir. Çünkü bu amaçla karşılıksız eman vermeleri geçerli olduğu­ na göre, ücret karşılığında eman vermeleri de öncelikle geçerli olur. Çünkü eman, öldürme ve köleleştirmeyi haram kılmaktadır. Bu da ücretli veya ücretsiz sahihtir. Tıpkı kısas yerine barış ya­ pılması gibi. 722- Bu antlaşmadan sonra onlardan başka harp ehline sal­ dırmakta bir sakınca yoktur. Çünkü emanı sadece kale içindekilerine verdiler. Kaledekilerle beraber malları ve hay\ranları da eman altında olur. Çünkü kalede kalmak üzere kendilerine eman verdiler. Antlaşmadan önce aldık­ ları dışında, eman verdikten sonra eşyalarından herhangi bir şey almaları doğru değildir. Antlaşmadan önce aldıklarını geri verme­ leri gerekmez. Çünkü alınan şeyler artık onlara ganimet olmuştur. Zaten aman vermeleri önceden aldıklarını onlara geri vermek için değil, canlarına ve diğer mallarına zarar vermemek içindir. Önce alınanlar da malları kapsamından çıkmış sayılır. 723- Bu seriye düşman topraklarında ilerledikten sonra ikin­ ci bir seriye gelse ve kale halkı birinci seriyeden eman aldık­ larını söyleyip adaletli iki Müslüman da buna şahitlik yapsa ikinci seriyenin onlara dokunması yasak olur.

344

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü birinci seriyenin yaptığı akit bütün Müslümanlar için geçerlidir. Resulullah buyuruyor: "Müslümanlar kendi dışında­ kilere karşı bir el gibidirler. Müslümanların dışındakiler onla­ rın (Müslümanın) zimmetiyle dolaşırlar. Müslümanların önde gelenleri onlarla anlaşma yaparlar. Uzaklara giden (yardımcı kuvvet) ganimete ortak olur." İfade edildiğine göre ilk seriyenin akdinden maksat, emandır ve bütün Müslümanları bağlar. 724- Bu seriyenin hükmü de birinci seriyenin hükmü gibi sabit olup düşmana bir daha döndüklerinde daha önce al­ dıkları dinarlarını geri vererek emanı bozduklarını belirt­ meden kale halkına saldırıda bulunmaları helal olmaz. İkin­ ci seriye için de durum aynıdır. İlk seriyenin aldığı dinarları geri verip emanı bozduğunu bildirmeden onlarla savaşması caiz olmaz. Çünkü birinci seriye, darülharpten çıkıncaya kadar emin ol­ mak için parayı verdiler. Birinci seriye darülharpten çıkmadıkça onlar eman içinde sayılırlar. Dinarlarını vermeksizin onlarla savaşmamız, aldatma ve za­ rar verme olacağı için haramdır. Ama dinarları geri verildik­ ten sonra onlarla savaşılır ve yenik düşmelerinden sonra iki seriye birbirine kavuşursa ikisi de kale halkından birinci se­ riyenin aldığı mal ve paralarda ortak olurlar. Çünkü hepsi ganimettir. Zira darülislamda korumada ikisi de ortak olmuşlardır. Ortak olmalarının sebebi de budur. Ama ikinci seriye dinarları kendi maJJarından ödemişse onla­ rı dağıtımdan önce ganimetten alırlar. Çünkü bu malları o dinarları ödeyerek elde ettiler. Ödedikleri bu dinarları bağış olarak vermediler. Aksine bunlarla elde edilen ganimete bir yol yaptılar. Bu sebeple ödedikleri miktarı almakta, ganimeti elde edenlerden öncelik hakları vardır. Arta kalan ganimetler ganimet taksimi esaslarına göre hep­ sine paylaştırılır. Ödenen miktar başka bir ganimetten ayrıl­ mışsa onu önce ayırıp alamazlar. Çünkü ganimetin tümünden ödenen miktar hepsi arasında ortaktır. Tıpkı daha sonra al­ dıkları ganimet gibi. Tıpkı rehin olayında, varislerden bazılarının miras malın tü­ münden borcu ödemeleri gibi. Bir kişi özel malından o borcu

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

345

ödemişse ödediği miktar mirastan kendisine verilir. Ortak mi­ rastan ödemişse ayrıca kendisine bir şey ayrılmaz. 725- İki seriye darülharpte kavuşmazsa birinci seriyeye al­ dıkları dinarlar verilir. İkinci seriyeye de aldıkları ganimetler verilir. Çünkü her iki taraf darülislamda bunu elinde tutmuştur. Kendi mallarından ödemiş olsalar bile, ikinci seriye, dinarları birinci seriyeden alamaz. Çünkü kale halkından alınan ganimet kendilerine verilmekle, ödediklerinin yararını onlar elde etmişlerdir ve ganimetler on­ lara tahsis edilmiştir. Halbuki birinci durumda iş böyle değildi. Orada kale halkından ganimet olarak alınan yararda iki seriye ortak olmuştur ve arada bir fark yoktu. Orada kale halkından alı­ nan ganimetlerde sadece ortaklık vardı. Buradaysa kale halkın­ dan alınan ganimetler sadece onlara mahsustur. 726- İkinci seriye muzaffer olmayıp diğer seriyeyle darül­ harpte bir araya gelse darülislamda birinci seriyenin korudu­ ğu dinarlardan ikincinin bir şey alması caiz olmaz. Çünkü kale halkının ganimetini ele geçiremeyince geri ver­ dikleri dinarlardan birinci seriye yarar sağlamamış oldular. Bi­ rinci durumun aksine onları bir bakıma teberru etmiş oldular. Sonra, ganimet külfet karşılığıdır. Geri verdikleri dinarlar sebe­ biyle hepsi yarar sağladıkları takdirde hepsine ayrı ayrı dağıtım yapılır. Ama hepsi yarar sağlamıyorsa sadece dinarları geri ve­ renlere paylaştırılır. 727- İkinci seriye kale dışındaki diğer düşmandan ganimet almış ve dinarlarını ondan almak istemişlerse bu caiz olmaz. Çünkü bu ganimetleri, dinarları geri vermeden elde etmişlerdir. Dolayısıyla birinci seriyenin payında dinarları geri verme hükmü söz konusu olmadığı gibi bunda da söz konusu olmaz. Ama kale içindekilerden ganimeti almışlarsa durum değişir. Çünkü o ganimetleri ancak dinarları geri verdikleri için elde et­ mişlerdir. Böylece paylaşmadan önce dinarlarını o ganimetten ayırıp alırlar. 728- Kale halkı, ikinci seriyeye eman altında olduklarını bil­ dirip delil getirmezlerse sözleri tasdik edilmez. Onlarla sa­ vaşılır ve ele geçirilebilirler. Ancak yendikten sonra eman al-

346

Şerhü 's-Siyeri'l-Kebir

tında olduklarını öğrenirlerse alınan maJJarı geri verilir, telef edilenler tazmin edilir ve kan diyetleri ödenir. Çünkü kale halkının eman altında oldukları açığa çıkmış, mal ve canlarının dokunulmaz ve himaye altında olduğu anlaşılmış­ tır. Onlardan öldürülenler hatayla öldürülmüş olur ve diyetlerini öldürenlerin ödemesi gerekir. Öğrendiğimize göre ResuluJJah'a iki adam gelerek eman iste­ di. ResuluJJah onlara iki elbise verdi. Ayrıldıktan sonra Müs­ lümanlardan bir cemaatle karşılaştılar ve Müslümanlar onla­ rı öldürdüler. ResuluJJah'a da öldürdüklerini haber verdiler. ResuluJJah o iki kişiyi ve elbiseleri tanıdı. Hür iki Müslüman diyetiyle diyetlerinin verilmesine karar verdi. İmam Muhammed hadisi bu şekilde nakletmiştir. Meğazi ki­ taplarında iki adamın Amiroğullarından olduğu ve Amr b. Ümey­ ye ed-Damri'nin (Bi'ri) Maune'den dönüşte öldürdüğü kayde­ dilmektedir. Amiroğulları da arkadaşlarına daha önce aynısını yapmıştı.256 729- Aynı şekilde kale halkının birinci seriyeye: "Siz bize eman verin," demesiyle, "Bize eman verin," demesi arasında fark yoktur. Çünkü "siz" deseler de demeseler de emanı verecek yine onlardır. 730- Ama darülislama gidinceye kadar sadece, "Siz bize do­ kunmayın," diye eman isterseler ve onlar da eman verdikten sonra ikinci seriye geldiğinde kale halkına bir şey geri ver­ meksizin onlarla savaşabilir. Çünkü emanı sadece birinci seriyenin kendilerine saldırma­ ması için aldılar. Dinarları vermelerinden maksat da sadece bi256 Serahsi burada, tarihe Bi'rimaune olayı olarak geçen şu acıklı olaya işa­ ret eonektedir: Hicretin dördüncü yılında Amir b. Sa'saa kabilesi reisi Ebu Bera Amir b. Malik. Medine'ye geldi. Hz. Peygamber onun verdiği güven­ ceye binaen çoğu Ensara mensup yetmiş kadar Kur'an-ı Kerim öğreticisini bu amaçla görevlendirdi. Medine'den yola çıkan heyet Bi'rimaune denilen yerde konakladı. Bu sırada Ebu Bera'nın yeğeni Amir b. Tufeyl, kabilesini Müslümanlara saldırmaya kışkırttı. Kendi kabilesinden yüz bulamayınca civar kabileleri aynı amaçla kışkırttı. Daha sonra bu çapulcular, istirahat etmekte olan Müslümanlara saldırdılar ve iki sahabi dışında heyetin hep­ sini şehit ettiler. Olayı öğrenen Hz. Peygamber, çok hüzünlenmiş ve kırk gün süreyle sabah namazında bu faciaya yol açan katillere beddua etmiş­ tir. (Buhari, Cihild, 9; Megazi, 26) (ed.).

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

347

rinci seriyenin saldırısını önlemektir. Bu da gerçekleşmiş olmak­ tadır. Halbuki birinci durumda iş böyle değildi. Orada belirli bir süre için genel bir eman istemişlerdi. Eman, zaman bakımından süreyle sınırlı olabileceği gibi, se­ riyeler bakımından da sınırlandırılabilir. Ancak sınırlandırma olmadan mutlak olarak kuUamldığında lafız, geneJJik ifade eder. Sınırlandırmayı gerektiren bir şeye tahsis edildiğinde de hüküm o şey için sabit olur, yani hangi şey için tahsis edil­ mişse ancak ona delalet eder. İmam Muhammed daha sonra genel eman konusunu detaylandırdı ve dedi ki: 73 1 - İkinci seriye o kale halkına varmadan önce birinci seriye darülislama gitmiş ve onlardan sonra gelen ikinci seriyenin kale halkına savaş açması caizdir. Ahdi bozmaksızın ve dinar­ ları geri vermeden onlarla savaşabilir. Çünkü onlara belirli bir süre için eman verilmiştir. O da birin­ ci seriyenin darülislama dönmesine kadardır. Bu sürenin bitme­ si ve seriyenin darülislama dönmesiyle eman da bitmiş olur. Ni­ tekim darülislama gittikten sonra birinci seriye tekrar geri gelse onlarla savaşabilir. Bu yüzden ikinci seriye de onlarla savaşabilir. 732- Seriyenin bir kısmı çıkmış, bir kısmı da henüz çıkma­ mışsa muteber olan, komutanla beraber caydırıcı güce sahip kısmın çıkmış olmasıdır. Çünkü kale halkının sulh isteyip dinarları ödemesinin sebe­ bi, seriyeden korkmuş olmalarıdır. Bu da seriyedeki askerler ve caydırıcı güçleri sebebiyledir. Halbuki Ebu Hanife'nin görüşüne kıyasla seriyeden darül­ harpte bir kişi de kalmış olsaydı dinarlarını geri vermeden onlarla savaşılması caiz olmazdı. Çünkü hüküm genele göre sabit olduğunda bir kişinin kal­ masıyla da baki kalır. Nitekim bütün halkı irtidat eden bir mem­ lekette bir tek mümin veya zimmi bile emniyet içinde kalmışsa orasının darülharp olmadığını söylemektedir [Ebu Hanife]. Ancak bu kıyas burada sakınca bulunduğundan uygulana­ maz. Nitekim seriye çıktıktan sonra onlardan bir adam öldürü­ lür, ölür, esir edilir veya kaybolursa onlarla savaşmak caiz olmaz mıydı?

348

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

733- Nitekim birinci seriye saJdırıya çıkmadığı haJde öJdürü­ Jürse kaJe haJkıyJa savaşmak yine heJaJ oJur. Çünkü öldürülmeleri sanki çıkmaları demektir. Yani kale hal­ kı, bu seriyedekilerin öldürülmesi halinde, onların kendilerine karşı saldırıya geçmelerinden daha fazla güvende olmuş oluyor. 734- Seriyedekilerin bir kısmı öJdürüJür, bir kısmı da kahrsa, muteber oJan, yine çıkmaJarı durumundaki gibi caydırıcıhk­ tır. OnJardan arta kaJanJar caydıracak güçte değilse kaJe haJ­ kıyJa savaşmakta sakınca yoktur. Ama caydıracak güçteyse oJ­ saJar bile onJar darüJisJama girmedikçe kaJedekilerJe savaş­ mak caiz oJmaz. Bu sene onJara eman vermek üzere antlaşma yapmaJarı da caizdir. Çünkü emanı kesinlikJe malum olan bir zamanla belirlediler. Darülislama gitmeleri gibi zamanı belirsiz bir olayla belirleme­ leri caiz olduğuna göre, malum olan bir şeyle belirlemeleri önce­ likJe caiz olur. Sonra, sene kelimesini lam-ı tarifle söyleyince içinde bulun­ dukJarı malum sene kastedilmiş olur. Zilhicce ayının geçmesiyle de o sene geçmiş sayılır. Arta kalan bir ay ise onlar için sadece bu ay hesaplanır. 735- "Bizim sene hesabımıza göre sizinJe antJaşma yaptık," derJerse sözJerine itibar edilmez. Çünkü Müslümanlar kendileri onlara eman verdiler. Söz ko­ nusu müddet de onlar tarafından bilinen müddet değil, Müslü­ manlarca malum olan müddettir. Çünkü Müslümanlar, onlarca malum olan şeyi bilmezler. Nitekim hükümleri, bildiğimiz şeye bina etmekJe emrolunmuşuz. Yüce Allah buyuruyor: " Y,llarm sayısım ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir etti."2 57 Ama antlaşmada bunu belirtmişlerse o takdirde dedikJeri geçerli olur. 736- "Barış anından itibaren bizim tam bir sene hakkımız vardır," derlerse sözJerine itibar edilmez. Çünkü onlar "bu sene" dediler. On iki ay ise belirli bir sene değil, belirsiz bir sene süresidir. Nitekim "Bir yıl oruç tutmak borcum olsun," denirse tam bir sene oruç tutulması gerekir. Ama "bu sene" denilirse o yılın arta kalan kısmı anlaşılır. Onun geç­ mesi de zilhiccenin geçmesiyle olur. 257 Yılnus, 10/5.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

349

737- "Bu seneden maksadımız sizin yaz mevsimini geçirme­ nizdir," derlerse sözlerine yine iltifat edilmez. Çünkü açık ve zahir olanın hilafını iddia etmişlerdir. Zira zahir, akla gelen ve anlaşılan şeydir. Bu sene denilince de akla gelen, onların iddia ettiği de muhtemel olmakla beraber o yılın henüz geçmemiş kısmıdır. 738- Antlaşmada bir süre belirtmişlerse o süre muteberdir. "Bize bir sene eman verirsiniz," demişlerse bu antlaşmadan itibaren on iki ay süreyle geçerli olur. Çünkü belirsiz bir sene zikretmişlerdir. Bu da on iki aydır. Yüce Allah: "Allah indinde ayların sayısı şüphesiz on iki aydır,"258 buyurmaktadır. Yani yılın ayları on ikidir. 739- Zaman belirtmeden sadece: "Bin dinar karşılığında bize eman verin," demişlerse bu, seriyenin darülislama gitmesi anına kadar demektir. Çünkü sözün mutlaklığı, durumun delaleti ve konuşanın sö­ zünden malum olan şeyle mukayyet olmaktadır. Kendilerini seriye kuşattıktan sonra böyle demeleri, başlarına gelen tehli­ keden emin olmak için antlaşma yapmış olmalarını ifade eder. Bu da seriyenin darülisJama gitmesiyle sona erer. Bununla sanki "Darülislama gidinceye kadar bize eman verin," demiş oluyorlar. 740- Seriye çıktıktan sonra kendisi veya başkaları geri gelir­ se dinarları geri vermeden kale halkıyla savaşabilirler. Ancak emanlarının bittiğini haber vermeden onlarla savaşmamaları gerekir. Çünkü onlara verilen eman mutlaktır. Belirttiğimiz maksatsa verdikleri dinarlara raci olmaktadır. O maksat itibarıyla darül­ harbin dışına çıktıklarında dinarları almaya hak kazanırlar. Ama eman mutlak olduğu için bozulduğunu haber vermeden onlar­ la savaşmak helal olmaz. Tıpkı karşılıksız eman vermiş gibi. Bu, yukarıdaki durumun aksinedir. Orada eman resmen zamanla sı­ nırlandırılmıştır. Belirtilen zaman geçtikten sonra eman diye bir şey kalmaz. 741 - Devlet başkanı, darülislamdan onlara antlaşmaya davet edecek bir heyet gönderse ve belirsiz bir mal karşılığında 258 Tevbe, 9/26.

350

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

eman vermeleri şartıyla antlaşma yapmayı kabul etmelerin­ den sonra devlet başkanı fikrinden dönüp onlarla savaşmak isterse onlardan alınan malı geri vermeden savaşması doğru değildir. Bu, birinci durumun aksinedir. Çünkü orada malı vermelerindeki maksat, başlarına gelen tehlikeyi uzaklaştırmaktı. Burada malı vermelerinden amaçlan­ sa Müslümanlardan hiç kimse kendilerine saldırmamak üzere emanı mutlak olarak elde etmektir. Teyidi muhtemel olan şey­ lerde de mutlak teyidin zikredilmesiyle açıklık kazanmasıdır. Sanki 'Bize sürekli eman verin,' demişlerdir. Bu sebeple malları geri verilmeden kendileriyle savaşmak helal değildir. 742- Kaleyi kuşatan seriye, bin dinar karşılığında içindekiler­ le antlaşma yapmayı teklif edip başka bir şey söylemezse se­ riyedekiler aynı sefere devam ettikleri sürece onlara dokuna­ mazlar. Bu seriye darülharpten çıkmasa bile başka seriyenin kaledekilere savaş açmasında bir sakınca yoktur. Çünkü malı verirken kendilerine saldırmamalarını şart koş­ tular. Bu lafız diğer Müslümanları değil, sadece seriyedekileri kapsar. 743- Maksat itibarıyla onlar seriyenin saldırısından emin ol­ mak istemişlerdir. Onların darüJislama gitmesiyle kaledeki­ lerin maksadı gerçekleşmiş olur. Bunlar da dinarları almayı hak etmiş olurlar. 744- Bir daha gelecek olurlarsa dinarları geri vermeleri ge­ rekmez. Ancak saldırmadan önce emanın bozulduğunu bil­ dirmeleri gerekir. Çünkü kendileriyle kale halla arasında özel bir eman vardır. Ancak bu emanın süresi resmen mutlak olup sınırsızdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi böyle bir eman kaledekilerle Müslüman cemaat arasında yapıldığında hileden salonmak için emanın bo­ zulduğunu haber vermeden onlara saldırmak helal değildir. 745- Ayn ı şekilde seriyeyle aralarında bir antlaşma olmuş ve maJJarı alınmışsa, emanlarının bittiği bildirilmeden onlara saldıracak olurlarsa maJJarını geri verirler. Çünkü emanları kaldırılıncaya kadar onlar eman içinde olur­ lar. Resulullah buyuruyor: '/\ntlaşmalıların malından bir şey al­ manız helal olmaz."

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

351

746- Halife, darülharbe üç koldan asker gönderse ve Müslü­ man askerler henüz varmadan bir kale halkı, kollardan bi­ rinin komutanına: "Bu seferden dönünceye kadar falan kale halkına dokunmamak üzere bin dinar karşılığında eman ve­ rin," diye haber gönderse ve iki taraf bu şekilde anlaşsa, diğer iki askeri birliğin olsun, darülislamdan giren başka Müslü­ manların olsun, hatta üç askeri birliğin darülislama dönüşü­ ne kadar onlara saldırması caiz değildir:. Çünkü bu eman İslam cemaatinin tümü için geçerlidir. Kale halkının amacı da sadece Üzerlerine gönderilen birlikten emin olmak değildir. Çünkü bu birlik henüz onlara varmamıştır. Bel­ ki maksatları, bu ve diğer birliklerin tümünden emin olmaktır. Bundan anlıyoruz ki mallarını ancak belirli bir süreye kadar _ Müslümanların tehlikesinden emin olmak için vermişlerdir. Söz konusu süre de Müslüman askerlerin darülislama dönmeleridir. Bu da bütün Müslümanların emandan haberdar olmaları ha­ linde meydana gelebilir. Bu sebeple malları geri verilmeden ve emanlarının bittiği bildirilmeden onlara saldırmak caiz değildir. 74 7- Ama Üzerlerine gönderilen askeri birlik kaleye yaklaş­ mış veya kaleyi kuşatmışsa bu durumda maksatları özellikle bu birlikten emin olmaktır:. Çünkü bu birlik tarafından kuşatılmış ve mecbur edilmişler­ dir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sözün mutlaklığı, maksadın belirli olmasıyla mukayyet olur. Bu sebeple diğer iki askeri bir­ lik, emanlarının bittiğini haber vermeksizin onlara saldırabilir­ ler. Nitekim halife, komutan veya yetkili kişi her biri üç ayrı bir­ liğin başındayken düşman: "Bu seferden darülislama dön ünceye . kadar bize eman verin," diye haber gönderse ve bunlardan biri bunu kabul etse bu karar bütün askerleri ve düşmanı kapsar. Çünkü belirli bir kale halkını belirtmemişlerdir. Lafızları genel olduğu için hüküm kapsamı içine giren herkesi kapsamaktadır. Ama hususiliğini gösteren bir delil varsa -"Bu kale halkına eman verin," gibi- hükmün genelliği geçersiz olur. 748- Halife askeriyle o kaleyi kuşattıktan sonra eman verse ve başka bir gelişme olmasa, onları kuşatan askerin verdiği eman sadece o kaledekiler için geçerli olur:. Daha önceki de böyledir:. 749- Aynı şekilde askere haber gönderip sadece "Siz bize eman verin," derlerse durum bir önceki gibidir:.

352

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü bu fazla ifadeyi zikretmeseler bile, onlara eman vere­ cek sadece bunlardır. Ancak onlara verilen eman bütün Müslü­ manları bağlar. 750- Diğer askeri birlik ulaşmadan önce "Sadece siz bize sal­ dırmayın," derlerse şüphesiz bu askerler için geçerli olur. Çünkü tahsis için delil bulunmaktadır. Yine halifeye: "Sadece bize eman verin," derlerse durum aynı­ dır. Harp ehlinden sadece onlar emana kavuşurlar. Çünkü kelamda tahsisi gerektiren şey vardır. 75 1 - Bu askeri birlikten bir fert, diğer birliklere katılacak olursa onlarla beraber kale halkıyla savaşması caiz olmaz. Çünkü sadece o askeri birlikten eman almışlardır. Bu da birliğin bütün fertlerini bağlar. Kendi birliği içinde onlarla savaşması caiz olmadığı gibi başka birliklerle beraber onlara karşı çarpış­ ması da caiz değildir. 752- Bir seriye bir kaleyi muhasara ettikten sonra kaledeki­ ler beş yüz dinar karşılığında dört ay süreyle eman isteseler ve onlar da eman verseler, sonra ikinci bir seriye gelip bu du­ rumu öğrense, belirlenen süre geçmeden veya dinarlar geri verilmeden onlara saldırması caiz olmaz. Çünkü verilen eman bütün Müslümanları bağlamaktadır. Dinarlarını geri verdikten sonra onlarla savaşıp mağlup etse­ ler ve verdikleri dinarlarla beraber bütün ganimetleri darü­ lislama götürseler, her türlü taksimden ve beşte bir ayrılma­ dan önce ödedikleri dinarlar kendilerine verilir. Çünkü bu ganimetleri verdikleri dinarlar yardımıyla elde etti­ ler. Verdikleri dinarlar bağış değil, bu yüzden aldıkları ganimet­ ten öncelikle bunları almaya daha layıktırlar. Nitekim o dinarları kalede ele geçirirlerse beşte birin ayrılmasından ve her türlü taksimden önce bunları almaya layıktırlar. Aynısını veya benze­ rini bulmaları arasında bir fark yoktur. Bu durum düşmanın esir ettiği rehine benzer. Bir Müslüman onu düşmandan satın alıp darülislama çıkarır, sonra rehin ve­ ren onu satın alırsa bu durumda rehin alan kişinin alacağı borç düşer. Ama rehin veren kimseye ödediği ücreti kendisi öderse, köleyi alır ve yanında rehin kalır. Çünkü rehin veren kişinin onu

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

353

alması ve mülk edinmesi ancak ödediği ücretle mümkün olmuş­ tur. Yoksa gönüllü olmuş değildir. Yine birinin mülkünde olduğu halde belirli bir süreliğine baş­ ka bir insana hizmet etmesi vasiyet edilen köle gibi. Kendisine hizmetle vasiyet edilen kişi, onu parayla satın alan düşmandan ücretini vererek kurtarırsa kendisi ona sahip olmaya daha layık olur ve bu kurtarmada parası teberru sayılmaz. Çünkü sadece bununla kendisine hizmet yolu bulmuştur. Hizmet müddeti sona erince köle bedeli karşılığında kendisine satılmış olur. Ama köle sahibi ödediği miktarı kendisine verirse köle tekrar ona ait olur. Satanın elindeki satılık da böyledir. Düşman onu esir ettikten sonra düşmandan biri onu satın alsa satan adam onu tekrar pa­ rayla satın alabilir. Sonra müşteriye: "Dilersen iki fiyat tutarıyla al, dilersen alma," denilebilir. Çünkü satıcı, hakkını ancak ödediği fidyeyle elde edebildi. Ödediği bu fidye de bir teberru değildir. Ödedikleri dinarlarda ikinci seriyenin durumu da böyledir. Ödedikleri dinarlar gani­ metten beşte bir pay ayrılmadan önce kendilerine ayrılır. Beş­ te bir pay verilmeden önce, dedik. Çünkü bu pay ganimetin tü­ münden alınır. Halbuki ödedikleri dinarlar ganimetten değildir. Kendilerine geri verildiği zaman da ganimetten verilmiş olmaz. Sadece beşte bir ayrılmadan önce verilen nafile bir sadaka me­ sabesindendir. 753- Kaleyi fethedemeyip savaş dört ay devam etse, sonra kale fethedilse, beşte bir pay ayrılmadan önce ganimetten o dinarları veya benzerini almaları caiz olmaz. Alınan ganime­ tin önce beşte biri ayrılır, arta kalanlar, ganimet taksimi esas­ larına göre paylaştırılır. Çünkü kaledekileri ve mallarını ganimet almaları, bu dinar­ ların geri verilmesi sebebiyle olmamıştır. Eman süresi geçtikten sonra dinarları geri vermeden de onlara saldırabilir ve emanla­ rının bittiğini bildirmeye de gerek yoktur. Bu da birinci meselenin aksinedir. Çünkü orada dinarları geri vermeden belirtilen süre içinde o ganimeti almaları mümkün olmazdı. Belirtilen süre içinde onlara saldırmış olsalar, aldıkları malları geri vermeleri ve halkı emin oldukları yere iade etmeleri emredilirdi.

354

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

754- DarüJislama gitmeden önce darülharpte askerlerle bi­ rinci seriye birbirine kavuşsa bakılır: Kale halkı belirlenen dört aydan sonra ele geçirmişlerse hepsi ahnan ganimette ortak olup dinarlarını ayırmaları söz konusu olmaz. Ama beJirtiJen dört ay içinde ele geçirmişlerse, önce tüm gani­ metten dinarlarını alırlar, sonra arta kalanı aralarında pay­ laşırlar. Çünkü darülislamda ganimetleri hepsi hak etmişlerdir. Gani­ mette ortaklığın sebebi budur. Belirtti ğimiz gibi belirlenen dört aylık sürenin geçmesinden sonra ganimeti elde etmişlerse önce dinarları alınır, sonra kalan ganimet paylaşılır. Bu da beşte bir payda ve birinci seriyenin ortaklığında söz konusudur. 755- İkinci seriye dinarları geri verdikten sonra kaleyi fethe­ demeyip darülharpte ilerlese, sonra kale halkına üçüncü bir seriye gelse, kaleye saldırmasında bir sakınca yoktur. Çünkü dinarlarını ikinci seriyenin geri vermesiyle emanları geçersiz olmuştur. Zaten ikinci seriyenin de onlara saldırması caizdi. Aynı şekilde üçüncü seriye de onlara saldırabilir. 756- Belirlenen süre içinde veya ondan sonra kaleyi fethet­ menin ardından bütün seriyeler darülharpte kavuşup bir ara­ ya gelse hepsi bütün ganimetJerde ortak olurlar. ÇünkÜ ganimeti hak etmede ortak olmuşlardır. Bizzat dinarları bulsalar bile ikinci seriyenin dinarları ayırıp alması söz konusu olmaz. Çünkü kaleyi fethetmediler. O dinarları geri vermekle belir­ tilen süre içinde üçüncü seriye kaleyi fethetme imkanı bulduğu için "İkinci seriyenin ganimet taksiminden önce dinarları ayırıp alması gerekir," denilse cevap olarak deriz ki: Evet, ama ikinci seriyenin üçüncü seriyedekiler üzerinde bir velayeti yoktur. Nitekim kavuşmadan darülislama gitmiş olsa­ lardı ele geçirdiklerinden hiçbir şey alamazlardı. Darülharpte karşılaşmaları sadece ganimette ortak olmalarının yegane sebe­ bidir. Bu dinarlar ganimetten sayılmasaydı ikinci seriyenin onda hiçbir hakkı olmazdı. Ganimetten sayıldığında bile özel hiçbir hakları yoktur. Yani onlara mahsus olmaz. Ancak devlet başkanı veya komutan, ikinci seriyeye dinarları kendi mallarından geri vermelerini emretmişse o zaman bütün seriyeler üzerinde vela-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

355

yeti olup onun emriyle ödeyenler onları teberru etmiş sayılamaz ve almaya hak kazanırlar. 757- Ü çüncü seriye belirtilen süre içinde kaleyi fethederse ikinci seriyenin dinarlarını öncelikle verirler. Çünkü bu ganimetleri ancak bunlar sebebiyle elde. edebildi­ ler. Ama belirtilen süreden sonra fethetmişlerse onlara bir şey vermeleri söz konusu değildir. Ancak devlet başkanı, onların ödediklerini beytülmalden vermesi gerekir. Çünkü Müslümanların yararı için özel mallarından verme­ lerini ·emretmiştir. Bu da beytülmale borç vermeleri demektir. Sonra bu ganimetin beşte biri beytülmale gitmiştir. Bu sebeple ödedikleri miktar kendilerine beytülmalden ödenir. Böylece za­ rarları karşılanmış olur. 758- Başka seriye gelmeden önce birinci seriye tekrar kaleye dönse ve dinarlarını geri verdikleri kaleyi fethetseler dinarla­ rını, ele geçirilen ganimetten almalarında bir sakınca yoktur. Çünkü istediklerinin benzerini almış ve geri vermekle yaptıklarının hükmünü bozmuş oldular. Sanki kaleyi fethedinceye ka­ dar başta bir şey almamış gibidirler. Böylece aldıklarının tümü ganimet hükmüne girmiş olur. 759- Verdikleri dinarların bir kısmı kaybolmuşsa, süresi için­ de kaleyi fethettikten sonra dönüşte alınan ganimetten değil de başka yerden benzeri kendilerine verilince ganimetten verdikleri kadar almaya daha müstahak olurlar. Çünkü dönüşte onların durumu ve dinarları geri vermeleri başka seriyenin durumu gibidir. 760- Devlet başkanının harp ehlinden başka bir halkla ver­ dikleri mal karşılığında bir yıl saldırmazlık antlaşması yap­ ması caizdir. Ancak, bunu Müslümanlar için yararlı olduğun­ da yapması gerekir. Çünkü devlet başkanı Müslümanların koruyucusu olarak gö­ revlendirilmiştir. Müslümanların yararı gözetilmeden savaşı bı­ rakması ve malı almaya meyletmesi caiz olmaz. Bu mal da ganimet veya fey olmadığı için beşte biri alınmaz. Haraç mal gibi hepsi beytülmale verilir.

356

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Çünkü ganimet, at ve süvari saldırılarıyla elde edilen maldır. Fey ise düşmanın teslim olması sonucu Müslümanların eline ge­ çen maldır. Bu mal ise iki tarafın rızasıyla Müslümanların eline geçmektedir. Bu sebeple cizye ve haraç gibi olup beytülmale ve­ rilir. Çünkü bu malı devlet başkanı ancak Müslümanların gücü sayesinde elde etmiştir. 76 1 - Devlet başkanı, saldırmazlık antlaşmasının Müslüman­ lara zararlı olduğuna kanaat getirirse aldığı malı sahiplerine geri vermeden onlara saldırması doğru değildir. Çünkü hileden sakınmak ve ahde vefa göstermek vaciptir. 762- Aldığı malı veya benzerini onlara beytülmalden geri ver­ dikten sonra antlaşmanın bittiğini haber verir ve gönderdiği asker kaleyi fethedip ganimet alırsa alınan bütün ganimetin beşte biri ayrılır, arta kalan miktar ganimet taksimi esasları­ na göre mücahitler arasında paylaştırılır. Verdiği dinarlardan bir şey geri alması doğru olmaz. Çünkü bunu alırken Müslümanlar için malı almış olur. Onu veya benzerini Müslümanların malından iade etmiş sayılır. Zaten beytülmaldeki mal, Müslümanların sıkıntı ve felaketlerine har­ canması için hazırlanmaktadır. Bu da musibetler cümlesinden sayılır. Ama dinarları ellerinden çıktıktan sonra birinci seriye­ nin dinarları sahiplerine geri vermesi durumunda olay bundan farklı olur. Çünkü orada kendilerinden alınan ve kaybolan mal, ganimetin tümündendi. Geri verilense ganimetten değil, onların özel mallarındandı. Buradaysa alınan şey bütün Müslümanların malıdır. Geri verilen mal da Müslümanların ortak malıdır. Bu se­ beple ondan bir şey geri verilmez. Sonra (İmam Muhammed) iki seriye konusuna geri döndü ve dedi ki: 763- İkinci seriye, komutanlarının emriyle kendi maJJarından dinarları geri verdikten sonra başka bir seriye gelip yetişse ve ikisi birlikte kaleyi fethedip içindekilerini alsalar, alınan maJJar önce iki seriyedeki adam sayısına göre paylaşılır, son­ ra dinarları geri veren seriyenin payından dinarlar ayırt edi­ lir ve sahiplerine verilir. Çünkü ikinci seriye komutanının emri diğer seriye için geçer­ li olmayıp sadece kendi seriyesini bağlar. Kalenin mallarını da

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

357

iki seriye birlikte aldı. Bu yüzden önce aralarında paylaştırılır ve ikinci seriyenin payı belirlenir. İkinci seriyedekiler de payların­ dan verdikleri dinarları alırlar. Sonra arta kalan mallar ganimet taksimine göre taksim edilir. Bu ganimet fert başına taksim edilir. Çünkü ganimet taksimi sistemine göre değildir ki süvariler­ le piyadelerin payları ayrı ayrı olsun. Nitekim bu taksim beşte bir pay ayrılmadan önce yapılmaktadır. Halbuki ganimet taksimi beşte bir pay ayrıldıktan sonra yapılır. 764- Dinarları ayrıldıktan sonra arta kalan mal, taksimde üçüncü seriyenin payına düşen mala eklenir. Hepsinden beş­ te bir pay ayrılır. Arta kalanı ganimet taksimi esasına göre dağıtılır. Bu şuna benzer: Devlet başkanı darülharbe iki seriye gönde­ rir. Bunlardan sadece birine alınan ganimetin beşte biri ay­ rılmadan önce dörtte birini tahsis eder. O zaman alınan gani­ met önce fert başına taksim edilir. Böylece kendilerine tahsis yapılanların payı beJJi olur ve payları o maldan ayrılır. Arta kalanı diğer seriyenin payına eklenir. Sonra beşte bir pay ay­ rılır ve kalan mal, ganimet taksimine göre aralarında taksim ediJir. Bu mesele kitabın başında sözü edilen ve kendi başlarına ha­ reket edip komuta dışına çıkmış yüz isyancı meselesinin ak­ sinedir. Orada paylaşma, en sahih rivayete göre, bu yüz kişiyle diğer üç yüz kişinin payını belirleme esasına göre yapılır ve üç yüz kişiye tahsis edilen miktar veriJir. Çünkü orada dörtte bir payın tahsisi, ancak beşte bir pay ay­ rıldiktan sonra kalan maldan yapılmıştır. Beşte bir pay ayrıldık­ tan sonra yapılan taksimse ganimet taksimidir. Buradaysa beşte bir pay ayrılmadan önce malın dörtte biri tahsis edilmiştir. Bura­ da birinci taksim ganimet taksimi değildir. Bu taksim fert başına yapılan taksimdir. 765- Dinarları geri veren seriyeye düşen pay, dinarlara teka­ bül etmiyorsa payın tümü onlara bırakılır. Sonra diğer seri­ yenin payından beşte bir pay ayrıldıktan sonra arta kalanı iki seriyenin fertlerine ganimet taksimine göre taksim ediJir. Çünkü gerçek ganimet olarak alınan miktar budur.

358

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Dinarları geri veren seriyeye düşen pay dinarlara tekabül et­ sin veya etmesin çözüm şekli budur. Çünkü bu seriye komutanının üçüncü seriye üzerinde komu­ tanlığı yoktur ki dinarların karşılığını tamamfa mak için onların payindan bir miktar alabilsin. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 59. Eman Sayılan Sözler

766- Bir Müslüman müşriklerden birini esir alsa ve esirin is­ teği üzerine eman verse esir artık eman altında olur. Emirin veya bir başkasının onu öldürmesi helal olmaz. Çünkü Müslümanlardan birinin verdiği eman hepsi için bağ­ layıcıdır. Sanki emirin kendisi eman vermiş gibidir. Ancak eman verilen kişi fey olur. Çünkü mağlup ve zorla elde edilmiştir. Onda Müslümanların hakkı sabit olmuştur. Bütün Müslümanların sa­ bit olan bu hakkı bir tek kişinin emanıyla yok olmaz. Emanla öl­ dürülmekten kurtulduğu gibi İslam'a girmekle de sadece öldü­ rülmekten kurtulmuş olur. (Yani öldürülmekten kurtulmuş olur ama fey olmaktan kurtulmaz.) 767- Esir edildikten sonra Müslüman olursa öldürülmez. Ancak yine fey olur. Esir ettikten sonra bir Müslümanın ona eman vermesi durumunda da netice aynıdır. Çünkü köle mesabesinde olmuştur. Ancak ganimet taksimi henüz yapılmadığından sahibi belli olmamıştır. Kölenin Müslü­ man olması onu kölelikten çıkarmaz. Müslüman olduktan sonra fey olarak devam ettiğinin delili Ab­ bas'ın şu hadisidir: Bedir günü esir edildikten sonra İslam'a gir­ di ve iyi bir Müslüman oldu. Rivayet edildiğine göre bunun üze­ rine Müslümanlar aralannda: ''A.damlan öldürdük ve esir- ettik Şimdi sıra kadınlara geldi," dediler: Bu işe kalkışınca henüz esir olan Abbas, Resulullah'a şöyle dedi: "Bu doğru bir şey değildir:" Resulullah: "Niçin?" dedi. Abbas: ''A.llah sana iki taraftan birini vadetti ve vaadini gerçekleştirdi. Şimdi salim olarak dön," dedi. Bu onun bu aşamada çok iyi Müslüman olduğuna bir delildir. Bununla beraber Resulullah ona fidye verip kendisini kurtarma­ sını emretti. Şu ayeti kerime de onun hakkında indi: "Ey Peygam­

ber! Elinizdeki esirlere söyle; Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse sizden alman/ardan daha iyisini size verir."259 259 Enmı. 8/67.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

359

768- Esir adam: "Ben Müslüman değiJ, zimmi olmak istiyo­ rum," derse devlet başkanı ona zimmiJik hakkını vermeyip öldürebilir. Çünkü o, esir ve makhur olmuştur. Belirttiğimiz gibi böyleleri için zimmilik hakkının verilmesi isteğine olumlu cevap verilmez. 769- MüsJümanlar esir alırken Müslüman olmasından korka­ rak onun ağzını tıkamış veya dövmüş ve Müslümanlığını iJan etmekten ahkoymuşlarsa çok kötü davranmış olurlar. Çünkü Müslüman olmak isteyen bir kimseyi Müslüman ol­ maktan alıkoymuş olurlar. Böyle bir şey asla kabul edilemez. Ama islam'a girmekten alıkoymak için değil de kaçıp kurtulma­ sını önl.emek için ağzını bağlamışlarsa bunda bir sakınca yoktur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlarıyaka/adığımz za­ man sıkı bağlayrn."260 "Müslüman olmaması için ağzını bağlaya­ cak olurlarsa onların da Icafir olmaları gerekir. Çünkü onun kafir kalmasına rıza göstermişlerdir. Başkasının küfrüne razı olan da kafir olur," denilecek olursa deriz ki: Bunun iki izah yolu vardır: Birincisi: Bunlar onun gerçekte Müslüman olmayacağını, sa­ dece öldürülmekten kurtulmak için göstermelik Müslüman ola­ cağını bilmişlerdir. Durum böyleyse bu onların küfre rıza göster­ dikleri anlamına gelmez. İ kincisi: Onun küfrüne rıza göstermek suretiyle değil de ken­ dilerine yaptığı eziyetin bir intikamı olarak sertçe davranmak kabilindendir. Yüce Allah'ın şu ayetini düşünen bir kişi bunu daha açık ve rahatlıkla anlar: "Rabbimiz, mallarrnıyok et, kalple­

rini sık. Ta ki onlar can yakıcı azabı görmedikçe inanmasrn/ar."261

Rivayet edilen şu olay bunu desteklemektedir: Rivayete göre Hz. Osman Mekke fethi günü Abdullah b. Said b. Ebi Serh'i Resulul­ lah'a getirdi ve '�bdullah b. Said b. Ebi Serh sana biat etsin;· dedi. Fakat Resulullah ondan yüz çevirdi. Her yerde Resulullah'tan bunu isteyince Resulullah ona: "Biatini kabul ettik, gitsin;· dedi. O ayrılınca Resulullah ashabına: "Biatini kabul etmeden önce ara­ nızda kalkıp boynunu vuracak kimse yok muydu?" dedi. Ashap: "Ey Allah'm resulü! Bize bir göz işaretinde bulunsaydınız bari;' de­ diler: "Bir peygamber gizli göz işareti yapmaz;• buyurdu. 260 Muhammed, 47 /4. 261 Yll nus,10/88.

360

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Resulullah'ın onun küfrüne razı olduğunu hiç kimse düşüne­ mez. Sadece ölümden kurtulmak (takıyye) için göstermelik Müs­ lüman olduğunu Resulullah anlamıştı. Onun için kendisinden yüz çevirdi ve söyleyeceğini söyledi. 262 770- Müslüman, bir esiri öldüreceği sırada esir iki defa: "Eman, eman!" der ve Müslüman da ona sadece diş bile­ mek ve emansız davranmak için sözünü tekrar edip "Eman, eman!" derse onu öldürmesinde bir sakınca yoktur ve kanı ona helaldir. Ancak bu sözünü duyan kimse onu öldürmesine mani olur ve amaçladığı şeyde onu tasdik etmez. Çünkü görünüş itibarıyla sözünün bağlamı emandır. Ancak onun iddia ettiği şeye de muhtemeldir. Ne var ki bu onun gönlün­ de olup Allah'tan başkası bunu bilmez. Komutan ve halk, zahire göre davranacağı için ona eman verdikten sonra öldürmesine müsaade etmezler. Kendisiyle Allah arasındaysa onu öldürmek için serbestlik vardır. Çünkü kalbindekini Allah bilir. 771- Ama Müslüman ona: "Eman istiyorsun ha!" veya 'i\.cele etme, başına geleni görürsün!" derse bu onun için eman sa­ yılmaz. Hem kendisi hem başkası onu.öldürebilir.

