134 16 2MB
Turkish Pages 292 [293] Year 2002
n bulunurdu. Zaporojye Kazakları gülüp eğlenmekten, bir de savaş yap maktan başka bir şeyden anlamadıklarına göre, elbette on ların konakladığı yere dört bir yandan insanlar üşüşür, ora sını panayıra çevirirlerdi. Sonunda köyü geçip ilk k oruganlara (böl üklere) vardı lar. Bunların üstü çimlerle ya da Tatarların tarzında, aba larla örtülmüştü; kimisinin önünde ise birer top vardı. Köy de gördükleri çitlerden, kısacık direklere çakılmış levhaları bulunan ufacık evlerden hiçbiri yoktu burada. Koruganları bir toprak tabya kuşatıyordu, bunun üstüne de kütükler di zilmişti. Gel gelelim tek bir nöbetçinin bulunmayışı içeride kilerin ne denli pervasız olduklarını göstermeye yeterdi. İ n san azmanı birkaç Zaporojyeli, çubukları ağızlarında, yolun kıyısına uzanmışlardı. Gelenlere kayı tsız kayıtsız baktılar, yerlerinden bile kıpırdamadılar. Taras, oğullarıyla birlikte onların arasından geçerken: - Merhaba, yiğitler! dedi. - Hoş geldiniz, ağa! diye karşı lık verdiler. Kazak askerlerinin düzlüğe böyle öbek öbek dağılması görülmeye değerdi doğrusu. Hepsinin de yanık yüzlerinde nice savaşların, çekilen nice sıkıntının izleri vardı. İşte Zapo rojye burasıydı! Aslan yürekli yiğitlerin, yılmaz savaşçıların yuvası ! Ukrayna'nın övüncü, Kazaklık geleneğinin kaynağı !
32
Bizim yolcular geniş bir alana vardılar. Ordu ku rulu ço ğunlukla burada toplanırd ı . Ters çevrilmiş bir fıçıya oturan üstü çıplak bir Zaporojyeli, gömleğindeki yırtıkları yamı yordu. D erken, kalabalık bir çalgıcı kümesi yollarını kesti . Kalpağını yana eğmiş, kollarını havaya kaldırmış genç bir Zaporojyeli, çalgıcıların arasında zıp zıp zıplıyor; bir yan dan da " Çalın be aslanlarım ! D aha hızlı çalın ! Sen de Fo nıa, şimdi cimriliğin sırası değil, herkese bol bol votka da ğıt ! " diye bağırıyordu. Bir gözü yediği yumruktan moraran Foma, isteyene bol bol içki veriyordu. Genç Zaporojyelinin yanında dört yaşlı adam, hoplayıp zıpl ıyorlardı durmadan. Ayaklarını çabuk çabuk yere vururken, çalgıcıların üstleri ne düşecekmiş gibi dönerek yana savruluyorlar, fa kat bir den yere çömelip bacaklarını sırayla ileri fırlatarak, sert top rağı gümüş nalçalı çizmeleriyle gümbür gümbür dövüyor lardı . Kazak dansının hızlı ayak vuruşları, oynayanların ba ğırıp çağırmaları dalga dalga yankılanıyordu dört bir yan da. İçlerinden biri en çok sıçrıyor, en çok bağırıyordu. Per çemini yele vermiş, göğsünü-bağrını açmıştı, ama kürklü go cuğunu da çıkarmamıştı sırtından. Alnı ndan buram buram ter boşanıyordu. Taras bu çılgın ihtiyara; Gocuğunu neden çıkarmıyorsun? diye sordu. Çıkaramam . . . Neden çıkaramazmışsın ? Huyum kurusun, sırtımdan n e çıkarsa dosdoğru mey haneye gi der! Ne başında kalpağı, ne omzunda işlemeli atkısı , ne be linde kemeri vardı. Demek, hepsi de o yolu tutmuştu. Kala balık gitgide büyüyor, yeni yeni kişiler gelip oynayanlara katılıyorlardı. Dünyanın en hızlı, en coşturucu dansı, yara tıcısının "Kazak Dans ı " adını verdiği bu çılgın oyunu seyre dip de, ta derinden sarsılmamak kimin elindeydi k i ! Taras; - Ah, at üstünde olmayacaktım da, bir de benim oyunu mu görecektiniz! dedi.
Perçemleri, bıyıkları ağarmış yaşlı-başlı adamlar da or taya çıkmaya başladı. Bunlar Zaporojye'nin gün görmüş, saygı kazanmış kişileriydi. Taras çok geçmeden eski arka daşlarına rastladı. Ostap ile Andrey şöyle haykırışlar duyu yorlardı: " Aa, Sen misin ? Peçeritsa! Merhaba Kozolop !" " Aa, Taras sen de nereden çıktın!" " Nasıl düştün buralara, Dol oto?" " Merhaba, Kirdiyaga ! . . Merhaba Gustıy! . . Seni göreceğimi hiç ummazdım, Remen! .. " G üney Rusya 'nın yi ğit yatağı i llerinden kopup gelmiş savaşçılar, kardeşçe sar maş-dolaş oldular. " Kasyan nerelerde! Borodavka'ya ne ol du? Koloperden, Pidsişok'tan ne haber ? " Borodavka'nın Tolopan'da asıldığını, Koloper'in Kizikirmen kalesi önünde diri diri derisinin yüzüld üğünü, Pidsişok'un kellesinin uçu rulup tuzlandığını, sonra bir fıçı içinde İstanbul'a gönderil diğini duyunca Bulba başını önüne eğdi; " Yaman Kazaklar dı! Hepsi de yaman Kazaklard ı ! " diye mırıldandı.
III Taras B u l ba ile iki oğlu Zaporojye'ye geleli bir haftayı bul muştu. Gel gelelim ne Ostap'ın, ne de Andrey'in pek askeri eğitiml e uğraştıkları yoktu. Gerçekten ordu otağlarında as keri eğitime fazla önem verilmez, gençlerin savaş alanların da dövüşe dövüşe yetişmeleri istenirdi. Bu yüzden Zaporoj ye'de çarpışmal ar hiç eksik olmazdı. İki savaş arasında as kerlik h ünerlerini ilerletmeyi zaman kaybı sayan Kazaklar, ara sıra ok atmaktan, at koşturmaktan, bir de dere-tepe a v kovalamaktan başka bir i ş l e uğraşmazlardı. Geri k a l a n za manlarını nasıl geçirdiklerine gelince, bütün yaptıkları bol bol gezip eğlenmekti. Yiğitliklerinin, taşkın yaradı l ışlarının bir görüntüsüydü bu. Zaporojye, her gün vur patlasın, çal oynasın eğlenilen, şenliğe bir başlandı mı, bir daha sonu gelmeyen, akıl almaz bir cümb üş yeriydi. Kazaklar arasın da iş-güç tutan, d ükkan işleten insanlar çok deği ldi; ama çoğu, keselerinde şakırdayan birkaç altın buldukça, savaş-
34
!arda kazandıklarını bezirganlar, meyhaneciler ellerinden al madıkça bir türlü uslanmaz, sabahtan akşama değin gezer eğlenirlerd i . Onların coşup eğlenmelerinin ayrı bir havası vardı. Öyle sarhoşlar gibi kederden içip içip meyhane köşe lerinde sızmazlar; hovardalığa bir başladılar mı, çılgınca neşelenirlerdi. Aralarına katılanların ne bir tasası kalırdı, ne sıkıntısı . Çünkü her Kazak gibi onların da çoluk çocuğu, yakınları, evi barkı çok uzaklarda bulunmaktadır. Geride bıraktıkları vız gelirdi onlara; arkadaşl ıktan, gönlünce eğ lenmekten başka bir şey düşü nmezlerdi; bir çöl kartalı gibi bağımsızdılar. İnsan ancak kafasına bir şey takmazsa çılgın ca neşelenebilir. Zaporojyelilerin öbek öbek toplanıp tembel ce yere uzanarak anlattıkları öyküler, bütün o gevezelikler öyle gülünç, öyle renkli şeylerdi ki . . . O nları dinlerken ken dini tutmak, yüzünü bile oynatmamak için bir Zaporojye li' nin soğukkan l ı lığına sahip olmak gerekirdi. Güneyli Rus' u öteki kardeşlerinden ayıran bir özellik de budur işte. Sarhoşların şamatacı neşesiydi onlarınki, konuşmaların da meyhane sarhoşlarının dertli iç dökmelerini, acıklı sızlan malarını bulamazdı lar. Bir araya toplanmış okul arkadaşla rı gibiydiler. Ancak okul çocukları gibi sınıfa kapanıp, öğ retmenin sıkıntılı dersleriyle kafa patlamaktansa beş bin atlı bir olup akınlara katıl ırlardı. O ku lun, kaydırak oynadıkları bahçesi yerine, hiçbir sınır tanımayan kendi geniş savaş alan ları vardı. Oralarda Tatarlar durmadan cirit atarlar, Türk ler yerlerinde kıpırdamasalar bile, yeşil sarıklı başlarını çe virip sertçe baka rlardı . . . Ayrım bununla da kalmıyor. Ço cuklar okula analarının, babalarının zoruyla giderler, oysa Kazaklar kendi istekleriyle analarını, babalarını kor, ocak larını bırakır, öyle gelirlerdi Zaporojye'ye. İçlerinde cellat kemendin den son anda kellesini kurtarmış, soluk benizli ölümü beklerken yaşama kavuşmuş insanlar vardı. Meteli ğe değer vermeyen, doğuştan soylu züğürtler yanında, pa raya gerekli önemi verdikleri halde, Yahudilerce soyulup soğana çevrildikleri için, ceplerinde harcanacak tek kuruş ları bulunmayan kişiler de toplanmıştı oraya .
35
Kızılcık sopasına dayanamayarak okuldan kaçan, elifi görse mertek sananlar olduğu kadar, Horatius, Cicero, Ro ma Cumhuriyeti nedir bilenler de koşup gelmişlerdi. Orada öyle subaylar vardı ki, Leh Kral ının ordusunda ün yapmış, şan kazanmışlardı. Kelle koltukta akınlara katılanlar kimin yararına çarpıştıklarını pek düşünmezlerdi; yeter ki savaş olsun, onurlu bir Kazak dövüşmeden duramayacağına gö re, uğruna dövüşülecek bir fırsat çıksın. Zaporojye'ye, otağ larda kalmaktan kendilerine övünme payı çıkaran, yiğitlik taslamaktan kıvanç duyanlar da gelirlerdi. Kimler yoktu ki orada ? .. O çağın her türlü gereksinmelerini karşılayan, bir gariplikler ü lkesiydi Zaporojye. Savaşmak isteğiyle yanan lar da, a ltın kupa, sırmalı kaftan, para gibi mal hırsıyla kıv rananlar da aradıklarını bulurlardı orada. Ancak kadın düş künlerine yer yoktu; çünkü kadınlar, otağlara sokulmak şöy le dursun, çevredeki köylere bile yaklaştırılmazdı. Ordu bölgesine giren-çıkanın belli olmaması , birinin çı kıp da onlara! "Kimin nesisin? Nereden gelir, nereye gider sin ? " diye sormaması çok tuhaf geldi Ostap'la Andrey'e. Herkes oraya, babasının evine gelirmiş gibi, elini-kolunu sallaya sallaya dalıyordu. Gelenler otağ atamanının karşısı na şöyle bir çıkarlar, belli birkaç soruya karşılık verirlerdi. Hoş geldin. İsa'ya inanır mısın? İnanırı m. Kutsal Üç]ü'ye ''· de inanwmısın? İnanırım. Kiliseye gider misin? Giderim. Öyleyse istavroz çıkar da görelim. Yeni gelen güzelce istavroz çıka rırdı. - Pekiyi, tanıdığın bölük (korugan) varsa git, hangisine istersen katıl. İşte bütün tören bu kadardı. Orduya katılanlar aynı ki lisede tapınırlardı; oruca-perhize pek aldırış eden olmazdı, Tanrı, kutsal ruh, İsa. - ç.n.
36
ama kiliseyi savunmaya gelince kanlarının son damlasına değin akıtmaya hazırdılar. Kazakların pazarlıktan hoşlan madıklarını, ellerini ceplerine soktuklarında ne çıkarsa ver diklerini bilen Yahudiler, Ermeniler, Tatarlar kazanç hırsıy la, her tehlikeyi göze alarak orduya yakın köylerde yerleşir ler, esnaflık yaparlardı. Ama acınacak bir durumları vardı bu aç gözlü bezirganl arın . Onları Vezüv'ün eteklerinde otu ran insanlara benzetebilirdiniz. Çünkü kabadayılar parasız pulsuz kalınca dükkanları yağmalar, ne bulurlarsa çalıp ka çarlardı. Ordu altmış bölükten oluşuyordu, her bölük bağımsız bi rer cumhuriyet durumundaydı. Bölüğün adamları yatılı okul öğrencileri gibi hazırdan yer-içerlerdi. O nedenle kendileri yi yecek-içecek derdiyle uğraşmazlar, her şeyi " baba" dedikleri bölükbaşı düzenler, kotarırdı. Yalnız yemeklerin pişirilmesi değil, harçlıkların, yiyeceklerin dağıtımı, kışlık azığın, yaka cağın sağlanması hep bölükbaşının görevlerindendi. Bölüğün adamları, saklaması için paralarını bile ona verirlerdi. Bölükler arasında sık sık kavga çıkar, iş çarpışmaya değin varırdı. O zaman dövüşen iki bölüğün adamları a lana dökü lür, birbirlerine yumrukla girişirlerdi. En sonunda bir taraf pes eder, bunun üzerine hep birli kte şenlik yapar, eğlenirlerdi. Gençleri kendine çeken Zaporojye, işte böyle bir yerdi. Ostap ile Andrey, gençliğin verdiği ateşle bu azgın denize atılıverdiler. Baba ocağını, okullarını, eski yaşamlarını bir an da unutarak bütünüyle yeni bir evrene daldılar. Otağın pek karışık olmayan yasaları, hovardalıkları, eğlenceleri hayli hoşlarına gitmekle birlikte, o başıbozuk düzen içinde bazen bu yasaların çok sert olduğu belirtilmelidir. Diyelim, bir Ka zak ufacık bir şey mi çalmış; hemen bu hırsızlık bütün Ka zak ordusunun yüz karası sayı lır, hırsız bir direğe bağlanıp yan ına da iri bir sopa konduktan sonra gelenin-geçenin bu sopayı adamın kafasına bir kere indirmesi istenirdi. Onca sopa atılır da kim sağ kalabilir ki? Biri borcunu mu ödeme miş; elinden, ayağından bir topa zincirlenir, insaflı bir arka daşı çıkıp borcunu ödeyerek onu kurtarıncaya değin orada
37
çakılı kalırdı. Fakat Andrey'i en çok etkileyen şu korkunç ölüm cezası oldu: Bir katil i derince kazılmış bir çukura in dirdiler, üstüne de tabut içinde öldürdüğü adamı koydular, ondan sonra çukuru toprakla doldurmaya başladılar. Me zara diri diri gömülen adamın görüntüsü uzun süre gitmedi Andrey'in gözünün önünden. Bizim genç Kazaklar kısa sürede Zaporojyelilerce sevilip beğenildiler. Sık sık kendi bölük arkadaşlarıyla, bazen de öte ki koruganların adamlarıyla birlikte ava çıkıyorlar; bol bol kµş, karaca avlıyorlardı. Her koruganın kura çekilerek payı na düşmüş kendi gölü, ırmağı ya da deresi vardı. Serpmeler le, germe ağlarla topluca oralara gidilir, bölüğün yiyeceği ba lık tutulurdu. Gerçi avcılıkta bir Kazak'ın kendini gösterece ği büyük hünerler pek bulunmazdı; gene de attığını vurmak, Dinyeper'de akıntıya karşı yüzmek gibi beceriler, toy bir Za porojyelinin, arkadaşlarının gözüne girmesi için yeterliydi. Ama koca Taras, oğullarına başka bir uğraş bulmak için çırpınıp duruyordu. Gencecik insanlar böyle entipüften iş lerle vakit öldürüp de ne olacaktı? En iyisi, bütün ordunun katılacağı bir kargaşalık çıkartılmalı, yiğitler yiğitliğini gös termeliydi. O niyetle bir gün otağ atamanının karşısına di kildi, bunları söyledi: - Ağam, ne dersin ? Kazakların şöyle hoşça vakit geçi rip gönül eğlendirmeleri için zaman gelmedi mi? Kazak ordusunun başı, kısa çubuğunu ağzından çıkardı, yana doğru tükürdü. - Eğlenecek durum mu var ki ? - Neden olmasın ? Türklerin, Ta tarların yurdu ne güne duruyor ? Basalım oraları. Ağa hiç istifini bozmadı, çubuğunu yeniden ağzına soktu. - Olmaz, ne Türklerin, ne de Tatarların yurduna gire meyız. Niçin giremezmişiz? - Öyle işte. Söz verdik padişaha, barışı bozamayız. - Ama onlar gavur? Kutsal kitabımız " Gavurları öldürünüz! " diye buyurmuyor m u ?
38
- Hayır, yapamayız. Dinimiz üstüne ant içmemiş olsay dık yapabilirdik. Ama şimdi olmaz. - Olmayacağını nasıl söyleyebiliyorsun? Neden olmaz mış? Bak, aslan gibi iki oğlum var, daha ne savaş yüzü gör düler, ne de düşman tanıdılar. Sen şimdi kalkmış, " Savaşma ya hakkımız yok ! " diyorsun. Bundan böyle Zaporojyeliler savaşmayacaklar m ı yani ? " - Hayır, savaşmayacaklar. - Demek oluyor ki, Kazaklar yerlerinden kıpırdamayacaklar, hareketsiz dura dura çürüyecekler, ne yurdumuza, ne dinimize zerrece yararımız dokunmayaca k ! . . Öyleyse sence yaşamamızın ne anlamı kalıyor? Hadi, söyle de anlayalım. Aklı eren bir adamsın sen, başımıza geçirdiklerine göre bir bildiğin var demektir. Hele bir açıkla şunu: Ne diye yaşıyo ruz şu dünyada ? Ordu atamanının sorulara doyurucu bir yanıt vermeyi şinden, Taras Bulba atamanın onu çatlatmak için bildiklerini kendisinden sakladığı kanısına vardı. Ataman bir süre sus tuktan sonra: Sen ne dersen de, savaş olmayacak, dedi. Ya, demek savaş olmayacak? Hayır, olmayacak . . . Şimdi biz n e yapsak boş, öyle mi? Kafanı hiç yorma, hepsi boş . . . Bulba içinden; "Seni şeytanın döl ü ! Gör şimdi başına ne işler açacağım! " dedi. Kararını vermişti: Bu işi atamanın ya nına koymayacaktı. Bir-iki dostuna danıştıktan sonra bütün arkadaşları or tak bir eğlentiye çağırdı. Yediler, içtiler, kafalar iyice du manl anınca hepsi birden toplantı (dernek) alanına geldiler. O rtadaki direkte çağrı davulu asılıydı ama çomaklarını da vulcu götürmüştü . Bunun üzerine ellerine birer sopa alıp davulu dövmeye başladılar. En önde koşup gelen sırık gibi adam, davulcunun ta kendisiydi. Tek gözü kördü, sağlam gö zünden de uyku akıyordu. - Kimdir o? Davulu kim çalıyor? diye bağı rdı.
39
Taras i l e çakırkeyf arkadaşları; - Kes sesi n i ! diye çıkıştılar a dama. - Çomaklarını al da, doğru dü rüst çal ş u n u ! Bu g i b i işlerin s o n u n u n n e y e varacağını ç o k i y i bilen davulcu, yanında getirdiği çomakları çıkardı. Davul güm bürdemeye başlayınca, Kazaklar arı kovan ı boşalır gibi ala na akın ettiler, di reğin çevresinde halka olup durdular. Da vulun üçüncü kez dövülüşü n d e ord unun ileri gelenleri sö kün etti. Elinde asasıyla otağ atamanı, ordu mührüyle yar gıç, hokkası, divitiyle yazıcı, değneğiyle kolcubaşı, ortada ki yerlerini a l ıp dört bir yana selam verdiler. Kazaklar elle ri kalçal arında, o nların çevresinde cakalı cakalı d i k i liyor lardı. - Ne diye toplandınız? Ne istiyorsunuz arkadaşlar? di ye başladı ataman. Ama bağrışmalar, sövmeler üzerine, konuşmasıııı yarıda kesti. - Şeytanın dölüne bak! istemiyoruz seni ! Bırak asanı da git başımızdan ! Başka bölüklerden kafaları tütsülenmeyen Kazaklar, is yancıları durdurmak istedilerse de onları dinleyen çıkmadı, ayıklarla sarhoşlar sıkı bir yumruk kavgas111 a tutuştular, or talık ana-baba gününe döndü. Bu kargaşalıkta sesini duyuramayaca ğ ı n ı a nlayan ata man, asasını hemen oracığa bı raktı, kalabalığa saygılı bir se lam verdikten sonra dövüşenlerin arasına karıştı gi tti. Böyle durumlarda nasıl da v ran ı l a c ağı n ı çok iyi biliyordu. Gözü dö nen Kazaklar, atamanııı bile gözü nün yaşına bakmazlardı. Yargıç, yazıcı, kolcubaşı da ellerindeki mührü, hokka yı, diviti, değneği bırakmaya davrandılar. - Biz de gidiyoruz arkadaş lar! - Hayır, hayır, siz d u ru m d u rduğ .. nuz yerde. Sizinle zo-
rumuz yok bizi m . . . - O rdunun başı olacak adamı istemiyoruz biz. Ataman değil, ka rı n ın biı iyıniş
me
ğe r Yen i s i n i seçelim hemen. .
