Tefsir Terimleri Sözlüğü [4 ed.]
 9789755482378

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

TEFSİR TERİMLERİ SOZLUGU ••

••

••

PROF. DR. MUHSİN DEMİRCİ

Dördüncü Baskı

' o

TEFSİR TERİMLERİ SOZLUGU ••

•s

••

M.Ü. İLÂHİ YAT FAKÜLTESİ VAKFI YAYINLARI No. 231 ISBN 978-975-548-237-8 Sertifika No: 16209

Kitabın Adı Tefsir Terimleri Sözlüğü Yazarı Prof. Dr. Muhsin DEMÎRCİ

Kapak ve Sayfa Tasarım Eren SAKIZ

Baskı Seçil Ofset Matbaacılık 100. Yıl Mahallesi Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No:77 Bağcılar, İstanbul Tel: 0 (212) 629 06 15 www.secilofset.com Sertifika No: 12068

4. Baskı Eylül 2015, İSTANBUL Bu baskının bütün hakları İFAV’a aittir. Yayınevinin izni olmaksızın, kitabın tümünün veya bir kısmının elektronik, mekanik ya da fotokopi yoluyla basımı, yayımı, çoğaltımı ve dağıtımı yapılamaz.

İsteme Adresi Nuhkuyusu Cad. No: 110 Bağlarbaşı 34662 Üsküdar İSTANBUL Tel: 0216 651 15 06 Faks: 0216 651 00 61 [email protected] - www.ilahiyatvakfi.com

M.Ü. İLÂHİ YAT FAKÜLTESİ VAKFI YAYINLARI No. 231

TEFSİR TERİMLERİ SOZLUGU ••

••

••

Prof. Dr. Muhsin DEMİRCİ

İstanbul 2015

Prof. Dr. Muhsin DEMİRCİ

1953 yılında Erzurum’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Erzurum’da tamamladı. 1964 yılında hıfzını bitirdi ve 1965 senesinde İstanbul’a gelerek Beyazıt Câmi imam hatibi Abdurrahman Gürses hoca efendiden tecvid ve tashih-i hurûf dersleri aldı. 1966-1972 yılları arasında Erzurum İmam Hatip Lisesinde okudu. 1973 senesinde girdiği Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nden 1978’de mezun oldu. 1978-1980 yılları arasında Erzurum Ticaret Lisesi’nde daha sonra da bir öğretim yılı İmam-Hatip Okulu’nda meslek dersleri öğretmeni olarak görev yaptı. 1982 senesinde M. Ü. İlâhiyat Fakültesi’nde açılan araştırma görevliliği sınavını kazanarak Tefsir Araştır­ ma Görevlisi oldu. 1984’de Yüksek Lisansını, 1988 yılında da doktorasını tamamladı. 1994’de Yardımcı Doçent, 1996’da Doçent, 2004 yılında da Profesör oldu. Halen aynı fakültede Tefsir Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktadır. Arapça ve Fransızca bilir. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Yayınlanmış Eserleri: 1- Ebu’s-Senâ Mahmud b. Abdirrahmân el-İsfahânî ue Tefsirdeki Metodu,

(Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1989.

2- Vahiy Gerçeği, (II. Basım), İFAV Yayınları, İstanbul 2011. 3- Kur’ân’m Müteşâbihleri Üzerine, Birleşik yayıncılık, İstanbul 1996. 4- Lokman Sûresi ue Ahlâki Öğütler, (III. Basım), Çamlıca Yayınları, İstanbul 2011. 5- Tefsir Usûlü ve Tarihi, İFAV Yayınları, İstanbul 2003. 6- Kur’ân ue Yorum, İFAV Yayınları, İstanbul 2014.

7- Kur’ân dan Evrensel İlkeler, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007.

8- Nas-Olgu Bağlamında Kur’ân’da Sosyal Gerçeklik, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007. 9- Kur’ân’m Ana Konuları, (VIII. Basım), İFAV Yayınları, İstanbul 2010.

10- Tefsir Terimleri Sözlüğü, (III. Basım), İFAV Yayınları, İstanbul 2011. 11- Kur’ân’a Göre İnsan ve Sorumlulukları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2010.

12- Kur’ân Tarihi, (VI. Basım), İFAV Yayınları, İstanbul 2011. 13- Tefsirde Metodolojik Sorunlar, İFAV Yayınları, İstanbul 2012.

14- Tefsire Giriş, (II. Basım), İSAM Yayınları, İstanbul 2013. 15- Kur’ân’da Toplumsal Düzen, (II. Basım) İFAV Yayınları, İstanbul 2013. 16- Konulu Tefsire Giriş, (II. Basım) İFAV Yayınları, İstanbul 2013.

17- Tefsir Tarihi, (XXIV. Basım), İFAV Yayınları, İstanbul 2014. 18- Tefsir Usûlü, (XXXVI. Basım), İFAV Yayınları, İstanbul 2015.

İÇİNDEKİLER Kısaltmalar.............................................................................................. 6

Önsöz......................................................................................................... 7

Sözlük Harfleri

A.............................................................................................................. 9

B............................................................................................................ 30 C............................................................................................................ 41 D............................................................................................................ 47

E............................................................................................................ 53 F............................................................................................................. 63

G............................................................................................................ 73 H............................................................................................................ 77 I............................................................................................................. 98 İ........................................................................................................... 100

K.......................................................................................................... 148

L.......................................................................................................... 167 M......................................................................................................... 176

N.......................................................................................................... 226 O-Ö..................................................................................................... 237

P-R...................................................................................................... 238

S.......................................................................................................... 245 Ş.......................................................................................................... 259 T.......................................................................................................... 262

U.......................................................................................................... 318 Ü.......................................................................................................... 322 V.......................................................................................................... 325

Y-Z...................................................................................................... 331 Bibliyografya.................................................................................... 339

Terimler Fihristi............................................................................... 341

Dizin..................................................................................................... 357

KISALTMALAR b. Bkz. Ç-

DİA İAD

krş. nşr. nu. ö. s. t. thk. trc. ts. vb.

yy-

İbn Bakınız Çoğul Diyanet İşleri Ansiklopedisi İslam Araştırmaları Dergisi

Karşılaştırınız Neşreden Numara Ölüm

Sayfa Tekil Tahkik eden Tercüme eden Tarihsiz Ve benzeri Baskı yeri yok

ÖNSÖZ

Terim; bir fikri, bir bilim, sanat ve meslek dalını, bir konuyu anlatmak için kullanılan, o fikrin ve o konunun ifade edilmesinde öne çıkan, sözlük anlamına ilave olarak yeni ve farklı anlam yüklen­ miş sözcük demektir. Bir bilim alanı ya da bir sanat dalını tanımak, ancak o bilim ve sanat dalının terimlerini bilmek ve yerli yerinde kullanmakla mümkündür. Terimler yalnız bilim ve sanatın tanınması açısından değil, düşünme ve mantıkî muhakeme açısından da çok önemli araçlardır. Zira, doğru ve isabetli düşüncenin alt yapısını ancak doğru anlaşılan ve doğru ifade edilen terimler oluştururlar. Böyle olduğu içindir ki, İslâm kültür tarihinde terimleri konu edinen

birçok eser kaleme alınmıştır.

Terimlerin anlamlarını öğrenmek kapsamlarını anlamak için genel sözlükler yeterli değildir. Bunun için özel sözlüklere ihtiyaç vardır. Çünkü her bilim dalının kendine mahsus terimleri söz konusudur. Bunları her zaman genel sözlüklerde bulmak mümkün değildir. O halde yapılması gereken önemli görevlerden biri de her bilim dalının terimlerini müstakil olarak bir kitapta toplamak suretiyle okuyucuların işini kolaylaştırmak olmalıdır. İşte biz de bu anlayıştan hareketle, İslâmî ilimler içinde çok önemli bir yere sahip olan Tefsir ilminin terimlerini eldeki imkânlar nispetinde tespit edip, fazla taf­ silata dalmadan bir kitap haline getirmek istedik. Yaptığımız çalışmanın Kur’ân’ın anlaşılması istikametinde yararlı olmasını Yüce Allah’tan temenni eder, söz konusu kitabın basımını üstlenen M.Ü.İlahiyat Fakültesi Vakfı’na teşekkür ederim. Prof. Dr. Muhsin DEMİRCİ

İstanbul 2009

sonrası dirilişin de söz konusu kemiğe yönelik bir emir sonu­ cunda meydana geleceği ifade edilmektedir. ÂDÂBU TİLÂVETİ’L-KUR’ÂN:

-A-

Kudâ’a ka­ bilesine mensup olanların (^) “ayn” harfinden sonra gelen ()

Kur’ân’da yer alan âyetlerin sa­ yısı. Islâm bilginleri Kur’ân’daki âyetlerin sayısı konusunda fark­ lı rakamlar ileri sürmüşlerdir. Bunlar 6600 ile 6200 arasında değişmektedir. İbn Abbâs’tan gelen bir rivâyette Kur’ân’daki âyet sayısının 6600 olduğu be­ lirtilirken, bu sayıyı 6204, 6214, 6219, 6225 ve 6236 olarak

ADEDÜ’L-HURÛF

10

TEFSİR TERİMLERİ

tespit edenler de olmuştur. Âyet

ÂDETULLAH: (4)1s>U) Allah’ın

sayısı konusundaki bu farklı an­ layışlar; (1) Hz. Peygamber’in kırâat esnasında vaslettiği (bitiş­ tirdiği) bazı âyetlerin sonları, (2) sûre başlarındaki besmelelerin müstakil âyet sayılıp sayılmama­ sı, (3) hurûf-ı mukattaanın tek başına âyet olup olmaması gibi hususlarda ortaya çıkan farklı görüş ve yaklaşımlardan kaynak­ lanmaktadır.

âdeti, sünneti, yöntemi. Tabiat olaylarının sebep-sonuç ilişkisi bağlamında tekrar edip durması. Buna ayrıca sünnetullah da de­ nilmektedir. (Bkz. Sünnetullah)

ADEDÜ’L-HURÛF:

Kur’ân’da yer alan harflerin sa­ yısı. Kur’ân âyetlerinin sayısı ko­ nusunda olduğu gibi bu konuda da imlâ ve kıraatlerdeki ihtilaflar sebebiyle farklı rakamsal değer­ ler ileri sürülmüştür. Bu rakam­ sal farklılıklara bakarak Kur’ân’­ da 323 bin ile 326 bin arasında harf olduğu söylenebilir. ADEDÜ’S-SÜVER: (j^Jl xu>)

Kur’ân’da yer alan sûre sayısı. Bilindiği gibi Kur’ân’daki sû­ relerin sayısı 114’tür. Bunların 86 tanesi Mekkî, diğerleri ise Medenî sûrelerdir. ADEMÜ’T-TERKÎB: (^^ju»)

Kur’ân’ı on mütevâtir kırâate göre okuyan öğrencinin bir kırâattaki ihtilafları tamamlama­ dan başka bir kırâata geçmesi halinde hocanın onun kırâatına müdahelede bulunup durdur­ ması.

ÂDETÜ’L-KUR’ÂN:

(sob>

jl^âJI) Kur’ân’m lafız, terkib ve üslup bakımından tekrarını ifade eden bir kavram. Buna “örfü’lKur’ân”, “ma’hûdü’l-Kur’ân” ve “külliyâtü’i-Kur’ân” adı da veril­ mektedir. Jl cJÎU ■dS Jı “Bir zamanlar Yûsuf babasına (Ya’kub’a) demişti ki: Babacığım! Ben (Rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gör­ düm” (Yûsuf 12/4) âyetinde yer alan (^-LİJi) kelimesinin (^ill)’den önce zikredilmesi gibi. Zira söz konusu örnekte de görüldüğü üzere Kur’ân’da ne zaman bu iki isim yanyana gelse önce “şems” e sonra da “kamer” e yer veril­ mektedir. Bu, ya güneşin aydan cüsse olarak büyük olması yahut aydan daha çok fayda sağlaması ya da mekân bakımından ondan daha yükseklerde bulunması se­ bebiyle olabilir. Ancak şu da bir gerçek ki, sebep her ne olursa olsun değişmeyen bir kural varki, o da Kur’ân’da her zaman güne­ şin önce ayın sonra zikredilmesi­ dir. İşte bu, Kur’ân’ın bir âdetidir.

SÖZLÜĞÜ

Kur’ân’ın üslup bakımından ele alınması gereken önemli bir âdeti de, kendi bütünlüğü içerisinde zaman zaman gâib sigasmdan muhâtab sigasına (üçüncü şahıs kipinden ikinci şahıs kipine) geç­ mesidir. ol öLcJj ûî >jSll > Jifij ULils »l pLLDI

AHKÂM ÂYETLERİ

11

Lfcj

C.j3 c/ > 4/ “O gök/eri gö­ rebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye de yere büyük ağırlıklar (dağlar) koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz gök yüzünden su in­ dirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik” (Lokman 31/10) âyetinde olduğu gibi. Zira bu­ rada âyetin başından itibaren gâib sigaları kullanılırken, (Ûjiıj (*-> rjj > > Ç? lLIs pL f-lLLJl y>) “Biz gök yüzünden su indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik” cümlelerinde muha­ taba geçilmiştir.

ÂHÂD HABER: (Bkz. Haber-i

uâhid) ÂHAD KIRÂAT: (jU^I sd>11)

Senedi sahih olmakla birlikte ya­ zım bakımından Hz. Osman (ra)’ın istinsah ettirmiş olduğu Mushaflardan herhangi birinin hattına uymayan veya Arap Dili grame­ rine uygunluk arz etmeyen kırâat. İslâmî anlayışa göre söz konusu kırâatleri okumak câiz değildir. Ayrıca mütevâtir kıraatlere inan­ mak vacip iken âhâd kıraatlere inanmak vâcip değildir. AHBÂRU’L-KUR’ÂN:

(jT>JljL>-l) Kur’ân’ın geçmiş, hal ve geleceğe dair haberleri. Kur’ân bu tür haberleri tarih tekerrür et­ mesin yani onlardan ibret alınsın diye nakletmektedir. Kur’ân’ın içermiş olduğu söz konusu haber­ ler “enbâü’l-Kur’ân” terimiyle de ifade edilmektedir. (Bkz. Enbâü’lKur’ân) oLI)

AĞIZ: Konuşma dilinde, bir di­

AHKÂM ÂYETLERİ:

lin kelimelerinin bölgelere göre değişen söyleniş şekilleri. Kara­ deniz ağzı, Trakya ağzı gibi. Ağız kavramı Kur’ân kırâatleri için önemlidir. Çünkü kırâatlerin ağız mı, lehçe mi yoksa şive farklılıkla­ rından mı kaynaklandığı hususu her zaman tartışılan bir konudur. Bu bakımdan söz konusu kav­ ramların ne anlama geldiklerinin bilinmesinde fayda vardır.

Kur’ân’ın ibâdet, muâmelât ve ukûbatla ilgili âyetleri. Ahkâm âyetlerinin sayısı konusunda fark­ lı yaklaşımlar mevcuttur. Bu hu­ susla ilgili verilen rakamlar 200 ile 1000 arasındadır. Ahkâm âyetle­ rinin kendi içerisindeki tasnifi de şöyledir: İbâdetler: 140; aile ve miras hukuku: 70; borçlar huku­ ku: 70; ceza hukuku: 30; devlet­ ler hukuku: 25; mâli hukuk: 10.

AHKÂMU’L-KUR’ÂN

12

AHKÂMU’L-KUR’ÂN: (fbU

jîjlJI)

İbâdet,

muâmelât

ve

ukûbâtla ilgili âyetlerin tefsiri­ ni konu edinen ilim dalı ve bu dalda yazılan eserlerin ortak adı. Buna göre söz konusu il­ min mevzusu ahkâm âyetleridir. Bu alanda eser yazmanın ama­ cı da İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’ın içermiş olduğu hükümleri, kâide ve prensipleri ortaya çıkarıp insanlara dünya ve âhiret mutluluğunun yollarını göstermektir. Ahkâmla ilgili âyet­ leri muhtevaları itibariyle ikiye ayırmak mümkündür: (1) İçinde

ahkâmın bulunduğu açıkça ifade edilen âyetler. Bu tür âyetler Ba­ kara, Nisâ, Mâide, En’âm Sûre­ lerinde oldukça fazladır. (2) Doğ­ rudan doğruya bir hüküm ifade etmeyip, istinbat yoluyla hüküm çıkarılabilen âyetler. Bunlar da kendi aralarında, başka bir âyete başvurmaya gerek kalmadan hü­ küm çıkarılabilenler ve başka bir ya da birkaç nas yardımıyla hü­ küm çıkarılabilenler olmak üzere ikiye ayrılırlar. AHKÂM TEFSİRİ:

İbâdât, muamelât ve ukûbâtla il­ gili âyetlerin izahlarıyla meşgul olup, bu alana ait âyetlerden hü­ kümler çıkarmaya çalışan tefsir hareketi. Söz konusu tefsir tarzı­ na “et-tefsiru’l-fıkhî” ya da “fıkhî tefsir” yahut “tefsiru’l-ahkâm” da

TEFSİR TERİMLERİ

denilmektedir. Buna göre söz ko­ nusu tefsirin mevzusu, müctehidlerin hüküm çıkarmada üzerinde ictihadda bulundukları Kur’ân naslarıdır. Amaç da, İslâm’ın te­ mel kaynağı olan Kur’ân’ın içer­ miş olduğu hükümleri, kâide ve prensipleri ortaya çıkarıp insanla­ ra dünya ve âhiret mutluluğunun yollarını göstermektir. Böylece bu tefsir sayesindedir ki, bazı bilgin­ ler ahkâm âyetlerinin ihtivâ ettiği hükümlere ve fakihlerin söz konu­ su âyetlerden çıkarmış oldukları farklı neticelere işaret etmişlerdir. Ancak bu alanda fikir beyan eden İslâm âlimleri, Kur’ân’daki ahkâm âyetlerinin sayısı hususunda ittifak sağlayamamışlardır. Gazzâlî (ö. 505/1111) ve Râzî (Ö.606/1210) gibi bilginler bu nevi âyetlerin sa­ yısını 500 olarak tespit ederken, bir kısım âlim bu sayıyı 800’ün üzerine çıkarmış, bir kısmı da ak­ sine, 200’e kadar indirmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda farklı rakamların tespit edilmiş olması, bazı âyetlerde ahkâmın bulundu­ ğuna açıkça işaret edilmesinden, bazılarında da -kıssa ve emsâl gibi- dolaylı olarak hüküm çıkar­ manın mümkün olmasından kay­ naklanmaktadır. el-AHRUFU’S-SEB’A: (U^l

Yedi harf. Kıraatlerden farklı bir okuma biçimi. “Hurûf-i seb’a” diye de ifade edilir, el-

SÖZLÜĞÜ

Ahrufu’s-seb’a ifadesi bir sıfat terkibidir. Bu terkipte yer alan ahruf “harf” kelimesinin ço­ ğuludur. Harf okuma anlamını ifade etmektedir. Yedi rakamı ise mecâzî manada, “kesretten kinaye” olarak Kur’ân âyetlerini okumada genişlik ve kolaylık demektir. Yedi harfin ne olup ne olmadığı konusunda kırk kadar tanım yapılmıştır. Bunlar arasın­ da en tutarlı görünen tanım, müterâdifli yani eşanlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma, yani alternatifli okuma (el-kırâe bi’l-ma’na) şeklinde yapılan ta­ nımdır. Buna göre söz konusu okuma, (aöI /S Jl Iâyetinin, (Cum’a 62/9) («uıl /S I ; âyetinin (Kâri’a 1Ö1/5) tarzında okunmasından ibarettir. Bu oku­ ma biçimi Medine’nin onuncu yılında Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber’in temennisi üzerine onun ümmeti için verilmiş bir ruhsattır. Söz konusu ruhsat, Hz. Osman’ın Mushafları istinsahıyla tek harfe indirilmiştir. Bundan dolayı yedi harfin muhafazası müslümanlar üzerine terettüp eden bir vecîbe değildir. Bu da gösteriyor ki, yedi harf meselesi bugün için tamamen tarihsel bir olgu niteliğindedir. Buraya kadar anlattıklarımız Ehl-i sünnet anla­ yışı istikametindedir. Konuyla il­ gili Şia’nın da farklı bir yaklaşımı

13

el-AHRUFU’S-SEB’A

söz konusudur. Onlara göre yedi harfle ilgili olarak sünnî kaynak­ larda zikredilen rivâyetlerin hepsi Ebû Abdillah, Fudayl b. Yesâr’m sözüne terstir. Söz konusu ifade aynen şöyledir: Nakledildiğine göre “İnsanlar Kur’ân’ın yedi harf üzere nâzil olduğunu ileri sürüyor­ lar, siz bu konuda ne dersiniz?” şeklinde bir soru üzerine Ebu Abdillah: “Allah’ın düşmanları yalan söylüyorlar. Zira Kur’ân tek bir harf üzere, bir (olan Allah) tarafından indirilmiştir” diye ce­ vap vermiştir. (Bkz. Kuleynî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Ya’fût, elUsûl mine’l-kâfî, Tahran 1389, II, 630). Ayrıca Şiâ bilginle­ ri, Zürâre’nin Ebû Ca’fer’den rivâyet ettiği, “Kur’ân birdir ve bir tek (olan Allah)’ın nezdinden indirilmiştir. Fakat Kur’ân’ın kırâatındaki (el-ahrufu’s-seb’a) ihtilaflar râvilerden gelmektedir” (Kuleynî, el-Usûl, II, 630) şeklin­ deki nakle dayanarak mütevâtir kırâatların da içtihâdî olduğunu ileri sürmektedirler. Yedi harfi so­ nuçta bir tür okuma olarak düşü­ nürsek Şiâ için bu nakilde de Ehl-i sünnet’e karşı bir muhâlefetin ol­ duğunu söylemek mümkün ola­ bilir. Kısacası Şia’ya göre, Ehl-i sünnet ulemâsının ileri sürdüğü rivâyetler, Kur’ân’ın yedi harf üzere indiğini göstermez. Hele bu hususta, Resûlullah (sav)’ın Kur’ân’ın bazı kelimelerini eş

el-AHRUFU’S-SEB’A

anlamlı kelimelerle değiştirdiği veya değişmesine izin verdiği şeklinde ileri sürülen görüş, hiç kabul edilir gibi değildir; çünkü bu, Kur’ân’m temellerini sarsa­ cak niteliktedir. Ayrıca bu tür ihtilaflar ümmet için bir sıkıntı olmuştur. Hiç Allah’ın Resûlü, ümmet için sıkıntı olabilecek bir şeyi Allah’tan ister mi? Hatta bazı rivâyetlerde bu tür ihtilafla­ rı duyan Resûlullah’ın yüzünün kıpkırmızı olduğu ifade edilmek­ tedir. Şu halde Kur’ân’m yedi harf üzere nâzil olmasının hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla ko­ nuyla ilgili olarak ileri sürülen rivâyetleri kabul etmek mümkün değildir. Özellikle Ehl-i beyt’ten

gelen haberler, bu rivâyetleri yalanladıktan sonra artık bun­ lara asla itibar edilemez (Bkz. Tûsî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Huseyn, et-Tibyân fî tefsîri’lKur’ân, Necef 1957, I, 7-9). Şu bir gerçek ki, Kur’ân’m yedi harf üzere indirildiğini gösteren bazı rivâyetlerde belirsizliklerin oldu­ ğunu kabul etmekle birlikte, bu rivâyetlerin tümünü red nok­ tasında Şia’yı haklı çıkaracak herhangi bir delilin bulundu­ ğunu söylemek mümkün değil­ dir. Öyle anlaşılıyor ki Şia’nın, Ehl-i sünnet bilginleri tarafından sahih hatta mütavâtir olarak ka­ bul edilen rivâyetleri, herhangi bir ilmî tetkike başvurmadan

14

TEFSİR TERİMLERİ

reddederek, yedi harfi kabule yanaşmamasmın asıl sebebi, Ehl-i beyt imamlarından gelen haberlerdir. Zira Şi’a’nın genel kabulü olarak bilinmektedir ki, herhangi bir rivâyet Ehl-i beyt imamlarından gelen haberlere muhalif ise, böyle bir rivâyetin hiçbir bilimsel değeri yoktur. Ni­ tekim burada da aynı yaklaşımın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet bilginleri tarafından nakledilen ve en azından manevî bakımdan mütevâtir derecesine ulaştığı varsayılan haberlerin herhangi bir İlmî tetkike başvurulmadan reddi söz konusudur. Bu yüzden biz doğal olarak konuyla ilgi­ li nakledilen rivayetlerin -yedi harfin tanımı ve mahiyetiyle ilgi­ li bilgi vermemiş olsalar da- Şia imamları tarafından ileri sürülen haberlerle reddedilmesini makul bulmuyoruz. Çünkü böyle bir yaklaşım, bilimsel olmaktan öte, mezhep taassubuna ve birtakım ön yargılara dayanılarak ileri sürülen iddiadan başka bir şey değildir. Bundan dolayı böylesi yaklaşımların -hangi mezhebe ait olursa olsun- hiçbir İlmî de­ ğeri yoktur. Kaldıki Şiâ’nın bu konudaki yaklaşımı, yukarıda­ ki rivâyette de görüldüğü gibi Peygamber’den gelen herhan­ gi bir hadise değil, Fudayl b. Yesâr’ın bireysel kanaatine da­ yandırılmaktadır.

SÖZLÜĞÜ

AHZÂBU’L-KUR’ÂN: (UjU

ûT^iJI) Kur’ân bölümleri. Yirmi­ şer sayfadan oluşan her Kur’ân cüz’ünün dörtte birlik kısmı. Buna göre Kur’ân’daki hiziplerin sayısı, 120’dir. Bunlar hizb gülle­ riyle birbirlerinden ayrılmışlardır. (Bkz. Hizb) AKS: (^-£*11) Sözün bir kısmın­

da önce zikredilen bir lafzı, diğer kısmında sona alma veya bunun tersini yapma anlamına gelen edebî bir sanat. Sözgelimi, “O, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır” (Rûm 30/19) âyetinin baş tarafında “ölü” lafzının önce, “diri” lafzının sonra zikredilme­ sine karşın, sözün devamında bu sıralama ters çevrilmiştir. Dolayı­ sıyla söz konusu âyette aks sana­ tı bulunmaktadır. AKSÂMU’L-KUR’ÂN: (jT^1 fLJÎ)

Kur’ân’da yer alan yeminler. Allah Taâlâ’nın Kur’ân’da sözü kuvvet­ lendirmek veya herhangi bir var­ lığı yüceltmek maksadıyla yemin etmesi. Allah’ın Kur’ân’da yemin etmesi, onu bir ikna vasıtası ola­ rak kullanması manasına gelmez. Çünkü O’nun sözlerinde haki­ kat dişilik söz konusu değildir. O halde yeminlerin sebepleri neler olabilir. Bu hususta üç sebepten söz edilebilir. Bunların ilki, İslâmiyetten önceki Arapların sosyal

15

AKSÂMU’L-KUR’ÂN

hayatlarında yeminin çok büyük bir rol oynamasıdır. Nitekim o dönemde ferdî yeminlere oldu­ ğu gibi topluluk yeminlerine de büyük önem verilirdi. Daha çok “insan hayatı”, “şeref”, “kuvvet,” “kabile” ve “ecdâd” gibi kutsal değerler ve “mızrak” gibi kudre­ tin taalluk ettiği bazı eşya üzerine yemin edilirdi. Ayrıca “kasama” denilen bir yemin tarzı daha vardı ki, bu da topluluk yeminiydi. Bu yemin, bir kabileden elli kişinin herhangi bir konuda haklı olduk­ larını ortaya koymak maksadıyla yapılırdı. Bu yüzden Yüce Allah Kur’ân’da zaman zaman yemin ederek, Arapların alışık oldukları bu üslup tarzını korumuş oldu. Kur’ân’daki yeminler için ileri sü­ rülebilecek bir başka sebep de, onların te’kid maksadına yönelik olduğudur. Kur’ân’m pek çok âye­ tinde Yüce Allah, indirmiş olduğu naslarını, varlığının delillerini, in­ sanlığın hidâyetine vesile olması için göndermiş olduğu peygam­ berlerini, yaptığı yeminlerle tekit ve teyit etmiştir. Bu, hak olmayan bir şeyin o düzeye çıkarılması ma­ nasına değil, hakikatin vurgulan­ masından ibarettir. O halde böyle bir yeminin garipsenecek hiçbir tarafı yoktur. Kur’ân’daki yemin­ lerin bir maksadı da, üzerine ye­ min edilen varlığın kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yü­ celiğini ortaya koymaktır.

AKSÂMU’S-SÜVER

AKSÂMU’S-SÜVER:

16

fÛJÎ)

Kur’ân’da yer alan sûrelerin uzunluklarına göre sınıflan­ dırılmaları. Bunun için “tıval”, “miûn”, “mesânî” ve “mufassal” olmak üzere dört ayrı kavram kullanılmaktadır. (1) Tıval,; Ba­ kara, Al-i İmrân, Nisâ, Mâide,

En’âm ve A’râf’dan ibarettir. (2) Miûn; âyet sayısı yüz ve yüzün üstündeki sûreler demektir. (3) Mesânî; âyet sayısı yüzün altında bulunanları ifade etmektedir. (4) Mufassal ise özellikle Kur’ân’ın son kısmında yer alan kısa sûreler için kullanılan bir terimdir. Bunlar da (1) Tıval-ı mufassal: HucurâtBürûc, (2) Evsat-ı mufassal: Târık-Beyyine (3) Kısar-ı mufassal: Zilzâl-Nâs sûrelerinden ibarettir. ALÂKA: (Âî^üdl) İlgi. Bir sözün

gerçek anlamının dışında başka bir anlamda kullanılması duru­ munda gözetilen neden. Mecâz ve teşbih sanatında büyük önemi olan alâka, birçok edebî sanat için de söz konusudur. Sözgelimi, UK Jlj IjJJcL “Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiksem, parmaklarını kulaklarına tıka­ dılar...” (Nûh 71/7) âyetindeki parmaklardan maksat, parmak uçlarıdır. Buna göre söz konusu âyette hem hakiki hem de mecâzî

TEFSİR TERİMLERİ

anlam bulunmaktadır. Zira par­ maklar hakiki, parmak uçları da mecâzî anlamı ifade etmektedir. İkisi arasındaki alaka ise, “zikr-i küll irâde-i cüz” (bütünün zikre­ dilip parçanın kastedilmesi) dür. Yani söz konusu nasta (^l^î) “parmaklar” zikredilerek, onun­ la parmak uçları kastedilmiş­ tir. Alâkanın âliyet, ıtlâk, hulûl, cüz’iyyet, sebebiyyet, kevniyyet ve evveliyyet gibi çeşitlerinin ol­ duğu ifade edilmektedir. ALÂMETÜ’L-VAHY: (^ILöV)

Vahyin belirtileri. Hz. Peygamber’e vahiy geldiğinde onda gö­ rülen değişik haller. Söz konusu hallerle ilgili hadislerin bize verdi­ ği bilgilere göre, Resûlullah (sav) vahiy esnasında âdeta kendin­ den geçerek en soğuk günlerde bile terler, uykusu gelir, gözlerini belli bir noktaya diker, vücudu kaskatı kesilir, benzi sararır veya kızarır, vücudu ağırlaşır, bazen de nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı. İslâm bilginleri, Al­ lah Resûlü Muhammed (sav)’de görülen bu belirtileri onun, Kur’­ ân vahyini beşeriyetten melekiyete yükseltilerek metafizik bir ortamda almış olmasına bağ­ lamaktadırlar. Çünkü onlara göre bu durum, vahiy alma esnasında Resûlullah (sav)’ın Melekût âlemine geçişindeki zorluklardan kaynaklanmaktadır.

SÖZLÜĞÜ

ALÂTARÎKİ’L-İCMÂL: (jJ.Jp j>-^I) Mücmel şekilde, özet ola­ rak, kısaca, topluca. Herhangi bir metnin kısa ve özlü bir tarzda anlatımını ifade eden bir terim. Kur’ân’da iki üslup biçimi var­ dır. Birisi “îcâz”, mücmel kısa ve özlü anlatım diğeri de “ıtnâb”, yani meseleleri tafsîli bir şekilde ele almaktır. Burada sözü edilen kavram genel olmakla birlikte özellikle Kur’ân’ın vecîz üslup tarzını ifade etmektedir.

ALÂ VECHİ’T-TAFSÎL: (^ Jp

Mufassal, ayrıntılı, etraflı­ ca, geniş bir şekilde. İnşâ edilen

herhangi bir metnin ayrıntılı ola­ rak ele alınması. Alâ tarîki’l-icmâl kavramının delâlet ettiği anlamın tersine bu kavram meselelerin ayrıntılı bir şekilde ele alınıp izah edilmesi demektir. Bu da, bilin­ diği gibi Kur’ân’ın önemli üslup özelliklerinden biridir. Bu aynı zamanda ıtnâb kavramıyla da ifade edilmektedir. (Bkz. Itnâb) A’LÂMU’L-KUR’ÂN: (dljll f^î)

Kur’ân kırâatında şöhret bulmuş kurrâlar. Bütün kırâat vecihlerini üstadlarından öğrenip okuyan ve bunu talebelerine öğreten kırâat âlimleri. Bunlar: (1) Nâfi (ö. 169/785). Râvileri, Kâlûn (ö.220/835), Verş (Ö.197/812). (2) İbn Kesîr (Ö.120/738).

Râvileri, el-Bezzî (ö.250/864) ve

17

ALEGORİ

Kunbül (ö.291/903). (3) Ebû Amr, Râvileri, ed-Dûrî (ö.240/854), ve es-Sûsî (ö.261/874). (4) İbn Âmir (ö. 118/736). Râvileri, Hişâm (Ö.245/859) ve İbn Zekvân (ö.242/856). (5) Âsim (ö.128/745). Râvileri, Ebû Bekr ve Şu’be (ö. 190/805). (6) Hamza (ö. 156/773). Râvileri, Halef (Ö.229/843) ve Hallâd (Ö.220 /835). (7) el-Kisâî (Ö.189/805). Râvileri, ed-Dûrî (ö.246/860) ve Ebu’l-Hâris (Ö.240/854). (8) Ebû Ca’fer (ö. 130/748). Râvileri, İsâ

b. Verdân (ö. 160/776) ve Süley­ man b. Cemmâz (ö. 170/786). (9) Ya’kûb (Ö.205/820). Râvileri Muhammed b. Mütevekkil (ö.238/852) ve Ravh b. Abdulmü’min (ö.234/848). (10) Halef (ö.229/843). Râvileri, İshâk b. İbrahim (0.286/ 899) ve İdris b. Abdulkerim (ö.292/904). ALEGORİ: Bir düşünceyi veya

duyguyu inandırıcı ve etkili kıl­ mak için, daha çok soyut kav­ ramları somutlaştırarak, yani bir bakıma simgeleri kullanarak an­ latma yöntemi. Diğer bir deyişle bir düşünce veya kavramın bir varlık ya da nesne ile sembol­ leştrilerek anlatılması. Bu husus Kur’ân’da özellikle müteşâbih naslarda kendini göstermektedir. Bu bakımdan denilebilir ki, mü­ teşâbih âyetler “alegorik” veya “sembolik” anlatım tarzını içer­

18

ALE’L-ESAHH

mektedirler. O yüzden Kur’ân’ın sözü edilen bu sembolleri kul­ lanarak gerçekleştirdiği anlatım tarzı kavranmadan Kur’ân’ın bir kısmı hem müminler hem de onun İlâhi kaynaklı bir vahiy ol­ duğunu reddedenler tarafından yanlış anlaşılacaktır. Bu anla­ tım biçimini daha çok Mutezile Mezhebi’ne mensup müfessirler benimsemektedir. Meselâ, Slj

çrt O* ^3 I^JlJ

k, ■»■«■d I

LS" Ul LoLJîJl

. .. 0

>I ;

I

jÂj

öl

lÂ* “Kıyamet günü biz bun­ dan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şahit olduk, dediler” (A’râf 7/172) âyetini Mu’tezile müfessirleri aynı bağlamda ele alarak bunun, “tahyîl” ve “temsîl” yollu bir anlatım oldu­ ğunu, yani sembolik bir söylem içerdiğini ifade etmektedirler. Zira onlara göre Allah’ın, Adem oğlunun soyunu, daha onların sulbünde iken muhatap alması tamamen bir temsîl ve tasvirden ibarettir. Bu da, Allah’ın insana ulûhiyyetinin delillerini sunma­ sı, akıl ve basiretlerini bu olaya şâhit tutması demektir. (Bkz. Zemahşerî, el-Keşşaf, yy., ts., II, 176) Yani bir anlamda onlar

TEFSİR TERİMLERİ

aklen olmuş ya da olabilecek bir şeyle, gerçek varoluşlarından önce Allah’ı tanıdıklarına dair söz vermişlerdir. Ka­ bul edilebilecek en doğru görüş. Sahih olduğuna dair delillerin güçlü bulunarak tercih edildiği­ ni ifade eden bir terim. ALE’L-ESAHH:

ALE’L-ITLÂK:

J^) Mut­

lak surette, genel olarak, kayıtla­ maksam. Herhangi bir konunun, sınırlan belirlenmeden genel boyutlanyla anlatılması. (Bkz. Mutlak) J\J^) Usûlüne uygun bir şekilde rivâyet etme. Herhangi bir konuyu açıklığa ka­ vuşturmak üzere yapılan nakilleri belli usûl ve yöntemler dahilinde zikretme. ALE’L-VECH:

ALINTI: (Bkz. İktibas) ÂL-U HÂMÎM: (Bkz. Havâmîm)

ÂMM: (^1*11) Genel, umûmi. Sı­

nırlamaya gitmeden kendine uy­ gun olanların hepsini kapsayan lafız. İki kısımdır. 1) Umûmiliği değişmeyenler: Hep genel ola­ rak kalıp husûsi bir anlamı söz konusu edilmeyenler. Sözgelimi, (il j “Allah her şeyi bi­ lir” (Nisâ 4/176), l-d-l 4^5 (JJL 'îj “Rabbin hiç kimseye zulmetmez” Kehif 18/49) âyetlerinde olduğu gibi. 2) Umûmi olmasına rağmen

SÖZLÜĞÜ

kendisiyle husûsilik kastedilenler: Meselâ, J, “Zekeriyya mihrapta namaz kılmaya başladığı zaman melekler ona seslendiler... ” (Ali İmrân 3/39) âyetinde melekler çoğul olarak zikredilmiştir, hal­ buki burada söz konusu edilen yalnızca Cebrâil’dir. Buna göre burada âmm bir lafızla husûsilik kastedilmiş demektir. AN’ANA: (ijcJI) Temîm, Kay s

ve Esed oğullarının telaffuzda “hemze” yerine “ayn” harfini kullanmaları, (jl)’i (^); (öLoSfl)’ı

da (dU«Jİ) şeklinde telaffuz etme­ leri gibi. ANLAM: Mana, bir kelimenin,

sözün, sembolün, işâretin, metnin içerdiği düşünce veya duygu. Bir kelimenin, bir önermenin, bir ta­ sarımın, bir düşüncenin ya da bir eserin anlatmak istediği şey. An­ lam dille ilgilidir; dil de insanların birbirleriyle tanışmasını, birbirini anlamasını kültür ve medeniyette ilerlemesini sağlamaktadır. Yani dil insan hayatı için, anlam da dil için vazgeçilmez bir olgudur. Bu bakımdan anlam ve anlama bir­ birinden ayrılmayan iki kavram­ dır. Zira “anlam”, onu anlayan özne tarafından herhangi bir şeye yüklenen tanımlamadır. Buna göre “anlam” kadar “anlama” da önemlidir. (Bkz. Anlama)

19

ARŞ

ANLAMA: Bir ifadenin işaret et­

tiği zihinsel bir muhtevanın kav­ ranması. Kur’ân’m anlaşılması söz konusu edildiğinde, anlama olayı, anlatan (Allah), anlayan (insan), anlatılan (Kur’ân), sö­ zün tabii bağlamı (siyak-sibak ilişkisi), anlama olayı (tefsir) gibi argümanların bulunması kaçınıl­ mazdır. Çünkü İlâhî metnin söz konusu edildiği bir anlatımda, anlatan ile anlayan arasında mahiyet farkı vardır. Böyle ol­ duğu içindir ki anlatılan, yani metin, içerik itibariyle farklı bir özellik arz etmektedir. O halde anlamanın konusu olan Kur’ân, herhangi bir beşerî te’lif gibi algı­ lanmamalıdır. ANLAM BİLİM: (Bkz. Semantik) APOKRİF KIRÂAT: (Bkz. Meuzû

kırâat) el ARDÎ:(^jYOHz.Peygamber’e

yeryüzünde gelen vahiyleri ifade etmek üzere kullanılan bir terim. ARŞ: (^İjjJI) Yükseklik, yüksek

yer, yüksek şey. Arş Kur’ân’da hem Allah’a hem de insanlara nispet edilmektedir. Allah’a nis­ pet edildiğinde haberî bir sıfat sayılır. İnsanlara nispet edildi­ ğinde mülk, izzet ve saltanattan kinâye olarak hükümdarların üzerine oturdukları “taht” an­ lamına gelir. Özellikle tefsir ve

ARÛBE

hadis kitaplarında hakkında de­ taylı bilgilerin yer aldığı Arş kav­ ramı ile ilgili rivâyetlerin çoğu, İsrâilî haber niteliğindedir. Ma­ hiyeti hakkında naslarda pek az bilgi verilen Arş’la ilgili tartışma­ lar, hicrî II. asrın başlarına kadar uzanmaktadır. Selef itikadına bağlı müfessirlerin, âlemden ayrı yedinci kat göğün üstünde yer alan Firdevs (veya Adn) cenneti­ nin üzerinde kubbe şeklinde bir taht olarak tasavvur ettikleri Arş, son dönemde kelâmcı müfessirler tarafından mülk ve saltanat manasına yorumlanmıştır. ARÛBE: (ÂjjyJI) İslâmiyet’ten

önce Araplar’ın Cuma günü­ ne verdikleri ad. Buna esasen “yevmü’l-arûbe” denilmektedir. Arâmîce olan ve Süryânîce’de “Rahmet” mânasına gelen rûbe kelimesi Arapça’ya arûbe şeklin­ de geçmiştir. Arûbe yerine Cuma isminin Araplar arasında ne za­ man kullanılmaya başlandığı hakkında iki rivâyet vardır. Bun­ lardan birincisine göre, Kureyşliler arûbe günü Hz. Peygamber’in sekizinci ceddi Kâ’b b. Lüeyy’in etrafında toplanarak onun soh­ betini dinlerlerdi. Bu sebeple Kâ’b arûbe gününe, “toplanma günü” manasına gelmek üzere cum’a adını verdi. İkinci rivayete

göre ise hicretten önce bir ara­ ya gelen Medineli müslümanlar,

20

TEFSİR TERİMLERİ

yahudilerin haftada bir toplan­ dıkları özel bir günleri bulun­ duğunu, hıristiyanların da böyle bir günleri olduğunu söyleyerek arûbe günü toplanıp ibâdet et­ meyi kararlaştırdılar ve arûbeye de bu günde bir araya geldikleri için cum’a adını verdiler. Aynı rivâyete göre İslâm’da ilk cuma bu şekilde ortaya çıkmış, ve müslümanlar bugünde Cuma namazı kılmışlardır. Yine denildi­ ğine göre ilk Cuma namazı, Hz. Peygamber’in Medine’yi teşrif etmesinden önce Es’ad b. Zürâre tarafından Medine’de kıldırılmıştır. Cuma ismi aynı zamanda Kur’ân’ın 62. Sûresinin de adı olmuştur. Söz konusu sûre Me­ dine’de Hac sûresinden sonra inmiştir. 11 âyettir. 9. Ayetinde Cuma namazının farziyetinden söz edildiği için bu ismi almıştır. ARÛSU’L-KUR’ÂN:(jî

Kur’ân’ın gelini. Rahmân Sûresi. Söz konusu sûreye bu ismin ve­ rilmesi Hz. Ali’nin bir rivâyetine dayandırılmaktadır. Zira, denildi­ ğine göre Hz. Ali (ra): “Her şeyin bir gelini vardır. Kur’ân’ın gelini de Rahmân Sûresi’dir” demiştir. (Bkz. Beyhakî, Şu’abü’l-imân, Riyâd 1423/2003, IV, 116). ARZ: (^yJI) Bir Kur’ân öğreti­

cisinin huzurunda Kur’ân okuya­ rak ondan kırâat alma. Bu usûl

SÖZLÜĞÜ

Hz. Peygamber zamanından beri uygulanagelmiştir. Buna göre öğrenci şeyhine (hocasına) ez­ berlediği Kur’ân metnini sunar, hocası da dinleyerek varsa yan­ lışlarını tashih eder. İşte yapılan bu iş arz terimiyle ifade edilmek­ tedir. Ayrıca bu yönteme “arz metodu” ya da “arz yolu” da denilmektedir. ARZA: (â^>^Jl) Bir şeyi yüzün­

den veya ezberden okuma, takip etme, mukabele etme ve karşılaştırma. Hz. Peygam­ ber’in her sene Ramazan ayın­ da, Kur’ân’ın o zamana kadar nâzil olan kısmını, Cebrâil (as) ile mukâbele etmesi. Hz. Pey­ gamber kendisine vahyedilen Kur’ân’ın tamamını da en son senede iki defa Cebrâil’e arzetmiştir ki, buna “arza-i âhire” de­ nilmektedir. Bilindiği gibi Kur’ân metninin Hz. Peygamber döne­ mindeki tespitinde takip edilen usûllerden biri de arzadır. Bu usûl hem hıfz hem de kitâbet yoluyla yapılan tespitin bir an­ lamda son kontrolü anlamına gelmektedir. Bu bakımdan Kur’­ ân vahyinin tespiti açısından arzanin önemi büyüktür. Arza ile ilgili rivâyet edilen hadisler bu mukâbelenin zaman olarak geceleyin yapıldığını ifade et­ mektedir. (Bkz. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 7). Her yıl Ramazan

21

ARZA

ayında yapıldığı zikredilen arza­ nin tarih itibariyle hangi senede başladığı konusunda elimizde herhangi bir bilgi mevcut değil­ dir. Ancak Muhammed Hamidullah, arzanin hicretten sonra, Ramazanın oruç ayı olarak tah­ sis edilmesiyle başlamış olabile­ ceğini söylemektedir. {Islâm Pey­ gamberi, trc. Salih Tuğ, İstanbul 1991, II, 700). Her yıl Ramazan ayında yapıldığı nakledilen ar­ zanin, şahsî nüshalarını kontrol etmek amacıyla gelen sahâbîler de göz önünde tutularak, Pey­ gamber mescidinde yapıldığı söylenebilir. Çünkü arzanin sa­ dece Hz. Peygamber’le Cebrâil arasında değil, ashâbın da işti­ rak ettiği toplu bir mukâbele tar­ zında cereyan ettiği anlaşılmak­ tadır. Bu sebeple arzanin, bir taraftan Cebrâil’in Resûlullah (sav)’a getirmiş olduğu metinle­ rin mensuhlarını ayırmak, mev­ cutların da te’kid, ispât ve hıfz yönünden sağlamlıklarını temin etmek, diğer taraftan da arzada hazır bulunan sahâbilerin kendi şahsî Kur’ân nüshalarını kontrol etmek amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bugün İslâm ülkelerinde Ramazan ayı süresince devam ettirilen mukâ­ bele geleneğini de, arza sünne­ tine uymanın bir sonucu olarak değerlendirmek mümkündür.

ARZA-İ ÂHİRE

ARZA-İ ÂHİRE: (Bkz. Arza)

ARZ METODU: (Bkz. Arz)

22

TEFSİR TERİMLERİ

Akıl hastaları gibi cennete veya cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan insanlar.

ARZ YOLU: (Bkz. Arz)

ASHÂB-IFERÂİZ:

el-ASAHHU: (^Yl) Herhangi bir konuda kullanılan en sahih rivayetleri ifade etmek üzere kul­ lanılan bir terim.

Miras paylan Kur’ân nassıyla be­ lirlenmiş olan vârisler. Söz konu­ su nas, jL >JJJ J> 2)1

ASHÂB: (^L^SlI) (t. Sâhib)

Arkadaş, dost, taraftar, izleyici, grup. Bir kırâat âliminden kırâat öğrenen talebeler yahut onun yakın çevresinde bulunan ilim ehli kişiler. Bu tâbir ayrıca Hz. Peygamber’i sağlığında görmüş ve imanlı olarak ölmüş müminler için de kullanılmaktadır. ASHÂBU’LA’RÂF: (Ul

A’ rafta bulunanlar. A’ rafta kalacak olan kimseler. Bu tâbirle kimlerin kastedildiği ihtilâftı bir husustur. Bu konuda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir: (1) İyi ve kötü amelleri eşit olanlar. Bu konumda bulunan insanlar başlangıçta cennet veya cehen­ neme konulmayıp geçici bir süre A’râfta kalacaklar, sonra da Yüce Allah’ın merhamet etmesiyle cennete gireceklerdir. (2) Fetret döneminde yaşayanlar yani her­ hangi bir peygamberin tebliğine muhatap olmadan ölenler. (3) Müşriklerin bülûğ çağından önce ölmüş çocukları ile gayr-i meş­ ru evlilikten doğan çocuklar. (4)

>11 U^î)

Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emre­ der. .. ” (Nisâ 4/11) âyetidir. Şurası muhakkak ki, Kur’ân’ın miras tak­ siminde, paylar ile mükellefiyetler arasında dengeleme yolu tutulmuş, daha fazla harcama yapmak mec­ buriyetinde olanlara çok, daha az harcama durumunda olanlara az hisse verilmiştir. Müfessirlere göre evlenirken mehir verecek, düğün masrafı yapacak olan erkektir. Ev­ lendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın akrabasına ve gerekse eş ve çocuklanna bakacak, onlara yiyecek, giyecek, mesken gibi as­ gari ihtiyaçları temin edecek olan da yine erkektir. İşte bu sebepledir ki, mirasta erkeklerin payı, kadmlarınkinin iki misli olmuştur. ASHÂB-I HADÎS: (Bkz. Ehl-i

hadîs) ASHÂB-I İBÂRE: (öjLJl ^[^>\)

Tefsirlerinde Kur’ân naslarının zâhirine önem verip lafzî an­ lamla yetinen müfessirleri ifade etmek üzere kullanılan bir terim. Söz konusu müfessirler Kur’ân

SÖZLÜĞÜ

23

âyetlerini tefsir ederken kelime­ lerin anlamı, tahlili, farklı oku­ ma biçimleri (kırâat), cümlelerin irâbı, Kur’ân’ın içerdiği belâgat nükteleri vb. hususlar üzerinde dururlar. Böylesi bir tefsir tar­ zıyla yapılan açıklamalar da sa­ dece lafızla ilgili olduğu için söz konusu özelliğinden dolayı ona câff (kabuk) tefsir denilmektedir. Yani sırf lafız eksenli tefsir yapan müfessirlerin meydana getirdiği bu tefsir çeşidi, Kur’ân kelimele­ rinin çözümlenmesi, cümlelerin irâbı ve Kur’ân nazmının içer­ diği edebî nükteler ve sanatsal işâretlerin beyanından öteye geçmeyen bir tefsirden ibarettir. ASHÂB-I İBDÂL:

U>U)

Kırâat imamlarından Ebû Ca’fer (ö. 138/750) ve Hamza (ö. 156/773) ile İmam Nâfi

(ö.220/835)’nin râvisi Verş (ö.197/812) ve Ebû Amr (ö,154/770)’ın râvisi es-Sûsî (ö.261/847) için kullanılan bir terim. ASHÂB-I İŞÂRET: (^LiY

Bâtınî ilme sahip olanlar. Yüce Al­ lah’ın verdiği özel yeteneklerle ya da kalplerine doğan ilhâm sayesin­ de naslann içsel anlamını kavrayan bilginler. Süyûti’ye göre söz konusu özel yeteneği olmayan yahut da Yüce Allah’tan gelen ilhâma (mevhibe) mazhar olamayanlar Kur’ân’ı

AŞR-I ŞERÎF

doğru anlayamazlar. Çünkü ona göre naslann arka planında yer alan İlâhî maksatları tespit etmek ancak bu türden bir bilgi ile müm­ kündür. (Bkz. İtkân, II, 229) ASHÂB-I RE Y: (^î^U^î)

Ayet ve hadislerden kıyas ve benzeri yollarla genel esaslar be­ lirlemeye çalışan ve ortaya çıkan meseleleri bu esaslara göre yo­ rumlamaya özen gösteren müfessirleri ifade etmek üzere kul­ lanılan bir terim. (Bkz. Ehl-i re’y) AŞR: (Sayısal anlamda on

rakamının Arapça karşılığı. Hz. Peygamber zamanında, öğren­ mek ve ezberlemek amacıyla Kur’ân âyetlerinin onlu gruplara ayrılarak okunması, ezberlenme­ si ve pratize edilmesi. AŞERA TARÎKİ: (sy^Jl j.»

İbnü’l-Cezerî’nin on kırâatı içe­

ren “Tahbîru’t-teysîr” ve “edDürre” isimli eserlerinin ihtiva ettiği kırâat vecihleri. AŞR-I ŞERÎF: Herhangi bir va­

kit namazının ardından Kur’ân­ dan en az on âyet olmak üzere okunan Kur’ân bölümü. Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîmin bir cemaat içinde sesli olarak okunması me­ selesi, ilk dönemlerden itibaren uygulanagelmektedir. İşte beş

vakit namazın ardından okunan bu onlu Kur’ân kırâatına Türkler

aşr-ı şerîf adını vermişlerdir. Ay­ rıca buna “Mihrâbiye” de denil­ mektedir. (Bkz. Mihrâbiye) ATASÖZÜ: (Bkz. Darb-ı mesel) ATOMCU TEFSİR: (Bkz. Mevziî

Tefsîr) AVÂŞİRU’L-KUR’ÂN: (^

öfjiJI) Onlu sayılarla (10, 20, 30...) biten âyetler için kullanı­ lan bir terim. Aşr-ı şerif olarak okunmaya müsait âyet sayısı on civarında bulunan kısa sûreler yahut âyet grupları. ÂYÂT-I MENSÛHA:

TEFSİR TERİMLERİ

24

ATASÖZÜ

o$l)

Yürürlükten kaldırılmış âyetler, hükümler, mesajlar; özellikle Kur’ân’ın gelişiyle hükümleri yü­ rürlükten kaldırılmış geçmiş İlâhi mesajlar, hükümler. Bazı Kur’ân âyetlerinin neshedilmesi düşün­ cesinin nasıl ve ne zaman ortaya çıktığını belirlemek kolay olmasa da, bu fikrin hicrî birinci yüzyı­ lın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebi­ lir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çe­ lişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Ancak şu da bir gerçek ki, burada sözü edilen âyetler arasındaki çelişkili du­ rumu te’lif cihetine giderek Kur’­ ân’da herhangi bir şekilde “lağvetme/iptal” anlamında bir nes­

hin vuku bulmadığını söyleyenler de bulunmaktadır. Hatta neshi reddedip onun yerine “tahsis” i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-Isfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikka­ te alınırsa, muhâlif fikrin ortaya atıldığı dönemin de, diğeri gibi oldukça erken zamanlara kadar uzandığı söylenebilir. ÂYÂT-I MUHKEMÂT: (olÂlI

Kendisiyle neyin kas­ tedildiği açıkça anlaşılan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ihtilâfa yol açmayan âyetler için kullanılan bir terim. Bu tür naslar müteşâbih özelliği taşıyan nasların zıddı bir anlam ifade etmektedirler. Çünkü muhkemler müteşâbihler gibi çok anlamlı değil, tek anlamlıdırlar. Böyle olmalan da onlann kolay­ ca anlaşılmalannı sağlamaktadır. (Bkz. Muhkem) oLJO^JI)

ÂYÂTÜ’L-Lİ’ÂN: (öUJI obl) ÇgJ

•UJlj cuLLÇi Ç/'

öl öl ı—’ljJJl

öl

...aö *^ll

3^1^.ta

öl

    L>Jlj Jj-s^LaİI

    «Cl

    IjAu p^PI^İI «Cl 4Â1U oELÇi

    3» ölS’ öl ÇöU «il

    “Eşleri­

    ne zina isnadında bulunup da ken­ dilerinden başka şahitleri olma­ yanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyle­ yenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik

    SÖZLÜĞÜ

    etmesi, beşinci defa da, eğer ya­ lan söyleyenlerden ise Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ve şahitlik etmesi, kendisinden ce­ zayı kaldırır. Beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah’ın gazabının kendi üze­ rine olmasını diler” (Nûr 24/6-9) âyetlerine verilen isim. ÂYET: (âj^I) Herhangi bir şeyin

    varlığını gösteren alâmet, açık işa­ ret, delil, ibret ve mucize. Kur’ân’da tek veya birçok cümleden oluşan söz dizesi. Fiili ve kavlî olarak iki kısma ayrılmaktadır. (1) Fiilî âyet­ ler: Kâinattaki sayısız çeşitlilik ve farklılıkları sürekli bir düzen ve ka­ nuna bağlayan Yaratıcı’nın varlığı­ nı, birliğini ve yüce sıfatlarını gös­ teren âyetlerdir. (2) Kavlî âyetler: Hz. Peygamber’e indirilen İlâhî ki­ tabın içerisinde yer alan ve sûreleri oluşturan müstakil sözlerdir. ÂYETLERİN TERTİBİ: (Bkz.

