121 65 4MB
Turkish Pages 422 [424] Year 2011
1929
NOBEL
THOMASMANN BÜYÜLÜDAG BİRİNCİ CİLT
ALMANCAASLINDAN
ÇEVtREN
iRiS KANTEMİR
Can Yayınları: 890
Der Zauberberg, Thomas Mann © S. Fischer Verlag, Berlin, 1924 © Can Sanat Yayınlan Ltd. Şti., 1998 Bu eserin Türkçe yayın hakları Onk Ajans Ltd. Şti. aracılığıyla alınmıştıı: Tüm hakları saklıdıı: Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
1. 6.
basım:
1998
basım: Mayıs
Bu kitabın
Kapak K:ıp:ık
6.
2011
baskısı
1000 adet yapılmıştır.
tasarımı: Erkal Yavi düzeni: Semih Özcan
l�ap:ık lıaskı: Azra Matbaası lı; lı;,;i{ı V(� c:ilt: Özal Matbaası
r .11'l!lı'fı�l/'ı�ılllli'/ZH
Thomas Mann . .
. .
. .
'-'
BUYULU DAG 1929
NOBEL EDEBiYAT ÖDÜLÜ
BİRİNCİ CİLT
ROMAN
Almanca aslından çeviren iRiS KANTEMİR
C AN YAYINLARI
THOMAS MANN' IN CAN YAYINLARI'NDAKİ Dİ GER KiTAPLARI BUDDENBROOKLAR 1 roman SEÇİLEN 1 roman TON! O KRÖGER 1 roman VENEDİK'TE ÖLÜM 1 uzun öykü
Thomas Mann, 1875'te Almanya'da doğdu. 1898'de yayınladığı ve Der kleine Herr Friedemann (Küçük Bay Friedemann) adı altında
topladığı ilk öykülerinde, daha çok Schopenhauer ve Nietzsche ile Wagner'in etkisi altında kalarak sanatçının yaratma sorununa odak lanmıştı. Mann'ın sonraki yapıtıarına da sık sık yansıyacak olan bu sanatçı sorunsalı, biri manevi yaşamı, diğeri eylemi temel alan iki karşıt yaşam görüşünden besleniyor ve sanatçının bir şeyler yarata rak varoluşun anlamsızlığına karşı koyma mücadelesini sergiliyor du. Bu ilk öyküleri, büyük bir tüccar ailenin gücünü kaybetmesini konu alan ve 1901'de yayımıanmasının ardından Mann'ı üne kavuş turan Buddenbrooklar adlı toplumsal roman izledi. 1903'te yayınla dığı Tonio Kröger ile 1912'de çıkan Venedik'te Ölüm, bu gerilimden beslenen yapıtlardır. Daha sonra, savaş imgesinin Avrupa'nın ölü mü olarak da yorumlanabileceği romanı Büyülü Dağ'ı yazan Mann, Hitler iktidara gelince Almanya'dan ayrıldı. 1929'da Nobel Edebi yat Ödülü'nü alan Mann, sanatçının tin ile y�am arasında kalan çelişkisini sergileyen bakış açısını daha da derinleştirdi. 1936'da ABD vatandaşlığına geçti ve Almanya'nın karanlık tablosunu çizdi ği Yusuf ve Kardeşleri dörtlemesini yayımladı. Dörtlemenin ardın dan yazmaya koyulduğu Doktor Faustus'ta ise besteci Andreas Leverkühn'ün yaşamöyküsünün ışığında, Alman kültürünün bar barlığa yenik düşmesini anlattı. 1955'te Zürich'te öldü.
iris
Kantemir, Ankara'da doğdu. TED Ankara Koleji ve DTCF İn
giliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdikten sonra uzun bir süre Almanya'da kaldı. Yurda döndükten sonra ODTÜ, Kadıköy Maarif Koleji ve Boğaziçi Üniversitesinde ders verdi. 1990 yılında emekli oldu. Cumhuriyet Kitap 'ta yazıları yayımlandı. Hermann Hesse' den Bozkırkurdu ve Masallar, Thomas Mann'dan Seçilen ve Büyü lü Dağ, Amy Tan'dan Mutfak Tanrısı, Carson McCullers'tan Diiğü nün Bir Üyesi, Juli Zeh'ten KartaUar ve Melekler, Ketil Norstad'
dan Erling'in Düşüşü ve Carl Gustav Jung'dan Anılar, Düşler, Dü şünceler gibi kitapları Türkçeye kazandırdı.
Die Herausgabe dieses Werkes wurde aus Mitteln von
INTER
NATIONES, Bonn gefördert. Bu kitap, lanmıştır.
Inter Nationes, Bonn Kuruluşu'nun desteğiyle yayın
İÇİNDEKİLER BİRİNCİ CİLT Önsöz
.
.
.
.
.
.
.
.
.
BİRİNCİ BÖLÜM Varış 34 Nuınara Restoranda .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
9
.
.
.
ll ll
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
20 24
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
31
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
31
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
43
.
53
İKİNCİ BÖLÜM
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Vaftiz Çanağı-İki Biçimiyle Büyükbaba . Tienappel'lerde - Hans Castorp'un Ahlaksal Durumu Üzerine .
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Saygın Kararına Kalıvaltı . Şaka-Viacticum-Yarım Kalan Keyif Satana Zihin Açıklığı Bir Sözcük Bile Fazla . Tabii ki Bir Hatun! Herr Albin Satana Onur Kırıcı Önerilerde Bulunuyor .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
53 56 64 75 85 92 97 102 106 .
.
.
1 19
Gerekli Bir Alışveriş . 119 Zaman Duygusu Üzerine Arasöz 130 :Fransızca Konuşmayı Deniyor 134 Siyasal Bağlamda Sakıncalı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 140 Hippe . . .. 146 Analiz . . . . 158 Kuşkular ve Tereddütler . . 165 Sofra Başı Sohbetleri . .. 170 Artan Korku 1 İki Büyükbaba ve Alacakaranlıktaki Sal Gezintisi 178 Derece . . 201 .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
BEŞİNCi BÖLÜM
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
..
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. . 229
.
.
.
.
.
..
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Sonsuzluk Çorbası ve Birdenbire Aydınlanma "Tanrım, Görüyorum!" . . Özgürlük . Merkür'ün Değişik Ruh Halleri . Ansiklopedi . . . . Humaniara .. . . Araştırmalar . . . Ölüler Dansı . . Büyücüler Gecesi . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
. . 229
254 274 281 294 312 331 354 . . 397 .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
; . . . . . . . . . . . . . . . .9
.
.
.
.
İKİNCİ CİLT Önsöz
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
ALTINCI BÖLÜM . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
..
.
.
Değişimler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . Biri Daha . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Tanrı Devleti ve Kötü Bir Kurtuluş Üzerine . . Patlayan Öfke... ve Utanç Verici Bir Şey Daha Geri Püskürtülen Saldırı . . . . . . . . . . . . . . . . . . Operationes Spirituales . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Kar Bir Asker Olarak- Ve İyi Huylu . . . . . . . . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.. . . l l
.
. . . . . . . . . . . . ll
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. . . . .
. 38 . 60 . 90 105 123 157 . . . . . . . . . . . 193 .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
YEDiNCİ BÖLÜM . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 245 Kıyıda Bir Gezinti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . Mynheer Peeperkarn . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . V ingt et un . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Mynheer Peeperkarn (Sürüyor) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Mynheer Peeperkarn (Bitişi) . Büyük Uyuşukluk . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Dolu Dolu Ses Uyumu . . En Çok Kuşku Uyandıran Şey . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Aşırı Huysuzluk . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Gök Gürlemesi . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
245 254 263 286 333 348 361 382 416 446
ÖNSÖZ Çok eskilerde kaldığı için üzeri tarihin küfüyle kaplı olan ve anlatırken iyice geçmişe gidebilmek için olabildi ğince geçmiş zaman kiplerinin kullanılmasını gerektiren Hans Castorp'un bu öyküsünü (nasıl olsa okuyucu onun hoş ama sıradan bir genç olduğunu anlayacak) biz gerçek ten anlatmaya değer bulduğumuz için öykünün hatırına anlatıyoruz, yoksa Hans Castorp'un hatırı için değil. Bu arada Hans Castorp'un hakkını yememek için herkesin ba şına her şeyin gelemeyeceğini ve aslında bunun onun öy küsü olduğunu da belirtıneden geçmememiz gerekiyor. Öykümüzün eski oluşunun ona bir zararı yok, tersine iyi bile çünkü tarih gibi, öyküler de eski zamanlarda geç miş olmalıdırlar ve bir öykü ne kadar eskiyse bu, hem öy kü açısından hem de geçmiş zaman kipleriyle ınırıldanan sihirbaz aniatıcısı açısından o kadar iyi olur. Günümüzde ki birçok insan gibi -öykü anlatıcılarının da onlardan aşağı kalır bir yanı yok- öykümüzün de sorunu şu: Yıllarla bağ lantısı olmayan eskiliği günlerle de ölçülebilecek gibi de ğil; sırtına binen yaşlılık yükü güneşin çevresindeki yö rüngelerle de bir tutulamaz, yani kısacası, geçmişte kalmış olmasını aslında zamana borçlu değil. Bunu demekle za man denen gizemli öğenin sorunlu ve kendine özgü ikili doğasına şimdilik şöyle bir değinmiş oluyoruz. Ama biz apaçık ortada olan bir durumu yapay bir bi9
çimde belirsizleştirmeyelim: Öykümüzün olağandışı eski liği, belirli bir dönüm noktasından ve yaşamlarımızı ve bi linçlerimizi paramparça eden derin bir çatlaktan önce oluşmasından kaynaklanıyor. Öykü o zamanda geçiyor ya da şimdiki zaman kiplerini kullanmak istemezsek, o za manda, çok uzun yıllar önce, dünyanın eski günlerinde, başlamasıyla bir sürü şeyin başladığı ve başlayanların da bir türlü sona eremediği Büyük Savaş'tan önce geçti. De mek ki çok önceleri olmuş değilse de gene eski sayılır. Bir öykünün eski olma niteliği ne kadar 'önce'ye dayanırsa öy kü o denli yoğun, tam ve masaisı olmaz mı? Üstelik bizim öykümüzün, doğası gereği az da olsa masallara özgü yönle ri de var. Öykümüzü, ayrıntılara özen gösterip hiçbir noktayı göz ardı etmeden uzun uzun anlatacağız. Bir öykünün kısa ya da sıkıcı oluşu ne zaman anlatımı için gerekli olan yer ve zaman yüzünden olmuştur ki? Aşırı titiz almamızın uyandıracağı iticilikten korkmadığımız gibi, ancak ince den ineeye anlatırnın gerçekten eğlendirici olabileceği gö rüşünü kendimize daha yakın buluyoruz. Demek ki, bizim Hans'ın öyküsünün anıatıcısı bu işi öyle bir-iki dakikada bitirmeyecek ve ne bir haftanın yedi günü ne de yedi ay bu işe yetecek. Öykü onun çevresinde ağlarını örerken geçecek olan dünya günlerinin pek farkı na varmaması kendisi açısından iyi olur. Tanrı aşkına, öykünün yedi yıl sürecek hali yok ya! Evet, işte başlıyoruz.
lO
BİRİNCİ BÖLÜM
Varış
Sıradan bir genç, doğup büyüdüğü Hamburg'dan Grau bünden Eyaleti'ndeki Davos-Platz'a gitmek üzere yola çık tı. Yazın tam ortasıydı ve orada üç hafta kalmayı tasarlıyor du. Uzun bir yolculuktu bu. Hamburg'dan o yüksekliğe çıkmak kolay bir iş değildi. Aslında böylesine kısa bir ziya ret için yolculuk fazla uzundu. i nişli çıkışlı yolculukta de ğişik manzarası olan yerlerden geçiliyor, Güney Alman ya'nın yüksek platolarından birden Swabia Denizi'nin se viyesine iniliyor, oradan, gemiyle, hırçın dalgalarla boğu şarak, bir zamanlar tekin sayılmayan yarlar aşılıyordu. Ondan sonra da, o ana dek rahat ve dosdoğru güzer gah teklerneye başlıyor, malalar ve tatsızlıklar devreye gi riyordu. İ sviçre bölgesindeki Rorschach'da, aktarma yap mak zorunda kalıyordunuz. Bindiğiniz tren sizi Alpler'de ki küçük bir istasyon olan Landquart'a kadar götürebiliyor ve orada başka bir trene binmeniz gerekiyordu. Pek sevim li olmayan bir manzaraya baka baka bir süre rüzgarda bek liyor, dar raylarda işleyen bir trene biniyor, bu küçük ama olağandışı güçlü makine hareket eder etmez de asıl mace ra başlıyor, bitmeye niyeti yokmuş gibi görünen sarp ve zorlu bir tırmanışa geçiyordunuz. Landquart'taki istasyon oldukça alçak bir düzeyde olmasına karşın güzergahınız ll
sizi artık sarp kayaların arasına sıkışmış daracık yollardan geçirerek gerçek dağlara çıkmak zorunda bırakıyordu. Hans Castorp -gencin adı bu- kendini, amcası ve ha balığı olan -hemen adını söyleyelim- Konsül Tienappel'in armağan ettiği timsah derisinden bavulu, rulo yapılmış ka reli battaniyesi ve bir kancada sallanan kışlık ceketiyle, oturma yerleri gri bir kampartımanda tek başına oturur ken buldu. Yanındaki pencere açık bırakılmıştı; öğleden sonra hava giderek soğuduğu için ailenin gözbebeği olan muhallebi çocuğu gencimiz modaya uygun bol pardösüsü nün ipek astarlı yakasım kaldırdı. Yanındaki koltukta, yol culuğunun ilk dönemlerinde ara sıra incelediği, lokomoti fin saldığı kurumdan kapağı kirlenmiş 'Büyük Buharlı Ge miler' adlı cep kitabı ihmal edilmiş, duruyordu. İ ki gün süren yolculuk bu genci -çok da genç, hayata pek öyle sağlam kök salmamış- günlük yaşantısından, özellikle de görevlerim, ilgi alanlarım, dertlerim ve tasa rımıarım diye nitelendirdiklerinden, faytonla istasyona gi derken düşündüğünden çok daha uzaklaştırıyordu. Me kan, kendisi ve doğduğu topraklar arasında döne döne dans edercesine kaçarken, zamana özgü sanılan güçten çok daha fazla gücü olduğunu kanıtlıyor; saatler geçtikçe mekan, zamanın oluşturduklarına çok benzeyen ama bazı açılardan onları da aşan değişimlere neden oluyordu. Me kan , zaman gibi unutkanlık getirir ve bunu bir insanı tüm ilişkilerinden koparıp onu özgür ve aslına dönebilecek bir duruma getirerek yapar ve gerçekten de bir anda ayrıntıla ra meraklı ya da ilkelerine bağlı birini bir serseriye dönüş türebilir. 'Zaman, Lethe ırmağı'nın suyudur' derler ama yabancı hava da onun gibi içilebilir ve etkisi onun kadar güçlü olmasa da daha hızlı olabilir. Hans Castorp da aynı deneyimden geçti. Bu yolculuğu ciddiye alıp kendini iyice kaptırmaya niyeti yoktu, tersine, böyle olması gerektiğine göre, bu işi olabildiğince çabuk arkasında bırakarak, kısa bir süre için olduğu yerde bırak mak zorunda kaldığı yaşamını, evinden ayrıldığı zamanki insan olarak, bıraktığı yerden sürdürmek üzere dönmeyi tasarlıyordu. Daha dün her zamanki düşüncelerine dalmış, 12
kısa bir süre önce olanları ve kısa bir süre sonra olacakları, sınavlarını, '1\ınder ve Wilms firmasında (tersane, makine imalatı ve kazan) işe başiayacağını düşünmüş ve orada ge çireceği üç haftanın sonrasını yapısı elverdiği oranda sa bırsızlıkla beklerneye başlamıştı. Oysa şimdi ona tüm dik katini o andaki koşullara vermesi gerekiyor gibi geliyor, onları silkip atmanın hiç de doğru olmayacağını düşünü yordu. Daha önce havasını hiç solumadığı ve alışık olma dığı, kendine özgü ve çoğu şeyden yoksun koşulların ge çerli olduğunu bildiği bu bölgelere çıkartılıyor olması onu heyecanlandırmaya başlamıştı; içini belirli bir kaygı kemi riyordu. Evi, yurdu ve düzenli yaşantısı çok uzaklarda kal ınakla iş bitmemiş, daha da önemlisi çok çok aşağılarda kalmışlardı; hala da tırmanıyordu. Eviyle ilerdeki bilinme zin arasında havada sallanırken, kendine, yukarıların ona nasıl geleceğini sordu. Acaba onun gibi deniz seviyesinden birkaç metre yukarıda doğmuş ve o havayı solumaya alış mış birinin arada bir yerlerde birkaç gün geçirmeden bu denli yüksek yerlere birdenbire çıkması akılsızca bir iş miydi ve sağlığa zararlı mıydı? İ nsana bu bölgelerin ne denli uygun olmadığını sürekli hatırlattığı için hala tır manmak yerine hedefine varmış olmayı isterdi; bir kez oraya vanldığında orada da insanların her yerde yaşadık ları gibi yaşamaya başıayacağını düşünüyordu. Dışarıya baktı. Tren dar bir geçitten kıvrıla kıvrıla gidiyor, öndeki vagonları ve zorlanan, durup durup havaya kahverengi, yeşil ve kara dumanlar salan lokomotifi görebiliyordu. Sa ğındaki yarın dibinden gürleyerek akan bir suyun sesi ge liyor, solunda da koyu renkli çam ağaçları kopmuş kaya parçaları arasında tutundukları yerlerden taş grisi rengin deki gökyüzüne doğru uzanmaya çalışıyorlardı. Zifiri ka ranlık tünellerden geçiliyor, yeniden gün ışığına çıkıldı ğında iyice aşağılarda birkaç köyün seçilebildiği geniş ya rıkları görebiliyordunuz. Derken bu görüntüler kapanıyor, onları oyuklarda ve yarıkiarda yama yama kalmış kar kü melerinin olduğu yeni geçitler izliyor, tren küçücük istas yonlara giriyor, sonra aynı rayın üzerinde geri geri çıktığı için yön duygunuzu yitirmenize neden oluyor, siz de artık 13
kuzeye mi yoksa güneye mi gittiğİnizi bilmez oluyordu nuz. Bölgelerin içlerine doğru ağır ağır tırmandıkça, deği şik imgeler gibi birbirlerini izleyerek yükselen yüce dağla rın doruklarının dünyası, önünüze muhteşem görüntüler seriyor, sonra raylar bir dönemece daha gelince büyülen miş gözler bu seraplan görmez oluyordu. Hans Castorp sık yapraklı ormanları ve varsayım olarak kuşları da nasıl ge ride bıraktığını düşündü ve bu tür şeylerin bitebileceği ve dünyanın onlarsız nasıl yoksullaşacağı düşüncesi önemsiz bir baş dönmesi ve bulantıya neden olduğu için eliyle bir iki saniye gözlerini örttü. Sonra kriz geçti ve tırmanışın so na ermek üzere olduğunun farkına vardı. Geçit aşılmıştı. Tren artık vadinin düzlüğünde daha rahat ilerleyebiliyor du. Saat neredeyse sekiz olmuştu ama hava hfıla aydınlık tı. Uzaktaki manzaranın içinde, yüzeyi gri bir göl belirdi; kıyısından yamaçlara doğru tırmanan, tepeye doğru da gi derek seyrekleşen ve sisle kaplı çıplak bir tepeyle biten, karaçam ormanlarıyla çevriliydi. Küçük bir istasyonda, bi ri dışardan yerin adını bağırdığı için Hans Castorp'un Da vos Köyü olduğunu anladığı yerde durdular. Yolculuğu so na ermek üzereydi. Ansızın yanında kuzeninin o gür Ham burglu sesiyle, "Merhaba, burada ineceksin," dediğini duy du ve dışarıya baktığında platformda pencerenin altında Joachim'in durduğunu gördü. Kahverengi bir palto giy mişti, başı açıktı ve her zamankinden daha sağlıklı görü nüyordu. Gülerek bir kez daha, " İ nsene. Nazlanıp durma!" dedi. Hans Castorp yerinden kalkmadan, biraz şaşkın, ona, "Henüz varmadım ki," diye yanıt verdi. "Tabii ki vardın. Burası Davos Köyü. Sanatoryum bu raya yakın. Araba var. Eşyalarını ver." Hans Castorp varışının ve kuzenini yeniden görmenin verdiği şaşkınlığı ve heyecanı ele veren bir gülüşle, bavu lunu, kışlık paltosunu, rulo yapılmış battaniyesini, ayrıca hastonunu ve şemsiyesini ve en son da 'Büyük Buharlı Ge miler' i yerlerinden alıp dışarıya uzattı. Koşarak dar korido ru geçti ve oldukça candan , doğru dürüst bir selamıaşma 14