Gedikl iler k a l a b a l ı ğa ses l e n d i ler.
40
Arkadaşlar, ataman olarak kimi seçiyorsunuz? Kukubenko'yu! Kukubenko'yu! diye bağrışanlar oldu. istemeyiz Kukubeııko'yu, daha dünkü çocuk, ağzında ana sütü kokuyor. - Şilo 'yu isteri z! Baba Şilo'yu geti relim ! diye birkaç ses yüksel di. Bu öneri de sövgüyle karşılandı: - Böğrünüzü Şi l o •· delsin e m i ? Ta tar gibi hırsızlık ya pan heriften hayır mı gelir? Üstelik sarhoşun teki. Sok başını çuvala, yolla şeytana! - Borodotiy olsu n ! Borodatiy'i seçelim! - Borodotiy'in de canı cehenneme. O da kim o l uyor ? Taras Bulba birkaç kişinin kulağına eğil di: " K i rdiyaga " diye bağırın! Kirdiyaga'yı istiyoruz! Ki rdiyaga ! Kirdiyaga ! Borodatiy! Borodatiy ! Şilo ! Şilo! Şilo'nun canı cehenneme! Kirdiyaga ! Aday olarak adı çağrılanlar, hemen kalabalığın arasın dan öne çı kıyorlard ı . Çünkü yerlerinde dursalar çevresinde kileri kışkırttıkları, kendilerini seçtirmek istedikleri sanılabi lirdi. "Kirdiyaga ! Ki rdiyaga ! " diye bağıranların sesi ötekileri bastırm:ı kla birli kte " Borodatiy ! " diyenler de çoktu. Baktı lar ki olmayacak, iş yumruğa bindi, sonunda kavgayı Kirdi yaga 'nı n yandaşları kazandılar. - Gidin de Kirdiyaga'yı geti rin ! dedi birkaç kişi. K a l a ba lıktan on Kazak ç 1 : rı, ordu atamanı seçil diği ni Kirdiy aga'ya duyurmaya gitti ler. Bir-ikisi öyle çok içmişler di ki, a ra kta güçl ükle duru yo rlardı. Kirdiyaga çok ya�lı, tilki gibi de k urnaz bir adamdı. Alan da olup bitenlerden hiç ha beri yokmuş gibi, k o ru ganda sa kin s a k i n otu rma ktayd ı .
�ilo, " biz, şi� " anlaının.ı gelir.
-
�· . n .
·+ 1
Buyurun, arkadaşlar, bir şey mi istiyorsunuz? dedi. Bizimle geleceksin. Seni a taman seçtik. Amanın, siz ne yapıyorsunuz, ağalar? Ben böyle yüce bir onura değer miyi m ? Atamanlık kim, ben kimim ? Böyle bir görevi yürütecek aklım mı kaldı ki ? Koca orduda bula bula beni mi buldunuz? Kirdiyaga 'yı götürmeye gelenler: - Hadi, fazla uzatma ! Seni seçtiğimize göre katır gibi diretmeden kabul et şu işi! diyerek iki yandan adamı koltuk ladılar; sövüp sayarak, yumruklarla, tekmelerle itekleyerek alana doğru sürüklediler. Kala balığı n yanına varınca : - Ne diyorsunuz, arkadaşlar? Bu Kazak'ın ataman ol masını istiyor musunuz? diye bağırdılar. - İstiyoruz! Hepimiz istiyoruz! sesleriyle alan gümbür gümbür gümbürdedi. Gediklilerden biri makam asasını yeni seçilen ordu ko m utanına sundu. Ataman geleneklere uyarak önce almak istemed i . İkinci kez sunuluşundan da geri çevirdi, ancak üçüncüsünde aldı . Bunun üzerine bütün kalabalık " Yaşa ! Çok yaşa ! " sesleriyle alanı bir daha i n letti. O sırada Kazak lar arasından ak perçemli, kır bıyıklı, en yaşlısından dört kişi çıktı. (Zaporojyeliler ecelleriyle ölmediklerinden, b un lardan daha yaşl ısı b u lunamamıştı.) Çıkanlar eğil i p yerden b irer avuç toprak, daha doğrusu, geceleyin yağmur yağdığı için çamur aldılar; götürüp Kirdiyaga'nın başına koydular. Çamur adamcağızın yanaklarından aşağı süzüldü, bütün yüzüne yayıldı. Kird iyaga kıpırdamadan duruyor, kendisine onur verdikleri için Kazaklara teşekkür ediyordu . Bu şamatalı seçim işi böylece bi tmiş oldu. Bulba kıvanç lıydı, çünkü hem eski atamandan öcünü almış, h em de onun yerine yakın bir arkadaşını seçtirmişti. Kirdiyaga ile pek çok sefere katılmışlar; karada, denizde nice güçlükleri birlikte yenmişlerdi. Seçimi kutlamak için dağılan Kaza klar öyle görkemli bir eğlence düzenlediler ki, Ostap ile Andrey böylesini hiç gör-
42
medikleri için şaşırıp kaldılar. Meyhanelerin kapıları kırıl dı; bal şerbetleri, biralar, votkalar sel gibi aktı. İçilenlerin parasını a lmak şöyle dursun, meyhaneciler canlarını kur tardıklarına şükrettiler. Kahramanlık türküleri, bağrışmalar bütün gece sürdü gitti. Banduraların, cümbüşlerini, yuvar lak karınlı balalaykalarını tıngırdatan çalgıcılar; şarkılarıy la Kazaklığı öven otağ kilisesi ilahicileri, ay ışığında sokak sokak dolaştılar durdular. Ama sarhoşluğa, yorgunluğa uzun süre kim daya nabilir k i ? Şurada Kazak'ın biri yere düşüyor, orada bir başkası yuvarlanıyordu. Arkadaş arka daşa sarılarak ağlaşanları, ikisi de ayakta duramayıp yıkı lanları mı ararsı nız? .. Yoksa topluca yerlere seril enleri, ken dine yatacak bir yer ararken kütüğün üstüne devrilenleri mi ? .. En son ayakta kalanlar bile anlaşılmaz birtakım söz ler söylediler, sendelediler, sonra ötekiler gibi oldukları yere yığıl ıverdil er. Bütün Zaporojye uykuya dalmıştı şimdi . . .
iV Ertesi gün Taras Bulba, Zaporojyelileri eyleme sürükleme nin yollarını aramak için yeni atamanla bir görüşme yaptı. Kazakları avucunun içi gibi bilen eski kurt, önce pek oralı ol madı. - Ne yapsak da h ır çıkarsak? Andımızı bozamayız . . . cinsinden bir-iki laf geveledikten sonra: - Bir yolu bulunur elbet, dedi. Andımızı bozmasak bi le çaresine bakarız. Kazaklar toplansınlar ama ben çağırmış olmayayım. O işi nasıl yapacağını sen daha iyi bilirsin Ta ras, daha sonra bir şeyden haberim yokmuş gibi yardımcı larımla birlikte ben de gelirim. Bu konuşmanın üzerinden bir saat geçti, geçmedi; bir den çağrı davu lu dövülmeye başladı. Kazaklardan ayık, ak l ı başın da gezen kaç kişi vardır ki! Kalpağını havaya fırla tan alana üşüştü. - Ne oluyor ?
43
- Gene ne var? - Neden davul çalıyorlar? K imse bu sorulara yanıt verememekle birli kte, şurada burada şöyle konuşmalar oluyordu: - Savaş yapılmadığı için Kazak soyu boş yere çürüyor. . . Başımızdakiler yiyip-içip şişmekten başka bir şey yapmıyor lar . . . Din, iman kalmadı memlekette . . . Bu konuşmaları d inleyenler d e o yollu konuşmalara ka tıldılar: - Din, iman elden gidiyor. Hani, Kazaklık ruhu nerede kaldı ? Bölükbaşları, gedikliler bu işe pek şaşırmış göründüler. En sonunda, söylentileri işiten ataman da çıktı gel d i . Arkadaşlar, sizinle konuşaca klarım v a r ! ded i . - Söyle ne söyleyeceksen! - Peki değer l i arkadaşlarım, sağda-solda öyle şeyler konuşuluyor ki, sözde Kazak kardeşlerimiz Çıfıt meyhane lerine, ayrıca birbirlerine çok borçlanmışlar. Siz daha iyisini bilirsiniz ya, borç boğazı aşmış diyorlar. Başka bir söylenti de, gençlerimiz savaş nedir bilmemekten dolayı sızlanırlar mış. Haklıdır gençler, savaşı bil memek yakışır mı Zaporoj yeliye ? Gavur kanı dökmeyen Kazak mı olur? Bulba içinden; - Güzel konuşuyor doğrusu, dedi. - Benim bunları Türklerle barışı bozmak için söylediğimi sanmayın sakın! Ta nrı korusun, sağda-solda konuşu l anları i letiyorum ben. Ayrıca belirteceğim bir şey daha var: Otağımız kurulalıdan beri şurada bir kilisemiz bulunuyor. Dışını süslemekten vazgeçtik, içindeki aziz tasvirleri bile dımdızlak duruyor. Aziz tasv irlerini gümüş çerçevelere koymak da mı kimsenin a k l ı n a gelmedi ? Rahmetli arka daşlarımız kiliseye ne bıraktılarsa onunla yetiniyoruz. Ka zaklar ellerindeki-avuçlarındakini çabucak yiyip bitirdikle rine göre, biç olm azsa bize kalan ların değerini bilelim. Bu d u r u mda gümüşü nereden bulacağız? Bunları söylemekten amacım, padişaha savaş açalım demek değildir. Öyle bir
44
şeye kalkışırsak günaha gireriz. Çünkü di nimiz üzerin e ant içtik. - Bu herif ne haltlar karıştırıyor ? diye söylenmeye baş ladı Taras. - İşte arkadaşlar, görd üğünüz gibi savaş açamayız. Yi ğitlik onurumuz buna el vermez. Benim aklım pek ermez ama size bir danışayım dedim. Şu gençleri salsak da, Anado lu kıyılarını kayıklarla şöyle bir kolaçan etseler, nasıl olur? - Yalnız gençler deği l , hepimiz gideriz. D i nimiz uğru na kellemizi vermeye hazırız. Ataman ürktü birden. Amacı bütün Zaporojyeyi ayak landırmak değildi elbet. Böyle bir sorumluluğun altına gir mek istemezdi. - Arkadaşlar, izin verin, daha söyleyeceklerim var! dedi. - Yeter, yeter! Bu sözlerini çok beğendik, fazlasını istemeyız. - Madem öyle, sizin dediğiniz gibi olsun. Emriniz ba şım üstüne. Kutsal Kitap " halkın istediği, hakkın istediği dir" demiyor mu? Topluluğun düşündüğünden daha iyisini mi düşüneceğiz? Yal n ız şunu bilmenizi isterim: Padişah, gençlerimizin gön ü l eğlencesini yanımıza koymaz. Savaşa hazırlanmış olsak, eksiklerimizi tamamlasaydık, kimseden korkumuz olmazdı. Oysa şimdi buradan hep birden ayrılır sak, Tatarlar* saldırır yurdumuza. Onlar Türkleri n çoban köpekleridir. Bizim karşımıza çıkmayı göze alamazlar, yeri mizde durdukça da ya klaşmaktan korkarlar. Ama bir yola çıkmaya görelim, hemen baldırlarımıza dalar, arkadan bizi ısırıverirler. Başka bir gerçek de şu: Hep birden gidersek ne kayığımız yeter, ne de barutumuz. Gene de siz bilirsiniz. İs teklerimiz başım üstüne . . . Kirdiyaga sustu. Kurnazlığı etkisini göstermişti. Bölük başları aralarında tartışmaya, herkes bu konuyu görüşmeye başladı. Bereket, sarhoşlukları geçmiş, aklı başında bir ada mın söyledikleri kafa larına girmişti .
*
Osmanlı İ nıparatorluğu'na bağlı Kırım Tatarları. - ç.n.
45
Bunun üzerine birkaç kişi seçilip D i nyeper'in karşı kıyı sına gönderildi. Orada, ırmakta, kamışlar arasına gizli bir depo yapılmış; içine çeşitli savaş gereçleri, düşmandan alı nan toplar, tüfekler saklanmıştı. Kayıkları gözden geçirip eksiklerini tamamlamaya sıra geli nce bütün Kazaklar kolla rı sıvadılar. Dülgerler, ellerinde keserleriyle hazır bekliyor lardı. Güneşten yüzleri yanmış, kır bıyıklı ihtiyarlar; geniş omuzlu, kara yağız, çam yarması gençler paçalarını çemre yip suya daldılar. Kalın urganlar bağlanarak sandallar ka raya çekildi; keresteler, çeşit çeşit tahtalar getirilip yığıldı . Ondan sonra dört bir yanda büyük bir çalışma başladı. Şu rada sandallara yeni tahtalar döşeniyor, biraz i leride omur gaları kalafatlanıp ziftleniyor, daha ileride, dalgalardan sal lanıp devrilmesinler diye, Kazaklarda gelenek olduğu üzere, iki yanlarına saz demetleri bağlanıyordu. Ta ilerideyse, sahil boyunca ateşler yakılıp Üzerlerine bakır kazanlar konduk tan sonra fokur fokur ziftler kaynatılmaktaydı. Yaşl ılar gör gülerini, bilgilerini gençlere öğretiyorlar; işçilerin bağrışma ları çekiç, keser seslerine karışıyordu. Bütün kıyıda dehşetli kıpırdanma, bir kaynaşma başlamıştı. O sırada büyük sal yanaşmaya başladı. Üstündekiler ta uzaktan beri ellerini-kollarını sallayıp duruyorlardı. Tümü de Kazaktı gelenlerin, yalnız üstleri-başları paramparçaydı. Kimisinin sırtında yırtık bir m intan, ağzında kısa bir çu buktan başka bir şey kalmamıştı. Onların bu durumları bir felaketten zor kurtulduklarını ya da neleri var, neleri yok hepsini içkiye yatırdıklarını düşündürüyordu insana. İçle rinden biri aradan sıyrılıp ilerledi. Geniş omuzlu, yerden bit me, elli yaşlarında bir adamdı bu. Herkesten daha çok ba ğırıyor, kollarını oynatıyordu, ama ırmak kıyısındaki takır tıdan, gürültüden ne dediği pek a nlaşılmıyordu. Sal kıyıya iyice yaklaşınca ataman: - Ne var? Ne istiyorsunuz? diye sordu. İşçiler keserlerini, çekiçlerin i bırakmışlar, merakla bekli yorlardı. Kısa boylu Kazak saldan seslendi: - Haberler kötü.
46
Söyle, ne oldu? Konuşmama izin var mı, arkadaşlar? Konuş dedik ya ! . . Belki bir toplantı yapmak gerekiyor. Söyle, söyle, hepimiz buradayız. Kalabalık, salın çevresini sarmıştı. - Anayurdumuzda neler olup bittiğini işitmediniz mi ? Bölükbaşlarından biri; - Ne olmuş ki ? diye sordu. - Anlaşılan Tatarlar kulağınıza tutkal akıtmışlar da hepten sağırlaşmışsınız. - Ağzında geveleyip durma be adam, doğru-dürüst an lat şunu! - Ah, olanları bir bilseniz! Anasından doğalı, vaftiz edi leli beri böylesini işitmemişsinizdir. Sabrı tükenenlerden biri kalabalık arasından bağırdı: Söylesene, köpoğlu köpek, bizi çatlatacak mısın ? Öyle zamanlara kaldık ki, k i l ise bizim değil artık. Nasıl bizim deği l ? Hepsi Yahudilerin elinde, kirada. Gidip d u a etmek is tersen, önce Çıfıtlara para ödemen gerekir. - Sen neler söylüyorsun ? - Ne sandın ya! Paskalya çöreği yaptırıp k i liseye kutsamaya götürdüğünde, Çıfıt murdar eliyle üzerine bir işaret koymazsa, çöreği kutsamaya hakkın yok! - Yal a n söylüyor bu herif! Kutsal çöreğe pis Yahu di'nin eli mi değermiş. Olacak şey mi b u ? - Durun, dinleyin, bitmedi daha ! Şimdi bütün Ukray na'da cakalı arabalarıyla Kato l i k papazları �- dolaşıyor. Ara baları hayvanlar çekse gene iyi, atların yerine Ortodoks kardeşlerimizi koşuyorlar. D i nl eyin, daha neler anlataca ğım! Yahudi karıları bizim papazların cüppelerini kesip ken dilerine etek yapıyorlarmış. İşte, arkadaşlar, Ukrayna'da ne l er o lduğunu işittiniz. Ama sizin dünyadan haberiniz yok,
*
Orrodoks Ukraynalılar böylece Katolikliğe zorlanıyor.
47
-
ç.n.
Zaporojye'de güniinüzii gün etmekten başka bir şey d üşün müyorsunuz. Yoksa Tatardan ödünüz patladı da gözleriniz kör, kulaklarmız sağır m ı old u ? Zaporojyeliler bu gibi durumlarda hemen öfkelenip par lamazlar, derin bir sessizlik içinde yü reklerinde toplanan kor kunç hmcı olgunlaştırmak isterlerdi. Ataman da suskunluğu nu bozmadan başı önünde bir süre dinledi, sonra konuşmaya başladı: - Dur be, aslanım, bizim de söyleyeceklerimiz var! Pis gavurlar anamızı bellerken siz ne güne duruyordunuz? Eli nizde kılıcınız da mı yoktu ? Böyle rezillik lere nasıl katlan dınız? - Katlanmak mı ? Karşınızda yalnız Lehlerin elli bin askerini görseniz siz ne yapard ınız? N e yalan söylemeli, bi zim aramızdan da köpekler çıkmadı deği l. Hainlik ettiler, dinlerin den dönüp Katolik oldular. - Pekiyi, atamanınız, al baylarınız ne yaptılar ? - Ne mi yaptılar? . . Onların başma gelenleri ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. - Anlat, anlat be adam! - Atamanımızı tunç bir öküz heykelinin içine koyup kızarttılar, sonra Varşova'ya götürdüler. Albayların ise elle rini, başlarını kestiler, şimdi halka ibret olsun diye panayır panayır dolaştırıyorlar. Kalabalık bütün bu anlatılanlardan irkilmiş gibiydi. Fırtı nadan önceki sessizliğe benzer bir suskunluk çöktü ortalığa, sonra hep bir ağızdan konuşmaya, bağırıp çağırmaya başla dılar. - Yahudiler, Hıristiyan kiliselerini kiralıyorlarmış h a ? . . Rus topraklarında imansızların alçaklıklarına göz yumuyor larmış h a ? .. Atamana, al baylara bunları yapmışlar, öyle mi? Yanlarına koymayacağız onların, öcümüzü alacağız ! . . Bu gibi konuşmalar Zaporojye'nin bir ucundan öbür ucuna yankılanıyor, kalabalık coştukça öfkeler bilenip hınca dönüşüyordu. Kazakların öfkesi duyguların şöyle geçici ola rak kabarması değildi. Ağırlığı nı bilen, sert yaratılışlı bir hal-
48
k ı n yavaş kızışan, ama bir kızışınca da ateşi sönmeyen ki.ik
reyişiydi . - Çıfıtl a rı i pe çekel im! Papaz cüppelerinden karılarına etek d ikmeyi gösterelim onlara ! Kutsal çörek lerimize işaret koym ak neymiş, anlasınlar! Namussuzların hepsini D inye per'e atıp gebertel im! Kalabalıktan birinin söylediği bu sözler barut gibi parla dı, zaten coşkun olan yürekleri bir kat daha alevlendirdi . Az gın bir sürü, Yahudileri öldürmek üzere yakındaki köye doğ ru yürüdü. Zavallı İsrailoğulları korkularından bacalara, boş içki fı çıla rı na, h::ıtta karılarının etekleri altına gizlendikleri halde, Kaza klar onları bulup bulup çıka rıyorlardı. Sırık g i b i ince uzun bir Yahudi, korkudan çarpılmış sura
tmı öteki Yahudilerin omuzları üzerinden uzata rak: - Efendi lerim, saygı değer efendileri m , bırakı n , bir çift söz söyleyeyi m ! dedi. Diyeceklerim çok öneml i . Beni bir ke re din lerseniz gerçeği siz de anlayacaksmız. Bulba, üzerine suç atılan bir k imseye savunma hakkı ve ril mesinden yanayd ı. - Bırakııı da konuşsun, dedi. - Benim ünlü efendilerim! Şu dü nyaya sizin gibi yiğitler, sizin gibi soylular gelmiş m i d i r ? Yemi n ederim gelmemiş tir. (Zaval lıcık tir tir titreyen sesiyle ikide bir tıkanıyor, güç lükle soluk alıyordu.) Biz nasıl kalkarız da Kaza k beylerimi ze k a rş ı böyle kötü işler çevi ririz? Ukrayna'da kil iseleri kira layanlar bizden deği ldi r. İşte size yemin, bizden değildir. Tü kürüp geçi n siz onla ra, hiçbirini adamdan saymayın . Doğru söylemi yor muyum, Şlema ? Haksız mıyım, Şmail? Üstle ri-başl a rı lime lime dökülen Şlema i le Şmail'in yüzleri kireç gibiydi. O n l a r da ti treyerek:
- Doğru . . . Doğru söybyor . . . dediler. Uzu n boylu Ya hudi k o n u ş m a s ı n ı s ü rd ü r d ü : - O sizin düşmanlarınızla bizim hiç, a m a hiçbi r il işkimiz yoktur! K a to l i k leri derseniz, şeytan gi.i rsün sura tları nı ! Ama Zaporojycl i l cr k a rdeşlerimizd i r b izim, onları sever, sayarız . . .
