Beynin Ötesi: Beden ve Çevre, Hayvan ve İnsan Zihnini Nasıl Şekillendirir [2 ed.] 9786051068442


126 99 9MB

Turkish Pages 298 [296] Year 2017

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Table of contents :
BEYNİN
ÖTESİ
İÇİNDEKİLER
TEŞEKKÜR
1. Bölüm
KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK
Kendi İmgemizde Yaratma
Zaten Bunlar Kimin özellikleri?
Taklit İnsanbiçimcilik, Asıl İnsanbiçimcilik ve Yönelimsel Duruş
însanbiçimciliği Akıllıca Kullanıyor muyuz?
Öngörü, Açıklama ve Tutumluluk
Evrimsel ve Bilişsel Tutumluluk
Evrimsel Hıtumluluk Neden "Hapishaneden Serbest Çıkış" Kartı Sayılamaz
... Ve Neden Bilişsel Tutumluluk da Bunlardan Biri Olmasın?
Boşluğa Dikkat
2. Bölüm
İNSANBİÇİMLİ HAYVAN
Canlıcılık' ve İnsanbiçimcilik
Cansıza Can Vermek
Düşünceler, Hisler ve Yüzler
Sosyallik Doğrultusunda Seçilme
Beynin Sosyal Yaşamı
3. Bölüm
KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ
Karınca Meseli
"İsviçreli Robotlar"
Eş Seçimi Beyin Gücü Gerektiriyor mu?
Basit Mekanizmalarla Karmaşık Davranışlar
4. Bölüm
PORTİA ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI
Uzun ve Dolambaçlı Yolu Seçmek
örümceğin Gözü
Ava Götüren Yolun Bulunuşu
El Yordamıyla İlerleme
Küçük Beyinlerle İlgili Büyük Soru
5. Bölüm
NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?
İçgüdü ve Zekâ
Gördüğümüz Şekliyle Dünya
Uzun ve Kısa Davranış Kontrolü
Fil (Yaşlı Dişi Fil) Asla Unutmaz...
Hemen Zulaya
6. Bölüm
PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ
Olanaklılıklar ve Davranışın Döngüselliği*
Kontrol Altında Ttıtmak
Yanılsama Olarak Çevre
Arayan Bulur
Algı İçin Eylem
Gibson ve "Zihinsel Olanın Reddi"
7. Bölüm
METAFORÎK ZİHİN ALANLARI
Yapay İnsanmerkezci Zekâ
Alternatif Beyin Metaforları?
Buhar Çağına Geri Dönüş
Zamanlama (Hemen Hemen) Her Şeydir
8. Bölüm
ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK
Anlamın Tatlı Kokusu
Esas Olan Kaos
Her Şey Her Zaman Göründüğü Gibi Değildir
Dünyada Varoluş
9. Bölüm
EYLEMDEKİ DÜNYA
Bedeni Geri Getirmek
Hızlı, Ucuz ve Kontrolsüz
Gevşek Bir Şekilde Kenetlenmiş Paralel Süreçler
Tempoya Uyma
Beynin Yükünü Hafifletmek
Gözler Üstesinden Geliyor
Uygun Kumaştan dokunmak
"Kartezyen Hastalığı"Yenmek
10. Bölüm
BEBEKLER VE BEDENLER
Bedenlerimizde Yaşamayı öğrenmek
Emekleme, Yürüme, Uzanma, Düşünme?
Kavramlar Olmadan mı?
Multimodalite Harika Bir Şey
Eşenerjilik ve Fazlalık
Bebekler ve Diğer Hayvanlar...
Bilişsel Bir Kaynak Olarak Dil
11. Bölüm
GÖKYÜZÜNDEN DAHA GENİŞ
Beden Şemasının Yayılması
Yayılmaya İtirazlar
Mnemonik Fare (ya da Onun Mnemonik Evi)
Gerçek Bilişsel Sistem Bir Âdım Öne Çıkabilir mi Lütfen?
SON SÖZ
KAYNAKÇA
Recommend Papers

Beynin Ötesi: Beden ve Çevre, Hayvan ve İnsan Zihnini Nasıl Şekillendirir [2 ed.]
 9786051068442

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

ÖTESİ Beden ve Çevre, Hayvan ve İnsan Zihnini Nasıl Şekillendirir

LOUISE BARRETT

2547 | ALFA | BİLİM | 63 B E Y N İN Ö T E S İ Beden ve Çevre, Hayvan ve İnsan Zih n in i N a sıl Şekillendirir?

LOUISE BARRETT L ethbridge Ü niversitesi (Kanada) Psikoloji B ölü m ü n d e profesör olan Louise B arrett, Baboons kitabının yazarıdır. Ayrıca Cousins [Kuzenler], Walking unth Cavemen [Mağara Adamıyla Yürümek], Human Evolutionary Psychology [İnsan Evrimsel Psikolojisi] ve Evolutionary Psychology [Evrimsel Psikoloji] kitaplarının ortak yazar­ larındandır.

İLKAY ALPTEKİN DEMİR A rnavutköy A m erikan Kız K olejindeki lise eğitim inden son­ ra İstanbul Ü niversitesi T ıp Fakültesinde başladığı tıp eğitim ini B rüksel Ö z g ü r Ü niversitesinde bitirdi. M esleki, sosyal ve p obtik çalışmaları çerçevesinde, çoğu farkh adlarla öm ü r boyunca çevi­ riler yaptı. Son 17 yıldır çeşitli tıp yayıncıkğı şirkederine İngilizce ve Fransızca tıbbi kitap ve m akale çevirisi yapıyor.

Beynin Ötesi © 2013, ALFA Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Beyond The Brain © 2011, Princeton University Press

Kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajans aracılığıyla Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.'ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında hiçbir yöntem le çoğaltılamaz.

Yayıncı ve G enel Yayın Y önetm eni M. Faruk Bayrak G enel M ü d ü r Vedat Bayrak Yayın Y önetm eni Mustafa Küpüşoğlu D izi E d itö rü Kerem Cankoçak R edaksiyon O nur Doğan K apak T asarım ı Uğur Uluç Sayfa T asarım ı Mürüvet Durna

ISBN 978-605-106-844-2 1. Basım: Şubat 2014 2. Basım: Ağustos 2017

Baskı ve Cilt

Melisa Matbaacılık ÇiftehavuzlarYolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa-İstanbul Tel: 0(212) 674 97 23 Faks: 0(212) 674 97 29 Sertifika no: 12088

Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Alemdar Mahallesi Ticarethane Sokak No: 15 34410 Cağaloğlu-İstanbul Tel: 0(212) 511 53 03 Faks: 0(212) 519 33 00 www.alfakitap.com - [email protected] Sertifika no: 10905

BEYNİN ÖTESİ Beden ve Çevre, Hayvan ve İnsan Zihnini Nasıl Şekillendirir

LOUISE BARRETT Çeviri İlkay Alptekin Demir

ALFA I BİLİM

Gary'nin anısına...

İÇİND EKİLER

TEŞEKKÜR, 9 1. BÖLÜM: KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK Insanbiçimciliğin Sakıncası Ne? Kendi İmgemizde Yaratma İnsanbiçimciliği Akıllıca Kullanıyor muyuz? Evrimsel Tutumluluk Neden "Hapishaneden Serbest Çıkış" Kartı Sayılamaz ... ve Neden Bilişsel Tutumluluk da Bunlardan Biri Olmasın Boşluğa Dikkat

11 13 14 21 26 28 31

2. BÖLÜM: İNSANBİÇİMLİ HAYVAN Canlıcılık ve İnsanbiçimcilik Sosyallik Doğrultusunda Seçilme

34 36 48

3. BÖLÜM: KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ Karınca Meseli Basit Mekanizmalarla Karmaşık Davranışlar

57 60 76

4. BÖLÜM: PORTİA ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI Uzun ve Dolambaçlı Yolu Seçmek Küçük Beyinlerle İlgili Büyük Soru

78 83 93

5. BÖLÜM: NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ? İçgüdü ve Zekâ Gördüğümüz Şekliyle Dünya Uzun ve Kısa Davranış Kontrolü

94 96 105 113

6. BÖLÜM: PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ Olanaklılıklar ve Davranışın Döngüselliği Kontrol Altında Tutmak

123 124 130

Yanılsama Olarak Çevre Arayan Bulur 7. BÖLÜM: METAFORİK ZİHİN ALANLARI Yapay İnsanmerkezci Zekâ Buhar Çağına Geri Dönüş Zamanlama (Hemen Hemen) Her Şeydir

132 136 147 151

165 170

8. BÖLÜM: ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK Anlamın Tatlı Kokusu Esas Olan Kaos Her Şey Her Zaman Göründüğü Gibi Değildir Dünyada Varoluş

176 179 181 186

9. BÖLÜM: EYLEMDEKİ DÜNYA Bedeni Geri Getirmek Beynin Yükünü Hafifletmek Uygun Kumaştan Dokunmak

195 195 209 216

10. BÖLÜM: BEBEKLER VE BEDENLER Bedenlerimizde Yaşamayı Öğrenmek Emekleme, Yürüme, Uzanma, Düşünme? Multimodalite Harika Bir Şey Bilişsel Bir Kaynak Olarak Dil

222 223 229 235 245

11. BÖLÜM: GÖKYÜZÜNDEN DAHA GENİŞ Beden Şemasının Yayılması Mnemonik Fare (ya da Onun Mnemonik Evi) Gerçek Bilişsel Sisten. Bir Adım Öne Çıkabilir mi Lütfen?

248 252 261

Son Söz, 279 KAYNAKÇA, 281 DİZİN, 299

191

271

TEŞEKKÜR

Dağıtık biliş' yaklaşımının taraftarıysanız, kitap yazmanın güzel yanı, size savunduklarınızı uygulama olanağı sunmasıdır. Woodrow Wilson'un deyişiyle erişebildiğim bütün beyinleri ödünç al­ masam bu kitap hiç yazılamazdı, ödünç aldığım beyinlerin bir bölümü diğer kitaplara ve makalelere dağılmış durumda, ama başkalarının beyinlerini kaynak olarak kullanmanın daha bedenlenmiş" bir yolu da var ve ben uzmanlık ve bilgilerini benimle yüz yüze paylaşmaktan büyük mutluluk duyan çok sayıda akıllı ve coşkulu kişiyle aynı ortamı paylaştığım için çok şanslıydım. Öncelikle Princeton'daki editörlerime, projenin tamamlanma­ sına eşlik eden Alison Kalett'e ve işin başında yola koyulmamı sağlayan Robert Kirk ve Sam Elvvorthy'ye teşekkür ediyorum. Ki­ tabın yazımı gereğinden çok uzadı -üç editörden de geçebilmeyi bu sayede başardım- ve editörlerimin sabrına, yararlı tavsiyeleri­ ne ve muazzam hoşgörülerine minnettarım. Lethbridge Üniversitesinde bedenlenmiş biliş dersimi alan öğ­ rencilerime de teşekkür etmem gerekiyor; onların düşünceleri, fi­ kirleri, yorumlan ve önerileri sayesinde bu kitabın okur açısından benim kendi başıma kotarabileceklerime göre daha erişilebilir ve daha ilginç hâle geldiğini umuyorum. Özellikle de Kerri Norman, Michael Amirault, Stacey Vine, Stefanie Duguay, Clarissa Foss, Eric Stock, Kevin Mikulak, Beverley Johnson, Andy Billey, Danielle Marsh, Alena Greene, Nicole VVhale-Kienzle, Joseph Vanderfluit, Amanda Smith, Brad Duce, Brett Case, Joseph Mac- Donald, Kevin Schenk, Mecole Maddeaux-Young, Jordon Giroux, Shand Watson, Joel VVoodruff ve Ben Lovvry'ye teşekkür ediyorum. "

d istrib u te d cognition -çn. em bodied -çn . 9

Kitabın çeşitli bölümlerini ve taslaklarım okuyan ve yorumla­ yan dost, öğrenci ve meslektaşlarım April Takahashi, Tom Rutherford, Carling Nugent, Natalie Freeman, Graham Fastemak, Doug Vanderlaan, Shannon Digweed, Craig Roberts ve John Lycett'e de çok teşekkür borçluyum. Princeton'da taslağı okuyan iki anonim okuyucuyu da anmak isterim. Gerek bu gerekse farklı birçok ko­ nuda yürüttüğümüz sohbetler için John Vokey ve Drew Rendall'a da teşekkür ederim. Son taslağın bütününü okuyan ve kapsamlı yorumlar sunan Robert Barton, (taslağı birçok kez okuyan) John Granzovv ve Sergio Pellis çok özel teşekkürlerimi hak ediyorlar. Rob ve Serge son­ suz bir cömertlikle şeytanın avukatı rolünü üstlenip aşırılıklarımı dizginlememe yardım ederlerken, John'un bedenlenmiş ve dağı­ tılmış her şeye duyduğu büyük coşku öteki yöne fazla eğilmemi önledi. Üçünden de mükemmel bazı fikirler aldım ve dikkatli ve yapıcı eleştirileri sayesinde kitapta sunulan görüşlerin daha an­ laşılır ve daha açık seçik ifade edilmesi mümkün oldu; bütün bun­ lar için kendilerine sonsuz minnettarım. Elbette kitapta buluna­ bilecek diğer hatalardan benim sorumlu olduğum açık. Son taslağın düzeltmesini yapan Shellie Kienzle, Kuzey Amerika'da bazı kaşların kalkmasına neden olabilecek İngiliz de­ yimlerine dikkatimi çekmek de dâhil olmak üzere nefis bir iş çı­ kardı. Princeton'da Lauren Lepow parlak redaksiyonuyla metnin önemli ölçüde düzelmesini sağladı, Stefani Wexler beni metnin son hazırlık aşamaları konusunda bilgilendirdi, Dimitri Karetnikov da kendisine sunduğum çok zayıf bazı örnekler ve istekleri­ mi çapraşık tarzda dile getiren açıklamalar temelinde çizimleri hazırladı. Gerçek bir dost olduğunu kanıtlayan ve cömertçe Noel tatilinin bir bölümünü bana ayırarak dizini hazırlayan Deanna Forrester'ı özellikle anmak isterim. Her biriyle çalışmak benim için büyük bir zevkti. Peter Henzi kitabın tek bir satırım bile okumadı, ama buna gerek de yoktu; bitmez tükenmez sözlü saldırılarıma tahammül etmek zorundaydı ve bunu büyük bir incelikle ve güler yüzle ger­ çekleştirdi. Aynca beni sıcak yemeklerle besledi, yedirdi, içirdi ve zaman zaman verandada oturup güneşlenmenin, hoş olmanm ötesinde zorunlu da olduğunu hatırlattı. Bunların hepsi için ken­ disine çok minnettarım. 10

1. Bölüm

K END İM İZİ R ESM İN DIŞINDA TUTMAK

Şahsen ben hiç değilse şempanzelerin gelecekteki ihtiyaçları için plan yaptıklarım, otonoetik' tipte bir bilince sahip o l­ duklarını düşünüyorum.

-M athias Osvath, BBC News, 9 M art 2009*12 Yalnızca Bush'u görüyordum ve adeta gözümün önünde bir karartı gibiydi.

-M ııntazer al-Zaidi, Guardian, 13 Mart200SP

Mart 2009'da Current Biology dergisinde dünya çapında çok sa­ yıda habercinin dikkatini çeken kısa bir araştırma raporu yayım­ landı.3 Mathias Osvath'm bildirisinde Kuzey İsveç'teki Furuvik Hayvanat Bahçesinde kapatıldığı bir adada yaşayan 31 yaşındaki şempanze Santino'nun on yıldır her sabah hayvanat bahçesi açıl­ madan önce adasını çevreleyen hendeğin dibinden taş topladığı, bunları adasının insanlar tarafından görülebilen bir noktasına yığdığı ve sabah boyunca heyecanlı ve saldırgan bir ruh hâliyle bu taşlan ziyaretçilere fırlattığı anlatılıyordu. Erişebildiği doğal taşlar azaldıkça, Santino'nun kapatıldığı yerin tabanından çimen­ to parçalan kopararak kendine silah da yaptığı bildiriliyordu. Osvath'a göre Santino'nun bu taşlan ihtiyaç duyacağı zamandan önce, sakince, kararlılıkla ve sistemli bir şekilde "depolaması'' tar­ tışmasız bir geleceği planlama kanıtıydı. Eskiden beri geleceği planlama, "otonoetik bilinç" gerektiren insana özgü bir nitelik kabul edilir. Osvath "kendini bilen" anlamı­ na gelen otonoetik terimini "gözlerinizi kapattığınızda iç dünya-

1 2

noetik: zihinsel faaliyetle ilgili -çn. http://new s.bbc.co.U k/2/hi/7928996.stm . http://w w w .guardian.co.uk/w orld/2009/m ar/13/Joum alist-shoe-bush-jail

3

Osvath (2009).

BEYNİN ÖTESİ

hayli öğretici. Santino'nun davranışı "insan benzeri" bir iç dün­ yaya sahip olmasına yoruluyor, ama hendeklerle çevrili bir adada kilit altında yaşadığı hâlde saldırgan eğilimleri geri dönüşsüz bir ameliyatla denetim altına alınıyor. Bütün bunlar, insan benzeri bilişsel becerilerine rağmen, kimsenin Santino'dan yaptıklarının neden can sıkıcı olduğunu anlamasını ya da davranışlarını insan davranış standartlarının gerektirdiği gibi denetim altına alması­ nı beklemediğini ortaya koyuyor. Aslına bakarsanız hiç kimsenin Santino'yu gerçek anlamda insan benzeri bir varhk saymadığı belli ve ona ne ölçüde bizimkine benzer bir "iç dünya" atfedebile­ ceğimiz de açıklık kazanmış değil. Suçumuz Santino'nun depola­ ma davranışını seçip ayırmak ve yalnızca bu davranışa "insanbiçimci yaklaşmak" olamaz mı? Elimizde dünyaya tam da bizim gibi baktığına işaret eden doyurucu kanıtlarımız olduğundan değil de, yalnızca davranışı bize çok tanıdık geldiği için mi ona insan dü­ şünceleri atfediyoruz? Dünyaya insan odaklı yaklaşmamız sonu­ cunda daralan bakış açımız, Santino gibi hayvanların davranış­ larının gerçek nedenlerini -ayrıca birçok türün davranışını neyin yönettiğini- keşfetme şansını kaçırmamıza mı yol açıyor? Ben bütün bu sorulara evet yanıtı veriyorum ama kendimi daha iyi ifade etmemde yarar var. Bence gündelik yaşamımızda diğer hayvanlara insani nitelikler atfetme eğilimimizin hiçbir sa­ kıncası yok. Tersine. Köpeklerimizin bizi sevdiğini düşünmek ve tıpkı bizim onlan görmekten mutlu olduğumuz gibi onların da bizi görmekten "mutlu" olduğunu varsaymak kendimizi daha iyi hissetmemizi sağladığı gibi, aslında köpeklerin de yararına ve bu sayede köpeklere daha iyi bakılıyor ve daha iyi davranılıyor. Kaldı ki köpeklerin sahipleriyle kuvvetli ve sadık bağlar kurdukları ve evden uzak olduğumuzda bizi özledikleri de doğru. Ama bunla­ rın hiçbiri onların bize bakışının bizim onlara bakışımızla aynı olduğunu kanıtlamıyor. Bilimsel açıdan hayvanların işleyişini anlayabilmek için, birbiriyle bağlantılı üç nedenle insanbiçimci bakışımızdan vazgeçmemiz gerekiyor.

Kendi İm gem izde Yaratma Birincisi insanbiçimci bakış açısı çoğu zaman bilimsel soruları­ mızın yalnızca kendi kaygılarımızı yansıtan sorular olmasına yol 14

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

açıyor. Büyük beyinli, ileriye dönük planlar yapan, kendinin far­ kında, temel aritmetikten anlayan, dil becerilerine sahip hayvan­ lar olarak, bu niteliklerin her birini bir cevher sayma eğilimi gös­ teriyoruz: bunlar bize öylesine hizmet ediyor ve birbirinden farklı ve yararlı öylesine çok şeye (tekerlek, matbaa, buharlı makine, bil­ gisayar, eve yemek servisi) ulaşmamıza olanak veriyor ki, kolayca bu niteliklerin ya da bunların öncüllerinin diğer hayvanlara da yararlı olacağını varsayıveriyoruz. Dolayısıyla onlarda bu özel­ likleri arıyoruz, kendi takıntılarımızı onların takıntısı sayıyoruz ve onların bu melekelerini tartıp değerlendiriyoruz. Merkeze in­ sanı koyan bu bakış açısı insanbiçimci eğilimlerimizle birleşiyor ve sonunda insan benzeri becerilerin söz konusu hayvanda ger­ çekten yararlı bir amaca hizmet edip etmeyeceğine bakmaksızın, elimizde olmadan hayvanları insana özgü ölçütlerle yorumlamış oluyoruz. Bu tutumun zararlı etkilerini en belirgin bir biçimde bilim­ sel araştırma bulgularını bildiren medya haberlerinde görmek mümkün, örneğin BBC Haber Sitesinde yayımlanan son haber­ lerden birinde9 bitkilerin "düşünebildiği ve hatırlayabildiği" ve bizim kendi sinir sistemimizdeki elektriksel iletime benzer bir yolla yapraktan yaprağa bilgi aktardığı iddia ediliyordu. Habere "düşünce" ve "bellek" sözcüklerinin belki de harfi harfine yorum­ lanmaması gerektiği fikri serpiştirilmiş olsa da, aslında mecazi bir yorum bile sorunlu; Ferris Jabr'ın belirttiği gibi10 benzetme isabetli olmaktan uzak11 ve bitkilerde gerçekten hayvanlardaki 9

Gill,V. (2010). Plants 'can think and remember.' 14 Temmuz, http://www.bbc. co.uk/news/10598926. 10 Jabr, F. (2010). Plants cannot 'think and remember', but there's nothing stupid about them: they're shockingly sophisticated (Bitkiler 'düşünemez ve anımsayamaz', ama bu hiç de aptal odüklan anlamına gelmez: şaşırtıcı ölçü­ de karmaşık bir yapılan vardır). 16 Temmuz. http://www.scientificamerican. com/blog/post.cfm?id=plants-cannot-think-and-remember-bu-2010-07-16. 11 Bu bilimsel makalede ışıkla tek bir yaprak uyanldığında iletim kanallannı saran özgül hücreler (bundle-sheath cells) tarafından bitkinin bütününe iletilen zincirleme biyokimyasal reaksiyonlar başladığı gösteriliyor. Maka­ lede bunun hayvan sinir sistemlerindeki sinyal İletimine benzetilebileceği belirtiliyor. "Bellek" bileşenine gelince, bitki karanlık bir ortama yerleştiril­ diğinde bile bu reaksiyonların birkaç saat daha sürmesinin, bitkinin adeta önceki uyarıyı "anımsadığı" izlenimini yarattığı ileri sürülüyor. Oysa Jabr’ın belirttiği gibi, bu bir su havuzuna taş atıldıktan sonra dalgalanmaya devam 15

BEYNİN ÖTESİ

gibi bir "sinir sistemi" olduğu doğrultusunda bütünüyle yanlış bir izlenim yaratıyor. Jabr'm belirttiği gibi, bitkiler hayret verici bir sürü şeyi başarabilen son derece donanımlı organizmalar; onlara kendilerinde bulunmayan ve ihtiyaç duymadıkları insan benzeri bilişsel kapasiteler atfettiğimizde bitkilere haksızlık etmiş olu­ ruz. Bu aslında diğer organizmaları bizimkilerle eşleşen yeti ve kapasiteleri olduğu ölçüde ilginç sayma fikrini güçlendiriyor. Bu konuda verilebilecek daha da sinir bozucu bir örnek "so­ lucanlarda" (özellikle de Platynereis dumerilii adındaki deniz kurtçuğunda) insan benzeri bir beyin bulunduğu" haberi.12 As­ lında bu çalışmada diğer omurgasız hayvanların beyin benze­ ri yapılarında ve memeli korteksinde bulunan "mantar cisim­ cikleri" adındaki bazı hücre tiplerine deniz kurtçuklarında da rastlandığı gösteriliyor. Bir başka deyişle, çalışma omurgasız ve omurgalı beyin dokusunun ortak bir öncülü olması gerek­ tiğini, iki grubun ortak atasındaki bu yapının 600 milyon yılı aşkın bir süre içinde evrildiğini ortaya koyuyor. Solucanlarda insan benzeri bir beynin bulunduğunu iddia etmek bu bilimsel makalenin kendi mantık silsilesini tümüyle geriye götürüyor ve bütün beyin evriminin özel olarak insan benzeri beyinler yaratmak amacıyla yönlendirildiği gibi yanlış bir izlenime yol açıyor. Meslektaşım John Vokey'in belirttiği gibi, bu bulgula­ rı şu ya da bu yönüyle insan beyniyle ilişkilendirmek, deniz kurtçuklarında bilateral simetri olduğunu gösterip,13 ardından da solucanlarda insan biçimine rastlandığını ilan etmek kadar saçma. Yine bu haberde de, üzerinde durmayı hak eden başlı başına ilginç bir buluş, diğer varlıkların bize benzedikleri öl­ çüde ilginç oldukları görüşü etrafındaki garip takıntımız tara­ fından rehin alınıp çarpıtılıyor.

eden suyun b ir şeyler h a tırlad ığ ın ı söylemeye benziyor. h ttp ://w w w .sd e n tific am eric an .co m /b lo g /p o st.c fm ?id = p la n ts-ca n n o t-th in k -an d -re m em b erbu-2010-07-16. 12 Viegas, J. (2010). H um an-like b ra in found in w orm (Solucanda in sa n b e n ­ zeri b ir beyin olduğu bulundu. 2 E ylül http://new s.discovery.com /anim als/ w orm -hum an-brain.htm l. 13 K ahaca söylersek, bedenini uzu n lam asın a ikiye böldüğünüzde iki yarının b irb irin in aynı olm ası. 16

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

Zaten Bunlar Kimin özellikleri? însanbiçimci yaklaşımın sorunlu olmasının ikinci nedeni de iki tarafı keskin kılıç olması ve her iki yönde de hataya yol açabilme­ si. İnsana ait nitelikleri diğer hayvanlara atfetme hatası yaygın bir sorun olmakla birlikte, (insanbiçimcilik kavramının ayrılmaz bir parçası olarak) hangi niteliklerin tam anlamlıyla "özgün in­ san niteliği" olduğunu bildiğimizi varsaymak ve bunların bize "ait" olduklarını öne sürerek bu niteliklerin diğer hayvanlarda bulunamayacağını kesin bir dille ileri sürmek de eşit ölçüde ha­ talı sonuçlara yol açabilir.14 Nitekim bu bağlamda "insanbiçim­ cilik" (antropomorfizm) terimini kullanmak bile insanın çok özel olduğunu, aslında "hak etmeseler" bile "diğer varlıklara atfetmek­ ten kendimizi alıkoyamadığımız bir sürü özgün nitelikle dolup taştığını"15 ima ediyor. însanbiçimci bakış açısının yol açtığı bu sorunların her iki­ si de baskın insanmerkezciliğimizden' kaynaklanıyor: kendimizi hayvanlar âleminin bir üyesi değil, her şeyden önce insan sayı­ yoruz; böyle yapınca da kendimizi hepsinden yüksek bir yere yer­ leştirerek karşılaştırmada onların kaçınılmaz bir biçimde bizim gerimizde kalmalarına neden oluyoruz.16Gişe rekorları kıran Avatar filmini düşünün: Pandoralı nazik Naviler doğayla bütünüy­ le uyum içinde yaşıyorlar ve organizmaların hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğunu takdir ediyorlar. Yine de "Tsahaylu" -sinir sistemleri arasında derin bağ- oluşturmak üzere (sinir sisteminin insan saç örgüsüne benzeyen dış bölümünü oluşturan) "nöral kuy­ ruklarının" sinir benzeri filizleriyle diğer Pandoralı hayvanların dış nöral kamçıları birbirine dolandığında, düşünceleriyle diğer hayvanların davranışını denetim altında tutanlar hep Naviler ve bunun tersi hiç gerçekleşmiyor. Peki neden böyle oluyor? Görün­ düğü kadarıyla bunun nedeni Pandora'da yaşayan bütün canlılar arasında insana en benzeyenin Naviler olması (ve filmde her şey bol bol sergilendiği hâlde Navi yaşamının kendine özgü bu yönü hiç açıklanmıyor. Anlaşılan denetimi elinde tutanların Naviler ol­ 14 lyler (2003). 15 Tyler (2003), s. 274. 16

a n tro p o san trizm -çn. Tyler (2003). 17

BEYNİN ÖTESİ

ması gerektiği öylesine aşikâr ki bunu açıklamaya bile gerek yok; antropolojide kullanılan terimlerle bu "işaretlenmemiş bir kate­ gori"). Bu türden bir insanmerkezcilik "özel" saydığımız niteliklerle bakışımızı daralttığı için, doğadaki yerimizi gerektiği gibi değer­ lendirmemizi de önlüyor. Yine Santino'ya dönelim. Santino'nun davranışı ileriye dönük planlama ve otonoetik bilinç kanıtı olarak ele alınmıştı. Bu da kendi bilişsel yetilerimizin belirgin karmaşık­ lığını sorgulamak yerine, onu kendimizde bulunduğunu düşün­ düğümüz yüksek yetiler düzeyine çıkarmamız sonucunu doğur­ muştu. Oysa eğer Santino'nun bizimkinin üçte biri büyüklükte bir beyinle kendi geleceğini planlama yetisine sahip olduğu doğruy­ sa, bu yetinin insan benzeri bir özellik olmadığını, genel olarak kuyruksuz maymunlara özgü bir yeti olduğunu öne sürmek de eşit ölçüde doğru -hatta belki de evrimsel açıdan daha geçerli- bir önerme olurdu. Daha açık söylemek gerekirse, bu Santino'nun bi­ zim gibi "özel" olduğu anlamına gelmezdi, bizim kuyruksuz may­ munlara daha yakın, daha sıradan olduğumuz anlamına gelirdi. Taklit İnsanbiçimcilik, A sıl İnsanbiçim cilik ve Yönelimsel Duruş Son olarak, insanbiçimciliğin sorunlu olma nedenlerinden biri de hayvanlara insana özgü nitelikler atfetmenin, çoğu zaman hayva­ nın davranışı ve psikolojisi konusundaki açıklamalarımızın anla­ mı konusunda karışıklığa yol açması. Biraz daha açarsak, genel­ likle belli bir davranışın neden evrildiğini (tablonun bütünü açı­ sından bu davranışın neden evrildiğini, yani hayvanın sağkalım ve çoğalma yetilerini nasıl güçlendirdiğini) tartışan işlevsel adı verilen açıklamalarla, bu davranışın şimdi burada ortaya çıkma­ sına yol açan (hayvanın belli bir anda belli bir davranışı yapması­ na neden olan) "yakın" fiili mekanizmalara ilişkin açıklamalar bir­ birine karıştırılıyor, tik türden açıklamalarda test edilebilecek hipotezler oluşturmak amacıyla (ihtiyatla) insanbiçimci bir dil kullanmak pekâlâ akla uygun olabilir. Bir davranışın bireyin gen­ lerini gelecek kuşaklara geçirme şansını (bu uyum başansı* ola­ Fitness; gûnliik kullanımda sağlıklı olma anlamına gelen bu terim, genetik biliminde uyum başansı terimiyle karşılanıyor -çn. 18

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

rak bilinir) neden artırdığını bilmek istiyorsak, "Ben bir sıçan/ yarasa/bonobo olsam, bu sorunu çözmek için ne yapardım?" soru­ sunu sormak işe yarayabilir. Çünkü neyse ki doğal seçilim meka­ nizması da davranışları optimumlaştırırken, çoğu zaman tam da böyle sezgisel yaklaşımlardaki gibi işliyor. John Kennedy'nin The New Anthropomorphism (Yeni insanbiçimcilik/ kitabında belirt­ tiği gibi:17 Gözlemlediğimiz herhangi bir davranışın temel nedenle­ rini saptamanın bizi çok memnun ettiğine hiç şüphe yok. Biz kendimiz sürekli niyetler üzerinden düşünen yönelimsel varlıklar olduğumuzdan, karşımızdaki hayvanın davranışlarına "anlam verebilmek" için "niyetinin ne ol­ duğunu" bilme isteğiyle dolup taşıyoruz. Doğal eğilimimiz gereği başkalarının hep bir nedenle hareket et­ tiğini varsaymak, doğal seçilimin nasıl olup da belli davranışları olan hayvanlan ortaya çıkardığını anlamamızı kolaylaşUnyor. Bir başka deyişle bu bir metafor: Doğal seçilim sürecine inançlan, arzulan ve planları olan bir kişi gibi yaklaşıyoruz. Ama davranış­ larla ilgili evrimsel açıklamalarla bu davramşlan ortaya çıkaran yakın fizyolojik ve psikolojik mekanizmalara ilişkin açıklamalar arasında yaptığımız her patinajda insanbiçimcilik araya sızıveriyor. örneğin erkek kurbağalann bir eşin dikkatini çekmek "iste­ diklerini" ve bu bağırtının dişileri baştan çıkaracağım "bildikle­ ri" için bir su birikintisinin kenannda oturup bütün gece bağınp durduklannı söylerken, "istemek" ve "bilmek" sözcüklerini bütü­ nüyle mecazi anlamda kullanıyoruz. Bizim bütün söylediğimiz, bağırtılan duyulan erkeğin çiftleşme şansı, sesi çıkmayan bir er­ keğe göre arttığı için doğal seçilimle bağırtının kayınldığı. Ama bu erkek kurbağalann sözcüğün gerçek anlamında eş "istedikleri­ ni" "bildikleri", eşin dikkatini çekmek için bağırmalan gerektiğini "anladıklan" ve bağmrlarsa mutlaka bir dişi kurbağanın ortaya çıkacağına "inandıklan" anlamına gelmiyor. Bu varsayımlann her­ hangi birini ileri sürmek aslında bize ait olan bir "yakın" mekaniz­ mayı kurbağaya atfetmek anlamına geleceği için insanbiçimcilik 17 Kennedy (1992). 19

BEYNİN ÖTESİ

olurdu.18 Önceki ifadeyi -bağıran kurbağaların eşleri cezbetmede daha başanlı olmaları nedeniyle evrim sürecinde kayınldığı görüşünü- destekleyen kanıtlar, bize herhangi bir akşamüstü su birikintilerinde erkek kurbağa bağırtılarına yol açan mekanizma­ ların özgül doğasma ilişkin kanıt ya da veri sağlamıyor. Evrimsel açıklamalarda insanbiçimci dilin mecazi anlamda kullanılmasına gönderme yapan bu türden bir "taklit insanbiçimcilikle", elimizde hiçbir kanıt olmaksızın bir hayvanın o anki güdülerinin bizimki­ lerle aynı olduğunu varsayma eğilimimize gönderme yapan "asıl insanbiçimcilik" arasında açık bir ayrım yapmamız gerekiyor.19 Taklit insanbiçimcilik "yönelimsel duruş"20 olarak bilinen fel­ sefi yaklaşıma çok benziyor. Bu yaklaşıma göre, bir organizmaya "sanki" "niyetleri" -onu belli bir şekilde davranmaya iten insani inançları ve arzuları- varmış gibi yaklaşarak davranışlarını daha iyi tahmin edebiliriz. Biraz önce belirttiğimiz gibi, bunun nede­ ni de doğal seçilim sürecinin mecazi anlamda eş "arzuluyor" ve onları cezbetmek için bağırmak "istiyor" şeklinde nitelendirebi­ leceğimiz davranışlara sahip hayvanları ortaya çıkarması. Daha da önemlisi, bunlar "gerçek" ve "baştan sona geçerli"21 örüntüler; nitekim yönelimsel duruşu böylesine etkin bir biçimde kullana­ bilmemiz de bu sayede mümkün oluyor; yani işlevsel yaklaşımla hayvanlara evrimsel bağlamda bazı inançlar ve arzular atfetmek bize özgü basit bir hüsüükuruntu ya da naif insanbiçimcilik an­ lamına gelmez, bize hayvan davranışı örüntülerinin örgütleniş biçimine ait olguları ortaya çıkaran başarılı bir strateji sunar. Yukarıda da üzerinde durduğumuz gibi, dünyayı anlamak için yürüttüğümüz son derece insanca ve yüksek düzeyde zihinsel ni­ telikteki çabalarımız evrimin ürünleriyle örtüştüğü için, bizim dışımızdaki hayvanların davranışlarını da tahmin edebiliyoruz. "Yönelimsel duruş" fikrini geliştiren filozof Daniel Dennett bu kavramı "Doğa Ananın, yani evrimin bu düzenlemenin serbestçe dalgalanan gerekçesini onaylayan öngörüsüz kör zekâsı" şeklinde tanımlıyor.22 18 19 20 21 22

Kennedy (1992). Kennedy (1992). Dennett (1989). Dennett (1989). Dennett (2006). 20

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

Bununla birlikte, taklit insanbiçimcilikte karşılaştığımız so­ runların yönelimsel duruşta da aynen karşımıza çıkabileceği (bunlar aslında aynı şey olduğu için bunun elbette böyle olacağı) açıkça görülmeli: davranışı öngörmek onu açıklayabilmek anlamı­ na gelmez. Nitekim Dennett bu sorunu açıkça kabul ediyor ve ona "yorum mesafesi" -bir organizmanın ne yapacağım öngörülebilir şekilde bilmekle, bunun nedenini bilmek arasındaki uçurum- adı­ nı veriyor. Bu mesafenin varlığını her zaman aklımızda tutmaz­ sak, bir hayvana bazı inanç ve arzular atfederek davranışlarını doğru tahmin edebildiğimize göre, hayvanın gerçekten bu inanç ya da arzulara sahip olduğunu gösterdiğimiz sonucuna varmamız çok kolay ve bu çok da baştan çıkarıcı. Oysa bizim bütün yaptığı­ mız davranışı adlandırmaktan ibaret; hayvanın belli koşullarda belli bir davranışı ortaya koymasının ardında yatan mekanizmayı saptamış ya da açıklamış değiliz.23 Bunu başarmak için tahminin ötesine, açıklamaya geçmemiz gerekiyor, bu da bambaşka bir yak­ laşımı gerektiriyor.

însanbiçimciliği Akıllıca Kullanıyor muyuz? Hayvanların belli tercihleri olduğunu varsaymanın işim izi kolaylaştırdığı durumlarda, bizim onlar hakkındaki düşün­ celerimiz onların düşündüğünü kanıtlamaz.

-P atrick Bateson

İnsanbiçimci eğilimlerimiz çoğu zaman konuyla ilgili evrimsel soruları ve olası yanıtlan saptamamıza yardım ettiği için, hayvan çalışmalarını insanbiçimcilikten bütünüyle arındırmaya çalışma­ mız gerekmiyor (aslında bunu başaramıyoruz da).24 Ama sorulan nasıl sorduğumuz ve dili kullanış tarzımızın ne anlama geldiği konusunda daha derin düşünmemizde yarar var. Diğer hayvanla­ rın davranışlarını betimlerken insan diline başvurmak zorunda olduğumuz için insanbiçimci terimler kullanmaktan kaçmamayız, ama bu dili daha özenli kullanarak aslında bir sorunun evrim sü­ recinde nasıl çözüldüğünden mi söz ediyoruz yoksa hayvanın bu 23 24

B lum berg ve VVasserman (1995) bunu "nom inal fallacy" (nom inal yanılgı) o la­ ra k adlandırır. Kennedy (1992). 21

BEYNİN ÖTESİ.

sorunu çözmesini sağlayan somut fizyolojik ve psikolojik araçları mı kastediyoruz, işte bunun açıkça anlaşılmasını sağlayabiliriz. Doğal seçilimin hiyerarşik konumlarını korumak "istedikleri" için en büyük kızlarını tımar etmeye "karar veren" dişi babunlan kol­ ladığını okuduğumuz zaman, biz kararlarımızı böyle aldığımız için dişi babunun da bilinçli olarak böyle karar verdiğini -yani bir dizi seçeneği dikkatle ve bilinçli bir şekilde tartıp bunu seçtiğinidüşünmeye doğru kaymak çok kolay: nitekim yeterince uzun süre seyrederseniz bazen dişi babunlar size yaptıklarının gerçekten bu olduğu izlenimi verecektir. Ama elimizdeki tek veri belli bir davra­ nış ve onun uyum başarısı sonuçlarıysa, aslında yalnızca evrimin bu dişileri kolladığım, çünkü böyle davranan dişilerin soyundan gelen babun sayısının bu stratejiyi izlemeyenlerden genellik­ le daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Dişi babunun kafasından neler geçtiğini hiç bilemeyiz. Dişinin davranışı konusunda tah­ minde bulunurken başvurduğumuz kendi "halk psikolojimiz" bize babunlann birbirlerini anlamada kullandıkları "halk psikolojisi­ ni" de anladığımızı varsayma hakkını vermez. Tımar davranışının nasıl evrildiğini ya da uyum başarısını neden artırdığını değil de, belli bir anda bir dişi babunun neden bir diğerine tımar yaptığını anlamak istiyorsak, hayvanın davranışını araştırmaya olanak ve­ recek farklı bir dizi soruya ve araca başvurmamız gerekir.

Öngörü, Açıklama ve Tutum luluk Bu konunun üzerinde biraz fazlaca duruyorsam, bunun tek ne­ deni, "insanbiçimcilik karşıtı" olduğu varsayılan bu türden du­ ruşlara yöneltilen eleştirilerin çoğunda karşı çıkılan görüşlerin aşın uçlara çekilmesi. Hayvanlardaki zihinsel yetilere eleştirel yaklaşanlara25 verilen standart yanıtlardan biri, bizim dışımız­ daki hayvanlara düşünce ve duygu atfetmeye karşı ileri sürülen görüşlerin kaçınılmaz bir biçimde bu hayvanlann zihinsiz otomatonlar, robotlar, boş kutular, basit uyaran-tepki makineleri gibi ele alınması anlamına geleceği.26Karşı durulan görüş içi böyle bo­ şaltılarak kolayca çürütülüyor, sonra da mantıklı bir kişinin böyle ' Parsimoni ya da en yalını yeğleme (İlkesi) -çn. 25 örn.., Heyes (1998). 28 öm..,deW aal(2001), s. 65-71. 22

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

düşüneceğine inanılmadığı belirtiliyor: Hayvanlardan bu yetileri neden esirgemek istiyorlar? Yoksa kendi hayvani doğalarından mı korkuyorlar? Mağrurca kendilerinin hayvanlar âleminin geri kalanından daha üstün olduklarım mı varsayıyorlar? Bir sonraki adım da kanıtlama sorumluluğunu bizim zihinlerimizle hayvan­ larınki arasında benzerlik olmadığını ileri sürenlerin sırtına yük­ lemek. Frans de Waal'in sözleriyle:27 Hayvanların makineler olmadığını, onların bize otomas­ yonlardan [metinde aynen böyle] daha fazla benzediğini kabul ettiğimiz anda, "insanyadsımacılığı"* [insanlarla hayvanlar arasında ortak özellikler olabileceğini a priori yadsımak] imkânsız hâle gelir ve insanbiçimcilik kaçı­ nılmaz olur. Zaten insanbiçimcilik mutlaka bilime aykırı değildir. Oysa bu ifade aşırı insanbiçimci bir duruşa karşı öne sürülebile­ cek görüşlerin basit bir karikatüründen ibaret. Her şeyden önce "bilişsel süreçler", "bilişsel olmayan" uyaran-tepki makineleriyle ya da "otomatonlarla" karşılaştırılarak yanlış bir ikilem yaratı­ lıyor. Kabaca söylersek, duyusal girdilerin davranışsal çıktılara dönüştüğü her süreç "bilişsel" sayılabilir, dolayısıyla da uyarantepki mekanizmasının da meşru bir "bilişsel” süreç sayılması ge­ rekir.28 Hayvanların bizim gibi düşünce ve duygulan olduğu var­ sayımının alternatifi hayvanlarda hiçbir bilişsel süreç olmaması değildir. Daha akla uygun bir varsayım olarak, pekâlâ organiz­ manın davranışlarının sahip olduğu sinir sisteminin özelliklerini yansıtan (ve bilişsel/psikolojik süreçleri de kapsayan) fizyolojik süreçler tarafından yönetildiği, bu sinir sisteminin organizmanm sahip olduğu beden tipini yansıttığı, bu beden tipinin de içinde yaşadığı ekolojik niş tipinden etkilendiği söylenebilir. Bunun an­ landı bir önerme olduğunu kabul edersek, diğer hayvanlara insan­ biçimci yaklaşmak, sapkın bir ahlaki duruş ya da insanmerkezci kibir nedeniyle değil, bu hayvanların farklı bedenlere ve farklı si­ nir sistemlerine sahip olmaları ve farklı habitatlarda yaşamaları 27 De Waal (2001) s. 71. ' anthropodenial -çn. 28 Ancak daha sonra göreceğimiz gibi bilişsel süreçleri ayırt etmenin yegâne yolu bu değil. 23

BEYNİN ÖTESİ

nedeniyle uygunsuz hâle gelir. Bu da davranışları görünürde şu ya da bu açıdan bizimkine benzese bile bunlan üreten mekaniz­ maların aynı olması gerekmediğini (ve daha sonra göreceğimiz gibi bunların mutlaka psikolojik mekanizmalar olmayabileceğini) gösterir. Aynı şekilde, diğer hayvanlan anlamaya çabalarken oluştur­ duğumuz hipotezlerde yalnızca insanbiçimci terimler kullanırsak ve "Kedi, yarasa ya da ayı olsam ne yapardım?" sorusunu sormakla yetinirsek, kültürel davranışlarımız ve ahlaki kodlarımız bu sü­ reçte engel oluşturacağı için, geniş bir yelpazede test etme olana­ ğı bulamayız. Yeni yavrulamış bir dişi farenin yüz yüze kaldığı so­ runu ele alalım. Süt üretimini artırmak için yeterince beslenmesi, ama aynı zamanda dışanda yiyecek ararken bir avcı tarafından yenmekten kaçınması gerekir. Kendimizi dişi farenin yerine koy­ mamız, dişilerin yuva dışında yiyecek aramayı avcılarının ortada olmadıkları zamanlarla sınırlandırmaları ya da yiyecek depo ede­ rek yuvada daha uzun süre kalmaları gerektiğini tahmin etmemi­ ze yardım edebilir. Ama nörobiyolog Mark Blumberg'in dile ge­ tirdiği gibi,29 bu türden insanbiçimci bir yorumla yaşamsal önem taşıyan besinleri almanın bir yolu olarak dişinin yavrularının anüsünü yalaması ve dışkı ve idrarını içmesi gerektiği hipotezini geliştirmek mümkün olmaz; oysa dişi farenin benimsediği strateji tam da budur.30

Evrim sel ve B ilişsel Tutumluluk însanbiçimcilik savunucularının, en azından insanları diğer pri­ matlarla karşılaştırırken bu türden akıl yürütmeleri savuşturmak için kullandıkları taktiklerden biri, ısrarla bunlar arasındaki ev­ rimsel yakınlığı vurgulamak. Frans de Waal, evrimsel açıdan in­ sanlar kuyruksuz maymunlara -özellikle de şempanzelere- çok yakın olduğu için, şempanzede bize benzeyen bir davranış gö­ rürsek bu davranışın altında benzer bilişsel süreçler yattığını varsaymamızda herhangi bir sakınca olmaması gerektiğini öne sürüyor. Yazar "şempanze kuzenlerimizden yalnızca 7 milyon yıl Blumberg (2007). Gubemick ve Alberts (1983). 24

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

önce ayrıldığımız göz önüne alındığında, birbirine benzeyen dav­ ranışları ortaya çıkaran süreçlerin insanlardaki süreçlerin aynısı olduğunu varsaymak tutumluluk ilkesine daha uygun bir olası­ lıktır" diyor.31 Başvurulan ikinci taktik de bilişsel tutumluluğa gönderme ya­ pılması. Bu taktikte bilişsel açıdan görece yalın bir öğrenme tipi olan "bağlantılı öğrenmeyi" (örneğin davranışların farklı bileşen­ leri arasındaki öğrenilmiş uyaran-tepki bağlantı zincirini) temel alan açıklamaların, çürütmeyi amaçladıkları bilişsel açıdan daha karmaşık "temsili" açıklamalara göre daha az tutumlu çözümler olduğu ileri sürülüyor.32 Dikkat ederseniz, burada da önce "bağ­ lantılı öğrenme" ile "biliş" süreci arasında yanlış bir ikilem ya­ ratılıyor: oysa bağlantılı öğrenme kendi başına bir mekanizma değil, "bilişsel" mekanizmaların hiç değilse çoğunun başlıca özel­ liklerinden biri; dolayısıyla bir şeyin (a) "bağlantılı öğrenmenin" bir sonucu mu, yoksa (b) "bilişsel" mi olduğunu sormak işimize yaramaz, çünkü burada yapılan mantıksal tipleri birbirine karış­ tırmaktan ibaret. Bilişsel tutumluluk taraftarları önce "bağlantılı öğrenmeyle" "bilişsel süreçleri" böyle hatalı bir şekilde birbirin­ den ayırıyorlar, sonra da eğer söz konusu olan yalnızca bağlantılı mekanizmalarsa, karmaşık bir davranışı açıklamak için gerekli bağlantı zinciri aşın uzun olacağı için, rastlantısal olaylann hep aynı sırada birbirini izleme olasılığının çok azalacağı ve sonun­ da görece karmaşık bilişsel (ve genellikle açıkça insanbiçimci) bir mekanizmayı temel alan açıklamalarla karşılaştınldığında, bağ­ lantılı açıklamaların çok daha az tutumlu olacağı sonucuna vanyorlar.33 Bu taktiklerin ikisini de kullanan de Waal, "zengin bir iç dünyaya"34 işaret eden davranış kanıtlan bulunan bir hayvanın aslında gerçekten de bu özelliklere sahip olduğunu kabul etme­ nin daha akla uygun olduğunu öne sürüyor; nitekim zavallı Santino konusunda öne sürülen iddia tam da bu. Bu daha tutumlu bir açıklama olabilir, ama hedefimiz gerçekten bu mu? Bir açıklama­ 31 32 33 34

De W aal (2001), s. 71. Bu görüş için bkz., örn.., B ym e ve Bates (2006). Bym e ve B ates (2006). DeVVaal (1997, 2005). 25

BEYNİN ÖTESİ

nın basitliği, tek başına o açıklama lehine bir üstünlük sayılamaz. Bence asıl soru şu: bu duruşu benimsediğimiz zaman bilimsel anlayışımızı güçlendiriyor muyuz? Aşağıdaki nedenlerle bundan kuşkuluyum.

Evrimsel Hıtumluluk Neden "Hapishaneden Serbest Çıkış" Kartı Sayılamaz önce evrimsel tutumluluk konusunu ele alalım. Bir kere genelde birbiriyle daha uzaktan ilişkili türlerle karşılaştırıldığında, birbiriyle daha yakından ilişkili türlerde bilişsel süreçlerin daha benzer olduğu hipotezi evrimsel süreçlerin doğası gereği bütü­ nüyle mantıklı bir görüş. Ama bunun test edilmesi gereken bir hipotez olduğunu kabul etmek zorundayız; bunun doğru olduğu­ nu varsaymakla yetinemeyiz. Birincisi zihnimizin nasıl çalıştığı konusundaki içebakışımızın, mutlaka zihnimizin nasıl çalıştığı­ na yol gösteren doğru bir kılavuz olması gerekmez. Aslında karar alma süreçlerimiz bilinçli kendini izleme sürecimizin düşündür­ düğünden daha basit olabilir.35 Eğer öyleyse, insanbiçimci yak­ laşımlarımız iki misli hatalı olacaktır: önce kendi bilişsel me­ kanizmalarımızı anladığımızı varsayacak, sonra da mükemmel olmaktan uzak olan bu hatalı modeli diğer türlere atfedecektir. Davranışı psikolojimizin kılavuzu olarak kullanmaya bağlı, bu­ nunla ilişkili bir başka sorun da davranışın birden çok meka­ nizmayla açıklanabilmesi ve belli bir anda tek başına davranışı gözlemleyerek bu mekanizmalardan hangisinin çalıştığını söyle­ menin genellikle çok güç olması.36 Bir başka türde gördüğümüz bir davranış pekâlâ -bir b'âşka kişiye düşünce ve inanç atfetme ya da ileriye dönük planlama gibi- tipik bir insan becerisiyle uyumlu olabilir, ama farklı psikolojik mekanizmaları temel alan açıklamaları bütünüyle dışlayanlayız. Peki bu durumda bir dav­ ranışı, kendi davranışımıza ilişkin mükemmel olmaktan uzak an­ layışımız kılavuzluğunda doğru yorumladığımızdan nasıl emin olabiliriz? Hele elleri değil de yüzgeçleri olan ya da ayaklarını

36 36

VVilson (2004). VVilson (2004). 26

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

da kollan gibi kullanan ya da dünyada ekolokasyonla37 dolaşan hayvanlar söz konusu olduğunda bu çok daha güç olmaz mı? Evrimsel tutumluluğu temel alan görüşler ileri sürerken dik­ katli olma gereğinin bir başka nedeni de şu: dünya üzerinde ya­ şamın 4 milyar yıldır sürdüğü göz önüne alındığında 7 milyon yıl oldukça kısa olabilir, ama bu yine de önemli bazı evrimsel değişiklikleri mümkün kılacak ölçüde uzun bir zaman dilimi. Çok sayıda başarılı özellik zaman içinde korunmuş olsa da (örn. ekmek mayası ve insanlar, şekeri bütünüyle aynı biyokimyasal mekanizmalarla sindirirler), evrim aynı zamanda çeşitlilik ya­ ratan bir süreç, örneğin insanların ve şempanzelerin Y kromo­ zomları üzerine yapılan çalışmalarda, "toptan yenilemenin çok önemli bir tema olduğunu," iki tür arasında gerek yapı gerekse gen içeriği açısından muazzam farklılıklar bulunduğunu düşün­ düren sonuçlar alınıyor.38 Bu gibi bulgular göz önüne alındığın­ da, görece kısa zaman dilimleri söz konusu olduğunda bile tür­ lerin kapasiteleri arasındaki evrimsel farklılıklarla ilgili diğer hipotez seçeneklerini de dikkate almakta yarar var. Nitekim 2,5 milyon yıl önce gezegende babunlar (Papio) diye bir tür yoktu, oysa bugün Afrika'nın farklı bölgelerine dağılmış, oldukça dik­ kat çekici davranış farklılıkları gösteren en az 5 alt tür bulunu­ yor.39 Gerek bunlar, gerekse Y kromozomlarında görülen farklı­ lıklar, bizi şempanzelerden ayıran 7 milyon yılda her iki türün soyunda biliş süreciyle ilgili olanlar da dâhil olmak üzere her özellik açısından önemli boyutlarda evrimsel değişiklik gerçek­ leşme olasılığı bulunduğunu varsaymanın eşit ölçüde mantıklı olduğunu düşündürüyor. Çalışan belleği düşünün. Şempanzelerin bir TV ekranında kısa süreyle gösterilen bazı sayı dizilerini tekrarlamalarını gerektiren görevlerde çok üstün oldukları gösterildi. Test edilen insanlardan farklı olarak, şempanzeler doğru diziyi tekrarlamayı şaşırtıcı bir hızla ve etkileyici bir doğrulukla başarıyorlar.40 Şempanze so­ 37 38 39 40

Yankıyla yer bulma Hughes vd. (2010). Henzi ve Barrett (2003); Henzi ve Barrett (2005); Barrett (2009). Inoue ve Matsuzawa (2007). Şu adresten video klip izlenebilin http://www. youtube.com/watch?v=nTgeLEWr614. Ancak daha sonra Silberberg ve Kearos (2009) aradaki bu farkın yapılan alıştırma miktanna bağlı olabileceğini 27

BEYNİN ÖTESİ

yunda çalışan bellek kapasitesinin insan soyundan farklı seçilim baskılarına maruz kaldığı açıkça görülüyor, peki bu neden diğer psikolojik mekanizma tipleri açısından geçerli olmasm?

... Ve Neden Bilişsel Tutumluluk da Bunlardan Biri Olmasın? Bu da bizi yeniden bilişsel tutumluluk konusuna götürüyor. Hay­ van psikolojisinde "tutumlu" açıklama terimi birçok yöne çekile­ bilir. Bu kısmen on dokuzuncu yüzyılın hayvan psikologu Convvy Lloyd Morgan'ın ünlü "yasasının" nasıl yorumlandığını yansıtır: Psikolojik merdivenin daha alt basamaklarından birinde yer alem bir eylemin sonucu olarak yorumlanması müm­ kün olan hiçbir eylem daha yüksek bir psikolojik meleke­ nin sonucu olarak yorumlanamaz.41 Bu yasa, Ockham'ın usturası olarak bilinen "gereksiz yere karma­ şık varsayımlarda bulunmayın" şeklindeki genel ilkeye ya da genel­ likle anlaşıldığı şekliyle, bir fenomenin en basit açıklaması doğ­ ruya en yakın olanıdır anlayışına çok benziyor. Morgan'ın yasası genellikle hayvan psikolojisine uygulanmış "tutumluluk ilkesi" olarak ele almıyor, dolayısıyla da daima olguları açıklayan olası en basit psikolojik açıklamayı kabul etmemizi önerdiği varsayılıyor. İlginçtir, böylesine geniş kabul görmesine rağmen bu hatalı bir yorum.42 Morgan'ın özellikle belirttiği gibi, basitlik bir açıkla­ manın doğruluk ölçütü olmamalıdır, çünkü "değişimin nedenleri­ ni katı bir biçimde tutumluluk yasasına [aynen böyle] uyduğunu söyleyebilecek kadar iyi tanımıyoruz."43 Morgan kendi yasasını bunun yerine geliştirmişti ve amacı diğer hayvanların bizden çok farklı duyusal kapasiteleri olduğunu ve dünyayla çok farklı bi­ çimlerde yüz yüze geldiklerini, dolayısıyla da onların davranış­ larının bizimkine benzer psikolojik mekanizmalardan kaynaklan­ gösterdiler. Şempanzeler kadar uzun süre alıştırma yapmalarına fırsat veri­ len insanların onların doğruluk düzeyine ulaştığı bildiriliyor. 41 Morgan (1894). 42 Morgan'ın yasasının bir başka yanlış yorumu için bkz. Costall (1993) ve Wozniak (1993). 43 Morgan (1890), s. 174. 28

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

dığını varsaymadan önce olası diğer bütün seçenekleri dışlamaya çalışmamız gerektiğini vurgulamaktı. Elde bu gibi nitelendirme­ leri destekleyen bağımsız kanıtlar bulunması koşuluyla,44 başka hayvanlara "yüksek melekeler" atfedilmesi Morgan'ı rahatsız et­ miyordu ve sırf ilkesel nedenlerle en basit açıklamaya bağlı kal­ mak gerektiğini düşünmediği de açıktı. Bu noktalarda oldukça net olduğu hâlde, Morgan'm yasası sık sık yanlış yorumlanarak tam da böyle katı bir tutumluluk yak­ laşımını savunduğu sonucuna varılıyor, ama tutumluluktan ne kastedildiği de çoğu zaman kişiden kişiye değişiyor. Yukarıda be­ lirttiğimiz gibi, altta yatan psikolojik mekanizma basit olsa bile bağlantılı öğrenmeye ilişkin görüşlerin dolambaçlı niteliği bu gibi açıklamaları tutumlu saymaya pek olanak vermeyebiliyor. Buna karşılık, önerilen psikolojik karmaşıklık düzeyi açısından pek o kadar tutumlu olmamakla birlikte "bilişsel" stratejilerin uy­ gulanıp gerçekleşmesinin uzun rastlantısal bağlantı zincirlerine göre daha kolay olduğu düşünülebiliyor. Dolayısıyla aslında "bağlantılı-bilişsel" karşıtlığında her iki taraf da basitlik temelinde tutumluluk ilkesinin kendi görüşünü desteklediğini öne sürebi­ lir. Oysa sormamız gereken soru şu: kimin için daha basit? Kendi halk psikolojimize hitap eden terimlerle açıklanan bir davranışın bize daha basit geldiği, onu kolayca anlayabildiğimiz açık, ama bu söz konusu açıklamanın daha dolambaçlı bir yol gerektirebile­ cek daha basit bir mekanizmaya üstün olduğu anlamına mı gelir? Hiç de değil. Morgan'm bizzat belirttiği gibi, onun önerdiği yasayı insanbiçimci bir yaklaşımla uygularsak yolumuzu şaşırabiliriz: [Slöz konusu ilkeyi benimseyerek, fenomenlerin en basit açıklamasına gözlerimizi kapatıyor olabiliriz. Hayvanla­ rın görece yüksek düzeydeki etkinliklerini akıl yürütme ya da entelektüel düşüncenin doğrudan sonucu olarak açıklamak, onları tek başına zekâ ya da sağduyu deneyi­ minin karmaşık sonucu olarak açıklamaktan daha basit değil midir? Kuşkusuz, çoğu zaman daha basit görüne­ cektir. Birçok kişiyi bu görüşü benimsemeye yönelten de görünürdeki basitliktir. Ama bir açıklamanın basitliği onun doğruluğunun ölçütü sayılamaz. Organik dünya­ nın doğuşunu doğrudan yaratıcı iradeyle açıklamak, bu 44 Morgan (1894). 29

BEYNİN ÖTESİ

doğuşu dolaylı evrim yöntemi aracılığıyla açıklamaktan çok daha basittir.45 Yani uzun bir bağlantılı yanıtlar zinciri gözümüze daha dolam­ baçlı, insanbiçimci açıklama daha basit görünse bile yalnızca bunlara dayanarak İkincinin gerçekten daha büyük bir olasılık olduğu sonucuna varamayız. Morgan'ın belirttiği gibi, organik dünyanın varoluşunu Tanrı tarafından 6 günde yaratıldığı varsa­ yımıyla açıklamak, uzun, yavaş, dolambaçlı evrim sürecinin bir sonucu olarak ele almaktan çok daha basit, ama ilk açıklamayı İkinciye tercih etmek için hiçbir neden yok. Ne denli ağır aksak görünse ve tutumluluktan ne denli uzak olsa da, birçok becerinin öğrenilmesinde ve karmaşık davranışların gelişmesinde izlenen yol tam da böyle uzun bağlantı zincirleri olabilir. Bir başka ifadeyle, burada tutumluluk yalnızca dikkatleri da­ ğıtmaya hizmet ediyor. Tartışmayı şu ya da bu yönde sonuçlan­ dırmaya olanak vermiyor. Oysa varsayımlarla yetinmeyip, dışan açılmamız ve hipotezleri test etmemiz gerekiyor. Hem basit, hem de karmaşık mekanizmalarla ilgili hipotezleri titizlikle ve muğ­ laklıktan kaçınarak test etmezsek, karmaşık bir açıklamanın doğ­ ru olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyiz (bu gibi açıklamalara karşı çıkanların bağlantılı öğrenmenin gücünü çok küçümsediği düşünüldüğünde bunun önemi daha da artıyor; örneğin bağlantılı öğrenme süreçlerinin yazılı metnin anlamını kavrayan nöral ağlar oluşturdukları gösterildi).46 Bu konuyla ilgili bir nokta da bilişsel adı verilen davranışlar yorumlanırken, neredeyse kaçınılmaz bir biçimde, olası en basit uyaran-tepki öğrenme biçimleriyle karşılaştırma yapılması. Oysa daha önce tartıştığımız gibi, yüksek düzeyde bilişsel hayvan dav­ ranışından söz edildiğinde bunun karşıtı hiçbir bilişsel işlemin bulunmadığı varsayılan bir davranış olamaz: birincisi bağlantılı süreçlerin kendisi de bilişsel süreçlerdir, ayrıca karmaşık dav­ ranışsal fenomenlere başka mekanizmalar da yol açabilir. Daha sonra göreceğimiz gibi, "gerçekleşemeyecek kadar" uzun basit bağlantı zincirleri hayvanların karmaşık ve akıllı davranışlarına “ “

Morgan (1894), s. 54-55. Landauer ve Dumais (1997). 30

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

olanak veren yegâne yolu oluşturmuyor, dolambaçlı bağlantı zin­ cirlerinin yerine konulabilecek tek seçeneğin psikolojik süreçlerin yoğun insanbiçimci bir yorumu olmadığı da açık. Bilişsel süreç­ lere daha geniş bir bakış açısından yaklaşmamız gerekiyor; bu süreçleri bizimkine şu ya da bu ölçüde benzeyen içsel "düşünce süreçleriyle" sınırlandırmak yerine, onları hayvanların çevrelerini tanıma ve çevreleriyle bağ kurma yolu olarak ele almamız gereki­ yor.

Boşluğa Dikkat Zihin paraşüt gibidir; yalnızca açılırsa çalışır.

-F rank Zappa

İşte hayvanların bilişsel süreçlerine ve davranışlarına "insanbi­ çimci" yaklaşmanın beraberinde getireceğini düşündüğüm sorun­ lar bunlar. Amacımız şempanzelere ve diğer hayvanlara insanca davranılmasını ve onların acı verebilecek ya da eziyet çektirecek koşullara maruz bırakılmamalannı sağlamaksa, bu canlıların tıpkı bizim gibi düşündüklerini varsaymanın akla uygun ve sa­ vunulabilecek bir duruş olduğu açık. Hayvan acı duymasa bile bu önemli değil; her iki durumda da ona zarar vermemiş oluruz. Ayrıca hayvanların kapasiteleri ne olursa olsun, onlara insanca davranmak kendimizi daha iyi hissetmemize yardım edebileceği için, tek başına benmerkezci gerekçelerle bile böyle davranmakta haklı olabiliriz. Buna karşılık, amacımız hayvanların acı çekmesini önlemekle sınırlı değilse, diğer türlerin bilişsel süreçleri ve davranışları ko­ nusunda bir şeyler öğrenmek istiyorsak, bu strateji işe yaramaz. Bunun nedeni insanbiçimciliğin başlı başına bir günah olması değil elbette, ama bir yandan yorum mesafesinin oluşturduğu iki­ lemin farkında olduğunu söyleyip, bir yandan da bunu göz ardı ederek iddianın insanbiçimci yönünü semirtmeye devam etme­ nin kimseye yararı yok. Diğer hayvanların aynen bizim gibi -ya da, hiç fark etmez, bize yakın- düşündükleri ve hissettikleri ve davranışlarının insani çerçevede açıklanabileceği konusunda ıs­ rar edersek, hayvanlara kendilerini ifade etme olanağı tanımamış

31

BEYNİN ÖTESİ

oluruz: onlara kentli görüşümüzü empoze etmiş ve onların bakış açısının (bizim kavrayabileceğimiz ölçüde) ortaya çıkmasına izin vermemiş oluruz. İnsani özellikleri olmasına izin vererek onları överken, aslında kendimizi överken, niyetimiz bu olmasa bile "saf” iyi niyetle hareket ediyor olsak ve haklı olduğumuza gerçekten inansak bile sonuç değişmiyor: hayvanlan kendi çerçevelerinde anlama yetimizi ve bu dünyada farklı bir şekilde nasıl var oluna­ bileceğini anlama şansını kaybediyoruz. Oysa bilim insanlannm görevi, ne kadar güç olursa olsun yorum mesafesinin boşluğuna dalmak ve hayvanlar bir şey yaptıklan zaman bu konuda tahmin­ ler yürütmekle yetinmeyip bunu neden yaptıklannı ne ölçüde or­ taya çıkarabileceğimizi araştırmak. Burada hedefim yolumuzu şaşırtabilecek kaçınılmaz bazı insanmerkezci yanlılıklara ışık tutarak, oyun alanımızı düzleştirmeye çalışmak, böylece -kendimizinki de dâhil olmak üzere- hay­ van davranışına ve psikolojisine yeni bir gözle bakabilmemizi sağlamak. Bu diğer hayvanların belli ölçüde bize benzeyip ben­ zemediklerini değil, herhangi bir hayvan olmanın ne anlama gel­ diğini sormak anlamına geliyor. Dolayısıyla bir bakıma burada savunduğum görüş aslında hiç de insanbiçimciliğe karşı çıkmayı hedeflemiyor. Asıl söylemek istediğim, özgül herhangi bir davra­ nış örneğini açıklayabilecek mekanizma düzeyi konusunda erken sonuca varmaktan kaçınmak gerektiği. Aslında insanbiçimcilik yalnızca bir semptom ve daha derin bir soruna işaret ediyor: kar­ maşık davranışların ve karmaşık biliş süreçlerinin mutlaka birbiriyle bağlantılı olduğu ve ilkini yalnızca İkincinin yaratabileceği varsayımı. Burada bütün yapmak istediğim de bunun geçerli ol­ madığını göstermekten ibaret. Bu söylediklerimden sonra, neleri yapmayacağımın da açık ol­ ması gerekir. Ama ihtiyatlı davranıp bunları da belirteyim: diğer hayvanların bizim hiçbir psikolojik ve davranış özelliğimizi pay­ laşmadıklarını iddia etmiyorum; yalnızca insanların zeki olduğu­ nu, diğer hayvanların aptal olduğunu da söylemiyorum. Bir çeşit insanın üstün ya da özel olduğu görüşünü savunmaya da çalışmı­ yorum ve bütün bunları insanların hayvanlar âleminin ayrılmaz bir parçası olduğu fikrini ya da evrim sürecinde insan dışındaki diğer türlerle ortak bir mirasımız olduğu fikrini bir tehdit olarak 32

KENDİMİZİ RESMİN DIŞINDA TUTMAK

algıladığım için yazmıyorum. Kapsamlı bir psikoloji ve biliş süre­ ci çalışması yapmaya girişmiyorum ve önceki bütün çalışmaları burada dile getirilen görüşler ışığında yeniden yorumlamaya kal­ kışmıyorum; yalnızca bu yeni yaklaşımların (ve aslında çok eski bazı yaklaşımların) bir bölümünün nasıl yararlı sonuç verebilece­ ğine kısaca göz atmak istiyorum. Bütün yaptığım daha geniş bir bakış açısıyla -öteki türlerin insan benzeri havalı becerileri olup olmadığıyla özel olarak ilgilenmeyen bir yaklaşımla- diğer hay­ vanlan kendi çerçevelerinde anlamamızın mümkün olabileceğini, diğer hayvanlann "iç dünyalannm" doğasına daha az odaklanıp, beyinlerinin, bedenlerinin ve çevrelerinin nasıl birlikte çalıştığı­ na daha fazla dikkat edildiğinde zeki, uyumlayıcı davranışlann nasıl ortaya çıktığı konusunda daha derin bir kavrayışımız olabi­ leceğini göstermek. Ancak bu konuya girmeden önce, insanbiçimcilik meselesini biraz daha ayrıntılı ele almakta ve bazılarının buna neden o kadar yatkın olduğunu araştırmakta yarar var. Bir konuda görüş değiş­ tirmek için atılacak ilk adım onu daha iyi anlamak değil midir? Bu konuyu kısaca araştırmak, yararlı olmanın da ötesinde, büyü­ leyici araştırmalarla dolu bir alana göz atma olanağı vereceği için başlı başına ilgi çekici olabilir.