için platforma atladı. Selamıaşma biraz soğuk ve mesafeli insanların yapısına uygun olarak pek abartılı olmadı. Za ten garip olan, içtenliği fazla göstermekten korkmak gibi basit bir nedenden birbirlerine adlarıyla hitap etmekten her zaman çekinmiş olmalarıydı. Soyadıyla hitap etmeyi de doğru dürüst beceremedikleri için birbirlerine hitabı 'sen'le sınırlandırıyorlardı ve bu, iki kuzen arasında artık kök salmış bir alışkanlığa dönüşmüştü. Biraz tutuk -genç Ziemssen asker duruşunu hiç yitir meden-, acele el sıkışırlarken onları izleyen üniformalı, sırmalı kasketli bir adam yanlarına geldi ve Hans Cas torp'un bagaj numarasını sordu. Bu adam Berghof Ulusla rarası Sanatoryumu'nun kapıcısıydı ve beyefendiler ak şam yemeğine yetişrnek için doğrudan sanatoryuma gider lerken o da Davos Meydanı'ndaki istasyondan gidip Hans Castorp'un ağır bavulunu almaya pek bir istekli göründü. Adam belirgin biçimde topalladığı için Hans Castorp'un Joachim Ziemssen'e sorduğu ilk şey, "Savaşta mı yara lanmış ? Bu yüzden mi böyle topallıyor?" oldu. Joachim, canı biraz sıkkın, "Evet. Savaşta. Derdi dizin den . Daha doğrusu dizindendi. Diz kapağını aldırttı," dedi. Hans Castorp bunu olabildiğince Çabuk geçiştirdi. Başını çevirip arkaya bakarken, "Demek böyle. Senin de hala dertlerin olduğunu söylemeyeceksin, değil mi? Artık kılıç kuşanınaya hak kazanmış ve manevradan yeni· dön müş gibisin," dedi ve yan gözle kuzenine baktı. Joachim ondan daha uzun boyluydu, omuzları da onunkilerden genişti. Enerjik gençliğin simgesi gibiydi ve sanki üniforma giyrnek için yaratılmıştı. Sarışın ülkesine aykırı kaçan simsiyah saçları vardı, koyu renk teni de gü neşten neredeyse bronzlaşmıştı. İ ri kara gözleri ve düzgün hatlı dolgun dudaklarının üzerindeki koyu renkli küçük bıyığıyla pekala yakışıklı sayılabilirdi; tabii kepçe kulaklı olmasa. Ö mrünün büyük bir bölümünün tek derd.i buydu ama şimdi başka dertler de binmişti. Hans Castorp, "Be nimle aşağıya döneceksin, değil mi?" diye konuşmasını sürdürdü. "Bir engel olduğunu sanmıyorum." Kuzeni her zaman yumuşak bakışlı olan ama son beş 15
aydır biraz bıkkın, hatta hüzünlü bir ifadenin çöktüğü iri gözlerini ona çevirerek, "Seninle aşağıya mı?" diye sordu. "Ne demek istiyorsun?" "Yani üç hafta sonra." "Evet, anladım. Şimdiden eve dönmeyi düşünüyor sun," diye yanıt verdi Joachim. "Dur, bakalım. Daha yeni geldin. Kuşkusuz, burada, yukarıda üç hafta bize bir şey ifade etmez ama sen burayı yalnızca ziyaret ettiğin ve tam üç hafta kalacağın için sana göre bu uzun bir zaman. İ lk önce buraya alış, bunun o kadar kolay olmadığını anlaya caksın. Ayrıca yalnızca iklimimiz sıra dışı değil. Burada ol dukça değişik şeyler göreceksin. Bak gör. Benimle ilgili söylediklerine gelince; işim senin sandığın kadar kolay de ğil dostum. ' Üç haftada eve dönmek' gibi laflar aşağıların işi. Evet, çok güzel yandım ama Behrens'in her zaman söy lediği gibi bu kardan oluyor, fazla bir anlamı yok. Altı ay daha burada kalmarnın neredeyse kesin olduğunu söyle di." "Ne, altı ay mı? Aklını mı kaçırdın ? " diye haykırdı Hans Castorp, bir kulübeden pek farkı olmayan istasyo nun önündeki çakıl taşı döşeli alanda bekleyen iki güçlü atın çektiği arabaya binip sert oturma yerlerine yerleşirler ken. Hans Castorp öfkeyle kuzenine döndü ve, "Altı ay mı? Burada aşağı yukarı o kadar kaldın zaten ! İ nsanın o kadar bol zamanı yok ki," dedi. Joachim kuzeninin içten öfkesine aldırmaksızın bir kaç kez başını salladı. "Burada insanların zamanlarıyla na sıl rahat ve hızlı oynadıklarını anlatsam inanmazsın. Onla ra üç hafta bir gün gibi geliyor. Göreceksin. Ö ğreneceğin çok şey var," dedi, sonra da, "insan burada birçok düşünce sini değiştiriyor," diye ekledi. Hans Castorp gözlerini onun profilinden ayıramıyor du. Başını sallayarak, ''Ama inanılmaz düzelmişsin," dedi. " Öyle mi dersin?" diye yanıt verdi Joachim. "Söyledi ğin doğru değil mi? Bence de öyle." Arkasındaki yastığa dayanarak daha dik oturdu ama hemen gene yana doğru kaydı. "Kendimi çok daha iyi hissediyorum ama tam da 16
iyileşemedim. Eskiden sol üstten gelen hırıltının yerinde hala biraz doluluk var. Çok kötü sayılmaz ama alt taraf iyi ce dolu, ikinci interkostalden de hırıltılar geliyor." "Ne kadar çok şey öğrenmişsin," dedi Hans Castorp. "Evet, Tanrı biliyor ya, pek hoş bir öğrenme biçimi ! Fa al görevde olup bunların tümünü unutmak isterdim," diye umursamaz yanıt verdi Joachim, sonra da şiddetle omuz silkti. Bu da ona hiç yakışmadı. Paltasunun en yakın ce binden , mavimsi camdan yapılma, metal kapaklı yuvarlak, yassı bir şişeyi yarısına kadar çıkarıp kuzenine gösterdi ve hemen yeniden cebine soktu. "Burada çoğumuzda bu var. Adı bile var. Bir tür takma ad. Espri olsun diye. Manzaraya bakıyorsun değil mi?" Hans Castorp'un yaptığı da buydu. "Harika!" dedi. " Öyle mi dersin? " diye sordu Joachim. İlk önce, vadinin eksenini izleyerek demiryolunun ke narından giden, düzensiz yerleştirilmiş binaların olduğu bir sokaktan geçtikten sonra sola dönüp dar rayları ve bir dereyi aştılar. Artık, ağaçlık yamaçlara ve akşam olduğu için yanmaya başlayan ışıklarında, balkanlarının çoklu ğundan bir sünger gibi delikli ve emici görünen, yüzü gü neybatıya bakan bakır kubbeli uzunca bir binanın görün düğü, inişli çıkışlı vadiye doğru yükselen hafif meyilli bir yolda ağır ağır ilerliyorlardı. Hava hızla k"ararıyordu. Bü yük bir bölümü kapalı olan gökyüzüne canlılık veren so luk kırmızı günbatımı çekilmeye başlamış ve doğayı, ka ranlık basmasından hemen önce görülen renksiz, cansız ve hüzünlü geçici bir ışığa teslim etmişti. Yerleşik bir alan olan girintili çıkıntılı vadide yanmaya başlayan ışıklar, va dinin zemininde, iki tarafındaki yamaçlarda ve özellikle de, binaların kat kat teraslar gibi durduğu sağdaki öne çı kık alanda noktalar oluşturuyorlardı. Sollarındaki yeşil ça yırlı tepelere doğru yükselen patikalar kısa bir süre sonra çam ağaçlarının ruhsuz karalığında gözden kayboluyordu. Ağaçların ardında, vadinin daralarak bittiği yerde, uzaktan seçilebilen dağlar koyu maviye çalan kurşun rengindeydi. Rüzgar esmeye başladığı için hava iyice serinlemişti. Hans Castorp, "Hayır, doğruyu söylemek gerekirse, Büyülü Dağ
ı 7/2
çok etkileyici bulmadım," dedi. "Buzullar ve karla kaplı çok yüksek doruklar nerede? Buradakiler bana çok da yüksek gelmedi." "Hayır, oldukça yüksektirler. Ağaçların bittiği çizgiyi her yerden görebilirsin. Belirgin bir çizgidir. Çarnlar biti yor, onlarla birlikte her şey de bitiyor işte, ondan sonrası gördüğün gibi kayalık. Şurada, Schwarzhorn'un sağındaki çatallı dorukta istediğin buzunardan bir tane var. Çok bü yük değildir ama yine de adı bilinen bir buzuldur. Scaletta Buzulu. Maviliğini seçebiliyor musun? O boşlukta da Piz Michel ve Tinzenhorn var. Buradan göremezsin; yıl boyu karla kaplıdırlar." "Sonsuz kar," dedi Hans Castorp "Doğru, sonsuz kar diye nitelendirebilirsin. Tümü çok yüksektir. Bizim de inanılmaz bir yükseklikte olduğumu zu unutma. Deniz seviyesinden bin altı yüz metre yüksek teyiz. Aradaki farkı pek hissetmiyorsun ama." Hans Castorp, "Evet, ne tırmanıştı o! Aslına bakarsan iyice korktum; zor geldi. Bin altı yüz metre. Bu neredeyse beş bin kadem eder. Ö mrümde bu yüksekliğe çıkmadım," diyerek merakından kendisine yabancı gelen havayı derin bir soluk alarak denedi. Temizdi, hepsi bu kadar. Ne koku su ne özü ·ne de nemi vardı; ciğerlere kolayca dalınasına doluyordu ama ruha hitap etmiyordu. "Harika!" dedi kibarca. "Evet, bu hava ünlüdür ama görüntü bu akşam o ka dar iyi değil. Çoğu zaman daha güzel olur, özellikle de kar da. Yakında baka baka doyarsın. İnan bana, biz yukarılar dakilere yetti de arttı bile," dedi Joachim. Böyle derken ağ zını denetimsiz ve abartılı bir tiksinmeyle büzmüştü. Bu da ona yakışmadı. "Ne garip konuşuyorsun ! " dedi Hans Castorp. Joachim kuzenine dönerek, "Garip mi? Ben mi? " diye sordu. Nedense biraz kaygılanmış gibiydi. Hans Castorp aceleyle, "Yok yok, özür dilerim bir anlı ğına öyle geldi," dedi. Aslında, Joachim'in birkaç kez yİne lediği 'biz yukarıdakiler' lafı onu nedense rahatsız etmiş, kendini garip hissetmesine neden olmuştu. 18
Joachim, "Gördüğün gibi sanatoryumumuz köyden daha yükseklerde," diye sözünü sürdürdü. "Elli metre da ha yüksekte. Broşürde yüz diyor ama aslında elli. En yük sekte olan karşı taraftaki Schatzalp Sanatoryumu'dur şimdi göremezsin. Yollar kapalı olduğu için kışın cesetleri kızakla aşağıya taşımak zorunda kalıyorlar." Hans Castorp, "Cesetleri mi? Ha, demek öyle. Şu işe bak ! " diye bağırdı ve birdenbire göğsünü sarsan ve soğuk rüzgfmn etkisiyle gerilmiş yüzünü biraz acı vererek buran karşı koyamadığı şiddetli bir gülme krizine tutuldu. "Kı zaklarla mı? Sen de burada oturmuş bana sakin sakin bun ları anlatabiliyorsun demek? Son beş aydır bayağı alaycı olmuşsun." ''Alay değil bu," dedi Joachim omuz silkerek. "Neden böyle diyorsun? Cesetlere fark etmez ki. Üstelik burada, yukarıda alaycı olmak kolay. Behrens'in kendisi de yaşlı alaycılardandır. Kaçıklığıyla ünlüdür, hem de olağanüstü bir cerrah, eskiden öğrenci birliklerinde çalışmış - sanırım onu seveceksin. Bir de Krokowski var. Onun asistanı. Çe kingen bir şey. Broşürde onun verdiği hizmete özellikle değiniyorlar. O da, hastaların ruhlarını ayrıştırır." "Ne yapıyor dedin? Hastaların ruhlarını mı ayrıştırı yor? İğrenç!" diye haykırdı Hans Castorp. Neşesini bul muştu. Artık kendini kontrol edemiyordu. Ruhları ayrıştır mak, işi çığrından çıkarmıştı. İ ki büklüm gülrnekten öyle sine katılıyordu ki gözlerini kapattığı elinin altından göz yaşları süzülüyordu. Joachim de içtenlikle gülüyordu. Bu ona iyi gelmişti sanki. Böylece iki genç, onları Uluslararası Berghof Sanatoryumu'nun dik giriş yolundan ana kapısı na ağır ağır çıkartan arabadan neşe içinde indiler.
19
Otuz Dört Numara
İç ve dış kapıların arasında, hemen sağlarında kapıcı nın masası vardı ve istasyondaki topal adam gibi gri üni forma giymiş Fransız sanabileceğiniz bir hizmetli telefo nun yanına oturmuş gazete okuyordu. Kalkıp yanlarına geldi ve onları sol tarafında oturma odaları olan iyi aydın latılmış lobiden geçirdi. Hans Castorp önlerinden geçer ken odalara bir göz attı ve boş olduklarını gördü. Herkesin nerede olduğunu sorduğunda kuzeni, "Herkes, tedavinin bir parçası olan dinlenmede. Seni karşılamak istediğim için ben izinliyim. Yoksa ben de, akşam yemeğinden sonra halkonda yatıyor olacaktım," diye yanıtladı. Hans Castorp zaten gülrnek için bahane aradığından yeni bir gülme krizine tutuldu. Sesi titreyerek, "Ne? Yağmur çamur demeden gece gündüz halkonda mı yatıyorsunuz?" diye sordu. "Evet, bu da kuraldır. Sekizden ona kadar. Haydi gel odanı görelim. Elini yıkarsın." Asansöre bindiler. Elektrikli motoru Fransız işletiyor du. Yukarıya doğru kayarlarken Hans Castorp gözlerini sil di. "Gülmekten bitik düştüm," dedi ancak ağzından so luk alabiliyordu. "Bana öyle çılgınca şeyler anlattın ki. Ruh ayrıştırma dayanılacak gibi değildi. Bilmesem daha iyi olurdu . Üstelik yolculuk da beni biraz yordu sanırım. Senin de ayakların bu kadar çabuk mu üşür? Aynı anda in sanın yüzü de kızarıyor. Hoş değil. Herhalde biraz sonra yemek yiyeceğiz, değil mi? Karnım acıkınaya başladı. Sizi burada yukarıda doğru dürüst besiiyorlar mı?" Ses çıkarmadan dar koridorun hindistancevizi lifin den yapılma yoUuğunun üzerinde ilerlediler. Tavandaki buzlu camdan yapılma lambalardan solgun bir ışık yayılı yordu. Duvarlar parlak ve sert görünümlü beyaza boyan mıştı. Bir yerlerden başında beyaz kepi ve kordonu bir ku lağının arkasından geçirilmiş kelebek gözlüğüyle mesleği20
ne kendini adamışlıktan çok merak ve can sıkıntısının ver diği yük 'yüzünden yerinde durarnıyar gibi görünen bir hemşire çıktı. Protestan mezhebinden olduğu belliydi. İki parlak boyalı kapının önüne balon görünümünde, yuvar lak gövdeli, kısa boyunlu büyük kaplar konulmuştu. Hans Castorp tam onların ne olduğunu soracakken aklı başka yere gitti. "İşte, burası," dedi Joachim. "Otuz dört numara. Ben senin sağındayım. Solda da Rus bir çift kalıyor. Biraz den siz ve gürültücü olduklarını söylemek zorundayım ama ya pabileceğimiz bir şey yok. Nasıl buldun?" Oda çift kapılıydı; kapıların arasında kalan yere de giysileri asmak için kancalar takılmıştı. Joachim tavanda ki lambayı yakınca, odaya dolan göz kamaştırıcı ışık beyaz, sıcak ve rahat eşyaları, gene beyaz olan kalın, silinebilen duvar kağıdını, tertemiz muşamba zemini ve üzerlerine modern zevke göre canlı bir desen işlenmiş yalın perdele ri aydınlattı. Açık balkon kapısından vadideki ışıklar göru lebiliyor ve uzaktan gelen bir dans.ezgisi duyulabiliyordu. İncelikli Joachim, yamaçlardan kendi eliyle topladığı bir kaç kırçiçeğini -o yaz ikinci kez açan boruçiçekleri ve bir kaç tane ot- küçük bir vazoya yerleştirip koroadinin üzeri ne koymuştu. "Ne kadar düşüncelisin," dedi Hans Castorp. "Ne gü zel oda. Burada bir-iki hafta kalmak hoşuma gidecek." "Burada evvelki gün Amerikalı bir kadın öldü," dedi Joachim. "Behrens bana sen gelene kadar her şeyin bitece ğinden emin olduğu için bu odada kalabileceğini söyledi. Nişanlısı yanındaydı. İngiliz bir deniz subayı ama pek yürekli davranamadı. İkide birde koridora çıkıp küçük bir çocuk gibi ağlıyor, sonra da yüzüne krem sürüyordu. Yeni tıraş olduğu için gözyaşları yakıyordu da. Bir gece önce, Amerikalı birinci dereceden iki kanama geçirdi, öylece de iş bitti. Dün sabah götürdüler ve kuşkusuz her tarafı for malinle tütsülediler; biliyor musun, çok etkili olduğu söy leniyor." Hans Castorp bu öyküyü biraz gergin bir dalgınlık 21
·
içinde dinliyordu. Kollarını sıvamış, elektrik ışığında nikel aksarnı pırıl pırıl parlayan büyük lavabonun önünde duru yordu ve beyaz metal yatağa ve yeni serilmiş çarşaflara yalnızca kaçamak bir bakış fırlattı, o kadar. Ellerini yıkayıp kurularken, damdan düşercesine, hızlı hızlı, "Tütsülendi demek. Harika. Evet, metil aldehit, hiçbir mikrop dayanamaz - H2CO, ama insanın genzini çok kötü yakar, değil mi? Temizliği titizce yapmak şarttır," dedi. Aksanı, özellikle de şt'ı söyleyiş tarzı Hamburglu ol duğunu ele veriyordu, oysa kuzeni öğrencilik yıllarından beri yaygın telaffuzu kullanmaya alışmıştı. Gevezeliği tut tuğu için hızlanarak, "Demek istediğim. . . o deniz subayı sanırım jiletle tıraş oluyordur, onlarla yüzünü keskin bir usturaya oranla daha kolay kesersin, benim deneyimim böyle, o yüzden ben ikisini sırayla kullanının ve kuşkusuz tuzlu su tahriş olmuş cildi yakar, bu nedenle yüzünü krem lemeye orduda alışmıştır, bence bunda şaşılacak bir şey yok," diye konuşmasını sürdürdü ve iki yüz Maria Manci ni'sini (puroları) bavuluna nasıl yerleştirdiğini ve gümrük te hiçbir zorlukla karşılaşmadığını anlattı, sonra da mem leketinden birçok kişinin yolladığı selamları iletti. Birden bire, "Odaları ısıtmıyorlar mı?" diye haykırdı ve dokun mak için radyatöre koştu. "Hayır, oldukça serin tutuyorlar. Ağustosta yakmaları için havanın bayağı kötü olması gerekir," dedi Joachim. "Ağustos, ağustos ama ben donuyorum ! Tam anlamıy la donuyorum yani, vücudum donuyor. Yüzüm yanıyor. Bak, dokun, ateş gibi." Birinin yüzüne dokunmasını önermek Hans Castorp'a göre bir iş olm adığı için dediğinden kendi de utandı . Joac � im de buna hiç yanaşmadı , yalnızca, "Buranın hava _ sındandır, önemli değil . Behrens bütün gün yanakları al al dolaşır. Bazıları buna alışamıyor. Haydi gidelim, yoksa aç kalacağız," dedi. Dışarı çıkınca yine miyop gözleriyle meraklı meraklı onların geçişini izleyen hemşireyle karşılaştılar. Hans Cas torp ansızın olduğu yerde taş kesildiğinde birinci kata var22
mışlardı. Koridorun çok da uzak olmayan bir köşesinden gelen boğuk ama çok tiksindirici bir ses duymuştu. Gözle rini fal taşı gibi açıp yüzünü buruşturarak kuzenine baktı. Belli ki öksürmeydi, adamın biri öksürüyordu ama bu ök sürük Hans Castorp'un bildiği öksürüklerden değildi ; o güne dek duyduğu öksürükler yaşam dolu kusursuz öksü rüklerdi ve onlarla karşılaştırıldığında, bu yaşamdan ve sevgiden yoksun ses, doğal bir öksürük tutmasından çok, çözülmekte olan bir organik maddenin bulamacından çı kan güçsüz ama ürkütücü bir fokurdamayı andırıyordu. "Evet, galiba kötü," dedi Joachim. "Biliyor musun, Avusturyalı bir soylu, çok şık biri, doğuştan binici. Şimdi de böyle olmuş ama hala ayakta, dolaşabiliyor." Yürüderken Hans Castorp atlara meraklı adama deği nerek, "Böyle bir şeyi ilk kez duyduğumu bilmeni iste rim," dedi. "Benim için yeni, o yüzden insan etkileniyor. Öyle değişik öksürükler var ki; kuru olanları var, yumuşak olanları var; yumuşak olanların ulumaya benzeyen kuru lardan daha sağlıklı olduğu söylenir. Gençliğimde -gerçek ten de 'gençliğimde' demişti- kuşpalazı geçirirken kurt gi bi ulumuştum, öksürüğüm yumuşadığında herkes mem nun olmuştu , hala hatırlıyorum. Ama böyle bir öksürük -en azından benim için yani- insanlıkdışı. Kuru değil, yu muşak da denemez, tanımlanacak gibi değil. Sanki içine bakıp vıcık vıcık balgamı, her şeyi görebiliyorsun." Joachim, "Eh, ben her gün duyduğuma göre bana an latman gerekmez," dedi. Oysa Hans Castorp öksürüğü bir türlü kafasından ata madığı için bunun gerçekten binicinin içine eğilip iyice bakmak demek olduğunu yineleyip duruyordu. Restarana girerlerken, yolculuktan yorgun düşmüş gözlerinde gergin bir pırıltı oluşmuştu.