/

Çünkü sözünün bağlamından anlaşılıyor ki onu tehdit etmek­ tedir. Sözün bağlamı, hakikatin terk edildiğine delildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dileyen iman eder, dileyen küfre­ der. Muhakkak zalimlere ateş hazırladık." 263 Şüphesiz ayette, kı­ nama ve azariama vardır. Yoksa bağlam itibarıyla küfrü tercih etme serbestliği yoktur.264 Yine, "Dilediğinizi işleyin. Şüphesiz O, işlediklerinizi yörür,"265 ayetinde de durum aynıdır. Ayette işleme emri değil, tehdit vardır. Bir adam diğerine: "Erkeksen malında 262 Resulullah'ın söz konusu kişiye niçin iltifat etmediğini ve ashaptan birile­ rin onu öldürmesini tercih ettiğini kesin olarak bilmiyoruz. Anc ak kesin olarak bilinen bir şey var ki o da hangi amaç ve dü şü nceyle olursa olsun, Müslüman olduğunu açıklayan hiç kimsenin öldürülemeyec eği, böyle bir şey in hem Kur'an hem Peygamber tarafından onaylanmadığı ve Resulul­ lah'ın böyle davrananlara şiddetle tepki gösterdiğidir (ç ev.). 263 Kehf, 18/29. 264 Ayet, yazarın dediği gibi değil. insanlara imanı veya küfrü tercih etme serbestisi vermektedir. Ancak küfrü terc ih etmekten Yüce Allah'ın hoşnut olmadığı "Kullannın kdfir olmalanna razı olmaz," (Zü mer, 39/7) ve bu ter­ c ihlerinden dolayı onlan c ezalandıracağını bildirmektedir. Değilse imanı veya küfrü terc ih etme serbestisi olmayan insanları terc ihlerinden dolayı cezalandırma veya ödüllendirmenin anlamı olmaz (ç ev.). 265 Fussilet, 41/40.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebir

361

dilediğini yap!" veya "Doğru söylüyorsan, bana elinden geleni yap!" demesi, ona yapma izni değil; tehdit, azarlama, meydan okuma ve yaptığı takdirde cezalandıracağını ifade etmeyi dile getirmektedir. Burada da durum aynıdır. Müslüman ona: "Eman ha! Sana eman verip vermeyeceğimi göreceksin," derse adamın sözünü açıkça reddettiği anlaşılmaktadır. 772- "Eman," deyip susarsa kalbindeki bilinemeyeceği için zahir itibarıyla bu eman sayılır. Tıpkı başkasına: "Malımda şöyle şöyle yap;' diyen kimsenin sözüyle izin vermiş sayılması gibi. "Bununla tehdit kastettim," derse mahkemede suçlu sayılmaz. 773- Ele geçirilmeden önce müşrik, kaleden: "Eman, eman!" diye bağır ve Müslüman da ona: "Eman, eman!" derse, sonra müşrik, Müslümanların arasına geldiğinde ona eman veren kişinin: "Ben sadece tehdit etmek istedim," demesine itibar edilmez. Müşrik serbest bırakılır. Eman sözünü komutanın veya başkasının söylemesi de aynıdır. Çünkü eman sözünü söyleyenin kalbindekini müşrik bilemez. Böyle kabul edilirse aldatmaya sebep olur ki aldatma haramdır. Bu şekilde müşrik, esirden farklı olur. Çünkü esir mağlup ve mak­ hur olmuştur. Bununla Müslümanlar arasında aldatma manası meydana gelmez. Onun kalbindeki sadece onun için muteber olur. 774- Müslüman, kuşatma altındakilere: "Eman mı, hava alır­ sın!" veya "Erkeksen in!" deyip bizzat kendi ifadesiyle ona duyursa, bunun üzerine müşrik inip gelse Müslümanlara fey olur ve öldürülmesi caizdir. Çünkü onu hiçbir şekilde aldatmamış ve tehdit ettiğini ona duyurmuştur. Eman vermeyip sadece tehdit ettiğini açıklamıştır. Şuna benzer: Adam diğerine: "Bana bin dinar borçlusun," der, di­ ğeriyse: "Bin dinar mı, hava alırsın!" diye cevap verir. Onun sözü asla diğerini tasdik sayılmaz. Ama eman sözünü duyurup diğer sözleri duyulmazsa müşrik eman altında olur. Onun için geçerli olan, duyurduğu şeylerdir. Duyurmadığı şeyleri itibara alacak olursa bu hile sayılır. Çünkü duyurmadığı şeyler kalbindeki şeyler mesabesindedir. Bunları da nazarıitibara alırsa aldatmaya yol açmış olur. Aldatma ve hi­ leyse haramdır. Gerçeği en iyi bilen Allah'tır.

362

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

60. Esirler ve Darülharbe Girenlerin Eman Sözleri

775- Müslümanlardan bir grup harp ehlinin ilk barış tem­ silcisiyle karşılaşıp: "Biz halifenin elçileriyiz," deseler ve ha­ lifenin mektubuna benzer·bir mektup göstererek müşrikleri aldatsalar, bunun üzerine müşrikler onlara: "Girin!" deseler ve onlar da darülharbe girseler, orada kaldıkları sürece harp ehlinden birini öldürmeleri ve mallarından bir şey almaları caiz olmaz. Çünkü bu tavırları ve gösterdikleri şey gerçekse darülharpte harp ehli tarafından eman altında sayılırlar. Dolayısıyla harp ehli de onlardan eman içinde olur. Darülharbin halkına ve mahna do­ kunamazlar. Darülharbe giden elçiler için de durum aynıdır. 776- Kendilerini bu tavır içinde gösterdiklerinde de durum aynıdır. Çünkü dışarıdan gelenlerin içlerinde gizlediklerine vakıf ol­ maları mümkün değildir. Hileden sakınmak için hüküm ancak zahire göre verilir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi eman işi ciddi olup onun için herhangi bir sebep bile eman için yeter­ lidir. Takındıkları tavır onların eman istemeleri mesabesinde ka­ bul edilir. Eman isteyip onlar da eman verdiklerinde bu ema­ na riayet etmeleri gerekir. Eman istediklerini gösteren delil ortaya çıktığında da durum aynıdır. 777- Onları gizlice vurmak niyetinde oldukları halde, "Ticaret için geldik," dediklerinde de durum aynıdır. Çünkü gerçekten göründükleri gibi tüccar iseler, harp ehline hıyanet etmeleri helal olmaz. Tüccar tavrını takındıklarında da durum aynıdır. 778- Darülharp içinde onlarla karşılaşmaları halinde de du­ rum aynıdır. Ancak karşılaşmadan önce aldıkları şeyler onla­ rın olur. Ama ondan sonra bir şey almaya kalkışmaları helal olmaz. Çünkü takındıkları tavır sebebiyle onları serbest bırakmaları, kendilerine eman vermeleri mesabesindedir. Bu da ondan sonra düşmanın mahna ve canına zarar vermelerini haram kılmakta­ dır. Ancak ondan önce aldıklarından bir şey geri vermeleri ge­ rekmez.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

363

779- Bunlar Rumların kılığına girip kendilerini onlara ben­ zetseler ve düşman: "Kimsiniz?" dediğinde: "Biz darülislam­ da emanla oturan Rumlarız," deseler ve harp ehlinden bilinen birilerine kendilerini nispet etseler veya kendilerini kimseye nispet etmeseler, bunun üzerine düşman onları serbest bı­ raksa, düşmandan güçlerinin yettiğini öldürmekte ve malları almakta serbesttirler. Çünkü takındıkları tavır ve söyledikleri doğruysa onlarla harp ehli arasında zaten eman yoktur. Çünkü iki taraf birbirinin canına veya mahna el koyup ele geçirse arada eman olmadı­ ğı için onun olur. Aldığı şeyler veya kişiler elindeyken alan kişi Müslüman olursa o şeyler veya kişiler onun olur. Onları serbest bırakmalarının sebebi, şeklen veya manen eman istemeleri değil sadece kendilerinden olmalarıdır. Çünkü "Rumlardanız veya siz­ lerdeniz," sözünün anlamı aynıdır. (Müslümanlarla değil, Rum­ larla anlaşmış olmaktadırlar.) 780- Yine kendilerinin zimmet ehlinden olduğunu ve Müslü­ manlarla olan antlaşmayı bozarak geldiklerini söyleseler ve düşman da girişlerine izin verse durum aynıdır. Bununla ön­ ceki arasında fark yoktur. Çünkü kendilerinden kabul ederek ve aynı yurdun vatandaşı sayarak serbest bıraktılar. Zaten insanın kendi yurdunda eman istemesi söz konusu değildir. el-Mütehassır266 fi'l-Cennet lakabıyla bilinen Abdullah b. Üneys hadisi buna delalet etmektedir. Süfyan b. Abdullah'a: "Sana yardımcı olmak, beraberinde bulunmak ve sayıca çoğalmak için geldim," demiş ve sonra öldürmüştür. Bu da gösteriyor ki böyle bir şey eman olmaz. el-Mütehassır olayını önce açıklamıştık. Resulullah'ın şu buyruğu da bunu açıklamaktadır: "Resul ve nebilerden sonra dühyada çalışanların en hayırlısı mütehas­ sırlardır." Yani dünyada, daha sonra cennette üzerine dayanacakları ve üstün derecelere ulaşacakları iyi ameller işleyenlerdir. Tıpkı dünyada bir insanın bir asaya dayanması ve koltuk değneğinin olması gibi. 266 Kişinin ü zerine dayanac ağı baston veya koltuk değneği gibi bir şey edin­ mesine tehassur denir (ç ev.).

364

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

78 1 - Düşman, elinde esir olan Müslümanlardan bir grubu serbest bıraksa, bunların düşmandan diJedikJerini öldürme­ sinde, maJJarını almalarında ve güçleri yetiyorsa darülislama kaçırıp götürmelerinde bir sakınca görmüyorum. Çünkü serbest bırakılmadan önce onların elinde makhur ve mağluptular. Bu durumdayken neye güç yetirmişlerse onu ele geçirmeye serbesttiler. Salıverildikten sonra da durum aynıdır. Zaten, eman isteğinde bulunduklarını ifade eden bir şey de yap­ madılar. Serbest bırakmaları da eman vermek suretiyle değil, il­ tifat etmemek ve ilgi göstermemek suretiyle olmuştur. 782- Yine onlara: "Size eman verdik, diJediğiniz yere gidin," derlerse, esirler de bir şey söylemezse durum aynıdır. Çünkü herhangi bir şeye zarar vermelerini haram kılan şey, şeklen veya manen verilen emandır. Ancak bu emanla düşmanın canına ve mahna zarar veremezler. Bu eman da verilmiş değildir. Kendilerinin bağlanmadıkları bir şeyde harp ehlinin sözü onları bağlamaz. 783- Ama darülislamdan gelmiş ve harp ehlinden olanJar on­ Jara: "Girin, eman altındasınız," demişlerse durum farkJı olur. Çünkü bu durumda kendi istekleriyle eman isteyerek geldiler. Düşman kuvvetle vurabileceği bir durumdayken karşısına çıktıklarında onlara bir şey yapmadığına göre, kendilerine eman verdik demeseler bile, eman vermiş gibidirler. Esirlerse darül­ harpte istekleriyle değil, esir olarak bulundular. Emanın olabil­ mesi için ona söz veya fiille bir şeyin delalet etmesi lazımdır. 784- Onlardan bir grup esirlerle karşıJaşıp: "Siz kimsiniz?" der ve esirler: "Biz tüccarız, arkadaşlarınızın verdikJeri emanla girdik," veya "Biz halifenin elçiJeriyiz," derseler, bun­ dan sonra onlardan birini öldürmeleri doğru olmaz. Çünkü eman istediklerini gösteren bir tavır ortaya koydular. Burada onların eman istemesi kabul edilir. Ondan sonra darül­ harp ehline hıyanet etmeleri doğru olmaz. Ama harp ehli onlara saldırırsa durum değişir. 785- Harp ehli onların esir oldukJarını anJayıp yakaladıktan sonra esirler kaçıp kurtulursa onJarın malını almaları ve öl­ dürmeleri helal olur.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

365

Çünkü harp ehlinin yaptığıyla eman hükmü ortadan kalkmış olur. Nitekim eman altında olan kişilere, harp ehlinin kralı hain­ lik edip hapsederek mallarını aldıktan sonra onlar kaçıp kurtu­ lurlarsa harp ehlini öldürmeleri ve mallarını almaları helal olur. Çünkü harp ehlinin kralı, yaptığıyla antlaşmayı bozmuş sayılır. 786- Aynı şekilde harp ehlinin kralının bilgisi veya emriyle biri onlara böyle davranır ve onu bundan alıkoymazsa netice aynı­ dır. Çünkü beyinsiz (sefih) yasaklanmadıkça kendisine emre­ dilmiş sayılır. Ama krallarının veya toplumlarının bilgisi dışın­ da bunu yaparsa bu beyinsizin yaptığı sebebiyle eman altında­ ki kişilerin can ve mallarım helal saymaları doğru değildir. Çünkü sıradan birinin böyle yapması düşmanla kendileri arasındaki antlaşmayı bozmaz. Çünkü bu kişi antlaşmayı bozma yetkisine sahip değildir. Yaptığı sadece onlara bir haksızlıktır. Güç ve imkanları varsa kendilerine yaptığının aynısını onlara yapmaları veya aldığının kendisini veya benzerini ondan almala­ rı caizdir. Onun dışında kendisine bir şey yapmaları helal olmaz. Çünkü zalime zulmedilmez. Sadece ona yaptığının cezası verilir. 787- Esirler yakalandıklarında: "Biz sizdeniz," deseler ve on­ lar da serbest bıraksalardı, esirlerin onları öldürmesi ve mal­ larını alması helal olurdu. Çünkü takındıkları tavır, eman isteme tavrı değildir. 788- Yine darülharpte İslam'a girmişlerse bütün söyledikle­ rimizde durumları esirlerin durumları gibidir. Çünkü darülharpte bulunmaları emanla olmamıştır. 789- Harp ehlinin karşılaştığı Müslümanlar, onlara: "Biz Hür­ can halkındanız, darülislamdan emanla geldik. Barış tem­ silcilerinizden biri, ülkemize gidebilmemiz için bize eman verdi," derler ve onlar da serbest bırakırsalar, bundan sonra onlardan kimseye zarar vermeleri helal olmaz. Bürcan, Hazar bölgelerinden biridir. Halkıyla Rumlar arasın­ da açık bir düşmanlık vardır. Eman olmaksızın birbirlerinin ül­ kesine girmeleri imkansızdır. Bu yüzden takındıkları tavır eman isteme mesabesindedir. Nitekim söyledikleri gerçek olsaydı on­ ların herhangi bir şeylerine zarar vermeleri helal olmazdı. 790- Müslümanların ülkesine dönmedikçe kendilerini Bür­ can kimliğiyle gösterseler durum ayındır. Ama Müslümanla-

366

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

rm ülkesine döndükten sonra tekrar darülharbe girecek olur­ larsa dilediklerini onlara yapabilirler. Çünkü bu durumda bunlar d arülharpte hırsız durumundadır­ lar. Geri gelişlerini düşmanın fark edip etmemesi aynıdır. Çünkü darülharbe tekrar girişleri, harp ehlinin yurdunu korumadaki ihmalkarlığını gösterir. Halbuki önceki durumda iş tamamen farklıydı. 79 1 - Müslümanlar harp ehlinden esirler alıp öldürmek iste­ diklerinde, onlardan biri: "Ben Müslümanım," derse İslam'mı sorgulamadan öldürmeleri helal değildir. Bu lafızla Müslü­ man olacağı için değil, belki Yüce Allah'ın: "Dünya hayatmm

geçici menfaatine göz dikerek size Müslüman olduğunu bildi­ rene 'Sen mümin değilsin,' demeyin,"267 ayetinin zahirine göre hüküm budur. Zaten adam kapalı bir söz söylemiştir. Bununla ne demek is­ tediği araştırilır. Araştırmadan önce hemen öldürmek ihtiyatla davranmaya aykırıdır. 792- Kendisinden sorduklarında, İslam'ı tarif edip tavsif ederse o Müslüman demektir ve öldürülmesi caiz olmaz. Esir düşmeden önce Müslüman olduğu bilinmedikçe Müslüman­ lara fey olur. Bundan önce Müslüman olduğu bilinmeyince yeni Müslüman oluyor demektir. Bu da öldürülmekten korur ama köleleştiril­ mekten kurtarmaz. 793- Müslüman siması taşıyor ve daha çok Müslüman olduğu sanılıyorsa bu, Müslüman olduğunu bilmek mesabesindedir. Bu özellikleri varsa öldürülmeyip salıverilir. Çünkü ihtiyat esasına göre kararlaştınlan durumlarda zann-ı galip kesin bilgi gibidir: Vaziyetin gerçeğine vakıf olmanın müm­ kün olmadığı durumlarda zann-ı galip kesin bilgi mesabesindedir. 794- "Müslüman değilim, beni İslam'a davet edin ki Müslüman olayım," derse yine durum aynı olup öldürülmesi helal olmaz. Çünkü Resulullah: "Onlan /d ilahe illallah demeye davet edi­ niz," buyurmuştur. Kendisi İ slam'a davet etmeden önce bir ka267 Nisa, 4/94.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebir

367

vimle savaşmazdı. Davetin ulaşmadığı bir milletle savaşmak is­ tediğimiz zaman onları davet etmeden önce kendilerine savaş açmamız doğru değildir. Çünkü belki daveti kabul eder, belki de etmezler. Bizim davet etmemizi isteyen ve bunu kabul edeceğini belirten bu adamın davet edilmeden önce öncelikle öldürülme­ mesi gerekir. 795- "Ben Müslümanım," dedikten sonra İslam'ı anlatması istendiğinde anlatamazsa, Müslümanların ona İslam'ı açıkla­ maları ve "Sen buna mı inanıyorsun?" demeleri gerekir. Evet, derse o Müslümandır. Hayır, derse veya "Bu söylediklerinizi bilmiyorum," derse öldürülmesi helaldir. Ama devlet başkanının ona: "Seni davet ettiğimiz bu şeyi ka­ bul ediyor musun?" diye sorması daha iyidir. Evet, derse öl­ dürülmeyip fey olur. Hayır, derse boynu vurulur. Bu paragrafla cariye ve zevce (kadın eş) meselesindeki ceva­ bın nasıl olacağı da anlaşılmaktadır. Kişi İslam'ı tavsif etmesini istediğinde cariye veya kadın iyi tavsif edemiyorsa kendisi önün­ de İslam'ı tarif eder ve "Buna mı inanıyorsun? Sanırım inandığın budur," der. Onun Evet, demesi yeterlidir. Bununla cariye veya kadın Müslüman olur, nikah ve temellükle onunla evlenmek he­ lal olur. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 61. Casus Elçiye Eman

Müslümanların Bazı Durumlarını ve Gizli Şeylerini Düşmana Bildiniıesinden Korkulan Elçi ve Eman Verilen Kişinin Durumu 796- Harp ehlinin kralının elçisi Müslüman askerlere gelirse ticaret için gelip eman isteyen tüccar gibi mesajını iletinceye kadar eman altında olur. Çünkü bu ikisinin gelişinde Müslümanların yararı vardır. 797- Elçi veya eman altındaki tüccar dönmek istediklerinde -komutan, Müslümanların gizli şeylerini görüp düşmana reh­ berlik yapmalarından endişelenirse bu tehlikenin bertaraf olduğuna kanaat getirinceye kadar onları yanında (darülis­ lamda) alıkoymasında bir sakınca yoktur. Çünkü hapsetmekle Müslümanlar gözetilmiş ve zarardan ko­ runmuş olurlar. Fitnesini önlemek için zina edenin hapsi caiz ol­ duğuna göre bu ikisinin hapsi öncelikle caizdir.

368

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

798- Devlet başkanına: "Bizi serbest bırak, burada emanla kalalım," derlerse serbest bırakmaması gerekir. Çünkü zahire göre bunlar gördükleri şeylerde düşmana reh­ berlik edeceklerdir. Zira inançları kendilerini buna sevk etmek­ tedir. Yüce Allah'ın: "Onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar," 268 ayeti bu durumu açıkça desteklemektedir. 799- "Bunlardan hiçbirini bildirmeyeceğimize yemin ederiz," derlerse sözleri tasdik edilmez. Çünkü yemin, zahirin delil olduğu ve desteklediği kişi için delil olur. Buradaysa zahir, söylediklerinin aksini göstermekte­ dir. Bu sebeple yeminlerine iltifat edilmez. "Onların yemini yok­ tur,"269 ayeti de bunu desteklemektedir. Yani onların Müslüman­ lara zararlı olabilecek yerlerde güvenilecek yeminleri yoktur. Bu şekliyle onların bu yeminlerine devlet başkanının güvenmesi caiz değildir. Sadece emin oluncaya kadar bunu da yanında he­ saba katar. Ancak onları ayaklarından bağlaması veya bir işte çalıştırma­ sı caiz değildir. Çünkü bu onlara eziyet ve işkence olur. Halbuki onlara eman vermiştir. Hainlikleri sabit olmadıkça onlara işkence veya eziyet etmeye hakkı yoktur. "Hapsetmek de onlara eziyettir;· denilirse cevap olarak deriz ki: Hapsedilir, derken cezaevine kapatılır, de­ mek istemiyoruz. Çünkü bu eziyettir. Demek istediğimiz darül­ harbe dönüşlerini önlemek ve gözetim altında bulundurmaktır. Bunda da onlara eziyet yoktur. Sadece Müslümanlar gözetilmiş olur. Yurtlarına dönmelerini engellemek de onlara bir nevi ezi­ yet söz konusu olsa bile bu daha büyük zararı önlemek içindir. Bazı kişilere zarar vermekten kaçınmak mümkün olmadığında iki zarardan hafif olanı tercih edilir. Müslümanlara zarar vermelerini önleme amacı, yanlarına bekçiler vererek (gözetim altında bulundurarak) de gerçekleş­ mektedir. Bunun dışında ayaklarını bağlayarak veya kelepçele­ yerek eziyet etmeye hakkı yoktur. Bir savaş (çatışma) çıkar ve bekçiler onlarla ilgilenemediğinden kaçıp kurtulmalarından en­ dişe ederse bu meşguliyet kayboluncaya kadar onları kelepçe268 Al-i lmran, 3/1 18. 269 Tevbe, 9/12.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

369

lemek veya ayaklarından bağlamakta bir sakınca yoktur. Çünkü zarar yeri burasıdır; yani kaçıp gitmeleridir. Meşguliyet bittikten sonra ayakları veya elleri çözülür. Çünkü zaruretle sabit olan şey, zaruret miktarına göre takdir edilir. 800- Devlet başkanı darülislama dönünce onlardan endişe­ lendiği yerden, güven içinde olacağı yere beraberinde götü­ rebilir. Sonra casusluklarından emin olduğu yerde serbest bırakır. Çünkü burada Müslümanların gözetilmesi, tehlikelerden korunması ve zararın önlenmesi vardır. 801- İslam topraklarına girinceye kadar onların zararından endişe ediyorsa oraya girinceye kadar serbest bırakmaz. Çünkü darülharpte serbest bırakıldıklarında belki de zarar büyük olacaktır. Devlet başkanının, kendisi ve asker için zarar­ dan korunma yollarına başvurması ve tedbirini alması gerekir. Yerlerinde kalmakta ısrar ederlerse zorla götürür. Çünkü araştırılıp çözümlenecek hususlarda devlet başkanı­ nın zorlama yetkisi vardır. Nitekim genel seferberlik olduğunda halkı buna zorlayabilir. Buna benzer olarak Hz. Ömer: "Kendi ba­ şınıza terk edilirseniz çocuklarınızı satarsınız," demiştir. 802- Darülislamda emin olacağı yere vardığında serbest bı­ rakıp geri gitmelerini istediği takdirde, ülkelerine ulaştıracak binek ve azık vermeden gitmemekte ısrar ederlerse onunla beraber gelmemek için direndikleri yere ulaştıracak kadar gerekli araç ve azık vermesi gerekir. Çünkü onları oradan zorla getirdi. Oraya ulaştırması gerekir. Bunu Müslümanları korumak için yaptığına göre onlara yapaca­ ğı masraf Müslümanların beytülmalinden karşılanır. Tıpkı başla­ rına bir felaket gelmiş ve mal onun için harcanmış gibi. 803- Direndikleri yere kadar isteyerek geldikleri için buradan öteye dönüşlerinin masrafını karşılamaz. Vereceği masrafı da asker ganimet almamış veya alıp paylaşmışsa beytülmalden verir. Ama ganimet alıp henüz paylaşmamışlarsa masrafları ganimetten verir. Çünkü askerlerin çıkarını düşünerek onları zorladı. Bu yüz­ den masraf, askerlerin hakkı olan maldan karşılanır. Bu, tıpkı

370

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

ganimetleri taşımak, korumak ve yüklemek için ücretli adam tutmuş olması gibidir. 804- Geri dönmelerini önlemesi ve beraberinde kalmaya mecbur etmesi halinde de durum aynıdır. Bu durumda da askerlerin ganimetlerinden onların masraflarını karşılar. 805- Zorla getirdiği yerden itibaren onları ganimet malı olan hayvanlara bindirir. Çünkü onun yanında emniyet içindedirler. Hıyanetten sakın­ mak da vaciptir. Ganimeti alanların yararını gözeterek beraber getirdiği için masraflarını da ganimetten karşılar. Tıpkı zekat üzerinde çalışanlara yetecek kadar zekat malından verildiği gibi. Yine kadının kocası evinde tutulduğu sürece nafakasını kocanın karşılaması gibi. 806- Emin olduktan sonra serbest bırakmak istediğinde onlar emniyet içinde olmadıkları bir yerdeyseler, onları gözetmesi ve ancak emniyet duyacakları bir yerde salıvermesi gerekir. Çünkü onun eman ve himayesi altındadırlar. Onlara zulmedilmesini önlemek görevidir. Müslümanların emniyetini gözettiği gibi onların da emniyetini gözetir. Nitekim bir gemiyle bir adaya çıkarsa onları o adada alıkoyup terk edebilir mi? Hayır, onları kaybolmayacakları yere kadar gemiyle taşır, araç ve bineklerini de vererek gönderir. 807- Eşkıya ve hırsızlardan korkuyorlarsa emin olacakları yere kadar götürecek kişileri yanlarına vermesi lazımdır. Çünkü bu, devlet başkanının görevidir. Ancak bunu tek başına yapamayacağı için bazı Müslümanların yardımından faydalanır. 808- Onlarla beraber emniyetlerini sağlamak için gönderi­ lenlerin korku içinde olacakları yere vardıklarında ancak em­ niyet içinde olacaklarını iddia ederlerse Müslümanların emin olabilecekleri en uzak yere kadar onlarla görevliler gönder­ mesi gerekir. Buraya vardıklarında serbest bırakılırlar. Bunun ötesiyle mükellef değildir. Çünkü bunun ötesinde, Müslümanlar tehlikeye maruz kala­ bilirler. Bu da müşrikleri emin kılma pahasına caiz değildir. Yani müşrikleri emin kılmak için Müslümanları tehlikeye atmak caiz

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

371

değildir. Müşriklerin emin olacağı ve Müslümanlar için güven­ liğin bulunmadığı yere gitmeye Müslümanları zorlar ve gittik­ lerinde öldürülürlerse kan diyetleri ondan alınır. Ama kendi istekleriyle gidip öldürülecek olurlarsa kanlarından sorumlu değildir. Bu da iki durumdan en kolay olanıdır. Gerçekleri en iyi bilen Allah'tır. 6 2 . Kaledeki Düşmana Eman

Kaledeki Düşmana Müslüman Kişinin Karşılıklı veya Karşılıksız Eman Vermesi 809- Aralarında Müslüman bir esirin bulunduğu kaledeki düşmanı Müslümanlar kuşattıklarında esir Müslüman, düş­ mana eman verip geceleyin Müslüman askerlerin ordugahı­ na çıkarıp getirirse gelen düşmanın tümü Müslümanlara fey olur. Çünkü onlara eman veren esir, aralarında mağlup ve makhur bir kişidir. Böylelerin verecekleri eman geçerli değildir. Sonra, bu emanla Müslümanların çıkarını değil, sadece kendini kur­ tarmayı amaç edinmiştir. Böylelerinin emanını geçerli sayarsak Müslümanlar artık kuvvetle düşmanın bir kalesini bile fethetme imkanı bulamazlar. Çünkü esir bir Müslümanın bulunmayacağı kale çok nadirdir. Müslümanların fethedeceğine düşman kesin inandığında bu esire emreder ve ondan eman alırlar. Aralarında Müslüman esir olmadığında da içlerinden birine Müslüman ol­ masını emreder ve ondan eman alırlar. Bunun hükmü de esirin hükmü gibi olur. Bütün bu sebeplerden dolayı hepsi Müslüman­ lara fey olur, dedik. 8 1 0- Kıyasa göre erkeklerin hepsini öldürmek caizdir. Çünkü geçersiz eman öldürmeyi engellemez. Tıpkı aklı ermeyen bir çocuğun veya kafirin eman vermesi gibidir. Fakat o (İmam Muhammed) istihsan yaparak demiştir ki: Müslümanların liderinin onların erkeklerini öldürmesi doğru değildir. Bu konuda iki görüş vardır: Birincisi: Resulullah'ın: "En basitleri onların çıkarını gözetir," sözünün zahiri buna delalet etmektedir. Zira hadis, esiri de, baş­ kasını da kapsar. Bu amel zahirle terk edilecek olursa şüpheyle geçersiz olan şeyler de şüphe olarak kalır. Tıpkı, "Sen ve malın babana aitsiniz," sözü mesabesindedir.

372

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

İkincisi: Kaledeki düşman savaşmak için değil, eman istemek için ordugaha gelmiştir. Bu da esirin kendilerine verdiği emana itibar edilerek meydana gelmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi muhasara altındaki düşman silahını bırakarak veya eman isteyerek savaşı bırakmış bir şekilde teslim olup geldiğinde öl­ dürülmekten emin olur. Bunlar da öldürülmekten emin olurlar. Ama köle olmaktan kurtulamazlar. Beşte bir pay ayrıldıktan sonra askerler arasında ganimet olarak taksim edilirler. Onlara eman veren kişinin yeni Müslüman olan veya aralarında emanla bulunan biri olmasında durum değişmez. 8 1 1 - Müslüman askerlerden biri onlara eman verirse emanı geçerlidir: Çünkü onlardan emin olup Müslüman askerler arasında gü­ ven içindedir. Verdiği eman Müslüman cemaatinin verdiği eman gibidir. 812- Devlet başkanı, emanlarının geçersiz olduğunu bildir­ dikten sonra kalelerinden çıkmaz ve kendisi onlara eman verdikten sonra caymış ve savaşmayı uygun görmüş gibi on­ lara savaş açmışsa, bu durumda İslam ordusunun kararga­ hına gelip: "Bize falan kişi eman verdi," derlerse adaletli iki Müslüman şahit getirmedikçe söyledikleri kabul edilmez. Çünkü zahire göre fey olmuşlardır. Müslümanların onlardaki hakkını yok eden bir şeyi iddia ettiler. Bu sebeple buna mutlaka adaletli iki Müslüman şahit getirmeleri gerekir. Sözünü ettikleri adamın: "Ben onlara eman verdim," demesi de kabul edilmez. Çünkü kendi yaptığına şahitlik yapmaktadır. Halbuki kişinin kendi kendine şahitliği muteber değildir. 813- Ama adaletli iki Müslüman şahitlik yaparsa eman geçer­ li olur ve emin olacakları yere götürülmeleri gerekir: Çünkü delille sabit olan, gözle görerek sabit olan gibidir. 8 1 4- O adamın sözünden başka deliJJeri yoksa fey olurlar: Ancak mevcut olan şüpheden dolayı ve istihsana göre er­ kekleri öldürülmez. Çünkü söz konusu adam öldürülmelerinin haram olduğunu haber vermiştir. Sözünde doğru olması muh­ temeldir. Öldürmenin haram oluşu da dinin hükümlerindendir. Hükmün bağlayıcıhğında haber-i vahid din işlerinde hüccettir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

373

8 1 5- Müslümanın onlara bin dinar karşılığında eman verdi­ ğini daha kalelerinden çıkmadan devlet başkanı öğrenirse istediğini yapmakta serbesttir. Dilerse o emanı kabul eder ve darülharpten çıkıncaya kadar onlara dokunmaz, dinarları da alarak Müslümanlara fey sayar. Çünkü devlet başkanı bu şekilde emanı tasvip edebileceği gibi kendisi de böyle bir eman verebilir. Alınan mal da asker gü­ cüyle alındığı için onlara fey olur. Dilerse dinarlarını geri verir ve hıyanetten sakınmak için emanlarının bozulduğunu bildirerek onlarla savaşır. Tıpkı kendisi onlara bu şekilde eman vermiş ve bozmuş gibi olur. 816- Adam onlarla barış yaptığında Müslümanların orduga­ hına girmiş veya kalelerini tahrip etmişlerse devlet başkanı onlardan bin dinar alıp Müslümanlara fey yapabilir. Çünkü burada Müslümanları gözetmesi, böyle bir barışın caiz oluşuna dayanmaktadır. Onlar ordugahta emin olup devlet baş­ kanının emin olacakları yere ulaştırıncaya kadar emanı altında­ dırlar. Dinarlarını geri verse bile durum değişmez. Böylece an­ lıyoruz ki dinarları alması Müslümanların yararınadır. Tasarruf yetkisi alınmış köle gibidir. Kendini ücretli sayar ve çalışmaktan kurtulur. 8 1 7- Dinarları askerler arasında dağıtırsa onlara: "Darül­ harpten nereye isterseniz gidin," der ve emin olacakları yere varıncaya kadar onlara dokunmaz. Böylece antlaşmada onlar için koşulan şarta bağlı kalma sağlanmış olur. 8 1 8- Müslümanlar kaleyi fethedince içlerinden biri: "Ben on­ larla şu bin dinar karşılığında sulh yapmıştım," der ve kalede­ kiler de onu doğrularsa devlet başkanı bunun bir değerlen­ dirmesini yapar. Onu doğrulamak Müslümanların yararınay­ sa tasdik eder ve dinarları ondan aldıktan sonra kale halkına diledikleri yere gitmelerini emreder. Sözünü tasdik etmemesi Müslümanların yararınaysa yalanlar ve dinarları almaksızın kale halkını fey sayar. Çünkü o Müslümanların koruyucusudur. Müslümanlara en yararlı olanı araştırır ve onu yerine getirir. Nitekim karşılıksız onları bağışlayıp salıvermek isterse salabilir. Bu da onun gibidir.

374

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Ne olursa olsun, adamın onlara eman verdiğini haber vermesiyle meydana gelen şüpheden dolayı, erkeklerini öldüremez. 8 1 9- Adam eman verdiğini söylediği zaman onlar kalelerin­ deyse eman altında olurlar. Devlet başkanı da dilediği şekilde hareket eder. Tıpkı bu durumda onlara yeni eman vermiş gibidir. Müslü­ manlar açısından bunun bildirilmesi, yeni eman verilmesi gibi­ dir. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 63. Şartlı Eman

820- Kuşatma altındakilerden biri Müslümanlara: "Bana eman verin, yüz kişiden oluşan ganimeti size göstermek için yanınıza geleyim," der ve inip gelerek onları söylediği yere götür, ancak söylediği yerde kimse bulamayınca: "Buraday­ dılar, gitmişler, nereye gittiklerini bilmiyorum," derse, Müs­ lümanlar kaleyi fethedemeseler bile onu emin olacağı yere gönderirler. Kaleyi fethederlerse yine düşman topraklarında emin olacağı yere ulaştırırlar. Çünkü o, ordugaha emniyetle gelmiş ve eman almıştır. Eman da kabulle sabit olur. Yerine getirilmesi kabul edilen şeyin ger­ çekleşmesine kadar beklemez. Nitekim bin dirhem vermesi kar­ şılığında köle azat edildiğinde bu para daha sonra ödenmese de köle azat olur. 82 1 - Burada da kişi kendisinin korunduğu yerden reh berlik yapmak üzere çıkıp geldiğinden emanı almış olur. Söylediği şeyi yerine getirsin veya getirmesin Müslümanlardan eman almış olur ve onu emin olacağı yere ulaştırırlar. Müslümanlar: "Bize rehberlik etmek üzere eman verdik, ama sözünü tutmadı," diye itiraz ederlerse cevap olarak denilir ki: Bu adam: "Size rehberlik yapmazsam benimle sizin aranızda eman olmaz," dememiştir. Böylece imam Muhammed şart mefhumunun delil olmayaca­ ğını ifade etmiş olmaktadır. Mezhebimiz de budur. Yüce Allah'ın: "Şahitlik yapması (o kadının ifade etmesi) onu cezadan kurta­ rır, "210 ayetini açıklarken İmam Ebu Yı1suf'un da böyle dediğini İmam el-Kerhi rivayet etmektedir. Yani şahitlik yapmaması onu 270 NQr, 24/B.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

375

cezadan kurtarmaz, anlamına gelmez. Yüce Allah: "Evlendiklerin­

de zina edecek olurlarsa onlara hür kadınlara edilen azabın yarısı edilir,"271 buyurmaktadır. Bu demek değildir ki evlenmeyip zina etmişse o azaba çarptırılmaz. Çünkü şart mefhumu sıfat mefhu­ mu gibidir. O da hüccet değildir. Yüce Allah buyuruyor: "Seninle

beraber hicret eden amcanın kızlarım, halalarının kızlarını... "272 Bu sıfat onunla beraber hicret etmeyenlerin haram olduğuna delalet etmiş değildir. Yine, " Öyleyse o aylarda kendinize yazık etmeyin,"273 buyurmaktadır. Bu da haram aylar dışında zulmün mübah olduğuna delalet etmez. Onların: "Bize rehberlik etmek üzere sana eman verdik," de­ meleri, 'Rehberlik etmediğin zaman sana eman yoktur; anlamı­ na delalet etmez. Çünkü bu, muhtemeldir. İhtimal nassa zıt ol­ maz veya tersine nassın hükmünü de kesinmiş gibi savunmaz. Ama onlara: "Size göstermezsem bana eman olmasın," derse o takdirde birinci şıkka mukabil olabilecek esas haline gelir. Yani böyle söylediğinde söz konusu düşmanı gösterirse emanı alır, göstermezse emanı alamaz. Emanın geri alındığı ve savaş halinin geçerli olduğu bildi­ rilmekle öldürmek de, köle yapmak da helal olur. Bu da şarta bağlanması muhtemel olan mutlak kabilindendir. Rehberlik yapmazsa ona eman olmaz. Bu durumda devlet başkanı serbest olup dilerse öldürür, dilerse fey sayar. Bir ay süreyle bir adamın canını korumayı tekeffül etmesi buna benzer. Tekeffül ettiği şah­ sı muhataba teslim etmedikçe bir ayın geçmesiyle tekeffül eden adam mesuliyetten kurtulmuş olmaz. Ama "Bir ay sonra kefalet sorumluluğum kalmaz," derse bir ay geçmekle dediği olur. 822- Bu adam elimizde esir olup: "Size düşmandan ganimet olacak yüz kişiyi haber vereyim, bana eman verin," deyip yu­ karıdaki şekilde olay cereyan etse ve söylediği rehberliği ya­ pamazsa devlet başkanı onu öldürebilir. Çünkü elimizde esir olduğundan, devlet başkanının öldür­ mesi veya köle etmesi caiz olmuştur. Emanı da yapacağını söy­ lediği rehberliğe bağlamış, onu da yapamamıştır. Bundan önceki durumdaysa henüz teslim olmamış, düşman tarafındaydı. Gelişi 271 Nisa, 4/25. 272 Ahzab, 33/50. 273 Tevbe, 9/36.

376

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

sadece Müslümanlardan aldığı eman sebebiyleydi. Bunun karşı­ lığında Müslümanlara yararlı olacak rehberliği üstlenmiştir. Bu görevi yerine getirmediğinde devlet başkanının onu emin olaca­ ğı yere ulaştırması gerekiyordu. Gerçekteyse iki olay arasında fark yoktur. Her iki durumunda da rehberlik yapmadığından daha önceki durumuna iade edi­ lir. Bu esir, üstlendiği görevden önce elimizde öldürülmesi veya köleleştirilmesi mübah olan biriydi. Burada da eski durumuna dönmektedir. Bu görevi üstlenmeden önce muhasara altındaki düşman arasında emniyet içindeydi. Üstlendiği görevi yerine ge­ tirmediğinden onun da eski durumuna iadesi gerekir. 823- Muhasara altındaki adam: "Size rehberJik yapmazsam fey olayım veya köle olayım," demiş ve şartını yerine getirme­ mişse Müslümanlara fey olur; devlet başkanı onu öldüremez. Çünkü bu fazla ibareyi söylememiş olsaydı şartı yerine getirmese bile öldürülmekten ve köleleştirilmekten emin olurdu. Ama bu fazla ibare, birinci durumun hükmünü iptal eden bir delil teş­ kil etmektedir. Mukabil taraf da delile göre işlemektedir. Sonra, bu şartın öldürülmek için değil, sadece köleleştirilmek için olabilece­ ğini kabul etmiştir. Bu şartta yarar olup gözetilmesi gerekir. 824- Yine, "Şartımı yerine getirmezsem size zimmi oJayım," demişse söylediği gibi olur. Şartı yerine getirmezse zimmi olur ve öldürmesi veya köleleştirmesi caiz değildir. Çünkü şartı yerine getirmek vaciptir. 825- "Kale kapısının size açıJması için önce bize eman verin, sonra geJin bize lsJam'ı anJatın, Müslüman olahm," demişse onların hepsi eman altında olurlar. Tekrar kalelerine dönmek ve muhkem duruma gelmelerine imkan tanımak için Müslü­ manların kalelerini boşaltması, daha sonra savaş haJinin ye­ niden geçerJi olduğunu biJdirmeleri gerekir. Çünkü yerine getirmeden önce Müslümanlar şartı kabullen­ dikleri için onlar eman kazanmışlardır. Vadettiklerini yerine ge­ tirmekten kaçınmalarıyla eman geçersiz olmaz. Eman gereğince de emin oldukları eski yere iade edilmeleri, daha sonra savaş halini ilan etmeleri gerekir. 826- MüsJümanJar: "İslam'ı kabul etmezseniz aramızda eman yoktur," der, onlar da kabul eder ve olay yukarıdaki şekiJde

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

377

cereyan ederse İslam'ı kabul etmedikleri takdirde köleleştir­ mek ve savaşanJarını öldürmekte bir sakınca yoktur. Çünkü şart böyle koşulmuştur. İki taraf arasında meydana ge­ len ilişkilerde sadece koşulan şarta riayet vaciptir. Bunun delili de Resulullah'tan rivayet edilen Beni Ebü'l-Hukayk hadisidir. Resu­ lullah onlara: "Benden bir şey gizlerseniz korumamızdan yoksun olursunuz;• buyurdu. Onlar da bunu kabul ettiler. Yalancılıkları açığa çıkınca öldürülmelerini ve köleleştirilmelerini tercih etti. Rivayete göre Uhud Savaşından sonra ordu dönünce müşrik­ lerden bir adam yolunu kaybetmiş ve Medine'ye gelerek akraba­ lık bağı bulunan Hz. Osman'ın evine gitmişti. Bunun üzerine Hz. Osman, Resulullah'a gelerek ona eman dilemiş, Resulullah da: "Üç güne kadar eman verdik, ondan sonra görürsek kanı helal­ dir," diye üç günlük eman vermiştir. Adam çıkmış, üç gün sonra ashabına: ''Arayın, umarım bulursunuz," demiş, üç günden sonra derin uykuya dalmış olarak bulmuşlar. Getirilip öldürülmüştür. Bu da gösteriyor ki öldürmenin caizliğine ve savaş halinin bildi­ rilmesine dayalı olarak emanda belirlenen şart geçerlidir. 827- Bazdan İslam'ı kabul eder; bazdan da kabul etmezse kabul edenler hür; diğerleri de fey olur. Çünkü parça, bütünden sayılır. Zate n bir topluluğa izafe edilen çoğul, o topluluğun her ferdini ayrı ayrı kapsar. Delili de şu ayeti kerimedir: "Kendilerini

her çağırdığımda parmaklarını kulaklanna tıkadılar, elbiselerine büründüler."274 Bu şartla sanki onlardan her birine: "İslam'a gir­ mezsen aramızda eman olmaz," demiş gibiyiz. 828- Muhasara altındakilerden biri: "Bize eman verirseniz kendim gelir Müslüman olurum," der ve Müslüman olmayı reddederse tekrar kalesine geri gönderilir. Çünkü bize göre eman altındadır. Onun bu durumu için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Müşriklerden biri sana sığınırsa Al­

lah 'ın sözünü dinlemesi için ona eman ver, sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır."275 829- Müslümanlar ona: "İsJam'a girmezsen aramızda eman olmaz," şartını koşar; o da İslam'a girmeyi kabul etmezse Müslümanlara fey olur. 274 NQh, 71/7. 275 Tevbe, 9/6.