33

2. Bölüm

İN SA N BİÇİM Lİ HAYVAN

Nem yüzünden lekelenmiş duvarlara ya da düzensiz renkler­ le bezenm iş taşlara balon... orada savaşlar ve garip şekiller... yüz ifadeleri görecek... ve on lan kendi biçim lerine tamamla­ yabileceksiniz.

-Leonardo da Vinci Deniz o gün öfkeliydi dostlarım. Lokantada çorbasını iade etmeye çalışan yaşlı bir adama benziyordu. -George Costanza, Seinfeld

"Antropomorfizm" ya da insanbiçimcilik sözcüğü Yunanca "insan" anlamına gelen anthropos ve "biçim" anlamına gelen morph söz­ cüklerinden oluşur. Başlangıçta insana özgü niteliklerin tanrılara atfedilmesini tanımlamak amacıyla kullanılan bu terim, günü­ müzde bütün hayvanları, cansız nesneleri, hatta hava durumu­ nu1 kapsayan bir anlam kazandı. Nelere neden insanbiçimci bir anlam kazandırdığımız kültürden kültüre değişiyor, ama birçok filozof, psikolog ve antropologun uzun süredir farkında oldukları gibi, bunu bütün insanlar yapıyor ve birbirinden farklı iki tarzda yapıyor.2 Birinci tarzda aslında insan olmayan şeyler sözcüğün tam an­ lamıyla insan biçiminde algılanıyor. David Hume'un sözleriyle, "Ayda yüzler, bulutlarda ordular görüyoruz."3 Bulutların aldıkları biçimlerde, manzara gibi doğal olaylarda insan yüzleri ve beden­ leri görmekle kalmadığımız, bütün kültürlerde ve tarih boyunca bu biçimleri özellikle çanak çömlekte ve her türden kap kacak­

1 2 3

Hava durumu, dağlar ya da deniz gibi doğal fiziksel olaylara insani duygular atfetme; "patetik safsata" olarak da bilinir. Guthrie (1993). Hume (1889). 34

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

ta betimlediğimiz ortada.4 Günümüzde çatal bıçak, şişe açacağı, tuzluk ve biberlik, yumurtalık, meyve kâsesi, salata servis seti, fınn tutacağı gibi çok sayıda nesne insanbiçimci bir dokunuşla tasarlanıyor. “Bulutlarda yüzler görme" eğilimimiz sık sık reklam sektörü tarafından da kullanılıyor. Parfüm şişelerinden çamaşır yumuşatıcılara kadar bütün ürünlere insanbiçimci bir form (daha somut konuşursak kadın bedeninin kum saati şeklindeki yumu­ şak hatlan) veriliyor, özellikle de alkol reklamlarında şişeyle ka­ deh bir araya getirilirken buna çoğu zaman erkek ve kadım temsil eden bir anlam yüklenerek, tek başına yan yana konumlanışlanyla (bazen de zekice bir altyazıyla) aralarında karmaşık bir duygu­ sal ilişki algılamamız sağlanıyor.5 Resim sanatının başlangıcından beri ressamlar doğal bitki örtüsünde ve manzarada insan benzeri formlar, özellikle de yüz­ ler görüyor ve bunları resmediyorlar; bunun güzel örneklerinden biri de bir deste fotoğrafa bakarken önce bunlar arasmda yarım profilden bir kadın yüzü gördüğünü ve bunun daha önce bilin­ meyen bir Picasso olduğunu düşünen Salvador Dalı. Ressam res­ mi döndürüp bir kez daha baktığında, aslında bunun bir Afrika köyü fotoğrafı olduğunu fark ediyor.6 İnsanbiçimci eğilimlerimizi sergilemekle kalmayan, aynı zamanda beklediklerimizi görmeye nasıl hazır olduğumuzu ortaya koyan bu örnek çok anlamlı.7 Dalı bir ressam ve Picasso'nun çağdaşı; fotoğrafta bir yüz keşfetmekle kalmayıp, bunun Picasso tarafından resmedilmiş bir yüz olduğu­ nu düşünmesi düşüncelerinin arka planındaki bağlamı yansıtıyor. Picasso resimlerinin özellikleri Dalı için belirgin bir uyaran oluş­ turuyor; bu fotoğrafta hepimiz bir yüz görebiliriz, ama bizim onda bir Picasso keşfetmemiz çok düşük bir olasılık. Belki de dindar Hıristiyanların başka şeyler yanında çatal dolusu spagetti, tortilla, çapati ve balık filetoda bile Isa'nm yüzünü görme eğilimleri de böyle açıklanabilir; Bakire Meryem'in peynirli tostta (eBay'de 28 bin dolara satıldığı iddia ediliyor), mısır tanesinde ve Güney Florida'daki çok katlı bir ofis binasının cam duvarlarında görül4 Guthrie (1993). 5 • Guthrie (1993). 6 Guthrie (1993). 7 Neisser (1982). 35

BEYNİN ÖTESİ

meşinde de bu aynen geçerli. Bunlara bakan herkesin bir yüz ya da figür algısını paylaştığı açık, ama bunlan belli bireyleri temsil eden görüntüler olarak algılamanın, daha çok bakan kişinin arka plandaki inanç ve kavramlarına bağlı olduğunu söyleyebiliriz.

Canlıcılık' ve İnsanbiçimcilik İnsan, açıklanamasa da iyi bilinen bir içgüdüsel eğilim so ­ nucunda, çevresini etkileyen ve tepki veren her şeye kendisi­ ne benzer amaçlar, irade ve nedensellik atfeder.

-Theodule Ribot

İnsanbiçimci ikinci yaklaşımda diğer nesnelerde insan biçimi gör­ mekle kalmıyoruz, onlara bize benzer düşünceler, hisler ve duy­ gular atfediyoruz. Bunu diğer hayvanlara yaptığımız gibi, cansız nesnelere de uyguluyoruz, yani dünyayı insanbiçimcileştirmekle yetinmiyor, onu canlandırıyoruz: diğer nesneleri canlı olarak al­ gılıyoruz ve bunu yaparken onları mutlaka insana benzetmemiz de gerekmiyor.8 Çoğu zaman arabalarımızdan canlıymış gibi söz ediyoruz, performansını mekanik terimlerle değil, (araba "hırıl­ tı çıkarıyor" türünden) biyolojik terimlerle ifade ediyoruz. Bazen bunu yaptığımızın pek farkında olmuyoruz: Kayalıklarda yürüyüş yaparken iri bir kayayı ayı sanabiliyoruz. Alandaki babun araş­ tırmalarım sırasında onlarla karşılaşmaya hazır olduğum için, küçük çalılıkları ve kayaları her seferinde kendimden son dere­ ce emin olarak babun sanıp yanılıyorum. Diğer hayvanların da benzer hatalar yaptıkları düşünülüyor:9 Birçok kişi kedisinin rüzgârda uçuşan yaprakları bir avmış gibi nasıl kovaladığını ya da köpeklerin sirenlere havlayarak nasıl yanıt verdiğini görmüş­ tür. Londra Hayvanat Bahçesindeki gibonlar da böyle yapıyorlar ve doğal yaşam ortamlarında alanlarını diğer gibon gruplarına karşı savunurken yaptıkları gibi, sirenlere düetleriyle ya da yük­ sek sesli çığlıklarıyla yanıt veriyorlar. Dünyaya verilen bu yanıt kazara ortaya çıkan bir tepki olarak nitelendirilemez; bu bir algı stratejisini temsil eder -"kuşku du­ Animizm -yn. G uthrie (1993). G uthrie (1993). 36

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

yuyorsan, canlı say"- ve kökeninde iki şey yatar: canlıları cansız nesnelerden ayırt etmenin ve genelde doğal ortamlarındaki canlı hayvanların yerini saptamanın güç olması.10Bu da, böyle bir stra­ tejinin evrimsel avantajımn ne olabileceği sorusuna yavaş yavaş açıklık kazandırıyor: neyin canlı olduğunu söylemek o kadar zor­ sa, canlıların yerini saptamak daha da zorsa, algısal açıdan ihti­ yatlı davranma hatası, tersi türde davranışlara göre daha başarılı bir yeti olabilir. Sağkalımı güvence altına almak açısından bakıl­ dığında koca bir kayanın canlı, hatta belki de bir avcı olabileceği­ ni düşünmek, çevremizdeki şeylerin çoğunu cansız, dolayısıyla da zararsız gibi ele alan bir algı stratejisinden daha yararlı olabilir. Bu bakış açısı algının pasif biçimde çevreden bilgi edinmeyle sınırlı bir süreç olmadığını, aktif bir örüntü tanıma süreci, bel­ li gereksinimleri yerine getirecek ve (avcılardan kaçınma ya da avlanma ya da hayvanlan araştırma gibi) belli eylemlere olanak verecek bir bilgi edinme süreci olduğunu düşündürüyor. Bu da kitapta daha sonra ele alınacak ikinci ana mesaj olan, algı ile bi­ liş sürecini farklı psikolojik süreçler olarak ele alıp birbirinden belirgin sınırlarla ayırmanın keyfi ve hatalı bir yaklaşım olduğu görüşüne bir örnek oluşturuyor. Dikkatle bakınca gördüklerimizin babun ya da ayı olmadığını kolayca fark ederiz ve genellikle bu gibi şeylerin canlı olduğu dü­ şüncesinde uzun süre ısrar etmeyiz. Ayı ya da babunun genel hat­ larına uygun olsalar da, bu nesnelerin onlar gibi davranmadığım fark ederiz: kayalardan farklı olarak hayvanlar uykuda bile soluk alıp verir ve hareket eder. Ama bu gibi algı yanılmalarının dikkat­ li bakışta da sürdüğü durumlar vardır ve onlann cansız nesneler olduğunu iyi bildiğimiz hâlde bu şekillerin canlı olduğunu düşün­ meden edemeyiz. Buna karşılık, sürekli hata yapmadığımız ve gör­ düğümüz her şeyi canlı saymadığımız da açık. Peki bazı nesnelerin hangi özellikleri bizi ısrarla onları canlı gibi algılamaya itiyor?

Cansıza Can Vermek Heider ve Simmel'in (1944) görünür hareket çalışması, algısal can­ lılık alanındaki (aslında belki de genel olarak psikolojideki) klasik 10 Guthrie (1993). 37

BEYNİN ÖTESİ

çalışmalardan birini oluşturur. Araştırmacılar deneklere ekranda üç geometrik şeklin (büyük bir üçgen, küçük bir üçgen ve bir dai­ re) büyük bir dikdörtgenin yakınlarında hareket edişini gösteren kısa filmler izlettirmişlerdi.11 Bu video klibi izlerseniz, büyük üç­ genin gerçekten de küçük üçgene "zorbalık yaptığını", onu "kova­ ladığını", daha sonra da dairenin küçük üçgeni "kurtardığını" gör­ meden edemeyeceksiniz. Deneyde kendilerine ne gibi talimatlar verilmiş olursa olsun bu şekillerin hareketlerini bütün deneklerin aynı ısrarla canlılara özgü ve insanbiçimci terimlerle betimleme eğilimi gösterdikleri -hatta bir bölümünün daha da ileri giderek bu şekillere kendi kişisel özelliklerini atfettikleri- bildiriliyordu. Heider ve Simmel'e göre buna şekillerin birbirleriyle ilişkili hare­ ket tarzları yol açıyor olabilirdi. Bu ilk deneylerden bu yana, benzer çalışmalarda bu bulgula­ rın farklı kültürlerden12 ve yaşlardan insanlarda, hatta küçük be­ beklerde bile geçerli olduğu gösterildi.13 Bizim dışımızda, diğer primat türlerinin de nesnelere aynı şekilde canlılık atfettikleri düşünülüyor: bebek şempanzeler geometrik görüntülerde hedefe yönelimlilik algılıyorlar,14 pamuk başlı ipek maymunları da can­ lılık işaretlerine duyarlılar ve kendilerine gösterilen cisimlerin yerini belirlemeye çalışırken, canlı ve cansız cisimler arasındaki ayrımdan yararlandıkları sanılıyor.15 Canlılık algısına neyin yol açtığını daha ayrıntılı irdelemek ve bunu insan benzeri daha kar­ maşık duygu ve arzuların algılanmasından ayırt etmek için de yo­ ğun çabalar harcanıyor. Bu alandaki özenli çalışmalardan birinde16 uyaran olarak harflerin kullanıldığı görüntülerden (yine canlı olmaktan olabil­ diğince uzak cisimlerden) yararlanılıyor. Ekranda dikkat dağıt­ ma amaçlı çok sayıda harf (çeldiriciler) rastgele hareket ederken, hedef olarak belirlenmiş bir harfin hareketleri canlıların anlam­ lı hareketleriyle benzeştirmek üzere tasarlanmış. Harf avcı gibi 11 Heider ve Simmel (1944). Filmi izlemek için şu web sitesini deneyin: http:// anthropomorphism.org/psychology2.html. 12 Hashimoto (1966); Morris ve Peng (1994). 13 Dasser vd. (1989); Gergeley vd. (1995). 14 Uller (2004). 15 Hauser (1988). 16 Dittrich ve Lea (1994). 38

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

bir başka harfe "sessizce yaklaşırken" ya da yolunu kaybetmekten korkarcasına onu "izlerken" gösteriliyor. Araştırmacılar ekrandaki görüntünün öğelerini sistematik bir biçimde değiştirerek, canlılık izlenimini yaratan özellikleri daraltabiliyorlar. Kişilere görüntü­ ler izlettirildikten sonra, hangi harfin diğerlerinden farklı olduğu izlenimi verdiği, ne ölçüde amaçlı hareket ediyor gibi göründüğü, diğer harflerle ne ölçüde etkileşime girdiği ve ne ölçüde bir canlı varlığa benzediği soruluyor. Heider ve Simmel'in (1944) çalışma­ sında gözlemlendiği gibi, bu çalışmada da hedefin izlediği yolun çeldirici harflerin yollarıyla ilişki ve etkileşime girme derecesi­ nin canlılık algısında belirleyici faktör olduğu sonucuna varıldı. Deneklerin harfin bir "hedefi" olduğunu, bilerek hareket ettiğini belirtmelerine yol açan faktör de hedefin izlediği yoldu: hedef çel­ dirici harflerden birine ("avına" ya da "annesine") daha doğrudan bir tarzda yöneldiğinde ve çeldirici harflerden daha hızlı hareket ettiğinde niyet algısının güçlendiği bildiriliyor. Heider ve Simmel'in çalışmasında olduğu gibi, bu deneyde kullanılan uyaranların şeklen insana benzemediği de açık, ama içine yerleştirildikleri çevre oldukça karmaşık ve uzun ve kar­ maşık yollar izliyorlar. Bu da neden onlara canlı gözüyle baktığı­ mızı kavramamızı güçleştiriyor: şekillerin toplumsal bağlamım hareketlerinden kolayca ayırt edemiyorsak, algımıza nesneler arasındaki mekânsal ilişkilerin mi, yoksa hareket eden nesnenin kendisine ait bir özelliğin mi neden olduğunu ortaya çıkarmak zorlaşıyor. Bu ikisini birbirinden ayırt etmek için, bir başka çalışmada hayal edebileceğiniz mümkün olan en basit uyaran kullanıldı: hiçbir şeklin yer almadığı siyah bir zeminde hareket eden tek bir nokta.17 Bu düzenekte canlılık algısının nesnenin hareketindeki çok belirgin iki boyuta bağlı olduğu ortaya konuldu: bunlar nes­ nenin hızını değiştirmesi ve yönünü değiştirmesi, örneğin nokta belli bir süre rastgele bir yönde sabit hızda ilerledikten sonra, an­ sızın yönünü değiştirip hızlanıyor. Bu gibi görüntüleri izlerseniz, gerçekten de nesnenin ansızın farklı bir yöne gitmeye "karar ver­ diği" izlenimini edindiğinizi göreceksiniz. Uyaran olarak dörtgen­ ler kullanıldığında etki daha da kuvvetli oluyor ve bunun nedeni 17 Tremoulet ve Feldman (2000). 39

BEYNİN ÖTESİ

yönü değişince dörtgenin yönleniminin de değişmesi, böylece nes­ nenin farklı bir yönde "ilerlemeye başladığı" duygusunun daha da güçlenmesi. Her iki durumda da, büyük bir açı değişikliği gerçek­ leştiğinde (nokta daha keskin bir dönüş yaptığında) ve noktanın nihai hızı arttığında, daha güçlü bir canlılık izlenimi yaratılıyor. Aslında ortada görünür herhangi bir amaç ya da hedef olmadığı hâlde, bu görüntülerle noktanın ya da dörtgenin erişmeye çalıştığı bir hedefi olduğu izlenimi veriliyor. Bu sonuçlar insanların bu görüntüleri saf cansız hareket ör­ nekleri olarak açıklamakta güçlük çekmeleri nedeniyle, onları canlı olarak algıladıklarını düşündürüyor; görüntülerde noktaya çarpan ya da onu bir yöne iten, basit bir fiziksel sürecin yön de­ ğiştirmesine neden olduğunu düşündüren hiçbir şey yok.18 Dola­ yısıyla hareketi noktanın kendisinin başlattığını, yani noktamn canlı olduğunu varsaymak zorunda kalıyoruz. Bu ilginç, çünkü insanlar bilgisayar ekranındaki bir noktanın canlı olamayacağını düşünseler de, gördüklerine başka türlü bakmayı başaramıyorlar. Düşünsel değerlendirmeleri olup biteni algılayışlarım değiştire­ miyor. Aynı anda hem gözlerine inanamıyorlar hem de gördükle­ rine inanıyorlar. Bunun neden böyle olduğunu, daha önce de üzerinde durduğu­ muz gibi, bu yanıtın canlılara özgü bir tarzda hareket eden bütün cisimler tarafından otomatik olarak tetiklenen, evrim sırasında edinilmiş algısal bir sürecin parçası olmasıyla açıklayabiliriz; laboratuvar koşullarında yalancı pozitif sonuçlar yaratabiliyoruz, çünkü doğru şekilde hareket eden yapay uyaranlar oluşturmayı başarabiliyoruz. Psikologlar ve bilgisayar grafikleri bunları ko­ layca çarpıtabiliyor, ama doğal koşullarda bu otomatik süreçler genellikle çok yüksek düzeyde doğru sonuç verecektir.19 18 Tremoulet ve Feldman (2000). 19 Bu noktalarla ve geometrik şekillerle üretilen hareketlerin canlılığa ve failliğe işaret etme nedenlerinden biri de, kullanılan bilgisayar programlarının bu özelliklerin her ikisine de sahip olan tasarımcı insanlar tarafından yara­ tılması olabilir. Bu hareket örüntüleri bir insan tarafından programlandıysa, insanlara ışık tutabilecek -farkmda olmadan oraya yerleştirilmiş- başka ipuçları da içeriyor olabilir. Kuşkusuz bu program insani etkilerden bağımsız hareket yörüngeleri yaratılması amacıyla tasarlanmış olsa, böyle bir sorunla karşılaşılmayacaktı. Bu noktaya işaret eden Rob Barton'a teşekkür ederim. 40

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

öte yandan, bunlann ne ölçüde saf otomatik yanıtlar olduğu konusunda bazı görüş ayrılıkları var. Bir hareketin canlı olarak algılanması ve betimlenmesi eğilimi açısından insanlar arasmda büyük farklılıklar gözlemlenebiliyor, bu da bazı insanların görün­ tüleri daha dikkatli değerlendirdiklerini düşündürüyor.20 İnsan­ ların gördüklerini canlılara özgü terimlerle yorumlama ve açıkla­ malarının nedeni, bu nesneleri gerçekten canlı olarak algılamak yerine, gördüklerini en kolay böyle ifade edebilmeleri de olabilir. Diğer bazı araştırmacılar da bu deneylerin hiçbir ekolojik geçer­ liliği olmadığını ileri sürüyorlar; onlara göre gerçekçi görüntüleri temsil etmedikleri için bunlar yalnızca laboratuvarda yaratılabi­ lecek etkiler ve gerçek yaşamda olup bitenleri yansıtmıyorlar.21 Bu itiraza kolayca gündelik yaşamımızın açıkça bunun tersini dü­ şündürdüğü yanıtı verilebilir: gündelik yaşamımızda sık sık can­ sız nesneleri canlı olarak algılarız; düşen bir yaprak pekâlâ hızla geçen bir kuşa benzeyebilir. İşin aslı, gerçek dünyada canlıların yerini saptamak güçtür ve yanıltıcıdır, çünkü canlılar doğal seçi­ limle böyle tasarlanmışlardır: kamuflaj, aldatıcı renkler (kelebek kanatlarındaki göz benzeri noktalar gibi) ve kripsis çoğunlukla canlıları cansız gibi (ya da orada hiç yok gibi) gösterme işlevi gö­ rür. Dolayısıyla ne denli iyi gizlenirse gizlensin canlılık belirtile­ rini saptamak üzere tasarlanmış ince ayarlı mekanizma zaman zaman aşırı çalışabilir.22 Laboratuvarda bütün yapılan, gereksiz "gürültülerin" hepsinden kurtularak canlılığın özüne ulaşmak ve bize küçük bir kırmızı üçgenin canlı olduğunu düşündüren temel öğelerin neler olduğunu belirleme olanağı sağlamaktan ibaret. Geometrik şekillere canlılık atfetme eğilimimiz, daha geniş anlamda, biyolojik canlı organizmaların hareketlerini biyolojik olmayan cansız varlıkların hareketlerinden ayırt etme eğilimi­ mizin bir parçasını oluşturuyor. "Nokta ışık" gibi minimal bir görüntüye bakıp, bu hareketlerin bir canlı varlık tarafından ya­ pılıp yapılmadığını belirlemede çok başarılıyız.23Araştırmacılar bedenin çeşitli bölgelerine (genellikle başa, omuzlara, dirsekle­ 20 21 22 23

Scholl ve Tremoulet (2000). White (1995). Guthrie (1993). Johansson (1973). 41

BEYNİN ÖTESİ

re, kollara, kalçalara, dizlere ve ayak bileklerine) ışıklar ilişti­ rip, daha sonra o kişiyi karanlıkta yalnızca bu ışıklar görünecek şekilde filme alarak böyle bir görüntü oluşturuyorlar. İlginçtir, hareket etmeyen bir nokta ışık görüntüsü bize anlamsız geli­ yor: onda yalnızca rastgele dağılmış parlak noktalar görüyoruz. Oysa hareket eden bir nokta ışık görüntüsüne baktığımızda, bu noktaları kolayca bütünleştirip, yürüyen, koşan ya da dans eden bir kişinin görüntüsüne dönüştürebiliyoruz.24 Kişinin cinsiye­ tini25 ya da duygusal durumunu26 bile belirleyebiliyoruz. Aynı şekilde insanlar dışındaki diğer hayvanların hareketlerini de saptayabiliyoruz,27 buna karşılık aynı şekilde filme alınan canlı olmayan eklemli nesneler çoğu zaman aynı etkileri doğurmuyor. Hiç güçlük çekmeksizin bir dizi ışık noktasını bir insan olarak görebildiğimize göre, hareketleri üzerinde bir çeşit iradi deneti­ me sahip oldukları izlenimini veren şekillerde canlılık algılama­ mız hiç de şaşırtıcı değil.

Düşünceler, Hisler ve Yüzler Yukarıda değindiğimiz gibi, bir şeyin canlı olduğunu düşün­ mekle onun insan olduğunu düşünmek aynı şey değil. Heider ve Simmel'in özgün çalışmalarında üçgenler yalnızca canlı olarak algılanmıyor, onlara bizimkilere benzer düşünce ve duygular da atfediliyordu. Bu da görüntünün toplumsal bağlamıyla, nesnele­ rin birbirleriyle ilişki içinde hareket etmeleriyle ve aslında etkile­ şim içinde olduklarını düşündüren tarzlarıyla yaratılmıştı: sanki birbirlerini "kovalıyorlar" ya da "koruyorlar", birbirlerinden "sak­ lanıyorlar" ya da birbirlerine "zorbalık yapıyorlardı.” Görüntülere canlılığın ötesinde bir duygu yükleyen belki de bu toplumsal bağ­ lamdı. Görüntülere yüz ifadeleri gibi özellikler eklemenin ya da kişileri duygusal bilgilerle hazırlamanın da insanbiçimci yorum derecesini etkilemesi bize hiç de şaşırtıcı gelmemeli. 24 Burada yaptığımız hareket eden bir insan bedeninin özelliklerine ilişkin bazı “algısal değişmezlerin’ fark edilmesi olabilir: bunun bir açıklaması için, bkz. 6. bölüm. 25 Kozlovvski ve Cutting (1977). 26 Dittrich vd. (1996). 27 Mather ve West (1993). 42

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

Herhangi bir şeye bir yüz -hatta yüze yakın bir şey- eklenmesi insanbiçimci yaklaşım eğilimimizi pekiştirir. Yukanda değindiği­ miz gibi, en garip yerlerde bile sık sık bir yüz görürüz ve gözleri, burnu ve ağzı andıran en basit işaretler bile orada bir yüz gör­ memize yeter. Yüzlerin bize son derece dikkat çekici geldiği -yüz ifadelerinden ve yüz hatlarından olağanüstü boyutlarda toplum­ sal bilgi elde ettiğimiz- düşünüldüğünde, her yerde yüz görmeye bu denli hazır olmamız ve yüzü olan her şeye diğerlerinden daha fazla insan gibi davranmamız hiç de şaşırtıcı değil (vejetaryen bir arkadaşımın yiyebileceği şeylerle ilgili bir kuralı var ve bunu "yüzü olan hiçbir şeyi yiyemem" diye sadeleştirerek ifade ediyor; bunun ikiyüzlülük olduğunu iddia eden insanlar da ona Amold Schvvarzenegger'e benzeyen havuçlar ya da güldüğü izlenimini veren patatesler vermekten bıkmıyorlar). Aslmda bazı araştırma­ cılar beyinde yüzlere ya da yüz benzeri uyaranlara yanıt vermede çok uzmanlaşmış bir edan -fusiform yüz alanı (FFA, fusiform face area)- olduğunu ileri sürüyorlar.28 Diğer bazı araştırmacüar FFA'da yüzler için bu kadar özel bir uzmanlaşmadan söz edilemeyeceğini düşünüyorlar. Bunun yeri­ ne, bu alanın bireysel temelde tanımamız gereken uyaranlar için uzmanlaştığını, onu geniş bir kategorinin üyesi olarak saptama­ dığını öne sürüyorlar. Yapılan çalışmalar FFA'nm insan yüzleri yanında, farklı arabaları ya da farklı kuş türlerini ayırt etmede uzmanlaşmış kişilerde de aktive olduğunu gösterdi; bu da aslm­ da FFA'nın "esnek fusiform alan"' olduğunu ve yüzlerin bireysel temelde nitelendirme gereği duyduğumuz çok yaygın uyaran tür­ lerinden yalnızca birini oluşturduğunu düşündürüyor.29 Yüzleri kolayca tanımamız bu uzmanlık becerileri arasında en gelişmişle­ rinden biri, nitekim yalnızca yüzler konusunda uzmanlaşmış gibi görünen (ve bir bakıma da böyle olan) beyin bölgeleri var; ama bu durum aynı alanların başka uyaran türlerini işlemediği anlamına gelmiyor. Ancak aynı etkiyi araştırmaya çalışan diğer çalışmalarda alı­ nan sonuçlar yüzlerin diğer uyaranlardan biraz daha özel olduğu­ 28 Kanvrisher vd. (1977). fusiform: hava ya da su direncine karşı gelişmiş iğbiçimli şekil -yn. 29 Gauthier vd. (2000); Thrr ve Gauthier (2000). 43

BEYNİN ÖTESİ

nu düşündürüyor: FFA işlemleri yalnızca yüzlerle ya da kuşlarla (yani yüzü olan başka şeylerle) karşılaşınca güçleniyor, çiçekler, arabalar ya da gitarlar, ayrıca önden değil de yandan gösterilen (yani lambaları ve radyatör ızgarasıyla yüzü çağrıştıran bir yön­ den gösterilmeyen) araba fotoğrafları böyle bir etki yaratmıyor.30 Bu erken katarakt hastalan arasında yapılan bir araştırmanın sonuçlanna da uyuyor. Bu kişiler kataraktla doğuyorlar ve çocuk­ luk çağında yapılan ameliyatla kataraktlı mercekleri çıkarılıyor. Bu çocuklarda yaşamın ilk başlarında görme yetisi olmaması bir çeşit "doğal deney" koşulları yaratıyor ve yaşamın erken evrele­ rindeki deneyimlerin yüz tanıma üzerinde yaptığı ince ayar etkisi­ ni araştırma olanağı veriyor. Erken evrelerde kataraktla yaşamış hastalarda ilginç olan, bu kişilerin insanın yüz hatlarına duyarsız olmaları ve göründüğü kadarıyla "bütüncül işlemlere" hiç başvur­ mamaları (bütüncül ya da holistik işlemlerde yüz belli hatların toplamı olarak değil, bir "bütün" olarak ele alınır. Tersten bakı­ lan insan yüzlerinin, doğru tarafı üstte olan yüzlerden daha güç tanınmasının nedenlerinden biri de bütüncül işlemlerdir).31 Daha da ilginci yüz hatlarına bu duyarsızlığın başka herhangi bir nesne için geçerli olmadığı bildiriliyor. Yaşamın erken evresinde her iki gözünde katarakt bulunan ve ameliyatla görmeleri düzeltilen kişi­ ler, kendilerinden yüzlerle ilişkili olmayan 5 şekli kapsayan basit bir örüntüde şekillerin konumlan konusunda karar vermeleri ya da bu şekilleri birbirleriyle eşleştirmeleri istendiğinde bütünüy­ le normal bir performans gösterdikleri hâlde, aynı türden ama yüz şekillerinden oluşan bir test karşısında çok başansızlar.32 Bu durumda, belki de yüzlerin beyinde (FFA da dâhil ama bununla sınırlı o lm a m ak üzere) birden çok bölgede işlendiğini, tek başı­ na yüzlere aynlmış olmamakla birlikte bu bölgelerin yüzler ve yüz benzeri uyaranlarca diğer görsel sinyal türlerinden çok daha fazla aktive edildiğini ileri sürmek, beyindeki yüz işlemleriyle il­ gili uzmanlaşmalım doğasma ilişkin en iyi açıklama olabilir. Bu alanlarda yüzlere daha büyük bir duyarlılık gösterilmesi, birey­ lerin yüzleriyle daha fazla deneyim yaşamamızla ve bu sinyalleri 30 Grill-Spector vd. (2004); Xu vd. (2005). 31 Tanaka ve Farah (1993); Maurer vd. (2002). 32 Le Grand vd. (2001a, 2001b); Le Grand vd. (2004). 44

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

okumanın önemiyle ilişkili olabilir.33 Bölüm 5'te göreceğimiz gibi, kendi çevresinde düzenli olarak bulunan bazı özelliklere yanıt vermeye yatkınlık ve deneyimlerden öğrenme birçok hayvanın or­ tak özelliğini oluşturuyor. B ebek ler ve Yüzler

Bütün nesnelerde yüzler görebilmemiz yanında, bebekliğimizden beri diğer birçok uyarandansa yüzlere bakmayı yeğliyoruz. Önce­ leri bebeklerde doğuştan bir yüz tanıma yetisi olduğu düşünülü­ yordu: bebekler doğdukları anın ilk dakikasında yüzlere bakmayı tercih ederler (yani yüz benzeri bir uyarana bakış süreleri yüze benzemeyen bir uyarana bakış sürelerinden daha uzundur).34 Bu çalışmalarda herhangi bir hızlı öğrenme çeşidini (örneğin kaz yavruları doğumdan sonra annelerinin hatlarını son derece hızlı öğrenirler ve bu süreç basımlama* olarak bilinir: bkz. 5. bölüm) dışlamak amacıyla, bebeklerin doğumla test arasında gerçek bir canlı yüz görmemesi sağlanıyordu. Son zamanlarda yapılan çalışmalarda bu doğuştan yanlılığın doğrudan yüzlerle ilişkili olmayabileceğini, yüzlerde de bulunan belli geometrik hatlarla ilişkili olduğunu düşündüren sonuçlar elde edildi.3536Bu çalışmalarda bebeklere "üst-alt asimetrisi" olan, üst bölümü yoğun basit düzenlemeler, yani üst bölümde alt bölü­ me göre daha fazla öğenin yer aldığı uyaranlar gösteriliyordu. Bu görüntülerde belli belirsiz yüzü andıran bir şeyler olsa da, bunlar size hemen bir yüzü anımsatmıyor; bunu çıkarmak için biraz çaba harcamanız gerekiyor. Bebeklerin bu uyaranla ilgili tercihleri alt bölümü yoğun uyaranlarla karşılaştırılıyordu. Beklendiği gibi, be­ beklerin üst bölümü yoğun olan bu uyaranlara alt bölümü yoğun uyaranlardan daha fazla zaman harcadıkları saptandı. Bu etkinin yüz hatlan karıştırılarak yanlış konumlandırılmış gerçek yüzler gösterildiğinde de sürdüğü belirlendi: bebekler dik duran, üst bölümü yoğun bir yüzü baş aşağı duran alt bölümü yoğun bir yüze (yalnızca yüz hatlan tersine çevrilerek, yani dik 33 Haxby vd. (2001). 34 Gören vd. (1975); Johnson vd. (1991). imprinting -çn. 36 Simion vd. (2002); Cassia vd. (2004). 45

BEYNİN ÖTESİ

duran bir başta baş aşağı bir yüz bulunan bir yüze) tercih etmek­ le kalmıyor, hatların bütünüyle karıştırıldığı (bütün yüz hatları bulunan ama sıradışı yerlere dağılmış) şekillerde de üst bölü­ mü yoğun bir yüzü alt bölümü yoğun yüze tercih ediyorlar. Buna karşılık dik duran bütünüyle normal bir yüzü hatların bütünüy­ le karıştırıldığı üst bölümü yoğun bir yüzden ayırt edemiyorlar: hatların karıştırıldığı üst bölümü yoğun yüz özellikle tuhaf bir Picasso portresine benzediği hâlde, bebeklerin her iki yüze de ba­ kış süreleri birbirine eşit. Bu da bebeklerin hiç de yüzleri tanıma ya da tercih etme yetisiyle doğmadıklarını, yalnızca uzamsal yer­ leşimde öğelerin üst bölümde yoğunlaştığı herhangi bir uyaran lehine yanlılık gösterdiklerini düşündürüyor. Yüze çok benzeyen uyaranların kullanıldığı ilk deneylerde, üst-alt asimetrisi lehine yanlılıkla gerçek yüzler lehine bir yanlılık arasında ayrım yapıla­ madığı anlaşılıyor.

Şekil 2.1. Bebekler normal yüz görüntüsüyle bütün hatları karıştırılm ış bir yüz arasında ayrım yapmıyorlar. Küçük bebeklerde görme çok az gelişm iş olduğu için bu türden çalışmalarda görüntülerin biraz bulanıklaşm ası so ­ run oluşturmaz. (Grafikteki dikey eksende saniye cinsinden bakış süreleri gösteriliyor). Sage Publications'dan izin alınarak yeniden çizilmiştir. 46

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

Üst bölümü yoğun düzenlemelerden yana bu eğilim giderek in­ celiyor ve yaşamın ilk haftalarındaki ve aylarındaki deneyimler­ le yüzler lehine özgül bir tercihe dönüşüyor. Sanki doğal seçilim görme işlemleriyle ilgili yetilerimizi "deneyim beklentili" çok yalın bazı temel koşullarla sınırlandırıyor: yanıt verilen uyaran katego­ rilerinin daralması için önce yüzlerle karşılaşmak gerekiyor, in­ san yavrusunun doğumu izleyen anlarda (aldatmada ustalaşmış bilim insanlarını bir yana bırakırsak) bir insan yüzüyle karşılaş­ ması kaçınılmaz olduğu için, evrimsel açıdan bakıldığında bir or­ ganizma için çok yalın temel bir yüz tanıma mekanizması geliştir­ mekle yetinmek ve çevrede karşılaşılan yüzlerin bu mekanizmayı inceltmelerine izin vermek, çok uzmanlaşmış ve bütünüyle işlev­ sel bir mekanizmayla donatılmış bir beyinle doğmaktan çok daha ekonomik bir yaklaşım. Bu sonuncusu başlangıçta çok daha fazla beyin dokusu gerektirirdi, bu da doğumda sorun oluşturabilirdi: bebekler başlarının annenin leğen boşluğuna ve doğum kanalı­ na sığabilmesi için oldukça küçük bir beyinle doğarlar ve insan beyni gelişiminin büyük bir bölümünü bebek dünyaya geldikten sonra, yaşamın birinci yılı içinde tamamlar. Daha gelişmiş bir yüz tanıma mekanizması beyin boyutlarım doğumu güçleştirecek öl­ çüde artırırdı. Ayrıca çok temel, "deneyim beklentili" bir yanlılık, önceden bütünüyle programlanmış bir araçtan daha esnek bir mekanizma oluşturuyor; bebekler geliştikçe karşılaştıkları yüzlerin ayırt edi­ ci bireysel özelliklerini tanımayı öğrenebiliyorlar; oysa önceden programlanmış bir mekanizma olsa, karşılaşılan yüzlerin doğum öncesinde gelişmiş özgül yüz şablonuna uymaması durumunda bebeklerin yüzleri hiç tanıyamamaları riski yaşanırdı. Basit bir yanlılık mekanizması bebeklerin bütün insanlarda bulunan ortak yüz hatlarını ayırt etme yanında, yüzler arasındaki önemli fark­ lılıklara, ailelerindeki ve topluluklarındaki yüz hatlarına kilitlen­ mesine de olanak veriyor. Görüldüğü gibi, yüzleri tanıma konusundaki olağanüstü yete­ neğimiz çok genel bir mekanizmadan kaynaklanıyor ve kaçınıl­ maz biçimde karşılaşacağımız deneyimlerle biçimleniyor. Yani yüzler hem özel hem de değil: çok küçük bir bebekken üst bölü­ mün yoğun olması tarzında doğru bir asimetri gösteren her nes­ 47

BEYNİN ÖTESİ

ne bize eşit ölçüde büyüleyici geliyor. Üst bölümünde koyu renkli yatay iki yuvarlak bulunan her nesnenin yüz olma ihtimali çok yüksek ve zamanla diğer nesnelerden çok daha yoğun, sürekli ve ödüllendirici karşılaşmalar yaşayacağımız yüzler başka pek az nesnenin boy ölçüşebileceği bir anlam ve önem kazanıyor. Bunu not etmekte yarar var, çünkü bir organizmanın -bu durumda bir insan yavrusunun- çevresine nasıl yuvalandığını, ondan nasıl ay­ rılamayacağını gösteriyor. Bu daha sonra tekrar tekrar üzerinde duracağımız bir konu. Yüzler yanında insana benzeyen diğer beden bölümleri de bir şeyi insan olarak algılama olasılığımızı artırıyor. İtalyan tasarım firması Alessi bunu çok incelterek büyük bir sanata dönüştürmüş: çay süzgeçleri, şişe açacakları ve yumurtalıkları büyük ölçüde in­ san biçimli tasarlıyor ve ille de düşünce ve duygu atfetmediğimiz bu nesnelere dokunma isteğimiz artabiliyor ve para verip mut­ fağımızı bunlarla donatmak istiyoruz; asıl amaç da bu zaten. Bu kadarı açık: bir şey bize ne kadar benzerse, ona bizden biri gibi davranma olasılığımız da o kadar yüksek oluyor. Hani derler ya, ördeğe benzediğine ve ördek gibi vakvakladığına göre o bir ördek. Oysa daha önce tartıştığımız gibi bu her zaman doğru olmuyor: vakvaklama duyabiliriz ama pekâlâ orada hiçbir ördek olmayabi­ lir. Yanılabiliriz ve bu dikkat etmezsek hata yapabileceğimiz an­ lamına gelir.

Sosyallik Doğrultusunda Seçilme Başkalarıyla tartışmak, onların düşüncelerine kafa yormak iyidir, beynim izin pasım giderir.

-M ontaigne

Bütün bunlar algı sistemimizin canlı varlıkları fark etmek üze­ re ayarlandığım ve bizim bu varlıklara, özellikle sosyal etkileşim içinde olanlara (hiç de canlı olmasalar bile) hedefler ve niyetler atfettiğimizi düşündürüyor. Yukarıda değinildiği gibi, bu tehlikeli olabilecek canlı formlarım çabuk fark etme ihtiyacının bir yan­ sıması olabilir, ama bu aynı zamanda yoğun biçimde sosyal pri­ matlar olarak bizim bugünkü hâlimizi ve geçmiş evrim tarihimizi

48

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

de yansıtıyor. Sosyal bir grup içinde yaşamak ve grup yaşamında başarılı olmak, diğer hayvanlar tarafından verilen sinyalleri oku­ ma ve onlara uygun cevaplan verme yetisine sahip olmayı gerek­ tiriyor. Evrim sürecinde primat beyninin hem boyut hem de yapı ola­ rak değiştiği gözlemleniyor ve bu değişikliklerin sosyal gruplar hâlinde yaşamanın gereksinimlerini yansıttığı düşünülüyor.36Pri­ mat beyninde bir başka bireyden gelen sosyal uyaranlara verilen yanıtlarla ilgili bir dizi bölge olduğunu ilk fark edenlerden biri, daha sonra psikanalist olan nörobilimci Leslie Brothers; amigdala, medial temporal lob, orbitofrontal korteks ve superior temporal girusu kapsayan bu beyin bölgelerini "sosyal beyin" olarak nitelendiriyor.37 Sosyal etkileşimlerin işlenmesinde uzmanlaşmış bölgelerin varlığı yanında, primatlarda genel olarak beyin bo­ yutları da diğer memeli beyinlerinden daha büyüktür. Özellikle beynin (beynin en son evrilen kısmını oluşturan) neokorteks adı verilen bölümünde dramatik bir genişleme gerçekleşmiştir.38 Neokorteksin boyutları ilgili türün içinde yaşadığı grupların boyut­ larıyla ilişkilidir; görece daha büyük gruplarda yaşayan primat­ ların beyni genellikle daha büyüktür. Bu bulgu “Makyavelci" zekâ ya da sosyal zekâ hipotezini destekleyen bir kanıt olarak da ele almıyor;39 bu görüşe göre yapılandırılmış bir sosyal grup (farklı akrabalık dereceleri olan farklı kuşaklardan hayvanlan kapsayan grup) içindeki yaşam, doğası gereği karmaşıktır ve böyle bir grup içinde etkili bir işbirliği ve yanşmayı sürdürebilmek için grup üyelerinin çok daha gelişmiş bilişsel mekanizmalara sahip olma­ sı gerekir.40 Ama psikolog Robert Barton'un evrim sürecinde neokorteksin tam olarak hangi bölümlerinin genişlediğini göstermeyi hedefle­ diği aynntılı çalışmalan41 bizim açımızda daha da ilginç. Barton primatlarda en çok genişleyen bölgenin görsel korteks (özellikle 36 37 38 39 40 *'

Brothers (1990); Dunbar (1998). Brothers vd. (1992). Dunbar (1998). Byme ve VVhiten (1988). Ama biraz farkh bir görüş için bkz. Barrett ve Henzi (2005) ve Barrett vd. (2007). Barton (1996,1999,2000,2006). 49

BEYNİN ÖTESİ

de VI olarak bilinen bölge) olduğunu ve bu genişlemenin meyve yemekle ve gün ışığı olan saatlerde (diumal) etkinlik yapmakla bağlantılı olduğunu gösteriyor.42 Diumal primatlarda görsel korteksin neden daha geniş oldu­ ğunu anlamak kolay; koku duyusuna dayanan kuzenlerinden fark­ lı olarak bu primatlar için çevrelerinde dolaşırken görme duyusu çok daha önemli. Yine bunun kadar önemli bir nokta da meyve renginin olgunluk derecesine göre değişmesidir; yeşil bir arka planda bu rengin fark edilmesi gerekir, onun için de renkli gör­ me meyve yiyen canlılara çok yarar sağlar; bunun aynı zamanda doğal seçilim sürecinde neden daha geniş görsel alanların tercih edilmesine yol açtığı da açık. Aynca Barton görsel sistemin belli özellikleriyle sosyal grubun boyutları arasında merak uyandıran bir bağ olduğunu belirledi. Bunu açıklamak biraz daha zor: büyük gruplar neden daha gelişmiş bir görme sistemi gerektirsin? Bunu anlamak için primatların beyin anatomisine biraz daha derinden dalmak gerekiyor. Primatların görme sisteminde görsel bilgilerin beynin arka tarafında yer alan görme alanlarından, daha ileri işlemlerin ya­ pıldığı frontal (ön) loblara taşınmasını sağlayan iki ayrı yol var.43 Magnoselüler yol diye isimlendirilen birincisi hareketi saptama­ ya yarıyor ve bütün memelilerde var, oysa parvoselüler yol pri­ matlara özgü ve ince ayrıntıların ve rengin saptanmasıyla ilişkili. Magnoselüler yol beynin dorsal (üst) kısmından geçerken, parvo­ selüler yol ventral (alt) bir yol izliyor ve duyguların algılanması ve işlenmesinde rol alan (ve Brothers'ın tanımladığı "sosyal beynin" bir parçasını oluşturan) amigdalayla bağlantılı. Diumal primatlarda sosyal grup büyüklüğüyle doğru orantılı olan işte tam da bu parvoselüler yolla bağlantılı beyin hücreleri; magnoselüler yolun böyle bir bağlantısı yok ve bu da sosyal açıdan asıl önemli olanın renkli ince ayrıntı analizi olduğunu düşündü­ rüyor. Barton primatların evriminde yüz ifadeleri, bakış yönü ve duruş gibi dinamik sosyal uyaranların özel önem taşıyan aynntı42 Dolayısıyla galagolar, lorisler ve lemurlarm gibi çoğu esas olarak geceleri or­ taya çıkan ve böcek yiyen prosimiyen türlerden faiklı olarak, maymunlarda ve kuyruksuz maymunlarda beyin daha büyüktür. 43 Geçtiğimiz birkaç yılda üçüncü bir yol -konioselüler yol- bulunduğu ortaya konuldu ama bunun işlevi henüz iyi anlaşılmadı. 50

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

lanm işlemek için, parvoselüler yolun güçlendiğini ileri sürüyor. Bütün maymunlar ve kuyruksuz maymunlar (ve insanlar) öte­ kini tehdit mi ettiklerini, yatıştırdıklarını mı, yoksa çiftleşmeyi mi teşvik ettiklerini gösteren yüz ifadeleri ve duruşlarla iletişim kurarlar. Çoğu zaman bu yüz ifadeleri ve duruşlar renkli deri ya da çarpıcı kürk renkleriyle daha da belirginleşir ve uzak mesafe­ lerden sinyal alıp vermeyi kolaylaştırır. Bu sinyalleri iyi fark eden maymunlar ve kuyruksuz maymunlar, bunlara uygun yanıtlar ver­ meyi de başaracaktır. Parvoselüler yolun amigdalayla bağlantısı işte burada önem kazanıyor. Amigdala belli bir sinyale duygusal değer biçme (yani onun özünde çekici mi yoksa caydırıcı mı oldu­ ğunu belirleme) işleviyle ilişkili.44 Maymun için başka bir hayva­ nın kendisini tehdit mi ettiğini ("öfke") yoksa kendisine boyun mu eğdiğini ("korku") fark etmek, ona grup içindeki yeri ve bir sonraki adımlarının ne olması gerektiği konusunda çok bilgi verecektir ve bunlar amigdalayla bağlantısı en yoğun duygular. Primatlarda neokorteksin genişlemesi büyük ölçüde gruptaki diğer hayvanla­ rın verdiği görsel işaret ve sinyalleri daha iyi fark etme ve yorum­ lama gereksinimini yansıtıyor; maymunların ve kuyruksuz may­ munların gündelik yaşamda girdikleri çok sayıda ve çok çeşitli sosyal etkileşimler bunlar üzerine kurulu.

Beynin Sosyal Yaşamı Primatlarda sosyal yaşamın beyni nasıl biçimlendirdiği nörofizyolog ve psikolog David Perrett ve arkadaşlarının daha ayrıntılı çalışmalarında da gösterildi.45 Bu çalışmalarda anterior superior temporal sulkus (STSa)* adı verilen (içinden parvoselüler yol geçen) beyin bölgesinde, belli sosyal uyaran tiplerine çok özgül yanıtlar veren beyin hücreleri (nöronlar) bulunduğu ortaya ko­ nuldu. Örneğin yalnızca sola bakan bir yüze yanıt veren, diğer herhangi bir yöne bakan yüzlere yanıt vermeyen nöronlar var. Yalnızca yüzlere, yüz ifadelerine ve bakış yönüne yanıt veren nö­ ronlar da var ve bunların benzerleri amigdalada da var. özellikle bakış yönü açısından, farklı bakış yönlerine yanıt veren çeşitli 44 Brothers (1990); Adolphs (2001). 45 Perrett (1999); Perrett vd. (1982,1984,1985,1987,1992). * ön ûst şakak oluğu -çn. 51

BEYNİN ÖTESİ

nöron toplulukları var ve bunların en önemlilerinden biri kar­ şıdaki bireyin doğrudan kendisine odaklanan bakışlarına yanıt veriyor. Bu anlaşılır, çünkü bir başka hayvanın tehditkâr bir yüz ifadesi kullandığını fark etmek önemli olsa da, bu sinyalin doğrudan kendisine mi (bu durumda doğrudan eyleme geçmek gerekir), yoksa bir başkasına mı odaklandığını bilmek (bu yakın tehlike yok anlamına gelir) çok daha yararlı. Ayrıca sırf biyolojik harekete yanıt veren nöronlar da var ve bunlar nokta ışık göste­ rilerinin neden bu kadar kolay fark edildiğini açıklıyor. Primat beyninde bedensel hareketler, yüzler ve diğer bireylerin yüz ifa­ deleri gibi belli bazı sosyal uyaranları fark etmemizi kolaylaştır­ mak ve bunlara duygusal yanıtlar vennek üzere yüksek düzeyde bir uzmanlaşma gelişmiş. Geçtiğimiz dönemde "ayna nöronların" keşfi bunu daha da iyi anlatıyor.46 Bunlar ilk kez makak maymunlarının premotor korteksinde keşfedilen, hem hayvan bir eylem yaptığında (örneğin bir yiyeceği eline aldığında) hem de yalnızca aynı eylemi yapan bir başka bireyi gözlemlediğinde ateşlenen nöronlar. İkinci durum­ da güçlü ketleyici iletilerle nöronal uyarının bacaklara ulaşması engellenerek, beyin faaliyetinin gerçek bir harekete dönüşmesi önleniyor. Ayna sistemlerin insan beyninde de bulunduğu belir­ lendi.47 Gerek maymunlarda gerekse de insanlarda bu sistemlerin motor eylemlerle sınırlı olmadığı, aynı zamanda maymunda du­ dak şapırdatma (yakınlık ifade eden bir mimik) ve insanda tiksinti ifadeleri gibi iletişimle ilişkili mimikler için de böyle sistemlerin bulunduğu görüldü.48 Ayna nöronlar farklı birçok nedenle haklı olarak önemli bir keşif sayılıp alkışlandı, ama burada en önemli nokta bu nöron­ ların primatlarda sosyal sinyallerin muazzam önemini bir kez daha göstermesi: insan ya da maymun davranışlarına benzeyen ama mekanik bir nesne tarafından yapılan eylemler ayna yanıtı tetiklemiyor, bu yanıtlar yalnızca bir başka hayvanın eylemlerin­ de tetikleniyor. Bu STS ve amigdalada saptanan nöronların eylem­ lerine benziyor, ama burada daha da ilginç olan nokta şu: nöron46 Rizzolatti vd. (1996); Gailese vd. (1996). 47 Fadiga vd. (1995); Hari vd. (1998); Cochin vd. (1999); Grezes vd. (2003). 48 Buccino vd. (2004); Wicker vd. (2003). 52

İNSANBİÇİMLİ HAYVAN

lann bu "aynalama" yanıtı bize, ayna sistemi olan bir hayvanın diğer hayvanların eylemini çok temelde, kelimenin tam anlamıyla bilinçdışı düzlemde bunlan sanki kendisi yapıyormuş gibi algıla­ dığı için önemli ve anlamlı bulduğunu gösteriyor.49Ayna nöronlar böylece eylemin ve algının nasıl aynı sürecin ayrılmaz parçası ol­ duğunu, birbirinden ayrı süreçler olmadığını ortaya koyuyor. Bir başka deyişle -bu kitapta bol bol kullanılacak bir terimi tanıtır­ sak- psikolojik süreçler aslmda "bedenlenmiş" süreçler; yani bun­ lar hayvandan bağımsız adeta "boşlukta yüzen" oluşumlar olarak ele alınamaz; bunlar hayvan bedeninin başka hayvanlan gözlem­ lerken ve elbette kendisi çevrede dolaşırken gerçekleştirdiği so­ mut fiziksel eylemlere dayanan süreçler.50 Robert Barton neokorteksle beyinciğin51 birbiriyle bağıntı­ lı evrilme sürecine ilişkin daha yeni bir çalışmada52 benzer bir noktaya değinmiş. Yazara göre bu gözlemler bize evrim sürecinde (bizim -oldukça insanmerkezci bir yaklaşımla- karmaşık "düşün­ ceyle" bağlantılandırmaya eğilimli olduğumuz bölümlerde basit bir genişleme gerçekleşmesi yerine), bu iki alandaki belli bazı sistemlerin ve ağlann seçildiğini gösteriyor ve "mozaik" şeklinde birbiriyle bağıntılı bu evrim örüntülerinin beyin işlevinin dina­ mik bir ortamda algıyla eylem arasında eşgüdüm sağlamak üzere ayarlandığım düşündürüyor. Bu türden temel nöral adaptasyonların varlığı ve bunların büyük ölçüde görmeyle ilişkili olması evrim açısından anlamlı, çünkü maymunlarda ve kuyruksuz maymunlarda herhangi bir dil gelişmediği için bu hayvanların birbirleri hakkında elde edebil­ dikleri bilgiler esas olarak kendi gözleriyle gördükleri şeylerle sı­ nırlı. Primatların "sosyal zekâsı" özünde görme kılavuzluğunda ve duygular temelinde dünyada gerçekleştirdikleri eylemlere daya­ nıyor. Aslma bakarsanız, başka varlıklara kendi bakış açımızdan ele almamız da, bazı sosyal uyaran biçimlerine bu temel primat eğilimimizle yanıt vermemizden kaynaklanıyor. 49 Gailese (2001,2005). 50 Gailese (2001, 2005). 51 Geleneksel olarak motor kontrolle, özellikle de bisiklet sürmek ya da iyi pi­ yano çalmak gibi çok iyi öğrenilmiş “otomatik" davranışlarla bağlantılandınlan beyin bölümü; serebellum. 52 VVhiting ve Barton (2003). 53

BEYNİN ÖTESİ

Elbette hikâyenin hepsi bundan ibaret değil: bunlar canlılığa işaret eden hareketlerin ve sosyal bağlantıların neden üçgenlere, bira şişelerine ve babunlara özel bazı düşünce, inanç ve arzular atfetmemize yol açtığım açıklamıyor. Bu boyutun insanların ge­ lişme tarzlarıyla ilgili olduğu açık: bizler diğer insanlar tarafın­ dan dil ve kültür desteğinde uzun bir süre boyunca "eğitilerek", toplum içindeki davranışlarımıza bize özgü içsel zihinsel süreç­ lerin bir yansıması olarak bakmayı, sonra da kendimizin ve baş­ kalarının davranışlarım zihinsel durumumuza yüklediğimiz bu anlamlarla açıklamayı öğreniyoruz.53 Rus gelişim psikologu Lev Vygotsky bize özgü içsel zihinsel işlevlerin, ancak onları biçim­ lendiren çok genel sosyal, kültürel ve tarihi süreçler yalandan iz­ lendiğinde anlaşılabileceğini ileri sürüyor. Bu da bireyin kişisel dünyasıyla sosyal dünyası arasında kesin bir ayrım yapamaya­ cağımız, bu ikisinin her açıdan ve her anlamda birbirinin aynı olacak kadar iç içe geçtiği anlamına geliyor: dünyaya ilişkin çe­ şitli tutum, düşünce, inanç ve bilgilere dayanan belli davranış tarzlarına sahip olmamızın tek nedeni, yaşamımızın en başından itibaren, çeşitli uygulamalarıyla kendi kültürümüzün içine yuva­ lanmış, bu kültürle işlenmiş başka bireyleri de kapsayan sosyal süreçler yaşamamız.54 Bu nedenle, Vygotsky'nin de belirttiği gibi, zihinsel süreçler çocuğun dünyadaki davranışlarının kaynağını ve nedenini oluş­ turmuyor; tersine çocuğun zihninde oluşanların kaynağı ve nede­ “ Vygtotsky (1978); Tomasello (1999). 64 Bununla birlikte, çocuklardaki başkalarına zihinsel durumlar atfetme ve onlan anlama yetisinin 4 yaş dolaylarında olgunlaşan, evrilmiş bir adap­ tasyon -bilişsel bir "modül"- olduğu ve başkalarının özel düşüncelerini, arzularım ve inançlarını anlama yetimizin bununla açıklanabileceği ileri sürülüyor. "Modül" savı konusunda görüş birliği yok ama "zihin kuramının" (bu kapasitenin bilindiği şekliyle) oldukça ansızın 4 yaş dolaylarında ortaya çıktığını düşündüren kapsamlı ve geniş kabul gören bir literatür var (örn. bkz., Wellman vd. (20011), dolayısıyla özgül bir tür bilişsel olgunlaşmanın söz konusu olduğu tahmin ediliyor. Metinde ileri sürülen sav çok daha küçük bir azınlığın görüşü, ama hiç değilse bence çoğunluğun görüşünden çok daha açıklayıcı ve bunu çok daha doyurucu bir şekilde yapıyor. Kaldı ki, güncel "zihin kuramı" çerçevesine yöneltilen sağlam bazı eleştirilerde, başka şeyler yanında, zihin kuramının erken çocukluk çağında tekil bir tarzda ortaya çık­ tığı görüşüne karşı çıkılıyor: bkz. Reddy ve Morris (2004); Costall ve Leudar (2004); Leudar ve Costall (2004); Costall vd. (2006). 54

İn s a n b İç im u

h ayva n

ni onun bu dünyadaki davranışları: yani modem psikolojinin bize düşündürdüğünün tam tersi geçerli. Gelişim sürecinde çocuklar daha bilgili erişkinlerin desteğiyle, ama kendileri de sürece aktif bir şekilde katılarak kültürlerinin paylaşılan uygulamalarına ve ritüellerine nasıl katılacaklarını öğreniyorlar. Ve -özellikle Batı toplumunda- çocuklara öğrettiğimiz şeylerin önemli bir bölümü de kişilerin davranışlarını başkaları tarafından görülmeyen ya da onlardan gizlenen inanç ve arzularla nasıl açıklanabileceğiyle ilgili. Ama bazı araştırmacıların öne sürdüğü gibi bu bizim baş­ kalarının zihni konusunda derin bir içgörüye sahip olduğumuz ya da bir başkasının beyniyle bağ kurmamıza olanak veren bir çeşit kapasiteye sahip olduğumuz anlamına gelmiyor. Çok daha büyük bir olasılıkla, aslında biz beden dili, eylemleri, sözleri ve bütün bunların bağlamı gibi gözlemlenebilen özellikleri kapsayan bütün bir pakete yanıt veriyoruz, sonra da bunu o kişinin dünya hakkmdaki "düşünceleri" ya da "inançları" diye etiketliyoruz. insanlardan oluşan ve gözlemlenebilen davranışları açıkla­ mak için görünmez "düşünce" ve "inançlara" başvurduğumuz bu dünyayla yaşam boyunca çepeçevre sarıldığımız düşünüldüğün­ de, ister gerçek olsun ister yapay, bir başka varlık bize ne kadar benziyorsa ve bize en dikkat çekici gelen sosyal sinyalleri üret­ me olasılığı ne kadar fazlaysa, onun kafasının içinden geçenleri açıklamak için birbirimizle ilgili olarak başvurduğumuz akıl yü­ rütme ve zihinsel durum değerlendirmelerini kullanabileceğimizi varsayma olasılığımızın da o kadar yüksek olması aslmda hiç de şaşırtıcı değil. Evrim sürecinin bizi "hazırladığı" bu özelliğimiz ve onun zorlantı niteliğinde, çoğu zaman farkına bile varmadan kullandığı­ mız insanbiçimci bir eğilime dönüşmesi, bugün sorgulamadan kabul ettiğimiz birçok bilgiden vazgeçmemiz gerektiğini ve diğer hayvanlarda kendimizi görürken bazen yanılabileceğimizi göste­ riyor. Öte yandan tersten bakıldığında insanbiçimci yaklaşımımı­ zın nasıl ortaya çıktığını biraz daha iyi anlamak, bize gerçekten de türler arasında Darvvin'in önerdiği gibi bir süreklilik olduğu­ nu ve hem primat kuzenlerimizle hem de genel anlamda memeli kuzenlerimizle birçok özelliği paylaştığımızı kabul etme olanağı

55

BEYNİN ÖTESİ

tanıyor.55 Bir başka ifadeyle, yaklaşımımızı insanbiçimci olarak nitelendirme olasılığı bulunmayan, diğer hayvanların bizim bazı özelliklerimizi gerçekten paylaştıkları durumlarla da karşılaşaca­ ğız. Bununla birlikte, önceki bölümde belirtildiği gibi, primatlara özgü sosyal yanlılıklarımızı denetim altında tutmaya dikkat etme­ miz, duygularımızı, niyetlerimizi ve güdülerimizi öteki hayvanla­ ra yansıtma eğilimimizin tutsağı olmaktan kaçınmamız gerekiyor. Unutmayalım, kolayca aldanabiliyoruz; üzgün görünen bir üçgen aslında hiç de üzülmüyor. Primat yanlılıklarımızdan birini böylece ele aldık, ama diğer hayvanların dünyayla insandan ve diğer primatlardan farklı bir şekilde uğraşma biçimlerini araştırmaya girişirken, diğer hayvan­ lara karşı içimize işlemiş bir başka önyargıyla yüzleşmek zorun­ dayız: bu da, çok büyük bir beyne sahip olmaktan kaynaklanan kendini büyük görme yanlılığı.

55 Panksepp (1998). 56

3. Bölüm

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

Öyleyse bu bey, beyni olan bir kızın kendileriyle düşünmek dışında bir şeyler de yapması gerektiğini söylüyor. - A n ıta Loos, Erkekler Sarışınları Sever

Büyük beyinler insan olarak bizi tanımlayan özelliğimiz. Başka hiçbir hayvanın beyni bedenine kıyasla bu denli büyük değil ve hâlen gezegene egemen olmamızı bu büyük beyinlerimizin müm­ kün kıldığı ileri bilişsel süreçlere ve davranış esnekliğine atfedi­ yoruz. O hâlde bize göre büyük beyin iyi beyin, bu da artık kolayca göreceğiniz gibi özünde insanmerkezci bir bakış açısı. İnsanların evrimsel başarıların doruğu olmadığı, evrimin aslında bir ağaç ya da merdiven değil bir çalı olduğu,1 alt yaşam biçimlerinden üst yaşam biçimlerine doğru ilerleyen bir "büyük yaşam zinciri" bulunmadığı bize ne kadar sık söylenirse söylensin, yine de büyük beyinlerimizin, gelişmiş bilişsel yetilerimizin ve bunlarla bağlan­ tılı davranış esnekliğimizin evrim sürecinde önemli bir ileri adım oluşturduğunu hissediyoruz. Bu kadar açık söylemesek de, sonun­ da kaçınılmaz bir biçimde çok küçük beyinleri olan hayvanlardan üstün olduğumuz düşüncesine ulaşıveriyoruz.

1

Bu metaforlan iyi tanımıyorsanız, belki kısa bir açıklama yapmakta yarar var: Eskiden daha çok merdivene benzeyen bir "tabiat ölçeği" düşünülürdü. Bu merdivenin basamaklarına türler, en “ilkeli”, en az zeki olanı, en az "evrilmiş" yaşam biçimleri en alta, en ileri, en zekiler en üste gelecek tarzda yerleştirilebilirdi. Elbette biz insanlar merdivenin en üst basamağını işgal ediyorduk. Darvvin'in doğal seçilimle evrim teorisi bu “varlıkların büyük zin­ ciri" fikrini yerle bir etti ve bütün türlerin birbiriyle nasıl ilişkili olduğunu, farklı türlerin dallanma sürecinde ortaya çıktığını, böylece ortak bir atadan yeni soyların ayrıldığını vurgulamak için ağaç ya da çah metaforunu (bu metafora bizim "aile ağacı" terimini kullandığımız anlamda kullanıyordu) bu­ nun yerine koydu. Bu metaforda her soy kendi evrim yolunu izler ve türleri herhangi bir doğrusal ölçekle sıralamak imkânsız hâle gelir. 57

BEYNİN ÖTESİ

Bu bir anlamda doğru elbette: tekerleğin icadından kalp nak­ line ve aya roket göndermeye kadar, başka hiçbir hayvanın ger­ çekleştiremediği başarılara ulaştık. Öte yandan, bu gerçekten biz insanların diğer türlerden üstün olduğumuz ya da onlardan daha başarılı olduğumuz anlamına mı geliyor, yoksa sadece onlardan farklı olduğumuzu mu gösteriyor? Üstünlük açısından başka bazı ölçütler temel alındığında, insanların o kadar da etkileyici olma­ dığı görülebiliyor. Örneğin kilometre kare başına düşen böcek sayısının dünyadaki toplam insan sayısına eşit olduğu tahmin ediliyor. Böcekler bir şeyi doğru yapıyor olsa gerek. Peki o zaman büyük beyinlerin küçüklerden daha iyi olmasını neden kaçınıl­ maz varsayıyoruz? Bunun bir nedeni bizim başarı ve üstünlük tanımlarımızın açıkça çok dar ve insan odaklı olması. Belki de daha önemli bir başka neden, yanlı insan bakış açımızla, büyük bir beyne sahip olmanın yalnızca yararlan üzerinde duruyor ve yüksek maliyetini göz ardı ediyoruz. Beynimiz sürdürülmesi son derece pahalı bir organ: vücut ağırlığımızın yalnızca %2'sini oluşturmasına kar­ şın, dinlenirken bile toplam enerji gereksinimimizin tam %20'sini kullanıyor. Kolayca hasar görebiliyor ve karmakarışık olmaması için sıcaklığın hayli dar bir aralıkta tutulması gerekiyor, gelişip olgunlaşması yıllar alıyor, çocuklanmız kendilerine bakmaktan bütünüyle aciz doğuyor ve çoğu memelinin büyüyüp doğurduğu, henüz ölmediyse yaşlılığın ileri evrelerine doğru ilerlediği bir yaşa kadar bağımsızlığa ve cinsel olgunluğa ulaşamıyorlar. Bu ağır maliyeti dengelemek, böylece doğal seçilimde avantajlı olmak için, büyük beyinler bununla eşit ağırlıkta bir yarar sağlamış ol­ malı. İnsan bunun ne olabileceğini düşünmeye başlayınca, topluiğne başı büyüklüğünde beyni olan birçok hayvanın olağanüstü karmaşık ve esnek davranış düzeylerine bakarak, bunun yanıtının sanıldığı kadar basit olmadığını görüyor, önceki bölümde üzerin­ de durduğumuz yüz tanımayı alalım örneğin. Yüzleri tanıma ve bireyler arasında ayrım yapma becerimiz, bizi bunun özel bazı beyin bölgeleri ve bir sürü nöronal işlem gerektiren insana özgü bir beceri olduğu düşüncesine götürüyor. Oysa tıpkı insanlar gibi, sanca anlar da (Polistes türleri) diğer bireylerin yüz hatlanm ta58

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

ılıyabiliyorlar ve bu yeteneklerini kovanda güçlü bir sosyal düzen sürdürmede kullanıyorlar.2 Zekice tasarlanmış bir deneyde san­ ca anlann "yüzlerindeki" işaretler deneysel olarak değiştirilmiş (araştırmacılar anlara boyayla yeni san işaretler eklemişler ya da mevcut işaretlerin üzerini kapatmışlar) ve sanca anlann fark­ lılaşan bu bireyleri artık tanımadıklan, onlara karşı daha saldır­ gan davrandıklan görülmüş. Sanca anlar birbirlerini test ederek görece üstünlük kurarken saldırganlığa başvururlar. Deney çer­ çevesinde farklılaştmlan sanca anlara işaretleri değiştirilmemiş kontrollerden daha saldırgan davranılması, sanca anlann bu ko­ van sakinlerini yabancı saydığını ve bu "yeni" anlarlarla hiyerarşi oluşturma ihtiyacı duyduğunu düşündürüyor. Bir başka açıklama da bu yüz işaretlerinin bireysel kimlik konusunda bilgi sağlamak yerine, bireyin koloni hiyerarşisinde­ ki yeri ve rolü konusunda genel bir bilgi vermesi olabilir. Bu du­ rumda yüz işaretleri insanlardaki üniformalara benzer bir işlev görecek, belli bir bireyin hemşire ya da polis gibi özel bir rolü olduğunu gösterecektir. Bununla birlikte çalışmada denek anlara gösterilen saldırganlık düzeyinin zamanla azaldığı bildiriliyor; işaret değişiklikleri yalnızca deneğin kovandaki statüsünde bir değişiklik anlamına gelse, "yeni" sanca anyı değil de yeni rolü he­ def aldığı için, bu yeni saldırgan yanıt düzeyinin devam etmesini beklerdik. Saldırganlık azaldığına göre, bu gözlemler sanca anla­ nn bu "yeni" sanca anya bir birey olarak yaklaştıklarım ve gide­ rek bu bireyin kovan hiyerarşisindeki yerini özel yüz işaretleriyle bağlantılandırmayı öğrendiklerini düşündürüyor. Göründüğü kadanyla sanca anlann "yüz" işaretleri gerçekten de bireyin kimliği konusunda bilgi veriyor ve sanca anlar bu bilgileri birbirleriyle sosyal etkileşimlerini düzenlemede kullanıyorlar. Bu arada, balanlan insan yüzlerini ayırt edebiliyorlar ve belli bir yüzü ondan gelecek ödülle bağlantılandırabiliyorlar. Bu anlar dikkat dağıtma amaçlı bir dizi yeni çeldirici yüz ile daha önce ödüllendirilmiş bir hedef yüz arasında ayrım yapmayı da başanyorlar. Daha da ilginci, balanlan üst bölümü alta gelecek tarzda tersine çevrildiğinde bildikleri insan yüzlerini tanımakta güçlük çekiyorlar; bu da yüzleri tanımada belki onlann da insanlar gibi 2

Tibbets (2002). 59

BEYNİN ÖTESİ

parçalar arasındaki ilişkiyi temel alan konfigüral bir işlem türü kullandıklarını (yani hatların tek tek boyutları ve şekilleri yanın­ da görece konumlanışlannı da göz önünde bulundurduklarım ve yüzü parçaların toplamı olarak değil de bir bütün olarak değer­ lendirdiklerini) düşündürüyor.3 Elbette balansı insan yüzlerini aslında insan yüzü olarak tanımıyor ve bunlara yiyeceklere işaret eden ipuçlan olma dışında herhangi bir anlam yüklemiyor, ama bu örnek de, Polistes türü sanca anlar da, gerek kendi yetilerimi­ zin benzersizliği konusunda, gerekse bizimkinden çok daha basit sinir sistemlerinin de karmaşık davranış yanıtlan verme potansi­ yeli konusunda farklı fikirler duymaya hazır olmamız gerektiğini düşündürüyor. Bu bölümde, küçük bir beynin neleri başarabileceğini daha aynntılı değerlendirebilmek için, gerçek yaşamdan ve robotik ala­ nından örneklerle daha basit olarak nitelendirilen hayvanlann dünyasını araştıracağız.