23
Restoranda
Restoran iyi aydınlatılmış, rahat ve şık bir yerdi. Otur ma odalarının tam karşısında, Iabinin sağına doğruydu ve Joachim'in dediğine göre daha çok, konuğu olanlar, yeme ği kaçıranlar ve yeni gelenler tarafından kullanılıyordu ama doğum günleri, ani ayrılışlar ve iyi çıkan kontrolleri kutlamak için kullanıldığı da oluyordu. Joachim, restora nın bazen çok canlandığını ve şampanya servisi bile yapıl dığını söylemişti. İçeride tek başına oturmuş kitap oku yan, bir yandan sol elinin ortanca parmağıyla masada tem po tutarken bir yandan da bir melodi ınırıldanan otuz yaş larında bir bayandan başka kimse yoktu. Genç beyler otur duklarında kadın yerini değiştirdi ve sırtını onlara döndü. Joachim, fısıldar gibi, onun arkadaş canlısı olmadığını ve restoranda kitap okuyarak yemek yediğini açıkladı. Söy lentiye göre, çok gençken sanatoryuma girmiş ve o zaman dan beri dışta kalan dünyada hiç yaşamamış. " Öyleyse, beş ayınla sen onun yanında acemi kalırsın, bir yıl bile kalsan da öyle," dedi Hans Castorp kuzenine. Joachim bunu eskiden adeti olmayan omuz silkişiyle karşıladı ve mönüye uzandı. Krem rengi perdeleri olan bir pencerenin önündeki yüksekçe bir yere konmuş masayı seçmişlerdi, odadaki en hoş masa oydu. Yüzlerine kırmızı abajurlu masa lambası nın ışığı vurmuş, karşılıklı oturuyorlardı. Hans Castorp her sofraya oturuşunda adeti olduğu üzere az önce yıkadı ğı ellerini hevesli bir bekleyişle ovuşturdu - bu belki de ataları her yemekten önce dua ettikleri içindir. Servisi, ah lak yüzünden sağlık fışkıran ve genizden gelen bir lehçey le konuşan, siyah giysili, beyaz önlüklü candan bir kız yapıyordu. Hans Castorp burada garson kızlara, 'salon kız ları' dendiğini öğrendiğinde çok keyiflendi. Bir şişe Gru aud Larose istediler ama Hans Castorp şişeyi oda ısısına getirmeleri için geri yolladı. Yemekler nefisti. Kuşkonmaz çorbası, yanında değişik sebzelerden garnitürüyle kızar24
mış et, doldurulmuş domates ve çok iyi yapılmış tatlı, ar kasından da peynir tabağı ve meyve. Hans Castrop çok ye di ama iştahı sandığı kadar iyi değildi. Kendine olan saygısından -aç olmadığı zamanlar bile- çok yemek yerdi. Joachim ise yemekiere pek rağbet etmedi. Dediğine göre buradaki yemeklerden herkes gibi o da bıkmıştı ve yemekleri kötülemek adettendi, hele insan burada, yu karıda her Allah'ın günü kalıyorsa. Buna karşın içkiden zevk alıyor, duygu yüklü ifadelerden özellikle kaçmarak şarabı kendini verircesine yudumluyor ve sonunda doğru dürüst bir çift laf edilebilecek birini bulmaktan duyduğu memnuniyeti vurguluyordu. "Buraya gelmen harika bir şey," dedi, kayıtsız sesinde duygu pırıltılarıyla. "Bak, bu benim için oldukça önemli bir olay. En önemlisi değişiklik olması, demek istediğim, hep aynı olan ve sonu gelmeyen tekdüzeliğe biraz çeşni katması." Hans Castorp, ''Ama bence, burada zaman sizin açınız dan çabuk geçiyordur," diye fikir yürüttü. Joachim başını sallayarak, "Yavaş ya da hızlı, ne der sen de, demek istediğim, hiç geçmiyor, böyle bir zaman olamaz, bu hayat değil, hayır değil," diye yanıt verdi ve ye niden bardağına uzandı. Hans Castorp'un da, yüzü alev alev yanmasına karşın, ondan aşağı kalır yanı yoktu. Vücudu soğuktu ama neden se eklemlerinde hem hoşuna giden hem de onu rahatsız eden bir huzursuzluk vardı. Sözcükler ağzından yuvada narak çıkıyor, arada dili sürçüyor ama o elinin bir hareke tiyle onları kovup konuşmasını sürdürüyordu. Joachim de canlı bir ruh hali içindeydi ve mırıldanarak tempo tutan hanım birdenbire kalkıp gittikten sonra konuşmaları daha da rahat ve neşeli bir havaya girdi. Yerken çatallarını sallı yorlar, yanaklarını lokmalarla şişiriyorlar, bayağı önemli görünüyorlar, gülüyorlar, başlarını sallıyorlar, omuz silki yarlar ve lokmalarını doğru dürüst yutmadan söze başlı yorlardı. Joachim Hamburg'u merak ediyordu ve sözü El be Nehri'ndeki trafiği daha da iyi bir hale getirmek için ya pılan planlara getirdi. 25
"Çığır açıcı! " dedi Hans Castorp. "Deniz ticaretimizin ilerlemesinde çığır açmak, bu göz ardı edilecek gibi değil. Bütçemize tümü hemen ödenmek kaydıyla elli milyon koyduk ve ne yaptığımızı bildiğimizden kuşkun olmasın." Derken, Elbe Nehri'ndeki trafiğe verdiği öneme kar şın, konuyu değiştirip Joachim'den orada, 'yukarıda' nasıl yaşandığını ve oradaki konukları anlatmasını istedi. Joachim de zaten içini boşaltmak için buna can atıyordu. Kızaklada aşağıya yollanan cesetleri bir kez daha anlatma sı ve bir kez daha bunun gerçekten doğru olduğunu vurgu laması gerekti. Hans Castorp'u yeniden bir gülme krizi tut tuğunda, böyle bir olanağın çıkmasından memnun, o da ona katıldı ve ortak neşelerini beslemek için başka gülünç olaylar anlattı. Joachim'in masasında, Cannstattlı bir mü zisyenin karısı olan Frau Stöhr diye bir hanım varmış, ay rıca çok da hastaymış, gördüğü en cahil insanmış. Ciddi ciddi 'dezinfikte etmek' diyormuş. Asistan Krokowski'ye de 'fomulus' demiş. Gülmernek için kendini zor tutarak orada oturup bunu yutmak zorunda kalmışlar. Ayrıca çok dedikoducuymuş -yukarıdakilerin çoğu da öyleymiş ya-, Frau Iltis adında bir bayanın, bir 'sterilet' taşıdığını iddia etmiş. 'Sterilet' diyormuş. "Bundan iyisi olamaz !" Kendile rini sandalyenin üzerinde geriye atarak, yarı oturur yarı yatar gibi, gülrnekten ikisini de aşağı yukarı aynı anda hıç kırık tutana dek sarsılıp durdular. Bu arada Joachim aklına yazgısı geldikçe durgun laşıyordu. Diyaframından gelen spazmlardan sarsılarak, yüzün de acı bir ifadeyle, kopuk kopuk, "Burada oturmuş gülüyo ruz ama ne zaman çıkabileceğim belli değil çünkü Belı rens altı ay diyorsa, bu daha da fazla olacağı için, çok daha uzun bir süre burada kalmaya kendimi alıştırmam gereki yor ama doğruyu söylemek gerekirse bu çok zor. Gerçek ten acı , değil mi? Kabul edilmiştim, subaylık sınavına önümüzdeki ay girebilirdim. Oysa burada, ağzımda bir de rece, Frau Stöhr'ün cahilce gaflarının sayısıyla uğraşıyo rum ve zaman elimden kayıyor. Oysa aşağıda yaşadığında, bizim yaşımızda bir yıl bile öylesine. önem kazanıyor ve 26
öylesine çok şeyi değiştirip il_erleme getiriyor ki. Bense bu rada, eski bir su birikintisi gibi hareketsiz kalıyorum, ko kuşmuş bir su birikintisi; çok acımasız bir karşılaştırma da sayılmaz," dedi. Garip olan Hans Castorp'un ona yalnızca bir soruyla yanıt vermesiydi: Acaba burada siyah bira bulunur muy du? Joachim şaşkınlıkla ona baktığında, uyumak üzere ol duğunu fark etti; başı düşmeye başlamıştı bile. ''A, uyuyorsun," dedi Joachim. "Haydi gel, ikimizin de yatma zamanı geldi." Hans Castorp dili dolanarak, "Hiçbir şeyin zamanı de ğil," demesine karşın, yorgunluktan zemin onu aşağıya çe kercesine, uyuşuk bacaklarının üzerinde kuzenini izledi. Işıkları loşlaşmış lobide yürürlerken, Joachim'in, "Bak orada oturan Doktor Krokowski. Sanırım, seni onunla ta nıştırmam gerekir," dediğini duyduğunda, sırf çabanın verdiği güçle kendini topladı. Dr. Krokowski, toplantı odalarından birine açılan sür me kapının hemen arkasında, aydınlık bir yerde, şömine ye yakın oturmuş gazete okuyordu ama gençlerin geldiği ni görünce ayağa kalktı. Joachim hazır ola geçerek, "Sizi kuzenim Castorp'la tanıştırabilir miyim? Hamburg'dan yeni geldi," dedi. Dr. Krokowski, sanatoryumun yeni sakinini, sanki onunla beraberken çekinmek gereksizmiş ve yalnızca kar şılıklı güven önemliymişçesine içten ve yüreklendirici bir neşeyle karşıladı. Otuz beş yaşlarında, geniş omuzlu ve tıknazdı ; boyu karşısında duranlardan oldukça kısa oldu ğundan onların gözlerinin içine bakabilmek için başını yu karı kaldırması gerekiyordu; yüzü olağanüstü soluktu, te ninin neredeyse saydam, hatta fosforlu denebilecek niteli ğini, kara kaşları, ışıl ışıl kara gözleri ve ikiye ayrılıp biten, birkaç tel ak düşmüş sakalı daha da iyi vurguluyordu. Es kimeye yez tutmuş, koyu renk kruvaze bir takım giymiş, ayağındaki gri yün çorapların üzerine sandalete benzer açık ayakkabılar geçirmişti. Hans Castorp, onunki kadar yumuşak ve gevşek bir yakalığı bir kez -o da Danzig'de bir fotoğrafçıda- görmüştü ve bu yakalık Dr. Krokowski'nin 27
genel görünümüne bir sanatçı atölyesindeymiş giti bir ha va veriyordu. Genç adamın elini sıkarkenki içten gülümse mesi, sakalının altından sararmış dişierin görünmesine yol açtı ve yabancı aksanını az da olsa belli eden bariton se siyle, "Hoş geldiniz Herr Castorp. Umarım kısa zamanda alışıp burada bizimle kendinizi evinizde hissedersiniz. Hasta olarak geldiniz değil mi? So rumu bağışlayın," dedi. Hans Castorp'un nazik davranma ve uykusunu yenme çabası çok dokunaklıydı. Hiç formunda olmamasına kızı yar ve gençlerin o kuşkulu özgüveniyle asistanın gülümse mesinde ve güven verici tutumunda hoşgörülü bir alayın belirtilerini fark ediyordu. Üç haftaya, sonra da sınavıarına değindi ve Tanrı'ya şükür sağlığında bir şey olmadığını ek ledi. Dr. Krokowski boynunu öne uzatıp gülümsemesini artırarak, ona takılırcasına, " Öyle mi, demek ki siz incele meye değer bir vakasınız. Biliyor musunuz şimdiye dek tam sağlıklı biriyle hiç karşılaşmadım. Sorumu bağışlarsa nız, ne tür sınavıardı onlar?" diye sordu. "Ben mühendisim, doktor bey," dedi Hans Castorp, al çakgönüllü bir gururla. ''Ah, bir mühendis ... " ve Dr. Krokowski'nin gülümse rnesi bir anlığına enerjisini ve sıcaklığını yitirmişçesine yok olmuştu. "Takdir edilecek bir şey. Demek ki buradaki tedaviden ruhen ya da bedenen yararlanamayacaksınız?" "Hayır hayır. Yine de teşekkür ederim," dedi Hans Castorp, bir adım gerilemernek için kendini zor tutarak. Bunu dediğinde, Dr. Krokowski'nin o zafer kazanmış gülümsernesi geri geldi ve gencin elini sıkarken yüksek sesle, " Öyleyse, iyi uykular Herr Castorp, kusursuz sağlığı nızın tadını çıkarın. Bir güzel uyuyun. Birbirimizi sıkça göreceğimize kuşkum yok," dedi. Sonra gençleri yolladı ve gazetesine döndü. Asansör artık işlemediği için, Dr. Krokowski'yle karşı laşmanın verdiği şaşkınlık içinde, hiç konuşmadan merdi venleri tırmandılar. Joachim, topal kapıcının yeni konu ğun bavullarını özenle önüne dizmiş olduğu otuz dört nu maraya kadar kuzenine eşlik etti. Hans Castorp ilk önce 28
kalın ama hafif bir puro yakıp gece giyeceklerini ve tuva let malzemesini yerleştirirken bir on beş dakika daha ge vezelik ettiler. O gün canının puro çekmemesi Hans Cas torp'a garip ve sıra dışı geldi. Ciğerlerine dolan dumanı üfleyerek, " Ö nemli biri gibi görünüyor," dedi. "Kireç gibi bembeyaz. Ayağına giydikle ri berbat, gri yün çoraplar ve sandalet. Konuşmanın sonun da incindi mi?" "Biraz duyarlıdır," dedi Joachim. "Tedaviyi, özellikle de psikolojik olanını öylesine sert yadsımayalım. İnsan ların bunu yadsımasından pek hoşlanmaz . Bana pek iyi gözle bakınıyar çünkü ona her şeyimi söylemiyorum, yal nızca irdeleyecek bir şeyleri olsun diye ara sıra düşlerim den birini anlatıveriyorum." Hans Castorp, birini gücendirrnek onu her zaman ra hatsız ettiği için canı sıkkın, "Baltayı taşa vurdum öyley se," dedi; yorgunluk üzerine yeniden var gücüyle çökmüş tü. "İyi geceler. Neredeyse düşeceğim." "Sekizde, kalıvaltı için gelip seni alırım," dedi Joachim ve odadan çıktı. Hans Castorp yatma hazırlığına girişti. Komodinin üzerindeki lambayı kapar kapamaz uyku, bastırmasına bastırdı ama, aynı yatakta iki gece önce birinin öldüğü ak lına gelince kaçar gibi oldu. "İlki de değildir," dedi, kendi ni onaylarcasına. "Bu bir ölüm yatağı, sıradan bir ölüm ya tağı." Ve uykuya daldı. Uyur uyumaz sabaha dek aralıksız düşler görmeye başladı. Çoğunda Joachim Ziemssen'i, bir kızağın üzerine, çarpık bir durumda yatmış, dik bir yamaçtan inerken gö rüyordu. Yüzü Dr. Krokowski'ninki gibi fosforlu bir sol gunluktaydı, kızağı da, önde oturan Avusturyalı binici ida re ediyordu ve yüzü, görmediğiniz, yalnızca kısa bir süre önce öksürüğünü duyduğunuz birinin yüzü kadar soluktu. Çarpık Joachim, " Ö nemli değil bizim için, biz yukarıdaki ler için," diyordu ve artık balgamdan öylesine hırıltılı ök süren, binicinin yerine oydu; Bu durum, Hans Castorp'un seller gibi gözyaşı akltmasına ve koşup eczaneden krem al ması gerektiğini düşünmesine yol açtı. Derken yolun ke29
narında Frau Iltis oturuyor ve elinde 'sterlet'i olması gere ken bir şey tutuyordu - oysa bu bir tıraş makinesiydi. Bu da Hans Castorp'un yeniden gülmesine neden oldu ve böylece Hans Castorp, aralık duran balkon kapısından gündoğumu içeriye süzülene dek duygu dalgalarınca sürüklendi durdu.
İKİNCİ BÖLÜM
Vaftiz Çanağı -İki Biçimiyle Büyükbaba
Hans Castorp'un gerçek eviyle ilgili anıları çok silikti; annesini ve babasını hemen hemen hiç tanımıyordu. Beş ve yedi yaşlarındayken her ikisi de art arda ölüp gitmişler di. İlk önce annesi, beklenmedik bir durumda, ikinci çocu ğunun doğumunu beklerken Dr. Heidekind'in dediğine göre, filibit geçirirken, damarı tıkanınca ani bir kalp krizi nin yol açtığı bir arnboliden ölmüştü: yatağın içinde güler ken; gülrnekten iki büklüm olmuş gibi görünmesine kar şın aslında öldüğü için öyle duruyordu. Bunu Hans Her ınann Castorp bir türlü kabullenemedi ve karısına çok düşkün olduğu, üstelik de dayanıklı bir adam olmadığı için kaldıramadı. O günden sonra ruhu mahvalduğu ve güçsüzleştiği için o kafa karışıklığıyla Castorp ve Oğulları firmasını ciddi zarara sokan hatalar yapmaya başladı. Bir sonraki yılın baharında, rüzgarlı bir havada, limandaki de polardan birini denetlerken zatürreeye yakalandı ve Dr. Heidekind'in gösterdiği tüm ilgiye karşın yıpranmış kalbi yüksek ateşe dayanamadığı için beş gün içinde öldü ve saygı uyandırabilecek kadar kalabalık denebilecek hemşe rilerinin eşliğinde, Azize Katarina Kilisesi'nin mezarlığın daki, güzel bir botanik bahçesine baktığı için manzarası pek hoş olan Castorp aile kabristanını boylayarak karısını 31
izlemiş oldu. Yetim Hans Castorp, babasının babası olan senatörün, az da olsa, oğlundan çok yaşadığı bir buçuk yıllık kısa süre içinde -Hans Larenz Castorp da zatürreeden gitti ama oğ lunun tersine o, devrilmesi zor bir ağaç gibi yaşama iyice kök salmış biriydi- geçen yüzyılın başında, o zamanlar boş bir alan olan dar bir arsaya klasik kuzey mimarisi tarzında yapılmış evinde kaldı. Ev yağmur yemişe benzer solgun bir renge boyanmıştı; iki yanında sütunlar olan zemin kat taki giriş kapısına beş hasarnakla çıkılıyordu ve bu katın üzerinde yere kadar inen pencerelerine dökme demirden pencere demirlerinin takılı olduğu iki kat daha vardı. Zemin katta -dekoratif alçıyla sıvanmış duvarları ve şarap renginde perdelerin asılı olduğu üç penceresinin ar kadaki küçük bahçeye baktığı aydınlık yemek odası da da hil olmak üzere- konuklar geldiğinde kullanılan odalar vardı. Büyükbaba ve torun, on sekiz ay boyunca öğleden sonra saat dörtte burada birlikte yemek yemişler ve onla ra, iki kulağında iki küpe, frakında gümüş düğmeler ve efendisinin taktığı kravatın aynısı olan patiska kravatı, ge ne efendisini taklit ederek boynuna gömdüğü sinekkaydı tıraşlı çenesiyle, yaşlı Fiete hizmet etmişti. Büyükbaba ona her zaman, depo işçileri, postacılar, arahacılar ya da hiz metliler gibi sıradan insanlara işi düştüğü zaman yaptığı gibi şaka olsun diye değil (hiç mizah yanı yoktu) gerçekçi olduğu için, bozuk bir şiveyle hitap ederdi. Hans Castorp hem bu şiveyi, hem de Fiete'nin soldan dolanıp efendisi nin sol kulağına oranla daha iyi duyan sağ kulağına eğile rek aynı şiveyle yanıt verişini dinlemeyi severdi. Yaşlı adam, başını sallar, sandalyesinin yüksek maun arkalığıy la masanın arasında dimdik oturarak, tabağına hiç eğilme den yemek yemeyi sürdürür, karşısında oturan tarunu da sesini çıkarmadan yoğun ama bilinçsiz bir dikkatle büyük babasının ellerinin -uçları sivri biten tımaklı yuvarlak par makları olan, ince, beyaz, yaşlı ama güzel elierdi bunlar ve sağ elin parmaklarından birine arınalı yeşil bir yüzük takı lıydı- çatalın ucuna birkaç deneyimli hareketle bir parça et, sebze ya da patates takışını ve onu başını biraz öne eğe32
rek ağzına götürüşünü izlerdi. Hans Castorp kendi bece riksiz ellerine bakar ve onların , bir gün büyükbabası kadar rahat çatal bıçak kullanma yetisine sahip olacaklarını dü şünürdü. Büyükbabasının uçları yanaklarına sürünen ga rip yakalıklarının içini dolduracak biçimde bağlanmış bo yunbağına benzer bir boyunbağını ilerde takınayı becerip beceremeyeceği ise apayrı bir konuydu çünkü bunu başa rabilmek için onun kadar yaşlı olmak gerekirdi; üstelik o günlerde ondan ve yaşlı Fiete'den başka o yakalıkları ta kan da kalmamıştı. Çok da yazık olmuştu çünkü Hans Cas torp büyükbabasının çenesini, o yüksek kar beyazı boyun bağına gömüşüne bayılıyordu. Büyüdükten sonra da bu anı onu hiç bırakmadı; ruhunun derinlerinde bunu her za man onaylayan bir şeyler kaldı. Yemek bitince peçetelerini rulo yapıp gümüş peçete halkalarına geçirdikten sonra -Hans Castorp bunu zor zah met yapabiliyordu çünkü peçeteler neredeyse masa örtüsü kadardı- büyükbaba, Fiete'nin geriye çektiği sandalyesin den kalkar, ayağını sürüyerek, puro almak için küçük oda ya gider, bazen tarunu da onu izlerdi. Bu küçücük oda, ye mek odasına üç pencere yapıldığı için bu odanın evin ön cephesini tümüyle kaplaması sonucunda ortaya çıkmıştı. Yemek odasının üç penceresi yüzünden genelde bu tür ev lerde olan üç oturma odasının sayısı yersizlikten ikiye düş müş , bunlardan biri de oturma odasına dik açıyla yerleşti rildiğinde orantısız uzun, derin ve tek pencereli olacağın dan, dörtte biri bölünmüş ve bu bölme tavanda açılan bir pencereden ışık alan dar bir odacığa dönüşmüştü. İ çinde ki eşyalar, senatörün puro dolabının durduğu bir etajer, çekmecesinde kartvizitler, oyun zarları ve pulları, arkala rında açılır kapanır destekleri olan marközler, kağıttan pu ra tutacakları ve tebeşir tutacağıyla bir karatahtanın ve da ha bir sürü şeyin durduğu küçük bir oyun masası, en son da dibe doğru camiarına içerden sarı ipekten perdelerin ta kılmış olduğu gül ağacından yapılma rokoko stilinde bir dolaptan oluşuyordu. Küçücük odaya girdiklerinde Hans Castorp büyükba basının kulağına erişebilmek için ayaklarının ucuna basaBüyülü Dağ
33 /3
rak, "Büyükbaba, ne olur bana vaftiz çanağını göstersene," der, o sırada redingotunun kuyruklarını kaldırıp pantolo nunun cebinden bir deste anahtar çıkarmış olan büyükba bası dolabı açar, içeriden çocuğa hem hoş hem de garip ge le.ı1 bir koku yayılırdı. Dolabın içinde, kullanılmayan ve kullanılmadıkları için de çekici olan bir sürü şey saklıydı: yılan gibi kıvrılan iki gümüş şamdan, üzerinde tahtadan oyma figürler olan kırık bir barometre, daguero tipinde bir fotoğraf albümü, sedir ağacından bir likör sandığı, bir za manlar masanın üzerinde gezinmesini sağlayan bir meka nizması olan ama artık parlak ipek giysisine dokunduğu nuzda kaskatı gelen ufacık bir Türk, eski tipte bir gemi modeli ve bir de en dipte bir fare kapanı. Yaşlı adam orta raftan, gümüş tabağıyla birlikte iyice kararmış bir çanak çıkarır, onları birbirinden ayırır ve birçok kez anlattığı bir öyküyü her ikisini de elinde evire çevire yinelemeye koyu turdu. Tabak ve çanak, kolayca görülebileceği gibi, bir takı mın parçaları değildi ama bunu çocuğa bir kez daha hatır latır ve çanağa sahip olduklarından beri, yani aşağı yukarı yüz yıldır, ikisinin bir arada kullanıldığını söylerdi. Geçen yüzyılın başlarının sert ve yalın zevki bu güzel çanağa yan sımıştı. İ çi, zamanla ışıltısını yitirmiş altın kaplamaydı ve pürüzsüz yüzeyi ve ağırlığı yuvarlak ayakların üzerine oturtulmuştu. Çanağın tek süsü kenarındaki güller ve tır tıllı yapraklardan yapılma çelenkti. Tabağa gelince; çok daha eski olduğunu yüzünden okuyabiliyordunuz. Süslü bir yazıyla ' 1 650' yazılmış, tarihin çevresine, o zamanlar 'modern' sayılan, her biri başka bir telden çalan abartılı de seni er ve yarı çiçek yarı yıldız biçiminde bir kenar süsü ya pılmıştı. Tabağın arka yüzünde de her biri değişik bir ya zıyla, o güne dek tabağın sahibi olan aile reisierinin adları kazınmıştı. Adların yanında miras aldıkları tarihler de vardı ve beyaz boyunbağlı yaşlı adam onları torununa okurken bir yandan da yüzük takılı işaretparmağıyla tek tek gösterirdi. Babasının, büyükbabasının ve büyük bü yükbabasının adlarından sonra anlatanın ağzında büyük sözcüğü, ikiye, üçe, dörde katlanmaya başlar ve çocuk, 34
