129 77 8MB
Turkish Pages 434 [438] Year 2022
Ebubekir Eroğlu
Çalkantı
ve
Dalga
Çalkantı
ve
Dalga' da
birbirini takip eden düşünce
lerde boyutları derin, devinimleri zinde ve atak, perspektifi geniş bir düşünce dünyası ortaya çıkı yor. Ebubekir Eroğlu, şiirdeki ustalığını bu kez dü şünce yazılarında da yansıtıyor. Ele alınan konu her ne olursa olsun uzun bir süre tembelliğe itilmiş toplumun tepki ve reflekslerini ustalıkla sorgulu yor. Tarihsel olarak daimi bir sürüklenmenin ve savrulmanın olduğu bir iklimde Eroğlu, alışılmış kalıpların ötesine geçiyor. Örnek ve kıyaslamaları, dil zenginliği, duygu ve mantık kabiliyetiyle ideal dengeyi yakalıyor. Tıpkı usta deneme yazarlarında görüleceği üzere (Valery, Unamuno veya Camus) yüzyıllar içinde ve kalabalıklar arasında benliğin biricik sesi duyulabiliyor. "Bu kitap, hayatı yorumlamaya imkan veren bazı bilgilere, ama aslında doğrudan müşahedenin im gelemimiz üzerinde bıraktığı izlenimlerin sonucun da, "Dalga" ve "Çalkantı" olarak nitelenmesi uy gun, tarihi ve toplumsal iki süreçte serbestçe zihin sel gezinti ve yoklamaların verimi olarak ortaya çıktı. Bu süreçlerden birine "Dalga" diyoruz. Uzak geç mişi tarih öncesine ve keşfedilmiş bilgilere bağla nan bu süreç, her insanın birey (şahıs) olarak yapı lanmasıyla birlikte gerçeklik kazanıyor ve bireyin ölçüsüne göre bilgi dünyamızda yeni baştan biçim leniyor. Dalga,
tarihsel dönemlerin ve insanlık
içinde uzun sürmüş hareketlerin buradaki adıdır. Büyük insanlık dalgasının simgesel izdüşümüdür."
F
E
L
S
E
F
E
1
Ebubekir Eroğlu
Çalkantı ve Dalga
Ebubekir Eroğlu
Çalkantı ve Dalga
OOGUBATl
©Tüm hakları Doğu Batı Yayınları'na aittir.
Yayına Hazırlayanlar Taşkın Takış Ufuk Coşkun
Kapak Tasarımı Harun Ak
Baskı Tarcan Matbaacılık 1. Basım: Timaş Yayınları, 2008 2. Basım: Doğu Batı Yayınları, Kasım 2022
Doğu Batı Yayınları Kültür Mah. Becerikli Sok. No: 20/5 Kızılay/Ankara Tel: O 312 425 68 64 - 425 68 65 www.dogubati.com ISBN: 978-625-8123-32-6 I Sertifika No: 48847 Doğu Batı Yayınları-376 Felsefe-101 Kapak Resmi: Uon Spilliaert, Vertigo, 1908.
Ebubekir Eroğlu 1950'de Malatya'da doğdu. İÜ Hukuk Fakültesi'ni bitirdi (1975); Yükse köğrenimini yaparken çalıştığı kamu kurumlarında daha sonra müfettiş ve müşavir olarak görevler aldı. Diriliş dergisinde 1969'dan başlayarak yayım ladığı şiir ve yazılarla adını duyurdu. Şiirleri, şiir üzerine yazıları ve kurucu larından olduğu Yönelişler dergisindeki (1981-1985: 43 sayı, 1990: 10 sayı) çabalarıyla, şiir atmosferinin açılım kazanmasına katkı sağlayanlardan biri oldu. İlk şiir Kitabı Kuşluk Saatleri 1974 yılında, düşünce alanındaki ilk kitabı Yenileme Bilinci 1988 yılında çıktı. Kayıplann Şarkısı adlı kitabıyla 1985'te şiir, Modem Türk Şiirinin Doğası adlı kitabıyla 1994'te Deneme, Geçmişin İçindeki Geçmiş adlı kitabıyla 2014'te düşünce dalında Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü, 2016 yılında Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle ve rilen Necip Fazıl Şiir ödülünü aldı. Bülent Ecevit Üniversitesi'nden fahri doktora payesi verilen yazar misafir öğretim görevlisi olarak üniversiteler de "metin şerhi" dersleri verdi.
Yapıtları: Şiir Kuşluk Saatleri (Yenisanat Yayını, 1974), Kayıplann Şarkısı (Bürde Yayını, 1984), Yınnidört Şiir (İz Yayıncılık, 1991), Şahitsiz Vakitler (Yapı Kredi Ya yınları, 1998), Beızah-Toplu Şiirler (Yapı Kredi Yayınları, 2001), Sınır Taşı (Yapı Kredi Yayınları, 2006), Sesli Haifler (Yapı Kredi Yayınları, 2011), İçkale (Yapı Kredi Yayınları, 2015), Bentler (Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2017), Açık Kaldıkça Defterim (2020).
Deneme, İnceleme Sezai Karakoç'un Şiiri (Bürde Yayını, 1981), Yenileme Bilinci (Nehir Yayı nevi, 1988), Sevap Defteri (İz Yayıncılık, 1992), Modem Türk Şiirinin Doğası (YKY, 1993), Sabit ve Değişken (İz Yayıncılık, 1994), Muğlak Ölçekli Ha rita (İz Yayıcılık, 1997), Kelimeler Çınladıkça (İnsan Yayınevi, 1997), Ha yat Mükemmel Değil (İnsan Yayınevi, 2000), Salınımlar (Sufi Kitap, 2005), Çalkantı ve Dalga (Timaş Yayınevi, 2008), Geçmişin İçindeki Geçmiş (Şi'r-i Kadim Üstüne deneme) (YKY, 2013).
Derleme-Yenileme Kitapları Genel Çizgileriyle İsla m/B Ahmed Naim (Çığır Yayınevi, 1975), Allahı İnkar Mümkün mü?/Filibeli Ahmed Hilmi (Çığır Yayınevi, 1977), Seçmeler/Ne .
cip Fazıl Kısakürek (YKY, 1993).
İÇİNDEKİLER
Giriş Yerine
........................................................................................
11
BİRİNCİ KİTAP
DALGA 1. "Ben" Olmak
.
........
Teklif İrade
........................ . . ........
.
...............................
......................................................................................
.
..........................................
.
..........
...........................
.
....
19 19 31
Beni Bütünleyen Öteki ......"..................................................... 41 Nasıl ve Niçin? ....................................................................... 60 il. İnsan Olmak
·········r · . . ········································· ···················
75
Birey Olacakken ..................................................................... 75 Geç Kalan Birey ..................................................................... 83 Dokusu Bulanık Birey ............................................................ 91 Medya İnsanı........................................................................ 103 111. Olgun Olmak
Olgunlaşma
.................................. .....................................
.......................
Öne Sürülenler
.
........
.
Hengame-i Fetret Geçip Giderse İnsan Olgunluğu iV. Algılanan Çevre
Mekanik Dünya
.......
..
.
. . ...
....
.........
........................................
........................................
Bir Günün Dışında Arzu
Doğal Dünya
................................
...........................................................
...... .......
.
.......... ...........................
.
.....
.
.........................
.
........................
.
...............
.............
...................................................................
........................
İnsan Yapımı Dünya Yaratılmış Dünya
.
...............................................
.....................................
..................
. . ...
.
.....
.......................
.
.
.................
....... ............
117 117 132 140 149 158 171 171 180 189 200
V. Asaletin Sahibi Asiller
.......................... . ..... .....................................
........................................... ........................................
211 211
İKİNCİ KİTAP
ÇALKANTI VI. Toplu Halde Geçinmek Özne Olarak İnsan
.....
.
......
.
......................................
..........
.
Demokraside Biçim Kazanma Demokrasinin Çıkış Yeri .. . . . ...
VII. Vicdanın Sınırında . .
............................................
........................
........................
....
.
....
.
...........
Hukuk; Biçimlerini Aştıkça . VIII. Bozulan ve Kurulan Düzen İki Hükmedici Zarar Hanesi
....
... .. ..
Zenginlik ve Kültür
.
.
.
...
......
.................................
.........
..............
. .
..................................
...
..........................
.. . . . .. .
......
..
.
.
.
. .. .
.
.
.........
........
...........................
Kültürel Erime
.. .
.
.
....
... .
.
......
.
....
.
..........
. . .... .
...
.. ... ... . . . .
.............
.
...
. . ...
...........
..
..
Suçsa Bizdedir . ... . . . .
.
.
....
.
.....
.
........
...
.
.....
.......
Müteferrika'nın Eseri
.
.....
..
.
.
.
....
.
.
.
........
........
......
..
....
.
..........
.....
.
.
.
... .. .. ..
..
.. . ...
....
..
..
.
...
.
.....
.
.. .
.....
......
.
.
.
..
.......
.
...
.
..
......
.
.....
..
..
.......
.......
....
. .. . ...
.
. . ..
....
.
332 340 346 352 365 365
. 381
.........
...
322
.
........
. .. .
313
.. 371
.............
.........
.. . .
...
.......
. .
279
. 305
.........
.. . .
.
268
...
....................
..
257
...
..........
.............
............
..............
..
246
.. . .. 305
.... .. ... . .. .
............
.............
...
.
....
. . . ...
.. .. . .
.
.
.. .
236
. . . . 279
.............
.............
..................
.. . .
Uluslararası Alanda Ses Olmak .
..
...
..........
Toplumun Dokusunu Önemsemek
.
. ... .
...................
.................................
Yanlış Bir Yatırım . ...
.
.........
................
......
.
....
........
..........
...........................
...
Boş Zaman Merakı
Parçalanma
.
..........
................................................
Yarış Devam Ediyor
Bir Şey Yap
.
.........
.
.
225
. 225
.......................................................................
Yaşam Kalitesi
IX. Altüst Oluş
.....
.........
..............................................
Demokraside Hareket Ve Durağanlık Ekonomik Demokrasi
.
....
...........................................................
392 396 404 409
SONUÇ OLARAK
ÇIKMA X. Ecinniler Ders Veriyor
Walpurgis Gecesi Mefısto Nerede? Sonuç Olarak
....................... . . . .. . . . . ............... . . . ........
............... ..................................................
...................................................................
...................................................................................
419 419 425 431
GİRİŞ YERİNE
Canlılığı anlatmak için yalın ve mükemmel bir hareketi seç mek zorunda kalsaydık;tercih edeceğimiz en iyi model "nefes almak'' olabilirdi. Nefesin kendisini tam karşıtı olan duruma bakarak tanımlamayız. Çünkü nefessizliği önlemek isteğiyle yaptığımız bir tercih değildir, nefes almamıza yol açan. Ne fes almanın yokluğu yaşamın dışında mümkün olabilir ancak. Nefes almakta olan kişi-nefessiz bir varlık olarak düşünemez kendisini, nefesi sonsuza dek kesilmiş olan da nefes almanın ne demek olduğunu algılayacak bilinçten mahrumdur. Kı sacası solunumun yollarında nefes ya vardır ya da yok. Buna mukabil, ister havanın bulduğu boşluklardan akciğerlerimize ağması, isterse bedenimizin bilinci bile işe karıştırmadan sahip olduğu çekim gücünün eseri olsun; devamlı olarak nefes alıp verdiğimizin farkına varıp bir anda heyecan duymak ile solu manın hiç farkında olmamak arasındaki ayırım canlı olduğu muzu hatırlatır bize. Tercihimiz, soluduğumuz havanın hiçbir engelle karşılaşmamasıdır. Bir de soluduğumuz atmosfer var; nefes alan varlığımızı çevrelemekle kalmıyor bu atmosfer, belleğimizi, imgelerin,
12 Çalkantı ve Dalga
biçimlerin, anlamlarını muhafaza ediyor. İçinde, bu anlamların yoğrulup biçim kazandığı dilimizi orada buluyoruz. İnsan, tek başına bir varlık olarak nefes alıp verişi ile toplumsal yapılanma içinde soluduğu manevi atmosferin bütünlük taşımasını ister. Sahip olduğu kimliğin bireyin rahatça nefes alması için yeterli olduğu kabul edilirse, onu çevreleyen anlamlar dünyası da baş kalarıyla birlikte soluduğu ve içinde yaşadığı toplumsal atmos fer sayılmalıdır. İnsan, engelsiz biçimde nefes almalı, kendisini çevreleyen atmosferdeki ilişkileri zahmetsiz olmalıdır. İnsanoğlu için iki türlü nefes olduğunu böylece ifade et miş oluyoruz. Birisi bireyin içinde ve devinim halinde, diğeri çevresindedir. "Çok uğraştın, gel bir nefes al!" dediğimiz kişiyi, her iki anlamda serbestçe soluyacağı bir atmosfere davet et miş oluruz. Bu kişi, çağrımıza uyarak bir süre keyfince vakit geçirdiğinde, hem alıp verdiği nefesin sıklığı normale döner hem de kendisini çevreleyen manevi atmosferle kurduğu ilişki dengesini bulur. Varoluşumuzun iki katmanda gözlemlenmesi mümkün: Nefes almak, sürekli, vazgeçilmez, dünya hallerine bakarak değişmez ve yaşadığımız sürece başkalaşmaz, hayati bir hare ketimizdir. Soluduğumuz hava, bedenimizin parçası olmadığı halde varlığımıza dahildir, havayı sıyırarak kendimizden ayıra mayız. Çünkü nefes alıp verişimiz can taşımayı ve canlı olarak kalmayı mümkün kılar. Bizi çevreleyen, sonuna son bulunamaz atmosfer var bir de; bu atmosfer, başkaları için dar iken bizim için kucaklanamaz ve sınırlarına ulaşılamaz nitelikte o.labilir. Soluduğumuz havayı barındırır bu atmosfer, toplumsallığa, birey olmaya adım attığımız, anlamsal olarak da içinde rahat etmek istediğimiz çevredir. Bu ortam rahatça nefes almamızın teminat altında bulunduğu yer olmalıdır. Eski şairlerin "leff ü neşr" dedikleri ve şiirlerinde başvurdu ğu bir sanat var. Nefes, ses, söz ve mana kelimelerinin sırasıy la dizildiği bir beyit ya da beyitler, bir dil uzluğunu ve anlam doluluğunu da taşıdıkları takdirde bu sanatın iyi bir örneğini
Giriş Yerine 1 3
verebilir. Hem de "düzenli leff ü neşir" dememiz lazım, çün kü bu örnekte kelime sıralaması olguların oluş sırasına denk geliyor. Nefes hiçbir engele takılmadan vücuda girer ve ora dan çıkar, ses onun çıkışındadır. Bu ikisi insanın tekil varlı ğıyla, canlı haliyle ilgili. Nefes almak ve nefesin sesli olarak dışarı çıkması için başkalarının varlığı gerekmiyor, doğal varlık anlamında insan olmak yeterli oluyor. Sonraki iki kelimenin gelmesiyle birlikte, salt canlı oluşumuza, tekil varlığımıza top lumsallık ekleniyor, soluduğumuz atmosfer devreye giriyor. Nefes ve onun sonucu olan ses tek yanlı olduğu halde, söz ve anlam başkalarıyla birlikte oluşturduğumuz ve paylaştığımız atmosferin içindedir ve onun parçasıdır. Sözün dışlaşması baş kalarının varlığıyla gerekçelenir, aldığımız nefes de bu alanda var olur ve hareket eder. Canlı olduğumuzun nihai belirtisi durumundaki nefes alma özgürlüğümüze paha biçilmez, var ya da yok oluşumuz onunla kaimdir çünkü. Başkalarıyla aynı atmosferi paylaşmak, iletişim kurup anlaşacağımız anlamlar dünyasına birlikte sahip olmak ve soluduğumuz hava içinde özgürce barınmak da varoluşu muzun birer gösterenidir. Bu nedenle, insanın toplumsallığa yazgılı bir varlık oluşu, salt can sahibi olmamız kadar, kavra mamız gereken bir dulJ.lmdur. İçinde yaşadığımız anlamlar dan kurulu dünya, toplum olarak soluduğumuz atmosfer, yani "Kendi Gök Kubbemiz" yalnız bugünü değil, algıladığımız ölçüde bugünün içindeki tarihi de ihtiva eder. İnsanın şahıs ve özne olması, insanlık içinde dört yanı ile kainatın ahengi içindeki konumu, bilen bir bilince oturmuş varolma halidir. * * *
Bu kitap, gerçekte bir kitabın iki ana bölümü sayılması da mümkün, iki ayrı kitap ve bir çıkma'dan oluşuyor. "Çıkma", bütün süreçleri kapsayan ama şekillenmiş son halini belirt meye çalıştığımız toplu görünüme ilişkin nottur; esas olanın hareketine, düşlerine, aklına ve ruhuna ışık tutar. Çıkma bir
14 Çalkantı ve Dalga
bakıma, derkenardır. Birey (şahıs), rastgele değil, imgelemini dolduran çok yönlü ilişkilerdeki gelişmenin eşliğinde oluşur ve her zaman göründüğünden ve hakkındaki tanımlardan daha karmaşıktır. Tanınması ve çözümlenmesi amacıyla pek çok yönüyle ele alınabilir bu karmaşık varlık. Bu bağlamda hiç bir yöntem, doğrudan müşahedenin yerini tutamaz. Bu kitap, hayatı yorumlamaya imkan veren bazı bilgilere, ama aslında doğrudan müşahedenin imgelemimiz üzerinde bıraktığı izle nimlerin sonucunda, "Dalga" ve "Çalkantı" olarak nitelenmesi uygun, tarihi ve toplumsal iki süreçte serbestçe zihinsel gezinti ve yoklamaların verimi olarak ortaya çıktı. Bu süreçlerden birine "Dalga" diyoruz. Uzak geçmişi tarih öncesine ve keşfedilmiş bilgilere bağlanan bu süreç, her insa nın birey (şahıs) olarak yapılanmasıyla birlikte gerçeklik kaza nıyor ve bireyin ölçüsüne göre bilgi dünyamızda yenibaştan bi çimleniyor. Dalga, tarihsel dönemlerin ve insanlık içinde uzun sürmüş hareketlerin buradaki adıdır. Büyük insanlık dalgasının simgesel izdüşümüdür. Toplumların başlangıcından beri, için de şahsın (tekil insanın) oluştuğu ve insanlığın sürekli olarak etkisi altında bulunduğu büyük dalgada, var olma duygusu, akılla tartmadan önce duygu halinde algılanan bilinç, hayal kurma, zihin, irade, kendilik bilinci, kimlik, ben-odaklılık, ya ratıcının inandığımız ve hissettiğimiz varlığı, ona karşı duydu ğumuz sorumluluk, bütünüyle iç alem ve imgelemin hazinesi katındaki her şey yer almaktadır. Nefes almakta özlü simgesi ni bulan süreç her canlıyı ilgilendiriyor, varlık algısı bu süreci algılamakla başlıyor. Tarihsel dönemlerin başlaması ve sona ermesiyle, beşeriyetin dünyasında uzun sürmüş hareketlerin uzaktan görünümüne, "Dalga'' başlığı altında göz atıyoruz. "Çalkantı" olarak adlandırmayı uygun gördüğümüz süreç, insana, esas itibarıyla toplumsallığını odağa alarak yaklaştığı mız ve tek başına insan varlığından ziyade, karakterini, bütün türleriyle örgütlenmenin zihinleri meşgul ettiği olaylar zinci rinde bulan zaman aralıklarıdır. İnsanlar arasında ortak ve
Giriş Yerine 15
kişisel imgelemi besleyen, zihinleri hem dolduran hem işgal eden bu sürece ilişkin değişkenler kitabın ikinci bölümünün başlıca konusu oldu. Demokrasi ve hukuk, bireyselden çok or taklaşa nitelikleri ve gayrişahsi yapıları dolayısıyla ilk kitapta ele aldığımız konulara bakışla biraz ayrıksı durabilir. Gerçek te, kendisine, içinde yaşadığı topluma ve imgelemini dolduran çevreye bakan her kişi bu ögelerin tümünü aynı çerçevede algı lıyor ve kişiliğinin bölünmesini istemiyor. Birey, toplum gene line bakışla biricik olmakla yani kendini başkalarından ayırma gereğiyle tanımlanabilir, ama bireyleşmenin bedelinin içinde yaşadığı düzene ve topluma karşı kıyasıya bir varolma mücade lesi olması, herhalde arzu edilir bir toplum yapısını göstermez. Bir toplum, birey olarak bireyin, kendisinin içinde gelişeceği ve olgunlaşacağı bir seviyeyi niçin hedeflemesin, hukuku iç selleştirmenin ve bir hukuk düzeni kurmanın özlemini niçin duymasın? Bireyler, "görünmek" ve "olmak'' karşıtlığınının esiri olmayacakları bir toplumu oluşturmak üzere, kendi vicdanla rından başlayarak niçin yola çıkmasın? İnsanın toplumsallığı nın ve birarada geçinip gitmenin şartlarını oluşturma isteğinin devamlılığı karşısında, şahsi ve gayrişahsi yapılanmaların bira rada ele alınması uygundu. Buna göre, varlıkların tekil olarak algılanması ile örgütlenme ve düzen kurma şartlarını birbirin den ayırarak ama yan yana ele almalıydık. Toplumun esenliğini düşünürken insanın doğasından gelen iyiliğe sahip çıkan, ru hunun gücüyle ayakta duran ve özgürlüğüne özen gösterenle rin aynı kanaatte olduğunu düşünüyorum. Yakınlık ve sıcaklık ölmez ama kaybolur İnsan doğasının vahşet elinde kalmasıyla Ebubekir Eroğlu 15 Eylül 2008
BİRİNCİ KİTAP
DALGA
Birinci Bölüm
"BEN" OLMAK
TEKLİF 1
Dünyada olup bitenleri izlemek öğreticidir. Göz devamlı bak mada, kulak.hep dinlemede. Bakmanın ve dinlemenin haki ki izlemeye dönüşmesi ve izlemenin öğretici niteliğinin açığa çıkıp işlerlik kazanması, görmeyi ve dinlemeyi bize sağlayan organlarımızın olağan işlevine bilincin eklenmesine bağlıdır. Gerçekte kendiliğinden var olanın hislere sıçramasıyla oluyor bu eklenme. Göz, görür: Gözün bakışına dahil olmakla onu nazar etmeye çeviren bilinç, dinleyen kulağı işitmeye aldığın da, dünyada olanları izlemenin doğal sonuçlarından biri olan öğretici işlev ortaya çıkıyor. Olgular hakkındaki genel bilgi sa dece bilgilerin zinciri olarak zihnimizin bir köşesinde yığılıp kalmaz; sahih meraklarımız, bizi, olguların temelinde yatan ya da olguların bir bölümünün ortak noktalarında bulunan sabit bağlantılara yöneltir. Bilimde bu bağlantılar kurallardır. Bilim de bulguların bilgisinden kurallara varılabilir. Olup bitenlerin izleyicisi olmak gizlice eğitir melekelerimizi. Ama olup bitenler ve her türlü mevcut oluş, bize (bir şey öğrenme amacıyla onları izlemeksizin de) kendiliğinden bir
20 Çalkantı ve Dalga
şey iletiyor, bilincimizi besliyor. Şu dünyada varolmanın ya da insanın kendisini şu dünyada bir mevcudiyet olarak bulması nın söylediği bir şey vardır. Olaylara ilişkin bilgiyi darmada ğınık gören biri bile kayıtsız kalamaz varoluşun söylediğine. Üstelik çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalması değişimden muaf tutmuyor hiç kimseyi. Bir insanın kendisini özerklik kazanmış mevcudiyet olarak hissetmesi, varlıklar arasında bir biçimlenmeye görünürlük sağlamakla kalmayıp bilince anlam yüklüyor, onu bir teklifin muhatabı haline getiriyor. Yani insan var olmakla bir teklife muhatap olduğunu, şu dünyada olup bitenleri gözlemekle de anlıyor, hissediyor. Bu hissin uyanması, teklif konusunun herhangi bir kişi tarafından dile getirilmesi şartına bağlı değildir. Rüzgardaki hareket, nasıl varlığının ge rektirmesi ise muhatap olduğumuz teklif, bilincin doğal işlevi nin harekete geçmesiyle kendiliğinden hissedilir. "Teklif" kelimesi ve teklif üzerinde odaklanmanın çağrış tırdıkları, bir zamanlar durup dururken zihnimi meşgul etti. "Külfet" ile akraba kavramlarla uzun süre uğraştım. Teklifin kendiliğinden, insana ağırlık yükleyen bir tarafı bulunmakta. Varoluşu başka varlıklar üzerinde tasarlayarak anlamaya çalış tığınız zaman bile, kendinizden başlayarak hissedersiniz. Bir yükün varlığını sadece hissetmek bile onu yüklenmek için ye terli gerekçe olabiliyor. Anlamı yüklenmiş olmak sahip oldu ğumuz bilincin niteliğidir artık. Peki, yük nereden hasıl olu yor? Bu yük kimin üzerine bir ağırlık olarak gelebilir? Teklif, herkes için ağırlık getiriyor ise, bu ağırlığı hissedeni hissetme yenden hangi değer hükmüyle ayıracağız? Görüntülerin söyle diğini duymazdan gelen, hiç üstüne almayan, kim olabilir? Ve yüklenmişlik duygusu, sonsuza kadar onları yoklamaz mı? En çok da teklif'in bu, ağırlık getiren tarafıyla boğuşup durmuştur insanoğlunun zihni. Deyimin çıplak anlamına aykırı görünse bile diyebilirim ki; teklif varoluşun algılanması anlamında, bi linç katına yükselmeden, dile gelme arzusuyla dolup boşalma-
"Ben" Olmak 21
dan, dudaktan dökülen bir kelimeye dönüşmeden de sorumlu insanın zihninde "vird-i zeban'' ya da söylenir olmuştur. Bir zamanlar diyorum; "Teklif" başlığını taşıyan şiiri ya zıncaya kadar zihnimin vird-i zebanı bir düşünce değil; yo ğunlaşmış ve açıklık kazanmak isteyen bir duygu yumağı idi. Şiiri yazdıktan sonra duygu sönümlenmedi, yumağı çözüldü, uzayıp gittikçe zenginleşen bir düşünce zinciri çıktı içinden. Görüntülerin söylediğini olgular da söylemeye başladı. Var olmanın ve var olduğunu hissetmenin bilincimizde uyandırdığı teklif, muhatap olma katında görmekle bizi özne kılıyor. Buna bağlı olarak dünyadaki gerçek ya da hayali gö rüntüleri sözsüz biçimlerde üstümüze salıyor. Canlılık hali nin, doğumun, yaşamanın, ölümün ve bütün bunların birarada bulunmasıyla sorumluluk doğuran izlenimler, varoluşumuzun esaslı parçası olan nefes gibi ağırlık olarak gelen teklifi önü müze koyuyor. İnsanın mahremine yönelen teklif öyle bir olgudur ki, ona muhatap olan insan ister kabul ister ret nazarıyla baksın; ken disinin üzerinde bir değişiklik meydana geliyor. Muhatabın ilgisiz kalması da ilgilenmesi de bir değişikliğin husule geldiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. İnsan, varolmakla bir teklifle karşı karşıyadır. Teklifin muhatabıdır. Hayatın akışı içinde cid di bir teklife muhatap olan kişi, dönüp kendine baksın; o gö recektir ki, kendisinin tutumundan bağımsız olarak, söz konu su teklifle karşılaşmadan önceki durumdan başka bir duruma geçmiştir. Teklif özünde "nötr", bağlantısız ve geçişsiz olabilir, ama muhatap, nötr durumda görülemez. Onun, teklif karşı sında "nötr" konumunda kalması imkansızdır. Teklife muha tap olan kişinin değişmesi imkansız konumda bulunması, tek başına tarafsız olabilecek teklifin nötr görünmesini engelliyor. Teklif bir ağırlık olarak geliyorsa, muhatabın bu ağırlığı kar şılayacak bir cevabı olması gerekir. Yoksa bir dengesizlik çıkar ortaya. Muhatabın, tekliften önceki durumunu bir denge hali sayıyorsak, teklif ile birlikte bu dengenin bozulduğunu kabul
22 Çalkantı ve Dalga
etmek durumundayız. İnsan, teklife muhatap olduğunu hisset tiği andan itibaren, bu teklifin ihtiva ettiği ağırlığı karşılamak üzere yeni bir denge bulmak ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Teklife ilgisiz kalmak ya da kalmış görünmek zihin dengesi bulma zo runluluğunu ortadan kaldırmaz. Bir kimseye evlenme teklifi yapıldığı durumu düşünelim. Doğrudan veya dolaylı olsun, insanın kulaklarıyla ve gözleriyle (çünkü göz bu sırada iş üstündedir; kulakla aynı görevi yap maktadır) aldığı evlenme teklifi, muhatap durumdaki insanın konumunda bir değişiklik husule getirmektedir. İster kabul etsin ister reddetsin. İster kabul etmek eğiliminde olsun ister reddedici tarafı ağır bassın, hatta isterse tümüyle ilgisiz kalsın. Evlenme teklifi gerçekleştiği anda, muhatabın konumunda adeta kimyasal bir değişiklik husule gelmektedir. Yani muhatap açısından, bu teklifi almış olmakla almamış olmak arasında te melli bir fark vardır. Kendisinin bu teklif karşısındaki tutumu nun ortadan kaldıramayacağı nitelikteki fark, kimse duymasa, yani teklifin toplumsal alanda en küçük bir yankısı, izi, eseri görünmese bile açığa çıkar. Ağırlık, teklifin sahibine geldiği kadar muhatabına da geliyor. Teklif sahibi, kendi fiili ile bir ağırlığı yüklenmiş olabilir, teklifin muhatabı kendi davranışına bağlı olmaksızın bir ağırlıkla, bir külfetle karşı karşıya kalıyor, onu yükleniyor. Hukuktaki deyimi ödünç alarak söylersek; bir teklif, "keenlemyekun=hiç vukubulmamış gibi)" olmaz. Demek ki, teklifin asıl karakteri, dile gelmeyen tarafındadır. Teklifin ağırlığı yani külfet, iki tarafa da mahrem olarak gelir. İşte bu dile gelmezliğe işaret olsun, mahrem taraf vurgulansın diye yukarıdaki örneği verdim. Bir teklif hayatın daha sonra yaşanacak bölümünü yani ge leceği etkilemekle kalmaz, o zamana kadar yaşanmış ve hatıra haline gelmiş, etkileri ortadan kalkarak uzaklaşmış bölümünü de yeniden belirler. Çünkü bellekte yer etmiş olaylar önem ve anlam derecesine göre dizilmişlerdir. Onların sırası değişime açıktır. Hayatın herhangi bir anında muhatap olunan teklif o
"Ben" Olmak 23
andan itibaren bellek hazinesinin anlamını, belleği oluşturan olayların önem derecesini değiştirir. Öyle ki hatırlama bun dan böyle değişimden sonrasına göre olacaktır; çünkü insanın beyni, önem ve anlam üzerindeki bu değişimi kendiliğinden devreye sokmuştur. Bir insanın geçmişi, şimdiki eylemiyle de değişebilmektedir. Geçimini serbestçe çalışmasına imkan veren mesleğiyle kaza nan, kendi halinde bir kişiyi düşünelim. Kimseye yük olmadığı için etrafındakilerin saygısını kazanmıştır ya da herkes temiz geçmişini düşünerek ona iyi gözle bakmaktadır. Etliye sütlüye karışmadığı bilinen bu kişinin, örneğin arsa ofisleri ile Beledi ye görevlilerinin bağlantılı olduğu bir yolsuzluk yapanlar lis tesinde baş sıralarda göründüğünü düşünelim. Bu olay kişinin bundan sonra mesleğini sürdürme biçimini ve bütün yaşamını etkilemekle kalmaz, geçmişini de değiştirir. Artık onun geçmi şi başka türlü değerlendirilecektir. Temiz geçmişini düşünen lerden bazıları olarilara inanmazken, "Meğer neymiş!" diyenler de olacaktır. "Kimileri onun geçmişte masum saydıkları kimi girişimlerini, o zamanlar hiçbir bit yeniği görmedikleri kimi olayları anarak, unutuşa terk edildiği yerlerden çıkarıp yeniden yorumlayacak ve bilinen geçmiş böylece değişime uğrayacaktır. Değişen geçmiş midir; yoksa geçmişin zihinlerdeki resmi mi? Tartışmaya gerek yok bunu, zaten her geçmiş insan zihninde biçimlenmesiyle vardır. Geçmişe başka türlü bakmamıza yol açan eylem gerçekleşmemiş ve teşebbüs halinde kalmış olsa bile, gerçeğin kendisi olarak görülen bir olay geçmişi değiştirir; tıpkı insanın sadece muhatap olmakla kaldığı bir teklifin, ona yaptığı gibi. Teklife muhatap olan kişinin üzerine geçmişin deki değerlerini başkalaşıma uğratan bir anlam yükü binmiş olmaktadır. Sadece fiziki varlık üzerinde hasar bırakan bir kaza geçmişi değiştiremez. Kazaya uğrayan ve kalıcı bir hasarın sonuçlarıyla yaşamak zorunda kalan kişi, geçmişinin muhasebesini yaparak, zihnen kendisi ve varoluşu üzerinde yoğunlaşabilir, ama hiç
24 Çalkantı ve Dalga
kimse onun geçmişi hakkındaki değer yargısını yani zihninde ki geçmişi değiştirmez. Bir kazanın sonuçları daima geleceğe dönüktür. O halde varoluş hakkındaki bilincimiz, yaşama ilişkin tek lifin farkına varıp varmamakla değer kazanıyor. Teklifin farkı na varan, vardığı andan önce yaşanmış olaylara ilişkin bilincin başkalaşmasına tanıklık eder. Kendi bilincindeki başkalaşımı yaşayarak, bunun deneyimine sahip olur. Bu bilinç ve başka laşım, varoluşa ilişkindir. Teklif'in bilince girmesiyle insan so rumlu olduğu şeyleri hatırlar, hiç kimse ona bir şey sormasa da sorumluluk alanının bir parça daha arttığını görür. Zira üzerine, bir an önce uzaklaştırması ya da onunla uzlaşmayı ge rektiren bir yük (külfet) binmiştir. Yüklendiği şeye bir cevap bulmak durumundadır. Sorumluluk ve cevap kavramlarının yaygın olarak bilinen Batı dillerindeki karşılıkları (response) aynı kökten geliyor. Önay Sözer, Levinas üzerine verdiği kon feransta Türkçe ile Batı dilleri arasındaki algılama farkına, bir kavramı vurgulamak suretiyle dikkatimizi çekmişti Şöyle ki; sorumluluk kavramını karşılamak üzere Batı dillerinde türeti len kelimelerin kökünde, response (cevap) kavramının bulun ması sorumlu olunan şeye cevap bulmak zorunluluğundan olsa gerektir. Külfet için bulunacak karşılık ise, ona verilen cevap olabilir. Cevabın kendisi, cevabı vermek durumundaki kişiye bir külfet yüklemiş oluyor. Türkçede, sorumluluk dediğimiz algı durumuna eskiden mes'uliyet deniliyordu. Sual kökünden geliyor bu kelime. İnsan bir şeyden mes'ul olurdu. Demek ki sorumluluk, bizim algımızdaki karşılığını soru'da (sual eyle mekte) bulmuştur. Batı dillerindeki sorumluluk algısı, soruya değil cevaba yakındır. Türkçede sorumluluk, soru algısına ya kın görülmüştür. İki farklı algılamanın birarada düşünülme siyle, insanın algılama hazinesinde soru ile cevabın aynı yerde bulunacağı, aynı duyum durumuna soru ve cevap kaynaklı iki algı biçiminin ayrı ayrı karşılık düşebileceği ve birinin yerine diğerinin geçebileceği anlaşılıyor.
''Ben" Olmak 25
Teklif karşısındaki durumumuz, icabet etmeye zorlayan bir çağrı karşısında takındığımız ya da takınmamız beklenen tu tum gibidir. Her çağrı, kendisine uyma talebiyle birlikte gelir. Bunu destekleyecek doğal eğilimlere sahibizdir. Bizimle ilgili olsun olmasın; yanımızda parlayan bir ışık dalgasına (bakma dan edemeyiz) bakarız. Parıldama, bakılmayı isteyen bir çağ rıdır, şiddetli ışık kendisine bakma isteğini uyarır. Bilerek ışığa bakmamışsak, içimizde uyanan, ışığa bakma isteğini atlatmayı tercih etmişiz, demektir. Sessiz bir odada aniden duyulan tı kırtı kulak vermeyi gerektirir. Kulak, beklemediği sese hazırdır. Işık ve ses duyularımıza yönelen çağrılardır. Teklif ise insan daki sorumluluk duygusunu harekete geçiren, ondan karşılık bekleyen çağrının bir biçimidir. 2
Teklifsizlik, kendini evinde hissetmekle laubalilik arasında, hassas bir dt1;rumdur. Ele verilmemiş bir gerilimi barındıran teklifsizliğin her an laubaliliğe ya da küstahlığa dönüşmesi ihtimali vardır. Topluluk içindeki birinin, yadırgamanın akla gelmeyeceği, doğal, serbest ve duracağı yer belli değilmiş gibi görünen arkadaşça davranışını "teklifsiz" hale koyan, muha tapların özel alanına girmemenin, mahremiyetini korumanın başarılmasıdır. Çünkü konuşmaların, davranışların ve eylemle rin teklifsizce sürüp gittiği durumlarda mahremiyet savunma sız kalmış olabilir. Olumlu anlamda bir teklifsizlikten söz ede bilmemiz için savunmasızlık durumu, şüphe doğmadan devam edebilmelidir. Gerçekte sereserpe hareketler, mahremiyetin ve sakınmasızlığın birarada olduğu, aynı kaderi paylaştığı, bir tür savunmasız durumlarda gerçekleşebilir. Karşılıklı güven duy gusunun koruduğu manevi alan, her hareketin sergilenmesini mümkün kılan bir utangaçlık çizgisiyle belirleneceği gibi, tuz buz olup kendisiyle birlikte her şeyin ufalandığı bir kristale dönüşebilir. Nazik bir durumdan söz ediyoruz. Teklifsiz dav-
26 Çalkantı ve Dalga
ranmanın meşru karşılandığı her yerde, birlikte varolmanın ortak bilincimize yüklediği teklif perdelenmiştir aslında. Ne gizlenmiştir ne unutulmuş; perdelenmiş durumdadır teklifsiz likteki teklif. Herkes kendisini bağlayan teklifin farkında ola rak hareket eder ve o anda orada olmasının ortaya çıkardığı tekliften dolayı kaşısındakinin yük altına girmesini istemez. Osmanlı döneminde iki İstanbul efendisi karşılaştığı zaman "Benim buradaki varlığım, tüy kadar, hafif rüzgar kadar boz masın efendim, sizin rahatınızı" der gibi selamlaşmayla muh temel bir yükün önceden giderilmesini sağlarlar. Nezaketin kimi zaman karikatürleşerek yansıtıldığı davranış örneklerini, modern düzyazının ilk dönemindeki romanlarda ve deneme lerde bulmak mümkündür. Toplumca paylaşılan duygusal gü ven ortamı, bireylerin karşılıklı olarak tekliften muaf kalması nı, bu ise genel olarak rahatlamayı getirir. Aile üyelerinin evde, birbiri karşısındaki rahatlığını teklif sizlik olarak nitelemeyiz. Laubali sayılacağı hiç aklına gelme den de laubalice bir davranış sergileyebilir evdeki biri. Gelir geçer, durulmaz üstünde. Birinin davranış biçimini "teklifsiz" olarak niteleyebilmemiz için, ortaya konulan her davranışın yük doğuracağı düşünülen, bu yükü umursamayanın, duyarsız ya da vurdumduymaz sayılması gereken bir yerde, davranışta bulunanlardan her birinin, kendisi yüzünden ötekini teklif al tına girmiş olarak görmek istemeyeceği kadar yakın olması ge rekir. Çünkü evdeki durumun tersine, aralarında hissedilmez bir mesafe bulunan yakınların teklifsiz konuşma ve davranış ları her an laubaliliğe dönüşebilir, davranışın sahibi küstahın, saygısızın biri olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Durum çok nazik, yani. Teklif kavramının bir yükümlülüğü içeriyor olma sında bir değişiklik yok; teklif yüklerinden boşalmıyor hiçbir biçimde. Teklifsiz davranıştaki rahatlık, ödevlerimizi hatırla maya gerek olmadığını önceden bilmekten ve teklifin perdeler altında aldığı biçimden ileri geliyor.
"Ben" Olmak 27 3
Bir insan, şu anda ve burada gördüğümüz mevcudiyetinden mi ibarettir; yoksa onun ötesinde ve perdeler ardında bir varlık mı vardır? Eğer insanı göz önündeki varlığından ibaret sayar sanız, onun varlığına ilişkin her şeyin belirlenmiş olduğuna, çevresinin verili olduğundan hareketle ortada bir belirsizlik bulunmadığına kani olursunuz, bir biçimde önünüze çıkan be lirsizliklerse olsa olsa bilgisizlikten kaynaklanmış sayılır. Top lum içinde herkesçe bilinen bir konuma sahip olan kişinin, bu konumun ona yüklediği ödevler dışında bir teklife muhatap olmadığını düşünebiliriz. Çünkü bu durumdaki insanın mu hatap olduğu teklifler, genellikle toplumsal ödevleriyle çakışır. Dışarıda, hesap soracak birileri daima vardır ve ona yönelen teklifleri tanımak kolaydır. Toplum iyi belirlenmiş bir düze ne sahip olduğu ve bunun yeterli göründüğü ölçüde, kişinin ödevlerini yerine getirmek dışında herhangi bir kaygısı da ol mamalıdır. Çünkü kaygı.belirsizlikten doğar, sözünü ettiğimiz durum ise belirlenmişlikler ortamı sayılmaktadır. İnsanı, verili durumların ötesine geçerek düşünmek, bir zihin fantezisi ya da muhayyilenin biçimsiz bir taşkınlığı değil; insanın mevcut duruma uyabilen ama önüne çıkan her düzenlemeyle özdeşle şemeyen yapısıyla, yani salt insan olarak var olmasıyla tanımak ve insanlık durumunu bütünüyle kucaklamak isteğinin gerek tirdiği girişimlerden biridir. Bu çabalar çoğu zaman belirsiz likleri açıklamayı değil, olduğu gibi yaşayarak deneyimlemeyi aynı zamanda bir öğrenme biçimi olarak getirir önümüze. Gerçek hayatta ise kaygılar hiçbir zaman insanı terk etmez. İnsan varlığının belirlenmişliklerden ibaret olmadığının kanıt larından biridir bu. Hayatın alanı baştan sona imkanların ve mümkünlerin dünyasıdır. İnsanın imkanlar denizine açılması için yaşanmış olanın sınırlılığından kopması, mümkünlerin sınırsızlığına açılması gerekir. Özgürlük de insana belirsizlik lerle birlikte gelir, insan belirlenmişiliği aşarak özgürleşebilir.
28 Çalkantı ve Dalga
Bugünden, kurulu düzenden belirlenmiş durumdan kopmak özgürlüğe doğru açılma anlamına geldiği gibi, üstesinden gelinmiş bir dünyadan kopma hali, yaratış eylemini ve başka imkanları deneyimlemeye gönderir insanı. Bu kolay bir du rum değil; mevcut yapılara bağımlılıktan kurtulmak suretiyle özgürleşen, kurulu düzenin, yerine getirilmesini kendisinden istediği ödevlerin belirlenmişliğini görmüş ve işi kolayca yap mayı sağlayan usulleri anlamış kişi, iyilik, kötülük ve başka de ğerlerin deneyimlenmesiyle ve insan olarak var olmakla yük lendiği teklifin gerçekliğinin bilincine erecektir. İnsan, mevcut ve verili halinden ibaret değildir, vaktiyle deneyimlediği ve şimdi terk etmiş olduğu yaşam da o insana aittir. Başka birine ait varlığı geride bıraktığını söyleyemeyiz insanın ve o başka birine ait yaşama ulaşacak da değildir. Şimdi ve buradaki var lığımız görelidir, aynen dün oradaki varlığımız göreli olduğu gibi. Biz de başkaları gibi, göreli duruşun yapmamızı istediği ödevlerle karşı karşıyayız. Yaşamın bize yönelttiği tekliflerdir bu ödevler ve duruşumuza paralel biçimde görelidirler. İnsan varlığını, "göreli olmayacak biçimde" düşündüğümüz, varol manın kendisini bilinç katına getirdiğimiz zaman, bu bilince sahip olmanın da bir maliyeti olduğunu görürüz. İki türlü ma liyet sözkonusudur burada; birisi bilince erişmenin, diğeri bu bilinci sürdürebilmenin maliyetidir. Bu maliyet, bize yönelen teklifin ödev biçiminde görünmesiyle, onu yerine getirmek için göstereceğimiz zihinsel çabadır. Kısacası, var olmak bir teklife muhatap kılar bizi; insan olarak varlık kazanmış olma bilincine ermeden önce, toplumsal alanda o toplumun üyesi olarak var olmanın bize yüklediği ödevler de birer teklif suretinde gö rünür. Birlikteliğin gerekleri ile tek insan olarak var olmanın gerektirdikleri, birbirine benzer ama aynı değerde olamaz. İnsanı eylemlerinden ibaret sayan varoluşçular, var olanın ötesinde bir öz bulunmadığı görüşünü ileri sürmüşlerdi. Yir minci yüzyıl boyunca, insan eylemlerinin ve eylemleri üzerin den insanın bu görüşten yola çıkarak yorumlandığını ve insan
"Ben" Olmak 29
merkezli düşüncede önemli açılım sağlandığını söyleyebiliriz. Mevcut toplum ve hayat şartlarının ötesinde olup duyular la algıladığımız alana girmeyen dünyanın, somut dünyamıza uyarlanmış tam karşılığını bulamayız; ama biliyoruz ki; insan kaygılarıyla birlikte var oluyor ve bu bize içinde bulunduğu muz dünyanın ötesiyle birlikte yaşadığımızı söylüyor. Kaygı, geleceğe ilişkin bir duygudur. Halihazır olanda mıdır gerçek halimiz; yoksa kaygıların yön göstermesiyle somut durumla rı aşarak girebildiğimiz, belirsizliklerin alanında mı? İnsan, mevcut durumuyla olduğu kadar, tercihleri ve yönelimleriy le insandır. Belirsizlikler ve kaygılar, varoluştan kaynaklanan temel teklifin bugüne ve şimdiki hale yansıma biçimleridir. Belirsizlikleri bir an için yok sayarak bütünlenmiş tek varlık ölçüsüne göre ise şöyle söylenebilir: İnsanın mevcut durumu, mevcut durumun dışında bir dünyayı ve buna bağlı belirsizlik ler alanını haber veren tercih ve yönelimlerini de içermektedir. İnsanın üzerine gelen teklifin niteliğini anlamak istediğimizde bu içeriğe bakarız. Varolmanın, bizi karşı karşıya bıraktığı mükellefiyet mah remdir ve kişisel mahremiyet altındaki mükellefiyetimize bağlı olarak varlığı hissedilen teklif şimdilerde Türkçede kullanı ma giren "öneri" kelimesinin sakladığı şekliyle külfetten uzak değildir. Teklif, külfeti ve yükümlü olunanı içerir; öneri, öne çıkarılan ögeyi söyler. Birine herhangi bir "öneride" bulun duğunuz zaman, külfet'in öneriye eşlik ettiği ya da önerinin külfeti içerdiği hissedilmiyor. Bunun incelikten doğduğunu ve amacın karşıdakinin yükünü hafifletmek olduğunu söyleyeme yiz. Sorumluluk üzerindeki vurgu öneri sahibi kişiden yola çı karken yüklerden arınmış ve nötr bir sunum olarak kalabiliyor. Gerçekte, her öneri bir talebi içermekte, öneren kişi bir şey istemektedir. Muhatap, bir hareketi yapmalı ya da yapmamalı, bir şeyi vermeli ya da vermemeli vb. Fakat bir bakıma eşitler arasından tercih edilen birini öne çıkarma şeklindeki bu istek, insan olarak sorumlu bireyin bu niteliğini hatırlatacak ölçüde
30 Çalkantı ve Dalga
güçlü görünmüyor. Bu istek, "yine de sen bilirsin'' diyen bir ton lamayla gelebilir. Öneri belirtildiği anda muhatabını sorumlu duruma sokar mı? Sorumluluk bilinci, kendiliğinden uyanır mı? Sorumlu saymayanın sorumlu kılması, beklenir bir sonuç değildir. Öneri nesnel olgular gibidir; muhatabı onu öznelleş tirir ya da öznelleştirmez, öneri, bilgisayar ekranındaki "evet" ve "hayır" seçeneklerinin görünmesinde olduğu gibi, nesnel liğiyle kalır. Teklif karşısındaki nesnellik tam böyle olmuyor; teklife muhatap olan herkesin sorumlu oluşunu hatırlayaca ğına, sorumluluğu duyumsamaktan kaçınamayacağına dair bir önkabule sahibizdir. Öteki durumda ise önerinin sorumluluğu kapsadığının kabul edilmesi halinde, aslında herkesi kapsa dığının düşünülmesi, nesnel olarak algılanmasına yol açıyor. Oysa sorumluluk özneldir, çünkü duyumsanır. Teklif alan muhatabın hissettiği yük, aslında varoluşuyla birlikte doğmuş olup şimdi uyanan sorumlu olma bilincidir. Şu dünyada bir mevcudiyete sahip olmak aynı zamanda mahrem bir teklife muhatap kalmakla birlikte gerçekleşiyor. Varolmak bizi bir teklif karşısında bırakmada. Teklifsizce dav ranırız kimi zaman, gerilimin yatışması iyi gelir, rahatlarız, ama yaşamı laubaliliğe terk edemeyiz. Teklif, adından belli; bir külfeti, bir ağırlığı içeriyor ve öylece yaşam öykümüze giriyor. Bu, elbette bilince ilişkin bir durumdur öncelikle. Bir iradenin varlığı ile birlikte bilincine varılan teklif, iradenin üzerine, do luluk yükledikten yani bir ağırlık getirdikten başka, yürümesi ni ister insandan; çünkü irade geleceğe yöneliktir. Her bir kişi nin muhatap olduğu (çağrı) teklif, kendisi açısından mahrem dir, biriciktir. Başkasının bilmesi onun mahrem ve kişiye özgü olarak algılanacağı gerçeğini değiştirmez. Sorumlu olunan şey (eylem, nesne) değilse de sorumluluk kişiye özgüdür, başkasına devredilemez; sorumlu olan, onu duygularının dışına çıkara maz. Bu yüzdendir ki, teklif'in bilincinde olmak yeter, insanın kendisinin var olduğunu hissetmesine.
"Ben" Olmak 3 1
İRADE 1
İrade (edilen), söz ile dile getirilir ve eylemlerde tecelli eder. Ama biz onun (murad' ın) varlığını açığa çıkmadık haliyle, yani dile getirilmeyen ve eyleme dökülmeyen bir nitelik olarak da duyumsarız. O halde, iradenin varlığı, yalın haliyle algıladığı mız bir durumdan ibarettir. Bir eyleme bağlı olmadığı hallerde bile tanınabilmesi, iradenin durağan olmadığı ve geleceğe yö nelik olduğu gerçeğini değiştirmez. Ayrıca, eylemlerin olaylar la çoğul etkileşime girerek başkalaşıma uğraması ve kendisini tetikleyen iradeye yabancılaşması sık rastladığımız bir durum dur. İrade değişmediği halde, onu görünür kılan eylem zaman içinde değişebilir. Başlangıcındaki irade kaybolmuş, onun sü rümü eylemin ise ona yabancılaşmış olduğunu gördükçe, ey lemin ilk sahibine duyduğumuz ilgi artar, tecellinin varlığını yoklamaya çıkar, nerede olduğunu sorarız. Beş duyudan birine yansımayan şey, iradenin konusu olabilir. Aklımız bir yandan eyleme takılıdır, öte yandan eylemin temelinde bulunan irade yi arıyordur. Birbirinden bütünüyle kopmuş eylem ile iradenin bağlantısını kurmak, eylemin hareket noktası ile sonucu ara sındaki ilgiyi tanımlamak özel bir çabayı gerektirir. Çabaları mızın sona erdiğinde eylemin başlangıçtaki iradeden büsbü tün kopmuş olduğunu görmemiz şaşırtıcı olmaz. Çoğu zaman, varlığı besbelli olduğu halde üstünde durmadığımız, kendisine aldırış etmediğimiz iradeyi, yokluğunda daha vurgulu biçimde, yani varlığını hissederek arayabiliyoruz. "Nerede bu?" diyoruz. Bu arayış, iradenin var olmasını istemek, var olduğunu hisse derek memnun olmak ve ne olduğunu bildiğimiz bir geleceğe yönelmek anlamına da geliyor. İrade, kendiliğinden bir yö nelmişlik içerir, çünkü. Üstelik her yönelmişliğin ardında bir iradenin var olduğunu düşünürüz; olmayabilir de. Tecelli et miş bir iradenin farkına varmak, sahibini tanımaya çağırır bizi,
32 Çalkantı ve Dalga
devam edip gitmekte olan oluş içinde iradenin görünmezliği ise onu aramaya yöneltir. Bir eylemin başlatıcısı olan ve yapılmasını sağlayan iradeyi bulduğumuz zaman, aslında kendi irademizin ortaya çıktığı nı (bir başarımızı) düşünür, seviniriz buna. Çünkü bir iradeyle yüklü olduğunu düşünen benlik, aynı zamanda özgür olduğu duygusunu taşımaktadır. Özgürlük, gerçek iradenin koşulu, ortaya konulan bir irade ise özgürlüğün belirtisidir. Bize, özgür olduğumuzu söyleyen duygu, hesaplayan düşünceye dalmadan önce, eylemler arasında seçim yaptığımızda da uyanır. İnce hesaplara dalma ihtiyacı duymadan yaptığımız seçim, duyu larımıza vücut veren bir öngörünün sonucudur. Gerçekte, adı konulmamış iradeden başka bir şey olmayan öngörünün sahibi ise benliktir. Dünyanın insan üzerinde oluşturduğu baskıya verdiğimiz cevap sadece direnişten ibaret kalabiliyor. Baskı yapan odağın neliği, direniş için de anlam oluşturur. Örneğin, büyük davala rın dönüm noktalarında kendiliğinden oluşan ve başarılı karşı duruştan ibaret cevabın anlamı, yükselerek hayati değere ula şabilir. Direniş, yapan/yapıcı aşamaya evrilmeden, söz olarak kalsa ve başka bir ifade edilme yolu bulunmasa bile, iradenin görünürlük kazanma biçimlerinden biridir. İçinde yaşadığım dünya, değerlerini kabul ettiğim çağ, her zaman benimle bir likte olacak değil ya; tepki vermek zorunda bırakabilir beni. İradeyi duygular üzerindeki basit bir değişimden ibaret göre meyiz, çünkü o dışarıya dönük ve bağlantı arayıcıdır. Bu ne denle iradenin varlığına hükmetmek için, mutlaka olaylarda tecelli etmesini beklemeyiz. Bir duyum, kendi içimizde deği şime uğrayıp dalgalandığında yalnızca bir duyumdan ibarettir; dışarıyla bağlantı kurmaya ve bu amaçla biçim almaya zorlan dığında düşünce haline gelir. Duyumu, yokluğunda hissede meyiz. İrade ise yokluğuyla da hissedilir; çünkü bir irade ortaya koymanın zorunlu olduğu hallerde iradenin bulunmaması acı vericidir. Dışa dönük yüzüyle güçten düşmüş irade, karakteri
"Ben" Olmak 33
itibarıyla yönelmişlik niteliğinden büsbütün sıyrılamayacağı için acıya dönüşür ve acı olarak hissedilir. Bu nedenle, iradenin ancak eylemle ortaya çıkan varlığını ve niteliğini, onun yoklu ğunda dahi bulabildiğimizi söylüyoruz. Varlığı, yok oluşuyla hissedilen insani bir nitelik, görünürde yok ama bilgi seviye sinde vardır. Gerçekçi olalım; hakkında çok gürültü koparılan özgürlük konusunda olduğu gibi insan iradesi, kendi kendimizi aldattı ğımız anlamsız bir görüntüden ibaret kalabilir. Çünkü sahip olduğumuz özgürlük ve irade, çoğu zaman hayatın muhayyi lemizi dolduran zenginliği ile gerçek dünya arasında tatmin edici bir bağlantı kurmaya yetmez. Üstelik bir konudaki ira denin, bir kere var olmakla, artık değişmeden kalacağından emin olamayız. Kavram olarak üstünde düşünüp zihnimizde iradi bir sonuca vararak rahatlamamız, iradenin arzularımız ca yönlendirilen bir yanılsamadan ibaret kalmayacağını, hatta düpedüz aldatmaca olmayacağını temin etmez. İrade ve irade edilenin tecellisi üstüne ;kıl yürütmelerimiz, kimi zaman insan hakkında düşünmemizle aynı kapıya çıkar ya da aynı sonu� cu verir. Kendimiz hakkında bu yolla düşünüyor da olabiliriz. İrade, bir insanın kendi varlığı ile düşüncesinin iç içe, hayatın ise insanın kendisine ait olduğunu hissettiren bilinçtir. Varoluş haline hissedişle ve bilinÇle katılmadan önce iradenin oluştu ğundan söz edemeyiz. 2
Hayal kurma etkinliğinin özel bir işlevi sayılması da gereken irade'nin nesnel gerçeklikle bağlantısı düz bir çizgide açıklana cak türden değildir; engebeli alanlardan geçmek zorunda kalı rız bu bağlantıyı aramaya çıktığımız zaman. Kusursuz işleyişe sahip olduğu, yani arıza çıkmadığı sürece mesele etmediğimiz, pek de üstünde durmadığımız olgular vardır: Sağlık gibi, kim lik gibi. Bu konuların hayati önemde olduğunu her zaman
34 Çalkantı
ve
Dalga
düşünmeyiz, ancak mükemmellikleri kayba uğradığı zaman, yani küçük bir aksama halinde akıldan çıkmayan durumlara dönüşürler. Başka zamanlarda pek de aklımıza gelmezler. İrade tam böyle değildir; çünkü işler vaziyette iken ona dayanmak da iradenin bizden istediklerinden biridir. Bu an lamda irade, daima "iş üstünde" bulunmayı kendisine yakış tırır, bizden de daima düşünme halinde olmamızı talep eder. Kendi-bilincinde olmakla, iradenin varlığı aynı anda, iç içe düşünülebilir. İrade gelecektir ya da mevcut bir geleceği ara yıcıdır. En iyiyi seçme imkanını barındırmasıyla da değerli dir. Buna rağmen, insanlardan genel eğilime uymalarını iste menin sonucu olarak bireysel iradenin varlığı (unutulmakta) savsaklama konusu olabilmekte, ancak yokluğu (hatırlanması) ötekilere eş ölçüde daha kesin bir biçimde, onu his dairemi ze çağırmaktadır. Söz ve fiillerimiz, bir konudaki irademizin gücünü ve içeriğini ortaya koyar, dayanıklılık ölçüsü hakkında fikir verir. İradenin "ben'in varlığını" düşünmeyi ve hissetmeyi sağlaması, kendi işleyişindeki kudrete ilişkin bir his uyandıra rak şevkimizi kamçılar. Karşımızda ve müşahede ettiğimiz bir tablodaki irade yokluğu, "ben yokluğu" ile eş değerde muamele görecektir. Bir konuda irademizin yok olduğuna hükmetmek "ben yokluğunu" kaygıyla hissettirir bize. Kaygımızın kaynağı olan "ben", varlıklar içinde bir varolan halindeki "ben''dir. Baş kalarının "öteki" olarak niteledikleri varlık. Kendisi hakkında duyduğumuz kaygıdan dolayı varlığından şüphe edemeyiz "ben'' in. İrade, sözlükte bir kelimedir. Tek başına alındığı zaman in sandaki yeri bir "his"ten ibarettir. Durağan olmayan bir his. Benlik, bilinçli olduğu durumlarda, kendisini bütünüyle özgür saydığı bir süreçte anbean yaratılarak var olan bir duygudur. Vücut kafesinde dondurulmuş nefs kalıbı, bilinç sahibi ben liğin yerine konulamaz. Bilinç halindeki benlik özgürlüğünü, toplu yaşamanın gerektirdiği itaat ile kendi varlığına sahip çıkmayı kaynaştırmakta bulur. Tek başınalığın değil birarada
"Ben" Olmak 35
yaşamanın gereği olarak kazanılan ve hak edilen bir niteliktir çünkü özgürlük. İnsan hayatında iradenin belirişi ise iş üzerin de, faaliyetle, hareketle, atılımla, girişimle, bir işi ısrarla takip etmekle, kısacası aksiyonla ortaya çıkıyor. Öyleyse irade bir bütündür ama giriştiğimiz işin cinsine göre irademizin belli bir yönü görünür hale gelebiliyor. Ya da bir irade bütünlüğünün, onu açığa çıkaran olgunun cisine göre, kısmen ve parça par ça tanındığını söyleyebiliriz. Meydan okumak her zaman bir iradenin dışlaştırılması değildir. Doğa ve tarih karşısında ta kınılan açık bir tutum, dile getirilebilir bir iradenin karinesini verebilir bize. Yine de çevre, doğa ve tarih karşısında nitelikli bir tutumu yansıtmayan meydan okumalara rastlarız. Gereksiz yere bağırıp çağırma biçiminde ortaya çıkarlar. Kazanarak hak edilmiş özgürlükten sayılacak bir iradenin sonucu olmadığı için itici gelir bu tür meydan okumalar. Kısa bir tahlil yapalım: Herhangi bir konudaki iradenin or taya çıkışı, o konuya sabip bir kimsenin temel yöneliminden, öz niyetlerin:den ve iç arzularından, bir insan olarak asli yöne lişlerinden kaynaklandığı takdirde, ki iradenin aslı bundan ayrı değildir; iradenin istediği işler ödeve benziyor, ödev cinsinden oluyor. Dönüp içine bakan insan kendi kişiliği üzerinde yoğun laşır ve onun iradesi, sorumlu olduklarını ve üstüne düşenleri hatırlamak biçiminde çıkar ortaya. Bir karşılık beklemeden ve düşünmeden, karşılığının zaten kendimizde bulunduğu duy gusu içinde, ödevini yapmak durumundaki bir insan sıfatıyla üstümüze düşen işe girişebiliyoruz. Çünkü böyle bir durum da yapılması gerekenleri tanıyor ve kendiliğinden ödevlerimiz arasında sayıyoruz. Yapılacak işin sonuçlarının kendi üzeri mizde toplanmasıyla, topluma yayılarak ortaya çıkacak türden olması, onun ödev niteliğini değiştirmez. Ödevini yapmakta olan insana ise bilinçaltındaki bilinç halinde bulunan iradenin kamçısı şevk verir, yük getirmez. İrademizin kendi ödevi saydı ğı bir işe soyunmakla, özgürlüğümüz sınırlanmış olmaz. İrade,
36 Çalkantı ve Dalga
fikrisabit gibi tek kalıpta kalmaz, yenilenebilir. Her yenilenme, değişime açıktır. Bir şeyi yapmaya yönlendiren irade, başkalarının tek yön de etkisi sonucunda ortaya çıkarsa bunun doğuracağı duygu, baskı'dır. Başkasının iradesine aracı olmakla, insanın kendisi ne ait iradeyi işlerlik yoluna koyması arasında çok az bir fark vardır, böyle durumlarda. Başkasının dayatması ile kendi iste ğinin dışında bir iradeyi öne çıkarmaya mecbur kalan insan, aynı zamanda bir baskı ile yüz yüze bulur kendisini. Bir işin yapılması üstünde odaklanmış, gayrişahsi düşünce bütünlüğü anlamına gelen, bir tür direktif sayılması gereken irade karşı sında hiç baskı hissedilmiyor olması ise vahimdir, doğal, insani bir durum olarak karşılanamaz. Bu nitelikte iradenin, açıkça dışarıdan gelmeyip insanın kendi içinde şekillenmesi ve be nimsenmiş fikir gibi kendisinden kaynaklanıyor olması, onun baskıcı niteliğini değiştirmez. Öne çıkarılan irade bazı işlerin yapılmasını gerektirir, onları yapmaya yarar, ama bu işler ödev cinsinden sayılmaz. Bir ödevde olduğundan daha fazla, insanın üzerindeki yüktür bu işler. Taşınabilir olsa bile, aykırı bir yük olduğu için ağır gelir. Toplumsal baskıya bakarak yapılmasını uygun gördüğümüz bazı işlerin sırtımıza yüklenmiş yük gibi ağır gelmediği durumlar vardır. Bir insan, toplum içindeki ko numu ile algılanır. Bu algının bize gösterdiğine, toplumsal özne deriz. İnsan, tanımında kendisini bulduğu kişilik ile toplumsal özne olarak algılanışı arasında temelli bir fark görmüyorsa, onu tanımlamadan doğan farklılıklar, karakterini gizleyici ölçüde değilse, üstlendiği ödevlerin ağırlığından baskı çıkmaz. Çünkü bu durumda toplumsal zorunluluklar kişinin kendi iradesinin, yapılmasını kendisinden istediği ödev cinsine dönüşmektedir. İrade, eylemlerde de ortaya çıkıyor. Eylemin gerçeklik ka zanarak sonuçlanmasını istemek bir dizi işin yapılmasını ge rekli kılıyor. Ancak bir tür eylemin temelinde ödev duygusu vardır, üstündeki ödev insanı gönüllü olmaya çağırır ve eylem onu yapmaya girişenin üzerindeki yükü ağırlaştırmaz. Aksine,
''Ben" Olmak 37
eylemi yapmak kişiye yeğnilik verir. Ödevini yapan hafifler. Öteki tür eylem ise baskı sonucunda ortaya çıkıyor ve insanı sürüklüyor. Tekrar etmekten kaçınmayacağım; baskıdan kay naklanan bir işi yapmaya yönelen kişinin gereksindiği irade, kendi içinde şekillense bile her insanın ayak direyeceği bir atmosferde var oluyor. Bunun istisnası, toplumsal özne ile öz kişiliğin ayak diremeyi eritecek biçimde tetabuk etmesinde görülür. Günümüzde insanların hoşlanmadıkları halde etkisini Üzerlerinden atamadıkları pek çok durum, iradelerdeki çelim sizliği görünür hale getirmektedir. İnsanlar pek çok işi yapma ya kendi iradelerinin gerektirmesi sonucu olarak değil, irade yokluğu ile girişmek zorunda kalabiliyorlar, İrade yokluğun dan dolayı bir işe sürüklenmenin anlamı, o işi yapmaya başka larının iradesiyle girişmek demektir. Bu, özünde bir baskıdır. Baskı altındaki kimi insanların, baskı doğrultusunda oluşan bir iradeyi kendisinden uzaklaştırması beklendiği halde, onu sa hiplenebildiği. de bir gerçek. Özgürlük ortamına dayanmadığı besbelli bir irade oluşumunun gerçekliği tartışmalıdır. Ortaya çıkmış bir iradenin, özgürlükle, sağlıklı düşünüşle ve gerçek likle ilgisi hakkındaki tartışma, olsa olsa bu olguların karak terini tanımada yardımcı .olabilir. Bu çerçevelerde ortaya çıkan irade kendisini yokluğa mahkum ederken başka bir anlam da (ve başka bir anlamda) var etmez. Kamuoyu oluşturma bece risiyle övünenler, "rıza üretmek" diye bir deyime yaslanmaktan hoşlanıyor ve halkla ilişkiler kampanyasındaki başarılarını ger çek durumun önüne koyuyorlar. Dilimize armağan ettikleri, iki kelimeden ibaret bu deyim, anonimleştirilmiş bir iradeye teslim edilen toplumun neye maruz kaldığını gösteriyor ve di renişin hangi yönde olması gerektiğini ima ediyor. Kamuoyunun halihazır düşüncesini yansıtan bir slayt bize genel kanaati verir, yani bir anlam ifade eder. Ancak toplumu sarmış genel kanaat hakkında gerçeğe uygun bir değer yargı sında bulunabilmek için, kanaatin oluşumuna bakmak ve özgür
3 8 Çalkantı ve Dalga
iradenin bu oluşumdaki payını bulmak gerekiyor. Gerek birey sel gerekse toplumsal kanaatlerin müdahaleye açık olduğu, al gının yönlendirildiği, yönetildiği çağdaş toplumlarda, herhangi bir zaman dilimindeki ya da bir olay karşısındaki genel kanaa tin o kanaate sahip bireylerin özgür iradesinin toplamı ve hası lası olduğundan kuşkulanmak için pek çok neden var. Çağdaş toplumlardaki yönetim tarzı, bir yandan da bizi böyle bir kuş kuya hazır kılmaktadır. İnsanların içtenliğinden kuşkulanmak istemesek, başkalarının içtenliğine kuşkuyla yaklaşmayı kendi içtenliğimiz adına yakışık alır saymasak bile, her toplumda ka naatlerle oynandığını, kanaatlerin yönlendirildiğini ve bir top luma karakterini verdiği için onun öz malı saydığımız insani nitelikleri yok sayma amacı güderek o toplumu "olmadığı gibi" gösteren sahte kanaatlerin yayıldığını da biliriz. Sıradan hayat, bunda bir eksiklik görmeden, devam ediyor. Günümüzde pek çok insan, sıradanlığın aşılmasını gerek tirmeyen davranışlar bütününe sahiptir. Acaba hep böyle mi idi? Eskiden medeniyetlerin nabzının attığı şehirlerde insan ların yücelik peşinde olduğuna, insanı yüceltici değerlere önem verdiklerine, onlardan konuşarak yaşadıklarına, sıradan işleri ise sıradan biçimde yaparak geçiştirdiklerine dair kanaatimiz, gerçekliğe uymayan ama zihnimizi süslediği için peşinde koş tuğumuz bir batıl inanış mıdır acaba? Belki de günümüzün insanları eski toplumlardaki yücelik arayışlarını süzerek ken di hayatına ve yaşadığı çevreye getirme arzusu içinde olduğu halde, görünüşte geçim sağlama peşinde, gerçekte ise kanaat oluşturucuların kıskacı içinde sıradan işlerden başını alamıyor. İnsani değerlerin kendilerinde olgunlaştığını görmekten ibaret bir yücelik arzusu yok değil, ama bu, onların içinde büzülerek uykuya yatıyor. Topluma ilişkin gayrişahsi bir irade var mıdır? Var ya da yok demek iyi bir cevap değil, çünkü tek kelimelik cevap ba sit ve kişisel bir duyguyu yansıtır, ama her insanın tanımadığı külli iradeyi ve bunlarla bağlantılı toplumsal olguyu açıklamaz.
"Ben" Olmak 39
Paragrafın ilk cümlesi olan, çarpıcı sorunun uyardığı basit duygu insani bir tepkiden ibarettir. Toplumun önüne konulan hedefleri, gerçek özlemlerden süzülüp çıkan idealleri, akıllıca oluşturulmuş tasarımları toplu bir irade saymalı mıyız? Bun lar varılacak hedeftir, idealdir, tasarımdır; irade sayılmaları ise, bireysel iradelerce içerilme derecesine bağlı. Hedef diye ortaya konulanlar acaba tek tek insanlar tarafından ne ölçüde paylaşı lıyor? Toplumsal hedefler, toplumu oluşturan bireylerin gönül ışığını hangi yoğunlukta yansıtıyor? Bir toplumu, tek tek bireylerini göz önüne alarak düşün düğünüz zaman, insanların birbirine bağlılığının temelin deki inanç ve iradenin çok kişide ve ayrı . ayrı somutlaştığını görürüz. Bundan doğan yakınlığa paralel bir ortak iradeden söz edilebilir. İçtenliğe ve yakınlığın yaşanmasına göndermede bulunmakla, anonimleşmiş bir iradenin tek kişiyi bağlama yan niteliğine vurgu yapmış olmuyoruz. "Milli irade" deyimi her iki anlamda kullanıJabiliyor. Kimi zaman ortak özlemleri simgeleyen milli irade. bireyleri heyecana getirir, hedefe doğ ru uçurur. Kimi yerlerde ise, gayrişahsi biçimde anonimleşmiş irade kalıplarının adı milli iradedir. "Milli irade" deyimiyle dile getirilen olgu mevcut bir eksikliğin tamamlayıcısı biçiminde göründüğü gibi, bu irade.nin sahiplerini harekete geçmeye zor layan bir fazlalık olabilir. Geleceğe yönelik olarak toplumun önüne konulan bazı tasarımların milli irade çerçevesine soku larak insanlarca paylaşılmasının istenmesini, milli iradenin bu çifte konumu nedeniyle, kimi irade sahipleri kendilerine yöne lik bir baskı sayabilir. Çünkü onlar, ortak iradenin gereği olan eylemlerin yapılmasını uygun görmeyen taraftadır. Burada gözden kaçırılmaması gereken, bir ölçüde bağlam dışı ve ince bir nokta var: Uyuşuk adamın ödevini yapmaya zorlanması, onun kendi öz iradesinin harekete geçmesini is temek olduğu halde, uyuşuk adam bunu da kendisine yapılan bir baskı sayabilir. Elbette bu bir yanılgıdır. Baskının bazen, ödevleri yapmaya çağrı ve ödevleri yapma yolunda uyarıdan
40 Çalkantı ve Dalga
ibaret olduğu bir gerçektir. İnsanların yeteneklerini kullanma yolunda son sınırlara gitmeye pek de hevesli olmadıkları, tem bellik etmeyi haklı kılacak bahanelere sarıldıktan başka, toplu yaşamanın gerekleri karşısında savsaklayıcı bir tutumu benim seme eğiliminde oldukları da bilinen gerçeklerdendir. Devle tin imkanları ile toplumun aldırmazlığını kendisine yontacak işlerle uğraşma yolu olarak görenler her zaman vardır. O halde sorumlulukları hatırlatmaktan ibaret bir uyarı ve çağrı, insanın özgürlüğünü sınırlayan bir baskı ve iktidar belirtisi sayılmama lı. Hatırlatan taraf iktidar sahibi olabilir, ancak uyarının ken disinin iktidar eylemi olması şart değil, belki uyarı da birinin üzerindeki ödevden ibarettir. Güç ve iktidar isteğinin varlığı bir gerçek; ancak insanoğlunun sorumlulukları hakkında sa hip olunacak bilgi ve bilinç, iktidar isteyenlerin isteklerinin karakterini ve sınırlarını tanımak ve onunla mücadele etmek gerektiği zaman, uygun yöntemi belirleyebilmek için gerekli dir. İ ktidar peşinde olanlar bunu birilerinin üzerinden gerçek leştirmek isterler. Birileri kim? İrade sahibi olanlar, olmayanlar, irade sahibi olmayı umursamayanlar. Her biri iktidarın daya nağı olabilir. Bunların birlikte oluşturduğu ormanda iradeler karşılaşır. Onların temelindeki düşünceler bu karşılaşmadaki kaynaşmanın itici gücüdür. Uyum ve ahenk ne kadar zorludur bu durumda? İradelerin, işlevlerini yerine getirirken birbirine bağlılığın bilincinde olduğundan hareketle çözüm arayabiliriz, ama yaradılıştaki yegane bağlılığın tek tek her insan için ge çerli olduğunu göz önüne almadan, yetkinin ve sorumluluğun hiçbir bölümünü feda etmeyen bir sonuca ulaşmamız müm kün değil. Adil olan, adaleti gerçekleştirmiştir. Ötesi paylaş madır, yani gerçekleşen adaletin yayılmasıdır. Şöyle söyleyebiliriz: Kişiliğinin gerektirdiği işleri yapmak tan üşenen, ödevlerini üstlenmekten kaçınan ve sorumluluk larını hatırlamada ayak direyen insan için, dünya şartlarının getirip önüne koyduğu ve yapmasını istediği işler, zorlama ve baskıdan ibaret kalır. Algı, bunların kendisinden istenmesini
"Ben" Olmak 41
haksızlık olarak karşılar. Çünkü kendi iradesinin işler durum da bulunmasına dikkat etmeyen insan, dünya şartlarının önü ne çıkardığı her yeni durum karşısında hazırlıksız yakalanır ve ödevlerinin neler olduğunu anlayamaz.
BENİ BÜTÜNLEYEN ÖTEKİ 1
İradeden söz ettiğimiz zaman, insanın sorumluluklarına gön dermede bulunmuş oluyoruz; çünkü iradenin yönelmişliği, zihnin kendisini sorumlu saydığı alanlarda at oynatır. Bu alan ları kapsayan sorumluluk algısının arkasında bir teklif vardır. İnsanın doğuştan, ama bilinciyle muhatap olduğu bu teklif, insandaki sorumluluğun kaynağı durumundadır. İrade, sorum luluk ve teklif kavramları varoluşumuzla ilgilidir. İrade gele ceğe yönelir. Mur�d (iraöe edilen), gelecekte tecelli edecektir. Sorumluluk �e teklif kavramlarında olduğu gibi, irade, haliha zırda yüklenilmiş bir durumdur aynı zamanda. Geleneksel yaşama biçimlerinin aşılmasıyla, insan yaşamını kolaylaştıran araçların sayısı ve çeşidi arttı. Gelişmiş sanayiye sahip toplumların günlük yaşamında bu araçların gün geçtikçe daha fazla yer alması, insanın kimliği üzerindeki temel soru larını ortadan kaldırmıyor. Kadimden gelen, "Ben kimim?" so rusunun büyük dalgası, her gün daha fazla tüketim hedefiyle oyalanan insanın denizine yayılmakla seyrelip erimez, kıyılara çarpmakla bitip tükenmez, yitip gitmez. İnsana ilişkin, ortak kabul görmüş kimlik ögeleri silinse ya da önemsiz hale gel se, kendimizi kozmik çerçevede algılamaya boş versek, nasıl geliyorsa öyle yaşamayı seçip eski soruları unutsak bile, günü müzdeki toplumsal yapılanma biçimlerinin tetiklediği sorular onların yerini alır, ki alıyor da. Örneğin, Avrupalı kimliği ne dir? Avrupalı kimdir? Güncel meselelerin tetiklediği bu gibi, soyut varlık algımızın hiç de koşullamadığı sorular sıkça dile
42 Çalkantı ve Dalga
getiriliyor. Dolaşıma giren güncel sorulara cevap bulmayı her kes kendine düşen görev sayıyor. Toplum hayatında, metafizik dünya konularının insanı uğraştırmasıyla yarışacak kadar bu naltıcı görevler var. Kimi soruların ve cevap bulmaya zorlayan kaygıların dumanı arasında, örneğin, Avrupa'da son zaman larda yabancı düşmanlığı yeniden yükseliyor. Bu bağlamdaki fanatizmin pratik sebebi Avrupa'ya doğru göçlerdir, diyorlar. Böylelikle, her çözüm teklifinin önüne, hatayı başkalarının üzerine yollayan bir gerekçe konulmuş oluyor. Kimlik şimdilerde, "öteki" üzerinden açıklanıyor. Bu yön temde, bilince sahip yegane varlık olarak insanın Tanrı önün deki durumu ve sorumluluğu üzerinde yeterince durulmuyor, çünkü sorgulanan hep başkaları oluyor. Özellikle, kendini ta nımak için nefis muhasebesine başvurmaktan kaçınan modern insanın, başkası üzerinden oluşturduğu bir "ben" tanımıyla anılmayı tercih ettiği söylenebilir. Ne olduğundan ziyade nasıl algılandığını merak eden insan kendisini "öteki" olarak düşün meyi denemekten de geri kalmıyor. Bir insan, kendisine dışarıdan bakmayı denediği her sefe rinde, sorumlululuklarını madde madde gördüğü kritik yerler de hoşgörü damarları açığa çıkar, affedici olur. Bu "öteki" kav ramı, "ben'' üzerine aşırı yük bindirmiş olmaktan, nefs muhase besinin ötelendiği dünyada bir günah keçisini sürekli yanında bulundurmak ihtiyacından doğmuş olabilir mi? Kavramın bunlardan doğmuş olmadığı kesin, ama ortalarda bu ölçüde dolaşmasını, sık sık kötülüklerle birarada anılmasını, insanla rın bir günah keçisi bulma ihtiyacına bağlıyorum. Bilinçaltı, manevi borç yükünü başkalarına yükleyerek hafifleme isteğini destekler, ona arka çıkar. Ötekinin varlığı, benim kendimi var olarak hissetmemin gerekçelerinden biridir. O olmadan ben olmam; "ben" olanı hissedemem çünkü. Buna rağmen öteki hakkındaki imge, aslında sırf nefis sahibi olduğumuz için kö tülükleri kendinden uzaklaştırdığı gibi, günümüzdeki yaşam tarzına özgü değerlerin yönlendirmesinden dolayı kolayca
"Ben" Olmak 43
olumsuz niteliğe bürünüyor. Salt nefis sahibi olmanın yol aç tığı yarışma duygusu ışığında ve adaletin topluma hükmettiği bir zamanda, başkasının, en azından nötr bir imge üzerinde algılanacağını kabul ederiz. Öteki ve başkası ile ilişkilerimiz, bireysel varoluşa anlam verirken başvurduğumuz önemli bir dayanak olmanın dışın da, çağımızda demokratik toplum oluşumunun algılanmasın da uzun tahlillerin esaslı bir konusu olmuştur. İnsan haklarına uygun davranış ölçüleri bu doğal olarak, toplumsal ilişkiler üzerinden açıklanıyor. Toplumsal dalgaların altında sürüp gi den ortak kaygı, aslında insanoğlunun varoluşuna ilişkin bir meseledir. Uzun erimli her toplumsal hareket, beşeri ilişki bi çimlerinin yeniden ele alınması ihtiyacını doğuruyor. Günlük hayatın hayhuyu içinde üstü örtülen mesele, felsefede açılıyor. Ben'in oluşumu ve şu dünyadaki macerası hakkındaki sonu gelmez kaygılarımız, yeni bir toplum inşa etme çabasının her aşamasında, birarada baanmanın ve esenliğin devamını sağla mak amacıyla geliştirdiğimiz düşünceleri besliyor. İnsanın temel sorunsallarından biri olarak "ben'', felsefi çabanın en önemli itici gücü ve enerji sağlayan yakıtı, kendi siyle didinen kişiler için yakıcı nokta oldu, baştan sona sanat dünyasının ve şiir alanındaki girişimlerin mayasını oluşturdu. Düşünce akışında ele alınması ve irdelenmesiyle olarak değil, bireysel kaygı halindeki biçimiyle "ben'' konusu, ünlü efsane deki başkişi olan nergis'in bir pınarın önünde birikmiş durgun suya bakarak kendisini gördüğü, bu görüntüyü beğenip ona aşık olduğu zamandan beri masallar, sözlü hikayeler yolu ile kuşaktan kuşağa aktarıldı. Yazılı edebiyatın gelişmesiyle tür lü anlatım biçimleri üzerinden işlendi. Bu çabaların hepsinde ortak olan vurguya göre, nergis aynaya bakmış, gördüğü gü zelliğe bağlanmış, tutkulu düşüncesini kendi resmi ve varlığı üzerinde odaklamıştır. Öyleyse, nergis'in kendi resmi ve gü zellik algısı tarafından ayartıldığını söylememiz mümkündür. Ayartılmanın zaman içinde aldığı sıfat, narsisizm olmuştur.
44 Çalkantı ve Dalga
Efsanenin ortaya çıkışında toplumsallaşma söz konusu değil tabii ve orada "öteki" yoktur. Nergis tek başınadır çünkü ve gö rünmek ister. Kime? Hikayede açıkça belirtilmemiştir bu. Ama suda yansıyan güzellik, açığa çıkmalı ve başkaları tarafından görülmelidir. Nergis'in hikayesinde tek insanın görünme arzu sundan hareketle, belirgin bir resmi olmayan, bir kimlik olarak teşhis edilemeyen öteki'nin varlığı, ima yoluyla duyurulmuş olmaktadır. İnsanı felsefi görüş oluşturmaya götürecek başka türlü ra hat edemeyeceği ölçüde derin kaygılar, iki temel yol üzerin de yoğunlaşarak biçim kazanmıştır: Bu yollardan biri insanın varoluşu ise diğeri örgütlenmesidir. İnsan üzerinde toplanan merak ya varlıktan ya da insanların yeryüzündeki toplanma ve birarada bulunma koşullarından yola çıkmıştır. Varoluşa ve örgütlenme biçimlerine ilişkin düşünce yolları, insani kaygıla rın yatağıdır aynı zamanda. İnsanın örgütlenmesinden kastım, karşılıklı tarafları oluşturan iki insanın dostça ya da gerilimli ilişkisinden başlayarak, geniş toplum yığınlarının hesaba katıl dığı, halklara, milletlere ilişkin düzenlemelerdir. Ortak kaygı ların bir boyutu, bireylerin toplumsal düzenin kurulması yö nündeki talebi ise, iyi işleyen bir devlete, sınıfsız bir topluma ulaşmak ve bunu sürdürmek de kaygının örgütlenmeye ilişkin bir başka boyutudur. Beşeri çerçevede "ben'', bu yollardan ikin cisinin üzerinde aranır ve insanlık durumunu panorama halin de görmek isteyen kişi aynı yola bakar. Tek insanın düşüncesini felsefi bir görüş bütünlüğüne varıncaya kadar kamçılayan va roluş kaygısı ise felsefenin ve felsefe tarihinin bilinen hareket alanıdır. Ben üzerine düşünmede, kimlik arayışında olduğu gibi "öteki" ve "başkası" odak noktasında bulunuyor. Kötülük öteki üzerinden tanımlanıyor. Bireyin kendisini çıkar merkezli ola rak tanımasında ahlaki açıdan sakınca görülmemesi nedeniyle, başkalarının belli bir kişinin çıkarına göre düzene sokulması nın istenmesi, aynı zamanda o (birey) kişi lehine sağaltma ve
"Ben" Olmak 45
iyileştirme arayışının bir sonucu sayılabilir. Başkalarını ta nımayan ve kabule yanaşmayan bir bilinçte, "öteki" meselesi "ben''in karanlık yüzüdür. Kör dövüşü o karanlıkta oluyor. Işı ğın da orada olduğu unuhılmamalı. Ana akım medya ortamın da hoşgörü, yozlaşmanın önünü açacak şekilde de kullanılıyor. Bu haliyle, bazı nahoş durumları görmezden gelmeyi tercih eden ve tavrıyla "bunu duymamış olayım" diyen büyüklerimi zin asaletinden iz taşımıyor. Toplumsal davranışı niteleyen bir terim olarak Batıdan gelen hoşgörü kelimesi, daha çok genel leme yaparken ve ucu açık cümlelerde kullanıldığı için yakın larımız (ve çocuklar) hakkında takındığımız esirgeyici tavrı ifade etmede yetersiz kalıyor. Kimi zaman, barış sağlamak amacıyla ve barış ile birlikte, genellikle başkalarından kabul görmeyi bekleyenlerin modalaştırdığı bu kavram, koyduğu sı nırların arkasında kaskatı duran bireyin keyfi davranışına bağlı olması, başkalarıyla kaynaşmayı ve bütünleşmeyi içermemesi ve çağrıştırdığı eşitsizlik yüzünden pek de tatmin edici olma dı. Hoşgörüsüzlüğün taşıdığı tehlikeyi bilmek her halükarda onun karşıtıyla yani hoşgörüyle ilgilenmeyi değerli kılmıştır. Hoşgörüsüzlük dar bir kesinlik içerir; onun temel alınması tam bir felakettir. İnsanlar hoşgörüsüzlükten, anlayışsızlıktan ve dar kafalılıktan yana görünmemek için, anlamı üzerinde başkalarıyla mutabık olmadıkları durumlarda bile hoşgörüye sahip çıkıyorlar. Bu tercih elbette iyidir. Avrupa tarihindeki din kavgalarıyla gündeme gelen hoşgörü, toplumsal ilişkilerin esnek tarafına göndermede bulunduğu için Hıristayan dün yadaki karışıklık dönemlerinde dillerden düşmeyen bir terim olmuştur. Hoşgörü yokluğunun ilkeye dönüştüğü dönemlerde karşı gruplar birbiriyle çatışırken insanların birbirine ettikleri ne bakılırsa, hoşgörüde bulunan esnekliğin dar zamanda nefes aldırıcı işlevi yabana atılamaz. Otuz Yıl Savaşları sırasında Ka tolik kilisesinin kararlarına uymayan Protestanların ve başka larının canlarını karşı tarafın vahşetinden ve aşırılıklarından korumak amacıyla, katı kurallar ve biribirini yadsıyan tutumlar
46 Çalkantı ve Dalga
arasında esneme noktaları aranmıştır. "Benimkinden farklı mezhebe bağlı olan bana düşmandır" sözüne yaslanan fanatiz mi aşmak için bir esnekliğin kazanılmasına kesinlikle ihtiyaç vardı. Merhametin tükendiği yerde başkalarına zarar verme tutkusunu azaltmak ve gidermek amacıyla, kamu ortamına yönelen esnekliğe çağrının adı hoşgörü oldu. Psikolojinin bir konusu, böylece sosyolojinin ilgi alanına yayıldı. Günümüzde diğerkamlıktan nasibi kesilmiş modern insana ahlaki sorum luluğunu hatırlatmaktan ziyade, onun ikiyüzlülüğünü herkesin içinde sergileyen ama aynı zamanda perdeleyerek korumaya alan bir tutumun adı da oldu. Bu nedenle, anlamını daha çok ayırımcı bir temelden alan hoşgörü, toplumsal siyaset ve gaze te dilindeki tarafgirliğiyle derin bir tereddütü tetikliyor. "Ben", tamı tamına tarife kavuşmuş sayılıp sözlüklere ya zılınca, işi bitecek bir kavram değil. Sözlüğe en kapsamlı ta rifi yazılsa bile insanoğlunun mevcut varlık olarak kendisiyle uğraştıktan başka, birey kavramını ve olgusunu kurcalama sı soyut ve somut planlarda devam edecektir. "Ben'' demekle insanı anlama konusu kapanmaz. "Ben"in yerli yersiz insanı uğraştırması, ayrıca bir meseledir. Öznenin kendisi hakkında kullandığı zamir anlamında değil, yeterince tanıma kavuşmuş birey anlamındaki ben üzerinde duyumsal bir doyuma ulaşma dan, "öteki" çözülemez. Ben ve öteki, birbirine bağlı. İ lk adım da ele alınacak varlığın "ben" olacağı kuşku götürmez. Şu var ki, yetkinleşen "ben'', kendisini bir aynanın önünde bulur ve aynı zamanda "öteki" olarak duyumsamaya doğru itilir. Çünkü nihai hakikat olan "ben'', ötekini aynı bağlamda ve kendisiy le aynı kalıpta gördüğü konuma geldiğinde, bundan sonraki bütün amacı kendisini aşmak olacaktır. Ben'in şimdiki kulla nım biçimi, kendini aşmayı öğütlemiyor. Zira ben, toplumsal konumlanışta bir duruş, toplumsal görevlenmede alınan bir ad sayıldığında, ben'in konumlanışında ve görev pozisyonun da ısrar etmek gerekir; bu da değişmezlik demektir. "Ben''in belirlenmiş konumu aşılmamalıdır ki, değişmeyen toplumsal
"Ben" Olmak 4 7
ilişkileri sürdürmek mümkün olsun. Toplumsal rollerine mü kemmel olarak ayarlanmış benlerin aynı zamanda olgunlaşmış olmasının zorunlu şart sayılmayacağı açıktır. İnsana ilişkin bir gerçeği aynı kelimelerle dile getirmek zo rundayız, ama "ben"i egodan ayırmamız gerektiğini, yazı bo yunca göreceğiz. Açıklamasını tasavvufta bulduğumuz "fena" ve "beka" makamına yönelen insan duyguları, benliği belli bir olgunluğa eriştikten sonra gelen, kendini aşma cehdinde ortaya çıkar. Benlik, kendisini (baktığı aynada) öteki olarak tanımaya bu aşamada başlar. Benlik ile öteki arasında yaşanmış olan ger ginlik, artık günlük olaylara değil sonsuzluğa bağlanarak de vam edecektir. Benlik çevresinde sürüp giden çatışma insanın olgunlaşmasına hizmet ettikçe, gönül devreye girer ve çatışma nın, benin, ötekinin, eşyanın, hasılı tüm varlık görünümleri nin birer oyun, tecelli ve cilve olduğunu söyler insana. İnsanın Tanrıya bakışı itaat ölçülerinin dışına çıkınca, çatışma ve ay rışma aradaki ilişkinin bt:lirleyicileri oldu, Tanrının unutulma sıyla da bu belirleyiciler insanlar arasındaki ilişkilere karakter verdi. Çağımızdaki çatışma, "ben''liğin Tanrı ile bütünleşme arzusunu yitirmesinin, ayrışma ise diğerkamlığın unutulduğu bir dünyada "öteki"yi algılama biçiminin toplumsal düzlemde ki yansımalarıdır. "Ben'', başlangıçta en yakıcı mesele iken, ka fadan gönüle doğru geçiş sırasında kendisiyle uğraşmaya teşvik eden bir mesele olmaktan çıkar. Benlik kendisini bir bütünlük olarak algılamaya başlamıştır. Öteki bu bütünlüğü bozamaz. Bütünleşmenin tamamlandığı noktada insan, ben ile ötekinin aynı tabloda buluştuğu ve çatışmanın ortadan kalktığı, başka düzlemlerin adamı olduğunun farkına varır. 2
Toplum yapılanmasının temel gerekçelerini, başlama noktala rında ve tarihin derinliklerinde aramaya çıkan biri, Platonun Devletine kadar uzanabilir. Toplumların modernleşme dönem-
48 Çalkantı ve Dalga
!erindeki örgütlenmeleriyle ilgilenenler Marx'ın yazdıklarına bakma ihtiyacını duyabilirler. Marksizm, sanayi devriminin neden olduğu çalkantıların arasından çıktı. Liberalizm ile ça tışma sürecinde, tarihini doldurmuş toplum biçimlerini eleşti rirken, çalkantıların yol açtığı toplumsal meseleleri sahiplendi. Toplumsal düzenlerin dağılıp yeniden kurulacağı yönünde ön görüde bulunan Marksist düşünürler, insanların emek odaklı örgütlenme biçimine yöneleceğine dair, iddialı tekliflerin pe şinden gittiler. Yirminci yüzyılda varlığı, salt varlık olma haliyle tanıma ça basına giren herkes, bir kere de olsa, Heidegger'in görüşlerine başvurmak ihtiyacını duymuştur. Onun eserine ilgi duyan sıra dan okur genellikle, "mekan-içre varlık'' ve "varoluşsal oradalık'' nitelemeleri ışığında insanın seçerek gelmediği bu dünyada bu lunuşu, hatta fırlatılmış olduğu görüşü üzerinde yoğunlaşıyor. Yoğunlaşma konusu olan bu çarpıcı alanın omurgasında Ba tı'nın felsefi kanonu haricinde kalmış fikirlerin belirleyici yeri vardır. Varoluş kavramını temel alan felsefi çabaların, en eski çağlardan beri Doğu'yu ve Batı'yı kapsayan bir alanda geliştiği açıktır. Evren içinde ve bu dünyaya ait varlık, aidiyetiyle bir likte düşünülmüştür. Bilincimiz, bağımsızlığını, bağlantılarla dolu bir alanda bulur. Bağlantıları yöneten mantığımızdan ve bilincimizden süzülerek ortaya çıkan kararlar kim olduğumu zu gösterir. Nereye aitiz? Bilincimizin, omurgasızlığı reddettiği sürece gündeminden düşmeyen bu soruya cevap ararken, hala Antik Yunanların varlık ve doğa felsefesinden ve tarih öncesi semitik bilgi hazinesinden gelen ve birbirinin aynısı olan veri lerden yola çıkmaktayız. Başkalaşan varlıklar üzerinde düşünmemiz gerektiğinde, onların değişim sürecindeki başka başka hallerini birer mertebe sayarsak; başlangıçtaki şeklini muhafaza eden ve esaslı bir de ğişime uğramayan varlıkların aynı mertebede kaldığını; çünkü doğalarınn bunu gerektirdiğini söyleyebiliriz. Varoluş üzerinde derin düşünme varlıkların konumundaki en temel farkı bize
"Ben" Olmak 49
söyler. Kendiliğinden var olan bir varlık vardır, bu dünyada al gıladığımız diğer varlıklar, "dolayısıyla var" olanlardır. Vahdet-i vücud öğretisine göre, gerçek varlık kendiliğinden varolandır; "dolayısıyla var" olanların mertebesi, gölge, hayal, mecaz vb. şeklindeki varlıklar olmaktan ibarettir ki doğrudan var olma dıkları için onları gerçek varlık sayamayız. Mümkünler için, yokluğu, zati bir nitelik olarak gören İbn Arabi "Bir şeyin zati niteliği, ondan ayrılmaz" demektedir. (Fütuhat, 12 s. 258). Bu ayırımın kabul ettiği mantıkla insanın varlık olma durumu üzerine tefekküre dalan kişi, ünlü "Ben, ben olanım'' sözünde tarifini bulan tekil varoluşu hatırlayacağı yere gelmiştir. Dolay sız var olanın/olmanın evrensel bir ifadesi sayılabilecek bu kısa cümle, Hz. Musa'nın Tanrı ile arasında geçen mülakatın özü nü ifade ettiği düşüncesine dayanan yorumlara konu olmuştur. Buna göre Hazret, mülakatını yapmış, kendine ve yalnızlığına dönmüş, sonunda kavmine gidip onlarla görüşmenin zamanı gelmiştir. Kendisi, kiminle konuştuğunu bilmektedir. Ancak dinlediği varhğın kim olduğunu açıklayacağı zaman onu kav mine hangi adla tanıtması gerekir? Bu sorunun cevabı, yukarı da belirttiğimiz, üç kelimelik özlü cümleden ibarettir: Ben, ben olanım. (Ben, benim gerçekten) . Bu cümle, kendiliğinden var olanı, yani varoluşunu ba-şka bir varlığa borçlu olmayan varlı ğı beyan eder. Kendinden var olan, mutlak varlıktır, (Allah)tır. Mutlak varlık, kendisinin varlığından haberdar etmekle, hitap ettiği kişiyi özne kılıyor. Çünkü muhataplığa kabul edilen kişi, kendisine hitap edildiği anda özne haline gelmiş olmaktadır. Elbette, buradaki özne zati nitelikleri ölçüsünde bir kimliğin sahibidir. "Sınırlının hüviyeti, Mutlak'ın hüviyeti değildir. Sı nırlının hüviyeti, oluşla ilgili bir nispettir" (Fütuhat, 10 s. 35) . Ben ile öteki, ben ve başka bir ben, özne ve yanındaki başka özne devreye giriyor, bilincin hatırlayan alanına geliyor. Bunun Hz. İsa ile ilgili bir versiyonu Yuhanna İncilindedir. Şöyle ki; Hz.İsa hakkındaki meş'um kararın bir grup Roma vatandaşı tarafından alındığı tarihte Yahudiye şehrinin valisi olan Pila-
50 Çalkantı ve Dalga
tus, Hz. İsa'ya, gerçeğin ne olduğunu soruyor. Çünkü Hz. İsa gerçeğin tanığı olarak, onu müjdelemek üzere geldiğini söyle miştir. Hz. İsa, gerçek "Ben olan benim" diyor. Gerçek gerçek tir. Gerçek, dolaysız biçimde varolandır. İslam dünyasındaki düşünce hareketleri tarihinde, varoluş üzerine görüş geliştiren düşünürlerin temel yönelimlerinden biri, burada işaret ettiğimiz şekilde, bir mevcudiyetin kendin den var olması ile dolayısıyla mevcudiyet kazanmış bir varlık olma ikileminin tetiklediği bir çizgi üzerinde gelişmiştir. Bu noktada, gerçek, yani yaşanmışlığın bir unsuru olan derin ve insani kaygıdan doğan bir mesele vardır. İnsanın gerçek var lığını dışarıda bırakarak kavramlar üzerinden akıl yürütme ya da bir düşünce oyunu söz konusu değildir. Gerçek varlık, kendiliğinden varolandır; diğerleri gerçek varlığa bağlı olarak dolayısıyla varolanlardır. Buna göre, kendinden varlığa vücut dersek; mevcutların hepsi, dolayısıyla var olmaktadır. O halde varlık aynı zamanda bir derecelenmenin konusudur. "Dolayı sıyla var olan" ın, varolma niteliği, ona "var" demenin ne anlama geldiği hakkındaki düşünceler, varlığı açıklayıcı olduğu kadar, yıllar süren dipsiz tartışmalarda iz bırakmıştır. Niyazi-i Mısri günlüklerinin bir yerinde sözü, "Allah'a iti kadı olmayan bir kavmin içinde söz kimde ise, halk kime bağlı ise ona Allah dedikleri" devirlere getiriyor. Bir örnek olarak, Hz. Musa'nın firavuna dönerek, onu, Tanrıyı tanımaya davet etmesini, firavunun bu davet karşısında "Ben, benden gayri Al lah olduğun bilmem'' demesini öne sürüyor. Bu cevabın üzerin de düşünüp çözümlemesini yaparak, varoluşa bakışta, varlığın dolaysız ya da dolaylı oluşunu ayırma çabasıyla boğuşanlara ait kaygının değişik bir veçheden dile getirildiğini söyleyebi liriz. "Ben, ben olanım" sözünde ifadesini bulan dolaysızlığa benzer biçimde, firavun, kendiliğinden varolma iddiasını öne sürmüştür. Açıkça, kendisinden başka, kendiliğinden varolan bir varlık tanımadığını söylemiştir firavun. Ona izafe edilen bu ifadeler felsefi çıkarım değil, gerçekte, muhayyilenin çıkarımı
"Ben" Olmak 5 1
olan bir tür i ç tecrübenin dışlaştırılma biçimi sayılır. Muham med İ kbal'in dediği gibi, iç deneyim, benliğin iş başında olma durumudur. Başkasının varlığını, iş başındaki benliğimle bir likte hissedebilirim. Öteki meselesinin, "ben"in bir tür karanlık yüzü olarak ele alınabileceğini söylediğimize göre, şimdi ünlü sözü bir daha söyleyelim: Kendini bilen Rabbini bilir. Rabbini, kendisiyle bilir. Çünkü rabbini bilmek için kendisi (var) olmak lazımdır. Dolayısıyla Rabbini bilen kişi, içsel deneyimin mey vesini tatmıştır, ondan oğul almıştır. Burada, varlığın iki haliyle ifade edilen anlaşılma şekli, İslami tefekkürde kelamın alanına da girmektedir. Önemli olan, kişinin kendini gerçekleştirmesidir. Kendili ğinden var olan mutlak özne, kişiye hitap etmekle onu özne haline getirmektedir. Mesela, Allah imana davet etmekle (bana hitaben konuşmakla) beni cevap verip vermeme durumuyla karşı karşıya bırakıyor. Bir soruya muhatap olup karşılık ver mekten sorumlu olan kişi öznedir. Hakikatte, dolayısıyla var olduğu için öteki olan kişi, gerçeklik alanında kendisi olarak kendini gerçekleştirir. Duyu organları üzerinden aldıklarını, duyum ögeleri olarak değerlendirmesi ve yeteneklerinin açtığı potansiyel alanı doldurma çabası, insanın kendini gerçekleş tirmesinin görünümleridir. Doğal çevrenin ve toplumsal haya tın kuralları bu görünümü tamamlar. Kişi, bilinmeyen gelecek hakkında bir endişenin sahibi olduğu ölçüde, kendi varlığı ve varlığındaki muhtemel değişimler üzerine düşünür. Kimliğini, köklerini ve oluşum biçimini düşünen (özne) kişi, anadili, aldı ğı eğitim, gelenekleri ve deneyimleri üzerinde yoğunlaşarak bir fikre varmak ister. Bu çabadaki en güçlü etmen olan gelecek tasarımı ve beklentisi, bilinçaltında da etkilidir. İnsanın kendi ni gerçekleştirmesi, belleğin geçmişe ait bilgilerle dolu hazine sini kurcalayarak ve bellekte olup biter. Kişi, gelecek kaygısıyla ve gelecekten yola çıktığı içindir ki; geçmişiyle uğraşmaktadır.
52 Çalkantı ve Dalga 3
İnsan öğrenen varlıktır. Bilgiyi toplar ve düzene sokar, topla mayı ve düzenlemeyi de öğrenir. Öğrenilen, varolanla kayna şan eklemedir. Köstebeğin toprağı delmesi, arının bal, kuşun da yuva yapması için özel bir eğitimden geçmesi gerekmiyor. Bir tür kendiliğinden bilgiye sahiptir onlar. Bilgileri, mevcut olma biçimlerinin bir görünümünden başka bir şey değil. Bi zim bilmediğimiz bir eğitimden geçtiklerini de söyleyemeyiz, çünkü başarısızlığı onlara yakıştırmıyoruz. Özel eğitim, eğitim alan öznenin başarıp başaramayacağına, konuya yatkın olup olmadığına bakarak yapılan bir deneyimdir. Köstebek, arı, kuş ve benzerleri ise hiç başarısız olmazlar. Takip ettiği fare nin deliğe kaçmasını önleyemeyen kedinin bilincini ölçmeye kalkışmayız. Toprağı delen, bal ve ev yapanlara, yatkınlık ve başarı bağlamında eksiklik ve fazlalık izafe edilemeyeceği için, bizimki gibi özel eğitime ihtiyaçları olmadığını bilir, onlardaki beceriyi doğuştan edinilmiş sayarız. Gösteri, eğlence ve başka amaçlar için eğitilen hayvanlar, alışkanlığını kaybedebilir, tepki vereceği nesnedeki dönüşümle ilgilenmeyebilir; aslında bilinci sınadığımız bir başarısızlığı onlara izafe edemeyiz. İnsan öğrendiği dil üzerinden insanlığın ortak dil evreni ne katılır. Kişiyi, varlıklar zincirinin son halkasında toprakla buluşturabileceğimiz varlığa bağlayan ve varlıklar dünyasının imgelemi içinde bir yere koyan, zihninde yaşattığı anne imge sidir. Aynı şekilde dilin kendisi, insanın dünyayı algılamasını sağlar ve onu anlamlar dünyasına bağlar. Sudaki görüntüsüne baktığında, var olduğunu kavrayarak sevinen bir kişi, sevinç duygusunu yüz ifadesindeki basit değişmelerle dışlaştırabilir, yüzdeki ifade muhataba ihtiyaç duymadan beliren bir yansı madır ama onun "suda gördüğünü övmesi" (kendi görüntüsü hakkında düzdüğü övgü ifadeleri) başkalarından öğrendiği dilsel bir gerçekleşimdir. Duyumların ifadesine yarayan keli meler dilin doğal olarak öğrenilmesi sürecinde kendisine yer
"Ben" Olmak 53
buluyor. Bu kelimeler duyumları ifade ettiğinden dolayı her kese bağlar kişiyi, içlerinde bir anlam biçimlenmesini getirdiği için belli kültür dairesinde bulunan insanlarla ortak zeminde buluşturur. Bir anlamın taşıyıcısı olan kelimeyi öğreten kişi, dili öğrendiği ve öğrenme sürecini unutmuş olduğu zaman larda aynı kelimeyi başkasından öğrenmiş, kendisine de baş kası öğretmiştir. Öğrenme zincirini geriye doğru uzattığımız zaman kendi duyumuna ilişkin bir kelimeyi öğrenen kişinin, insanlığın başlangıcına kadar uzanan anlam dünyası ile bağ lantı kurma imkanına sahip olduğunu anlarız. En başta bir kelimenin söylenme biçimini, suyun şırıl şırıl akmasıyla, ol gunlaşmış meyvenin "pat" diye düşmesiyle ve benzeri başka olaylarla doğanın kendisi öğretmiş olabilir insanlara. Dil geç mişten gelen ve kişinin kendini gerçekleştirmesiyle onu aynı zamanda başkalarının diline ve anlamlar dünyasına bağlayan bir olgudur. Demek ki, doğa öğrettikleriyle insanları birbirine bağlıyor. Kişi, zamirinin- oluşumuna katkıda bulunanlar karşı sında sorumluluk sahibi olduğu gibi, öğrenmekle kendini ger çekleştirmesini aynı olguda birleştiren dile karşı sorumludur. İnsan, öğrendiği dilin içinden geçerek insanlığın başlangıcına giden yol üzerindeki anlamlar dünyasına bağlanmakla bir tek life muhatap ve teklifle sorumlu kılınmakta, öyle ki bunun ne ticesi olarak giriştiği çabalar kendini oluşturmanın bir yolu ve usulü olduğu gibi, kişinin kendisinin yokluğunda bu çabaların ışığı zamirine içkin olarak yansımaktadır. 4
Bir zamir olarak "ben"in gerçekliği üzerine düşünülebildiği gibi somut ben olarak görünmenin dışındaki varlık boyutu üs tüne düşünmek de mümkündür. Kişi ortada yok iken dünya ve bu zamir ne anlama geliyor? Ben yokken bu dünya var mı idi? Var diyemem, (bu mümkün olmaz) çünkü onu algılayan bilincim yoktu. Aynı mantığa göre ben bilincimle birlikte git-
54 Çalkantı ve Dalga
tiğimde bu dünya yok olacak. Ama bana dair imge bir süre var olacak, dünyanın hala var olduğunu algılamaya güç yetireme diğim halde. Mimar Sinan "ben" olarak yok, yaptıklarıyla var. Eski çağlarda yaşamış olduğuna bakarak "Mimar Sinan diye biri yok'' diyebilir miyiz? Diyemediğimizi düşünelim; peki, bir insan "ben" olmadan da var olabilir, demeli miyiz? Etten ke mikten bir muhatabın bulunmadığı durumda "ben" kendini hatırlamıyor, görünür olmak için can atmıyor, olsa olsa "ben olarak'' bir şeyi yapmaya çalışıyor, yaptıklarını sürdürüyor. Ya pılmış olanlar, onun yaptıkları ayakta duruyor. Geçmiş yüzyıl lardan alacağımız örneğin Sinan gibi bir mimar değil, bir ya zar olduğunu düşünelim. Yazara ait "ben'' ortada bulunmuyor; onun bıraktığı zihinsel miras yazı yoluyla bir portre oluşturdu ğu, insan tasvirlerini temel aldığı, kendi zihnindeki oluşumu doğrudan bir başka zihne aktardığı için, kendisini hissettiği miz bir kişilik oluyor. Eser ile haşır neşir olduğumuz zaman yazara ilişkin "ben" ile buluştuğumuzu düşünüyoruz. Yazar, belki de kendisinden hiç söz etmiyor bu nedenle savunmasız durumda ve kendini üstelemiyor ama yok etmeye kalkışmak la silinecek bir "ben'' değildir onunki. Yazarın yaptığı (eseri) ile "ben'' birbirine karışıyor. Yazar yaptıklarıyla var, ama acaba "ben'' olarak şimdi var mı? Peki, eseriyle şimdi var olana, ne suretle "yok'' diyebiliriz. Bu "yok'', esere zihnen bağlanmış olan birini nasıl ikna edebilir? Yüzyıllar öncesinden gelip eserleriyle göz önünde bulunan şair ya da yazarın "ben'' olarak da mev cut olduğunu söylemek, onun şimdi ve buradaki varlığını yo rumlamamıza bağlıdır. Yapıp ettiklerinin etkisi sürmekteyken, onun hakkında "ben olarak yok'' demek, hafızaların hazinesini, zihnimizdeki bilginin etkisini ucuzlatmak anlamına gelebilir. "Bir şey hakikati bakımından bakidir, bu yönüyle herhangi bir şey helak olmaz", diyen İbn Arabi'ye göre (Füruhat, c. 1 3 . 2 6 . Sifır) insanın sureti yok olduğunda dahi, kendisini farklı laştıran hakikati, tanımıyla kalmaya devam edecektir. Bu haki kat, tanımın kendisidir. Herhangi bir insanın mevcut olmadığı
"Ben" Olmak 55
yerde insanın konuşan hayvan olduğunu söylemekte beis gör meyiz. Çünkü insanın, kendisini farklı kılan hakikati yok ol maz ve bu hakikat sürekli kendisine aittir. "Bu durumda, insan malumdur ve bilgiden kaybolmaz". Eski çağlarda yaşamış olup eserleri hala okunduğu, yani ha kikatiyle var olduğu halde, bir yazarın insan olarak tanınmayı şına bakarak onun hakkında "yok" demek, sorumsuzluk dozu taşımaktan kurtulamaz. Şöyle (elyazması) bir örnek hatırlıyo rum: Vuslatname. Yazan: Habibi. Gözden geçirdiğiniz metin, zihninizde mevcut olmuştur. Ama o metni yazan? Binlerce Habibi'den biri yaptığıyla "var" oluyor. Kimdir, nedir? Vuslat name'yi yazmış olan . kişi. "Ben'' olarak var diyebilir misiniz? Var demezsiniz, kitabı gördükten sonra "yok'' demek de ko lay değildir. "Ben'' olarak yok, yaptıklarıyla var. Yaptığı iş, onun varlığını imgelerin dünyasında devam ettiriyor. Var olduğu düşünüldüğüne göre de o bir "ben''dir. Demek ki; yaptıklarıyla var olan kimi kişiliklerin"'ben olarak da var ya da yok'' olduğu nu söylemek . kolaycılık olabilir. Nesnenin algılanması gerekir; algılama bilinçle gerçekleşir. Algılayan bilinç yoksa nesne var olamaz ki. Dünyayı bir satıh olarak göz önüne alalım; üzerinde yaşa yanlara eşitlikçi görüşle baktığımızı düşünelim. "Ben'' demek hem ötekilere haksızlık hem de eylemin sahibini küçülten bir hakaret oluyor. Çünkü eşitlikçi olduğu halde "ben'' diyen kişi ya ötekileri dışlamıştır ya da ötekilerin her birinin "ben'' diye diklenmesine meşruluk temeli bağışlamıştır. Ötekilerin, "ben" demeksizin özbilincini duyumsamasına engel olmakla kimse bir şey kazanmaz. "Ben" diyerek başkalarını savunmada bıra kıp "ben'', hatta "karşı ben'' demeye zorlamaksa ne kadar saçma ve küstahça. Amerikalı şair E. E. Cummings İngilizcede "ben'' anlamına gelen (1) işareti, mısralarında hep küçük harf biçi minde yazmıştır. Böyle yapmakla, İngilizlerin ve Amerikalı ların egolarını ilahlaştırmasına karşı çıktığını belirtmiş oluyor. Nadiren büyük harf kullanır ya; şairin "i" harfi için uyarıcı bir
56 Çalkantı ve Dalga
gerekçesi var: "I" nedir, diye soruyor Cummings. Çok çok bir zamirdir o; Fransızca "je", Almanca "ich'', İtalyanca "io" gibi. İngilizce konuşanlarınki neden büyük harfle yazılsın ki? Ör neğin bir Hint fakiri, İngilizce mektup yazdığında kendi ana dilinde konuşanlardan daha üstün bir egoya mı sahip oluyor ki, şahsını büyük harfle yazsın; zamirini büyük harf (I) ile be lirtsin. Şair, böylece eşitlikçi anlayışa göndermede bulunuyor ve düşüncesini, "birey" kavramını, içini boşaltmadan dile ge tiriyor. Toplumların selameti için birlikte yaşama idealini vur gulayan teoriler daima ortalama insanı gözetmiştir. Eşitlikçi bakıştan da bu beklenir. Yanlışlık, ortalamaya bakalım derken, bireyi, tutkularından sıyrılmış ve içeriksiz olarak düşünmekle ortaya çıkıyor. Tabii ki duyarsız kişilikleri açıkça hafife alan şair Cummings, insandaki tutkuların iptalini istiyor değildir. İnsanın tutkuları, ulaşılabilir her şeye sahip olma arzusu olarak da ortaya çıkar. Kapitalizmin körüklediği arzu insanı hem saldırganlaştırıp kamçılıyor hem de onun özgürlüğünü içten içe kemiriyor. Tutku, tam öyle değil; gerektiğinde kendi üstüne kapanır. Çünkü tutku, özünde kendine dönüktür. Öte kini kapsamadan, başkasından nesne koparmadan birey olma isteği, tanımlanmış olan ve olmayan bütün tutkuların temelin de yer alır. Başkasının elinde olanı istese, ondaki fazlalığı ken disinin eksikliği olarak görse de her insanın benliği biriciktir, tektir. Bu nedenle, değerler dünyası içinde bir öznelliğe sahip olmak ve bunu dile getirecek yetileri kazanmak, insanı, mal sahibi olmaktan daha çok özgürleştirir. "Ben'' dediği halde karşıdakini ayaklandırmayan bir söyleyiş biçimi de vardır. Kendi çerçevesini kasteden ve dikine dikine gitmeyen kişi, "ben'' dediğinde, başkalarının alanına girmedi ğini söylemekte, "kendi payıma" demektedir. Bu haddini bi len, komşuluğu değerli kılan, diğerkamlığın iki taraflı davetçisi olan yaklaşımdır. Salt öz benliği dışlaştırmak üzere ağza alı nan "ben''in hiçbir biçimde yaralayıcılığı yoktur, küstahlıktan iz taşıdığı görülmemiştir ve içtenliği etkileyicidir. Zamirin bu
"Ben" Olmak 57
(gücünü aşmayan) biçimde kullanılması, sorumluluk bilinci ne dayandığından kimseyi tehdit etmez ve "ben" demek, bir güç gösterisine dönüşmez. "Ben''in aslında; o, "ben'' dedikleri olmadığını söyler. "Fakir" kelimesinin Türkçede eski kullanım biçimlerinden birinde, "şu fakir" diyerek söze başlanmasında görüldüğü gibi. "Ben"in varlığını görüntüden ibaret sayan tasavvufi ekol lerin hakkı var. Benliğin bu (görüntü) biçimdeki gerçeğini, tasavvufi bilgi sahiplerinin hakkını teslim edecek kavramlar dünyasına sahip olmakla anlayabiliriz. Ben'in varlığının göre celi hale gelebildiği, bir gerçektir. Çünkü başka bir bağlamda dile getirmiş olduğumuz gibi; bir kendiliğinden varolan var, mutlak varlık diyoruz ona; bir de dolayısıyla varolanlar var, bu dünyada. Şu örneğe bakalım: Ben, kendi adımı koymadım; başkası koymuş. Dolayısıyla başlangıçta kendim için bir öz neyi belirlemiş değilim. Bana ad veren de bir özne belirlemiş olamaz. Buna rağmen, oram verdiği adı kullanarak, "bu benim" diyebiliyorum. Adımı koyan, ne'liğini kendisinin belirlemediği bir özneliği bana izafe etmiş oluyor. Ondan ad alan, şu anda ki benliğim değil. Bense; adımı duyduğum zaman, özneliğimi, yani özne olarak varlığımı hatırlıyorum. Ben miyim, öteki mi? "Ben''i her zaman (ete keıniğe bürünmüş halde iken de) görece kabul eden algı, rastgele davranmıyordur; (bir bildiği vardır) kim bilir? Geçerken, "ben ve başkaları" bağlamında Mevlana'nın ese rinden bir anekdotu hatırlıyorum: Sevgilisinin oturduğu semte varan bir kişi onun evine yaklaşır ve kapısını çalar. İçeriden gelen ses, kapıyı çalana, kim olduğunu sorar. Önündeki kişi, "ben!" diye cevap verince kapı açılmaz. Bana ve sana yer yoktur çünkü orada. Kapıda bekleyen, bu mesajı almış, "ben" demesin den doğan sonucu anlamıştır. O haliyle kapının açılması için ısrar etmez, dönüp gider. Menkıbe ya da masal bu ya; bir çile ve olgunlaşma döneminin ardından aynı kişi tekrar kapıya ge lir. Hiç değişmemiş halde bulduğu kapının tokmağını tıklatır.
58
Çalkantı ve Dalga
"Kim o?" diyen ses kapının arkasından geldiğinde, vereceği ce vap hazırdır: "Sen'im." Zaman içinde kazandığı olgunluk ona ayrıgayrı olmadığını öğretmiştir. "Sen'im" diye verdiği cevap, sen ve ben arasındaki birliğe göndermede bulunduğu gibi, ce vap verenin, kendiliğinden var olamayacağını anladığına ve dolaylı olarak var olduğu bilincine sahip olduğuna işaret edi yor. Şöyle ki, kendisinin "ben" diyebilmesi için, başka birinin (ötekinin) mevcut olması gerek. "Sen" konumunda bir varlık olmadan, ben konumundaki kişinin kendisini "ben" olarak dü şünmesi anlamsızdır. Ben, görelidir. Yani "ben" görünürlüğü nü başkasına borçludur, çünkü o bir, dolaylı olarak var olandır. "Aynı durum karşı tarafı, başka "ben"leri içerdiğine göre, do laysız var olan merkeze alındığında, sen ben ayırımı anlamsız olmaktadır. 5 Bir insanın özerk iradeye sahip olması, onun özgür olmaktan önce üstün ve egemen olduğunu düşündürür. İrade, kendi ku ralını kendisi koyduğu ölçüde özerktir. Aynı nedenle kendisine egemen iradenin üstün olduğunu kabt:l ederiz. Duygu dünya mız etkilere açıktır. Şiddetli duyumlar irademiz üzerinde baskı yapar. İradenin dışarıdan gelen duygusal etkilere ve yer ve za mana göre meydana gelen sarsıcı duygu dalgalanmalarına di renerek dağılmaktan korunmasını, onun özerk niteliğine bağ lıyoruz. İrade kavramı, tek başına özerkliği içerir. İradesizliğin aşağı derecede bir durum olduğunu düşünürüz. Bir kimsenin irade sahibi olduğunu söyleyen, onun aynı zamanda, duygu kapılarından giren dışsal etkilere karşı durabildiğini belirtmiş olur. Öyleyse, irade sahibi insan kendisine egemendir. Birey sel ihtiyaçlarını karşılamak açısından, dingin ve kendine yeter olmayı insan için bir üstünlük olarak göreceksek, evet; belirli bir konuda irade sahibi olan, o ya da benzeri bir konuda irade ortaya koyamayandan, eylem koyarken özerk davranan, özerk
"Ben" Olmak 59
olmayandan üstün sayılmalıdır. Ama iradenin kendisi sadece üstün ve egemen olma haline indirgenemez. Çünkü toplum karşısında zayıf iradeli birini egemen konuma getirecek araç lar ve bu araçları ustaca kullananlar vardır. Kurmaca üstün lük, iradeden kaynaklamaz. Bir duygu ya da davranış, sadece arzu olarak uyanabilir, başkalarına yönelme olmadığı halde de var olabilir. Bunu, özerk olmak için tek başına olmak gerek tiğini düşünmenin yanlışlığı ve özerkliğin başkaları arasında anlam kazanacağı gerçeğiyle karıştırmamak gerek. Toplumdan yalıtılmış bir yaşam, bu yaşamı seçmiş kişinin bireysel yeti ve kazanımlarının güçlü olduğuna ilişkin bir fikir verdiği halde, aynı kişinin özerkliği, başkalarıyla kurduğu ilişkinin niteliği ne ve başkaları karşısındaki konumuna bakarak anlaşılabilir. Özerklik, kişiyi çevreleyen sınırların ve başka "ben''lerin var lığının içselleştirildiği toplumda, özgürce düşünebilmek ve eylem yapabilmekte görünür. Kendi kuralını kendisi koymak anlamındaki özerklik daha çok toplum içindeki ve topluma göre düşünülmesi gereken bir durumdur. Bu meyanda özgür lük ise inandığı ve kabul ettiği değerlere göre eylem yapma yı bildirmekle bireye ilişkin bir nitelik olmaktadır. Bir insan başkalarına bakarak üstün olduğu vehmine kapılabileceği gibi, başkalarına yönelmeden, . kendi nefsinde yaşayarak hissettiği, bu arılamda iradesini ve bilincini taşıdığı "büyüklüğün sahibi" de olabilir. Bu son cümlenin bize gösterdiği durum, yücedir, yücelikleri taşıyıcı ve yansıtıcı niteliktir ve bu yücelik başka larını ezmez. Kendi varlığından daha büyük bir dünyayı yan sıtıyor olmanın bir yücelik olduğunun anlaşılması için, büyük anlamların dünyasını yansıtan kişinin, ötekileri aşağıda bırak ması gerekmez. Bir iradenin, kendisinden daha yüce başka bir iradeyi temsil ederek yücelmesi mümkündür ve o irade içinde erimesiyle, onun daha yüce olma niteliğine halel gelmez. Saf iradelerin karşılaşması ya da birden fazla özerk iradenin aynı düzlemde biraraya gelmesi, karmaşık bir durum algısına sebep olur. Bu durumun yansıttığı karmaşık görüntüyü sade haline
60 Çalkantı ve Dalga
döndürerek anlamak için, irade psikolojisinin ve irade algısın daki dalgalanmaların rolüne bakmak gerekir. Başkalarına yönelen irade ortaya bir başarı koymadan da var olabilir; evet, o bir iradedir ve diyelim ki, başkalarına yö nelik eylemiyle ortaya çıkmış ve başarısız kalmıştır. Başarılı ve egemen olamadı diye, iradenin yokluğuna hükmedemeyiz. Za ten, yönelmesiyle o varlığını açığa vurmuştur. Kaldı ki açık bir yönelme olmadan da iradenin mevcut olabileceğini biliyoruz. Arzu, bunu kanıtlar. Kaldı ki iradi bir tasarruf olarak, hareket siz kalmak da mümküdür. Herhalde irade'nin geleceğe ilişkin olduğu doğrudur; ancak bir yere yönelmiş olması zorunlu sa yılacaksa, o zaman iradenin tutkudan ayrıldığını da belirtme miz gerekir. Tutkular, dışlaşmasında ve başkasına yöneliminde sınır tanımadığı için özgür ve önü açık görünür. Sahibini esir aldığı ve kendisinden başka her şeye karşı onu özgür bıraktığı düşünülür tutkunun. Beklenmedik şekilde önüne çıkan engel ve sınır tutkuyu bozguna uğratır. Denge, irade ve aklın devreye girmesiyle yeniden sağlanabilir. Tutku ile bilinç arasındaki bağ zayıf ve çoğu zaman "yok hükmünde" olduğundan tutkunun özgür doğası her zaman açıklanmaya muhtaçtır. Doğrusu, hiç kimse özgürlüğü tutkuda aramaz; çünkü irade, bilincin dışa rıda kaldığı hiçbir durumla yan yana düşünülemez. Saf irade, doğasıyla özerk olduğunun, iradenin sahibi olan kişi ise, bir iradeye sahip olarak kendi varlığının bilincindedir. En iyisi, "irade" sürece bağlı olarak düşünüldüğünde, kader ile birlikte ele alınmalıdır. Özgür irade ile kaderin belirsizliği arasındaki gerilim insanı kuşatarak iradenin varlığına dahil olur.