49
Kalabalıktan bir ses yükseldi: - Nasıl, nası l ? Zaporojyeliler kardeşiniz mi sizin? Şu nun yediği halta bak! Nereden kardeşiniz oluyormuşuz? Ar kadaşlar, atın şu alçakları suya ! Hiçbiri sağ kalmasın ! Bu sözler bir işaret yerine geçti . Yahudileri tutup tutup ırmağa atmaya başladılar. Zavallıların çığlıkları, terlikli çoraplı ayaklarının havada tepe-taklak çırpınışı, k u durgan Kazakları insafa getirmek şöyle dursun, daha da azdırıyor, kahkahadan çıldırtıyordu. Kendi diliyle başına bela açan Yahudi konuşmacı, sımsıkı yakalandığı halde, can korku suyla nasıl silkindiyse, ceketinin içinden sıyrıldı, seğirtip ge lerek Ta ras Bulba'ın ayaklarına kapandı. - Efendim, benim soylu efendim! Kardeşiniz Doroş'u tanırdım. Yiğitlikte üstüne yoktu Doroş'un, Kazakların göz bebeğiydi. Türklere tutsak düştüğünde sekiz yüz a ltın verip onu kurtaran benim. Sen benim kardeşimi gerçekten tanıdın m ı ? Tanıdım ya ! Soylu, gönlü yüce b i r efendiydi. Adın ne senin? Yankel. Taras b iraz düşündü, sonra Kazaklara dönüp: - Bu herifi asmak gerekirse sırası gelince asarız. Ama şimdilik dursun, onu bana bırakın! dedi . Yahudi'yi yanına aldı, adamlarının beklediği arabalara doğru götürdü. - Sen şu arabanın altına gir, hiç sesini çıkarma baka yım! Arkadaşlar, bu Çıfıtı kaçırayım demeyin sakı n ! Bunları söyledikten sonra halkın çoktandır toplanıp bek lediği alana doğru ilerledi. Irma k kıyısındakiler katran ka zanlarını, sandalları oldukları yere bırakmışlardı. Çünkü artık deniz yolculuğu yapılmayacağına göre, ne gemi ister lerdi, ne sandal . . . Onların işi atla, arabaylaydı şimdi. Ge diklilerin, böl ükbaşıların, otağ a tamanının kurulda aldıkla rı karar üzerine genci nin, yaşlısının tek amacı, Lehistan üze rine yürümek, Kaza kların onuruna sürülen lekeyi temizle yerek bozkırlarda ün salmak, tarla ları yakıp öç almak, köy-
50
!eri, kentleri yağl amaktı. Zaporojyeliler savaşa hazırlanıyor lardı. Otağ komutanı silahlarını kuşanınca, boyu bir arşın daha yükselmiş gibi oldu. Başıbozuk bir topluluğun her is tediğini yerine getiren aksakallıdan gerçek bir önder çıktı. En dik başlı, en acar savaşçılar dahi şimdi onun önünde say gıyla eğiliyor; o buyruk verirken gözlerini bile kaldıramıyor l a rdı. İyi düşünülüp tasarlanmış birkaç seferi yöneten kurt bir atamanın yapması gereken de buydu işte. İvecen l i k gös termeden b uyruklarını vermek, bağırıp çağırmamak, söyle yeceklerini tek tek söylemek . . . Kazak topl uluğu karşısında şöyle konuştu: - Gereçlerimizi iyice gözden geçirin! Ara balarınızın, atlarınızın eksiğini-gediğini tamamlayın. Silahlarınızı son bir kez deneyin, çok giyim-kuşam almayın yanınıza; b i r göm lek bir de ş a lvar yeter. Sonra b i rer kap pelte ile öğütülmüş darıdan fazlasını bulundurmayın çantanızd a . Arabalarda her türlü yiyecek var. Ama her Kazak'ın b i r çift a tı b ulun malı. İki yüz çift kadar ö k üz a l ı rsanız ırmak geçitlerinde, bataklıkla rda çok işimize yarar. Sonra, düzene kesinl i kle uymanızı istiyorum. Bil irim, içinizde öyle kişiler vardır ki, fırsat çıksa ayaklarına dolak yapmak için atlasları, ipekli leri yağmalarlar. Bırakın o kötü h uylarınızı, süslü bez par çalarına değer vermeyi n ! Elinize iyi silah geçerse kaçırma yın; bir de yükte hafi f, pahada ağır oldukları için a l tın, gü müş toplayın. Arkadaşlar, hepinizin önünde peşin söylü yorum: Sefer sırasında birinin sarhoş old uğunu işitirsem, yargılamaya gerek görmeden köpek gibi a rabaya bağlatır sürükletirim. İsterse ordunun en gözü pek, en yılmaz aske ri olsun. Ondan sonra kurşuna dizdirip leşini kurdun-kuşun yemesi için ortada bırakırım. Çünkü savaşta sarhoşluk edenin toprakta yeri yoktur. Genç arkadaşlar, size söylü yorum ! Eğer bir kurşun yer.0 eniz; başınızdan, başka bir ye rinizden kılıç yarası a l ı rsanız, tasa etmeyin! Hemen bir ka deh votkayı bir tutam barutla ka rıştırın, sonra bir d ikişte içiveri n ! Ağrınızı, ateşinizi o saat giderir. Yaranız pek bü yük değilse, yerden biraz toprak alır, tükrükleyip a vucun uz-
51
da ovar, üzerine basarsanız, yaranızın h emen kuruduğunu göreceksiniz. Hadi, şimdi iş başına ! Göreyim sizi, yavaş ya vaş, ama iyi çalışın! Atamanın bu konuşmasından sonra Kazaklar işe koyu l dular. İçkiye el süren tek kişi kalmamıştı. Onları görenler ömürlerinde hiç içki içmemiş sanırdı. Kimi arabalarının te ker şunalarını (çemberlerini) değiştirip dingillerini onarıyor; kimi yiyecek leri, silahları yüklüyor; kimi de çayırlardan at ları, öküzleri topluyordu. Atların koşuşmaları, öküzlerin böğürmeleri, sığırtmaçların bağrışmaları, sınanan tüfek pa tırtılarına, kılıç şakırtılarına, teker gıcırtılarına karışıyordu. Çok geçmedi. Kazak arabaları bozkırda yola düzüldü. Ker vanın bir ucundan öbür ucuna varmak için hayli yol gitmek gerekiyordu. Otağın ahşap kilisesinde papaz dua okudu, hepsinin üstüne kutsal su serpti. Kazaklar sıra olup birer bi rer haç öptüler. Zaporojye'den çıktıktan sonra bir ara geri ye dönüp baktılar, hep bir ağızdan: - Hoşça kal kutsal yuvamız! Tanrı seni belalardan ko rusun ! dediler. Bir köye vardıklarında Taras Bulba bir de ne görsün: Ya hudi Yankel işini uydurmuş, bir evin saçağı altında tezgah kurup çakmaktaşı, tüfek sıkısı, barut, her türlü savaş gere ci, hatta simit, çörek satmıyor m u ? İçinden "Vay köpoğlu su ! " dedikten sonra a tını Yahudi 'nin yanına sürdü. - Aklını mı kaçırdın be adam ? Seni görseler serçe gibi avlayacaklarını bilmiyor musun? Buna karşı lık Yankel, Taras Bulba 'ya daha bir sokuldu, gizli bir şey söyleyecekmiş gibi iki eliyle işaretler yaparak: - Aman beyim, sakın kimseye söyleme! dedi . Kazak arabalarının arasında bir tane de benim var. Yolda sizinkile re ne gerekliyse hepsini yükledim. Giderken ucuz ucuz sata cağım. Hiçbir Yahudi benim gibi ucuz satamaz. Yemin ede rim, yalanım varsa gözüm çıksın ! Becerikli Çıfıt'ın işlerine a k ı l erdiremeyen Taras Bulba omuz silkti, kervandaki arkadaşlarına katıldı .
52
v
Çok geçmedi, güneydoğu Lehistan'ı bir baştan bir başa kor ku kapladı. "Zaporojyeliler geliyor ! " diyorlar da başka bir şey söylemiyorlardı. Yerinden kalka bilen kim varsa yollara döküldü, herkes evini barkını bırakıp koşmaya başladı. O karışık, d üzensiz çağın insa nları böyleydi: Sağlam kaleler, şatolar kurmazlar; saman örtülü, derme-çatma evciklerde barınırlardı. " Emeğimize de yazık, paramıza da. Yarın Tatar lar akın edip yakacak değil mi ? " derlerdi. Lehistan'da yer yerinden oynamış, herkes ayağa kalkmış tı. Kimi çiftini-çubuğunu atla, tüfekle değiştirip alaylara ka tılıyor; kimi de davarını, sığırını sürüp kabını kacağını ala rak kuytu bir köşeye çekiliyordu. Bazen Kaza klara diren meye kalkışanlar ol uyordu ama çoğu, gelenlerin kimlikleri ni öğrenince ta banı yağlıyorlardı. Çünkü cenkçi, azgın bir kalabalıkla baş etmeye kal kmaktansa , canını kurtarmanın yolunu aramak en iyisiyd i. Kazaklar dıştan dağınık, başı bozuk görünürlerse de sıra savaşmaya gelince düzenden hiç ayrılmazlardı. Şimdi de öyle, atlılar ağır ağır, hayvanlarını yormadan sürüyorlar; yayalar ara balarının peşinden bir adım bile ayrılmıyorlardı. Hep geceleri yapılıyordu yolcu luk; gündüzleri ise gözden ırak duldalarda, o çağda bolca olan ormanlarda mola verip dinleniyorlardı. Ordunun önün den giden gözetleyicileri, nerede ne var öğrenen ulakları var dı. Hiç beklemedikleri yerde birden bitiveriyorlar, oradan artık hayır kalmıyordu: Köyleri aleve verip yakıyorlar, gö türem edikleri davarı, sığırı hemen oracıkta boğazlıyorlardı. Onlarınki savaşmak değil, can yakıp gönül eğlendirmekti. O yarı yabanıl çağlarda, Zaporojyelilerin yavuzluklarını öğ renir de insanın tüyleri nasıl di ken diken olmaz? Çocuklar boğu luyor, kadınların memeleri kesiliyor, sağ bırakılanların şuralarından buralarından yüzülmüş derileri sarkıyord u . Lehliler çok ağır ödüyorlardı etti klerini . Bir manastırın başra hibi Kazakların yaklaştığını duyunca, Leh Krallığıyla Kazak lar arasında bir antlaşma bulu nduğunu; yaptıklarının ant-
- '
J .'J
!aşmaya da, insanlığa da sığmadığını bildirmek için bir keşişi gönderdi. Ordu komutanı elçiye; - Başrahibine benden ve bütün Zaporojyelilerden se lam söyle, dedi. Bizden korkmalarına hiç gerek yok, çünkü çubuğumuzu daha yeni yakıyoruz. Aradan çok geçmedi, o görkemli manastırı a l evler sardı; dev gözlerini andıran karanlık gotik pencerelerden, dalga dalga a teşler saçıldı. Kaçışan keşişlerin, Yahudilerin, kadın ların oluşturduğu yığınlar kentlere doluştular. Oralarda as keri birlikler bulunduğunu, kentlerin ne de olsa iyi koruna cağını sanıyorlardı. Hükümet akıncılara karşı asker gönder meye göndermişti, gel gelelim bu ufak birlikler ya Kazakları bulamamış ya da onlarla karşılaşınca yılgınlığa kapılıp pa halı atlarına binerek döngeri etmişlerdi. Leh krallık ordusu nun nice savaşlarda ün yapmış komutanları yok değildi; iş te bu kurt savaşçılar, Zaporojyelilere kar Ş ı el birliğiyle karşı
koymaya karar verdiler. Genç Kazakların asıl istediği de buydu. Savunmasız bir düşmanla çarpışmak, çoluk çocuğu kılıçtan geçirmek, ev yağmalamak için katılmamışlardı bu sefere. Güzel bir ata kurulmuş, cepken ini savurarak caka satan, burnu havada bir Leh cenkçisi bulmak, onunla kozu nu paylaştıktan sonra büyüklerinin gözüne girmekti asıl amaçları. Hem bu işin zevkini tatmak; hem de koşumlar, değerli kılıçlar, tüfekler ele geçirmek hoş bir şeydi. Aradan bir ay bile geçmedi, deli kanlılar üstlerindeki pılı pırtıyı ata rak yeni baştan giyindiler, donandılar. Tüyü yeni bitmiş yüz lerinin çocuksu anlatımı da sertleşmiş, erkekleşmişti. Koca Taras, iki oğlunu, genç yiğitler arasında ön sıralar da gördükçe koltukları kabarıyordu. Ostap askerlik için bi çilmiş kaftandı sanki; öğrenmediği hüner, beceremediği iş yok gibiydi. Hiçbir şaşkınlığa kapılmıyor, her güçlüğün al tından büyük bir soğukkanlılıkla kalkıyordu. Tehlikenin biçimini, büyüklüğünü anında değerlendirmesi, zor durum dan sıyrı lmanın bir yolunu bulup, düşmanını tepelemek için geri dönmek üzere oradan hızla uzaklaşması yirmi iki yaşın-
54
daki toy bir genç için küçümsenmeyecek bir beceriydi. Şim diden davranışlarında kendine güvenen, ne yaptığını bilen bir önderin kararlılığı vardı . Yiğitliği, gözü pekliliği yanında, aslan gibi güçlü-kuvvetli oluşu babasını hayran bırakmak taydı. - Oo! Bu oğlan b üyük bir komutan olacak. Hem öyle büyük bir komutan olacak ki, yanında babası hiç kalır! Andrey'e gelince, savaşın müziğiyle büyülenmiş gibiydi; kurşun vızıltılarına, kılıç şakırtılarına kaptırmıştı k endini. D üşmanla karşılaşınca tehli keyi tartmayı, kendi gücünü öl çüp biçmeyi de bilmiyordu. Savaş onun için bir h az kayna ğı, çılgınca bir eğlenceydi. Gerçekten de öyle, kafasının içi karışmış, gözleri kararmış bir insan, çevresinde kelleler uçu şur, at gövdeleri patır patır yerlere serilirken; kendisini ya raladıklarını, onun başkasını vurduğunu duymazken; kur şun vızıltıları, kılıç şakırtıları ona doyumsuz bir şenlik gibi gelmez mi? İçinden taşan bir ateşle tehlikeden tehlikeye atıl ması, öfkeden gözü dönmüş bir halde kahramanlıklar yarat ması, bir nice kurt savaşçıya, soğukkanlı, aklı başında aske re parmak ısırtacak cinstendi. Taras, Andrey ' i n ataklıkları karşısında da aynı hayranlı ğı duyuyordu. - B u oğlan yaman bir cenkçidir, Tanrı onu korusun! Ostap gibi değilse de, büyük bir komutan olaca k ! Ordu doğruca D ubno kenti üzerine yürümeye karar ver mişti; orada varlıklı kişilerin, büyük servetlerin olduğu söy leniyord u. Bir buçuk günlük yürüyüşten sonra Kazaklar kentin kapılarına dayandılar. Gel gelelim halk kenti adım adım savunmaya, düşmanı içeri sokmaktansa alanlarda, ev lerinin önlerinde birer birer ölmeye kararlıyd ı. Kentin çev resini toprak bir tabya kuşatmaktaydı. Tabyanın alçak ol duğu yerlerde taş duvarlar, mazgal görevi yapan evler, meşe kütüklerin den perdeler yapılmış, buralara toplar konul muştu. İçerideki askerler kalenin ülke için önemini biliyor, güçlerine güveniyorlardı. Zaporojyeliler o hızla tabyalara tırmandılarsa da, yoğun bir misket ateşiyle karşı laştılar. Si-
55
vil halk ordudan geri kalmak istememiş, tabya ların üstle rinde yığın yığın toplanmışlardı. Kenti savunmak için canla rını dişlerine taktı klan bel liydi. Karşı koyanlar arasında ka dınlar bile vardı. Zaporojyelilerin tepesine taşlar, çanaklar, çömlekler yağmaya, kaynar ziftler dökülmeye, ortalığı toz duman eden, gözlerini körelten kum torbaları atılmaya baş ladı. Kazaklar, savaşın böylesine alışık değillerdi. Ataman ge ri çekilmelerini buyurdu. Böylece kenti çepeçevre sardılar. Kent kuşatmada bekler ken, Kaza klar aylak duracak değillerdi elbet. Yöredeki köy leri yağmalamaya, ekin yığınlarını yakmaya , biçilmiş tarla lara hayvanlarını sürmeye başladılar. O yıl da öylesi ne bol ürün olmuştu ki! Kuşatılan kent halkı, kaldırmaya fırsat bu lamadıkları hasadın gözleri önünde yanıp kül olmasını ür pererek seyrediyorlard ı . Kazaklar a ra balarını uç uca dizip, kenti iki sıralı bir çemberle kuşatmışlardı. Tıpkı Zaporoj ye'de olduğu gibi bölüklere ayrılmışlar, çubuklarını yakıp keyiflerine bakıyorlardı. Bu a ra d a zar atanlar, birdirbir oy nayanlar, ele geçirdikleri silahları değiş-tokuş edenler mi ararsın ız! . . Geceleri ateşler yakılıyor, kocaman bakır kazan lar içinde ayrı ayrı her bölüğün lapası p işiyordu. K azanla rın başında da gözünü kırpmayan nöbetçiler vardı . Çok geçmeden Kazaklar tembellikten sı kılmaya, bir işe yaraınamaktan dolayı sızlanmaya başladılar. Akınların, zor lu çatışma ların olmadığı zamanlar askerlere verilen votka payının i ki katına çıkarılması buyruldu. Bu aylaklık gençle rin, özellikle de Taras Bulba'nın oğullarının canına tak et mişti . Andrey sıkıntıdan patlayacak gibiydi. Taras; - Dişini sık be oğlum! dedi. İyi bir Kazak her türl ü sı kıntıya katlanmasını bilmeli. Yalnız kanlı çarpışmalarda gö zünü budaktan sakınmamakta değil, işsiz kalınlığında gev şemeyip her güçlüğe göğüs germektedir bütün hüner. Ama ateşl i bir delikanlının, yaşlı bir adamın düşüncesiy le bağdaşması kolay mı? Birisinin düşüncesi, duyguları baş ka, öbürününkü başkaydı . . .