başı bir yana eğik, düşüneeli ama biraz da düş görüreesine boş bakışlı gözleri bir noktaya dikili, dudakları uykulu bir kendini vermişlikle yarı açık, o andaki yaşamıyla artık top rağın derinlerine gömülmüş olan şeyler arasındaki saygı değer bağlantıyı ifade eden o büyük büyük büyükleri, o toprak yığınlarını ve gömülmüş zamanları dinler ve yüzü ne de yansıyan garip bir etkinin altında kalırdı. Duyduğu ses onun, Azize Katarina Kilisesi'nin ya da Aziz Michael yeraltı mezarlarının küf kokan serin havasını soluyormuş çasına, oralarda, şapkası elinde, topuklar yere basmadan, saygıdan biraz öne eğik dolaşılırken farkına varılan hafif hava cereyanını hissettiği duygusuna kapılmasına ve o içedönük yerlerin huzurlu ve uzak sessizliğini duyar gibi olmasına neden olurdu. Her bir karanlık heceyle, dinsel duygular, ölüm ve tarih duygularıyla karışır ve bunların tümü çocukta hoş bir duygu yaratırdı - belki de aslında, vaftiz çanağını yeniden görmek istemesinin nedeni yalnız ca o sesleri duymak ve onları paylaşmaktı. Sonra büyük babası, çanağı tabağının üzerine koyar ve çocuğun ışık vurdukça parlayan pürüzsüz, hafif ışıltılı altın içine bakmasına izin verir ve, "Seni bunun üzerine tutalı ve vaftiz edildiğİn su senin üzerinden çanağa süzüleli neredeyse sekiz yıl geçti," der di. "Aziz Jacob'un zangoçu, suyu bizim yaşlı Rahip Bugen hagen'in avucuna döktü ve su senin saçlarından bu çana ğa süzüldü. Korkup ağlamaya başlamayasın diye suyu ön ceden ısıtmıştık; ağlamadın da, tersine, törenden önce ava zın çıktığı kadar bağırıyordun, bu da rahibin işini zorlaştı rıyordu ama suyu dökünce sustun, bu da kutsal törene duyduğun saygıdandır diyelim. Birkaç gün sonra, suyun merhum babanın başından aşağıya aynı çanağa akmasın dan beri, tam kırk dört yıl geçmiş olacak. O, babasının evinde, bu oturma odasında, ortadaki pencerenin önünde vaftiz edildi. Onu vaftiz eden yaşlı Rahip Hesekiel'le, genç liğinde, Fransızların kundaklamalarını ve orayı burayı ate şe vermelerini eleştiren vaazlar verdiği için bir Fransız'ın az kalsın vuracağı adam aynı kişidir, o da uzun bir süre önce rahmetli oldu, yetmiş beş yıl önce de beni vaftiz etti, 35
bu oturma odasında; başımı şimdi tabağının üzerinde du ran bu çanağın üzerine tuttular, rahip senin ve babanın ba şında söylediklerini yineledi ve saçımdan - zaman da şimdikinden fazla saçım yoktu- temiz ılık sular bu çanağa süzüldü." Çocuk, büyükbabasının sözünü ettiği artık yitmiş git miş o anda olduğu gibi çanağın üzerine eğilmiş ak saçlı yassı başına bakar ve içini bildik bir duygu kaplardı. Aynı anda orada hem durup hem de sürüklenmenin verdiği ga rip, yarı düşsel yarı ürkünç bir duyguydu bu ve yalnızca bir şeye geri dönüş değil, aynı zamanda sonu olmayan baş döndürücü bir tekdüzelik anlamına geliyordu. Daha önce ki görüşlerinden bildiği ve gelişini beklediği duygunun onu yeniden sarmasını beklerdi umutla. Durağan olması na karşın hareket eden o mirası görmek istemesi biraz da o duyguyu yaşayabilmek içindi. Genç bir adam olduğu zaman düşündüğünde, büyük babasının imgesinin, anne ve babasınınkinden çok daha belirgin ve çok daha anlamlı ve derin izler bırakmış oldu ğunun farkına varmıştı ve nedeni de, büyük bir olasılıkla, karşılıklı anlayışa ve fiziksel benzerliğe dayanıyordu çün kü çocuk, büyükbabasına -kuşkusuz, henüz ağzı süt ko kan biri rengi ruhsarı solmuş katı bir yetmişliğe ne kadar benzeyebilirse o kadar- çok benziyordu ama asıl neden , daha büyük bir olasılıkla, büyükbabanın, tartışmasız aile nin en önemli ve renkli kişiliğine sahip olmasıydı. Dış dünyanın görüşüne göre Hans Lorenz Castorp'un kişiliğinin ve inançlarının, o henüz ölmemiş olsa da moda sı çoktan geçmişti. Çok katı geleneksel düşüncelerine kar şın reform taraftarı olan bir topluluğa dahil tam bir Hıris tiyan beyefendiydi ve soyluların kısıtlayıcı niteliklerini öy lesine inatla savunuyordu ki hala on dördüncü yüzyılda, yani esnafın bağımsız eski derebeylerin dayatmasına kar şın, şehir meclisinde seslerini yükseltıneye ve yer edinme ye başladıkları dönemde yaşıyor sanırdınız; uzun lafın kı sası, yeni olan her şeye karşı çıkan bir adamdı. Faal olduğu yıllar, şiddet içeren genişlernelerin ve sayısız başkaldırıların yaşandığı ve sürekli yüreklilik ve 36
fedakarlık gerektiren toplumsal ilerlemenin zorlandığı birkaç on yıla denk gelmişti ama yeni ruhun tadına vardığı ve artık kabul edilen o parlak zaferlerde, Allah için, yaşlı Castorp'un hiç suçu yoktu ve !imanın tehlikeli bir biçimde genişlemesine ve büyük kentin Tanrıtanımaz çılgınlıkları na kapılmak yerine atalarının örtlerine ve eski kurumları na sadık kalmış ve onları engellemek ya da durdurabilmek için elinden geleni yapmıştı. Ona kalsaydı, kent yönetimi o gün de, onun en formda olduğu zamanlardaki bürosu gi bi hoş saflığını ve Frenk usulü eski modalılığını sürdürür dü. Yaşlı adam, hem yaşarken hem de ölümünden sonra, halkın gözünde işte böyle değerlendirildi ve küçük Hans Castorp'un, hükümet işlerinden hiç anlamasa da, hiçbir şeyi kaçırmayan sakin çocuk gözleri de aynı şeyleri algıla dı; ilgiyle olsa da, açıklanmayan ve bu nedenle de eleştirel olmayan gözlemlerdi bunlar ve daha sonraları bilinçli anı lara dönüştüklerinde, tartışmaya ve irdelemelere açık ol mayan sıra dışı ve olumlu izlerini sürdürdüler. Görüldüğü üzere, burada, arada bir kuşak atıanarak ortaya çıkan kişi liklerin birbirini çekme gücü ve aniaşabilmek gibi nitelik ler rol oynuyordu. Çocuklar ve torunlar hayran olmak için gözlemlerler ve kalıtımın onlara verdiklerini öğrenmek ve geliştirmek için hayran kalırlar. Senatör Castorp uzun boylu ve iyice zayıftı. Yıllar sır tını ve boynunu öne doğru eğmiş ve onun bunu kendini geriye vererek telafi etmeye çalışması sonucunda, arka larında onları destekleyen dişler olmadığı için -takma diş lerini yalnız yemek yerken takardı- dişetlerine yapışık du ran dudaklarının kenan zahmetli bir onurla aşağıya doğru çekilmişti; başını (son zamanlarda titremeye başlamıştı) düz tutmasını sağlayan, ona biraz öne doğru olsa da onur lu bir dik duruş veren de bu geriye doğru direnmesiydi. Küçük Hans'ın çok hoşuna giden çenesini gömmesinin . nedeni de buydu. Enfiyeye çok düşkün olduğu için kablumbağa kabu ğundan yapılma, altın kaplama, uzunca enfiye kutusunu her zaman elinin altında bulundururdu. Uçlarından biri 37
belirgin bir biçimde redingotunun arka cebinden sarkan kırmızı mendiller taşımasının nedeni de buydu. Bu zarar sız zaaf görünüşüne biraz renk katsa da, verdiği izienim daha çok, onurlu bir unutkanlığa bürünerek gelen yaşlılık hakkının verdiği ya da beraberinde getirdiği bilinçli ve tat lı bir aldırmazlıktan kaynaklanıyordu. Her neyse, küçük Hans Castorp'un keskin gözlerinin görebildiği tek aldır mazlık buydu. Yedi yaşındaki çocuk Hans Castorp'un zih ninde ve ergin Hans Castorp'un anılarında, büyükbabası nın göıünüşü ne önemli ne de gerçekti. Ö nemli gerçek çok daha farklıydı ve günlük görünüşünden çok daha yakışıklı ve inandırıcıydı. O gerçeği, bir zamanlar Hans Castorp'un annesinin ve babasının evinde asılı duran, sonra da onunla birlikte büyükbabasının evine taşınan ve oturma odasın daki büyük kırmızı ipek divanın üzerine asılan boy res minde görebilirdiniz. Resimde Hans Lorenz Castorp kent meclisinin bir üyesi olarak resmi giysisi içinde görünüyordu; yitip giden yüzyılın ciddi, hatta Tanrısal denebilecek bu giysilerini, vatandaşlar daha sonraki dönemlere onur ya da gösteriş için olsa da taşımışlar ve görkemli törenlerde geçmişi hal, hali de geçmiş yapmak, saygıdeğer resmi imzalarının gü venilirliğini kanıtlamak ve her şeyin durağan bir kalıcılığı olduğunu göstermek için giymişlerdir. Senatör Castorp, iş te orada, perspektifi iyi ayarlanmış sütunların ve Gotik ke merlerin önünde, kırmızı seramikle döşenmiş zeminin üzerinde, yaşamdaki boyutlarında, çenesi gömük, ağzının kenarları sarkık, altları tarbalaşmış mavi gözleri düşünce li bir ifadeyle uzaklara dikili duruyordu. Üzerinde kenar larına kürk geçmiş, siyah cüppemsi bir redingot vardı ve neredeyse yere kadar inen ceketin önünü açık bırakmıştı. Redingotun vatkalı, kenarına su geçmiş geniş kollarının altından çıkan, kenarına dantel geçmiş ikinci bir kumaş tan yapılma manşetler parmaklarını bile örtüyordu. Yaşlı cılız hacaklarına siyah ipek çoraplar geçirmiş, ayağına da gümüş tokalı ayakkabılar giymişti. Boynundaki öne doğru kaymış ama kenarları havaya kalkmış kolalı bol fırfırlı ge niş yakalık yetmiyormuş gibi, onun altından patiskadan 38
pileli bir göğüslük ve bir yelek sarkıyordu. Kolunun altına da geniş kenarlı, tepesine doğru eskiliği azalan eski moda bir şapka sıkıştırmıştı. Tanınmış bir sanatçının, eski ustalara özgü kusursuz bir stil sergilediği -resimdeki de bunu kanıtlıyor- mükem mel bir tabioydu ve görenlerde, İspanyol, Hollanda ve son dönem Ortaçağ imgeleri çağrıştırıyordu. Küçük Hans Cas torp resmi, kuşkusuz sanat açısından değil de, daha genel bağlamda, keskin bir anlayışla birçok kez incelemiştİ ve büyükbabasını resimdeki giysileri içinde yalnızca bir kez -bir anlığına belediyeye doğru gururla yol alan bir alayın içinde- görmüş olmasına karşın büyükbabasını o renkli görüntüsüyle, kusurlu diyebileceğimiz günlük geçici uyar lamasından çok daha asıl ve gerçek büyükbabası olarak al gılamaktan kendini alamıyordu. Bu açıdan bakıldığında, büyükbabanın günlük görüntüsündeki aykırılıklar ve ga riplikler, kusurlar ve beceriksiz uygulamalar anlamına gel se de, aslında saf ve gerçek doğasının tümüyle yok edile meyecek kalıntıları ya da ipuçlarıydılar. Beyaz kaskatı ya kalığının ve kalın düğümlü boyunbağının modası geçmiş olduğu varsayılsa da, o harika giyim parçasına -İspanyol fırfırlı yakayı kastediyordu- öyle denemezdi çünkü onlar bunun gündelik izlerinden öte şeyler değillerdi. Büyükbabasının dışarı çıktığında taktığı garip bir yu varlaklığı olan silindir şapkada da durum aynıydı; o da, da ha üst düzeyde bir gerçeğe dayanan resimdeki şapkayla bağlantılıydı; ayrıca küçük Hans Castorp'un tam bir örnek olarak gördüğü kenarına kürk geçirilmiş pileli uzun redin got da öyle. Ve ayrılık zamanı geldiğinde, küçük Hans Castorp'un yüreği büyükbabasının gerçek kusursuzluğu içinde yatışı nı onayladı. Hans Lorenz Castorp, her zaman karşılıklı oturdukları yemek odasının ortasında, örtülmüş ve çe lenklerle donanmış bir altlığın üzerine yerleştirilmiş gü müş kakmalı bir tabutta yatıyordu. Görünüşte çağdaş ya şamın ancak bir bölümüne katılmış olmasına karşın, za türreeyle sonuna dek inatla savaşınıştı ve şimdi de, zafer le mi yoksa yenilgiyle mi sonuçlandığı pek aniaşılamayan 39
bir durumda, verdiği savaştan burnu sivrileşmiş ve yüzü çok değişmiş olsa da, yüzünde sert ama huzurlu bir ifadey le orada yatıyordu. Belden aşağısı, üzerine bir palmiye dalı konmuş bir örtüyle örtülmüş , başı ipek bir yastıkla biraz desteklendiği için çenesi fırfırlı tören yakalığının içine hoŞ' bir biçimde gömülmüştü ve ne kadar doğal görünmesine çalışılan bir yapaylıkla kavuşturolmuş olsalar da, parmak ları soğuk ve cansız olan ellerinin arasına biri fildişi bir haç koymuştu ve büyükbabanın bakışları, içe kaçmış dudakla rını aşarak o haça takılı kalmıştı. Hans Castorp, büyükbabasını hastalığının başlangı cında sıkça görmüş ama sonuna doğru hiç görememişti. Ö zellikle geceleri süren mücadeleyi görmesi önlenmiş ve bu nedenle, o durumdan -evdeki kaygılı havadan, Fiete'nin kızarmış gözlerinden, doktorların gelişi ve gidişinden- et kilenmişti. O anda da önünde duran sonuçtan , büyükbaba sının artık geçici durumundan çıkıp kendisine uygun olan asıl biçimine girdiğini kavramış ve olguyu onaylamıştı, oy sa Fiete başını sürekli saliayarak ağlıyordu. Hans Castorp da ağlıyordu ama onun ağlayışı, aniden ölen annesini ve kısa bir süre sonra da gene aynı garip ve sakin biçimde ya tan babasını gördüğündeki ağlamasından farklı değildi. Şimdi de, birkaç ay içinde yinelenen bu olay, çok kü çük olan Hans Castorp'un zihninin ve duygularının, özel likle de duygularının ölümden etkilenmesine neden ol muştu. Ölümün görüntüsü ve bıraktığı izienim artık onun için yeni bir şey değildi, tersine iyice tanıdık geliyordu ve ilk iki olayda, çok üzülmesine karşın -ki bu da doğaldır hiç sinirsel bir zayıflık göstermeden, sorumluluğunu ve sükunetini korumuştu ve şimdi de daha çok koruyordu. Bu olayların yaşamı üzerindeki etkilerinin bilincinde ol madan ya da büyük bir olasılıkla, dünyanın öyle ya da böyle ona bakacağına olan güveninden bu olaylara çocuk su bir aldırmazlıkla ilgisiz kalıyor ve aynı çocuksu nesnel likle iş görür gibi dikkatle tabutlara bakıyordu ama şimdi üçüncü olayda, yüzünde deneyimli bir ifade ve erken ol gunlaşmanın belirtileri ortaya çıkmıştı; başkalarını tutan sıkça hıçkırık nöbetlerinden etkilenmesini de anlatmaya 40
gerek yok, kuşkusuz. Babasının ölümünden üç-dört ay sonra ölümü unutmuş; şimdi de hatırladığında daha önce ki izlenimleri aynı anda, yakıcı ve karşılaştırılamayacak tüm ayrıntılarıyla geri gelmişlerdi. İ rdelenip sözlere döküldüğünde, duyguları şöyle ta nımlanabilir: Ölümde, hem dinsel, insanı saran ve hüzün verici güzel bir yön, yani ruhsal bir şey, hem de bunun tam karşıtı olan ve ne dinsel, ne insanı saran ne de güzel dene bilecek, hatta hüzünlü bile olmayan maddi bir şey vardı. Ölümün dinsel ve ruhsal yönünü, cesedin gösterişli koru nuşunu, çiçeklerin ve palmiye dallarının görkeminin cen netin huzurunu simgelediklerini biliyordu ve bu huzur en çok da, eskiden büyükbabası olanın cansız parmaklarının tuttuğu, tabutun baş tarafındaki Thorwalder'in bağışlayıcı İ sa haçı ve böyle durumlarda kiliselere özgü bir hava ve ren başucundaki iki ayaklı şamdanla ifade ediliyordu ve tüm bu hazırlıkların iyi niyetli amacı da kuşkusuz, büyük babanın artık bundan sonra asıl gerçek biçimine dönüş tüğünü göstermekti ama başka bir amaçları daha vardı ve küçük Hans Castorp, bunu kendine itiraf edip sözlere dök mese de, özellikle, çiçek yığınları ve araya çok sayıda ser piştirilmiş sümbülteber çiçeklerinin acı bir nedeni olduğu nu biliyordu. Amaç, ne güzel ne de hüzünlü olan, tersine ölümün bayağı bedenselliğiyle uygunsuz denebilecek yö nünün üzerine cila çekip insanların bunu unutmasını sağ lamak ya da en azından akıllarına gelmesini önlemekti. Ö lmüş büyükbabasının yabancı, ona hiç benzemeyen, ölümün tabuta yatırdığı insan boyu balmumundan bir be bek gibi görünmesine neden olan ölümün işte bu yüzüydü; tüm bu ciddi gösteri de o balmumundan bebek için yapılı yordu. Orada yatan kişi ya da daha doğrusu şey, büyükba bası değil, onun kılıfıydı ve Hans Castorp onun balmu mundan değil de, öz malzemesinden yapılmış olduğunu biliyordu. Yalnızca maddeydi ve uygunsuz olan ve bu yüz den de acı bile olmayan da buydu ve ancak bedeni, ama yalnızca bedeni ilgilendiren şeyler ne kadar hüzünlü olabi lirse o kadar hüzünlüydü. Küçük Hans Castorp yaşayan bir insan boyutundaki ölü bedenin yapıldığı peynir gibi 41
sert, · balmumunu hatırlatan sarı malzerneye ve bir zaman lar büyükbabasının olan ellere ve yüze bakarken, bir sinek gelip onun hareketsiz alnına kondu ve ön bacaklarını ileri geri oynatmaya başladı. Fiete, ne yaptığının bilincine var maması gerekiyormuş ve ayrıca bilmek de istemiyareasma alna dokunmamaya çalışarak sineği kovaladı. Yüzüne say gının gölgesi düşmüştü ve bu saygılı yüz ifadesi büyük bir olasılıkla, büyükbabasının artık bedenden başka bir şey olmadığı gerçeğiyle bağlantılıydı. Derken sinek bir daire çizdikten sonra, bu kez, fildişi haçın yakınına, büyükba banın parmaklarının üzerine kondu ve bir süre orada kal dı. Bunlar olurken, Hans Castorp daha önceden bildiği ga rip ve yapışkan kokunun yayıldığının daha da farkına var maya başladı. Utanmasına karşın bu koku ona her zaman, rahatsız edici bir derdi olan ve bu nedenle herkesin yanın dan kaçtığı bir okul arkadaşını hatırlatırdı; sümbülteberle rin bastırmaya çalıştığı ama kokularının tüm gücüne ve keskinliğine karşın önlerneyi başaramadıkları koku da o aynı kokuydu. Bedenin yanında durmak için birkaç kez tabuta yak laştı: bir kez, yaşlı Fiete orada olsa da, tek başına, ikinci kez büyük amcası, şarap tüccarı Tienappel ve James ve Pe ter adlı iki amcasıyla, üçüncü kez de, Castorp ve Oğulları şirketinin eski başkanını uğurlamak için gelmiş olan ta kım elbiseli bir grup liman işçisiyle. Sonra tören, arkasın dan da tıklım tıklım dolu yemek odası ve fırfırlı yakasıyla, Hans Castorp'u vaftiz etmiş olan, Aziz Michael'den aynı Rahip Bugenhagen. Töreni de o idare etti, sonra da, çok uzun bir araba kuyruğunun izlediği cenaze arabasının he men arkasındaki arabada otururlarken Hans Castorp'la çok yumuşak bir sesle konuştu. Böylece Hans Castorp'un yaşamında bir sayfa kapanmış oldu ve kısa bir süre sonra ev ve çevre değiştirmeye başladı; böyle bir şey, çocuk ya şında ikinci kez oluyordu.
42
Tienappellerde. Hans Castorp'un Ahlaksal Durumu Üzerine
Değişiklikten zarar görmedi çünkü vasisi Konsül Tienappel'in evine taşınmıştı ve hiçbir eksiği yoktu - kuş kusuz kişisel gereksinmelerinde ve henüz haberi olmadığı ilerdeki gereksinimlerinin karşılanmasında. Merhum an nesinin amcalarından biri olan Konsül Tienappel, Castorp ların mirasının yönetimini üstlenmiş, gayrimenkulleri sat mış , Castorp ve Oğulları şirketini tasfiye etmiş ve bu yolla aşağı yukarı dört yüz bin mark toparlamıştı. Bu para Hans Castorp'un güvencesiydi ve sağlam tahvillere yatırılmıştı; üç ayda bir de, konsül, akrabalığına halel gelmeden, faizin yüzde ikisini komisyon olarak alıyordu. Harvestehuder Yolu'nun arkalarma düşen Tienap pellerin evinin önünde, büyük bir bahçe, arkasında da, bir tek yabani otun bile hoş görülmediği çim bir alan ve halka açık bir gül bahçesi vardı. Sonra da nehir geliyordu. Kon sülün çok güzel bir arabası vardı ama o, arada sırada başı na kan hücum ettiği için, biraz hareket olsun diye, kentin eski bölümündeki işine yürüyerek giderdi. Sonra saat beş te aynı güzergfıhtan döner ve Tienappeller, son derece uy gar bir akşam yemeği için sofraya otururlardı. Konsül iri yarı bir adamdı ve her zaman en iyi kalite İngiliz kumaşın dan takımlar giyerdi. Gözlüğünün arkasındaki su mavisi gözleri patlaktı. İyice gelişmiş bir burnu ve ak düşmüş bir denizci sakalı vardı; sol elinin küt küçükparmağını süsle yen bir de pırlanta yüzüğü. Karısı öleli yıllar olmuştu. Pe ter ve James adlarındaki iki oğlundan biri Deniz Kuvvetle ri'nde olduğu için eve çok az uğrardı, öbürü de, aileye ait şarap işinde çalışırdı ve şirketin resmi varisiydi. Evin işle rine yıllardır, Altona'da kuyumculuk yapan birinin kızı olan ve her zaman silindire benzer kalın bileklerine kolalı beyaz fırfırlı manşetler takan Schalleen bakıyordu. Kah valtıda ve akşam yemeğinde, yengeç, sornon balığı, ördek göğsü ve ketçap soslu rostodan oluşan zengin bir büfenin 43
hazırlanmasından ve Konsül Tienappel resmi bir davet verdiğinde tutulan garsonların denetlenmesinden o so: rurnluydu; elinden geldiğince de küçük Hans Castorp'a annelik ediyordu. Hans Castorp kötü havada, yağmur çarnur derneden büyüdü - sarı rnuşarnba yağrnurluğunun içinde büyüdü de diyebiliriz. Hayatından rnernnundu. Baştan beri, ya da Dr. Heidekind öyle diyordu, biraz kansızdı ve bu nedenle her gün, okuldan eve döndüğünde, ikindi kahvaltısında bir büyük bardak siyah bira içmesini tavsiye etmişti. Dr. Hei dekind, herkesin bildiği bu rnayalı içkinin kan yapıcı özel liği olduğuna inanıyordu ama bu arada Hans Castorp, onun rahatlatıcı bir etkisi olduğunu keşfetrniş ve bundan pek memnun kalmıştı. i çkinin etkisiyle -Tienappel Amca buna 'dalıp gitmek' diyordu- kafasında tek bir doğru dü rüst düşünce olmadan boşluğa doğru hayallere dalıyar ve ağzı aralık öylece oturuyordu. Bunun dışında, sağlıklı ve dürüst bir çocuktu; oldukça iyi bir tenisçi ve kürekçi sayı lırdı ama yaz akşarnlarında, kürek çekeceği yerde, Uhlen horst Kayıkhanesi'nin terasında elinde ferahlatıcı bir iç kiyle, müzik dinleyerek, kuğuların arasında süzülerek ge çerken suda ebruli ışıltılar bırakan tekneleri izlerneyi yeğ tutuyordu. Onu, içinde bozuk bir şivenin tımları olan biraz boğuk ve tekdüze sesiyle, iddiasız ve mantıklı konuşurken duyrnasanız da, orada, sarışınlığı yerinde, nedense eski dö nemleri hatırlatan başındaki saçlar düzgün kesilmiş, bilin cinde olmadığı kalıtırnsal bir kibir içinde gördüğünüzde bile, o Hans Castorp'un, kendini içinde çok rahat hissetti ği yerel toprağın bir ürünü olduğundan kuşku duyrnazdı nız; kendisi de bu konuyu düşünse, bir an bile kuşkuya düşrnezdi. Bu büyük deniz kenarı kentinin havası, ülkelerarası ti careti ve zenginliği, atalarının da yaşarnı olmuştu ve şimdi artık o da, büyük bir doğallıkla bu havayı soluyar ve bun dan çok keyif alıyordu. Burnunda, lirnanın kömür ve kat ran buharı ve sömürgelerden gelen yığın yığın malların keskin kokusu, sükunetleri, akıllılıkları ve inanılmaz güç leriyle, çok çalışkan fıllere benzeyen rıhtırndaki dev gibi 44
buharlı vinçlerin, tonlarca çuval, balya, sandık ve damaca nayı, kıyıya yanaşmış gemilerin karnından çıkarıp vagon lara ve hangariara boşaltışını izlerdi. Ö ğle vakti, kendisi ninki gibi sarı muşamba yağmurluk giymiş tüccarların, sı rasında çok acımasız olduğunu bildiği borsaya doğru akın akın gidişini görür, içlerinden birinin, kredisi kesilmesin diye alelacele büyük bir ziyafetin davetiyelerini çıkarıp ve receğini bilirdi. Bir zamanlar Asya'ya ve Afrika'ya gitmiş, kule yüksekliğindeki gemi iskeletlerinin, tersanede (ilerde en çok bu alana ilgi duyacaktı) kızağa çekilmiş hallerini de izlerdi. Ağaç kalınlığında kalaslada desteklenmiş, omur gaları çıplak, pervaneleri çıkartılmış olarak kuru toprağın üzerinde dev gibi ama çaresiz dururlar, üzerlerinde de, çe kiç sallayan, raspa ve boya yapan cüce bir işçi ordusu olur du. Dumanlı sis ağına gömülü kızakların üzerinde yükse len uzaktaki gemilerin kaburgalarını seçer, mühendisle rin, ellerinde planlar ve ölçüm cetvelleri, işçileri yönettik lerini görürdü. Hans Castorp, büyümeye başladığından be ri içinde vatana ait olmanın verdiği sıcak bir duygu uyan dıran bu görüntülerin yabancısı değildi ve belki de bu duy gular, James Tienappel ve kuzeni Ziemssen'le -Joachim Ziemssen'le- Alster'in kenarındaki pavyonda, yıllanmış Porto şarabı içip sıcak küçük ekmek ve füme et yemek için buluştukları pazar kahvaltılarından sonra, arkasına yasla nıp keyifle purasunu tüttürürken doruğuna ulaşıyordu. İyi yaşamayı gerçekten seviyordu ve kanının azlığına ve zarif görünüşüne karşın yaşamın yalın zevklerine bir bebeğin annesinin memesine yapıştığı gibi sarılıyordu. Bu demokratik ve ticari kentin üst sınıfı, çocuklarına üst düzeyde bir uygarlığı miras bırakır. Hans Castorp da bu yükü zorlanmadan omuzlarında onurla taşıyordu. Be bekken tertemiz yıkanır, giysileri de, çevresindeki gençle rin beğenisini kazanmış olan bir terzi tarafından dikilirdi. Schalleen, dolabının İ ngiliz stilindeki çekmecelerinde du ·ran üzerlerine özenle monogramlar işlenmiş çamaşırlar dan ve gömleklerden oluşan küçük hazinesine çok iyi ba kardı. Hans Castorp eğitimi için evden ayrıldıktan sonra bile çamaşırlarını yıkanmaları ve onarılınaları için düzenli 45