NASIL VE NİÇİN? Pozitivizmin öngördüğü şekilde sırf nicel verilerden sağlanan içerik ve yönteme bağlı olarak düşünenler, çalışmalarında "Ni çin?" sorusuyla yola çıkmaktan hoşlanmazlar. Dahası böyle bir soruyu gereksiz ve yersiz bulurlar. Varolarılarda bir amaç arayışı
"Ben" Olmak 6 1
beyhudedir onlara göre. Dünya niçin yaratılmıştır? Niçin gece ve gündüz, yaz ve kış birbirini takip eder? Yağmur niçin tam zamanında gelir ya da ekinler onu beklediği halde niçin yağ murun geciktiği olur? Bu soruların üstüne gitmek, hatta bilinç sahibi yegane varlık olduğunu göz önüne alarak insanın ni çin var olduğunu sormak abesle iştigal sayılır. Niçin? Varoluşu hikmetle açıklayan, varoluşun hikmete bağlı olduğunu telkin eden eski dünya algısını hatırlatıyor da ondan. Kendini din leyenlerin, böylelikle sadece kendilerini değil, kendi şahısları üzerinden insan doğasını düşünmeye dalanların zihninde dö nüp duran "Niçin'' sorusu, karşılıklı konuşmanın hüküm sür düğü, düşünce paylaşmanın mümkün olduğu ortak zeminlerde cevap bulamamıştır. Bu nedenle, bu soru kelimesi temelinde kabaran duygular çoğunlukla muhatapsız kalır, bireysel zeminde bırakılır ve dile getirilemez. "Niçin"leri besleyen duygu, tek insanın içinde bü zülüp kalır ya da orada gelişir. Bireyler, "Nasıl" ile açıkladığımız toplumsal olgular ve olaylar karşısında adil olma amacının he saba katılmadığını gördükçe sarsılır, alev almış adalet duygula rının sönümlemesini istemezler; Adalete ilişkin duygu baskın çıktıkça insan, varlığın temelde "amaçlı" olduğunu düşünür ve bu nedenle "nasıl" mı öğrendiği olayların "niçin" olduğuna dair bir hissin peşine takılır. Sorular soruları doğurur. Doğal bir duygu olan şüphe, adı konulmadan da eşlik eder insana. Pozitivizm, aksi düşünülemez gerçekler olarak önümüze serdiği kesinliklerden yola çıkarken bizi felsefedeki şüphe nin dışına attığının farkında değildir. Şüphe doğal bir duy gu olarak her devirde ve her ortamda insanla birlikte sürüp gitmektedir oysa. Gelenekleri temelde değişime uğramamış toplumların inanma biçimlerini eleştirmeye ihtiyaç duyanlar, genellikle şüphe etmenin yeni tercih şıklarına kapı açacağını ve daha değerli bir tercihte bulunma imkanı doğacağını öne sü rerler. Aynı zamanda bir teklif olan bu ilk adımla insanlardan, inandıklarına şüphe ile yaklaşmaları istendiği halde, doğal ve
62 Çalkantı ve Dalga
insani bir duygu olarak şüphe, modern çağda günlük hayatla bağlantısı kurulamadığı için insan üzerine baskı olarak yan sıyan, sıkışmışlık ve kilitlenmişlik duygusu veren (özellikle si yasal) kesinliklere karşı insan zihninin sığınaklarından biri ol muştur. İnsanın düşünsel arayışına engel oluşturan kesin inanç bağlarını çözmesi beklenen şüphe, çağımızdaki siyasal baskı ve bağımlılıkların zihinlerde açtığı tahribatı önlemek üzere yardı ma çağırılmaktadır. Şimdilerde küresel ısınmanın dünyamıza yönelttiği tehdit karşısında ozon tabakasının delinme sebebi sorgulamaların konusu olmaktadır. Bu konuda değişik kanallardan haberler yayıyorlar. Haberlerin kaynağını sorgulamak mümkün değil, bize; medyanın yalancısı olmak düşüyor. Eğer yalancıktan de ğilse, bu defa "niçin?" demekten kaçınmıyorlar. Çünkü bu soru kelimesi insanlara sorumlu olduklarını hatırlatıyor ve insanlar yapıp ettiklerine bağlanan bir kötüye gidiş yüzünden, sorum luluklarını düşünmeye çağırılıyor. "Neredeyse eskilerin yaptığı gibi" diyeceğim, dilim varmıyor. Çünkü varoluşa ilişkin sorum luluğu üstlenmek için gereken cesaret ortalarda yok. Bu da on ların ciddi olmayabileceklerine dair ciddi bir işaret. Belki de tek taraflı iddiadan ibaret bir tesbite dayanarak, güçlü ülkeler gücü onlardan daha az ülkelerden fedakarlık talebinde bulu nuyorlar. Ekonomik olarak güçlü ülkelerin kendilerini sınava sokmaktan kaçınmaları, o ülke yöneticilerinin haklılık iddia larını kuşkulu hale getirmektedir. Eğer, teknolojinin kullanı mı nedeniyle atmosferin terkibinde insan yaşamını tehlikeye atacak ölçüde bir değişim meydana geliyorsa, bunun öncelikli müsebbipleri teknolojik donanıma ileri derecede yatırımlara sahip olanlardır. Halbuki ozon tabakasının delindiğine dair iddia onlardan gelmektedir. Onlara göre, ufukta görünen fela ketin önlenmesi için gücü az olan ülkeler masrafı göze almalı, yatırım yapmalı, hava kirliliğini savuşturmanın bir yolunu bul duktan sonra küresel iklim değişiminin tehlike sınırına yak laşmasından sorumluluk duymalıdırlar. Dedikleri bu. Sorgula-
"Ben" Olmak 63
mayı kendi nefislerine yöneltmiyorlar. "Niçin", denilmez mi? Demeyelim mi? "Niçin" diye sormanın kafaları kilitlediğini, bu nedenle saç ma olduğunu düşünenler var. "Nasıl" dersen bilimsel bilginin gösterdiği süreçleri anlamak için çaba gösterirsin; "niçin" diye rek çıkmaza girip ne yapacaksın, diyorlar. O halde, biz de "Ne uğruna?" diyelim. "Değer mi?" diyelim. "Neye yarar?" diye so ralım. Enerji üretmi, doğal dünyanın dengesini bozacak ölçüde ve biçimde yapılıyorsa, "Ne uğruna?" diye sormak hakkımızdır. Afrika'nın bir bölümünde, göz göre göre insan soyunun kuru yup gitmesine, ne uğruna göz yumuluyor? Olacağı önceden bi linen toplu kıyımlar niçin yapılıyor, kime ve neye yarıyor? Kur ban, neye kurban? "Niçin", yerini başka soru kelimelerine terk edebilir; insanın sorumluluğu değişmez, başka açıdan görün meye başlar sadece. Sorumluluk almayan yine bulur kaçınma nın yolunu. Üretilmiş her nesnenin gerisinde seferber ederek birikmiş, amaçlı bir emek vardır. Emeğin gideceği yeri tayin eden amaç, ya.pılanın niçin yapıldığı sorusunun cevabını içer mektedir. Amacı bilen, üretimin niçinini de bilir. Doğada hazır bulduğumuz varlığı kullanabilmek için insan emeğinin katı larak onu dönüşüme uğratması bir ihtiyaçtır. Doğada mevcut olup emeği işe katmadan bulduğumuz maddelerle ilişkimizde amaçlılığın benzeri bir dtirumun, söz konusu olamayacağını düşünmek sadece bir tercihtir. Bu, olsa olsa varlığın varolma nedenini aramaktan ve buna bağlı sorumluluğu hatırlamaktan kaçınmaya yarar bir tercih olabilir. Yirminci yüzyılın ortasında, varoluşçu yazarlar gördükleri bir dizi "saçma"lık karşısında, "değer mi?" dediler. Savaşlara, devletlerin yönetimine, kitlelerin yürüyüşüne, yürüyenlerin en gellenerek tutuk bırakılışına baktılar, sorulardan yola çıktılar. İkinci Dünya Savaşı'nı gören Albert Camus her eylemin dö nüp dolaşıp öldürmeye odaklandığını düşündü. Niçin böyley di; öldürmek gerekiyorsa niçin, gerekmiyorsa niçin? Bilinme liydi. "Saçma", yaşamın kuralı haline geldiğine göre, yaşamaya
64 Çalkantı ve Dalga
değip değmeyeceğini sormanın zamanıydı. Saçma da bir çeliş ki çünkü. Camus çağını etkileyen akımları başkaldırma eyle mini odağa alarak inceledi; öldürme histerisinin yoğunluğunu görmekle, intiharın bir çözüm olduğunu söylemeye kadar gitti. Yaşam karşısında duyulan sorumluluk insanlık temelinde oldu ğu kadar tek insan üstüne düşünmeyi kaçınılmaz bir ödev ge tirir; getirdi de. Sorumluluk duygusunun yoğunluğu kimilerini kabuğuna çekilmeye yollamış olabilir, ama açtığı yol genel ola rak, eylemin ve kurcalamanın üretken doğasına götürdü insanı. Doğada ve insan hayatında meydana gelen tahribat karşısında halihazır medeniyet sorgulamaların konusu oldu. Batı dünya sı üstüne yapılan sorgulamanın nedenleri arasında, bazılarının söylemekten hoşlandığı gibi, medeniyet düşmanlığı yok. Me sele şu: Medeniyetin, toplumsal hayatı bir mekanizma haline sokan sınırları içindeki özgürlük arayışı doğal hayat ile insan arasında yükselen duvarın yıkılmasını gerektirmektedir. Doğal dünyaya bağladığı özünü bugünün şartlarına uyum sağlarken de korumaya çalışan insanın başarısı ise yabacılaşmışlığını or tadan kaldırmaktan ya da hiç değilse, en aza indirgemekten geçiyor. Bu gereklilik dünyanın her yerinde olduğu gibi Tür kiye'de de hissedildi. Ayrıcalıklı konum elde etmiş olup bunu kaybetmek istemeyen ve doğa karşısındaki insani sorumluluğu yüklemekten kaçınanların varlığı inkar edilecek gibi değil. Tü ketime koşullanmış sıradan insanlar bir yana; yazar ve sanatçı lar arasında da sorumsuzluk ve dokunulmazlık peşinde koşan çok kişi var. Bunlar, saçmayı saçma olarak görmez, ancak çağ daş medeniyetin hayata getirdiği kimi sınırlamaları başkala rının "saçma" olarak yorumlamasına değer atfederler yine de, kendileri ise toplumsal mekanizmaya teslimiyetten rahatsızlık duymazlar. Halbuki saçma olan, budur. Gönüllü birliktelikten doğan güven ortamının ferahlığı ve atılım sağlayıcı değeri ile organize yapıların zihin daraltıcı empozisyonları arasında bü yük fark vardır. Hiyerarşik yapıdaki katılık teslimiyet istiyor, sahiplenilmeye yatkınlık üretiyor. Bir insana sahip çıkılması,
"Ben" Olmak 65
bazen baskı yapmanın kılıfı olarak istenmeyen bir durumdur. Hiyerarşik yapıların bu şekilde sahiplenmesine maruz kalan kişilerde ise tamamiyle yabancılaşmadığı özüne sahip çıkmak isteyen bilinç uyanıyor, bu yöndeki arzuyu uyarıp kamçılıyor. Gündelik hayatta toplumsal mekanizmanın işleyişine bağ lanan ihtiyaçlar, olup bitenlere bakan insanı "nasıl"ın peşine takılmaya zorladığı halde, doğallığa duyulan özlem insanın yabancılaşmamış olma halini mütemadiyen çağırmaktadır. Ya bancılaşmamış öz bir kez elde edildiğinde onu istendiği ölçüde elde tutma bulunmasa bile beyhude sayılamaz bu çağrı; çünkü insanın doğal özüne ulaşma yolunda ilerlerken edindiği dene yimler ve yaşanmışlıklar, muhayyile için kazanç olmuştur. Niçin sorusu bir olaydaki nihai amacı kurcalama isteğinden doğar. Varlığın var olmasından amaçlanan nedir? Salt varo luşun bir amacı var mıdır? Bir olgunun gideceği yeri sormak onun niçinini kurcalamayı gerektiriyor. Olgu ve olaylar hak kındaki sorgulama ise sorumluluğunu hatırlatıyor insana. Yine önceki örneğimize dönersek; gerçek mi yoksa herhangi bir ne denle ortaya atılmış kurgu mu olduğunu bilemediğimiz, teh dit dozu da taşıyan küresel ısınma iddiası, iddia sahiplerinin, kendi yapıp etmelerini gözden geçirmeyi düşündüklerine dair hiçbir işaret taşımıyor. İfade biçimlerinden anlaşıldığına göre; varlıklara, varoluşa, olgu ve olaylara bakarak "niçin" demek, in sanın sorumluluğuna bu doğrultuda sahip çıkmak onların h1gatına girmemiş. Halbuki soran bilinç sorumluluğuna uymaya davet eder. Yaptığı bu davete kendisi de uyar. Tehdit dozu taşı yan iddianın sahipleri ise sorumluluğu başkalarında buluyorlar. Teknolojik yatırımlarının toplamı, atmosferi etkileyecek ölçü de olmayan ülkeler, atmosferde kendilerinin sebep olmadığı tahribatın giderilmesi için düzenlemeler yapılmasının, ortaya çıkacak masrafın karşılanmasının yine kendilerinden istenme si karşısında güçlü ülkelere dönerek "Niçin?" desinler ve sebebi bilmek isteyen sorunun arkasından ısrarla gitsinler. Bu kadarı na bile razıyız; arkası gelir belki.
66 Çalkantı ve Dalga
Nesneler ve onların ölçüleri "Nasıl" sorusuna cevap bulma mıza yaradığı için insanların ilgisi daha çok nesneler ve ölçüle ri üzerinde şekillendi. Modern bilim, madde üzerindeki işlem ler hakkında "Nasıl" sorusuna cevap aramak suretiyle çözüm ler üretmiş olup, keşfedilmesi insanın yeteneklerine bağlı olan yeni bireşimler de aynı soruyu izleyerek yapılabilecektir. "Na sıl?" sorusunun imtiyazlı konumu bu yolda oluşmuştur. Tekno lojinin hayatımıza getirdiği kolaylıkları bu saltanata borçluyuz. Günümüzde pozitivizm itibar kaybına uğramıştır ama yönte mini ondan almış ve düşünme biçimi ona bağlı olanlar hala "nasıl"ların çevresinde dolanıp duruyor. Tabii ki tek başına bu durumda bir yanlışlık arıyor değiliz. Gerçekte, dünyayı anlamak için zihnimizin sorduğu soru lardan biri diğerini iptal etmez. Sorumluluklarımızı aklımıza getiren insani her durum "Niçin"i hissettirir bize. İyilik edip etmemenin tercih konusu olması karşısındaki, doğada tahri bata yol açacak bir girişime şahit olduğumuz zaman doğan te reddüdün arkasındaki soru, "Niçin"dir. Bunu hissetmek, insani sorumluluğu bilincimize getirmeye, onu yüklenip benimseme mize bağlıdır. Kendiliğinden olmaz bu. Zira bugünün dün yasında yaygınlığı hiç de az olmayan, tahakkümden beslenen kültür, düşünceye dayanmayan ödevlerle donatmıştır insanla rı. Bugünkü toplumsal yapıların temelinde tahakküme dayalı eski düzenlemeler, özgürlükleri gözeten ilişkilerden daha fazla yer tutuyor. Zihinleri, otoriter düzenlerin öngördüğü ödevlerle dopdolu olanların meselesi ile insani sorumluluğunu bilenlerin bir meseleye sahip çıkması arasında mahiyet farkı var. Bir insa nın, varolduğuna ilişkin bilincine yönelerek onunla uğraşması, (bu dünyada mevcut "ben"i düşünmesi) sorumluluk duygusu nu uyarır. İnsan sırf varlık olarak bu dünyada bulunmasından doğan ödevleri olduğunu düşünmeye başladığı zaman insani sorumluluk duyguları, tahakküm düzeninden kalma, düşünce ye dayanmayan ve herkes için ayakbağı olan ödevli olma sap lantısının önüne geçer. İnsani sorumluluğun uyanışı "Niçin''
"Ben" Olmak 6 7
sorusunu davet ediyor, biz ise onun niye engellendiğini de so rarak anlamaya çalışıyoruz. Burada dikkat çeken iki husustan biri, "Nasıl?" sorusunun yerini sağlama almak amacıyla "Niçin?" sorusundan yola çık maya şiddetle karşı çıkanların, bilimle meslek olarak uğraşan lardan çok bilim yapanları örnek aldığı iddiası ile ve teknolo jinin verimlerine sahip olma hevesi içinde, ama bilimle alakası tartışmalı ve sıradan hayat yaşayanlar olmasıdır. Sıradanlığı aşmak için çaba göstermeyenler de başka insanlar gibi ülke deki yaşama standardının en üst basamağına ulaşmayı gözler ler, doğuştan hak sahibi oldukları inancıyla üst basamaklarda bulunmayı kendilerine yakıştırırlar, ama emek çekerek buna hak kazanmayı fazla umursamazlar. Bunların yakınlarına karşı davranışlarında bile sıradanlığı aşmak için adım attıkları nadir görülür. Dikkat edilmesi gereken ve daha önemli olan ikinci hu sus şudur: Özellikle top]J.ımsal bilimlerde, "Nasıl?" sorusundan yola çıkarak bir konuyu çözümlemeye çalışmak "Niçin?"in dış landığı bir merak ve sorgulama haline yöneltmiyor, bir bilim alanında çalışma yapmak üzere yola çıkan kişiyi. Çünkü bura daki amaç bir işlemi yapmaktır, bir sorumluluğun hatırlanması değil. İnsanın bilinçaltı i,se dillendiremediği durumlarda bile "Niçin''i kendi kendine sormadan edemiyor. "Nasıl?" sorusu nesnelerin yapısına yönelen merakla sorulduğu zaman, soran kişiyi merak ettiği konuda işe yarayacak bilgiler toplamına gö türebilir. Acaba ilgi konumuz, nesne değil de insan olduğu za man, "Nasıl"ın açacağı kapılar işe yarayacak bilgilerin hepsine götürür mü bizi? Buna evet, diyemiyoruz. Çünkü bu durumda önümüzde insan, yani şekillenmiş bir irade vardır ve ulaştığı mız bilgilerin kullanım değeri tekelimizde olmaktan çıkmıştır. İkinci bir iradenin varlığı dolayısıyla, nesneler üzerinde işlem yaparken sahip olduğumuz özgürlüğün sınırları ve bu nedenle bizim yapabilme kapasitemizin çapı değişmiştir. İrade sahibi bir meseleyi "niçin" sorusuna yüklediğinde karşı tarafa yönel-
68
Çalkantı ve Dalga
melde kalmaz, aynı zamanda kendisinin içinden geçenleri test eder, sınanmanın deneyini yaşar. Toplumsal bilimlere ilişkin bir konuda, "Nasıl" diye sorarak alacağımız her karşılık, bu sa atten ve konumuz insan olduktan sonra, varlığın varlık nedeni ni sorgulamaktan kaçınan pozitivistler için bile yeterli olamaz. Toplumsal hayatı gözleyen herkesin zihninde gizli ya da açık "Niçin?" çevresinde teşekkül etmiş sorular belirir. Olayla rın oluş süreçlerini izleyip duran merak sahibinin sorularının başında gelir "Niçin?". Sıradan olaylar bu merakın varlığını gizler, sıradışı bir olayı açıkça gösterir. Vahim bir olay bekle nenden öte etkiler bırakarak trajediye dönüştüğünde, "niçin?" diyen hissimiz güçlü bir biçimde uyanır. Soru, bu durumda sorgulama amaçlı değil anlamaya yöneliktir ve aslında bütün evren hakkında olmak üzere, anlama odaklı bir eğilim insanla rın bilinçaltında hükmünü yürütmektedir. İ nsan anlamak ister, merak anlamaya yöneltir, tutku kamçılar. Düşünce tek bir hat üzerinde konumlanamaz; merakı besleyen soruşturma, oklarını üç yüz altmış derecelik açıda her yöne atar. Akılcı yöntemlerin yardımıyla doğrusal bir çizgi çekildiğinde bile, uzak ufuklarda karanlık ve merakı kamçılayan bölgeler vardır. İ nsan, yakından ilgilendiği olayları gerekçelendirme ihtiyacı duyar. Doğadaki olayların oluşunda anlam aramanın nedeni bu ihtiyaca dayanır. Anlamlar ise bilincin var olmadığı yerde değil, olduğu ve iş ler vaziyette bulunduğu yerde bulunabilir. Düşüncenin derin liklerine yönelen keşfetme isteği sorular doğurur; düşünceler, gerekçesini ve dayanağını çoğunlukla sorularda bulur. İnsan, sadece cevap ararken düşünüyor değildir, sormak da bir düşün me biçimidir, sorarken benliğini yoklamak da. * * *
Bazı insanlar nasıl zengin olmuşlar? Konut, barınma ve yerle şim sorunu nasıl çözümlenir? Ekonominin çarkı nasıl döner? İnsanlar nasıl daha iyi eğitilir? vb. sorular anlamsız değildir. Bu sorular gücünü biraz da gayrişahsi oluşundan alır. Gayrişahsi
"Ben" Olmak 69
olması cevabın oluşturulacağı geniş bir alan bulunduğunu gös terir, ama aynı nedenle, cevap beklentisi yoğunluk kaybetmiş tir. Çünkü bu tür soruların anlamı ve önemi ilgilinin kişisel merakındaki derinliğe değil, soruya kaynaklık eden konuların ilgilendirdiği kişilere göre azalır ya da artar. "Niçin?" odağında sorulacak sorular varoluşsaldır, aranan cevap şahsen gideril mesi gereken bir ihtiyacı karşılar, bu nedenle de can alıcıdır. Devlet niçin var? Gelir dağılımındaki adaletsizlik niçin gide rilemez? Bazı insanlar niçin zengin ve güçlüdür; hangi hak onların zenginliğini ve gücünü meşru kılmaktadır. Hatta olu şumunda insan emeği ve katkısının bulunmadığı, su ve petrol gibi doğal kaynaklara, belli bir insan ya da insan grubu hangi hakla ve neye dayanarak sahip olmaktadır? Fakir tabaka niçin (ve kim açısından) potansiyel tehlikedir? Toplumsal yapılan ma hakkında sorgulayıcı öz taşıyan ve fikir oluşumuna yardım edecek bu tür soruları değişik alanlara yayarak çoğaltabilirsi niz. Bir soru, bilinmeyen.bir durumun bilinir hale gelmesi is teğini içerdiği ölçüde gerçek bir sorudur ve dile gelmeden önce de zihinde uyanır. Dediğimiz gibi; insanlar her olguya ilişkin "Niçin?"i ya açıktan açığa ya da bilinçaltında sorup durmaktalar. Gerçek meraklar bu sorunun açtığı yolda ilerliyor. Varsın, nihai cevap herkesi tatmin edecek ölçüde verilmiş olmasın; sorunun açtığı yol ve bu yolun üstünde bulunmak dahi öğretici olabilir. Çün kü insanın hayat karşısında içtenlikle hissettiği soru kelimesi dir onu amaçlara yönelten ve yola girişi sağlayan, bu durum daki soru kelimesi sorgulamadan çok merakı kamçılayıcıdır. Gerçekte toplumsal bilimlerin konuları hakkındaki "Nasıl?" sorusu, kendiliğinden "Niçin" sorusunu içinde taşıyarak doğu yor. Merakın içeriğindeki niçin'i gizlice kapsayan "Nasıl" soru sunun, bilinçaltındaki kuvvetlere hareket veren dinamikliği de yeterince öğreticidir. "Niçin?" sorusu vazgeçilmezdir ama insanların bu soruyu sormaktan vazgeçmeyi seçebildiği ve çok sayıda insanın seçi-
70 Çalkantı ve Dalga
mini vazgeçme yönünde yapmasının istendiği de bir gerçektir. "Niçin?" deyince uydurma bir derinlik oluşur, insanı oyalar, çö zümün yokluğunu gizlermiş. Halbuki bir olayı daha işin başın da kurcalamaktan vazgeçmek, eğer iyi bilinen başka bir gerekçe yoksa bireysel anlamda duyarsızlığın sonucudur. Vurdumduy maz kişi bir şeyden vazgeçmiş değil, muhtemelen sorumlulu ğunu üstlenmekten kaçtığı için, soruyu hiç duymamış ya da duyumsamamıştır. İnsan, varolduğunun bilinci içinde hareket ediyorsa uyanır ve bireysel sorularına cevap arar. Toplumsal açı dan ise tek tipleştirici tahakküm insanlara, kendisinden başka konuları unutturur, zihinlerde doğması muhtemel soruların si linmesini ister. "Nasıl" sorusuna, (iş yapmaya yaradığı için) izin verilebilir ama "Niçin?" sorusunun uyandığını görmeye otoriter sistemin tahammülü yoktur. Bu soru başka nedenlerle ortaya çıksa bile, otoriteyi sorgulama isteğine dönüşebilir çünkü. Soruların zihindeki uyanışına bakalım: "Nasıl?" sorusu, oluşumların ve olayların oluş süreci hakkında bir karşılık bek ler. Bilgi aradığı doğrudur, bu soruya alınacak karşılık bir şeyi yapmak ya da işleyen bir süreci yönetmek için işe yarayabilir. Bu varolmaya, var olduğunu hissetmeye yönelik bilinç halini gerektirmez. "Niçin?" sorusu, soran kişiye kendisinin varlığını hissettiren bilinçle birlikte doğar, varlığına ve kendisine an lam katar. Bu sorunun kapsamında değerlendirme arayışı da vardır. "Nasıl" sorusu anlam yüklemez, bir anlamın var olduğu önkabulünden gelmez, öznenin ne olduğunu, "niçin'' sorusu nun cevabı verir bize. Varlıklar tesadüfen var değil de yaratıl mış ise, niçin yaratılmış olabilir? Tesadüflerin temelinde irade arayamayız, ama ortada bir tesadüf yok ise bir irade olmalıdır; yaratanın iradesi. Beni yaratan varlık neyi amaçlamış olabilir? Meselenin bam teli, "Niçin" sorusunun bilincimizde uyanma sının nedeni, bu sorulardadır. Eğer dedikleri doğruysa; kimi zihinlerin dünyasında varlığın anlamsız olarak algılanması "anlamsız şiir" gibi bir durum olmalı. Kimse kimseyi anlam sız şiir okuyup yazmaya çağırmadığı gibi, bir anlamın gizlen-
"Ben" Olmak 71
mesine yarayan ifade kalıplarına başvuranları saymazsak; hiç kimsenin başkalarından, hayatı anlamsız olarak algılamasını beklemediği de bir gerçektir. Toplumsal alanda değerlendir me içermeyen, değerlendirme yapmak isteyene tutamak sağla mayan bilgi pek de işe yaramaz. Hatta tam bilgi sayılmaz bu; zira topluma dair bilgiyi oluşturacak bir işlem, iyiyi ve kötüyü, faydalı olan ile olmayanı kendiliğinden anlaşılır kılan değer duygusunun uyanmasını ister. Değer duygusu, farkında olan ve insana sorumluluğunu hatırlatan iradeyi gerektirir, İşe yarar bilginin tamlığını kazanması halinde yapılacak değerlendirme ahlaki normları davet eder ki, pozitivizme ayarlı akıl buna ya naşmak istemez. O nesnelerin dünyası ile ilgili olan "Nasıl?" ile yetinmeyi yeğler, ona göre topluma dair, nicel verileri temel alan çalışmalarda da "Niçin?" sorusu, "Nasıl?" gibi sorulmalıdır. Bu iki temel soru karşısındaki tutumumuzu tartmak için bir tür felsefe diline başvurmuş bulunuyoruz. Niyetimiz, kav ramlar odağında felsefe yapmak değil. Bilincimizin iki soruy la belirtilen . dünyadaki işleyişini takip ederken düşüncenin ayrıntılarına bakarak ilerlemek bu başvuruyu gerekli kılıyor. Halbuki dilimizin kalıtımsal dağarcığı ihtiyacımız olan bilgi yi taşımaktadır bize. Türkçe, yaygın halk dilindeki dünyasıyla birlikte düşünürsek; toplumun her katmanını oluşturan insan duygularını -ki varoluşsil durum diyebiliriz buna- içeren ve kendiliğinden yansıtan bir yapıya sahiptir. Kendi durumuna bakmayıp başkalarıyla uğraşarak vakit geçiren kimselerin et rafa saçtığı gurur pek az yer işgal eder bu duygularda, rastlan dığı yerde de hoşlanılmaz gurur dolu edadan. Türkçeyi sıradan insanların doğal ifadelerine kulak vererek dinleyiniz. Alçak tan alan tavrın yaygın olduğunu görürsünüz. İnce ve orta ses telleriyle dışa vurulanlar sadece kelimeler değildir, eşe dosta, başkalarına ve tümüyle yaşama karşı duyulan alçakgönüllülük ve buna uygun ses tonuyla doğuştan getirilen tavırdır. Alçak gönüllü edanın, Türkçe konuşmanın eski tonlamasında yaygın olan mahcup tonlamada şekil kazandığını, bunun, eski dünya-
72 Çalkantı ve Dalga
mızda mahviyet denilen hususi bir formu olduğunu, mahcubi yetin hemen hemen silinmiş olduğu günümüzde, şekillenmeyi, muhataptan çok, konuşanın önüne ve kendi içine bakmasının belirlediğini, yani bir bakıma konuşan kişideki mahçup eda nın kendine dönük olduğunu söyleyebiliriz. Konuşma devam eden kişinin arasıra nefeslenerek kendini yoklaması biçiminde kıvam bulan dil, kendi nefsiyle haşhaşa kalmış bir insanın öz benliğinden neşet eden soruların uzağında kalamaz. Karşılık beklemeyen merak ve ilgi, olayların oluş, olguların oluşum sü reçlerini izlemeye geçmeden önce, varlığı anlamak üzere "Na sıl?" diye soran bir ifade biçimini · şekillendirir. Durmakta olan bir varlığı görmekten değil, bir olayın oluş sürecini izlemekten doğan merak bile, sahibini, olayla ilgili varlıkların ne'liği ile ilgilenmeye çağırır. İnsanoğlu, hemcinsleriyle oluşturduğu topluma ilişkin ko nularda, daima "Niçin?" diye sormuştur. İnsanın sorma biçimi nin başkalarına yöneldiğinde sorgulamaya benzemesi, kendini yoklama ve sınamadan tamamiyle bağımsız değildir ama soru nun öne sürülmesinin asıl nedeni elbette anlamaktır. Örnek lerinin eski dünyada kaldığını bildiğimiz, bilgeliği inşa eden anlamanın yolu budur. Eski dünyada, dünyanın nasılı ve niçi ni aynı merak havuzunda birleşir, bilim adamı, filozoftan ayrı bir uzman olarak düşünülmezdi. Bilim adamlarının uğraştığı sahalara bakışla, modern çağların başlamasından önce bilim felsefenin içindedir; çünkü felsefenin uzanım alanları bilim sel çabayı kapsar. Sanıyorum ki, bilim dünyasında teknolojinin egemenliğini ilan ettiği eşik, bilimsel çalışmanın felsefeden koptuğu bir dönemin başlangıcı olmuştur. Günümüzde genel olarak, bilimsel bilgiyi üretenler filozof sayılmıyor. Demek ki, felsefe yapanlar ile bilim adamlarının çalışma alanları birbirin den oldukça ayrılmış durumda. Teknoloji, mühendisliğin pek çok dalında bilgi üretimini ve bunun sonuçlarını vesayeti altına almış görünüyor. Ben bu durumun, karşılık beklemeyen felse fi merakların ve zihinsel çabaların doğasına uygun olduğunu
"Ben" Olmak 73
düşünemiyorum. Derin düşünce, her seviyede çıkar kavramını dışarıda bırakır. Dünyanın yaratılmasındaki amacı, hiçbir za man tam bilgi halinde anlamayabiliriz. Bilgiyi saklayan perde, belki de hiçbir zaman tam olarak açılmayacak; insanlık tarihini ayrıntılarıyla bilmenin mümkün olmayışındaki gibi, dünya bü tünüyle sırsız hale gelmeyecek ve insanlık, varlığın varoluşunu hikmete bağlayan itikat üzerinde ittifak da etmeyecek. Neden ler ve nasılları birbirinden ayırmayanların miras bıraktığı "Ni çin" sorusu, insanı yılların birikimiyle oluşan anlam derinliğine götürür. Çünkü bu soru anlama arzusuna denk düşmektedir. Anlama yolunda edindiğimiz bilgi birikimi ise tekrarların, kişisel deneylerin, ihtimallere bakarak yapılan kestirmelerin kaynaşarak özümsenmesiyle oluşmuştur. Bir şeyi sınamak için kurgulanan deneyler, göz ucuyla bakarak "ha, demek böyle" de nilen sonuçlar hiç kimseyi bilgeliğe götürmez. Doğrudan doğ ruya yaşanmış olayların deneyimlenmesi, sonuçlarının bellen mesi ve insanı bulunduğu yerden alıp olgunlaşmaya götüren değişimin yoİu, bilgeliğin esinleriyle örülmüştür. "Niçin" soru su, ortada bir sorgulama olmadan önce ve sorgulamanın öte sinde, anlamak isteyen insanın olgunlaşma yolunda ilerleme sini sağlar. İ nsan, kendi varlığı ve benliğini anlamak isteğiyle derinleştikçe, düşünme süreçlerinin sorgulamaya benzemesini umursamaz. Anlama çabası hiçbir zaman ağrısız bir yolda iler lemez, çabanın sahibi ise ağrıların gelip gitmesine aldırmaz. İ nsan, sorumlu olduklarını hatırladıkça, onları tek tek tartarak anlamaya çalışır. İ nsan, olguları ve olayları değerlendirmeye uzak kalmadığı, mihenk taşını başkalarının eline bırakmadığı için, sorgulama hissine kapılmakta yerden göğe kadar haklıdır. Aslında insa noğlunun sezgileri ve bilinçaltı evrenin tamamı hakkında aynı soruyu sormaktan geri durmamıştır, durmayacaktır: Bu oluş nereye gidiyor? Sonunda ben nereye gidiyorum? Sahip oldu ğumuz bilgi ve zihnimizin soru dolu duruşu, aynı köke bağlıdır ve aynı kaynaktan beslenir.
İkinci Bölüm
İNSAN OLMAK
BİREY OLACAKKEN 1
Bir yandan bakarsanız dipsizdir insan zihni, tüketilemez. De rinliğine inilemez onun. Zihninizde yer etmiş olanların her zaman farkında ve izlerini görüyor olabilirsiniz. İz, o değildir; genellikle onun (yani işaret ettiği varlığın) bir parçası da de ğildir, iz işaret edendir sadece. İnsan zihni üzerine düşünmeye daldığımız zaman önümj.ize gelen ipuçlarının söylediği gibi, kimi zaman bu işaret etme uzaktan uzağa olur. Sanat, nesneler karşısında sonu gelmez algımıza esin salar, muhatap olduğu dipsiz genişliği olduğu gibi duygularımıza yükler. Bilgilerin bir bölümünü öğrenir, kalanını hissederiz. Hissetmek, öğren menin bir türüdür. Öte yandan yaşlanmanın, görmüş geçirmiş olmanın insanı tanıklarından biri yaptığı görüntüler de vardır hayatta. Bir insanın yaşamı, yanıp sönen çakmak alevi gibidir ve ömürdeki bütün görüntüyü bir alev algısında toplanmış bul mak ihtimal dahilindedir; o kadar kısadır yaşam. Alevin sonlu oluşu ve can yakıcı etkisi hayatın derinliklerini unutturur bize. Oysa insan, derinliği ve alevi kendi yaşamında bulabilmelidir. İnsaniyetin · sonsuzluğunu kendi yaşamıyla kaynaşmış olarak
76 Çalkantı ve Dalga
hisseden kişi, kısa süreli yakıcı alevi iyi tanır, hüzünle anar onu, çünkü onun sönmeden önceki derinlikten geldiğini biliyor dur. Tek alev, artık onun kendi yaşamıdır. İnsanların her biri toplum içinde kendi varlığını biricik oluşuyla hisseder yegane hali değişmez görünürken, insaniyetin her zaman yenilenmesi gerekiyor. Suyun temizlenmesi için devridaim yapması gerek tiği gibi, yaşamın her yeniden başlayışı, onu büyük devridaimin simgesi yapar. Beşeri dünyanın sakladığı derinlik ile tek insa nın hayatındaki sonlu alev bir belirsizlik ortamında yerlerini birbirine terk edebilir. İ nsanın içinde yatan barbar damarın her koşulda harekete geçmesi mümkündür. Bundan dolayı, bazen yakıcı alev derinleşiyor, derinlik yangın yerine dönüyor. İnsana verilen değer Allah'ın, insanı kendi özelliklerini vererek yarattığına inanmaktan (insanı, Tanrı benzeri olarak algılayışımızdan) onu bir tür hayvan olarak algılamaya (he men hemen aynı genleri taşıyan bir canlı olmasından) doğru giden bir yol izledi. Her iki uçta, deliliğe varan aşırılıklar gö rülmüştür. Ruhun varlığına ve doğumuyla birlikte insana ek lendiğine inanmaktan yola çıkan insanlık, modern dönemde bedenin fonksiyonlarının ürettiği psişik olguyu onun yerine koymak durumunda kaldı. Buna göre bireyi, insanın sadece bir canlı türü olduğu öncülünden hareketle, ruhtan yoksun psi şik durum üzerinden açıklamak yeterli olabilir. Yeni tanımla rın bilimsel çalışmalarda işe yaradığı muhakkaktır. Toplumsal yapının uyumlu ögesi olmak bir yana, tek insanı bunalımdan kurtarıp kendisiyle barışık olmasını sağlayan sonuçlar çıkma dı bu çabalardan. İnsanlık, varlığın anlam ve değer taşıdığı düşüncesini terk etmiş değildir. Varlığın şekillenmesini, nicel vücut ölçülerini veri almaktan fazla, değerler üzerinden anla maya çalışmamız gerekiyor. Bu amaca uygun tasarılar yapmak için gereken kavramlara, edebiyat ve psikoloji bilimi dışında da yeniden vücut verilmesi şarttır. İnsanın Tanrının izdüşümü olarak anlaşıldığı devirlerde, şimdi kabul gördüğü anlamda bi rey olma derdi yok idi. Tabii ki her medeniyete bir "iyi insan''
İnsan Olmak 77
tanımı ve iyi insan olmaya teşvik eden geleneksel usuller vardır. Gören göz işiten kulak olma liyakatine sadık bir olgunlaşma arzusu kesintisiz sürüyor olmalıydı ki, modern çağ öncesinin medeni toplumlarında, insanın bir şey olmak arzu ve iradesi bir şeye sahip olma tutkusundan önce geliyordu. İnsanda bir şey olmak arzusu, var olduğuna inanmayı temel alır ve insan onu gerçeklemeye yönelir. Olmak bir sürecin sonuna gelin diğini belirtir, gerçekleme, mükemmelleştirme demektir. O halde bir şey olmak diye nitelediğmiz arzunun birey olmayı, bireyselleşmeyi içerdiği açıktır. Bu arzunun hedefinde, yetkin leşme de vardır. İnsanlık alemi, dünyayı özde kucaklamak is teyen arzu ve iradeden (bu anlamda ve bir anlamda bireyden) hiçbir zaman büsbütün yoksun kalmadı. Bir zıtlık görülebilir tabloda. Zıtlık insanın doğasında. Hayır, doğasında değil, insan doğasını oluşturan niteliklerin aynı tabloda birbirine eklenecek ve aykırı düşecek biçimde ve aynı anda okunmasındadır. O bile zıtlık sayılmasa yeridir; zira insanın benliği, iyi ve kötü dediğimiz hasletlerin tümünü bir bütünlük oluşturacak biçimde barındırır içinde. Bütünleyici olan benlik zıtlıkları aşmıştır. Eğer yanlış ya da eksik okuma nın sonucu değilse, zıtlık sadece bir yanılsamadır, algı içi bir varolandır. * * *
İnsan yaşamının gelişim seyri üzerine kafa yoranlar formül lerinde üç basamaklı bir gelişme tablosunu görmemizi iste miştir. Buna göre, insanlarda içgüdülerin yönlendirmesinden başka ölçünün bulunmadığı düşünülen doğal yaşam, birinci basmağı oluşturuyor. Ardından, önce dini ilkelerin, daha son ra toplumsal yaşama ilişkin ölçülerin kılavuzluk ettiği basa maklar geliyor. Yaşama koşullarının bu suretle geliştiği kabul edilmiştir. İnsanı, sırasıyla, doğal yaşam dönemine göre, dini yaşayışın terimleri ile ve nihayet toplumsal yaşam düzenine göre açıklamak, (Vico'nun ifadesi sayesinde) bilimsel disiplin-
78 Çalkantı ve Dalga
lerin yöntemleri arasında yer almıştır. Bu sıralamada ilerleme nin gerçekleştiğini kabul etmek için, sonra gelen her evrenin bir önceki evreyi içermesi gerekir. Evvelki bilgilerin içerilmiş olması o evrenin aşıldığını, dolayısıyla yeni evrenin ilerleme sonucu olduğunu bildirir. Evvelki bilgileri içermenin olmadığı hallerde sıralamada sonra gelen evre, yerinde sayma durağıdır ya da geri bir durumdur. Bir önceki evrenın bilgilerini içeriyor olmak daha geri plandaki bilgilere takılıp kalmak anlamına gelmez. İlk evreye dair bilgileri sahiplenilmekle, asıllar, baş langıçlar ve özleri daha sonra unutuştan korunur. Verili olanın sınırında, doğal özü büsbütün terk etmiş olmayarak yaşamak bir ödev, gerektiğinde onları savunmak bir borçtur. Modern dönemde, toplumların ilerlemesine pozitivist dü şünce çerçevesinde anlam verilmesi istendi. Yaşamı, yüce bir varlığa ve yüce değerlere uyarak değerli kılma çabasının ye rini toplumsal haremde, önceliği sahip olduğumuz teknoloji ürünlerinin miktarına veren ilerleme çabası aldı. Ruhsal öz ve kendinden var olan meziyetler, başlı başına birer kıymet ol maktan çıkınca, başarı ve insanı başarıya ulaştıracak cesaretin, saçmalık ve anlamsızlıktan başka alternatifi kalmadı. Başarı, çoğu zaman anlam yoksunluğunu gizlemenin aracı oldu. Yir minci yüzyılın ortalarında, bireyin saçma ve anlamsızla girdiği sınavdaki durumunu kurcalayan romanlar, yaraların sarılması yolunda insanlara hizmet ettiği gibi modern toplumun girdi çıktısının tasvirini ihtiva eder. Her adımda yeni duruma uyar lanmak anlamındaki başarı, insan yaşamında gelişme sayılıyor. Şükür ki, tek başarı ölçüsü bu değil; insanı, yüceliğe liyakatiyle hayal düzeyinde buluşturan edebiyatın da yardımıyla, insan lığın, düz satıhta kendini tekrarlamaktan ibaret bir başarıya teslim olmadığını söyleyebiliyoruz.
İnsan Olmak 79 2
İnsan, bakışı başkaları üzerinde odaklandığı zaman, kendi varlığını da hissediyor. Ben-odaklı olmak ne insanın kendi sini yakından tanımasını temin eder ne de ben-odaklı olmada gördüğümüz durum, özerkliktir. İnsanları yönetmeye meraklı ya da yönetmeyle görevli olanlar, özerk insanların bakışını bir yere bağlamak isterler. Böylece onlar, yönetilebilir olacaklardır. Kişinin bir olgu üzerinde odaklanmasını sağlamanın kestirme yollarından biri korku salmadır. Oyun kurucular, ezelden keş fetmiştir bunu. Korku, kendisinden korkulan varlık üzerinde odaklanmaya yol açar; aynı zamanda korkunun kaynağını al tedecek bir iradenin tam karşıda gözetleyici olarak bulunduğu düşünülür. Tam karşısı bulanıktır aslında. İ nsan bulanık alana kendisini koyar, çünkü korkunun kaynağından uzaklaşmak zo rundadır. Bulanık alan, korkunun artmasına sebep olduğu gibi, kaynağını zihinden kovma mücadelesinin zeminidir. Kovmak yerine alaka duymaya devam eden kişi, korkunun kaynağı üze rinde odaklanmaktan kendini alamaz. Bu bir yönelimdir. İ lgi nin yoğunlaşmasının sebebi ise korkunun kendisinden başkası değildir. Güç sahipleri, kendin.de güç vehmedenler, gücü olmadığı halde güçlü olduğuna dair bir vehim uyanması için yanıp tu tuşanlar korku yayarak, gözdağı vererek muhataplarında bir odaklanma meydana getirirler. Korkunun çıktığı yer aynı za manda çekim merkezine dönüştüğü için korkuyu duyan, kor kuyu verenin üzerinde odaklanır. Bu odak noktası bir sanıdan ibarettir; zira korkunun sahibi aslında kendi nefsi üzerinde odaklanmıştır. Varolduğunu hissetme ihtiyacı onu bu nokta ya getirmiştir. Dışarıda kalanları dışlayarak kendisi üzerine odaklanan kişi, yön duygusunu, yolu ve dolayısıyla yürümeyi unutabilir. Denilir ki, kişilik hayaller üzerine bina edilmez, gerçeklere dayanmalıdır. Buna göre, toplumsal gerçekler insanda kişiliğin
80 Çalkantı ve Dalga
oluşmasını sağlar. Toplumsal gerçeklerin gerçek olgulara ve doğruya ne ölçüde tekabül ettiğini tartmayız pek. Ortalığa sa lınmış ve daima arkadan desteklenen korku ile birlikte yaşa yan, korkuyu soluduğu havanın doğal bileşeni biçiminde algı lamak durumunda kalan bir toplumun gerçeklere dayandığını kim, nasıl söyleyebilir? O toplumun üyelerini birarada tutan en güçlü temel hayalden ibaret değil midir? Diyelim, bir memlekette insanlar korkunun kaynağının da ima tepelerinde durduğu hissiyle yaşamış ve nesiller boyun ca o kaynak üzerinde odaklanmış olsun. Bu korku, toplumu birarada tutar. Var olduğunu hissetmek için bir güç odağıyla bağlantıya ihtiyaç duyan kişiler vardır; korkunun kaynağı, on ların psikolojik yardımcısı sayılır. Zaten, insandaki temel kaygı varoluş kaygısıdır. Korkunun hayata egemen olarak devam et tiği toplumlarda, varoluş hissinin insanların günlük yaşamında dinamiği teşkil eden olgulardan ve bu anlamda gerçeklerden güç aldığı şüphelidir. Herkesin teslimiyetçi olduğunu düşün müyoruz; hakikatle alakasına dayanan, doğruluktan ve yolun dan sapmayan insanlar vardır. Toplumu esir alan korku ortamı onlara özünde zarar veremez, ancak adım atacakları zemini zehirli hale koyabilir. Hakikati gözeten insanların, genelleme lerin dışında, ayrı bir bahis olarak ve örnekler üzerinden düşü nülmesi gerekir. Dünya gerçeğinin veremediği varolma şevki ni ve gücünü hayaller verir bize. Hemen hep abartma nedeni olduğu düşünülen hayaller, gerçekliğin köpüğünü gidererek asıl gerçekle temasa geçmemizi de sağlar. Gerçekler hayalleri düzene koymaz, hayallerimiz gerçekleri çekip çevirir. Bugünü etkileyen tarihi olayların kökünde hayaller vardır. Tarihi yollar da durağan bazı gerçeklerin aşılması istendiği zaman hayalle rin seferber olmasıyla açılmıştır. Modern ulus-devletin, varlığını dayadığı toplumu homo jenleştirme çabası ile dünyaya açılan insanların kendini aşma isteği arasında bir gerilim doğuyor. Çünkü homojenleştirme isteği ortaklaşa bir hayata yaptığı vurgunun gücü ölçüsünde,
İnsan Olmak 8 1
insanların kendini yaşamaktan feragatini talep etmekte. Ge rilimler, toplumun dış dünyayla dolaysız biçimde karşılaşma sının sonuçlarından biridir. Kendisi olmak ve kendisi olarak yaşamak isteyen insanın küreselleşmeye muhatap olması da bir gerilim doğurmaktadır. Türkiye'deki çatışma biraz da zi hinleri karıştıran bu olguya bakarak açıklanabilir. Birey üze rinde odaklanmanın kalesi olduğu düşünülen modernizm, insanın modernizme ait kavramlar üzerinden tanımlanmasını ve sonuç olarak bir tür tektipleşmeyi öngörüyor. Uluslararası kültür etkileşimini üzerine doğru gelen baskı olarak hisseden birey, homojenleştirme çabasının bu baskıyı gidermediğini, il giyi kesmekle de çözüm bulamayacağını görüyor ve mahrem iç dünyasıyla kendisini uluslararası dalgaların önünde savun masız buluyor. "Sen, benim de var olduğumu bilerek ve hesaba katarak kendin olmalısın. Ben de senin var olduğunu bilerek kendimi yaşamalıyım." Asıl formtil budur. Ötekinin, beğenmediğimiz biçimdeki yaŞayışını sürdürmesi ne bizim tarafımızdan yapıl mış bir bağışlamadır ne de müsamahanın sonucu sayılabilir; sadece olağan bir durumdur. İnsanlar için, birarada yaşamanın şartı, melezleşmek olmamalı. "Sen bana benzemelisin. Senin istediğin kadar değil, benim istediğim kadar benzemelisin'' ya da "melezleşerek birbirimize yaklaşmalıyız", denilmemelidir. Başka türlü bir tecrit, insanın yeni bir biçimde yalnız bırakılışı çıktı ortaya. Birey üzerindeki vurgu, biriciklik kazanmak heve sini körükledi, insaniyetin ortak niteliklerine sahip olma çabası engellendiği gibi somut ortamda biricik olmak adına insaniye tin ortak özüne erme özlemi bastırıldı, gizlendi. Başkalarıyla ilişkiyi sürdürme kapasitesi tehlikeye girdi. Diğerkamlık es kidi. Bunun verdiği rahatsızlıkla edebiyatta özne ile nesnenin ortak noktalarını arayan eğilimler belirdi. Yirminci yüzyılın ilk yarısında görülen bu eğilimler bir tür romantizme dönüşü an dırıyor; ama değil.
82 Çalkantı ve Dalga
İnsan kendini evinde hissetsin diye dünya ile insanın bağ lantısını yeniden yorumlamak gerekiyor. İnsan ne dünyaya yapışarak yapabiliyor ne de kendisini ondan uzaklaştırarak, insanlığın hayatı bunlardan birisine sığmıyor. Dünyadan kop mak hastalık işareti taşıyor olmalı ki; insanın, "dünyada bulun mak" duygusuyla barışıklığı bile aranır oldu. Aslında hislerimiz başka bir yere ait olduğumuzu söyleyip duruyor, bu nedenle dünyadaki duruşumuz dalgalı olmaya devam edecek. İnsa noğlunu, bu dünyada denge arayışından alıkoyamayan gerçek, hayatın dalgalarla devam edeceğini hissetmesidir. İnsanı insan olarak görmeyi elden bırakmaksızın, bireyselliği aşacağımız ve "ben" vurgusuna yapışıp kalmayı ihtiyaç olmaktan çıkaracak bir formül. Aradığımız, aslında budur. Aradığımız aslında in sani derinliği hissedenlerden olmak, ortak insanlık al.eminin bir üyesi olduğumuzu, insanlığın arkamızda, bizim de insanla rın içinde ve arasında bulunduğumuzu hissederek yaşamaktır. İletişimi bir bilim sayacak ölçüde yolculuk alanı olarak görme mizin nedeni ve eksik hallerimizle bizi, görevini tam yapamaz kılan da bu ihtiyaçtır. Birey olmak ondan sonraki bir aşamada kıvam bulabilir; çünkü tek insandan beklenen sorumluluğu yüklenmek, insanın birlikte var olma bilinciyle üstesinden ge lebileceği durumlardan biridir. Nasıl geldiyse öyle yaşayanların bir sorunu yoktur. Ekmek hariç, ölüm uzakta. Meselesi olanların çırpınışı gölgelenir, eri yip gider onların önünde. O halde meselemizi onlarla birlikte ve onlara göre düşünmek zorunda değiliz. İlke sahibi olan biri, sadece iyi bildiği ilkelere bağlı olanlarla biraraya gelmeyi iste yebilir. Bu bir tercihtir ve o kişi tercihinin dışında yapamıyor da olabilir. Herkes her durumun, ilke sahipleri de ilkesizlerin yükünü kaldıracak diye bir şart mı var? Yok. Bildiği yaşama biçiminin dışında kalanı yokluğa mahkum etmek, onun yok olmasını istemek insanın olgunlaşmasına aykırı bir durumdur. Birden çok bileşeni olan deneyimlere katılmaktan kaçınarak
İnsan Olmak 83
düz ve boş bir yoldan gidenlerin durumu, kendince mutlu aile ortamını aşamayanların sergilediği ilkelliğe benzer. Zaten uzun döneme yayılan deneyimler insanların davra nışlarını benzeştiriyor. "Özne olacağım'' diye çırpınıp duru yorlar, önemsiz farkları gözümüze gözümüze sokarak ne ka dar "farklı" oldukları iddiasını sürdürüyorlar. Benzemezler yan yana gelip birbirini etkiliyor, gruplar halinde yaşamanın sonu cu olarak, benzeşmeler yıldan yıla artıyor. Bu genel duruma bir de çağdaş dünyanın ekonomik ve mekanik gereklerinin yol açtığı birörnek olma eğilimi eklendi. Bu, modern şehirdeki ya şama biçimiyle, insan ilişkilerini daralttı. Sıradanlaşmaktan ve birörnek olmanın çürütücülüğünden korunmanın formların dan biri bireyselliktir.
GEÇ KALAN BİREY 1
İnsan yaşamını genelde alışkanlıklardan günlük yaşamı rutin den ibaret görmeyen, çeşitliliği, kararlı olmanın dar bir yolu takip etmeyi gerektirmediğini, çeşitlenmedeki zenginliği bilen ve dirlik içinde yaşamanın koşulları hakkında düşünen her kes, bireyin içyapısı, zihin düzeni ve düşünce örgüsü üzerine kafa yormuştur. Bir kişiyi ötekine ulaştıran toplumsallaşma nın yolları, nedenleri ve sonuçları aranmakta iken, bireyin do kusal değerlerine eğilmenin eskilerin ya da uzmanlık alanına göre bilim adamlarının yöntemi olduğunu kabulle, totaliter rejimlerin idaresinde, insanları yığın saymanın aleladelik ve saçmalıkla sonuçlandığı açıkça görüldü. Buna karşı kapitalist dünya "herkesin parası aynıdır" diyen gözle baktığı insanlara, bir değer olarak tüketimi sunuyor. Tüketim kalıplarına cevap vermeyi başaranlar hem tüketim sarhoşluğu içinde bayağılığını unutacak hem de kapitalizmin ondan istediği çarka bile isteye
84 Çalkantı ve Dalga
girerek toplumsal düzenin taleplerini karşılamış, yani kapita lizmin sürmesi için üstüne düşeni yapmış olacaktır. İnsan olmak, sahip olduğu değerlerle toplum içinde biraz öne çıkmaktır. Şöyle ki; bir kişinin sıradan bir katılımla top lumda yer alması onun özel bir nedene bağlı olarak vurgulan masını gerektirmiyor. Dilimizdeki "adam gibi adam'' deyimi, sıradanlığı aşan kişi anlamında, bir bakıma "üstün insan" de mek oluyor. Dünyanın büyüsünün bozulmuş olması, onu al gılayışımızın öznelliğini, anlamlar dünyası ile bağlantı kurarak bizi büyülemesini engellemiyor. Sıradanlığın kırmızı çizgi say mamızı gerektirecek ölçülere ulaşması ve toplum değerlerinin yönetiminde en ileri söz hakkının sıradanlara bırakılması ha linde, toplum düzeninde kayıpların meydana gelmesi beklen melidir. Öne çıkan insanın kaybedilmesi toplumu birörnekleş tirir. Birörnekliğin esas alınması algı kapılarını körleştirir. Kitle ve yığın üzerinden yapılan toptancı hesaplarda en fazla ihmal edilen de bireyin vasıflarıdır. Çağımızın bir olgusu olan kitle selleşmenin bireysellik üzerine bir şal örttüğü, bütün vurgunun kitleler, topluluklar, müşteri grupları üzerinde toplandığı bir gerçek. Tabii ki, bireyselleşme duygusunu içten içe tetikleyen lerden biri de kitle üzerindeki vurgunun artmasıdır. Bu vurgu karşısında, insanlar gizliden gizliye direniyorlar. Gösterişli pi yasalarda katılımcı olmak ferahlık verebilir; ama hiçbir insan kişiliğinin anonimleşmesine taraftar olamaz. Totaliter ülkelerde daha açık görüldüğü üzere; yönetenler, kodlanmış adamlar isterler. Böylelikle yönetme güçlüğüyle karşılaşmaları azalacaktır. Çizgi dışı her kişi sorun çıkarıcı dır onlar için. Bu kişiler söz konusu olduğunda, "yokmuş" gibi davranabilirler. Çünkü bütün tasarımlarını sıradan insana göre yapmak onların işine gelir. Bireyin birey olarak ihmale uğrama sı olağan sayılır bu duruma göre. İhmal doğal ve devamlı olun ca, toplumda gerçek insana dayalı olması gereken tasarımların farazileşmesi kaçınılmazdır. Bireyin oluşumunda ve toplumda yerini almasında ise faraziliğin büyüklüğü oranında geç kalın-
İnsan Olmak 85
mıştır. Geç kalma, sadece başkalarının bireyi tanımasındaki gecikmeden ibaret değildir, çünkü birey olmak temelde kendi başına duruşla da belirir. Çizgi dışı olmanın her zaman üst de ğer taşıdığını elbette ileri süremeyiz. Kendine yeten bir özne olamadığı için başkalarına birey olarak görünmenin çaresini, duygularını sınırların dışına sarkıtmakta, taşkınlık yapmakta ve olay çıkarmakta bulanlar vardır. Bunlar, bütünüyle kendi ne dönük olmalarıyla biliniyor, uyumsuz ve çatışmacı tiplere karşılık geliyor. Birarada yaşadıkları insanlarla bütünleşeme yenler, yetersizliklerini gidermek istediklerinde başka bir yol bulamıyorlar Toplumsal düzlemde istikrarın devamını sağla yan normların hakkını vererek sorumlulukları yerine getirmek akıllıca davranışlardandır. Genelgeçer verilere sığmamak, başlı başına bir meziyet olan ve herkesin kolayca taşıyamayacağı so rumlulukları üstlenmeyi gerektirir. Verilere sığmıyor görüntü süne sığınmak eldekinin hakkının verildiğine delil olmaz. 2
Medeniyetlerin "iyi insan'' tasavvurlarını hangi ölçütlere göre belirlediğine bakmak, onların toplum anlayışlarını tanımak is teyenler için öğretici oluyor. Tabii ki iyi insanın vasıfları soyut nitelikleriyle değil, bir medeniyetin yaşayan temsilcisi sayılan toplumdaki yaygınlıkları ölçüsünde insanları dirlik içinde ve ayakta tutmaktaki başarı derecesini verebilir. Şimdilerde "iyi insan" a hemen hemen hiç vurgu yapılmıyor. Ulus devletlerin kuruluşuyla "iyi vatandaş olma" amacı benimsenmişti. Bu amaç devletler tarafından desteklendi. İyi vatandaş, sadece yasalara uymakla bu sıfatı hak etmekle kalmıyor, aynı zamanda geç mişteki iyi insanın yerine geçiyordu. Osmanlı ve Türk toplumu özelinde, yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki keskin değişimle rin gözlemcisi de olan Refik Halit, Hüseyin Rahmi ve benzeri üsluba sahip yazarların roman kişilerinde bu yer değiştirmenin izlerini teşhis etmek mümkündür. Daha sonra kapitalizmin
86 Çalkantı ve Dalga
ısrarla pragmatizm ve faydacılık pompaladığı ortamda "tüketi ci" kavramının taht kurmasıyla, iyi insanın, insanlığın başlan gıcından beri ortak kabul görmüş olan kimi nitelikleri toplum sal hayatın dışına çıkarıldı. İstanbul efendisi diye bildiğimiz Osmanlı dönemindeki bir tür "iyi insan" ın vasıfları bireysel tercihler olarak kabul gördü. Hayata uyarlanamayan insani niteliklerin deneyimlerin dışında kaldığı ve onlardan ancak değerlendirme yaparken söz edilebildiği doğrudur. Genelleme, değerlendirmenin yapıldığı ortamdaki temel tercihler hakkın da fikir verir; bu nedenle ona da önemsizdir diyemeyiz. Latin klasiklerinin atmosferini topluca gözünüzün önüne getirirseniz; Roma'da "iyi insan" ı bir dereceye kadar kahraman olarak görürsünüz. Çünkü iyi insan, sıradan insan ile en başa rılı kahraman arasındaki uzun mesafede anlamını bulmaktadır. Bu insan, dobra dobra konuşur, üstünlük taslar, karşısındaki muhatap bu tavırları ona yakıştırır. Eğer bu davranışlar ken disine yakıştıramadığı bir kişiden geliyorsa bir kere kendisi, dobra dobra konuşarak, egemen, başarılı ve üstten bakan ta vırlar sergileyerek ötekinin yıldızına gölge düşürür. Bütün bu davranışların temelinde gerçek bir başarı ögesi ya da yakıştır ması, küçük ve büyük çapta fetih duygusu vardır ki, bu tavır ve duyguların sonları kahramanlığa çıkıyor. Bir şeyler yapmış olmanın gururuna, hak edilmiş bir üstünlük sıfatına sahip kişi: Kahraman. Roma, vatandaşından bunu istiyor ve istek bunun la bitmiyor elbet. Hesap, kitap, nizam, intizam, hukuk, askerlik Roma'da hayatın içinde. Roma denildiğinde kamu binalarıyla, yüksek vasıflı yöneticileriyle, askeri, kölesi ekonomisiyle önce sistem akla geliyor. Romalılar insanda hangi nitelikleri arıyor, kimi değerli buluyor, iyi insana hangi cepheden bakıyor diye sorarak konuya yaklaştığınız zaman yukarıda tasvir etmeyi denediğimiz tablo çıkıyor önünüze. Romalılar kahramanı isti yor. İyi insanın başka vasıfları da vardır ama o vasıfların hepsi kahramanlık tepesinin eteklerindeki çiçekler, taşlar, patikalar
İnsan Olmak 87
halinde yer alabiliyor. Roma'da art arda gelen devlet yöneti cileri aynı zamanda yüksek şahsiyetler olarak görülmüşlerdir. Kadim Yunan denilince, heykellerle şekil verilmiş fidan boylu atletler, mütenasip vücutlu kadınlar geliyor gözümüzün önüne. Onları, günümüze kadar harabelerin arasında kalmış ya da toprağın altından çıkarılıp müzelere konulmuş mermer heykellerden tanıyoruz. Erkekte gelişmiş kaslar, kadınlarda öl çülü endam. Eski Yunan'da insan modeli çizilirken ölçüt de ğişiyor. Kahramanlık, kamu düzeni, şehir hayatı, güzel konuş ma ve yazı elbette burada da değer taşıyordu. Ama iyi insan modelinin çizilişinde ne kahramanlığa Roma'da olduğu kadar ağırlık verdiklerini biliyoruz ne de güzel konuşmaya. Eski Yu nan'da tiyatro var, evet. Yunan tiyatrosu "iyi insan''ı daha çok, şu birkaç cümlede anlattığımız bedensel nitelikleriyle sergileme ye dayanmıyor mu? "Olgunlaşma" hakkındaki değerlendirme, kahraman modellerinden çok, sanata ve estetik değeri bilinen portrelere dayanıyor. Günümüzdeki egemen medeniyet, Batı dünyasında doğdu. Bu nedenle, insanın olgunlaşmasını sağlayan niteliklerin batılı ölçüler içinde aranması ve anlatılması doğaldır. Halbuki çağı mıza damgasını vurmuş emperyalizme vücut veren aynı Ba tı'dır. Bu nedenle aradığımız iyi insanı bulma garantisi yoktur. İnsan olgunluğuna ilişkin nitelikleri, aynı zamanda emperya lizmin ocağı olan bir yerde aramak durumundayız. Batı-dı şı toplumları da içine alan tarihi bir gerçektir bu. Toplumsal tarihte eksiler artıları her zaman götürmez. Değerlendirme yi yaparken bu gerçeğin hesaba katılması gerekiyor. Egemen durumdaki medeniyeti içselleştirmiş toplumlar başkalarına ne ölçüde emperyal hedef olarak baktı, ne ölçüde ışık saçtı. Tarihin değişik dönemlerinde egemenlik kurmuş toplumlara bakarak emperyal hedefi.erin ve insanlara tutulan ışığın muha sebesini yapmak mümkün müdür? Bunun hesabı çıkarılabilir mi? Başkalarına da egemen toplumları model aldıktan sonra, ikinci derece egemenlik alanı oluşturan bir toplum, nereye ka-
88
Çalkantı ve Dalga
dar emperyal hedeflerin çekimiyle hareket etti, bulduğu de ğerler tablosunu, kim, ne ölçüde içselleştirip kendisi hesabına dönüştürebildi? Merakı uyandırmaz, kamçılamaz mı? Batı dünyasında doğmuş medeniyet, Rönesans'tan bu güne gelesi ye seri üretim aşamasında ilerlemiş, sürpriz değerini yitirmiş, olağan beklentileri karşılama kapasitesiyle bir bakıma sıradan laşmış iken dönüşümün üstünde düşünmeye değmez mi? Şu var ki, modern toplum tasavvurunda iyi adam olma hedefinin yerine mutlu olmak isteği konulmuş bulunuyor. Mutluluk ise tüketime bağlıdır. Sistemin ayakta kalmasına öncelik verili yor. Kuzey Amerika kaynaklı bu hedefin ortak ve zımni kabul gördüğü emperyal alan hayli geniş. Mevcut siyasi sistemlerden kaynaklanan düzensizlikler ile düzeni sağlama vaadiyle kuru lan otoriter yönetimlerin birbirini izlemesine bakarak, üretim tüketim dengesini bütün dünyada kuracak bir sürece girileceği ve insanlık çapında mutluluğun varılabilir bir hedef olduğu ise şüphelidir. Bu son cümleyi test etmek isteyen varsa, kapitaliz min kurulu düzenine göre insanlığın Batı'daki ve Batı dışında ki gidişatına baksın. Eski yaşam tarzımıza göre, toplumun genel doğrularına ve ortak paydasını oluşturan değerlere uyum sağlamanın gayesi, iyi adam olmak idi. Bizim kuşağımız bile çocuk yaşlarının son larında aile ve mahalle büyüklerimizin çocuklara, öğretmenle rin öğrencilerine iyi insan olmanın ilkelerini anlattıklarına ve bu yönde nasihat verdiklerine şahit olmuşlardır. Şimdi, bura daki iyi adam tanımının yerine mutlu olma gayesini nasıl ko yacağız? "Mutlu olan iyidir", önermesi mutlu olmayı sağladığı söylenen toplum düzeni için bir övgü sayılabilir, ama bu, öne riyi doğru ve haklı yapmaz. Dünya ile insan ve insanların kendi aralarında uyum sağlamak üzere varılacak bir yer ve kabul edi lecek ortak değerler olmalıdır. Mutluluk yanılsaması, geleceğe atıf yaparak bir hedef gösteriyor ama kimseyi mutlu etmiyor. Teknolojiyi tanımaya başladıktan itibaren bir toplumun zihniyeti ve düzeni açısından değişme sürecine girmesi yaşa-
İnsan Olmak 89
mm gereğidir. Bizim toplumumuzdaki değişim, bunu talep edenlerin kendilerini değiştirmesiyle başladı. Modern tekno loji ürünleriyle henüz tanışmamış olan toplum katmanlarına inildiğinde ise şarklı sayılan hayat tarzıyla karşı karşıya kalındı. Tabii ki Batı'dan gelen teknoloji ürünlerinin günlük yaşamın devamı için getirdiği kolaylıklar ile aynı dünyanın emperyalist amaçlarla yayılmasını birbirinden ayırarak düşünmek oldukça güç. Bundan kaçmak değil, güçlükleri göğüslemeye soyunmak ve birbirini bütünlesin bütünlemesin; emperyalist amaçlar ile bilim alanındaki buluşları mümkün kılan nitelikleri birbirin den ayırarak anlamamız gerekiyor. Bu vasıflar ikiz olarak da okunabilir. Ama onları birbirinden ayırarak öğrenmenin bir yolu olmalıdır. Eğer yoksa o yol açılmalı ve artılar eksilere kurban verilmemelidir. Yol elbette, üstünde yürüyecek olana lazımdır. Hakim medeniyetin başka toplumları etkileme de recesini anlamak istiyorsak, genellemelerden yola çıkmak ye terli olmaz. Genel ifadelj!r çoğunlukla, kuralları haklı çıkarır ya da çıkarmaz; o kadar. Hakim medeniyetten gelen inceliğin ölçüsü ile emperyal baskı arasındaki çekişme ve denge hak kında bizde bir fikrin oluşması öncelikle etkiye maruz kalan ların tarafından bakmamıza bağlıdır. Kimi zaman çatışmanın ve dengenin anlamını bir_ insanın simasına bakarak çıkarırız. Bugün ekonomi ve siyaset alanlarında bağımlılığa razı gelen ve hakim konumda bulunanlara tabi olmayı yeterli görenlerin "değişim"in niteliğine pek de itiraz etmediğini, değişim süreci nin toplumda açtığı yaraları umursamadıklarını söyleyebiliriz. Onlar sadece güç kaybına uğradıkarı zaman konumlarının de ğişmesine hayıflanıyorlar. Halbuki bu durumda da onların te mel yönelimleri sarsılmıyor. "Bağımlılık sürsün; değişim nasıl olsa gelir ya da değişimin şiddeti ne olursa olsun fark etmez" dediklerini duyar gibiyiz. Toplumumuzda, burjuvazinin değerlerinden bağımsızlaşa rak kendini gerçekleme, varlık ve zaman algılamasını geliştir me yönünde kuwetli bir eğilimin oluştuğu gerçektir. Yaşamı
90 Çalkantı ve Dalga
siyasal açıklamanın nesnesi olma dışına taşıyarak, ontolojik bağlantılarıyla algılama çabası, kasaba ve küçük şehirlerimizin aile kültürünün büyük şehirlere gelenlerce yaşatıldığı ve eski özgürlük anlayışını davet ettiği için henüz netameli sayılıyor. Kapitalizm, ihtiyacı olan "üretilmiş rıza"yı, çağdaşlaşmanın bir yüzyıl önceki geçici gerekçelerine başvurmak ve değerle rini zamansızlaştırmak suretiyle elde edebiliyor. Toplumsal bir değerin zamandan bağımsız olarak kabul edilmiş olması, o de ğerin doğal olduğunu düşündürür; niteliğine bakıldığında bir kuşak sonra terk edileceğinin açıkça görülmesi böyle düşünül mesini önlemez. Güçlülerin her şeye egemen olmak istemesi, gücün, doğal olarak uzanabildiği bütün alanlarda egemenlik kurma arzusu nu yenememesi bu dünyanın yazılı olmayan kurallarından bi ridir. Teknolojiye dayalı olsun olmasın; karşı karşıya kaldığımız herhangi bir nedenle yaşamımızı derinden etkileyen yeni şart lar, ona uyum göstermek zorunda olanları bir çatallanmanın sınırına getiriyor. Değer yargıları değişirken vicdani kanaatler yara alabiliyor. Bu aşamada ortaya çıkan acıyı duymak ve iki lemi göğüslemek açısından insanlar birbirinden çok da fark lı seçeneklere sahip değildir. Az sayıda kişi, zorunlu değişimi yenilenme ve bir basamak olarak değerlendirebiliyor. Değişim için seferber olmuş yetenekler, değerlerini içten gelen arzunun mayasından alırlar. Dışarıdan gelen baskı, arzunun yönünü değiştirecek ölçüde bir etkiye sahip olamaz. İnsanların yeni şartlara uymayı kendi yaşamlarına ilişkin bir zaruret sayması ve amaca uygun yola cesaretle çıkarak "kendisi olarak'' yürü mesi değerlidir. Hem değerli yürüyüşe devam ederek şartların yenilenmesinde bir atılım imkanı bulup değerlendirmek hem de "kendisi olma" niteliğini yani özerkliğini ve bağımsızlığını korumak. Bu, yolların çatallandığı yerde, zor olan ama imkan sız olmayan, "değişim" olan ama gerileme olmayan, kayıpsız seçimdir.
İnsan Olmak 9 1
DOKUSU BULANIK BİREY Mülk sahibi olup olmadığına bakarak insana değer biçenler ile onu kendisi yapan niteliklere atıfta bulunarak insanı varlık ların merkezine koyan görüşler ve bireycilik üstündeki vurgu arasında kopmaz bir ilişki vardır. "Mal canın yongasıdır" sö zünde ifadesini bulduğu gibi, şahsa ait malın etten kemikten insana sağladığı desteğin hayati önem taşıdığı bilinmez değil. İnsanın sahip olma tutkusu da mala verilen önemin derecesi ni belirliyor. Şahıs malı, yaşamı kolaylıkla sürdürebilmek için gerekli olan kişisel eşya ve canın yongası saydığımız mallarla sınırlı olarak anlaşılmalıdır. Mülkiyet denildiğinde ise tabii ki, kişisel eşya akla gelmiyor. Çağdaş dünyada savunulan bireyci lik uyarınca da teminat altına alınmış mülkiyet hakkı, gerekli kişisel eşyaya sahip olmanın ötesine geçmiş sahipliklere düzen verme yetkilerini kapsamaktadır. Bireyciliğin kökeni, Avru pa'nın eski dünyasında k§le sahiplerine değil, her sitede az sa yıda bulunan .taşınmaz mülklerin sahiplerine kadar uzatılabilir. İlkinde köle efendi ilişkisinden doğan bir insan olma meselesi kafaları sürekli kurcalarken, ikincisinde taşınmaz malı üzerin deki hakkını kimseye bırakmamak için mücadele eden adamı buluruz. Bu sahiplenmel�rin birinde, biri köle diğeri efendi olmak üzere iki tarafta da insanın bulunmasıyla, ahlaki ve fel sefi endişelerin düşünülmesi zorunlu hale gelir. İkinci sıradaki örnekte, malının ve sahip olmanın peşindeki adamın kaygıları daha çok kendisini ilgilendiren bir hukuk meselesi sayılmıştır. Söz açılmışken, maddi çıkarını korumanın peşinde olmak ile toplumsal düzlemdeki bireyciliği aynı bağlamda görmenin tehlikesine dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü hakkını kimseye kaptırmak istemeyen birinin sergilediği kaba tavır bireysel ol manın şemsiyesi altında korumaya alındığında, basit hesapçı lığa hak etmediği bir entelektüel taban sağlanmış oluyor. Top lumsal ilişkilerinde para ve piyasa hırslarının damgası bulunan birinin, günlük yaşamda yapıp ettiklerini hoş göstermek ya da
92 Çalkantı ve Dalga
bunlara yönelecek itirazları önlemek ihtiyacını duyduğunda bireyciliğin erdeminden dem vurduğuna, aynı şekilde birey selliği yüceltmesi gerektiğinde ise maddi çıkar hırsının teza hüründen başka anlam taşımayan savunmalarını bireyin doğal hakları arasında saydığına çok kere şahit olmuşuzdur. Bir insa nın değer verdiği ve sahip olmakla övüneceği bireysel nitelik leri kazanmak amacıyla tek başına yetkinleşme yoluna girmesi, onu kendiliğinden ne aynı yolda yürüyenlerle yarışmaya ne de yolun büsbütün dışında olanlarla çatışmaya götürmez; meğerki toplum ya da devlet insan ilişkilerinden doğan çürütücü şartlar çatışma halini kaçınılmaz kılsın. Dikkatleri bireyleşme üzerin de yoğunlaştıran bilimsel ya da serbest bir çalışmada, başkala rından kopma duygusuna kapılan insanın tek başına ele alına bileceği ilk anda akla gelse de bireyleşme sürecinin başkalarıyla kurulan duygusal bağı içerdiği, bu nedenle kişiyi tek başına ele almanın uygun düşmeyeceği açıktır. Birey olma düşüncesini bilinç katına getiren kopma duygusu ve başkalarına yönelik duygusal bağ aynı anda yaşanır. Öteki ile çatışma, bu noktada hüküm koyucu konumdaki bir duygu olamaz. Herhalde çatış macı niteliğe kayan, bireyleşmenin temelinde yer aldığı sanılan bencilliktir. İnsanın kendi düzeninin sürmesini bencillerin ya rışına bağlaması ve bencilliğin köpürtülmesi suretiyle sıradan mallarda üretim artışına yönlendirilmesi çatışmadan beslenir. Kapitalizm, bireyleşmenin bir biçimi saymamızı isteyerek meşrulaştırdığı bencillik üzerinden bu çatışmayı körükleme si yetmiyormuş gibi, bireysel hakkın yerini kolektif yararının kapsamı altında belirleme girişimini değil, bireysel çıkarı mer keze almasıyla, toplumun yararı nezdinde duyarlı oluşun tör pülenmesine neden oluyor. Serbest piyasanın yararını gözeten ve buna hizmet edecek anlamda birey özgürlüğü kavramını ileri sürenlerin oluşturduğu uluslararası politikaların bireyle rin özgürleşmesi amacını taşıdığını kimse ileri süremez. Akıl yürütmeyle ve tümevarım yolu ile ortaya konulan iddiaların aksine kapitalizm, bireyin zihnini, tüketim yönünde alıkoyarak
İnsan Olmak 93
gelişmesini engellemektedir. İnsanın alıkonulması yönündeki talepler çizgiye dökülmüş şekilde anlatılmak istense, kağıt üze rinde, duygularından arındırılmış, parıltılı, ışıltılı, binbir renge bürünen böcekler topululuğunu göreceğimiz bir desen çıkar herhalde. Kendisine, tüketici ordusuna dönüşmekten başka se çenek bırakılmayan toplum, bireyin, asılı kaldığı rutin ilişkiler ağından çıkarak özgürleşmesini önlüyor. Bireyi öznel değerleri çevresinde tanımlayan felsefi çalış malarla bireycilik arasındaki mesafe günümüzde epeyce açıl mış durumda. Çıkarların ağına takılmış bireycilik dönüp do laşıp bizim enaniyet dediğimiz niteliğin köpürtüldüğü bir yere geliyor. Pragmatizmin doğrudan etkilediği ortamlarda hırs lı enaniyet, bağımsız ve nitelik sahibi birey olmanın şevkini unutturmaktadır. Birey hakkında yapılmış felsefi çalışmaların önemli bir bölümü, özerklik kazandırılmış hümanizme gön dermeler yaparak, insanı Allah'tan kopuk bir düzlemde tarif edebilme çabasına dayanıyor idi. Tiranlık karşısında özgürlük arayan insanın ele alındığı edebi eserler, bu yolda mücadeleye girişenlerin göze alması kaçınılmaz olan güçlüklerin de ser gilenmesiyle ortaya çıkmıştı. Devletlerin yapısı üzerine bugü nün siyasi görüşlerinin oluşmasında katkısı bulunan eserlerin yazıldığı, siyaset felsefelerinin boy attığı Avrupa'daki moder nleşme döneminde özgürlük, insanın öznel değerlerine sahip çıkma imkanını kullanma derecesine ve milli devletlerin insan hakları konusu yasal teminat altına alma ölçüsüne bağlandı. Toplum içindeki konumu gözetilerek, insanın tek başına ele alınmasıyla bireycilik arasındaki mesafe, boşluklardan arındı rılması düşünülen ve gerektiğinde yeni siyaset felsefelerinin dışladığı geleneksel bilgi alanlarındaki insan tanımlarıyla bes lenen bir alan olmalıydı. Gerçekte, felsefe dünyasında varlığa ve varoluşa ilişkin merak, araştırma, soru ve bilgiler, mevcut insana sistem-içinde yer arama girişimlerinin daima önünde yer almıştır. Özün kavranışı ile öze ilişkin olgunun kavranışı arasında her zaman bir mesafe vardır. Olgunun mükemmel
94 Çalkantı ve Dalga
olmadığı, eksik ve yetersiz kaldığı durumlarda, olguyu anlama mıza yarayan kavramlar, özü anlamak açısından çoğu zaman yetersiz kalır. İnsanın toplumsal sistem içindeki konumu ona, insan olarak bu düyadaki özgün duruşundan başka bir değe ri verebilir. Sistem, özgün duruşlara sahip çıksa bile bu bizi yanılgıya düşürmemeli, insanın duruşu onun kapasitesini ve kapalı kanatlarının açılma derecesini ihtiva eder, oysa sistemin sınırları vardır. Birey olmanın gerektirdiği nitelik, sistemin ona verdiği, sistem içi değeri değil, onun bu dünyada yalın duru şunu belirler. Sosyalist felsefenin batı sistemini eleştirisinde, bireycilik tam bir hücum odağı olmuştu. Terimin kökünde, sosyalliğe yani toplumsal oluşa göndermede bulunulmasına bakarak bireyciliğe yöneltilmiş bu tür eleştiriden, "bir toplumun üye si olan bireyler') lehine sonuç çıkması beklenebilirdi. Kafasını sistemle bozmuş sosyalist yaklaşım, insanı ontolojik yerine ba karak değerlendirmeye yönelmemiş, dolayısıyla buradan du ruş sahibi bir birey tanımı çıkmamıştır. Mevcut toplum için de, onunla (başka bireylerle) birlikte var olma bilinci insanın manevi değerlerini dışarıda bırakmayan bir birey tanımının kabulüyle ayakta durabilirdi. Sosyalist temelli eleştiride, totali ter yapılanmaya toz kondurmayan söylemin hakim tavrı hiçbir zaman kırılamadı. Bu söylemin sahipleri, insanlık durumunu mülkiyet ilişkisinden başka bir düzlemde açıklamaya yanaşma dı. Toplumun, insan teki demeyi tercih ettikleri bireyin ve bu ikisinin birbirinin karşısındaki konumunun bu düzlemde ele alınmasıyla doğal insanın biricikliğini ifade etmek için gerekçe bulamayıız. Halbuki toplumsal eşitliğin vurgulandığı yerlerde ve ölçüde insanın ihtiyaçları sıralanırken sosyalist eleştirinin dayandığı(nı söylediği) haklı gerekçeler vardır. Siyasi sistemin bütünüyle çökmesinden sonraki altüst oluş, sistem yürürlükte iken görülen çalkantılardan başka bir durumu ortaya çıkardı. Sosyalist düşünürler yanlış eleştirilerin odağı yapmasaydı, bel ki de bireycilik gündemin o kadar da vurgulu konusu olmaya-
İnsan Olmak 95
caktı. Onların çabasında totaliter sistemleri beğendirme çabası ağır basmasaydı, sosyalizmin dünyasındaki bireycilik eleştiri sinden insanın "diğerkam" yanı kazançlı çıkabilirdi. Diğerkam lık "sosyal" olana değer vermenin bir türü değil midir? Devlet katında var olması vurguyla istenen sosyallik birey katında iş leyecekse, diğerkam olmaktan kaçınılamaz. İnsanlar arası eşitliği kabul eden görüşlerin vurgulandığı yerlerde, birey olmak ile mülkiyet sahipliği arasındaki ilişki, egemen ve belirleyici konumunu muhafaza etti; insanı tarif etmek için başka değerler manzumesine başvurmak ihtiyacı pek de duyulmadı. Halbuki aynı düzlemdeki söylemlerle şe killendiği için ve ifadelerin muhafaza edildiği düzlemin aynı olması nedeniyle bugün eskimiş görünen eleştirilerde, mülki yete dayalı olmayan bir hak ve haklılık ölçüsünü dile getirenler olmuştu. Haklılık somut bir olgudur, aranılan hakkın maddi bir karşılığı olabilir; ama hak arayış gerçekte manevi atmosfer doğuran ve sonucundaki kazanımın daha çok manevi tatmin sağladığı bir .durumdur. ".Bir hakkı dile getirdiğimiz zaman, manevi alanda yeri olan bir öze göndermede bulunmuş oluruz. Bireycilik, insanın varlıklar arasındaki biricik olma vasfına sahip çıkmadığı sürece, taraftar olan ile olmayanları tarifleri arasında döner dolaşır, sonunda, bizim enaniyet dediğimiz, kaba egonun köpürtülmesinden başka bir yere varmaz. Fel sefe ve edebiyat dünyaları üzerinden tanıdığımız derinliğine bile hiç kimsenin sınır koyamadığı insanın küçük bir kümeye sığmayacağı bilinmez değildir. Tabii ki ekonomi odaklı insan ilişkilerinin, insanın öznelliğini yansıtan başka niteliklerini ka ranlıkta bırakması, görüş geliştirenleri yolun sonundaki tıkan maya (egoya) götürmüştür. Birey'in tek insan olarak seçkinleş tiği, onu toplumun öteki bireylerinden ayrı görmemizi haklı kılan başka ve kendine özgü vasıfları olması lazım. Onu birey durumuna yükselten başka vasıfları tanımaya ihtiyaç ise eko nomik birim olmasından değil, insanlığından söz edildiği za man doğabilir. Edebiyat ve felsefe dünyasında, insanı bağımsız
96 Çalkantı ve Dalga
özne olarak önümüze getiren tasvirlerin çeşitlenmesiyle insan anlayışımız zenginleşti, yazı dünyasındaki birey olgusu da bu suretle şekillendi. Çoğunlukla küçültücü anlamda kullanılan enaniyet ise, insanın kişilik yapısına ilişkin niteliklerin çok azını verebilir. Enaniyet, şahsiyet gibi değildir; biricik olmaya ilişkin vurguyu siler ve insanlar arasında müşterek olan ilkel duygudan yansır. Kimisi alt etmiştir o duyguyu, kimileri bir tu tamak olarak görüp egosuna sarılmıştır. Ayrı ayrı görünür ama enaniyetle yatıp kalkanların aranırsa bulunacak rengi müşte rektir. Zira enaniyet bir tür doğal tepkidir; şahsiyet gibi inşa edilen, kazanılan va geliştirilen bir nitelik değildir. Enaniyet ve şahsiyet bizim kültür dünyamıza ait kavram lardır. İçten içe sahip olanların bile açıktan açığa sahip çık madıkları bir vasıftır enaniyet ve onun her zeminde eleştiril diğini görmüşüzdür. İnsana ilişkin öteki vasıfları yiyip bitiren, tüketen, buruşturulmuş kağıda döndüren bu nitelik, paylaşma duygusuna, en küçük beraberliğe ve böylece toplum olmaya engeldir. Şahsiyet ise, tohumlarını her insanın taşıdığı ama çok az kişinin sahip olduğu bir durum, çeşitli etmenlerin birara ya gelmesiyle kazanılan bir niteliktir. Bir insanın sahip olduğu özneliğin bölünmez niteliği halinde yansıyan şahsiyet dikka te değer bir aşamaya gelmiş demektir. Varolmanın basamağı onda, olgunlaşmanın yolu ondadır. Batı dünyasında da bu nitelikleri ayrı ayrı karşılayan felsefi kavramlar o derece işlenmiştir ki edebiyat ve felsefe dünyasın da bu uğurda yapılmış ve kuşaklar boyunca birikmiş çalışmala rı göz önüne almadan, kişilik konusu ve onu çevreleyen mese leler hakkında düşünsel kazanımlara erişilemez. Şahsiyet, "per sona" ise, enaniyet "egoizm" ile karşılanabilir. Bir derece nötr bir terim bulmamız gerekiyorsa "selfness" diyelim. Selfness'e bu bağlamda, eşitler arasında birincilik iddiası gibi bir anlam verebiliriz. Her bakımından aynı konum ve seviyedeki insanla rın meydana getirdiği bir toplulukta, kendisinin ayrı olduğunu vurgulama çabası içinde çırpınan, bunun için de olmadık yol-
İnsan Olmak 97
lan deneyerek hem şaşırtıcı olan hem de yolun sonunda küçü len ve egoist saymak için pek de neden bulamadığınız kişi için, "selfness" sahibi, diyebiliriz. Halbuki persona sahibinin kendi farklılığını sürekli vurgulayarak dolaşmaya ihtiyacı yoktur. Her biri "persona" sahibi ve eşitlenebilir durumdaki kişilerden oluş muş bir toplulukta olsa bile. Kendisini çevreleyen varlıklardan kopuk her "ben'' tasarımı, özne olarak insanı verseydi bu bir kendinde-varlık olur ve baş kasını ilgilendirmezdi. İ nsan, başkalarıyla bağlantısının bilin cinde, sonsuza açık biçimde, dünyanın ayartıcılığına direnecek bir "duruş"un sahibi olarak değerlidir. Dünya kavrayışına sahip bilincin eklenmemiş olduğu, "ben şuyum, buyum'' duygusu, kişinin başkalarıyla kendisi arasındaki bağları zayıflatır, ama onu özgürleştirmez. Arzu, insanda başkalarıyla bağlantı arar. Arzu ederek ötekine yönelen, "ben"dir. Ötekine fiili yönelimi olmayan bir kişide uyanan arzu, kişinin öteki ile duygusal açı dan biraraya gelmesini sa,ğlar. İhtiyaç ve çıkar da insanı ötekine ulaştıran ve bağlayan duygulardır. Ötekiler ile birlikte varolu şu unutturmayan ise insandaki sorumluluk duygusudur. Var olmakla bir teklifin muhatabı oluruz, bu durumun bilincine sahip olmak sorumluluk duygusunu uyarır ve destekler. Teklif ve sorumluluk bizi etrafı?1ızdaki varlıklara bağlar. Başka bir deyişle, bu duygular, bağlantısız biçimde var olmadığımızı da ima bize söyler. Bireyi tek başına ele alan açıklamalar mevcut bilgimizi ar tırdığı gibi yanıltıcı da olabiliyor. Çünkü insan tek başına ya şamıyor, kişilik özelliklerini başkalarının varlığıyla ve belki de varlığı sayesinde kazanıyor. Bu bilinçte olmadan "ben, ben'' di yen özne, bir niteliğe dayanıyor değil, sadece "varım'' diyordur; "yok değil, var". O kadar. Bireyin kendisi oluşmakta iken baş kalarının duruşlarını emiyor ve sonunda "kendisi" oluyor. İ n san her şeyden soyutlanarak, algılarını kapatarak kendi kendisi olmaz. Bu nedenle, bir insanı tanımlamak için onu tek başına ele alarak yapılan açıklama doğruları içerse bile genel çerçe-
98 Çalkantı ve Dalga
venin bir bölümünü dışarıda bırakmasıyla yanıltıcı olabiliyor. Çünkü insanın, ihtiyaç ve çıkara odaklanmış tek başına duru şu bile genel çerçevenin dışında kalamaz. "Ben kendim" diyen, başkalarına ilişkin bir imada bulunarak söze başlamaktadır. Bu örnek, başkalarının şu ya da bu nitelikte olması, bizi de be lirleyici olduğu için önemlidir. İ nsanın konuşan ve dinleyen, etten kemikten insanlarla ilişkisi sağlık işaretidir. Başkalarıyla bağlantılı olarak var olduğumuzu bilmek yetmez, bağlantılara ve ilişkilere ilişkin ilkenin ve derecelenmenin öğrenilmesi de gerekir. Kitleyi temsil ettiği ve onun simgelediği kabul edilen ko lektif yapılanma ile tek insanın ilişkisi çağımıza özgü pek çok sosyal ve siyasal hastalığın kaynağıdır. Bu karşılaşmada yapı gayrişahsi ama buyurgandır, kollektif yapının muhatabı olan en az bir şahıs vardır. Şahsiyet, enaniyet gibi eski kültür dün yamızdan gelen kavramlar insan insana ilişkilerin sonucunda oluşan ve insana dair bazı nitelikleri yansıtan ya da anlatan isimlerdir. Günümüzün insanı toplumsal düzeneğin gayrişahsi işleyişiyle her an yüzleşmek zorunda kalıyor. Bir insanda var olması beklenen alışkanlıkların yerini öğrenilmiş (rutin) dav ranışlar alabiliyor. Alışkanlıklar (ki onların olumsuz yanlarıyla ele alınması adettendir) kişilik bütünlüğünü yansıttığı halde, toplumdaki görünmez baskılara karşı doğan tepkisel davranış lar çoğunlukla kişiliği hastalıklı yapan çatlaktan çıkıp geliyor. Kollektif ve tek yanlı siyasi yapı, muhataplarını tepki halinde davranışa zorladıktan başka, kendisine muhatap olanlara da tepkiciliği aşılar. Gerçek şu ki, böyle bir siyasi yapının sebep olduğu tepkiler kendisine döner. Siyasi sistemin toplumun kimliğini algılamadaki yetersizliği, insanlara, yabancılaşma ve özgürlüklerinin kısıtlandığı hissini veriyor. İnsanların günlük hayatta benliklerini hemen hiç işe karıştırmadan otomatik davranışlar sergilemeleriyle, zihnin ve muhayyilenin istediği yetiler paranteze alınıyor ve bu durum uzun dönemde insanları kendilerine yabancılaştırıyor.
İnsan Olmak 99
Batı'da modern çağın başlangıcından itibaren, edebiyat, müzik ve resim alanlarıda güçlü bir akım halinde yaşanan ro mantizm, ilham verdiği bireyin neliği ve kapasitesi hakkındaki düşünceyi etkiledi. Metafiziğin kavramlarının eski dünyaya ait sayılarak terk edildiği bir dönemde "ölüm" düşüncesi ve ölüme ilişkin algı, insan üzerine düşünmede derinleşmeye yol açmış tır. Gerçeküstücülerin ve onların çevresinde adı anılan sanat adamlarının çabası, ölüm korkusunu ve ölüm karşısında in sanın çaresizliğine anlam vermeyi içeriyor, metafizik dünyayı açıklama yolunda daha önceleri oluşturulmuş kavramlar gün lük insan davranışları arasına ancak bir hesaplaşmada bulu nabilecek gerginlik olarak girebiliyordu. Anlatının merkezine yerleşen modern şehir hayatı, ışıltısı günden güne çoğalarak oluşuyor, günlük yaşamda ve .yazı dünyasında "bugünkü ya şam''ı anlatmanın cazibesi gün geçtikçe artıyordu. Eski dünya ya ait derinlik sanat dünyasında kimi zaman çözümsüzlüğün sürdürülmesi, kimi zall!an da eski çözümlerin unutuşa terk edilmesiyle girilen yeni arayışlar olarak yeni dünyaya ve yeni hayata taşındı. Anlaşıldığı kadarıyla o tarihlerde para, günlük yaşama bugün olduğu ölçüde egemen olmamıştı. On doku zuncu yüzyıldan sonraki on yıllara sarkan bu gelişmeler ışığın da bakıldığında şimdiki şehir hayatı, kendisini, kolektif dav ranışlara uyarlamada gö�üllü hale gelmiş ve hayat ile ölümü bakışımlı olarak algılamayı unutarak düşünsel gerilimi üze rinden atmış görünüyor. Olaylar dış dünyada kendiliğinden olup biterken zihinlerin düşünce süreçleri karşısındaki yaban cılaşması derinleşiyor. Otomatizm, yaygın bir talebin konusu olmuş durumdadır. Toplumun içine, dışında ve çevresindeki akışın kendiliğinden ve adeta insanın müdahalesi olmadan de vam etmesi isteniyor. Şahsiyetin oluşumu, modern şehir haya tının başladığı, "bugünkü yaşam'' ın yeni yeni merkeze alındığı, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında eğitimin konusu olmuş, Goethe'nin de kalemiyle örneklerini verdiği gibi rağbet gören ve el üstünde tutulan (Ör. William Meister'ın Çıraklık Yılları;
1 00 Çalkantı ve Dalga
William Meister'ın Seyahat Yılları) gelişim romanları yazılmış idi. İnsan davranışlarının otomatizmle uyumlu hale geldiği gü nümüzde, insanın gelişmesi, şahsiyetinin oluşması, tamlığı ve bütünlüğü etrafındaki endişeler, edebi eserlerden çok psikiyatri alanını ilgilendiren çalışmalarda ifade ediliyor. Yukarıda geçtiği gibi, çevresiyle birlikte var olan insanın bu bilinçle hareket etmesi önemli. İnsanı tanımanın, hakkındaki bilgi ve kanaatleri yenilemenin ve onu şahsiyet olarak tek ba şına ele almanın ihmal edilmemesi gerekiyor. Kişi, çevresiyle yaşar, davranışlarına anlam veren karakteri kendisindedir. Bir insanın görüp göreceği bütün olaylar, karakterinde saklıdır. Mümkün olsa, bir karaktere yapılacak DNA testi, karakter sahibinin kaderini önümüze serer. Belleği dolduran ve doldur maya aday bilgilerin tümü karaktere yüklenmiş durumdadır. Zihinsel hazinenin ya da yükün orada olduğunu kabul etmek için ayrıntıların açığa çıkmış olması gerekmez. "Kader oku nabilir" demek geçiyor içimden; haddimi aşarak aklıma geleni dışlaştırmak istemem. Basiret sahipleri, karaktere yüklenmiş bilgileri, evvelki bilgileri ile sezgilerine başvurarak genel çerçe vesiyle bilir ve söylerler. Kişinin toplum içinde ve başkaları ile birlikte var olduğu elbette bilinmez değil, toplum, kişinin konumunu belirleme durumunda olmasıyla da önem taşıyor. Kişi ile toplumun bağ lantısına verilen önemin derecesi, insanı tek başına ele alarak düşünmenin değerini azaltmaz. Gerçek toplum, tek tek benli ğini gerçekleştirmiş kişilerle oluşur. Bireyselliğe sahip olmayan insanların biraraya gelmesiyle yetkin bir toplumun oluşması düşünülemez. Kendini gerçekleştirmiş bireyler, aynı zamanda topumun kişiliğini oluşturur, ona yön verirler. Toplumun birey üzerindeki etkisi belirleyici önemdedir. Bireysellik kazanma mış ve hepsi birörnek insanların biraradalığı tek tek insanlar üzerinde etki yapar ama bu etki yetkin bireyi oluşturacak de ğerde olamaz.
İnsan Olmak 101
Hayatı kolaylaştıran araçlar paylaşılabilir, aletlerin ve eşya arın çoğu zaten paylaşılmak üzere tasarlanmış ve yapılmıştır. l His, insanın kendisine aittir. Yaşama arzusu bir kişiden diğeri ne etkilenme yoluyla geçebilir ama özünde aktarılan bir duygu değildir. Sizdeki arzu başkalarından destek görebilir ya da siz birinin yaşama arzusunu şevke getirebilirsiniz. Arzunun ken disi benliğin içinde var olur, devredilemez. Arzu bilinç ile bir leştiğinde, duygusal bir kabarma olmaktan ibaret kalmaz; akıl dan destek alır ve benliğin dışlaşan biçimine dönüşür. Bilinçsiz tepki arzuyu çürüğe çıkarır. Onun karakterini bozar. Bencilliğin diğerkamlığı dışlamasına ve bunun meşru gö rülmesine bakarak, birey üzerinde yoğunlaşmayı öğütleyen her isteğin toplumsal iyiliğe bigane kaldığını düşünemeyiz. İnsan lar çevresini kendisinin belirlediği bir adada büyümüyor. Top lumsal düzenin sağlanmasına kişilerin selametinden daha fazla önem verenlerin zorunlu olarak otokrasiye yöneleceğini düşü nemeyiz. Mükemmel ins�nı bulmak imkansız, belki aramak da anlamsızdır. Çağdaş toplumlarda pek çok kişiliğini geliştirme çabası içindeyken örselenmiş, her alanda model alınabilir bi reylerin az rastlanır olması ve başka nedenler, birey hakkında söz alanların ihtiyatlı davranmasına yol açıyor. Bireyin övülme si gerekirken olumlu nitelik belirtmeyip durumu ihtiyatla kar şılamada gizlenmiş bir toplum eleştirisi vardır. Genellikle bire ye arka çıkan her beyanın sonunda, özür beyanı gibi; toplumun oynadığı rolün unutulmaması istenir. Şehirler kalabalıklaştı, toplum küçük yerleşim birimlerindeki gibi bütünleşmiş değil dağınık insanlardan oluşuyor. Bu nedenle insanlar toplumsal sorumluluklarına yabancı kalabiliyor. Yasal zorunluluk içeren sorumluluk ayrı konu. İnsanın toplum karşısındaki sorumlu luğu ile yasalar istediği için yapması gerekenleri sıralamanın anlamı yok; bunları, görünmeyen bir zar birbirinden ayırıyor. Arada, geçirgen perde olarak sadece sorumlu ve zorunlu olanın bunu hissetmesi ve sahiplenmesi vardır. Hissediş ancak bireyin benliğinde gerçekleşir.
102 Çalkantı ve Dalga
İnsanı anlamaya gelince; duygu temelinde insanlar pek de birbirinden farklı olmasa gerek, ama insana ve hayata bakışın, geçmiş, gelecek, aile, evlat, çalışma vb. soyut ve somut konu lar üstüne kanaatlerin, nihayet coğrafyanın bile insanları derin farklarla birbirinden ayırdığı da bir gerçektir. Kavram olarak birey üzerindeki görüş ayrılığı, insanlarla ilgili çalışmanın kap samını belirlemede de etkilidir. Nitekim insanın çevresi ile bir likte ele alındığı bir çalışmada, toplum olarak yaşamanın er demleri izah edilirken, tek başına insanın yeteneklerini odağa alan başka bir çalışmada, topluma uyum gösterme amacındaki ısrarın bireyi, bireyselliğini yetkinleştirmekten alıkoyacağı so nucu çıkarılmış olabilir. Bireyciliğin işe yaramaz ve zararlı bir biçimi, "şahsiyet"e giden yolda kendini öne sürerek egoizme benzemesinde, çün kü böylelikle biricik öznenin gelişip ortaya çıkmasına engel koymasında görülebilir. Bir bakıma, "bireycilik bireyin yetkin leşmesini engelliyor", demiş oluyoruz ki; bencilliğin vesayeti altında kalmış bireyciliğin yaptığı budur. Aynı doğrultudaki bireycilik, kapitalizmin mülkiyet ilişkileri ağına takılarak şah siyette olgunlaşma amacını bir kenarda bırakabilir. Toplumdan önce değil, paradan önce bireyi tercih eden bir kapitalizm ola bilir mi? Zaman zaman kapitalizmin insancıl yüzünün ve in sancıl kapitalizm olarak niteledikleri tezlerden söz ediliyor, biz de bunu işitip geçiyoruz. Daha iyi yaşamın koşullarını düşün mek, bu dünyada daha insani koşullara sahip hayatların resmi ni veren ütopyaları muhayyilenin dünyasına indirmiyor. Birey, şahsiyete giden yol üzerindeki bir özne olduğu, her seviyesiyle şahsiyetini hatırlattığı ölçüde övgüyü hak etmiş ve övülmüştür. Mülkiyet bağlamında, kabaca birey ile şahsiyetin aynı tabloda yüz yüze olmak zorunluluğu, bu dünyanın (ve kapitalizmin) bir gerçeğidir. Ama "şahsiyet"in bu tabloda gelişmekte olmadı ğını görerek, tüketim alışkanlıklarının belirlediği çağdaş birey tanımlarının ötesine geçebiliriz.
İnsan Olmak 103
MEDYA İNSANI Roman kişileri, bugünün okurlarına tarihin içindeki bir ka vim gibi görünür. Okurların geçmiş günleri ve yaşadıkları, on ların, romanlardan tanıdığı kişileri de bünyesine katmış olan hatıralarını oluşturur. Romanların tarihi ile kendi hatıralarını kaynaşmış bulan okurlar, roman kişilerini nerdeyse geçmişte yaşamış bir kavim olarak algılarlar. Mutsuz bir çocukluğun getirdiği cesaret kırıcı takıntıları aşma çabasına girmiş genç ten, kendini inşa etme amacıyla hummalı çalışmaya koyulana, gençlik günlerinde erginlik döneminin belirsizlikleriyle sa vaşarak yaşayana, her anlamda maceracıya, kurulu düzenlerle mücadele eden, verili ölçülerle çatışan, entrika peşinde koşan ya da saflığını arayan; özetle, yaşamın her yankısını gerçek ya şamdaki insanlardan daha özlü biçimde yaşayan ve bize öğ reten, her yaştan, her ülkeden ve her çevreden roman kişileri kadrosuna sahibiz� Onlar dünyanın her yerindedirler, değişik geleneklerden izler taşırlar ama kendileriyle hemhal olmuş ro man okurlarına, başka insanlardan ayrı niteliklere ve deneylere sahip bir kavim gibi görünürler. Unutulmazlar. Ömrünün ya rıdan fazlası gitmiş tanıdıklarıyla birlikte yaşlanmaz, olduğu gibi kalırlar. Bilinç onlardadır. Bilgileri kaybolmaz. Hayatta bir atılım dönemine gireceğimiz zaman ihtiyaç duyduğumuz bir modeli sadece bu kadronun, son dört yüzyılda oluşturduğu dünyada aramaktan eli boş dömez, kayıpsız çıkabiliriz. Unut mayalım ki; gerçek insanların gizlediğini kurgu dünyasındaki kişiler açıkça belirtir ya da gizlilik perdesi altında getirip ko yar önümüze. Oradan yola çıkarak hayal kurmamıza, böylece belleğimizi ve bilincimizin bir yeteneğini kullanmamıza izin verirler. İnsanın iç dünyasına ilişkin gerçekleri, etrafımızda do laşıp duran gerçek insanları şöyle böyle tanımakla değil, kurgu dünyasının kişilerine yakından bakarak tanır öğreniriz. Edin diğimiz bilgiler, gerçek hayatta rastladığımız, görüştüğümüz, bildiğimiz, insanlarla tanışıklığımızı yüzeysel olmaktan çıkarır.
104 Çalkantı ve Dalga
Gerçek insanın kurgulanmış kişiden daha zayıf olduğunu ileri sürecek değilim. Çünkü insanın potansiyeli görünenle rin ötesindedir, içeriğini bilmediğimiz bu gizliliği görmezden gelmek insana haksızlık olur; ama kurgulanmış kişinin soyut somut varlığının her bir parçası (cüz'ü) meydandadır ve o saklı yeteneklerinin de sergilenmesiyle gözümüze gerçek insandan daha zengin görünür. Bir insan, gerçekliğin her türlü biçim lenişini üstlenmeye açık sayılırsa, roman kişileri gerçekleşmiş deneylerdir. Hayali kişinin gerçek insandaki gibi potansiyeli yoktur. Yorum yaparak, yani kendi gerçeğimizden bir şeyler ekleyerek onun potansiyel hazinesindeki boşluğu gideririz. Hayali kişiler üzerinden belirlediğimiz gerçekler toplumsal ilişkilerin ve onların kurgusundaki gerçek kişilerin özünü tanı tır bize. Kimisinin bütün öyküsünü biliriz, mahrem tarafı, "yok hükmündedir" bizim için. Gerçi kurgusal kişilerin mahrem tarafları olmuyor ve merakımızı kamçılayıp durmuyor değil; onu da yorumcu ve eleştirmenler keşfediyor, biliyor ve söylü yorlar. Ya da roman kişilerine ilişkin eksik bilgileri, üslupların kapı aralığından sezgiyle bakarak, kimseye anlatılamayacak şe kilde kendimiz de anlıyoruz. Demek ki, onların merakımızı kamçılayan ve tarafımızdan açığa çıkarılan mahrem yanlarının toplamı, bizim kendi gerçekliğimizle sınırlıdır. En doğal ha liyle tanıdığımız roman kişileri aslında bir kültür dünyasının ürünüdür. Bu kültür dünyası gelişmiş bir medeniyetin uzantı sı ya da kalıntısı olabilir. Herkes bunu bildiği halde, herhangi bir şehirde yaşamış gerçek insanlar gibi söz edilir onlardan. Roman kişilerinin oluşturduğu kavmi avucunun içi gibi bi len, bülbül gib şakıyarak anlatan edebiyat ve hayat adamları vardır. Bunlardan bir bölümü tutkuyla dolu gençlik günlerini, roman kişilerinin ocağına düşmüş olarak geçirir, rastladıkları her müşterek tanıdığa onlardan söz ederler. Ne eleştirmen ne yorumcu olarak tanınmak istemeyen, iç dünyalarındaki dalga larla haşhaşa bir okur olmanın hazzıyla yetinen bu kişilerin en
İnsan Olmak 105
iyi yardımcıları, kurgular dünyasından gelerek tutkularının on lara oynadığı bunalım oyununda onları teselli etmiştir. Gerçek yaşamın toplumsal kadrosunu oluşturan bizler, te melde doğal dünyanın vazgeçilmez verimleri ve görünümleri olmakla, doğal varlıklarızdır; ama insanlar enisonu bir kültür çevresinde, kültürün ürünü olarak, onlardan bazıları da için de doğduğu kültürün oluşumuna ve sürüp gitmesine katkılar yaparak yaşayıp gidiyor. Ortak yaşam, doğal anlaşım yolları nın üzerinde bir kültür dili oluşturmayı gerekli kılıyor. Bu ba kımdan insanların davranış biçimleri kodlanabilir niteliktedir. Kimi zaman kültürü tanımak için insana bakıyoruz, kimi za mansa insanı tanımak için, içinde o insanın devindiği kültürün kodlarına başvuruyoruz. İnsanlar toplumsal gerçekliğin değiş mesiyle, doğallıklarının yok olı:ıp gitmemesi arzusu içinde ol muş, ortak yaşamda bu amacın canlı kalması için çaba göster mişlerdir. Toplumsal gerçekliğin salt biçime indirgenmiş ilişki ler ağı değil, ruhları doyurucu içeriğiyle de gerçek bir dünya ve bir toplum ortamı oluşturabilmesi için, yetersizliklerin yaşamı tahrip edici boyutlara varmasını önleyen dayanışma ve merha metin kaybolmaması ve büsbütün tükenip gitmesine ise asla göz yumulmaması gereken doğallığın insanlığın yaşamı için deki yerinin korunması gerekir. Aslında (etten, kemikten, sinirden) gerçek insanlar için et rafa bakınır, onları ararız. Doğal haliyle bildiğimiz insanları değerlendirmeye sıra gelince, bir kanaate ulaşmamıza yardım edecek ilkelere bakar, kodlara ve ölçülere başvururuz. Eski çağ larda doğadan kopmamış gerçek insan daha görünür durum da ve kabul görmüş bir model idi. Sözel anlatımlardan yazıya geçmiş fabl metinlerinden anlaşılacağı üzere insanlar herkesin gözü önündeki halleriyle model alınırdı. Masalların dokusun da yer alan tipler böylece oluşmuştur. Psikolojinin bağımsız bir disiplin olarak gelişmesiyle, belirli karakterleri oluşturan in sanların tiplere ayrılmasının ve tek tip üzerinden tanınmasının yetersizliği anlaşıldı. Kendi İnsanın derinliğini, kapasitesindeki
106 Çalkantı ve Dalga
genişleme istidadını anlamaya ve aynı karakterdeki insanların değişik durumlar karşısında verdikleri farklı tepkileri tanımaya başladık. Çünkü varlığı bilindiği ama dile getirilmediği için şöyle böyle bilgi kırıntılarıyla yetindiğimiz kimi insani nite liklerin üzerine artık gidilebilir oldu. Varlığı bilindiği halde hakkında susulan niteliklerimiz dillendirildi. Gün geldi, en özgün karakterleri roman kişilerinden tanımayı uygun gördük. Gerektiği zaman yazıda, konuşmada onlardan örnek verdik. Çünkü yanıbaşımızdaki insanın, ona bakarak okuyamayacağı mız niteliklerini, olanca açıklığıyla gözler önüne seren roman kişileri kafamızın içinde dönüp durmakta, etrafımızda dolaş maktaydı. Bu bilgi artışı, önceleri insana yaklaşımımızı kolay laştırdı ve zevk verici kıldı. Sonra sonra gerçek insanı unuttu ğu, oyuncağa dalmış çocuklar gibi kurgulanmış tiplerle idare ettiği bir sürece girdi insanoğlu. Bunun sorumlusu romanlar değil elbet, kurgu dünyası alabildiğine genişlemekteyken bir tür otomatizm dünyayı yapılandırdı, bize onu anlayacağımız kodlar verdi. Biz de, tekrar söylemek isterim ki; dünya, ölüm, hayat, savaş, barış, barınma, direnme vb. temel insanlık durum larını ele alacağımız zaman roman kişilerini gerçek insanların yerine ikame ettik. Yanıbaşımızdaki insan üzerinden tanıya madığımız (bunu yapacak becerimizin olmayışı bizi tembelli ğe sürüklemiştir) kimi niteliklerimizi kurgu dünyasının kavmi gözlerimizin önüne cömertçe seriyordu çünkü. İ nsanı metafizik yanıyla (özü, ne'liği itibarıyla) ele almak yalnızca buna uygun bir yeteneğe sahip olmayı değil, aynı za manda belirli bir eğitimden geçmiş olmayı gerektiriyor. Meta fizik ifadelerden yola çıkarak somut insanlar üzerinde yargıda bulunmak için de aynı biçimde eğitimli olmak şart. Burada eğitim derken yaygın eğitimi değil, insanın olgunlaşma yo lunda bir şekilde geçtiği süreci kastettiğimi belirtmek isterim. Romancılar verili (bildiğimiz herhangi bir) insanı ele alıyor muş gibi yaparken, veri sayılması hiç de gerekmeyen nitelik lerin harmanından, anlatımı zengileştirmek üzere yeni veriler
İnsan Olmak 107
oluşturuyorlar. İnsan romanlarda ortaya çıkan verilerle gerçek yaşamın sunduğu verileri ister istemez karşılaştırıyor. Zihnin yarışma şeklinde algıladığı bu karşılaşmada roman kişileri sağ ladığı verilerle gerçek yaşama ışık tutuyor. Bir veri olmadan bildiğimiz insan tipleri roman sayesinde verili haline geliyor. Roman, içinde yaşadığımız ve tanığı olduğumuz gerçeği, bize göründüğü durumun dışında ve daha fazla dikkat çeken bir yapı haline sokmuştur. Bu yeni ve muhtevaca zengin yapı, içinde yaşadığımız dünyayı algılayışımızı dönüştürmesi nede niyle bize dünyanın düşünemediğimiz bir tasvirini sunmuş de mektir. Roman dünyasında bulunan insanın iç gerçeği "okurun ona yüklediği anlam"dan ibaret kalabilir. Zira romanın, çıplak gerçeği unutmamıza yol açan tarafı da güçlüdür. Çıplak ger çek, kurgu dünyasının itmesiyle kısa süre için de olsa hafızanın karanlık bölgesine yollanabilir. Fotoğraf gerçek nesnelerden başkasını (fazlasını) söylendiği gibi, roman da insanı gerçek ten fazlasına götürüyor. Yazarın gerçek görünümler aracılığıyla hakikati aradığını ya da hakikate, görünsün diye şekil verme peşinde olduğunu, okurun ise aynı bulgular üzerinde giden merakıyla hakikati aradığını söyleyebiliriz. Roman kişileri ile gerçek kişiler arasında kurulan ilişki ler tartışmalıdır. Bütünüyle kurgusal kişi olamayacağına dair yaygın bir inanış vardır. Buna göre bir yazar tanıdığı gerçek kişileri kalemiyle işlemek, onları başka kılıklara sokmak sure tiyle kendi kişilerini oluşturuyor. Bu bağlamda en fazla taraftar bulan, zeka parıltısı bir görüşe göre, bir yazar eninde sonunda kendisini yazar. Kitabın her sayfası yazara götürür. Tabii ki bu görüşlerin hepsinde haklılık payı vardır. Yazarın bütün kelime ve cümleleri kendisi değildir, ama kendisindendir; çünkü o sa dece kendisine geleni yansıttığında bile zihinsel temas halin de bulunduklarını ve kendisinde kalanı yazmıştır. Bir insan iç dünyasını olduğu gibi yazıya dökebilir mi? Evet diyemiyoruz. Bir insan olan yazar başkasının iç dünyasını aktarabilir mi? Buna da, evet diyemiyoruz. Başkasını anlatamamak kolayca
108 Çalkantı ve Dalga
anlaşılabilir bir yetersizlikten ileri geliyor, en azından başkası nın zihninde ulaşabileceğimiz yerin sınırlı olduğunu biliyoruz. İnsanın, şiddetli bir arzuyla istediğinde bile kendi iç dünyasını anlatmada duyduğu acziyet ince ince yorumlanabilecek bir in san gerçeğidir. Kurgunun dünyasındaki kişiler, iyi . bilinen bir yazgının dönüşerek cisimleşmiş halidirler. Yazar nereden yola çıkarsa çıksın; roman kişilerini kurgusal varlıklar saydığımızda onları hem özgürleştiriyor hem de daha iyi açıklamaya imkan buluyoruz. Bunları düşünürken aklıma ilk gelenler tabii ki ün kazanmış roman kişileri oluyor (Jean Valjean, Raskolnikov vd.). Onlar adlarıyla yazı dünyasında gerçek kişiler gibi dolaş maktadır. Bir okurun, kurgusal kişilikleri "dünyaca ünlü olma yan'' ama değerli romanlarda izlemesinin ona kazandıracakları hiçbir zaman azımsanamaz. Herhangi bir nedenle etkili ama saklı kalmış romanlar ve karakteristik roman kişileri vardır. Duyarak yazılmış hikayede olduğu gibi onların her biri cisim leşmiş yazgıdır. Eski çağlarda sanat hayatın içindeydi. Ortaçağ Avrupası'n daki resimlerin, eski şiirimizdeki kaside, tarih, kıt'a ve başka pek çok türdeki şiirlerin konuları sanatın gerçek hayatla kay naştığını gösteriyor. Sanatın kurallarından bir örüntü oluş turulması nedeniyle günlük hayattan adım adım koparak bu örüntünün içinde yapılan sanatın bir anlamda özerkleştiği dö nemler oldu. Genel olarak olumlu bulunnmayan bu durumu aşmak için, sanat hayat ilişkisini yeniden kurmak ve yorumla mak gerekti. Öte yandan bilimlerin felsefeden ayrılması gibi, estetik ayrı ve bağımsız bir disiplin oldu. Öyle ki; kimi insanlar, ömrünü adayarak sadece estetikle ilgileniyor, ilgilenmeyenle rin çoğu da bundan bir eksiklik duymuyor. Sanatın özerk du rumunun bir daralmaya yol açtığını bile söylemek mümkün; zira özerk alanına dalanlar için sanat, anlam ve zevk kaynağı olduğu halde, insanı kendisinin dışındaki alanlara götürmede yetersiz kalabiliyor.
İnsan Olmak 109
Yazılı edebiyat, insana insan olarak yaklaşmayı kolaylaştır dı. İnsanların zihnindeki kıvrımlara edebiyatın sağladığı im kanlar sayesinde girebiliyoruz. Akıllarda kalan roman kişileri nin çoğu ya tutku sahibi olarak iktidar, güç ve para peşindedir ya günahkar, dengesiz tiplerdir ya da yoksul, kenarda köşede bırakılmış insanlardır. Sıradan insanların renksiz, parıltısız, sıradan yaşamlarının anlatıldığı bir roman. uzun süre okunur olmazdı; bu nedenle, bir yazarın abartmalara başvurmasının ve gerçeğin ötesine uzanmasının kurgu ve üslup gereği olduğu kabul edilmelidir. Aslında roman kişileri insanların sanıldığı gibi sıradan olmadığını, sıradan yaşamların, romanları çekici kılan gerginlikleri ya içinde taşıdığı ya da onunla sürekli te mas halinde bulunduğunu bizlere öğretmiştir. Yazının dün yasındaki modellerin kurgusal olması, onlardan yola çıkarak kendi zihnimizde olanları sınamamıza engel değildir. Kurgusal modelleri tanıdıkça gerçek insanların zihin yapılarına ilişkin deneyimlerimiz artıyor. •
* * *
Şiirde kurgusal olarak insan portresi çıkarmanın, roman sana tının yaygınlaşmasından önce başvurulan bir yöntem olduğunu söyleyebiliriz. Manzum yundan destana, mesneviden kaside ye şiirin bize getirdiği portreler canlıdır, dokunacak kadar yakı nınızdadır ve kurgu olduğunu hissetmezsiniz. Şiir, günümüzde de kurgusal değil, yaşamakta olan insan gerçeğinden yola çıkı yor, duyguyu canlı bir insanın tavrı, edası vb. üzerinde izliyor. Şiirin dünyasında, tarafgirliklerin güzergah belirlemekle kal mayıp çatışmayı davet etmesi, kumaşının duygular olmasından ileri gelse gerektir. Yüce ve soyutlanabilir düşünsel değerlerin yatağı ve taşıyıcısı olan şiir, çağımızda hır çıkaran düşünceden sıtkı sıyrılanların, kafası binbir kaygının istilası altında olduğu halde aciz bırakılmış düşünce hareketlerinden umut kesmiş lerin sığınağı olabilmektedir. Düşünce akımlarının halihazır durumunda sadra şifa bir şey aramaktan vazgeçenler tamamen
1 1 O Çalkantı ve Dalga
sıradan yaşamayı seçmişlerse, kitlelere hareketli geceler sunan çağdaş müziğe teslim oluyorlar. Anlam arayışını asla terk et meyenler yaşamın anlamına dair soruları kendi benliklerinde buldukları gibi, cevabını da kendi içlerinde bulmak istiyor ve şiirin canlı bir organizma halinde akıp giden yatağında dalış larına devam ediyorlar. * * *
Görsel medya, üzerine mercek tuttuğu ayrıntıları hem de gerçek kişilerin görüntüleriyle birlikte önümüze getirebildiği halde, onun modelleriyle uzun süreli zihinsel yakınlık kuramı yoruz. Seyredildiği sırada her şeyi unutturan ve bakan gözleri kendisine asılı bırakan medyatik modelin zihinleri hızla terk etmesi işten değil. Sanatın özerkleşmesinin gerçek hayattan koparak alanca daralması anlamına da geldiği anlaşılmış idi. Bu kere televizyondaki kurgu dünyası, anonimleştirdiği ko nular üzerinden de olsa özel hayatın her yerini dokunulmaz olmaktan çıkarıyor. Bu yeni durum yazılı edebiyatın sağladığı entelektüel imkanların kullanılmasını zora soktu. Görsel med ya, mahremiyeti ve özel hayatı, neredeyse ortadan kaldırdı; gö rüntü orada gerçeğin simgesi olmaktan uzaklaştı. Medyadaki psikolog ve iletişim uzmanları seyircilerin, gerçek hayata bile görsel alan olarak baktığını söylüyor. Böyle bir bakışı kaçınıl maz hale getiren algı odağı insanları kuşattığı için, görsel med yanın esiri olmamış bir kişinin, etrafındaki çıplak gerçekliği, hemcinslerinin algılarındaki ortak ve yanıltıcı içeriğe yeğle mesi, onun başka kimseleri ilgilendirmeyen bireysel bir tercihi olarak kalıyor. Medya yolu ile insanlar üzerinde oluşturulan imgenin baskısı bulunduğu ortamını zehirliyor. İşitmeye bağlı algı insanın kendi kendisiyle kalmasına izin veriyor, görmeye bağlı algılama düşüncenin tetikte olmasını gerektiriyor. Kapıl maktansa tercihsiz kalmak daha iyi. Görsel medya gerçek hayattan daha güçlü bir hayal alemi oluşturdu. Gerçek dünyanın orada yankı bulduğunu kabul
İnsan Olmak 1 1 1
eden bir genel kanaat var; ama görüntülerin çoğu, tek tek kişiler açısından sahte. Her şeyi hayallerde görüyoruz. Med yanın dünyası hayata gerçeklik olarak ve gerçekler üzerinden dokunmamızı engelleyecek bir etkinlik halesi oluşturdu. Bu halenin içinde örneğin bir kaza, kaza olmaktan çıkıyor, cina yetler cinayet olmaktan. Biri korkutmuyor; öteki ürkütmüyor, acıtmıyor. Görsel medyada onlarca kaza sahnesini seyretmenin akabinde rastladığımız gerçek bir trafik kazası, yoldan gelip geçen herkesin gözlerinin önünde ama neredeyese hislere do kunmadan olup bitebiliyor. Algımıza yansıyan her gerçek olay sanallaşmaya adaydır. Sorumluluktan kaçan biri için sanallığı algılamak kolay, arkasındaki gerçeğe bakmak anlamsızdır. Bal kondaki adamı hatırlamanın tam zamanı: Adamın biri, yerden yarım metre yüksek balkonunda sokağa karşı oturmuş, sigara sını tüttürüyor. Yoldan geçen arabalardan biri, tam balkonun önünde bir yayaya çarparak hızla uzaklaşıyor. Kazazede yerde yatmakta, kahramanımı:A ise yerinden kımıldamamış; bir ona, bir de sokağın iki tarafına bakışlar atmaktadır. Balkon, yolun kenarındaki kaldırıma o kadar yakın ki, parmaklığı aşmayı deneyen biri, atlamaya gerek kalmadan yere adım atar. Ama kazayı balkondan gören kişi hareketsiz; sigarası elinde, barda ğın yarısına inmiş çayı önünde; şaşırmış görüntüsü veriyor. Bir sağa bir sola baktıktan sonra ağzından şu cümle çıkıyor: "Vay canına, insanlık ölmüş; kimse adamı yerinden kaldırmıyor!" İnsanlık ölmüş, kendisinin üstüne düşen ve yapması gereken bir şey yok. Olsaydı, kazayı görür görmez verdiği anlık tepkiyle ayaklanırdı. Görsel medyanın olmadığı zamanlarda anlatıldığı şekliyle insanın sorumluluktan kaçma eğilimi bugün de sürüp gitmektedir. Balkondaki adamın cümlesi, vicdan körelmesin deki vahametin itirafıdır. Tek ama önemli fark, şimdiki medya nın her olayı sanallaştırması ve böylece sorumsuzluğun normal sayılmasıdır. Acı olay sanallaşınca, balkondaki adamın bir gü nah itirafı olan cümlesi sıradan söze dönüşüyor.
1 12 Çalkantı ve Dalga
Böyle bir dünyada, sorsan; herkes gerçek insanı aramada. Gerçeği aramanın gerekçesini, insan, öncelikle kendi yaşamın da bulur. Çünkü o başkalarına yolladığı mesajlardan kendisi ne dönüşün sanal değil, gerçek olmasını istemiştir. İ nsanın bu sahiciliğe ihtiyacı vardır. Bilinç doğal haliyle tepki verir. İyilik yansımalı, kötünün de yankısı olmalıdır. Yazılı dünyanın ve rimleri bu iletim işlemini kendi ölçülerine göre yapmaktadır, en azından genel olarak bunun yapıldığına dair bir hissin sa hibiyiz. Görsel medyanın iletisi gözlerin önünde, ama onun dili insanın aradığı karşılıklı yankıya izin vermiyor. İletinin ekrandaki akış hızı imgeleri, üzerinde düşünerek algılanma yı engelliyor. Ekran karşısındaki algı, bilinçaltında canlı bir yüzün kendisine hitap ettiği sanısına kapılarak cevap verme konumuna geçse de bilinçaltı, vereceği karşılığın tanımlanma mış bir algı yanılmasından doğduğunu ve tek taraflı tepkiden ibaret kalacağını ona söylemektedir. Sanal dünyayı kendisine uygun bir gerçeklik olarak kabul eden algımıza göre, karşılık lı yansımanın gerçekleşmesi için muhatabın verdiği genel bir izne ihtiyaç vardır. Bu izin tek taraflı olarak her an kesilebilir. Görsel medya üzerinden iletişim halindeki algının kendisinin de sanallaşıyor. Hayatın medyatik iletiye uyarlanmış bir gerçe ği, alıcı, verici, seyirci üzerinde sanal dünyanın gerçeği oluyor. Balkonda oturan adamın gördüğü trafik kazası örneğinden yola çıkarak, acının nasıl sanallaşarak acıtmaz olduğunu yu karıda belirtmiştik. Kendisi de sanallaşan görme algısı sanal mahatabıyla bütünleşirken, gerçekliğin yerine sanal olanı ika me etmekte bir sakınca görmez oluyor. Sanal olan ile gerçek olanın aynı objedeki çakışması yeni bir olgu değil. On yedinci yüzyılda yaşamış müellifimiz, İsmail Hakkı Bursevi'nin, bu ça kışmayı bir sayfa üzerindeki tasvire bakarak ifade ettiği özlü bir cümlesi var: "Şekl-i Sultan, resmen aynı, aynen gayridir". Bursevi bu sözüyle, gerçek ile sanalın aynı nesnede birleştiği ama onları farklı doğalarıyla algılamamıza imkan veren duru mu özet olarak ifade etmiştir. Görsel medyanın günlük haya-
İnsan Olmak 1 1 3
tımıza artık ondan kopmayacak şekilde yerleşmesi nedeniyle, çağımızda gerçeklik ve sanallık çeşitleniyor, detaylanıyor ve gittikçe artan iştahla birbirinin yerine göz dikiyor. Sanal ola nı gerçekten ayırmak, gerçeği de misal aleminin "aynen resmi" olan sanal dünyadan süzerek çıkarmak bize düşüyor. İnsanın beklentisinin temelinde ise şu var: Herkes gördü ğünün gerçek olmasını, kendisine hakiki insan olarak bakılma sını ve dokunulmasını ister, medya insanı gibi görülmeyi kimse istemez. Görme algısına gelen ve algının kabul ettiği her med yatik veri, o algı açısından gerçekliğin kendisidir. Medyadan yansıyan bir veri, sanallığı esas aldığımız takdirde gerçektir, gerçeği esas alırsak sanaldır. Baktığı yerde gerçek insanı gör mek ihtiyacının, gözleriyle ona dokunmak, karşıdan gelecek yankının sıcaklığını duymak isteğinin bulacağı karşılık, gerçe ğin esas alınmasındadır. Her insanın bir iç dünyası var; medyanın dışında kaldığı düşünülür bu iç dünyaıun. En mahrem söz ve davranışları herkesin göziinün önüne koyarak ortak alanın ögeleri haline getiren medya, insanın iç dünyasını ortadan kaldırmamış, ken-' disinin dışına fırlatarak onu kendi alanında özgürleştirmiştir. Anlayana! Özgün bir iç dünyayLherkes eşit ölçüde hak ediyor ve ona sahip çıkıyor değil elbette. Kişi herkesin gözü önünde olan duygularında kaybolabilir. Medya dünyasının yerleşikleri, pay laştıkları alanı sahiplenmeye ve genişletmeye çalışırken özgün iç dünyaların dışında kaldıklarını (dışına kaçtıklarını) ifade et miş oluyorlar. Anlayana! Yazılı edebiyattaki kişilerin neredeyse bir kavim oluşturdu ğunu söylüyoruz. Daha doğrusu, yazılı dünyanın ortak belleği nin manzarası bize böyle söylüyor. Benzetme yerindeyse; şoför milleti, tüccar milleti gibi, karşımızda bir roman kişileri milleti var. Bu millet, kadın, erkek, her yaştan ve meslekten insana sahiptir. Yazılı dünyada, işlek ve renkli bir kasabanın sakinle ri gibi, her cinsten insan vadırr. Şehirleri, meydanları, yolları,
1 14 Çalkantı ve Dalga
evleri ve düşüp kalktıkları bütün köşe bucaklarıyla bu kavmin yaşadığı mekanları biliyoruz. Bu mekanlar, kuruldukları günkü şekilleriyle yerinde duruyor. Kavmi oluşturan kişiler yerinde durmuyor mu sanki? Onlara verilen anlam, haklarında yapılan yorum değişse de yazılı dünyadaki kişilerin ve mekanların baş langıçlarındaki gibi durduğu, bilinen bir gerçektir. Roman kişilerinin yalnız kitap sayfalarındaki değil zihin lerdeki varlığı da zamana dayanıklı olduğu halde görsel med yanın kahramanları mevsimlik sebzeler gibi solup gitmeye yazgılıdır. Ekran unutturur. Görüntü dayanıksızdır. Orada gö rünenler hakkındaki kanaatlerimiz, yazılı edebiyatın tanıttığı kişiler hakkında oluşmuş kanaatlerin onda biri kadar doyurucu olamaz. Bu nedenle, görsel medyadan zihnimize yapışan ki şilerin unutulup gitmesinde bir eksiklik bulmuyoruz. Görsel medya, etkili iç dünyalarıyla zihinlerde yer eden kişiler oluş turmaya elverişli değil. Güçlü kişiliklerin bile ekranlardaki gö rüntüsü buluttaki şekiller gibi geçicidir. Sinemada izlediğimiz filmlerden zihnimize kazınmış, unutulmaz sahneler vardır, televizyondaki görüntülerin kimse üzerinde aynı yoğunlukta etki yaptığını düşünemiyorum. Bunun nedeni, ekranda akan görüntülerin birinin diğerini inkar ve iptal etmesidir. Sinema filminde tablolar birbiri içinden çıkıyor, birbirini destekliyor. Bir kurgu ile karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Filmin bir bütün olduğuna dair bilgimiz ve önkabulümüz, tabloların ara sında bağlantı kurmaya hazır tutuyor bizi. Televizyonda ise her biri ayrı dünyaları işaret eden görüntüler art arda geliyor, bu durumu sık sık tekrar ediyor. Görme algımız bu durumu, her görüntünün bir öncekini zayıflattığı, iptal ve inkar ettiği biçiminde algılıyor. Muhayyilemizdeki kurgulama alışkanlığı ve seyretmeyi kolaylaştıran bütünleyici yeteneğimiz, program akışını oluşturan görüntü bolluğuna oranla, ancak belirli bö lümlerde bize yardımcı olabilmektedir. Görsel alanda, göste rişli ama dayanıksız bir dış dünya devinip duruyor. İç dünya orada güçsüz ve korunaksızdır. "Henüz" diyoruz; çünkü görsel
İnsan Olmak 1 15
medyanın imkanlarından kaçta kaçının kullanıldığını, algıla rımızın sanal dünya ile ilişkisinin gelecekteki muhtemel dö nüşümlerinin nasıl olacağını, bugünden bilemeyiz. Fakat şu gerçek değişmez: İnsan, iç dünyasının gücüyle dik durabilir. İç dünya, koruyan bir kaledir.