56
Bu arada Taras Bulba'nın geride bıraktığı alay da, Tov kaç'ın komutasında yetişip Zaporojyeli lere karılmıştı . İki yi.i zbaşı, bir yazıcı, birçok gedikliyle dört bin asker vardı Tovkaç'ın emrinde. İşlerin kötüye sardığını işitince çağrıl madan gelenler, alaya gön ü l l i.i yazılanlar çoğunluktaydı. Yüzbaşılar Taras'ın iki oğluna annelerinin hayır dualarını getirdiler. Anneleri onlara Kiyev Mej igorsk manastırında okutup üflettiği, selvi ağacından oyulmuş birer kutsal haç gönderm işti . Ostap ile Andrey h arçları boyunlarına taktı lar, analarını anı p duygulandılar. Böyle bir zamanda haçla rın gelmesi, annelerinin onlara selam göndermesi ne de mekti acaba ? Düşmanın yenileceğini, yurda elleri dolu dö necek lerini, ünlerinin bütün ü l keye yayılacağını, adlarının ozan ların şarkılarına geçeceğini mi muştuluyor d u ? Yoksa ? . . A m a ileride neler olacağını kimse kestiremez. Bataklıklar dan kal kan bir güz sisine benzer gelecek denen bilinmezlik. O sisin içinde güvercin atmacayı, atmaca güvercini tanı maksızın boşlukta döner durur . . . Ö l üme kıl payı yaklaş mışken bile tehli keyi göremezler. . . Bir a kşam Ostap olan bitenlere bakmak için bölüğe gitti. Andrey yalnız başına kalmıştı. Yüreğine taş gibi çöken bir sı kıntısı vardı, ama nedenini bilemiyordu. Temmuz geceleri nin o tatlı havası ile a laca karanlığı sarmıştı dört bir yanı. Kazaklar yemeklerini çoktan yemişlerdi. Gözüne uyku gir meyen Andrey arkadaşlarının yanına da gitmek istemediği için, onu çepeçevre kuşatan görüntüyü seyre koyuldu. Yu karıda göğe serpiştiril miş sayısız yıldız ıpıl ıpıl yanıyor, aşa ğıda art arda dizilmiş arabalar duruyordu. Bunların a rkala rına katran kovaları bağlanmış, arabaların içine her çeşit yi yecek, savaşta kazanılmış ganimetler yığılmıştı. Arabaların a ltında, yanında, ovanın her yerinde Kazaklar yatmaktaydı. Nasıl rasgelirse, öylece serilivermişlerdi . Kimisi torbasını yas tık etmiş, kimi de arkadaşının böğrüne yaslanmıştı. Bir Ka zak'ın yanından ayırmadığı üç şeyi vardı: Kılıcı, tüfeği, bir de tiryaki avandanlığı, yani şıngır şıngı r bakır süsleri olan demir bilezikli kısa çubuğu ile çakmak taşı ta kımı. Bu üç şey
57
hemen hepsinin yanında dururdu. Bacaklarını karınlarının altına kıvırmış yatan, a k benekli iri öküzler, uzaktan bakılın ca ovanın yüzüne serpiştirilmiş külrengi büyük taşlara ben zetilebilirdi. Bir yanda, uyuyan Zaporojyelilerin horultuları duyulurken; öbür yanda, aya kları köstekli aygırların öfkeli kişnemeleri kırlardan yankılanıyordu. O temmuz gecesinin güzelliğine şimdi bir de korkunç, görkemli bir kızıllık karış mıştı. Çevreyi yakıp kül eden yangınların kızı l l ığıydı bunlar. Alevler gökyüzünün bir köşesini kan rengine boyadıktan sonra hareketsiz dururken; başka bir köşesinde yeni yeni yangınlar çıkararak göğe doğru fışkırıyor, sıçrayan ateş par çal arı sanki yükselip yıldızların a l tında sönüyordu. Yanmış bir manastırın kapkara kaburgası, kudurgan ateşin kızıllı ğında, kolları havada açık duran öfkeli bir keşişe benzetile b ilirdi. Başka bir manastırın bahçesinde ağaçlar tutuştukça olgun erik salkımları fosforlu mor bir ışıkla, sararmış ar mutlar altın sarısı bir parıltıyla aydınlanıyordu. Manastırın duvarına ya da ağaç dalına asılmış zavallı bir Yahudi ya da bir keşiş yanıp kül oluyordu bahçeyle birlikte . . . Alevlerin üstünde uçuşan kuşlar, kırmızı atlas üzerine sa çılmış ufacık kara haçları andırıyordu. Kuşatılan kent, de rin bir uykuya dalmış gibiyd i . Kentin çevresindeki kütük engeller, kilise kuleleri, evlerin çatıları, uzaktaki yangınların kızıl lığıyla alazlanıyordu. Andrey kalkıp araba dizilerinin arasında dolaşmaya başladı. Akşam yakılan ateşler sönme ye yüz tutmuş, başlarındaki nöbetçiler o Kazak iştahıyla la palarını, peltelerini tek kırıntı bırakmadan tıkabasa yedik leri için, oturdukları yerde uyuyakalmışlardı. Andrey bu vurdumduymazlığa bayii şaştı. " İyi ki karşımızda korkula cak, güçlü bir düşman yok . . . " diye geçirdi içinden. Sonra arabalardan birine yaklaştı, üstüne çıktı, ellerini ensesine bağlayıp boylu boyunca uzand ı . Ama gene uyku girmedi gözüne, öylece yıldızları seyre koyuldu. Tepesinde bir baş tan bir başa açı k, dupduru bir gök vardı; sayısız yıldızlar, Samanyolunun sarı serpintileri gökyüzünü bir uçtan öbür uca kaplamıştı. Andrey arada bir dalar gibi olunca, ince bir
58
sis perdesi bu görüntüyü örtüyor, sonra yeniden dağılıyor, gökyüzü de aydınlanıyordu. Bir ara gözlerinin önünde sanki bir yüz duruyormuş gibi geldi. Uykunun ağırlığından d üş gördüğünü sanarak gözle rini açtı, açar açmaz da üzerine eğilmiş, zayıf mı zayıf, kup kuru bir surat gördü. Kömür gibi kara, tarak yüzü görme miş, karmakarışık saçlar çevrelemişti bu suratı, tepesinde de gelişigüzel atılmış, koyu bir başörtüsü vardı. K ıpırdamadan bakan gözler, sert çizgili yüzün donuk esmerliği insandan çok bir hortlak gördüğünü d üşündürdü Andrey'ye. İşgüdü sel bir hareketle yekindi, elini tüfeğine götürdü. - Kimsin sen! Kötülük için gel miş bir şeytansan çekil karşımdan ! Eğer insansan, şimdi şakanın sırası değil, geber tirim seni ! Karşısındaki hortlak parmağını dudakl arına götürdü, yalvarırcasına susmasını işaret etti. Andrey indirdi elini, bu yüze daha d ikkatli baktı. Uzun saçlarından, ince boynun dan, yarı açılmış göğsünden b unun bir kadın olduğunu an ladı. Derisinin sarıya çalan esmerliğine bakılırsa buralı de ğil, bir yabancı olmalıydı. Andrey kadının bitkin yüzüne, çökük avurtlarına, fı rlak elmacık kemiklerine, uçları şakak lara doğru kıvrılmış çekik gözlerine baktıkça onu tanıyacak mış gi bi oluyordu. Sonunda dayanamadı, sordu: Söyle, kimsi n ? Seni bir yerden gözüm ısırıyor. - Evet, iki yıl önce Kiyev'de karşılaşmıştık. - İki yıl önce, Kiyev'de mi? . . Andrey öğrencilik günlerinin son i k i yılını gözlerinin önü ne getirdi. Sonra kadının yüzüne dikkatlice bir daha baktı. - Tanrım! Tanıdım diye haykırdı. Kovno Voyvodası nın kızının yanındaki Tatar halayıksın sen! Tatar kızı parmağını gene yalvarırcasına dudaklarına gö türdü. Andrey'in haykırışından bir uyanan oldu mu diye ge riye dönüp bakarken zangır zangır titriyordu. Genç adam heyecanını yenemediği için titreyen bir sesle; - Çabuk söyle, nasıl geldin buraya ? Hanımın nerede ? Neden ayrıldın yanından ? diye sordu yavaşça.
59
- Burada, kentte şimdi . . . Kanının damarlarından çekildiğini hisseden Andrey ken dini tutama dı: - Nasıl, kentte mi ? Ne işi var burada ? - Babası bir buçuk yıldır Dubno Voyvodası. Onun için buradalar. - Niye hepsini anlatmıyorsun? Evlendi mi hanımın? Şim di ne yapıyor? Hiç . . . İki gündür ağzına tek lokma koymuyor. - Neden ? - Kimsede bir dilim ekmek mi kaldı k i ? Günlerdir hep toprak yiyoruz. Andrey iyice afalladı. - Hanımcığım tabyanın üstünden bakarken Zaporoj yeli ler arasında seni görüp tanımış. " Gi t de konuş o yiğitle " dedi. " Beni anımsamadıysa yanıma gelmeye çalışsın. Eğer unuttuysa annem için bir dilim ekmek göndersin. Annemin, gözümün önünde acından ölmesine dayanamayacağım" de di. " Ben öleyim de onun öldüğünü görmeyeyim. Yalvar, diz lerine, ayaklarına kapan. Onun da bir annesi var, annesinin başı için sana bir dilim ekmek versin" dedi. Genç Kazak bir tuhaf oldu, yüreğini türlü duygular sardı. - Nasıl geldin buraya? diye sorabildi, şaşkınlıktan kurtularak. Yeraltı yolundan geldim. Nasıl, kente giden yeraltı yolu mu var ? Var y a ! Nerede o yol ? Söylersem beni ele vermezsin, değil mi, yiğidim ? Kutsal haç üzerine yemin ederim ki, ele vermem! Yardan aşağı in, ırmağı geçince karşı yakadaki sazlıklar arasında. Nereye çıkar o yol ? Dosdoğru kent manastı rının yanına çıkar. Gidelim, hemen gidelim.
60
Ö nce biraz ekmek ver ! İsa aşkına, !vieryem Anamız aşkına ekmek ver biraz! - Onu da alacağız. Sen şimdi dur burada. Daha doğru su, arabaya çık, yat. Uyudukları için kimse görmez. Ben şim di dönerim. And rey böyle diyerek , kendi bölüğünün yiyeceklerinin bul unduğu arabalara yöneldi. Y üreği gümbür gümbür çar pıyordu. Kazak yaşantısının, amansız savaşların bastırdığı geçmişi birden su yüzüne çıkmış, günlük kaygı larını derin lere itmişti. Gururla sevgi lisinin yüzü , güzel elleri, gül ümse yen gözleri, dudakları, göğsüne kıvrım kıvrım dökülen ko yu kestane saçları, genç gövdesinin uyumlu, dolgun çizgile ri dipdiri canlanmıştı gözlerinin önünde. Bütün bu anılar bir zaman için yerlerini başka düşüncelere bırakmış olsalar bile, gönlünden büsbütün uzaklaşmış değillerdi. Öyle gece ler olurdu ki, uykusundan ansızın uyanır, anlaşılmaz duy gularına bir açıklama bulabi lmek için kıvranır dururdu. Yürüdükçe yürek vuruşları artıyor, dizleri tir tir titriyor du. Demek, görecekti voyvoda kızını, yeniden görecekti. Arabaların yanına varınca o raya niçin geldiğini unuttu, ak lını toparlamak için durdu, uzun uzun al nını ovuşturdu. Sonra kızın ölmek üzere olduğunu anımsayınca irkildi, içini bir korku kapladı. O korkuyla ara balardan birine atılarak, koltuğunun altına birkaç kara ekmek somunu sıkıştırdı. An cak neden sonra bu ekmeklerin narin yapılı bir kıza göre değil de, her zorluğa a lışmış, iri kıyım Kazaklara göre pişi rildiklerini düşünebi l d i . Bunu düşünür d üşünmez de, ata manın üç günlük pelteye bol bol yetecek darı ununu bir öğünde kullandığı için ahçı başına kızması geldi aklına. Bö l üklerinin ocağına gitse istediği kadar pelte bulabilecekti, demek ki. Hemen babasının yol karavanasını kaptı, on ko valık iki kazanın yan yana konulduğu ocak başına gitti. Bö lük aşçısı oracıkta kıvrılmış uyuyord u , kazanların altındaki ateş için için yanma ktaydı. Ama ne tuha f, kazanların ikisi de boştu ! Onca pel teyi nasıl da göçürnı üşlerd i ! Öbür bö lükler kadar kalabalık o lmayan kendi böl üğünün adamları
6ı
yemeğin h epsini bitirebilmek için devler gibi iştahlı olma lıydılar. . . Başka bölüklere gidip mutfakları yokladı, onlar da da bir şey bulamadı. O zaman çok işittiği bir atasözünü ansıdı: Kazaklar çocuk gibidir, az verirsin yerler, çok verir sin hiç bırakmazlar . . . Şimdi ne yapacaktı ? Derken, aklına, bir m anastırı talan ederlerken ele geçirdikleri bir çuval be yaz ekmeği babasının alayına a it bir arabaya koydukları geldi. Hemen arabayı buldu, fakat çuval yoktu ortalıkta. Ostap onu başının altına almış, yattığı yerde horul horul uyuyordu. Andrey çuvalı ucundan tutup çekti, başı yere dü şen Ostap toparlanıp oturdu, daha gözlerini açmadan: - Tutun, tutun şu Lehli alçağ ı ! Atını bırakmayın, ya kalayı n ! diye bas bas bağırmaya başladı. Andrey korkmuştu, çuvalı ağabeyinin başına i ndirecek miş gibi kaldırarak: - Sus ! Gebertirim yoksa ! dedi . Başı gerisin geriye yere düşen Ostap öyle ça buk uykuya daldı ki, kardeşinin ne söylediğini bile işitmedi. Horultusun dan, üzerinde yattığı otlar sağa sola saçılıyordu. Andrey, ağabeyinin bağırmasıyla kimse uyanmış m ıdır? diye dört yanına ürkek ürkek baktı; komşu b irlikten tepesi perçemli bir başın kal ktığını, gözlerini çevresinde alık alık gezdirdi kten sonra gene yere yıkıldığını gördü. Bir-iki daki k a kadar bekledikten sora çuvalı aldı, yola koyuldu. Tatar halayık, arabada neredeyse soluk almadan yatıyordu. - Hadi halk! dedi. Korkulacak bir şey yok, hepsi uyu yorlar. Ekmeklerden birazını da sen götür. Böyle diyerek çuvalı sırtına vurdu, arabaların yanından geçerken bunlardan birinin içinden çektiği darı dolu bir çu va lı da s ı rtladı. Ta tar kazına vereceğini söylediği ekmekleri bile vermemişti. Yükünün ağırlığı altında iki büklüm eğile rek, uyuyan Kazaklar arasından korkusuzca ilerledi. Tam babasının yanından geçerlerken onun: - Andrey! diye seslendiğini duydular. Andrey'in yüreği ağzına geldi, dizleri zangır zangır titre meye başladı.
62
- Ne istiyorsun, baba ? dedi yavaşça. - Yanında bir kadın var. Şimdi kalkarsam canını çıkartırım senin! Kadından insana hayır gelmeyeceğini bilmiyor musun? Bunları söylerken başını dirseklerine dayamıştı, sımsıkı çarşafa bürünmüş duran Tatar kızına dik dik bakıyordu. Korkudan kanı çekilen Andrey, gözlerini babasına çevi rip bakamadı. Neden sonra toparlandı, bir de başını kaldı rıp baktı ki, babası elleri yanaklarında, çoktan uyuyakal mış. Rahatlayarak istavroz çıkardı. İçindeki yılgıdan eser kalmadığı için yürümesini sürdürdü. Bir ara geriye dönüp baktığında ne görsün? Tatar kızı arkada kara taştan bir yontu ( heykel ) gibi dikilmiyor mu? Her yanı koyu çarşafla örtü lü olduğu için, uzaktaki yangınların kızıllığı, ölü do nukluğundaki gözlerinden başka bir yeri ni aydınlatmıyor du. Andrey yanına varıp, kızı kolundan çekti, birlikte du rup durup ilerlemeye başladılar. Bir süre sonra yardan aşağı inerek ırmak yatağına vardılar. Tembel tembel akan suyun ortasında tümsekler, sazlıklar vardı. Buraya inince, Zapo rojyelilerin bulunduğu düzl ükten de görünmez olmuşlardı. Andrey dönüp baktı; duvar gibi yükselen yarın üzerinde ot lar, bunların üstünde de altın bir orağı andıran yarım ayı gördü. Çok geçmeden şafağın sökeceğini gösteren hafif bir esinti çıkmıştı. Çevrede tek bir horozun öttüğü bile duyul muyordu; çünkü kentteki, köylerdeki horozların hepsi de kesi lip yenmişti. Köprü görevi yapan bir kütükten karşı ya kaya geçtiler, önlerine birincisinden daha yüksek, daha dik bir yar çıktı. Burası kentin kıyısında doğal bir kale duvarı oluşturdu için, tabyalar alçak yapılmıştı. Andrey, tabyala rın arkasında hiçbir asker göremediyse de manastırın han tal duvarlarını seçebi ldi. Yarla ırmak arasını sık otlar, adam boyu kamışlar kaplamıştı. Yarın üstünde kalan çit yıkıntıla rından, orasın ın eskiden bir bostan olduğu anlaşılıyordu. Şimdi çitin arkasında geniş yapraklı aslanağzı otları, laba dalar, küme küme dikenler bitmişti. Hepsinin üstünde de bi rkaç ayçiçeği başı yükseliyo rdu. Tatar kızı papuçlarını çı-
63
kardı , eteğini toplayıp yalınayak yürümeye başladı . Yerler çamurdu, sulara bata çıka ilerl iyorlardı . O radaki bir ot yı ğınını kaldırdıklarında fırın ağzından büyücek, kemerli bir delik gördül er. Başını eğen Tatar kızı girdi önce deliğe, ar kasından iki büklüm eğilerek Andrey daldı. Sırtıııdaki çu vallarla i ki büklüm yürümek çok zordu, üstel ik zindan gibi karanlı ktı içerisi.
VJ Tata r kızı önde, iki çuval yüküyle Andrey arkada, dar, ka ranlık dehlizden güçlükle ilerliyorlardı. Halayı k kız bir ara: - Az s o nra yolumuzu görmeye başlayacağız. Şamdanı koyduğum yere yaklaştık, dedi. Çok geçmedi, karanlık duvarlar titrek bir ışıkla aydın landı. Önlerine genişçe bir boşluk çı kmıştı. Bir köşede, du varın dibinde küçük bir masa, masanın üstünde de, Katolik tarzında, silik bir Meryem Ana resmi duruyordu. Gümüş bir kandilin aydınlattığı küçük masa ile soluk tasvir, bu yeraltı ki lisesinin kü rsüsü olmalıydı. Ta tar kızı eğil di, yerden uzun aya k l ı bir pi rinç şamdan aldı. Şamdana küçük küçük zin cirlerle bir mum söndürme ki.ilahı, bir maşa, bir de kesme ma kası tak ıl ıydı. Halayık kız şamda nı kandilin ateşinden yaktı. Ellerinde ışık, yavaş yavaş yürürlerken, bir koyu ka ranlığa giriyorlar, bir aydınlığa çıkıyorlardı. Onları gören ler Gerardi della nottie tablosunun bir parçası sanırd ı. Genç Kazak yiğidinin sağl ı k fışkıran, diri yüzü ile yol göstericisi nin bitkin, soluk benzi, bu tablonun birbirine karşıt iki ka ra kteri ni canla ndırıyor gi biydi . Dehliz biraz gen işleyi nce Andrey belini doğrulta bildi, Ki yev mağaralarına heıızeyen duva rlara daha bir dikkatle bak tı. O mağara larda da buradaki gibi duvarla rda geniş oyu k lar vardı, oyukları n kimisine ta butlar konmuştu. Yerlerde, nemden yumuşayıp çü rürneye yüz tutnı uş insan kemikleri
64
gördüler. Dünyanın binbir türlü derdinden, şeytanın ayart masından kaçıp buralara sığınan keşişlerin kemikleriydi bunlar. Her yer ıslaktı, bazen su içinde yürüyorlard ı . Çok yorulan Tatar kızının durup dinlenmesi için birkaç kez mo la verdiler. Zavallıcık! Yediği iki parça ekmek yüzünden mi desine sancılar girmiş, sancının şiddetinden yere çöküp kıv randığı zamanlar olmuştu . En sonunda küçük bir demir kapının önüne vardılar. Ta tar halayık: - Çok şükür, gelebildi k ! dedi. Elini kaldırıp kapıya vurmak istediyse de kendisinde o gücü bulamadı. Bunun üzerine Andrey çaldı kapıyı. Çıkan gürültünün boğuk yansıması, kapının arkasında kemerli boşluklar bulunduğunu gösteriyordu. Birkaç dakika sonra, anahtar şıngırtılarıyla birl ikte birinin merdivenden indiği duyuldu. Bunun peş inden kapı açıldı; belinde bir demet anahtar, e l i nde şamdanıyla dar merdivenin başında bir ke şiş belirdi. Katolik papazını görünce irkildi. Andrey, o mez hebin din adamlarına karşı Yahudilere duyduğundan daha büyük bir tiksinti duyduğu için elinde olmadan ürperdi. Pa paz da karşısında bir Kazak cenkçisi görünce sendeleyerek geri çekilmişti. Ama Tatar kızının anlaşılmayan bir-iki sözü üzerine toparlandı, rahatladı. Papaz kapıyı arkalarından kilitledi, yolu aydınlatmak için yeni gelenlerin önüne düştü, bir süre sonra manastırın kuytu kubbelerinin altına vardılar. Yüksek şamdanların ay dın lattıği bir kürsünün dibinde bir papaz dizüstü dua edi yordu. İki yanında da sırtlarında mor entarileri, göğüslerin de beyaz tenteneleri, ellerinde buhurdanları bulunan, onun gibi diz çökmüş iki çocuk vardı . Üçü birden bir mucize gön dermesi, kenti düşmandan kurtarması, halka sabır ve da yanma gücü vermesi, acılarının, açlıklarının son bulması için Tanrıya yakarıyorlardı. Manastırı, sabah duasına gelen ka dınlı erkekli ufak bir kalabalık doldurmuştu. Hayalet gibi sıska kadınlar dizüstü çökmüşler, kollarıyla başlarını önlerin deki sıraların arkalıklarına dayamışlardı. Erkekler de öyle;
65
dizüstü durmaya çalışırken ya bir direğe, ya da kemerlerin oturtulduğu köşeli ayaklara tutunuyorlardı. Ana kürsünün üzerindeki yüksek pencerelerin renkli camlardan süzülen gün ışığı duvarlarda sarılı-mavi l i hareler çizerken, kilisenin içini pembe bir ışığa boğuyordu. B üyük kubbenin a l tındaki boşluğu dolduran günlük dumanı, ışıklar vurdukça gökku şağı renklerine bürünüyordu. Bulunduğu loş köşeden bu renk cümbüşünü seyre dalan Andrey, donup kalmış gibiydi. Tam o sırada orgun görkemli gürlemesi kiliseyi doldurdu. Gök gürültüsünü andıran kalın, tok sesler ilahilere dönü şüp kubbelere doğru yükseldi; ilahiler kilisenin içinde bir süre uğultuyla dolandıktan sonra aynı kalın seslerle güm bürdeyerek birdenbire sustu. Birbirini izleyen tok gürleme ler, seslerin kubbelerde uğuldayarak yankılanması, b u gör kemli müziği ağzı açık dinleyen Andrey'i büyülemişti. Birisinin kolundan çekmesiyle kendine geldi. - Hadi, gidiyoruz! diyordu Tatar kızı. Kilisedekilerin dikkatini çekmeden dışarı çıktı l ar. Ö nle rinde geniş bir alan duruyordu. Tan yeri kızarmıştı, güneş doğmak üzereydi. Dört köşeli alan ıpıssızdı. Sıra sıra dizil miş boş kerevetler, kentin yiyecek pazarının en azından bir haftadır kurulmadığını gösteriyordu. O çağın çoğu sokak ları gibi taşla döşenmemiş yollar, kuru çamur yığın larıyla kaplıydı. Alanın dört bir yanında kerpiçten ya da taştan tek katlı küçük evler vardı. Diklemesine konulan kalasların, kö şeden köşeye ağaç kirişlerin tuttuğu bu evler Litvanya 'nın, Lehistan'ın kimi bölgelerinde bugün bile görül ebilir. Evleri üstüne oturtulmuş kocaman çatılarda pencereler, havalan dırma delikleri bulunuyordu. Alanın bir köşesinde, hemen kilisenin bitişiğinde, öteki evlerinden ayrı, iki katlı , yüksek çe bir yapıya gözü i lişti Andrey'in. Belediye ya da bir devlet dairesi olması gereken yapının dik çatısına büyük bir saat konulmuştu. Çift sütun üzerinde duran terasında ise bir nö betçi geziniyordu. Alanın ıssızlığına karşın birtakım iniltiler çarptı Andrey'in kulağına. İyice dikkat edip bakınca, yerde kıpırdamadan yatan insan gövdeleri gördü. Bunların ölü mü,
66
yoksa uyuyor mu olduklarını anlamaya çalışırken ayağı bir şeye takıldı. Durup eğildi, bir kadın ölüsüydü bu. Görünüşe bakılırsa Yahudiydi. Giyinişinden genç olduğu a nlaşılmakla birlikte, çektiği acılardan zayıflayıp çarpılan yüzü zavallıcı ğı çok yaşlı gösteriyordu. Başına kırmızı bir ipek mendil sar mıştı. İki yandan bağladığı çift sıra inci ya da boncuk dizisi arasından fırlamış kıvrım kıvrım saç demetleri, damarları görünen kuru boynuna dökülüyordu. Kadının yanında kü çük bir çocuk vard ı. Minicik e lleriyle annesinin cılız meme lerine yapışmış, ama süt bulamadığı için ö fkeden tırnakları nı etine geçirmişti. Ağlayacak, bağıracak gücü k a l mamış olacak ki, çıtı çıkmıyordu; inip kalkan küçük karıncığından heni.iz sağ olduğu, fakat çok geçmeden öleceği anlaşılıyordu. Andrey ile kılavuzu yan sokaklara saptılar. Sapar sap maz çıldırmış gibi Üzerlerine saldıran bir adamla karşılaştı lar. Adam Andrey'in değerli yükünü görmüştü. " Ekmek! Ekmek! " diyor da başka bir şey söylemiyordu. Andrey bir itimlik canı kalan zavallıya elinin tersiyle şöyle b i r vurdu, sonra acıdığı için önüne bir ekmek attı. Adamcağız ekmeği kudurmuş köpek gibi dişleriyle paraladı; onun da aç mide sine dayanılmaz sancılar girdi, hemen oracıkta kıvrana kıv rana öldü. Her adımda açlığın korkunç görüntüleriyle karşılaşıyor lardı. Sanki evlerinde oturmaya dayanamayan insanlar, gök ten yiyecek bir şey düşer umuduyla sokaklara dökülmüşler di. Kapısının önünde oturan yaşlı bir kadın gördüler. Öl müş müydü, uyuyor muydu, yoksa bayı lmış mıydı; ilk ba kışta belli değildi. Başka bir evin çatısında, kendini direğe asmış bir adam sallanıyordu. Zayıf mı zayıf, çiroz gibi bir adam. Açlığın acılarına katlanamayacağını anlayınca, yaşa mına kendi eliyle kıymıştı. Andrey bütün bunları görünce kendini tutamadı. - Bu insanlar yaşamlarını uzatmak için neden her çare ye başvurmuyorlar ? diye sordu. Ölüm kapıyı çalınca iğren mek, tiksinmek diye bir şey kalmaz, eti murdar olan hayvan lar bile yenebilir.