378

Şerhü's-Siyeri'/-Kebfr

Çünkü aramızda şart böyle koşulmuştur. 830- Devlet başkanı İslam'ı kendisine sunduğunda kabul et­ mediğinden fey saydıktan sonra İslam'a girecek olursa o yine fey olup hür olmaz. Çünkü İslam'a girmemesiyle şartlı verilen emanın hükmü geçmiş sayılır ve Müslümanların elinde esir kalır. 83 1 - İslam'a girince öldürülmeyip fey yapılır. Bu da başlan­ gıçta İslam'ı reddettiğinde fey olarak sayılması durumunda­ dır. 832- Devlet başkanı İslam'a davet ettiğinde o İslam'ı redde­ derse fey olarak kararlaştırılmaz. İslam'a girdiğindeyse kıya­ sa göre fey olur. Çünkü İslam'ı kabul etmemekle emanın biteceği şartı İslam'a girmeyi reddettiğinde gerçekleşmiştir. Şarta bağlı olan şey de şartın bulunmasıyla sabit olur. Şartlı yapılan boşanma ve köle azadı gibi. İstihsana göreyse hür Müslümandır. Çünkü reddetmesi, tereddütle olup ihtimallidir. İslam'dan nefret sebebiyle olmuşsa o gerçek reddetmedir. Böyle değil de, kalbindeki şüphe gidinceye kadar üzerinde düşünme sebebiyle olabilir. Bu sebeple reddetmesinin şekli ve sebebi ancak kadının hükmüyle kararlaştırılır. 833- İslam'ı reddetmeyip sadece: "Bırakın düşüneyim," derse devlet başkanı ona sadece üç gün mühlet tanır. Çünkü düşünüp taşınma ve şüpheyi giderme bir müddet ge­ rektirir. Böyle mühlet isterse ona üç gün süre tanınır. Çünkü bu yeterli bir süredir. Şartı tercih etmesi de buna delildir. Bu meselede durumu mürtede benzemektedir. Durumunu düşünüp taşınmak için süre istediğinde ona üç gün tanınır. Hz. Ömer hadisi buna delalet etmektedir. Ebıl Musa el-Eş'ari tarafından Hz. Ömer'e bir adam geldi. Halkın durumunu on­ dan sordu. O da anlattı. Sonra, "Yeni bir olay veya garip bir du­ rum var mı?" dedi. "Evet, Müslümanken bir adam küfre dön­ dü," dedi. "Ona ne yaptınız?" dedi. "Getirip boynunu vurduk," dedi. "Onu üç gün bir eve kapatıp her gün ekmeğini ve suyunu vermeniz gerekmez miydi? Belki tövbe eder ve AJJah'ın emri-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

379

ne bir daha dönerdi," dedikten sonra '�lah'ım, şahit oJ, ben bu olayda bulunmadım, emretmedim ve bana anlatıldığında razı olmadım," dedi. İmam ŞMii bunun zahirine göre hükmetmekte, mürtet istese de, istemese de şer'an bekletilmesi gerekir, demektedir. Bize göre izahı ise şöyledir: Söz konusu mürtet onlardan mühlet istemiş, onlar ise reddetmişlerdir. Hz. Ömer onun için bunu yadırgamıştır. İslam şeriatının güzelliklerine vakıf olduk­ tan sonra irtidat eden kimseye düşünüp taşınması için üç gün mühlet tanınıyorsa İ slam'a henüz vakıf olmayan bu adama müh­ let tanımak öncelikle gerekir. 834- Kendisine İslam takdim edildiğinde kabul veya reddet­ tiğini belirtmezse devlet başkanı, ona üç defa İsJam'ı sunar ve her defasında kabul etmediği takdirde fey olacağını bildirir. Çünkü susması, İslam'ı reddetmesi demektir. Ancak özrü tamamen ortadan kaldırmak için ve başka ihtimal olduğunu göz önünde bulundurarak ona üç defa İslam'ı sunar ve her seferin­ de de uyarı olarak akıbetini kendisine haber verir. Buna rağmen reddederse fey olması kararlaştırılır. Tıpkı mahkemede sorulara cevap vermeyen hasmı, kadının inkar edici olarak sayması, ye­ min etmesi istenildiğinde yeminden kaçınması halinde kadının onu haksız sayması ve üç defa yemin etmesi istenmesine rağ­ men yemin etmemesi halinde kadının hüküm vermesi gibi. 835- Müslümanlara gelmek istediğinde: "Bana İslam'ı arz edersiniz üç gün mühlet içinde kabul edersem hür olurum, İsJam'ı kabul etmezsem benimle sizin aranızda eman olma­ sın," demişse kendisine İslam sunulduğu andan itibaren üç gün üç gece serbest olur. Çünkü kendisi için böyle şart koşmuştur. Kendisine İ slam arz edilince İslam'ı kabul edeceğini ancak üç günlük mühlet istediği­ ni belirtmiştir. Böylece anlıyoruz ki sürenin başlaması kendisine İ slam'ın arz edilişinden itibarendir. Gece ve gündüzden biri ço­ ğul kipiyle zikredildiğinde diğerini de kapsar. 836- Süre geçtiği halde Müslüman olmazsa fey olur ve devlet başkanının hükmüne gerek kalmaz. Çünkü şart böyledir. Mutlak olması halinde hüküm vermenin şart koşulması, düşünmeyle reddetmenin birbirinden ayırt edil-

380

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

mesi içindir. Bu burada belirtilen süreyle gerçekleşmiştir. kare­ de olduğu gibi vaktin tespit edilmiş olması, o vakitten sonrasının öncekiyle aynı hükümde olmasını engeller. 837- "Böyle olmazsa aramızda eman yoktur;" dememiş ve olay aynı şekilde olmuşsa üç gün geçtikten sonra güven için­ de olacağı yere gönderilir. Çünkü üç günlük süre eman için değil, düşünüp taşınmak içindir. Üç gün geçtikten sonra İ slam'ı reddetmesi gerçekleşmek­ tedir. Ancak üç günden sonra kendisiyle savaşılacağı ve emanın biteceği ona şart koşulmadığı için adam güven içinde olur. Bu sebeple kalesine güven içinde ulaştırılması gerekir. 838- Kalesini Müslümanlar fethetmişse düşman toprakların­ da emin olacağı en yakın yere ulaştırılır. Ondan sonra kendi­ siyle çarpışmak helal olur. 839- Müslümanlara: " Üç gün içinde Müslüman olursam ola­ yım, olmazsam size köle olayım," demiş ve Müslüman olmuş­ sa hür Müslüman olur; üç gün içinde Müslüman olmazsa ga­ nimet olur ve diğer ganimetlerle taksim edilir. Çünkü böyle şart koşuldu. 840- Aynı şekilde tek başına veya bütün kale halkı: "Size zimmi olalım," demiş ve üç gün içinde Müslüman olmamışlar­ sa Müslümanlara zimmi olurlar. Çünkü böyle şart koşup kabul ettiler. 841 - Muhasara altındaki adam: "Bana eman verirseniz size içinde ganimet olacak yüz adam bulunan bir köyü gösterece­ ğim," der ve Müslümanlar eman vermeyi kabul eder; o da razı olduktan sonra onları boş bir köye getirip: "Buradaydılar; ama gitmişler;" derse Müslümanlara fey olur ve "Beni emin olacağım yere geri götürün," diyemez. Daha önceki durumun zıddıdır. Çünkü Müslümanlar emanı ona şartlı verdiler. O da rehberlik yapmasıydı. Şart gerçekleşmezse ona bağlı olan da yok gibi­ dir. Halbuki daha önceki durumda rehberlik yapmak üzere ona eman vereceğini kabul etmişlerdi. O da kabul etmişti. Böyle reh­ berlik yapsın yapmasın emin oluyordu. Nitekim kölesine: "Bana bin dirhem verirsen hür olursun," diyen adamın kölesi, bunu ka­ bul ederse bin dirhemi ödemedikçe hür olmaz. Ama "Sen hür­ sün, ancak bana bin dirhem vereceksin," der ve köle de kabul

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

381

ederse hür olur; parayı ödesin veya ödemesin değişmez. Burada da durum aynıdır. 842- Yine, "İnersen ve Müslüman olursan eman altında olur­ sun," denildiğinde iner; ama Müslüman olmazsa fey olur. Çünkü "...ve Müslüman olursan ..." cümlesi de şart üzerine atfedilmiş olup aynı hükme tabidir ve şart kapsamındadır. Eman altında olmasını İslam'a girmesi şartına bağladıkları için İ slam'a girmedikçe eman altında olmaz. 843- Ona: "İnmek ve Müslüman olmak üzere sana eman ver­ dik," derlerse indikten ve islam'a girmeden önce emin olur. İslam'a girmeyi kabul etmezse emin olacağı yere ulaştırıl­ ması lazımdır. Yine, "İnmek ve bize yüz dinar vermek üzere eman altında olursun," derlerse o da iner fakat dinarları ver­ meyi reddederse eman altında olur. Ama "İner ve yüz dinar verirsen emin olursun," demişlerse durum aksidir. Çünkü burada eman, dinarları ödemesi şartına bağlıdır. Öncesindeyse sadece bu işleri yapmayı kabul etmesi şartına bağlıdır. 844- İner ve ödemeyi kabul ederse dinarları ödemesi lazım olup eman altında olur. 845- "Vermeyi reddeder veya param yoktur;" derse ödeyin­ ceye kadar hapsedilir. Ancak eman hakkını kazandığı için fey olmaz, dinarları ödediği anda salıverilmesi ve emin olacağı yere ulaştırılması gerekir. 846- İslam devlet başkanının kendisini de beraberinde darü­ lislama çıkarıncaya kadar vermeyi reddeder ve darülislama çıktıktan sonra vermeyi kabul ederek verirse serbest bırakı­ lır ve emin olacağı yere gönderilir. Çünkü o, eman altındadır. Borcundan dolayı hapsedilmiştir. Borcunu öderse üzerinde bir hakkımız kalmaz. Ama darülislamda uzun müddet kalır ve dinarları (borcunu) ödemezse devlet başkanı onu zimmi sayar. Çünkü darülislamda kafir, cizye vergisini ödemeden uzun müddet oturamaz. Zaten darülislamda dinarları ödemediği için hapsedilmişti. Kendisi vermeyi kabul etmiyor veya ödeyemiyor­ du. Darülislamda kafir hapsedilirse rehin yerine cizye vergisine bağlanır.

382

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

84 7- Devlet başkanı zimmi sayarsa hapisten çıkarır ve dinar borcu da düşer. Çünkü o dinarları şahsi eman karşılığında borçlanmış ve üze­ rine almıştı veya emin olacağı yere ulaşmak için onları kendine fidye yapmıştı. Sadece eman söz konusuysa bunu zaten en sağ­ lam iki yoldan biriyle, Müslüman olmak veya zimmiliği kabul etmekle kazanmış olur. Müslüman olursa cizye vergisi de düşer. Tıpkı efendisi tarafından azat edilen mükateb veya sözleşme yapmış ve efendisinin ölümüyle azat olacak ümmüveled cariye gibi. Sözleşmeyle vermeyi taahhüt ettiği miktarı ödeme gereği kalmadığı için ödenecek borç da düşer. Ama mesele fidyeyle kurtulmaksa kendisini fidyeyle kurtar­ mak istediği amaç da kalmamıştır artık. Çünkü İslam'a girmek veya zimmi olmakla artık vatandaşımız olur ve darülharbe dön­ mesi yasaktır. Diğer zimmiler gibi dinarları verse de dönme hak­ kı yoktur. Zaten bu dinarları ancak ehline ve emin olacağı yere dönebilmek için fidye olarak veriyordu. "Niçin mal karşılığında köleleştirilmedi ve zimmet akdinden sonra borcunu ödediği takdirde serbest olacağı belirtilmedi?" diye sorulursa deriz ki: Çünkü bu adam asla Müslümanların kö­ lesi değildir ve olmamıştır. Mal, bir zamanlar köle olup hürriyete kavuşması veya azat edilmesi karşılığında ancak bedel olur. 848- Yerine başka birini vermek üzere Müslümanlarla antlaş­ ma yapsa ortalama birini, dirhem veya dinar olarak kıymetini vermesi gerekir. Çünkü fidye olarak gerekli olan bir şey, malın bedeli olmaz. Bu­ rada olduğu gibi bir kişi mutlak olarak zikredildiğinde şahıs veya değeri olan maldan hangisi alınacaksa ortalamasından tespit edi­ lir. Kadının kabulüne bağlı olarak belli kelimelerle boşama bede­ linde ve kasıtlı öldürme sulhünde ödenecek diyette olduğu gibi. 849- Üzerine aldığını verir, ama kalesini açmaz ve sonra baş­ ka bir yere gitmek isterse serbest bırakılır ve düşman toprak­ larında dilediği yere gidebilir. Çünkü biliyoruz ki kaleden inmiş ve tekrar kaleye dönmek üzere kalede korktuğu durumdan emin olmak için canı karşılı­ ğında fidye vermiştir. Bu da düşman topraklarından gitmek iste­ diği yere gitme imkanı olduğu zaman gerçekleşir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

383

850- Darülharpte emin olacağı yere ulaştıktan sonra onunla savaşmak caiz olur. Çünkü güven içinde olacağı ikinci bir yere ulaşmakla amacı gerçekleşmiş olmaktadır. Oraya ulaşmakla da kendisiyle Müslü­ manlar arasındaki eman sona ermiş sayılır. Ama Müslümanlara: "Siz darülislama dönünceye kadar ben sizden eman alnnda olacağım," diye şart koşmuş veya "Şöyle böyle yapıncaya kadar," demişse o zaman koştuğu şarta bağlı kalmak lazımdır. Çünkü halin delaletiyle emin olacağı yere ulaşmasıyla ara­ mızdaki emanın sona erdiğini kabul ediyoruz. Çünkü daha önce muhasara altında korku içindeydi. Eman istemesinden maksadı o korkudan kurtulmaknr. Zıddına açıklama yapıldığı takdirde halin delaleti de sakıt olmaktadır. 85 1 - Bu şartlardan birini koşmaz da kalesine dönmeyi tercih eder ve kaleye dönüp güvene kavuşursa yine Müslümanların emanı dışına çıkmış olur. Çünkü kendi isteğiyle emin olduğu yere varmışnr. Emanın sona ermesinin sebebi budur. Ama şu kadar ay eman altında ol­ mayı veya Müslümanların darülislama dönmesini şart koşmuş­ sa o takdirde eman altında olur. Eman müddetinin sürmesi için kaleye girmesi de emin olacağı başka bir yere ulaşması mesabe­ sindedir. 852- Müslümanlar kaleyi fethederse onu serbest bırakırlar. Ama kaleye döndükten sonra Müslümanlarla savaşmışsa ele geÇtiğinde fey olur. Çünkü güven içinde olduğu bir yerde Müslümanlarla savaşır­ sa aramızdaki emanı bozmuş olur. Bozulduktan sonra öldürmek ve köleleştirmek konusunda emanın yasaklayıcı hükmü yoktur. 853- Müslümanlara: "Bırakın ineyim ve size yüz dinar vereyim, vermezsem bana eman olmasın," veya "Yanınıza iner ve yüz dinar verirsem eman altında sayarsınız," dedikten sonra iner, ama vermesini istediklerinde reddederse kıyasa göre fey olur. Çünkü iki şıktan birinde emanı geçeriz sayma şartı gerçekleşmiştir, ikinci şıktaysa emanın şartı gerçekleşmemiştir. Yani inmesine izin verildiği halde vermesini şart koştuğu parayı ver­ mekten kaçınmıştır.

384

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

854- İstihsana göreyse devlet başkanına götürülüp parayı vermesini kendisine emretmedikçe fey olmaz. Ama vermesi­ ni emredince reddederse onu fey sayar. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi vermeyi reddetmesinin değişik gerekçeleri olabilir. Reddetmesinin sebebi ancak devlet başkanının hükmüyle ortaya çıkar ve kararlaştırılır. Nitekim Müslümanlara: "Size değil, emire vereceğim," veya ·�ncak şahitler önünde size vereceğim," deseydi bu şekilde ver­ meyi reddetmekle fey olur muydu? Elbette hayır. Bu yüzden bu konuda kıyas geçersizdir. 855- "Üç güne kadar inip gelmek ve size bir başkasını veya yüz dinar vermek üzere bana eman verin," dedikten sonra iner gelirse eman altında olur ve üç günlük süre geçinceye kadar ona bir şey yapılmaz. Çünkü kendisi için bu süreyi şart koşmuştur. Vadeli borcu olanın hapsedilmediği gibi bu da hapsedilmez. 856- Vermeyi kabul ettiği için süre geçse de eman altındadır. Ama ödemeyi yapıncaya kadar hapsedilir. Ancak Müslüman olur veya zimmiliği kabul ederse malı verme mükellı;!fiyeti düşer. Daha önce açıkladığımız iki sebepten mal mükellefiyeti düşer. 857- "Şu süreye kadar size yüz dinar vermek üzere bana eman verin, vermezsem aramızda eman olmasın," veya "Şu süreye kadar size verirsem eman altında olayım," der ve süre geçinceye kadar vermezse fey olur. Kadının burada hüküm vermesine de gerek yoktur. Çünkü kendisi için bir süreyi açıkça şart koştu. Belirttiği süre artırılmaz. Kadının hüküm vermesini şart koşarsak süreyi artır­ mış oluruz. Halbuki nass üzerinde yapılan ziyade nesh anlamına gelir. 858- Adam: "İçinde ganimet olacak yüz adam bulunan bir köyü göstermek karıştığında bana eman verin. Köyü göster­ mezsem aramızda eman olmasın," deseydi ve inmesinden önce veya sonra veya göstermesinden önce veya sonra göste­ receği köyü Müslümanlar fethetmişse bu rehberlik sayılmaz. Başka bir köyü gösterirse şartı yerine gelmiş olur. Aksi halde

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

385

fey sayılır. Müslümanlar o köyü önceden bilmiş ama henüz fethetmemişlerse yine fey olur. Çünkü Müslümanlara yararlı olacak bir rehberlik üzerine, emanı almıştır. Müslümanlarca bilinen bir şeye delalet etmesi halinde yarar gerçekleşmiş olmaz. Sonra, delalet, amaca kendi­ siyle ulaşıldığı takdirde gerçekleşmiş olmaktadır. Onun rehberli­ ğinden önce Müslümanların o köye ulaşmaları zaten onun dela­ letiyle olmamıştır. Müslümanların o köyü zapt edip etmemeleri durumu değiştirmez. Nitekim ihramlı kimse bir ava delalet et­ tiğinde bu av kendisine rehberlik edilen kimse tarafından daha önce biliniyorsa ihramlıya bundan dolayı ceza düşmez. 859- Onunla beraber çıkmış ve yolu onlara göstermiş ve kö­ yün yerini kendisi oraya varıp göstermeden önce kendileri tanıyıp çıkarmışlarsa gösterme görevini yerine getirmiş ve emanı hak etmiş olur. Çünkü onun delaletiyle o yolu tanıdılar. Köyü tanımaları da o yola koyuldukları zaman olmuştur. Onların sonradan öğren­ dikleri asıl sebebe onun delaleti ilave edilmektedir. Yani köyü ve yolu tanımalarında asıl etken ve sebep odur ve katkısı olmuştur. Nitekim avın yolunu göstermekle ava delalet eden ihramlı cezayı hak etmiş olur. 860- Yine onlarla beraber gitmeyip sadece köyü tarif etse ve tarifi üzerine gidip köyü bulsalar, emanı hak etmiş olur. Çünkü bu şekilde delalet gerçekleşmektedir. Zira birine yolu tarif eden kimse, beraberinde gitsin veya gitmesin, delaletiyle yol malum olduğu için delalet etmiş olur. 86 1 - Yine, "Size bir patriği ve ehlini göstermek üzere bana eman verin. Göstermezsem bana eman yoktur," der ve kale­ den inip geldiğinde Müslümanların bir patrik yakaladıklarını görünce: "Size göstereceğim patrik budur," derse sözüne iti­ bar edilmez. Çünkü o rastgele bir patriğin delaletiyle Müslümanlara yarar­ lı olacağını düşündü. Bu niyetle yapılan şeyden yarar sağlanmış olmaz. 862- "Kaleden kaçarak çıkan kale patriğini size göstereyim," derse ve indiğinde Müslümanların o patriği yakaladıklarını görürse görevini yerine getirmiş sayılır ve emanı hak eder.

386

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Çünkü şahsı veya soyu bilinen birini göstermeyi üzerine al­ mış ve ona delalet etmiş olur. Sonra, vasıf (nitelik), muayyen olan şeyde muteber olduğu halde muayyen olmayanda muteber değildir. Nitekim "Bu gençle konuşmam," deyip yaşlandıktan sonra onunla konuşursa yemini bozmuş olur. Ama "Bir gençle konuşmam," der ve yemin ettiği esnada genç olan bir yaşlıyla konuşursa yemini bozmamış olur. Müslümanların onun göster­ mesiyle bilgi sahibi olmaları veya yarar sağlamaları şart koşulan şeyde muteber bir vasıftır. Bu da muayyen olmayan şeylerde an­ cak muteberdir. Ama muayyen olan şeylerde bu muteber değil­ dir. 863- Buna göre Müslümanlara belirsiz bir kaleyi veya şehri göstermeyi üzerine alsa ve Müslümanların bildiği şeyi gös­ terse delaleti geçersiz olur. Yine Müslümanların darülharbe daha önceki gelişlerinde tanıdıkları, ancak bu gelişte yerini çıkaramadıkları bir yeri onlara gösterirse koştuğu şartı yeri­ ne getirmiş ve emanı kazanmış olur. Çünkü daha önceki bilgileriyle değil, onun rehberliğiyle o yere ulaşmışlardır. Nitekim böyle bir durumda ihramlı kişi ava delalet etmiş sayılır ve cezayı hak eder. Sonra, amaç Müslüman­ lara yararlı olacak rehberlik yapmasıdır ve bu da gerçekleşmiş­ tir. Çünkü bu rehberlikten yararlanmışlardır. Daha önceki bilgi­ leri de bu yeri tanımak veya bulmak için yeterli değildir. Böylece bu rehberliği sebebiyle koştuğu şart yerine gelmiş olur. En iyi bilen Allah'tır. 64. Emansız Eman Albndakiler

Müslümanlar Eman Vermeden Eman Albnda Sayılan Kişiler 864- Müslümanlardan biri darülharpte evlendiği Ehl-i kitap­ tan bir kadını darülislama getirirse kadın hür olur. Hür olması, evlendiği adamın kendisine eman vermesi sebe­ biyle değildir. Çünkü esir olsun, tüccar olsun veya düşmandan Müslüman olan biri olsun, Mü�lümanın darülharpte verdiği eman geçersizdir. Kadın, erkekle beraber darülislamda ikamet etmek için gelmiştir. Bu da eman isteyen kadının sıfatıdır. Bun­ dan sonra darülharbe dönmek isterse dönemez. Çünkü Müslü­ manla evli bulunmaktadır.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

387

865- Darülislamda eman altındaki kadın bir Müslümanla ev­ lenirse zimmi sayıldığı gibi darülislamda bir Müslümanla ev­ lenince de aynı olur. Çünkü kadın ikamette erkeğe tabidir. Erkek darülislamın vatandaşı olduğu için o da vatandaş olur. 866- Erkek, kadın için: "Onu darülharpte yakalayıp zorla ge­ tirdim," derse kadın da: "Hayır, zorla değil, nikahlayarak getir­ di," diye iddia ederse burada zahirin delaletine göre hükme­ dilir. Onu bağlayarak getirdiyse zahir durum erkeğe şahitlik eder ve dediği kabul edilir ve kadın onun cariyesi sayılır. Ama bağlı olmaksızın beraber gelmişse bu da kadının lehine şahit­ lik olur ve kadın hür zimmi sayılır. Bu durumda erkek nikahı iptal edecek şahitlikte bulunduğu için arada nikah diye bir şey kalmaz; çünkü kadını zorla yakalayıp getirdiğini söyledi. Zaten erkeğin nikahın bulunmadığını itiraf etmesi nikahı ip­ tal eder. Bu, tıpkı karısının dinden döndüğünü iddia etmesi ve kadının bunu reddetmesi durumu gibidir. Darülharpte zorla yakalayıp getirdiğine dair Müslümanlardan veya zimmet eh­ linden delil getirirse kadın onun cariyesi olur. Çünkü delille onun mülkü olduğunu ispat etti. Ama darülis­ lamda Müslüman erkeğin nikahlısı olduğunu itiraf etmesi ve Ehl-i kitaptan şahit getirmesiyle kadın zahirde zimmidir. Ehl-i kitabın Ehl-i kitap hakkındaki şahitliği geçerlidir. 867- Müslüman darülharpte emanla duruyorsa yaptığı yadır­ ganır ve kadını azat edip salıvermesi emredilir. Çünkü darülharbe emanla girince onlara hıyanet etmemeyi ve zarar verecek bir şey yapmamayı taahhüt etmiş sayılır. Böylece ta­ ahhüt ettiği şeye riayet etmesi emrolunur, ancak hüküm itibarıyla mecbur edilmez. Çünkü bütün Müslümanların değil, şahsi emanı­ na hıyanet etmiştir. Bu da kendisiyle Allah arasında bir iştir. 868- Aralarında esirse veya onlardan İslam'a giren biriyse bu şeylerden hiçbiri ona emredilmez. Çünkü imkan bulduğunda şer'an onları köle edinmesi ve mal­ larını alması konusunda serbesttir. Az önce de belirtti ğ imiz gibi kadınla evlenmesi, ona eman vermesi demek değildir. Getirdiği kadına beşte bir pay da düşmez. Çünkü onu hırsızlık yoluyla getirmiştir.

388

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Onu zorla yakalayıp getirdiğine dair eman altındaki harp eh­ linden göstereceği şahitlerin şahitliği de geçerli değildir. Çünkü zahire göre kadın zimmidir. Daha önce karı koca olduklarında da birbirini tasdik ettiler. Köleleştirilerek eman altı­ na girenlerin zimmi hakkındaki şahitliği de makbul değildir. 869- Kadın: "Beni ne zorla getirmiş ne de benimle evlenmiş­ tir. Sadece eman verdiği için beraberinde geldim," derse du­ rumun delaletine göre isteyerek geldiği için o kadın hür olup adama karı olmaz. Çünkü adam nikahlısı olduğunu iddia ediyor, kadınsa bunu reddediyor. 870- Darülislamda kadınla evlendiğini iddia etse delil getir­ medikçe sözü kabul edilmez. Darülharpte kendisiyle evlendi­ ğini kadın iddia ettiğinde de durum aynıdır. Kadın darülharbe dönmek isteyecek olursa dönmesine izin verilmez. Çünkü evliliği inkar ettiği için nikah sabit olmadığından kadın adama tabi bir zimmi olur. 871- Bu meselede erkek, zorla getirdiğine dair darülislamda eman altındakilerden delil getirirse delili kabul edilir. Çünkü zahire göre eman altındadır. Kölelik yoluyla eman altında bulunan kadın hakkında eman altındakilerin şahitliği makbuldür. 872- Kadını elleri kolları bağlı olarak darülislama getirmişse onun cariyesi olur ve üzerine beşte bir düşmez. Çünkü zahiri ona şahitlik etmektedir. Ellerini ayaklarını an­ cak darülislamda bağladığı bilinmiyorsa Ebu Hanife'ye göre, kadın bütün Müslümanlara fey olur. Çünkü kadın nikahı inkar edince darülislamda eman hakkını kazanamaz. Halbuki emanla gelen ülkemizde ikamet için gelmektedir. Ama nikahı inkar edin­ ce gelişinin sebebi bizce meçhul olmaktadır. Böylece darülislam­ da emandan yoksun bir harbi olmaktadır. Ebu Hanife'nin prensibine göre harbi biri eman almadan da­ rülislama girip bir Müslüman tarafından yakalandığında o Müs­ lüman cemaat için fey olur. İki İ mama göreyse yakalayan kim­ seye ait olur. Ona beşte birin vacip olup olmadığı hususunda iki rivayet vardır.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

389

873- Bir zimmi darülharbe emanla girip orada bir kadınla evlense ve Müslümanlardan onun için eman aldıktan sonra beraberinde getirse kadın hür olur. Çünkü o, eman altındaki biri olarak gelmiştir. Onun için eman istediğinde Müslümanlar ona eman vermişlerdir. O da kocasına tabi olarak ülkemizde zimmi bir vatandaş olur. Tıpkı yurdumuzdaki zimmi bir kadının eman altındaki ya­ bancıyla darülislamda evlenmiş olması gibi. Bu durumda ka­ dın darülharbe dönemez. Ancak kocası bu konuda ona izin verir veya boşarsa onun için eman almak şart değildir. Sadece kocayla isteyerek çıkmasıy­ la kadın eman altında olur. Çünkü kocasıyla beraber ikamet için gelmiş olup kocası da ülkemizin vatandaşıdır. 874- Bu zimmi kızı veya kız kardeşi için eman alırsa eman altında olur. Çünkü Müslümanlar o kıza veya kız kardeşine eman verdiler. Zaten onun için eman alınınca eman altında olarak gelmiş olur. Dilediği zaman bu kız veya kız kardeş darülharbe dönebilir. Çünkü ergen olup zimmi babasına veya kardeşine tabi değildir. 875- Ona eman almadan beraberinde çıkarıp getirirse Ebu Hanife'ye göre fey olur. Çünkü eman altında gibi gelmiş, halbuki eman almış değildir. Beraber geldiği kardeşine de tabi değildir. 876- Zimmi: "Darülharpte zorla ele geçirip getirdim," der ve kız onu yalanlar ve arada akrabalığı da yoksa adamın sözü kabul edilmez. Çünkü durumun zahiri, sözünü yalanlamaktadır. Zira elleri bağlı olmadan beraberinde gelmiştir. Müslümanların onda hak­ kı da sabit olmuştur. Bu hakkın iptali konusunda zimminin sözü tasdik edilmez. 877- Müslümanlardan ona bu konuda şahitler bulunursa kız ona cariye olur. Çünkü mülkiyet hakkına sahip olduğunu delille ispat etmiştir. Bu konuda zimmilerin şahitliği makbul değildir.

390

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü kız zahire göre ona cariye olduğundan zimmilerin şahitliği Müslümanların aleyhine olmaktadır. 878- Ama elleri ayakları bağlı çıkardığı bilinince adamın sözü tasdik edilir. Çünkü zahir durum ona şahitlik etmektedir. 879- Darülharpte değil de, ancak darülislamda onu zorlayıp getirdiği anlaşılırsa Ebu Hanife'ye göre kız Müslümanlara fey olur. İ ki İ mama göreyse adama aittir ve ondan beşte bir pay alınır. Tıpkı darülislamda zimminin bir define (rikdz) bulması gibi. Bu durumda definenin beşte biri alınır ve gerisi ona ait olur. 880- Harp ehlinden güçlü biri, Müslümanla beraber ordugaha gelse ve Müslüman: "Onu esir aldım," dediği halde düşman: "Hayır; emanla geldim," derse onun sözü kabul edilir. Çünkü eman altındakiler gibi geldi. Dış görünüşü (zahir) de ona şahitlik etmektedir. Çünkü onunla beraber gelince zorla gel­ mediği açıktır. Nitekim bir kişi bir kişinin hakkından gelebilir. Düşman tek başına bu şekilde gelseydi eman altında olurdu. Bir Müslümanla beraber gelince de durum aynıdır. 881- Beraber gelirken düşmanın elleri veya ayakları bağlı veya boynunda çekilen bir ip varsa Müslümanın sözü tasdik edilir. Çünkü durumun delaleti ona şahitlik etmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi böyle durumlarda durumun şahitliğiyle hük­ medilir. 882- Bu düşman, bir grup Müslümanla beraber elleri kolları serbest gelmiş ve Müslümanların: "Onu esir ettik," dedikleri halde düşman: "Hayır; onlarla beraber emanla geldim," derse Müslümanların sözü tasdik edilir. Çünkü Müslüman gruba mağlup ve makhur olup kurtulmak veya haklarından gelmek isterse buna gücü yetmez. Tıpkı bağ­ lı olan gibidir. Nitekim Müslümanlar yüz kişi olup onun etrafını tutsa ve aralarından kaçıp kurtulma gücü olmasa, öncelikle her­ kesin aklına gelen şey, bu adamın eman altında değil, esir oluşu­ dur. Böylece bütün askerlere fey olur. 883- Emanla geldiğine iki Müslüman şahitlik yaparsa şahit­ likleri kabul edilir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

391

Çünkü Müslümanların şahitliği bütün Müslümanlar için tam delildir. 884- İki kişi şahitlik etmeyip halktan sadece bir kişi onun emanla geldiğini itiraf ederse sözü tasdik edilmez. Çünkü tek kişinin sözü hüküm için delil olmaz. Hepsinin onda ortaklığı da genel bir ortaklıktır. Paylaşma sonunda payına düşen kişinin hakkındaki şahitliği dışında, tek kişinin ikran geçersizdir. 885- İmam Muhammed dedi: Bir Müslüman darülharpten çıkar ve beraberinde getirdiği kadın için: "Karım değildir. Onu sadece eman verip getirdim," derse kadın kıyasa göre fey olur. Çünkü darülharpte ona verdiğini söylediği eman geçersizdir. Zira kendisi düşmanın elinde darülharpte yenik ve makhurdur. Kadın darülislama gelmekle yakalanmış bir fey olur. Ondaki Müslümanların hakkını iptal etmede verdiği eman geçerli olmaz. İstihsana göreyse kadın eman altında hürdür. Dilediği zaman darülharbe dönebilir. Çünkü verdiği emanı devam ettirerek beraber darülisla­ ma gelince oraya ilk ayak bastığında yeni bir eman vermiş gibi olur. Müslümanların kadın üzerinde hakları, darülislama ancak emansız girdiği takdirde sabit olur. Halbuki kadın darülislama ancak eman altında gelmiştir. En azından, hem Müslümanın ona eman vermesi hem de Müslümanların onda haklarının sabit ol­ ması söz konusudur. Şöyle ki: İ kisi ne Müslümanların ne de düşmanların emin ol­ duğu (ortak sınır) yerine vardıklarında harp ehlinin tahakküm ve üstünlük alanı dışına çıkıldığından, bu yerde Müslümanın ona eman vermesi sahih olur. Müslümanların emin olduğu yere var­ madıkça kadın darülislamda yakalanmış sayılmaz. Ama kadına eman vermiş ve kadın tek başına çıkmışsa durum değişir. Çünkü darülharpte ona eman vermesi geçersizdir. Eman vermenin ge­ çerli olduğu yerde kendisi beraberinde değildir ki orada yeni bir eman vermiş gibi olsun. Bu sebeple kadın fey olur. 886- Darülharpte bir Müslüman büyük sayıdaki düşman as­ kerine eman verir ve onunla beraber darüJislama girdikten sonra Müslümanlar onları yakalarsa fey olurlar. Çünkü bu Müslüman darülharpte olsun, darülislamda olsun onlarla beraber oldukça onların tahakküm ve saldırısından emin

392

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

değildir. Her iki yerde de onların tahakkümü ve tehdidi altında olduğundan, verdiği eman geÇersizdir. Nitekim bu askerler darülislama kaçak girip bir Müslüman onlara varır ve eman verirse bu eman da geçersiz olur. Çünkü onların tehdit ve tahakkümünden emin değildir. Darülharpten çıkıp o emanı devam ettirmesi durumunda da netice aynıdır. Ama onlardan bir kişiye eman verip beraberinde çıkarsa durum değişir. Çünkü bir kişiyle bir adam mağlup ve makhur olmaz. Belki ondan korunabilir ve zahirde onu haklayabilir. Bu sebep­ le darülislama girmiş ve eman vermiş gibi ona verdiği eman da sahih olur. 887- Darülharpte düşmandan yirmi kişiye eman verip onlarla beraber darülislama girse hepsi eman altında olurlar. Darülis­ lamda bu sayıdaki düşman fertlere yeni eman vermiş gibidir. Bu adam bu sayıdaki düşmandan yirmi kişiye eman verip onlarla beraber darülislama girse hepsi eman altında olur. Da­ rülislamda bu sayıdaki düşmanlara yeni eman vermiş gibidir. Evet, şahsı itibarıyla tahakküm altında ve güven içinde değildir. Ama Müslümanların gücü ve himayesiyle o güçlü ve güven için­ dedir. Çünkü bu yirmi kişi, Müslümanlara karşı koyamazlar. Da­ rülislamda Müslümanın gücü, bütün Müslümanlar beraberinde olduğu içindir. Darülislamda bu yirmi kişi Müslümanlara karşı koyamıyorsa bu adam hükmen onlara mağlup değil, galip sayı­ lır. Verdiği eman da geçerli olur. Halbuki düşmanın çok sayıdaki askerinin durumu farklıdır. Onlar kendi güçleriyle Müslümanla­ ra karşı koyabilmekte ve tek Müslüman darülharpte olduğu gibi darülislamda da onlara karşı yenik sayılmaktadır. Nitekim Müs­ lümanlara karşı koymaktan aciz bir topluluk eman almadan da­ rülislama girer ve Müslümanlar onları yakalarsa Müslümanlara fey olurlar. 888- Düşmandan büyük bir ordu darülislama girer ve Müslü­ manlardan bir cemaat onlarla savaşıp yenerse düşman ordu­ su sadece yenen Müslüman cemaate ganimet olur. Aradaki fark şuradadır: Müslümanlara karşı koyma gücüne sahip düşman darülislama girmiş olmakla mağlup olmuş değil­ dirler. Ama Müslümanlara karşı koyamayanların durumu farklı­ dır. Söylediğimiz de şu şekilde gerçekleşmiş olur. Şayet düşman İ slam cemaatine karşı koyacak güçte olmadığından onlarla be-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

393

raber gelen Müslümanın verdiği eman geçersiz sayılacak olsaydı onlara hıyanet edilmiş olurdu. Çünkü o kişinin emanına güve­ nerek karşı koyabilecek oldukları yerlerinden ayrıldılar. Ama çok sayıdaki düşman askerinin durumundaysa bu söz konusu değildir. Çünkü bunlar adamın emanı dolayısıyla caydırıcı du­ nimlarından ayrılmayıp darülharpte imişler gibi darülislamda da toplu güçleri sebebiyle caydırıcı tavır içindedirler. Buna göre Müslüman kişi onların caydırıcı durumlarını yiti­ recekleri biçimde darülharpte İslam ordusunun karargahına çı­ karıp getirse eman altında olurlar. Çünkü bu yerde tek askerin gücü, Müslümanların askerleriyledir. Böylece getiren Müslüman kendi ordusunun askerlerine geldiğinde mağlup değil, galip sa­ yılır. Ama düşman askeri çoklukları sebebiyle Müslümanlara karşı koyabilecek güçteyseler beraberlerinde gelseler bile eman geçersiz olur. 889- MüsJümanlar bir kaleyi kuşatsa ve kaledeki düşman arasında bir Müslüman bulunup düşmandan caydırıcı gücü olmayan bazılarına eman verip beraber çıkarıp getirse bun­ lar birinci durumun aksine eman altında olmazlar. Çünkü kuşatma altındakiler bir bakıma makhur olmuş ve durumları esir olanların durumuna dönmüştür. Aralarındayken Müslümanın onlara eman vermesi geçerli olmaz. Çünkü birinci durumun aksine, Müslümanların onlarda gerçekleşen hakkını iptal etmektedir. Sonra, bu eman caiz olursa Müslümanlar onları asla egemenlikleri altına alamazlar. Çünkü yenileceklerine kesin inansalar bazıları Müslüman olur ve diğerlerini de beraber alıp çıkar. Halbuki bu durumda Müslümanların köle etmelerini önle­ yecek şeyi söylemek caiz değildir. Şöyle ki Müslümanların elleri, muhasara altındakilere, onlarla birlikte çıkan bu Müslümandan daha önce uzanmıştır. Bu kuvvet itibarıyla önce uzanan elin hak­ kı geçersiz olmaz. Halbuki bundan önceki durumların hepsinde vaziyet farklıydı. 890- Düşman karı ve kocadan kadın Müslüman olsa üç hayız görünceye kadar aradaki nikah devam eder. Çünkü devlet başkanının kocaya İslam'ı teklif etme ve İslam'a girmesini söyleme imkanı yoktur. Üç hayız görmesi kocaya üç defa İ slam'ın arz edilmesi yerine sayılır. Çünkü İslam'ı kabul et­ mediği takdirde aralarının ayrılmasında esas alınır. Boşanma-

394

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

dan sonra itibar edilen üç hayız olayında olduğu gibi. Küfürde ısrar etmesiyle İ slam'ı istemediği anlaşılır. 891- Karı koca darülislama gidinceye kadar kadın hayız gör­ mezse koca Müslümanlara fey olur. Çünkü o eman alarak çıkmamıştır. Ama aralarındaki nikah devam eder. Çünkü adamın sabit olan köleliği aralarında nikahın başlama­ sına aykırı olmadığı gibi, devamına da aykırı değildir. Ayrılmayı gerektiren sadece ülke farklılığıdır ki o da meydana gelmemiştir. Çünkü adam Müslümanlara köle olunca o da vatandaşımız olur. 892- Sonra, adama İslam arz edilmedikçe kadın üç hayız gör­ se bile araları ayrılmaz. Çünkü üç hayız, İslam'ı adama arz etmenin mümkün olmadı­ ğında bu arz etmenin yerini tutuyordu. Bu da kendisinden umu­ lan gaye gerçekleşmeden önce yok olmuştur. Halef (sonraki) ile kastedilen şey, meydana gelmeden önce asıl olana güç yetirmek, halefi itibardan düşürür. Bu yüzden kendisine İ slam arz edilir. 893- Adam Müslüman olursa kai-ı kocalıkları devam eder. İs­ lam'a girmeyi reddederse araları ayrılır. 894- Adam kendisi Müslüman olmuş, kadın da Ehl-i kitap olmayıp hiç hayız görmeden ikisi darülislama giderse kadın hür ve eman altında bir kadın olur. Çünkü eman altındakiler gibi geldi. İkamet yönünden koca­ ya tabidir. Ülkemizde ikamet etmek üzere gelen de eman altında olur. Erkekse ikamette kadına tabi değildir. Kendisi emanla değil, aldanma sonucu gelmiştir. Çünkü eman istemediği gibi, istediği­ ni gösteren bir durumu da olmamıştır. 895- Kadın Ehl-i kitaptansa zimmi olur. Çünkü aradaki nikah devam etmektedir. Bundan dolayı kocasıyla darülislamda oturması gerekir. 896- Ehl-i kitaptan değilse arada nikah kalmaz ve kadın zimmi olmaz. Ancak ona İslam arz edilir. Ya İslam'a girer ya da araları ayrılır. Araları ayrılırsa kadın isterse darülharbe dönebilir. Çünkü eman altındadır.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

395

Talak Bölümü'nde eman altındaki eşlerden birinin darülis­ lamda İslam'a girmesi durumunda olacaklarla ilgili değişik ri­ vayetler olduğunu belirttik ve rivayetlerden birine göre darü­ lislamdaymışlar gibi ayrılmasının kadının üç hayız görmesine bağlı olduğunu ifade ettik Diğer rivayete göreyse iki durumdan, yani karı kocadan is­ lam'a girmemiş kişiye İ slam'ın arz edilmesi veya üç hayız gör­ mesi durumlarından hangisi önce olmuşsa ona itibar edilerek araları ayrılır. Burada da buna itibar edilmiştir. Çünkü gerçekte karı koca, devlet başkanının yetki ve gücü dahilindedir. İslam, onlardan küfürde ısrar edene arz edebilir. Küfürde ısrar eden de hükmen darülharp ehlinden sayılır. Böylece üç hayız geçmesiyle araları ayrılır. 897- Kadın lslam'a değil de Ehl-i kitap dinlerinden birine gi­ rerse aradaki nikah devam eder. Tıpkı daha önce Ehl-i kitap­ tan olması ve zimmi sayılması durumundaki gibi. imam Muhammed, kadın ve erkeğin Müslüman olmaları arasındaki farka değinerek şöyle demektedir: 898- Kadın Müslüman olunca erkek onun aile fertlerinden olmaz. Ama erkek Müslüman olunca kadın onun aile fertle­ rinden olur. Bu sebeple erkekle beraber darülislama gelirse eman altında olur. Nitekim düşmandan biri darülislama gelmek için eman iste­ yip geldiğinde karısını da getirirse kadın eman altında olur. Müs­ lüman olması durumunda da netice aynıdır. 899- Düşmandan bir kadın Müslüman olup kocasını da bera­ ber darülislama getirirse ona tabi olarak adam eman altında olmaz. Kadının Müslüman olması durumunda da netice ay­ nıdır. 900- Ama Müslüman olan kadın darülisJama getirmek üzere kocasına eman vermiş ve beraber getirmişse adam eman al­ tında olur. Çünkü darülislama gidince eski emanın devam ettirilmesi, darülislamda yeni eman verilmesi gibidir. 9 0 1 - Kadın: "Ona ben eman verdim ve beraber getirdim," der­ se Müslümanlar da: "Eman almadan seninle beraber gelmiş­ tir;" diye iddia ederlerse kadının sözü geçerli olur.

396

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü zahir durum ona şahitlik etmektedir. Onunla beraber geldiğini gördüler. Eman almadan küfürde ısrar ederek onunla gelmeyeceği de açıktır. Gerçeğine vakıf olmanın imkansız olduğu şeylerde zahire göre hükmetmek vaciptir. 902- Kuşatma altındaki düşmandan biri Müslüman olur ve kafir olan karısını da beraberinde getirirse kadın, Müslüman­ lara fey olur. Çünkü o muhasara altındayken eman ister ve çıkıp gelirse karısı ona tabi olmaz. Müslüman olması halinde de durum aynıdır. Yine kadın Müslüman olup kocasına eman verirse eman ge­ çersizdir. Çünkü kadının emanı harp ehlinin menfaatinedir ve batıldır. Kocası karısına tabi olarak eman altında olamayacağı gibi kadı­ nın eman vermesiyle de eman altında olmaz. 903- Ama kuşatma altında olmayıp İslam ordusunun karar­ gahına veya darülislama emanla gelirse karısı, küçük erkek ve büyük-küçük kız çocukları ona tabi olur. Çünkü orada mağlup etme hükmü bunları kapsamıyordu. Muhasara altındakileri kapsayabileceği halde emanını ve eman vermesini şahsı için tercih edebilir. 904- Zimmi bir erkek darülharpte bir kadınla evlenir ve bera­ berinde getirirse kadın, hür zimmi olur. Çünkü zimmilik akdi, eman akdinden daha güçlüdür. 905- Karısıyla birlikte emanla çıkar gelirse kadın, hür ve eman altında olur. 906- Zimmi olarak karısıyla beraber darülislama gelince ön­ celikle eman altında olur. Sonra, ikamet itibarıyla vatandaşı­ mız olan birine, yani zimmiye tabidir. O da zimmi olur. 907- Zimmi olan bir erkek, eman almadan darülharpten bü­ yük kızını veya kız kardeşini getirirse bunlar fey olur. Çünkü darülistamda ona tabi olarak ikamet etmemektedir. Onunla beraber getirmesi eman altında olduğunu göstermez. Ama adamın eşi için durum aksidir. "Eman altındaki biri berabe­ rinde kızını veya kız kardeşini darülharpten getirdiğinde onlar da eman altında olduklarına göre zimminin beraber getirdikleri

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

397

için de durumun aynı olması gerekmez mi?" denilecek olursa ce­ vap olarak deriz ki: Orada adama tabi olan karısı darülharbe istediği zaman dö­ nebilirdi. Tıpkı eman altındaki adamın kendisi gibi. Bu hükmü kızı ve kız kardeşi için de geçerli saymak mümkündür. Zira zahir itibarıyla karısının geçim ve himayesini sağladığı gibi bu ikisi­ nin de geçim ve himayesini sağlamaktadır. Zimminin karısı da­ rülharbe bir daha dönemez. Darülislamda oturma mecburiyeti konusunda erkeğe tabi olmadıkları için bu hükmün kızı ve kız kardeşi için geçerli sayılması mümkün değildir. Zira tabi olan şey için asıl hakkında sabit olan hükümden başkası geçerli olamaz. 908- Zimmi adam beraberinde eşi olduğunu iddia ettiği bir kadın getirir ve kadın da onu tasdik eder ve bu durum sadece ikisinin ifadeleriyle ancak anlaşılıyorsa kadın, hür karısı olur. Çünkü bu konuda birbirlerini tasdik ettiler. Zahire göre de darülharpte aralarında mevcut olan nikah için darülislamda şahit bulamazlar. Başka bir muhalif bulunmadıkça zaruretten dolayı sözleri kabul edilir. Nitekim beraberinde erkek ve kadınlar geti­ rip "Bunlar köle ve cariyelerimdir," der ve onlar da bunu tasdik ederse sözleri kabul edilir. 909- Yine emanla darülislama gelip aynı şeyleri iddia ederse hakkında iddia edilen kişi de onu tasdik edince iddiası kabul edilir. 91 O- Kadın, adamı yalanlar ve 'J\ramızda ne nikah ne de akra­ balık vardır," derse kadın fey olur. Çünkü birbirlerini yalanlayınca tabi olmayı gerektiren sebep de sabit olmamış olur. Böylece darülislamda emandan yoksun bir düşman olarak kaldığı için fey olur. 9 1 1 - Bir Müslüman darülharpten beraberinde bir kadın veya bir adamla gelir ve "Bu kölemdir veya cariyemdir," diye iddia eder ve onlar onu yalanlayıp: "Hayır, o bize eman verdi de be­ raber geldik," derlerse kıyasa göre kadın da, erkek de fey olur. Çünkü sahip olduğu iddiası, ikisinin yalanlamasıyla geçersiz olmuş, eman iddiaları da onun yalanlamasıyla sabit olamamıştır. İstihsana göreyse ikisi de hürdür ve dilerlerse darülharbe dö­ nebilirler.