Üçüncü Bölüm
OLGUN OLMAK
OLGUNLAŞMA 1
İnsanın olgunlaşması için izlemesi gerektiği düşünülen yollar dan biri duyi.ıların terbiye edilmesi olmuştur. Tarih öncesi ve bilinen tarhin başlangıcındaki toplumlarda bu terbiye dinden beklenmişir. Genelde her medeniyet toplu halde yaşamanın gerektirdiği bu koşulu sağlayacak en iyi yöntemlere sahip ol duğu iddiasını taşımaktadır. Bu doğrultuda arzu sahibi ve beş duyu dahil bireyi ve toplumu kapsayan duyum eğitimine ken dini adayan insanlara imkan sağlamak da bu hayati iddianın içindedir. İddia değil, amacı demeliydik belki; ama duyumların eğitilmesi ve olgunlaşma konusunda, tanım yapmakta olduğu gibi mükemmellik arayamayız. Mutasavvıf şairlerin söylemi ne bakarsak toplumun selameti için önemli olan, gönüllerin buluşmasıdır. Hakikatlerin birliği bu şekilde sağlanır. Bu, ha yatın gerçeğindeki şiiri ihmal etmeyen bir söylemdir, ama ço ğunlukla toplumsal gerçek başka türlü algılanıyor. Her devirde insanı yüceltici değerler ile ahlak kurallarına yapılan vurguyu ve uz bir şekile ifade edilmiş niyetlerdeki gerçekleşme farkı nı kaçırmamak için, medeniyetlerin bu bağlamdaki hedefine
1 1 8 Çalkantı ve Dalga
iddia demeyi uygun görüyoruz. Bu anlamda iddia, aslında, in san hayatının onunla anlam bulduğu hikmet temeline yönel miş olmayı ifade eder. Toplumu medeniyet kurmaya doğru götüren bütün kültürlerin çıkış noktasında, yani niyetlerin ve umutların halis aşamasında hikmetten bir hisse vardır. Güç ile merhameti, diğerkamlık ve alçakgönüllüğü koruyan, ilkeleriyle uygulamayı dengeli halde götüren toplumlar, düşüncesinin te melinde hikmet esası bulunan insanların emeğiyle kurulmuş lardır. Günümüzün maddi medeniyeti, geleceğe yönelik tek yanlı düzelme iddialarına sahip iken ruhun soluk almasını ve selametini temin etmiyor. Ya da şöyle diyelim, toplumların maddi gücünü elinde bulunduran ve yönetenlerin böyle bir talebi yok. Belki yakın çevrelerinden kendilerine ek bir yük gelmesin diye ve onlar için istiyorlardır. Dünya genelinde ru hun soluk almasını ve selametini kim isteyebilir? Şairler, de rin düşünen filozoflar, belki. Tabii ki dillendiremese dahi her seviyede itikat sahibi insanlar. Hikmeti düşünüyor olmak, bu bağlamda ölçüdür. İnsanın olgunlaşmasına hizmeti hedef alan medeniyetin temelinde, "Bu işte bir hikmet var" denilecek öl çüde olsa bile hikmet vardır. Ahlakilikle temizlenip kaba saba davranışlardan kurtulmuş insanlar, incelik kazanmış adetler davranış kalıpları, adet ve alışkanlılar, tereddütten, kendine güvensizlikten uzak ve ka rarlı bir tutum olarak karşısındakini incitmeyen köşesiz davra nışlar, özetle; her açıdan yücelmeye ayarlı bir hayat ve anlatıla bilir olanın en yüksek seviyede ifadeye kavuşturulması, yani dil ve zihin olgunluğu vb. nitelik ve olgularda görüldüğü şekilde, medeniyetlerin kendilerini değerlendirmede, üstün vasıf ka zandırıcı niteliklerini ve değerli olma derecelerini belirtmede başvurdukları ölçüt, son tahlilde insanın olgunluğudur. Bunun insanlar arası ilişki boyutu gönül yakınlığı, toplumsal ifadesi ise işleyen bir hukuk düzeni düzenidir. Antik Yunan ve Ro ma'daki şehir hayatı dahil, eski medeniyetlerin dünyasında ya ratıcının yolunda ilerleyerek varılacak bir hedefler bu söylemi
Olgun Olmak 1 1 9
doğrulayacak şekilde ifade edilmiştir. Eski medeniyetlerin al tın devirlerini yaşamış toplumlar Allah' ın varlığı ve sıfatları hakkında farklı inanışlara ve görüşlere sahip olsalar da onların hayatında Tanrı, müştereken anılan bir gerçek olmuştur. Bu gerçeğin duyumsanması için, evrenin ve insan hayatının ona dayanarak açıklanmasında herkesin yetkinlik kazanması da gerekmemiştir. Bir toplumun dayandığı değerler Tanrı inancı ışığında derecelenmiş ve amacı olgunlaşmak olan insanların geçtiği yollarda onlara ışık tutmuş ve davranışlarına şekil ver miştir. Eski seyahatnamelerde, seyyahın yeni keşfettiği ülkelerdeki maddi zenginliklerin uzun uzun anlatıldığını görürüz. Gemi nakliyatı ve malların oradan oraya taşınması, toplumların sa hip oldukları zenginliğin şatafat bölümüne değil şehir hayatın da sürüp giden harekete ve neşeli yorgunluklara şahitlik eder. İbn Battuta seyahatnamesi bu bağlamda iyi bir örnektir. Orada ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere, mesela bir liman şehrine gemi lerle eşya gelir. Her yeni geminin iskeleye yanaşmasıyla şehir içlerine doğru hareket ve iyimserlik dolu bir fıkırdama başlar. Ticaret yolları üzerindeki şehirlerin çarşıları göz alıcı mallarla dolmaktadır. Halılar ve giyim eşyaları, kuru ve dayanıklı yiye cekler, baharatlar ve başka mallar müşteri beklediği dükkanlar da dururken bile şehir yaşamına canlılık verir. Göz kamaştırıcı zenginliklerin ışıltısı, türlü maddelerin işlenmesiyle elde edilen eşyalardan, evlerin masraftan kaçmayarak tamamına erdirilmiş görkemine kadar her yerde görülebilir. Seyahatnamelerde çar şı ve pazarların anlatıldığı bölümler başkalarını imrendirecek zenginliklerin tasvir edildiği yerler hükmündedir. Muhakkak ki, gezginlerin muhayyilesi (ve ilk defa karşılaşan adamın he yecanının işe karışması) tasvir amaçlı ifadeleri bazen abartma ya dönüştürebiliyor. Varsın öyle olsun! Abartma, usta ve doğru anlatıcıların elinden şişirme olsun diye değil, olay anındaki heyecan dalgasının karşılığı olarak ortaya çıkar ve ballandıra ballandıra anlamayla gelen övgü cümlelerinin yazıdaki yeri hiç
120 Çalkantı ve Dalga
de abartma değildir. Olağanüstünün yaşandığı zamanlarda her haber heyacan verir. Yeni bir olay karşısında, kişilerin duyduğu heyecan bilgi artışına hizmet eder. Deneyimler, müşahedelerin ve ilk defa rastlanan varlıklarla ilişkinin yüzeysel kalmasını ön ler. Çünkü her küçük deneyim, zihinde yer etmeye ve içselleş tirilmeye adaydır ve derinleşmenin bir basamağıdır. Bir noktayı da hatırlamak gerek. Eski seyahatnamelerdeki tasvirler çoğu zaman kısa ve hatırlatıcı genellemelerden ibaret kaldığı gibi şehirlerin ticaret, toplum ve aile hayatının ayrıntılı tasvir edildiği bölümler tarihyazımına katkılarıyla da önemli yer tutuyor. Bu bölümlerde hangi dinden ya da hangi mede niyet ortamı ve kuşağından olursa olsun; bir toplumdaki sefa hat alemlerinden söz etmeye geçen seyyahların bir "çürüyüş"ü, bir "bozulma"yı, bir "kokuşma"yı, hasılı toplumsal bir hastalığı bize naklettiklerini; yani tasvir etmekle kalmayıp değerlen dirmeye geçtiklerini söyleyebiliriz. Seyahatname yazarlarının hemen hiçbiri, sözünü ettikleri zenginlik tablolarını "ağzından bal akan'' bir üslupla öven, özleyen, ulaşılması gerekli bir he def gibi gösteren ve tavsiye eden bir yaklaşımla anlatmamıştır. Seyahatnamelerde aşırı zenginlikleri gösteren her bölümün sonunda taşkınlıkların ve sefahat alemlerinin tasvir edildiği sayfalara yer verilmesi, bu tür eserlerin kurgulama özellikleri arasında sayılabilir. Eski kültürlerde bir tür rindliğin saygı ve anlayışla karşılandığı bilinir. Onlara göre rindlik, sadece bir in sanlık durumudur. Ama seyahatname yazarları bolluğun sebep olduğu taşkınlıklara ilişkin tasvirleri yaparken sefahati övme mişler, görerek anlattıkları yere "dünya cenneti" dememişler ve kalemlerinden çıkan akıcı tasvir cümleleriyle okuyanlar üze rinde imrenme duygusu doğmasına meydan vermemişlerdir. İmkansızlıklarla boğuşan insanlara, elde edemeyecekleri şey lerden, sahip olmamak bir eksiklikmiş gibi söz ederek onları üzmek istememiş olabilirler mi? Kim bilir, belki böyle bir iyi niyettir onlarınki. Hatta gezginlerin biraz fılozofça kelam et meye meraklı olanları sözlerinin sonunda okuyucunun çıkar-
Olgun Olmak 121
ması beklenen dersleri, aşağı yukarı aynı ifade kalıplarını kul lanarak söylerler. Tasvirler doğal olarak maddi alana ilişkindir, tasvirleri izleyen kısa cümleler bir tür öğüttür ve enisonu fakir liğin üzüntü kaynağı olmaması gerektiğini telkin eden dersler, insanın olgunlaşma yolunda geçeceği manevi aşamaları hatır latarak biter. Medeniyetlerin esas itibarıyla insan olgunluğuna hizmeti birinci planda tuttuklarını söylüyoruz. Bu kanaatin kayna ğı metafizik ifadelerden ve soyut bilgilerden ibaret değil ya şanmışlıkların anlatıldığı her daldan klasik eserlerdir. Örnek aramak gerekirse Platonun diyaloglarından başlayıp, atıflarını izleyerek daha eski tarihli Mısır' a kadar gidilebilir. Eski mede niyetler üzerine yapılan çalışmalar sonucunda, topraktan çıka rılan, yontulmuş ve kullanım amacına göre biçim verilmiş taş larla, günlük yaşamın seyir şeklini anlamamızı sağlayan mima ri eser kalıntılarıyla, elyazması eserlerin okunmasıyla ruhuna inilen eski medeniyetlerdeki temel beklentinin insan olgunlu ğu olduğu ortaya çıkıyor. Ev eşyalarının toplumdan topluma ve devirden devire yenilenmesinde kullanıma uygunluk yanında estetiğin gözetildiğini, hayatı kolaylaştıracak aletleri imal etme çabasının sürüp giden bir bilince dayandığını ve insan ilişkileri açısından incelikli davranışlara sahip olunduğunu gösteriyor. Medeniyetin her açıdan iyi göründüğü şehir yapılanması bir yana; çoğunluğun paylaştığı değer yargılarının temelini oluş turan konulara sıra geldiğinde, insanlar dünya metaına önem vermez görünür ya da onlara sırf meta olmak itibarıyla değer vermezler. Medeniyetler farklı temellere dayandığı halde, eski çağların insanları, sıra kendilerini anlatmaya geldiği zaman, medeniyetlerin iptal etmeyip sadece kendisine uyarladığı or tak kavramlara başvurmuşlardır. Onların tercihi çoğunlukla sahip oldukları soyut değerler sistemini dile getirmek olmuş tur. Antik dünyanın klasikleri, toplumların paylaştığı zenginli ği, karşılıklı sahip oldukları ve sahip çıktıkları "ince davranışlar manzumesi"ni sergilemeye de yaramaktadır. Günlük yaşamın
122 Çalkantı ve Dalga
dokusunda bulunan ve vitrininde görünen ince davranışlar, tek insanda merhamet, doğruluk, ahlak, fazilet gibi değerlere da yanmış, topluma doğru barış, sevgi, dürüstlük ve adalet olarak yansımıştır. Medeniyet, eşyayı kullanma biçiminin günlük ya şamdaki davranışlara dönüşmesi değil ruhsal bir biçimlenme nin adıdır. Medeni davranış ruhsaldır. Medeni bir toplumda, ruhu ezadan kurtaran ve günlük yaşamı çekilir kılan ince dav ranışların görünür olması yetmez, mütemadiyen devam etmesi için desteklenmesi gerekir. Bir kişi merhamet, sevgi, dürüst lükle yoğrulmuş olan karakterini, bu niteliklerin özünde bağlı olduğu yüce aleme ilişkin bilince sahip olarak devam ettirebilir. Bilinçteki kayıpla karakter aşınır. Medeniyetin değerleri ruhsal kurgudur; maddi varlıklar bu değerlere dayanan hayata çerçeve sunar, destek olur. Maddeye bağlı medeniyet, medeni bir ha yatı yaygınlaştırmak için tek başına yeterli olsaydı, yeryüzünün imkanlarını seferber edebilen çağdaş medeniyetin insanlığı fe lakete götürmeyeceğinden emin olmamız gerekirdi. İnsanlığın zenginlik elde etmiş ilk beşte birlik bölümüne, medeniyetin temeli saydıkları ekonominin ölçülerine ve kendilerine göre iyi yaşama koşulları sunanlar yüzünden, yalnız geriye kalan ve görece az gelire sahip beşte dörtlük bölüm değil, duyarlığını yitirmemiş bütün insanlık suçluluk duygusuyla ya da toplu bir felaketin beklentisiyle yaşamaktadır bir anlamda. İ nsanın olgunluğundan söz ettiğimizde hız ögesi etkisini kaybeder; yavaşlık ve durağanlık olumlu kılığa bürünerek ak lımıza gelir. Olgun insanın ağır hareket etmesi gerektiğini düşünürüz. Taşkınlıkla olgunluğu birleştirmekte zorlanırız. Aslında taşkınlık ve coşkunluk duygusal ilkelliği çoktan aşmış gönül sahiplerinden pek çoğunun doğal durumuna dahildir; şu var ki coşkunun onlardaki tezahür biçimi ölçüsüz hareketlere benzemez. Olgun insan görüp geçirmiştir, durup oturmuştur; görgümüz bunu söyler bize. İnsandaki olgunluk, sınavlardan geçmenin, deneyimler kazanmanın, başkalarının deneyimle rine karışarak bir sonuca varmanın, ardından durulmanın ve
Olgun Olmak 123
durulduğu zaman elde kalanlarla yetinmenin zamanıdır. Oysa yaşamın olgunlaşma süreçleri hareketsiz duruşta değil, hare kettedir, o halde olgunluğun kendisi de harekette ve hareket halindedir. Şu var ki; hareket halinde olgunluğun teşhis edil mesi zordur. Hareketin neden olduğu gerilim tek başına çeki ci olmakla, sonundaki olgunlaşmanın tohumunu taşıyıp taşı madığını düşünmeyi alır elimizden. Varoluş kaygısıyla ayağa kalkma çabasına giren, ama imkanı kıt toplumların hareketin deki olgunluk, içinde yüceliği barındırır. Toplumlar zayıf düş tüğünde bir hezeyana kapılıp çalkantı içinde debelenebilirler. Bu da bir düşüştür tabii ki. Antikçağ'dan bu günlere yazılı metin olarak kalan "trajedi" ler, her seyircinin üzerinde kendisinin algılama ölçüsüne uyan bir etki bıraktığı gibi, yaşamın her safhasında görülmesi müm kün akla hayale gelmedik olayları, türlü aşırılıkları, dengesiz likleri, onları anlatarak da aşmanın bir aracı oldu. "Trajediler" üzerine düşünürken dah� çok psikolojik çözümleme yapan ya zarlardan bazıları bu sonuca varmıştır. Bu yazar ve düşünürler yaptıkları çalışma boyunca trajediler üstünden kendi nefslerini aşmak amacında olan toplumların bu suretle insanın olgunlaş ması yolundaki geçitlerden geçtiklerine kani olduklarını, ken dilerinin de trajedilere el _atmakla insanlığın kendi kendisiyle yüzleşmesi denilebilecek bir durumu kurcaladıklarına inandık larını söyleyebiliriz. Kısaca, "acı insanı olgunlaştırır" denilmiş tir; trajediyi yaşayanlar bunu deneyimlemiş kimselerdir. Eski bir kelimeyle söylersek; bu deneyimin öğrettiğinde "ibret" var dır. Acının anlatılmasının da aynı amaca (insanın olgunlaşma sına) hizmet ettiğini düşünmemek için bir neden yok. İnsan olgunluğunun din ile bağlantılı ve dini anlamdaki yetişkinliğe paralel görüldüğü çağlarda da trajediler rağbet görmüştür. Öğüt verip almanın işlevsel olduğu devirlerde bu rağbetin nedenine dair sorular, merakımızla dalgalanan deni zi kıpırdattığı zaman, Habil ve Kabil hikayesinden başlayarak, en ünlüsü Yusuf kıssası olmak üzere peygamberler tarihindeki,
124 Çalkantı ve Dalga
kötülük, suç ve suçluluk üzerine kurulu pek çok hikayenin ol gunlaşma ögesi olarak anlatıldığını göz önüne almamız açık layıcı olacaktır. Dinler tarihini dolduran ve kuşaktan kuşağa anlatılan hikayelerde, masumiyetin savunulması amacıyla su çun vurgulu biçimde hatırlatıldığına dair algının, insanları tra jik olayların doğasına yaklaşmaya ve panikleme halini aşmaya hazırladığını düşünüyorum. Eski çağlardaki öğüt kitapları ve terbiyeye dair eserler olaylardan sonuç, kıssadan hisse çıkarıl masına, insan davranışlarını gözlemenin sonucunda elde edilen derslerin dile getirilmesine, sergilenmesine ve aktarılmasına ya rıyordu. Evet, suç, masumiyeti savunmak için de anlatılıyordu. Önceki trajediler ise az rastlanır ve özellikle insanın hayatını baştan sona etkileyen bir olaydan yola çıkarak, insan davranı şını içerden yansıtmanın ve böylelikle olgunlaşmaya hizmetin bir aracı olarak görülebilir. Olay, onu yaşayanı olgunlaştırır, dinleyene ders olur. Dinleyen zihin yoluyla deneyim sahibi ol muştur. Zihnin edindiği deneyim olgunluğa hizmet eder. Shakespeare'in şiirlerinde temel konu aşktır; mısralarının ateşinde tedirginlik kaynar, oyunları ise karanlık olayları bes leyen entrikalarla doludur. Bu oyunlarda gerçek yüzü gölgede kalan kişilerin bir cinayetle irtibatlı olduğu, kötülüğün değir menine bilerek su taşıdığı, iktidar hırsını yansıtan diyaloglar da ahlaki değerlere metelik verilmediği ortaya çıkabilir. Antik dünyadan kalmış olanlar başta olmak üzere, trajik durumlar üzerine kurulu olduğundan her türlü kötülüğün tasviriyle yük lü eserler kıssadan çıkarılacak hisseyi açıkça ifade etmeyip al mak isteyenin algısına bırakmış olabilir. Trajik olanı ayrıntılar arasında da tanımanın, tecrübe ve olgunluk belirtisi olduğunu düşünürüz. Çekilen çilelerin ve başa gelmiş acı verici olayla rın deneyim olarak ruha kazınması gibi, başkalarının yaşadığı acılara, tiyatronun, şiirin ve masal gibi anlatıcıların yardımıyla tanık olmak da kişiyi olgunlaştırır. Gerçek şu ki; toplumların güvenlik içinde yaşadığı, eski çağların karakteristik şehirlerinde "dini anlamda gelişmişlik"
Olgun Olmak 125
ile "ruhsal olgunluk'' arasında paralellik aranmış ve kurulmuş tur. İslam toplumlarının iyi işleyen bir düzene sahip olduğu devirlerde, tek insanın hayat hamlesi içindeki yeri hakkındaki değerlendirmeler, onun sahip olduğu dini hassasiyet ile ruhsal olgunluk birbirine bağlanarak yapılmıştır. Mevlana'nın eseri Mesnevi'de birbirinin devamı olarak anlatılan hikayelerde bu bağlantıyı görürüz. Burada başvurulan din ve bir dinin ken dine özgü kavramları kapalı toplumları akla getirse de şehir yapılarının başka kültürlere her zaman açık olduğu bilinir. Gü nümüzün şehir hayatında hakim durumdaki kültürün kodları, ruhsal ve dini anlamda olgunluk arasındaki bu doğrusal bağ lantıyı, gerektiği şekilde açıklamaya yetmiyor. Esasen, yapıla cak bir açıklama, olsa olsa özel ilgileri bulunan sınırlı sayıdaki insanlar için anlam ifade edebilir. Modernlik öncesi çağlarda Avrupa kırlarındaki şatolarda ya da İslam dünyasındaki şehir yaşamına mesafeli külliye çevrelerinde yaşayan insanların kül türüne baktığımız zaman,. onları tamamıyla köylü sayamayız. Çünkü onların sahip olduğu sözel kültürün temelinde, genel likle yazılı kaynaklar vardır. Yaşadıkları yer kırsal bölgelerde, kendileri ise büyük kalabalıklardan tecrit edilmiş durumda olsa bile, örneğin İstanbul gibi bir merkezi ufuklarından eksik etmeyen bu insanlar şehiı:li kültürün taşıyıcılarıdır. Anado lu'nun ve Balkanların tarihi geçmişinde İ stanbul kültürünün taşrada aldığı şekiller şehirlerin mimarisinde ve toplum haya tında görülmüştür. Dini değerlere bağlılığı gösteren imgeler ile iyi insanın ta nımında öne çıkan vasıfların birbirini tamamladığının genel olarak kabul edildiği modernlik öncesi toplumların hayatın da, insanın olgunlaşması, içinde bu bütünlüğün de bulunduğu, davranış kalıplarına uymakla gerçeklik kazanabilirdi. Herkesin önem verdiği davranış kalıpları, insana kıymet biçerken soyut olarak başvurulan ölçülerdir, ancak onlara sahip olmanın fiili yararı şehir hayatında görülürdü. Çünkü şehirlerin nüfus ya pılarında değişik karakterden insan grupları bulunur; ayrıca,
126 Çalkantı ve Dalga
insan ilişkilerindeki yoğunlaşmayı dengeleyecek bir düzenin en çok arandığı yerleşim birimleri şehirler olmuştur. Şehir meydanında ve çarşısındaki değişik davranışlar ve ilişkilerdeki karmaşıklık, insan olgunluğunun cemiyet halindeki gürünü.. .. . munu verır. Modern şehir hayatının gerektirdiği hız ve hareketin za ruri olmadığı devirlerde zaman sonsuzluk olarak algılanıyor, yüceliğe ve yüceltici değerleri kazanmaya konulacak bir sınır bulunmuyordu. Bir insan manevi değerlerle donandığı ölçüde olgun, bu nedenle yücelmiş ve değerli kişi sayılıyordu. Farabi, Medine't-ül Fazıla'da erdemli şehir halkının tümünün bilmesi gereken ve ruhlarını mutluluğa ulaştıracak bilgileri tek tek say dıktan sonra, dindar görünmenin bir aldatmaca olabileceğini söyleyerek uyarıda bulunmuştur. Bu bilgiler, ilk neden gibi ve soyut şeyleri bilmekten başlar, şehir yaşamının pratiğine varın caya kadar, talep edilen bir piramidi oluşturur. Değerlerin pira mit oluşturmadığı bir anlayışla örgütlenen toplumdaki talebin konusu ise erdem şehrinde öngörülen yücelik ve insanın ma nevi değerlerle yücelmesi anlamındaki olgunlaşmaktan ziya de, toplumsal uyum ve uyarlanmadır. Bir topluma yönelik laik öngörüde, değerler bireyler arasında yatay düzlemde duruyor. Bu anlayış çerçevesinde insanın yücelmesi ve salt yücelik gibi kavramlar, dini itikatların toplum yaşamında belirleyici oldu ğu modern öncesi zamanları hatırlattığı için ilgilerin dışında bırakılmıştır. Sanayi toplumu olmaya evrilirken yaşamı kolaylaştıracak şekilde örgütlenmeyi ve araçları kullanma usullerini kendi içinden çıkaran toplumlar ile bunları bir şekilde ithal edenlerin çözmek zorunda olduğu sorunlar aynı değildir. Bir toplumun başka bir toplum karşısında bağımlı olması ya da öyle görün mesi bir an önce çözülmesi gereken sorunların başında gelir. İnsan, özgürlüğüne sahip çıkar ve birlikte yaşadığı kişilerin buna katılmasını ister. Dünyanın imarı ve yaşamı kolaylaştı racak yeni yöntemlerin bulunması her toplumun eşit ölçüde
Olgun Olmak 127
başaracağı bir iş değil; çünkü bunun için toplumların eşit sevi yede bir altyapıya aynı zaman diliminde sahip olması gerekir. Bu eşitsizliğin, imkanları kıt tarafta tahrip edici boyuta var ması önlenebilir. Doğal yasaları ilahi vahiy üzerinden tanıyan bir toplumsal gelenekten geliyoruz. Bilimsel keşifler geleneği ne eklenme anlamına da gelen modernleşme, dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi bizim ülkemizde dışarıyı ve başkalarını hatırlatan bir olgudur. Kültüre açılan tek kapı başka bir (gü nümüzde burjuva) toplumun alışkanlıklarını ithal etmeyi zo runlu kıldığında, kısa zamanda özgürlükleri daraltan bir baskı aracına dönüşüyor. İnsanın kendini ifade etme imkanlarının laik kültür ortamında çeşitleneceği, hiç değilse laikliğin soyut tanımına bakarak beklenebilirdi; çünkü bu yönde bir vaat de vardı. Vaktiyle, üzerinde yeterince çalışılmamış laiklik konusu, siyasi hesaplaşmanın kılıfı olarak taraflardan birinin dogma tizmin tohumlarını ortalığa saçmak için kullandığı silaha dö nüştü; bu üslup nedeniyle yaat edilenin ve beklenenin tam tersi istikamete döndü. Çünkü özellikle Türkiye'de laiklik, kadim kültürlerin tecrübesiyle gelen ve binlerce yıldır bilinçaltına yerleşmiş iletişim ve anlaşım inceliklerinin mirasçısı bireylere egemen dünya kültürünün uyarlamasına yardımcı olacağına, manevi (maddeden bağım�ız) bilgileri dejenere etmeden uyar lanmanın yolunu bulacağına, hiçbir sorgulama ihtiyacı duy madan dünyadaki egemenlere bağlanarak işin içinden çıkma ucuzluğuna kapılmış olanların tercihine bırakılmış görünüyor. Bunun gerçek nedeni, modernleşmeyi muhtevası ve biçimiyle kendi içinden çıkaran bir toplum olmayı başaramayışımızdır. Modernleşme bize hala, dışarıyı, ötekini ve başkasını hatırla tıyor. Mevlana, Fihi Ma Fih adlı eserinin 54. bölümünde gaf let üzerine kurulmuş bir dünyadan bahis açarak insanoğlunun çocukluktan büyümeye gafletle geçtiğini, aynı zamanda gaflet sayesinde toyluktan çıkıp olgunluk çağına erdiğini söyler. 25. bölümde de "Dünya, gaflet üzerine kurulmuştur, eğer gaflet olmasaydı bu dünya olmazdı" demiştir. Gaflet, ilkelerden bi-
128 Çalkantı ve Dalga
haber olmak değil, sonuç almak üzere bir işe girişen kimsenin ilkeler hakkındaki teorik düşünceler arasında kendisini kay betmeyip uygulamaya geçme cesaretini göstermesinin nedeni sayılmıştır. Mevlana'nın, söz konusu eserinde gafleti bu mana da kullandığını düşünüyoruz. Bizde modernleşme, uygarlığın ileri aşamalarını ve oraya ulaşmayı sağlayacak araçları tanıma nın sonucunda toplumsal bünyede gerekli değişimleri yapma isteğinin doğal bir gerektirmesi olmayıp, ithal edilmiş beklen tilerin konusu olduğundan, kendimizle ilgili bilgileri derleyip dünyaya sunamıyoruz, aksine başka dillerde yapılan çalışmaları gözlemek suretiyle kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Eski de virlerde de insanlar, tarlayı ekerken mevsimlere bakıyor, yolcu lukta arazinin koşullarını göz önüne alıyor, soğuğa, sıcağa, ıslak ve kuruya dikkat ediyor, kısacası doğanın koşullarına uyarak yaşıyorlardı. Doğal koşulların muhatapları, bir ölçüyü keşfet mek, ona uymak ve iş yaparken bir olan aklın yolunu izlemek durumundadır. Bir işi baştan başlayıp yapan, üreten ve değer ortaya koyan insanların akla aykırı davrandıklarını düşünmek saçmadır. İnsanlar doğanın yasalarına uymada daima müşterek davranıyor, hayatın yorumlanmasında birbirlerinden ayrılıyor lar. Modern şehirlerde bu ayrılık, eski dünyada geçerli olan kavramları yok saymayan ve onlara hakkını vermekten imtina etmeyenler ile yetişme çağından itibaren önlerinde bulduk larıyla yetinenler arasındaki yarılma şeklinde devam etmiştir. Burjuvazinin devreye soktuğu tüccar Avrupalı tipi üzerinden yayılan bilim, evrensellik ve medeniyet bileşenlerinin bilgiler toplamı içinde, dinsel yorumlardan gelen kazanımların oranı gittikçe azalmıştır. Ancak şehirlerde birbiriyle kaynaşan kül türün çoğulluğu, insanın bilincinde kültür ve bilgi bileşimleri ne yol açmaya devam ediyor. Tek insanın zihninde, bu yoldan geriye dönüş yoktur. İnsanlığın bilgi ve düşünce dünyasındaki eski kazanımları biraraya getiren, değişik disiplinler arasında bağlantı kuran imgelem, üniversite ortamından çok serbest en telektüellerin oluşturduğu çoğulluktan beslenmektedir. Buluş-
Olgun Olmak 129
çu, yenilikçi, yaratıcı bilgiye olduğu kadar hayal gücüne de açık üniversitelerin sayısı sınırlıdır. Üniversitelerin özellikle yöne timden ya da başka nedenlerden kaynaklanan kronik yetersiz liklere mahkum olduğu ülkelerde, serbest imgelemin beslen mesi, daha çok bir akademiye bağlı olmayan ya da çalışmala rının bir bölümünü akademi duvarlarının dışında sürdürmeyi seçen entelektüellerce gerçekleştirilmektedir. Modern şehirler, hava alanlarında, alışveriş merkezlerinde, trafikte, site gibi ya şam alanlarında ortak davranışları öngörüyor. Bu şekildeki ya şam, insanları pek çok alanda müşterek davranmaya hazırlıyor ve yönlendiriyor. Şehirde yaşayan insanların, değişimlere uyum gösterirken içten içe önem verdikleri değerleri sürdürmede yol gösteren akılcılık, eski devirlerde toprağı işleyen, bunun için hava durumunu gözleyen, doğanın kanunlarını bilip ona akıl lıca uyanların tutumunun yeni koşullardaki devamı sayılır. Bu nedenle laikliği, başkalarının inanışlarını kökten kazımak ya da dönüştürmek için poz!tif hukuku kullanmanın aracı yapan ların yerini toplumsal sorumluluğunu bir ölçüde düşünenlerin seküler yaşam tercihleri alıyor. Bu konuda düşünce süreçlerine dayanmayan ve resmi dökümanlardaki ifadeleri tekrar tekrar öne sürmeyi çözüm olarak görenlerin, alışıldığı için tepki do ğurmayan çatışmacı tutumlarıyla, laikliğe zihinsel alanı daral tıcı bir işlev yüklediği açıktır. Bu militan yaklaşımı terk ederek şehir yaşamındaki uyuma katkıda bulunacak bir tercihte bu lunulması devlete göre yapılan (laiklik) tanımlamadan, toplu ma bakarak yapılan (seküler) tanımlamaya geçildiği anlamına gelir. İlahi vahiy geleneğinden miras yoluyla geldiği gibi, in san olgunluğuna tekabül eden inançları laikliğe aykırı görerek sıfırlanmasını isteyenlerin, insanların dini ülkülerden yoksun kalmasının kime ne yararı olacağını düşündüklerini sanmıyo rum. Ruhsallıktan arınmış bir toplumun varlığının ve devam etmesinin mümkün olduğunu sananlar bir yanda kendilerini radikalle şmeye hazırlıyorken, öte yandan eskiden beri konu edindikleri insanlar bekledikleri akıbete doğru sürüklendiği
130 Çalkantı ve Dalga
takdirde başvurmaktan bir türlü vazgeçmedikleri çatışmacı üsluptan kimin ne yarar sağlayacağını düşünmelidirler. Ancak toplumsal, insani ve vicdani sorumluluktan hisse sahibi olanlar bu yolda düşünmeyi başarabilir. Türkiye örneğinde görüldüğü şekliyle, düşünce güzergahını sınırlayan dogmatik bir laiklik algılaması yüzünden, tarihsel süreçlerde oluşmuş bilgi birikimi ve insanlığın modernlik öncesinden gelen kazanımları, bugün ancak uzmanlar ve özel ilgililer arasında dolaşabilir durumda dır. Müsamahakar ve seküler olarak anlaşılmak isteyenler, öz gür ve serbest insanın, kolektif hafızanın eski kültürlerden ge tirdiği bilgi ögelerinden tamamen sıyrılması gerektiği yönün deki iddialara katılmıyorlar. İçgüdülerimizin sezgici eğilimleri, dini inanca bağlılık ile insanın toplumsal olgunluğunun her zaman birbirini etkilediğini bize söylemektedir. Bu etkileşimin tarihsel önemi, toplumların (örneğin bir şehirdeki sanayileşme dönemi gibi) değişim dönemlerindeki sarsılma ve sarsıntıları aşarak toparlanma süreçlerine bakarak anlaşılabilir. 2
Acaba bir insan için, "dini değerler bakımından gelişmişlik" olmadan "ruhsal olgunluk"a ulaşmak ne derece mümkün ola bilir? Çağımızda, ruhsal olgunluk ile dini inanışlarla bütünleşme arasındaki paralelliği ve bu iki durumun birbirini bütünleme sini doğrulamak açısından büyük ve aşılması çok zor bir kriz vardır. Ruhsal olgunlaşmayı bir amaç ve peşinden gidilecek değer olmaktan çıkarmak suretiyle bu krizi dışlayanlar, bir tür laiklik yorumunu gerekçe göstererek bu dışlamaya meşruiyet sağlıyorlar. Yok sayma ve dışlama, krizi ortadan kaldırmıyor. İnsanda, olgunluğa ermenin önemini kabul etme değil, bunun bilgisini elde etme çabası da yara almış durumdadır. Manevi dünyanın büsbütün dışında kalmak olağan sayıldığı gibi, söz içinde biçimlenmiş imgelemin akla dayalı türlü yollarla bize
Olgun Olmak 1 3 1
aktardığı değerlerin tanınmaması bir eksiklik sayılmıyor. Ön ceki dönemlerin bilgi hazinesini devre dışına çıkaran eğilimler bu krizi aynı zamanda sığlaşmaya dönüştürüyor. Çorak bir or tamda sürüp giden krizin ağır sonuçlarını yaşamları üzerinde ki bir baskı olarak algılayanlar ise, inanç sahibi olmakla ruhsal olgunlaşma arasındaki paralelliği kendi zihin ve imgelem hazi nesinde bulmuş olanlardır. Bu paralelliği bir kere tanımış olan ların, çelişkiler ortamındaki yanıltıcılığa karşı bir tür özgür lük elde ettiklerini ve karşılaştıkları her tehlikeyi bu özgürlük sayesinde savuşturabildiklerini söyleyebiliriz. Çünkü benliğin olgunlaşması, sahibini yalnız etrafına karşı değil; aynı zaman da kendi duygularına karşı da özgürleştirir. İnsan olgunlaştı ğı ölçüde, tutkularının kölesi olmaktan kurtulur. Olgun insan yaralayıcı etkileri, zarar verebilecek kalkışmaları başkalarından önce fark eder ve onlar karşısında başkalarından daha özgür ce davranış sergiler. Özgürlük, bu anlamda insanın önündeki engellerin kalktığı bir durum değil, kendi sınırlarının farkına varmasını sağlayan bir kazançtır. Sonradan kazanılan ve aslın da gelecek tasarısının bir parçası olan özgürlük, ben'in yaratıcı niteliklerini harekete geçirir. İnsan, özgür olmakla önüne gelen beşeri sorumlulukları üstlenecek ölçüde bir ruhsal olgunluğa eriştiği zaman, gerçekten_özgür olabilir. İnsanın edindiği bilgiler dışarıdan gelmiş olsa bile, bu bilgiler olgunlaşma sürecinde kendisinin içgüdüyle bulduğu bilgilerin arasına katılır ve onlarla aynı nitelikleri kazanır. İç güdüyle kazanılmış bilgi, öğrenme sürecini unutturan bir de neyimden ibarettir. Şiir yolu ile edinilen bilginin izlediği yol bunun gibidir. Bir bilgiyi içgüdüleriyle edinen kişilerin, zihin lerine kazınmış olan deneyimin dışında kalan ve ona uymayan bir durumu düşünce ögesi yapması pek güçtür. Eskilerin, bil gi ögesi ile deneyim arasındaki paralelliği nasıl kurduğu, eski dünyadan kalan kazanımlara başvurarak öğrenilebilir. Binbir yolu yöntemi bulunan zihinsel kazanımlar da bu yolda işimi ze yarar. Soru dolu bir arayış esnasında, tam da aranan cevabı
132 Çalkantı ve Dalga
birdenbire bulmak ve hissetmek, bir anlık parlayışın aydınlı ğından ibaret olsa bile insana değer katan bir deneyim sunar. Kimi durumlarda bu kadarlık parıltı bile yeterli olabilir, uzun dönemleri aydınlatan bir deneyim olarak. Dini gelişmişlik olmadan ruhsal olgunluk elde edilebilir mi? Bu sorunun cevabı üzerinde düşünürken tercih edilen kav ram ve davranışları bilmek yetmez, insan hayatında nelerin es geçildiğine, unutulduğuna ya da bilerek unutuşa terk edildiği ne bakmak gerekir. Her halükarda bu soruyu karşılamak için verilecek tek boyutlu bir cevap yeterli olmaz Ruhsal açıdan insanın olgunlaşmasına sınır koyamayız, olgunluğun derecesini belirleyemeyiz. Ruhun olgunlaşması na yol açan deneyimleri tek yönteme bağlayamayız. İnsanın olgunlaşmayla kazanacağı nitelikleri tanımlayarak ortaya koy mak ve olgunluğun en ileri derecesini bir biçimde tasvir ederek "hedef halinde bulundurmak'' her zaman mümkündür. Bunlar öncelikle bir arzu ve istek meselesidir. İlk değil ama bu yoldaki irade oluşumuna bizi vardıracak en temelli adım arzuda giz lidir. İnsan olgunluğunu hedefe koymadan, arzunun bu yolda uyanması ve uyarılması imkanını yoklamadan, acaba davranış inceliği kazanmaya imkan var mıdır? Bu soruların içtenlikle sorulur olması bile (ki insanın ken dini yoklamasına yarayan bu sorgulama, aynı zamanda zihnin bir deneyimidir) çağımızdaki başlıca zihinsel ihtiyaçlardan biri durumunda.
ÖNE SÜRÜLENLER Herkes başkalarını eleştirmeye bayılmaz, ama bir eleştiri dal gası herkesi önüne katıp götürebilir. Eleştiri, kendimizi bir şe kilde ona kaptırdığımız zamanlarda tadından vazgeçilmez hale bürünür ve başkasının iğnelenmesi ya da zarar görmesi talebi
Olgun Olmak 133
olmadan da bizi kendisine çeker. Sevgi yokluğu ilişkiyi bitirir, olmamışa çevirir. Sevgi gizli açık bir yönelmedir ve yakınlığın konusuna yönelme, türlü duyguların barınacağı, kaynaşacağı alanlar açar. Sevgisiz ilişkiler eleştiriyi beslemez; hiçleştirir, yoğun ve kıyasıya eleştiride sevginin odağındaki kişi parantez içinde korumaya alınmıştır ve görünmeyen bir yerdedir. Bu nedenle, kem gözün tasvirleri, şom ağızın kelime halinde saç tıkları, ahmakça eleştiri ile bir tutulamaz. Saldırgan eleştiriyi tahrip değil, insani niteliklerin arka planda sağlam kalması ar zusu harekete geçirmiş olabilir. Bu durumda eleştiri bir tür sar gıdır, nesnesinin aşınmaya, bozulmaya karşı yenilenip yaşaması amacıyla yapılır, kem bakışın esiri olmayan bilinçaltını böyle bir amaç yönlendirir ve destekler. Meşruiyetini, var olanı yok etme arzusunu ayaklandırmaktan almayan eleştiri, varlığını, adı açıklanmayan ya da konulmayan bir sevgiye dayanmasına ve böylece gizlenmiş bir amacına borçludur. Yazının ve sözün dünyasında vardığımız yer başka bir du rumu söylüyor şimdi. Eleştiri insanın alnı açık başı dik varo luşuna yardımcı olmaktan uzak bir yere çapa attı. Saplandığı · yerden onu çıkarmak için yalnızca çaba değil yeni bir yönseme gerekiyor. Sevgisizlik kemiriyor ve tahrip edici alanda işleyen eleştiri kendi kendisinden_ besleniyor. Makine dişlilerinin (yağı bittikten sonra) kendisini yemesi gibi ya da ticarette, zorun lu giderlerle arasında hiçbir mesafe kalmayan ana sermayenin hızla erimesi gibi, eleştiri boğuldu. Durum bu olunca, eleştiri nin hedefi olmaktan kaçınmak nefsi savunmanın bir biçimine dönüştü. Saldırıya geçmiş bir sevgisizlik türü olan eleştirinin desteklendiği ve hak etmemiş kişilerin içine düştüğü savunma sız alanlar oluştu. Bu nedenle eleştirinin dışta bıraktığı alanlar, eleştirinin hedefinde olanların bir an önce kaçmaya, hedefinde olmayanların ise sığınmaya çalıştığı yer olarak rağbet görüyor. Bundan sonra insanın iyiliklerini vurgulamayı ilke edinen akımlar oluşturulmalıdır. Bunun için geç bile kaldık. Faust'un konusunda etkili olan, şeytanla anlaşma idi. Etkiliydi çünkü
134 Çalkantı ve Dalga
Avrupa'nın modernlik öncesi dünyasında şeytanın iğvasına yapılan göndermeler insanlar üzerinde sarsıcı etki yapıyordu. Baudelaire, Lautreaumont ve on dokuzuncu yüzyıl sonundaki birçok sanatçı insanı tanıtmak ve insanın çerçevesini çizmek için kötülükten yola çıktı. Kutsal imge artık iyiliğin timsali değildi ve onların eserinde kötülüğün dolaysız biçimde algı lanışının şahitleri olarak insanlık durumuna ilişkin bir gerçeği öğrendik. Türkçe ve Farsça Pendnamelerin kısaca geçtiği kötü lük damarlarının içine girerek sarsıldık. Ama daha sonra gelen normalleştirmede insanlar o kadar ileri gitti ki, artık sıradan davranışların arasında kalan basitleşmiş kötülükleri öne çıkar manın sarsıcı niteliği kalmadı. İnsanları uyaracak yeni bir ışık doğmalıydı. Başlangıçtaki göz kamaştırıcılığından fazla, yol gösterecek yeni bir ışık gerek. 'Kötülük pek de kötü sayılmıyor', dizesi de bir insanlık durumunu tespit ediyor. O kadar ki in sanların pek çoğu, masumiyetinin insanlık önünde kabul edil diği günü bekleyen ve beraatinin tasdik edileceğine inandığı günün ise bir türlü gelmediğini düşünen mücrim konumunda bulunuyor. Potansiyel suçlu sayılan insan, doğal olarak durumu kabullenemiyor. İyilik, fedakarlık, sevgi, dostluk, zarafet, neşe, hareket, cana can katmak, tahammül, sabır, vicdan, şefkat, merhamet, adalet, utanma vb. (ille de utanma. Bilerek kötü bir şey yapanın yüzü kızarmıyor artık. Yüz kızarmaması bastırılmış bir özsavunma ihtiyacından gelse gene iyi) bilinçaltının aradığı niteliklerdir. Saydığımız insani niteliklerden kimileri unutulduğundan do layı sözü edilmiyor ya da dile getirilmesi tehlikeli olduğu için, hakkında susuluyor olabilir. Bilinçaltı onları aramayı sürdürür. İnsanı yüceltici nitelikleri başkalarının üzerinde görmek is teyen kişi, bu değerlerin doğal muhatabı olduğu varsayımıyla hareket etmekte, bilinçaltında kendisine değer vermiş olmak tadır. Gururu, bu niteliklere kendisinin sahip ya da muhatap sıfatıyla layık olduğunu söyler insana.
Olgun Olmak 135
İnsanın övülesi yönleri üzerinde yoğunlaşmak Pendname lerin yazılıp okunduğu ortamlara dönmeyi istemek anlamına gelebilir. İsterse gelsin! Saydığımız insani vasıfların vurgulan ması, desteklenmesi, öne çıkarılmasının zamanı geldi; eleştiri alanının içi yüceliklerden boşaltılmış kendisi aşınmış durum da. İnsanın üstün niteliklerini dile getirmekle onu egosunu şi şirmeye teşvik etmiş olacağız diye bir şart yoktur. Bunun aksini düşünmek bir ahlaki zaafı bütün insanlara yakıştırmak olur. Esasen muhatap olduğu kişilerin iyi vasıflarını vurgulama eği liminde olanların ego şişirmek ya da hava atmak gibi amaç larla yola çıkması çok zayıf bir ihtimaldir. İnsana ait ve onları insani kılan niteliklerinin vurgulanmasıyla insanların eşya veya hayvanlar karşısındaki üstünlüklerine işaret edilmiş olunmaz. Eleştiri düşünmenin doğal işlevi olarak doğuyor, zekanın hak kı sayılır. Zekanın bu hakkını kullanması eleştiriden muaf de ğildir. Eleştiri, sonuç olarak suçlamayan bir ifadeyle yapılabilir. Söyleyeceğimizi bir eleştiri cümlesinde toplayabiliriz: Bugün gönül yakınlılarının kaynağı olan insani vasıflar yeterince öne çıkarılamıyor, iyilik vurgulu bir tercih şıkkı değil. Neden? İyi lik, terk edilmiş ama arayanın nasıl olsa bir yerlerde bulacağı bir nitelik olmakla kalmayıp, zahmeti az bir tercih şıkkı olarak insanların önünde buluı:ımalıdır. Görgü, tıpkı iyi yasalar gibi adaleti koruyucudur. Hem uyarıcı görgü hem de uysallığı öven görgü, ilkelerine uymakla adaleti koruma görevinin kolaylaş tığını bilmektedir. Uyarcı görgünün istediğini yapmak ahlaki ödevdir. Günümüzdeki yaygın şiddet karşısında uysallık ada letsizliğin kökleşmesine katkıda bulunacak ve büyük bir ihti malle görgülü toplumlardaki işlevinin tam tersini gösterecek tir. Adaletin gerçekleşimi uysal olmamakta aranmalıysa, böyle yapılmalıdır. Toplumsal düzlemde adalet, hakkaniyet, eşitlik, özgürlük, hukuk, insanlık, ahlak ve hatta cumhuriyet, demokrasi ger çekleşsin istenmiyor mu? Yaşamda değer artıran insani nite liklerin üstüne titreme, bu talebin birey vicdanındaki varlığını
136 Çalkantı ve Dalga
ispat eder. Basit bir talep toplumsal düzlemdeki ortak bilince dönüştüğünde hareket kazanır. Bu düşünceleri dile getirmekle eleştiri karşısında duyarsız lığı davet etmiş ve bir bakıma durağanlığa arka çıkmış oldu ğumuzu sanmıyorum. Olup bitenlere hayıflanan, insaniyetten çıkmış insanlığa önce şaşkınlıkla bakan, şoktan çıkınca dili çö zülen adamın içtenliğine sahip çıkmak ödevimizdir. O duygu temelinden gelen eleştiri ruhu kuruyup kapanmasın diyoruz. İtirazımız, tuzu kuru, dinlemeyi bilmez, laftan anlamaz, akıl oyunlarında ustalaşmış ve bu oyunları tepe tepe kullanmaktan başka marifeti olmayan kaynaktan çıkan eleştiriye yöneliktir. Sevgisizliğe haddini bildirerek eleştiriye yön göstermiş oluruz belki de. Eleştiriyi ikame ederken insani iyiliklerin araya git mesini önleriz. Esasen dünya, insanın varoluşu hakkındaki gü nümüzde sahip olduğu bilgileri deneyleme yoluyla yeniden ka zanma, kazandıklarını her gün artırma sürecini geride bıraktı. Eleştiri, kapsamlı sorgulamalara kapı açmıyor, insanı modern dünyanın kalıplarına göre kurulmuş düzen tartışmalarının la birentinde dolandırıp duruyor. Büyük sorgulamadan kaçış var. Yanlış konumlanan eleştiri sırf bu konumuyla bile muhatabı na kendini savunma ve meşrulaşma gerekçeleri sağlayabiliyor. Eleştirel düşüncenin bu duruma sokulmasına doğal olarak iti raz ediyor ve durumun aşılması gerektiğini düşünüyoruz. İ nsan merkezli olup felsefi çalışmalara ve edebiyata yön veren büyük arayışlar dönemi yirminci yüzyılda bitmiş görünüyor. Büyük arayışlardan beslenen ve büyük arayışları besleyen çabaların yürüyeceği alan daralmış durumdadır. Eleştirel düşüncenin bu daralmadan etkilenmemesi düşünülemezdi. Tabii ki felsefe ve edebiyat alanlarında yeni hedeflerin doğmadığını kimse söy leyemez. Bu hedeflere yönelik arayış henüz arayanların elinde ve dilinde hayat buluyor, geniş kitlelerle onu tanıştıracak ortak kabul alanları ise oluşmuş değil. Çünkü eski büyük arayışların sorgulayarak kırdığı kalıpların boş bıraktığı zeminde, yol ve yön göstermeyen ve piyasa şartlarına uyarak alanını genişleten
Olgun Olmak 137
klişeler ve düşünce kalıpları yer almış durumdadır. Bu düşün ce klişeleri, sosyal medya üzerinde, iletişim sektöründe, basın endüstrisinin mutfağında yeni düşüncelerin oralara girişini en gelleyecek ölçüde etkili. İnsani niteliklerin yüceltilmesine hiz met etmeyen kısır çizgileri çıkış noktası alarak gideceğimiz bir yer yok. Somut olarak varolduğu günü iyi yaşamasını, çilesinin en aza indirgenmesini istediğimiz insanın sonsuzla bağlantısı nın kesilmemesi için çaba göstermek zorundayız. Günlük ha yatta ses ve söz sahibi olmanın bir bedeli var. Tabii ki bu sese ve söze sahip olan hayatın sonsuzda yankılanmasının da göze almaya değer bir bedeli olacaktır. İnsan iyiliklerini, onu yüceltecek nitelikleri gözeten, koru yup kollayan ve insanı o noktada durarak savunan bir grubun, bir akımın aramızda bulunması az şey midir? Yukarıda adlı adınca saydığımız hasletler soyut olarak vurgulanabilir, yerleri adeta havaya bakarak işaret edilebilir. Hayatta yeterince gö rülmeyen iyi hasletlerin yeri ve anlamı sözlüklerde aranabilir, klasiklerin dünyasından kazınarak çıkarılabilir. Bu kadarını yapmak bile onlara sahip çıkmanın bir belirtisidir, en azından kimilerinin hayatında onlara yer açılmış olmasına iyi bir paha biçmektir. Fiilen olup bitenlerin dışında bir şey tanımayan zi hin tembellerinden şu itirazı duymuşuzdur: Bir değerin somut durumunu görmeden, yaşamadan, soyut durumuna bakmanın yararı var mı? Evet, var. Bu itirazın cümlesinin hakkı, "var" diye karşılanmaktır. Kimi değerleri, sabah akşam, konuşmanın denk düştüğü her yerde vurgulamak, kendimizi o değerlere nispet edip durmak, (steril) arınık olma iddialarının sürüp gitmesine ve dışa ka panmaya yol açabilir. Anlamlar, içinde dolaşıp durduğu çıkışsız zihinleri besleyecek yerde, onları vehimlere de boğabiliyor. Eh, ne yapalım; insanlık şartları bu sonuçların her birinin oluş ması için müsaitse müsaittir. Bunu değiştirecek halimiz yok. Olacak olan, olur. Dışa kapanarak temiz kalacağımız iddiası, kuvvetten düşmeye ve kimlik kaybına yol açabilir. Buna karşı
1 3 8 Çalkantı ve Dalga
tedbirli olmak için başvuracağımız uyarıcılar vardır. Kimliği miz üzerine gösterdiğimiz özene bağlı uyarıcılar, kendilerine başvurulmasını ihtar edecek bir bilince sahip olmayı gerektiri yor. Soyut düşünceyi taşımanın bedeli, aynı zamanda onu taşı yanı korur. Tabii ki iyi niteliklere sahip olmayı dert edinen hiç kimse, düşüncenin sadece soyut planda var olmasını ideal bir durum olarak görmez. Düşüncenin soyut alandaki varlığının gücü, onu somutlaşmaya zorlayacaktır. İnsanın eski çağlardan beri var olan arayışı, bütün itici gücünü bu zorlamanın doğal lığından almıştır. Bu yönde bir eğilimin yaygınlaşması varlığa başka türlü bakmamızla mümkün olacaktır. Çocukça hislerimiz bütün insanların · iyilik peşinde olduğunu söyler. Bu his yürürlükte olduğu sürece ve bu hisse göre, kötülükler bilerek yapılan ey lemlerle değil, olsa olsa istenmeden ortaya çıkmış durumlar olabilir. İstenmeden ortaya çıkan durumların arkasında çoğu zaman gizli bir istek ve bilerek girişilen eylemler vardır. Rous seau kötülüğün asıl kaynağının eşitsizlik olduğunu söylemiş tir. İ nsanın doğasıyla getirdiği (merhamet vb.) iyiliği sürekli olarak başkalaşıma uğratan, insanların örgütlenme biçimidir. Bu nedenle insanın doğası, özenle korunmayı gerektiriyor; topumsal düzen sürekli bakım ister. Eski kültürümüzde, iyi insanların önüne çıkıp da atlatamadığı badireyi tanımlamak için kullanılan deyimlerden biri, "mezlaka-i kadem"dir. Bu da ayağın kayması anlamına gelir. Bayılırım bu imalı deyime. An lamını, kendisinden ve hedefinden emin bir toplumun duru şundan almıştır. İ nsanlar dosdoğru yürümekte o kadar istekli, yanlış yapmama adına o kadar dikkatlidir ki; birinin üzerinde görülen en küçük bir hata belirtisi, olsa olsa ayak kayması ola bilir. Bilerek ortaya çıkmaz böyle bir durum, insanların tercihi o kadar iyi yöndedir. Ayağı kayan adam yine de masum kal mıştır, çünkü başkaları, hatayı ona isnat etmeyebilir. İnsan sağı solu çizilerek, yaralanarak, düşüp kemiği kırılarak karşılığını görür ayağı kaymanın. Ama eninde sonunda bir ayak kayma-
Olgun Olmak 139
sıdır bu; öldürücü değildir. Masumiyet konumundan çıkma mıştır insan bu örnekte. İma etmek açık konuşmaktan daha açıklayıcıdır bazen. "Mezlaka-i kadem" bu nitelikte, eski bir deyimdir. Farkına varılmadan meydana gelen bir hata, zarar verebilir ama masumiyeti bitirmez. Ancak, düşüncesizlik ma sumiyeti yaralar. Kötülüğün ise gerçekte insanların talebine bağlı olduğunu öğrenmemiz epeyce zaman aldı. İyilik nasıl insanların talebi ve oluşturması ile ikame ediliyorsa, kötülük de insanlar öyle olmasını istediği için ortaya çıkıyor, diye yazmış Farabi. Gü nümüzde bunu doğrulayan davranışlar ve hatta -onların hiç de kötülük saymadığı- kötülüğün temel alındığı sistemler var. Kötünün kötü olduğunu söyleyememek, bu gibi sistemlerin üstüne titrediği bir kuraldır. İ nsan kötüyü reddetme seçeneği ne sahip olmakla iyi tabiatlı olduğunu doğrulama şansını elde etmiş durumdadır ve onun temel tercihi iyiden yanadır. Öyle ya, kötülük bir tercih şıkkıysa, onu reddetmek de tercihin öteki yüzü oluyor. Tanımak seçim yapmanın önşartıdır, her seçim, zarar görme tehlikesini barındırır. Kötü olanın reddedilmesi, insanın başına bela da açabilir. Seçme durumundaki insanın önündeki risk ve girmek zorunda olduğu sınavlar onun yaşam karşısında yeterlilik derecesini artırır aynı zamanda. Farabi'nin, bizi aynı zamanda nefs muhasebesine çağıran görüşü, yaşanan hayata, somut duruma ve belirli dönemler deki işlerliğe ilişkindir ve temel tercihi değiştirecek nitelikte değildir. Arzu, ihtiyaç duygusunun karşılanamadan, hatta kimi zaman açığa çıkmadan devam etmesiyle ortaya çıkar. Peki, o zaman şunu soralım: Bir insan nasıl olur da kötülüğe ihtiyaç duyabilir? Bu ancak kötülüğün kendisine zarar vermeyeceği bir durumda ve onun kötülük olan niteliğinin bilincinde ol mayan kişide beliren ve ihtiyacın karşılanamamasıyla arzuya dönüşen bir duygu olabilir. Yoksa kötülüğün, temel tercih ola rak gerçekleşme arzusunu doğurması düşünülecek bir d.urum olamaz. İnsandaki kötülük eğilimi, -bu zıtlık- kendi yaşamı-
140 Çalkantı ve Dalga
nın ve gücünün katılımcısı olduğu zor şartların "onu öyle kıl masıyla" ortaya çıkabilir. Bir eğilim, önüne gelen her şartı bir imkana dönüştürmek isteyen bir temel tercih değildir. Öte yandan tutkuyla ortaya çıkan kötülük, vazgeçilmez bir temel eğilim olacak diye bir şart da yoktur. İnsanın pervasız ve sınır tanımaz görünen tutkuları, sonuna kadar sahip çıktığı erdemin saklanmış gücüne dönüşebilmektedir. Eleştiri ile övgü aynı de ğerler bütününe dayanmakla, aynı kökten geliyor olamaz mı? Şiddetle ortaya çıkan yıkıcılık, aynı zamanda yaratıcı nitelikte olabiliyorsa, pekala eleştiri de övülesi niteliklerle aynı kaynak tan gelip aynı amaca yönelebilir. Güneş ışığı toprağı ısıttığında hem bitkiler canlanır hem de insanın temas etmek istemediği türlü türlü haşerat, otlar arasında, toprağın üzerinde kaynama ya başlar. İ kisine de canlılık veren aynı güneştir, aynı zamanda ve aynı yönden gelen ışıktır. Tutkular aynı kaldığı halde ona bağlı ve onun yol açtığı davranışlar insandan insana değişiyor. Aynı etkiyle gelen davranış biçiminin bir halden başka bir hale dönüşümü, niçin aynı insan üzerinde gerçekleşmesin ki? Gerçek hayattaki her olgu ve her somut durum, başkalaşma ya adaydır. Değişim, bilincin işe karışmasıyla, insanlığın temel tercihi doğrultusunda l.yi hasletlerin yeğleneceği biçimde de ğişebilir. İnsanın kendisine gelince; insan değişirken de neyse odur.
HENGAME-İ FETRET GEÇİP GİDERSE Hersekli Arif Hikmet, on dokuzuncu yüzyılda yaşamış ediple rimizden biridir. Günümüzün okurları açısından "kulaklara bir yerlerden şöyle böyle çalınmış bir isim" olabilir. Çünkü yaygın olarak bilinmez, genç şairlerin çok azı okumuştur onun eserini. Edebiyat dünyasının on altıncı yüzyıl şiirindeki "sebk-i hindi" akımından gelen kelimeleri kullandığı şiirleriyle tanınmıştır. Şiirin kendi haline terk edildiği bir yüzyılda, içeriğe olduğu
Olgun Olmak 141
kadar biçime de önem verdiği şiirleriyle, şahsıyla ele alındığın da rindmeşrep mizacıyla, Osmanlı devletinin son yüzyılında yaşamış önemli bir şair, düşünce ve hukuk adamıdır. Kaleme aldığı makaleler basılmamış olup, yazma halinde -kim bilir nerede- kaldığı bilinmektedir. 1 İşte bu edibimizin bir yazısın dan öğrendim; Peygamber silsilesinden gelen ışıkların zevale doğru giderek meydandan çekildiği zaman ile yeni bir pey gamberin zuhuruna başlangıç olan zaman arasında geçen dö neme ister uzun ister kısa olsun; "Fetret Devri", özgün adıyla fetretu'l vahiy denilmektedir. Günümüzde bu deyime bir yerde rastlayan herkes, okullar da gördüğü tarih bilgisini yoklar; çünkü fetret kelimesi tarih kitaplarında geçmiş, fetret devri de tarih derslerinde kısaca anlatılan konulardan biri olmuştur. On beşinci yüzyıl başında, memleketten memlekete hışım ateşi içinde koşan Emir Ti mur büyük bir orduyla, doğu taraflarından gelerek Anadolu'ya girmiş, bilindiği gibi, Ankara savaşında karşı karşıya geldiği Sultan Bayezid'i mağlup etmiş, bu nedenle Osmanlı devlet idaresinde belirsizliklerin yaşandığı bir sürece girilmiştir. İşte, hükümdarlık katında ve Osmanoğulları ailesi üyeleri arasında karışıklığın hüküm sürdüğü bu on yıllık döneme "Fetret Dev ri" denilmiştir. Meğer bu deyimin dinler tarihi içinde de bir anlamı varmış. Hersekli Arif Hikmet "hengame-i fetret" diyor. Sonraları başka yerlerde de rastlamış olmakla birlikte Metin Kayahan Özgül'ün biyografik çalışması sayesinde bu anlamını ilk kez şairin bir yazısından öğrendiğim deyim sıradan bir dö nem adı olmaktan çıkıyor, dinler tarihinden geldiğine ve pey-
1 Hersekli Arif Hikmet'in (Mostar, 1839-İstanbul, 1903) eski harfli el yazması nüshaları muhafaza edilmiş olan dört düzyazı kitabı, Çalkantı ve Dalga'nın ilk basımının yapılmasından on yıl sonra, (Levdyihu'l-Hi kem, Levdmi'u'l-Ejkdr, Sevdnihu'l-Beydn, Misbdhu'l-İzah) Makaleler adıyla tek ciltte toplanarak yayımlanmıştır (Hazırlayan: Rıdvan Özdinç, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2018).
142 Çalkantı ve Dalga
gamber ışığının kesintiye uğradığı dönemleri işaret ettiğine göre, felsefi boyutta yorumlanma imkanını bize veriyor. Hersekli .Arif Hikmet'in Levdyihu'l-Hikem 'in başında ki açıklamaları doğrultusunda söylersek; insanlar, tarihin her döneminde ve her kültürde, hayatın önüne arkasına bakarak, geçmişi, geleceği ve anlamı üzerine az çok düşünerek ömür sü renler ile bu dünyaya yiyip içmek ve arzularını tatmin etmek üzere geldikleri zehabında olanlar şeklinde; iki bölük halinde yaşayıp gidiyorlar. Kısacası, iki tip insan vardır; keyfine göre yaşayan ve kimi değerlere bağlı olan. Her grubu oluşturan in sanların verdiği resim ve kendi içindeki derecelenme şartla ra göre değişir, ancak kategoriler ortadan kalkmaz. Bir grup içindeki herkes birörnek olamaz. İtiraz etmeyen yerini korur; aynı yeri paylaşanlar da birbirinden farklıdır. Mesleği ya da bir niteliği dolayısıyla bazı eğilimleri temsil eden insanlar vardır. Neyi buldularsa onunla, nasıl geldiyse öyle yaşayanlar, ye tişme döneminin sonunda kendilerini pek de düşünmeden vardıkları bir konumun içinde bulmuşlar ömrün sonraki dö nemlerinde ise sadece o konumda bulunmuşlardır. Yiyip içmek ve arzularını tatmin etmek üzere yaşamak onların ne karar ve rerek vardığı yerdir ne de bir bilinç durumu sayılabilir. Onlar olayların geldiği gibi gitmesini ister, eylemlerin gelişmesinden kendilerine de bir keyif payı çıkarmaya bakarlar. Keyif veren durumun sürekli tekrarlanmasıdır bekledikleri; yenilenme, değişerek ilerleme onlara göre değildir. Hayat üzerine düşün meden, bir biçimde yaşayıp gidenlerin konumunu bu biçimde açıklayabiliyoruz. Fetret devri, umutsuzluğun yaygın ve baskın olmasıyla boş vermişlerin, türlü nedenlerle yüzeydeki dalgalara kapılarak yaşamayı tercih edenlerin gözde tuttuğu eğilimleri öne çıkarıyor. Bu durum, "lanet olsun'', "bizden uzak olsun", "nereden çıktı başımıza" gibi sözlerle dile getirilen hayıflan ma duygularını içerebilir ama eyleme geçmeyi içermez. Ke yif bozucu bir durum her nasılsa ortaya çıkmıştır. Bozulmuş keyif algısının sahibi, durumu eski haline döndürecek eylemi
Olgun Olmak 143
başkalarından bekliyor. Hayatın anlamı üzerinde düşünmeye doğuştan meyilli olanların titizlikle korumaya çalıştığı değer ler hakkında ise "şimdilik, hele kalsın'' deyip geçiliyor. Fetret devrinde insanlar, eldekini kaçırmamanın telaşına kapılarak mevcut verileri el üstünde tutuyor, arayışa ara veriyor, icatçılık rağbetten düşüyor. Atılım yapmak için gerekli güç ve arzusunu yitirmiş toplumda, kendi sınırlarına çekilmiş ve heyecansız bir tür teolojik kültür ile rahatlamayı meşrulaştıran popüler kültür arasındaki çatışma, farkına varılmadan ya da varlığına aldırıl madan sürüp gidiyor. Şunu da akıldan çıkarmamak gerek: Bunalımlı dönemler de insanlar kendini aramaya koyulur. Kendi durumu hakkında ve başkalarının varlığı üzerine düşünen insanlarda bilinç artışı meydana gelir. Kendi varlığının her an farkında olmasının bir sonucu olarak yalnız bencillik artmaz, aynı zamanda diğerkam lık ve devamında fedakarlık da yaygınlaşır. Bir insanın başkala rının acısıyla yakından il�ilenmesini egoizme bağlayan görüş ler vardır. Fedakarlığın saf iyilik olduğu kanaati bu görüşle yara alıyor. Halbuki fedakarlık da saf iyilikte olduğu gibi eylemden önce hissedilir. Başkalarının durumunun kötüleşmesi karşı sında içi sızlayan insan, aynı hale düşme korkusunun etkisiyle davranıyormuş, bu ise aslında bir tür egoizm oluyormuş. Bu görüş doğru kabul edilirse, başkaları üzerinden kendi varlığının farkında olan insanın, o anda başkalarında gördüğü bir niteliği düşünmeksizin kendisine bakamadığını, bu durumun ise bizi egoizme değil insani birlikteliğe, insan doğasının toplumsallı ğına gönderdiğini de kabul etmemiz gerekir. Nitekim kolektif bilincin kabulü bu yönde olduğu için, yetersizlik duygusuna kapılan kişiler, adını koymadan, insiyaki bir yöntemle insanla rı yardımlaşmaya çağırır. Bunalımın somut karşılıkları ortaya çıktıkça, yardımlaşma hayata geçer ve gerçeklik kazanır. Böyle zamanlarda düşünce sahiplerine musallat olan kaygının artışı yanında düşüncelerin derinleştiği de bir gerçektir. İnsanı içe kapanmaya, mistikçe düşünmeye zorlayan sebepler dışa açıl-
144 Çalkantı ve Dalga
maya da çağırır. Bunalımlı dönemler türlü sıkıntıları getirdiği gibi, sıkıntının kaynağı ya da sonucu olan meseleleri düşünme yönünde insanların önüne özgürlük alanı da açıyor. Çünkü bir an önce çözüm üretmek zorunda bırakan konular dokunulmaz (tabu) olmaktan çıkıyor, insan korkularını yenerek işe girişmek için gerekli cesareti kendisinde buluyor. Onu harekete geçiren zorunluluk kendisinin dışındaki nedenlerden kaynaklanmıştır. Çözümleme peşindeki insan olanca samimiyetiyle uğraştığı için izlediği yol sahicidir ve kendisine aittir. Burada fanteziye yer yoktur, sahicilik de tuzu kuru insanların davranışlarındaki aşkınlık yokluğunu, anlam yoksunluğunu örtmek üzere, çoğu zaman dürüst davranışlıların tam da rol yaptıkları sırada ısrarla telaffuz ettikleri bir kelime değildir. Çünkü insanlar birbirle rine insan olarak yakından bakmak zorunda kalmışlardır. Et ten kemikten bir adamı hissetmekte olduğu gibi, üzülen, kaygı duyan, korkan, başı sıkışan insandır meydandaki. Olağan za manlarda ise insanlar farkında olmadan birbirleri karşısında kodlanmış kalıplarla konuşurlar, davranırlar. Derin bunalımın yaşanmadığı zamanlardaki bir durumun doğrudan aktarımı duygu aktarımını, yani bu insan niteliğini feda etmeyen bir iletimi ihtiva etmeyebilir. Halbuki bunalımlı dönemlerde dü şünce sahipleri, gerçek insanla muhatap oldukları, duyulabilir gerçekleri duyarak içselleştirdikleri için düşünce konuları ve düşüncenin kendisi derinlik kazanmaktadır. Günlük hayatta insanların karşılıklı olarak birbirinde ara dığı ahlaki değerler usulen ve ezberden konulmuş normlar de ğildir. Tarih öncesi çağlarda, üretim yapmayan, doğada hazır buldukları ürünlerden geçinen insanlar genellikle güvenlik ve başka nedenlerle aile babalarının etrafında toplanıyordu. Baba aynı zamanda bir sığınaktır ve aile olmayı sürdürmek günlük hayatın gereklerini tek başına yerine getirmenin güçlükleri karşısında çözüm yolu olarak görülmüştür. Bir su kaynağının başında sürüp giden yaşamda, baba otoritesinin kabul edil mesi aile üyelerini birbiri karşısında eşit duruma getiriyordu.
Olgun Olmak 145
Bu konumun bozulmaması ve eşitliğin korunması, karşılıklı davranışlara dair kimi değerlerin korunmasına bağlıydı. Bu değerlerin ise günlük hayatın zaruretleri karşılamak için girişi len çabaların sonucunda ortaya çıktığını düşünebiliriz. Çünkü bir sonucu elde etmek üzere devam eden çaba aynı zaman da sahibinin bildiği bir duyum atmosferini oluşturur. Günlük yaşamı etkileyen değerler özünde dışarıdan empoze edilmez, duyumsanırlar. Bir insanın, dışarıdan geldiği için duyumsama dan önce öğrendiği değerlerin içeride karşılıkları vardır. Dıştan gelen her değer içteki karşılığını uyarır. Bir değerin uyanması onun duyumsanmasını sağlar. Duyumları insanın dışında bir yerde aranmaz. Kaynağı hakkında felsefi bir kurcalamaya bu rada girmediğimiz (şuradan geliyor, demediğimiz) değerler ve nitelikler insanın doğasında biçimlenir ve var olur. Aranacaksa, orada aranır. İnsanları, davranışlarına anlam vermek amacıyla sınıflara ayırıp tartıya aldığınızda insani niteliklerden bazılarının her toplumda el 'Üstünde tutulduğunu, bu dünyada hiç kimsenin küçük düşmeyi göze alamadığı için açıktan açığa karşı çıka madığı bazı değerlerin bulunduğunu görürsünüz. Doğruluk, iyilik, güzellik vb. değerlerin tarafında olmaktan hiç kimse vazgeçmez. Bazı dönemlerde, vazgeçilmez değerlere uymada ısrarlı olunmadığı, sıkı durulmadığı, kaçamak alakalarla yeti nildiği, aşınan değerleri korumada gevşeklik gösterildiği, baş ka bazı dönemlerde ve mahallerde ise temel değerlerin sıhhati üstüne titremenin, yaşanan hayatı tartıya almanın seçkin in sanlara özgü bir tutum olarak devam ettiği, sade insanların bu konuda seçkinleri izlediği bir gerçektir. Aldırmazlığın yaygın olduğu zamanlarda bile insanlar doğruluk, iyilik, güzellik vb. karşısında duyarsız kaldıklarını kolay kolay söylemezler. Top lumun bu yöndeki eğilimi ancak, başkaları üzerinden incelenip tartıya alınabilir. Değerlendirme ölçütlerinin şu ya da bu ol masını, doğruluk ve yanlışlığını tarih ve coğrafya bağlamında onlara verilen anlamın değişkenliğini ve tartışılır olmasını bir
1 46 Çalkantı ve Dalga
yana bırakalım; değerlere sahip çıkmada toplumların sergile diği gevşeklik ve titizlik farkını ölçme çabası, tarihi dönemle rin genel karakterini anlamak açısından da açıklayıcı olur. İnsanların üzerine düşen ödevlerden bir bölümünü ya da gözde tuttuğu bazı davranışları es geçmenin olağan sayıldığı "zaruret halleri" vardır. Zaruret halinde, olumsuz ama tahrip edici boyutta olmayan kimi davranışların görmezden gelinme si, yani suç aramamak, hatayı hatadan saymamak, olağanlaşır. Bir tür af duygusu ortaya çıkar. Örneğin savaşta bazı yaptırım ların acımasızlık dozu arttığı gibi, hata ve kabahatler hakkın daki bazı yaptırımlar ertelenir ya da küçük kusurların karşılığı yokmuş gibi davranılır. Ölçütlere uymak açısından, insanların üzerine gevşeklik çöktüğü ve aynı sebeple ölçütlerin lafzen baki kalmakla bir likte anlam kaybına uğradığı asıl zaman dilimi, Fetret Dev ri'dir. Ekonomik yarışın ve onun neden olduğu dalgalanmayla ve başka adlarla ortaya çıkan ağır bunalım dönemlerinin bir tür fetret devri olarak algılandığını söyleyebiliriz. İ nsanlar aynı dönemin kısa sürede geçmesini beklerler. Buna bağlı olarak erdemi ayakta tutan insani niteliklere sahip çıkma yönündeki beklentiler böyle dönemlerde azalıyor. Çağımızdaki yaşayışa şahit olanlar, fetret devrinin derinliklerine gün geçtikçe daha fazla daldıklarını, sık sık "şu geçsin, bu kalsın, bu ara şunu unu talım" diyerek ödevlerinin bir bölümünü yapmaktan kaçındık larını göreceklerdir. Bir yandan da insanların, doğruluk, iyilik vb. klasik ölçüleri terk etmiş olmayı kendilerine yakıştırama dıkları bir gerçek. İnsanlar, adını vererek olsun ya da büsbü tün kendini aldatmaya dönsün; erdemli yaşamanın ölçülerine sahip çıktıkları iddiasını sürdürüyorlar. Etki tepki beraberliği geçerli. Boş vermemiş olanlar bu ölçüleri koruyor. Toplumsal ilişkiler her zaman somut, yaşama anlam veren değerler ise soyuttur. Soyut değerlerin somut toplumda ger çeklik kazandığı halde sürüp gitmesinin teminatı, insan iliş kilerinin onları ayakta kalmaya zorlamasından fazla, bireyin
Olgun Olmak 147
sahip olduğu değerlerin varlığı karşısında kendisini bilinçli ve sorumlu hissetmesidir. Tek insanın bu yoldaki niyet ve davra nışının özü, Allah' a yakın olma duygusunda saklıdır. Yakınlık duygusu insanlara, hiçbir karşılık beklemeden bu değerlerin üstüne titremek için gerekli bilinci ve hassasiyeti vermiştir. Bu suretle ikame edilmiş ihlasın sıhhati ise yüce peygamberlerin öğrettikleriyle; yani fetret devrini dışta bırakan bilgiler eşliğin de korunabiliyor ancak. Yaşamın anlamı üzerine titizlik göste renlerden olduğu halde, kendisinin fetret devrinde yaşadığını düşünen bireye düşen görev; insana canlılık veren manevi me lekeyi sahiplenmeyi ve onun sıhhati üzerine titremeyi hem cinsleriyle paylaşacak ve fetret devrinin sonuna kadar taşıyacak bilinçte olmaktır. Bir değere sahip çıkmak, ona duyarlı halde ve gerçekten sahip olmak demektir. Modern toplumlarda sanayileşme süreciyle birlikte başla yan ekonomik yarış, zayıfların önleyemediği tek yanlı kurgu olarak sonuna varılamaz.ya da "tek başına anlamsız" hale gel mez bir süreç değildir. Zor dönemlerin hiç sona ermeyeceğini düşünmek yılgınlığa yol açar, direnişi zayıflatır. Hayatta her zaman güçlükler var olacaktır diye mevcut güçlüklerin asla giderilemeyecek olduğuna inanmak gerçekçi bir algılamaya tekabül etmez. İmgeleme can veren meleke gölgede kalabilir ama tükenmez, çünkü fetret devrinin yol açtığı çekingenlik insani nitelikleri iptal edemez. İptal edilmeyen nitelikler bek lemededir. Fetret devrine yerleşilemez, bu devrin doğasında herkese sirayet eden belirsizliği aşma isteği vardır. Adı konulmamış bir hakikat arayışı, yaşamın selamet içinde geçmesi ve özgür olma temennileriyle birleştiğinde ortaya izlenebilecek iki yol çıkar. Bu yollardan biri güç kazanmaya götürür, diğeri ruhsal kurtuluşa ve olgunlaşmaya. Güç kazanmak için uğraşmanın özgürleşmeye yol açtığı gibi köleleşmeye de götürdüğü, mede niyet inşa etme ve şehirleri tahrip etme istek ve hırslarını kö rüklediği tarihi gerçekler arasındadır. Tüketim artışının bazen
148 Çalkantı ve Dalga
zorlayıcı yöntemlerle teşvik edildiği çağımızda bireylerin ih tiyaçları artıyor ve günlük yaşamı sürdürmek için ortalama geçim seviyesinin üstünde bir güce ihtiyaç duyuluyor. Güçlü olma isteğinin yeni boyutu budur. Siyasi güç boyutuna girmek istemiyorum. İkinci sırada belirteceğimiz yolun hedefinde ise, dinin gaye olarak insanlara sunduğu ruhsal olgunluk vardır. Bütün şiir dünyası ve İslam klasiklerinde zihinlere ve gönüllere yerleşerek tutkuları dengeleyen söz bu yol üzerinde şekil bulur. Sokrates, bilgeliği devlet adamlarına yakıştırmış, Platon şai rin uzağında kalmasını istediği devleti filozofların yönetmesi gerektiğini düşünmüştür. Yunus Emre'nin hayat hikayesinde bu iki yola ilişkin manayı özetleyen bir nükte vardır. Yunus, Taptuk Emre'nin kapısına gider. Evin sahibi sorar: Ne ister sin; buğday mı himmet mi? Sorunun muhatabı, güç kazanmak (buğday) ile ruhsal olgunluğu (himmet) elde etmekten hangi sini tercih ederse şekillenmek için yürüyeceği yolu da seçmiş olacaktır. Hayatın tarıma dayalı olarak yaşandığı devirlerde insan varlığı belirli bir denge içinde devam ederken toplumsal iliş kilerdeki uyumun derecesini yücelten manevi değerlere sahip çıkıldığını, klasiklerde ifade edilmiş ve filozofların yazdığı söz lerinden anlıyoruz. Devlet adamları da çoğunlukla bu yakla şımı tercih ettiğine göre güç kazanma ve ekonomik ihtiyaçlar günlük yaşamda önemli yer tutmasına rağmen, ruhsal olgun laşma karşısında bir "alt seviye" sayılmış oluyor. Sanayileşme dalgasıyla açılan yeni yollarda patlama yapan güç toplama ve zenginleşme yarışının uzun süreli yarışma dönemine özgü ve geçici olacağını, ihtirasların sönümlenerek "alt seviye" halinde kaldığı bir ruhsal olgunlaşma döneminin yolunun açılacağını düşünüyoruz. Günümüzün fikir sahiplerine itibar etmeyenler yüzlerce yıldan beri akıl ve gönül adamlarına ruhsal dinginlik lerinde destek olmuş klasiklere müracaat edebilirler. Şehir ha yatındaki akışın aksamadan devam edeceği düzenin akılcı il kelerle kurulması, varlıkta tanığı olduğumuz canlılık (vivacity)
Olgun Olmak 149
melekesinin gizemini iptal etmez. İnsanın sahip olduğu ve onu erdemli kılan niteliklerin yeri, yönü ve katmanı toplumlardaki zenginlik artışıyla değişmez. İ nsan olgunluğuna giden yol bu gün de açıktır ve geçilmesi beklenmektedir. Yolu açmanın ve geçmenin ilk şartı, bunun yeğlenmesidir.
İNSAN OLGUNLUGU Arapların İslam'dan önceki dağınık yaşam tarzlarını ve genel durumlarını topluca belirtmek için, "cahiliye" kelimesi kul lanılmıştır. Sonunda kavrama dönüşmüş bu kelimenin yazılı kaynakların dışında kalmış bir dönem adı olduğu da bilinir. İslam' ın gelmesiyle son sınırı . belli olan ama gerilere doğru gidildiğinde başlangıç noktası tayin edilemeyen ve bir açıdan Arapların tarih öncesi sayılabilecek döneme "Cahiliye döne mi" deniliyor. Başlangıcı için bir tarih verilemediğine, belli olan son sınırları da bir değerler manzumesi çerçevesinde be lirlendiğine göre, cahiliye dönemi iki nokta arasındaki tarihi bir süreç olmaktan çok, belirli inanış ve düşünce biçimlerinin kazanılmamış, belirli davranış kalıplarının tezahür etmemiş olmasından alıyor karakterini. Tarih öncesinin envanterine sa hip olmayışımız adlandırmanın gerekçesini anlamamıza engel değil. Nasıl olsa cahiliye döneminin bittiği, belirli değerler sis teminin (İslam'ın) gelmesiyle ilan edilmiştir. Buna göre, belirli davranış kalıplarının var ya da yok, yaygın ya da sınırlı, enez ya da belirgin olmasına bakarak cahiliye döneminin kapanmış sayfaları teşhis edilebilir. Çünkü nitelikleri belirli olan döneme bakarak henüz belirlenmemiş bir dönem hakkında çıkarımda bulunmak mümkündür. Zaten terimin kökündeki "cahil" kelimesi, sadece "okuma yazması olmayan kimse" demek değil, kaba-saba, zihin faali yetine yabancı, konuşma adabından ve davranış inceliğinden nasipsiz vb. anlamlarına geliyor. Cahiliye döneminin büsbü tün dışında sayılabilmek için bir insanın söz ve davranışlarıyla
150 Çalkantı ve Dalga
belirli niteliklere sahip olduğunun görülmesi lazımdır. Davra nış inceliğinin kazanılması ve onu kazanan kişinin zati sıfatı durumuna gelmesi ise, amaca uygun şekilde değerlendirilmiş bir süreye ihtiyaç gösterir. Tarih öncesi dönemlerde de iyi dav ranış sahibi, görgülü kişilerin bulunduğu, onların başka insan lar tarafından örnek alındığı şüphesizdir. İnsan doğasına ba karak yapılacak gözlemler bu bağlamda şüpheye yer bırakmı yor. İ çinde yaşadığı toplumun bir ürünü olarak yetişen insan, eninde sonunda doğal bir varlıktır. Aynı zamanda, tarihsel bir varlık olduğu da unutulamaz onun. Doğal eğilimlerin devirlere göre biçim kazanarak sürüp gitmesi ne kadar doğalsa kayıt lara girmemiş dönemlerde iyi insanların belirli davranışların taşıyıcısı olarak başkalarına örneklik etmeleri de doğaldır. İn sanların aşağılaştırıcı davranışlara bile isteye bulaşabildiği bir gerçek. İyi bir insanın, halkın türlü nedenlerle edinmek için can attığı değersiz şeylerden uzak durmayı bilmesi gerekir. İnsanın olgunlaşması, uyguladığı ve sergilediği davranışların gözlenmesinden çıkarılabileceği gibi terk ettiklerine bakarak da anlaşılabilir. İyi hasletlerin neler olduğu konusunda insanlar neredeyse hemfikir. Benzerleriyle birarada yaşayabilen ve ben zerlerinden başkasına bakmayanlar, aklıselim sahibi ve değişik nedenlerle farklı görgülere bağlı insanların iyinin tarifi üze rindeki anlaşma derecesini takdir edemiyorlar. Kültür farkını yok sayamayız; toplumların olumluyu ve olumsuzu sınıflama da öncelikleri vardır. Birinin baş tacı ettiği iyi bir alışkanlığa, başka biri daha az önem veriyor olabilir. Bu ayrı duruş iç ya şamımızı tehdit etmiyorsa, dünyanın genel ahengi bozulmaz. Küçük farkları büyütüp husumetten geçinenlerin her zaman mevcut olduğu da bir gerçektir. Komşu toplumlardan bazıları, barış içinde yaşama fikrini ve aklını aldıkları ilkeler üzerinde zımnen uzlaşmış oldukları halde, sadece bir konuda anlaşama dıkları ve önlerindeki iyi geçinme imkanına kör kaldıkları için onyıllarca biraraya gelemiyorlar. Bir süre kanlı bıçaklı olanlar ise uzun süreli ittifaklar kurabiliyor. Dünya böyle bir yer. An-
Olgun Olmak 1 5 1
!aşabilir olmak ve bunu karşılıklı adalet duygusuyla taçlandır mak, toplumların yükselme dönemine özgü bir nitelik oluyor. Teknolojik bilginin gelişmişliğine ve insanların bu başa rıyı övgüyle karşılamasına haksızlık olmasın; ama çağımızda, günlük hayatın idamesi için yetecek kadar teknolojik bilgiye sahip olmak ve bununla yetinmek, fazlası için istek duymamak ve fazlasını elde etmeye çalışmamak herhalde eski çağlardaki bir insanın, sıradan okuryazar olarak kalmasına tekabül ediyor. Buna karşılık; insan olgunluğunu, insanın kendi nefsinde ger çekleştirme çabasına girişmesi için başka bir niyet gerekiyor. Mekanik dünyaya yönelen merak, eğer basit seviyede ise in sanların daha evvel "yapmış olduğu şeyleri" arayıp bulmaya ya rar. Yapılan şeylerin ve her yapım işleminin başlangıcı ve sonu vardır. Mekanik dünyaya yönelen ve bulduğu yeni nesnelerle azalan merak, her kavşakta yoğunluk kazanacağı ve artarak ilerleyeceği yeni bir yola girebilir. Buluş, yeni adımların atmak ilhamını verdiği gibi, insanı, bulduğu şeyle baş başa bırakabilir. İnsanların o güne kadar geçilen yolları ve kazanılan deneyim leri umursamayıp sırf sonuca odaklanmak ve elde kalan bilgiy le yetinmek gibi bir eğilime girmesi beklenmedik bir durum değildir. Diyelim ki; bir insanın elindekiyle yetinmesi, ilgi ala nını genişletmek için istek duymaması kendisi açısından bir eksiklik değil. Bu eğilim toplum ölçeğinde, geleceğe ilişkin hiçbir tasarımın bulunmadığı, hayatın uzak hedeflere yönelik bir işleyişi değil, canlı olmanın mümkün kıldığı bir konum olarak algılandığı ve dolayısıyla günlük hayatın gereklerinin karşılanmasının yeterli sayıldığı duruma karşılık düşer. Böyle bir aşamada yeterlilik duygusu amaçlılığı önler, umut ve umut suzluk dengesi gölgelenir ve insanda olgunlaşma isteği ortaya çıkmaz, beceri kazanmakla her sorunun çözüleceği düşünü lür çünkü. Olgunlaşma arzusunun uyarıcısı amaçlı olmaktır. Ölümün varlığı yaşamın sonlu olduğu bilgisini, varlığının bir sonu olduğunu hissetmek kaygıları doğurur. Yaşam ve gele cek kaygısı bir yandan günlük gereksinimlerin karşılanmasına
1 52 Çalkantı ve Dalga
dönüktür, öte yandan kaygılar geleceğin belirlenemezliğinden beslenen bir amaç çıkarır ortaya. Amaçlılık bu dünyanın ve öte dünya inancının varlığına göre, kaygıların kah altında kalıp yorularak kah yol göstericiliğinde, geçici tatlar ile insanın ya kasını bir türlü bırakmayan acı hissi arasındaki çatışmalar sil silesi içinde insanı şekillendirir. Tek insandaki çatışmanın in sanlık tarihindeki karşılığı ne olabilir? Savaş, tabii ki! Savaşlar ve savaşı algılama biçimi toplumların olgunlaşmasına katkıda bulunur. İnsanın olgunlaşması yolundaki basamaklar bu süreç lerdedir işte! Mekanik dünyayı gözlemekten doğan merak bu süreçlerin bir bölümü olabilir mi? Genelleme yapmak yanlış; bulunacak soyut cevap çözüm sunmaz. Nesnel gerçekliği açık layıcı bir cevap bulmak isteğiyle, insanın olgunlaşma yollarını kurcaladığımızda, sadece mekanik dünya hakkında bilgi sahibi olmanın insanı amaçlı kıldığını söyleyemiyoruz. Amaçsızlıksa olgunlaşma sürecinde hiç yer almaz. Amacın kaybolması, süreci tıkar. İnsanın sahip olduğu mekanik bilgisi, mekanizma olarak dünyanın sunduğu imkanları kullanmaya ve bu suretle günlük yaşamı kolaylaştırmaya, ölüm duygusunu alt belleğe yollamaya, gelecek kaygısını yatıştırmaya, perdelemeye, dönüştürmeye ve kimi zaman büsbütün ortadan kaldırmaya yarıyor ama insanın olgunlaşması yolunda ona bir kılavuz olmuyor. Amaçlılık ve kılavuz birbirini gerektirir, mekanik bilgisinin amaca bağlan ması lazımdır. Aslında insan başlangıçlar başlangıcında etrafına bakmaya başladığı zaman önce "Doğal dünya"yı görmüş, doğal sesleri duymuştur. Bu aşamada belleğe kazınan deneyimin insanın genlerine işlediği şekliyle kuşaktan kuşağa aktarılan bir miras olduğunu düşünmek herhalde yanlış değil. Işık görme alanını doldurmakta ve bu alanda bulunan varlıkları açığa çıkarmakta dır. İnsan etrafındaki her şeyi önce doğal dünyanın bir parçası olarak algılamıştır. Zihniyle birlikte kendisi de doğal dünyanın bir parçası (hatta özü ve merkezi) olduğuna göre, yansımadan ibaret bir resim algısı değildir etrafında gördükleri; algılamanın
Olgun Olmak 153
konusu aynı zamanda akıştır, içe işleyiştir. Eski çağlardaki te lakkilerde dünyadaki nesneler kozmolojik varlık bütününün devamı olarak görülmüştür. Bunda beis bulmamız için bir ne den yoktur. Zaten, mekanik dünya kavramıyla karşıladığımız varlıklar toplamı, başlangıçtan beri dünyada mevcut bulunan ama işlenmiş ve dönüşüme uğramış ürün nesnelerden ibarettir. Nesneleri dönüşüme sokan ve onları kullanım amacına uygun hale getiren insan yeteneği de doğal dünyaya dahildir. Buna göre, etrafına bakmakta olan çocuğun algıladığı her şeyi do ğallığın bir bölümü olarak görmesini öğrenerek edinilmiş bir bilgi değil, doğal bir eğilim olarak görmemiz mümkün. Doğal dünya, insanın "yapmadığı ancak keşfedebileceği" bir olgudur. Doğal dünya üzerinde ayrıntıları görmeye yetmeyen bir göz gezdirme, insanda hayranlık duyguları uyandırır. Derinden görme sınırların kesinliğine takılmadığında şiirseldir ve ilk ke şif hayranlık duygularını doğmasına yol açar. Ardından gelen her keşif, hayranlık artırıcıdır. Teknolojik dünyaya yönelen me rak insan yapımı nesneler hakkında bilgi artışının yolunu açar ama hiçbir gözlemciye, "yapan insanlarla eşitlenme" duygusu vermez. Onları başkaları yapmıştır, yine başkaları yapabilir. Yapılması için teknolojik bilgiye gereksinim duyulan nesneleri bu bilgiye sahip olanlar yapabilir. Doğal dünyada ise her keşif "önceki kaşiflerle eşitlenme" duygusu verir. Teknoloji ürünü bir nesneye ilişkin bilgiyi, ürün kullanıma hazır hale geldiği za mandaki sonuca bakarak yani laboratuvardaki deneyime ortak olmaksızın edinmek mümkün iken, doğa parçası üzerindeki keşif bizzat oraya giderek, gözlem yaparak yani başkalarının anlattığından bağımsız bir deneyimle yapılabilir. Derin ve dolambaçlı bir kanyonda doğa yürüyüşüne çıkan bir meraklı, oralardan daha önce geçmiş olanların ayak izlerini ve bıraktığı başka işaretleri görür. Düşündüğü hayal ürünü sahneler kendi izlenimlerine eklenirken her köşe bucağı dönmesiyle bir keşfin parıltısını duyar. Bir deneyimle ortaya çıkan keşif duygusu ve hayranlık, insanın kendisine hayranlığıdır. Kanyonun önceki
154 Çalkantı ve Dalga
ziyaretçileri şimdiki ziyaretçinin önüne gelir, bağımsız olarak yaşanmış deneyimlerin birbirine eklendiği görsel kazanımlarla hayal dünyasını zenginleştirir. Doğal dünya deyince, çoğumuzun aklına etrafımızdaki de nizler, dağlar, ovalar, kırlar, yeşillikler insanın dışarıda kaldığı bir tablo geliyor. Doğal dünyanın aslı insan doğasıdır. Aslıdır; çünkü bilinç sahibi varlık, sadece insandır. İnsan doğallığı algı lar, tasarımlar, doğallık insanın algısında biçimlenir ve anlaşılır hale gelir. İ nsan olgunluğu ise, insanın doğal olarak taşıdığı, doğuştan getirip geliştirdiği hasletler üzerinden elde edilebilir. Yalnızlık doğallaştıkça insanı bir iş yapmaya, yaparak öğrenerek becermeye yönlendirir ve insanın yaratıcılığını kamçılar. Çün kü gelecek kaygısı amaçlı olmayı gerektirir. Durumun böyle olduğunu gösteren, dünyanın bildiği iki örnek var, Robinson Crusoe ve Hay bin Yakzan. Medeniyeti tanımış biri olarak vahşi doğa ile yüz yüze geldiğinde, insana kendi vahşeti üzeri ne düşünmeyi de akıl ettiren deneyimlerle cahiliye'nin ötesine geçilebilir. Her başkalaşım doğallığı ortadan kaldırmaz. Hatta çevreden gelen zorlama ve baskılar karşısında, bir insanın do ğal durumunu korumak üzere başkalaşmayı yeğlemesi gereke bilir bile. Böyle olmasaydı cahiliye dönemindeki duygu örün tüsünü doğal saymak, ama bunu çoğaltan her değişimin insanı doğallığın dışına çıkardığını düşünmek gerekecekti. İlerleme, doğallığı koruma amaçlı ve koruyucu nitelikte olabilir. İnsan, doğasındaki iyi hasletlere dayanarak, kendisini yüce değerleri kabule hazırlayan olayların sonucunda doğallığının dışına çık maz; böylelikle insanın melekeleri yeni deneyimler kazanmış olur. Sistematik dünyadaki yarışmanın dışında, insanda yücelik duygusunun arttığı ilerleme böyle olmalı. İnsanlar kendilerini doğanın dışında yaşayan varlıklar ola rak düşünemiyor; aylarca "doğa ile baş başa" kalamadıkları zamanda, bu durumdan bir özlem doğuyor. Atmosferin ötesi düşlendiğinde doğa dışlanmış olmaz. Muhayyilenin doğadan kopmuş olarak işlemesi düşünülemez. Aşırı ve bağımlılık yap-
Olgun Olmak 155
mış doğa sevgisinin insana yönelik ilgiyi, hatta sevgiyi azalttı ğı bir gerçek. Aslında doğa sevgisi insanlara duyulan iştiyakla başlıyor. Dostların da ona yakınlık duymasıyla başlayıp, açık doğa sevgisini hobi edinmiş olanlarla devam ettiği sürede, in san sevgisi ile doğa sevgisi birbirini besleyerek çoğalıyor. Bazı hallerin zuhurunda, birinin doğa sevgisi aşırı hale gelip güver cin uçurmaya kadar vardığı zaman etrafındakilerin teker teker ayrıldığını, onun da insan sevgisini boşladığını, ayrılanların sayısının artması ve ayrılıkların geri dönüşsüz olmasıyla ve doğaya aşırı bağlılık sonucunda insan sevmeyen biri olup çık tığını görürsünüz. Aslında sevgi ölmemiş, diri diri gömülmüş tür. İştiyak insana yönelik bir duygu olarak başlamış, yakınlık duygusunun doğa üzerinde yoğunlaşmasıyla insanları geride bırakmıştır. Etrafını unutarak kendi içine kapanan bir kimse ye, bağlandığı doğanın perde olduğunu düşünüyor, ne medeni Robinson' ı ne de vahşi Cuma'yı düşündürmeyen yalnızlaşmayı normal bir durum sayamıyoruz. Mekanik dünyayı merkeze alarak düşünen ama bunun dı şında, kendiliğinden işleyen oluş karşısında hassasiyetini kay betmiş bulunan kimseler (bir anlamda salt maddeciler) "ölçü lebilir" olma haline öylesine dokunulmazlık payesi vermişler dir ki; nesnelerin ölçülebilir oluşunun kökünde bulunan doğal dünya irtibatını önemsemez olmuşlardır. Halbuki ölçülebilirlik de doğal dünyadaki varlıkların ve hareketlerin niteliklerinden biridir. Bulutların hareketi bizim tasarımlarımıza uygun ölçüye gelmez ama tarlaya ölçülü miktarda su verilir. İnsan, ölçüleri öğrenir; yapıyı ölçülerle öğrenir. Örneğin, rakamlara bakalım: Rakamlar, insan zihninin uy durması ve onları nesnelere yakıştırması mıdır, yoksa doğal dünyaya, yani insan yapımı olmayan dünyaya ilişkin bir keşif mi? İlk duyduğu zaman herkesin kurcaladığı bir sorudur bu. Elbette rakamlar keşfettiğidir insanların, salt kurguladıkları değil. Rakam olarak rakam, keşfedilmiş bilginin gösterenidir. Keşiflerin olgunlaştırılması ile bilgi artar.
156 Çalkantı ve Dalga
Rakamlar, nesneler hakkındaki bir işleme dönüşüp somut laştığı için onları göstermek kolaydır. Rakam sınırlayıcıdır, içinde olmayanı kesinlikle dışta bırakır. İnsani hasletlerin de ğerindeki kesinlik rakamlarınkinden az olmadığı halde, onun ölçüsü tam olarak (idrak edilmez) anlaşılmaz; olsa olsa algıla nır. Olgunluğa erişmiş insan kendisine bu durumunu kazan dırmış olan değerleri, eşyanın rakamları içermesi gibi içinde taşımaktadır. Bir karakterde bütünleşen insani nitelikleri algı lamak, hayatı anlamaya denk bir hassasiyeti gerektiriyor. İçsel hale gelmiş nitelikler, biri diğerini dışlayıcı olduğu gibi, ge rektiğinde geçirgendir. Gereken hassasiyetin yaşamı anlamaya denk ölçüde olması, insani niteliklerin değerini gösterebilir bize. Peki, insanın olgunlaşması yolunda vazgeçilmez durumda ki ahlak, fazilet, dürüstlük, dosdoğru olmak vb. gibi nitelikler, insanların birbirleri karşısında kendisine ve ötekine yakıştır masından ibaret midir, yoksa insanın doğasında var olan kimi niteliklerin karşılığı durumundaki belirlenmişlikler midir? El bette, yakıştırmaların ötesinde, doğal karşılıkları vardır insani niteliklerin. Bunu, insandaki dengeye ve olgunlaşmaya bakarak anlarız. İ nsandaki olgunluk artışı, ahlak, dürüstlük vb. vazge çilmez niteliklerin doğallığının korunması ile mümkün olabi liyor. * * *
İnsani niteliklerin ölçüsü dindedir ve onların rakamlarla ifade edilemez oluşu bize verilmiş bir ruhsat sayılmalıdır; tıpkı hayat gibi. İnsanlardaki anlayış farklılığına bakarak, insani nitelikle rin tasvirinde ortalama ifadeye başvurulması onların ölçüsünün dinde (dinin kodlanmış kurallarında değil algısında) olduğu gerçeğini değiştirmez. Ona açıkça göndermede bulunulmasa dahi, din algılaması ve dini ifade biçimi, değerinden bir şey yitirmiş değildir. Değerini hiçbir zaman yitirmemiş ve yitirme yecek olanın, aslında Allah' a inanmak olduğunu belirtmeliyim.
Olgun Olmak 157
Tanrı gönülle algılanır, ihata edilemez, hissediş gönüllü ol malıdır. Bir varlığın akılla algılanışı, hissedişin istediklerini karşılamaz; algıladığımız şeyin başka varlıklar ile bağlantısını ya da bağlantısızlığını düşüneceğimiz yöntemleri sağlayabilir. Tanrı algısına karşı çıkanlar akılla dile getirirler bunu, ceva bın da akılla oluşturulması gerektiği düşünülür. Tabii ki hissin konusu olan bir varlığı bilinç katında anlayabilmek için aklın devrede bulunması şarttır. Benlikle bütünleşmenin hissedişe özgü olması aklın işlevinde önem kaybına yol açmaz. Hissede rek oluşan algı güçlü ve yerleşiktir, çünkü benlikle bütünleşmiş haldedir. Tanrı algısı, aşkla, arzuyla, çileyle, adanmışlıkla, bağ lanmayla yoğrulur, akıl yürütmeyle artmaz, sadece bir açıklama tarzı bilince yerleşmiş olur akıl yürütmeyle, aslında bir kere var olan Tanrı algısı buna ihtiyaç da duymaz, onun yoğrulduğu yer gönüldür çünkü. Bir bilgi ögesinin gönülde yer etmiş sayılması için, içselleştirilmiş olması gerekiyor. Bu ölçüde bütünleşme nin konusu olan bir algıya.gönülden karşı çıkış mümkün mü dür, diye soruyoruz. Gönülden karşı çıkış mümkün ve böyle bir durum var denilirse, onu bu haliyle birisi dışlaştırıp başkalarına yansıtamaz. Dışlaştırmayı isteyen, bunun için akla başvurmak, akla uygun bir ifade biçimi bulmak ve karşı çıkışını akılla yü rürlüğe koymak durumundadır. Dayanakları ise günlük haya tımızdaki verilerden ibaret ve ölçülebilir veriler olmalıdır. Bu nedenle bir başlangıca ve bir sona sahiptir, sınırlıdır. Tanrı al gısına gönülden karşı çıkılacağını düşünemiyoruz. İ nsan olgunluğunun tek insanda nihai anlamda gerçekleşi mi, doğal dünyadaki olgu ve oluşları insan bilincinde karşılaya cak yetiler bulunduğuna dair bilgi ve bilinçle, doğal dünyanın özünü tanımakla, davranışlara taşımakla olur. (İnsan-ı Kamil) Hüsn ü Aşk mesnevisinin sonunda, insanın hakiki varlıkla bütünleşmiş olduğunun bilincine varmasıyla, ayrılık halinden (başka olarak algılanmaktan) doğan sıkıntıları sona ermiştir. Bir toplumun ahlak ve adalet üzerine kurulduğunu, toplum içindeki tek insanın bilincinde başka ya da "öteki"nin varlı-
158 Çalkantı ve Dalga
ğına, "öteki"nin niçin "öteki" olduğuna ve diğerkamlığın tut tuğu yere bakarak anlar, "öteki" ile kurulan ilişkilerde insan ol gunluğuna ve insanın olgunlaşmasına verilen değere bağlarız. Erdemli şehir, özünde karşlıklı iletişime dayanır.
BİR GÜNÜN DIŞINDA ARZU Bir gün, insanların dine yöneleceğini düşünüyorum. İ sterseniz, Allah' a diyelim. Ortak noktayı gösterdiği için böylesi daha iyi. Özü yitip gitmiş bir geleneğin kalıntıları temizlenecek, sekter lik tortularının egemenliği önlenecek, insanlığın yeğlediği yeni yolda aklın, dinin, canın ve insan soyunun korunması amacıyla yücelikler etrafında birleşilecektir. "Allah, fetret devrinde bu yolda bir insanın nefsine ilhamı aktarır". Bu beklenti, insan duygularının ilk kıvamına sahip çıkılacağına ve başlangıçtaki anlamlarının canlanacağına inancımızı pekiştiriyor. Her insa nın aynı duyguyu, aynı tonda ve eşit derecede taşıyacağı bir toplum oluşacak diye düşünüyor değilim elbette. Aklı , canı, dini, insanın soyu ve yeteneklerini korumayı görev bilmiş bir odakta yer almanın kıymeti bilinmelidir. Bu odağa sahip çık mak bir inayettir. Allah' ı düşünmeye daldığınız zaman, bir an gelir zihninizdeki yoğunluğu dağıtma ihtiyacı duyarak etrafa bakar, "Tanrı unutulmuş" dersiniz. Karşınıza çıkan karmaşık sahne ilk bakışta bunu düşünmenizin nedeni olabilir. İnsan lık durumunu içte akıl ve zihin tablosundan çıkarmadan, dışta göz önünden uzaklaştırmadan hayatın çınlayışını dinlediğiniz zaman ise dini inanç yitip gitmemiş Tanrı unutulmamıştır; bunu duyumsarsınız. Varlık olarak her şey yerli yerindedir. Bü tün değişiklik yeğlemenin yön gösteren ibresindedir. Yönelim genel olarak dine doğru, tercihler dini nitelikli ve insanın ken disini tartması, değer tanıması, değer biçmesi dini içerikli ise bu yönelim yorgun ve loş mekanları hatırlatmaz bize. Dünyayı değerlendirmek istediğimizde, bölmeden paylaşmayı öğreten ilahi adalet bize ışık tutar. Kendini denetlemeyi bilen, bunu
Olgun Olmak 159
yapmak için gerekli donanıma sahip insanlardan oluşan bir toplumu, baştan aşağı disiplin toplumuna dönüştürme istek leri gerekçesiz kalır, geri teper. Gün ışığının olanca gücüyle aydınlanmış yeryüzünün parlaklığı egemen olur her yana. Bu satırların yazıldığı bir ramazan gecesinde, bir gün gelecek, top lumu kucaklayan bireysel yeğleyişler ve seçkin tercihler Allah' a yönelmiş olacak diye düşünüyorum. İnsanın ne'liğini aramak üzere çıktığımız yol dinin alanı na götürür bizi. Günümüzdeki toplumsal yapıyı tanımak, yani insanın örgütlenme biçimini öğrenerek anlamak istediğimiz zaman hukuksal düzenlemelerin yol göstericiliğine sığınırız. Hukuka dayalı değerlendirmeler, insanın toplum içinde ya pıp ettiklerine ilişkindir. Neliğini aradığımız insanın toplum sal etkinlikleri, başvuracağımız verilerden sadece biri olabilir. Tarihe dönerek insanı tanımak üzere girdiğimiz yollar da bizi dini inanışlara, sanatlara, özgün davranışlara, dinsel anlamda yücelişlere, kısacası dini al,pnlara götürür. Soyut ve maddi ger çekliğin dışına. çıkmaya çağrı mı var bu hatırlatmada? Olabilir. Toplumsal yapılanmada dini değerler hesaba katılmadığı (kimi yerlerde hesaba katılmaz göründüğü) ve gerçeğe bağlanmanın "bağlılık'' tarafını vurgulamak adet olduğu için tersi düşünülse de dini alan, kayıtları insanın kendisinin ölçeceği ve sorumlu fert olduğunu ona hissettiren bir özgürlük alanıdır aynı za manda. Bu nedenle, bağımlılıktan soyutlanmış bir fert sıfatıyla insanın neliğini aradığımız zaman onun inançlarını bilmeye yöneliriz, Allah' a yakınlığımızın derecesiyle alakadar oluruz. Çetin soruna yaklaşmak için yaşamın ufuklarına bakarız, sorunu irdelemek istediğimizde günlük yaşama döner yakın ufukları dolduran olayların öğreticiliğine sığınırız. Yaşam ke şiflerle ve insana yitip gitmediğini hatırlatan olaylarla dolu dur. Soyut bir alanda saklanan bir sırrımızı bize söyleyen, "hah işte!" diye karşıladığımız olaylar, aynı zamanda öngörülerimi zi sınamaya yarar. Öngörülerin sınanışı tercihleri çağırır, ter cih şıkları çoğaldıkça değerlendirme devreye girer. Bir yanda
1 60 Çalkantı ve Dalga
değerler vardır, diğer yanda değer yargılarımız. Zihnimizde, değerlere ilişkin bir sıralama ve öncelik algısı bulunduğu da bir gerçektir. "Değerler değişmez değer yargıları değişir." denilir. Değerlerin sıralamadaki yeri değiştiğinde ki; değer yargıları bu değişimi yapar; bu bizim hayatımıza değerlerin değişimi olarak yansımaktadır. Değer yargılarının kıvam bulması ve bir anlık belirleniş olmanın ötesine geçerek zihindeki yerine oturması zaman ister. Değerleri ve değer yargılarının yerinden oynamasını bir örnek üzerinde tartıya alabiliriz: Bir kulübün üyelerinden bir bölümü, kulüp çevresindeki ortalama yaşam seviyesini tutturmak için maddi açıdan yeterli değilse; ortada gizli açık bir yarış bulunur. Madde odaklı yarış boyunca kıskançlık, haset, imrenme gibi duyguların dalgası bir kabarır bir iner. Kimi zaman da karşı karşıya gelir ve tanın mamak için tedbirli davranır duygular. Değer vermek, ölçmek, tartmak ve ölçü tartı birimlerinin hepsi kimi zaman yarışın konusu cinsinden olur. Adı konulmayan yarış hangi sahada ce reyan ediyorsa, insanlar birbirlerine değer biçerken kıstaslarını aynı sahadan alırlar. Yapılan işi ölçmenin esasları ile insanın kendisini tartıya almasının esasları birbirine yaklaşır. Bu ne derıle, "Paradan başka bir şeye önem vermiyorlar" der, yakını rız. "Her şey maddeye ayarlı" der, eleştiririz. Çünkü insarıların içinde göründüğü basamak sahip oldukları mala göre yüksel mekte ya da altta kalmaktadır. Ötekiler (değerlendirmenin konusu olarılar) ise bundan başkasının zaten "elden gelmez" olduğunu düşünmektedir. Maddi açıdan, sahip olduklarıyla eşitlenebilir durumda olan bir bölük insanın bir iş yapmak üzere biraraya geldiği ni düşünelim. Eşit değil, eşitlenebilir. Çünkü bunların her biri aynı ölçüde paraya malik olmasa da, kendi sınıfını oluşturan insarılar arasında kişisel yaşamın gerektirdiği harcamayı yap maya maliktir. Yani kim nasıl yaşıyorsa, o yaşama biçiminin gerektirdiği bütün harcamaları karşılama kudretini haizdir. Varsın, servetlerinin bütünü kişiden kişiye değişsin! Varlıkları
Olgun Olmak 1 6 1
ve şahsi yaşamları düşünüldüğü zaman bu insanlar "eşitlenebi lir" durumdadır. Ve geliyoruz ince bir noktaya. Eğer insanlar, parasal açıdan eşitlenebilir durumda ise o zaman birbirini ölçmek için, maddi birimlere başvurmak yeterli olmuyor. Paraca karşılaştırılmaları anlamsız olan insanları ölçmek için paranın dışında değerler aranıyor. Aramaya kalmadan, paranın dışındaki değerler dev reye girmiştir bile. Mesela, beyefendi resim koleksiyonu yapı yorsa, yapmayandan daha değerli görülebiliyor. Eğer, resim ko leksiyonu yapan üç kişi mevcut ise bu insanların kendileri dahi, ellerindeki resimlerin sanatsal değerine göre bir muameleyle karşılaşabiliyorlar. Değerlendirme ölçütünün değişmesi kendi aralarında başlıyor önce. Böyle bir grup insan içinde, müzikle ilgilenen, ilgilenme yenden, iyi giyinen, kötü giyinenden, vaktini şöyle değerlendi ren, böyle değerlendirenden ayrılıyor. Daha doğrusu ayırımın alanı değişiyor ve yapılan. tefrik aynı zamanda derecelenme anlamına geliyor. Ayırım, ayırımı yapana, aynı anda derece lendirme olarak yansıyor. Kurallar bir değerin taşıyıcısı olabi lir, ilkelerse hem değer taşır hem değerin kendisidir. İnsanın bakışında ve jestlerinde bulunan değerlendirme, ilkelere sahip çıkan bilincin itmesiyle sü�p gider; kurallar değerlendirmeyi kamufle etse de bilincin itmesini önleyemez. İnsan davranışını değerlendirmek için başvurulan ölçütler, maddi olmaktan adım adım çıkıyor. Maddi alanda eşitlenebi lir duruma geldikçe, insanlar birbirine değer biçme ölçütlerini bulmak için manevi diyebileceğimiz bir alana dönüyorlar. İşte incelik isteyen nokta! Aşkınlığı kozmik düzende arayış eski lere ait bir yöntemdi, denilebilir. Aşkınlığı kendinde aramaya dönüyorsa insan; bunun yöntemini de eskilerden aldığı açıktır. Bir eylem, sahibini başkalarına bağımlı olmaktan kurtarıyorsa, neden aşkınlığın yeni bir örneği sayılmasın ki? "Her ne ararsan kendinde ara" sırrı şimdi de tecelli ediyordur. İnsan, yücelik lerden el etek çekse, bulunduğu yerdeki iyilik algılamasını en
1 62 Çalkantı ve Dalga
yüce durum saysa dahi aşkınlıksız olmuyor demek ki. İnsanın Tanrı ile ilişkisini gerçekleme biçimleri sınırla namaz. Biz yukarıdakileri söylemekle günümüzdeki yaşama biçiminin insanlara sağladığı imkanları yoklamış, tecrübeler den bazılarını ifade etmiş oluyoruz. İşaret edilen davranışlar kültürel kodlamanın örnek alınmış ürünleri olarak görülebilir. Bu, insan davranışlarındaki özgünlüğe gölge düşüren bir sı nırlama demektir. Sınırlama niyetimiz yok; ama hayatın sınırlı olduğunu biliriz. Aslında, Tanrı ile kendisi arasındaki bağlantı, bağlantıyı bilmenin vesilesi ve yeri olan kendilik bilinci, o bağ lantının nasıl işleyeceği ya da Tanrıya ulaşmanın yolu insanları uğraştıran konu olmuştur. "Yok" diyen, uğraşmaktan kurtul mak isteğiyle o noktaya gelmiştir. Umursamaz olmanın bile kimi, hangi vartalardan kurtaracağını kimse belirleyemez. İnsanın Tanrı ile ilişkisi üzerine yoğunlaşmada, ölüm, yal nızlık, sorumluluk vb. insan ve insanlık durumları tükenmez kaynaklarıdır. Bu gibi doğal veriler yol gösterir, görülen yolu zenginleştirir, yürümek isteğini tazelerler. İnsan bu duyguların yoğunluğunda ve gelgitinde sınanır. Duygularımız doğal duru mundan uzaklaşmaya direnirler. Diyelim ki, duygunun görü nür olmak üzere bir biçime girmesi doğal durumundan ayrıl ması anlamına geliyor olsun. Örneğin, duyum alanının dışında kalan olayları düşüncemize getiren ölüm hakkındaki hissimiz, sarsıcı bir morg hikayesi okumakla doğal durumundan uzak laşmaya zorlanır ve hissimiz buna direnir. Herhangi bir biçime girmedik halleriyle de duyguların işlevleri vardır, onlar ana ni teliklerine sahip çıkarak devam ederler. Oysa kültürel verilerin büsbütün yok olup gitmesi mukadderdir. Bu verileri bir sürecin getirdiği ya da tarihi bir döneme ait biçimler olarak görebiliriz. Herhangi bir kültür ögesi, bir dönemde girdiği biçimle kabul görmüş olup insanlar onun (aslında alışkanlıklarının) değiş mesinden şiddetle kaçınıyor olabilir. Duygunun şekil alışında sınırların yerinden oynaması, kültür verilerinin yapısında bu lunan değişimlerden daha yakıcıdır.
Olgun Olmak 163
İdeolojik ifade biçimlerinin gözden düşmesiyle -ki bu gö receli bir durumdur- siyaset dünyasında önde görünen şah siyetlerin beyanlarından başlayarak, toplantılarda yapılan ko nuşma ve müzakerelerde, biraz da galiba egemen sınıfların arzu ettiği doğrultuda, dini ifadelere daha çok ve olumlayıcı yönde yer verilir oldu. Bu eğilimi, bireysel özgürlüğün gereği sayarak savunanlar var. Ancak savunanların dayandığı gerek çe, en az iki yüzyıldan beri ateşli taraftarları bulunan moder nleşmeci akımların öne sürdüğü görüşlerle pek de uyuşmuyor. Çünkü bu akımlar dini inanışların güç kazandığı yerde ve güç kazanması karşısında genel olarak eleştirel tutum takınmakla modern tarihin devrimleri algılamasındaki genel kabullere uy gun davranmış oluyordu. Devrimlerin atmosferi dini inanışlar ile insan özgürlükleri arasındaki bağlantının karşıtlık olarak okunmasını istemişti. Bize göre insanlığın, Allah'a iltica et mekle değer kazanacağı devrim, birikmiş olanın bir gruptan diğerine, dünyadaki siyasi bir odaktan başka bir siyasi odağa transfer edilnıesi olarak ğörüldü. Bilim alanındaki gelişmeler tarafından desteklendiği ısrarla ileri sürülen bu kabule göre Tanrının varlığına inanmak düşünce özgürlüğünü engelliyor du. Oysa serbest insanın inançları göz önüne alındığında inan cın, özü, temel kavramları, konusu ve duyumsal atmosferi ile belli bir dönemde ya da kultür çevresinde, dini inanış temelin de oluşturulmuş ifade bütünlüklerinin insanlığa aynı biçimde yansımadığını, toplumsal işlevlerinin farklı olduğunu görerek hareket etmek gerekiyor. Onlara göre, bilimsel keşiflerle yolu açılan zihin özgürlüğü, devrimlerle toplumsallaşacaktı. Devrimlerle dolu yakın tarih boyunca dini inanışları iç selleştirmek açısından bütün dünyada bir gerileme olduğu söylenebilir. Değişik adlar altında devam eden mal paylaşımı kavgasında, insanın özgürleşmesinin bir ağız alışkanlığı ya da entelektüel temenni olarak vurgulandığını söylemek, herhal de bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Siyaset sahnesinde in sanı öne çıkarmak iddiasındaki hareketlerle varılan yer, aynı
1 64 Çalkantı ve Dalga
dönemde sanat ve beşeri bilim alanlarında ortaya konulmuş insan merkezli çalışmaların sonuçlarıyla örtüşmüyor. Bunun açık delili, sonucu alınmış devrimlerdir. Fransız ve Amerikan devrimleri dahil, onlardan aldığı esin az ya da çok olsun bütün devrimler, gücünü, başkaları üzerinde egemenlik kurmak için kullanan devletleri getirdi. Güçlü devletin güçsüz kitlelere te kabül etmesi beklenmedik bir durum değildir. Güçlü devlet algısının güçlü insana tekabül etmesi, uygulanan politikalara ve gücün kullanım biçimine bağlı olabilir. Dünya genelinde güçlü devlet imgesinin özgürlükleri kısıtlayıcı olarak işlediğini gösteren çok örnek var, insanın zihinsel ve manevi özerkliğinin teminatı olabilecek örneklerden emin değiliz. İnsan özgürlüğü iki boyutta ele alınabilir. Biri devletin ve toplumsal yasaların sağladığı özgürlüktür ki bu, devletin yönetimiyle ve toplumsal sistemin sağladığı ortamla ilgilidir. Diğeri, karar verme yeti si, çevresi ve başka olgular karşısında kişinin kendisini özgür hissetmesiyle tek insanın dünyasıdır ki, bu anlamda özgürlü ğün oluşması sisteme ve kişilere özgü etmenlere bağlıdır. Allah inancı, hakikate bağlılık, insan olarak sorumluluk duygusu ve içten olma hali, bu başka etmenlerin başında gelir. Toplum sal yasalara bağlı özgürlük, hakkındaki bilgilerin tüketilmiş sayılacağı ölçüde tanımlanmıştır. Bu konudaki tartışma insa na ilişkin değil, özgürlüğün sınırlarına, sınırları belirleyenlere, yani sisteme ilişkindir. Totaliter ideolojiler çözülmeden önce, bu ideolojilerin devletleşmek suretiyle telkin ettiği sisteme ve üyelerde birbirine bağlılık, tavsiye ve vurgu konusu olmaktan çıktı. Özgürlük denildiği zaman, yukarıda andığımız şekliyle tek insanın kendisini özgür hissetmesi anlamındaki serbestli ğin şartları akla gelmeye başladı. Bu değişimi, sistemin ipliğini pazara çıkaran kitaplarda değil, ömrü baskı altında geçmiş, du ruma müdahale edememiş insanların iç dünyasındaki yangını anlatan kitaplarda tanıdık. Algılarımızın özgürlüğüne öncelik tanıyoruz. Dini inanış, özgül adıyla söylersek Allah' a iman, bu noktada tek insanın varoluşa tutunma isteğiyle devreye giriyor.