olarak eve yollamayı sürdürdü. (Tüm ülkede Hamburglu lardan başka hiç kimsenin ütü yapmayı bilmediğine inanıyordu.) Pastel renkli güzel gömleklerinden birinin manşeti kırışık olduğunda müthiş rahatsız oluyordu . Elle ri her ne kadar pek soylu sayılamasa da, onlara çok iyi bakıyor, ciltlerini yumuşak tutuyor ve onları yalın bir pla tin halka ve büyükbabasının mühür yüzüğüyle daha da iyi bir hale getiriyordu. Fazla sert olmadıkları için, birçok kez zarar görmüş olan dişleri altının yardımıyla sağlamlaştırıl mıştı. Hem yürürken hem de ayakta dururken, bedeninin alt bölümünü öne doğru çıkarttığı için biraz gevşek bir görünümü vardı ama yemek sofrasındaki duruşu kusur suzdu. Dimdik duran bedeninin üst bölümünü kibarca, ha vadan sudan söz etmek için (her zaman mantıklı ve biraz bozuk bir şive tınısıyla) masada yanında oturana çevirir, tavuktan bir parça keserken ya da uygun aletlerle ıstako zun kıskacından pembe etleri çıkarırken, dirsekierini ra hat bir biçimde masaya dayardı. Yemek bittiğinde, ilk ge reksinmeleri parmaklarını yıkamak için parfüm katılmış bir kase su, arkasından da, doğru yerleri bulan rüşvetlerle gümrüksüz elde etme yolunu bulduğu Rus sigaralarından biriydi. Bu sigara, çok lezzetli bir Bremen markası olan ve baharatlı zehirleri, kahvesinin tadıyla çok iyi uyum sağla yan Maria Mancini purosuna bir hazırlıktı. Hans Castorp, tütününü, buharla ısıtılan evin zararlı ısısından korumak için kilerde saklar ve günlük gereksinimini almak için her gün oraya inerdi. Tereyağı da kenarları tırtıllı yuvarlak parçalara kesilmeden tek bir parça halinde önüne konursa pek isteksiz yerdi. Anlaşıldığı üzere, Hans Castorp'la ilgili olumlu hiçbir şeyi unutmamaya, yargılarımızı abartmamaya ve onu ol duğundan ne daha iyi ne de daha kötü göstermeye çalışı yoruz. Hans Castorp ne bir dahi, ne de bir aptaldı ve bizim ona, 'sıradan' demeye dilimizin varmamasının nedeni zeka düzeyiyle ya da sönük kişiliğiyle bir ilgisi olduğundan de ğil, bizim saygıdeğer yazgısına birey üstü bir anlam ver mek isteğimizdendir. Kendini fazla yormadan modern bir 46
orta öğretimin gereksinmelerini yerine getirmeye kafası yetiyordu ve hangi amaca yönelik olursa olsun , bilinen hiçbir koşulda kendini zorlamaya niyeti yoktu ama bunun nedeni kendini zora sakınarnaktan çok, bunu yapması için bir neden, daha doğrusu kesin bir neden görememesiydi. İşte biz de ona bu yüzden, yani her nasılsa, hiçbir neden ol madığını sezebildiği için sıradan diyemiyoruz. İnsanoğlu, her ne kadar varoluşunun genel ve kişisel olmayan, genel ve geçerli temellerini kesin bir olgu gibi alır ve bunu doğal karşılarsa da, yaşamını bireysel yaşaya maz, bilinçli ya da bilinçsizce çağının ve çağdaşlarının ya şamını da yüklenir ve bizim Hans Castorp gibi, bunları ir delemeye hiç niyeti yoksa, ahlaksal açıdan iyi durumda ol masından kaynaklanan eleştiri eksikliği nedeniyle biraz zarara uğradığını sezmesi olasıdır. Böyle bir insanın gözü nün önünde, kendisini büyük işler peşinde koşmaya iten dürtüyü harekete geçiren kişisel amaçlar, hedefler, umut lar ve tasarılar uçuşmaya başlar ama çevresindeki kişisel olmayan yaşam ve tüm canlılığına karşın zaman, ona umut ve tasarı sağlayamıyor, işlerin aslında umutsuz olduğuyla ilgili gizli ipuçları veriyorsa ve zaman , nasıl ortaya konur sa konsun, yalnızca kişisel olmayan işlerin ve görevlerin kesin amacıyla ilgili her tür bilinçli ya da bilinçsiz soruyu boş bir suskunlukla yanıtlıyorsa, bu durumun, özellikle dürüst biriyse, ahlaksal ve ruhsal kanallardan ilerleyerek o kişinin bedensel ve doğal yaşamının üzerinde engelleyi ci bir etki yaratmaması olanaksızdır. İçinde yaşadığı za man, nedenine doğru dürüst bir yanıt vermemesine karşın bir insan ın, kendisinden beklenenleri aşan büyük işlere kalkışması için kişiliğinde ya bir tür ahlaksal soyutlanma ya da ivedilik olan az bulunur bir kahramanlık ya da sıra dışı bir canlılık olması gerekir. Hans Castorp'ta bu ikisi de söz konusu olmadığına göre, onurlu bir biçimde de olsa so nuçta sıradandı. Bununla genç adamın yalnızca okul yıllarındaki değil, kentsoylulara özgü mesleğini seçmesini izleyen yıllardaki içsel durumunu da kastediyoruz. Okuldaki durumuna de ğinirsek birkaç yılı yİnelernek zorunda kaldı ama aile geç47
mişi, kentsoylu davranışları ve de hevessiz de olsa hoş ma tematik yeteneği ilerlemesine yardım etti ve bir yıl sonra ilk belgesini alabildiğinde eğitimini sürdürmeye karar ver di. Doğruyu söylemek gerekirse, bu kararın nedeni, alıştı ğı geçici durumu ne yapacağını bilememekten uzatmak ve de Hans Castorp'a en çok ne yapmak istediğini daha uzun düşünebilme olanağını sağlamaktı çünkü karar vermeye henüz yaklaşınarnıştı bile. Son sınıfta da yaklaşınadı ve en sonunda karar verdiğinde (kararı onun verdiğini söyleye bilmek biraz zor) tam tersi bir kararı da aynı kolaylıkla ve rebileceğini biliyordu. Ama hakkını yememek gerekir. Gemileri her zaman sevmişti. Küçükken defterinin sayfalarını kurşunkalemle çizdiği balıkçı tekneleri, takalar ve beş direklilerle doldu rurdu. On beş yaşında, Hansa adı verilen, çift uskurlu pos ta gemisinin Blohm ve Voss Tersanesi'nde denize indirili şini ön sıradan izlediğinde ince uzun geminin en küçük ayrıntısına dek suluboya bir resmini başarıyla yapmış ve Konsül Tienappel bunu çalışma odasına asmıştı. D aJ. galı denizin cam gibi saydam yeşilini öylesine iyi yakalamıştı ki, biri Konsül Tienappel'e bu çocukta yetenek olduğunu ve çok iyi bir deniz manzarası ressamı olacağını söyledi ama Konsül Tienappel bundan söz ettiğinde -bir daha da sözünü etmedi- Hans Castorp içtenlikle güldü çünkü deği şik bir yaşamın gerginliklerine katlanıp sanat uğruna aç lıktan ölmeye hiç niyeti yoktu. "Fazla bir şeyin yok," diye uyarırdı onu Konsül Tienappel. ''Aslan payı James'le Peter'de, yani param şir kette kalacak ve Peter gelirden kar alacak. Paran iyi yerle re yatırıldı ve iyi bir faiz getiriyor ama seninkinin beş katı na sahip olmadıkça, günümüzde faizle yaşamak pek kolay değil; kentte alışık olduğun yaşamı sürdürmeyi düşünü yorsan senin de biraz bir şeyler kazanman gerekir. Söyle diklerimi unutma oğlum." Hans Castorp da unutınadı ve kendini kanıtlayabilece ği -hem kendine hem başkalarına- bir meslek aramaya başladı ve sonunda bir meslek seçin ce de -'I\ınder ve Wilms şirketinin sahibi yaşlı Wilms , bir pazar kağıt oynar48
larken Konsül Tienappel'e Hans Castorp'un gemı ınşa atını denemesini önermiş , bunun iyi bir iş olduğunu, son ra da onun şirketine girdiğinde ona göz kulak olabileceği ni söylemişti- seçtiği meslekten çok onur duydu. Fena hal de karmaşık ve yorucu olmasına karşın kusursuz ve sakin bir insan olduğu düşünüldüğünde, merhum annesinin üvey kardeşinin oğlu olan subay olmaya kararlı Joachim Ziemssen'inkine oranla çok daha yeğ tutulacak bir mes lekti. Joachim Ziemssen'in ciğerleri biraz zayıftı ve bu ne denle açık havada uygulanan ve fazla kafa ve stres gerek tirmeyen o meslek tam ona göre bir şeydi; Hans Castorp bi raz küçümseyerek böyle diyordu. Oysa çalışmaya büyük saygısı vardı ama kendine gelince işten çabuk yoruluyordu. Bunu demekle daha önce değindiğimiz, yaşadığımız zamanın insanın bireysel yaşamına verdiği zararın kişinin bedensel organizmasını doğrudan etkileyebileceği konu suna geri dönmüş oluyoruz. Hans Castorp nasıl olur da işe saygı duymazlık edebilirdi ? Böyle bir şey hiç doğal olmaz dı. Duruma bakılırsa, dünyada tartışmasız en çok saygı du yulması gereken şey işti - ondan daha çok saygı uyandıra cak bir şey de yoktu; insanı düşüren de kaldıran da oydu ve zamanın mutlağa dönüşmüş haliydi; kendi sorusuna kendi yanıtı bile hazırdı diyebiliriz. Hans Castorp'un işine duyduğu saygı dinseldi ve bildiği kadarıyla tartışılamazdı ama onu sevmek ayrı bir kon uydu. Saygı duymasına duyu yordu ama o kadar sevmiyordu. Nedeni de basitti: Kaldıra mıyordu. Çok çalışmak sinirlerini geriyor ve onu hemen yoruyor ve dişini sıkıp aşmaya çalışılan engellerin bölme diği, kurşun gibi ağır zamanın yerine, su gibi akıp giden boş zamanı sevdiğini de kolayca itiraf ediyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, iş konusundaki bu çelişkisinin çö zümlenmesi gerekliydi. Neyin ne olduğunu bilmediği ru hunun derinlerinde, çalışmanın koşulsuz bir değer ve ken di sorusuna kendi yanıt veren bir öğe olduğuna inanabil seydi hem bedeni hem de ruhu -ilk önce ruhu, sonra da onun aracılığıyla bedeni- işe daha yatkın olup daha çok gayret gösterirler miydi? Kafası da daha dinç olur muydu acaba? Bu sorular da bizi yeniden sıradan mı ya da sıraBüyülü Dağ
49/4
danlığı biraz aştığı mı sorusuna geri götürüyor; biz de ke sin bir karar vermeyi, Hans Castorp'a övgüler düzen biri durumuna düşmernek için istemiyoruz ama işin, onun Ma ria Mancini'den dolu dolu zevk almasını engellediğini düşündüğümüzü de araya sıkıştırmadan edemiyoruz. Askerlik ona çekici gelmiyor, içinden bir şey onu en gellemeyi başarıyordu. Bu işte, Harvestehuder Sokağı'na eskiden beri gidip gelen askeri doktor Eberding'in Konsül Tienappell'e sohbet ederlerken, onun, üniversiteye yeni başlayan genç Castorp'un, askerliğin eğitimini yarıda bı rakmasına neden olacağını söylemesinin de payı olmuş olabilir. Fazla acele etmeden ağır ağır işleyen kafası -Hans Castorp kahvaltıda Porta içme alışkanlığını sürdürmüştü giderek analitik geometri, farklılık hesapları, mekanik, iz düşüm geometrisi ve grafostatikle dalmaya başladı ve ba zen çok tatsız olsa da hacim farklılıklarını -yüklü ve boş-, stabiliteyi, gemiyi dengelemek için doğru istiflemeyi ve denk merkezlerini hesaplamaya koyuldu. Kaburgalar, su seviyesi ve uzunluğuna kesitler gibi teknik çizimleri, yük sek dalgalarla boğuşan Ransa'nın suluboya betimi denli başarılı olmuyordu ama somut olana birazcık duygu kat mak gerektiğinde ya da gölge vurulması ve kesitleri canlı malzeme renkleriyle belirtmek gerektiğinde Hans Castorp çoğundan daha yetenekli çıkıyordu. Tatillerde, uykulu genç, tertemiz ve çok şık, iyi aile ço cuğu yüzüyle eve döndüğünde, bütün dünya ona iyi bir mevkiye sahip olma yolunda genç bir adam gözüyle bakar, toplum konularıyla ilgilenen , aileler ve yönetimdekilerle ilgili her şeyi bilen -özyönetimi olan kentlerde bu hemen hemen herkes demektir- hemşerileri onu tepeden tırnağa süzer ve kendilerine Hans Castorp'un ilerde ne gibi bir ka mu görevi için büyürneyi sürdürdüğünü sorarlardı. Geçmi şinden gelenler ve ayrıca eski ve iyi bir soyadı, ilerde onun politikanın kaçınılmaz bir parçası varsayılmasına neden oluyordu. O zaman kent meclisinde oturacak, yasalar çı kartacak, yönetici olarak yönetim sorunlarına katılacak, belki de mali işlerin ya da inşaat komisyonunun başı ola50
rak sözü dinlenecek ve oyu hesaba katılacaktı. İnsanlar Hans Castorp'un bir gün hangi partiden yana olacağını merak ediyorlardı. Görünüş aldatıcıdır ama demokratların hesaba katabileceği biri gibi görünmüyordu ve büyükba basına benzerliği de yadsınacak gibi değildi. Yoksa onun yolundan gidip ayak bağı olacak bir muhafazakar mı ola caktı? Bu ya da bunun tersi de olasıydı çünkü sonuçta o, bir mühendis ve bir gemi yapımcısı olacak ve dünya tica retinin ve teknolojisinin adamı sayılacaktı. Hans Castorp, pekala, radikallere katılıp tuttuğunu kopararak eski bina ları ve doğal güzellikleri yerle bir eder, bir Yahudi kadar bağımsız ve bir Amerikalı kadar saygısız olur, doğal kay nakların gelişmesine dikkat edeyim derken saygıdeğer ge lenekleri acımasızca bir yana atar ve devleti cüretkar de neylere sokabilirdi. Bu da olmayacak bir iş değildi. Ka nında, kent meclisinin önündeki nöbetçilerin selam dur duğu ekselansların her şeyi bildiğini varsaymak mı vardı, yoksa toplantılarda muhalefeti desteklerneyi mi düşün mek? Meraklı kentliler, kızıla çalan sarı kaşların altından bakan o mavi gözlerde bunun yanıtını bulamıyorlardı ve aslında, Hans Castorp da boş bir sayfa olduğundan o da bi lemiyordu. Bizim onunla karşılaştığımız yolculuğa çıktığında yir mi üç yaşındaydı. Danzig Polit Teknik'te dört dönemi, artı Braunschweig ve Karlsruhe'deki teknik yüksek okullarda geçirdiği dört ayı geride bırakmış, tezahürat yapılacak ka dar parlak olmasa da, ilk büyük sınavı atıatmıştı ve tersa nede deneyim kazanmak için gönüllü olarak 'funder ve Wilms şirketine girmek üzereydi ve işte tam o noktada ya şamı aşağıdaki ilk dönemece girdi: Ana sınav için uzun bir süre yoğun çalışması gerek mişti ve eve döndüğünde tipine uygun düşmeyecek denli solgun görünüyordu. Dr. Heidekind onu her gördüğünde azarlıyor ve hava değişikliğine, ama gerçek bir değişikliğe gereksinmesi olduğunda ısrar ediyordu. Bu kez, Föhr Ada sı'ndaki Norderney'in ve Wyk'in işe yaramayacağını ve ona soracak olursanız, Hans Castorp'un tersanede işe başlama51
dan önce birkaç ay Alpler'e gitmesinin gerekli olduğunu söylüyordu. Konsül Castorp, yeğenine ve manevi oğluna buna olumlu baktığını ama hiçbir kuvvet onu Alpler'e götüre meyeceği için, yaz boyu yollarının ayrılacağını söyledi. Oraya gitmek ona göre değildi; ona makul bir basınç ge rekliydi, yoksa hastalanabilirdi. Hans Castorp'un Alpler'e gitmesinde bir sakınca yoktu. Neden Joachim Ziemssen'i ziyaret etmiyordu ki ? Bu mantıklı bir öneriydi. Joachim Ziemssen gerçek ten hastaydı, Hans Castorp'unki gibi değildi hastalığı, kötü bir biçimde hastaydı ve onları çok fena korkutmuştu. Her zaman kolay bronşit olur ve ateşi yükselirdi ama bir gün kan tükürmüş ve apar topar Davos'a yollanmıştı. Amacına ulaşmak üzere olduğu için çok üzüldü ve çok dertlendi. Ailesinin isteğine uyarak birkaç dönem hukuk okumuş ama sonra vazgeçmiş, bayraktar olmak için yaptı ğı başvuru kabul edilmişti. Son beş aydır da Ülkelerarası Berghof Sanatoryumu'nda (Başhekimi Dr. Behrens) kalı yor ve yolladığı kartlarda da yazdığı gibi sıkıntıdan patlı yordu. Hans Castorp, 'I\ınder ve Wilms'de işe başlamadan önce, kendine küçük bir tatil verecekse, en mantıklısı dağ lardaki zavallı kuzenine arkadaşlık etmesiydi, her iki taraf için de en hoş çözüm buydu. Gitmeye karar verdiğinde yazın ortasıydı. Temmuzun son günlerine gelinmişti. Üç hafta kalmak üzere yola çıktı.
52
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Saygın Karanna
Hans Castorp öylesine yorulmuştu ki uyuyup kala cağından korkuyordu ama gerektiğinden de erken kalktı ve böylece hiç bırakmadığı medeni alışkanlıklarını yerine getirecek bol zamanı oldu - bu işte kauçuk bir leğen, la vanta kokulu sabunla dolu tahta bir çanak ve samandan yapılma bir fırça gibi araçlar önemli bir rol oynuyordu. Ki şisel bakımını yapmakla kalmadı, bavulunu açıp eşyaları nı da yerleştirdi. Gümüş kaplama usturayı yanaklarının üzerindeki parfümlü köpüklerde gezdirirken, karmakarı şık düşleri geldi aklına ve bu saçmalıklara, aklı başında ol manın aydınlık ışığında tıraş olan bir insanın hoşgörüsüy-_ le gülümsedi. Kendini tam dinlenmiş hissetmiyordu ama yeni bir güne başiayabilecek kadar zindeydi. Yanaklarını pudraladı, file külotunu ve kırmızı maro ken terliklerini giydi ve ellerini kurulaya kurulaya, yanda ki balkoniardan parmaklığa dek uzanan buzlu cam bir böl meyle ayrılmış olan özel balkonuna çıktı. Serin ve bulutlu bir sabahtı. Her iki taraftaki tepelerin üzerine ince uzun, kıpırtısız sis bulutları çökmüş, daha ilerdeki dağları da öbek öbek beyaz ve gri bulutlar sarmıştı. Orada burada mavi gökyüzü parçaları görülebiliyor ve bir ışık huzmesi vurduğunda aşağıdaki vadideki köy, yamaçlardaki kara or manların arasında beyaz ışıltılar saçıyordu. Bir yerlerden 53
müzik sesi geliyordu; büyük bir olasılıkla bir gece önce konser verilen otelden. Bir karalin tınısı ona doğru sürük lendi, sonra bir sessizlik oldu ve bir marş başladı. Hans Castorp müziği yürekten severdi. Kahvaltıda içtiği bira gi biydi etkisi. Rahatlatıyor, uyuşturuyor ve insanı 'dalıp git meye' itiyordu. O anda da, başını yana eğmiş , dudaklarını aralamış, gözleri biraz kızarmış, büyük bir keyifle müziği dinliyordu. Aşağıya, kıvrıla kıvrıla çıkan yola baktı. Bir akşam önce oradan gelmişlerdi. Yamaçtaki çi mende kısa saplı, yıldız biçiminde kantaronlar açmıştı. Düzlüğün bir bölü mü, çakıl taşından patikaları ve çiçek tarhları olan bir bah çe yapmak için çitle çevrilmiş , gümüş rengi ulu bir çarnın dibine de yapay bir mağara oyulmuştu. Güneye bakan , içinde şezlonglarm göründüğü, üzeri sacla örtülmüş yerin bitişiğindeki, kızılımsı kahverengine boyanmış direğin üzerinde, yeşil-beyaz fantezi bir bayrak, bayrağın ortasm da da, arada sırada tamamıyla açıldığında görünen sağlı ğın simgesi yılanlı tıp amblemi vardı. Bahçede, yüzünde hüzünlü, hatta trajik bir ifade olan yaşlıca bir kadın dolaşıyordu. Baştan aşağı siyahlar giy miş, griye çalan dağınık siyah saçıarına da siyah bir file takmıştı. Dizleri hafif bükük, kolları öne doğru dimdik, ça tık kaşları alnını buruşturmuş, altları tarbalanmış kömür karası gözlerini yere dikmiş , hep aynı hızda patikalarda huzursuz dolaşıp duruyordu. Yaşlanmaya yüz tutmuş , gü neylilere özgü tenli solgun yüzü ve bir kenan aşağıya sark mış ağzı Hans Castorp'a, bir zamanlar resmini gördüğü bir trajedi kahramanını hatırlattı. Bu solgun kadının, görünü şe göre bilincinde olmadan, uzaktan gelen marşm sesine ayak uydurarak geniş, dertli adımlarla yürümesi insanı ür pertiyordu. Hans Castorp anlayışla kadına bakıp düşüncelere daldı ve kadının hüzünlü görüntüsü sabah güneşini karar tıyor gibi geldi ona. Tam o sırada duyulabilecek başka bir şeyi -Joachim'in dediğine göre Rus bir çiftin kaldığı solun daki odadan-, o taptaze sabaha hiç yakışmadığı gibi ona bir leke gibi yapışan gürültüleri duydu. Hans Castorp aynı 54
sesleri bir gece önce de duyduğunu ama yorgunluğunun onlara dikkat etmesine engel olduğunu hatırladı. Kıkırda maların, soluk soluğa kalmaların ve boğuşmaların çıkar dığı , hiç de zarif olmayan sesler saklanamasa da, genç adam ilk önce iyi niyetinden bunlara zararsız bir anlam vermeye çalıştı. İyi niyetliliği başka türlü de adlandırılabi lir: Ör� eğin, 'ruh temizliği' gibi yavan bir terim ya da çok daha ciddi ve güzel bir sözcük olan 'alçakgönüllülük' , o ol mazsa, 'gerçeği görmezden gelme' ve 'ikiyüzlülük' gibi küçümseyici sözcükler ya da, 'mistik bir utangaçlık ve cid diyet' de denebilir - Hans Castorp'un yan odadan gelen sesiere tepkisinde, bunların hepsinden biraz vardı ve bun lar bedensel olarak kendilerini, sanki bunların ne olduk larını bilmemesi gerekirmişçesine ve de oradan duyduk larının ne demek olduğunu bilmek istemezmişçesine yüzünde beliren saygın bir kararınayla gösterdiler. Terbi yelilik ifadesiydi bu ama pek de özgün sayılmazdı çünkü ancak belirli durumlarda takınırdı onu. Kıkırdamalar ciddi ve rahatsız edici bir boyuta ulaş mıştı; o da olup biteni daha fazla duymamak için, yüzünde aynı ifadeyle, odasına döndü. Oysa, duvarın öbür tarafında olanlar odasından daha beter duyuluyordu. Eşyaların çev resinde besbelli bir kovalamaca, devrilen bir sandalyenin sesi, birbirini yakalama, bir şaklama ve öpüşmeler ve bu sırada görünmeyen sahneye eşlik etmek üzere uzaklarda ansızın başlayan ve vals tımları saçan bir sokak şarkısının yıpranmış ezgisi. Hans Castorp hiç niyeti olmadığı halde, elinde havlusu durup dinledi . Derken pudrasının altından yüzüne bir kızarıklık yayıldı; beklediği olmuş ve oyun hiç kuşkusuz hayvansala dönüşmüştiL 'Hey Tanrım! ' diye düşündü ve olabildiğince çok gürültü yapmaya çalışarak giyinmesini tamamladı. 'Allahtan evliler, sorun yok ama sabah sabah biraz fazla. Sanırım dün gece de uslu dur madılar. Üstelik hasta oldukları için buradalar ya da en azından biri hasta; insan biraz kendini kontrol eder ama kuşkusuz asıl rezalet,' -bu aklına gelince birdenbire öfke lendi- 'duvarların her şeyi duyabilecek kadar ince olması. Dayanılır gibi değil. Ucuz inşaat. Doğal olarak rezil derece55
de ucuz! Merak ediyorum bu insanları görecek miyim? Onlarla tanışacak mıyım acaba? Bu tatsız olur.' Hans Cas torp bu arada, şaşırarak, kızarıklığın yeni tıraş edilmiş ya naklarından çekilmediğini ya da ona eşlik eden sıcaklığın geçmeye niyeti olmadığını fark etti. Bir gece önce onu ra hatsız eden ama sonra uyurken kaybolan yüzündeki kuru sıcaklık tüm gücüyle geri gelmişti. Bu durum yandaki ev li çifte daha sıcak bakmasını sağlayamadığı gibi dudak larını büzüp onlara pek hoş olmayan bir şeyler ınırıldan masına da neden oldu, sonra da, bir hata yapıp seriniemek için yüzüne su serpti; bu da durumu daha kötüleştirdi. Onu çağırmak için duvara vuran kuzenine sesienirken se sinin neşesiz çıkması ve o odaya girdiğinde, sabah tazeliği içinde canlı bir insan izlenimi verememesi de işte bu yüz den oldu.