67
- Ne kadar hayvan varsa hepsini yedik. Koca kentte tek at, tek köpek, tek sıçan bile bulamazsın. Yiyeceklerimiz hep dışarıdan, köylerden günü birliğine geldiği için evleri mizde bir şey saklamazdık . - Öyleyse açlıktan sapır sapır dökülürken kenti nasıl kurtaraca ksınız? - Voyvoda teslim olmayı düşünüyordu, ama dün sa bah Bucak'taki alay komutanından şahinle bir haber geldi. Bir süre daha dayanmamızı, kenti teslim etmememizi isti yormuş. Yola çıkan başka bir alayla birleşir birleşmez bizle ri kurtarmaya gelecekmiş. Şimdi her dakika onları bekli yorlar. Bak, işte bizim eve yaklaşıyoruz. Öbür evlere benzemeyen, küçük küçük tuğlalardan ya pılmış bu i ki katlı güzel konak, uzaktan Andrey'in d ikkati ni çekmişti. Alt kat pencerelerinin çıkıntılı granit taşlarıyla çerçevelenmesi, üst katın kemerli bir köprüye benzetilerek her kemer arasına armalar oturtulması, konağı bir İtalyan mimarının yaptığını gösteriyordu. Aynı armalar evin köşe lerine de konmuştu. Renkli tuğlalardan yapılmış geniş bir merdivenden, öndeki geniş alana iniliyordu. Alt basamağın iki yanında, kollarının arasında birer uzun saplı savaş bal tası tutarken başlarını ellerine dayayarak oturan iki nöbetçi vardı. İkisinin de aynı pozda oturmaları, yerlerinden hiç kı pırdamamaları birer heykel olduklarını getiriyordu insanın aklına. Uyumadıkları halde olan-bitene a ldırdıkları yoktu, merdivenden çıkanlara başlarını çevirip bakmadılar bile. Andrey i l e Tatar kızı merdivenin üst başına vardıkları za man, tepeden tırnağa silahlanmış, sırmalı urbalar giymiş, elinde dua kitabı tutan başka bir nöbetçiyle karşılaştılar. Ye ni gelenleri görünce nöbetçi yorgun gözlerini kaldırıp baktı, fakat Tatar halayığın söylediği birkaç sözcük üzerine yeni den kitabına eğildi. Geniş bir odaya girdiler, burası evin so fası olmalıyd ı . Çeşitli pozlarda oturan askerler, yazıcılar, uşaklar, şarap sunucuları doldurmuştu koca odayı. Lehis tan ordusundan bir beyin ne derece yüksek rütbeli, varlıklı olduğu, kapısındaki adamların sayısından belli olur. Hava-
68
ya yeni söndürülmüş mumların kokusu sinmişti . Doğan gü neşin aydınlığı parmaklıklı pencerelerden içeri dolduğu hal de, odanın ortasında duran, adam boyu iki şamdanda hala mumlar yanıyordu. Andrey, tam karşısına gelen, oymal ı me şe ağacından yapılmış armalı b üyük kapıya yöneldiyse de, Tatar halayık yeninden tutup çekti, ona yan duvardaki kü çük kapıyı gösterdi. Ö nce bir koridora, oradan loş bir oda ya girdiler. Kepenklerin yarıklarından süzülen aydınlıkta, ancak kırmızı kadife perde ile büyük bir resmin parlayan yaldızlı çerçevesi seçilebiliyordu. Tatar kızı, Andrey'e bekle mesini işaret etti, kendisi ise, içinden pırıl pırıl ışıklar gelen başka bir odaya girdi. Odadan fısıltılar, alçak sesli konuş malar gelince Andrey'in yüreği hop etti. Kapı aralığından selvi boylu bir kızın şöyle bir geçiverdiğini gördü, kızın uzun saç örgüleri omuzlarından aşağı dökülüyordu . Halayık kız geri döndü, Andrey'e gelmesini söyledi. Andrey içeri nasıl girdi, arkasından kapı nasıl kapandı; hiçbir şey anlayama dı. Oda iki şamdanla aydınlanıyordu; köşede de basamaklı bir kürsü, kürsünün üstünde ise Meryem Ana tasvirinin önünde yanan bir kandil vardı . Katolikler dua ederlerken dizlerini bu basamaklara koyarlar. Ama Andrey'in gözleri başka bir şey arıyordu. Başını öbür yana çevirdi, çevirir çevirmez, onun kolları na atılacakmış gibi uzanan, fakat son anda taş kesilmişe benzeyen bir genç kızla karşılaştı. Doğrusunu söylemek ge rekirse çok şaşırmıştı. Çünkü önünde duran kız iki yıl önce tanıdığı dil berden tümüyle değişik, ondan kat kat üstün bir varlıktı. Önceki güzelliği ressamın hoş bir taslağı sayılırsa, şimdikine son fırçayı da vurup bitirdiği, olgun, eksiksiz bir tablo denilebilirdi. Eski hoppa tavırlı, şirin kız gitmiş, yeri ne gözleri kamaştıran genç bir hanım gelmişti. Andrey'e çe virdiği bakışlarında içindeki duyguların izleri, kırıntısı de ğil, tümü vardı. Daha kurumaya vakit bulamamış gözyaşla rı gözlerine ayrı bir parlaklık, ayrı bir çekicil i k veriyordu. Göğsü, boynu, omuzları doğa ananın yaratabileceği en ku sursuz güzellikte bütünleşmişti . Eskiden yüzünü çevreleyen,
69
kıvrım kıvrım uçuşan saçlar, şimdi örülüp toplanmış; örgü lerin birkaçı dalga dalga omuzlarına, göğsüne dökülmüştü. Yüzünün çizgileri öylesine değişmişti ki, Andrey bu yüz i l e düşlerini dolduran sevgilisi arasında b i r benzerliği boşuna aradı durdu. Benzinin uçukluğu, güzelliğini soldurmak şöy le dursun, bu yüze başka bir a l ımlılık, karşı konulmaz bir çekicilik veriyordu. Andrey sevgilisini böyle değişmiş bulun ca saygıyla karışık bir korku duydu, kızın karşısında dondu kaldı. Voyvoda 'nın kızının onu görür görmez büyülendiği anla şılıyordu. Kazak delikanlısı da değişmiş, erkek güze l l iğinin doruğuna erişmişti. Bütün kımıltısızlığına karşın yüzünden, gövdesinden, bacaklarından çevikliği, erkek gücü fışkırıyor du. Parlayan gözlerinin sert bakışları, kadife kaşlarının yay gi bi bükülüşü, gençlik ateşiyle tutuşan yüzünün tunçlaşmış esmerliği, ipek parlaklığındaki bıyı klarının dikliği, genç kızı can evinden vurduğu belliydi. Sesinin titremesini önleyemediği için; - Yaptığın bu iyiliğe nasıl teşekkür edeceğimi bilemi yorum, yüce gönüll ü yiğidim! dedi titreyen sesiyle. Benim gibi güçsüz bir kadın değil, Ulu Tanrım versin cömertliğinin ödülünü. Gözlerini önüne indirdi, uzun kirpikli gözkapakları ya rım ay biçiminde kapandı. O güzelim yüzü de eğilmiş, ya naklarında bir pembelik belirmişti. Yüreğindeki ateşli duy guları dile getirmek için yanıp tutuşan Andrey'in dili tutul du birden. Sesinin kesildiğini, dudaklarının kenetlendiğini hissetti . Papaz okulunda okumuş, savaş alanlarında eğitil miş bir göçebenin işi değildi anlaşılan, bir genç kıza karşı duy gularını anlatmak. Kazak olarak yaratılmaktan dolayı bü yük bir öfke duydu. O sırada Tatar halayık içeri girdi. Ekmeği dilim dilim kes miş, altın bir tepsiye koymuş, hanımına sunuyordu. Güzel kız bir halayığa, bir ekmeğe baktı, sonra gözlerini Andrey'ye çevirdi . . . Neler yoktu ki bu süzgün bakışta? Yü reğini dolduran sevgiyi açıkça söyleyememenin acısını, bu
70
bakıştan daha etkili ne anlatab ilirdi ? Andrey birdenbire ra hatladı, şaşkınlığından kurtuldu. Yüreğine vurulan zincirler çözülmüştü artık; duygularını sözlerle, birçok sözlerle anla tabilirdi. Ama genç hanım halayığına dönüp; Anneme de götürdün m ü ? diye sordu. Anneniz uyuyor, efendim. Ya babama? Götürdüm, kendisi gelip yiğide teşekkür edeceğini söyledi. Voyvodanın kızı ekmekten bir dilim alıp ağzına götür dü. Sevgilisinin kar gibi beyaz parmaklarıyla ekmeği kopa rıp yediğini seyretmek, Andrey'e mutlulukların en büyüğü n ü veriyordu; fakat bi rden aklına, verdiği ekmeği yer yemez gözünün önünde kıvranarak ölen aç adam geldi. Y üzü sa rardı, kızın elini tutup; - Yeter artık, hepsini yeme, dedi. Çoktandır aç duru yordun, ekmek dokunur sana. Kız ekmeği tepsiye bıraktı , Andrey'in gözlerinin içine baktı. Her deneni yapan uslu bir çocuğa benziyordu. Onun bu bakışını hangi sözler anlata bilirdi? Hayır, ne genç kızın gözlerinde okunan derin anlamı, ne de ona vurgun delikan lının gönlünde kopan fırtınayı hiçbir yazarın kalemi, hiçbir ressamın fırçası, hiçbir yontucunun keskisi anlatamazdı. Andrey'in gönl ü, ruhu, h ayranlık duygularıyla doluydu. - Ey, gönlümün sultan ı ! dedi. Ne istersen, n e dilersen dile benden ! Her emrin başım üstüne! En olmayacak şeyleri buyur, koşup her buyruğunu yerine getireyim. Senin için yapmayacağım, başaramayacağım iş yoktur. Canım yoluna kurban olsun! Kutsal Haç üzerine yemin ediyorum, canımı uğruna seve seve veririm . . . Kendi mi.ilki.im olan üç çiftli ğim, babamın yılkısının yarısı, annemin babama getirdikle ri, ondan saklı olarak biriktirdikleri, topluca büyük bir ser vet sayılır. Kazakların arasında kimsenin silahları benimki ler kadar güzel değil d i r. Kıl ıcımın yalnız kabzası için yılkı ların en iyisini, üstelik i.iç bin davar veriyorlar. İşte bütün bunları bırakmaya, yakmaya, yıkmaya, batırmaya hazırım.
71
Yeter ki sen kara kaşının ucunu oynat. " Evet" de bana! Bi liyorum, bu söylediklerim, gülünç, yersiz kaçıyor. Bütün ömrüm papazlar okulunda, Zaporojyeli Kazaklar arasında geçti; onun için kralların, prenslerin diliyle konuşmayı, soy lular gibi davranmayı beceremem. Ama Ulu Tanrı seni yal nız bizlerden değil, beylerin, paşaların kızlarından da ayrı yaratmış. Bizler senin kölen bile olamayız, sana ancak gök lerdeki melekler hizmet edebilir ! Kız gittikçe artan bir şaşkınlıkla delikanlının söyledikle rini dinliyo r, sözlerinin bir tekini bile kaçırmıyordu. Ta yü rekten gelen bu yalın sözlerde içine işleyen bir tutku, genç bir gönlün güçlü haykırışı vardı. Öne eğilen güzel yüzünü delikanlıya çevirmiş, saçlarını arkaya atmış, dudaklarını aralamış, kocaman kocaman açılan gözlerini ona dikmişti. Genç Kazak konuşmasını bitirince kız da ona karşılık ver mek istedi, ama sevdiği delika nlının hangi görevle kendi ül kesine geldiğini anımsayınca duraladı. Babası, kardeşleri, yurdu, ondan başka şeyler beklemiyor muydu? Öç almak için kenti kuşatıp içindekileri korkunç bir ölüme terk eden l er, karşısındaki gencin soyundan değil ler miyd i ? . . Gözleri doldu, masanın üstünde duran ipek işlemeli mendili alarak yüzüne kapadı. Başını arkaya atmış ağlarken inci dişleriyle alt dudağını ısırıyor, yüreğinde duyduğu acıyı göstermemek için mendiliyle yüzünü saklıyordu. Onun böyle kendinden geçmiş bir durumda ağladığını görenler zehirli bir yılan sok muş sanırdı. Andrey; - Ne o lur, bana bir sözcük söyle! diyerek kızın elini tuttu. Sevgilisinin kadife teni eline değer değmez bütün damar larını bir ateş sardı. Elinin içinde cansız duran yumuşak eli çekinmeden sıkıyordu şimdi. Ama kızda hiçbir hareket yoktu; ne bir tek sözcük söy lemiş, ne de mendili yüzünden indirmişti. - Neden öyle üzgünsün? Söyle, bir derdin mi var ? diye sordu.
72
Kız, yüzünden mendili aldı, saçlarını arkasına attı, derin den gelen bir ah çektikten sonra açıldı, kederini dile getirdi. Acısını öyle bir söyleyişi vardı ki, su başında biten sazlar ha fif bir yel esince ancak böyle inler. İ niltiyi durup dinleyen yolcunun yüreği üzüntüyle dolar; artık sönen akşamın gü zelliğini, orakçıların şen türkülerini, yollardan geçen araba ların gürültüsünü görmez, duymaz olur. - Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün ? diye başladı acı acı yakınmaya. Beni doğuran anaya, besleyip b üyüten ba baya yazık! Ne kara yazgım varmış benim! Feleğin ettikle rini celladım etmezdi. Ülkemizin en soylu prensleri, en zen gin beyleri, paşaları, yabancı ü lkelerin kontları, baronları, yiğitleri, kişizadeleri dizi dizi önüme geldiler. Hangisini iste sem sevebilir, hangisini istesem dünyanın en mutlu insanı ederdim. En yakışıklısının, en seçkininin, en soylusunun ko cam olması için elimi şöyle bir oynatmam yeterdi; gittim de bir yabancıya, bir düşmana gönül verdim. Ey, kutsal Mer yem Ana! Nasıl bir suç işledim, ne günahım vardı ki, bu ce zalara çarptırdın beni ? Bolluk, zenginlik içinde büyütül düm; önüme en lezzetli yemekler, en iyisi nden şaraplar geti rildi; ülkemizin en yoksul d i l encileri gibi sürünecek olduk tan sonra bütün bunlar neye yarar ? S ürünmem yetmiyor muş gibi gözümün önünde a nnemin, babamın çırpına çırpı na ö ldüklerini de mi görecektim ? Keşke görmesem de onla rın yerine bin kez ben ö lsem! Neymiş benim kara yazgım ki, ölmeden önce bilmediğim, tatmadığım bu aşk sözlerini duydum, yüreğim ateşle dağlandı! Son anımda içim parça lansın, acı yazgım daha acı gelsin, gençliğime daha çok ağ layayım, öl ümden daha çok ürpereyim, ey kutsal Meryem Ana, hem seni hem feleğin ettiklerini yereyim diye mi işit tim bu tatlı sözleri ? Bağışla günahlarımı, ulu Tanrım ! . . Genç kız içini döktükten sonra yeniden sessizleşti . Ke derden önüne düşen başı, bulutlanan alnı, umutsuz bakışla rı, önce gözyaşlarıyla ıslanan, sonra kuruyarak dolgunlaşan yanakları, " Bu dü nyada mutluluk denen bir şey var mıy mış ? " der gibiydi .