Olgun Olmak 1 65
Modern edebiyatta, insanın bu tarzda özgürleşmesinde ona dayanaklar sağlayan, kendi özgürleşmesini bu tarzda algıla yanları beslemiş ve beslemekte olan, şiirler, dramalar, hikaye ve romanlar vardır. Dış baskı azaldıkça, edebiyat dünyasındaki verimler üzerinden gelen enerji özgür olma arzusuna katılarak bilincin kazandığı tecrübeye dönüşüyor. Başka yerde yazdığım halde burada tekrar belirtmek istiyo rum: Unutulmasın ki; Allah inancı, devlet baskısının hissedil mediği, devlet otoritesinin ulaşamadığı hatta devletin bulun madığı yerlerde, doğa ile haşhaşa yaşayan, temiz havayı soluyan insanın kendini özgür bir dünyada hissetmesiyle birlikte varol muştur. Allah' a iman, o kadar insanidir ve doğasında özgürlük vardır, demek istiyorum. İnsanın özgürleşmesini yaşayan ve serbest insan üzerin den okumayıp sistem karşısındaki durumunun başkalaşma sına göre değerlendirenler, bireysel özgürlük bağlamında dini inanışlara verilen yerin belirginleşmesi ve konuşulur olmasını dinin siyaset &ahnesine dÖ nmesi olarak görüyor, bu gerekçey le de ona karşı durulmasını istiyorlar. Aslında, insanın özgür davranışlarını din üzerinden tanımlama ve sınama eğilimi, si yasetin dışında kalan alanlarda itibar kazanıyor. Bunun delilini, edebi eserlerde iç deneylere verilen önem ve yerin artmasında bulmak mümkündür. Mo dernleşme yolundaki toplumlarda "kalkınma", "az gelişmişlik'' gibi ölçütlerin itibardan düştüğü, insanların bireysel olarak din üzerinden tanımlanmaya pek de itiraz etmedikleri bir gerçek. Totaliter siyasi akımlar teme linden gelen siyasetçilerin ve başka meslek erbabının tehlike olarak gördüğü bu durum, onların tanımladığı şekilde örgütlü dindarlaşmanın değil, doğallığa dönüşün göstereni sayılmalıdır. Toplumlara devleti, sistemi ya da siyasal yapıyı odağa alarak yaklaşıldığında hukuk aranır, ideolojik ifadeler öne geçer; doğ rudan doğruya insanları konu edinerek bir topluma bakıldığı zaman ise kimlik kaygıları, adalet talebi devreye girer, insanın tanımlanmasında dini ifadeler yeğ tutulur. Bu, doğal bir yak-
166 Çalkantı ve Dalga
laşımdır. Siyasi merkezlerin dikkat çektiği dinselleşme, insa na, salt insan olarak bakmak zorunda kalmanın sonucu olarak belirmiş bir görüntüdür. Öyleyse, burada belirtmeye çalıştığı mız anlamda dine yönelişin bir aşaması sayılamaz. Bu noktada söylenebilecek gerçek şudur: İnsanoğlu için beslenme, barınma gibi günlük yaşamın sürdürülmesine yarayan temel gereksi nimler karşılandıktan sonra, hangi tarzda yaşanacağı, erdemli yaşama nasıl ulaşılacağı ve erdemin toplum yaşamında nasıl sürdürüleceğine ilişkin kaygılar devreye girer. Erdemli insanı çağıran bir yukarı aşama her zaman vardır; mevcut seviyeden geriye düşme endişesinin de sonu gelmez. Bu meseleler günlük yaşamın uğraşılarına karışmış, örtü altında gömülü kalmış ve düşünülmez olmuşsa, zorunlu meşgalelerin izin verdiği ilk fır satta bu örtü atılır. İnsan, erdeme, iyi yaşamaya ilişkin sorularla doludur, sözkonusu örtü kalktığı zaman bunların cevaplanma sı acil hale gelir. Soru bitmez, cevap da bitmez. İnsan kendisini yüce kılan ve yüceltecek değerlerden vazgeçemez. Radikal aydınlanma düşüncesinden destek alan pozitiviz min ilkelerine bakarak dini inanışları öteleyenler, yirminci yüzyılın sonlarında icat ettikleri "medeniyetler çatışması" kav ramının kılavuzluğunda, İslam dünyası üzerinde terör estiri yorlar. Silahlı ve siyasi eylem, müslüman toplumların bastırıl masına yönelik olduktan başka, dini inancın teorik temelleri de hedef alınmış görünüyor. Bunun, İslam ülkelerinde güven bunalımına yol açtığı bir gerçektir. İslam medeniyetinin ge niş çaplı işlev ve işlerlik sahibi, toplumunun güvenli olduğu tarihsel dönemlerde karşı tarafa yönelerek, "Siz niçin bizim gibi inanmıyorsunuz; hesap verin bakalım!" diye başlatılmış bir savaş yapılmış mıdır? Yok. Bugün "medeniyetler çatışması" bağlamında "öteki" arayışına çıkanlar, birkaç klişede İslam'ı ta nımladıklarını ileri sürerek, o klişeler üzerinden bu dinin bağ lılarını köşeye sıkıştırıyor, yaşama hakkı dahil; özgürlüklerini ellerinden alıyorlar. Klişeleri kaldırıp atmaya engel, muazzam bir gürültü ortalığı kaplamış durumda; üstelik bir imkan bulup
Olgun Olmak 167
bu klişelerin sizi tanımlamadığını söyleyinceye kadar iş işten geçmiş oluyor. İnsanlar Allah' a yöneleceklerse; bu, dinlerin yarış yapması anlamında olmayacaktır. İslam medeniyetinin geleneğinde "Senin inancın kötü, benimki iyi" kavgası olma mış, bundan sonra olması için sebep yok. Bu pasifızm değildir ve doğruların ayakta kalması için mücadele etmenin değerini düşürmez. Devletler güç yarıştırmaya devam ederken toplum da adaleti savunmanın ve insanlar arasında geçerli kılmanın yolları vardır. On dördüncü yüzyıla kadar eser vermiş klasik ve kurucu İslam düşünürleri ne de onlardan esinler taşıyan çağdaş düşünürler temel görüşlerini ortaya koydukları eserlerini po lemikçi bir üslupla kaleme almış değildirler. Çağımızda siyasi mücadelenin çatışmacı karakteri, her konuyu tartışma alanına çekiyor. Her düğüm tartışma üslubuyla çözülmez, müzakere nin imkanları tükenir, yeri ve sırası geldiği düşünülürse bu tar tışma üslubu devreye girer; bu yöntem her konuya uygundur da denilemez. Gazete diline daha fazla yakışan tartışma, so yutlamanın gt!rektiği hallerde konunun özünden uzaklaşmaya neden oluyor. Toplumların kendini savunma ihtiyacı güncel bir zorunluluk haline geldiğinde tartışmaktan kaçınmayan dü şünürlerin, serbestçe düşünmeyi gerektiren soyutlayıcı çabala rında, konuyu tanımlama, tasvir etme ve dile getirmeyi temel alan bir üslubu yeğledikleri, bilinen bir gerçektir. Dünyada türlü bunalımlar var, bu olgu insanlık hayatının bir gerçeğidir. Bazı toplumları girdaba atan bunalımların, baş kalarının beslenme kaynağı olduğu, bu şekilde beslenmenin özellikle ekonomi alanında kalıcılaştığı da bir gerçek. Durum böyle olunca, bunalımları bile isteye sürdüren gruplar her za man mevcut olacak, bunalımın ardı gelmeyecektir. Hayatlar dünyanın her yerinde heder oluyor. İnsanlığın bilim yolundaki kazanımlarını telaffuz edip durmak, başarıların boşa çıkmasını önlemiyor, heder olan hayatların sayısını azaltmıyor. Bunalıma kaynağında müdahale edebilmek için ekonomiden başka alan larda birikmiş başarılara ihtiyaç var. Başlarken niyet, yürürken
168 Çalkantı ve Dalga
ilke; değer yargısı burada bulunur ve bu yolda maslahata uy gunluktaki başarı, ödüllendirilir. Bugün bilimin kazandırdık larının propagandasında asıl hedefin Pazarın ve piyasanın de netlenmesi olduğu açık. Demek ki, bunalımın o (propaganda cı) taraftan aşılmasını bekleyemeyiz. İnsan soyunun sağlık ve selamet içinde var olmaya devam etmesini isteyen ve rastladıkları bir aksama zerresini dert edi nenler, canın, aklın, dinin, malın korunması üstünde toplanmış dilemeleriyle, yüce yaratıcının ölçülerine döneceklerdir. Dile meye ivme kazandıran kaygılar insanların Allah'a yönelecek lerini ilham eden beklentinin baş teşvikçisidir. Burada doğal bir tercih var, birilerini ötekileştirerek hedef haline getirmeye ve çatışmacı üsluba yer yok. İnsanlık durumu üzerinde yapılan gözlemler sorumlulukları akla getiriyor, kaygı ile sorumlulu ğun rastlaşmasından, ödev duygusu doğuyor. Mesele, varoluş kaygısının ateşine tutulmuş kişilerde ödev duygusunun uyan masıdır. Ne yapmalı? İlk olarak bu dünyada dosdoğru bir duruşa sahip olmalı. Sorunun ilk cevabı budur. Daha iyi yaşama sa hip olma isteğinin haklı gerekçesi ona layık olmaktır, bu ise daha iyi insan olma çabasını gerektirir. Tarihin gösterdiği bin yıldan fazla süreli serüvende, renkli ve çok cepheli medeniyet lerin temelinde bulunan İslam' ın toplu olarak ve ayrıntılarıyla nasıl ifade edileceği sorusunun cevapları, serüvenin yaşandığı süreçler boyunca oluşmuştur. Her cevap, vaktinde anlamlı ol duğu kadar gelecekteki insanlara fikir verir. Son iki yüzyılda toplumsal çırpınış içinde girişilen düşünsel çabalar, yeni ve eski bilgileri gözden düşürecek fikir örgülerinin ortaya çıkmasına yetmedi. Tabii, daha yapacak çok iş var demek istiyorum; yoksa bilgiler niye gözden düşsün, çok çok çalışma ve ifade biçimleri yeni beklentileri karşılamayabilir. Namık Kemal'de özgürlükçü görüşlerle başlayan ve Cumhuriyet döneminde yapılmış çalış malara hala ihtiyacımız var ve gelecekte de olacak. Biçimler dokunulmaz değildir; modern edebiyatın ve düşüncenin mev-
Olgun Olmak 169
cut olduğu bir dünyada dirilişe duyulan ihtiyaç yeni biçimleri oluşturmanın ilhamını verir. Yarışma halindeyken de savaş halinde olduğu gibi insanla rın ölçüleri değişiyor. Bir nevi "zaruret hali'', olağan durumda başvurulan kimi yöntemleri gündemden çıkarıyor. Zaruret hali geçtiğinde, vaktiyle gündeme oturduğu halde dışlandığı için ortada görünmeyen ölçüler ve değer yargıları, tabii ki avdet et meye başlıyor. İhmal bazen inkardan beterdir. Düşüncesizlik, ihmallerin üzerine tuz biber eker. Değerlerin taşıyıcısı olmak, liyakat gerektirir, değerleri terk etmek insanı özgürleştirmez. İnsanı yücelttiği düşünülen değerlere dönüşün doğal bir süreç olarak yaşanması, insanın özgürleşmesiyle aynı anlama gelir. Bir insanın toplumdaki yeri, yetenekleri ve sahip oldukları, başkaları hakkında da belirleyicidir. Çünkü onunla ilişkisi bu lunanlar kendilerinin ne ile karşılaşacağını, sahip olduklarının tehlikeye girip girmeyeceğini merak ederler. Korunma içgüdü sü ve onun türevi biçimindeki özsavunma duygusu bu merakın temelinde yer alır. İnsanın toplumdaki yeri sadece kendisinin öznel değerine, toplum içindeki rolüne değil, aynı zamanda toplumun yapılanma biçimine bağlıdır. İ nsanın zaman için deki yetişmesine toplumun katkısı oranındadır bu bağlılık. Toplumun yapılanma biçimi, bir insanın olgunlaşma yolunda yapmayı kendisine uygun gördüğü ödevleri yapmasını engel ler ya da kolaylaştırır. İ nsanın başkaları üzerindeki belirleyici olması, tek tek insanlar üzerinden işler ve bu işleyiş iniş çıkışlı insan ilişkilerine bakarak izlenebilir. Toplumun tek insanı et kilemesi, çoğunlukla toplumsal imkanlara bakarak yapılan ge nellemelerden yola çıkarak açıklanıyor. Bunda bir yanlışlık yok. Etkilenme ortak değerlerin aşıldığı seviyeye yükselebilir; tek tek insanların başarısıyla olur bu, özgün insanlar da enisonu içinde yaşadığı toplumun üyesidir. Bir insanın tek başına ne olduğu sorusunun cevabı ise onun tercihlerinde bulunur. Mev lana Celaleddin'in dediği gibi, "Bir insan neyi yeğliyorsa, odur."
Dördüncü B ölüm
ALGILANAN ÇEVRE
MEKANİK DÜNYA Teknoloji devrimi çoktan olup bitti, keşif sonucu olan ürünle rin ilk kullanıcıya ulaşma süresi kısaldı. Yeni ürünlerin besledi ği pazardaki zenginlik artışını gördükçe, mekanik yörüngenin hala harikalara gebe olduğuna inancımız sürüyor. Okullarda öğrenci iken matematik, fizik ve kimya alanlarındaki keşifleri anlatan öğretmenlerimiz, .aynı zamanda pozitivist felsefeyi ta nıtmaya özen gösterirlerdi. İkisi arasındaki bağın nerede baş layıp bittiğini bilmesek de öğrenim döneminin başlangıcında bilim ile felsefeyi yan yana görme alışkanlığını edinmenin et kisiyle üzerimizde, eski çağlardaki keşifçi bilim adamlarının aynı zamanda filozof olduğuna dair bir kanaat oluşmuştu. Ben, lisede kimya dersinin işlenmesi esnasında bir türlü akıl erdi remediğim formüller eşliğinde "töz" kavramının uzun uzun anlatılması nedeniyle bu daldaki bilim adamlarının aslında filozof olduğunu düşünmüştüm. Öğretmenimizin ders konu sunu hayranlıkla anlatması da bizi böyle düşünmeye yöneltmiş olmalıdır. Şimdi insanların göz alıcı teknoloji ürünlerine kısa yoldan sahip olduğunu, dikkatlerin sonuç olarak piyasaya çev-
1 72 Çalkantı ve Dalga
rildiğini, ürünlerin pazar ve piyasa ile doğrudan irtibatlı atöl yelerde geliştirildiğini görmek ve artık bu alandaki üreticileri, felsefi düşünceyle bağlantılı saymanın boşluğuna kani olmak, herkes gibi benim için de şaşırtıcı değil. Ama bilim ve felsefe arasındaki ilişkiye dair, zihnimizde her nasılsa oluşmuş çocuk su izlenimler sık sık aklıma geliyor. Piyasadaki beklentileri kollamakla meşgul icatçı zekanın çabaları ayrıntılarda derinleşiyor olmalı ki, her an yeni bir ürün ortaya çıkmakta, kimi ürünler de soyu tükenen canlı türleri gibi birdenbire ortadan kaybolmakta. Çocukluk çağında, insa nın üzerinde uyandırdığı ilgi günden güne artan bir lego oyu nunun ileriki yaşlarda hiç merak uyandırmaması gibi, mekanik dünyadaki pek çok yeni incelik, insanlara sıradan bir değişim olarak yansıyor. Teknolojik gelişmeyi güven duygusuyla izle memize eşlik eden heyecandaki bu dönüşüm ve sıradanlaş ma gözden kaçmamalı. Bir yeniliğin, tekrarlarla olağan hale gelmesi kanıksama duygusunu doğurur, biz de teknoloji ala nındaki sıradanlaşmanın sonucu olarak, harikaları unutur gibi oluyoruz. İlgi çekici yenilikler bile kolay kolay şaşırtmıyor pek çok kişiyi. (Biz, şaşılmamasına da şaşıyoruz) . Bu sonuçta, prag matizme bağlı olarak duyarlık körelmesinin payı bulunduğu besbelli. Ayrıca, teknoloji dünyasındaki deneylerin ve çarpı cı yeniliklerin, bize ulaşmadan önce laboratuvar ortamında ve günlük hayatta temas etmediğimiz alanlarda oluştuğunu unutamayız. Nanoteknolojinin uygulandığı işlemlerde nükleer fiziğe ilişkin çalışmaların sonucunda heyecan verici keşiflerin yapıldığı muhakkak; ancak heyecanı bizzat duyanlar laboratu varda bu çalışmaları yapanlardan başkası değildir. Çünkü pek çok kişi bir keşiften, günlük hayatına daha sonra giren bir ürün dolayısıyla haberdar olabiliyor. Vaktiyle odun yakarak su ısıtıp, buharında basit bir pompa nın işlediğini gören ve kollarındaki yükü hafifletme rüyasına dalan adamın heyecanı yüksek bir coşkuyla kabarmış olabilir. Çünkü onun deneyi bir ilktir. İlk heyecanın "doğal dünya'' ile
Algılanan Çevre 1 73
yakından bağlantılı olmak gibi bir imtiyazı vardır; aslında ilk heyecanların coşkuyla dolup taşması, derhal başkalarıyla pay laşmak istenmesi bu imtiyazı hissetmenin sonuçlarıdır. Pazar ve piyasa henüz mevcut olmadığından, keşif coşkusunun, se vinme halinde olduğu gibi kolayca paylaşıldığına hükmetmek yanlış olmasa gerek. Kendisinin doğal dünyada var olduğunu hisseden kaşif, elde ettiği başarıyı doğal dünya üzerine bir ekle me, onun sertliğini giderecek bir çare olarak düşünmüş olmalı dır. Bu durumdan duyduğu rahatlamayla o kendisini, dışardan bakarak doğal dünyayı algılayan bir varlık olarak tasarlamaz. Eski dünyanın efsanelerinde, yeryüzünün kozmik dünyanın bir uzantısı olarak algılandığını, insanın doğa ile ilişkiyi bu ni telikteki bir algıya göre kurduğunu gösteren örnekleri sık sık görürüz. İ nsan, doğal dünyada bilinç sahibi yegane varlık olmak la, doğal dünyanın özüdür. Hüsn ü Aşk mesnevisinde zübde-i alem olarak nitelenen bu Vasfını gizli -açık, hissetmekten uzak kalamaz. Aynı nedenle; teknolojik donanım yetersizliği his sedilen bir toplumda, mekanik dünyanın bizim doğal varlığı mızın üstünde ve ona egemen bir yapılar manzumesi olarak işlenmesi, kullanılması, bir yerde negatif merak da uyandırıyor. "Mekanik dünyaya doğru· atılan adımlarla yaşamımızda neleri değiştirmek zorunda kalırız; acaba bir tehdit ve tehlike doğa bilir mi" sorusunda ifadesini bulan ve zekayı harekete geçiren savunmacı alakayı düşünelim. Savunmacı alaka iticidir. Meka nik şemaların doğal dünyanın dışındaki yapılar bütünü olarak düşünülmesiyle, bu şemaları tanımaktan uzak insanların üze rine yük ve baskı getirecek şekilde kullanıldığı yerlerde merak negatifleşir ve itici bir alakaya sebep olur. * * *
Teknoloji bugün, son tahlilde, emperyalist emellere sahip efendilerin elinde ve tarafındadır; onlara hizmet etmek ise tek nolojiye muhtaç olanların ödemesi gereken bir borç durumuna
1 74 Çalkantı ve Dalga
sokulmuştur. Teknolojik uygarlığın yeryüzünde daha fazla ala na iyimserlik yayması için dünya ölçüsünde yeterli zenginlik ve hammadde kaynağı vardır, ancak değişime uğrasa da evren sel düzlemde aynı yörüngede devam eden genel siyasi düzen yeterli teknolojiye sahip olmadığı için başkalarına borçlu du rumda bulunan toplumların beklentilerini karşılamaya isteksiz kalıyor. Hiç kimse teknolojiye doğuştan sahip olmadığı gibi, sırf günlük yaşamın gerektirmesiyle her toplum onu sonradan edinme çabasına girdiği halde, hala teknolojik yeniliklere sa hip çıkma iddiasını geleneksel yaşama biçimini eleştirmek için öne sürenlere rastlıyoruz. Ama teknolojinin gelişkin ve ondan yararlanma sahasının geniş olduğu yerlerde, insanın kendine ve doğaya yabancılaşması yüzünden yükselen insani çığlık sön müyor: Sakınmanın takip ettiği alakada negatif doz ekşimez, bu işte bir eksiklik var; besbelli. Gücü ele geçirenin frenlenme si ezeli bir meseledir, denetleme sistemi kesin sonuç vermiyor; mütemadiyen işleyen bir adaletin mevcut olması şarttır. Ba zılarına göre, eksikliğin nedeni, teknolojiden yararlanmadaki eşitsizliktir. Bu iddiayı temel alan ideolojiler bile geliştirilmiş tir. Yeterli teknolojiye sahip olmayanlar yalnız kendilerine za rar vermekle kalmıyor, dünyada dengesizliğe sebep oluyorlar. Teknolojiyi satanlara kalırsa; teknoloji sebebiyle elde edilen ürünlere herkes sahip olduğunda çelişki ortadan kalkacaktır. Halbuki çelişkinin yer ve biçim değiştirmiş bir anlatımı vardır. Dünyanın teknolojiyle donanmış coğrafyalarını hayalimizde biraraya getirir, geri kalan kısımları bir an için kafamızda silip atarsak, hayallerimizi dolduran yerlerin kendi içinde barındır dığı eşitsizliğin de insani çığlıkların yükselmesine neden oldu ğunu görürüz. Giacomo Leopardi (1798-1 837) Hisseli Kıssalar adlı kita bında "makine çağı" deyimini kullanmaya karar veren bilimsel Akademi'nin ilgi çekici gerekçesine yer vermiştir. Romantik akımın bu kurucu şairinden öğrendiğimize göre, on sekizin ci yüzyıl sonlarında, "içinde yaşadıkları talihli çağın" önemli
Algılanan Çevre 1 75
eğilimlerini destekleme kararı alan Akademi, makinelerin gö rev ve kullanımlarının yalnızca maddi şeyleri değil, zamanla manevi şeyleri kapsayacak hale geleceğine inanmaktadır. Do ğadaki kimi güçlükleri, nasıl makineler sayesinde yendiysek, aynı şekilde bencillikten, vasatın egemenliğinden, budala ve kötüler refaha kavuşurken iyilerin ve yüce gönüllülerin her kesçe ihmal edilişinden, yoksulluk ve benzeri sorunlardan da makineler yardımıyla kurtulabileceğiz. Makine, insanoğluna o ölçüde heyecan vermiştir. Metnin çevirmeni Kemal Atakay' ın Türkçe adlandırmasıyla "hasetsavar, aldatmasavar, iftirasavar, kötülüksavar" ya da makine çağının imkanlarıyla, insani kötü lükleri giderecek başka bir aygıt bulunabilir. Filozofların insan soyunun ıslah edileceğinden umudu kesip yerine yeni bir insan soyu konulmasının daha kolay ve akla yatkın olacağı kanaa tine vardığı bir devirde, söz konusu Akademi manevi alanda düzelmeye katkıda bulunacak üç makineyi icat edecek olanları ödüllendireceğini ilan etmiştir. Eğer dönemin romantik şairi bir ayrıntıyı mercek altına almış değil de Akademi üyelerinin ortak olduğu bir görüşü dillendirmiş ise, akıl çağının bilim adamları, insanı karmaşık haliyle merkeze alıp çözümlemeye çalışan romantik şair ve yazarların duygu evrenini paylaşıyor, demektir. Erdemli olmayı, içtenliğin kötüye kullanılmamasını, kıs kanmamayı ve benzeri hasletleri insanlara kazandırması bek lenen icatların psikiyatristlerin çalışma alanı ile tabii ki ilgisi yoktur. Mucitlere ödül vaat eden akademi mekanik dünyanın, bir ruha sahip olan insanla birlikte algılanabileceğini, insan yaşamında mutululuğun bu suretle sağlanabileceğini söyle miş olmaktadır. Romantizme uygun bir dünya algısıyla -bir bakıma, beklenmedik bir yerde- karşılaşmış bulunuyoruz. Mekanik dünyadaki bilimsel keşifler tıp alanında insanlığın hizmetine girmiş, ameliyatların kansız, ağrısız yapılmasının yolu açılmıştır. İnsanlığa bu imkanı sağlayanlar da herhalde bir şekilde ödüllendirilmiş olmalıdır. Bu kazanımlara rağmen,
176 Çalkantı ve Dalga
yapılan icatları mala dönüştürerek piyasa koşullarına uyarlayan kapitalizmin, sağlık sektöründe devreye soktuğu mekanik şe malar karşısında bile insani yaranın merhemsiz kaldığını gör mekteyiz. Söz konusu akademideki bilim adamlarının, kötü hasletlerimizin makinelerle ıslah edileceğine dair beklentisi, insani hisleri ayaklandıracak sahnelerle dolu sağlık kuruluş larında; mesela, merhametin temel tutturmasına yol açacak ölçüde bile gerçekleşmemiştir. Bunun başlıca sebebi, mekanik dünyaya, doğal dünya içinde layık olduğu yeri verecek ve hak ettiklerini ondan alacak bilincin yerleşmemiş olmasıdır. Bütün iş mekanik dünyada, insanın bulunmadığı alanlarda gerçekleş se, bu kadarının kimseye zararı olmayabilir. Ama mesela, sağlık sorunlarının çözümünde teknolojiyle sağlanan, ucu bucağı gö rünmediği için sınırsızlık hissi veren kazanımların kapitalizme ve piyasa ihtiraslarına hizmet edecek biçimde konumlanması ve işin merkezine kazancın yerleşmesi önü alınamayan pek çok meselenin kaynağı durumunda. Birdenbire, Türk toplumunun makine yapan Batı ile kur duğu ilişkinin daha başlangıç döneminde hak ettiği karşılığı bulamamasıyla ortaya çıkan ikilem aklıma geliyor. Bu ikilem, tuzu kuru müzakereleri değil, memleket meselelerinin alev aldığı bir devirdeki duygusal patlamaları getirdi. Namık Ke mal, Avrupa'daki refah ile fen bilgilerindeki artış arasında bir bağlantı görüyor ve bunun önemini vurguluyor, sıra ruhun sa ğaltımına geldiğinde kararsız kalıyordu. Namık Kemal pozitif bilimlerin adamı olmadığından bilim alanındaki gelişmelere yaptığı göndermeler ülke ve insan temeline dayanıyor ve ken disinin romantik esinler taşımasının da sağladığı kolaylıkla, her seferinde, ruhların bozulma ve sağalma şartları aklına ge liyordu. Keşiflerin sonucunda ortaya çıkan makine ile ona sa hip olanların elde ettiği gücü başkalarını ezmekte kullanması, İtalyan şair Leopardi ve Namık Kemal'de aynı hassasiyetteki duyguları uyarmıştır. Mizancı Murad, Ahmet Mithat ve baş kalarının yazdıklarıyla, "Batı'nın bilimini alalım, ahlakını al-
Algılanan Çevre l 77
mayalım" sözünde özetlenen bir görüş, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren yaygınlık kazanmıştı. Sonraları Mehmed Akif bu görüşü kesin bir dile ve yakıcı bir üsluba giydirdi. Milli şairimizin vurgulama biçimi, Türk toplumunun önemli bir ke siminin şiarı haline geldi. Batı, mekanik dünya üstüne yaptığı çalışmalarla bize yararlı olabilir, ama aynı bilimle insanların doğal eğilimlerini düzene sokacak bir keşif yapamazdı. Bu ikilemin, Leopardi'nin sözünü ettiği, İ talya'daki Akademi'nin öngörülerini, dürüst ve erdemli olmaya yarayacak bir maki nenin yapılması arzularını ve böyle bir icatta bulunacak olan ların ödüllendirmesi vaatlerini hatırlamaya ne kadar müsait olduğunu anlamak zor değil. İ talya'daki Akademi üyeleri ile bizim o dönemdeki yazarlarımızın kaygıları ortak bir noktada buluşabilir. Düşüncenin konusu her şeyin odağında bulunan insan olduğunda, iki tarafın yazarları romantik esine açık hale geliyor. Ayrı dünyanın aydınları, aynı tarzda benimsedikleri romantizmin aurasında birleşiyor. Bütün dikkatlerin mekanik dünya üzerinde toplanmasında, piyasanın çıkarı vardır. Daha doğrusu, konu bu yönüyle de ilgi görüyor. Bilimsel çalışmalar itirazsız destek gördüğü halde "din bilim çatışması" gibi yapay bir konu, fikir geliştirmek amacıy la değil piyasa çıkarını gözetlemek için gerektiği zamanlarda gündeme alınıyor. İnsanın doğal dünya ile bağlantısının sıfıra inmiş olarak tanımlanması gerekiyor ki; piyasanın öngördüğü ekonomik ahlaktan sayılan "en az maliyetle en çok kar" amacı ahlaken meşrulaşabilsin. Sayısal teknolojinin egemenliğinde insanların mekanik dünyaya bağımlı kılınması, iletişim araç larından sağlanan yardımlar dolayısıyla da başlangıç dönemin deki romantik esintilere sahip çıkmakla yetinilen, makine çağı ortamından daha kolaydır. Sadece ve tek taraflı çıkar gözeten lerin, mesela sağlık sektöründe yürürlüğe koyacağı "en az ma liyet, en çok kazanç" ilkesi acaba neye hizmet edebilir? İnsana mı? Ekonomik çıkarın bu noktada aldığı biçim, insanları doğal dünyaya dikkat etmekten, bizzat insan doğallığına bakmaktan
178 Çalkantı ve Dalga
alıkoyuyor. Ben, algılarımın filozoflarla birarada gösterdiği, bi lincimin de yan yana görmek istediği bilim adamlarının araş tırma-geliştirme laboratuvarları aracılığıyla doğrudan piyasaya çalışan elemanlar olmasına alışamıyorum. Aklıma gelen bu son bilgiyi, her defasında hızla unutuşa bırakıyorum. * * *
Televizyonda bir müzik parçasını görüntü eşliğinde izlemeye başladım. Ekranda akan yapraklar duyusal imgeleri hareke te geçiriyor ve müzikle bütünleşiyordu. Dinleyeni kendisine bağlayan müziği anlatmak olmaz. Hüzün denilen ebedi hissi, taşkınlığı alınmış neşe halinde yayan müzik parçasını dinle mek ve görüntülerin ekrandaki akışını seyretmek lazım, ama anlatmayı deneyeyim: Atlar, ormanda geri geri koşuyordu. Bir müzik parçası eşliğinde ama koşu kendi başına bir dünyada. Önündeki boşluğa direnen atların adım atan ayaklarıyla geri geri kaydığını söylesek daha doğru. Bir sonraki sahneye ge çiyoruz, kuzular bağırarak, gerilere doğru adeta yuvarlanıyor. Bu sahnenin üzerimizde bıraktığı şaşırtıcı yön duygusuna göre, rüzgar ters taraftan esiyor ve ormandaki ağaçları ters ta rafa doğru yatırıyor. Gökteki bulut yumağı döne döne seyrelip küçülürken, başlangıcına, ilk zerre haline doğru gittiği hissini veriyor. Bir pamuk yığını seyreliyor, arkasından gökyüzü çıkı yor. Derken, bembeyaz giysiler içinde, masumiyet neşreden bir genç kız beliriyor ekranda. Etekleri öne doğru dalgalar yap makta iken, kız geri geri gidiyor, bize; kendisine ilgiyle bakan izleyicilere yaklaşamıyor. Adeta hiç istemediği halde onlardan uzaklaşıyor. Müziğin, hareket halindeki bulutların ve ters ta rafa yatan dalların eşliğinde bu geri gidiş, fezada perdelenmiş bir ana rahminin simgesel görüntüsü olmaya kadar varıyor. Dünyadaki oluşum, başlangıca ve başladığı noktaya dönüyor. Klibin ve müzik parçasının ismi: Masumiyete Dönüş. Zaten, yukarda kısa çizgilerini verdiğimiz görüntülere anlam veren de bu isimlendirmedir.
Algılanan Çevre 1 79
Benim dikkatimi çeken, böyle bir klibin, doğal dünyaya düşmanca bakan ya da dünyanın geri kalan bölgelerinde bırak tığı bu izlenimle tanınan kıtalardan doğup geliyor olmasıdır. Düşman nitelemesini asılsız yakıştırma sanmayınız; insanı bil ge katına erdiren, nesneleri ve onların doğal durumunu insana yararlı olacak şekillere sokmamıza yarayan ve bu nitelikleriyle binlerce yıldan beri insanlığın saygısını kazanmış olan bilim, insanın yaşamını sürdürebilmek için doğa ile yaptığı savaşın bir aracı olarak görüldü. Her savaşta karşı taraf düşman ola rak algılanır. Doğal dünya deyince, içinde insanın bulunma dığı doğa parçalarını, "natürmort" resimlerdeki gibi ölü doğa unsurlarını "insanın, sadece ona dışardan bakan seyirci olarak yer aldığı" konuları söylemek istemiyorum. İnsan doğal bir varlıktır ve doğal yaşama dahildir. Natürmort resimlerde insan figürünün dışlanması ilginç; doğanın savaşılacak düşman ola rak görüldüğü dünyada, insan bu doğanın dışında bırakılmış oluyor. Bu uygarfığın ilkelerinden birine göre, insanın doğal du rumunun değiştirilmesi gerekiyor. Taş, toprak, ağaç ne ka dar cismani ve maddi ise insan bedeni de o kadar cismani ve maddidir. Üstelik insan bedeni orijinal günahı tatmış olarak gelmektedir. Hıristiyanlığa göre beden günaha batmış olarak geldiği için "suçlu" durumdadır. O halde bu doğal durumun, dönüştürücü bir işleme tabi tutulması gerekir ki masumiyetine dönsün, suçsuzluğunu yeniden kazansın. Hani nerdeyse onla rın yaptığına bakarak, "Doğal durumumuz, pek de doğal değil" dememiz gerekiyor. Mekanik dünya, cansız nesneler üzerinde dönüştürücü iş lemlerin yapılmasını öngörüyor. Tabii ki, masif kitlenin dönüş türerek işe yarar hale getirilmesi gerekir. Aynı işlemleri insana uygulamakta bir beis görülınüyor olması, insan en başta "suçlu" sayıldığı için mi, acaba? "Kaba madde, yararlı olması için dö nüştürülmelidir" de olduğu gibi "Hayat, suçtan arındırılmak amacıyla dönüştürülmelidir." Bunu söylemek, mekanik dünya-
1 80 Çalkantı ve Dalga
nın ağırlığından kurtulma arzusunu dile getirmektir aynı za manda. İnsanın nitelikleri geliştirilmeyle özgürleşmek istiyor, doğallığının gözetilmesi gerekiyor. Mekanik dünyanın insanlara çokça egemen olduğu yerler den çıkıp gelen müzik parçası ve ona eşlik eden klip Masumi yete Dönüş adını taşıyor. Bu arzunun konusu insanın masum başlangıcına dönüşten başkası değil.
DOGAL DÜNYA 1
Doğallık, insanların birbirine karşı davranışlarında her zaman olması istenen ve perdelenmemesi gerektiği düşünülen bir ni teliktir. Herkes, muhatabının kendisine karşı doğal bir tavır içinde olmasını bekler. Doğruluk ve dürüstlük, adı konulma mış olarak bu beklentiye dahildir. Doğallığın asıl olduğunu, yapmacık davranışların bir insanı doğal halinin dışına çıkardı ğını düşünürüz. Bir kişinin çizgi dışı davranışı doğal halinden kaynaklanıyor olabilir. Çocukların ve yaşlıların herkesçe ma zur görülen halleri bu sınıftandır. Öte yandan yontulmamışlık, kabalık kendiliğinden ortaya saçılsa da, neden doğal olsun? Ya da adamın doğal hali bu ise, cevaz verilmeli mi? Gerçekte insan, bir davranışa muhatap olduğu zaman vereceği karşılığı ölçebilmek ister. Aklın devre dışı kaldığı bazı davranışlar vahşi körlüğe benzediği için, duruma "vahşet" denilmiştir. Vahşi do ğanın aman vermez şartları, insanı aciz bıraktığı için vahşidir; uçurum, insanı dışlar, müdahaleden yoksun bırakır; korku ve sorgulama hissi doğurur. Bu sözlerde dostane ilişkilere dair bir ima yok, akla gelen, dostluk ortamıysa, tabii ki sözüm meclis ten dışarı! Ne yapacağını bilen ve bilmek durumundaki kişi, zaten muhatabına sorgulayıcı üslupla yaklaşmaz. Tepkisine neden olan davranışı bir anda kavramaktır onun için önemli
Algılanan Çevre 1 8 1
olan; bu davranışın doğuştan getirilmiş ya d a sonradan edinil miş sayılması gerektiği ilgilendirmez onu. İncelik sahibi ve anlayışlı olmak kibar insanlara özgü tavır lardır ve saygıyla karşılanır. Bir toplum kutuplaşmadan besle niyorsa, güç gösterisi kibarca davranışın önüne geçer. Bir insan ilişkilerini senli benli olarak sürdürdüğü yakın çevresinde ne güç gösterisi yapabilir ne de özentili davranışta bulunabilir. Bu gibi tavırlara ihtiyaç duyulmaz. Özenti ve yapmacıklı tavır sı radan, önemsiz ve ihmal edilebilir bir harekete bağlı olduğun da bile sert tepki doğurur. Çünkü saygının doğması özentiyle engellenmiş, saygınlığa ihanet edilmiştir. Doğal davranışın dışında özenti ve yapmacıklı hareketin yaygın olması, kibar lığı, bir tür ahlaki inceliği hatta insandaki asaleti perdeliyor. Saygıyı hak eden, saygı duyan ve duyulan insanlar vardır, ama kamplaşmanın günlük yaşama hükmetmesiyle nezaket arka planda kalıyor, bu . isanlara özgü her incelikli davranış doğal olamaz görü�üyor. Halbüki asalet sahibi insanlar vardır, her insanda asalete layık bir taraf vardır ve bu insanlar doğal hal leriyle hareket ederler. Makul insanlarda görülen sert tepkileri her zaman yapmacıklık olarak görmek haksızlık olur, görgüsü ya da seçkin çevrelerde yetişmesi nedeniyle edinmiş olduğu kimi alışkanlıklarına bakarak, ortalama insan davranışına ayak uyduramadığı gerekçesiyle bu insanları suçlayamayız. Sevgiyi, dürüstlüğü, adil davranışı özümsemiş, her anlamda güzelli ğe ve doğruluğa alıştırılmış bir ruhun yansımalarını kendine özgü bir üslupla sergileyen kibar insanların doğallıktan ayrıl mış sayılacağını kimse düşünemez. Çünkü her zaman kendini düzeltmeye hazır olan bu ruhun araçları aldığı eğitimle zen ginleştirilmiş hasletlerdir. Temelinde bu hasletlerin bulundu ğu, deneyimlerle zenginleşmiş içgüdüsel davranışlar doğuştan kazanılmış olanlar kadar doğal gelir bize. Ruhsal eğitimin in sanı doğallığına döndürmek gibi bir niteliği vardır, suyun top raktan süzerek arıtılması gibi. İnsanların sıradan ilişkilerinde hiç de doğal sayılmayan garip bir tutum, kimi zaman o tutumu
1 82 Çalkantı ve Dalga
sergileyen kişinin tam da doğal halinin yansıması olabilmek tedir. Oysa birinin, tuhaf karşılanacak halleri kendine yakıştı racağı, gündelik yaşamda bir ihtimal olarak bile düşünülmez pek. İ nsanın muhatabından beklediği iyi niyet, aynı zamanda kendisine duyduğu güvenden kaynaklandığı gibi kendisine yönelen beklenmedik bir tavra karşı, vereceği tepkide yanıl mamak arzusunu içermektedir. Aksini bildiğiniz bir durum yoksa karşılaştığınız kişinin doğal haliyle davranacağını, oyun kurmayacağını düşünürsünüz. Hiç kimse, beklenmedik bir anda beklenmedik bir davranışla karşılaşıp nasıl davranacağını bilemez durumda kalmak istemez. Demek ki, doğal dünyaya ilişkin özel bir ülküsü olmayan sıradan insan, başkalarının do ğallığını sırf onların toplum üzerinde bıraktığı izlenimin salim olması için değil, kendisi için de istemiş oluyor. Öte yandan politika ve diplomasinin, ele aldığı konuların çözümünü kolaylaştırmak amacıyla geliştirdiği ifadeler, dav ranışlardaki ayrıntıların kimi zaman gizlenmesi kimi zaman kaçırılmaması amacının gözetilmesiyle ve müzakere alışkan lıklarının da etkisiyle dolambaçlı hale gelmiştir. Açık beyanla rın aynasında hiç de doğal görünmeyen bu ifadeler, olağanüstü durumlarda çok önemli işlevleri yerine getirebilirler. Bu ne denle, örneğin taktik davranış, politika ve diplomasinin dışına taşarak ve zekanın hakkı olarak günlük hayatımıza girmiştir. Artık alıştığımız bir durumdur bu. Ama insanlar muhatap larının doğallıkla davranmasını beklemekten geri durmuyor, başkasının kararına karışmasa da, kendi doğallığının tehdit altında bırakılmasını hak etmediğini, kendisinin doğallıkla muhatap olmayı hak ettiğini düşünüyor. Örneğin, "Bu bana yapılır mı?", "Bana böyle davranılır mı?", diyor. İnsan, taktik lerin asla işlemeyeceği ya da taktiğe başvurmanın kendiliğin den gayritabii sayıldığı bir yakın çevreye sahip olmayı ister. Bu hakkı karşılayacak, kendisi için hak bellediği ortamı ona sağlayacak olan da başkalarıdır. Biliyor ki; zihinsel güvenliği böylece teminat altına alınmış olacaktır. İ nsanlar başkalarının
Algılanan Çevre 183
ahlaklı olmasını, genellikle kendilerine gelecek zararı öngörüp önleyebilmek için isterler; yoksa mücerret olarak ahlakın ika mesi, sorumluluk duygusu başta olmak üzere belirli nitelikle re sahip gerçek seçkinlerin umurunda olabilir. Halbuki ahlak kuralları başkalarının ona uymasını beklemeden önce insanın kendisinin "öteki"ne karşı doğal olmasını, yanıltıcı davranışa girmemesini öngörür. Cansız varlıklara bakarsanız, doğal dünya oldukça kabadır. Serttir. Onlara dokunduğunuz zaman, uzaktan görünüşle rindeki okşayıcılığın yerinde yeller esiyor olabilir. Madenleri eritmek için kalıba dökmek gerekir. Taşı işe yarayacak biçime sokmak, bunun için de taşın küt halini gidermek zorunludur. Rengarenk ormandaki, uzayıp giden çıplak ovadaki manzara nın, taşın, ağacın, göz alıcı dağların, kıyıların güzelliğini (doğal algımızın onları iyi karşılamasını) unutmasak da doğal hayatın direnişçi gücünü vurguyla belirtmek zorundayız. İnsan için ik lim değişmelerinden, rüzgardan tozdan, havadaki rutubetten korunmak zarureti vardır. Bunlara ek olarak, yeryüzünün el değmedik her bölümünün insan üzerinde eşit derecede doğal lık ve doğa duygusu uyandırmadığını söyleyebiliriz. Ormansı bir alanda tatil yapan çocukları gördüğümüzde "doğa ile baş başa olduklarını" düşünürüz, bu görünümün verdiği ferahlığın kaynağı ağaçlar mıdır çocuklar mı; ayırmayız. Buna benzer bir çocuklar topluluğunun deniz kıyısında ürkerek, çekinerek su larla oynaşması tam da onların doğa ile baş başa olduğu hissini vermez. Derinliği ve dalgaları algılayan çocuklarda direnme tavrının harekete geçtiğini ve hüküm koyduğunu fark ederiz. Dayanıklı olmaya dönüşmüş direnç halini hiç göstermeyen ler de vardır aralarında ama dalgalı suya dalanlarda, sere ser pe yattıkları ormanda olduğu kadar kendilerini doğaya teslim ettiklerini göremeyiz. Ağaç doğal gelir, ondan bir parça olan tahta bile. Bahçeyi, ağaçları rahatlık verici, kendimizi onların işlevine yakın görebildiğimiz için bitkilerin dünyası bizi sarar. Topraktan çıkarılmış metal aynı duyguları vermiyor, yakınlık
1 84 Çalkantı ve Dalga
duymamız için onun az çok elden geçirilmesi gerekiyor. Nes neler işlenmeli, işe yarar ve kullanılabilir hale getirilmelidir. (Böylelikle, bilim yapmak ve onu uygulamak insanın ödevle rinden biri olmuştur.) İnsanların birbirine ve bize karşı davranışlarında doğallığı talep ettiğimiz halde, nesnelerin kullanımı söz konusu oldu ğunda, onları doğallığından az çok uzaklaştırmak gerektiği, bir nesneyi işlemenin, onu doğal yapısından uzaklaştırıp bize yaklaştırdığı düşüncesi zihnimizde yer etmiştir. Nesnenin hammaddesi yanımıza yaklaşmak ve işe yaramak için doğal lığından uzağa atılmış sayılıyorsa, (o halde) biz doğal olmayan yerdeyiz gibi bir paradoks ortaya çıkıyor. Ya da nesneleri kul lanıma uygun hale getirerek insana yaklaştırıldıkça, işlev artışı kazanmış bir doğallığa geçmiş oluyor. İ şlev artışı, onu insanına ilişkin doğallığa yaklaşıyorlar. Gerçekte var olmayan paradoks, bilim yapmak ödevinden bir "mekanik dünya" çıkarıp, bu dün yayı doğallığın açılımı ve uzantısı olarak açıklayamayışın ve mekanik dünyayı doğal dünyaya rakip saymanın eseri olan bir görüntüden ibarettir. İ şlenmek suretiyle, işe yarar hale getiri len maddenin kapasitesi yoklanmış ve keşif yapılmış olur. Keş fedilenler, onun doğasına dahildir. Doğal yapıdan uzaklaşma, bizim imgelemimize ve söylemimize göredir. Yoksa nesneler dönüşürken de kendini ifade etmeyi sürdürürler, bir nesnenin işlenmesiyle, işlevinde artış meydana gelir. Ortaya çıkan her yeni işlev, onun doğasına dahildir. Ruhsal eğitim insanı doğallığına döndürür ve gerektiğin de doğal durumuna dönmesi için ihtiyaç duyacağı yöntemi ona öğretir. Herhangi bir geriye dönüş belirtisi olmadığı hal de verilen ruhsal eğitim, çocuktaki saflığın kaybolmamasını, gerçeklikle girdiği sınavlardan geçmiş yetişkin insanın çocuk doğallığıyla birlikte yaşlanmasını temin eder. Birinin, kendi ne gelmesini istediğimiz zaman, onun doğal haline dönmesini istiyoruzdur. "Kendine gel!" dileği ile acaba muhatabımızın, hangi gerçeklikten kopmasını istemiş oluruz? Sözün komut
Algılanan Çevre 1 85
kipinde olması, onun içten bir dilek olma niteliğini değiştir mez. Bir kişiye "Kendine gel!" dediğimizde ondan istediğimiz, takılıp kaldığı dış gerçekliği bırakması, doğal haline, yani ken di gerçeğine dönmesidir. İnsanda doğallığı talep ederiz; nesne de kullanıma uygunluğu. İ nsan yaşamı değişimlerle sürüp gider. Kimlik dediğimiz nitelik bir anlık görüntü, insanın herhangi bir anda çekilmiş resminin aslı ve kendisi olamaz. Yaşamımızdaki bazı değişim leri, değişmesini istemediğimiz bir nitelik uğruna hoş karşı lar, kabul eder, hatta bağrımıza basabiliriz. Kimlik oluşturucu niteliklerimiz, özünde sabit kalır ve değişimlerle devam eder. Böyle olduğu için bizi ötekileştirmesinden korktuğumuz sar sıcı değişimlerden şikayet ederiz. Zihnimizin sürüp giden da ğılma ve yeniden yapılanma süreçlerini kesintiye uğratan deği şim, ötekileştirme tehlikesini taşır. Bunu varlığımız için tehdit sayarız. Değişim, varlığı su ile yıkanır gibi yenilemeli, doğal durumun sunduğu imkanlardan bir yaprağın daha açılması olmalıdır. Dileğimiz budur. Değişim, yenilenmeyle sonuçlan malıdır. Böylece değişim doğallığa hizmet edecektir. Nesneler de insanlığa, hayata, biricik insana yararlığı artsın diye işlenir, bilim yapmak keyfi bir işlem değil, insanlık ödevidir. Yaşama hizmet edeceği düşüncesiyle nesnelerin değişmesini ister, işe yararlılığını artırmak amacıyla onu kendi elimizle değiştiririz. Nesneler de ısındığında genişleyerek, su içinde çözülmeye baş layarak, başkalaşarak, kıvılcım· saçarak, donduğunda katılaşa rak, çürüyerek, kokarak, kısacası halden hale geçerek işlenmeye hazır olduğunu, insanın kullanım amacına göre başka biçim lere girebileceğini daima bize söyler. İnsanın doğal dünyadan uzaklaşmaya direnen yanı hiç ortadan kalkmaz. Nesnelerin de ğişime uğramakla doğal niteliklerini yitirmediğini, işlev görme sınırlarının genişlediğini, yararWık ölçülerinin arttığını biliriz.
186 Çalkantı ve Dalga
2 Doğadan ayrı bir mekanik dünya yoktur; sadece doğal dünya nın sırlarına yaklaşıldığı ölçüde, mekanik dünyaya ilişkin bil ginin açılımı vardır. Bu da bilimsel bilginin artması demektir. Peygamberle gelen haberin kılavuzluk ettiği çağlarda, nasıl her bulgu doğal dünya ile irtibatlandırılmış ve insanın mevcudiyeti (kozmik düzen ve) doğal dünya içinde anlam ifade etmişse, aynı kültür dünyası içinde insanın bulgularına yorum getiril mesi zor olmamıştır. Bir nesne insanlar tarafından kullanıla bilir hale geldiğinde, kendi doğallığının dışına çıkmış değil, sadece yer ve biçim değiştirmiş olmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de böyledir. Bir farkla ki; çağımızda mekanik dünyanın doğal dünyamızda meydana gelen bir açılım olarak görülmesi ve bu doğrultuda bir yorumla insan yaşamına eklenmesi kolay görünmüyor. Düşünce halinde başarmak bile kolay olmamalı ki; insanların dünyasında doğal olarak mevcut bulunan, doğal dünyayı müşahede etmekle beslenen ve temelinde merhamet, adalet gibi duyguların da bulunduğu sevgi-nefret dengesine ölçüler getiren inançların varlığını istemek, uğraştıran bir me sele oluyor. Uğraştırıyor da ne oluyor? Doğal dünyanın varlığı ve işleyişi devam ediyor elbette. Ama doğal dünyanın varlığı, "çokluk içinde birlik" duygusunun yerleşemediği, çokluğun az unsurlu bir kısmıyla sağlanan geçici ve mevzii "uyum"lularla devam edebiliyor. Bilimsel bilginin artması ile doğal dünyayı algılamadaki eski alışkanlıkların yan yana gelmesinden doğan paradoks "in sanın ilerlemesi" fikrinde de yaşanmıştır. İnsanın ilerlemesine ilişkin kavram yakın çağların bir ürünüdür ve insanlar, iler leme fikrine bağlanan paradoksu aşmak arzusundadır. Para doks çoğunlukla bilimsel bilginin sahibi olmayanların olanlara yönelttiği, fiili olarak beyhude eleştiride görünür hale geliyor. Duyular yolu ile edinilen bilgi, imgelem dünyamızda dolay sız biçimde yer aldığından, onları, merhamet, adalet, vicdan
Algılanan Çevre 187
vb. duygularımızın yer aldığı dünya ile biraraya getirmek zor olmuyor. Evden uzaklaştırmak gerektiği halde mutfakta kalan sebze atıklarının zararlı olduğunu bana duygularım bildiriyor. Bu bilginin, doğduğu anda imgelemimin bir parçası olduğu açıktır. Sebze atıklarından hangi sürede, ne ölçüde mikrop üreyeceğini ve hangi hastalıkların ortaya çıkabileceğini, çocuk ların ve yetişkinlerin sağlığı üzerinde hangi mikrobik etkile rin oluşacağını açıklayacak olan ise bilimdir. Bunu bana duy gularım söylemiyor, bilgi edinerek öğreniyorum. Nesnelliğin gözetildiği bilimsel bilgi ile imgelemde biçimlenen duyumsal bilgi aslında birbirini yadsımaz. Ama iki bilgi kaynağı arasın daki paradoksun ortadan kalkması ve bilimsel bilginin imge leme mal olması, deneyimlerden oluşan bir sürecin yaşanma sına bağlıdır. İ mgelemde doğrudan yer eden bilgi, olgunlaşma anlamında insanın ilerlemesine doğrudan katkıda bulunuyor. Bilimsel bilgi, ölçümlerin sayısal sonucu olarak arttıkça, nes nelliğine diyeceğimiz yok ama doğasının gereği olarak imgele mimizin uzağında teşekkÜ.l ediyor. Aradaki uzaklık azaldıkça bilgilerin, imgelem zenginliğine yaptığı katkı artar ve eleştiri azalır. Aslında ahlak odaklı eleştiri bilginin kullanımına iliş kindir ve hangi taraftan gelirse gelsin; insana sorumluluğunu hatırlatan ve onun doğa karşısındaki davranışına ilişkin ahlaki kaygılar dikkate alınmaya değer. Tarihin karanlık dönemlerindeki zihinsel çöküşlerin, fetret dönemlerinin ve tekrar aydınlığa erme süreçlerinin ayrıntıla rını bilmiyoruz. Yine de bilincimizin uzağında kalan çağlarda doğa ile uyum içinde yaşandığına (doğa ile insanın mücade lesi bu yaşama dahildir) dair bir ön kabule sahibiz. Bilim ala nındaki gelişmelerin bütün insanlığı kapsamına alma istidadı göstermesinden önce günlük yaşamın sürdürülmesi için doğa ile yaman mücadelelere girişildiğini, bilimsel buluşların gün lük yaşamımızda kolaylık sağladığını bilmemiz bu ön kabulün ortadan kalkmasına yetmedi. On dokuzuncu yüzyıldaki şek liyle insanın ilerlemesine verilen anlam, "mekanik dünya"ya
1 8 8 Çalkantı ve Dalga
uyumun artırılması olmuştur. Gerçi, bu amaçta bütün filo zofların hemfikir olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin Goethe'ye göre ilerlemenin anlamı "şeklin ifadesini artırmak bakımından tamamlama" olmalıdır. Goethe insanın ilerlemesinden insanda zaten mevcut bulunan yeteneklerin işlevlerinin aynı yolda ge nişletilmesini, tamama erdirilmesini anladığını ifade etmiştir. Bu ise göz önündeki bir paradoks karşısında umursamazlığı değil; ilerlemenin sadece doğal dünya içinde, onun devamı şeklinde ve ondan kopuk olarak yorumlanmadan sağlanacağı kanaatini bize veriyor. Bu kanaate göre, varlığın doğa ile uyum içinde tasarlandığına ilişkin eskilerden kalan ön kabul, haliha zır gerçekliğin yorumuna dönüşmüştür. İlerleme düşüncesi, toplumların, maddi zenginlik artışın dan doğan kazanımlarını yorumlayanların bir bölümü tara fından sürekli eleştirildi. Bilimdeki ilerlemenin kendisi değil, bilgi artışının sonucu olarak teknolojik ve ekonomik birikimin imtiyazlı ülkelerde toplanması eleştirilerin başlıca kaynağıdır. Aydınlanma kavramı ve süreçleri daima tartışmalı olmuştur. İnsanlığın kazanımları bir gerçek; ama belli bölgelere yığılan zenginliğin manevi anlamdaki ilerleme ve gerilemeyi örtmesi dünyanın büyük bölümündeki güven bunalımının devamına yol açıyor. Yavaşça olsa bile yaygınlaşan zenginlik, insanlar arasında iletişim, anlaşım ve uyumun aynı ölçüde artmasını sağlamıyor. Bu durum hakkında, hiç kimse, gemisini kurtaran kaptanlarla aynı doğrultuda düşünmek zorunda değil. Ancak atı alıp Üsküdar'dan da öteye geçmiş olanların hüküm sahibi olduğu, konulan hükümlerle gözetilen kesimlerin değişmediği de bir gerçek. İlerlemede mesafe kaydetmiş olmak, ne demek? Bir toplumun, alışılmış bir durumdan daha elverişlisine ya da öncekinden daha geniş bir boyuta doğru yer değiştirmesine, ilerleme diyebiliriz. Bununla birlikte, dünyanın tatlı su yatak ları gibi tehlike izlenimi vermekten uzak aldatmacalarla dolu olduğunu unutmamak zorundayız. Söz üretmek, bir tartışma da taraf olarak önceden hazır dinleyici ve okuyuculara hitap
Algılanan Çevre 1 8 9
ederek tatmin olmak mümkün. Büyük yazarların üslubundan gazeteci diline geçmek, bu mümkünü kolaylaştırmıştır. Var lığın mahiyeti, insanlığın mevcudiyeti, başlangıcı, gidişatı, olgunlaşması ve düşüşüne dair meselesi olmadan, bu konu larda, yakın ve uzak atalarımıza güven vermiş özlü görüşleri unuttuktan sonra hayatın başlangıcı ve sonu hakkında arayışa ve fikir yolculuğuna çıkmadan, çıkmış göründüğümüz halde, tartışmanın şehvetine ve gazeteci diline bağlı kalarak aldatma caların labirentinden dışarıya çıkamayız. Hayatta eksiklerimi zi kapatmanın yolunu bula bula ilerlemek yetmez. Toplumsal ilerleme süreci, fikir oluşumunun sancılarıyla baş ederek gön lün yaralarını sarmayı, yarının ümidiyle bir hayat tarzını yo ğurma çabasını ihtiva etmelidir. İki binli yılların başında, yaşamı yüce değerlere uyarlama amacından vazgeçip günlük yaşamdaki beklentilere pozitivist çerçevede bağlamayı yeterli gören, ilerlemenin parsasını topla mış olduğu bilinen ülkelerğe ortaya çıkmış ve bütün dünyanın görebildiği, hatırlanası bir örnek var. Bu örneği anmanın uy gun olacağı yerdeyiz: Otobur hayvanlara et yedirerek onların bünyesindeki doğal dengeyi altüst eden ve bu altüst edişin yol açtığı hastalık insanlara sıçrayıncaya kadar bunda bir günah ve hata görmeyen insan zekası, insanın mekanik dünyaya uyu mu (ve teslimi) için her yol� deniyor da bunun doğal dünyada meydana getirdiği ruhsal tahribatı görmek ve gösterenleri din lemek için galiba toplu bir felaket bekliyor.
İNSAN YAPIMI DÜNYA Toplum enerjisi yaşamın bütün alanlarına aynı oranda yayıl maz, yoğunlaştığı, odaklandığı yerler vardır onun; kimi zaman yapıcıdır, kimi zaman yakar yıkar. Bir güç, görünür hale gel miyor, hiçbir yerde etkili olmuyorsa, iyimserliğimizi koruya cağız diye vehimlere vehim katarak enerjinin orada mevcut
1 90 Çalkantı ve Dalga
olduğunu ileri sürebilmek için toplumun üzerine serpilmiş ölü toprağından bihaber olmak gerekir. Hareket yok ise yoktur; potansiyeli gözlemekten fayda umamayız. Bu bağlamda, "Çık madık canda umut vardır" da diyemeyiz. Çünkü enerji, insana ve topluma hayatiyet vermek için vardır, vererek varlık kazanır. Yoğunlaştığı bir yer bulunmayan enerji ölü toprağının altın daki maddeden ibarettir, bir atılımın başlatıcısı olamaz ve yok hükmündedir. Bazı dönemlerde toplumun entelektüel enerjisi bir yerde toplanır, cazibe noktaları oluşur, olup bitenleri anlamak için bu noktaların üstüne eğilen herkes, enerji odağından pay alır. Toplumun ayağa kalktığı, böyle, istisnai dönemlerde enerjinin toplanıp dağıldığı merkezler önem kazanarak her taraftan gö rünür. Toplum enerjisinin görünürlüğü, şiddetli iktidar mü cadelesi, ayaklanma, entelektüel çabalarda yaygınlaşma biçi minde olabileceği gibi, kapsayıcı bir tasarım etrafında biraraya gelme şeklinde de olabilir. Entelektüel çaba bireysel plandaki yoğunlaşmalarla yaşam bulur, tasarımlar bu yaşamın ürünü olarak ortaya çıkar. Entelektüel çabaya bağlanmış enerjinin doğruya kullanılacağı kesin değil; verimsiz tartışmalarla boşa gittiği, peşine takılan bireysel enerjileri heder ettiği çoktur onun. Çoğunlukla entelektüel doygunlukları özümseyememiş kafalardan çıkan siyasi tasarımlar bireysel birikimleri toplum geneline yaymaya yetecek ölçüde uzak erimli olamamış, birey sel çabaların sonuçları çaba sahibinin deneyimi ve kişisel ka zanımı olarak kalmıştır. Toplum enerjisinin farklı merkezlerde yoğunlaşması, tarihin belirli zamanlarında kutuplaşmaya ya da iç savaşa kadar gidebilen çok taraflı ve çok odaklı kaynaşmala ra yol açmıştır. Gerçek ya da sahte kahramanlar üzerinden itiş kakışla ilerleyen kaynaşmaları toplumların arınma biçimi ola rak görenler vardır. Bunlar, tarihlerin acı veren tasvirlerle yaz dığı insanlık trajedilerini fazlalıkların atılması sürecine bağlı olarak yaşamın olağan seyri içinde görmeyi tercih etmişlerdir. Bir savaşın tarihi dönüşüm anının belirleyicisi olmakla önemli
Algılanan Çevre 1 9 1
hale gelmesi, binlerce yıllık tarihteki iç savaşlar dizisinin sayı sına oranla nadir görülen bir durumdur. Çünkü iç kavgalar ço ğunlukla otoriteyi çökertmiş, biribirine düşürüp enerjisini boşa akıttığı toplumlar için çürütücü olmuştur. Yine de çekirdek toplum genelinin yararına ve gelecek için ufuk açıcı sonuçlar ortaya çıktığı takdirde, iç kavganın sebep olduğu pek çok acıya rağmen, kavganın şahidi ve bir şekilde tarafı olanlar, genellik le her şey olup bittikten sonra, olayların bütününe hayırhahça yaklaşmayı görev sayarlar. Peki, toplum enerjisinin birbirine diş bilemekten kuvvet alan gruplara bölünmesi ve iç çatışmaların yol açtığı parça lanma, ne zaman hastalıklı uzuvlarının kesilip atılmasına ve toplumun arınarak olgunlaşmasına yol açmıştır ve aksine han gi koşulların ortaya çıkması toplumu batağa, çürümeye ve yok oluşa sürükleyen süreçleri doğurmuştur? Bu soru üzerindeki düşünce, hesaplanmasına imkan olmayan toplumsal maliyetin neliğini anlamaya ve maljyetin niteliği hakkında fikir sahibi olmamıza yarar. Bir işi yapmanın ya da gerekli bir girişimden kaçınmanın, ölçülmesi hiç de kolay olmayan toplumsal mali yetleri vardır. Finansal maliyetleri belirlemek zor değil. Tar lasını ekmeyen, fabrikasını çalıştırmayan kişinin ne kadarlık kazançtan vazgeçmiş olduğu, ekmediği, çalıştırmadığı sürelere bakarak hesaplanabilir. Ekonomistler bu hesabı yapabilirler. Bir evin kiraya verilmemesiyle sahibinin ne kadarlık kira ge lirinden yoksun kaldığını herkes hesaplayabilir. Ama benzeri bir ihmal yüzünden, bir kişinin değil bütün toplumun daha iyi yaşama koşullarına kavuşması mümkün olduğu halde, ka pasitelerin kullanılmaması nedeniyle uğradığı kayıpların he sabını hiç kimse yapamaz. Tasarlanması gereken salt tasarı ve hayal gibi görünen bu gerçek, toplum enerjisine değer veren düşüncenin, ekonomi yönetiminin ve devlet yetkililerinin gün demine girmiyorsa vay o toplumun haline! Diyeceğim o ki; toplumsal kayıplar, finansal kayıplarda olduğu gibi hesaplana maz; ancak tartıya alınabilir, anlama çabasının konusu olabi-
1 92 Çalkantı ve Dalga lir. Olmalıdır. Örneğin, bir ülkede az bilinen bir dile vakıf bir mütercimin kitap çevirme imkanı bulamamasından dolayı o toplumun uğradığı kaybı kimse hesaplayamaz. Ya da örneğin, bir şehirdeki elli inşaat mühendisinin bir yıl çalışmamasından doğan maddi kayıp birkaç yoldan hesaplanabilir olduğu halde, aynı nedenle, toplumun barınma güçlüğü ve ona bağlı alanlar da neler kaybettiğinin kesin hesabı çıkarılamaz. Bir kasabada doktor bulunmadığı için meydana gelen sağlık kayıplarının hesabı çıkarılamadığı gibi, varsa cerrahların çalışma imkanının sıfır olmasından doğan toplumsal maliyeti hesaplamaya imkan yoktur. Bu örnekleri entelektüel konulara yayarak çeşitlendir mek toplum ölçüsündeki kayıpların niteliği hakkında bir fi.kir verir. Toplum enerjisi başka türlü de heder olabilmektedir. İç kavgalar, baş nedendir. Daha iyi yaşamak ve yaşam koşulları nı iyileştirmek için, toplumu oluşturan her kişinin göstereceği çaba, yapacağı iş ve harcayacağı enerji verimli olacağı yatağı bulmadığı zaman, ortaya çıkan görünmez kayıplar toplumsal maliyeti oluşturur. Bir kaybın varlığı, yokluktan belli olur. Du yuların algılamadığı kayıpları görmek için ya bilim odaklı dü şünce sahibi olmak ya da feraset sahiplerinin işe el koyması ge rekir. Kazanılması mümkün olduğu halde mevcudiyet olmayan bir kayıp (potansiyel) varlık, ihmale uğrar ve bu ihmali yıllarca gören olmayabilir. Toplumsal maliyetin kesin hesabı yoktur. Bir eksiğin giderilmesi için fert fert ödenen bedel, o eksikli ğe özgü olmak üzere bir maliyet hesabı sayılabilir. İnsanın her anlamda ve her türlü enerjisinin son damlasına kadar değerle nip yerini bulacağı bir toplumsal düzenin gerçekleşmesi ise bir hayal. Ancak bu hayalin, "hayal olarak yaşamın gerçeği" olma sı, girişimler için esin kaynağıdır. Türkiye, kaybedilen toplum enerjisi üzerine düşünerek ölçümleme yapılacak ve yapılması gereken bir ülkedir. Feodalitenin kırılmaya yüz tutmasından itibaren iç çatış malara çokça sahne olan Avrupa ve Batı dünyasında moder nist düşünüşe uyumlu şekilde hemen her zaman ve her konuda
Algılanan Çevre 193
"bugün''ü yücelten bir tutum benimsenmiştir. İlerleme odaklı düşünüş, bir konuda günümüzde yapılanlar yeterli olmasa da daima "bugün''ün dünden iyi görülmesini gerektiriyor. Moder nleşmenin motoru Batı dünyasında olduğuna göre tek başına ele alındığında yanlışlık bulunmayacak bu yaklaşım biçimi, aynı zamanda, Avrupa'nın bugünkü toplumsal yapıya gelmesi ni sağlayan modernleşme sürecini yüceltmenin bir yolu oluyor. Genel olarak siyasette, kültürde ve başka alanlarda yüceltme yöntemine propaganda amacıyla da başvurulmuştur. Modern Avrupa toplumlarının yapılanması bizim kuşağımızın doğdu ğu dönemden çok önceki tarihlerde gerçekleşti. Yüceltmeye dayalı propagandanın kökü eskilerdedir ve artık her söylemin merkezinde durmuyor. Günümüzde Avrupa'nın birleşmesi hedefi devletlerin, bu çerçeve içinde de şirketlerin birleşmesini kapsamakta. Şimdiki gelişme Avrupa toplumlarının sanayi leşmeye paralel dönüşümünden ve yapılanmasından farklı bir amaca yöneliktir. Avrupa)le ilişkilerimizde odaklanıp çaresiz likleri konuşup durmaktan, Avrupa'nın kendi içinde, kendisi için düşündüğü amaçları irdelemeye vakit ayıramıyoruz Bu da "şimdi"yi yüceltmenin bir yolu oluyor. Çünkü özünde ken dimizi savunma amacına dayalı ve gerçeğin açığa çıkmasında katkısı bulunmayan ve gerçek duruma tekabül etmeyen eleştiriler anlamlı değildir. . Günümüzde, Batı kaynaklı ve özellikle kapitalist dünya daki uygulamaları konu edinmiş bir eleştiri dalgasının öteden beri var olduğuna şüphe yok. Bu dalganın içinden çıkan, kitap çapındaki çalışmalar bizde, asıl yazılma amaçlarından başka türlü algılandı. Çünkü sistemin eksiğini gediğini göstermek is teyenlerle onu tepetaklak ederek düzeni kendi lehine yeniden kurma peşinde olanların çalışmaları birbirine karıştırılmaktay dı. Batı dışında ve sanayileşme yolunda Batı'ya ulaşmayı hedef almış toplumların gönlünü okşayacak, eleştirel bakışlarından düşmanlık çıkmasını önleyecek ve onların beklentilerine des tek verecek nitelikte işlevi bulunan çalışmalar temelde batının
1 94 Çalkantı ve Dalga
dahili onarımına hizmet etmekte ve dolayısıyla bütün modern dönemin şuur altına işlemiş bulunan "bugünü yüceltme" is teğinin içinde yer almaktadır. Bunun dışında, keskin dilli ve kıyasıya sertlikte ifadelerle yapılan eleştiri, bugünkü kurulu düzenin destekçileri tarafından yapılıyor olmayıp genel an lamda insani ölçüleri koruma ve insanlık değerlerindeki kaybı önleme yönünde hassasiyet sahibi kimselerden geliyor olsaydı, felsefi anlamda "bugün olmayan"la yüzleşmek hususunda daha cesur olmalı değil mi idi? Avrupa'da, reform dönemindeki teolojik sorularla başlayan kavga ve daha sonraları burjuvazinin gelişme sürecinde görü len çatışmalar, hemen bütünüyle hastalıklardan arınma süre cinin doğal sonucu ve "şahane bugün"ü hazırlayan olgunlaş ma serileri olarak algılanmıştır. Yapılan değerlendirmelerde, ağırlık hep kazanan taraftan yana konuldu ve değerlendirme sonuçları, bugünü yüceltme amacına uygun olarak şekillendi. İç çatışma, safraların atılması olarak değerlendirilince insa nın olgunluğu, (Avrupa toplumları gibi) iç çatışmalardan çıkıp gelen toplumlara mahsus sayıldı. Temeli ve çatısı iyi kurulmuş bazı devletlerin hala çatışma üretip başka yerlere ihraç etme yi niçin sürdürdüğü sorgulanmadı. Onları sorgulama gereği duyulmadığına göre, onların dışında kalan, kendiliğinden iç çatışma üretmemiş ve bugünkü varoluş durumu komşusunu sürekli didiklemeye, iteklemeye ve fırsat düştüğünde tepesine binip yok etmiş olmaya bağlanamayan toplumlara kalan ise yaşam birikimi değil, olsa olsa toplum olgunluğunun dışında ve uzağında bir yer olabilirdi. Avrupa merkezci düşünce, Av rupa dışı toplumlara bu şekilde bakmayı gerektirmiştir. İslam toplumlarına bir suçlama halinde yöneltilen ve durağanlıkla nitelenen özellik, aslında kadim medeniyetlerden gelerek ve bir zamanlar İ slam ile doruğa ulaşan insan olgunluğunun hala tükenmemiş bir sonucu ve etrafında gördüğü karmaşa karşı sında "gülüp geçebilen" adamın tavrı olmasın! Yavaş hareket etme alışkanlığından sıyrılamamış bu tavrın karın doyurmadı-
Algılanan Çevre 195
ğının söylenmesi kolaydır. Ancak bir var olanın, sırf var olmaya bağlanacak biçimde kendine duyduğu güvenin niteliğini anla ma çabası bu söylemle değer yitirmez. Çünkü kendine güven, oluşturulan bir durum değil, var olmanın gerektirmesidir. Gerçek şu ki, ilerletmek için durağanlığı dağıtma, durağan lığı dağıtmak için ise "bunalıma sokma" operasyonlarına maruz kalan toplumların önemli bir kısmı, geçmişte zirveleri tatmış bir olgunluğun varisleridir ve tek tek insanların yakın çevre leri içinde ve onlarla birlikte sahip olduğu emniyet hissi bu miras sayesinde günlük yaşamın gereksindiği direnci verebil mektedir. Hedef aldıkları bir toplum üzerindeki siyasi hedef lerini uygulamaya koyduklarında, onlarla konuşmayı seçmeyip, şoklama ve bunalıma sokma operasyonlarına sırtını dayayanlar, bir temel tutturmaya yarayacak anlamın ve içeriğin taşıyıcısı değildir. Öyle olsaydı, tefekkürü devreye sokmadıklarına göre ve hiç olmasa diplomasi işlevsel olurdu. Günümüzde hüküm koyanların ve egemenlik .sahiplerinin ortaya saldığı, "alterna tifimiz yok'' diyen kanaatten başkasını görmek istemeyenler, kendilerine bırakılmış mirası tanımadan, var olma gerekçesine bakarak yorumlamadan yaşayıp gidiyor. İnançlarını, fikirleri ni, özlemlerini ve çıkar gözetmeden var olan insani hasletleri merkeze alarak, yaşam üzerindeki daraltıcı etkilerin giderilebi leceğine, insanların önünde yeni özgürlük alanları açılacağına inananlar bu mirasın sahipleridir. Fikir dünyasında varis olmak, özerk kişilere özgüdür. Yetenek bir kişiden diğerine geçmez, ancak ustanın verdiği bilgilerin bütünü nakil konusu olabilir. Özlü bilgiyi taşıma iradesi özerk kişinin niteliğidir. "Kendini tanı". Delfı tapınağının kapısına Sokrates'in yazdığı bu sözü herkes bilir. Ancak anahtar düşünce olarak bu sözü, eklentileri ve yorumlarını kuşaktan kuşağa aktaranlar, bilgiyi hak ederek almış deneyim sahibi kişilerdir. Deneyimin imgelem üzerinde bıraktığı iz sahibini kararlı ve direngen kılar. Bir fikrin mi rasçıları onu taşımanın sorumluluğunu üstlenmiş yetenek sa hipleridir. Mirasın sahipsiz kaldığı dönemlerde, alternatifleri
196 Çalkantı ve Dalga
bulunmadığını söyleyerek geçici çözüm önerilerini genel ilke lerin önüne koyanlara karşı, yaşam üzerinde ancak bilginin de nakledilmesiyle etkili olunabilir. Müslümanlar "yaratılmış dünya"yı tanımayı, onu "yaratıl mış vasfıyla bilme"yi ve bu kavrayış içinde oluşmuş terimlerin işaret ettiği nitelikleri, adeta genlerinde taşıyorlar. Bu bilinç karşısında duyulan saygı ve sahiplenme, başka dünyalara nüfuz etme isteğini frenliyor; onlar da bir ölçüde mesafeli duruyorlar. Aynı insanların, yakın çevrede olanlara karşı sorumluluk his setmeleriyle, küçük ölçekli dünyalarda maddi ilişkilerdeki acı masızlığa direnerek olgun bir tavrı sürdürmedeki ısrarları aynı nedenlere dayanıyor. Herkesin olgunluğa sahip ve bu nedenle saygın olduğunu söylemiyoruz. Olgunluğun hak ettiği biçimde yaşandığına inanmıyor, ancak görünür olduğu yerdeki görün me nedenine işaret ediyoruz. İslami hassasiyet, "insan yapımı dünya" kavrayışına, duygu çatışması olmaksızın ve bir iç-seziy le, kolayca yer bulmayı sağlıyor. Bu hassasiyetin sahipleri ya pıp etmelerin dünyasını, "yaratılmış dünya''ya dahil bir varlık oldukları bilinciyle müşahede ediyorlar. İslamiyet'te, nesnele re kutsallık atfedilmez. Dolayısıyla varlık ve insan hakkında rasyonel biçimde düşünmek gerektiğinin kabulü ve bu kabulü doğrulayan bir düşünce bütünlüğü ortaya konulduğu zaman, ortada bir büyü var iken ona son verilmiş değildir. Düşünme, yüzeyde akıl yürütmedir; derinde nedenlere inmedir. Neden ler iç taraftadır ve her zaman göz önünde bulunmazlar. Bazı düşünce çevreleri kutsallığı büyü ve mucize gibi kavramlarla açıklamış, iddialarını desteklemek amacıyla bazı varlıkların kutsallığına dair göndermede bulunmuşlardır. Bu durumda, insan ya da herhangi bir varlık hakkındaki rasyonel düşünme nin büyüleri ya da bir mucizeyi dağıtmaya, yani söz konusu varlığı kutsallıktan çıkarmaya varacağına kanaat getirmişlerdir. Dünya ve evren yaratılmıştır; insanın, içinde yaşadığı dünyada eyleme hazır halde bulunmasına yol açan ve kendisini sürekli olarak bir şey yapmaya davet eden, onun da bu davete uyarak
Algılanan Çevre 197
ortaya koyduğu nesneler ve eylemler vardır. Bireyin kozmik düzenden kopuk bir bütünlük olarak algılanması, bir varlığın kolayca açıklanması için bir çerçeve koyma meselesidir. İnsa nın anlam alanı, bu çerçevenin dışına taşar. Kozmik dünya ile insanın irtibatını bu şekilde açıklamanın, varlıklara kutsallık atfetmek ya da atfedilmiş kutsallığı kaldırmakla ilgisi yoktur. İ nsanın bu dünyaya "fırlatılmış" olduğunu düşünen fikir adamı, onun şimdi ve buradaki konumuna bakarak, daha çok toplumsal düzene yönelik eleştiride bulunmuş sayılmalıdır. İn sanın bu dünyada bulunuşu, neden rastgele ve sebepsiz olsun? Bu dünyaya rastgele fırlatılarak atılmış ve yersiz yurtsuz olma duygusunun kaynağı doğa değil, insanın siyasi toplumla iliş kisinde vardığı yerdir. Sanayi öncesi toplulukların hayatında doğanın zorlu koşullarıyla mücadele halindeki insan, kendisin bu dünyaya rastgele fırlatılmış olduğunu düşünmez. Anadolu türkülerindeki "felek'', "zalim felek'' ifadeleri bir tür isyan ha lini simgeler, ama isyan duygusunun sahibi, bulunduğu yere rastgele konulmuş değildir. "Zalim felek'' deyimi daha çok çö zümsüzlüğü dile getirir. Acaba bir insan hangi koşullar altında kendisinin köksüz, öteki varlıklarla bağlantısız, bu dünyaya tek başına fırlatılmış olduğunu düşünebilir? Varlık algısını sarsa cak yaygınlıkta bir karmaşa böyle bir durumu ortaya çıkarabi lir. Toplumların kuruluş döneminde insanı bir yere bağlamak için en fazla vurgunun yapıldığı yer toprak olmuştur. Toplu mun, üstünde birarada yaşayacağı ülkenin adım adım oluştu ğu süreçte toprak, ana gibi koruyucu nitelik kazanarak vatana dönüşmektedir. İnsanı bu dünyaya, öteki varlıklara bağlayan baba değil, anne imgesidir. Anne imgesi zaman içinde, günde lik yaşamı sürdürebilmek için gerçek anneye duyulan ihtiyacın azalmasıyla güç kaybına uğramaz. İnsanı doğal dünya algısı içinde öteki varlıklara bağlayan bu imge aynı zamanda onu bu dünyaya fırlatılmış olma duygusundan uzakta tutar. Anne imgesinin yerine toprak imgesinin geçmesi, birey ile öteki var lıklar arasındaki bağlantının toplumsal anlam kazanmasıyla
1 9 8 Çalkantı ve Dalga
mümkün olur; toprak ise vatan olarak simgeleşir. Toplumsallık kazanan insan toprağa ve öteki varlıklara bağlanmak suretiyle "fırlatılmış olma" duygusundan kurtarır kendisini. Bağlılığın bilinçaltında işleyen özü, Allah'a bağlılıktır. Bizi öteki varlıkla ra bağlayan imgeler sönümlendiğinde ise, bulunduğumuz yere fırlatılmış olma duygusu üste çıkıyor. Bu süreç, varlığı kökeni ve ilk haliyle birlikte düşünmeyi zora sokuyor, varlığa ilişkin temel bağlantı ve "yaratılmış dünya" algısını yaralıyor. İnsan çevresiyle ve öteki varlıklarla birarada yaşamaya de vam etmektedir. Birey başkalarıyla iletişim kurmaya yeter li olduğu ve bağlantılarına anlam verebildiği sürece, kendisi hakkında verilmiş izole edici nitelikli tanımları öğrendikten sonra, bu bilgiyi çıkaran eylemi başkalarına gönderir ve "Eh, demek ki onlar böyle düşünüyorlar!" demekle yetinir. Ancak bu konuda düşünen insan, model olarak kendisine dönmek ten (kendisini model almaktan) kaçınamaz, kendi varlığını ise çevresiyle birlikte algılar ve yorumlar. İnsan toplumsallaşma ya eğilimli, hatta zorunlu bir varlıktır. Yorum yapma isteğini uyaran, açıklama ve başkalarıyla iletişim kurma becerisini ona sağlayan bir kültür vardır. Bireyin çevresiyle paylaştığı kültür dür bu. "Yaratılmış dünya" dediğimiz zaman, sadece nesnele rin maddesel varlığını düşünmemeli. Nesnelerin yalnız yapısı değil, başkalaşması ve insan eliyle onların üzerinde değişik lik yapmak amacıyla yapılan işlemler ve bu işlemlerin ihtiyaç duyduğu enerjiyi düzene sokan akıl, burada sözünü ettiğimiz anlamıyla yaratılmış dünyaya dahildir. İnsan yapımı dünya . . . İnsanın inşa ettiği bir yer olarak dün ya. Kendimizi homofaber olarak görmenin gerçekçi olduğu ka dar hislerimizi okşayan bir tarafı da vardır. Madde üzerinde, ya şamı kolaylaştırmaya yarayacak bir değişiklik yapma becerisine sahip olmayanlar bile okşamadan hisse sahibi olmak istiyor. Yaşamı, çevresiyle birlikte ve topluluk içinde bir sınav olarak gören insan, iç çatışmalarını olgunlaşma sürecinin basamakları sayıyor. Olgunlaşma yolunda, çatışma ateşini körüklediğinde
Algılanan Çevre 199
dahi, bu basamaklardan adım adım atlanması gerekir. Bireyin bir yandan bu suretle olgunlaşacağına inanmayı sürdürmesi, öte yandan varolanın salt varlık olarak kavranacağı bir üst ba samağa atlamaya çekinme halinin devam etmesi, "insan yapımı olarak dünya" kavrayışının ürünü duyumlardır. Bütün bu med cezir dalgası içinde, insan dünyayı yapar. Karmaşa, dünya yaşamının niteliğini açıklamak için her durumda başvurulması mümkün olan bir kavramdır. Yaşamın, içsel mantığa bakmaktan kaçışa da yarayan dalgalı hali, bize yaşamın iç mantığından uzak düşüncelerle oyalama imkanını veriyor. Teorik olarak, karmaşanın akla gelmeyeceği bir günde lik yaşamın mümkün olduğu düşünülebilir, ama karmaşa keli mesini sözlüklerimizden sildirecek bir yaşam tarzını bulmanın imkanı yoktur. Mutluluk vaat edenler, herhalde karmaşanın ortadan kalktığı bir yaşama varılabileceğini söylüyorlar. Mut luluk zihne ilişkin bir durumdur ve değerini gerçekleşmesinde bulur, oysa yaşamda karll)aşanın ortadan kalkması sadece teo ride mümkün görünür. Dünyadaki karmaşanın mecbur bırak tığı koşuşturma, insana bir özne olduğunu hatırlatarak onun sorumluluk duygusunu uyardığı gibi, karmaşanın kendisini unutturabilir de. Dünyanın "insan yapımı" olarak kavranması, nedense, kar maşanın merkeze alındığı eğilimleri destekler görünüyor. Fel sefi çalışmalar, dünyanın "yaratılmış olarak'' kavranışını kapsa mına almaktan gitgide uzaklaştı. Belki de, temel konularından bir bölümünü bilimlere, bir bölümünü de toplum mühendisle rine kaptıran felsefenin pragmatizmin peşine takılmasından ve homo faberi merkeze almasından doğmuştur bu durum. Oysa kadim felsefelerin temel ilgi alanları içinde bulunan "yaratıl mış dünya" kavrayışı, insan yapımı dünyayı kapsayacak ve ken di içinde ona bir açıklama getirecek genişliğe sahiptir. Varlık felsefeleri İlkçağ'da olduğu gibi açıklayıcı niteliğini ete kemi ğe kavuşturan türlü eğilimleriyle, olduğu yerde duruyor. Filo zofların kişisel kaygıları, esas itibarıyla, varlığın neliğini sor-
200 Çalkantı ve Dalga
malda felsefi anlamda işlemeye başlamış ve düşünceleri varlık odağında şekillenmiştir. Güneş doğup karanlıklar dağıldıkça nesnelerin sınırlarıyla belirmesi gibi, nesnelere ilişkin anlamın sınırları da düşüncenin parlayan ışığında adım adım ortaya çıkıyor. Felsefenin doğasında, soyut ve somut, hiçbir varlığı kapsam dışı bırakmak istemeyen bir anlam ve amaç genişliği bulunuyor. Nesnelerin olduğu kadar eylemlerin de yaratılmış olduğu bilincine sahip olmak, bize, etrafımızdaki nesneleri olduğu kadar hareketi ve canlılığı geniş kapsamıyla kavrama arzusunu veriyor. İnsan, dilek sahibidir. Şartlar olgunlaştığında dilekler dil lenme arzusuna kapılır ve bundan dileyiş doğar. Dileyiş bir yönsemedir ve dilek sahibi olan, yönelmiştir. İstek, tercih ve bilinç, bir işe girişenin ya da bir eylemi yapanın, kendi girişi mini ve eylemini hissetmesidir. Demek ki; yönelme duygusu dilek sahibinin kendi üzerine dönmesini de içeriyor.
YARATILMIŞ DÜNYA 1
Devamlı olarak yeni tasarımların yapılması, teknoloji alanın daki yeniliklerin teşvik ettiği bir zorunluluk oldu. Piyasaların da istemesiyle bu durum, aynı zamanda bir tasarımın şekillen mesi ve gerçekleşmesinden ibaret olan yapımın her aşamasıyla ilgilenmeyi gerekli kıldı. Doğadaki bir oluşumun izleyerek öğ renilmesinde olduğu gibi bir insanın teknolojik yapım süreç lerini gözlemek suretiyle kazandığı zihinsel deneyim, bilimle uğraşmadığı için o deneyimi baştan başlayarak yaşama şansı bulunmayanların zenginleşmesine de katkı sağlamaktadır. Bi limsel çabanın sonuçlarından yararlanmak yalnız bilim adam larının talebi değildir. Bilimle uğraşmayanların imgelemini canlandıran, bilimsel buluş odaklı meraklar yabana atılamaz. Şu var ki; bir nesnenin yapımındaki süreçlerin pragmatizme
Algılanan Çevre 201
angaje ve çıkar merkezli bir dünya kavrayışına bağlanarak vur gulanması, halihazır dünyanın "yaratılmış" olarak düşünülme sindeki değeri ve anlamı günlük yaşamın gereklerinin dışına çıkardı. Dünyanın, "yaratılmış" olarak algılanmasının önemi, nes nelere ve insan davranışlarına biçilecek değerde ortaya çıkıyor. Pragmatizm ve piyasa egemenliği, değerlendirme ölçütünü da ralttı. Basit bir malın bile bir piyasa değeri varsa bir de kulla nım değeri vardır. Eşyanın piyasa değeri, pazara ve ortak alana göre oluşur, kullanım değeri kişilerin nitelik ve yeteneklerine göre kişiden kişiye artar ya da eksilir. Gerçekte, varlık felse fesi cihetinden bakıldığında görüleceği gibi, varlıkların bir de zati değeri vardır. Çünkü bir şeyi kim yarattı ise, karakterini veren de odur. Ontolojik değer, ölçüye gelmez ise de karakter oluşturucu niteliklerle tanınır. Karakterler, piyasada kullanım koşullarıyla ölçülemeyecek niteliklere bakarak derecelenebilir. Piyasa değeri, borsaya başvurarak öğrenilir, kullanımı için, ih tiyacımıza ve ·eşyanın karakterine bakarız. Günlük yaşam bu derecelenme bilgisinin önemini bir şekilde önümüze getiriyor. Ancak varlıkların değerini belirleyen, birinin diğeri karşısında ki konumlanışı değildir. Canlıların doğuştan getirdiği, cansız ların doğal olarak üstünde bulunan ve anlamlarını, her varlığın özü olan tek varlıktan alan nitelikler, varlıkların mukayeseli konumlanışında birinci derecede belirleyicidir. Doğal olayların oluşumunda ya da bir tasarımın uygulanması bağlamında sa dece ortaya çıkacak sonuçları gözleyerek, "Bu kime yarar, kime ne ölçüde çıkar sağlar; ben ona bakarım" diyen çıkar merkez li bakış, varlığı bütün olarak kavrayan iradenin dışındaki bir tercihi yansıtıyordur sadece. Bu nitelikte bir tercih ise özünde pragmatisttir. Dünya dediğimiz gezegen, bilincimizin dışında da vardır. Duyularımızla onu algılayarak bilincin kapsama alanına da hil etmemiz, dünya için bir varoluş şartı değil. Bilincimizin alanına dahil olanı varlıktan saymak ve bilinçle oluşturulanın
202 Çalkantı ve Dalga
dışında kalanı saymamak, gerçekçiliğe karşı durduğu varsayılan idealizmin tercihlerinden biridir. Felsefi idealizm karşısındaki tutumu ne olursa olsun; insan uzanım beş duyuyla algıladıkla rının ötesinde de devam ettiğini bilir. Dünyadaki sonluluğun ve sonlu oluşla kesintisiz biçimde birarada bulunan sürekliliğin temel niteliklerinden biri dönüşümdür. Bir oluşumun izlen mesi ve kavranması ise dönüşümleri tanıyan bir bilincin mev cut olmasına bağlıdır. Bilincimizin dışında kalanı var olandan saymamak, varlığın değil, hiçliğin konusu olabilir. Dünyanın "yaratılmış" olarak kavranışı üzerinde durmak, insanda insanın elinin erişemeyeceği oluşumlara yönelik ala kayı güçlendirmiştir. İnsanın kendi elleriyle düzenlemediği oluşumlar ve sonucunu hayranlıkla izlediği olaylar, merakın artarak yoğunlaşmasına neden oldu ve bunun devam etmesiy le düşünce alanları ortaya çıktı. Mesela, doğal afetler. Doğal afetlerin başa gelmesiyle, insanın duyularının dışında kalan, bu nedenle elin erişemediği bir yerle bağlantılı olduğu inancı ve düşüncesi doğmuş, örneğin deprem olayında hareketin başla dığı yerin bilinmezliği, korku içine gizlenmiş hayranlıkların da kaynağı olmuştur. Hayranlığı doğuran neden, doğal afetler karşısında duyulan korku değildir yine de. Yaşamı derinden et kileyen herhangi bir olgunun kaynağı hakkındaki bilgi eksik liği, bir biçimde hayranlık artırıcı olabilmektedir. Bu noktada şunu belirtmemiz şart: Bilinmezlik karşısında insanoğlunda bir merak, meraktan bir boşluk doğduğu gibi, boşluğun doldu rulmasına duyulan ihtiyaç spekülasyonlara neden oluyor. İm gelemin bireşimci niteliğinin harekete geçmesiyle ortaya çıkan verimler içinde öz duyumu ve düşünceyi, birbirini besleyerek çoğalan spekülasyondan ayırmak ilk şarttır. Pozitivistlerin yap tığına bakıp bilinmezliği yok sayarak işin içinden çıkamayız. Her varlık bütünlüğünü ister; zihnimiz de öyledir. Bilinmez lik, insanın zihninde tamamlanma, bunun için de bütünlüğü nü elden bırakmama ihtiyacı doğurur. Çünkü bilgi yokluğu zihne eksiklik olarak yansımıştır. Bilimsel bilgiyle giderilecek
Algılanan Çevre 203
bir eksiklik, bilginin artışıyla tamlığa dönüşebilir. Görünme yene ilişkin bilgi ögesi imgelemin birleştirmesiyle şekillenerek bilincimize yansır. Sezgiden doğan bilgi, insanın ve nesnenin "yaratılmış olduğu" nun akılla kavranacağı bir çerçeveye girer böylece. Mantıksal çıkarıma tam olarak tetabuk etmiyor diye, sezgisel bilgiyi temelsiz sayamayız. Sezgisel bilgi, inançların, bilgilerin, yaşanmışlıkların, bilincin tanıdığı ve tanımadığı, altında ya da elinde tuttuğu deneyimlerin imgelemde, açık layamadığımız süreçlerden geçmesiyle ortaya çıkar. Sezgilerle gelen bilginin nesnesi içe doğduğu halde, onunla aramızda da ima, yoğunlaşmış duygu halinde bir mesafe bulunur. Varlıkları "yaratılmış olarak'' imgelemimize nakşeden bu bilginin taşın ması, insanoğlu için hiçbir zaman kolay olmamıştır. Bir duygunun yoğunluğu ihsanın üzerindeki sürekli bir baskı olarak göründüğü gibi, seyrelmesi ve giderilmesi yönün deki bir arzuyu mütemadiyen uyarır. Hayranlığa neden olan bir olayın anlaşılması ve ôlay hakkında bilgi edinmek için in sanı kamçılayan da bu olayın beslediği duygu yoğunluğundan başkası değildir. Ama yoğunluğun aynı derecedeki bir mev cudiyeti, bilgi ihtiyacını iptal eden (yalancı) tatmin duygusu nun nedeni de olabilmektedir. Böylelikle, bilinmezliğe yönelik merakın sonuçlarından biri olan hayranlık, bilgiye davet et mek ve bilgiyi küçümsemek gibi iki zıt duygunun da kaynağı olabilmektedir. Hayranlığın, bilgiye ihtiyacı ortadan kaldıra cak ölçüde yoğunluk kazanması, aynı zamanda, başka insan lar tarafından yapılmış analiz ve düzenlemeye ilgisiz kalmayı getirmiştir. Akıl tutulmasına, hayranlık halinde ortaya çıkan duygunun kötürümleşmesine sebep olan ve bilimin dışında kalmasını insana olağan gösteren bu durum, tamı tamına ilgi sizlikten başka bir şey değildir. 'Tutulmak'', tutkunun tehlikeli aşaması olup hayranlığın, körlük derecesine varmış türevidir. Hayranlığı tehlikeye sokan durumun Türkçede bu kelime ile karşılanması, olgunun "tutu cu" ve "tutuk bırakıcı" karakterini, yani temelindeki olumsuz-
204 Çalkantı ve Dalga
luğu iyi yansıtıyor. İ nsanlar, zihin tembelliğine ruhsat vermesi sebebiyle hayranlığın tutuk bırakıcı karakterine sahip çıkarak onu yüceltebiliyorlar. Şöyle ki; bir olgunun açıklanamaz oldu ğu ön kabulünden yola çıkıldığı takdirde, bu olgu karşısında, bilgi sahibi olsun olmasın, herkes eşit hale geliyor. Tıpkı, doğal afetlerin sonuçlarına "katlanmak'' açısından herkesin eşitlen mesinde olduğu gibi. Olayı açıklamak amacıyla hareket eden lerin boşuna zahmete girdiklerini söylemek ve zihin tembel liğine mazeret bulmak kolaylaşıyor. Bu durumdan memnun olanlar bilgi sahibinin imtiyazları silinmiş bir hale gelmesine seviniyor. Doğal afetler karşısındaki "eşitlenmeden'', güçlü saydıkları kişilerin kendileriyle aynı yönde mücadele vermek zorunda kaldığını görmekten dolayı, insanların bir kısmı gizli gizli sevinç duyarlar. Her şeyi unutturan hayati tehlike geçtik ten sonra, içlerinde, "Oh olsun!" diyen duygu uyanır. 2
Şu var ki; toplumsal hareketleri açıklamak üzere öne sürülen felsefi görüşlere duyulan güvensizlik, hayranlığın o körleşmiş türevine bağlanamaz. Zira kitle hareketlerinin dünyayı görül medik boyutta kasıp kavurduğu son üç yüzyıl boyunca, ortaya çıkan felsefi görüşler ve ideolojiler, sis perdesi altında kalan do ğal gerekçeyi açıklamayı değil, önceden belirlenmiş bir sonu cu elde etmek üzere kaosa anlam vermeyi, bir başka anlatımla kaosu kullanmak için tanımlamayı tercih etmişlerdir. Tercih böylece konulduğunda ise, özünde bu anlamın niteliğine değil, kullanım değerine bakıldığı açıktır. Önceden belirlenmiş hedefe varmak üzere doğru bildikle ri yöntemleri uygulamaya koyuyor, ardından, "toplumu batağa sürükleyecek değişimler var, çalkantı ve iç çatışmalar diz boyu, eldeki usullere başvurmakla ortaya çıkmasına yol açtığımız olaylar biraz rahatsızlık verecek, böyle olması bizim açımız dan da istenir türden değil ama toplumsal kanseri yenmek için
Algılanan Çevre 205
gerekli." diyebiliyorlar. Böylelikle, hastalıklı uzuvların kesilip atılacağı mesajı verilmiş oluyor. Aslında, insanın bilinmezlik karşısındaki merakını kullanmak için yapılan spekülasyona dayalı bu bakışta ve bu tutumun haklı görülmesinde, sonuçla rın olduğu gibi, temellerin de insan yapımı olduğu yolunda bir önkabul bulunmaktadır. Buna göre temeller insan eliyle atıldı ğına, işleyiş ve düzenleme insan eliyle yapıldığına göre sonuç lar da insan eliyle, önceden belirlenebilir. Temel atmaya hakkı olanın, yönlendirmeye de hakkı olduğuna inanılmaktadır. İşte spekülasyon yapmanın baş gerekçesi. Bu şekilde akıl yürütme nin yararlı tarafı, olaylar zincirindeki bağlantıları görmeye ve izlemeye imkan vermesidir. Şu var ki; burada, yaratılmış temel ler ve ilkeler spekülasyonla karışık şekilde yorumlanırken ola yın varoluş karakterlerinden uzaklaştırılmakta ve kısa yoldan, istenen sonuca ulaşma mukabilinde, bu temellerin sorumluluk doğuran ilk nedenine gitmekten imtina edilebilmektedir. Gerçek şu ki; ilkel teknolojilerin ihtiyaç duyduğu, taş, de mir, bakır ve tliğer maddeler, nasıl: doğada eskiden beri var ise, yüksek teknolojinin ihtiyaç duyduğu nesneler ve enerji, bili nen tarihin başlangıcından beri doğada mevcuttur. Önceleri onlara bakan ve bir parça müdahale eden, sonra ise insanın onları tümüyle düzenleme yoluna giden aklı da eski çağlardan beri mevcuttur. Tabii ki hammadde işlenmiş, ham akıl tarih boyunca kazandığı deneyimlerle evrilmiştir. Saydığımız nesne ve beşeri niteliklerin tümü yaradılıştaki karakterleriyle birlikte mevcut olagelmiştir. Yeni olan ise, her devirde nesnelere, insa nın ihtiyaçlarına göre biçim vermek ve enerjiyi dönüştürmek üzere geliştirilmiş usullerdir. Yani bir bakıma en yeni olan, sü reçlerin bilgisidir. Bütün ilerleme ve gelişme bu bilginin için de yatıyor. Işık ve güneş var etmez, olanı gösterir. Tabii ki bir varlığın gözün kapsama alanına getirilmesi ve görünürlüğü nün sağlanması, onu algılayışımız bakımından varoluşa eşit bir işlem olabilmektedir. İ nsan zihni nesnenin sınırlarını çizerek, kelimelerle işaret ederek, onu imgeye yükleyerek, bir biçimde
206 Çalkantı ve Dalga
görünür hale getirmektedir. Zihinde şekillenen varlık, göz önündeki varlık gibidir. İnsanların karakterleri ve davranış biçimleri de aynı şekilde eskiden beri mevcut olagelmiştir. Arzu, korku, cesaret oldu ğu gibi, merak ve bilgiye duyulan açlık da önceden mevcuttur. Yeni olan; toplumların aldığı biçime ve bu biçime girmekten doğan ihtiyaçlara göre yoğunluk kazanmış ve denetim altına alınmış olan davranış biçimleridir. Davranışların gerektirdiği yoğun ilgi, insan davranışlarını tanımlayabilmek adına da sü reç bilgisinin önemini artırmıştır. Toplumların her yenilenişin de bu bilgi dönüşüme uğrar. Bütün bunlar nesnelere ve olgulara biçilecek "değer"in asıl karakterine yönelen merakı ortadan kaldırmıyor. İşe yarar nes nelerin kullanılmasına, olguların anlamına ilişkin bilgiyi oluş turmak ve öğrenmek için bir sürece ihtiyaç var. Yaşanan sü reçler, içinde bulunulan ortamın baskın karakterine göre belli bir sürede oluşan bilgilerin önemini artırıp azaltabilir. Ama varlıkların ve onları tanıyacağımız süreçlerin önem derecesini tayine yarayacak karakter, bir dönemdeki işleviyle sınırlı olma yıp nesnelerin ve süreçlerin yaradılışından gelir. Bilgi işlenmiş akıl deneyim kazanmıştır, ama onların ham haline ilişkin bil giyi terk edemeyiz. Doğal var olan ile kültür ürünü arasındaki mesafe hiçbir zaman bütünüyle kapanmaz. Kendi bağlamı içinde ele alındı ğında, doğallık ile teknoloji birbirine zıttır. Kültür de dönüş türücü niteliği ile doğal yaşamın karşısına çıkar. Fakat aklın ışığındaki gelişmeyi, doğallıktaki nitelikleri tersine çevirme den de doğal duruma ekleyen bir yetiye sahibiz. Bu sayede, tek başına ele alındığında doğallığa zıt saydığımız teknolojiyi kul lanmak suretiyle nesnelerin doğal yapısını, verimliliğin artaca ğı biçimlere dönüştürebiliyoruz Doğallık ile kültür arasındaki zıtlığın ve mesafenin bir gerilim doğurduğu doğrudur. Kül türel ortam bu gerilimle ateşlenmiş ve bütün kültürler doğal durum ile kültürün dönüştürücü niteliği arasındaki gerilimden
Algılanan Çevre 207
doğmuştur. Batı dünyası bu gerilimi işlerken doğal olanla he saplaşmaya girişmekten çekinmemiştir. Gerilim ortamına hiç girmemek için doğallığın dışına çıkmayarak, bir anlamda kül tür üretiminden vazgeçmek bir hedef olamaz. İnsanın doğal şartlarla mücadele etmek zorunda kaldığı her durum, doğallı ğın sadece bir durum olduğunu, ona takılıp kalmanın ise ilkel likten başka bir şey olmadığını kendiliğinden söylemektedir. Doğal varlıklar insana bırakılmış emanetlerdir. Aynı zamanda emanet sayılması gereken doğal durumun ilk "şekline" takılıp kalmak, yani kültürden uzak durmak hiçbir zaman insanlığın üstünde ittifak ettiği bir hedef olmadı, olamazdı. Teknolojik uygarlık eşyayı değiştirdiği gibi insanın duygularını ve tepki lerini değiştiriyor. Acı ile rahatlık yer değiştirebiliyor. Mutlu olması beklenir dediğiniz insanların mutlu olmadığını, bunun tersinin de geçerli olabildiğini görüyoruz. Gelişmiş teknolo jinin hükmettiği bir ortamda, ileri teknolojinin sağladığı im kanlar doğal durumdan eüsbütün kopmanın uygun olacağını düşünmeye yol açabilir. Bu düşünce, insanı ilkel şartlarda baş etmek zorunda kaldığı güçlüklere benzeyen başka güçlüklere rastlamaktan muaf kılmıyor. Doğallığa ve doğal olana sığın makla kaçınabileceğimizi sandığımız gerilim, teknolojik orta mın derinliğinde kaybolmakla büsbütün terk edilmiş olmuyor. Doğal durum durağan değil akışkandır; akışa sınır koyama yız, keşiflerle varılacak yerin uzaklığı duyularımızın algılama derecesine bağlıdır. Eşyanın sırrını ve potansiyelini tüketeme yiz. Taşıyabileceğimiz zenginliklerin sahibi olduğunu bize il ham eden içgüdümüz ve ilahi bilgiden aşılanan hissimiz var. Akıl ise bizi, dünyanın ayrıntılarını ve gün yüzüne çıkmamış potansiyelini görmeye davet ediyor. Bütün bunlara toplu halde baktığımızda, kültürel zenginliğin gelecek zamanlardaki artı şına sınır çizmeye kalkışmanın anlamsız olduğu bir kere daha görülüyor. Doğallığın ve duyularımızın sınır tanımazlığı kud retinin sınırı bulunmayan yaratıcının verdiği ilhamdan geliyor olamaz mı? Dengeleyici akıl bu doğallığın bir parçası olarak
208 Çalkantı ve Dalga
ona ölçü getirir, koyamadığı ölçüyü arar, bulur, geliştirir, dö nüştürür ve yerine koyar. Akıl ölçüsüz edemez. Buna rağmen hem doğal akışkanlık hem teknoloji, yaşamdaki altüst oluşla rın başlıca nedenidir. İ nsanı ilkel durumdan çıkaran her yeni liğin yaşamın hizmetinde olduğunu düşünürüz. Bu doğrudur. Doğallığı terk ettiğimiz ölçüde ilkelliğin dışına çıkmış olacağı mız yönündeki kanaat ise doğru değil. Sanıyorum, teknoloji ile gelen altüst oluşun nedeni ilkelliği aşarken, geçiş döneminin iyi idare edilememesi yüzünden doğallığın ters dönmesinde yatıyor. Teknolojinin yaşamdaki yerinin vazgeçilmezliğiyle or taya çıkan büyük dönüşüm, insanlar ilkellikten ve doğallıktan uzaklaştıkça değil, insaniyetten çıkma noktasına yaklaştıkça sorunlar yumağı haline geliyor. İlkelliğe son verme sürecinde, doğal işleyişin kendiliğinden sahip olduğu işlevleri artıran bir ilerleme mevcut ise, değerlerin altüst oluşundan söz edemeyiz. İlkelliğin aşılması şarttır, doğal durumda meydana gelen de ğişim, sürecin her aşamasında özel bakımı gerektiriyor. Bunu, insanlığın kaderini kendi eline aldığı düşüncesiyle yapılan dü zenlemelerin ve bilimsel çalışmaları bu amacın gerçekleşme sine adamanın, krizleri ve altüst oluşları azaltamamasına ba karak anlıyoruz. İ lkellikten uzaklaştıran her buluşun yaşamın hizmetinde olduğu kesindir de; yeni ürünlerin kullanılma bi çimi ve insanların sahip olduğu doğal bir durumu ehlileştirme çabalarının hepsi için aynı kararlılıkta bir hükme varamıyoruz. Modern dünyadaki dönüşüm sürecinde insanlar piyasa bek lentileriyle baştan çıkarılırken, doğamızda mevcut insaniyetin korunması için özen gösterilmesi şarttır. Her anlamda medeni olmak ve medeniyetin paylaşım alanını genişletmek görevi miz olduğu gibi, doğal arınmışlığa her zaman ihtiyacımız var. Su doğal haliyle temizdir, temizleyicidir; yani arıdır, arıtıcıdır. İnsanların sıradanlaşmayarak aziz olması arzusunu ortak te menni olarak dile getiren "Su gibi aziz ol!" deyimi, yüksek bir medeni yaşamın inceliğini bize getiriyor. Su gibi, başlangıcına bağlı ve arınmış olarak üst seviyelerde (aziz) olabileceğimizi
Algılanan Çevre 209
söylüyor. Su, işlenerek arıtılabilir, arıtıcı niteliği ona yeniden kazandırılabilir. Teknolojinin, başlangıçtaki büyük sıçrayış döneminin ve ona çarpıcı niteliğini veren devrim aşamasının geçtiğini düşü nüyoruz. Artık çeşitlenerek yayılan teknolojiyle yaşamaktayız, teknoloji ürünlerinin yaşamdaki yeri ve işlevi gittikçe artıyor. Doğaya ve sosyal yaşama müdahalelerin ortaya çıkardığı şika yetlerin önü alınamıyor. Bu süreç, toplum yaşamında işlemeye devam eden bir mekanizma istiyor. Teknoloji dünyaya yayılır ken, kıtalar ve ülkeler arasında dengenin gözetilmesi, yüzyıl ları alacak bu yayılma sürecinde insanların biribirleri ve doğa karşısında karşılaşacakları yabancılaşmanın kontrollü olması, hem teknik hem de toplumsal anlamdaki bir mekanizmanın işlemesine bağlıdır. Hayatta, canlı organizmaların belirlediği bir ritim vardır. Mekanizma çoğu yerde bu ritmi bozma is tidadı gösterir. Kültür ürünleri pek çok alanda doğal hayatın ritmini desteklediği gibi �k kere de bu ritim bozulmasın diye müdahale ediyor. Sanat, doğal ritimlere duyarlıdır, mekaniz manın sağladığı yöntemleri ve başka imkanları, bu duyarlılık içinde kullanır. Şiirin dünyası, canlı organizmadaki ritmi ihtiva eder. Günümüzde sahip çıkılmayı bekleyen bir mesele de or ganizmanın ritmi ile mekanizma arasındaki uyumun sağlan masındadır.
Beşinci Bölüm
ASALETİN SAHİBİ
ASİLLER 1
Asil bir insan kendisine . asalet veren niteliklerini öğrenerek edinmiş değil; içe doğuş halinde kazanmış durumdadır. Bura da asil nitelemesini kullanarak Avrupa Ortaçağı'ndaki ayrıca lıklı sülaleleri ve onların üyelerini işaret etmiyoruz. Onlardan, saygıyı hak etmeyen ve hiç kimsenin saygısını kazanamamış biri, bağlı olduğu aileden ciolayı asillerden sayılabilir. Bizim üs tünde durmak istediğimiz asaletin kaynağında saygı uyandıran bazı hasletler vardır; değerli bir kişinin bu hasletleri içselleştir mesi, bireysel, kişiye özgü ve soyut bir oluşumdur. Bu nitelikte soyut bir durum, herhangi bir model üzerinden tanınabilmeyi aşar. Asaletin soyut olarak yapılmış tasviri mükemmel bir bi çim olabilir. Duygulardaki doluluk halinde hissedilen bu bi çimlenme, onu taşıyan kişinin toplumla birlikte yaşayan bir in san olarak eksiği bulunmadığı anlamına gelmez. Herkes, eksik asaletinden kaynaklanan ve fakat üzerinde leke bırakmayan bir hatayı görmezden gelir. Bu da insan olgunluğunun bir gereği dir. Mükemmellik gerçek durumdan çok tasarımda bulunabilir olduğuna göre insan yaşamında bir eksiğin görünmesi yaşamın
212 Çalkantı ve Dalga
normalleri arasında sayılır. Soyut bir durumu saklayan bellek o durumun şekil almış bir algısına sahiptir; Model üzerinden alınan algı aynı durumun değişken görünümlerini ve birden fazla biçimini yansıtabilir. Asil bir kişi olmak ile insani zaafla rın zorunlu birlikteliği zaafları yüceltici değildir, zaaflar, asale tin ciddi yara alması halinde görülebilir. Bu nedenle, asil olanı modeller üzerinde görmeden önceki (soyut) haliyle tanımak gerekiyor. O ana kadarki mükemmel asil, bu (soyut) halde top lanmıştır. Tanıma ve öğrenme iştiyakı nitelikler üzerine odak lanmış olan kişi saf varlığa yönelir, asaleti modellerden yola çıkarak anlamak isteyen ise halihazırdaki şekilleri tanıyabilir. Tanımanın bu aşaması, insanı saf varlığa gönderebilme dere cesiyle değer kazanır. Asalet sahibi insanların bir özelliği de sahip oldukları niteliklerinin üstüne titremeleridir. Nitelikler içe doğuş biçiminde kazanılmıştır ama emek verilmeden, ken diliğinden, bir biçimde elde edilenler gibi olamaz. İçe doğuş halinde yaşanan asalet, tam da yakıştığı yerde varolmuş görü nür. Orada korunması gerekir. Her model, asaletin mutlak var lığının başka bir açıdan görünüşüdür. Bu nitelikteki bir yaşamı düşünmekle, asil ve insani vasıfların katışıksız halini hissederiz. Asalet, ötekileştirerek karşıdan bakmakla değil, içselleştirerek anlaşılacak bir niteliktir; salt başka birinin üzerinde görmekle de anlaşılmaz. Asaleti yansıtan bir yaşam, ona bakan kişinin içindeki asil duyguyu canlandırır. Kişinin kendisinde ewelden mevcut olan bir nitelik, baktığı modelin ateşlemesiyle his ka tına yükselmiştir. Asaleti başka birinin üzerinde tanıyan kişi, aslında kendinde bulunanı hissetmiş olur. Asiller bizim tarihsel geçmişimizde aristokrat kümesi ola rak birarada yaşayan, birbirleri karşısındaki davranışları bü tünlük taşıyan, sınırları belli ve diğer insanlardan ayrı bir top lum katmanı halinde mevcut olmamıştır. Selçuklu beylerinin aile hikayeleri, Avrupa'daki bir dük ya da kont ailesinin benzeri değildir. Kavram, şu hali ve çoğul kullanımıyla "aristokrat"ın karşılığı olarak ortaya çıkmıştır zaten ve ilk ağızda, eski Avru-
Asaletin Sahibi 213
pa dünyasındaki ayrıcalık sahibi sınıfları akla getirir. Aristok rat'ın kökeni ise bir sosyete içinde yetişerek ailece asil ve insani niteliklerle donanıp, daha çok askerlik ve sanat eğitimi alarak seçkinliği kazanmadan önce köleliğin ve köleciliğin meşru sa yıldığı şehir devletinde kendisi köle olmayanlara, mülk ve köle sahibi olanlara, yani efendilere kadar gidiyor. Burada soyluluğu daha çok bireysel değerler üzerinden, bir insanın sahip olduğu asil karakter yönünden ele alıyoruz. Eski Avrupa devletlerinde idarenin monarşi ağırlıklı olduğu ama monarşiyi ve demok rasiyi savunanların kıyasıya yarıştığı yüzyıllarda savaş ve dev leti, aile servetini yönetme tecrübesine sahip olarak aristokrat unvanı taşıyan soylu tabaka Francis Bacon'ın dile getirmesiy le "kraliyet saygınlığını ortadan kaldırarak, avamın gözlerini, kraliyet ailesinden az da olsa kendine" çekmiştir. Günümüzde bu adla anılan, anılmak isteyen bir sınıf, bir topluluk yok. Av rupa'da aristokratların devamı olarak yaşayan, yüksek sınıftan aileler vardır. Büyük şirketlerin kıta ve dünya çapındaki yö neticileri başka bir kültürü temsil ederken, geçen yüzyılların ayrıcalıklı ailelerini gölgede bıraktılar. Asil ve insani niteliklere şu ya da bu ölçüde sahip çıkan ve klasik sanatları koruyan tek tek kişiler çıkıyor. Bunların klasikleri okuyarak yetiştiğini ve ayrı bir grup oluşturduğunu söyleyemeyiz. Temsilini daha çok toplumumuzun yakın geçmişindeki İs tanbul efendisinde bulmuş, ahlaken de örnek alınan itibarlı ai lelerin bizde toplumsal önemi haiz olduğunu biliyoruz. Bunu, on dokuzuncu yüzyılla tarihlenmiş ilk Türkçe romanlarda az çok tasviri bulunan toplum dokusuna bakarak görmek müm kündür. Anadolu'da küçük şehirlerin ve ticaretiyle irileşmiş belli başlı kasabaların seçkin aileleri, İ stanbul beyefendisinin temsil ettiği yüksek tabakadan aileleri, belki de onların oldu ğundan daha yüksek sıfatları onlara yakıştırmak suretiyle ör nek almışlardır. Toplumların yaşamında kıymet ifade eden bel li başlı nitelikleri aile geleneği halinde sürdüren, dünyanın her yerinde ve her meslekten bir tabaka, her kuşaktan birkaç aile
214 Çalkantı ve Dalga
üyesinin sahip olduğu ve yitip gitmesin diye üstüne titredikleri melekelerini yeni yetişen bir aile üyesinin üstünde görme iste ğiyle dolu olarak ve çoğunlukla sessizce yaşamaktadırlar. On lar, "Pendname"lerde yazılı öğütleri gözde tutmuş, bu değer lerin aileler ve bireyler üzerinde görünür ve paylaşılır olmasını istemişlerdir. Asil ailelerle birarada olmak klasikler çağında gurur vesilesi imiş, şimdi onların durumu hüzün veriyor. Osmanlı dönemindeki şehirlerde zenginlerle fakirlerin çoğunlukla aynı bölgelerde ve ortak mekanları paylaşarak ya şadığı biliniyor. Her toplumda varlık sahibi olanlar ve olma yanlar arasında yaşam tarzları bakımından farklılık olacağı, bu farklılığın bazı uç örneklerde aşılmaz duvarlar halinde görü neceği bir gerçektir. Osmanlı döneminde, zenginlik ölçüleri birbirinden çok farklı ailelerin yan yana yaşadıkları "mahalle" yi oluşturmasına ve yaşamın mahallede sürüp gitmesine ba karsak; insanların özlemleri ve önlerine koydukları modeller bakımından birbirine yakın durduğunu kolayca düşünebiliriz. Bu ise günlük yaşamı kolaylaştıran araçları kullanma derecesi farklı olmasına rağmen, değişik kesimlerden insanların yaşama tarzlarının benzeşmesine ya da ayniliğine yol açmıştır. Onların farklı standartlarda devam eden yaşamında özlemler ve özlem lerin giydirildiği modeller hemen hemen aynıdır. Bu ailelerin yetersizliğe düşmemek için klasiklerle ya da klasiklere ulaştı ran başka eserlerle devamlı irtibat halinde olduklarını, dinle dikleri musikinin bu irtibata ruh verdiğini hesaba katmalıyız. Örneğin Mevlana Celaleddin'den Mesnevi, Osmanlı dönemi şairlerinin divanları ve değişik kaynakları bulunan menkıbeler toplumun her bölümünde (ahlaken de) örnek alınan modelle rin kaynağı durumundadır. Bu farklı kesimlerdeki yaşama tar zı ise ya aynıdır ya da benzer nitelikleri taşımıştır. Esasen in sanların yaşam standartlarını günlük yaşamın mükellefiyetleri ve bunları göğüsleme gücü belirlemekte iken yaşam tarzına karakter ve şekil vermede, yaşamdan beklenenler ve yaşamın hedefi.eri daha etkili olmaktadır. İnsanların önlerine koyduğu
Asaletin Sahibi 215
modeller ve ortak özlemlerin içeriği, yaşamın hedefleri dediği miz değerler manzumesini resmi metinlerden çıkarılabilecek "görgü"lerden daha iyi verir. Bu çerçevede baktığımız zaman; toplumumuzun geçmi şinde "asalet", herkesin sahip çıkmakla kalmayıp başkalarına da layık gördüğü, liyakat kesb etmeyenlerin ise hangi seviyede olurlarsa olsunlar teşhis edildiği bir sıfattır. Toplumsal tarihi mizde "asiller sınıfı" diye başka insanlardan soyutlanmış bir kategori yoktur. Asalet bir sınıfın tekelinde olmamıştır. Eski çağlarda ahlaki niteliklerin kazanılması genel eğitimin amaç larından biri idi. İnsanın, kaliteli bir toplumun içinde yer ala cak nitelikleri kazanması isteniyor, eğitim gören biri "adam olmak için" çaba göstererek insanlık mesleğine hazırlanıyordu. Hedef, asil ve insani niteliklere sahip olmaktır. "Adam olmak'' demek, eski kültürümüzde, hem üstünlükleri olan hem de her kesle düşüp kalkmaya layık bir kişi olmak anlamına geliyordu. Elyazması Pendname kitaplarının İstanbul kütüphanelerinde çok sayıda nüshasının bulunması üstün standarda sahip insan larla ilişki içinde olma çabasının, eğitim kurumlarının dışında ve serbestçe yaşayan insanlar arasında da ne kadar yaygın ol duğunu göstermektedir. Ahlak üzerine titizlenmenin, daha çok, atalarımıza ait bir tutum olduğunu, başka toplumlarda ve günümüzde ahla ki kaygıların yer almadığını söyleyecek değilim. Her toplum kendisini ahlaki davranışın odağında görmeyi ve öyle görül meyi ister. Ahlaktan anlaşılanın toplumdan topluma değişme si, hakkındaki titizliğin değerini azaltmaz. Antik Yunan'dan günümüze kalan oyunlar asil ve insani nitelikleri yüksek sesle dile getirmekle kalmaz, onları savunmanın bile asil bir davra nış olduğunu söyler. Bir iyi örneği Marcus Aurelius'un veciz metinlerinde görüleceği üzere; Roma'da iyilik ve kötülüğün, erdemim ve erdemsizliğin tanınması, asalet veren niteliklerde deneyim kazanılması toplumsal düzeni gözetenlerin baş mese-
216 Çalkantı ve Dalga
lesi olmuştur. Meseleye sahip çıkanlar sadece filozoflar ve kral lar değil, yönetimle ilgi derecesine göre bütün insanlardır. Sanayinin gelişmesi ile birlikte pratik amaçlara yönelik bil giler öncelik kazandı ve öğrenimin baş konusu oldu. Sanayi çağına giren her toplumda insan eğitimindeki ölçüler, ilkeler ve amaçlar temelli bir değişim sürecinden geçmiştir. İnsanlara, sınıf atlama imkanı vermekle övünen toplumsal ve ekonomik düzen, asaletin içselleştirilmesi ile beceri sahibi olmasını iste diği sıradan insan arasına aşamayacağı sınırlar koydu. Çünkü günlük yaşamı sürdürmek için beceri kazanmak bir zorunlu luktu, asalet ise bu devirde, sonuna kadar hüzün duygusuna bü.rünmüş bir özlem halinde kalabilirdi. İnsanın yetkinleşme sinin savsakla�abilir olması (ve savasaklamanın meşruluğu) böyle başladı. Buna göre, sanayi toplumunda önemli olan sa nayinin işlemesidir, buna ilişkin gerekliliklerin yerine getiril mesi toplumsal açıdan yeterlidir. İ nsanın asil ve insani nitelik leri kazanmak anlamında yetkinleşmesi, eğitimin asıl hedefi olmaktan çıktığına göre, ahlak eğitimi bireysel ya da ailenin öngördüğü bir talep olabilir. Ahlaki ilkelerin okullarda öğretil mesi bile tartışmalı hale gelmiştir. İnsan olgunluğunu somut hedeflerinden biri olarak kabul eden toplum, "asil" insanın niteliklerine sahip örnekleri kendi içinden çıkarır ve bunu devam eden gerçek bir durum ya da özlem olarak görür ve gözetir. Bir başlık altında tanımlanabi len soyut hedeflerin yaşamın pratiğinde yer almaması ve sadece özlem halinde varolması dıştan gelerek onların kazanılmasına yardım edecek destek ve imkanların yetersiz kaldığını gösterir. Dışarıda bekleyen imkanlar var oldukça toplumsal özlemleri yaşamın somut gerçekleri haline getirmek üzere onlara başvu rulabilir. Tabii ki insan için, imkanları kendi içinden çıkarmak, esastır. Manevi değerler bazı hallerde sadece, ama her an mevcut ve hiç yitirilmeyen bir özlem halinde varoluyor. Sadece özlem değildir bu, aynı zamada ruhsal yüceliğin ortaya çıkışından
Asaletin Sahibi 2 1 7
başlayarak saçtığı ışığıyla, etrafı devamlı surette aydınlataca ğına duyulan inançtır. Ona olan özlemin bile kaybolduğu de virde, iyi anlıyoruz asaletin değerini. Kenz-i Mahfı'deki bir dua şu cümleden ibarettir: "Biz bize layığın ettik, sen sana layığın eyle." Kimin neye layık olduğunu sormaya gerek yok. Bu cüm le, insanın taşımaya layık olduğu değerlerin farkına varmakla ve farkında olanın diliyle kurulmuştur. Asalet ve izzet sağlayan kimi nitelikler yaşanan hayatta gerçekleşmiştir, gerçekleşme yenler de bunun fark edildiği noktada; özlem halinde vardır. Özlem halindeki bir var olan, bilincin gerçekliği dışında de ğildir; halihazırda bilinç yoluyla sahip olduğumuz gerçekliğin bir parçasıdır. 2
Toplumun bugün yüz yüze bulunduğu yozlaşma tablosunun gerisinde, insanların hala birbirini olumlu anlamda kolladığı, kollamanın hc;defındeki ve konusu olan iyi nitelikleri önce kendi üzerinde aramak gibi bir dürüstlüğü vardır. İçinde ya şadığımız toplumda bu dürüstlük damarının var olmaya de vam etmesi, İnsanların zihinlerinden tamamen sökülememiş bazı değerlerin asaleti simgeliyor diye korunuyor olması, bu damara toplumun sahip çıktığını gösteriyor. Yozlaşma, bir in sana bulaşamayıp sadece göründüğü yerde onu sınava sokarak kendi kendisini müşahede altına almaya çağırmaktadır. Böy lelikle yaklaşan tehlikeye dikkat çekilmiş oluyor. Tıpkı, insa nın dayanıklı olma derecesini açığa çıkararak yüzüne vuran Mefısto'nun yaptığı gibi. Yozlaşmayı teşhis ederek ona karşı durabiliriz. İstanbul efendisi diye bir insan modeli ve bu kitapta daha önce anıldığı gibi bir deyim vardır. On dokuzuncu yüzyılın ilk Türkçe romanlarındaki tiplemeler, İstanbul efendisinin hep sakınan, kaçınan, yer yer "çıtkırıldım" bir tip olduğu izlenimi bırakmıştır. Halbuki öz varlığına saygısını, başkalarına yaşama
2 1 8 Çalkantı ve Dalga
ve davranış inceliği olarak yansıtmak ve en küçük kabalığı ne kendisine ne de başkalarına yakıştırmamak İstanbul efendisi nin bilinen ilk özelliğidir. İncelikler toplamı olan davranışların ve konuşma üslubunun sahibidir bu efendi. Tekrar belirtmek isteriz ki; Anadolu'nun küçük şehirlerinde kendi halinde ya şayan, halim selim insanların hiçbir kabalığa yer vermeyen dostane ve babacan tavırları, aynı ahlak kökünden beslenmiş ve aynı hedefe yönelmiştir. İstanbul efendisi ile Anadolunun küçük şehir ve kasaba toplumunu temsil eden kibar insanlar, değişik yerlerde yaşamaları nedeniyle, aynı ahlak ve terbiyeyi değişik adet ve alışkanlıklarla sürdürmüş ve özde aynı mede niyetin mensupları olarak yaşamışlardır. Ben, her iki örneğin aynı karaktere sahip asaleti sergilediğine, büyük ve küçük şe hirlerimizde şahit oldum. Şahitlikleri benim izlenimlerimden daha etkili ve derin olanların bulunduğuna eminim. Bu insan lar doğal bir davranış halinde saygı duyar ve kendilerine saygı duyulmasını telkin ederler. Okuyucusunu yönlendirme amacıyla yazılmış bazı popüler yakın tarih kitaplarının içeriği, bir duvarı tırmanır gibi zihin lerimizi tırmalayarak şöyle bir soruyu aklımıza getiriyor Ta rihi geçmişimizi gerilikler toplamı sanarak Batı dünyasındaki aristokratlara özgü hayatı bize örnek gösterenler, acaba hangi "asalet"in kaybolduğunun farkında mıdır? Günümüzde geçerli kavramlara başvurarak bir değerlendirme ve adlandırma ya palım: Merkezi yönetimin gücüne rağmen Osmanlı toplumu, hücrelerine nüfuz edilen bir kontrol toplumu sayılamaz. Ge nel olarak, sıkı sıkıya üstten yönelimli toplumlar var olduğu gibi bir de insanları öz denetimine sahip olan toplumlar vardır Bu toplumun insanları kendini denetleyen, yani öz denetimi yapan bir bilince sahiptir. . İçselleştirilmiş değerlerin bilincini taşıyan bir toplumun üstten yönelimli olduğunu söylemek de zordur. Osmanlılar döneminde, üstten kontrole tabi olanlar, yönetimle bir biçimde ilişkisi bulunanlardan ibarettir. Yönetici örgütlenmeden bağımsız yaşayanların ise, aslında her medeni
Asaletin Sahibi 219
toplumun niteliği sayılan denetim toplumu olarak görülmesi mümkündür. Kendini denetlemek medeni toplumun bireyle rine özgü bir alışkanlık olabilir. Medeni toplumların bireyle ri bizzat kendi kendilerini denetlemeyi mümkün kılan ortak kabullerin sahibidirler. Öz denetim, bireyin niteliği olabilir. Ortak kabuller devletle toplum arasında, daha çok insanların kontrolünde olan ve yasaların sağladığından daha düzenli ve güvenli mesafeler oluşmasına yol açar. Asalet, kendiliğinden düzenli ve güvenli alandaki yaşamların hazinesidir. Bu yaşam içinde ortaya çıkan her davranış, günlük parıltısını besleyecek ışığı, asaletin hazinesinden alır. Medeniyet oluşturan her top lum gibi Osmanlı toplumu da kendini denetleyeceği değerlere, toplumun ve bireyin kendi denetimini kendi elinde bulundur masına imkan tanıyan niteliklere sahip idi. Derler ki: Dürüstlükten bahsetmeyelim; o zaten herkes için esastır, insanlar o esası edinmek zorundadır; gözümüz dü rüstlüğe uymayana dikilsin; dürüstlüğün kaybolduğu yerleri, gerekirse eleştirinin dozunu da yükselterek teker teker saya lım. Güzel ahlakı anlatmaya ve tarif etmeye gerek yok, çünkü onu herkes bilmek zorundadır, üstelik insanın aklı ahlaki olanı ona söyeyecektir. Ahlaklı olanlara ne diyebiliriz ki? Bize düşen eleştiridir ve giderilmesini .istediğimiz ahlaksızlığın tasvirini yapmaktır. Namus dersen, fazilet dersen, insana sadece eleşti recek tarafı düşer onlara göre. Doğruluk dersen de öyle. Mantığın bu şekilde yürütülmesinde tatlı bir yalan, zekanın bize karşı oynadığı müthiş bir oyun var. İnsanın, doğal olarak kendisini doğru olana nisbet ettiğini, sürekli doğrunun yanın da olduğunu ona unutturuyor bu mantık oyunu. Rezilliği orta ya sermeyi üstüne vazife edinmiş ve herkese layık görmüşken onun tam karşısında duran "doğru"yu söyleyecek, güzelliğin, namusun, ahlaki olanın timsallerini gündemde tutmak iste yenlerin ağzını kapamak için bulunmuş zekice bir yol görün müyor mu bu oyunda? Kendisine dışarıdan hesap sorulmadığı halde sorumluluktan kaçmak ihtiyacıyla kıvrananlar, özünde
220 Çalkantı ve Dalga
vicdani sorumluluk gerektiren eleştiriyi bu amaçla kullanıyor lar. Eleştiren, eleştirdiği şeyin uz bir şekline sahip çıkmaktan muaf değildir. Halbuki sürekli eleştiren kişinin kendisinin eleştiri konusundan muaf olduğuna, şekil uzluğunun sağlan masını başkalarından bekleyeceğimize dair bir kanaat oluşu yor. Üzerimizde uyanan bu kanaatin, eleştirende bulunması gereken vicdani sorumluluğun yokluğunu gizleyen ve unut turan bir aurası vardır. Zorunlu bir hatırlatmada bulunmak amacıyla şu sözleri yazarken eleştirinin önemini perdeleyen, eleştirmenlerin yüksek dereceli katkılarını gölgeleyen biri gibi görünmek istemem. İ nsanın zekası eleştiriyle buluş yapar, mantıksal ilerleme eleştirel bakıştadır ve eleştiriye yer verme yen kabuller düşünceyi engeller. Toplumda yaygın olan genel kabuller, yanıltıcı olabiliyor. Bazı hallerde, kabul görmüş doğ ruların öngörmediği bir hatırlatma yapmak ihtiyacı doğuyor. Olup bitenler bunu gerektiriyor. Halbuki dürüstlüğün, faziletin, doğruluğun, namusun ve onlarla akraba kavramların tanımını her zaman yenilemek ge rektiği gibi, tasvirlerini yapmak, timsalini resmetmek, yüzler ce örneğini vermek zorundayız. Timsal olarak göstermemize layık olmayanların bile, doğruluğu, büyüklüğü, güzelliği, de rinliği, yüce ahlakı sahiplenmeyi ve insan yaşamını değerli kı lan başka hasletleri ve melekeleri, bir an olsun; hissetmeye ve kendisini, bu nitelikleri taşıyanların yanında görmeye ihtiyacı vardır. Başkalarını sürekli eleştirmeyi kendisi için doğal bir hak gören insan, "zaten öyle olmalı" diyerek adını koymaktan vaz geçtiği, tanımını yapamadığı, timsalini göstermekten kaçındığı ve üstüne titremenin herkes için bir insanlık ödevi olduğu dü rüstlüğün, doğrunun, normalin, güzel ve estetik olanın yanın da durduğunu ve destekçisi olduğunu bir biçimde hissettirmeli değil midir? Evet, bu olmalıdır. İnsan, saf iyilik karşısında içi nin ısındığını hissetmelidir. Kendimize hoşça bakmayı ilham eden değerlerin bilinç dünyamızda yenilenerek devamının sağlanması bir ödevdir.