Karınca Meseli Meşgul olmak yetmez. Karıncalar da meşguldür. M esele ney­ le m eşgul olduğumuz!

-H enry David Thoreau

Şeylere insani terimlerle bakmamıza yol açan karşı konulmaz eği­ limimiz -diğer türlere karmaşık insan güdüleri ve işlem yetileri atfederken çoğu zaman hatalı olduğumuz gerçeği- hayvan davra­ nışlarının aslında karmaşık olmadığı anlamına gelmez. Bu yalnız­ ca hayvan davranışlarındaki karmaşıklığın tek başına içsel kar­ maşıklığın bir ürünü olmadığı anlamına gelir. Herbert Simons'm "karınca meseli" bunu çok canlı bir şekilde sergiliyor.4 Kumsalda boylu boyunca yürüyen bir karınca hayal edin ve ilerlerken izledi­ ği yolu gözünüzün önüne getirin. Bu yol çok kıvrımlı, çok düzensiz ve karmaşık olacaktır. Sonra karıncanın eşit düzeyde karmaşık bir içsel yol belirleme yetisi olduğunu düşünüp, bunu ortaya çıkar­ mak amacıyla böyle karmaşık bir yol belirleyebilmesi için gerekli 3 4

Dyer vd. (2005). Simons (1996). 60

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

kural ve mekanizmaları araştırmaya koyulabilirsiniz. Oysa yolun bu karmaşıklığı "karıncanın karmaşıklığından değil, kumsal yü­ zeyinin karmaşıklığından" kaynaklanır.5Aslında karınca çok daha basit bir kural dizisini temel almaktadır: kanncanm karmaşık bir yörünge izlemesine yol açan tek başma karınca değil, bu kuralla­ rın çevreyle etkileşimidir. Daha genel bir açıklamayla, karınca meseli gözlemlenen bir davranışın karmaşıklığıyla onu üreten mekanizmamn karmaşık­ lığı arasmda zorunlu bir bağıntı olmadığını gösteriyor. Bu konuda bir başka örnek de otonom hareketli robot çalışmalarından veri­ lebilir. Bunlar çevrede hareket etmek ve fiziksel dünyayla ilişki kuımak üzere geliştirilen robotlar ve bu mekanizmalar bilim in­ sanlarına organizmayla çevre arasında tam da bu çeşit etkileşim­ leri araştırma olanağı sunuyor (ayrıca bkz. 5. bölüm). Dolayısıyla bu araştırma alanına "davranış temelli robotik" adı da veriliyor. Araştırmacılar hayvanın içsel karmaşıklığının bütünüyle açıklan­ dığı ve kendileri tarafından iyi bilindiği sistemler inşa ederek ve bunlan farklı çevrelere maruz bırakarak, bu "varlıkların" davranı­ şını araştırabiliyorlar, daha da önemlisi anlayıp açıklayabiliyor­ lar. "Doğurgan Kaplumbağalar"

Davranış temelli robotiğin öncüsü olan VVilliam Grey VValter6 nörofizyoloji eğitimi görmüş ilginç bir karakterdi ve robotiğin ön­ cüsü olma yanında, "ev patlayıcıları uzmanı, eş değiştirici, TV yo­ rumcusu, deneysel madde kullanıcısı ve dalıcıydı."71940'larda iki otonom robot yaratmış ve bunlara Elsie ve Elmer adını vermişti (robotların adlarında onları betimlemede kullandığı terimlerden esinlenmişti: "İçsel ve Dışsal Açıdan Kararlı Işığa Duyarlı Elektro Mekanik Robotlar"*).8 Bunlar üzerlerindeki saydam kapakla (“ka­ buk") kaplumbağaya benzeyen, küçük, 3 tekerlekli motorlu araç­ 5 6 7 ■ 8

Simons (1996). Holland (2003). Hayward (2001a), s. 616. Electro Mechanical Robots, Light Sensitive, with Intemal and Extemal Stability -çn. Grey VValter (1950,1951,1953); Holland (2003), s. 353. 61

BEYNİN ÖTESİ

lardı. Bunları yapma nedeni beyin işlevlerinin karmaşıklığının mutlaka nöron sayısından değil, "bunlar arasındaki bağlantıların zenginliğinden" kaynaklandığını9 düşünmesi ve farklı karşılıklı bağlantı örüntülerinin nasıl farklı davranış çeşitleri ortaya çıkar­ dığım çözmek istemesiydi. Kaplumbağalar bu sorunu kontrol altına alınabilir kılmak için yapılmıştı. İkisinde de her biri yalnızca tek bir refleks yanıt üre­ tebilen ikişer "beyin hücresi" vardı ve robotların ikisi de çok basit bileşenlerden üretilmişti (iki küçük motor, iki pil, birkaç vakum tüpü, iki kondensatör ve iki röle): reflekslerden biri kaplumbağa­ ların ışığa yanıtıyla, diğeriyse dokunmaya yanıtıyla ilgiliydi. Yal­ nızca iki "beyin hücresi" olan böyle bir varlığın kaç tür davranışı olabilirdi?10 Üç tekerlekli robotun her zaman ön tekerle aynı yönde hare­ ket eden kumanda çubuğunun önüne monte edilen bir fotoelekt­ rik hücre ("göz") ışık refleksini kontrol ediyordu. Gözü çevreleyen bir başlık önden gelenler dışındaki bütün ışıklan kesiyordu. Kap­ lumbağanın üzerinde yer alan ve robot hareket ederken yanan bir lamba da -"far"- Grey Walter'm motorun doğru çalışıp çalışmadı­ ğını kontrol etmesini sağlıyordu. Dokunma sensörü kaplumbağa­ nın "kabuğu" bir engelle temas ettiği zaman kapanan bir elektrik bağlantısıydı. Kaplumbağalann kablolan ışık kaynağını arayacak ve engellerin üstesinden gelerek ya da çevrelerinden dolanarak aşmaya çalışacak şekilde bağlanmıştı. IŞIĞI GÖRMEK Kaplumbağa karanlıkta -ya da "gözün" saptayamayacağı kadar düşük ışıkta- çalıştırılınca ön tekeri hareket ettiren tahrik mo­ toru yarım hızda çalışarak robotu ilerletiyor, kumanda çubu­ ğunun üzerindeki motorsa ön tekeri tam hızda döndürüyordu. Göz kumanda çubuğunun üzerinde yerleştirildiği için ön tekerle birlikte o da dönüyor, böylece her zaman kaplumbağanın gittiği yöne "bakmış" oluyordu. Bu da kaplumbağaya çevresini "tarama" olanağı veriyordu. Çekiş kuvveti olmayan arka tekerler serbestçe 9 Holland (2003). 10 Holland (2003). 62

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

hareket ediyordu, böylece kaplumbağalar bütünüyle önden çekişli araçlardı. Tahrik motorunun kaplumbağayı öne doğru ilerlet­ mesi ve "kumanda-tarama" işlevli ön tekerin dönme hareketleri hep birlikte kaplumbağanın döne döne yavaşça ilerleyip çevresini "araştırması" sonucunu doğuruyordu. Bu araştırma sırasında "göz" bir ışık kaynağı saptarsa, tah­ rik motoru duruyor, böylece kumanda-tarama işlevli ön tekerin dönmesi de duruyor ve kaplumbağa ışığın saptandığı açıda sabit kalıyordu. Durmak üstteki farın sönmesine neden oluyor, bu da tahrik motorunun tam hızla çalışmaya başlamasına yol açıyor­ du. Kaplumbağa "taramayı" bırakıyor ve ışığa doğru "hızla ilerle­ meye" başlıyordu. Işık kaynağı saptandığında göz doğrudan öne bakmıyor da belli bir açıdaysa, bu "hızla ilerleme" hareketi aslın­ da kaplumbağanın ışıktan uzaklaşmasına neden oluyordu. Bu da (fotoelektrik hücreden oluşan) gözdeki etkinliğin etkinlik eşiğinin altına düşmesine yol açıyor, bu ön tekerleğin yeniden dönmeye başlamasını sağlıyor ve robot yavaşça çevreyi taramaya devam ediyordu. Bu da kaplumbağanın kısa bir süre sonra ışık kaynağını görmesi sonucunu doğuruyor ve bir kez daha hızla ilerleme dav­ ranışı tetikleniyordu. Bu şekilde kaplumbağa her biri bir öncekin­ den daha doğru olan, birbirini izleyen yaklaşık hareketlerle ışık kaynağına doğru ilerliyor, her seferinde hedef hatası biraz daha azaldığı için kaplumbağa hedefine daha da yaklaşıyordu. Kaplumbağa ışığa yaklaştıkça ışığın giderek daha parlaklaştı­ ğını "görüyordu." Işık çok parlaksa (diyelim, 40 watt gücünde bir lamba ya da fener ışığıysa), bu durumda kaplumbağa lambaya çok yaklaşınca davranış tarzı bir kez daha değişiyor, robot "göz ka­ maşması" moduna geçiyor ve ışıktan kaçınıyordu: kumanda-tara­ ma işlevli ön teker yarı hızda çalışmaya başlarken, tahrik motoru tam hızda çalışmaya devam ediyor, böylece kaplumbağa önceki yavaş yavaş çevreyi tarama davranışına geri dönmek yerine, "gö­ zünü kamaştıran" ışık kaynağına çarpmaksızın (birçok kelebeğin kaderinden kaçınarak) yavaşça ondan uzaklaşıyordu. Grey VValter kaplumbağaların davranışının adeta "optimum" -ne çok parlak ne çok soluk- bir ışık kaynağı arayan bir hayvanmkine benzediğini söylüyordu. Böyle bir ışık kaynağına ulaşınca, onun çevresinde dolaşıyor, oysa çok parlak ışıklarda onları terk edip daha uygun 63

BEYNİN ÖTESİ

bir şey aramaya koyuluyordu. Dolayısıyla ışık refleksi, oda sı­ caklığını kontrol eden negatif geribildirim süreçlerine bir örnek oluşturuyordu: parlak ışık kaplumbağayı saptanan ışık miktarını azaltacak şekilde tepki vermeye, soluk ışıksa robotun saptanan ışık miktarını artıracak şekilde yanıt vermesine neden oluyor, böylece genelde kararlı bir ışık uyarı düzeyine ulaşılıyordu. Işık refleksi öngörülmeksizin "ortaya çıkan"* ilginç bazı dav­ ranışların gelişmesine de olanak sağlıyordu. Örneğin üstteki far yalnızca robotların gerektiği gibi çalışıp çalışmadığını göstermek için oraya yerleştirildiği hâlde, kaplumbağalar bir araya konuldu­ ğunda çok ilginç bazı davranışlara yol açıyordu. Yukarıda anla­ tıldığı gibi, kaplumbağalar etrafta dolaşıp çevreyi tararken kısa süre sonra birbirlerinin ışıklarını keşfediyorlardı. Öteki kaplum­ bağanın üzerindeki farın ışığını saptamak robotları "hızla ilerle­ me" moduna geçiriyor, ama bu her bir kaplumbağanın kendi farım söndürmesinden sonra mümkün oluyordu. Böylece ansızın ortada kaplumbağanın yaklaşacağı bir ışık kaynağı kalmıyordu. Kendi­ lerini çeken bir ışık kaynağı kalmayınca, kaplumbağalar tarama moduna geri dönüyorlar ve üstteki farlar bir kez daha yanıyor ve önce gördüğümüz etkileşim tekrarlanıyordu: önce kaplumba­ ğalar birbirlerine yöneliyor, kendilerini çeken ışığın ansızın yok olmasıyla bu ilerleyiş birden sonlanıyordu. Grey Walter'ın söy­ lediği gibi, bu sanki bir "çiftleşme dansıydı" -"makineler birbir­ lerinden kaçamıyorlar, ama 'arzularını' ötekine iletmeyi de başaramıyorlardı"- ama bu davranış önceden programlanmamıştı; kaplumbağaların işleyiş tarzından ve çevreyle etkileşimlerinden doğmuştu.*11Bunun gibi, Britanya Bilimsel İlerleme Birliğinin top­ lantısında katılımcılara sunulan kaplumbağaların da, öngörül­ meksizin ortaya çıkan bir davranışla ansızm kadın bacaklarına doğru çekildikleri görülmüştü; bu davranışa kadınların giydiği naylon çorapların ışık yansıtıcı özelliklerinin yol açtığı tahmin ediliyor.12 Bu ışığa duyarlılık Grey Walter'a kaplumbağaların "beslen­ melerine", daha doğru bir değişle kendi pillerini şaıj etmelerine ' emergent; “zuhur eden" ya da beliren -çn. 11 Grey VValter (1953), s. 129. 12 Hayward (2001b). 64

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

olanak veren bir yöntem geliştirme fikrini verdi. Üzerinde parlak bir ışık olan bir kulübe yapıldı. Kaplumbağanın pilleri tam şarj edilmişse, bu ışık robotu göz kamaşması moduna sokuyor ve ken­ dinden uzaklaştırıyordu. Ama piller azaldıkça robot ışık şiddetini daha az algıladığı için giderek ışığa daha fazla yaklaşıyordu. Bu ışığa doğru çekilme, kaplumbağanın sonunda doğrudan kulübe­ nin içine girmesine yol açıyor, oraya girince de pilleri şarj olu­ yordu. Tabii piller şarj olunca sensör ışığın gerçek şiddetini fark ediyor ve bu parlaklık göz kamaşması yanıtını tetikliyordu. Parlak ışıktan uzaklaşan kaplumbağa kulübeyi terk ediyor, yeniden "acıkana" kadar oraya girmiyordu. Kaplumbağaların ışık arama ref­ leksiyle kulübeye girip çıktığı iyi biliniyor, ama bu şarj olma dav­ ranışının %100 başarılı olup olmadığını gösteren kayıtlar yok.13 ENGELLERİ AŞMAK Kaplumbağaların dokunma refleksi ışığa duyarlılıklarından daha basitti ama bu refleks de oldukça karmaşık davranışların orta­ ya çıkmasına neden oluyordu. Bağlantılar, temas sağlanınca ışık sensöründen gelen sinyal "görmezden gelinecek" tarzda oluşturul­ muştu; çünkü çoğu zaman ışık sinyallerini güçlendirici bir etki­ si olan vakum tüpleri, bu durumda hem tahrik motorunun hem de kumanda motorunun tam hızda çalışmasına, durmasına ve yeniden çalışmasına neden olan bir salınım sinyalinin parçası oluyordu. Davranış açısından bu kaplumbağanın önüne bir engel çıkınca diğer bütün uyaranları görmezden gelmesi ve engeli itip kakarak uzaklaştırması, engel yolundan çıkana ya da kendisi en­ geli aşmayı başarana kadar tekrar tekrar engele yaklaşması anla­ mına geliyordu. Dolayısıyla dokunma refleksi pozitif geribildirim süreçlerine örnek oluşturuyordu; ışık refleksi gibi kararlı durumu korumuyor, kaplumbağanın bir engelle karşılaşmaya devam ettik­ çe ondan kurtulmak için giderek daha fazla çaba harcamasma yol açıyordu. Kaplumbağa çevresini araştırarak, ışık kaynaklan sap13 Holland (2003), s. 362, Grey VValter'dan şunları aktarıyor: "Bu düzenleme mü­ kemmel olmaktan çok uzak; kendi başlarına bırakılsalar varlıkların çoğu­ nun, yeterli bir ışıklandırma ararken ya da hareket ettiremedikleri engellerle ya da doymak bilmeyen benzerleriyle karşılaştıkça yol kenarında ölüp gide­ ceği çok açık." 65

BEYNİN ÖTESİ

tayip onlara yaklaşarak dolaştıkça, yoluna çıkan bütün engelleri de itiyordu ve zaman zaman engellerin düzenli bir şekilde duvar diplerine yığıldığı görülüyordu (bu da ilerde daha ayrıntılı üze­ rinde duracağımız, öngörülmeksizin ortaya çıkan ilginç bir başka davranış). Grey Walter bu reflekslerin uyum içinde çalışarak çok esnek ve yaşam benzeri davranışlara da yol açtığı kanısındaydı: örneğin Elsie aynayla karşı karşıya gelince, aynada kabuğunun üzerindeki kendi fannı gördüğü için aynaya yaklaşıyordu. Kaplumbağa ışığı görünce hızla ilerleme moduna geçtiği için, fan derhal sönüyordu. Işık saptayamayan robot hemen tarama moduna geri dönüyor, fan yeniden yanıyor, kaplumbağa yine aynada kendi fannın yansıma­ sını "görüyor" ve bir kez daha hızla ilerleme moduna geçiyordu. Bu fan söndürüyor, robotu yeniden araştırma moduna geçiriyor ve süreç böylece devam ediyordu. Bir başka deyişle, bir geribildirim devresi oluşuyor ve bunda çevre -ayna- belirleyici bir rol oynuyor­ du.14 Robot ayna önünde "dans ettiği" izlenimi veriyordu ve Grey VValter'ın kendi sözleriyle, "bir hayvanda gözlemlense, salt deneysel temelde bu bir tür özfarkmdalık kamtı sayılabilirdi."15Grey Walter karmaşık ve öngörülemeyen davranışlanyla gerçek hayvanların nasıl çalıştığı konusunda yoğun tartışmalar doğuran robotlanna, tam da bu nedenle "doğurgan kaplumbağalar" adını verimişti.16 Grey VValter'ın robotları, bir hayvanda davranış karmaşık­ lığının basitçe bilişsel karmaşıklığa tercüme edilemeyeceğini mükemmel bir şekilde ortaya koyuyor. Elsie ve Elmer'in nasıl yapıldığı konusunda bilgimiz olmasa, onlara gereğinden çok iç­ 14 Holland (2003) Grey VValter'ın robotların davranışları konusundaki yorum­ larının bir bölümünde aşırıya kaçmış olabileceğini ve bazı davranış örüntülerinin Grey VValter'ın düşündüğü şekilde ortaya çıkmamış olabileceğini öne sürüyor, örneğin bu robotları yeniden üreten Holland (2003), kendi deneyimi ışığında "dans" tarzı hareketlerin ışıklara verilen yanıta değil, temas sensörünün yol açtığı salınımlı davranışa bağlı olabileceğini belirtiyor. Ancak Holland (2003) ısrarla Grey VValter'in davranış temelli robotiğin gerçek bir öncüsü olduğunu vurguluyor ve onun robotlarının "birçok açıdan modem robotiğin ötesinde olduğunu, bunların hem iyi tanınmayı hem de bu temelde incelenmeyi hak ettiğini" belirtiyor (s. 363). Altmış yıl önce vakum tüpleri kullanılarak yürütülen bir araştırma için bu sonuçlar hiç de fena sayılmaz. 18 Grey VValter (1963), s. 128-129. 16 Alıntı kaynağı: Holland (2003), s. 357. 66

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

sel karmaşıklık atfetmemiz ve aynada kendilerini ‘‘tanımak" gibi başarılarının gerektirdiği bilişsel kapasiteyi abartmamız kaçı­ nılmaz. Bir hayvanın nasıl ve neden öyle davrandığını anlamaya çalışırken yalnızca kafasının içinde neler olup bittiğine odaklan­ ma eğiliminde olmamız, çevre yapısının ve fiziksel özellikleriyle hayvan bedeninin davranışları biçimlendirmede çok etkin bir rol oynadığım fark edemememiz sonucunu doğuruyor. Lisans öğrencilerimizden biri olan Tom Rutherford Lego Mindstorms robot kitini kullanarak Grey VValter'in robotlarım kopyalamaya çalışmak isteyince, bunu bir kez daha, bu kez bir başka yoldan anladım. Lego robotlarının üretiliş tarzlarına bağ­ lı kısıtlamalar nedeniyle (örneğin robotun "beyni" bir güç kayna­ ğının kablosuyla tahrik motoruna bağlanıyordu, dolayısıyla da robotların Grey VValter'in robotları gibi belli bir doğrultuda sü­ rekli ilerlemesi mümkün olmuyordu ve tekerleği ile ışık sensörü 360 derece dönemediği için, soldan sağa bir yay çizerek yalnız­ ca salınabiliyordu), ayrıca robot beyninin yazılım programı Grey VValter'in basit vakum tüpü sisteminden çok daha karmaşık ol­ duğundan, bu işin göründüğünden daha zor olduğu ortaya çıktı. Davranış açısından Tom'un Lego robotu ışığı saptayıp ona doğru ilerlemeyi başarıyordu ama bedeninin özgün kaplumbağa robot­ tan farklı özellikleri nedeniyle yeterince kısa sürede toparlanıp ışık doğrultusunda ilerlemesi mümkün olmuyor, bazen de ışığa tamamen arkasını dönüyor ve bir başka doğrultuda araştırmaya devam ediyordu. Dönem sonunda yazdığı tezinde Tom tipik miza­ hıyla robot yapma macerasını şöyle ifade edecekti: "Modem ya­ zılım ve donanımların özgün kaplumbağanın basit beynini taklit edebilmek için hayli yoğun çaba harcamaları gerekiyor.... Görün­ düğü kadarıyla Grey VValter'in bu iş için tasarlanmış basit devresi modem robotikten daha doğru davranışlar üretebiliyor." Bir "bey­ ni" olmasına rağmen Tom'un robotuyla alman sonuçların, robot bedeninin çevreyle temas sırasında yaşadığı güçlükler nedeniyle Grey VValter'in kaplumbağalarından daha verimsiz olduğu ortaya çıkmıştı. Bir başka -daha yeni- robotik örnekle bu noktayı daha da canlı anlatabiliriz.17 17 Maris ve te Boekhorst (1996); ayrıca bu çalışmayı ve diğer çalışmaları gözden geçiren bir kitap olarak, bkz. Pfeifer ve Scheier (1999). 67

BEYNİN ÖTESİ

"İsviçreli Robotlar" Didabot küçük bir tekerlekli robot. Bunlardan birkaç tanesi rastgele küçük küplerin saçıldığı bir alana bırakılırsa, geriye yalnızca iki büyük küp kümesi ve duvar kenarlarına itilmiş birkaç küp ka­ lıyor. Bu robotlara "İsviçreli" denmesinin nedeni, adaşları gibi son derece temiz tertipli olmaları ve göründüğü kadarıyla ortalıktaki dağınıklığı gidermeyi hedeflemeleri. Elsie'nin ayna dansı gibi, bu davranışı izleyen herhangi bir kişi "salt deneysel temelde" robot­ larda nesneleri saptamak ve onları diğer nesneler doğrultusunda iterek bir araya toplamak üzere programlanmış mekanizmalar ol­ duğunu düşünebilir. Oysa bu robotlarda yakındaki nesneleri saptayan tek bir sensör çeşidi var (yani bunlar Elsie ve Elmer'dan daha da basit me­ kanizmalar) ve yalnızca bir kural temelinde kontrol ediliyorlar: sağdaki sensör etkinleşirse sola dön, soldaki sensör etkinleşirse sağa dön. Bu da robotların yalnızca nesnelerden kaçınma yetisi olduğunu gösteriyor, ama robotlar dağınık nesneler bulunan bir alana yerleştirildiklerinde ortalığı toplayıp küpleri bir araya ge­ tiriyorlar. Bunun nasıl gerçekleştiğini anlamak için, didabotun iç yapısının ötesine geçip, fiziksel dış yapısını ve çevreyle etkileşi­ mini incelememiz gerekiyor (yukarıda anlatılan kaplumbağa dav­ ranışı size ipucu vermiş olsa gerek). Didabotlann "bedenlerinin" ön tarafında iki yanda konumlan­ dırılmış iki yakınlık sensörü var. Bu sensörler doğrudan ileriye bakmıyorlar, belli bir açıyla yerleştirilmişler, öne doğru ilerle­ dikçe didabot yanlardaki küpleri saptayabiliyor ama sensörlerin konumlandırılma şekli nedeniyle tam önündeki hiçbir şeyi saptayamıyor. Bu da didabotun yanlardaki küplerden kaçmabilmesine, ama tam önündeki küpleri "göremediği" (yani bunlardan sensöre herhangi bir uyaran gelmediği) için bu küplere karşı herhangi bir eyleme girişmemesine ve bunların kendiliğinden öne doğru itilmesine yol açıyor. Küpü iterek alanda yol almaya devam eden didabotun sensörü yan tarafta bir başka küp görürse, standart kaçınma davranışını gerçekleştirerek sola ya da sağa dönüyor. Ama böyle yapmca biraz önce ittiği küp orada kalıyor ve küçük bir küme oluşturabiliyor. Çevrede böyle daha geniş -dolayısıyla da daha kolay saptanabilen- bir küçük kümenin varlığı didabot 68

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

tarafından fark etmeksizin itilen bir başka küpün de bunların yanma bırakılma olasılığını artırıyor. Küme büyüdükçe, hepsi bir araya gelene kadar diğer küplerin de bu kümeye eklenme olasılı­ ğı da artıyor (geriye yalnızca kenarlarda şuraya buraya serpilmiş birkaç küp kalıyor). "Küme oluşturmanın" tek tek diabotlann "hedefi" olmadığı ve bu robotların kendi davranışlarının eşgüdümünün başkaları ta­ rafından sağladığını bilmedikleri (aslında orada başka diabotlar olup olmadığından hiç haberdar olmadıkları!) iyi anlaşılmalı. Küme oluşturma "kendi kendine örgütlenen"' çok basit süreçlerin öngörülmeksizin ortaya çıkan bir özelliği ve burada didabotun hareketleriyle bu robotların çevreleriyle etkileşime giriş tarzla­ rı arasındaki örtüşmeyi yansıtıyor.*18 Bu süreçte can alıcı nokta da, küme oluşturma davranışının yalnızca sensörlerin bir açıyla yerleştirilmiş olmasından kaynaklanması: sensörlerden birinin yerini değiştirip öne getirdiğinizde, küme oluşturma davranışı bütünüyle ortadan kalkıyor. Çünkü artık robot yanlardaki nesne­ ler yanında, doğrudan önündeki nesnelerden de kaçmıyor, bu da öne doğru itme davranışının hiç olmaması anlamına geliyor, itme davranışı olmazsa kümeler de oluşmuyor. Didabotlardan öğrenebileceğimiz son derece önemli bir başka ders de, karmaşık bir davranışın çok basit bir mekanizmayla üre­ tilebilmesi yanında, bu mekanizmaya bağlı davranışların gerçek yaşamdaki sonuçlarıyla bu mekanizma arasında hiçbir ilişki de olmayabilmesi (engellerden kaçınmanın küme oluşturma davra­ nışını ortaya çıkarmanın iyi bir yolu olduğu kimin akima gelir­ di?). Bu mekanizmanın doğasını anlamak için bir didabotun içini karıştırmak didabot davranışı konusunda bize hiçbir bilgi sağla­ maz, çünkü bu didabotun davranışı yalnızca iç mekanizmasıyla robotun fiziksel yapısı ve çevrenin yapısı arasındaki etkileşimi göz önünde bulundurduğumuz zaman anlam kazanıyor.

self-organizing -çn. 18 Bu konu hayvan davranışları alanında, özellikle de kuş ve balık sürülerinde, aynı zamanda insan kalabalıklarında bireylerin davranışlarının eşgüdümü­ nü sağlamalarına olanak veren mekanizmaları anlamak açısından giderek daha çok ilgi gösterilen bir araştırma alanı oluşturuyor. Bkz, örn. Couzin ve Krause (2003); Dyer vd. (2009); Ballerini vd. (2008). 69

BEYNİN ÖTESİ

Eş Seçimi Beyin Gücü Gerektiriyor mu? Robotik alanından son bir örnek, öngörülmeksizin ortaya çıkan bir özellik olarak karmaşık davranış fikrini açıklığa kavuşturma­ mıza yardım edebilir. Barbara VVebb'in cırcır böceği robotu19 bu dünyada sinirsel, bedensel ve çevresel faktörler arasındaki etki­ leşimlerle nasıl zeki davranışların ortaya çıktığını gösteren kla­ sik bir örnek oluşturuyor. Elsie ve Elmer'dan farklı olarak, cırcır böceği robotunun ilk örnekleri fiziksel olarak gerçek bir hayvana benzemiyordu; bu robot Legolarla yapılmıştı ve didabotlar gibi daha çok küçük bir oyuncak arabaya benziyordu. Görünüşü bir yana, diğer bütün açılardan çevresel uyaranlara tıpkı bir dişi cır­ cır böceği gibi yanıt verecek, özellikle de erkek cırcır böceklerinin çiftleşme "şarkılarını" yanıtlayacak şekilde hazırlanmıştı. İlk bölümde kısaca erkek kurbağaların bağırtılarla eşleri na­ sıl kendilerine çektiklerini ele almıştık, işte erkek cırcır böceği de aynen böyle yapar, yani bir dizi cırıltıdan oluşan bir "şarkı" söy­ ler. Bu cırıltılar hece olarak bilinen kısa ses atımlarından oluşur. Cırcır böceği türüne göre bu hecelerin frekansı değişir ve özel bir ritmi vardır. Gerçek cırcır böceği araştırmalarında dişilerin er­ keklerin şarkılarına doğru yönlendiği ve onlara yaklaştığı göste­ rildi (bu davranış "fonotaksi" olarak bilinir). Biraz daha açarsak, dişiler en yüksek sesle şarkı söyleyen erkeklere doğru ilerliyorlar. Yalnızca yüksek nitelikleri olan erkekler uzun süre yüksek sesle cırıltı çıkarabildiği için, bu gibi erkekleri seçen dişiler, yavrula­ rının yarışmada diğer erkek rakiplere üstün gelmelerine olanak veren bu "iyi genleri" devralmasını güvence altına alıyorlar. İlk bakışta, dişi cırcır böceğinin çiftleşme seçimi oldukça kar­ maşık bir dizi mekanizmayı kapsıyor gibi görünüyor: dişi cırcır böceğinin arka plandaki bu dünyaya ait diğer sesler arasında bir erkeğin şarkısını ayırt etmesi ve şarkı örüntüsünü çözümle­ yerek kendi türünden bir erkeğe ait olanı saptaması, daha sonra erkekleri karşılaştırarak en yüksek sesle şarkı söyleyeni bulma­ sı, son olarak da seçtiği erkeğin yerini belirleyip ona yaklaşması gerekiyor. Yalmzca birkaç nöronu olan bir dişi cırcır böceği bü­ tün bunları nasıl başarabilir? İşte Webb kendi cırcır böceğini bu 19 Webb (1995,1996). 70

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

yeteneğin altında yatabilecek mekanizma çeşitlerini araştırmak ve tamma, karşılaştırma ve yanıtlamanın seri hâlinde gerçekle­ şen 3 ayn mekanizma olması gerekmediğini, bunun cırcır böceği kulağımn fiziksel özelliklerine bağlı tek bir basit mekanizmayla gerçekleşebileceğini göstermek amacıyla geliştirmişti.20 Dişi cırcır böceğinin, her biri ön bacaklarından birinde olmak üzere iki kulağı (daha doğrusu kulak zarı) var. Bunlar bir soluk borusuyla (trake) birbirine bağlanıyor. Ayrıca cırcır böceğinin sır­ tında her biri bir yanda yer alan, spirakulum adı verilen iki işitsel hava deliği var (solunumda kullanılanlara benzer küçük delikler). Bu hava delikleri de soluk borusuyla kulak zarlarına ve birbirle­ rine bağlı. Aşırı basitleştirme riskini göze alarak, cırcır böceğinin sesi hem doğrudan dışarıdan (ses kaynağından gelen ses dalga­ ları nedeniyle kulak zarının doğrudan titreşmesi) hem de hava deliklerinden ve trakeden geçen ses dalgalarının dolaylı yoldan kulak zarına ulaşması sonucunda, içeriden aldığını söyleyebiliriz. Bu düzenleme cırcır böceği kulağının doğası gereği "yönsel" ol­ duğu anlamına geliyor. Ses kaynağından dişi cırcır böceğinin sol tarafına doğru ses geldiğini varsayalım. Ses dişinin sol kulağına iki kere gelecektir, çünkü dıştan ve içten gelen ses dalgalan farklı mesafeleri kat etmektedir (iç yoldan gelen sesin kulak zanna ulaş­ ması daha uzun zaman alır). Bunun tersine ses dalgalan sağ kula­ ğa aynı anda ulaşacaktır, çünkü iki ses eşit mesafe kat etmektedir (dış kulak sese daha uzaktır). Bunun sonucunda, ses kaynağına daha yakın olan tarafta dış ve iç sesler birbirleriyle aynı fazda olmayacak, buna karşılık sese daha uzak olan tarafta aynı fazda olacaktır. Bu da sese daha yakın taraftaki kulak zannın daha güç­ lü titreşmesi (sesin genliğinin artması) anlamına gelecektir. Her bir kulak zan yaklaşık elli nöronla cırcır böceği sinir siste­ minin kalan bölümüne bağlı ve bu bağlantılar az sayıda ara nöron aracılığıyla gerçekleşiyor.21 Özellikle bir çift ara nöron belirleyici önem taşıyor. Bu çiftteki nöronlann her biri belli bir eşiğe ulaş­ tığında ateşleniyor ve bunda belirleyici olan sesin genliği. Sese 20 Michelsen vd. (1994). 21

Duyusal nöronlarla (merkezi sinir sistemine sinir iletilerini götüren nöron­ lar) motor nöronları (merkezi sinir sisteminden sinir iletilerini getiren ve kaslan uyaran nöronlar) birbirine bağlayan nöron. 71

BEYNİN ÖTESİ

daha yakın olan kulakla bağlantısı olan ara nöron daha güçlü bir ileti aldığı için (çünkü bu kulak zan daha büyük bir genlikte titre­ şiyor), eşiğe daha çabuk ulaşıyor ve ses kaynağına daha uzak olan kulakla bağlantılı ara nörondan daha çabuk ateşleniyor. Nörofizyolojik çalışmalar cırcır böceklerinin daima nöronun daha güçlü yanıt verdiği tarafa döndüğünü gösteriyor. Bu da dişi cırcır böceğinin her cmltıdan sonra, ilk ateşlenen nöron yönüne dönüp o yöne giderse bir erkeğe doğru ilerleyebileceği anlamına geliyor. Bir başka deyişle, dişinin bütün bir heceler ve cırıltılar örüntüsünü çözümlemek yerine, çok daha basit bir taktik olan her bir cırıltının yalnızca başlangıcına yanıt vermeyi seçmesi müm­ kün. Peki erkeğin şarkısında neden ayırt edici bir ritim ve zamansal örüntü var? Yamtın dişilerin ara nöronlarının aktivasyon profilinde yattığı düşünülüyor. Ara nöronlar ateşlenme ardından bir "zayıflama dönemine" girerek, "dinlenme hâline" yavaş yavaş geri dönüyorlar. Bu dönemde nöronlar aktivasyon eşiğine, din­ lenme dönemine göre daha yakın oluyor. Bu da kulak zarının bu dönemde uyarılması durumunda aktivasyon eşiğine daha çabuk ulaşması ve ses genliği yanıt için gerekli düzeyin altında olsa bile nöronun yeniden ateşlenebilmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla erkeğin şarkısındaki heceler birbirine çok yakınsa -dolayısıyla da hece aralıkları zayıflama döneminden daha kısaysa- herhangi bir ses atımında önce hangi nöronun ateşlendiği belirsizleşiyor ve dişi artık belli bir ses kaynağına doğru hatasız ilerleyemiyor. Aynı şekilde, heceler arasındaki aralık fazla uzun olduğunda da, bilgi çok yavaş ulaşacağı için dişi erkeği doğru bir şekilde saptayamıyor: bu da dişinin se? atımları arasında yolundan sapmasına neden oluyor. Dolayısıyla erkeğin şarkısı dişilerin ara nöronlarına göre “akort edilmiş", bu da dişilerin arka plandaki sesler arasın­ da doğru tipte erkek şarkılarını otomatik olarak ayırt etmelerine olanak veriyor. Bunda soluk borusunun da rolü var. Yapısal nedenlerle cırcır böceğinin soluk borusundan en iyi geçen sesler erkeklerin bağırtı frekansına denk düşenler. Diğer ses frekansları soluk borusunda o kadar iyi iletilemediği için, cırcır böceğinin işitme sistemi diğer dalga boylarındaki sesleri "duymazdan geliyor" ve bu seslere yön­ sel yanıt vermiyor. Bu da dişinin erkeğin yerini belirlerken diğer 72

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

ses kaynağı

Şekil 3.1. Cırcır böceklerinin her iki dizinde de çevredeki ses dalgalarını yakalayabilen kulak zarları, sırtlarında da ses dalgalarının girm esine ola­ nak veren hava delikleri vardır. şarkı ve gürültü çeşitleri arasında onun sesini "ayırt" etmediğini, aslında arka plandaki bu sesleri algılamadığını gösteriyor. Dişiler yalnızca kendileri açısından "anlamlı" olan şarkıları işitiyor ve iz­ liyorlar. Elsie'nin "ayna dansındaki" gibi, dişiyi eş izi sürmeye gö­ türen geribildirim sürecinde çevre -bu durumda erkeğin şarkısıdişi cırcır böceğinin kendi iç dünyasında olup bitenler kadar can alıcı önem taşıyor. Göründüğü kadarıyla cırcır böceğinin bedeni (kulaklarının tasarımı ve soluk borusunun ses geçirme özellikle­ ri), "beyni" (ara nöronların akordu) ve çevresi (erkeğin şarkısının zamanlaması) arasındaki etkileşim, dişinin eş bulma gibi görü­ nürde karmaşık sorunları basit ve örtük tek bir kuralla çözmesine olanak veriyor: ilk ateşlenen tarafa dön (bu örtük bir kural çünkü dişinin bu kureılı izlediğinin farkında olduğunu ya da ne yaptı­ ğım bildiğini söylemenin hiçbir anlamı yok). Ama bu "başlangıç" hipotezinin gücü aynı zamanda onun zayıf yönünü oluşturuyor: dişilerin fonotaksi sırasmda gözlemlenen farklı bütün davranış çeşitlerini böylesine basit bir mekanizmayla açıklamak gerçekten mümkün olabilir mi? İşte cırcır böceği robotu da bu noktada işe yarayacaktı. Webb kendi cırcır böceğindeki bağlantıları gerçek bir dişi cırcır böceği­ nin başlangıçtaki ilk sinir ateşlemesini temel alarak hareket etti­ 73

BEYNİN ÖTESİ

ği varsayımına göre ayarlamıştı. Cırcır böceği robotu her birinin kendi motoru olan iki arka tekerlekle ilerliyordu ve önde bir döner tekerleği vardı. Modele ayrıca "kulak" yerine geçen minyatür mik­ rofonlar ve cırcır böceğinin her iki tarafında ara nöronları taklit eden bazı elektrik devreleri eklenmişti. Kulaklardan birine bağ­ lı devre belli bir eşiğe ulaştığında, cırcır böceğinin o tarafındaki motorun çalışması duruyordu. Diğer taraftaki motor çalışmaya devam ettiği için, cırcır böceği ilk "ateşlenen" "nöronun" bulundu­ ğu yöne dönüyordu. Ayrıca gerçek cırcır böceğinde ara nöronda toparlanma süresinin dişinin yanıtını sınırlandırmada oynadığı rolü taklit etmek için, cırcır böceği robotunun yalnızca sık tekrar­ lanan kesintili ses atımlarına yanıt vermesi sağlanmıştı. Robotunun erkek cırcır böceği şarkılarına nasıl yanıt verece­ ğini test etmek için, Webb (gerçek dişi cırcır böcekleriyle yapı­ lan testlerde kullanılan düzenekteki gibi) küçük alamn bir ucuna hoparlör koydu ve alanın öteki ucuna yerleştirilen cırcır böceği robotuna doğru sesler yayınladı. Nöronların ateşlenme hızı açı­ sından optimal frekans ve ritimdeki sesler çalındığında (robotun "kulakları" arasındaki mesafe daha geniş olduğu için seslerin ger­ çek cırcır böceği şarkılarından daha düşük frekansta yayınlanma­ sı gerekiyor, robotun devrelerindeki işlem hızı daha yavaş olduğu için de ses daha yavaş bir ritimde çalınıyordu), başlangıç hipote­ zinde öngörüldüğü gibi robotun cırcır böceği sesine doğru dön­ düğü görüldü. Ayrıca robot gerçek dişi cırcır böcekleri gibi zikzak çizerek seyrediyordu. Buna karşılık, "yanlış" sesler çalındığında robot başansız oluyordu: ses hecelerinin hızı artırıldığında, cırcır böceği doğrudan düz çizgide ilerliyor ve hoparlöre hiç ulaşamı­ yor, bu da robotun sesler arasındaki kesintiyi fark edemediğini, dolayısıyla yeterli dönme sinyali oluşamadığını düşündürüyordu. Sesin hızı azaltılınca da robot daha az dönüş yapıyor, belirgin öl­ çüde eğri bir hatta ilerleyerek hoparlöre yaklaşıyor ama çoğu za­ man ona ulaşmayı başaramıyordu. Gerçek erkek cırcır böceği şar­ kılarının aynı şekilde çarpıtılmış biçimleri dinletilen gerçek dişi cırcır böceklerinde de benzeri başarısızlık örüntüleri saptandığı için, bu başarısızlıklar başlangıç hipotezinin doğruluğunu daha da iyi kanıtlıyordu.22 22 Webb (1995,1996). 74

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

Dolayısıyla göründüğü kadarıyla, "kulaklarının" yönsel sesle­ re farklı duyarlılık göstermesine olanak veren tek bir basit me­ kanizma sayesinde, bu robotun şarkı söyleyen bir erkeği tanıma ve ona yaklaşma yeteneği dişi cırcır böceğinin eş seçimiyle ilgili davranışlarını birçok açıdan taklit edebiliyordu. Peki bir şarkıyı diğerine tercih etme açısından durum neydi? Webb cırcır böceği robotuyla, yine gerçek cırcır böcekleriyle yapılanlara benzer bazı eş seçme deneyleri yapmaya karar verdi. Bu kez alana iki hopar­ lör yerleştirdi ve biri diğerinden daha yüksek sesle olmak üzere ikisinden de sesler yayınladı. Gerçek bir dişi cırcır böceği gibi, robotun bu kez de en yüksek sesle şarkı söyleyen "erkeğe* yaklaş­ tığı görüldü. Didabotlann kümeleme davranışı gibi, dişilerin "eş seçme" davranışı da gerçek anlamda öngörülmeksizin ortaya çı­ kan bir özellikti; yani robota açıkça “seçim”yapan bir mekanizma programlanmamıştı; robotun bu davranışının yegâne nedeni içsel mekanizması ile çevre arasındaki etkileşimdi. Bu ilk başarılardan bu yana, Webb ve çalışma arkadaşları cır­ cır böceği robot tasarımını geliştirdiler ve artık daha hızlı işlem yapabilen daha gelişmiş bir tekerlekli robot türü (Khepera robo­ tu) kullanıyorlar. Bu da araştırmacılara robotu doğru bir hızda çalınan gerçek cırcır böceği şarkılarıyla test etme olanağı sağladı ve sonuçların tıpatıp aynı olduğu görüldü: robot gerçek şarkıla­ ra tıpkı gerçek bir dişi cırcır böceği gibi yamt veriyor; bu da ba­ sit bir robot mekanizmasıyla cırcır böceği davranışlarıyla ilgili çok karmaşık bir şeyin saptanabileceği görüşünü destekleyen bir bulgu.23 Cırcır böceği robotunun daha da yeni cisimleştirmelerinde cırcır böceği devreleri bir Whegs robotuna yerieştirilmiş:24 bu "tekerlek-bacaklan", yani "vvheg'leri" olan bir robot." Bu robotlar (altı tekerlek-bacakla) daha çok böceği andırıyor, aslmda hamam böceklerinin yürüyüş mekaniğini temel alıyor. Whegs robotuyla araştırmacılar yapay alandan gerçek dünyaya açılma olanağı bul­ dular ve burada robotum doğal arazideki iniş çıkışlı engelleri aşıp 23 Lund vd. (1997,1998). 24 Quinn vd. (2001). "Whegs"İngilizce tekerlek-bacaklar anlamındaki "wheel-legs” teriminden tü­ retilmiş bir yeni sözcük -çn. 75

BEYNİN ÖTESİ

erkek şarkısının izini sürebildiklerini göstererek laboratuvar bul­ gularına olan güveni artırdılar.25 Webb'in belki de en ikna edici çalışması, gerçek cırcır böcekle­ riyle yaptığı bazı deneylerde dişinin sese "yönelme" yanıtı vermesi için gerekli sürenin, cırıltının bütününe ait ritmin merkezi sinir sisteminde işlemden geçirilmesi için gerekli süreden daha kısa olduğunu gösteımesi oldu; bu da başlangıç hipotezinde ileri sü­ rüldüğü gibi, böceğin cırıltının yalnızca başlangıcına yanıt verdi­ ğini düşündüren bir bulgu. Ayrıca zıt yönlerde ardışık ses atımla­ rı yayınlandığında, cırcır böceklerinin davranışlarım değiştirerek bir sağa bir sola yöneldikleri gözlemleniyor. Bir kez daha, dişiler şarkının bütününe ait bir örüntü analizi yapıp en iyi olanı seçseler, tek tek ses atımlarına yönelmeleri beklenmeyecekti; bu bulgu­ lar böceklerin VVebb'in robotunda kullandığı basit işitsel yönelme süreci türünde bir mekanizmayla seçim yaptığını gösteriyor.26 Bir başka deyişle, VVebb'in elde ettiği sonuçlar "yönlenme" mekaniz­ masıyla “ayırt etme" mekanizmasınm tek bir süreç olduğu fikrini destekliyor. Erkek şarkısının ritmi ve zamansal örüntüsü, eşza­ manlı olarak dişiyi sesin kaynağına "yöneltiyor" ve erkeğin cırıltı­ sını arka plandaki diğer seslerden "ayırt etmesini" sağlıyor.

Basit Mekanizmalarla Karmaşık Davranışlar Davranış sistem leri olarak ele alındığında insanlar aslm da oldukça basitler. Zaman içinde davranışlarımızın karmaşık görünümü, büyük ölçüde içinde bulunduğumuz çevrenin karmaşıklığını yansıtıyor.

- Herbert Simon Bütün bu robot örnekleri karmaşık davranışların mutlaka kar­ maşık içsel mekanizmalar gerektirmediğini çok güçlü bir biçim­ de ortaya koyuyor: bazı şeyler aslında parçalarının toplamından daha büyük. Kaldı ki, ilk kez Grey VValter'ın ileri sürdüğü gibi, Elsie, Elmer, didabotlar ve robot cırcır böceğinde gözlemlenen zekâ ve davranış esnekliği, bu robot beyinlerinin büyüklüğüne 25 Horchler vd. (2004). 26 Hedwig ve Webb (2005). 76

KÜÇÜK BEYİNLER, ZEKİ DAVRANIŞ

değil, mekanik yapılarına ve sensörlerinin bağlantı tarzına bağlı. Bu örnekler sonraki bölümlerde daha ayrıntılı işleyeceğimiz bir başka konuyu akla getiriyor: gerçek dünyada hayvanların sorun­ ların üstesinden gelmede kullandıkları mekanizmalar doğrudan incelendiği zaman, "algının" nerede sona erdiğine ve "bilişsel" sü­ recin nerede başladığına karar vermek de giderek çok güçleşiyor. Bunun bir nedeni bunlara yanlış yaklaşmamız ve hatalı ayrımlar yapmamız olabilir; algı kavramını dünyadan pasif bilgi almayla sınırlandırabiliyoruz ve bu süreci dünya hakkında edindiğimiz bilgilerin aktif biçimde işlenmesi olarak yorumladığımız bilişsel süreçten ayrı bir yere koyabiliyoruz. Oysa algılama düşündüğü­ müzden çok daha aktif bir süreç ve hayvanların esnek davranma­ sına olanak veren çok yararlı bir araç işlevi görüyor. Bir sonraki bölümde, ilk bakışta nöronal olanaklarının ötesinde davrandığı izlenimi veren bir başka varlığın davranışını inceleyerek, bu fikri daha ayrıntılı ele alacağız.

77

4. Bölüm

P O R T İA ÖRÜM CEKLERİNİN

İNANILMAZ DOĞASI

Ben hem içtim hem de örümceği gördüm. Shakespeare, Kış Masalı

Sıçrayan örümcekler ya da bilimsel adlarıyla saltisidler, adların­ dan da belli olduğu gibi sıçrayıcı davranışlarıyla ünlü. Ama bu örümcekleri çok ilginç ve sıradışı kılan özellikleri bu değil. Onları çok dikkat çekici kılan, diğer avcı örümcek türlerini avlama yete­ nekleri ve bu avlanma davranışının karmaşıklığı. Saltisidlerin en iyi araştırılmış örneklerinden biri Portia cinsi; bu cinse ait türler esas olarak Afrika, Asya ve Avustralasya'nın tropik bölgelerinde,1 yağmur ormanlarında yaşıyor. Kapsamlı ve ayrıntılı çalışmalarda avlarını izleyen Portia tür­ lerinin diğer örümcekleri "aldatıcı taklitlerle" yanılttıkları, kendi­ lerini yakalanmış bir av gibi göstermek için uzun ve karmaşık yol­ lar izledikleri ve doğal olaylardan sis perdesi gibi yararlanarak ya da bunun gibi dikkat dağıtıcı durumlar yaratarak avlanna sezdir­ meden yaklaştıkları gösterildi. Dahası, bütün bunları topluiğne başı büyüklüğünde bir beyinle yapıyorlar. Bu adeta imkânsız, ama sanki örümcekler bu imkânsızlığın farkında değil gibi! Kuşkusuz burada sorun Porüa'nın inanılmaz doğası olmaktan çok, bizim hayal gücü eksikliğimiz ve büyük beyinlilerden yana iflah olmaz önyargımız. Göreceğiniz gibi, Portia örümceklerini anlamak, ke­ limenin neredeyse gerçek anlamında dünyaya onların gözünden bakmak demek. Dolayısıyla Portia'lann davranışlarının ne den­ li esnek ve rastlantısal bir doğası olduğunun tadına varabilmek için, ilk önce biraz bu örümceklerin işlerini nasıl yaptıklarını in­ celemekte yarar var. 1

VVanless (1978). 78

P O R TİA

ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI

Sis Perdesi Altında Sinsice Yaklaşma ve Sızma Hızla fırladı kurnaz örümcek ve sıkıca yakaladı onu çabu­ cak. Sürükledi onu tırmanan merdiveninden yukan, karanlık deliğine doğru. - M a r y H ovvitt

Yaban yaşamdaki gözlemler Portia örümceğinin bir başka örüm­ ceğin ağma girince ağın sahibine doğrudan saldırmadığını gös­ teriyor. Bu çok anlaşılır bir davranış, çünkü ağ yapan örümcekler ağlanndaki en hafif hareketleri anında saptamaya ayarlanmış varlıklar. Nitekim ağı olan örümceklerin çoğunun görme duyula­ rı çok zayıf ve avlarım "görmelerini" ve saptamalarım sağlayan yegâne araç ağın titreşimleri. Ağ sahibi bir örümceğin dikkatini çekmek çok ölümcül olabilir, çünkü bu örümcekler kendilerini avlayan Portia türleri kadar iyi avcılar; bu türlerin kendileri av olmadan avlarına yeterince yaklaşıp, bir ısırıkla zehir aktarmayı başarmaları gerekiyor. Bunu yapmak için, Portia örümceği "sal­ dırgan taklitçiliğe" girişerek ağ sahibinin duyusal mekanizmala­ rından yararlanıyor: farklı ayaklan ve dokunaçlanyla ağı çekiş­ tirerek farklı hız ve genliklerde sinyaller gönderiyor; bunlardan biri hız ve genlik açısından gerçek avdan gelebilecek sinyallere yeterince benzeyince ağ sahibi yanıt veriyor. Ağ sahibi yaklaşır­ ken Portia örümceği sinyalleri sürdürerek avının dikkatini çek­ meyi sürdürüyor.2 Deneyler Portia örümceğinin kullandığı bacak sayısını de­ ğiştirerek, ağı bacakları yanında dokunaçlarıyla da çekiştirerek, kamını titreştirerek ve farklı uzantılarının hareketlerini farklı biçimlerde birleştirerek, neredeyse sınırsız bir çeşitlilikte ağ sin­ yali gönderebildiğini gösteriyor. Bu örümcek yanıtlarım ağ sahi­ binden gelen geribildirimlere göre de ayarlayabiliyor ya da daha basit bir ifadeyle sonuca ulaşmak için bir dizi deneme yanılmaya girişiyor.3 Portia bir ağla karşılaşırsa, ilk başta rastgele ağ sin­ yalleri üretmeye başlıyor, ta ki ağ sahibi yanıt verene kadar. Ağ sahibi yanıt vermeye devam ettiği sürece örümcek bu özgül sin­ yal örüntüsünü devam ettiriyor. Ağ sahibi yanıt vermeyi keserse, 2

3

Jackson ve Wilcox (1990,1994). Jackson ve Wilcox (1994). 79

BEYNİN ÖTESİ

Portia yeni bir dizi başlatıyor ve yeni bir yanıt tetikleyene kadar

denemeye devam ediyor.4 Gerçek av çeşitlerinin hareketlerini taklit etme yanında, Portia örümcekleri ağın hareket etmesine yol açan, ortamdaki diğer ka­ rışıklıklardan da yararlanabiliyor. Ağ rüzgârla sallanırsa, Portia örümceği rüzgârın sağladığı sis perdesinin kendi hareketlerini örtmesinden yararlanarak ağ üzerinde hızla ilerlemeye başlıyor. Deneyler Portia türlerinin ortamdaki bu gibi karışıklıklarda kont­ rol koşullarına göre daha fazla av yakaladığını gösteriyor; bu da bu davranışın bir avlanma taktiği olduğu düşüncesini destekliyor.5 Bu bulgular Portia fimbriata türüyle gerçekleştirilen, örümcekle­ rin yalnızca görsel ipuçlarıyla sis perdesi davranışı göstermeleri sağlanan yaratıcı bir deneyde bir kez daha doğrulandı. Deneyde sallanan iki ağın ortasına sabit bir ağ yerleştirilmiş, ortadaki bu sabit ağın üzerine de bir Portia örümceğiyle bir av örümcek ko­ nulmuştu. Sallanmayı gören Portia örümceği sis perdesi davranı­ şı göstermeye başlıyordu, ama kendi ağı hareket etmediği için av örümcek bu kez avcının yaklaştığını hissediyor ve klasik savun­ ma davranışına geçiyordu (yani bütünüyle ağın dışına çıkıyordu). Araştırmacılar Portia örümceğinin bu deneylerde avlanmada çok daha haşarısız kaldığını bildiriyorlar.6 Görüldüğü gibi sis perdesi davranışı iki amaca hizmet ediyor: birincisi Portia türlerinin bu sayede avlarına daha etkili bir biçimde yaklaşmalarını sağlıyor, İkincisi av örümceklerinin Portia türleri saldırabilecek kadar ya­ kınlaşmadan önce savunma amacıyla ağı terk etmesini önlüyor. Sis perdesi davranışı da, saldırgan taklitçilik gibi bağlama bağımlı bir davranış. Portia örümceği ağda bir örümcek yokken ya da örümcek dışındaki (savunmasız olan ve kaçamayan) bir ava yaklaşırken sis perdesi davranışına başvurmuyor. Oysa ken­ di ağındaki bir avı saptadığı zaman, avı gözden kaybetse bile bu davranışı sürdürüyor. Çevrede av varsa, Portia türleri çok güçlü rüzgârlarda gösterdikleri 'sinirlilik" yanıtını da kontrol altına alıp engelleyebiliyorlar. Bu sinirlilik yanıtı, sis perdesi yanıtı gibi daha hızlı hareket etmeye ve ağda titreşimin artmasına yol 4 Jackson ve Wilcox (1994). s Wilcox vd. (1996). 6 Wilcox vd. (1996). 80

P O R TİA

ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI

açıyor, ama sis perdesi davranışından daha tedbirsiz bir davra­ nış. örümceklerin çevrede av varsa bu davranışı engelleyebilmeleri, sis perdesi davranışının sinirlilik davranışının rastlantısal bir yan ürünü olmadığını, bir avlanma taktiği olduğunu göste­ riyor.7 Portia örümcekleri başka türden sıçrayan örümcekleri avlar­ ken de aynı şekilde bağlama duyarlılar ve karşılaştıkları sorunla­ rı eşit ölçüde esnek bir yaklaşımla çözüyorlar. Portia daha hare­ ketli olan bu avları yakalarken, avın yürürken arkasmda bıraktığı ipek izlere ait kimyasal ipuçlarından ve kokulardan yararlanıyor. Bu ipuçları Portia örümceğinin görme duyusunu ava hazırlıyor ve söz konusu av türünün yerini görsel yoldan daha etkili bir biçim­ de saptamasını sağlıyor. Portia labiata türünde dişiler kendi ipek izleriyle türdeşlerinin bıraktığı ipek izleri ayırt etmeyi başarabili­ yorlar8 -bu bir tür kendini tanıma (insanlar dışındaki memeliler­ de varlığı gösterilince büyük tezahüratla karşılanan bir özellik-, aynca tanıdık ve tanımadık örümceklerin ipek izleri arasında da ayrım yapabiliyorlar.9 Bu gibi kimyasal ipuçları ya da kokular yoksa Portia örümcek­ leri "spekülasyona dayalı avcılık" da yapıyorlar:10örümcek ansızın havaya atlayıp bir noktada donuyor. Bir başka sıçrayan örümcek bu ani atlama hareketini görüyor (bütün sıçrayan örümceklerin görme duyusu son derece gelişmiştir ve bu en hafif bir hareketi bile fark etmelerine olanak verir: aşağıya bkz.) ve sıçramayı gör­ düğü doğrultuya yöneliyor. Avcı Portia örümceği artık bütünüyle hareketsiz durduğu için, olası avının kendine doğru yöneldiğini fark ediyor ama kendisi avı tarafından görülmüyor. Av hareket gö­ remediği için arkasını dönüp giderken, Portia örümceği onu izle­ meye başlıyor. Portia örümcekleri sıçrayan örümcekleri izlerken, avcı olma­ yan örümcekleri avlama sırasındaki davranışlarına göre çok daha yavaş ve daha abartılı bir tarzda hareket ediyorlar. Görme du­ yuları daha güçlü olan bu örümcekler tarafından saptanmamak 7 8 9 10

Wilcox vd. (1996). Clark ve Jackson (1994). Clark ve Jackson (1995). Clark vd. (2000). 81

BEYNİN ÖTESİ

için, yavaşlık ve abartılı hareketler zorunlu (bu hareketler Portia örümceğinin orman zeminindeki döküntülerin ışıkta parıldama­ sını taklit ederek kamuflaj yapmasına olanak veriyor). Av sırasın­ da olası av kendisine doğru yönelirse, Portia örümceği avının öne bakan büyük gözlerini görür görmez donuyor (öndeki bu büyük göz çifti sıçrayan örümceklerin sahip olduğu birkaç çift gözden biri: bkz. aşağıda). Av bir şey göremez ve geri dönerse, avının göz­ leri görünmez olur olmaz Portia örümceği yeniden hareket etmeye başlıyor.11 Böylece sonunda saldırıp felç edecek kadar avına yak­ laşmayı başarıyor.12 Bu avcılık davranışının esnekliği de çok etkileyici ve Portia örümceğinin taktiklerini saptayabilecek ve yanıt verebilecek do­ nanıma sahip avlarla uğraşan bir tür için bu özellikle önemli. Portia örümceklerinin herkese uyan tek beden türünden tek bir yanıtla diğer avcı örümcekleri avlamaları imkânsız; belli ölçüde esnekliğe sahip olmaları gerekiyor. Bu primatlarda beyin boyut­ larının artmasını açıklamak için ileri sürülen "sosyal zekâ/sosyal beyin" hipotezine benziyor: daha önce sözünü ettiğimiz gibi, bu hipoteze göre beyin gücünün seçilme nedeni, çok sayıda sosyal aktörün başkalarının hedefleriyle yalnızca kısmen bağdaşabilen hedeflere ulaşmaya çalıştığı bir sosyal dünyanın baskıları karşı­ sında, plan ve tertipler yapılmasına olanak vermesi ve yarışmanın genellikle yüksek düzeyde bilişsel "Makyavelci" bir tarzla, kur­ nazlıkla kazanılmasını sağlaması.13 Oysa örümcek örneği bu fikre belki biraz farklı yaklaşmamız gerektiğini düşündürüyor; aslında belki de doğrudan belli türde bilişsel kaynakların (yani dünyanın karmaşık içsel temsillerini oluşturabilme ve bunları gelecekteki olayları planlamaya olanak verecek tarzda kullanabilme yetisi­ nin) seçilmesinden bahsetmek yerine, doğal seçilimin davranış esnekliğinin ortaya çıkması doğrultusunda etki yaptığını, bunun yüksek düzeyde işlemler gerektirebileceği gibi, gerektirmemesinin de mümkün olduğunu söylemek daha doğru, örümcekler bü­ yük bir beyin olmadan da şaşırtıcı düzeyde esnek davranışların mümkün olduğunu açıkça gösteriyor. 11 Harland ve Jackson (2000). 12 Harland ve Jackson (2004). 13 Byme ve VVhiten (1988); Dunbar (1998). 82

P O R T İA

ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI

Uzun ve Dolambaçlı Yolu Seçmek Macera yalnızca kötü planlamadır. - Roald Am undsen

Bütün bu avlanma taktikleri dikkat çekici olsa da, Portia türleri­ nin repertuarındaki belki de en etkileyici davranış, av peşindey­ ken doğal yaşam ortamları olan ormanda dolambaçlı yollar iz­ leyebilme yetileri. Dolambaçlı yol izlemek'-yani hedefe ulaşmak için bir engelin çevresinden dolanmak- hayvanın hedefini göz­ den kaybetmesi demektir. Çevreden dolanmak için yolu önceden planlamak gerektiği düşünüldüğü için, buna haklı olarak bilişsel bir sorun gibi bakılır. Çoğu zaman planlama fikri hayvanın he­ defi gözden kaybettiği süre içinde bu hedefin içsel bir temsili­ ni aklında tutmaya devam etmesi gerektiği şeklinde yorumlanır. Ormandaki doğal çevrenin karmaşık topografik yapısı sıçrayan örümceklerin avlarının menziline girene kadar sık sık dolam­ baçlı yollara sapmalarını gerektirir ve hele Portia örümcekleri­ nin izledikleri dolambaçlı yollar, ister uzunluk ister karmaşıklık açısından olsun her bakımdan birçok omurgalı türüyle rekabet edebilecek kadar etkileyicidir.14 işte size gerçek bir açmaz: nasıl oluyor da küçücük bir beyin böylesine çarpıcı bir planlama bece­ risi gösteriyor? Dolambaçlı davranışlarla ilgili ilk çalışmalarda sıçrayan örümceklerin yollarını bulmada "içgörüden" yararlandığını dü­ şündüren sonuçlar alındı:15 durumu kafalarında değerlendiriyor, çeşitli tiplerde planlar yapîyor ve sonunda ansızın bir "Eurekal" anında doğru yolu görüyorlardı. Bu yoruma belki de sıçrayan örümceklerin dolambaçlı yola sapmadan önce giriştikleri "kur­ naz" davranışlar, ava giden bütün yollan gözleriyle denetlemeleri neden olmuştu, örümcek tarama sırasında adeta yollan uygunluk açısından tarttığı, engelleri nasıl aşacağını planladığı ve uygun bir yolu belirledikten sonra işe koyulduğu izlenimi veriyordu. Peki örümceklerin aslında yaptığı bu muydu? Bize anlamlı gibi görünen bir tarzda planlama yaptığı izlenimi vermesi, örümcekle­ rin mutlaka böyle yaptıklan anlamına gelmiyor. Birinci bölümde 14 TarsitanoveAndrew(1999). 15 Hell (1936). 83

BEYNİN ÖTESİ

gördüğümüz gibi, bizim dışımızdaki hayvanları anlamanın yolu onlara birtakım kapasiteler atfetmek yerine, gerçek durumun ne olduğunu araştırmaya girişmek olmalı. Nitekim Portia örümcek­ leriyle ilgili bu türden çalışmalar, sıçrayan örümceklerin dolam­ baçlı yollar izleme ve avlanma davranışının öngörü ve planlama kapasiteleriyle değil, algısal yetileriyle anlaşılabileceğini ortaya koydu. Ama bunu anlamak için örümceklerin dünyayı nasıl gör­ düklerine bakmamız gerekiyor.