73
Andrey: - Hayır, dünyanın en güzel, en iyi kadınının böyle acı lar çekmesine kimsenin gönlü razı olmaz! diye haykırdı . Yeryüzündeki bütün güzel va rlıklar, sana tapsın diye yaratıl mıştır. Ölmek ne söz, böyle bir şeyi nasıl düşünebiliyorsun? Başım üzerine, kutsal bildiğim her şey üzerine ant içerim ki, yaşayacaksın sen! Eğer yiğitliğiml e, Tanrıya yakarmalarımla senin kara talihini yenemezsem, o zaman birlikte ölürüz. Önce ben ölürüm, ayaklarının dibinde can veririm. Ben ya şadıkça kimse bizi birbirimizden ayıramaz. Kız o güzel başını usulca salladı. - Yiğidim, kendini de aldatma, beni de . . . Ne yazık ki, beni sevemeyeceğini çok iyi biliyorum. Çünkü seni bekleyen bir görevin var; seni çağıran bir baban, arkadaşların, doğup büyüdüğün anayurdun var! Biz birbirimize ancak düşman olabiliriz! Andrey başını sertçe silkti, kızın karşısında boylu boyun ca dikildi. - Babam, arkadaşlarım, anayurdum varsa ne o lmuş ? Sen öyle sanıyorsan ben de diyorum ki, kimsem yok benim, hiç kimsem! Bunları söylerken dikbaşlı bir Kazak'ın önemli bir işe, herkesin göze alamayacağı bir işe karar verdiği zaman yap tığı gibi, yumruğunu sıkıp havada tutmuştu. - Kim demiş Ukrayna benim yurdumdur diye? Bana orayı yurt olarak kim vermiş ? Ruhumuzu saran, bizi okşa yan neresiyse orasıdır yurdumuz. Benim yurdum, bütün var lığım sensin. Yaşadıkça bu yurdu yüreği min derinliklerinde saklayacağım, onu kendimden ayırmayacağım. Görelim ba kalım, hangi Kazak gelip beni ondan koparabilirmiş? Bu yurt için her şeyimi vermeye, kırıp dökmeye, yok etmeye ha zırım! Genç kız bir an heykel gibi dondu kaldı, gözlerini Kazak delikanlısının gözlerine dikti. Sonra şaşkınlıktan kurtu larak koştu, pamuk kollarını sevgilisini n boynuna doladı, hüngür hüngür ağlamaya başladı . Ancak sevmek için yaratılmış, yi.i-
74
reğinin sesinden başkasını dinlemeyen, yüce duygulu bir ka dın böyle davranabilirdi. Birdenbire dışarıdan birtakım bağrışmalar, davul güm bürtüleri, boru sesleri yükseldi. Ama Andrey hiçbirini işite cek durumda değildi. Kızın sıcak soluğundan, yanaklarını ıs latan gözyaşlarından, pırıl pırıl bir ipek seli gibi yüzüne dö külen kokulu saçlarından başkasını duymuyordu . . . O sırada Tatar halayık koşarak içeri girdi, çılgın gibi se viniyordu: - Kurtul duk ! Kurtulduk! Bize yardıma gelenler kente girdi . Ekmek, buğday, un getirdiler. Birçok Zaporojyeliyi de tutsak almışlar. Ama Andrey de, sevgil isi de işitmediler onun ne dediği ni. Andrey kendisini göksel duygulara kaptırmış, yanağına değen o hoş kokulu ağzı ö p üyor, o dudaklar da öpüşünü geri çevirmiyordu. Gönüllerden kopup gelerek dudaklarda birleşen o öpüşme hazzı, insanın yaşam boyu, yalnızca bir kez tadabileceği bir duyguydu. Babayiğit bir Kazak böyle harcadı kendini, yiğitliğine böyle leke sürdü. Artık bir daha ne Zaporojye'nin, ne baba ocağının, ne Tanrının kilisesinin yüzünü görebilecekti. Uk rayna da oğullarının en yüreklisini, koruyucularından en iyi sini bir daha göremeyecekti. Varsın koca Taras, soyunun onurunu lekeleyen böyle bir oğul yetiştirdiği için kırlaşmış perçeminden bir tutam saç koparsın, varsın o alçağı her gün, her saat ilenerek ansı n ! . .
VII Zaporojyelilerin ordusunda bir gürültüdür, bir kargaşadır gidiyordu. Düşman destek kuvvetlerinin kente girdiğini ön ce kimse anlayamadı. Sonradan öğrenildi ki, kentin yan ka pısını tutan Pereyaslav bölüğünün Kazakları bir gi.in önce içip içip sızmışlar; düşman baskın yapınca yarısı kılıçtan geçirilmiş, yarısı da neye uğradıklarını bilemeden tutsak edil-
75
mişler. Komşu bölükler patırtıdan uyanıp silahlarına sarılın caya değin, Lehliler kapıdan içeri girmeyi başarmışlar; üste lik karmakarışık bir durumda saldıran, yarı sarhoş, yarı uy kulu Zaporojyelileri yaylım ateşine tutmuşlar. Ataman bütün Kazakların toplanmalarını buyurdu, gelen ler halka olup kalpaklarını çıkardılar. Ataman şöyle konuştu: - Bu gece olup bitenleri gözlerinizle gördünüz, arka daşlar. Bakın, içki denen zıkkım insanın başına ne işler açı yor! D üşmana rezil olduk! Bu huyunuzdan vazgeçmezseniz daha nice bela gelecek başınıza ! İçki payınızı artırdık diye hepiniz körkütük sarhoş oldunuz. D üşman bacağınızdan şalvarınızı çekip a lsa, b ir de suratınıza tükürse gene de far kına varamayacaksınız! Kazaklar başlarını önlerine eğmiş, suçlu suçlu d inliyor lardı. Nezamaykov bölüğünün komutanı Kukubenko çıkıp bu sözleri yanıtlamasa, daha da sessiz sessiz dinleyeceklerdi. - Bir dakika, ağam! dedi K ukubenko. Ataman konu şurken sözünü kesmek törede yoktur ama işler hiç de söyle diğin gibi olmadı. Koca bir Hıristiyan ordusunu kolayca suç layamazsın. Eğer Kazaklar yürüyüş sırcısı nda, çarpışırken, önemli bir görev yaparken içselerdi, yerden göğe hakkınız vardı, o zaman hepsinin kellelerinin uçurulması gerekirdi. Fakat biz kentin kapısında kollarımızı kavuşturmuş bekli yor, hiçbir iş yapmıyorduk. Hani, perhiz ayı falan da değil di ki, dinimiz içkiyi yasaklasın. Aylak bir adam oturup can sıkıntısın�an kafayı çekmişse, böyle yapmakta bence hiç günahı yoktur. Şimdi biz gider, uyurken baskın yapmanın ne demek o lduğunu gösteririz düşmana. Zamanında çok dayağımızı yediler, şimdi de öyle bir sopa çekeriz ki, dünya nın kaç bucak olduğunu anlarla r ! Bölükbaşının konuşması Kazakların çok hoşuna gitmiş ti. Önlerine düşen başlarını biraz olsun dikleştirdiler, Kuku benko'yu onaylayanlar, destekleyenler çoğaldı. Atamanın biraz ilerisinde duran Taras Bulba; - Sen bu işe ne dersin, ağam ? Kukubenko doğru söyle miyor mu? diye sordu .
76
- Hem de çok doğru söylüyor! Anaların ne yiğitler do ğurduğunu görüyorsunuz. Güç duruma düşmüş birini azar lamakla, suçlamakla kimsenin eline bir şey geçmez. Hüner onu yüreklendirmek, onurunu yükseltmektir. Atı, suyunu içtikten sonra mahmuzlarsanız nasıl hızlı gittiğini bilirsiniz. İşte ben de sizi yüreklendirici sözler söylemeye hazırlanır ken, Kukubenko benden tez davrandı. Zaporojyeliler komutanlarının konuşmasını da beğen mişlerdi. Yer yer, " Doğru söylüyor! Tam yerinde konuştu ! " diye bağıranlar oluyordu. Kır düşmüş tepe perçemleri, aklaşmış bıyıklarıyla boz şa hinlere benzeyen yaşlı Kazaklar, önderliğini alçak sesle onay ladılar. - Haklı. İyi söylüyor . . . Ataman; - Arkadaşlar, beni iyi dinleyin! dedi. Kale duvarlarına tırmanarak, sular altından lağımlar kazarak kent düşürmek biz Kazaklara yakışmaz; Alman ustalarının yöntemini bıra kın düşmanlarımız uygu lasın. Anlaşıldığına göre Lehliler kente fazla yiyecek sokamamışlardır, kaç arabayla geldikle rini görmediniz mi? İçeridekiler günlerdir aç, bu yiyecek faz la dayanmaz onlara. Sonra hayvanları da ot ister, arpa is ter. . . Eğer Katolik erenleri tepeden onlara çuval çuval buğ day atarsa, ona bir diyeceğim yok. Yalnız, papazlarının laf ebeliğinden başka bir iş yapmadıklarını b i liyoruz . . . Sizin an layacağınız, er geç dışarı çıkacaklardır, kentte fazla duramaz lar. Ordumuzu üçe ayırıp, üç çıkış kapısını tutacağız. Ama kapıya beş bölük, yan kapılara üçer bölük yeter. Diyadkov bölüğü ile Korsun bölüğü pusuya yatsınlar; Al bay Taras Bulba da askerlerini alsın, pusuya girsin. Titarev bölüğü ile Timoşev bölüğü sağ kapıya, Sçerbinov ile Steblikov'un atlı birlikleri ise sol kapıya yedek güç olarak ayrılsın. Aranızdan çenesi kuvvetli gençlere düşmanı kızdırma görevi veriyorum. Lehlilerin aklı biraz kıt olın, sövüp saymaya hiç gelemezler. Bakarsınız, hemen bugün fırlayıverirler dışarıya. Her bölük komutanı böl üğünü iyice dolaşsın, gözden geçirsin, eksiği
77
varsa Pereyaslav bölüğünden artanlarla doldursun. Adam başına birer somunla birer bardak şarap dağıtın. İçsinler de mahmurl u k ları geçsin. Ama dün akşamki yemekten sonra gene de yemeğe iştahları olur mu, bilmem . . . Öyle bir tıkındı nız ki, geceleyin nasıl kimse çatlamadı, şaştım doğrusu. Bir diyeceğim daha var, o da şu: Eğer Yahudi meyhanecilerden biri hele bir parçacık içki vereyim desin, alnına bir domuz kulağı mıhlatıp baş aşağı astırmazsam bana da Kazak deme sinler! Hadi, şimdi iş başına! Dağı lın, arkadaşlar! Başkomutanın buyruğunu duyan Kazaklar, bel kırıp ora dan ayrıl d ı lar, ancak hayli uzaklaştıktan sonra kalpaklarını giyebildiler. Yerlerine döner dönmez ilk işleri kılıçlarını, pa lalarını bilemek, barutluklarına barut doldurmak, arabaları son kez gözden geçirip atları tımar etmek oldu. Alayına doğru yollanan Taras Bulba hep oğlu Andrey'i düşünüyordu. Başına bir şey m i gelmişti ? Onu da ötekiler uyurken bağlayıp götürmesinler d i ? Ama Andery düşmanın eline sağ geçecek yiğitlerden değil d i . Ö lüler arasında da bu lunmadığına göre ne ola bilirdi ? .. Böyle dalgı n dalgın yürür ken a layın önüne varmıştı. Birinin, adıyla ona seslendiğini neden sonra duyabildi. - Ne var ? Ne istiyorsun? dedi sese dönerek. Yahudi bezirgan Yankel 'di onu çağıran. Önemli bir şey söyleyecekmiş gibi heyecandan kesik kesik konuşuyordu. - Albayım! Bugün kentteydim, neler o lduğunu bir bilsen! dedi. Taras'ın ağzı şaşkınlıktan bir karış açık kaldı. - Ne? Kentte miydin? Nasıl girdin oraya? - Hepsini anlatacağım. Güneş doğarken baktım, bir gürültü oluyor. Kazakların ateşe başladığını duyunca kaftanı mı kaptığım gibi seğirttim. İnan olsun kaftanın kollarını ya rı yolda giydim. Olup biteni bir an önce öğrenmek istiyor dum. Tam kentin kapısına varmıştım, son Lehliler içeri giri yor. Başlarında da Yüzbaşı Galyandoviç var. Tanırım onu, üç yıl önce benden ödünç a ltın almış, vermemişti. Ben alacağı mı istiyormuş gibi düştüm peşine, birlikte kente girdik.
78
- D emek, hem kente kaçak girdin, hem de adamdan alacağını istedin. Nasıl oldu da köpek gi bi asmadılar seni ? - Asmaya kalktılar elbet. Adamlar tutup hemen ora cıkta boynuma ipi geçirdiler. Ama ben yalvardım; borcunu ödemesi için istediği kadar bekleyebileceğimi, izin verir de öbür subaylardan alacağımı toplarsam kendisine yeniden borç vereceğimi söyledim. Böylece kurtardım yakamı. Bili riz, yüzbaşının çiftlikleri, ma lı-mülkü, üç konağı, Sklov'a değin uzanan geniş toprakları vardır, ama paraya gelince Kazaklar gibi dımdızlaktır. Silahlarını, giyim-kuşamlarını, donanımlarını Breslavlı Yahudiler sağlamışlar. Onlar olma sa savaşa da katılamazdı. - Pekiyi, neler yaptın kentte ? Bizimkileri gördün m ü ? - Nası l görmem ? B i r sürü tanıdıkla karşılaştım. İstka, Rahum, S amuylov, tefeci Hayvalok hepsi oradaydılar. Taras kızdı: - Canları cehenneme senin Yahudilerin! Bana ne on larda n ! Sana bizim Zaporojyeliler'i gördün m ü diye soru yorum. Hayır, kimseyi görmedim. Yalnız oğlun Andrey'i gördüm. Nasıl , Andrey'i mi görd ü n ? Nerede? Ne yapıyordu ? Çukura mı atmışl a r ? Elini-kolunu mu bağlamışlar? Hapse mi düşmü ş ? Yoksa daha kötü bir şey m i ? . . - Andrey efendimizin kılına dokunmak kimin haddi ne? Giyi m-kuşamı pırıl pırıl, aslan gibi bir subay ol muş. Az kaldı tanıyamayacaktım. Sırma omuzluklar takmış, kolluk ları sırmalı, zırhları sırmalı, kemeri sırmalı, kalpağı sırmalı, hep altın sırmalar içinde. Bahar sabahı güneş nasıl ışıldar; kırlarda kuşların ötüştüğü, bülbül lerin şakıdığı, otların mis gibi koktuğu güzel bir günde güneş nasıl parla r ? Andrey efendimiz de işte öyle parlıyordu. Voyvoda, yiğit delikanlı nın altına en iyi atını çektirmiş. Yal nız bu at iki yüz altın eder. Bulba donup kaldı. - Ne diye yabancıların giysisini giymiş ?
79
- O giysiler daha güzel de onun için olsa gerek . . . Atına binmiş, ötekilerle birlikte eğitim yapıyordu. Leh beylerinin en zenginiymiş gibi caka satıyor, öğretiyor, öğreniyordu. - Bunları yapmaya kim zorlamış onu? - Zorlandığını kim söyledi ? Efendimiz, onun karşıya kendi isteğiyle geçtiğini bilmiyor muydunuz? Kim geçmiş karşıya ? Andrey efendimiz . . . Karşıya m ı geçmiş? Evet, karşıya geçmiş ya . . . Temelli onlardan yana olmuş. Yal a n söylüyorsun, domuz kulaklı herif? Niçin yalan söyleyeyim. Yalan söyleyip de başıma be la mı alacağım ? Efendisinin yanında yalan söyleyen bir Ya hudi'nin köpek gibi asılacağını bilmiyor muyum? Ya ni sen Andrey için dinini, yurdunu sattı mı diyorsun? B e n öyl e b i r ş e y demedim. Öbür yana geçtiğini söyle dim, o kadar. - Kıtır atıyorsun, Çıfıt köpeği ! D ünya kurulalı beri Hı ristiyan ü lkesinde kimse yapmamıştır bunu. Bal gibi uydu ruyorsun işte! - Uyduruyorsam ocağıma baykuşlar tünesin! Baba mın, annemin, kaynanamın, büyük babamın, dedemin me zarlarına tükürsünler. Eğer efendimiz isterse, oğlunun niçin Lehliler'den yana geçtiğini söylerim. - Söyle! Çabuk! - Voyvoda'nın çok güzel bir kızı var, onun yüzünden. Öyle güzel bir kız ki, bir eşi daha bulunmaz. Yahudi bunları söylerken, kızın güzelliğini yüzünde can l andırmak istercesine kırıttı, biçimden biçime girdi. - Ee, güzelse ne olmuş ? - Oğlun bütün anlattıklarımı onun için yaptı. Bir erkek gönlünü bir kıza kaptırdı mı, suya basılmış pabuç köselesine benzer. İstediğin gibi eğer, bükersin onu. Taras Bulba koyu koyu düşündü. Hoppa bir kadının, bir
80
erkeğin başına açmayacağı iş yoktu. Kadın uğruna kendini yitirmiş insan az mıydı ? Belliydi, Andrey kadın güzelliğine çabuk kapılacak yaradılıştaydı . .. Bunları düşünürken yerin de kıpırdamadan duruyordu. Yahudi; - Efendimize duyduklarımın hepsini anlatacağım, dedi. Gürültüyü ilk işittiğimde, baktım ki kente giriyorlar; ne olur ne olmaz diye yanıma bir dizi de inci almıştım. " Kent te güzel hanımlar olduğuna göre, yemezler, içmezler, gene de incik boncuk alırlar" diye düşündüm. Bizim yüzbaşının adamları beni bırakır bırakmaz doğruca Voyvoda'nın sara yına gittim . Amacım inciler i göstermekti. Karşıma bir Tatar halayık Ç!ktı. Anlattığına göre Zaporojyeliler kentten kovu lunca, hanımı ile sizin oğlan evleneceklermiş. Andrey söz vermiş o nlara yardım edeceğine. - Sen de öyle d urdun, bir şey yapmadın ha? Şeytanın piçini geberteyim demedin mi ? - Neden öldürecekmiş i m ? Karşıya kendi isteğiyle geç miş bir insana ne denir ? Madem hoşuna gitmiş, bırak kal sın canının istediği yerde! Hiç onunla yüz yüze gel din m i ? Gördü n mü Andrey'i ? Gördüm ya . . . D inim üzerine yemin ederim , gördüm. Boylu, poslu, aslan gibi bir delikanlı . Hepsinden, ama hep sinden güzel, yakışıklı. Beni hemen tanıdı. Yanına çağırdı, dedi ki . . . - Çabuk söyle, ne dedi ? - Beni önce parmağıyla yanına çağırdı. " Sen Yankel değil misi n ? " dedi. Ben, "Sen de, Andrey efendimizs i n " de dim. " Bak, beni dinle! " dedi. " Söyle babama, söyle ağabe yime, söyle bütün Zaporojyelilere, bütün Kazaklara, herke se söyle! Artık benim babam yok, ağabeyim yok, arkadaş larım yok. Hepsi benim can düşmanım. Onlarla dişe diş çarpışacağım" dedi . - Yalan söylüyorsun, Çıfıt'ın piçi ! İsa'yı öldüren de se nin gibi bir Yahudi değil miyd i ? Bütün söylediklerin yalan,
81
köpeğin dölü! Defol, gözüm görmesin şeytan suratın ı ! Yok sa seni hemen şuracıkta gebertirim! Taras böyle diyerek kılıcını çekti. Yahudi öyle korktu ki, zayıf baldırlarının bütün gücüyle kaçmaya başladı. Geriye dönüp bakmaksızın Kazak arabalarının arasından seyirtir ken, Taras onu kovalamayı çoktan bırakmıştı. Öfkesini i l k eline geçenden çıkarmak onun gibi b i r adama yakışır mıydı ? Birden aklına gel di, Andrey 'in geçen sene bir kadınla birlikte yanından geçtiğini görmüştü. Bunu anımsar anım samaz k ı r perçemli başı önüne d üştü. Oğlunun böyle aşağı lık bir iş yapacağına, ruhunu da, dinini de yabancıya sata cağına i nanmak istemiyordu. Alayını alıp pusu kuracakları yere götürdü. Burası Ka zakların çıkardığı yangınlardan kurtulmuş tek ormandı. Uman, Popoviçev, Kanev, Steblikov, Nezamaykov, Gurguzev, Titarev, Timoşev bölükleri atlısıyla, yayasıyla birer birer ge çip kentin üç çıkış kapısını tuttular. Aralarında Yalnız Pereyaslav bölüğü yoktu. Çünkü ön ceki gece onlar fazlasıyla tıkınmışlar; ayıldıklarında kimi kendini düşmanlar arasında bağlı bulmuş, kimi de daldığı uykudan hiç uyanmaksızın kara toprağa girmişti. Bölükba ş ı Hlib bile şalvarını, cepkenini giymeye fırsat bulamadan Lehlilerin eline tutsak düşmüştü . Kenttekiler, Kazaklar arasındaki kıpırdanmayı görmek te gecikmediler. Kısa sürede tabyaların üstü askerle doldu. Birbirinden yakışıklı, gösterişli Leh subaylarına, insan bak maya kıyamazdı doğrusu. Beyaz tüyler dikilmiş tunç baş lıkları, güneş vurdukça pırıl pırıl parlıyordu. Kimi de başla rına pembe ya da mavi hafif kalpaklar giymiş, bunları ca kayla yana eğmişlerdi. Sırmalı, işlemeli, kordonlu kaftanla rını omuzlarına öylece atıverdikleri için yenleri boşta salla nıyordu. Bütün bu giyim-kuşama, gümüş kakmalı k ı lıçları na, tüfeklerine kim bilir ne kadar para dökmüşlerdi ! Bucak alayının komutanı kırmızı şapkası, yaldızlar içindeki kafta nıyla en öndeydi. Herkesten uzun boyluydu, urbasının içine sığmayan ağır gövdesiyle pek cakalı duruyordu. Başka bir
82
yerde, yan kapılardan birinin yakınında ufak tefek, cılız bir albay daha vardı. Gür kaşlarının altından cin gibi parlayan, civelek bakışlı, ufak gözlerinden; sağa-sola fırt fırt dönerek kuru eliyle bir şeyler göstermesinden, yanındakilere durma dan emirler yağdırmasından, bütün çelimsizliğine karşın as kerlik işinden epey anladığı görülüyordu. Onun hemen ya nında dikilen upuzun boylu, pos bıyıklı, al yanaklı bir yüz başı vardı. Yüzbaşının kanlı-canlı görünüşüne bakılırsa ye meyi-içmeyi pek sevdiği anlaşılabilirdi. Daha bir nice bey ler, kişizadeler zengin giyimleri, pahalı silahlarıyla gelmiş lerdi oraya. Kimisi devletin parasıyla, kimisi kendi altı n ları nı harcayarak, kimisi de dededen kalma şatosunda ne bul duysa Yahudi bezirganlara rehin verip eline geçen paralarla donanıp kuşanmıştı. Soylu kişilerin yanlarında bir sürü de uşakları vardı. Efendilerinin sofrası çevresinde dört dönen bu dalkavuklar, fırsatını bulunca büfeden gümüş bir kupayı aşırıverirler, ertesi gün ise başka bir beyin arabasında uşak olarak bel kırarlardı. Kısacası, tabyanın üstünde her türlü s ünden adam vardı. Yemeye bir dilim ekmek bulamayanlar, savaş için süslenip gelmişlerdi. Kazaklar surların önüne saf saf dizilmişler, hiç kıpı rda mıyorlardı . Birkaçının elindeki, düşmandan alınmış kılıçların kabzalarında, tüfekl erin dip çiklerinde bulunan gümüş kakmaları saymazsak; hiç birin de altının, gümüşün parlaklığını göremezdiniz. Zaten Ka zaklar savaşa giderken süslü p üslü giyinmeyi sevmezler. Şalvarlarının üstünde mintanları, bunun üzerine geçirdikle ri zırhları, giyile giyile rengini atıp kirlenmiş k ırmızı kal pakları . . . Onların savaş urbaları bunlardı işte. İki Kazak, saflardan ayrılıp atlarının üstünde tabyalara doğru ilerledi ler. Biri genç, öbürü yaşlıca Ohrim Naş ve Mi kita Golopitenko adlarındaki bu iki Kazak, laf ebeliğiyle ün salmışlardı. Onların arkasından da Demid Popoviç geliyor du. Yıll ardır Zaporojye'de boy gösteren bu sağlam yapılı Kazak, ömründe çok şeyler görüp geçirmişti. Bir akın sıra sında Edirne kapılarına dayanmış; orada yakalanıp ateşe atıl dıktan, saçı-sakalı, bütün yüzü yandıktan sonra öl üm-
83
den kıl payı kurtulup gene Zaporojye'ye dönmüştü . O gün den beri ağzı-yüzü düzelip hayli semiren, kömür karası gür bıyıklar bırakan, uzattığı tepe perçemini bir kulağına dola yan Popoviç, batıcı sözleriyle karşısındakinin içine işlemesi ni bilirdi. - Görüyorum ki, bütün ordu pırıl pırıl giyinmiş, ku · şanmış. Ama bu kaftanların altındaki yüreklerin korkudan nasıl küt küt attığını duymak isterdim ! diye haykırdı. İriyarı albay da yukarıdan bağırdı: - Şimdi sizi yakalatıp bağlatırsam gününüzü görürsü nüz! Hadi, teslim edin atlarınızı, silahlarınızı ! Sizinkileri na sıl bağlayıp götürdüğümüzü b iliyorsunuz. Getirin de gör sünler şu tutsakları! Elleri arkalarına bağlı tutsakları getirdiler. En önde bö lükbaşı Hlib yürüyordu, yakalandığı gibi bırakıldığı için üs tünde ne mintanı vardı, ne de şalvarı. Hlib, arkadaşları kar şısında çıplaklığından, uykulu bir köpek gibi sarhoş yaka lanmasından utanıyor, başı eğik duruyordu. Bir gecede saç ları ağarmıştı. Kazaklar aşağıdan; - Tasalanma, Hlib, seni kurtaracağız! diye bağırdılar. Bölükbaşı Borodatiy de; - Üzülme dostum, dedi. Don-gömlek yakalandın diye kederlenme! Böyle şeyler her yiğidin başına gelir. Seni çıplak bıraktıkları, ortaya böyle çıkardıkları için asıl onlar utan sınlar! Golopitenko tabyada duranlara sataşıyordu: - Anlaşılan sizin kahramanlığınız uyuyanlara söküyor! Lehler de; - Durun, gitmeyin! Tepenizdeki perçemleri keselim de elinize verelim, diye karşılık verdiler. - Nasıl keseceğinizi pek merak etti k ! diye haykı rdı. Sonra arkadaşlarına seslendi: - Şu Lehlerin söylediği de pek yalana benzemiyor. Baş larında o koca göbekli komutanları durdukça çok kolay sa vunurlar kendilerini.