Asaletin Sahibi 221
İnsan olarak temsilinde hak iddia ettiğimiz ve bu iddianın da hak edilmesi gerektiğine inandığımız şeyin bizden istediği budur.
İKİNCİ KİTAP
ÇALKANTI
Altıncı Bölüm
TOPLU HALDE GEÇİNMEK
ÖZNE OLARAK İNSAN Demokrasinin değeri eni sonu uygulamada, yani halihazır yö netimin asli biçimi olmasfyla ortaya çıkar. Uygulama hakkında modus operandi anlamını da içerecek biçimde bir ölçümleme, kurumların işleyişi üzerinden yapılabilir. Demokrasinin ku rallarını bireysel yeteneklerin alanını daraltan, gelişmesini im kansız hale sokan, netice olarak kamusal yapılanmada insan aleyhine işletilebilecek şema olarak algılayanlar ölçümlemenin odağına uygulamayı koymuş, kuramsal berraklığın var olup olmamasına çoğunlukla aldırmamış ve insanın dışlanmasında bir eksiklik bulmamışlardır. Hem de demokrasi namına! Demokrasinin sağlıklı olarak işlediği zamanın koşullarını göz önüne getirdiğimizde algımızın kapsama alanındaki ibre yönetici tabakalara doğru dönüyor, onlar işaret ediyor ve bize, uygulamadaki sağlık ve yeterlilik koşullarının yöneticilerde aranması gerektiğini söylüyor. Buna göre, demokratik olması gereken, devlet ve kurumlarıdır. Duygularımızın asıl vurgusu ise "sade insan'' üzerinde toplanıyor. Duyumun, insan odak lı olarak şekil alması tercih şıkları arasında özel bir nedenle
226 Çalkantı ve Dalga
yapılan bir seçime dayanıyor diyemeyiz; çünkü baştan itibaren demokrasi kavramını insana ilişkin olarak tanımış ve insanın toplum içindeki özgürlüğünü demokratik ortamda bulacağını öğrenmişizdir. Üstelik bu şekilde tanımada yalnız sayılmayız. Çünkü yokluğunda, eksikliğinde hatta imkansızlığında bile (yani insanların, somut olarak hayrını görmediği durumlarda da) çekiciliği bulunan demokrasiyi söylemlerde öne çıkaran lar, "devlet" şemasına göndermede bulunmaktan önce insan varlığına vurgu yapmışlardır. Demos, halk demektir; telaffuz edildiği zaman kimliği belirsiz kalabalık değil, özne olarak insanların topluluğu akla gelir. Esas olan insandır. Demok rasinin ister iyi bir uygulama alanı bulduğu yerde olsun, ister rafa kalktığı yerde; sözel olarak ona göndermede bulunan kişi kendisinin içinde bulunduğu ya da bulunmuş olmayı temenni ettiği bir yeri işaret etmiş, adını koymadan özne olarak ken dinden söz açmış oluyor. Çünkü o, kendisini ilgilendiren her konuda özne olarak dikkate alınması gerektiği kanaatindedir. Konusu insan olan her tartışma olduğu gibi herkesi ilgilendi ren demokrasi tartışmaları çekiciliğini kaybetmiyor. Bu çerçe vede düşünülebilecek ve insan ile demokrasi kavramı arasında kurulacak soyut alaka bir duygudan ibarettir. Ortak duyum bir toplumun kurulması için yeterli olmaz. Demokratik toplum, ilmek ilmek dokunmayı, adım adım inşa edilmeyi gerektirir. O halde gerek şart olan duyum aşamasının bulunduğu ilk mer haleden toplumun akıl ölçüleriyle örgütlenmesine geçilmesi gerekir. Bunun ilerisinde toplumdaki demokrasi ve devlet ka tındaki demokrasi fikirleri vardır. Toplumu oluşturan değişik gruptan insanların düşünce ve inanışta özgür olarak bir arada yaşamayı kabul etmiş olmaları toplumda demokrasinin çerçe ve halindeki varlığını ifade eder. Bütün toplumsal kültür ve de ğerler, kısacası toplumdaki genel dünya alılayışı ve ideoloji bu çerçevenin içinde bulunur. Demokratik yönetim ise insanlar arasındaki fikir mücadelelerini, tartışmaları ve her türlü fikrin ve inancın serbestçe gelişmesi için girişilen çabaları teminat
Toplu Halde Geçinmek 227
altına almayı vaat eder. Bu iddianın ciddiye alınması için zih nen demokrat olanlardan gelmesi gerekir. Devletteki demok rasi devlet organlarında iş bölümüyle uygulamaya konulmuş bir şemadır. İnsanda demokratik topluma giden duygu, devlet katında, hükümet şekline evrilen şema olmaktadır. Biz insanın devlet yapısı karşısındaki somut varlığından ve konumunun sağlamlığından emin olmak istiyoruz; çünkü kaygımızın temel kaynağı insandır. Demokrasinin en az tartışılan tarafı teorisinde belirtilen hedeflerdir; bunun nedeni, demokraside halkın egemenliği ile tiranlık arasında üstü kapalı ve önceden kabul edilmiş bir tercihin söz konusu olmasıdır. Tercihin, halk egemenliğinden yana konulduğu açıktır. Bunun dışında, Atina demokrasisin den beri demokratik sistemlere yönelik eleştiri ve tartışmalar devam etmektedir. Şekil şartlarının kabulünde ayrılık, Halk demokrasisi ve liberal demokrasi gibi birbirini yanlışlayan ya da tamamlayan sistemler, farklı şekil şartlarının kabulüyle or taya çıkmıştır. Esasında toplumsal varlık dinamiktir; savaşı yok edecek bir mekanizma yok. Hukuk devletini bir uzlaşmayla kurmak imkansız olmasa da devam edeceğinin garantisi yok. Hak edilmiş bir iktidar gücü, oligarşik bir mekanizmaya dö nüşebiliyor, özgürce yargılanmanın önüne geçebiliyor. Seçim ler gerçek iradenin ortaya çıkmasından ziyade demagogların işine yarayacak şekilde sonuçlanabiliyor. Öte yandan adil olan ile kendisine yararlı olan arasında seçim yapacak olan halkın, tercihini adil olandan yana koyacağı şüphelidir. Bu tartışmalar onlarca konu başlığı altında sürüp gidecektir, çünkü özündeki mutlaklık ve değişmez ilkelerle birlikte brüt haliyle sürdürülen yaşamın değişkenleri üzerinden işlemesi bunu gerektirmekte dir. Demokrasinin, uygulamada kısmen ya da tamamen yalana ve aldatmacaya dönüşebildiği bir gerçektir. Siyasi gücün kötü ye kullanılması, aldatmacanın kaynağıdır. Modern demokra silerin tarihi birbirlerini eleştirmelerinde değil, her iki tarafın insan özgürlüklerine yaptığı müdahelelerde (eğer bütünüyle
228 Çalkantı ve Dalga
kötülüğün tarihi değilse) haksızlıklarla doludur. Buna bakarak despotluğun herkes için daha iyi çözüm getirme ihtimali bu lunduğunu söyleyemeyiz. Baskı rejimleri her zaman ahlaken kaybeden taraf olmuştır. O halde adaletin, ahlakiliğin, yararlı lığın, meşruluğun toplumsal yaşamdaki başka gereklerden her birinin yekdiğeri karşısında dengeye kavuşmasını, içte ve dışta meşruluk temelli düzenlemenin kaynağı olan hukuk devletini demokratik çerçevede arayacağız. Hukuk devleti, özgürlüğü koruyup kollamayı taahhüt eden bir yapıdır. Özne olarak insanın toplumsal alanda göz önünde olması, siyasal yapılanmada ise ağırlığı hissedilir biçimde yer alması gerekiyor. Kurallar, belirlenmiş bir özneyle bağlantısı düşü nülmeden yenilenemez, gerektiği zaman değişime uğramayan kurallar paslanarak insanların ihtiyaç duyduğu atılıma engel olur, ayakbağına dönüşen kurallara yeni bir biçim vermeden toplumsal yaratıcılık ve verimlilik artırılamaz. Bu bağlamda ciddi bir dönüşümün sağlanması için devlet katında yeniden yapılanmanın, insanlar açısından ise karşı çıkma iradesi dahil, siyasal alanda bilinçli olma halinin birlikte var olması şarttır. İnsan ile yönetici tabakanın ilişkisine gelince; kimin yöne teceği sorusuna açıkça "güçlüler" biçiminde cevap veren yok. Bu anlama gelen, "Biz ne dersek diyelim, zaten öyle oluyor, güçlüler yönetici konuma geliyor" diyen görüşlerin adı konul madan sergilendiği ise bir gerçek. Dünya kurulduğundan beri yönetici katında güçlüler yer almış, "kuralı dikte eden hakikat değil, egemen olandır" denilmiştir. Göçebeleri, özel durumları nedeniyle bu bağlamda yerleşiklerden ayırmak gerek. Onla rın duyguları bir tür olağanüstü hale göre biçim kazanmıştır. Herkesin aynı şartlarda yaşadığına, insan duygularını aşındırıp körelten, merhameti yok eden uygarlık karmaşasının bulun madığına bakarak, göçebelerin yaşadığı olağanüstü halin biri leri tarafından çağımızda görüldüğü şekilde zulüm aracı olarak kullanılmadığını tahmin edebiliriz. Göç halindeki topluluk dağları aşarken, ıssız vadilerden geçerken her an saldırgan bir
Toplu Halde Geçinmek 229
grupla karşılaşabilir. Onlara karşı koymada kim başı çekecek? Kim, bütün cesaretini vakit kaybetmeden yüklenecek? Tabii ki içeride huysuzluk edenleri tepeleyerek, başkaldıranlara haddini bildirerek gücünü ispatlamış olan. Eğer başkanlık aile büyüğü olmaya ya da geleneksel başka bir nedene bağlanmış değilse, grup içinde gücünü ispat etmiş olanın, bir husumet odağıyla karşı karşıya gelindiği zaman yanındakilere güven vereceği, bu duygu ile bireysel güçlerin seferber edileceği tahmin edilebilir. Issız yerlerden geçerken herkesin "yakın tehlike" duygusuyla dopdolu olması son derecede olağan. Eh, o halde en dişlisi en güçlü sayılır. Bu tabloyu değerlendirmede yanılgıya düşmemek için göçebelerin, şehir hayatının unutturduğu ve insan ilişki lerine sıcaklık veren kimi insani duygulara yoğunlukla sahip olduklarını akıldan çıkarmamak gerek. Yerleşik yaşam düzenini oluşturmuş eski toplumlar hak kındaki tasavvurlarımız bir yana; günümüzde siyasal tartışma ateşinin yükseldiği duruml.arda, "bize bir lider gerektiğini" tek rar etmekten hoşlananlar, genellikle tepe noktasında herkesi susturacak bir güç merkezinin bulunmasını bekleyenler oluyor. Lider kültüne öncelik verenler, genellikle bireylerin yeterlilik derecesini ve sonuç olarak toplumun kapasitesini hesaba kat tıkları yönünde bir izlenim bırakmazlar. Böyle olduğu halde en iyi çözümü dile getirirmiş gibi kendinden emin bir eda ile lider odaklı görüşlerini açıklarken onun toplumdaki işlevi hakkın da özgün düşüncelerden yola çıktığını söyleyebileceğimiz bir veri yok. Lider sadece imtiyazlı bir konumdadır ve toplumun güçlü bir merkezden yönetilmesine meselelerin çözümü için yeterlidir; bu düşünceye sahip olanlar özne olarak insanın top lumdaki yeri ve işlevi hakkında açık görüş sahibi değildir. On lar, bir toplumda hukuk düzeninin iyi işlemesi ile toplumsal hareketliliğin dizginlenmiş, insanların zapturapt altına alınmış olmasını birbirine karıştırabilirler. Hukuk sistemi çürüyüp or tada düzen adına dizginleme ve toplumun tümünü kapsayan bir zapturapt görüntüsü kaldığında, acıyla hissedilen durum
230 Çalkantı ve Dalga
güçlülerin fiili varlığından başkası değildir. Fiili durum, gücü olmayanların üzerinde her anlamda hissedilir bir baskı oluştu racak diye bir şart yok tabii ki. Bazı hallerde baskıdan şikayet imkansız ya da istenen sonuç alınamayacağı için anlamsız ya da imkansız olabilir. Bu dünyada adaleti ve hukuka uygunluğu şiar edinenler ve bu eğilime değer verenler, elverişsiz şartlara, söz geçirmelerinin zorluğuna rağmen adaleti gözeten ve insa nın mutluluğu için çaba gösterenler her zaman var olmuştur. Barbar doğası büsbütün silinip gitmeyen insanın köklü bir eği limi -çok şükür ki- insaniyete sahip çıkmasıdır. Demokrasi, kendisine verilen önemi biraz da insaniyete sahip çıkma orta mını oluşturacak bir düzenin eninde sonunda onunla kurula cağı beklentisini vermesine borçludur. Eski çağlarda, "Kim yönetici olmalı?" sorusuna karşılık; "bilgeler" diyen , "en iyiler" diyen, "ahlak sahipleri" diyen var dır, bunların hepsini göz önüne alarak "adil olanlar yönetmeye layıktır" diyen de olmuştur. Yönetimin ehliyetle sürdürülme si, buna layık olan erdemli iradeye güç katılmasını gerektirir. Ehliyet sahiplerinde güç yoksa oluşturmalı, yetersiz ise artı rılmalıdır; o kadar önemlidir yönetimin gereğince sürdürül mesine yarayan güç. Toplumun yönetilmesinde gücün öne mine ve gerçek durumun dayatıcılığına bakarak, "Güçlü olan yönetmelidir"gibi bir düsturla işe başlanmaz, başlanmamıştır. Bu yaklaşımla varılacak bir sonuç yoktur. Çünkü güç ilk gö rünen veridir, ama yönetme ehliyetinin ilk delili değildir. Ehil olmayanlar da pekala güç kullanabilmektedir. Buna bakan bazı düşünürler salt güçle elde edilen yönetime yönelik eleştirilerini "devlet kendi şiddetine hukuk bireyinkine ise suç adını verir" (Max Stirner) diyerek dile getirmişlerdir. Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesini öngörüyor, bu da çoğunluğun öne çıkmasını gerektiriyor. S alt demokrasi teorisine göre gerçekte toplum eşit ve özgür bireylerden olu şur; öyleyse herkes bir biçimde yönetici konumundadır. Özerk bireyin (öznenin) temsil edilmeye ihtiyacı olup olmadığı ve
Toplu Halde Geçinmek 23 1
gerçekte birinin onu temsil edebileceği bile tartışmalıdır. Tem sili demokrasi, yine de bir yöntem olarak yaygındır. Çoğun luk şartı ise başkası tarafından, yani toplumun kendi kendini yönetmesine karşı olanlarca yönetilmenin önlenebilmesi için gerekli görülmüştür. Çoğunluğa dayanan yöneticilerde tiranlık hevesleri kabarabilir. Yöneticinin dayandığı taban durumun daki çoğunluğun parçalanması ve kamplara ayrılması, çözü mün değil sorunların kaynağına dönüşen yönetimin ise aynen devam etmesinde ısrar edilmesi tiranlığa giden yolu açabilir. Sürekli baskı yöneticinin başvuracağı kaçınılmaz bir yöntem değildir; fakat buna bulaşanın kendiliğinden vazgeçtiği görül memiştir. Bir kere başlayan, ancak bir devrimle önü alınabile cekken önleme imkanı bulunamayan zulüm uygulamaları doz artımıyla devam edip gitmiştir. Demokrasi tarihi ve bu tarih içinde özellikle anayasa hareketleri tiranlığı önlemek amacıyla yapılmış mücadelelerle doludur. Demek ki tiranlığa yönelim ender görülen, istisnai bi.r durum değil. Demokratik yönetim de despotluğun sıfırlanmasını teminat altına alan ilke, yöntem ve araçlara sahip olmak hayati önem taşıyor. Bu araçların özü adalet, bu yoldaki amaçların özü ise adaletin gerçekleşmesinde sürekliliğin sağlanmasıdır. Özne olarak insanın idari yapılan madaki yeri günümüzün. koşullarında ekonomik güce paralel olarak beliriyor. Ekonomi, siyasetin de önde gelen belirleyeni durumundadır. Bu fiili durumun, adaleti, kendi içinden doğal olarak çıkarması beklenemez. Buradan şöyle bir sonuca varabiliriz: Bir toplumun ve yö netimin gelecek tasarımında insanın "özne" olarak yerini alma sını geciktiren her faktör, özerkliğini destekleyecek ekonomik gücünü başka istikametlere yönlendiren her girişim, demok rasinin işleyişini saptıracak ve demokratik yönetimin kendi lerine dayanacağı insanların mükemmelleşmesinin önüne set çekecektir. "Özne" vasfının kişiye bağlı değerler yerine kişilik dışı bir değer olan ekonomik güce bakarak tanımlanması, ma nevi varlığıyla anlam taşıyan insanı öyle bir noktada kuwetten
232 Çalkantı ve Dalga
düşürüyor ki, kamusal alanda dönüp duran ekonomik güç, bu düşüşün yol açtığı zihinsel açığı kapatamıyor. Kapitalizmin hüküm sürdüğü dünyada insanın özerkliği ile mülk sahipliği arasındaki ilişki karmaşıktır. Bireyin, devlete bağımlı olmadan kazandığı ve işlettiği ekonomik güç, etkilendiği bürokratik baskılara hatta tiranlaşma eğilimlerine karşı onun özerkliği ni korumasına yarar. Birey, sahip olduğu entelektüel ve ahlaki değerlerle insan olarak özerk varlığını kazanır, ekonomik gücü ise devletle ilişkilerinden bağımsız olarak ayakta kaldığı ölçüde onun entelektüel ve ahlaki niteliklerini korumaya yarar. Şu da bilinmelidir: Ekonomik güç tehlikeye girdiği zaman, güç sahi binin mali imkanlarını korumak amacıyla ahlaki ve entelektüel özerkliğini korumaktan vazgeçmesi ve böylece girdiği yoldan zihinsel köleliğe kadar varması ihtimal dışı değildir. İnsanı bürokraside tarif edildiği anlamıyla "vatandaş" yap mak, yani insanların siyasi merkez etrafında örgütlenişine ze min hazırlama çabası, bugüne kadar, demokratikleşmeye en önemli katkıyı sağlayan yol olarak görüldü. Teknik olarak bun da bir yanlışlık yok. Bireyin tek başına ayakta durur olmasının demokratikleşmeye katkısı ekonomik bağımsızlığı ile doğru orantılıdır. Oysa ekonomik açıdan devlete fazlasıyla bağımlı insanların bolluğunda, siyasi, mesleki ya da başka kategorilere göre toplanmış insanları örgütlenmenin kolaylığı keşfedildi ve buna sığınıldı. Teknik olarak, sözü geçen kategoriler meşru gö rünür ama bireyin tekil varlığı ihmal edildiği ölçüde, toplumsal yapılanmanın verimli bir biçimi sayılamaz. Totaliter rejimlerde bu işi (totaliterliği) toplumsal alanda bireyselliğin ve bireyleş menin güçten düşmesi, hatta iptali pahasına yapanlar hiç zor lanmamıştı; çünkü insanlar tek tek güçsüzdü. Devletin aynı zamanda bir toplum kesimi ile diğerleri arasındaki dengeye vaziyet etmekteki ısrarı, bu nedenle ipleri elden bırakmayı hiç istememesi kendisi etrafında salt bağımlılık üreten örgütlen meyi kolaylaştırıyordu.
Toplu Halde Geçinmek 233
Demokrasinin kurallarını, tıpkı tekniğin evrensel kuralla rında olduğu gibi, esneklikten yoksun bir biçimde ele almak çözümü kolaylaştırmak yerine, büsbütün çözümsüzlük getiri yor ve baskıyı davet ediyor. Demokrasinin evrensel kuralları, tanımında uzlaşma bulunan bölümünden ibarettir. Bir tür ge nel kabule dayanan demokrasi kuramı ve tanımında genel bir uzlaşmanın olduğu kavramlar soyut değer olarak göz önüne alınıyor ve bir ülkedeki somut insan nitelikleriyle birebir örtüş mesi her zaman mümkün olmuyor. İnsanın "özne" olmasının gerektirdiği koşullar ile vatandaştan "iyi vatandaş" olması için istenenler genellikle birbiriyle çelişmektedir. Yine de insan, evrensel bir kural (vatandaş olma) ile kendi sini özerk hissetmesini sağlayan manevi kazanımları arasında geçişli bir ilişkiye müsait konumda bulunuyor. Bireyselliği ko rumak açısından asıl sorun, "vatandaş"ı tanımlayan kalıp ifa deler yetersiz kaldığı halde bu kalıbının değişmez sayılmasında ortaya çıkıyor. Tanımlar iki ucu kapalı cümlelerle yapıldığından mutlak gibi görünür, insan ise dünyadaki bütün değişkenlere katılacak yetenektedir. Kişilerin siyasi arenaya girişinde, onları siyasi merkez etrafında toplanmış vatandaşlar olarak örgütle yenlerin öngörülerinden başka sonuçlar da ortaya çıkabiliyor. Kendiliğinden doğan anlam çeşitliliği zenginlik sayılabilir, ça tallanmaya da yol açabilir. Çeşitlenmeyi zenginlik artışı yapan ya da çatallanıp dağılma sayılmasına yol açan durum, kültürel altyapının kapasitesidir. Bir altyapı, yenilenmeyi taşıyacak kül tür temeline sahip değilse, kazanım sayılan birikimler, kulla nım değeri açısından sadece yük olabilir. Yine de bilginin ve kavrayışın artmasıyla, insanın sahnede özne olarak işgal ettiği yer genişleyecek, eski kalıplar yıkılacak, vatandaşı tanımlama da anlamsal derinlik de artacaktır. Geçmişte kanaatkarlık bir yaşam ilkesi olarak yaygın idi. O kadar ki, bu ilkenin toplum sal yaşamın gerektirdiği atılımları engellediğini düşünürdük. Bugün Türk toplumunda kar üstüne kar ve iktidar yarışlarına katılmayarak onurlu bir yaşam sürmenin mümkün olduğuna
234 Çalkantı ve Dalga
inanan, bu ilkeye uygun bir yaşam düzeyi tutturduğu zaman, artık ömrünü saygıyı hak etmiş biri olarak süreceğini düşü nen binlerce insan vardır. Bunların pek çoğu, haksız rekabetin sürüp gittiği ortamlarda bile, rekabeti sürdürenlerin dışında kalarak karşılıklı saygıya dayalı bir yaşamı kurabilmiştir. Ben, yalnızca toplum üyesi olarak değil aynı zamanda bireysel özne olarak da saygın olan bu değerli insanların, eski çağlarda kana atkarlığı yaşam ilkesi edinerek başarılı olmuş kişi ve ailelerin günümüze uyarlanmış torunları olduğunu düşünürüm. Ekonomik gücün kişi bazındaki artışı toplumsal taleplere içerik ve alan genişliği sağlar. Bu durumda, demokratik toplu ma fiili katılımın yaygınlaşması beklenir. Özne olarak bireyin kamusal alandaki ağırlığının artması sivil toplumun oluşması isteğini güçlendiren en önemli etmenlerden biridir. Bu zincirin bir sonraki halkasında sivil örgütlenmenin gerekliliği üzerinde bir vurgu, onun arkasında ise "bireyin toplumsal yapılanmada ki ağırlık artışında sürekliliğin teminat altına alınması isteği" bulunmaktadır. Toplumda kişiliği ve yeteneği ile yer aldığını hisseden birey, geriye gitmemeyi teminat altına almak istediği kadar, onun siyasal katılımın artması yönündeki arzusu güçle necektir. İnsan, ekonomik gücüyle orantılı olarak siyasi ağırlığını or taya koydu ve toplumsal özne oluşu belirginleştiği oranda onun kişisel (ve anonim olmayan) eğilimleri ön plana çıkmaya baş ladı. Türkiye'de ısrarla görmek istemeyen, gördüğünde olum suz anlam yükleyen bir kesim bulunsa bile, Türk toplumunda bireyin kendi varlığını hissedişinde, en dolaysız biçimde bağlı olduğu, "ben''i ile özdeş bulduğu, güçlü olgulardan biri inanç tır. Dini inanışların bugünkü toplumsal yapıdan daha geri bir toplum talebine yol açacağı argümanında geçerli yan bulunup bulunmadığı, Türk toplumunun yakın dönemdeki serüveni ne bakarak sorgulanmalıdır. Bu argüman siyasal bir kanadın vazgeçilmez dayanağı oldu, inanç ise yaşamın ilk ağızda görü nenden daha fazla bölümü için açıklayıcı konumdadır. Çünkü
Toplu Halde Geçinmek 235
Türk toplumunun sahip olduğu inanç bütünlüğünün adı olan İslam yalın halk itikadı olarak bireysel bilinçleri belirlemek le kalmamış, aynı zamanda toplumun geçmişte sahip olduğu ve içinden geldiği medeniyetin dokularını oluşturmuştur. Ona karşı oluşan tepkiler refleksif düzlemde kalabilir. Tepki duyu lan her yerde tepki nedeninin bulunduğu katmanın üstünde bir algı alanı, bu alanın da geçmişten beslenen imgelem dünya sı vardır. İnsana özne olarak yaklaşan herkes Türk toplumun daki bireyselliğin İslam inancıyla neşvünema bulmuş bir algı alanından geldiğini, genel algı alanının İslam medeniyetine çok şey borçlu olduğunu görür. Bu toplumda özneyi anlamak ile bu algı alanını tanımak çoğu kez aynı anlama gelir. İnsanlar, varlığı ekonomik güce bağlanamayacak kadar do ğal ve vazgeçilmez niteliklere sahiptir ve onlar bu niteliklerini görür, bilir, bekası için teminat isterler. İ nsan hakları kavramı, doküman diline indirgenerek kullanıldığı, biz ise belgelerde yazılı cümlelerden ziyade- bireysel duyumu esas aldığımız için, bazı kurumları daha çok akla getiren insan hakları tabirini kul lanmıyor, insanın niteliklerine ve yetilerine göndermeyi (atfet meyi) tercih ediyorum. Toplumsal düzen, bireyi özne olarak ayakta tutan özgürlük, düşünce, inanç vb. gibi, "ben''i ile özdeş bulduğu niteliklerinin ve yetilerin var kalmasını temin etmeliy di. İyi bir toplumsal düzenin gizli açık vaadi budur. En azından düzen sağlamaya bu niyetle başlanmalıydı. Var olan düzen bu anlamda güvenilir değilse onu oluşturmak, insanlara düşüyor. İnsanın ben'i ile özdeş bulduğu niteliklerini geliştirmenin yolu herhalde, demokratik toplum biçimleri içinde bulunabilecek tir. Bu yaklaşım totaliterliği dışlıyor, kendi kendini yönetmesi gereken insana özne olarak bakmanın bir önkoşul olduğunu söylüyor. Özne, her türlü ideolojik kategorize edilmişliğin üstünde yer alır. Tek insanın özgürlük arayışında menzilleri aşması, denetimini kendi elinde bulundurduğu bir yapı için de kolaylıkla imkan dahiline girer. Üstten yönelim, olsa olsa demokrasi ilkelerinin ortaklaşa vasfına mukayyet olmada ve
236 Çalkantı ve Dalga
insanların kendi denetimlerini kendi ellerinde bulundurması na engel çıkarmaması koşuluyla işe yarayabilir. Eski çağlardaki kanaatkarlığa, çağımızda onu dönüştürerek yaşam ilkesi edinmiş olanlara ve elbette bu insanların ruhunu besleyen temel ve soyut ilkelere bakarak yeni bir özne tanımı yapmak ve onu oluşturmak için adım atmak gerekiyor. Kapita lizmin getirdiği mekanikleşmeyi, şiddetli toplumsal sorunların hareketlenme nedeni olması beklendiği halde bu sorunlarla karşılaşan insanların içine düştüğü yılgınlığı aşmak için özne olarak insanın sahnedeki yerini alması şarttır. Toplumun üstü ne serpilen ölü toprağını, sorumluluk üstlenmiş özerk insanlar giderebilir. Kurumlar demokrasisinin işleyişine bakarak atılan "İnsan öldü!" çığlığı karşısında özneye yeni bir tanım getirmek, haklar ve sorumluluklar ilişkisinde onun yerleşeceği bir yer bulmak, düşünce sahiplerini bekleyen en yeni ödev durumun da. İnsan "özne" olarak yer alması gerektiği alanları doldurduk ça, demokrasi yorumlarının insanın orada yerleşmesini anlamlı kılacak ve derinleştirecek biçimde zenginleşeceği açıktır.
DEMOKRASİDE BİÇİM KAZANMA Siyasi müzakelerin yapıldığı toplantılarda söze demokrasiyi temel aldığını öne sürerek başlamak ve görüş açıklamak ko nuşmacıların iyiden iyiye kendini kaptırdığı bir adet oldu. Bu nun nedeni, toplum ölçeğindeki başka anlamlarına ek olarak demokrasinin alanına giren her düşünceye meşruluk kazandı ran bir şemsiye durumunda olmasıdır. İnsanların her fırsatta demokrasiye göndermede bulunma alışkanlığı ise her düşün ceyi dönemin genel kabul görmüş terminolojisine bağlayarak ifade etme eğiliminin çağımızdaki biçimidir. Gerçekten böyle bir genel eğilim vardır; mesela, antik çağlardan esinler taşıyan birçok inanış kalıbı, İslam' ın güçlü olduğu dönemlerde İslam kültürünün terminolojisine ait kelimelerle dile getirilmiş, ona
Toplu Halde Geçinmek 237
bu suretle meşruiyet ve kabul görme zemini sağlanmıştır. Bu elbette, ortak terminolojinin İslam kültür ortamında biçimlen diği devirlerde olmuştur. İnsanın duyuş ve davranışları zihnin yapısından geldiği ve bu nedenle ortak yönlere sahip bulun duğu için eski bir düşüncenin yeni kavrama biçimlerine bağlı meşruiyet zemini kazanmasında bir yanlışlık bulunmaz. Her kesin ya da çoğunluğun zihinsel dağarcığında bulunan termi noloji, bir kişiye özgü yeni düşüncelerin yayılmasını kolaylaş tırır. Çünkü olguları dile getirmeye ve algılayanların algılama sına yarayan terminolojinin baktığı dünyanın sınırları aynıdır. Güney Eyaletlerindeki kölelerin özgür olma haklarının ta nındığı Amerikan İç Savaşının sonucu olarak ve Fransız dev rimleriyle gelen doğal haklar kavramının gördüğü genel kabul, toplumlarda demokrasi çerçevesinin kurulmasını gerekli kıldı. İki yüzyıllık zaman içinde tartışmalı da olsa işleyen demok ratik yönetimler ve bir demokratik kültür oluştu. Demokratik kültüre sahip olmak ve onu kendisi için üretmek bakımından toplumlar eşit değil, ama insanlığın sorunlarını dile getirirken herkesin başvurduğu kavramlar bu kültürün içinde anlam ka zandı ve ortak bir terminoloji oluştu. Demokrasiden anladığı kadarıyla bilgisi, edinilmiş ve uyarlanmış kuralları aşmayan, içinde yaşadığı toplum açısından demokratik çerçevede bir kültür üretimi orijinalitesine anlam veremeyen ve bu nedenle kendi toplumuna hiç de demokratik ölçülerde yaklaşamayan lar bile kendilerini anlatmak için ortak terminolojinin kelime lerine başvuruyorlar. Bu aslında muhataplarınca meşru görün me arayışıdır. Dilinin altında demokrasi-dışı bakla taşıyanlar demokrasiye ilişkin bir hatırlatmayla söze başlayarak başka larından geri kalmadığını gösterir, devlet ve toplum yöneti minde halk unsuruna verilecek ağırlığın derecesini ve içeriğini belirlemeye sıra geldiğinde ise, konuşmaya şu cümlelerle de vam ederler: Efendim, toplum yeterince demokrat değil. De mokratik kültür bütünüyle yerleşmemiştir. Toplumun kendi kültürü, demokrasiyi kaldıramamaktadır. Bu yöndeki retorik,
238 Çalkantı ve Dalga
demokratça davranıp davranmamayı kendi keyfine bağlı sa yan sözümona demokratların sık başvurduğu sahte bir içeriğin daimi taşıyıcısı durumundadır. Yüz yıldan beri toplumumuz değişerek şekilden şekile girmiş, içinde en doğal alışkanlıkla rına yer bulduğu muhtevaya sahip bir demokrasiyi kendi iste mesiyle üstlendiğini göstermiş ama memlekette, çıkış noktası "demos"u dışlamak olan söylem ve sahipleri hiç değişmemiştir. Demokrasi, usule ilişkin yönleri ile olsun, usulden kopma yan esasları ile ilgili olsun, yönetim katındaki gerçeklik olduğu, sade insanların niteliklerinin görünür hale getirilmesi ise bu gerçekliğin bir bileşeni olması gerektiği halde, etten ve kemik ten insanlar söz konusu olduğunda, sahte içerikle dolu bir re toriği dillendirmeyi alışkanlık edinmiş olanlar, somut insanın görünürlüğünü önleyen ve onu küçük gösteren projektörlerini gizlendiği yerden çıkarıyor, bu insanların üzerine tutuyorlar. İleri demokrasinin idealize edlmiş tarifi ile bu ideale uymayan bir halkı karşılaştırarak, mangalda kül bırakmayan ve hiçbir sorumluluğu üstüne almayanların itirazlarından ibaret retori ğin üst üste tekrarlanmasıyla, 'toplumun demokrasiye layık ol madığı" kanaatini yaygınlaştırmak ve giderek toplumun askeri darbelerden nemalanmış bölümüne "Demokrasiyle olmuyor" dedirtmek, işten değildir. Bu davranış biçiminde bütün amaç işlerin demokrasiyle yürümediğini söyleme noktasına gelmek tir ve bu bazılarının mesleğidir. Demokrasinin ilkelerini mu hatabın güvenini kazanmak için öne sürerler ama bu ilkeleri hayata geçirmenin kiminle başarılı olacağı hususu tatmin edici bir karşılık bulmaz. Halka "Sizinle olmuyor" dedikleri yeteri kadar açıktır, ama bu sözün muhatapları onlara anlayacakları dilden ve yeteri kadar itiraz etmiyor, redlerini çok çok oylarıyla gösteriyorlar. Karşı taraf ise yanılgı sonucu görmeyi tercih et tikleri red oyları karşısında, halkla birlikte yapamadıkları de mokrasi oyununu artık kiminle oynayacaklarını düşünüyorlar sa, onlardan zuhur eden, aslında bir tür gizli faşizm niteliğini de taşıyan çağdaş demokrasinin (!) içinde ya da uzantısında
Toplu Halde Geçinmek 239
çağdaş kerametler bulunduğunu söyleyip duruyorlar. Baskının şiddet kazandığı dönemlerdeki terslikler ise tam demokrasiye (!) geçmek için katlanmak gereken bir tür kerametin yan ürün leridir, o hesapça. Söylemde demokratik kültüre verilen önemin yeri değer kaybetmiyor; o halde biz de şöyle soralım: Toplumu oluşturan bireylerin haklarının bilincinde olması acaba isteniyor mu? Bu bilincin oluşmasında entelektüel sorumluluğu kim üstlenebi lir? Bireysellik hangi ölçüde kabul görür? Bireysellik kendilik bilincini ihtiva eder. Bu çerçevede istekten kasıt, haklar te melinde bir bilincin gelişmesini talep etmek anlamına geldiği gibi, bireylerin kendi çabalarını bu yönde yoğunlaştırmasıyla elde ettikleri farkındalığa başkalarının razı gelmesini kapsıyor. Yönetim katındaki şekil şartları bir yana; teoride halk unsuru nun ahlakbilimsel niteliklerinin, ahlaki mesajlarının ve bireysel taleplerin karşılığının bulunması demokrasinin bir gereğidir. Türkiyede geleneksel kültüre sevgisizliği tükenmeyen bir ke simin söylem.indeki gibi halk unsurunun sonuna kadar tartış malı bir büyük kitle olarak görülmesi demokrasi düşüncesiyle bağdaşmaz. Batı'nın çağdaş demokrasileri yayma (!) araçlarından biri savaş olduysa, diğeri fiili ya da zihinsel sömürgeleşme ölçüsü ne varan baskılar oldu. Baskıcı yönetimlerin çoğu savaşların ardından ve tabii yenilen tarafın üstüne geldi. Demokrasinin savaşla yayılmayacağı zaten biliniyordu, böylece saklanamaz oldu. Kendi dilemesiyle demokrasiye el veren bir toplum, yo lunu kendisi açıp yöntemini bularak ilerlemeyi tercih eder. Buna rağmen aynı toplumun içinden birileri çıkıp, demok ratik usUllerin ağır sömürge şartları içinde öğrenildiği, birkaç kuşağın aydını sömürge döneminde yetişmişler gibi ülkedeki yönetim alışkanlıklarını demokratik kültürün vazgeçilmezleri arasında belliyor. Bununla da kalmayıp (Türk toplumu dahil) olgunluğunu her fırsatta sergilemiş bir halka dönerek, sömürge toplumlardan edinilmiş deneyimlere dayanan nasihatler ver-
240 Çalkantı ve Dalga
mekte bir yanlışlık bulmuyorlar. Bu, şaşırtıcı bir durumdur; ama bizlere düşen, şaşıp kalmamak ve serinkanlılığı muhafaza etmektir. Toplumun taleplerini genişletip derinleştirmesi kendisi ol mak adına ona muhteva vermesi ve bu muhtevaya güç katmak için bireyler eliyle çaba sarf etmesi demokratik kültürün olu şumu açısından zaruridir. Demokratik kültürün oluşumu böyle bir sürece ihtiyaç duyar, bu süreci içerir. Bu kültürün öncelikle toplum yönetiminin şemasını oluşturması ve yönetici tabaka larda olgulaşması gerekir. Sıralanmasında bir karışıklık oldu; zıtlık ve kültürün oluşumu ile olgunlaşma sırasındaki karışık lık, yalnız (buradaki) ifade edilişinde değil, olgunun kendisin de de vardır. Peki, demokratik kültürün gelişmesi, herkesçe talep edilen bir görüngü müdür? Talep eksikliğine bakarken, talep etmesi öncelikle beklenenlerin (halkın) niçin yeterince talep sahibi olmadıklarının ve talebi engelleyen bir unsurun bulunup bu lunmadığının kurcalanması gerekiyor. Halkın demokrasiye katılımını kendileri için sorun çıkarıcı bulanlar, öncelikle bu talebin oluşmasını engelliyorlar. Şikayetlerin talebe dönüşme si, dile getirilmesiyle mümkün olur. İfade özgürlüğü kavramı, kısıtlanması ve serbest bırakılmasıyla bu durumu simgeliyor. Sorunun sahasını biraz basitleştirerek netleştirelim: De mokrasinin olmazsa olmaz unsurlarından biri, seçimdir. Seçim yapabilmenin insan bilincindeki karşılığı, "tercih edebilmek''tir. Bir tercihe sahip olmak ve bunu ortaya koyabilmek için, bilinç kadar birikime ve bir o kadar da güce ihtiyaç vardır. Ter cihin içten, şahsi ve müdahaleden uzak olarak ortaya konulma derecesi, var olan "demokratik kültür"ün olgunluk ölçüsü hak kında fikir verir. Elbette, ekonomik anlamda dengelilik ya da dengeli olmak anlamına da gelen eşitlik, daha doğrusu adalet, uygulamadaki olmazsa olmaz bir şarttır. Olmazsa olmaz şartlar, yani tercihin serbestçe oluşumu ile bir tercih koymayı mümkün kılacak ekonomik eşitlik isteği
Toplu Halde Geçinmek 241
atbaşı gidiyor mu? Ağızlara sakız gibi yapışmış, rüzgardaki so ğan kabuğu gibi dalgalandırılan demokrasi istekleri ile o şartlar üst üste çakışıyor mu? Şüphelidir. Yani, biri diğerini doğurması ve beslemesi gereken, tercih bilincinin oluşumu ve ekonomik eşitlik gibi iki temel olguya, ötekinin sahip olmasının isten mesi için "kendisi için istemediğini başkası için de istememe" anlamındaki bilinci sahiplenmeye ihtiyaç vardır. Oysa, kendisi için isteyip başkalarını engelleyerek çıkarcılığın serpilmesine hizmet ediliyor, insanın vahşi doğasından getirdiği çıkar duy gusunu örgütleyen kapitalizme bu anlamda yönelen eleştirel düşüncenin önüne set çekiliyor. Bu setten sadece ekonomik sonuç doğmaz, eğer eleştirel düşüncenin yürümesini engelle yen setler yerle bir edilmezse, demokratik yönelimin tek in sandaki iki dayanağı, tercih geliştirme bilinci ve seçme ehliyeti felç olur. Şu gerçeğin unutulmaması gerekiyor. Yönetici gücün meş ruiyetinin, oligarşiden, m{)narşiden alınarak halka verilmesin de kendilerinin de rol sahibi olduğunu ileri sürenlerden bir bölümü, aynı zamanda halkın yönetime katılmasının görünüş te kalması için akıllarına gelen her şeyi yapıyor, demokrasi ye uygun davrandıkları iddiası ise, yönetici sisteme müdahale imkanını elde tutmak için yapıp ettiklerini meşru göstermeye yarıyor. İhtiyaç duydukları her durumda demokrasinin onarıl ması için istisnai yollara başvurmaktan bir an geri kalmayacak larını söyleyip duruyorlar. Yönetimi elinde tutanlar belirli ve zihniyetleri açısından değişmeyen zümrelerdir, demokrasinin seçimle ilgili usülleri bu zümrelerin üstlendiği rolleri, seçti ği kişileri halka onaylatmak için kullanılmaktadır. Toplumun kendi içinde ve doğal bir süreçte yoğurarak şekillendireceği demokratik kültürün muhtevasını kontrol etmek isteyen kimi gruplar, o kültüre toplumun anlaşma yollarını dışlayarak biçim vermekteki ısrarlarıyla, iplerin kendi ellerinde kalması dışında bir seçeneğe razı olmadıklarını ifade etmiş oluyorlar.
242 Çalkantı ve Dalga
Bu konudaki tartışmanın önü alınamaz. Bir yanda demok ratik kültürü, kendisi ya da mensup olduğu toplumsal katman için, katılma amaçlı olarak değerlendirmek isteyenler, öte yan da ise demokrasinin terminolojisini dillerinden düşürmedikle ri halde, monarşik temellerden gelen arzularını oligarşik yol larla gerçekleştirmek isteyenlerin ellerindeki yönetme gücü ve ısrar sürdükçe bu tartışmalar bitmeyecektir. Tartışmanın kesil mesi, bir uzlaşmadan değil, sadece "öteki" tarafı susturmaktan doğmuş bir sonuç olabiliyor. Türkiye örneğindeki iki yüz yıllık sürenin sonunda, toplumumuz deneme yanılma yoluyla adım adım edindiği demokratik yönetimi kendisi için yorumlama hakkını elde etmiş, liyakatını ispat etmiş beklentilerini orta ya koymuş iken, toplumdaki genel beklenti hala, demokratik meşruiyetin kaynağı sayılan halkı ötekileştirmenin tamamen silinmesidir. Toplumdaki her grubun, kendine göre öteki say dıklarını benimsemesi ve karşı-öteki olarak görmemeyi başar ması birarada yaşamanın gereğidir. Demokratik kültür kendi sine saygı duyanlara bu bilinci vermezse, başka hiçbir değerini vermez. Demokratik kültürün başka bir toplumdaki uygulaması ör nek gösterenlerin aklına gelen işlerden biri, demokrasinin iyi işlediği varsayılan ülkelerde insanların yaşama biçimini gözle mek, deneyimlerinden daha çok bir zümrenin işine yarayacak şekilde sonuç çıkarmak ve bu sonuçların onaylanmasını iste mek olmaktadır. İyi işleyiş, tabii ki bir varsayımdır ve varsay makla iş bitiyor değil. Oradaki yaşama tarzını "reçete", bizi de reçetede yazılı olanları aynen uygulamak zorunda bulunan ve ancak böyle yapmakla "büyük değişim"i yakalayabilecek top lum sayanlar, demokratik kültürün başka toplumlarda başka muhtevalarda teşekkül edeceğini kabul etmiyor. Bir biçimde teşekkül etmesini de engellemiş oluyor. Sanayileşen bir top lumun yaşam tarzı değişecektir; herkesin bildiği ya da kabul edeceği gibi, bu değişmenin itiraz edenleri de kapsaması kaçı nılmazdır. Peki! Bu değişimi (daha önce sanayileşmiş) birileri
Toplu Halde Geçinmek 243
lehine yürütmek isteyen zümrenin ısrarlı tutumu, toplumda devam eden bunalımın kaynağıdır. Onlar, toplumun geçmiş te dirlik düzenlik içinde yaşamasına imkan sağlamış ve hala direnen değerleri, yürüdükleri yol üzerindeki ayak bağı olarak görmek istiyorlar, bizim de öyle görmemizi istiyorlar; onlarca yıllık deneyimlerinin ardında bir çürüme ve çözülme bıraktı ğını anlamıyorlar. Toplumu değiştirmek için giriştikleri operasyonların top tancı olması, girişimdeki ısrar ve inat, onların kendine yakış tırdığı "büyük'' vasfını hak ettiklerinin teminatı değildir. Sa yıca ve kafaca küçük grupların yönettiği aceleci ve toptancı operasyonlar, doğal yatağında ilerleyen değişimi engellemiş ve toplumu bu anlamda geriletmiştir. 'Travmanın sonunda ileriye doğru sıçrama ortaya çıkar", diye bir kural yoktur. Travmanın bulanıklığından medet uman bir değişim, geride bıraktığına oranla kapsayıcı olduğuna dair bir kanaat uyandırdığı halde, hedefi belirsiz ya da büyüklükten eser taşımayan hedeflere yö nelmiş bir değişim de olabilir. Bizim toplumumuzda çatışma dan beslenenlerin değişim adına yarattığı travmalar, yaralayıcı, küçültücü ve güçten düşürücü olmuştur. Kimi? Tabii ki toplu mu ve onu oluşturan bireyleri. Bunu yapanlar, varlığı İttihat ve Terakki'den beri devam eden tuzu kuru bir grubun çıkarlarına uygun olarak ve demokrasinin terimlerini kullanarak topluma biçim verme peşinde gidiyorlar. Demokrasinin terminolojisine başvurmalarının gerekçesi haklar ve özgürlüklerin tabandan gelerek yolunun açılmasını talep etmek değil, Batı dünyasının onayını almaya duydukları ihtiyaçtır. Toplumun kaderi bütü nüyle bunların eline bırakılmadığı ve tahribatın daha da bü yümesi önlenebildiği için, yaralanma ve küçülmenin toplum ölçeğindeki derecesini yoruma bağlı (önemsenmeye değmez) sayabiliriz. Şükür ki, demokrasinin aldığı her darbenin ardın dan yaraları saranlar, küçülmeyi durdurmak üzere tedbir alan lar var. Darbeseverlerin, toplumu "güçten düşürme" amacıyla hareket ettiği ise yorum gerektirmeyecek kadar açıktır.
244 Çalkantı ve Dalga
Toplumun, başkalarından gelebilecek zararı önlemek için ve kendi varlığını "hesap-dışı" tutma isteklerine direnerek, kendi eliyle yaptığı küçük değişimlerde "büyüklük' vasfı ola maz mı? Halktaki büyüklük vasfını asıl değişimlerin gizlediği olgunlukta aramalı değil miyiz? Olgun insanların kendi istem leriyle yaşama süreçlerine katılan her önemli değişim, esaslı dır ve büyüklük vasfından hissesine düşeni taşımaya layıktır. Derin geçmişe sahip bir toplum günlük yaşamı açısından ya rarlı bulduklarıyla "küçük değişimler"i içselleştiriyorsa, kendi yaşamında içkin olan büyüklük vasıflarını elden geldiğince bu içselleştirmeye yediriyorsa, sağlıklı bir tercih geliştirmenin ba samakları ve geleceğe yönelik ipuçları buradaki başarıda aran malıdır. Diyelim ki, bir memlekette insanlar tereddüde yer bırak mayacak ölçüde tercih bilincine sahip, tercih geliştirme eğilimi güçlü ve bu insanlar tutumlarıyla, kendilerinin onayladığı, baş kalarının pek de hoşlanmayacağı bir içeriğe biçim veriyor, onu ayağa kaldırıyorlar. Çözümü, büsbütün teslim olmakta arama yan ve kendi kültürünü kökten reddetmeyenlerin ve bulduğu çözümlerle ondan kopmadan demokratik bir ortamın oluşma sına katılmanın yolunu bulanların çabaları sürüyor. Sonuçta Batı geleneğine tıpatıp uygun düşmese bile bizim kültürümüz üzerine sünger çekmek isteyen siyasi grupların kabul etmesini beklemeden tercih geliştirmenin kendisi, demokratik olmanın dışında kalan bir vasfa bağlanamaz. Demokraside halk unsuru vardır ya; halkın eğilimlerini he saba katan bir uygulama, her seviyede dakik olmayı gerektiri yor. Dakikliğin toplumsal eğilimleri avlama sahasında işlemesi, yani politik manevra yetmiyor. Seçmek, tercih bilincinin var lığını gerektirdiğine, tercihlerin oluşumu serbest iradenin önü açık olmasına bağlı olduğuna göre, yeniden soralım: Demok rasinin olmazsa olmaz şartı seçim ise, tercih bilinci de seçim yapabilmenin olmazsa olmaz şartıdır. Toplumda tercih bilin cinin oluşmasını ve işlerliğini talep eden kim olabilir? Tercih
Toplu Halde Geçinmek 245
edilmeyi ve kendisinin seçilmesini isteyenlerin talebi, toplu mun tercih edebilirliğinin berraklaşması doğrultusunda olabi lir, bu çerçevede bir anlam taşır mı? Bir tercihe sahip olması beklenen halk, tercih bilincinin önündeki engelleri kaldırmak, bilincinin tercih koyabilir olmasını sürekli kılmak amacıyla yola çıkabilir mi? Yola çıktığını kabul edelim; tercih belirlemek amacıyla atılan adımlarını kim destekler onun, kim engeller? Ve halkın kendisi, neyi engellemek kudretinde olabilir? İn san, tercih sahibi oluncaya kadar çeşitli aşamalardan geçer, her aşamada engellerle, sınamalarla karşılaşır. Yukarıdaki sorular üzerine düşünürken bütünüyle toplumun, baskı aracı olarak da kullanılan sosyal medyayla, algıları yönetmeye yarayan araçlar la karşı karşıya olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Acaba, aslında tercih yok, bti yönde gerçek bir istek de yok mudur? Eğer bunun cevabı evet ise ortada sahiplenilmeyi bekleyen bir ödev ve üstlenilmesi ·gereken büyük bir sorumluluk var dır: Tercih bilincinin oluşmasına, tercihlerin dillenmesine ve bir talebe dönüşmesine katkı sağlayacak her yolda çaba gös termek, bu ödevin başlığı olabilir. Geldik, insanların birbiri ni gözetmesinin gerektiği yere. Büyük ödev tek tek insanlara düşüyor. Bir sorumluluğu dile getirirken gayrişahsi alanlara göndermede bulunmakla sadece bir kapsam genişliğine işaret etmiş olmayız, kaçış noktaları geniş kapsamın içindedir. Daha iyi bir yaşamın şartlarını dile getirmek yetmez, özgür tek insa nın ve toplumun taleplerini daha iyi bir yaşama ulaşma yolun da seferber etmek gerekiyor. Öteki'yi öteki olmaktan çıkarmak için göstermek zorunda olduğumuz çabanın sorumluluğu tek tek her birimizin üzerine düşüyor.
246 Çalkantı ve Dalga
DEMOKRASİNİN ÇIKIŞ YERİ 1
Demokrasinin, akla ilk gelen tanımları teoriye değil uygulama ya, öze değil şekle ilişkindir. Bunun sebebi, partilerin ve seçim lerin sürekli gündemde olmasıdır. Yoksa demokrasinin insanın somut varlığını merkeze almaya dayanan teorik temeli basit bir kurgu olmadığı gibi partiler demokrasisinden daha önem siz görülemez. Asıl başarı, özgürlük eşitlik gibi temel ilkelerin somut insan ve toplum varlığında görünür kılınmasında aran malıdır. Totaliter yönetim biçiminin karşıtı olmaktan ibaret bir tanım, demokrasinin uygulandığı şekle ilişkin özünü kabaca veriyor. Uygulama olmadan demokrasiden söz edilemeyeceği ne göre, aslında şekil ve öz aynıdır. Demokrasinin tanınması ve yerleşmesi için girişilen mücadele sürecine ve totalitarizmin açıkça hükümferma olduğu dönemlere ilişkin bu tanım eski miş sayılmalıdır. Toplum üzerindeki baskının nitelik ve dozu nun bazı siyasi rejimler tarafından olağan karşılanmış, değişik toplum kesimleri tarafından dönem dönem tolere edilmiş ol ması bugün dünden daha fazla tartışılmalıdır. Gizli totalita rizmden yakınmaktaki haklılık payı azalmış değildir. Çünkü gizli totalitarizm herhangi bir gevşeme anında meydana çık mak üzere tetikte bekliyor. Eğitim ve ekonomik güç artışı so nucunda, bireyin yetenekleri ve işgal ettiği yerin yeteneklerini kullanabilme derecesine oranı ciddiye alındığı zaman, sadece totalitarizmin karşıtı olmaktan ibaret bir demokrasi anlayışı nın yetersiz kaldığı anlaşılır. O halde ömemli olan, insanların sahip olduğu yetenekler ve bunların değerlendirilmesidir. Bundan sonra yapılacak demokrasi yorumlarının temelin deki başlıca kaygı, bireyin maddi ve manevi güvenlik ortamı nın teminat altına alınması ve bu durumun sürdürülebilir ol masıdır. Eskiden olduğu gibi bugün de mücadele, insanın (bu rada bireyin) özgürlüğüne daha geniş bir alan açmak amacıyla
Toplu Halde Geçinmek 247
yapılmaktadır. Açılması gereken geniş alandan kasıt, toplum sal bölüşümde çıkarların karşılaşması, ortaya çıkan yarışmada birilerinin hissesine düşen zemini sorumsuzca artırması de ğildir. İnsan, yeteneklerini kullanmalıdır, yetenekler toplumsal ölçekte kullanım dışı kalmamalıdır. Varoluşun gerektirdiği ve birarada yaşamayla üzerimize binen sorumluluğa bağlı olarak kullanılan yetenek, sahibine yaramakla kalmaz topluca ilerle meye katkı sağlar. Nasıl ki sorumluluk her eşik atlayışta bir gerçeklik olarak ortaya çıkıyorsa, özgürlük de ütopya olmaktan çıkmalıdır. Demokrasinin teorik temelinde bulunan özgürlük, eşitlik kavramları çok sınırlı yerlerde telaffuz edilir oldu. Bu kavram lar başlangıçta devlet otoritesinden doğan baskıya karşı öne sürülmüş, daha sonra kamuoyunda ortak slogan haline gel mişti. Devlet otoritesinden taviz koparıldığı oranda insanın özgürlük ve eşitlik isteklerine yer açılmış olacaktı. Mücadele biçimsel olarak demokrasinin var olduğu sahada cereyan eder ken, sinsi baskılarla seyreden gizli tiranlıkta geri adım atma olmayınca özgürlük isteklerinin yoğunluğu artıyor, ancak bu istekler üstü örtülmek suretiyle gizleniyor. İkinci Dünya S a vaşı'ndan bu yana özgürlükten daha fazla kullanılan insan hakları kavramı da şaibe altındadır. Çünkü insan haklarına uluslararası alanda yapılan vurgu, genellikle kurumsal bir ta rafın kurumsal öteki tarafa bayrak göstermesi şeklinde oluyor. Üstünde fillerin gezindiği çimenlerin arasıra akla gelmese, bu vurgulardaki özne olan insana dair işaret görülmez olacaktır. Özellikle, Dünya sisteminin merkezindeki bir devlet bir başka devlete vereceği mesajlardan bazılarını, üzerinde "insan hak ları" yazılı bir flamayı kaldırarak verebiliyor. Gizli bir tehdit dozu taşıyor bu mesajlar. Bu, yaptırımı olmayan ama muhatabı savunma durumunda bırakan bir tür tehdittir. Tabii ki, insan hakları konulu bir tartışma kurumlar arasında sürüp gittiği halde insan merkezli nitelikte olması gereğinden kopmamalı, insan haklarının gözetilmesi sınır aşırı olmalı, bir yerde hak
248
Çalkantı ve Dalga
ihlali ortaya çıktığı zaman, ülke sınırları gereken müdahaleyi engellememeli. Çünkü alanda insanı savunmak için elimizdeki tutamaklardan biri insan hakları kavramıdır. Onun sınırlarını daraltmak gibi bir amaç içinde olamayız; bu kavram çoğunluk la, bir hakkı ihlal etmesi mümkün kurumlar ile insan arasında yorumlanmakla, zaten indirgenmiş sayılır. Kurumlarla kav ramların ilişkisi insan hakları bağlamında da eleştirel yaklaşımı zorunlu kılıyor; uygulama bu yönde. İnsan hakları aynı zamanda bir hukuk terimidir. Savunul masında ve ihlallere karşı durulmasında, kamu vicdanını yan sıtan örgütlerin ve (aydınlar, yazarlar vb.) kişilerin katkısı, ya pılacak müdahaleyi şaibeden arındırır. Kavramın bir felsefe ve hukuk terimi olarak korunması, anlamı üzerindeki sulandırma tehlikesine karşı dikkatli olunması gerek. İnsan hakları kav ramının bir dış politika ve diplomasi enstrümanı olduğu da yadsınamaz. Egemen devletlerin birbirini ya da bir devletin başka devleti baskı ve töhmet altına almak, köşeye sıkıştırmak, onları kendi vatandaşları nezdinde gözden düşürmek için bu enstrümanı yaygın biçimde kullandıkları bir gerçektir. Devlet katında hümanizmin başına gelen, yine devletler ka tında insan haklarının başına gelmiştir. Kurumlara karşı insanı korumak için ne gerekiyorsa yapmak amacıyla hareket eden ler tabii ki bu kavramların başlangıçtaki içeriğini, bir biçim de yaşatmanın yollarını bulmalıdır. Kurumların enstrümanı oldu ve uluslararası alanda sulandırıldı diye insanı savunmanın dayanaklarından birini bile feda edemeyiz. İnsana verilecek en yüksek değer arayışı, bizden insani nitelikleri yüklenerek davranmamızı istiyor. Bizi olgunlaştıracak niteliklere yapıla cak göndermeleri kurumsal çıkar gözetleyicilerin insafına bı rakamayız, insani niteliklerin vicdanlarda yankılanan sesini, felsefi ve hukuki içeriğini kollamak zorundayız. Paradoks, de mokrasinin içinde kalarak aşılması gereken niteliğin aşınma sındadır. Siyasi fikirlerin uygulama alanına sürülmesi partiler aracılığıyla yapılıyor. Fikirlerin geleceğini parti politikalarının
Toplu Halde Geçinmek 249
eline bırakamayız. Çünkü yapılan deneme ve gözlemler parti politikalarının fikirlerdeki saflığı öldürdüğünü, insan yetenek lerini dönüştürmeye kalkışarak onları değerden düşürdüğünü gösterdi. Özgürlük ve eşitliğin salt felsefe alanında kalmasında yarar yok diyenler haksız değildir ama haklılıklarının temelsiz olmaktan kurtulması için uygulama alanındaki beşeri enerji kaybının telafisini sağlayacak bir teklifi ortaya koyabilmeli, çö züm yolu gösterebilmelidirler. Devletlerin hak ihlaline ilave olarak, insan haklarını top lum içinde güçlenmiş kurumların ihlal ettiği hatta bir grubu oluşturan insanların öteki grup içindeki insanların haklarını ihlal edebildiği ve devletin bunu önlemekle ödevli olduğu, sık sık ileri sürülen görüşlerdendir. Aslında, "insan hakları" kavra mı da, kullananların isteğine göre yontuluyor. Demokrasi ço ğunluğun idaresidir de, ardında bir ekleme var: Ama azınlığın hakkını ihlal etmemek şartıyla. Bir görüşü herkesin kendisine göre yontması, görüşün temelindeki fikir üzerinde hassasiye ti olanlar için uyarıcı olur, ama görüşün kendisini sakatlamaz. Çünkü her kendine yontma girişiminde haklı çıkma gayesinin payı vardır. Eğer yontma işlemine tabi tutulan "insan hakları" kavramı ise bunun hangi kesim lehine yaplan bir yorum oldu ğunun ya da haklılık payının kimin tarafında göründüğünün anlaşılması gerekir. İnsan hakları, geride bıraktığımız birkaç yüzyılda daha faz la vurgulanmış olan "özgürlük'' kavramıyla eşleşebilir. Modern tarihin başlangıcında hümanizme bağlananlar, insanın biricik liğine yer aramaktaydı. Hümanizm, Ortaçağ skolasistizmine, gizemli çözüm arayışlarına karşı çıkanların dayanak noktası oldu. İnsan merkezli olan bu felsefenin, doğrunun aranışında ateizmin destekçisi olduğu söylenemez. Felsefi bir kavram ola rak İnsan haklarına başvuru, baskıcı, kuralcı ve katı kurumların insanı ezmesine karşı bir bilinç oluşması amacıyla, kurumlara başvuru ise hak ihlallerine karşı önlem alınması için yapılıyor. Günümüzde siyaset, diplomasi ve bürokrasi dünyasının müza-
250 Çalkantı ve Dalga
kere enstrümanlarından biri olan insan hakları kavramı hüma nizmin gözdesi, insanın biricikliği görüşünün felsefeden başka alanlarda uygulamaya konulmuş bir şeklidir. Biricik (ve birey) olmayı sakatlayan uygulamalara karşı çıkanlar insan hakları kavramına dayanıyor. Çoğunluk, azınlık, elit, meslek sahibi, işsiz vb. derken insan haklarını beriye doğru getirerek yalıttığı mız zaman birey ve toplum varlığının teminat altına alınması temelindeki kaygının yaygınlığına varıyoruz. İnsanın kaygı sa hibi olduğu bir gerçek, ama haklarının teminat altına alınması kesinlik kazanamıyor. Bürokratik tabakalarda alınan tek olaya özgü kararlar sürekliliğin teminatını veremez. Şunu belirtme miz gerekiyor ki; yirminci yüzyılın ilk yarısında başlayıp bitmiş iki dünya savaşının bilançosu olarak birkaç onmilyon insanın ölümünden ve bu ölçüde bir felaketin tekrarlanmayacağın dan kimsenin emin olmadığı anlaşıldıktan sonra müzakerenin merkezinde insan hakları kavramı yer aldı. Savaşın kafalara dank ettirdiği sonuçlara bakarak kurulmuş uluslararası örgüt ler marifetiyle, galipler dahil, devlet yapılarında tahkimata gi dildiğine göre, herkesin unuttuğu insan haklarına sarılmanın ancak akla gelmesini sadece insan varlığına duyulan saygıya bağlamak güçtür. Bürokratik işleri yürütmede kolaylık arayı şı, bu bağlamda yaygın gerekçe oluyor. İnsan hakları konusu üzerinden yapılan kavgaların, çoğunlukla diplomasi oyunları nın ve uluslararası ilişkilerin koridorlarında boğulduğunu, bu kavgalar nedeniyle ortalığa saçılan hakların güçlenmesine ve somut toplumsal yarara dönüşmesine katkı yapan bir ortamın oluşmadığını gördükçe, salt bir varlık olarak insana sahip çık ma bilincinin arttığını nasıl söyleyebiliriz? Hümanizmin ken disini felsefi anlamda yeniden ürettiği insan hakları çerçeve sinde, çağdaş dünyadaki gizli tiranlığı sona erdirme bilincinin güçleneceğinden emin olmak istiyoruz.
Toplu Halde Geçinmek 251 2
Kim yönetecek? Hatta kim egemen olacak? Yönetim nasıl ola cak? Kafalardaki soru budur aslında. Atina demokrasisinden günümüze, mesele gücü kimin kullanacağının belirlenmesidir. Tabii ki özne olarak insana önem veriliyor ve öznenin varlığı merkeze alınıyorsa bu belirlenme bizim şimdiki meselemizin bir parçası olabilir. Gücün kullanılma biçimi tek başına sorun üreten bir kaynak olabiliyor. Kavramın doğasına en aykırı olanı ise, gücü güç olarak kullanmaktan ibaret (insanı fiilen devre dışında bırakan) bir yönetimin demokrasi sayılmasıdır. Toplu mun varlık ve esenliğinin teminat altında bulunması amacı ve özgürlük kavramı ışığında, demokratik yönetimlerin tarihini baştan sona irdelemek mümkündür. Demokrasiyi eleştirmek kolaydır, eleştiri bir çırpıda ortaya konulmalıdır, demiyorum. Eleştiri yollarının açık olması, tiranlığa dönüşmekten başla yarak demokratik yönetimdeki sakatlıkların ortaya konulma sıyla oluşmuş fikir birikimi karşısında eleştiriyle ucuzlamanın göze alınmasinı önermiyorum. Tiranlığa karşı demokrasiden yana olmanın ahlaki gerekçesi vardır. Bu gerekçe önemini kay betmez ancak demokrasilerdeki uygulamaya baktığınızda onu eleştirenleri yerden göğe kadar haklı çıkaran başka gerekçe lerin bulunduğunu görürsünüz. Zira demokratik yönetimler, haklarındaki suçlamaları hak edecek işleri yapmaktan geri durmuyor, eleştirileri çoğunlukla haklı çıkarıyor. Göründüğü şekliyle zararlı hale gelen bir hükümetin düşürülmesine im kanın tanıması, demokrasiye yönelik eleştirileri geriye itebilir. Hükümet edenlere yönelen ciddi eleştirilerin ortak özü ahlaki kaygılardan doğuyor. Kişisel çıkara dayanmayan bireysel eleş tirilerde ahlaki kaygıyı teşhis etmek güç değildir. Ahlakı kay pak bir gerekçe sayarak öne sürülmesini uygun görülmeyenler olabilir. Kişisel çıkar ya da grup çıkarları üzerinden yapılan eleştiriler sınırlı ve kısa erimli çözüm taleplerine sahip iken ah laki kaygının unutulması sakatlığın başka yerde ortaya çıkma
252 Çalkantı ve Dalga
nedeni olabilecektir. Bürokraside hukuka aykırılığı bulunma yan işlemler ve uygulamalar bile çoğu zaman verdiği zararlar nedeniyle ahlaki kaygıların yatışmasına yetmiyor. Ben bir ihti yat payının sonuna kadar tanınmasından yanayım. Karşı tara fı tiranlık ya da totaliterlik olan bir yönetim biçimi hakkında eleştiri yaparken insanlardan oluşan toplumun ve halkın feda edilmiş olması eleştirideki haklılık payını sakatlar! Demokrasi eleştirisi, hiç murat edilmediği halde tiranlığa, baskıcı yöne timlere şemsiye olabiliyor. Amacını aşan sözler olduğu gibi, eleştiriler de amacını aşabilir. Demokrasi üzerinden yapılan eleştiri gizli totaliterliğe şemsiye olması halinde, eleştirinin özne olarak insanı savunmaya yönelik niteliği ve haklılığı yara alıyor. Demokrasi mükemmel değildir, doğası gereği, belki hiç bir zaman da olamayacaktır, insanın bu dünyada Tanrı önün deki yerini ve bu yere göre birbiri nezdindeki değerini koruyan bir demokratik kültür oluşmuştur diyemeyiz, elimizdeki veri lere göre bunun oluşacağını garanti edemeyiz. Ama eleştiriye tabi tutulan her konuda olduğu gibi, demokratik gidişi eleştir mekle kalmayıp mükemmel niteliklerinin dile getirileceği bir demokratik ortamın, zorbalığa direnmenin temel haklardan sayılmasıyla meşruluğunun önceden kabul ve ilan edildiği bir toplumsal zeminin değeri, hangi şartta olursa olsun totaliter rejimlerin renksiz istikrarına feda edilemez. Bu duruma göre, uygulamaya bakışla eleştiriyi hak ettiği yerlerde bile demokrasi eleştirisinde dikkatli olunması, eleştiri oklarının tam yerini bu lacağı yöntemlere başvurulması ve eleştirinin bu amaca uygun içeriğe sahip olması gerekiyor. Ahlak, adalet, iyilik vb'de olduğu gibi, somut gerçeklikler alanında mükemmelliği olsa olsa birer hedef olabilen kavram ların eleştirisinde özenli olmak gerekiyor. Bu gibi kavramların dünyasında mükemmellik eksikliği, meselenin doğasından ge lir ve her anın gerçeğidir. Demokrasinin, üzerinde ittifak edi len, herkesin peşine düştüğü bir modeli yok. İfade özgürlüğü, karşı çıkma hakkı gibi kavramlara soyut planda ve tanımlama
Toplu Halde Geçinmek 253
aşamasında itiraz edilmediği doğru. Ancak, uygulama önemli olduğu için demokrasi hakkında konuşanlar, çoğunlukla bü rokrasinin jargonuna dayanmak zorunda kalıyor. Bu nedenle, eleştiri yapmak için başvurulacak gerekçe her zaman bulunur. Bu hassas durumun insan hakları ve hukuk devleti için de ge çerli olduğunu söylemeliyiz. Eleştiri için gerekçenin her za man var olması bu kavramları kemirme peşindeki baskıcı he veslerin de hep tetikte olduğunu bize hatırlatmalıdır. O halde, mükemmellik adına eleştiri yapmak isterken özü yıkacak bir durumun ortaya çıkmaması, eleştiri yapanın sorumluluğunda dır ve yetkinliğine bağlıdır. Esasen gücü ele geçirene nihai anlamda söz dinletileme diğine, tekil devletlerde güç sarhoşluğuna kapılarak dengesi ni kaybeden yönetimin zorbalığa başvurduğuna, küreselleşme yolu ile açılan gevşek koridorlarda, yönetim tarzları demokra siye uymayan, denetlenmeleri de mümkün olmayan uluslarara sı mali ya da idari kuruluşla.,rın at oynatarak toplumlar üzerinde aracı örgütler yoluyla önlenemez baskılar kurduğuna bakarak demokrasinin bir aldatmaca olduğu ileri sürüldüğü olmuştur. Kayıtlarda aranacak olmayıp ahlak gibi insanın benliğinin, inancının gerektirmesi olan ilkeler yol gösterici olmadığında demokrasinin aldatmaca oyunları için daha elverişli bir sahne olması engellenemez. Ancak buradaki haklılık payına yaslana rak kenara çıkmak yeterli olmuyor, çünkü insanlık durumuna ilişkin çözümün, aynı sahnede aranması gerekiyor. Hani derler ya, ölüme giderken bile çözüm hayatın içinde aranır. Genel leyici eleştirinin somut olguyla ilgilenmekten kaçmaya teşvik eden bir yanı her zaman olmuştur. Halbuki çözümü gözleyen sorumluluk duygusunun herkesten önce sorunun farkına va ranlarda uyanması beklenir. Çözüm burada olguyu aydınlat mak, durumun anlaşılır hale gelmesini sağlamak ve geleceğe yönelik tasarım imkanlarının yolunu açık tutmak anlamına geliyor. Genelleyici eleştiri için söylediğimiz, çözüm için de geçerlidir; çözümün bir kere bulunmasıyla o günkü ve gelecek-
254 Çalkantı ve Dalga
teki uygulamanın sıhhati garanti edilmiş olmaz. Her işlemin denetlemeye muhatap olması gerektiği göz önüne alınarak uy gulamada en önemli yer eleştiriye verilmelidir. Demokrasinin en önemli niteliklerinden biri eleştiriye ve karşı çıkmaya imkan tanımasıdır. Bunun teoride kaldığı, karşı çıkma kanallarının her zaman tıkalı olduğu söylenebilir. Bir imkanın teoride var olması, bir kere ona meşruiyet tanındığını gösterir. Tiranlığın az yer kaplamadığı, güç kullanma yetkisinin despotluğu davet edebildiği şu dünyada eleştiri yapma hakkı bulunmasının bile -yerine göre- büyük değeri var. Eleştiri, fiilen engellemeye güç yetirilemeyen mevcut durumu sözle cezalandırmak değildir. Eleştiri yapma hakkının kullanılması geleceği tasarlamanın bir parçasıdır, şimdiki durumun eleştirel haritasını çıkarmak bu tasarımın dışında bırakılamaz ve eleştiriyi yersiz saydıracak her engelin ortadan kaldırılması gerekir. İki durumda eleştiri yapmak zorunlu olur. Biri yönetim de hukuka aykırılık olması, ikincisi yönetimin insan varlığı nı ıskalamakta sakınca görülmeyen bir mekanizma sayılma sı durumudur. İktidar kavgasına ve aynı ortamda yer kapma mücadelesine tutuşmuş olanların birbiri hakkında söyledikleri, geleceğin tasarlanmasının bir parçası olan eleştiriye girmez. Doğruyu bulma yolunda yapılan eleştirilerle birinin kendi doğrularına güç kazandırmak için yaptığı yanlı eleştiri esasta farklı değilken, birbirinin tam karşıtı arayış içinde olabilir. Biri, eleştirel ifadelerin yardımıyla gerçeğin anlaşılmasını isterken diğeri karşı tarafı yok etmeye yönelebilir. Burada izlenen fikir ler bağlamında bizi ilgilendiren ise insan varlığıdır. Demokra tik kültür insanın somut varlığını merkeze aldığına, en azından bu iddiada bulunduğuna göre, insanların kendi aralarındaki ilişkinin insan doğasına uygun tarzda cereyan edip etmediği, günlük yaşam ortamının bu tarza imkan verecek şekilde oluş turulması önem kazanıyor. Elbette birdenbire varılacak sonuç değildir bu. Üstelik amaçlanan sonucun bir kere elde edilme si yetmez, insanlar arasındaki ilişkinin insan doğasıyla uyum
Toplu Halde Geçinmek 255
içinde sürüp gitmesi için gereken titizliğin gösterilmesi ve kültürün oluşturulması gerekir. Bu, ihmale gelmez bir süreçtir. İnsanın devletle ilişkisi yasalarla bir yola bağlanmıştır, sorun çıktığında hukuk devreye girer. İ nsan ilişkilerinde hukuk ahla kın işleviyle örtüşmez. İnsan ile yönetim kademeleri arasındaki ilişkilerin de mokratik yönetim hakkındaki övgüler eşliğinde yürütüldüğü ve bunun çoğu zaman muazzam bir aldatmacayı içerdiği bir gerçek. Tanıtma amaçlı olduğu iddiasıyla başlayan propagan danın, kısa süre içinde muhatabı ikna etmeye yöneldiği, ar dından gelişmiş algı oluşturma usullerinin devreye girmesiyle muhtap alınan iradeyi iptale varan yönlendirmeler taraflarca meşru karşılanır olduğu için bu aldatmacanın muazzam oldu ğunu söylüyoruz. Yönetme gücünü ele geçirme peşinde olan, duygulara, ihtiyaçlara ve insan doğasından kaynaklanan başka ilişkilere cevap oluşturmak zorunda olduğunu hisseder ve bu doğrultuda yapacağı kongşmalara uygun gördüğü gerekçele re başvurur. Birinin, sahip olmadıklarıyla muhataplarını ikna etme girişimi, büsbütün aldatmacaya dönüşmediğinde dahi gizli bir aldatmacayı içerir. Bu yönteme sarılacak yapıda olan lar bir kere yönetim katına ermişler ise başkalarını uzakta tut mak adına demokrasinin ilkelerine sık sık sözümona başvurur, yönetimi kesinlikle bırakmak zorunda kaldıkları zamanki tu tum ve davranışlarıyla demokratik usulleri uygulamaya aslında hiç de istekli olmadıklar açığa çıkabilir. Demokrasinin insan merkezli olduğu unutulmamalıdır, bu nedenle vekti geldiğin de yönetimin yenilenmesi gerektiği kadar, zaaflar ve beceriler ortamında yıpranmaya uğramış insan ilişkilerinin tazelenmesi gerekir. Demokrasi hakkındaki tartışmaların ikiyüzlülük içerebil diği unutulmamalıdır. Ortak bir referans noktası olarak hak kında ittifak edilmiş her alanda yapılacak tartışma, kendine yontma ve ikiyüzlülük bu tehlikesine açıktır. Tartışmada ilkesel demokrasiyi savunmak, demokratik olduğunu ilan edip duran
256 Çalkantı ve Dalga
yönetimleri savunmakla bir tutuluyor. Gücü elinde tutanların yönetme tarzı çoğunlukla demokratik olmadığı için savunma ya bir yanlışı içeriyor ya yanlış anlaşılıyor ya da ilkelerin sa vunulması kötüye kullanılarak, yolundan sapmış yönetimlerin savunulmasına dönüştürülüyor. İnsanlar bir yanlışı yapmaya niyet etmişse yaparlar, önleyemezsiniz. Ancak bu durum olup bitenleri doğru anlamaya engel değildir. Demokratik yönetim lerin alnı açık yüzü ak olduğunu kimse ileri süremez, aksine yüzünü kara çıkartan binlerce olayın yapılacak listesi, listeyi hazırlayanın bile yüzünü kızartabilir. Demokrasi kimi insani değerleri ayakta tutmak ve savunmak için iyi bir teorik çerçeve olarak değer taşımaktadır. Bu çerçeve, en iyiyi arayanlara ne ölçüde özgür ve özgürlükçü bir ortam oluşturursa demokrasi nin o ölçüde iyi işlediğini söylemek mümkün olur. Bu da beşeri sorumlulukların başkasına devredilmemesini, birinci elden ye rine getirilmesini gerektirir. En iyiyi arama ve tercihimizi adil yönetimden yana koyma yönündeki bireysel sorumluluğumuz ortadan kalkmaz. Yoksa demokrasi lehindeki retoriğin kendi liğinden işleyeceğini ve demokrasilerde nasıl olsa en iyilerin yönetici konuma geleceğini kimse ileri süremez. Kaldı ki en iyilerin niteliği toplumun her katmanına göre değişir, yöne time gelen her kötüye "iyi" diyen birileri bulunur. Bu nedenle, demokratik ortamdaki eleştirinin iyilerle kötüler arasında bir biçimde (çıkar amaçlı) uzlaşmayla sonuçlanması tehlikesi var dır. Böyle bir uzlaşma uzun süreli olduğu takdirde, çürüme ye ve toplumsal yıkıma yol açabilir. Bütün bunlar göz önüne alındığında ise, halihazır toplumsal duruma çekidüzen vermek isteyen, bu nedenle etrafta eksik gedik arayan bir tür eleştiri nin olup bitenleri izleme ve denetlemede yeterli olmayacağı görüşü ile doğruluk ve adalet ilkelerinin toplumda kök salma sını amaçlayanların devrimci bir ruha daima sahip çıkılması gerektiği anlaşılıyor. Devrimci bilinç, gerçek manada devrim olmayan darbelere arka çıkarak onları devrimlerin arasında sa yanların, bir zamanlar uydurma devrim masallarına kapılmış
Toplu Halde Geçinmek 257
olanların bilinci değildir. Vazgeçilmez olan devrimci bilinç, demokratik ortamın sıradanlaşma isteğine boyun eğmemek ve her zaman ihtimal dahilindeki laçkalığın hükmetmesine karşı direnmek için gereklidir. Devletin yönetim aygıtları ve insanlararası davranışlar hak kında toplumsal sınıfların onayına güvenimiz sonuna kadar gidemez. Ahlaki ilkenin, onu gözeten insanlar arasında bile sürekli iyi işleyeceğini kim temin edebilir ki? Her toplumsal sınıf, demokrasi kavramını kendisini merkeze almak suretiy le yorumlamaya eğilimlidir. Adil olduğunda bile bu yorum ların bir toplumsal sınıfın herhangi bir zamandaki durumuna göre içerik kazanacağını, bu sınıfların konumuyla ve tutumuy la her zaman başkalaşmaya açık olduğunu hesaba katmamız gerekiyor. Görelilik her soruna bir açıklama bulduğu gibi her açıklamayı boşa çıkarabilir. Geleceğe doğru baktığımızda da aynı görünüm önümüze çıkıyor. Demokrasinin iddia sahibi ama tatmin sınırlarından uzak olduğu noktada öznenin var lığı bulunuyor. İşte, bir mekanizma olan yönetim ile etten ve kemikten insanın inişli çıkışlı macerasının kaynadığı yer. Yani özne. Sivil toplumun oluşmasında ve "kabul görmesinde" (ki kabul görme olmadan, bireyliğin teminat altında bulunması söz konusu değildir) bütün mesele, "öznenin varlığı"nda ve bu varlığın kabulünde toplanıyor. Siyaset ve demokrasi anlayışını insan üzerinden açıklamak hepimizi birleştiriyor, ama insan daha çok edebiyatın konusudur.
DEMOKRASİDE HAREKET VE DURAGANLIK 1
Demokrasi uygulamadaki değerini, ona duyulan güvenden çok siyasi alanda muhatabı ikna etmek için başvurulan en gözde ve meşru araç olmasından alıyor. Tersten bakalım: Birçok yerde demokrasinin güvenilmez olması, onu büsbütün değersizler
258 Çalkantı ve Dalga
arasına atmamızı gerektirmiyor. Demokrasinin geçerli olduğu yerlerde onun ilkelerine pek de inanarak hareket edilmediğini mi söylemiş oluyoruz? Evet, kritik eşiğe gelindiği zaman bu durum açıkça görünüyor, sadece düz yolda giderken ne olaca ğı belli değil. Bu çekici kavramın, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki soğuk savaş döneminde birbiriyle uzlaşması zor pek çok tanımı ve değişik biçimlerde algılanışı oldu. Ku ramsal çerçeveye bakarsanız, demokrasi monarşinin ve oligar şik yapıların dışında, onları reddeder nitelikte; önce bir ma yalanmanın, sonra da bu anlayış doğrultusunda geliştirilmiş yönetim tarzının adıdır. Kimileri, iktidara gelme yönteminden ziyade ona veda etmenin, demokrasinin varlık derecesini daha iyi gösterdiği fikrindedir. Bir gerçek var ki; bütün dünyada ve yakın tarih boyunca, oligarşik yapıları devam ettirmenin bir aracı ve maskesi olarak da demokrasinin ilkelerine dayanılmıştır. Demek ki demokrasi değişik görüşteki kişilerin üzerinde gezdiği ortaklaşa bir alan sayılıyor, daha çok. Demokrasi tartışmaları kelimenin kök anlamı üstündeki fi kir ayrılıklarından doğmuş olmaktan ziyade, gizli açık oligarşik zihniyetle mücadele için yapıldı. Oligarşinin sürmesinde çıkarı olanların da aynı yönteme ve gerekçelere dayanması kimseyi yanıltmamalı; tuttukları yolun meşruluğundan emin olmayan lar da yürümek için meşru zemin arıyor. Ulus devletlerin top lumları homojenleştirme süreçleri çıkmaza girdi. Demokrasi yolundaki mücadelede oligarşik nitelikli iki ya da daha fazla taraftan her birinin demokrasiyi maske olarak kullanması . sık görülen bir durumdur. Felsefi kavramlar, ulusların üstünde et kili ve egemen kurumların elinde, çifte standart nitelemesiyle yumuşattıkları ikiyüzlülüğün aracı olabiliyor. Demokrasinin iyi işlediği ve ahlaki farkındalıkla denetlendiği örnek dönemler gösterilebilir, iktidarın el değiştirme şekilleri içinde en tutarlı yöntemin demokratik idarede bulunacağı da kolayca söylenebi lir. Öte yandan yönetim şekilleri hakkında soyut ve genelleyici
Toplu Halde Geçinmek 259
açıklamaların sistemdeki olguları ve uygulamadaki çıkmazları gözden uzak bırakan bir tarafı da vardır. Siyasi alanda işler baş ka parametrelerle yürütülüyor ama demokratik yönetimlerin (Türkiye örneği başta olmak üzere) gidişatının bize gösterdiği ve unutulmaması gereken gerçek şudur ki; yönetici bir zümre, halkın eğilimlerine, duygularına, düşüncelerine, inanışlarına değer vermiyorsa her şey iyi niyet perdesi altındaki bir hiçten ibaret kalabilir, her şey her an çökebilir. Bu nedenle, bir toplu mun demokrasi düşüncesi ile varolma iradesini birlikte algıla ması, yönetici konumundaki grupları bu algıya dayanarak fert fert sınama becerisine sahip olması hayati önem taşıyor. De mokrasi bilincinin gelişmesi yolunda çaba gösterenler arasında aydınlar ve filozoflar, yönetici siyasilerden daima önde geldiler, içinde bulundukları toplumun destekçisi oldular, onları bilgi lendirdiler ve gerektiği zaman uyardılar. Siyasi oluşumlar ve kurumlar, bu konuda yaptıklarıyla, kişisel duygu, fikir ve iddia sahibi entelektüellerin eline su dökemezler. Partilerin, önemli siyasi organ olduğu son yÜz yıllık dönemin entelektüel biriki mi, siyasal düşüncenin bireysel plandaki kazanımları ve siya setçi çoğunluğun tipolojisi bunu kanıtlamaktadır. Toplumların yönetimi, fiilen gerçekleşen bir işlemdir, ara vermeden sürdürülmeyi gerektirir. Yönetim kesintiyi kabul et mez, kesinti olduğu takdirde ortaya sessiz bir boşluk değil, kriz çıkar. Yönetime ilişkin yöntemler bütünü ve düşünce biçimi olan demokrasi değerini yaşamış ve yaşanmakta olandan alır. Her bireyin, bir biçimde yönetime katılmasını sağlamayan, her yanda oligarşi artıklarının kol gezmesini önlemeyen, demok rasiyle gerçekleşmesi amaçlanan ilkelerin kağıt üzerinde bile kaybolduğu bir yönetim sürmekte iken, en doğru demokra si teorilerini dillendirmek neye yarar? Demokrasi gibi insan hakları kavramı da muhatapları sınava sokma amacıyla kul lanılmıştır. Bu yoldaki tartışmaların haklı gerekçelere dayan ması, bizleri kavramların aslını aramaya ve onları ikame etme çabasına yöneltiyor. Yukarıdaki sorunun cevabına geliyoruz;
260 Çalkantı ve Dalga
yönetim düzeltilemez ölçüde bozuk olsa ve hiç kimse ona mü dahale edemese bile, devrimci bir bilinçle geleceği kollamak adına, yönetimin temel aldığı demokrasi fikrinin iyi ifade edil miş halde bulunmasının ve yaygın biçimde dillendirilmesinin yerine geçecek başka bir yöntem yoktur. Gerçek hayatta ise insanın yeteneklerinin önünün açık ol ması ve özgürlüğü için güvence arıyoruz. Aradığımız başka bir şey değil, ama yürüyüşe çıktığımız yolu tıkayan engelle rin giderilmesi gerektiği gerçeği karşımıza çıkıyor ve bu arayış bizi hukuk devleti kavramına götürüyor. Çünkü özgürlüklere güvence sağlandığına emin olabilmek için güç kullanacağını bildiğimiz aygıt ancak hukuk devletinde meşru olabilir. Hu kukun pozitivizm etkisinde şekillenen katılığı ve kuralların düzgün cümlelerle ifadeye kavuşturulmuş olması, hiç kimseyi, adaletin harfi harfine yerine getirildiğine ikna edemez. Hu kukun uygulama alanı da etik bir meşruiyet duygusu verebil melidir. İnsan onurunun dokunulmazlığının evrensel bir amaç olarak felsefe dilinde ifade edilmesi ve bu dille kabul görmesi yetmez, dokunulmazlığın korunması devletin hem amacı hem de varılmış hedefi olmalıdır. Aslını aradığımız kavramların özü, halkın arzularında ve ekonomik gücünün bu arzular etrafında şekillenmesinde yatar. Özün özü de bu şekillenmenin gerçekleşme derecesidir. Top lumsal düzen bu gerçekleşimin sağlanması ve derece artışı için gereklidir. 2
Atina demokrasisine gitmeyip modern tarihe bakarak demok rasi fikrinin yüzyıllar önce kralın yetkilerini sınırlama amacı etrafındaki hareketlenmelere dayandığını söyleyebiliriz. Bir yanda monarşi ile monarşik yönetimin aşılması amacıyla tasar lanan, kurulan ve uygulanan hükümet şekilleri öte yanda top lumlar ve toplumsal düzenin işleyişi üzerine yapılan siyasi, fel-
Toplu Halde Geçinmek 26 l
sefi, edebi ve başka spesifik alanlardaki çalışmalarla muazzam bir yazılı külliyat ve entelektüel birikim oluşmuş bulunuyor. Bu bağlamda ele alınmış bulunan başlıca konular despot yönetim ve özgür toplum başlıkları. altında toplanabilir. Toplumsal tarih siyasi ve düşünsel yapılarıyla biribirinin karşısında konumla nan odaklar arasındaki mücadeleleri kaydetmştir. Türkiye'de bu süreç askeri darbeler ile darbeci kadroların tasfiye edilmesi beklentileriyle gerçekleşen seçimlerin birbirini takip etmesiyle yaşandı. Türkiye 1980'lerde başlayıp hala tamamen aşılmamış bulunan son aşamada yeniden filizlenen ve yeni bilgi kaynak larının müşterek olmasıyla birbirine benzeyen insanlardan oluşmuş siyasi grupların entelektüel yetersizliklerin boğduğu tartışma görünümlü çekişmelerine dayanan faaliyetlere sahne oldu. Söz konusu son aşamanın yönetimi askeri cuntanın devral dığı başlangıç döneminde faaliyetlerine uygun siyasi ve top lumsal bir güven ortamı oluştuğunu düşünen (hadi burjuvazi demeyelim) zenginler kulÜbü siyasi oyunda kendisine ait gör düğü alana ve hakkı olduğuna inandığı bir konuma yerleşmek üzere yola çıktı. Çünkü bu alanın, denetlemekte zorlanacakları bir kesimin elinde kalmasını istemiyorlardı. Siyasi alanın de netlenmesine katılmayı kendilerine ait bir hak saymaları ne deniyle, tek parti dönemi boyunca ve devamında bürokratik güçlerle paylaştıkları bir alanı terk etmekte zorlandılar. Bulun dukları yeri terk etmeyi tehlikenin kendisi olarak algıladıkla rından, belirtileri gün geçtikçe yaklaşan bu boşluğu bertaraf etmek için hangi güce başvuracaklarını şaşırdılar. Ellerinden gelse istediklerini darbe öncesinden yeni döneme güç devşiren siyasileri kovarak gerçekleştirirlerdi. Eski kuşak yöneticiler bürokratik yapılanma temelinden geliyordu. Soğuk savaş döneminde devlet içi örgütlenmelerin öne çıkmasına elverişli bir ortam oluşmuştu. Bindokuzyüzlü yılların son çeyreğine kadar bürokrasinin, aynı zamanda eğitim veren bir ekol olduğunu söyleyebiliriz. Siyasi eğitim, demek
262 Çalkantı ve Dalga
istiyorum. Yirmibirinci yüzyıla bitişik eşikte oluşan kuşak ise burjuva tipi bir yapılanmaya daha yakın bir anlayışla yetişti. Demokratik alanda ortaya çıkan yeni siyasi eğilimin giriştiği mücadele hem kuşaklar arasında hem de bürokrasinin uzantısı olan ve iş hayatının siyaset alanındaki devamı durumundaki bu iki tip yapılanma biçimi arasında geçmeye başladı. Kültür olarak aynı kökten geldikleri halde daha yoğun demokrasiye doğru evrilemeyen bürokratik zihniyetin sahipleri eski alış kanlıklarından vazgeçemedi. Demokratik kültür, bizde mülksüz yığınların siyaset sını fını öte yana itmesiyle ve toplumsal harekete yön vermesiyle değil, bürokrasinin güçlü desteğini alan bir tür burjuva kültürü olarak doğdu. Uygulamada demokrasi, bürokratik zihniyetten yara almış bir demokratik kültür ile yürümeye çalıştı. Bürokra tik zihniyetin sahiplerinin demokrasiye biçtiği rol ve demok rasiden bekledikleri, kendilerinin, kurumlar içindeki yönetici konumunun savunulması olmuştur. Demokratik kültür onla rın idaredeki konumunu tahkim etmeliydi. Çünkü, yine onlara göre halkın yeterince sahip çıkmadığı cumhuriyet ilkelerini kurumlar savunagelmişti; kurumların başında ve omurgasında ise kendileri bulunuyordu. İki binli yıllardaki genel seçimler öncesinde yapılan ve olumlu gözle baktıkları iki meydan top lantısında umduklarından fazla insanın biraraya geldiğini gö rünce; "sonunda kalabalıklar kurumlarca yapılan savunmanın altını doldurdu" dediler. Uzun dönemdeki gelişmeleri doğru okumamanın sonucu bir yanılmaydı bu. Çünkü kurumlar de mokrasi şemsiyesi altında sadece kendi konumunu savunuyor du. Demokrasinin devletten beklediği; velev ki ehil görünümlü olsun, yöetimde bir grup yararına değil genel yarara göre dü zenleme yapılmasıdır. Halkın çok partili hayattan çıkardığı de mokrasi ve ilkelere sahip çıkma dersi, genel olarak kurumların vaz'ettiğiyle aynı paralelde olmamıştır. Bürokrasinin sivil alandaki algılanma biçimiyle yenileşmeyi anlamamıza yarayacak sürecin başlangıcı on dokuzuncu yüz-
Toplu Halde Geçinmek 263
yılın ikinci yarısına kadar gider. Geçtiğimiz süreçleri dolduran birkaç olaya, yorumlayıcı gözle bakmak demokrasiye nereler den geldiğimizi bize gösterebilir. Örneğin, Batı dünyasında yüz yıl önce sadece burjuvaziye has olduğu kabul edilen bir kı sım sosyal alışkanlıklar, bize devletin bürokratik tabakası eliy le getirilmiş idi. Burjuvazinin alışkanlıkları halka devlet eliyle tanıtıldı. Edebiyatta roman türünün yerleşik bir bilinç oluş turması ve ifade aracı olarak gelişmesiyle, sinema ve fotoğraf sanatının, hızlı basım tekniklerinin ortaya çıkışıyla parlayan burjuvazi dünyasına paralel kültür bir yana Batı dünyasında, örneğin balo tertip etmek, güzellik yarışmaları düzenlemek de burjuva sınıfına mahsus adetlerdendir. Bu adetler, devletin hal ka mal etmek için çaba gösterdiği seremonilerden değil idi. On dokuzuncu yüzyılın Fransası'nda balo tertip eden bir kişi prens olsa dahi, bunu, elinde tuttuğu ve kontrol ettiği servet dolayı sıyla yapabilirdi. Devlet yönetimiyle ilgisinden ve oradan aldı ğı maaşla değil. Balo tertif etmek herhalde burjuva sınıfından birilerine düşetdi; örneğin bir özel kalem müdürüne değil. Tek parti dönemindeki uygulamaya bakarsanız, yarı resmi kuruluşların güzellik yarışması düzenlediğini, maaşlı bir yük sek düzey görevlinin balo tertip ettiğini bütün bunların ga zetelere haber olarak yansıdığını görebilirsiniz. Öteki tarafta hesapsız zenginlerin yapabileceği bir işi burada bir ücretlinin yapması, gerçekte burjuva sınıfını ilgilendiren bir kısım adet lerin bürokrasi eliyle yerine getirilmesi, modernleşmenin gös tergesi sayılmakla kalmadı demokratik kültürün yerleşmesinin bir aşaması olarak görüldü. Tabii ki bütün bunların nedeni modernleşme projesinin hayata geçirilmesinde devletin kendi kendisine ayırdığı rolün büyüklüğüdür. Batı'da bir sınıfı oluş turanların sahip olduğu alışkanlıklara burada sahne açılma sından çok, bir kültürün aktarılması görev olarak üstlenilmiş . olmaktadır. Bilindiği üzere; yirminci yüzyılın ilk yarısında yalnız devlet kurumlarının yönetiminde değil, özerk kültürel alanlarda da
264 Çalkantı ve Dalga
ipler önemli ölçüde bürokrasinin elinde olmuşhır. Serbest yazı hayatı, bu bağlamda istisnayı oluşrurur. Basın dünyasının (ga zetelerin) kontrolü ve bürokrasiyle ilgisi nasıl bir seyir izlemiş olursa olsun, serbest yazı hayatı, kudretli yazarların varlığı se bebiyle Türkiye'de daima bağımsız bir çizgiye sahip oldu. Toplumsal yaşamı etkileyen başka alanlarda ise insanların vicdanlarının diri rurulması, zihinlerinin beslenmesi ve dı şarıya yansıması için gerekli araçlar doğrudan ya da dolaylı olarak bürokrasinin kontrolü altında bulundu. Alternatifi bu lunmadığı için bütünüyle olumsuz sayamayacağımız bu du rum, sınırlı bir imkanın dar bir çevreye tahsis edilmesinden hangi yanlışlıklar doğması beklenirse o yanlışlıkların onlarca yıl katlanarak sürmesine neden oldu. Yarı özerk kurumlarda, daha iyi bir gelecek umuduyla özgürlüklerden vazgeçildiğini söyleyebiliriz. Buna, ulusal özgürlükte derinlik ve kalıcılık elde etmek uğruna, aklı başında insanların bireysel özgürlüklerinin ertelenmesine razı olmalarını ekleyebiliriz. Ertelemeye razı ol mak, kaskatı bürokrasiyle uyumlu aydının riskinin azalmasına yol açmış, sorumlulukları biçim değiştirmiştir. Özgür olmanın doğasında risklere açık olmak vardır ve bu riskin gerçeklik ka zanması ihtimali, insana sorumluluk yükler. Özgürlüklerin ya şandığı alanda ilerleme, kendiliğinden olmaz; özgür olmayı bu yönde değerlendiren bireylerin katkı yapması gerekir. Özgür ortam, eyleme konumunda bulunanlar için imkan sağlayabi lir. İmkanın değerlendirilmesi, bunun istenmesine ve eyleme uygun başka şartların gerçeklik kazanmasına bağlıdır. Yine de geçen yüzyılda yazılıp çizilenlere baktıkça, güç peşinde dolan maya teşne tipler bir yana, aydınlarımız "entelektüeller sorum luluklarını sınırlı alanlarda hıtmaktan/rutabilir olmaktan pek de memnun kalmıştır" diyemiyoruz. Bürokratik geleneğe yaslanarak demokrasi oyunu oynama nın can çekişme zamanı nasıl olsa gelecekti, geldi. Bir gruba aidiyete alışmış olan, birey temelinde var olmanın kaçınılmaz vakti geldiğinde, zorlanır. Türkiye'de bireyleşmenin engeli ge-
Toplu Halde Geçinmek 265
leneksel kültürün yeterince dönüştürülmemesi değil, bürokra tik kültürün bir gruba ait olmayı zorlamış, bireysel özgürlük lerden vazgeçmeyi baş ilke olarak dikte etmiş ve hayata geçir miş olmasıdır. Bu grubu oluşturanlar bireyleşmenin arttığı bir aşamada otoritelerinin tükendiğini görüyor ve doğal bir itkiyle siyasi alandaki mevzi kayıplarını gidermeye çalışıyorlar. Ge leneksel kültürden çıkamayanların bireyleşemediğini, çünkü cemaatlere bağlı olduğunu iddia ederler. Hiç sorgulanmayan bu iddia geleneksel kültürü, kendi üstünde ve kendisi için bir biçimde dönüştürenleri açıklayamadıktan başka, Türkiye'deki (artık eski) bürokratik kültürün serasından dışarı çıkamayanla rın durumuna daha çok uyuyor aslında. Bürokratik yapılanma, homojenlik peşinde idi. Homojen olmayı varılan ortak hedef lerde elde edebilen grupçuklar oluştu. Oligarşinin kuralları, homojen sayılan yapının temsilini tek bir çizgiye (aslında dev letin öngördüğü çizgiye) özgü kıldı. Sonraları devreye giren piyasa ekonomisi ve ona uygun toplum tasarımının ağırlık ka zanması ise tektip yapılanmanın açıkça eleştirilmesi yanında, çeşitlilik talebini getirdi. Bu defa temsilci adayları, homojen çizgiyi koruma değil çokluğu sahiplenme iddiasıyla yola çıktı. Oligarşinin kuralları sarsılmıştı. Devletin öngörüsü olmaktan ibaret ve kendine özgü burjuva anlayışından beslenen çizgi ar tık bir yere gidemezdi. Peki, ama öteki taraf! Yani daha demokratik ve ilke sahi bi olmak iddiasıyla bürokratik oligarşinin karşısına duranlar, insanların kültür üretici niteliğini dumura uğrattığı besbelli bir zihniyeti terk ederek, üretkenliğin olumlandığı bir alana geçiş yapabiliyorlar mı? Bir kimse gidişata ve varılan men zillere bakarak buna "evet", diyemez. İçinde bulunduğumuz dönemi dengesizliklerin ve tam olmamışlıkların sergilenme zamanı olarak niteleyebiliriz. İ lkelere tutunanlar sahneye çı kıyor. Demokratik kuralları ülke sınırlarını aşmadan uygula ma kolaycılığına yer kalmadı, çünkü uluslararası ilişkiler ağı etkisini artırmış durumda. Ö zgürlüğümüzü, eşit olma dava-
266 Çalkantı ve Dalga
mızı uluslararası alanla yüz yüze gelerek savunmak, ülke içinde savunmaktan zordur. Birey için ve toplum için aynı zorluk ge çerlidir. Tıpkı karmaşa ortamında olduğu gibi, konjonktürün öngördüğü şartlar içinde yapılanlar, o konjonktürde bir işleve sahip olabilir, ancak genel anlamda değil. Yaptığınız bir işin sizi götüreceği yer belli değilse yapılanın anlamı yoktur. Anlık yarar üzerinden yeni yol bulan işlev artışı sağlayabilir. Halkın her şeyini eyleyebilmesinin imkanını hazırlama yo lunda, demokrasiyle en iyi sonuca varılabilir; her şey yapıla maz. Her şey demokrasi içinde yapılabilir, demokrasiyle her şey (kendiliğinden) yapılmış olmaz. En iyi ve değişmez de mokrasi olmaz, her zaman onu oluşturma çabası içinde olmak gerekir. Yönetimde dinamizm vardır, anlık değişimler de idare ye bağlıdır. Dünyadaki diktatörlük ve tiranlıkların, Türkiye'nin tarihini dolduran olağandışı yönetimlerin açıkça ispat ettiğini göz önüne alarak, bilinen bir yargıyı burada tekrarlamak iste rim: En kötü demokrasi en insancıl diktadan daha iyidir, çün kü demokrasilerde istenmeyen yöneticileri geri göndermenin meşru yolu vardır; hiç olmasa. Kullanması çok zor ve engellerle tıkanmış olması, bu imkanın meşruluğunu ve yol olma niteli ğini ortadan kaldırmaz. Tiranlara dair hikayeleri okudukça bu kadarının bile bir nimet olduğunu anlar, en kötü demokrasiye "bu da bir şey mi?" demezsiniz. Benim gibi biri için asıl kaygı devletin işleyişinde değil, bireylerin enerjisini tam kapasiteyle kullanabilme imkanında odaklanıyor. Devletin işleyişinin ve toplum üzerindeki işlemlerin, bireylerin yeteneğine işlerlik ka zandırmaktan bağımsız olmadığı da doğrudur. Çerçeveleri karşılaştırıp durmaya değil, ruhsal arınmaya ih tiyacımız var. Ruh için yapılacak savaşın tarafları gönül sahibi, duygularına dayanan insanlar olacaktır. Burada kodlanmış fi kirlerin çerçevesi değil; tamlığını gözettiğimiz insan söz ko nusudur. Tek insanın kendi içinde yaptığı, zıtlıkları giderme ve kendini bütünleme savaşı (vicdan muhasebesi) tamlığa da hildir. İnsanların yeteneklerini geliştirmeye ağırlık vermenin
Toplu Halde Geçinmek 26 7
zamanı geldi. Devlet çarkının demokratikleşmesi yönündeki taleplerimiz ve bunun takipçisi olma borcumuz, yetilerimiz karşısındaki bireysel sorumluluğumuzu azaltmaz. Yetilerimiz bize evren içinde işgal ettiğimiz ve etmemiz gereken yeri söy lüyor, aramamızı isteyip duruyor. Haklı olduğu için hepimizi içine alma istidadı gösteren yaygın toplumsal talepler önümü ze sınırlar koyuyor. Sınırların bugüne ve uygulamaya ayarlı ol duğunu, çünkü tez elden sonuç alınması gerektiğini biliyoruz. Uygulama aşaması, kapsamlı bir fikri halihazır imkan ve araç ların imkanlarıyla sınırlıyor; öyle ki, yaşamın trajik duygusunu, onun evrensel gerçek oluşunu hissedemeyeceğimiz bir çerçeve içinde teşhis edebiliyoruz. Trajedi, anlaşılmasına imkan veren sınırlar içinde görülmekle, kabolmaktan kurtuluyor. Şiddetin tırmanmasından yarar umanlara, işkence üzerinden adalet he sabı yapanlara baka baka görüş ufku daralan idari tabakalara kalırsa; acı onların gördüğü çerçeve içinde hapsedilmiş durum dadır. Ruhsal arınmayı beklemenin anlamı yoktur. Halbuki en . küçük ruh acıs ı, zihin ve akıl ağrısı, evrensel trajedinin bir par çası ve gösterenidir. Fiziki olanı dahil, acı aslında ruhun acısı dır. Pansuman yapmakta olduğu gibi küçük acının giderilmesi, sadece belirli bir şeydeki çözüm olabilir. Bir şeyi çözdüğünüz de, ondan başka her şey değişmeden kalıyorsa, aslında ağrılar dinmemiş ve hiçbir çözüm yok demektir. Çözümsüzlük biraz uzağa atılmıştır; o kadar. Daha fazla özgürlük istiyoruz. Özgürlüklerin alanı geniş ledikçe insani yeteneklerin daha olgun durumuna ihtiyacımız ve yeteneklerimiz karşısında sorumluluğumuz artıyor. Eski ve yeni kültür değerlerinin benliğimizde kaynaşması özgürlük ortamında hayat bulacaktır, ancak. İnsanın ve ulusun yolculu ğunu anlamlı kılacak bu kaynaşmaya ihtiyacımız var. Bürokratik yapılanmanın zerre kadar savunulması anlamı na gelmeyecek biçimde ve o yapılanmayı hala savunanların ek meğine yağ sürmeden, yeni siyasi kuşağın (bizzat kendisinin) hangi köklerden süzülerek geldiğini ve bu gelişin hangi hedefe
268 Çalkantı ve Dalga
baktığını gözden kaçırmaması gerekir. Entelektüellere gelince; onların insanlık ve gerçek karşısındaki sorumluluklarına sahip çıkmalarını beklediğimizi belirtmekten başka bir diyeceğimiz olamaz. Boş yere enerji harcamamak için.
EKONOMİK DEMOKRASİ 1
Parayı yetki ve haklara sahip bir ekonomik birim olarak kabul ederseniz; toplu paranın dağılmaması için gerekli olan şeyler le, bütünsel varlığını sürdürmek isteyen insanın ihtiyaçlarının taban tabana zıt olduğunu görürsünüz. Ekmek arayanların, özgürlük arayanların, duygusal yakınlık arayanların, topyekun şahsiyet arayanların birarada dokuduğu toplumsal yaşam üze rinde yapılacak bir gözlem, sağlık içinde varkalmak isteyen insanın önceliklerinin paranınkinden farklı olduğunu göste recektir. Ekonomi dünyasında karar verici olanlar, eninde so nunda ekonomik yaşamın ölçü birimini, yani parayı elinde tu tanlardır. Gerçek budur; sıra paraya gelince bu gerçeğin onları rasyonel davranmaya mecbur bıraktığı da bir gerçek olabilir, ama onların toplumsal yaşamın selameti açısından kesin olarak doğru kararı alacakları gerçek değildir. Ekonominin matema tiksel doğrularını bulmak, uzmanların çabasını gerektiren bir konu olsa bile, toplumsal yaşam açısından doğruyu ve doğru kararı onlara dikte edecek bir kuwetin olmadığı yerde doğruyu araştırmak, arayıcı, açıklayıcı ve ifade edici olmak, kendimize ve hemcinslerimize karşı boynumuzun borcudur. Doğrunun hangi istikamette olduğunu bilmek bile bir kazanç sayılmalı. İnsanların karanlıklar içinde bocaladığı bir yerde, ışığı gören cesaret sahibidir. Doğruyu görmek, onu tercih etmektir. Doğ runun, gönülden meyledeceğimiz bir tercih şıkkı halinde, hala var olduğu bilgisi zihnimizin önemli bir kazanımıdır. Kağıt paranın dolaşımını, sadece gazetelerin ekonomi say-
Toplu Halde Geçinmek 269
falarında izlemek bile, izleyen herkese onun önceliklerinin insanınkinden farklı olduğunu göstermiştir. Para bir şahsiyet muamelesi görüyorsa bu fark, insan ile arasında yüzde yüz zıtlık halinde tecelli ediyor. Para cansız bir maddedir. Ama insanlık yaşamı içinde kendisi için talep ettiği yer, olsa olsa varkalmakta ısrar eden bir şahsiyetin isteyebileceği ölçüde, olağanüstü haklarla donanmış bir yerdir. Para cansızdır. Yerini aldığı iddia edilen, eski çağlardaki değiştokuş araçları, koyun, deve, tomruk vb. kadar insana yakın değildir. Onlar gibi, va roluşsal alandaki auramızın besleyicisi olan duygusal ortaklığı ve sıcaklığı yansıtmaz. Şahsiyet değil, ama bir şahsiyete layık yeri kendisi için hak olarak görme ve gösterme gücüne sahiptir para. Bu güç insana, özne olma niteliğini unutturma tehlikesini doğurabilecek bir güçtür. İ şte, bizi ilgilendiren; "doğru"nun anlamı hakkındaki çatal lanma bundan ileri geliyor. Şahsiyet olmaya layık insanın ih tiyaç duyduğu şeylerle, şa1ısiyet olmanın dışında kaldığı halde şahsiyet gibi hak arayan, bu hakkın verilmediği yerlerde onu gasbetme gücünü elinde bulunduran paranın ihtiyaçları ara sındaki zıtlık, insana dokunan bir çatallanmaya yol açtığı için ilgilendiriyor bizi. Ülkemizdeki özelleştirme tartışmaları, iki binli yıllara gir meden başladı, paranın haklarının teminat altına alınmasına öncelik vererek sürüp gitti. Gerçi, her tartışmada olduğu gibi bir de karşı taraf, yani bu tartışmada insani niteliklere öncelik veren bir tarafın mevcut olduğu söylenebilir. Daha ileri giderek karşı taraftaki hakların koruma altında olduğunu, çünkü başta devlet olmak üzere onu da savunanlar bulunduğunu söyleyen ler de eksik değil. Buna inanan pek yok. Üstelik (insana ve paraya öncelik veren) iki tarafın az çok eşit şartlarla hareket ettiğini kimse iddia edemez. Toplumsal yarara yapılan vurgu muğlak ifadelerle, çekingen, kendine ve iddiasına güvensiz biçimde dile getiriliyor. Açık olan gerçek, paranın haklarını garantiye alan tarafın, ne yaptığını iyi bildiğidir. Bugün çoğu ·
270 Çalkantı ve Dalga
ülkenin ulusal gelirinden daha fazla servete sahip kişiler ve şir ketler var. Bu açıdan insanlık olarak yüzyıl öncesine göre çok farklı bir yerdeyiz. Servet yığılması ve tekelleşme devam edi yor. Demokrasi uygulamasının bu eğilimlerin devam ettiği bir dünyada olacağı, insanın hak araması gereken odakların artık eski devirlerdekinden çok farklı olduğu bir gerçek. Bir hakkın aranacağı yer olarak kurumlarda, ilkeler geçerlidir, ilkelerin fi yatı yoktur. Para bir tüzel kişilik olmadığına göre, ona bağla nan hakkın ve hakkını aramak zorunda kaldığı zaman karşı tarafa (insana) verdiği zararın iyi tanımlanması gerekiyor. Özelleştirme bayrağını sallayanların ileri sürdüğü görüşle rin temelinde, ünlü "serbest piyasa" dışında bir kavram aramaya çıkılır ve bu amaçla onların mantık sınırlarının ötesine geçilir se, (yazının başlığı olan ve Ezra Pound'a borçlu bulunduğum) "Ekonomik demokrasi" kavramına ulaşmak mümkündür. Ekonomik demokrasinin teorideki özü paylaşmanın ala nında ve niteliğinde bulunabilir. Bu ifadeyi, ülke nüfusunun her şeyi birbirine eşit birimler halinde paylaşması gibi anlama kolaylığına kapılmamak gerektiği açıktır. Paylaşım, hiçbir top lumsal değerin ortaklaşa alanla irtibatsız kalmamasını, hiçbir ferdin paylaşım işlemi dışında bırakılmamasını hedefler. Ku ramsal olarak bu, her kuruşun en iyi ekonomik değeri kaza nacağı yere gitmesi için yolun açık olması demektir. Son cüm le paranın haklarını arayanların hoşlanacağı türdense, ondan önceki cümle toplumsal yararı gözetenlere yarayacaktır. "Mü daheleden uzak piyasa, kendi içindeki dengeyi kendiliğinden bulur" diyorlar. Herhalde buna karşı görüş ileri süren ekono mistler de vardır. Piyasanın gerektirdiği kriterlerin dışında bir değere dayanmaksızın paylaşımda adalet arayışına çıkmanın sonu yoktur. Adaleti paranın kendisi sağlamaz. Ekonominin kuralları içinde bulunacak nihai çözümün im kansız göründüğü, hani derler ya; insanın iki ayağını bir pa buca sokan durumlar eksilmiyor: Diyelim ki, bir kasabada evi olmayan yüz kişi var; bu yüz kişiden yirmisi istediği evi alacak
Toplu Halde Geçinmek 271
paraya sahiptir. Kırk kişi de almaya talip olduğu evin maliyet ve normal kar hesabıyla çıkacak bedelini, açığını kapatarak, kredi kullanarak, şahsi borca girerek vb. bir biçimde denkleştirecek durumdadır. Geriye kalanların bir kısmı uzun vadeli kredi kul lanmaya göz kestirebiliyor. Örneğimizdeki kasabanın (kim seyi soyma peşinde olmayan ve piyasanın kendisine tanıdığı kazancın tek kuruşunu bile feda etmekten kaçınan) iyi niyetli inşaatçısı yüz adet müstakil ev yapmak üzere kolları sıvadığın da, evsizler yukarıda söylediğimiz imkanlarını önlerine koya rak girişimde bulunmak istiyorlar. Herkes bir hevese kapılıyor. İnşaatçıyla, eşi dostuyla görüşüyor, imkanı ölçüsünde planlar yapıyor. Buna mukabil yine diyelim ki, tek ya da ikişer, üçer evi olanlardan yüz kişi, evini değiştirmek, yedeğe almak amacıyla ya da oturacağından değil; yeni yapıların mevkiini beğendiği için inşaatçıyla pazarlığa girişiyorlar. Bir de üretici sektörler de işletmeciliğe gözü kesmeyen para babasının biri geliyor, sırf ileride satmak üzere (buoa bile ihtiyacı olmadığı halde) evlerin yarısına talip oluyor. Bu talep piyasayı bir anda hareketlendi riyor ve fiyatlar, diyelim yüzde yirmi beş artıyor. Tabii ki, ev sahibi olmayıp kredi kullanarak bir ev alabileceğini düşünen ler, bunu tasarlamaktan vazgeçiyor, normal fiyatı denkleştire bilecek durumda iken fiyatların yükselmesiyle umutsuzluğa düşenlerin bir bölümü de vazgeçiyor; ancak birkaçı çıkış yolu bulma umuduyla yeni bir arayışa giriyor. Parası hazır olan yir mi kişi de (erteleme ve vazgeçme dahil) alternatifleri düşün meye başlıyor. Kasabada konut sorunu çözüme kavuşacakken ihtiyacı olmayanların müdahalesi yüzünden çözümsüz kalıyor. Piyasa ekonomisi herhalde bunun mantıksal bir açıklaması nı yapıyordur. Ama bir örnek üzerinde göstermek istediğimiz tabloda ortaya çıkan toplumsal maliyetin kime ne ölçüde yan sıdığının ve nasıl giderileceğinin hesabı yok. Bedeli hesaba sığmayacak konular vardır. Yaşamı etkileyen olaylarda bedelin hesaplanamaz oluşu, olayın niteliğini ve doğuracağı sonuçları düşünmemize engel olmamalıdır. Çözüm, ekonomi kuralları-
272 Çalkantı ve Dalga
nın dışında bulunabilecekse, parasızlık yüzünden sonuca gi dilemediğinde bile, çözüm arayışından kaçınmamak gerekir. Yukarıdaki örneği basitleştirelim: Diyelim ki, yüz evi değişik imkanlara başvurarak normal fiyatı üzerinden alacak yüz kişi mevcut olduğu halde, eve ve paraya ihtiyacı olmayan biri yüz evi yüzde on fazlasını vererek kapattı, sonra da yüzde on daha ekleyerek satışa çıkardı. Ev almayı bekleyenlerden ellisi müşte ri oldu, diğerleri ise düşlerini gerçekleştirmekten vazgeçti. Bu ailelerin kendi evinde oturmamasından doğan (eğitim, ulaşım zorluğu, toplam yaşam kalitesine iyileşme eksikliği) toplumsal zararın telafisi mümkün müdür? Ya da durumu da bildiği halde inşaatçı ile alıcı evsizlerin arasına girerek, daha önce hiç ihtiyaç duymadığı bir meblağın üretken yatırıma dönüştürmeyeceği kesin olan bir kişinin banka hesabına eklenmesinde toplam ekonominin (ve kimin) ne yararı olabilir? Bireysel olarak her kişi kendi sorumluluğuna sahip çıkacak; bunun başka yolu yok. Fakat bu işlemlerde, görünmeyen, gösterilmeyen, karşılanama yan ve kimin kim nezdinde ne ölçüde karşılayacağının hesabı imkansız olduğu bir durum ortaya çıkıyor. Ekonomik açıdan yarar ve zarar hesabını çıkarmak bize düşmez. Fakat görü nen toplumsal zarara ve hesaplanamayan toplumsal maliyete ilişkin çözümün, paraya hükmi şahsiyet muamelesi yapan bir ekonominin kuralları içinde bulunması mümkün görünmü yor. İnsanların Batılı anlamda teslimiyet öngören kaderciliğe terk edilmesine razı değilsek, insan yaşamını kucaklayan başka disiplinlerin devreye girmesi gerektiğini kabulle işe başlayabi liriz. Ekonominin toplumsal alanı, ekonominin sayısal hesap larına ve bu anlamda tabii ki ekonomistlere terk edilemeyecek kadar önemlidir. 2
Yirminci yüzyıldaki savaşlar büyük tahribatla sonuçlandı. İn san kaybı on milyonlarla ölçülüyor. Fakat toplu savaş çıkma-
Toplu Halde Geçinmek 273
sını önlemek için alınan önlemlerin, silah kapasitesini artırma yarışı devam ederken sivil alanda küresel ölçekte sürdürülen barış kampanyalarının, bir yandan türlü nedenlerle savaş kış kırtıcılığı yapıp, öte yandan insanlara itaatkar ve uyumlu olma larını öğütlemenin nedeni insan kaybının fazlalığı değil. Savaş hakkındaki son beyanatlardan anlaşılan budur, insan kayıpları ailelerin kalbine gömülmüştür. Yirminci yüzyıldaki büyük sa vaşlar sanayi tesislerinin yerle bir olmasına neden oldu. Öyle ki savaşı kazandığı varsayılan taraf neredeyese kaybedenler kadar ekonomik bedel ödemek zorunda kaldı. Büyük savaşı önleme girişimlerinin temelinde bu gerekçe yatmaktadır. Günümüz de ekonominin küreselleşmesi, kimi insanların kendisini sö mürü ağından soyutlayarak köylerde yaşamayı seçmesine bile imkan bırakmayacak ölçülere vardı. Dünyada denge arayışları, demokratik yönetimlerin başarısını imkansız kılabilecek bu çarpıklığın sürmesi için yapılıyor. Aynı nedenle toplu savaş bile çıkabilir. Bu denklemı;le "kendi kendini yönetme" ilkesi nin yürürlükte · kalması için ihtiyaç duyulan barış girişimleri nin yeni bir inanca, felsefeye ve dünya kavrayışına dayanması zorunludur. Denklemin zayıf tarafını oluşturan insanın ayakta kalabilmesi, sağlanan barış ortamındaki dünya kavrayışını aynı inanç ve felsefenin beslemeye devam etmesine bağlıdır. Birikmiş servetlerin bütün dünyada yönlendirici konumda bulunması ve bu yönlendirici rolünün değişmesi yönünde bir emare görünmemesi karşısında, bugünden yarına insani yararı merkeze alan bir gelişme beklenemez. Bilinen fıkrada, "alırken ve satarken'' ekonominin tek yanlı kuralına başvurulması mi zah konusu yapılmış idi. (Adama sormuşlar: "İki kere iki kaç eder?" Başını hafifçe eğip gözlüğünün üstünden yan yan baka rak cevap vermiş: ''Alırken mi, satarken mi?) Fıkradaki zekavet, masumdur. Karı maksimize etmekten başka bir amacın görül mediği bugünkü hale ve kapitalizmin akıl almaz büyüklükte ki servetlerin arkasındaki gidişine bakılırsa, insanlık içindeki sağduyu sahiplerinin, ihtiyaç ve üretim kavramlarını merkeze
274 Çalkantı ve Dalga
alan ahlaki bir ölçüyü devreye sokacak birliktelikleri oluşturma hususunda biraz daha geç kalmaları halinde, değil paylaşımda adaleti sağlamak, adaleti arama amacıyla yola çıkmak bile im kansız hale gelebilir. Demokrasinin beşiği olarak bilinen antik şehir devletlerin de, demokratik haklar, arazi sahiplerinin birbirine karşı tanı dığı pozitif ve birinin diğerini muaf tuttuğu negatif haklardan ibaret idi. Belki de bunların bir bölümü, elinden gelse ortadan kaldırmak istediği halde mevcut (de facto) egemen konumla rın devamına karşılıklı rıza göstermekten ibaret, bir hak tanı ma idi. Arazi sahibi olmayanların hak sahibi olması, (Roma'da şehir meclisinde oy kullanması) zaten söz konusu olamazdı, çünkü onlar köle idi. Bu duruma göre, ekonomik demokrasi nin kökünü aramayı antik sitelere kadar götürürseniz; ekono mik paylaşımın orada da, hayat sahibi her insan arasında değil, ancak arazisi (malı) olanlar arasında olduğunu görürsünüz. Modern demokrasi hakların her sınıftan, her koldan her kat mandan ve her kesimden insanlara ait olduğu ve üstelik bunun monarşik yönetimin aşılması ve demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşeceği iddiası ile yol almıştır. Böylelikle, ekonomik de mokrasinin ve onun enstrümanlarından biri olan paylaşım' ın, günümüz toplumlarında antik şehir devletlerinde olduğundan daha geniş bir alanda gerçekleşeceği, geçen yüzyıllarda ifade edilmiş oluyor. Halbuki haklar ekonominin dili ile sınırlandığı ölçüde, ekonominin birimi olan para, sanki bir tüzel kişilikmiş gibi, şahsiyet katında muamele görerek, hak sahibi taraflardan biri olarak ortaya çıktı. İnsanın ve paranın ihtiyaçları birbirine zıt düştüğü her yerde, para insanın önünde gidebiliyor ve in sanın haklarını engelleyebiliyor. Günümüzde kölelik kurumu bulunmadığı halde ve modern demokrasinin iddiasının aksi ne, ekonomik paylaşım antik site devletlerindeki gibi, sınırlı alanlarda gerçekleşen bir haktan ibaret kalmaktadır. Paylaşım işleminin dışında kalan insanların elindeki ekonomik değerler, bu hakkı elinde bulunduranlar lehine olmak üzere paylaşıma
Toplu Halde Geçinmek 275
dahil tutuluyor. Bunun haklılık gerekçesi ise, parayı hak sahibi bir şahsiyet katında görmekte yatıyor. Para insanın rakibi ol duğu sürece, insani niteliklerle tarif edilebilecek ekonomik de mokrasinin gerçekleşmesine, ne yirminci yüzyılın modası olan kamulaştırma rüzgarlarının ne de yüzyılın sonunda ortalığı saran özelleştirme furyasının olumlu katkıda bulunması bek lenemez. Demokrasi seçimi, seçim tercih edebilmeyi, tercih ise özgür iradeyi gerektirir. Bütünlüğünün korunması adına hak arayan toplu para karşısında, para sahibi olmayan insanın seç me özgürlüğünü kim temin edecektir? Devlet mi? Demok rasi toplumsal sorumluluğu, toplumsal sorumluluk ise hesap verebilir olmayı gerektirir. Paranın haklarını koruyanın (parayı elinde tutanın) sorumluluklarını göz önüne alarak, "hesap ve rebilir" konumda kalmasını kim sağlayabilecektir? Birinin seç me hakkı elinden alınmamalı, öteki hesap verebilir olmaktan çıkmamalıdır ki ekonomik demokrasi gerçekleşebilsin. Çözüm bulmanın imldnsız olduğu bir mesele aklımıza ge lir gider. Çünkü imkansıza takılmışızdır; mesele bir anda kay bolur. Halbuki elimizdeki veriler, kritik bir durumda işimize yaramamıştır. Alışılmış ya da akla ilk gelen değil, özgün bir çözüm yolunu bulmak gerekir. Bunu bize hatırlatan, bir kısa hikaye (fabl) var; belki de· yazı öncesi çağlardan geliyor: Ko caman bir şatonun alt katındaki, çatısındaki ve bahçesindeki fareler "kediden kurtulmanın çaresi"ni bulmak üzere toplan mışlar. Gündemi belirleyen ve söz alan fare, "Bizden onlarcası yaşıyor burada, kedi bir tane. Ortalıkta dolaşıp duruyor, yü reğimiz ağzımıza geliyor. Her geçişinde bir deliğe saklanmak zorunda kalıyoruz. Bence, şunun boynuna bir çıngırak asarsak nereden geçtiği her zaman belli olur, biz de nerede dolaşacağı mıza karar verir, kurtuluruz" demiş. İçlerinden biri hiç gecik meden cevabı yetiştirmiş: " İyi de, çıngırağı kedinin boynuna kim asacak?" Buna tabii ki kimse cevap veremediği, herkes yutkunarak birbirine bakıp kaldığı için toplantı başladığı gibi bitmiş. Tarih öncesinden gelen hikaye çözümsüzlük üreten
276 Çalkantı ve Dalga
şekliyle görünüyor ve ilk anda, espri değeriyle algılanıyor. Sıra, yorum yapmaya geldiğinde, farenin kaderi hatırlattığı, kaderde ne varsa olacağı ve soruya verilecek cevabın kadere teslimiyet olduğu sonucunu çıkaranlar olmuştur. Şöyle algılanmasına en gel yok: Sıradışı bir durum varsa, ona uygun çözümün de aynı oranda sıradışı olması kaçınılmazdır. Kolaya kaçmak yok. Üretimin artması ve para kazanma imkanlarının genişleme si, insanların sınıf değiştirmesine de yarıyor. Bunun olumsuz olduğunu söyleyemeyiz tabii ki. Antik dünyada köleci, yakın çağlarda feodal toplumlarda sınıflar kalın çizgilerle birbirinden ayrılıyordu. Soylu aileler varken insanların kolay kolay sınıf değiştirmesi, feodal yapılı toplumlarda sıradan insanın yöneti ciler katına çıkması beklenemezdi. Para kazanma yollarındaki artışın yeni güç odakları doğurmasının yararlı sonuçları oldu ğunu da görmek gerek. Tek tek fertleri kapsamayı hedefleyen modern demokrasi teorisi zengin sayısındaki artıştan beslen miştir. Yeni zenginler sonradan görmeliği yaygınlaştırdıktan başka, toplumsal alana bazı insani meziyetleri ve zaafları da getirdiler. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa'da yazılmış roman lar, toplumsal alanda kendisine yeni yeni yer açılan bu nitelik leri ve zaafları sergilemiştir. Bu dönem çok da uzun sürmedi. Soyluluğa dayanan aristokrasinin yerini, adım adım burjuvazi aldı. Eğitimin ve edinilen bilginin aristokrat hayatındaki süs olmaktan çıkıp kazanç sağlayıcı olması da bekleniyordu artık. Çıkar gözetmeyen bilgi sadece insan olgunluğuna hizmet etti ğinden, aristokrasi ile birlikte gözden düşmeye başladı. Türk toplumunda insan ilişkilerinin yüzyıllarca sağlıklı biçimde sürmesini sağlamış toplumsal değerlerin, modern leşmeye bağlı, kendiliğinden ve doğal değişimiyle yetinmeyip toplumdan kazınmasını şart gören ve insanlık için bir gelecek öngörüleri olmadığı halde yerli değerlere duydukları nefre ti her fırsatta dile getirmeyi ilke edinmiş çevreler, aristokrat heveslerle bilir bilmez mücadeleye kalkışan sonradan görme bir tür burjuvalarla aynı kulvarda gidiyorlar. İnsaniyete layık
Toplu Halde Geçinmek 277
ilkelere önem veren zenginler ile doğal yaşamın öğrettiği in sani ilkelere dayalı bir kültürün mensubu olduğunu da artık hissetmeyen sermaye gruplarının yarışında parababaları bütün dünyada öne geçti. Sermaye küreselleştikçe paranın kendisine tanıdığı her yerde var olma hakkı, yeryüzünün her yerinde ya şayan insanların yerel ve doğal haklarına rakip hale geldi. Mo dern zamanların şaşaalı ve yüksek düzeyden bakarak dile ge tirilmiş "bütünsel bireyin devredilemez, vazgeçilemez, kendisi istese bile ortadan kaldıramayacağı kişisel hakları"nın (paranın enflasyon yoluyla sızdırılmasında olduğu gibi) gizli ellerce ke mirilerek yok edilmesine karşı çözüm aramanın vakti geldi. Eski kültürlerde zengin ve fakir kişiler birer insan olarak ayırt ediliyordu. İkisi de insan ve şahsiyet olarak göz önüne alınabilirdi. Köleci toplumlardaki kölelerin statüsünü ayıra rak, bir an için "köle olmayanlar" üzerinden gitmek istiyoruz. Hakiki bir insan olarak insandan beklenecek ne varsa, bun lar durumları ölçüsünde tenginden ve fakirden beklenebilirdi (Erdem gibi) . Şimdi zengin toplumsal ortamda kişi olarak yok; orada "parası" var. Kapital sahipleri, eğer sanat ve kültür gibi, aydınlarla ve sade insanlarla bağlantılı olarak ve birarada düşü nülmelerini sağlayacak bir eğilime sahip değil iseler, "toplum, toplum" diyerek konuşmaya başlayanların muhayyilesindeki gerçek insanlara dahil değildirler. Toplumsal ortamı öylesine terk etmişler ki; konuşanların muhayyilesinden silinmişler. Hatta bir yanda sanal para var, diğer yanda insan. İ nsan türünün varlığını sürdürmesi için gereken sağlık şartları çemberinin daraldığı, iklim koşullarının küresel çapta ölçümünü yaparak değişimleri kayıt altına alan uzmanların ifade ettiği bir görüştür. Küresel ısınma denilen ve dünyanın yaşanacak yer olmaktan büsbütün çıkabileceği işaretini veren haberler, büyük çöller dahil en geniş alanların sonsuz ve sı nırsız olmadığını herkese öğretti. İnsanın türünü sürdürmesi ve mevcudiyet halinde kalmak için ihtiyaç duyduğu şeylerin, piyasa hırslarının pençesinden kurtarılması ve teminat altına
278 Çalkantı ve Dalga
alınması gerekiyor. Paranın birim olmakla kalmayıp özne ni teliği taşıdığı varsayımıyla ona bağladıkları hakları dikte eden lerle yarışa kalkışacak halimiz yok; ama insanın yaşama alanını daraltacak teşebbüsleri önleme yolunda piyasadaki hakların sınırlaması gerekiyorsa bunu bir tutam tuz ölçüsünde dile getirmek bile insanlığa hizmet etmenin bir yolu ve bir biçi mi sayılır. Çünkü para kamusal kişiliğe sahip bir yasa koyucu haline geldi. İnsanı savunmak için yatıp kalkıp bireyin başka değerlere üstünlüğünü tekrarlamanın tek başına bir yararı yok. Fakat yine de bunu bilinçle savunmak hepimizin ödevi. İ nsa nın insana, insan propagandası yapması bir savunma değildir. İnsanın bastığı zeminin sağlamlaşması için, iki ayağı üzerinde durması için, bedeni kadar zihni için sığınaklar yapma yolunda sağlayacağımız katkılarla savunabiliriz onu. Türkiye'de başka bir hastalık daha var: Bir kavram, "yük selen değer" etiketini almaya görsün; herkes yükselen değeri yüksek yerlerde tartışmaya bayılıyor. Yükselen değer, yerini hiç kimsenin tam olarak tayin edemediği ama herkesin kıstas ola rak almakta sakınca görmediği, engin okyanus sularının yü zündeki bir kerteriz noktası oluyor. Tartışma zeminine yeni kavramlar girebilir; ama her kavra mı zihinlerde türetme oyunlarıyla sulandırmaktan geçinenler, kavramların yerli yerine ya da geniş halk kitleleri yararına bir zemine oturma trendini bir türlü kabul edemiyorlar. Küresel leşmeyle birlikte, "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" hesabı yapanlara uluslararası destekçiler de gelmiş bulunuyor. Ekonomik demokrasi başlığı altında toplanabilecek en doğru ekonomik politika bulunsa dahi uygulama önemli oldu ğuna göre, bir ülkede insanı gözetmeyen anlayış ve tutum ada leti unuttuğu ve askıya aldığı ölçüde onu yanlışların en yanlışı haline getirecek ve ülke için yüzde yüz zarar haline dönüştüre cektir. Bu ihtimalin Türkiye'yi kapsamasından korkulur.