    Tertîbu’l-âyât) ÂYETÜ’D-DAMÂİR:

    ÂYETÜ’L-İZZET

    25

    âJ )

    İçerisinde en çok zamirin yer

    çji Yap­ mış olduklarına dilleri, elleri ve ayaklarının aleyhlerinde şahitlik edeceği gün onlar için büyük bir azap vardır” (Nûr 24/24)

    ÂYETÜ’L-İCTİBÂ:

    İçinde

    seçti

    U)

    anlamına

    gelen

    “ictebâ” fiilinin geçtiği, Hacc 22/78. âyeti için kullanılan bir

    terim.

    o^l^- öp-

    Jl U) İz­

    zet ve kulluk âyeti.4) İUJl Jjj Y öLj-İ aJ üj İjJj çÜ j JÂJl

    Çij aJ

    (üj UlUl

    “Ey Resulüm! De ki: ‘Çocuk

    ÂYETÜ’L-KATL

    TEFSİR TERİMLERİ

    26

    edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta {yardımcıya) ihtiyacı olma­ yan Allah’a hamdederim’. İşte böylece hep O’nu an ve O’nun şanını yücelt” (İsrâ 17/111) âye­

    tine Hz. Peygamber tarafından verilen isim. ÂYETÜ’L-KATL: (Jxül U) Kısas

    yoluyla öldürülecek kimselere yönelik öldürme hükümlerini içeren âyet. Söz konusu âyet, Üj Uo>- Yl J-â öl dü Yanlış­ lıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı ola­ maz...” (Nisâ4/92) âyetidir.

    bir tarzda gösteren bir âyet oldu­ ğu için bu şekilde isimlendirildiği anlaşılmaktadır. ÂYETÜ’L-KÜRSÎ: (^>31 U)

    Yüce Allah’ın sıfatlarından söz eden Bakara Sûresi’nin 255. âyetine verilen isim. İçerisinde kürsî kelimesi geçtiği için ona bu ismin verilmiş olduğu söylenebi­ lir. Ancak isimlendirme Hz. Pey­ gamber tarafından yapılmıştır. ÂYETÜ’L-MEVEDDET: (bjJI tf)

    İçerisinde sevgi sözcüğünün geç­

    tiği Şûrâ 42/23. âyeti, ^jjı öJJ3 C2jL>eJüaJI l^^olfr ^iûJl OjlLp 4Â)I J> 5^1 Yl \^\ ÜİP 153Ü.İ Y jJ

    ÂYETÜ’L-KELÂLE: (M U)

    4Üİ öl

    Babası ve çocuğu olmayan kim­ senin miras hükmünden bahse­ den Ll'ASUl ajj!

    De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetin­ den ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüp­ hesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (Zümer 39/53); ûlikJI (Resulüm!) Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver. Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir” (Hicr 15/49-50) âyetleri bu hususun açık delillerinden bazılarıdır. Bu­ na göre insan Allah’ın azabından korkacak; ama rahmetinden asla ümit kesmeyecektir. Yani Yüce Allah’ın rahmetinden ümit kes­ mek de azabı konusunda son de­ rece güven içinde olmak da mü­

    BEYNİYYE

    mine yakışan bir davranış biçimi değildir. Çünkü her iki durumda da hüsran söz konusudur. BEYNİYYE: (UJI) Aynlık, açıklık,

    ortada olma. Kıraatte sesin ne ta­ mamen akması ne de hapsolması manasında kullanılan bir terim. BEYTÜ’L-İZZE: (sjJI e*) İzzet,

    şeref yurdu. Dünya semâsı. Birinci kat gök. Kur’ân-ı Kerîm’in bir bü­ tün halinde indirildiği yere en ya­ kın dünya seması. Beytü’l-izze’nin mahiyeti hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamakta, ancak Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e pey­ derpey nüzulünden söz edilirken onun semâ-i dünyâda (yere en yakın gökte) bir yer olduğu zikre­ dilmektedir. Bilindiği gibi Levh-i mahfuzda bulunduğu ifade edilen Kur’ân-ı Kerimin âyetleri Ramazan ayında mübarek bir gecede (Kadir gecesi) indirilmiştir. Bazı rivayet­ lerden bu indirilişin ilk aşamada Beytü’l-izze’ye olduğu anlaşılmak­ tadır. (Bkz. Zerkeşî, el-Burhân I, 228). Bundan sonraki aşama­ da da Kur’ân’ın âyet ve sûreleri Cebrail aracılığı ile şartlara göre Beytü’l-izze’den Hz. Peygamber’e peyderpey gönderilmiştir. el BEYTÜ’L-MA’MÛR: (oJI

    Mâmur (bakımlı) ev veya mâmur mâbed. Gökte meleklere ait bir mâbed veya dünyada bü­ tün müslümanlann mâbedini teşkil

    TEFSİR TERİMLERİ

    38

    eden Kâbe. Beytü’l-ma’mûrla ilgili olarak Hz. Peygamber (sav)'den çeşitli hadisler nakledilmiştir. Bu hadislere göre Beyt-i ma’mûr, yedinci semâda melekler için inşâ edilmiş, bir gelenin bir daha gelmemek üzere her gün yetmiş bin meleğin ziyâret edip ibâdette bulunduğu bir mâbed, Ka’benin tam karşısında gökte yer alan bir mescit ya da Arş’ın karşısında bu­ lunan bir evdir. Beyt-i ma’mûrun dördüncü veya altıncı semâda ol­ duğuna dair rivâyetler de mevcut­ tur. (Bkz. Küçük, Abdurrahman, “Beytü’l-ma’mûr” DİA., VI, 95). BEZM-İ ELEST: (e~JÎ f5i) Soh­

    bet meclisi. Allah’la insanlar ara­ sında yapıldığı kabul edilen söz­ leşme. Başlangıcı olmayan geniş zamanda (ezel) yapılan toplantı. Söz konusu kavram sohbet, mu­ habbet, sevgi, dostluk ve içki meclisi anlamındaki kelimelerden oluşmuş bir terkiptir. Buna “kâlu belâ” da denilmektedir. Bu kav­ ramın Kur’ânî dayanağı, AİÎ 1 15 uı âİÇâJI “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendi­ lerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’? (On­ lar da): ‘Evet (buna) şahit olduk’,

    ol

    SÖZLÜĞÜ

    dediler” (A’râf 7/172) âyetidir. Zira görüldüğü gibi bu âyette, Yüce Al­ lah ruhları yarattığı zaman onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Diye sormuş; buna karşılık olarak bütün ruhlar da: “Evet Sen bizim Rabbimizsin” diye karşılık vermiş­ lerdir. Böylelikle Yüce Allah insan­ ların hepsinden ezelde söz almıştır. BİÇİM: (Bkz. Üslûp)

    BİDE’UT-TEFÂSÎR: (^LhJI £b)

    Kur’ân lafızlarına anlam ba­ kımından uygun düşmeyen, Allah’ın irâdesini ve maksadını yansıtmaktan çok uzak olan ha­ talı tefsir ve fâsık yorumları ifade UI ^)

    Kur’ân’ı iki kapak arasında top­ layan. Hz. Peygamber’in vefatın­ dan sonra Kur’ân’ın zâyi olma­ masını sağlama adına halifeliği döneminde Zeyd b. Sâbit’i göı evlendirerek onun bir araya top­ lanmasını temin eden Hz. Ebû Bekir için kullanılan bir terim. CEDELÜ’L-KUR’ÂN: (dî>l J^)

    Kur’ân’ın muhâliflerine karşı kül­ linmiş olduğu ve uygulanmasını istediği üslup tarzı. Bu husus “lıucecü’l-Kur’ân” kavramıyla da ifada edilmektedir. Kur’ân,

    İ-J-Î “(Ey Mu­ hammedi) Sen, Rabb’inin yolu­ na hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde müca­ dele et...” (Nahl 16/125) âyetiyle I İz. Peygamber (sav)’e ve onun şahsında bütün tebliğcilere, Al­ lah’a davette muhataplara karşı nasıl bir tutum içerisinde buluna< aklarının temel stratejisini ver­ mektedir. Bu da tebliğ ve davette

    41

    CEDELÜ’L-KUR’ÂN

    muhatapların durumlarının esas alınması şeklinde ifade edilebi­ lir. Buna göre âyet çerçevesin­ de ortaya konacak bir tartışma üslûbunda takip edilecek üç prensip vardır. (1) Allah yoluna hikmetle davet etmektir. Zira hik­ met, akla ve düşünceye hitap et­ mek demektir ki bu, bilge insan­ lara yönelik olarak uygulanması gereken bir yöntemdir. (2) Güzel öğütle tebliğ ve davettir ki bu da, halkın çoğunluğunu teşkil eden ve henüz fıtratları bozulmamış olan orta sınıfa yönelik bir üslup tarzıdır. Zira bu özelliğe sahip kimseler ilk grupta yer alanlar gibi delil ve hüccetleri değerlendire­ cek kapasiteye sahip olmadıkları için onlara anlayabilecekleri bir lisanla güzel öğütler vermek ge­ reklidir. Bu da, yerine göre inzâr/ korkutmak yerine göre de tebşîr/ müjdelemek şeklinde gerçekleş­ tirilir. (3) Muhataplarla en güzel şekilde tartışmak ve mücâdele etmektir. En güzel tarzda tartış­ ma ve mücâdele ise, muhâlifleri kırmadan, incitmeden ikna edi­ ci bir üslup kullanmak suretiyle gerçeği tebliğ etmek demektir. Çünkü insan, gururuna düşkün­ dür aynı zamanda da inatçı bir varlıktır. Yumuşak davranılmadığı takdirde inadından vazgeçme­ si mümkün değildir. Bundan do­ layıdır ki, bütün peygamberlerin muhâliflerine karşı uygulamış

    CEHR

    oldukları davet ve tebliğ yöntemi, yumuşaklık, tatlı söz ve güzellikle ikna etme metodu olmuştur. CEHR: (Bkz. Mechûre)

    CELDE: (sjiJLjJI) Deri üzerine vur­

    ma. Muhsan olmayan (bekâr) mükellef zâni ve zâniyenin mu­ ayyen uzuvlarına belirli bir şekil üzere değenek veya kamçı ile yüz defa vurma. Kur’ân’da bu husus, js ijİD-ü jÇjij sjK Âİiu iÇL “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her biri­ ne yüz celde (sopa/kırbaç) vu­ run...” (Nûr 24/2) âyetiyle ifade edilmektedir. CEM’: (^-*>dl) Toplama, birleş­ tirme, dağınık şeyleri bir araya getirme. 1) Belâgat terimi olarak anlam bakımından birbirine uy­ gun düşen lafızları bir hükümde toplama. ÇjJl alyJl jÇJlj JLJl

    “Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür” (Kehf 18/46) âyetinde yer alan mal ve oğullar dünya hayatının süsü olma hükmünde bir araya getirilmişlerdir. 2) Ara­ larında çelişki varmış gibi görü­ len âyetlerin arasını uzlaştırma. Meselâ, ûJliı 4)1 J'Jû alı /JU “Bun­ lar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete eren­ lerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” (Ra’d 13/28) âyetiyle, djLjJl ld|

    TEFSİR TERİMLERİ

    42

    eJL-j 4)1 ^3 131 jaûJl “Mümin­ ler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer...” (Enfâl 8/2) âyetinde zikredilen “kalple­ rin sükûneti” ile “kalplerin titre­ yişi” ilk anda bir çelişki gibi gö­ rünürse de, aslında bu iki ifade arasında da bir çelişki söz konusu değildir. Çünkü kalbin sükûneti ve mutmain olması, tevhidi ka­ bul etmesi sebebiyle ferahlaması ve rahatlaması; titreyişi ise, doğ­ ruluktan ayrılması ve hidâyetten sapması demektir. (Süyûtî, elItkân, II, 77). Yani müminin kalbi Allah’ın zikriyle huzurludur, an­ cak haktan ve hidâyetten sapma korkusuyla da her an titremekte ve ürpermektedir. Bu, bir an­ lamda onun her zaman teyak­ kuz durumunda bulunduğunun bir göstergesidir. Dolayısıyla söz konusu iki ifade anlam bakımın­ dan birbirine ters değil, bilakis bir bütünü tamamlayan iki unsur konumundadır. İşte burada ya­ pılan işlem esasen bir cem’den ibarettir. CEM ME’A’T-TAKSÎM: (^1

    ç*) Tek hüküm altında bir­ leştirilen unsurları birer birer ele alıp ardından bunların özellikleri­ ni sayıp dökme. 4)1 ^1 dl—Çi

    Ç

    içic-

    JY' ,^1

    Al­ lah ölüm zamanı gelenlerin can­ oLN UJJ3

    jl

    SÖZLÜĞÜ

    larını alır. (Zamanı gelmeyenleri de) uykularında ölü gibi yapar. Ölümüne hükmettiklerini (ya­

    nında) tutar, diğerlerini de belli bir süreye kadar salıverir. Kuşku­ suz bunda düşünen bir toplum için açık deliller vardır” (Zümer 39/42) âyetinde bütün canlar, Allah’ın tasarrufu altında olma bakımından birleştirildikten son­ ra, her birisiyle ilgili tasarruflar tek tek açıklanarak cem mea’tlaksîm yapılmıştır. CEM ME’AT-TEFRÎK: (^

    Jjjidl) İki hususun aynı hüküm­ de birleştirilmesinden sonra ara­ larındaki farkların dile getirilip ayrıştırılması. Söz gelimi, LJuü-j ı; 54J15 s jl>Jl “Biz geceyi ve gün­ düzü iki işaret kıldık. Ardından gecenin işaretini silip gündüzün işaretini aydınlık yaptık...” (İsrâ

    17/12) âyetinde gece ve gündüz kavramları önce işaret olma yö­ nünde birleştirilmekte, ardından da kendilerine özgü nitelikleri bakımından aralarındaki farklara işaret edilerek ayrıştırılmaktadır. Aynı şey, ÜI »

    Kur’ân öğretilen ve okutulan yer. İslâm’ın ilk dönemlerinde mescidler böyle bir fonksiyon icrâ ederken daha sonraları çeşitli İslâm coğrafyalarında, müstakil

    olarak kurulan yapılarda Kur’ân eğitim ve öğretimi gerçekleştiril­ miştir. DÂRU’L-KURRÂ:

    Kurrâ yetiştirilen mektep. Kırâat talimi yaptırılan medrese. Hâfızların, Kur’ân’ı on kırâat ima­ mının okuyuşunu esas alarak okumayı öğrendikleri kurum. Dâru’l-kurrâlar Hz. Peygamber zamanına kadar uzanmakta­ dır. Bunların ilki, Mescid-i Nebevî’nin güneydoğu köşesinde yer alan ve sonradan mescide eklenen Mahreme b. Nevfel’in dâru’l-kurrâsıdır. DELÂLET:

    Alâmet,

    nişâne, işaret. Yol gösterme, reh­ berlik etme. Söz ve fiillerin be­ lirli bir bilgi, anlam ve hükümle olan ilişkisi. Bir başka ifade ile bir şeyin bilinmesiyle başka bir şeyin bilinmesinin zorunlu olma hâli. Bu iki şeyden birincisine “dâll/delâlet eden”, İkincisine de “medlûl/delâlet edilmiş” denir.

    DELÂLET-İ İLTİZÂMİYYE

    DELÂLET-İ AKLİYYE: (âJYjüI UjJI) Delâlette dâll (varlığına

    işaret eden) ile medlûl (işaret edi­ len şey) arasında medlûle intikal

    edilecek aklî bir alaka bulunması hali. Sözün, onu söyleyenin, ese­ rin onu ortaya koyanın varlığına delâlet etmesi gibi. Meselâ, ( ÂA5) “...Rüzgârın sa­ vurduğu çerçöp haline gelmiş­ tir...” (Kehf 18/45) âyetinde söz konusu anlamda delâlet-i akliye vardır. Çünkü bu ifade, aklen zevâle işaret etmektedir. DELÂLET-İ

    İLTİZÂMİYYE:

    (A>ljxWI İİ^IjJI) Herhangi bir laf­ zın konulduğu mananın lâzımına, yani en temel özelliğine delâleti. İnsan lafzının, insanın ilim ve yaz­ maya yetenekli olmasına delâleti gibi ki, bu yetenek insanın insan olmasının kaçınılmaz bir sonucu­ dur; tamamının veya cüz’ünün değil. Meselâ,Ijüi oAÜJ jl “Şüp­ hesiz takva sahipleri için mefâz/ kurtuluş vardır” (Nebe’ 78/31) âyetinin arkasından gelen (jsIjA) “bahçeler” ifadesi, (ijlÂ) sözcü­

    ğünden bedeldir. Çünkü fevz, delâlet-i iltizâmiyye yoluyla bunu gerektirmektedir. Bahçeler laf­ zı da burada cenneti ve ondaki nimetleri sembolize etmektedir. Dolayısıyla (jîIjA) sözcüğü, cen­ netin mahiyetinin kaçınılmaz bir sonucudur.

    DELÂLET-İ MUTÂB1KİYYE

    50

    TEFSİR TERİMLERİ

    DELÂLET-İ MUTÂBIKİYYE:

    DELÂLETÜ’S-SİYÂK: (JUJltf^)

    (Â-ilkJI jJİ ) Bir lafzın konulmuş olduğu mananın tamamına de­ lâleti. ç^Jl y» 'Jl 4)1 “Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; O, haydır, kayyumdur... ” (Bakara 2/255) âyetinde yer alan jiâll £ÂJl) lafızla­ rının, Allah Taâlâ’nın bütün isimle­ rine delâlet etmesi gibi.

    Nasların öncesi ve sonrasıyla an­ lam yönünden münasebet kuru­ larak ulaşılan mana. y dSÎj “insanlar arasında haca ilan et...” (Hacc 22/27) âyetindeki emrin Hz. İbrahim’e delâlet etme­

    DELÂLETİ TAZAMMUNİYYE:

    Bir lafzın konul­ duğu mananın bir cüz’üne delâleti. oLJjjl e-lLS LjjJl öLÂJl ‘ L>_~La

    oCJ 4_>

    JS'

    4)1

    °JJ^j

    “Onlara şunu da misâl göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah her şey üzerinde iktidar sahibidir” (Kehf 18/45) âyetinde yer alan (ojyc qI'51i) “...Rüzgârın savurduğu çer­ çöp haline gelmiştir...” ifadesinde delâlet-i tazammuniyye söz konu­ sudur. Çünkü bu ifade, temsil yo­ luyla zevâle işaret etmektedir. DELÂLETÜ’D-DELÂLE: (Bkz.

    Dâll bi’d-delâle) DELÂLETÜ’L-İKTİZÂ: (Bkz. Dâll

    bi’l-İktizâ) DELÂLETÜN-NASS: (Bkz.

    Mefhûm-i muvafakat)

    si gibi. Çünkü bir önce zikredilen, dy~ı jl c-~Jl jlSL jj ^Sy\j .ijsÇilI “Bir zamanlar Ibrâhim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut” (Hacc 22/26) âyetinde Hz. İbrahim’in ismi bizzat ifade edil­ mektedir. Dolayısıyla (üiîj) em­ rinin Hz. İbrahim dışında birine

    delâleti -siyaktan ötürü- mümkün değildir. DELÎL: (JJJI) (ç. Edille) Yol

    gösteren, kılavuz, alâmet, rehber, işaret, iz. İnsanı, herhangi bir ko­

    nuda gerçeğe veya kanıtlanması istenen hususa ulaştıran şey. De­ liller bilgi kaynağı bakımından aklî ve naklî olmak üzere iki kıs­ ma ayrılmaktadırlar. (1) Aklî delil, (ed-delîlu 1-aklî) bütün öncülleri akla dayanan delil demektir. (2) Naklî delil de, (ed-delîlü’n-naklî) nakle dayananlardır ki, burada nakille kastedilen Kur’ân ve sün­ nettir. 15“... Emrime âsi mi oldun” (Tâhâ 20/93) âyetinde

    SÖZLÜĞÜ

    zikredilen isyân hâlinin, y>j İJjl jtî Ü diş JI JlU)

    Kur’ân’ın darb-ı meselleri, tem­ silleri. Bu konu “irsâl-i mesel” diye de anılır. Kur’ân’da pek çok mesel bulunmaktadır. Bunlardan çeşitli şekillerde istifade edilmek­ le; tezkir, va’z, zecr, his, ibret gibi yönlerden ahlâki neticeler çıka­ rılmaktadır. Ayrıca Kur’ân’daki meseller medih (övgü) ve zem (kınama) üzerine olduğu gibi sevap ve ikab, işin önemini vur­ gulama, tebcîl (yüceltme) ya da l.ıhkîr etme (küçümseme) şek­ linde de olabilir. Meseller bazen "mesel” kelimesinin bizzat zikre­ dilmesiyle Kur’ânda yer almakta­ dır. Meselâ, Üli "Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan Kimsenin durumu gibidir... ” (Ba­ kara 2/17) âyetinde görüldüğü gibi, bazen de “mesel” lafzı açık­ ça zikredilmeden /Â ^5 M u 113 jL' “. ..O, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arasında bir inek...” (Bakara 2/68) âyetinde de görü­ leceği üzere mesele delâlet ettiği anlaşılmaktadır. I NBÂÜ’L-KUR’ÂN: (jl^l 4/)

    Kur’ân’ın haberleri. (Ahbâru’lKur’ân) Kur’ân’ın zaman ve mekân itibariyle tarihin

    ENBÂÜ’L-KUR’ÂN

    57

    derinliklerinde vuku bulmuş ve ta­ rih sayfaları arasında kaybolmuş yahut gelecekte vuku bulacak haberleri. Kur’ân’ın haberle­ ri mâzi, hal ve istikbâle dairdir. Kur’ân Nûh, Zekeriyya ve Yûsuf peygamberlerin kıssalarını anlat­ tıktan sonra Hz. Muhammed’e yönelik olarak, 4JJ1 ûdî dlL" »ZJLoyi ''Jj cJI 1^-oJuC odS 13 UUI lÂi "(Resulüm) işte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin ...” (Hûd 11/49) demektedir. Bu ifade, Kur’ân’ın mâziye ait gaybî bilgiler içerdiğini göstermektedir. Kur’ân, Hz. Peygamber zamanın­ da bazı münafıkların iç yüzlerini açığa vurmak suretiyle "hâl” e ait gayb haberlerini de ihtiva etmiş­ tir. Meselâ, İJy ^*5 Y °

    ,

    J âJ

    jJÎ (J-—dİC^Adl UJJ-Aj Y-5 öjjJl *GJı>-l JI AU)

    Kur’ân’ın isimleri. Bunlar Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde zikredilmekte­ dir. Meselâ, âî (Yunus 10/57),

    ESMÂÜ’S-SÜVER

    (Duhân 44/2), Âlı (Vâkıa 56/77) gibi. Bazı âlimler söz konu­ su isimlerin 55 tane olduğunu ileri sürmektedirler. Bu isimler arasında en meşhur olanlan, Kur’ân, el-Beyân, el-Furkân, el-Kelâm, el-Kitap, el-Mecîd, el-Mesânî, en-Nûr, eşŞifâ, Ümmü’l-kitap, el-Vahiy ve

    60

    TEFSİR TERİMLERİ

    Bütün bu faaliyetler etbâu’t-tâbi­ în döneminde gerçekleştirilmiştir. İlk merhale için Yezîd b. Hârûn

    ez-Zikr’dir. Kur’ân’ın isimleri tev­ kifidir, yani Resûlullah tarafından verilmiştir. Hepsi de Kur’ân’ın bir vasfını ortaya koymaktadır.

    b. es-Sülemî (ö.117/735), Şu’be b. el-Haccâc (ö. 160/776) ve Süfyân es-Sevrî (ö.l61/777)’nin, sonraki merhale için de Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767), Ali b. Ebî Talha (ö. 143/760) ve Ebû Zekeriyya Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ (ö.207/822)’nın isimleri zikredil­ mektedir.

    ESMÂÜ’S-SÜVER: (j^l AU)

    ETİMOLOJİ:

    Kur’ân sûrelerine verilen isim­ ler. Sûreler isimlerini muhteva­ larında yer alan bir kelimeden sözgelimi, kıssalarda geçen şa­ hıslardan yahut konu edindik­ leri topluluklardan veya sûrenin ilk kelimesinden almaktadırlar. Her sûrenin bir ismi olduğu gibi bazı sûrelere birden fazla isim de verilmiştir. İnsan-Dehr, Fâtır-Melâike, Isrâ-Benî İsrâil gibi. Kur’ân

    bütün üremelerini göz önünde bulundurarak onun ses ve mana bakımından kabul edilebilecek en eski şekline varmayı amaç­ layan yani bir kelime içerisinde saklı olan kavram çekirdeğini ve söz konusu çekirdeğin değerini ortaya koymaya çalışan bir di­ siplin. {Bkz. iştikak)

    sûrelerine verilen isimlerin hem tevkifi hem de ictihâdî olduğunu ifade edenler de vardır. ETBÂ’Ü’T-TÂBİÎN: (^UJI ^UÎ)

    Tâbiînden sonra gelen nesil. Tâbiîlerle görüşüp onlardan rivâyette bulunan kimseler. Bilindiği gibi Kur’ân tefsiri etbâu’t-tâbiîn döne­ minde tedvîn edilmiştir. İlk mer­

    halede hadis ilmiyle birlikte tespit edilirken ikinci merhalede müsta­ kil bir ilim dalı hâline getirilmiştir.

    Bir

    kelimenin

    ETSÂ’Ü’L-KUR’ÂN: (dT>Üİ£UJ)

    Kur’ân’ın dokuzda biri. Yaklaşık 740 âyeti ifade eden bir kavram. EVRİM

    KURAMI:

    Canlıların

    evrim sonucu meydana geldiğini iddia eden teori. Canlı varlıkların tesadüfen oluşan tek bir varlıktan evrim sonucu meydana geldiğini savunan bir kuram olduğu için bu görüşün savunucuları, bazı doğabilimcilerin: “Yeryüzü ilk ola­ rak bugünkü biçimiyle yaratılmış değildi. O, tabiat kuvvetlerinin etkisiyle ve çok uzun süren bir

    SÖZLÜĞÜ

    değişmenin sonucunda bu biçi­ mini aldı” tarzındaki düşünceleı inden yola çıkarak, tüm canlıların tesadüfen tek bir canlıdan türediği ve bu ilk canlı türünün zamanla t leğişerek diğer bütün canlı türleri­ ne kaynaklık ettiği fikrine ulaşmış­ lardır. Ama ne yazık ki, sözünü et­ likleri bu değişmenin nedenlerini ve nasıl gerçekleşmiş olabileceği hususunu izah edememişlerdir. (Tatlı, Adem, Evrim İflas Eden Teori, İstanbul 1990, s. 13 vd) l'vrim teorisi, XIX. asırda yaşa­ yan İngiliz doğa bilimcisi Charles I )arwin (1809-1882)’in insanı da söz konusu canlı türlerindeki deği­ lime katması ve onun maymunla aynı atadan geldiğini iddia etme­ siyle değişik bir boyut kazanmıştır. ()na göre canlılar ortak bir köken­ den geliyorlardı, ama milyarlarca yıllık bir süre içinde küçük küçük < leğişimlere uğrayarak farklılaş­ mışlardı. Ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, boyle­ re bu yararlı değişimler zamanla I lirikerek bireyi atalarından tama­ men farklı bir canlıya dönüştürü­ yordu. İnsan ise, bu mekanizma­ nın en gelişmiş ürünüydü. Darwin hayal gücünde canlandırdığı bu mekanizmaya “doğal seleksiyon” yani tabii ayıklama adını verdi. O, bu teoriyi geliştirirken Fransız biyolog Lamarck’tan etkilenmişti. I .amarck’a göre canlılar yaşamlan

    61

    EVSÂT-I MUFASSAL

    sırasında kazandıkları özellikleri sonraki nesle aktarıyorlar, böylece evrimleşiyorlardı. Örneğin,

    zürafalar ceylan ve benzeri hay­ vanlardan türemişlerdi. Yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunlan uzamıştı. (Yahya, Ha­ run, Evrim Aldatmacası, yy., ts., s. 6-7). Bütün bunlar gösteriyor ki evrim teorisi iki temele dayan­ maktadır. Bunlardan biri, varlığın tesadüften ibaret olduğudur ki, Darwin’e göre hem kâinât ve ha­ yat hem de evrim tamamen tesa­ düfler neticesi meydana gelmiştir. İkincisi de doğal seleksiyondur. Yani canlılarda rastgele meydana gelen değişmeler, çeşitli canlı tür­ lerinin ortaya çıkmasına sebebi­ yet vermiş; bu değişik canlı türleri arasındaki hayat kavgasında ise, kuvvetli olanlar hayatlarını de­ vam ettirip özelliklerini irsiyet yo­ luyla sonraki nesillere intikal ettir­ mişler, zayıf ve dayanıksız olanlar ise doğal seleksiyon sonucu yok olup gitmişlerdir. (Akbulut, Şemseddin, Darwin ve Evrim Teorisi, İstanbul 1980, s. 11). EVSÂT-I MUFASSAL: (J»U,Î J^âJI) Mushafta Kâf sûresi ile Nâs sûresi arasında yer alan ve “el-Mufassal” olarak isim­ lendirilen sûrelerin uzunluk bakı­ mından orta derecede olanlarına verilen isim.

    EVVELİYYET

    EVVELİYYET: (âJ^SFI) Bir şeyi

    gelecekte alacağı bir vasıfla zik­ retme. Meselâ, iJJj /JÇpc âl dül iŞlIs" ^l ljjJJ hiLp “Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nan­ kör {insanlar) doğururlar {yetiş­ tirirler)” {Nûh 71/27) âyetinde yer alan (15ÛS kelimelerinde evveliyet söz konusudur. Çünkü bu sözcüklerle ilerde olacak bir duruma işaret edilmiştir. EZDÂD: ÇIjusYi) İki zıt anlama

    ihtimali olan kelimeleri ifade et­ mek üzere kullanılan bir terim. Buna “lafz-ı müşterek” de denil­ mektedir. Ezdâd esasen bir tür “çok anlamlılık” demektir. Ör­ neğin (Bakara 2/228) âyette yer alan (^y) kelimesinin Hicâz leh­ çesine göre “temizlik hali”, Irak lehçesine göre de “hayız hali” anlamına gelmesi gibi. Ayrıca (ŞKJÎ) sözcüğü Kur’ân’da hem “kesin bilgi” (Bakara 2/45-46) hem de “vehim/şüphe” Yûnus 10/36; Hucurât 49/12; Necm, 53/28) anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla zan kelimesi de ezdaddandır. Tabii ki, dilde aslolan kelimelerin tek anlama delâlet etmeleridir. Ancak bazı kelimeler zamanla ikinci, hatta bazen yeri­ ne göre üçüncü bir anlam daha kazanmışlardır. İşte bu da ezdâd

    olgusunun ortaya çıkmasına ve­ sile olmuştur. Bu bakımdan bazı

    62

    TEFSİR TERİMLERİ

    dilciler karşı çıksa da büyük bir kısmı ezdâdın varlığını kabul et­ mektedir. Tefsirde çok önemli bir yer işgal eden ezdâd olgusu, hiç­ bir müfessirin karşı çıkıp kendisi­ ni bundan müstağni göreceği bir alan değildir. Eğer böyle olursa meselâ, “kesin bilgi olmayıp bir emâre ve belirti sonucu oluşan şey” diye sözlüklerin tanımladı­ ğı zan, şayet Kur’ân çerçevesin­ de bu anlama alınırsa, o zaman hata kaçınılmaz olur. Meselâ, ^1 LÇlj Hj Ij jL^I öylL jjjjJl

    j-a-İİSJI

    JI) (t. Ferîde) Kıy­

    metli mücevher. Bir şâirin ya da bir metin yazannın gerdanlıktaki kıymetli bir mücevhere benzeterek zikretmiş olduğu fasîh lafız. Meselâ, Yüce Allah Hz. Musâ’ya: “Şu sağ elindeki nedir Ey Musâ?” diye so­ lunca Hz. Musâ: \S'/\ Jli jLİÎj 44^ “O, benim nsamdır, dedi. Ona dayanırım, onunla davarlanma yaprak silke­ lerim...” (Tâhâ 20/18) âyetinde ver alan (Jtiî}) “yapraksilkelerim” sözü fasih bir lafız olduğu için kıy­ metli bir mücevhere teşbih edilip lerâid olarak ifade edilmiştir. Aynı şekilde, jÂJI ûSlI “...Şim­ di gerçek ortaya çıktı...” (Yûsuf 12/51) âyetindeki (Ja4 (;&uj Jı “Oruç Hecesinde kadıhlannıza yaklaşmak size helal kılındı... ” (Bakara 2/187) âyetinde yer alan (dJ^5') kelimesi birer ferâid örneği olarak zikredil­ mektedir.

    67

    FESAHAT

    FERŞÜ’L-HURÛF: (o^^V»

    Harfleri döşeme, yayma, serme. Kur’ân sûrelerini sırasıyla ele alıp kırâat ihtilafları bakımından, âyet âyet inceleme ve ortaya çıkan kırâat farklılıklarını grup­ lar halinde analiz etme. Meselâ, İbnü’l-Cezerî, “Durretü’l-mudîe”

    adlı eserini iki kısma ayırarak bi­ rinci kısımda usûl konularına yer vermiş, ikinci kısımda ise Kur’ân sûrelerinin kırâat yönünden ke­ lime kelime tahlillerini yaparak bunların kimler tarafından hangi vecihlerle okunup intikal ettiril­ diğini “ferşü’l-hurûf” terimiyle ifade etmiştir. FESÂHAT: (iü-UaiJI) Açık, net,

    anlaşılır olma. Sözün eksiklik ve noksanlıktan ses ve mana kusur­ larından arınmış olması. Bir sö­ zün fasih sayılabilmesi için onun, fesâhata engel olabilecek kusur­ lardan uzak olması gerekmekte­ dir. Bu sebepten ötürü fasih bir konuşmada veya yazıda bulu­ nan her kelimenin gramer kural­ larına uygun, manasının açık ve anlaşılır olması gerekmektedir. Fesâhat önceleri belâgat, beyân ve berâ’at kelimeleriyle eş an­ lamlı olarak güzel ve etkili söz mânasında kullanılırken, daha sonra lafız güzelliğine fesahat, mâna güzelliğine de belâgat, berâ’at ve beyân denilmeye baş­ lanmıştır.

    FESÂD-I TE’LÎF

    FESÂD-I TE’LÎF: (UJÜI

    Te’lif bozukluğu. Yazılı veya sözlü anlatımda, anlamı bozuk ve an­ laşılmayacak şekle sokan yazım ve anlatım bozukluğu. Açma, bir şeyin yolunu açma, başlatma. Ba­ şında hâlis fetha bulunan elifi telaffuz etmek için okuyucunun ağzını açması. İki şekilde yapı­ labilir. (1) Feth-i şedîd: Kârinin (okuyucu) Kur’ân okurken harf­ leri telaffuz esnasında ağzını ge­ reğinden fazla açması. (2) Feth-i mütevassıt: Okuyucunun ağzını feth-i şedîd ile imâle-i mutavas­ sıta (orta dereceki imâle) arasın­ da açması. FETH:

    FETH-İ ŞEDÎD: (Bkz. Feth) FETH-İ MÜTEVASSIT: (Bkz Feth)

    FETRETÜ’L-VAHY: (^1 s»

    İlk inen Kur’ân âyetlerinden sonra vahyin bir süre kesilme­ si durumu. Bu sürenin, mevcut rivâyetlere göre kırk gün ile üç yıl arasında bir zaman dilimi­ ni ifade ettiği anlaşılmaktadır. Hikmeti ise, ilk gelen vahyin Allah Resûlü üzerindeki etki­ sini ortadan kaldırıp, nebiyi vahiy almaya daha arzulu bir hâle getirmektir. Tıpkı yağmu­ run yağmaması sebebiyle kuru­ muş toprağın yağmurla buluş­ masında olduğu gibi. Bilindiği

    TEFSİR TERİMLERİ

    gibi böyle bir durumda toprak yağmuru emecek ve böylece o toprak çok daha münbit bir hâle gelecektir. FEVÂSILU’L-ÂYÂT:

    (Bkz

    Fevâsılu’l-Kur’ân) FEVÂSDUU’LKUR’ÂN:bî>ltP’l»

    Kur’ân’ın fâsılaları. Kur’ân’daki âyet sonlarında yer alan kelime­ ler. Buna göre Kur’ân’da âyet sayısı kadar fâsıla yer almaktadır. Esasen âyetleri birbirinden ayır­ dığı için söz konusu ayraca fâsıla ismi verilmiştir. Çünkü fâsıla, iki şeyi birbirinden ayıran anlamına gelmektedir. Söz konusu kavram ayrıca, “fevâsılu’l-âyât“ terimiy­ le de ifade edilmektedir. (Bkz. Fâsıla) FEVÂTİHU’S-SUVER:

    »

    Sûre başlangıçları. Kur’ân’da yer alan sûreleri başlangıçları itibariyle gruplandıran ilim dalı. Buna aynca “iftitâhu’s-süver” adı da veril­ mektedir. Bilindiği gibi insanlara hitap ederken söze onlann ilgisi­ ni çekecek bir ifade ile başlamak belâgat açısından “hüsnü ’l-ibtidâ”, kelâmın başlangıç itibariyle mütekellimin maksadına -genel çerçeve bakımından- uygun olması yani kelâmın bütünü hakkında toplu bir fikir verecek şekilde güzel bir sözle başlaması da “berâ’atü’listihlâl” olarak ifade edilmektedir. İşte Kur’ân’ın sûre başlangıçları

    SÖZLÜĞÜ

    bu iki özelliği de ihtiva etmekte­ dir. Üstün edebî özelliklere sahip

    bulunan Kur’ân-ı Kerîm, sûre baş­ langıçları itibariyle de güzel bir şe­ kilde incelenmiş, gerek müstakil ki­ taplarda gerekse tefsir, tefsir usulü ve Kur’ân ilimlerine dair eserlerde konuyla ilgili geniş bilgiler veril­ miştir. Böylece söz konusu mese­ leye İlmî ve edebî açıdan yaklaşan alimler, her bir sûrenin hem üslup Şekli hem de mâna itibariyle mu­ hatabın ilgisini çekecek, âdeta onu dinlemeye zorlayacak çarpıcı bir ifade ile başladığını tespit etmişler< lir. Bunlar; Allah’ı övme, tenzih ve lesbih etme, mukataa harfleri, niı lâ harfleri, haber cümlesi, yemin edatları, şart cümleleri, emir, soru, dilek ve ta’lil (illet) den ibarettir. I EVKÂNİYYE: (U5>) Arap al­

    fabesindeki noktalı harflerde yer alan noktaların, söz konusu harflerin üst kısımlarında bu­ lunduğunu ifade etmek üzere kullanılan bir terim. Bir başka < leyişle harfleri birbirinden ayıran noktaların harfin üst kısmında ver aldığını gösteren bir kavram. lEVKU’L-KASR: 6» Kas­ tedilen bir harf üzerine bir elif miktarı ilâve etmek suretiyle meydana gelen med.

    irZÂİLU’L-KUR’ÂN:(jT>j5Ui)

    Kur’ân’ın faziletleri. 1) Kur’ân’da ver alan sûreler ve bir kısım

    69

    FEZÂİLU’L-KUR’ÂN

    âyetlerle ilgili olarak, özellikle de Hz. Peygamber’den nakledildiği ileri sürülen hadislere dayana­ rak ortaya konan faziletler, üs­ tünlükler ve bu alanla ilgili ka­ leme alınan eserlerin ortak adı. Buna göre fazilet hadisleri hem Kur’ân’ın geneli hem sûre hem de âyetlerin faziletleriyle ilgilidir. Kur’ân ilimleri arasında yer alan söz konusu ilim dalı ile ilgili na­ killer, bir kısım hadis kitaplarında bulunmakla birlikte, Kur’ân tef­ sirlerinde de mevcuttur. Ancak tefsirlerdeki rivâyetlerin sıhhati tartışma konusudur. Zira Kur’ân sûrelerinin fazileti hakkında nak­ ledilen bu hadisler Zemahşerî (Ö.538/1143), Beydâvî (Ö.685 /1286) ve Ebu’s-suûd Efendi (ö.982/1574) gibi dirâyet müfessirlerinin tefsirlerinde yer al­ maktadır. Burada dikkati çeken en önemli nokta, bu üç müfessirin de aynı hadisleri kitaplarında nakletmiş olmalarıdır. Kaynak­ ların belirttiğine göre bu müfessirler söz konusu hadisleri, Kur’ân sûrelerinin faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle ta­ nınan Sa’lebî (ö.427/1035) ve Vâhidî (ö.468/1075) kanalıyla rivâyet etmişlerdir. Bundan do­ layıdır ki, müfessir Şirbînî (Ö.977 /1569), “es-Sirâcü’l-münîr” adlı tefsirinde Zemahşerî ve ona tâbi olarak aynı hadisleri nakleden Beydâvî’nin pek çok uydurma

    FEZLEKE

    hadisi tefsirine aldığından söz etmektedir. Kaynakların belirtti­ ğine göre bu nitelikte hadis uy­ duranların başında Nuh b. Ebî Meryem gelmektedir. Zira bu durum söz konusu zâtın bizzat itirafıyla ortaya çıkmıştır. Ancak Nûh b. Ebî Meryem’in sami­ mi itiraflarına bakılacak olursa görülür ki o, insanları Kur’ân okumaya teşvik etmek için bu hadisleri iyi niyetle uydurmuştur. Ama iyi niyetle de olsa Hz. Pey­ gamber’in söylemediği bir sözü ona isnâd etmek câiz değildir. Çünkü Resûlullah (sav): “Benim üzerime kasten yalan söyleyen kimse cehennemdeki yerine ha­ zırlansın” (Müslim, Mukaddime, 2) buyurmuştur. Her ne kadar fazilet hadislerini uyduranlar, bu hadisteki tehdidin aleyhde yalan haber uyduranları hedef aldığı­ nı, kendilerinin ise dinin lehine hadis uydurduklarını söyleyerek yaptıkları işin söz konusu tehdi­ din kapsamına girmediğini iddia etseler de; böyle bir davranış İslâm bilginlerinin büyük çoğun­

    luğu tarafından asla tasvip edil­ memiştir. Çünkü hangi maksatla uydurulursa uydurulsun bu nevi hadislerin gerek dinin bünye­ sinde ve gerekse müslümanların yaşayışlarında birçok tahribata yol açtığı muhakkaktır. Kur’ân sûrelerinin fazileti konusunda uydurulan hadisler bir kısım

    TEFSİR TERİMLERİ

    70

    insanları Kur’ân okumaya teşvik etmiş olsalar da, uydurulan ha­ dislerde öngörülen aşırı sevaplar müslümanları Kur’ân’m ruhun­ dan uzaklaştırıp kolaycılığa sevk edeceği için hiçbir zaman doğru bir davranış olarak nitelendiril­ mem iştir. FEZLEKE: (âsGüJI) Netice, hülâsa, icmâl. Önce ayrıntısı verilip son­

    ra hülasası kastedilen söz. Fezle­ ke, esasen (lâs' uUJj) “Burada söz konusu olan kısaca şudur” cüm­ lesinin kısaltılmış şeklidir. Bu tıp­ kı “Bismillahirrahmânirrahîm ” cümlesinin “besmele” olarak ifa­ de edilmesi gibidir. Meselâ çt'îj

    UL-j ^jA

    ILs

    ÂîJuF

    Âjjûâ

    (_pl ö

    “Haccı ue umreyi Allah için tam yapın. Eğer {bunlardan) alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gön­ derin. Kurban, yerine uarıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa ya­ hut başında bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. {Hac yolculuğu için) emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, ko­ layına gelen bir kurban kesmek ZLlS' ûULL

    ül

    SÖZLÜĞÜ

    71

    gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üze­ re oruç tutar ki, bunun hepsi tam on gündür...” (Bakara 2/196) ayetinde yer alan (iL>li J1L") “bunun hepsi tam on gündür... ” ifadesi esasen bir fezlekedir. Zira oldukça tafsilatlı bir şekilde ele alınan konu, neticede kısa bir sonuç cümlesiyle nihayete erdi­ rilmiştir. FIKHI TEFSİR: (Bkz. Ahkâm

    FONETİK

    denilmektedir. Meselâ, djÇü1 4?^ LLs Jü-aj (Ü dfj ULj öLJl j>ı u N JI

    j) Hz. Peygamber (sav)’e, yatağına yattığında henüz uyu­ madan inzâl edilen vahiylere d-firâşî, herhangi bir vahyin gelişi esnasında kendisine ârız olan iğfâe (âniden uyku bastır­ ma ya da uyuklama) durumun­ da gelen vahiylere de nevmî

    j^-iJl) Kur’ân âyetlerinin ne lafız ne de anlam yönüyle hiç müna­

    GARÂNÎK

    74

    sebeti olmayan bir anlama ge­ lebilecek şekilde tefsir edilmesi. Sözgelimi Şûrâ Sûresi’nin ba­ şında yer alan (j~» ^) mukatta örgüsündeki (^) harfinin, Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelecek savaşa, (f) harfinin Mervân’ın iktidarına, (^) harfinin Abbasilere (^ harfinin Süfyân’m iktidarına, (j) harfinin de Meh­ di’nin yoluna uyulacağına işaret ettiğinin ileri sürülmesi gibi. GARÂNÎK:

    (t.

    Ğur-

    nuk). Beyaz su kuşu, kuğu, tur­ na; beyaz tenli genç ve güzel kız. Şeytanın müdahelesiyle, Hz. Peygamber’in Necm Sûresi’nin âyetleri arasına bazı sözler karıştı­ rarak okuduğu iddia edilen olayı ifade etmek üzere kullanılan bir terim. Garânîk, Mekkeli müşriklerce put anlamında kullanılan ve bazı rivâyetlere göre de şeytanın Kur’ân âyetleri arasında göster­ meye ^çalıştığı, (j jyi>Jl dik yj y^ULi.) “Tilke’l-Garâniku’l‘ulâ ve inne şefâetehünne letürtecâ” (Bunlar yüce kuğulardır (put­ lardır), elbette onların şefaatları umulur) metninde geçen bir ke­ limedir. Denildiğine göre Kureyş kabilesi mensupları putlarının Al­ lah’ın kızları olduğuna inanır ve Kabe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve diğer üçüncüsü Menât hürme­ tine, çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan

    TEFSİR TERİMLERİ

    varlıklardır” diyerek onları yük­ sekte uçan kuşlara benzetirlerdi. Meleklerin Allah’ın kızları olduğu­ na inanan Kureyşlilerin putlarını genç ve güzel kızlara benzetmiş

    olmaları da mümkündür. Islâm literatüründe garânîk kelimesi, Hz. Peygamber’in müşriklerin gönlünü İslâm’a ısındırmayı arzu

    ettiği bir sırada, şeytanın telkiniyle vahiylere Allah kelâmı olmayan bazı sözler karıştırdığını ve daha sonra Cebrail’in ikazıyla bundan vazgeçtiğini iddia eden rivayet­

    ler münasebetiyle kullanılmış ve daha çok Necm Sûresi’yle (53/1920) Hac Sûresi’ndeki (22/ 52-54) âyetlerin nazil oluşuna ilişkin tar­ tışmalara konu olmuştur. GARÎB: (u-AjyJl) Yurdundan uzak

    kalan, kendi cinsi arasında eşi ve benzeri bulunmayan, tek ve nâdir, müphem ve kapalı olan. Az kullanılması sebebiyle, mana­ sı sözlüklere başvurulmadan bi­ linemeyen kelimeleri ifade eden bir terim. Başlangıçta, anlamı herkes tarafından bilinmeyen veya Kureyş lehçesi dışındaki lehçelere ait olan çok az kelimeyi kapsarken, zamanla Kur’ân ve hadislerdeki eş anlamlı kelime­ lerle âyet ve hadislerde farklı mânalar taşıyan kelimeler ve de­ ğişik yapıdaki cümleler de garîb kapsamına dahil edilmiştir.

    SÖZLÜĞÜ

    GARÎBU’L-KUR’ÂN: (dİ>1^»

    Kur’ân-ı Kerim’de yer alan, ancak kullanımı yaygın olmadığı için anlamını yalnız belli bir kültür ve birikime sahip olanların bilebildi­ ği, yahut sözlük yardımı olmak­ sızın anlamı bilinemeyen kelime ya da terimleri ele alıp inceleyen ilim dalını ve bu alanda yazılan eserleri ifade etmek üzere kullanı­ lan bir terim. Kur’ân’da, önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi Taberî ve İmam Şâfii’nin kar­ şı çıkmasına rağmen ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve ya­ bancı dillerden alınıp Arapçalaşlırılan kelimeler de mevcuttur. Meselâ, (^Jİ) (Rumca’da kitap);

    (jjlaJİ) (Süryanice’de dağ); (j^JÎ) (Berberice’de kızgın yağ); (^İ) (Kıptî dilinde deniz) gibi kelimeler bunlardan bazılarıdır. Kaynakla­ rın belirttiğine göre bu ve benzeri lafızlar Arapların gerek ticaret ve gerekse başka vesilelerle zaman zaman temasta bulundukları ya­ bancı toplumlardan alıp Arapçaya nakletmek suretiyle aynı anlamlarda kullandıkları kelime­ lerdir. Kur’ân da, nüzûlü esnasınt la, Arapların başka dillerden alıp Arapçalaştırmış oldukları bu keli­ meleri aynen kullanmıştır. Fakat söz konusu kelimeler Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Arapların

    75

    GAYDU’L-ERHÂM

    tamamı tarafından bilinmiyordu. O yüzden oldukça erken sayıla­ cak dönemlerde bu tür kelimeleri izah eden eserler te’lif edilmeye başlandı. Böylece Abdullah İbn

    Abbâs (ö.68/687) ile başlayan te’lif hareketi, Ebû Ubeyd elKâsım b. Sellâm (Ö.200/815), Ferrâ (0.207/ 822), Ma’mer b. el-Musennâ (Ö.210/825), Ahfeş el-Evsat (ö.221/835) ile devam etti. Daha sonra da İbn Kuteybe (0.276/ 889), Zeccâc (Ö.311/923) ve Râğıb İsfahânî (ö.502/1108) bu konuda oldukça faydalı sayıla­ bilecek eserler kaleme aldılar. GAVÂMİDÜ’L-KUR’ÂN:

    (-jYl ü îlSj; “Her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyâde edeceğini Allah bilir. O’nun katında herşey ölçü iledir” (Ra’d 13/8) âyetinde yer alan Uü-5^1 cümlesinin anlamından mülhem olarak or­ taya çıkarılmış bir terim olduğu anlaşılmaktadır.

    GAYR-I İLÂHÎ VAHİY

    76

    GAYR İ İLÂHÎ VAHİY: (^1

    7*^) İlâhi olmayan vahiy. Yaratıklar arasında cereyan eden bir iletişim biçimi. Vahiy kavra­ mının Kur’ân-ı Kerim’deki kul­ lanılış biçimlerine bakıldığında söz konusu terimin, bir varlıktan diğer bir varlığa bir şeylerin ile­ tilmesi anlamını ifade ettiği görü­ lür. Bu anlamda Kur’ân-ı Kerim, şeytanların (En’âm 6/112,121) ve insanların (sözgelimi Hz. Zekeriyyâ’nın) (Meryem 19/11) vahyetmesinden de söz eder. Ancak vahyin bu türü, her ne kadar vahiy fiilinin türevleriyle ifade ediliyorsa da İlâhî vahiy olarak telakki edilmemektedir. Çünkü bu tür vahiy olgusunun her iki ucunda da varlıklar bu­ lunmaktadır. Yani vahyeden de vahye muhatap olan da mahluk­ tur. İşte buna, gayr-i İlâhî vahiy

    denilmektedir. GÖSTERGEBİLİM:

    Semiyotik/Semiyoloji)

    (Bkz.

    TEFSİR TERİMLERİ

    SÖZLÜĞÜ

    HABER-İ KÂZİB

    77

    geçmiş asırlar, göklerin ve yerin yaratılışı gibi ibret almayı gerek­ tiren bir konuyu anlatırlar ki, bu tür haberlere de haber-i i’tibârî adı verilir. (Bkz. Râğıb Isfahânî, Mukaddimet-i câm i ’i ’t-tefâsîr, (trc. Celalettin Divlekci), İstanbul

    2011, s. 52-53). HABER Bİ MA’NA’L-İNŞÂ:

    HABER: (Doğruya ya da

    yalana ihtimali olan söz. Ha­ berler realite ile uyum içerisinde olursa buna haber-i sâdık, aksi olursa yani realite ile uyum arzetınezse buna da haber-i kâzib de­ nilmektedir. Haberler muhataba bazen bilmediği bir konuda bilgi vermek için, -âhiret âleminde in­ sanların karşı karşıya kalacakları mükâfat ve cezâ ile ilgili hususlar gibi- bazen de İlAJI Aıl jü-İ a»I ■ aJ(LJj ÛL “Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğ­ mamıştır” (İhlâs 1-3) âyetlerinde

    olduğu gibi, muhatabın bildiği bir hususu pekiştirmek amacıyla nakledilirler. Haberler muhtevâ itibariyle de «Al yliZ y,j J-L5 -Ui

    ı.’uZ “Allah’ı meleklerini, vahiy­ leri, peygamberleri ve âhiret gününü eden kimse iyice sapıtmıştır” (Nisâ 4/136) âyetinde olduğu gibi- ya inanılması gere­ ken bir hususu açıklarlar ki, buna haber-i itikâdî denir. Ya da pey­ gamberler, onların ümmetleri,

    (Aijyi _^\) Herhangi bir cümlenin haber formatında zik­ redilip kendisiyle emrin kastedilmesi. oHla “Boşanmış kadınlar kendi başla­ rına beklerler... ” (Bakara 2/228) âyetinde olduğu gibi. Zira bu âyette bulunan (jda^Â) fiili “bek­ lerler” anlamında haber formatıyla zikredilmiş, ancak onunla “beklesinler” manasında emir kastedilmiştir. Aynı şey, jJülS' jJy“Anneler

    çocuklarını iki tam yıl emzirir­ ler...” (Bakara 2/233) âyetinde yer alan (AA^>.) için de söz konusudur. Zira bu fiil de müzâri kalıbıyla gelmiş haberî bir cüm­ le olmakla beraber, “emzirirler” anlamında emir kipi gibi telakki edilmiştir. HABER-İ ÂHÂD: (Bkz. Haber-i

    vâhid) HABER-İ İ’TİBÂRÎ: (Bkz. Haber)

    HABER-İ İTİKÂDÎ: (Bkz. Haber) HABER-İ KÂZİB: (Bkz. Haber)

    HABER-İ MEŞHÛR

    78

    HABER-İ MEŞHÛR:

    j-aJ)

    Mütevâtir derecesine varmamakla beraber, her nesil râvisi iki veya üçten aşağı olmayan ta­ rikten gelen haber. Bu anlamda Kur’ân’ın 3 kırâatı meşhur kabül edilmiştir. Bu kırâatler kazanmış oldukları söz konusu vasıftan do­ layı, her ne kadar sayısal olarak tevatür derecesine ulaşmış olma­ salar da, mütevâtir kırâat olarak kabul görmüşlerdir. HABER-İ MÜTEVÂTİR: (yJI

    jûlyJI) Yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri mümkün olma­ yacak kadar çok sayıda insan­ dan müteşekkil bir topluluğun, kendileri gibi aynı özelliğe sahip başka bir topluluktan görerek veya işiterek naklettiği haber. Bu anlamda Kur’ân’ın tama­ mı hem lafzen hem de manen mütevâtirdir. Çünkü yeryüzüne indiği andan itibaren çok kala­ balık topluluklar tarafından nak­ ledilmiştir. Kur’ân, okunuş ba­ kımından da 7 kırâat imâmının nakliyle tevâtür derecesine ulaş­ mıştır. HABER-İ SÂDIK: (Bkz. Haber)

    HABER-İ TALEBİ: (^1 ^Jl)

    Muhatabın, işittiğinde sıhhati noktasında tereddüde düştüğü haber. Sözgelimi, ^5 "

    t' 3 a

    ' '

    '



    TEFSİR TERİMLERİ

    “Şehrin öbür ucundan bir adam konuşarak geldi: Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hak­ kında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim, dedi” (Kasas 28/20) âyetinde bu an­ lamda bir haber söz konusudur. Çünkü şehrin öbür ucundan çı­ kıp gelen adam, Hz. Musâ’nın hiç tanımadığı birisidir. Böyle olunca da onun verdiği habere Hz. Musâ şüphe ile yaklaşmak durumunda kalmıştır. Esasen âyetin sonunda meçhul adamın: “İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim” demesi de Hz. Musâ’nın tereddü­ dünü izâle etmeye yöneliktir. HABER-İ VÂHİD: (j^ly yJI)

    Bir yahut iki-üç gibi sınırlı sayıda kişinin aynı şekilde bir ya da ikiüç kişi gibi sınırlı sayıda zattan naklettiği haber. Bir başka ifade ile mütevâtir veya meşhur mer­ tebesine ulaşamamış, bir kişiden yahut da bir koldan gelmiş haber. Buna “haber-i âhâd” ya da “âhâd haber” ismi de verilmektedir. İslâm bilginlerinin büyük çoğunlu­

    ğu haber-i vâhidin zan ifade ede­ ceği, zannî bilginin ise akâid ko­ nularında tek başına delil olama­ yacağı hususunda ittifak etmişler ve haber-i vâhide dayanarak ve­ rilen hükümleri benimseyemeyen âlimleri, İslâm’ın dışına itmemişlerdir. Şu da bir gerçek ki, esasen

    SÖZLÜĞÜ

    söz konusu terim, hadis ilmine ait­ tir. Ancak müfessirlerin büyük bir kısmı haber-i vâhid şeklinde gelen haberleri Kur’ân tefsirinde makbul rivayet kabul edip tefsirde delil olarak kullanmışlardır. Bundan dolayı haber-i vâhid, müfessirleri de yakından ilgilendiren bir terim haline gelerek İslâmî ilimlerin bir­

    likte kullandığı ortak terim statüsü kazanmıştır. HADARÎ: (J^â^JI) Hz. Peygam­

    ber (sav)’e seferde ya da misa­ firlikte bulunmadığı zamanlarda gelen vahiyleri ifade eden bir lerim. Kur’ân’ın ekseriyeti bu şe­ kilde nâzil olmuştur. HADİS: (d-j-bJI) Söz, fiil, takrir,

    yaratılış veya huyla ilgili bir va­ sıf olarak Hz. Peygamber (sav)’e nispet edilen her şey. Görüldüğü gibi bu tanıma göre hadis sade­ ce Hz. Peygamber’e ait haberleri ihtiva etmektedir. Ancak bazı ha­ dis bilginleri sahâbe ve tâbiûna ait haberlere de hadis adını vermektedirler. Bu bakımdan meselâ sahâbeden gelen sözler ya hükmen merfu hadis ya da ınevkûf hadis olarak nitelendiril­ miştir. Aynı düşünceyi paylaşan alimler tâbiûna ait sözlere de ınaktû’ hadis adını vermişlerdir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’e nispet edilen söz, fiil veya takrir­ lere merfû hadis denilmektedir.