398

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Çünkü birbirlerini yalanlamakla Müslümanların onlar üze­ rinde bir hak ve egemenlikleri olmadığını iki taraf da tasdik et­ miş olmaktadır. Zaten sebepler onlara terettüp edecek hüküm­ ler için olup bizzat kendilerinin varlığı amaç değildir. Hükümde ittifak sağlandıktan sonra sebeplerde ihtilaf muteber değildir. Şöyle ki: Sebebin farklılığı şekildedir. Manadaysa sebep birdir. O da adama tabi olarak veya maksat olarak ikisi için emanın sabit olmasıdır. Tıpkı adam: "Falanın benden bin dirhem alacağı var­ dır;" diye itiraf etmesi ve alacaklı tarafın da: "O para gasbedilmiş­ tir;" demesi durumunda, adamın parayı bu sebepten ödemeye mecbur tutulması mesabesindedir. 9 1 2- Kadını beraber getiren adam, zimmi veya eman altında düşman olup, "Bu karımdır;" der ve kadın: "Hayır; karısı deği­ lim, bana eman verdi de getirdi," derse kadın, Müslümanlara fey olur. Çünkü kadın inkar ettiği için nikah sabit olmaz. Zaten zimmi veya eman altındaki düşmanın eman vermesiyle geldiğini iddia etmiştir. Bu da asılsız olup geçersizdir. 9 1 3 - Düşmandan biri, iki Müslümanla beraber darülislama gelip "Bu kişi bana eman verdi," der ve ikisi onu yalanlarsa adam fey olur. Çünkü sebebi meçhul bir şeyi onlar için iddia etmektedir. Deli­ li olmadıkça tasdik edilmez. Zahir itibarıyla onda Müslümanların hakkı sabit olmuştur. Çünkü darülislamda emandan yoksun düş­ mandır. Müslümanların hakkını iptal ettiği için tasdik edilmez. 9 1 4- Müslümanlardan biri tasdik ederse eman altında olup dilediğinde darülharbe dönebilir. Çünkü Müslümanlardan biri tasdik etmezse bile, diğeri tas­ dik ettiği için emanı sabit olur. Sanki tasdik eden için iddia etmiş olur ve tek Müslümanın verdiği eman da geçerli olur. 9 1 5- "Bu, eman verdi," dediği adam yalanlar ve diğeri: "Ona eman veren benim," der; ama düşman kişi onu yalanlar ve her biri sözünde ısrar ederse düşman adam fey olur. Çünkü yalanlamakla düşman kişi, emanı kaybetmiş olur. Ona eman verdiğini iddia eden tarafından da emanı sabit olmaz. Çün­ kü kendisi onu yalanlamıştır. Böylece adam fey olur. Tıpkı Müs­ lüman adam ona: "Ben sana eman verdim," dediğinde düşman

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

399

kişi: "Hayır, darülislamdan biri bana eman verdiğini yazdı," de­ mesi gibi. Bu durumda adam tasdik edilmez ve fey olur. 9 1 6- Yine ölmüş veya hazır olmayan bir Müslüman için: "Fa­ lan Müslüman bana eman verdi," derse sonuç aynıdır: Çünkü ölmüş veya hazır olmayan kişinin eman verdiğini salt iddia etmesiyle emanı sabit olmaz. Eman verdiğini itiraf eden Müslümanı da düşman adam yalanlamıştır. Bu da önceki duru­ mun aksinedir. Orada eman belirli bir cihet tarafından olup ara­ daki ihtilaf sadece sebeptedir. Buradaki ihtilafsa emanın kimin tarafından verildiği üzerindedir. İki durumda da yalanlama ol­ duğundan hiçbiri sabit olmaz. 9 1 7- Eman verdiğini itiraf eden adamın itirafı ardından düş­ man adam: "Evet, sen bana eman verdin, ben yanlış söyle­ dim," derse kıyasa göre adam yine fey olur: Çünkü Müslümanın itirafı adamın yalanlamasıyla geçersiz ol­ muştur. Bundan sonra tasdik etmesi geçerli olmaz. Çünkü eman, yalanlamadan sonra tasdike ve feshe ihtimali olan bir akittir. Sonra, yapılan tasdik nesep, vela gibi bozulma ihtimali olmayan şeylerde ancak geçerli olur. İstihsana göreyse yalanlama üzerinde ısrar etmezse adam eman altında olur: Çünkü bu konuda yanılma olabilir. Zira daha önce kendisine eman veren kimseyi görmemiştir. Bir defa görmeyle de tanımak çok nadirdir. Yanıldığı anlaşılınca zaran önlemek için doğru söy­ lediğini kabul etmek gerekir. Ama yalanladıktan sonra yalanla­ mada ısrar ederse durum değişir. Çünkü bu durumda yanılmayı tevehhüm etmek geçersizdir. Şuna benzer: Adam yanında oturan bir kadına: "Bu sütkardeşimdir," der sonra, "Yanıldım, karımdır," derse sözü tasdik edilir ve araları ayrılmaz. Ama doğruluğu araş­ tırıldıktan sonra sözünde durmayıp daha sonra yanıldım, derse sözü tasdik edilmez ve belirtti ğimiz sebepten araları ayrılır. 9 1 8- Düşman adam: "Müslümanlardan hiç kimse bana eman vermiş değil, kendim eman almadan çıktım," der ve Müslü­ manın kendisine eman vermediğini söyledikten sonra tekrar verdiğini iddia ederse sözü kabul edilmez ve fey olur: Çünkü bunda yanıldığını vehmettirecek bir şey yoktur. Darü­ lislama giden bir düşman için en önemli şey emandır. Emanın

400

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

kaynağı bakımından şüphesi olmayan bir Müslümanın emanıyla gelmiş, ama emanın kaynağını inkar ettikten sonra onu tekrar tasdik etmesine itibar edilmez. Birinci durumdaysa böyle değil­ dir. Kimin tarafından eman verildiğinde şüpheye düşebilir. Bu sebeple tekrar tasdik etmesi muteber olup bu konuda yanılma­ sında mazur görülür. 9 1 9- Düşmandan bir kadın ve erkek darülislama gelir ve iki Müslüman onların Müslümanlardan birinin emanıyla geldik­ lerine şahitlik ederken onlar: "Yalan, kimse bize eman verme­ di," deyip yalanlarsa Ebu Hani'fe'nin kıyasına göre kadın eman altında, adam ise fey olur. Çünkü zahire göre ikisi köle olmuştur. Dava olmaksızın, cari­ yenin azat olduğuna şahitlik yapmak, ittifakla geçerlidir. İki İ ma­ mın görüşüne göre kölenin azat edilmesinde de makbuldür. Ebu Hanife'nin görüşündeyse makbul değildir. 920- Bunu inkardan sonra iddia eder ve iki Müslüman da buna şahitlik yaparsa şahitlik makbul olur. Çünkü bu iddia da çelişkilidir. Çelişki, hürriyet konusundaki delilin kabul edilmesine engel değildir. 921- Düşman kadın ve erkeğe iki zimmi' veya eman altında iki kişi şahitlik yaparsa şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü Müslümanların aleyhinde olmaktadır. İki Müslümanın şahitliğinden sonra kadın ve erkek darülhar­ be dönmek isterse alıkonulmazlar. Çünkü eman altında oldukları emanla sabit olmuştur. "İki.si köle olduklarını başta itiraf ettiler. İki düşman olarak darülhar­ be nasıl serbest bırakılırlar?" diye itiraz edilirse deriz ki: Çünkü devlet başkanı söylediklerinde yalancı olduklarını delile dayana­ rak kararlaştırdı. İtiraf eden kişi itirafında yalancı çıkınca itirafı­ nın hükmü de düşer ve muteber olmaz. 922- "Eman almadan çıktık," deseler ve çıkmadan önce Müslü­ man olduklarına iki kişi şahitlik yapsa, ikisi de şahitleri tasdik etse şahitlerin durumuna bakılır: Şahitler Müslümansa ikisi de hür olur. Zimmi'lerdense ikisi de Müslümanlara köle olur. Çünkü zimmet ehlinin şahitliği Müslümanlar aleyhine geçerli olmaz. Müslüman oluşları ancak Müslümanlara fey olduktan sonra ortaya çıkmıştır. Bu sebeple köleliklerini iptal etmez.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

401

923- Müslüman iki şahide: "Yalan söylediniz, biz hiç Müslü­ man olmadık," derlerse İslam'a girmeye mecbur edilirler. Çünkü iki Müslümanın Müslüman olduklarına dair şahitliği haklarında tam delildir. 924- İslam'a girerlerse hür olurlar. Ama Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre meselede bir kapalılık yoktur. Ebu Hanife'ye göreyse bu şahitlikte adam bir hakkı ilti­ zam etmektedir. Müslümanlar bu konuda hasım taraftır. İ nkar etmesi, delili kabul etmesine engel değildir. Tıpkı azat olmayı inkar ederken öldürme dışındaki şeylerde kısası veya iffetli ka­ dına zina iftirası cezasını hakkında birinin iddia etmesi gibi. 925- İslam'a girmeyi reddederlerse adam öldürülür, kadın Müslüman oluncaya kadar hapsedilir. Çünkü hür ve mürtet oldukları delille sabit olmuştur. Darü­ lislamda onlara ayrı bir statü tanınmaz. Lakin mürtet kadın ve erkeğe mürtetlerin hükmü uygulanır. 926- İkisi: "Hiç Müslüman olmadık," der ve iki şahit: "Falan gün darülharpte Müslüman oldular," diye şahitlik ettikten sonra ikisi: "O vakitten sonra darülharpte Hrıstiyandık," diye iddia ederlerse İslam'a girmeye mecbur edilirler. İslam'a girerlerse erkek hür, kadınsa Müslümanlar için fey olur. Çünkü kendi itiraflarıyla darülharpte irtidat ettikleri ve mürtet olarak darülislama gittikleri ortaya çıkmıştır. Darülharpte ir­ tidat eden kişinin durumun aksinedir. Orada Müslüman olduktan sonra irtidat ettikleri ancak darülislamda sabit olmuştur. "Orada da Müslüman olduklarına dair iki Müslüman şahitlik yaptıktan sonra kafir olduklarını ikisi de aynı şekilde itiraf etmişti," diye itiraz edilirse deriz ki: Evet, ama o durumda yeni küfre girdikle­ rini itiraf etmediler ki irtidat sayılabilsin. Sadece şahitlik yapılan konuyu inkar ettiler. Buradaysa darülharpte Müslümanlıkları delille sabit olduktan sonra yeni küfre girdiklerini itiraf ettiler. Buna da itiraz edilip bu şahitlik .kadının hür olduğunu ispat etmektedir. "Şahitler hür olduğuna şahitlik yaptıktan sonra ne­ den kadının sözü muteber sayılıp cariye kabul edilmektedir?" denilse cevap olarak deriz ki: Çünkü bu, köle olduğuna dair ken­ di itirafıdır. Kadının köleliğine dair itirafı makbuldür. Tıpkı yolda bulunan sahipsiz (lakft) kızın cariye olduğunu itiraf etmesi gibi.

402

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

927- Düşmandan bir kadın darülharpte Müslüman olur ve Müslümanlığı yaygın olduktan sonra esirler arasına alındı­ ğında, "Beni esir almanızdan önce irtidat etmiştim," derse kadın fey olur. Çünkü köleliğini kendisi itiraf etmektedir. Bu sebeple sözü tasdik edilir. 928- Aynı şekilde Müslüman olup darülharbe girmiş ve esir­ ler arasına alındığında, darülharbe mürtet olarak geldiğini iddia ederse yine cariye olur. İddiasını babası yalanlasa bile sözü tasdik edilir ve cariye sayılır. Çünkü zahir olan bir sebeple cariyeliğini kendisi itiraf etmiştir. Ayrıca darülharpte yakalanmış olup şirk hükmü onda zahirdir. 929- Yine zimmi bir kadın veya erkek darülharbe girdikten sonra Müslümanlar tarafından esir alındıklarında: "Biz ara­ mızdaki antlaşmayı bozarak darülislamdan çıktık," derlerse söyledikleri tasdik edilir ve ikisi de fey olur. Çünkü köle olduklarım itiraf edip köle olmayı kabul etmek­ tedirler. Bütün bunlar, kadının darülharpte Müslüman olduğuna dair iki Müslümanın şahitliğinin, daha sonra darülharpte irtidat ettiği için köleliğini itiraf etmesinin geçerliliğine mani olmadığı­ m açıkça göstermektedir. 930- DarüJislamda ana babası belli hür Müslüman bir kadına biri sahip çıkıp "Benim cariyemdir," derken kadın da: "Doğru söyledi, irtidat edip darülharbe katılmıştım. O esir edip getir­ di," derse kıyasa göre onun cariyesi olur. Çünkü onun mülkü olmasını gerektiren bir sebep üzerinde birbirini tasdik etmiş ve görerek veya delille sabit olmuş gibi birbirlerini tasdik ettikleri şey (cariyelik) kabul edilir. Şöyle ki: Kadın hükmen kendisini telef edecek bir şeyi kabul ve itiraf et­ mektedir. O da cariyeliktir. Hükmün yerine hakikaten kendisini telef edecek kısas, recm gibi bir şeyi kabul ve itiraf ederse sözü­ nün kabul edilmesi vaciptir. Çünkü kendisi muhataptır. Yukarıda anlatılan durumda sözünün kabulü öncelikledir. İstihsana göreyse kadının sözü tasdik edilmez ve hür olup kimse karışamaz. Çünkü inşasına malik olamadığı şeyi itiraf etmektedir. Zira asıl hürriyeti onun için sabittir. Çünkü iptaline yetkili olmadığı bir şekilde ana babası hürdür. Kadın ikrar ettiği sebepte itham

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

403

altındadır. Çünkü kadınlar nefis arzusuna uymaya meyledecek şekilde yaratılmışlardır. Belki de nikahlamak istemeyen bu ada­ mı sevmiş ve elde etmek için cariyesi olduğunu itiraf etmiştir. Bu sebepten yalancı olup amacı gerçekleşmez. Ama darülharbe iltihak ettiği biliniyorsa durum aksi olur. Çünkü bu durumda zahir, ikisinin de söylediğine şahitlik et­ mektedir. Zira Müslüman kadın normal olarak İslam'a bağlı ol­ maya devam ettikçe darülharbe iltihak edemez. Şöyle ki: Kadının inancı gizli olup üzerine vukufiyet mümkün değildir. Bu sebeple inancı konusunda söylediğini kabul etmekten başka yol yoktur. Ama darülharbe iltihakı açık olup üzerine vukufiyet mümkün­ dür. Bu konuda söylediğini mutlaka kabul etmeye ihtiyaç yoktur. Bunun neticesi şudur: Darülharp esir, ganimet ve köle alma ye­ ridir. Kadının darülharbe iltihakı kesin olunca adamın onu köle alma yerinden aldığı anlaşılır ve engel ortaya çıkmadıkça onun cariyesi olur. Bunu engelleyecek şey de esir alındığı zaman Müs­ lüman olmasıdır. Darülislam köleleştirme yeri değil, kesin hürriyet yeridir. Sözünde doğruluğu kesin bilinmedikçe iddia ettiği şeyde sözü kabul edilmez. Bu meselede zimmi kadın da Müslüman kadın gibidir. Ama zimmi erkek böyle bir şeyi söyler ve aradaki antlaş­ mayı bozarak darülharbe iltihakı ve doğru söylediği bilinmezse Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüne göre bu işte kadınla aynı durumdadır. Çünkü iki İ mama göre kadının hürriyetinde olduğu gibi erkeğin hürriyetinde de muteber olan Yüce Allah'ın hakkı­ nın manasıdır. Bu sebeple iki İmam bu meselede dava olmaksı­ zın şahitliği kabul ettiler. Ebu Hanife'ye göreyse darülharbe ilti­ hakı bilinsin veya bilinmesin adam köledir. Çünkü İmama göre şahsın hürriyetinde muteber olan, kendi hakkının manasıdır. Bu yüzden kölenin azat edildiğine dair şahitlik, dava olmaksızın ka­ bul edilir. Sonra nefsin arzusuna meyletme işi erkek için varit değildir. Bu itirafta, kadının itirafının aksine temellükle evlenme mübahlığı manası da yoktur. 931- Bir Müslüman, beraberinde kadın veya erkek bir düş­ manla Darülharpten çıkıp "Ona Arapça olarak eman verdiIJ? ve getirdim," derse düşman kişi de: "Hayır, Farsça eman ver­ di," diye reddeder ve anlaşamazlarsa düşman kişi eman altın­ da olur.

404

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü ibare üzerinde ihtilaf etse bile sebep ve hükümde itti­ fak etmişlerdir. İ bare üzerindeki ihtilaf da bilhassa eman mese­ lesinde muteber değildir. Çünkü eman, ibare olmaksızın da sabit olmuştur. İbare üzerindeki ihtilaf şahitliğin kabul edilmesine mani değilken emanın sübutunu nasıl engelleyebilir? 932- Aynı şekilde, verilen emanın vaktinde, yerinde veya ya­ zılı belge veya mektupla mı, yoksa sözle mi olduğunda ihtilaf etmeleri de böyledir. Çünkü esas maksat olan şey üzerinde ittifak etmişlerdir. Za­ ten eman tekrar edilen ve önce de sonra da olabilen bir şeydir. Bu gibi şeylerde ihtilaf, maksat olan şey hakkında hüküm verme­ ye engel değildir. 933- Müslüman: "İslam'a girdi ve benimle çıktı," der, düşman da: "Hayır, bana eman verdi," derse adam fey olur. Çünkü buradaki ihtilaf, sebebin gerektirdiği hüküm üzerin­ dedir. Zira Müslüman imanı sebebiyle eman altındadır. Eman altındaki adamsa ona eman veren tarafından bunu kazanmak­ tadır. İkisi arasındaki ihtilafın giderilmesi, iki durumdan birini ispat etmemektedir. 934- "Benimle beraber çıkmayı ve zimmi olmayı istedi, ben de kabul ettim," derken düşman da: "Hayır, bana eman verdi," derse adam eman altında olur. Çünkü hüküm üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu da sebebinde ikisi ihtilaf etmiş olsa bile, bu Müslüman tarafından ona eman verildiğinin sabit oluşudur. Eman dışında Müslüman onun da­ rülislamda zimmi olmasını ve cizye vermesi gerektiğini iddia etmektedir. Bu da Müslümanın sadece söylemesiyle sabit olmaz. Geriye ikisinin ittifak ettiği eman konusu sabit kalmakta ve adam dilerse darülharbe dönebilmektedir. 935- Yurdumuzda eman altında bulunan düşmanın yanında­ ki cariyesini azat ederse cariye dilediğinde darülharbe döne­ bilir. Çünkü ona tabi olarak cariye de eman altındadır. Nitekim da­ rülharbe beraber götürmek isterse götürebilir. Onu azat etmesi de bu hükmü iptal etmez. 936- Onu bir Müslümana veya zimmiye satarsa ona tabi ola­ rak zimmi olur.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

405

Çünkü alan kişi yurdumuzun vatandaşıdır. 937- Onu alan kişi azat ederse cariye darülharbe dönemez. Çünkü zimmi olduktan sonra azat olmakla darülharp vatandaşı olamaz. 938- Alan kişi cariyede bir kusur görüp geri verirse sahibi onu darülharbe götüremez ve satmaya mecbur edilir. Çünkü satın alınmakla cariye, zimmi olur ve Müslümanın veya zimminin mülkü haline gelir. Eman altındaki adamın satın aldığı zimmi cariye durumunda olur. 939- Eman altındaki kişi yine eman altındaki birine satıla­ cak olursa bakılır: Müşteri, satan adamın yurdundansa satan adam kendisi azat etmiş gibi cariye darülharbe dönebilir. Çünkü ikisinin durumu aynıdır. Ama müşteri, satanın yurdundan değilse cariye ikisinin de yurduna dönemez. Çünkü satana tabi oluşu satmakla sona ermiştir. Müşteri de azat etmeden kendi yurduna götüremediği için azat edildikten sonra da alanın yurduna dönemez. Çünkü eman altındaki adam ancak kendi yurdundan getirdiği şeyi geri götürebilir. Bu cariye­ yi kendisi kendi yurdundan getirmiş değildir. Silah için bu hü­ küm geçerli olduğuna göre, insan hakkında öncelikle geçerlidir. Darülislamda alıkonulduğu sabit olduğunda da azat edildikten sonra zimmi olan mesabesinde olur. Zimmi kadının durumunda olduğu gibi, azat etmeyecek olursa bir Müslümana veya zimmiye satmaya mecbur edilir. 940- Bir kusurdan dolayı satana geri vermesi halinde de du­ rum aynıdır. Çünkü belirtti ğimiz sebeplerden zimmi olduktan sonra tekrar darülharp vatandaşı olamaz. 941 - Bir Müslümana sattıktan sonra, iki Müslüman, satan adamın daha önce darülisJamda azat ettiğine şahitlik ederse bu şahitlikleri kabul edilir. Çünkü onunla yatmak artık yasak olmuştur. Böylece satış geçersiz olur ve satan adam müşteri­ ye parasını geri verir. Kadın darülharbe gitmek isterse alıko­ nulmaz.

406

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Çünkü satılmasının geçersiz olduğu ortaya çıkmış ve hür bir harbi olduğu anlaşılmıştır. "Kadının kendisi Müslümanların cariyesi olduğunu itiraf etmektedir. Bu sebeple darülharbe dö­ nemez;• diye itiraz edilirse deriz ki: Evet, ama bu itirafının ge­ çersiz olduğuna kadı karar vermiştir. Onun itirafının bir hükmü kalmaz. N itekim müşteri de ücretini satan kimseye salim (ait) olduğunu itiraf etmektedir. Çünkü ücret alan parayı almıştır. Bu da satan adamdan ücreti geri istemesine mani değildir. Çünkü kadı, iddiasının zıddına hükmetmiştir. 942- Darülharpten çıkaran kimse onu satmayıp "Eşimdi, onu zorla tutup getirdim, şimdi cariyemdir," der, kadın da: "Onun karısıydım, kendi isteğimle geldim," derse kadının sözü tas­ dik edilir. Çünkü zahir durum ona şahitlik etmektedir. Çünkü üzerin­ de zorlanma alameti olmaksızın çıkmıştır. Müslüman olurlarsa araları ayrılır. Çünkü kendi itirafıyla onun cariyesi olduğu ortaya çıkmış olup bu da nikahlı olmaya aykırıdır. Adamın itirafı da şah­ sı hakkında hüccettir. "Burada devlet başkanı hür olduğuna hükmettiğine göre, daha sonra adamın itirafı, aralarının ayrılmasında neden mute­ ber olsun?" diye sorulsa cevap olarak deriz ki: Çünkü o, kadının mücerret sözü ve bir nevi zahirle hükmetmiştir. Bu da itiraf ede­ nin yalanlanmasını asla gerektirmez. Nitekim cariyesi olduğu­ na dair delil getirir ve delili kabul edilirse onun cariyesi sayılır. Halbuki önceki durum böyle değildir. Orada tam bir delille hür olduğuna hükmetmiştir. Nitekim bundan sonra cariye olduğuna dair delil makbul olmaz. 943- Bunu şu olay iyi açıklamaktadır: İki Müslüman evlenir, ama zifafa girmeden adam kadının irtidat ettiğini iddia eder ve kadın bunu yalanlarsa adamın ikrarıyla ikisinin arası ayrı­ lır ve kadın mehrin yarısını alır. Çünkü kadının hakkının iptalinde adam tasdik edilmez. An­ cak kendi hakkında sözü tasdik edilir. Düşman meselesinde de durum aynıdır. Devlet başkanı: "Durumun senin söylediğin gibi olduğuna dair ona yemin verdireceğim," derse Ebu Hanife'nin kıyasına göre kadına yemin düşmez.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

407

Çünkü adam, cariyesi olduğunu iddia etmektedir. Ebu Hanife ise kölelik davasında yemini öngörmemektedir. İki imama göreyse cariyesi olduğuna dair sebepten dolayı ka­ dına yemin verdirebilir. Yeminden kaçınırsa cariye olduğuna hükmeder. Çünkü yeminden kaçınması, kabullenmesi mesabesindedir. İki imama göre kölelik davasında yeminden kaçınma durumun­ da hüküm verilir. Gerçeği en iyi bilen Allah'tır. 65. izinsiz Eman

Devlet Başkanının izni Dışında ve Yasaklamasından Sonra Verilen Eman 944- Müslümanlar bir kaleyi kuşattıklarında komutanın izni olmadan içindekilere ve kale halkına hiçbir Müslüman eman veremez. Çünkü kaleyi fethetmek için kuşattılar. Eman ise Müslüman­ ların bu amaçlarını açıkça engellemektedir. Müslümanlardan hiç kimse Müslümanların amacını, özellikle düşmanı yenmek gibi bir olayda engelleme hakkına sahip değildir. Sonra, her Müslü­ man başındaki emire itaatle mükelleftir. Amirin rızası olmadan uymaya mecbur olacağı bir akdi kimse yapamaz. Ayrıca fayda ve zararı Müslüman cemaate raci olan şeylerde yetki ve söz sahibi devlet başkanı olup onunla mükelleftir. Bu gibi işlerde onun gö­ revlerini çiğnemek, onu hafife almak ve önemsememektir. Dev­ let başkanını küçümseyen ve itaatini gölgeleyen şeylere yöneti­ lenlerin kalkışması doğru değildir. 945- Ama bir Müslüman bunu yaparsa eman geçerli olur. Çünkü emanın sıhhat sebebi, bir Müslüman için sabit ve tamdır. Zira Resulullah: "Müslümanların dışındakiler onların (Müslümanın) zimmetiyle dolaşırlar," buyurmaktadır. Eman ve­ rildikten sonra devlet başkanı emanlarını geri alıp onları güven içinde olacakları yere ulaştırıncaya kadar onlarla savaşı kesmek zorundadır. Kalenin dışına çıkmış olsalar bile bunu yapmadıkça onlarla savaşa devam edemez. 946- Onlara eman veren Müslümanı tedip etmek isterse tedip edebilir.

408

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü devlet başkanını küçülten bir işe girişerek edepsizlik etmiştir. Onu tedip etmeyecek olursa başkaları da aynı şeye ce­ saret eder. Bu da devlet politikasını ve işlerin idaresini bozar. Ama Müslümanların yararını gözeterek onlara eman vermiş ve devlet başkanı da bunu tasvip etmişse bu işten ötürü o ar­ tık tedip edilemez. Çünkü bunu yapmakla Müslümanlara daha çok yarar sağla­ mayı kastetmiştir. Devlet başkanının görüşünü alıncaya kadar erteleyecek olsaydı belki de bu yarar kaçmış olacaktı. Böyle du­ rumlarda Müslüman eman verebilir. Düşmandan biri gizlice Müslümana: "Bana eman ver, sana düşmanın açık yerlerini göstereyim," veya "Sana kale kapısı­ nı açayım," demiş ve Müslüman da bu fırsatın kaçmasından endişe etmişse devlet başkanından eman için izin istemeden ona eman verebilir. Çünkü bu durumda emanın verilmesi Müslümanların yara­ rının sağlanmasına yöneliktir. Böyle davranan kişi tedibe değil, övgüye layıktır. Bu sebeple böyle yerlerde adam tedip edilmez. 947- Bir Müslüman, düşmandan birine kaleden inip Müslümanların ordugahına gelmek üzere yüz dinar karşılığında eman verse ve parayı aldıktan sonra onu ordugaha getirdi­ ğinde devlet başkanı bunu öğrense Müslüman kötü davran­ makla beraber, emanı sanki ücret almadan verilmiş gibi caiz olur. Devlet başkanı sonra bu durumu değerlendirir. 948- Müslüman ona: "Darülharpten Müslümanlar çıkıncaya kadar emin olacaksın," diye şart koşmuşsa devlet başkanı is­ tediğini tercih etmekte serbesttir. Dilerse parasını geri verir ve önceki yerine gönderir. Dilerse ona şart koşulanı yerine getirip parayı alır ve Müslümanlara ganimet yapar. Çünkü parayı alan Müslüman onu ancak Müslümanların kuv­ veti sayesinde alabilmiştir. Bu sebeple para ona mahsus sayıl­ maz. Sadece yaptığı iş, devlet başkanının veya amirin yapması mesabesinde kabul edilir. 949- Adam, askerin yanına gelmeyi ve görüşmesi gereken bi­ riyle görüştükten sonra geri dönmeyi şart koşmuşsa devlet başkanı bu emanı kabul eder ve alınan dinarları askere gani­ met yapar.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

409

Çünkü Müslümanların yararını gözetmek bu emanın kabul edilmesini gerektirir. Adam kalesine dönünceye kadar Müslü­ manlar arasında eman altındadır. Dinarlarını geri verecek olursa birinci durumun aksine bundan Müslümanlara bir yarar sağlan­ mış olmaz. 950- Kale fethedilinceye kadar adam Müslümanlar arasında kalıp kaleye dönmezse darülharpten emin olacağı yere ulaş­ tırılıncaya kadar eman altındadır. Dinarlarını geri vermede bir yarar yoktur. Darülharpte güven içinde olacağı yere ulaştırılıncaya kadar ona kimse ilişmez. Di­ narlar da askerlere fey sayılır. 951- Bir Müslüman, aldığı yüz dinar karşılığında kaledekilere bir ay eman verse devlet başkanı iki durumdan birini tercih etmekte serbesttir. Dilerse dinarları geri verir ve emanın ge­ çersiz olduğunu bildirir. Dilerse emanı kabul eder ve bir ay onlara ilişmez. Yüz dinarı da alır ve Müslümanlara fey sayar. Çünkü her iki durumda da Müslümanların yaran umulur. Bir ay geçmeden kalenin fethedilmesini umuyorsa dinarları geri vermesi yararlıdır. Ummuyorsa emanı geçerli sayması ve dinar­ ları alması yararlıdır. Bu sebeple devlet başkanı dilediği şıkkı seçmekte serbesttir. 952- Komutan, asker arasında: "Kaledekilere veya onlardan birine, kim eman verirse emanı geçersizdir," diye ilan ettikten sonra bir Müslüman karşılıklı veya karşılıksız onlara eman verecek olursa emanı geçerlidir. Çünkü Müslümanın verdiği emanın sıhhati bu ilanla yok ol­ maz. Eman verme hakkı, şahitlik hakkı gibi şer'an her Müslüman için sabittir. Komutanın bu ilanıyla bu hak yok olmaz. Zaten harp ehli bu yasaklamayı bilmiyor. Bu yasaklamadan sonra Müslümanın verdiği eman geçerli sayılmayacak olursa onlara hile yapılmış olur ki bu da haramdır. Ancak komutan bu adamın Müslümanların yararını gözeterek eman vermedi­ ğini tespit ederse onu hapis ve cezayla terbiye edebilir. Çünkü buradaki yetkiyi aşma, birinci durumdakinden daha büyüktür. Çünkü adam komutana açıkça muhalefet etmiş, böyle­ ce cezayı ve hapsi hak etmiştir.

410

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

953- Kaledeki düşmana: "Müslümanlardan biri size eman ve­ recek olursa emanına aldanmayınız, onun emanı geçersizdir," diye yazılı veya sözlü olarak veya elçiyle bildirdikten sonra biri onlara eman verir ve kendileri de buna dayanarak çıkar gelirlerse fey olurlar. Eman altında sayılmamaları, yasaklamadan sonra Müslüma­ nın vereceği emanın sahih olmamasından değil, bu yasaklama­ nın komutan tarafından, düşmana verilen emanın geçersiz ol­ duğunu bilmeleri açısındandır. Eman verildikten sonra geçersiz saymak doğru olduğu gibi verilmeden önce de geçersiz olacağını söylemek doğrudur. Çünkü geçersiz olduğunu bildirmekten maksat, hile ve hıyanet­ ten kaçınmak ve bunu önlemektir. Bu da her iki durumda önlen­ mektedir. Çünkü eman verildikten sonra geçersiz olduğunu gös­ teren bir şey ortaya çıkarsa eman hükmünün sabit olmasını önler. Birinci durumun aksinedir. Orada düşman, komutanın yasaklama­ sından habersizdir. Bunu kendileri bilmedikçe emanın geçersiz sayılması da gerçekleşmez. Emandan sonra emanın geçersiz sayıl­ ması, Müslümanlann zarannı önlemek içindir. Çünkü bu olmasay­ dı, Müslümanlar arasından kalenin fethedilmesini istemeyen bazı rasıklar, komutan emanlan geçersiz saydıktan sonra her defasında düşmana eman vererek engelleme imkanı bulabilirler. Bu zaran önlemek için uyarmak ve özürlerini kabul etmemek üzere eman verilmeden önce geçersiz olacağının belirtilmesi sahih olur. 954- "Size ben eman vermedikçe başka Müslümanın vereceği eman geçersizdir," diye düşmana söyler ve Müslümanlardan biri gelip onlara: "Ben emirin elçisiyim, size eman verdi," der ve buna dayanarak yerlerini terk ederlerse Müslüman kişi ya­ lan söylemiş olsa bile onlar eman altında olurlar. Çünkü elçinin sözü, elçiyi gönderenin sözü gibidir. "Elçiliğin sabit olması halinde durum böyledir. Ama elçi yalan söylemişse sözünün emirin sözüyle eş sayılması mümkün değildir. Çünkü böyle bir elçi göndermiş değildir. Elçi görünen bu adamın on­ lara vereceği emanı sahih saymak da mümkün değildir. Çünkü o, 'Size eman verdim,' deseydi, emanı sahih olmazdı. Bu sebeple emanı geçersiz olmalıdır," denilecek olursa biz deriz ki: Evet. Lakin sözü, sanki elçilik mektubu gibi söyleyince bir aldatma ve hıyanet meydana gelmiş olmaktadır. Çünkü bu işte

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

411

doğru veya yalancı olduğuna ve sözünün hakikatine vakıf olmak mümkün değildir. Adamın aklı ve dini doğru söylemesini ve ya­ landan sakınmasını gerektirdiğine göre, düşmanın bu zahire güvenmesi mümkündür ve güvenebilirler. Bu durumda eman geçersiz sayılırsa aldatma ve hıyanet meydana gelir. Ama emanı sadece kendisinin verdiğini söylerse durum bunun zıddı olur. 955- Komutan düşmana: "Kendim gelip size eman verinceye kadar Müslümanlardan biri size eman verir veya benden size bir eman mektubu getirirse o geçersizdir;" der ve olay yuka­ rıdaki gibi cereyan eder ve düşman çıkıp gelecek olursa fey olur. Çünkü bu komutanın vereceği eman dışında bütün emanların geçersiz sayılacağını duyurmuştur. Sonra, Müslümanları zarar­ dan korumak vaciptir. Bu zararı önlemenin tek yolu da komuta­ nın emandan önce bu şekilde uygulamada bulunmasıdır. Böyle yapmazsa fasık kişiler Müslümanların cihadını bozma ve boşa çıkarma fırsatını bulurlar. Bu da caiz değildir. Ancak bu mese­ lede amir kendisi eman verdiğini bildirmek için, yasaklamadan sonra birini gönderirse düşman eman altında olur. Çünkü elçinin ibaresi, onu gönderenin ibaresi gibidir. Sanki amir kendisi on­ lara eman vermiştir. Düşmana daha önce söyledikleriyle sanki yalan söyleyerek elçi olduğunu iddia edecek kişilerin haberine güvenmekten onları alıkoymak istemiştir. Onlara gerçekten gön­ dereceği elçilerin haberlerine güvenmektense alıkoymamıştır. Sonra, elçinin haberini, ancak elçi yalancı ve sahte olduğu için geçersiz saydık ki Müslümanlara ulaşacak zarar önlenmiş olsun. Ama elçi gerçek ve doğruysa bu durum söz konusu olmaz. Şöyle ki: Bu ilanından sonra onlara elçi gönderirse sözünden dönmüş demektir. Sözünden dönmesi de sahihtir. Nitekim düş­ mana: "Size eman verirsem emanım geçersizdir;" der ve daha sonra eman verirse bu eman geçerli ve sahihtir. Çünkü bu, söy­ lediğinden vazgeçme ve dönme sayılmaktadır. Önceki sözü ona herhangi bir şey gerektirmediğinden, ondan dönmesi ve vazgeç­ mesi sahih olur. 956- Müslümanlardan biri bin dinar karşılığında harp ehliy­ le bir yıllık saldırmazlık antlaşması yaparsa bu antlaşma caiz olup Müslümanların bir yıla kadar saldırması yasak olur ve onlardan birini öldürecek olurlarsa kan diyetini öderler.

412

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü Müslümanlardan birinin emanı, hepsinin emanı gibidir. 957- Devlet başkanı bu antlaşmadan ancak bir yıl geçtikten sonra haberdar olursa antlaşmayı onaylar ve malı alıp bey­ tülmale verir. Çünkü süre geçtikten sonra antlaşmanın onaylanmasını, Müslümanların yararı gerektirmektedir. Burada kendini ücrete bağlayıp çalışmaktan kurtulan kısıtlı köle mesabesindedir. Bu durumda akit yerine getirilir ve ücreti de onun efendisi alır. Ama süre geçmeden önce efendisi bu durumu öğrenmiş olsaydı ücre­ te bağlamayı (başka birinin işlerini yapmak üzere ücretle çalış­ ma antlaşması yapma) bozabilirdi. Sonra bu mal, harp ehlinden ancak Müslümanların kuvveti sayesinde alınmıştır. Çünkü düş­ manın korkusu bir tek Müslümandan değil, Müslüman topluluk­ tandır. Bu sebeple malı onlardan alır ve gerektiğinde harcanmak üzere beytülmale koyar. 958- Bir yıl geçmeden önce antlaşmadan haberdar olursa durumu değerlendirir: Antlaşmayı tasvip etmek yararlıysa onaylar ve malı alıp beytülmale koyar. Bu şekliyle yararlı olduğunu gördüğünde antlaşma yapma yetkisine sahiptir. Bu yüzden bunu onaylaması öncelikledir. Antlaşmayı bozmayı daha yararlı görürse mallarını geri verir, sonra antlaşmanın bozulduğunu haber vererek onlarla savaşır. Çünkü Müslümanın onlara verdiği eman sahih olup hile ve hıyanetten sakınmak vaciptir. 959- Yılın yarısı geçmişse kıyasa göre malın yarısı geri verilir, yarısı da Müslümanlara kalır. Bu anlaşmaya kıyas olarak tümüne oranla bir kısmının itibar edilmesine göredir. Tıpkı belirli bir ücret karşılığında belli bir zaman için saldırmazlık antlaşması yapmak ve kiraya (icara) vermek gibidir. Nitekim kiralama akdinde de sürenin bir kıs­ mında akit bozulursa kalan süre tutarı kadar ücretten düşülür ve sadece geçen süre için ücret kesinleşir. İstihsana göreyse maim tümü geri verilir. Çünkü malı ödemeleri ancak sürenin tamamında kendilerine saldırılmaması içindir. Karşılık da ancak şartın tümü itibarıyla sabit olup şartın cüzlerine dağılmaz. İtibar da, şart da hakikate

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

413

göredir. Sonra, saldırmazlık antlaşması, bedeli ödenebilen akit­ lerden değildir. Böylece şart kelimesinin antlaşmada hakikatiyle etkili olduğunu kabul ettik. Antlaşmayı bir yıllık tasvip etmeye­ cek olursa mallarının tümünü onlara geri vermesi gerekir. Çün­ kü düşman belki bir yılın belirli bir vaktinde endişe duymakta ve korkmaktadır. Mesela kışın düşman saldırısından emin oldukla­ rı halde yazın bu saldırıdan korkmaktadırlar. Korktukları anda antlaşmalarının bozulduğunu bildirir ve mallarının bir kısmını vermezse bu şartla kastettikleri hiçbir şeyi kazanmış olmazlar. Bu da aldatma ve hıyanete yol açmaktadır. Bu sebeple süre dol­ madan önce emanlarının geçersiz olduğunu bildirecek olursa malın tümünü geri verir. 960- Her yılı bin dinar karşılığında üç yıJJığına onunla ant­ laştıktan ve Müslüman paranın hepsini aldıktan sonra devlet başkanı antlaşmayı bir yıl geçtikten sonra bozmak isterse alı­ nan paranın üçte ikisini düşmana geri verir. Çünkü burada antlaşma be harfiyle yapılmış olup bedelleri de beraber zikredilmiştir. Böylece mal, bedel olmuş olur. Bu mal da cüzler itibarıyla ilgililer arasında paylaşılır. Nitekim antlaşma sürelerini ve bedel olarak verilen miktarları da zikretmiştir. Her seneye bin dinar, demiştir. Birinci durumdaysa olay farklıydı. Orada süre, bir yılın tümü için birdi. Malda a/d harfiyle zikredilmişti. Bu da şart harfidir. "Kiralama durumunda da bedelin be veya ald harfiyle zikredil­ mesi halinde, bedel süreye bölünmektedir. Satış işinde de böy­ ledir. O halde buradaki uygulama neden farklı olmuştur?" deni­ lecek olursa biz deriz ki: Satış ve kiralama, asıl itibarıyla yapılan bedellendirmedir. Şarta bağlı olmaya elverişli değildir. Ama sal­ dırmazlık antlaşması, asıl itibarıyla yapılan bir bedellendirme değildir. Sadece bedellerle beraber be harfiyle yapılan açıklama esnasında bedellendirme olur. Bu da şarta bağlı olmaya elveriş­ lidir. Bunda şart harfi zikredilince hakiki olarak şart kabul edilir. Bir kadın, ald harfini kullanarak kocasına: "Bin dirhem karşı­ lığında beni üç defa boşa;' der ve adam bir defa boşarsa kadının ona bir şey vermesi gerekmez. Ama be harfiyle zikrederse du­ rum değişir. Bu meselede Ebu Hanife yukarıdaki meseleye baka­ rak bu hükme varmaktadır. Çünkü boşanma şarta bağlı olmaya elverişlidir. Zaten aslı itibarıyla bedelli değildir. Bu sebeple aiti

414

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

veya be harflerinden hangisiyle kullandığına göre karara bağla­ nır. Ama iki İmam, hul'un bedellendirme olduğunu söylemek­ tedir. Erkeğin kadın üzerindeki mülkiyet hakkının kalkmasının maksadı da bir tek boşamayla gerçekleşmiş olmaktadır. Bir de belirttiğimiz gibi emanın aksine saldırmazlık antlaşmasında be­ dellendirme manasını tercih ettik. 961- Müslümanlar bir kaleyi kuşattığında başlarındaki ko­ mutan kale halkına: "Umulur ki size eman veririm. Eman ve­ recek olursam emanım geçersizdir," veya "Size eman yoktur," veya "Emanınızı iptal ettim," der, sonra eman verirse kendisi­ nin belirttiği gibi verdiği eman geçersizdir:. Çünkü onlara öyle bir şekilde söyledi ki aldatma şüphesini her yönden yok etmektedir. Söylediği sözlerle vereceği emanı şimdiden geçersiz saymaktadır. Sonra, "Eman vermesi daha ön­ ceki olayda olduğu gibi söylediği sözlerden neden cayma sayıl­ mamıştır?" diye itiraz edilirse deriz ki: Orada meselede bir ziya­ delik vardır. O da sözünden sonra eman vermesi ve "Size eman yoktur, sözümü iptal ettim," demesidir. Bu açıklama adamın sö­ zünden caydığını gösterir. Buradaysa birinci sözünden caydığını gösteren bir şey olmadığı gibi, aksine gerçekleştirdiğine delalet eden şeyler vardır. Nitekim onlara: "Sizinle beraber bu kale halkıyla savaşaca­ ğım. Kendilerine eman vermek istedim, kabul etmediler. Size eman altında olduğunuzu izhar etmek istiyorum. Belki onla­ rı çağırdığım zaman sözümü kabul ederler. Size izhar etmekte olduğum bu emansa uydurma ve batıl olup ona aldanmayın," dedikten sonra onlara eman verseydi, bu eman geçersiz olur­ du. Çünkü eman, bozulma ihtimali olan bir şeydir. Emanla ilgili söyleyeceklerinin geçersiz olduğunu bildirdikten sonra onlara bu_ konuda bir şeyler söylemesi, tıpkı bir şey konuşmamış anla­ mına gelir. İkrah ve İ krar Bölümü'nde açıkladığımız satış ve baş­ ka şeylerde telcie276 (mecburiyet) bahislerinde bunun örnekleri çoktur. Bundan sonra Verilen Hükme Teslim Olma Babı geliyor. Bu babın şerhinin tamamını ek bölümlerin şerhinde yazdırdığı­ mız gibi açıkladık. 276 Bu kavram, içi dışı birbirinin zıddı olan bir işi yapmaya mecbur olmak de­ mektir. Zulüm ve haksızlığa uğrayıp mallarını kaybetmekten korkan kim­ senin mallarını bu yüzden satması telcie satışı demektir (ed.).