Yedinci Bölüm
VİCDANIN SINIRINDA
HUKUK; BİÇİMLERİNİ AŞTIKÇA 1
Usul, hukukun temel bölümlerinden biridir. "Olmazsa olmaz" niteliktedir ve · önceliğe sahiptir. Ahmet Cevdet Paşa'nın dile getirmesiyle, "usul asıla takaddüm eder". Tabii ki uygulamada böyledir. Toplumsal sorumlulukları bulunan bir kişinin, so rumluluğunun gereğini yerine getirdiği esnada, ne suretle dav ranırsa daha adil olacağını kişisel bir vicdan meselesi olarak algılaması ve düşünebilmesi için hukukçu olması gerekmez. Vicdanı, öncelik vereceği davranışın hangisi olması gerektiği ni ona söyler. Usul, bu söylemin içindedir. Çünkü hislerde var olan esas, bu hissin sahibini kendisi için gerekli olan usule yön lendirir. Teknik bir işlem olarak uygulanan usul, altında yata nın görünmediği bir araçtır; halbuki hukukun temelinde, vic danımızı bir işaretle uyaran ve ulaşmak için çaba gösterdiğimiz bir hakikat vardır; usul, bir işlemde "hak'' olanı soyut hakikatin içinden bulup çıkarmanın yolu olarak asıldandır. Günümüzde, bilişim alanında, hukuka ilişkin bilgilerin kodlanmış verilere dönüştürülmesine uygun olarak "hukukun usulleştirilmesi"n den söz ediliyor. Verilerin hesaplanabilir olması ve işlemlerin
280 Çalkantı ve Dalga
sıralanması üzerine oturan bu kavram, ilk anda insanın içsel bütünlüğünü akla getirmeyip, içinde yaşadığımız maddi çevre deki olgulara ilişkin bir tür teknik düzenlemeye göndermede bulunmakla bildiğimiz hukuk usulünden daha dar bir anlam alanını vaat ediyor. Vicdan, gölgede kalıyor. Buna rağmen hu kuk dediğimiz zaman dile getirmek istediğimiz olgu genellikle adalettir, işlemlere ve eylemlere ilişkin biçimsel sıralama değil, hakka ve adalete ilişkin bir özdür. Kişisel olarak, haksızlığa uğradığımız zaman adaleti hatır larız. Kendi eylemimizin sonucu olan bir haksızlığın ortaya çıkması da vicdan sahibi olduğumuzu, vicdanımızın istediği gibi davranamadığımızı ve onun hakkını veremediğimizi dü şündürür bize. Başımıza gelen bir iş ya da karşılaşarak acısını çektiğimiz ve manevi zararını bir biçimde telafi etmek zo runda olduğumuz haksızlığın sonucu olarak, içimizde, insafa, merhamete, adil olmaya ilişkin bir his kuvvetle uyanır. İsteme den bir haksızlığa meydan verdiğimizde bile, içimizde bizi yar gılayan bir ses buluruz. Bu hislerle kendimizi murakabeye tabi tutarken içine daldığımız düşünceler adalet hakkında aldığı mız ilk ders olur. Sağlık ve özgürlük konularında olduğu gibi genellikle adaleti bu anlamda bir kaybın ortaya çıktığı, den geler yerinden oynadığı zaman düşünürüz ve adalet hakkın daki ilk dersi bu düşünüşle, adalet duygusunun vicdanımızda uyanışıyla, kendi kendimizden alırız. Asıl amaç bir olay ya da duruma tekabül eden hakikatin bulunması ve adaletin sağlan ması olduğuna göre, hukuk, normların ifade edilme biçimine indirgenemez. Sivil itaatsizlik, yani yasalara ve buyurgana karşı adaleti savunma eylemi, anlamını bu görüşten almış ve eyle min gerekli olduğu kabul edilmiştir. Hukuk düşünürleri, yeri geldiğinde, Sophokles'in Antigone oyunu üzerinden, kör güce (Kreon'a) karşı vicdanın tanıdığı hukuk anlayışını öne sürmüş lerdir. Sadece kavram olarak hukuku hatırlatan "insaf", "vic dan'' gibi kelimeler, çoğunlukla konuşma esnasında ünlem to nunda doğar ve taşkın haldeki adalet duygusunu dışlaştırmak
Vicdanın Sınırında 281
üzere dilimizden dökülür. Hukuk düzeni denildiğinde ise daima bir bütünlüğü düşünürüz; eksiklikler gelmez aklımıza. Hukuk düzeninden bireysel olarak anladığımız; -kendi payı mıza- adaletin yerli yerinde olduğuna dair duygusal tamlığı mızın korunmuş olmasıdır. Uygulama ile oluşan hukuk düzeninin usullerini ve biçim lerini tanıma yolunda kendimiz bakımından yetkinleşme nin gereği ilk ağızda akla gelmez; bunu belirli bir mesleğin mensuplarına özgü sayarız. Hukukun uygulama alanı (pozitif hukuk) hakkında konuşmaya devam edilecekse usulün ayrıca belirtilmesi gerekir. Usul ile özün, aralarında mesafe bırakan ilişkisini hukukun usulden bağımsız bir varlık sahasına sahip olduğunun işareti sayılabiliriz. Uygulamada hukuk usulü, "ol mazsa olmaz" katında öneme sahiptir. Uygulamadan önceki aşamalarda, (duygusal ve felsefi düzlemde) hukuk mantığı ve adalet duygusu insanların vicdanında ifadeye kavuşmuş olarak ya da olmayarak mevcut-olabilir. Esasın içinde bulunan usul, hukuksal bir işlem ve çözüm söz konusu olduğunda gündeme gelebilir. İnsanların, hakkı ve adaleti algılama biçimi, vicda nın, duyum organını uyarması, hukuk alanında uygulamanın (hukukçular açısından) olmazsa olmazı durumundaki usul lerin teorik aşamadaki kaynağı ve karşılığıdır. Esasen hukuk, biçimlenmesinden ve ona geçerlilik şartı sağlayan güncel bi çimlerinden önce vicdanlarda, duyuşların, algıların dünyasında kazanılmalı, bilgi halinde var kılınmalı, hakkaniyet ve adalet ise daima talep edilen değerler olmalıdır. Bu, insan doğasın daki bir varolanı bilinç katında ifadeye kavuşturmakla sağlanır. Duygusu, anında uyanmayıp insanı şaşırtan kimseler vardır. Hukuku gözetmek için insan davranışlarına yansıyan her şeyin "mükemmelleşmesini" beklediği, işleyen bir hukuk ortamının doğal olarak bekçiliğini yapacağı, ama her adımda rastlanan haksızlıklar yüzünden bunu yerine getiremediği vehmi içinde boğulup insan ilişkilerindeki aksaklıklar yüzünden beklenti lerini ertelemiş gibi davranarak, uygulamadaki hukuksuzluk
282
Çalkantı ve Dalga
karşısında, yüksek sese dönüşmese dahi; duyarsız kalmanın anlamı yoktur. Böyle davranarak "herkes neler neler yapıyor!" cümlesinde saklı bahaneyi ikide bir öne sürüp bütün insanları töhmet altında bırakarak, kendisinin ya da savunduğu kişilerin ayıplı hallerini meşrulaştıran çok kişi vardır. Toplumun gene line suç isnat eden bu savunma biçimi adalet duygusunu terk etmiş her algıya meşru karşılanacağı bir yer açmasıyla, aslında adaletsizliği normalleştirmenin bir yöntemidir. Vicdanı unutu şa bırakan bu yöntem duyarsızların aleti olabilir. Bir toplumda adaletsizliğin normal karşılanması, onun egemen kılınmasıy la aynı kapıya çıkar. Adaleti gözeten vicdan devredışı kaldığı takdirde ve esasa ağırlık veriyor olma gerekçesiyle doğrultusu dikkatten kaçırılan usul, adalet arayışını yanlış ve zaman tüke ten yollarda dolandırabilir. Müdahale edemediğiniz bir uygu lamanın yanlışlığından dolayı, esasa ilişkin değerlerin zarara uğradığı gözden kaçırılmamalıdır. Usule ilişkin ihmal, esası tehlikeye atabilir. İnsanlar, içlerindeki adaleti ikame ettikçe, hukuk gerçekleşir. Adalete ilişkin değerler biçimlenmedikçe hukuk oluşmaz. Değerlerin biçim kazanması, yani halihazır duruma göre uygulanabilir olması, bunun için göstereceğimiz çabaya bağlıdır. Hukuk ortada olmayınca değerlerin oluşması gecikir. Hukukun mantığına ve duygusuna, bir toplum içinde nefes alacak yer bırakılmadığı takdirde, oluşmuş değerler insi cam bulmaz; değerler tek tek tarif edilmiş olabilir, ama onla rın topluca görünümünden bize kalan, zihinsel bir karmaşadır. Bundan doğacak şaşkınlığı ve boşluğu doldurmaya soyunan tek aday olabilir: Kaba güç. Hukukun egemen kılınması dileğini, başkalarına yönelik talep halinde dile getirirken hukuku ve onu oluşturan değerle rin unutuşa terk edilmeyip gündemde kalmasını sağlayacak bir inceliğe sahip olmak gerekiyor. Adaletin gerçekleşmesi için, gerektiğinde zorlayıcı yaptırımlara başvurmak uygulamanın doğasındandır ama, adalet kaba gücün beslediği ve kaba güç le dengelenen bir olgu değildir. Kötülüğü yönetmek için güce
Vicdanın Sınırında 283
ihtiyaç var, iyiliği yönetmede aklıselimin gösterdiği yolu tut mak yeterlidir. Kaba güç adaletin dışındadır diye, terazinin bir kefesine adaleti diğer kefesine kör gücü koyamazsınız. Tabii ki güç her zaman kör olası ve kör olacak değildir. Güç eğer adaletin işine yarayacaksa, dengenin bozulmasının önüne geç mek ya da bozulduğu yerde dengeyi ikame etmek üzere vardır. Bir hukuk düzeninin kurulması ya da kurulu durumdaki dü zenin işletilmesi için başvuracağımız, ancak meşru güç olabi lir. Adalete ilişkin değerlerin kendi aralarında ve her birinin kendi içindeki mevcut dengesi, hukukun eylem ve işlemle so mutlaşmasından doğan bir sonuçtur. Tekil insanın hayatında kaba güçten söz etmeyi gerektiren bir durum, toplum düzeni ölçeğindeki açmaz olarak ortaya çıkarsa istisnai düzenleme ler devreye girer, olağanüstü durum ilan edilir. Hangi düzenin hüküm süreceği, olağanüstü durumlarda hangi davranış biçi minin olağan sayılacağı belli değildir, Herkes güç kullanma ile adalet arasındaki nazik ve .tehlikeli ara bölgede kalmıştır artık. Durum olağanın dışındadır artık. Adı üstünde: Olağanüstü. 2
Türkiye'de, modern literatürde ifadesini bulduğu şekliyle Hu kuk Devleti kurma, daha doğrusu hukuk sistemini romanist tarzada yeniden düzene sokma çabalarının, daha on doku zuncu yüzyılda hükümdarın yetkilerine sınır çizme girişimiyle başladığı kabul edilir. O zamana kadar devlet kurumlarının idaresinde belirleyici olduğu gibi ve toplumsal açıdan içselleş tirilmiş bir hukuk anlayışı vardı. Meseleler, İslam hukukunun dört kaynağına dayanan şer'i hukuk ile hükümdarın tasarrufu na bağlı örfi hukuk temelinde hükme bağlanıyordu. Takip edi len usul, meselelerin tek tek çözümlemesini öngören kazuistik yöntem iken on dokuzuncu yüzyılda Ahmet Cevdet Paşa' nın hazırladığı Mecelle ile kanunlaştırma sistemine geçiş yapıldı. Osmanlı devletinin klasik döneminde başvurulan adaleti aran-
284 Çalkantı ve Dalga
ma usulleri burada konumuzun dışında kalıyor. Modern çağ larda ortaya çıktığı şekliyle hukuk devleti için model aramak gerektiğinde, tabii ki şekline olduğu kadar niteliksel yönlerine göndermelerin yapıldığı ve bireysel hakların güvencesinde ol duğu düşünülen devlet kavramının ortaya çıktığı Batı dünyası na bakacağız. Batı'da, o çok bilindiği şekliyle, bilim alanındaki ilerlemelerin bir sonucu olan sanayileşme atılımıyla zenginlik arttı ve yaygınlaştı. Buna bağlı olarak devleti yönetme şeklinin kökten değişmesini öngören siyasi düşünceler ve yapılar ortaya çıktı. Demokrasinin ve bireysel özgürlüklerin gelişmesi için bir hayli zaman geçmesi gerekiyordu ama daha on sekizinci yüz yılda otoriter siyasi yapıların sürdürülme şekilleri çeşitlendi. Liberal cephedeki iddia, otoritenin kaynağı olan devleti "bela" olarak görmeye kadar vardı. Bu iddianın kaynağında güç ve adalet ilişkisinin ters orantılı olduğu kabul ediliyordu. Buna göre adalet, vatandaşın gücüne güç katar; iktidarlar bu güç lenmeyi istemezler. Seçkinliği ailesinden gelen aristokratların yerini, maddi zenginlik elde etmiş olan burjuvaların almasını isteyen liberaller, kendi ayakları üzerinde duran ve hiçbir gü cün müdahelesine maruz kalmamasını istedikleri bireyi temel almakla birlikte, onun mal varlıklarının korunması için gere ken teminatı devletten beklemekten geri durmamışlardır. Li beral devlet anlayışının önemli filozoflarından Hobbes'un "in san insanın kurdudur" sözüyle özetlediği yarışta, rakiplere geri adım attırmak için bile, aslında bela olarak gördükleri devlete ihtiyaç vardı. "Devlet, gerekli bir beladır" dediler; bela, ama ge rekli. Giderek kapitalizm, devletleri küresel çapta kullanmayı bir yol belledi. Bir yanda da hukuku, kurulu düzenin kendini savunma mekanizması olarak gören, somut insanı (bireyi) dışlayan, bu suretle sözümona toplum düzeni kurulacağını hesaplayan gö rüşlerin ısrarlı taraftarları hep var oldu. Böyle düşünen insan ların az da olsa her zaman mevcut olması doğal. Bunlar, top lumsal grupların hak arama amacıyla başlattığı eylemlerde ve
Vicdanın Sınırında 285
tartışmalarda ortada görünmezler. Ancak devleti temsil eden lerin ihtiyaç duyması halinde, sıradan, olağan, bireysel çerçe ve dışındaki sorunların çözümü söz konusu olduğunda, zayıf insanlara karşı devletin savunucusu olarak ortaya çıkar, tek ta rafı kayıran ve bozulmuş haliyle bile kurulu düzenin devamı nı, hukukun garanti altına almasını isteyenlere destek verirler. Ama devlet baskısının hiç bitmeyeceğine dair genel inanış bile bu ölçüde uç görüşlerin marjinal kalmasını önleyemez. Çün kü insanların devleti hukukla birleştirerek algılama alışkanlığı, hukuksuzluğu devlete yakıştıramama eğilimi o kadar köklüdür ki; kurulu düzeni yönetenlerin adaletin dışına çıktıklarının an laşılması karşısında duydukları öfkenin sonu gelmiyor. Devlet ölçüsünde hukuk talebi, adaletin mevcut olması gereken yerde (devlette) bulunmadığının görülmesiyle, haklı öfkenin diline sarılarak ileri sürülüyor. Bu bağlamda en vahim durum, hukuk düzeninin adalete bağlı ve adaletin gerçekleşme aracı olmayı önemsememesiyle ortaya çıkar. Devleti gerekli bela sayanla ra göre bile deylet sadece ·ondan yarar sağlayanlar için değil, herkes için gerekli olmalıydı ve herkes için gerekliliğin sınır ları ancak hukuk ile belirlenebilirdi. Hukukun uygulaması bir uzmanlık konusu olsa da, adalet duygusunu bireysel planda koruyarak hukuk alanındaki uygulamayı izleyenlerin, bireysel hakların yitirilmesi tehlikesine karşı durabileceğini düşünüyo ruz. Bu mücadele devlet kurumuna karşı olmayan, sivil itaat sizlik sayılabilir. Hak arama bilincine sahip çıkanlar sayesinde, devlet erkini elinde tutanların adil davranmasını talep etmek ten ibaret, basit (pasif) tutumun ötesine geçen çabalara giri şilebildi. Bu çabaların Batı dünyasındaki karşılığı polis devlet rejimi ile hukuk devleti arasındaki zorlu geçiş dönemlerinde ve çalkantılardan çıkış arayışında bulunabilir. Kralın yetkilerine getirilen sınırlama, öncelikle bürokratik yapıda değişiklik yap mayı gerektirmiştir. Bu değişikliklerin gerçekleşmesi, krallıkla şekillenen otoritenin sadece devlet şeması içinde ve bürokrasi de gizlenmiş bir fenomen sayıldığı süreçlere yayılmıştır. Polis
286 Çalkantı ve Dalga
devletini tanımlayanlar ise biraz daha ileri giderek otoritenin (devlet yıldırıcılığına dönüşmüş halde) sokağa kadar taştığına, hukukun dışına çıkarak kendi halindeki insanları etkilediğine, hukuk devletinin tesisi için bu durumun değişmesi gerekti ğine dikkat çekmişlerdir. Böylece, polis devletinin sorgulan madığı, kural koyucu irade hangi nitelikte olursa olsun, kural koyma yetkisini taşımanın önemli ve yeterli olduğu varsayımı eleştirilmiş olmaktadır. Kural koyucu iradeye duyulan güvenin her zaman baskıcı yöntemleri doğuracağı, çünkü kural koyma yetkisini kullananların sonuçta her kararı kendine yontacağı ileri sürülemez. Ama biz ileri sürmeden de böyle olabildiği, yani polis-devlet şemasının, kural koyucu iradeye (ve aslında bu iradeyi kurulu halde bulmuş olup gereğince hareket edenle re) sınırsız yetki tanındığı, bu yetkinin sınır getirmeyi öngören niteliğine aldırılmadığı ve denetlenmesine gerek görülmediği hallerde ortaya çıktığı bir gerçek. Ne de olsa, "iktidar çürütü cüdür" denilmiştir. Hukuksal yapısı üstünde mutabakata varı lacak olan, devlettir elbette; ama kendi halindeki insanların, Üzerlerinde sürekli bir baskının var olduğu hissiyle yaşadığı bir durumun giderilmesi temeline dayalı hukuk devleti tale bi, özünde insana ilişkindir ve iktidar değil, insan merkezli bir taleptir. Bir hukuk düzeninin mevcudiyeti, toplumun esenlik içinde olması demektir. Hukuk devleti, bu düzenin teminatı olarak sıradan insan için elzemdir. Biçimsel bir yapı olarak düşünüldüğünde, herhalde hukuk devletinin bir şema halinde ve normlarda gerçekleştiğinin söylenmesiyle var olabilecektir. Hukuku, devletin kendisini savunma aracı olarak görenler açısından bunu sağlamak zor olmamalı. Biçimsel bir şemada, yönetenlerin kişisel takdirle rine ve arzularına, ihtiraslarının oynadığı rollere ve çıkarlarına sözümona sınırlama getirdiğine dair işaretler de olabilir. Ama hukuk mantığının işler vaziyette olmasını, hukuk devletinin yerleşmiş sayılmasını insani dert kabul eden vicdanlar açısın dan bakılırsa, egemenlere yönelik ve uygulanabilme derecesi
Vicdanın Sınırında 287
kuşkularla dolu biçimsel sınırlamaların, adaletin dağıtılma sında işe yarayacağı iddialarına kimse inanmaz. Hukukun uy gulamadaki tekniği ile zamana bağlı olmayan ilkelerini birbi rine bağlayan bir anlayışın mevcut olması lazım. Devletin ve toplumun dışında soyut bir hukuk olmadığını söyleyenler var. Bundan maksat, mevcut hukuk tekniğinin ideal hukuk düze ninin halihazır bir şekli olarak görülmesini istemek ve dev let ve toplum ilişkilerinde hukuksuzluğun hüküm sürdüğünü düşünenleri tehdit etmek midir? Böyle değil de adaletin ve hukukun zihinlerdeki soyut değerler olarak kalmasınının yet meyeceğini, devlet şemasının ve toplum düzeninin evrensel ve zamana bağlı olmayan adalet üzerine oturması, yani hukukun gözle görülür, ona ulaşılabilir somutluğa ulaşması gerektiğini dile getirmek olsa amenna! Vicdan var; soyut haliyle vicdanda bulunmayan hiçbir yerde yoktur. Egemen olanın, fiili durum üzerinde dilediğince oynamasına imkan veren egemenlik ile hukukun ilişkisi ve bu ilişkiyi her durumda hukuk ile bağlan tılı kılan ince çi'Zgi, tarihin başlangıcından beri hukuk ve siya set düşünürlerini uğraştıran temel konulardan biri olmuştur. Yirminci yüzyılın ilk yarısında, savaşlarla geçen ve demokratik idarelerin yerleşmesinin engellendiği dönemdeki egemen ira de ile hukuk arasındaki ilişkiyi ele alan düşünürler, döneme özgü baskı rejimlerinin bunaltıcı etkisiyle karşı karşıya kalmış tır. Egemenlik hakkında fiili durumu gözeterek yapılan yo rumlarda, otoriter rejimlerin hukuksal çerçeveye dahil edilerek (Carl Schmitt) korunduğunu söyleyebiliriz. İkinci Dünya Sa vaşı'ndan sonra insan özgürlüğü kavramı üzerindeki vurgunun artmasına, özgürlük arayışının küresel ölçekte yaygınlaşmasına paralel olarak, egemenlik ile yoksullar üzerinden bu egemen liği tehdit eden ekonomik baskıyı dengeleme amaçlı hukuksal düzenlemeler, hukuk düşünürlerini uğraştıran konulardan biri oldu. Adalet, vicdanlarda uyanmış olması kendisi için bir va rolma şartı oduğu için soyut, insanlar arasında tecelli etmekle anlam kazanacağı için somut bir kavramdır. Hukuka, devletin
288 Çalkantı ve Dalga
kendini savunma aracı olmaktan başka görev alanı bırakma yanların, kuramsal çerçevesi iyi çizilmiş soyut bir adalet anlayı şından yola çıkmış, toplumsal hayatta ise buna uygun somut luklar peşinde olduğunu düşünemeyiz. Hukuk insan içindir ve gerçeklik kazanmak üzere vardır. Bir hukuk düzeninden bek lediğimiz, canının, malının, zihin yapısına ilişkin her şeyin ve türünün varlığının teminat altında olmasını talep eden halkın esenliğidir. Hukukun, kurulu düzenin kendini savunması için gerekli çalgı aleti olduğu görüşüne ağırlık verenlerin, totaliter eğilimlere yakın, halkın esenliğini merkeze alan beklentilere ise uzak durdukları çok açık. Doğal olarak bir toplumda hu kuksuzluğa yer olmadığına inanılması ve bu yöndeki bilincin yaygınlaşması, soyut anlamda egemen irade açısından meşru luk kaynağı olmanın ötesinde, somut bağlamda hukuk devleti nin varlığına da işaret edebilir. 3
Eski çağlarda, dini terminoloji ile hukuk kavramları birlikte değerlendirilmiş, bir sahadan diğerine anlam geçişleri olması dolayısıyla da kavramlar zenginleşmiştir. Zenginleşme sadece kuramsal alanda görülüyor değildir. Bir insanın dini inanışla bağlantısının derecesine göre yoğunluk azalıp artan ve vicdana bağlı olarak tetikte bekleyen otokontrol duygusu, o insandaki ilkelere ve manalara sahip çıkma bilincinden destek almıştır. Bu bilinç ışığında, çalışmanın ibadet olarak görülmesine ben zer biçimde, adaletin gerçekleştirilmesi bir tür ibadet sayılmış tır. Günümüzde adalet, hak, haklılık, hakka dayanmak vb. de yim ve kavramlar pozitif hukukun dışında kalan alanlarda, kuramsal bilgi çerçevesinde olduğu kadar günlük konuşmala rın içeriğinde ve edebiyatı zenginleştiren çalışmaların önemli bir bölümünde, dini kavram olmaktan gelen içeriklerini hala taşıyor. Mesela, hak kavramı özellikle belirtilmediği hallerde
Vicdanın Sınırında 289
dahi dini alandaki anlamı ile dillerden dökülür, vicdanlardan yansır. Bunun böyle olmasının nedeni insanın ve eşyanın ade ta dışında soyut bir haklar manzumesinin var olduğuna ve bu haklar çerçevesinde, yaradılışın bir aşamasında bilinç sa hibi varlıklarca verilmiş bir ahit bulunduğuna duyulan köklü inançtır. "Hak'', özünde dini bir kavramdır. Kollektif bilincin bu anlamdaki kavrayışı bilgi alanlarının birinden diğerine ak tarılagelmiş, böylelikle kavrayışın kendisi de zihinsel miras olarak kuşaktan kuşağa taşınan zenginliğin bir parçası olmuş tur. Anlamlar dünyasında, dini alanın eski çağlarda yaşanmış iklimleriyle bu bağlantının korunuyor olması, bilim konuları nın, günümüzdeki gibi dallanmaya ve iş bölümünü gerektiren uzmanlaşmaya ulaşmadan önce iç içe oluşundan ve insanların farklı disiplinlere ilişkin kavramları birlikte değerlendirme alışkanlığından ileri gelmektedir. Bu, birlikte değerlendirme alışkanlığı "adalet"in bir duygu olarak güçlenmesine, "insaf" denilerek vicdanlarda yansıyan ve yitip gitmemesi için özen gösterilen bir olgu ve otokontrol duygusunun bir biçimi ol masına da yarayagelmiştir. Ayrıca, felsefede olduğu gibi hu kuk alanında da yeni kurguların anlam alanını güçlendirmek, yorumlanma yollarını genişletmek amacıyla eski kavramlara başvurmaktan kaçınılmadığı görülmektedir. Monarşist dev let kuramı açıklanırken kralın insanlar tarafından kabul gör me biçiminin öncesinde tek-tanrı anlayışı bulunduğunun öne sürülmesi buna örnektir. Ünlü hukuk ve tarih fılozofu Cari Schmitt "Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır", "Olağanüstü halin hukuk için taşıdığı anlam, mucizenin ilahiyat için taşıdığı an lama benzer" sözleri ve benzeri yaklaşımlarıyla hukuksal kav ramların aslında dini değil, sosyolojik temellerine göndermede bulunmaktadır Hukukta, bireysel haklara ilişkin kavramların dini inanışlar eşliğinde yorumlanarak içselleştirilmesi, pozitif hukukun göndermelerine karşılık oluşturmayacağı gibi, meş ruiyetin kaynağının insanların üstünde yüce bir varlıkta değil,
290 Çalkantı ve Dalga
insanların kendi aralarındaki zımni ya da açık sözleşmelerde arandığı, dini olanın yerini hukuksal kurguya bıraktığı ve aş kınlığın yadsındığı bir çağda olsa olsa geleneksel değerlerden beslenmiş beşeri ve zihinsel bir durum olarak görülebilir ve modern öncesine göndermede bulunduğu halde ruhbanlıkla ilgili değildir. Nitekim "hak'' kavramı hukuk alanındaki anla mını sosyolojik bir art alana bağlanarak kazanmıştır. Dini itikatların insan zihninde biçim alması, evrendeki do ğal oluşumları insanoğlunun kavrayışı ile bağlantılı olmuştur. Toplumların başlangıç dönemlerine doğru gittikçe doğaya dö nük bu nitelik algılamasının zihinlerde yoğunlaştığını görürüz. Adalet duygusuna ve içselleştirilmiş bir vicdana sahip kişiler adaletin doğal bir durum olduğunu düşünmek eğilimindedir. Onlara göre gerçek insan göz göre göre adaletten ayrılmaz, adaletsiz davranış eğitimsiz kişilerde ya da doğanın ve evrenin ruhundan bir biçimde uzaklaştığı için eksik kalmışlarda ortaya çıkabilir. 4
Adalet doğal mıdır, yoksa doğal duruma eklenen bir değer mi? Doğada adalet var mı? Üzerinde düşünülmesi gereken, konusu soyut her soruda olduğu gibi, bu soruların cevabı çe tindir. Doğada aslan ceylanı yakalayıp yiyor. Şimdi bu adil mi? Kaplanlardan üçü dördü bir olup yabani bir sığıra saldırıyor. Aralarında anlaşarak önceden iş bölümü yapmışlar gibi, biri kurbanın boynunu kavrarken bir başkası sırtına doğru hamle yapıyor ve yere yıkıp parçalıyorlar. Adalet bunun neresinde? Bunlara bakarak, doğada adalet yok, denilebilir. Toplum dü zeni hakkındaki fikirlerine destek sağlamak amacıyla bu ve benzeri argümanlara başvuranlar, çoğunlukla monarşi yanlıları olmuştur. Ulusal irade kavramının meşruiyet ölçüsü olarak ka bul edilmesinden önce devleti ve hukuku doğal ittifak için de görmek isteyenler, monarşi yönetiminin, toplumdaki çıkar
Vicdanın Sınırında 291
grupları arasında çatışma ihtimalini ortadan kaldırmanın ve sürdürülebilir bir hukuk düzeni oluşturmanın çaresi olduğu nu düşünmüşler idi. Onlar, görüşlerini desteklemek amacıyla kanıtlayıcı değilse de açıklayıcı misalleri doğal hayattan seç mişlerdir. Toplumların tarih öncesinden gelen ve kahramanları birer hayvan olan hikayelerin (fabl) varlığı bu seçimi kolaylaş tırmış olmalıdır. Doğal dünyada, fabl türü hikayelerde anlatılan çatışmalı bir eylemin failleri, ötekinin hakkını gaspetme iradesine sahip değildir. Duygularının ve içgüdülerinin onları zorladığı yön de hareket ettiklerini biliyoruz; "şunun zararına olan bir şeyi yapayım'' niyetiyle homurdandıklarından emin değiliz. Çıtaya saldıran kaplanın, tavşanın üzerine çullanan kartalın açlıktan gözü dönmüş ve ne yaptığını bilmez olduğu akla yakın gelebilir, ama onların avlarını cezalandırma, ortadan kaldırma, yok etme isteğiyle hareket ettikleri aklımıza yatmaz. Zarar görenlerin ise korunma içgüdüsü dışında, hakkına sahip çıkma (var kalma) anlamını taşıyan bir bilin�i taşıdığını söyleyemeyiz. Fabl tü ründeki hikaye kahramanlarının doğadaki varlığına olan iti mat doğadaki olayları değerlendirmemize yarar. Anlatım ara cı olarak fabl türünün doğuşu bu itimattan da kaynaklanmış olabilir. Doğada hiçbir şey boşuna varolmaz. Doğal varlıkların bir varoluş, yararlılık ve hikmet çerçevesi vardır. Hayvanın ke lime üretmeyen dili acıyı ve neşeyi (duyumsal tepkiyi) gösterir ama adaleti göstermez. Doğadaki olayları ve doğal varlıkların hareketlerini insanın koşullarına nispet edemeyince ölçemiyo ruz. Ormandaki yaban keçisi kendisine gerekli olandan fazla sını yemiyor ve şişmanlamıyor. Avlanma alanı açısından şanslı bir aslanın obez olacağını düşünemeyiz. Soyu tükenen canlı türlerinden herhangi biri, başka tür canlılar tarafından yiyerek bitirilmiş olabilir mi? Ya da hayvanlardan birinin diğerini yok etmesi doğal olduğuna göre, bir canlı türünün tamamen or tadan kalkmasında birbirini yiyen hayvanların içgüdüsel dav ranışlarının katkısını ve ilgisini aramayacak mıyız? Soruları
292 Çalkantı ve Dalga
uzatmaya ve zihnimizin spekülasyonuna gerek yok. Aslında doğada, bizim eşitlik olarak adlandırdığımız gerçeklik ya da beklenti yoktur, adaletten başka bir çerçevede düşünülmesi ge reken bu durumu açıklamak için denge kavramına başvurmak lazım; denge kavramı çözüm için anahtar olur ve zihnimizdeki soruları karşılayacak bir açıklama yolu bulunursa ne ala. İn sanın doğaya ettiklerini saymıyoruz daha. Soyu tükenen canlı türlerinin yaşaması için gerekli şartların ortadan kalkmasına insanların sebep olduğunu az çok biliyoruz. Bir kuş ya da ba lık türünün tamamen yok oluşunu, sebep sonuç ilişkisini kur mak suretiyle ayrıntılı biçimde açıklamak da mümkün olabilir. Bütün dengelere müdahale eden insanın doğa karşısında adil olması herkesin beklentisidir; ama insanlar arasında adaleti ve adil olmayı herkes bir başkasından bekliyor. Her insan kendi sine adil davranılmasını istiyor, bunu hak ettiğini düşünüyor, kendisinin adil davranmakla yükümlü olduğuna gelince aynı bilinci yüklenmekte zorlanıyor; mesele bu. Doğa karşısındaki adaletsizliğin kimi zaman geri dönüşsüz bozulmalara sebep ol duğunu anlamakla, adaleti gerçekte nerede (insan zihninde ve gönlünde) arayacağımızı da anlarız. Doğadan bahis açıldığı zaman, doğayı insandan boşaltarak düşünmek, insan varlığı doğanın dışındaymış gibi konuşmak ortak alışkanlıklarımızdan biri olmuştur. Oysa insan doğal bir varlıktır. İnsan, köylü, şehirli, aile üyesi, eğitimli, eğitimsiz vb. olmakla kültürce biçimlenmektedir ama bu durum onun do ğal bir varlık olduğu gerçeğini değiştirmez. Öteki doğal varlık türlerinde bulunmadığı halde insanda var olan nitelik, bilinçtir. Bilinç sahibi olmak da insanın doğasındadır. Biz bilincin için de bulunduğu çevreye uygun biçim kazanmış, yani toplum sallaşmış halini görmek isteriz Eğitimli olmadığında da bu nitelik insanın doğasında vardır; bunu biliriz. Adalet bilinçte ve bilinçle yer edecek bir vasıf olduğundan, bilinç sahibi ol mayan canlılarda adaletin ortaya çıkmasını beklemeyiz. İçinde insanın da bulunduğu şekliyle tasavvur edilecek doğada adalet
Vicdanın Sınırında 293
vardır; ancak adalet bilincin olmadığı yerde tecelli etmez. Te celli etmediği yerde onu tanıyamayız, arayamayız. Vicdan, insaf vb. kavramlar adalet duygusunun bir prizmanın değişik yüzlerinde, insana özgü tavır biçimindeki yansımalarıdır. Ada let kavram olarak vardır; onun gerçeklik kazanarak görünür hale gelmesi temel meseledir. Adalet duygu olarak doğal, ama insani bir çaba ile kazanılacak bir değerdir. İ nsan, kazanarak adalete sahip olur ve vicdanla üstüne titreyerek onu koruyabi lir. Bu dünyada hukuk düzenini kurma ve birilerinin çıkarına aykırı olsa dahi sürdürme isteğinin doğal bir temeli vardır. Bi linçsiz doğada adaleti teşhis edemiyoruz diye adalet duygu sunun doğa dışı olduğu sonucuna varırsak, insandaki adalet duygusunun doğallığını açıklayamaz, adaletsizliğe hak tanımış oluruz. Adalet duygu olarak doğaldır, çünkü doğal insana özgü bir niteliktir, eğitimle toplumsal {sivil) hale getirilmesi gerekir ki işleyebilir olsun. Adalet hayvansal doğamızı ilgilendirmese de bilincimizin varlık alanına ilişkindir ve her insanın kendi bilincine karşı sorumluluğu vardır. İnsanın doğal davranışını adaletle ilgili görmek {adil saymak) nazik bir konu. Bir avcı nasıl adil olur? Avcının fiilini, bilince vurarak mı adalete uygun sayarız; vicdanımız kabul ettiği için mi? Eski çağlarda hükümdarlara erdemli olmaları gerektiğini öğütleyenler, tiranca duyguların bastırılmasını sağlamaya yö nelik bir üslupla yazdıkları nasihatname türü kitaplarda, bir yandan itaatsizliğin önlenmesi gibi akılcı gerekçelere başvur muşlar, öte yandan makbul insan olmanın gerektirdiği nite likler arasında, inanıştan gelen doğal hassasiyet ile adalet duy gusunun önemini birlikte vurgulamışlardır. Söz konusu olan hükümdar ve onun tiranlığa meyletme ihtimali olduğuna göre, adaleti çağrıştıranın özgürlük isteği olduğunu düşünmemiz yersiz değildir. Özgürlüğün, yani bağımlılıktan kurtulma nın işleyen bir adaletle yakın ilgisi vardır. Özgürlük, adalet ve bunlarla bağlantılı sorumluluk bilinçle birlikte var olabilir, bu
294 Çalkantı ve Dalga
nedenle doğanın bilinç izafe edemeyeceğimiz şartlarında bu nitelikleri arayamayız. 5 Sanayi toplumuna geçiş sürecindeki baskı rejimlerini, dikta törce uygulamaları, eski çağlardaki köleci tiranlıkların çağı mızdaki karşılıkları olarak görebiliriz. Eğer böyle görmemiz yerinde ise, eski çağlardaki büyük devletlerin zaman zaman sa hip olduğu hukuk formatı ve o formatın içeriğindekilere ina nan insanların vicdanında yer etmiş adalet duygusu ile adale tin gerçekleşmesini kolaylaştıran ve inanıştan gelen hassasiyet, çağımızdaki karşılığını, olsa olsa, hukuk devleti kavramında bulabilecektir. Esasen, hukuk devleti kavramını geliştirenlerin aradığı, devletin yapılanma aşamalarında hukuki bir formata tamı tamına uyulması ile muhataplarında bulunması gereken ve hukuka uyma ilkesinin içselleştirildiği bir hassasiyettir. Hukuk, aksaklığına rastladığımız her yerde varlığını ve gereğini bize hatırlatır, düşünmek ve kendisinden söz etmek zorunda bırakır. Lafı değil, önemli olan hukukun gerçeklik ka zanması ve mevcut durumda bulunmasıdır, denebilir. Adalet ve hukuk söz konusu olduğunda, hislerde yer tutması bile bilince dahil bir varolma biçimi sayılmalıdır, Hukuk çoğu zaman "in saf" nidasının aurasında öne çıkarak görünür olmayı istemek tedir. Böyle olunca, insandaki mükemmellik arayışına ulanmak suretiyle dile ve kaleme gelip duruyor. İnsaf, adaletin eşitlikçi ve paylaşımcı tarafına işaret eder. Bir çocuğa şiddet uyguladığı nı gördüğünüz birini insafa davet edersiniz. Bu olaydaki oran tısız güç, eşitlik isteyen adalet duygunuzu ayağa kaldırmıştır. Beden sağlığı, mükemmelliğinde bir eksilme olduğu zaman aklımıza gelir. Tam sağlıklı olan, özel bir nedeni yoksa sağlığı düşünmez. İ nsanın kimliği de böyledir. Kayba uğradığına dair bir kanaat uyandığı zaman kimliğimizi düşünürüz. Genellikle kimlik kaybını ele veren görüntüleri, başkalarını model alarak
Vicdanın Sınırında 295
irdeleriz. Kimlik bize ait olduğu halde, onu irdelemeye giriş tiğimiz zaman kendimizi bir kenarda bırakırız; yokladığımız, adeta dışımızdaki bir eksikliktir. Hukuka duyduğumuz ihti yaç başka türlü de olabiliyor; onu olmasını istediğimiz yerde bulmayı umar, yoklamayı buna göre yaparız. Toplumun hukuk önündeki varlığının mükemmel durumda olmayacağını biliriz; ama içinde yaşadığımız toplumun mükemmel halini zihni mizde yoklayarak, aramak, tartmak ve gerçekleşmesine katkıda bulunmak; hiç olmasa böyleliğini, yani aranır, yoklanır, tartılır hallerini hissetmek isteriz. Hukukun insan ilişkilerinde ve her yerde kokusu alınan bir olguya dönüşmesi beklenir. Okunmuş, sindirilmiş bir kitap gibi durmalıdır hukuk, zihinlerin hazinesinde. Hukuk hak kında insanların, böyle, duygusal bir ittifakı vardır. Kokusu alınabilecek ya da teneffüs edilebilecek olgu, adalet duygusu dur. Adalet duygusu, içimizde yatan bilgeliktir. Yakın ve uzak geçmişimizde, günlük hayatta çokça kullanılan "İnsaf!" nidası bu duygunun kendisine (içimizdeki bilgeye) başvurmaya bir çağrıdır. Bu anlamda, insanların insaf beklentisi ve adalete du yulan ihtiyacın "insaf!" diye ünlemek suretiyle dile getirilmesi, aslında zihinlerin dünyasına gönderen (bilgeliğin çağrısına ses veren) bir mükemmeliyet arayışının ifadesidir. Vücudumuzun bütünlüğünü gözettiğimiz gibi, kavramlara ilişkin dünyamız bakımından da bir bütünlüğü gözetiriz. Toplumsal bağlamda, zihinlerin dünyasında sahip olunan bütünlük güven vericidir. Duygu cephesinde böyledir de akıl cephesinde farklı mı? Ha yır. Adalette mükemmeliyet şartının aranışı, aynı zamada Hu kuk Devleti kavramını sahiplenmenin gereğidir. Hem de bu kavramın bilinmediği dönemlerde, adaleti içselleştirmiş olan bilinçten gelmiştir. Adalette mükemmeliyetin sınırını belirle meye güç yetmez, işleyen bir hukuk devletini oluşturmak, el bette, istendiği takdirde erişilmeyecek bir hedef değildir. Ada let ile hukukun ilişkisi her zaman doğru bir zemin üstünde atbaşı gitmez. Hukuki bir sürecin "Hak yerini buldu" denile-
296 Çalkantı ve Dalga
meyecek biçimde son bulması her zaman ihtimal dahilindedir. Bu nedenle hukuk kurumları eliyle tecelli eden her sonuç, ada letin kendisi olsun diye gösterilen çabalar sürüp gidiyor. Pozitif hukukun ilkelerine açıkça aykırı düşmeyen bir uygulama maa lesef, adalete aldırmayabiliyor. Adalet daha çok felsefi bir kav ram olduğuna göre, hukuk devleti bağlamındaki ölçümlemeyi hukuk düzeni üzerinden yapmak zorundayız. Devrim yapan lar hukuku bir süre askıya alırlar. Onlara sorarsanız; amaçları adaleti tesis etmektir. Hukuk, dışına çıktığı yola geri getirilip rayına sokulmalıdır. Adaletin gelecekteki tesisi adına bir süre hukuktan uzak kalmak haklı gerekçelere dayandırılabilir. On lara göre hukuku askıya alarak adaletin terazisini düzeltecek olanların teraziyi istedikleri biçimde tutmaya da hakkı vardır, işte bu tehlikelidir ve tehlikeye aldırmayanların elindeki terazi pozitif hukuku gösterir. Gerçekte, pozitif hukuk alanında olup bitenlerin adaletle ilişkisi her zaman zor bir ilişkidir, çünkü sürekli kıvam tutturmayı gerektirir. Olağanüstü durumlarda hukuka uygunluğu beklemek abes, aykırılıklara karşı müca dele etmek ise derhal yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Adalet, kendisine ulaşma arzusu insanlarda canlı bir bilince ve iradeye dönüşmesi gereken bir değer olduğundan, onun boş luk tanımaz bir bilinçlilik olarak, tamı tamına ve sürekli hedef halinde bulunması, uygulamada adaletin tecelli etmesine eş değerdedir. Hukuk devleti, hem kendisini ayakta tutacak kurumlar ve işlem yaparken uyulacak usullerle, yani hukukun biçimler dünyasındaki bir iskelete benzerliğiyle hem de hukuku belir gin kılan kavramların vicdanlarda yansıması ve hissedilmesiyle oluşacaktır. Hukuk devletinin ve hukuka bağlı toplumun ger çekleşmesinin ve sürdürülebilmesinin ilk şartı bunun tepede kiler tarafından istenmesidir. Kamu gücünü elinde bulundu ranların, adalet duygusu içinde kendini sınırlayabilecek yete neğe, bencilliğine kendi isteğiyle gem vuracak olgunluğa sahip olabilmesi kadar, kamu alanında onları uyaracak ve sınırlarını
Vicdanın Sınırında 297
hatırlatacak (ifade özgürlüğü başta) toplumsal araçların geliş miş olması şarttır. Zayıfların adalete işaret ederek, vicdanlara seslenip insafa çağırarak sızlanması tek başına adaletin tecel lisine yetmez; zayıfların çağrısı ve yönelimi adaleti istemekten başka bir sebebe bağlı da olabilir. Örneğin, bir yolu bulunarak hak etmediği halde eşitlenme isteği gibi. Fakat bu durumda olanlar bile, adaletin gerçekleştiğine kanaat getirdikleri takdir de, rıza'ya uzak kalmazlar; ortaya çıkan durumdan razı olurlar. Gerçekleşme yolundaki adalet, nasıl olsa zayıfların durumuna kayıtsız kalmayacaktır. Yeter ki adalet vicdanlarda yankılansın ve hukuk görünür, işleyişi ikna edici olsun. Adaletin amacı adalettir. Bu nedenle hukuku soyut haliyle ve soyutlayarak an layabilir nitelikteki insanların var olduğu bir toplum ayrıcalıklı sayılmaldır. Hukuk, normlar üzerinden işlemesi nedeniyle sta tükocudur. Çünkü normlar hukuk düzeninin dokusunda yer alırlar ve korunmaları gerekir. Usul üzerinde yapılan alevli bir tartışmada bunu açikça görürüz. Adaleti gözeten bilinç devre dışı kalmadıği sürece, statüko hukuk düzeninin ilkelerini ko ruyarak da aşılabilir. Statükonun kısıtlayan devresini aşmak için mutlaka düzenin dışına çıkmak gerekmez. Çünkü bilinç, hukuku, mevzuattan soyutlayarak adaleti algılar, talep eder, ge rektiğinde statükoyu aşarak adalete ulaşır. İlahi adalette zaman aşımı olmaz. Adaletten söz edince teorik açıklamalarla yetinmek doğru değil, toplumsal hayattaki gerçek durumu görmek için hukuk alanındaki uygulamayı göz önünde bulundurmak zorunlu dur. Türkiye'de herkesi kapsayacak boyutlarıyla hukuk devleti oluşturmak için ihtiyaç duyulan zihniyetin yeterli ölçüde ve sayıda taraftarı yok. Orta sahada, her biri diğerleri karşısında ki çıkarlarını önceleyen ve imtiyaz taleplerini hukuk alanında savunan gruplar var. Bunlar çıkarlarına uyduğu ölçüde hukuka sarılıyorlar. Gücü eline geçiren bir grubun üyeleri bu konum larını korumak üzere hukuk dışına çıkmayı da hakları arasında sayıyorsa, hukuk talebi, daha işin başından beri yok demektir.
298 Çalkantı ve Dalga
Adalet bağlamında, haksızlığa uğradığını düşünen bir kişinin bile bulunmaması amaç olmalıyken, tam tersi geçerliyse, yani haksızlığa uğramadığı varsayılan ya da umursanmadığı için kendisi yoksayılan ya da bizzat kendisi haksızlığa uğramadığı kanaatinde olan bir kişi bile toplum içide yoksa ne demeli? "Eskiden devlet odaklı hak savunuculuğu vardı, şimdi birey odaklı" demek moda oldu. İyi de adalete özen gösterilmiyor sa, savunmanın öznesi değişse ne olacak, değişmediğinde ne oluyor? Bir hakkı savunmada devlet odaklı olmaktan vazgeçil diğini söylemek, bireylere ilişkin hakların teminat altına alın dığını ve savunulduğunu ispat etmez. Bir de hukuku, "kurulu düzenin kendi yapısını koruma ve savunma aracı" olarak tarif eden, bu anlayışı normal bulan ve insanın konumunu daha işin başında iken son sıraya bırakanlar var. Biz bu insanların zihnen hangi dönemde takılıp kaldığını soruyor, yetki kullanmaları halinde, insanlara nerede zarar vereceğini anlamaya çalışıyo ruz. Adil olmayı "bir duygu olarak" yok hükmünde ya da fan tezi kabul eden, adaletin insanlar arasında somutlaşma ve ger çekleşimini ilgilendikleri konuların dışında bırakan, hukuku, sayılabilir bilgilerin düzenlenmesinden ibaret işlerin listesine koyan, varsa yoksa eğilerek, ezilerek, büzülerek gerek.irse yok olmaya rıza göstererek yanılmaz, eğilmez bir düzene bağlan mayı öngörenler, meslekten hukukçu olsalar, bir müeyyidenin tek biçimli yorumuna geçit verecek nitelikteki görüşlerini "hu kukçu" etiketi altında seslendirseler bile, burada adaletin göze tildiğini ve hukuka ilişkin bir durumun aydınlatıldığını değil, kurulu düzeni oluşturan tablolardan birine yönelik açıklama yapıldığını söyleyebiliriz ancak. Kurulu düzen deyimi, iyi iş leyen bir devleti akla getirebilir; aslında uluslararası ilişkilerde ve bütün yeryüzünde hükmünü sürdüren fiili bir durum vardır. "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" anlayışının aşıl madığı, aşılmasının da istenmediği dünyadaki gidişata, eşitle yici ve dağıtıcı adalet açılarından baktığımızda görürüz bunu. Adalet hakkında, soyutlayarak anlamamıza yarayan bir fikre
Vicdanın Sınırında 299
varmak için, öncelikle erişilebilir toplum ölçeğinde, adaleti ta nımaya çalışmak uygun yol olabilir. Toplumdan topluma iliş kilerin öngörüldüğü, fiili durumun gerçekliğinden hareketle ve somut insanın dışlanmasıyla ele alınabilen uluslararası hukuku bu bağlamda model almanın bize yararı yok. Başka nedenle değil; bürokratik işlemden ibaret olduğu ve düşünmenin önü nü kapadığı için. 6
Kurumlarda teknik yapılanmanın önemli olmasına karşılık, iş lemleri ve işleyişi düşünürken insanın öne alınması, insanlığın mukadderatı açısından ileri bir durumun devam ettiğini gös terir. Biz, insana verilen öncelik ve önemin küresel eğilimlerin doğurduğu bir fantezi değil bireysel ve toplumsal bir gerçek olması gerektiğini düşünüyoruz. Bir ülkede, yaşayan insanlar olarak, sistem içinde bire,ylere hak sağlayan düzenlemelerin hukuk mantığmdan kaynaklı belirlemeye dayanması gerekti ğine inanç tam değilse ya da ortada bu görüşün taraftarı kal mışsa; hangi hakkı, kim savunacaktır ki? Hukuka, bir olgunun ya da olayın hukuk sistemi içindeki durumu anlaşılsın, "hak'' belirlensin ve gerçek ortaya çıksın diye başvurmak yerine, hu kuku kendi çıkarını kollamak amacıyla ve kollayacağı ölçüde isteyen gruplar, yasa maddelerini, özel amaçlarına uygun şe kilde anlama yolunu tutarak hukuk usullerine değil, kelime ve mantık yanıltma oyunlarına başvurmayı bir hak olarak göre biliyorlar. Birden fazla gubun aynı şekilde davranmasıyla, ara larında adı konulmamış bir yarış yapılıyor. Hukuk yollarının işletilmesinde, bu sık rastlanan durum, meşrulaştırma aracı olarak (devlet kurumları dahil) herkesin başvurduğu bir usul durumundadır. Herkesten önce hukuka uyması, yasaları uy gulaması kendisinden beklenen kimselerin, yasa maddelerini yorumlarken mantık oyunlarına sarılmasının normal karşı lanması, kurumlara güvensizliğin kaynaklarından biridir. Öte
300 Çalkantı ve Dalga
yandan vicdanlara seslenerek adalet isterken yüzde yüz samimi (yani hakkına razı) olan zayıflar, mücadele yolunda ilerledikçe, çıkar gruplarının hukuk dışı eylemlerine meşruiyet arayışına da tanık oluyorlar. Bu yolda başarıyı ne suretle elde ettiklerini görüyorlar. Hatta adaleti aramak üzere yola çıkan bu zayıflar, köprülerin altından akan sulara kapılarak tanıklıkla yetinme yip hukukun dışındaki meşruiyet arayışlarına yandaş bile ola biliyorlar. Demek ki aşılacak mesafe, ilk anda aklımıza gelen den daha uzundur. Adaletin işleyişi güven verici olmadığı hallerde, "usuller toplamı" ndan ibaret sayılan hukuk, vicdanlarda yankılanmaz ve yasaların eksiksiz uygulanması için gösterilecek çabalar bile inandırıcı olmaz. Otoriteye sınır çizme girişimi, çıkar grup larının, rakiplerine karşı onların aşamayacağı engeller koy ması anlamına gelebileceği gibi, sınırı çizenin kendi gücüne dayanarak sınır tanımamasıyla ve sınır tanımaz konumunun sürüp gitmesini sağlamaya yönelik yasal kılıflar hazırlamasıyla sonuçlanabilir. Hukuk alanındaki yanlışlık, ucu insan özgürlüğüne battığı ve ateş düştüğü yeri yaktığı için, medyanın sanal ortamındaki atışmalarda tarafların birbirini mahkum etmesine benzemez. Çünkü medyanın ekranda görünen mensupları, toprak üstün de birbirini hırpaladıktan sonra üstündeki tozları silkeleyip ev lerine giden çocuklar gibi sonunda işlerinin başına dönüyorlar. Bahçedeki çocukların ve ekranda birbiriyle kapışanların hiçbir kayba uğramadıkları düşüncesiyle sahneden ayrılmaları müm kündür. Gerçek hayatta ise birinin özgürlüğü bir süre haksız yere elinden alınmış, masum bir kişi aklanma mücadelesinde aylarını geçirmişse bunun gerçek anlamda telafisi yoktur. Çün kü çeşitli kombinezonların sonunda kendisini temize çıkaran kişi, yaşadığı süreç boyunca yeterince kaybetmiş ve tahrip ol muş durumdadır. Masum bir kişinin aylarca mahkeme kori dorlarında süründüğünü, hapishane koğuşlarında çürüdüğünü düşünelim. Üstelik adam, safın biriyse aynı koğuşu paylaşıp
Vicdanın Sınırında 301
sohbet ettiği canilerin, meslekten hırsızların, dolandırcıların hayat macerası niyetine söylediklerine inanarak onların da kendisi gibi şanssız birileri olduğu kanaatine vararak kendisin den fazla onlara acıyacak hale gelebilir. Felaket, insanı insana yaklaştırır. İnandırıcı üslupla anlatılan hayat hilciyeleri dinleye dinleye koğuş arkadaşları ile benzer kaderi paylaştığına iyice inanan masum kişide, yardımcı olma eğiliminin ve diğerkam lığın artması, kendini kurban etme psikolojisinin ağır basma sı, koğuş arkadaşlarına daha fazla acımasını gerektirecektir. Masum bir kişi, kendisinden kaynaklanmayan hukuk hatası yüzünden, özgürlüğünü ve hukuk kurumlarına güvenini kay bettiği yetmiyormuş gibi, hayatının bundan sonraki süresinde gerçek suçluları masum görmesine, onları başka şartlarda da acıma hissiyle karşılamasına yol açacak bir alışkanlığa adım atmış oluyor. Bir toplumda suç işlemenin olağan hale gelmesi tehlikeli olduğu gibi, suç işleme eğiliminin iyi niyetliler tara fından bile adeta normat karşılanır olması da toplum içinde tehlike kaynağının arttığını gösterir. Bazan, yardımlaşma duy gusunu uyaran felaketler, öylesine yaygın ve uzun süreli olur ki, bunun sonucu olarak herkes başının çaresine bakmak zorunda kalır, çünkü tahribat yanındakini ihmal etmenin hiçbir biçim de eksiklik sayılmayacağı boyutlara varmıştır. Bu gibi hallerde, insanların ne ölçüde vahşileşeceğinin ve birbirlerine ne kötü lükler edeceğinin örnekleri, ikibinli yılların eşiğinde, omurgası bir biçimde dağılan, insani dokuları yabancı güçlerce hallaç pamuğu gibi atılan, iç savaş geçiren toplumlarda görüldü. İnsanlar, baskıdan uzak olarak duygularıyla baş başa kaldı ğı zaman adalete inanmak eğilimindedir; ama onların adalet çarkının boşa dönmediğine de inanmalarının sağlanması ge rekir. Bu, onların talep edeceği bir haktır, talebin karşılanması ise devletin görevidir. İnsanların adil olması, adil davranmanın insanlar arsındaki doğallığı ve yaygınlığı, halihazır düzenin sağladığı bir kazanım değil, eskilerden gelen toplumsal terbi yenin bir sonucu ve göstergesi olabilir. Adalet duygusu üstüne
302 Çalkantı ve Dalga
edinilen hukuk bilinci ise devletin yapıp ettiklerini gözü kapalı onaylamamak, onu adalet duygusunun süzgecinden geçirerek değerlendirmek isteyen algımızın sahip olması gereken bir ni teliğidir. Devlet görevlerinin her zaman amaca uygun olarak yerine getirileceğinin, mesela hukukun siyasi bir silah olarak kullanılmayacağının garantisi yok. Tam aksine, yönetim erkin den doğan yetkileri, nasıl her fırsatta silah olarak kullanmak isteyenler bulunuyorsa, hukuk düzeninin sağladığı imkanlara hasımlarını sindirme aracı olarak başvuranlar da vardır. Hu kuku, öncelikle kurulu düzenin kendini savunma aracı olarak görenler, onun hasımlara yöneltilmiş bir silah olarak kullanıl masını kendileri için doğal bir hak kabul ediyorlar. Başımı za bir felaket geldiği zaman adalet ve hukuk aklımıza geliyor, demiştik. Bunu duygusal çağrışım aşaması olarak adlandırır sak; hukuk düzenini siyasi silah olarak kullananların varlığı nı hesaba katarak geliştireceğimiz hukuk bilinci, adil davranış biçimlerini teşhis edip adalet duygumuzu korkmadan serbest bırakmaya yaradığı gibi, hukuk yollarını araç olarak kullanmak suretiyle hakları ihlal etme istidadı gösterenlere karşı tedbir almamıza imkan sağlar. Bu bilinci kazanmakla, adaleti algıl makta duygu aşamasını geride bırakarak, hukuku felsefe olarak kavrama ve onun akılcı biçimde uygulamasını tanıma aşaması na yükseliriz. Bu yükselişe duyduğumuz ihtiyaç, gazete kültü rünün yaydığı şekliyle, hukuk bürokrasisinde perdeler ardında yürütülen oyunları tanımak gerektiğinden değil, soyut hukuk kavramına duyarlı olmak yanında, mantıksal uygulamalar ile spekülasyonları birbirinden ayırabilmek gereğinden doğar. Ya sama, yürütme, yargı üçlüsünden yargıya ağırlık verdiği düşü nülen ve öteki erkleri hafife aldığına bakarak adalet terazisini daha baştan doğru tutmadığı kabul edilen kişileri eleştirmek amacıyla başvurulan "yargıçlar yönetimi" kavramına bir de bu yönlerden bakmakta yarar var. Hizmetler toplamını kapsayı cı ve bütünleyici olmak, devlet kavramında mündemiçtir. Bu durum, erklerin birbiriyle kaynaştırılması suretiyle, yasama,
Vicdanın Sınırında 303
yürütme ve yargı arasındaki sınırların ortadan kaldırılabilece ği ya da bu sınırların değişken ve belirsiz hale gelmesinin (bu tehlikenin) meşru karşılanabileceği anlamına gelmez On dokuzuncu yüzyılda, Osmanlı hükümdarının yetkileri ni sınırlayan Sened-i İttifak'ın imzalanmasından sonra hukuk devleti kurma yolunda yapılan düzenlemeler aşırı çalkantıla ra yol açmışsa, bu, tebaa'nın hukuk tanımazlığından, hukuka uyma becerisini gösteremeyecek kadar kaba oluşundan ileri gelmiş değildir. Değişimi her defasında kendine yontan ve değişimin lehtarı olmayı kimseye kaptırmayan imtiyazlı bir zümreler (ayan) vardır. Bu zümrelerin içindeki ve onlara bağlı olarak da çıkar grupları (ya da gerçek hak sahipleri) arasın daki sürtüşmenin sürüp gitmesi, imzalanan senedin lehtarları arasında halka ayrılan yerin hiç mesabesinde kalması, modern anlamıyla hukuk devleti kavramının içselleştirilmesi açısından en önemli engeller olmuştur. Esasen siyasi ve diplomatik ih tiyaçtan doğan bu belge ile ayanlıklar yazılı bir kayda ve kar şılıklı mutabakata bağlanma imtiyazına sahip olmuştur ama anayasa benzeri bir belgede bulunması beklendiği gibi, onla rın sorumluluklarına ilişkin düzenleme yer almamıştır. Top lumsal alanda eşitsizliğin derinleşme istidadı göstermesiyle, yenilik getiren düzenlemelerin ihtiyacı karşılaması tartışmalı olmuştur. Her değişim, asıl amacının dışında ve beklenmeyen imtiyazların doğmasına neden olabilir; herhalde istenmeyen gelişmeleri önlemenin ya da dengelemenin yolları önceden düşünülmelidir. Sınırları korumak ve karşılıklı vecibelere sahip olmak husu sunda, idare edilenlerle edenler arasındaki zımni anlaşmanın, müşterek bir bilince dönüşmesi gerekiyor. Burada asıl sorum luluk idare edenler katında bulunuyor, çünkü düzenleme ve değişiklik yapma erki onların elindedir. Yetki kimde ise so rumlulukta ondadır. İdare edilenler açısından ilk ağızdaki ge reklilik, her durumda "haklarının farkında olma" durumunun korunmasıdır. Hukuk böylelikle ikame edilebilir. Bu gerekli-
304 Çalkantı ve Dalga
likler, idare edilenler bakımından inanılır ve doyurucu olduğu oranda, hukuk devletinin (ya da ona dosdoğru giden yolun) duygusal açıdan içselleşmiş, rasyonel açıdan gerçekleşmiş ol duğunu söylemek imkanına kavuşabiliriz. Her adımda huku kun özüne göndermede bulunduktan, usuller zincirine yapışa rak bu öze yeterince ağırlık vermeme ihtimalini hatırlattıktan sonra şunu belirtmek borç oldu: Toplumsal hayatta pozitif hukukun gerçeklik ölçüsü, kararlarda ve içtihatlardadır. Hu kuk mesleğinin dışında kalanların görmesinin beklenmediği hukuk kitaplarında yazılı olanlar ve kanun metinlerindeki ifa deler bir yana; hukuk anlayışının toplumsal ortamda kazana cağı olumlu karakter, içtihatların doyuruculuğuna, kararların ikna ediciliğine bağlıdır. İ çtihatlar dolaysız biçimde bir ikna alanı oluşturamadığı, kararlar doyurucu olmadığı takdirde hu kuk itibarını kaybeder. Toplum, önceden doğruluğuna inan dığı adalet anlayışını pozitif hukuk çerçevesinde açıklayamaz. Adalet, toplumsal özne durumundaki iyi insanların zihninde bir tür felsefi kategori haline gelir. Bu kategori, artık idealde ve evrensel adalete en yakın yerdedir. Tabii ki insanların adalet algılaması, halihazır mevzuatın uygulanma biçimi karşısında sınava girebilir. Adalet, yitirme mek için sahip çıkılması gereken bir duygudur. Hukuk bilinci ise bir toplumu oluşturan insanların doğumdan ölüme değiş meyen hak cevherinin farkında olmalarına bağlı ve mevzuat bilgisinden bağımsız olarak kazanmaları gerekli bir niteliktir. Toplum içindeki insan bir hukuk kişiliğidir, aynı zamanda hu kuk karşısında bir öznedir. Hukuk toplumu gerçek ya da fara zi, "özne" olan insanlardan oluşur; hakların ve sorumlulukların farkında oluş ise, kendisini, geçmişten geleceğe uzanan bütüne dahil gören bir özne katına erişmiş olmanın hem sonucu hem şartıdır.
Sekizinci Bölüm
BOZULAN VE KURULAN DÜZEN
İKİ HÜKMEDİCİ 1
Doğanın düzeni kurulmuş. Duyularımız algılamaya devam ediyor. Günlü� yaşam hükmünü yürütüyor. İrademizi kulla narak kendisine söz geçirmek istediğimiz halde bunu tümüyle başarmamıza izin vermeyen, kendi başına yürüyen bu hükmün ne'liğini ve ne zaman, hangi sonuçları doğuracağını tam ola rak bilmiyoruz, ama gündelik hayatın akışında kesinkes var olduğuna inanıyoruz. Evrensel akış, var olan hükmü bize ihsas ettiriyor ve yürüyüşümüz bu akışla bütünleşiyor. Yürüyüşün gerçekleştiği içsel alan insandadır, ölçüsü, hisseden insana gö redir. Her adımda bir yaprak daha açılıyor hüküm defterinden; kader gibi, hükmün bilinir olma katsayısı artıyor. İnorganik doğada olup bitenler canlılık değildir; yaşam dan sayılmazlar. Yerkabuğu' nda binlerce yıldan beri olagelen şekillenmeler insan bilincine ulaşıncaya kadar yaşamın dışında kalmıştır. Bilince ulaşan, yaşamın alanına girer, bu da ancak insanla olur. İnsan aynı zamanda bir nesnedir, nesneler ise in san niteliği taşımazlar. Nesnelerin yaşama dahil oluşları onları kendi yaşamımıza eklememize ve yorumlamamıza bağlıdır.
306 Çalkantı ve Dalga
Hayvanlar his sahibidir, hisleriyle de canlı olduklarını bi liriz onların. Çünkü saldırıya uğradığında ve kendisine doku nulduğunda hayvanın korunma refleksi harekete geçer. Onun yiyip içerek keyfince salınıp serpilmesine hayat diyorsak, bu sözün gelişidir. Yaşam algısı insandadır; insan hareketin en aza indiği yaşama şartlarında bile canlı halde mevcut olmayı yaşam olarak algılar. Bedenin sadece canlılık belirtisi göste rir (koma) durumda bulunması asıl yaşama işaret eden, onu olduğu gibi hatırlatan bir durum olmasaydı; bedenin algısını kaybetmiş ve yere serilmiş halini yaşamdan sayabilir miydik? Pek sanmıyorum. Saymamız mümkün olsa, sert kabuklu ses siz böceklerin, çıplak gözün güçlükle fark edebildiği minicik varlıkların yalnız canlı olmadığını, aynı zamanda yaşam sür düğünü söylemeliydik. Halbuki onlar sadece canlıdırlar; o ka dar. Şaşırtıcı bir iddiaya da burada yer verelim: Hayvan hakları savunucularının dediğine bakılırsa, kartezyen felsefe yanlıla rından bir bölümü hayvanların hissiz olduğunu ileri sürmüş lerdir. İşkence edilen bir köpek yaşadığı durumun bilincinde olmadığı için acı çekmediğini, çünkü içinde bulunduğu du rumun farkında olmadığını düşünmek gerekiyormuş. Sayısı az da olsa, bazı insanların bu düşünceye kapılması; inanılır gibi değil. Bu düşünce doğru olsaydı, darp edildiğinde çektiği acıyla refleksleri harekete geçen bir hayvanın kaçıp kurtulmak için çırpınmasını hiçe sayacak, can havliyle kendisini mese la bir sekiden aşağı atmasında hiçbir anlam bulamayacak ve onun kendi durumunun bilincinde olmadığına hükmetme miz gerekecekti. Eğer bir kişi gerçekten bu hükme inanmış ve mesleğinin gereği olarak hayvanlarla iş yapıyor ve devamlı yan yana yaşıyorsa, eziyet etmede onu frenleyecek ne vardır? Bi reysel sorumluluk var, diyelim. Hayvanların acı duymadığına kanaat getirmiş birindeki bireysel sorumluluğun sınırlarının hayvanları kötü muameleden koruyacak ölçüde olacağını kim garanti edebilir ki? Hayvan hakları ile ilgilenenlerin dediğinde doğruluk payı varsa Descartes gibi bir düşünür, hayvanların acı
Bozulan ve Kurulan Düzen 307
çekmediği yönünde görüş belirtmiştir. Bu yol açıcı düşünürün kendi gözlemlerinin dolaysız olarak yorumundan böyle bir so nuca gitmediğini, maddi dünyaya ilişkin soyut görüşlerini te mellendirmesi sırasında, bizi acıtan görüşlerin, onun zihninde felsefi bir düşünüşün sonucu değil geçici bir izlenim halinde ortaya çıkmış olabileceğini düşünüyorum. 2
"Eşyada hayat vardır". Bu cümle, eski kültürümüzden, tasavvuf metinlerinden çıkarılabilecek bir sırrı zarf içinde ifade ederek geçmişten bugüne, bugünden geleceğe taşıyor. Biz ise hayatı nesnelerle değil, insanla bağlantılı olarak algılarız. Öğretilmiş hayat, hissedilmiş hayatı unutturabilir. Canlıların dünyasıyla irtibatını kuramadığımız bir hayatı düşünemeyiz, bilinç ala nının dışında kalan cansızların varlığında bir hayat bulmayız. Mesela suyun kendisinde.ki hayatı bir biçimde algılasak bile, bu algının konusunu olsa olsa beş duyumuzun kapsama ala nı dışında ve ulaşılmaz öteki sayarız. Sudaki hayat dediğimiz zaman su ile temas halinde yaşayabilen canlıları işaret etmiş oluyoruz. Çünkü onların canlılığında su içinde yaşamın devam ettiğini görmekteyiz. "Sudaki hayat" terimi bir zarftır. Su temiz ve temizleyici oluşuyla, dokunduğu yerin özelliğine göre; do kunduğuna parlaklık, canlılık, dinçlik, arınmışlık vermesiyle, yaşam enerjisi aşılamasıyla hayatiyet taşır içinde. Hayat sahibi olduğunu hissettirir bize. Eski çağlara ait yazılı kültürümüz deki anlamına bakarsak; suyun içinde yaşayan canlıları işaret ediyor değildir "sudaki hayat" terimi, onun bize söylediği su yun kendisidir. Su hayatın tecelli yeridir, böyle olduğuna göre canlılık da suyun cevherindedir. Tıpkı, belirtildiği şekliyle, eşyada hayat olduğu gibi. Zarf doludur, çünkü nesneler Tanrı isimlerinin tecelli yeridir; isimlerse zarfın içinde. Hayat o isim lerle var; eşya da dildeki zarfın içindedir. Eskilerin yorumu,
308 Çalkantı ve Dalga
yaşamı tam teşhis edemediğimiz yerdeki yaşam belirtisinden haber verir bize. Bir işi en uç noktasına kadar planladıktan sonra, hiçbir ak samaya meydan vermeden, sonuna kadar yaparak bitirdiğimiz de kendimizi başarılı sayarız. İşin yapılma sürecindeki bütün dönüşüm noktalarını denetlediğimizi ve başıboş bir noktayı bırakmadığımızı düşünelim. Planımızın tamı tamına gerçek leşmesinde ve yapılan işin sona ermesinde, bizim dışımızdaki etmenlerin bir biçimde rol oynadığını biliyoruzdur. Doğa ile alışverişimizin derecesi (bu nitelikteki algı), bir işin yapılma sürecinde bizim dışımızda kalan etmenleri hissedişimize ölçü koyar. Bir bakıma, sınırlarımızı hatırlatır. Buna rağmen, başarı bize gurur ya da ferahlık vermeye yeter. Başarıyı kendimize nispet etmekte haklıyızdır ve bunu yapmakta zorlanmayız. Gururun derecesine bağlı olarak, öteki etmenleri unutur ya da hiçe sayarız. Başarı "ben'' dediğimiz varlıkla özdeşleşir baş kalarının katkısını yok sayar ya da göreceleştirir. Başarıyı salt başarı olarak merkeze aldığımız sürece, değerlendirme kad ranının yatağındaki hayali gösterge topunu elden geldiğince kendi tarafımıza doğru çekeriz. Böylece başarı bize, yani başarı noktasına gelen kişiye yapışır. Hayatın bütünü ise, kendi elimizle kurduğumuz düzenle meden ibaret değildir. Yaşam, tasarlayıp uyguladığımız plan ların toplamı olmanın ötesindedir. Bizim dışımızda yapılmış tasarılar da vardır. İ nsanların ortaya koyduğu tasarıların tümü, kaos halinde ya da manzume halinde birbirini etkileyerek gi der. Tek başına yaşamayı seçmiş bir kişi de, çok sayıda insa nın yaşamını kendi elleriyle düzenlemeyi aklına koymuş bir müstebit de, her davranışı ve davranışların varacağı yeri tamı tamına tayin edemez. İ nsanlar bir iz üzerinde giderler. Bir şey ler yapar. Ya da gidiyor, yapıyor görünürler. Ama daima, hayat kendi hükmünü icra eder. Bu ifadeden irademizi göreceli hale getirdiğimiz sonucu çıkabilir, hayatı çevremizle ve ötekiler ile birlikte algıladığımız sürece bu çıkarımın bir zararı olmaz. Üs-
Bozulan ve Kurulan Düzen 309
telik irade, biricik olma niteliğiyle göreceli olmaktan uzakla şabilir. Dikkat ederseniz, yaşamın kendi hükmünü icra ettiği kana ati, genellikle güç yetmeyen ve elde olmayan durumların ortaya çıkması halinde aklımıza gelmektedir. Kader gibi. Biz hayata hükmedemiyoruzdur. Deprem olduğu zaman irade dışı olgular zihnimizi kurcalar. Kimsenin sorumlu olmadığı bir felaket in sanın başına sarılınca "kader" akla gelir. Açıklanamaz durumun son açıklamasıdır, bu durumda kader. Gücünün yettiği, ölçüye gelen ve ölçüyle yapabildiği bir iş, bir de iyi netice vermişse, bu, insanın gözünde sadece başarı olarak değer kazanıyor. Kendi irademizin dışında kalan etmenlerin varlığını, sorumluluk do ğuran ve doğan sorumluluğun kime yükleneceği bilinmeyen zamanlarda hatırlarız. Örneğin, doğal afetle karşılaşıp türlü güçlükleri yenmek zorunda olan kişi, kendisinin sorumlulu ğu bulunmadığını hissetmek ihtiyacında olduğu kadar ortada beliren sorumluluğUn ait- olduğu yeri aramaya çıkar. Sorumlu olan, kendisinin dışında, ama imge dünyasıda izi bulunan bir varlıktır. Dolayısıyla sorumlunun varlığını kendi zihninde ara yabilir. Nesne ve oluşlardaki ölçü ve ölçülebilir olma durumu sa dece modern dünyada değil modern öncesi dünyada da önem taşımıştır. Bir işi belli süreçleri izleyerek yapma isteğinin ve eyleminin kökü eskilerdedir. Nesnelerin ölçülebilir kısmına ait bilginin yüzyıllar boyunca sınırlı kaldığını biliyoruz. İşlemler ve işlemleri yaparken izlenen süreçler elbette günümüzdeki kadar çok ve çeşitli olamazdı. Ama bir defa adım attıktan ve işin içine girdikten sonra, sınırlı bilgiyi elde etmek o kadar zor değil. Bu türden öğrenim, en azından "o alanda ortaklaşa olanı, yani herkesin bildiğini bilmek'' gibi sıradanlaştırıcı bir işlemdir. Dün de bugün de bilinmeyen taraf daha çok, daha derin, daha göz korkutucu. "Yaşamın hükmünü icra ettiği", yakından his sediliyor. Bana öyle geliyor ki, hissederek bu doğal yönelişinin bilincinde olması; insanı yaratıcı'yı düşünmesi için elverişli bir
3 1 0 Çalkantı ve Dalga
zemine yaklaştırdı. İ nsanın, her şeyi kendi elleriyle yapıp ettiği duygusuyla yaşadığı süreçler daha kısadır. Özgürleşmeye eşlik eden bu duygunun, yaşam içindeki etkisinin az olduğunu söy leyemeyiz. Özne olmak ve özne olarak özgürleşme duygusu, uçucu bir duygu olarak zihnimize konup göçmez, özgürlük, varoluşu içermenin açlığıyla dolup taşar, doyum arayışına çıkar, süreçleri ve oluşları sahiplenir. Hayatını meyve ağaçlarının fidesini dikerek onları yetiştir meye adamış bir adamın yaptıklarını düşünelim: Fidanı diker. Su ve gübre vermek ile çapa yapmaktan ibaret görevini za manında yerine getirir. Sonrası beklemektir. Neyi? Allah'ın, iyi hava şartlarını sağlamasını, kendisine bol meyve nasip etme sini. Bir şey yapmadığı sırada da onun zihnini eylemli kılan beklentiden ibaret bir duygudur bu. Bir adım ilerisi, dua etmek olabilir. Doğal dünyaya, algılarınızın doyumu için can atan bir göz lem gücüyle baktığınız zaman, Tanrının ihsanını düşünmeden edemezsiniz. Doğal işleyiş hem bizimle hem bizim dışımız dadır. İnsan varlığı, doğaya dahildir. Bilincimizin, teşhis ettiği alana girse de girmese de yaşayan doğanın üzerinde bir ihsan vardır. Biyoloji alanında, insanın dağarcığına giren yeni bilgi leri kullanarak canlı türlerinde değişiklik yapsanız bile, şimdi ki hale göre, "Oğlanın boyunu bir doksana çıkardık'' diyecek konuma gelmek hayal bile değildir. Organik işleyiş kendi ku ralları içine, kendince sürüp gitmekte, yaşam hükmünü yürüt mektedir. Eskilerin, Allah' ı göz önünde bulundurarak dünyaya değer biçmeye "yatkınlığı", onların doğal dünyayla, bugün olduğun dan daha fazla iç içe oluşuna bağlanabilir. Fakat ben bunun o zaman da düz mantığa dayalı, ayrıntıları hesaba katmayan ve kolay bir şey olduğunu sanmıyorum. Taassuptan ibaret duygu haline bakmayız. Nesnelerin birbiri karşısındaki durumuna, fi illerin doğuşu ve işleyişindeki ilkelere, Allah'ın varlığı ve yara tıcılığı ışığında bakmanın yaman bir zihin zahmeti olduğunu
Bozulan ve Kurulan Düzen 3 1 1
sadece İbn Rüşd'ün eserinde ve " Tehafot"e cevap olarak kale me alınmış eserlerdeki düşünce yoğunluğu ve iman hassasiye tinin kaynaşmasında görebiliriz. Doğa ile ilişkinin yoğunluğu bu zihin zahmetini kolaylaştırıcı bir yatak açmıştır belki, ama zahmeti gidermemiş olduğu besbelli. Bir işi örneksiz yapan ki şinin zafer kazanmışlık hissini duymaya ve bundan kendisine bir gurur payı çıkarmaya hakkı var. Fakat gururu, onun, olduğu yerde donmasına yol açabilir. Gurur getiren başarı, doğal ola rak atılım yapma isteğini uyarır ama gururdan doğan ve bit mesi istenmeyen sevinç bu isteği zayıflatır. Dolaylı yoldan da olsa gururun, daha ileri gitmeyi, sıçramayı ve atılımı engelleme tehlikesi her zaman kapıdadır. Başarının Allah'a izafe edilmesi, bunun erimlerden bir erim olduğu, aynı yol üstünde bulunan daha nice erimlerin kendisini beklediği bilincini verdiği ve ba şarı sahibini eylemiyle birlikte yüceliğe bağladığı için etkin ve değerlidir. 3
Modernliğin akla dayalı olmayı öne çıkarması ve toplumsal ya şamı akılsal çerçevede kurma çabası karşısında, ondan önceki açıklama biçimleri değer kaybına uğradı. Yeni toplum biçim lerinin, ekonomik siyasal ve toplumsal alanlardaki şikayetleri ortadan kaldırma yolunda olduğunu söylemenin imkanı yok. Buna bakarak, "mademki şikayetler ortadan kalkmıyor, öyleyse eskiden değerli olana gün doğdu," demek istemiyorum. Tartış malı ama hak ettiği derinlikte tartışılamayan taraf şöyle görü nüyor: Eskilerin doğal dünyanın işleyişi ile toplumsal gidişatı kaynaştırmasının günümüzde akılcı bir üslupla açıklanması, dini değerleri öne çıkarmanın modernliğe aykırı olduğu ge rekçesine dayanarak, akılcılıkla bağdaşmaz sayılıyor. Halbuki akla dayalı eyleme, akılcılığa aykırı düşmeyen temellendirmeye güven duymamızı isteyen, modernliğin kendisidir.
312 Çalkantı ve Dalga
Modern bilimler, nesnelerin doğasındaki "ölçülebilirlik" ni teliği hakkında bilgimizi arttırdı. Ölçüler koydu, maddenin öl çümlemeyi mümkün kılan niteliklerini açığa çıkardı. Bu bilgi lerin kullanılması zamanımızı yeterinden fazla alıyor ve insanı kuşatıyor. Ölçülebilir şeyleri düşünmekten, ölçülerin uygulan ma alanı demek olan teknolojiden, doğal işleyişi düşünmeye vakit kalmıyor. Doğal işleyişi dışlama alışkanlığımız söyletiyor bunu bana; sanki doğal işleyişin ölçüsü yok, onun çağrısıyla uyanan duygularsa fanteziden ibaretmiş gibi! Ayrıntılarıyla tasarlamak ve önceden kurgulamak suretiyle yapılanların za manımızın büyük bölümünü doldurması, "Ben yaptım" hük münün kabulüne daha geniş zemin hazırlıyor. "Ben yaptım" duygusunun baskın çıkması ve nesnelerin ölçülebilir oluşu, bizi değer biçmeye götüren alanı dolduruyor. Böylelikle, nesne ve fiillere Yaratıcıya nispetle değer vermenin "eski dünyanın gerçeği olduğu", aynı değerlendirme ölçütü bugüne getirildi ği takdirde gerçekliğin dışına çıkmış olunacağı düşünülüyor. Oysa biliyoruz ki, doğallıktan uzaklaşmak bile doğal dünya nın büsbütün dışında bir yere taşımaz bizi. Ölçüler, ölçülebilir nesneler ve bizim ölçme yeteneğimizin tümü doğal dünyaya dahildir. Biz, doğal dünyadayız. Denilirse ki: "Biz bir işi A'dan Z'ye planlayıp yaptıktan son ra onu yaratıcı'ya izafe etmemenin ne yararı var? Değer yargısı oluşturmak için yüce varlığa göndermede bulunmasak; kim, ne kaybeder? Kendimizin dışında bir yere bakarak bağlantı ara masak, bunu düşünmesek, yapılmış olanın neyi eksik kalır? Bu ve benzeri sorular, gerçek bir endişenin dışavurumu olduğun da, cevabıyla birlikte doğuyor. Bu cevabın yazılı metin haline getirilmesi istense, ona adanacak zaman ve emekle bir kitaba varılabilir. Geçmişte yazılmış olanlardan da yola çıksak, bütün cevabın özü ve özeti şu cümleden ibarettir: Bir şeyi "var" eden kim ise, karakterini veren de odur.
Bozulan ve Kurulan Düzen 3 1 3
ZARAR HANESİ 1
İ nsanoğlunun sahip olduğu teknoloji bilgisinin düzeyi, günü müzden üç yüzyıl öncesine kadar bütün dünyada dengeli bir dağılım arz ediyordu. İnsan katında bilen ile bilmeyenin farkı tabii ki o zaman da bilinmekte ve buna göre davranılmaktaydı. Bilenler arasında ortalamayı tutturanlar yeryüzünde geniş bir alana yayılmıştı. Keşiflerin ve bilimsel devrimlerin, el kararıyla ölçüm yaparak kazanılan bilgilerde olduğu gibi, bireysel de neyimlere fazlaca bağımlı olarak geliştiği başlangıç dönemle rinde ilerlemeye imkan veren yeni bilgiler sınırlı ve güvenliği garanti edilmemiş ellerde bulunuyordu. Bunun anlamı, tekno lojinin dünyanın her yerinde insan yaşamına eşit ölçüde girmiş olduğu değil, ama teknolojik bilgi kullanımının, onu kullanan lar bakımından aynı seviyede olduğudur. Bir ülkede madenler hangi usulle �ritilip işleniyor ise, bir başka ülkenin insanları da aynı usulü biliyor ve madenleri aynı şekilde işliyorlardı. Top rağı kullanmak suretiyle barınak yapmak için ihtiyaç duyulan bilgi aşağı yukarı aynı seviyede, ağaç işlemede kullanılan tek nik donanım benzer nitelikte idi. Metal işlemenin bilindiği ve iyi bilinmediği şehirler vardı, ama her nerede olursa olsun metali işleyenler arasındaki bilgi farkı bir uçurum oluşturacak açıklıkta değildi. Ortaçağ' ın sonlarında yazılan seyahatname lerdeki ev ve şehir tasvirlerinden bu sonucu çıkarıyoruz. Toplumlar arasındaki farklılık, maddi zenginlik sağlayan kaynakların bir bölgede doğal olarak mevcut olup olmamasına bağlanabilirdi. Hammadde kaynaklardan birinin bir bölgedeki mevcudiyeti onu işleme becerisinin aynı bölgede gelişmesine yol açıyordu. Örneğin, toplumun yaşadığı bölgede maden olup olmaması, mesken yapımına elverişli taş türleri bulunup bulun maması ya da yeterli miktarda, işlenecek ağaç olup olmaması bunların kullanılma derecesini belirliyordu. Bir malzemenin
3 1 4 Çalkantı ve Dalga
bölgeden bölgeye değişen ölçülerdeki varlığı, onları işlemek için gerekli bilgilerin ve yetişen ustaların miktarındaki farklı lığın sebebidir. Bu duruma paralel olarak aynı madeni işlemek için başvurulan teknolojik bilginin bölgeden bölgeye fazlaca bir farklılık göstermediğini söyleyebiliriz. Usta zanaatkarların varlığıyla ün kazanmış şehirler ve ustaların icat ettiği ve be cerilerine uygun bulduğu istisnai usuller olduğu muhakkaktır ama bu usullerin uygulanması her yerde aynı teknolojik bilgi nin kullanımına ve çeşitlendirilmesine dayanmaktaydı. Özetle söylersek; son üç yüzyıl içinde ülkeler ve toplumlar arasında görülen teknolojik dengesizliğin, özellikle bunun bilgisi bakı mından, ondan önceki çağlarda aynı oranda mevcut olduğu nu düşünmek gerçeği yansıtmıyor diyebiliriz. Beceri, ustaların nitelikleri, buluşçu zanaatkarların getirdiği yenilikler ve tüm bunların üretim üzerindeki yansımaları şehirden şehre deği şebilir, ama teknolojik bilginin seviyesinde aynı ölçüde denge sizlik bulunmazdı. Enerjinin kullanımında açıkça görüleceği üzere, toplumlar arasındaki farklar ayrıntılı mühendislik bilgi lerinin gerekmesiyle büyümüştür. Nitekim şimdilerde, nükleer teknolojinin bilgi ve kullanım ölçüsündeki farklılık, toplumlar arasında aşılması imkansız görülen uçurum oluşturmaktadır. Günümüzde bu fark maddeye ve maddi dünyaya ilişkin yö nüyle günlük yaşamı etkilemektedir. Yaşamı değerlendirme bahsine gelince, eski ile yeni arasın da aşılması imkansız gibi görülen uçurum "insanın şeyleşme si"nde ortaya çıkmıştır. Tüketim toplumunun ortaya çıkardığı ve insanın zarar hanesine yazılan "şeyleşme", köleliğin yaşam biçimi, kimi insanların ise "mal" sayıldığı antik çağlarda bile toplumsal görünümü anlatmak isteyenlerin başvurduğu bir sı fat ya da nitelik olmamıştır. Günümüzde, insanın entelektüel yetisi sayesinde ortaya koyabildiği ve zihin zenginliklerinin açığa çıkmasından başka bir tanıma sığmayacak kimi verim leri, görsel sanat eserleri başta; "şeyleşmenin" kurbanıdır. Yaşa-
Bozulan ve Kurulan Düzen 3 1 5
m m zenginleşmesine katkıda bulunmanın e n özgün yolu bile, insanı zarar hanesinde bırakabiliyor. İktisat tarihçilerinin verdiği bilgilere bakılırsa, 1 800'lü yıl ların başında zengin ülkelerin toplam geliri ile fakir ülkelerin toplam geliri arasındaki farkın oranı üçe birdir. Bu oran ikibin li yılların başında ellide bir olarak ölçülmüştür. Fakir ülkelerin gelir seviyesini bir birim sayarsak zengin ülkelerin geliri bunun elli katı olmaktadır. Bu durum, toplam gelir seviyesindeki den gesizliğin de aynı ölçüde olmadığını, geçmişten bugüne doğru makasın açıldığını gösteriyor. Fert bazında ise en alt seviye ile en üst seviye arasındaki farkın, dolayısıyla dengesizlik oranının daha fazla olduğu açıktır. Eski çağlarda toplumlar arasındaki gelir farkı, tekonolojik bilgi seviyesine paralel biçimde az iken günümüzde bunun tersi olduğunu görüyoruz. Zengin ülkeler ile fakir ülkelerin toplam gelirleri arasındaki fark artıyor, iyi leştirme programlarının yürürlüğe konulduğu söylenmesine rağmen gelirlerde olduğu gibi, teknoloji bilgisi ve üretimi açı sından aradaki makas gün geçtikçe açılıyor. İ nsan doğal bir eğilimle günlük yararına öncelik tanır. Ha kikate günlük yarardan ya da günlük yararın dayanağı sanılan imkanların önünde yer verenler, bazı şeylerin hakikate aykırı olarak yararlı sanıldığını bilenler ile yaşam deneyiminden iba ret bir eğitimle hakikate ilişkin bilgi ve emel sahibi olanlardır. Tüketimin her çağda önemli olduğu kolayca benimsenir bir tahmin ise de insanların tükettiklerine göre değerlendirilmesi çağımızın yaygın bir gerçeğidir. Pazarın dönmesi için piyasa nın canlı tutulması gerekiyor. Piyasa, malların dolaşımına bağlı olarak hareket kazanıyor. Mallar ne kadar hızlı ve yoğun bi çimde dolaşırsa piyasa o ölçüde canlı olacaktır. Kapitalizmin teorisi ve pratiği mal dolaşımını artırmak için tüketimin kam çılanmasını gerekli görür. Çağımızda insanların tükettiklerine göre değerlendirilmesi, tüketim sürecinin devamlı surette te tiklemesiyle yaygınlaşmaktadır. Yakındaki yararı gözetmenin insanın özüne aykırı olmaması fırsatçılığa hak etmediği bir
3 1 6 Çalkantı ve Dalga
itibar kazandırmış, uzun vadede ve çok sayıda insanın zorunlu ihtiyacına cevap verecek imkanları ıskalamak için bahaneler bulmayı kolaylaştırmıştır. İnsanları tüketirken gösteren tasvir ler doğal olarak insanı bakmaya teşvik eder; tüketimin kendisi de çekicidir. İnsanlık durumlarını, sorgulayıcı üslupla tasvir ettiğiniz zaman insanlara, sorumlulukları hatırlatmış oluyor sunuz; tabii ki bu türlü bir bakış, tüketim kadar çekici gelmiyor hiç kimseye. Yine de sıra hakikate sahip çıkmaya geldiğinde, aynı insan lar ön sıralarda yer almaya hakları olduğunu belirtmekten geri durmazlar. Bu da insan özünün kendini konumlandırışının bir gerçeğidir. İnsan, gerçekten ya da öyle sandığı için, değerli olanları değerli, önemli olanları önemli gördüğünü düşünür. Bütün bunlara rağmen, tüketim alışkanlığının değer ölçüsü olarak yeganelik kazandığı çağımız, tercih yapmayı zorlaştırcı bir çatallanmayı önümüze koymuş bulunuyor. Soru şudur: Bir insanın iyi alışkanlıklara sahip olması onu başkalarına yararlı (iyi adam) yapar mı, yoksa "iyiliği kendisini ilgilendirir" denip geçmeli midir? Başkaları hakkında hep iyi duygular besleyen, iyiliklerle dolu birini salt bu nedenle iyi adam saymanın kime, ne yararı var? Bu kişi yararsızın biri sayılmalı mı? 2
Eski toplumsal yapılara başka bir gözle baktığımızda, insan topluluklarının kendilerini ve başkalarını değerlendirirken "hak" , "haklılık'' ve "hakkaniyet" ölçülerine sıklıkla başvur duğunu görüyoruz. Topluluktan toplum olmaya geçiş üzeri ne hazırlanan tezler, toplumsallaşmak için eskiden insanların uyum gösterdiği doğal yöntemlerin bulunduğunu gösteriyor. Modernliğin birey üzerindeki vurgusuyla, kapitalizmin çıkar kavramına yüklediği anlamın karşılaşmasında toplumsallaşma sürecini zora sokan taraflar vardır. Bu zorluklar, bireyselleşme ye tanınan meşruiyetin hudutları genişlerken diğerkamlığın
Bozulan ve Kurulan Düzen 3 1 7
kaybında aranmalıdır. İnsan haklarının evrenselliği, ilkesel ola rak pek yerinde; ama hakkın teşekkül ettiği yerde toplumsal laşmanın gecikmemesi, çıkarları dengelemeyi bilen bireyciliğe bağlıdır. Akla uygun davranmak modernliğin bir gereği oldu ğuna göre toplumsallaşmayı doğal yolundan saptırmayacak akılcı yöntemler üzerinde sürekli düşünülmesi gerekiyor. Toplumsallaşmanın kolay uygulanabilir yöntemlere bağ landığı eski toplumlarda, masallar ve mitler hak kavramı ve onunla akraba duygular üzerine kuruludur. Hakkın olduğu gibi, hakkaniyetin ve haklılığın akla getirdiği toplumsallık, bi rey kavramı ile yan yana duran insan haklarının vurgulanma sıyla aynı ölçüde hatırlanmaz. Gerçekte her toplum hakkani yet çerçevesinde iddia sahibi olduğuna, hakikatin kendilerinde bulunduğunu ileri sürdüğüne ve toplumların bu iddialarla şekil aldığı dönemlerde kahramanlar çıkardığına göre "hak" kavra mına ilişkin ölçüler sadece bireysel duyguların yansımasından ibaret olmayıp; toplumsal gerçekliğin sahip çıktığı teraziye ilişkindir. Teraz� bugün geçerlidir, yarın da öyle olacaktır. Çün kü koyu eşitsizliğin hüküm sürdüğü sırada adalet, insanların ve toplumların daha yakında olmasını istedikleri bir gerçek liktir. İnsanın, evrensel varlığı tek başına kendinde hissetmesi akla yatkın, toplumsallığı ise doğaldır. Teknolojik bilgi ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin oranı azaldıkça, insanın toplumsal laşmasının ne kadar doğal olduğu bir kere daha öğrenilecek, birey olmak ayrışmanın değil, toplumsallığın bir görüngüsü olacaktır. Günlük ihtiyacını karşılamak ve işlerini yapmak isteyen in sanın isteklerine cevap verecek şekilde yapılmış nesnelere ihti yacı vardır. Teknolojinin ve gelir elde etme yollarının bilgisi bu ihtiyaca dahildir. Aynı insan manevi değer aramaya çıktığında el değmemiş olana, doğal duruma ve ilk hallere yönelecektir; bu konudaki eğitim, daha önce yaşam ile sınanmış bilgiye da yanır ve insanı, bilgilerin ve deneyimlerin başlangıç halleriyle tanış kılar.
3 1 8 Çalkantı ve Dalga
Enisonu bütün medeniyetler, insan olgunluğunu gerçekleş tirme ve insan olgunluğuna sahip çıkmayı, son tahlildeki hedef olarak görmüşlerdir. Tüketime dayalı kaba davranışlar, yaygın lığının artmasıyla alışılmış ve kanıksanmış olabilir. Kapitaliz min amaçlarına uygun alışkanlık ve kanıksama aşılmış değildir ve tüketime bağlanmış kültür hala dayatıcıdır. Göz kamaştırıcı zenginlik tasvirleri, şehirlerdeki bayındırlık yarışı, insan olgun luğunu gerçekleştirmek iddialarının önündeki dekor ve vitrin den ibarettir. İnsandan insana iletişim, bütün taraflar ve her bir kişi için tatmin edici değilse, toplumun önündeki bütün dekor bir hiçtir. Toplu halde geçinmeye hükmeden, insanların ayakta kalmak için sineye çektiği ve gözetmek zorunda olduğu amaç lar zaruretten doğmuştur; gönüllerin doğal maksudu değildir. Aslında ise, Kefile ve Dimne'deki hikayelerden Ezop (Aiso pos) Masallarına ve sonraki yüzyıllarda tekrar tekrar kaleme alınmış Pendndme'lere kadar, insan davranışlarının yorum lanması üzerine kurgulanmış sözlü ve yazılı verimlerin hepsi, olgunluğa erişme arayışında ortaya çıkmıştır. Olgunlaşma yo luna girenlerin aştığı süreçler boyunca dinin ve Allah'a bağlı lığın yol göstericiliği ve ifa ettiği fonksiyon, günümüzde ona yakıştırılan "olsa da olur olmasa da" yaklaşımının açıklamaya yetmediği önemdedir. Halihazır gerçekliğin önümüze çıkardı ğı sorunlar karşısında eski tip çözümlerin işe yaradığını iddia edecek değilim. Halihazır gerçeklik, gerektiğinde başvuraca ğı çözümleme yöntemlerini kendi içinden çıkaracak nitelikte olmalıdır. Sanıyorum ki, asıl mesele insanlığın kazanımlarını göz önünde bulundurmak, erişilmiş her üst seviyeyi bilinci mizin maddesi olarak sürdürebilmektir. Bir toplumu oluştu ran tüm bireylerin paylaştığı aydınlıkların bile karanlıklarda kaybolması mümkündür. Hatırlanmasında yarar bulunmayan anılar üzerinde durmak kimseye düşmez, ama insanlık içinde cereyan etmiş "bunlar da yaşandı" dememiz gereken olaylara, masal haline dönüşmüş ya da gerçeklik olarak yaşanmış, geri de kalmış ama "kaçırılmaması gereken'' yüceliklere bugünün
Bozulan ve Kurulan Düzen 3 1 9
bilinci içinde yer açmak, entelektüel borcumuzdur. B u borcun yerine getirilmesi olgunlaşmak isteyen nefsimizin kendisi için isteği olabilir, hemcinslerimizin bilinç dünyasına yapacağı kat kılar açısından ise üzerimize düşen bir ödevdir. İnsanın temel nitelikleri özünde herkes için aynıdır. "Hakikat, kaynağından üstün değildir" diyor, el-Kindi. Olguların gerçekliği insanın te mel niteliklerinin dışında bir kaynağa dayanmaz. Çağımızda ileri teknolojiye sahip olma arzusu ve bunun yol açtığı yarış, teknoloji bilgisini kazanmak ve işleyerek geliştir mekten daha fazlasını elde etmek amacıyla yapılıyor. Maddi olan, yarışın her aşamasında belirleyici olduktan sonra, insan olgunluğunu hedeflemenin gerektirdiği her ölçü ertelenmiş görünüyor. Bir tür zaruret hali içindeyiz ve erteleme, bu ne denle meşru sayılabilir. Ahlak, erdem, merhamet vb. sadece belirlenemeyen zamanların değil, aynı zamanda ertelenmiş bir hayatın ölçüleri olmalı; zira dilek ve temenniler faslında insan olgunluğunun dayanağı duiUmundaki nitelikler, sahiplenme üslubuyla müştereken dile getirilir, ama onların aranması için gereken araçlar ortada pek görünmezler. Bir insanın üstüne düşenleri yapma yükümlülüğünün askı da kalmasına itiraz etmeyeceğimiz haller vardır; yukarıda an dığımız gibi, buna zaruret halleri denilir. Öyle bir durum or taya çıkabilir ki, ödev ortadan kalkmaz, ama sahibinden, ödevi yerine getirmesini istemeyiz; hiç kimse isteyemez. Bir bakıma erteleme söz konusudur, bir bakıma perdelemeye rıza göster miş olunur. Acaba toplum ölçüsünde bir zaruret hali olabilir mi? Doğal olarak savaş durumu geliyor akla. Ama görece barış ortamlarında, insan olgunluğunun yansıması olan doğal has letlerin başına gelen itibar kaybına baktıkça, "Acaba bu durum, toplumlar açısından uzun süreli ve çok yaygın bir zaruret hali midir?", diye düşünmeden edemiyor insan. Bir de zaruret hali, tarihe yayılabilirmiş gibi duruyor; oysa her hal geçicidir, yani zaruretin hissedilmesi, halden ibarettir.
320 Çalkantı ve Dalga
İnsanlar yine de hak adalet konusunda mangalda kül bı rakmıyorlar, buna bakınca durumu zaruret hali olarak görme nin anlamsız bir bahane ve kaçış olduğu geliyor aklıma. Bu, olsa olsa, insan niteliklerinin temelde sabit kalışından ve fıtri eğilimlerden bütünüyle kopmanın imkansızlığındandır. Yoksa "hakkaniyef'in kurumların işleyişi ile ilgili gerçekliğin dışına sürüldüğünü, hatta öyle bir ölçünün yaklaşmasına karşı du rulduğunu, hakkaniyet ölçüsünün, toplumsal gerçekliğin bir temeli olmasını önlemeye çalışanlar bulunduğunu görmemek mümkün değil. Hakkaniyet, zayıfın umudundan ibaret bir duygu hali değil, gücün kullanımı ve fiili ölçüsü olduğu zaman toplumsal gerçekliğin işleyişine olumlu yönde müdahil olur. Zenginliğin, zarar hanesi olarak işlem görmemesi, onu asıl ya rış sebebi olmaktan çıkaracak ve insan olgunluğunu hedefine koyduğu için, hakkaniyet ölçüsünü fiili bir gerçeklik haline ko yacak bir oluşumun filizlenmesine bağlıdır. İbrahim Mütefer rika, adaletin ve adil davranışın zenginlere yakışacağını söylü yor. Kapital sahiplerinden ziyade Doğu'nun klasiklerinde rast ladığımız memleket büyüklerine gönderiyor. Bence bu ifade iyi niyetli bir temenninin dile getirilmesidir. Zenginlerden gözü gönlü doymuşluk, görmüş geçirmişlik beklenir, demeye getiri yor. Bu söylem özgün bir dünya kavrayışından çıkarak gelir ve başkalarına muhtaç olmadan yaşamaya güç yetirenlerin huku ka uymamayı ilke edindiği, zarar verdiği kimselere "git hakkını ara" dediği ama hak yemiş olmaktan hicap duymanın hepten unutulduğu şu günlerde, tabii ki bugünün ölçüleriyle anlaşıl ması kolay olmayan bir tercihtir. Bizim eski toplumsal terbiyemiz Müteferrika'nın temenni sindeki minval üzere idi. Ondaki temenninin yöneldiği zengin kişi günümüzün ölçülerine göre zengin sayılan biri değil, gü nümüzdeki gerçek orta sınıftan insan olmalıdır. Zarar hanesini dolmaktan kurtararak daha iyi yaşama ulaşmada, imkan sağ layan veri, fakirliği değil zenginliği işaret eder. Tabii ki zen gin olmakla ya da zengin sayılabilecek şekilde orta sınıfa dahil
Bozulan ve Kurulan Düzen 321
olmak, kendiliğinden, hiç kimseyi tehlikeden emin kılmaz, za rardan da kurtarmaz. Ekonomik olarak muhtariyet elde eden kimse, her zengin kişinin sahip olduğu toplumsal yükümlü lüklerin muhatabıdır. Bu yükümlülükleri yerine getirilmesi orta sınıftaki herkesten beklenir. Onları zengin saymak için etrafındaki zenginlerle yarışa girip kazanmasına gerek yok; bi rinin, süreklilik belirtisi de bulunan ekonomik özerkliğe sahip olması onun orta sınıftan sayılmasına yeter. Bu sınıftan biri, İbrahim Müteferrika'nın zengin diyerek muhatap aldığı kişiler arasındadır. Modernleşmenin ilk yüzyılında bireye düşen ödev merkezi ve tek elden yönetimin ona yüklediklerini yapmaktan ibaret idi. Çünkü cumhuriyetlerin kuruluşundan önce, bireyin sahip olduğu hakları monarşik idareler belirliyordu. Bu ödevlerin tek yönlü bir şemada gösterilebileceğini söylemek yanlış olmasa gerek. Günümüzdeki insan hakları kavramı devletleri olduğu kadar bireyleri de birçok yönden yükümlülük altına sokuyor. Haklar karşısırıda duyarlı olmak birey olmanın ve toplumsal lık kazanmanın, sahip olmamızı bizden istediği bir niteliktir. Hakların evrenselliği onların her yerde geçerli olduğunu gös teriyor, zuhur ettiği yere göre tasvir edilerek somutlaştırılma sı ve haklara sahip çıkılması gerekiyor. Aynı gerekçeyle tam tersini yapanların, yani insan haklarındaki evrensellik ilkesine dayanarak soyutlama peşindeki koşuda somut hakları bilerek kaybedenlerin bulunduğu da bir gerçek. İnsanlığın zarar hane sindeki kabarmanın giderilmesi, alternatifsiz dedikleri düzen lerin rolünü en aza indirgeyen bilinçle ve insanın hasletlerini daha iyi kullanabileceği ölçülerle değerlendirme yapabilmemi ze bağlıdır.
322 Çalkantı ve Dalga
YAŞAM KALİTESİ Tüketim toplumlarındaki insan davranışlarını, tüketimde ölçü nün kaçırıldığı ya da ölçüsüzlüğün hüküm sürdüğü gerekçele rinden yola çıkarak eleştiren çok kişi var. Tüketim tutkusunun birçok insanı yoldan çıkardığı, hatta toplumu dejenere ettiği de söylenegeldi. Beklentilerin değişmesi istenmiyor, değerlendir me yapmak istendiğinde, tüketimi baştacı eden düzenin ön gördüğünden başka bir ölçü ortaya konulmuyor, o halde neye göre yozlaşma? Tüketici davranışlarından başka ölçü tanıma yacak biçimde eğitilmiş, tüketme kapasitesi yüksek sınıftan biri eleştiri oklarını fukaralara yönelttiğinde, ünlü atasözüne müracaatla ayak-yorgan hatırlatması yaparak onlara istediği ni yaptıramadığını ileri sürüyor. Aynı kişi düzene yönelttiği, sözüm ona eleştiride ise "Herkes zengin olursa basit görülen işleri kim yapacak?" sorusunda gizlenmiş kendi çıkarını dile getiriyor. İstediği kadar tüketemeyenler ise fazla tüketenlerin çılgınlıklarını dillerine dolayıp kendilerinin, geleneksel insani değerleri koruduğuna inandığını söylüyor. İstediği kadar tüke tenle tüketemeyen eşit konumda değildir ama gerekçeler eşit sayılır. Beklentiler aynı olunca kabulleri benzeşiyor. Tüketim ölçüsü nerdeyse baştacı edilmiş durumda. Bugün tüketim toplumu hedeflerini aşarak, yaşamın an lamı üzerine yapılan soyut ve bilgi aşamasındaki yorumların kabul görmesi için yeterli cesaret gösterildiği söylenemez. Bir toplumun genel kabulleriyle gösterdiğinden daha ileri hedef ler bireysel görüş ufuklarında doğar; ama toplumda hükmedici olan daima genel tutumdur. Bu kural hiçbir zaman değişmez. Müşterek tutum genel seviyenin zarfıdır. Bir toplumda genel görüşlerin kamuoyu üzerinde hükmedici oluşu değiştirilemez ama daha yüksek bir yerde doğan ışık, daha yoğun beyinlerden süzülen fikir ve daha ince gönüllerde taht kuran duygu, genel görüşün etkili bir bölümü haline getirilebilir. Bireysel görüş lerdeki ataklık, elbette; toplumun ortak davranışlarından büs-
Bozulan ve Kurulan Düzen 323
bütün bağlantısız değildir; ataklığın genel tutumda bir sıçrayış doğurması ona verilen yerin yerindeliğine bağlıdır. Bir politikacının daha fazla tüketim imkanı sağlama vaadi günlük ihtiyaçların karşılanmasına odaklanmış duygulara hitap ettiği için etkilidir. Kalite talebi, insan özünün uzun erimli ve süreklilik isteyen beklentilerini göz önüne almak durumunda olduğu için nazik bir konumdadır, kısa süreli ihtiyaçları karşı lamaya uygun tüketim davranışlarıyla yarışa sokulamaz. Anlık yarar söz konusu olduğunda insanların neye öncelik vereceği, o andaki ihtiyaca göre belli olur. Acil hallerdeki zorunlu tercihler genel beklentilere uymayabilir. Önemli olan, bir duruşun, bir alışkanlığın, belirlenmiş bir ölçünün ve bir sistemin insanları nereye götüreceği üzerinde düşünerek, ölçümleme kriterlerini ortaya koymaktır. Sağlanan anlık yarar, hiçbir zaman acil ih tiyacı karşıladığı andaki önemini önemi ölçüsünde önem ka zanamaz. Yaşam ölçüsünde hiç de önem taşımayan bir yarar, acil durumda ihtiyaç duyul�n bir kazanım olarak kalmaktan da öte, yaşamsal ö11emde görünebilir bize. Zor durumdaki bir kişi, gerçekten yararına olacak bir imkanı kullanmak ile önüne ka dar gelmiş basit bir çıkarın gösterdiği düşü birbirine karıştıra bilir. Toplum ve yaşam sürekli akış ve değişim içinde olduğuna göre, ihtiyaçları karşılamak ya da yaşamı kaliteli hale getirmek için bulunacak yöntemi ve izlenecek yolu önemli kılan, onlarla ulaşılacak yerdir. Çinli bir bilgenin, taşkınlık yapan gençlere bakarak "Uma rım bir değişim çağında yaşarsınız" dediği rivayet edilir. De ğerlerin yerli yerine oturmadığı dönemlerde insanlar tercih yapmakta zorlanır. Bilge nitelemesi, yerini bulmuş değerleri ve bilen kişiyi düşündürür bize. Günlerini taşkınlıkla dolu hal de geçirenler, her şey olduğu gibi kalacak, değişim olmayacak gibi davranırlar. Bilge, toplumsal değerlerin türlü sınavlardan geçtikten sonra durulduğunu bilir, nobran gençler ise henüz sınavı tanımamıştır. Çinli bilge taşkın gençlerin bir an önce deneyim kazanmasını istiyor. Bunu onlara sağlayacak olansa
324 Çalkantı ve Dalga
değişimlerdir. İnsan yaşamı bir temel taşı gibi durağan değil; öyleyse sürekli değişime göre değerlendirilmelidir. Akıp giden zamanın her döneminde bir bakıma değişim çağında yaşadığı mızın bilincinde olduğumuz takdirde, bu bilincin kazandırdığı deneyimle seçme ve tercih etmenin değerini anlayacağız. Bir yerdeki toplumsal koşullar, farkına varılmayacak kadar yavaş değişiyorsa orada yaşayan insanlar sıradan yetenekleriyle ye tinir, cesareti yüklenmek zorunda kalmazlar. Değerlerin otur muş olduğu kanaati, insanlar üzerinde tercihten kurtulmuş oldukları duygusu uyandırır. Bu duyguyu destekleyecek zihin tembelliği de insana özgüdür nasıl olsa. Toplumsal değerlerin yerleşik ve sarsılmaz oluşu az sayıda insan için hazır bulun muş bir imkan olabilir. Değerlerin durmuş-oturmuş sayıldığı bir kasabada doğmanın iyi bir şans olduğunu söylemek o ka saba sakinlerinin duygularına okşayıcı gelecektir; ama sadece ilk adımdaki duygular okşanmış olur. Bu durum bir rahatlama sağlar. Peki, kasabanın sadece o kasabada geçerli göreneklerine uymak, seçim yapmadaki ikilemden kurtulmanın, yani tercih geliştirmekle kazanılacak deneyimleri edinmemiş olmanın yol açacağı eksikliği giderecek bir tutamak sunabilir mi? Dene yimle elde edilen bilgi başka yoldan sağlanamaz. Çinli bilge, insanların bir deneyimi yaşayarak kazanmasının, yani yaşan mışlıkların önemini hatırlatmış olmalıdır. Hakikatine bakacak olursanız; insanoğlunun yaşadığı sü reçteki her an naziktir ve kırılmaya müsaittir. Toplumsal de ğerler onları bulduğumuz halde kalmaz. Değer ölçüleri olduğu gibi kalsa bile değer yargıları bizimle birlikte değişir. Toplum daki taraflardan birinin ittifakla kabul ettiği değerlerden yana ısrar sahibi olsak bile onları o halde tutamayız. Zenginliğin günlük yaşamda kaliteyi artırma imkanı verdi ğini saklamaya gerek yoktur, kimi zaman zenginlik, kalitenin zaten mevcut olmasıyla kazanılmıştır. Fakat kalite, zenginliğin kendisiyle değil, sağladığı imkanın kullanılmasıyla gelir. Öyle olmasaydı, "para tutkusu eşittir kalite tutkusu" demek doğru
Bozulan ve Kurulan Düzen 325
olurdu. Halbuki para, bir hatanın giderilmeyip üstünün örtül mesine, kötü bir durumun rezalete dönüşmeden sürdürülme sine, ehven bir durumun yüksek gösterilmesine de yarar. İn sanların çoğu, parayı talep ederken kafasının gerisinde kalite sağlama arzusu bulunmaz; ortalama bir insanın riskli bulduğu her kalıba girmeyi ama paranın kendilerini tehlikeden ve eksik görülmekten kurtaracağını düşünürler. Bugünkü yarış tüketim üzerinden yapılıyor ve hedefini tü ketim toplumu tablosunda çiziyor. Onun özünde de Amerikan yaşam tarzı bulunduğu açıktır. Zenginliğin sağladığı imkan ların kullanımı her kültürde aynı değildir; başka bir deyişle, zenginler her kültürde aynı davranış kalıplarına uymaz, aynı yaşama tarzını yeğlemez. Günümüzde hükmedici olan, eski Avrupa kültürü bile değildir artık, Amerikan yaşam tarzıdır. Yaşam, kalitesini tüketimde arıyor, tüketim imkanını kalite için bir vasıta değil, yaşam kalitesinin kendisi sayıyorlar. Hal diliyle söylenen düstur budur. K.i�se bu söylemin "insanlar kaliteli bir yaşam sürsün'' şeklinde bir dilekten çıktığını sanmıyordur her halde. Satışların gevşemesini önlemek için "Tüketim, kalitenin kendisidir" gibi bir düsturun fiili gerçeklik haline getirildiği, insanın doğasındaki ayrıcalığın, para harcama yönünde saptı rıldığı açıktır. Bu durumun çıplak olarak göründüğü yer ticari rekabetin cereyan ettiği alandır. Örtülü vücudu ise insanların önüne, ti cari rekabeti körükleyen tüketimin dışında bir toplumsal hede fin konulamayışıdır. Tüketim tutkusu, yaşamın parıltısı olarak hedonizmi öne çıkardı. Batı dünyası, geçen yüzyıldaki sanayi leşmeyle, tüketim artışını başka adlar ve başka amaçlarla, öteki toplumlara "toplumsal hedef" halinde sundu. Tüketim tutkusu sanayileşmeye dahil olarak ilerlemeyi doğurmalıydı. Rekabet, hedefin kendisi oldu. Tüketim alışkanlığındaki artış, yaşama ve insan ilişkilerine kalite getiren entelektüel yeteneklerin körelmesine yol açtığı için eleştiriyi hak ediyor. Satışların artması uğruna her değerin
326 Çalkantı ve Dalga
feda edilebileceği temeline oturan serbest piyasa, yeteneklerin körelmesini umursamıyor. Hoş görülecek bir yanı yok bu tu tumun. Ama piyasa merkezli eleştirinin gerekçesini "bırakınız tüketsinler" diyenlerin varlığına bağlayamayız. Meydan tüketi mi kamçılayanlara terk edilemez ve genel politikaların değiş mez gündem maddelerinden birinin "refahı artırmak" olması na herhalde itiraz eden yok. Tüketme eğilimini toptan karşı mıza alarak, ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan insanları bazı özlemlere sahip olmalarından dolayı ayıplamamak çok saçma. Üstelik özlemlerinden bir bölümünün, genellikle eğitimleri ve özgürlükleri sınırlı olan bu insanları daha iyi, anlamsal ola rak daha kaliteli bir yaşama götürmeyeceğini kim söyleyebilir? Serbest piyasanın ateşinden doğan hırslar ile doğal ve insa ni özlemlerini karşılamak için aradığı çözümlerin bir bölü mü tüketimini artırmak olan insanların eğilimini birbirinden ayırmak gerek. Bu ayırımın ortaya konulması, her toplumda entelektüel ortamı besleyenlerden beklenir, hırsların frenlen mesi ise ahlaki borcumuzdur. Tek başına tüketim aleyhtarlığı anlamsız, pratikler açısından sonuç doğurmaz olduktan başka, entelektüel yetersizliği gizlemek için kurnazca başvurulan bir araç olabilir. Entelektüel çabanın sahiplerine düşen, yaşamı anlamsal açıdan kaliteli kılacak nitelikleri belirgin kılmak, bu niteliklerin gelişmesine ve yaygınlaşmasına çalışmaktır. Eskilerin her koşulda iyi insan olmayı öğütleyen tutumu, şimdilerde yerini "mutlu yaşama" vaatlerine bırakmış bulunu yor. İnsan mutlu yaşamalı. Bunu sağlayacak olan da tüketim dir. Mutluluk, kaygıları unutturan kısa süreli bir duygu iken, anlık bir yaşantıya sığmayıp yaşam boyu devam etme istidadı taşıdığı kanaati, onun hakkındaki söylemdem ibarettir. Bunu da herkes bilir. Diyelim ki tüketimin sağladığı, uzun süreli bir mutluluk söz konusu; hedonizmi güçlü bir tercih şıkkı olarak özendiren tüketimin sonucu olan mutluluğu insan iyiliğinin yerine koyabilir miyiz? Herhalde hiç kimse buna evet, diyemez. Bilim alanındaki çalışmalara bakarak, uzun ve mutsuz, hatta
Bozulan ve Kurulan Düzen 327
rastgele bir yaşam mı iyidir yoksa uzayıp gitmeyen ama mutlu bir yaşam mı? Bu da soruluyor. Pratik bir sonuç doğurmaya cak, alternatifleri tercih konusu olamayacak bir soruyu saçma saymamızda bir sakınca yok. Mutluluğun formülünü bilmiyo ruz aslında. Bildiğimiz ya da genelgeçer kanaatlerin söylediği kadarıyla mutluluk tablosunun her zaman kaliteli bir yaşamı gösterdiğinden emin olamıyoruz. Bilimsel çalışmaların insan ömrünü uzatma yönündeki çabası daha gerçekçi (kimilerinin mutluluk dediği) bir memnuniyet profili verir. Çünkü bu ça baların temeli hastalıklı dokuların sağaltılmasına dayanıyor ve gerçek verileri göz önünde bulunduruyor. Hastalıklı dokula rı tedavi etmek suretiyle insan ömrünü uzatmadaki başarının beklenen seviyede olmaması, bu yolda kazanılan deneyimlerin değerini azaltmaz. Yaşamın kalitesi fukaralıkta aransın ya da aranır demiyo ruz. Fukaralıkla övünmek, imkanların en kıt olduğu durumlar da bile, kişiliğine bağlı değerler açısından övülebilir durumda olmasına bağlidır insanın. Zati değerleri aklına geldikçe, bu insanın kendisiyle övünme duygusu uyanabilir. Sahip olduk larıyla övünmemek de bu yüce değerlere dahildir. Övünmek kimi zaman, bir şeye sahip olmayı başkalarını küçümsemek amacıyla -sırf bunun için- kullanmak ve boş gururun dışlaş tırılması demektir ki; övgüyü hak eden insan bunu yapmaz. Övgüyü hak eden insanın hissettiği ve yaptığı, hamdetmektir aslında, övünme değil. Çağımızın ölçülerine göre zenginliğe sahip olmayan toplumların Batı karşısında kendini savunma sında "fakir durumu sürdürmeyi istemek" anlamına çekilecek ifadelere rastlanabilir. İsteyen o anlamı çıkarsa bile bu yöndeki ifadeler fukara kalmak isteğinin değil, kişiliğini savunmak zo runda kalmanın bir sonucu ve savunmanın bir biçimi olmuştur. Rousseau, zenginlerin birçok şeyi yoksulların elinde bulunma dığı için istediğini belirtir; işe yarasın yaramasın. Bu psikolojik tablo aşılmış sanılır, ama gösteriş eğiliminde ve görmemişlikte hiç eksilme yoktur bugün. Fakirler, fakir olmayanların kapıldığı
328 Çalkantı ve Dalga
psikolojik durumu sezgileriyle bilirler ve ona karşı savunmaya geçerler. Buradaki amaç kişiliği savunmaktır zenginlikte yarışa girmek değil. Kaliteli yaşamın araçları ile böyle bir yaşamı var kılan nitelikler aynı değil. Otorite olmak gibi toplumsal hiye rarşideki yer bir yana, biz kişilik olarak değerli bulduğumuz birinin davranışlarına ve duygularının yansımasına bakarak bu hükme varmışızdır, genellikle. Yaşamın kalitesine görünürlük kazandıran, duygular ve davranışlardır. Tüketim toplumu ideolojisinin yaygınlaşmasına karşı ko nulamıyor diye insanların buna teslim olduğunu sanmamak gerek. Zaten insan direnemediği her şeye teslim olmaz, pes etmek bile teslim olmak sayılmaz. Modern çağların burjuva sınıfı elinde bulundurduğu zenginliği havadan kazanmadığı nı, kapitalist düzenin iyi bir oyuncusu olarak bir biçimde ele geçirmediğini, yani onu hak ettiğini gösterme ihtiyacı için de olmuştur her zaman. Bu meşrulaştırma girişimiyle paralel biçimde, parasal gerekçelerin dışındaki nitelikleri dolayısıyla saygınlığa sahip bir soylular sınıfı oluşturma çabası da yok de ğildir. Emeğin hakkını yeterince ödemeyen, bu hakkın veril mesi karşısındaki gizli direnci haklı bulan bir düzen sürdüğü halde, yaşamda en önemli değerin emek olduğu söylemi yay gınlaşıyor. Servetinin kaynağı kuşkulu olan birileri, kendisinin de emeğinin karşılığını elinde tuttuğuna inanılması için bu ka naate katılıyor olabilir. Onun böyle yapması bile sadece zengin olmanın değil, insanlar arasında emeğin gözde tutulduğunu gösteriyor değil midir? Bir de doğal olarak, yetenek var. Resim, müzik, yazı ve başka yetenek konuları etrafında oluşan servet ler de insanların gözünde doğrudan meşruiyete sahip olmak tadır. Yani bir yeteneğin başrolde olduğunu gören insanlar bu nun üstüne gelen emekle oluşan zenginlik arasındaki orantıyı sorgulama konusu yapmıyorlar. Bu duruma göre, saygınlık elde etmek için yapılan gizli mücadele köylülerle şehirliler, eskilerle yeniler, hatta zenginler ile fakirler arasında değildir; mücade lenin asıl aktör tarafları on sekizinci, on dokuzuncu yüzyıllarda
Bozulan ve Kurulan Düzen 329
olduğu gibi aristokrat ve burjuva sınıflarıdır. Türk romancılığı nın ilk örneklerinde gördüğümüz beyzade züppeliğine ve son radan görmeliğe yönelik küçültücü ifadeler, bize özgü ve değer kollayıcı yaşamın sahibi durumundaki bir tür aristokratlardan, yeni zenginlere yönelen eleştirilerdir. "Yaşam kalitesi"ni ararken tüketim ölçülerinin üstünde bir ölçüyü (başkalarıyla paylaşılabilir olanı, herkesi kapsayabilecek olanı) hedefe koyabilmek en doğrusudur. Gerçekleştirmekten değil, hedef haline koymaktan söz ediyoruz. Bunun duyum sal karşılığı, özlemdir. Çünkü nesnenin ya da halihazır olanın dışında kalan bölüme ilişkin her ölçünün aslı, daima "ideal bir konum"dadır. İdeal bir konum ile ona ulaşma arzusunun bilinçte yer etmesini ilk adım sayalım. Halihazırdakilerden başka nitelikleri öne çıkaracak ölçüler manzumesi toplumsal hedefte bir tercih şıkkı olarak ortaya konulduğu zaman (ki bu entelektüellerden beklenecek bir iştir) insanlara düşen, önce bu doğrultuda tercih koymak, sonra da kendi gerçekliklerini "ideal konum"ıt ayarlamak olmaktadır. Bu durum ise ideal ola nın, ideal olarak yaşamın halihazır gerçeği olması, yani mevcut şartlar ölçüsünde gerçekleşmesi demektir. Yaşamda, içtenlikle arzu edilmesi ile gerçekleşmesi bir olan değerler vardır. "Bugün bir uygarlık var, bu bir gerçekliktir. Öyleyse insan olgunluğuna varmayı bu gerçeklikle arayalım" denilmesini, çıp lak görünüşe bakarak davranışta gerçekçi olmanın bir delili sa yanlar vardır. Ama insan olgunluğu gibi bir uygarlık hedefinin tüketim hırslarına kurban edildiği yer ve dönemde, kurbanın içine düştüğü durumu gerçek veri saymakla yetinmeyip, başka perspektifler bularak insanların önüne koymak gerekiyor. İh tiyaçların dengelenmesine öncelik verildiği önkabulüyle, aran ması gereken perspektife ilişkin nitelikleri İslam toplumlarının kolayca bulacağı düşünülebilirdi. İslam kültürü, sanayileşme sonrasında model gösterilecek ölçüde, özgün bir toplumsal yaşam örneğini ortaya koyabilmiş değildir. Teorisindeki üstün nitelikleri burada saymanın yararı yok ya da çok sınırlı olabilir.