örümceğin Gözü Sıçrayan örümceğin fotoğraf makinesi tipinde sekiz gözü var (yani bunlar, böceklerdeki bileşik gözlerinden farklı olarak, ışığı kıran ve görüntünün retina üzerine düşmesini sağlayan bir mer­ ceğe sahip olan kamera gözler).16 Bu gözler örümcek bedeninin ön bölümünü oluşturan sefalotoraksın* çevresine eşit aralıklar­ la dizilmiş. Gözlerden altısı ikincil göz olarak adlandırılıyor ve sefalotoraksın yanlarına sıralanmış, hareketi saptayan organlar, ikisi de birincil gözler ya da orta ön gözler olarak adlandırılıyor ve doğrudan öne bakarak ince ayrıntıları ve renkleri görüyor. Orta ön gözler ikincil gözlerden çok daha karmaşık yapıda ve sefalotoraksı kaplayan kütikülün içine gömülü büyük bir mercekten olu­ şan bir korneadan ve bunun arkasında giderek incelen uzun bir göz tüpünden oluşuyor. Göz tüpünün sonunda da retina var. Bir başka deyişle, sıçrayan örümceğin orta ön gözleri daha çok ikili dürbüne benziyor. Göz tüpünün sonuna doğru ikinci bir mercek de var; bu retinanın önünde yer alan içbükey bir çukur. Bu çukur ıraksak mercek işlevi görerek korneayı oluşturan mercekten ge­ len görüntüyü büyütüyor, böylece göz aslında kameradaki telefoto objektif gibi çalışıyor.17 Retinanın tek katmanlı olduğu insan gözünden farklı olarak, sıçrayan örümcek gözündeki retina art arda dizili 4 katmandan oluşuyor.18 Işık göze girince, kornea merceği ve ikinci mercek ta­ rafından farklı renklere ayrılıyor. Farklı renkler (yani farklı ışık 16 Harland ve Jackson (2004). sefalotoraks=baş ve göğsün kaynaşmış biçimi -çn. 17 Harland ve Jackson (2004). 18 Land (1969a, 1969b). 84

P O R T İA

ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI

dalga boylan) farklı mesafelerde odaklanıyor, bunlar da retina katmanlarının her birinin farklı konumuna denk düşüyor. Özellik­ le bu katmanlardan biri, "yeşil katman" ya da 1. katman, iyi odak­ lanmış kaliteli görüntünün sürdürülmesi açısından önemli. Biz insanlar "akomodasyon" yani göz uyumu sayesinde, gözlerimizin önünde farklı mesafelerde yer alan nesnelerin merceğin arkasın­ da farklı mesafelerde odaklanmasını sağlıyoruz; görüntüye odak­ lanmak için merceğin şeklini değiştiriyoruz (dürbünü ayarlarken de aynı türden bir odaklama işlemi yapıyoruz).19 Sıçrayan örüm­ ceğin gözlerinde odaklama böyle yapılamıyor ve sorun bütünüyle farklı bir yoldan çözülüyor. Birincisi sıçrayan örümceğin orta ön gözleri "aktif”; bu örümcek altı kasın yardımıyla göz tüplerini ya­ tay (60°) ve dikey doğrultuda (30°'ye kadar) hareket ettirebiliyor ve dairesel hareketle döndürebiliyor. İkincisi retinanın yeşil katma­ nının farklı bölümleri bir tür "merdiven" gibi mercekle arasında farklı mesafeler olacak şekilde konumlanmış, örümcek bu diziliş sayesinde, kornea merceği sabit dururken göz tüplerini yanlara doğru hareket ettirerek bir nesneye odaklanabiliyor. Göz tüplerini böyle hareket ettirirken de, kornea merceği tarafından oluşturu­ lan görüntüyü merdiven tarzındaki retinasında boylu boyunca ta­ rıyor. Bu şekilde, (ister çok yakında ister çok uzakta olsun) bütün nesnelere yeşil katman merdiveninin belli bir noktasında doğru odaklanma fırsatı doğuyor. Sıçrayıcı örümceğin göz tüplerini hareket ettirme yetisi, bakış açısı böylesine dar (yaklaşık 5° genişliğinde ve 20° yüksekliğinde) olduğu hâlde, nasıl olup da görme rehberliğinde öylesine karma­ şık hareketler gerçekleştirebildiğini de açıklayabilir.20 İnsan açı- sından bu daha çok karanlık bir odada güçlü bir fenerle çevreye bakmaya benziyor: fenerin ince ışık huzmesiyle aydınlatılan her şey mükemmel görülebilir, ama bunun dışında hemen hiçbir şey görülemez. Bu durumdaki bir insan, doğal olarak feneri çevrede döndürerek ince ışık huzmesinin çevreyi taramasını sağlar; sıç­ rayıcı örümcek göz tüplerini oynatırken işte tam da bunu yapıyor. Bir görüşe göre sıçrayıcı örümcek çevresindeki belli nesneleri ve özellikleri göz tüplerini bu nesnelere özgü karmaşık örüntülerle ls Harland ve Jackson (2000). 20 Harland ve Jackson (2000); Land ve Nilsson (2002). 85

BEYNİN ÖTESİ

hareket ettirerek saptayıp ayırt edebiliyor olabilir.21 Bu da gerek­ siz bilgilerin sinirsel işlemlerle ayıklanması yerine, doğrudan gö­ zün filtre işlevi görmesi anlamına gelir; örümcekler küçük beyin­ lerinin eksiğini işin çoğunu yapan gözleriyle giderebiliyorlar (bu konu için ayrıca bkz. 9. bölüm). Dolayısıyla sıçrayıcı örümcek gözleri büyük ölçüde bir avcı memeli, örneğin kedi gözü gibi işlev görüyor: görme alanı çok ge­ niş ama çözünürlüğü düşük olan ikincil gözler çevredeki hareket­ leri saptarken, orta ön gözler örümceğin tam karşısındaki nesne­ nin ayrıntılarını belirliyor. Bu özelliğiyle orta ön gözler memeli gözünün fovea noktasına benziyor (retinada sarı noktanın orta­ sında yer alan en duyarlı, dolayısıyla da en keskin görüşlü nokta), ikincil gözler de memelilerdeki çevresel retinaya benziyor.22 Bu göz yapısı (insandaki 150 milyon fotosele karşılık) yalnızca birkaç bin fotoseli ve birkaç bin nöronu olan bu minik örümceklere hay­ ret verici bir ayırt etme ve saptama gücü kazandırıyor. Bu işlevlerin iki ayrı göz tipiyle birbirinden ayrılmasının, ev­ rim sürecinde iyi bir görüş gereksinimiyle örümcek boyutlarında bir bedenin getirdiği sınırlılıklar arasındaki uzlaşma sonucunda gerçekleştiği düşünülüyor. Sıçrayıcı örümcek bedeninin her bir ya­ nında yer alan bu 4 gözün omurgalılardaki gibi küre şeklinde tek bir göze dönüştürülmesi o kadar büyük bir ek hacim getirirdi ki, küre şeklinde tek bir göz (var olanın yaklaşık 27 katı büyüklüğe ulaşarak) bütün sefalotoraksı kapsardı. İki ayn tür göze sahip ol­ manın sakıncası algının gerçekleşme hızı. Bu örümcekler uzaktaki nesneleri saptayıp onlan çok ince ayrıntılarda birbirinden ayırt edebilirken, bunu çok yavaş gerçekleştiriyorlar: sıçrayıcı örümce­ ğin göz tüpleriyle korneasını taraması uzun zaman abyor. iyi gö­ rüşün ince ayrıntıları ve renkleri ayırt edebilme yetisi olduğunu kabul edersek, sıçrayıcı örümcek memelilere fark atar. Yok eğer iyi görüş nesneleri çabuk görebilme yetisiyse, memeli avcılarla karşı­ laştırıldığında sıçrayıcı örümcek çok yetersiz kalacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bütün mesele başarı ölçütünüzün ne olduğu. Sıçrayıcı örümceğe kendi açısından bakarsak, bu düzenle­ menin -farklı rolleri olan farklı gözler- onun çok işine yaradığı 21 Harland ve Jackson (2000). 22 Harland ve Jackson (2004). 86

P O R T İA

ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI

açık. İkincil gözlerini kullanarak her açıdaki hareketi hemen fark edebiliyor, böylece gafil avlanması güçleşiyor ve harekete doğ­ ru dönüp daha karmaşık olan orta ön gözleriyle ince ayrıntılıla­ rı ayırt edebiliyor. Nesneleri orta ön gözlerin görüş mesafesine getirmek için yürütülen bu ince ayar davranışı hata giderici bir servomotor mekanizmasıyla gerçekleştiriliyor ve bacaklar uyara­ nın ikincil gözün retinasındaki yerine uygun sayıda adım atıyor. Bedenin ters tarafındaki bacaklar ters yönde hareket ediyor, böy­ lece örümcek bu adımlan atarken belli bir derece sola ya da sağa dönmüş oluyor.23 işte Portia türlerinin dolambaçlı bir yola saparken yollarını planladıklan izlenimini yaratan da bu dönme ve sabitlenme -ya da tarama- hareketleri. Araştırmacıların yaptığı gibi, bu davranı­ şı zekice tasarlanmış bir dizi deneyde daha yalandan incelediği­ mizde, örümcek davranışlarını bu oldukça insanbiçimci planlama kavramıyla ifade etmenin mümkün olmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Ava

Götüren Yolun Bulunuşu

Portia türlerinin avlanırken yollarım nasıl belirlediklerini araştı­

ran bir çalışmada, örümceklere belli bir ava ulaşmak için iki yol arasında seçim yapma olanağı tanınıyor. Deneyde iki yatay üst yol ve bunların merkezinde yükselen bir direkten oluşan basit bir dü­ zenek kullanılmış. Direğe bir av yerleştiriliyor ve örümceğin ava bu iki üst yoldan yalnızca biriyle ulaşabilmesi sağlanıyor. Bu üst yollar uçlarından birer destek direğine oturuyor. Ava ulaşmak için örümceğin önce üst yolun destek direğine tırmanması, üst yolda ilerlemesi, sonra da "av direğine" tırmanması gerekiyor, örüm­ ceklerin yollarını nasıl seçtiklerini anlamak için, araştırmacılar onlara ya kesintisiz yollar (yani her iki yatay üst yolun da ava ulaştırdığı düzenekler) ya da üst yollardan birinde destek dire­ ğiyle av arasında kesinti bulunan eksik yollar sunuyorlar. Bu yolu seçmesi, örümceğin ava ulaşamaması anlamına geliyor.24 Her deneyin başında örümcek bütün düzeneği görebileceği yükseltilmiş küçük bir platforma yerleştiriliyor. Test edilen örüm­ 23 Harland ve Jackson (2004); Land (1972). 24 Tarsitano ve Jackson (1997); Tarsitano ve Andretv (1999). 87

BEYNİN ÖTESİ

ceğin tarama ve sabitlenme örüntüleri kaydediliyor ve örümceğin ava ulaşmak için seçtiği yol not ediliyor. Böylece taramayla örüm­ ceğin sonraki davranışı arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmak mümkün oluyor.25 Örümcek kesintisiz yollar bulunan düzenekte rutin tarama davranışının hem başında hem de sonunda, harekete geçtiği za­ man seçeceği yol üzerinde yoğunlaşarak tarama yapıyor. Bir baş­ ka gözlem de, örümceğin tarama süresinin son döneminde dolam­ baçlı yolda en çok sabitlendiği noktaya (örn. üst yola ya da destek direğine) doğru yönelme eğilimi. Bu son bulgu, geçmişte ileri sü­ rülen ve ava giden doğrudan bir yol yoksa örümceğin "ikincil bir hedefi" -yani doğrudan ulaşabileceği bir hedefi- seçip ona doğru yöneldiği görüşünü26 destekleyen güzel bir kanıt oluşturuyor. Söz konusu çalışmada örümceklerin bu hedefe ulaştıktan sonra, yön­ lerini yeniden ava doğru döndürdükleri ve doğrudan ava giden bir yol hâlâ yoksa bir başka ikincil hedef belirleyerek ilerledikleri, bu şekilde sonunda ava ulaştıkları bildiriliyordu.27

Şekil 4.1. Portia örümceklerinde dolambaçlı yol davranışını araştırmada kullanılan deneysel düzenek. Av düzeneğin ortasına yerleştiriliyor ve biri avla bağlantılı kesintisiz, diğerinde bir boşluk olan iki yol var. 25 Tarsitano ve Jackson (1997);Tiarsitano ve Andrevv (1999). 26 Hill (1979). 27 Hill (1979). 88

P O R TİA

ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI

"Boşluk" olan düzenekte gösterilen tarama ve sabitlenme örüntüleri de dolambaçlı yolun seçimi konusunda birçok bilgi veriyor. Bu durumda, tarama süreci boyunca taramaların dağılımı zaman­ la değişiyor. Başlangıçta örümceğin sabitlendiği noktalar düze­ nekteki boşlukta, yani yanlış yolda yoğunlaşıyor. Tarama sürecin­ de bu örüntü giderek değişiyor ve ava götüren doğru yol üzerinde odaklanan sabitlenmeler ağırlık basıyor. Taramanın son evresin­ de, örümcek çoğu zaman kesintisiz yola ve -biraz daha ağırlıklı olarak- bu kesintisiz yola tırmandıran direğe sabitleniyor ve ha­ rekete geçince tercih ettiği yol da yine bu oluyor. Bu örüntü örümcek hareketlerinin çok basit bir kuralı izledi­ ğini düşündürüyor; bu kural şunun gibi bir şey: "Tarama sırasın­ da en çok sabitlenilen yola doğru ilerle" (bir kez daha, örümcek bilinçli olarak kuralın bu olduğunu bilmiyor; robot cırcır böcek­ lerinde ve Elsie ve Elmer'de olduğu gibi, örümceğin davranışla­ rını da bu terimlerle betimleyebiliriz, ama içsel işlemlerinde bu türden açık bir kuralın geçerli olma olasılığı çok düşük). Bununla birlikte, bu yalnızca örümceğin ne yaptığını betimliyor ve bunu neden yaptığını ortaya koymuyor, bu yüzden pek de doyurucu bir açıklama değil. Örümceğin davranışını daha ayrıntılı incelediği­ miz zaman, meselenin özüne ulaşıyoruz. Ayrıntılar incelendiğinde, farklı türde yollardaki taramalarda örümceğin döndüğü yönlerin belirgin bir değişkenlik gösterdiği anlaşılıyor. Dikkati çeken ilk nokta, örümceklerin tarama sıra­ sında avdan "geriye doğru iz sürme" eğilimi göstermeleri. Bakışı bu şekilde sabitlenirken örümceğin yönü kesintisiz yola dönükse, tarama tek bir yönde devam ediyor ve bakış her sabitlenmede gi­ derek avdan uzaklaşıyor. Eğer örümceğin yönü kesintili yola dö­ nükse, sabitlenmeler arasında bakış yönünü değiştirme ve avdan geriye doğru değil, gerisingeri ava doğru tarama yapma olasılığı artıyor. Bu örüntü, belirleyici faktörün örümceğin görüş alanmda ke­ sintisiz bir çizgi saptayıp saptamaması olduğunu düşündürüyor.28 Yatay özellikte bir hat saptarsa, görsel algılarını harekete dönüş­ türen servomotor mekanizma avdan uzaklaşan doğrultuda devam ediyor. Yok eğer yatay hattın ucuyla karşılaşırsa (yolun boşluk­ 28 Tarsitano ve Andrew (1999). 89

BEYNİN ÖTESİ

tan önceki ucu gibi) ya da yatay hiçbir hat yoksa (yani boşluğun kendisi varsa), o zaman örümcek taramasını tersine döndürüyor ve avdan uzaklaşma yerine taramasmı geriye ava doğru devam ettiriyor ve daha önce saptadığı yatay çizgiyi yine görüş alanına getiriyor. Dolayısıyla tarama ve sabitlenme iki kuralı kapsayan çok basit bir geribildirim mekanizmasıymış gibi görünüyor: "Ya­ tay bir hattın sonu saptanırsa, tarama yönü değişmeli" ve "Yatay bir hattın sonu saptanmazsa, önceki doğrultuda devam edilmeli." Bu basit kurallar örümceğin avdan uzaklaşan yatay hatların izini sürmesine ve yatay bir yolda boşlukla karşılaşırsa başarısız ola­ cak bu yolu terk etmesine olanak veriyor. Tıpkı cırcır böceği robotu ve onun çiftleşme bağırtılan ya da didabotlar ve ortalığı toparlamalan örneklerinde olduğu gibi, örümcek boşluklann fiziksel özellikleri konusunda hiçbir şey bil­ miyor ve bu ona hiçbir şey ifade etmiyor: boşluğun ava ulaşmasma izin vermeyeceğini anlamıyor ve anlamasına da gerek yok, boşlu­ ğun aslında ne olduğunu ya da böyle bir şeyin var olduğunu fark etmesi ya da bilmesi de gerekmiyor. O yalmzca tarama yapıyor ve sabitleniyor ve yatay özellikte bir hat saptadığı sürece işleme de­ vam ediyor; bir uçla karşılaşırsa, taramasını geriye doğru sürdü­ rerek ava ulaşıyor (bu geriye doğru yol yatay bir hat olduğu için kendiliğinden sonunda avla karşılaşıyor), örümceğin yatay özel­ likteki bu hatlan etkili bir biçimde saptamasında ve böceğin çev­ resindeki diğer bütün özellikleri "görmezden gelmesinde" göz tüp­ lerinin korneadaki görüntüyü tarayan aktif hareketleri belirleyici bir rol oynuyor olabilir. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, göz tüple­ rinin karmaşık hareket örüntüsü örümceğin dünyasındaki şeylerin çoğunu filtre ederek, avına ulaşması için en önemli özelliği fark etmesine olanak veriyor. Kuşkusuz istenirse bu tarama ve sabitlen­ me örüntülerine "planlama" adı verilebilir, ama örümceğin kullan­ dığı mekanizma bizim normalde bu terime yüklediğimiz anlamdan çok farklı ve bu türden bir planlamanın örümceğin beyninden çok gözlerinin büyüklüğüyle ve yapısıyla ilgili olduğu açık.

El Yordamıyla İlerleme Yeni çalışmalarda araştırmacılar, örümceğin platforma değil bir deliğe bırakıldığı daha gerçekçi bir düzenekte neler olup bittiğini 90

P O R TİA

ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI

araştırdılar.29 örümceğin başlangıçtaki konumunu böyle değiştir­ mek, örümceğin önceki deneylerdeki gibi taramaya başladığında düzeneğin bütününü görmesinin mümkün olmaması anlamına geliyordu. Bu durumda başlangıçta durduğu tek bir noktadan düzeneğin bütünün tarayamadığı için, örümceğin yolunu buluş tarzının farklılaşabileceği tahmin ediliyordu. Doğal koşullar­ da örümceğin olası bir dolambaçlı yolu boylu boyunca görmesi mümkün olmayacağı için, aslında bu daha gerçekçi bir düzenekti. Platform düzeneğinde örümcekler yolun bütününü tarama olana­ ğına sahipti, bu da dolambaçlı yollan nasıl seçtikleri konusunda yanlış izlenimlere yol açabilirdi. Nitekim platform ava giden yo­ lun bütününü kesintisiz belirleyebilmeyi güvence altına aldığı ve harekete geçmeden önce örümceğin uzun ve ayrıntılı bir tarama rutinine girişmesine yol açtığı için, bu düzenek örümceklerin "ge­ leceği planladığı" ve "harekete geçmeden önce düşündüğü" fikrine katkı yapan bir etkiye yol açmış olabilirdi. Ekolojik açıdan daha doğru olan bu yeni koşullarda, önceki ça­ lışma sonuçlarıyla karşılaştırıldığında çok anlamlı bazı farklılık­ lar gözlemlendi. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu kez tarama döne­ minin ne zaman sona erdiğini ve hareketin ne zaman başladığını söylemek çok daha zordu: örümcek davranışlarının çok büyük bir bölümü bu ikisinin bir karışımından oluşuyordu: biraz tarama, biraz hareket, biraz daha tarama, vb. Aynca bu kez örümceğin dü­ zeneğe doğru ilerlemeye başlamadan önce doğru yolu (yani boşluk olmayanı) seçtiğini gösteren hiçbir ipucu yoktu. Tersine çıkmaz yolla sonlanan "kör uçlu" destek direğine (yani ava götürmeyen yola) yönelme olasılığı, kesintisiz üst yola yönelme olasılığı ka­ dar yüksekti, örümceklerin kesintisiz yola doğru yönelebilmele­ ri yalnızca yolculuğun ileri aşamalarında mümkün olabiliyordu. Yolculuğun sonlarına doğru örümceklerde doğru üst yola götüren destek direğine yönelme eğilimi biraz daha güçleniyordu. Sonuçların ortaya koyduğu örüntü, yolun bütününü kesintisiz tarayamıyorlarsa örümceklerin önce görebildikleri en belirgin nesneye doğnı yöneldiklerini, bazı örümceklerin kör uca yönelme nedeninin de bu olduğunu düşündürüyor. Ayrıca bu sonuçlar bir 29 Tarsitano (2006). 91

BEYNİN ÖTESİ

av direği avl ü st yol kör uçlu direk.

boşluk erişim direği

I| başlangıç deliği zemin

Şekil 4.2. Portia örü m ceğ in in dolam baçlı yol d a vra n ışın ı a ra ştıra n d a h a gerçekçi d e n e y d ü zeneği. Ö rüm cek, d ü ze n e ğ in ya ln ızc a u fa k bir b ö lü m ü ­ n ü görebildiği k ü ç ü k bir deliğe yerleştiriliyor.

planlama söz konusu olmadığını doğruluyor; planlama yapsalar, kendilerini hedefe ulaştırması mümkün olmayan yegâne nesne­ ye neden yönelsinler? İkincisi, bu deneyler örümceklerin üst yola yaklaştıkça yalıtılmış tek tek nesnelere yönelmekten vazgeçip, artık yönlerini birbiriyle bağlantılı, dolayısıyla da kendilerini yeme götürme olasılığı daha yüksek olan nesnelere çevirdiklerini gösteriyor. Bu da bizi örümceklerin gözleriyle avdan itibaren ya­ tay hatları izlediklerinin gösterildiği önceki deneylere götürüyor: böyle geriye doğru iz sürme örümceklerin otomatik olarak yatay üst yolla bağlantılı herhangi bir direğe rastlayacakları anlamına geliyor. Bu ayrıntılı ve dikkatli deneyler örümceklerin dolambaç­ lı bir yolu içgörüyle planlamaktan çok uzak olduklarını, aslında uygun "ikincil hedefleri" saptamalarına olanak veren basit bir kurala uyduklarını ve "Yatay özellikte bir hat görürsen devam et; görmezsen geri dön" gibi basit kurallarla sürdürülen tarama dav­ ranışının kesintisiz yolların saptanmasına yardım ettiğini ortaya koyuyor. Örümceğin bir dizi ardışık tahminle avına ulaşmasını mümkün kılan ve dolambaçlı yol davranışında gözlemlenen bü­ yük esnekliği kazanmasını sağlayan da -içgörü değil- işte tam da bu gibi basit mekanizmalar.

92

P O R TİA

ÖRÜMCEKLERİNİN İNANILMAZ DOĞASI

Küçük Beyinlerle İlgili Büyük Soru Büyük işler yapamıyorsan, küçük işleri büyüklükle yap. - N a p o le o n H ill

Portia örümceklerinde gözlemlenen esneklik ve robot cırcır böcek­

leri ve kaplumbağalarda öngörülmeksizin ortaya çıkan karmaşık davranışlar gibi bütün bu bulguların aklımıza şu soruyu getirme­ si kaçınılmaz: peki bazı türlerde beyin giderek neden büyüdü? Ne­ den bütün davranışların temelinde öngörülmeyen bazı sonuçlara yol açan basit kurallar bileşimi yatmıyor? Bunu yanıtlamak için, beynin bir organizmaya tam olarak ne sağladığını ve neden bunu sağladığını açıklığa kavuşturmak zorundayız. Yani artık beyinleri ekolojik bağlamlarına yerleştirmeye başlamamız gerekiyor.

93

5. Bölüm

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

Çok az sözü ama bir dolu eylemi olan bir kadınım. - Mae W est

John Wyndham'm 1951'de yayımlanan bilimkurgu romanı The Day ofTriffids'te (Triffid'lerin Günü) İngiltere'de dev etçil bitkiler

gezinir ve korkunç bir meteor yağmuruyla körleşip çaresizleşmiş insanları avlar (kitabı okulda okudum, sonra yaklaşık 14 yaşların­ da BBC'nin çok iyi bir TV uyarlamasını seyrettim ve her ikisi de benim üzerimde silinmez izler bıraktı). Öyküyü son derece ürkü­ tücü kılan bitkilerin başını alıp gitmesi ve istediği gibi ortalıkta dolanması fikri; oysa bitkiler bunu asla yapmaz.1 Ağaçların, ça­ lıların ya da nergislerin onları ilk gördüğünüz yerde kalacağına güvenebilirsiniz. Bu gibi öykülerin etkili olma nedeni dikkatimizi belli bir durumun sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz yönleri üze­ rinde yoğunlaştırması; bize dünyaya ilişkin varsayımlarımızın üzerindeki örtüyü kaldıran bir başka seçenek sunması. Triffidler davranış esnekliğiyle beyinler -ya da bir bütün olarak sinir siste­ m i- arasındaki bağlantılar üzerinde düşünmemize olanak veren yararlı bir araç. Görece daha büyük ve daha karmaşık beyinlerin daha karma­ şık ve esnek davranışlarla bağlantılı olduğunu varsaymaya eği­ 1

Sanatçı Jennifer Steinkamp'm Derviş adlı enstalasyonunda da bu etki kul­ lanılıyor ama çok daha az tehdit edici bir tarzda. Yapıtta daha çok hayvan­ lara özgü bir tarzda iç içe geçen dallan olan yüksek çözünürlüklü 4 ağaç projeksiyonu var. Yapıt ruhu dünyevi hağlanndan kurtarmak için dönen Sufi dervişlerden esinleniliyor. Fini fin i dolanan dallar, 2. bölümde tartıştığımız biyolojik hareketin bütün özelliklerini taşıyan bu hareketi yansıtıyor. Sonuç garip ve büyüleyici -dans eden bir "hayvan" şeklinde bir ağaç. Ama triffidlerden farklı olarak Steinkamp'ın "dervişleri" toprağa sıkıca bağlı kalmaya devam ediyorlar. 94

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

limliyiz; nitekim birçok tür için bunun böyle olduğu da biliniyor.2 Ama böyle genel geçer açıklamalar yaparken hata yapma riski­ mizin büyük olduğu sanırım artık anlaşılmıştır. Aslmda Portia örümceklerinin davranışı çok esnek -çok yaratıcı olduğu bile söy­ lenebilir- ve dünyaya tek bir sabit yanıt vermiyorlar. Bu amipler­ den armadillolara kadar bütün hayvanlar için de geçerli. Dünya­ daki davranışlarını gerçekleştirip düzenlerken, hayvanların hepsi hiç değilse biraz değişkenlik gösteriyor. Böyle yapmalarının nede­ ni de bitki değil hayvan olmaları.3 Karahindiba ihtiyaç duyduğu bütün karbondioksiti ve güneş ışığım sabit bir yerde elde edebilirken, aynı şey Afrika savanların­ da yaşamaya çalışan aslan açısından geçerli değil. Bitkinin enerji kaynaklan havada eşit biçimde dağıldığı hâlde, aslanın başlıca besin kaynağını oluşturan karada yaşayan büyük otçullar çevreye eşit dağılmaz; dahası, bu özel enerji kaynaklan etrafta dolaşan aç bir aslanı gördükleri anda hızla ufukta kaybolmaya eğilimlidir. Bu kaynakları ele geçirmek için, aslanların çevrede dolaşabilme­ leri ve avlanmn davranışlan da dâhil olmak üzere çevredeki deği­ şikliklerle baş edebilmeleri gerekir. Aynı şey çok yukardan bakmaya eğilimli olduğumuz varlıklar olan amipler açısından da geçerli: amibin de sağ kalmak için ih­ tiyaç duyduğu kaynaklan bulabilmek için bu kaynaklan sapta­ ması ve onlara erişip kullanması gerekiyor ve farklı zamanlarda bunlan gerçekleştirdiği koşulların çok değişken olabileceği açık. Kurgusal triffidler için de bu geçerli; beslendikleri avlan insanlar -hatta körler- hareketli olduğu için, triffidlerin kendilerinin de 2 3

Reader ve Laland (2002); Lefebvre vd. (1997); Overington vd. (2009); SchuckPaim vd. (2008); Sol vd. (2005, 2008). Bu hiç de hayvanların bitkilere üstün olduğu anlamına gelmez; bu da bir başka insanmerkezci önyargı tipi olurdu. Bitkiler her açıdan hayvanlar ka­ dar hayranlık verici ve olağandışı bazı şeyler de yapıyorlar ama bu bitkiler hakkında bir kitap değil ve bitkilerin neleri başarabildiklerini araştıracak kadar yerimiz yok. Bununla birlikte, ünlü TED konferanslarında -çevrimiçi serbest erişim olanağı var- bu konuda mükemmel bir iş çıkaran iki konuşma bulunuyor (ama Mancuso'nun konuşmasında insanbiçimci yön bence biraz fazla ağır basıyor); http://www.ted.com/talks/stefano_mancuso_thejoots_of_plant_intelligence.htinl; ve http://www.ted.com/talks/michael_pollan_gives_a_plant_s_eye_view.html. 95

BEYNİN ÖTESİ

hareket etmesi zorunlu. Dolayısıyla bol bol geziyorlar ve eylemleri arasında eşgüdüm sağlayabilmek için birbirleriyle iletişime geçi­ yorlar. Triffidler bitkilere benziyor ama hayvan gibi davranıyorlar, bu da onları büsbütün ürpertici kılıyor. Daha da tuhafı, -ama bu kez bütünüyle gerçek bağlamda- de­ niz fıskiyelerinin serbest yüzen larvalarının iki yaşam evresi var: birinci evrede etrafta yüzüyorlar ve yaklaşık 300 hücreden oluşan küçük bir beyinleri (aslında bir gangliyonlan) var, ikinci evrede bir kayaya tutunuyorlar ve kendi beyinlerinin ve sinir sistemleri­ nin çoğunu sindirerek daha ilkel bir aşamaya geçiyorlar; nörobilimci Rodolfo Llinâs'ın bir zamanlar dile getirdiği alaycı ifadeyle "bu üniversitede kadro elde etmeyi başaran bazı akademisyenle­ rin davranışına benzeyen bir süreç."4Triffidlerde olduğu gibi, ser­ best yüzen hareketli deniz fıskiyesi de kaynaklara ulaşmak için biraz esnekliğe ihtiyaç duyuyor ve hayvan gibi davranıyor, ama bir kayaya tutununca -sonuç olarak- bir bitkiye dönüşüyor. Bu dünyada kendilerine yol açmak için bütün hayvanların -ve triffidlerin- biraz esnekliğe ihtiyacı varsa, hayvan davranışlarının az ya da çok esnek olmasından söz ederken aslında ne demek isti­ yoruz? Ve büyük beyinler onların bunu başarmasını tam olarak nasıl sağlıyor?

İçgüdü ve Zekâ Aklım kullanamıyorsa, bırak içgüdülerini kullansın. - İn g iliz a tasö zü

Davranış esnekliğiyle ilgili tartışmalarda üzerinde durulan klasik ayrımlardan biri "içgüdü" ile "zekânın" birbirinden ayırt edilme­ sidir. İçgüdüsel davranışlar varlığın genetik donanımına sıkıca bağlı, dolayısıyla öğrenme ya da çevre etkisi olmaksızın (doğuştan ya da gelişimin belli bir aşamasında) ortaya çıkan ve değişikliğe kapalı özellikler sayılır. Bir başka deyişle, içgüdüler düşünmeden yapılan hareketlerdir, öğrenme ve bellekten etkilenmezler, dola­ yısıyla da esnek değillerdir. Tabii zeki davranışlar da bunun tam tersi olarak görülür. Bu da her şeyi sadeleştirip basitleştirir, ama 4

L linâs (1987), s.341. 96

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

ne yazık ki gerçeğe uymaz, içgüdüler tıpkı Athena'nın Zeus'un ba­ şından çıkması gibi tam oluşmuş hâliyle ortaya çıkan, özgül iş­ levleri genetikle belirlenmiş davranışlar değildir ve öğrenmeyle değiştikleri açıktır. Nitekim bazı "içgüdüler" bir öğrenme türün­ den ibarettir. Yeni doğan hayvanın ilk gördüğü hareketli nesneyi izlediği basımlama mekanizmasını ele alalım. Şaka gibi, ama belki de dünyada en ünlü "içgüdü" olan basımlama doğar doğmaz ya da yumurtadan çıkar çıkmaz gerçekleşen çok hızlı bir öğrenme biçi­ midir.5 Bu davranış yavruların anneleriyle bağ kurmasını, böylece ona yakın kalarak avcılardan ve kendi türlerinin daha hoşgörüsüz bireylerinden gerektiği gibi korunmasını sağlar. Evrim süreci doğuştan bir anneyi tanıma mekanizması seçemediği için, bu sürecin öğrenmeyle gerçekleşmesi gerekir. Bir türün farklı bireyleri öngörülemeyecek kadar birbirinden farklı­ dır. Bu durumda, normlardan sapan annelerin bile yavruları ta­ rafından tanınabilmesi için, doğuştan tanıma mekanizmasının fazla genel olması gerekecektir. Dişi kazlar arasındaki olası bütün farklılıkları kapsayacak kadar genelleşmiş bir mekanizma da işe yaramayacaktır: bu durumda yavrular dişiler arasında ayrım ya­ pamayacak, yavru kazlar bütün dişi kazları anneleri sanacaktır. Bu sorun, belli türde hatlan kapsayan uyaranları -baş ve bo­ yun şeklinde bir bölgeyi- tercih etme doğrultusunda bir yatkınlı­ ğın, yumurtadan çıkınca hızlı bir öğrenme dönemiyle birleşmesi yoluyla çözülüyor.6 Doğal olarak belli uyaran çeşitlerini diğerle­ rine tercih etme doğrultusundaki yatkınlık7 -büyük ölçüde insan bebeklerinin üstü yoğun asimetri bulunan uyaranları tercih etme yönündeki algısal yanlılığı gibi- yumurtadan çıktıktan sonraki 14. ve 42. saatler arasmda beliriyor ve deneyimle tetikleniyor.8 Bu 5 6 7

8

Hess (1958); Lorenz (1937). Derleme için, bkz Bolhuis ve Honey (1998). Bu yatkınlık doğumu izleyen yaklaşık 12-14 saatlik "duyarlı dönemde" ortaya çıkıyor ve türe ya da taksona özgü değil: deneylerde tavuk civcivlerinin daha sonraki tercihlerini belirlemek açısından, içi doldurulmuş bir ördeğin ya da kokarcanm da içi doldurulmuş tavuk kadar etkili olduğu gösterildi. Bolhuis ve Honey (1998). Bu yatkınlığın ortaya çıkması farklı birçok deneyimle tetiklenebilir; bunlar arasında civcivin ele alınması, ona teypten anne sesinin dinletilmesi ya da civcivin döner tekerleğe konulması sayılabilir. Bir başka deyişle, bu yatkm97

BEYNİN ÖTESİ

yatkınlık yavrulan çevrenin uygun özelliklerine yöneltiyor ve nes­ nenin bütün ayırt edici özelliklerini öğrenmesi ve ona bağlanma­ sı için temel oluşturuyor. Kuşkusuz çoğu zaman bu "nesne" anne, onun için de mekanizma böylesine iyi çalışıyor. Ama sürece Konrad Lorenz'in ünlü deneylerinde yaptığı gibi müdahale edilirse (bu çalışma onun Nobel ödülü almasına katkı yapacaktı), insana, hatta cansız varlıklara "basımlanmış" kazlar üretmek mümkün.9 Basımlama deneyleri bir davranışın nasıl ortaya çıktığı konusun­ daki ilk izlenimlerimizin çoğu zaman gerçek mekanizmayı bü­ tünüyle ıskalayabildiğim gösteriyor ve "içgüdü" fikrinin sıradan düşüncelerimizde varsaymaya eğilimli olduğumuz türden, sonucu önceden tam olarak belirlenmiş bir özellik olmadığını ortaya ko­ yuyor.10Bireylere dünyaya ilişkin önceden oluşmuş bilgiler sağla­ mak (içgüdü teriminden genellikle bunu anlarız) ve öğrenmenin etkilerine kapalı olmak bir yana, basımlama hem yatkınlığın te­ tiklenmesi için hem de annenin ayırt edici özelliklerine basımlanmak için yavrunun deneyimle öğrenmesini mutlaka zorunlu kılan bir mekanizma.11 Nitekim diğer çalışmalar bu öğrenmenin bazı yönlerinin yavru dış dünyaya dâhil olmadan önce başladığını gösteriyor. Örneğin evcil ördekler yumurtadan çıkar çıkmaz kendi türlerinin sesleri doğrultusunda bir tercih gösteriyorlar: bu yine donanıma sıkıca bağlı bir içgüdü gibi görünüyor. Oysa benzer deneyler yumurtadayken kendi seslerini ya da türlerine ait diğer

lığın ortaya çıkması herhangi bir görsel deneyim tipine bağımlı değil. Bu yatkılıği tam olarak deneyimin hangi yönlerinin tetiklediği %100 bilinmiyor, ama ele alma ve döner tekerlek deneyimleri civcivin kendisine ait bir aktivitenin belirleyici önem taşıyabileceğini düşündürüyor ve anne sesi din­ letilen civcivlerin anneye doğru yöneleceği varsayüıyor, bu da aktif katılım anlamına geliyor. 10 ve 11. bölümde ele alacağımız araştırmalar göz önüne alındığında bu akla uygun olabilir. Bu tür bir deneyim olmaksızın karanhkta yetiştirilen civcivlerde baş ve boyun şekilli nesnelere yaklaşmayı tercih etme doğrultusunda hiçbir yatkınhk gösterilemiyor. Bolhuis ve Honey (1998). 9 Lorenz (1937). 10 örneğin daha bütüncül bir düzlemde -yani konuya mümkün olan en geniş açıdan baktığımızda ve davranışı bir bütün olarak ele aldığımızda- hayvan­ ların yeme ve çiftleşme "içgüdüleri" olduğunu söyleyebiliriz kuşkusuz. Ama bunlar türe bağlı olarak farkh yollardan farkh davranışlarla gerçekleştirili­ yor ve oldukça karmaşık süreçleri kapsayabiliyor. 11 Bolhuis ve Honey (1998). 98

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

bireylerin seslerim duyamayan ördek yavrularının,12yumurtadan çıkınca böyle bir tercihi olmadığını ortaya koyuyor.13 Böylece bir kere daha, öğrenmenin bu "içgüdüsel" tercihin başlıca özellikle­ rinden biri olduğu ortaya çıkıyor. Doğuştan gibi göründükleri (yani doğumda bütünüyle oluş­ muş bir şekilde var oldukları) için "içgüdü" terimini hak ettikleri düşünülen diğer davranışlar da, aslında deneyimin ürünü olabilir ve sonraki deneyimlerle farklılaştırılıp değiştirilmeleri mümkün olabilir, örneğin insan bebekleri doğumun üzerinden bir saat gibi kısa bir süre geçtikten sonra anne sütünün kokusu doğrultusun­ da güçlü bir tercih gösterdikleri izlenimi veriyorlar.14 Bebekler iki günlükten yedi günlük olana kadar kendi annelerinin sütünün kokusunu taşıyan bir yastıkçığa, kokusuz bir yastıkçıktan daha uzun süre yüzlerini dönüyorlar,15ayrıca iki haftalık bebekler ister tek başına biberonla beslensinler16 ister emzirilsinler,17 tanıma­ dıkları emziren bir kadının meme kokusuna aynı kadının koltuk altı kokusundan ya da emzirmeyen bir kadımn meme kokusun­ dan daha güçlü bir şekilde yöneliyorlar; bütün bu sonuçlar kendi annelerine ait olsun ya da olmasm genelde meme kokusunun ye12 Bu deneylerde yumurtadan çıkmamış ördek yavrularının sirenks membranı -'ses kutulan”- doku yapıştıncılanyla boyanarak sessizleştiriliyor ve kendi seslerini duymalan önleniyor. Daha sonra bu civcivlerin enkübasyonu ses geçirmez bir ortamda gerçekleştirilerek, kendi türlerinin diğer üyelerinin seslerini duymalan da engelleniyor. 13 Örn. bkz., Gottleib (1971,1981,1991). Görsel basımlamada yatkınlığın ortaya çıkması için özgül olmayan deneyimlerin gerekli olmasına karşın, işitsel yat­ kınlık oldukça özgül bir uyaran gerektiriyor: evcil yeşil başlı ördek yavrulannm yumurtadan çıkınca annelerinin ötüşünden yana bir tercih göstermeleri için, yumurtadan çıkmadan önce saniyede 4 nota hızıyla tekrarlanan kendi temas-memnuniyet seslerine maruz bırakılmaları gerekiyor (anneler sani­ yede 3.7 nota hızında öter). Aynca yavruların yumurtadayken çıkardıkları sesler (saniyede 2-6 nota) yumurtadan çıktıktan sonraki seslerine (saniyede 4-6 nota) göre çok daha değişken ve yavrulardan yalnızca bu geniş nota yayı­ lım aralığına maruz bırakılmış olanlar, yumurtadan çıktıktan sonra annenin sesinden yana bir tercih gösteriyor. Bu maruz bırakılmanın yumurtadan ön­ ce gerçekleşmesi gerekiyor; yavrular bu ses aralığına yumurtadan çıktıktan sonra maruz bırakılırlarsa, yatkınlık ortaya çıkmıyor (Gottlieb 1985). 14 Porter ve VVinberg (1999). 18 Macfarlane (1975). 16 Makin ve Porter (1989). 17 Porter vd. (1992). 99

BEYNİN ÖTESİ

nidoğan bebeklere çekici geldiğini düşündürüyor. Bu bütünüyle doğuştan bir tercih gibi görünüyor (bu yenidoğan bebekler anne sütüyle önceden hiç karşılaşmıyorlar), ama bunun anne kamın­ daki öğrenmeyle ilişkili olabileceğini ileri sürenler de var. Somut­ larsak, fetüsün annesinin amniyon sıvısında karşılaştığı kokular anne sütündeki, meme başındaki ve meme başı çevresindeki ko­ kulara benziyor olabilir.18 öte yandan, amniyon sıvısının kokusu kısmen annenin yediklerini yansıtır, bu da bebeğin annesine özgü benzersiz bazı özellikleri ve daha genel bir koku "imzasını" öğren­ mesine olanak veriyor olabilir: örneğin gebelik sırasında anason­ lu yiyecekler yemeleri söylenen annelerin bebeklerinde anason kokusunu tercih etme eğiliminin, bu yiyecekleri yememiş annele­ rin bebeklerine göre daha güçlü olduğu bildiriliyor.19 Doğumdan sonra memeyle ilk temasta bebekler amniyon sıvı­ sı uygulanmış bir memeyi, annenin yıkanmamış doğal memesine belirgin ölçüde tercih ediyorlar (bunların her ikisini de yıkanmış bir memeye tercih ediyorlar). Buna karşılık yaklaşık altıncı gün­ den itibaren amniyon sıvısından yana tercih giderek yok oluyor ve bebekler annelerinin meme kokusunu tercih etmeye başlıyor­ lar.20İçgüdüler gerçekten genetik donanıma sıkıca bağlı olsa, hem rahimde öğrenme hem de doğumdan sonra tercihlerde değişiklik olması bütünüyle imkânsız olurdu. Oysa bu doğuştan yanıtların belli bir esnekliği var ve çevresel etkilere bağlı olarak bükülüp ayarlanabiliyor. 18 Varendi vd. (1996). 18 Schaal vd. (2000). 20 Varendi vd. (1997). Bu da bebeklerin rahmin tanıdık kokusunu yeni kokulara tercih ettiklerini düşündürüyor, ama kuşkusuz şu soruyu da akla getiriyor: bu niye böyle olsun? Bunun bir nedeni, yaşımız ne olursa olsun hepimiz ta­ nıdık şeyleri tanımadıklarımıza tercih ederiz ve bunun nedenlerinden biri algı sistemimizin böyle çalışması: birçok kez karşılaştığımız şeylerde "algı­ sal akıcılığımız" daha fazladır. Bunun başlı başına bir avantaj mı oluşturdu­ ğu, yoksa yalnızca dünya hakkında bilgi edinme tarzımızın kaçınılmaz bir sonucu mu olduğu - yoksa bu ikisinin bir kombinasyonu mu olduğu- ilginç bir soru. Öte yandan, doğuştan amniyon sıvısının kokusunu tercih etmenin (annenin beslenmesinden etkilendiği düşünüldüğünde bu yine de öğrenmeyi kapsıyor olabilir) bebekleri annelerinin meme kokusunu öğrenmeye hazırla­ ması ve anneleriyle aralarında sıkı bir bağ oluşmasında onlara yardım etme­ si de mümkün; bu da görsel yatkınlığın görsel basımlanmayı kolaylaştırdığı sürece çok benziyor. 100

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

Bu da bizi yine önceki bölümdeki Portia örümcekleri örneğine götürüyor: avlanırken gösterdikleri bağlama duyarlılık ve uyum yapma yetisi, davranışlarını belli bir çevresel uyaran karşısında tetiklenen eğilip bükülmeyen katı bir yanıtmış gibi düşünmeyi çok zorlaştırıyor. Davranışlarının temelinde çok basit mekanizmalar olabileceğini görmemize rağmen, bu durum söz konusu davranı­ şın da basit olduğu sonucuna varmamız ya da bu mekanizmaları kullanan varlığa bütünüyle mekanik ve değişmezmiş gibi yaklaş­ mamız gerektiği anlamına gelmez. Beyin dokularının eksik olma­ sı örümcekleri esneklik taşımayan katı bir tarzda davranmaya mahkûm etmiyor; bu da esnek olmayan "içgüdü" ve esnek "zekâ" arasında basit ayrımlar yapma konusuna daha kuşkucu yaklaş­ mamız gerektiğini gösteriyor. Aslında ne türden bir esneklikten söz ettiğimizi ve bu tür bir esnekliğin neden evrildiğini anlamak için, başka bir yöne bakmamız gerekiyor. Umut verici bir yaklaşım hayvanların nasıl yaşadığını ve neler yaptıklarını kendi bağlamı içinde incelemek. Daha önce gördüğü­ müz gibi, yavruların annelerine basımlanma tarzı bütünüyle bu hayvanların içsel dünyalarına bağlı bir mekanizma değil; doğru bir çevresel bağlam olması belirleyici önem taşıyor. Hayvanlar­ daki içsel fizyolojik mekanizmaları çevreleyen geniş bir nedensel etki ağı, gelişimlerini ve davranışlarını derin bir biçimde etkiliyor. Annesine basımlanan bir civcivle Konrad Lorenz'e basımlanan bir civciv genetik kalıtım açısından birbirinin aynı olabilir; dav­ ranışları arasmdaki büyük farklılığa bu genetik kalıtımla farklı çevresel bağlamlardaki deneyimleri arasındaki etkileşim yol açar. Daha genel yaklaşırsak, bireyin türe ait tipik davranışları göster­ mesi için, benzer genler yanında önceki kuşakların içinde yaşadı­ ğı çevreye benzer bir ortamı da devralması21 ve benzer bir gelişim süreci yaşaması gerekir. Anormal bir çevre normal gelişimi, mutasyona uğramış bir gen kadar, hatta ondan daha fazla etkileye­ bilir ve davranışlar açısından bunun önemli sonuçları olacaktır.

Sürekliliğine Güvenilir Gelişim Kaynakları O hâlde evrim süreçlerinin, genler yanında "sürekliliğine güve­ nilir gelişim kaynaklarını" -yani organizmanın sağ kalmasına ve 21

Oyama (1985).

101

BEYNİN ÖTESİ

üremesine olanak verecek bütün özellikleri geliştirmesi için gere­ ken kaynaklan- da kapsayan bir kompleksi devralınmasma bağlı olduğunu görmemiz gerekiyor.22 Kuşkusuz sürekliliğine güvenilir gelişim kaynaklannda genlerin rolü çok önemli, ama sonuç olarak ortaya çıkan belli davranıştan tek başına genetik kalıtımla açıkla­ mak mümkün olamaz: genlerin bir kuşaktan bir sonrakine geçme­ si gerekir (onlar olmaksızın herhangi bir organizmayı inşa etmede fazla ileri gitmeniz mümkün değil), ama bu bilgi gözlemlediğimiz karmaşık davranış örüntülerini açıklamaya yetmiyor. Daha önce üzerinde durduğumuz gibi, bazı türlerde belirleyici önem taşıyan gelişim kaynağı, bireyin ilk gördüğü canlı nesne olan annesi. Ba­ zen bütünüyle başka türlere ait üyelerin varlığı belirleyici önem taşıyabilir: memelilerde normal bağırsak gelişim süreci için belli bakteri türlerinin varlığı gerekiyor.23 Bu bakterilerin annebabalardan yavrularına genlerle geçmediği açık, ama genetik olmayan yollarla kalıtım, evrim açısından hem güvenilir hem de istikrarlı bir yol.2425örneğin Galapagos Adalarındaki ağaçkakan ispinozla­ rında alet kullanma davranışının gelişebilmesi için, çevrede so­ palar ve ağaç delikleri gibi güvenilir ölçüde tekrarlanan belli fi­ ziksel nesne tiplerinin bulunması gerekiyor. Ağaçkakan ispinozu ağaç deliklerindeki larvaları ince dallar ya da kaktüs dikenleri yardımıyla avlayarak, gerçek ağaçkakanlar gibi uzun bir tırtıklı dili olmamasını telafi eden bir kuş. (Ağaçka­ kan ispinozu Beagle adlı gemiyle seyahati sırasında ilk örnekleri toplayan Charles Darvvin'in ardından Darwin ispinozları adıyla anılan kuş grubunun bir üyesi). Ancak ağaçkakan ispinozlarının bu davranışı ne ölçüde gerçekleştirdikleri, içinde bulundukları yaşam ortamına göre değişiyor. Adanın daha kurak alanların­ da, özellikle avın (tahminen larvaların kurumaması için) ağaç kabuğunun altında bulunma olasılığı daha yüksek olan kurak mevsimde alet kullanma yaygın. Avın yosunlarda ve yaprakla­ rın üzerinde bulunduğu daha nemli alanlardaysa alet kullanma daha seyrek görülüyor.26 Bu davranışla ilgili iyi tasarlanmış bir 22 23 24 25

Mameli (2001); Oyama (1989). Gilbert (2005). Sterelny (2004a). Tebbich vd. (2001). 102

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

deneyde adanın nemli bölgelerinden birindeki kuşlar incelendi ve alet kullanmanın küçük yaşta ince dallarla uğraşma ve oynama doğrultusunda bir yatkınlığı yansıttığı, bunun (yine yüz tanıma­ da ve anneye basımlanmada olduğu gibi) öğrenme yoluyla avına ulaşmak için etkili bir biçimde alet kullanmaya dönüştüğü göste­ rildi. Buna karşılık, nemli alanlarda yetişmiş erişkinlerin yanına çubuklar konulduğunda bu kuşlarda herhangi bir alet kullanma yetisi gözlemlenmedi; bu da karşılaşmanın erken bir "duyarlı dö­ nemde" gerçekleşmesi gerektiğini düşündürüyordu (yine anneye basımlanma gibi...). Ayrıca bu becerilerin edinilmesi için sosyal öğrenme gerekli değildi; yavru kuşlar erişkin bir "modelle" karşı­ laşmamış olsalar bile alet kullanmayı öğrenebiliyorlardı, önemli olanın çubuklarla ve içinde av bulunan ve başka yoldan erişilemeyen deliklerle karşılaşma olduğu -tahmin ediliyor. Bir başka deyişle, etkili ve işlevsel alet kullanmaya yol açan şey, yavruların çubuklarla oynamaya yatkınlığıyla, içine çubuk sokulabilecek de­ likler arasındaki etkileşim. Nemli bölgelerde yetişmiş erişkinlerin alet kullanamamasının nedeni, bu becerilerin edinildiği duyarlı dönemde alet kullanma gereği olmayan, ayrıca çevrede ağaç delikleri de bulunmayan bir ortamda yaşamaları olabilir. Bu durumda çubukları ve ağaç de­ liklerini, bütünüyle işlevsel bir alet kullanma davranışının ortaya çıkması için varlığı mutlaka gerekli olan, sürekliliğine güvenilir gelişim kaynaklan olarak nitelendirebiliriz. Bunu daha genel terimlerle de açıklayabiliriz: evrim süreçlerini incelerken genleri yalıtarak tek başma ele almak yerine, daha geniş düşünüp, genleri, çevreyi ve en önemlisi bunlar arasındaki etkile­ şimleri kapsayan gelişimsel sistemin bütününü bir kalıtım birimi olarak ele alabiliriz (ve belki de böyle yapmalıyız).26 Bu doğal seçili­ min mantığını değiştirmiyor ya da evrimsel değişikliklerde genlerin belirleyici önemini azaltmıyor. Bu yalnızca organizmayla çevresi arasındaki karşılıklı ilişkiyi gözden kaçırmamamızı güvence altına alıyor.27Başka türlü ifade edersek, genelde hep organizmaların "çev­ reye uyum yaptığından" söz ederiz, sanki çevre "statikmiş" ve yal26 27

Oyama (1985); Mameli (2001). Özellikle psikoloji tarihi açısından bu "karşılıklılık" fikri konusunda daha fazla bilgi edinmek için bkz. Costall (2004) 103

BEYNİN ÖTESİ

mzca organizmalar değişiyormuş gibi. Oysa organizmalar yalnızca çevreden etkilenmez, kendileri de çevreyi etkiler ve bunun sonucun­ da çevre de değişir. Toprak solucanlarını düşünün: yann hepsi yok olsa toprak çevrenin doğası dramatik bir biçimde değişirdi. Ya da bütün ağaçlar ölse, atmosferik çevre de temelden değişirdi. İlişkinin karşılıklı olduğu söylenirken kastedilen bu: çevre organizmayı etki­ ler, organizma da çevreyi etkiler. Bu sürecin vazgeçilmez bir parçası olarak organizmaların çevrede yaptıkları değişiklikler yeni seçilim baskılan oluşturur ve organizmalar çevreye uyum gösterirken eşza­ manlı olarak çevrelerinin doğasını değiştirirler.28 öte yandan, organizma ve çevreyi karşılıklı ilişki içinde dü­ şünmeyi yararlı kılan bir başka neden de, evrimin tıpkı anne kazla yeni yumurtadan çıkmış yavrusu arasındaki fiziksel yakınlıktan yararlandığı gibi, çoğu zaman kendi kendine örgütlenme ilkeleri­ ni de kullandığı gerçeğinin giderek daha iyi ortaya çıkması. Gen­ lerin ya da gen ürünlerinin doğrudan ya da açık herhangi bir mü­ dahalesini gerektirmeksizin, gelişimsel süreçleri yönlendirmede evrim tarafından kullanılabilecek güvenilir fiziksel kuvvetler var bu dünyada. Örneğin hücre yapışma molekülleri hayvan hücre­ lerini bir arada tutan kuvvette belirleyici rol oynayan maddeler. Gelişim sürecinde hücre yapışma molekülü konsantrasyonunun belli bir gradyana bağlı olarak değişmesi yoluyla farklı şekillerde yapılar oluşturulabiliyor: bunun sonucunda hücre yapışma mole­ küllerinin uyguladığı kuvvete göre hücreler bir araya toplanıyor ya da birbirinden ayrılıyor. Evrim süreci genlerin çevreye yanıtını ayarlarken, hücrelerin gideceği yerin -güvenilirliği (tanım gereği!) çok yüksek olan- fizik ya alarmca belirlenebilmesini temel alıyor; dolayısıyla doğrudan ya da özgül bir genetik denetime ihtiyaç kal­ maksızın bir hücrenin nerede bulunması gerektiği kendi kendini örgütleyen süreçler tarafından belirleniyor. Bu türden süreçler­ 28 Bu süreç "niş oluşturma" olarak bilinir (Odling-Smee vd. [2003]). Organizma­ lar çevrelerini etkileyerek ve bazı açılardan onu değiştirerek üzerlerindeki seçilim baskılarının doğasım değiştirebilir, böylece kendi genleri üzerinde seçici etki yapan faillere dönüşebilirler. Bu böyle olunca, evrim organizma­ nın dış çevreye uyum yaptığı tek yönlü bir süreç olarak ele alınamaz. Bunun yerine evrime organizmanın çevresini değiştirdiği, bunun da onu değiştirdi­ ği, bu değişikliğin de dünyayı değiştirdiği iki yönlü bir süreç- daha da iyisi döngüsel bir süreç- olarak yaklaşmak gerekir. 104

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

le ilgili bilgisayar modellerinde, örneğin gözün evrimiyle ilişkili bazı özelliklerin kendi kendini örgütleme temelinde açıklanabi­ leceği gösteriliyor.29 Bir kez daha bu bulgular genlerin önemini ortadan kaldırmıyor, ama -onları uygun bir bağlama yerleştire­ bilmek için- genlerin yerini belirlememize, böylece genlerle çevre arasındaki karşılıklı ilişkiyi anlamamıza yardım ediyor. Davranış da benzeri kendi kendine örgütlenme ilkeleriyle yön­ lendirilebilir. Karıncalar kendi kendini örgütleyen süreçlerle bir besin kaynağına giden olası en kısa yolu keşfedip izleyebiliyor­ lar.30Yuvadan ayrılıp yiyecek aramaya giderken arkalarında ince bir feromon (kendi türünden diğer canlıları çeken bir madde) izi bırakıyorlar. Diğer karıncalar da genellikle bu izleri, özellikle de feromon konsantrasyonu en yoğun olanları izliyorlar. Yuvaya ya­ kın bir yiyecek kaynağı bulan bir karınca hızla aynı yoldan geri dönünce, geride bıraktığı feromon (buharlaşmaya yetecek kadar zaman geçmediği için) kuvvetleniyor. Yuvadan yeni çıkan karınca­ lara bu kuvvetli iz daha çekici geliyor ve böylece bu karıncaların da yuvaya en yakın yiyeceği keşfetmesi, böyle yaparken de ken­ di feromon izlerini bırakması kaçınılmaz oluyor. Bu da izi daha da kuvvetlendiriyor, böylece iz daha fazla karınca çekiyor ve iz daha da belirginleşiyor. Karıncalar arasında doğrudan herhangi bir iletişim bulunmadığı ve hiçbirinin çevredeki yiyecek dağılımı konusunda en ufak bir fikri olmadığı hâlde, bütün karıncaların yiyeceğe giden en kısa yolda buluşmaları çok zaman almıyor. Çok örgütlü nitelikteki bu ortak davranış, yalmzca artan sayıda karın­ canın izde ilerleyerek onu kuvvetlendirmesiyle ortaya çıkan bir pozitif geribildirime dayanıyor. Dolayısıyla bu esnek ve zeki dav­ ranışı tek bir karıncaya, hatta karıncaların hepsine gönderme ya­ parak açıklayanlayız: bu bütünüyle karıncalarla çevre arasındaki karşılıklı ilişkiye bağlı bir süreç.

Gördüğümüz Şekliyle Dünya Akılcı bilinç adını verdiğimiz normal uyanık bilincimiz yal­ nızca özel bir tip bilinçten ibaret; hepsi bununla ilgili olsa 29 Pfeifer ve Bongard (2007). 30 Dorigo vd. (2000). 105

BEYNİN ÖTESİ

da, geride incecik bir perdeyle ondan ayrılan bütünüyle fark­ lı biçimlerde bilinç olanakları yatıyor.

- VVilliam James

Esneklik ve zekâ konusundaki düşüncelerimiz açısından bütün bunların anlamı ne? Birincisi ve en önemlisi, bunlar esnekliğin iki açıdan görece bir kavram olduğunu gösteriyor, öncelikle davra­ nışları açısından hayvanların esnekliğinden ya da zekâsından söz ederken, bunu daima onların içine yuvalandıkları çevreyle ilişkilendirerek yapıyoruz. Bizim gördüğümüz esneklik organizmayla çevresi arasındaki bağlantıdan doğuyor ve tek başına hayvana ait değil (karınca meselini hatırlayın). Kaldı ki, gördüğümüz esneklik ve zekânın görece olmasının bir başka nedeni de, yem arayan ka­ rınca örneğimizin gösterdiği gibi, ortaya çıkan zekâ bir hayvanın ya da onun beyninin ya da hatta onu doğuran evrim sürecinin bir özelliği değil; bu aslında bakış açısına göre değişiyor.31 Dışarıdan baktığımız için biz orada "zekâ" görüyoruz, oysa söz konusu or­ ganizmaların kendileri çoğu zaman çevredeki bazı özelliklerden yararlandıklarım ya da hatta böyle özelliklerin var olduğunu hiç bilmez ya da anlamazlar. Başka türlü ifade edersek, bir hayvanın ne ölçüde esneklik ya da zekâ gösterdiği kullanılan referans çer­ çevesine göre bütünüyle değişir.32 Karıncanın bakış açısından dünya mekânda dağılmış farklı feromon konsantrasyonlarından ve yiyecek yığınlarından oluşuyor ve bunun dışında pek az şey var.33Yiyecek arama davranışlarının zekâ düzeyini ve esnekliğini yalnızca kendi daha geniş perspekti­ fimizden değerlendirebiliyoruz. Bu nokta son derece önemli, çün­ kü daha büyük bir esneklik ya da zekâdan söz ederken aslında ne demek istediğimizi açıklığa kavuşturmamıza yardım ediyor: hay­ vanların çevrelerindeki dünyayı daha fazla hissettiklerini, dolayı­ sıyla da çevrelerini çok farklı şekillerde etkileyebildiklerini gös­ teren kanıtlar varsa, onların daha esnek ya da daha zeki olduğu sonucuna varıyoruz. 31 Pfeifer ve Bongard (2007). 32 Pfeifer ve Bongard (2007). 33 Gerçi karıncaların feromon izlerinde ilerlerken görsel ipuçlarını da kullan­ dıkları türünden bazı kanıtlar da var, örn. Baader (1996). 106

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

Yirminci yüzyılın başlarında Estonyalı biyolog Jakob von Uexküll tarafından önerilen “umwelt" kavramı bu farklı bakış açıla­ rı fikrini gayet güzel ifade ediyor. Kabaca söylersek, umwelt belli bir organizmanın kendi deneyim dünyası.34Bir çevrede birden çok canlı varlık bulunabilir, ama bunların her birinin sinir sistemi ev­ rim sürecinde çevrenin yalnızca kendileri açısından önemli olan yönlerini arayıp bulmak ve yanıtlamak üzere tasarlandığı için, hepsinin farklı bir umwelt'i olacaktır. Örneğin işçi karınca için kendi umwelt'i oldukça sınırlıdır, çünkü başarılı olmak için dik­ katini vermesi gereken şeylerin sayısı çok azdır; bu karıncanın umwelt'inin büyük bir bölümünü bir başka karıncanın feromon izi kokusu oluştururken, aynı çevrede yaşayan bir antilobun ko­ kusu ve görünümü onun ilgisini çekmeyecek, ama bu da çevredeki bir aslana ait umwelt’in büyük bir parçasım oluşturacaktır. Kuşkusuz biz insanlar da kendi umwelt'imizde yaşıyoruz. Dünyayı bizim açımızdan önemli olan yönleriyle görüyoruz; örne­ ğin bazı böcekler ve kuşlar gibi morötesi ışığa ya da köpekler ve yarasalar gibi yüksek frekanslı ultrasonik seslere duyarlı değiliz. Bunlar bizim umwelt'ımizin bir parçası değil, ama bizim kendi umwelt'imiz başka açılardan olağanüstü geniş olduğu için, bu gibi faktörleri saptayarak diğer varlıkların umvveZt'ini çok daha iyi kavramaya olanak veren yapay araçlar oluşturabiliyoruz. Gö­ rüldüğü gibi umwelt, hem farklı türlerin esneklik boyutlarını ve sınırlarım anlamamıza olanak verdiği için, hem de bizi kendi umıve/t'imizin şuurlarını fark etmeye zorlayarak fazlasıyla burnu havada dolaşmamızı önlediği için yararlı bir kavram. Bu referans çerçeveleri ve umwelt fikirlerini de dağarcığımıza yükleyince, Portia örümceğinin ava giden yolu bulmada gerçekten esnek olduğunu, ama avı bulunca ona ne yaptığı konusunda doğ­ rusu hiç esnek olmadığını belirtebiliriz: sadece yer, kızartayım mı, haşlayayım mı yoksa flambe mi edeyim diye düşünmez. Aynı şekil­ de, avlanmayıp onun yerine bir pizza ısmarlamaya da karar vere­ mez. Onun umwelt'inde farklı pişirme yöntemleri ve eve pizza hiz­ meti bulunmaz. Dolayısıyla örümceğin esnekliği işlevsel açıdan özgül35 ve belli bir edanla sınırlı bir özellik. Bu aynen basımlama 34 Von Uexkûll (1957). 35 Reed (1996). 107

BEYNİN ÖTESİ

Şekil 5.1. Organizma tarafından algılanan şekliyle u m w e lt ya da çevre. Çevre çok çeşitli nesne ve farklı birçok uyaran enerjisiyle dolu olduğu hâlde, organizma yalnızca kendi ihtiyaçları açısından önemli olanlara duyarlıdır.

gibi içgüdüler açısından da geçerli, bunlar doğru alanda olağa­ nüstü iyi işler; buna karşılık çevrede büyük değişiklikler olursa (ya da gelişim kaynaklarından bir diğeri yoksa ya da şu ya da bu şekilde değişmişse) basımlama mekanizması istenmeyen sonuç­ lara yol açabilir, çünkü kendi unwelt'lerine yuvalanmış yaşayan hayvanlar bir değişiklik olduğunu bile fark edemezler.

Bunlar O kadar Esnek Dostlar Değil Bu noktayı (Nobel Ödülünü Lorenz'le paylaşan) Niko Tinbergen'in klasik deneylerinden biri çok güzel ortaya koyuyor.36 Bu Tinbergen'in kazıcı Sphex yaban arılarının avdan sonra yer altın­ daki adalarına giden yolu nasıl bulduklarını araştırdığı çalışma. Kazıcı yaban arıları yumurtlamak için odacıklar kazarlar ve bal arılarını avlayıp larvalarına besin kaynağı olması için bu oda­ cıklara getirirler (bu yüzden bunlara "an canavarı" da denir). Bu deneylerde Tinbergen'in ilgilendiği konu odacığını ararken yaban ansının kullandığı ipuçlanydı. Basımlamada olduğu gibi, hem an dağılımının hem de odacık yapmaya en uygun toprağın öngörülemeyen faktörler olması, evrimin kazıcı anlara bal anlannı nerede 36 Tinbergen (1969) 108

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

bulabilecekleri ya da odacıklarını nereye inşa edebilecekleri ko­ nusunda değişmez bilgiler sağlamasını güçleştiren etmenler: ka­ zıcı anların elinde her durumda uygulanabilecek standart bir re­ çete ya da bir dizi katı kural yok. Tinbergen odacıklarından çıkan yaban anlarının hemen oradan uzaklaşmadıklannı, sürekli geniş­ leyen halkalar çizerek girişin çevresinde uçtuklarını, anlaşıldığı kadanyla odacığa geri dönmede kendilerine rehberlik edebilecek dikkat çekici yerel özellikleri belirlediklerini gözlemlemişti: bu bir tür örüntü eşleştirme yöntemiydi, basit ama yaban ansının yuvaya dönüş yolunu bulmasına yetecek kadar esnekti. Bu hipotezi doğrulamak için Tinbergen basit bir deney gerçek­ leştirdi. Bir kazıcı yaban ansına ait deliğin çevresine çam kozalaklanndan bir halka yaptı; dişi yuvadan çıkıp ava gidince, bu kozalak halkasının yerini değiştirerek yuvanın biraz uzağına ta­ şıdı. Eğer gerçekten yerel işaretleri kullamyorsa, yaban ansının dönüşte odacığın girişine değil, yeri değiştirilmiş halkanın mer­ kezine konacağını tahmin ediyordu. Beklendiği gibi, yaban ansı­ nın dönüşte yeri değiştirilmiş halkanın merkezine, sert toprağa konduğunu gözlemledi. Lorenz'in basımlama deneylerinde oldu­ ğu gibi, Tinbergen'in çam kozalağı aldatmacası da yaban anlannın esneklik sınırlarını ortaya koyuyordu: dünya çok hızlı değişir­ se, bu değişikliği telafi edemiyorlardı; çam kozalaklarının yerinin hızla değişmesi onların umwelt'ine ait bir özellik değildi. Bu esneklikten yoksunluk Tinbergen'in buna benzer bir başka deneyinde de gösterildi. Bu kez dişi arı avladığı bal arısını girişte bırakıp, hazırlamak için odacığa girdiğinde, Tinbergen bal arısını biraz öteye çekiyordu. Yaban arısı dışarı çıkınca bal arısını hemen bulamıyor ve yakın çevrede dolanmaya başlıyordu, sonunda avını buluyor ve sürükleyerek girişe getiriyordu. Ama onu hemen daha önce hazırlanmış odacığa götürmek yerine girişe bırakıyor, ken­ disi yer altına girip yeni baştan odacık hazırlamaya koyuluyordu. Bir başka deyişle, yaban arısının rutini esnek değildi ve yaban arısı işe ortadan başlayamıyordu. Sanki odanın hazırlandığını herhangi bir şekilde belleğe kaydetmiyor, kendi davranışlarını da hiçbir şekilde kayıt altına almıyordu. Sürecin her bir aşaması öz­ gül bazı ipuçlanyla (bal arısının orada olması gibi) kontrol altın­ da tutuluyor, böylece olaylar belli bir sırada hep birbirini izliyor 109

BEYNİN ÖTESİ

gibi görünüyordu. Bir adımın tamamlanması bir sonraki adımın koşullarını yaratmaya -ve yaban ansını atacağı adım konusunda bilgilendirmeye- yardım ediyordu Normalde her zaman birbiri­ ni izleyen doğru bir olaylar zinciri, yaban ansırım davranışıyla çevredeki nesneler arasındaki gerçek zamanlı eşgüdüm sayesinde güvence altına alınır; (Tinbergen tarzında olmayan) normal koşul­ larda yaban ansmın bundan önce ne yaptığım hatırlamasına ya da bir sonra ne yapması gerektiğini bilmesine aslında hiç gerek yoktur, çünkü böyle bir bellek boş yere çaba harcamak anlamına gelecektir: zaten gözünün önünde olan bir şeyi neden kendi içine depolaman gereksin? Bir kez daha, yaban ansının esnek olmadı­ ğını ortaya çıkarmak için, araştırmacılann çevre koşullannda bu varlığın deneyimlerinin çok ötesinde değişiklikler yapmalan ge­ rektiğini görüyoruz.37 Hızla değişen koşullann çok esnek gibi görünen bir davranı­ şın aslında yeterince esnek olmadığını ortaya çıkardığı güzel bir örnek de, zoolog ve psikolog John Crook'un dokumacı kuşlarla il­ gili çalışmasmda var.38 Bu Afrika kuşlan kuru otlardan en harika yuvalan yapıyorlar; bu yuva alttan aşağıya doğru sarkan tüp şek­ linde uzun bir girişi olan (bu, yılanlann yuvaya girip yumurtalan almaması için gerekli) bir çeşit üstü kapalı sepet ya da bir fol­ luk. Tinbergen'inkilere benzer deneylerle, Crook kuşların bu enfes nesneleri inşa ederken kendi tasanmlan konusunda en ufak bir fikirleri ya da duyundan olmadığım ortaya koydu. örneğin kuş bir tarafta yuvanın tüpe benzeyen girişini inşa ederken, Crook da sepet şeklindeki yuvanın arkadaki bölümü­ nü keserek açıyordu. Kuş tasanmın bütününü belleğe kaydetmiş olsa, açık kısmı yeniden dokuyarak Crook'un verdiği haşan gi­ derirdi. Bunun yerine, kuşlar yeni bir yapı inşa etmeye girişi­ yorlar, örneğin kesik uca yeni bir giriş tüpü yapıyorlar ya da o noktadan başlayarak yeni bir yumurta odası inşa ediyorlardı. Bu 37 Yaban ansının hangi “kuralı" izliyor olabileceği tam olarak açıklığa kavuşturulamadı, ama didabotlarda, Portia örümceklerinde ve kanncalarda gör­ düğümüz türden, yaban ansı bedeninin (ve algısal sistemlerinin fizik özel­ liklerinin) rol aldığı bir mekanizma söz konusu olabilir ya da yaban ansı bu koşullardaki güvenilir bir öğeye duyarlı olabilir (örneğin genellikle ölü anyı nereye koyarsan tam olarak orada bulursun...). 38 Crook (1964).

110

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

da kuşların yuvayı kafalarındaki genel bir "şablona" göre inşa etmediklerini, "Bir kenar olan yerde tüp yeterli uzunluğa ulaşana kadar dokumaya devam et." Türünden göz kararı basit kuralları izlediklerini düşündürüyor. Bizim bakış açımızdan belirtmek ge­ reken önemli bir başka nokta da şu: bu "kuralların" belli bir anda kuş bedeninin şekillenmekte olan yuvaya göre mekânsal yönlenişiyle bağlantılı olduğu da açıktı; örneğin Crook'un kestiği açık yüzey özgün yüzeye 45° açılıysa, kuş açı değişikliğine gitmek­ sizin özgün konumunda tünemeye devam ediyor, bu da kaçınıl­ maz bir biçimde yeni giriş tüpünün ilkine 45° açıyla örülmesi anlamına geliyordu. Bu örnek, yuva yapma davranışının kuşun kafasının içindeki önceden hazırlanmış bir planın uygulanması olmadığını, kendi bedensel etkinlikleriyle yuvanın giderek beli­ ren yapısı arasındaki etkileşim sonucu ortaya çıktığını daha da iyi sergiliyor. Kuşkusuz (Nobel ödülü kazanan araştırmacıların yarattığı bu gibi geçici olaylardan farklı olarak) evrim sürecini göz önü­ ne aldığımızda, çevre koşullarındaki bütün ısrarlı ve uzun süreli değişikliklerin (bu değişikliğe ister organizmanın kendisi neden olsun, ister bir tür iklim değişikliği) seçilime ve yeni koşullara uyum yapılmasına yol açtığım ve varlığın umvveZt'inin de buna göre değiştiğini görüyoruz. Organizmayla çevresi arasında ger­ çekleşen böylesi seçilim değeri yüksek bir uyarlanım bir tür "bilgi" sayılabilir; ama bu yalnızca hayvanın kafasında (bütün bilginin "saklandığım" sandığımız yerde) yer alan bir bilgi değil, sürekliliğine güvenilir gelişim kaynaklan kompleksinin bütününe yayılmış bir bilgi; davramşlan ortaya çıkaran da bu ikisinin ortak etkisi.39Bilgiyi böyle "saklamak" pahalı sinir dokusundan tasarruf etmeyi de sağlar. Ama bu maliyet etkinlik, sakallı bir AvusturyalI etoloğa sınırsız bir bağlılık geliştiren kaz yavrusunun işine ya­ ramayacaktır: içgüdülerin sınırlı esnekliği, sürekliliğine güvenilir bütün gelişim kaynaklan gerçekten güvenilir ve sürekli kaynaklar olduğu sürece son derece güzel çalışırken, çevre aşırı hızla ve çok beklenmedik bir tarzda değişince yetersiz kalıyor. Doğal seçilimin tümevarım mantığı -geçmişte işe yarayanı geleceğe doğru genel­ 39 Plotkin (1994).