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

415

66. Teslim Olan Düşman

Müslümanlardan Birinin Vereceği Hükme Razı Olarak Teslim Olan Düşman Hakkında Verilecek Hüküm 962- Kuşatma altındaki kalede bulunan düşman, Müslüman­ lardan birinin hükmüne razı olarak teslim olursa bu caiz olur. Çünkü Resulullah şöyle buyurmaktadır: "Onları hükümlerini­ ze göre yargılayın, sonra haklarında hüküm verin.'' Beni Kurayza'nın haklarında hüküm verilmesine razı olarak teslim olması konusunda rivayetler değişiktir. Meğazi sahip­ lerinden bazıları başlangıçta Sa'd b. Muaz'ın vereceği hükme razı olarak teslim olduklarını zikretmiştir. Resulullah'a dil uzattıklarını Hz. Ali'nin haber vermesi üzerine Resulullah on­ lara: "Ey domuz ve maymunların kardeşleri! Bana dil uzatı­ yorsunuz ha! Allah ve Resulü'nün hükmüne razı olarak teslim olun," demişti. Daha önce on beş gece muhasara etmişti. Onlar: "Hayır ey Ebü'l-Kasım! Sen böyle düşük bir adam de­ ğilsin," dediler. Ama kuşatma sürünce Müslümanlardan dile­ dikleri kişinin hüküm vermesine razı olarak teslim olmalarını Resulullah teklif etti. Resulullah'ın peygamberliğinden önce Evs'in müttefikleriydiler. Sa'd b. Muaz da Evs'in lideriydi. İs­ lam'dan önceki dönemde aralarındaki işbirliği ilişkilerine güvenerek haklarında iyi hüküm vermesini umdukları Sa'd b. Muaz'ın vereceği hükme razı olup teslim oldular. Bu da gösteriyor ki Müslümanlardan birinin vereceği hükme razı olarak düşmanın teslim olmasında bir sakınca yoktur. Meşhur olan rivayete göreyse Resulullah'ın hükmüne razı olarak teslim oldular. Sonra kendi rızalarıyla haklarında Sa'd b. Muaz'ın hüküm vermesini söyledi. Bunu da şunun için yap­ tılar: Ensar, Resulullah'ın etrafında toplanıp şefaat yollu Beni Kurayza'nın durumu hakkında onunla konuştular. Resulul­ lah da gönüllerini hoş tutmak için onlara: "Sizden birinizin haklarında hüküm vermesine razı olmaz mısınız? " buyurdu. "Oluruz," dediler. "Hükmü Sa'd b. Muaz versin," buyurdu. Bu görevi ona vermesinin sebebi de şudur: Sa'd'a Hendek Sa­ vaşında bir ok isabet etmiş ve kolundaki atardamarı kesmişti. Bunun üzerine şöyle dua etmişti: 'J\llah'ım, Kureyş'le bir daha savaş olacaksa beni o savaşa kadar yaşat! Resulü'nü araların-

416

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

dan kovan bir milletle savaşmaktan benim için daha sevimli bir şey yoktur. Kureyş'le savaş bitmişse bu yarayla şehit ola­ yım. Beni Kurayza'nm hezimetini görmeden de öldürme." Bu şekilde dua ettikten sonra kan durmuştu. Bu şekilde dua etmesinin de sebebi şudur: Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı çiğnedikleri haberini alınca Resulul­ lah'm emriyle antlaşmayı yenilemelerini istemek için Beni Kurayza'ya gitmişti. Onu kötü karşılayıp hakaret ettiler. "Bana söversiniz hal Aramızda sövmekten daha çetin bir şey var, o da kılıçtır," diyerek yanlarından ayrıldı. Hendek Savaşında müşrikler yenilip Müslümanlar Beni Ku­ rayza'yı muhasara edince bu duada bulundu. Beni Kurayza, Resulullah'm vereceği_ hükme razı olup teslim olunca Resulul­ lah, Sa'd b. Muaz'm hüküm vermesini söyledi. O esnada Sa'd, Resulullah'm mescidinde hasta yatıyordu. Ensar yanma gelip Resulullah'm ordugahına götürmek üzere bir merkebe bin­ dirdiler. Yolda onunla bu işi konuşarak şöyle dediler: "Dost­ ların ve antlaşmalılarmdır. Allah onlar hakkında sana imkan verdi, onlara iyi davran. Biliyorsun, Resulullah iyiliği ve dost­ luğa vefayı sever. Müttefikleri olan Beni Kaynuka'ı kurtarmak için Abdullah b. Übey'in neler yaptığını biliyorsun. Sen ise bu işe daha layıksın." Bu mesele üzerinde arkadaşları çok ısrar edince eliyle sa­ kalını sıvazladı ve şöyle dedi: "Sa'd'm Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaması zamanı geldi." Bunu duyunca aralarında şöyle dediler: ''.Allah'a yemin olsun, Beni Kurayza mahvoldu." Onu Resulullah'm meclisine getirdiler. Sa'd, Resulullah'm meclisine gelince Ensara şöyle dedi: "Kalkın, büyüğünüzü indirin." İndirilip Resulullah'm yanında oturunca Resulullah ona şöyle buyurdu: "Haklarında hüküm vermeyi sana bırak­ tım. Haklarında hüküm ver." Sa'd, Beni Kurayza'ya yöneldi ve şöyle dedi: "Hakkınızda vereceğim hükmü kabul edeceğini­ ze dair Allah'a söz veriyor musunuz?" "Evet," dediler. Resu­ lullah'm bulunduğu tarafa dönerek ve saygı göstererek şöyle dedi: "Bu taraftakiler de hüküm vermemi kabul ediyor mu?" Resulullah ve yanındakiler: "Evet," dediler. Bunun üzerine hükmünü açıkladı. "Haklarında şu hükmü verdim: Erkekler

Şerhü 's-Siyeri'l-Kebfr

417

öldürülsün. Kadın ve çocuklar esir alınsın, maHarı da taksim ediJsin." Bunun üzerine ResuluHah şöyle buyurdu: "Yedi gö­ ğün üstünden AJJah'ın hükmüyle haklarında hüküm verdin." Bazı rivayetlerde bu şekiJde rivayet ediJmiştir: Bu da gösteriyor ki Müslümanlardan birinin hüküm verme­ sine razı olarak teslim olmaları ve hüküm vermeyi başkasına bırakmak caizdir. Yalnız teslim olan düşmanın rızası olmadan Müslüman hüküm verme işini başkasına bırakamaz. Çünkü Sa'd, Resulullah'ın huzurunda onların rızasını aldıktan sonra hüküm vermiştir. Onların rızasını almasını da Resulullah yadırgamamış­ tır. Sebebi de şudur: İnsanlar düşünce ve görüşte farklıdırlar. Bu hükmü vermekse ileri ve derin görüşlü olmayı gerektirir. Birinin haklarında hüküm vermesine razı olmaları, başkasının hüküm vermesine razı olmaları demek değildir. Öyle ki onların rızası ol­ madan hüküm verme işini bu adam başkasına bırakacak ve o da hüküm verecek olursa hakkında hüküm verilen kişi, buna razı olup caiz görmedikçe hüküm geçerli olmaz. Ama bunu duyar ve kabul ederse hüküm geçerli olur. Çünkü kabul ve caiz görmesi, onu yeniden görevlendirmesi gibidir. Onlar buna razı olduktan sonra haklarında hüküm vermesiyle hüküm geçerli olur. Hakla­ rında hüküm vermekle görevlendirilen kişinin vereceği, erkek­ lerin öldürülmesi veya zimmi sayılması veya fey kabul edilmesi şeklindeki hüküm, Sa'd'ın verdiği hüküm deliline göre tümüyle geçerlidir. Bazı rivayetlerde o gün Sa'd'ın kasık kıJJarı bitmiş kişiJerin öldürülmesi şeklinde hüküm verdiği beJirtiJmektedir: BaJiğ olmak, kasık kıHarının bitmesiyledir, yani kasık kıHarı biten genç, baJiğ olur diyenler, bunu deJiJ gösteriyorlar ki biz bu gö­ rüşte değiJiz. Çünkü kılların bitmesinde insanlar farklıdır. Mesela Türkler­ de geç bittiği halde Hindularda erken biter. Onun için bunu hük­ me esas saymak mümkün değildir. Bunun izahı şudur: Beni Ku­ rayza erkeklerinin baliğ olmasının, kıllarının bitmesiyle olduğu vahiy yoluyla Resulullah'a bildirilmiş olabilir. Bu şekilde hüküm vermesi de kılları bitmiş erkeklerin savaşçı kabul edilmesinden­ dir ve ancak savaşanların öldürülmesine hükmetmiştir. Müslü­ manlara karşı savaşansa baliğ olsun olmasın öldürülür. Ancak sadece savaşanların öldürülmesi daha doğrudur. Çünkü baliğ ol-

418

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

mayanlar, Müslümanlara karşı savaştığında esir edilmeden önce öldürülür. Ama esir edildikten sonra öldürülmez. Haklarında hüküm verdikten sonra Haris en-Neccariyye'nin kızının evinde hapsedilip elleri bağlandı. Esirlere böyle davranılması gerekir. Yüce Allah buyuruyor:

"Onlanyakaladığımzda sıkı bağlaym."277 Resulullah bir kenarda oturdu. Sıcak bir günde Beni Kuray­ za'dan öldürülecekler öldürüldü. Resulullah'ın huzurunda onlardan öldürülenlerin isimleri meğazi kitaplarında şöyle sayılmaktadır: Huyey b. Ahtab, Ka'b b. Üseyd ve bir grup. Gün ortası olunca Resulullah: "Günün sıcaklığını ve silahın sıcak­ lığını Üzerlerinde birleştirmeyin. Öğle sıcağında bırakın ve su verin. Hava serinleyince arta kalanları da öldürün," dedi. Meğazi kitaplarında Resulullah'ın kalkıp Sa'd'a şöyle dediği zikredilir: "Arta kalanların işini de sen bitir." Öldürme işini Ali b. Ehi Talib ve Zübeyr b. el-Avvam yürütüyordu. İbn Ebi'l-Cehm'in evi yanında öldürüldüler ve kanları Ahcaru'z-Zeyt denilen yere kadar aktı. Kitapta onlardan kaç kişi öldürüldüğü belirtilmemiş­ tir. Bu konuda farklı rivayetler vardır. Tercih edilen rivayete göre yedi yüz kişi öldürüldü. Mukatil, dört yüz elli kişinin öldürüldüğü­ nü söylüyor. Esir alınanların sayısıysa altı yüz ellidir. Durumundan şüphelenilen herkesin kasıkları yoklanır, kıllarının bittiği belirle­ nince öldürülürdü. Beni Kurayza'dan Atıyye şöyle demektedir: "O gün durumumdan şüphelendiler, kasıklarımı açtılar. Kıllarımın bitmediğini görünce esir çocuklar arasında saydılar." Hz. Ömer'in ordu komutanlarına: "Kılları bitenleri öldürünüz ve harbilerden aramızda kimse tutmayınız," diye yazdığı zik­ redilmektedir. Böyle yazması Müslümanlara zarar vermelerini önlemek içindir. Nitekim bu yasağına sıkı sıkıya uymadıkları için Hristi­ yan278 sonra Mecusi olan Ebu Lü'lüe denilen kişi esirler arasın­ dan çıkmış ve Hz. Ömer'i şehit etmiştir. İ bn Ömer'in şöyle dediği zikredilmektedir: "Uhud günü on üç yaşındaydım. Resulullah'ın huzuruna çıkarıldım. Beni savaş­ çılar arasına kabul etti.'' 277 Muhammed, 47 /4. 278 Başka nüshalarda "Hristiyan" kaydı yoktur.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

419

Bunu zikretmesi, ergenliğin tespiti için kasık kıllarının bitme­ siyle hüküm verilemeyeceğini göstermek ve büluğun ihtilamla tespit edileceğini belirtmek içindir. Gencin baliğ olup olmadığı, ya ihtilam olması ya da on beş yaşına girmesiyle belli olur. Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşü budur. Ebu Hanife'ye göreyse bir rivayette on sekiz, bir rivayette de on dokuz yaşıdır. Bu meseleyi Talak bahsinde açıkladık. Allah'ın yardım ve muvaffakıyetiyle eman konusu sona ermiştir. Allah bizi ateşten korusun ve cennetine koysun. 67. Enfil (Ganimetler) Bölümü

963- Enfal, esas manasıyla ganimetler demektir. NefeJe kö­ künden türemiştir. Mesela şu beyitte de aynı anlamda kuJJa­ nıJmıştır: '�JJah'ın takvası en güzel ganimettir. Acele etmek ve beklemek de AJJah'ın izniyJedir." Cenab-ı Hak da, "Sana enfcili (yani ganimetleri) sorarlar,"2 79 buyurmaktadır. Bu ayetin nüzul sebebi, Ubade b. Samit'in rivayetine göre şöy­ ledir: "Bedir günü ahlakımız bozulduğundan mahrum kaldık," dedi. "Ahlakınız nasıl bozuldu?" diye sorulunca şöyle dedi: "Düş­ man yenilince üç gruba ayrıldık: Bir grup Resulullah'ın etrafında onu koruyordu. Bir grup düşmanı kovalıyordu. Bir grup da mal topluyordu." Sonra her grup ganimetlerin kendi hakkı olduğunu iddia etti. Resulullah'ın yanında toplandık. Seslerimiz yükseldi. Resulullah susuyordu. Bu durum hakkında Yüce Allah, "Sana ganimetleri sorarlar. De ki: Ganimetler Allah ve Resulü'nündür," hükmünü in­ dirdi. Fakihlerin ibarelerinde enfal lafzının kullanışından mak­ sat, devlet başkanının ganimet toplayan bazı kişilere tahsis ettiği şeylerdir. Yapılan bu uygulamaya ten/fi ve söz konusu ganimete de neft adı verilmektedir. 964- Şüphe yok ki savaşa teşvik etmek için düşmandan ga­ nimet almadan önce askere ganimet tahsisi yapmak caizdir. Çünkü devlet başkanı teşvik etmekle mükeJJeftir. Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. "280 Bu hitap, ResuJuJJah'a ve ondan sonra gelen her devlet başkanı­ nadır. 279 Enral. 8/1. 280 Enrnl, 8/65.

420

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Teşvik de ganimet vermekle yapılır. Yiğit kimseler ganimet­ lerden bir şey kendilerine belirlenmedikçe kendilerini teh­ likeye attıkları nadirdir. Devlet başkanının böyle bir tahsis yapması, onları canlarını tehlikeye atmaya ve düşmanla kah­ ramanca savaşmaya teşvik eder. Bu tahsisin şekli de: "Kim bir düşman öldürürse selebi kendi­ sinindir. Kim birini esir alırsa o kendisinindir," demek şeklin­ de olur. Nitekim Resulullah, Bedir ve Huneyn gününde böyle ilan ettirmiştir. Veya bir seriye göndererek: "Beşte birin dışında aldığınız ga­ nimetlerin üçte biri sizindir," demesi veya bu sözü kayıtlama­ dan söylemesi şeklinde olur. Bu, mutlak olarak söylendiği zaman ganimetler beşe bölün­ meden önce üçte biri kendilerine mahsus olup arta kalan ganimetten de beşte bir ayrıldıktan sonra ordunun diğer fertleriyle ortak olurlar. Bu fazlalıkta bağış yapıldığı zaman aldıkları ganimetlerden beşte bir pay ayrılır, kalanın üçte biri de onlara mahsus olur. Bu kalan kısımda ordu fertleri ortak olurlar. Devlet başkanı ganimet tahsisi yapmadan önce mu­ haripler, bize göre böyle bir hakka sahip değildir. Şafii' nin görüşüne göre mübareze şekliyle kahramanca vuru­ şan kimse bir müşriki öldürürse devlet başkanı daha önce ona bir tahsis yapmamış olsa bile, öldürdüğü düşmanın malını al­ maya layıktır. Çünkü Resulullah şeriatı ikame etmek için: "Kim bir düşmanı öldürürse selebi onundur," buyurmaktadır. Resu­ lullah'ın ifadelerinde, "Dinini değiştireni öldürünüz," gibi sözler, sebebi belirtmek içindir. 965- Ancak bu, Resulullah'ın Medine'de ashabı yanında söy­ lemiş olması halinde söz konusudur. Ne var ki teşvik ihtiya­ cının ortaya çıkması dışında söylediği zikredilmemektedir. Malik b. Enes: «Resulullah'ın Huneyn günü dışında, "Kafiri öl­ düren için onun malı ganimettir," sözünü söylediği vaki değil­ dir,» demektedir. Bunu da Müslümanlar geri kaçıştıklarında buyurmuştur. O anda düşmana saldırmak için teşvik ihtiyacı doğmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sonra

gerisin geri kaçtmız."281 281 Tevbe, 9/25

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

42 1

Muhammed b. İ brahim et-Teymi, Resulullah'ın bunu Bedir Sa­ vaşında söylediğini zikretmektedir. O gün teşvike olan ihtiyaç açıktı. Çünkü Müslümanlar o gün Cenab-ı Hakk'ın belirttiği gibi, "Siz güçsüz,"282 durumdaydılar. Anlıyoruz ki bu ganimet tahsisini, şer'i hüküm koymak şeklinde değil, teşvik için yapmıştır. Söylediklerimizi Abdullah b. Şakik'ın şu ifadeleri de destek­ lemektedir: Resulullah, Vadilkura denilen yeri muhasara ediyordu. Bir adam gelerek ona şöyle dedi: "Ganimetler ko­ nusunda ne dersiniz?" Resulullah şöyle buyurdu: "Beşte biri Allah'ın, dördü de onlarındır." Yine sordu: ''Ama ganimeti şa­ hıslar kazanıyor?" Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Sana bir ok atılıp da saplandığı yerden çekip çıkarsan bile onu almaya Müslüman kardeşinden daha müstahak değilsin.'' Bu (olay) savaşçının selebi (düşmanın araç ve gerecini) ancak ganimet olarak hak edeceğini gösteren açık bir deJildir: Irak ve Hicaz alimleri bu görüş üzerinde ittifak etmişlerdir. Ebu Hanife de şöyle demektedir: Ganimet alındıktan sonra birine tahsis yapılmaz. Irak ve Hicaz alimlerinin görüşü bu­ dur. Şam alimleriyse ganimet alındıktan sonra da birine tah­ sis yapılmasını caiz görürler. Nitekim Evzai bu görüştedir. Oy­ saki söylediklerimiz onların görüşlerinin geçersiz olduğunu göstermektedir. Ganimet tahsisi savaşa teşvik etmek için yapılır. Bu da gani­ met alındıktan sonra değil, alınmadan önce yapılır. Sonra, pay ayırmak başlangıçta ganimeti alanların sabit olan hakkını iptal etmek veya beşte biri alacak kişilerin hakkını düşürmek için değil, tahsisi ispat etmek içindir. Halbuki ganimetler alındıktan sonra tahsis yapmak başkalarının hakkını iptal etmektir. 966- Bunun caiz olmadığı eJ-Hasan'ın rivayet ettiği şu hadis­ le sabittir; Adamın biri Resulullah'tan keçi kılından örülmüş bir yular istedi. Resulullah ona: "Yazıklar olsun sana! Ateşten bir yular mı benden istiyorsun! (İki veya üç defa tekrar etti.) Allah'a yemin olsun ki ne senin istemeye hakkın var ne de be­ nim vermeye hakkım var."

282 Al-i lmran, 3/123.

422

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Mücahid'in rivayetine göre adamın biri ganimet alınan kıldan bir yumağı elinde tutarak ResuluJJah'a geldi. "Bunu bana ba­ ğışla," dedi. ResuluJJah: "Ondan bana düşen payımı sana ba­ ğışladım," buyurdu. Ebü'l-Eş'as es-San'ani''nin rivayet ettiğine göre bir adam kıl­ dan bir yular eline alarak ResuluJJah'a geldi. "Bu yuların bana verilmesini söyle, devemin yuları yok," dedi. ResuluJJah ona: "Benden ateşten bir yular mı istiyorsun? Ne sen onu isteyebi­ lirsin ne de ben sana verebilirim," buyurdu. Adam yuları ga­ nimetler arasına attı. Ganimetler alındıktan sonra tahsis caiz olsaydı adamın ihtiyacı sabit olmasına rağmen ResuluJJah onu haram etmezdi. ResuluJJah'ın alındıktan sonra tahsis yaptığına dair rivayetse kendisinin miskinlerden sayılması itibarıyla beşte bir paydan tahsis yaptığına yorumlanır veya bunun kendisine ait oldu­ ğunu belirterek: "Ganimetlerinizden sadece beşte biri benim için helaldir: O da size geri gelir," buyurduğu beşte bir paydan ayırmış veya savaş alanında alınan maJJardan değil de Beni Nadir'in maJJarı gibi sadece kendisine ait olan AJJah'ın verdiği maJJardan vermiştir, sayılır: Veya onu Bedir ganimetlerinden vermiştir. Bu ganimetlerde­ ki yetki Cenab-ı Hakk'ın: "De ki: Ganimetler Allah ve Resulü'nün­ dür, " buyurduğu gibi Resulullah'ın elindeydi. Sonra bu şu ayetle neshedildi: "Biliniz ki aldığmızganimetin beşte biri Allah 'ındır. "283 Devam etti: 967- Masa b. Sa'd b. Yezid veya Zeyd rivayet ederek şöyle der: Bedir günü ResuJJuJJah'ın çağrıcısı şöyle seslendi: "Kim bir düşman öldürürse selebi onundur: Savaşmadan alınan gani­ metlerse eşit olarak dağıtılacaktır:" Yani eşitlik üzere. İbn Abbas'ın da şöyle dediği rivayet ediJir: "Enfal suresinin (ganimetlerle ilgiJi) birinci ayeti indiği zaman ResuluJJah ga­ nimetleri eşit paylaştırdı." 283 Enfal, 8/41 (Aslında burada nesh değil, açıklama vardır: Temel olarak ga­ nimetler Allah'ın dolayısıyla peygamberindir. Hükmü sonraki ayetle açık­ lanarak bu ganimetlerin nasıl dağıtılacağı açıklanmaktadır. Yoksa klasik anlamda Kur'an'da nesh olayı söz konusu değildir.) (çev.).

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

423

Rivayetler, o gün herkese öldürdüğü kafirin mahm kendisine ganimet alma hakkını verdiğinde ittifak etmektedir. Nitekim Asım b. Amr b. Katade bu konuda şöyle rivayet etmektedir: ''.Ali, VeJid b. Utbe'nin, Hamza, Utbe'nin, Ubeyde b. el-Haris, Şeybe'nin malını ganimet olarak aldı ve mirasçılarına verdi. Ubeyde yara almıştı Medine'ye varmadan önce es-Safra Va­ disinde Zatu Ecdal deniJen yerde vefat etti.'' Orası yer ismidir. 968- Ebu CehiJ'i kimin öldürdüğü konusunda rivayetler de­ ğişiktir. Abdurrahman b. Avf'tan şöyle rivayet ediJmektedir: "Bedir günü iki genç arasındaydım. OJdukça genç yaştaydıJar. Biri Muavviz b. Afra diğeri de Muaz b. Amr b. el-Cemuh'tu.'' Biri şöyle dedi: "Ey amca! Ebu CehiJ'i biJiyor musun?" "Ne yapacak­ sın?" dedim. "ResuluJJah'a sövdüğünü duydum. AJJah'a yemin ederim ki karşıma çıkarsa onu öldürmeden bırakmam," dedi. Diğeri de gözüyle işaret ederek aynı şeyi ifade etti. Sonra Ebu CehiJ'i müşriklerin saflarını düzenlerken gördüm. ''.Aradığınız kişi işte budur," dedim. KıhçlarıyJa üzerine yürü­ düler ve öldürdüler. İkisi de ResuluJJah'a gelerek şöyle dedi­ ler: "Ben onu öldürdüm, selebi benimdir." ResuluJJah onlara buyurdu: "Kıhçlarımzı siJdiniz mi?" "Hayır," dediJer. "Kıhçla­ rınızı bana gösterin," dedi. GösterdiJer. "İkiniz öldürdünüz," buyurdu ve selebi Muavviz b. Afra'ya verdi. Meğazide zikredildiğine göre leke ve darbe izlerini onun kı­ lıcı üzerinde gördü. Kendisinin öldürdüğünü, diğerinin de ona yardımcı olduğunu anladı ve ganimeti Muavviz'e verdi. Bir riva­ yete göre İkrime b. Ehi Cehil'e adam yollayarak babasını kimin öldürdüğünü sordu. "Elini kestiğim kişi," cevabını verdi. Muav­ viz'in elini bilekten kesmişti. İki rivayetten en meşhur olanına göre Hz. Ali, Ebu Cehil'i yere sermiş ve İbn Mes'ud üzerine saldırarak öldürmüştür. Nitekim İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet edilmektedir: Müşriklerden kimin öldürüldüğünü görüp Resulullah'a müjde vermek için ölüler arasında geziyordum. Ebu Cehil'in vurulduğunu ve son anları­ nı yaşadığını gördüm. Göğsüne oturdum. Gözlerini açtı ve şöyle dedi: "Ey koyun çobanı! Yüksek bir yere tırmandın," dedi. "El­ hamdulillah Allah buraya yükseltti," dedim. "Kim galiptir?" dedi. ''.Allah ve Resulü," dedim. "Ne yapmak istiyorsun?" dedi. "Kafanı kesmek istiyorum;· dedim. Bunun üzerine: "Kılıcımı al, o daha

424

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

keskindir. Başımı omuzdan kes ki bakanların gözünde daha deh­ şetli görünsün. Muhammed'e vardığın zaman ona söyle, bugün eskisinden daha fazla düşmanım kendisine," dedi. İ bn Mes'ıld der ki: Kafasını kestim ve Resulullah'a getire­ rek: "İşte Allah'ın düşmanı Ebu Cehil'in kafası," dedim. Resulul­ lah: ':ı\.llahu Ekber! Bu benim ve ümmetimin firavunudur. Bana ve ümmetime olan kötülüğü Firavun'un, Musa'ya ve ümmetine yaptığı kötülükten daha büyüktü," buyurdu. Sonra onun kılıcını ganimet olarak bana verdi. Bazı rivayetlerde de: Söylediklerini kendisine anlattım. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Şüphesiz dünyada kafir oldu, ölüm esnasında kafir oldu ve cehennemde de kafir olacaktır," denilmektedir. "Nasıl ya Resulullah?" diye sorulunca: "Cehennemi göreceği zaman etrafına bakacak ve arkadaşlarına: 'Muhammed ve ashabı nerededir?' diye soracak 'Onlar cennettedir,' cevabını alacaktır. Bunun üzerine: 'Hayır, bu­ gün zorluk günü olduğu için kaçtılar,' diyecektir," buyurdu. Resu­ lullah'ın onun kılıcını Abdullah b. Mes'ı1d'a verdiği konusundaki rivayetler müttefiktir. Hatta bazı rivayetlerde ondan alınan sele­ bini de İbn Mes'ıld'a vermiştir. Bütün bunlar doğruysa onu yaralayan kimsenin öldürmediği­ ne ve öldüren kişinin kafasını kesen kimse olduğuna hamledilir. Ganimetlerini İbn Mes'ıld'dan başkasına verdiği doğruysa bu da birincinin onu yere serdiğine, savaşması ve yaşaması imkansız bir hale soktuğuna hamledilir. Bu durumda (ganimet) malı ka­ fasını kesenin değil, birinci kişinindir. İbn Mes'ıld'a kılıcını ver­ mesiyse Bedir ganimetlerinde tasarruf yetkisinin Resulullah'ın elinde olmasından ileri gelmektedir. Ganimetler alındıktan sonra bunlardan tahsisin yapılabile­ ceğini söyleyenler bunu delil göstermekte ve şöyle demektedir: Ganimetten tahsis etmek suretiyle kılıcını ona verdi. Bu ise zayıf­ tır. Çünkü tahsis yoluyla başkasının hakkı olan şeyi devlet başka­ nının başka kişiye tahsis etmesi caiz değildir. Kaldı ki kılıcı gü­ müş kaplamalıydı. Şam alimlerine göre altın ve gümüşten tahsis yapılmaz. Bunun tahsis kabul edilmesi bizim lehimize, onların aleyhine bir hüccet olur. 969- ResululJah'ın Huneyn günü şöyle buyurduğu Ebu Kata­ de'den rivayet edilmektedir: "Kim bir müşriki öldürür ve öl­ dürdüğünü ispat ederse selebi onundur."

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

425

Bu hadisin tamamı şöyledir: Ebu Katade şöyle diyor: Huneyn günü Müslümanlar (dağınık bir şekilde) dolaştılar. Ben de dola­ şırken müşriklerden birinin bir Müslümanın göğsüne çöktüğü­ nü gördüm. Arkasından vardım ve omzuna vurdum. Hemen onu bıraktı ve bana döndü. Beni öyle bir sardı ki o esnada ölümün kokusunu burnumda hissettim. Ölünce beni bıraktı. Resulullah'a geldim ve şöyle buyurduğunu işittim: "Kim bir müşriki öldü­ rürse selebi onundur." "Bana kim şahitlik yapacak?" dedim. Bir adam: "Doğru söylüyor ya Resulellah! Öldürülen o kişinin malı bendedir. Ancak (bu malla) beni de memnun et;• dedi. Ebu Bekir itiraz ederek şöyle dedi: "Vallahi olmaz. Allah'ın aslanı Allah ve Resulü için savaşır, sonra selebini sen alırsın, öyle mi?" Resulul­ lah: "Ebu Bekir doğru söylüyor," dedi ve selebini bana verdi. 9 70- İ bn Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: "Beşte biri ayrıl­ madan ve eşit bölüşülmeden ganimet verilmez. Bununla ganimetler alındıktan sonra beşte biri ayrılmadan kimseye ganimet tahsisinin yapılamayacağı ifade edilmiştir. Bu da bizim mezhebimizdir. 9 7 1 - Hz. Ömer'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: Ne ganimet­ ten evvel ne de ganimetten sonra tahsis yapılmaz. Ganimetler toplandıktan sonra ancak çobana, sürücüye veya bekçiye ka­ yırma olmadan ücretleri verilir. "Ganimetten evvel" sözünün manası, ganimet alındıktan son­ ra demektir. Devlet başkanının beşte biri ayrılmadan önce ol­ sun, ayrıldıktan sonra olsun, kimseye ganimet tahsis etmesi caiz değildir. Başka bir te'vile göre bu sözün manası, teşvike ihtiyaç duymadan önce çarpışmanın başında ganimet tahsisinin doğ­ ru olmamasıdır. Çünkü çarpışmanın başında askerin savaşma gayreti ve şevki çoktur. Teşvik etmeye ihtiyaç doğarsa ganimet tahsisinin bu esnada olması gerekir. Ganimetler alındıktan sonra tahsis doğru değildir. Hadisi şerifte belirtildiğine göre Peygamber Efendimiz gidiş­ te dörtte bir, dönüşte üçte bir ganimet tahsisi yapıyordu. Şam alimleri bunun, ganimet alındıktan sonra tahsis yapıldığı şek­ linde yorumlarlar. Halbuki zannettikleri gibi değildir. Bundan maksat seriyenin başında gidenlere dörtte bir, arkada giden­ lere de üçte bir ganimet tahsisi yapmasıdır. Çünkü bunları teşvik ihtiyacı daha çoktur.

426

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Seriyenin önünde gidenler savaşta girişken kimselerdir. Düş­ man üzerine yürümeleri için teşvik gerekmez. Geride gidenlerin gayretleri azdır. Düşman üzerine yürümeleri için ilgiye muhtaç­ tırlar. Bu sebeple kendilerine daha fazla ganimet tahsisi yapıl­ mıştır. Çoban, sürücü ve bekçilerse ücretle çalışan kimselerdir. Müslümanlar için çalışmaları itibarıyla devlet başkanı ücretle­ rini verir. Bu da, "kayırma olmadan" sözünün manasıdır. Çünkü çalışmalarının karşılığı kadar ücretlerini verir. 972- Halid b. Velid ve Avf b. Malik'ten seleblerin284 beşte biri­ ni ayırmadıkları zikredilmektedir. Hubeyb b. Mesleme ve Mekhı1J'den selebi ganimet saydıkları ve beşte birin bundan ayrılacağını söyledikleri rivayet edil­ mektedir. İbn Abbas'tan da aynı şekilde rivayet edilmiştir. Bunların sözüne uyulur; çünkü "Biliniz ki ganimet aldığmız şey..."285 ayetine uygun düşmektedir. Seleb de ganimettir. Ha­ lid ve Avf'tan nakledilen sözün te'viJi de, "Kim bir kafiri öldü­ rürse malı onundur," hadisine uygun olarak devlet başkanı­ nın daha önce tahsis yapması halindedir. Bize göre bu durumda selebin beşte biri ayrılmaz. Ama tah­ sis yapılmamışsa ayrılır. Nitekim Mekhıll'dan yapılan rivayete göre Enes b. Malik'in kardeşi Bera b. Malik, Merzüban ez-Zare ismindeki İranlı valiyi öldürmüş, altın ve cevherlerle süslen­ miş değeri kırk bin olan eşyasını zorla almıştır. Ordu komu­ tanı bunu Hz. Ömer'e yazmış, Ömer de beşte birini aldıktan sonra arta kalanı kendisine bırakmasını söylemiştir. Bu müşkül bir konudur. Çünkü önceden ganimet tahsisi yapıl­ mamışsa ve arta kalanı Bera'ya verilmişse o zaman bu, alındık­ tan sonra ganimet tahsisi yapmak demektir. Bu da bize göre caiz değildir. Ancak komutan: "Kim bir düşmanı öldürürse beşte biri ayrıldıktan sonra aldığı mal onundur:· şeklinde önceden sınırlı bir tahsis yapması şeklinde te'vil edilir. Bu takdirde bize göre se­ lebin beşte biri ayrılır, arta kalanı mücahidindir. İbn Abbas'ın: ''.At ve seleb, şahsa mahsus ganimettir," dediği rivayet edilmektedir.

284 Düşmanı öldüren kişinin, onun üzerinde bulduğu eşyayı alması (çev.). 285 Enrnı. 8/41.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

427

Bundan maksat şudur: Düşmanı öldüren kişi, kendisine yapı­ lan ganimet tahsisinden başka, öldürdüğü kişinin atını da alma hakkına sahiptir. Çünkü seleb, güçlük ve ceza izharıyla başka­ sından zorla alınan şeyin adıdır. Bu, eşyada gerçekleştiği gibi, at için de gerçekleşmektedir. Böylece öldürülenin her şeyi ganimet tahsisi kapsamına girmektedir. 9 73- Devlet başkanının ganimet tahsisinden sonra kafiri bir Müslüman yaralar, başka bir Müslüman da öldürürse o tak­ dirde yaralayan kimse düşmanı elle savaşamayacak ve bu halde yaşayamayacak kadar saf dışı etmişse seleb onundur: Bu hale düşürmemişse seleb öldürenindir. Çünkü devlet başkanının bu tahsisten maksadı, mücahidin daha çok çaba sarf etmesidir. Bu da birinci şahıs tarafından ger­ çekleştirilmiştir. Çünkü düşman savaşamayacak halde saf dışı ol­ muşsa ikinci şahıs onun kafasını kesmek için çaba ve meşakkate ihtiyaç duymaz demektir. Eğer bu yaraya rağmen düşman hala yaşayıp savaşabiliyorsa o takdirde ikinci şahıs onu öldürmek için çaba ve meşakkate katlanmış demektir. Bu durumda seleb onun hakkıdır. Nitekim avı biri vurur ve yaralar, sonra başkası vurur öldürürse av birinci adamındır. Eğer ikinci şahsın atması­ na kadar davranır ve gayret gösterirse bu takdirde ikinci adamın olur. Muhammed b. İ brahim et-Teymi bu hadisle hüküm çıkardı. 9 74- Muhammed b. Mesleme, Merhab'ın ayaklarım kesti, Ali de onun boynunu vurdu. Resulullah [sav.], selebini Muham­ med b. Mesleme'ye verdi. Bazı rivayetlerde de ikisinin hakemlik için Resulullah'a baş­ vurduğu zikredilmektedir. Muhammed şöyle dedi: ''Ya Resu­ lellah! Allah'a yemin ederim ki ayaklarını keserken rahatlıkla öldürebilirdim. Ancak kardeşim Mahmud'un göğsüne değir­ men taşını koymuştu. Altında üç gün can çekiştikten sonra öldü." Bunun üzerine Resulullah Merhab'ın selebini Muham­ med b. Mesleme'ye verdi. Başka bir rivayette de Muhammed b. Mesleme, Merhab'ın ayaklarını kesince Merhab: "Ey Muhammed! Beni öldür," de­ miştir. Muhammed: "Hayır, kardeşim MahmOd'un çektiğini senin de çekmen için öldürmüyorum," diyerek yanından çe­ kip gitti. Sonra Hz. Ali gelip öldürdü. Kafasını keserek selebini aldı. Resulullah da selebini Muhammed b. Mesleme'ye verdi.

428

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Muhammed'in oğullarından şöyle nakledilmektedir: Kılıcı yanımızdaydı. Üzerinde okuyamadığımız bir yazı vardı. Nihayet bir Yahudi geldi ve okudu. Şunlar yazılıydı: "Bu, Merhab'ın kılıcı­ dır. Kim ondan tadarsa ölür." 9 75- Hz. Ömer'den şöyle dediği zikredilmektedir: "Bir adam başka bir adamı yakaladı. Bir başkası gelip onu öldürdü. Sele­ bi öldüren adama verildi." Çünkü her biri gayret göstermiştir. Biri yakalamış, diğeri de öldürmüştür. Hz. Ömer'in sözünü şunun için alıyoruz: Birincisi yakalamakla onu dövüşmekten alıkoymamıştır. Esas öldüren ikinci adamdır. Böylece tahsis yoluyla selebi onundur. Tahsis yakalayan için değil, öldüren için yapılmıştır. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 68. Ganimet ve Resulullah'ın Payı

Ganimet Tahsisi ve Resulullah'ın Özel Payı 976- İmam Muhammed dedi: İhtiyacını açığa vuran kişiye yardım olarak devlet başkanının beşte birden bağış yapması ve ganimet alındıktan sonra bunu kendisine tahsis etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü beşte birini muhtaçlara harcamakla mükelleftir. Bu adam da muhtaçtır. Savaşmayan muhtaç birine bunu vermek caiz olunca savaşan ve sıkıntı çeken muhtaca verilmesi öncelik­ ledir. Üstelik bu ve benzerlerinin savaşması sonucu beşte bir ga­ nimet ele geçmiştir. Bu mesele, düşmanın bir definesini bulan ve muhtaç olduğu için devlet başkanının beşte birini ona bağışlamasına ben­ zemektedir. Bu da caizdir. Hz. AJi'nin böyle bir define bulan kimseye şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Beşte biri bizim, beşte dördüyse senindir. Ama hepsini sana vereceğiz." Sonra bu uygulama, Said b. el-Müseyyeb'in ResuluUah'tan rivayet ettiği şu hadisin de açıklamasıdır: "Ganimet tahsisi sadece beşte birden yapılır." Said'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ganimet tahsisi beşte birden yapılıyordu. Yani Resulullah devrinde ganimet alındıktan sonra muhtaç­ lara beşte bir paydan tahsis yapılıyordu. Bundan da anlaşılıyor ki Resulullah'ın alınmış bütün ganimetten tahsis yaptığını delil

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

429

göstererek ganimetin bütününden tahsisin yapılmasını caiz gö­ renler yanılmaktadır. Çünkü Resulullah'ın hangi paydan tahsis yaptığını bilmemektedirler. Halbuki Resulullah kendine mahsus paydan tahsis yapıyordu. Resulullah'ın ganimetlerden üç hisse alma hakkı vardı: Safi, beşte birin beşte biri ve ganimet ortakla­ rından birine düşen pay kadar pay. Safinin anlamı şudur: Resulullah, ganimet pay edilmeden önce uygun göreceği kılıç, zırh, cariye ve benzeri şeylerden ken­ dine ayırırdı. Bu hak, Cahiliyede başka paylarla beraber ordu komutanınındı. Şair onu şöyle dile getirmiştir: Dörtte bir ve se­

çeceğin şeyler, kendine ayıracağın pay, kanşımdan önce aldığın ganimet ve dağıtımdan arta kalanlar senindir. Safi dışında yöneticinin aldığı şeylerin tümü neshedildi. Ka­ lan safi de Resulullah'a mahsustu. Vefatından sonra o da kaldı­ rıldı. Onun vefatından sonra devlet başkanı için böyle bir hak kalmadı. Ancak Resulullah'a ait beşte bir pay kendisinden sonra halifelere geçip geçmeyeceği konusunda ihtilaf vardır. Bunu da, es-Siyerü 's-Sağfr de açıkladık. 9 77- Zühri'nin şöyle dediği zikredilir: "Beni Nadir muhiti sa­ dece ResuJuHah'a mahsustu. Onu Muhacirler arasında taksim ederek Ensardan Sehl b. Hanif ve Simak b. Hareşe Ebu Dü­ dine dışında kimseye bir şey vermedi. Çünkü ikisi muhtaçtı. Onlara verdi. Resulullah'a mahsus olduğu belirtilenler, şu ayetle belirlen­ miştir: "Siz bunun için ata veya deveye binip koşmadınız."286 As­ hab-ı kiram Beni Nadir'i savaş ve zorla fethetmediler. Beni Nadir; silah dışında, hayvanlarının taşıyabildiği kadar eşya yüklemele­ rine izin verilmesi şartıyla teslim olma antlaşması yapmıştı. Yük­ leyebildikleri şeyler dışında bütün malları Resulullah'a kaldı. Bu antlaşmayı yapmalarının sebebi de Allah'ın kalplerine verdiği korkudur. "Günümüzde devlet başkanı bir kaleyi muhasara etse ve kale halkıyla bu şekilde antlaşma yapsa malları onun mudur, yoksa asker için ganimet midir?" denilse biz deriz ki: Ganimettir; çün­ kü korkuları devlet başkanının şahsından değil, kuvvetindendir; kuvveti de askerledir. Resulullah zamanındaysa onun saldığı 286 Haşr, 59/6.

430

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

korku etrafındakilerle değildi. Ancak, etrafındakiler onun hima­ yesinde yaşardı: "Allah seni insanlardan korur. "287 978- Rivayete göre Resulullah bu uygulamasında Ensarın da gönlünü etmiştir. Çünkü Muhacirler Ensarın evinde kahyor­ du. Ensara şöyle buyurdu: "İsterseniz Beni Nadir'i onlar ara­ sında paylaştırayım. O takdirde Muhacirler evinizde kalmaya devam ederler." Bunun üzerine Sa'd b. Muaz kalktı ve şöyle dedi: "Beni Nadir'i Muhacirler arasında paylaştır. Ancak yine bizimle kalmalarına razıyız." Bunun üzerine şu ayet inmiştir:

"Onlardan önce (Medineyi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler..."288 Riva­ yet edildiğine göre o gün Resulullah ganimetten bir bağış ola­ rak İbn Ebi'l-Hukayk'ın kıhcını Sa'd b. Muaz'a vermiştir. Ken­ dine mahsus mal olduğu için Beni Nadir mallarını aldıktan sonra ona vermiştir: Ömer b. el-Hattab (ra.J şöyle dedi: "Resulullah'ın üç safisi var­ dı: Beni Nadir, Fedek ve Hayber: Beni Nadir, karşıladığı ziya­ retçi şahıs ve heyetlerin masrafları içindi." Yani bu harcamalar için ayrılmış ödenekti. Fedek ise yoJcuJar içindi. Yani Resulullah'ın gelen ziyaretçilere ve heyetlere verdiği hediyeler. Hayber'i üç kısma ayırdı: İki kısmını Muhacirlere verdi. Bir kısmıyla da ehlinin geçimini sağhyordu. Bundan bir şey artar­ sa onu da fakir Muhacirlere veriyordu. Burada zikredilen Hayber'in tümü değil, bir kısmı içindir. Çünkü bütün rivayetler, "eş-Şık" ve "en-Nat.3.t" kalelerini Müs­ lümanlar arasında on sekiz paya ayırdığında ittifak etmektedir. Bunu Paylaşma Bölümü'nde belirtmiştik. 979- Urve'nin rivayetine göre Resulullah, Zübeyr'e, Beni Na­ dir mallarından mamur ve mevat (işlenmiş ve işlenmemiş arazi) iktaında bulundu. Zühri'nin rivayetine göre Resulullah, Beni Nadir'in mamur mallarından Ebu Bekir, Ömer, Sehl ve Abdurrahman b. Avf'a ikta yapmıştır: Bazı rivayetJerdeyse ba­ taklık araziden vermiştir: 287 Mfüde, 5/67. 288 Haşr, 59/9.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

431

Muhammed dedi: Bu haberleri duyan kimse şeriatın bir hük­ mü olarak ganimet alındıktan sonra tahsis yaptığını sanır. Halbuki böyle bir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da Peygamber'in kendisine mahsus paydan bağışlamış olma­ sıdır. Hz. Ömer'in sorusuna Resulullah'ın verdiği cevabı bir düşünelim: "Ya Resulellah! Beni Nadir'in mallarını Bedir'de alınan ganimet gibi beşe ayırmayacak mısınız?" Şöyle buyur­ du: "Hayır, AIIah'ın müminlerden ayrı bana tahsis ettiği şeyi onlara mahsus yapmam." Ardından şu ayeti okudu: "Allah 'm beldeler halkmdan Resulü 'ne verdiğifey... '1289 980- Said b. el-Müseyyeb'den ganimetler sorulduğunda şöyle dedi. "Resulullah'tan sonra ganimet bağışı (tahsisi] yoktur." Daha önce belirttiğimizin aynısını belirterek Resulullah'tan sonra kimsenin ganimetten hususi payı olmadığını ve Resulul­ lah'ın ganimet tahsisi gibi yapamayacağını söylemektedir. 981- İ bnü'l-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Resulullah Bedir günü ganimetten Sa'd b. Ebi Vakkas'a, As b. Said'in kılı­ cını bağışladı. 982- Bunun yorumu şöyledir: Resulullah ona beşte bir payın­ dan vermiştir. Çünkü kılıca muhtaçtı. Veya Cenab-ı Hakk'ın: "De ki: Ganimetler Allah ve Resulü 'nündür," ayetinde buyurdu­ ğu gibi Bedir ganimetleri tümüyle ona terk edilmişti. O kılıcı kendine almış, sonra Sa'd'a vermiştir. Bu olay Bedir günü Zülfikar'ı kendine ayırdıktan sonra Hz. Ali'ye vermesine dair rivayetin benzeridir. Onunla savaşıyordu. Zülfikar, Münebbih b. Haccac'ın kılıcıydı. Rafızilerin Zülfikar'ın gökten Hz. Ali'ye indiğini iddia etmelerini Nubeyh b. Haccac'ın bu rivayeti yalanlamaktadır. Sonra, Rafizilerin bu iddiası yalan ve iftiradan başka bir şey değildir. Zaten onların mezhebi yalan üzerine kurulmuştur. Ona Zülfikar adının verilmesi üzerindeki bir yarıktan dolayıdır. 983- Zühri'nin şu hadisi de bununla ilgilidir. Resulullah Bedir günü herkesin elindeki ganimetleri vermelerini emredince Ebu Üseyd es-Sfüdi, İ bn Aiz el-Mahzı1mi'nin kılıcını getirdi ve ganimetlerin üzerine attı. Resulullah'tan bir şey istendiği za­ man onu verirdi. Erkam b. Ebi'l-Erkam yanına geldi ve kılıcı tanıdı. Onu kendisine vermesini istedi ve ona verdi. 289 Haşr, 59/7.