    79

    HADÎSÜ’R-RE’Y

    Ancak merfû olmamakla birlikte sahâbeye isnâd edilen bazı nakil­ ler de hükmen merfû hadis ola­ rak kabul edilmiştir. (Bkz. Hük­ men Merfû Hadis) HADİS EHLİ: (Bkz. Ehl-i hadîs) HADÎSÜ’R-RE’Y: (^-)

    Kur’ân’ın re’y ile tefsiri konusuna ışık tutan nebevî söz. Re’y hadi­ si. Bu sözün iki ayrı versiyonu vardır. Bunlardan biri, “Kim bil­ meden Kur’ân hakkında birşey söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın” (Tirmizî, Tefsîr, 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 269), diğeri de, “Kim kendi içtihadıyla Kur’ân hakkında bir şey söylerse, isabet etse bile hata etmiş olur” (Tirmizî, Tefsîr, 1) şeklindedir. Zâhiren bakıldığında re’y ile tefsirin câiz olmadığı şek­ linde anlaşılabilecek bu hadisler esasen, Kur’ân âyetleri hakkında bilgisizce ya da hiçbir delile da­ yanmadan, sadece kendi hevâ ve heveslerine göre yorum ya­ panlarla ilgilidir. Yani söz konusu hadisler, dayanaksız, sırf aklî çı­ karımlara göre yorum yapmayı yasaklamaktadırlar. Yoksa art ni­ yetli olmayan bir bilge kişinin, lü­ gat ve dinî bilgilerine dayanarak ortaya koyduğu, Kur’ân bütün­ lüğüne ve sahih hadislere aykırı olmayan aklî yaklaşımlarında bir sakınca yoktur.

    HADR

    HADR: Kur’ân’ın süratli bir şekilde okunması anlamına gelen bir terim. Bu kırâat tarzın­ da tecvid kaidelerine ve tashih-i hurûfa riâyet edilerek, medd-i muttasıl iki, medd-i munfasıl ise bir elif miktarı uzatılarak okun­ maktadır.

    HAFD-I SAVT: (o^Jl Sesi alçaltma, ses tonunu kısma. Kur’ân’ı, sesi fazla yükseltmeden alt perdeden okuma. Okuyucu­ nun (kârî) Kur’ân kırâatı esnasın­ da sesini gerek ton gerekse per­ de bakımından alçaltması, ha­ fifletmesi gerekmektedir. Hafd-ı savt, özellikle dua ve niyaz anla­ mı taşıyan âyetlerin, bâtılı anla­ tan naslarm, tehdit ve ibret ifade eden sözlerin okunması esnasın­ da söz konusudur.

    HÂFIZ: (JüLJl) Koruyan, sak­

    layan, ezberleyen, gözeten, esir­ geyen. 1) Kırâat kavramı olarak, Kur’ân’ı başından sonuna kadar eksiksiz bir şekilde ezberleyip okuyan kişi. Hâfızlık kurumu, Hz. Peygamber’den sonra İslâm

    dünyasında devam eden çok önemli bir gelenek halini almış­ tır. Bu gelenekte Kur’ân âyet­ leri, cüz başlarından ya da cüz sonlarından başlanmak suretiyle ezberlenmektedir. 2) Hadis kav­ ramı olarak da hâfız, yüzbin ha­ disi sened ve metinleriyle birlikte

    TEFSİR TERİMLERİ

    80

    ezberleyip râvilerin terceme-i hallerini bilen kişi anlamına gel­ mektedir. HAFİ:

    Kapalı, gizli, sak­

    lı, görünmez, gizemli. Kendisi­ ne ârız olan bir sebepten ötürü, delâlet ettiği şeylerin bazısı hak­ kında anlamı kapalı olan âyet. LL^'-bî ijikâll iâjOlj JjlüJlj “Hırsız­ lık yapan erkek ve kadının elle­ rini kesin...” (Mâide 5/38) âyeti görüldüğü gibi başkasının malını hırsızlık yoluyla çalanlara yönelik olarak manası açık, ancak (JjUlj üfiillerinin, (jtlİJÎ) “kefen soyucusu” nu da içerip içerme­ diği hususunda anlamı kapalıdır. İşte bu da hafi demektir. HAKİKAT: (ü^l) (ç. Hakâik)

    Gerçeklik, bir şeyin aslı, doğ­ rusu, öz niteliği. Herhangi bir Kur’ân lafzının mecâzi değil, aslî manasında kullanılması. Bir sö­ zün anlamında lügavî, şer’î ve örfî olmak üzere üç türlü hakikat vardır. Lügavî hakikatin kaynağı toplumsal uzlaşma (muvada’a), şer’î hakikatin kaynağı Yüce Al­ lah ve O’nun adına iş gören Pey­ gamberler, örfî hakikatin kaynağı ise özel veya genel örftür. HAKÎKATÜ’L-VAHY: (Bkz. Vahiy) HAKKA’L-YAKÎN:

    (^JJI

    İç duyu veya tecrübe yoluyla

    elde edilen, kesinlik bakımından

    SÖZLÜĞÜ

    en son merhaleyi teşkil eden bil­ gi. Bir başka tanımı da, bir şeyi yaşayarak öğrenmektir. Hakka’lyakîn üç yakîn türünden biridir. Örneğin, insanın öleceğini bilme­

    si “ilme’l-yakîn”, ölüm esnasında ölüm meleğini müşahede etmesi “ayne’l-yakîn”, ölümü tatması da “ hakka’l-yakîrı” şeklinde ifade edilebilir. HALEF: (t-Âl^Jl) Bir şahsın arka­

    sından gelen ve onun yerini alan kişi. Tebe-i tabiinden sonra gelen nesil için kullanılan bir terim. HALKU’L-KUR’ÂN: (dİ>Jl jU)

    Kur’ân’ın yaratılmışlığı. Kur’ân’ın Allah’ın ezeli kelâmı olmayıp sonradan irâde ettiği sözlerden ibaret olduğu anlamına gelen bir terim. Esasen Kur’ân’ın ilk muhatapları ona, Allah’ın sözü “kelâmullah” nazarıyla bakıyor­ lar, fakat bu kelâmın mahlûk ya da gayr-i mahlûk olduğunu asla tartışma konusu yapmıyorlar­ dı. Çünkü ne Kur’ân içerisinde ve ne de Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler arasında Kur’ân’ın mahlûk veya gayr-i mahlûk olduğunu kesin ola­ rak ortaya koyacak açık bir nas mevcut değildi. Bununla beraber şu da sabit olmuştu ki, Kur’ân diğer bazı peygamberlere gön­ derilmiş olan mukaddes kitap­ lar gibi Allah’ın Yüce kelâmıdır.

    81

    HALKU’L-KUR’ÂN

    Kur’ân’ın, kelâmullah olduğu­ nu gösteren açık âyetleri var­ ken elbetteki, onun mahlûk mu, yoksa gayr-i mahlûk mu olduğu meselesi ilk devirlerde tartışma konusu olamazdı. O halde nasıl oldu da ilk dönemlerde yaşayan müslümanların bahis konusu et­ medikleri bir mesele hicrî II. as­ rın ilk yarısında gündeme geldi ve bunun sonucu olarak da söz konusu asırda yaşayan müslümanların Kur’ân’la ilgili hâkim kanaatları sarsılmaya yüz tuttu. Tarih ve mezhebler tarihi kay­ naklarında nakledilen bilgilere göre bunun sebebi, Ca’d b. Dir­ hem (ö. 118/736) isimli bir şahsın ortaya çıkıp Kur’ân’ın mahlûk ol­ duğu fikrini etrafa yaymaya baş­ lamasıdır. Tabii ki, her fikrin ya­ yılmasında olduğu gibi bunda da bir takım insanlar ondan etkilen­ mişler, böylece giderek söz konu­ su görüş taraftar toplamaya baş­ lamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla bu meselede Ca’d b Dirhem’den ilk etkilenen şahıs da Cehm b. Safvân (ö. 128/745) olmuştur. Daha sonra da Bişr b. Gıy âsî söz ko­ nusu düşünceyi benimsemiş ve çevresindekileri etkileme gayreti içerisine girmiştir. Ancak bu iki zattan biri olan Ca’d b. Dirhem zındıklık ve ilhâd isnâdıyla Irak valisi Hâlid b. Abdillah el-Kasrî tarafından 118/736 senesinde, diğeri de yani Cehm b. Safvân

    HALLÜ’L-MÜRTAHİL

    da Hâris b. Sureye ile birlikte Ho­ rasan emirine isyan ettiğinden dolayı 128/745 yılında katledil­ mişlerdir. Halku’l-Kur’ân iddiası etrafında çıkan tartışmalarda pek çok âlim işkence ve sıkıntı­ ya uğramıştır. Bundan dolayı söz konusu olaya tarihte “mihne” denilmiştir. (Bkz. Mihne) HAI±Ü’L-MÜRTAHİL:J^^Jj^

    Yolcunun işini bitirmesi veya yo­ lun sonuna gelmesi. Kur’ân hat­ mi yapan kimsenin, Kur’ân’ı baş­ tan sona kadar okuduktan son­ ra, ikinci bir defa okumak üzere Fâtiha’dan başlaması.

    TEFSİR TERİMLERİ

    82

    etrafını çevirmiş oldukları halde, Rablerini hamd ile överken gö­ rürsün...” (Zümer 39/75); 5*4)1

    ^45 “Arşı yüklenen ve çevresin­ de bulunanlar, Rablerini överek teşbih ederler...” (Bkz. Mü’min 40/7) âyetinde zikredilen melek­

    lerdir. '-Ijj (_r,5p ÂLUİ (Hâkka 69-17) âyetinde ise kıyâmet koptuğunda arşı sekiz meleğin taşıyacağından söz edil­ mektedir. HÂMİDÂT: (Bkz. Makâsîru’l-

    Kur’ân) HÂMİL-İ KURÂN: (dİ.>)) J,l^)

    Her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur anlamına gelen “elhamdülillah” cümlesinin kısaltılmış şekli. Bilin­ diği gibi Kur’ân’m Fâtiha, En’âm, Kehf, Sebe’ ve Fâtır sûreleri el­ hamdülillah ifadesi ile başlamak­ tadır. Söz konusu kelime bazı ha­ dis metinlerde de yer almaktadır. Bundan dolayı “hamdele” söz­ cüğü muhtemelen hicrî II. Yüz­ yıldan itibaren İslâmî literatüre HAMDELE:

    (ç. Hamele-i Kur’ân) Kur’ân taşı­ yıcısı. Kur’ân’ı ezberleyip zihninde taşıyan kişi. Hz. Peygamber bir hadisinde hâmil-i Kur’ân’a saygı­ nın Allah’a saygı anlamına geldi­ ğini ifade etmiştir. (Bkz. Ebû Davud, Edeb, 20)

    Sözlüğü, Ankara 2010, s 112).

    HAML: (J^>JI) Taşıma, yüklen­ me, yükletme, sevketme, atf ve isnâd etme. Bir şeyi bir başka şeye katma. Herhangi bir âyeti ya da kelimeyi yorumlamak için lafzî manasından alıp mecâzî bir anlama sevketmek gibi.

    HAMELE-İ ARŞ: (^1 i jl

    jL-saal

    db'j jli ili “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki (o) pis­ liğin kendisidir- ya da günah iş­ lenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aş­ mamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirge­ yendir.” (En’âm 6/145) âyetinde haram olarak dört husus zikredil­ miştir, Bu da hasr demektir. An­ cak haram sayılan yiyeceklerin dört hususa hasredilmiş olması, onların dışında haram yiyecek­ lerin bulunmadığını göstermez. Dolayısıyla burada görülen

    SÖZLÜĞÜ

    “hasr” ancak nüzul sebebi yar­ dımıyla açıklığa kavuşabilir. Zira Müşrikler söz konusu âyette ifa­ de edilen haramların mübah ol­ duğunu iddia ediyorlar ve bunu hararetle savunuyorlardı. Onlara göre, âyette sayılan yiyecekler, esasen mübahtı ve haram olması için hiçbir sebep de yoktu. İşte

    tam böyle bir ortamda söz ko­ nusu âyet indirilerek müşriklere: “Haram olacak birşey varsa o da, sizin helal kabul ettiğiniz yi­ yeceklerdir” şeklinde cevap veril­ miş oldu. Yoksa, az önce de be­ lirttiğimiz gibi Allah Taâlâ bu dört hususu haram saymakla bunların dışındakilerin helal olduğunu kastetmemiştir. Burada esasen amaçlanan, helâlin değil, harâmın isbatıdır. Bu tıpkı tartışma sırasında muhataplardan birinin karşısındakine: “Bunlar tama­ men yalandır! Deyince muârızı: “Hayır! yalan diye birşey varsa, o da senin iddia ettiğin şeydir” < lemesine benzemektedir. Bu ifa­ de, tartışma üslûbunun özelliğin< len kaynaklanmaktadır. Yoksa o, “dünyada bundan başka yalan yoktur” anlamında söylenmiş bir söz değildir. (Ayrıca bkz. Tahsîs) IIÂŞİYE: (İJ-LJI) Bir yazının

    veya kitap sayfasının kenarı­ na yazılan açıklama, hâmiş, derkenâr, dipnot veya meklııbun altına düşülen not. Bir

    HAŞVİYYÂT

    85

    tefsirin anlaşılması zor olan kı­ sımlarını açıklamak maksadıyla kaleme alınan eserlerin ortak adı. Bu anlamda bir kısım tef­ sirlerin kapalı kısımlarının izah edilmesi için özellikle Osmanlı döneminde çok sayıda hâşiye kaleme alınmıştır. Meselâ, Zemahşerî’nin “el-Keşşâf” ı ve Kâdî Beydâvî’nin “Envâru’ttenzîl ve esrâru’t-te’vîl” adlı tef­ sirleri üzerine yapılan hâşiyeler bunların başında yer almaktadır. HAŞV-İ GAYR-İ MÜFSİD: (Bkz.

    Haşviyyât) HAŞV-İ MÜFSİD: (Bkz. Haşviyyât)

    HAŞVİYYÂT:

    (oÇy^JI)

    Lü­

    zumsuz sözler. Gereksiz uzatma­ lar, laf kalabalığı. Yazılı veya söz­ lü anlatımda, anlama herhangi bir katkısı olmayan gereksiz söz­ ler. İki türlü haşviyyat vardır. (1)

    Haşv-i müfsid: Dile getirilmek istenen anlamı bozan haşiv. Bu türlü haşivler laf kalabalığı yapmanın yanısıra maksadın tam olarak ifade edilmesini de engellemektedirler. (2) Haşv-i gayr-i müfsid: Anlamı bozma­ yan haşiv. Bazı müfessirlerin tef­ sirlerinde yapmış oldukları ha­ şiv bu kabildendir. Haşv-i gayr-i müfsid, haşv-i kabîh, haşv-ı me­ lih ve haşv-i mütevassıt olarak üç kısma ayrılmaktadır.

    HÂTİBU’L-LEYL

    HÂTİBU’L-LEYL: (JJJI

    Gece oduncusu. Nakilde bulu­ nurken dikkatli davranmayıp, sahih olanla sahih olmayan rivâyetleri birbirinden ayırmadan kendisine ulaşan her rivâyeti nakleden âlimler (müfessirler) için kullanılan bir terim. Gece odun toplayan bir kimsenin yaş olanla kuruyu ayırt etmeden eli­ ne her gelen çalıyı-çırpıyı topla­ ması anlamında mecâzî bir ifade. Bu ifade bazı müfessirler için de kullanılmıştır. Meselâ, “el-Keşf ve’l-beyân an tefsiri’I-Kur’ân” adlı tefsirin müellifi Ebû İshâk

    Ahmed b. Muhammed es-Sa’lebî (ö.427/1035) bunlardan biridir.

    TEFSİR TERİMLERİ

    86

    arzetmişti ki, buna “arza-i âhîre” denilmektedir. İşte bu esasen

    bir nevi hatim demekti. Son­ raki zamanlarda müslümanlar peygamberlerinden kendilerine intikal eden bu geleneği yaşat­ mak için hatim ve mukâbeleye özen gösterdiler. Günümüzde de söz konusu gelenek hâlâ bü­ yük bir titizlikle yaşatılmaktadır. Kur’ân’ı hatmetmek için bir süre belirlemek doğru değildir; çünkü bu okuyucunun performansı ile ilgilidir. Ancak konu ile ilgili bazı hadislere göre Kur’ân-ı Kerim’in, beş günden daha az bir sürede hatmedilmesi câiz görülmemiştir. HATT-IISTILÂHÎ: (Bkz. Resmü’l-

    HATİM: (Bkz. Hatmü’l-Kur’ân)

    Mushaf)

    HATMÜ’L-KUR’ÂN: (dİ>JI ^)

    HATT-IOSMANÎ: (Bkz. Resmü’l-

    Kur’ân’ı, Mushaftaki düzene göre yani Fâtiha Sûresi’nden Nas Sûresi’ne kadar indirâc (on kırâate göre) ya da infirâd (tek bir imamın) okuma biçimini esas alarak ezberden veya yüzün­ den okuma. Buna “hatim” ya da “mukâbele” denilmektedir. Hatim ya da mukâbele geleneği bize Hz. Peygamberden intikal etmiştir. Zira Allah Resûlü (sav) kendisine gelen vahiy metinle­ rini her sene Ramazan ayında Cebrâil’e arz ediyordu; Kur’ân vahyinin tamamlandığı en son senede ise iki kere baştan sona

    Mushaf) HATTU’L-MESÂHİF:

    (Bkz.

    Resmü’l-Mushaf) HÂÜ’S-SEKTE: (i-jb

    Jl dj «-ü-dJl l^jl çv-î £r.".A? -LlKJI (K JKJI J>- “Bizim âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açıl­ mayacak ve onlar, deve iğne de­ liğine girinceye kadar cennete gi­ remeyeceklerdir...” (A’râf 7/40) âyetinde yer alan (JKJI «J5*JsLklI (K J>) ifadesinde olduğu gibi. Çünkü bu ibârede zikredi­ len hususun vukuû hiçbir zaman

    İBTİDÂ

    102

    mümkün değildir. Bu yüzdendir ki, Yüce Allah inkârcıların cenne­ te girmesinin imkânsızlığını, aynı derecede imkânsız olan bu söze bağlamıştır. İBTİDÂ: (Uax$l) Başlama. Baş­

    langıç yapma. Kırâat imamlarına göre Kur’ân okurken, vakıf yap­ tıktan sonra münasip bir yerden tekrar okumaya başlama. Oku­ yucu böyle durumlarda manayı gözeterek uygun bir fiilden ibtidâ yapmak durumundadır. Bunun için sözgelimi, muzâfun ileyh, mevsuf, harf-i cer, mef’ûl vb. den ibtidâ yaparak okumak doğ­ ru değildir.

    TEFSİR TERİMLERİ

    istenen şey, konuyla ilgili zikredi­ len hususun göklerden başladı­ ğını göstermektir. Nitekim, JJGj XjJl (Nûr 24/43) âyetinde yağmurun gökten inmeye baş­ ladığını ifade etmek üzere kulla­ nılan (y>) edâtı böyle bir fonksi­ yon üstlenmiştir. İ’CÂM: Ql>f^l) Nokta koyma.

    İBTİDÂÜ’L-ĞÂYE: (iUJI du^J)

    Kur’ân’daki şekil bakımından benzer harfleri birbirinden ayırt etmek üzere nokta koyma. Bilin­ diği gibi Kur’ân’ın doğru bir şe­ kilde okunmasını sağlamak ama­ cıyla ilk önce harflere hareke ko­ nulmuştur. Harekeleme işi, belki irab noktasında yapılabilecek muhtemel hataların önüne ge­ çebilmişti; ancak Arap olmayan unsurlar için () “be”, (o) “te”, (^) “se”, (c) “cim”, (c) “ha”, (t) “h” (ö) “fe” ve (J) “kaf” gibi şe­ kil itibariyle birbirine benzeyen harfleri ayırt ederek sağlıklı bir şe­ kilde okumada yine de zorluklar vardı. Bundan dolayı söz konusu harfler, eğer birtakım alâmetlerle birbirinden ayırt edilmezse, ha­ talı okumaların devam edeceği muhakkaktı. İşte bu konudaki

    Amacın başlangıcı. 1) Herhangi bir maksadı ifade etmek üze­ re kullanılan başlangıç cümlesi. 2) Arapça’daki (min) edâtı için kullanılan bir ifade. Sözgelimi ÇlLül 5*) “mine’s-semâi” de­ nildiğinde bununla anlatılmak

    eksikliği ilk olarak sezen, Irak va­ lisi Haccâc b. Yûsuf (ö.95/713) olmuştur. Kaynakların belirttiği­ ne göre Kur’ân’a hareke konul­ muş olmasına rağmen hâlâ hatalı okumaların bulunduğunu gören Haccâc hemen harekete geçerek

    İBTİDÂİYYE:

    İrapta ma­

    halli olmayan cümleler için kulla­ nılan bir terim. Meselâ, düjAŞ GL»G- ai Çjl öl Çpy “(Resulüm) Onların (inkarcıların) sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet (üs­ tünlük) Allah’ındır...” (Yûnus 10/65) âyetinde yer alan (sj*Jl dİ GL^- âı) ifadesi, irapta mahalli ol­ madığı için ibtidâiyye olarak ifa­ de edilmiştir.

    SÖZLÜĞÜ

    devrin büyük âlimi Nasr b. Âsim

    (ö.89/708)’dan, bazı rivâyetlere göre de Yahya b. Ya’mer (0.129/ 746)’den bu iş için önlem alma­ sını istemişti. Bunun üzerine de Nasr ya da Ya’mer Kur’ân’ın kırâatına yönelik ikinci önemli bir işi gerçekleştirerek, harfleri birbi­ rinden ayıran noktaları koymuş­ tu ki, işte buna “i’câm” ya da “mu’cem” denilmektedir. İ’CÂZ-I BEYÂNÎ: (^LJIjü^yi)

    Kur’ân’ın mükelleften yapmasını istediği şeyi açıklarken kullanmış olduğu i’câz tarzı. Kur’ân bu hususu bazen açık emir sigasıyla, bazen emir manası taşıyan bir liilin mâzi veya müzâri kalıbıyla, bazen de herhangi bir fiilin mü­ kelleflere farz kılındığını beyan ederek ortaya koymaktadır. İ’CÂZ-I GAYBÎ: (5^1 jl^yi)

    Kur’ân’ın, insanlar tarafından bi­ linme imkânı olmayan gayb ha­ berlerini anlatması. Bu tür gaybî haberler de mâzi, hâl ve istikbale dairdir. Kur’ân’dan öğrendiğimi­ ze göre Hz. Peygamber okuma yazması olmayan ümmî biriydi. (Bkz. A’râf 7/157) Bundan dola­ yı geçmiş ümmetlerin kitaplarını okuyarak onların kıssalarını ve 1ı. ıberlerini öğrenme imkânına ■•ahip değildi. Şayet Kur’ân haber vermeseydi mâzide cereyan eden bu hâdiseleri Hz. Peygamberin

    İ’CÂZ-I GAYBÎ

    103

    bilmesi mümkün olmazdı. Nite­ kim Hz. Nûh’un kıssası anlatıl­ dıktan sonra, odî ulk j oJl

    U>

    Iİa “Bu sana uahyettiğimiz gayb

    haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen, ne de kavmin bi­ liyordunuz ...” (Hûd 11/49) de­ nilmiş olması da bu hususu teyid etmektedir. İşte Yüce Allah hem

    Hz. Peygamber hem de onun peygamber olarak gönderildiği o ümmî toplum için gayb niteli­ ği taşıyan bu nevi bilgileri, yani Hz. Âdem’den Resûlullah (sav)’ın peygamber olarak gönderildiği zamana kadar vuku bulan pekçok önemli olayı Kur’ân’da anlatarak mâziye ait gaybî bilgilere onları muttali kılmıştır. Kur’ân, Hz. Pey­ gamber zamanında bazı müna­ fıkların iç yüzlerini açığa vurmak suretiyle hâle ait gayb haberlerini de ihtiva etmiştir. (Bakara 2/204). Bunun yanında indiği zamana göre istikbalde gerçekleşecek gaybî haberlerden de bahset­ mektedir. Meselâ Kur’ân, risâletin ilk yıllarında (milâdî 614’te) bir daha toparlanması ümit edilme­ yecek tarzda Sâsâniler tarafından mağlup edilen BizanslIların, çok yakın bir zamanda onlara gâlip geleceğini bildirmiş ve yedi sene sonra tarih bu gâlibiyeti kaydet­ miştir. (Rûm 30/1-5). Hatta Rûm Sûresi’nin 4. âyeti bu galibiyetle birlikte müminlerin de müşriklere

    İ’CÂZ-I HİTABI

    104

    karşı büyük bir zafer kazana­ caklarını haber vermiş, böylece Bedir savaşıyla bu mûcize de gerçekleşmiştir. Yine Mekkî olan Kamer sûresinde, henüz üç beş müslüman varken ve onların da âkıbetleri oldukça şüpheli iken, ileride müşriklerle aralarında bir harp meydana geleceği ve bu harpte müşrik ordusunun hezi­ mete uğrayacağı haber verilmiştir. (Kamer 54/45). Bunlardan başka Fetih Sûresi’nde Mekke’nin fethi, En’âm Sûresi, 65. âyette müslü­ manlar arasında ileride tefrika ve savaş meydana geleceği, Yûnus, 92. âyette Hz. Musâyı takip ede­ rek boğulan Fir’avn’ın cesedinin kendisinden sonrakilere ibret ol­ ması için muhafaza edileceği vb. istikbâle dair haberlerden de söz edilmiştir. İ’CÂZ-I HİTÂBÎ:

    Kur’ân’ın aynı anda farklı insan gruplarına hitap etmesi. Onun bu husûsiyyeti sayesindedir ki, avâm (halk) tabakası kendi bilgi ve tecrübesine göre sathî bir mana­ yı, ihtisas ehli ise lafızların kökleri­ ne nüfûz ederek değişik manaları kavrayabilmektedir. jJb Iti 2Jj “O, doğurmamış

    TEFSİR TERİMLERİ

    bulunmaktan münezzehtir, mana­ sını anlar. Nispeten orta seviyede bilgi ve kültür sahibi olanlar bun­ dan biraz farklı olarak söz konusu âyetin, Allah dışında herhangi bir varlığın, bu arada Hz. İsâ’nın tan­ rı olamayacağını ortaya koyduğu­ nu anlarlar. Daha ileri seviyedeki anlayış sahipleri ise, âyetten daha farklı bir anlam çıkarırlar. Şöyle ki: Yüce Allah mevcudata karşı doğurmayı veya doğmayı hatıra getirebilecek her türlü ilgiden mü­ nezzehtir. O’nun varlıklarla ilgisi, sadece onların yaratıcısı olmak­ tan ibarettir. Varlıkları yaratması da ezeli irâdesiyle onlara sadece “ol” demesiyledir. Bütün bunlar­ dan daha üst seviyede bulunan kişiler ise âyetten, Allah ezeli ve ebedidir, evvel ve âhirdir, hiçbir surette ne zâtında ne sıfatında, ne de fiillerinde dengi, eşi, benzeri, misli, misâli yoktur, şeklinde bir anlam çıkarırlar. Bu da gösteriyor ki, aynı âyet, birbirine muhâlif olmaksızın, içiçe halkalar halinde, değişik mana dairelerini ihtiva edebilmektedir. (Bkz. Yıldırım, Suat, Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’ân İlimlerine Giriş, İstanbul 1983, s. 142-143). İşte buna belâgatte icâz-ı hitâbî denilmektedir.

    ve doğmamıştır. Onun hiçbir den­ gi yoktur” (İhlâs 112/3-4) âyetinde

    İ’CÂZ-I NAZMI: (^1

    olduğu gibi. Zira geniş halk kitle­ leri bu âyetten, Yüce Allah babası ve çocuğu olmaktan, dengi ve eşi

    Yaklaşık yirmi üç yılda çeşitli zaman aralıklarıyla inzâl edilen Kur’ân’da yer alan harf, kelime

    SÖZLÜĞÜ

    ve âyetlerin dizilişi itibariyle or­ taya koyduğu icâz. Kur’ân’ın harf­ leri, kelimeleri ve âyetleri o şekil­ de dizilmiştir ki, daha güzel olsun diye tek bir harfini bile yerinden oynatmak mümkün değildir. Bi­ lindiği gibi her inen âyet, tevkîfî bir yolla ilgili sûreye yerleştirilmiş­ tir. Nüzulündeki bu uzun sürece rağmen harflerin kelimelere, ke­ limelerin âyetlere, âyetlerin sû­ relere yerleştirilmesindeki tertip gibi, sûrelerin birbirleriyle irtibatlı olarak Kur’ân’ın içerisine yerleş­ tirilmesi de, ondaki vahdet, mü­ nâsebet ve insicâmı ortaya koyan icâz vecihlerinden biridir. İ’CÂZ-I İLMÎ: (

    Kur’ân’ın bilimsel yönünü ortaya koyan icâz yönü. Kur’ân’ın asıl maksadı doğru yoldan ayrılan ve sapıklığa düşen insanları Yüce Allah’ın istediği yola sevketmektir. Ancak Kur’ân bu noktayı dik­ kate alarak ibret için zaman za­ man fen bilimlerinin konularına da genel hatlarıyla temas etmiş, meselâ, dünya, güneş, ay ve bütün gök cisimlerinin birleşik bir gaz kütlesinden koptuğu, ar­ zın yuvarlaklığı, güneşin kendi yörüngesinde döndüğü hava ba­ sıncının varlığı ve benzeri bir ta­ kım ilmi gerçeklerden söz etmiş­ tir. İşte bütün bunlara Kur’ân’ın

    yer vermesi, onun İlmî icâzının bir sonucudur. (Bkz. İlmî Tefsir)

    105

    İ’CÂZÜ’L-KUR’ÂN

    İ’CÂZÜ’L-KUR’ÂN: (dİ>1

    Kur’ân’ın, benzerini getirme ko­ nusunda insanları âciz bırakması. Kur’ân, bilindiği gibi benzerinin getirilmesi konusunda beşer kud­ retinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğ­ luna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği halde, söz ko­ nusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından öyle yüce bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi imkânsızdır. Kur’ân’ın i’câzı, onun nazım, te’lif, dil ve üslup, ses nizamındaki âhenk, lafız ve mana dengesi, farklı sevi­ yedeki insanlara hitapta bulun­ ması, konuları iç içe anlatması, beyân tarzındaki çeşitlilik, gaybî haberlere yer vermesi, insanlığın ihtiyacını karşılaması, herhangi bir hükmünün Hz. Peygamber ta­ rafından değiştirilmemesi vb. yön­ lerdedir. Kur’ân’ın mûcize oluşu­ nun üç delili vardır. (1) Beşerüstü bir kitap olması, (2) Muhâliflerine meydan okuması, (3) Kendisine nazire yapılamaması. Kur’ân in­ san takatinin üstünde bir üslup ve muhteva özelliğine sahiptir. Bun­ dan dolayıdır ki, vahyedildiği an­ dan itibaren hiç kimse ona benzer bir eser meydana getirememiştir. Nazîre yapılamaması bir yana an­ laşılması için harcanan bu kadar enerjiye rağmen aynı faaliyetin bundan sonra da devam etmesi,

    ÎCÂZ

    106

    söz konusu kitabın İlâhî hikmet­ lerle dolu bir kitap olduğunun en kesin kanıtı sayılabilir. ÎCÂZ:

    Kısaltma. Kısa ko­

    nuşma, meramı az sözle ifade etme. Herhangi bir konuda bilgi verirken anlamı bozmadan az sözle çok şeyi anlatma sanatı. Bir başka deyişle, maksadı sıradan insanların günlük hayatta kul­ landıkları ifadelere nazaran daha kısa bir şekilde ifade etme veya bir maksadı, onu ifadeye yeterli en az sözle söyleme. ÎCÂZ-I

    HAZF:

    jl>J)

    Herhangi bir konunun öz bir şekilde anlatılmasını sağlamak amacıyla cümleyi oluşturan elemanlardan uygun olanları hazf etme. Belâgat âlimlerinin bildirdiklerine göre icâz-ı hazf, kelâmın bazı kısımlarının, onlara delâlet edecek lafzî veya manevî bir karineden dolayı hazfedilmesi demektir. Hazfedilen bazen bir haf, bazen bir kelime, bazen de bir cümle olabilir. Meselâ, ±JÎ ÛJ "... Ben iffetsiz biri değilim” (Meryem 19/20) âyetinde yer alan (Jî p) fiili, esasen (^i şeklindedir, yani (d) harfi hazfedilmiştir. Aynı şekilde (3^ “Size analarınızla evlenmek haram kılınmıştır...” âyetinde evlenmek manasına ge­ len (£İ£) kelimesi hazfedilmiştir.

    TEFSİR TERİMLERİ

    Takdiri, şeklindedir. “Hayır yakında bileceksiniz!” (Tekâsür 102/3) âyetinde de yine bir hazif söz konusudur. Yani siyak ve sibaka bakıldığında yapılan hazfin, “yaptığınız işlerin sonucunu bileceksiniz” demek olduğu anlaşılmaktadır. ÎCÂZ-I KISAR: (^ûJI jL*|) Pek

    çok anlamı kapsayan az sayıda kelime kullanılarak çok anla­ mın kastedilmesi. “Kısasta sizin için hayat var­ dır...” (Bakara 2/179) âyetinde yer alan îcâz gibi. Zira söz konu­ su âyette kullanılan iki kelime ile çok şey anlatılmaktadır. Aslında kısasla hayat anlam bakımından birbirinin zıddıdır. Yani biri yok­ luğa diğeri varlığa işaret eder. Ama bir başka açıdan bakıldığı zaman da görülür ki, yokluğu ifade eden kısas, esasen varlığın (hayatın) temel sebebidir. Yani o, bir anlamda hayatın devamı­ nı sağlayan önemli bir unsurdur. Buna göre denilebilir ki, bir kim­ seyi kasten öldüren kişiye, şayet kısas cezası verilirse, bundan sonra insanlar kolay kolay bir­ birlerini öldüremezler. Böylece toplumda öldürme olayları aza­ lır. Yani insanlar kısas sayesinde hayat bulmuş olurlar. jîüı jJ05ÜU “Sen her zaman bağışlama yolunu tut,

    SÖZLÜĞÜ

    107

    iyiliği emret ve câhillerle uğraş­ maktan uzak dur” (A’râf 7/199) âyetinde de aynı şekilde icâz-ı kısar mevcuttur. Zira mezkur nasta da bağışlama ahlâkı, iyilik ve güzellik düşüncesini yaşama ve yaşatma kararlılığı, bilgisiz in­ sanlarla tartışmadan uzak durma erdemliliği gibi pek çok hususun bir arada ele alınıp anlatılması söz konusudur. ÎCÂZ-1 CÂMİ’: (^LJIj^l) Bir

    hususu anlatırken cümlenin ya­ pısına dokunmadan kapsamlı bir meseleyi özlü ve veciz bir şekilde ifade etme. JÂÜL il âl “Allah adaleti ve ihsanı emre­ der...” (Nahl 16/90) âyetinde yer alan “el-Adl” ve “el-İhsân” sözcüklerinde bu anlamda bir îcâz bulunmaktadır. Çünkü sözü edilen bu iki kavram çok geniş anlamlar ifade etmektedir. Böylece âyet vermek istediği mesajı iki kelime ile çok özlü ve kısa bir şekilde anlatmış olmaktadır. ÎCÂZÜ’L-KUR’ÂN: (dİ^1

    Kur’ân’daki kelime ve cümle­ lerin, derin ve eşsiz anlamlar taşımak suretiyle muhtevasını en az sözle ifade etmesi. Kur’ân üslup bakımından iki temel özel­ liğe sahiptir. (1) Itnâb: Bu, sö­ zün, iyi anlaşılmasını sağlama adına uzun tutulması demektir. Kur’ân’m Medenî sûrelerinde

    eL-İCMÂ’ Fİ’T-TEFSÎR

    bu özellik göze çarpmaktadır. (2) îcâz: Meramın az sözle ifade

    edilmesi anlamına gelmektedir ki, Mekke’de inen sûrelerde de bu özelliği görmek mümkün­ dür. Kur’ân’m, sözünü ettiğimiz bu iki özelliği farklı mekânlarda inzâl edilen metinlerinde göster­ mesi, tabii ki, önemli bir amaca yöneliktir. O da Mekkî sûrelerin imâna, Medenîlerin ise ame­ le vurgu yapması sebebiyledir. Durum böyle olunca insanların iman etmesini sağlamak ama­ cıyla tabii ki Kur’ân’m, edebiya­ tın zirvede olduğu bir zamanda muhataplara belâğî ve îcâzî bir üslup tarzıyla hitap etmesi gerek­ mekteydi. Halbuki, Medine’de artık mümin bir toplumu muha­ tap olarak almıştı, bunun için de amelî konuları mufassal bir şekil­ de ele alması gerekiyordu. İşte Kur’ân da bu amacı gerçekleştir­ mek için muhtevasını sunarken orada bu üslup tarzını kullanma­ yı ihmal etmedi. Böylece ortaya birbirinden farklı iki üslup tarzı çıkmış oldu. eL-İCMÂ’ Fİ’T-TEFSÎR: (^->1

    LIJl) kelimesi zikredilmiş, onun delâletiyle soğuk manasına ifade eden (î>yŞ\) hazfedilmiştir. Çünkü her insan bilir ki, elbise sadece sıcaktan değil aynı zamanda so­ ğuktan da korur. Aynı şey JslL' üî i'j'Ğ “...Bunlar­ dan biri Allah yolunda savaşıyor, öteki ise kâfirdir... ” (Al-i İmrân

    3/13) âyetinde de söz konusu­ dur. Çünkü bu ifadede esasen şöyle denilmiştir: “Bunlardan

    SÖZLÜĞÜ

    113

    biri mümin bir gruptur ki, onlar Allah yolunda savaşıyor; diğe­ ri de kâfir bir gruptur; onlar da tâğût yani şeytanın yolunda sa­ vaşıyor” Buna göre âyette zikre­ dilen (syü)’nin zıddı olan (âu>.) sözcüğü diğerinin ona delâletiyle hazfedilmiştir. İHTİCÂC:

    Delil ge­

    tirme, delil olarak sunma, bir şeyi bir davanın ispâtı için delil gösterme. Bir kırâatı diğerine tercih etme. Bu yöntem sahâbe ile başlamıştır. Meselâ, İbn Abbâs kırâatını birinci tabakayı oluşturan sahâbîlerden almıştır. Ancak o, kırâatı alırken de -çok fazla olmasa da- seçici davra­ narak bir takım tercihlerde bu­ lunmuştur. Genellikle Zeyd b. Sâbit’in kırâatını almış olmakla birlikte, bazen de İbn Mes’ûd’un kırâatını tercih etmiştir. Böylece o, Kur’ân’ın büyük bir kısmı­ nı Zeyd’den alırken bir kısmını da İbn Mes’ûd’dan almıştır. İşte bazı durumlarda İbn Abbâs’ın, Zeyd’in kırâatını terkedip İbn

    Mes’ûd’un kıraatini tercih etme­ si, ihticacdan başka bir şey de­ ğildir. Buna “ihtiyâr” “tercîhu’lkırâat” yahut “huccetü’l-kırâat” da denilmektedir. Bu husus daha sonraki zamanlarda da aynı şekilde devam etmiş hatta zaman zaman müfessirler kırâatların mütevâtir olduğunu kabul

    İHTİCÂC Bİ’L-KIRÂAT

    etmekle birlikte, onlardan birini diğerine tercih etme gibi bir yola gitmişlerdir. Taberî, Zemahşerî ve Nesefî gibi bazı müfessirlerin bir kısım mütevâtir kırâatleri tenkit ederek buna karşılık bir kısmını da tercih ettikleri bilinmektedir. Meselâ Taberî, (^l^l di fi) (Bakara 2/140) âyetinde yer alan (dj£-) fiilinin (dşeklin­

    de “yâ” ile de okunduğunu söy­ ledikten sonra, “bize göre doğru olan “tâ” ile okumaktır, çünkü “yâ” lı okunuş şâzzdır, dolayı­ sıyla câiz değildir” demektedir. Ayrıca, Taberî kırâatler arasında tercihte bulunurken, “şu kırâatı okumak daha evlâdır, bu kırâat daha doğrudur” gibi ifadeler de kullanmaktadır. (Bkz. Câmiu’lbeyân, Mısır 1968,1, 573). İHTİCÂC Bİ’LKIRÂAT:

    ÂsfjiV) Kıraatlerle delillendirme. Kırâatleri delil olarak sunma. Kıraat­ lerin delil olarak kullanılması olgusu ilk olarak, Basra ve Küfe ekollerinin oluşum döneminde görülmektedir. Denildiğine göre Basra ve Küfe dil mektepleri kurulup gramer bilgin­ leri arasında kutuplaşmalann yo­ ğunluk kazanması üzerine, Arap dil bilimi âlimleri kıraatlere yönelmiş­ lerdir. Bunun sonucu olarak da her grup hatta bazı konularda her bil­ gin kendi gramer görüşlerine ve kı­ yas sistemine destek bulmak ya da bunlara uymayan kırâat şekillerini

    İHTİCÂC Lİ’L-KİRÂAT

    reddetmek için yoğun bir çaba içe­ risine girmiştir. Bu suretle kıraatlerin gramatikal, yani dilbilimsel tahlilleri etrafındaki ihtilâf çemberi, kıraatin nahiv usûl ve kıyas sistemlerine uyup uymamasına göre genişlemiş ya da daralmıştır. Böylece nahiv kitaplannın sayfalan, kıraatler et­ rafındaki tevil ve tahlillerle dolup taşmaya başlamıştır. İHTİCÂC Lİ’LKIRÂAT:

    ÂİfyJU) Kıraatler için delil getirme. Kıraatlerin -ihticâc bi’l-kırâat ol­ gusunun aksine- dil (nahiv, sarf, belâgat, şiir ve lehçe vb.) âyet, hadis ve şazz kıraatlerle delillendirilmesi. Meselâ, ) “Bu­ nun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu”(Sâffât 37/93) âyetinde yer alan “el-yemîn” ke­ limesinde söz konusu anlamda bir iştirâk bulunmaktadır. Çünkü bu lafız, sağ el, kuvvet ve yemin manalarına gelmektedir. Ayrıca köle ve efendi anlamında kul­ lanılan (J>yS\) “mevlâ”, câriye ve gemi manasına gelen (â^Ujİ) “el-câriye”, susuzluk veya suya kanmak anlamını ifade eden (j^di) “en-nehl”, ayrılmak, ortaya

    142

    TEFSİR TERİMLERİ

    çıkmak, ve uzaklaşmak manası verilen (dL) “bâne” kelimeleri de bu hususa örnek olarak verilebilir. (Bkz. Müşterek) el-İŞTİRÂKÜ’L-LAFZÎ: (Bkz.

    Müşterek-İştirâk) İTA: (Zlkyi) Fâsılanın, yani âyet sonunda yer alan bir kelimenin aynı sözcüklerle tekrar etmesi. Meselâ, IÇL 'jl j* "...

    Ben sadece beşer bir elçiyim” (Isrâ 17/93), âyetinde yer alan fâsılanın müteâkip âyette de aÛI şeklinde aynen tekrar etmesi gibi. Kur’ân’da örnekleri mevcut olduğu için îtâ bir sanat olarak nesirde makbul görülse de, şiirde bir kusur olarak ka­ bul edilmektedir. (Bkz. Ahmed Sa’d el-Hatîb, Mefâtîhu’t-tefsîr, I, 192) İTÂBU’N-NEFS: (^ ^) İn­

    sanın dünyada yapıp ettikle­ rinden dolayı âhirette azapla karşılaşınca pişmanlık duyarak kendi kendini ayıplaması. Sî jj-ol cds 4jjI ı Ki­ şinin: Allah’a karşı aşırı git­ memden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim (diyeceği gün­ den sakının)” (Zümer 39/56) âyetinde olduğu gibi. JiÇ ço tÇd’ ÇUâJl “O Sün zâlim kimse

    SÖZLÜĞÜ

    (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygam­ berle birlikte bir yol tutsaydım” (Furkân 25/27) âyetinde de aynı şekilde nefse yönelik bir kınama söz konusudur. İTÂBU’N-NEBİ: (^Jl ^)

    Kur’ân’da Hz. Peygamber’e ya­ pılan uyarıları ifade eden bir te­ rim. Vahiy tarihi incelendiğinde görülür ki, bazen Hz. Peygam­ ber (sav) itâb yoluyla uyarıl­ mıştır. Meselâ, Ebû Hureyre’nin nakline göre, “Allah Resulü Hz. Hamza’nın şehid edildiğini öğre­ nince, yanına gitti ve cesedinin müşrikler tarafından hunharca parçalandığını gördü. Bunun üzerine başında durarak: ‘Mu­ hakkak senin yerine onlardan (müşriklerden) yetmiş kişiyi aynı şekilde katledeceğim’ dedi. Hz. Peygamber henüz oradan ayrıl­ mamıştı ki, Cebrâil; l^l âlj lî*-

    ü

    Crb s

    j 4üt> Y ji

    İTÂBU’N-NEBİ

    143

    lL>

    üj

    ç^>\j

    lA '“k

    (*-sAP'

    â^JJlJ IjJLi JJI Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duy­ ma! Çünkü Allah (kötülükten)

    sakınanlar ve güzel amel işleyen­ lerle beraberdir” (Nahl 16/126128) âyetlerini getirdi (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 163). Hz. Peygamber’e yönelik bir başka uyarı da şöyledir. Denildiğine göre Allah Resûlü Tebük seferi­ ne hazırlanırken münafıklar özür beyan etmek suretiyle savaşa katılmak istememişlerdi. Hz. Peygamber de gönülsüz savaşa gidenlerden hayır gelmeyeceği düşüncesiyle onlara izin vermiş­ ti. İşte bunun üzerine, ljJÂ aiı Üp “Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice bel­ li olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?” (Tevbe, 9/43) âyeti nâzil oldu. (Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, yy., 1328, V, 47) Yine denildiği­ ne göre Ebû Tâlib ölmek üzere iken Resûlullah (sav) ona: “Ey amca! Allah birdir Muhammed de O’nun kulu ve Resûlüdür de ki, kıyamet gününde senin lehin­ de şâhitlik edeyim” dedi. Ebû Tâlib de ona şöyle cevap verdi: “Bilsem ki, Kureyşliler beni ayıplamayıp ölüm korkusu ona bunu söyletti demeyecekler, muhak­ kak seni sevindirirdim” Bunun üzerine Yüce Allah, üJİI ^_1pI

    «-LLj

    “(Resulüm) sen sevdiği­ ni hidâyete erdiremezsin; bilakis Allah dilediğine hidâyet verir ve

    İ’TİBÂR-I MÂ YEKÛN

    hidâyete girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas 28/56) âyetini inzâl etti. (Müslim, İmân, 42) Rivâyete

    göre münafıkların reisi Abdul­ lah b. Übeyy ölünce oğlu Allah Resûlü’nden babasının cenaze namazını kıldırmasını istemiş; Hz. Peygamber de bu talep üze­ rine onun namazını kıldırıp ce­ nazesini defnetmişti. Resûlullah (sav) henüz kabrinin başından ayrılmamıştı ki, J ’A' lOnlar­ dan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başın­ da da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkâr ettiler ue fâsık olarak öldüler” (Tevbe 9/84) âyeti nâzil oldu (İbn Kesir, Tefsir, 0

    II, 378). Bütün bunlar gösteriyor ki, Allah Resulü (sav), nübüv­ vet makamına aykırı en ufak bir davranış içerisine girdiği zaman hemen Yüce Allah tarafından uyarılmıştır. İşte bunlar itâbu’nnebi terimiyle ifade edilmektedir. İ’TİBÂR-I MÂ YEKÛN: (jUp)

    L) İlerde olacak bir duruma

    bir şimdiki zamanda işaret etme. İstikbalde meydana gelecek olan husus yakın ve uzak gelecek ba­ kımından iki kısma ayrılır. Şayet vuku bulacak husus zaman ba­ kımından yakın ise bunun için “i’tibâr-ı mâ seyekûn”; uzak ise, “i’tibâr-ı mâ yekûn” denilmektedir.

    TEFSİR TERİMLERİ

    144

    İ TİBÂR I MÂ SEYEKÛN: (Bkz

    i’tibâr-ı mâ yekûn) İTİLÂF: (J»^5^1) Uyuşma, kay­

    naşma, uyum ve uygunluk. Bir ibârede lafzların birbiriyle ve kastedilen manalara veya ma­ naların birbirine uygun olması sanatı. Buna “tenâsüb”, “mü­ nâsebet”, “tevfîk”, “telfîk”, “mürââtu’n-nazîr” ve “muvâfakât” da denilmektedir. İ’İTİLÂFU’L-FEVÂSIL: (J*sj

    jiJl) Ayetlerin son kelimele­ ri arasında söz konusu olan seci uyumu. ÂbL lÜİÂ ÛİJ} j'A aâLJI

    obüs- Lî

    LJLlirj

    aâLs-

    aüI iJjLa üL>- Kuş­ kusuz biz insanı çamurdan {süzü­ lüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yap­ tık. Peşinden alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere {iskelete) çevirdik; Bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan ha­ line getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir” (Mü’minûn 23/12-14) âyetlerinin son kelimeleri arasında görül­ düğü gibi seci bakımından son derece güzel bir âhenk ve bir uyum bulunmaktadır. İşte buna

    “i’tilâfu’l-fevâsıl” denilmektedir.