111

BEYNİN ÖTESİ

leştirmek- yalnızca geçmişin ve geleceğin görece aynı olması du­ rumunda işe yarıyor.40 Bunun daha uzun yaşayan ve daha yavaş üreyen büyük hay­ vanlar açısından sorun oluşturduğu açık: Bu hayvanlarda yaşam süresi içinde çeşitli değişikliklerle yüz yüze gelme olasılığı yük­ sektir ve görece yavaş evrim sürecinin yeni koşullara en uygun varyantları seçmesine güvenmek, bu hayvanların soyunun tüken­ mesini sağlayacak iyi bir reçete olmaktan öte işe yaramayacaktır, örneğin değişikliğin hızı o türe ait toplulukların üretkenlik hızının üzerindeyse, doğal seçilim bu sorunu etkileme olanağı bulamaz. Dolayısıyla yeni evrimsel "bilgiler" oluşturabilmek için varyantla­ rın yeterince çabuk ortaya çıkması ve seçilmeleri mümkün olmaz. Neyse ki doğal seçilim için tek yol bu değil. Organizmayla çev­ resi arasındaki etkin ve uyumsal davranışlar hayvanların dünya konusundaki bilgilerini sürekli güncelleştirmelerine olanak ve­ ren bir kapasitenin seçilimi yoluyla da sağlanabiliyor. Biraz daha açarsak, doğal seçilim umwelt'i genişletici bir etki yapabiliyor, böylece hayvanlar çevrelerindeki daha fazla boyuta duyarlı hâle gelerek değişikliği daha fazla hissedebiliyorlar. Ayrıca doğal se­ çilim hayvanın değişikliğe yanıt verme -böylece değişikliğe ayak uydurma- kapasitesini artırarak, çevredeki beklenmedik olayla­ ra farklı bir dizi yanıt üretebilmesini ve bunlar arasında en iyi çözümü seçebilmesini de sağlayabiliyor. Bunu hayvanlara deği­ şikliği izleyebilecekleri, gerektiği gibi yanıt verebilecekleri ve deneyimden öğrenebilecekleri bir "takip cihazı" -yani bir beyinsağlayarak gerçekleştiriyor.41 Daha önce gördüğümüz gibi, çok basit hayvanlar bile umvveif'lerindeki belli türde değişiklikleri izleyebiliyorlar, ama hayvanın ipin ucunu kaçırmamak için izle­ mesi gereken boyut ne kadar fazlaysa -ve bunun gerektirdiği algı sistemi sayısı ne kadar çoksa ve bunların birbiriyle bütünleşme gereksinimi ne kadar fazlaysa42- takip cihazı da o kadar büyük ve o kadar karmaşık oluyor. 40 Plotkin (1994). 41 Plotkin (1994). 42 Örneğin stereo görme bu açıdan monokûler görmeden daha karmaşıktır, do­ layısıyla da monokûler görmesi olmayan hayvanlarla karşılaştırıldığında binoküler görmesi olan bir hayvanda davranışların daha fazla beyin doku­ suyla yönlendirilmesi gerekir. 112

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

Uzun ve Kısa Davranış Kontrolü Her şey kontrol altında gibi görünüyorsa, çok hızlı gitmiyor­ sun demektir. -

M ario A ndretti

O hâlde beynin -özellikle de büyük bir beynin- başlıca katkı­ sı, hayvanı içinde bulunduğu koşullardan belli ölçüde bağım­ sızlaştırması: beyin hayvana, doğal seçilimin getirdiği sınırla­ malar dışında genlerle ya da gelişmeyle doğrudan hiçbir bağı kurulamayacak bir şekilde davranma olanağı sağlıyor. Richard Dawkins, Daniel Dennett ve Henry Plotkin43 başta gelmek üze­ re, evrim üzerine yazan birçok yazar bu kavramı açıklamak için Mars Explorer (Mars'ın yüzey haritasını çıkarmak için tasar­ lanmış bir uzay aracı) ile Mars Rover (Mars yüzeyinin jeolojik özelliklerini araştırmak üzere tasarlanmış bir robot) örneğinden yararlanıyorlar. Önce Explorer'ı, sonra da Rover'ı tasarlarken NASA mühen­ disleri bu araçları Dünya'dan kontrol etmenin uygulamada çok zor olduğunu fark etmişlerdi. Birincisi Mars'a gitmek hayli za­ man alıyordu -günümüzde bu yolculuğun süresi en az altı ayla bir yıl arasında- dolayısıyla Rover'ı önceden belirlenmiş çok öz­ gül bir takım komutlarla inşa etmek çok riskliydi. Rover Mars'a ulaştığında zeminin koşullan önemli ölçüde değişmiş olabilirdi, bu da mevcut komutlan yararsız kılabilirdi. Her şey iyi gitse bile Dünya'dan gönderilen sinyallerin Mars'a ulaşması ya da tersi yine de birkaç dakika gerektirecekti: sinyaller Mars'tan aynlıp Dünya'ya ulaşana ve Mars'a yeni komutlar gönderilene kadar ge­ çen zaman, yerine ulaştıklarında bu komutların artık anlamını yi­ tirmesine ve seçilen yanıtın gereksiz ya da uygunsuz olmasma yol açabilirdi. Bunun, Tinbergen'in çevrede yaptığı değişikliklerden sonra, evrime bağımlı kendi sinyallerinin artık bir işe yaramadı­ ğını gören kazıcı yaban anlarının durumuna ne kadar benzediği açıkça ortada. Dünya'yı temel alan bir kontrol sisteminin getirdiği bu kısıtlamalar, NASA mühendislerinin robotun "dizginlerini sıkı tutan" bu türden çözümler aramaktan vazgeçmelerine yol açmıştı. 43

Dawkins (1976); Dennett (1984); Plotkin (1998). 113

BEYNİN ÖTESİ

Bunun yerine "dizginleri gevşetmeyi" ve Rover'i geniş bazı hedef­ lerle ve oldukça genel ve esnek bazı mekanizmalarla donatarak, robotun kendi kendini kontrol etmesine ve onu Dünyadan kontrol eden insanlardan bağımsız olarak beklenmedik belli çevresel so­ runlarla tek başına baş etmesine izin vermişlerdi. îşte doğal seçilim de, dizginlerin sıkı tutulduğu bir kontrol sistemi seçilmesi durumunda organizmanın yaban arısı gibi "Ko­ zalaklarımın yerini kim değiştirdi?" durumuna düşeceği yeterince öngörülemeyen çevresel koşullarda aynen bu NASA mühendisle­ ri gibi davranıyor ve dizginlerin gevşetildiği mekanizmaları se­ çiyor. Daha büyük bir beyin hayvana çevresinde olup bitenlerle ilgili bilgileri anında elde etme, geliştirme ve değiştirme olana­ ğı sağlıyor. Bununla birlikte, dizginleri gevşetmenin dizginlerin sıkı tutulduğu kontrol mekanizmalarından toptan vazgeçilmesi anlamına gelmediğini görmek de önemli.44 Tersine bu yeni meka­ nizmalar dizginleri sıkı tutan eski mekanizmaların üzerine inşa edilerek onları kuvvetlendiriyor ya da bazen değiştiriyor: en zeki hayvanlar bile dizginlerin sıkı tutulduğu özgül bazı mekanizma­ ları koruyorlar -bu kitapta verdiğimiz yüz tanıma, basımlama ve anne sütü örneklerinin hepsi bu görüşe uyuyor- ve bunun başta gelen nedeni evrimin "çalışıyorsa kurcalama" özdeyişine uygun davranması. Bu son derece önemli bir nokta, çünkü öğrenme ve "zekânın" "içgüdü" olmaksızın işleyeceğini sanmak, tıpkı "içgüdülerin" öğ­ renme (dolayısıyla da "zekâ") etkisi olmaksızın işlediğini düşün­ mek kadar hatalı. Bu gibi uçlar işe yaramıyor; hayvanların kendi dünyalarında etkili ve uyumlu davranışlar göstermeleri gerekiyor. Aslında daha da ileri gidebiliriz: çevreden edinilen bilginin he­ defini şaşırıp boşa harcanmamasını güvence altına almak için, dizginlerin gevşetildiği mekanizmaların esnekliği -ve bunlara eş­ lik eden takip cihazının karmaşıklığı- pekâlâ bu gibi yetileri olan hayvşnlann doğuştan yatkınlığa, görece basit hayvanlardan daha fazla ihtiyaç duymaları anlamına da gelebilir. Bu -esnekliğin art­ ması içgüdünün azalmasına eşittir türünden- basit bir takas sa­ yılamaz, bu iki öğe arasında karmaşık bir etkileşim söz konusu dur. Esneklik asla sınırların olmadığı anlamına gelmez. «

Davvkins (1976). 114

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

Bu uyanları yaptıktan sonra, artık sorumuzu yamtlamalıyız: burada üzerinde durduğumuz esneklik organizmanın doğal seçi­ lime ait -çeşitli varyantlar oluşturma, bunlan test etme ve en ba­ şarılısını seçme gibi- ilkeleri benimsemesine ve yaşadığı sürece bunlan kendi hedefleri doğrultusunda kullanmasma izin veren bir mekanizma. Gelecek giderek belirsizleştikçe, geçmiş geleceğe yol gösterme açısından güvenilir bir rehber olma özelliğini yitiri­ yor ve hayvanın dünyayla bağını kontrol altında tutmak, sağ kal­ mak ve üremek için koşullara daha iyi yanıt vermesi gerekiyor. Artan kontrolle daha fazla yarar sağlandıkça, daha büyük ve daha karmaşık bir beynin maliyeti de dengeleniyor.45

Fil (Yaşlı Dişi Fil) Asla Unutmaz... Bunu daha somutlaştırmak için, yalnızca 1 gün yaşayan bir mayıs sineğiyle 70 yıl yaşayabilen bir filin çevresel koşullar açısından yüz yüze geldikleri değişiklikleri düşünün. Bir yanda ortaya çık­ ma, çoğalma ve ölme görevini gerçekleştirmek için çok geniş bir umwelt' i olmayan -ve buna gerek duymayan- mayıs sineği var. Öte yanda içinde yaşadığı doğal ortamda (öngörülebilirlik ve be­ lirsizlik dereceleri azalıp çoğalabilen) düzenli mevsim değişiklik­ leriyle, ayrıca yılları alan daha uzun zaman dilimlerinde yer altı sularında gerçekleşen değişikliklerle ve kuraklık gibi beklenme­ dik olaylarla yaşamak durumunda olan fil var. Bunun da ötesinde, fillerin diğer fillerin doğup, olgunlaşıp, yeni filler üretip öldüğü sosyal çevrelerindeki değişikliklerle de boy ölçüşmeleri gerekiyor. Bu son sorun, fil toplumunun doğası gereği daha da önemli. Filler "matriyark" olarak adlandırılan yaşlı bir dişinin çevre­ sinde örgütlenmiş bir aileyi kapsayan gruplar hâlinde yaşar. Bu aile gruplan zaman zaman diğer gruplarla bir araya gelir, ama bu daha geniş gruplar istikrarlı değildir ve zaman içinde bu gruplar parçalanıp birleşirken aileler birliğini korur. Otuz yılı aşkın bir 49

Bir balama beyinlerin mutlak anlamda daha fazla esneklik sağladığını ve öğrenmeye olanak verdiğini söylemek biraz yanıltıcı olabilir; burada bütün söylemek istediğimiz esneklik ve "zekânın" hayvanın ihtiyaçlarına göre deği­ şen kavramlar olduğu. Bir yaban ansının davranış açısından babım kadar esnek olmadığı açık, ama o hatunun dünyasında yaşamıyor ve bu türden teke tek doğrudan karşılaştırmalar biraz yersiz. 115

BEYNİN ÖTESİ

süredir fil topluluklarının incelendiği Kenya'nın Amboseli doğal parkı bölgesinde, her fil ailesinin yılda yaklaşık 25 aileyle karşı­ laştığı, bunun da kendi ailesi dışında yaklaşık 175 dişi fille kar­ şılaşma anlamına geldiği bildiriliyor.46 Bu ailelerin bir bölümü birbirleriyle daha fazla yakınlaşır ve birbirlerini daha az tanıyan gruplar arasında düşmanca davranışlar ve fil yavrularına kötü muamele gözlemlenebilir. Diğer ailelerle karşılaşmaların öngörülememesi ve karşılaşılan birey sayısının çokluğu filin sosyal dün­ yasının sürekli değişmesine yol açar ve atılacak adımlara karar verilirken, aile tek başına mı yoksa bir diğer aileyle birlikte mi, saptanan grup tamdık mı, grupta genç filler var mı ve varsa kaç genç fil var gibi farklı birçok değişkenin göz önünde bulundurul­ masını gerektirir. Farklı gruplan tanıma ve duruma uygun yanıt verme beceri­ sinin üretkenlik açısından önemli bazı yararlar sağladığı, daha da ilginci yaşlı matriyarklann bulunduğu ailelerin diğer gruplan saptama ve yanıtlama açısından çok daha başanlı olduğu bildiri­ liyor. Deneysel bir ses kaydı dinletme tekniği yardımıyla uzaklar­ dan yaklaştığı izlenimi verilen bir gruba ait sesler (fillerin birbir­ leriyle temasta kullandıktan düşük frekanslı -infrasonik- sesler) öteki gruba dinletilerek, gruplar arasında karşılaşma simülasyonları yapılabiliyor ve bu yolla yaşlı matriyarkm grubunu neyin daha etkili kıldığı araştınlabiliyor.47 Fillerin farklı aileleri birbirinden nasıl ayırt ettiğini bu teknik­ le görebilmemizin nedeni, dişi fillerin tanımadıktan fillerin sesini duyduktan zaman savunma amacıyla bir araya toplanma eğilimi göstermeleri. Deneyler genç matriyarklann başım çektikleri aile­ lerle karşılaştınldığmda, başında yaşb matriyarklar bulunan ai­ lelerde bir araya toplanma olasılığının genellikle çok daha düşük olduğunu gösteriyor; bu da yaşlı dişilerin (daha deneyimli olmalan sayesinde) daha fazla dişinin sesini tanıdıklarını ve/veya sos­ yal ilişkilerde daha özgüvenli olduklannı düşündürüyor. Başmda yaşlı bir matriyark bulunan aile tanımadık dişilerin seslerini işi­ tince bir araya toplandığı zaman da genellikle aile üyelerinin hep­ sinin verdiği yanıt genç matriyarklann başım çektiği ailelerden « McComb vd. (2001). 47 McComb vd. (2001). 116

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

çok daha güçlü oluyor: dolayısıyla bütün bunlar yaşlı dişilerin tanıdık aileleri tanımadık ailelerden daha doğru bir şekilde ayırt edebildiklerini ve kendilerini yabancılardan daha etkili bir şekil­ de koruyabildiklerini düşündürüyor. Matriyark yaşının ailedeki dişilerin doğurduğu yavru sayısı açısından iyi bir tahmin göster­ gesi olduğu ortaya konulması da bu görüşü destekliyor;48 bu bul­ gu yaşlı dişilerin edindikleri daha gelişmiş ayırt etme yetilerinin, ailenin bütünü açısından bir üretkenlik yararına dönüştüğünü düşündürüyor. Görüldüğü gibi, bilgilerini her gün yenileyebilme ve yaşam boyunca deneyimlerden öğrenme, dişi fillerin sağkalım ve üreme başarısı açısından belirleyici önem taşıyor; bu koşul­ larda kazıcı yaban arısındaki gibi evrimle gelen, dizginlerin sıkı tutulduğu bir "bilginin" yeterli olmayacağı açık.

Hemen Zulaya Evrimle edinilen bilgiyle gerçek zamanlı bilginin birlikte hareket ederek nasıl uyumlayım davranışa yol açtığını gösteren bir başka örnek de Batı Amerika mavi alakargası. ABD'nin batısında yaşa­ yan bu kuşlar karga ailesinden (Corvidae). Kışın göç etmedikleri için, (palamut ve diğer tohumlar türünden) yiyecekleri depoluyor ve yiyeceklerin daha kıt olduğu soğuk kış aylarım bu zulalarla atlatıyorlar. Dünyanın ılıman iklim kuşaklarında kış mevsimi­ nin gelmesi güvenilir bir bilgi olduğu için, alakargaların yiyecek saklamada kullandıkları bilgi, gelişimsel kaynaklar kompleksi çerçevesinde evrimle aktarılabilecek bir bilgi türü. Ama mevsim değişiklikleriyle ilgili öngörülebilen bu bilgi yanında, mavi ala­ kargaların iki faktörle daha baş etmeleri ve bu konulardaki bilgi­ lerini daha hızlı güncellemeleri gerekiyor: birincisi farklı yiyecek türlerinin genellikle farklı hızda bozulması, İkincisi zulalanmn kendilerinden önce başka mavi alakargalar tarafından saptanıp boşaltılma olasılığı. Şeytani bir kurnazlıkla gerçekleştirilen bir dizi karmaşık de­ neyde, mavi alakargaların hangi türde yiyecekleri nereye sakladık­ larını, daha da ilginci bunu ne zaman yaptıklarını hatırladıkları

48 McComb vd. (2001). 117

BEYNİN ÖTESİ

ortaya konuldu.49 Daha önce sakladıkları (alakargaların bayıldık­ ları ama hızla bozulan bir yiyecek olan) kurtçukları ya da (daha az tercih edilen ama daha uzun süre dayanan bir yiyecek olan) yer fıstıklarını geri alma olanağı verilen mavi alakargalar, saklamay­ la geri alma arasındaki süre kısaysa (4 saat) kurtçukları, uzunsa (120 saat) yer fıstıklarını geri almaya çalışıyorlar.50 Kurtçuklar 4 saat boyunca lezzetini koruduğu için aradaki süre kısa olunca onları tercih etmeleri anlaşılır bir tutum; buna karşılık aradan 120 saat geçtiyse artık bunlar yenemez ve bozulmuş yiyecekleri tercih etmenin anlamı kalmıyor. O hâlde mavi alakargalar neyi sakladıklarını, nereye sakladıklarını ve ne zaman sakladıklarını bir şekilde kaydetmenin yolunu buluyorlar, böylece kötü yiyecek­ leri geri almak için boşuna çaba harcamıyorlar ya da kurtçuklar gibi daha fazla hoşlandıkları lezzetli yiyecekler varken, yer fıstığı gibi bozulmayan yiyecekleri geri almak için zaman kaybetmiyor­ lar gibi görünüyor.51 Mavi alakargalar kendi zulalarındaki yiyecekleri bulma ya­ nında, diğer mavi alakargaların depolarını boşaltma konusunda da çok başarılılar. Alakarga bu türden hırsızlıkları önlemek için, çevrede yiyeceğin nereye saklandığını görmüş olabilecek rakip kuşlar varsa, genellikle zuladaki yiyeceğin yerini değiştiriyor. Bir başka deney dizisinde mavi alakargaların hangi yiyecekleri sak­ larken rakip kuşlar tarafından görüldüklerini, hatta zulaya yiye­ cek koyarken tam olarak hangi birey tarafından görüldüklerini de hatırladıkları gösterildi, örneğin bir deneyde kuşlara yiyecekle­ re erişim olanağı tanınıyor ve bunlan yalmzken ya da diğer bir kuş tarafından gözlemlenirken saklama fırsatı veriliyor. Aradan 3 saat geçtikten sonra da kuşa zulasma erişebilme ve yiyeceği ister­ se yeni bir kapta saklama olanağı tamnıyor. Yalmzken saklanmış yiyeceklerle karşılaştırıldığında, saklamanın başka alakargalar 49 Bu çalışmanın bütünü konusunda genel bir fikir edinmek için, bkz. Clayton vd. (2007). 50 Araştırmacılar bütün deneylerde kuşa zuladaki yiyeceği alma olanağı tanın­ madan önce zulayı boşaltıyor, böylece kuşun her bir zuladaki yiyeceği koku­ sundan tanımadığından emin oluyorlar. Saklama zulalan içi kum dolu buz kaplan, dolayısıyla yiyeceği oradan almak ve kuşa yiyecek olmayan benzer bir buz kabı sunmak kolay oluyor. 51 Clayton ve Dickinson (1998). 118

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

tarafından görüldüğü yiyeceklerde yer değiştirme olasılığının daha fazla olduğu bildiriliyor; bu da kuşların yiyeceklerini han­ gi sosyal bağlamda zulaya yerleştirdiklerine duyarlı olduklarım düşündürüyor: yiyeceğin yeri, yalnızca bir başka kuş tarafından çalınma riski varsa değiştiriliyor.52 Mavi alakargalar yiyeceği saklama sırasında zulayı korumak için çeşitli stratejilere de başvuruyorlar: saklama sırasında bir başka kuş onları görüyorsa, zulalannı gölgeli ya da daha az ay­ dınlatılmış alanlardan seçme olasılıkları daha fazla (burada ama­ cın rakiplerin zulanın yerini tam olarak görmesini güçleştirmek olduğu tahmin ediliyor) ve yakın yerlere göre daha uzak yerleri tercih ediyorlar.53 Ayrıca bu alakargalar yiyeceği nihai zulaya bı­ rakmadan önce yerini birkaç kez değiştiriyorlar, böylece rakibin yiyeceğin izini sürerek en son nereye konulduğunu hatırlaması­ nı güçleştirmeye çalışıyorlar. En düşündürücü bulgular da, sak­ lanan yiyeceğin yerini değiştirme taktiklerinin mavi alakarganın geçmişte yaşadığı hırsızlık deneyimlerine bağlı olabileceği izleni­ mini verenler: başkalarının gözü önünde sakladıkları yiyeceklerin yerini değiştiren alakargalar, yalnızca geçmişte başka kuşların zulalarındaki yiyecekleri yürütenler. Daha önce bir başka kuşun zulasmı talan etmemiş kuşlar, başka kuşlar tarafından görülseler bile zuladaki yiyeceklerinin yerini değiştirme eğilimi göstermi­ yorlar.54 52 Clayton vd. (2007). 53 Daily vd. (2004,2005). 54 Emery ve Clayton (2001). Mavi alakargaların bütün bu ustalıkları göster­ melerine olanak veren olası mekanizmaların neler olduğu tartışması hâlen sürüyor. Bazılan bunun durumu bir başka kuşun gözüyle görmek gibi üst düzey kapasitelere bağlı olduğunu düşünüyorlar (Emery ve Clayton (2001); Clayton vd. [2007]), ama bu gibi şeylerin çok daha basit açıklamalan da ola­ bilir. Örneğin kuşlann "Bir başka kuş varsa, daha karanlık yere sakla" tü­ ründen örtük kuralları olabilir. Kuşlann neden böyle bir kuralları olduğunu anlamalan, hatta böyle bir kuralın varlığından haberdar olmalan gerekmez. Saklama stratejileri bir başka kuşun varlığıyla böyle sistematik bir şekilde değişikliğe uğradığı sürece, sistem çalışacaktır. Bunun gibi, kuşlann sakla­ dıktan yiyeceklerin yerini değiştirmeleri için kendilerinin bir başka kuşun zulasmdan yiyecek çalmış olmalan koşulu da mutlaka "Ben olsam gidip ça­ lardım, onun için en iyisi yiyeceğimin yerini değiştireyim' şeklinde düşün­ dükleri anlamına gelmez. Bunun yerine, tıpkı basımlamanın deneyime bağlı olması gibi yiyeceğin yerini değiştirme eğilimi de deneyime bağb olabilir. Bir başka deyişle, diğer kuşlan saklarken görmek ve bunun ardından o zula119

BEYNİN ÖTESİ

gözlemlenen zula

yalnızken zula

3s

3s

yalnızken geri alma

yalnızken geri alma

m m

^

gözlemlenmiş gözlemlenmemiş yeni zula zula kabı zula kabı kabı Şekil 5.2. Mavi alakargalann esnek saklama davranışını araştırmak ama­ cıyla oluşturulan deneysel düzeneklerden biri. Bu düzenekte, alakargalara yiyeceklerini bir başka kuş gözlemlerken ya da yalnızken saklama ve daha sonra da bu yiyecekleri geri alma olanağı tanınıyor.

Bu durumda mavi alakargalarda neyin nereye ve ne zaman saklan­ dığının da ötesinde, saklama sırasında çevrede başka kuşlar olup lardaki yiyecekleri almak, sakladığı yiyeceklerin yerini değiştirme eğilimini nedensel bir şekilde değil ama bağıntılı bir şekilde artırıyor olabilir. Kuşla­ rın zulalannın risk altında olduğunu açıkça görmeleri ya da başka kuşlar ta­ rafından çalınmaması için onun yerini değiştirmeleri gerektiğinin farkında olmaları gerekmez. Kuşlar çok sayıda rakibin bulunduğu bir ortamda bulu­ nuyorlarsa ve bu durum onlann başka kuşların zulalanndaki yiyecekleri çal­ ma fırsatını artırıyorsa, pekâlâ aynı durum onlann da çevrede başka kuşlar varken yiyeceklerinin yerini daha fazla değiştirmelerini tetikliyor olabilir. Bu iki davranışın bir arada gerçekleşmesi için kuşlann nedensel bir anlayışa sahip olmalan gerekmez. Pekâlâ her iki süreç de daha fazla rakip, daha fazla zula ve daha fazla çalma olanağı bulunmasına bağlı olabilir. Öte yandan, da­ ha önce şempanze Santino için söylediğimiz gibi, bizim bir başka olasılığı da düşünüyor olmamız, bu açıklamanın doğru olduğu ve yüksek düzlemdeki bir açıklamanın yanlış olduğu anlamına da gelmez. Daha önce belirttiğimiz gibi, bunun tek anlamı, eldeki verilerin hem "üst düzey" hem de "alt düzey” açıkla­ malarla uyumlu olduğu, dolayısıyla da bu ikisi arasında ayrım yapmamızın mümkün olmadığı. Bunları birbirinden tam olarak ayırabilmek için başka türlü testler yapmak gerekiyor. 120

NE ZAMAN BÜYÜK BİR BEYNE GEREK DUYARSINIZ?

olmadığına ilişkin de ince ayarlı bir duyarlılık olduğu anlaşılıyor, ama göründüğü kadarıyla bu deneyimlerle bilenen bir duyarlılık. Dolayısıyla zulaya saklama davranışı dizginlerin sıkı tutulduğu (evrimle ilişkili) bir kontrol mekanizması (kuşlar hiç yiyeceksiz kalmadıkları ve kışın hiç gelmediği laboratuvar koşullarında bile yiyecek saklamaya devam ediyorlar), ama bu saklama davranışıy­ la ilgili öngörülmesi daha güç olan bazı öğelerde -yiyeceklerin farklı bozulma hızları ve gözlemcilerin varlığı- kuşlara zulalarını özgül yerel koşullara göre düzenleme ve izleme olanağı veren, dizginlerin gevşetildiği gerçek zamanlı kontrol ön plana geçiyor.

İçsel Değişiklikler Kısaca üzerinde durmamız gereken son bir değişkenlik kaynağı da, birçok hayvanın zaman içinde geçirdikleri içsel değişikliklerle başetme tarzları. Filin kazanımlanm yeniden gözden geçirelim: ufacık genç bir filde işe yarayan bir davranış çok iri bir erişkin filde pek öyle verimli sonuç vermeyebilir. Tek başına dizginlerin sıkı tutulduğu evrimsel kontrolle bedenin boyutlarındaki deği­ şiklikler, güç:ağırlık oranı, hatta sindirim sistemi (hayvan anne sütünden katı yiyeceklere geçerken örneğin) gibi değişkenlerin hepsiyle başetmek her zaman mümkün olmayabilir. Dolayısıyla büyük memeliler ve kuşlar başta gelmek üzere birçok hayvan, ge­ niş bir zaman diliminde bedenin çevreyle etkileşim tarzında ger­ çekleşen değişiklikler nedeniyle daha fazla davranış esnekliğine ihtiyaç duyuyor (ve daha önce belirttiğimiz gibi, bunun yanında, hayvanın kendisini ilgilendiren çevresel özelliklere gerektiği gibi uyum yapabilmesini güvence altına alan, doğuştan yanı ağır ba­ san bazı yatkınlıkların varlığı da gerekli olabiliyor). Buradaki bakış açımızdan en önemli olan da işte bu son nok­ ta olabilir, çünkü önceki bölümlerde değinilip geçilen iki boyu­ tu bir araya getiriyor. Bunlardan birincisi hayvanın beyni onun bedeninin bir parçası ve etkili davranışların ortaya çıkması için bedenle beyin birlikte çalışıyor; bu olguyu gözden kaçırmamak ve beyni adeta bedenden yalıtarak ele alabileceğimizi sanmamak gerekiyor. Daha açık söylersek, şu beyinler bahsini bütünüyle terk etmekte ve bir bütün olarak sinir sisteminin boyutlarında ve karmaşıklığında artış olduğundan söz etmekte yarar var. Beyni 121

BEVNİN ÖTESİ

adeta bedenin işleyişinden sorumlu tutmak, sinir sisteminin ka­ lanını beyinden bedene ve bedenden beyne bilgi taşıyan "mesaj kablolarından",55 bedeni de beyni dünyada dolaştıran bir araçtan ibaret saymak yanlış. Dokuzuncu bölümde göreceğimiz gibi, bede­ nin belli bir tarzda bir araya getirilişi, çoğu zaman herhangi bir nöral davranış kontrolüne gerek kalmaması sonucunu doğuruyor ve beden bu sayede birçok işlevi çok ekonomik bir tarzda kendi başına gerçekleştirebiliyor. Kendi büyük beyinlerimize odaklanıp kalmanın, bilişsel süreçlerin tek başına beyne değil bütün bir or­ ganizmaya ait bir özellik olabileceğini gözden kaçırmamız sonu­ cunu doğurabileceğini bir kez daha görüyoruz. İkincisi, hayvanın beyninin ve bedeninin içinde yaşadığı çevreden ayrılamayacağını görüyoruz. Hayvanların davranışlarını ve bilişsel süreçlerini çev­ reden yalıtarak inceleyebileceğimizi düşünmek bir hata. Evrim süreçlerini anlamaya çalışırken "karşılıklılık” yaklaşımı' nasıl işe yarıyorsa, davranış ve psikolojide de benzeri bir karşılıklılık yak­ laşımı eşit ölçüde yararlı.

55 Churchland (1986), s.16. ’ mutualistic view -çn. 122

6. Bölüm

PSİK O LO JİN İN EK O LO JİSİ

Çevre fikri organizma fikri için bir zorunluluktur ve çevre kavramının benimsenmesiyle birlikte ruhsal yaşamı, boş­ lukta gelişen yalıtılmış kendi başına bir şey olarak ele almak imkânsızlaşır. - J o h n Devvey

En son ne zaman dans ettiniz? Bu belki de bir partide ya da gece kulübünde ya da bir düğündeydi. Belki bulaşık yıkarken mutfakta dönüp durdunuz ya da belki ekmeğinizi binlerce kişinin önünde dans ederek kazanıyorsunuz. Belki o dansm her anından nefret ediyordunuz, belki de bu yaşamınızın en güzel anıydı. Şimdi ken­ dinizi dans ederken düşünürken, dansın nereye konumlandığını da düşünün. Garip bir soru, değil mi? Bu ne demek? İsterseniz bi­ raz açalım. Dans sizin içinizde mi? Bu içine girdiğiniz bir ruh hâli mi? Yoksa dans sizin başınıza gelen bir şeyden mi ibaret?1 Sanki daha da anlamsız hâle geldi, değil mi? Çünkü dans böyle bir şey değil. İşte meselenin özü tam da bu: dans sahip olduğumuz bir şey ya da içinde bulunduğumuz bir ruh hâli değil, aslında yaptığımız bir şey. Dans ettiğimiz zaman, hareketlerimizi o anki çevreyle eşgü­ düme sokuyoruz; dans bizim içimizde bir yerde değil, tek başı­ na bize de bağlı değil, müziğe, müziğin ritmine ve temposuna ve varsa partnerimize de bağlı. Dansın ne "olduğu" sorusunun hiçbir anlamı yok. Filozof Alva Noe insan bilinci konusundaki görüşünü açıklamak için bu dans ediş metaforunu kullanıyor; dans gibi bi­ linç de sahip olduğumuz bir şey değil, yaptığımız bir şey. Yazarın sözleriyle, "dans etme yetimiz içimizde olup biten bir sürü şeye 1

Noe (2008) bilinç üzerine çalışmasını betimlerken büyük bir başanyla dans ediş metaforunu kullanıyor. Görüşme için bkz. Edge Web sitesi: www.edge. org/3rd_culture/noe08/noe08_index.html. 123

BEYNİN ÖTESİ

bağlı, ama dans ediyor olmamız temelde bizim çevreleyen dün­ yayla uyumlu hâle gelme hâlimiz."2 Noe'nin dans ediş metaforunu -tek başına bilinçli deneyime değil- psikolojik fenomenlerin bütününe genişletebiliriz ve bu metaforla bütün hayvanlan da kapsayabiliriz.3Bir başka deyişle, psi­ kolojiyi "ekolojik" yaklaşım adı verilen tarzda ele alabiliriz.4 James Gibson'm ölümünden önce geliştirdiği bu teoriye göre, psikolojik fenomenler yalnızca hayvanlann "içinde" olup bitmez, hayvanlann çevreleriyle ilişkileri temelinde gelişir; dolayısıyla bunlar "ekolojiktir."5 Noe'nin dans ediş metaforuyla birlikte, psikolojinin ekolojik bir fenomen olduğu fikri, organizmanın çevresiyle karşı­ lıklılık ilişkisi konusunda bir önceki bölümde üzerinde durduğu­ muz noktaları tam da yerli yerine oturtuyor. Kitabın bu bölümünde psikolojiye ekolojik yaklaşımın yararlarını araştıracağız, dolayı­ sıyla da tartışma bundan böyle biraz daha teknik boyuta kayacak. Burada ele alacağımız fikirler önemli ve ilginç, ama bunları anla­ mak için biraz çaba harcamak gerekiyor, çünkü her şey bir yana bu görüşler kafamızda sorgulamadan doğru kabul ettiğimiz önkabüllerin çoğunu alt üst ediyor ve bunların alışılmamış görüşler ol­ maları da kavranmalarım güçleştiriyor. Ama inanın çabaya değer, onun için beni izlemeye biraz daha tahammül etmenizi istiyorum.

Olanaklılıklar ve Davranışın Döngüselliği* Fail pasif olarak girdileri alıp işlemez. Tersine fail nesneleri o anda belli bir bakış açısından ve belli bir eylem içinde görür. - M a u r ic e M e rle a u -P o n ty 2 3

*

Noe (2008). Görüşme için bkz. Edge web sitesi: www.edge.org/3rd_culture/ noe08/noe08_index.html. Söylenenleri tam açıklığa kavuşturmak için eklemekte yarar var, bu bölümde diğer hayvanlann bilinçli deneyimleri ya da tersi konusunda hiçbir görüş öne sürülmüyor. Bütün söylenen Noe'nin dile getirdiği analojinin bilinçli ol­ sun olmasın bütün psikolojik süreçlere uygulanabileceği. Bundan "doğrudan algı" teorisi ya da Gibson'ın deyişiyle “bilgiyi temel alan algı" teorisi şeklinde söz edildiğini de duyabilirsiniz (Gibson [19661, s.266).

5

Gibson (1979); Reed (1996).

"

Orijinal metinde hem döngüsellik hem de acayiplik, kaçıklık ya da saçmalık anlamlarım taşıyan çift anlamlı "loopiness" terimi kullanılarak, basit geri­ bildirim döngüsünden farklı, garip özelliklere sahip bir» döngüselliğe gön­ derme yapılıyor -çn. 124

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

"Afford" [olanak sunma] fiili sözlükte bulunan bir sözcük, ama "affordance" [olanakhlık]* terimi sözlükte yok. Bu söz­ cüğü ben ürettim. Bununla çevre ve hayvanın her ikisine de, var olan terimlerin hepsinden farklı bir tarzda gönderme yapan bir şeyi kastediyorum. Bu terimle hayvanla çevrenin birbirini tamamlayıcılığı kastediliyor. - J a m e s G ibso n

Daha önce gördüğümüz gibi, oldukça basit hayvanlar bile çevrey­ le karşılaşmalarını çok aktif bir araştırıcı yaklaşımla düzenliyor, bedenlerinin ve içinde yaşadıkları çevrenin yapısal özelliklerin­ den yararlanarak hedeflerini basitleştirmeye, daha etkili sonuçlar almaya ya da her ikisini de başarmaya çalışıyorlar. Gibson'ın fi­ kirlerinin çoğunu anlamak açısından aktif bir organizma düşün­ cesi belirleyici önem taşıyor, çünkü bu düşünce duyum, algı ve eylem konusundaki varsayımlarımızın çoğunu bütünüyle yerle bir ediyor. Örneğin Gibson'ın üzerinde durduğu ilk sorulardan biri "Du­ yular nedir?"6 sorusu. Genellikle duyuların "duyum kanalları" ol­ duğunu varsayarız,7 oysa Gibson’a göre duyularımız algı için var olan sistemler. Belki ilk başta bu bize garip geliyor, çünkü gele­ neksel bakış açısına göre duyumlar daha sonra bunlarla algıları­ mızı oluşturacağımız "hammaddeleri" oluşturur. Oysa Gibson'ın belirttiği gibi, "duyumsamak" fiilinin iki anlamı var. tik anla­ mı biraz önce üzerinde durduğumuz gibi "bir duyum yaşamak", ama sözcüğün bir de “bir şeyi saptamak" anlamı var ve Gibson bu terimi işte bu ikinci anlamda kullanıyor: ona göre algının te­ melinde duyumlar değil bilginin saptanması yatıyor. Bu durumda Gibson'ın yaklaşımında çarpıcı olan, sinir sistemine gelen duyu girdilerini algıya yol açan girdilerden ayırması. Gibson körlerin "engel duyusu" örneğini veriyor, bu duyuyla nesneleri bir tür "yüz görüşüyle" hissettiklerini belirtiyor. Gerçekten de bu kişiler nes­ neleri ekolokasyondan yararlanarak yankıyla, yani işitme sistem­ ’

6 7

"affordance" terimi Türkçede "sağlarlık" ve “elverirlik" terimleriyle de karşı­ lanıyor, ancak Gibson'ın ürettiği bu terimi "eylem olanakları" şeklinde tanım­ ladığım göz önünde tutarak, çeviride "olanakhlık” terimini tercih ettik -çn. Gibson (1966), s.l. Gibson (1966), s.l. 125

BEYNİN ÖTESİ

lerini kullanarak belirliyorlar. Dolayısıyla körlerin hangi duyula­ rının uyarıldığını fark etmeksizin gerçekleştirdikleri özel bir tür algı deneyimi var. Gibson'ın deyişiyle bu algı "duyumsuz", yani yaşanan duyumlar aslında bilgiyi saptayan mekanizmayı yansıt­ mıyor. Gibson psikolojinin klasik "uyaran" ve "tepki" kategorilerini de sorguluyor. Laboratuvarda bu kategorileri kullanmak uygun, çün­ kü duyu organlarına uyaranları yabtarak birbirinden ayrı ve tek tek "uygulayarak" (saf bir ton, bir ışık çakması) bu uyarana özgü tepkiyi kaydedebiliyoruz: yanıt almak için hangi şiddette bir uya­ ran gerekli? Uyaran ne kadar sürmeli? Yanıt ne kadar güçlü? Oysa laboratuvar dışında bu türden birbirinden ayrı ve bağımsız uya­ ranlar yok: uyaranlar mekânda ve zamanda birbiriyle örtüşüyor, birleşiyor, yer değiştiriyor. Gerçek dünyada yaşadığımızsa hay­ vanların "akış hâlindeki bir dizi uyaran enerjisinden"8algı için bil­ gi toplamalan: hayvan bir şeyler yapıyor, etrafta dolaşıyor, duru­ şunu değiştiriyor, böylece mevcut uyaran bilgilerinin doğasını da değiştiriyor. Laboratüvardan farklı olarak doğal çevrede hayvan­ lar, pasif bir şekilde yollarına ne çıkarsa onu almakla yetinmiyor­ lar; ihtiyaç duydukları bilgileri aktif bir şekilde arayabiliyorlar. Bir başka deyişle, çoğu zaman "tepkiler" herhangi bir "uyarandan" önce geliyor (elbette bunu tepki olarak adlandırmak bütünüyle yanlış, çünkü bu aslında herhangi bir şeye "tepki" değil). O hâlde algı aktif bir şekilde çevreyi araştırmak, çevreye dikkat etmek ve böyle ele alınan bir algı kavramı birbirinden bağımsız iki katego­ ri olarak uyaran ve tepkinin varlığını sorguluyor. Bunun yerine, filozof John Dewey'in deyişiyle bir "duyu-motor koordinasyon"* sürecinden söz etmek, davranışı sürekli, entegre bir eylem ve algı döngüsü olarak ele almak daha doğru gibi görünüyor.9 8 ' 9

Gibson (1950). duyu-hareket eşgüdümü -çn. Dewey bu görüşü, "refleks yayı" fikrini -duyusal uyaranın gelişi ve motor ya­ nıtın çıkışının bütünüyle doğrusal bir şekilde gerçekleştiği fikrini- eleştirdi­ ği klasik yazılarından birinde dile getiriyor. Bu doğrusal süreç hayvanların araştırıcı bir tarzda çevreleriyle kurdukları aktif ilişkiyi ve duyusal ve motor süreçlerin karşılıklı birbirini güçlendirerek nasıl birlikte hareket ettiğini yani ‘duyu-motor koordinasyon" sürecini- ve bu süreçteki eylemlerin mevcut uyaran bilgilerinin doğasım sürekli nasıl değiştirdiğini, bunun sonucunda da eylem olanaklarının değiştiğini, vb yansıtmıyor. Klasik görüş bunun ye­ 126

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

Algının aktif biçimde bilgi saptamayı kapsadığı fikri, duyulan da farklı ele almamız gerektiğini düşündürüyor. Duyulan farklı türde uyaranları -gözler söz konusu olduğunda ışık enerjisini, işitmedeyse ses dalgalannı- alan pasif alıcılar olarak düşünme­ ye, dolayısıyla da "gözü" ve "kulağı" ayn ayn incelemeye, örneğin kulak salyangozundaki tüylü hücrelerin ses dalgalarını saptama­ sında ya da gözdeki çubuk ve koni hücrelerin fotonlar tarafından uyarılmasında rol oynayan farklı mekanizmaları incelemeye alış­ kınız. Bütün bunlar güzel -alıcılarımızın nasıl çalıştığını keşfet­ mek büyüleyici- ama Gibson'ın belirttiği gibi, hayvanların ken­ dilerini çevreleyen dünyadan bilgiler edinmelerine olanak veren algı aygıtı, yalıtılmış bir şekilde tek başma bu alıcılarla çalışmı­ yor. Yani dünyadaki sesleri saptamada kullandığımız algı sistemi "kulak" değil, hareketli bir bedene bağlı olan hareketli başımızın iki tarafına konumlanmış ve bütün sinir sistemimizle bağlantılı iki kulak. Bir sesin kaynağını ve ne olduğunu saptamak için, çoğu zaman başımızı, hatta bedenimizi hareket ettirmemiz gerekiyor, çünkü -3. bölümde cırcır böceklerinde gördüğümüz gibi- sesin geldiği yeri, her bir kulağa gelen ses dalgalan arasındaki ilişkiye göre belirliyoruz (sesin kaynağa daha uzak kulağa ulaşması daha uzun zaman alıyor). Tek başına bir kulak bunu başaramaz; bunu ancak aktif bir organizmanın algı sisteminin bütünü başarabilir. Bu nedenle, "algı sistemini", basitçe bir sinirin ucuna bağlanmış bir alıcı gibi ele almamak gerekir; yalnızca duyu alıcılarının değil bütün bedenin bilgi edinmesini gerektirdiği için, bu bütün sinir sistemini ilgilendiren bir süreç. Gibson duyulara pasif alıcılar gibi yaklaşma fikrinden uzaklaşmak için, onlan mecazi anlamda, çevreyi araştırarak bilgi toplayan dokunaçlar ya da duyargalar gibi10 düşünmemiz gerektiğini ileri sürüyor. Hayvanlan çevrelerini araştıran -pasif bilgi alıcılan olmak yerine, aktif olarak bilgi arayan- varlıklar olarak düşününce, neyi rine uyaranı yine kendisi gibi bağımsız bir tepki doğuran bütünüyle ayn bir birim olarak ele alan bir tür "düalizme" yol açıyor. Devvey'in deyişiyle, uyaran ve tepkiyi "birbirinden ayrı ve kendi içinde bütün birer birim olarak ele almak yerine, somut tek bir bütün içindeki iş bölümü olarak, bu bütünün farklı işlevleri olan faktörleri olarak ele almak daha anlamlı." (Devvey [1896]); aynca bkz. Rockvvell (2005); Reed (1996). 10 Gibson (1966), s.5. 127

BEYNİN ÖTESİ

aradıkları sorusu akla geliyor. Gibson bu soruya organizmanın bilgi toplayarak davranışlarını düzenlerken çevrenin kendisine sunduğu "olanaklılıklan" temel aldığı yanıtını veriyor: bunlar bel­ li nesnelerin ve kaynakların hayvana sunduğu eylem fırsatları ve imkânları.11 Peki bu olanaklılıklar tam olarak neler? Ortadan bükülen iki bacağı ve arkada yastıksı kaba etleri bulunan uygun boyutlarda bir insana sandalye ya da ağaç kütüğü oturma olanağı sağlar, oysa bu gibi nesneler bir zürafa ya da ineğe oturma olanağı sağlamaz; aynı şekilde, çatal insanlara kendilerini besleme olanağı sağlar, ama elleri olmayan balık, köpek ya da kargaya böyle bir olanak sağlamaz. İncir ağacı şempanzeye tırmanma olanağı sağlarken, file dibini kazıp devirme olanağı sağlar. Dolayısıyla algı "eylem dilinde yazılıdır"12 ve biz aslında sandalye değil oturacak bir yer görürüz; örümcek dikey bir direk değil tırmanacak bir yer görür; ağaçkakan ispinozu bir çubuk görmez deliğe sokabileceği bir şey görür ve delik görmez içine bir çubuk sokabileceği bir yer görür. Olanaklılık kavramı hayvanın kafasında olup bitenlerin (so­ nunda bu ne olursa olsun) bedenini dünyada hareket ettirme tarzından ayrılamayacağı anlamına geliyor.13 Çevreyi araştırma 11

Gibson (1979). Bu bölümün başındaki özdeyişte de görüldüğü gibi, Gibson bu fikri açıklamak için "tamamlayıcılık" sözcüğünü kullanıyor. Bu ilginç bir sözcük seçimi, çünkü; fizikte daha önce ışık gibi hem parçacık hem de dal­ ga etkisi yapabilen fenomenler ("dalga-parçacık ikiliği") için kullanılmıştı. Bu terimi kullanırken Gibson'm akimdan geçenin bu olduğunu varsayarsak, yazarın hayvanların ve çevrelerinin karşılıklı olarak birbirlerine bağımlı ol­ duklarını, bu nedenle de “ortak tanımlı” olduklarını ifade etmek istediğini düşünebiliriz- yani “hayvan" terimi kendiliğinden hayvanın içinde yaşadığı bir çevrenin varlığına işaret ediyor, "çevre" terimi de kendiliğinden içinde bir hayvan yaşadığını ima ediyor (Wells [2002]). Bir başka deyişle, tıpkı fiziksel sistemin hangi özgül yönünü araştırıyorsak ona göre parçacık ya da dalga terimlerine gönderme yaptığımız gibi, aslında "hayvan" terimini kullanmak hayvan-çevre ikiliğine gönderme yapmanın bir yolu, bunun bir diğer yolu da "çevre" terimini kullanmak. Bazılarının ileri sürdüğü gibi bu organizmanın çevresinde bir "sınır” olmadığı anlamına gelmez. Hayvanları çevrelerinden ayırt edebilmemiz bunun böyle olmadığını açıkça gösteriyor. Ama bu gerçek, doğal ortamlarındaki hayvanların asla çevrelerinden yalıtılmış bir şekilde yaşamadıkları, her zaman bu çevreye "yuvalanmış" bir şekilde ve onunla kar­ şılıklı bağımlılık ilişkisi içinde var oldukları gerçeğinin üstünü örtmemeli. 12 Michaels ve Carello (1981). 13 Dokuzuncu ve 10. bölümlerde daha "bedenlenmiş" bu düşünce tarzını daha 128

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

davranışının garip "döngüsel" doğası bizi algı ve motor eylemin birbirinden ayrı iki kategori oluşturmadığını, bunun yerine birbiriyle sıkı eşgüdüm içinde, bütünüyle entegre bir birim olarak, birlikte çalışarak olanaklılıklan saptayıp bunlardan yararlandı­ ğım, böylece yüksek düzeyde özgülleşmiş uyumlayım davranışlar yarattığını görmeye zorluyor. Bu da aynı çevresel kaynakların, be­ denleri duyu-motor kapasiteleri açısından farklılık gösteren fark­ lı organizmalara birbirinden farklı fırsatlar (farklı olanaklılıklar) sunması anlamına geliyor. Bu da olanaklılıklar kavramını umwelt kavramına çok güzel bağlıyor. Olanaklılıklar tıpkı umwelt gibi "organizmaya bağlı" bir kavram, çünkü belli bir sinir sistemi olan bir hayvanın belli çevresel fırsatları ne ölçüde saptayıp kullanabildiğini yansıtıyor. Ancak bu planaklılıklann bütünüyle "öznel" olduğu anlamına gel­ mez. Gibson'm sözleriyle: olanaklılık ne bir nesnel özellik ne de öznel bir özellik; isterseniz bunun her ikisini birden oluşturduğunu dü­ şünebilirsiniz. Bir olanaklılık öznel-nesnel ikili karşıtlı­ ğının ötesine geçiyor ve onun yetersizliğini anlamamızı kolaylaştırıyor. Bu hem çevreye hem de davranışa ait bir olgu. Hem fiziksel hem de psişik, ama aslmda ikisi de de­ ğil. Olanaklılık her iki yöne de, hem çevreye hem de göz­ lemciye işaret ediyor.14

Yatay bir sert yüzey, çevrede yürüyecek herhangi bir hayvan bu­ lunup bulunmadığından bağımsız olarak bacakları olan hayvan­ lara yürüme olanağı sağlar, ama bu olanaklılık yalnızca bacakları olan bir hayvan bu yapıyı böyle kullandığı zaman gerçekleşebi­ lir.15 Bir başka güzel örnek de, kaya tırmanışında dik bir yüzeye tutturulmuş, kolayca kavranabilen ve güvenli bir tutuşa olanak ayrıntılı işleyeceğiz. 14 Gibson (1979), s.129. 15 Olanaklıhklann hayvandan bağımsız nesnel nitelikler mi yoksa öznel nite­ likler mi olduğu konusunda birçok tartışma yürütüldü. Bütün bunlara gir­ miyorum, çünkü bu tartışmalar burada dile getirmek istediğimiz ana fikir olan hayvanların çoğunun -kültürle desteklenmiş dil becerilerimiz sayesin­ de^ bizim yaptığımız şekilde çevrede birbirinden ayrı “nesneler" görmek ye­ rine, bunları yalnızca dünyada eylem olanakları olarak gördüğü düşüncesine biraz teğet geçiyor. 129

BEYNİN ÖTESİ

veren tutamaklar için kullanılan bir terim olan "Tann'ya şükür" tutamağı.16 Uzun bir tırmanışın sonunda ya da oldukça zorlayıcı bir uzanma sırasında bunlardan biriyle karşılaşan bir tırmanı­ cının son derece keyifleneceği açık, adı da buradan geliyor zaten. Bununla birlikte, tutamağın yapısıyla tırmanıcının duygulan ara­ sında bir ilişki olsa da, tutamağa "Tann’ya şükür” sıfatı kazandı­ ran özellikler ortada onu kullanan biri olsa da olmasa da var ve tutamak algılanmak ve kullanılmak üzere hep orada duruyor.

Kontrol Altında Ttıtmak Olanaklılık kavramı bir önceki bölümde üzerinde durulan bir nokta olan yalnızca çevre hayvanı etkilemez, hayvan da çevresini etkiler yaklaşımını bir kez daha vurguluyor. Portia örümceği ağı tıngırdatıyor izlenimi veren tuhaf davranışlarla ava takılmış bir başka örümceğin hareketlerini taklit ediyor, çünkü ağ ona böyle bir olanak sunuyor. Bunu ileri sürmek örümceğin bir başka örüm­ ceğin ağını tıngırdatma zahmetine neden girdiğini bilmesi ya da bu ağ tıngırdatmaları sonucunda nasıl olup da bir yemeğe kona­ bileceğini anlaması anlamına gelmiyor, ama yukarıda değindiği­ miz gibi, "içgüdüsel" ve "zeki" davranış arasında kesin ayrımlar yapamıyoruz. Bu ayrıca davranışın uyarandan tepkiye uzanan tek yönlü bir yol olmadığını, eylemin ve hareketin çoğu zaman du­ yusal uyandan önce gerçekleştiği döngüsel bir "duyu-motor ke­ netlenme" süreci olduğu görüşünü de destekliyor. Alışılagelmiş düşünce tarzımızın böyle tersine dönmesi, aslında bize davranı­ şın algılarımızı kontrol altma almakla ilgili olduğunu fark etme olanağı veriyor.17 Kesin hız sınınnm saatte 95 km olduğu bir yerde araba kul­ landığınızı düşünün. Hedeflenen bu hızla ilgili algınızı (ister hız göstergesine bakarak, ister yandan geçen nesnelerin sabit bir hızı olmasını güvence altma alarak) sabitlemek için, yolun yüzeyinde­ ki ve eğimindeki farklılıklara göre ayağınızın gaza ve frene basma davranışını sürekli ayarlamak zorundasınız. Hız göstergesinde ibrenin tırmandığını görünce frene daha güçlü basarsınız, çünkü 16 Wells (2002) bu örneği çok etkili kullanıyor. 17 Povvers (1973); Cziko (2000). 130

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

bunun ardından hız göstergesinin düştüğünü algılamak istersi­ niz. Bunu bir yerlerden hatırlıyorsunuz sanırım, çünkü bu Grey VValter'ın kaplumbağa robotlarda kullandığı negatif geribildirim mekanizması; Elsie ve Elmer de ışık algısını kontrol altında tut­ maya çalışıyorlar -ışığın çok parlak ya da çok loş olmaması ge­ rekiyor-, yani çevredeki eylemleriyle doğru miktarda uyaran elde etmeye çabalıyorlar, yoksa doğru tepkiyi vermeye değil. Aynı şe­ kilde, hız konusundaki eylemlerinizle de, doğru tepki vermeye de­ ğil, doğru uyaranı elde etmeye çalışıyorsunuz, çünkü frene basma yalmzca hız göstergesinin size nasıl göründüğünü kontrol altında tutma bağlananda "doğru" bir eylem. Yokuş yukan çıkarken frene basma yanıtıyla, doğru uyaranı üretiyorsunuz. Bir hayvan için verili bir durumda "doğru" uyaranın (bu genel­ likle boş değil de dolu bir midenin algılanması, korkunun değil güvenliğin algılanması gibi sağkalımı destekleyen bir uyarandır) ne olduğunu belirlemek, her an değişebilen "doğru" yanıtı belirle­ mekten daha kolay.18 Dolayısıyla Algı Kontrolü Teorisi* -bu araş­ tırma alanı böyle adlandırılıyor- hayvan davranışlarındaki de­ ğişkenliklerin dünyaya ilişkin algı dengesini sürdürme çabasına bağlı olduğunu ileri sürüyor. Bu da, Gibson'ın ve Dewey'in teori­ leri gibi, algı kontrolü teorisinin de, hayvanlan "amaçlı" varlıklar kabul eden bir davranış teorisi olduğunu gösteriyor: organizma dünyada yürüttüğü eylemlerle kendi davranışını, dolayısıyla da kendi kaderini kontrol altına alıyor. "Amacı" içsel durumlarım ko­ rumak (yani homeostaziyi sürdürmek) ve algılanan dış dünyaya ait dışsal durumun devamlılığını sağlamak ve böylece bunların sağkalım yolunu açık tutan belli sınırlar içinde kalmasını güven­ ce altına almak. Burada geliştirdiğimiz bakış açısından, algı kontrolü teorisi de çekici bir davranış teorisi, çünkü Gibson'm ekolojik algı teo­ risi gibi bu da umwelt düşüncesiyle yakından bağlantılı. Kontrol uygulayan bir organizmanın yalmzca kendi duyusal sinyallerini ya da algılarım bilme olanağı var; geriye dönüp kendine bakamaz ve kendi algısı dışındaki dünyayı bilemez.19 0 hâlde umwelt gibi, 18 Cisek (1999). ‘ Perceptual Control Theory (PCT) -çn. 19 Bourbon (1995). 131

BEYNİN ÖTESİ

algı kontrolü teorisi de bize aslında hayvan davranışına ilişkin dışarıdan gözlemlerimizin bu davranışın içeriden görünüşünden çok farklı olduğunu hatırlatıyor ve sırf bir hayvana ait eylemlerin bazı yönlerini görebiliyoruz ve değerlendirebiliyoruz diye, hedefe ulaşma açısından bu eylemlerin hayvanın kendisi için de önemli olması gerekmediğini vurguluyor. örneğin bir jimnastikçiyi ele alalım. Jimnastikçinin perfor­ mansını değerlendiren kişiler onun eylemlerinin dış görünüşünü izleyebilirler, oysa jimnastikçinin kendisi başkalarına nasıl gö­ ründüğünün doğrudan farkında değildir; o yalnızca hakemlerin yaşayamadığı ya da değerlendiremediği kendi (basınç, çaba, ses, görüş) algılarını kontrol altında tutar.20 Oysa klasik uyaran-tepki bakış açısından, jimnastikçinin dış görünüşünü ve davranışını onun kendi algı dünyasında varolmayan yönleriyle açıklamak bize çok çekici gelir ve sonunda biz aslında jimnastikçinin ne yaptığını değil yapmadığı bir şeyi açıklamış oluruz.21

Yanılsama Olarak Çevre [A]sıl sorun korteksin retinadan aldığı mesajlan kendi soru­ larını yanıtlamak ve yeni sorular sormak için nasıl kullan­ dığı. Bu görsel algı adım verdiğimiz, seri hâlinde bir süreç. -

J. Z. Young

Peki beyinse neden böbrek değil? -

Peter H acker

Gibson'm teorisinin algıyla eylemi iki ayrı sistem olarak ele alma­ yı reddetmeyle bağlantılı bir başka yönü de, çevremizle ilgili zen­ gin ve ayrıntılı bir bakışımızın olması için dünyadan gelen bütün duyusal girdilerin içsel temsillerle işlenmesi gerektiğini ileri sü­ ren geleneksel görüşü reddetmesi.22 Gibson’m teorisinin nasıl ve neden farklı olduğunu anlamak için, önce algıyı bir süreç olarak ele alan standart görüşü biraz anlamamız gerekiyor, örnek olarak görsel algıyı ele alacağız. 20 Bourbon (1995). 21 Bourbon (1995). 22 Örn. Marr (1982). Sonraki bölümlerde geleneksel bakış açısı yalnızca kav­ ramsal temelleri açısından eleştirilecek; çok sayıda parlak deneysel çalışma, nasıl yorumlandığından bağımsız olarak değerini koruyor. 132

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

Geleneksel görsel algı görüşü, (bu organın fotoğraf makine­ si ya da Kepler'in zamanındaki camera öbscura' gibi çalıştığı varsayımı temelinde) gözün optik özelliklerini araştıran ve ışık ışınlarının mercekte kırılma tarzı sonucunda retina üzerine dü­ şen görüntünün hem baş aşağı hem de ters olacağını gösteren matematikçi ve astronom Johannes Kepler'e dayanır.23 Bu da ta­ bii ilginç bir soruya neden olur: çevrenin algısı retina üzerinde oluşan görüntüyle başlıyorsa ve retinal görüntü baş aşağı, statik ve iki boyutluysa, nasıl oluyor da 3 boyutlu düz ve dinamik bir çevre algılıyoruz? Sırf bu değil, iki retina görüntüsü olduğuna ve bunlar birbirinin aynı olmadığına göre, nasıl oluyor da çift görmüyoruz? Baş aşağı duran, statik, birbirinden farklı bu iki görüntünün 3 boyutlu bir çevre görüntüsüne dönüştürülmesi ge­ rek, ama nasıl? Bu sorun Kepler'in de kafasını meşgul etmişti, ama getirdiği çözümlerin "boş ve uydurmaca" olduğu ileri sürül­ müştü; bunlar pek az anlam ifade ediyordu ve hiç doyurucu ya­ nıtlar değillerdi.24* Daha sonra Fransız Filozof Rene Descartes (ona daha ayrıntılı değineceğiz) kesilmiş öküz gözleriyle deneyler yaptı ve retinaya düşen görüntünün Kepler'in öngördüğü gibi gerçekten baş aşa­ ğı olduğunu gösterdi. Bununla birlikte Descartes retinal görüntü sorununa son derece akla uygun görünen bir çözüm önerdi. Ona göre retinadaki görüntüyle sağlanan uyaranlar ve bunun üzerine (Descartes'a göre retinadaki görüntünün gönderildiği beyin bölü­ mü olan) pineal bezde" oluşan görüntü, değişik yollardan işlene­ rek görme deneyimimizin gerçekleşmesini sağlayan uyarı örüntüleriydi. Bir başka deyişle Descartes retinadaki görüntünün baş aşağı olması sorununun önemli olmadığını düşünüyordu ve nasıl ki dünyadaki bir nesnenin 2 boyutlu resmi gerçek 3 boyutlu nes­ neye tam olarak benzemiyorsa, dünyadaki bir nesneden retinaya gelen uyaranların da bu nesneye benzemesi gerekmediğini belir­ tiyordu. Her iki durumda da önemli olan bunların doğurdukları zihinsel faaliyetti. karanlık kutu -çn. 23 Hyman (1989). 24 Hyman (1989). " epifiz -çn. 133

BEYNİN ÖTESİ

Sık sık (ve oldukça haklı olarak) psikolojinin Nevvton'ı sayılan Hermann von Helmholtz, 1800'lerde bu fikri geliştirerek görsel al­ gının beyin tarafından gerçekleştirilen "bilinçdışı bir çıkarsama" olduğunu ileri sürdü.25 Helmholtz'a göre, retinadan gönderilen si­ nir impulslan beyinde duyumlara dönüştürülüyor26 ve bilinçdışı zihnimizde bunlardan "çıkarsama" yoluyla algılarımızın oluşma­ sı için "hammadde" işlevi görüyordu. Helmholtz retinadan gön­ derilen bilgilerin çok yetersiz olduğunu belirtiyor ve algının bir çıkarsama süreci olması gerektiği sonucuna varıyordu; bu bilgi­ ler dünyanın aslında nasıl göründüğüne ilişkin doğru bir temsil sağlayamazdı, dolayısıyla da eksik bölümleri beynimizin tamam­ laması gerekiyordu. Helmholtz'dan sonra seçkin bir nörofizyologpsikolog olan Richard Gregory de algılarımızın, sinirsel sinyal­ lerden gelen yoksullaşmış veriler temelinde beynimiz tarafından dünya konusunda oluşturulan "hipotezler" olduğu görüşünü ileri sürecekti.27 Aynı ölçüde seçkin bir nörobilimci olan Colin Blakemore da benzer bir şekilde "nöronlar beyne argümanlar sunar... beyin de bu argümanlar temelinde algı hipotezini oluşturur."28 diyecekti. Bu görüşü dile getiren araştırmacıların en ünlüsü de Vision [Görmez] adlı çığır açıcı kitabında oldukça empatik bir yaklaşımla görmenin beyindeki bir bilgi analizi süreci olduğunu belirten David Marr'dı.29 Bu durumda, Noe'nin de belirttiği gibi geleneksel görüşe göre, elimizde düşündüğümüzden çok daha az verimiz (retinadaki düz görüntü) olduğu için, biz aslında dünya­ nın kendisini değil, beynimizi kullanarak içimizde yarattığımız dünyayı görüyoruz.30 Bir başka deyişle, dünyayla yalnızca dolaylı 26 Helmholtz (1868). 26 Hacker'in (1995) sözleriyle, "aslında bunun hiçbir anlamı yok. Bir olgu ne kadar olaya dönüşebilirse, elektriksel bir impuls da o kadar duyuma dönü­ şebilir." 27 Gregory (1980). 28 Blakemore (1977), s.91. Hacker’in sözleriyle (1991), bu şekilde bakıldığında "merkez sinir sistemi daha çok Merkezi İstihbarat Teşkilatına benzemeye başlıyor." (s.303). 29 Marr (1982). 30 Noe (2009). Bu görüşün daha aşın bir türünde de aslında sandığımızın ak­ sine bizim dünyayla ilgili bir deneyimimiz olmadığı, gördüğümüz çevrenin bir tür "büyük yanılsama" olduğu ileri sürülüyor; bu konuda daha fazla bilgi için, bkz. Noö (2009). 134

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

bir temas kuruyoruz, çünkü dünyada doğrudan edimde bulunmak yerine, önce kafalarımızın içinde dünyanın ayrıntılı ve sadık bir temsilini tasarlamak, sonra bu yeniden yapılandırmayı temel ala­ rak edimde b u lu n m ak zorundayız.31 Dolayısıyla gördüğümüz çev­ re aslında bir yanılsamadır.32 Nörobilimci Max Bennett ve filozof Peter Hacker'ın belirttik­ leri gibi, bu algı yaklaşımıyla ilgili bazı kavramsal sorunlar var.33 Bunların belki de en önemlisi bu yaklaşımın "mereolojik safsata" hatasına düşmesi: kabaca ifade edersek, bu parçayı bütün gibi ele almak a n la m ın a geliyor. Beynin "çıkarsama yaptığım" ve "hi­ potezler oluşturduğunu" söylemek ya da nöronların "sunduğu argümanlardan" söz etmek, beyni sizin bir parçanız olarak değil de, -kafanızın içinde oturan ve "size" bir şeyler söyleyen34- başlı başına bir insan gibi ele almak anlamına geliyor.35 Bunu farklı bir biçimde söylersek, beyinlerimize insanbiçimci yaklaştığımızı söyleyebiliriz. Oysa bu uygun bir yaklaşım değil, çünkü aksiyon potansiyeli doğuran hücrelerden oluşan bir organ olan beynin algı sürecinin içinde olduğu açık ama algılayan beyin değil, bunu yapan yalnızca bir bütün olarak hayvan.36 31 Noe (2009) burada ele aldığımız yoksullaşmış uyaranlarla bağlantılı diğer "sorunları" -gözün çözünürlük gücünün eşitsiz dağılması, retinal görüntü­ nün istikrarsızlığı, kör nokta- ve çevrenin kafamızın içinde "yaratıldığım" iddia etmek için bunların nasıl kullanıldığını daha ayrıntılı ele alıyor. 32 Bu konudaki başlıca ders kitabında dile getirildiği gibi, ‘algılarımızın dün­ yanın doğrudan ve hatasız görüntüleri gibi görünmesi bir yanılsamadır.” Kandel vd. (1995), s.368. 33 Bennett ve Hacker (2003). 34 Yok eğer bu beyin "sîzseniz", o zaman beyin bunlan kime söylüyor? Hım... 35 Bu "homunculus safsatası' olarak da bilinir: Descartes görsel algı teorisini geliştirirken ve kısmen neden baş aşağı görüntüye Kepler kadar önem ver­ mediğini açıklarken bu uyarıyı dile getirmişti. Yani bütün "gördüğümüzün* retinadaki baş aşağı görüntüden ibaret olması, beynimizde bir başkasının oturmasını ve bizim yerimize görmesini gerektirir. Ressam Tim Havrkinson'ın bu konuyu işlediği Kulak/Bebek adlı çok güzel bir yapıtı var. Bu çizimde bir duvarda belli bir açıyla asılı bir kulak çizimi var. Biraz dönüp resmin arkasını gördüğünüz zaman, çizimin arkasmda uzanan bir iç kulak heykeli olduğunu fark ediyorsunuz ve yakından inceleyince bu­ nun beklediğiniz gibi bir kulak salyangozu olmadığını, fetüse benzeyen bir varlık olduğunu görüyorsunuz. Dostum John’ın deyişiyle, "Bu sanki kulakta oturup işiten uzun süredir aranan 'homunculini' gibi görünüyor.” 36 Hacker (1991), s.305. 135

BEYNİN ÖTESİ

Geleneksel bakışla ilgili bir başka sorun da bu yaklaşımın dün­ yada önümüzde olan nesneleri görmediğimiz fikrinde ısrar etmesi, gördüğümüzün yalnızca beynimizdeki bir resim ya da retinamız­ daki bir görüntü olduğunu savunması. Yine Colin Blakemore'un sözleriyle: "görmenin özneleri kendileri nesne değildir, bunlar bu nesnelerin gözbebeğinin içinde gizlenen düz görüntüleridir."37 Peter Hacker'in belirttiği gibi, "Retinal görüntü olmaksızın hiçbir şey göremeyeceğimize göre gördüğümüz retinal görüntüdür demek, parasız hiçbir şey satın alamayacağımıza göre satın aldığımız pa­ radır demeye benziyor."38 Yukarıdaki iki kavram yanılgısının bir araya gelmesi baş aşağı retina görüntüsünün neden bir "sorun" olarak algılandığını da açıklıyor: düz ve baş aşağı bir görüntü ko­ nusunda duyulan endişe, doğru aletlerle bir başka kişinin gözü­ ne baktığımız zaman retinadaki görüntüyü nasıl görebiliyorsak, beynin de bu görüntüyü "göreceğini" varsaymaktan kaynaklanıyor. Oysa beynin hiçbir şey göremediği, "bizim" de kendi retinal görün­ tümüzü görmediğimiz açık (çünkü bu ancak kafamızın içinde bir başka küçük insan olsa mümkün olurdu), dolayısıyla görüntünün baş aşağı olmasını önemli saymak için hiçbir neden yok (görün­ tüye bakan hiçbir şey ve hiç kimse yoksa zaten baş aşağı olmanın anlamı ne? Neye göre baş aşağı?).39 Görme açısından asıl olup bi­ tenlerin yanında retinal görüntünün oluşumu yalnızca bir ayrıntı; nesnelerden görme alanımıza bir ışık dizisi yansıyor, hepsi bu.40

Arayan Bulur [Djuyular nesnelerdi» ', zihinsel bir sürecin m üdahalesi ol­ maksızın bilgi toplayabilir. - J a m e s G ib so n

Gibson'ın ekolojik teorisi algıyı bir yanılsama olarak ele alan ge­ leneksel görüşün bütünüyle karşısında yer alıyor. Gibson algının retinadaki görüntüyle değil çevredeki ışığın yapısıyla başladığını ("ortamdaki optik dizi": aşağıya bkz.), çevredeki ışığın onu sap37 38 38 40

Blakemore (1977), s.66. Hacker (1991), s.291. Noe (2009). Hacker (1991). 136

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

tayabilen bir algı sistemine sahip olan bütün hayvanlara bilgi sağladığım ileri sürüyor.41 Hayvanlar bu bilgiyi doğrudan -yani dönüştürmeden, güçlendirmeden ya da zenginleştirmeden- algı­ layabildikleri için, kafalarının içindeki bir yeniden yapılandırma temelinde değil, çevrede ne varsa ona göre davranıyorlar. Bu şe­ kilde Gibson "dış" dünyanın görünümünü yapılandırdığımız zi­ hinsel bir "iç" algı dünyasını öngören geleneksel düalist yaklaşımı reddediyor. Gibson'a göre yalnızca bir dünya var ve hayvanlar bu dünyadaki erişilebilir bilgileri -olanaklılıkları- saptayarak değer­ lendiriyorlar.42 Dolayısıyla Gibson'm teorisinde algının temelin­ de retinal görüntü olmadığı için bu bir "sorun" da oluşturmuyor. Buna karşılık, Gibson çözülmesi gereken bir başka soruna işaret ediyor. Gibson'm belirttiği gibi, laboratuvarda deney yapmıyorsanız -laboratuvarda hayvanın alıcılarına kontrollü bir şekilde çeşitli tiplerde uyaran enerjisi uygulayabilirsiniz- çevrede dolanırken hayvanın karşılaştığı ışık, ses ve koku şiddeti ve dokunabildiği şeyler her an ve bulunduğu yere göre sürekli değişir. Alıcılara ge­ len uyaranlar ve buna eşlik eden duyumlar da aynı şekilde son derece değişkendir. Dolayısıyla Gibson için en önemli görsel algı sorusu şu: "İnsanlar ve diğer hayvanlar sürekli böyle bir değiş­ kenlikle karşı karşıyayken, nasıl oluyor da sabit algılan olabili­ yor?" Bu soruya Gibson'm verdiği yanıtta, çevresini gözlemleyen hayvanın hareketlerine ve gelen uyaranın şiddetindeki değişiklik­ lere rağmen, uyaran eneıjisi içinde zamana ve yere göre değişme­ yen "üst düzey" bazı değişkenler -"değişmez değerler"- olabileceği öngörülüyor. Bu değişmez değerler çevrenin kalıcı bazı özellikle­ rine denk düşüyor (bu nedenle değişmezler) ve bu özellikleriyle çevre hakkında organizmanın saptayıp "toplayabileceği" bilgileri 41

Görüldüğü gibi burada "bilgi' sözcüğünün genellikle alışık olduğumuz, bil­ giyi iletilen ya da ulaştırılan ve işlenmesi gereken bir şey olarak ele alan yaklaşımdan farklı bir anlamı var. Gibson bu terimi "orada” var olan bilgi anlamında kullanıyor. 42 Gibson (1979, s.14), kendi görüşü için "[bu görüş] ister zihin-madde düalizmi olsun ister zihin-beden düalizmi, her türden düalizmle uyumsuzdur. Dünya­ nın farkında olmayla varlığın dünyayla kurduğu tamamlayıcı ilişkiler birbi­ rinden ayrılamaz," ifadesini kullanıyor. 137

BEYNİN ÖTESİ

oluşturuyorlar.43 örneğin dikdörtgen bir masaya baktığınızda as­ lında genellikle onu mükemmel bir dikdörtgen olarak göremezsi­ niz, çünkü bunun için masaya tam yukarıdan bakmanız gerekir. Bunun yerine, hareketli gözlem noktamıza göre sürekli değişen, açılan ve oranlan farklılaşan bir dizi yamuk biçim görürüz. Buna karşılık karşılıklı açılar arasındaki ilişki (çapraz oran) değişmez ve bu yalnızca dikdörtgen (ve kare) yüzeylere özgüdür.44Dolayısıy­ la algı da hayvanlann ve insanlann çevredeki değişmez değerleri saptama faaliyetidir. Bunu daha iyi açıklamak için, Gibson'm "optik dizi"45 adını verdiği kavramı daha aynntılı inceleyelim (Gibson'm çalışma­ sının büyük bir bölümü görsel algıyla ilgiliydi, ama aynı ilkeler diğer duyu çeşitleri açısından da geçerli). Işık ışınlan saydam bir ortam -hava- içinden geçer ve nesnelerin yüzeylerinden yan­ sır. Gözleri doğru yere bakma koşuluyla, her algılayıcı bu ışığı kullanabilir. Işığın bulunduğu noktalar gözlem noktalan ola­ rak adlandırılır (bunlara "istasyon noktalan' adı da verilir). Bu noktalann her birinde, farklı yönlerden gelen ışıklar kesişir ve 3 boyutlu açılar oluşur (2 boyutlu düzlem açısından ayırt etmek için bunlara "katı açı" adı verilir), bunlar ölçekleri arasındaki farklılıklara göre iç içe geçer (yani küçük katı açılar daha bü­ yük açılann içine yuvalanır) ve bu katı açılar ışık şiddetindeki farklılıklara denk düşer. Işık şiddeti ve dalga boyu kanşımlan bir açıdan diğerine farklılık gösterdiği için, kontrast oluşur. Bu kontrastlann dizilimi onlan oluşturan ışığın şiddetinden ya da dalga boyundan bağımsızdır; önemli olan aralarındaki görece farklardır. Bu kontrastlann oluşturduğu yapı ya da örüntü optik diziyi oluşturur ve bu nedenle ışığın kendisi bilgi taşır: optik dizinin yapısını, bunlardan yansıyan yüzey çeşitleri ve bu yüzey­ lerin çevrede konumlanışlan belirler, dolayısıyla optik dizi belli bir çevreye özgüdür ve (neredeyse sözcüğün tam anlamıyla) ne içeriyorsa onu yansıtır. 43 Bu da uyaran kaynaklarıyla uyaranların kendisi arasında bir ayrım yapılma­ sı anlamına geliyor: Uyaran kaynaklan nesneler, olaylar, yerler ve yüzeyler; uyaranlarsa bu kaynaklan hayvanın alıcılanna yansıtan örüntüler ve eneıji dönüşümleri. 44 Gibson (1979). 45 Gibson (1979). 138

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

Bunun sonucunda, somutlarsak, gazetenizi güneşli bir veran­ dada okumaya başlayıp hava ısındığı için loş bir odaya girerse­ niz, gazeteden yansıyan ışık azalır ama gazetenizin rengi ansızın değişmez. Geleneksel görüşe göre sinir sistemi, girdilerdeki de­ ğişiklikleri göz önünde tutarak düzeltme yapmakta, aslmda bir yanılsama olan gazete görüntülerinden biri yerine bir başkası­ nı geçirmektedir; oysa ekolojik yaklaşıma göre ışık şiddetindeki mutlak değişikliğe rağmen optik dizinin yapısı değişmeden kaldı­ ğı için, içsel bir dengeleme yapmamıza gerek yoktur (çünkü önem­ li olan kontrastların mutlak değerleri değil, oluşturdukları görece mekansal örüntülerdir).