432

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

984- Seleme b. el-Ekva'ın şu hadisi de bununla ilgilidir:. Resu­ luJJah ashapla beraber bir seferdeyken yanlarına müşriklerin bir casusu geldi. Beraber yedi, oturup kalktı, sonra ayrıldı. ResuluJJah: "Ona yetişin ve öldürün," buyurdu. Seleme hızlı koşan bir yarışçıydı. Atla yarışırdı. Ona yetişti. Devesinin yu­ larını tutarak öldürdü. ResuluJJah'a devesini ve selebini getir­ di. ResuluJJah da ganimet olarak ona verdi. Sanki bunu beşte birden saymış, sonra muhtaç olduğundan ona ganimet olarak vermiştir. Devlet başkanı bu gibi şeylerde yetki sahibidir. 985- İkrime'nin şöyle dediği zikredilmektedir: Beni Kurayza muhasarası esnasında ResuluJJah: "Kim mübarezeye çıka­ cak?" buyurdu. Zübeyr b. el-Avvam çıktı. Safiyye: "Vah biricik yavrum," dedi. Zübeyr, rakibini yendi ve öldürdü. ResuluJJah da onun eşyasını ganimet olarak Zübeyr'e verdi. Vakıdi, Meğô.zi de şöyle demektedir: Bu olayın Beni Kuray­ za'da olduğunu söyleyen yanılmaktadır. Aksine bu Hayber'de oldu. Mübareze ve kıtal o gün oldu. Beni Kurayza gününde ne on­ lardan ne de bizden kimse mübarezeye ve cenge çıkmadı. Safiy­ ye de Zübeyr'in annesidir. Ondan başka oğlu yoktu. Mübarezeye çıkınca ona üzüldü. "Vah biricik oğlum, ondan başka oğlum yok," dedi. Resulullah buyurduğu sözlerle gönlünü yaptı. Öldürdüğü rakibinin eşyasını ganimet olarak Zübeyr'e verdi. Bu da belirt­ tiğimiz gibi önce kendine mahsus saymış, sonra onu Zübeyr'e bağışlamıştır. 986- İbn Ö mer'den rivayet edildiğine göre ResuluJJah, Necid tarafına bir seriye gönderdi, onlar birçok deve ganimet aldı­ lar:. Her birine on iki deve düştü. Ayrıca birer deve bağış ola­ rak ganimetten aldılar:. Bunun yorumu şudur: Her birine muhtaç olduğu için beşte bir paydan birer deve bağışlamış veya ganimetten bağışlanan bu develeri aralarında eşit paylaşmışlardır:. Hepsi piyade veya süvariydi. Bize göre ganimetler alındıktan sonra bu çeşit ba­ ğış caizdir:. Çünkü taksim etme anlam �ndadır. Ganimet alındıktan sonra bağış (ganimet tahsisi) sadece belli kişilere mahsus olması ha­ linde caiz değildir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

433

987- İmam Muhammed dedi: Ganimet alındıktan sonra ve taksim edilmeden önce içtihat ve nazar yoluyla meşakkat ve çaba gösteren birine devlet başkanı ganimetten bağış yapsa, sonra ganimet alındığından itibaren bağışı caiz görmeyen bir valiye iş havale edilse vali uygulamayı bozamaz ve tatbik eder. Çünkü içtihat sonucu yapılan bir bağışı yerine getirmektedir. İçtihat konusu şeylerde kadının hükmü geçerlidir. Mesela, gaip hakkında delille hüküm verildiği zaman bu hüküm tatbik edilir. Çünkü içtihat mahsulüdür. 988- Buna delil olarak İbn Ömer'in şu hadisi gösterilmekte­ dir: O şöyle demektedir: Dahkan He mübareze ettim ve öl­ dürdüm. Komutan bana eşyasını ganimet olarak bağışladı. Ömer'de bunu caiz gördü. Hz. Ömer'in ganimet alındıktan sonra ondan bağışı caiz gör­ mediği sahih olarak rivayet edilmiştir. Çünkü "Ganimet alın­ dıktan sonra ondan bağış yapılmaz," dediği rivayet edilmek­ tedir. Kendisi vali olsaydı ganimet alındıktan sonra ona bir şey ba­ ğışlamazdı. Ne var ki komutan bu bağışta bulunup uyguladıktan sonra Ömer de caiz görmüştür. 989- Şabara b. AJkame'den şöyle zikredilmektedir: Arap ol­ mayan biriyle mübareze ettim ve öldürdüm. Sa'd onun eşyası­ nı ganimet olarak bana bağışladı. Sonra bu uygulama Ömer'e anlatıldı. O da tasvip etti. 990- Komutan bütün askerlere: "Ganimet olarak ne alırsanız beşte birin dışında hepsi eşit olarak sizindir," derse bu caiz olmaz. Çünkü ganimet bağışından amaç, savaşa teşvik etmektir. Bu da bazı kişilere özel bağış (tahsis) yapıldığı zaman ancak mey­ dana gelir. Hepsine tahsis yaparsa bundan maksat olan teşvik meydana gelmez. Böyle bir durumda Resulullah'ın vacip kıldığı iki payla süvarinin piyadeye üstünlük (iki pay) hakkı iptal edil­ mektedir. Bu da caiz değildir. 991- Yine, "Beşte birin dışında," demeyip "Ne alırsanız sizin­ dir," derse bu da caiz olmaz. Çünkü Allah'ın ganimetlerde vacip kıldığı beşte bir pay iptal edilmektedir.

434

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

992- MekhUI'ün şöyle dediği nakledilmektedir: Devlet başka­ nının beşte bir dışında ganimetten bağış yapması doğru de­ ğildir. Çünkü o, fakir Müslümanların hakkıdır ve onlara verilir. Bunun anlamı şudur: Beşte bir dışında kim ne alırsa kendisine aittir, demesi caiz değildir. Çünkü bu şekilde bağış, fakir Müs­ lümanların hakkını iptal etmektedir. Bu da caiz değildir. Bir riva­ yete göre Resulullah'a: "Biri halkı korur, diğeri silah taşıyamaz iki kişi ganimetlerde eşit olur mu?" sorulduğunda şöyle buyur­ du: "Sizin zafer ve rızıklanmamz zayıflarınız sebebiyle değil mi?" 993- Altın, gümüş ve diğer bütün ganimet mallarından bağış yapılır. 994- bevlet başkam: "Kim bir düşmanı öldürürse selebi onundur," dediğinde altın, gümüş ve diğer bütün selebi, ne olursa olsun onundur. Şam alimlerine göre altın ve gümüşten ganimet tahsisi yapıl­ maz. Tahsis sadece eşyadan olur. Paradan olmaz. Altın ve gü­ müş de böyle mallardır ve ganimet kapsamında sayılır. Bunu da ganimet alan kişilerden her birinin muhtaç olduğu kada­ rını alabilmesinin mübah olmasına kıyas ettiler. Bu şeyler de altın ve gümüş dışında yiyecek ve hayvan yeminde olur. Hatta bir kişi kendine yiyecek almak için ganimetten para almak is­ terse alması caiz değildir. Fakat bize göre ganimet tahsisi düşmana karşı savaşmak için canı tehlikeye atmak amacıyla yapılan bir teşviktir. Bu ama­ cın gerçekleştirilmesinde bütün mallar aynıdır. Hatta altın ve gümüş öncelikle bağışlanır. Çünkü fert en değerli şeyini tehli­ keye atmaktadır. Nefis olan malın kendisine verilmeyeceğini bilirse kendini bu tehlikeye atmaz. Selebin, çarpışma sonunda alınan eşyanın adı olduğunu daha önce belirtmiştik. Rakip düşman öldürüldüğü zaman alınan bü­ tün eşyası selebdir. Seleb adı mutlak olarak bu eşyanın tümünü kapsar ve öldüren kişiye aittir. Sonra şu hadisle hüküm çıkardı. İmam, Bera b. Malik'in İranlı Merzüban'ı öldürmesi ve üze­ rinde değeri otuz bin cevher ihtiva eden altın ziynet eşyasının bulunduğu olayıyla ilgili Ömer'in hadisini buna delil olarak göstermektedir. Daha önce bunun değerinin kırk bin olduğu zikredilmişti. Bu takdirde altın ve mücevher süs eşyasının değeri otuz bin, arta

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

435

kalan eşyanın değeri on bin demek veya yukarıdaki rivayette ra­ vinin yanıldığını kabul etmek lazımdır. Doğrusu, burada zikredi­ lendir. Enes'ten rivayet edilen hadiste şöyle demektedir: "Beşte bir pay olarak altı bin dirhemi Ömer'e gönderdik." Bundan da anlaşılıyor ki Merzüban'dan alınan eşyanın değeri otuz bindir. Resulullah'ın Bedir günü Ebu CehiJ'in gümüş kaplamalı kılıcı­ nı İbn Mes'ud'a bağışladığı rivayet edilmiştir. Bu da göst�riyor ki gümüş ve altından bağış (tahsis) yapmak caizdir. 995- Mekhul'den rivayetle şöyle demektedir: "Seleb ancak kafiri öldüren veya esir alan kimse için olur. Düşmanın ye­ nildiği veya fetih günü seleb olmaz. Elbise, silah, kemer ve hayvan seleb edilir. Bunun dışında kalan şeylerde ve yiyecek eşyasında seleb olmaz. "Seleb, bir kafiri öldüren veya esir eden içindir," sözü doğru­ dur. Çünkü ganimet tahsisi ancak gayret ve meşakkat itibarıyla olmaktadır. Bu da esir etmek veya öldürmekle meydana gelir. "Fetih veya hezimet günü seleb olmaz," sözünden maksat, komutanın (veya devlet başkanının) savaşta öldürülen veya esir edilen kişilerin selebini ganimet olarak dağıtması caiz değildir. Lakin şöyle demesi gerekir: "Kim bir düşmanı öldürür veya he­ zimetten önce esir ederse selebi onundur." Ta ki Müslümanların yararını gözetmiş olsun. Çünkü yenik düşenin öldürülmesinde büyük çaba ve mükafat vermeye ihtiyaç yoktur. Fetihten sonra da durum aynıdır. Ama "Kim bir düşmanı öldürürse selebi onundur. Kim de bir düşmanı esir ederse o da onundur," şeklinde mutlak söylerse, hezimet halinde olsun, başka hallerde olsun, devlet başkanının söylediği bu şart Müslüman fertlerden her biri için aynı derece­ de geçerlidir. Çünkü lafız geneldir. Sadece bir şeyin belirtilme­ siyle umumi olan şey tahsis edilmiş olmaz. Belki umumi olarak tatbik etmek lazımdır. Nitekim Bedir günü Müslümanlar müşrikleri yendikten sonra esir aldılar. Sonra Resulullah esirleri Müslümanlara teslim etti. Onlar da fidyelerini aldılar. "Seleb; silah, elbise, kemer ve hayvan­ dan olur. Kafirin diğer eşyası seleb olmaz;• sözü, doğrudur. Yani kafire ait olup da üzerine almayarak ordugahta bıraktığı şeyler

436

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

selebe dahil değildir. Çünkü seleb, şahsın bizzat kendisinden alı­ nan şeyin adıdır. Yani Müslüman, bir kafiri öldürdüğünde hiçbir engelle karşılaşmadan alabileceği bütün eşyasını kapsamakta­ dır. Halbuki ordugahta bıraktığı eşya için bu mümkün değildir. Kafiri öldürmekle Müslüman tek başına buna imkan bulamaz. Yine kafirin yiyeceğini yüklediği hayvan varsa onu da seleb olarak alamaz. "Yiyecek eşyası seleb olmaz," sözünden maksat bu olabilir. Yani bunu savaşta muhtaç olduğu için beraberinde getirmeyip ticaret eşyası mesabesindedir. "Eşyada seleb yok­ tur," sözünden maksat, yanında bulundurduğu eşya, maldır. Bu da Şam alimlerinin mezhebidir. Biz onunla amel etmiyoruz. Bize göre düşman kişinin elinde bulundurduğu her şey selebdir ve öldüren kimseye mahsustur. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 69. Savaş Alamnda Ganimet Tahsisi

996- İmam Muhammed dedi: Savaş alanında bir seriyeye veya orduya kumanda eden kişi, ganimet alınmadan önce emrindekilere devlet başkanı gibi ganimet tahsisi yapabilir. Çünkü savaşı idare etme görevi ona verilmiştir. Ganimet tahsisi de savaş tedbirlerinden biridir. Çünkü önceden belirttiğimiz gibi bundan maksat, savaşa teşviktir. Bu konuda her komutan, devlet başkanı mesabesindedir. Nitekim o savaş konusunda bir şey emrederse onların devlet başkanı emrettiğinde itaatleri ge­ rektiği gibi ona da itaat gerekir. Aynı şekilde ganimet dağıtımın­ da da devlet başkanı gibidir. 997- Şam valisi savaş alanına asker gönderip başlarına birini komutan tayin etse ve ganimet tahsisi için ona ne emir ne de nehiyde bulunsa, komutan tahsis etmek istediği zaman em­ rindeki bazı kişiler istemese bile, ganimet tahsisi yapabilir. Çünkü kendisine onların fikirlerine uyacaksın diye emredilmemiştir. Aksine doğru gördüğü şeylerde ona uymaları isten­ miştir. Üstelik savaş görevini üzerine almıştır. Savaşa teşvik ede­ cek her şey bu görevin kapsamına dahildir. 998- Onu görevlendiren kimse, ganimet tahsis etmesini ya­ saklarsa hiç kimseye tahsis yapamaz. Çünkü komutan olmak, görevi yüklenmektir. Bu görev de sı­ nırlandırılabilir. Tıpkı kadılık görevinin sınırlandırmaya müsa­ it olması gibi. Ayrıca delalet yoluyla yasaklamadan önce tahsis

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

437

yapmasını caiz görmüştük. Bunun aksi belirtilmesi halinde tah­ sis yapmanın caizliği kalkmaktadır. 999- Emrindekilerin hepsi razı olursa beşte bir ayrıldıktan sonra onların paylarından tahsis yapabilir. Çünkü kendi kendilerinin yöneticisidir. Kabul etmeleri de an­ cak kendi payları için geçerlidir. Beşte bir ise başkalarının payı­ dır. Kendi rızaları bu sebeple geçerli değildir. 1 000- Bazıları kabul eder bazıları kabul etmezse kabul eden­ lerin payından tahsis yapabilir. Belirttiğimiz gibi herkesin velayeti kendisi için geçerlidir. Kabul etmeyenlerin payları için geçerli değildir. 1 0 0 1 - İmam Muhammed dedi: Bir şehrin valisi seriye gön­ derdiğinde bazılarının aldığı ganimetleri diğerlerine tahsis edemez. Yani seriyeden bazı kişilerin aldığı ganimetleri başkalarına tahsis edemez. 1 002- Ama devlet başkanı askerle beraber savaş alanına gir­ dikten sonra bir seriye gönderse ve alacakları ganimeti onla­ ra tahsis etse bu uygulaması sahihtir. Çünkü bir şehirden gönderilen seriye, devlet başkanının tah­ sisinden önce aldıkları ganimetler; seriye fertlerine mahsustur. Şehir halkı bunlara ortak değildir. Zira şehir darülislamdandır. Darülislamda ikamet eden kimse, ordunun aldığı ganimete or­ tak olmaz. Aksi halde böyle bir tahsiste beşte bir pay iptal edil­ miş olur. Ama darülharpte gönderilen seriye fertlerinin devlet başkanının tahsisinden önce aldığı ganimet, kendilerine mahsus değildir. Kendilerine ganimet tahsisi yapılırsa ancak teşvik için yapılır. Bu da geçerlidir. 1 003- Devlet başkanının hiç kimseye, sıkıntı ve çabasının kar­ şılığı dışında bir şey vermesi doğru değildir. Bu, darülisJamda gönderilen seriye için gerçekleşmez. Ancak, darülharpte or­ dudan gönderilen seriye için meydana gelebilir. Çünkü hepsi savaşa katılmışlardır. Seriye, düşmanın üzerine onlardan önce yürümüştür. Düşmana doğru ilerlemeleri de on­ ların eziyet ve gayrete katlanmaları demektir. Bunun için ken­ dilerine tahsis yapılırsa geçerli olur. Düşmanı öldüren kimseye

438

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

selebini tahsis etmek gibi. N itekim düşmandan biri mübareze için adam ister ve komutan da: "Kim bunun karşısına çıkar ve öl­ dürürse selebi onundur," derse bu tahsis sahih olur. Çünkü düş­ man karşısına çıkan kimse meşakkat ve tehlikeyi göze almakta ve canını ortaya koymaktadır. Komutanın da ona bu sebepten tahsis yapması caizdir. 1 004- Yine bir kaleyi muhasara edip asker de kaleye hücum­ dan çekinirse komutan: "Kim çarpışmaya çıkacak veya kapıya ilerleyecek veya kaleye saldıracak olursa ona şöyle tahsis var­ dır," derse bu tahsisi sahih olur. Çünkü bunda teşvik ve Müs­ lümanların yararı bulunmaktadır. Bu işi üzerine alan herkes , ganimet taksiminden evvel ve beşte bir pay ayrılmadan önce tahsis edilen şeylere müstahak olur. Ancak Müslümanlara ya­ rar sağlamayan şeyler için tahsis yapmak doğru değildir. Bu (teşvikle) beşte birin iptali veya süvariyi piyadeye tercih gibi şeyler kastedilmiş değildir. Çünkü doğru değildir. 1 005- Darülharpte ordu komutanı beşte birden sonra birini sağa, diğerini sola olmak üzere iki seriye gönderse ve aldıkla­ rı ganimetin beşte birden sonra üçte birini, diğerine de dörtte birini tahsis etse bu uygulaması caizdir. Çünkü tahsis düşmana karşı çıkmaya teşvik içindir. Bu da ya­ kınlık ve uzaklık, düzlük veya sapa ve dağlık, korku ve emniyet durumuna göre değişmektedir. Yine karşısına gönderilen düş­ manın kuvvet ve heybeti itibarıyla da değişmektedir. Komutan bunları göz önünde bulundurarak yapacağı tahsislerde de farklı davranabilir. 1 006- Her seriye ganimet getirse beşte bir çıkarılır ve kalan maJJar seriye fertleri arasında eşit olarak dağıtılır. Süvari ve piyadeye eşit oranda verilir. Çünkü istihkak, ganimetin aksine, eşitlik oranına göredir. Halbuki ganimette istihkak kuvvet ve meşakkat itibarıyladır. Bu da mirasta erkeğe kadından fazla, vasiyetteyse ikisine eşit dağıt­ mak mesabesindedir. 1 00 7- Bundan arta kalan, seriye fertleriyle ordudaki bütün fertler arasında ganimet esasına göre paylaştırılır. Çünkü darülharpte onu elde etme işine katılmışlardır.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

439

1 008- Devlet başkanının dörtte bir pay verdiği seriye üyele­ rinden biri, üçte bir pay alan seriyeyle beraber gidecek olsa kıyasa göre hiçbir şey alamaz. Çünkü tahsis edilen şeye müstahak olmak, tesmiye (belirtme) ile gerçekleşmektedir. Üçte bir alan seriye fertleri arasındaysa buna bir şey belirtilmiş değildir. Zaten kendisine tahsis yapılan kişilerle beraber de çıkmamıştır. Bu, askerle beraber kalıp çık­ maması veya çıkması istenmediği halde askerden birinin üçte bir pay tahsis edilen seriyeyle çıkması durumuna benzer. Birinci durumda bir şeye müstahak olmadığı gibi, ikinci durumda da bir şey alamaz. Bu işte istihsan yolu da belli değildir. Hanefi alimlerinden bazıları istihsan yoluyla üçte bir alan seriye fertleriyle beraber tahsis hakkına sahip olur, demişlerdir. Çünkü devlet başkanının onlara yaptığı tahsis, isimleri itibarıy­ la olmayıp yöneldikleri tarafa çıkmal_arını teşvik içindir. Bu da mezkı1r şahıs hakkında sabit olmuştur. Doğrusu, bu işte istih­ sanın başka bir yönü vardır. Kitabın sonunda belirtilmiştir. Yeri gelince temas edilecektir. 1 009- Devlet başkanı: "Dileyen bu seriyeyle isteyen şu seri­ yeyle gidebilir," derse bu takdirde tahsis edilen ganimet gi­ denlerin tümü için sabittir.

·

Çünkü devlet başkanının izniyle gittiler. Birinci meselede be­ lirttiğimiz istihsanın zayıflığı işte bununla ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu işte, devlet başkanının her tarafa çıkması için şahıs göndermesiyle bu işi şahısların isteğine havale edip kimseyi belirtmemesi aynıdır. 1 0 1 0- Bir seriye gönderip başına da birini komutan yapsa ve beşte birin dışında üçte bir tahsis yapsa, sonra seriye komu­ tanı bir kaleyi fethetmek veya mübarezeye çıkmak için devlet başkanının emri bulunmaksızın ganimet tahsisi yaparsa ko­ mutanın bu tahsisi, seriyenin kendi payından ve arta kalan ganimetlerdeki paylarından caiz olur: Diğer askerlerin aldığı ganimet paylarından caiz olmaz. Çünkü o, seriyenin komutanıdır. Askerin tümüne karşı duru­ mu onlardan bir fert mesabesindedir. Yaptığı tahsis onlar için geçerli değildir. Seriyeye göre durumu ordu komutanı mesabe­ sindedir. Seriyenin hakkı olan şeylerden tahsis yapması caizdir.

440

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Seriyenin hakkı ise kendilerine tahsis edilenle ganimet taksi­ minden kendilerine düşen paylardır. Seriye komutanının tahsisi sadece bu haklardan yerine getirilir. 1 0 1 1- Askerin ordugahından bir günlük mesafe uzaklaştıktan sonra seriye fertlerinden biri kaybolsa ve birbirlerine: ''.Arka­ daşımızı burada bekleyelim," deseler, sonra bazıları gidip bir miktar ganimet alarak arkadaşlarının yanına dönse ve kay­ bolan kişiyi bulsalar, hepsi ganimet tahsisinde ortak olurlar. Çünkü hep birden ordugahtan ayrıldılar ve alınan ganimetleri ordugahta birlikte korudular. Böylece tahsis edilen ganimette ortak oldular. Mesela, bir kısmı savaşırken diğer kısmın onları desteklemesi gibi. Zaten tahsis payını hak etmede ganimetleri ordugahta korumak, pay almayı hak etmek için darülislamda ga­ nimetleri korumak gibidir. 1 O 1 2 - Bu olay darülharpte bazı askerlerin başına gelse, sonra ganimetler alınınca darülislamda toplansalar, hepsi ganimet­ te ortak olurlar. Bu da önceki mesele gibidir. Buna göre kaybolan kişi bir miktar, onu bekleyenler bir mik­ tar ve seriyenin diğer fertleri de bir miktar ganimet alsa, sonra ordugaha varmadan önce bir araya gelseler, hiç ayrılmamış gibi aldıkları bütün ganimetlerde eşit olarak tahsis haklarına sahip­ tirler. Çünkü askerin tümüne isabet eden şeyi almaya kendileri de katılmışlardır. 1 0 13- Karşılaşmadan ordugaha dönseler, her taraf için aldığı ganimetlerden tahsis payı vardır. Çünkü asker arasında onu yalnız kendisi almış olur. Devlet başkanı da aldıkları ganimetin sadece üçte birini tahsis etmiştir. Bu da bütün tarafları ayrı ayrı kapsamaktadır. Arta kalanıysa diğer askerlerle beraber ganimet payları esa­ sına göre taksim edilir. 1 0 14- Buna göre seriye ordugahtan uzaklaştıktan sonra iki seriyeye ayrılsa ve birbirine yardım edemeyecek kadar biri diğerinden uzaklaşsa, döndüklerinde ordugaha varmadan önce bir araya gelirlerse aldıkları bütün ganimetleri eşit ola­ rak paylaşırlar. Sanki ganimetleri toplu halde hep beraber almış gibidirler.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

441

Ordugaha varıncaya kadar bir araya geJemezJerse her grup tahsis ediJen şeyi, aJdığı ganimetlerden ahr. Yine askerJer ta­ rafından görüJebiJecek ve çarpışma haJinde kendiJerine yar­ dım edebiJecek kadar ordugaha yakın bir yerde karşıJaşsaJar; bu takdirde durum değişir ve ordugahta karşıJaşmış muame­ Jesi uyguJamr. Çünkü ordugaha yakın olmak, orada bulunmak mesabesin­ dedir. Zira ordugah askerlerinin aldıkJarı şeyler bu yerlere git­ mekJe elde edilen şeylerdir. Buradaysa aynı şeyi değişik gruplar gerçekJeştirmektedir. 1 0 1 5 - İmam Muhammed dedi: Bu seriye ordugahtan uzak­ Jaşıp ganimet aJdıktan sonra ordugaha dönmeye muktedir oJamaz ve ordugah askerJeriyJe bir daha karşıJaşmadan da­ rüJisJama başka yerden girse aJdıkJarı ganimetlerin tümü on­ Jarındır. Bunun beşte biri aJınır. Arta kaJan, ordugah asker­ Jerine bir şey veriJmeden ganimet esasına göre araJarında payJaştırıhr. Çünkü aldıkJarı ganimetleri kendi başlarına darülislama ge­ tirmişlerdir. Bu da hakJarının gerçekJeşmesi için bir sebeptir. "İs­ ter bize tahsis yapılmasın, ister yapılsın bu artık bizim malımız­ dır," deseler bile, ganimet mallarının tamamı kendilerine teslim edilmez. Darülislama girmiş olsalar bile ganimetin tamamının kendilerine tahsisi batıl olur. 1 0 16- Devlet başkanı darüJisJamdan bir seriye göndererek beşte bir aJındıktan önce veya sonra üçte biri onJara tahsis etse bu tahsis geçersiz oJur. Çünkü tahsis bazılarına yapılmamıştır. Bu tahsisten gaye sa­ dece beşte bir payı ve süvarinin piyadeden fazla olan hakkını ip­ tal etmektir. Bu da caiz değildir. Ama darüJharpte karşıJaşmaJarı haJinde durum değişir. Bu­ rada yapıJan bağışta kendiJeri için tahsis manası buJunmak­ tadır. Çünkü ordu, ganimetlerde onlarla ortaktır. Tahsis yapmakJa ganimetlerin bir kısmı onlara bağışlanmış olur. Bu da sahihtir. 1 0 1 7- Seriye, ordugah askerJerinin kendiJerine yakın oJduğu ve yardım istemeJeri haJinde yardımJarına koşabiJeceği yakın bir yerde ganimet aJsa, sonra ordugahta karşıJaşmadan önce

442

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

ganimeti darülislama çıkarsa bütün ordugah askerleri onlara ortak olur. Çünkü ganimet alınırken birinci durumun aksine, kendilerine destek oldukları için hükmen onlara ortak olurlar. 1 0 1 8- Aralarında ortaklık sabit olunca seriye fertleri tahsis edilen şeyleri alırlar. Mesela, ganimetlerle ordugaha dönseler -ki bu da ganimet alındıktan sonra gelen takviye kuvvetleri­ nin ganimetlere ortak olması gibi- alınan ganimetlere ortak olurlar. Takviye kuvvet orduya yetişmez ve çıkıp gidinceye kadar onlara yaklaşmazsa ganimetlerde ortaklığı söz konusu değildir. Kendilerinden yardım istediğinde yardım edebilecek kadar askere yaklaşmış ve bir araya gelmeden önce ordu ayrılıp git­ mişse ganimetlere ortak olurlar. Çünkü kendilerine yaklaşmakla hükümde sanki onlara ortak olmuşlardır. Ganimetler de tıpla hepsinin gücüyle alınmış gibidir. 1 0 1 9- İmam Muhammed dedi: Darülharbe gönderilen seri­ yenin komutanı, kaleye merdivenlerle tırmanarak fetheden bazı kişilere ganimet tahsisi yapsa bu tahsis, seriye fertleri­ nin paylarında geçerlidir. Seriye darülislama gidinceye kadar ordugaha dönmezse komutanın bu tahsisi ganimet alınan bü­ tün şeylerde caizdir. Çünkü ordugah askerlerinin onların aldıkları şeylerde or­ taklığı yoktur. Hak sadece onlara aittir. Komutanın onlara tahsis yapması da caizdir. Ordu komutanının onlara yaptığı tahsisse gerçekleştirmeleri istenen şeyin gerçekleşmemesi sebebiyle ge­ çersiz olmuştur. Böylece seriye fertleri diğer askerlere bir şey vermeksizin aldıkları ganimetler kendilerine mahsustur. "Ordugaha dönmüş olsalar bile seriye komutanının alınan bütün ganimetleri fertlere tahsis etmesi caiz olmaz mıydı? Çün­ kü dönmeselerdi ganimet sadece onların olurdu. Askerin onlara ortaklığı sadece ordugaha dönmeleri sebebiyledir. Halbuki or­ dugaha dönmeleri tahsisten önce olmuştur. Dolayısıyla bu tah­ sis askerin sabit bir hakkını iptal edemez," denilse cevap olarak deriz ki: Asker, sırf kendilerine dönmekle ortaklık hakkını kazanamaz. Belki onlara döndüklerinde sanki hala onlarla beraber olan tak-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

443

viye kuvvet mesabesinde olmakla bu hak gerçekleşir. Bundan da anlaşılıyor ki hak sadece onlarındır. Hakka sahip olmak, sırf onlara dönmekle gerçekleşseydi, esir ve tüccar Müslümanlar mesabesinde düşmanla karşılaşıp ganimet için savaşmak hali dışında bir hakka sahip olamazlardı. 1 02 0- Darülharpte Müslüman olanlar, ganimetler alındıktan sonra İslam ordusuna katılmışlarsa ganimet alamazlar. An­ cak bir çarpışma çıkar ve çarpışırlarsa o zaman almayı hak ederler. İşte burada almayı hak etmeleri, söylediklerimizin sahih olduğunu göstermektedir. 1 0 2 1 - Buna göre devlet başkanı darülislamdan bir seriye gönderse ve üçte bir tahsis ederek: "Biz size yetişinceye ka­ dar ilerleyin," der; onlar da yolda ganimet aldıktan sonra as­ ker onlara yetişirse iki taraf darülharpte karşılaştıklarından, yapılan tahsisi alırlar. Mesela, askerin yolu şaşırması veya devlet başkanının askeri göndermemesi gibi bir sebeple da­ rülharpte iki taraf karşılaşmazsa seriye fertleri yapılan tah­ sisten bir şey alamazlar. Çünkü ganimet sadece kendilerinindir. 1 022- Darülharpte buluşsalar, ganimet kendileriyle asker arasında paylaşılır. Tahsisten maksat gerçekleşmiş olur. Böy­ lece tahsis edilen hakka müstahak olurlar. Bu da mezhebimi­ ze göredir. Şam ehlinin mezhebine göreyse darülislamdan gönderilen ilk seriyenin tahsis hakkı yoktur. Bu şekildeki bir olayla ilgili bir de rivayet zikrederler. Bize göre yorumu şöyledir: Darü­ Jislamdan gönderilen seriyeye darülharpte ordu yetişmediği zaman ancak seriyenin tahsis hakkı düşer. Çünkü böyle bir tahsis beşte bir hakkı ve süvariyle piyade paylarındaki farkı iptal etmektedir. 1 023- Devlet başkanı gönderilen seriyeye: ·�ldığınız gani­ metlerden beşte bir alınmayacak veya süvariyle piyadenin payları eşit olacak," derse bu tahsis geçersiz olur. Buna ben­ zer bütün tahsislerin hükmü de bu şekildedir. "Komutanın: 'Kim bir düşmanı öldürürse selebi onundur,' sözünde beşte bir pay seleblerden iptal halde seleb tahsisi yine

444

Şerhü's�Siyeri'l-Kebfr

de geçerli olmuyor mu?" denilse cevap olarak deriz ki: Burada tahsisten maksat savaşmaya teşviktir veya ordu askerlerinin se­ leblerde ortaklık hakkını beşte bir hak sahiplerinin seleblerdeki beşte bir hakkını buna tabi olarak iptal etmek suretiyle sava­ şanlara tahsis yapmaktır. Maksut olarak sabit olmayan şey, tabi olarak sabit olabilir. Mesela, satılan gayrimenkulün yol ve suyu maksut olarak sabit olmasa bile, gayrimenkule tabi olarak sabit olması gibi. Bunu açıklama mahiyetinde şöyle bir örnek verebili­ riz: Devlet başkanı düşmanın bir şehrini ele geçirdiği zaman sa­ vaşanların ganimet hakkını ve beşte biri iptal ederek onu hara­ ciyye (haraca tabi) bir yer sayabilir. 1 024- Beşte dördünü ganimeti alanlara verip beşte bir payı da zengin savaşçılara haraç yapmak isterse bu uygulaması doğru olmaz. Çünkü bu beşte bir payı iptalden maksut, mevcut değildir. Bu da caiz olmaz. Birinci durumdaysa ganimeti alanların hakla­ rı iptal edildiği için beşte bir pay da buna tabi olarak iptal olur. İ ki durumda da yararı sırf savaşçılara veriyorsa da bu uygulama caizdir. 1 025- DarüJislamdan gönderilen seriyeye devlet başkanı: "Kim bir düşman öldürürse selebi onundur. Kim bir şey (ga­ nimet) alırsa arkadaşlarına bir şey vermeksizin onundur," derse bu uygulaması caiz olur. Çünkü bunda tahsis manası vardır. Savaşçıya ve ganimeti alan kişiye tahsis yapılmaktadır. Bununla teşvik manası gerçekleş­ mektedir. Halbuki üçte bir oranında tahsis yapsaydı bu gerçek­ leşmezdi. Çünkü sözü edilen tahsiste, yalnızca bazılarına mah­ sus kılmak veya ganimeti alanlardan birinin hakkını iptal etmek söz konusu değildir. 1 026- Devlet başkanı darüJislamdan bir veya iki kişi gönder­ se, bunlar da ganimet alsalar, sadece beşte biri verilir. Çünkü dini güçlendirme gayretiyle bu ganimetleri aldılar. Devlet başkanının izniyle çıktıkları için onun gücüyle hareket etmiş sayılırlar. Herhangi bir güçlük anında devlet başkanının onları koruması ve desteklemesi gerekir. Bu sebepten aldıkları ganimet beşe bölünür ve beşte biri alınır. Halbuki devlet başka­ nının izni olmadan çıkan haydudun durumu böyle değildir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebir

445

1 02 7- Devlet başkanı onlara: "Ne alırsanız aranızda paylaşın. Beşte bir pay sizden alınmayacak," derse caiz olur: Ama satvet ve caydırıcı güç sahibi olduklarında bu şekilde söylerse caiz olmaz. Çünkü caydırıcı gücü olmayanların ganimetlerinde beşte bir pay, devlet başkanının izni itibarıyla sabit olur: Devlet başkanı sözü itibarıyla vacip olan bir şeyi yine kendi sözüyle iptal edebilir. Ama caydırıcı güç sahiplerinin aldığı ganimetlerde beşte bir payın vacip oluşu, devlet başkanının izniyle değildir. Onun izni olmaksı­ zın düşmana saldıracak olurlarsa ganimetlerinin beşte biri alınır. Çünkü caydırıcı güce sahipseler, dini koruma ve güçlendirme du­ rumu onların savaşmasıyla gerçekleşmektedir. Devlet başkanının izni dışında çıkmışlarsa beşte bir pay devlet başkanının düşür­ mesiyle de olsa caiz değildir. Çünkü devlet başkanı: "Sizden beşte bir alınmayacak;' demekle kendilerine yardım istemeleri halinde yardım etmeyeceğini belirtmektedir. Böylece haydut durumuna geçmiş olurlar. Aldıkları ganimetlerde beşte bir payın verilmesi­ ni zorunlu kılan sebep de ortadan kalkmış olur. Halbuki caydırıcı güçte olanlar için devlet başkanının demesiyle bu sebep ortadan kalkmaz. Çünkü sebep onların kuvvet ve caydırıcı güçleridir: Dev­ let başkanının: "Beşte bir pay sizden alınmayacaktır;' demesinden sonra da bu sebep devam etmektedir: 1 028- Devlet başkanı darülharbe bir seriye gönderip beşte bir dışındaki beşte dördü de onlara tahsis etmesi caizdir: Öncekine kıyasla caiz olmaması gerekirdi. Çünkü bu tahsiste beşte bir pay dışında askerin hakları seriyeye tahsis edilmiş bu­ lunmaktadır. Tahsis sebebiyle beşte bir pay sahiplerinin hakkını iptal etmek caiz olmadığı gibi, askerin hakkının da iptal edile­ rek tahsis yapılması aynı şekilde caiz olmaması gerekirdi. Ancak arada şöyle bir fark vardır: Beşte bir pay sahipleri çarpışma ve meşakkate katlanmadan da bu hakka müstahaktırlar. Ancak savaşçı olanların hakkına tabi olarak iptal olması dışında haklarının düşmesi caiz değil­ dir. Savaşanlarsa savaşma ve meşakkate katlanmayla beşte dört pay almaya müstahak olurlar. Ganimet alınmadan önce, kimile­ rine katlandıkları fazla meşakkat sebebiyle bazı tahsislerde bu­ lunmak caizdir. Başkalarının hakkını iptal etmiş olsa bile devlet başkanı böyle bir tahsis yapabilir.

446

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

1 029- DevJet başkanı darüJharbe bir seriye gönderip: '�Jdık­ Jarınızın beşte bir payın dışındakinin dörtte biri sizindir," der ve gönderdiği başka bir seriyeye de: "Beşte bir yapın dışın­ dakinin üçte biri sizindir," derse, her seriyeden bir kişi yoJu şaşırıp diğer seriyeye katıhrsa, iki seriye de ganimet aJsa ve ordugaha varıncaya kadar iki seriye bir daha karşıJaşmazsa, her birinin aJdığı ganimetJer fertlerine payJaştırıJır ve Htihak eden şahısJar da istihsan yoJuyJa devJet başkanının kendiJeri­ ne tahsis ettiği şeyJere dahiJ ediJir. Belirttiğ imiz bu şey, daha önce geçen meseJede istihsanın sahih şeklidir. DevJet başkanının üçte bir pay verdiği seriye fertJerindense payına düşen üçte bir miktarı, dörtte bir verdtğindense dört­ te biri ahr. Üçte birJe dörtte bir arasındaki fark, onun payın­ dan ordugah askerJerine ganimet oJarak veriJir. Arta kalan ganimet oJur. 1 030- İki seriyeden bir adam, seriyeJerin birinden diğerine Htihak etse ganimetJeri yüz bir paya bölünür. Çünkü sayıları yüz birdir. Paylar da sayıya göre olur. 1 0 3 1 - Sonra Htihak eden adam, devJet başkanının ganimet­ ten kendisine tahsis ettiği payı alır. Çünkü istihkakı miktar olarak belirtilmiştir. Ancak ganimet alındıktan sonra tahsis edilen payından sadece belirtilen mikta­ ra hak kazanır. Beraberindekilerin tahsis edilmiş paylarına iliş­ mez. Çünkü devlet başkanı tahsiste ayrı statüye tabi tutmuştur. Tahsisle hak edilen şeylerde aralarında eşitlik caiz değildir. 1 032- Askerin ordugahına yaklaşmadan önce iki seriye bir araya gelse bir meseJe dışında cevabı yukarıda belirtiğimiz gibidir. Ganimetten seriyeye Htihak eden kişiye isabet eden kısmını, devlet başkanının kendiJeriyle beraber kendisini gönderdiği arkadaşlarının payına ekler ve başlangıçta devlet başkanının tahsis ettiği şekiJde eşit oJarak araJarında payla­ şırJar. O seriye ganimet aJmamışsa Htihak eden arkadaşın pa­ yına ortak olurJar. Çünkü ordugahta elde etme durumu hepsiyle gerçekleşmiştir. Sanki ganimet almaya kendileri de katılmışlardır. Şuna benzer; aralarından biri yolu şaşırıp tek başına gitse ve seriye ganimet

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

447

almamışken kendisi alsa, sonra ordugaha gelmeden karşılaşsa­ lar, bütün seriye onun aldığına ortak olur. Sanki hep birlikte onu almışlardır. Ordugaha varıncaya kadar karşılaşmazlarsa tahsis edilen ganimet sadece onundur. 1 033- İki seriye de ganimet alsa ve birbirlerinin yardımına gelecek kadar yakın olsa, ancak her seriye diğerinden ayrı ganimeti almış olsa, birbirinin ganimetlerine ortak olmazlar. N itekim devlet başkanı seriyeden sadece bazı fertlere ganimet tahsisi yapacak olursa bilfiil ganimetin alınmasına katılmış olsalar bile seriyenin diğer fertleri bir şey alamaz. Bu mesele de aynen böyledir. 1 034- Yakın olmaları itibarıyla ganimet almada iki seriye hükmen birbirine ortak bile olsalar, birbirinin paylarından bir şey alamazlar. Nitekim iki seriye, ordugah askerlerinin kendilerine yardım edebilecek bir yalonlıkta savaşsalar bile, askerler alınan ganime­ te bu yakınlık sebebiyle ortak olamazlar. İki seriye fertleri ara­ sındaki hüküm de böyledir. 1 035- Ama hepsi beraberce bir ganimet alsalar, şahıs başına göre taksim edilir. Ta ki her seriye için tahsisin yeri belli olsun. Çünkü tahsisin yeri, aldığı ganimettir. Her seriyenin ganimeti de bu taksimle açığa çıkar. Sonra her seriye payına düşenden tahsisini alır. Arta kalan kendileriyle ordugah askerleri arasında ortaktır. Tahsiste süvariyle piyadenin eşit olduğunu belirtmiştik An­ cak komutan kendilerine: "Beşte birden gerisi sizindir. Süvari süvarinin, piyade de piyadenin payını alacak," şeklinde belirt­ mişse o zaman farklı olur. Çünkü istihkak, belirtme itibarıyladır. Ganimet tahsisinde bi­ rini diğerinden üstün tutmuşsa o zaman belirttiği şekilde uygu­ lama yapılır. Tercih yapmamışsa hepsine eşit olarak dağıtılır. 1 036- Devlet başkanı farklı tahsis yapmadığı zaman bu uygulamada ganimetten sabit olan istihkaklarına göre hak sahibi olmaları gerekir, denilemez. Çünkü iki taraf (piyade ve süvari) da savaşmaları sebebiy­ le ganimet almaya müstahak olurlar. Ayrıca tahsis, ganimetten

448

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

farklıdır. Tahsis, meşakkat ve çabaları itibarıyla devlet başkanı tarafından maktu olarak belirtilen karşılıktır. Mutlak olanın, çe­ lişik iki hükümde mukayyet üzerine hamledilmesi, prensipleri­ mize göre doğru değildir. İkisi de aynı olay hakkındaysa gani­ mette takyidin, tahsiste takyit mesabesinde kabul edilmesi caiz olmaz. Ancak tahsiste adlandırmanın mutlaklığına itibar edilir ve aralarında eşit kabul edilir. Nitekim "Kim bir düşman öldü­ rürse selebi onundur," denildikten sonra bir süvari ve piyade sal­ dırıp düşmanı öldürseler, selebi aralarında ikiye bölünmez mi? 1 03 7- Devlet başkanı seriye olarak gönderdiği zimmilere: ''.Al­ dıklarınızın dörtte biri sizindir," der ve aralarında hem süvari hem de piy�de varsa dörtte bir pay aralarında eşit dağıtılır. Müslümanlar için de hak böyledir. 1 038- "Zimmilerin Müslümanlar gibi belli payları yoktur ki tahsis ona göre tespit edilsin," diye itiraz edilse deriz ki: Devlet başkanı, yüzü Müslüman, yüzü de zimmi olan bir seri­ ye gönderip dörtte bir tahsis yapsa, bu tahsis aralarında eşit olarak yarısı Müslümanlara yarısı zimmilere paylaştırılsa ve bu taksimde ikisi aynı işi yapmalarına ve aynı ücreti almala­ rına rağmen zimmi piyadenin Müslüman piyadeden daha çok alması gibi piyade süvariye tercih edilse bundan daha kötü bir iş olur mu? Burada sanki b u meselede muhalif birine işaret edilmektedir. Ancak, muhalifin kim olduğu belirtilmemiştir. Herhalde onun muhalifi iki ayrı olayda da olsa mutlakın mukayyede hamledile­ ceğini söyleyen kimsedir. Bu konu, fıkıh usulü kitabında belirtil­ miştir. En iyi bilen Allah'tır. 70. Komutanının Tahsisi

Ordu Komutanının Yapacağı Tahsis 1 039- Ordu komutanı seriyeyle birlikte çıksa, zayıfları da başlarına bir komutan tayin ederek ordugahta bıraksa, on­ lar savaşa başladığında komutan kendilerine ganimet tahsisi yapsa, seriye komutanının tahsis yapması caiz olduğu gibi, onun tahsisi de caizdir. Çünkü ordugahta bırakılan asker bir tarafa gönderilen seriye mesabesindedir. Ordu komutanının tüm asker üzerinde yetkisi olduğu gibi ordugahta zayıfların başına tayin edilen komutanın

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

449

da ganimet tahsisinde ordugahtaki zayıf askerler üzerinde yet­ kisi vardır. 1 040- Devlet başkanının beşte birden sonra üçte bir ganimet tahsis ettiği seriye komutanı ordugahtan uzaklaşarak kendisi seriye fertlerinden oluşan başka bir seriye gönderip devlet başkanının yaptığı tahsisten az veya çok tahsis yapsa seriye­ sindeki fertlerin paylarında bu tahsis caizdir. Meselenin iki yönü vardır: Birinci duruma göre ikinci seri­ yenin aldığı ganimettir ve birinci seriyeye racidir. Sonra hepsi ordugah askerlerine katılırlar. Bu durumda ilk seriyeye tahsis yapmak caizdir. Bu tahsis, getirilen ganimetlerden alınır. Sonra ilk seriyenin payı belli olması için, arta kalan da taksim edilir. Sonra bütün bunlardan ikinci seriyenin tahsisi belirlenir. Çünkü ilk seriye komutanının yapacağı tahsis, ordugah askerle­ rinin payı dışında sadece seriyedeki arkadaşlarının bütün gani­ met ve tahsis paylarında caiz olur. Bunların tümünden payları ortaya çıkınca ikinci seriyenin payı da onlardan alınır. Bu mal­ lar, hisselerini karşıladığı gibi artan olursa bu artandan bir şey alamazlar. Çünkü komutanlarının ordugah askerlerinin payları üzerinde yetkisi yoktur. Ama ordu komutanı ona tahsis için izin vermişse o zaman kendisi komutanın naibi mesabesinde olur ve bütün ordugah askerlerinin payından ikinci seriyenin tahsisini yerine getirir. İkinci durum, darülistama dönünceye kadar ordugah asker­ leriyle karşılaşmamaları durumudur. Bu durumda ilk seriyenin tahsisi geçersiz olur. Çünkü alınan ganimetler zaten bizzat onla­ rın hakkıdır. Umumi tahsis de darülislamdan gönderilmişler gibi geçersizdir. İkinci seriyenin tahsisi caizdir. Çünkü bunlar darül­ harpte ordudan gönderilen bir seriye mesabesindedir ve onla­ rın komutanı kendilerine tahsis yapmıştır. Alınan ganimetlerden önce tahsis edilen haklarını verir. Sonra arta kalan ganimet tak­ simi esasına göre kendileriyle seriyenin bütün fertleri arasında paylaşılır. 1 04 1 - Devlet başkanı ordugahtan bir seriye gönderip beşte bir pay ayrılmadan önce dörtte bir tahsis yapsa altın, gümüş, köle ve eşya gibi aldıkları her şeyde bu tahsis caizdir. Çünkü genel bir lafızla onlara tahsiste bulunmuştur.