    SÖZLÜĞÜ

    İTİLÂFU’LİAFZ MAA’L-LAFZ:

    (JüUI IulUI Lafzın lafızla uyumu. Az ya da çok kullanılan bir kelimenin, kendisi gibi aynı nitelikteki bir kelime ile uyumlu bir tarzda kullanılması. 3» “(Oğulları) Allah’a ye­ min olsun ki, sen hâlâ Yûsuf’u anıyorsun. Sonunda ya has­ ta olacaksın, ya da büsbütün helâk olacaksın, dediler” (Yûsuf 12/85) âyetinde olduğu gibi. Zira bu âyette kasem edâtları içinde en az kullanılan (ü), nâkıs fiiller içinde en az kullanılan (Li) fiili ve hastalık anlamında gelmek­ le beraber kullanımı pek yaygın olmayan (û>-) kelimesi yer al­ mıştır. Böylece âyette yer alan kelimeler nâdir (garâbet) kulla­ nılmakla birlikte aralarında son derece güzel bir âhenk ve uyum oluşturmuşlardır. İTİIÂFIJL-LAFZ MA’AL MANÂ:

    Lafzın mana ile uyumu. Bir ibârede kullanılan la­ fızların ihtiva ettikleri manalarla uyum içinde olmaları. Meselâ, l$J öıL-SI L L “Herkesin kazandığı (hayır) kendi lehine, yaptığı (şer) da kendi aleyhine­ dir” (Bakara 2/286) âyetinde bu anlamda bir uyum mevcut­ tur. Zira söz konusu âyette bu­ lunan (c-iıi) ve (L~~3ı) fiilleri, hem lafız hem de aynı kökten

    145

    İ’TİLÂFU’L-MA’NÂ MA’AL-MA’NÂ

    gelmeleri nedeniyle anlam bakı­ mından uyum içindedirler. Ayrı­ ca (LalL-j “Rableri onlara tertemiz bir içecek içirir” (İnşân 76/21) âyetinde yer alan lafızların da âyetin ifade ettiği anlama tam bir uygunluğu söz konusudur. Çünkü (lİL) fiili “içir­ me”, (Çl>i) içilecek şey anlamına gelmektedir; (Ç^U) sözcüğü de şarabı nitelemekte yani onun temiz olduğunu ifade etmekte­ dir. O halde anlam yönünden aralarında tam bir uyum mevcut demektir. İTİLÂFLFLMANÂ MAALMANÂ:

    Mananın mana ile uyumu. Bir ibârede ele alınan iki husus arasında anlam yönüyle bir uygunluk ve z S" < " âhengin bulunması. UJ dİ

    “Şüphesiz senin için cennette ne aç kalma var, ne çıplak kalma var. Orada ne susayacak, ne de güneş altında kalacaksın” (Tâhâ 20/118/119) âyetlerinde oldu­ ğu gibi. Zira ilk âyette (^Ç) ile (sf^) füleri arasında bir uyum gözetilmiştir. Çünkü burada kar­ nın tokluğu ile sırta giyilen elbise arasında bir uyum bulunmak­ tadır. Bunun için Türkçe’de de “karnın tok sırtın perk” sözü bu anlamda çok yaygın bir kullanı­ ma sahiptir. Şayet uyum mana­ da değil de lafız da söz konusu

    İ’TİRÂZ

    146

    olsaydı, o zaman (^J) ile (U£j)

    fiileri arasında bir uyumdan söz edilebilirdi. İ’TİRÂZ: (^1

    Peşpeşe ge­

    len iki sözde yahut tek bir sözün içerisinde irabta mahalli olmayan bir ya da daha fazla cümlenin yer alması. Metin inşâ ederken, irapta mahalli olmayan bir ya da daha fazla cümleye yer verme. I’tirâzî cümleler tenzih, ta’zim, tasvir, duâ, tenbih, övgü, yergi, dikkat çekme ve acze düşürme gibi sebeplerle cümle içerisinde yer almaktadır. Sözgelimi, öA*AA ûjıIS c-jLJİ 41} Kızları Allah’a isnâd ediyorlar -Allah bundan münezzehtir- Beğendik­ leri (erkekler çocuklar) de ken­ dilerinin oluyor” (Nahl 16/57) âyetinde tenzih ifade eden bir i’tirâz cümlesi yer almaktadır. Bu cümle de (ÂîlLLl) “Allah bundan münezzehtir” cümlesidir. Aynı durum, j >_>j cJls L^Llj LLi jSJJl

    LL jAL aDİj ^yil

    Uspk? 'A IaIjPİ

    p-r/P' ölLLLi “(Meryem) Onu do­ ğurunca, -Allah, ne doğurduğu­ nu daha iyi bilir- Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeyta­ na karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum, dedi” (Al-i İmrân 3/36) âyetinde de söz ko­

    nusudur. Zira bu âyette de ta’zim

    TEFSİR TERİMLERİ

    ifade eden bir i’tirâzî cümleye rastlanmaktadır ki o da, (^î 4»b IL) -Allah, ne doğurduğu­ nu daha iyi bilir- cümlesidir. İTTİSÂ’ (^Ll>I) Genişleme, ge­

    nişlik, enginlik, sınır, hudûd. Yo­ rumcuların, te’vîl imkânlannı gö­ zeterek kelâma, muhtemel olduğu anlamlan itibariyle farklı açılardan yaklaşması. Meselâ, J^lj ^Hilj

    “Çift ve tek olana” (Fecr 89/3) âyetine yirmiden fazla anlamın ve­ rilmesi gibi. İZÂFET: (âîLl»^I) Zihnî bir faali­

    yette iki veya daha çok tasavvur arasında kurulan bağlantı. İZÂFÎ MÜTEŞÂBİH: (Bkz. Mü-

    teşâbih} el-İZÂH BA’DE’L-İBHÂM: (^>1 aI^Ijüu) Herhangi bir sözün yahut bir Kur’ân nassmın ihtimalli ola­ rak ya da zanna kapı aralayacak şekilde zikredilip sonra izah edil­ mesi. Bu husus da bazen müs­ takil bir âyette bazen de farklı âyetlerde söz konusu olabilir. Çj İSI ^AJl ^Çl Jüştj (L kLüS ijKf- lLL" (^-'/‘Kurban kes­ meyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür...” (Ba­ kara 2/196) âyeti, birinci özellik için bir örnektir. Görüldüğü gibi bu âyette önce üç gün oruçtan

    SÖZLÜĞÜ

    söz edilmiş; ancak daha sonra buna yedi gün daha ilâve edil­ mek suretiyle tutulması gereken oruç sayısının on gün olduğu beyân edilmiştir. Böylece âyette yer alan (iL.Ö dlL) sözü, yanlış anlama zannını tamamen ber taraf ederek olayın açıklığa kavuşturulmasını sağlamıştır. Bu yüzden söz konusu kısım âyetin baş tarafındaki müphemiyeti tavzih yoluyla tefsir ve beyân etmiş demektir, ikinci özellik için de aşağıdaki örnekler verilebilir. Meselâ, üjâi "Bizi doğru yola ilet” (Fâtiha 1/6) cümlesinde yer alan doğru yolun ne olduğu müteakip âyette, jJUJl "Gadaba uğramışların azıp sapmışların değil, kendile­ rine nimet verdiklerinin yoluna ilet” (Fâtiha 1/7) şeklinde açıklı­ ğa kavuşturulmuştur. Ancak bu­ rada da kendilerine nimet veri­ len kimselerin kimler olduğu ko­ nusunda bir kapalılık (müphem) bulunmaktadır. İşte bu husus da, - 6 M s S" , s '' ft' ) kökünde bu­ lunan (^) nın yerine gelmiştir, (d) harfi ise kelimenin aslındandır. Bu görüş, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ

    163

    SÖZLÜĞÜ

    b. Ziyâd el-Ferrâ (ö.207/822)’ya isnâd edilmektedir. Kur’ân’ın hemzesiz bir kökten türediğini ileri süren Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (ö.324/936)’ye göre de Kur’ân lafzı, bir şeyi diğerine yaklaştır­ mak ve bitiştirmek manasına ge­ len (jy) fiilinden türemiştir. Çün­ kü Kur’ân’da yer alan sûre ve âyetler birbirine bitişiktir. Bu yüz­ den dir ki, ona Kur’ân ismi ve­ rilmiştir. Kur’ân lafzının hemzeli bir kökten türediğini savunan­ lara göre de söz konusu kelime, toplamak manasına gelen Ç^ÜJİ) mastarından türemiş (oslij) vez­ ninde bir sıfattır. Bu görüşü ileri sürenler Katâde (ö. 118/736), Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm (Ö.224/839) ve Zeccâc (Ö.311 /923)’dır. Söz konusu âlimlere göre Kur’ân kıssa, emir, nehiy, va’d, va’îd, sûre ve âyetleri, ya da önceki kitapların orijinal hü­ kümlerini bir araya topladığı için ona bu isim verilmiştir. Ebu’lHasen Ali b. Hâzım el-Lihyânî (ö.215/830)’nin ileri sürdüğü gö­ rüşe göre de Kur’ân lafzı, “oku­ du” manasını ifade eden (îy) fii­ linden türemiş “gufran” vezninde bir masdardır. Ancak bu masdar, ism-i mef’ûl manasınadır, içü dİ

    KUR’ÂN’IN KUR’ÂN’LA TEFSİRİ

    75/17-18) âyetinde yer alan Kur’ân lafzı da okumak manasına gelmektedir. Buna göre Kur’ân kelimesi, “okudu” anlamını ifa­ de eden (îj) fiilinden türemiş olup, masdar manasından ism-i mef’ûl manasına nakledilmiş ve Hz. Peygamber (sav)’e indirilmiş İlâhî kelâmın özel ismi olmuştur. Bu görüş, İslam âlimleri arasında

    en çok taraftar toplayan bir gö­ rüştür. Konuyla ilgili ileri sürülen bir başka görüş de şöyledir. Kur’­ ân lafzı, “dışarı çıkarıp attı” anla­ mına gelen (îy) fiilinden gelmek­ tedir. Kur’ân okuyan kimse kırâat esnasında kelime ve harfleri ağ­ zından dışarı çıkardığı için, ona bu isim verilmiştir. KUR’ÂN’IN DERLENMESİ: (Bkz.

    Cem’u’ld^ur’ân) KUR’ÂN’IN

    FAZİLETLERİ:

    (Bkz. Fezâilul-Kur’ân) KUR’ÂN

    İLİMLERİ:

    (Bkz

    Ulûmü’l-Kur’ân) KUR’ÂN’IN İSİMLERİ: (Bkz

    Esmâü’l-Kur’ân) KUR’ÂN’IN NÜZÛLÜ: (Bkz.

    Nüzulü’ l-Kur’ ân)

    Onu

    KURANIN KUR’ÂN’LA TEFSİRİ:

    (göğsünde) toplamak, onu okut­ mak, şüphesiz bize aittir. Öğle

    (dTdî>âJl j~Jj) Bir Kur’ân âyetinin onu açıklayan bir başka Kur’ân âyetiyle tefsir edilmesi. Bu tür tefsire âyetin âyetle tefsiri

    °LI^5 13li

    djJL»-

    ise biz onu okuduğumuz vakit sen onun kırâatma uy” (Kıyâmet

    KUR’ÂN SEMANTİĞİ

    164

    de denilmektedir. Nitekim bu hu­ sus, ÇL 5l p “Sonra onu açık­ lamak yine bize düşer” (Kıyâmet 75/19) âyetinde açıkça ifade edil­ mektedir. Bu bağlamda sözgelimi Yüce Allah, f Jlj ÎLJI

    “Meyte (Leş) ve kan size haram kılındı...” (Mâide 5/3) buyurarak, Kur’ân’ın bir yerinde kanı mutlak olarak zikretmiş, ancak başka bir âyette, “akıtılmış kan” (En’âm 6/145) ifadesini kullanarak onu “akıtılmış” sıfatıyla kayıtlamıştır. Görüldüğü gibi her iki âyette de hüküm birdir, o da kanın haram oluşudur. Hükmün sebebi de yine her iki âyette aynıdır. Bu da kanın insana vereceği zarardır. İşte bundan dolayıdır ki, mukayyed âyet mutlakı tefsir etmiş ve hüküm de mukayyede göre veril­ miştir. Kur’ân’da bazen de müc­ mel bir nas, kendisini tafsil ede­ cek “mübeyyin” bir lafızla tefsir edilmiştir. Bu durumda açıklanan âyete “mübeyyen” denilmek­ tedir. Meselâ, jLdl -)

    Kur’ân’ın vahiy meleği Cebrâil’e ve ondan sonra Hz. Peygamber’e intikali ile başlayan ve metinleşmesinin sonuna ka­ dar geçirdiği süreçteki olayları bize anlatan ilim dalı. Bu alanda kaleme alınan kitaplar Kur’ân’ın inişinden başlamak suretiyle, metninin vahyedilmesi, korun­ ması, tespiti, derlenmesi, ço­ ğaltılması, kırâatı, tercümesi ve söz konusu metinle ilgili tahrif iddiaları üzerinde durmaktadır­ lar. Bu konuda kaleme alınan kitaplar arasında, Muhammed Hamidullah’ın, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, (trc. Salih Tuğ), İstanbul

    1993; M. M. el-A’zamî’nin, Vahyedilişinden Derlenişine Kur’ân Tarihi, (trc. Ömer Türker-Fatih serenli), İstanbul 2006; Muhsin Demirci’nin, Kur’ân Tarihi, İstan­ bul 2010 vb. eserleri sayılabilir. KUR’ÂNİYYÛN: (Bkz. Ehl-i Kur’ân

    Ekolü) KURRÂ: (,T^\) (t. Kâri) Okuyu­

    cular. 1) Yedi ya da on kırâatın kendilerine nisbet edildiği imam­ lar. 2) Kur’ân’ın tamamını ez­ berleyen ve ondaki kırâatlara hakkıyla vâkıf olan kimseler için kullanılan bir terim. Kâri kelimesine yüklenen bu anlam, Hz. Peygamber döneminden sonraya aittir. Çünkü bu lafzın

    Peygamber (sav) zamanındaki anlamı, nâzil olan herhangi bir vahiy metnini ezberleyen kim­ se demektir. Ancak söz konusu kelimede zamanla bir anlam genişlemesi meydana gelerek bugünkü manada kullanılmaya başlanmıştır. KUT’ATÜ TAYY: (>

    TEFSİR TERİMLERİ

    166

    KUT’ATÜ TAYY

    Tay ka­

    bilesine mensup kimselerin ke­ limelerin sonunu hazfederek ko­ nuşmaları. Meselâ Ç),(yâ

    eba’l-hakem) yerine JA l) (yâ eba’l-hakâ) demeleri gibi. KUVVE-İ GADABİYYE: (Bkz

    Nefs-i emmâre) KUVVE-İ ŞEHEVİYYE: (Bkz

    Nefs-i emmâre) KÜLLİYÂTÜ’L-KUR’ÂN:

    edilerek gökleri ve yeri kaplaya­ cak büyüklükte bir nesne olarak ifade edilmiştir. Diğerinde ise, ‘And olsun ki Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üzerine bir ceset bırakıverdik. Sonra o yine eski haline döndü” (Sâd 38/34) denilerek, Hz. Süleyman’ın tahtı

    kastedilmiştir. Müfessirler Kürsî kavramı ile ilgili farklı yorumlar yapmışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır: (1) Kürsî, Arş’ın altın­ da ve göklerin üzerinde bulunan gökleri ve yeri kaplayacak de­ recede büyük bir nesnedir. (2) Maddî olmayıp mülk, kudret ve saltanattan kinâyedir. (3) Allah Taâlâ’nın ilmidir. (4) Allah’ın büyüklüğünü ve mülkünü tasvir

    eden bir kavramdır.

    (Bkz. Âdetü’l-Kur’ân) KÜLTÜREL BAĞLAM: (Bkz

    KÜLLİ TEFSÎR: (Bkz. Bütüncül

    Tefsir) KÜRSÎ: (^^31) Sandalye, taht,

    hususî mekân, İlmî bir makam, kudret, tedbir, ilim, hâkimiyet, saltanat, şeref, azamet, nüfûz. Allah’a nispet edilen ve İlâhî hükümranlığı ifade eden ma­ nevi varlık. Kur’ân’da yalnız iki âyette geçmektedir. İlki,

    “...Onun kürsü­ sü, gökleri ue yeri içine alır...” (Bakara 2/255) âyetidir. Bura­ da Kürsî kelimesi Allah’a nispet

    Bağlam)

    SÖZLÜĞÜ

    167

    LAFZ-I MUHTEMEL

    lafızlar da belli bir sayı altına gir­ meyen veya aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eden lafız­ lardır. LAFZ-I ÂMM: (Bkz. Lafız)

    -L-

    LAFZ-I HÂSS: (Bkz. Lafız)

    LAFZ-I MUHTEMEL: (Jüül

    I) LAFIZ: (JüUI) Atma, ağızdaki bir

    şeyi dışarı çıkarma. İnsan ağzın­ dan çıkan anlamlı anlamsız ses ve ses grupları ile onları ifade eden harf ve harf gruplarının oluştur­ duğu remiz. Bu sesler bir anlamı simgeliyorsa kelime (sözcük) ve kelâm (söz) adını alır. Lafız cins, kelâm da ona dahil nevi oldu­ ğundan lafız kelâma göre daha kapsamlıdır. Lafız başta nahiv ve belâgat, fıkıh usulü ve mantık ol­ mak üzere dille ilgili disiplinlerde farklı açıdan ele alınarak farklı tasniflere konu olmuştur. Lafzın tefsir ilmiyle de vazgeçilmez de­ recede bir ilgisi mevcuttur. Zira Kur’ân lafızlardan oluşmaktadır. Tefsirin konusu da bilindiği gibi Kur’ân’dır. O halde tefsirle lafzın doğrudan bir irtibatı söz konusu­ dur. Lafızlar ekseriya hususî bir anlama gelirler ki, bu tür lafızlar lek bir anlam için vaz olunduk­ ları için bunlara “lafz-ı hâss” de­ nilmektedir. Bazen de genel bir anlam ifade ederlerler, bunlara da “lafz-ı âmm” denilir. Bu çeşit

    İki veya daha fazla

    manaya hamledilen, ama han­ gisinin kastedildiği re’y ile değil, delil ve karinelerle anlaşılan la­ fız. jj» Us jJîâ diıL

    djölj LgJ

    j»Lz2XjI

    \

    ö_jjjJL

    “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbi­ rinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah’a inanır­ sa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir” (Bakara 2/256) âyetinde yer alan (cJ>O) kelimesinin, şey­ tan, şirk, put ve her türlü kötü şey anlamına gelmesi gibi. Gö­ rüldüğü gibi burada (dj>lLJİ) şirk (LLp (LaJ-

    anlamına gelmektedir. Çünkü söz konusu âyette tâğûtun al­ ternatifi olarak Allah’a imândan söz edilmektedir. O halde bu durum tâğut kelimesinin şirk an­ lamına geldiğinin bir karinesidir. Buna göre âyetin anlamı, “kim şirki reddedip Allah’a inanırsa sağlam bir ipe tutunmuş demek­ tir” şeklindedir. (Bkz. Vücûh)

    LAFZ-I MÜŞTEREK

    LAFZ-I MÜŞTEREK: (ti-LÜK)

    Birinden diğerine nakil söz konu­ su olmaksızın iki ya da daha faz­ la mana için konulmuş lafız. Bu husus “uücû/ı” terimi ile de ifade edilmektedir. Meselâ, Jc. uLjJlLj o? *>□5

    Jû y ck jjüJl “Sana ruhtan soruyor­

    lar. De ki: “Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir” (İsrâ 17/85) âye­

    tinde ifade edilen (^j^l) lafzı bir­ birinden farklı üç anlama gelmek­ tedir. (1) Kur’ân, (2) Cebrâil, (3) Bedenlere hayat veren ve mahi­ yeti henüz bilinmeyen kuvvet. İşte sözü edilen kelime bu niteliğinden dolayı lafz-ı müşterek olarak ad­ landırılmaktadır. (Bkz. Vücûh) LAFZI TEFSİR: (^idl)

    Kelimelerin anlamı, tahlili, farklı okuma biçimleri (kırâat), cüm­ lelerin irâbı, Kur’ân’m içerdiği belâgat nükteleri, fennî işaretleri vb. açıklamalarla yetinen tefsir tarzı. Bu tefsir tarzı, Kur’ân lafız­ larının çözümlenmesi, cümlelerin irâbı ve Kur’ân nazmının içerdiği edebî nükteler ve sanatsal işâretlerin beyânından öteye geç­ meyen bir tefsirdir. Buna göre denilebilir ki lafzî tefsir, zâhirî (literal/câff) tefsirden başka bir şey değildir. Bu tefsir de, kabuk veya yüzey ilmi denilen birkaç ilmin yardımıyla oluşturulmakta­ dır. Bu ilimlerin başında Kur’ân

    168

    TEFSİR TERİMLERİ

    lafızlarını anlam yönüyle incele­ yen “lügatü’l-Kur’ân”, kelimelerin âyet içerisindeki konumlarından söz eden “irâbu’l-Kur’ân” ve aynı şekilde sözcüklerin farklı okunma biçimlerini ele alan “kırâat” ilmi gelmektedir. Söz konusu ilimlerin yanında Kur’ân’m belâğî nüktele­ rini söz konusu eden “meânî-beyân-bediî” ve icâzını konu edinen “icâzu’l-Kur’ân” ilminden de söz etmek mümkündür. İşte lafzî tefsir bütün bu ilimlerin âdeta parça­ dan bütüne veya lafızdan anla­ ma doğru dikey bir sınıflama ile oluşturulmasından meydana ge­ len yüzeysel bir tefsirden ibarettir. LAFZÎ MÜTEŞÂBİH: (UJ)

    ince beyaz taş. Kur’ân’ın indiği dönemde vahiy metinleri için kullanıldığı ifade edilen bir tür yazı malzemesi.

    Kur’ân’ın aslı, özü. Kur’ân’da yer alan yedi hâmîm’e verilen özel bir isim. Söz konusu sûrelere ayrı­ ca “havâmîm” de denilmektedir.

    buna lian ya da “mülâ’ane” de­ nilmektedir. Lanetleşme anlamına gelen bir başka kavram da mübâheledir. Bu da aynı şekilde ta­ raflardan her birinin haksız olana Allah’ın la’netini istemesi demek­ tir. Nitekim bu husus, uIÂUj

    (_yL' “*111 (J-*A~9 Sunu bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara de ki: ge­ liniz sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı, biz de kendi çocuklarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine la’net dileyelim” (Al-i İmrân 3/61) âyetinde açık bir

    LÜGATÜ’L-KUR’ÂN

    Bu sûreler: Gâfir, Fussilet, Şûrâ, Zuhruf, Duhân, Câsiye, Ahkâf sûreleridir. Ortak özellikleri, tü­ münün Mekke’de inzâl edilmiş olması, istisnasız ilk âyetlerinin Kur’ân’ın Allah tarafından vahyedildiğinden söz etmesi, daha da önemlisi, Kur’ân’ın üç ana konu­ sunun yani ulûhiyyet, nübüvvet ve âhiretin, söz konusu sûrelerin konu itibariyle temel eksenini oluşturmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki,

    havâmîm için “lübâbü’l-Kur’ârı” teriminin kullanılması, onların, özellikle içerdikleri konular ba­ kımından Kur’ân’ın muhtevasını yansıtmış olmalarındandır. LÜGATÜ’L-KUR’ÂN: (jTâaJ)

    Kur’ân lügati. Kur’ân’da yer alan kelime ve kavramların manalarını açıklayan ve adı­ na “kelimâtü’l-Kur’ân” ya da “müfredâtü’l-Kur’ân” denilen Kur’ân sözlüklerinin ortak adı. (Bkz. Müfredâtü’l-Kur’ân) LÜGAVÎ TEFSİR:

    Kur’ân’ın dilsel özellikleri üze­ rinde durularak yapılan tefsir çeşidi. Buna “dilbilimsel” ya da “filolojik” tefsir de denilmektedir. Söz konusu tefsirin genel niteli­ ği, Kur’ân tefsirinde kelimelerin okunuşu, anlamı, yapısı ve cüm­ le içerisindeki dizilişi gibi dilbili­ min çeşitli alanlarını ilgilendiren problemler üzerinde durmasıdır.

    174

    TEFSİR TERİMLERİ

    Bu tür tefsire daha çok tedvin dönemi ve onu takip eden bir asırlık zaman dilimi içesinde rastlanılmaktadır. Kur’ân tefsirine yö­ nelik olarak bu dönemde yazılan eserlerin ortak niteliği, onların filolojik, yani dilbilimsel tefsirler olmalarıdır. Ortaya çıkmalarına etki eden iki önemli âmil vardır. Bunlardan biri, Kur’ân’ı doğ­ ru anlama gayreti, diğeri de dil çalışmalarında Kur’ân’an temel belirleyici kabul edilmesidir. Bu dönem müfessirleri özellikle garib, müşkil, mübhem ve mücmel kelimelerin Arap dilindeki anlam­ larını, etimolojik alan içerisindeki değişik formlarını, irab durumla­ rını ele almışlar, âyetlerin anla­ şılmasında anahtar konumunda olan bu sözcüklerin izahı için de zaman zaman eski Arap şiiriyle istişhadda bulunmuşlardır. Nâdir de olsa âyetlerin nüzûl sebeple­ ri, kırâatı ve neshi gibi konuların ele alındığı bu tür tefsirlerde, âyet ve sûre tertibine riâyet edildiği görülmekle birlikte, Kur’ân’ın her âyeti tefsir edilmemiş; ayrıca ele alınan âyetler de daha sonraki klasik dönem tefsirlerinde olduğu gibi bütün yönleriyle izah edilme­ miştir. Bu türden tefsir yazan mü­ fessirler arasında Mukatil b. Sü­ leyman (ö.150/767), Süfyânü’sSevrî (ö. 161/7779, Yahyâ b. Sellâm (ö. 200/815), Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ (ö. 207/823), Ebû

    SÖZLÜĞÜ

    Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ (ö. 210/827), Abdurrezzâk b. Hemmâm (ö. 211/828)’ın isimleri sayılmaktadır. LÜHÛNÜ’L-ARAB:

    LÜZÛMU MÂ LÂ YELZEM

    175

    (d^J

    yJI) Araptan işitildiği şekil­ de (semâî) muhafaza edilen tabiî sesler. Söz konusu sesler üzerinde herhangi bir değişiklik yapmak doğru değildir. Çünkü Kur’ân tilâvetinin boyutlarını, çizgisini ve doğrultusunu bu ses­ ler tayin etmektedir. Bu yüzden Kur’ân okurken sözü edilen ger­ çeğe titizlikle uymak, yani med ve kasırları belli ölçülere göre seslendirmek, ayrıca tecvid ku­ rallarını dikkatli bir şekilde uygu­ lamak gerekmektedir. LÜKNET: (a^UI) Telaffuzda pel­

    teklik, dilde tutukluk. 1) Kırâat terimi olarak bazı harfleri gerçek mahreçleri dışında farklı yerden telaffuz etme. 2) Belâgat terimi olarak da ibârede kelimelerin düzensizliğinden ileri gelen ve ancak kulak zevkiyle anlaşıla­ bilen kusur anlamında bir terim. LÜZÛMU MÂ LÂ YELZEM:

    (/»jL N L> pjl) Gerekli olmaya­ nı gerekli görme. Herhangi bir müfessirin, gerekli olmadığı hal­ de gerekliymiş gibi telakki ettiği hususlara tefsirinde yer vermesi, yani durumdan vazife çıkarması. Aşırı gramatik tahlillere, nasların

    tefsirine katkı sağlamayan bir takım şazz, mevzû ve müdrec kırâatlere, özellikle Kur’ân’a ve sahih sünnete ters düşen isrâlilî haberlere yer vermek gibi. Meselâ, âl -ujü Jli Slj Jlâ Ijja

    IÇU

    Iâl

    Musa, kavmineı Allah bir sığır kesmeni­ zi emrediyor, demişti de: (Onlar da) Bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. O da: Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım, de­ mişti” (Bakara 2/67) âyetinin yo­ rumu esnasında Taberî, İbnü’lCevzî, İbn Kesîr ve Süyûtî tefsir­ lerinde İsrâiloğullarından birinin amcasının kızma tâlip olup fa­ kirliği yüzünden olumsuz cevap almasının ardından amcasını öldürüp malına konmasıyla ilgili uzun bir kıssaya yer vermişlerdir. İşte bu ve benzeri hikâyeler ve (Jol

    hiçbir yararı olmayan açıklama­ lar lüzûm-i mâ lâ yelzem demek­ tir. Söz konusu terim edebiyatta da iki lafzın kafiyeli sayılması için sondaki tek harfin uyumu yeterli olduğu halde, şâirin bu kadarıyla iktifa etmeyip daha ileri boyutta bir harf uyumunu gerekli görme­ si anlamına gelmektedir.

    TEFSİR TERİMLERİ

    176

    MAHREÇ

    -M-

    terimiyle de ifade edilmektedir. Bunlar, Fâtihâ, En’âm, Kehf, Sebe’ ve Fâtır sûreleridir. Söz konusu sûrelerin ortak özellikleri, hepsinin Mekkî olması, söze Allah’a hamd ile başlamalan, muhtevâ itibariyle ulûhiyyet, nübüvvet ve âhiret gibi Kur’ân’ın üç ana konusunu teşkil etmiş olmalandır.

    Kalbedil-

    MAHREC: (C>JI) (ç. Mehâric)

    MAKLÛB:

    Çıkış yeri. Arap alfabesinde yer alan harflerin insanın boğa­ zından ve ağzından (ses yolun­ dan) çıktığı yer. Uygulanış bakı­ mından iki çeşittir. (1) Mahrec-i muhakkak: Harfin sesinin çıkar­ ken belirli bir mahrece temas ederek çıktığı yer. (2) Mahrec-i mukadder: Med harflerinde ol­ duğu gibi harfin sesinin belirli bir mahrece temas etmeden çıktığı yer. (Bkz. Mehâric-i Hurûf)

    İllet)

    miş, değiştirilmiş. Bir kelimedeki harflerin yerini değiştirmek sure­ tiyle ortaya çıkarılan yeni kelime. (yLâ) fiilinin maklûbunun (y^) olması gibi. Buna “taklib” de de­ nir. Ancak söz konusu iki maklûb kelimenin hangisi diğerinden kalb yoluyla dönüştürülmüştür, doğru­ su burada esasen bir problem bu­ lunmaktadır. Fakat Emin el-Hûlî: (y^i) veya (ylL) masdarlarının her ikisinde de keşfetmek, ortaya çıkarmak anlamı vardır; ancak (^) kelimesinde maddî, zâhirî (yiî) sözcüğünde ise manevî bir keşf söz konusudur, diyerek mânâ ile ilgili olması bakımından lafzının esasen Çü) kökünden tü­ remiş olduğunu ileri sürmektedir. (Hûlî, Emin, et-Tefsîr ma’â/imu hayâtihi ve menhecuhu’l-yevm, Mısır 1944, s. 5).

    MAKÂSÎRU’L-KUR’ÂN: (^,0.

    MAKTÛ’

    dİjill) Kur’ân bölümleri. Kur’ân’da Allah’a hamd ile başlayan sûrelerin ortak adı. Bu husus “hâmidât”

    Tâbiînin söz ve fiillerine dair rivâyet edilen haberler. İbn

    MAHREC-İ MUHAKKAK: (Bkz.

    Mahreç) MAHREC-İ MUKADDER: (Bkz.

    Mahreç) MA’HÛDÜ’L-KUR’ÂN: (Bkz.

    Âdetü’l-Kur’ân) MAKÂSIDÜ’Ş-ŞERİ’A: (Bkz.

    HADİS:

    Teymiyye (ö.728/1327)’ye göre

    SÖZLÜĞÜ

    MANTÛK

    177

    maktû bir hadisin muhtevasını oluşturan anlam üzerinde şayet tâbiiler ittifak etmişlerse, bu söz hüccet olarak kabul edilebilir. An­ cak ihtilâf halindeki görüşleri ise ne kendileri ne de kendilerinden sonrakiler için hüccet değildir. Bu durumda Kur’ân’a, sünnete, o da olmazsa Arap dilinin gene­ line müracaat edilmeli yahut da sahabenin o konudaki kanaati­ ne bakılmalıdır. (İbn Teymiyye,

    seni katıma yükselteceğim...” (Al-i İmrân 3/55) âyetinde yer alan (uLİyl) ve (dUilj) fiilleri arasında bazı müfessirlere göre takdim te’hir bulunmaktadır. Yani esasen anlam bakımından (ddilj) fiilinin (JjJjli)’ye nisbet-

    Mukaddime, s. 28-29) Konuyla ilgili genel yaklaşım da şöyledir. Tefsirde tabiîlerin görüşünü, an­ cak ictihâd edilmesi mümkün olmayan yerlerde almak gerekli­ dir. Bu da onların Ehl-i kitaptan nakletme ihtimalinin olmadığı durumlarda söz konusudur. Eğer Ehl-i kitaptan nakledildiği konu­ sunda herhangi bir şüphe olursa, o zaman bu tür rivâyetlere itibar edilmemelidir. Fakat tâbiîlerin itti­ fak etmiş oldukları görüşlerini alıp nakletmede herhangi bir sakınca yoktur, hatta bazı durumlarda bu gereklidir. (Zehebî, et-Tefsîr ve’lmüfessirûn, I, 128-129)

    sirler burada ma’kûs sanatının mevcut olduğunu ifade etmek­ tedirler.

    MA’KÛS: (^jSücJl) Ters çevril­

    miş, baş aşağı dönmüş. Herhangi bir metindeki kelime veya cüm­ leler arasında takdim yahut tehir yapılan söz anlamında bir terim. ' ' . s ' * 't * s& ' ' a . ^Jl

    ULsjju

    «ü)I JL5 SI

    “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, (sonra)

    le önceliği söz konusudur. Buna göre âyetin anlamı, “Ey İsa! Seni

    katıma yükselteceğim (ve orada) seni vefat ettireceğim” şeklinde­ dir. İşte bu anlayışta olan müfes-

    MAKÛLÜ’L-KAVL: (J^1 J^)

    Kavi sözcüğünden veya aynı kökten gelen bir başka kelime­ den sonra vâki olan kelâm. Jli

    “Çocuk şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı” (Meryem 19/30) âyetinde yer alan (li- Jl Üş ÛLS3I f»\) ifadesi, makûlü’l-kavldir. Bu hususun Kur’ân’da pek çok örneği bulun­ maktadır. MÂNÂ: (Bkz. Anlam) MANTÛK: (J>ıJl) Sözel an­

    lam, sözlü delâlet. İstidlâle gidil­ meden mücerret sözden anlaşı­ lan mana. Sözgelimi, “şu kitabı sattım” denilmesi durumunda istidlâle gidilmeksizin mücerret bir şekilde ortaya çıkan anlam

    MANTÛKÜ’L-KUR’ÂN

    gibi. Mantûk açık ve kapalı ol­ mak üzere iki kısma ayrılır. (1) Açık mantûk: Lafzın gönderiliş maksadına uygun olarak delâlet ettiği mana demektir. Meselâ, IL5 zS I j

    (V-SCbJ Jt-SÜL

    TEFSİR TERİMLERİ

    178

    JJI

    l_ ~

    “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kı­ lındı. Umulur ki korunursunuz” (Bakara 2/183) âyetini oluşturan lafızların, söz konusu nassın gön­ deriliş amacına delâlet etmesi gibi. Zira, Yüce Allah sözü edilen âyette orucu Hz. Peygamberin ümmetine farz kılmayı murad et­ miş; bunu da ilgili anlamın kolay­ ca anlaşılması için sözü, delâlete uygun bir tarzda beyân buyur­ muştur. (2) Kapalı mantûk: Laf­ zın kendisi için vazedilmediği an­ cak iltizâm yoluyla (bağlayıcılık) delâlet ettiği hükümdür. Meselâ, “...Onların örfe uygun olarak giyim ve beslenmeleri babaya aittir...” (Bakara 2/233) âyeti, il­ tizâm yoluyla çocuğun babasına nispet edileceğine delâlet etmek­ tedir. MANTÛKÜ’L-KUR’ÂN:

    ( oLSJı Çi—ll e-l>- jl “Müjdeci gelince, gömle­ ği onun güzüne koyar koymaz (Ya’kûb’un) gözleri açıldı...” (Yûsuf 12/96) âyetinde yer alan (jl) bilindiği gibi ziyâde olarak kabul edilmektedir. Söz konusu ziyâdenin (llii)’dan sonra (^) fiilinden önce zikredilmiş ol­ ması da, Yûsuf (as)’un kuyuya

    MECAZ

    atılmasıyla gömleğinin babasına getirilmesi arasında geçen süre­ nin uzunluğuna işaret etmekte­ dir. Dolayısıyla ziyâde olarak ge­ tirilen söz konusu edat, cümlenin anlamına katkı sağlamış olmak­ tadır. Kelimenin kalıbı değiştiri­ lerek ortaya çıkan duruma, “Lâkin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları güç ve kudretimize lâyık bir şekilde yakaladık” (Kamer 54/42) âyeti örnek olarak verilebilir. Çünkü burada yer alan (jjüli) kelimesi esasen Çaî) kökünden “ifti’âl” kalıbında ism-i fâildir. (5Â5) ‘nin sülâsiden ism-i fâili ise (y>\î) şeklindedir. Ancak (yü^) keli­ mesi, anlam itibariyle (yli)’den daha belîğ bir mana ifade ettiği için burada zikredilmiştir. Çün­ kü (>li) kudretli olan; (>ûiQ ise kudretinin gerektirdiği şeyi mut­ lak olarak yerine getiren demek­ tir. O halde ( ) kelimesi zaten (yli)’in anlamını da içerisine al­ maktadır. Ancak Çili)’in böyle bir özelliği söz konusu değildir. ljAj ...Temizle­ ninceye kadar onlara (eşlerinize) yaklaşmayın...” (Bakara 2/222) âyetini de mebnânın üçüncü özelliğine yani tad’îfe örnek ver­ mek mümkündür. Zira bu âyette yer alan (y^L) fiili, mütevâtir bir

    kırâatte (d/4X) “Yettahharne” şeklinde de okunmaktadır. Bu da

    TEFSİR TERİMLERİ

    180

    tahfifti olarak (d^L') okuyanlara

    göre farklı bir anlam ifade et­ mektedir. Buna göre (ü%lu) fiili, kadından hayz kanının kesilme­ si, diğeri ise kanın kesilmesinden sonra kadının guslederek temiz­ lenmesi anlamına gelmektedir. (Bkz. Nesefî, Medârik, Beyrut 2008, I, 185) O halde söz ko­ nusu fiili, tad’îfli (şeddeli) olarak okuyanların kırâatına göre orta­ ya çıkan anlam diğeri üzerine bir ziyâdeliği ifade etmektedir ki, o da gusletmektir. (Ahmed Sa’d elHatîb, Mefâtîhu’t-tefsîr, II, 755). MECÂZ:

    Bir yeri yürü­

    mek suretiyle geçme, yol katetme. Gerçek anlamın kastedilmesine engel olan bir karine ve bir alâkanın varlığı sebebiyle bir ke­ lime ya da terkibin gerçek anlamı dışında başka bir anlamda kulla­ nılması. Buna göre mecâzî bir an­ lama gitmenin iki temel gerekçesi söz konusudur. (1) Aslî manayı engelleyici bir karînenin bulun­ ması, (2) Lafzın ilk konulduğu an­ lamın dışında başka bir manada kullanılmasına vesile olacak bir münasebetin yer alması. MECÂZ-I AKLÎ: (^1 jL>JI) Bir

    bütünü zikrederek onunla cüz’ü, yahut da cüz’ü zikrederek onun­ la bütünü kastetme sanatı. Me­ selâ, “...O münafıklar

    SÖZLÜĞÜ

    MECÂZ-I MÜRSEL

    181

    yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulak­ larına tıkarlar...” (Bakara 2/19) âyetinde bütünün zikredilip, cüz’ün kastedilmesi şeklinde bir mecaz bulunmaktadır. Çünkü âyette parmak uçları (enâmil) yerine parmak (esâbi’) kelimesi kullanılmıştır. Bu da parmağın tamamını ifade eden “esâbi”’ isminin, onun kendi cüz’üne verilmesi demektir. Âyette böyle

    âyetinde bu anlamda bir mecâz vardır. Görüldüğü gibi burada “ticâret” fâildir. Ama ticaretin ka­

    bir mecâzın yer alması da, onda esasen hakikat anlamını engelle­ yici bir karinenin bulunmuş ol­ masındandır. Cüz’ün zikredilip onunla bütünün kastedilmesi tarzındaki mecâza gelince, buna da l “...Bir boynu hür­ riyete kavuşturmak gerekir...” (Mâide 5/89) âyeti örnek olarak zikredilebilir. Zira bu âyette bo­ yun anlamını ifade eden “rakabeh” den maksat, kölenin şah­ sıdır ve söz konusu lafız kölenin hürriyete kavuşturulmasını ifade etmektedir.

    ^Jl) Alakası benzerlik dışında bir şey oyan mecâz. Burada söz konusu edilen alaka da cüz’iyyet, külliyet, sebebiyet, müsebbebiyyet, mahalliyet, halliyet, âliyyet, umûm-husus vb. gerekçelerden ibarettir. Meselâ ÇJj Iju eÇ “Ebû Leheb’in iki eli kurusun” (Tebbet 111/1) âyetinde bu an­ lamda bir mecâz söz konusudur. Çünkü ilgili ifadede bedenin bir parçası olan eller zikredilmiş, ancak onlarla beden kastedil­ miştir. Buna göre âyetin anlamı, Ebû Leheb helâk olsun demek­ tir. Aynı durum, jl IL^ÎIŞ oSLlgi o-Juj j-jsc Ey iman edenler eğer siz Allah ’ın di­ nine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar” (Muhammed 47/7) âyetinde de mevcuttur. Nitekim burada da “ayaklar” zikredilerek onunla insanın kendisi kastedil­ miştir.

    MECÂZ-I

    LÜGAVÎ:

    (jUl

    j ... Ancak onların bu ticareti kazançlı olma­ mış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir” (Bakara 2/16)

    zançlı olup olmaması, asıl itiba­ riyle onu yapan insana bağlıdır. Dolayısıyla “onların bu ticaretleri kazançlı olmamış” sözü esasen “onlar, bu ticaretlerinde kazanç­ lı olmamışlardır” manasını ifade etmektedir. MECÂZ-I

    MÜRSEL:

    (jL^JI

    MECÂZÜ’L-KUR’ÂN

    MECÂZÜ’L-KUR’ÂN: (öT>! jl~)

    Kur’ân-ı Kerîm’deki mecâzî lafız­ ların tefsirini konu alan ilim dalı ve bu dalda yazılan eserlerin or­ tak adı. Bilindiği gibi Kur’ân’da tek bir lafızla aynı zamanda hem mecâzî hem de hakiki anlam kas­ tedilmez. Zira, herhangi bir lafız zikredildiğinde ondan ilk anlaşılan mana hakiki manadır. Ancak me­ câzî anlamı gerektirecek bir karîne yahut da bir alaka bulunursa, o takdirde de lafız mecâza hamledilebilir. Tabiatıyla bu durumda da hakiki anlam artık söz konusu edilmez. Dilde varlığı inkâr edile­ meyen mecâzın Kur’ân’da mev­ cut olup olmadığı tartışmalıdır. Kur’ân Arap dilinin kurallarına ve ifade şekillerine uygun ola­ rak geldiğinden mecâz, istiâre, kinâye, teşbih, temsil, telmih ve hazif gibi dil olguları ile edebî sa­ natların Kur’an’da da yer alması tabiidir. Bu gerekçelerle dilcilerin ve İslâm âlimlerinin çoğunluğu Kur’an’da mecâzın varlığını kabul etmiştir. Mecâzü’l-Kur’ân terkibi­ nin bir Kur’ân ilmi olarak ilk defa kimin tarafından kullanıldığı ke­ sin olarak bilinmemekle birlikte, Kur’ân’daki mecazlar üzerine ya­ pılan çalışmalar veya Kur’ân’daki mecazlara dikkat çeken eserler çok eski zamanlara gitmekte­ dir. Bu konuda Halîl b. Ahmed, Sîbeveyhi, Ebû Zeyd el-Kureşî. Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû

    TEFSİR TERİMLERİ

    182

    Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ gibi dilcilerle Mu’tezile âlimleri ve Özellikle Câhız önde gelmektedir. Mecâz kelimesinin terim olarak ortaya çıkmasının IV. (X.) yüz­ yıla kadar uzandığını ileri süren İbn Teymiyye’ye göre Kur’ân la­

    fızlarını hakikat-mecâz ayırımına tâbi tutanlar arasında ilk dönem tefsir, hadis, fıkıh, dil ve nahiv âlimlerinden hiçbiri yer almamış; mecâz kelimesi ilk defa Kur’ân’la ilgili olarak Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ tarafından kulla­ nılmıştır. Ancak Ebû Ubeyde’nin mecazla kastettiği şey hakikatin karşıtı değil; “izah, tefsir, te’vil ve meal” anlamındadır. (Bkz. Birışık, Abdülhamit, “Mecâzü’l-Kur’ân”, DİA., Ankara 2003, XXVIII, 223

    vd.) MECHÛRE:

    Açıklan­

    mış, ortaya çıkarılmış. Kendisin­ de cehr sıfatı bulunan harfleri harekeli olarak telaffuz ederken, nefesin hapsolunması. Mechûre mehmûsenin zıddıdır. MED: (xJI) Arttırmak, ziyade et­ mek. Bir harekeli harfin önün­ de yer alan ve harfin harekesi türünden olan bir med harfiyle harfin sesinin harekesi yönünde uzatılması. MEDDÜ’L-FARK: (J>JI jl.) Ha­

    berle istifhâmın arasını ayıran med. jî “..De

    SÖZLÜĞÜ

    183

    ki: O bunların erkeklerini mi, di­ şilerini mi haram etti...” (En’âm 61/43) âyetinde yer alan ( sözcüğünün telaffuzundaki med­ de olduğu gibi. MEDENÎ: ÇyJiJl) Medine’de inen

    âyet ve sûrelere verilen isim. Ya­ hut hicret sonrası nâzil olan Kur’­ ân âyet veya sûrelerini ifade et­ mek üzere kullanılan bir terim. MEDİNE TEFSİR MEDRESESİ:

    (dy^l^^dd-yio) Medine’nin en büyük din bilginlerinden biri olan Ubey b. Ka’b (ö.30/650)’ın Me­ dine’de kurmuş olduğu medrese. Medine Hz. Peygamber (sav)’in İslâm Dini’ni yaymak üzere hic­ ret ettiği ve bilhassa ahkâmla il­ gili âyetlerin inişine sahne olan mübarek bir beldedir (Belde-i tayyibe). Sahâbiler bu şehirde kaldıkları müddetçe kendilerin­ den sonra gelenlere Allah’ın ki­ tabını ve Hz. Peygamber’in sün­ netini öğretmeye çalışmışlardı. İşte Ubey b. Ka’b da bu amaçla

    söz konusu medreseyi kurmuş­ tur. Onun tedris halkasında ye­ tişen en meşhur öğrencileri ara­ sında Ebu’l-Âliye (ö.90/709), Muhammed b. Ka’b el-Kurazî (ö. 118/736), Zeyd b. Eşlem (ö. 136/753)’in isimleri sayılabilir. MEFHÛM:

    j$ÂJI) Söz dışı an­

    lam, sözsüz delâlet, sözün çağ­ rıştırdığı mana. Bir lafzın, sözde

    MEFHÛM-İ MUHALEFET

    zikri geçmeyen ve ifade edilme­ yen bir şeyin hükmüne delâlet etmesi. Sözgelimi, dÇlj aJJ dÇl “Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dile­ riz” (Fâtiha 1/5) âyetinde olduğu gibi. Zira bu âyette esasen yalnız Allah’a ibâdet edileceği ve ancak O’ndan yardım isteneceği ifade edilmiştir. Bu anlam onun mantuk olarak ortaya koymuş olduğu anlamdır. Ancak bunun yanında âyetin bir de sözsüz delâlet yo­ luyla ifade ettiği bir anlam vardır ki, o da, Allah’tan başkasına asla ibâdet edilmeyeceği ve O’ndan başkasından asla yardım isten­ meyeceğidir. İşte bu mantukun çağrıştırmış olduğu bir manadır ki, aslında söz konusu nassın mefhûmu da budur. MEFHÛM-İ MUHALEFET:

    Uil^JI) Bir ifadede yer almayan mananın, sözün konusu olan anlama aykırı olması. Başka bir ifade ile lafzın sükut ettiği şeyin, mantûk ve mezkûr olan şeye varlık ya da yokluk bakımından hükmen muhalif olması. Meselâ,

    U-loi _jl ÂlL Öl “to-daj De ki: bana vahyolunanda leşten, akan kandan - yiyecek kimseye haram kılınmış- başka bir şeyin haram olduğunu görmedim...” (En’âm 6/145) âyetinde yer alan kan (Lo) lafzı, akan (U-^dd)

    MEFHÛM-İ MUVÂFAKAT

    vasfıyla kayıtlanmıştır. Bunun mefhum-i muhâlifi akmayan kandır. Görüldüğü gibi söz konu­ su âyet, içerdiği lafızlar itibariy­ le akan kanın haram olduğunu açıkça bildirmektedir. Dolayı­ sıyla âyet bu anlamın yanında mefhûm-i muhâlifiyle de akma­ yan kanın helal olduğuna delâlet etmektedir. Böyle olduğu içindir ki, karaciğer ve dalak içinde bu­ lunan kan haram sayılmamıştır. MEFHÛM-İ

    MUVÂFAKAT:

    Hükmün mantûka, yani lafza uygun olması. Buna “delâleti)’n-nass” da denir. İki (âüIjJI f

    kısma ayrılmaktadır. (1) Fahvâlhitâb: Bir sözde ifade edilmeyip sükût edilen şeyin mantûka, yani nassın lafzına varlık ya da yokluk açısından uygun olmasına denir. Sözgelimi, ûî LÇ) “...On­ lara [ebeveyne) öf bile deme!..” (İsrâ 17/23) âyetinde olduğu gibi. Zira burada esasen âyetin mantukunda olmayan fakat an­ lamına uygun düşen husus söv­ me ve dövme gibi diğer olumsuz eylemlerin de haram kılınması­ dır. Çünkü en küçük davranış biçimi yasaklanınca -mantukta söz konusu edilmese de- on­ dan daha büyük olumsuz dav­ ranışların yasak olduğu âyetin mefhûm-i muvâfakatından an­ laşılmaktadır. (2) Lahnü’l-hitâb: Bu da hükmün mantukta olduğu

    184

    TEFSİR TERİMLERİ

    gibi mefhûmda da aynı seviyede sabit olmasıdır. Jl^î 6jkt -l Jjj 41)1

    (Udjbr jcb “Al­ lah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, der­ ken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar...” (Zümer 39/23) âyetinde geçen (^lû) kelimesi de tekrarlanan anlamındadır. Bu kelime ayrıca âyet sayısı yüzden az olan sûrelere isim olarak ve­ rilmektedir. En yaygın kullanımı “es-Sebu’l-mesânî” şeklindedir. (Bkz. es-Sebu’l-mesânî MESEL: (JiJI) (ç. Emsal) Bir şe­

    yin eşi, benzeri, önerme, hikâye, delil, hüccet. Vaktiyle bir olay ve tecrübe münasebetiyle söylen­ miş olup “ata sözü” diye dilden dile dolaşan güzel söz. Başka bir ifade ile belli bir kaynaktan çıkmış olmakla birlikte zaman­ la yaygınlaşarak halka mal olan anonim özdeyiş.

    MESH

    MESH: (£~uJI) Bir insanın veya

    toplumun hayvan sûretine dö­ nüştürülmesini ifade eden bir terim. Söz konusu sûrete dönüş­ türülen insana da mesîh (^~L!l)

    denilmektedir. Müfessirlere göre Mesh manevî olduğu gibi sûrî yani şeklî de olabilir. Manevî mesh, ahlâkî düşüklük doğuran değişme; sûri olan ise ahlâkilikle birlikte maddî ya da cismâni bir değişme anlamına gelir ki, buna hakiki mesh denilmektedir. Böyle bir değişime uğrayanlarda üreme söz konusu değildir. Geçmiş üm­ metlerde özellikle İsrâiloğulları

    hakkında bu tür bir meshden söz edilmektedir. Kur’ân, Yahudilerin yaptıkları zulümlerden, kötülükleri alışkanlık haline ge­ tirmelerinden, yasaklardan sırf kibirlenmeleri sebebiyle vaz­ geçmemelerinden dolayı meshedildiklerinden, yani maymun sûretine döndürüldüklerinden söz etmektedir. lüJ “Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şey­ lerden vazgeçmeyince onlara: Aşağılık maymunlar olun! De­ dik” (A’râf 7/166). Kur’ân ayrıca bu konuyu, -^5

    do>3 “içinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar

    olun! dediklerimizi elbette bil­ mektesiniz. Biz bunu (maymun­ laşmış insanları), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık” (Bkz. Ba­ kara 2/65-66) âyetlerinde de dile getirmektedir. MESÎH: (Bkz. Mesh) MESÎH: (^~JI) Hz. İsâ’nın la­

    kabı. Mesih kelimesi Kur’ân’da 9 âyette geçmektedir. İlk geç­ tiği yer, iıl dİ û^y^bl cr^J

    TEFSİR TERİMLERİ

    190

    MESÎH

    i5d*>Ul eJL SI Ükül (_?

    “Melekler demişlerdi ki: Ey Mer­ yem! Allah sana kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Mer­ yem oğlu İsa’dır. Mesih’tir; dün­ yada da, ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır” (Nisâ 3/45) âyetidir. Söz konusu âyetin tefsirinde mü­ fessirler mesîh kelimesiyle ilgili olarak şu beyanları nakletmişlerdir. Mesih kelimesi Hz. İsâ’nın

    lakabıdır; hem İbrânice hem de Ârâmice’de “sıvazlanmış” anla­ mına gelmektedir. İsrâiloğulları geleneğinde hükümdarlık göre­ vine gelen bir şahsa, göreve baş­ lamadan önce kâhin tarafından kutsal yağ sürülmektedir. İşte Mesîh, bu yağ kendisine sürülen kıral ya da hükümdara bir un­ van olarak verilmektedir. (Bkz.

    Zemahşerî, Keşşâf, I, 189; Reşîd Rızâ, Menâr, III, 305). Muhammed Abduh da Mesîh lafzını, “toplumu dinin gerçek amaçla­ rına yönlendiren ve haksızlıkları ortadan kaldıran” anlamında de­ ğerlendirmenin daha uygun ola­ cağını ileri sürmektedir. (Reşid Rızâ, Menâr, III, 305). Söz konu­ su kelimenin ayrıca mübarek ve kutlu anlamına geldiği de ifade edilmektedir. MESLEK: (dUu~Jl) yol, gidiş sis­

    tem. 1) Kırâat öğretiminde kulla­ nılan sistem, metod. Sözgelimi, infirâd yani Kur’ân’ı tek bir kıratı esas alarak okuma ve İndirâc, on kırâate göre okuma mesleği gibi. 2) Bir kimsenin çalıştığı sürekli bir iş kolu. 3) Bir bilim veya sa­ nat dalında ortaya konulan farklı yol, çığır, ekol. ME’SÛR TEFSİR: (Bkz. et-Tefsir

    bi’l-me’sûr) MEŞHUR KIRÂAT:

    Ssljüh)

    Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uy­ gun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan; ancak gördüğü kabul ile kırâat âlim­ leri arasında şöhret bulmuş kı­ raatler. Ebû Ca’fer, Ya’kûb ve Halef’in kıraatleri bu grupta

    SÖZLÜĞÜ

    ele alınmaktadır. Söz konusu kırâatleri Ebû Bekr el-Isfahânî en-Nisâbûrî (Ö.381/992) tesbit etmiştir. Söz konusu âlimin tesbitine kadar sadece yedi mütevâtir kıraat okutuluyordu. Ancak bu üç kırâatın tespitinden sonra kırâatler ona ulaşmış ve o günden sonra kırâatler indirâc tarîkiyle “kırâat-ı aşere” adı altın­ da okunmaya başlamıştır. (Bkz. Demirci, Muhsin, Tefsir Usûlü, İstanbul 2011, s. 130 vd). MEVÂLÎ: (JI^JI) (t. Mevlâ) Azat­

    lı köleler, efendiler, mirasçılar. Kölelikten azat edilmiş olmak­ la birlikte kendilerini ilme vere­ rek, özellikle tefsirde temayüz etmiş tâbiûn müfessirlerini ifade etmek üzere kullanılan bir te­ rim. Bu zatlar, esasen ashâb-ı kirâmın azatlı köleleridir. Mese­ lâ İkrime İbn Abbâs’ın, Zeyd b. Eşlem Hz. Ömer’in, Mücâhid b.

    Cebr Benî Mahzûm’un mevlâsı idi. Ayrıca, Atâ b. Ebî Rabâh ve Irak re’y medresesine mensup tâbiîlerin çoğunun da mevâliden olduğu bildirilmiştir. Hatta tâbi­ ûn dönemi alimlerinden Mesrûk (Ö.63/683), Şurayh (Ö.85/704), Said b. el-Müseyyeb (Ö.94/712) ve benzeri bazı âlimler dışında diğerlerinin tümünün mevâliden olduğu bile iddia edilmektedir. Tâbiûn döneminde yetişen müfessirlerin mevâliden oluşunu

    191

    MEVHİBE

    İbn Haldûn (Ö.808/1405), be­ devîliğin ve ümmîliğin Araplarda hâkim bir unsur olmasına bağlamaktadır. Bu konudaki görüşü özetle şöyledir: Araplar başlangıçtan beri kendilerinde bedevîlik ve sâdelik hâkim olan ve Kur’ân’ın da haber verdiği gibi okuma yazması olmayan (ümmî) bir toplumdur. Onlar, İslâm dini geldikten sonra an­

    cak okuyup yazmaya başladılar. Fakat bunu bir te’lif sanatı haline getiremediler. Kur’ân ve sünnet­ ten öğrendiklerini hâfızalarında tutup genellikle şifâhî yolla nak­ lediyorlardı. Özellikle Hulefâ-yi

    Râşidin’den sonraki dönemlerde siyaset ve devlet yönetimine aşırı düşkün olmaları onların ilim ve sanatla meşgul olmalarına en­ gel olmuştu. İşte bu sebeplerden

    dolayı tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve diğer ilimlerle meşgul olmak, kendilerine “a’cemî” ve “meuâ/î” gibi isimler verilen bu gayr-i Arap unsurlara kalmıştı. (Bkz. İbn Hal­ dûn, Mukaddime, s. 343-345). MEVHİBE: (Ây^l) Bildiği ile

    amel eden kişilere Allah tarafın­ dan bağışlanan vehbî bilgi. Bu hususta Kur’ân’da yer alan bazı âyetlere göre söz konusu bilgi türü şartlar yerine getirildiğinde Allah tarafından insanlara ih­ san edilmektedir. İl İl “...Allah’a karşı gelmekten

    sakının. Allah size gerekli olanı 4tl' öğretir...” (Bakara 2/282); I^ÎÇ

    _j3

    TEFSİR TERİMLERİ

    192

    MEV’İZA

    jA*jj

    jv-SLt’

    jJlSGj

    jJdil “Ey iman edenler! Siz Allahı sayar haramlardan sakı­ nırsanız, Allah size hakkı batıl­ dan ayırd edecek bir anlayış kuv­ veti verir, sizin günahlarınızı ör­ ter, sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir” (Enfâl 8/29); 4)1 ı_ —CLGaî “...Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemedi­ ği yerden rızık verir...” (Talak 65/2-3) gibi âyetler, bunlardan bazılarıdır. MEV’İZA: (îüpjJl) Nasihat, öğüt.