Algı İçin Eylem Gibson'm teorisinde hayvanların aktif bir şekilde çevrelerini araştırarak ve inceleyerek mevcut bilgileri aldıkları görüşü en önemli noktayı oluşturuyor. Bu aynı zamanda çevresel bilginin yoksullaşması nedeniyle algının güçlük çekmesi durumunda, hay­ vanın doğrudan fiziksel eyleme geçerek topladığı bilginin kalitesi­ ni yükseltebileceği anlamına geliyor. Bir şişenin üzerinde sizden uzak taraftaki etiketi görmek istediğiniz zaman ya da harflerin çok küçük olduğu bir panoyu okumak istediğiniz zaman ne yap­ tığınızı düşünün: şişeyi kendinize doğru çevirirsiniz ya da pano­ ya yaklaşırsınız. Dolayısıyla organizma dünyada hareket ederek optik diziyi dönüştürür ve bu dönüşümler dünyadaki nesnelerin şekillerini, boyutlarını ve yerlerini açığa çıkarır. Gibson'a göre görsel algı, uyaranların çevreden alınması ve ardından içsel tem­ sillerin tasarlanması olmak yerine, aktif hayvanın dünyada var olan bilgileri saptamasını mümkün kılacak tarzda bir optik dizi örneklemesi gerçekleştirmesidir. Bu aktif örnekleme hayvanın yu­ karıda betimlediğimiz "değişmez yapıyı" algılamasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda "perspektif yapısını" da algılamasına ola­ nak verir.46

46

Gibson (1979). 139

BEYNİN ÖTESİ

Şekil 6.1. Optik dizi. Çevredeki nesnelerden ışık yansır ve böylece oluşan "katı açılar" yalnızca o nesnelere özgü kontrastları oluşturur.

Hayvan hareket ederek optik diziyi dönüştürünce, bu ona kendi ha­ reketi konusunda bilgi sağlar; bu perspektif yapısıdır. Akış hâlinde bir perspektif yapısı harekete işaret eder, buna karşılık sabitlenmiş bir perspektif yapısı organizmanın hareketsiz olduğunu gösterir. Dolayısıyla Gibson'm teorisine göre çevreyi algılamak her zaman eşzamanlı olarak bir tür kendini algılamadır (böylece hayvan kar­ şılıklılık temelinde, zarifçe çevresine yuvalanır). Öte yandan, daha önce de belirttiğimiz gibi, hayvan hareket ederek optik diziyi dö­ nüştürünce, bütün bu dönüşümler sırasında bazı özellikler değişmeyip sabit kalacaktır. Bu da çevrede var olan nesne çeşitlerinin özelliklerini ortaya koyan değişmez yapıdır. Artık olanaklılıklann nerede rol oynayacağı sanırım anlaşılıyor: bunlar algısal bilgileri erişilebilir kılan terimler. Yani bunlar belli bir hayvan türü açısın­ dan anlamlı olan değişmezler; örneğin yerin değişmez özelliği olan katılık bize yürüme olanağını, duvarın değişmez özellikleri olan diklik ve katılıksa dayanma olanağını sağlıyor. Bu noktada umwelt kavramını da gündemimize alabiliriz, çünkü değişmezler daima oradadır ama bazı organizmaların bunlara vereceği önem diğer organizmalardan daha fazladır. Ayakkabı insan açısından ayağı korumak için önemlidir, oysa köpeğe çiğneme olanağı sağlar: Ayak açısından biçim değişmezleri belirleyici önem taşır, oysa çiğneme açısından bunun o kadar önemli olmadığı açık, öte yandan direnci ve dokusu her ikisi açısından da önemli olabilir. 140

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

Yine de bütün bunlar arasında en önemli nokta, organizma­ nın değişmez bir yapıyı saptarken -dolayısıyla algılarken- bunu ancak optik diziyi aktif bir biçimde dönüştürme yoluyla bilgiyi kendisi açısından erişilebilir kılarak gerçekleştirebilmesi. Yani algısal bilgiye yalnızca şu ya da bu şekilde aktif araştırma yapan hayvanlar erişebilirler. Bunu sıçrayıcı örümceklerimizle bağlantılandırabiliriz. Hatırlarsanız sıçrayıcı örümcekler göz tüplerini hareket ettirerek kornealarını karmaşık örüntüler içinde taraya­ biliyorlar ve görme alanında yatay çizgilerin saptanması beden hareketlerine yol gösteriyor. Gibsonvari terimlerle düşünürsek, göz tüpleriyle gerçekleştirdikleri aktif tarama, örümceklerin çev­ relerindeki olanaklılıkları -yatay değişmezler- saptamalarını ve bunlarla ilgili harekete geçmelerini sağlayan araçlar oluşturuyor. Buna benzer şekilde, Alva Noe algıyı hayvanların dünyaya doğ­ rudan kenetlenmelerini sağlayan bir tür "hünerli erişim" yolu ola­ rak ele alıyor.47 Ona göre algı bizim "içimizde" değil ve "başımıza gelen" bir şey değil; aktif olarak katıldığımız bir şey. Bu bölümün başına dönersek, algı dansa benziyor. Optik diziyi dönüştürerek değişmezleri algılamak da, algının organizma ile çevre arasında­ ki karşılıklı ilişkinin bir fonksiyonu olduğunu ve organizmaya ait içsel bir şey olarak ele alınamayacağını en güçlü bir şekilde söy­ lemenin yollarından birini oluşturuyor: gerçekleşen "bilişsel" sü­ reç her neyse, yalnızca hayvanın kafasının içinde gerçekleşmiyor, aynı zamanda dışanda, dünyada gerçekleşiyor: dünyadaki eylem­ ler pekâlâ hayvanın kafasının içinde olup bitenler kadar "bilişsel" sayılabilir.

47 Gerek Noe'nin (2004) duyu-motûr algı teorisinde, gerekse Gibson'ın ekolojik teorisinde dünyadaki değişmezlerin duyu-motor eylemler aracılığıyla sap­ tandığı ve algılandığı ileri sürüldüğü için, iki görüş arasmda benzerlikler var. Aralarındaki farka gelince, Gibson’ın teorisinde optik dizideki dönüşüm­ lerin özgül bazı motor eylem tiplerine bağlı olmadığı (yani diziyi farklı mo­ tor eylem biçimleriyle aynı şekilde dönüşüme uğratmanın ve aynı değişme­ zi saptamanın mümkün olduğu) savunulurken, duyu-motor hipotezde belli bir değişmezi saptamak için özgül bir motor eylem gerektiği ileri sürülüyor, dolayısıyla motor eylem algının ayrılmaz bir parçası sayılıyor. Daha formel bir ifadeyle, motor eylemler duyu-motor teoride algının yapısal bir öğesi, Gibson'ın teorisindeyse yalnızca nedensel açıdan önemli. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için, bkz. Mossio ve Taraborelli (2008). 141

BEYNİN ÖTESİ

Gibson ve "Zihinsel Olanın Reddi" Gibson ısrarla optik dizide daima çevrenin özelliklerine işaret eden yeterli bilgi olduğunu, bunun da organizmayı bilgiyi içsel olarak işleme külfetinden kurtardığını savunduğu için,48 yukarı­ daki türden argümanlar (sık sık) ekolojik psikolojinin "temsil kav­ ramı karşıtı" ya da "antimentalist" olmakla suçlanmasına neden oluyor.49 Oysa bu Gibson'ın ileri sürdüğü fikirlerin hatalı bir yo­ rumu. Birincisi Gibson'ın teorisi algıyı odağına alıyor, yoksa asla temsillerle ilgili (olduğu varsayılan) diğer süreçleri açıklamayı hedeflemiyor. Nitekim Gibson açıkça kendi teorisinin "anımsa­ ma, beklenti, düş gücü, fantezi ve düş görmenin gerçekleştiğini reddetmek anlamına gelmediğini" belirtiyor ve "Yalnızca bunların algılamada belirleyici bir rol oynadıkları görüşünün reddedildi­ ğini" ekliyor.50 İkincisi yine açıkça kendi teorisinde "sinir sistemi içinde yer alan ve şu ya da bu ölçüde onunla sınırlı olan içsel döngülerin varlığının da kabul edildiğini" ifade ediyor, "Kuşkusuz beynin tek başma yaratabilecekleri ancak bu türden deneyimler­

48 49

Gibson (1979). örneğin günümüzde insanlar sık sık tam da şunları söylüyorlar: "Peki ya görsel yanılsamalar? Bunlar bizim gördüğümüz dünyanın 'gerçek' olmadığı­ nı, yalnızca kafamızda oluşturulduğunu, dolayısıyla da temsile dayandığını göstermiyor mu?” Bu örneğin Richard Gregory’nin açıkça ileri sürdüğü bir argüman. Oysa Gibson yanılsamaların çevrede erişilebllen yeterli bilgi ol­ mamasından ya da algı sürecindeki eksikliklerin bilgi alimim önlemesinden kaynaklandığını ileri sürüyor, örneğin birçok laboratuvar deneyinde denek­ ler çok özgül bir uyarana maruz bırakılarak bilgi toplama yetileri kasıtlı bir şekilde kısıtlanıyor ve çevrelerini aktif biçimde araştırmaları önleniyor. Aynı şekilde, örneğin Muller-Lyer yanılgısında aslında birbirine eşit olan çizgileri insanların farklı uzunlukta gibi görmesi, yanılsamanın bütünüyle beyin ta­ rafından yaratılan öznel bir fenomen olduğu anlamına gelmez. Bu yalnızca bu çizgilerin bizzat kendilerinin uyaran olmadığını gösterir; uyaran bilgisi çizgilerin diğer çizgilerle birlikte var oluşuyla ortaya çıkar ve algıyı oluştu­ ran da budur. Gibson'ın deyişiyle, doğru parçalarını çizimin diğer bölüm­ lerinden ayrıştırarak tek başına ele almak çok özel bir seçici dikkat gerek­ tirirdi (Gibson 1966). Aynı şekilde, Noe (2009) şunları dile getiriyor: "algısal becerilerimiz nesnelerin doğaüstü aldatıcıların kaprisleriyle bir ortaya çıkıp bir yok olacağı bir çevrede değil, dünyadaki yaşamda evrildi.... Dolayısıyla psikoloji laboratuvannda ya da filmlerde- aldatılmaya açık olmamız, yalnız­ ca bilişsel güçlerimizin performansının bağlamla sınırlı olduğunu gösterir. Yoksa bilişsel güçlerimizin radikal bir biçimde yanıldığını değil!” (s. 142). 50 Gibson (1979), s.254. 142

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

dir" diye ekliyor.51 Gibson'm sorguladığı zihinsel temsilleri tanım­ lamakta kullanılan "zihinsel imge" gibi terimlerin yaran; bunun başlıca nedeni de bu terimlerin aslında ne anlama geldiğinin açık olmaması: "kafamızın içinde resimler oluşturmadığımız çok açık çünkü bu doğru olsa kafamızın içinde bunlara bakan bir küçük adam olması gerekirdi.... Kaldı ki, küçük adamın kafasında göre­ cek gözleri olması gerekirdi, bu kez bu da daha küçük bir adamı gerektirir ve bu sonsuza kadar böyle giderdi."52 öte yandan, Gibson'm algı teorisi "algı bir yanılsamadır" gele­ neksel görüşüne göre antimentalist bir yaklaşım olsa ne fark ede­ cek? Bu neden otomatik olarak yıkıcı bir eleştiri olarak algılan­ sın? Geleneksel görüşün kavramsal sorunları olduğunu gördük; Gibson'm teorisini destekleyen çok sayıda deneysel kanıt da var.53* Ayrıca zihinsel temsillerin kendi yaşamımızın ve hayvanların ya­ şamının bazı yönlerini daha iyi anlamaya çalışırken kullandığı­ mız kurgusal teorik yapılar olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Bu onları mutlaka "gerçek" kılmaz hatta psikolojiye gerekli oldukla­ rını da göstermez (10. bölümde bu konuyu daha ayrıntılı ele ala­ cağız). Son olarak, dolaylı değil dolaysız bir algıyı destekleyen bir argümanın her şeyin hayvanın dışında olup bittiği, (bu antimentalizm iddialarının ima ettiği gibi) hayvanın içinde hiçbir şey gerçekleşmediği anlamına gelmediği de çok açık. Gibson'm argü­ manında yalnızca duyuların "sinyalleri" ya da "mesajları" beyne ileten kanallar, beynin de statik bilişsel yapılar ya da çevrenin bir tür resmini yapmak için bu sinyallerin kodlarını çözerek onları yorumlayan bir cihaz olmadığı dile getiriliyor. Bir başka deyişle, Gibson'm argümanında beyni algı sürecinin dışına çıkarabilece­ ğimize ya da çıkarmamız gerektiğine ilişkin hiçbir ima yok. Tersi­ ne bu beyni ele alış tarzımızı değiştirmeye yönelik bir argüman. Nitekim beynin algı organlarını bilgi toplamaya olanak veren bir tarzda kontrol ettiği ve yönlendirdiği açık olduğuna göre, algının aktif araştırma aracılığıyla gerçekleştiği doğruysa beynin de bu 51 Gibson (1970), s.426. 52 Gibson (1974), s.42. 53 Ekolojik yaklaşımla ilgili kapsamlı bir dizi bildiri için bkz. http://ione.psy. uconn.edu/publications.html. 143

BEYNİN ÖTESİ

davranış döngüsünün önemli bir parçası olması zaten zorunlu. Bir başka deyişle algıyı tartışırken "gözden" ya da "kulaktan" bahsetmenin anlamsız olması gibi, "beyinden" bahsetmek de an­ lamsız.54 Bunun yerine merkezi sinir sistemini, hayvanın kendi­ sini çevreleyen enerji dizilerinde var olan bilgileri aramak ve bu bilgileri almak için kullandığı araçlar bütünün ayrılmaz bir par­ çası olarak düşünmek gerekir. Gibson'a göre beyin duyuların te­ pesinde bir yerlerde oturup veri gelmesini bekleyen, sonra bu ve­ riler temelinde çıkarımlar yapma kapasitesini kullanan bir organ değildir. Tersine merkezi sinir sistemi ve algı sistemleri çevredeki uyaran bilgileriyle (mecazi anlamda) "rezonansa geçer." Burada­ ki benzetmede dünya yapılandırılmıyor, tıpkı bir radyo alıcısının belli frekansları almak için ayarlanabileceği gibi onlarla aynı fre­ kansa geçiliyor (ama Gibson bunun kendi kendini ayarlayan bir alıcı olması gerektiğini vurguluyor; aksi hâlde kafanın içindeki küçük adam, yani homunculus sorunu yine karşımıza çıkıyor).55 Algı sistemleri, tıpkı gürültüye değil bir radyo istasyonuna ayar­ lanmak gibi, netlik kazanana kadar bilgi “avrnı" sürdürüyor ve bu kendi kendini pekiştiren bir süreç: bilginin alınması tam da bu bilgi almayı mümkün kılan algı organlannm araştırıcı eylemleri­ ni pekiştiriyor ve bilginin kaydedilmesi merkezi sinir sisteminde hangi sinirsel faaliyetle gerçekleşiyorsa bu da onu pekiştiriyor. Bu ifade ekolojik yaklaşımda organizmanın içinde "hiçbir şey" olmu­ yor görüşünden çok, hem de çok uzak. Dolayısıyla Gibson'ın teorisini bilişsellik karşıtı ya da biliş­ sel olmayan bir teori olarak ele almak yerine, onu geniş anlamda hayvanların çevrelerini bilme tarzları diye yorumlanabilecek al­ ternatif bir bilişsel model olarak ele almak çok daha doğru olur.56 Nitekim (ve bu antimentalizm eleştirmenlerini hayli zor durumda bıraksa da), Gibson'ın teorisinin en güzel yanı, bunun algıyla biliş arasında yanlış bir ayrım yapmak yerine, kendiliğinden biliş teo­ risi niteliğinde olan bir algı teorisi olması. Ekolojik psikolojiye yöneltilen antimentalizm eleştirilerinin çoğu zaman gözden kaçırdığı bir başka önemli nokta da, herhangi 64 Gibson (1966), s.27. “ Gibson (1966). 56 Reed (1996). 144

PSİKOLOJİNİN EKOLOJİSİ

bir canlıda görsel algıyı araştırırken -temsil konusundaki duru­ şunuz ne olursa olsun- o organizmanın beyninin içinde neler olup bittiğine ilişkin hipotezler oluşturmaya yönelmeden önce çevrede ne kadar bilgi olduğunu (ya da eğer iyice kuşkucu yaklaşılıyorsa çevrede böyle bilgiler olup olmadığını) belirlemeniz gerekmesi.57 Gibson'ın görüşlerinin tavizsiz savunucusu olarak nitelendirile­ bilecek filozof Mark Rovvlands'ın sözleriyle bu, ("Kendin havlayacaksan neden köpek alıyorsun?" eski özdeyişi temelinde) "havla­ yan köpek ilkesinin” evrilmiş varlıklara uygulanmasından ibaret makul bir yaklaşım. Çevrede serbestçe alınabilecek bilgiler varsa, doğal seçilim neden tam da aynı işi görecek iç mekanizmalar inşa etme zahmetine girişsin? Çevredeki erişilebilir bilgileri dikkate almamak, bir kez daha, organizmanın bütünüyle dünyaya bıra­ kılabilecek bir görevi kafasının içinde gerçekleştirdiğini varsay­ ma riskine kapı açıyor (bu konuya yeniden geleceğiz). Herhâlde anlaşılmıştır; bu içsel hiçbir faaliyet yaşanmadığını söylemekle aynı şey değil. Tersine bu, bilişsel kapasiteleri incelerken hayva­ nın kafasınm içinde olup bitenler kadar dış çevrelerine de dikkat etmemiz gerektiğini destekleyen bir argüman. Hayvanların çevresel yapıyı doğrudan nasıl algıladıklarına ilişkin daha ince teknik ayrıntıları ve bunlarla geleneksel psiko­ lojik görüşler arasındaki farklılıkları burada ele almamıza gerek yok.58 Farklılıklara kısaca değinmemin tek nedeni ekolojik psiko­ lojiden çoğu zaman küçültücü terimlerle söz edilmesi (üniversite­ ye gittiğim dönemlerde açıkça böyle yapılıyordu!) ve bunun hiçbir bilişsel mekanizmaya gerek olmadığım savunan bir görüş olarak tanıtılması. Bunun doğru olmadığı artık açık olmalı; ekolojik psi­ koloji daha çok bilişsel süreçleri yeniden yorumlayan, bunların organizma ile çevresi arasındaki karşılıklı etkileşimi yansıttığını vurgulayan, böylece bilişsel mekanizmaları incelerken dünyada olup bitenlerin bunların ayrılmaz bir parçası olarak ele alınması­ na olanak veren bir yaklaşım.59Temsili sistemlerin ya da "düşün57 Rovvlands (2003). 68 Bu konudaki yararlı değerlendirmeler için bkz. Gibson (1966, 1979); Reed (1996,1996); Michaels ve Carello (1981). 59 Bu ekolojik psikolojinin mükemmel bir teori olduğu ve her şeyi doğru açıkla­ dığı anlamına gelmez; zaten hangi teori bunu başarabilir ki? Gibson'ın kendi argümanları açısından da tutarsızlık gösterdiği bazı noktalar var (olanak145

BEYNİN ÖTESİ

çelerin" tek başına zihinsel fenomenler olmadığını, aynı zamanda dünyadaki davranışlarımızı ve eylemlerimizi gerçekleştirme ve düzenleme araçlan olduğunu söylemek daha nüanslı ve doğru bir duruş olabilir: biz insanlar bile kafamızın içinde "düşüncele­ ri" gerçeklerden bütünüyle soyutlanmış bir şekilde içselleştirmiyoruz (resmi okul eğitimi çoğu zaman bunun böyle görünmesine yol açsa da); tersine bu düşüncelerden çevreyle ilişkilerimizi dü­ zenlemede ve kontrol altında tutmada yararlanıyoruz.60 Aslında Gibson'ın gerçekten reddettiği yegâne şey, geleneksel görüşe ait bütünüyle yanlış bir ayrım olan organizmayla çevreyi, algıyla ey­ lemi birbirinden ayırmak; nitekim bundan sonraki bölümlerde -olanaklılıklar kavramıyla birlikte- en çok aklımızda tutmamız gereken nokta işte tam da bu.

lıhklar kavramının hayvandan bağımsız olması bu örneklerden biri). Buna karşılık, özellikle evrimci bir yaklaşımınız varsa, bu teori doğasında var olan "tutumluluğuyla’ geleneksel görüşe gerçek bir alternatif oluşturuyor, ayrıca daha önce üzerinde durulduğu gibi bol miktarda deneysel veriyle de destek leniyor. 60 Reed (1996). 146

7. Bölüm

METAFORÎK Z İH İN ALANLARI

Freud çoğu zaman beyni hidrolik ve elektromanyetik sistem ­ lerle karşılaştırırdı. Leibniz onu değirmenle karşılaştırm ıştı, söylendiğine göre Eski Yunanların bir bölümü de onun man­ cınık gibi işlev gördüğünü düşünüyorlardı. Güncel metaforun dijital bilgisayar olduğu açık.

-J o h n Searle Bir zamanlar zihin için söylendiği gibi, şim di de beynin ve­ riler kullandığı, hipotezler oluşturduğu, seçim ler yaptığı, vb söyleniyor. Oysa davranışçılık açısından bütün bunları ya­ pan bir kişidir.

-B .F . Skim ıer

Şu ana kadar algısal yanlılıklarımızın çevremizdeki dünyaya insanbiçimci bir gözle bakma eğilimimizi nasıl beslediğini ve büyük beyinli memeliler olarak, esnek ("zeki") davranışlar için çoğu za­ man biç de bir beyin gerekmediğini nasıl fark edemediğimizi ele aldık. Aynı zamanda psikolojide var olan bilimsel yanlılıkların bir bölümünü de irdelemeye ve başka bakış açılarının da mümkün olduğunu görmeye başladık. Bu bölümde, bu argümanın kapsamı­ nı genişleteceğiz ve özellikle bilimsel yanlılıklarımızın temelinde yatan insana özgü belli bir yanlılığın doğal bilişsel sürecin neden ibaret olduğu anlamamızı nasıl önleyebildiğim daha ayrıntılı ola­ rak ele alacağız, özellikle de, bilimsel açıdan dünyayı anlama ta­ zımızın nasıl metaforlar üzerine yapılandığım, bunun da bilişsel süreci beyinde gerçekleşen, dünyadan yalıtılmış bir süreç olarak ele alan baskın görüşe nasıl yol açtığım inceleyeceğiz.1 Dünyayı metaforlar aracılığıyla yapılandırdığımızı ve anladı­ ğımızı söylerken ne demek istiyoruz? Gündelik yaşamımızda bu, kavramların bazı yönlerini daha somut başka bazı deneyimlerle 1

Bkz ., örn. Boroditsky (2000). 147

BEYNİN ÖTESİ

anlama eğilimine denk düşüyor. Örneğin soyut bir kavram olan zamanı, mekânla ilgili metaforlar kullanarak anlıyoruz: işlerde yeterince "mesafe almadığımız" ve teslim tarihleri "yaklaştığı" için "önümüzdeki" bahar tatilini "dört gözle" bekleriz, ama bu çok da önemli değildir, çünkü bunlar "geride kalmıştır." Aynı şekilde, çoğu zaman düşüncelerimizden ve fikirlerimizden yiyecekmiş gibi söz ederiz: "dişimizi geçirebildiğimiz" şeylerden hoşlanırız ama çoğu zaman "hazmedemeyeceğimiz kadar çok şeyi" yüklenmiş olabiliriz."2 Fark etmiş olabileceğiniz gibi, çoğu zaman dünya­ da gerçekleştirebileceğimiz bedensel hareketleri temel alan me­ taforlar kullanıyoruz (zamanda ilerlemek; dişe dokunur fikirler üretmek) ve bir sonraki bölümde daha ayrıntılı göreceğimiz gibi, pekâlâ bunun nedeni dünyaya ilişkin anlayışlarımızın bu dünya­ da edimlerde bulunabilme yetimiz temelinde yapılanmasına -ve bu süreçte oluşmasına- bağlı olabilir, dolayısıyla en soyut fikirler bile (bazı yazarlara göre matematiksel düşünce de dâhil)3bedenle­ rimizin fiziksel açıdan başarabileceği edimleri yansıtıyor olabilir. Metaforları böyle kullanmak düşünceleri sözcüğün gerçek an­ lamında yiyecek saydığımızı, bunlar olmazsa aç kalacağımızı gös­ termez. Tersine bundan somut ve soyut alanlardaki eşdeğer öğeler arasında benzer bir ilişki olduğunu, bu nedenle de karşılaştırma yapabileceğimizi anlıyoruz: düşüncelerimiz sözcüğün gerçek an­ lamında olmasa bile "entelektüel açıdan doyurucu" olabilir. Aynı şekilde, şeyler arasında benzerlikler bulmamız (yani bir şeyi bir başkasmm terimleriyle yorumlamamız), bunlar arasında bir ben­ zerlik ilişkisi bulduğumuzu gösteriyor: kuş yuvası insanın konu­ tuna benzer ("ev" ilişkisi), kuyruğunu sallayan bir köpek insanın gülüşüne benzer ("dostça davranış" ilişkisi). Öğeler arasındaki farkların ötesine geçip (yine bir metafor) bunlar arasındaki ilişki­ yi fark edebilme (yani gözlemlenebilen özelliklerin ötesini görebil­ me), böylece birbirinden farklı iki şey arasmda benzerlik yaratan ilişkiyi saptayabilme yetisinin insana özgü belirleyici önemde bir özellik -belki de yegâne özellik4- olduğu ve bizim dünyayı başka birçok canlıdan daha karmaşık ve soyut bir şekilde düşünmemize 2 3 4

Lakoff ve Johnson (1999). Lakoff ve Nıifiez (2001). Holyoak ve Thagard (1996). 148

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

ve anlamamıza olanak verdiği ileri sürülüyor. Peki bu türden bir akıl yürütme neden bizi yanıltabiliyor? Bunun son derece yararlı bir beceri olduğu kesin değil mi? Bu soruyu yanıtlarken, bunun çok yararlı bir yetenek olduğu­ nu, her şeyden önemlisi bu bölümün başında da değinildiği gibi bilimsel düşüncede büyük bir rol oynadığım söyleyebiliriz. Bilim­ de sık sık, tam da sıradan deneyimlerimizin çok dışında olduğu için bunsuz kavranması çok zor olacak, soyutluk düzeyi yüksek kavramlarla uğraşırız. Dolayısıyla metaforlar bilimin vazgeçil­ mez bir parçasıdır.5 Metaforlann "kaydırmaca"' adı verilen bir süreçte bilgimizin sınırlarım genişlettiği (bunun kendisi de bir metafor) ileri sürülüyor; bu da bilerek bir sözcüğün ya da terimin kaydırmaca yapılmasa adlandırılmayacak bir şey için kullanıl­ ması anlamına geliyor. Bunu yaptığımız zaman, yepyeni düşünme kanalları açabiliyoruz ve başka türlü başaramayacağımız şekilde fikirlerimizin peşinden gidebiliyoruz.6 işte bu şekilde atomun yapısı güneş sistemine benzetiliyor, DNA da çoğu zaman bir tür dijital veri depolama cihazı gibi ele almıyor. Birinci bölümde tartıştığımız gibi, doğal seçilimin eylemi sık sık insana özgü niyetlerle (arzularla, inançlarla) karşılaştırılı­ yor. Ama bu son örneğin gösterdiği gibi, kullanılan metaforlar düz anlamlarıyla anlaşıldığı zaman bu türden akıl yürütmeler bazen sorun yaratabiliyor. Aynı şey önceki bölümde ele aldığımız algı ko­ 5 ' 6

Hesse (1966); Ortony (1979); Leary (1990). catachresis -çn. Bu kaydırmacadan sonra metaforun nasıl kullanıldığım açıklayan iki düşün­ ce ekolü var. Birine göre, bir alan geliştikçe ve bilgimiz artıp kavrayışlarımız derinleştikçe metaforlarla konuşma gereği giderek azalır. Diğer bir görüşe göre, metafor daima bilimin çekirdeğini oluşturur ve metaforlu konuşma ye­ rini düz anlamlı bir kavrayışa bırakmaz- ve bırakamaz da. Bunun yerine, yalnızca başlangıçtaki metaforik kullanım şeyİeştirilir (böylece sözcüğün düz anlamda kullanıldığı izlenimi yaratılır) ya da başlangıçtaki metaforun yerine bilimsel araştırma açısından daha büyük bir potansiyel taşıyan ye­ ni bir metafor geçirilir. Bu görüşe göre, süreç içinde açıklamalarımız daha net, öngörülerimiz de daha doğru olur, ama bilimsel kavrayışlarımızın te­ melde metaforik kalmaya devam etmesinden kaçmamayız. Bunun dünyayı kavrayışımızın temelsiz olduğu anlamına gelmediğine dikkat edilmeli. Bütün bilimsel bilgilerin metaforik olduğunu kabul etmek, dünyanın bilimsel yön­ tem uygulanarak daha doğru bir şekilde öngörülmesinin ve açıklanmasının müminin olduğunu reddetmek anlamına gelmiyor. 149

BEYNİN ÖTESİ

nusundaki geleneksel görüş açısından da geçerli: beyinlerimizin "çıkarsamalar yaptığını", "hipotezleri test ettiğini" ve "argümanlar ileri sürdüğünü" söylemek aslında bir metafor. Belirttiğimiz gibi, beyinler sözcüklerin düz anlamında bunların hiçbirini yapamaz, ama bu metaforun yanlış yorumlanması (ya da hatta metafor kul­ lanıldığının bir an için gözden kaçırılması bile) yolumuzu şaşır­ tabilir. Önceki bölümde sözünü ettiğimiz nörobilimcilerin hepsi kafanın içinde bir homunculus olduğunu ileri sürmediklerini söy­ leyeceklerdir; bu açık, ama "çıkarsama yapan", "algılayan" ve "so­ rular soran" bir beyinden söz ederken yaptıkları tam da bu. Bu bölümde yıllarca psikoloji, bilişsel bilimler ve yapay zekâ alanının şekillenmesine yardım etmiş, bir yandan da insan dışın­ daki hayvanların bilişsel süreçlerini açıklarken neden sık sık insanmerkezci düşünce tarzının tuzaklarına düşebildiğimizi açıkla­ yabilecek çok güçlü bir metafor üzerinde duracağız. Somutlarsak, birçok nöropsikoloğun, bilişsel psikologun ve karşılaştırmalı psi­ kologun beyni nasıl bilgisayara benzettiklerini inceleyeceğiz (algı konusunda önceki bölümde tartışılan "çıkarsamalar" ve "hipotez­ ler" görüşünün de bu yaklaşımın bir yönü olduğu açık). Nitekim bazıları (insana ait) beynin yalnızca metaforik anlamda bilgisaya­ ra benzemediğini, aslmda gerçekten de girdileri alan, onlan çeşit­ li yollardan işleyen, sonra da özgül bir çıktı üreten bir bilgisayar olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyorlar.7 İnsanmerkezci eğilimlerimizde olduğu gibi, bilgisayar metaforunun kullanılması da öylesine alışık olduğumuz ve rahatlatıcı bir ifade ki zaman zaman bunun yalnızca bir metafor olduğunu ve beyin ve sinir sistemi ve bunların işlevleri üzerinde düşünür­ ken bunun kadar ilginç (ve belki de daha uygun) başka yollar bulabileceğimizi unutuyoruz. Beynimiz ve zihnimizle ilgili metaforlanmızın zaman içinde önemli ölçüde değiştiğini ve içinde yaşadığımız dönemle ilgili olduğunu görmek yerine, nasıl olduysa sonunda doğru olana rastladığımızı düşünmenin hiçbir anlamı 7

Örneğin Tooby ve Cosmides (2005) şunları söylüyorlar: "Beynin zaman içinde evrilen işlevi çevreden bilgi toplamak ve bu bilgileri davranış üretmede ve fizyolojiyi düzenlemede kullanmaktır. Dolayısıyla beyin bilgisayara benze­ mekle kalmaz. O bir bilgisayardın yani bilgi işlemek üzere tasarlanmış bir fiziksel sistemdir.... Beyin doğal seçilim tarafından bir bilgisayar şeklinde tasarlanmıştır" (s. 16, vurgu özgün metne ait). 150

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

yok. Sokrates zihni mumlu tablet olarak ele alıyordu; on yedinci yüzyılda yaşayan İngiliz filozof John Locke zihni "duyusal verile­ rimizin" üzerine yazıldığı ya da çizildiği ünlü "beyaz sayfa" olarak düşünüyordu; bu bölümün başındaki özdeyişte de ileri sürüldüğü gibi, Freud da beyni (basıncın yükselmesini ve "salıverme" gerek­ sinimini çağrıştıran bütün yan anlamlarıyla) hidrolik sistemle karşılaştırıyordu. Zihin/beyin manastıra, katedrale, kuşhaneye, tiyatroya ve depoya benzetildiği gibi, klasör, saat mekanizması, karanlık kutu* ve gramofon gibi de ele alınmış, ayrıca demiryo­ lu ağı ve telefon santraline de benzetilmişti. Bilgisayar metaforu uzun mecazlar dizisinde, günümüzün en ileri ve en karmaşık tek nolojisini öne çıkaran son basamak yalnızca.8 Tek başına bu bile bizi beynin bilgisayar türünden bir doğası olduğu iddiaları karşı smda kuşkucu davranmaya itmeli; ama asıl dikkatle incelememiz gereken nokta, bu bilgisayar metaforunun kendine yer açmayı ilk başta nasıl başardığı. Bunu açıklığa kavuşturmak için, biraz tari­ he eğilmemiz gerekiyor.

Yapay İnsanm erkezci Zekâ Yapay zekâ doğal ahmaklıkla yanşam az. - A n o n im

Satranç yapay zekânın D ro so p h ila 'sıd ıı. Ancak bilgisayar satrancında kaydedilen ilerlemeler, genetisyenler 1910'dan itibaren çabalanm yan şçı D ro so p h ila 'lann yetiştirilm esi üzerinde yoğunlaştırm ış olsalar genetiğin kaydedeceği iler­ lemelere benziyor. Böyle yapmış olsak bilim de biraz iler­ lerdik, ama asıl kazancımız çok hızlı uçan meyve sinekleri olurdu. - John M cCarthy

Bilgisayar metaforu ilk kez 1950'lerin başlannda dikkati çekmeye başladı. Bundan önce beyin için elimizdeki en iyi metafor telefon santralı metaforuydu. Beyinler tıpkı telefon santralinin telefon eden kişiyi bir diğerine bağlaması gibi, uyaranı tepkiye bağlayan*9 * camera obscura -çn. 9 Draaisma (2000). 151

BEYNİN ÖTESİ

bir elektronik anahtar devresi gibi ele alınıyordu.9 O zamanlar psikolojide en ünlü düşünce ekolü radikal davranışçılık olduğu için, bu benzetme olağanüstü işe yarıyordu: davranışçıların çoğu (bazı istisnalar vardı910), içsel, zihinsel süreçlerle değil, bir bütün olarak ele alman beyin-beden davranışıyla ilgileniyorlardı;11 daha açarsak, onların sorunu öğrenme yoluyla uyarana verilen tepki şeklinde kontrol altına alınabilen davranıştı. Davranışçı yaklaşı­ mın bu uyaran-tepki tanımıyla hayvanın öğrenebildiği (ya da öğrenemediği) her şeyi açıklamanın mümkün olmadığı açıklığa ka­ vuştukça, uyaranla tepki arasında aracılık eden içsel bazı işlem­

9 Draaisma (2000). 10 Örneğin "neodavramşçı" Edward Tolman ve Clark Hull'm her ikisi de çalış­ malarında "araya giren değişkenleri" kullanıyorlar. Farklı davranışçı ekolle­ rini gözden geçiren iyi bir inceleme için bkz. Malone (2009). 11 John Watson gibi ilk davranışçılar, ("zihin" ya da "bilinç" gibi) içsel süreçler herhangi bir şekilde ölçülemeyeceği ya da gözlemlenemeyeceği için, psiko­ lojinin yalnızca davranış konusunu ele alması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu açıdan VVatson'ın görüşleri konusunda bazı görüş ayrılıkları var. Bir gö­ rüşe göre VVatson "zihni" reddederek üstü örtülü bir şekilde Descartes ta­ rafından savunulan zihin anlayışım (nesnelerin dış dünyasının karşısında öznel bir "zihinsel" dünya olduğu şeklindeki görüşü) kabul ediyor; bu görüşe göre bu tutum o orada ama onu inceleyenleyiz anlamına geliyor, son tahlilde böyle bir şeyin varlığım kabul etme sonucunu doğuruyor (örn. Costall 2004). Diğer görüşe göre, aslında VVatson zihni öznel ve erişilmez sayan bu Kartez­ yen yaklaşımı reddediyor ve Aristoteles'e geri giderek zihni bir tür "aktivite” biçimi, davranış olarak ele alıyor ve organizmanın bütün aktivitelerini açık­ ladığımız zaman, geriye "zihin" ya da "bilinç" adı verebileceğimiz hiçbir şey kalmayacağım düşünüyor. Bu anlamda "zillin" canlı bir bedenin aktivitesinden ibaret (Malone [2009]). Bu görüşlerden hangisinin doğru olduğu konu­ sunda karar vermek size düşüyor... Yirminci yüzyılın belki de en etkili psikologu olan B. F. Skinner'in beyni­ nin ürünü olan radikal davranışçılıktaysa farklı bir yaklaşım benimseniyor. Skinner gözlemlenemezlik temelinde zihni dışta bırakan davranışçılık form­ larının (Skinner'in terimleriyle "metodolojik davranışçılığın") özünde var olan zihin-beden düalizmini açıkça reddediyor. Tersine radikal davranışçılık öznel bir iç dünya ile nesnel bir dış dünya arasmda herhangi bir aynm yap­ mıyor. Skimıer'in (1987) deyişiyle, "bilişsel psikologlar 'zihin beynin yaptığı­ dır' demekten hoşlanıyorlar, oysa bedenin rolü yok mu? Aslmda zihin bede­ nin yaptığıdır. O kişinin yaptığıdır. Bir başka deyişle, o davranıştır" (Skinner [1987], s.784). Metodolojik davranışçılıkla modem bilişsel psikolojinin bilgi­ sayar tarzı yaklaşımı arasmda (garip görünse bile) bazı bağlantılar olduğu açık, buna karşılık Skinner'in radikal davranışçılığının (özellikle "iç" ve "dış" dünyaların reddi açısından) Gibson'm ekolojik psikolojisiyle çok daha fazla ortak yönü var ve her iki .yaklaşım da organizma-çevre arasmda "karşılıklı­ lık" ilişkisi olduğu görüşünü yansıtıyor: bkz. Costall (2004). 152

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

ler olması gerektiği fikri giderek daha fazla tutulmaya başladı.12 Psikologların davranışçılığı reddettiği ve yeniden değerlendirdiği dönemde, bilgisayar bilimcileri de zaman içinde "yapay zekâ" adı­ nı alacak alanı geliştiriyorlar ve bilişsel süreçlerle benzeştirmek için bilgisayarlar kullanıyorlardı. Bu süreçte psikologlar beyni ve zekâyı anlamanın yalnızca bilgisayar benzetmesine başvurarak değil, aynı zamanda beynin aktivitelerini modellemek ve taklit et­ mek için doğrudan bilgisayar kullanarak mümkün olduğunu fark etmeye başladılar.

Turing M akinesi Ne Zaman Bir Turing M akinesi Değildir? Çoğu zaman bilgisayar biliminin babası sayılan Britanyalı mate­ matikçi Alan Huing, "Turing makinesi" analizleriyle "bir bilgisa­ yar olarak beyin" metaforunu geliştirmesiyle övgüyle anılan bir bilim insanıdır;13 bunlar simgeleri çok özel bir şekilde ele alan -sonsuz bir kâğıt şeride (tıpkı ses kayıt cihazı gibi) simgeleri ba­ san, bunları okuyan ve silen- bir okuma-yazma "kafasından" olu­ şan çok yalın cihazlardı. Turing makinesi gibi bir cihazın aslında varolmadığını gözden kaçırmamak önemli; bunlar bir "algoritma" (ardışık olarak birbirini izleyen bir dizi kural) aracılığıyla man­ tıksal sorunları çözmede kullanılabilecek bir bilgisayarla ilgili, bütünüyle soyut betimlemelerdi.14 12 Miller (2003). Başka şeyler yanında, kusmaya yol açan uyaranla sonuç ara­ sına bir zaman aralığı yerleştirilerek kusmadan kaçınmanın sağlandığı öğ­ renilmiş davranış, hayvanın sinir sisteminin içinde, uyaranla tepki arasmda basit bir bağ kurulan klasik (Favlovcu) koşullanma modelinden daha fazla bir şeyler gerçekleşebileceğini düşündürüyor. Ayrıca hayvanların evrim sü­ recinde bazı şeyleri diğerlerinden daha kolay öğrenmeye hazırlandıkları da açık; güvercinlere yiyecek elde etmek için bir tuşu gagalamak öğretilebiliyor, ama elektrik şokundan kaçınmak için aynı tepkiyi vermek öğretilemiyor. Bu­ nun ötesinde, radikal davranışçılığın yanlış anlaşıldığı da açık: içsel, özel olaylarla dışsal aleni olaylar arasında fark olduğu fikrini reddetmek, çoğu zaman hatalı bir biçimde "zihin” diye bir şeyin varlığını reddetmek şeklin­ de anlaşılıyor, oysa Skinner "zihnin" içimizdeki bir "şey" olmadığını, tersine onun dünyada yaşadığımız şeylerin ayrılmaz bir parçası olduğunu savunu­ yor; buna "zihin" diyoruz, çünkü bize özgü sosyal çevremizdeki gelişim süre­ cimizde bu bize böyle öğretiliyor. 13 örn. Pinker (2003). 14 Bu nedenle de şerit kafasındaki okuma ve yazma mekanizmasının üzerinde durulmaz; bunun etkili bir yöntemle gerçekleştirildiğini varsaymak yeterli görülür. 153

BEYNİN ÖTESİ

Okuma-yazma kafasının şerit üzerindeki simgelerle nasıl bir etkileşim içine girdiğine bağlı olarak (yani özgül algoritması te­ melinde), her biri özgül tek bir sayı dizisinin hesaplarını yapan sonsuz sayıda Turing makinesi "inşa" edilebilir. Turing bu fikir te­ melinde "evrensel" bir Turing makinesi -olası diğer bütün Turing makinesi işlemlerini benzeştirebilecek bir tasarım- geliştirmenin mümkün olabileceğini ileri sürdü; böylece evrensel makine tek bir sayı dizisini hesaplamak yerine, işlemlerin yeniden üretilebilece­ ği özgül bir Turing makinesinin var olması koşuluyla olası bütün sayı dizilerini hesaplayabilecekti. Garip görünebilir, ama bu salt mekanik işlemin -Turing makinelerinin kullandığı "algoritma"diğer herhangi bir hesap makinesinde hesaplanabilecek her türlü soruyu (yani tek başına matematiksel sorulan değil, Turing ma­ kinesinde kullanılan simgelerle kodlanabildiği sürece her türlü soruyu) yanıtlamada kullanılabileceği kanıtlandı. Bu da büyük heyecan yarattı ve insan düşüncesinin de belki böyle simgelerin işlendiği algoritmik bir süreç olabileceği spekülasyonlanna, hat­ ta belki de beynin evrensel bir Turing makinesi olduğu düşün­ cesine yol açtı.15 Bu da insan düşüncesinin, dilin, algının, sınıf­ landırmaların -istenen her sürecin- dijital bilgisayar yardımıyla modellenmesi olasılığına kapıları açtı. Neden? Çünkü evrensel Tu­ ring makinesi gibi ve iddiaya göre insan beyni gibi, bilgisayarlar da hesaplamalarında algoritmalara başvuruyorlar. Bunun sonucunda -ve bilgisayarlar teorik öneriler olmaktan çıkıp bir gerçeğe dönüştükçe- insanın, biyolojik süreçte evrilmiş nöronlar yerine insan tarafından yapılmış silikon çipler kullana­ rak insan benzeri düşünceler üretebilen bir beyin yaratmasının mümkün olduğu düşünülmeye başlandı.16 Bunun akla gelmesi 15 16

Örn. Newell and Simon (1974). Filozof John Searle b a şta gelm ek üzere, b azıları b u hesaplam a/bilgi işlem m etaforuna ve "çoğul gerçeklenebilirlik" kavram ına -b ey n in biyolojik beyinle aynı işlevleri gerçekleştirebilecek h erh an g i b ir şeyden yapılabileceği d ü şü n ­ cesin e- katılm ıyorlar. Searle nö ro n lard an oluşan beynin nedensel ve yapısal a çıdan önem li b ir özelliğe sahip olduğunu ileri sürüyor. Bu nö ro n ların adeta "büyülü" olduğu anlam ına gelmez; bu yalnızca beynin yapabildiği işlem lerde biyolojik beyinlerin m addi b ileşenlerinin rolünün önem siz sayılm am ası ge­ rektiği anlam ına gelir. B eyinlerin ne yaptık ların ın bunu n a sıl y apıldıklarına mı b ağlı olduğu deneysel b ir konu olmaya devam ediyor, am a daha sonra göreceğim iz gibi, uyum sal d a v ran ışların ortaya çıkm asında bedenin diğer

154

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

Şekil 7.1. Ttıring makinesi bir algoritma (ardışık olarak birbirini izleyen bir dizi kural) yardımıyla sayıların hesaplanabileceğini göstermek için Britanyalı matematikçi Alan Turing tarafından tasarlanan soyut bir cihaz.

mantıklıydı, çünkü Turing makinesinin hesaplama işlemleri onu inşa ederken kullanılmış gerçek materyallere dayanmıyordu: Tu­ ring makinesini yalnızca kâğıt şerit ve manyetik kafalardan değil, istediğiniz her şeyden, bir zamanlar Jerry Fodor'un dediği gibi "iki tür çakıl taşı ve bir tuvalet kâğıdı rulosundan",17yine bir za­ manlar filozof Ned Block'un söylediği gibi "kediler, fareler ve pey­ nirden"18yapabilirdiniz. Öte yandan, bilişsel süreci anlama çaba­ yapısal boyutlarının belirleyici önem taşıdığı açık; dolayısıyla ilkesel açıdan bunun beynimiz ve sinir sistemimiz için de geçerli olmaması için herhangi bir neden yok. Öte yandan, sırf biyolojik diye beynimizin yaptıklarının yal­ nızca biyolojik beyin tarafından yapılabileceğini ileri sürmek için elimizde hiçbir kanıt ya da somut deneysel temel bulunmadığı göz önüne alındığında, bu fikri reddetme konusunda çok aceleci davranmamalıyız. Artık neredey­ se aslı gibi iyi çalışan yapay kalça eklemlerimiz, koklealarımız var.. Terry Bisson'ın “They're Made out of Meat" (Bunlar Etten Yapılmış) öyküsünde bu konu çok güzel işleniyor: iki uzaylı dünyadaki yaşamı tartışmaya başlıyorlar, bu tartışma sürecinde aralarından biri giderek artan bir şaşkınlıkla insanla­ rın "etten yapılmış" beyinlerle düşünebildiklerini, düş kurabildiklerini, sevebildiklerini, hatta bilinçli deneyimler yaşayabildiklerini keşfediyor. Bu argümanla ilgili asıl sorunun, her iki tarafının da sorununun düşünme, hissetme, sevme gibi şeyleri tek başına beynin yaptığı fikrine bağlı kalmaya devam etmeleri olduğu açık. Bu kitapta şimdiye kadar hep, bütün bunların yalnızca bir bütün olarak organizmanın yapabileceği şeyler olduğunu söyle­ meye çalışıyoruz. 17 Fodor (1999). 18 Block (1995). Bu duruş "işlevsellik” olarak biliniyor. Sıradan terimlerle ifade edersek, bir işin tam olarak hangi fiziksel ya da mekanik yollardan gerçekleş­ tiği değil, işin yapılmış olması önemli. 155

BEYNİN ÖTESİ

larında -önceki bölümde tartışılan, dünyayı algılamak ve dünya hakkında düşünebilmek için, duyusal alıcılarımız tarafından alı­ nan bilgilerin düşük kalitesini telafi eden zihinsel temsiller oluş­ turulmasının zorunlu olduğu görüşü temelinde- tek başına beyin belirleyici sayıldığı için, bunlar bilişsel süreçle ilgili araştırma­ larda bedenin ve çevrenin tümüyle dışarıda bırakılmasına yol açtı. Bu da bir bilgisayarda insan benzeri zekâ yaratılabileceği, bilgisayarın hareket eden aktif bir bedene değil, bir beyne eşdeğer sayılabileceği düşüncesini daha da pekiştirdi. Bu noktadan sonra, -gerek insanlarda gerekse insan dışında­ ki hayvanlarda- psikolojik süreçler çeşitli tiplerde "bilgi işleme" tipleriyle yakından özdeşleştirildi. Bilişsel sisteme duyusal gir­ diler geldiği, bilişsel sistemin de tıpkı bir Turing makinesi/dijital bilgisayar gibi algoritmik bir yaklaşımla simgeleri işlediği,19 daha sonra da bedeni çalıştıran bir çıktı ürettiği düşünülüyordu. Bu noktada algı, biliş ve eylem arasında daha önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi açık bir ayrım yapılmaya başlandı ve zihnin (ve "düşünce" ve “zekânın") nasıl çalıştığım anlama çabaları, duyusal girdilerle motor çıktılar arasındaki "bilgi işlemlerini" saptama ve anlama sorununa dönüştürüldü. Hesaplama metaforunun yerine oturmasıyla, beynin bir bilgisayar donanımına eşdeğer sayılması, 19

Önceden belirlenm iş b ir dizi kural çerçevesinde algoritm ik yaklaşım la doğ­ ru d a n sim gelerin işlenm esi yerine, "nöral ağları" tem el alan, böylece bu eleş­ tirin in tuzağına düşm eyen başk a bazı h esap lam a m odelleri de var. Bu a lte r­ n a tif m odellerin doğrudan beyindeki n öronları tem el aldığı açık, am a yine de şu n la rı belirtm ekte y a rar var: (a) b u n la r aynı zam anda çok soyut m odeller; nö ral ağ m odelleri hiçbir şekilde gerçek beyne benzem iyor ve (b) birçok ağ m odelinde klasik sim gesel yaklaşım lardaki "girdi-bilişsel süreç-çıktı” yapısı aynen korunuyor: b u n ların "girdi katm anları", "gizli katm anları" ve "çıktı k a t­ m anları" var. İki yaklaşım a rasın d ak i b a şlıc a fark, nöral ağlarda "tem sillerin" b ü tü n birim lere dağıtılm am ası ve sim gesel m odellerdeki gibi açıkça ortaya konulm am ası. Bu "alt-sim gesel" yaklaşım birçok açıdan d aha çekici; örneğin sim gesel yaklaşım la başarılam ayan b ir tarz d a bağlam ı yakalam aya olanak veriyor ve tasarım cıla r ta ra fın d a n açıkça program lanm am ış, öngörülm eksizin "ortaya çıkan" özelliklere de yer açabiliyor. Bu açıdan ve diğer bazı açılar­ dan bağlantım m odellerin sim gesel hesaplam aya b ir a lte rn a tif olu ştu rd u ğ u açık. B ununla birlikte, h e r iki yaklaşım da da çevrenin rolü kapsanm ıyor ya da bedenin rolü Gibson ya da N oe'nin ileri sürdüğü ta rz d a ele alınm ıyor. Kuşkusuz belli koşullar a ltın d a klasik sim gesel y aklaşım lar da n ö ral ağlar da pekâlâ m ükem m el bilişsel süreç m odeller o lu şturabilir; so ru n b u n ların m etafor b oyutları u n u tu ld u ğ u n d a ortaya çıkıyor.

156

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

bilişsel süreçlerin de beynin yazılımları olarak ele alınması nere­ deyse kaçınılmazdı: bu bütün düzlemlerde modem Batı kültürüne nüfuz eden bir fikre dönüştü. Örneğin Matrix filminde kafanın ar­ kasındaki bir ana girişten doğrudan beyinlerine bilgisayar prog­ ramlan yüklenen kişilerin, yıllarca süren öğrenme süreçlerine gerek kalmaksızın kung fu gibi uzmanlık gerektiren beceriler ka­ zanması sağlanıyor (bir kez daha büyük ölçüde fiziksel nitelikteki bu gibi becerilerin gelişmesinde bile beden önemsiz sayılıyor; 9. ve 10. bölümlerde göreceğimiz gibi, bu tehlikeli bir varsayım). Bedenleri ve çevreyi ihmal etmeye bağlı sorunlar bir yana, "bilgisayar olarak beyin" metaforunun geliştirip kullanılması­ nın yarattığı bir başka sorun da -Andrevv VVells'in bu konudaki şahane kitabında belirttiği gibi- Turing makinesine ve bu maki­ neleri geliştirirken Turing'in amacına bütünüyle aykırı olması.20 Hikâyenin tamamını duymak ve Tülin'in ne yapmaya çalıştığını anlamak için, aslında bu noktada durup VVells'in kitabını kendi­ niz okumalısınız, ama bunu yapmayacağınızı varsayarak (yine de yapmalısınız), bu konuyu kısaca özetleyeceğiz. Turing'in bildirisinin yayımlandığı 1936 yılında, "bilgi sayan­ lar" makineler değil insanlardı. Bu kişiler toplamları hesaplayan muhasipler ya da saymanlardı. Turing'in amacı bu işlemi mekanikleştirmenin bir yolunu bulmak, böylece hesap yapan insanla­ rın işini yapan bir cihazla, emekten tasarruf etmekti. Yukarıda de­ ğindiğimiz gibi, Turing bu makineyi üzerindeki karelere simgeler yazılarak okunabilen ve basılabilen sınırsız bir kâğıt şerit olarak tasarlamıştı. Bu şerit, her seferinde bir karede durmak üzere sağa ya da sola gidebilen bir kafanın altından geçiyordu ve kafa hem şeritte yazılı simgeyi okuyabiliyor hem de şeride simge yazabi­ liyordu. Turing makinesinin tartışıldığı kitap ve makalelerin ço­ ğunda, bütün bu araç gereç, zihinle ya da bilişsel süreçlerle ilgili bir benzetme olarak kullanılıyor: kafalarımızın içinde simgesel girdileri alan, bunları işleyen ve çıktı veren bir Turing makinesi olduğu iddia ediliyor. Turing makinesinin şeridi de insan belleği­ nin bir modeli sayılıyor.21

20 VVells (2006). 21 VVells (2006). 157

BEYNİN ÖTESİ

Oysa aslında bunun Turing'in modellemeye çalıştığı şeyle uzaktan yakından ilgisi yok. Hatırlarsanız, Turing bir saymanın yaptığı gibi hesap yapan bir makine tasarlamak istiyordu. Nasıl hesap yaparız? Bunlar uzun ve karmaşık hesaplarsa, çoğumuz bunu kâğıt -hatta belki kareli kâğıt - üzerinde kalemle yapanz. Bu çerçevede soyut Turing makinesine bir kez daha bakalım. Ge­ nellikle içsel bellek olarak görülen kâğıt şerit, Turing'in gözünde çevrenin bir parçasıydı. Yani bu saymanın üzerinde toplama yap­ tığı kâğıdı temsil ediyordu. Yani kâğıt şerit, kafadaki belleğin mo­ deli değil, çevrede bulunan kareli kâğıttı.22Aynı şekilde, simgeleri okuyan ve yazan "makine kafası" kişinin kafasının içinde geçen bi­ lişsel süreçleri değil, elinde kâğıt ve kalemle hesap yapan insanın bütününü temsil ediyordu. Wells bunların çok basit zihinlere ait bütünsel açıklamalar ya da (kişinin basitçe hesap yapmanın öte­ sinde bir şey olduğunu göz önüne alarak) daha karmaşık zihinlere ait kısmi açıklamalar olabileceğini anlatmak için, bu düzenekler­ den "mini-zihin" diye söz ediyor. Dolayısıyla Turing makinesi as­ lında sınırlı sayıda duruma girebilecek (çünkü insan belleğinin de sınırlan var) bir mini-zihinden ve karelere bölünmüş sınırsız bir şeritten oluşuyor (şerit sınırsız çünkü insanlar hesap yapar­ ken genellikle sınırlı miktarda kâğıtla çalışmazlar). Mini-zihnin durumu ve şeridin içeriği birlikte ele alındığında, buna "biçimlenim'" adı veriliyor. Makinenin ne yaptığını, ne bastığını ve bundan sonraki biçimlenimin ne olacağını mevcut biçimlenme belirliyor. Turing makinesinin zihnin dışında işlem yaptığı, onun bir par­ çası olmadığı bundan daha açık anlatılamaz.23Dolayısıyla aslında Turing makinesi, bu sözcüğe Gibson'm verdiği anlamda çok eko­ lojik bir mekanizma. Hesap yapma bir saymanla çevresi (hesapla­ rı yaparken kullandığı kâğıt kalem) arasındaki ilişkiyle ilgili bir kavram. Turing makinesinin davranışı yalnızca mini zihnin (ya da isterseniz kişinin) durumuna bakılarak anlaşılamayacağı gibi, saymanın ne yapacağını da yalnızca şeride (çevreye) bakarak an­ 22 Soyut makinenin tasarlanmasını kolaylaştırmak amacıyla, Turing bunu iki boyutlu bir kâğıt olarak değil tek boyutlu bir teyp olarak düşünmüştü ve kareli kâğıt üzerinde yapabileceğiniz her şeyi tek boyutlu bir şerit üzerinde de yapabileceğinizi ileri sürüyordu. configuration -çn. 23 Wells (2006). 158

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

layamazsınız. Turing makinesinin davranışını anlamak için faille çevresi arasındaki ilişkiye bakmak gerekir. Wells bu bakış açısı temelinde zihnin faille çevresi arasındaki sürekli etkileşimlerle oluştuğunu ve sürdürüldüğünü ileri sürüyor.24 Turing tam da bu türden etkileşimleri modellemişti, ama bunu yalnızca çok özgül bir bağlamda yapmıştı. Niyeti asla insan davranışı konusunda genel bir analiz yapmak değildi ve insanın biliş sürecinin bu tür­ den özgül hesaplama süreçlerine uyduğunu ima bile etmiyordu. Aslında Turing'in düşünceleri matematikle ilgiliydi, psikolojiyle değil. O yalnızca insanın kâğıt kalemle yaptığı türden bir hesapla ne kadar sayının hesaplanabileceğini merak ediyordu.25 Peki, Turing makinelerinde hiçbir zaman bir zihin modeli ya da zihinsel süreçler modeli oluşturmak amaçlanmadıysa, beyni bir bilgisayar gibi ele alma fikri nereden geliyor? Bu soruyu yanıt­ lamak için Atlantik'i geçmek zorundayız. Turing makinesinin ilk gerçek versiyonu Electronic Numerical Integrator and Computer (ENIAC) [Elektronik Sayısal Entegreli Hesaplayım] adıyla ABD or­ dusu tarafından üretildi. Yapılış tarzına bağlı olarak ve ("evren­ sel" amaçlı değil) özgül amaçlı bir Turing makinesi olduğu için, yeni bir hesap türü yapılması gereken her durumda bu bilgisaya­ rın bütün fiziksel donanımının değiştirilmesi ve bağlantıların ye­ 24 Wells (2006). 25 Nitekim Wells (2006) Turing'in ilk modellerde insana ait "zihinsel durum­ ları" da kapsamasını, kendi yaklaşımı açısından bir zayıflık saydığını ileri sürüyor. Dolayısıyla Turing’in sonraki analizlerinde daha ileri gittiğini ve başka bir kavramı tanıttığını belirtiyor: bu "komut notu." Bu hesap yapan bir saymanın hesabı durdurmasına ve daha sonra durduğu yerden devam etmesine olanak vermek üzere tasarlanmış, hesabın belli bir aşamasındaki zihinsel durumun" fiziksel ifadesi niteliğinde bir kavram. Komut notu bil­ gi sayımda ulaşılan noktayı ve bundan sonra ne yapılacağını belirlemenin basit bir yolu. Lafı dolandırmazsak, Turing'in modellerine böyle bir notu eklemesi insan zihninin artık bu makinenin vazgeçilmez bir parçası olması gerekmediği anlamına geliyor. Bunun yerine, VVells'in deyişiyle sayman bu süreçte aktif katılımcı olmaktan çıkıyor, komut notunu yorumlayan kişiye dönüşüyor. Turing'in matematiksel ve bütünüyle pratik bakış açısından, bu büyük bir avantaj, çünkü ilkesel açıdan saymandan bütünüyle vazgeçilebile­ ceği ve sayısal hesapların aynı işlevi gören mekanik bir "yorumcu" biçiminde bütünüyle mekanik bir şekilde başarılabileceği anlamına geliyor. Bunlar dü­ şünüldüğünde, makinenin çalışmasından insan zihnini dışlamanın, Turing makinesinin bütünüyle kafanın içinde yer alan bir zihin modeli olduğu izle­ niminin doğmasına nasıl yardım ettiği de anlaşılabilir. 159

BEYNİN ÖTESİ

niden oluşturulması gerekiyordu. John von Neumann 1940'ların sonlarına doğru, ENIAC'ı daha kullanışlı ve yararlı kılma göre­ vini üstlenen birkaç kişiden biriydi ve günümüzdeki bütün mo­ dem bilgisayarlarda kullanılan mimari tasarımı da o geliştirdi: bir merkezi işlemci birimi, bir ana bellek, (klavye ve ekran gibi) bir dizi çevre birimi, aynca sabit diskler, CD'ler ve taşınabilir bel­ lekler gibi bilgileri dışarıda depolamada kullanılabilecek ikinci tür bir bellek. Dolayısıyla "bilgisayar olarak beyin" metaforunu, kendine yeten dijital bilgisayarların yaratılmasını sağlayan von Neumann'a borçluyuz. Aynca bilgisayannın mimari yapısını be­ yinle karşılaştıran ve bilgisayarının merkezi kontrol birimini in­ sandaki sinir sisteminin "bağlantı” nöronlanna denk düştüğünü, girdi ve çıktı cihazlannın da duyusal ve motor nöronlarla eşleştirilebileceğini söyleyen de oydu.26 Bu "von Neumann mimarisi" uzun süredir farklı tipte birçok yapay zekâ projesinde ve prog­ ramında kullanılıyor; aslında zihin metaforlanmızda temel alı­ nan metafor da evrensel Türing makinesi değil, doğrudan bu yapı. Dolayısıyla bilişsel sürece ilişkin güncel bakış açımızda Turing makinelerinin temel alındığı görüşü bütünüyle yanlış. Tabii burada bütün bunlara değinme nedenim, Turing maki­ nelerinin psikoloji açısından anlamı doğru olarak fark edilmiş olsa (yani bunların bir "sayman" ile çevresi arasında süre giden ilişkiyi yansıttığı, yoksa çevreden soyutlanmış bir zihin modeli oluşturmadığı kabul edilse), biliş süreci ve beyin konusunda belki de çok farklı bir model ve farklı bir psikoloji türü gelişebileceğini vurgulama arzum. Nitekim Wells de buna değiniyor ve Gibson'ın ekolojik teorisiyle Turing'in hesaplama teorisi arasında bağ kuru­ larak, mevcut biliş süreci modeline alternatif nitelikte formel bir olanaklılıklar modeli (mevcut seçeneklerden daha iyi işleyen bir model) oluşturulabileceğini açıklığa kavuşturuyor.27 Kitabımızın boyutları VVells'in argümanını ayrıntılı olarak incelemeye imkân vermiyor, ama olanaklılıklar kavramı özünde Turing makinesinin "biçimlenimleri" ("mini-zihnin" durumu ve şeridin içeriği) şek­ linde nitelendirilip incelenebilir ve böylece Gibson'ın teorisinde vazgeçilmez bir öğe olan hayvanla çevresi arasındaki tamamlayı­ 26 Wells (2006). 27 Wells (2006). 160

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

cılık fikri de kapsanmış olur.28 Tıpkı olanaklılıkların her iki yöne de -hayvana ve çevreye- "işaret etmesi" gibi, Turing makinesinin biçimlenimleri de iki yönlü. Turing makinesi modeli Gibson'ın modelinde önemli bir eleştiri kaynağı oluşturan organizmanın içsel yapısına karşılık çevrenin dışsal yapısı sorununu da iyi ele alıyor. VVells'in belirttiği gibi, bir Turing makinesinde içsel ve dış­ sal yapı arasında teorik bir al ver ilişkisi var: yalnızca iki içsel durumu olabilen bir makinenin sayısal hesaplar yapabilmesi için kendisine yeterince geniş bir dışsal alfabe sunulması gerekiyor. Aynı şekilde, yalnızca iki simgeli bir alfabeye erişim olanağı bu­ lunan bir Turing makinesinin sayısal hesaplar yapabilmesi için çok sayıda içsel durum olasılığı bulunması gerekiyor. Dolayısıy­ la Turing makinesi modeli, hayvanın yapısının çevrenin yapısını tamamlayabileceğini düşündürüyor.29 Bu da belli bir davranışın yalnızca hayvanın yapısından kaynaklandığını ya da yalnızca çev­ renin yapısından kaynaklandığını varsayamayacağımız anlamına geliyor: davranışın bu ikisi arasındaki al-ver ilişkisini yansıtması gerekiyor ve bunun ne olduğunu keşfetmek için gidip somut du­ ruma bakmak zorundayız (önceki bölümde üzerinde durduğumuz bir nokta). Son olarak da, eğer doğru anlaşılırsa, evrensel Turing makinesi fikrinin özünde dünyaya Gibsonvari bir bakışı destekler nitelik­ te olduğu görülüyor. Yalnızca özgül bir sayı dizisini hesaplayan ve işleme daima boş bir şeritle başlayan Turing makinelerinden farklı olarak, evrensel makine, üzerinde bir dizi simge olan bir şeritle çalışmaya başlıyor, bu da simülasyonunu yaptığı makine­ nin çıktısını üretmesine olanak veriyor. Şerit aslında çevrenin bir parçası olduğu için, evrensel makine algının erişebileceği bilgile­ 28 VVells'e göre (2002, 20061 Turing'in teorisiyle hayvanların olanaklılıklar ko­ nusunda eyleme geçebilme kapasite ve yeteneklerini ifade eden “efektiviteler" kavramı da kapsanabilir. Büyük ölçüde yer darlığından, ama aynı zaman­ da ekolojik psikolojinin temellerinin anlaşılması için zorunlu olmamaları ne­ deniyle bunları burada ele almadım. Aynca bunların gerekli olduğundan da emin değilim; bundan önceki bölümde gördüğümüz gibi, Gibson'ın olanaklılıklar kavramı hayvanların yetilerini bütünüyle kapsayarak, organizmayla çevre arasmdaki ilişki konusundaki düalist yaklaşımların reddedilmesine olanak veriyor. Tek başına hayvanın üzerinde duran bir terim hedef saptırıcı etki yapabilir. Tabii bütünüyle hatalı da olabilirim. 29 Wells (2002). 161

BEYNİN ÖTESİ

rin kafanın içinde değil, esas olarak çevrede bulunduğu görüşü­ nü destekliyor.30 VVells'in Turing'in teorisini Gibson'ın teorisiyle birleştirmesi, bir bakıma mükemmel bir yıkıcılık, çünkü psikolo­ jideki en bilişsel modeli -yalıtılmış beyin olarak Hıring makinesiorganizma ile çevre arasmda tam bir tamamlayıcılığı gerektiren bir teoriyle yan yana getirip eşleştirmiş oluyor. Tabii bir başka açıdan baktığımızda bu hiç de yıkıcı bir yaklaşım değil, çünkü bü­ tün yaptığı Turing makinesinin "bilgisayar olarak beyin" metaforunu desteklediği şeklindeki günümüzün hatalı egemen görüşünü düzeltmekten ibaret.