Kahvaltı
"Selam," dedi Joachim. "Bu burada, yukarıda ilk ge cendi. Nasıl gitti?" Spor giysilerini ve dayanıklı batlarını giymiş, yürüyüş için hazırlanmıştı. Koluna attığı pardösüsünün cebindeki yassı şişenin hatları belirgin olarak seçilebiliyordu. Bugün şapkası yoktu. "Sağ ol, fena değildi," dedi Hans Castorp. "Başka bir şey demeyeceğim. Karışık düşler gördüm. Buranın bir ku suru var, duvarlar ses geçiriyor, bu da can sıkıcı. Bahçede ki siyahlar içindeki kadın kimdi?" Joachim kimden söz ettiğini hemen anladı. "Ha o mu? O Tous-les-deux. Ona böyle deriz çünkü söylediği tek şey budur. Meksikalı ve tek kelime Almanca bilmiyor, birkaç kelime dışında, Fransızca da. Beş haftadır büyük oğluyla burada. Oldukça hızlı ilerleyen umutsuz bir 56
vaka, her tarafını sarmış , bütün bedeni zehirlenmiş diyebi liriz: Behrens'in dediğine göre bu aşamada tifüse benzer miş, hepsi için berbat bir durum. İ ki hafta önce, ağabeyini son kez görebilmek için küçük oğlu geldi, yakışıklı bir ço cuk, öbürü de öyle. İ kisi de resim gibiler, ışıltılı gözleriyle kadınların akıllarını başlarından alıyorlar. Küçüğü geldi ğinde biraz derinden gelen bir öksürüğü vardı ama iyi gibi görünüyordu, oysa gelir gelmez ateşi çıktı. Hem de 39.5'e. Çok yüksek ateşi oldu demek istiyorum ve yatağa düştü. Behrens'in dediğine göre, bir daha kalkabilmesi aklından çok şansına bağlıymış. Her neyse, buraya gelmesinin tam zamanıymış. O zamandan beri annesi, onların yanında oturmadığı zamanlarda böyle dolaşıyor ve her gördüğüne, ' Tous-les-deux,' diyor çünkü başka bir şey bilmiyor. Burada i spanyolca bilen yok." Hans Castorp, "Demek ki sorunu bu. Onunla karşılaş tığımda acaba bana da mı aynı şeyi söyler? Çok garip olur, yani hem gülünç hem de gizemli olur demek istiyorum," dedi ve gözleri bir gün önceki gibi oldu. Uzun bir süre ağ lamışçasına ağırlaşmışlardı, çok yanıyorlardı ve Avustur yalı binicinin yeni tür öksürüğünü duyduğu zamandaki pırıltıları geri gelmişti. Ona, uyandığından beri kopmuş ol duğu dünle yeniden bağlantı kurmuş ve dün geri gelmiş gibi geldi. Alnına ve gözlerinin altına bastırmak için bir mendile birkaç damla lavanta suyu dökerken hazır oldu ğunu bildirdi. Birdenbire kabaran bir neşeyle, " İ stersen, Tous-les-deux, kahvaltıya gidebiliriz,'' diye espri yaptı. Jo achim ona hoşgörüyle baktı ve yüzünde garip -hüzünlü ve biraz da alaycı- bir gülümseme belirdi ama nedenini ken dine sakladı. Hans Castorp, yanında yeterince purosu olup olmadı ğını kontrol ettikten sonra, bastonunu, paltosunu ve şap kasını aldı. Bu sonuncuyu, inat olsun diye almıştı; üç haf ta için artık oturmuş olan uygar davranışlarını değiştirip yeni alışkanlıklara uyacak hali yoktu ya. Sonra odadan çıktılar. Joachim, kapıların önünden geçerlerken, odalarda kalanların Alman adlarını ve kulağa garip gelen her tür ya57
bancı adı okuyar ve onların kişilikleri ve durumlarının cid diyetiyle ilgili bilgi veriyordu. Yolda, kahvaltıdan dönen insanlarla karşılaştıkların da, Joachim, "Günaydın," dedikçe, Hans Castorp kibarca şapkasının kenarına dokunuyordu. Bir dolu yabancıya kendini tanıtmak üzere olan genç biri gibi gergin ve sinir liydi. Yüzünün ve gözlerinin kırmızı olduğu düşüncesini üzerinden atamıyordu, oysa bu tümüyle doğru değildi çün kü yüzü oldukça solgundu. Ansızın, "Unutmadan söyleyeyim," dedi. "Karşılaşır sak, bahçedeki hanımla beni tanıştırabilirsin, bence bir sa kıncası yok. 'Tous-les-deux'lerini bana yineleyebilir, benim için fark etmez. Artık hazırım; ne anlama geldiğini biliyo rum ve gerekli ifadeyi takınabiiirim ama o Rus karı kocay la tanışmak istemiyorum, duydun mu? Kesinlikle istemi yorum. Nasıl davranılacağını bilmeyen insanlar. Başka ça re olmadığı için, üç hafta boyunca onların kapı komşusu olacağım ama onlarla tanışmaya hiç niyetim yok. Bunu kendime yasaklamaya kesinlikle hakkım var." "İyi," dedi Joachim. "Seni o kadar çok mu rahatsız et tiler? Evet, onlara barbar denebilir, tek kelimeyle uygarlık tan yoksunlar. Sana demiştim. Adam yemeğe deri ceketle iniyor, hem de biçimsiz bir şey. Behrens'in sesini çıkarma masına şaşıyorum. Kadın da, tüylü şapkasına karşın pek bakımlı değ'il ama üzülme, onlar bizden uzakta Kötü Rus lar Masası'nda oturuyorlar. Bir de İyi Ruslar Masası var; orada daha kibar Ruslar oturuyor. İstesen bile, onlarla kar şılaşma olasılığın yok gibi bir şey. Burada kalan çok ya bancı olduğu için ilişki kurmak hemen hemen olanaksız. Ben de, bu kadar ay içinde çok az kişi tanıdım." "Hasta olan hangisi? Kadın mı, adam mı?" diye sordu Han s Castorp. "Sanırım adam. Evet, yalnızca o," diye yanıtladı Joachim. Aklının başka yerde olduğu belliydi. Paltolarını, yemek sa lonun un dışındaki askılara astılar ve içinde 'salon kızları' nın ellerinde dumanı tüten kahve ibrikleriyle oraya bura ya koşturdukları, insan sesleri ve çatal bıçak tıkırtılarıyla dolu, kubbemsi bir tavanı olan salona girdiler. 58
Salonda, beşi uzunlamasına, ikisi de enlemesine kon muş, toplam yedi masa vardı. Tümüne servis kanmaınıştı ama, her biri on kişinin rahatça oturahileceği büyük masa lardı bunlar. Yana doğru birkaç adım atar atmaz, Hans Cas torp kendini, aşağı yukarı enlemesine konmuş masaların arasında kalan, odanın girişine yakın orta masanın en di binde kendisi için konmuş servisin önünde buldu. Sandal yesinin arkasında dimdik durdu ve Joachim masa arka daşlarını resmen tanıştırırken onlara bakmadan ve adları nı belleğine yerleştirmeden biraz haston yutmuş gibi olsa da eğilerek hepsini dostça selamladı. Yalnızca, Frau Stöhr'ün adı ve kırmızı yüzüyle yağlı saman sarısı saçları aklında kalabildL Yüzündeki azimli cehaletten entelektüel potlar kırabileceğini hemen anlayabiliyordunuz. Hans Castorp oturdu ve kahvaltının burada ciddi tutulduğunu memnuniyetle fark etti. Masaya, bir yığın marmelat ve bal kasesi, yulaf ve pi rinçli puding çanakları, soğuk et tabakları, yağda yumurta ve bolca tereyağ konmuştu. Biri peynir kasesinin kapağını kaldırdı ve yumuşak İsviçre peynirinden bir dilim kesti. Dahası da vardı ; masanın ortasında bir tabak dolusu hem kuru hem yaş meyve duruyordu. Beyaz ve siyah renklere bürünmüş bir salon kızı Hans Castorp'a ne içmek istediği ni sordu. Kakao mu istiyordu, yoksa çay ya da kahve mi? Bir çocuk kadar küçüktü ama uzun, yaşlı bir yüzü vardı. Hans Castorp dehşet içinde, 'bir cüce' diye düşündü. Kuze nine baktı ama o omuz silkmekle ve, 'Doğru da ne olmuş yani?' dereesine tek kaşını havaya kaldırınakla yetindi. Hans Castorp gerçeği kabul etmek zorunda kaldı ve kız cüce olduğu için daha da kibarlaşıp çay rica etti. Üzerine şeker ve tarçın serptiği pirinçli pudingle işe başladı; bir yandan, gözleriyle öbür yiyeceklerin verebileceği zevkleri tarıyor, bir yandan da Joachim'in, gevezelik ederek kah valtı eden yedi masaya dağılmış aynı hastalıktan mustarip kader arkadaşlarını inceliyordu. Oda kullanışlı bir yalınlığa biraz hayal gücü eklenerek elde edilen modern bir tarzda dekore edilmişti. Uzunluğu na oranla dardı ve dört bir yanını yemek yenen orta yerde59
ki masalara kemerli girişlerle açılan, ilan tahtalarının ol duğu bir tür galeri çevreliyordu. Galerinin sütunları yarıya kadar verniklenmiş, geriye kalan bölümleri ise, du varların üst yarısı ve alçak tavan gibi beyaza boyanmış, ta vanın beyazının üzerine de, geniş kemerierin iç bölümle rinde de devam eden canlı renklerde çizgiler çekilmişti. Salon, ayrıca, ince tellerle birbirine tutturolmuş üç çem berden oluşan ve en alt çemberierinden ay biçiminde buz lu camdan küçük çanların sallandığı ışıl ışıl pirinçten, elektrikli avizelerle süslenmişti. Dört giriş kapısı vardı; bunlardan ikisi duvarın karşıya düşen uzun tarafınday dılar ve verandaya açılıyorlardı, üçüncüsü doğrudan doğ ruya lobiye; sonuncusu da, Joachim, bir gece önce merdi venleri kullanmadığı için, farklı bir antreye açılan, Hans Castorp'un girdiği kapıydı. Hans Castorp'un sağında, siyahlar içinde, yüzü ayva tüyleriyle kaplı, mat tenli yanakları al al olmuş, yüzüne bakamayacağınız bir yaratık vardı. Kahvaltısı, yalnızca kahve ve tereyağlı ekmekten oluştuğu için, Hans Castorp onu terzi çırağı ya da terzi sandı çünkü her nedense, ol dum olası terzileri kahve ve tereyağlı ekmekle bağdaştırır dı. Solunda da, cılız kaskatı parmaklarıyla kan rengi çayı nı yuduml ayıp yuvarlak bir el yazısıyla yazılmış bir mek tubu okuyan, gene yaşı epeyce ileri, çirkin mi çirkin genç bir İngiliz bayan. Sonra Joachim geliyordu. Ondan sonra da, kareli yün bir bluz giymiş olan Frau Stöhr. Yerken, yumruk yaptığı sol elini yanağına dayıyor, konuştuğu za man da, özellikle üst dudağını içeri çekerek ve ince uzun tavşan dişlerini ortaya sererek, iyi yetişmiş biri izlenimini vermek için elinden geleni yapıyordu. Onun yanına da, kahvaltısını tek kelime etmeden, ağzına berbat bir tat ge liyormuşçasına bir ifadeyle yiyen, seyrek bıyıklı genç bir adam oturmuştu. O içeri girdiğinde Hans Castorp yerine oturmuştu ve genç adam yeni gelenle tanışmaya hiç de is tekli olmadığını belli eden bir gayretle, çenesi göğsüne gömülü, kimselere bakmadan gelip yerini almıştı. Belki de, nezaket kurallarına değer ve anlam veremeyecek ya da çevresine ilgi duyamayacak denli hastaydı. Hans Cas60
torp'un karşısına, anormal zayıf, iyice sarışın bir kızın oturmasıyla kalkması bir oldu. Kız, bir kase yoğurdu ta bağına boşaltmış, bu süt ürününü kaşıkladıktan sonra çe kip gitmişti. Masadaki konuşmalar pek canlı sayılmazdı. Joachim, ayıp olmasın diye Frau Stöhr'le konuşuyordu. Sağlığını sordu ve pek iyi olmadığına kibarca üzüldü. Halsizliğin den yakınmış, " Öyle halsizim ki," demişti, okumamışların yapmacıklığıyla. Kalktığında ateşi, 37 .3'müş ve kimbilir öğleden sonra kaça çıkacakmış! Terzi de, ateşinin aynı de recede yüksek olduğunu ama onda ters etki yaptığını ve her an sanki çok önemli ve çok özel bir şey olacakmışçası na kendini heyecanlı, sinirli ve halsiz hissettiğini, oysa bir şey olmayacağına göre, bunun psikolojik bir nedeni olma yan bedensel bir gerginlik olması gerektiğini itiraf etti. Belki de gündeliğe giden bir terzi değildi çünkü düzgün, hatta iyi eğitim almış biri gibi konuşuyordu. Hans Castorp, heyecanını ya da en azından ondan söz etmesini yersiz, ve öylesine sıradan ve silik biri olduğu düşünülürse, uygun suz bile buldu. İ lk önce terziye, sonra da Frau Stöhr'e ne kadardır orada olduklarını sordu -terzi beş aydır, öbürü de yedi aydır oradaymış- ve sonra, İ ngilizce bilgisini toparla yarak, sağındaki komşusuna ne tür çay içtiğini -kuşbur nuymuş- ve iyi olup olmadığını sordu, o da, nerdeyse coş kuyla iyi olduğunu onayladı. Şimdi de gözlerini girip çı kanların olduğu odada dolaştırıyordu. Anlaşılan kalıvaltı toplu halde yenmiyordu. Gördüklerinin onu çok kötü etkileyeceğini sanmasına karşın yemek salonunda her şeyin yolunda gitmesi sonu cunda, insanın çok üzücü bir yerde olduğu izlenimine ka pılmaması, onda hayal kırıklığı yaratmıştı. Her iki cinsten de bronzlaşmış gençler, şarkılar mınidanarak içeriye giri yorlar, salon kızlarıyla gevezelik ediyorlar ve iştahla kah valtılarına saldırıyorlardı. Daha olgun insanlar da vardı; evli çiftler ve hepsi Rusça konuşan, büyümüş çocukları da olan çoluklu çocuklu bir aile. Kadınların tümü, 'süveter' denen yün ya da ipekten yapılma, şal yakalı, cepli, bedene oturan ceketler giymişlerdi. Elleri ceplerinde ayakta geve61·
zelik etmeleri çok hoş bir görüntü yaratıyordu. Birkaç ma sada, yeni çekildikleri belli olan fotoğraflar elden ele do laşıyor, bir masada da posta pulları değiş tokuş ediliyordu. Konuşmalar, hava durumu, o gece nasıl uyudukları ve sa bah ağızdan alınan derecelerinin kaç olduğu üzerineydi. Çoğu neşe içindeydi - buyük bir olasılıkla, belirli bir ne denden değil de, o anda bir kaygıları olmadığı ve oldukça kalabalık oldukları için. Masada oturup yüzleri ellerinin arasında gözlerini bir noktaya dikmiş birkaç kişi de vardı kuşkusuz ama insanlar onlara aldırmıyorlar, canları nereye bakmak istiyorsa oraya baksınlar diye rahat bırakıyorlardı. Birdenbire Hans Castorp öfkeyle irkildi; hakarete uğ ramıştı sanki. Lobiye açılan solundaki kapı gürültüyle ka panmıştı; ya biri çarpmasına izin vermiş ya da bilerek çarpmıştı ve Hans Castorp bu sese oldum olası dayanamaz ve nefret ederdi. Bu ona belki öğretilmişti, belki de doğuş tan sahip olduğu bir huydu, her neyse, kapı çarpması ona iğrenç gelir ve duyma mesafesinde kapıyı çarpan birini ra hatlıkla tokatlayabilirdi. Bu olayda üstelik kapının üzerin de küçük cam bölümler olduğu için gürültü daha da art mış, hem bum diye bir ses çıkmış hem de bir şangırtı ol muştu. ''Allah kahretsin, ne biçim bir vurdumduymazlık bu böyle? " diye söylendi. Tam o sırada terzi onu lafa tuttu ğu için suçluyu saptayamadı ama terziyi yanıtlarken sarı şın kaşlarının arasında çizgiler belirmiş, yüzü allak bullak olmuştu. Joachim, doktorların gelip gelmediklerini sordu. Biri, sabah geldiklerini ama yemek · Salonundan tam ku zenler içeri girerken ayrıldıklarını söyledi. Joachim bu du rumda beklemenin bir anlamı olmadığını ve nasıl olsa, gün boyunca tanışacak zaman bulunacağını söyledi ama tam çıkarlarken, kapıda, hızla içeriye giren Başhekim Belı rens'le az kalsın çarpışacaklardı. Onu Dr. Krokowski izli yordu. "Hop ! Dikkat beyler," dedi Behrens. "İki taraflı nasırlara fena halde basılabilirdi." Tam bir Aşağı Saksonya şivesiyle, sözcükleri yaya yaya, ağzında çiğnercesine konu şuyordu. Joachim topuklarını vurarak onları tanıştırınca, "Ha, demek o sizsiniz," dedi. "Memnun oldum." Ve kürek 62
büyüklüğündeki elini uzattı. Dr. Krokowski'den en aşağı üç baş daha uzun, ensesi dışa çıkık, kan oturmuş su mavi si patlak gözleri olan iriyarı bir adamdı. Saçları bembe yazdı ve kalkık burnunun altındaki üst dudağının köşesi aŞağıya doğru sarkık olduğu için, kısa bıyığı biraz eğri du ruyordu. Joachim'in yanaklarıyla ilgili söyledikleri tutu yordu, yanakları gerçekten de mordu ve bu, dizinin altına kadar uzanan ve altından çizgili bir pantolon ve bir çift es kimeye yüz tutmuş bağcıklı sarı bot içinde inanılmaz bü yüklükte ayakların göründüğü kemerli beyaz doktor gömleğinin üzerindeki kafasını daha da rengarenk kılıyor du. Dr. Krokowski de mesleğinin gerektirdiği giysiyi giy miştİ ama onunki siyah ve diz boyuydu; daha çok bir erkek gömleğine benzeyen giysi parlak siyah satenden yapılmış, koliarına lastik geçirilmişti. Selamlaşmalara katıimamakla kusursuz asistan rolünü oynuyordu ama dudaklarındaki gergin ve eleştirel ifade yardımcı konumunu saçma buldu ğunun göstergesiydi. Başhekim, kanlanmış mavi gözleriyle aşağıya doğru bakıp eliyle birini sonra da öbürünü göstererek, "Kuzenler mi? " diye sordu. "O da mı asker olacak? " Başıyla Han s Castorp'u göstermişti, ''A, Tanrı korusun, değil mi? Hemen anlamıştım zaten ." Şimdi de, doğrudan Hans Castorp'a hi tap ediyordu: "Sizin öylesine. sivil ve rahat bir haliniz var ki. Sizden şu manga başından olduğu gibi kılıç şakırtıları gelmiyor. Bahse girerim ki siz ondan daha iyi bir hasta olursunuz. Kimin iyi bir hasta olacağını bir bakışta an larım, yetenek ister bu iş ; her şey yetenek ister ve şu bizim Myrmidon'da bu hiç yok. Askeri eğitim için olabilir derim ama hasta olma yeteneğinin zerresi yok. Gideceğim diye tutturuyor, inanabilİyor musunuz? Sürekli sorup duruyor ve başımın etini yiyor. Aşağıda perişan olmayı dört gözle bekliyor. Tam bir işgüzar! Zamanının altı ayını bile bize ayırmak istemiyor. Oysa buradaki yerimiz öyle güzel ki. i tiraf et Ziemssen , güzel, değil mi? Kuzenin değerimizi da ha iyi aniayacak ve kendini oyalayabilecek. Hanımlarımız da eksik değil, çok hoş hanımlarımız var. Çoğu resim gibi - dışardan bakınca kuşkusuz. Yüzünüze biraz renk getir63
meniz gerekir, yoksa hanımlarımız size yüz vermez. Evet, altın yaşam ağacının yeşil olduğu doğru ama yüz rengine yeşil pek gitmez. Hiç kanınız yok, kesinlikle," dedi ve alışkanlıkla, Hans Castorp'a yaklaşıp iki parmağını uzatıp gözkapağını kaldırdı. "Tümüyle kansız. Dediğim gibi, hiç kuşku yok, tümüyle kansız. Biliyor musunuz, Ham burg'unuzu bir süre kendi haline bırakınanız hiç de aptal ca olmamış. Gerçekten teşekküre layık bir kuruluş Ham burg; o zehirleyici nemli havası bize iyi bir kaynak oluyor. Size naçizane bir öneride bulunabilir miyim? Kuşkusuz, sine pecunia burada olduğunuz sürece neden kuzenini zin yaptığını yapmıyorsunuz? Sizin gibi bir vakada, hafif bir tuberculosis pulmonumun'uz olduğunu varsayıp prote inlerinizi biraz güçlendirecek biçimde yaşamak akıllıca olur. Bunda, proteinin metabolizmaya etkisi ilginçtir. Ge nelde, metabolizmanız yükselmesine karşın vücut proteini depolar. Nasıl, iyi uyudunuz mu bari Ziemssen ? İyi, iyi. Haydi gidin, gezintinizi yapın ama yarım saatten fazla kal mayın. Sonra da, cıvadan puronuzu ağzımza koymayı unutmayın. Her zaman sonuçları yazmayı da. Görev so rumluluğu. Ateş tablonuzu önümüzdeki cumartesi günü görmek istiyorum. Kuzeniniz de ateşini ölçmeli. Ö lçmek ten zarar gelmez. İyi günler, beyler. İyi eğlenceler. . . " Ve ar kasında Dr. Krokowski, avuç içieri iyice arkaya dönük, kol larını saliaya saliaya ilerlerken, sağa sola iyi uyuyup uyu madıklarını sorup olumlu yanıtlar alarak yürüyüp gitti. -
Şaka - Viacticum - Yarım Kalan Keyif
"Çok hoş bir adam," dedi Hans Castorp, masasında mektupları ayıran topal kapıcıyı başıyla dostça selamlaya rak. Büyük beyaz binanın ana kapısı, binanın her iki yanından bir kat daha yüksek olan ve üzeri maviye çalan 64
kurşuni renkte sacla kaplı bir saat kulesiyle biten orta bö lümdeydi. Bu kapıdan çıktığınızda, çitle çevrili bahçe ta rafına değil de, doğrudan, birkaç köknar ağacının ve ya maçlarında yetişen bodur çarnların toprakla buluştuğu va dideki çayırlarla yüz yüze geliyordunuz. Saptıkları hafif meyilli patika, -vadiye inen anayolun dışında tek yol buy du- sanatoryumun arkasından sola dönüyor, kilerin mer diveninin parmaklığı boyunca diziimiş çöp tenekelerinin, büroların ve mutfakların önünden geçerek bir süre aynı yönde sürdükten sonra keskin bir dönemeçle sağa sapıyor ve seyrek ağaçlı dik bir çıkış başlıyordu. Kırmızı sert top raktan yapılma, kenarında orada burada kaya parçalarının olduğu biraz nemli bir patikaydı bu. Kuzenler kısa sürede bu yolda yalnız olmadıklarını anladılar. Onlardan kısa bir süre sonra kahvaltılarını bitirmiş olanlar onları izliyor, yo kuş aşağı inenlerin dikkatli adımlarıyla geri dönen gruplar da onlara doğru geliyorlardı. "Çok hoş bir adam," diye yineledi Hans Castorp, "sözcükleri öylesine rahat kullanıyor ki, insan onu dinle meye doyamıyor. Dereceye cıvadan puro demesi harika. Hemen fark ettim." Durdu ve, "Ben şimdi gerçek bir tane yakacağım. Dün akşamdan beri doğru dürüst bir tane iç medim, artık dayanamıyorum. Bir dakika lütfen," dedi ve üzerinde gümüş monogramı olan parlak deriden tabakası nı açıp üst sıradaki Maria Mancinilerden birini çıkardı. Tam istediği gibi, bir tarafı yassı, kusursuz bir örnekti bu. Saatinin kordonundan sarkan bir aletle ucunu kare biçi minde kesti, çakmağını çıkardı ve bir süre uğraştıktan sonra oldukça uzun, ucu küt purosunu yakabildL "İşte ol du," dedi. ''Artık gezimize devam edebiliriz istersen. Sanı rım sen 'işgüzar' olduğuna göre bu ara içmiyorsundur, de ğil mi? " "Hayatımda içmedim ki, şimdi burada neden başla yayım? " "İnsan nasıl tütün kullanmaz, hiç anlamıyorum," dedi Hans Castorp. "Neredeyse yaşamın en güzel yanından kendini yoksun bırakıyorsun. En azından birinci sınıf bir zevkten. Sabah kalktığımda, gün boyunca içeceklerimi Büyülü Dag
65/5
dört gözle bekliyorum, yemek yediğim zamanı da. İçebil mek için yemek yiyoruro denebilir, biraz abartılı olsa da. Tütünsüz bir gün, çok yavan, çok tatsız tuzsuzdur. Boşa geçmiş bir gün. Bir sabah kalkıp kendime bugün tütün yok desem, yemin ederim yataktan kalkacak gücü ken dimde bulamam, yatar kalırım. İnsanın iyi yanan bir puro su olunca -kuşkusuz delik olmaması ve iyi çekmesi gere kir, yoksa çok can sıkıcı bir durum-, yani demek istiyorum ki, iyi bir purosu olan adam güven içinde olur, kelimenin tam anlamıyla her şeyin üstesinden gelir. Plajda yatmak gibi; nedeni de çünkü plajda yatıyorsun, anlıyor musun? Bir gereksinmen olmaz, ne işe ne de eğlenceye. Tanrı'ya şükürler olsun insanlar bütün dünyada tütün kullanıyor, tütünün olmadığı bir yer bulamazsın. Kutup kaşifleri bile zor işleri başarabilmek için tütün stok ediyorlar. Bunu her okuyuşumda çok duygulanırım. i şler kötüye gidiyor - ör neğin işlerimin kötü gittiğini varsayalım; purom olduğu sürece dayanacağımdan kuşkum yok. O her şeyi atıat marnı sağlar." Joachim, "Ne olursa olsun, tütüne böylesine bağımlı olmak zayıf bir iradeyi gösterir. Behrens çok haklı; sen si vilsin . Sana iltifat olsun diye söyledi ama sen aslında, iflah olmaz bir sivilsin. Bu önemli. Ayrıca sen sağlıklısın, canı nın istediğini yapabilirsin," dedi. Gözlerine bezgin bir ifa de gelmişti. "Kansızlık dışında evet," dedi Han s Castorp. "Ama ye şil göründüğümü söylemesi de biraz fazla. Haklı ama; siz burada yukarıdakilere oranla gerçekten yeşilim. Evdey ken bunu fark etmemiştim. Eksik olmasın, bana hemen, oldukça sine pecunia diyerek öneride bulundu. Dediğini memnuniyetle yapacağım. Alışkanlıklarımı seninkilere uydurmaya karar verdim ; bak söylüyorum. Aslında, bura da yukarıda sizinle beraberken başka ne yapabilirim ki? Proteinlerimi çoğaltınanın ne zararı olur; ama kulağa iğ renç geldiğini de kabul et." Yürüderken Joachim birkaç kez öksürdü - anlaşılan yokuşta zorlanıyordu. Üçüncü kez öksürmeye başladı ğında kaşlarını çatarak durdu. "Sen devam et," dedi. Hans 66
Castorp geriye bakmadan ilk önce hızla ilerledi ama sonra adımlarını yavaşlattı. Joachim'in geride kaldığını düşünüp neredeyse durdu ama gene geriye bakmadı. Kadınlı erkekli bir grup ona doğru geliyordu. Yokuşun yarısındaki düz yolda hareket olduğunu fark etmişti ve o anda ona doğru ağır ağır yaklaşırlarken seslerini duyabili yordu. En küçüğünden en büyüğüne, altı-yedi kişi vardı lar. Aklında Joachim, başını eğerek onlara baktı. Tümü nün başı açıktı, bronz rengindeydiler, kadınlar rengarenk süveterler giymişlerdi, erkeklerin çoğu palto giymemişti. Eastonları bile yoktu . Biraz hava almak için elleri ceplerin de, birkaç adım atmak için kapının önüne çıkmış gibiydi ler. Yokuş aşağı inmek, zor bir iş değil de, koşmaya başla mamak ve kaymamak için neşeyle hacaklarımza engel ol mak, yere sıkı basmak ve hatta bir tür kendini bırakmak -daha da beter düşersiniz- gerektiren bir şey olduğu için, yürüyüşlerinde, yüzlerine de yansıyan öyle bir canlılık ve umursamazlık vardı ki onlara katılmaya can atabilirdiniz. Şimdi onun önüne gelmişlerdi. Hans Castorp yüzleri ne dikkatle bakabiliyordu. Hepsi bronz değildi. Ö zellikle bayanlardan ikisi iyice solgundu - sırık gibi olanın fildişi bir teni, daha kısa ve şişman olanın da yüzünü sarmış çil leri vardı. Aydınlık bir gülümsemeyle ona baktılar. Saçları darmadağınık, yarı kapalı gözlerinde aptal bir ifade olan, uzun boylu, yeşil süveterli genç bir kız, Hans Castorp'un koluna neredeyse sürünerek geçti; ıslık çalıyordu. Yo, bu da artık delilikti ! Ona bakarak ıslık çalıyordu ama ağzıyla değil ; dudaklarını büzmemişti, üstelik dudakları sıkı sı kıya kapalıydı. Yarı kapalı boş gözlerle ona baktığı sürece içinden ıslık çalmıştı. Olağanüstü irkiltici bir ıslıktı bu sert, dolu dolu ama her nasılsa boş. Göğsünden bir yerler den akıl almaz bir biçimde kopup gelmiş, sonuna doğru tınısı hafiflemişti. Ses , Hans Castorp'a, karnavallarda satılan ve havalarını boşaltmak için sıktığınızda, içlerine dolmuş havayı yakmarak dışa verdikten sonra sönen kau çuk domuzcukların ezgisini hatırlattı . Bu arada kız ve yanındakiler yürüyüp gitmişlerdi. Hans Castorp, dehşet içinde, gözleri ileriye dikili kala67