    Kur’ân’ın isimlerinden biri, lûi oL> Bu (Kur’ân), bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür” (Âl-i İmrân 3/138) âyetinde gö­

    rüldüğü gibi. Zira söz konusu te­ rim, burada Kur’ân’ın hem ismini hem de vasfını göstermektedir MEVKUF HABER: (ö>^JI ^Jl)

    Sahâbeden gelen haber. Sahâbe sözü. Bu kavram, hükmen merfu kabul edilen rivâyetler dışında sahâbenin naklettiği her türlü haber için söz konu­ su edilmektedir. Bu tür haber­ lere ayrıca “mevkuf hadis” de

    denilmektedir. Mevkuf haberler sahâbîlerin bilgi birikimine da­ yanan ve ictihâdın mümkün ol­ duğu alanlara ait haberlerdir. Bu yüzden söz konusu nitelikteki be­ yanların bağlayıcılığı konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. İslâm bilginlerinin bir kısmına göre sahâbîlerin mevkûf haberlerini almak vâcip değildir. Çünkü onların bu tür rivâyetleri ictihâda dayanmaktadır. Müctehid de doğruyu bulabileceği gibi hata da yapabilir. Buna mukabil bir grup ilim adamı da mevkûf ha­ dislerin tefsirde kullanılmasının gerekli olduğu görüşündedir. Çünkü sahâbilerin bu bilgileri, Hz. Peygamber’den işitmiş veya sorup öğrenmiş olma ihtimalle­ ri vardır. Ayrıca nakledilen bu haberler herhangi bir sahâbinin bireysel görüşü de olsa, onun isabet şansı daha fazladır. Çün­ kü Kur’ân ashâbın diliyle inmiştir ve yirmi küsur yıl boyunca onlar Hz. Peygamber’den bilgi ve feyz alarak, Kur’ân’ın derûnî manala­ rına nüfuz etmişlerdir. MEVKÛF HADÎS: (Bkz. Mevkûf

    haber) MEVSÛKİYYETÜ’L-KUR’ÂN:

    (jfüyy>) Kur’ân’ın hiçbir te­ reddüde yer bırakmayacak şe­ kilde güvenilir bir kitap olduğunu ifade eden bir terim. Kur’ân-ı

    SÖZLÜĞÜ

    193

    Kerîm Yüce Allah tarafından el­ çisi vasıtasıyla Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla indirilmiş İlâhî bir kitaptır. Yeryüzüne indirildiği andan itibaren ezberlenmiş, ya­ zılmış, okunmuş, her türlü tahrif ve tağyirden korunmuş ve zama­ nımıza kadar da tevâtüren nakledilegelmiştir. Bundan dolayıdır ki, dünyanın her tarafında aynı metin okunmaktadır. Bütün bun­ lar gösteriyor ki, Kur’ân semâvî kitaplar arasında orijinalitesi hiç bozulmayan ve kıyamete ka­ dar da asla bozulmayacak olan yegâne kitaptır. Bundan dola­ yı o, yeryüzünün en güvenilir semâvî kitabıdır. MEVRİD-İ NASS: (_^JI ^) Nas-

    sın bulunduğu alan. Hakkında nas bulunan konu. “Meurid-i nasta içtihada mesağ yoktur”, yani hakkında nas bulunan bir konuda ictihât etmek câiz değil­ dir, sözünde olduğu gibi. MEVZİÎ TEFSİR:

    Âdi)

    Herhangi bir müfessirin Kur’ân’daki sûre sıralamasını esas alarak her âyeti, mevcut terti­ be göre birer birer ele alıp tef­ sir etmesi. Bu tefsir yöntemine “parçacı” yahut “atomcu” tefsir de denilmektedir. Söz konu­ su yöntemi uygularken müfessir, başından sonuna kadar Kur’ân’ın sûre tertibine göre

    MEVZİÎ TEFSİR

    hareket ederek, onun bölüm­ lerini ve her bölümü oluşturan müstakil naslarını belli metodlara göre tefsir etmeye çalışmak­ tadır. Bu tefsir akımı öncelikle şifâhî dönemde kendini gös­ termeye başlamış daha sonra da Kur’ân tefsirinin tedviniyle birlikte yazıya geçirilmiştir. Yani Hz. Peygamber (sav), ashab ve tâbiûn dönemindeki müfessirler Kur’ân’ı ihtiyaç anında, daha çok herhangi bir sual üzerine parça parça tefsir etmişler; ted­ vin dönemiyle birlikte de o za­ mana kadar yapılan açıklamalar temel teşkil etmek üzere sonra­ ki tefsir birikimleri Mushaf’taki sûre tertibine göre bir araya getirilmiştir. Böylece Kur’ân’a yönelik açıklamalar, ilk müdevven tefsirleri kaleme alan müfessirlerin filolojik (dilbilimsel) tefsirleriyle su yüzüne çıkma­ ya başlamış; ardından da hicri üçüncü asrın sonlarına doğru Taberî (ö.311/922) yazdığı “Câmiu’l-Beyân fi te’vîli’l-Kur’ârı” adlı muhteşem tefsiriyle parçacı, atomcu yaklaşım tarzını en mü­ kemmel şekline kavuşturmuştur. Bundan sonra da yaklaşık on iki asır boyunca bu yönelişin seme­ releri, değişik tefsir akımlarının faaliyetleri kapsamında ortaya çıkmıştır. Kur’ân metninin in­ dirildiği dönemin tarihi, edebî ve sosyal şartları konusunda

    MEVZÛ KIRÂAT

    TEFSİR TERİMLERİ

    194

    bilgi vermesi ve klasik müfessirlerin mantalitesini, bilgi kaynak­ larını, geçmiş tarihi şartları ve her yorumun tarihi olması do­ layısıyla bu yorum sahiplerinin Kur’ân’ı anlama düzeylerini öğ­ renmemize yardımcı olması gibi sebeplerden ötürü, bu yöntem de tefsir ilmi açısından oldukça önemlidir.

    haliyle Hz. Peygamber’e isnâdı da söz konusu değildir. Böyle olunca onun Ebû Hanife ta­ rafından okunmuş olması asla düşünülemez. O halde denile­ bilir ki, bu kırâat hicrî dördüncü asırda uydurulup, insanların gü­ venini kazanmak için de meşhur bir âlime isnâd edilen mevzû bir kıraattir.

    ÂSÎ^Jl)

    MEYÂDÎNÜ’L-KUR’ÂN: (^L,

    Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma kırâat. Buna apokrif kırâat da denir. Muhammed b. Ca’fer elHuzâî (ö.408/1017)’nin, İmam

    öf-jÂİl) Hurûf-ı mukattaa’dan olan ÇJl), (Jl), (^l) ile başlayan sûrelerin ortak adı.

    MEVZÛ KIRÂAT:

    Ebû Hanife (ö.l50/767)’ye isnad etmiş olduğu, am! UÎI ojLp Fâtır Sûresi’nin 28. âyetindeki “Allah” lafzının ötre olarak okunması şeklin­ deki kırâat teşkil eder. Bu oku­ yuşa göre söz konusu âyet, “... Allah, âlim olan kullarından korkar...” tarzında bir anlam kazanmış olur. Halbuki “Allah” lafzının mansup olması şeklin­ deki mütevâtir kırâatlere göre âyetin manası, ‘‘...Allah’tan, kulları içinde ancak âlim olanlar korkar...” şeklindedir. Dolayısıy­ la merfû şeklindeki kırâatte her ne kadar gramatik yönden ve ana Mushaf’ın yazısına uygun­ luk bakımından bir sıkıntı söz konusu olmasa da, anlam bakı­ mından problemlidir. Ayrıca bu

    MEZÂHİBÜ’T-TEFSÎR: (Bkz. Tef­

    sir Ekolleri) MEZHEBİ TEFSİR:

    İslâm’ın birinci asrından itibaren gerek dinî gerekse siyasî gerek­ çelerle ortaya çıkmaya başlayan bazı mezheplerin kendi anla­ yışları doğrultusunda yaptıkları Kur’ân tefsiri. Bu tefsir tarzına “kelâmî tefsir” de denilmek­ tedir. Kaynakların belirttiğine göre Hz. Peygamber zamanında müslümanlar arasında herhan­ gi bir ihtilaf söz konusu değildi. Çünkü anlaşmazlıklarda tek ha­ kem Allah Resûlü idi. Ancak Hz, Peygamber’in vefatından sonra durum değişti ve müslümanlar arasında birtakım ihtilaflar baş göstermeye başladı. Bu ihtilaflar arasında kelâmî konular da ye­ rini aldı. Özellikle Hz. Osman’ın

    SÖZLÜĞÜ

    son dönemlerindeki olayların yol açtığı Cemel ve Siftin savaş­ ları kelâmî ayrılıkların çekirdeğini oluşturdu. Zira söz konusu savaş­ lardan sonra sistemli olmasa da iman-küfür sınırı sorgulanmaya, kader ve büyük günah işleyen­ lerin dini durumu gibi konular tartışılmaya başlandı. Bunun so­ nucunda Hâricî, Mürcie, Şia ve Mu’tezile mezhepleri ortaya çıktı. Bu süreçte söz konusu mezheple­ re karşı bir tepki olarak Eş’ariyye ve Mâtüridiyye ekollerinin oluş­ turduğu Ehl-i sünnet mezhebi de doğdu. İşte İslâm’ın birinci asrından itibaren ortaya çıkma­ ya başlayan bu mezhepler, tefsire hız veren etkenlerin başında yer almış oldu. Çünkü her mezhep Kur’ân’a dayandığı oranda güçle­ niyor ve taraftar topluyordu. Bu­ nun için mezhepler kelâmî görüş­ lerini sistematik bir hale getirmek için tefsire öncelik veriyorlardı. Ancak Ehl-i sünnet gibi bazı mez­ hepler Kur’ân’ı esas alarak ortaya koyacakları ilkeleri ondan çıkarır­ ken, Mu’tezile ve Şia gibi bir kı­ sım mezhepler de kendi görüşle­ rini asıl alıp, Kur’ân âyetlerine bu çerçevede yaklaşıyorlardı. el-MEZHEBÜ’L-KELÂMÎ:

    çjûJI) Herhangi bir sözü ya da fikri delillendirmede kelâmcıların metodunu kullan­ ma. liİLÂJ 4)1 53 “Eğer

    195

    MİHNE

    göklerde veyerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de (gökler ve yerler) bozulup gitmişti” (Enbiyâ 21/22) âyetinden yorum yoluyla sonuçlar çıkarılırken kullanılan üslup gibi. Bilindiği gibi bu âyet bize zorunlu olarak göklerde ve yerde herhangi bir bozulmanın olmayacağını beyan etmektedir. O halde bu önermenin doğal sonucu da bizi göklerde ve yer­ de Allah’tan başka ilah olmadığı fikrine götürmektedir. İşte kelam

    âlimlerinin bu istidlâl yöntemleri­ ne el-mezhebü’l-kelâmî adı veril­ mektedir. MEZHEBÜ’S-SAHÂBÎ: (Bkz.

    Sahâbî kavli) MISIR TARÎKİ: (Bkz. Şâtıbiyye

    tarîki) MİHNE:

    Sınamak, dene­

    mek, işkence etmek, zorluğa düş­ mek, şiddet, sıkıntı, belâ, eziyet, zahmet. İslâm bilginleri arasında “halku’l-Kur’ân” iddiası etrafın­ da çıkan tartışmalar sonucun­ da uygulanan tehdit ve işkence neticesinde çekilen sıkıntıyı ifade eden bir terim. Halku’l-Kur’ân düşüncesini yaymak için çaba harcayan bazı Abbasî halifele­ ri, kendi dönemlerinde yaşayan âlimleri imtihandan geçirerek Kur’ân’ın mahluk olmadığı fikrini savunanları hapse atıyorlar; son­ ra da onları çeşitli işkencelerden

    MİHRÂBİYE

    196

    geçiriyorlardı. Bu yüzden sözünü ettiğimiz bu olaya tarihte “mih­ ne” adı verilmiştir. (Bkz. Halku’lKur’ân) MİHRÂBİYE:

    (U^l)

    Farz

    namazlardan sonra duanın ar­ dından genellikle imam tarafın­ dan mihrapta okunan aşr-ı şerif. Sabah akşam ve yatsı namazla­ rında genellikle aynı aşr-ı şerifler okunur. Buna göre sabah ve akşam için Haşr sûresinin 2024. âyetleri, yatsı namazında ise Bakara’nın son iki âyeti karâat edilir. Diğer iki vakitte, yani öğle ile ikinde de ise on âyet civarın­ da Kur’ân’m değişik yerlerinden âyetler okunmaktadır. İmam ta­ rafından umumiyetle mihrapta okunması sebebiyledir ki, söz konusu aşr-ı şeriflere mihrâbiye adı verilmiştir. (Bkz. Aşr-ı şerif) MİÛN: (jj>JI) Kur’ân-ı Kerîm’de

    es-seb’u’t-tuvel (yedi uzun sûre) dışında âyet sayısı yüzün üzerin­ de olan sûrelere verilen ad. Bu sûreler, Nisâ (120), Tevbe (129), Yunus (109), Hûd (123), Yusuf (111) , Nahl (128), İsrâ (111),

    Kehf (110), Tâhâ (135), Enbiyâ (112) , Mü’minûn (118)’dan iba­ rettir. MODERNİST TEFSİR:

    Vahyedilmiş bir inanç ve ameller pratiği olan Kur’ân’m, yaşanılan dönemdeki (modern/

    TEFSİR TERİMLERİ

    asri) açıklaması. Modernist tef­ sir öncelikle Hindistanda ortaya çıkmış, oradan da Mısır’a intikal etmiştir. Hindistan’daki ilk sa­ vunucuları Seyyid Ahmed Han (ö. 1316/1898) ve Seyyid Emir Ali (ö.1347/1897); Mısır’da­ ki temsilcileri ise, Cemaleddin Efgânî (ö. 1315/1897), Muhammed Abduh (ö. 1323/1905) ve Muhammed Ebû Zeyd’dir. Sözü edilen bu zatlar pozitivizmin et­ kisinde kalarak peygamberlere yönelik harikulade olayları, me­ lek ve cin gibi deney alanına gir­ meyen görünmez varlıkları te’vil veya inkâr yoluna gitmişlerdir. Aynı şekilde Kur’ân’daki siyaset, hukuk, ekonomi vb. pratik ha­ yatla ilgili emir ve yasakları ve bu yasakları işleyenler hakkında be­ lirlenmiş cezaları; ayrıca İslam’ın mevcut beşeri sistemlerle uyuş­ mayan bazı yasak ve emirlerini ya ilahi tavsiyeler olarak algı­ lamışlar ya da tarihsellikle izah etmeye kalkışmışlardır. Öyle gö­

    rünüyor ki, onların sergiledikleri bu tavırların arka planın da -İs­ lam’ın belli bir yönetim şeklini öngörmediği tezinden hareketledini toplum hayatından uzaklaş­ tırıp bireysel hayata indirgeme isteği yatmaktadır. MORFOLOJİ: (Biçimbilim) Söz­

    cüklerin yapısını inceleme. Bir dil içinde kelime kategorilerinin neler

    SÖZLÜĞÜ

    olduğunu, nasıl çekildiklerini, ne gibi şekiller gösterdiklerini öğreten gramer dalı. Kelime varyantlarını incelediği için buna şekil bilgisi de denir. Dolayısıyla morfoloji, ke­ limelerin siygalarını, bu siygalar arasındaki değişiklikleri inceleyen bir alt dilbilim alanıdır. Meselâ, herhangi bir kelimenin, çoğul ve tekil haldeki şekilleriyle, fiil ise ifa­ de ettiği zamana ya da etken edil­ gen olmasına göre aldığı şekillerle ilgilenmektedir. Gördüğü işlev bakımından bu bilimin Arapçadaki karşılığı “Sarf ilmi” dir. Dola­ yısıyla morfoloji müfessirlerin asla müstağni kalmayacakları bir alanı söz konusu etmektedir. Çünkü tefsir kelimeden başlamaktadır. Yani ilk önce müfessir sözcükle­ rin yapısını ele alarak kavramsal çerçeveyi oluşturmakta; ardından da âyetleri çeşitli yönlerden tefsir etmektedir. Bu yüzden morfolojik izahlar tefsir ilmi için olmazsa ol­ maz ederecede önem arzetmektedir. (Bkz. Sarf) MU’ÂRAZATÜ’bKUR’ÂN:

    dikili) Kur’ân’ın karşı koyması, meydan okuması, muhâlefet etmesi. Bir başka tanımla Kur’ân’ın, İlâhî kaynaklı bir kitap olduğuna karşı çıkanlara mey­ dan okuyarak (tehaddî) onlar­ dan, kendisinin bir benzerini getirmelerini istemesi. Kur’ân bunu yaparken ilk önce, iJU js

    MU’ÂRAZATÜ’L-KUR’ÂN

    197 öi

    4İ1I JILP ^0 *_

    “Ey Resulüm! Onlara de ki: Eğer doğru söyleyen kim­ seler iseniz, Allah katından bu ikisinden (Tevrat ve Kur’ân’dan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım” (Kasas 28/49) âyetiyle kendisinden daha üstün bir kitap getirmelerini teklif et­ miştir. Bu mümkün olmayınca ardından; ji (*-£-•‘2-*-? öl? jJj De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gel­ seler, birbirlerine destek de olsa­ lar, onun benzerini getiremezler” (Isrâ 17/88) âyetiyle kendisi gibi bir kitap getirmeleri konusunda tehaddide bulunmuştur. Kur’ân, meydan okumayı bu aşamadan sonra biraz daha aşağıya çekerek on sûresinin, en sonunda da bir sûresinin getirilmesini isteyerek devam ettirmiş; fakat bütün bu talepler her defasında karşılıksız kalmıştır. Nitekim, oiy-jl öjj^J lyL JJ

    “Yoksa, onu (Kur’ân’ı) kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağı­ rın da siz de onun gibi on sûre getirin” (Hûd 11/13); oiy-il d J jJLU?

    aJül jji

    “Yoksa onu

    MU’ÂRAZATÜ’L-KUR’ÂN

    (Muhammed) uydurdu mu di­ yorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep bera­ ber) onun benzeri bir sûre geti­ rin” (Yûnus 10/38) âyetleri bize bu hususu açıkça beyan etmek­ tedir. Kur’ân-ı Kerim’in meydan okumasına rağmen muarızları onun bir sûresinin dahi benzerini getirememişlerdir. Tarih boyunca ona ciddi anlamda bir nazire ya­ pılamamış olması, bundan sonra da asla yapılamayacağının açık bir kanıtıdır. Çünkü her asırdaki bilginler, edipler, filozoflar, mü­ nekkit ve müellifler Kur’ân’ın mûcizeliğini; belâgat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. Bununla beraber kaynaklar bize ilk dönemlerde bazı inkârcıların Kur’ân’a nazire yapmaya kalkıştıklarını haber vermektedir. Bunların içinde Müseylime b. Habib el-Kezzâb’ın fili vasfeden şu garip ve komik benzetmesi, oldukça meşhurdur.

    JJI ÇJs j “Fil, nedir o fil? ne bildirdi sana o filin ne oldu­ ğunu? Onun uzun bir hortumu ve büyük bir kuyruğu vardır” (Hattâbî, Beyânu icâzi’l-Kur’ân, (Selâsu resâil ile birlikte), Mısır ts., s. 51). Hattâbî, sözü edilen eserinde söz konusu nazireyi ten­ kit ederek şunları söylemektedir:

    198

    TEFSİR TERİMLERİ

    “Ey âciz kişi! Sen böyle bir üslûp tarzının sadece çok önemli ve çok anlamlı bir meselenin anla­ tımında kullanılabileceğini bilmi­ yor musun? Görmüyor musun ki, Allah Taâlâ, sadece insanları dehşete düşüren ve mahiyetini kendisinden başka hiçbir varlığın bilmediği kıyâmetten söz eder­ ken; ÂîlAJl û 2Jlj.il Uj Â5l>Jl U “O kıyamet! Nedir o kıyâmet? Kıyametin ne olduğunu sen ne­ reden bileceksin” (Hâkka 69/13) âyetinde olduğu gibi, o tarz bir üslup kullanmıştır. Hicrî V. asırdan sonra kaleme alınan belâgat kitaplarında da İbnu’l-

    Mukaffâ’nın Kur’ân’a nazîre yap­ maya kalkıştığı fakat daha sonra yazdıklarını yırtıp yok ettiği nak­ ledilmektedir. Denildiğine göre İbnu’l-Mukaffâ, ğJj Gj2j;g “Ey arz! Suyunu yut ue ey semâ yağmuru tut...” (Hûd 11/44) âyetinin nâzil ol­ masından sonra, insanoğlunun ona nazîre yapamayacağını iti­ raf etmiş ve kendisi de bundan vazgeçmiştir. (Bkz. Râfii, Icâzu’lKur’ân, s. 176-183) Bunlardan başka Kur’ân’a nazire yaptığı iddia edilenler arasında el-Esved el-Ansî diye tanınan Abhele b. Ka’b, önce Müslüman olup daha sonra peygamberlik iddiasında bulunan ancak sonunda yine İslâma giren Tuleyha b. Huvey-

    lid el-Esedî, Secâh binti Hâris b.

    SÖZLÜĞÜ

    MÛ’CİZE

    199

    Suveyd et-Temimiyye, en-Nadr b. el-Hâris, İbnu’r-Râvendi diye

    MU’AVVİZÂT: (oIİjkJI) Kur’ân’ın sonunda yer alan İhlâs, Felak ve

    tanınan Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Yahyâ ve Ebu’t-Tayyib elMütenebbi gibi isimler yer al­ maktadır.

    Nâs sûrelerine verilen ortak isim. Felak ve Nâs sûrelerinin (Sjol) “sığınırım” fiili ile başlaması, İhlâs’ın da Allah’a karşı samimi

    MU’ARREB:

    Arapça ol­

    madığı halde Arapça’ya girmiş ve zamanla Arapçalaşmış yaban­ cı kelimelere verilen isim. Diğer bir ifade ile Arap diline, Arapça kelime kalıplarına uyarlanarak girmiş olan yabancı kökenli ke­ limeler için kullanılan bir terim. Kur’ân’da, ilk önceleri kullanılır­ ken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi Taberî ve Şâfii’nin karşı çıkma­ sına rağmen ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Kay­ nakların belirttiğine göre bu tür lafızlar, Arapların gerek ticaret ve

    gerekse başka vesilelerle zaman zaman temasta bulundukları ya­ bancı toplumlardan alıp, Arapçaya nakletmek suretiyle aynı anlamlarda kullandıkları kelime­ lerdir. Kur’ân da, nüzûlü esna­ sında, Arapların başka dillerden alıp Arapçalaştırmış oldukları bu kelimeleri aynen kullanmıştır. (Bkz. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir

    Usûlü, s. 153).

    davranmak ve O’na içtenlikle bağlanmak anlamını ifade etmesi sebebiyle söz konusu üç sûrenin bu ismi aldığı anlaşılmaktadır. Zira İhlâs sûresi her ne kadar diğerleri gibi (3y>î) fiili ile başla­ masa da muhtevâ itibariyle aynı anlamı taşımaktadır. MU’AVVİZETÂN: (dûS^I)

    Kur’ân’ın Felak ve Nâs sûrelerinin ortak adı. Söz konusu sûrelere, (iy>i) “sığınırım” fiili ile başlandı­ ğı için bu isim verilmiştir. MU’CEM: (Bkz. İ’câm) MÛ’CİZE:

    Peygamber­

    lerin, inanmalarını sağlamak maksadıyla Allah’ın yardımı ve dilemesiyle muhâliflerine karşı gösterdikleri olağanüstü sayıla­ bilecek nitelikte işleri ve tabiat kanunlarına aykırı olan olayları ifade etmek üzere kullanılan bir terim. Olağanüstü nitelik taşıyan hâdiseler şayet Allah tarafından sergilenmişse âyet, peygamberle ilgili ise mûcize, Allah’ın veli kul­ larına ait ise kerâmet adını al­ maktadır. Mûcize üç kısımdır. (1) Aklî mûcize: Bu türün en önemli örneği Hz. Peygamber (sav)’e

    MUFASSAL

    inzâl edilen bütün zamanların en büyük mûcizesi Kur’âridır. Çün­ kü Kur’ân her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden büyük ve edebî bir kelâmdır. Diğer peygamberle­ rin mûcizeleri zamanları geçince bittiği, onları sadece o devirde yaşayan insanlar müşahede etti­ ği halde Kur’ân, kıyamete kadar devam edecek bir mucizedir. (2) Hissi mucize: Bunlar insanların hislerine hitap eden mûcizelerdir. Hz. Peygamber (sav)’den önce­ ki peygamberlerin mûcizeleri genellikle bu özelliği taşımak­ tadır. Bu tür mûcizeler, Allah’ın irâdesi, izni ve kudretine bağlı olarak bir takım tabiat kanunları­ nın değiştirilmesi şeklinde tecelli ederler. Bunların bir kısmı irşâda, bir kısmı da helâke yönelik mûcizelerdir. Meselâ Hz. Sâlih’in deve mûcizesi irşâd mahiyetli bir mûcizedir. (3) Haberî mucize: Bu tür mûcizeler de peygamber­ lerin Allah’tan aldıkları vahye dayanarak geçmiş ve geleceğe dair vermiş oldukları haberleri içine almaktadır. Hz. Isâ’nın in­ sanların evlerinde ne yediklerini ve ne sakladıklarını haber ver­ mesi, (Bkz. Âl-i İmrân 3/49) Hz. Peygamber’in Bedir savaşında düşman ordusundaki askerler­ den kimlerin nerede öldürülece­ ğini bildirmesi ve olayların buna uygun olarak meydana gelmesi gibi.

    TEFSİR TERİMLERİ

    200

    MUFASSAL: (Bkz Riyâdu’l-Kur’âri) MUGAYYEBÂT: (oLİJI) Akıl ve

    duyularla bilinemeyen, hakkında Allah’tan başka kimsenin bilgi­ si bulunmayan varlık ve olaylar alanını ifade eden bir terim. MUGAYYEBÂT-I

    HAMSE:

    oLJuJI) Beş bilinmeyen. Gaybî birer hakikat olduğu ifa­ de edilen beş bilinmezler. »l ö| U (»-Ujj LpLDI jL-p Uj lup _ İSLİ i

    (»-Lp 4)1 öl Oyu (jö>jl (_$L

    (_$jJÜ

    5^ “O saatin (kıyametin) bilgi­ si, şüphesiz ki Allah katindadır. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır" (Lokman 31/34) âyetinde zikre­ dilen kıyâmetin kopma zamanı, yağmuru Allah’ın yağdırması, rahimlerde olup biteni Allah’ın bilmesi, insanın yarın ne kazana­ cağı, ve insanın nerede öleceği gibi gaybla ilgili beş husustur. Bunlar aynı şekilde Resûlul­ lah (sav)‘m hadislerine de konu olmuştur. Meselâ, Abdullah b. Ömer rivâyetinde Hz. Peygam­

    ber: “Gaybın anahtarları beştir. Bunları Allah’tan başkası bilmez. Yağmurun ne zaman yağaca­ ğını Allah’tan başkası bilmez.

    SÖZLÜĞÜ

    201

    Kıyametin ne zaman kopaca­ ğını Allah’tan başkası bilmez. Rahimlerde bulunanı Allah’tan başkası bilmez. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez” buyurmuştur (Buhârî, Istiskâ, 29; Tevhîd, 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 24, 52, 58). MUHÂCCE: (M^JI) Herhan­

    gi bir konuda tartışmaya giren taraflardan her birinin, kendi tezini ispat etmek maksadıyla delil getirmek istemesi, Vİ-V-j İ»l u? JÜ “Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: Allah hakkında mı benimle tar­ tışıyor sunuz?...” (En’âm 6/80) âyetinde olduğu gibi. MÜFESSİR: ^Lui) Taberî (Ö.310/922),

    MUHAKKİK

    Zemahşerî (Ö.538/1143) ve Fahreddin Râzî (Ö.606/1209) gibi meseleleri enine boyuna araştınp tahkik eden, sorgulayan müfessirleri ifade etmek üzere kullanılan bir terim. MUHASSAS: (Bkz. Tahsîs) MUHASSIS: (Bkz. Tahsîs)

    MUHASSİNÂT-I

    LAFZİYYE:

    (ÂJüül Bir kelâmı oluş­ turan lafızlardaki cinâs, iktibâs, ~JI) (ç. Muhkemât) Sağlam kılınmış, dış etkilere ve bozulmalara karşı korunmuş. Kendisiyle neyin kastedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ihtilâfa yol açma­ yan ve tek bir anlama delâlet

    el-MUHSİNÜ’L-ME’CÛR

    eden âyetler bir terim. ‘_ ’USCJl (>l

    için kullanılan LJÇü Jjiî j olLSLLa oUls- «o

    “Sana Kitap’ı indiren O’dur. Onda Kitab’m aslı olan

    kesin anlamlı ayetler vardır, di­ ğerleri de müteşâbihtirler... ” (Ali İmrân 3/7) âyetinde Kur’ân’ın nasları muhkem ve müteşâbih olarak gruplandırılmıştır. Sözgeli­

    mi, Allah’ın varlığı ve birliği, Hz.

    Muhammed’in

    peygamberliği,

    âhiretin vuku bulacağı gibi hu­

    suslar muhkem âyetlere, İlâhî sı­

    fatların ve âhiret hayatının keyfi­ yeti ise büyük oranda müteşâbih

    nasların te’viline dayanmaktadır. Ancak bazen müfessirler arasında

    muhkem ve müteşâbih kategori­ si içerisinde yer alacak naslarla ilgili farklı yaklaşımlar da ortaya

    çıkmaktadır. Yani bir müfessirin

    muhkem kabul ettiği bir nas, bir başka müfessire göre müteşâbih olabilmektedir.

    TEFSİR TERİMLERİ

    202

    MUHTEMİLÜ’Z-ZIDDEYN:

    (Bkz. Tevcîh) MUKÂBELE:

    (

    Hz. Ömer’in talep ve istek­ lerinin vahye uygun düştüğünü ya da talepleriyle aynı doğrul­ tuda vahiy geldiğini ifade eden bir terim. Enes (ra)’ten gelen bir rivâyette, Hz. Ömer’in üç ko­ nuda talebinin karşılandığı ve beklentisi doğrultusunda âyet indiği ifade edilmektedir. Nak­ ledildiğine göre Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: Yüce Allah üç kez benim temennim doğrul­ tusunda âyet inzâl etti. Birgün Hz. Peygamber’e “Ey Allah’ın Resûlü! İbrahim’in makamını namaz yeri edinsek demiştim, bunun üzerine pili jp i JÖJ “...Siz de İbrahim’in

    makamından bir namaz yeri

    208

    TEFSİR TERİMLERİ

    edinin...” (Bakara 2/125) âyeti nâzil oldu. Yine bir defasında: “Ey Allah’ın Resûlü! Evinize çe­ şitli insanlar girip çıkıyor, sizin o temiz eşlerinizi görüyorlar. Emir buyursanız da onlar örtünseler” demiştim. Bunun üzerine de, LIj

    ^JLuls ü-Li

    Peygamber’in hanımlarından birşey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem si­ zin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir dav­ ranıştır...” (Ahzâb 33/53) âyeti indirildi. Bir başka zaman da eşlerinin, kıskançlık sebebiyle Hz. Peygamber’in etrafında toplanıp kendisini üzmelerin­ den dolayı- “Eğer Resûlullah sizi boşarsa, Rabbi ona sizden daha hayırlı eşler verir...” de­ miştim. Bunun üzerine de, 'jî5”" L"l_jjl “’J-tu ) Kur’ân’daki bazı âyetlerin bir kısım sahâbinin

    SÖZLÜĞÜ

    beklentileri üzere indiğini ifade eden bir kavram. Bu sahâbiler arasında başta Hz. Ömer olmak

    üzere Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekr’in isimleri zikredilmektedir.

    MÜBEYYİN

    209

    MÜBÂYENET: (iuLJI) Ayrılık,

    ihtilâf, zıddiyet. Herhangi bir keli­ menin tahakküm ve istihzâ mak­ sadıyla asıl anlamı dışında bir ma­ nada kullanılması. l aJGİ

    MÜBÂHELE: (Bkz. Li’ân) ^>^'1

    MÜBÂLAĞA: (üJLJI) Bir şeyi

    abartılı yapma, aşırıya vardırma. Hitap sahibinin anlatımda mü­ balağalı isnat ve nitelemelerde bulunması. 5^ ,*.'>İl

    ıJJUdjls ü çjjtLs pLLÜI

    213

    MÜDREC KIRÂAT

    açıklanmış, bir kısmının tefsiri sünnete bırakılmış, bir kısmı da ashâbın ictihâdıyla anlaşılır hâle getirilmiştir. MÜCME’UN ALEYH: (d. ^)

    Üzerinde ittifak edilen husus, or­ tak aklın kabul ettiği şey. Müfessirlerin (âlimlerin) üzerinde görüş birliği sağladıkları hususlar için kullanılan bir terim. MÜDÂYENE ÂYETİ: (Bkz.

    “Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitir­ dikleri vakit, aralarında iyilik­ le anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmeleri­ ne engel olmayın...” (Bakara 2/232) âyetinde yer alan ('Âi jjJiü) “... Onlara (eşlerinize) engel olmayın...” sözcüğü gibi. Zira burada sözü edilen kelime (jÂ^cJL *>d) anlamındadır; ancak lafzın garâbetinden dolayı bir mücmellik söz konusudur. (4) Kullanımının yaygın olmama­ sı: “Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek (kibir ve azamet içinde Allah hakkında tartış­ maya kalkar)...” (Hacc 22/9) âyetinde geçen (uJI Âsf^\)

    Dercedilen, idrac edilen, ilave edilen. Kur’ân’ın bazı âyetlerine eklenen kelimelerle oluşturulan kırâatleri ifade eden bir terim. Söz konusu ekleme işine idrâc denilmektedir. Esasen müdrec kırâat adı altında zikredilen ör­ neklere bakıldığı zaman görülür ki bunlar, tefsir maksadıyla ya­ pılan ziyâdelerdir. Bu yüzden söz konusu kırâat, “el-kırâatü’ttefsiriyye” diye de anılır. Bu tür ziyâdeler de Kur’ân’dan ol­ mayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî not­ lardan ibarettir. Özellikle bunlar, İbn Mes’ûd ve Ubey b. Ka’b’ın husûsi Mushaflarında yer almış­ tır. Elbette ki bu sahâbiler söz konusu ziyâdeleri Kur’ân’dan bir kelime ya da ibâre kabul ederek Mushaflarına yazmamış­ lardı. Çünkü onlar, Kur’ân’dan

    MÜEVVEL

    TEFSİR TERİMLERİ

    214

    olmayanı kesin bir şekilde bi­ liyorlar ve bu hususta hassas davranıyorlardı. Bundan dolayı husûsi Mushaflarına, tefsir ma­ hiyetindeki bu bilgileri yazmak­ tan çekinmemişlerdi. Ancak daha sonraları bu tür ziyâdeler, onları yazanlara nisbet edilerek kırâat olarak nitelendirilmeye başlandı. Meselâ, Sa’d. b. Ebî Vakkâs’ın (cJ-î jî ÂJj) (Nisâ 4/12) âyetini, Qî cJ-î £ı ÂJj), Ubeyy b. Ka’b ve İbn Mes’ûd’un

    8/41) âyetinde yer alan (l^LİPİj Ud) ibâresindeki “mâ” lafzı umûma delâlet eden bir la­ fızdır. Ancak söz konusu lafzı bazı müfessirler tahsis ederek taşınmaz malların ganimet mallarının dışın­ da mütalaa edilmesi gerektiğini ileri sürmek suretiyle, onların sa­ vaş ganimeti olarak dağıtılmayıp vergiye bağlanmasını uygun gör­ müşlerdir. (Bkz. Şafak, Ali, İslam Arazi Hukuku ve Tatbikatı, İstan­ bul 1977, s.47,54) İşte yapılan bu

    (Mâide 5/89) âyetini UUa» oûü. aÇİ âî^Î) ziyâdesiyle oku­

    yorum bir te’vildir. Tevile konu olan âyet de müevveldir.

    maları müdrec kırâata örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca İbn

    MÜFAHHAMEN OKUMA: (Bkz.

    Abbâs’a nisbet edilen Bakara 2/198. âyetinde yer alan (jjJ ^1^) şeklindeki kırâatı da söz konusu kırâatın örnekleri arasında zikredilmektedir. MÜEVVEL: (Jj>JI) Te’vil edil­

    miş, dönüştürülmüş, çevrilmiş, yorumlanmış. Müşterek lafzın çe­ şitli manalarından birisinin, zanni bir delil ile veya ictihâd neticesin­ de diğer manalara tercih edilme­ si. Meselâ, ILI Ij jÂJI

    Uj ) Ayet sonlarında yer alan kelimelerin ses uyumu. (Bkz. Seci’) MÜRÂ’ÂTÜ’N-NAZÎR: (;W^

    jJâdl) Nesir veya nazımda, arala­ rında mana bakımından tezâdın dışında bir münâsebet bulunan kelimeleri bir araya getirme sa­ natı. yşrjjlj “Güneş de ay da mutlaka bir hesaba göre hareket ederler. Bitkiler ve ağaçlar (Allah ’a) secde ederler” (Rahmân 55/5-6) âyet­ lerinde yer alan şems, necm ve kamer sözcükleri anlam itibariyle birbirinin zıddı olsa da, gök cismi olmaları hasebiyle aralarında bir münâsebet söz konusudur. Bun­ dan dolayı âyette mürâ’âtü’n-nazîr sanatı mevcuttur. (Bkz. İ’tilâf) MÜSÂVÂT: (oljLudl) Eşitlik, denk­

    lik. Kastedilen herhangi bir anlamı, kendisine eşit miktarda kelimelerle ifade etme. Müsâvât Kur’ân âyet­ lerinde görülen edebî sanatlardan biridir.üÂt 5^Jl ^5 "... Kötü tuzağın zaran ancak onu

    SÖZLÜĞÜ

    MÜSTE’ÂR

    219

    kurana dokunur...” (Fâtır 35/43). Yani kuyuyu eşen kuyuya dü­ şer. Dolayısıyla âyette, kastedilen anlam kadar kelime seçilmiştir. Bu yüzden söz konusu ifade de müsavât vardır. Aynı şey, l/Si' avI alp ...Ken­ diniz için (dünyada iken) hayır­ dan ne hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz...” (Müzzemmil 73/20) âyetinde de söz konusudur. Çünkü âyet mana ve lafız itibariyle birbirine denk düşmektedir. MÜSELLESÂTÜ’L-KUR’ÂN:

    (l *>'vP jl LijlL

    LiLi

    Ijl Aijjj

    “Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi müstaz’af (güçsüz) buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bı­ rakıyordu. Çünkü o bozguncu­ lardandı. Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ue on­ ları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk” (Kasas 28/ 4-5) âyetlerinde ifade edildiği gibi. Müstaz’aflarla ilgili olarak âhirette gerçekleşecek bir sahne için ayrıca Bkz. Sebe’ 34/32-33. MÜSTE’ÂR: (jbc^JI) Kendi aslî

    manası dışında başka bir anlam­ da kullanılan lafız. Meselâ, o—5 p -Uİİ jl öjl^ülS -Üj jvSL “(Ne var ki) bunlardan son­ ra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır...” (Bakara2/74) âyetinde geçen (sÇLs) “katılık” kelimesi, “uzaklık” yerine müsteâr olarak

    MÜŞÂKELE

    TEFSİR TERİMLERİ

    220

    kullanılmıştır. Çünkü söz konusu âyette kalplerin katılık ve sertlikle vasfedilmesinden maksat, onla­ rın öğüt ve ibret almaktan uzak olduklarını ifade etmek içindir.

    zaman gerçekte herhangi bir çe­ lişkinin bulunmadığı hemen an­ laşılır. Meselâ, «-LLJI

    “Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür...” (Şûrâ 42/40) âyetlerinde tekrarlanan “mekere” ve “seyyie” sözcükleri, sözün âhengini sağlamak ama­ cıyla farklı anlam yüklenerek tekrarlanmıştır. MÜŞKİLÜ’L-KUR’ÂN:

    (J£ju

    jÇçJI) Kur’ân’m bazı âyetleri arasında ihtilâf (teâruz) ve te­ zat gibi görünen hususlar. Buna “ihtilafu’l-Kur’ân” Bu tür nasları ele alıp inceleyen ilim dalına da “müşkilü’l-Kur’ân ilmi” adı verilmektedir. Esasen Kur’ân İlâhî kelâm olduğundan âyetleri arasında hakiki anlamda bir ih­ tilâf, tezat ve tutarsızlığın varlığı mümkün değildir. Bazı âyetler arasında belki ilk bakışta bir çe­ lişkinin olduğu zannedilebilir, an­ cak üzerinde biraz düşünüldüğü

    L I

    L jl

    I'ilI

    (âBLlJ)

    Benzer­ lik, mümâselet. Kelâmda sözü âhenkli hale getirmek için fark­ lı anlam yüklenerek bir ön­ ceki sözcüğün tekrarlanması. Meselâ, “Onlar tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını boşa çıkardı...” (Ali İmrân 3/54), ÇİL çs çç MÜŞÂKELE:

    çD i_ >LLs

    “Eğer (kendileriyle evlendiği­ niz takdirde) yetim kızların hak­ larını gözetemeyeceğinizden korkarsanız hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder kadınla evlenin. Bunlar ara­ sında adalet yapamayacağınız­ dan korkarsanız sadece biriyle evlenin veya sahip olduğunuz câriyelerle yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun ola­ nıdır” (Nisâ 4/3) âyetiyle yine aynı sûrenin, iÇjâs jî jij 11

    Ç I,.

    > p-LlJI

    “Elinizden gelen çabayı gösterseniz de kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bari birisine ta­ mamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın...” (Nisâ 4/129) âyeti arasında ilk anda bir çelişki olduğu söylenebilir. Çünkü ilk âyette, kocanın eşleri arasında istediği takdirde adâleti sağlayabileceği, ikinci âyette ise tüm insânî çabalar gösterilse bile adâleti yerine getirmenin asla mümkün olamayacağı ifade edil­ mektedir. Halbuki ilk âyette yer alan “adâlet” kavramı, eşler ara­ sındaki hukûku müsavi tutmak, İkincisinde de, “kalbin meyli” üLUJls

    SÖZLÜĞÜ

    221

    MÜŞTEREK

    yani “sevgi” olarak yorumlanmış olsa, o zaman âyetler arasında herhangi bir çelişkiden söz edil­ memiş olacaktır. Zira, bu durum­ da âyetlerin te’vili şöyle bir çer­ çeveye oturtulabilir. Çok evlilik yapmayı düşündüğünüz zaman hukûkî anlamda adâleti yerine getirme konusunda herhangi bir kaygınız yoksa, o takdirde ikişer, üçer, dörder hanımla evlene­ bilirsiniz. Ancak eşler arasında söz konusu anlamda adâleti icra etmekten çekinirseniz, o zaman tek eşle yetinin ve bilin ki, sevgi konusunda hiçbir zaman âdaleti yerine getiremezsiniz. Yani eş­ lerinizi aynı derecede sevmeniz mümkün olmaz. Çünkü bu irâ­ de dışı bir eylemdir. O halde bu hususun da hukûkî anlamdaki adâleti etkileyebileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak şu da bir gerçek ki insanın, eşleri arasında adâleti icrâ ederken sevgi bağlamındaki kalbî me­ yilden kurtulması zor olmakla birlikte, imkânsız değildir. (Bkz. Teâruz)

    etmek üzere “müştebihât” şeklin­ de çoğul olarak da kullanılmak­ tadır. Anlam ve lafız benzerliği bulunan âyetler muhtelif şekil, üslup ve ifadelerle Kur’ân’da de­ ğişik biçimlerde yer almaktadırlar. Bunlar kısaca şöyle ifade edilebi­ lir. (1) Benzerliğin bir yerde âye­ tin başında bir başka yerde de sonunda olması. laÂĞ ÇUl l İL- ı“Şehrin kapısından sec­

    Benzeyen,

    anlama gelen kelimeleri ifade et­ mek üzere kullanılan bir terim. Bu husus ayrıca “el-iştirâkü’llafzî” ya da “el-müşterekü’llafzî” terimleriyle de ifade edil­ mektedir. Sözgelimi sağ el, kuv­ vet ve kasem manalarına gelen (j-ûl), köle ve efendi anlamında

    MÜŞTEBİH:

    hakkında şüpheye düşülen şey. Aralarında anlam ve üslup ben­ zerliğinin bulunduğu âyetler için kullanılan bir tefsir usûlü terimi. Söz konusu kelime genellikle usûl ilminde âyetlerin lafız ve an­ lam yönünden benzerliğini ifade

    de ederek girin ve ‘hitta’ deyin” (Bakara 2/58); İL- ijyj iLÇl ÇÇi “...Hitta deyin ve şehrin kapısından secde ederek girin...” (A’râf 7/161) (2) Benzerliğin bir kelime veya harf ziyadesiyle ger­ çekleşmesi. Meselâ, ı/L jl

    4-^ “İnkâr edenleri, evet onları ister uyar ister uyarma, onlar için bir­ dir. Onlar iman etmezler” (Ba­ kara 2/6); (LJ fî djLL (Lj-ül “Onları ister uyar ister uyarma, onlar için birdir” (Yâsin 36/10) naslarında bu an­ lamda bir benzerlik söz konusu olabilir. MÜŞTEREK: (*JlyJiJl) Birden çok

    el-MÜŞTEREKÜ’L-LAFZÎ

    kullanılan Q>Jİ), câriye ve gemi manasına gelen (âj'jÜJİ), susuzluk veya suya kanmak anlamını ifa­ de eden kelimeleri birden fazla anlama gelmeleri sebebiyle müşterek lafız olarak değerlendi­ rilmişlerdir. (Bkz. Iştirâk) Ayrıca (iiYİ) lafzı da müşterek olan keli­ melerdendir. Nitekim, İÜ .. Uzun bir zaman sonra hatır­ ladı...” (Yûsuf 12/45) âyetinde “uzun bir zaman”, Uî dd (ÇaI^I dİ “İbrahim bir önder idi... ” (Nahl 16/120) âyetinde “önder”, U Cî JLp CuT “Biz babaları­ mızı bir din üzerinde bulduk...” (Zuhruf 43/22) âyetinde de “din” anlamına gelmektedir.

    TEFSİR TERİMLERİ

    222

    kadar geçen süreçte İslâmî ilimler­ le uğraşan âlimler. Bu dönem tef­ sir İlmî açısından büyük müfessir Zemahşerî ile sona ermiştir. MÜTEMMİMAT-I CÜMLE: (oUJLu

    Cümle tamamlayıcıları. Belâgatte bu terimle cümlenin asıl unsurları olan yüklem ve özne dışındaki diğer öğeler kas­ tedilmektedir. Bunlar da hâl, zarf, temyiz ve mef’ullerden iba­ rettir. âU^JI)

    MÜTENÂFİR: (>LxJI) Telaffuzu

    zor kelime. Konuşurken telaffu­ zunda zorluk bulunan sözcükleri ifade eden bir terim. MÜTENÂSİB: (Bkz. Tenâsüb)

    el-MÜŞTEREKÜ’L-LAFZÎ:

    (Bkz. Müşterek) MÜTEAHHİRÛN: (dj>M)

    Sonrakiler, sonraki asırlarda ya­ şayanlar. Asr-ı saâdetten itibaren ilk üç nesilden sonra gelen İslâm

    âlimleri için kullanılan bir terim. Söz konusu terimle daha çok Hicrî V. Asırdan sonra yaşayan din bil­ ginleri kastedilmektedir. Buna göre söz konusu terim, kelâm ilminde Gazzâli’den, Fıkıhta Kerhî’den, tefsirde de Zemahşerî’den sonraki dönemlerde yaşayan ilim adamlarını ifade etmektedir. MÜTEKADDİMÛN: (j^JücJ!)

    Önce gelenler, yaşayanlar. Sahâbe neslinden başlayarak hicrî V. Asra

    MÜTERÂDİF: (Ual>uJI) Eş an­

    lamlı, anlamdaş, aynı anlamı ifade eden sözcükler. Formatı (şekli) farklı olmakla birlikte aynı anlamı ifade eden kelimeler için kullanılan bir terim. Bu ayrıca nezâir terimiyle de ifade edil­ mektedir. (Bkz. Nezâir) MÜTEŞÂBİH: (U-JI) Birbirine

    benzeyen. Manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bu­ lunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birini tercihde zorluk söz konu­ su olan âyet, kelime ya da harf. Buna göre müteşâbih âyetlerde, (1) Bilinemezlik, (2) Kapalılık, (3)

    SÖZLÜĞÜ

    Benzer anlamların tercihinde zor­ luk gibi üç ayrı nitelik bulunmak­ tadır. Bilinemezlik vasfı, Kur’ân’ın bir kısım âyetlerinin mana iti­ bariyle, ancak Yüce Allah’ın bil­ gisi dahilinde olduğunu gösterir. Bu da onların mahiyet ve haki­ katlerinin bilinemezliğini ifade eder. Bir kısım âyetlerde de bazı yönlerden kapalılık söz konusu­ dur, bu yüzden o tür âyetlerin yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek de imkânsızdır. Diğer bir kısım âyetler de farklı anlam­ lara müsaittir ve bu anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur. Dolayı­ sıyla bu nevi âyetlerin yorum­ lanmasında da hem bazı zorluklar bulunmaktadır hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve mutlak doğru olduğu­ nu iddia etmek mümkün görün­ memektedir. Bu sebeple son şıkta da birden çok manadan birinin mi, yoksa hepsinin mi kastedil­ diğinin bilinemezliği yanında, biri kastedilmiş ise hangisi olduğunun anlaşılamazlığı da söz konusudur. Müteşâbihler iki kısma ayrılmak­ tadır. (1) Mutlak müteşâbihler: Bunlar, hurûf-i mukaffalar gibi hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Taâlâ’nm bildiği müteşâbihlerdir. Bu sebeple söz konusu

    223

    MÜTEŞÂBİHÜ’L-KUR’ÂN

    müteşâbihlerin yorumlanması ya da yorumda isabet edilme­ si mümkün görünmemektedir. Hurûf-i mukattaalardan başka Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, rûh, sûr, dâbbetu’l-arz, arş, kürsî, kalem, levh-i mahfûz, sidre-i müntehâ, beyt-i ma’mûr gibi ma­ hiyetlerini yalnız Yüce Allah’ın bildiği kavramsal müteşâbihler de mevcuttur. (2) Izâfi müteşâbihler: Bu müteşâbihler de, kastedilen mananın anlaşılmasında hârici bir delile veya açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve ge­ nel manalı âyetlerle garib kelime­ ler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu âyet­ lerdir. Bunlardan başka yaratıcı­ nın varlığı ve birliğine işaret eden ve kâinata dair gerçeklerden bah­ seden kevnî (kozmolojik) âyetler de aynı şekilde bu tarz müteşâbihlerden kabul edilebilir. MÜTEŞÂBİHÜ’L-KUR’ÂN:

    (dİjiil «çUlu) Kur’ân’ın müteşâbih âyetlerini konu edinen ilim dalı ve bu konuyla ilgili yazılan eserlerin or­ tak adı. Kur’ân’ın müteşâbihleriyle ilgili erken dönemlerden itibaren eserler verilmeye başlanmıştır. En önemlilerinden bazıları şunlardır: Kâdî Abdulcebbâr b. Ahmed elHemedânî (Ö.415/1024), Müteşâbihu’l-Kur’ân (thk. Adnan Zarzûr), Kahire 1969. Abdurrahmân b. el-

    TEFSİR TERİMLERİ

    224

    MÜTEVASS1T

    Cevzî (Ö.597/1200), Def’u şubehi’tteşbîh, Şam 1345. İbn Teymiyye (Ö.728/1327), el-İklil fi’l-müteşâbih

    kırâat imâmının naklettiği kıra­ atlerdir. Ancak daha sonra Ebû Bekr el-İsfahânî en-Nisâburî (ö.

    ve’t-te’vîl, Kahire 1394. Süyûtî, (Ö.911/1505),Müteşâbihu’l-Kur’ân, Kahire ts. Milaslı İsmail Hakkı (Ö.1948M.), Kur’ân’ın Mu’cizeleri ve Müteşâbih Ayetlerin Tefsiri, İs­

    381/992)’nin gayretleriyle tespit edilen üç kıraatle bu sayı 10’a ulaşmıştır. Büyük kırâat bilgini İbnü’l-Cezerî (ö. 833/1429)’nin söz konusu 10 kırâatı birlikte okuyup yaymasıyla da bu 3 kıra­ at diğerleri gibi büyük bir kabule mazhar olup mütevâtir derece­ sinde mütalaa edilmiştir.

    tanbul 1935. Şeyh Halil Yâsin, Advâ alâ müteşâbihâti’l-Kur’ân, Beyrut 1980. Demirci, Muhsin, Kur’ân’ın Müteşâbihleri Üzerine, İstanbul 1996. MÜTEVASSIT:

    İnfirâd

    metoduyla kırâat öğrenmeye başlayıp, mütevâtir on kırâatten dört ya da beş kırâatı bir arada okuyan kimse. MÜTEVÂTİR HABER: (Bkz.

    Haber-i mütevâtir) MÜTEVÂTİR KIRÂAT:

    5yji) Yalan üzerine ittifak et­ meleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle naklettikleri, bir yönüyle de olsa Arap dili gramerine uy­ gun olan ve kitâbet bakımından Hz. Osman’a nisbet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı ol­ mayan kırâat. Bu kırâat ayrıca “el-kırâatü’l-âmme”, “tevâtürü’lKur’ân” kavramlarıyla da ifade edilmektedir. Mütevâtir kırâatler, İslâm bilginlerinin çoğunluğu­ na göre kırâat-ı seb’a, yani yedi

    MÜTEZÂD: (Bkz. Tıbâk) MÜVÂREBE:

    (ijipi)

    Müte-

    kellimin muhataplarca hoş karşı­ lanmayan bir kelime kullanarak hitapta bulunması. Nitekim bu anlamda bir sanat l d£l 5l ÛGÎÇ I-Pjhü “Babanıza dönüp deyin ki: Babamız oğlun hırsızlık yaptı...” (Yusuf 12/81) âyetinde yer almaktadır. Zira söz konusu âyette muhatapların ho­ şuna gitmeyecek “hırsızlık yaptı” fiili zikredilmiştir. (Bkz. Süyûtî, İtkân, II, 123) MÜVÂZENE: «jl^JI) Nazımda

    veya nesirde fâsıla kabul edilen kelimelerin aynı vezinde yer al­ ması. Ancak âyetlerdeki fâsılalar kafiye yönünden değil, vezin ba­ kımından benzerlik taşımaktadır­ lar. Âj(Orada) dizilmiş yastıklar da, serilmiş halılar da (bulunacak)” (Gaşiye 88/15-16) âyetinde olduğu gibi.

    SÖZLÜĞÜ

    225

    Zira sözcüğü (üjiŞ) ile sadece vezin bakımından birbiri­ ne benzemektedir. Bu da fâsılalar arasında harf cihetiyle bir ben­ zeşme söz konusu olmadığı için kâfiye olarak kabul görmemek­ tedir. Ayrıca Kur’ân her ne kadar vezin bakımından kelimeler ara­ sında benzerlikler taşısa da şiir sayılmadığı için onda kâfiyeden de söz edilmemektedir. MÜZÂVECE:

    Eşleş­

    me. Şart ve cevap cümlelerinde yer alan iki anlam arasındaki eşdeşlik. Nitekim J-Ûl UİSÎ ISlj (U ISI “insanlara bir rahmet tattırdığınızda ona sevinirler. Şayet yaptıklarından ötürü baş­ larına bir fenalık gelirse hemen ümitsizliğe düşüverirler” (Rûm 30/36) âyetinde bu durumdan söz etmek mümkündür. Zira bu âyette insanların Allah’tan gelen bir rahmet karşısında duydukları sevinçle, başlarına gelen musi­ betten dolayı yaşamış oldukları ümitsizlik arasında bir müzâvece/ eşdeşlik yer almaktadır.