84
Kazaklar Popoviç'in iğneleyici bir söz bulduğunu anladık ları için sordular: - Neden kolay savunurlarmış kendileri n i ? - Neden olacak; bütün ordu i r i gövdesinin arkasına saklandı mı, artık mızrağı vuracağın adamı ara ki bulasın! Kazaklar kahkahadan kırıl ıyorlardı. "Şu b izim Popoviç yok mu ya, adama bir takmaya görsün. Kimse dayanamaz" sözleri ağızdan ağıza dolaştı. Kazakların acı sözlerini i şiten Lehler sapsarı kesildiler. Albay beklenen işareti verdi. - Çekil in, surlardan geri çekil i n ! diye haykırdı Kazak komutanı. Zaporojyel ilerin geri çekilmesiyle tabyalardan Üzerlerine yaylım ateşi açılması bir oldu. Bir ara aksakallı Voyvoda gö ründü, hemen ardından da ana kapılar açılıp Lehliler dışarı taştılar. En önde sırmalı cepkenli atlılar gidiyordu. O nların arkasından zırhl ı , tunç başlıklı, eli kargılı piyadeler yürüdü. Sonra her biri ayrı giyimli özel beylik orduları göründü. Gu rurlu beyler öbür askerlerin arasına karışmak istemiyorlar, öbek öbek kendi adamlarının ortasında gidiyorlardı. Gene sıra sıra askerin ardından yüzbaşı çıktı, onun arkasından da, savaşçıların başında iriyarı a lbay geliyordu. Son çıkan as kerlerin arkasında ise kısa boylu, çelimsiz a lbay vardı. Kazak ordu komutanı; - Dizilip saf kurmalarını engelleyin! diye bağırdı. Bü tün bölükler birden saldırın ! Ö bür kapıları tutan Kazaklar da gelsin! Titarev bölüğ ü bir kanattan, Diyadkov bölüğ ü öbür kanattan saldırs ı n ! Kukubenko, Polivoda, siz de geri den kuşatın! Çullanın Üzerlerine, vurun, darmadağın edin! Kazaklar dört bir yandan saldırıp Lehlileri çevirdiler, tü fekle ateş etmelerine bile fırsat bırakmadan kılıçlarıyla, kar gılarıyla safların arasına daldı la r. Kazaklarla Lehliler küme küme birbirine girmişti. Bir ana-baba günü, yiğitlik gösterisi başlıyordu şimdi. Demid Popoviç kargısıyla üç piyadeyi delik deşik etti, iki beyi de atlarının üzerinden yuvarladı.
85
- Ne güzel atlar! Çoktandır böyleleri nde gözüm vardı ! diyerek atları kırlara doğru kovaladı. Kazaklara bunları ya kalayıp kösteklemelerini söyledi. Sonra aynı hızla çarpışan ların arasına katıldı. Yere yuvarladığı Leh beyleri toparla namamışlardı daha. Onlardan birini öldürüp ötekinin boy nuna da kemendini geçirdikten sonra atının eğerine bağla dı. Belinden elmas kabzalı kılıcını, altın dolu kesesini aldı k tan sonra yedeğinde çekti götürdü. Çiçeği burnunda, acar bir Kazak olan Kobita , Leh ordu sunun yiğit bir cenkçisiyle gırtlak gırtlağa kapışmıştı. Epey ce süren bir boğuşmadan sonra tam sivri Türk kamasını çe kip düşmanının göğsüne saplamıştı ki, kendisi de şakağın dan yediği yağlı bir kurşunla oracığa yığıl ı verdi . Onu yere yıkan, Leh savaşçılarının en ünlüsü, en gösterişlisi, kral so yundan gelme bir beydi. Selvi boyuyla doru atının üstünde oradan oraya koşuyor, her yere yetişiyordu. İki Kazak'ı kı lıcıyla ikiye bölmüş, yiğit cenkçi Fiyodor Korj 'u atıyla bir l ikte vurup yere yuvarlamış, bir Kazak'ın atını yaraladıktan sonra kargısıyla binicisini atın üstünden çekip almış, daha bir nicesinin kolunu, kellesini uçurmuş, en sonunda da Ko bita'yı şakağından çivilemişti. Ne yiğit bir savaşçı olduğu, atının üstünden hiç eğilmeyişinden belliydi. Nezamaykov bölüğünün komutanı Kukubenko: - Ben boy ölçüşeceğim adamımı buldum ! diyerek atını Lehli yiğidin ardından mahmuzladı. Yıldırım gibi uçarken öyle bir çığlık kopardı ki, işitenle rin aklı yerinden oynadı, hayvanlar bile bir an sendelediler. At koşturan Leh d urup geriye dönmek istedi ama korkunç çığlıktan ürken hayvan, binicisini dinlemeyerek yana sıçra dı, bundan yararlanan Kukubenko da kurşunu yapıştırdı. Kurşun, Leh yiğidinin kürek kemikleri arasına girmişti . Atından hemen yere d üştüyse de kılıcını elinden bırakmadı, güçlükle kaldırdığı koluyla bir süre daha düşmanını vurma ya çalıştı. Kukubenko ağır palasını çıkarmıştı. Onu iki eliy le tutup, Leh beyinin solgunlaşan ağzına soktu . Keskin pala ön dişleri kırdı, dili ikiye biçti, ense omurgasını parçalayıp
86
toprağa saplandı. Böylece yere mıhlanan Lehlinin soylu ka nı pınar gibi fışkırdı, altın sırmalı kaftanını ala boyadı. Ku kubenko onu çoktan bırakmış, bölüğünün adamlarıyla bir l ikte yeni çatışmalara dalmıştı. Uman bölüğünün başı Borodatiy, adamlarından ayrılıp Kukubenko'nun öldürdüğü Leh beyine doğru yürüyerek: - İnsan böyle güzel şeyleri bırakır da gider mi ? ded i . Ben kendi elimle t a m yedi b e y öldürdüm, hiçbiri de böylesi ne donanmış değil d i . Gözünü m a l hırsı bürüdüğü için ölünün üstündekileri soymaya koyuldu. Sapı sedef kakmalı Ti.irk kaması ile altın dolu kesesini kemerinden aldı; koynuna el atınca ince bir beze sarılmış gümüş bir madalyon, bunun yanında ise, yiğidin sev gilisinden aldığı bir tutam saç buldu. Borodatiy bunlarla uğ raşadursun, kırmızı burunlu Leh yüzbaşısı arkadan ona doğ ru hızla yaklaştı. Borodatiy daha önce onunla karşılaşmış, atının üstünden yere düşürdükten sonra yüzbaşıya unutama yacağı bir ders vermişti. İşte öldürdüğünü sandığı düşman en sesindeydi şimdi. Yüzbaşı kılıcını kaldırdı, Borodatiy topar lanmaya fırsat bulamadan boynuna indirdi. Zavallı Kazak'ın açgözlülüğü kötü sonuçlandı. Kellesi bir yana, gövdesi bir ya na uçtu, kanı kara toprağı suladı . Azgın Kazak ruhu, bu güç lü gövdeden neden böyle hemencecik ayrıldığını anlamadan, öfkeyle, somurtarak yükseldi göklere. Leh yüzbaşı, kesik başı perçeminden yakalayıp atının eğirine takmak istediyse de va kit bulamadı, Borodatiy'in öç alıcısı yetişti peşinden. Atmaca gökte nasıl döner döner de avını görünce kanat larını açıp süzülür, sonra, yol kenarında öten bıldırcına ok gibi saldırırsa; Taras'ın oğlu Ostap da, Leh subayının üzeri ne öyle atıldı, kemendi boynuna geçiriverdi . Kemendin il miği boynunu sıktığı için yüzbaşının kırmızı yüzü morardı, eli belindeki piştovuna giderek tetiği çekti, fakat mecalsiz kolu titrediğinden, kurşun boşa gitti. Ostap, sımsıkı yaka l a dığı yüzbaşının atını durdurdu, eğerinden tek bir kaytan çekti. Lehler savaşta tutsaklarını bağlamak için böyle kay tanlar kullanırlardı. Ostap kendi kaytanıyla yüzbaşının elle-
87
rini, ayaklarını bağladı, kemendin ucunu atının eğerine taktı, cesedi ovada sürüklemeye başladı. Atın ı koştururken Uman bölüğünün Kazaklarına: - Boradatiy öldü, gidin de bölükbaşınıza son saygıda bulunun! diye bağırdı. Bunu işitenler savaşı bırakıp ölünün başında biriktiler. Şimdi bir de yeni komutan seçmek gerekiyordu. Aralarında tartışmaya başladılar. - Uzun boylu çekişmeye gerek yok ! dedi birisi. Taras Bulba'nın oğlu Ostap'tan iyisini mi bulacağız? Genç olma sına genç, ama bir nice Kazak kocasını cebinden çıkarır. Ostap kalpağını çıkarıp onu seçenlere teşekkür etti; sa vaş sırasında bulunmaları dolayısıyla, toyluğunu, deneysiz liğini ileri sürerek başlangıçta gösterilmesi gereken alçakgö nüllü davranma geleneğine uymadı; Kazaklarını topladığı gibi savaş alanına götürdü. Böylece onu seçenlerin ne denli haklı olduklarını da göstermiş oluyordu. Lehliler baktılar ki, işler sarpa sarıyor; saflarını yeniden toparlayıp çekidüzen vermek için ovanın öbür ucuna yürü düler. Ama kapının dibinde dört yedek bölük bırakmışlardı. Çelimsiz albayın bir işareti üzerine, bu dört bölük Kazakla ra yaylım ateşi açtılar. Fakat kurşunlar Kazaklara değil de, Zaporojye ordusunun gerilerine, çarpışanlara bel bel bakan öküzlerin tepesine yağdı. Hayvanlar kudurmuşa döndü, kor kunç bir böğürmeyle birlikte, arabaları devirip Kazakları çiğ neyerek sürü halinde koşmaya başladılar. Tam o sırada Ta ras Bulba, alayını gürültüyle pusudan çıkardı. Onların çığlık larını işiten öküzler bu sefer Leh birliklerine doğru dönüp, atlısı, yayasıyla önlerine kim çıktıysa tepeleyip geçtiler. Zaporojyeliler bu işe çok sevinmişlerdi. - Yaşasın, yiğit öküzler! Bize yük çekmede yardım et tiniz, şimdi de savaşta yardım ediyorsunuz! diye bağırdılar. Yeni bir güçle saldırdılar, birçok düşman askerini öldür düler. Metelitsa, Şilo, Pisarenko kardeşler, Vovtuzenko gibi pek çok Kazak, bu çarpışmada b üyük yararlı k gösterdiler. Lehliler d urumun kötüye gittiğini iyice anlamışlardı, alay
88
sancaklarını bile alamadıl ar, kapıları açmaları için tabyada duranlara bağırdılar. Demir dövmeli kapılar gıcırdadı; bit kin düşmüş, toza toprağa bulaşmış Lehliler, davarın ahıra girdiği gibi sürü sürü kapıdan içeri daldılar. Zaporojyeliler arasında kaçanları kovalamak isteyen b irçok kişi çıktıysa da, Ostap kendi adamlarını bırakmadı. - Sakın ha, arkadaşlar! Kale duvarları tekin değildir. Oraya fazla sokulmaya gelmez. Gerçekten de dediği doğru çıktı, tabyalardan açılan ateş le pek çok Kazak can verdi. Ataman, olan ları görmüş tü, gelerek Ostap'ı kutladı. - Aferin delikanl ı ! Gençsin ama bölüğüne kocalardan daha iyi komuta ediyorsun! Taras Bulba yeni bölükbaşını tanımak istedi. Ostap, Uman bölüğünün ilerisindeydi; kalpağını yana eğmiş, bölük asasını da eline almıştı. Taras, hemen anladı durumu; " Bi zim oğlan savaşçıymış ! " dedi. Koltukları kabararak oğluna gösterilen saygıdan dolayı uman bölüğüne teşekkür etti. Kazaklar, arabalara doğru çekildiler, tabyalar yeniden Lehl ilerle doldu. Ama bu sefer cepkenleri parça parça ol muşlar, kaftanları kan içindeydi, tunç başlıkları tozdan gö rünmüyordu. Zaporoj yeli l er aşağıdan bağırdılar: - Nasıl, bizleri bağlayabildiniz m i ? Şişko a lbay e lindeki kaytanı salladı. - Sakın elime geçeyim deme! Görüyorsun, ip hazır. Lehliler bitkin bir durumdaydılar. Gene de tehdidi bırakmıyorlardı. Şimdi daha da kızıştıkları için karşıl ı kl ı söz yarışı sürüp gidiyordu. En sonunda Kazaklar dağıldılar. Kimi bir köşede sava şın yorgunluğunu çıkarıyor, kimi yarasına bir avuç toprak serptikten sonra düşmanın değerli giysilerinden kestiği par çaları sargı yerine kullanıyordu. Daha d i ri görünenler, ar kadaşlarının ölülerini topladılar, onlara son saygıya hazır landılar. Kargılarla, paralarla çukurlar kazıldı; kalpakların içine, mintanların eteklerine konularak toprak dışarı taşın-
89
dı; böylece mezarlar açılmış oldu. Ölülerini çukurlara ko yup üstüne taze toprak attılar. Artık kurda-kuşa yem olma yacaklar, a kbabalar gözlerini oymayacaktı. Lehlerin ölüle rini ise ürkek atların kuyruklarına ikişer üçer bağladılar; hayvanları arkadan kırbaçlayıp kovalayarak ovanın ortası na sürdül er. Atlar hendeklerden, sel yataklarından, çukur lardan, tümseklerden deli gibi koştukça kana, toza, toprağa bulanmış cesetler başlarını yerden yere vuruyorlardı. Hava kararınca her bölük kendi arasında halka olup otur du, savaştaki yiğitliklerden söz ettiler. O günün o l ayları ne silden nesi le a nlatılacak, bir gün gelip destan laşacaktı. En son yatmaya giden Taras Bulba oldu. Çünkü Kazaklar And rey'in düşman askerleri arasında bulunmayışına bir anlam veremiyordu. " Yezit oğlan, arkadaşlarına karşı çarpışmak tan utandığı için çıkmamıştır belki. Yoksa pis Yahudi yalan mı söyledi ? Düşmana tutsak düşmüş de olabilir" diyordu kendi kendine. Ama Andrey'in kadınlara düşkünlüğünü, on ların al benisine dayanamayacağını anımsayınca üzüntüsü depreşti, oğlunu büyüleyen Leh güzeline karşı içinde büyük bir kin beslemeye başladı. Onu eline bir geçirse; " Tanrı seni övmüş yaratmış" demeden, gür saçlarından yakalayıp yere çalar; ondan sonra Kazakların gözleri önünde takır takır sürüklerdi. Varsın ak memeleri, kar gibi omuzları kana, to za bulansın; oğlunun sarmaya doyamadığı bedeni param param parçalansın . . . Taras böyle kurup dururken, ertesi gün onu nelerin beklediğini bir bilseydi ! . . Yavaş yavaş üstüne bir ağırlık çöktü, oturduğu yerde derin bir uykuya daldı. Ateş başlarında bekleyen nöbetçiler, sabaha dek gözlerini kırpmadan karanlığın içinde düşman gözlediler.