330 Çalkantı ve Dalga
Elimizde bir model olmayınca teoriden yola çıkmak güç; çünkü somutlaşmayan teoriyi anlatmak kolay değildir. Ayrıca yaşama ilişkin ne varsa yaşanmak içindir; salt bilgi olması ve bilinmesi yetmez. Hakikat arayışının, günlük gereksinimlerini karşılamak isteyen insanları piyasa koşullarına hapseden çağ daş gerçeklik tarafından anlamsız hale getirildiği bir dönemde, eski çağlarda ve toplumların olgunlaşmasında insan yaşamı na kalite getirmiş olan nitelikler hakkında konuşmak yetmez, bunların, tanımlanması ve yaşamdaki yerinin güçlendirilmesi gerekir. Sade bir insanın, yaşamını, yakın çevresiyle sağlıklı bir ile tişim ortamında sürdürmesinin yerini herhalde başka hiçbir medeni imkan dolduramaz. Medeni yaşamın göstereni, çok taraflı sağlıklı iletişimdir. Bu anlamda, ilkel dediğimiz yaşam çevreleriyle çağdaş yaşama biçimi, özünde bizden aynı şeyleri ister; anne ya da baba ve çocuk ilişkisinde olduğu gibi. Yaşam daki her şey iletişime indirgenebilir demiyorum; ama tek tek insanların her seviyede ve koşulda kendilerine yeten bir ileti şim ortamına sahip olmaları halinde, toplum içinde günlük ya şamı kolaylaştıran imkanların anlamlı bir mutluluk vereceğini, imkansızlıkların çözümünün de bu çerçevede sağlanacağını söylemek istiyorum. İletişimin sanayiye uygulanmasıyla bir iletişim sektörü doğdu. Bu başka bir şey tabii. Pazardaki payı günden güne ar tan iletişim sektörü piyasada öylesine geniş bir yer edindi ki, içinde yaşadığımız çağı "iletişim çağı" olarak niteleyenler var. İletişim içinde yaşam sürmenin önemini belirtmek için bir iki cümle kurmaya çabalarken, iletişim sektörünün kral olduğu bir dönemi anlatmaya girişecek değilim. İ çinde bulunduğumuz döneme "iletişim çağı" adını vermeyi tercih edenler, insanla rı uydular üzerinden bilgi pazarlarına ulaştıran cihazları bize tanıtıp duruyorlar. İ letişim denildiğinde de önce araçları akla geliyor, iletişimin kendisi değil.
Bozulan ve Kurulan Düzen 3 3 1
Toplumsallaşmanın ve toplu halde geçinip gitmenin sırrı, insanların birbirine açılmasında, manevi varlıklarını güvenle birbirlerine emanet etmeyi mümkün kılari insani iletişimin mevcut olmasındadır. Bunun özü, insanlararası doğal bağ lantının kaynağı olan içtenlikle yoğrulur. İnsanları farklılık temelinde ele alanlar bireyin özerkliğini çatışmalı bir toplum dokusunda açıklamayı tercih ediyorlar. İletişimde bağlantının kendisine değil, tarafların başlama noktalarına ağırlık veren bu açıklama biçimi insanlar arası bağlantıyı, bir düzen üzerinden olmaksızın temel almamıza imkan vermiyor. İnsanlar ara sı bağlantının temel alındığı, geçişlerin, anlaşımın, iletişimin, genel uyumu sağlamanın ihmal edilmediği toplumsal yapıda, aradaki bağı canlı tutan yaşamsal değer, içtenliktir. Bireyin kendi içinde olgunlaşan özerk bir varlık olduğunu kabul ederek diyebiliriz ki; kendisi gibi olanlarla kurduğu bağlantıya içten liğiyle yaşam vermesi, kişinin Tanrı ile bağlantısının toplumsal düzleme yansı�a durumuaur. İçtenlik şiir aracılığıyla, şimdi ve burada olmayanların duygusal hazineleriyle kurulacak ileti şimin, mümkün ve muhtemel yatağıdır. İ letişim teknolojisinin, insanların eline tutuşturuğu araçlarla karşılıklı şeffaflaşma ve anlaşımdan ibaret gerçek iletişime mi, yoksa toplumsallıktan uzaklaşmasına ve birbirinden kopuk yaşamasına yol açtığı in sanları oylamaya mı daha çok hizmet ettiği tartışmalıdır. Çağdaş dünyada insani niteliklerin seferber edildiği bir du rum, ilkel toplumlardaki akraba ya da anne evlat gibi birbirine yakın insanların sahip olduğu mikrop kapmamış, yani doğal duygularla aramızdaki bağa işlerlik kazandırabilir. Çağdaş ya şamın doğal duygulardan örülü bir geçmişe sahip olduğuna ve bir miras olarak buna sahip çıkmanın iyiliğine dair bilinç sahibi olmamız, kaybettirmez, kazandırır. Önem verilen tek niteliğin para kazanmak olduğu, "yaşamın gerçekleri" dedikleri düzenlemelerle insanların buna mahkum edildiği bir toplum da, doğal değerlerin aşındığını, bizi çevreleyen dünyada insani değerlerin geri geri gittiğini görmekteyken, birbirimize hitap
332 Çalkantı ve Dalga
edişte tek aracımız olan dilin gerçekle doluluğunun, birbirimi zin yüzüne bakışta kararlılığın ve içtenliğin önemi vurgulan malıdır. Özgürlük ve güvenlik çerçevesi sağlandıktan, günlük yaşamın gerekliliklerini organize ettikten, gelecek endişesinin toplumsal ufukları korkuyla dolduracak boyutlarda olmayıp tek insanın olağan beklentileriyle örtüşme ölçüsünü aşmadığı bir düzeni işletebildikten sonra, kaliteli bir yaşamın sürüp git mesini sağlayacak ve bize açıklayacak tek anahtar kavram var; o da iletişimdir. Dediğimiz gibi, iletişim toplu halde geçinip gitmenin anahtarıdır. Medeni yaşamın ölçüye gelmeyen sırrı, insan insana iletişimin sağlığında mündemiçtir. Yine de şu kadarını bilelim: İslam kültürünün insanlı ğa "yaşam kalitesi" sunduğu dönemlerin sadece tarım toplu mu olarak yaşanabilen tarihi sürece özgü olarak kaldığı (artık bittiği) düşünülemez. Gerçeğin tarihi dönemlerde yaşananlar olduğu elbette unutulamaz, geçmişten bugüne yansıyanlar bu günün gerçeği sayılır. Hakikat ise bu süreçlerde olup biten lerden ibaret görülemez. Soyut hakikat somut gerçekliği, her dönüşümünde besleme potansiyeline sahiptir. Hakikatten sı zıp gelerek günlük yaşamın gerçeğine katılan ışık, insanların ihtiyaç duyduğu manevi iletişim kanallarını açık tutar. İnsanın olgunlaşmasıyla, ne kadar adil olunursa o kadar kaliteli yaşa nacağı inancını pekiştiren anlam ışığı manevi iletişim kanalla rında dolaşır.
YARIŞ DEVAM EDİYOR Teknoloji yarışını sanayileşmiş ülkelerle sanayileşme yolunda az mesafe almış ülkeler farklı yöntemlerle sürdürüyor. Sanayi leşmiş ülkelerin eriştikleri teknolojik seviyeyi korumak ve tek nik donanımlarını ayakta tutmak amacını güttükleri, temel po litikalarını bu amaç doğrultusunda belirledikleri çok açık. Bu gibi ülkeler arasında teknolojik yarışın en görünür alanı ticari
Bozulan ve Kurulan Düzen 333
rekabettir. Rekabet araştırma ve tasarım alanında da var, ama teknolojik bilgi alanındaki rekabet, araştırmacılar, bilim adam ları ve konu ile ilgili çevreler dışında pek bilinmiyor. Ticaret alanındaki rekabet, kar ve sermaye hareketlerine ilave olarak mevcut yapının ayakta kalması ve yenilenerek sürdürülmesi için şart. Ticaret yaparak pazara açılıyor, ürünleri yaygınlaştır mayı ve kaynak artırımını sağlıyorlar. Ticari alandaki rekabet toplam pazarın yüzde onluk bir bölümünde canlılık sağlıyor sa, kalan yüzde doksanlık bölüm hırpalanıyor. Yeterince sa nayi tesisi kuramamış ülkeler, kendilerinin dışında odaklanan teknolojik yarışın etkilerine "maruz kalmak'' durumundadır. Hırpalandığını hissedenlerden pek çoğunun, rekabetle ilgisi olmadığı halde dahil olmaya sürüklendiği yarışın sonuçlarını göğüslemekten başka yapacağı bir şey yok. Teknoloji alanında yapılan çalışmalar toplamda bir bilim meselesi olduğu kadar sanayileşme yolunda toplumlara destek sağlamıştır. Kalkınma başlığı altında ele alınmıf bulunan sanayileşme sürecini arka sıralarda takip eden ülkelerde teknoloji zenginlik sağlama bek lentisinin ötesinde, bütün siyasi oluşumlara bir şekilde katılmış ideolojik bir etkiyle yol alan bir "toplumsal hedef" halinde iş lemektedir. Teknolojiye ilgi duyanların, teknolojiyi ve tekno lojiye ilişkin bilgiyi üreten toplumların yapılanmasına yönelik merakı gittikçe derinleşti. Bir toplumda geleceğe yönelik ortak hedefin mayalanmasında, dünya ölçüsündeki bilgilerin alım lanmasına ve bu bilgileri endüstriye aktaran toplum yapılarına duyulan ilgi, insanların kendi arzularında ve gelecek tasarım larında şekillenen hedeflerden daha güçlü etmenler oldu. Bu nedenle, bilgi aktarımı ve değiştokuşundaki tarafsız nitelikten fazla, bir taraftan diğerine yönelen ideolojik etkiden ve zihin sel müzakereye giren bireylerin öz niyetlerinin kaynaşmasıyla doğduğunu düşünemeyeceğimiz bir toplumsal hedeften söz ediyoruz. Odağı başka yerlerde kurulu bir yarışın yönünü etki lediği toplumsal hedef, toplumu oluşturan bireyleri kendisine uyma yönünde değişime zorluyor. Bireylerin, zihinlerindeki
334 Çalkantı ve Dalga
eski dünya kavrayışına uygun hedeflere yönelmişliği devam et tirerek, halihazırda içinde yaşadıkları toplumu en verimli amaç etrafında toplayacağını söyleyecek değilim. İnsanların dikkati ni bilgi üzerinde toplandığı toplumlar vardır. Dikkatlerin kay nağında gelişen düşünceler, uygulanacak bir program bulduğu zaman ideolojiye dönüşür. Uygulama aşamasına geçildiğinde bazı ülkeler ideolojik hareketlere ve teknolojik yatırımlara sahne oluyor. Bu ülkeler insanların gözünde fikir, ekonomi ve teknoloji açısından birer odaktır. Odaklanma ve yoğunlaşma alanlarının uygulamada birinci derecede önem taşıdığı, bu ala nın dışında yaşayanların niyetlerinin hesaba katılmadığı da bi linmesi gereken bir gerçek; ben de bunu hatırlatmak istedim. En gelişmiş tasarıma ve teknolojiye bağlanacak amaçlarda bireyin öz niyetiyle kaynaşan bir hedefin tutturulması lazım. Düşünce de temelde uyumun sağlanmasından sonraki fıliz lenmelerle gelişir. Teknolojik yarışta şöyle böyle tutunmaya çalışan bir toplumun bireyleri, toplumsal konumlarıyla oran tısız ve dolayısıyla anlamsız bir yarışma ile yüz yüze oldukları duygusuna kapılarak, sarsılan ve değişen yönleriyle gerekirse kavgasını vermeye hazır oldukları bir uyum arıyorlar. Tekno lojik bilgi ve verimlerin değiştokuşuna dayanan büyük yarışta toplumları, madde dışı öz niyetlerini dışlayan bir ideoloji te melinde inşa etmenin değeri şüphelidir. Teknolojiyi üreten toplumlar Batı'da. Asyada teknoloji ürünlerinin üretildiği alanlar Batı'nın devamı sayılıyor. Top lumsal yapıların dünya ölçüsündeki değişimini tetikleyen devrimler, önce Batı dünyasındaki ülkelerde sahnelenmiştir. Batı toplumlarını kabuğunda bırakmayan ve şekil değiştirme ye zorlayan temel arzuları anlamaya çalıştığımız kadar, onları şekillendiği süreçlere baktığımız zaman tarihsel iç kavgaların zincirine rastlıyoruz. Yirminci yüzyıldaki dünya savaşlarını iç kavgaların genişlemiş hali olarak okumak mümkün. Batı dün yası aynı yüzyılı dolduran entelektüel ve toplumsal çatışmalar la beslenen kavgaları bir biçimde terk etti. Yaşanan çağ hızlı
Bozulan ve Kurulan Düzen 335
ve eylemlerle dolu olduğundan entelektüel çatışmalara dair haberler birdenbire kesilerek aradan çıkti. Çıkar ve pazar iliş kilerinin düzenlenmesiyle sonuçlanacak uzlaşma arayışı dev reye girdi. Bu tür bir arayışın -Türkiye gibi- teknolojik yarışı arkalarda sürdüren toplumlarda yankılanmasıyla, toplumsal hedeflerin yatağı durumundaki ortak duyguların ve kolektif eylemlerin etkinliği azaldı. Buna mukabil bireysel çıkarlarını uluslararası ölçekte kollamakla figüre edilebilen modeller or taya çıktı. Bugünkü varlığını toplumsal iç kavgaların sonucuna borçlu olmayan, geçmişine baktığı zaman dirlik ve bütünlük gören bir ülkede bireyler üzerindeki bu değişimler gruplar arasında ki çatışmaların kaynağı ve yaygın bir toplumsal sorun haline gelen kimlik krizlerinin nedeni · olabiliyor. Üstelik bu yarışın kültürel boyutunun, geçen yüzyılda olduğu gibi toplumsal dönüşümleri "açıklayıcı" sıfatlarla ortada görünmek zorunda olduğunu düşünemiyoruz. Gerçek bir toplumsal hedef, yaşa mın bütün alanlarını kapsamak iddiasını taşır ve sadece elit bir grup değil toplumun bütünü aynı hedefi kendisine yakış tırdığı, yakalamak için çaba göstermeye değer gördüğü takdir de anlamlıdır. Bunu söylemekle, merkezi bir yönetimin bütün toplumu tek program etrafında toplayarak kontrolü ele alma sını kastetmiyorum. Merkezlerin sıkı kontrolle yönettiği top lumların melekelerini diledikleri şekilde kullanamadıkları için çürümeye gittiğini yirminci yüzyıldaki örneklerinde gördük. Yaşamın bütün alanlarına ışık tutabilen bir ufka sahip olmakla, her toplumun aynı iklime mensup olduğunu düşünerek yapıl mış programların içinde yer almak aynı kapıya çıkmaz. Yarış geçen yüzyılda toplumsal yapıları dönüştürmeye dönük olarak insanı ve toplumu açıklamayı üstlenmiş kültürel boyutlar içe riyordu. Göründüğü kadarıyla herkesin, içinde ya da etrafında yer kapmaya çalıştığı liberal ekonomi, rakiplerinin etkisizleşti ğini gördükçe yaşam üstüne bilgi toplamaya, yaşamı anlamaya ve yorumlamaya gerek duymuyor.
336 Çalkantı ve Dalga
On dokuzuncu yüzyıl, aynı zamanda keşifler çağı idi. Tekno loji alanındaki kazanımların bir yandan tasviri yapılıyor, diğer yandan toplumbilimin sağladığı tasnif ve ölçümleme imkan larının kullanılmasıyla insan ve toplum yaşamı hakkında yeni görüşler ortaya konuluyordu. Bu ikiz gelişme, kurgu temelli edebi eserlerde anlatılmıştır. Bilimsel çaba (teknik ve toplum sal) her iki kanatta yeni keşiflerle ilerliyordu. O günden bugüne teknolojinin temelindeki bilimlerle ilgili keşiflerde bir azalma olduğu söylenir. Bizim, miktar ölçümü yapmamız söz konusu değil; ama elektronik ürünlerin pazarlandığı mağazalarındaki parıltı ve müşteri bolluğu dışında, keşiflerle ilgili aman aman bir heyecana biz de rastlamıyoruz. Yirminci yüzyılın keşifleri, tarım ile sanayi oluşumları arasında kalan süreçte, maddenin akla hayale gelmeyen işlevlerinin bulunmasıyla geçen on do kuzuncu yüzyıla bakarak mukayese yapınca; proje uygulaması ve imalatın geliştirilmesiyle ortaya çıkan, keşif değeri büyük olmayan sonuçlardan sayılsa yeridir. Mendeleyev tablosunu yorumlayan Gaston Bachelard "dört elementle karmaşıklaşmış ve parçalanmış olan kimya felsefesi, doksan iki elementle ba sitleşip birleşiyor" demiştir. Bir de on dokuzuncu yüzyılda art arda gelişiyle baş döndüren keşiflerin günümüzde görüldüğü kadar kısa zaman içinde ticarileşmediğini söylememiz gerekir. Günümüzde iletişim teknolojisindeki gelişmeler, televizyon ve bilgisayar tabii ki sağladıkları yararın ötesindeki ışıltılarıyla, madde ve enerjiyle heyecan veren tanışmanın geçen yüzyılla ra ait olduğu gerçeğini unutturuyor. Bu unutuştan gocunmak için neden yok. Bilgisayar teknolojisi örneğinde belli bir sıra ile ve açıkça izlenebildiği gibi, proje üstünde oynamak sure tiyle elde edilen gelişmeler keşifçi duyguyu tatmin etmektedir. Keşfetmeye yönelik arzular toplumsal alanda bastırılırken, dü zenleyici ve mevcut verileri uzlaştırmakla yetinen çalışmaların önünün açılması karşısında, geçen yüzyıldaki keşif tutkusunun yatıştığını düşünmeden edemiyoruz. Tabii ki her hafta satışa çıkan yeni ürünleriyle elektronik malzemelerin çeşitlenmesin-
Bozulan ve Kurulan Düzen 337
den heyecan dalgalarının kabarmasına engel değil bu durum. Ticaret ile ticareti mümkün kılan somut bilgi akışı arasındaki denge, bize keşfetme sevinciyle birlikte gelen bilgilerin geçen yüzyıldaki konumundan farklı bir yeri gösteriyor. Teknolojik yarışta, salt bilgi, bilgi olarak değerden düşüyor, bilgi üreten çabalara anlam veren ise elde edilen bilgilerin ticari rekabete sağlayacağı katkı oluyor. Yüksek teknolojiye sahip toplumlar kendileri için, "tek nolojiye sahip durumda olmak"tan daha başka anlam taşıyan (daha ileri) bir hedef ihdas edebiliyorlar mı? Son zamanların, çevre ülkelerden Avrupa'nın ileri derecede sanayileşmiş bölge lerine yönelen göç dalgası yeni bir Avrupalı kimliğinin inşası girişimlerini ya da Avrupa'nın ne olduğuna dair cevap arayış larını ileriye doğru tetikledi. Aynı zamanda Avrupa kurumsal olarak Avrupa Birliği mevzuatı çerçevesinde göçlerin doğur duğu güncel meselelere çözüm arıyor. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa'daki sanayileşme siirecine bağlı olarak gelişen şehirler sanayi toplumlarının çekirdeğini ve modellerini oluşturdu. Teknolojide ve sanayileşmede gelişme kaydeden ülkelerin baş lıca hedeflerinden biri sanayi toplumunun kurulmasıdır. Bu hedef, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki bir tür yarışmanın konusu olmuş idi. Aynı yüzyılda, toplumbilim alanındaki araştırmalar ile modern ede biyat içinde ortaya konulan eserler sanayileşme hedefine bir içerik kazandırdı. Tüketim toplumu fikrinin çekici olduğu bir gerçek; bu çekime bağlı olarak teknolojiyi yapan, geliştiren, bunun için gerekli bilgiyi üreten toplumların doğası, yapısı ve itici güçleri ciddi merakların ve araştırmaların konusu olmuş tur. Tüketimdeki çekiciliğin bu merakı bilim aşkından daha fazla beslediği çok açık. Batı edebiyatlarına yönelik ilginin bir nedeni bilimsel gelişmede başarı sağlamış toplumları duygu larıyla da tanıma ihtiyacıdır. Geçen yüzyılda, dış dünyalara yansıyan bilimin, teknolojinin ve bunları oluşturan toplumlara ilişkin bilginin aynı zamanda bilimle zenginleşmiş ve yenilikçi
338 Çalkantı ve Dalga
bir yaşam kalitesi sunduğu düşünülüyordu. Günümüzde ise, eskiden yapılmış tanımları vurgulamakla ve varılmış toplumsal hedeflerden başkasını görememekle atılım eksikliği anlamında bir tür durgunluk dönemine girilmiş ve yaşama kalitesini artı racağı düşünülen vaadler sona ermiş oluyor. Batı'daki siyasal düzenlere yönelik eleştirilerini, zaman za man düşmanlığa varan bir üslupla dile getiren filozoflar ve ya zarlar, aslında o vaat eksikliğinin cesaret kırıcı acısını yansıtı yorlar. Batıda ve batı dışında akım haline gelmiş eleştirilerdeki temel kaygının "insani boyut" üzerinde toplandığını söylemek herhalde bir olguyu dile getirmek olacaktır. Bu eleştiriler, za man zaman isyana varan edalarıyla bireysel duygu yoğunlu ğunu yansıtıyor. Batı dünyası modern tarihin ilk yüzyıllarında sanayileşme atılımı ile aynı zamanda ilham ettiği toplumsal hedeflere denk bir hedefi ortaya koyamıyor. Yaşam devam ediyor, toplumların önüne konulan hedefler durağan kalamaz. Kozmik düzenin ve insan hayatında onu karşılayacak değer leri arayışın bin yıllardır insanlığa yaydığı müşterek hedefler var. Bu hedefler ve insanlarda bulduğu karşılıklar Batı'nın ve Doğu'nun yüzyıllardır el üstünde tutulan klasiklerinde bulu nabilir. Bir model olarak Mesnevi ve Mantıku't Tayr ile İla hi Komedya ve Fauslta görüleceği üzere klasiklerde insanı erdemli olmaya götüren nitelikler ve beşeri melekeler bazen doğrudan doğruya bazen de karşıtı üzerinden hatırlatan bir kurguyla vurgulanmış, insanlara öğretilmiş ve hatırlatılmıştır. Günümüzde bireyin benliğini etkileyen ideolojik fikir örgü süyle toplumsal düzen arayışı, insanları, eski dünyada ortak değerlerle sağlandığı ölçüde, etrafında toplayamıyor. İnsanın sonluluğu ve tüketilemezliği karşısında, belki de en iyisi hayırlı olanı da içeren belirsizliktir. Bundan sonrası bireyin kendinde ayırt etme duygusu ile tercih geliştirerek arayacağını, seçece ğini ve vazgeçemez olduklarını bilmesine kalıyor. Toplumsal hedef kaybının ve bir anlamda hedefsiz kalmanın, iffetsiz alış kanlıklar ve yaygın uyuşturucuyla denge aramaya çıkan bireyin
Bozulan ve Kurulan Düzen 339
hayatında ortaya çıkardığı çözümsüzlük ekonomik imkanlar sayesinde perdeleniyor. Tüketimdeki artış, ağrı kesici işlevi görmektedir. Batı dünyasına yönelmiş başka ülkelerde bu ni telikteki hedefsizlik ve onu gizlemesi beklenen ekonomik per delenme toplumsal altüst oluşlara karşı duyarlı yazarları isyan ettirmektedir. Ekonomik hedeflerin kuşatması altında, insanı merkeze alan fikir akışını korumanın, toplumsal gelişmeye engel olduğunu düşünerek ortadan kaldırılmasının istenmesi kabul edilemez Eğer denirse ki, bu düşüncelerin çoğu Batı toplumlarını gözlemekten doğmuştur, çıkarılacak sonuçlar da onları ilgilen dirmesi gerekir. Problemler doğduğu yere aittir. Tabii ki nere de doğmuş olursa olsun, bizi ilgilendiren; problemin, genelde insanı kuşatmasıdır. Ve deriz ki; kendileri için teknolojik ba şarıdan başka hedef koymayan toplumlar teknolojiyi üretme yen ama onun ürünleri karşısında açlıkla kıvranan toplumların önüne "toplumsal hedef" it.oyma hakkını kendilerinde gördü ler. Hedef koymanın gerekli kıldığı, insana ilişkin bilgi üreti mi sekteye uğradı ama onlar aynı hakkı kendilerinde görmeye devam ediyor. Böyle olmasaydı, ne ticari rekabet bizi ilgilen dirirdi ne de teknolojik yarışa bakacak zaman kaybını göze alırdık. Dinin teorik içeriğine kimi yerde açık olan kimi yerde büsbütün kapalı kalan hümanizm, teknolojiyi elde etme peşin de olanlara tavsiye ettikleri toplumsal hedeflerin mayası du rumundadır. Hedef belirlemedeki kayba bağlı olarak bu maya bozulmuş bulunuyor. Hümanizmin felsefi kurgusu ve anlatımı, günümüzü değil, eski yüzyılları hatırlatıyor; insanlar arası ile tişimin ruhunu canlandıracak ilhamı vermiyor. Bugün, dinsel niteliğinden koparılmış aşkınlık ise yeterince doyurucu değil. İ brahim Müteferrika' nın, şu yalın ifadesi her zaman için yerindedir: "Malı ve gücü olanlar galip geldiler. Her defasında, galip gelenler, yenilenleri itaate zorladılar. Genelde sonuç, güç lülerin, yendikleri ülkeleri diledikleri şekilde yönetmek isteme leri oldu. Kendilerine layık işlerden gafil oldular."
340 Çalkantı ve Dalga
Savaşların toplumları etkilediği ve etkilemeye devam ede ceği gerçeği bir yana; son cümledeki sıfata dikkat. "Kendileri ne layık işler." Üstünlük sağlayanların neleri kendilerine layık görmesi beklenebilir. Bu nitelemede belirleyici olan, malı ve gücü olanların takındığı tavır değil, onlar hesabına ve onlar hakkındaki beklenti sahibinin, insanlarda ancak insanlığa ya kışanın bulunmasını arzu eden gönül zenginliğidir. Bu zengin liğin sahibi olan bir şahsiyet, gücü olana ve galip gelene en iyi hasletleri yakıştırıyor. Gücü olanın ve galip gelenin ise kendisi ni genel geçer değerlerin üstünde bir nitelemeye layık görebil mesi için, yarış bitmeden yarışı aşmış biri olması gerekir. Soylu olmak biraz da böyle bir durumdur. Müteferrika, galip gelen lerin ancak bir soyludan beklenen davranışları, "kendilerine la yık" görmelerini umuyor. Onlar maddi alan dışında değer ifade eden bir hedefe varmayı istemelidir ki, genel geçer değerlerin ötesindeki niteliklere hak kazansınlar. Gurur sarhoşluğuyla akla getirmedikleri bir değeri onlara yakıştıran ve hatırlatan kişi ise, insan olgunluğunu toplumsal hedef kabul etmiş bir toplumun, İ brahim Müteferrika gibi seçkin bir üyesi olabilir.
ZENGİNLİK VE KÜLTÜR Kültürü sosyolojik bir olgu olarak düşündüğünüz zaman, her toplumsal biçimlenişin ya da ilgilendiğiniz her toplumsal biri min bir kültüre sahip olduğunu görürsünüz. Söz konusu kültür yaratıcı niteliklerinden uzaklaşmış olsa dahi onu yok sayamaz sınız. Yaşamın, yerleşik ya da gezgin olarak, şehirde ya da kırsal alanda sürüp gitmesi temel olguyu değiştirmiyor; çünkü her yaşama biçimi ona bakarak yaşamı yorumlayacağımız bir kül türü yansıtıyor. Bir topluluğun maddi imkanlarının kıt olması kültürel hazinesinin zayıf olmasını gerektirmez. Şu var ki kültür zenginliği, servet ve maddi bolluk ortamın da ifade edilme arzusunu kamçılar, gücünü kazandırır, kendi-
Bozulan ve Kurulan Düzen 341
sini ifade edeceği araçlara kavuşturur. Servetlerin, kültür oluş turucu kaynakları harekete geçirme derecesine bağlı olarak, bu kaynaklar potansiyel imkan olmanın ötesine geçer ve kültür zenginliğine dönüşür. Bunun en açık ve kanıtlayıcı örnekle ri, vaktiyle büyük maddi imkanları seferber ederek yapılmış ve bugünlere gelmiş mimarlık eserleridir. Bu eserler parayla yapılamaz, parayla ölçülecek imkan olmadan da yapılamazdı. Devasa mimarlık eserleri sadece yapım teknolojisini ve sanat karlığı yansıtmakla kalmayıp, yapıldığı dönemin şehirlerinde toplanan zenginlik hakkında bize fikir veriyor. Maddi zengin liği yoğuran ellerin, sahip olduğu imkanları ne yönde kullan dıklarını da bu eserler bize gösteriyor aynı zamanda. Çağımızda, özellikle plastik sanat dalları ve sinema alanın da çok sayıda eserin ortaya kon�duğu ve büyük projeksiyon ların gerçekleştirildiği yerler, hatırı sayılır servetlerin biraraya toplandığı ülkelerdedir. Niçin böyle olduğuna ilk ağızda ve rilecek cevap �or değil. Çünkü hatırı sayılır servetler, örneğin mimarlık alanında eser vermek için gereken altyapıyı ve ele manları sağlamayı mümkün kılıyor. Paranın olduğu her yer de aynı cinsten faaliyetler görülmüyor tabii ki. Günlük yaşa mı sürdürebilme ölçüsünde zenginlikleri denk sayılabilecek kapasitelere sahip şehirlerin ve toplumların her birinde aynı kalitede kültür faaliyetleri yok. Demek ki kültür zenginliği ni görünür kılacak yapıların oluşması için; servetin bu amaçla yönlendirilmesine önayak olacak bir istek ve iradenin de var olması gerekiyor. İrade, kültürde yaratıcılığı destekler, sadece taşıma ve aktarmayla yetinmez. Kültürün kimlik oluşturucu niteliklerini ve bunu uz bir dille ifade etmek için seçilen yolları belirleyen de bu iradedir. Yine de bir toplumda asıl zenginliğin insanların zekalarını kullanma alışkanlıklarında ve zekanın işlediği alanın niteliğin de aranması gerekir. Bir toplumun, bir şekilde kazanarak sahip olduğu maddi zenginliğin seviyesini koruyabilmesi de zekanın kullanımına bağlıdır. Doğal kaynakları toplumsal zenginliğe
342 Çalkantı ve Dalga
dönüştürmenin bilgi ve zekaya bağlı olduğu besbelli. Savaş yıllarında yerle bir olduktan sonra, civardaki malzemeyle aynı binaların kurulamadığı ve imalata dönük işlerinin bir daha toparlanamadığı bir şehir düşünelim. Buradaki eksiklik bü yük oranda zekanın eyleyebilme niteliğindedir. Bugüne kadar örnek gösterildiği gibi, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanya'da tahrip olan sanayi kuruluşlarının, savaş sonrasında geliştirilmiş olarak yeniden kurulması hazır sermayeden çok o ülkedeki bil gi birikiminde ve becerilerdeki ustalık ölçüsünde aranmalıdır. Asıl zenginliği zekanın işlediği alanlarda aramamız gerektiği açıktır. Günümüzde Amerikan yaşam tarzının dünyanın her ye rinde gözler önüne serilmesi, geleneksel yapılarının dönüşü me uğradığı süreçte bulunan ve travmalar eşliğinde zengin leşen toplumların önünde tek bir hayat tarzı varmış gibi bir görünümün doğmasına yol açıyor. Başkaca değer tablolarının sönmesi, varsa tercih şıklarının kararması için özel çaba gös terildiğini de söylemek yanlış olmaz. Geleneksel yaşam alış kanlıkları büsbütün silinip gitmemiş toplumlardaki zenginlik artışı ile Amerikan tarzı yaşama adapte olma hızının paralel biçimde gittiği bir sır değil. İnsanların tercih geliştirme kapa siteleri zayıfladıkça bu paralelliğin doğal ve kaçınılmaz olduğu düşünülüyor. Zenginleşme, yaşama tarzı bakımından insanla rın önündeki tercih şıklarını artıracağına bunun tersi bir du rum ortaya çıkıyor, zenginleşmekte olan toplumları daha çok başkaları tarafından belirlenmiş bir tercihin peşine takılmaya zorlayan akımlar küresel ölçekte hüküm sürüyor. Böyle bir du rumun doğmasındaki ve rakipsiz kalmasındaki baş sebep, baş ka kültürlerin, özellikle de kadim kültürlere sahip toplumların kendilerini ifade etmede ve yeni ifade araçları geliştirmede ye tersiz olmalarıdır. Ortada doyum yok, isteksizlik alabildiğine yayılmış bulunuyor. Bu yaygınlık, yetersizliğin hem sebebi hem gösterenidir. Üretime dayalı tesisler kitlesel tüketimin artması nı talep ediyor. Bu sistem fakirliği de besleyen bir süreci içerir.
Bozulan ve Kurulan Düzen 343
Burada doğanın (insan doğasının) ne istediğine, ne ölçüde istediğine bakılmıyor. Tesislerin gerektirdiğini istemek duru munda olan insanlar zamanını yaşam deneyimini denemekle geçiriyor. İnsan doğasının gerektirdiğini yapmak geleneksel kültürlerin, üstüne kurulu olduğu bir düzen ilkesi idi. Şimdi böyle bir eğilimin mevcudiyeti, güdüleri etkileyecek ve eylem leri yönetmede işe yarayacak sağlam ilkelere sahip olmaya bağ lıdır. İnsanı adil, özgür ve bu nitelikleri güçlendirir biçimde üretken kılanlar iyi ilkelerdir, kötü olan ise iyiliğe dönüşmenin yolları kapalı biçimde kötülükten kötülük doğurandır. Kapi talizm ile birlikte zenginliğin arttığı gerçeğine, üretim ve tü ketim hedefinin her tarafı kaplamasına ve alternatifleri silme yönündeki çizgisine takılarak, eski toplum yapılarındaki insani değerlere gönderen düşüncelerin uygulama alanı bulamayacağı ve bu nedenle fanteziden ibaret kaldığı ileri sürülüyor. Bu iddi anın peşinden gitmek kolaycılıktır. Çok güçlü kültürleri geri de bırakmış toplumlarda bile bu kolaylığın peşine takılan çok kişi var. Tabii ki, el kitaplarındaki bilgilerin yol gösterici olarak önerilmesi söz konusu olamaz. İnsani niteliklerin gerçek dona nım olması, görünürlük kazanması ve verimlilik artışı yolunda işe yaraması kültürel çabanın gereklerinden biridir. Zenginlik artışının kaynaklarından olduğu düşüncesi ve bu amaçla yapı lacak değerlendirme ayrı bir kategoriyi oluşturur. Bu kategori eski olsun yeni olsun, yöntemlerin işe yararlık derecesini koya cağımız yeri gösterir bize. Toplumlar zenginliklerini aynı yoldan sağlamadıkları gibi aynı tarzda kullanmamışlardır. Eski çağlarda zenginliğe sahip şehirlerde sürüp giden hayat tarzları birbirinin aynısı olmuş değildir. Her kültür hayata verdiği anlam ve insan olgunluğu nu gerçekleştirme amacındaki "tarz farkı" na göre, sahip olduğu zenginliğe farklı biçimde yön vermiştir. Eski çağlarda şehir lerin ve toplumların, kendilerini başkalarından, dilediklerinde tecrit ederek yaşama imkanları vardı. Ticaret yapılması nede niyle tecridin mümkün olmadığı (anlamsız olduğu) hallerde
344 Çalkantı ve Dalga
bile, bir şehir halkı kendi içindeki dengeleri bozacak ölçüde bir müdahaleden kaçınma imkanına her durumda bugünkünden daha fazla sahip olmuştur. Bizim, Batı dünyasına yönelişimizde izlediğimiz yöntem yirminci yüzyılın ikinci yarısında karakter değişikliğine uğradı. Günlük yaşamın Batı'ya ve Türkiye'ye özgü görünümleri karşı sında, zenginleşen sınıflardan başlayarak insanların tutumu ve tercihleri değişti. Toplumumuzdaki insan ilişkileri bakımından tatmin edici zemine sahip geleneksel kültür ışığında irdelendi ği hallerde, sonradan zenginleşen sınıfın edindiği alışkanlıklar toplumsal boyuttaki bir dengenin temelinde görünmediği için bozuluş örnekleri arasında sayılabilmektedir. Sarsıntı topluma yayılmadan önce bireysel ölçekte ele alınmıştır. Tanzimat döneminde yazılmış romanlar tanınmasını sağ ladıkları zarafet örneklerinden daha fazla, "çürüme"yi gözler önüne seren tiplerin tasvirleriyle doludur. Yazarların yozlaşma üzerine vurgu yapmakta ısrar ettiği açıktır. Örneğin, Recaiza de Ekrem'in Araba Sevdası 'nı düşünelim. Bu romanın önemli miktarda bir servete konan başkişisi, (fukaralaştıkça vakarı ar tan, eskiden sahip olduğu inceliği vakara dönüşen bir toplu mun içinde) yeni tarzda inceliklere sahip değil, sadece bir mi rasyedi ve züppe bir paşazadedir. Fakir düştüğünde bile vakarı elden bırakmayan insanların övülerek el üstünde tutulduğu bir toplumda bu durum tabii ki bozuluş olarak görülecektir. Söz bu noktaya gelince hatırlatmakta fayda var; Tanzimat dönemi romanlarında mirasyediler, züppeler, sonradan görmeler, belki yaygın beklentileri karşıladığı da düşünülerek eleştirel üslup la anlatılırken mahalli yaşam tarzı göklere çıkarılmış değildir. Tanzimat döneminin gerçekçilikten ayrılmamaya özen göste ren yazarları, gözlemlerini kaleme getirirken geleneksel tarzda ki yaşamına tanık oldukları toplumlarında insan ilişkilerindeki rahatlığı bir tür uyuşukluk olarak görmüş, atılım yokluğundan şikayetle karşılarında bir tür toplumsal çürümüşlük bulun duğunu ifade etmekten çekinmemişlerdir. Yazı dünyasındaki
Bozulan ve Kurulan Düzen 345
yenilenme ve atılımın, o sıralarda yüksek edebiyatı besleyecek kıvamı bulduğu da söylenemez. Tanzimat döneminde yazılan romanların, kurgularından ziyade üslup özellikleri bakımından yazarlarınızın örnek aldığı Fransız romanlarındaki güçlü ne sirle aynı anlatım gücüne sahip olacağı tabii ki beklenemez. Bu eserlerin öncelikli muhatapları, edebiyat zevkini aynı dö nemde almış okurlardır. Yenice girilen yolda maddi anlamdaki zenginleşme emarelerinin kültürel incelik doğurmaya kapı aç madığını, zamanında bu durumun farkına varılarak özenti ka lıbını aşamayan davranışlara yönelik şikayetlerin de her fırsatta dile getirildiğini bu romanlar sayesinde öğreniyoruz. Maddi varlığın sermaye sayılması, yani şahsi servetin ser mayeye dönüşmesi için, kaynakların bu amaçla kullanılma sından, yatırımlardaki verimlilikten söz edebilmek gerekiyor. Para, eğitim sahibi ve onu kullanmaya yatkın birinin elinde sermayeye dönüşebilmektedir. Kültürel sermayenin (bilgi biri kimi, kitap, görsel sanat eserleri ve bunların koruyucuları, taşı yıcıları) maddi sermaye niteliğini kazanması da onlara ihtiyaç duyacak beyinlerin, zihinlerin ve tasarıların varlığını gerekti rir. Gerçekleşmesi için kültürel sermayeye ihtiyaç duyulacak toplumsal ve siyasal bir tasarı ortada görünmediği takdirde kültürel sermayenin unsurları durumundaki mevcut verimler hiç mesabesinde kalır. Bilgiyle donanmış insanlar, eğitimden geçmiş ve kendilerini yapılandırmış olarak bir toplumun kül türel sermayesine katılabilir. Kültür sermayesi, ülke bazında ve evrensel anlamda donanımlı insanların yaptığı katkılarla artar. Bir ülkede, ülke ve dünya çapında tasarı ortaya koyma ve bun ları gerçekleştirme derecesi, yüksek donanımlı insanlara sahip kültürel zenginliğin çapına bağlıdır. Servet ve zenginlik artışı, ya özgün bir kültürü üretebilen irade tarafından yönlendirilir ve bu irade zaman içinde kendi elleriyle yoğurduğu kültür zen ginliğine tabi olur ya da aynı zenginleşme sahip çıkmayı başa ramadığı, egemeni de olamadığı kültürlere bakışla (ve belki de o kültürler hesabına) yozlaşmanın alanı haline gelir.
346 Çalkantı ve Dalga
BOŞ ZAMAN MERAKI Tatile çıkmayı arzulamak tembelliğin bir belirtisi sayılamaz. Tatil gününün gelmesini beklemek işleri savsaklamaktan, boş verişe meyilli olmaktan doğmayabilir. Nitekim tatil, "işe ara vermek'' demektir. "atal" kökünden türetilen "atalet" tembelli ğe, yorgunluğa, miskinliğe ve her açıdan uyuşukluğa işaret eder ama aynı kökten türetilen "tatil", tamamen çalışmaya ilişkindir, "İşe ara vermek" anlamına gelir. Düzenli çalışma biçimi dü zenli tatilleri gerekli kılmıştır. Tatil, yapmakta olunan işe tek rar dönüleceğini ve insan enerjisinin işler vaziyette olmasını akla getirmesiyle, iş bırakmaya olduğu gibi çalışma kavramına da gönderir. Bir odağa dikkatle bakan göz bir süre sonra dikkatini yö nelteceği başka bir yer bulmaya, bulamazsa boşluğa bakma ya ve bakar gibi yapmaya, baktığı yerde nesneler varsa onla rın üstünde odaklanmaktan kaçarak boşluğa bakıyormuş gibi yapmaya ihtiyaç duyar. Görmeyi sürdürme arzusu bu ihtiyacın uyarıcıları arasındadır. Bakmaktan vazgeçen göz kaçamak din lenme arayışına girmez, üzerine binmiş dikkat ağırlığının ge riye çekildiğini fark eder. Enerjisinin son zerrelerini bile dışarı vurmak için gerilen kasın, gerginliğin tepe noktasından dönerek gevşemesi, bekle meye geçerek yeni enerjiler için yer açması, enerjiden kendisi ne kalan kısmı korumaya alması doğaldır. Buna rağmen, (kafayı dinlemek değilse de) kafanın dinlen mesi zıtlıklar barındıran bir durum (ve bir deyim) olarak gö rünmüştür. Bilinçten dışarı çıkarmadığımız kafa, dinlenmeye çekilebilir miydi? Hayal gücü kuvvetten düşer miydi? Hayal düşüncesizleşir; düşünce, denetimden çıkar mıydı? Hatta buna izin vermeli mi? Hayalin düşüncesiz olması, düşüncenin de netimden çıkması reva görülmeli midir? Uyku, organik varlı ğımızdaki en önemli parça olan beynimizin sadece bir organik varlık olması dolayısıyla duyduğu ihtiyaçtır, belki de. Fiziki
Bozulan ve Kurulan Düzen 34 7
bünyemizin üzerinde bir katmanda bulunan ve hareketinde organizmayı aşan soyut bir varlığın faaliyetine ara vereceğine inanamayız. Kesintisiz olduğu zihnimize yerleşmiştir çünkü. Hayal ve düşünce, uykuyu üstüne kondurmak istemiyor, sonu gelmeyi kendisine yakıştıramıyor ve bulabildiği ilk perde aralı ğından rüya halinde işine devam ediyor. Varlığı tatile girmekle birarada düşünülemeyen hayal ve düşünce, gözün dikkat ka çırmaya ihtiyaç sırası geldiği gibi, yükünü buharlaştıracağı bir zaman aralığına ihtiyaç duyuyor, ama onları "boş"lamayı hiç bir zaman üstüne almıyor. Hayal hayalsiz, düşünce düşünmesiz edemiyor. Bu iki yeti, taşıdıkları anlamın "sıfırlanması" demek olacak bir neticeyi zerre kadar istemiyorlar. Uyku geldiği za man, organik varlığımızın ona duyduğu ihtiyacı, bilincin dışı na çıkarak karşılayabiliyoruz. Belki de bu ve benzeri nedenlerle, rahatlamanın, hafifle menin, ama hayatı boşlamadan, anlamı sıfırlamadan dinlen mek için önceden tayin edilmiş zamanın adı "Bayram" oldu. Bayram, imgelemin devre de olmasını, imgelemin içindekilerin hatırlanmasını ister, tek başına rahatlamayı değil, zihnin de rinliklerinde kaybolmuşların da aranıp bulunmasıyla, birlikte liklere ilişkin ahengin gözden geçirilmesini ve yeniden kurul masını öngörür. Boşlamayla, boş vererek yalnız kalmayla kafa dinleme değildir bayram. . Tatil, işlerin rutinleştiği sanayi çağında günlük hayata iliş kin bir kavram olarak ortaya çıktı ve gözde konuma geldi. Bü rokrasi, tarihin her döneminde ve her ciddi devlette sıkı bir tempoyu gerektirmiştir. Her ciddi iş, yapılma sürecinin her aşamasında kendisine ciddiyetle sarılmayı gerektirir. Bürok rasinin dışındaki işlerin istediği ciddiyet, kendi duruşumuzu daha çok ilgilendirir ve savsaklama ihtimali belirdiğinde bizi uyarır. Oysa bürokrasinin istediği ciddiyeti kendimizin dışın da sayar ve onun gereğini yerine getirmekle rahatlayabiliriz; çünkü ciddiyetin yükü üzerimizden kalkmıştır. Normal şart larda bu durumdan bir boşluk çıkmaz. Tatil, çalışan insanla
348 Çalkantı ve Dalga
ortaya çıkan bir gerekliliktir, bürokratik işleyişin devamlılığı, (devletin devamlı olması gibi) tatili akla getirmez. İş kesintisiz devam eder. Bürokrasideki devamlılık işi yapandan ziyade yapılan işle ilgilidir. Zincirin kırılmasına meydan vermeden bürokrasinin dışına çıkmak mümkün. Süreklilik zincirinin dışına, insan, kendisi açısından çıkar ve geri girer, zincir onun dışında da sürüp gider. Entelektüel çabada devamlılık iş ile değil, entelektüelin kendisi ile ilgilidir; zihin meşguliyetinden kopmaz, hatta istese bile kopamaz. Uygun bir mesleği icra ettiklerinden değil, doğa ları itibarıyla filozof ve yazar ve insan zihni odağında meşguli yet sahibi olanların tatille ilişkisi, doğal yaşamı akla getirecek niteliktedir. Hayaller kesintiye uğramaz, düşünce sürüp gider, bunlara bağlı can sıkıntısı, melankoli vb. Hücum etmekten geri kalmaz; kim için iş başa düştü ise o, bütün bunları başından savmaya kalkışmayıp içinde bulunduğu hale göre düzenlemek durumundadır. Entelektüel için ya tatil olmaz diyeceğim ya da onunki başkalarının tatiline benzemez. İçinde bulunduğu iş sevinç verici olmayabilir; onun durumu, sevginin kesintiye uğrama ihtimali gibi tehlikelidir. İnsan zihninin, uyuklama, kendini melodilerin havasına kaptırma ya da açıkça bir ba haneye sığınarak oyalanmasına ve yenilenmiş olarak kendine gelmesine benzer entelektüelin tatili. Tek mısra yazamadan bir ay geçiren şair, bir cümleyi toparlayamadan, takıldığı kelimeye yer bulamadan haftalarca oyalanan hikayeci bu sürelerde tatil yapmış olmaz. Boş geçen sürelerin derhal tatili akla getirme si, modern yaşam tarzının ve disiplin anlayışı dakikalara bağlı çalışma biçiminin bizi yanıltması olabiliyor. Nerede? Örneğin, entelektüelin zihin meşguliyeti ile çalışma yaşamının ritmini birarada düşünmede. Entelektüelin çalışması kategoriye bağ lanamaz. Doğal yaşam, en meşakkatli şeklinde bile, kölelik duygusunu tattırarak ezmediği tek insanın dayanıklılık dere cesinin ölçülmesi gibidir. Çalışmayı, insan doğasını dışlayan
Bozulan ve Kurulan Düzen 349
kategorilerle yaşamın merkezine yerleşmeye zorlayan ise eski çağlarda kölelik düzenidir, endüstri toplumlarında köleliğin adı konulmamış devamı olan benzerleridir. Basın endüstrisi ve akademiler başka türlüsünü istese, başka şekillere soksa da yazı adamının çabası özünde doğal yaşamın devamı olarak doğar. Tarıma dayalı ve yaşamın akışı büyük ölçüde tarıma ayarlı toplumlarda insanların çalışması ve çalışmaması mevsimlerin gidişine, havanın durumuna bağlı oldu. Şimdiki anlamıyla ta til kavramı yaygın değildir tarımda ve teknolojinin işe nadi ren karıştığı zamanlarda. Mevsimin elverdiği günlerde işine ciddiyetle sarılan, bütün bir yıl boyunca işini savsaklamamış sayılır. Boş zaman, belki mevsim gereği doğal olarak gelen boş zamandır; insanların kendisi için ayırdığı tatil günleri değil dir. Çalışmak her devirde zahmetli olmuştur. Zevkle yapılan işler de vardı şüphesiz, ama insanlar her zaman zahmetli işlere girişmek zorunda kaldılar. Çalışmayı, işi, işçiyi ifade eden ke limelerden ikisi tamı tamıı"!_a zahmete, eziyete hatta işkenceye gönderir bizi. Fı:ansızca travaille, Farsça rene. Toprakla boğuşa rak çalışan kişiye Türkçede rençber (rençper) diyoruz. Demek ki rençperin yaptığı iş kendisinin üzerinde eziyet etkisi yapıyor ve meslek olarak adını bu niteliğinden alıyor. Rene kelimesi eski şiirimizde geçer, renc-i elim olarak, renc-i humar olarak insanın içinde bulunduğu durumu anlatır. Manevi bir ezaya maruz kalmak anlamındaki "rencide olmak" deyimi içinde bu gün de kullanırız onu. Fransızcadaki çalışmaya ilişkin travaille kelimesi, zamanında kürek mahkumlarının ayağını rapt etmek için kullanılan halkanın adına da kaynaklık etmiş. Çalışmayı zevke dönüştüren işler de vardır. Hangi işi yap manın kime zevk verdiğini sıralayacak durumda değilim. Yap tığı işten zevk aldığı için her fırsatta işinin başına dönen insan lar bulunduğu kesin. İşini kendisi için (ister oyun olsun diye, isterse bir meta elde etmek üzere) yapan kişinin yaptığı işten zevk aldığını düşünebiliriz. Kimi zaman doğal olarak yorucu da olabilir bu işler. İşin sonucundan yarar sağlayacak olan kişi
350 Çalkantı ve Dalga
içine daldıkça işin zevki kaçıyor. Çalışma ve üretim ticaret için yapılmakta, tüccar da başka birisi ise ("Bir an önce kurtulma beklentisi" hariç) çalışmaktan zevk almak söz konusu olmak tan çıkıyor. Zevk duygusu paranın tahsil edildiği anda ortaya çıkmakla faydacı norma hizmet ediyor. Sanayi çağı ve onun içindeki bürokrasi, çalışma temposunu rutinleşmiş zaman aralıklarına bağladı. Büyük ölçüde mevsim lere ve hava durumuna bağlı eski çalışma düzeni doğal olarak değişti. Doğal olarak diyoruz ama gecenin ve gündüzün akı şı ve bizim bedeni varlığımızın bu akışa ayarlı oluşu ortadan kalkmadığına göre, doğallığa uymayan bir taraf da vardır bu değişimde. Rutinleşmeye duyulan tepki, çalışmaya karşı gev şeklik biçiminde ortaya çıkmıştır. Seri üretim, iş yaparak zevk almayı marjinal hale getirdi. Boş zaman için can atmaya yol açan, tatil ihtiyacını ortaya çıkaran da o doğallık dışı durum olmalı. Bu anlamda tatiller doğallığa özlemin giderilmesi için oluşturulan fırsatlardır. Sanayileşmiş ülkeler çareyi iş saatlerini daha da azaltmakta arıyor. Dünyada bu kadar işsizlik var; iş saatlerinin azaltılma sıyla yeni istihdam alanları doğacağı varsayılıyor ama iş saat lerinin sınırları istihdamı artırmak amacıyla daraltılıyor değil. Her şeye bir maliyet biçen piyasa, maliyetin somutlaşmasını izleyen ise ekonomik anlamda yararlılık kavramı oldu. Yaşa ma süreci iktisadi insan mantığıyla ele alınınca, yarar maliyet denklemi günlük hayatta en çok başvurulan ölçülerden biri haline geldi. Gerçekte yeryüzünde yaşayan bütün insanlarca harcanan çabanın ve yapılan işlerin tümü, hayatın gereklerini yerine getirmek (yani günlük geçimi sağlamak) açısından, bel ki de yeterlidir. Harcanan emeklerin dünya ölçüsündeki topla mı yaşayanların hepsinin gıda ihtiyacını karşılayacak ölçüdedir belki de. Günümüzdeki açlık tablosu ile her türlü malın aşırı tüketimi yan yana getirildiğinde, insani bir dengelemenin boşa çalışmayı da önleyeceğini düşünmeden edemiyoruz. Çünkü işe yaramayan ve israf sonucunda işe yaramaz hale gelen nesneleri
Bozulan ve Kurulan Düzen 351
üretmek için yapılan çalışma aslında boşa çalışmadır. Karşılı ğında ödeme yapılmış olması o çalışmanın boş zamandan çal ma olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsanlığın bugünkü toplam çabasıyla, yaşayan bütün insanların asgari temel ihtiyaçlarının karşılanamayacak olmasını düşünmek istemiyoruz. İhtiyaçları karşılamadaki açığın giderilmesi, daha çok çalışmaya bağlı ol duktan fazla, diğerkamlığı ihmal etmeyen bir felsefenin kabulü ile olabilir. İş gücü çok sayıda insanın hayatını kolaylaştırmak değil, başka amaçları gerçekleştirmek amacıyla kanalize edil diği için insani amaçların gerektirdiği verim, istenen sürede ve yeterli miktarda ortaya çıkmıyor. Sanayileşmiş ülkelerde iş saatlerinin azaltılması, bundan da toplam iş gücünde bir kay bın ortaya çıkmaması "gizli bir şekilde boş yere çalıştırma" nın varlığına da işaret sayılabilir. Yaşamanın öyle bir düzeni ve içeriği olmalı ki; boş yere çalıştırmanın giderilmesi, insan için kazanılmış zaman ve sevindirici bir aşama olsun. Tatil merakının, boş zaman arayışının, elde edilen tatilin ve boş zamanlarımızın bize gösterdiği bir gerçek var: O da, yaşa mın kalitesini ölçmede, iş dışındaki zamanın geçirilme biçi minin en az iş saatleri kadar şaşmaz bir kıstas oluşturduğudur. Adam iş üstünde belli olur, derler. Evet. İş üstündeyken belli olan adam iş dışındaki zamanını geçirme biçimiyle de ayarını ortaya koyar. Adamın birlikte çıkılan tatil sırasında belli olaca ğını söylemek de herhalde yanlış değil. Çalışmayı etkileyen dış faktörler vardır. Bu faktörler, adamın tembelliği yenme azmine sebep olduğu gibi, tembelliğini gizleme gayretini de doğura bilir. Böylece adam, tatilde değil, çalışırken tembeldir. Çalış maya ara verilen zamanın destekli olduğunu düşünelim. Yani tatildeki adamın, gönlünce yaşamak için istediği şartlara sahip olduğunu varsayalım. Diyelim ki; adam vaktini, istediği şekil de yani gönlünce, keyfince geçirecektir! Bence işte bu sürenin, yani gönlünce ve keyfince geçirilen boş zamanın nelerle "boş" ve nelerle "dolu' geçirilmiş olduğuna bakarak da adamın yaşa ma kalitesi hakkında bir hükme varılabilir. Tatili iple çekenler
352 Çalkantı ve Dalga
daha çok orta sınıftan insanlardır. Bunların sayısı artıyor, ya herkes kendini orta sınıftan saymaya başlıyor ya da tatilden söz eden herkes, aslında özendiği orta sınıf insanlara özgü bir üsluba başvuruyor. O halde insanların tatil süresini çoğunlukla ve ortalama olarak geçirme şekli toplum genelindeki yaşama kalitesi hakkında bir fikir verebilir. Yaşamayı ciddiye alan bir kimse, kendi yaşamının kalitesini, iş üstünde ve iş dışında geçirdiği sürelere bakarak aynı usulle ölçüp tartabilir.
KÜLTÜREL ERİME 1
Anadolu'da yüzyıllardan beri insanların anlaşım biçimini be lirleyen kültür, birinci safhada çatallanmaya, onu takip eden ikinci safhada ise erimeye doğru gidiyor. İsterseniz bu süreci bir dönüşüm olarak niteleyebilirsiniz. Dönüşüm; yani yaşam tarzının değişik ve yeni durumlara uyarlanarak devam edece ği bir yolun bulunması beklenmekteyken Türk toplumundaki geleneksel uyumu ve hiç de şikayet konusu olmayan anlaşım biçiminin bozguna uğradığı uygulamaların esas alınmasıyla insanları rencide etmekten kaçınılmadığı anlaşıldı. Çatallanma ve erime geçtiğimiz yüzyılda aşama aşama geliştiği bir seyir iz ledi. Eski ile yeni arasındaki açıklık, bir çatalın yapısında oldu ğu gibi dipten uçlara doğru genişledi. Yeni olana yeni olduğu için itiraz eden kaldı mı, bilmiyoruz. Artık eskimiş, oryantalist bir bakışa dayanarak insanın yetileri ve evvelki kuşaklarn mi rasından beslenen nitelikleri değerden düşürülüyor, bu durum insan ilişkilerinin ve yaşam kalitesinin bozulmasına neden olu yor. Benzeri bir şekilde, yenileşmeyi dar bir çevrenin çıkarlarını merkeze alarak sürdürmede, toplumun çoğunluğuna hala olanı biteni anlamaz muamelesi yapmada ısrar edildiğinden, gönüllü olarak uyuma hazır insanların enerjisi yeterince kullanılamıyor.
Bozulan ve Kurulan Düzen 353
Sürüp giden bu yanlışlığın farkına varanların sayısı, sıradan in sanlar arasında da arttı. Oryantalistlerin diline başvurmadan da kendilerini eleştirebiliyorlar. Batı dünyasından bir model gösterip "siz zaten kendinizi dönüştüremezsiniz" diyen oryan talist bakışa karşı, kendisi bir model oluşturma iradesine sarı lanların önüne hala aşılmaz (yasal fiili, zorbaca) engel koyanlar var; ama durumu anlayan bilinç niçin, nasıl ve ne uğruna an lamazlık etsin ki? İ ki binli yıllara kadar sanayi altyapısı bulunmayan ama ekonomi çarkının iyi kötü döndüğü kasabalardaki yaşam üze rinde yapılacak gözlem, Anadolu'daki başkalaşımı iyi anlatır. Çünkü Anadolu'nun özgün kültürleri kasabalardadır. Sanayi nin girdiği küçük şehirlerde, doğal olarak üretimin ve işçiliğin gerektirdiği standartlara bağlı bir yaşama tarzı ortaya çıkıyor. Sanayi tesisleriyle tanışan halkın yaşamı renklidir. İki kuşak öncesinin çaresizliğini devralmayıp yaşamını bir faaliyetler zincirine çeviren, doğal toplumsal dönüşümün bir çürümeye dönmesini önlc:mek için korunma duygusunun · açtığı yolda, buluşlar yaparak kendine güven kazanan bir halk vardır ve in sanların önemli bir bölümü devletten yardım dilemeyi aşmış, gölge edilmesini istemeyeceği konuma gelmiş durumdadır. Bu halkı oluşturan insanlar, kendi dilemeleriyle yarışa giriyor ve üretkenliklerine toz kondurmuyor. Medeniyet havzasını Batı yönünde değiştirmekten doğan toplumsal dönüşüm ile sanayileşmeye bağlı olarak yaşama tar zındaki doğal başkalaşımı, köylü yığınları halinde yaşamaktan şehir ağırlıklı olmaya geçmenin tetiklediği kırılmaları birbi rinden ayırt edebilmek gerekiyor. Gereksiz eleştirilerle vakit kaybını önlemek kadar, mevcut durumun doğru anlaşılması, gerektiğinde eleştirinin doğru zeminlere oturtulması için bu şart. Sanayileşmeye ve köylü olarak yaşayan nüfustaki azalma ya bağlı değişim, sancılara sebep olsa bile doğal bir sürecin tayf gibi gelip geçmesi biçiminde gerçekleşebilir. Ehliyetli eller deki yönetimle ve baskıların en aza indirgenmesiyle bu süreci
354 Çalkantı ve Dalga
sancısız olarak atlatmak imkansız değildir. Türkiye'de moder nleşmenin gayretkeşleri, değişimin yol açtığı doğal ikilikleri kutuplaşmaya, kendilerinin bulunduğu kutup ucunu güçlü bir lobiye, lobileri de özerkliğini ilan etmiş rant kapılarına dönüş türerek menfaat elde ederken halka, sancısız geçiş imkanı ta nımadılar. Tarım toplumunu sanayi toplumu olmaya götüren güzergah, hiçbir ülkede düz bir yol izlememiştir. Türkiye'de askeri darbeler, darbe beklentileri ve siyasi belirsizlikler travma beklentisini her an nüksedebilir, yani devamlı kılmıştır. Uy garlık değişiminin kendisi doğal olarak toplumsal sarsıntılara sebep olabilir. Anadolu'daki bu değişimi, toplumu yönetilebilir (yönlendirilebilir) durumda tutmak ve bu amaçla başvurulan baskı yöntemlerini meşrulaştırmak için kullanmaktan çekin meyenler yüzünden, Anadolu insanı maruz kaldığı travmaya eklenen, gereksiz acılarla yaşayagelmiştir. Sanayileşmeyle birlikte bütün insanlık, binyılların tozunu attıran bir değişimin içinde bulunuyor. Dünyanın her yerin de büyük acılar çekildi, büyük çöküşlerle önemli atılımlar aynı ülkede birbirini etkiledi ve kimi şehirlerde, neredeyse denge lendi. Bu karmaşık değişimin tasvirinden düzyazı ekolleri ve bir edebiyat doğdu, değişimin kendisi de düşünce akımlarında yeni atılımların sebebi oldu. İnsana insan olarak bakmak iste yen ve insanın öznel nitelikleri üzerine titreyenler, insanlığı içi ne alan büyük dönüşümü, insan için en az zararlı halde tutmak amacıyla kılı kırk yaran çalışmalara ömürlerini bağışlamışken, bizim toplumumuza acılarını hafifletsin diye reva görülen mu amele "ruhunu kilitlemek''ten ibaret kaldı. Tabii ki iş bununla kalmadı; çünkü insan bütünüyle teslim olamaz, ruhunu kilit altında bırakamazdı. Türk toplumu kendi değişimini, değer yargılarının elden geldiğince korumaya alındığı ve içinden ge lerek giriştiği eylemlerin alanına taşıdı. Teslim olmama duygu sunun ağır bastığı, olumlu yönleri görünür hale gelen bir ça tallanma biçimi çıktı ortaya. Köleleşmeye direnen toplumların yaşamında değer yargıları, dönüşerek anlam oluşturma işlevini
Bozulan ve Kurulan Düzen 355
sürdürür; zihinsel muhakemedeki ortaklaşa gücünü kaybetti ği hallerde bile tekil insani değerler olarak var olmaya devam eder. Bir toplumda durağanlaşmanın ve kuvvetten düşmenin önüne geçmek için girişilen çabalar, insanın yenilenmesiyle ve değerlerin sağlıklı biçimde dönüşümüyle meyvelerini verir. Zahmetli olsa bile doğal bir süreci izler bu nitelikteki gelişme ler. Zahmetlerin travmaya dönüşmesi gereksiz ağrıların nede ni idi. Toplumu, yönetilebilir durumda tutmak adına, çapsız ve verimsiz bırakan kurallara sarılanlar sonunda kaybetmeye mahkümdu ve öyle oldu. Kaybettiler. Anadolu'da, insanların birbiriyle uzlaşı içinde yaşayarak yüzyıllar içinde oluşturdukları geçimlilik, geçimliliğe süreklilik kazandıran anlaşım biçimi ve onun içeriği, insanların bilinçal tındaki İ slam kültüründen hala bir ölçüde besleniyor. Bu kül türün içeriğindeki çoğulluğa bakarak onu mozaik alarak nite lemek, unsurların değişik olmasına dikkat çekerek her kültür ögesinin nesebi ile ilgili bir hatırlatma ihtiyacından doğmuş olabilir. Kökerılere inen bilinçli çabaların yetersiz kaldığını, döküntülere ve kalıntılara bile gereğince sahip çıkılmadığını, bu nedenle günümüzde kültürün İslam karakterinin olsa olsa eriyik halde bulunduğunu söylemek büsbütün yanlış değildir. Ancak kültürün her ögesinin ve onun taşıyıcısı olan insanların hepten eriyik ölçülerine göre değerlendirilmesi bütünüyle yan lıştır. Üstelik kültüre karakterini veren alanların sınırları sabit değil, her zaman değişken olmuştur. Değişik ögelerin, aynı kül tür ortamında birarada bulunmasını nitelemek üzere "mozaik" kelimesinin kullanılması, çoğul nitelikteki ögelerin tümünü bir öz etrafında topladığı takdirde bütünleyici anlam ifade eder. Aksi durumda elimizde kalanlar şimdiki haliyle çözülme süre cinden çıkamamış, dağınık yapıda, şeceresinin köklerine kadar inilmesi mümkün olmayan ve yeni anlamlar etrafında yoğur mamız gereken kültür unsurlarından ibaret kalacaktır. Yerleşik kültür doğası itibarıyla değişime direnir, bunun nedeni kültürü benimsemiş olanların yenilikleri kabule hazır
356 Çalkantı ve Dalga
olmaması değil, duygusal alışkanlıkları terk etmenin anlamsız görünmesidir. İçgüdüsel nefret, kültürel dönüşümü zorla sağla mak isteyenlerde vardır. Bunlar göreneklere ve geleneklere bağ lı insanların gördüğü saygıdan hoşlanmazlar. Yirminci yüzyılın ilk yarısında ülkemizde insanların anlaşım biçimi, onun içeriği ve bu içeriğin günlük yaşamda aldığı şekiller çerçevesinde ça tallanma oldu. Geleneksel yaşamı şikayetsiz sürdüren ve bunda bir eksiklik bulmayan insanların içinde yetiştiği kültür erimeye yüz tuttu. Çatalın bu ayağında maddi zenginlik kazanma yol ları kültürde olduğu gibi yürünemez hale gelmişti. Kültürün yaşamla kaynaşmış halde devamının sağlanması, gerektiğinde atıl kalmış fazlalıklar atılarak yenilenip dönüşebilmesi, yeterli maddi imkanın ve altyapının bu amaca tahsis edilmesine de bağlıdır. Yaşam tarzıyla İ slami geçmişinden kopmadan günlük yaşamda lüksü olmadan az çok refah yakalamanın yolunu bu lanlar kültürel erimeyi ve Batı kaynaklı kültür ögelerine bağlı yeni oluşumun başlangıçtaki halini teşhis ettiler. Sait Halim Paşa Osmanlı döneminde toplumsal sorunları çözme yeter sizliğinin tek nedeni olarak sermaye yokluğunu göstermişti. Toplumsal olay, olgu ve değişimlere bakarken genellemeye başvurmaktan sıyrılmak mümkün olmuyor, ancak üzerimiz deki genelleme baskısı, bir gün parıldayacak özgün eğilimleri bilmeye engel değildir. 2
İki binli yılların başlangıcından otuz yıl öncesine kadar, mem lekette zenginliğin arttığı yönünde bir algı ve bundan pay kapma üstünde yoğunlaşmış, ama çoğunlukla yön tayini ya pamamış arzular vardı. Bu arzunun sahipleri, genellikle hangi istikamete gideceklerine karar vermekte güçlük çeken kimse ler idi. Öte yandan, başkasını ve toplumsallığı hesaba katma dan kendi üstünde odaklanan, gittikçe işine ve içine kapanan bir burjuva sınıfının usul usul oluştuğu, geniş halk yığınlarınca
Bozulan ve Kurulan Düzen 357
henüz hissedilen bir olgu sayılamazdı. Söylemine bakıldığında kapitalizme karşı akımlardan gelip geçiş yapanların sermaye etrafında çaldığı tenekelerin gürültüsü, hafif ivmeyle gelişen zenginleşmeyi gizledi. Kazanç sağlayacak işlerle uğraşmaktan çok, partilere dağılıp siyasi ya da başka arzuları üzerine yo ğunlaşmış olanlar da az sayıda değildi. Entelektüller yirminci yüzyılın ikinci yarısında, ilk yarısındaki tek parti döneminin baskıcı özelliklerini hisseder ve yakından takip ederken, dev let cazibe merkezi olma özelliğini "yeganelik sıfatıyla" koruyor; zenginleşmekte olan sınıf ise, adım adım uzaklaştığı halka ka rışmadan, adeta bir kabuk içinde yaşamaya devam ediyordu. Zenginleşen sınıf kendisine, halkın pek de ihtiyaç duymadığı bir kültür havzası öngörmekte ve bunu adım adım örgülen mekteydi. Hızını tüketimden alan alışkanlıkların dönüp dur duğu yere, ne derece özgün bir kültür havzası denilebilirse tabii ki. Bu kültür havzasına ilişmeden, bulaşmadan ve orada olan ları kendisine bulaştırmadan yaşamak arzusunda olanlar, böy lece geçinip gidebileceğini düşünenler nüfus yoğunluğu olarak çoğunluğu, nitelik olarak da sıradan insanlarıyla halkı teşkil ediyordu. El' an ediyor. Otuz yıldan fazla bir süreden beri ve gün geçtikçe daha açık görüldüğü şekliyle, devlet ekonomik cazibe merkezi olmak bakımından "yegane"liğini kaybetmiş durumdadır. Devlet örgütlenmesinin yanında, kültürel açıdan küreselleşme şampiyonu ve ekonomik ve toplumsal karşılığı nın ne olduğu, insanları sonunda nereye götüreceği tam tayin edilemeyen cazibe merkezleri oluşmuş ve oluşmaktadır. Bu tablonun ne'liğini biraz daha belirli kılmak için batı dünyasındaki oluşumları hatırlayarak bir karşılaştırma yapmak zorundayız. Balzac'ı, Flaubert'i, Emile Zola'yı birer eseriyle ol sun tanıyanlar, geçen yüzyılın Fransız romanını az çok okumuş olanlar bilirler; burjuvazi geliştikçe egemen olduğu halkayı genişletmiş, bu genişleme klasik krallıklardaki doğal egemen lik sahalarının aleyhine olmuştu. Kralların egemenlik sahası
358 Çalkantı ve Dalga
daraldığı oranda ortaya çıkan boşluğu dolduranlar ise burju va sınıfının içinden çıktı. Sanayileşen Avrupa'dan Türkiye'ye yansımış ve etkili olmuş veriler bile bu kadarını görmeye yeter. Burjuvazi, açığa çıkmasına sebep olduğu boşluğu ne ile dol durmuştur? Kültürle ve kendi varlığının çekim merkezi olma sıyla. Burjuvazi klasik Avrupa kültürünü, elleriyle yoğurduğu yaşama tarzına uygun biçimde dönüştürdü, bir tür yeni bir kül tür oluşturdu. Krallıklar, kültürün eski (ve kendisini daha fazla Hıristiyanlıkla ifade eden) biçimine sahip çıkıyordu, bunların sahiplenilmesi krallara kalmıştı. Burjuvazinin oluşturduğu yeni kültür, sanayi şehirlerinde cazibe merkezleri oluşturdu. İnsan ları etrafında topladı. Elbette, burjuvazinin çekim merkezi ol masındaki en etkili sebep sanayi toplumundaki burjuvaların insanlara iş ve ekmek temin etmesidir. Gerçek budur. Kültür ise bu gerçeğin arkasından gelerek, cazibe merkezine kuvvet ve çekiciliğine süreklilik sağlayan nitelikleri doğurmuş ve yaşam alanına saldığı anlamlar dünyasını beslemiştir. Aynı çağda ve aynı tarihlerde, (kabaca, on dokuzuncu yüz yıl ortalarında) Osmanlı ülkesinde burjuva diye niteleyebile ceğimiz bir insan grubu da vardır ve bu grubu oluşturan ai leler de sınırlı bir şekilde gelişmektedir. Osmanlı ülkesindeki sayıları az olan burjuvazinin egemenlik sahasının genişlemesi de padişahların egemenlik sahası aleyhine gelişme olduğunun bir işaretidir. Padişah ile yan üyeleri arasındaki bir tür pazarlı ğın sonucu olan Sened-i ittifak egemenlik alanlarının birbiri ne karıştığını düşündürüyor. Aynen Batı'da olduğu gibi. Buna göre, padişahın egemenlik sahası daraldığı oranda burjuva diye niteleyebileceğimiz ailelerin hareket alanı genişleyecektir. Öte yandan tarihçi İlber Ortaylı, "karşılıklı güven duygusu içinde, işlerin elbirliği ile yürütülmesinden'' söz edilen bu belgeyi bir tür Magna Carta olarak kabul eden anayasa hukukçularının durumu abarttığı görüşündedir. Ayanların merkezi otoriteye kendilerini kabul ettirdikleri Sened-i İttifak, özgürlükleri ga ranti altına alan ve parlamentarizmin gelişmesini sağlayacak
Bozulan ve Kurulan Düzen 359
nitelikte olmamasıyla, esasen modern devlet yapısıyla uyuşmaz bir belgedir. Kendilerine bağlı orduları da bulunan, zenginlik leri artmış toprak beyleri, saltanatın sürmesi için ellerinden geleni yapmaya söz veriyorlardı. Dönüşmüş feodallerin Batı dünyasındaki durumunun ak sine, Osmanlı'nın son yüzyılında ortaya çıkan burjuvazi ge nel anlamda bir cazibe merkezi oluşturamıyor. İ nsanları toplu olarak kendisine çekecek nitelik gösteremiyor. Niçin? Bunun iki sebebi var: Biri, burjuva tipi yapılanmanın ve yaşama bi çiminin, ağırlıklı olarak Müslüman olmayan topluluklar ara sında doğup gelişmesidir, diğer sebep ise paranın elde edilme yolunun, sanayi değil ticaret olmasıdır. Demek ki, çekirdek halindeki burjuva sınıfı, çoğunlukla gayrimüslim olduğu için kültürel bakımdan, sanayici olmaması yüzünden çok sayıda insana ekmek kapısı açmaması sebebiyle, insanları etrafında toplayan bir merkez olamıyor. Tam aksine, geniş halk yığınları nezdinde, onları iten bir dyygu atmosferi yayılıp gidiyor. Hal kın oraya yöndmekte niçin ayak sürttüğünü ve direndiğini, bu cazibe merkezine niçin koşar adım gitmediğini bir türlü anla mayanlar ise, vaktiyle merkez olamayan o merkezlerin sütüyle beslenmiş kesimdedir. Türkiye'deki burjuvazi son otuz yıllık bir trendin sonun da ve iki binli yıllara girdiğimiz sırada başka bir veçheye bü rünmüş durumdadır. Tanzimat dönemindeki tabloya bakışla olumlu çizgileri gittikçe artan bu veçhenin fotoğrafı sık sık değişiyor. Anadolu şehirlerinde az çok sermaye oluşturarak büyük şehirlere gelen ve yeni zenginler sınıfı oluşumunu baş latan ailelerin tarihi epeyce eskilere gidiyor. İ ki kültürü ayrı ayrı yaşayanlar arasında geçişler oluyor. Bir kaç kuşaktan beri varlık sahibi olan burjuvazinin dışından gelerek ona eklenen ailelerin gücü ve sınırları genişliyor. Ama bu genişleme, baş kalarının ayağını kaydıracak boyutta değil, kimsenin aleyhine olmadan ayakta durma ölçüsündedir ve birlikte var olmak is teğini göstererek olmakta, yani "zararsız"dır. Zenginliği en çok
360 Çalkantı ve Dalga
iki kuşak önce yakalamış aileler Anadolu'nun küçük şehirli ve kasabalı insanları ile aynı kültürel temelleri paylaştığı halde, aralarından sıyrılıp çıktıkları insanlar için yeterince cazibe merkezi olamıyor. Cazibe doğuyor, beklentileri karşılayacak güçte merkezler oluşmuyor. Bu yönde var olan istidat henüz açığa çıkamıyor. Paranın yanında, bilgi, görgü olarak ve baş ka başka insan ilişkilerinde ortaya çıkan, tek tek belirlenmesi ve aşılması zorunlu bir yetersizlik var. Kültürel bakımdan ça tallanmayı doğal sınırlarında tutmak ve erimenin bir ölçüde önüne geçebilmek için, bu grubu teşkil eden ve içinden geldi ği kültüre sahiplik iddiasında olan insanların bir cazibe mer kezi olmak istidadına sarılması şarttır. Bu toplumsal ödevdir de. Yirmi birinci yüzyılın başındaki tabloya bakarak yeni bir toplumun oluştuğunu söyleyebiliriz. Yeni olması eski dünya dan getirdiği değerlere, eskilerle aynı anlamı vermeyişinden, buna mukabil o değerleri yeni eğilimlerin istediği doğrultuda kaldırıp atmamasındandır. Toplumdaki yeni oluşum, zihinsel olarak özgürleşmenin ve özgürlüğe açılan alanları üretken giri şimlerle dolduran hareketlerin eseridir. Anadolu'nun kasaba ve küçük şehir kökenli insanlarının entelektüel nitelikli kıpırda nışıyla Batı'nın yirminci yüzyıldaki hegemonyacı yaklaşımına karşı direniş duygularının canlandığını söyleyebiliriz. Düşü nürlerin bu canlanmayı besleyen çabaları sonucuda, geleneksel yaşam değerleriyle ruhen geçimli, muhafazakar halk, kanaat önderleri üzerinden dillendi, yani kendini ifade etme imka nı buldu. Duygusal olarak siyasal hareketlere bağlanan halkın canlılığı ile düşünürlerin entelektüel verimleri arasındaki me safenin fazla olduğunu belirtmekte yarar var. Kendiliğinden olmayan fakat bir kere görünür gerçeklik haline geldiğinde doğal ve müdahalesiz biçimde geliştiği düşünülen bu toplum sal oluşum, değişmez görüşleri tek parti ve baskı dönemlerinde belirlenmiş bulunan ve bu nedenle özgürlüğün yol açtığı çeşit lenmeye katlanamayan cumhuriyet kuşaklarının öngörülerini boşa çıkarıyor. Esasen insanların gideceği yol hakkındaki her
Bozulan ve Kurulan Düzen 361
teorik öngörü ve toplumun gidişatına ilişkin her talep sınan ma sürecine girdiğinde, sınandığı insanlara göre ve o insanlarla birlikte değişmek zorunda kalmıştır. Cumhuriyetin, özgür leşme aşamasını pek tatmamış ilk kuşakları gibi düşünenler bunu anlamıyor ve insan iradesinin yaptığı yeni atılıma ve öngörülerinin dışındaki toplumsal oluşuma yönelik itirazları nı ısrarla öne sürerek sonu nereye varacağı kestirilemeyen ge rilimlere sebep oluyorlar. Herkes düşüncenin aynı kalıplarına bağlanırsa, hiç kimse yenilik getiremez, karar verecek bir konu ve karar verme iradesi kalmaz. Kimse duymasın (!); bu aşama kullaşmayı getirir! Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki genel hedefleri de aşan yeni bir toplum oluşmaktadır. Tabii ki hiçbir değişimin bütün nitelikleriyle olumlu olduğu söylenemez. En olumlu değişim süreci bile onu her an tökezletecek tehlikelerle karşı karşıyadır. Türkiye'nin geleceği toplumu zapturapt altına alacak tasarımlara değil, insanların maddi ve zihinsel enerjisini kendi iradesiyle yönlendirmesine, üstüne giydirilen merkezsiz . deli gömleğini çıkarıp dünya ile karşılıklı bağlantısını özgürce ve kendi elleriyle sürdürebilmesine bağlıdır. Özgürleşmenin şimdiki sonuçlarına ve insan iradesinin "kendisi oluş"undan kopmamış olan değişime ilk ağızda olumlu bakmamamak için bir neden yok. Dünyasal gerçeklik açısından duyduğumuz ihtiyaç, insan ların üretken güçlerinin canlı tutulması, sürekli ve "iş üstün de olma'' yollarının bulunmasıdır. Paranın özgürlük getirdiği söylenir; bu söylem değerini özgürlüğün kullanılma ve ondan yararlanma biçiminde bulur. Tercihleriyle özgür ruhlu olma dığını sergileyerek yaşayan birine paranın özgürlük getirmesi beklenemez. Bir toplumun üretken gücü parasal ve entelektüel olmak üzere iki bölümde toplanır. Toplumun toplam maddi kaynaklarının üretim süreçlerinin dışında kalmaması toplum sal yaşamın ve ekonominin gereğidir. Konuyu muhasebe işlemi olabilecek şekilde açıklamaya kalkmanın bir anlamı yok. He sap yapmak, düşünmek değildir. Bir toplumun sahip olduğu
362 Çalkantı ve Dalga
entelektüel ve zihinsel güç üretkenliğin en önemli koşuludur, çünkü parasal varlığın, üretimin gereksindiği bilgi ögesi dışın da sağladığı imkanlar, ancak entelektüel yeterlilik sayesinde özgürlük üretebilir ya da özgürlüğe dönüşür. Zihinsel alanda karşılığı bulunmadan bir özgürlük gerçekleşmez. Karşılık ey lemdir. İnsanları özgürleştireceği varsayılan maddi güç saye sinde açılan faaliyet alanları ve toplumun esenliğini sağladığı kabul edilen ilkeler anlamlar dünyasıyla doldurulup hayata geçirilmediği takdirde, daha büyük güçlere bağımlılık yapa rak köleleşme nedeni olmaktan kurtulamaz. Zihinde karşılığı bulunan özgürlüğün talebi, eylem (burada girişim)dir. Şu hale göre köleleşmiş zihinlerin eline kalmış üretim imkanlarından ne beklenebilir ki? Anadolu'da sanayileşmeye paralel değişime "öz varlıkları ve kendi oluşlarıyla'' bugün dünden fazla katılanlar dünyasal ger çekliğin bir ölçüde farkındadır. Toplumsal dönüşüm sürecinde eriyip tükenen ya da iptal edilen değerlerin yerinde boşluk bı rakmayacak yeni değerlerin konulması gerektiği açık ve onlar bu gerekliliği de iyi biliyor. Bilmenin kapısı, yapmaya açıktır. Yeni değerler kesip biçilmiş olarak bir yerlerden bulup getirile mez; yoğurarak oluşturulması gereken niteliktedir. Sanayi top lumunun kazanımları ve seçim gibi demokratik ögelerle yüz yılı aşkın bir süredir tanışık olmanın sonucunda elimizde ka lan yeni değerlerin, aynı zamanda kültürel yaratının bir sonu cu olması beklenirdi. Geleneksel yaşama anlam veren değerler biraz da kültürel birikimin devamına katkıda bulunarak ve bu nedenle meşruluk temeline sahip olduğu için ayakta kalıyor. Değerler cetveli eski ile yeninin çatışması tablosunda, değişik vesilelerle yeterince irdelendi. Yeni bir irdelemenin sonunda girişim değeri yüksek atılım beklemiyoruz. Eskinin tarafta rı sayılanlarla yenilikçi olduğu düşünülenlerin konuşlanmış görüldüğü yerlerin gerçekte yapay olduğu anlaşılan çatışmalı tabloda, biraz da eskinin eski olarak bırakılmasıyla, eski yeni eksenindeki hareketler gücünü adım adım kaybetti. Çatışma-
Bozulan ve Kurulan Düzen 363
nın, anlamsal açıdan yeni boyutlar kazanarak genişlemesiyle, ünlü "kuşaklar arası çatışma" kavramı açıklayıcı olmaktan çıktı. Yeninin içinde neler olmalı, yeni neleri kapsamalı? Anadolu insanı yaşamına giren yenilikleri, "çağdaş"lık söylemi kendin den menkul çağdaşlarının eline bırakmayıp, kendi tercihlerine göre biçimlemeye karar verdiğinden beri gerilim bu çerçeve de devam ediyor. Demokratik katılım bilinci arttıkça Anado lu halkı, bir açıdan kendini yeniden kurma bilinciyle hareket ederken, bu halkın yaşamını anlamlı kılmış değerler görünür hale geliyor, güçleniyor. Halkın inancı ve öz düşüncesi teme linde canlanarak güven kazanması, bu gelişmenin karşısında olanları harekete geçiriyor, "seçkin'' olarak nitelenmeye alışmış bu hareketli gruplar, iddialarını eskiden olduğu gibi güçlü bir entelektüel temele oturtamıyorlar, ancak birlikte düşüp kalk tıkları ve grup teşkil ettikleri kişileri kendilerine inandırabili yorlar. Ayrıca, bundan sonra entelektüel anlamda artık rakipsiz sayılmazlar; bütün iddiaları-ve savunmaları suçlamayla, karala mayla, ithamlar ve tehditlerle, kısırlıklarını ve çaresizliklerini sergilemeye varıyor. İki binli yıllarla birlikte Batı dünyasında başlayan uğursuz bir eğilimden güç alarak yapıyorlar bunu. İki kutuplu dünyadaki soğuk savaşın bitmesinden sonra, İslam'ın ABD tarafından hasım gösterilmesi, Avrupa'daki fanatik ırk çıların ve yabancı düşmanlarının Müslümanlara karşı eylem yapmasına neden oldu, İslamofobi destek buldu. Bu husumet açıklamaları ülkemizde de geleneksel yaşama biçimine, o da bütünüyle değil vazgeçilmez birkaç değer üzerinden; sahip çı kanları töhmet altında tutup her fırsatta suçlamada bulunanla rın cesaretini artırdı. Türkiye'deki genel görünüm, demokratik katılımın artmasına paralel bir gelişmeyle, halkın, yaşamın ye nilenmesini kendi elleriyle yoğurmak istediğini, eskiye, eski mişe, yeniye, yenilenmiş olana anlam ve değer vermek açısın dan, oryantalist bakışın desteklediği Amerikan yaşam tarzına direndiğini kendisinin özgürlüğüne gelecek müdaheleye karşı durduğunu gözler önüne seriyor. İktidarın daima direniş üret-
364 Çalkantı ve Dalga
tiği söylenir. Bu iktidarın kötülük doğuran bir doğaya sahip olduğunu önceden kabul etmekten doğan bir görüştür. Ema netçiler eliyle yürütülen, bu nedenle gizli ve sahte iktidarlar, toplumsal yaşamdaki gerçek direniş duygularını üretirler. Toplumsal yaşamda boşluk olmaz. Bir kültür eriyor gö rünürken bile, onun yenilenen ögeleri varlığını sürdürür, eski yeni fark etmez; bu ögeler yaşam içinde kendilerine en azın dan tutunacakları bir yer bulur. Yaşamda bir işlevi olan her şey yeni sayılır. Yaratımın bugünkü ögesi olduktan sonra, eskilik ve yenilik, kültürün öteki kavramları gibi görecelidir. Kültür ala nındaki bir öge, eski ya da yeni olma derecesiyle değil, özgün yaratım süreçlerinde aldığı yer ve bu ortama kattığı değerle önem kazanır. Kültürel sermaye (maddi kültürün üretim araç ları) temelde muğlaktır, yaşamın sürmesinde olduğu gibi kül türel varlığın işleyişinde kesinlik bulunmaz, sadece kültür ya şamına yapılan katkıların ortaya çıkardığı yeni sonuçlar vardır. İnsanların, içinde varoluşlarını ve özgürlüklerini hissedeceği bir yapılanmaya elverişli olduğu takdirde, toplumsal yaşamda matematiksel kesinliğin bulunmayışından bir zarar görülmez. Öyle ki, önümüzde hazır bulduğumuz, belirlenmiş kesinlikler karşısında, kültür alanında ihtiyaç duyulan atılım ve manevra kabiliyetini bize sağlayan, çoğunlukla muğlaklığın kendisi ol muştur.
Dokuzuncu B ölüm
ALTÜST OLUŞ
BİR ŞEY YAP ''Ameller niyetlere göredir" özlü sözünde beliren ölçü, hem . yapılan iş ne çlursa olsun hem bir işi yapma sürecinde hangi aşamaya varılırsa varılsın; değerlerin insanın tavrına göre oluş tuğunu bize bildiriyor, bu sözle aynı zamanda değerin niyete ve fiilen yapılan işe bağlı olduğu açığa çıkıyor. İ nsanın gidişatının hangi kıratta olduğunun ortaya çıkması da yapılan işin seyrine bağlı olacaktır. Salınımlarda niyet ile eylemin bağlantısı hak kında bir denemeye yer vermiştim. Önemi ve özge oluşu dola yısıyla aynı konuya burada yeniden değinmekten kaçınmadım. Bir konunun aynı kalıp cümlelerle bir daha öne sürülmesi sı kıcıdır ama öneminden dolayı üstünde durmak istediğmiz ko nuyu yeni bir bakışla tekrar ele alarak, düşünmenin sürekliliği ne hizmet etmiş oluruz. Niyetten ve fiilen yapılan işten hangi sinin öncelik taşıdığına pratik hayatta karar vermek kolaydır: İ ş. Karar önceden verilmiştir, işin yapıp bitirilmesi önde gelir; duygumuz bunu söyler. Çünkü insan, kafasını kurcalamakta ve uğraştırmakta olan sorunun çözümüne öncelik tanır. Acil bir hali sıradan duruma dönüştürecek bir girişimde bulunduktan
366 Çalkantı ve Dalga
sonra, niyetin mi işin mi önde geldiğini sorgulamak kuramsal çerçevede o kadar kolay olmasa gerek. Çünkü yapıp bitirilmiş bir iş dayatıcıdır, "hiç olmamış gibi" kabul edilemez. Biz onu bilmesek de, yapma niyeti olmadan yapım ortaya çıkmaz. Va rılmış kesin çözüm, yani bitirilmiş iş, niyeti, amacı ve yapma çabasını içine alır. Önümüze çıkan, salt emrivaki ya da oldubitti ise ne yapa cağız? Niyet bilinmez, süreci değerlendirme imkanı battı, işe yaramaz hale geldi diye, "bana bundan ne çıkar, en iyisi; ona bakayım'' diyecek ve hüküm verme hakkını ortadan kalkmış mı sayacağız? Tabii ki hayır! Niyet edilenden başka biçimde gerçekleşen ve niyetin yönüne göre yanıltıcı sonuç veren bir iş de kendisini dayatmıştır bize. Yani bir işin yapılma süre cinin sonunda ortaya çıkan görüntü ile o işe girişenin niyeti arasında ters orantının mümkün olduğunu biliriz. Yapılan bir işin niyet olarak taşıdığı anlamın örtülü kaldığı, buna karşılık ve başta zikrettiğimiz ölçünün tam aksine, yapılan işin sonuna bakarak, niyete (bir tür niyet okuma ya da önyargı) anlam ve rildiği, uzaktan bakarak tecrübe ettiğimiz durumlardan biridir. Genellikle niyet ile eylem arasında zorunlu bir uyum olaca ğına dair önkabule sahibizdir, ama tam tersi olabiliyor. İnsanı yanıltmak üzere tuzak kuranlar bu önkabulden cesaret alırlar. Tabii ki tuzak kuran birinin gerçekte kendi kendisiyle uyum suz olması, niyet-eylem bağlantısını kendi içinde kuramamış olması da mümkündür. İnsan, zihin düzeyinin üstünde bir işe girişebiliyor ve bu nitelikteki her girişim çelişkilerle ilerliyor ya da tökezliyor. O halde, niyet ve fiilen yapılan işlerden hangi sine öncelik verileceği, pratik hayatta ilk görüşte sanıldığı gibi kolay bir mesele olmamalıdır. İşe, pek de üstünde düşünmeden öncelik veririz, bunun nedeni pratik hayatın ortaya çıkardığı zarurettir. Bu zaruret, fiili bir durumun anlamı ile fiile çıkma mış bir durumun anlamını karşılaştırmak için zihnin ihtiyaç duyduğu zaman süresini beklememe zorunluluğundan ibaret tir. Karar vermede bilincin işlevine ve niyete verilen öncelik
Altüst Oluş 367
oldubittiyle başımıza çıkacak işlerin önemini azaltmıyor. Biz yaptığımıza egemen olmak istediğimizden, bildiğimiz işi yap mak isteriz, niyetimizi11 geleceğini kollama ödevi, bizi, kontro lümüzün dışındaki işleyişi gözlemekle de görevli kılıyor. Bir toplumun değerlendirme ölçütünü, bir medeniyetin ru hunu anlamak için başvurulacak yollardan biri, o toplumdaki "iyi insan" tasavvurunun içeriği hakkında gözlem yapmaktır. İyi insan tasavvurunun hangi ölçüte göre oluştuğu açısından baktığımız zaman, bazı medeniyetlerde fiilen yapılan işin öne alındığını, bazı medeniyetlerde ise öncelikle insana "konum" biçildiğini ve insana verilen değerin, onlara yakıştırılan dav ranışlara ilişkin tasvirlerden bağımsız olduğunu görüyoruz. İyi insanın taşıması gerektiğini düşündüğümüz nitelikleri so yut olarak sıralayıp madde madde yazabiliriz, ilkeler açıklama konusu olabilir. Bir toplumun niteliğini öğrenmek, bir mede niyetin ruhuna ermek, gerçekliklere dayalı bilgi edinmekle, toplumsal gerçekliği yansıtan deneyimleri tanımakla mümkün olacağından ifİ insan tasavvurunu soyut değerlendirmelerden çıkaramayız. "Yapan insan'' olduğu gibi, bir toplumun karakter verici niteliklerini taşımasıyla bilinen insan da niyetleri tanı mak için önemlidir. İ slamiyet'teki "takva" ölçüsü böyle bir mihenk taşıdır. İnsan orada ölçüye vurulduğunda, adeta bütün eylemlerinden sıy rılmış bir halde bulunur ama yücelikleri tattığı deneyimlerin sahibidir. Deneme-yanılma imkanı veren eylemlerin art arda yapılmasından değil, dalgaların çarpmasıyla üstündeki pürtük ler giderilerek parlak bir yüzeye kavuşan, sahildeki kaya parça sının yıllar içinde evrilmesine benzer bir deneyim zenginliğin den söz ediyoruz. Bilge kişi değerlerin sayısız kere elinden di linden, zihninden geçmesiyle, denenemeyecek olanı denemiş durumdaki kişidir. Bu deneyimin sahibi dünya yüzündeki "du ruş"unun verdiği resme göre "iyi insan" tasavvurunun konusu olabiliyor. Ama demek ki; insanın konumuna, yani şu dünyada bir varlık olarak duruşuna, davranışları hakkındaki tasvirlere
368 Çalkantı ve Dalga
başvurmadan ona bir tarif getirilebilir ve değer verilebilir. Ta bii ki takva, davranışlarla belirgin duruma geliyor, ama onu davranışlar toplamı olmaktan bağımsız bir nitelemeyle anla yabiliyoruz. Ortada somutlaşmış bir olgu var; bunun niteliğini anlamak için somut durumun sınırlılığını aşmamız gerekli ve soyutlama bir zorunluluktur. Niyet olarak niyete değer biçmiş oluruz böylece. Eyleme dökülmemiş niyet de sahibi hakkında bir kıymet hükmü oluşturmaya yetebilir. İnsanın "tercihlerine göre" değer taşıdığı kabul edildiğinde, salt niyet sahibi hakkın daki kıymet hükmünün ne'liği yalın bir ifadeye kavuşmuş olur. Tercihler, ortaya konulmadan önce de vardır ve kesin tercih, niyetin içeriğiyle aynı kökten gelir. İman etmenin fiili işlevlerinden biri, insandaki ayırt etme kudretini ayakta tutması ve beslemesidir. İyiyi kötüden, doğ ruyu yanlıştan, karanlığı aydınlıktan, hakkı batıldan vb. ayıra bilmek. Tam ayırt etmek tam tercihle birlikte mümkün olur. Çünkü ayırt etme kudretinin mükemmel olması halinde, in sanın doğal eğilimine uygun davranarak ağırlığını doğrudan yana koyacaktır. Hem ayırt etme yeteneğinin varlığı hem de yanlış eyleme girişilmesi olmayacak bir durum değildir. Çünkü bir eylemin sonuçlandırılması, bu amaçla belli bir gücün sefer ber edilmesini gerektirir. Bir insan gerekli güce sahip olmadı ğı takdirde yeteneğiyle giriştiği eylem arasında bir karşıtlığın ortaya çıkması şaşırtıcı bir durum olmaz. Buna karşılık, hern ayırt etme yeteneğinin önü açık, işleyişinin engelsiz olması hem de gönlün, aklın ve duygunun serbestçe akışından ibaret "tercih"in yanlış konulması mümkün değildir. Ayırt edebilen insan, iyiden yana ağırlık koyar. Tabii ki, neyin iyi ve yararlı, neyin kötü olduğunu tayin et mek her zaman kolay olmaz. Bilinç sahibi insan iyi ve kötüyü ayırabildiğine inanır. Bilinç, bunu yapmasının sert ile yumuşak, sıcak ile soğuk arasında ayırım yapmaya benzemediğini de bilir. Çünkü iyi dediğimiz bir işlemden kötü sonuç çıkabiliyor. Bu nun, önlememek (yapmamak) suretiyle katıldığımız bir işlem
Altüst Oluş 369
olmasına da şaşılmaz. Çünkü iyi bir insanın iyi sayarak yaptığı eylemin sonuçları genellikle iyi ve yararlıdır. Buna mukabil işin iyi olduğunu kabul eden birinin kendisinin yapmadığı bir işin aynı oranda iyi sonuçlanacağının garantisi yok. Bu isabetsiz liğin nedeni, biri işi eyleyene, diğeri yapılanları gözleyene ait olmak üzere iki niyetin aynı yerde bulunmasıdır. Niyetler aynı yönde olsa bile, gerçekleştirme sürecindeki hesaplanmayan etmenler, işi eyleyen ile gözleyenin müdahele edebilme kapa sitesi arasındaki fark, sonucu etkiler. Yapmaktan kaçınılması gereken bir iş ya da eylem söz konusu olduğunda ilke değişme yecek, dahil olmaktan kaçınılan iş çerçevesinde niyet, eylem, işlem ve tutumların değerlendirilmesi için eyleyen ve gözleyen tarafların yer değiştirmesi yeterli olacaktır. Doğrusu, bu dünyada olup biten olayların ve duyusal itilimle yapılan işlerin çoğu serinkanlı olarak değerlendirilecek türden değil. Savaşlardaki tahribatı ve insanın insana ettiklerini sava şın sona ermesiyle unutmayı seçmişiz-seçiyoruz. Tepeden tır mağa suçlu ür�ten, suç olan eylemi yapanların yapmamış gibi yaşadığı, çoğunlukla savaşlarda işlenerek yüceltilmiş eylemle rin düşman üzerinden, uzak ülkelere, İ kinci Dünya Savaşı gibi uzak zamanlara yollanarak tasvir edilmesi onları unutmanın bir yoludur. Söz Türk toplumuna geliyor, son iki yüzyıllık ta rihte başımıza gelenler aklımızı yokluyor, örneğin biz, Balkan topraklarında uğradığımız felaketleri unutmayı seçmişiz. Yir minci yüzyıl başlarında Osmanlı Avrupası'nı saran henga mede öldürülenlerin sayısı milyonlarla ölçülüyor. Niyet eden, karar veren, bile isteye eyleyen, hizmet sayarak işleyen ya da işgalci, def'edilesi, kurban ve bütün bunlar etrafındaki değer ler birbirine karışıyor. Uzun savaş döneminin uğursuzluğuyla geçen altüst oluşlar dizisindeki başarıya başarı diyerek övünen tarafın savaştan sonra da hayatımızda kalarak bizi etkilemesi ni ve barış günlerine zehir katmasını istemiyoruz. Unutmaktır bunun çaresi. Savaş sırasında olup bitenlere anlam vermekte ve tanıklık ettiği sahneleri yorumlamada herkes zorlanır. Temen-
370 Çalkantı ve Dalga
nilerle genelleme yapmaktır bu zorluğu aşmanın çaresi. Savaşa eylemli olarak katılmış ve savaş durumuyla yakından ilgili olan kimselerin her biri, sadece bu durumda olanlar; o zamanki ni yetinin ne, kendisinin kim olduğunu bir biçimde biliyor. Savaşı herkes kınar, buna bir itirazımız yok; üstelik zaman ve mekan olarak uzaktan kınamak kolaydır. Ama ya savaşın ya da insanın niteliğine bağlı bir içgüdüyle, yaptıklarının hepten unutulma sını isteyen savaşçılar dahil; savaşa karışan herkes tercihlerini ve niyetlerini sahiplenmekten kaçınmıyor. Bunlar ya gizlenmek için susar ya da niyetini açığa vurur; ikisi de sahiplenmenin yöntemidir. Gerçekte insanın sahip çıktığı, sadece kendisidir. Savaşlar, tarihselleşmiş eylemlerdir. Tarihin konusu olmayan eylemlerine sahip çıkan insan, kendisini bütünleşmiş bulduğu bir savaşa sırtını dönemez. Eski tercihler ve niyetler ile şimdiki teşebbüsler birbirine karışıyor; aslında, eylem sahibi çelişkisiz olamıyor. Genelde doğrusu şu: İnsana değer biçmede, "iyi insan"ın ta nımını yapmada, "niyet" ve "tercih" bir adım önde durmaktadır. Böyle bir önceliğin sadece kuramsal alanda kalması, önemini azaltmaz. Niyete öncelik verilmesi gerekiyor diye, işe ve işleyi şe dikkat etmenin gereği de ortadan kalkmaz, kaldı ki; niyete öncelik veren bir kişinin eylemleri önemsemediğini kim söyle yebilir? Bir işi yapmak ya da eylemli bir duruma karışmaktan kaçınmak, bir güç gerektirdiğine ve insanın böyle bir gücü ta şımıyor durumda olması mümkün olduğuna göre, eylemlerden önceki safhanın, ilgili insan açısından temiz veya kirli oluşu ve niyetin neliği "karakter verici" önemi haizdir. Bütün bu belir sizlikten ya da belirleme güçlüğünden, iyi ile kötünün birbiri ne karışması ikileminden ve iyi insanların, denge gözetleyici niteliği hiç elden bırakmamasından dolayıdır ki; yapılacak bir işin iyi, yararlı ve doğru olduğuna kesinlikle inanılsa bile, "ha yırlı olması" temennisinde bulunulur. Hayırla sonuçlanan bir işin başlangıcında, bu "hayırla sonlanma"nın nedeni olan bir niyet vardır; baştan belirlenmese de.
Altüst Oluş 371
Bizim, eski kütüphanelerimizi dolduran, tasavvuf dünyası na ilişkin, tarihi değeri de bulunan elyazması kitaplarım pek çoğunda Allah' a bağlılıktan, peygamberi sevmekten, takva üzere yaşayışın öneminden tekrar tekrar söz edilir. Bunları ardı ardına okumanız gerektiğinde, eskilerin insanı bıktıracak kadar soyutlayıcı bir üslubun peşinden gittiğini düşünür, bu ki taplarda günlük yaşamın ayrıntılarına değinmediklerini görür sünüz. Adeta, okurlara denilmiştir ki; siz ayırt etme kudretini elde etmeye ve ayakta tutmaya bakın! Bir kere bunu elde et tikten sonraki tercihinize güveniyoruz. Günlük yaşamda dav ranışlarınıza vereceğiniz yönün ne olacağını tercihleriniz size söyleyecektir. Siz en iyiyi ve yararlı olanı seçersiniz. Uzun söze ne gerek! Bütün bunlara rağmen, niyet olup bitenlere dahil olduğu ölçüde açığa çıkar aksi takdirde gizli kalır, insanın tercihi ise yürürlüğe girmeden somutlaşamaz derseniz; haklısınız. Üstelik niyet ve tercih zihne hapsedildiği zaman, kafada doğduğu ya da kitaplarda yazılı olduğu biçimde durmaz; bunu da unutma mak gerek. Bir kaya parçasına kimse bir darbe vurmasa, kayayı eritecek rüzgar esmese, kaya olduğu gibi kalır da dokunulma yan niyet, "aman bozulmasın!" korkusuyla kimselere söylenme yen, yürürlükten uzak tutulan tercih, bulunduğu yerde, belki de fark ettirmeden dönüşüme uğrar, başkalaşır. Bir şey yap! Niyetler ve tercihler, yapılan iş ile açığa çıktığı gibi, eriyip gitmemek, ayakta kalabilmek ve bozulmamak için günlük hayatta sınanmaya muhtaçtır.
PARÇALANMA İ slam kültürünün ne'liğini hesaba katmayan bir bakış, toplu mumuzun yalnız geçmişte sahip olduğu değerleri değil, bu günkü insani niteliklerimizi tanımlayamaz. Hesaba katmak yetmez üstelik göz önünde bulunanın bilgisini edinmek de
372 Çalkantı ve Dalga
gerekir. İslam'ın toplumsal yapılanmadaki yerinin güçten dü şürülmüş olmasıyla, onun teorik temellerine ilişkin kanaatleri gevşetmeyi amaçlayan hareketler gözler önündeyken, insani nitelikleri tanıma ve insanlar hakkında bilgi edinme gerekli liğinin hayati ve ertelenemez bir mesele olduğu çok açık. Ya ratıcı atılımların kaynağı olmuş bir kültürün kapasitesi, ona sahip olan toplumlardaki halihazır yansımasına indirgenemez. İndirgenemezliğin en açık görünümü İslam kültürü ve toplu mu hakkında geçerlidir. "Yüce geçmiş" algısı ile "yaşanan bu gün'' arasındaki uzun mesafeye dair algılama, üzerinde taşıdığı yazıksayıcı ve esef ettiren niteliklerle, insanların kendilerine bakışını etkilemektedir. Yaşama biçimlerimiz temel insanlık değerleri karşısında sınava girdiği gibi kuramların kapasitele rini belirleyen de, gerçek insan ilişkilerinde kapsadığı yerin bo yutlarıdır. Kültürün halihazır yaşamda işlev görme kapasitesi kuramsal ufukların teorideki genişliğine bakarak artırılamaz, kapasiteyi genişleten, deneyim ve değişim olabilir. Bir insan birlikte yaşadığı insanlar içindeki konumlanışına göre kendisini tanımlarsa, bu tanıma verilen şeklin esas itiba rıyla başkalarının algısına dayalı olduğunu kabul etmek zorun dadır. Aynı insan dönüp kendine baktığında, toplum tarafın dan algılanışının dışında kalan kimi değerlerin kendi içindeki özneyi belirlediğini görüyor ve bunun iyi bir resim halinde topluma yansımadığını düşünüyorsa, "Ben kimim?" sorusu nun karşılığı olarak bulmak istediği, aslında bir bütün halinde algıladığı tanım parçalanır. Kendisinin kim olduğu sorusuna verdiği cevap ile kendi bildiğine göre toplumun onu algılama biçimi arasındaki fark giderilmeyi bekleyerek o kişinin zihnin de dönüp durur. Bir insan, kişiliğinin başkaları tarafından dağınık olarak al gılandığını görmek istemez. İ mgelem, tamlık dışındaki algıla mayı kabule yanaşmaz, toparlayamadığı algı ögelerini bile bir bakıma, "dağınık algılar bütünü" olarak yansıtmayı yeğler. Sür realist resim, ressamın imgelemine yansıyan nesneyi, doğa par-
Altüst Oluş 3 73
çasını ya da uzamdan herhangi bir bölümü algılandığı biçimde ve olduğu gibi yansıtır. İnsanın kendisi hakkındaki algısını bü tünleme girişiminin, ne yaparsa yapsın sonuçsuz kalacağı, yani kendisini toparlamayı başaramayacağı inancı ise kaçıp kurtul ma yönünde bir isteğin doğmasına yol açar. Zihinsel bütünlü ğü bulmak için uğraşırken, kendini anlamanın bir yenilgiyle bağlanmasının dayanılmazlığı kaçma nedeni olur. İ nsanlar ve toplumlar hakkında olduğu gibi "öteki" sayıla nı suçlayarak uzaklaştırmaya yarayan ifade kalıpları, kültürler hakkında da oluştu. Bir kişinin kendi kültürünün ötekileştiğini görmesi toplumsal bütünleşme açısından acı verici, başka bir gelişmeye bağlı olmadan bu durumun kanıksanmasıyla acıyı hissedemez hale gelmesi ise kendisini parçalı algıladığının be lirtisidir. İmgelemdeki parçalanmayı gidermenin çaresi birkaç yerinden kırık aynayı kaynaştırarak bütünlenmiş görüntüyü yeniden kazanmak kadar güçtür. Dönemsel olarak geçerli olan ile öz nitelikleri açısından-değerli olan arasında çatışma varsa, insana düşen ödev değerliden yana olmaktır. Bu ödevin yeri ne getirilmesi halinde çözümün bütünyle sağlanacağı, garanti edilemez. Değerliyi yeğlemenin toplumsal açıdan da geçerli hale geleceği bir formülün bulunması ve uygulanması gerekir. Uygulama kabiliyeti yüksektir diye, yalnızca o günlerde geçerli olanın peşine düşmek, insanı kimi değerlerden bir daha ulaşa mayacağı ölçüde uzaklaştırabilir. Bir kaç durum arasında bir tercihte bulunması gerekli olan kişinin işi, hem isabet ettir mek, hem tercih koymadığının tehlike kaynağı olmasını ön lemek hem de geleceği kazanmak zorunda olduğundan dolayı zorludur, kolay değildir. Bir toplumu derinliğine tanımak için kullanılan yöntemler, toplumbilimsel disiplinlerin inceleme ve deneyimler sonucun da zenginleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Bilgiler, sadece bilgiye duyduğu ihtiyaç nedeniyle onu üretenler tarafından kullanı lıyor. Toplumbilim alanında yer alan bilgi bütünlükleri top lumu yönlendirmek ve yönlendirmeyi kolaylaştıracak ölçüde
3 74 Çalkantı ve Dalga
biçimlendirmek amacıyla hareket edenlerin birer enstrümanı durumunda. Dolayısıyla elde edilen bilgilere toplumun sahip olduğu kimi nitelikleri gizleme amacıyla da başvuruyorlar. Toplumsal bir yapılanma biçimini, insanların irade ve eği limlerine aldırmadan (halka rağmen halk için) yerleştirmek amacını güdenler, gelişmesini istemedikleri insani niteliklerin gizlenmesini isteyenlerle birlikte hareket edebilirler. Ama bir toplumun genel olarak paylaştığı erdemlere ve meziyetlere de ğer veren ve bunlara göre davranmayı tercih edenler de eninde sonunda aynı bilgileri kullanmak zorundadır. Olgulara ve ger çek duruma dayalı bilimsel veri işte böyle bir şeydir. İnsanların günümüzde toplumsal yaşamı "din'' merkezli bir anlayışla düzenlemediklerini söylemek, bir gerçeğin ifadesi olabilir. Ama gerçeğin bütünü bundan ibaret değil. Çünkü bir toplumsal düzenlemede temel alınan ilke ile bir insanın var lık olarak kendisini hissetme biçiminden çıkan sonuç birbirini bütünüyle karşılamaz. Soyut düşünce ve kavramların yaşama karışarak şekil almasının ilginç sonuçları var. Örneğin "son'' denildiği zaman gerçeklikle ilgi kurulması için bir yere bağ lanması gerekir, bu kelime tek başıma söylendiğinde boşlukta kalır. Biz bir şeyin, bir hikayenin, bir olayın sonunu kavrarız, dolayısıyla şey, hikaye ve olay bize "son"u bildirirler. " İyi"nin canlanması, şekil alması ve kavrama alanına girmesi onun ya şamın içinde gerçeklik olduğunu gösterecek bir varlıkla ilin ti kurmasına bağlıdır. Bu varlık iyi insan olabilir. İyinin tek başına ifade edilmesi bir boşluk oluşturmasına karşı iyi insan onun gerçeklik kazandığı bir varlık oluyor. Bu akıl yürütme bizi soyut kavramlar üzerinden şu sonuca götürüyor: " İyi", an lamını ona gerçeklik ve görünürlük kazandıran varlıktan mı alıyor yoksa o varlığa soyut halde iken bir anlama sahip olarak mı geliyor? " İyi" gerçeklik kazanmak için insana muhtaç, insan "iyi" olmak için kendisinin üzerinde görünen "iyi"ye muhtaç. Öte yandan hiç kimse kendisine (tahsis edemediği) özgü kı lamadığı için soyut kavramların gayrişahsi olduğu düşünülür.
Altüst Oluş 375
İnsanlar sonuç çıkaracak bir düşünce sürecine girmeden de bu bilinçaltından ikilemi hissederek yaşarlar. İnsan, iyi yaşamanın ve kendi üzerinde görünmesini istediği iyiliğin, öznellik-dışı (herkesi kapsayan) niteliklerini, belirleyenin kendisi olmadı ğının farkına vardıkça, var olmanın şartları ile yaşamı değerli hale getiren temel niteliklerini ve anlamını, onun görünür ol masına aracılık eden bir varlıktan (dolayısıyla varlık olan in sandan) değil (doğrudan varlık olan) tanrıdan aldığını için için düşünür. Aynı zamanda enisonu dönülecek merciyi hatırla maktır bu. Yaşamanın ve yaşamda değer kazanmanın şartlarını temel veri olarak aldıktan sonra her şeyin burada olup bittiğini düşünen, dönüş menzilini unutan, ruhsallıkla uğraşmak ağır geldiği için gerisini fazla kurcalamayan insanlarda da (düşünce katına yükselmeyen) bu itikat sönüp gitmez. Ruhsallık, günlük işleyişe dahil olmayan, üstünde durulmayan ve vurgulanma yan, gölgedeki bir duygu olarak kalır. Bu duygu gölgede kalmış haliyle bütün sanatları etkilemeye devam ediyor. İnsan duyu . munun varoluş hakkında sahip olduğu imgenin ve düşüncenin sıfırlanması ise bir toplum için felakettir. İçlerindeki bu itikat ve düşünceyle yaşayan bireyler her koşulda mevcut olacağı için ruhsallığı algılamanın yüzdeyüz sıfırlanması söz konusu ola maz. Ama toplumların varoluşa ilişkin duyarlıklarını yitirme leri nedeniyle kesin felaketin ve yok olmanın eşiğine gelebil dikleri bir gerçektir. Dinin yaşamın dışına çıktığı yolundaki düşünce ve öyle kal ması gerektiği yolundaki iddia (hakikate olduğu gibi) hiç de gerçeklere uymuyor. Dine kendi yaşamında merkezi yer veren lerin ondan ne anladığının da bilinmesi gerekir. Bu bağlamda, insani gerçeğin bütünü halihazır dünyada genel olarak algıla nandan ibaret değildir. Dinin yaşam içindeki, esasen değişken olan yerini belirleyici bulguya herhangi bir enstantaneyi yan sıtan bir resimden yola çıkarak gidemeyiz. Toplum hakkında açıklayıcı bilgiye ihtiyaç duyan kişi bir anlık çerçevenin ötesine geçmek durumundadır. Şöyle bir soru ufuk açıcı olabilir: Aca-
3 76 Çalkantı ve Dalga
ha, içinde tanrıya, yaratılışa dair bir kelime, dolayısıyla bir algı bulunmayan bir dil var mıdır? Dili değerlendirmek için değil insan doğası hakkındaki fikirlerimize bu sorunun katkı sağ laması beklenir. Toplumsal dokuların bileşimi, yüksek seviyeli bir dil uzluğuyla ifade edilmiş toplumbilimsel çözümlemeler de bile saydamlığa kavuşması zor karmaşıklıkta olabilir. İn sanların ve içinde yaşadıkları toplumun konumu kendileri için apaçık olduğu halde, onlar hakkındaki toplumbilimsel bilgiler anlaşılmaz ve karmaşık göründüğünde bile, toplumsal yaşamın kendisi çoğul ve karmaşıktır. Toplumun yapısına ilişkin ifade ler ise karmaşık bir durumu anlamayı kolaylaştıracak biçimde düzene sokulmuştur. Bir çalışmanın sonucunu ortaya koyan metin o çalışmayı yok saymayı gerektirecek ölçüde kötü ifade edilmiş olabilir. Buna mukabil toplumun kendisi, bireylerinin gelecek kaygısını en aza indiren bir düzene sahip olmadığında bile, yaratılmışlıktan gelen korunma içgüdüsü, insan kümeleri ve aileler arasında bir ahengin oluşmasını mümkün kılar. Yapı cı ipuçlarını içinde taşımayan anarşik zamanlarda, duyarlığını inançlardan alan içgüdü şaşırıp kalmış insan için rehberliğe soyunabilir, onları biraraya getirebilir. Önyargıya da benzeyen koruyucu içgüdünün her yönü bir anda kavrayan yol gösterici olması işten değildir. İnsanları bir yerden bir yere sevk etme ve kabaca onlara yön verme amacı gütmeden tanımak istediğiniz zaman, onla rın "insiyaki yaşamlarına" inmek zorundasınız. Ya da şöyle diyelim; insanlar birbirlerini tanımaya ve yaşama düzenlerini bilmeye ihtiyaç duydukları zaman, insiyaki yaşamı tanımaya yönelirler. Doğal bir yönelimdir bu. Kendisine çekidüzen ver mek isteyen bir toplum ve toplumu oluşturan bireyler, kendini tanımakla işe başlar. Kendini tanımak, insiyaki yaşamı merak etmekten, bu yaşama yönelmekten ve onu didikleyerek safha safha tanımaktan bağımsız bir işlem olamaz. Ve her konuda başlangıç noktasını tanıma olmaksızın bir sonraki adım atı lamaz. Bugünkü Türk toplumunda bulunan insani nitelikleri
Altüst Oluş 377
teşhis için insiyaki yaşama merak salan bir göze, böyle bir gö zün ise İslam'ın dünya kavrayışıyla mücehhez bir bakışa ihti yacı var. İnsanların günümüzdeki konumlanışı, "din merkezli" olmasa bile dış görünüşten içe dönmek zorunludur. Çünkü toplumsal konumlanış insanın iç düzeninin nelerden terekküp ettiğini bütünüyle yansıtmak durumunda değildir. İnsiyaki ya şam; dışardan da gözleseniz, insanın iç düzenine ilişkindir. Osmanlı döneminde müşterek din devlet algısının gördü ğü kabule paralel olarak insana yönelik değerlendirmeler din merkezli olmasına yakın bir oranda devlet merkezli idi. Os manlı Devleti' nin sonları yaşanırken değerlendirmede devlet merkezli algının ağırlığı arttı. Cumhuriyet dönemi toplumsal yaşama ve insana değer vermedeki devlet ağırlığını Osman lı'nın son yüzyıldaki yönetim anlayışından tevarüs etti. Yir minci yüzyılda Türkiye'deki siyasal hareketler dünyada olup bitenlere paralel biçimde bir yandan toplumsal tabanlarını ge nişletme amacındaydı, devlet üzerindeki pazarlıkların bir ko nusu bu amaç oldu, öte yandan her siyasi eğilim kendi lehine işlemesi şartıyla toplum üzerindeki devlet kontrolünden hiç de şikayetçi olmadı. Yeni yüzyıla girerken toplumsal merkezli bakışı yeğleme yönünde bir eğilim belirdi. Yapılması açıktan açığa istenemeyen devlet kontrolünün meşrulaşması, bu yön de gerçek ya da sanal bir toplumsal tabanın oluşmasına bağlı hale geldi. Toplumsal taleplere verilen değerin işe yarar olup olmadığı belli değil. Toplumsal ve kitlesel hareketler geçen yüzyıldaki gibi canlı olmadığı halde uluslararası bir dalga, in sanı değerlendirmede toplum ölçüsünü öne çıkarınca, bireyin ve öznenin değeri artmış göründü. Totaliter yönetime duyulan özlemden çok sayıda kişinin etkilendiği bir toplumda insana verilen değer artışının ne ölçüde gerçek ne ölçüde sanal oldu ğu belirsizliğe mahkumdur. Bireysel gelişme var, ancak bunun umursanma derecesi belli değil. Şimdiki hale göre, insanların iç düzenini ve insiyaki davranışlarıyla toplumu anlamak yal nızca bireysel merakın tatmin edilmesi için değil, yeni para-
378 Çalkantı ve Dalga
digmaların toplumları sevk etmek istediği yerleri tanımak ve izlemek için de gerekiyor. Sanayi öncesi dönemde kültürleri dinlerin adları etrafın da tanımlamak, alışılmış bir durum idi. Toplumda sahip olu nan genel uyum, bireylerin kendi aralarında kurduğu karşılıklı dengeden ziyade, her insanın toplumdaki değerlerin kaynağı na bağlı kalma derecesiyle ilgili idi. Herkesin aynı kaynağa yö nelmesiyle bilgide müşterek bir zenginlik doğuyordu. Kültürü oluşturan, insanların yaptıklarıdır; özgün yapımlar olmadan bir kültürün gelişmesinden söz edilemez. Buna rağmen bir kültür adını, toplumsal ve insani değerler anlamını dinden almakta, bu değerlerin kaynağının (Tanrının) nitelikleri ise din çerçeve sinde anlaşılmakta idi, Değerlere ölçü, kelimelere anlam veren kaynağa bağlılıktaki müştereklik, karşılıklı güven duygusuna güç sağlıyor, bireyler arasındaki dengeyi etkiliyordu. Bilginin durağan ve olduğu gibi kalmayarak girdiği mükemmelleşme sürecinde, insan yaşamının dinamik oluşu açısından bakıldı ğında, adlandırmaların nadiren adlandırılanın konumuna denk düştüğünü söyleyebiliriz. Ancak insanların insiyaki yapılarına sahip çıktıkları ölçüde dini değerlerine sarılmaları nedeniyle, "öteki" toplumun kültürünün de bir dinin adıyla nitelenmesi itiraz konusu olmamıştır. Günümüzde iki büyük toplum arasındaki kültür farkından söz edildiğinde, vurgulanan konunun aslında din farkı olduğu biliniyor. Örneğin, Türkiye'nin Avrupa Birliği karşısındaki du rumu hakkında bir müzakerede "kültür farkı" diye vurgulanan durum "din farkı" ndan başkası değildir. Böyle bir andırmanın bilerek yapılması bilimsel tartışmalarda kabul edilen ama kit leler karşısında akla gelmesi, göz önüne alınması pek de isten meyen bir gerçektir. İnsanların tek bireyler olarak dini hassasi yete verdiği önem ne ölçüde olursa olsun, din farkı toplumların kırmızı çizgisi olmaya devam ediyor. Din farkı demek gerektiği yerde, "kültür farkı" deyimini kullanmak, bir tarafı incitmekten kaçınmanın, tarafsız ve incelikli davranmanın gereği sayılıyor.