    MÜZÂVECE

    226

    NAHV

    TEFSİR TERİMLERİ

    de resulünden beridir” şeklinde bir anlam ortaya çıkmış olacaktır ki, bu da Kur’ân’m ruhuna tama­ men ters düşmektedir. e^NAKIİİ’Ş^İFÂHÎ^UJtJlJiJI)

    -NYön, yol, kasıt. Kelimelerin ve kelime gruplarının cümle içindeki durumlarını, cüm­ lelerin kuruluşunu ve kelime son­ larının irâbını inceleyen ilim dalı. Bu ilim dalı, ayrıca isim cümlesi, fiil cümlesi gibi cümle çeşitlerini de ele almaktadır. Bu bakımdan her müfessirin söz konusu ilme âşinâ olması gerekmektedir. Aksi halde Kur’ân âyetlerini doğru anlama ve tefsir etmede hata kaçınılmaz olur. Çünkü nahiv herhangi bir metni önce doğru okumak, son­ ra da doğru anlamak demektir. Buna göre doğru anlamanın yolu doğru okumaktan geçmektedir. O halde nahiv açısından yapılan bir hata, özellikle Kur’ân âyetlerinin anlaşılmasında içinden çıkılmaz problemlere sebebiyet verebilir. Meselâ bir kimse, il dî “.-.Şüphesiz Allah ve Resulü müşriklerden beridir...” (Tevbe 9/3) âyetinde yer alan kelimesini “ve resûlihi” şeklinde okumuş olsa, bu durum­ da “Allah hem müşriklerden hem NAHV:

    Sözlü nakil. Tedvin edilmeden önce genelde İslâmî ilimler özelde

    ise tefsir ilmine ait bilgilerin tedvin dönemine kadar sözlü beyanlar şeklinde nakledilmesi. Kaynakla­ rın belirttiğine göre tefsir, yazıya geçirilinceye kadar ağızdan ağıza sözlü olarak aktarılmıştır. Bu sü­ recin ilk halkasında Hz. Peygam­ ber, ikinci halkasında vahyin nüzûl ortamını müşâhede eden ve meydana gelen hâdiseleri bizzat yaşayan ashâb, üçüncü halkasın­ da da tâbiûn nesli vardır. Ashâb bir taraftan Hz. Peygamber’den işittiklerini ve çeşitli şekillerdeki müşâhedelerini, diğer taraftan da kendi ictihâd ve kavillerini sözlü yolla tâbiîlere nakletmişler; tâbiîler de kendi anlayışlarını tef­ sire ilâve ederek şifâhî yolla nakletmişlerdir. Bütün bu nakiller de hicrî II. Asırda tefsirin tedvin edil­ mesiyle yazıya geçirilmiş; böylece tefsir şifâhî nakilden çıkarılıp yazıya aktarılmıştır. NAKT: (Bkz. Naktü’l-Mesâhif)

    NAKTÜ’L-MESÂHİF:

    (^

    LxJI) Noktalama. Kur’ânda hat itibariyle aynı yazıldığı için birbirine benzeyen harfleri ayırt

    SÖZLÜĞÜ

    edebilmek maksadıyla bazen harfin altına bazen de üstüne nokta koyarak yapılan nokta­ lama işlemi. Buna “i’cam” da denilmektedir. Noktalama ya­ pılmadan önce özellikle Arap olmayanlar için; (^), (o), (^), y, y, y, (a) g^i §ekii itibariyle birbirine benzeyen harf­ leri ayırt ederek sağlıklı bir şe­ kilde okumada zorluklar vardı. Bundan dolayı bu harfler, eğer birtakım alâmetlerle birbirinden ayırt edilmezse, hatalı okumala­ rın devam edeceği muhakkak­ tı. İşte bu konudaki eksikliği ilk olarak sezen Irak valisi Haccâc b. Yûsuf (Ö.95/713) olmuştu. Haccâc hemen harekete geçerek devrin büyük âlimi Nasr b. Asım (ö.89/708)’dan, bazı rivâyetlere göre de Yahya b. Ya’mer (0.129/ 746)’den bu iş için önlem alma­ sını istemişti. Bunun üzerine de Nasr ya da Ya’mer, Kur’ân’ın i’râbına yönelik harekeleme işin­ den sonra ikinci önemli bir işi gerçekleştirerek, biraz önce be­ lirttiğimiz gibi harfleri birbirinden ayıran noktaları koymuşlardır. NÂSİH:

    NASS

    227

    (£—LJI) Önce gelen

    bir Kur’ân âyetinin hükmünü daha sonra gelip yürürlükten kaldıran âyet. Nâsih âyet, tarih itibariyle mensuhtan sonraki bir zamana aittir. Çünkü nâsih, kendisinden önce gelen bir

    hükmü kaldırmaktadır. Şayet tarih itibariyle mensuh âyetten sonra gelmemişse nâsih olarak nitelendirilmesi mümkün değil­ dir. Meselâ, Kur’ân’da neshin bulunduğunu iddia edenler,

    d

    C?



    nizden ölüp geriye eşler bırakan (erkek) lar eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıla kadar ge­ çimlerinin sağlanmasını uasiyet etsinler. Şayet kendileri çıkar­ larsa, kendi haklarında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur" (Bakara 2/240)

    ayetinin, IX—5

    j"- üjLL’'-’

    oy., ûÂk Lü

    >—...4,1

    “içinizden ölenlerin geriye bı­ raktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hak­ kında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yap­ tıklarınızı bilir” (Bakara 2/234) âyetiyle neshedildiğini ileri sür­ mektedirler. Buna göre (Bakara 2/234.) âyeti nâsih bir âyettir. NASS:(J11 ^)

    Kur’ân’ın dizilişi, tertibi, sı­ ralanışı. Kur’ân’ın lafız, mana ve tertip bakımından insi­ camlı olduğunu ortaya koyan ilim dalı ve bu alanda yazılan eserlerin ortak adı. Kur’ân’ın harfleri, kelimeleri ve âyetleri o şekilde dizilmiştir ki, daha güzel olsun diye tek bir harfini bile yerinden oynatmak müm­ kün değildir.

    NAZİRE: (s^l)

    “{Kâfirler boğulduktan sonra yerle göğe) ‘Ey yer su­ yunu yut ue sen ey gök suyunu tut!’ diye emir buyuruldu. Su çekildi, iş bitirildi ue gemi Cûdi üzerinde yerleşti ue ‘Kahrol­ sun o zalimler!’ denildi” (Hûd 11/44) âyetinde olduğu gibi. Kur’ân, yaklaşık 23 yılda çeşitli

    SÖZLÜĞÜ

    229

    zaman aralıklarıyla inmiştir. Her inen âyet, tevkîfî bir yolla yerine yerleştirilmiştir. Nüzûlündeki bu uzun sürece rağmen harflerin kelimelere, kelime­ lerin âyetlere, âyetlerin sûrelere yerleştirilmesindeki tertip gibi, sûrelerin birbirleriyle irtibatlı olarak Kur’ân’ın içerisine yer­ leştirilmesi de ondaki vahdet, münâsebet ve insicâmı ortaya koyan icâz yönlerinden biridir. Buna göre nazmü’l-Kur’ân ilmi Kur’ân’ın icâzı ile doğrudan il­ gilidir ve bir bakıma icâz konu­ sunun bir alt başlığını oluştur­ maktadır. NEBEVİ TEFSİR: (^1 ^\)

    Hz. Peygamber (sav)’in Kur’ân’ı tefsiri. Hz. Peygamber, bir taraf­ tan kendisine vahyedilen Kur’ân bölümlerini muhataplara okuyor, diğer taraftan da manası anlaşıl­ mayan hususları tefsir ediyordu. Bunu da bir takım vesilelerle gerçekleştiriyordu. Bu vesileleri şöyle sıralamak mümkündür: (1) Âyet okuyarak tefsir etmesi: Hz. Peygamber bazen bir âyeti ya nüzûlünü müteakip tebliğ mak­ sadıyla okuyarak açıklar yahut kırâat esnasında veya hutbe irad ederken tefsir ederdi. Buradaki amaç da öyle anlaşılıyor ki, as­ habı bilgilendirme maksadına yönelikti. Meselâ IjJüJl *»l öp j*

    “(Yahudiler

    NEBEVİ TEFSİR

    ve hıristiyanlar) Allah’ı bıraka­ rak hahamlarını ve papazlarını rabler edindiler...” (Tevbe 9/31) âyetini okuyarak rab edinmeyi, bilginlerinin helâl kıldığı şeyi yahudi ve hıristiyanların helâl, haram kıldıklarını da haram say­ maları şeklinde beyân etmiştir. (Bkz. Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XVI, 37; İbn Kesîr, Tefsir, II, 349). (2)

    Ashaba soru sorarak tefsir et­ mesi: Bu da, Hz. Peygamber’in zaman zaman herhangi bir âyet hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatlerini çeke­ rek açıklaması şeklinde gerçekleşirdi. Meselâ Ebû Hureyre’nin naklettiği bir hadisde belirtildiği gibi Resûlullah: liJLiı SjüJ “O gün (yer) bütün haberlerini anlatacaktır” (Zilzâl 99/4) âyetini okuyarak, “Onun haberleri ne­ dir bilir misiniz? dedi. Sahâbiler: “Allah ve Resûlü en iyisini bilir” dediler. Bunun üzerine Hz. Pey­ gamber buyurdu ki: “Onun ha­ berleri, sırtında taşıdığı her erkek ve kadın hakkında o, falan gün falan şeyi yaptı diyerek şahitlik etmesidir”. (Bkz. İbn Kesîr, Tef­ sir, VII, 349; Süyûtî, ed-Dürrü’lmensûr, Mısır 1306, VI, 380). (3) Sözünü delillendirmek maksa­ dıyla tefsir etmesi: Hz. Peygam­ ber bazen de, bir hükmü belirt­ tikten sonra yahut bir nasihatin ardından veya ashâb için lüzum­ lu olan bir hususu beyan ederken

    NEFHATÜ’L-FEZÂ’

    mana bakımından ilgili gördü­ ğü başka bir âyeti okur ve onu açıklardı ki buna, “Resûlullah’ın âyeti temessül etmesi”, yani delil getirmesi denilmektedir. Meselâ Peygamberimiz: “Allah zâlime mühlet verir, ancak onu yakala­ yacağı zaman da göz açtırmadan yakalar” dedikten sonra, dUdij oûu>-l ûj -L—i ISI -L-l jujuİ İJÎ “Rabbin haksızlık eden

    memleketleri (onların halkını) yakaladığında, O’nun yakalayışı işte böyledir. Şüphesiz onun yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir” (Hûd, 11/102) âyetini okumuştur. (Buhâri, etTefsir, 11; et-Tirmizi, et-Tefsir, 11). (4) Sahâbilerin soru sorması üzerine tefsir etmesi: Kaynak­ ların belirttiğine göre sahâbiler daha ziyade hükümlerin pratiği ile ilgili konularında Resûlullah (sav)’tan soru soruyorlardı. An­ cak bazen de iki veya daha çok ihtimalin bulunduğu hallerde onlardan birinin tercihi yahut meraklarının tahrik etmesi so­ nucunda gaybî veya uhrevî bir meseleyi öğrenme amacıyla Resûlullah (sav)’a sorular yönelt­ tikleri oluyordu. İşte bu durum­ larda da Allah Resûlü onların algı ve anlayışlarını, güç ve kudretle­ rini dikkate alarak açıklamalar­ da bulunuyordu. Meselâ jî Ulii dlîj “■ • • Rcıbbinin, seni övgüye değer bir makama

    230

    TEFSİR TERİMLERİ

    çıkaracağını

    umabilirsin”

    (İsrâ

    17/79) âyetindeki makamın ne olduğu sorulunca, Resûlullah (sav) onun şefaat makamı ol­ duğunu beyan etmişti” (Bkz. Tirmizî, et-Tefsîr, 17). NEFHATÜ’L-FEZÂ’: (^>11 â^)

    Korku üfleyişi. İlk sûra üfleme­ nin ardından insanlara ârız olan şiddetli bir korku. Kur’ân’a göre sûra ilk üfleyişte bütün insanları şiddetli bir ölüm korkusu sara­ caktır. Nitekim, l j >JI)

    Maksadı, önce olumlu, peşinden de olumsuz bir cümle ile ya da tam tersi olarak önce olumsuz sonra da olumlu cümle kurmak suretiyle ifade etme. uLSLç Y ı-Sı j

    LL>I «ujL

    TEFSİR TERİMLERİ

    232

    ö)

    Müteaddi bir fiilden sonra gelen harf-i cerrin hazfedilerek başın­ da bulunduğu ismin mansup kılınması. L'UjJ “Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam

    SÖZLÜĞÜ

    235

    seçti...” (A’râf 7/155) âyetinde olduğu gibi. Zira bu âyette yer alan () olarak mansup kılınmış oldu. İşte bu nezu’l-

    hâfıd olarak ifade edilmektedir. NÛN-İ MUHFÂT: (öUkJI dyJI)

    Zâtı gidip ğunnesi bâki kalan sâkin nûn. Bir başka deyişle ihfâ olunan nûn. âyetinde yer alan (Jjî) ve deki nûnlar gibi. NURAYN

    SÛRESİ:

    (Bkz.

    Sûretü’n-nûrayn) NÜKTE:

    Derin bir anlam

    taşıyan, zarif ve düşündürücü söz, ya da ilk bakışta herkesin göremediği, ancak dikkat edi­ lince ortaya çıkarılabilen mana. Meselâ, 15^ djLX ijts LL “İşlemiş olduk­ ları günahları yüzünden artık az gülsünler, çok ağlasınlar!” (Tevbe 9/82) âyetinde görüldüğü gibi münâfıklardan söz ederken Yüce Allah onların dünyadaki geçici mutluluklarına karşılık âhirette büyük bir acı çekeceklerine işaret etmektedir. Zira âyette zikredilen “az gülmek”, dünyada geçici bir mutluluk yaşamak, “çok ağla­ mak” da âhirette büyük bir azap ile karşılaşmak demektir.

    NÜZÛLÜ’L-KUR’ÂN

    NÜKETÜ’L-KUR’ÂN: (Bkz.

    Mülehu’l-Kur’ân) NÜZÛLÜ’LKUR’ÂN: £>Î>JI Jj>)

    Kur’ân’m yaklaşık yirmi üç yıllık bir süre içerisinde Hz. Peygamber’e indirilişi. Buna “tenezzülâtü ’l-Kur’ân” “tenzilü ’lKur’ân” yahut “nüzulü’l-vahy” da denilmektedir. Kur’ân fert ve topluma yol göstermeyi he­ deflemektedir. Çünkü nihai amacı, insanları Allah’ın irâdesi doğrultusunda ıslah etmektir. Bunun için o, toptan değil, ted­ rici bir tarzda indirilmiştir. Yani aracı melek Cebrâil, Allah’tan almış olduğu Kur’ân vahiyleri­ ni, belirtilen süre içerisinde Hz. Peygamber’e getirmiştir. İslâm

    bilginleri’ne göre, aracı me­ lek Kur’ân vahyini ya Levh-i mahfuz’dan alarak ya da bizzat Allah’tan semâen (dinleyerek) alıp Hz. Peygambere vahyetmiştir. Ramazan ayında ve bu ay içerisinde yer alan Kadir gece­ sinde indirilmeye başlandığı haber verilen Kur’ân vahyinin inzâli konusunda üç ayrı görüş ileri sürülmüştür. (1) Kur’ân vah­ yi önce Levh-i mahfuz’dan bir bütün olarak “Beytü’l-izze” ye, yani dünya semâsına, oradan da, çeşitli zaman aralıklarıyla yirmi üç yılda Hz. Peygambere nâzil olmuştur. (2) Kur’ân bütün olarak değil, ama Yüce Allah’ın

    NÜZÛLÜ’L-VAHY

    periyodik şekilde, yani bir sene içerisinde inişini takdir etmiş ol­ duğu miktarlar şeklinde, yirmi üç Kadir gecesinde dünya semâsına indirilmiş; oradan da tedrîci bir tarzda Hz. Peygamber’e inzâl edilmiştir. (3) Kadir gecesinde başlayarak yirmi üç seneye ya­ kın bir süre içerisinde, değişik zamanlarda, doğrudan Hz. Muhammed’e indirilmiştir. NÜZÛLÜ’L-VAHY: {Bkz.

    Nüzûlü’l-Kur’ân)

    236

    TEFSİR TERİMLERİ

    SÖZLÜĞÜ

    237

    ÖZNEL TEFSİR

    -o-öON KIRÂAT: (Bkz. Kırâat-ı aşere) OSMAN

    HATTI:

    (Bkz.

    Resmü’l-Mushaf) ÖRFÜ’L-KUR’ÂN: (Bkz. Âdetü’l-

    Kur’ân) ÖZNEL TEFSİR:

    ^1)

    Kişisel düşünceden, dünya görü­ şünden kaynaklanan ve bunların argümanlarıyla desteklenip şah­ sî yargı ve yaklaşımlarla ortaya çıkan Kur’ân yorumu. Bu tarz yorumlar iki sebebe dayandırılabilir. (1) Kur’ân’dan kaynaklanan öznellik. (2) Müfessirden kaynak­ lanan öznellik. Kur’ân’ın bir taraf­ tan müteşâbih “antropomorfik”, (insanbiçimci) ve “sembolik” bir dil kullanması, diğer taraftan da metafizik konulara yer vermesi onun öznel bir tarzda yorumlan­ masını zaruri kılmaktadır. Ayrıca Kur’ân’ın, indirildiği dönemin Arap toplumundaki, bireysel ve toplumsal hayatla ilgili tespitler, öğütler, emir ve yasaklara yer vermesi de, yorumcunun nasları

    farklı bir şekilde anlamasına ve te’vil etmesine yol açabilmek­ tedir. Çünkü ashâbın dışındaki Kur’ân yorumcuları naslarm tef­ sirinde söz konusu tarihî refe­ ranslara müracaat ederek ilgili rivayetlere ulaşsalar da, âyet­ lerin nüzûl anını yaşamadık­ ları için, sadece haberleri de­ ğerlendirebilmektedirler. Bu da ister istemez farklı algılamaların ve yorumların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Buna göre müfessirden kaynaklanan öznelliği beş temel sebebe bağ­ lamak mümkündür. (1) Müfessirlerin farklı donanımlara sahip olmaları. (2) Kur’ân’a ön kabüllerle yaklaşmaları. (3) Yorumda değişik yöntemler kullanmaları. (4) Mezhep taassubu içerisinde hareket etmeleri. (5) Bilinç fark­ lılığı. Saydığımız bu temel sebep­ lerden dolayı tefsir tarihi boyun­ ca yorumcular Kur’ân’a öznel bir şekilde yaklaşmışlar, bu da doğal olarak öznel bir tefsirin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

    238

    PAPİRÜS

    TEFSİR TERİMLERİ

    sesini yükseltmesi (meyan), yeri­ ne göre de pes perdelerden oku­ ması gerekmektedir. Zira aynı tonda okunduğu zaman hem icrâ hem de sesin etki gücü kay­ bolmakta ve kırâatte monoton­ luk meydana gelmektedir.

    -P-R-

    RAKK: (JjJI) Tabaklanmış deri.

    Üzerine yazı yazılması için işle­ PAPİRÜS: Eski Mısırlıların Nil

    kıyılarında yetişen papirüs bit­ kisinden yaptıkları bir çeşit kağıt. Söz konusu kağıt, üzerine Kur’ân vahyinin yazıldığı malzemeler arasında zikredilmektedir. PARÇACI TEFSİR: (Bkz. Mevziî

    tefsir) PARŞÖMEN: Yüzeyi sertleşti­

    rilmiş, mat renkli, dayanıklı, şef­ faf bir kâğıt. Kur’ân vahyi sırasın­ da bazı Kur’ân metinlerinin bu malzelme üzerine yazıldığı ileri sürülmektedir. RAF’Ü’S-SAVT:

    (o^JI

    Sesi yükseltme. Kur’ân okurken sesi daha üst perdelere çıkarıp hem tek hem de daha fazla he­ cede veya kelimede, gerektiği zaman da bütün cümle yahut âyette yapılan ses baskısı. Usta bir okuyucunun, kırâat esna­ sında, özellikle İlâhî emir ve nehiyleri gösteren ya da müjde ve rahmet-i ilâhiyyeyi ifade eden âyetleri okurken zaman zaman

    nerek inceltilmiş, yazı yazılacak duruma getirilmiş deri. Kur’ân vahyi esnasında yazı malzemesi olarak kullanıldığı ileri sürülmek­ tedir. RAKŞ: (jıîJl) Süsleme. Nakşet­

    me, tezyin etme. Harflere nokta koyma. Kur’ân kırâatındaki zor­ luğu ortadan kaldırma amacına yönelik olarak şekil itibariyle bir­ birine benzeyen harflere -birbir­ lerinden ayırt etmek maksadıylanokta koyma. Kaynakların ver­ diği bilgiye göre Hz. Peygamber vahiy kâtibi Muâviye’ye “rakş” ı tavsiye etmiş ve Mu’âviye’nin bu­ nun mahiyetini sorması üzerine de, her harfe onu temsil eden noktaların konulması gerektiği­ ni söylemiştir. (Çetin, M. Nihad “Arap (Yazı)” DİA, III, 279). RÂVÎ: (JI

    ki sesi zayıflatma. Kur’ân okur­ ken ravm yapılması gereken ke­ limenin sonunda yer alan hareke­ yi, sesin üçte ikisini yok edip üçte birini gösterecek şekilde okuma. Ravmin iki özelliği vardır. (1) Ravm uygulanan harekenin hafif bir sesle belli edilmesi, (2) Rav­ min kelime sonunda yapılması ve vakıf haline mahsus olması. Bilindiği gibi ravm yalnız kesrede ve zammede yapılmaktadır.

    Kur’ân’ı on kırâate göre ustalıkla okuyabilen, bu sebeple hafızlık ve kırâat merasimlerine başkan­ lık eden kişi. Söz konusu ünvan günümüzde takrib seviyesinde ilm-i kırâat okuyarak icâzet alan, kıdem itibariyle -Üsküdarlı Ali Efendi, Gönenli Mehmet Efendi ve Abdurrahman Gürses Hoca Efendi gibi- İstanbul kurrasının en ön sırasında yer alan kişiler için kullanılmaktadır.

    REDDÜ’L-ACÜZ ALE’S-SADR:

    REKÂKET: (ÂSISJl) Zayıf, güç­

    (jJuJl 3j) Lafız ve mana açısından aynı olan veya lafızları aynı manaları farklı olan yahut bunlara benzeyen bir lafzı cüm­ lenin başında ve sonunda zik­ retme. Meselâ, LLsLs ^iajl

    süz ve yetersiz olma, ifadenin zayıf, nazmın âhenksiz ve kuru olması anlamına gelen bir belâgat terimi. REMZ: (Bkz. Kinaye) RESM-İ ISTILÂHÎ:

    “Baksana biz insanların bazısını bazısından nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki âhiret dere­ ce ve üstünlük farkları bakımın­ dan daha büyüktür” (İsrâ 17/21)

    âyetindeki (^5 oLLjS cümlesinde yer alan (/^î) kelimeleri lafız ve mana itibariyle birbirinin aynısıdır. Bundan ötü­ rü söz konusu durum “raddü’l-

    Yazılışı başka okunuşu başka olan yani yazıldığı gibi okunmayan ve okunduğu gibi yazılmayan kelimeleri ifade eden bir terim. Meselâ, Hz. Osman Mushaf’ında yer alan (JJb) “yâyesu” şeklinde­ ki fiilin kırâat imamlarının ekserisi tarafından (J-Ü) “yey’esü” olarak okunması gibi. “Hz. Osman Mushaflarmdan birinin resmine (yazı­

    RESM-İ OSMÂNÎ

    sına) takdiren de olsa uygun ol­ malıdır” şeklinde ileri sürülen mütevâtir kırâat şartındaki “takdiren” sözcüğünden anlaşılması gereken de işte budur. RESM-İ OSMÂNÎ: (Bkz. Resmü’l-

    Mushaf) RESMÜ’L-HATT: (Bkz. Resmü’l-

    Mushaf) RESMÜTrMUSHAE p^JI^)

    Hz. Osman tarafından yazdırılıp çoğaltılan Mushaflarda kullanı­ lan kendine özgü bir yazı türü. Bu yazı türüne “Resm-i Osmanî”, “Resmü’l-mesâhifi’l-Osmânî”, “Hatt-ı Osmânî”, “Hatt-ı ıstılahı”, “Hatta ’l-Mesâhif”, “Resmi! ’l-hatt”, “Mersûma’l-hatt” ve “Kitâbetü’lKur’ân” da denilmektedir. Hz. Osman’ın yazdırdığı Mushaflarda görülen ve daha sonraki dönem­ lerde teşekkül eden imlâ esasla­ rından farklı olarak “vâv” harfi­ nin bazen yazılıp bazen yazılma­ ması, Jl>dı Üıl (Şûrâ 42/24)

    ve U (dil (Ra’d 13/39) âyetlerinde olduğu gibi, kelime­ lerin harf eksiği ile yazılması, ^IjJI (Kamer 54/6) âyetindeki (£jb) fiilinin esasen (y>d) şeklin­ de olması gibi durumlar, Kur’ân ilimleri literatürü içinde zaman­ la Mushaf yazısı adı verilen özel bir yazı türünün ortaya çıkışına sebep olmuştur. Bu türün ortaya çıkışında ilk zamanlardan itibaren

    240

    TEFSİR TERİMLERİ

    yazılan Mushaflarda, Hz. Osman döneminde oluşturulan heyetin yazdığı Mushafların imlâ şekil­ lerinin orijinalliğini koruma yö­ nünde oluşan konsensüsün etkisi büyüktür. Bu sebeple sebeple ol­ malı ki, Kur’ân’ın manasında ol­ duğu gibi yazısında da mûcizevî bir yön bulunduğu gerçeğinden hareketle bazı âlimler söz konusu Mushaflardaki yazının tevkifî ol­ duğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak ilerleyen süreçte sözünü ettiğimiz bu görüşe muhâlif bir görüş de ortaya atılmıştır ki, buna göre resmü’l-mushaf tevkifî değil, sahâbe tarafından dönemin yazı esasları dikkate alınarak meyda­ na getirilmiştir. (Geniş bilgi için bkz. Altundağ, Mustafa, Hata iddiaları Çerçevesinde Kar’âriın Dil ve Yazım özelliği, Bakü 2004, s. 93 vd). RESMÜ’L-MESÂHİFİ’L-

    OSMANÎ: (Bkz. Resmü’l-Mushaf)

    RETORİK: Belâgatın Batı ede­

    biyatındaki karşılığı. Malzemesi söz olan yahut sözle yapılan sa­ natları inceleyen ve merâmı en güzel şekilde anlatmanın yol­ larını arayan bir bilim dalı. (Bkz. Belâgat) REVİZYON: (Bkz. İkmâl)

    RE’Y ASHÂBI: (Bkz. Ehl-i re’y) RE’Y EKOLÜ: ( Bkz. Ehl-i re’y)

    SÖZLÜĞÜ

    RE’Y HADİSİ: (Bkz. Hadisü’r-re’y)

    RE’Y TEFSİRİ (Bkz. Dirayet tefsiri): Rİ’ÂYETÜ’UBTİDÂ:

    Kur’ân okuyan kimsenin, (kârî) âyete başlayıp nefesinin tükendi­ ği yerde vakıf yapması, ardından da kurallara uygun bir şekilde kırâate yeniden başlaması (ibtidâ). Vakıf sonrası ibtidâda mutlaka bir fiilden alarak okumak ge­ rekmektedir. Çünkü, mevsuftan, muzafun ileyhten ibtidâ yaparak okumak, mananın tamamlan­ mayacağı gerekçesiyle doğru bu­ lunmamıştır. (Bkz. İbtidâ) Rİ’ÂYETÜ’TTERTÎB: (^j^U»)

    Kur’ân’ı, mevcut sûre ve âyet tertibine uyarak okuma. Bilindiği gibi Kur’ân’m âyet tertibi tevkifî olarak kabul edilmektedir. Hat­ ta bu hususta ittifak vardır. An­ cak sûrelerin tertibi ihtilaflıdır. Konuyla ilgili, tevkifî, ictihâdî, kısmen tevkifî kısmen ictihâdî şeklinde üç görüş ortaya atılmış­ tır. Fakat çoğunluğun kanaatine göre sûrelerin tertibi de âyetlerde olduğu gibi tevkifidir. Bu anlayışı benimseyenlere göre kırâat es­ nasında söz konusu tertibin gö­ zetilmesi vazgeçilmez derecede önemlidir. Rİ’ÂYETÜ’L-VAKF:

    Ferş-i hurûf yönünden bir ke­ limede mevcut bulunan bütün

    RİKÂ’

    241

    kırâat ihtilaflarının ardarda oku­ nup, sonra diğer kelimelere ge­ çilmesi şeklindeki kırâat öğretisi. Bu daha ziyade Mısırlıların kırâat anlayışlarında uyulması gereken bir okuma biçimidir. (Tetik, Ne­ cati, Başlangıçtan IX. Hicri Asra Kadar Kırâat ilminin Talimi, An­ kara 1990, s.115). RİHVET:

    (s^JI) Yumuşaklık,

    genişlik, uzunluk ve bolluk. 1) Kırâatte harf sâkin ya da ha­ rekeli iken sesin rahatça akması. 2) Kendilerinde rihvet sıfatı bu­ lunan harflerin telaffuzu esna­ sında, mahrece itimadın zayıf olması sebebiyle ses ve nefesin beraberce akması. Bu da iki şe­ kilde yapılmaktadır. (1) Rihuet-i mechûre: Bu rihvet harflerine ait seslerinin az bir nefesle orta­ ya çıkarılması anlamına gelir. (2) Rihuet-i mehmûse: Bu da rihvet harflerinin fazla bir nefesle çıka­ rılmasıyla gerçekleşmektedir. RİHVET-İ MECHÛRE: (Bkz.

    Rihvet) RİHVET-İ MEHMÛSE: (Bkz.

    Rihvet) RİKÂ’: (£iy) (t. Ruk’a) Bez ya­

    hut kumaş parçası, kağıt. Hz. Peygamber zamanında üzeri­ ne vahiy metinlerinin yazıldığı bez parçası. Denildiğine göre Resûlullah (sav) tedricen gelen

    RİVÂYET

    vahyi, önce geçici bir şekilde çeşitli yazı malzemelerine yaz­ dırıyor, sûre tamamlanınca da daha münasip bir tarzdaki sahifelere muhtemelen bez par­ çalarına geçirtiyordu. Zeyd b. Sâbit’in: “Biz Hz. Muhammed (sav)’in huzurunda Kur’ân’ı bir takım parçalardan (ilk yazıldıkları malzemelerden) topluyorduk” (Bkz. Zerkeşî, el-Burhân, I, 237) şeklindeki sözü bu kanaatin doğ­ ruluğunu ispat edici mahiyette­ dir. Şu halde bu rivâyeti dikkate alarak Hz. Muhammed (sav)’in, mevcut en uygun malzemeleri temin edip vahyi tamamlanan sûreleri ilk yazılı malzemelerden temize çektirmek suretiyle, söz konusu bez ya da kumaş parça­ larına yazdırttığı söylenebilir. RİVÂYET: (âjIjJI) Bir kırâat ima­

    mının râvilerinden birinin diğeri­ ne muhalif olan kıraati veya bir râviye nisbet edilen ihtilaflar. RİVÂYET TEFSİRİ: (ÂJjJI ^)

    Kur’ân’a, Hz. Peygamber’in sünnetine, seleften nakledilen haberlere, Arap dili ve câhiliye Arap şiirine dayanan bir tefsir çeşidi. Rivâyet tefsirinin kay­ nakları, Kur’ân, sünnet, sahâbe ve tâbiûn kavilleri ile hiçbir müfessirin müstağni kalamayacağı Arap Dili ve edebiyatıdır. Bu tef­ sir tarzı, başlangıçtan itibaren söz

    242

    TEFSİR TERİMLERİ

    konusu özelliğini koruyarak son­ raki dönemlerde de aynen de­ vam etmiştir. Çünkü ilk zaman­ larda önde gelen selef imamları, özgün bir düşünce ve özgür bir yaklaşımla Kur’ân’ı tefsir etme­ yi doğru bulmuyorlardı. Onlara göre Kur’ân tefsirinde en doğru ve başarılı yöntem rivâyete bağlı kalarak yapılan tefsirdi. Zira ri­ vâyete dayanmayan tefsirler ya keyfî ve aklî ya da zan ve tahmin­ den ibarettir; dolayısıyla güveni­ lir bilgi değillerdir. Bir bilginin güvenilir olması için, onun isnâd zinciri yoluyla sahih rivâyetlere dayandırılması şarttır. Ancak her ne kadar rivâyet tefsir geleneği nakle dayalı ise de bu söz konu­ su tefsirin dirâyetten tamamen uzak olduğu anlamına da gelme­ mektedir. Yani sözü edilen gele­ neğin içinde re’y ve ictihâd da yer almaktadır. Nitekim tâbiîler dönemindeki Irak re’y ekolünde ictihâdm hâkim bir unsur haline getirilmesi bunun en önemli ka­ nıtıdır. Ancak bu tefsir tarzında akla nakilden sonra yer veril­ mekte ve aklın alanı naklin çer­ çevesiyle sınırlı tutulmaktadır.. RİYÂDU’L-KUR’ÂN: (dİ

    Kur’ân’ın bahçeleri. Kur’ân’daki mufassal sûrelerin ortak adı. Bu sûreler üç kısımdır. (1) Tıvâl-ı mufassal: Bu isimle, Kâf Sûresi’nden Nebe’ Sûresi’ne

    SÖZLÜĞÜ

    243

    kadar olan sûreler kastedilmek­ tedir. (2) Eusâtu’l-mufassai: Nebe’den Duhâ Sûresi’ne ka­ dar olan kısmı ifade etmekte­ dir. (3) Kısâr-ı mufassal: Bu da Duhâ’dan Kur’ân’ın sonuna ka­ dar olan kısma isim olarak ve­ rilmektedir. Söz konusu sûrelere (dü^Jİ J/bj) isminin verilmesi de muhtemelen onların bahçeye (J/L5JI) benzetilmesi sebebiyle­

    dir. Bilindiği gibi Kâf Sûresi’nden (bu sûrede dahil olmak üzere) Kur’ân’ın sonuna kadar sırala­ nan sûrelerin sayısı 64’dür ve söz konusu sûrelerde özellikle cennet nimetlerine vurgu yapılmaktadır. RUH GÖÇÜ: (Bkz. Tenasüh)

    RÛHU’N-NASS: (^1CJJ) Nass-

    ın rûhu, özü, içsel anlamı, yasa­ ma rûhu. Ayetlerin illeti, içerdik­ leri temel ilke ve prensipler. Bu terimi daha çok Fazlur Rahman kullanmaktadır. Ona göre naslardaki hükümlerin tespitinde esas olan illetin belirlenmesidir. Bu­ nun için de yorumcu geçmişte verilen bir hükmü benimsemeyip nassı kendi döneminin şartlarına uyarlamak isterken lafzı değil, o hükmün ruhunu yani konuluş amaç ve maksadını tespit etmeli ve bunu esas almalıdır. Meselâ, olay kesin olarak belirlendiği za­ man Kur’ân I«jLÜlj djUJlj

    41)1

    LL»

    i4-ÇI

    RÜYÂ-YI SÂDIKA

    (Mâide 5/38) âyetiyle hırsızın elinin kesileceğinden söz etmektedir. Ancak suçun tespi­ tinden sonra hırsızın elinin kesil­ mesi alternatifi olmayan bir ceza şekli değildir. Zira meseleye böy­ le yaklaşmak söz konusu nassın ruhunu değil, lafzını esas almak demektir. Halbuki esas olan ya­ sama ruhu yani hükümlerin illeti­ dir. Burada zikredilen söz konusu âyet de el kesmeyi caydırıcı bir ceza olarak öngörüp bu suçun iş­ lenmesine engel olmak istemek­ tedir. O halde şayet yasama ruhu denilen maksatlardan hareket edilirse, o takdirde el kesmenin yerine caydırıcı başka cezalar da konabilir. (Bkz. Fazlur Rahmân, İslâm, İstanbul 1981 s. X). RUVÂT: (Bkz. Râvî)

    RÜCÛ’: (Bkz. İltifat) RÜYÂ-YI SÂDIKA: (îbLJI LjJI)

    Sâdık, yani görüldüğü gibi çıkan doğru rüya. Vahyin geliş şekillerin­ den biri. Hz. Âişe (ra)’den rivâyet edilen: “Resûlullah (sav)’ın ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başlamıştır. O, hiçbir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi çıkmasın” (Buhârî, Bed’u’l-vahy, 1) tarzındaki söz, vahyin ilk defa sâdık rüyalarla başladığını ortaya koymaktadır. Ancak vahyin bu çeşidiyle hiçbir Kur’ân vahyi gelmemiştir. Buna

    RÜYÂ-YI SÂDIKA

    244

    göre sâdık rüya Allah Resûlü (sav)’nün hadisleriyle ilgili vahiy alma yöntemidir. Rüya esnasında diğer peygamberlere de vahyin geldiğine ve bu tür vahye uy­ manın zaruretine bir delil olmak üzere Hz. İbrahim’in Kur’ân’da

    zikredilen şu kıssası örnek olarak gösterilebilir. Jı Oiij

    jıi ^y> üü

    ^lUji

    lj» «Ü)l f-Lİ (j|

    Ü

    öl

    -Lw»»l Uu (JjJÂS IjI L> JjJl d-jJ-s^ aS {v-j&l

    “(İbrahim) ben dedi,

    Rabbimin emrettiği yere gidiyo­ rum. O, bana yol gösterecektir. Ey Rabbim bana sâlihlerden (bir oğul) ihsan et, (diye dua etti) Biz de ona çok uysal bir oğul müj­ desini verdik. Artık o (oğul) (İb­

    rahim’in) yanında koşma çağma erişince (babası): Yavrucuğum! ben seni rüyamda boğazlarken görüyorum, bak artık ne düşü­ nüyorsun? Dedi. (Çocuk) Ba­ bacığım, sana emredilen ne ise onu yap, inşaallah beni sabre­ denlerden bulacaksın dedi. Vak­ taki bu suretle ikisi de (Allah’ın emrine) teslim oldular, (İbrahim) onu alnı üzere yatırdı. Biz ona: ‘Ey İbrahim!’ diye seslendik. Rü­ yayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız” (Sâffât 37/99-103).

    TEFSİR TERİMLERİ

    SÖZLÜĞÜ

    245

    -sSAFİR: (j-UJI) Harflerin fone­

    tiği ile ilgili bir sıfat. Dil ucu ile ön dişlerin arasından kuvvetli bir şekilde çıkan ses. Söz konusu ses Ç^), Ç^) ve (Ji) harflerinin telaf­ fuzu esnasında ortaya çıkmakta­ dır. Dolayısıyla safir sıfatı kuvvetli sıfatlardan biridir. SAHÂBÎ:

    (ç. Sahâbe)

    Hz. Peygamber’ i görüp müslüman olarak ölen kimse. Kur’ân pek çok âyetinde Hz. Peygamber’in yanında ve civarında bulunan insanlardan (ashab) söz etmek­ tedir. Bazı âyetlerde de muhâcir ve ensâra yer verilerek onlardan övgü ile bahsedilmiştir. Kur’ân’m hem metin hem de tefsir olarak bize intikali söz konusu nesil ile gerçekleştirilmiştir. Bu bakım­ dan başta tefsir, hadis ve fıkıh ilmi olmak üzere İslâmî ilimlerin her şubesinde onların çok büyük katkıları bulunmaktadır. SAHÂBÎ KAVLİ:



    Sahâbî sözü. Sahâbilere ait gö­ rüşler. Bu tür görüşler “kavlü’s-

    SAHÂBÎ KAVLİ

    sahâbî”, “mezhebü’s-sahâbî” ve “hükmü’s-sahâbî” gibi kavramlar­ la da ifade edilmektedir. Sahâbe sözleri ya merfû hadis hükmün­ dedir veya mevkûf haberdir. Eğer sahâbilerin yapmış oldukları tefsirler âyetlerin nüzûl sebeple­ ri, mübhemâtü’l-Kur’ân, nâsih mensûh veya muğayyebatla ilgili olup üzerinde ictihad etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alana ait ise, bunlar merfû hük­ münde haber kabul edilmişlerdir. Fikir yürütülmesi ve ictihâd edil­ mesi mümkün olan alanlara ait olmakla birlikte sahâbîlerin kendi bilgi birikimlerine dayanan haber­ lere de “meukûf hadis” ismi veril­ miştir. Buna göre sahâbeden nak­ ledilen merfû hükmündeki haber­ lerin bağlayıcılığı konusunda ilim adamları arasında fazla bir ihtilâf mevcut değildir. Bundan dolayı İslâm âlimlerinin büyük çoğun­ luğu, bu nitelikteki sahâbe sözle­ rini hüccet olarak kabul etmekte­ dir. Çünkü bu nevi rivâyetler ya sahâbenin müşâhedesine ya da semâma (işitmesine) dayanmak­ tadır. Sahâbîlerin adâleti konu­ sunda da icmâ olduğuna göre, söz konusu tarzdaki haberlere tef­ sirde itimat etmemek için hiçbir sebep yoktur. Sahâbîlerden gelen mevkûf rivâyetler ise, onların bilgi birikimine dayanan ve ictihâdın mümkün olduğu alanlara ait ha­ berlerdir. Bu yüzden söz konusu

    SÂHİBÂN

    nitelikteki beyanlann bağlayıcı­ lığı konusunda âlimler ihtilâf et­ mişlerdir. İslâm bilginlerinin bir

    kısmına göre sahâbîlerin mevkûf haberlerini almak vâcip değildir. Çünkü onların bu tür rivâyetleri içtihâda dayanmaktadır. Müctehid de doğruyu bulabileceği gibi hata da yapabilir. Buna mukabil bir grup ilim adamı da mevkûf hadislerin tefsirde kullanılması­ nın gerekli olduğu görüşündedir. Sahâbe kavilleri şayet ictihâd ile kavranabilecek türden değilse bü­ yük çoğunluk, o tarz kavillerin de­ lil sayılabileceğinde ittifak etmiştir. Çünkü onlara göre bu tür görüş­ ler büyük bir ihtimalle Allah Resu­ lünden işitilmiş olabilir. Buna mu­ kabil rey ve içtihâda dayalı sahâbî görüşlerinin delil olması hususu ise tercihe dayalıdır. SÂHİBÂN (SÂHİBEYN): fcıl^Udl)

    Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer için kullanılan bir terim. Bu terimin Ebû Hanife’nin iki talebesi İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed için de söz konusu edildiği ifade edilmektedir. SÂHİBUL-KUR’ÂN: (jÇiJl

    Kur’ân’ı kendisine arkadaş edi­ nen yani onu yanından hiç ayır­ mayıp devamlı surette okuyan kimseler için kullanılan bir terim. Kaynaklarda belirtildiğine göre Hz. Peygamber sâhibu’l-Kur’ân

    TEFSİR TERİMLERİ

    246

    olan bir kişiye hitaben: “Kur’ân’ı oku ve cennet derecelerine yük­ sel! Dünyada onu naşı! ağır ağır okuyor idiysen, burada da öyle oku! Çünkü senin asıl makamın okuyacağın en son âyetin ya­ nındadır” buyurdu. (İbn Mâce

    Edeb, 52) SAHİH KIRÂAT: âsT>111) Sahih olarak nitelendirilen kırâat. Bunlar mütevâtir ve meşhur diye bilinen kıraatlerdir. Söz ko­ nusu kıraatlerin ortak özelliği de sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşmış olmaları, bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olmaları, bir de kitâbet bakımından Hz. Osman’a nisbet edilen mushafların resm-i hattına aykırı olmamalarıdır. Bu şartları taşıyan kıraatleri inkâr câiz olmadığı gibi, bütün müslümanların bu kıraatlere inanma ve onları kabul etme yükümlülü­ ğü de vardır.

    SAHÎHU’L-MENKÛL:

    JjâuJI) Sahih nakil, doğru ve sa­ hih rivâyet. Senedi sahih ve an­ lam itibariyle Kur’ân’a ve sünne­ te aykırı olmayan bilgileri ifade etmek üzere kullanılan bir terim. SARF: (ö^l) Biçimbilim. Keli­

    menin istenilen manaya göre bi­ çim değiştirmesini inceleyen ilim dalı. Bunun Batı literatüründeki karşılığı morfolojidir. Bu kavram

    SÖZLÜĞÜ

    ayrıca belâgatte iltifât sanatı­ nın yerine de kullanılmaktadır. Müfessirler, Kur’ân naslarını yo­ rumlarken, sarftan çok yararlan­ mışlardır. Çünkü âyetlerin genel anlamlarına ulaşmak ancak keli­ melerden hareketle mümkün ola­ bilmektedir. Kelimelerin anlamla­ rını doğru bir şekilde bulabilmek için de kelimelerin kök hallerini ve türeyen şekillerin anlamlarını bilmek gereklidir. Ayrıca Arap di­ linde fiillerin zaman kipleri (mâzi, müzâri, emir vb.) için farklı kalıp­ lar kullanılmaktadır. Bu kalıplar iyi bir şekilde bilinmediği zaman âyetlere yanlış anlamlar vermek kaçınılmaz olmaktadır. Öyle ise

    Kur’ân’ı doğru anlamak ve yo­ rumlamak için sarf ve iştikak kurallarını bilmek son derece önemlidir. (Bkz. Tasrîf) Kur’ân’a nazire yapmaya yönelik gayretlere İlâhî irâde tarafından engel olunma­ sı şeklinde ifade edilen görüşün adı. Bu teori, klasik kaynaklarda Mûtezile’nin ileri gelen bilginle­ rinden Nazzâm (ö.231/845)’a isnâd edilmiştir. Söz konusu te­ orisinde Nazzâm şunları söyle­ mektedir: Allah Taâlâ Arapların Kur’ân’a nazire yapmalarına en­ gel olmuştur. Kur’ân’ın beşer üstü bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Yani muhâlifler Kur’ân’a nazire yapmaktan âciz SARFE :

    es-SAYFÎ VE’Ş-ŞİTÂÎ

    247

    bırakıldıkları için istedikleri halde Kur’ân’a nazire yapamamışlardır. Eğer böyle olmasaydı insanlar onun bir benzerini getirebilirlerdi. Çünkü Kur’ân, onların belâgat ve nazım seviyelerinden üstün bir konumda değildir. Ancak Ehl-i sünnet ulemâsı Nazzâm’ın bu görüşünü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir. (1) Kur’ân’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiş­ tir. Kendisinde âciz bırakma vas­ fı olmasaydı, Kur’ân’ın mûcize bir metin olduğu nasıl ileri sü­ rülebilirdi? (2) Sarfe Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’ân’ın meydan okuma­ sına i’câz değil ta’ciz denirdi. Bu ise bir insanın dilini kesip sonra da ona: “haydi konuş bakalım!” denilmesine benzemektedir. El­ bette ki bu durumda o insanın konuşması imkânsızdır. SARİHÇİ L-MAKLJL: (J)

    Açık ve sahih akıl. Akıl ve mantık ölçülerine aykırı olmayan. Teorik olarak akla ters düşmeyen şeyleri ifade etmek üzere kullanılan bir terim. es-SAYFÎ VE’Ş-ŞİTÂÎ:

    _?) Hz. Peygamber (sav)’e yaz ve kış mevsimlerinde gelen vahiyler için kullanılan bir terim.

    4)1 J5 dt

    Meselâ, ■ .û

    I ÇJ-9 C—5-1

    JÜj

    ÖİİA

    Jjj»I

    öl

    ILIŞ jlâ jJ_j ÇJ o1

    gL JâA jJ> jSjJIs tLLj Ml>-j

    '•(25~“ (J^! ^b i_^Lm2j dİ Sen­ den fetva isterler. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kim­ senin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu ol­ mayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kız kardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona vâris olur. Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır. Şaşırma­ manız için Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmekte­ dir” (Nisâ 4/176) âyetinin -ki bu âyete “ilk kelâle âyeti” adı veril­ mektedir- yaz mevsiminde inzâl edildiği ileri sürülmektedir. Buna mukabil, dlj IjIaJJ ÇlJ^SlI üjÇ-Aj «_jiy^Ni ı—■oÇ \l iIjjIS (t-SLLjl ûÇL-j *>LÜ “Bunlar, düşman birliklerinin bozulup gitmedikleri evhamı için­ dedirler. Müttefikler ordusu yine gelecek olsa, isterler ki, çölde gö­ çebe Araplar içinde bulunsunlar da, sizin haberlerinizi (uzaktan) sorsunlar. Zaten içinizde bulun­ salar da pek savaşacak değillerdi” (Ahzâb 33/20) âyetinin de kış ay­ larında nâzil olduğu rivâyet edil­ miştir. j»_Ac-

    TEFSİR TERİMLERİ

    248

    SEB’A TARÎKİ

    SEB’ATARÎKİ:

    ^»Kırâat

    imamı Ebû Amr ed-Dânî’nin ka­ leme almış olduğu “et-Teysîr” ile Şâtıbî’nin yazdığı “Hırzu’lemânî” adlı eserlerin ihtiva ettiği kırâat şekli. SEBEBİ

    NÜZÛL:

    (Bkz.

    Esbâbu’n-nüzûl) SEBEB-Ü NÜZÛLİ HÂZİHİ’L-

    ÂYET: (âA/I

    oÛa

    ^) Bu

    âyetin iniş sebebi şudur. Islâm bilginleri herhangi bir âyetin iniş sebebi hakkında rivâyet nakle­ derken, bunun sahâbe müşâhedesine ve semâma (işitmesine) bağlı olduğunu göstermek için bu özel tâbiri kullanmışlardır. Söz konusu tâbir, anlatılan olayın il­ gili âyetin nüzûl sebebi olduğuna kesin olarak delâlet etmektedir. Çünkü bu tâbirde sebeb keli­ mesi açıkça zikredilmektedir. Bu da nüzûl sebebi olarak nakledi­ len olayın öznel bir tefsir (açık­ lama) değil, bizzat sahâbîlerin müşâhede ya da işitme yoluyla muttali olup naklettikleri haber olduğunu göstermektedir. es-SEB’U’L-MESÂNİ^LJl^l)

    Tekrarlanan yedi. 1) Kur’ân’ın Bakara ile başlayan ilk yedi uzun suresi. 2) Namazlarda kırâatı tekrarlanan Fâtiha sûresi. Nite­ kim bu husus, jÇ. GÜL ÜJj dl^îllj ^LJI “Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti

    SÖZLÜĞÜ

    SEBR VE TAKSÎM

    249

    ve yüce Kur’ân’ı verdik” (Hicr 15/87) âyetinde açıkça dile ge­ tirilmektedir. 3) Mesânî diye isimlendirilen şeyler türünden itibar kazanmış benzersiz yedi şey. 4) Kur’ân’ın muhtevasında yer alan anlam tekrarı. Kur’ân’da kıssaların, öğütlerin, hükümlerin, geçmişle ilgili haberlerin ve olay­ ların tekrarlanması, yahut rah­ met âyetlerinin azap âyetlerine bitişik olması, Kur’ân’ın birbirine zıt şeylerden, cennetten, cehen­ nemden, iyi ve kötü kişilerin özelliklerinden bahsetmesi vb. (Bkz. Mesânî) es-SEB’U’T-TIVÂL: (Jl>11 ^>1)

    Kur’ân’ın başında yer alan yedi uzun sûre. Bunlar Bakara, Al-i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm, A’râf ve Enfâl sûreleridir.

    ki: O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram etti? Eğer doğru iseniz bana (gerçek) bir bilgiye daya­ narak cevap verin. Deveden de iki sığırdan da iki (yarattı.) (Ey Peygamber!) De ki: O, bunla­ rın erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıl­ dı? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydu­ randan daha zâlim kim vardır? Şüphesiz Allah o zâlimler top­ luluğunu doğru yola iletmez” (En’âm 6/143-144) âyetlerinde olduğu gibi. Zira söz konusu her iki âyette de ortak olarak, (jî t . i j, .. ^ I Çı 1

    I ç* 1 a

    Ip

    jLİAil p»’) “be ki: O, bunların j7>)

    SEBR VE TAKSÎM:

    Bir hükmün aslına illet olabile­ cek nitelikleri belirleme, uygun olmayanları dışlama ve sonuçta olması gerekeni tespit edip illet için uygun olanı bırakma.



    Lol



    J-9

    Jİ J-ÜJl

    “(Dişi ve erkek olarak) sekiz eş yarattı: Koyundan iki, keçiden iki. (Ey Peygamber!) De

    erkeklerini mi, dişilerini mi, yok­ sa bu iki dişinin rahimlerinde bu­ lunan yavruları mı haram etti?..” şeklinde bir ifade kullanılmak suretiyle, illetin tespiti için hük­ mün aslına gerekçe olabilecek nitelikler sıralanıp sonuçta uy­ gun olan ortaya çıkarılmıştır ki, o da Allah’ın bu konuda haram­ lık ifade eden bir hükmünün bu­ lunmadığı gerçeğidir. Yani Yüce Allah müşriklerin iddialarında yer alan ihtimalleri sıralayarak doğruyu bulma yöntemiyle söz konusu iddiaları reddetmiştir.

    SECÂVEND

    SECÂVEND:(x)Türkçe’ deki

    noktalama işaretleri mahiye­ tinde olup, okunan âyetlerin anlamının tamamlanıp tamam­ lanmadığını ifade etmek üzere konulmuş işâretlere verilen isim. Bunlar Kur’ân’m manasıyla ilgili işâretlerdir. Herhangi bir edebî metinde bile, başlanacak ve du­ racak yerlere riâyet etmemenin, o metni nasıl anlaşılmaz bir hâle sokacağı düşünülürse, söz konu­ su işaretlerin Kur’ân gibi en güzel edebî bir metin için ne anlama geldiği daha iyi anlaşılmış olur. İşte bu öneminden dolayıdır ki,

    250

    TEFSİR TERİMLERİ

    verilen isim. Bu tilâvet secdeleri­ nin yer aldığı sûreler Kur’ân’daki sırasıyla şöyledir: A’râf 7/206, Ra’d 13/15, Nahl 16/49, İsrâ 17/107, Meryem 19/58, Hacc 22/18, Furkân 25/60, Nemi 27 /25, Secde 32/15, Sâd 38/24, Fussilet 31/37, Necm 53/62, İnşikâk 84/21, Alak 96/19. Bu

    âyetlerin hepsinde Allah’a sec­ de emri geçtiği için okundukları esnada ya ilgili âyetin ardından ya da kırâatın bitiminde secde edilmesi gerekmektedir. Hanefi mezhebine göre secde âyetini okuyan ve dinleyen kimsenin secde yapması vâciptir.

    sözü edilen işâretlerle ilgili kitaplar erken dönemlerde kaleme alın­ mıştır. Bunlar içerisinde İbnü’lEnbârî (ö. 328/939), en-Nahhâs (ö. 338/953), ed-Dânî (ö. 444/ 1052) ve Muhammed b. Tayfûr es-Secâvendî (öl.560/1165)’nin isimleri sayılabilir. Ancak bunlar arasında, es-Secâvendî’nin kita­ bında yer verdiği işaretler daha yaygın bir kullanım özelliğine sahiptir. Bu yüzden olmalı ki, söz konusu müellife nispetle bu işâretlere secâvend denilmiştir. Bugün Türkiye’de basılan bütün Mushaflarda bu işâretler kullanıl­ maktadır.

    zeylilik, birbiriyle benzeşme. Sö­ zün bir vezne göre birbiri ardınca getirilmesi. Bir başka ifade ile ne­ sirde iki fâsılanın veya fâsılaların son harflerinin aynı veya birbiri­ ne uygun olması. Kur’ân’da yer alan âyet sonlarında (fâsıla) seci olup olmadığı tartışma konusu­ dur. Kabul edenler olduğu gibi Kur’ân’da secinin bulunmadığı­ nı söyleyenler de vardır. Ancak şu da bir hakikat ki, Kur’ân’daki fâsılalar manaya tâbi olup seci yapma amacı taşımamaktadırlar.

    SECDE-İ TİLÂVET: (öjMJI öj^.)