kaldı. Sonra hızla geri döndü ve ürkünç sesin bir şaka ol duğuna karar verdi. Yürürken omuzlarının sarsılmasından güldükleri anlaşılıyordu; demek ki bu kaba şakayı bilinçli yapmışlardı. Hele, elleri pantolonunun cebinde, ceketini biçimsizce yukarıya çekmiş, kalın dudaklı, tıknaz bir oğ lan vardı ki, başını çevirip açıkça gülmüştü. O sırada ona yetişmiş olan Joachim, her zamanki kibar haliyle, topuk larını birbirine vurup eğilerek grubu selamladı. Kuzeninin yanına geldiğinde gözlerinde yumuşak bir ifade vardı. "Ne bu ifade? " diye sordu. "Islık çaldı," dedi Hans Castorp, "yanımdan geçerken karnından ıslık çaldı. Ne demek oluyor bu, lütfen söyler misin?" "Yo," dedi Joachim önemsemeden , "karnından ola maz , çok saçma. O kız Kleefeld, Hermine Kleefeld. Pneumothorax' ıyla ıslık çalar. " "Neyle, neyle? " diye sordu Hans Castorp. Çok heye canlanmıştı ama heyecanının nedenini tam çözemiyordu. Gülmeyle ağlama arasında gidip gelerek, "Sizin dilinizi anlayacağıını varsayamazsın," diye ekledi. "Yürüyelim," dedi Joachim. "Yürürken de açıklayabi lirim. Cin çarpmış gibi kalakaldın. Bunun bir ameliyat te rimi olduğunu anlamışsındır. Burada yapılan bir ameliyat. Behrens bu işte oldukça usta. Ciğerlerden biri çok kötü durumda, öbürü de sağlıklıysa ya da öbüründen daha iyi bir durumdaysa, hastalıklı olanın işlevini bir süre durdu rup dinlenmesini sağlıyorlar. Bunun için, şuradan bir yer den yanlamasına açıyorlar - tam nereden olduğunu bile miyorum ama Behrens bu işi hallediyor. Sonra içeriye gaz veriyorlar, nitrojen, biliyor musun ve kuşatılan taraf dev redışı kalıyor. Kuşkusuz gaz uzun bir süre dayanmıyor, aşağı yukarı ayda iki kez değiştirilmesi gerekiyor, yani se nin anlayacağın, insanı pompalıyorlar. Bunu bir yıl ya da daha uzun bir zaman yineledikten sonra işler yolunda gi derse ciğer iyileşecek kadar dinlenmiş oluyor. Her zaman değil, kuşkusuz. Gerçekten de riskli bir iş ama pneumotho rax'larında oldukça başarı sağlıyorlarmış. Biraz önce gör düklerinin tümü bu ameliyattan geçti. Frau Iltis de onlarla 68
beraberdi --çilli olan- ve Fraulein Levi, hatırlarsan sıska olan. Uzun süre yatmak zorunda kaldı. Bir birlik kurmuş lar, doğal olarak pneumothorax gibi bir şey insanları bir araya getiriyor. Kendilerine, Yarım Ciğerler Derneği diyor lar. O adla tanınırlar. Derneklerinin gururu da, pneumotho rax'ıyla ıslık çalabildiği için Hermine Kleefeld - özel yete neği var, herkesin kıvırabileceği bir iş değil. Nasıl yaptığını sana anlatamam, kendisi de tam olarak açıklayamıyor za ten. Hızlı yürümüşse, içinden ıslık çalabilmiştir. Öyle za manlarda, bunu, insanları, özellikle de yeni gelenleri şa şırtmak için yapar. Sanırım bunu yaparken nitrojen kaybe diyor çünkü her hafta doldurolmaya başlandı." Hans Castorp gülmeye başlamıştı. Joachim anlattıkça gerginliği neşeye dönüşmüştü ve elini gözlerine siper ede rek öne doğru eğik yürürken, omuzları kesik kıkırdama larla hafifçe sarsılıyordu. "Dernekleri kayıtlı mı bari?" diye sorabildi zor zah met. Makaraları koyuvermemek için kendini zorlamasın dan, sesi sızlanır gibi çıkıyordu. "Yönetmelikleri de var mı? N e yazık ki sen üye değilsin yoksa beni de onur üyesi ya da stajyer üye yaparlardı. Behrens'e söyle, seni de dev redışı bıraksın. Azmedersen, sen de içinden ıslık çalınayı öğrenirsin. Ö ğrenilebilecek bir şeydir, büyük bir olasılıkla. Ömrümde bu kadar gülünç bir şey duymadım," dedi derin bir soluk alarak. "Böyle konuştuğum için beni bağışla ama senin o pneumatik dostlarının da neşeleri yerindeydi. Biri leri yokuşu tırmanıyor, bir de bakıyorsun, Yarım Ciğerler Derneği ! Bana, ' Üü' diye üflüyor. Akıl almaz biri! Ne aldır mazlık ama! Bana neden her şeyi bu kadar boş verdikleri ni açıklayabilir misin ? " Joachim bir yanıt bulma çabasındaydı: "Tanrım, öyle sine özgürler ki. Genç insanlar bunlar, zamanın onlar için bir önemi yok, ölebilirler de. Neden suratları asık dolaşsm lar ki? Bazen düşünüyorum da, aslında hastalık ve ölüm o kadar ciddi şeyler değil, bir tür başıboşluk. Yalnızca aşağı daki düzlükteki gerçek yaşamda ciddiyet var. Sanırım, ne demek istediğimi, bir süre burada kaldıktan sonra anlar sın." 69
"Kuşkusuz," dedi Hans Castorp. "Hiç kuşkum yok. Siz yukarıdakilerin tümüne ilgi duymaya başladım. İlgi olun ca, doğal olarak öğrenilir de, değil mi? Bana ne oldu böyle? Bunun hiç tadı tuzu yok." Purosuna bakıyordu. "Bir süre dir kendime neyim olduğunu soruyordum, şimdi sorunun şu benim Maria'da olduğunu anladım. İnan bana, midem çok kötüymüşçesine tadı kağıt hamuru gibi geliyor. Şaşıla cak şey! Kahvaltıda çok yedim ama nedeni o olamaz. Çok yediğinde tadına yedikten sonra varırsın. Çok kötü uyu marndan olabilir mi? Düzenim belki de ondan bozuldu." Bir nefes daha çekip, "Yok, olmuyor, fırlatıp atmarn gereki yor. Her nefes yeni bir hayal kırıklığı. Direnmek boşuna," dedikten sonra, bir an kararsız kaldı, ardından puroyu ya maçtan aşağıya, ıslak çarnlara doğru fırlattı. "Nedenini bil mek ister misin ? " diye sordu. "Kızaran yüzümle bir ilgisi olduğundan hiç kuşkum yok; kalktığırndan beri beni gene rahatsız edip duruyor. Allah kahretsin, sürekli, yüzüm utançtan kızarmış gibi geliyor. Geldiğinde sana da olmuş muydu'? " "Evet," dedi Joachim. "İlk başlarda, ben de kendimi garip hissettim. Üzülme. Hatırlarsan , burada yukarıdaki yaşama hiç de kolay alışılmadığını söylemiştim. Yakında yoluna girer. Bak, şuradaki hankın manzarası güzel. Biraz oturalım, sonra eve döneriz. Benim dinlenme kürüm yak laşıyor." Üçte birini tırmandıkları yol düzleşmiş ve Davos Mey danı'na yönelmişti. Ulu köknarların ve birkaç bodur, rüz gardan eğilmiş ağacın arasından daha parlak bir gökyüzü nün aydınlattığı köy görülebiliyordu. Arkasını dik yamaca vermiş olan kaba yapılı banka oturdular. Yanlarında oyul muş bir ağaç gövdesinden gürül gürül akan bir su vadiye boşalıyordu. Joachim, Alpler'e özgü yöresel hastonunun ucuyla göstere göstere vadinin güneyinde daha da yakla şan Alpler'in bulutlarla sarılı doruklarının adlarını söyle yip bilgi vermeye başladı. Oysa Hans Castorp, şöyle bir bakınakla yetindi; eğilmiş, kentsoylu olmuş hastonunun gümüş topuzuyla kurnun üzerine bir şeyler çizmeye baş lamıştı. 70
"Sana bir şey sormak istiyorum," dedi. "Odamdaki va ka ben gelmeden kısa bir süre önce aranızdan ayrılmıştı. Sen buraya yukarıya geldiğinden beri çok ölüm vakası ol du mu?" "Çok oldu, kuşkusuz," diye yanıt verdi Joachim. "Ama bu işleri sessiz sedasız hallediyorlar. Senin haberin bile ol muyor ya da bazen sonradan öğreniyorsun. Biri öldüğün de, öbür hastaları ve özellikle de kolayca perişan olacak ha yanları düşünerek gizli tutuyorlar. Yan odada biri ölse bile ruhun duymuyor. Tabutu sabah, sen daha uyurken getiri yorlar, sonra buna maruz kalanı uygun bir zamanda, örne ğin yemek zamanı alıp götürüyorlar." "Ya," dedi Hans Castorp ve çizmeyi sürdürdü. "Demek ki, kuliste epeyce bir şeyler oluyor." "Evet, öyle denebilir. Daha yeni, aşağı yukarı, dur ba kayım, sanırım sekiz hafta önce . . . " Birden canlanan Hans Castorp, "O zaman yeni diye mezsin," dedi yavan. "Nasıl? Peki öyleyse, epeyce önce. Ne kadar titizsin ! Yalnızca zamanı şöyle bir tahmin etmiştim. Neyse, bir süre önce, rastlantı sonucu, kulise bir göz atabildim. Bugün gi bi gözümün önünde. Küçük bir kızdı, Hujus, Barbara Hu jus, Katolik'ti. Ona viacticum 'u getirdiklerinde, ölmek üzere olanı kutsama bu, son kez yağlama, anlıyor musun, henüz ayaktaydı; gördüğümde dolaşıyordu ve öylesine ra hat ve neşeliydi ki - gerçek bir genç. Sonra her şey çok hızlı oldu, kalkamamaya başladı. Benden üç oda ötede ya tıp kaldı. Annesiyle babası, sonra da rahip geldi. Bir öğle den sonra, herkesin çay içtiği zamandı. Salonlarda kimse cikler yoktu. Ama gözünün önüne getirmen gerekli. Din lenme küründe uyuyup kaldığım için gongu duymamışım. On beş dakika geç kaldım. Bu yüzden, o önemli anda, her kesin olduğu yerde değildim, senin dediğin gibi yolum ku lise düştü. Koridorda ilerlerken bana doğru gelenleri gördüm. Dantel gömlekler içindeydiler, en önde de bir haç; küçük fenerleri olan altın bir haç. İ çlerinden biri onu meh ter takımının feleği gibi taşıyordu." "Böyle benzetme olmaz," dedi Hans Castorp sertçe. 71
"Bana öyle geldi. İ lk aklıma gelen bu oldu. Dinle, ba na doğru geliyorlar, hızlı adım, marş, marş ; yanılınıyorsam üç kişiler, önde haçı taşıyan adam, sonra burnunun üzerin de gözlüğüyle rahip, en arkada da buhurdan taşıyan ço cuk. Rahip, üstü örtülü viacticum'u göğsüne bastırmış, ba şını vecit içinde yana eğmiş, onlara göre kutsalların en kut salı." " İyi ya, o yüzden felekten söz edebilmene şaştım." "Tamam, tamam, ama dinle. Hatırlıyorum da; o olayı görseydin nasıl bir ifade takınman gerektiğini sen de bile mezdin. Ancak düşte görülebilecek bir şeydi." "Nasıl yani?" "Dur anlatayım. Orada durup böyle bir durumda ne yapmam gerektiğini sordum kendime. Şapkam yoktu ki çıkarayım." "Gördün mü?" dedi Hans Castorp, hemen Joachim'in sözünü keserek. "Gördün mü, bir erkek her zaman şapka giymeli. Farkındayım elbette, siz buradakiler hiç şapka giymiyorsunuz. İ nsanın gerektiğinde çıkarabileceği bir şapkası olmalı. Peki, sonra ne oldu? " "Saygılı görünmek için duvara yaslandım ve önüme geldiklerinde hafifçe eğildim. Tam küçük Hujus'un kapısı nın önündeydik - yirmi sekiz numara. Rahip davranışım dan çok hoşnut oldu sanırım; selamıma başlığının ucuna dokunarak kibarca karşılık verdi. O sırada durmuşlardı, buhurdanı taşıyan oğlan kapıyı tıklattı, sonra açıp efendi sine yol verdi. Şimdi düşün ve dehşetimi ve duygularımı anla. Rahip eşikten adımını atar atmaz, içeriden bir haykı rış , bir yaygara. İ lk önce bir feryat; böylesini hiç duyma mışsındır; üç-dört kez art arda, sonra ağız açık kalmışça sına kesintisiz, durmamacasına, 'Ahh! ' diye. O haykırışta öylesine derin bir acı, korku ve direnme vardı ve dehşet ve rici yakarışlarla öylesine iç içeydi ki anlatamam; sonra bir denbire, ses yerin dibinden ya da bodrumdan gelireesine boğuklaştı ve gücünü yitirdi." Hans Castorp başını hızla kuzenine doğru çevirdi. Dehşet içinde, "Yoksa o kız mı, Hujus mu? " diye sordu. "Ama neden bodrumdan ? " 72
"Yorganın altına girmişti," dedi Joachim. "Neler his settiğiınİ · bir düşün! Rahip eşiğin öbür tarafında duruyor, yatıştırıcı sözler söylüyor, sürekli başını bir içeri uzatıyor, bir çekiyordu - hala görür gibiyim. Haçı taşıyanla buhur danlı çocuk, kapının ağzında kalmışlardı; içeriye adım ata madılar. İ kisinin arasından adayı görebildim. Seninle be nim odalarımız gibiydi. Yatak kapının solunda, duvara da yalı; yatağın başucunda da birileri vardı, ailesi kuşkusuz, annesiyle babası; içinde gizlenerek yalvaran, karşı çıkan ve tekme atan bir kabarıklık görebildiğİn yatağa doğru yatıştırıcı bir şeyler söylüyorlardı." "Yani bacaklarıyla tekme atıyordu mu demek istiyor sun ? " "Hem d e nasıl ama bir işe yaramadı, ölüm kutsamasını yaptılar. Rahip kıza doğru ilerledi, öbür ikisi de içeri girdi, kapıyı kapattılar. Bir an için kızın, yani Hujus'un başını çıkardığını gördüm; karmakarışık sarı saçlarını, rahibe ba kan renkleri yitmiş soluk, yuvalarından fırlamış gözlerini fark ettim , sonra tiz bir çığlık atıp yeniden yorganın altına girdi." Hans Castorp bir an sessiz kaldıktan sonra, "Bunu ba na şimdi mi söylüyorsun?" dedi. "Dün akşam neden anlat madığını hiç anlayamıyorum. Tanrım, öylesine direndiği ne göre gücü bayağı yerindeymiş. Güç ister bu. İyice hal sizleşmeden rahip çağırmamak gerekir." "Ama halsizdi," diye yanıtladı Joachim. "Sana birçok şey anlatabilirim; hangisinden başlayacağıını bilemiyo rum. Çok halsizdi zaten - ona öylesine güç veren korkuy du. Ö leceğini anladığı için çok korkmuştu. Çok genç oldu ğu için bağışlanabilir. Bazen yetişkinler de böyle oluyorlar ama bu bağışlanmayacak bir iradesizlik. Behrens onlarla nasıl başa çıkılacağını biliyor. Öyle vakalarda hangi ses to nunun işe yarayacağını da." Hans Castorp, kaşlarını çatarak, "Nasıl bir ses tonu ya ni? " diye sordu. "Yapmayın böyle, diyor - en azından geçenlerde birine demiş. Biz de, ölen adamı tutmak için orada olan başhem şireden öğrendik. Sonu geldiğinde çok kötü olay çıkarıp 73
ölmeyi kesinlikle reddedenlerdenmiş . Behrens atılıp , 'Zahmet olmazsa, böyle davranmayın ! ' der demez hasta sa kinleşip huzur içinde ölmüş." Hans Castorp eliyle hacağına bir tokat şaklattı, banka yasıandı ve gözlerini gökyüzüne dikti. "Bana bak, bu kadarı da fazla!" diye haykırdı. ''Adamın üstüne yürüyüp, böyle davranmayın, diyor. Hem de ölmek üzere olan birine. Can çekişen birine biraz saygı duymak gerekir. Öyle elini kolunu saHayarak yanına gidemezsin. Böyle birine kutsal bile denebilir, bence." "Ona bir şey demiyorum," dedi Joachim, "ama öyle zayıf davranmaya başlarsa . . . Hans Castorp, Joachim'in sakin karşı çıkışına hiç de yakışmayan bir şiddetle, "Hayır!" diye haykırdı. "Beni dü şüncemden vazgeçiremezsin . Ö lmek üzere olan bir insan, senin o, gülüp oynayan, paraları istif edip göbeğini büyü ten yontulmamışından çok daha saygın dır. Hayır, olamaz ! " Sesi, garip bir biçimde titremeye başlamıştı. " Öyle sana da ne, bana da ne gibilerinden gidip . . . " Sözleri bir gün önce kinin benzeri, derinlerden kopup onu kıvrandıran, durdu ramadığı bir gülme krizinin içinde yok olup gitti. Gözyaş larını zapt etmek için gözlerini yumdu. "Şşt," dedi Joachim ansızın, "sus ! " Fısıldayarak söyle mişti. Hala gülrnekten katılan kuzenini yavaşça sırtından dürttü. Hans Castorp gözyaşları arasında ona baktı. Yolun solunda bir yabancı görünmüştü. Bıyıklarının uçları iyice kıvrık, kumral, narin bir bey yukarıya doğru geliyordu. Pastel renkte kareli bir pantolon giymişti. Yan larına geldiğinde Joachim'le selamlaştı. Tam kıvamında net bir günaydın dedikten sonra durdu ; hastonuna da yanmış, ayakları çapraz haliyle zarif bir görüntü oluşturu yordu. "
74
Satana
Yaşını tahmin etmek zordu ama büyük bir olasılıkla, otuzia kırk arasıydı çünkü genç görünmesine karşın, şa kakları kırlaşmaya yüz tutmuş, gözle görülür oranda sey relen saçları, darlaşmış saç çizgisine doğru, iki yanda iki kavis oluşturarak döküldükleri için alnı daha da geniş gö rünüyordu. Ü stüne başına gelince; giysileri, şıklıkla uzak tan yakından ilgisi olmayan uçuk sarı renkte, kareli, bol bir pantolon ve tüylü bir kumaştan yapılma, geniş yakalı, kruvaze, biraz fazla uzun bir ceketten oluşuyordu. Boynu nu çevreleyen yüksek yakalığın kenarları yıkanmaktan yıpranmış, boyunbağı tel tel olmuştu; kol düğmesi gibi bir derdi de olmadığı anlaşılıyordu - Hans Castorp bunu, ce ketin kollarının bilekierin çevresinden yamru yumru aşağıya sarkmasından anladı. Buna karşın, karşılarında tam bir beyefendinin durduğundan kuşku yoktu; ya bancının yüzündeki uygar ifade ve duruşundaki hoş bile denebilecek rahatlıktı kuşkuya yer bırakmayan. Derbeder likle zarafetin karışımı, ayrıca gözler ve kabarık yumuşak bıyık, Hans Castorp'a, Noel zamanı, kentlerine gelip bir ez gi çaldıktan sonra, pencereden atılan paraları görmek için kadife gözleriyle yukarıya bakarak geniş kenarlı şapka larını uzatan yabancı çalgıcıları hatırlattı. 'Bu bir later nacı,' diye düşündü ve Joachim kalkıp onları tanıştırdığın da duyduğu adı hiç yadırgamadı. "Kuzenim Castorp, Bay Settembrini." Hans Castorp da, yüzünde hfıla aşırı neşenin izleri, ayağa kalktı ama İ talyan onları rahatsız etmek istemediği ni kibarca söyleyip oturmaları için ısrar etti ama duruşunu da bozmadı. Gülümseyerek kuzenleri, özellikle de Hans Castorp'u inceliyordu. Ağzının kenarındaki belli belirsiz bir çizgi, dolgun bıyığının çok hoş bir biçimde yukarıya doğru döndüğü yerin hemen altında alaycı bir ifadeyle kıv rılmış dudak garip bir etki yaratıyor ve sanki insanı aklını başına toplamaya ve canlanmaya öylesine çağırıyordu ki, Hans Castorp utandı ve hemen kendini toparladı. 75
Settembrini, "Beyler ne kadar da neşeli - haklılar da, haklılar da. Harika bir sabah ! Gökyüzü masmavi, güneş de gülümsüyor," dedi ve kolunun neşeli ve rahat bir hareke tiyle küçük sarımsı elini gökyüzüne kaldırırken aynı yöne yanlamasına bir bakış fırlattı. " İ nsan nerede olduğunu tü müyle unutabilir." Aksansız konuşuyordu ya da insan yabancı olduğunu ancak sözcükleri tek tek vurgulamasından anlayabiliyor du. Sözcüklere ses vermekten özel bir zevk aldığı belliydi. Onu dinlemek insana keyif veriyordu. "Ve beyefendi, bura da bize katılmak için yaptığınız yolculuk iyi geçti mi? " di ye sordu Hans Castorp'a dönerek. "Ve karara vakıf oldu nuz mu acaba? Demek istediğim, ilk muayenenin tatsız se remonisi bitti mi? " Yanıt almaya niyeti olsaydı susup bek lernesi gerekirdi çünkü bir soru sormuştu ve Hans Castorp yanıt vermeye hazırlanıyordu. Oysa yabancı, sorup soruş turmasını sürdürdü: "Ve iyi gitti mi? Neşenize bakılırsa . . . " bir an sustu ve ağzının kenarındaki kıvrım derinleşti, "in san bundan çelişkili sonuçlar çıkarabilir. Bizim Minos ve Rhadamanth sırtımza kaç ay yüklediler? " 'Sırtınıza yükle diler' lafı onun ağzından garip geliyordu. "Tahmin edeyim mi? Altı? Ya da hemen dokuz? Biliyor musunuz, hiç cimri değillerdir." Hans Castorp şaşkınlıktan güldü; bu sırada da Mi nos'la Rhadamanth'ın kim olduklarını çıkarmaya çalışı yordu. "Ne demek istiyorsunuz? Hayır, yanılıyorsunuz Herr Septem . . . " İ talyan, coşkuyla, "Settembrini," diye düzeltti ve şa kacı bir ifadeyle eğildi. "Herr Settembrini, özür dilerim. Hayır yanılıyorsunuz. Benim bir şeyim yok. Yalnızca kuzenimi birkaç haftalığına ziyarete geldim; bunu fırsat bilip dinieniyorum da." "Hay Allah, demek bizlerden değilsiniz? Sağlıklısınız ve burada, Odysseus'un gölgeler ülkesinde olduğu gibi ko nuksunuz? Anlamsız ölülerin bir hiç olduğu derinlere ine bilmek ne büyük yüreklilik." "Derinlere mi, Herr Settembrini? Ö zür dilerim ama siz 76
yukarıdakilere katılabilmek için tam beş bin ayak katet tim." "Size öyle gelmiştir. Sözüme güvenin, tam bir yanıl gıdır," dedi İ talyan elinin kesin bir hareketiyle. Joachim'e döndü ve, "Biz çok derinlere düşmüş yaratıklarız, değil mi teğmenim? " diye sordu. Böyle hitap edilmek Joachim'in pek hoşuna gittiyse de, bunu saklamaya çalışarak, ciddi yetle, "Gerçekten biraz kısıtlandık ama insan yeniden topar lanabilir, sanırım," dedi. "Toparlanacağınızdan kuşkum yok, siz aklı başında bir insansınız. Kesin, kesin, kesin," dedi Settembrini, üçünde de s'leri tıslayarak. Yeniden Hans Castorp'a döndü ve dilini aynı sayıda yavaşça şaklattı. Gözlerini yeni gele ne öylesine dikmişti ki gözleri görmez gibi boş bakar ol muştu. "Sahi, sahi, sahi," dedi gene üç kez, yüksek sesle ve s'leri vurgulayarak. Sonra gözleri yeniden canıandı ve ko nuşmasını sürdürdü: "Bizim gibi düşmüşlere bir süre si zinle beraber olabilme zevkini balışetmek için buraya ken di arzunuzia geldiniz. Ne hoş ! Ne kadar kalmayı tasarlıyor sunuz? Bunu kibarlık olsun diye sormuyorum, Rhada manth değil de, insanın kendisi karar verirse, sürenin uzunluğu ne olur çok merak ediyorum." " Üç hafta," dedi Hans Castorp biraz kendini beğenmiş bir umursamazlıkla; ona özenildiğini fark etmişti. "O Dio, üç hafta! Duydunuz mu teğmen? Ben buraya üç hafta için geldim, sonra da gideceğim demek biraz ka balık olmaz mı? Sizi aydınlatmama izin verirseniz, bizim haftayı zaman ölçüsü saymadığımızı söylemeliyim. Bizim en küçük birimimiz aydır. Biz büyük ölçüler kullanırız; gölgelerin ayrıcalıklarından biridir bu. Başka ölçülerimiz de var, tümü de eş nitelikte. Aşağıdaki yaşamda hangi meslekle iştigal ettiğinizi ya da daha doğrusu hangisine hazırlandığınızı sorabilir miyim? Gördüğünüz üzere bizim merakımızın sonu yok, merakı da ayrıcalıklarımızdan biri sayarız." Hans Castorp, " Önemli değil," dedi ve bilgi verdi: "Gemi mühendisi! Harika!" diye haykırdı Settembri77
ni. "Size temin ederim ki harika bu ama benim yetenekle rim başka bir yönde." "Herr Settembrini edebiyatçı," dedi Joachim, biraz sıkılarak "Alman gazeteleri için Carducci'yi anma yazısı yazdı. Carducci, biliyorsun ." Ve kuzeni ona, şaşkınlıkla, 'Carducci ile ilgili ne biliyorsun ? Allah bilir, benden fazla bir şey bilmiyorsundur,' der gibi baktığında, sıkılganlığı daha da arttı. "Evet, doğru ," dedi İ talyan. ''Yaşamı sona erdiğinde, vatandaşlarımza onun ne büyük bir ozan ve hür düşüneeli biri olduğunu yazma şerefine nail oldum. Onu tanırdım, kendimi onun öğrencisi bile sayabilirim. Bologna'da ayak larının dibinde oturdum. Sahip olduğum neşeyi ve kültürü ona borçluyum ama sizden söz ediyorduk - gemi mühendi si demek ! Biliyor musunuz, gözümde fark edilir biçimde büyüdünüz. Birdenbire karşımda, tüm iş dünyasının ve pratik dehanın temsilcisi oturur oldu." "Ama Herr Settembrini, ben yalnızca bir öğrenciyim. Daha yeni başlıyorum." " İ lk adım en zor adımdır. Adına layık olan her iş zor dur, değil mi?" "Bunun doğru olduğunu şeytan bile bilir," dedi Hans Castorp içtenlikle. Settembrini kaşlarını hızla kaldırarak, "Ve düşüncele rinizi desteklemesi için şeytanı bile çağırıyorsunuz. Sa tan'ın kendisini mi? Biliyor musunuz, yüce hocam ona bir ilahi yazmıştı." ''Mfedersiniz," dedi Han s Castorp, "Şeytan'a mı ? " "Şeytan'ın t a kendisine. Memleketimde belirli kutla malarda bile okunur. 'O salute, O satana, O ribellione, O forza vindice della ragione' . Harika bir şarkı ! Ama sanı rım siz Şeytan'ı kastetmediniz çünkü onun işle arası çok iyidir. Sizin kastettiğiniz , büyük bir olasılıkla öbürü korktuğu için işten nefret edeni, serçeparmağınızı bile ona uzatmamalısın deneni." Tüm bunların, zavallı Hans Castorp'un üzerinde garip bir etkisi olmuştu. İ talyanca anlamıyordu, geri kalanı da onun kendini rahat hissetmesini sağlamıyordu . Gün .