A ltern atif Beyin M etaforları? Turing makinelerine ekolojik perspektiften bakmak ve Turing ma­ kineleriyle von Neuman mimarisi arasındaki farklılıkları aydınlat­ mak önemli bir nokta; çünkü von Neumann mimarisi temelinde oluşan bilgisayar benzetmesi bazı açılardan yararlı olsa da ve klasik yapay zekâ (ya da sık kullanılan adıyla GOFAI: Good Old Fashioned Artificial Intelligence [Modası Geçmiş Emektar Yapay Zekâ])31 ala­ nında birçok başarı kaydedildiği kuşku götürmese de, hiç değilse bilişsel evrim alanının öğrencileri olarak bizim açımızdan bunlar bir bakıma kısıtlı başarılar oluşturuyor. Bilişsel bilim ve robotbilim alanlarındaki bazı bilim insanla­ rının yıllardır belirttikleri gibi,32 von Neumann mimarisi temelin­ de algoritmik simgesel işlemlere ağırlık veren klasik yapay zekâ bakış açısının ağırlık noktasında, bir mantık silsilesi içinde soyut simgesel işlemlerin en baskın özellikler olduğu doğal dil, formel akıl yürütme, planlama, matematik ve satranç oyunu gibi biliş­ sel alanlara doğru kendiliğinden bir kayma yaşandı. Yine bunun sonucunda klasik yapay zekâ çalışmalarında araştırmaların mer­ kezine insan yerleştirildi ve esas olarak zekânın insana özgü belli yönlerinin anlaşılmasına ağırlık verildi. Bu çalışmalarda çevre bu hesaplama ürünlerinin gerçekleştiği bir arena gibi ele almıyordu; incelenen bu özellikler -Gibsonvari duyu-motor anlamda aktif bir organizmayı gerektiren- atletik özellikler değildi ve hiçbiri çev­ 30 31 32

W ells (2002). H augeland (1995). Dreyfus (1992); Brooks (1999); Pfeifer ve B ongard (2007). 162

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

reyle özgül bir etkileşim gerektirmiyordu. Ne yazık ki, bu türden özel (ve uzmanlaşmış) bazı mantıksal, algoritmik görevlere ağırlık veren bu oldukça gelişigüzel vurgu öylesine ivme kazandı ki, araş­ tırmacılar (ister insan beyni olsun ister insan dışındakiler) be­ yinlerin yaptığı her şeyin basit bir mantıksal akıl yürütme biçimi olduğu sonucuna vardılar ve beyinlerin bu sonuçlara algoritmik işlemlerle ulaştığı görüşünü benimsediler. "Ne yazık ki" diyorum, çünkü bu bakış açısı (sonunda) dünya satranç şampiyonunu yen­ meyi başaran bir bilgisayar üretilmesini sağladı, ama henüz bize bu kitapta tartıştığımız uyumlayım davranışların nasıl ortaya çıktığı türünden, daha doğal zekâ biçimlerinin altında yatan me­ kanizmalarla ilgili konularda herhangi bir anlayış derinliği kazandıramadı. İnsan açısından bakarsak, bu yaklaşım kalabalıkta bir yüzü nasıl tanıdığımızı, çay yapmak için hareketlerimizin eş­ güdümünü nasıl sağladığımızı ve bunun için gerekli bütün nesne­ leri nasıl kullandığımızı ya da yürümek, koşmak, hatta engebeli bir zeminde yüzümüzün üstüne kapaklanmaksızm önümüzdeki engeli aşmak gibi basit hareketleri nasıl yaptığımızı bile aydın­ latamadı. Artık sorunu görmeye başladınız sanırım. Beyin -dolayısıy­ la da bilişsel süreçler- metaforumuzun kökeninde, hepsi insana özgü, soyut simgeleri işlemeyle ilgili az sayıda bilişsel başarıya odaklanan, yoğun biçimde insanmerkezci bir bakış açısı yatıyor. Gördüğümüz gibi, bu da psikoloji ve biliş süreci alanında hiçbir genelleme iddiası olmayan, yalnızca çok özgül bir insan faaliye­ tiyle ilgilenen Turing'in hesaplanabilir sayılarla ilgili çalışması­ nın yanlış yorumlanmasından kaynaklanıyor (dolayısıyla bu yer­ siz insanmerkezcilik konusunda Turing'i suçlayamayız; o kendi çalışmasının hedefi konusunda oldukça netti). VVells'in gösterdi­ ği gibi, doğru anlaşıldığı zaman Turing makinesi modeli güncel bilişsel yaklaşımları eleştiren ve bunların altında yatan ekolojik psikoloji33 felsefesini (ve daha sonra göreceğimiz gibi, "bedenlenmiş" ve "dağıtık" biliş düşüncesini) destekleyen bir duruş olarak da ele alınabilir. Gerçi biliş sürecimizin bazı yönlerini, simgesel temsilleri ele alan hesaplama süreçleri olarak anlayıp analiz et­ mek de mümkün -ya da kimilerine göre biliş sürecimiz en iyi bu 33

W ells (2002). 163

BEYNİN ÖTESİ

gibi benzetmelerle anlaşılabilir- ama sanıyorum bizim açımızdan ve hele dil kullanmayan' diğer türler açısından meselenin hiç de bundan ibaret olmadığını artık takdir edeceksiniz. Gerek Gibson'm gerekse Turing'in çalışmalarını ele alırken üzerinde durduğumuz gibi, bütün bunlarda eksik olan boyut, bilişsel süreç açısından asılında bedenin ve çevrenin gerçekten önemli olduğunu fark etmek. Nitekim beyinler evrildiğinde, bu hayvanların adına beyin diyebileceğimiz herhangi bir şeye sahip olmadan çok önce birer bedenleri vardı.34 Bu göz ardı edilerek (ve Turing makinesinin doğası da bütünüyle yanlış yorumlanarak) üretilen bilgisayar metaforu, sonunda bilişsel sürecin bedenle ya da dış dünyayla hiçbir bağlantısı olmayan, salt beyinde gerçekle­ şen bir süreç olduğu görüşüne yol açtı. Daha da kötüsü, bilişsel süreç konusundaki bu garip görü­ şü -yani bilişsel süreç beynimizdeki "Turing makinesinin" içinde gerçekleşir ve bedensizleşmiş" içsel temsillerin mantıksal işlem­ leridir düşüncesini- alıp, doğrudan diğer hayvanlara da uygu­ ladık. Bilgisayar metaforu ve hesaplama işlemleri yapan temsili bir zihin fikri karşılaştırmalı bilişsel çalışmalara35 bile sinmiş bir görüş (hatta bu gibi çalışmaların insanmerkezci/insanbiçimci yorumlarını eleştiren makalelerde bile von Neumann benzeri he­ saplama işlemleri yapan temsili süreçlerin varlığı, test edilmesi gereken bir varsayım değil, genel geçer bir aksiyom sayılıyor).36 İlginç bir başka nokta da, (modelin ilk taraftarlarının bu türden bir psikolojik genelleme yapmayı akıllarından bile geçirmedikleri bir yana) aslında hesaplama modeliyle kendi doğal bilişsel sü­ reçlerimizin birçok boyutunu yeterince açıklayamadan, onu diğer hayvanlara uygulamaya başlamamız.37 ' nonlinguistic -çn. 34 Bu nokta Rodney Brooks'un (1999) çeşitli bildirilerinde çok ikna edici ve açık bir biçimde ele alınıyor. “ disembodied -çn. 35 Bkz. Byme ve Bates (2006) ve. eleştiri için bkz. Barrett (basmda). 36 örn. bkz. Penn vd. (2008). 37 Bu arada, uyaran-tepki temelli bu doğrusal modelin doğrudan davranışçı­ lıktan alındığı da açık. "Bilişsel devrim" yalnızca uyaran-tepki psikolojisini, uyaran-X-tepki modeline ya da daha doğru bir ifadeyle Girdi-lşlem-Çıktı modeline dönüştürdü, hem Cziko'nun (2000) hem de Costall'm (2004) ileri sürdükleri gibi, bilişsel devrim özünde hayvanın kafasında ne ölçüde bir 164

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

Bilgisayar metaforu girdi-çıktı (uyaran-tepki) yapısıyla özün­ de bize bedensizleşmiş bir biliş görüşü sunarak, aynı zamanda çok statik bir hayvan yaşamı resmediyor. Masanızın üzerindeki bilgisayar gibi hayvan da, bir uyaran (girdi) gelip onun bir eylem yapmasına neden olana kadar oturup duruyor. Oysa gördüğümüz gibi, hayvanların büyük çoğunluğu bu anlamda hiç de pasif değil­ ler: hayvanlar dünyada onları ilgilendiren ve onlara anlamlı gelen kaynakları aktif ve canlı bir şekilde araştırıyorlar. Bu da onların yalnızca beyinleri değil, bir bedenleri olmasının (ve bu bedene beyinden daha önce sahip olmalarının) bir sonucu. Hayvanların nasıl "zeki" davranışları olduğunu araştırırken bedeni ve çevreyi görmezden gelmek, hikâyenin en azından yarısını kaçırmak de­ mek. Nitekim bu hayvanların doğal çevrelerindeki davranışlarını anlamaya çalışırken cırcır böceğinde kulakların, Portia örümce­ ğinde de gözlerin ne denli önemli faktörler olduğunu daha önce gördük. İzleyen bölümlerde daha kapsamlı bir şekilde keşfedece­ ğimiz gibi, gündelik yaşamda karşılaştığımız (ve ilişkiye girdiği­ miz) doğal zekâ türlerini daha iyi anlayabilmemiz yalnızca beyni olduğu kadar bedeni de ciddiye almamız durumunda mümkün.

Buhar Çağına Geri Dönüş Bugün buhar yüzyıl önceye göre daha güçlü değil, ama daha iyi bir amaçla kullanılıyor. -

Ralph Waldo Em erson

"Bilgisayar olarak beyin"benzetmesi böyle sorunlu olduğuna göre, bilişsel süreçleri nasıl ele almalıyız? Gördüğümüz gibi çözümler­ den biri Andrevv VVells'in ileri sürdüğü "ekolojik" hesaplama yak­ laşımı. Ama bilgisayarı temel alan bu metaforlar yanında başka türlü modelleri de düşünebiliriz. Avustralya'daki Melbourne Üni­ versitesinden filozof Tim van Gelder'ın belirttiği gibi, "Bilişsel sü­ reç, bir hesaplama süreci değilse, peki ne olabilir?"38Yazar verdiği şeyler olup bitiyor -ve bunları bilimsel olarak incelemek mümkün mü- üze­ rine gereksiz tartışmalardan ibaret ve Gibson'ın ekolojik teorisinde ya da algı kontrolü teorisinde olduğu gibi organizmayla çevresi arasındaki ilişkiyi baştan sonra yeni bir gözle değerlendirmeye girişmiyor. 38 Van Gelder (1995). 165

BEYNİN ÖTESİ

yanıtta belli ölçüde ekolojik psikologlann izinden giderek, hayva­ nın duyusal sistemlerinin motor sistemleriyle dinamik etkileşimi üzerinde duruyor ve bunların dünyayla nasıl etkileşime girdiği­ ni inceliyor. Yazara göre sinir sistemi, beden ve çevre sürekli bir ayarlanma döngüsü içinde eşzamanlı olarak değiştiğine ve bir­ birini etkilediğine ("dinamik bir kenetlenme" içinde olduklarına) göre, "bilişsel sistemi" yalnızca beyne ağırlık verip ona ayrıcalıklı davranmayan (özellikle de onu soyut girdi ilişkilerini aynı şekilde soyut çıktı ilişkilerine tercüme eden bedensizleşmiş ve özerk bir birim olarak ele almayan), bu öğelerin her üçünü de kapsayan tek bir birleşik sistem şeklinde değerlendirmemiz gerekiyor.39 İlginç­ tir, yine makineleri temel alan bir başka benzetme, sistemdeki her bir öğenin diğer öğelerin her birinin değişim yönünü sürekli etkilediği bu dinamik kenetlenme kavramını anlamamızı kolay­ laştırıyor. Nitekim van Gelder'e göre, biliş sürecinin çalışma tarzı için Watt regülatörü türünde bir şey, modem dijital bilgisayardan daha iyi bir model oluşturabilir. Ağırlıklı regülatör ya da santrifüjlü regülatör adıyla da bilinen Watt regülatörü buhar makinesinin hızını, motorun iş yükündeki ya da yakıt miktarındaki değişikliklerden bağımsız olarak düzen­ lemede kullanılan bir cihaz. İlk buhar makinelerinde kullanılmak üzere bunlardan birini tasarlayan James VVatt'ın adıyla anılıyor (ancak regülatörü icat edenin Watt olmadığı gözden kaçırılmama­ lı: benzer şekilde tasarlanmış regülatörler rüzgâr değirmenlerin­ de daha önce yıllardır kullanılıyordu). Bu regülatör iki kolla bir mile bağlı olarak dönen iki ağırlıktan oluşuyor (ağırlıklı regülatör adı da buradan geliyor). Mil doğrudan buhar makinesinin şaftı­ na bağlı. Milin hızı artarsa, ağırlıklı kollar merkezkaç kuvvetiyle yukarı doğru hareket ediyor. Kurnazlık bundan sonra ortaya çıkı­ yor: ağırlıklı kollar makineye giren buhar miktarını düzenleyen bir kısma valfine bağlı. Motor hızlanınca, ağırlıklı kolların yukarı doğru hareketiyle kısma valfi kapanıyor, bu da buhar girişini azal­ tarak makinenin yavaşlamasını sağlıyor. Tabii buhar makinesinin hızı düşünce, milinki de düşüyor, bu da ağırlıklı kolların inmesine neden oluyor. Bu da kısma valfinin açılmasını sağlıyor, valfin açıl­ 39 Van Gelder (1995). Bu, klasik simge işlemleri modelleri açısından da, nöral ağ modelleri açısından da geçerli. 166

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

ması makineye daha fazla buhar girmesine olanak veriyor, böylece buhar makinesi hızlanıyor. Mil, ağırlıklı kollar ve kısma valfinin böyle sürekli ayarlanma­ sıyla, buhar basıncındaki ve iş yükündeki dalgalanmalara rağ­ men, buhar makinesi düzgün ve hızlı bir ayarlamayla sabit bir hızla çalışıyor. Benim yukarıdaki açıklama tarzıma rağmen, as­ lında ağırlıklı regülatörde ayrı ayn olayların birbirini nasıl iz­ lediğini saptamanın çok zor olduğu sanırım anlaşılmıştır, çünkü bu olayların hepsi sürekli ve düzgün bir şekilde hep aynı anda gerçekleşiyor: buhar makinesinin hızını ağırlıklı kolun açısı belir­ liyor, ama tabii ağırlıklı kolun açısını da buhar makinesinin hızı belirliyor: ağırlıklı kolların açısı ve buhar makinesinin hızı her ikisi de birbirini belirliyor ve birbiri tarafından belirleniyor. Do­ layısıyla Watt regülatörü sabit makine hızı sorununu bütünüyle hesaplama dışı, temsili olmayan bir yoldan çözüyor.

Şekil 7.2. Buhar makinesi için bir Watt regülatörü. Dönen ağırlıklı kollar makineye giren buhar miktarını kontrol eden kısma valfine ve motorun kumanda şaftına tutturulmuş bir mile bağlı.

Kuşkusuz van Gelder'ın (1995) da ileri sürdüğü gibi, ilke olarak hesaplamalı ve temsili esas alan bir regülatör de büyük ölçüde aynı işi yapacaktır. Van Gelder kendisi de bu türden bir hesapla­ ma algoritması örneği veriyor: 167

BEYNİN ÖTESİ

1. Makinenin hızını ölç. 2. Bu hızı istenen hızla karşılaştır. 3. Uyumsuzluk yoksa 1. adıma geri dön. Aksi hâlde: a. Makinedeki mevcut buhar basıncını ölç. b. Buhar basıncında istenen değişikliği hesapla. c. Kısma valfinde yapılması gereken ayan hesapla. 4. Kısma valfini ayarla. 5.1. adıma geri dön. Bu hesaplamalı çözüm ilkesel açıdan uygun olabilir, ama bu­ har makinesinin hızını kontrol altmda tutma sorununu çözmede kullanılan yöntem bu değil ve bunun nedenlerinden biri o zaman­ lar henüz bu türden hesaplamalı çözümleri geliştirmeye olanak verecek teknolojinin geliştirilmemiş olması. Bununla birlikte, o zamanlar icat edilen regülatörün bu görevi mükemmel yerine ge­ tirmesi de dikkat çekici. Bu ikinci dereceden, ilkel bir ara çözüm sayılamaz; aslında bilgisayar teknolojisinin olmadığı koşullarda üretilebilecek en iyi çözüm, öte yandan gerekli parçalar ve yapıl­ ması gereken işlemler açısından hesaplama çözümünün çok daha karmaşık olduğu da doğru. İlgili parametreleri ölçen cihazlar ve gerekli yanıtı uygulayacak cihazlar olması gerekiyor. Dolayısıy­ la hesaplamayı temel alan bir regülatörü inşa etmek ve çalıştır­ mak herhâlde Watt regülatöründen daha pahalıya mal olacaktır ve daha fazla parça bozulabilecektir. Bu evrimci bakış açımızdan da geçerli, evrim tutumlu bir süreç ve bir sorunu etkili bir şekilde çözmek için mümkün olan en ucuz yolu tercih etme eğiliminde. Watt regülatörünün gös erdiği gibi, hesaplamayı temel alan çö­ züm değişken makine hızı sorununu çözebilen yegâne yolu oluş­ turmaz ve bu dersi hiç gözden kaçırmamamız gerekiyor: hayvanın biliş süreci de dâhil olmak üzere sorunlara kolayca hesaplamayı temel alan çözümler üretebiliyoruz diye, bunların tek çözüm oldu­ ğu hatasına düşmemeliyiz; eşit ölçüde etkili daha ucuz çözümler orada alıcı bekliyor olabilir. Makine hızı sorunu için hesaplama dışı bir çözüm hiç de hesaplamayı temel alan çözümden daha alt düzeyde sayılamaz; bu yalnızca farklı bir çözüm, ama işini daha iyi değilse bile aynı ölçüde iyi yapıyor ve maliyeti daha düşük. öte yandan, Watt regülatörünün uygun bir çözüm olduğu ve 168

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

onu çıkarıp yerine bütünüyle hesaplamayı temel alan algoritmik bir cihaz yerleştirmeye hiç de gerek olmadığı konusunda görüş birliğine varsak bile aslında pekâlâ Watt regülatörünün kendisi­ nin de temsiller kullandığını, dolayısıyla onun da hesaplamayı temel alan bir cihaz olduğunu ileri sürebiliriz. Ağırlıklı kolların oluşturduğu açının motor hızına göre değiştiğine bakıp, aslında bu açının makinenin hızını "temsil" ettiğini söyleyebiliriz. İlke olarak, bu açıyı makinenin hız göstergesi olarak kullanabiliriz.40 Ama bu yaklaşım regülatörün çalışma tarzıyla ilgili çok önem­ li bir noktayı gözden kaçıracaktır: açı koluyla makinenin hızı birbiriyle bağıntılı olsa da, makineye ne kadar buhar gireceğini belirleyen, dolayısıyla da her an makinenin hızını belirleyen de kolun açısı, tıpkı açı kolunun makinenin hızına bağlı olması gibi. Bunlardan birinin diğerini "temsil" ettiğini söylemek konuyu aşırı basitleştirmek ve bunun sürekli değişen dinamik bir sistem oldu­ ğunu anlayamamak anlamına gelir. Dolayısıyla eğer regülatör tam olarak temsili değilse, (hesaplama temsillerin kurallarla belirle­ nen tarzda işlenmesidir şeklindeki tanıma uyacaksak) Watt regü­ latörünün hesaplamayı temel aldığını söyleyemeyiz. Temsillerin bulunmadığı ve regülatördeki her bir öğenin karşılıklı olarak bir­ birini belirlediği koşullarda, regülatörün işleyişinde birbirinden ayrı algoritmik adımlar saptayamayız ve bir anlamda bu sistemi hesaplama temelli sayamayız (bu konuya biraz farklı terimlerle yeniden geleceğiz). O hâlde bundan biliş sürecinin -tanımı gere­ ği ya da mantıksal çıkarsamayla- salt hesaplama temelli bir sü­ reç olması gerekmediği sonucunu çıkarabiliriz. Bu aynı zamanda esnek ve zeki sistemlerde "donanım" ve "yazılım" bileşenlerinin (beynin yapışkan "biyodonanımımn"" ve onun bilişsel işlemleri­ nin) birbirinden ayrılmasının gerekli olmayabileceğini de düşün­ dürüyor; bunlar aynı şey. Başka bir ifadeyle, bilgisayar metaforu geçmişte ve belki de hâlen (insanla ilgili) psikolojinin bazı boyut­ larını öngörme ve açıklamada yararlı olsa da, bu bizi doğal biliş­ sel sürecimizin hesaplamayı temel aldığı, dolayısıyla da beynin bir tür biyolojik bilgisayar olduğu hatasına götürmemeli. 40 Van Gelder (1995). ' "wetware"; "hardvvare" (donanım) ve "software" (yazılım) terimlerinden biyo­ lojik yaşam biçimleriyle ilgili olarak türetilen bir sözcük -çn. 169

BEYNİN ÖTESİ

Zamanlama (Hemen Hemen) Her Şeydir ölçülü ol, çünkü doğru zamanlama her zaman en önemli et­ mendir. -H e s io d o s

Kuşkusuz sözcüğün düz anlamında bilişsel sistemler Watt regü­ latörüne, beynin bilgisayara benzediğinden daha fazla benzemi­ yor. Gördüğümüz gibi, her ikisi de birer metafor. Ama bilgisayar metaforu, hem fazlasıyla düz anlamda yorumlandı hem de aşın ciddiye alındı ve çok sayıda araştırmacının büyük bir içtenlikle benimsediği son derece kendine özgü bir bilişsel süreç yaklaşı­ mının gelişmesini teşvik etti.41 Watt regülatörüne alternatif bir metafor olarak bakmanın yararlı olduğu söylenirken, asla biliş­ sel sistemlerin aslında böyle çalıştığı ima edilmiyor; bu örnekte yalnızca bilişsel sistemleri girdiler, içsel işlemler ve çıktılar -ya da daha somut terimlerle ifade edersek, çevre, beyin ve bedenin eylemleri- arasında regülatörün mili, açı kolu ve kısma valfi gibi kenetlenme olan "dinamik sistemler" şeklinde ele alırsak daha iyi anlayabileceğimiz vurgulanıyor. Dinamik sistemler fiziksel olarak bedenlenmiş, çevrelerine yuvalanmış organizmaları anlama ve araştırma açısından, hesaplamayı temel alan standart modeller­ den daha yararlı araçlar. Bu noktayı biraz daha açmak istiyorum, çünkü Turing makine­ lerine ilişkin önceki tartışmamızın da gösterdiği gibi, dinamik bir sistemi duruma bağlı olarak değişen (yani sistemin geleceğiyle şu anki durumu arasında nedensel bir bağ olan) bir sistem şeklinde tanımlarsak, hesaplamayı temel alan sistemler tanım gereği di­ namik sistemler sayılabilir.42Turing makinesinde, şeridin sonraki durumu nedensel olarak, başın şimdiki durumuna ve şeritte hâlen 41

«

Leda Cosmides, John Tooby, Steven Pinker ve David Buss tarafından destek­ lenen Evrimci Psikoloji ekolü, genel geçer bir aksiyom saydığı hesaplamayı temel alan bir zihin teorisine dayanıyor. Bu ekol hipotezleri, beynin (yalnız­ ca metaforik anlamda değil) gerçekten bir hesaplama cihazı olduğu ve biliş sürecinin neredeyse sözcüğün düz anlamıyla bir bilgi işleme süreci olduğu varsayımı temelinde test ediyor. Pinker'ın (2003) belki de bu yaklaşımın en ısrarlı savunucusu olduğu söylenebilir. Evrimci Psikolojinin hesaplamayı te­ mel alan zihin teorisine bağlılığının eleştirisi için, bkz. VVallace (2010). VVheeler (2005). 170

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

ne yazılı olduğuna bağlıdır ve bu da mini-zihinle çevreyi oluştu­ ran şerit arasındaki kenetlenmeyi temsil eder. Böyle ele alındı­ ğında, hesaplamayı temel alan sistemlere, Watt regülatörünü de kapsayan özgül bir dinamik sistemler alt grubu olarak bakılabi­ lir.43 Bu kapsayıcı tamm, çok farklı süreç tiplerinin -hesaplamayı temel alan sistemler ve dinamik sistemler- nasıl ortaya çıktığını ve nasıl birbiriyle uyumlu olabileceğini izah etmek zorunda kala­ cağımız bir duruma düşmeden, bütün bilişsel süreçleri dinamik sistem yaklaşımıyla açıklayabileceğimiz anlamına geliyor (yani bunun mümkün olduğunu gösteriyor; henüz bundan çok uzak ol­ duğumuz açık). Buraya kadar her şey yolunda. Ama hesaplamayı temel alan sistemler dinamik sistemlerse, peki bu türden sistemlerle Watt regülatörü arasındaki gerçek fark ne? Michael Wheeler bunları birbirinden ayırt eden en az iki belirleyici faktör olduğunu dile getiriyor.44 Birincisi hesaplamayı temel alan sistemler, tanım ge­ reği, temsillerin kullanılmasını gerektiriyor: görevlerini yapabil­ meleri için işleyip dönüştürebildikleri simgelere erişebilmeleri gerekiyor. Yukarıda değindiğimiz gibi, bu konuda çok ısrar edilir­ se Watt regülatörünün temsili versiyonu da bu işi görebilir, ama işin başarılması için temsillerin gerekli olmadığını da gösterdik (bu örnekle vurgulanan asıl mesele de buydu zaten). Dolayısıyla ilk fark bu: hesaplamayı temel alan dinamik bir sistem mutlaka temsilleri gerektirir, oysa hesaplamayı temel almayan dinamik bir sistem temsil gerektirmez. İkinci fark daha da önemli ve tıpkı iyi komedilerde olduğu gibi zamanlamayla ilgili. Hesaplamayı temel alan sistemde, za­ man olayların ardışık olarak sıralanmasına indirgeniyor; Turing makinesinde olayların düzgün bir sırayla gerçekleşmesi zorunlu, ama durumlar arasındaki geçiş süreleri üzerinde hiç durulmuyor, dolayısıyla olayların belirli bir süre içinde gerçekleşmesi için öz­ gül herhangi bir teorik neden yok. Aynı şekilde, Turing makinesi­ nin ne kadar süreyle belli bir durumda kalması gerektiği de ele alınmamış, çünkü bu işlevsel açıdan herhangi bir şekilde makine­ nin işine yaramıyor. Aslında Turing makinesinde zamanın önemi 43 VVheeler (2005). 44 VVheeler (2005). 171

BEYNİN ÖTESİ

yok. Kuşkusuz gerçek yaşamda hesaplamayı temel alan olayların mümkün olduğunca çabuk gerçekleşmesi, sorunun zamanında çö­ zülebilmesi açısından yararlı olacaktır, ama zaman bunun dışın­ da herhangi bir rol oynamıyor. Watt regülatörü örneğinde gördüğümüz gibi, hesaplamayı temel almayan dinamik sistemlerde bu geçerli değil. Tersine bu sistemlerde "yoğun biçimde zamansal fenomenler" gerçekleşiyor.45 Bu da belli bir sürecin ayırt edici özellikleri olan gerçek hızların ve ritimlerin işin yapılması açısından önemli ve merkezi bir rol oynadığı anlamına geliyor. Beyinde altta yatan fiziksel süreçlerin çalışma tarzı böyle olabilir (örneğin nitrik oksit ya da glutamat gibi sinir ileticilerinin beyindeki yayılma hızı ya da bu sinirsel ileticilerin nöronal aktiviteyi düzenleme süresi belirleyici önemde olabilir) ve bu da diğer fizyolojik süreçlerdeki değişim sürelerini ya da hızlarım etkiliyor olabilir. Süreçte bedenin buna benzer di­ ğer içsel ritimlerinin ya da gerek hayvanın gideceği yer gerekse gi­ diş hızı açısından belirleyici faktör olan kaslarının mekanik özel­ likleri gibi diğer bedensel dinamiklerin de önemli bir rolü olabilir. Ve bu bedensel süreçlerin hayvanın dışındaki, çevrede olup biten süreçlerle eşzamanlı kılınması da gerekebilir. Bu zamanlama konusu Watt regülatörü örneğimizde çok açık; buhar makinesinde hızın başarılı bir şekilde kontrol altında tu­ tulması için, farklı parçaların birbiriyle kenetlenişi ve ritim ve zamanlamalar belirleyici önem taşıyor. İlginçtir, daha gelişmiş regülatörler yapıldığında, bunların (beklenmedik bir şekilde) eski modellerden çok daha etkisiz olduğu gözlemlendi: bu yeni "geliş­ tirilmiş" modeller belli bir kararlı durumu düzgünce korumak ye­ rine, sürekli hızlanıp yavaşlayarak sabit hız "peşinde koşuyordu." Bunun nedeni yeni teknolojilerle üretilen parçalarda sürtünme­ nin daha az olması, bunun da hız ayarlamalarının çok daha hızlı gerçekleşmesine yol açmasıydı. Eski modellerde sürtünme daha fazla olduğu için, buhar makinesinin hızındaki değişikliklerin sisteme bildirimi daha uzun zaman alıyor ve bu içsel özellik regü­ latörün görevini daha etkili bir şekilde gerçekleştirmesine yardım ediyordu. Kuşkusuz sürtünme ve ısınma hesaplamayı temel alan sistemlerde de var (bu yüzden bilgisayarınızda bir fan var), ama 46 Wheeler (2005). 172

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

hesaplamayı temel alan bir sistemde bunlar yalnızca mühendisle­ rin üstesinden gelmesi gereken sorunlar, hesaplamayı temel alan sürecin içsel bir özelliğini oluşturmuyor. "Yoğun bir biçimde zamansal" dinamik sistemler açısından bakış, bize çevresel değişiklikler karşısında evrilmiş bilginin "başarısızlığına" farklı bir gözle bakma fırsatı da veriyor. Kazıcı yaban arılarımıza geri dönersek, rutin davranışlarını -odacığı ha­ zırlamak, oraya bir bal arısı yerleştirmek ve yumurtlamak- yaban arısının içsel durumlarıyla (yumurtlamaya hazır olma) ve çevre (odacığın varlığı, bal arısının oda girişinin yakınında olması) ara­ sında dinamik bir etkileşim olduğu şeklinde ele alabiliriz. Yaban ansının davranış "rutininin" ortasından başlamayı "başarama­ ması", yalnızca altta yatan bir algoritmanın izlendiğini varsay­ ma durumunda bir başarısızlık olacaktır. Yok eğer yaban ansının, kendisinin orada bulunuşuyla sürekli değişen bir çevreye göre durmaksızın beynini ve bedenini ayarladığını (böylece yaban an­ sının çevrenin durumunu değiştirirken aynı zamanda kendi du­ rumunu da değiştirdiğini) düşünürsek, burada bir başarısızlık görme eğilimimiz zayıflayacak ve dinamik bir şekilde kenetlenmiş bir "Sistemin eylemini izlediğimizin daha fazla farkına varacağız. Ama böyle daha dinamik bir yaklaşımı benimserken biraz dikkatli olmamız gerekiyor. Özellikle bilişsel bilim filozofu Andy Clark, dinamik sistem yaklaşımlan sistemin -bütünsel durum açıklamaları adı verilen- bütünsel durumuyla ilgilendikleri için, bu yaklaşımı hesaplamayı temel alan yaklaşıma tercih ederken kazandığımız kadar kaybetmemizin de mümkün olduğu görüşünü dile getiriyor. Clark'a göre dinamik yaklaşım "zekâyı temel alan" evrimsel başarı yolunun üzerini örtüyor, oysa bu canlı bilişsel sis­ temleri dünyadaki diğer dinamik sistemlerden, örneğin nehir akış sistemlerinden ayırt eden başlıca özellik.46 Beşinci bölümde gördüğümüz gibi, beyinler hayvanların çev­ reyi ve kaderlerini daha iyi kontrol altına alabilmeleri için evrildi. Bu bölümde beyni yerine oturtmak için çok zaman harcadık ama beyinlerin önemli olmadığını söylemek budalalık olurdu. Beyin­ ler davranış açısından anlamlı aktivitelerin yürütüldüğü bir yer olarak belirleyici önem taşıyor ve Clark'a göre bu beynin de bir 46

Clark (2008). 173

BEYNİN ÖTESİ

parçası olduğu dinamik sistemlerin diğer dinamik fiziksel sistem türlerinden çok farklı olduğu anlamına geliyor.47 Beyin sistem içindeki "bilgi akışını" düşük bir maliyetle birçok şekilde değişti­ rebildiği için, beyni temel alan sistemler bizim ilgilendiğimiz tür­ den davranış esnekliğine ulaşmayı başarabiliyorlar. Eğer bilişsel sistemin yalnızca genel durumuyla ilgilenirsek, beyin tarafından bilgi akışının nasıl yönetildiğini ve yönlendirildiğini gözden ka­ çırırız. Buna karşılık, eğer bu olasılığın farkındaysak ve sistemin genel durumu kadar beyin içindeki bilgi akışını da göz önünde bulundurursak, Clark'ın "güçlü ve ilginç bir melez: bir tür dina­ mik hesaplamacılık" adını verdiği şeyi ortaya çıkarabiliriz. Yazar bununla hesaplama ve bilgi işlem kavramlarını temel alan "stan­ dart" yaklaşımı tam anlamıyla dinamik sistemlere ait kenetlenme özelliğiyle ve yoğun biçimde zamansal fenomenlerle birleştirebi­ leceğimizi ifade ediyor. Yukarıda anlatıldığı gibi yazar hesaplamayı temel alan sis­ temleri hesaplama dışı sistemlerden temelden farklı olarak ele almak yerine, bu ikisini birleştirerek hesaplamayı temel alan ge­ leneksel yaklaşıma yeni bir dinamik boyut kazandırmayı öneriyor. Görüldüğü gibi, Clark hesaplamayı temel alan sistemleri VVheeler gibi dinamik sistemlerin özgül bir alt grubu olarak ele almayı, ama hesaplamayı temel alan standart yaklaşımın yoğun biçim­ de zamansal fenomenler tarafından dönüştürülebilmesine ola­ nak vererek, aralarındaki ayrımı yok etmeye çalışmayı öneriyor. Böyle bir yaklaşım verimli bir şekilde ilerlemeye olanak verebilir: duyusal, motor ve fizyolojik sistemlerin karmaşıklığı arttıkça ve daha karmaşık davranışlar mümkün hâle geldikçe, o zaman, daha önce belirttiğimiz gibi, zamanla yakından ilişkili uyumlayıcı dav­ ranışların öngörülmeksizin ortaya çıkmasına olanak verecek her türden zamansal eşgüdümü sağlamak için, beynin beyin-beden sistemindeki bilgi akışının değiştirilmesinde daha güçlü bir rol oynaması gerekeceği öngörülebilir. Bu noktaya dikkat etmek kaydıyla, hızları, ritimleri ve eşza­ manlılığı vurgulayan dinamik sistemler yaklaşımını tercih etmek­ te yarar var, çünkü tanımı gereği bu yaklaşım bilişsel süreçlerde bedene ve dünyaya hak ettikleri yeri veriyor ve VVheeler'ın belirt47 Clark (2008). 174

METAFORİK ZİHİN ALANLARI

tiği gibi bu sistemlerde beyinde olup bitenlerle birlikte sinir dışı bileşenler de hızı ve ritmi belirlemede nedensel açıdan önemli bir rol oynuyor.48 Belki daha da önemlisi, dinamik sistemler yaklaşımı beyne bütün gücü elinde tutarak bedene ne yapması gerektiğini "söyleyen" ayrıcalıklı bir bilgisayar rolü vermek yerine, onu be­ denin ayrılmaz bir parçası sayıyor. Bedendeki sinirsel olmayan süreçler gibi, beynin sinirsel aktivitesinin de içsel ritimleri var ve farklı hızlarda değişime uğruyor. Etkili davranışların ortaya çıka bilmesi için de, bunların bedende ve çevrede olup bitenlerle eşzamanlılaşması gerekiyor. Hesaplamayı temel alan standart model, algı, eylem ve biliş sürecine birbirinden ayrı, bağımsız süreçler olarak yaklaştığı ve (dolaylı yoldan) bunların gerçek zamanlı ol­ madığını, ardışık olarak gerçekleştiğini varsaydığı için, hem te­ melde "bedensizleşmiş" bir yaklaşım anlamına geliyor (çünkü bu modelde biliş süreci hayvanın gerçek fiziksel yapısının hiçbir bo­ yutuna bağımlı değil) hem de "yuvalanmamış" bir yaklaşıma yol açıyor (çünkü bu modelde çevre bilişsel sistemi düzenleyici içsel hiçbir rol oynamıyor, yalnızca bedensizleşmiş bilişsel süreç ürün lerinin "sahneye koyulduğu" bir yer olarak görülüyor). Oysa bizim istediğimiz gerçek hayvanların yaşamlarıyla uyumlu, yoğun bir biçimde ritmik, zamana bağımlı bir bakış açısı; dolayısıyla bun­ dan sonraki bölümde dinamik bir yaklaşımın izinden gitmeye de­ vam edeceğiz.

48

VVheeler (2005).

8. Bölüm

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

Sende 4 y a ş ın d a k i b i r ç o cu ğ u n b e y n i v a r ve e m in im o d a b u n ­ d a n k u rtu lm a k iste rd i. -

Groucho M arx

Geçen bölümdeki görece soyut sistemlerden uzaklaşıp gerçek be­ yinlere ve bunların çevreyle nasıl kenetlendiğine bakarsak, hay­ vanların bilişsel süreçlerini ve davranışlarını daha dinamik bir yaklaşımla ele alabiliriz. Berkeley'den nörofizyolog Walter Freeman neredeyse otuz yıldır (esas olarak) tavşanların koku, görme, dokunma ve işitme duyuları üzerine çapraşık ve titiz deneyler yürütüyor ve araştırmacı beyinle çevre arasında sistem yaklaşı­ mının öngördüğü türden dinamik bir kenetlenmeyi temel alan bir öğrenme modeli öneriyor.1Ama Freeman'ın beyin, beden ve çevre­ nin nasıl birbiriyle uyumlu olduğuna ilişkin görüşlerini tam ola­ rak anlayabilmek için, bu çalışmaları ayrıntılı olarak incelemeden önce dinamik sistemler teorisinin temellerini biraz daha iyi kav­ ramamız gerekiyor. Matematiksel açıdan, dinamik bir sistem, (Watt regülatöründe buhar makinesinin hızı ve ağırlıklı kol açısı gibi) sistemin belli bir andaki durumunu belirten bir dizi "durum değişkeni" ve bu de­ ğişkenlerin zaman içinde nasıl değiştiğini açıklayan bir dizi denk­ lemle ifade edilir. Sistemin durumunda değişikliğe yol açabilecek miktarları ifade eden ama bu değişiklik sonucunda kendileri de­ ğişmeyen belli değerler de olabilir: bunlara sistemin parametre­ leri adı verilir. Meselenin bütününü bu terimlerle ifade ettiğimiz zaman, dinamik bir sistemi, boyut sayısının sistemdeki durum değişkeni sayısıyla belirlendiği bir tür grafik -çok boyutlu bir "faz 1

Freeman (1991, 1995, 2000); Freeman ve Skarda (1990); Skarda ve Freeman (1990). İnsanda biliş sürecine dinamik yaklaşımlar için, aynca bkz. Kelso (1995) ve Spivey (2007). 176

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

uzayı"- olarak düşünme olanağı elde ederiz. Böyle bir faz uzayın­ da, sistemin olası her bir durumu (durum değişkenlerinin müm­ kün olan bütün kombinasyonları) tek bir noktayla ifade edilebilir. Böylece zaman içinde sistemin durumunda gerçekleşen değişik­ likler faz uzayındaki bir eğri şeklinde ifade edilebilir; bu eğriye sistemin "yörüngesi" adı verilir. Her zaman olduğu gibi, dinamik sistemi somut bir örnekle anlatırsak faz uzayı kavramının da yö­ rünge kavramının da anlaşılması kolaylaşabilir; ama bu kez ağır­ lıklı regülatör örneğine geri dönmek yerine, Rolf Pfeifer ve Josh Bongard'm "Puppy" örneğine, yani Japon robotik uzmanı Fumiya Iida tarafından geliştirilen hünerli robotik köpeğe başvuracağız.2 Koşabilen, 4 bacaklı bir robot olan Puppy'nin (kalça ve omuz­ larda birer tane, dizlerde ve bileklerde de birer tane olmak üzere) toplam 12 eklemi var ve bacakların alt ve üst bölümleri yaylarla birbirine bağlı. Ayrıca ayaklarda ayağın yerle temas ettiğini gös­ teren basınç sensörleri var. Robotun kontrol sistemi son derece basit: omuzlarını ve kalçalarını ritmik bir şekilde geriye ve ile­ riye doğru hareket ettiren motorlar var. Yani yere koyduğunuzda Puppy biraz eşelenerek sıkıca yere basıyor, sonra koşarak ilerli­ yor. Kalça ve omuz eklemlerini kontrol eden bu hareketler, ana­ tomisinin diğer özellikleri (bedeninin genel biçimi ve yaylarının yerleştirilme tarzı) ve çevre (zemin yüzeyinin ayaklarına uygu­ ladığı sürtünme kuvveti ve tabii yerçekimi) arasında sıkı bir ke­ netlenmeye olanak veren etkileşimler sayesinde gerçekleşiyor. Bu bilgiler ışığında dinamik sistemlerin yukarıda değindiğimiz genel özellikleri açısından Puppy'nin davranışlarını inceleyebiliriz. Pfe­ ifer ve Bongard'ın örneğini izleyerek bacak eklemlerinin açısını durum değişkeni olarak kabul edebiliriz ve Puppy'nin hareketle­ rini zaman içinde bu değişkenlerde meydana gelen değişikliklere (bunların faz uzayındaki yörüngelerine) bakarak anlayıp açıklaya­ biliriz. Her bacakta 2 eklem (diz ve bilek eklemleri) olduğu için, faz uzayı sekiz boyutlu ve uzaydaki her nokta bu sekiz ekleme ait bir dizi değeri temsil ediyor. Uzayda birbirine yakın noktalar eklem açılarına ait benzer değerleri temsil ediyor (ve benzer hareketle­ re işaret ediyor), birbirine uzak noktalarsa birbirinden çok farklı eklem açısı değerlerine (dolayısıyla da yürüme ya da koşma gibi 2

P fe ifer ve B o n g a rd (2007). 177

BEYNİN ÖTESİ

farklı yürüme tarzlarına) denk düşüyor. Puppy hareket ettiğinde, eklem açılan sürekli değişiyor ve eklem açısının belli bir andaki değerini temsil eden nokta, faz uzayında bu harekete uygun yer değiştirerek sistemin yörüngesini oluşturuyor; bir başka deyişle, Puppy'nin hareket örüntüsü zaman içinde değişiyor. Artık inceleme alanımıza dinamik sistemlerin bir başka özelli­ ğini dâhil edebiliriz: çekiciler. Çok basit ifade edersek, bunlar faz uzayında yeterli süre tanınırsa sistemin tercihen evrileceği du­ rumlar.3 Çeşitli çekici tipleri olabilir. Örneğin eğer Puppy eklem açılan zaman içinde sürekli birbirini tekrar edecek bir şekilde, yani sabit hızda yürürse, sistem "periyodik çekici" adı verilen bir duruma yerleşir (öte yandan, Pfeifer ve Bongard'a göre, eklem açı­ ları her seferinde tam olarak aynı şekilde birbirini tekrarlamaya­ cağına göre, bu daha çok bir "sanki periyodik çekici" sayılabilir).4 Puppy düşerse ve bütünüyle hareketsizleşip, eklem açılan faz uzayında değişmeyen tek bir noktada buluşursa buna "noktasal çekici" adı verilir (ve tahmin edeceğiniz gibi bu pek de ilginç bir durum sayılmaz). Yörünge faz uzayında iyi tanımlanmış belli bir bölgenin çevresinde dolanıyorsa ama uzay içinde yörünge tam olarak öngörülemiyorsa, bu “kaotik" çekici olarak adlandınlır (biraz gelişigüzel bir benzetme yaparsak, bu bir partide birinin çok serbest biçimde dans etmesine benzetilebilir: belli bir dans üslubu olabilir ve belli hareketlerden yararlanıyor olabilir ve bü­ tün dansları birbirine benzeyebilir, ama belli bn anda tam olarak hangi dansın yapılacağını öngörmek mümkün olmaz). Bu kaosun matematiksel teknik tanımıdır ve düzensiz görünen, oysa aslında aynı başlangıç koşullar, veri alındığında aynen tekrarlanabilecek, altında belirli bir mekanizma yatan bir duruma gönderme yapar.5 Nasıl ki top bir çanağın ağzında hangi noktadan bırakılırsa bırakılsın dibe doğru yuvarlanırsa, farklı birçok başlangıç duru­ mundan kalkman yörüngeler de belli bir çekicide buluşabilir. Aynı 3 4 5

Bunlar düşük enerji durumları, dolayısıyla kararlılar. Pfeifer ve Bongard (2007). İnsanların oraya buraya hareket ettiği, trene binip indiği ve bağlantılarını arayıp bulduğu bir tren istasyonu teknik anlamda tam da böyle kaotik bir süreç. Buna karşılık, birisi “yangın var” diye bağırdığı için istasyonda herke­ sin oraya buraya kaçışması bizim için gündelik anlamda kaotik bir durum, ama matematiksel anlamda böyle değil. 178

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

çekiciye yönelen farklı yörüngelerin toplamına "Çekici havzası" adı verilir. Çekici durumları ilginç kılan, içinde gerçekleştikleri sistemlerin sürekli ve tekrar tekrar değişmesine rağmen, çekici­ lerin birbirinden ayrı oluşumlar şeklinde kolayca ayırt edilebil­ meleri. Bunu somutlarsak, Puppy'nin eklem açıları zaman içinde düzgün bir şekilde sürekli değiştiği hâlde, Puppy'yi seyreden bizler robot yürüyor mu, koşuyor mu yoksa hareketsiz duruyor mu gayet iyi biliyoruz ve dinamik sistem diyagramımızda Puppy'nin yörüngesi bir çekici havzasından çıkıp diğerine geçerken bu açık­ ça görülebiliyor.6

Şekil 8.1. Çekici dununlar dinamik bir sistemdeki düşük enerjili kararlı durumlardır. Bu fikri şematik açıdan kavramak için, yukandaki şekli incele­ yin. Bir yaşlı kadın profili görmeniz gerekiyor, ama bakmaya devam ettikçe, görüntünün sizden uzağa bakan bir kadına dönüştüğünü göreceksiniz. Hem yaşlı kadın görüntüsü hem de genç kadın görüntüsü birer kararlı çekici durum ve algınız birinden diğerine atladıkça bir çekici durumdan diğerine geçiyorsunuz. Ama hiçbir zaman bunların ikisini birden göremiyorsunuz, çünkü ikisi birlikte sistemin kararlı durumlarından birini oluşturmuyorlar.

Anlamın Tatlı Kokusu Hiçbir şey geçm işi bir zamanlar onunla bağlantılanm ış bir koku kadar eksiksiz canlandıramaz. - Vladimir Nabokov

P fe ife r v e B o n g a rd (2007).

179

BEYNİN ÖTESİ

Sakladığım bir kutu çizgi roman kalm ıştı geriye. Kutuyu aç­ tığım ve ortalığı o koku, eski kâğıt kokusu kapladığı zaman, akıp gelen anılarla olduğum yerde kalakaldım, sanki çocuk­ luk benliğim in kokusu sinm işti kutuya. - M ichael Chabotı

Dinamik sistemlere böylece değindikten sonra, yapay Puppy'den Walter Freeman'm gerçek tavşanlarla yürüttüğü çalışmalara ge­ çebiliriz. Freeman tavşanlara koku değerlerini öğreten basit ko­ şullandırma deneylerinden yararlanarak kokunun nörofizyolojisini araştırıyor (örneğin bu deneylerde susamış tavşanlar bir ko­ kuyla karşılaştırılıyor ve ardından suyla ödüllendiriliyor, böylece o kokuyla su arasında bağlantı kurmayı öğreniyorlar). Tavşanları daha sonra koşullandıkları bu kokulara maruz bırakarak, aynı anda beyinlerinde kokuyla ilgili olfaktör soğan etkinliğini izliyor. Freeman'm keşfettiği ilginç şeylerden biri, tavşan beyninin yalnızca koşullandığı kokulara tepki vermesi, koşullandınlmadığı kokulara tepki vermemesi. Bir başka deyişle, tavşanın kokuyu tanıması için, onun için bir önemi ya da anlamı olması gerekiyor; kokunun tavşana bir olanaklılık sunması zorunlu. Koşullanılma­ yan kokular tanınmıyor ve tavşanın çevresinde (umvvelt) bir koku olarak buna yer olmadığı bile söylenebilir. Dolayısıyla daha doğal koşullarda geçmişte havuç yemiş aç bir tavşan havuç kokusuyla karşılaşırsa, bu koku havucun sunduğu yeme olanaklılığının bir parçası olduğu için olfaktör soğanında etkinlik gelişecektir. Oysa kişnişli havuç çorbası gibi havuçtan yapılmış başka bir şeyle kar­ şılaştığında, tavşan için havuç bu biçimiyle anlamlı olmadığı için koku olfaktör soğan etkinliğini tetiklemeyecektir. Freeman'a göre, bu gibi bulgular çevreyi koklarken tavşanın mevcut durumu iyileştirme doğrultusunda aktif bir çaba harcadı­ ğını düşündürüyor (bu da bizi Devvey'in ve Gibson'ın organizmaya ait davranışların bu çerçevede anlamlı olduğu görüşlerine götü­ rüyor). Olfaktör soğanındaki sinirsel bağlantılar, hayvanın karşı­ laştığı şey (örn. havuç kokusu) o anki ihtiyaçlarını (örn. yiyecek ihtiyacı) doyurmaya hizmet ettiği ölçüde güçleniyor. Yine bu da bizi daha önce üzerinde durduğumuz bir noktaya götürüyor, özel­ likle de davranışın belli bir uyarana "doğru" tepkiyi verme me­ selesi olmadığını, çoğu zaman bunun "doğru" uyarana götürecek 180

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

"tepkiyi üretme anlamına geldiğini gösteriyor.7 Daha önce belirt­ tiğimiz gibi, davranış konusundaki alışılmış düşünce tarzımızın böyle ters yüz edilmesi, belli koşullarda "doğru" (yani hayvanın o andaki durumunu iyileştirecek) davranışın ne olduğuna karar vermeyi çok kolaylaştırdığı için belirleyici önem taşıyor. Bütün hayvanların sağkalımı güvence altına alan ve doğal seçilim tara­ fından belirlenen belli fizyolojik ihtiyaçları vardır ve bunlar var olan durumun "iyi" olarak mı yoksa "kötü" olarak mı algılanması gerektiğine karar vermeyi kolaylaştırır. Böylece havucun kokusu yeme olanağı sağladığı için iyidir, oysa tilkinin kokusu avcı ta­ rafından kovalanma (ve belki de yenilme) olasılığı sunduğu için kötüdür. Bütün bunlar, hayvanların doğru girdi türlerine ulaşmak üzere davranmalarını (bir başka deyişle durumu doğru algılama­ larını) bekleyebileceğimizi ve hayvanın bunun ardından hangi girdinin gelmesini arzu edeceğinin bu algıdan etkilenebileceğini (örneğin dolu bir midenin, arzulanan bir sonraki girdinin kuytuda oturup bekleme duygusu olmasına yol açabileceğini) gösteriyor.8

Esas Olan Kaos Düzen görünüşünün ardında ürkütücü türden bir kaosun gizlenebileceği doğrudur; ama kaosun derinlerinde daha da ürkütücü türden bir düzen gizlidir. -

Douglas H ofstadter

Freeman öğrenme sürecinin başlangıcındaki nöronal güçlenme­ nin (bu fikri öneren ilk bilim insanı olan büyük nörobilimci Donald Hebb'in adıyla anılan)9 Hebb tarzı öğrenme yoluyla gerçek­ leştiğini, bir olaya tepki vermek için birlikte ateşlenen nöronların birbirlerine "bağlandıklarını" ve bir bağlantı oluşturduklarını varsayıyor. Başka türlü ifade edersek -ve önceki bölümlerde ele aldığımız ekolojik yaklaşımımızı izlersek- tavşanlar deneysel du­ rumda var olan havuç-kokusu-su değişmezini saptıyorlar, böylece bir üst düzey uyaran olarak suyla koku arasında bağlantı kurmayı öğreniyorlar diyebiliriz. 7 8 9

Cisek (1999). A ynca bkz. Cziko (2000). Hebb (1949). 181

BEYNİN ÖTESİ

Deneysel çalışmalarıyla matematik modelleme girişimlerini birleştiren Freeman bu çerçevede, belli bir koku-su eşleşmesini öğrenme sürecinde olfaktör soğandaki birbiriyle bağlantılı nö­ ronların "sinir hücresi topluluğu" (NCA)' adını verdiği bir grup oluşturduğunu ileri sürüyor. NCA'nın herhangi bir noktasma bir uyan sinyali geldiğinde genellikle bütünün uyarılması doğrul­ tusunda bir eğilim ortaya çıktığım ve daha sonra bu faaliyetin soğanın bütününe yayıldığını belirtiyor. Yazara göre bunun çok yararlı olmasının nedeni de, herhangi bir koklayışta hayvanın pekişmiş kokuyu yalnızca bir nebze hissedebilmesi, dolayısıyla da bütün alıcıların aktifleşememesi. NCA içindeki bağlantıların parçalardan herhangi biri uyarıldığında bütün tetiklenebilecek ölçüde güçlenmesi, sonuç olarak NCA'nın çevreden alınan zayıf bir sinyali yükseltmesi anlamına geliyor, bu da kokuya özgü ayırt edici nitelikteki aktivite örüntüsünün bütün soğana yayılmasına olanak veren temel mekanizmayı oluşturuyor. Modelleme çalışmaları, olfaktör soğandaki nöronların uyarıl­ masına paralel olarak NCA oluşmasınm, bütün soğam belli bir koku-ödül eşleşmesine denk düşen bir tür kaotik çekici oluştur­ maya hazırladığını gösteriyor. Her yeni koku-ödül eşleşmesi için yeni bir çekici oluşuyor, böylece deneyimler sonucunda tavşanın olfaktör soğanı, her biri özgül bir koku ve ödül çiftine denk dü­ şen birkaç çekici havzasını kapsayan -ve "enerji yüzeyi" biçimi adı verilen- özgül bir biçim alıyor.10 İlginç olarak, yeni çekiciler oluştukça olfaktör soğandaki diğer çekiciler yeniden düzenleni­ yor; dolayısıyla zaman içinde sabit kalan tek bir çekici örüntüsü yok ve olfaktör soğan aktivitesinin yüzey görünümü sürekli de­ ğişiyor. Bunun sonucunda anlamlı her yeni deneyimle tavşanın bütün eski deneyimlerinin anlamı, belli ölçüde değişikliğe uğru­ yor. Bu da tavşanın gelecekteki koku deneyimlerinin doğasım et­ kiliyor. Bir başka ifadeyle, sistemin karşılıklı olarak birbirini et­ kileyen doğası olduğunu görebiliyoruz: yeni deneyimler tavşanm beyninde değişikliklere neden oluyor, bu da çevre deneyimlerini ve davranış biçimini değiştiriyor, bu da beynini değiştiriyor, bu da çevre deneyimini değiştiriyor. Daha önce tartıştığımız "döngüsel" ‘ NCA = nerve celi assembly -çn. 10 Freeman (2000); Dreyfus (2007). 182

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

karşılıklılığa dayalı davranış teorisinde önerildiği gibi, hayvanın dünyaya tepki verme tarzı (anlamlı yeni bir koku-ödül eşleşmesi için yeni bir çekici oluşturması) daha sonra dünyayı nasıl algıla­ yacağını etkiliyor. Bizim bakış açımızdan en ilginci, Freeman'm tavşanın olfaktör soğanından korteksine gönderilen sinirsel aktivite örüntülerinin yalnızca kaotik çekicilerle sınırlı olduğunu ileri sürmesi. Bu önemli, çünkü çekiciler tavşanın belli bir uyaranla ilişkili dene­ yimlerinin toplamını, bunların hangi bağlamda yaşandığını ve tavşan için önemini yansıtan çok özgül aktivite örüntüleri ve aynı zamanda (yeni kokular öğrenildikçe çekici yüzeyinde gerçekleşen genel değişiklikler nedeniyle) tavşanın diğer koku-ödül eşleşme­ lerinin imzasını da taşıyor. Öte yandan, ilk başta havuç koku moleküllerinin burundaki koku alıcılarıyla temas edip bir sinirsel tepki yaratmalarına iliş­ kin aktivite örüntüsü kortekse gönderilmiyor. Kaotik çekici oluş­ tuktan sonra, bu koku-alıcı uyarısının izleri bütünüyle çıtadan kalkıyor. Eğer Freeman bu konuda haklıysa, bu beyindeki süreçle­ ri psikolojik-bilişsel süreçlere bağlamaya çalışan herkes için son derece önemli: olfaktör soğandaki çekicilerin havuç gibi belli bir maddenin kokusunu ya da havucun kendisine ait başka herhangi bir özelliği "temsil ettiği" söylenemez, çünkü çekiciler havuçtan fazlasını kapsıyor; çekiciler havuç kokusunun tavşan açısından anlamlı hâle geldiği bağlamı da içeriyor.11 Olfaktör soğanda olu­ şan örüntüler nesnenin "havuçça" özelliklerini değil, havuçlarla ilgili geçmiş deneyimler ışığında havucun o anda tavşan açısın­ dan ne anlama geldiğini yansıtıyor. Dahası olfaktör soğanda NCA'nın ve çekici durumların oluş­ ması, açıkça tam da VVheeler'in hesaplamayı temel almayan di­ namik sistemlerde önemli olduğuna ileri sürdüğü zamansallık özelliğine denk düşüyor, örneğin NCA'nın oluşma hızı, çekici olu­ şumunun zamanlamasını etkiliyor, NCA’nın oluşumu da tavşanın ritmik koklama davranışının zamansal özelliklerine bağlı olarak değişiyor, çünkü koku moleküllerinin alıcılarla temas hızını bu belirliyor. Dolayısıyla tavşanın bedeni (kokuyu içine çeken bir burun), beyni (her koklayışta farklı çekici durumlarına geçen bir 11

D rey fu s (2007).

183

BEYNİN ÖTESİ

beyin) ve çevre (koklanan nesnenin sunduğu olanaklılıklar) doğru­ dan ve dinamik bir şekilde birbirine kenetleniyor. Bu süreci açıklamak için Gibson’ın "rezonans" metaforundan yararlanabiliriz. Yani tavşanın olfaktör soğanı tavşan için anlam­ lı olan değişmezlerle "rezonansa girecek" şekilde, seçici bir tarz­ da "akort ediliyor."12 Birbirleriyle rezonansa giren sistemler nasıl akort edildiklerine bağlı olarak aynı uyarana farklı yamtlar ver­ dikleri için, bu da anlamlı yeni kokularla karşılaşıldıkça çekici yüzeyinde oluşacak değişikliklere yansıyor ve farklı hayvanların neden dünyadaki farklı değişmezleri saptadıklarım da bununla açıklamak mümkün olabiliyor (kuşkusuz bu, "rezonans" kavramı­ nın sözcüğün düz anlamıyla ele almmaması kaydıyla geçerli). îşte özelliklerin bu bileşimi -beyin ve sinir sisteminin dünyayla "rezo­ nansa girmesi" ve aktivite örüntülerinin kokunun kendisine de­ ğil, anlamına tepki vermesi- algıyla eylemi birbirine kenetliyor.13 Freeman'a göre bunlar döngüsel bir şekilde birbiriyle bağlantılı olduğu için, motor sistem olfaktör soğanın genel aktivasyon du­ rumları tarafından yönlendiriliyor: yeme olanağı sunan bir havuç, tavşanın bu olanaklılığı algılayışının ayrılmaz bir parçası olarak motor sistemi uygun tepkiyi vermeye hazırlıyor. Bu da hayvanın nasıl davrandığının, en az ne düşündüğü kadar önemli olduğunu vurguluyor. Nitekim bu yaklaşımda, davramş zaten bir düşün­ me biçimi ve bu durumda organizmaların gösterdikleri davranış örüntülerini açıklayan içsel bir doğrusal, temsili girdi-işlem-çıktı prosedürü bulunduğunu varsaymamıza gerek kalmıyor. Grey Walter da dâhil olmak üzere İngiliz "sibemetikçiler" hakkında harika bir kitap yazan bilim sosyologu Andrew Pickering beyinden ve yaptıklarından "temsili" değil "edimsel" özellikler şeklinde söz et­ memiz gerektiğini söyleyerek, tam da bu noktanın altım çiziyor.14 12 Bkz. örn. Shepard (1984). Bu aynı zamanda, 5. bölümde gördüğümüz gibi Gibson'ın teorisinin içsel süreçleri tümden reddetmediğini, yalnızca onlan duyularla sağlanan bilgideki eksiklikleri gideren statik içsel temsiller ola­ rak ele alan yaklaşımı eleştirdiğini gösteriyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Gibson'ın teorisi sinir sisteminin hayvanın algı sisteminin ayrılmaz bir parçası olduğunu özellikle vurguluyor; dolayısıyla Freeman'm çalışmasıyla Gibson'ın görüşlerinin doğrulandığı söylenebilir. 13 Freeman (2000). 14 Pickering (2010). 184

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

Böyle bir mekanizma hayvanın, önceden bunların "temsilleri­ ni" oluşturması hiç gerekmeden, hatta ulaşmaya çalıştığı hedef durumun ne olduğu konusunda en ufak bir fikri olmaksızın, belli hedef durumlarına ulaşmasını mümkün kılabiliyor.15 Hayvanın denge durumundan çıkarken (örneğin bir çekici havuzundan çı­ kıp bir diğerine yaklaşmak için hareketlenme yaşarken) yalnızca duyu-motor sisteminde bir "gerilim" hissettiği ve ne yaptığının ya da neden bunu yaptığının farkında olmaksızın bu gerilimi azaltan hareketler ya da eylemler yapmaya itildiği söylenebilir. İnsanda bu zaman zaman çok belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Liverpool'da yaşadığım günlerden bir örnek verebilirim. Her sa­ bah koşarak evden çıkıp, Calderstones Parkının çevresini dola­ nıp, eve geri dönüyordum. Dönüşte belli bir sokaktan geçiyor­ dum ve sokağa kaldırımdan girsem bile yan yolda fark etmeden yola inerek koşmaya orada devam ediyordum. Bunu yaptığımı fark etmem için aradan çok zaman geçmesi gerekti ve ne olup bittiğini anladıktan sonra bile sokağın bu bölümünde neden yolda koştuğumu (çok daha güvenli olan kaldırımda koşmadığı­ mı) anlayamıyordum. Sonra günün birinde bunu gördüm. Soka­ ğın yaklaşık yarısına doğru yol küçük bir yeşilliğin çevresinden dolanıyor ve burada kaldırım giderek eğimlileşiyordu. Eğimli kaldırımda koşmak ritmimi kesiyordu. Dreyfus'un terimleriyle, bunun duyu-motor sistemimde bir gerilime yol açarak, beni hoş bir kararlı çekici durum olan koşu ritmimden çıkardığı söylene­ bilirdi: ve yüzeyi daha düz olan yola geçmek rahatça ve verimli bir tarzda koşmak açısından mevcut durumumu iyileştirmeme imkân veriyordu, ama hemen her seferinde böyle yaptığım hâlde, bunu yaptığımın da, neden yaptığımın da farkında değildim. Ne yaptığımı ve neden yaptığımı anladıktan sonra bile çoğu zaman önceden böyle yapacağımı fark etmeden ve buna ne zaman karar verdiğimi hatırlamaksızın kendimi yolda buluyordum.16

15 Dreyfus (2007). 16 Belki de bunun nedeni beynimdeki oksijen yetersizliği ve yaklaşan bir damar tıkanıklığıydı, ama Dreyfus'un açıklamasının doğru olduğunu düşünmek is­ tiyorum. 185

BEVNİN ÖTESİ

Her Şey Her Zaman Göründüğü Gibi Değildir Bir ceviz kabuğu içinde bile evrenin kralı sayabilirim ken­ dimi. -

W illiam Shakespeare, H am let

Mantık sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gü­ cüyse her yere. -

A lbert Ein stein

Görüldüğü gibi dinamik sistemler yaklaşımı dünyadaki zeki dav­ ranışları, hesaplamayı temel alan temsili yaklaşımla elimizi kolu­ muzu bağlamadan nasıl araştırabileceğimizi ve açıklayabileceği­ mizi gösteriyor ve bedeni ve dünyayı doğal ve yararlı bir şekilde bilişsel sisteme dâhil edebilme olanağı sunuyor. Bu da, çevrenin kendi yapısıyla organizmaya hayli ekonomik yollardan nasıl ya­ rarlı bilgiler sağlayabildiğini gösterdiğimiz 6. Bölümde ele alınan ekolojik psikoloji yaklaşımını tamamlıyor. Bununla birlikte, temsili teorileri eleştirel bir gözle değerlen­ dirmemize rağmen, temsillerin hiç olmadığını söylemek ve/veya (henüz tam olarak nasıl olduğunu bilmesek de) davranış ve ey­ lemi açıklama açısından temsilin herhangi bir önemi olmadığı sonucuna varmak yanlış olurdu. Andy Clark'ın belirttiği gibi, (en azından) insan dünyasının "temsile aç" birçok yönü var.17 Clark birine ABD'nin yasal olarak satabildiklerinden daha fazla silah üretmesinin etik açıdan kabul edilebilir bir durum olup olmadığı üzerine hiç düşünüp düşünmediklerini sorma örneğini veriyor. Bu tek başına herhangi bir duyu-motor, bedenlenmiş süreçten yarar­ lanarak ele alınamayacak bir şey; zorunlu olarak sembolik tem­ silleri gerektiriyor. Yine bir zihin felsefecisi olan John Searle'ın "kurumsal olgular” adını verdiği, somut herhangi bir fiziksel bi­ çimde varolmayan, ama varlıkları konusunda görüş birliği içinde olduğumuz ve gündelik yaşamımızı yapılandırmada kullandığı­ mız şeylere gönderme yapmaksızın, ahlak, silah ticareti, suç ve iş yaşamı gibi konuları ele alamayız (örneğin bu kurumsal olgu­ lardan biri paradır: hepimiz belli bir ülkede belli bir kâğıt par­ çasının dolaşımdaki para olduğunu ve bu kâğıdın kendine özgü 17

C la r k (1997).