    SEC’-İ MURASSA’:

    Tilâvet secdesi. Secde etmeyi gerektiren Kur’ân âyetlerinin kırâatı esnasında yapılan secdeye

    lerin, kafiye ve vezin bakımın­ dan birbirine denk olması. 2)

    SECİ: (£?—!1) Düzgünlük, eşit dü-

    ^1) 1) İki mısrada yer alan kelime­

    SÖZLÜĞÜ

    251

    Fâsılaların yani âyetlerin son ke­ limelerinde yer alan son harfler arasındaki benzeşme. LLkp “Andolsun birbiri ardına gönderilenlere! Şiddetle eserek (zararlıları) savu­ rup atanlara!” (Mürselât 77/1-2) âyetinde olduğu gibi. Zira söz konusu her iki âyette de son keli­ menin son harfi aynıdır. SEC’-İ MUTARRAF; (J)

    Vezin bakımından uygunluk ol­ mamakla beraber, fâsılaların so­ nundaki harfte denklik bulunan seci. Sözgelimi, Ülij ad jU Üljtİ jjj “Size ne oluyor ki Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyor sunuz? Oysa O sizi aşama aşa­ ma yaratmıştır” (Nûh 71/13-14) âyetinde bu anlamda bir seci söz konusudur. Çünkü önceki âyetin sonunda bulunan (Ülij) kelimesi ile sonrakindeki (l^İ) her ne ka­ dar vezin itibariyle farklı olsa da son harfler itibariyle bir denklik vardır. SEC’-İ MÜTEVAZI:

    SEHL-İ MÜMTENİ

    SEC’-İ MÜTEVÂZİN: (^1

    öjlyJI) Fâsılalardaki harflerin sayı itibariyle birbirine denk ol­ masıyla birlikte son harflerin farklı olması. Sözgelimi jlLj ajfi Orada dizil­ miş yastıklar ue serilmiş halı­ lar (vardır)” (Ğâşiye 88/15-16)

    âyetlerinde yer alan (âî^L^) ve ( 4j ) sözcüklerinde bu anlamda bir edebî sanat mevcuttur. es-SEFERI: (Jl)

    İlk bakışta basit, söylenmesi ve

    Bir ibârenin fâsılalarında vezin yönünden uygunluğun bulun­

    yazılması kolay zannedilen; an­ cak taklid edilmeye kalkışıldı­ ğında benzerini yapmanın güç olduğu anlaşılan söz, yazı, şiir. Bu anlamda Kur’ân baştan sona sehl-i mümtenidir. Çünkü onun taklid edilmesi ya da ona ben­ zer bir sözün üretilmesi mümkün değildir.

    ması. Meselâ, j v-Aj* ^1 jSI “Orada üstün değer­ li kanepeler; yerlerine konmuş kadehler vardır” (Ğâşiye 88/13-

    14) âyetlerinde geçen (âp») ve kelimelerinde sec’-i mütevâzi bulunmaktadır.

    SERT

    252

    SEKT(E): (c3LJI) Okuma esna­

    sında bir anlık susma. Nefes almaksızın âdet olarak vakf za­ manından daha kısa bir müddet sesi kesme. Asım kırâatının Hafs rivâyetine göre Kur’ân’ın dört âyetinde sekte yer almaktadır. Bunlar: L2İ (Llj (Kehf 18/1-2); Yasin 36/52); JIJ (Kıyâmet 75/27); LJI ^\)

    Başta Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiûn tefsiri olmak üzere ilk dö­ nem müfessirlerine ait rivayetlere dayalı tefsir birikimi. SEMÂ’ ve ARZ:

    yJI j ^l_JI)

    Hocanın okuyup öğrencinin din­ lemesi, sonra da öğrencinin ho­ casına dinlediklerini tekrar etmesi anlamına gelen bir terim. Kur’ân kırâatı başlangıçtan itibaren sözü­ nü ettiğimiz bu iki yolla, yani se­ mâ (işitme) ve arz (sunuş) yoluyla gerçekleşmiştir. Peygamberimiz Kur’ân’ı Cebrâil’den, sahâbe de peygamberimizden dinlemiştir. Aynı şekilde peygamberimiz, Kur’ân’ı Cebrâil’e, ashâb-ı kirâm da peygamberimize okuyarak arzetmişlerdir. Dolayısıyla daha son­

    SEMANTİK

    raki nesiller de Kur’ân’ı Hz. Pey­ gamber’in uygulamasıyla yerleşen semâ ve arz yöntemiyle öğrenmiş ve öğretmişlerdir. es-SEMÂÎ: (^UJI) Hz. Pey­

    gamber (sav) göklerde iken (mirâc) kendisine gelen vahyi ifade eden bir terim. Sadece Ba­ kara sûresinin son iki âyetinin bu şekilde nâzil olduğu belirtilmek­ tedir. Buna göre Hz. Peygamber söz konusu vahyi aracısız ola­ rak doğrudan Allah Taâlâ’dan semâen yani dinleyerek almıştır. SEMANTİK: Anlambilim. Ke­

    limeler ve önermelerle onların ifade ettiği anlam arasındaki ilişkiyi inceleyen ilim dalı. Se­ mantik bilim, dilin en küçük öğesi olan kelimenin kök anla­ mından başlayarak onun dilde diğer kelimelerle oluşturduğu anlam ilişkisini (eşsüremli) ve zaman içerisinde geçirmiş ol­ duğu anlam değişmelerini (artsüremli) ele alıp inceleyen bir disiplindir. Semantiğin tefsir­ le ilgili olan tarafı, söz konusu bilim dalının, dilbilimsel çö­ zümlemeler yapan bir disiplin olmasıdır. Bu bakımdan se­ mantik bilimin, Kur’ân ilimle­ ri arasında bulunan vücûh ve nezâir, garîbu’l-Kur’ân vb. ilim­ lerle örtüşen yanları bulunmak­ tadır. Buna Kur’ân semantiği de

    SEMBOL

    254

    denilmektedir. Ayrıca mecâz, kinâye ve istiâre gibi edebî sanat­ ların kullanımları arasında mey­ dana gelen anlam değişmeleri de tefsir ve semantik bilimde ortak çalışma konusu yapılmaktadır. Semantik iki kısma ayrılmakta­ dır. (1) Art zamanlı (Diachronik) semantik: Semantiğin bu kısmı, kelimelerin zaman içerisinde geçirdiği anlam değişikliklerini, anlamların daralmasını, yok ol­ masını veya genişleyerek yeni anlamlar kazanmasını inceler. (2) Eş zamanlı (Synchronic) se­ mantik: Bu semantik çalışmada da kavramlara aynı zaman dilimi içerisindeki anlamları açısından bakılarak bir yatay kesitte keli­ menin sahip olduğu anlamlar incelenir. Böylece kelimenin aynı zaman dilimi içindeki eş anlam­ lıları, zıt anlamlıları, çağrışımları, benzetmeleri, duygu ve değerleri ortaya çıkarılmış olur. SEMBOL: (j»Jl) Simge, remz, timsâl. Eşya âleminden ya da tabiattan alınarak bir toplumun ya da kavmin hâfızası mesâbesinde olan tarihi akış ve birikim içinde özel bir anlam kazanan, bir duygu ve düşüncenin anla­ tımında kullanılan işaret yahut söz. Sembollerle yapılan anla­ tımda, soyut varlıkların, bir ger­ çekten hareketle somut olanlarla karşılaştırılması söz konusudur.

    TEFSİR TERİMLERİ

    Meselâ, dUS ÜŞ jü “Bütün bunlardan sonra bir de soysuz­ lukla damgalanmış” (Kalem 68/13) âyetinde yer alan (^j) ke­ limesinin delâletiyle burada sözü edilen şahsın Velid b. Muğîre olduğu söylenmektedir. Çünkü sözcüğü alçak, âdi, soysuz, her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmeyecek kadar tabiatı bo­ zulmuş, insanlığını kaybetmiş bir kişiyi ifade etmektedir. Bütün bu özellikler de söz konusu şahısta bulunmaktadır. O halde âyette bahsedilen kişi de Velid’den baş­ kası değildir. (Bkz. Ahmed Sa’îd el-Hatîb, Mefâtîhu’t-tefsîr, I, 507) SEMİYOTİK (SEMİYOLOJİ):

    Göstergebilim. İletişim amacıyla kullanılan her türlü işaret (gös­ terge) sistemini ele alıp incele­ yen ilim dalı. Bu ilmin, Kur’ân’m kullandığı kelimelerin tek tek ve ilişkide bulunduğu diğer kelime­ lerle birlikte ne anlamlar ifade ettiğini ortaya koymak amacıyla tefsirde de kullanılabileceği, yani münâsebâtü’l-Kur’ân ilmine kat­ kı sağlayacağı ifade edilmektedir. SENTAKS: Sözdizimi. Sözcük­

    lerin bir araya gelerek kurduklan yapıyı yani cümle yapısını ince­ leyen disiplin. Bir başka ifade ile sözcüklerin cümle içindeki diziliş­ leri, cümle içerisinde birbirleriyle ilişkileri, dillerin tümce yapılarının

    SÖZLÜĞÜ

    belirlenmeleri gibi konular bu disiplinin başlıca uğraş alanını oluşturmaktadır. Sentaksın Arap­ ça’daki karşılığı Nahv’dir. (Bkz. Nahv) es-SERİKATÜ’L-EDEBİYYE:

    (Bkz. İntihal) es-SERÎKATÜ’Ş-Şİ’RİYYE:

    (Bkz. İntihal)

    255

    SİDRE-İ MÜNTEHÂ

    SILA: ( 9 st, t ma. ayetinde yer alan (^Lİjj) kelimesindeki

    Seyyidü ’l-Kur’ân)

    “hum” zamirinin “humû” şeklin­ de ötreli ve bir elif miktarı uzatı­ larak okunması gibi. Bu okuma tarzı kırâat imamları arasında İbn Kesir’e aittir.

    SEYYİDÜ’L-KUR’ÂN: (öl^1 a»

    SİDRE-İ MÜNTEHÂ: (_^Jl ö)

    Kur’ân’ın en faziletli âyeti sa­ yılan âyetü’l-kürsi için kullanılan bir niteleme. Seyyid kelimesinin kullanıldığı bir başka niteleme de “seyyidü’l-enâm” şeklindedir ki, bu da insanların efendisi Hz. Peygamber için söz konusudur.

    Son ağaç. Yaratıklar âleminin son noktası. Söz konusu terki­ bi müfessirler çeşitle şekillerde yorumlamışlardır. Bunlardan ba­ zıları şöyledir: (1) Sidre-i müntehâ, yedinci kat semâda, Arş’ın sağında bulunan son nabk ağacı­ dır. Kendisine şehidlerin rûhlarından başka şeyin ulaşamadığı bu ağacın altından nehirler kaynar. Bu hususla ilgili olarak İbn Abbâs

    SEYF ÂYETİ: (Bkz. Âyetü’s-seyf)

    SEYYİDÜ’L-ENÂM: (Bkz.

    SIFÂTU’L-HURÛF: (ajy>Jlolw>)

    Harflerin sıfatları. Çıkışı esna­ sında harfin sesine ârız olan keyfiyet. Harflerin mahiyet ve keyfiyetleri, mahreçleri aynı olan harflerin birbirinden ayırt edile­ bilmeleri ile mümkündür. Bu da esasen harflerin sıfatlarıyla or­ taya çıkarılabilir. Çünkü bunlar harflerdeki yumuşaklık, sertlik, zayıflık ve kuvvetlilik, uzunluk ve kısalık gibi hususlardır. Bu yüz­ den kırâatte harflerin sıfatları çok önem taşımaktadır.

    şöyle demiştir: Sidre-i müntehâ Arş’ın altında bulunan bir ağaçtır ki melekler, nebiler ve âlimlerin bilgileri sonuçta ona varır. Bun­ dan ötesi ise, gaybtır, Allah’tan başka hiç kimse bilemez. (Elmalık, Hak Dini Kuran Dili, VII, 4580). (2) Sidre-i müntehâdan maksat, “Hayret-i kusvâ” yani akılların hayrete düşdüğü makam demek­ tir. (Râzi, Mefâtîhu’l-gayb, XXVIII,

    SİFR

    292). (3) Sidre-i müntehâ, Hz. Peygamber (sav)’in ilk vahiy gün­ lerinde inzivâya çekildiği bölgede bulunan ağaçlardan biri, belki de en büyüğüdür. Ancak bu ağa­ cın mahiyetini, yerini, yükseklik ve genişliğini bilmek mümkün değildir. (Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, IX, 110). SİFR: (^Ul) (ç. Esfâr) Yazılı şey,

    mektup, kitap. Kutsal metinleri ihtiva eden kitaplar için kulla­ nılan bir terim. Söz konusu te•* ' > ' c. * & *s rim, LaÇ öljÇJl I^LL>- JJI IjlL-l . jL^>Jl Tevrat la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir... ” (Cum’a 62/5) âyetinde yer almaktadır. SİYÂK VE SİBÂK (JLJI JOI)

    Siyâk, sözün gelişi, sevkedilişi, ifade şekli, ve anlatım biçimini, sibâk ise bir şeyin öncesini, geç­ mişini, üst tarafını ve başlangıcını ifade etmektedir. Buna göre siyâk ve sibâk, herhangi bir metindeki kelime, cümle ve ibârelerin oluş­ turduğu anlam bütünlüğü de­ mektir. Siyâk ve sibâk bir terkip olarak kullanıldığında doğal ola­ rak sibâk ile sözün öncesine, geç­ mişine ya da baş tarafına atıfta bulunulduğu, siyâk ile de sözün gayesine ve yöneldiği şeye atıfta bulunulduğu söylenebilir. Çünkü

    TEFSİR TERİMLERİ

    256

    siyâk sözün ne için ve hangi ga­ yeye matuf olarak sevkedildiğini ifade etmektedir. Gaye ve amaç ise sözün ilerisiyle ilgilidir. Bu açı­ dan bakıldığı zaman söz konusu terkibin aslında “sibâk ue siyâk” şeklinde kullanılması gerektiği, bu yüzden mevcut kullanımın yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak siyâk ve sibâk şeklindeki kullanım galat-ı meşhûr olarak yaygınlık kazanmıştır. (Bkz. Gü­ ven, Şahin, Kur’ân’ın Anlaşılma­ sı ue Yorumlanmasında Çok An­ lamlılık Sorunu, İstanbul 2005,

    s. 248 vd). SUHUF: (U>^l) Kitap. 1) Hz.

    Ebû Bekir zamanında derlenen Kur’ân metinlerinin üzerine ya­ zıldığı sahifeler. 2) Tevrât, Zebûr, İncil ve Kur’ân’ın dışında Yü­ ce Allah’ın bazı peygamberlere gönderdiği vahiyleri ihtiva eden sahifeler. Nitekim bu anlamda suhuf, I-La jl “Şüphesiz bu (anlatı­ lanlar), önceki kitaplarda, vardır. İbrahim ue Musa’nın kitapların­

    da” (A’lâ 87/18-19) âyetlerinde geçmektedir. Bunların, Hz. Âdem’e 10, Hz. Şit’e 50, Hz. İdris’e 30 ve Hz. İbrahim’e de 10

    sahife olmak üzere 100 sayfadan ibaret olduğu rivâyet edilmek­ tedir. (Elmalık, Hak Dini Kur’ân

    Dili, VIII, 5768).

    SÖZLÜĞÜ

    (Sjj-JI)

    (ç. Suuer) Yük­ sek makam, üstün derece, şan, şeref, binanın bölüm veya kat­ ları. Ayetlerden meydana ge­ len başı ve sonu belli müstakil Kur’ân bölümlerini ifade eden bir terim. Kur’ân’da 114 sûre bulun­ maktadır. Bunların en kısası, 3 âyetten ibaret olan Kevser, en uz­ un sûresi de 286 âyetten oluşan Bakara Sûresi’dir. Sûreler isimle­ rini, kıssalarda geçen şahıslardan yahut konu edindikleri topluluk­ lardan veya ilk kelimesinden al­ maktadırlar. Her sûrenin bir ismi olduğu gibi bazı sûrelere birden fazla isim de verilmiştir. İnsanDehr, Fâtır-Melâike, İsrâ-Benî İsrâil gibi. Kur’ân sûrelerine veri­ len isimlerin hem tevkifi hem de ictihâdî olduğu ifade edilmekte­ dir. Kur’ân sûreleri, ihtivâ ettik­ leri âyet sayısı bakımından bir tasnife tâbi tutulmuştur. Buna göre âyet sayısı yüzden fazla olanlara “tuvel”, âyetleri yüz do­ layında olanlara “miûn”, sayı ba­ kımından âyetleri yüzün altında bulunanlara “mesânî”, âyetleri kısa ve besmeleli fâsılaları çok olan sûrelere de “mufassal” de­ nilmiştir. Alimler sûreleri Mekkî ve Medenî diye de iki kısma ayırmaktadırlar. Onların bir kıs­ mı mekânı, bir kısmı, zamanı (hicret) bir kısmı da hitâbı esas almıştır. Ancak tercih edilen, za­ manı esas alanların görüşüdür. SÛRE:

    SÛRETÜ’L-VELÂYE

    257

    Buna göre hicretten önce nâzil olanlar Mekkî, sonrakiler Medenî kabul edilmiştir. SÛRE TERTİBİ: (Bkz. Tertîbü’s-

    süver) SÛRETÛ’N-NÛRAYN:^>J^)

    İki nur sûresi. Hz. Peygamber ve Hz. Ali’den söz eden iki sûre. De­ nildiğine göre Hindistan’ın Bankiporf şehrindeki “Genel Şark Kütüphanesi” nde bütün sûreleri ihtivâ eden apokrif (uydurma) bir yazma Mushaf mevcuttur ve bu nüshada “Sûretü’n-nûrayn” diye isimlendirilen bir sûre bulunmak­ tadır. Kırk bir âyetten mürekkep olan bu sûrenin ilk defa 1842 tarihinde Fransız müsteşrik Garcin de Tassy tarafından Fransızca tercümesi neşredilmiştir. Ondan bir sene sonra (1843) Kazan Üniversitesi profesörlerinden -sonradan hıristiyan olan- Mirza (Alexandre) Kazem Bek’in aynı mecmuada buna dair bir tenkid ve tahlil yazısı çıkmıştır. Söz ko­ nusu yazısında bu müellif, onun uydurma bir sûre olduğunu zik­ retmek mecburiyetinde kalmıştır. SÛRETÜ’L-VELÂYE: (^Sjj^)

    Velâye sûresi. Hz. Ali (ra)’nin velâyetinden söz eden bir sûre. Yedi âyetten ibarettir. Yazma ha­ linde bulunan bu nüshanın ihti­ va ettiği apokrif parçalar İran’da misyonerlik yapmış bulunan W.

    SÜLÜSÜ’L-KUR’ÂN

    St. Clair Tisdall tarafından 1913 yılında İngilizceye tercüme edil­

    miştir. Söz konusu sûre Şeyh Muhammed b. Ali b. Şehrâşûb’un belirttiğine göre, Hz. Osman tarafından Kur’ân’dan çıkarıl­ mıştır. Yani Hz. Osman Mus­ hafları çoğaltıp, bu nüshalara uymayanların yakılması emrini verdiği zaman, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’in faziletinden söz eden bu sûreyi de ortadan kaldırmıştır. SÜLÜSÜ’L-KUR’ÂN:

    (dJL*

    dÇiJI) Kur’ân’ın üçte biri. 1) Kur’ân’ın on cüz’ünü ifade eden bir terim. 2) İhlâs Sûresi için kul­ lanılan bir niteleme. SÜNNETÜ

    TEFSİR TERİMLERİ

    258

    ÖMEREYN:

    Ömer’in sünneti. Bu kavramla Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in uygulamaları kastedilmektedir. İki

    SÜNNETULLAH: (4JIİM Allah’ın

    sünneti. Adetullah. Allah’ın kâinâtı idare etmek üzere koymuş olduğu yasaları. Bunlar, toplumların tavır ve davranışlarına göre tecelli eden ve olayların sebep sonuç ilişkileri içinde düzenini sağlayan hususlardır. Buna göre sünnetullah hiç kimse için ayırım yapmadan işleyen bir süreç de­ mektir. Yani Allah’ın yeryüzü ile ilgili olarak koymuş olduğu söz konusu sünnetleri asla değişmemektedir. Nitekim bu husus,

    yL41)1

    aYJ

    aüI aÖJ

    “...Sen Allah’ın sünnetinde ke­ sinlikle bir değişiklik bulamazsın, sen Allah’ın sünnetinde kesinlik­ le bir dönüşüm de bulamazsın” (Fâtır 35/43) âyetinde açıkça be­ yan edilmektedir. Şu bir gerçek ki, evrende belli bir düzen söz konusudur ve bu düzen determi­ nizm denilen sebep-sonuç ilişkisi üzerine oturmaktadır. Ancak bu toplumsal ve tarihsel yasalar hiç­ bir zaman Allah’ın irâdesinden bağımsız değildir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter; dolayısıy­ la O, mevcut düzeni dilediğin­ de bozma gücüne de sahiptir. Buna göre Kur’ân’ın kabul ettiği nedensellikte her olayın arkasın­ daki gerçek neden Yüce Allah’tır. Ancak bütün bunlara rağmen tarihin işleyişinde ve toplumların yaşamlarında insan irâdesi de te­ mel bir belirleyicidir. Gerçi sün­ netullah denilen yasaları insanlar yapamazlar; ama onların işleme­ leri ya da ortadan kalkmaları için gerekli şartları oluşturabilirler. (Bkz. Özsoy, Ömer, Sünnetullah)

    SÖZLÜĞÜ

    259

    ŞİA TEFSİRİ

    kırâat demektir. İbnü’s-Sümeyfâ

    -Ş-

    ŞAKKU’LKAMER: (Bkz.İnşkakü’1-

    kamer) ŞÂT1BİYYE TARÎKİ: (ÂLLUJI j.»

    Şâtıbiyye ile İbnü’l-Cezerî’nin “ed-Dürre” isimli eserinin esas alınması ve bunlara Ebû Amr’ın “et-Teysir” i ile İbnü’l-Cezerî’nin “et-Tahbîr” inin eklenmesiyle meydana gelen tarik. Buna Mısır tarîki de denilmektedir. ŞÂZZ KIRÂAT: (sSLiJI Â5İ>ÖI) Sa­

    hih olmayan kırâat. Senet bakı­ mından sahih olmamakla birlikte mütevâtir kırâat şartlarından biri­ ni yahut ikisini taşımayan kırâat. Şâzz kırâatler, kendi içerisinde farklı derecelere ayrılmaktadırlar. Buna göre şayet Arap diline uy­ gunluk şartını taşımıyorsa veya Mushaf’lardan hiçbirine kitâbet bakımından uygun değilse bu tür bir şazz kırâat, yedi harf ruhsatı göz önünde bulundurularak bazı amaçlar için kullanılabilir. Ancak muttasıl sahih sened şartını taşı­ mayan bir kırâate kesinlikle itibar edilemez. Çünkü o, uydurma

    (ö. 215/830) ve Ebü’s-Semmâl’ın kırâatleri senedleri bakımından bu türün örnekleri arasında yer almaktadır. Meselâ, kaynakların belirttiğine göre bu zatlar, ÂjL UlâL»ULuL (Ey Firavun!) Senden sonra gelecek­ lere ibret olman için, bugün senin bedenini koruyacağız...” (Yûnus 10/92) âyetinde yer alan (dUÜı) fiilini (dL^j) “nünahhîke” şeklin­ de okumuşlardır . Bu durumda senedi sahih olmadığı için tabii ki, söz konusu kırâatı kullanmak câiz değildir. Esasen bu kırâat sened bakımından sıhhatli olmadığı gibi, (aJL>^j) kelimesinin anlamı itiba­ riyle de problemlidir. Zira (düÇs) kelimesi, “ seni kurtaracağız, ko­ ruyacağız” buna mukabil (-î 15^ jî “...Büyük veya kü­ çük, vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin...” (Bakara, 2/282) âyetinin tefsiri esnasında bazı müfessirler, “seime” filine bıkmak, usanmak anlamını vererek bunu, büyük Arap şâiri Lebid’in, 3» *.—LS IÜa j j oL>ül

    261

    ŞİVE

    (Hayattan, onun uzamasından ve insanların Lebid nasılsın? Diye sormalarından bıktım usan­ dım) beytiyle delillendirmişlerdir. (Konuyla ilgili başka bir beyt için Bkz. Kurtubî, el-Câmi, III, 400) ŞİVE: Söyleniş özelliği. Bir dilin,

    tarihi gelişimi içinde bazı ses ve şekil ayrılıkları gösteren kolları ya da bir topluluğun ayrı kolla­ rının birbirinden farklı şekillerde konuşmaları. Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Türkmence, Osmanlı Türkçesi vb.

    TA’DÎD

    262

    TEFSİR TERİMLERİ

    sahibinin maksadına intikalde doğan güçlükler dolayısıyla ma­ nanın kapalı olmasından kay­ naklanmaktadır. TA’LİM USÛLÜ:

    -T(jujüJI) Herhangi bir ifadede yer alan isim ya da sıfat­ ların arka arkaya zikredilmesi, y. jJÜl dJUUl Jjs (jjjJl «üJl

    TA’DÎD:

    Öü*-***»

    jLAJl

    djS'Jd .il “O, kendisinden baş­ ka ilâh olmayan Allah’tır; bütün mülkün sahibidir, mukaddestir, selâmete erdirendir; güven sağ­ layandır, görüp gözetendir, üs­ tündür, zor kullanma gücüne sa­ hiptir, uludur; Allah, onların or­ tak koştukları şeylerden de yüce ve münezzehtir” (Haşr 5923) âyetinde olduğu gibi. Ayrıca Bkz. Tevbe 9/112; Tahrîm 66/5. TA’KÎD: (juâkJI) Düğümleme. Bir

    sözde ne anlatıldığının anlaşıl­ mayacak derecede kapalı ol­ masından dolayı sözün meramı ifade etmemesi. Bir anlatım ku­ suru sayılan ta’kîd ya lafızda ya da manada olur. (1) Lafzî ta’kîd: Cümle unsurlarının yerli yerinde kullanılmamasından meydana gelen. (2) Manevî ta’kîd: Bu da ifadenin düz anlamından ifade

    J^l) Bir

    mukrinin, yani Kur’ân öğreticisi durumunda olan bir üstâdm öğ­ rencisine, harflerin sıfat ve mah­ reçlerini doğru bir şekilde telaffuz etmesini öğreterek Kur’ân’1 buna göre okutması ta’lim, söz konu­ su mukrinin talebesine Kur’ân ta’limi adına tatbik ettiği yönteme de usûlü’t-ta’lîm denir. Bunun için öğrenciye ilk önce harflerin mahreçleri öğretilir. Bu faaliyet “mehâric-i hurûf ta’limi” diye ifa­ de edilir. Bu aşamadan sonra öğ­ renci, “sübhâneke” ve "tahiyyât” 1, ardından da “Allahümme salli” ve “Allahümme bârik” dualarını ta’lim üzere okumayı öğrenir. Bu arada tecvid dersleri de verilmek suretiyle güzel okuma aşaması ta­ mamlanmaya çalışılır. Duâların ve tecvid öğretiminin ardından Kur’ân’ın sonundan, yani “Nâs Sûresi” nden başlanarak “Duhâ” sûresine kadar mehâric-i hurûf ve tecvid kaidelerine riâyet edilerek bütün sûreler okutulur. Bundan sonra da öğrenci Fâtiha’dan baş­ layarak, hocanın takdir ettiği mik­ tarda günlük dersler almak su­ retiyle Kur’ân’1 başından sonuna kadar ta’lim üzere okuyup bitirir. İşte buna ta’lim usûlü adı verilir.

    SÖZLÜĞÜ

    TA’RÎZ:

    263

    İmâli konuşma,

    üstü kapalı söz söyleme. Lafzın ifade ettiği anlamın telvîh/işâret yoluyla başka bir yöne çevril­ mesi. Kavmini savdıktan sonra bütün putları kırıp baltayı en bü­ yük putun omuzuna koyan Hz. İbrahim’in: lâi JŞ Jli djİLJ Iyü jl jJUlî “Belki onu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun” (Enbiyâ 21/63) demesi gibi. Zira Hz. İb­ rahim esasen putların asla böy­ le bir kudretlerinin ve konuşma imkânlarının olmadığını biliyor­ du. Kavmine bir mesaj vermek için sözü telvih yoluyla başka bir yöne çekerek “Belki onu şu bü­ yükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun” demiştir. TABAKÂTÜ’L-MÜFESSİRÎN:

    oüJs) Müfessirlerin ta­ bakaları. Hz. Peygamber’le baş­ layıp günümüze kadar gelen tef­ sir faaliyetleri içinde yer alan mü­ fessirlerin hayatlarını, eserlerini ölüm tarihleri itibari ile ele alarak anlatan biyografik eserlerin ortak adı. Bu eserler ilk tabaka olarak ashâbı ele alıp müfessirleri yaşa­ dıkları yüzyıl itibariyle 14 taba­ kaya ayırarak anlatmaktadırlar. Meselâ, Ömer Nasuhi Bilmen

    “Tabakâtu ’l-m üfesserin”, diğer ismiyle “Büyük Tefsir Tarihi” adlı eserini bu şekilde tertip etmiş­ tir. Bundan başka “Tabakâtu’l-

    TÂBİ’Î

    müfessirin” adıyla eser kaleme alanlar arasında Dâvûdî, Süyûtî ve Edirnevî’nin isimleri sa­ yılabilir. TÂBİ’Î: (jyuUJI) Müslüman ola­

    rak sahâbilerle karşılaşan ve müslüman olarak ölen kimsele­ ri ifade etmek üzere kullanılan bir terim. İslâm ümmeti içinde

    sahâbeden sonra ikinci nesli meydana getiren bu topluluk, özellikle hadis, tefsir ve fıkıh başta olmak üzere İslâmî ilimler alanında çok değerli hizmetler vermişlerdir. Şurası bir gerçek ki, tâbiîler Peygamberden feyz alan sahâbîlerin kaynağından beslenmişlerdir. Bu da söz ko­ nusu nesli, daha sonrakilerle ashab arasında bir köprü ko­ numuna getirmiştir. Bu yüz­ den onlar da tıpkı sahâbiler gibi tefsirde öncelikle Kur’ân ve sünnete başvurmuşlar; son­ ra da esbâb-ı nüzul, mübhemât ve gaybî konular başta olmak üzere sahâbîlerin görüş ve ter­ cihlerine müracaat etmişlerdir. Her zaman olmasa da tâbiîlerin bazen de tefsirde Ehl-i kitâbın görüşlerine müracaat ettikleri olmuştur. Doğal olarak onların üzerinde düşünerek fikir ürettik­ leri aşama, ancak bundan son­ ra söz konusu olmuştur. Bu da göstermiştir ki, tâbiîler için iki tefsir tarzı mevcuttu. Bunlardan

    TADRÎB

    biri kaynaklardan yararlanmak suretiyle ortaya koydukları, di­ ğeri de kendi bilgi birikimleri ve kabiliyetleri yoluyla ulaşmış ol­ dukları tefsirdir. TADRÎB: (^Jadl) Kur’ân’ı, çe­

    şitli mûsiki ve nota makamlarına uydurmak suretiyle okuma. İslâm bilginlerine göre böyle bir

    okuyuş tarzı bid’attır. Çünkü kırâat esnasında okuyucu notaya uygun nağmeler yapmak için med olmayan yerde med yapa­ rak makam icabı ölçülerin dışına çıkabilir. TAFDÎL: (J~^l) Tercih etme,

    beğenme, öncelik verme, üstün tutma. Vasıfları itibariyle eşit durumda olan iki şeyden biri­ nin vasfını arttırarak diğerine tercih etme. Çİ!I İLİJI jî J£\j “Fakat siz (ey insanlar!) âhiret daha hayırlı ve baki olduğu halde dünya ha­ yatını tercih ediyorsunuz” (A’lâ 87/16-17) âyetinde âhiret hayatı dünya hayatına tafdil edilmiş­ tir. Çünkü âhiret hayatı vasıfla­ rı itibariyle diğerinden çok üs­ tün hale getirilmiştir. Aynı şeyi,

    “ilkin mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yarat­ mayı) tekrarlayan O’dur ki, bu O’nun için pek kolaydır...” (Rûm 3027) âyetinde de görmek

    TEFSİR TERİMLERİ

    264

    mümkündür. Çünkü söz konusu âyette iki yaratmadan söz edile­ rek ikinci yaratmanın birinciye göre daha kolay olduğu ifade edilmektedir. Bunun sebebi de ilk yaratmanın örneksiz, diğeri­ nin örnekli bir yaratma olması­ dır. İkincinin örnekli bir yaratma

    olması da iki yaratmadaki eşit vasfın birinciye göre hafifletilmesinin bir sonucudur. TAĞLİB: (t-JÜdl) İki özellikten

    birine işaret eden bir lafzın, her iki özelliği de kapsayacak nitelik­ te olması sebebiyle kullanımda diğerine tercih edilmesi. cJlS'j “O gönülden itaat eden­ lerden oldu” (Tahrîm 66/12) âyetinde olduğu gibi. Bilindiği gibi bu ifadede Hz. Meryem’den bahsedilmektedir. Böyle oldu­ ğu için âyetin son kelimesinin (oLslâJl) olması gerekirdi. Çünkü

    o cinsiyet bakımından müennestir. Ancak müzekker (eril) ve müennes (dişil) kip “gönülden itaat eden olma” sıfatında müşterek olarak kullanılınca, müzekker kip müennes kipe tağlîb edilerek her ikisini de ifade etmek üzere müzekker kip kullanılmıştır. O halde burada diğerinin niteliğini de içermesi sebebiyle tağlîb edi­ len müzekkerliktir. TAĞLÎZ: (Jâ^bdl) Kur’ân kırâatı

    esnasında

    harflerin

    fonetiğini

    SÖZLÜĞÜ

    265

    kalın bir sesle gerçekleştirme, yani harfin cismine dahil olan ve ağzın içini sesle dolduran bir ka­ lınlıkla harfleri telaffuz etme. TAHAMMÜLÜ ’L-KIRÂAT:

    (Â5İjÂİl Kur’ân kıraatini her­ hangi bir yolla belli bir üstattan (şeyh) alma. Buna “key/iyyetü tahammüli’l-Kur’ân” da denil­ mektedir. Bu da semâ’ ve arz yoluyla olur. Semâ’ herhangi bir kimsenin üstattan (şeyh/mukri) Kur’ân’ı dinlemesi, arz da dinle­ diği metni ona sunması demektir. Nitekim Allah Resûlü de Kur’ân’ı ilk önce Cebrâil (as)’den dinle­ yerek almış sonra da her senenin sonunda yıllık mukâbeleler şek­ linde gerçekleşen bir yöntemle bir sene içerisinde almış olduğu metinleri Cebrâil’e arzetmiştir. TAHDÎD:

    Teşvik etme,

    yöneltme, yönlendirme. Kelâmda bazı edatlar kullanmak suretiy­ le mükellefleri herhangi bir fiili yapmaya yahut terketmeye yö­ neltme. Bu edatlar: (,L>JJ ,\İ }û)’dan ibarettir. Sözgelimi, djL'lL" “(Ey mümin­ ler!) Verdikleri sözü bozan bir kavme karşı savaşmayacak mı­ sınız?...” (Tevbe 9/13) âyetinde olduğu gibi. TAHKİK EHLİ: (Bkz. Ehlü’t-

    tahkîk)

    TAHLÎT

    TAHKİK: (jj^l) Araştırma, in­

    celeme, delille ispat etme. Bir şeyin hakkını tam olarak verme. Bir kırâat terimi olarak da Kur’ân’ı, her harfin hakkını vermek, medleri yeterince uzatmak, ha­ rekeleri birbirinden ayırmak, şeddeleri tam yapmak ve tecvid kurallarını tam olarak yerine ge­ tirmek suretiyle okuma. TAHLİLÎ TEFSİR: (^J>dl ^\)

    Naklî ve ictihâdî tefsir gelene­ ğinin, yerine göre geniş veya dar anlamda uygulandığı bir yöntem. Bu yöntemin eksenin­ de mantûk ve mefhûm ilişkisi yer almaktadır. Bundan dolayı söz konusu yöntem, Kur’ân’ın kılavuzluğunu, prensiplerini ve Allah’ın Kur’ân’da insanlar için koymuş olduğu kanunların hik­ metini açığa çıkarmayı en yüce hedef olarak kabul eden bir tef­ sir yöntemidir. Çünkü bu yön­ tem, yalnızca Kur’ân’ın zâhiriyle yetinmeyip, bilakis lafzî öğeler­ den de yararlanmak suretiyle İlâhî irâdenin maksadını ortaya koymaya çalışmaktadır. Allah’ı, O’nun sıfatlarını, nübüvvet ve âhiret gibi temel konular yanın­ da kâinâtı ve insanı geniş bir perspektifle ele alıp incelerken gözettiği yegâne hedef budur. TAHLÎT: (Jad^ûl) Karıştırma, an­

    laşmazlığa sebep olma. Kirâatte en hızlı okuma biçimi olan

    hadr’dan daha süratli bir okuma biçimini ifade eden bir terim. Bu okuma tarzına, “hezrame” de de­ nilmektedir ki, Kur’ân’ı bu tarzda okumak doğru değildir. Çünkü söz konusu şekildeki okuma ile harf­ lerin mahreçleri birbirine karışır, sıfatlan kaybolur; hatta bazen i’râb da zarar görebilir. (Bkz. Hezrame) TAHMİS:

    TEFSİR TERİMLERİ

    266

    TAHMİS

    aslî metni zâhirine uygun olma­ yan bir tarzda tefsir etmek gibi muhtelif şekillerden ibarettir. 4) Kutsal kitapları, Allah Taâlâ ta­ rafından gönderildiği şekil üzere bırakmayıp değiştirme. Kur’ân bu kavramı, yahudilerin kötü niyetle kendi mukaddes kitap­ larını tahriflerinden söz ederken zikretmektedir. Nitekim, j

    Beşleme. Kur’-

    ân’ın her beş âyetinin sonuna, Arapça beş anlamına gelen “hams” kelimesinin ilk harfi­ nin (^) konulması. Buna Tür­ kiye’de basılan Mushaflarda rastlanmamaktadır. TAHRİF: (U^\) Bir şeyi boz­

    ma, değiştirme, istikametinden saptırma. 1) Kalabalık bir grubun birlikte Kur’ân okuyarak tecvîd ve tashih-i hurûfla ilgili belli ku­ ral ve kâideleri ihlal etmeleri. 2) Kur’ân harflerinin noktalarında bir takım değişiklikler yaparak yazının suretini değiştirme. Buna aynı zamanda “tashîf” de denilir. 3) Herhangi bir yazıyı, bir sözü aslî manasını değiştirecek şekil­ de bozma. Buna göre tahrif, her­ hangi bir yazılı metni doğrudan doğruya değiştirmek, aslında doğru olan bir metni okurken keyfî olarak saptırmak, ayrıca söz konusu metinden bazı kı­ sımları çıkarmak veya birtakım ilâvelerde bulunmak yahutta

    ol

    A Jt-Aj 0 J-Llp Uo

    Jlİj

    ^5 4Üİ

    “Şimdi siz onların size güvenmesini mi umuyorsunuz? Oysa bunlardan bir grup var ki, Allah’ın sözünü işitirler, düşü­ nüp akıl erdirdikten sonra bile bile onu tahrif ederlerdi” (Ba­ kara 2/75) âyeti buna delâlet etmektedir. Bu tarz bir tahrif hem anlam hem de lafız için söz konusudur. (1) Anlam yö­ nünden tahrif: Bu tür tahrif, bir sözü muhtemel anlamlarından en zayıfına yahut hiç ihtimali ol­ mayan bir manaya hamletmek demektir. Herhangi bir sözün muhtemel anlamları içerisinde bazen kuvvetlilik ve zayıflık açı­ sından eşitlik olmakla birlikte, bazen de eşitsizlik olabilir. Böyle bir durumda kuvvetli mananın tercih edilip, kelâmın o anlamla sınırlandırılması tahrif olarak ka­ bul edilmez. Ancak daha kuvvet­ li anlamı dururken, zayıfı tercih etmek, üstelik onun da tek an­ lam olduğunu iddia etmek tahrif

    SÖZLÜĞÜ

    sayılır. Bu anlamda bir tahrife de hemen hemen her devirde rastlamak mümkündür. Tabii ki, bütün bu söylediklerimiz sözün muhtemel anlamları içindir. Bir de herhangi bir kelâmın hiç ih­ timali olmayan bir manaya şevki söz konusudur ki, bu anlamda bir tahrife şiî bilginlerin yorum­ larında rastlamak mümkündür. Bütün Şia kaynaklarını aynı ka­ tegoride değerlendirmek doğru olmamakla birlikte, şiiler tarafın­ dan muteber kabul edilen bazı tefsir ve hadis kaynaklarında bu ithama malzeme olacak bilgiler ve nakiller mevcuttur. (2) Lafzî tahrif: Bu da kutsal kitapların metinleriyle ilgili maddî planda yapılan değişiklik demektir. Bu tür bir tahrif Kur’ân öncesi kut­ sal metinler için söz konusudur. Nitekim Kur’ân Yahudilerin ken­ di kitaplarında yapmış oldukları tahrifleri, Ijî\j» jjı “Yahudilerden öyleleri var ki, kelimeleri yerlerinden de­ ğiştirirler...” (Nisâ 4/46); üyjAÎ Y-1 LL>- I “...Onlar kelimelerin yerleri­ ni değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğreti­ len ahkâmın (Tevrat'ın) önemli bir bölümünü de unuttular...” (Mâide 5/13); jJL Ijl*

    jl ö

    Jjîy p “...Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. Ijj

    TAHSÎS

    267

    “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının” der­ ler...” Mâide 5/41) âyetleriyle dile getirmektedir. Bu âyetler bize gösteriyor ki yahudilerin kendi kutsal kitaplarında yapmış oldukları tahrif, sadece o kitap­ ların manalarıyla sınırlı olmayıp, lafızlarıyla da alakalıdır. TAHSİN: (^^â\) Güzelleştir­

    me, süsleme, güzel gösterme, makul hale getirme. 1) Kur’ân’ı güzel sesle tashîh-i hurûfa riâyet ederek tecvîd üzere okuma. 2) Konuşurken yahut yazarken gramer kaidelerini gözetmek su­ retiyle sözün hem veciz hem de anlaşılır olmasını sağlama. Buna “tahsînü’l-lafz” da denilmektedir. TAHSÎNÜ’L-LAFZ: (Bkz. Tahsin)

    TAHSÎS:

    Husûsileştir-

    me, bir şeyi bir şeye has kılma. 1) Bir kelime veya kelime grubunun ifade ettiği anlamı diğer bir keli­ me veya kelime grubuna mahsus kılma. Belâgatte bu husus ayrı­ ca, “kasr”, “hasr” veya “ihtisas” terimleriyle ifade edilmektedir. 2) Kur’ân okuyan kimsenin Kur’ân’ın bütün hitaplarında ken­ disinin kastedildiğine inanması. 3) Kur’ârida yer alan genel ma­ nalı âyetlerin ihtiva ettikleri hü­ kümleri, özel manalı âyetlerle ya da şer’i bir delille sınırlandırma. Tahsis eden lafza “muhassıs”,

    TAHTÂNİYYE

    tahsis olunana da “muhassas” denir. Tefsir geleneceğinde tahsis nesihten farklıdır. Çünkü nesih, hükmün bütün cüzlerini ilga eder, ancak tahsis hükmün bir kısmını yürülükten kaldırıp bir kısmını olduğu gibi bırakır. Nesih, sade­ ce emir ve nehiylerde mümkün olup, haberlerde söz konusu de­ ğildir. Ancak tahsis her iki alan­ da da yapılabilir. Nesih olayında mensûhun önce nâsihin ise son­ ra gelmiş olması gereklidir. Fakat tahsisde, tahsis edenle edilen arasında zaman bakımından bir farklılığın bulunması şartı yoktur. Nesih, yalnız kitâp ve sünnette tahsis ise, bu kaynakların dışında da söz konusudur.

    TEFSİR TERİMLERİ

    268

    ve gösteriş amaçlı ise asla câiz görülmemiş; değilse bu şekilde okumanın herhangi bir sakınca­ sından söz edilmemiştir. TAKDÎM-TE’HÎR: (^ÜIJ(Hudl)

    TAHTÂNİYYE: (O^dl) Arap al­

    Herhangi bir karineden dolayı cümle içerisinde geçen bir keli­ me yahut cümlenin, öne ya da arkaya alınarak tercüme ya da tefsir edilmesi. Bu durum Kur’ân âyetlerinde sıkça görülen bir özelliktir. Sözgelimi,cJi illj jl Yy Çj Andol sun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ue ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti... ” (Yûsuf 12/24) âyetinde yer alan (Ç> ifadesi, her ne kadar ma­ kam itibariyle önde olsa da an­ lam bakımından (ül*>( jî

    fabesinde yer alan noktalı harf­ lerin, noktalarının harfin alt ta­ rafında yer aldığnı ifade eden bir terim. Bilindiği gibi Arapça’da noktalar bazen harflerin üstünde bazen de altında yer almaktadır. İşte bu kavram harflerin altındaki

    45) cümlesinden sonradır. Çün­ kü Hz. Yûsuf’un kadına meylet­ memesi, Allah’ın işaret ve ikazını görmesinden sonradır. Bu da Peygamberlere yönelik olan is­ met sıfatının bir sonucudur. (Zer­ keşî, el-Burhân, III, 233 vd).

    noktalara işaret etmek için kulla­ nılmıştır. (ûjJLu) fiilinde yer alan “ye” harfi gibi. TAHZÎN: (jjj>dl) Kur’ân oku­

    yan bir kimsenin kırâat esnasın­ da tabîi okuyuş âdetini terkederek hüzünlü bir vaziyette okuma­ sı. Okuyucunun hislenip hüzünlü bir tarzda Kur’ân okuması, riyâ

    TA’KÎB: (^^dl) İzleme, peşine

    düşme, takip etme. Aralarını aç­ madan bir şeyi diğer bir şeyin ar­ dından getirme. dU dldl Uİd LollaP

    lUJ plLjl

    UiLLi

    “Sonra nutfeyi

    alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık

    SÖZLÜĞÜ

    269

    eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık...” (Müminûn 23/14) âyetinde ol­ duğu gibi. Zira bu âyette insanın yaratılışı anlatılırken nutfe, alaka, mudğa ve izâm safhaları fâsılasız bir tarzda zikredilmiştir. İşte söz konusu üslup tarzına ta’kîb de­ nilmektedir. et-TA’KÎDU’L-LAFZÎ: (Bkz. Ta’kîd)

    et-TA’KÎDU’L-MA’NEVÎ: (Bkz.

    Ta’kîd) TAKLÎB: (Bkz. Maklüb) TAKRÎB TARÎKİ:

    j,»

    On kırâat imamının râvileri ile bu râvilerin râvileri arasındaki ihtilaflı okuyuşları gösteren vecihler. Bilindiği gibi on kırâat imamından her birinin iki râvisi bulunmaktadır. Söz konusu râvilerin de ayrıca tarikleri vardır. İşte takrîb tarîki bu râviler arasın­

    daki farklı okumalardır. Takrib tarikinin diğer bir adı da “Tayyibe tarîki” dir. TAKSÎM: Ç*^~J5dl) Tasnif etme, sı­

    nıflandırma, bölme. Kur’ân-ı Kerîm’in, taksimini söz konusu ettiği hususları -aklen mümkün olmayacak tarzda da olsa- belli bir tasnife tâbi tutması. Meselâ, dylSJ

    “...Baş kaldırma­ sından endişe ettiğiniz kadınlara

    TAKYÎD

    öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse onları) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol arama­ yın...” (Nisâ 4/34) âyetinde gö­ rüldüğü gibi baş kaldıran eşlere yönelik kocalara tedbir olarak dört şey önerilmektedir. (1) Öğüt vermek: (2) Yatakları ayırmak: (3) Şiddet kullanmak: (4) Kadı­ nın kocasına karşı itaatkâr konu­ ma gelmesi durumunda aleyhine bir davranışta bulunmamak: İşte

    bu sınıflandırmaya belâgat ilmin­ de taksîm denilmektedir. TAKYÎD: (-U2JI) Sınırlama, kısıtla­

    ma, kayıtlama. Muayyen olma­ yan fert ya da fertleri gösteren bir kelimeyi herhangi bir sıfatla kayıtlama. Bir başka deyişle mutlak olan herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınıp bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmesi. Meselâ, LL> I(jjLDlj (LjŞÜ- jjjp 4)1 y. lls “Hır­ sızlık yapan erkek ve hırsızlık ya­ pan kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sa­ hibidir” (Mâide 5/38) âyetinin ortaya koyduğu “hırsızlık ya­ panın elini kesin” şeklindeki ge­ nel hükmün, Hz. Peygamber (sav)’in “Sağ elini bilekten ke­ sin” sözüyle takyîd edilmesi gibi.

    TA’LÎL

    (Bkz. Şâtıbî, el-Muvafakât, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul 1999, IV, 17). Aynı şekilde, U Ijiyli “...Artık Kurandan kolayınıza geleni okuyun... ” (Müzzemmil 73/20) âyetini, Hz. Peygamber’in: “Fatihasız namaz olmaz” (Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 428) hadisi takyid ederek, namazda farz olan kıraâtın Fâtiha Sûresi olduğu­ nu göstermektedir. Söz konusu iki örnekte de görüldüğü gibi, herhangi bir hükmün sınırları­ nı belirgin hale getirme eylemi belâgatta takyîd terimiyle ifade edilmektedir. TA’LÎL: (JJxJl) İspat etme, ne­

    denini ortaya koyma, açıklama. Mütekellimin sözünde illeti zik­ retmesi. Söz konusu illet de ek­ seriya (>t> ,;uı, JI) İki cümleden ilkinin mantukuy-

    TARD VE AKS:

    la (lafzıyla), İkincisinin manasını ifade etmesi ya da aksinin söz konusu olduğu sanat. Nitekim,

    270

    TEFSİR TERİMLERİ

    “(...O melekler ki) onlar Allah’ın kendilerine buyurduğuna kar­ şı gelmezler ve emredildikleri şeyleri yaparlar” (Tahrîm 65/6) âyetinde tard ve aks sanatı mev­ cuttur. Zira ((J>^İ d Âİ)I ^) ifa­ desindeki lafızların oluşturduğu mana, ûjikâö) sözünün anlamını içine almaktadır. Yani “onlar Allah’ın kendilerine bu­ yurduğuna karşı gelmezler” de­ mek esasen, “onlar emredildikleri şeyleri yaparlar” demektir. TARÎH-İ TEFSİR: (

    ) LJI

    I)

    Kur’ân’ı nüzul tarihi itibariyle (kronolojik) tefsir etme. Vah­ yin 23 yıllık döneminde ilk nâzil olan Alak Sûresi’nin ilk 5 âyetinden başlayıp, son nâzil olan (Mâide 5/3.) âyete kadar tüm âyetleri nüzûl sırasına göre ele alıp tefsir etme. Bu tefsir tarzının iki örneğinden biri Muhammed İzzet Derveze’nin ka­ leme almış olduğu “et-Tefsîrü’lhadîs” isimli tefsirdir ki, bu eser 7 cilt halinde Türkçeye de tercüme edilmiş ve Ekin Ya­ yınları tarafından 1988 yılında İstanbul’da basılmıştır. Diğe­

    ri de Mehmet Zeki Duman’ın “Beyân-ı Hak” isimli tefsiridir. Söz konusu tefsir de 3 cilttir ve Fecr yayınları tarafından 2008 yılında Ankara’da yayımlan­ mıştır.

    SÖZLÜĞÜ

    TARÎK

    271

    TARİHSEL BAĞLAM: (Bkz.

    tarafından yazıya geçirilmiştir. İl­

    Bağlam)

    hamlar ona ait olmasa bile, lafız Peygamber’e aittir ve onun dil bilgisi ve ifade gücünün bir ürü­ nüdür. Dil kültüre ait olduğundan Kur’ân metninde tarihsel bir du­ rum belirleyici rol oynamaktadır. Böyle olunca Peygamber kendi bilgi, dil, eğitim düzeyi ve içinde yaşadığı sosyal çevre ve bu çev­ renin kendisine sunmuş olduğu şartların yani tarihsel durumun etkisiyle bu metni meydana getir­ miştir. Metni tarihsel kabul eden söz konusu yaklaşım sahipleri, Kur’ân’m içeriğini de tarihsel ola­ rak nitelendirmektedirler. Çünkü bu anlayış sahiplerine göre içerik de, Hz. Peygamber’in mücadelesi sürecinde meydana çıkan sorun ve durumlara verilen cevaplar­ dan, özellikle onun zamanında ticaretle uğraşan Mekke toplumunun sorunlarını çözücü naslardan oluşmaktadır.

    TARİHSELLİK: 1) Tarihsel ola­

    nın varlık biçimi, zamana bağlılık, gelip geçicilik, tarihsel koşulluk, tarihe bağlı olma ve bir şeyin gerçekten tarihsel olarak var ol­ ması. 2) Kur’ân’m, hükümlerini kendilerine indirildiği ilk muha­ tap kitle için bağlayıcı kabul edip, sonraki zamanlarda yaşayanlara doğrudan hitap etmeyen, bu­ nun için de zorunluluk anlamın­ da bir bağlayıcılığı bulunmayan bir kitap olarak algılanması. Bu anlayışa sahip olanlar arasında Fazlur Rahman, Muhammed Arkoun, Haşan Hanefi ve Roger Garaudy’nin isimleri sayılabilir. Tarihselci diye isimlendirilen bu kesim, Kur’ân vahyini Hz. Pey­ gamberin zihninde ve toplumsal şartlarda “rengini aldığı” bir takım tezâhürler olarak kabul etmekte­ dirler. Yani onlara göre Kur’ân, peygamberliğin tarihselliği içinde oluşmuştur. Böyle olunca başka tarihsellikler söz konusu olduğun­ da Kur’ân, değişik şekillerde yo­ rumlanabilir veya uygulama alanı bulabilir. Esasen o, İlâhî de olsa ebediyyen geçerli tek dışa vurum olarak kastedilmiş değildir. Ayrı­ ca onlara göre Kur’ân metni ya açıkça Hz. Peygamber tarafından yazılmıştır; ya da kalbinde vuku bulan ilhâm ve yansımalar onun

    TARÎK: (jJJI) Yol, usûl, mes­

    lek, vasıta, vesile, sebep. Râvilerden sonra gelen kırâat âlimlerinin ihtilâfı. Tarîk, tilâvet tarzı bakımından infirad ve indirâc tariki, kırâatlerin sayısı ba­ kımından aşere ve seb’a tariki, kitaplar va şahıslar bakımından Teysir, Şâtıbiyye ve Tayyibe ta­ riki, beldeler bakımından Mısır ve İstanbul tariki diye kısımlara

    ayrılmaktadır.

    TA’RÎZ

    TA’RÎZ: (^ydl) Söylenen sözü

    üstün bir edebî üslupla asıl an­ lamı dışında kullanma. Ta’rîz bir kinâye çeşididir. Bazı âlimler bu hususu “teluîh” terimiyle de ifade etmektedirler, i!JJZ ju îcJlij

    “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkdır}, dediler...” (Mâide 5/64) âyetinde yer alan {'^Jdü *1)1 jJ)

    “Allah’ın eli bağlıdır” ifadesi, ta’rîz yoluyla cimrilik manasına gelmektedir. Başka bir deyişle cimrilikten kinâyedir. pÜJI IjLlü “Böylece zulmeden top­ lumun kökü kesildi...” (En’âm 6/45) âyetinde de aynı şekilde ta’rizden kaynaklanan bir anlatım söz konusudur. Zira, müşriklerin köklerinin kesilmesi, helâk edil­ meleri manasına gelmektedir. TARSİ’: (^>1) Süsleme, be­

    zeme. İki ayrı kelâm içerisinde yer alan kelimelerin vezin ve anlam ilişkisi bakımından ortak yönlerinin bulunması. Meselâ, Çj ' '-tl! Şimdi burada senin için ne acıkmak uardır, ne de çıplak kalmak” dCÎj UL' y “yine burada

    sen, susuzluk çekmeyecek sıcak­ tan da bunalmayacaksın” (Tâhâ 20/118-119) âyetlerinde oldu­ ğu gibi. Zira ilk âyette zikredilen “acıkma” ile “çıplaklık” boş ol­ mak ve soyutlanmak anlamında müşterek bir mana ifade etmek­ tedir. Çünkü açlık karnın yiyecek

    TEFSİR TERİMLERİ

    272

    ve içecekten, çıplaklık da bede­ nin elbiseden hâli olması demek­ tir. ikinci âyette de aynı şekilde “susuzluk” ile “sıcaklık” arasında anlam bakımından bir ortak yön bulunmaktadır. Zira susuzluk in­ sanın içini, sıcaklık da bedenini yakmaktadır. TASAVVUFÎ TEFSİR: {Bkz. İşân

    Tefsir} TASDÎR: ÇjJl^JI) Başlama, gi­

    riş yapma, dışarı çıkma, doğma. Herhangi bir âyetin fâsılasında yani son kelimesinde yer alan bir harfin, sözün başındaki kelime­ nin son harfiyle yahut bir âyetin başıyla sonu arasında bulunan bazı kelimelerin birbirleriyle aynı olması durumunu ifade eden bir terim. Buna “raddü’l-acüz ala’sadr” da denilmektedir. Söz­ gelimi, OjI U.Ll LJ aj ûlljîl “...{Allah’ım} Bize tara­ fından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin” (Al-i İmrân 3/8) âyetinde yer alan (ÇJ) ile (ÇlîjJl) sözcüklerinin son harflerinin birbiriyle aynı olması gibi. TASHÎF: ( o >_j) gibi harfler, noktalarla birbirin­ den ayrılmaktadır. Bu noktalar birbirine karıştırıldığında da ay­ nı şekilde tashif ortaya çıkmış olur. TASFHH-İ HURUF:

    Harfleri düzeltme. Kur’ân oku­ yan bir kimsenin harfleri mah­ reçlerinden çıkartmak suretiyle okuması. Çünkü Kur’ân harfleri mahrecinden çıkarılmazsa hata­ lı bir okuma (lahn) söz konusu olur. Dolayısıyla harflerin tashih edilerek okunması gerekir. Bun­ dan dolayı Kur’ân harflerinin hatalardan arındırılması eylemi tashih-i hurûf olarak adlandırıl­ mıştır. TASRİF: (I) Çekme, para

    bozdurma, dağıtımını yapma, pi­ yasaya sürme, serbest bırakma.