Altüst Oluş 379
Öteki' nin dininden adlı adınca söz ederken saygısızca beyanda bulunanların da, aslında kültür farkına göndermede bulundu ğunu kabul edip nitelemedeki uygunsuzluğu hoşgörüyle kar şılayarak -gerçekte kaba ama- aynı inceliği sergilemiş taraf muamelesi görmesi rastlanmadık bir durum değildir. Sanayi öncesi dönemden bugüne bir dinin adıyla anılan son medeniyet, İslam medeniyetidir. Kurucu toplumların ortak sı fatının İ slam olması bu adlandırmanın bir nedenidir. İ slam' ın, inanan pek çok insanı hiçbir delile gerek kalmaksızın akılcılığa aykırı düşmeyen bir dünya kavrayışı tablosunda da ikna edici nitelikte oluşu, Batılı kulağa şaşırtıcı geliyor. Sezgi ile kavra manın akıldışı bir açıklamaya dayanması gerektiğini düşünü yorlar. "Dogma", "öteki" tarafı tanımlamak için öne sürdükleri niteliklerin başında geliyor; hiç uygun düşmediği somut du rumlarda bile karşı tarafa, dogmalara boğulmuş olmayı yakış tırıyorlar. Bir müslümanın bireysel niteliklerinin bir "ferdiyeti" şekillendirecek boyutta ve- başkalarını ikna edici yoğunlukta olduğu durumda ise, derhal bir tehlike seziyor ve tehlikenin kaynağı saydıkları insanı, birey olmanın dışında bir yere oturt mak için her yolu deniyorlar. Türkiye'de, Rousseau gibi taşkın bireycilerden esinlenenle rin vatandaşlık kavramının içini doldurmak amacıyla içeriye taşıdığı fikirler etkili olduğu gibi, totaliterliğe yönelik giz li hayranlıktan beslenen bireyleşme düşmanlığının tanığı da olunuyor. Kültürel parçalanmışlığı, birey algılamasına karşı takınılan tavırlardaki paradoksa bakarak da tanımak müm kün. Toplumun insiyaki yapısı ve yönelimi hakkındaki bilgiye önem verenlerin bu parçalanmışlığı, Batılı toplumlarla ara mızdaki kapanmayan mesafeye bakmaktan çok İslam kültürü ile toplumun arasına konulan mesafede izlemeleri zor olmasa gerek. İslam kültürünün halihazır konumu ve üretkenlikteki payı ne durumda olursa olsun, bu kültür toplumumuzun duy gusal bağlantılarında en önemli yere sahip olduğundan, in sanların insiyaki eğilimlerini açıklayıcı bir ögedir. Toplumsal
3 80 Çalkantı ve Dalga
yaşamdaki kültürel çeşitliliği ortadan kaldırıp tekdüzeliği her kese dayatma yolunu seçerek dini inanışların kamu alanından uzaklaştırılması gerektiğini öne sürenler de bunları bilmek ihtiyacındadır. Dini inanışların özel alanlara hapsedilmesi ge rektiğine koşullanmış olanlar, kuramlarla uğraşmaktan usanıp insan eğilimlerindeki gerçekliği tanıma yoluna girdikleri za man, nasıl olsa (soluklanacak yer bırakmadıkları) özel alanlara bakmak zorunda kalıyorlar. İslam kültürü, geçmişimizi tanımak için birinci derecede önemlidir denildiğinde, sadece din alanındaki uzmanlık ko nuları akla gelmemeli. İslam' ın kapsayıcılığına şüphe yok ve kapsama alanına sınır çizmek aklımızdan geçmez, ama İslam kelimesinin bizi sadece bir dine değil, bütün bileşenleriyle bir medeniyete gönderdiğini belirtmek durumundayız. Dinin kendine özgü konuları vardır elbette. Bu konuların birer uz manlık alanı olacak kadar işlenmesi ve binnetice her bölümün bilimsel disiplin sınırlarına sahip bulunması, İslam'ın bu disip linlerin dışına göndermelerde bulunan kapsayıcı karakteri ile çelişmez. Toplumsal yaşamı tanıma çabası günlük hayatı etki leyen bir kültür olarak da İslam' ı bilmeyi gerektiriyor. Müslümanların insiyaki yaşamlarını tanımak amacıyla baş vuracağımız eserlerin başlıcaları edebiyat alanında verilmiştir. Her toplumun geçmişine bakarken kendi tarihlerini göz önü ne alarak yapıldığı gibi, İslam tarihi sürecinde yaşamış bilim ve sanat adamlarının değişik alanlarda ortaya koyduğu eserlerden yola çıkarak ve bir iklim halinde göründüğü gibi edebiyat dün yasını oluşturan eserleri yakından tanımak suretiyle geçmiş teki İslam toplumları hakkında fikir edinilebilir. Günümüzde edebiyattan, insanı her yönden tanımak üzere ne bekliyorsak, İslam medeniyeti içindeki edebi eserlerin aynı beklentilere ce vap oluşturduğunu ve eski çağlarda da benzeri işlevler gördü ğünü söyleyebilecek durumdayız. Yunus Emre'den Şeyh Ga lib'e kadar gelen şiirimize, Hafiz Divanı 'nın, Füsus'üf Hikem'in ve Mesnevi'nin çeviri ve şerhlerine ve bu eserlerin toplumsal
Altüst Oluş 3 8 1
yaşam içinde tuttuğu yere bir de b u gözle bakalım. Biçimle rin, üslupların değişmesinden doğan gedikleri aşarak, anlatılan insana, doğrudan ulaştığımız zaman bu eserlerin asıl söyledik leri akıp gelir bize doğru. Edebiyatın işlevi, zihin ve imgelem düzeni bağlamında ve yaşamdaki karmaşaya rağmen algımıza girenler için bir tanımlama getirmek, algılama yetimizi düzene ya da bir yola sokmak, yani dili aydınlatarak ve dünyamızı dille aydınlatarak karanlığı silip atmaktır. Türk dilinde, toplumun tarih içindeki evrilme sürecinde insan ile yaratıcısı arasındaki bağlantıyı kurcaladığı kadar, kendisini dünya ve gerçeklik ile temas halinde tutarak, bireysel parçalanmayı önleyici işlevlere sahip bir edebiyat dünyası her çağda oluşmuştur.
YANLIŞ BİR YATIRIM Bilindiği gibi, Doğu'nun klasikleri modern tarihin başlangı cından önceki d�virlerde yai'ılmıştır. Doğu klasikleriyle geçen yüzyılın son yarısında yapılan çevirileri ve uyarlamaları üze rinden kurulan yeni bağlar, edebiyat dünyasında çoğunluk la yerellik söylemi çerçevesinde algılandı. Bir bakıma yöresel alışkanlıklara benzeyen yerellik bağlamı, öne çıkardığı anlam çerçevesi bakımından sınırlama oldu. Klasiklerin tanımı na ve konumuna uymayan bu sınırlamanın olumlu görüle bilecek tarafı, doğuda yazılmış eserlere oryantalistlerin değil onu toplumsal tabanı bakımından da benimseyen insanların bir yaklaşımı olmasıdır. Sanatta benimsemek ve özdeşlik ara mak, duyarlı olmanın delilidir. Bilimsel çalışmada duyarlılık gerekir ancak özdeşlik aranması beklenmez. Hafız'dan, Yunus Emre'den başlayarak şairlerin okunması bir görenek ve gele nek halinde bağlam oluşturmuş ama bugün klasikler arasında sayılan düzyazı eserler eski tarihlerde masal tadında okun maktaydı. Örneğin, Yusuf ile Züleyha hikayesi büyük şairler tarafından bağımsız eserler halinde yazılmış ise de anonim bir
3 82 Çalkantı ve Dalga
masal gibi algılamayla okunmuştur. Bu sınırlanmış algılama modernizm sonrasındaki kültürün popülerleşmesine uygun düştüğü için çevirilerin yeniden tanıttığı birçok yeni kelime ifade tarzları üzerinde yeteri kadar durulmadı. Halbuki ah lakbilimsel mesajlarıyla, postmodern çerçevenin mutlaklık karşısında doğrduğu tereddüdü gideren derinliğiyle, eski şii rimiz başta olmak üzere Doğu'da yazılmış eserlerin modern edebiyata önemli katkıları olmuştur. Yüzyıl önce entelektüel gündemin önemli maddesi olan klasikler yüksek kültürün bir parçası olarak kabul görmüştü. Klasikler çevresindeki yüksek kültür algılaması gündemden düşmüş bulunuyor. Bunun ne deni görsel iletişim araçlarının günlük yaşamda uzun sürelere hükmetmesi ve buna bağlı popülerleşmedir. Buna karşılık şi irin ve düzyazının kaynaklarıyla bağlantıyı güçlendiren ente lektüel sorumluluk ve dürüstlük vardır. Modernist akımlardan modern öncesi hareketlerdeki insan kalitesine dikkat edenler akıldan çok duyguya önem verdiler. Doğu klasiklerine yapılan gödermeler daha çok sanayi kapitalizmine tepki duyan idea listler ile romantiklerin eserlerinde yer aldı. Modern tarihte on yedinci yüzyıldaki klasisisizm akımından başlayarak roman ve şiir alanında ortaya konulmuş verilen eserlerle yeni bir kanon vardır. Rasyonalizmin kaynakları arasında sayılan Antik Yu nan klasiklerinin temel oluşturmasında elbette bir değişiklik yok. Doğu'nun klasiklerine idealistlerin ve romantiklerin say gıyla yaklaşması eserlerin kumaşının duygu yoğun oluşuna ve popülist akımların dışında klasiklerin yüksek kültürün simgesi olarak kabul görmesine uygundur. Klasikleri gençken okumakla olgunluk dönemide okuma nın başka başka yararları vardır. Beklenen olgunluk yaş almak la gelmiyor, klasiklerin iyi bir okuması entelektüel bir altyapıyı gerektiriyor. Klasiklerin dayandığı ortam altyapısıyla kavran mamışsa eser okuruna dünyasının ayrıntılarını açmaz. Eserin kendine özgü gizemi perde arkasında kalabilir. Bilginin faz la olması anlamanın daha derin olduğunun kanıtını vermez
Altüst Oluş 383
ancak bilgi sahibi olmak güncel akımların baskısına, popüler leşmeye ve vakit kaybettiren başka etmenler karşısında insana özgürlüğünü koruma imkanı verir. Doğu klasiklerine yönelik bir ilgi doğdu ama bir yanda piyasalaşmanın etkisi öte yanda entelektüel birikimlerin yetersiz olması nedeniyle, okumalarla oluşan bilgi sınırlı çevrelerde paylaşılabildi. Bilgi kaynaklarıyla kurulan bağlantılar sağlam temellere oturmadan yatay gelişme yani yaygınlaşma yoluna girenler siyasi hareketlerin popüler liğinden geride kalmamak isterken popülizmin tuzağına tek rar düştüler. Tekrar diyoruz; çünkü bizde popülist eğilim, her zaman vardır ve hızlanarak parlamaya hazırdır. Yüz elli yıllık basın tarihimizi dolduran tartışmalar, çoğunlukla iki taraflı olarak karşı akımlara cevap yetiştirmek için yapıldı. Gazete di linin ve gazeteci üslubunun burada öngörülen anlamda bilgiye ihtiyacı yoktur. Gündeme takılıp kalmayan, gündemdeki ko nuların ele alınışını klasiklerden ve genel bilgilerden beslenen çabayla zenginleştiren entelektüellerimiz bu durumdan daima şikayetçi oldu a.m a popülizinin sonu gelmez ısrarı sonsuzluğu bekleyenlerin önünde dikilip kaldı. Toplumun doğasında dinamizm vardır, çünkü toplum ve toplumsal yaşam hareket halindedir. Toplumsal konular bu dinamizmi düşünerek ele alınması gerektiği halde, toplumun yapısı, insan davranışları, toplumsal değişim ve topluma iliş kin başka konular hakkında değişmeyen kuralların bilgisine her kuşağın ihtiyacı var. Temel bilgiler uz bir biçimde ifade edildiği ölçüde sabittir ve bu halleriyle toplumsal değişimle re, değişkenlere ışık tutarlar. Bizim henüz tarih olmayan yakın geçmişimizin toplumsal ve siyasal hareketliliği en temel konu ların polemik üslubuyla ele alınmasına yol açtı. Bazı konular üzerinde odaklanan algılamanın ve düşünce alıştırmalarının soyut temellerin kavranacağı biçimde gelişmesi gerekirken, etrafta olup bitenlerle baş etme zorunluluğu böyle bir geliş meye zaman bırakmadı. Bu nedenle derine inen incelemele re ayrılması gereken emek ve zaman ayaküstü işlere ayrılmış
384 Çalkantı ve Dalga
görünmektedir. Bugünden bakıldığında, pek çok enerji ve zamanın boşa harcanmış olduğunu söylemekte bir yanlışlık olmasa gerektir. Günübirlik işlerin ya da bir çağa göre biçim lenmiş uygulamaların bütünü bize tek bir resim verir. Soyut temeller hakkında edindiğimiz bilgilerle, belirli konuların yansıdığı binlerce farklı görünümü tanıma becerisini kazanı rız. Dolayısıyla insan, gerektiğinde "çağımızın algısı" denilen durumu da aşabilmelidir. İnsanlar bir dönemin düşünce ka lıplarına bağlı kalarak kendilerini ifade ederler. Polemik üslu bu bütün vurgularını, döneminde geçerli ifade kalıplarına sıkı sıkıya sarılarak yapar. Çünkü polemikçi, kelimelerinin anında ve üstünde düşünülmeden anlaşılmasına muhtaçtır. Çağımızın bu üsluba bel bağlamış algılama biçimi kendini sınırlar ama üslubuna hız ve hareket yükleyerek aşmış gibi olur sınırlarını. Halbuki sınırların gerçekten aşılması gerekir. İnsan, gerçekte kendisinin çizmiş olmadığı sınırlarını aşmalıdır. Eğer olağan durumları iyi ifade etmeye yarayan söylem bloklarını, olağa nüstü durumların aktarımını sağlayan güncel düşünce kalıpla rını hiç kimse aşmasa, en ustalıklı üslubun hükmünü yürüttü ğü devirlerde bile, düşüncede ilerleme olmaz. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında İslam kültürünün klasik leri ile tanışmada bir artış görüldü. Çok yetersiz tabii. Yine de dünyayı kavramada kazandığımız bu doğrultudaki açılımı bir akım boyutunda görmek isteyenler oldu. İstekli olanlar, iyi niyetli ve destekçi yaklaşım sahipleri idi. Klasikleri tanımanın sağlayacağı çözümler sınırlıdır, yine de sorun alanlarının bir bölümü, klasiklerin dünyasına girmeden aşılamaz. Bizim hep gerekli gördüğümüz, ama toplumu yönlendirme gücüne sahip olanların görevleri gereği dışladığı, okuma ve etüt etme ağırlık lı çabaları beyhude sayma kolaycılığına kapılmak istemiyorum. Bugünün aydınlık noktalarının oluşmasında, gölgede bırakıl mış entelektüel çabaların yüksek payı var. Bu çabaların kısa erimli sorunların çözümüne katkı sağlamaktan başka bir sonuç vermediği sanılsa bile mevcut yükseklik düzeyi onlar üzerin-
Altüst Oluş 385
den ve onlarla kazanılmıştır. Entelektüel verimler, harcında ki tekrar edilemez deneyimleri taşımaları nedeniyle büsbütün değersiz hale gelmezler; bireysel çabalarla varılan sonuçlar aşılmış olabilir, ancak deneyimin özgün karakteri kalıcıdır. Klasikler, kültürün omurgasını verir. Odağını güncel olay lar ve hedefler üzerinde toplanmış, gündemdeki konulardan ayrılmayan bir iradeyi omurgadan kopmuş saymalı mıyız? Güncelin değişkenleri vardır. Klasiklerin bilincimize sızarak gösterdiği yol, soyut temelleri tanımada olduğu gibi bizi, gün demin değişkenlerini tanıyacağımız geçitlere götürebilir. En telektüel çabalar klasik ruhun güncel değişkenlere uyum sağla yabileceği noktaları arar, bu noktalardan hareketle klasik ruhu, güncel uygulamanın gerektirdiği verime dönüştürür. Yirminci yüzyılın son otuz yılında, Türkiye'de yerel ve dönemsel gün demin boyutlarına sığmayan pek çok çalışma yapıldı. Klasik ruhla kurduğu bağlantının gücü ölçüsünde, modernleşmenin ana akımına karşıt olmakla suçlanmış ve eleştirilmiş bu ça balarla, Türk toplumunun kendini ifade ettiği yeni çerçeveler oluşturuldu. Modernleşmenin yol açtığı bazı sorulara verilecek cevapları barındıran bu çerçeve, klasik ruhla uyumlu olma isti dadıyla insanımıza cesaret veren bir sığınak oldu. Kapsamlı bir kültür geçmişinden gelen toplumların dönüşüm süreçlerinde koruyucu sığınaklara, korkunun giderilmesiyle özgür ifadenin ve ona güvence sağlayan birikimin sahiplenilmesine ihtiyaç vardır. Bütün dünyada İslam'ın, en hafif deyimiyle boy hedefi olarak görülmesine yol açan uluslararası hareketler gerçek te büsbütün kaybolmamış olan tehlikeyi geri getiriyor. Sanat ve bilim adamlarının yola çıkıştaki çıkar gözetmezlikle ortaya koyduğu entelektüel verimler ve onlar hakkında, toplumsal ya rar gerekçesini öne sürerek ve türlü hesaplara ayarlı biçimde kimilerince yapılan sözümona değerlendirmeler karşı karşıya gelmekte. Özellikle sanat eserlerindeki, uçuk kaçık görüldüğü için dışlanmış izlenimi veren, aslında eski kültürle akrabalığı
386 Çalkantı ve Dalga
nedeniyle terk edilmiş ya da etkisi zamana bırakılmış özgün lükler, hızla, genel kabullerin kurulu düzenlerce onaylanmış kalıplarına girmeye zorlanıyor. Kurulu düzenlerin öngördüğü genel kabullere teslimiyetin tek sonucu, yazar ile okur, sanat adamı ile izleyici arasındaki özgün ruhsal iletişimin kaybolma sı değildir. Soyut biçimde dile getirilen bir düşüncenin günlük olaylarla, somut gerçekliklerle sınanması, düşünsel verimlerin temelsiz spekülasyonların esiri olmasını, gerçeklikle bağlantısı kurulamayan fantazilere karışmasını önleyici önemdedir; bunu kabul ederiz. Ama düşünce alanında derinleşmenin gerektir diği zaman sürecini sığ ve geçici saldırılara cevap yetiştirmek için harcamak ya da düşünce ve sanat ürünlerinde biçimlene rek verime dönüşen özgünlüklerin bir an önce küresel genel kabullere uydurulmasını isteyenlere seyirci kalmak her an yüz yüze olduğumuz tehlikenin kaynağı durumundadır. Zihinden yola çıkan, zihin içinde gelişen beyinsel çabaların, temsilini klasiklerde bulan çağdaş bir omurgaya dayanması bu tehlikeyi giderebilir ancak. İyi ile güzeli özdeş sayan bir anlayış vardır ama her iki sini benliğinde birleştiren özne nadir bulunur. Toplumsal bir çabanın yararlılık derecesini sürekli ölçüp tartanlar bu yararı ya kendileri için düşünür ya da kendilerinin toplum üzerinde egemenlik kurma kanallarına yaptığı katkıyla anarlar. Ege menlerin peşinde olanlar enisonu kendi çıkarlarını düşün mektedir. Doğrusallığı güncel değerlere bakarak onaylayanlar genellikle eskiden beri gelen ve denenmiş uygulamalara bakar lar, çünü güncel değerler geçmişten ve yerleşik olanlardır. Bu çizgilerden sapmamak onlar için bir hedeftir. Yararlı olanı ve yararlı olmayı gözeten tutumda diğerkamlığın dışlanmadığı, bireyselden fazla toplumsal yarara bağlı bulunan ve doğrusallık temeliyle akraba bir yön vardır. Klasiklerin dünyasıyla akraba olan ve güncel değerlere göre şekil alanlar, doğrusallık temeli ne gönderirler, güncel sorunlara çözüm arayan, somut durum daki dalgalanmaları kollayanlar ise sonucu görmek ve yarar
Altüst Oluş 387
elde etmek amacından kopamaz. Doğruluk ile yararlılığın aynı öznede toplanması, istendiği takdirde, hiç de zor değildir. İ slam' ın ezelden geldiğine ve yitip gitmeyeceğine her müs lümanın itikadı vardır. İslam kültürünün özü insanın doğasın da mündemiçtir ve kaybolmaz. Zaten bir kültür, bütünlük sağ lamış, tamlık duygusu telkin eden ve kuşatıcı bir evreye erişmiş ise, özde kaybolma ihtimali çok azdır veya hiç yoktur. Böyle bir kültürün kaybedilmesi, onu taşıyan toplumun hepten kaybe dilmesinin bir sonucu olabilir. Kültürün özü, zorunlu hallerde başka bir şekil alarak ve başka bir kültür oluşturmak suretiyle devam eder. Tabii ki bir kültürün temelleri ve halihazırdaki yapısı ne ölçüde güçlü olursa olsun, yarar katsayısı sıfıra inme den varlığını ve katkılarını sürdürebilmesi için insanlara düşen sorumluluklar vardır. İnsanın ödevleri durup dururken ortadan kalkmaz, sorumluluğu azalmaz. İnsanların, önlerinde yatan meseleyi kavrama ve Üzerlerine düşeni yerine getirme gereğine karşı duyarsız kalmasi halinde sevimli alışkanlıkları hızla ruh suzlaşır ve gerilimleri azaltıcı niteliğini kaybeder. İnsan davra nışları mihaniki hale gelip başlangıçtaki dinamik ve besleyici ögelerle bağları zayıflarsa, fikir üretimi dumura uğrar, fikre kaynaklık eden temeller kısa sürede anlamını yitirir, günlük yaşamın ortaya çıkardığı pratik sorular cevapsız kalır; kısacası kültürün işleyişi iflas eder. Bu durumda kültürün temelindeki insani özün heder olmasını önlemenin, imgelem dünyasında var kalarak devamını sağlamak üzere şekil değiştirmenin vak ti gelmiş demektir. Çünkü bir kültürün ezeli sorulara verdi ği ve vereceği ebedi cevabın taşıyıcısı durumundaki anlamlar bütünü, entelektüel zenginliğin hazinesinde kendisine bir yer bulur, başkalaşır ve özünde kaybolmaz. Sarsıntılar içinde ve ve rim damarları sıkışmış dönemlerin kırılgan olduğunu unutma mak gerekiyor. Toplumsal çerçevenin çözüldüğü bir ortam her olumlu çabayı yanlış bir yatırıma dönüştürebiliyor. Şu da bir gerçektir ki; çözülme süreçlerinde kendini kaybetmeyen her
3 8 8 Çalkantı ve Dalga
entelektüel özne, yeni deneyimler kazanır ve anlamlar dünya sına yaptığı göndermelerle toplumun geçtiği yola ışık tutar. Klasikleri önermek bir tür mükemmeliyeti hatırlatmaktır. Ezel ve ebed arasında sonsuzluğu vurgulayan İslam klasikleri nin okunmasını isterken de amaç aynı vurgunun yapılmasıdır. İslam klasiklerinde anlatılanların günlük yaşamda insan ilişki lerine yansımasını içinde yaşadığımız çağı hazırlayan bilimsel keşifler ile felsefe akımları ışığında yapılması gerekiyor. Dün yayı bölüşme peşindekilerin güç kazanmasında İslam' ın dahli bulunmadığı bu çağa mahsus sorunlar, insanlık ile İslam kül türünün ruhu arasına yeni mesafeler koyuyorsa bunun farkına varmak ve mesafenin kalkması amacıyla olsa bile bu sorunların çözümüne katkıda bulunmak, bizim için bir borçtur. Yaşadı ğımız çağı göz önüne almak adı altında, İslam' a on yılda bir eskiyen ideolojik biçimlenmelere göre yapılan yorumlar, İslam ile insan arasındaki ezeli ve doğrusal bağlantıyı zenginleşti ren çabaları zaafa düşürdü. Çağı bu yolla anlarken İslam' ı da aynı çerçevelerde tanıtmak arzusunda olanların kendi içindeki başarısı ise çok şüpheli. Kavrayış, tarihe yayılmış fikir hazine lerini kapsamaktan uzak, bu çabalar da gerçekte neye yaradığı belli olmaması dolayısıyla yüzde doksan yanlış bir yatırımın eseridir. Geriye kalan yüzde onluk kısım ise yanlış yatırımın hedeflerine kurban ediliyorsa, İslami düşünüş, gündemimizi ne ölçüde belirleyebilir ki? Hıristiyanlık, bir din kurumu olarak Roma İmparatorlu ğu' nun topraklarında şekillendi. İmparatorluk merkezindeki iktidarın sarsılışının ardından, "İyi Roma yurttaşı" yetiştirme yolunda sağladığı yarar Hıristiyanlığı Romalılaştırmak iste yenlerin elini güçlendirmişti. "İsa/ruhullah" vasfında simgesini bulmuş manevi niteliğin Roma ve daha sonra Avrupa kültü ründe kılavuzluk mevkiinde olmadığını, temellerinden biri sayıldığı kültür içinde eridiğini, çok çok açılıp kapatılan bir "Dosya Konusu" şeklinde saygı gördüğünü söylemek, abartı lı bir ifade sayılmamalı. Şimdilerde dünyaya yayıldığına şahit
Altüst Oluş 389
olduğumuz güç çılgınlığı da "İsa/ruhullah" vasfının büsbütün dışında kalmış Roma'dan başkasına ait değildir. Günümüzde İslamiyet'i öğrenme arzusu, çoğunlukla, bi reysel yapılanmasını ve olgunlaşmasını İslam'da arayanların ve ancak o yolda cevap bulacağına inananların niteliği halinde mevcuttur. Sarsıntısız biçimde süren arzu ve arayış, kuramsal merkezli olmaktan uzaklaşarak toplumsal gündemin peşinde insan merkezli olmaya doğru kaydı. İnsan ve din karşısındaki sorumluluklara sahip çıkıldığı sürece bu kaymadan hiç kimse bir zarara uğrayacak değildir. Nitekim bu kaymanın doğal sey rinde bir sorun çıkmamış, temel değerlere duyulan ilgide ve onları yaşanmışlıklara bağlamada bir eksilme ve eksiklik görül memiştir. Ardından girilen ve daha çok küreselleşme akımıyla karakter kazanan "toplum" merkezli alanlarda yeni tanıdığımız modeller üzerinden yapılan çözümlemeler, bizi Batı dünyasın dan tek kutup halinde gelen yeni ekollerle ve başka kapıları kapatma peşindeki tisullede tanıştırdı. Tabii ki bu ekollerin, toplumları tahlil etmek isteyenlere sunduğu geniş bir deneyim ağı mevcuttur. Başkalarının deneyimleri uz bilgi sağladığı ka dar çatallanmaya da yol açabilir. Şöyle bir örneği biliyorum: Adamın biri bir kere "Bizim toplumumuzda yardımlaşma alışkanlığı köklüdür, yerleşik tir. İnsanlar birbirinin acısına ortak olduğu gibi, ekmeğini de paylaşır. Karşılıklı samimiyetle paylaşımda bulunmak gelene ğimizde önem verilen bir niteliktir. Toplumsal yardımlaşmaya ve dayanışmanın sağlam olmasına dinin katkısı da çok önemli. İnancımız, yardımlaşmanın gönüllü olarak yapılmasını sağlı yor. Bizim toplumumuz dini inanışlarını metafizik hayaletlerle boğuşmak için kullanmıyor, gerçeğe uygun davranıyor ve ör neğin yardımlaşmada görüldüğü gibi toplumsal amaçlarla ona başvuruyor" diyerek insanlar üzerindeki gözlemini aktardı. Herhalde, o sırlarda adamın düşünce dünyasında gerçekçili ğin etkisi ağır basıyordu. Sonraları, bir gece yarl.sı Sakarya'da meydana gelen depremle şehirdeki bütün binaların tahribata
390 Çalkantı ve Dalga
uğraması karşısında, insanları ayaklandıran müşterek kaygının ferahlatıcı bir atılım anlamına gelebilecek hareketliliğe dönüş tüğünü gördüm. Hayatın bıçak sırtında yaşandığı, insanların birbirine hadis-i şerif'ten örnek vererek sabır tavsiye ettiği, olağan konuşmaların neredeyse dualar eşliğinde yapıldığı gün lerde gazetelerin birinci sayfalarını dolduran iç kararıcı resim leri ve başlıklar gözden geçiren aynı kişinin şu anlamda sözler ettiğini duydum: " İ nsanların inancının vicdanlarında kalması, toplumsal ilişkilere inancın karıştırılmaması gerekir. İnanç in sanın içinde saflığıyla kalmalı, olur olmaz her işte öne sürül memelidir. Bizim toplumumuzun tutumu da buna uygundur. Kutsal duygular ancak manevi alanda inananlara güç verebi lir." Halbuki doğal afet herkesin başına gelmiş sayılırdı. Büyük tahribatın etkisi altında her yandan yükselen yardım çağrıla rına, hiç kimseyi bir işe girişmeye zorlamadığını ima ederek eyleme geçmeyi gönüllü olmaya bağlayan, hafif ve vurgulu ke limelerin kullanıldığı uyarılar, dini anlam taşıyan kelimelerle devam etmekteydi. Bir doğal afet (deprem) patlak verdiğinde, yardımlaşmanın insanlık görevi olduğu akıllara gelir. O gün de öyle olmuştu. Depremden yara almayıp ilk şoku kısa sürede atlatanlar olduğu gibi, ne yapacağını şaşırmış, bezgin ve çaresiz olarak ayakta sağa sola bakarak duranlar da vardı. Kısa sürede toparlanıp sükuneti bulmuş olanlar bezgin mağdurların yardı mına koşarken, dua sözleri işitilince dini inanışların toplumsal alana girmemesi gerektiğini söyleyen, aynı kişi idi. Beyandaki çelişkiler bir yana, zihinsel çatallanmaya şaşmamak elde değil. Bu çatallanmanın kişiye özgü ya da dar bir çevrede kaldığını sanmıyorum. Devam edip giden bir toplumsal sarsıntı için deyiz ve bunu her kuşak başka bir gerekçeye bağlıyor. İslam hakkında kuramsal bilgi sahibi olmak isteyen kişi, okumalarla ve yeni bilgilerin sarsmasından korunmak için okudukları ile kendisi arasına mesafe koyarak da yerine getirebilir bu isteğini. Bireysel sonuçları olan bu bireysel tercih pek çok kişinin tat min olmasına yetiyor. Ama toplumsal bir olgu ile toplum için-
Altüst Oluş 391
de ve toplumu da gözleyerek ilgilenmek zorunda kalan kişinin, başına gelen zihinsel çatallanmadan kurtulması, demek ki pek de kolay olmuyor. Belki de onun zihnini yöneten çatallanma nın kendisidir. Tekil bir durumun yansıdığı bu örnek bize açılımı olma yan bir zihniyeti tanıtıyor. Burada depremin bile çözemediği bir tıkanıklığı görüyoruz. Elbette insan zihni her zaman adım atacağı yolu önünde bulur. Bireyselleşmede iradesi güçlü ve sorumluluğu elden bırakmamış olan kişi, toplumsal sarsıntıyı kendisi bakımından tehlike olmaktan çıkarıyor. Gerçekte, zi hinsel çatallanma aşılmayacak bir durum değildir, göründüğü haliyle uzun süreli değişimin kısa süreli bir aşaması olabilir. Bu algı yanılmasından ibaret bir durum ise olgu olarak zaten üs tünde durmaya değmez. Çünkü .birine o anda "şöyle" görünen bir durum içinde bulunduğu şartların zorlamasıyla bir başka zaman "öyle değilmiş gibi" görünecektir. Görüntüler üzerine fikir inşa edilmiyorsa bu Qir kanaat sayılmaz, algı yanılmasın dan ibaret gelip geçici bir görüntüye bakarak görüş inşa etme mek lazımdır. Verdiğimiz örnekte yansıyan durum aslında, çı kışsızlıktır. Buradan yola çıkarak genelleştirilecek bir kavrayış biçimiyle mevcut toplumu tanımak için ne de toplumun geç mişi ve geleceği hakkında _bilgi edinmek ve görüş oluşturmak amacıyla gidebilecek bir yer yoktur. "Yenilik arayışında "din" merkezli olmaktan " İ nsan'' mer kezli olmaya sarsıntısız biçimde geçmeyi sağlamadaki başarı, "toplum" merkezli arayışa geçişte elde edilemedi. Çünkü "İs lam" adına bakarak din merkezli denilen çalışmalar aslında gerçek insanların duygu ve yaşantılarından yola çıkmakla insan merkezli ve insana yönelik olmuştu. Toplumbilimin sağladığı imkanlarla çıkılan yoldaki "toplum" merkezli araştırmaların konusu etiyle kemiğiyle yaşayan insanlar olmadı, sonuçları, en telektüel çabalarla bağlantısını kurmanın güç olduğu istatistiki değerler getirdi. Klasik İslam kültürü bir yanda kaldı, toplumu tanıma çabasıyla başvurulan yöntemler öbür yanda toplandı.
392 Çalkantı ve Dalga
Aradaki makas fazlaca açılmıştı. İslam ile bağlantımızın sıhhat derecesi üstüne titreyenlere kulak verilirse; yapılan yatırımların yanlışlıklarla yaralı olduğu anlaşılabilirdi. Yöntemler hızla es kidi, toplumu tanıma yolunda ilerliyoruz sanısıyla enerjinin ve zamanın boşa tüketildiği anlaşıldı. Aslında, çağın önümüzde çıkardığı güçlükler de "sınav"a dahildir. Sınavda başvuracağımız mihenk taşı ise herhangi bir çağda, herhangi bir etkiyle oluşan tablolardan biri değil, kültü rün özü ve özeti olabilir.
TOPLUMUN DOKUSUNU ÖNEMSEMEK İslam tarihine devletler bazında baktığınız zaman, bir devletin başka devletler ile yarış halinde, toplumlar bazında baktığınız zaman ise genellikle, toplumların kendi kendisi ile yarış halin de bir gidişata sahip olduğunu görürsünüz. Başka devletler karşısında -popüler tarih kitaplarında ya zıldığı gibi- kazanan taraf olmak savaşlarla ilgilenmeyi çeki ci, İslam devletlerinin başka devletler nezdindeki faaliyetleri açısından tarihe bakmayı da bir parça rahatlatıcı kılmıştır. Bu bağlamda kuşaktan kuşağa aktarılan ve yapılan işin anla şılmasını kolaylaştırıcı şemalar bulunmaktadır. Devlet, zaten bir örgütlenme olduğuna göre, onun tarihini anlatmak için şema kurmanın işin doğasına uygun olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı'nın son yüzyılında, Cevdet Paşa'dan başlayarak ta rihyazımında yeni bir dil ve üslup geliştirildiği gibi, popüler tarihin kurgusu da oluşmaya başlamıştı. Bugünün dünyasında bulunduğumuz mevkie bakarak üzülen, bir parça canı sıkılan pek çok kişi dönüp Osmanlı'nın azametli zamanlarına göz atı yor, o dönemleri bir süre kolaçan edip rahatlıyor. Doğrusu, bu tutumun nedeni iyi bir tarih algılaması değil, geçmişe ilişkin yeterli bilincin olmadığı zamanda tarihin bir kaçış yeri olarak görülmesidir.
Altüst Oluş 393
Toplumun dokusuna eğilerek gözenekleri görmek ise bu ölçüde kolay değil. Çünkü yaşama biçiminden ve bunun başa rılı/başarısız uygulamalarından yola çıkarak bulunacak bir for mülasyon, açıklayıcı olduğu takdirde değer kazanır. Polemik lerin düşünce ortamını etkilediği, temel konulara uzun süreli dikkatin verilemediği bir dönemde yaşamın derinine inmek için gerekli entelektüel birikimi oluşturmak güçtür. Üstelik bir dönemi açıklamak için yeterli durumdaki bilgiler demeti, bir başka dönemi açıklamak için yetersiz kalabilir. Devlet yapılan masını şemalarla öğrenmenin toplumsal yaşam hakkında ve receği bilgi ya yoktur ya da çok sınırlıdır. Resmi yazışmalar bu anlamda işe yaramaz. Örgütlenme biçimiyle geçmişte kalmış bir toplumun dokularına inmek gerektiğinde, genellemelerle yetinemezsiniz. Savaş sonucundaki bir başarıyı öğrenmekle artık bu başarı kimseyi ilgilendirmese de- rahatlayabilirsiniz, ama örneğin, savaştan ağır yaralar almış olarak dönenlerin günlük yaşamu;ı.a ilişkin bilgiyi edinmek aynı rahatlığı getir mez. Günlük yaşamda rahatlık hissini bugünkü yaşayışı gözle mekten duymanız mümkün olabilir, eğer olabilirse tabii. Geç mişte kalmış bir asudeliğin bilgisi ve hayal edilmesi olsa olsa zihinde zenginlik artışı sağlar. Mesele zihinsel deneyimlerdeki artış olduğunda, acılı halleri öğrenmenin sağladığı katkı, asu de hallerin verdiği resimden geri kalmaz. Demek ki; toplum dokularına eğilirken gerekli düşüncelerin şemaya dönüşerek donup kalmamış olması, düşünce yöntemlerinin ise işleyiş ha linde bulunması gerekiyor. İ slam tarihine toplumlar bazında yaklaştığımız zaman, ya rışın bir toplumun kendi içerisinde cereyan ettiğini söyledik. Bir toplumun başka toplumlarla arasındaki yarışın niteliği, en telektüel verimlerin karşılıklı tartılmasıyla değerlendirilebilir. Teknolojik ürünlerin karşılaştırılması cihazların kullanılması suretiyle yapılabildiğinden, böyle bir karşılaştırma "kabaca" sayılmalıdır, çünkü bu aşamadaki başarı derecesi, teknolo ji üretiminin ve bunu sağlayacak entelektüel altyapının olup
394 Çalkantı ve Dalga
olmadığını göstermez. Sıralamaya bakarsanız, teknolojik ge lişmişliğin göstergesi durumundaki ürünler, üstelik seri üretim yapılabilen daha ileri bir aşamanın verimleri olmalıdır. Sonuç olarak teknoloji ürünlerinin kullanılması aşamasında ortaya çıkan yararların karşılaştırılması, geride kalan yapım süreçle rini unutturabiliyor. Oysa entelektüel yeterlilikler üsüne bir değerlendirme, tasarım ve yapım süreçlerine bakarak yapıla bilir. Piyasadaki ürün bazında kabaca bir karşılaştırma bu son aşamaya vardıran ince düşünüşlü süreçleri göstermez. İslam toplumlarının, başka toplumlarla bu anlamda yarışa girmemesi, sanat ve bilim alanında ortaya konulan verimle ri, başka toplumların ürettikleri ile karşılaştırma yöntemine başvurulmaması, yapılanları ötekiler nezdinde tartmaktan kaçınmak anlamına gelmiştir. Yarışın, toplumun kendi içinde cereyan etmesinde ise iki anlam bulunabilir. Bunlardan biri, yaşamın ideal umdeler karşısındaki durumunu her an gözden geçirmek ve "gafletten kaçınmaya'' özen göstermek gibi tanı dık gerekçe ise, diğeri toplumdaki farklı davranış biçimlerinin birbiriyle karşılaştırılmasını "ifsada yol açmak'' ya da işlere fesat karıştırmak gibi olumsuz tutumlarla aynı değerde gören ucuz cu gerekçe olabilir. Bu denklemin tersinden işlediği, yani eh liyetsizce yapılan sorgulamanın fikir temelli sanıldığı örnekler de vardır. Fakat neticede insan ve toplum temelindeki yarış, aynı toplum içindeki kısır döngü biçime girmektedir. İslam dünyasının Batı karşısında, onların yaptığı gibi yeni ürünler ortaya koyamadığı için geride kalmasının bilim ve tek noloji alanında gerçekleşmiş olduğu halde ilkin askeri sahada teşhis edildiği, tedbirlerin de bu sahada alındığı, Osmanlı'nın modernleşme tarihine bir kez olsun bakanların bildiği bir ger çektir. Karşılaştırma devlet temelinde yapılmadan bilim alanında ki yenilikler laboratuvar aşamasında iken ve felsefi düşünüş teki gelişmeler de entelektüel alışverişin mümkün olmasıyla eşzamanlı yapılsaydı, on dokuzuncu yüzyıl sonundaki İstanbul
Altüst Oluş 3 95
aydınlarının gündemi, başka türlü olacaktı. Bir kere, Osman lı'yı devlet ve toplum olarak sarsan son yüzyıldaki savaşlara kadar, sade halkın zihninde, sonraki kuşakların tattığı gibi bir "gerileme algısı" yoktur. Devlet adamları vakitlerini daha çok askeri ve diplomatik çözüm arayışına harcamakta iken gün lük yaşamını Avrupa halklarının yaşamına bakarak düzenleme gibi bir alışkanlığı olmayan halkın iştiyakı, eksiğini gediğini tamamlama yönünde yoğunluk kazanmaktadır. Modernleşme sürecine girilmesiyle birlikte elbette durum değişmiş, yeni lenme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Türkçede modern edebiyatın başlangıcından itibaren dünyayı Batı'da gelişen felsefi ve edebi toplum teorileri ışığında kavrama şekilleri romanlar üzerinden tanınmış, yazarlarımız entelektüel çabalarıyla eşzamanlı olarak iki dünya arasında karşılıklı geçişlere yol açma istidadı göster miştir. Yenilgiyi doğuran şartlar askeri alana intikal etmeden ön ceki aşamalarda yakalansa �e karşılaşma öncelikle entelektüel alanda cereyan · etseydi, bu alanın ilerlediği yol üzerinde sınır tanımaz imkanları devreye girecekti. Elbette, tarihe olguyu değiştirmesi mümkün olmayan, şöyle olsaydı, böyle olmasay dı tereddütlerle bakmak anlamsız olduğu için uzatmıyorum. Fakat hayal ve bilim ufuklarındaki genişlemeye kim sınır ko yabilir ki? Bunları düşünüyor, bir yandan da olmamış durumlar üze rinde hayal oyunları kurmaktan kurtulamıyorum. Beni düşün düren, ne o zamanki ölçülere uygun bilimsel bilgilerdir ne de en etkili örgütlenme olan askerliktir; sadece tarihtir. Ne yapa lım ki toplumların, entelektüel temelde karşılıklı durum alışına ilişkin soruyu bize sorduran da tarihten başkası değil. Fantezi kokan bu tarz düşünme yöntemi, hayallerin doğuş şartlarını ve uzanım alanlarını dert edindiği için çoğu zaman, yol açıcı, açıklayıcı ve yararlıdır. Bu amacı güderek varılacak yer, fante ziden yola çıkıp gerçeği görmenin ve aslında "olmuş durum"u tartmanın değerine sahiptir.
396 Çalkantı ve Dalga
Askeri alanda gerilemenin teşhisi zor değildi, zamanında, mesela Balkanlarda ufak ve kemirgen çatışmalar ile geniş ka pışmalarda bu teşhis yapıldı. Cephede gerçekleşen yenilgiye hiç kimse mazeret bulamaz. Ama bu en son safhadır. Ente lektüel alanda, bilgi edinmenin ve düşünmenin yöntemleriyle cereyan edecek karşılaşma bir geriliğin erken anlaşılmasıyla derin sancılar doğursa dahi, zamanında görmenin ve görerek olgunlaşmayı sağlayan basiretin değerini taşır.
ULUSLARARASI ALANDA SES OLMAK İslam' ın bize kazandırdığı dünya kavrayışını ve hayatı algılama biçimini "dünya sahnesi önünde" ele almanın engelleri arttı, güçlükleri göz korkutucu ölçülere vardı. Dünya kavrayışı der ken, kitapların getirdiği içerik ile yaşanan hayatın sahip olduk ları arasındaki zenginlik farkını düşünmüyor değiliz. Ağırlık hangisine verilmeli? Bilgi aktarımına dayandığı için kitapların öne sürülmesi akıllıca görünür, günümüzün düşünme kodla rına başvurmanın kolaylığına bakarak yaşanan hayattan yola çıkmanın elverişli olacağı varsayılır. İslam'ın düşüncede, edebi yatta ve siyasette altın dönemlerinden kalan eserler bir biçim de Batı'da tanınmıştır. Şimdilerde hak ettikleri önemin veril diğini söyleyemeyiz. Onları dünya sahnesi önünde ve bugünkü entelektüel başarılar ölçüsünde ele almanın engellerinden biri, beri taraftaki entelektüel yetersizlik ve merak eksikliğidir. Türk yazarlarını kendi yorumumuzla Türkiye dışına tanıtamıyor, böylelikle dilimiz içinde ortaya konulan özgün görüşleri başka diller aracılığıyla dünyaya aktaramamış oluyoruz. Sorumlulu ğumuzu bize hatırlatan bu durumun itiraf edilmesi lazım. Son elli yıl içinde İslam klasiklerine yönelik ilgide bir artış görül dü. Bu ilgiden yarım yamalak çalışmaların, ayaküstü kotarı lan işlerin doğması sadece dış engellerle açıklanamaz. Çünkü
Altüst Oluş 397
kitapların dünyasında ilerlemek üzere, belli sınırlarda da olsa özgürlük alanları oluşturup gidilecek yollar açılabilirdi. Bunların üstüne konjoktürel bir olumsuzluk daha geldi: Yirmi birinci yüzyılla birlikte Batı dünyasında İslam yeni bir biçimde hedef tahtasına konulmuş bulunuyor. Dışlama vardı ve buna herkes alışmıştı. Şimdi dünyadaki enerji kaynakları, su yolları vb. üzerinde yürütülen egemenlik savaşı Müslüman halk çoğunluğunun yaşadığı ülkelerinde devam ediyor ve ölen ler bu halktan kişiler oluyor. Hedefi genişlettikleri çok açık. İ slam toplumları çok taraflı eleştirinin konusu durumunda. Bu eleştiriler öncelikle entelektüel alanda göğüslenebilir. Uzun ta rihi süreçlerde insanlığın ortak medeniyetinin oluşmasına ya pılan katkıları görmezden geliyorlar. Endüstriyi doğuran ve bu temel üzerinde duran uygarlığının kökündeki felsefi ufukların nasıl doğduğu önemsenmiyor; varsa yoksa bu uygarlığın piya saya mal yetiştirme yarışını kazanan boyutu, şekli ve aşaması. Dikkatimizi en fazla ç&ken husus ise günümüzde, İ slam inancının teorik temelleri hakkındaki güveni sarsma yönün de artan girişimlerdir. Kişisel tercihleri hedef alan eleştiri ile başlayan karşı duruş bu aşamalara gelmiş durumda. İtikadi anlamda güven eksilmesi değil, bütün dünyada artan bir güç lenme görüyoruz. İnanç temelleri rüzgarla sarsılmaz. Ancak bu durum müslümanlarda güvencesiz kaldıkları hissinin etkili olmasına neden oluyor. Dini inançların özgün konuları inan mayanlar tarafından doğal olarak her zaman "kabul edilemez" bulunmuş, bu durum tarih boyunca değişik vesilelerle ifade edilmiştir. Bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Çağımız daki en yeni gelişme, itikadı belirten ilkeleri "kabul etmeme" yönündeki beyanların, daha çok popüler isimler ve kitaplar üzerinden yapılıyor olmasıdır. Tasarlanmış bir kurgu olduğu halde, bu beyanlar, kitap biçiminde sunularak, serbest zihnin verimi olduğu izleniminin doğması, popülerleşmeye elverişli yöntemlere başvurarak da eleştiri dalgasının çok cephede yan kılanması ve yaygınlaşması sağlanıyor. Bu mekanizmaların
398 Çalkantı ve Dalga
oluşması bizden (kendi toplumumuzdan) kaynaklanan ne denlere dayanmıyor. Fakat kendi ülkemiz üzerindeki etkilerini bile gideremiyoruz; bilgisizlik o kadar yaygın. Anlamı keskin ama tanınmayacak kadar örselenmiş bir kavram olan "cihat" durumu görmeye yarayan iyi bir örnektir. Bireysel olarak zihin açıklığını, durağanlaşmadan, miskinleşmeden kendini kontrol edebilmeyi, zihinsel olarak eylemli halde bulunmayı çağrıştı ran, toplumsal anlamda da insanların selamet içinde yaşama sını temin etmenin yollarını her biçimde aramanın, yani barış yolundaki zorlu yürüyüşün adı olan cihat, her nasılsa birilerini incitmeyi, yanındakini rahatsız etmek isteğini ve saldırganlığı nitelemek için kullanılan bir kelime oluyor. Kavramlarımıza bir anlam veremez, verdiğimiz anlamın entelektüel dünyada yankılanmasını sağlayamazsak olacağı budur: Birileri çıkar di yalog vesilesi olacak bir kavramı düşmanlığın simgesine, di namizme kaynaklık edecek bir davranışı miskinlik nedenine çevirir, yaptığı yorumlarla iyi niyetleri bile kuşkucu hale getirir, biz de seyretmekten başkasını yapamayız. Olan, budur. Keli meleri tanımlayan kazanır, başkalarının içselleştirerek bünyeye katılmamış kelimeleriyle düşünmek bağımlılık yapar. Anlam sızlık köleleştirir; anlam üretemez olmak anlamındaki anlam sızlık, demek istiyorum. Sevimli bir isim olacak kadar insani bir kavramla erkek kadın pek çok insanı çağırmaktayız, on ların (mesela cahit, cihat) adlarına yakışmayan bir çağrışımın ortalığa yayılmasına engel olamıyoruz; akla hayale gelmez bir sonuçtur. Tanımlayan başkaları da ondan böyle oluyor. Kimse çıkıp "sen kendini anlat" demiyor, demez. Çünkü hız ve yarış toplumunda anlamlar ve kelimeler de birer mücadele aracı du rumunda. Hiç kimse, kullanmaya gücü yettiği sürece mücadele aracını başkalarına bırakmaz, kavramları bile. Dikkat çekici olduğu için "cihat" kelimesini örnek aldım. Entelektüel ala nı dolduramadığınız sürece can alıcı hiçbir kavram yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktan muaf değildir. Bir olgunun kaybı o olgunun çevresinde bir olumsuzluk doğurur ya da or-
Altüst Oluş 399
taya çıkan zarar bir süreçle sınırlı kalır. Bir kelimenin anlamı boşaltıldığı için kaybedilmesi, bütün alanlarda, zihinlerimiz de ve uzun süreli olarak yankılandığı için olguların kaybından daha etkilidir. Düşünce ve edebiyat yoluyla topluma kazan dırılan kelimeler düşünce alanını genişletir, insanların ufkunu derinleştirir. Kelimelerin kaybedilmesi, toplum genelindeki düşünme kapasitesinde daralmaya yol açar. Düşüncenin alanı daraldıkça bir mesele karşısında duygu yoğunluğu duyarlı ol manın göstergesi olmaktan çıkıyor. Duyumsal tepkiler gerilim artırıcı olmaktan öteye gidemiyor. Düşüncenin etki ve tepki dizisiyle sarsıldığı bir ortamda siyasal tartışmalar başta olmak üzere her konunun ancak po lemikçi bir üslupla ele alınması mümkün oluyor. Polemikçinin üslubuyla uzun süreli hiçbir konu çözülemez. Esasen İslam' a özgü konuları siyasi alanda tartışmak anlamlı değil, entelektüel ağırlığı olabilecek, zamana dayanıklı tartışmaların da zemini yok. Her şey ya da en değerli konular polemikçi üslupla ele alınamaz ki! İsİam tarihine, tarihte kalmış üretkenliği yüksek toplum yapılarına, kültürüne ve sanatına ilişkin bilgiyi ente lektüel alanın vazgeçilmezleri arasında saymamanın zararı, in sanımızı acilen savunmak zorunda kaldığımız zaman ortaya çıkıyor. Kitapların dünyası ile yaşanmakta olan hayatın kitaplara yazılı bilgi genişliğine ihtiyaç duymayan kodlarını birarada düşünelim; İslam' ın hayat algısını ve dünya kavrayışını dünya sahnesi önünde ele alamamaktan doğan üzüntü, popüler alan larda aslında turizm pazarlaması terimi olan "Dünyaya ken dimizi tanıtamıyoruz" yakınmasında gizlenmiştir. Bu slogana turizm sektörü dışında da başvuruldu, edebiyatımızdan bir dizi seçki eserin Türkçeden başka dillere çevrilerek tanınması sağlandı. Kendi aramızda bir biçimde ele aldığımız meseleleri dünya sahnesinde ve dünya ölçüsünde ele almanın önündeki bir yığın güçlük ve engel ortadan kaldırılamıyor.
400 Çalkantı ve Dalga
Önce, zihin planındaki değil, uygulamada ve gerçek dün yada olan engeli söyleyelim: Egemenlerin kendi aralarındaki yarışmaya bakarsanız; dünya bir egemenlik alanıdır. Hükme dici konumu bir biçimde elde etmiş olanların ise egemenlik sahalarını genişletmek arzusu içinde bulundukları, bu arzuları karşısında tehlike saydıkları her şeyin önüne set çekmeyi hak belledikleri bir gerçektir. İnsanların zihni yapılarını bu ama ca uygun bir atmosfer içinde tutmak ve onları yönlendirmek, onların kendi egemenliklerini sürdürme araçlarından biridir. Onlar bu amaçla en azından çıplak gerçeği örtbas ediyor, farazi gerçekliklerden bir atmosfer oluşturuyor ve insanların manevi işkence çekmesi pahasına, zihni yapılanmaya müdahale edip bu yapılanmayı da bir egemenlik aracı olarak kullanıyorlar. Egemenlerin kontrolünde bulunan bir engelin ortadan kalkması için egemenlik duvarını aşmanın bir yolunun bulun ması ya da duvarın iki tarafındaki şartların eşitlenmesi gere kiyor. Egemen olmak temel amaç olduğuna, bunu paylaşma yönünde bir belirti de bulunmadığına göre eşitleme talebi, olsa olsa her fırsatta duymaya alışık olduğumuz dilek ve temenniler faslına dahil bir fantezi olabilir. Egemen olma mücadelesi, sert tedbirleri göze alarak yapılır; burada, durumu hafifletmek için "olsa olsa" diyor ve kurumsal toplantıların son gündem mad desi olarak bildiğimiz bir fanteziye, yani dilek ve temenniler bahsine gönderiyoruz. Bunu bir kenara kaydetmek, unutma mak, "fantezidir" diyerek düşünce alanının dışına atmamak ge rekiyor, ama kafayı egemenin egemenliğine ve kimin egemen olacağına takarak vakit geçirmenin çözüm olmadığını bilmek de şart. Kafayı egemenlik olgusuna takanlar arasında, direngen bilincini sürekli canlı tutanlar bulunduğu gibi, kafayı taktığı konu yüzünden akıl tutulmasına uğrayanlar da çıkıyor; hem de her yerde ve çok sayıda. Herkesi sorumluluk altında bırakan asıl mesele ise, İslam' ın dünya kavrayışını uluslararası planda ele almanın güçlüğünde dir. İslam kültürü içinde ortaya konulmuş klasikler, Mevlana,
Altüst Oluş 401
İbn Arabi, İmam-ı Rabbani, İbn Rüşd ve İbn Sina gibi yüce gönül sahipleri ve filozoflar, bugün uluslararası planda hüküm süren zihinsel vizyonların dışında bulunuyor. Nerede kaldı ki; onlardan izdüşümler taşıyan çağdaş verimler uluslararası plan da yankı bulabilsin! Bunu söylerken, adları yaşadıkları ülkenin sınırlarını aşan, eserleri başka dillere çevrilen yazarlara ve bilim adamlarına başarısızlık izafe ettiğimiz sanılmasın. Tam aksine, onların başkalarından daha fazla yüz yüze geldiği ve göğüsle mek zorunda kaldığı güçlüklere, herkesten fazla hissettikleri acılara göndermede bulunuyoruz. Dinin özü imanda ve imanın temel konusunun muhte vasındadır. Düşünce kendi yöntemlerine sahip zihni faaliyeti eksen alır. Düşünce dünyası, ikisini aynı potada kimi zaman kaynaştırarak kimi zaman ayrıştırarak, ama insandan kopar madan barındıran bütünleyici alanlara sahip olmuştur. Bugün önümüzde entelektüel iklim ile inanış iklimini birbirinden ayırmayı, inanış ile düşünil'şü yan yana getirmekten kaçınmayı başlıca şiar edinmiş, yüzyılların birikimine dayandırdığı çaba larını uluslararasında uçuşan vizyona dönüştürmüş bir dünya nın ortaya çıkardığı sorular var. Batı dünyasının kendi bekası açısından hayati önemde gördüğü sorular, Müslümanlar için de ortak mesele oldu. Batılıların hayati soruları çerçevesinde verilmiş çok sayıda eser çözümleyici bir atmosfer oluşturduğu halde, batı dışındaki dünyanın meseleleriyle baş etme uğraşısı çözümsüzlük endişesiyle birlikte sürüp gidiyor. Müslümanlara özgü insani kaygılar bu yolla bile uluslararası plana aktarılama dı, endişelerin ve çözüm arayışlarının tasvirleri arasında daha geniş bir dünya sahnesine taşınamadı. Müslüman, inanış ile düşünüşü birarada algılamak mev kiindedir. Her zaman başımıza gelen ve gelebilecek zihinsel bölünmüşlüğü gidermenin yollarını aramak ve insanın bütün lüğünü savunmak, bu duruma duyarlı olan entelektüellerin gö revlerinden biridir. İslam klasikleri sadece verdikleri cevaplar bakımından değil, insanların kendilerine yönelttikleri soruların
402 Çalkantı ve Dalga
algılanması bakımından da bu niteliğe sahip çıkmayı öngörü yor. Düşünce inanışın hakkını teslim eder, inanıştaki olgunlaş ma düşüncenin saygınlığını tanır. Buradaki mesele, çoklukta birliği kavrayarak bir kopmaya ve zihin çatlağına meydan ver meme kaygısıdır, yoksa inanış ile düşünüşün eşitlenmesi değil. Eski dünyadaki kültürlerin bir bütünlük içinde düşünülmesini mümkün kılan bazı nitelikleri vardır. Batı dünyasına adapte olduğu biçimde düşünmeyi elden bırakmayan aydınlar prag matik yarar bulmadığı için aynı bütünlüğü görmek istemiyor. Eski dünyadan kalanlara bir bütün olarak yaklaşmayı gerekli kılan mevkii kaybettikleri, ama akıldan atamadıkları için ra hatsızlık duyduklarını da söyleyebiliriz. Eş zamanlı olsun ol masın farklı kültürlerin birbiri içine geçtiği dönemleri sırf yoz laşmayla, çöküşle, çürümeyle, bitip tükenmeyle açıklamak, sıkı düzenli toplumlarda yeğ tutulan bir saçmalıktır. Bu olumsuz nitelemelerin yaygınlığı bir parça atılım duygusu doğmasına yol açıyorsa da çoğunlukla yılgınlığın ve boş vermenin yaygın laşmasına sebep oluyor. Toplumsal örgütlenmenin egemenleri boş vericiler üzerine vurgu yapan yılgınlığa arka çıkıyorlar. Demek ki, Müslüman düşünürün zihni yapılanma alanın da ortaya çıkan sorular ile toplumsal örgütlenmenin topluma verdiği nitelikler yüzünden muhatap olduğu sorular farklı algı lama tabakalarında teşekkül ediyor. Muhatap olunan soruların yeşerdiği tabaka uluslararası plandaki vizyonlarla geçirgen bir ilişkide olduğu halde kendinde bulunan dar sınırları aşabil miş değildir. Düşünürlerin kendine ait yapılanma alanı başka bir katmanı oluşturuyor. Yani düşünce adamı ve muhatapları gerçek bir engelle karşı karşıyadır. Bireysel ölçekte aşılmaz ol mayan bu durum, klasik ve onunla akraba durumdaki çağdaş İ slam düşüncesinin entelektüel dünya sahnesi önüne çıkarıl masındaki güçlüğü oluşturuyor. Batı dünyasında yaşayan ya da kendi öz ülkesinde yaşadı ğı halde Batılı vizyonla karşı karşıya bulunan "Müslümanların meseleleri" hakkında, pratik hayata ilişkin, bitmez tükenmez
Altüst Oluş 403
çözüm önerileri bir düşünce bütünlüğü oluşturacak kadar ha cimlidir. Sözünü ettiğimiz güçlük bu çerçevenin sadece geniş olmasından ileri gelmiyor. Bu vadide hayatın güçlüğü vardır. "Müslümanların meseleleri", dünyayı iki bloka ayıran iki bü yük savaştan sonra Müslüman toplumlarda güçlük kaynağı ko nuları toplumsal sorumluluk duygusuyla ele alan yazarların sık sık kullandıkları bir başlıktır. Kültür dünyalarının birbiri içine geçtiği yerlerde, izole duruma razı gelmemek sorunlu alanla ra dalış yapmayı salt yozlaşma olarak görmemek ve güçlükleri aşacak iradenin beslenmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Müslümanlar, dedik; amacımız kategorize etmek, sınırla mak değil. Küresel dalga ile yüzleşmek zorunda kalan insanlar, her kıtada dik durmanın sınavını veriyor. Tabii ki dünyanın başka bölgelerinde de küreselleşmeden doğan sorunlar var. Küreselleşme kavramının neye tekabül ettiğinin ve zikredil diği yerde gerçeğe uygunluk derecesinin tayin edilmesi başlı başına birer meseledir. Sına'\Ca girenler, insanlık aleminin sade ce bir bölümünden ibaret değil. Biz konunun üstüne eğilirken bir özgün modelden yola çıkmayı tercih ettik. Türkiye'de bu modeli Müslümanlar olarak adlandırmanın doğal olduğunu ve aynı pencereden dünyaya bakabilmek açısından, bu modeli al manın sınırlayıcı bir seçim olmadığını düşünüyoruz. Geçmişe doğru kazı yaparak toplumsal derinliğin arandığı bir yolda, bu model üzerinden yapılacak gözlem halihazır durumun anlaşıl ması için de veriler sunuyor. Şu da üstesinden gelmenin zorunlu olduğu bir gerçektir ki; yaşanmakta olan hayatta duyulan baskıyı dengelemek için bir yanda aldırmazlık öte yanda bir düşünme kolaycılığı, insanları güçlükleri boş vermeye çağırıp duruyor.
404 Çalkantı ve Dalga
SUÇSA BİZDEDİR "Modern çağ" deyiminin kullanılmasıyla günümüz dünyasında mevcut, elle tutulur gözle görülür değerlerden ziyade soyut bir ileri aşamaya göndermede bulunmanın yanında eski alışkan lıklara da bir taş atılmış oluyordu. Bu deyim, bir ara çağdaş düzenleri eleştirme modasına katılanların başvurmaktan ka çınmadığı kinayeli sözlerden birine dönüştü. Modanın geçici karakterli oluşuna takılıp kalmayalım; meşruiyet kazandıran bir tarafı da vardır. Bir konunun, bir sözün, bir hareketin sırf moda olduğu ve bu yolla meşruiyet kazandığına bakarak "mo dern çağ" deyimini küçültücü bir üslup içinde kullanan ama o üsluba anlamlı bir içerik veremeyenlerin estirdiği havayı kü çümsemeyelim. "Dünyayı insan üzerine bina etmek" iddiasın daki modern çağ ve bu iddianın insanlar üzerinde ortaya çı kardığı tahrip edici sonuçlar ciddi eleştirilerle karşı karşıyadır. Batı dünyası sahip olduğu eleştirel geleneğin konuları arasına modern çağdaki uygulamaları çoktan kattı, yapılanlar kendi içinde eleştiri süzgecinden geçiriliyor, bizdeki eleştirilerin yeni bir anlayışla kabul görmesi olumlu bir gelişmedir. Yakın dö nemlerdeki düşünce tarihimizi bilenler, İslami temelden yola çıkan fikir adamlarının doğal dünyadaki tahribatın boyutlarını ve insani hasletlerin tehlike altında olduğunu görerek, korun ması yönündeki endişelerinde haklı çıktıklarını görebilirler. Ne var ki; bu yoldaki düşünceler, gerekçelerinin özgünlüğü nedeniyle dünya sahnesi ölçüsünde ifade edilememiş, olsa olsa her türlü baskı karşısında kendisine bir dünya kurmak peşin de olanların evreninde bir yankı bulabilmiştir. Birey olarak başkalarının yabancı kaldığı meselelerde sorumlu olduğunu hissetmek, bireyselleşmek adına önemli bir durumdur. Sadece eleştirel dozu değil, bireysel düşüncenin coşku dolu çıkış yer leri ve geçtiği yollarda bıraktığı izler de o yankılarda gizlidir. Eleştirinin tek insanı suçlayan, bu nedenle genele ışık tutar olmaktan uzak bölümü de etkili olmuştur. Bilinç insana özgü-
Altüst Oluş 405
dür bu nedenle sorumlu aranacaksa, tabii ki insana dönüp in sana bakılacaktır. Bu basit argüman hep kendimize dönmek, kendimizi suçlamak ondan sonra da avunacak yollar arama peşindeki girişimleri ateşleyip durdu. Bunun tersine davranış ise yabancı düşmanlığı ve kendini temize çıkarmak amacıyla başkalarını suçlamak olarak anlaşıldı. Halbuki kentsel ve kü resel pazar tek insanı kuwetten düşürüyordu. Sömürünün ya saları toplumsallaşmaya biçim verdiği ölçüde birey çürümeye terk edilmiş oldu. Kendimizi suçlamaya yönelik eleştirinin bu gerçekleri kapsamına alması gerekirdi. Son yıllarda bu yönde bir bilinç oluşmuş durumdadır. Dahili planda, bu bilinç karşı koymalara maruzdur, eleştirinin kendisi de henüz dahili plan' da; ama olsun bir kere adım atıldı. Octavio Paz, Roman başlığını taşıyan denemesinin giriş cümlelerinde "modern çağ" hakkında hatırlatmalarda bulun duktan sonra, tırnak içinde "gözlerimizin önünde son nefesi ni vermekte olan şu çağ" -şeklinde bir değerlendirme yapıyor. Modern çağıri tükenmişliğine yönelik göndermelere başka yerlerde de rastlıyoruz. Gazete dilinde yazılanlar fantezi ürünü izlenimi veriyor. Şairlerin ve şiirsel nitelikleri olan düzyazı us talarının bu konuda yazdıkları genellikle doğanın günlük ya şamdan çekilmesinden doğan acıların tasvir edildiği metinler oluyor. Çünkü şairler ve edebiyat dünyasının yazarları hisset tiklerini ve hissettikleriyle yazıyorlar. Doğa cansız ve bilinçsiz varlıkların toplamından ibaret değildir. Doğa aynı zamanda insan doğasıdır. Natürmort resimlerde insan resmin arkasında durur ve resme bakan kişi tarafından hissedilir. Modern çağda sade insana acı veren, ressamların göstermeye çalıştığı, şairlerin ve yazarların dillendirdiği ve sorumlusunun bu çağa ait olduğu mesele, insan doğasının bir kere daha akordunu bulacağından ümit kesilecek kadar tahriple karşı karşıya kalmış olmasıdır. Batı dünyasındaki yapılanmaya ve gidişata yönelik eleştiri, Batı dışında yaygın olduğu gibi batının kendi içinde de var ve bir gelenek halinde devam ediyor. Batı dışından yükselen ve
406 Çalkantı ve Dalga
duygusal yüzüyle daha çok görünen eleştirilerin haklılık dozu, azımsanacak gibi değildir. Haklı; ama sadece haklı. Batı'da kendi içine dönük ve neden sonuç ilişkilerine dayalı eleştirilerin, tam zamanında uyarıcı ve uygulamadaki hasarla rı onarıcı bir tarafı vardır. Bunlar ne de olsa felsefe, edebiyat ve siyaset alanında güçlü bir eleştirel geleneğin ürünüdür. Bu niteliği ile kurumlara ve siyasi yapılanmalara yönelik eleştiri, düşünce disiplinlerine dahil olup sadece metodik olarak kal maz. Toplumsal hareketlenme sırasında gündeme gelen eleşti rel düşüncelere anında meşruiyet kazandırılması da geleneğin bir parçasıdır. Kısacası, Batı'da eleştiri sisteme dahildir. Dola yısıyla bir tarafın öteki taraf aleyhine geliştirdiği eleştirel dü şüncelerle oluşan yeni deyimler meşru bir zeminde dolaşıma girmektedir. Eleştiri mekanizmasının sisteme dahil olmasının elbette tahmin edilebilir sakıncaları vardır. Bazı hallerde, sis teme dahil olan eleştiriler travmatik sonuç doğuracak sertlikte olduğu takdirde görülebiliyor, sistemin dışından gelen eleştiri ler umursanmıyor ve bütün bunlardan çıkacak sonuçları göz leme gücü yok kimsede. Sistemin dışından gelen eleştiri doğası gereği onarmak amacıyla yapılmadığı için serttir, en azından sesinin duyulmasını istemesi sertleşmesini gerektirir. Muhatap bunu yerinde bir uyarı olarak ve tehlikeyi bertaraf etmek üzere kullanabilir ancak haklı gördüğü sert eleştiriyi kolayca tolere edemez. Siyasi söylemde eleştrinin kabul edilmesi gibi bir alış kanlık oluşmamıştır. Önceden meşruiyet kazandığı ve bu yüzden de tehlikesiz olduğu için Batı dünyasında bir tarafın öbür taraf hakkında geliştirdiği eleştirel düşünceler bizim entelektüel zeminimize kolaylıkla gelebiliyor. Bu bağlamda Batı'da ortaya çıkmış dü şünce kalıplarına başvurmak sakıncasız olduğu için, onları bu rada kullanmanın bir kolaylığı olduğunu söylemek durumun dayız. Eleştiri yaparken Batı dünyasından alınan gerekçeleri kullanmanın sağladığı kolaylık çözümlemede aynı ölçüde işe yaramıyor. Bizim toplumsal yapımızdan yola çıkmak, İslam
Altüst Oluş 407
kültür hazinesinden bilgiler devşirmek, onları işlemek, güncel leştirmek ve bir kuram ortaya çıkarmanın beyinsel mücadelesi ni vermek ise -onların deyimiyle- "prim yapmıyor". Dolayısıy la entelektüel zeminde meşruiyet sınırlarına dahil sayılmıyor. Bir yanda insanın bilinci dışında düzenleyici tanımayan ve dünyayı bu nitelikteki insan üzerine bina etmek iddiası teme linden gelen geniş bir uygulama alanı bulunuyor, öte yanda ise aynı uygulama alanında insanı devre dışı bırakan gelişmeler var. Bu iki durum, biraradaki varlığıyla kabul görüyor ve batı dünyasının kendilerine yönelik eleştirisi bu meşruiyet zemini içinde öne çıkıyor. Batı'daki devlet yapıları eskiden, bürokrasi, ordu ve ruh banlar üçlüsü üzerinde kurulu idi. Ruhban sınıfının etkisinin değişmesi her ülkede aynı yolu izleyerek gerçekleşmiş değildir. Devletlerin laik olduğuna bakıp da ruhban sınıfının etkisinin ortadan kalktığı argümanına sarılmamak gerek. Laikleşme sürecinde ve sonunda ruhöan kümelerinin etki sınırları bel li alanlara çekilmiştir, gerektiğinde o sınırların dışına çıkma yacağını kimse temin edemez. ABD ve ondakine benzeyen demokrasilerde kiliseye, yeni toplumsal düzenlenişe bakarak Avrupa örneğinde bulunmadığı şekilde iktidardan pay verildi. Kilisenin gücünü kullananların rolleri belli sınırlara çekilmiş ve küçülmüş olabilir ama bu rolün "sıfırlanması" hiçbir zaman amaçlanmış değildir. Kilisenin devlet yönetimi ve ekonomi bürokrasisine karşı rolündeki küçülmenin içerideki etkileri bizi ilgilendirmez, ancak devletlerin başka ülkelere yönelik fa aliyetlerinde kurumlara düşen rollerin aynı sınırlar içinde ka lacağı düşünülemez. Bizde ise bilindiği üzere, toplumsal düzenlenişte, dinin ye rinin "sıfır" sayılmasını öngören -bunu çağdaşlığın vazgeçil mez şartı sayan- felsefi görüşler, sahada gereğinden fazla etkili oldu. İktidarı paylaşmaktan uzaklaştırılan ve devre dışı bıra kılan kilise gibi bir "dini kurum'' baştan beri mevcut olmadığı için ise bu etkilerin doğrudan insanların inanışı üzerinde baskı
408
Çalkantı ve Dalga
olarak hissedildiği dönemlerden geçildi. Uzunca sayılabilecek, bazıları için çok ağır geçen bu baskıcı dönemde toplum yapı sında açılan yara, devlet örgütlenmesinde yankılar yapıncaya kadar pek oralı olunmadı. Üstelik kanayan yara, iktidara uza namayan insanlardaydı ve onları ilgilendiriyordu. Çağdaşlığa uymamanın kefareti olarak bu acılar olağan karşılandı, hatta kefaret ödeme konumu, bu konumda bulunan insanları suç lanma gerekçesi bile oldu. İktidar ilişkilerinin dışında kalan ve yegane sermayesi toplumla ilgili kaygılardan ibaret bulunan fikir sahiplerinin serdettiği görüşler "anlamsız" sayıldı. Sonunda, yaranın devlete doğru tırmanır hale gelmesinden ve tartışmanın yukarda söylediğimiz şekliyle, Batı'dan gelen terimlere dayanmak suretiyle Batı tarafından da meşru zemin lere kaydırılabilmiş olmasından kuvvet alarak din-devlet ilişki leri bağlamındaki kapı bir parça aralandı. Entelektüel hayatın sahasının genişliği, hedefleri ve üstünde yürünecek yolların kalitesi ıskalandığı ve kolaya kaçıldığı için, adı konulmamış bir "ehven-i şer"ciliğin aydınlar arasında yaygınlaştığını da söyle meliyiz. "Ehven-i şer" mükemmelliğe giden yolu kapatır. Hadi, Türkiye ölçeği üzerinde fazla oynamayalım. Işıkları kendi üzerimize çevirip sınırları daraltmayalım. Batı dünya sında modern çağı eleştirmek için dayanak peşinde koşanlar eski kültürlerden, dünyanın her tarafından modeller aramış tır. Ezra Pound, üç bin yıl evvelinin Çini'nden alıp getirdiği Konfüçyüs'ten kalan metni ve öğrencileri tarafından yapılan otantik yorumları sadece çevirmekle kalmadı, onu Amerika'ya teklif etti. Böylece o, üretim olmaksızın paradan para kazan mayı olağan sayan düzen ve kurumlara karşı bir sistem ahlakını tanıttı ve öne sürdü, Avrupa'da Nietzsche dağınık düşünceleri ni bir eksene oturtarak vermek üzere Zerdüşt'ü bulmuş, Bud hizm, soğuk savaşın yoğunlukla yaşandığı yıllarda orta çaptaki pek çok aydın için yatıştırıcı olarak müsekkin yerine geçmişti. Eski Mısır'dan, Güneydoğu Asya'dan alınan dini, mitolojik,
Altüst Oluş 409
geleneksel modeller batı dünyasındaki entelektüel verimlerin kenar süsünde yer aldı. İ slam ile kurulan ilgilerin "tekil" kalmasını ve batıdaki en telektüel cereyanlara katılmamasını, sadece Batılıların İslam karşısındaki körlüğü ile izah etmek yeterli midir acaba? Batılı cereyanların oluşturduğu etki ki, dünya yüzünde geniş bir yel pazeye yayılmış görünüyor ve gücünü çıkış yerinde değil, daha çok kendisine coğrafi açıdan da uzaktaki Müslümanlar üze rinde gösteriyor. Modern çağın gözde kavramlarına yönelen eleştirilerini güçlendirmek ve görüşlerine destek bulmak üzere başka kültürlerden modeller ararken değil bizim aydınları mızın, Batılı aydınların bile İslami kültür hazinesinden uzak durması bir suçsa; bu suç bizim üzerimizdedir. İslami düşünü şün üstünkörü olmayan bölümü, demek ki, yaygınlaşmak şöyle dursun; gerektiği yerlere ulaşmamıştır. Suçu hafifletici sebep lerin derhal aklımıza gelmesiyle, nefsimiz "beni ibra et" diyebi lir. Ne var ki bu; yüzyıllardır yapılmayan, bugün de yüklenmek isteyenin sırtındaki ağırlıkla baş başa bırakıldığı ödevi yerine getirmenin gereğini ortadan kaldırmıyor. Hafife almak, öde vin niteliğini değiştirmiyor. Entelektüel dünyamızın temelli bir eksiğini, eksiklik olmaktan çıkarmıyor. Mesele entelektüel pazarlama endişesi değildir, bizim kültür hazinemizdeki teskin edici ve olgunlaştırıcı görüşler insan varlığının teminatının söz konusu olduğu her yerde devreye girmelidir.
MÜTEFERRİKA'.NIN ESERİ On sekizinci yüzyıl başlarında, toplumsal dengede meydana gelen kırılma, Osmanlı'nın toplum yapısı ve şehir hayatı üze rine yapılan gözlemlerin sonucunda anlaşılmış değil, askeri alandaki yenilgiler üzerinden teşhis edilmiş idi. Esasen, Av rupa'daki duruma benzer şekilde, ticari alanda şehirlerin kırsal yaşam üzerindeki belirleyici konumunu güçlendiren bir geliş-
410 Çalkantı ve Dalga
meden söz edilemeyeceği gibi, kırların, şehir hayatını etkile yecek boyutlara varan göç ya da ayaklanmalara sahne oldu ğu da söylenemez. Ancak, olsa olsa bu alanlardaki durgunluk merak konusu olabilirdi. O halde, toplumsal kırılmaya ilişkin işaretlerin sivil bölgede değil, etkili hareketlerin vuku bulduğu askeri alanlarda görünmesi son derece doğal. Ayrıca, günlük yaşamın gerçekçi tasvirini yapma yönünde gelişmiş bir edebi tür ve bir alışkanlık yoktur. Yazılı olarak ifade edilmiş fazla ca deneyim de bulunmamaktadır. Bürokratik işleyiş hakkında, hemen hemen bürokratik bir görev olarak telif edilen risaleler, nasihatname türündeki düzyazı kitaplarla aynı yöntemle ka leme alınmış genellemeler durumundadır. Tarihçilerin askeri alandaki gelişmeleri temel alarak yazdığı eserlerde toplumsal gidişat hakkında kısa açıklamalara da rastlanır. Görüşler, za ten bilineni unutmamak amacıyla ve sözlü aktarıma yardımcı olacak bir tür notlamayla dile getirilmiştir. Modern düzyazı nın sağladığı bir kazanım yazarlar bulunmadığı için olayların izlenmesinden beslenen ve olaydan bağımsız olarak şekillenen zihin süreçlerinin kayda geçmesi elbette beklenemezdi. Yine de Müteferrika'nın yeni düzyazıyı tanıdığının işaretleri bulu nabilir, kitabında. Katip Çelebi ve Koçi Bey hazırlayıp yetkili makama sun dukları risalelerinde devletin yapısı ve devlet işlerinin (Katip Çelebi'nin Mizanü'l-Hak adlı kitabında ilim hayatı ve eğiti min) görülme biçimi hakkındaki görüşlerini açıklarken üstü kapalı olarak eleştirilere de yer vermişlerdir. Devlet kurumla rının işleyişine dair görüşlerini belirttikten sonra, "yapılması lazım gelenler"i açıklamaya sıra geldiğinde klasik siyasetna melerdeki ifade kalıplarına dayanmışlardır. Toplum ve dev let hayatındaki eksiklikleri tespit edip sergileyen, aynı alanda alınması gerekli tedbirleri etraflıca betimleyen eserlerin en eski tarihlisi İ brahim Müteferrika'nın kaleminden çıkmıştır. Alışıl mış kitap bölümlemesi ve üslubuna başvurmanın, ortak akla kolayca ulaşmak gibi bir yararı vardır. Kaldı ki çoğu bürokratın
Altüst Oluş 4 1 1
kaleminden çıkan bu tür eserler yapıları bakımından eski nasi hatnameleri andırıyorsa bir yanıyla da günümüzdeki raporlara benziyor. İ brahim Müteferrika'nın makaleler şeklinde kaleme aldığı " Usulü'!-Hikem fi Nizdmü'l-Ümem" adlı eseri ise paragrafların oluşturulmasına ve üslubu belirleyen zihin akışına bakılırsa, bir tür denemedir. Modern düzyazıya geçilmediği bir dönemde kişisel üslubunu oluşturarak deneme sayılabilecek bir eser ya zan müellifin, aynı zamanda İstanbul'da matbaanın kurucusu olduğunu unutamayız. Matbaa, Rönesans ertesini yaşayan ül kelerde fikirlerin kısa sürede paylaşılmasıyla olgular üzerinde akıl yürütmeyi, bunun gereği olarak da sistemli düşünmeyi yaygınlaştırdı. Birbirinden uzak şehirlerde farklı el yazması ki taplarda bulunan, birbiriyle bağlantılı fikirler matbaa sayesinde karşılaştırılabilir hale geldi. Bu sonuçların gözlemleme alış kanlığına, mukayese yapmaya, akıl yürüterek fikir geliştirmeye yarayacağı açıktır. İbrahim-Müteferrika'nın kitabının güçlü bir gözlemlemenirt sonucu olduğu besbelli. Kitapta genel olarak Hıristiyan dünyasındaki devletlerin ve bazı kurumların idare usullerine kısaca değiniliyor. Askeri kurumların yapılanması ve savaş stratejileri üzerinde ayrıntılı olarak durulurken nele rin yapılması lazım geldiği belirtiliyor. Müellifimiz kurduğu matbaada tarih ağırlıklı bir dizi kitap yayımlamak yanında, mütercim olarak da hizmet vermiştir. Olmuş olanın tanıtımı nın yapılmasından çok geliştirdiği görüşlerini sergilendiği söz konusu telif eseri ise, kültür tarihimiz açısından, erbabı ve ko nuyla ilgilenenler nezdinde büyük önem taşıyor. Usulü'l-Hikem fi Nizamü'l- Ümemin önemi, içerdiği bilgi lerin günümüzde gizli kapaklı yerlerde bulunmasından ya da gününe göre ileri fikirleri taşımasından doğmuyor. Beklene bilir itirazları önceden karşılamak için belirtmem gerekir ki; modern devlet örgütlenmesinin kuwetler ayırımına dayalı şe kilde yapılanmasına bakışla, devlet yapısı, tarih ve toplum ko nularında Müteferrika'nın kitabında açıklamış olduğu görüşler
412 Çalkantı ve Dalga
aşılmış durumdadır. İnsanlık her açıdan değiştiğine göre son derecede doğaldır, bu durum. Müellifin, olanı olduğu gibi anlatmayı temel alan üslubu Osmanlı toplumunun dışından gelen esintilere açık bir zihnin verimi olduğunu düşündüren bir yeniliktir, ancak bu yeni bakış onun yaşadığı çağda Batı dünyasında gelişmekte olan devlet ve toplum felsefelerini içermekten uzaktır. Kitapta verdiği bilgilerin çok daha fazlası günümüzde bilimsel çalışmaların yakıtı durumundadır; bu da açık. Bir toplumun ya da kültürün tarihinde sadece son duru mun ve varılan yerin betimlenmesi tek başına yeterli olamaz, insanların yaşayarak geçtiği süreçlerin, aştığı merhalelerin ve deneyimlerinin bilinmesi de açıklayıcı önem taşır. Müteferri ka'nın eseri yalnızca bir dönemin resmini vermekle kalmıyor, süreçleri ve merhaleleri anlamamıza yardım ediyor. Müteferrika, Hıristiyan dünyasındaki daha önce görülme miş yenilikleri "anlamak ve kavramak gerektiği"ni sık sık vur gularken bir yandan Osmanlı'nın devlet yapılanması hakkında üstü örtülü bir eleştiri getiriyor, diğer yandan bunların ifade edilmesiyle padişaha temenna çakmayı ihmal etmiyor. Eserde askeri alana ilişkin ayrıntılı bilgi ve görüşlere yer verildiğini söylemiştik. Müteferrika, gerçekte olayların oluş tarzı, sebep netice bağlantısı ve başkalarının başarıları ardındaki sır hak kında, bu ülkedeki dikkat eksikliğinin farkındadır. Geleceğe ilişkin öngörüde bulunmasa, öngörüsü varsa bunları söylemiş olmasa dahi, devlet katındaki dikkat eksikliğini gören kişinin bundan doğacak vahameti zihninde canlandırdığını tahmin edebiliriz. Vurgunun bu eksiklik üzerinde toplanması, daha sonraki dönemlerde Osmanlı toplumundaki dünya kavrayışı nın aldığı biçimleri izlemek açısından önem taşımaktadır. On dokuzuncu yüzyıldaki ateşli tartışmaların ve protesto üslubu nun ortaya çıkmasıyla sonuçlanan, uzun dönemli bunalımın ilk belirtileri, Müteferrika'nın eserinde görülmektedir. "İlk zamanlardan, Hz. Muhammed'in doğduğu yıllara ge linceye kadar, bundan önceki sultanların, ülkelerin ve asker-
Altüst Oluş 413
lerin, yukarda yazılmış olduğu gibi düzensiz, tertipsiz ve ka rışık görünüşleri hakkında bilgi toplanmalı ve bunlar zihinde canlandırılıp alışıldığı şekilde saklanmalıdır" diyor. Bu cüm leyle yapılan önerideki "zihinde canlandırma" deyimiyle as lında, Avrupa'da monarşiler hüküm sürerken yazılan kasikleri okumuş olması muhtemel olan Müteferrika modern düzyazı mantığının temellerine göndermede bulunuyor. Cümledeki (sultan, ülke, asker) gayrişahsi öznelerin yerine toplumu ve toplum içinden seçilmiş kişileri koyarsanız, bu ifadenin mo dern düzyazının kaynağındaki zihin işleyişini yansıttığını gö rürsünüz. Müellifin öne sürdüğü zihinde canlandırma, devle tin ve kurumları temsil eden kişilerin yapamayacağı ve etiyle, kemiğiyle somut insanlarda beklenecek bir iştir. Devlet ve toplum yapısı üzerine yazılmış bir eserde insan zihnine, muhayyileye yönelik ilişkilere işaret edildiği zaman, tarihe değil dile bakılmış oluyor. Tarihten söz ederken dilin iş levine göndermede bulunmak, bu konuda bir teklifi, yapılma sının toplum içfö gerektiği kanaatine bağlayarak ileri sürmek, yeni ve Avrupa'da gelişen düzyazının dünyasından haberli bi rinden beklenecek bir girişim olabilir. İbrahim Müteferrika, kimi tarihi olguların şimdiye özgü kılınmasını, genel algılama nın konusu ve bugünün söylemine dahil olmasını isterken yal nız tarih ve devlet hakkında değil, aynı zamanda dil hakkında konuşmuş sayılmalıdır. Bir konuyu, bir olguyu ya da bir bilgi ögesini kavramak için belleğin saklama gücüne ve imgeleme yetimize başvururuz. Bir fikrin unsurlarının kaynaştırılması ya da değişik görüntülerin yeni bir fikri ortaya çıkaracak biçim de birleştirilmesi için de imgelemin hareketine ihtiyaç vardır. İ mgelem gücü sadece sakladığı şeyi canlandırmaya yaramak la kalmaz, bağlantıları bularak yeni fikir ve imge biçimlerini ortaya çıkarır. Müteferrika, zihindeki saklama ve canlandırma yetilerini hatırlatmakla aslında bellekten ve muhayyileden de söz etmiş oluyor. Muhayyile belleğin hazinesine dalarak işi ne yarayanları oradan aldığı, bellek geçmişi hatırlattığı için ise
414 Çalkantı ve Dalga
muhayyilenin ileriye baktığı pek düşünülmez. Hazinesi geç miştedir diye muhayyileyi sadece geçmişle bağlantılı olarak düşünürüz. Oysa insanın muhayyilesi zihin gibi icatçıdır. Zi hin yoluyla kotarılan bireşimler ve icatçılık ise geleceğe yönelik olgulardır. Müteferrika tarihi durum ve olguları ifade kalıbının zeminine yerleştirirken duyu algılarımızın düzeni ve düzen lenmesi bağlamında halihazır durumun belirtilmesi, icatçı zihne ve muhayyileye, algılama ve düzenleme işlevinin yerine getirilmesi yolunda ihtiyaç duydukları şeylerin yedirilmesi ve tarihle uyumlu bir tasarım için gerekenleri tek cümlede söylü yor. Algının konusuna işaret ederek başlanan cümle tek tek ta rihi olayları temsil etmiyor, bundan sonra girişilecek eylem ta rafından belirleniyor. Aydın kişilerin görevlerinin bir bölümü, yapmaya girişilecek eylemi sahiplenmek çerçevesinde ortaya çıkar. Geçmişteki olaylar olup bitmiş ve geçtiği yerde kalmış değildir, bugünün yapıcısıdırlar ve akılda kaldıkları ölçüde bu güne ait olgulardır. Geçmişte yaşanmış olguların bilinçte har manlanması, geleceğin kurgulanmasına katılması aydınlardan beklenen başlıca görevler arasındadır. Günümüzde bilinen ve sınırlı bir okur grubu tarafından da olsa okunduğu söylenebilecek Marifetname ve Taberi Ta rihi gibi eserlerin içeriğinden anlaşılacağı üzere, o zamanlarda tarihi olayların gerçek insani ilişkilere uygun şekilde anlatımı ile efsaneler, yorum ve abartmalar yazılı metinlerde birbiriyle karışmış şekilde veriliyordu. Bu yöntemin takip edilmesi, in san zihni hakkında şimdiki algımıza göre bulanık bir tablonun ortaya çıkmasına neden oluyordu. Genel tarih bilgisi aydınlık betimlemelerden ve sarahatten uzak olmalıydı. Tarih öğren menin gereğini kısaca hatırlatmakla yetinen Müteferrika, ay rıntılı bilgilendirme amacıyla hareket ederek sosyal bilimlerin o günkü sınırlarını yoklamış değildir. Müellif muhataplarını, toplumsal yapıları izlemeye ve kazanılan deneyim ışığında devlet yapısını ayrıntılı biçimde gözlemeye açıkça zorlamıyor. Bizce bunun nedeni Batı'da ilgisini çeken zihniyeti tanımaması
Altüst Oluş 415
değil, ayrıntılı tekliflerin henüz uygulama değeri taşımadığını düşünmesidir. Avrupa'da Rönesans ertesinde ticaretin artma sına, tüccarların seyahat ağının genişlemesine paralel olarak doğan toplumsal hareketliliğin, kendi ülkesinde olmadığını gören Müteferrika toplumsal yapı hakkında çözümlemeye gi rişmek ihtiyacı duymamış olmalıdır. Tüccar burjuvaların ticaret yapmakla kalmayıp parayı para olarak çalıştırdıkları ve kredi vererek kırsal bölgeleri etkileme leriyle durumlarının sarsılacağı endişesine kapılan Alman köy lülerinin ayaklandıkları, ticarete dayalı olarak ortaya çıkan yeni toplumsal sınıfların öteki sınıflar aleyhine kullandığı ve gücü dengeleme ihtiyacının ortaya çıktığı, bu ihtiyaçtan doğan zi hinsel baskıların bir sonucu olarak İngiltere başta olmak üzere Avrupa'da devlet örgütü üzerine düşünmenin geliştiği, devlet kavramı etrafında felsefe yapıldığı ve bütün bu dalgalanma lar içinde Leviathan gibi yetkin eserlerin ortaya konulduğu bir dönemden söz ediyoruz. Bu dönemde ticari kapitalizmin toplumlarüstü bale gelmesi ve endüstri toplumuna doğru gi diş, devletin ve toplum yapısının dönüşümüne karakter veriyor. Şehirdeki endüstrileşmenin kırsal alana, orada yaşayanların önceleri hiç tanımadığı çerçeve çizmesine ve kırsal alan üze rinde belirleyici olmasıyla toplumsal dönüşümün kaçınılmaz hale gelmesine bakarak, devlet kurumunun yapısına ve işleyi şine, feodalitenin çöküşüne, reformasyonu ve ulusal devleti or taya çıkaran süreçlere ilişkin görüşlerin kaleme alınmış olduğu eserlerde, sadece bürokratik devlet örgütlenmesine bakmakla yetinilmeyip toplumsal yapıların analizine geniş yer ayrılmıştır. Batı dünyasında demokratik devletin tabanını, yani toplumu temel alan bilinç, gerçekleştirmek istediği devlet örgütlenme sini tasarlarken Roma demokrasisinin deneyimlerini gözle yerek model aramaktan geri durmamıştır. Bizce Müteferrika bu atmosferden bir ölçüde haberdar olmuştur, ancak İ stanbul odaklı bir çalışmada bu süreçlere ilişkin izlenimlerini sergile mesi elbette beklenemezdi.
416 Çalkantı ve Dalga
İki dünya (Osmanlı ve Avrupa) arasındaki fark, devletlerin yapılanması açısından büyük olduğu gibi amaçları açısından da büyüktür. Genel amaç değil kastettiğim, endüstri kuran top lumlarda hedeflerin başkalaştığını, (bu bilinen hususun akılda tutulması gerektiğini) belirtmek istiyorum. Müteferrika, ele aldığı konuya devlet örgütünün gücü ve güçsüzlüğü açısından ve devletin güç kazanması için çözüm arayışıyla yaklaşmış tır. Onun kitabında toplumsal yapıya teğet geçilmiş olmasını, iki dünya arasındaki karşılaşmanın entelektüel saha temeline oturmamasına bağlamak herhalde gerçeğe uygun olur. Gerçekçi olmak lazımsa; anlamı ittifakla kabul edilmiş bir teorik ifade, ona dokunma ihtiyacı duyulmadığı sürece, insan lar için her zaman tatmin edicidir. Teorinin üstünde oynamaya ihtiyaç duyulmaz. Çünkü teori zihnimize seslenir, yapılanmayı tanımamız için ne gerekiyorsa bize söyler. Teoriyi zaten bili nen, ortak bir veri sayarak uygulamadan yola çıkan düşünce, teoriye açıkça göndermede bulunmadan, Müteferrika'nın yap tığı gibi, anlatımını somut durumlara hasrettiği halde teorik temelleri hatırlatmasıyla da tek başına önem taşır. Entelektüel altyapı yetersiz ve bulanık iken girişilen bir uygulama ise en iyi ihtimalle vaziyeti kurtarmaya yarayacaktır. Düşüncenin gücü, tasarımın yetkinlik derecesi ve düşünce sahiplerinin zaafı uy gulamada tanınır.
SONUÇ OLARAK
ÇIKMA
Onuncu Bölüm
ECİNNİLER DERS VERİYOR
WALPURGIS GECESİ Cadıların ve şeytanların bitaraya geldiği, karışık seslerin, tek kişilik tiz sesledn ve büyücü kadınlar korosunun ayrı ayrı in lediği Walpurgis gecesi, Faust'un en ilginç bölümlerinden bi ridir; çünkü Mefısto'nun yanında bulunmanın anlamı ve Fa ust'u tökezlemenin eşiğine getiren ve bunu atlattığı anlar bu bölümde teşhis ediliyor. Faust'un, Mefısto ile birlikte yürüyüşe çıktıkları yolda gecenin derinliğine dalmış giderken kendine tam güveni vardır. Üstelik kahramanımız son derece iyimser dir de. İyimser olmanın ötesinde, vadilerin çapraşık yolların da yürümenin, çatlakları arasından suların fışkırdığı kayalara tırmanmanın zevkini çıkaracaktır. İ ki ayağı üstünde duracak kadar sağlığı yerinde olduktan sonra çatallı değneğine daya narak patikalarda yol almanın zevkini çıkarmaktan ötesi can sağlığıdır, Faust için. Eh, o da her adımda artan yoğunlukla tattığı bu zevkin bir adım ötesini özleyip durur. Kurduğu oyunu kolayca sürdürebilmek için kurbanın gü venini kazanmaya çalışmasını bekleriz, değil mi? Mefısto bunu istemez. Vücudu kış gibidir onun, kar ve buzdan başka bir şey
420 Çalkantı ve Dalga
hüküm süremez üzerinde. Bizim beklediğimize zıt biçimde, Mefısto kurbanının dağda, bayırda kendini güvende hissetme sini hazmedemez bir türlü. Çünkü kurbanı güvende oldukça kendisinin yol gösterme ödevi elinden alınmış olacaktır. Faust güvenlik duygusuna sahip olmamalı, geçtikleri yerleri tekin saymamalıdır ki yardıma ihtiyacı olsun. Faust'un dünyası ka rartılmalı, morali bozulmalıdır ki, yolun az ilerisinden kuşku kapsın, kulağı daima kirişte olsun. Vehimleri bunalıma dönsün ve bunu atlatmak için kendisinden yardım istesin. Umutları nın tehlikeyle yüzyüze gelmeyeceğini sanmasın. Mefısto, bu arada yalancı ışığı, kendisine yardım etmesi için çağırır. Işık gelir. Ortaçağ' a özgü bir ayin tablosu ortalığı adım adım kuşatacaktır. Büyücü kadınlar korosunun neşideleri ara sından, ahenksiz, karışık sesler yükseldikçe Faust'un hikaye sindeki tasvirler, tasavvur edilir olmaktan çıkar, anlaşılır ve söylenir olmaktan uzaklaşır. Bir büyünün tasviri olsa olsa bu lanık ışıklarla, kıvılcımlar saçan kayalarla anlatılabilecek hale dönüşür zaten. ''Aman bana sıkı tutun!" der koruyucu Mefısto. Dağı, taşı, kafadaki kulakları korku sardığında kendisine düşen ev sahipliğini dilediği gibi kullanma hakkı doğar. O civarda ev sahibi sayılan Mefısto yol arkadaşının güvenini de kazan mış olduğuna göre, kurbanını koruma rolüne soyunabilir artık. "Çekilin! İfrit cenapları geliyor, çekilin!" Böyle nida eder. Artık yalnız kalmak ve kendini dinlemek söz konusu olamaz. Koca dünyayı muammaların düğümlendiği yerde bırakarak, küçük alemlerin girdabına dalmanın zamanı gelmiştir. Ukala dümbeleğinin ses darbelerini vurduğu, büyücü ka dınlar korosunun inlediği, karışık seslerin birarada ya da tek tek yükseldiği Walpurgis'in gündüzü olamaz, ancak gecesi olur. Bu gecede yol gösterme mevkiinin sahibi, olsa olsa Me fısto'nun çağırdığı yalancı ışıktır. Walpurgis bir efsane. Üstelik Faust karakterine yeni bir şe kil ve yaşam veren Goethe'nin yaşadığı çağda ortaya çıkmış değildir bu efsane; Faust, eski çağlarda, unutulmuş zamanlarda,
Ecinniler Ders Veriyor 421
içinde şeytanla anlaşma bulunan masalların konusudur. Wal purgis gecesi ise gündüzleri ortalıkta görünmeyenin yakınına gelir, aklına girer, zihin aydınlığına sahip olanların tanımasın dan çekinene açar kucağını. Ayinlerin yaşamdan kovulduğu, karanlıklara batmış sürelerde, Walpurgis gecesi putperestçe karmaşanın yaşandığı bir efsane olarak gelir, insanların arasına girer, toplulukların azgınca kaynaşmasında yerini alır. Toplumların yakın tarihinde, ayinlerin arkasından kova lanarak sürgün edildiği, ruhların kurumuş damarlar gibi çe kildiği ve peşinden erdemin şehirleri terk ettiği, aklın ancak düzenbazlık işine yarar hale geldiği dönemlerden herhangi bir gün, şu Walpurgis gecesine nasıl da benziyor! Yol orada he defe doğru götüren düz ve dosdoğru bir çizgi değil, üstünde yürüyeni yalpalatan zikzaktır. Doiambaçlar içinde biraz ilerle yen insan yalnız varacağı yeri görememekle, ne olduğunu bi lememekle, hangi köşeyi döneceğini kestirememekle kalmaz; aynı zamanda geldiği yerleri de unutur. Nereden başlamıştır? Hangi kıvrımı hangi niyetle dönmüştür? Varacağı yerle ilgili bir hayale dalmış mıdır? Ne kadar yol almıştır? Hatta boydan boya yol almış mı, yoksa sınırını görmediği bir çember içinde dolanıp durmuş mudur? Şu duvarın arkası ilk adımı attığı yere ne kadar uzaktadır acaba? Kimse kestiremez bunu. Walpurgis gecesinde niyetler unutulur; geceye katılanlar, niyetsiz olarak ve amaçsızca girişilen hareketlerin adamıdır artık. Walpurgis gecesinde ülkücüden, kendisini hakikate adamış olandan, akıl yürütücüden, orkestra şefinden, adım atmayı bi lenden ve özleyenden, yol ehlinin tümünden, memnuniyetsiz sesler yükselir. Her ne yapılırsa yapılsın; onu değerden düşü ren, yapmak için harcanmış enerjiyi, emeği beyhude hale dö nüştüren bir gidişat, Walpurgis gecesine yakışır. Durumun vahameti tarihin derinliklerinde yankılansın diye Ortaçağ'a ilişkin göstergelere başvuruyoruz. Goethe'nin eseri, bize, burada durup Ortaçağ' ı temaşa etmenin anahtarını veriyor. Başka bir imkan daha veriyor Goethe. Faust'un sayfa-
422 Çalkantı ve Dalga
larında tarihle birlikte günümüze göz atıyor, Walpurgis gece sinin sürüp gittiğini anlıyoruz böylece. Güneş parıltılarının insan üzerinden eksik olmadığı bir ülkede, cinnetten kaçıp gelmiş gibi düşüp kalkanların, gündüzleri çevirdikleri hale bir ad koyabiliyoruz. "Freud'dan sonra herkes biraz psikopat tır" dedikleri gibi, "Walpurgis gecesi bir kere tasvir edildikten sonra her dönemin böyle geceleri vardır" diyebiliriz. İsterse o geceler başka adlarla anılsın, insana başka ışıklarla dokunsun; tanıyoruz artık. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bu nite likteki gecelerin anılarına dekadanlar sahip oldu, uyuşturucu imgeleri ve uyuşturucu kullanımından kaynaklanan simgeler saldılar ortalığa. Yirminci yüzyılın ilk yarısında sürrealistler Walpurgis gecesinin yaşattıklarına tanık oldular, ama teslim olmadılar; insan imgelemine bıraktığı şekilleri olduğu gibi ak tardılar. Düzeltelim deseler eğri büğrü olacaktı, kırık çizgilerle, dosdoğru yansıttılar. Yirminci yüzyılda bir dizi oluşturan ünlü ve kanlı diktatörlerin halkına yaşattıkları, Walpurgis gecesi nin sahnelerinde temaşa edilenlerden farklı olmadı. Efsanenin karmaşık ruhları dağılmış, şehirlerin karanlık tarafına tek tek girmişti. Karanlık geceden kalmış bu tür anıları, sadece gaze te haberlerinde değil, insanların yaşamında ve imgeleminde bulabilirsiniz. Edebiyat eserlerinde durumu abartmak isteyen yazarlar algılarımıza uygun ifade biçimleri oluşturmakla, o ge cede olup bitenlerden binlerce kat fazla kabalıkları ehlileştir miş, kötülükleri bile bir tür eğlencelik hale getirmiş oldular. İntihar edenlerin, intihar noktasına gelenlerin, birini intihara sürükleyen olaylara bakarak, "olacağı buydu'"'başka ne olabilir di ki?" diyenlerin, varılan sonucu normal görenlerin hepsi Wal purgis gecesini yaşamıştır. Gerçek insana bakmaya çekinenler, romanlardaki kurgusal kişileri çözümleyerek bunun tanığı ola bilirler. Zamanımızın yeraltı edebiyatı, Walpurgis'in gece ayi ninden kaçarak şehrin sokak aralarında ehlileşmiş kahraman ların verimi, aslında zihinsel dölü sayılabilir. Baskı rejimlerinin her türünde en az bir Walpurgis gecesi vardır. Uzaktakiler için
Ecinniler Ders Veriyor 423
sadece bir gecedir, yaşayanlar içinse Walpurgis gecesine ilişkin, insan öğüten anıların toplandığı, zor geçtiği için unutulmayan zaman dilimidir o. Roman türünün insanlığı sarmasından bu yana her roman kişisinin en az bir Walpurgis gecesi hatırası vardır. Bu hatırayı zihinlerinde yaşamış olmakla, okurlar da bu açıdan roman kişileri arasına girmiş sayılır. Yirminci yüzyılın sonundan başlayan moda, her türlü bu nalımdan yüz çevirmek oldu. Walpurgis gecesinden kalanlar roman sayfalarına terk edildi, dileyen gidip baksın. Gerçek hayatta onu hatırlatanlar dışlanıyor artık. Yaşamı, o geceden yola_,çıkarak düşünmeye burun kıvırıyor, az biraz insanın ke- yif çattığı dünyayı, geri kalan milyarlar için Walpurgis gece sine çevirenlerin keyfi kaçmasın, istiyorlar. Boş vermek, 1'ha yatı, ucundan tutmak'' moda oldu. Mananın zamirlerine yan gözle bakıyor, ukala dümbeleğinin patırtılarıyla geçen gecede, dolu dolu yaşanmış zamanı buluyorlar. Bizi, bizden önceki iki kuşağı silkelemiş olan sürr�alizm şimdilerde "sos" olarak hoşa gidiyor ve sonunda bu noktaya varılmış olması, bize inanılmaz geliyor. Fikirler moda olarak ve belki de moda olduğu için tu tulmaktadır. "Rağbetten düşmüş bir düşüncenin peşinden gi decek kadar enayi olmamakla" övünen ve her zaman gizlice ya da açıktan alkışlanacak birini takipte olanların vardığı kapılar da rengi değişen kılıklarını gördükçe, Walpurgis gecesinin, bir kuşağın insanlarına öğrettiklerini bile kazanç sayıyoruz şim di. Çünkü şimdikiler onun hatırlattığı insanlık uçurumlarına uğramadan sıvışmanın yolunu buluyorlar, öğrendiklerini bir kenara atıyorlar. Walpurgis gecesini unutarak, ona dair bilgi taşıyanlardan kaçarak, hatıra sahiplerine bulaşmayarak kendi lerinin o geceyi aştığını sanıyor, kurnazca akıl vermeyi ihmal etmeyerek Mefısto'nun anilmasına vesile oluyorlar. Sözümo na, şerlere uzak kalacaklar. Roman sayfalarındaki, insanı so rumluluklarıyla haşhaşa bırakan tasvirleri yabana atmıyorum. Modern yaşam tarzı onlara yer açmıyor değil, ama altüst oluşa yol açacak gerçekler ana menüye eklenen "sos" a dönüştürülüp,
424 Çalkantı ve Dalga
-belki hüzünle- baştan savmanın tercih edildiği kurgular ara sına yollanıyor. Goethe'nin çizdiği tabloya bakmakta olan kişi, kendisini de tablodakilere katılmış olduğu hissine kapılır. O, oyuncu değilse de seyirci olarak tablonun içindedir. Bir anda gulyabanilerin arasına düşmüştür ama onları dışardan seyredebilecek durum dadır; çünkü okumakta olduğu Faust kitabını beş dakikalığına kapatarak düşünceye dalma imkanı vardır. Walpurgis gecesi nin dansçıları kendinden geçmiş haldedir, onları seyredense, olup bitenleri, bütün sahneyi, sahneyi dolduranların ve kendi sinin kim olduğunu bilmektedir. Acaba, şimdiki umursmazlık bir tür aldırmazlık olarak Walpurgis gecesinin oyunlarından bir oyun olamaz mı? Ortaçağ'da yaşamıyoruz, sahnenin dekor ları farklı. O kadar da olsun artık! Walpurgis gecesinin azgın enerjisine ve aynı enerjiyle çın layan bir gündüze sarılanlar bayrağını kaldırmış, tepelere dik mişse ve "artık gün bizim günümüz" dercesine volta atmaya başlamışsa, "dürüst insandan hayır yok'' demektir. Kendini bi len insanın eyleminden şer çıkmaz; çıkacak diyemeyiz, çıkabi lir diyemeyiz, ayıptır; dürüst insanda böyle bir niyetin tutma yacağını biliriz. Dürüst insan Walpurgis gecesinde ve o gece nin kararttığı gündüzlerde gönlünce hareket edemez; kendini bilir o, kendisine yakışan eylemi eylemsizlikte bulduğu vakitler olur, o da eylemsiz kalmayı yeğler. Kımıldasa, hayır için kı mıldamalıdır, kımıldayacaktır. Eylemsiz kalmayı seçtiğine göre bunun, dürüstçe bir anlamı olmalıdır. Eylemsizliğine bakarak "ondan hayır yok'' diyoruz, öyle mi? Hem kime hayrı olacak ve istikameti tayin etmenin önemi kalmamışken, kime nasıl bir hayrı dokunabilir ki? Aslında eylemi vardır onun, ama önle mesi gerekenleri önlemeye gücü yetmediği için ondan hayır ummayız, verdiği ders ise görerek anlaşılması gereken türden bir eylemdir. Hayrın gerçeklik kazanarak "öteki"ye yönelmek için yol bulamayacağını biliriz. Dürüst insandan hayır yok, ha-
Ecinniler Ders Veriyor 425
yır ortaya çıkmak istediğinde yine de onu seçecektir; şer için deki hayır arandığında bile. Bulanık suda balık avlayan turnacıya, vehimlerini merak zanneden yalancı seyyaha ve ona yardım için gelen yalancı ışığa, beceriksizlere, uyanık aylaklara, akıllı çanak yalayıcılara gün doğmuştur artık. Ukala dümbeleğinin çevresinde dolanıp dursunlar, keyif çatsınlar; bit süre onların diledikleri olsun ba kalım! Allah'ın şerlerden bile hayır yaratacağına inanırız. O'nun kudretinin her yerde hayrı kapsayacağına şüphemiz yoktur. Şunu ifade etmemiz bu inanca nakısa getirmeyecektir ki; eğer şunlara şunlara gün doğduğu vakitten, Walpurgis gecesi gibi bir dönemden hayır ummakta ittifak edenler varsa, onların kılavuzluğuna soyunan sadece yalancı ışık olabilir. Walpurgis gecesinin yalancı ışığı aydınlatır onların yolunu. Hangi yönü karanlıkta bırakacağını kendisi bilir. Varmayı istedikleri hede fin gösterdiği gibi ve içleriı;ıden hissedip bucak bucak kaçtık ları gibi ve için ·için anladıkları gibi, onlara dürüst insanlardan hayır yoktur! Ayartılmış bilimin, aldatılmış saflığın trajedisini tanımakta hepimiz için hayırlar vardır. O gün ve bugün.
MEFİSTO NEREDE? Mefısto'yu son olarak Goethe'nin devasa eseri Faust'ta gör dük. Sanki insanlığın yaşam sahnesinden sıyrılıp çıkmış, insa nı sınavdan sınava sokan portresi kitap sayfasında çizili olarak kapalı ve raflarda kalmıştı. Kendisinin çekip gitmesi, gözden kaybolması yetmezmiş gibi, gerçek yaşamın içinde teşhis edil mesinin gereği de ortadan kalkmıştı. Mefısto insanı yanıltır ken sadece yoldan çıkarmaktan ibaret görevini yerine getirme miş, aynı zamanda temyiz kabiliyet ve kudretinden bir an bile gafil olmaması gerektiğini, aksi halde yanlışı seçeceğini ona öğretmiştir. Yoldan çıkarma, sözün gelişi. Çoğu zaman insan-
426 Çalkantı ve Dalga
lar başlarına musallat olan tercih bunamasının nedenini şeyta nın üstüne atıyorlar. Mefısto tercihin değerini elbette insana isteyerek öğretmiş denilemez, ama kendi görevini isteyerek ve iştahla yaptığını da kimse inkar edemez. Onun görev yap tığı yerde ayırt etme isteği uyanır, kımıldar. Gerçekte insana temyiz kabiliyetini öğretmek şeytanın görevi değil. İyi niyetli ve isteyen insan, murat etmediği halde, bir olaya bağlı olarak Mefısto'yu birdenbire önünde bulabiliyor. Temyiz kabiliyeti ni doğrudan talep etme isteği ortadan kalkalı beri Mefısto da ortada yok. Bu kabiliyetimizin varlığını yoklamak, gücünü sı namak için hayaletini semtimize yollamıyor. Tanrıya yakınlık derecesini herkes kendi kendine ölçebilsin, "iyi" karşısındaki konumunu tartsın, değerlendirsin, ayırt etme hassasını devam lı sınavdan geçirerek beslesin diye olur olmaz yerlerde sergi lediği görüntüsünü uzaklara kaçırmış olmalı. Bazıları Mefıs to'nun gerçek hayatta mevcut olmadığını Walpurgis gecesini de doğurmuş hayallerin bir ürünü olduğunu düşünür. Belki de Walpurgis gecesi yaşamın gerçeğinde her zaman vardır, ancak basiret ve hayal yolu ile görmek kabildir onu. Çünkü bu gece, Mefısto ile birlikte vizyonların dışına çıkmış bulunuyor. Artık olur olmaz yerlerde göremediğimiz Mefısto: "Mademki ayırt etmeye ihtiyacınız yok, tercihin şu ya da bu olması sizin için o kadar önemli değil, hatta siz tercih etmeyi, seçmeyi bir kenara bırakmışsınız; öyleyse, bana eyvallah!" demiş olamaz mı? Kadim kültürlerin her birinde, bir "iyi insan'' tasavvuru var dır. Toplumsal düzenden, insanların eğitiminden ve esenliğin den bahis açmak gerektiğinde bu tasavvur bir biçimde ortaya konulmuştur. Çünkü o zamanların düşünüşüne göre iyi insa nın niteliklerinin hem toplumsal hem de bireysel anlamda bir amaç olmaktan çıkmam:i;sı gerekir. Toplumun tümünün ve tek tek fertlerin muhatap olduğu bu zorunluluktan dolayı, ama cın, sürekli göz önünde bulunması gerekmiştir. Biz de yeri gel diğinde üstünden atlayıp geçmedik, iyi insan tasavvurlarının varlığına değindik. Mefısto insan anlayışının sıhhatine özen
Ecinniler Ders Veriyor 427
gösterilen yerlerde bazen bulut gibi alacalı ve kapalı, bazen şimşek gibi keskin ve şiddetli, tasavvurlara karışarak dolaşıp durmuştur. Eski kültürlerde insana yapılan vurgu, çoğunlukla Mefısto'yu hatırlatacak şekilde ifade edilmiştir. Modern çağdaki "birey" kavramı ve "bireyselleşme" düşün cesi, eskilerin "iyi insan" tasavvurundan artakalan boşluğu dol durmaya aday olmuştur, diyebilir miyiz? Böyle bir sözü söyle mek zorlama olur. Bireyin tanımında yepyeni bir "iyi insan'' ta savvuru ya da iyi insanı yeniden inşa etme niyeti var mı? Hayır. Eskilerin "iyi insan'' tasavvuruna bakışla, çağımızdaki "birey" daha önce de sözü edildiği gibi, kozmik yapı ile bağı kalmamış bir birim olarak ve değerlerden yalıtılmış biçimde tarif ediliyor. Toplumdan soyutlayıp tekil haline bakarak "insan teki" diyor lar. Tarifin böyle olmasında eski kültürlerle zıtlaşmadan çok, ölçülerini sıradanlık üzerine kurarak insanları sıradanlaşmaya teşvik eden demokrasi anlayışının büyük payı var. Birey olma yönündeki arzunun, iyi insan olma amacıyla bütünleşmekten ziyade mevcut demokrasilerin sıradanlaşma talebine karşı di renerek güç kazanacağı düşünülmektedir. Demek ki kozmik yapı ile aramızdaki bağdan bihaber kalmak, olgunlaşmış bireyi tarif ederken kapıldığımız tereddüdün yegane sebebi değil. İyi insan olma amacının kaybından doğan boşluk, çağımız insanı nın zihninde sıradanlığı aşma isteği doğuruyor. Kadim kültürlerdeki "iyi insan'' ın tercih ettiği davranış kalıpları, insanlar üzerinde bıraktığı izlenim ve görüntü eski dünyadan kalan eserlerde stilize edilerek anlatılmıştır. Ku ramsal alanda yapılmış çalışmalarda bu insanın sahip olduğu, değişik alan araştırmalarında ise her kültürdeki kabullere ve öngörülere göre, iyi insanda bulunması gereken niteliklerin sı ralandığını görürüz. Aynı şekilde iyi insanın, üstünden atarak arınması gereken nitelikler de belirtilmiştir. Bir insan, taşıycısı olduğu niteliklerle olduğu kadar, hiç bulaşmadığı, üstüne bu laştırmadığı nitelikler ve davranış kalıplarıyla değerlendirilir. İyi bir insana yakışanlar ile yakışmayanlar "Pendname" türü
428 Çalkantı ve Dalga
kitaplarda birbirinden ayrılmak suretiyle, adeta kodlanarak ya zılmıştır. İyi davranışların, eski dünyanın verimleri olan bazı ahlak kitaplarında ya da hayvan hikayelerinde (fabl) tecessüm ettirilerek zihinlere kazındığını biliriz. Mefısto o hikayelerde, oynadığı, kötü bir tarafı işaret ederken iyinin yerinin belirlen mesine yarayan rolüyle derece derece görünmüştür. Bu görün tüler insanların eğitimi sırasında uyarıcı misyonun simgeleri ve ders çıkarılacak örnekler olarak ele alınmıştır. Bireyin kuramsal olarak bütün duygularının iyiliği ve kötü lüğüyle, yakıcı ve dindirici oluşuyla birlikte ele alınmak isten diğine, bütün karmaşık duyguların bir orkestrayı oluşturacak şekilde netleştirilmesi arzusuna tanıklık ederiz. Bu arzunun varlığı ve her türde edebiyat eserlerinin ortaya çıkmasına yol açacak ölçüdeki ısrarlı hali insan hakkındaki bilgilerimizin "birikerek'' çoğalmasına yaradı. Ama tarihin derinliklerine gitmeyip Mefısto'nun etkili son portresini veren Faust'tun yazılışından sonraki döneme baksak bile şöyle bir paralelliğin ortaya çıktığını söyleyebiliriz: İyilikle kötülük birbirine yakla şıyor. Aradaki açıklık kapanma istidadı gösteriyor. Yakıcı olan la dindirici olan birbirine karışıyor ve bu sıfatlarını terk ediyor. Yakıcı olan yakmıyor; dindirici olan dindirmiyor. İnsanın iyi ile kötü karşısında tercihe ilişkin tavrı, ısrar eden bilince dö nüşmekten vazgeçiyor. İnsan, değerler karşısında "nötr"leşiyor. Bu bir seçimin sonucu mu, her nasılsa başa gelmiş bir durum mu sayılmalı, pek emin değilim. Bu belirsizliğe paralel olarak da Mefısto ortadan kayboluyor. İnsanın, temyiz kabiliyetini ayakta tutma misyonu, Mefısto'nun unutulması ile birlikte vizyonlardan siliniyor. Şeytanın yaptığı, ışık yakmaktan ibaret tir; ona o kadar da yüklenmeyelim. Bu ışığın gösterdiği yolda eylem yapmak, davranışını ona göre düzenlemek insana özgü dür. Herhalde şeytanın, insanın elinden tuttuğu ve eylemleri ona safha safha yaptırdığı, uzun yollarda adım adım yürüttü ğü söylenemez. O, yolun gidiş yönlerinden birini gösteriyorsa, tercih yine insana aittir. Daha işin başında, şeytanın ışık yak-
Ecinniler Ders Veriyor 429
maya yeltenmesi, insanın gizli kapaklı dilemesinin bir sonucu olamaz mı? Neden olması? İyilikleri yapılmaz hale getiren, iyi insanları kötülük yapmaya mecbur eden toplumsal koşulların oluşması da şeytana değil, insana bağlıdır. Dolayısıyla, insanın dikkatsizliği Mefısto'yu tanınmaz hale getirir, iyi ile kötüyü ayırmanın anlamsızlığı da böylece ortaya çıkar. Faust'un hikayesi kötünün ete kemiğe bürünerek cisimleş mesine dayanan bir konu olarak Ortaçağ'dan geliyordu. Goet he' nin elinde, dünyanın ayartıcılığı ile manevi değerlerin yüce lik vaadi arasındaki bocalamanın ve çilenin simgesi oldu. Tabii ki modernleşen dönemdeki insanın inşasında dünyanın ayar tıcılığına ve yücelik vaadlerine ilişkin niteliklerin doğal yerle rinin belirlenmesi, "aşağılanmış bilimin trajedisi ile aldatılmış saflığın trajedisi arasındaki bağlantının öğrenilmesi" önemli ve vurgu konusu olması gereken meselelerdendi. Sonraları, insa nın işine gelen haksızı kollaması, gelmeyeni haklıyı yüzüstü bırakması bile meşruiyet �zanınca, iyi kötü, doğru yanlış, ha yır şer denklemleri ortada kaldı. (Yalnız kalan insanın vicdanı hariç) . Neden? Modernleşme bunların ihmal edilmesine el verişli bir mantığı öngörmüştü de ondan. Değer arayışı mer kezi konumunu yitirince, değersizin değersiz olduğu bilgisine duyulan ihtiyaç (vicdanın sesini bastırmak suretiyle) yokmuş gibi davranıldı. Bireyi tanımlamada öne alınan nitelikler, mad di dünyanın gerekleri doğrultusunda, başkalaştı. Bugün biz, göreceliliğin arttığı bir devirde mihenk taşlarını da mihenge vurmak ihtiyacındayız. Birey, kuramca bir "ben tasavvuru" idi. Cahilane ya da alimine, içeriğinin niteliğinden bağımsız bir "ben tasavvuru". İ nsan hakkında bazı bilgilerin toplanıp işlenmesi gerektiğinde, bu ben tasavvurunu geliştirme çabasıyla yol alındı. Fakat o bir çığır idi, kapandı. Kendini gerçekleme amacındaki birey "iyi insan'' tasavvurlarının dışında bir yol izlemek zorunda bırakıl dı. Dolayısıyla, ilerleme çağındaki insan, iyi insan tasavvurla rında bulunabilecek nitelikleri kendi nefsinde aramaktan va-
430 Çalkantı ve Dalga
reste kaldı. İnsan başta temyiz kudreti olmak üzere (O temyiz kudreti ki; seçme hakkını kullanmanın olmazsa olmaz şartıdır) yön buldurucu niteliklerinden sıyrılıp "nötr"leşme eğilimine girdi. Kapitalizm ortamında, mülk sahipliğiyle toplumsal bir anlam kazanmaya çalışan birey, "insani nitelikler" diye diye "tüketici" olup çıktı. Yani, "tüketici olmak", erdem sahipliği, dürüstlük vb. vasıflardan daha insani ve toplumsal bir vasıf ha line geldi. Günlük hayatta sağladığı itibar açısından, tüketim gücü öteki vasıfların önüne geçti. İnsani nitelikleri arayıp bularak bunlar arasında tercih ge liştirmek anlamsız hale gelmiş ve birey materyalize biçimde "nötr"leşmeye o kadar uğramıştır ki; bugün "iyi insan''ın tari fini yapmak bile fazlaca anlam taşımıyor. İyi insan "olunur" as lında. İyi insanı uzaklara bakarak tanımlamak ve ona yakışan/ yakıştırılan nitelikleri sadece başkalarından bekliyor olmak, eksikliktir. Kaldı ki günümüzde insani niteliklerin tanınması ve öğrenilmesi, davranış kazanmanın bir ögesi olmaktan çok felsefenin konusu olabiliyor. Bugün, "sadece başkalarından beklemek" gibi pasif tercihle olsa bile "iyi insan'' tasavvurunda bulunan niteliklerin tercih konusu olduğu da şüpheli. Eksik hale razıyız, onu bile zor buluyoruz. Değer sahibi insan, kendi sini değerlerin dışına atıyor. Dışarıda daha değerli bir alan bul duğundan değil tabii ki. Tüketime ve pragmatizme ayarlanmış yaşama düzeninde, doğal ve insanı yücelten niteliklerin varol ma alanı daralıyor. İnsanın bu alanı genişletmek istemediğini ileri süremeyiz. Ama kitaplarda yazılı istek, yerinden kımılda yıp dile gelmeye isteksiz. O halde, ayırt etme hassamızı kam çılasın, "seç ve tercihini ortaya koy!" ihtarıyla insanları uyarsın ve tercih yokluğunu amansız sınavına batırsın diye, Mefısto'yu mu çağırsak, acaba?
SONUÇ OLARAK
Toplumsal düzlemde haksızlıkların sürüp gittiğine duyulan inanç, sonu gelmez şikayetlerin kaynağı olsa da, bizleri birbiri mizle kaynaştıran insaniyetin büsbütün kaybolmama nedenle rinden biridir. İnsaniyet vicdanın bekçisi; vicdan, insanı doğal bir varlık oluşuna bağlayan niteliktir. Hak karşısında duyarlı oluşu hiçbir zaman bütünüyle kaybolmayan insaniyet, ya za mana ve mekana bağlı olmadan algılanan çerçevesiyle bize kılavuzluk eder ya da kendisini hesaba katmamızı istemeyen siyasal düzenler yüzünden, içimizin bir yerinde yığılıp kalır. Siyaset, toplumun düzeni, insan anlayışı ve dünya ölçüsündeki egemenlik yarışı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu nedenle in sanlık alemini saran büyük değişim rüzgarları insan hakkında tekrar düşünmeyi, hatta bireyin yeniden inşa edilmesini gerek tiriyor. Birey, günümüze kadar her toplumda ya egemen olana göre tanımlandı ya da kabul görmüş bir değerler manzumesine göre. Egemen olan, doğal olarak, iktidar ilişkilerini temel aldığı için eski devirlerdeki monarşilerde bireyleşme tartışmalı olmuştu. Belki de bugün bizim düşündüğümüz ölçüde tartışmalı olma-
432 Çalkantı ve Dalga
mıştır; çünkü monarkın otoritesinin ulaşmadığı büyük ölçekli yaşama alanları vardır. Ulus-devletlerde bireyin nitelikleri ile vatandaşın tanımına, birbiriyle örtüşecek şekilde anlam ve rildi. Vatandaşlık, bireyin devlet örgütlenmesine göre yapılan tanımıdır. İnsan, anlamını dokunulmaz değerler manzumesini kabulünde bulur. Bireyleşme ve değerler manzumesine uyum süreçleri her zaman krizlidir. İnsan, tarihsel olarak bilinmeyen ve mitolojilere konu olan çağlardan beri belirli bir değerler manzumesi karşısındaki ye rine göre tanımlanmıştır. Antik Çin medeniyetinde, insanı bi limli, toplumu ahlaklı kılan değerleri göklerin belirlediği kabul edilir. Dini iklimde insan ve birey, anlamını, dokunulmaz de ğerlere yakınlık derecesinde bulduğu gibi, filozoflar, şairler ve her sınıftan kibar insanlar bireyin tanımını, kabul görmüş de ğerler manzumesine bakarak yapmaya bugün de devam ediyor. Bireyin tanımlanmasında değerlerin esas alınmasının nedeni, özünde, insanın ezeli hakikat arayışıdır. Hakikat arayışında, güncelliğin ve görünür gerçeklerin kenarda kaldığı haller var dır. Bu hallerden biri görsel kültürün, hakikati ve insani ger çekliği önümüzden kaçırmak için sanal gerçeklerini gözlerimi zin önüne habire yığmasıdır. Çağımızda bireyin, ülkesinin ve kendisinin ölçeğinde eko nomik durumuna göre önem kazandığını görmezden geleme yiz. Bu durum, eski çağlardaki mülk sahiplerine tanınmış im tiyaza benzemiyor. Ekonominin her gün daha geniş bir alanda işlemesine yönelik talep, insanların, sahip oldukları ekonomik varlığın ölçüsü ne olursa olsun tüketme eğilimlerinin artması na ve çeşitlenmesine ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle bireyin tanı mı tüketimi kısıtlamayı gerektiren inanışların, toplumsal değer ve alışkanlıkların kemirilerek önemsizleştirildiği bir alanda ya pılıyor, inanç ilkelerinden kaynaklanan tüketim kısıtlamalarını gidermek için ulus-devletin dayanağı sayılan laiklik bile araç olarak kullanılıyor. Evet, yerleşik anlamına göre vatandaşlık sı radan bir statüye dönüşür, egemen olan özne belirsizleşirken,
Sonuç Olarak 433
değer kavramıyla birlikte, düşünce ve sanat adamlarının ente lektüel mirasındaki çıkarımları devre dışı bırakarak, müşteri haline sokulan bir birey tanımını egemen kılma girişimi bütün ağırlığıyla gündeme girmiş bulunuyor. Bu ruhsuzlaşmış du ruma destek olan yeni konu başlıkları devreye giriyor: Dijital egemenlik alanları,