450

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

1 042- Bir şey tayin ederse tahsis, tayin edilen şeyden caiz olur. Çünkü onların hakkı adlandırmayla sabit olmaktadır. Adlandırmanın şekline riayet edilir. 1 043- Seriye, içinde kadın, erkek ve çocuklar da bulunan ga­ nimetler getirse ve seriye fertlerinden biri alınan esirlerden birini azat etse bu uygulaması geçersizdir. Çünkü ganimet almakla kazandıkları istihkak, askerin gani­ metin tümündeki istihkakı gibidir. Bu durumda ganimeti alan­ lardan bazıları ganimetin bir kısmında azat uygulaması infaz edilmemesi için taksimden önce temellük sabit olmadığı gibi burada da sabit olmama.ktadır. "Tahsiste istihkak belirtmeyledir. Belirtme de devlet başkanı tarafından yapılmıştır. Bu sebeple mücerret ganimet almakta ferdin mülkü sabit olması gerekmez mi?" diye itiraz edilse cevap olarak deriz ki: Devlet başkanının adlandırması, kendilerine yapılan tahsiste askerin ortaklığını kesmek içindir. Yoksa istihkakı ispat için de­ ğildir. Bu belirtmeden ayrı olarak ancak ganimet almakla istih­ kak kazanırlar. Bunda süvariyle piyade arasında fark yoktur, de­ menıiş miydiniz? İstihkak isabetle (ganimet almak) olsaydı fark da sabit olurdu, şeklinde bir soru akla gelebilir. Cevabı şöyledir: Devlet başkanı bu belirtmeyle askerin ortaklığını kestiği gibi sü­ variyle piyade arasındaki farkı da kaldırmıştır. Çünkü tahsiste ikisini eşit tutmuştur. Sonra, başkasının ortaklığının kesilmesi ve tahsisin kendile­ rine mahsus olmasının zaruri neticesi olarak ganimette hakları vurgulanmaktadır. Yoksa bu vurgulama, taksimden önce mülki­ yete geçişin zaruretinden değildir. Böylece kendilerine yapılan tahsis darülislamda ihraz edilen ganimetler mesabesinde olur. Darülislamda ganimetler ihraz edildikten sonra askerden biri esirlerden birini azat etse bu uygulaması geçerli olmaz. Burada da durum aynıdır. Çünkü bu asker ganimetten hissesinin nerede ve hangi şeyden olacağını bilemez. Üstelik devlet başkanı gani­ metleri satıp değerini (parasını) aralarında paylaştırabileceği gibi, esirleri öldürebilir de. Ganimet ihrazından önce tahsiste de bu durumlar mevcuttur. 1 044- Esirler arasında seriye fertlerinden birinin akrabası varsa bu akrabalıktan dolayı azat edemez.

Şerhü's-S;.Yeri'l-Kebfr

451

Çünkü taksimden önce henüz ona sahip olmamıştır:. 1 045- Devlet başkanı esir erkekleri öldürmek isterse seriye fertleri kendi tahsisleri sebebiyle onu engelleyemezler:. Darülislamda ihraz edilen ganimetlerde de askerin böyle bir şey yapması caiz olmaz. 1 046- Seriyenin getirdiği ganimetleri müşrikler ele geçirse­ ler, sonra Müslümanlar onlarla savaşıp tekrar onlardan alsa­ lar, ganimetleri seriyeye iade ederler:. Çünkü tahsis edilen şeylerde hakları sabit olmuştur. Bu da darülislamda ihraz edilen ve müşriklerin eline geçtikten sonra başka bir ordu tarafından alınan ganimetler mesabesindedir. Bu konuda rivayet aynıdır:. Öncekiler taksimden önce ne ele geçirirlerse kayıtsız şartsız onlarındır:. Çünkü ihraz etmekle ganimetlerde hakları kesinlik kazan­ mıştır. Bu hükümde kesinlik kazanan hak, mülk mesabesindedir. Nitekim mesela, rehin bırakılan bir şeyi müşrikler ele geçirdik­ ten sonra ganimetler arasında Müslümanların eline geçse, kayıt­ sız şartsız rehin almış kimse onu alma hakkına sahiptir. Çünkü onun üzerinde hakkı kesinlik kazanmıştır. Ama taksimden sonra bulduklarında durumunun ne olacağı konusunda rivayetler değişiktir. İmam bunun için şöyle demek­ tedir: Rehineye kıyasla dilerlerse kıymetini alırlar:. Rehin alan kimse taksimden sonra bulursa üzerine kesinlik kazanan hakkından dolayı kıymetiyle onu alır. En doğrusu taksimden sonra onu alamazlar:. Çünkü ilk askerin hakkı rehinenin kendisinde değil, maİiye­ tinde kesinlik kazanmıştır. Ganimeti taksimden sonra almazlar, doğru olan da budur:. Zira bu hak, somut bir şekilde görülmekten ziyade maddi de­ ğer biçilerek gerçekleşti. Nitekim komutan, ganimetleri satma ve elde edeceği parayı aralarından paylaşma yetkisine sahiptir. Do­ layısıyla taksimden önce alınacak payın aksine, kıymet biçerek alınan şeyin kendilerine faydası olmaz. Bununla beraber, gani-

452

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

met sahibinin taksim etmeye girişilmeden önce onu alabilir. Bu durumu aslında şuna benzemektedir: Kafirler, Müslümanların eşyalarından bir şey alsalar ve daha sonra Müslümanlar bu mal­ ları ganimet olarak tekrar elde etseler, o malın sahibi, hiçbir şey yapmadan malını taksim etme işine girişilmeden önce alabilir. Ancak bütün mallar taksim edildiğinde onun, kendi özel malını alma hakkı yoktur; çünkü rehin malın aksine, kendi malını den­ giyle alsa yine karlı çıkmaz. Zira rehin bırakan kişinin malı elin­ de tutma hakkı sabittir; onun için o hakkı almak karlı olabilir. Bu durum, ele geçirilip bir araya getirilmiş ganimetler için geçerliyse o zaman daha ele geçirilm.emiş fey malları için de ge­ çerlidir. Taksimden önce, hiçbir bedel ödemeksizin onu almala­ rı uygundur. Taksim edildikten sonraki durum hakkındaysa iki rivayet vardır. Bu durum, içinde fey olmayan ele geçirilmeden önceki ganimetin durumunun aksinedir. Nitekim bu tür ganime­ te düşman rast gelse ve onu ele geçirseler, daha sonra başka bir ordu o ganimeti ele geçirse; birinci ordunun, taksimden önce bu gani �ete el uzatamaz. Çünkü onlar için sabit olan şey, çürük bir haktı. Nitekim ordudan birisi vefat etse, ganimet ele geçirilip tak­ simin aksine payını başkasına miras bırakamaz. Aynı şekilde ganimetleri ele geçirme noktasında onlara yardım yetişse, yar­ dıma gelenler, ganimetin ele geçirilmesinden sonraki durumun aksine, ganimete ortak olurlar. Delilsiz (çürük) hak, müşriklerin ganimetleri ele geçirmesini geçersiz kılar. Sanki şimdiye kadar onlardan alınmamış hükmünde olur. Ancak feydeyse hak, ele ge­ çirilmeden önce kesin olarak onlara aittir. Hatta onlardan birisi ölse payını miras bırakır. Aynı şekilde onlara yardıma gelenler, kendilerine ortak olmazlar. İşte bundan dolayı, taksim işinden önce kendilerine iade edilmesi gerekir. 1 047- Ganimetler darüJharpte taksim edilir veya satılıp he­ nüz değerleri dağıtılmadan önce müşrikler, hem ganimetleri hem de paralarını ele geçirir, sonra başka bir asker onların elinden tekrar alırsa, taksimden önce ganimetleri parasıy­ la alan müşteriye karşılıksız iade ederler. Taksimden sonra olursa değeriyle satarlar. Çünkü müşteri, satın almakla eşyanın kendisine malik olmuş­ tur. Halkın malından askere bunu iade ettikleri gibi değerini de

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

453

birinci gruba iade ederler. Çünkü devlet başkanının satışı ger­ çekleştiğinde satılan eşyada müşterinin mülkiyeti de kesinlik kazanmıştır. Aynı şekilde satan kişilerin de değerde mülkiyetini zaruri kılmıştır. 1 048- Seriyenin getirdiği ve tahsislerinin dahil olduğu gani­ metleri askerden biri tamamen istihlak etse, öldürülen kişi­ lerin payları dışında özeHikle tahsisler olmak üzere tazmin eder. Öldürülen kişilerin payını tazmin etmez. Çünkü tahsisler; ihraz edilen ganimetler mesabesindedir. 1 049- Ganimeti alanlardan biri ihrazdan önce bütün gani­ metleri istihlak etse, fertlerin bu ganimetlerdeki haklarının zayıflığından ötürü, bir şey tazmin etmez. DarüJislamda ib­ razından sonra istihlak ederse hepsini tazmin eder. Çünkü öldürülen (esir erkekler) dışında ganimeti alanların hakları ihrazla kesinlik kazanmıştır. Çünkü esir erkekler üzerindeki hak, devlet başkanı tarafın­ dan köleleştirilmedikçe kesinlik kazanmaz. Çünkü devlet başka­ nı bunları öldürmeyip zimmi de sayabilir. İhrazdan önce tahsis­ lerde de hüküm bu şekildedir. 1 050- Seriyenin aldığı ve aralarında yiyecek ve hayvan yemi bulunan ganimetlerden ordugah askerleri, ihtiyaçları kadar yiyip kuHanabiJirler. Çünkü onlar; paylarına göre bu ganimetlerde seriyeyle ortaktır. Seriyede bulunan herkesin ihtiyacı kadar bu maHardan alabi­ leceği gibi, askerler de alabilir. Çünkü ortaklık, eşitliği gerektirir. "Yapılan tahsis, ihraz edi­ len ganimet gibidir, darülislamda ihraz edildikten sonra ganime­ ti alanlardan hiç kimse, zaruret olmadıkça, kendine yiyecek ve hayvan yeminden bir şey alamaz. Böyle olunca ihraz edilmeden önce yapılan tahsiste de durumun aynı olması gerekmez mi?" diye itiraz edilirse deriz ki: İ kisinin hükmü burada ayrıdır. Çünkü ihrazdan önce yiyecek ve hayvan yemi almanın mübah olması, zaruretten dolayı kendi­ sine duyulan ihtiyaç sebebiyle, ganimet ortaklığından müstesna olmasındandır. Çünkü askerler gidiş ve dönüşte ihtiyaç duyacak­ ları yiyecek ve hayvan yemini yanlarında taşıyamazlar. Darül­ harpten bunları satın alarak da temin edemezler. Darülharpten

454

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

ele geçirecekleri şeyler ganimet olur. Darülislamdaysa bu za­ ruret geçekleşmez. Bu zaruret sebebiyle ortaklıktan müstesna olursa o zaman mübahlık devam eder. Tıpkı görüşme yapan ta­ raflardan her birinin kendisi ve aile fertleri için yiyecek ve giye­ cek satın alması gibi. Bunlar kendisine duyulan ihtiyaç sebebiyle görüşmenin gerektirdiği şeyler dışında kalırlar. Bu zaruret, darülharpte kendisinden tahsis yapılan gani­ metlerde gerçekleştiği gibi, tahsis yapılmayan ganimetlerde de gerçekleşir. Bu sebeple yine tahsis hükmü dışında kalmaktadır. Bu sebeple başkalarının ondan alması caiz olduğu gibi, seriyede olanların da ondan alması caizdir. "Hayır, böyle değildir. Çünkü darülharpte veya darülislamda ganimetleri taksim etseler, diğer mallardan verdikleri gibi, onlara yiyecek ve hayvan yeminden yapılan tahsisleri de onlara verirler. Bu, yapılan tahsisin dışında olsaydı, ondan tahsis yapılmazdı," diye itiraz edilse deriz ki: Bu istisna, zaruret sebebiyledir: Zaruretle sabit olan şey, za­ ruret miktarınca takdir edilir. Nitekim kendisinden tahsis yapıl­ mamış olan ganimet, mücahitler arasında taksim edildiğinde, yi­ yecekler ve başka şeyler aynı şekilde dağıtılır: Bu da, dağıtımdan önce bu şeylerden almanın mübah olduğunu göstermez. Tahsis yapılan şeyin hükmü de bu şekildedir. Bu sebeple savaşan tüc­ car ve benzerlerinin ganimetten yiyecek ve hayvan yemi almalan mübah değildir: Çünkü bu şeylerden alma hakkı, ancak zaruretle sabit olur: Bunlardan alma hakkı, sadece ganimete ortak olan mü­ cahitlerindir: Ancak tüccarlar da ondan yiyecek alsalar veya hay­ vanlanna yem verseler, kendilerinden tazminat alınmaz. Çünkü onu ele geçirenlerin, darülharpte bulunduklan sürece, belirttiği­ miz istisna sebebiyle onda haklan kesinleşmiş olmaz. Bu sebeple ganimetlerden kim ne tüketirse hem ganimetten hem de yapılan tahsisten tükettiği şeyler için bir tazminat ödemez. Durum, tıpkı adamların öldürülmesinde belirtiğimiz gibidir. 1 0 5 1 - Seriye, içindeki şeylerle beraber bazı araziler ele geçir­ se, devlet başkanının tahsiste genel ifadeleri sebebiyle hep­ sinden tahsisleri oranında alırlar: Devlet başkanı arazi sahip­ lerine iyilik edip zimmi yapmak isterse bir sakıncası yoktur: Çünkü çıkarlan gözetmekle yükümlüdür. Çıkarın belki de bunda olduğunu düşünmüştür. Tahsis sahipleri, bu isteğine karşı çıkamazlar:

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

455

Çünkü tahsislerdeki haklan ihraz edilen ganimetlerde gani­ meti alanların hakları gibidir. Bu durumda da devlet başkanı ba­ ğışlama hakkına sahiptir. 1 052- Ancak yardım bedelini vermek üzere onları razı etmesi gerekir. Buna deliJ olarak Hz. Ömer'in şu uygulaması gösteril­ mektedir: Orduyu Irak'a gönderdiği zaman Cerir b. Abdullah el-Beceli'ye şöyle dedi: "Galip geldiklerinizin dörtte biri sizin­ dir." Ülkeyi fethettiler. Sonra Ömer fethedilen yerleri karara bağladı. Cerir'e ve arkadaşlarına yaptığı tahsis onu bu uygu­ lamadan alıkoymamıştır. imam Muhammed dedi: Bunun üzerine bir kadın kendisine gelerek şöyle dedi: 'J\krabalarımdan biri savaşırken şehit düştü ve alman şeylerden kendisine düşen payı miras olarak bıraktı. Bana bir miktar para vermedikçe senin bu uygulama­ nı kabul etmem." Bunun üzerine kadına bir avuç dinar verdi.

Meğdzf kitaplarında bu kadının şöyle dediği rivayet edilmektedir: 'J\vucumu altınla doldurup kırmızı bir deveye bindirme­ dikçe razı olmam." Hz. Ömer; kadının isteğini yerine getirdi. Bu da gösteriyor ki ganimet ibrazından sonra ölenin payı miras kalır. Devlet başkanı arazi sahiplerine iyilik düşündüğü zaman, tahsis sahiplerine bir şeyler verip razı etmesi gerekir. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 7 1 . Tahsisin Geçerli ve Geçersiz Olduğu Yerler

1 053- Halife darülharbe bir ordu gönderip onun başına birini komutan tayin etse, bu komutan da bir seriye gönderip ona dörtte bir tahsis yapsa, sonra halife değişik yerden başka bir ordu gönderse, iki ordu birtakım ganimetler alan seriyeyle karşılaşıp birinci ordugahta buluştuktan sonra ganimetleri darülislama götürseler, bu durumda seriye, alman bütün ga­ nimetlerden komutanın kendisine tahsis ettiği şekilde tahsis­ lerini alır. Çünkü bu askerin komutanı, halife tarafından gönderilmiş olup yaptığı tahsisler halifenin tahsisleri mesabesindedir. İki ordu ve bütün asker için yaptığı tahsis geçerlidir. Komutanın se­ riyeden gönderdiği fertlere yaptığı tahsisse böyle değildir. Çün­ kü velayeti sadece seriye fertleri üzerinde geçerlidir.

456

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Nitekim ordugaha dönünce kendisi de diğer ordu fertleri gi­ bidir. Burada ordu komutanının tam velayeti vardır. Çünkü hali­ fe bu velayeti kendisine vermiştir. Herkes için tahsisi geçerlidir. Tahsisler ve beşte bir pay çıkarıldıktan sonra arta kalan gani­ metlerde, ganimet payları esasına göre iki ordu ve seriye ortak­ tır. Çünkü onlar darülislamda bunu ihraz etmeye hepsi katılmış­ lardır. 1 054- İkinci ordu ve seriye, birinci orduyla karşılaşmadan ev­ vel darülislama girmişlerse seriye yine tahsislerini alır. Çünkü komutanın onlara yaptığı tahsis, halifenin tahsisi gibi geçerli olup a:dlandırmayla buna hak kazanırlar. Darülharbe dönseler de dönmeseler de durum değişmez. Arta kalan mallar, birinci orduya bir şey vermeksizin seriyey­ le ikinci ordu arasında paylaşılır. Çünkü onu kendileri ihraz etmişlerdir. 1 055- Birinci seriye, darülislama gidinceye kadar iki orduyla da karşılaşmazsa tahsisleri geçersiz olur. Çünkü ihraz kendilerini ilgilendirir. Burada alınan ganimet­ lerde hakkın sübutu ve umumi olarak yapılan tahsis, darülislam­ dan gönderilen seriyeymiş gibi geçersiz olur. 1 056- Darülislamdan gönderilen seriyeye devlet başkanı: "Sizden kim bir şey alırsa sadece kendisinindir," derse bu tah­ sisi caiz olur. Ama "Dörtte biri sizindir," derse caiz olmaz. Çünkü tahsis teşvik içindir. Teşvik de birinci tahsis şekliyle gerçekleşmektedir. Zaten bu tahsis başkalarının ortaklığını da kaldırmıştır. Bu da caiz olup beşte bir pay da ondan alınmaz. Doğal olarak süvariye piyadeden fazla verilir. Halbuki dörtte bir tahsis olsaydı bütün bunlar caiz olmazdı. Eğer onlara: "Sizden biriniz atlı olarak savaşa girer ve bir ga­ nimet elde ederse o ganimet onundur;' derse, onlara "elde et­ tiğiniz her şey" dese bile onları, atın teçhizatına bağlı kalmaya teşvikin de olduğu bu ganimet paylaşımı yerinde olmaz mı? Eğer bu ganimet paylaşımı yerindeyse o zaman, atın teçhizatına bağlı kalma konusundaki isteklerinde bir azalma olur; çünkü atın teç­ hizatına bağlı kaldıkları ha.Ide ganimetlerinde bir artış olmaya­ caklarını öğrendiklerinde bu durumu çok az isteyeceklerdir. İşte aralarındaki fark bundan dolayıdır.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

457

1 05 7- İkinci ordu bir şey almadan önce seriyeye darülharpte yetişir, sonra hep birlikte savaşarak ganimetler aldıktan son­ ra birinci orduya katılır ve çıkar giderlerse, alınan ganimetler seriyeyle yetişen askerler arasında tahsis yokmuş gibi gani­ met esasına göre paylaşılır. Sonra seriyenin payına bakılır ve tahsisleri çıkarılır. Çünkü komutan onlara, askerin aldıkları dışında kendilerinin aldığı şeylerde dörtte bir tahsis yapmıştır. Aldıkları ganimetler de ancak taksimden sonra belli olur. Haklarının nereden alına­ cağını belirtmek için bu taksim zaruridir. Tahsislerini taksimden sonraki paylarından alırlar. Tahsisleri çıkarıldıktan sonra arta kalan mallar askerin aldı­ ğı ganimete eklenir ve ganimet taksimine göre seriyeyle iki ordu askerleri arasında taksim ediJir. Çünkü bunun ibrazına kendileri de katılmışlardır. Darülislama dönünceye kadar birinci orduyla karşılaşmaz­ larsa seriyenin payının belirlenmesi için önce aralarında tak­ sim edilir ve seriye, tahsislerini kendine düşen paydan alır. Çünkü komutanın onlara yaptığı tahsis mutlaka sahihtir. Sonra, arta kalanlar askerin payına eklenir ve birinci ordu askerlerine bir şey vermeden seriyeyle ikinci ordu askerleri arasında ganimet taksimi esasına göre paylaşılır. Çünkü birinci ordu ibrazda onlara katılmamıştır. 1 058- Ordu komutanı darülharbe bir seriye gönderip, "Ne alırsanız sizindir," derse caiz olur. Çünkü maksat, döndüklerinde askerin onlarla ortaklığını kal­ dırmaktır. Halbuki darülislamdan gönderilen seriye için böyle yapamaz. 1 059- Darülislama komşu bir kale fethettikten sonra ordu askerleri onlara katılırsa aldıkları şeylerin tümü sadece se­ riyenindir. Çünkü devlet başkanı sahih bir tahsisle askerin onlara ortak olmasını önlemiştir. 1 060- Ancak seriyeden biri, payına düşen bir köleyi azat etse veya aralarında akraba esirler varsa bunların azat ediJmesi caiz olmaz.

458

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü taksim edilmeden sadece almakla onların malı olmaz. Başkaları bunlara ortak olmasa bile durum aynıdır. Darülislam­ da ihraz edilen ve henüz dağıtılmayan ganimetler gibi. Çünkü devlet başkanı isterse bu esirleri zimmi kılabilir veya öldürebilir. 1 0 6 1 - İmam Muhammed dedi: Tahsis, ganimetten verilen bir mal gibidir. Ganimeti alan iki tarafın paylan buna engel ola­ mıyorsa verilen bu mal nasıl mani olabiJir? 1 062- "Sizden kim bir şey alırsa onundur," deseydi, sonra biri esir aldığı bir erkeği azat etseydi, bu azat etme sahih olurdu. Akrabalarından birini esir almışsa yine azat edebiJir. Çünkü bizzat ele geçirmekle kendisinin mülkü olur. Zira ele geçirme dışında temellük için başka bir sebep yoktur. Halbu­ ki birinci durumda durum böyle değildi. Orada mülk, taksimle gerçekleşirdi. Taksim olmadan temellük olmazdı. Zaten burada devlet başkanı, esir erkeklerden kimseyi öldüremez. Çünkü ele geçiren şahsın mülkü olmuşlardır. Sanki devlet başkanı onları köleleştirmiştir. Yine bu ganimetlerden bir şey harcayan olursa onu alan kişiye tazmin eder. Ordu fertlerinden olsun, seriye fertlerinden olsun, birinci du­ rumun aksine, tüketilen yiyecek ve hayvan yemlerinden bir şey geri vermez. Çünkü devlet başkanının bu tahsisi, darülharpte ganimet alındıktan sonra yapılan taksim gibidir. Taksim yapı­ lırsa her birinin aldığı şeyler için bu hükümlerin hepsi yürür­ lükte olur. Yine geçenlerin aksine, her birine aldığı şeyleri özel olarak tahsis etmesi de bu şekildedir. Çünkü "Ne alırsanız sizin­ dir," sözü, askerin ortaklığını kaldırmıştır. Alınan ganimetlerde temellükse ancak taksimle sabit olur. 1 063- Darülharbe gönderilen seriyeye: "Kim bir esir alırsa onundur," derse ve hepsi bir tek esir alsa bütün seriye ona ortak olur. Çünkü "men= kim" müphem bir isimdir. Kapsadığı şeyler için geneldir. Ferdi içine aldığı gibi, çoğulu da içine alır. Adamın köle­ lerine: "Sizden kim azat olmak isterse o hürdür," demesi ve hep­ sinin isteyip hür olması gibi. 1 064- Almakla istihkakları sabit olursa esir onların mülkü olur. Hatta birinin yakını olup payına düşerse azat edebilir. Biri azat etmesini isterse payını azat eder.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

459

Çünkü devlet başkanının ganimeti onlara tahsis etmesi, ga­ nimetin alınmasından sonra taksim yapması mesabesindedir. Esirin bir kişi veya cemaat olması arasında mülkün sabit olması açısından fark yoktur. Alınmadan önce ganimet için de durum aynıdır. 1 065- Devlet başkanı onlara: "Ne alırsanız sizindir," der ve mesele aynı şekilde cereyan etse esir, birinin azat etmesi veya birine yakın olmasıyla azat olmaz. Çünkü bu tahsis devlet başkanının taksim etmesi mesabesin­ de değildir. Nitekim ganimet alan kimse sırf onu almakla tahsis hakkını kazanmaz. Cemaatten birinin aldığı ganimet bütün ce­ maat arasında ortaktır. Taksim veya ona eş bir durum olmadan, sırf ganimet almakla temellük sabit olmaz. Meseleyi biraz daha açmak için şöyle diyelim: Başkası kendi­ sine ortak olmayacak şekilde ganimet alan kimse, tahsis hakkını kazandığı yerlerde avlanmaya benzer. Avda sırf avlamakla mülk, fert veya cemaat için sabit olduğu gibi, böyle alma durumlarında da seriye için mülk aynı şekilde sabit olmaktadır. Ama ganimeti alan kişi o ganimette tahsis kazanmayıp arkadaşlarının kendisi­ ne ortak olduğu bütün yerlerde bu alma, ortak ganimet gibidir. Taksimden veya taksim değerindeki uygulamadan önce sırf ga­ nimeti almakla temellük gerçekleşmez. 1 066- Komutan, darülharbe üç kişiyi öncü olarak gönderip aldıkları ganimetlerin dörtte birini de onlara tahsis etse, on­ lar da birini esir alsa ve içlerinden biri onu azat etse veya ya­ kını olsa esir azat olmaz. Çünkü ordugah askerleri ve beşte bir pay sahipleri onda or­ taktırlar. Az veya çok olsunlar, taksimden önce onu mülk edin­ meleri mümkün değildir. Nitekim devlet başkanı, onu satıp de­ ğerini verebilir. Zaten taksim esnasında kimin payına düşeceği de belli değildir. 1 06 7- Onlara: "Ne alırsanız sizindir," der ve mesele yukarıda­ ki gibi cereyan ederse istihsan yoluyla içlerinden birini azat etmesi veya onun akrabası olmasıyla azat gerçekleşir. Kıyasa göreyse azat olmaz. Çünkü bu tahsisle ganimeti alan kişi, onda ihtisas hakkını ka­ zanmaz ve arkadaşları ona ortak olurlar. Taksimden önce onda

460

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

hiçbirinin temellükü sabit olmaz. Yukarıda belirttiğimiz seriye fertleri mesabesinde olması gibi. . İstihsan yoluyla olur, diyoruz. Çünkü istihsana göre devlet başkanının tahsis yapmasıyla onlar tahsis hakkını kazanmış­ lardır. Belirttiğimiz gibi, devlet başkanının bu tahsisi, ganimet alımından önce olmasına rağmen mana bakımından ganimet alımından sonra mevcut olmuş gibidir. Dolayısıyla taksim etme mesabesinde olur. Böylece ganimetlerde temellükleri sabit olur ve bazılarının yaptığı azat da sahihtir. Bu meselenin muhtemel birçok şekli vardır. Bu durum da şuna benzemektedir: Ordu komutanı, elde ettiği ganimetleri komutanlar arasında sancak sahiplerine dağıttığın­ da ve sonra da bu sancaklardan (bölüklerden) birisi elde ettiği ganimetler arasından bir köleyi azat ederse komutanın (arifJ ganimetlerini aralarında paylaştırması kabul edilir; çünkü onun özgürlüğünü yerine getirmektedir. Genel olarak mana; ortaklar azaldıklarında aralarındaki or­ taklık da özel ortaklığa dönüşür. Tabi bu ortaklık, kendilerini ortak mala sahip olmayı engellemez. Varislerin, mirastaki ortak­ ları gibi. Ortaklar çok olduğunda o zaman ortaklık da genel olur. Bu ise malın sahibinin aidiyetini engellemektedir (kime ait olaca­ ğı tartışmalı olur). Müslümanların beytülmale ve ganimet elde edenlerin ganimette ortak olmaları gibi (sahibi tartışmalıdır). "Bu konuda yani az ile çok konusunda kesin sınır nedir?" diye sorulacak olursa cevap olarak deriz ki: Bu konuda birçok görüş var, hepsi de ihtimal dahilindedir. 1 068- Birincisi: Seriye dokuzdan azsa azat etmeleri sahihtir. Dokuz ve daha fazlaysa caiz olmaz. Çünkü Resulullah dokuz kişilik seriye göndermiştir. Çünkü azlık ve çokluk tanımında (sınırında) çoğul, üzerinde ittifak edilen çoğuldur. Dokuz ise çoğulun çoğulu anlamını taşır. İkincisi: Kırk kişiden azsalar azat etmeleri caizdir. Çünkü Resulullah (sav.), Mekke'de Hz. Ö mer'in İslam'a girme­ siyle sayıları kırka varınca dine daveti açığa vurdu. Böylece an­ laşılıyor ki kırk kişi heybet ve caydırıcı güç sahibidir. Resulullah:

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

461

'i\llah'ım sevdiğin iki kişiden biriyle İslam'ı güçlendir;' diye dua buyurmuştur. İzzet ve caydırıcı güç de ancak çok sayıdaki Müs­ lümanlarla gerçekleşir. Üçüncüsü: Yüz kişiden az iseler azat etmeleri caizdir. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: "Şimdi Allah sizden (yükü) hafif­

letti. Bildi ki sizde muhakkak bir zaaf vardır. O halde eğer içi­ nizden sabırllyüz (kişi) olursa ikiyüzüyenerler. .''290 .

Bütün bunlar muhtemeldir. Biri bu görüşlerden birini söyler­ se içtihatta yeri vardır. Bense bunda bir vakit tayin etmiyo­ rum ve diyorum ki: Esirler, daha önce caydırıcı güçte değiller­ se azat edilmeleri caizdir. Bu güçteyseler caiz olmaz. Çünkü mücerret re'yle sayı tespit etmek doğru değildir. Bu konuda nass da yoktur. Caydırıcılık da insanların değişikliğine göre değişmektedir. En doğru yol, hüküm vermek için işin devlet başkanına bırakılmasıdır. Çünkü fıkhın mana ve anlayışına bu daha yakındır. Bu durum, bizim Kitiibü'ş-Şüf'ii'da yasaklama konusunda özel ortaklıkla şüf'anın elde edilmesindeki genel ortaklık arasında bulunan ve açıkladığımız farka benzemektedir. Orada her konu­ yu zikrettik. Onun için burada konu, orada zikredilen konularla anlaşılmış olur. Aynı şekilde her konuda, köle azadının gerçekleşmesi du­ rumunda komutan, erkek esirleri öldürmesinin caiz olmadığı­ nı zikrettik. Çünkü bunlar, başkaları tarafından sahiplenildiler. Böylece paylaşılan ganimet durumuna girdiler. Aynı şekilde komutanlar arasında paylaşım yapıldıktan sonra komutan, erkeklerden birisini öldüremez, en uygun olan görüş de budur. Çünkü buradaki sahip, ilk paylaşımın vaki olduğunu ispat etmektedir. Henüz bireyler arasında teker teker paylaşım vaki olmasa da bu, ana paylaşımdır. 1 069- Az sayıdaki kişileri devlet başkanı darülislamdan gön­ dermiş ve bunlar da ganimet aldıktan sonra bazıları esiri azat etmişse bu azat geçersizdir. Çünkü burada alınanlar ganimettir. Nitekim darülharpte, kendilerine takviye kuvvet ulaşırsa onlara ortak olur. Taksimden 290 Enfal, 8/66.

462

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

önce ganimette temellük hakları sabit olmaz. Zaten beşte bir pay sahipleri de onlara ortaktır. Taksim esnasında da azat edilen ki­ şinin kimin payına düşeceği bilinmez. Bu sebepten azat işinin sahih olmaması lazımdır. İstihsana göre azat işi sahihtir: Çünkü sayıları az olduğundan, aralarındaki ortaklık hususi­ dir. Sonra, komutanın tahsis yapmasından itibaren darülharbe gönderilen öncü kuvvetin hakkı, ganimet almakla kesinlik ka­ zandığına göre, ihrazla hakları da kesin olmuştur. Nitekim gön­ derilen kişi tekse ve esiri azat etse veya ele geçen esirler akraba­ sıysa azat işi rahatlıkla gerçekleşir. 1 0 70- DarüJharpte azat etse yaptığı geçerli olmaz. Çünkü ihrazdan önce onlar üzerindeki hakkı kesinleşmez. Azat etme işinin gerçekleşmesinden sonra gönderilen tek adamsa imkanı varsa beşte bir pay sahiplerine tazminat öder: Bir heyetse azat ettiği kişi için arkadaşlarına düşen payı taz­ min eder: Eğer durumu müsait değilse arkadaşlarının payını ödemek için köle onların hizmetinde ödeyinceye kadar çalı­ şır: Ortak kölenin azat edilmesinin hükmünde olduğu gibi. Beşte bir pay içinse devlet başkanının köleleri çalıştırmaması gerekir: Çünkü beşte bir pay, muhtaçların hakkıdır. Azat edilenlerin ihtiyacından daha açık ihtiyaç olamaz. Bunlar bir şeye malik de­ ğil ki çalışmaya mecbur tutsun. Bunun için devlet başkanının beşte bir payı onlara teslim etmemesi lazımdır. Buna göre çok erkek esir alsalar ihrazdan sonra onları devlet başkanı öldüremez. Çünkü alınan ganimetlerde ortaklık az sayıya mahsustur. İh­ razla da hakları kesinlik kazanmıştır. İhrazdan önce onları öldürebilir: Çünkü ihrazdan önce sadece ganimeti almakla hakları kesin­ lik kazanmamıştır. Alınanlar kayıtsız olarak ganimettir. Doğru­ sunu en iyi Allah bilir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

463

72. Geçersiz Tahsisler

Komutanın Emriyle Geçersiz Olan ve Olmayan Tahsisler 1 0 7 1 - Darülharpte komutan ordudan bir seriye gönderip dörtte bir tahsis yapsa onlar biraz uzaklaştıktan sonra des­ teklemek için ikinci bir seriye göndererek: ''.Arkadaşlarınıza yetişin, tahsis ve diğer şeylerde ne alırsanız onlarla ortak­ sınız," dese bunlar· daha önce ganimeti alan birinci seriyeye yetişse ve topluca ordugaha dönseler, ikinci seriye, yapılan tahsisten bir şey alamaz. Çünkü birinci seriyenin tahsis hakkı, aldığı ganimetlerde başkalarının ortaklığı söz konusu olmayacak şekilde kesinlik kazanmıştır. Ganimeti alanların onu ihraz etmekle kesinlik ka­ zanan hakları gibi. Komutan, ganimeti alan ilk seriyeyle onları desteklemek için gönderilen destek askerlerini ordugahta ortak yapmak isterse uygulaması geçerli olmaz. 1 0 72- Onlara yetiştikten sonra hep birlikte ganimeti alsalar, ikinci ganimetten tahsislerini alırlar. Çünkü tahsis yapılan kimselerin hakkı, ganimeti almakla sa­ bit olur. Hepsi de ganimetin alınmasına katılmışlardır. İ kisinde de devlet başkanının yaptığı tahsis, hepsi için sabittir. 1 073- Birinci seriye yüz süvari, ikincisi elli süvari, elli piyade olur ve ganimetleri alıncaya kadar devlet başkanının kendile­ rine tahsis yaptığını haber vermeseler, ganimetler süvari ve piyadeye olmak üzere önce iki seriye arasında paylaştırılır, sonra birinci seriyenin payına bakılır ve tahsisleri eksiksiz ondan verilir; ikinci seriyenin de payına bakılır ve tahsisleri verilir. Arta kalanın beşte biri alınır ve ganimet esasına göre iki seriyeyle ordugah askerleri arasında taksim edilir. Çünkü birinci seriye, ilk tahsiste aldıkları ganimetin dörtte birini almayı hak etmiştir. Onlar bildikten sonra devlet başkanı bu tahsisten caymakla haklarını iptal edemeyeceği gibi, onla­ rın haberi olmadan başkalarını ortak ederek paylarını eksilt­ mek suretiyle zarar da veremez. Çünkü ortak yapmak ve iptal etmek, ancak devlet başkanının onlara önceden bildirmesiyle olur. Bundan haberdar olmadıkları müddetçe haklarındaki hü­ küm sabit olmaz. Şeriatın muhataplar hakkındaki hitabı mesa­ besindedir.

464

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

1 0 74- ikinci seriye, ganimet almadan önce birinci seriyeye, komutanın kendilerini tahsislerde o rtak ettiğini haber verse ve mesele yukarıdaki şekilde cereyan etse tahsisler araların­ da eşit olarak paylaştırılır. Çünkü devlet başkanının ilk tahsisi, ganimet alınmasından önce gerçekleşmez. Nitekim onlara haber vererek iptal ederse tahsis düşer. Haber vererek ortak yapar ve haklarını eksiltirse yine sahih olur. 1 0 75- Birinci seriyenin komutanına haber verseler yine or­ taklıkları gerçekleşir. Çünkü seriye komutanına haber vermek, seriyenin bütün fertlerine bildirmek gibidir. Zira komutan onların naibidir. 1 076- Yine aralarında ilan etmek suretiyle bunu izhar etseler, aynı şekilde ganimete ortak olurlar. Çünkü her birine ayrı ayrı duyurmak zordur. Ama genel ola­ rak haberi aralarında ilan etmek mümkündür. Bunu yapınca her birine ayrı ayrı haber vermiş gibi olur. Yayılan haber gibi, onu duyanla şehirde Müslüman olup onu duymayan herkes onu duy­ muş gibi ortak kabul edilir. Bu şekilde Müslüman olduktan son­ ra kılmadığı namazların kazası kendisine vacip olur. Bu durum, darülharpte olup Müslüman olan kişiden farklıdır. Aralarındaki fark ise haberin yayılmasıdır. 1 0 77- Komutan ikinci seriyeye: "Onların tahsisine sizde or­ taksınız. Üçte ikisi sizin, üçte biri onlarındır," dese ve olay ay­ nısıyla cereyan etse, ganimetleri alıncaya kadar geldiklerini haber vermezlerse birinci seriye ganimetlerden tahsisini tam olarak alır. Çünkü daha fazla pay verildiğini kendileri duymadıkça bu tahsis sabit olmaz. Paylarını eksilttiği için onlara zarar vermek­ tedir. 1 0 78- Bunu kendilerine haber vermişlerse devlet başkanının belirttiği gibi, aralarında tahsisler üçte iki ve üçte bir şeklinde gerçekleşir. 1 0 79- Devlet başkanının haber vermeksizin birinci seriyenin haklarını eksiltmesi caiz olsaydı, ikinci seriyeye de bütün tah­ sisleri verebilirdi. Ancak bunu kimsenin caiz görmesi müm­ kün değildir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

465

Çünkü tahsisten amaçlanan teşvik, bunu caiz görmekle kay­ bolmuş olur. Zira seriye, devlet başkanından uzaklaştıktan sonra bu tahsise artık önem vermez. Zaten onlara haber vermeden de bu tahsisi devlet başkanı iptal edebilirdi. Nitekim birinci seriye ayrılıp gittikten sonra askerlere: "Onların tahsisini iptal ettim," derse ve onlar da öğrenmeden önce bunu yapmış olursa bu ge­ çerli olur. Ama haber vermeden önce iptal etmesi geçerli olmadı­ ğı gibi, birinci seriyeye bildirmeden önce tahsisi ikinci seriyeye aktarması da geçerli olmaz. Ama haber vererek iptal etse veya başkasına aktarsa geçerli olur. Nitekim birine, "Bu adamı öldü­ rürsen selebi senindir;" derse, adam mübarezeye çıktıktan son­ ra, "Onun da payını iptal ettim;' derse, mübarezeye çıkan adamın önceden haberi olmadıkça tahsisi geçersiz olmaz. 1 080- Missise291 şehrinin kom utanı şehirden bir seriye gön­ derse ve piyadeye bir şey vermeyip sadece süvarilere gani­ met tahsisi yapsa bu tahsis caiz olmaz. Çünkü bu seriye darülislamdan gönderilmektedir. Darülis­ lamdan gönderilince ganimet tahsisi bütün fertlere yapılır. Zaten seriyedekilerin tümü süvaridir. Böyle bir seriyede genel ganimet tahsisinin caiz olmadığını belirtmiştik Çünkü böyle bir şey, beşte bir payı iptal etmekte ve süvariyi piyadeden üstün tutmaktadır. 1 08 1 - Ancak bunlarla beraber mancınık kullanan bir grup ve kaleye girecek bir zümre gönderip çaba ve gayretlerine karşı­ lık onlara bir ganimet tahsisinde bulunsa bu tahsisi caiz olur. Çünkü seriyeye katılanlardan bazılarına yapılan bir tahsistir. Bu tahsisi, "Kim bir kafir öldürürse selebi onundur;· demesi gi­ bidir. Ama darülharpten bir seriye gönderip süvarilere ganimet tahsisi yapsa caiz olur. Çünkü hepsine tahsis yapması, bu tahsisin geçerliliğini engel­ lemez. Çünkü maksat, ordunun onlarla ortaklığını kesmektir. 1 082- Aynı şekilde Arap atı sahiplerine, başka at sahiplerin­ den daha fazla ganimet tahsisi yapsa bu da caizdir. 291 Missise, Adana civarında eski bir şehrin adıdır (çev.).