    273

    TA’ŞÎR

    Kelimelerin iştikâkını (kökünü) tespit etme. Bu anlamda kelime kökleriyle uğraşan ilme “ilmü’ttasrîf” ya da “ilmü’s-sarf” (mor­ foloji) denilmektedir. Sarf bilgisi, sıhhatli bir tefsir yapmanın ol­ mazsa olmazlarındandır. Çünkü bu konudaki cehâlet âyetlerin manalarının yanlış anlaşılmasına sebep olabilmektedir. Sözgelimi bir müfessir, js ı “O gün (kıyamet günü) her insan topluluğunu liderleriyle birlikte çağırırız...” (Isrâ 17/71) âyetinde yer alan (^L.)li) kelimesinin ana manasına gelen (^1) kelimesinin çoğulu olduğu bilgisi üzerinden bir tefsir yapmaya kalkışırsa, do­ ğal olarak âyete, “O gün her in­ san topluluğunu analarıyla birlik­ te çağırırız... ” şeklinde bir anlam yüklemiş olur ki, böyle bir mana tabiatıyla Kur’ân’ın rûhuna uy­ gun düşmez. et-TASRÎH BA’DE’L-İBHÂM:

    (Bkz. el-İzâh ba’de’l-ibhâm) TA’ŞÎR: (j-Jbdl) Onlama, on par­

    çaya ayırma. Kur’ân’ın, anlam bakımından bütünlük arzeden ve yaklaşık olarak on âyetine denk gelen âyet gruplarına ayrılması. Söz konusu ayırma işlemini Mus­ haf üzerinde göstermek için her on âyetin arkasına, on manasına gelen Çjl*) kelimesinin ilk harfi olan (^) harfi konulmuştur. Bu­

    274

    TATBİK

    nun da Abdullah b. Mes’ûd’dan nakledilen: “Bizden biri, Kur’­ ân dan on âyeti öğrendiğinde on­ ların manalarını anlayıp gereğini yerine getirmedikçe diğer âyetlere geçmezdi” hadisine dayandığı ifade edilmektedir. (Bkz. İbnü’l-

    Cezerî, Gâyetun-nihâye fî tabakâti’l-kurrâ, (nşr. G. Bergstraesser), Mısır 1381/1932,1, 459). TATBİK: (Bkz. Tıbâk)

    TEFSİR TERİMLERİ

    geçmesi gibi. Sözgelimi, İSli “(Savaşta) inkârcılarla karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun...” (Muham­ med 47/4) âyetinde mevcut olan (çis) kelimesi, masdar olmakla birlikte emir makamındadır. TAYYİBE TARÎKİ: (Bkz. Takrîb

    Tarîki) et-TAYY VE’N-NEŞR: (Bkz.

    Leff ü Neşr) TATRIB: (JI) Tâsinler. Tâ-

    sîn (Nemi 27) veya Tâ-sin-mim (Şuarâ 26; Kasas 28) ile başla­ yan Kur’ân sûrelerine verilen or­ tak isim. Şu’arâ ve Kasas Sûre­ lerine de tavâsîm denilmektedir. Çünkü bu iki sûrede (tâ-sîn) harf­ lerinden sonra bir de (mîm) har­ fi yer almaktadır. TA’VÎZ: (^jjdl) Karşılama, te­

    lafi etme. Herhangi bir cümlede bir kelimenin diğerinin yerine geçmesi. Bazen masdarın emir yerine, bazen fâilin masdar yeri­ ne, bazen de mef’ulün fâil yerine

    TAZAMMUN: (^y^dl) Kur’ân’da

    mevcut olan herhangi bir lafzın, içinde yer aldığı âyetin anlam yelpazesi bağlamında farklı ma­ nalara gelmesi. (JJ) “de ki” lafzı­ nın emret, dua et, cevap ver vb. anlamlar içermesi gibi. Meselâ, (»-ajLÛjI /j» I(JJ Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını emret...” (Nûr 24/30) âyetindeki (ji) lafzı emret anlamındadır. Aynı

    şekilde LLL^I J-ûl ıLLS On­ ları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen on­ lara (öyle) rahmet et!’ diyerek dua et” (İsrâ 17/24) âyetindeki (ji) lafzı duâ et anlamına gelmektedir. Yine jjJLtç İSli ULjJL-j ali

    11_j J—dl pjl_j

    “Sana (Allah yolunda) ne har­

    cayacaklarını soruyorlar. Onlara

    SÖZLÜĞÜ

    275

    şöyle cevap ver: Maldan harca­ dığınız şey, ebeveyn, yakınlar, ye­ timler, fakirler ve yolcular için ol­ malıdır. Şüphesiz Allah yapacağı­ nız her hayrı bilir” (Bakara 2/215) âyetinde yer alan (jj) lafzı da ce­ vap ver anlamını ifade etmektedir. Görüldüğü gibi lafız aynı olmakla beraber yer aldığı âyetlerin bağla­ mına uygun olarak farklı anlamlar kazanmaktadır. İşte tefsirde buna

    tazammun denilmektedir. TAZRÎF: (Bkz. Teshil) TE’ACCÜB:

    (r-ıj oUjjJl De-

    diler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızda. Ölürüz ve yaşarız.

    Bizi ancak zaman helâk eder...” (Câsiya 45/24) âyetinde yer alan

    (çAjj î) fiilinden her biri, (\'Jai) kelimesini mef’ûl olarak al­

    maktadır. TENCÎMÜ’L-KUR’ÂN: (

    öT^sJI) Kur’ân’ın parça parça indirilmesi. Kur’ân’ın yaklaşık 23 senelik bir sürede çeşitli za­ man aralıklarıyla âyet, yahut âyet grupları veya sûre şeklinde inzâl edilmesi. Nitekim, ûlL/5 “Biz onu, Kur’ân olarak

    SÖZLÜĞÜ

    TENSÎKU’S-SIFÂT

    297

    insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayır­ dık; ve onu peyderpey indirdik” (İsrâ 17/106) âyeti de bu hususu

    olduğunu söyleyenler çoğunluk­ tadır. Durum böyle olunca doğru olan Kur’ân’ı mevcut tertibe göre okumaktır. İşte bu yüzden onun

    ifade etmektedir. Kur’ân vahyi­ nin indiği iki özel mekân vardır. Bunlardan biri Mekke diğeri de Medine’dir. Mekke’de inen sûre sayısı 86, Medine’de inen sûre sayısı ise, 28’dir. Kur’ân’ın ted­ ricen indirmişindeki asıl amaç, vahyin yeni gelişmelere paralel olarak nüzûlü gelmektedir. Bu, bir anlamda ferdî ve toplumsal gelişmenin İlâhî irâde istikame­ tinde şekillenmesi ve meydana gelen problemlerin çözümünde beşerî irâdenin de fonksiyon icrâ etmesi demektir. (Bkz. Tederrüc)

    bilinen âyet ve sûre tertibini bo­ zarak okumayı, Islâm âlimleri bir hata olarak görmüşler ve bunu da sözünü ettiğimiz terimle ifade etmişlerdir.

    TENEZZÜLÂTÜ’L-KUR’ÂN:

    (Bkz. Nüzûlü’l-Kur’ân) TENKÎSÜ’L-KUR’ÂN: (^~&

    jl^JI) Kur’ân sûrelerinin veya âyetlerinin tertibini bozarak önce olanı sonra, sonra olanı da önce okuma. Kur’ân âyetlerinin ter­ tibi konusunda İslâm bilginleri

    arasında tek bir yaklaşım vardır, o da söz konusu tertibin tevkifî (İlâhî) oluşudur. Sûrelerin tertibi konusunda ise iki temel yakla­ şım bulunmaktadır. Bunlardan birine göre sûreler Yüce Allah’ın emriyle (tevkifî) tertip edilmiş­ tir. Diğerine göre de sûrelerin tertibî îctihâdîdir. Ancak tevkifî

    (c~$cxJl) Kastettiği manayı ifade edecek alternatif sözcükler varken mütekellimin bunlardan birini tercih etmesi. Meselâ, 4ü ^'5 “Kuşku­ TENKİT:

    suz Şi’ra yıldızının Rabbi O’dur” (Necm 53/49.) âyette Yüce Allah, tüm yıldızların Rabbi iken sözü tahsis için Şi’ra sözcüğünü kullan­ mıştır. İşte bu bir tenkît örneğidir. (Bkz. Süyûtî, İtkân, II, 115) TENSÎKU’S-SIFÂT: (oLUJI

    Manzum veya nesirde bir şah­ sı, bir nesneyi veya bir varlığı ardarda sıralanan sıfatlarla nite­ leme. Bu niteleme bazen ta’zim için olur. dJHÜI ^1 aJI ajoI y dÜ

    aJ

    (jü-P Aİ1I

    ü,

    i

    aJ

    JI . 5) H i is

    “O öyle Allah’tır ki, O’ndan baş­ ka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır. O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tan­ rı yoktur. O, mülkün sahibidir,

    TENVİR

    298

    eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturan­ dır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyük­ lükte eşi olmayandır. Allah müş­ riklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir” (Haşr 59/22-23) âyetlerinde Yüce Allah’a ait sı­ fatların sıralanması gibi. Bazen de tahkir (aşağılamak) için söz konusu edilir, JS Nj Û)l

    -dj

    JU IS dis “(Resulüm!) Alabildi­ ğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin (sert), bütün bunlardan başka bir de soysuzlukla damgalanmış kimse­ lerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme” (Kalem 68/10-14) âyetlerinde bir müşrik profili çizme adına sayılan mezmûm sıfatlar gibi. TENVİR: (Bkz. İktibâs)

    TENVfüTTE’KÎD:

    (ju$Ul

    &ü)

    Te’kidin türlere aynlması. Belâgatte çeşitli te’kid unsurlannın bir cümlede yer alması. Bu türden bir edebî sanat meselâ, ûjŞdğ N d“Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendi­ leridir, lâkin anlamazlar” (Baka­ ra 2/12) âyetinde yer almaktadır. Zira sözünü ettiğimiz âyette (NÎ),

    TEFSİR TERİMLERİ

    (öl), (jU) gibi te’kid edatları ya­ nında cümle de isim cümlesi ola­ rak getirilmiştir. Yani dört te’kid unsuru bir arada zikredilmiştir. Ayrıca, ûÂJ Ulj 5SJJI Üjî Ul “Şüphesiz o Kur’ân’ı biz indirdik, muhakkak onu yine biz koru­ yacağız” (el-Hicr 15/9) âyetinde yer alan (j JülJ aJ Glj) cümlesin­

    de de birkaç te’kid unsuru arka arkaya getirilmiştir. Bunlar, (âl) “inne”, (djLiLJ)’daki (l Jjy)

    Kur’ân’ı, her harfinin, her keli­ mesinin hakkını vererek okuma. Bir başka deyişle Kur’ân’ı yavaş

    SÖZLÜĞÜ

    yavaş, tecvîd kâidelerini dikka­ te alarak okuma. Kur’ân’ı tertil üzere okumak, onu öğrenip oku­ maya çalışan her insan için uyul­ ması gereken bir zorunluluktur. Çünkü Yüce Allah Kur’ân’da, •jUy dkJjjj “Kur’âıiı ağır ağır ve güzel bir şekilde oku” (Müzzemmil 73/4) buyurmaktadır. Dolayısıyla söz konusu nassın ortaya koymuş olduğu hüküm de Hz. Peygamber’in şahsında bütün müslümanlara yönelik bir mecburiyeti beraberinde getir­ mektedir. Ancak müfessir Taberî (ö.311/922) bu âyete, “Kur’ân’ı apaçık bir şekilde tefsir et” diye mana vermiştir. Ona göre tertîl, okumak değil, açıklamak beyân etmektir. (Bkz. Câmiu’l-beyân, XXIII, 362 vd.) TESBÎTÜ’L-KUR’ÂN: (jT>lc~s)

    Kur’ân’ın vahiy esnasında Hz. Peygamber tarafından kâtiplere yazdırılıp yazılan metinlerin mu­ hafaza altına alınması. Kaynak­ ların belirttiğine göre Hz. Pey­ gamber, kendisine vahyedilen Kur’ân’ı üç ayrı yolla tespit ettir­ miştir. (1) Hıfz: (2) Kitabet: (3) Mukabele: Hıfzın, Kur’ân vah­ yinin tespitinde önceliği vardı. Çünkü onu ilk olarak Resûlullah (sav) ezberliyordu; ardından da sahâbiler ezberliyorlardı. Zira vahyin ilk muhatabı olan ce­ miyetin hâkim vasfı, ümmîlikti

    303

    TESCÎ’

    ve o dönemde yazı vasıtalarını teminde de güçlük vardı. Ayrı­ ca, Araplar kuvvetli bir hâfızaya sahip oldukları için Kur’ân bö­ lümlerini kolayca ezberliyorlardı. Ama bu onun eksiksiz olarak tes­ pit edilip sonraki nesillere nakle­ dilmesinde elbetteki yeterli değil­ di. Bunun içindir ki, Resûlullah (sav) Kur’ân metninin yazılma­ sına en az ezberlenmesi kadar önem vermiş ve her vahiy gel­ diğinde onu hemen yazdırmıştı. Çünkü yazı hem unutmayı ve yanılmayı hem de eksiksiz nakli gerçekleştiren yegâne vasıtadır. Kur’ân metninin Hz. Peygamber dönemindeki tespitinde takip edilen usûllerden biri de yukarı­ da belirtildiği gibi mukabele yani arzadır. Bu usûl hem hıfz hem de kitâbet yoluyla yapılan tespitin bir anlamda son kontrolü de­ mekti. Hem her senenin sonun­ da hem de vahyin bitiminde iki defa gerçekleştirilen mukabele (arza) usûlü sayesinde sahâbiler bir taraftan ezberledikleri Kur’ân metinlerini diğer taraftan da şahsî Kur’ân nüshalarını kontrol etme imkânı bulmuşlardı. Böylece sözü edilen bu üçlü yöntemle Kur’ân metni sağlam bir şekilde tespit edilmiş oldu. TESCÎ’: (£>«—dİ) Fâsılaların, yani

    âyet sonlarında yer alan kelime­ lerin benzer bir harfle nihayete

    TERCÎHU’L-KIRÂAT

    TERCÎHU’L-KIRÂAT: (Bkz.

    İhticâc) TERCÜMÂNÜ’L-KUR’ÂN:

    (dljÂİl jî) Ashab içerisinde Kur’ân tefsiriyle en çok meşgul olan Abdullah b. Abbas’ın laka­ bı. Denildiğine göre Allah Resûlü (sav) İbn Abbas için: (i^î ^İ jjjJI ^j) “Ey Allah’ım! Onu dinde fakih kıl ve ona Kur’ân’m te’vilini öğret” (Buhâri, ilim, 17; vüdû, 10) diye dua ettiği için, İbn. Abbas Kur’ân tefsirinde JjjÜI

    bu mertebeye ulaşmıştır. TERCÜMETÜ’L-KUR’ÂN:

    (dİKur’ân’m bir başka dile tercüme edilmesi. Bunun için iki çeşit tercümeden söz edilebi­ lir. (1) lafzî tercüme: Bu tercüme Kur’ân’m, nazmında ve tertibinde asla benzemesini amaç edin­ mektedir. Bu şekildeki tercüme, Kur’ân’daki her kelimenin birer bi­ rer ele alınıp, onların yerine geçe­ bilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması anlamına geldiği için en zor bir tercüme olarak kabul edilmektedir. (2) Tefsin tercüme: Bu da Kur’ân’daki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kal­ maksızın yapılan bir tercümedir. Bu tercüme tarzında önemli olan, tercüme edilecek âyetteki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifa­ de edilebilmesidir. Bu sebepten

    TEFSİR TERİMLERİ

    300

    dolayı tefsiri tercüme, Kur’ân için harfî tercüme gibi zor bir tercüme değildir. İşte bu özelliği sebebiy­ ledir ki günümüz tercümelerinde ve özellikle Kur’ân çevirilerinde daha çok tefsiri tercümeye güve­ nilmezedir. TERDÎD:

    (jüs^dl)

    Reddetme,

    tekrar etme, uzaklaştırma, engel olma, kabul etmeme. 1) Mütekellimin, sözün bir yerinde bir cüm­ le zikredip, sonra o cümleyi diğer sözlerinin arkasından tekrar etme­ si. Meselâ, Rahmân sûresinde 31 defa tekrar eden öLÛSü J’ll “Öy/e ise Rabbinizin hangi nimet­ lerini yalanlayabilir siniz?” âyeti ile Mürselât sûresinde 10 defa tekrar eden J5 “O gün (Peygamberi ve âhireti) yalan sayanlann vay haline!” (Mürselât 77/15) âyeti gibi. 2) Bir şahsın kırâatma eşlik ederek okunan son âyeti -kısa ise tamamını, uzun ise sadece son kısmını- onunla bir­ likte yüksek sesle tekrar etme. 3) Herhangi bir edebî metinde dile getirilen düşünceyi, muhatabın beklentisinin aksine bir tarzda so­ nuçlandırma. TERİM: (cJdxvxJl) Istılah, Kav­

    ram. Bir fikri, bir bilim, sanat ve meslek dalına ait bir konuyu anlatmak için kullanılan, o fikrin ve o konunun ifade edilmesinde sözlük anlamına ilave olarak yeni

    SÖZLÜĞÜ

    TERTÎBÜ’L-ÂYÂT

    301

    ve farklı manalar yüklenmiş söz­ cük. Terim, Arapça’da “mustalah” kelimesiyle ifade edilmekte­ dir. Terimler nitelik ve içerik gibi iki temel özellik taşırlar. Nitelikle­ ri değişmez ancak içerikleri fert, toplum, zaman ve mekâna bağlı olarak değişebilir. Bu değişim de terimlerin içeriğinin insanlar tarafından doldurulması veya anlamının genişletilmesi yahut daraltılması ya da farklı anlam­ lara çekilmesi şeklinde kendini göstermektedir.

    TERKÎK: (İnceltme, za­

    yıflatma. Bazı harfleri telaffuz ederken dilin kökünü üst çene­ ye kaldırmadan harfin zâtına bir incelik getirme ve sesin ağız içini doldurmasıyla birlikte ağzın ka­ panmamasını sağlama. TERTÎB: Ç-^l) Dizme, sıra­

    lama, düzene koyma, işi belli bir sıra üzere yapma. Herhangi bir âyetin, ihtivâ ettiği konuları belli bir tertibe göre sıralama­ sı. Meselâ, yo

    TERKÎB:

    jdl) Yerleştirme,

    oturtma, kurma, oluşturma. Kur’ân’ın iki ya da daha fazla ke­ limeden oluşan ifadeleri. 3-ü 14>I> “Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim var­ dır?...” (Bakara 2/114) âyetinde yer alan (yis y^j) ifadesin­ de olduğu gibi. Zira bu ifade­ de yer alan (^î) ism-i tafdîli, (^) edâtının haberidir. Ancak bu edât, söz konusu cümlede istifhâm değil, olumsuzluk anla­ mındadır. Buna göre cümlenin manası, (dJÜi ÛÂİSl) yani “şu

    yo

    I~SlZl ilk önce topraktan, sonra meniden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan) yaratan, sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişme­ niz, sonra ihtiyarlamanız için ya­ şatan O’dur...” (Mü’min 40/67) âyetinde görüldüğü gibi insanın ilk yaratılışı, ana karnındaki sa­ fahatı, dünyaya geldikten son­ raki durumu yani çocukluğu, gençliği ve ihtiyarlığı belli bir düzen içerisinde ele alınıp anla­ tılmaktadır. İşte buna tertîb de­ nilmektedir. TERTÎBÜ’L-ÂYÂT:

    (

    kimseden daha zâlimi yoktur” şeklindedir. İşte bu üslup biçimi

    cA»YI) Âyetlerin sûre içindeki dizilişi. İslâm âlimleri, âyetlerin

    Kur’ân’ın birçok yerinde hep aynı tarzda zikredilmiştir. (Bkz. En’âm 6/144,157; Secde 32/22).

    Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak et­ mişlerdir. Çünkü bu konuda

    TESCİL

    304

    ermesi. “Orada dizilmiş yastıklar ve se­ rilmiş halılar vardır” (Gâşiye 88/15-16) âyetlerinin son keli­ melerinde yer alan (s) “te” harfi gibi. (Bkz. Sec’) TESCİL: (J-^1) Kaydetme,

    not etme, arasına alma. Medih ve zem maksadıyla sözü uzatıp hükmü kesinleştirme. J-EJI LUS

    *_jo

    Jp l ^)

    Kur’ân’ı araştırma, Kur’ân üzerin­ de düşünme. Kur’ân’ı, kırâatler boyutuyla ele alarak tefsir etme. Kırâat farklılıklarının Kur’ân tefsi­ rinde önemli bir yerinin olduğu, hatta nasların yorumuna önemli derecede zenginlik kazandırdı­ ğı bir gerçektir. Sözgelimi, L^ÎÇ 1 sMJaJl (Luj 131 I jjljXJl

    X-jl'j, “Ey imân edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere ka­ dar ellerinizi ve -başlarınıza meshedip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın...” (Mâide 5/6) âyetinde yer alan ((JjJ-^ÎJ)

    kelimesiyle ilgili farklı mûtevâtir

    SÖZLÜĞÜ

    305

    kırâatler, hüküm itibariyle farklı anlayışlara zemin hazırlamıştır. Zira Nâfi, İbn Amir, Kisâi, Ya’kûb

    ve Asım’m râvisi Hafs söz konusu kelimeyi _^j) üzerine atfede­ rek fetha ile, İbn Kesir, Ebû Amr,

    Hamza, Ebû Ca’fer ve Halef de (/jL3^) üzerine atfederek kesre ile okumuştur. Böylece birinci grupta yer alanların okuyuşu, ayakların tıpkı yüz gibi yıkanma­ sını, diğer grupta yer alan imam­ ların okuyuşu da başın meshedilmesi gibi ayakların da meshedilmesini gerekli kılmıştır TESVİYE:

    Bazen istifhâm

    bazen de emir kipinden dolayı birbirine anlam bakımından ters olan iki hususu eşitleme. plj-S. ...Onla­ rı korkutsan da korkutmasan da birdir...” (Bakara 2/6) âyetinde istifhâmdan, N jl lj "... Sabretseniz de sabret­ meseniz de artık sizin için bir­ dir...” (Tür 52/16) âyetinde de emirden kaynaklanan bir tesviye söz konusudur. TEŞÂBÜHÜ’L-ETRÂF: («ulu

    □1 Sil) 1) Hitabın, başlangıcı­ na uygun lafızlarla sonlandırılması. 2) Sözün başında ve so­ nunda anlam açısından birbi­ rine uygun olan ifadelerin bu­ lunması. Teşâbühü’l-etrâf, iki şekilde tezâhür etmektedir. (1)

    TEŞÂBÜHÜ’L-ETRÂF

    Anlam yönüyle:

    İSjjj

    “Gözler, O’nu görmez, O ise bü­ tün gözleri görür. O, latiftir, habirdir” (En’âm 6/103) âyetinde olduğu gibi. Görüldüğü üzere bu âyette yer alan (c_LkUl) ke­ limesi, cümlenin başında bu­ lunan “insanların gözlerinin O’nu görmemesi”, (ÇsJi) ise, “Allah’ın bütün gözleri görme­ si” ifadesine uygun düşmekte­ dir. Çünkü Yüce Allah latîf bir varlıktır. Latîf varlığı da baş gözüyle görmek mümkün de­ ğildir. Aynı şekilde O, habîrdir yani her şeyden haberdârdır. Böyle olunca O’nun bütün gözleri görmesi de esasen bu sıfatın kaçınılmaz bir gereğidir. (2) Lafız yönüyle: Bu da her­ hangi bir cümlede yer alan bir kelimenin yahut fâsılanın, ar­ kadan gelen bir cümlenin aynı kelime ile başlaması için tekrar etmesi demektir. slsLİur jL

    “Allah göklerin ve yerin nurudur, O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fa­ nus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir...” (Nûr 24/35) âyetindeki (£lÇxJl) ve (â^.Ü-jJ|) lafızlarının tekrar etmesi gibi. Çünkü (£çkJl) kelimesi, ken­ dinden önce nekre olarak

    306

    TEŞBİH

    zikredilen (£ü^) kelimesi­ nin; de aynı şekilde (*>-b>-j)’nin arkasından tekrar edilmiştir. TEŞBİH:

    Bir şeyi baş­

    ka bir şeye benzetme. Belirli bir maksat için aralarındaki ortak nitelikten dolayı bir şeyi başka bir şeye benzetme. Buna ayrı­ ca “kıyâsu’l-gâib aleş-şâhid” de denilmektedir. Herhangi bir teşbihte dört unsur söz konusu­ dur: (1) Müşebbeh (benzeyen): (2) Müşebbehün bih (kendi­ sine benzetilen): (3) Benzet­ me edatı: (4) Benzetme yönü: yj O rüzgâr insanları, sökülmüş hur­ ma kütükleri gibi yere seriyor­ du” (Kamer 54/20) âyetinde olduğu gibi. Zira burada (^İS yU-J JÂ; jbkpî) “sökülmüş hur­ ma kütükleri gibi” ifadesi ken­ disine benzetilen, (J*Ûl) “insan­ lar” benzeyen, (J) benzetme edatı, (££) fiili de benzetme yönüdür. TEŞBİH-İ BELİĞ: (^LJl j)

    SÖZLÜĞÜ

    TEVCÎHÜ’L-KIRÂAT

    309

    denilmesine gerek yoktur. O za­ man bu ifadeye niçin yer veril­ miştir? Öyle anlaşılıyor ki, (5*} /Çjl) denilerek herhangi bir farklı anlayışa meydan verilmek isten­ memiştir. Aynı şey, dJLJjî djjJl Ç? ö* jûl “işte onlar ce­ hennemliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır” (Bakara 2/ 257) âyetinde de söz konusudur. Çünkü sözü edilen âyette esasen “onlar cehennemliklerdir” deni­ lerek inkârcıların cehennemi hak ettikleri ifade edilmiştir. Ancak sözü te’kid için de “Onlar orada ebedi kalacaklardır” denilerek, böylece kâfirlerin cehenneme girecekleri konusuna kesinlik ka­ zandırılmıştır. İşte ister şüpheyi ortadan kaldırmak isterse anlatı­ lan konunun gerçekliğini göster­ mek maksadıyla olsun, metinde yapılan her türlü fazlalığa tetmîm adı verilmektedir. TEVÂFUKU’L-FEVÂSIL:

    Jily) 1) Âyetlerin so­ nunda yer alan kelimeler ara­ sındaki ses uyumu. 2) Kur’ân âyetlerinin son kelimeleri ara­ sındaki vezin uygunluğu. Fâtiha sûresindeki (jÇâCJJi fâsılaları gibi. TEVAKKUF: (UîyJl) Durma, el

    çekme, uzaklaşma, herhangi bir konuda sükût edip görüş beyan etmeme. Müfessirlerin, doğruya

    ulaşamama kaygısından dolayı, herhangi bir meselede görüş bil­ dirmemeleri. TEVÂTÜRU’L-KUR’ÂN: (Bkz.

    Mütevâtir kıraat) TEVBÎH: (Bkz. Tebkît)

    TEVCÎH:

    yll)

    Çevirme,

    yöneltme, doğrultma. 1) Mü­ fessirlerin herhangi bir nassın yo­ rumunda farklı yaklaşım ortaya koymalarını ifade eden bir terim. (j

    Û

    “Biz daha önceden (annesine geri verilinceye kadar) onun süt anala­ rını kabulüne (emmesine) müsaa­ de etmedik. Bunun üzerine ablası: Size, onun bakımını nâmınıza üst­ lenecek, hem de ona iyi davracak bir aile göstereyim mi? Dedi” (Kasas 28/12) âyetinde yer alan (Ü) za­ mirinin hem Hz. Musâ’ya hem de Fir’avn’a isnâd edilmesi gibi. (Bkz. Ahmed Sa’d el-Hatîb, Mefâtîhu’ttefsîr, I, 406). 2) Birbirine zıt iki anlamı olan bir lafzı her ikisini de eşit oranda temsil edecek tarzda kullanma. 3) Sözü hem olumlu hem de olumsuz anlama gelebile­ cek şekilde ifade etme. Bu durum, “muhtemilü’z-zıddeyn” ve “zü’lvecheyn” kavramlanyla da ifade edilmektedir. TEVCÎHÜ’L-KIRÂAT: (Bkz.

    İlelü’l-kırâat)

    TEVEHHÜM

    TEVEHHÜM:

    310

    yJl) Asılsız şüp­

    heye düşme, kuruntuya, zanna kapılma, delile dayanmayan ih­ timal üzerinde durma. Herhangi bir İlmî delile dayanmayıp zihin­ de meydana gelen zannî ihtimal. Müfessirlere göre tevehhüme itibâr edilmez. Çünkü tevehhüm zan ifade etmektedir. Zan da kesin bilgi değildir. TEVFÎK: (Bkz. Tenâsüb)

    TE’VÎL: (JjjÜl) Döndürme, her­

    hangi bir şeyi varacağı yere vardırma, takdir ve tefsir et­ me. Meşrû bir sebep veya de­ lilden ötürü âyeti zâhirî mana­ sından alıp, kendisinden önceki ve sonraki âyete mutâbık, kitâp ve sünnete uygun manalardan birine hamletme. Bu manada te’vil, kelâmın anlam yelpazesi dışında gerçekleştirilen bir haki­ kat olmayıp, aksine onun mana çerçevesi içinde yapılan bir faa­ liyettir. İslam bilginlerinin çoğun­

    luğuna göre naslardan hüküm çıkarmada esas olan, te’vile git­ memektir. Yani nasların zâhirî manalarıyla amel etmek vâcibtir ve kuvvetli delil olmadıkça zâhirî manalarını bırakıp te’vile gitmek câiz değildir. Sözgelimi genel manalı bir nas, kendisini tahsis eden hususî bir nas olmadıkça umum, mutlak manalı bir nas da takyid edici bir nas olmadığı

    TEFSİR TERİMLERİ

    müddetçe mutlak anlam taşır. Emirler de aynı şekilde aksi bir delil bulunmadıkça vücûb ifa­ de ederler. Ancak geniş bir alan için söz konusu olmakla beraber daha çok birbiriyle anlam yönün­ den çelişir gibi görünen müşkil âyetlerin te’lifi ve manaları gizli bir anlam için sembol teşkil eden müteşâbih nasların açıklığa ka­ vuşturulması gibi durumlarda da te’vil kaçınılmazdır. İşte bu haller­

    de şu şartlar göz önünde bulun­ durulmalıdır: (1) Ele alınan lafzın te’vile elverişli olması. (2) Te’vile esas olan mananın lafzın muhtemil bulunduğu ve mecâz yoluyla da olsa kendisine delâlet ettiği manalardan olması. (3) Te’vilin sarih bir nassa ters düşmemesi. (4) Te’vilin, lafzın ilk anda akla gelen zâhirî anlamından başka manaya hamledilmesine imkân tanıyan -nas veya kıyas gibişer’i bir delile dayanması. Kuş­ kusuz, bu şartlar te’vilin sahih olup olmadığını birtakım kriter­ lerle test etmeyi hedeflemektedir. Bu şartlara bakıldığında, söz konusu kriterlerin, dilin kendi­ sine has kuralları, örfî kullanımı (muvâda’a), nas ve nassa daya­ lı delillerden ibaret olduğu gö­ rülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki,

    usulcüler nezdinde te’vilin sıhhat derecesi, nesnellik değeri son de­ rece yüksek olan kriterlerle ölçül­ mekte ve bu noktada özellikle dil

    SÖZLÜĞÜ

    kurallarına riayet etme şartına her ne kadar kurumsal anlamda koordinetörlük yapabilecek bir mekanizma henüz geliştirilmemiş olsa da- çok büyük bir hassasiyet gösterilmektedir. Nasları yorum­ lama faaliyeti anlamındaki te’vilin müslümanların on dört asrı aşkın İlmî geleneğin de üç çeşidi mevcuttur. Bunlar, beyânî, irfânî ve burhânî te’vildir. (1) Beyânî te’vîl: Daha ziyade kelâmcıların, fakihlerin, müfessir ve dilcilerin yaptığı bir yorum yöntemidir. Arap dilinin kuralları dahilinde hareket ederek Kur’ân’dan an­ lamlar üretmek olarak tanımlan­ maktadır. Ancak bu te’vil tarzı bir tercih, istihraç ve istinbat işidir. Yani beyânî te’vil, bir içtihad ya­ hut ictihâdî bir etkinlik demektir. İçtihâd da esasen yorumcunun (fakih, müfessir, müevvil) İlâhî irâdeyi keşfetme çabası olarak algılanmaktadır. Buna göre beyâ­ nî te’vil kısaca, Kur’ânî nasların anlamlarını sübjektif bir tercih­ le ortaya çıkarmak olarak ifade edilebilir. Böyle olduğu içindir ki, bu nevi bir çaba ile ulaşılan so­ nuçlar, dogmatik bir içeriğe sahip olmayıp, her zaman için eleşti­ riye yani kabul ve redde açıktır. Çünkü sübjektif tercihe (ictihâd) konu olan bilgiler zan ifade et­ mektedir. Bu da sonuç itibariyle beyânî te’vilin zannî olmasını gerektirmektedir. Zan da kesinlik

    311

    TE’VÎL

    ifade etmeyeceğine göre, beyânî te’vil her zaman ve zeminde sor­ gulanabilir demektir. (2) İrfânî te’vîl: Bu da tasavvuf erbâbının kalbine sezgi, keşf ve ilham yo­ luyla doğan bir bilgi türüdür. An­ cak tabiatıyla böyle bir te’vil ta­ mamen öznel tecrübelerle birlikte kalbe doğan işaret sayıldığı için, aslında onda nasların literal an­ lamını taşıyan ibâreye uygunluk şartı aranmamaktadır. Böyle ol­ dukları içindir ki, sûfilerin bu tür irfânî te’villeri doğrulanabilir ve ispatlanabilir nitelikte değildir. Oysa bilginin doğrulanması son derece önemli bir özelliktir. Zira herhangi bir bilgiye doğru veya yanlış denilebilmesi için, onun tespit edilebilir ve başkalarına bildirilebilir olması gerekmekte­ dir. Halbuki irfânî te’vilin daya­ nağı konumunda olan sezgi, keşf ve ilhâm, tamamen özneldir. Bu yüzden başkalarına iletilemez ve aktarılamaz. Böyle olduğu için de bu tür bilgilerde objektif bir doğrulamadan söz etmek müm­ kün değildir. Tabiatıyla dayana­ ğı öznel olan bir te’vil türünün kendisi de özneldir. Yani onun da doğrulanma imkânı yoktur. (3) Burhânî te’vil: Bu da filozof­ ların kullandığı bir te’vil tarzıdır. Burhânî te’vilin İslâm düşün­

    cesindeki en meşhur kuramcısı İbn Rüşd (ö.595/1198)’dür. Bu yüzden söz konusu te’vili İbn

    TE’VÎL-İ MÜNKÂD

    312

    Rüşd’ün anlayışı istikametinde tanımlamak gerekmektedir. İbn Rüşd’e göre akılla elde edilen bilgi ile vahiy yoluyla elde edilen bilgi asla birbirine ters değildir; aksine uyum içindedir. Bu uyum ya doğrudan nassın zâhirinden anlaşılan mana ile yahut da burhana dayanan te’villerle gerçekleşmektedir. Burhana da­ yalı olarak yapılan akıl yürütme varlık hakkında bilgi verdiği gibi, naslar da varlık hakkında bilgi verirler. Ancak bazen nasların bilgi vermediği durumlar da söz konusu olabilir. Şayet naslarda herhangi bir konuda bilgi yoksa, o zaman burhana dayalı yorum, yani aklî bilgi esas alınır. Fakat aynı konuda naslarda da bilgi bulunuyorsa, o durumda da bu bilginin zâhiren aklî bilgiye uy­ gun düşüp düşmediğine bakılır. Şayet uygun düşüyorsa tabii ola­ rak aklî bilgi kabul edilir. Uygun düşmüyorsa yani nasların ortaya koyduğu bilgi ile aklî bilgi birbi­ rine ters ise, ortada bir problem var demektir. İşte bu problemin

    çözüm yolu naslardaki bilginin te’vil edilmesinden geçmektedir. TE’VÎL-İ MÜNKÂD: (jjdl

    ilildi) Müstekreh te’vilde yer alan olumsuzlukları içermeyen te vıl.

    (LgjŞ

    p

    “Yerde

    TEFSİR TERİMLERİ

    yürüyen hayvanlar ve kanatlarıy­ la uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitap’da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; on­ lar sonra Rablerinin huzurunda toplanacaklardır” (En’âm 6/38) âyetine dayanarak hayvanla­ rın da insanlar gibi birer ümmet olduğunu yani onların da aynı diriliş kanununa göre hareket edeceklerini söylemek gibi. Çün­ kü söz konusu âyete göre yeryü­ zünde yürüyüp dolaşan bütün canlılar, gökyüzünde kanat çırpıp uçan bütün kuşlar insanlar gibi birer ümmet yani düzenli birer topluluktur. Dolayısıyla onların hepsi Allah’ın verdiği canla yaşa­ yıp üremekte ve O’nun verdiği rızıkla beslenmektedirler. Sonuçta da O’nun canları almasıyla ölüp kıyâmet sonrasında da dirilecek­ lerdir. Zira âyetin son kısmında (Lgu'5 Jı p “Nihayet (hep­

    si) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler” denilerek bu hu­ susa işaret edilmektedir. Nitekim Reşid Rızâ (^J) terkibinde ve ) fiilinde bulunan üçüncü çoğul şahıs zamirlerinin hayvan­ lar, kuşlar ve insanların tümünü kapsadığını ifade etmektedir. (Bkz. Menâr, VII, 584). Buradan anlaşılmaktadır ki, kıyâmet son­ rasında diriltilip Allah’ın huzuru­ na sevkedilecek olan yaratıklar sadece insanlar değildir. Onlar gibi birer ümmet (topluluk) olan

    SÖZLÜĞÜ

    313

    hayvanlar da kıyamet vukû bul­ duğunda diriltilip huzûr-i İlâhîde toplanacaklardır. Söz konusu di­ riliş ve bunun ardından hesaba çekilme İlâhî adâletin vazgeçil­ mez bir gereği olsa gerektir. (Ay­ rıca bkz. Te’vîl) TE’VÎL-İ MÜSTEKREH: (J^ÜI

    oDelile dayanarak derin­ lemesine incelendiğinde çirkin bulunan ve yaldızlı aldatmacalar içermesinden dolayı hoş karşılan­ mayan te’vîl. Ââs 4)1 ÇÇj jl

    öYj» jA 4)1 ötî

    öl_5

    TEVRİYE

    da insanlar gibi sorumlu varlıklar olduğunu ileri süren bakış açı­ sında da görmek mümkündür. Esasen hayvanların sorumlu tu­ tulması düşüncesi ne Kur’ân’a ne de sahih sünnete uygundur. Çünkü onlar akılsız ve irâdesiz yaratıklardır. Yüce Allah aklı ol­ mayan insanı mükellef olarak ka­ bul etmezken hayvanları nasıl so­ rumlu tutabilir? Demek ki böylesi bir yorum âyetin ruhuna uygun değildir. Dolayısıyla yapılan te’vîl müstekrehtir. (Ayrıca bkz. Te’vîl) TEVKİFİ: (^>JI) İlâhî, Rabbânî.

    “Ey Peygamber eşleri! Eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzel­ miş olur. Eğer eşinizin aleyhinde yardımlaşarak bir şey yapmaya kalkarsanız, bilin ki Allah onun dostu, bundan başka Cebra­ il, salih müminler ve melekler de yardımcısıdır” (Tahrîm 66/4) âyetinde geçen ( ifadesiyle Hz. Ali’nin kastedildi­ ğini ileri sürmek gibi. Benzer bir te vili, jjLU Yj [üj ı_ )E$3l

    Lâ ç-SCJlül jt_^l Yl

    (^1 p Yerde yü­ rüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitap’da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; on­ lar sonra Rablerinin huzurunda toplanacaklardır” (En’âm 6/38) âyetine dayanarak hayvanların

    Beşer düşüncesiyle olmayıp va­ hiy yoluyla bildirilen, Allah’a ait olan hususlar için kullanılan bir terim. TEVRİYE: (^yll) İki farklı an­

    lamı olan bir kelimeyi hemen akla gelen yakın anlamıyla de­ ğil, bir karîneden dolayı uzak anlamıyla kullanma. (5j£Ll Jü “Rahman arşı istiva etti (kuşattı)” (Tâhâ 20/5) âyetinde olduğu gibi. Zira söz konusu âyetteki (^JiAl) sözcü­ ğü, esasen yakın anlamı itiba­ riyle “oturdu, yerleşti” manası­ na gelmektedir. Ancak burada söz konusu fiile, “kudretiyle ku­ şattı” manası verilmektedir ki, esasen diğer manaya göre bu uzak bir anlamdır. Bunun sebe­ bi (karînesi) de, Yüce Allah’ın

    bir yere oturmak ve yerleşmek­ ten münezzeh olmasıdır. Bu yüzden (^jlSlJ’ya yakın anlamı gizlenerek (tevriye) uzak anlamı verilmektedir. TEVRİYE-İ MÜCERREDE: (iyjdl

    âiy»₺JI) Yakın veya uzak ma­ nalarla ilgili bir hususun dile getirilmemesiyle birlikte uzak manasının kastedildiği tevriye. S

    TEFSİR TERİMLERİ

    314

    TEVRİYE-İ MÜCERREDE

    z

    3

    Sözgelimi, JLUU r) fiilinin “iş yapmak” anlamında kulla­ nılması gibi. Zira bu kelimenin yakın anlamı “yaralamak”, uzak anlamı da “iş yapmak” tır. An­ cak burada söz konusu fiilin ge­ rekçesine yer verilmeden uzak anlamı kullanılmıştır. TEVRİYE-İ MÜRAŞŞAHA: (Â^yll

    Â^^JI) Tevriyeyi meydana ge­ tiren sözden önce veya sonra yakın manaya ait bir özelli­ ğin zikredilmesiyle beraber, bir karineden dolayı uzak mana­ nın kastedilmesi. juT LaL£ “Biz göğü kuvvetle bina ettik...” (Zâriyât 51/47) âyetinde yer alan (jul) kelimesi (aj’in çoğulu­ dur. Yed de bilindiği gibi “el” an­ lamındadır, onun yakın mana­ sına işaret eden özellik de (u£)

    fiilidir. Çünkü herhangi bir şeyi binâ etmek veya yapmak elle mümkündür. Ancak bu âyette elin Allah’a isnâdı câiz olmadı­ ğından bunun yerine “kuvvet” manası verilmiştir. Her ne kadar verilen bu anlam, el kelimesinin uzak bir anlamı olsa da. TEVŞİ’: (^iyJI) Herhangi bir

    cümleyi tesniye (ikil) bir lafız­ la bitirdikten sonra arkasından onu birbirine atfedilmiş iki isimle açıklama. Meselâ dl>ÇJl dl) Paylaştırma, da­

    ğıtma. Kelâm sahibinin ister nazım ister nesir olsun, Arap al­ fabesindeki herhangi bir harfin ortak olarak yer aldığı kelimele­ ri, aynı cümlede yahut ard arda gelen cümlelerde kullanması. Meselâ, 15^ ÎÇsjT, 15^ ulçlJ L “Böylece seni bol bol teşbih edelim. Ve bol bol analım seni. Şüphesiz sen bizi görmektesin” (Tâhâ 20/33-35)

    SÖZLÜĞÜ

    TEZYÎL

    315

    âyetinde yer alan kelimelerde geçen ortak harf (d) harfidir. Dolayısıyla burada tevzi’ sanatı söz konusudur. TEYSÎR TARÎKİ: (^1

    Ebû Amr’m “et-Teysîr” adlı eseri ile İbnü’l-Cezerî’nin “et-Tahbîr” inin esas alınıp, bunlara eşŞâtıbiyye ve İbnü’l-Cezerî’nin

    “ed-Dürre” isimli eserleri de ilave edilerek oluşturulan tarik. Buna İstanbul Tarîki de denilmektedir. TEZÂD: (Bkz. Tıbâk)

    TEZÂVÜC: (çjljdl) Herhangi bir

    cümlede mevcut olan şart ve cezanın ortaya koyduğu anlam­ la, bu iki kelimenin ardından gelen cümlelerdeki mana bü­ tünlüğü. ĞÇÜ Lp> ÛÇÎ oUL'f jijliJI jUaÇjl "... Biz ona âyetlerimizi vermiştik, ama o, onlardan uzaklaştı ve bu yüzden şeytan onu peşine taktı ve neti­ cede yolunu şaşırmış azgınlar­ dan oldu” (A’râf 7/175) âyetinde olduğu gibi. Zira söz konusu âyette yer alan (ÂUİU ÛÇU İIŞU l^L) şart ve cezâ cümlesidir. Müfessirlere göre bu cümlede Yüce Allah’ın bir şahsa (Bel’am b. Bâûrâ) âyetler (deliller) verdi­ ğinden bahsedilmektedir. Ancak arkasından gelen (jUaJül

    ûl£) ifadelerinde ise şeytanın söz konusu şahsı peşi­ ne takıp neticede onu, yolunu

    şaşırmış azgınlardan yaptığı zik­ redilmektedir. Böylece âyetin sözü edilen cümlelerinde bir anlam bütünlüğü ortaya çıkmış olmaktadır. TEZKÎR:

    (^Jdl)

    Hatırlatma,

    uyarma, ikaz etme. Yüce Allah’ın Kur’ân’da muhatapları değişik zamanlarda farklı üslup­ la uyarması. Şu bir gerçek ki, Kur’ân’da hem müslümanlara hem de gayr-i müslim unsurlara kısacası, bütün inanç gruplarına yönelik ikazlara rastlamak müm­ kündür. Meselâ, I Ua o LlU IjJUjl “Ey imân edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardık­ larımızdan hayra harcayın... ” (Bakara 2/267) âyetinde mü­ minlere, l oJüJl ,

    -Li- '

    J15

    âjU> ğJj

    I J15 d Lr—J

    j^-'l_?

    ı_r“ÜJ

    La

    “Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvar­ ları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; ‘Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!’ dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. ‘Bir gün yahut daha az’ dedi. Allah ona: ‘Hayır, yüz sene kaldın. Yiye­ ceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemik­ lere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz’, dedi. Durum kendisince anlaşı­ lınca: ‘Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir’, dedi” (Bakara 2/259) âyetinde de müşâhede yoluyla elde edilen kesin bir bilgi söz konusudur ki, işte bu da ayne’l-yakîn de­ mektir. (3) Hakka’1-yakîn: Bir 5iJ

    JS

    Jlp

    YARAT1ŞC1LIK KURAMI

    şey hakkında o şeyi yaşayarak, onunla haşir neşir olarak ulaşılan kesin bilgi anlamına gelmektedir. A3 dU .U UJ-JI JjA J-AS jdaJl {j* ₺s Jlî

    p \>y>- 54^ J-r oAf j*4-' dİ (»-tf'b L*-"1 utblj İb­ rahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölü­

    yü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inan­ madın mı? dedi. İbrahim: Hayır! inandım, fakat kalbimin mutma­ in olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öy­ leyse dört tane kuş yakala, onları yanma al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları ken­ dine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azizdir, hakimdir, bu­ yurdu” (Bakara 2/260) âyetinde ifade edildiği gibi Hz. İbrahim’in

    bizzat yaşayarak ulaşmış olduğu bir sonuç vardır ki, bu da onun kalbinin mutmain olmasını sağ­ layan kesin bir bilgidir. YARATIŞCILIK KURAMI: İn­

    sanlığın, yaşamın ve evrenin, varlığı önceden kabul edilmiş doğaüstü bir güç tarafından yok­ tan yaratıldığı inancına dayanan kuram. Bu kuramın savunucu­ ları, evrim kuramına karşıdırlar. Çünkü onlara göre evren ve evren içerisindeki canlılar yani hayvanlar ve bitkiler, belirli ve

    332

    TEFSİR TERİMLERİ

    değişmez türler ve cinsler halin­ de, birden bire ve ayrı ayrı ola­ rak doğaüstü bir güç tarafından yaratılmıştır. (Cevizci, Ahmet, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstan­ bul 2000, s. 365). Söz konusu kuram genel olarak Hristiyanlık Yahudilik ve İslâmiyet’in ortak kabülüne dayanmaktadır. Buna göre sözünü ettiğimiz bu üç di­ nin ortak kabülüne göre yoktan varetme anlamındaki bir yarat­ ma, ancak Yüce Allah’a ait bir sıfattır. Doğanın kusursuz işleyişi de onun bu Yüce Varlık tarafın­ dan yaratıldığını göstermektedir. Ayrıca belli bir amaca yönelik görünen bu düzeni şans ya da rastlantı ürünü saymak inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Söz gelimi canlı bir organizma bir saat gibi çalışır. Saat nasıl bir takım rast­ lantı etkenlerin ürünü değilse, daha karmaşık bir plana bağlı olarak işleyen organizma da öyle şans ya da rastlantı etkenlerin ürünü değil, muazzam bir planın sonucudur. Söz konusu plan da bir plancının onu var etmesiyle ancak mümkün olabilmektedir. Meselâ, doğal plajlarda çakıl ve kum gelişi-güzel dağılmış de­ ğildir. Çakılların iri olanları kı­ yıdan uzak, ince kum ise suya en yakın kıyı şeridinde serilidir; arada da çakıldan kuma doğru giderek incelen bir alan yer al­ maktadır. Pekâla bu düzen nasıl

    SÖZLÜĞÜ

    oluşmuştur? Bu bir düzenleyici olmadan kendi kendine meyda­ na gelebilir mi? İşte yaratılışcılık

    kuramını savunanlara göre tabii ki, burada bir düzenleyici kudret vardır ve o da doğaüstü güce sa­ hip bir varlıktır. Ayrıca bu düzen de belli bir amaçla bilinçli olarak oluşturulmuştur. Yani yaratılan her varlığın bir yaratıcısı vardır ve hiçbir varlık da amaçsız ve bi­ linçsiz olarak yaratılmış değildir. YEDİ HARF: (Bkz. el-Ahrufu’s-

    seb’a) YEDİ KIRÂAT: (Bkz. Kırâat-ı

    seb’a) YEVMÜ’L-ARÛBE: (Bkz.Arûbe) YEVMÜ’S-SEBT: (c~JI fJİ)

    Yahudilerce kutsal sayılan ve saygı gösterilen gün. Yahudi inancına göre söz konusu gün­ de Allah’a ibâdetin dışında her türlü çalışma yasaktır. Bu kelime Kur’ân’da “sebt” şeklinde geç­ mektedir. ıjl-pi jiij Ijjjv-gJ Uıîs c.—il Cu­ martesi günü, içinizden azgınlık edenleri elbette bilmişsinizdir; işte onlara: aşağılık maymunlar olun! Dedik” (Bakara 2/65). (Ay­ rıca Bkz. A’râf 7/163). ZA’F-I TE’LÎF: (UJÜIU^) Te’lîf

    zayıflığı. Yazımda kural dişilik. Bir hususun meşhur olan nahiv kurallarına aykırı olması. Meselâ,

    333

    ZA’F-I TE’LÎF

    Arapça dil bilgisi kurallarına göre bir kelimenin yerine zamir kulla­ nılabilmesi için, o zamirin mercii­ nin daha önce zikredilmiş olması veya zikredilmese bile, kelime­ nin cümle içerisinde sıralanışı­ na göre daha önce zikredilecek bir konumda olması gerekir. Meselâ, (IjuJ ) “Daraba ğulâmuhu zeyden” ibaresindeki zamirin cümlenin sonunda bu­ lunan “zeyd” kelimesine işaret etmesi gibi. Ancak lafız ve mana açısından geride bulunan bir ke­ limeye, zamirin işaret etmesi dil bilginlerinin çoğunluğuna göre doğru değildir. Çünkü orada za’f-ı te’lîf var demektir. Aynı şe­ kilde zamirlerin atfı konusu da geçerli olan bir nahiv kuralına ay­ kırılık arzettiği müddetçe yine bir za’f-ı te’lif sebebidir. Sözgelimi, 4j 41)1 ... Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsiz­ likten de sakının...” (Nisâ 3/1) (fÜ-lYıj) kelimesinin (JL «udi Hak­ lı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın” (İsrâ 17/33) âyetlerinde olduğu gibi. Kur’ân’da bu tür misaller oldukça çoktur. İşte zevâcirü’l-

    Kur’ân terimi, müminleri kötü­ lüklerden sakındıran söz konusu nitelikteki âyetler için kullanıl­ maktadır. ZEVÂTU’R-RÂ: («4>>)Kur’ân’ın

    Yunus, Hûd, Yûsuf, Ra’d, İbra­

    him ve Hicr gibi, (Elif-lâm-Râ) ile başlayan sûrelerine verilen ortak isim. ZİKR-İ CÜZ İRÂDE-İ KÜL: (>S

    JSÛI Siljl ) Bir şeyin bir parça­ sını zikredip tamamını kastetme, s^ü oÇ-j “Yüzler vardır

    335

    ZİKR-İ KÜL İRÂDE-İ CÜZ

    ki o gün ışıl ışıl parlayacaktır” (Kıyâmet 75/22) âyetinde yer alan («_^-j) kelimesiyle insan vü­ cudunun tamamının kastedilmesi gibi. Aslında (oj45) insan vücudunda bulunan bir organdır yani ondan bir parçadır. Ancak fizikî anlamda vücudun tamamı­ nı temsil etmektedir. Dolayısıyla kıyâmet günü Yüce Allah’ın mer­ hameti sayesinde kurtuluşa eren­ lerin sadece yüzleri değil bütün vücutları nur gibi parlayacak ve onların mutlulukları yüzlerinden okunacaktır. İşte bu da parçanın

    zikredilerek bütünün kastedilmesi anlamına gelmektedir. ZİKR-İ HÂL İRÂDE-İ MAHAL:

    (J^uJI Siljl JL»JI jS'Y) Herhangi bir mekân içinde bulunan bir şeyi zikredip, onun mekânını kastet­ me. Meselâ, jl^SlI âl “İyi­

    ler mutlaka nimet içinde olurlar” (İnfitâr 82/13) âyetinde zikre­

    dilen (p^) kelimesiyle cennet kastedilmiştir. Çünkü sorumlulu­ ğunu yerine getiren mümin kul­ lar, nimetlerle dolu cennetlerde bulunacaklardır. ZİKR-İ KÜL İRÂDE-İ CÜZ: (>i

    SilJ JJI #ilj&>) Bir mekânı zikredip orada bulunanları kas­ tetme. Çj LS jJl jtsıj

    jyiLk! Ulj Ç? “(istersen) içinde bulunduğumuz şehre ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söylü­ yoruz” (Yûsuf 12/82) âyetinde yer alan (îiji!l) “şehir” kelimesiyle Mısır halkının kastedilmesi gibi. ZİKR-İ MELZÛM İRÂDE-İ LAZIM:

    Bir iş için gerekli olan şeyi zik­ redip, onunla murad edilen şeyi kastetme, SU- Û5

    336

    TEFSİR TERİMLERİ

    tarzı ve davranış biçimini ifade etmektedir. Dolayısıyla söz ko­ nusu kelime, “zikr-i melzûm” pozisyonundadır. Ancak onunla anlam bakımından kendisiyle ilgili olan toplum ya da millet kastedilmektedir. Çünkü sünnet, yani yaşam biçimi insana ait bir özelliktir. Toplumlar ve milletler de insanlardan oluşmaktadırlar. O halde mezkur nasta, insana ait bir fiil zikredilip onunla kendisi kastedilmiş demektir. ZİKR-İ MÜSEBBEB İRÂDE-İ SEBEB: (