186

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

bir değeri olmamasına rağmen, onun mal ve hizmet değişiminde kullanılabileceğini kabul ederiz). Aynı şekilde, bu bölümün başındaki özdeyişler "temsile aç" süreçlerle ilgili: Hayal gücünün çevrede bulunan ya da bulunma­ yan özellikleri kafada canlandırma yetisini gerektirdiği açık. Do­ layısıyla temsili düşünceyi bütünüyle reddeden bir duruş savu­ nulmuyor. Burada dile getirilen alternatif bakış açısında bunun henüz ucu açık bir konu olduğu, henüz buna iyi bir yanıt vereme­ diğimiz savunuluyor.18 Bu bakış açısında çoğulcu bir yaklaşımın altı çiziliyor ve kendimiz yanında diğer hayvanları da incelemek için araçlar geliştirmeye çalışıyorsak bunun özellikle önemli ol­ duğu vurgulanıyor. Çoğulcu yaklaşım bazı aktivitelerin temsil gerektirebileceğini, bazılarmınsa gerektirmeyebileceğini ve bazı aktivite türlerinin aynı süreç içinde hem temsili nitelikte olmayan bir bileşeni hem de temsili bir bileşeni kapsaması gerektiğini ka­ bul etmek anlamına geliyor. Belki de bu konuyu ya o ya bu tarzın­ da yanıtlamak mümkün değil. Bu noktanın altını çizmekle ve temsillerin gerekli olmadığını ya da varolmadığını ileri sürmediğimizi vurgulamakla birlikte, temsili görüşü savunurken biraz dikkatli olmak gerektiğini söy­ lemeden edemeyeceğiz, çünkü çoğu zaman bu görüş organizmayla çevresi arasına, büyük bir olasılıkla organizmanın kendisi açı­ sından hiç varolmayan bir ayrım getiriyor. Beyinde dışsal davra­ nışlarla yakından bağlantılı bazı içsel süreçler saptayabilsek bile bunların hayvan davranışlarına yön vermede kullanılan, dünyaya ilişkin temsiller olduğu sonucuna varmak yanlış olurdu. Bu yan­ lıştır, çünkü içsel mekanizmalarla dışsal davranışları eşzamanlı ele alan dışsal bir referans çerçevesine başvuruyoruz ve kolayca bunlardan birinden doğrudan ötekine atlayıveriyoruz. Oysa göz­ lemlediğimiz hayvan -aktif davranışları olan hayvan- açısından bizim dıştan gördüğümüz içsel faaliyet, aslında söz konusu hav­ yanın dünyaya ilişkin deneyimleri, yoksa bunların temsilleri değil. 18 Bununla birlikte, Anthony Chemero (2010) son kitabında, belli farklılıklara rağmen büyük ölçüde bizim burada yaptığımız şekilde dinamik sistemler te­ orisine ve ekolojik psikolojiye dayanıyor ve temsil olmadan da bütün bunlan açıklayabileceğimizi ileri sürüyor. Bu kitap daha sonra çıktığı için burada ayrıntılı olarak ele alamadık -dolayısıyla bu dipnotta kısaca değiniyoruz- ve bizimkine göre daha felsefi yönelime sahip bir bakış açısı olsa da, aynı konu­ larda bir başka duruş olarak okumakta kesinlikle yarar var. 187

BEYNİN ÖTESİ

Kurbağa Gözünün Bakışı

Bu konuyu biraz açmak gerek. Bunun için, Nobel Ödülü kazanan Roger Sperry'nin klasik bazı nörobiyoloji deneylerinden yarar­ lanabiliriz.19 Sperry bu deneylerde bir iribaşın optik sinirini ke­ serek gözlerinden birini 180° döndürebilmesini sağlamıştı.20 Bu iribaş büyüyüp kurbağa olunca, (iyi gören gözü kapatıldığı için) yalnızca bu baş aşağı gözü kullanarak sinek yakalamaya çalıştı­ ğında, bunu başaramadığı gözlemlenmişti. Sinek gözünün önüne gelince, kurbağanın dili arkaya doğru fırlıyordu; sinek kurbağa­ nın altındaysa, kurbağa dilini yukarıya doğru fırlatıyordu. Bir başka deyişle, kurbağa sanki gözlerinin bakışı doğruymuş gibi davranıyordu. Dolayısıyla baş aşağı durmaya başlayan gözdeki yerleri değiştiği hâlde, gözü beynin ilgili bölgesine (tektum) bağ­ layan sinir hücresi uzantıları rejenerasyon sırasında beyindeki ilk yerlerine geri dönmüştü. Sinek yakalama deneyimi kaç kez başa­ rısızlıkla sonuçlanırsa sonuçlansın, kurbağa davranışını duruma uyumlayıp dilini farklı bir şekilde hareket ettiremiyordu. Bunun sonucunda da, kurbağa açısından, "çalışmayı yürüten kişi için var olan şekliyle dış dünyaya gönderme yapan üst ya da alt, ön ya da arka gibi bir şey yoktu."21 Bunun yerine, yalmzca kurbağanın retinal haritası üzerindeki görüntünün konumuyla dilin hareketi arasında içsel bir duyu-motor bağıntı vardı. Kurbağanın bize gö­ ründüğü şekliyle dış dünya konusunda hiçbir fikri yoktu ve bizim gördüğümüz gibi gözünün baş aşağı durduğunun hiç farkında ol­ madığı anlaşılıyordu.22 Fark ettiyseniz, yukarıda "retinal harita" terimini kullandık; burada sinir sistemleriyle "topolojik haritalama" olarak bilinen şey arasındaki benzerliğe gönderme yapılıyor (Londra Metrosu haritası topolojik bir haritadır: farklı istasyonların hepsinin 13 Özellikle bu deneylerin Maturana ve Varela (1998) tarafından ele alınan şekli üzerinde duracağız. 20 Sperry (1945,1951). 21 Maturana ve Varela (1998), s .125-126. Aynca bkz. Johnson ve Rohrer (2007). 22 Maturana ve Varela (1998); Johnson ve Rohrer (2007). Algı kontrolü teorisini tartışırken benzer bir görüş ileri sürdüğümüz hatırlanmalı: bir jimnastikçi­ nin kendi davranışıyla ilgili algısı bu konuda hakemlerin yaptığı değerlen­ dirmeden farklıdır. 188

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

birbiriyle ilişkisini koruyan basitleştirilmiş bir şema oluştu­ rur). özünde bu, uyaran bir duyusal alandaki birbirine komşu konumlar boyunca ilerlerken, yan yana duran nöronların ardışık bir şekilde ateşlendiğini gösteriyor, dolayısıyla da ortaya çıkan sinirsel aktivasyon örüntüsüne bakarak organizmanın ne gör­ düğünü çoğu zaman belirleyebileceğimiz anlamına geliyor. Peki organizmalar bu türden sinirsel "haritalar" oluşturuyorlarsa, o zaman tıpkı Londra Metrosu haritasının gerçek yer altı tren sis­ temini temsil etmesi gibi, bunların da mutlaka dünyayı yansıtan "temsiller" olması gerekmez mi? Hayır, böyle değil. Sinirsel somatoduyusal" ya da duyu-motor haritalara böyle bakarsak, tam da yukarıda anlatılan hatayı yaparız. Bu haritaları görebilmemi­ zin nedeni, aynı anda hem kurbağanın içine hem de dış dünya­ ya bakabilmemiz ve bunlar arasında nasıl bir bağıntı olduğunu belirleyebilmemizdir. "İçerden" -kurbağanın kendi bakış açısın­ dan (ve aslında biz insanların kendimizin algılama edimlerimize bakış açımız açısından)- bu haritalar dünyanın temsilleri değil; bunlar yalnızca hayvanın dünyaya ilişkin deneyimleri: bunlar dünyanın nasıl bir his olduğuyla ve onlara nasıl "göründüğüyle" ilgili.23 İlave bir temsil "tabakası" yok (zaten, Gibson'dan daha önce yaptığımız alıntıda da belirtildiği gibi, Metro haritası gibi haritalar varsa, kurbağanın beyninin içinde bu haritalara bakan kim ya da ne?). Bu içsel haritalama tartışması, 6. bölümde ele aldığımız eko­ lojik psikolojiyle bütünüyle çelişiyor gibi görünebilir. O bölüm­ de organizmanın dünyayla "doğrudan" temas kurabildiğinden ve dünyayı böyle algıladığından söz etmiştik. Peki bu yalnızca içsel haritalara erişim olanağı varmış izlenimi veren, gözü tersine dön­ müş kurbağanın eylemiyle nasıl bağdaşıyor? Burada hatırlanması gereken başlıca noktalar şunlar: birincisi kurbağanın eylemleri daima doğrudan dünya (avların varlığı) tarafından yönlendiriliyor; İkincisi de, daha önce belirttiğimiz gibi ekolojik yaklaşım bilişsel süreçlere katkıda bulunan içsel bir sinir sisteminin varlığını red­ detmiyor. Çevresel uyaranlarla nasıl karşılaşılacağını belirleyen bedensel-duyusal -çn. 23 Johnson ve Rohrer (2007). 189

BEYNİN ÖTESİ

Şekil 8.2. Roger Sperry'nin klasik deneylerinde kurbağa embriyonlarının gözleri 180° döndürülüyor ve sonra kendi gelişimine bırakdıyordu. Kur­ bağalar büyüyüp sinek yakalamaya çalışınca, dillerini sineğin bulunduğu yerin tam tersi noktaya doğru fırlatıyorlardı.

en önemli faktör, sinir siteminin yapısı ve evrim sürecinde nasıl biçimlendiği (tabii bunda çevredeki bilgi türlerinin oynadığı rol reddedilemez), örneğin kurbağanın umwelt'inde küçük hareketli nesneler var ve algı sistemi diliyle yakalama olanağı sunan değiş­ mezleri algılayabiliyor. Ama kurbağanın umvrelt'i uzaysal yerleşi­ min özelliklerini içermiyor, dolayısıyla da kurbağanın algı sistemi bunlar hakkında bilgi sağlayan değişmez yapıyı algılamak üzere ayarlanmamış ve bu bilgiler temelinde etkili bir biçimde sinek ya­ kalayabilmek için davranışları duruma uyduramıyor. Daha genel ele alır ve bir önceki bölümde anlattıklarımıza gönderme yaparsak, burada savunduğuz görüşe göre sinir sistem­ leri organizma tarafmdan deneyimlenen dünyanın gerçek bir par­ çasını oluşturuyor; yoksa "orada" bulunan dünyayı saptamak için bir araçtan ibaret değil. Kurbağaların "yalnızca" içsel haritaları­ na erişim olanağı bulunduğunu söylemek, baştan beri üzerinde durduğumuz hatayı tekrarlayarak organizma ile çevresi arasında 190

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

yanlış bir aynm yapmak anlamına gelecektir. Biz böyle bir ayrım yapabiliyoruz, çünkü kendimiz incelediğimiz hayvanların refe­ rans çerçevelerinin dışında vanz; bu da diğer hayvanların davra­ nışlarını bilimsel açıdan tanımlamada neden böyle başarılı oldu­ ğumuzu açıklıyor (bu konuya daha ayrıntılı işleyeceğiz), örneğin sık sık balıkların içinde yüzdükleri "suyu görmediği" söylenir ve bir zamanlar Ludvvig VVittgenstein aynı anda hem gözlüğünüzün içinden hem de gözlüğünüze bakamazsınız demiştir. Bunun gibi, sinir sistemleri ve bedenler organizmanın erişebildiği dünyanın bir parçasıdır, ama hiçbir organizma bunu kendisi "göremez."Yalnızca bunu belli bir şekilde yaşar. Saygın bir filozof/bilişsel bilim­ ci olan John Haugeland bundan organizmayla çevresi arasındaki "samimi ilişki" diye söz ediyor.24

Dünyada Varoluş Şöyle demeyiz: Varlık var, zaman var, bunun yerine: Varlık orada var ve zaman orada var deriz. -

M artin H eidegger

Sadece var olmanın hoş olduğunu hiç gözden kaçırmadım. -

Katharine H epbum

öte yandan, kendimizi ve diğer hayvanlan böyle düşünmeye alışık değiliz. Bedenlerimizin dünyayla yakından ilişkili olduğunu, aynlmaz bir biçimde iç içe geçtiğini fark etmiyoruz, çünkü bu duruma 24 Bu da, hayvanın sinir sisteminin yapısı dünyayla karşılaşma şekline aracılık etmede belirleyici bir rol oynadığına göre, hayvanların beklenmedik çevresel olaylar karşısında esnekleşmeleri ve bağımsızlaşmaları gerektikçe sinir sis­ temlerinin daha fazla gelişmesini bekleyebileceğimizi öngörüyor. Bu hiç değil­ se kısmen, bir tür "fazlalık" gelişmesi (ya da yedekleme) yoluyla sağlanıyor. Ba­ sitleştirirsek, bunun anlamı hayvanın duyusal ve sinirsel aygıtlarında dünyayı hissetmeye ve işlemeye elveren birden çok yol gelişmiş olması (örneğin görme yanında işitebilir, koklayabilir ve dokunabilir), böylece dünyada olup bitenler konusunda birden çok yoldan bilgi sahibi olabilmesi mümkün oluyor. Bu bir uçağın iki pilotla uçurulmasına benziyor: biri kalp krizinden ölürse, diğeri gö­ revi üstlenip uçağı güvenli bir şekilde yere indirebilir. Aynı şekilde, belli bir duyu yolu başarısız olursa, geriye kalanlar etkili bir biçimde işlediği sürece hayvan yaşamım devam ettirebilir. Bununla birlikte, iki pilottan farklı olarak, farklı yollar tam olarak birbirinin artığı sayılamaz (bunlar tam olarak aynı işi göremez) ve birbirlerini kısmen yedekleyebilirler; bu da esnekliğin daha da artmasını sağlar. Bir sonraki bölümde bu konuyu daha ayrıntılı ele alacağız. 191

BEYNİN ÖTESİ

ters düşse de dünyadaki yerimizi düşünürken ona uzaktan bakma­ mız gerekiyor; yoksa kendimiz üzerine bu türden düşünceler ürete­ nleyiz. Hiç değilse Batı dünyasında, şeylere böyle uzaktan bakışın izi, ünlü "Düşünüyorum, öyleyse varım" özdeyişinin yazan filozof Rene Descartes'a kadar uzanıyor; Descartes'a göre kesin olarak emin olabileceğimiz yegâne şey kendi düşüncelerimizin varlığıdır (yani bütün duyularımız şu ya da bu şekilde aldanıyor olabilir ve dış dünya ve varoluşumuz bir yanılsamadan ibaret olabilir, ama tek başına düşüncelerimizin varolduğu konusunda kuşku duyan düşüncelerimiz olması mantıksal açıdan varoluşumuzun kanıtıdır, çünkü orada bunu düşünen birinin olması gerekir). Descartes'ın bu görüşü giderek zihnin bedenimizi oluşturan fiziksel madde­ den bütünüyle farklı bir oluşum olması gerektiği düşüncesine yol açtı. Günümüzde "töz düalizmi" olarak adlandırılan bu duruş yeri­ ni materyalizme (esas olarak, zihnin beyin olduğu, dolayısıyla da özünde bedenle aynı maddeden yapılmış olduğu görüşüne) bıraktı, ama yalnızca dolaylı yoldan temsillerle erişebileceğimiz, bütünüy­ le bizim dışımızda olan bir dünyaya bakan "zihinlerimiz" olduğu fikrini korumaya hâlâ devam ediyoruz. Aslında bu da bir tür düalizm, çünkü organizmayla içinde yaşadığı dünyayı net bir sınırla birbirinden ayırıyor ve daha önce de gördüğümüz gibi bu düalizm formu da töz düalizmi kadar yanıltıcı. Daha sonraki dönemin filozoflarından Martin Heidegger25 ta­ rafından ileri sürülen alternatif bir bakış açısı var; bu görüş te­ melde ("nesneler dünyasına yönelmiş özneler" olarak) dünyadan ayrı konumlanmadığımızı, hep bu dünyada, doğrudan onun içinde olduğumuzu ve "dışarıdan" bir bakış olmadığını savunuyor.26 Daha açarsak, Heidegger'e göre dünyayla alışılmış gündelik karşılaşma tarzımız temsili olmayan bir "akıcı bir şekilde başetme" tarzı. Filozof en ünlü örneğinde çekiç kullanırken kendimizi nesne olarak çekice yönelmiş öznel bir zihin şeklinde görmedi­ ğimizi, etkili bir biçimde çekiç kullanmak için kendimize "İşte elimdeki çekiçle çakıyorum" şeklînde bir temsil oluşturmamız ge­ rekmediğini belirtiyor. Bunun yerine sadece çakarız. Her şey yo­ lunda gidiyorsa çekiç bizim açımızdan saydamlaşır ve kendimizle 25 Heidegger (1927). 26 Bu arada, Doğu filozoflarının her zaman bunu savunduklarım hatırlatalım: güzel bir inceleme için, bkz. Varela vd. (1991). 192

ÇIPLAK BEYİN DİYE BİR ŞEY YOK

dünya arasında hiçbir ayrım görmeyiz: Heidegger'in terminolo­ jisinde çekiç "el altodadır." Belki bugün bilgisayar klavyesi, fare ve kumanda kolu kullanışımız daha uygun bir model olabilir. İşi­ mize dalmışken, Web'te dolaşırken ya da video oyunları oynarken, nesne olarak farenin, klavyenin ve kumanda kolunun farkında olmayız: oyun ortamıyla, ekranda görünenleri kontrol ettiğimiz araçlarımızla değil, doğrudan bir bağ kurarız. Heidegger'e göre, gündelik bilişsel süreçlerimizin çoğu bu biçimde yürür. Ansızın çekicin başı sapından ayrılırsa -ya da kumanda kolu çalışmazsa- nesnenin ve bizim ona bakışımızın farkına vannz: çekiç görünürlük kazanarak "el altında olmayan" hâlini alır (bu betimlemeler size biraz kaba görünebilir ve nitekim öyleler, ama standart dilimiz bizi doğrudan Kartezyen bakış açısına götürdüğü için, Heidegger kavramlarını dünyaya doğrudan bu şekilde bak­ maya götürmeyen yollardan açıklamaya çalışıyordu). Bu gündelik yaşamımızda da karşılaştığımız bir şey, çünkü bir şeyler kırıldı­ ğında, kaybolduğunda ya da yolumuzu kestiğinde akıcı bir şekilde baş etme tarzımızın bozulmasıyla uğraşmamız gerekir. Heidegger ayrıca insanın "önünde duran" [şeyle ya da durum­ la ilgilenme hâli] şeklinde tanımladığı üçüncü bir dünyaya bakış ve dünyada varoluş tarzı olduğunu söylüyor, örneğin iyi bilim yapabilmek için, dünyadaki nesnelere karşı belli bir tutumu be­ nimsememiz gerekir ve bu tutum gündelik yaşamımızdaki pra­ tik uğraşlarımızda nesnelerin çoğunu ele alma tarzımızdan bü­ tünüyle farklıdır. Bu ele alma tarzına girdiğimizde, Descartes'ın ilgilendiği türden bir tür tam gelişmiş, "temsiller oluşturan" özne oluruz, kendisi dışında, kendisinden bağımsız gibi görünen dün­ ya hakkında bilgi edinmek, öngörülerde bulunmak ve açıklamalar yapmak isteyen ve bu dünyaya temsiller oluşturarak erişen bir bireye dönüşürüz.27 Descartes öznel durumumuz konusunda ya­ nılmamıştır; Heidegger'e göre onun hatası "önünde duran" hâlinin "olağan" durumumuz olduğunu varsaymasıdır; oysa bunun biz insanların belli koşullar altoda zaman zaman başarabildiğimiz yüksek düzeyde uzmanlaşma gerektiren bir hile olması daha bü­ yük bir olasılık gibi görünmektedir. 27 Bu konunun daha ayrıntılı, ama çok net ve anlaşılır bir açıklaması için, bkz. VVheeler (2005). 193

BEYNİN ÖTESİ

Bence bu "önünde duran" kavramı hayvan zihninin bize ne­ den sorun yarattığını da açıklıyor. Diğer hayvanlardaki bilişsel süreçlerin doğasını kavramlaştırmaya, öngörmeye ve açıklamaya çalışırken kendi kullandığımız "önünde duran" düşünme tarzının öncüllerinin bu hayvanlarda da bulunması gerektiğini varsayıyo­ ruz, çünkü bu türden düşüncenin insanda bilişsel sürecin bütü­ nünün bir özelliği olduğunu düşünüyoruz. Bunun bizim dünyayla uğraşırken içinde bulunduğumuz varsayılan hâlimizi temsil etti­ ğini düşünme hatasma düştüğümüz için, onu evrimin sürekliliği varsayımıyla birleştiriyoruz. Oysa bu uzmanlaşmış, mesafeli du­ ruş yetimiz, hayvanlar âleminde bu türden bir örnek olmaksızın, pekâlâ oldukça yakın bir tarihte gelişen, özgül insan tarihi süre­ cimizde biyoloji ve kültürün birlikte evrilmesi sırasmda (özellikle de karmaşık bir konuşma dilinin yardımı ve kışkırtmasıyla) üreti­ len insana özgü bir yenilik olabilir.28 öte yandan, evrimin bizimle diğer organizmalar arasındaki sürekliliğinin gündelik deneyimle­ rimizin büyük bir bölümünü oluşturan akıcı bir şekilde baş etme türünden hâllerimizde gerçekleşme olasılığı, aslında bu sürekli­ liğin kendi düşüncelerimiz üzerinde ve diğer hayvanların olası düşünceleri hakkında düşünürken kullandığımız, büyük ölçüde uzmanlaşmış, yansıtıcı düşünme biçimlerimiz üzerinden gerçek­ leşme olasılığına göre çok daha yüksektir. Aynı şekilde, yoğun bir şekilde hesaplamayı temel alan, zorun­ lu olarak temsillere dayanan beyin-zihin bakış açısındaki asıl so­ run da, "önünde duran" hâlimizi olayların doğal 'akış süreci gibi ele alması ve bilişsel süreçleri hayvanın beyninden ve sinir siste­ minin kalan bölümlerinden, bedeninden ve içinde yaşadığı dünya­ dan ayrı bir yere yerleştirmesi. Diğer hayvanların ne türden zihin­ leri olabileceğini çözmek için bu özgül bakış açısını kullanmaya çalışmak da hata üzerine hata yapma sonucumu doğurabiliyor. Böyle bir bakış açısmda ısrar edersek, diğer hayvanların dünyada nasıl davrandıkları ve onu nasıl anladıkları konusunda doyurucu bir kavrayışa ulaşmamız asla mümkün olmaz, çünkü zeki esnek davranışlar hiçbir zaman tek başına beyinde olup biten bilişsel süreçlerin bir ürünü sayılamaz. Çıplak beyin diye bir şey yoktur.

28 Bence bu tam da Vygotsky’nin bakış açısına uygun. 194

9. Bölüm

EYLEMDEKİ DÜNYA Aralarında yaşadığımız... anlamlı nesneler... zihnimizde ya da beynimizde depo edilmiş dünyanın bir modeli değildir; bunlar dünyanın kendisidir. - H ubert Dreyfas (1972)

Beyne ve beyinle ilgili metaforlara yaptığımız kısa (ve biraz fel­ sefi) gezintimizde şu noktaya geldik. Bilişsel sürece yalnızca belli kurallar temelinde sembolik temsillerin işlenmesi şeklinde bakan "klasik" yaklaşman bazı sorunları olduğunu, hayvanların çevre­ leriyle esnek bir şekilde ilişkiye giriş tarzlarının anlaşılması için belirleyici önem taşıyan iki faktörü gözden kaçırdığını gördük. Bu faktörler (1) hayvan bedenini!» yapısı -diğer bir deyişle fiziksel olarak parçalarının nasıl bir araya geldiği- ve (2) belli bir bedenin çevreyle belli türde etkileşimlere girme olanağı sunarken, aynı zamanda başka türlü etkileşimlerin gerçekleşmesini sınırlayışı. Jacob von Uexküll ve J. J. Gibson gibi yazarların argümanlarıyla ifade edersek, daha "ilişkisel" ve daha "yerleşik" bir bilişsel süreç perspektifi adı verebileceğimiz, organizma ve çevresinin birbiriyle döngüsel bir ilişki içinde olduğunu ve birbirinden yalıtılmış bir şekilde ele alınamayacağını öngören bir yaklaşımı benimsedik.

Bedeni Geri Getirmek Kafanın içinde evirip çevirerek tarla süremezsin. - İrlanda Atasözü

Eylem Yönlenimli Temsil Bu konuya Andy Clark'ın önerdiği aynm ışığında da yaklaşabili­ riz.1 Clark "klasik" bakış açısının beyni çevrenin bir "aynası" gibi ele aldığım, buna karşılık izinden gittiğimiz "bedenlenmiş" bakış 1

Clark (1997). 195

BEYNİN ÖTESİ

açısının beyni çevredeki eylemin "denetçisi" olarak ele aldığını belirtiyor. Birinci durumda, algıyla eylem arasında çok net bir ayrım yapılıyor: beyin dış dünyanın "pasif' içsel betimlemelerini (temsiller) depo ediyor, sonra bunlar ele alınıp işleniyor ve çıktı olarak motor sisteme yükleniyor, sonra da motor sistem dünyada eylem yapıyor. İkinci durumda algıyla eylem arasındaki bu ayrım ortadan kalkıyor, çünkü hayvanın içsel hâlleri dış dünyanın pasif "resimleri" değil, tersine çevrede girişeceği eylemlerin planları.2 Böylece "içsel öznel dünya" ve onun haritasını çıkardığı "dışarı­ daki dış dünya" ayrımı da ortadan kalkıyor. Clark çevreyle ilişkiye girmek için yapılan bu planlara "eylem yönlenimli temsiller" adını veriyor ve önceki bölümde tartıştığımız sorunlara rağmen, konu­ yu açıklığa kavuşturmak için biz de bu terminolojiyi sürdürece­ ğiz; ama hayvanın bakış açısmdan eylem yönlenimli temsillerle çevre deneyimleri arasmda herhangi bir içsel-dışsal ayrımı olma­ dığım gözden kaçırmayalım. Eylem yönlenimli temsil konusunda çok zarif bir örnek için bir kez daha robotlar dünyasma dönelim. Robotik uzmanı Maja Mataric, çevrenin içsel bir "haritasını" oluşturabilen, böylece kar­ makarışık bir ortamda yolunu bulabilen bir robot sıçan yaptı.3 Ama bu harita manzaranın adeta "resmini çekerek" bir tür yer­ leşim planı oluşturan, hepimizin bildiği türden bir harita değil. Bunun yerine, bu harita robotun çevrede ilerlerken yaptığı kendi hareketleriyle duyusal okuma verilerinin bileşiminden oluşuyor. Örneğin bu haritada robotun bir duvarla karşılaşması "katı bir dik nesne" olarak temsil edilmiyor. Tersine sıçanın duvarla karşı­ laştığı anda ne yaptığı ve ne gibi duyumlar aldığı bir arada -örn. "düz ilerlerken, güney yönünde yan tarafta kısa mesafeli oku­ malar" şeklinde- depo ediliyor; dolayısıyla gözlemci yönlenimli dıştan bakış açımızda bu, çevrenin yerleşim planını gösteren bir harita gibi görülebilir, oysa sıçanın bakış açısından bu yalnızca bir eylem planı oluşturuyor (böylece bir kez daha bir organizma tarafından algılanan dünya ile ona ilişkin dışarıdan değerlendir­ meler arasındaki farkı hatırlıyoruz).4 Robot çevrede hareket et­ 2 3 4

Clark (1997). Mataric (1990). Teknik açıdan bu, sıçanın bedenini merkeze koyan "egosantrik” bir harita ya 196

EYLEMDEKİ DÜNYA

tikçe, belli yer işaretlerine denk düşen "düğümlere" rastlandıkça bunlar aktive oluyor ve aktivasyon robotun hareket ettiği yöne doğru yayılıyor, böylece robot bundan sonra karşılaşmayı umdu­ ğu yer işareti konusunda bir "beklenti" oluşturuyor (tabii asla bu­ nun bilinçli bir şekilde yapıldığı ima edilmiyor). Bundan sonra ro­ bot belli bir yere ulaşmak "isterse", sıçanın o anda bulunduğu yer yanında, ulaşmak istediği bu yere denk düşen "düğüm" de aktive oluyor. Düğümlerden oluşan haritada yayılan bu aktivasyon da, doğal olarak aralarındaki en kısa yolun bulunmasıyla sonuçlanı­ yor. Görüldüğü gibi, "biliş sürecine" yapacak iş kalmıyor: algısal haritanın eylem planına dönüştürülmesi için herhangi bir bilişsel süreç gerekli değil, çünkü haritadaki yerler onlara ulaşmak için gerekli hareketlerle ve bununla bağıntılı olarak robota ulaşacak algısal girdilerle (hareket ederken nelerle karşılaşacağı şeklinde) önceden belirlenmiş oluyor. Andy Clark'ın sözleriyle, bu durumda "harita aslında onun kullanıcısı."5Bu eylem yönlenimli harita algı ve eylemin "biliş sürecine" hiç yer bırakmayacak kadar iç içe geçe­ bileceğini gösteren mükemmel bir örnek. En ilginci de, gerçek bir sıçanı bacak hareketlerini önleyerek tanımadığı bir alanda hare­ ket ettirirseniz, sıçanın hipokampus (beynin bu türden mekânsal haritalamalardan sorumlu bölgesi) aktivitesinde hiçbir değişiklik gözlemlenmiyor; bu da robotlar gibi gerçek sıçanlarda da harita oluşturmada hareketin zorunlu olduğunu gösteriyor ve bize sı­ çanların da bu türden "eylem yönlenimli" temsiller oluşturduğu hipotezini geliştirme olanağı sunuyor.6 Andy Clark insanlarda eylem yönlenimli bakış açısının ge­ çerli olabileceğini düşündüren güzel bazı örnekler veriyor, özel­ likle ilginç bir çalışmada katılımcılardan nişan tahtasına dart atarken görüntüyü çarpıklaştıran gözlükler takmaları isteniyor.7 Mercekler görüntünün hafifçe bir yana kaymasına yol açıyor, böylece başlangıçta katılımcıların dartı hedefin uzağına atma­ larına yol açılıyor, ama tekrarlanan denemelerde katılımcılar yana kaymış görüntüye uyum yapıyorlar ve nişan tahtasını doğ­

5 6 7

da eylem planı olarak adlandırılabilir. Allosantrik haritaysa merkezine dış çevreyi koyar. Clark (1997), s.49. Mataric (1990). Thach vd. (1992). 197

BEYNİN ÖTESİ

ru noktalardan vurmayı başarıyorlar. Ama katılımcıların bunu başarabilmeleri için, dartlan aynı kolu kullanarak ve kolu aynı şekilde hareket ettirerek atmaları gerektiği görülüyor. Diğer kol­ larıyla attıkları dartlann hiçbiri nişan tahtasına ulaşamıyor, ay­ rıca doğru kolla aşağıdan yukarıya doğru atış yaptıklarında da başanlı olamıyorlar. Bu çalışmada merceklere uyumun, baskın elle ve yukarıdan aşağıya doğru atışlarla yapılan egzersizlerle bağlantılı olan son derece özgül bir algı-eylem döngüsüyle sınır­ lı olduğu gözlemlenmiş. Bu bulgular birbirinden ayn, bağımsız algı ve eylem sistemle­ ri bulunduğunu savunan standart görüşe tam uymuyor. Standart görüş doğru olsa, deneyde çarpıklaşan yalnızca algı olduğu için, katılımcıların farklı bütün atış türlerinde başanlı olmaları gere­ kirdi, çünkü yeni algısal girdilere uyum yapan katılımcıların artık motor sistemlerine doğru sinyaller göndermeleri, motor sistemle­ rinin de -algıdan bağımsız olduğu için- bu sinyallere doğru yanıt vermesi beklenirdi. Katılımcıların yalnızca belli bir tarzda dart attıkları zaman merceklere uyum yapabilmeleri, algı ve eylemin birbirinden bağımsız iki sistem olmadığım, bunların bütünüyle entegre bir şekilde, sıkı bir eşgüdüm içinde birlikte çalıştığını düşündürüyor; deneyde yalnızca dartm yukarıdan aşağıya doğ­ ru atıldığı belli bir algı-eylem döngüsüne uyum yapılıyor; dola­ yısıyla genel bir uyum örüntüsü gelişmediği görülüyor. Bu sonuç Gibson'm hayvanların algı sistemlerinin kafalarının içinde dün­ yanın bir kopyasını yaratmaya değil, dünyadaki -yiyecek arama, bannak bulma, avcılardan kaçınma tarzından- eylemlerine bağlı olduğunu başlangıç varsayımı kabul eden ekolojik psikoloji yak­ laşımına da uyuyor. Benim çalıştığım bölümdeki araştırmalarda da eylem yönlenimli bakış açısının önemli olduğuna işaret eden sonuçlar alındı.8 Somutlarsak, "eksik temel frekans yanılsaması" olarak adlandırı­ lan şeye duyarlılık açısmdan, usta müzisyenlerle müzisyen olma­ yan kişiler arasında dikkat çekici bir fark var. Kendisi de müzis­ yen olan John Granzovv lisansüstü tezinde bu konuyu araştırarak, müzisyenlerin dünyayı müzisyen olmayan insanlardan farklı işi­ tebilecekleri fikrini biraz daha irdelemek istedi. Aşın basitleşti8

Granzow (2010). 198

EYLEMDEKİ DÜNYA

rirsem -tabii John'un bu basitleştirmeyi korkunç bulacağından eminim- "eksik temel frekans yanılsaması" kavramı, bize temel frekans yanında buna denk düşen bir dizi armonik de dinlettirildiği sürece (armonikler tona ses rengini, örneğin dinlediğimizin obua değil trompet olduğunu anlamamıza olanak veren ses özel­ liğini verir), ses perdesini ya da tonun temel frekansını algılama tarzımızın (onu tiz ya da pes olarak işitmemizin) o frekansta ses eneıjisi bulunmasına bağımlı olmadığını söylüyor. Bir başka de­ yişle, bu bize yalmzca ses rengine ilişkin bilgiler sunulduğu za­ man bile ses perdesini işitebileceğimiz anlamına geliyor.9 John'un ilgilendiği bu çalışmada araştırmacılar (yine aşın basitleştirirsek) temel frekansın eksik olduğunu fark edenlerle armoniklere yanıt verenler arasında aynm yapmaya olanak vere­ cek şekilde, insan deneklere ses perdesi ve ses rengi değiştirilmiş bir çift ton dinletiyorlardı.10Katılımcılara sorulan yegâne soru iki tondan oluşan bir sekansta ikinci tonun birinciden daha yüksek mi yoksa daha alçak mı olduğuydu. Test için tonlarda yapılan de­ ğişikliklerle, armoniklerin tonların yükseldiğini, temel frekansla­ rın da tonların alçaldığını (ve bunun tam tersini) göstermesi hedef alınmıştı. Araştırmacılar temel frekansla armonikleri böyle karşı karşıya getirerek, katılımcıların ses perdesini belirlerken temel frekansa göre mi yoksa armoniklere göre mi karar verdiklerini saptayabiliyorlardı. Sonuçlar usta müzisyenlerin temel frekansı çok iyi saptadıklarını, dolayısıyla da "doğru" yanıtı verdiklerini (yani tonları yükseliyor ya da alçalıyor olarak nitelendirirken te­ mel frekansa dayandıklarım), buna karşılık müzisyen olmayan kişilerin genellikle armonikleri izleme eğiliminde olduklarını, bu Buna "yanılsama" adı vermenin ne anlama geldiği konusu da ilginç soruları akla getiriyor. Bunun bir nedeni bu fenomeni böyle tanımlamayı seçmemiz. Yani ses perdesinin spektrumdaki alçak bileşenden ya da temel frekanstan kaynaklandığım kabul eden spektral betimleme temel alındığı zaman, al­ gımız bir "yanılsama" olarak kabul edilecektir. Bu frekans yoksa ve onunla bağlantılı ses perdesi yine de işitilmeye devam ediyorsa, bu bir yanılsama ya da hayalet olarak adlandırılıyor, öte yandan, bunun yerine zamansal betimleyici çerçeveleri kullanırsak, temel frekans ses dalgasının periyotuna ya da genel titreşim hızına denk düştüğü için, bu da temel frekans bileşeninin varlığına bağlı olmadığı için, "yanılsama" terimi hatalı kullanılmış olacaktır (John Granzovv, kişisel yorum). 10 Seither-Preisler vd. (2007). 9

199

BEYNİN ÖTESİ

nedenle de ses rengine ilişkin bir farklılığı ses perdesi farklılı­ ğı olarak nitelendirme hatasına düşebildiklerini (yani sekanstaki temel frekanslar aslında alçalırken, armoniklere dayanarak ton­ ların yükseldiğini söylediklerini) ortaya koydu. (John'un özgün çalışmayı tekrar ettiği teste ben de katıldım ve D gibi çok kötü bir not aldım). Danışmanı John Vokey'ın desteği ve teşvikiyle bu çalışmayı tekrarlayan ve genişleten John, daha sonra sıradışı bir bulguyla karşılaştı. Katılımcılara zaman sınırlaması getirildiğinde ustalık etkisi bütünüyle ortadan kaldırılabiliyordu. Müzisyenler yalnızca istedikleri kadar uzun sürede yanıt vermelerine fırsat tanındığı zaman müzisyen olmayan kişilerden daha iyi sonuç alıyorlardı. Testte oldukça iyi sonuç alan müzisyen olmayan bir katılımcının rastgele bir ifadesi yeni bir bakış açısına kapı açacaktı. Müzisyen olmayan katılımcı tonları işittikten sonra mırıldandığını, böylece değişikliğin yükselme yönünde mi yoksa alçalma yönünde mi ol­ duğunu anlayabildiğini söylemişti. Bu yorum konusunda kafa yo­ ran iki John, müzisyenlerin farklı işitme tarzları sayesinde değil, belki de müzik aleti çalma ve performans deneyimleri sayesinde daha başarılı sonuç almış olabileceklerini fark ettiler; eylemler duyusal girdiler kadar önemli olabilirdi. Örneğin John G. gitarını akort ederken, yükselmesi mi yoksa alçalması mı gerektiğini anla­ mak için, hem ulaşmak istediği tonu (piyanodan ses alır gibi), hem de akort etmek istediği telin tonunu mırıldanıyordu. Dolayısıyla belki de müzisyenler tonların belirsizliğini gidermek için kendi kendilerine mırıldandıkları -seslerini tonlar arasındaki belirsiz­ liği gidermeye yardım t len bir başka "müzik aleti" gibi kullan­ dıkları- zaman doğru yanıtı buluyorlar, buna karşılık acele yanıt zorunluluğu tonları mırıldanma zamanı bırakmayınca belki de bu avantajları ortadan kalkıyordu. Nitekim yapılan yeni bir testte bunun doğru olduğu ortaya çıktı; kendilerine daha fazla zaman tanınması yanında, katılımcılar tonları mırıldanmaya da teşvik edildiğinde, ustalık etkisinin geri geldiği gözlemlendi. Bu durum­ da müzisyenler doğru sonuçlara ulaşmakla kalmıyor, mükemmele yakın sonuçlar elde ediyorlardı. Bu bulgular, sesin girdiği, yanıtın çıktığı ve yanıtla ilişkili hiç­ bir özelliğin kişinin algıladığı şeyin doğasını değiştirmediği ge­ 200

EYLEMDEKİ DÜNYA

leneksel tek yönlü işitme modellerine iyi uymuyor. Buna karşılık, önceki bölümlerde tartıştığımız, kişinin verdiği yanıtın sonraki algılarına bilgiler sağladığı, böylece kişilerin gördüklerini ve işit­ tiklerini kendi eylemleriyle gerçekten değiştirebildikleri ekolojik, "döngüsel" geribildirim teorilerine çok daha iyi uyuyor, öte yan­ dan, John G.'nin belirttiği gibi, işitmeyle ilgili araştırmalarda­ ki deneylerin çoğunda ilişkinin tekyönlü olduğu varsayılıyor ve bu deneylerin tasarımlan daha bedenlenmiş algısal becerilerin saptanmasına olanak vermeyecek şekilde düzenleniyor. Deneysel tasanmlanmızdaki bu türden sistematik yanlılıklar sonucunda, pekâlâ eylem yönlenimli birçok fenomeni gözden kaçınyor olabi­ liriz.

Hızlı, Ucuz ve Kontrolsüz Temsillere dünyanın pasif fotoğrafları olarak değil de, bir tür eylem planı olarak bakmak, olanaklılıkları ve dinamik sistemler yaklaşımını vurgulayan, içsel ve dışsal kaynaklann karşılıklı ola­ rak birbirini mümkün kıldığı ve kısıtlandırdığı ekolojik psikoloji konusundaki değerlendirmelerimize gayet iyi uyuyor. Geri dönüp önceki bölümlere bakarsak, Elsie ve Elmer, cırcır böceği robotu ve didabotlann sensör ve motorlarını burada açıkladığımız daha gelişmiş eylem yönlenimli temsillerin öncülleri olarak yorumla­ manın mümkün olduğunu da görürüz. Kaldı ki, o örnekler ilginç ve karmaşık davranışlar için dünyanın içsel bir modelini oluştur­ manın çoğu zaman bütünüyle gereksiz olduğunu da açıklığa ka­ vuşturuyor. Uzun süredir robotların "hızlı, ucuz ve kontrolsüz" olması ge­ rektiği ilkesiyle çalışan, MIT robotik uzmanı Rodney Brooks bu yaklaşımı daha da ısrarla savunuyor.11 Brooks robotlarla ilk kez okul çağlarında, ülkesi Avustralya'da ilgilenmeye başlamıştı; Grey Walter'ın kitabının bir kopyasını eline geçirmiş ve vakum tüple­ ri yerine transistor kullanarak kendi kaplumbağasını yapmıştı. Norman adım verdiği robotu, tıpkı Grey Walter'ın makineleri gibi yerde dolaşıyor, ışığa yanıt veriyor ve engelleri itip kendilerine yol açabiliyordu. Brooks daha sonra Stanford Üniversitesinde "his­ 11 Brooks (2002).

201

BEYNİN ÖTESİ

set-temsil et-planla-eyleme geç" klasik yaklaşımının kullanıldığı, robotlara görevi yerine getirmeden önce çevrenin içsel temsilleri ve hesaplama çözümleri sağlanan yapay zekâ türü robotiğe geç­ ti. Ama bu robotların sorunu, bütün bu işlemler sonucunda çok yavaş olmalarıydı, örneğin Brooks'un üzerinde çalıştığı robot öy­ lesine yavaş çalışıyordu ki, güneşin gökyüzündeki hareketleri ve düşen gölgelerdeki değişiklikler içsel temsillerde karışıklığa ne­ den oluyordul12Brooks için bu çok düş kinci ve moral bozucuydu. Grey Walter'm robotları ucuza mal edilmişti ve değişen bir dün­ yada bir sürü ilginç davranış gerçekleştirebiliyordu; oysa onun kaplumbağasından çok daha fazla içsel görevi başarabilen Stanford'daki son derece pahalı robotlar, o kadar iyi çalışamıyordu. Grey VValter'm sözleriyle, “dıştan bakan bir gözlemci açısından, bütün bu içsel düşünüp taşınmaya pek değmiyordu."13 Sonunda Brooks kendi laboratuvannı oluşturdu ve başlangıç­ ta kendisine esin veren Grey VValter'm kaplumbağalan türünden yaklaşıma geri döndü. Brooks'un hedefi dinamik bir ortamdaki değişikliklerle verimli ve eneıjik bir şekilde baş edebilen, içine herhangi bir merkezi işlemci (yani beyin) yerleştirilmesi gerekme­ yen, böylece büyük miktarda pahalı içsel elektronik devre ihtiya­ cını ortadan kaldıran ve o yavaş hesaplama işlemlerinden kurtu­ lan robotlar tasarlamaktı.14 Somutlarsak, Brooks evrim tarihinin büyük bir bölümünün hayvanların çevrede hareket etmelerine ve aktif bir biçimde dünyayla ilişkiye geçmelerine yardım edecek algı ve eylem mekanizmalarının incelip gelişmesine harcandığım göz önünde tutarak, robotlarına bu türden "böcek benzeri" bir zekâ kazandırmaya karar vermişti.15Dil, sorun çözücü davranışlar, akıl yürütme ve uzmanlık bilgisi gibi "üst düzey" bilişsel melekelerin hepsi, evrim açısından günün görece geç saatlerinde ortaya çıkan özelliklerdi. Bu da, organizmaya dünyada eylemde bulunabileceği 12 Brooks (2002). 13 Brooks (2002), s.30. 14 Brooks (1999). Hesaplamayı temel alan temsilci yaklaşıma sıkıca bağlı aka­ demik dünyada bu yaklaşım önce tam bir fiyasko gibi algılandı. Robotik ça­ lışmalarını açıkladığı ilk bildirisinin yayımlanması oybirliğiyle reddedildi ve bugün artık bu alanın klasiklerinden biri olarak kabul edilen bu yazının bir dergide yayımlanabilmesi için aradan yıllar geçmesi gerekti. 15 Brooks (1999).

202

EYLEMDEKİ DÜNYA

gerekli algısal ve motor süreçler sağlandığında, bütün bu görece yüksek -ve bize göre en karmaşık- melekelerin aslında kolayca gerçekleştiğini düşündürüyordu. Yalnızca bu da değil, bunun doğ­ rudan bir sonucu olarak, "yüksek" işlevlerin evrilme ve gelişme sürecinin genellikle düşündüğümüz gibi bedensel etkiden bağım­ sız olmadığını, tam da bu algısal ve motor süreçler tarafından desteklenerek, yukarıda anlattığımız gibi "eylem yönlenimli" bir tarzda geliştiğini söyleyebilirdik. Bir başka deyişle, "yüksek" biliş süreçlerine ilişkin görüşlerimizde, algı ve eylem mekanizmaları­ nın dinamik ortamlarda nasıl uyumlayım davranışlara yol açtığı­ nı iyi anlamak temel alınmalıydı. Brooks'un robotlarında karmaşık bir davranışın, her biri özgül bir hedefi karşılayan bir dizi daha basit davranış "modülüne" ya da sistemine ayrıldığı, "kapsama" mimarisi adı verilen yaklaşıma başvuruluyor. Her bir sistem dünyayı diğer sistemlerin her birin­ den bütünüyle farklı bir şekilde "görüyor." Daha sonra bu "modül­ ler" her bir katmanın hedefi bir üst katman tarafından "kapsanan" "katmanlar" şeklinde örgütleniyor (hatırlarsanız daha önce Elsie ve Elmer'in ışık ve dokunma sensörlerinde buna benzer bir şeyle karşılaşmıştık: dokunma sensörü aktive olunca ışık sensöründen gelen sinyal etkili bir şekilde "görmezden geliniyordu").16 önemli bir nokta da, bu sistemlerin hiçbirinin tutarlı bir dünya kavra­ mı oluşturmak için entegre edilmesi gerekmiyor. Bu yaklaşımdan yararlanan Brooks, diğer ürünleri yanında, boş kola kutularını toplayıp ortadan kaldıran, (Herbert Simon'a atfen) Herbert adını verdiği bir robot yaptı. Herbert için ultrasonik duyargalarıyla bir engel algılaması, özgül olarak durmasını öngören bir hareketti. Aslında Herbert nesneleri "görmüyordu" ve gerçek dünyadaki katı bir nesnenin bir engel oluşturduğuna ilişkin içsel bir temsile sa­ hip değildi. Herbert için "engel" yalnızca durmak demekti. Brooks çahşmalanna aynen bu ilkelerle devam etti ve hayli başanlı bir 16 Bourbon'un (1995) belirttiği gibi, bu robotların eylemleri planlara ve tem­ sillere dayanmıyor, ama bunlar algıyı değil eylemi kontrol altından tutan "doğrusal" “uyaran-tepki” gereçleri olma özelliklerim koruyorlar ve hayli de­ ğişken bir ortamda birbirine benzer değişmez yanıtlar üretmeleri müminin değil. Yani bunlar herhangi bir içsel "bilişsel* işleme gerek duymaksızın dün­ yada etkili bir biçimde iş görebiliyorlar, ama algı kontrolü teorisi sistemiyle aynı düzeyde bir esneklikleri yok. 203

BEYNİN ÖTESİ

yer süpürme robotu olan Roomba'yı geliştirdi; Roomba kirleri saptayabiliyor, engellerden kurtulabiliyor ve yine Elsie ve Elmer gibi (ama çok daha etkili) bir şekilde zayıflayan pillerini şarj ede­ biliyordu. Bütün bu robotlarda Brooks'un hedefi etkili bir şekilde çalışan robotlar için "bilişsel süreçlere" ya da herhangi bir içsel sembo­ lik temsile gerek olmadığını göstermekti. Algı ve eylemin yakın eşgüdümü ve bu algı-eylem döngülerinin çevreyle kenetlenmesi, "biliş sürecine" yapacak iş kalmaması anlamına geliyordu. Robot­ lar "kendilerinin en iyi modeli olarak dünyayı kullanıyorlardı."17 Dördüncü bölümde tartıştığımız Portia örümceklerinin davranışı da bu ışıkta ele alınabilir; sınırlı sinirsel kapasiteleriyle birlik­ te değerlendirildiğinde, bu örümceklerin çevreyi tarama ve ha­ reket etme örüntülerinde "aynada" dünyayı "yansıtan" "fotoğraf­ lar" oluşturmak yerine, (nasıl inşa edildiği anlamında değil, işlev açısından) Brooks'un robotlarına benzer bir mimari kullanılıyor olabilir, örümceklere daha gerçekçi bir düzenek sunulduğunda gözlemlenen, birbiriyle bağlantılı tarama ve hareket örüntüleri, onların da gerçek dünyayı kendilerinin en iyi modeli olarak kulla­ nıyor olabileceklerini ve başlama ve durma örüntülerinin algıyla eylem arasındaki yakından kenetlenmeyle belirleniyor olabilece­ ğini düşündürüyor. Daha önce gördüğümüz gibi, göz hareketlerini vücut hareketi derecelerine bağlayan servomotor mekanizma ne­ deniyle, örümcek için yatay bir yolda kesinti algılamak, eşzamanlı olarak bir yön değiştirme eylemiydi. Brooks'un robotları gibi, bu da bizi içsel bir bilişsel "planlama" işlemi öngörmeye gerek kal­ madığı sonucuna götürmüştü; örümcekler çevreyi tarayıp, dönüp, ilerledikçe, çevreyi tarayıp, dönüp, ilerledikçe adım adım kendile­ rini ava götüren yaklaşık bir yol buluyorlardı.

Gevşek Bir Şekilde Kenetlenmiş Paralel Süreçler Brooks'un robotlarının kullandığı türden kapsama mimarisi çe­ şitleri, daha geniş bir anlamda "gevşek bir şekilde kenetlenmiş paralel süreçler" olarak da tanımlanabilir.18 Bunlar, birbiri ardı­ 17 Brooks (1999). 18 Pfeifer ve Bongard (2007). 204

EYLEMDEKİ DÜNYA

na gerçekleşen (yani dünyanın hissedildiği, onun içsel temsilinin oluşturulduğu, ne yapılacağının planlandığı, sonra da eyleme ge­ çilen) bağımsız bir dizi işlem değil; bunun yerine robota ait farklı modül ve katmanlar yalnızca çevre aracılığıyla "gevşek" bir eşgü­ düm içine giriyorlar ve birbirleriyle hesaplamayı temel alan içsel bir süreç aracılığıyla bağ kurmuyorlar. Peki bununla ne demek istiyoruz? Hayvan davranışlarının eşgüdümü içsel olarak hayvan tarafından değil de, dışsal olarak çevre tarafından nasıl sağlana­ bilir? Kuşkusuz, bu soruyu sorduğumuz anda, organizma ve çev­ renin iç içe geçtiğini ve bunun sonucunda "birlikte tanımlanması" gerektiğini düşünmek yerine, bir kez daha bu ikisini birbirinden bütünüyle ayrı oluşumlar olarak ele alma yaklaşımının tuzağına düşmüş oluyoruz. Düştüğümüz bu tuzak nedeniyle de böyle şaşı­ rıyoruz. Oysa derinin (ya da göreceğimiz gibi dış kabuğun) o kadar da önemli bir sınır olmadığını kabul ettiğimiz anda, hayvanla çev­ resini karşılıklılık çerçevesinde düşünmeyi çok daha doğal say­ maya başlayacağız.

Tempoya Uyma Cadı çekirgeleri gibi canlılarda her bir bacağın birbirinden ba­ ğımsız ve özerk bir şekilde kontrol edildiği ve göründüğü kada­ rıyla böceğin beyninde bu bacakların hareketlerini kontrol eden bir merkez olmadığı eskiden beri bilinir. Ama beynin herhangi bir bacağın ne yaptığını "bilmesi" mümkün değilse, bacakların da diğer bacakların ne yaptığından hiç "haberi" yoksa nasıl oluyor da bu böcek devrilmiyor ya da hareketsiz kalmıyor ve şu ya da bu şekilde eşgüdümlü bir şekilde bacaklarını hareket ettirebili­ yor? İşte "gevşek kenetlenme" burada işin içine giriyor. Bacaklar çevreyle etkileşime giriş tarzları sayesinde eşgüdüm sağlıyorlar.19 örneğin bedeni ilerletmek için gerekli kuvveti oluşturmak üzere bir bacak geriye çekildiğinde, bu otomatik olarak ve eşzamanlı bir şekilde diğer bacaklardaki bütün açıların da değişmesine neden oluyor (robot Puppy örneğini hatırlayın). Bunun ardından beden öne hareket edince, otomatik olarak bütün bacaklar öne çekiliyor ve eklem açıları buna bir kez daha gerektiği gibi uyum yapıyor. 19 Cruse (1990). 205

BEYNİN ÖTESİ

Dolayısıyla böcek eklem açılarındaki bu kaçınılmaz değişik­ liklerden yararlanıyor ve ayakların anında eşgüdüme girmesi sağlanabiliyor: bütün bacaklar çevreyle hep birlikte ve aynı anda etkileşime girdikleri için, genel bir iletişime ulaşılabiliyor. Böce­ ğin içinde sinirsel bağlantılar olmasına gerek kalmıyor. Çevrenin yapısından ve bunun eklem açılan üzerindeki etkisinden yarar­ lanmak, böceğin içine bacak hareketlerini kontrol eden karmaşık bir sinir ağı yerleştirmekten hem daha ucuz, hem de daha verimli. Aynı şekilde, tavşanın olfaktör soğanındaki nöronların da çevrey­ le gevşek bir kenetlenme içinde olduğunu ileri sürebiliriz: tavşa­ nın çevresinde anlamlı belli bir kokunun bulunması aracılığıyla nöronlar aralarında "işbirliği" yapıyorlar ve belli bir çekici duru­ ma yerleşiyorlar. Çevre aracılığıyla gevşek kenetlenme hayvanlar arasında öz­ gül herhangi bir bilişsel davranış kontrolüne olan gereksinimin azalmasına da yardım edebilir. Sıçan yavrularım düşünün örne­ ğin. Yaşamın ilk başlarında sıçan yavrulan tüysüz ve pembedir ve vücut ısılannı gerektiği gibi düzenleyemezler. Anneleri gidince yavrular farklı şekillerde bir araya toplanarak, vücut sıcaklıklanndaki düşüşü telafi etmeye çalışırlar. Yıllarım bütün aynntılanyla bu davranışlan araştırmaya hasreden nörobiyolog Jeff Alberts, yavruların karmaşık davranışlarının aslında az sayıda çok basit kurala dayandığı sonucuna vardı. Göründüğü kadanyla 7 günlüğe kadar sıçan yavrulan için kurallar "Dik bir yüzeyle te­ masta kal"20 (bu da duvan izlemeye ya da "tigmotaksi" adı verilen dokunsal yönelmeye yol açıyordu) ve "Sıcak nesnelere doğru ha­ reket et" idi. Yaşamın 7. ve 10. günleri arasmda sanki üçüncü bir kural devreye giriyordu: "Yuvadaki diğerleri ne yapıyorsa sen de onu yap" (yani onlar aktifse sen de aktifleş; onlar hareketsizse sen de hareketsiz kal).21Alberts ve doktora sonrası eğitimdeki yardım­ cısı Jeff Schank sıçan yavrusuyla benzeştirilen çubuklarla ger­ çekleştirdikleri bilgisayar simülasyonlannda, ilk iki kurala göre hareket ettirilen çubuklann aynen 7 günlük yavrular gibi davran20 Daha önce Portia örümceği örneğinde ve bu bölümdeki diğer örneklerde sö­ zünü ettiğimiz gibi, kuralın hayvanın kafasının içinde bu biçimde var ol­ duğunu hayal etmek gerekmez. Bu yalnızca durumu bizim dışarıdan nasıl gördüğümüz. 21 Bu çalışmanın incelemesi için bkz. Alberts (2007). 206

EYLEMDEKİ DÜNYA

diklannı, simülasyona üçüncü kural eklendiğinde de 10 günlük yavrular gibi hareket ettiklerini gösterdiler.22 On günlükten küçük sıçan yavrularında gözlemlenen eşgüdümlü hareketlerin çevreyle etkileşim yoluyla gerçekleştiği, bütün sıçan yavrularının aynı ba­ s it‘‘kurallara" uydukları ve bunun sonucunda çevrede başka sıçan yavrulan da olduğunu hiçbir şekilde fark etmeksizin bir araya toplandıklan anlaşılıyor. Bilgisayar simülasyonlan yerine "robot sıçanlar" kullanıldı­ ğında, gevşek kenetlenmeye ilişkin bu fikirler daha da güçlü bir şekilde sergileniyor. Bunlar biraz sivri uçlu oyuncak arabalara benzeyen çok basit sıçan yavrusu taklitleri (gerçek sıçandaki gibi öndeki uç sivri). Bizim bakış açımızdan daha da ilginci, bir deney­ de robot sıçanlara bütünüyle rastgele kontrol mimarisi uygulan­ mış, yani robotlar hiçbir kuralla yapılandırılmamış.23Yine de bir alanda serbest bırakıldıklarında gösterdikleri bir araya toplanma davranışının, 7 ya da 10 günlük sıçan yavrularının davranışlarına benzediği ya da bu ikisinin ortasında yer aldığı görülüyor ve so nuçlar aynen "kuralların" izlendiği simülasyonlarda ortaya çıkan görüntülere benziyor.24 Araştırmacılar robotların davranışlarına biraz daha yakından baktıkları zaman, davranışlar arasındaki eşgüdümün çevreyle etkileşim yoluyla gerçekleştiğini fark et­ tiklerini bildiriyorlar. Robot duvarla temas ettiğinde, öne doğru incelen burnu duvar boyunca kaymasına neden oluyor, robotun duvarla temas ettiği açı da gidiş yönünü belirliyor. Bu temasla (robotu duvardan uzaklaştıracak) diğer hareket türlerinin seçilme olasılığı sınırlanıyor, bu da duvar kenarım izleme davranışına yol açıyor. Robot alanın köşesine rastlarsa, hareket kabiliyeti daha da sınırlanıyor: bu durumda geriye doğru gitmek tek seçenek olu­ yor. Diğer robot sıçanlar rastgele hareket sırasında köşeye sıkış­ mış bu robotla temas ettiklerinde geriye doğru hareket olanağı da kısıtlanıyor. Diğer robotlar onu yanlardan sıkıştırdıkça, gerçek sıçan yavrularında görülen klasik "bir araya toplanma" ve "köşele­ re saklanma" davranışları öngörülmeksizin ortaya çıkıyor. Bu de­ neyde sıçanlardan hiçbirinin böyle bir araya toplanma şeklinde 22 Schank ve Alberts (1997); Schank ve Alberts (2000). 23 May vd. (2006). 24 May vd. (2006). 207

BEYNİN ÖTESİ

bir hedefi olmadığı açık; eşgüdüm çevreyle etkileşim sonucunda sağlamyor. Tabii bunun gerçek sıçan yavrularında yalnızca rastgele bir mi­ mari bulunduğu anlamına gelmediğini, ayrıca araştırmacıların çabşmada bunu göstermeyi amaçlamadıklarını gözden kaçırmamak son derece önemli. Bununla birlikte, bu çalışma sıçan yavrularının ayırt edici davranışlarım sergilemek için özel olarak bu işe ayrılmış duyu-motor bir rutinle ya da özgül bir sinirsel işlemciyle donatıl­ malarına gerek olmadığım ortaya koyuyor: sıçan yavrularının özel "kurallarla" "programlanması" gerekmiyor. Çevreyle etkileşim saye­ sinde gerçekleşen gevşek kenetlenmenin gerçekçi davranışların or­ taya çıkması için yeterli olduğu görülüyor. Ayrıca en önemli nokta da gevşek kenetlenmenin bedenlerin yapışma bağımlı olması; tek başına çevre kenetlenmeye yol açamıyor, bunun için hayvanın da doğru şekilde "düzenlenmiş" olması gerekiyor. Araştırmacılar du­ varı izleme ve bir araya toplanma davranışlımı ortaya çıkması için sivri uçlu robotlar kullanılmasının zorunlu olduğunu ve robot dav­ ranışlarının gerçek sıçanlarla eşleşmediği durumlarda da, bunun gerçek sıçan bedenleri ortadan bükülebilirken robotlarda bunun mümkün olmamasına bağlı olduğunu bildiriyorlar. Didabotlara geri dönersek, benzer bir etki gözlemleyebiliriz. Hatırlarsanız, nesneleri saptayan sensörler didabotun iki yanına belli bir açıyla yerleştirilmişti. Bu da onların yanlarındaki nesne­ lerden kaçınmalarını, buna karşılık önlerindeki nesneleri ileriye doğru itmelerini sağlıyordu. Didabotların bedeninde değişiklik yapılarak sensörlerden birinin doğrudan ileriye bakacak şekilde yerleştirilmesi durumunda, robotların davranışının bütünüyle değiştiği bildiriliyor. Artık önlerinde bir engelle karşılaştıkların­ da onu itmek yerine, ondan kaçınıyorlar. İtme davranışı gerçek­ leşmeyince de kümeler oluşturma da gerçekleşmiyor. Program­ landıkları tek "kural" değişmeden aynen kaldığı hâlde, sensörlerin konumlamşını değiştirmek alandaki görünür davranış "hedefleri­ nin" değişmesine neden oluyor. Kaçınılmaz bir şekilde bütün bu durumlarda -böcek yürüyüşü, yavruların bir araya toplanması ve didabotların nesne kümeleri oluşturmaları- belli bir beden biçi­ mi çevreyle etkileşime girerek uyumlu ve çok etkili davranışların öngörülmeksizin ortaya çıkmasına neden oluyor. 208

EYLEMDEKİ DÜNYA

Beynin Yükünü Hafifletmek Bedeninizde en bilge bilgeliğinizde olduğundan daha çok us vardır. - F r ie d r ic h N ie tz sc h e

Günümüzde robotik ve yapay yaşam dünyasında bilişsel süreç­ lerin maliyetini düşürmek için bedenin nasıl kullanılabileceği sorusu yoğun bir şekilde araştırılan bir konu. Bu tartışma Watt regülatörü örneğimizde üzerinde durduğumuz ilkeler arasında yer alan, gerçek yaşamdaki fiziksel kısıtlamaların bazı durumlar­ da engel olmaktan çıkıp bir avantaja dönüşmesi konusunu yeni­ den gündeme getiriyor ve karmaşık davranışlar ortaya çıkarmak için bütün meselenin beyinden ibaret olduğu düşüncesinin bir hata olduğunu bir kez daha vurguluyor: beden tek başına beyin tarafından taşınacak yükün (hem eneıji maliyeti açısından hem de bilişsel maliyet açısından) "dağıtılarak hafifletilmesine" pekâlâ yardım edebilir. Bacaklarımızı ele alalım örneğin. Salınarak yürüyen bacakları­ mızın hareketleri beynimizden kaslarımıza taşman, sonra da geri götürülen sinyaller aracılığıyla kontrol edilmez, yerçekimi, sür­ tünme ve momentum yardımıyla "pasif' olarak gerçekleşir. Bu il­ keyi bir örnekle açıklamaya yardım eden, "pasif dinamik yürüyen bacaklar" adı verilen hoş mekanizmalar var.25 Bunlar eğimli bir yolda insan yürüyüşüne çok benzeyen bir tarzda yürüyebiliyor­ lar, oysa bunların hiçbir sensörü ya da motoru ya da yerçekimi dışında herhangi bir kontrol sistemi yok.26 Bir araştırmacı gru­ bunun sözleriyle, bunlar "yürüyen robotların planörleri."27 Sarkaç tarzında bir hareketi güvence altına almak için doğru bir şekilde yapılandırıldığı ve ayaklar yay gibi yeterince esnek olduğu süre­ ce, bu bacaklar eğimli bir zeminde yalnızca yerçekiminin etkisiyle ilerleyebiliyor. Kuşkusuz eğim yoksa bu bacaklar hareket edemi­ yor ve olduğu yerde kalıyor. Geçtiğimiz dönemde, bir araştırmacı ekibi pasif yürüyen bacaklar mimarisi temelinde, ayak bileklerine 25 McGeer (1990). 26 En gelişmiş pasif yürüteçlerden birini hareket hâlinde görmek için bkz. http://ruina.tam.comell.edu/hplab/downloads/movies/Steve_angle.mov. 27 Collins vd. (2001). 209

BEYNİN ÖTESİ

ve kalçalara yerleştirilen küçük güç kaynaklarıyla düz zeminde yürümesi sağlanan 2 bacaklı bir robot inşa etti. Bu robotlar pa­ sif yürüyen bacaklarla aynı canlı yürüyüşü gerçekleştirerek, yü­ rüyüşün yerçekiminin güç kaynağı olarak kullanılmasına bağımlı olmadığını ve ekonomik hareketler elde etmeye olanak veren be­ lirleyici faktörün doğru türde bir morfoloji olduğunu ortaya koyu­ yor: bu 2 bacaklı (bipedal) robotların yürüyüş verimliliği yaklaşık olarak insanınkiyle aynı, buna karşılık Honda'mn (karmaşık biı kontrol mimarisi ve çok sayıda motoru olan) insansı Asimo ro­ botu yürüyen bir insanın yaklaşık on katı eneıji harcıyor.28 Pasif dinamik yürüyen bacaklar -ve kuzenleri bipedal robotlar- doğru materyal kullanma ve çevrenin (yerçekimi gibi) güvenilir özellik­ lerinden yararlanma yoluyla davranışın beyni temel alan maliye­ tinin düşürülebileceğini gösteren mükemmel örnekler. Dizlerimiz de özgül sinirsel kontrol gerektirebilecek durum­ larda beden parçalannın fiziksel ve mekanik özelliklerinin işe yaradığını gösteren bu türden "morfolojik hesaplama' örneklerin­ den birini oluşturuyor29 (tahmin edeceğiniz gibi, aslında bu terimi sevmediğimi itiraf etmek zorundayım, çünkü bu bütün bilişsel sü­ reçlerin hesaplama işlemleri olduğunu ve bu "hesaplama" işlem­ lerinin bir bölümünü bedenin yaptığım ima ediyor, oysa böyle bir şey hiç söz konusu değil). Biyomekanik terimleriyle ifade edersek, kas-tendon sistemlerimiz yay gibi elastik yapılar (ve bu hayvan­ larda da geçerli; Puppy robotlarında yaylar kullanılması hiç de rastlantı değil). Ayaklarımız yere bastığında, diz hareketlerimiz beynimiz ya da omuriliğimiz tarafından kontrol edilmiyor, bu iş­ lem basitçe bacaklarımızın mekanik özellikleriyle gerçekleşiyor. Merkezi sinir sistemi yalmzca kaslarımızın elastiklik derecesini ayarlamada devreye giriyor (yürüme ya da koşma sırasında bunun farklı olması gerekiyor). Dizler kendi başlarına geri kalanın üste­ sinden gelebiliyorlar, bu da (hiç değilse kısmen) engebeli zemin­ lerde bile nasıl böyle hızlı ve kolay hareket edebildiğimizi açıkhyor.30Biz insanlar sert sarsak adımlarla hareket eden ve eklemleri 28

Collins vd. (2005). Bu bulgular kararlı durumdaki insan yürüyüşünün de si­ nir sitemimizin motor kontrolünden çok, pekâlâ anatomimize bağlı olabile­ ceğini düşündürüyor.

29 Pfeifer ve Bongard (2007). 30 Pfeifer ve Bongard (2007).

210

EttEMDE'En

BEYNİN ÖTESİ Beden ve Çevre, Hayvan ve İnsan Zihnini Nasıl Şekillendirir Hayvanat bahçesindeki bir şempanze yıllardır her sabah taş toplayıp, gün bo­ yunca heyecanlı ve saldırgan bir ruh haliyle bunları ziyaretçilere fırlatıyorsa, üs­ telik bu taşları ihtiyaç duyacağı zamandan önce, sakince, kararlılıkla ve sistem­ li bir şekilde depolamışsa, bu davranış biçimi geleceği planlama anlamına mı gelir? Hayvanlar biz insanlar gibi gelişmiş bir bilinç biçimine ve bizimkine çok benzeyen bir "iç dünyaya" sahip olabilir mi? Onların (ve bizlerin) bilişsel kapasi­ teleri nelerdir? Beynimiz nasıl evrimleşti? Bu süreçte çevreyle nasıl etkileşti? Bu ve buna benzer sorulara yanıt arayan psikolog Louise Barrett insanbiçimci bakış açısı tuzağına düşmeden, günümüzde psikolojinin ve nörobilimin ulaştığı son noktaları aktarıyor. Yazar kitabında kaos kuramlarıyla son nörobilimsel bulguları birleştirerek 600 milyon yılı aşkın bir süre içinde evrilen insan ve hayvan beynine ışık tutuyor. Zihnin sadece beyinden ibaret olmadığını öne süren Barrett, biliş ve davranış süreçlerini, "bedenlenmiş" bir yaklaşımla araştırmanın aklı kavmamızı nasıl genişlettiğini ve zenginleştirdiğini vurguladıktan sonra, beden ve çevre "zihin" dediğimiz şeyin bileşenlerinden biriyse, nasıl oluyor da farklı türde be­ denleri olan ve farklı çevrelerde yaşayan diğer hayvanların, onlara insan benzeri zihinsel durumlar atfedebilmemize izin verecek kadar bizimkine benzer şekilde akıl yürüttüklerini inceliyor. "Barrett'in bu harika kitabı, bilişsel evrimi inceleyen gelecek kuşak bilim insanla­ rına bir aydınlatma feneri olacaktır." -Daniel J. Povinelli, Humarı Ethology Buİletin "Hem felsefi hem de bilimsel olarak zengin bir kitap bulmak oldukça zordur. Bu kitabı hem genel okurlara hem de üniversite öğrencilerine tavsiye ederim." -Roy Sugarman, Metapsychology "Beynin Ötesi hem eğlenceli hem de öğretici bir kitap. Aynı zamanda çok sağlam argümanlara sahip. Bilişsel bilimciler için vazgeçilmez bir kaynak olacak." -Mirko Farina, Phenomenology and CognitiveSciences