466

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Arap atı Araplann, katana ve diğerleri de Acemlerin atlandır. Arap atlan takipte ve kaçmada diğerlerinden daha güçlü, diğer atlar ise savaşta daha dayanıklı ve muamelede daha uysaldır. Ga­ nimet tahsisi de çaba ve meşakkate göredir. Devlet başkanının takdirine göre iki taraftan uygun göreceği birine ganimet tahsi­ sinde bulunmasında bir sakınca yoktur. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 7 3 . Komutanın Tahsisi

Komutanın Tahsis Yapması ve Kendisinin de Tahsise Hak Kazanması 1 083- Komutan: "Kim bir kafiri öldürürse selebi onundur," derse sonra kendisi bir kafirle karşılaşıp öldürse istihsan yo­ luyla kafirin selebi komutanın olur. Ama kıyas yoluyla olmaz. Çünkü başkası, komutanın kendisine tahsis yapmasıyla almaya hak kazanır. Halbuki kendi kendine komutanlık yetkisiyle tah­ sis yapma yetkisi yoktur. Mesela, kadının kendi hakkında hüküm veremeyeceği gibi. Nitekim, "Ben bir kafir öldürürsem selebi benimdir;' deyip kendine tahsis yapsa bu sözü geçerli değildir. Ama kendisi komutan değil de, başkasının hükmünde birisiyse bu, başkası hakkında sahih olduğu gibi kendisi hakkında da sa­ hih olurdu. Zaten ganimet tahsisi, teşvik içindir. Bu sebeple ken­ di kendini değil, ancak başkasını bu yolla teşvik edebilir. Kendi kendini teşvik etmek için komutanlık ona yeterlidir. İ stihsana göreyse komutanın bu sözüyle asker için ganimet tahsisi vacip olur. Kendisi de askerin bir ferdi olduğu için baş­ kası buna müstahak olduğu gibi kendisi de müstahak olur. Nite­ kim şer'an vacip olan ganimet payında süvari olsun piyade olsun kendisi de askerden biri gibidir. Bu sözle vacip olan ganimet tah­ sisinde de durum aynı bu şekildedir. rvtesela, kafirlerden bir cengaver meydan okusa ve komu­ tan: "Bunu kim öldürürse selebi onundur;" diye ilan ettiği hal­ de onunla vuruşmaya kimse cesaret etmemesi üzerine kendisi çıkar ve kafir cengaveri öldürürse bu durumda kafirin selebini almaya müstahak olmaz mı? Ama kendisine tahsis yaparak, "Ben öldürürsem her şeyi benimdir;" derse durum değişir. Çünkü kendi kendine yapacağı ganimet tahsisinden dolayı şüphe altında olur. Kadının kendisi

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

467

hakkında hüküm vermesinde şüphe olması gibi. Genelleme yap­ ması durumunda bu şüphe ortadan kalkar ve başkası için hü­ küm geçerli olduğu gibi kendisi hakkında da geçerli olur. Nitekim yiyecek ve atına yem almanın mübah olması, asker için geçerli olduğu gibi devlet başkanı için de geçerlidir. Çünkü devlet başkanının kendi kendine tahsis yapmadığı ve şahsına mahsus sayılmayan şeyden dolayı itham altında tutulması müm­ kün değildir. Başkasına da ganimet tahsisi yaptığında töhmet söz konusu değildir. Yaptığı da içtihatla meydana gelmiş olmasından başka bir şey değildir. 1 084- Komutan: "Sizden kim bir kafiri öldürürse selebi onun­ dur," der ve sonra bir kafiri kendisi öldürse onun selebini ala­ maz. Çünkü "sizden" sözüyle tahsisi onlara (askerlere) yapmıştır. Bundan önceki meselenin aksine, burada kendisi hükmün kap­ samına giremez. Nitekim bir efendi kölesine: "Kölelerimi azat et;• dese ve köle bütün köleleri azat etse kendisi azat olmaz. Çün­ kü kendisi bu hükmün kapsamına girmez. Ama efendi: "Bütün k�lelerim hürdür;· derse kendisi de bu hükmün kapsamına girer ve hür olur. 1 085- Komutan: "Bir kafiri öldürürsem her şeyi benimdir," dedikten sonra kimseyi öldürmeden sözünü değiştirir ve "Sizden kim bir kafiri öldürürse selebi onundur," der ve ken­ disi bir kafiri öldürürse her şeyini almaya hak kazanır. Çünkü söylediği iki söz itibarıyla ganimet tahsisi genel olmuştur. Genel tahsisin bir veya iki sözle olması arasında fark yoktur. Kaldı ki birinci sözü doğru değildir. Çünkü kendisi için yaptığı tahsisten dolayı töhmet altında kalmaya maruzdur. Bu da zaten ikinci sözüyle yürürlükten kalkmıştır. Kendisinin tahsisi hak et­ mesi konusunda şüphe engeli kalktıktan sonra hem komutan hem asker hepsinin hakkında ganimet tahsisi geçerli olur. 1 086- Biri ilk sözünden önce, diğeri de ilk sözünden sonra olmak üzere iki kafir öldürürse sadece ikincisinin selebini alabilir. Çünkü eşyanın alınması için sebep kabul ettiği öldürme, ga­ nimet tahsisine hak kazanmadan önce meydana gelmiştir. Bu sebeple vadedilen şey, artık ganimet olmuştur. Nitekim ganimet

468

Şerhü's-Siyeri'l-Kebir

tahsisi ikinci sözle gerçekleşmiştir. İkinci sözü söylediğinde, sanki yeni bir genel tahsis yapmış gibidir. Ancak bu genel tah­ sisle bundan sonra yapılacak ganimet tahsisi kendisinden önce ganimet (bütün askere ortak) olan malda etkili olamaz. Çünkü tahsis sözü onu kapsamamaktadır. Onu kapsamış olsa bile doğru olmaz. Çünkü ganimet alındıktan sonra yapılmış bir tahsistir. 1 087- "Ben bir kafir öldürürsem her şeyi benimdir, sizden de kim bir kafir öldürürse selebi onundur," der ve komutanın kendisi iki, askerden de bir fert iki kafir öldürürse komutan sadece birinci tahsiste belirttiği tahsisi alabilir: Çünkü tekrarı gerektirmeyen şart harfiyle kendine tahsis yapmıştır. Mesela, eşine: "Eve girersen boşsun;· der ve eşi iki defa eve girse sadece bir talakla boşanmış olur, iki talakla değil. Bütün asker için genel mana ifade eden, men şart edatıyla tahsis yapmıştır. Bu genel tahsis de askerden her birinin öldüreceği her kafiri kapsamaktadır. Hatta her asker yirmi kafir öldürse bütün eşyalarını alabilir. 1 088- Askerlerden birine: "Şir kafir öldürürsen selebi senin­ dir," der ve bir asker iki kişi öldürse sadece birinci öldürdü­ ğünün selebini alabilir: Çünkü az önce belirttiğimiz gibi ganimet tahsisi istihkakını şarta bağlamıştır. Bu şart da birinciyi öldürmekle sona ermek­ tedir. Tekrara ve umuma delalet edecek ibarede bir şey yoktur. 1 089- Bütün askerlere: "Sizden biri bir kafir öldürürse selebi onundur," der ve onlardan biri, on kişi öldürürse hepsinin se­ lebini istihsan yoluyla almaya müstahak olur. Kıyasa göreyse sadece öldürdüğü birinci kişinin selebini almaya müstahak olur. Sanki kendisine birinci kişi için tahsis yapılmış gibi. İs­ tihsan yoluyla dedik Çünkü belirli bir kişi tahsis edilmeyince söz umumi bir nitelik taşır: Nitekim bu tahsis sözü bütün muhatapları kapsamaktadır. Bütün muhatapları kapsadığı gibi, birincinin aksine öldürülen­ lerin tümünü de kapsamaktadır. Yine bu fıkradaki tahsise göre Müslümanlardan on kişi on kafiri öldürürse her biri bir kafirin selebini almaya hak kazanır. Bir kişinin on kafiri öldürmesi de aynıdır. Aradaki mana far­ kının amacı, devlet başkanının düşmana saldırmada aşırı teşvi-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

469

kidir. Fazla saldırı ve zarar vermede mana bakımından on Müs­ lümanın on kafiri öldürmesiyle bir Müslümanın on kafiri öldür­ mesi arasında bir fark yoktur. Birinci şekilde on kafiri öldürecek kişinin şahsen ve kuvvet bakımından bilinmesi amaçtır. Bu da öldürülen kişiler için genellik kipi kullanmaksızın da gerçekleş­ mektedir. 1 090- Kendisi de onlardan biri olduğu on kişiye: "Bizden kim bir kafiri öldürürse selebi onundur," der, sonra kendisi iki veya üç kişi öldürürse eşyalarını almaya hak kazanır. Çünkü kendisinin tahsiste dokuz kişiyle beraber bulunması, töhmet altında kalmasını önlemiş ve belirttiğimiz mana itibarıy­ la sözü umumi duruma yükselmiştir. Beraberindeki dokuz kişi öldürdükleri zaman nasıl almaya müstahak olursa kendisi de aynı şekilde almaya hak kazanmıştır. 1091- Belli bir kişiye: "Birini öldürürsen selebi senindir," der ve o da iki kişi öldürse sadece birinin selebini almaya hak kazanır. Çünkü bu tahsis sadece bir kişiyi kapsamaktadır. Öldüren Müslüman, öldürdüğü iki kişiden istediğinin selebini alabilir. Çünkü alma hakkına sahiptir. Tercih hakkı ona verilmiştir. "Dev­ let başkanının tercih hakkına sahip olması gerekir," denilemez. Çünkü tahsisi kendisine yapan odur. Zaten devlet başkanının bu şekildeki ifadesi, tercih hakkına sahip olmasının sebebini de açıklama mahiyetindedir. Tercih hakkı da sebebe sarılan kimseye ait olur. Tercih sebebi de şüphesiz eşyası daha çok olanı öldürürken tercih etmesidir. Vuruşuyla bu adamdan başkasını öldürmeseydi, onun eşyasını ganimet olarak almaya müstahak olurdu. Başkasını da beraber öldürürse önce öldürdüğü bu kişinin ganimetinden mahrum kalması caiz değildir. Çünkü öldürdüğü kişilerle ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymuştur. 1 092- Yine birine: "Bir esir alırsan o senindir," der ve bu kişi iki esir alsa onlardan iyisini tercih edip alabiJir. Sebebi de yukarıdakinin aynısıdır. 1 093- Ordu komutanı bir seriyeyle beraber çıksa ve seriyeye ganimetin dörtte birini tahsis etse, seriye de birçok ganimet alsa, kendisi de seriyenin diğer fertleriyle beraber bu tahsis­ ten pay ahı:

470

Şerhü's-Siyeri'l-Kebtr

Çünkü seriyede bulunan kişilere tahsiste bulunmuştur. Ken­ disi de onlardan biridir. Bu şekilde bu bölümde söylediklerimiz­ den anlaşılıyor ki genelleme olduğu zaman devlet başkanı (veya komutan) başkası gibi tahsisten pay almaya hak kazanır. Seriye Bölümü'nde bu mesele daha açıktır. Çünkü tahsise hak kazan­ maları, ganimeti almaya hak kazanmaları şeklindedir. Nitekim bu işte seriye fertlerinden işe girişenle az davranan hepsi birdir. Zaten ganimete hak kazanmada devlet başkanı, ordu mesabesin­ dedir. Kendisi beraber çıktığı zaman seriyenin hak kazanmasın­ da da aynıdır. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 74. Askere Tahsis

Askerden Bazılanna Tahsis Yapıldığında Hak Kazandıldan ve Geçerli Olan Tahsisler 1 094- Komutan: "Sizden biriniz bir kafir öldürürse her şeyi kendisinindir;" der ve iki kişi bir kafiri öldürürse her şeyi iki­ sinin olur. Çünkü sözü genel olarak söylediğinde saldırmaya ve düşmana zarar vermeye teşvik etmiştir. 1 095- Bu durumda öldürenin bir kişi veya bir cemaat olması arasında fark yoktur. Ancak, "Sizden biriniz tek başına bir ka­ firi öldürürse," diyerek tek kişi şartını koşarsa o zaman öldü­ ren iki kişi bir şey alamaz. Çünkü bu sınırlandırmayla amacının tek tek kuvvet izhar ederek düşmana karşı teşvik olduğu açığa çıkmıştır. Öldürme ortaklaşa olunca bu amaç gerçekleşmemiş olur. 1 096- Düşmandan on kişi meydan okur ve komutan on Müs­ lümana: "Bunları öldürürseniz selebleri sizindir;" der ve her biri onlardan bir kişiyi öldürse herkes sadece öldürdüğünün selebini almaya hak kazanır. Çünkü hitapta on kişiye genel olarak söylemesi, sanki her birine: "Kim bir kafiri öldürürse selebi onundur;" demesi gibi­ dir. Çünkü bu sayı aynı sayıyla karşılaştırıldığında her birine baş başa bir kişi düşer. Mesela, "Şu on dirhemi şu on kişiye ver," demek gibi. Çoğul ifadeyle çoğula (cemaate) izafe edilen fiil, ço­ ğulun bütün fertlerine bölünmeyi gerektirir. Halk atlarına bindi, demek gibi. Bu ifadeden her birinin kendi atına bindiği anlaşılır.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

471

1 097- Dokuz Müslüman dokuz kafiri öldürüp bir kafir onun­ cu Müslümanı şehit etse veya onuncu Müslüman müşrike güç yetirmeyip müşrik kaçarsa öldürenlerden her biri öldürdü­ ğünün bütün selebini almaya hak kazanır. Çünkü bu sözden maksat, hiçbiri sağ kalmayacak şekilde hep­ sinin öldürülmesi değil, öldürmenin tahsise hak kazanmanın se­ bebi sayılmasıdır. Ö ldürmekten maksat da onlardan hiç kimse kalmamak üzere hepsinin öldürülmesidir. Ancak, "Hiç kimseyi bırakmadan hepsini öldürürseniz, her şeyleri sizindir," diyerek bunu açıklarsa durum değişir. Çünkü bu takdirde hak kazanmayı hepsini öldürmeye bağlı saydığı sözünden anlaşılmaktadır. Şart da meşrutu (şart koşulan şeyi) ayn ayrı değil, tüm olarak kapsar. Şart yerine gelmedikçe kar­ şılıktan hiçbir şey gerçekleşmez. Ama sözüyle bu sınırlandırmayı ifade etmediği zaman, sözünün mutlak mefhumu normal olarak anlaşılan şeye hamledilir. O da onlan öldürmek suretiyle Müslü­ manları zararlarından korumaya teşvik etmektir. Amaç ne oranda gerçekleşirse tahsis edilen ganimetten de o nispette hak kazanılır. 1 098- Aynı şekilde, bir seriyeye: "Şu kaleye gidin, içinde sa­ vaşan kişileri öldürüp fethederseniz ganimetin dörtte biri si­ zindir," derse, onlar da bazılarını veya liderlerini öldürür, arta kalanlar da dağıldıktan sonra kaleyi fethederlerse ganimeti almaya hak kazanırlar. Çünkü sözünden anlaşılan şey gerçekleşmiştir. O da düşmanın dağıtılması ve savaşla kalenin fethedilmesidir. Kaleyi savaşmadan fethederlerse ganimeti almaya hak kaza­ namazlar. Çünkü ganimete hak kazanmaya sebep kabul ettiği savaş ve çarpışma meydana gelmemiştir. Nitekim "İçinde savaşanları öl­ dürür ve çoluk çocuklarını ganimet alırsanız size şöyle verece­ ğim," deseydi, onlar da bir kısmını öldürüp çoluk çocuğu gani­ met alsaydı, bu ganimet onların olurdu. Savaşmadan ve çarpış­ madan alırlarsa belirttiğimiz sebepten dolayı ganimet almaya hak kazanamazlar. 1 099- "Sizden biriniz bir kafiri öldürürse selebi onundur," der ve iki Müslüman bir kişiyi öldürürse onun selebi ikisi ara­ sında eşit paylaşılır.

472

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Bir müşriki yanlışlıkla bir müşrik ve bir Müslüman beraber öldürse, öldürülen adamın selebinin yarısı Müslümanın olur­ ken diğer yarısı da ganimet olur. Çünkü öldüren Müslüman açısından, öldüren diğer kişi de Müslüman gibi kabul edilir. Ama müşrikin payı açısından, sanki başka bir müşrik öldürmüş kabul edilir. Zira devlet başkanının yaptığı ganimet tahsisi, Müslümanlara mahsus yapılmıştır. Böy­ lece Müslüman, gösterdiği çaba oranında ganimet tahsisinden pay almaya hak kazanır. Zaten başkasıyla işbirliği yaparak ka­ firin yarısını öldürmüş kabul edilir. Nitekim başkasıyla beraber hatayla bir Müslümanı öldürecek olursa, diyetin yarısını verir. Cezayı gerektiren bu işte bir insanın yarısını öldürdüğü ve diye­ tin yarısını ödediği gibi, ganimeti gerektiren kafiri öldürme işin­ de de yarım insanı öldürmüş kabul edilir. 1 1 00- "Kim bir patrik öldürürse selebi onundur," der ve pat­ rik olmayan bir kafiri Müslüman öldürürse selebini almaya hak kazanamaz. Çünkü maksat, öldürülmesiyle düşmanın gücü kırılacak olan kişiyi öldürmeye teşvik etmektir. Bu öldürme gerçekleşmemiş­ tir. Nitekim "Kim kralı öldürürse selebi onundur," der ve kral ye­ rine başkası öldürülürse selebini almaya kimse hak kazanamaz. 1 1 0 1 - "Kim bir patrik öldürürse ganimetten kendisine bin dirhem vardır," der ve bir Müslüman bir patrik öldürürse onun eşyasını almaya çalıştığı için devlet başkanının yaptı­ ğı bin dirhemlik tahsisi bundan sonra elde edecekleri gani­ metten almaya hak kazanır. Nitekim bundan sonra ganimet almayacak olurlarsa bu adam daha önce alınan ganimetten bir şey alamaz. Çünkü bu ganimetlerde Müslümanlann paylan vacip olmuştur. Kaldı ki bu ganimet tahsisi daha önce ganimet aldıklan şeylerden yapıldığı için geçerli olmaz. Çünkü ganimet alındıktan sonra yapı­ lan tahsis için önceki ganimetten verilmesi caiz değildir. 1 1 02- "Sizden kim rastgele birini öldürürse selebi onundur," der ve bir Müslüman gidip komutanı veya kralı öldürse hiçbir şeye hak kazanamaz. Çünkü rastgele birinin selebini alma hakkını tanımıştır. Ko­ mutanın veya kralın ganimet selebi de şüphesiz rastgele birinin

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

473

selebinden daha değerli ve çoktur. Tahsis edilen en aşağı miktar yerine en üstün miktar hak edilmez. Ama "Kim rastgele birini öldürürse ona yüz dirhem vardır," der ve bir Müslüman, komutanı öldürse yüz dirhemi almaya hak kazanır: Çünkü şart koşulan şeyi ve daha fazlasını gerçekleştirmiştir. Zira komutanın öldürülmesi rastgele birini öldürmekten daha çok düşmanın gücünü kırmaktadır. Rastgele birini öldürme karşılığın­ da tahsis edilen miktar belli olup yüz dirhemdir: Bundan sonraki meseleler, malum bir şeyi veya miktan tahsis etmekle ilgilidir. 1 1 03- Öldüren kişiye muayyen bir şey tahsis edilmişse ister daha adisini isterse alasını öldürsün ondan başkasına hak ka­ zanamaz. Çünkü istihkak (hak kazanma) mahalli mevcut olmadan, hak kazanma da söz konusu değildir. 1 1 04- Öldüren kişiye muayyen bir mal tahsisi yapılmış (vade­ dilmiş) iken kendisi şart koşulanın dışında bir iş görürse bu malı almaya hak kazanamaz. Çünkü başka şey yapmakla aynı şeyi almaya hak kazanılmaz. 1 1 05- Yapılan iş, şart koşulan şey cinsinden olup yararı şart koşulan şeyden daha azsa yine almaya hak kazanamaz. Çünkü şart koşulanla yapılan şey arasında denklik ve benzerlik meydana gelmemiştir. Amaç da bütünüyle gerçekleşmemiştir. 1 1 06- Ama yapılan işin yararı, şart koşulan şeyden daha bü­ yükse vadedilen şeyi almaya hak kazanır: Çünkü şart koşulanı ve daha fazlasını gerçekleştirmiştir. 1 1 0 7- Komutan: "Kim yaşlı birini öldürürse selebi onundur," der ve bir Müslüman yaşlı değil de genç birini öldürürse her şeyini almaya hak kazanır: Çünkü şart koşulanı ve daha fazlasını gerçekleştirmiştir. Nite­ kim genç birini öldürüp düşmana saldırmak için sarf edilen güç daha büyüktür. Alınan şeyler de gençlik veya yaşlılıkla değişmez. 1 1 08- "Kim bir genç öldürürse selebi onundur," der ve genç yerine yaşlı biri öldürülse selebini almaya kimse hak kaza­ namaz.

474

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü celadet ve düşmanı yenmek bakımından yapnğı iş, şart koşulan işten daha aşağıdadır. 1 1 09- "Kim zorla yakalayıp esir getirirse o kendisinindir," der ve esir yerine Müslüman kişi zora başvurmadan mukavemet göstermeyen hizmetkar (vasf/J bir kişiyi tutup getirse veya aksini yapsa bir şey almaya hak kazanamaz. Çünkü esirle savunmasız hizmetkar külfet ve fonksiyon bakı­ mından farklıdır. Bu hakkı almaya sebep olan şey mevcut olma­ mış, esir yerine kişiler getirmiştir. 1 1 1 O- "Kim bir hizmetkar getirse o kendisinindir," der ve Müslüman, hizmetkar yerine süt çocuğu veya sütannesi ge­ tirse onu almaya hak kazanamaz. Çünkü hizmetkar, süt çocuğu veya sütannesinden başkadır. Hak kazanacağı şey mevcut olmamıştır. 1 1 1 1 - "Kim bin dirhem getirirse yüz tanesi onundur," der ve bin dirhem yerine bin dinar getirse bir şey almaya hak kaza­ namaz. Çünkü getireceği dirhemlerin bir kısmını ona tahsis etmiştir. Halbuki dirhem ve dinar birbirinden farklıdır. Cinsleri değişiktir. 1 1 1 2- "Bir hizmetkar getirene yüz dirhem vardır," der ve Müslüman, kadın hizmetkar getirirse bir şey almaya hak ka­ zanamaz. Çünkü insanoğlundan erkek ve dişi birbiri.nden farklı ve mak­ sat da değişiktir. Bu sebeple biri köle satın alsa ve aldığı cari­ ye çıksa alış akdi gerçekleşmez. Cinsler farklı olunca benzerlik meydana gelmez. 1 1 1 3- "Bir genç getirene yüz dirhem vardır," der ve Müslü­ man, genç yerine yaşlı birini getirse bir şey almaya hak kaza­ namaz. Ama aksi olursa hak kazanır. Çünkü cins bir ve burada güdülen amaç için genç yaşlıdan daha iyidir. Şart koşulandan daha fazla olan bir şeyi getirince tahsis edilen şeyi almaya hak kazanır. Ama şart koşulandan az olan şeyi getirirse almaya hak kazanamaz. Mesela, "Bin dirhem getirene yüz dirhem vardır," der ve biri bin dirhem getirirse yüz dirhemi almaya hak kazanması gibi. Çünkü cins aynı ve getirdiği daha üstündür. Daha fazla da getirse kendisine tahsis edilen nor­ mal yüz dirhemden fazlasına hak kazanamaz.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

475

1 1 1 4- Yine, "Kim kendisinin kazandığı bin dirhem getirirse öşrü (onda biri) onundur," der ve Müslüman beytülmal para­ sından bin dirhem getirirse öşrü mahsul olan dirhemlerden almaya hak kazanır. Çünkü "kendi kazandığı" sözüyle daha fazlasını alma hakkını vermemiştir. Tahsis ettiği miktar ve cins de ancak adını koymak­ la sabit olur. 1 1 15- "Kalitelisinden bin dirhem getirene yüz tanesi verile­ cektir," der ve Müslüman normal olan bin dirhem getirse bir şey almaya hak kazanamaz. Çünkü getirdiği şey şart koşulandan daha adidir. 1 1 1 6- "On koyun getirene bir koyun vardır," der ve Müslüman kişi on inek getirse yine bir şey almaya hak kazanamaz. Çünkü cins değişikliği vardır. 1 1 1 7- Yine, "On takım dibac (değerli kumaşJ elbise getirene şöyle vardır," der ve Müslüman onun yerine sündüs, "Büzyıjn" elbise getirse bir şey almaya hak kazanamaz. Bunun aksi de olursa yine alamaz. Çünkü cins değişikliği vardır. 1 1 1 8- "Kırmızı büzyıjnden on takım elbise getirene şöyle ve­ rilecektir," der ve onun yerine Müslüman kişi yeşil veya sarı elbise getirirse bakılır: Kırmızı kumaş, getirdiğinden daha de­ ğerliyse bir şey almaya hak kazanamaz. Ama değeri daha az veya eşitse kendisine belirtilen kumaştan almaya hak kazanır. Çünkü cins bir, değişiklik sadece sıfattadır. Nitekim kırmızı niyetiyle bir takım kumaş satın alınsa ve açıldığında yeşil kumaş olduğu anlaşılsa akit sahih olur. 1 1 1 9- Yine at, katır ve eşek arasındaki uygulama da aynı şe­ kildedir. Mesela, ·�t getirene yüz tane vardır," der ve at yerine kısrak getirilse almaya hak kazanılmaz. Ama bunun aksi olur­ sa hak kazanılır. Çünkü cins aynı; at, kısraktan üstündür. Ama katır veya eşek getirilirse hiçbir şey almaya hak kaza­ nılmaz. Çünkü cinsleri değişiktir.

476

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

1 120- "Kim at getirirse ona yüz vardır," der ve adam bir at getirirse almaya hak kazandığı ganimet tahsisini ancak bun­ dan sonra düşmandan kazanacakları ganimetlerden alır. Hat­ ta başka şey ganimet almazlarsa onun hak kazandığı tahsis, bundan önce aldıkları ganimetlerden sadece atlardan verilir. At, yüz dirheme eşit olmuyorsa değeri üzerine kendisine ar­ tırma yapılmaz. Yüz ve daha fazla değerindeyse devlet başka­ nı dilerse atı önceden aldıkları ganimete katabilir ve sadece yüz (dirhemi) kendisine verebilir. Çünkü devlet başkanı ganimetleri satma yetkisine sahiptir. Bu uygulaması da ganimetten değeriyle bir şeyi satması mesa­ besinde olup caizdir. Yüz (dirhem) atın değerinden fazla ise (at yüz dirhem etmi­ yorsa) kendisine atın değeri miktarından fazlasını veremez. Çünkü fahiş kayırma ve aldanmayla değil, nazar ve takdir ederek değiştirme yetkisine sahiptir. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 75. Ganimet Hakkı

Öldürmeyle Hak Kazanılan ve Kazanılmayan Ganimetler 1 1 2 1 - Devlet başkanı: "Kim bir kafiri öldürürse selebi onun­ dur," der ve düşmandan bir cengaver meydana atılınca bir Müslüman karşısına çıkıp ona atından yıkan bir darbe vurur ve atını aldıktan sonra onu da diri diri Müslümanların yanı­ na sürükleyip getirdiği o kafir birkaç gün sonra ölse, yatalak olsun olmasın o darbeden öldüğü kesin olsa, Müslüman onun her şeyini (selebini), atını ve silahını almaya hak kazanır. Çünkü onun darbesiyle ölünce kendisi öldürmüş sayılır. Öldüren kişinin lehinde ve aleyhinde doğacak sonuç açısından, öldürülen kişinin, öldüren kişinin darbesiyle o anda veya daha sonra ölmesi fark etmez. 1 122- Ganimet taksim edilmeden önce ganimetin alınma­ sından önce veya sonra darülislamda ölmesi müsavidir. Ama ganimetler taksim edildikten veya satıldıktan sonra yaralı he­ nüz ölmemişse onun selebi ganimete katılır ve asker arasında paylaşılır. Çünkü selebini almak için katil lehine sebep olan öldürme henüz gerçekleşmemiştir. Zira tam öldürme, ölümden başka­ sıyla gerçekleşmez. Halbuki yaralı henüz diridir. Ganimeti alan

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

477

askerlerin yaralının malında hak sahibi olmalarının sebebi de daha önceden mevcut olup ganimet almak esasıdır. Bu sebep­ le selebi aralarında taksim edilir. Taksim etmekle de mülkiyet gerçekleşir. Bu eşyada ganimet tahsisi hakkının düşmesi de bu mülkiyetin gereğidir. Devlet başkanının onun selebinde ganimet tahsisini iptal etmesinden sonra, sebep gerçekleşse bile tahsisle ona müstahak olamaz. "Yaralının durumunun ne olacağı anlaşılıncaya kadar niçin ganimet alınmasın ve satma işi olmasın?" denilirse cevap ola­ rak deriz ki: Çünkü taksimini gerektiren ganimet alma prensibi onda daha önceden sebep olarak mevcuttur. Sebebinin varlığıyla sabit olan hüküm, mevhum (olup olmayacağı kesin olmayan fa­ razi) bir sebepten dolayı geciktirilmez. Nitekim yaralının kendisi ganimet arasında taksim edilirken malı nasıl taksim edilmesin? "Yaralının kendisi herhangi bir kişinin beklediği özel bir hakkı olmadığından taksimi yapılır, ama onun selebinde katilin bek­ lediği bir hak vardır, selebine sahip olması için sebep de onun için mevcuttur, yani sebebi kendisi gerçekleştirmiştir;" diye itiraz edilirse cevap olarak deriz ki: Sebebin ancak yaralının ölmesiyle gerçekleşeceğini belirttik. Sonra, ganimetin taksimi bundan daha büyük bir hak olduğu için bu sebeple geciktirilemez. Çünkü esir edilen kişi ve malda gani­ meti alanların hakkı daha öncedir ve önceliği vardır. Bu sabit bir haktır. Ama öldüren kişi ganimet olarak taksimden önce alırsa (yani yaralı ölürse) hiçbir şey söz konusu olmadan onu kendine alır. Onun hakkından dolayı da taksim veya satış tehir edilmez. Çünkü vuran kişinin hakkından dolayı burada geciktirme de ol­ maz. Şu anda bu hak da sabit olmayınca özellikle tehir yapılmaz. "Buna göre yaralı taksimden sonra ölürse vuran kişi, nakit ola­ rak onun kıymetini alma hakkına sahiptir. Taksimden sonra ge­ len ve aldığı esirdeki hakkı gibidir;" denilse deriz ki: Ganimet taksiminden sonra gelen ve aldığı esirde hak sahibi olan kimsenin hakkı, asılda (daha önce) sabittir. Bu hakla söz ko­ nusu mülk (esir) karşılığında fidye olarak kıymeti alma hakkına sahiptir. Bundaysa vuran kişinin, yaralının selebinde hakkı asla sabit olmamıştır ki bu hakkın gereği karşılığında kıymet olarak fidye alabilsin. Bu hakka ancak taksimden önce yaralı ölmüş ol­ saydı kendisine daha evvel yapılan tahsis sebebiyle sahip olurdu.

478

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Ama ganimet taksiminden sonra, tahsis edilen şey mevcut olma­ dığından hakkının sabit olması mümkün değildir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: Mücahit, esir aldığı ve köle edindiği birini satsa ortada hak alacağı bir şey kalmadığı için onu tutup getiren kişinin hakkı diye de bir şey kalmaz. Düşmandan alınan selebin (ganimetin) durumu da böyledir. 1 1 23- Buna göre, Müslüman onu vurduğu anda kafirler ya­ ralıyı canlıyken çekip götürseler, darbesinden dolayı öldüğü sabit olmadıkça vuran kişinin onun atında ve selebinde bir hakkı olmaz. Çünkü sebebin tamamlanması, onun ölmesiyle gerçekleşir: BAşlangıçta onlan almaya hak kazanması için sebebin kesinlik ka­ zanması lazımdır. Bu sebebin zahiren varlığı yeterli değildir. Azat etme veya boşamanın taalluk ettiği (bağlı olduğu) şart gibi. Bu şart, kesin olarak gerçekleşmedikçe neticesi de meydana gelmez. Yaralının kesin olarak darbeden öldüğünü öğrenmenin yolu, Müslümanlardan adaletli iki şahidin şahitlik etmesidir: Çünkü yaralının selebi zahire göre Müslümanlara ganimettir. Vuran kişinin bunlara hak kazanıp kazanmadığını kesin olarak öğrenmeye ihtiyaç vardır. Bu da ganimetin taksiminden önce yaralının darbeden öldüğüne dair Müslümanlara getireceği bir delille ancak meydana gelir. 1 1 24- Ama yaralı, ganimet taksiminden veya satıştan sonra ölürse, deJiJ getirilse bile, vuran kişi onun selebini almaya hak kazanamaz. Çünkü taksim veya satışın gerçekleşmesiyle hak kazanacağı şey de kalmamış olur. 1 125- "Kim bir kafir öldürürse ona yüz dirhem vardır;" desey­ di, durum tıpkı bunun gibi olurdu. Ancak ganimetler satılıp değeri taksim edilmeden yaralı ölürse vuran kişi yüz dirhemi almaya hak kazanır: Ama ganimetler dağıtıldıktan veya satılıp değeri dağıtıldıktan sonra yaralı ölürse vuran kişi onun sele­ binden bir şey alamaz. Çünkü burada alacağı hak ganimetin kendisidir. Ganimetin satılmasıyla bu hak mahalli ortadan kalkmaz. Satılan şeyin ye­ rine kaim olması itibarıyla ganimetin değeri (nakit) de ganimet­ tir ve ganimeti alanlar arasında paylaşılır. Ama taksimle bu hak

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

479

mahalli ortadan kalkmaktadır. Birinci durumda hakkın mahalli, yaralı kafirin selebidir. Bu seleb başkasının hakkına geçmekle onun hakkı kalkmış olur. Zira değeri (nakit), selebden bir şey de­ ğildir. İkisi arasında fark buradadır. Doğrusunu en iyi Allah bilir. 76. Başkalanna Ganimet Tahsisi

Zimmi, Köle, KadlD ve Başkalanna Ganimet Tahsisi 1 1 2 6- Komutan: "Kim bir kafiri öldürürse selebi onundur;" der ve Müslümanların safında çarpışan bir zimmi düşman ta­ rafından birini öldürürse selebi onundur. Çünkü devlet başkanı (veya komutan) hem Müslüman hem de zimmiyi içine alan genel bir lafızla ganimet tahsisini zimmiye de yapmış bulunmaktadır. Umumi lafız, hükmün ispatında kap­ sadığı her şeyde nass gibidir. 1 1 2 7- Ganimet tahsisini doğrudan zimmiye yaptığında zimmi bu şeye müstahak olduğu gibi umumi lafızla da bu şeyleri al­ maya müstahak olur. Çünkü zimmi, Müslümanların safında çarpıştığı zaman gani­ metten bir pay ona da verilir. Tıpkı Müslüman kişinin payı gibi pay alır. Pay almaya müstahak olan, ganimette ortak olur. Pay almaya müstahak Müslüman gibi. Bu sebeple ihtiyacı kadar yi­ yecek ve atına yem alma hakkına sahiptir. 1 1 28- Savaşa katılsın veya katılmasın tüccardan biri düşman tarafından birini öldürürse her şeyini almaya hak kazanır. Çünkü bu anda savaşmış ve ganimete bu savaşmasıyla ortak olmuştur. Ganimet tahsisi hükmü onu da kapsamaktadır. 1 12 9- Ayn ı şekilde, Müslüman veya zimmi bir kadın da bir düşmanı öldürse tahsis edilen ganimeti almaya hak kazanır. Çünkü ganimetten hak edilecek şeye ortaktır. Yani savaşta alınan ganimete kendisi de ortaktır. 1 1 30- Aynı şekilde şu ana kadar efendisinin yanında düşma­ na karşı savaşmış veya savaşmamış bir köle de öldürse öldür­ düğün ün her şeyini ganimet olarak almaya hak kazanır. Çünkü ganimetten müstahak olduğu bir payı vardır. Ganimet tahsisiyle öldürdüğünün her şeyini alma hakkına sa­ hip olup aldığı şeyler efendisinin olur.

480

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Çünkü kölesinin kazancıdır. Ancak komutan: "Hür kimselerden veya genel bir ifadeyle Müslümanlardan kim bir kafiri öldürürse her şeyine sahip olur," diyerek kayıt ve sınırlandırma yapsa bu takdirde alınan şeyler alan kişiye tahsis edilir:. Çünkü hak kazanma, yapılan tahsisle olur. Tahsis yapılırken lafzın umumu muteber olduğu gibi, hususu (özeli) da muteberdir. 1 13 1 - Ganimet tahsisi durumunda zimmi öldürdüğü düşmanın her şeyini almaya hak kazanamazsa, devlet başkanı (komutan) ona ganimet taksiminde uygun göreceği miktarda verebilir:. Çünkü Müslümanlara tabidir. Savaşta onlara tabi olan kimse taksimde pay alma yerine, devlet başkanının (komutanın) uygun göreceği miktarı almaya hak kazanır. Köle ve kadının durumu gibi. Zira savaşa çıkmasına teşvik olması için ona mutlaka bir şeyin verilmesi lazımdır. Tabi ile metbu arasında (efendiyle köle gibi) eşitlik yapmanın yolu da yoktur. Bu sebeple tabi kişilere ga­ nimetten uygun görülen bir pay verilir. Süvari olduğunda da payı Müslüman süvarinin payından fazla olamaz. Piyade olduğunda da durum aynıdır. Çünkü ne olursa olsun İ slam ordusunda mut­ laka zimmiden daha güçlü ve yararlı bir fert vardır. Yararı daha büyük olan Müslümanın payı artırılamıyorsa zimminin payı na­ sıl artırılsın? İmam Muhammed'in ifadesinin zahirinden anlaşıldığına göre yararı büyük olduğunda zimminin payı Müslümanın payına eşit olabilir. Halbuki sahih olana göre bu durumda da Müslümanın payına eşit pay alamaz. Devlet başkanının uygun göreceği mik­ tardan onun payı eksik olur. Nitekim kölenin kıymeti (azat ücre­ ti), hür kişinin diyeti seviyesine çıkamaz. "Genel ganimet tahsisinde, öldürülen kafirin selebini almada eşit değiller mi? Hatta zimminin öldürdüğü düşmandan aldığı selebi Müslümanın aldığı selebinden daha çok olabilir, zimmiye ganimetten verilen payda niçin zimmi ile Müslüman eşit tutul­ masın veya zimmiye daha fazla verilmesin;· diye itiraz edilirse cevap olarak deriz ki: Çünkü ganimet tahsisinden sonra öldürülenin selebini alma­ ya hak kazanmak, ya öldürmek ya da komutanın tahsis etmesiy­ le gerçekleşir. Bu konuda zimmi ile Müslüman eşittir. Ama gani-

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

481

metten almaya hak kazanmak, şeref ve izzet manası itibarıyladır. Nitekim ganimet tahsisiyle eşyayı almaya hak kazanmakta sü­ variyle piyade eşittir. Ancak bu demek değildir ki ganimet taksi­ minde de ikisinin eşit pay alması gerekir. 1 1 32- Komutanın: "Kim bir kafiri öldürürse selebi onundur," sözünü bazıları işitmiş, bazıları da işitmemişse, sonra bir kişi düşmandan birini öldürürse komutanın sözünü duymamış olsa bile, öldürdüğünün selebi kendisinindir. Çünkü komutanın ordudan herkese ayrı ayrı duyurması mümkün değildir. Sadece sözü asker arasında yayabilir ve bunu da yapmıştır. Bu da sözün kapsamına giren herkese ulaşmış hükmündedir. Nitekim ashaptan Ebu Katade ganimet tahsisi ha­ berini duymadan önce Huneyn Savaşında müşriklerden birini öldürmüştü. Resulullah da sonradan duyduğumuza göre öldür­ düğü kişinin selebini ona vermiştir. Kaldı ki sözü işitmek ancak muhataptan zararı önlemek durumunda şart koşulur. Halbuki bu durumda zararı değil, yararı bulunmaktadır. 1 1 33- Buna göre, bir seriye gönderip onların kom utanına: "Ganimetin dörtte biri sizindir," derse sözü hepsi için geçer­ lidir. Çünkü komutana söylemek bütün seriye fertlerine söy­ lemek gibidir. 1 1 34- Aynı şekilde bir kısmı işitip diğerleri işitmezse yine hepsi işitmiş gibidir. Ne onlardan ne de başkasından ganimet tahsisi sözünü hiç kimse işitmemişse hiç kimse öldürdüğü­ nün selebini almaya hak kazanamaz. Çünkü ganimet tahsisinden maksat, savaşmaya teşvik etmek­ tir. Komutanın sözünü kimse işitmemişse bu teşvik meydana gelmemiş demektir. Sanki komutan bu işi kendi içinde düşün­ müş, fakat kimseye söylememiş gibidir. Ama başlarına verilen kimse işitmiş veya bazıları duymuşsa amaç olan savaşa teşvik gerçekleşmiş olur. 1 1 35- Etrafındaki askerlere: "Bu seriyeye alacağı ganimetin dörtte birini tahsis ettim," der ve seriye fertlerinden hiç kim­ se bunu duymazsa kıyasa göre tahsis edileni almaya hak ka­ zanamazlar. Çünkü onlardan biri kendisi işitmediği zaman amaç olan sa­ vaşa teşvik gerçekleşmemiş olur. Ganimet tahsisiyle amaç edini-

482

Şerhii's-Siyeri'l-Kebfr

len şeyi askerlerine veya gece ailesine veya kendi kendine söyle­ mesi arasında bir fark yoktur. Hepsi de geçersizdir. İstihsana göreyse tahsisi almaya hak kazanırlar. Çünkü belirttiğimiz gibi devlet başkanının (komutanın) söy­ lediği şey askerleri arasında yayılır veya sanki bunu seriyedeki kişilere ulaştırmalarını emretmiş gibidir. Bildirmeden önce seri­ ye hakkında bu hükmü kabul etmenin bir zararı da yoktur. Gerçi teşvikin gerçekleşebilmesi için tebliğ edilseydi daha iyi olurdu. Mesela, devlet başkanının normal olarak bizzat kendisi as­ kerle veya seriye fertleriyle muhatap olmaması veya onlarla ko­ nuşmaması durumu bunu açıklamaktadır. Zira devlet başkanları herkese yaymak istedikleri şeyleri kendi çevrelerindeki özel ki­ şilere söyler ve bu onların adetlerindendir. Bu yolla hitabı onlara yaymış ve tebliğ etmelerini emretmiş sayılır. 1 1 36- Komutan: "Kim bir kafiri öldürürse selebi onundur," der ve giden seriyeye sonradan takviye kuvvet gönderilirse Müslümanlardan kim bir kafir öldürürse her şeyini almaya hak kazanır. Çünkü takviye kuvvetin ortak olmaya hak kazanması, tahsis yapıldığında hazır olan kişinin hak kazanması gibidir. Komuta­ nın söylediğini bilsin veya bilmesin bir kafir öldürdüğünde her şeyini almaya hak kazanır. 1 1 3 7- Takviye kuvvetin başında yeni bir komutan gelir ve eskisi azledilirse yeninin gelişinden itibaren ganimet tahsisi geçersiz olur, o andan sonra öldüreceklerinin selebini almaya hak kazanamazlar. Çünkü ganimet tahsisinin geçerliliği, komutanın yetkisi (ve­ layeti) itibarıyladır. Azledilmesiyle bu velayet kalkmış olur. Bir şeyden maksat gerçekleşmeden önce ortaya çıkan engel, sebe­ bin aslıyla beraber bulunmuş gibidir. 1 1 38- Ganimet tahsisi yaptığında azledilmişse bu tahsisi ge­ çersizdir; aynı şekilde ganimet tahsisinden sonra ve düşman­ dan kimse öldürülmeden önce veya ganimetler alınmadan önce, seriye gönderdikten sonra azledilmişse yaptığı tahsis yine geçerli değildir. Ama önceki komutan azledilmeden önce ganimet alınmışsa alınan bu ganimetten yapılan tahsisler ge­ çerlidir.

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

483

Çünkü azledilmeden önce ganimet tahsisiyle amaç (savaşa teşvik) gerçekleşmiştir. 1 1 39- İlk komutan, gelen ikinci komutanın kendisini azlede­ ceğini bildirmiş ve ikinci komutan henüz askerin ordugahına ulaşmamışsa, ilk komutan azledilmiş sayılmaz ve görevi ikin­ ci komutanın ordugaha varmasına kadar devam eder. Ama ordugaha yaklaşır ve askerin yardım istemesi halinde yardım edecek duruma gelirse ilk komutan azledilmiş sayılır ve yap­ tığı ganimet tahsisleri geçersiz olur. Çünkü onlara yaklaşınca aralarına karışmış gibidir. Bu da ha­ lifenin birinci komutanı azletmek için ikinciyi göndermesi du­ rumunda olur. İ kinci komutan askerlere yaklaşmadıkça birincisi azledilmiş sayılmaz. Çünkü askerin bir yöneticiye ihtiyacı vardır. İkinciyse uzak olduğundan yönetme görevini henüz yapama­ maktadır. Askere yaklaştığında artık birincisi azledilmiş sayılır ve yönetim onun eline geçer. 1 140- Kendilerine yeni bir komutan gelmeyip başlarındaki ko­ mutan ölürse aralarından birini başlarına komutan yapsalar; ölen komutanın yaptığı ganimet tahsisleri geçerliliğini korur. Çünkü ikinci komutan ölen birincinin halefi olup onun yerine kaimdir. Bu sebeple birincinin bütün uygulamaları geçerlidir ve yürürlükten kalkmaz. Ama seçilen ikinci komutan bu ganimet tahsislerini muha­ taplara iptal ettiğini bildirirse tahsisler yürürlükten kalkar ve hiç kimse almaya hak kazanamaz. Çünkü o, ölen birinci komutan mesabesindedir. Birinci komu­ tan ganimet tahsislerini iptal ettiğini bildirdiğinde bu tahsisler iptal olduğu gibi, ikincinin de iptal etmesiyle yürürlükten kalk­ mış olur. 1 1 4 1 - Devlet başkanı askerlere: "Komutanınız ölür ve öldü­ rülürse filan kişi size komutan olsun," derse sözü geçerli ve sahihtir. Çünkü bu, mutlakı şarta bağlamaktır ki bu da sahihtir. Köle azadı ve talak (boşama) durumunda olduğu gibi. Dayanağı da Resulullah'ın Mute günü buyurduğu rivayet edilen şu hadistir: "Zeyd öldürülürse komutanınız Ca'fer'dir. Ca'fer de öldürülürse, Abdullah b. Revaha olsun."

484

Şerhü's-Siyeri'l-Kebfr

Şu da vardır: Birinci komutan ölünce ganimet tahsisleri de iptal olur. Çünkü onu kendisi göndermesi itibanyla ikinci komu­ tan h