.
ışığında, sohbet edercesine konuşmasına karşın, bir pazar sabahı vaazı havası vardı söylediklerinde. Kuzenine baktı -kuzeni gözlerini yere indirdi- ve, ''Ah, Herr Settembrini, sözlerimi çok ciddiye alıyorsunuz. i nanın, Şeytan'a sözün gelişi değindim," dedi. "Birilerinin ruhu olmalı," dedi Settembrini, hüzün içinde gözlerini gökyüzüne çevirerek. Sonra yeniden can ıandı ve zarif bir biçimde konuyu değiştirdi: "Neyse, sözle rinizden, onurlu olduğu kadar, yorucu bir meslek seçtiği niz sonucunu çıkarmakta haklıyım. Tanrım, ben bir hüma nistim, bir homo humanus, ve çok saygı duymama karşın mühendislik işlerinden anlarnam ama sanırım, mesleğini zin kuramsal yönü berrak ve keskin bir zihin, işlevsel yönü de kusursuz bir insan gerektiriyor, öyle değil mi? " "Evet kuşkusuz. B u noktada size tartışmasız katılıyo rum," diye yanıtladı Hans Castorp, farkında olmadan biraz daha güzel konuşmaya çabalayarak. "Günümüzdeki bek lentileri muazzam. Ne kadar kesinlik gerektirdiğini insan anlamaya çalışmamalı, yoksa cesareti kırılır. Şaka değil ve insanın yapısı güçlü değilse, benim burada konuktan öte bir şey olmadığım doğru ama, yapıma da çok güçlü dene mez; çalışmak bana yarıyar desem yalan olur. Aslında işin beni yorduğunu söylemeliyim. Hiçbir şey yapmadığım za manlar kendimi daha sağlıklı hissediyorum." "Şimdi olduğu gibi mi?" "Şimdi mi? Burada yukarıda henüz çok yeniyim, sizin de anlayacağınız gibi, aklım biraz karışık." "Ya, karışık demek." "Evet, İyi uyumadım zaten, sabah kahvaltısında da neler yoktu ki, ama bugün yediklerimiz bana biraz ağır geldi, İ ngilizlerin dediği gibi, fazla 'rich' . Kendimi biraz gergin hissediyorum, özellikle de bu sabah puromdan zevk alamadığım için. Düşünün! Ciddi hasta olduğum za manların dışında hiç böyle olmam. Bugün tadı saman gibi. Atmak zorunda kaldım, zorlamanın anlamı yoktu. Sizin içip içmediğİnizi sorabilir miyim? Hayır mı? Öyleyse, be nim gibi gençliğinden beri bu denli severek içen biri için 79
ne büyük bir hayal kırıklığı ve rahatsızlık demek olduğu nu bilemezsiniz." "O alanda deneyimsizim," dedi Settembrini. ''Ama bu deneyimsizliği iyi bir çevreyle paylaşıyorum. Birçok soylu ve parlak zeka tütünden nefret etmiştir. Carducci de sev mezdi. Ama Rhadamanth sizi anlar. Kötü huyunuza onun da alışkanlığı vardır." "Hangi kötü alışkanlık Herr Settembrini! " "Neden olmasın? İ nsan bir şeyi gerçeğe uyarak, var gücüyle tanımlamalı. Bu yaşamı yüceltir ve yoğunlaştırır. Benim de kötü alışkanlıklarım var." ''Anladığım kadarıyla, Başhekim Behrens de puro uz manı. Hoş bir adam." " Öyle mi dersiniz? Ah, demek tanıştınız?" "Evet, şimdi , yürüyüşe çıkmadan önce. Bir tür konsültasyon oldu ama biliyor musunuz, sine pecunia. He men kansız olduğumu fark etti ve burada kuzenimin ya şantısını benimsernemi önerdi - halkonda uzun süre uzan mayı ve hatta ateşimi ölçmemi de." "Sahi mi? Harika!" diye haykırdı Settembrini havaya doğru. Başını geriye atmış, gülüyordu. "Sizin en büyük bestecinizin operası nasıl dı? 'Ben bir kuş avcısıyım, her za man neşe dolu, la la la.' Kısacası, çok eğlenceli. Siz de öne risine uyacaksınız, değil mi? Tartışmasız. Neden uyma yasınız ki? Bizim Rhadamanth, Şeytan'ın ta kendisidir. Gerçekten de 'her zaman neşeli' , bazen zoraki olsa da. Me lankoliye eğilimi vardır. Kötü huyu ona yaramıyor ama ter si olsa zaten kötü huy sayılmazdı. Tütün onu melankolik yapıyor. Bu yüzden bizim saygıdeğer başhemşiremiz sto kuna el koydu, ona her gün az az veriyor. Dediklerine göre bazen çalma dürtüsüne direnemeyip çalıyormuş, sonra da melankolik oluyormuş. Kısacası, şaşkın bir ruh. Başhemşi remizi tanıyorsunuz, değil mi? Hayır mı? Çok şey kaybet tiniz, onunla tanışmaya can atmarnanız büyük hata. Von Mylendonklardan beyim ! Medici Venüs'ünden tek farkı, tanrıçanın göğüslerinin olduğu yerde, bizimkinin haçının olması." 80
"Ha, ha, harika!" dedi Hans Castorp kahkahayı basa rak. "Adı Adriatica'dır." "Şimdi de bu!" diye haykırdı Hans Castorp. "Bu ola ğanüstü, von Mylendonk ve Adriatica; çoktan ölmüş gibi geliyor kulağa. Ortaçağı çağrıştıran bir tınısı var." "Saygıdeğer bayım," diye yanıtladı Settembrini, "bu rada, dediğiniz gibi 'Ortaçağ tınısı' veren çok şey vardır. Bana sorarsanız, bizim Rhadamanth'ın, bu fosili, dehşetler evinin başhemşiresi yapması sanat kaygısından. Sonuçta o da bir sanatçı. Bunu biliyor muydunuz? Yağlıboya resim yapar. Neden olmasın? Yasak değil, biliyorsunuz, herkese açık... Bayan Adriatica, kulak kabartacak olan herkese, hatta kabartmayacaklara bile, on üçüncü yüzyılın orta larına doğru, bir Mylendonk'un Ren Nehri'nin kıyısındaki Bonn'da bir manastırın başrahibesi olduğunu söyler. O da zaten, dünyanın ışığını, ondan az sonra ilk kez görmüş ol malı." "Ha, ha, ha. Ne kadar şakacı bir insansınız Herr Set tembrini." "Şakacı mı? Hınzır demek istiyorsunuz. Evet, biraz hınzırımdır," dedi Settembrini. "En büyük derdim hınzır lığımı böyle acınası nesnelere harcamak zorunda kalmam. Umarım, hınzırlığa karşı değilsinizdir mühendis bey. Be nim gözümde hınzırlık, karanlık ve çirkin güçlere karşı en pırıltılı silahtır. Hınzırlık beyim, eleştirinin ruhudur ve eleştiri ilerlemenin ve aydınlanmanın özünü sağlar." Ve sonra birdenbire, 'Yeni Çağın Babası' diye nitelendirdiği Petrarca'dan söz etmeye başladı. ''Ama bizim dinlenme zamanımız geldi," dedi Joachim önlem alarak. Edebiyat dünyasının adamı, o ana dek, sözlerine eşlik eden zarif el hareketleri oyununa Joachim'i kasteden bir yüz ifadesi de kattı ve, "Teğmenimiz bizi göreve çağırdığı na göre, gidelim. Yolumuz aynı - güçlü ve yüce Dis'in du varlarına, sağa doğru. Ah, Vergilius, Vergilius ! Beyler, kim se onu geçemez. Kuşkusuz, ilerlemeye inancım tam ama Vergilius'un, modern azanların hiçbirinin sahip olamayaBüyülü Dağ
8 1/6
cağı bir sıfatlar hazinesi vardı." Ve eve dönerlerken, İ tal yan aksanıyla Latince dizeler okumaya başladı ama onlara doğru gelen genç bir kız görünce sustu. Kasabadan bir kızdı, büyük bir olasılıkla, pek güzel de değildi. Çapkınca bir gülümsemeyle, "Tı, tı, tı," diye dilini şaklattı. ''Ay, ay, ay, la, la, la! Tatlı küçük şey, benim olur musun? Ah , bakın, kaygan ışıkta gözü nasıl da parlıyor! " diye -nereden oldu ğunu bir tek Tanrı'nın bildiği- bir de alıntı yaptı ve dönüp utanan kızın sırtına doğru bir öpücük yolladı. 'Çenesi amma da düşük,' diye düşündü Hans Castorp ve Settembrini çapkınlık krizini atıatıp yeniden sağa sola yergiler dağıtmaya başladığında da düşüncesinden vaz geçmedi. Başlıca hedefi Başhekim Behrens'ti. Ayaklarının büyüklüğüne değindi alaycı, sonra da, veremi olan bir prens tarafından kendisine verilen 'prens' unvanına taktı. Prensin davranışlarındaki skandal olabilecek nitelikteki değişiklik, ha.la vadide konuşuluyormuş ama Rhadamanth göz yummuş, hem de iki gözünü birden ! Katıksız bir prensmiş ! Acaba beyler, yaz mevsimini icat edenin o oldu ğunu biliyorlar mıymış? Evet, oymuş, başkası değil. Hiz mete ödül. Eskiden bu vadide yazları yalnızca sadıkların en sadıkları kalırmış ama sonra bizim mizah üstadı, şaş maz görüşüyle, bu tatsız durumun önyargının meyvesin den öte bir şey olmadığını anlamış ve en azından kendi ku ruluşu için, yaz tedavisinin, kış tedavisiyle aynı oranda salık verilmesi gerektiğini ve bu tedavinin çok yararlı, hat ta vazgeçilmez olduğu kuramını ortaya atmış ve kuramını, başka yöntemler yanında yazdığı popüler yazıları basma dağıtarak çevreye yaymayı da bilmiş. O zamandan beri de, yazın işler, kıştaki kadar iyi gidiyormuş. "Bir dahi !" dedi Settembrini. "Ne sezgi ama!" Sonra da, oradaki başka sa natoryumları ele aldı ve sahiplerinin kar anlayışlarını alay cı bir biçimde övdü. Bir de Profesör Kafka varmış ve her yıl karlar erimeye yüz tutunca, kalkıp gitmek isteyen has talar olurmuş ve işte o kritik zamanda, Profesör Kafka ansızın , aşağı yukarı bir hafta sürecek olan bir konsültas� yana çağrılır, o da, hastaları dönüşte taburcu edeceğine söz vererek gider ama altı hafta kalır, hastalar da bekler durur82
muş ; kuşkusuz hastaların hesaplarının kabardığını da unutmamak gerekirmiş . Bir kez, bir vakanın konsültasyo nu için Fiume'ye çağırmışlar ama o, tam beş bin İ sviçre Frankı almazsam gitmem diye tutturmuş ve ancak iki haf ta sonra gidebilmiş. Sonunda, 'celebrissimo' oraya gitmiş ama gidişinden hemen sonra hasta ölmüş. Dr. Salzmann'a gelince; o da, Profesör Kafka'nın şırıngalarını sterilize et mediğini ve hastalarına başka hastalıklar bulaştırdığını id dia ediyormuş. Gene Dr. Salzmann'a göre, lastik pençeler üzerinde kayar gibi yürürmüş ki ölüleri geldiğini anla masın. Buna karşın Profesör Kafka da, Salzmann'ın, hasta larından, 'asmaların keyif verici armağanın dan' aşırı oran da içmelerini istediğini -hesaplarını şişirmeyi göz önünde bulundurarak- ve bu yüzden insanların, verem yerine si rozdan, sinekler gibi telef olduklarını iddia ediyormuş. Ve, hiç durmadı. Hans Castorp , ağzından dökülen bu iftira selini gülerek, içtenlikle dinliyordu. İ talyan'ın, ak sandan eser olmayan, arı ve yerinde sözcüklerle akıcılık kazanan kendine özgü konuşması kulağı okşuyordu; hare ket eden dudaklarından çıkan her bir sözcük düzgün, ber rak ve yeni yaratılmış gibiydi. Okumuşluğun sağladığı her bir yapıda ve deyimde, sivri dilliliği kaçırmıyor, dilbilgisi kurallarından ve sözcük değişimlerinden bile büyük zevk alıyordu. Söylediklerini , açıkça anlaşılabilecek gibi aıtaya koyuyor ve rahatlığı karşısındakini de keyiflendiriyordu; bir kez bile dil sürçmesine izin vermeyecek kadar berrak bir zihni olduğu belliydi. "Ne hoş bir konuşmanız var Herr Settembrini," dedi Hans Castorp, "öylesine canlı ki, nasıl tanımlayabileceğimi bilemiyorum." "Elle tutulur gibi, değil mi? " diye yanıtladı İ talyan; bir yandan da hava seriniemiş olmasına karşın mendiliyle kendini yelpazeliyordu. "Aradığınız söz bu olmalı. Sanki elle tutabileceğiniz bir konuşma biçimim var, demek isti yorsunuz. Ama durun !" diye haykırdı. "Ne görüyorum ? Bi zim zebaniler gezmeye çıkmışlar. Ne manzara ama!" Gezmeye çıkanlar dönemeci arkalarında bırakmışlar dı. Ya Settembrini'nin gevezeliğinden ya yolun dikliğin83
den ya da Hans Castorp'un sandığı kadar sanatoryumdan uzaklaşmamış olduklarından -bir yoldan ilk kez geçmek, o yolu bilerek geçmekten daha uzun sürer- neden her ney se, dönüş yolu şaşılacak denli kısa sürdü. Settembrini hak lıydı: İ ki doktor, sanatoryumun arkasındaki açıklığı geçi yorlardı. Başhekim beyaz gömleği içinde, elini kolunu ha vada kürek çeker gibi saHayarak önden yürüyor, ha.Ia siyah gömleği üzerinde olan Dr. Krokowski de, hastane gelenek lerine göre, vizite sırasında şefinin arkasından yürümesi gerektiği için, şimdi kendinden daha da emin bir havada sağa sola bakışlar fırlatıyordu. ''Ah, Krokowski!" dedi Set tembrini. " İ şte, kadınların tüm gizlerine sahip olarak gidi yor. Lütfen, giysisinin incelikli simgeselliğine dikkat bu yurun. Üzerinde çalıştığı esas alanın gece olduğunu belirt mek için siyah giyiyor. Bu adamın kafasında bir tek dü şünce vardır, o da kirli bir düşünce. Nasıl oldu da bu adam dan söz etmedik, mühendis bey? Onunla tanıştınız mı?" Hans Castorp tanıştığını söyledi. "E, peki? Neredeyse onun da hoşunuza gittiğini "düşü neceğim." "Bilmiyorum, Herr Settembrini. Öylesine bir tanıştık. Ayrıca ben, insanlarla ilgili kararları çabuk vermem. İ n sanlara bakıp şöyle düşünürüm: 'Demek böylesin? İyi öy leyse."' ''Ama bu miskinlik," diye yanıtladı İ talyan. "Karar ve rin. Doğa size bunun için göz ve akıl vermiş. Benim hınzır ca konuştuğumu söylediniz ama ben bunu eğitim amacıy la yaptım. Biz hümanistlerin hepsinin kanında eğitmek vardır. Beyler, hümanizmle pedagoji arasındaki tarihsel bağ, onların psikolojik bağlantılarını kanıtlar yalnızca. Bir hümanisti eğitmenlikten yoksun bırakmamalı, bırakıla maz da, çünkü insanlığın onurunu ve güzelliğini sürdüren yalnızca odur. Karanlığın ve insan düşmanlığının olduğu dönemlerde, gençlere rehberlik yaptıklarını sanan rahiple ri o devreden çıkarmıştır ve o zamandan beri beyler, farklı türde bir eğitmen kesinlikle çıkmamıştır. Hümanistik eği time dayanan okulların -bana gerici diyebilirsiniz mühen84
dis , ama ilke olarak ve in abstracto, lütfen beni doğru an layın- şaşmaz destekleyicisi olmayı sürdürüyorum." Asansörde, konuşmasını sürdürdü ve ancak kuzenler, ikinci katta asansörden inince sustu. Joachim'in dediğine göre arkaya bakan küçük odasının olduğu üçüncü kata çıkıyordu. Hans Castorp, Joachim'e eşlik ederken, "Parası yok galiba," dedi. Joachim'in odası da, onun bitişikteki odası nın eşiydi. "Yok," dedi Joachim, "gerçekten yok ya da burada ida re edebilecek kadar var. Babası da edebiyatçıymış, biliyor musun, sanırım büyükbabası da." ''Anlaşılıyor," dedi Hans Castorp. "Hastalığı ciddi mi?" "Tehlikeli değil, ama bildiğim kadarıyla inatçı bir vaka ve yineliyor. Yıllardır varmış; bir ara buradan ayrılmış ama çok geçmeden geri dönmek zorunda kalmış." "Zavallı adam. Özellikle de çalışmaya meraklı olduğu na göre. Olağanüstü bir konuşmacı gerçekten, bir konudan başka bir konuya rahatlıkla geçiyor. O kıza gerçekten ayıp etti, bir an için utandım ama sonra, insan onuruyla ilgili sözleri muhteşemdi, söylev gibiydi adeta. Onunla sık sık beraber oluyor musunuz? "
Zihin Açıklığı
Ama Joachim zor zahmet guruldar gibi bir sesle karşı lık verebildL Masanın üzerinde, açık duran, astarı kadife, kırmızı deri bir kutunun içinden küçük bir derece çıkar mış ve cıvayla dolu ucunu ağzına sokmuştu. Dilinin altına sıkıca hastırdığı için, derecenin bir tarafı yanlamasına yu karıya kalkmıştı. Sonra, terliklerini ve tuniğe benzer ceke tini giyerek rahatladı, eline bir çizelge, bir kalem ve Rusça bir dilbilgisi kitabı aldı -mesleğinde işe yarayacağını um85
duğu için Rusça öğrendiğini söylüyordu- ve böylece dona nımını tamamladıktan sonra, balkondaki şezlonga uzandı ve devetüyü battaniyesiyle ayaklarını biraz örttü. Aslında buna hiç gerek yoktu çünkü son on beş daki kada bulut tabakaları giderek incelmiş ve güneş onların arasından öylesine yaz sıcaklığında ve öylesine göz kamaş tm(!ı bir Liçimde ortaya çıkmıştı ki Joachim, gözüne güneş gelmesin diye, şezlongun koluna takılmıı;, hünerli küçük bir alet sayesinde güneş ışınlarının geldiği açıya doğru dö: 2bilen beyaz keten güneşliği çevirmek zorunda kaldı. Hans C�;storp tu buluşu pek övdü. Joachim ateşini ölçene kada r ;_ , .:dem ek n;yetinde olduğu için bu arada, bu işlerin nasıl y:ıpıldığını \T€' halkonun bir köşesinde duran içi kürk k