VIII Güneş daha tam öğlenki yerine varmadan, Kazaklar önemli bir konuyu görüşmek üzere toplandılar. Çünkü seferde ol-
90
malarından yararlanan Tatarların Zaporojye'ye baskın yap tığını öğrenmişlerdi . Güzel yurtları talan edilmiş, yeraltında gizledikleri hazine çalınmış, geride kalan insanlar k ı lıçtan geçirilip tutsak edilmiş, yılkılar, sığırlar, davarlar Perekop'a doğru sürülüp götürülmüştü. Bütün bunları h aber veren de Maksim Goloduha adında yiğit bir Kazaktı. Anlattığına gö re son anda Tatarların elinden kurtulmayı başarmış, bir mir za öldürüp kemerinden altın kesesini almış, Tatar k ı lığına girip bir Tatar atına bindikten sonra iki gün, iki gece dört nala at s ürmüş. Atı yorgunluktan ölünce i k incisine b i nmiş. Onun da çatlaması üzerine bir üçüncüsüne atlayıp Kazak ların bulunduğu yere varabilmiş. Dubno'nun kuşatıldığını yolda öğrenmiş. Kazakların konaklama yerine geldiğinde öylesine yorgundu ki, yurtta kalan Zaporojyelilerin her za manki sarhoşlukları nedeniyle mi böyle bir baskına uğra dıklarını, gizli hazinenin nasıl ele geçtiğini, neden Tatarlara karşı koyamadıklarını doğru dürüst anlatamadan uyuyakal dı. Zavallı adam at koşturmaktan bitmiş, rüzgardan, güneş ten yüzü yanmış, her yeri davul gibi şişmişti. Bu gibi durumlarda Zaporojyeli ler, hemen atlarına atla d ı kları gibi çapulcuların peşlerine düşerlerdi. Çünkü tutsak Kazakların Anadolu pazarlarında, İzmir'de, Girit'te satılı ğa çıkarı l madan önce ele geçirilmesi gerekiyordu. Eğer geç kalırlarsa tepesi perçemli adamların kimlere satılıp, hangi konaklarda kölelik edeceklerini kimse b i l emezdi. İşte bu nun için toplanmışlardı alanda. Üstelik, atamanın buyruk larını dinlemeye değil, onunla denk birer arkadaş gibi görü şüp danışmaya geldikleri için kalpaklarını da çıkarmamış lardı. Birkaç kişi; - Önce kocalar konuşsun ! dedi. Bir-ikisi de; - Ataman ne söyleyecek, onu dinleyel i m ! diye bağır d ı lar. Bunun üzerine Kirdiyaga kalpağını çıkararak i leri yürü dü. Amacının, onlarla bir komutan gibi değil, arkadaş ola-
91
rak konuşmak o lduğunu göstermek istiyordu. Önce kendi sine söz vermelerinden dolayı teşekkür ederek; - İçinizde savaş alanlarında benden eski, benden akıllı kişiler çoktur, diye başladı. Ama önce bana konuşma hakkı verdiğinize göre benim söyleyeceğim şu. Hiç vakit yitirme den Tatarların ardına düşmeliyiz. Tatarların nasıl insanlar olduklarını bilirsiniz, biraz ağırdan alırsak tutsak pazarla rında bile bulamayız soydaşlarımızı. Onun için size öğü düm, durmayalım gayrı. Buralarda çok oyalandık. Lehliler de kim olduğumuzu iyi öğrendiler. D inimizin öcünü aldığı mıza göre, aç bir kentin önünde beklemekle ne geçecek eli mize? Ben " Hemen yürüyelim" derim, geç kalmayalım ! Kazak birlikleri arasında; " Gidelim ! Durmayalım ! " bağ rışmaları yayılmaya başlamıştı. Taras Bulba bundan hiç hoş lanmadı. D ağ tepelerinde Üzerlerine kuzey kırağıları düşmüş çalılar gibi yarısı kara, yarısı ak kaşlarını çatıp gözlerinin üs tüne i n direrek: - Hayır, ağam, senin öğüdün öğüt değil , dedi. Senden böyle bir konuşma beklemezdim. Lehlilerin tutsak aldığı ar kadaşlarımızı unutuyorsun, anlaşılan. Can yoldaş l ığının en kutsal töresini ayaklar altına almak, o nları düşmana bırak mak mı istiyorsun? Ukrayna'daki atamanımızın, bir nice Rus yiğidinin başına gelenleri bir düşün! Onlar gibi bunla rın da diri diri derileri mi yüzülsün ? Gövdeleri parça parça edilip panayırlarda mı dolaştırılsın? Leh lilerin kutsal varlık larımızı aşağılaması yetmedi mi? Sana soruyorum, burada ki herkese soruyorum: Neyiz biz, ne biçim adamlarız? Ar kadaşını düşmana bırakan, onun yaban ellerde köpek gibi gebermesine göz yuman bence Kazak değildir. Kazaklık onurunu beş paralık edenin, ak sakalına tükürtenin, töresi ne sövdürenin yanında yokum ben. Tek başıma da olsa bu rada kalacağım! Bu sözler üzerine Zaporoj yeli l er deriden sarsıldılar. Ata man; - Yiğit albay, güzel söylüyorsun, ama Tatarların eline düşenlerin de arkadaşlarımız olduklarını unutmuşa benziyor-
92
sun, dedi. Şimdi biz onları kurtarmazsak ne olurlar, biliyor musu n ? Hepsi köle olup satılırlarken birçok Hıristiyanın kanı pahasına kazandığımız hazinemiz de gider elimizden. Kazaklar derin derin düşünmeye başladılar. Ne diyecek l erini bilemiyorlardı. Adının kötüye çıkmasını istemediği için kimse ağzını açmıyordu. O zaman Kazak ordusunun en yaş lısı olan Kasyan Bovdiyuk ortaya geldi. Bütün Kazaklar ona büyük saygı beslerlerdi . Çünkü iki kez atamanlığa seçilmiş, savaşlarda büyük yararlıklar göstermişti. Artık iyice koca dığından çarpışmalara katılmaz; gününü yan gelip yatmak la, çubuğunu tüttürüp savaş öyküleri dinlemekle geçirirdi. Kimsenin sözüne karışmaz, hele öğüt vermekten hiç hoş l a nmazdı . Konuşulanları sessizce dinlerken, arada bir par mağıyla kısa çubuğunun külünü silkelerdi, o kadar. O nun, böyle gözlerini yarı kapatıp kımıldamadan duruşundan, pek çokları uyuduğunu sanırdı . . . Hayli zamandır Zaporoj ye'den ayrılmadığı halde bu sefer o da gelmek istemiş, kol larını açıp: - Yahu, ben ne güne duruyorum? Geleyim, belki bir işe yararım, demişti. Kasyan Bovdiyuk ortaya gelince Kazaklar dikkat kesildi ler, çoktandır sesi çıkmayan saygıdeğer kocanın söyledikleri ni can kulağıyla dinlediler. - Ağalar, kardeşler, size bir çift sözüm var, diye söze başladı. Bu ihtiyarın söylediklerine iyi k u lak ver i n ! Komu tan doğru konuştu. Ordunun başı olarak askerlerini, hazi nesini korumak önce onun görevidir. O bakımdan iyi ko nuştu, yerinde konuştu Şimdi gelelim Albay Taras'ın söyle diklerine . . . Benim diyeceğim şu ki, Tanrı ona uzun ömürler versin, Ukrayna'ya bağışlasın böylelerini. Onun sözleri de doğrudur, böyle konuşmakta yerden göğe kadar hakkı var dır. Çünkü onurlu bir Kazak'ın yapması gereken ilk iş arka daşını düşünmek, onu korumaktır. Bunca yıl yaşadım, ne bir Kazak'ın arkadaşını bıraktığını işittim, ne de yakınına hain lik ettiğin i . Buradakiler de arkadaşlarımız, oradakiler de . . . Hangisinin çok olduğu önemli değil ; hem buradakiler, hem
93
oradaki ler bizim can yoldaşlarımızdır. İşte onun için size di yeceğim şu: Tatarların eline düşen Kazakları sevenler onla ra yardım etsin, Lehlilere tutsak düşünleri sevenler ise bura da kalıp savaşsınlar. Ordunun yarısını alıp Tatarları kovala mak, atamanın boynunun borcudur. O rdunun öteki yarısı ise kendine bir baş seçer. Ak sakalıma bakar da sözümü din lerseniz, Taras en uygun adamdır. Yiğitlikte, gözü peklikte üstüne yoktur. Bovdiyuk böyle deyip sustu. Akıllarını başlarına getirdi ği için bütün Kazaklar ondan hoşnut kaldılar. Kalpaklarını çıkarıp havaya atarak; - Sağal baba, çok yaşa! diye bağırdılar. Sustun sustun ama sonunda pek bilgece konuştun. Sefere çıkarken, " Belki de bir işe yararı m " demişti n . Bundan b üyük yararlık mı olur? Ataman K irdiyaga; - Ne dersiniz? Yapalım mı babanın dediğini? diye sordu. Kazaklar; Yapalım! Yapal ı m ! Buna d ünden hazırız dediler. Ö yleyse toplantıyı bitiriyoruz . . . Karar verilmiştir . . . Şimdi komutan olarak beni dinleyin arkadaşlar! Ataman böyle diyerek kalpağını giydi, öne yürüdü. Bü tün Zaporojyeliler kalpaklarını çıkardı l a r, bir başkomutanı d inlerken yaptıkları gibi, başlarını eğip yere baktılar. - Benimle gelecekler sağa, burada kalacaklar sola ay rılsınlar. Bir bölüğün büyük bir kısmı ne yana geçerse bö l ükbaşı da oraya geçer. Bölükten artanlar ise başka bir bö lüğe katıl ı r lar. Kazaklar ayrılmaya başladılar, kimi sağa geçti, kimi so la. Bölüğün gittiği yere bölükbaşı da gitti; geri kalanlar baş ka bir bölüğe katıldıla r. Sonunda görüldü ki, gitmek iste yenlerle kalmak isteyenler birbirlerine denk düşüyor. Neza maykov böl üğünün hemen hepsi, Popoviçev bölüğünün ya rısından çoğu, Uman bölüğü ile Kanev bölüğünün hepsi, Steblikov bölüğü ile Timoçev bölüğünün çoğu kalanlar ara-
94
sındaydı. Öteki bölükler çoğunlukla Tatarların peşine düş meyi uygun bulmuşlardı. İki yandan da yiğit, gözü pek sa vaşçılar vardı. Perekatipole, Lemiş, Prokopoviç, Homa gi decekler arasındaydı. Gün görmüş koca Çerevatıy ile bir ye re bağlanmayı sevmeyen, Lehlilerle kozunu paylaştığı için şimdi de Tatarlarla dövüşmek isteyen D emid Popoviç de onlara katıldılar. Nostiyugan, Pokrişka, Nevelıçkin böl ük lerinin başları, daha birçok kahraman, bileğine güvenen Kazak, kılıçlarını, kollarının gücünü Tatarlara karşı dene meye niyetliydiler. Gidenler öyle de, kalanlar onlardan aşa ğı mıyd ı ? Hiç de değil ! Demidroviç, Kukubenko, Vertıhvist, Balaban, Bul ba ' nın oğlu Ostap gibi bölükbaşları yanında Vovtuzenko, Çereviçenko, Stepan Guska, Ohrim Guska, Mi kola Gustıy, Zadoroj nıy, Metelitsa, İvan Zakrutıguba, Mo siy Şile, D iyogtiyarenko, Siderenko, Pisarenko, ikinci bir Pisarenko, sonra üçüncü bir Pisarenko gibi bir nice babayi ğit Kazak, Lehlilerle kıyasıya dövüşmeye karar verdiler. Çe tin savaş yıllarında Anadolu kıyılarına, Kırım'ın bozkırları na, tuzlu havuzlarına, Dinyeper'e dökülen küçük l ü-büyük lü ırmaklara, koca nehrin büklümlerine, adalarına, hatta Moldav, Ulah i llerine, Türk yurdunun içlerine sefere katıl mış Kazaklardı hepsi de. Çifte dümenli kayıklarıyla Kara deniz'i bir baştan bir başa dolaşmış, o kayıkların ellisini bir araya getirip büyük gemilere saldırmış, nice Türk kalyonu nu batırmış, bitmek-tükenmek bilmez savaşlarda fıçı fıçı barut yakmışlardı. Yaralarına sargı, ayaklarına dolak olsun diye değerli urbalarını mı yırtmamışlar, şalvarlarının uçku runa kese kese altın m ı bağlamamışlardı ? .. Ama s ı ra hovar dalığa gelince bir insana ömür boyu yetecek parayı avuç avuç saçarlar, vur patlasın, çal oynasın eğlenirlerken sofra larına kim gelirse doyururlar, har vurup harman savurur lardı. İçlerinde, Tatarların Zaporojye'yi ansızın basabilece ğini düşünerek Dinyeper'in kamışlık, ıssız adalarına gümüş kupalar, altın bilezikler gömenler de olurdu ama onların sak ladıklarını Tatarların bulması şöyle dursun, zamanla gömü yerlerini kendileri bile unuturlardı. Dubno önünde kalıp ar-
95
kadaşlarına yardım etmek, Ortodoksluğun öcünü Lehliler den almak isteyen Kazaklar böyle insanlardı işte. Kocamış Bovdiyuk da kalanlar arasındaydı. - Bu yaştan sonra Tatarların peşine düşüp de ne ola cak ? dedi . Yiğit bir Kazak'ı bekleyen ölüm burada da var. Canımı savaş a lanında, din uğruna şehit olarak alsın diye Tanrıya yakardım durdum. Dualarım yerini buldu. Yaşlı bir Kazak için bundan şanlı ölüm olmaz . . . Kazaklar ikiye ayrılıp, karşılıklı iki safta bölük bölük top landılar, ataman gelerek tam ortada durdu. - Ey ağalar, birbirinizden hoşnut musunuz? Kırılan, gü cenen var mı aranızda ? - Hayır, hoşnutuz birbirimizden. - Öyleyse ayrılmadan ö püşüp kucaklaşın. Bir daha kim bilir birbirinizi ne zaman göreceksiniz! Belki de hiç gö remezsiniz. Komutanlarınızın sözünden çıkmayın. O nuru nuzu koruyun. Kazaklık onurunun ne demek o lduğunu çok iyi bilirsiniz. Kazaklar sırayla uğurlaşmaya başladılar. Önce bölükbaş ları karşı karşıya geldi; bıyıklarını sıvazlayıp tokalaştıktan sonra birbirlerini bağırlarına bastılar. Kırlaşmış başlarını bir birlerinin omuzlarına koyarlarken; " Hoşça kal kardeşim. Bir daha kavuşacak mıyız? " diye sormak istiyorlar, fakat ne demek istediklerini birbirlerinin gözünden anladıkları için susuyorlardı . Bu uğurlaşma töreni bu kadarla bitmedi. Leh lilere sayılarının azaldığını sezdirmemek için ortalık kararın caya değin beklemeye karar verdiler. Herkes kendi bölüğüne gidip öğle yemeğini yedi. Sonra, yola çıkacaklar dinlenmek için yattılar. Sanki keyiflerince uyudukları son uykuymuş gi bi derin bir uykuya daldılar. Ancak güneş batıp hava kara rınca kalktılar. Dingiller, tekerlekler yağlandı, arabalar sıra olup yola düzüldü. Arabaların ardından yayalar, yayaların ardından da atlılar yürüdüler. Karanlıkta birbirlerini görmez oluncaya değin şapkalar sallandı. Atların ayak seslerinden, bir de geceni n karanlığından, iyi yağlanmamış ya d a pası açılmamış arabaların gıcırtısından başka çıt çıkmıyordu.
96
Geride kalanlar hiçbir şey göremedikleri halde, karanlık ta bir süre daha el salladılar. Sonra dönüp yerlerine geldik lerinde yüreklerine bir sızı çöktü. Çünkü arabala rı n yarısı gitmiş, yıldızların soluk ışıkları altında bomboş yerleri kal mıştı. O değerli arkadaşlarının çoğu yoktu artık, karşı ko yamadıkları bir üzüntü içinde başlarını önlerine eğdiler, öy lece durdular. Taras, Kazakların içine çöken bu üzüntüyü, onların yi ğitliğine yakışmayan bu durgunluğu gördü, ama bir şey de medi. Arkadaşlardan ayrılmanın verdiği bu yalnızlık duy gusu geçmeli, buna alışmalıydılar. Onun için zamanı kolla yacak, tam kıvamı gelince onları öyle bir tavlayıp coştura caktı ki, eskisinden daha a ta k olacaklardı. Kazaklar bir de nize benzetilirse, öbür uluslar onun yanında cılız birer dere kalır. Fırtınalı havada bu deniz kabarır, coşar, kükrer, hava durgunlaşınca da dalgalar yatışarak sütliman olur, uçsuz bucaksız enginleriyle bakan gözleri dinginlik verir.
Taras, adamlarını çağırıp ara balarından birini açmaları nı buyurdu. Açmasını istediği araba, ötekilerden ayrı bir yerde duran, tekerlekleri çift kat şınalı, tıka-basa yüklen miş, üstü manda derisiyle örtülmüş, katranlı halatlarla sım sıkı bağlanmış, ordusunun en iri yük arabasıydı. Taras'ın kilerlerinde yıllanmış iyi cins şarapların konulduğu fıçılar vardı içinde. Dillere destan bir savaşın sonunda kazanıla cak büyük utkunun kutlanacağı mutlu günde içeceklerdi bu şara bı. Her Kazak'a bol bol yetecek kadar alınmıştı. Alba yın buyruğunu duyan adamları palalarıyla bir v uruşta u r ganları kestiler, örtüyü kaldırdılar, fıçıları indirmeye başla dılar. Taras: - Herkes alsın şarapta n ! dedi. Karavanasıyla, a t suvar dığı tasıyla, çanağıyla, kalpağıyla, eldiveniyle, hiçbiri yoksa avcuyla alıp doya doya içsin. Kazaklar karavanalarını, taslarını, çanaklarını uzattılar. Hiçbirini bulamayan iki avcunu birleştirip açtı . Taras'ın adamları kucaklarında fıçılarla, damacanalarla cenkçilerin
97
arasında dolaşıyor, herkesin kabını dolduruyordu. Ama iç kilerini içmemeleri, işaret beklemeleri istenince kimse içme di. Anlaşılan komutan konuşacaktı. Gerçekten de Taras'ın askerlerine söyleyecekleri vardı. İyi bir şarap ruha tek başı na güç verirse de, içmeden önce söylenecek birkaç güzel söz şarabın etkisini artırır, içenlerin yüreğini pekiştirirdi. - Ağalar, arkadaşlar! dedi. B u şarabı beni ataman seç tiğiniz için dağıtıyorum sanmayın. Arkadaşlarınızdan ayrıl dığınız için de değil . Başka zaman olsa beni seçtiğiniz için de, arkadaşlarınızdan ayrıldınız diye de içerdik, ama zaman o zaman değil şimdi. Bizi büyük görevler, Kazakların onu runu yükseltecek büyük işler bekliyor. Kutsal dinimizin yü celmesi için içelim! Yeryüzündeki bütün başka dinlerin bat ması, Hıristiyanlığın yayılıp güçlenmesi için içelim! Sonra yurdumuzun, Zaporoj ye'nin o n uruna içelim. Güzel yurdu muzun ele güne karşı birbirinden yiğit, birbirinden gürbüz oğullar yetiştirmesi için içeli m ! Hadi, hepimizin sağlığına içelim arkadaşlar! Torunlarımız, torunlarımızın torunları bi zimle öğünsünler; arkadaşlarımızı düşman eline bırakmadı ğımız için, dedelerinin yaptıklarıyla koltukları kabarsın di ye içelim. D inimiz aşkına içelim! Ö n sıralarda bulunanlar tok sesleriyle bağırdılar: - Dinimiz aşkına içelim! Genci, yaşlısıyla bütün Kazaklar din aşkına içtiler. Taras B ulba, kadehini kaldırdı. - Yurdumuzun, Zaporojye'nin onuruna içeli m ! Gene ön sıralardan; - Zaporojye'nin onuruna! sesleri yükseldi. Yaşlılar, kırlaşmış bıyıklarını oynatarak, gençler yırtıcı kartallar gibi göz süzerek haykırdılar. - Zaporojye'nin onuruna! Ova bu haykırışlarla inim inim inledi. Taras; - Kadehimizi şimdi de din kardeşlerimiz adına, yeryü zünde yaşayan bütün Hıristiyanlar adına kaldırıyorum! dedi. - Yeryüzünde yaşayan bütün Hıristiyanlar adına! ses-
98
!eri, Kazak ordusunun saflarında bir süre daha yankılandı. Böylece taslardan, çanaklardan son yudum içkiler içilip bi tirildi. Kadehler boşalmıştı ama Kazakların kolları gene de ha vadaydı . Şarabın neşelendirdiği gözler ateş saçıyordu. Öte yandan bu neşe, parıltılı savaşta yapacakları talandan; de ğerli silahlar, sırmalı kaftanlar, Çerkez atları, altınlar, gü müşler ele geçirmek h ırsından ileri gelmiyordu. Hayır, ha yır! Yalçın kayaların doruğuna konmuş bir kartalın, ayak larının altında uzanan bir ovaya bakarken duyduğu hazdı b u . Ormanlar o yükseklikten, geniş düzlüğün şurasında, burasında çayır kümeleri gibi görünür; ovanın denizle bir l eştiği kıyılarda ufacık köyler, kentler vardır. Daha i l eride, sonsuz denizin yüzeyi gemiler, kalyonlar, her çeşitten mav nalarla doludur. İşte Kazaklar, ovayı böyle yırtıcı kartal gözleriyle tarı yorlardı şimdi. Gelecekte onları kim bilir neler bekliyordu ? Koca ovanın bütün o girintileri, çıkıntıları bir gün belki Ka zak kanlarıyla sulanıp beyaz kemiklerle dolacak; parçalan mış arabalardan, kırılmış kılıçlardan, kargılardan ayak ba sacak yer kalmayacaktı. Akbabalar dört bir yana · saçılmış Kazak kellelerinin başına üşüşüp kana bulanmış tepe per çemlerini, sarkık bıyıklarını didikleyecek, gözlerini oyup oyup dışarı çıkaracaktı. Ama Kazak kemiklerinin serildiği bu ölüm döşeğinden iyilik fışkıracaktı yeryüzüne. İşlenen en ufak sevap boşa gitmeyecek, Kazaklığın şanı, tüfek nam lusundan s ilinen tozlar gibi uçuvermeyecekti. Bir gün gelir, ak sakalı göğsüne inen yaşlı bir ozan eline bandurasını alır; sözlerinden de, ezgisinden de mertlik taşan bir destanla o savaşı anlatır. O zaman Kaza kların ünü yeryüzünü kaplar, gelecek nesillerde dilden dile dolaşır. Çünkü bakıra saf gü müş katılarak yapılan, usta işi kilise çanı, insanları nasıl kut sal yakarıya çağırırsa; ozanın güçlü sesi de kentlere, köyle re, evlere yayılarak güzel sözlerini onlara duyurur.
99
IX Zaporojyelilerin yarısının Tatarları kovalamak için gittiğini kentte kimse öğrenememişti. Belediye konağının tepesindeki nöbetçi, Kazak arabalarının bir bölümü ormana doğru yola düzülünce, orada pusuya yatacaklarını sandı. Leh ordusun daki Fransız istihkamcısı da öyle söylüyordu. Kazak komutanının dedikleri doğru çıkmıştı, çünkü çok geçmeden kentte yiyecek kıtlığı baş gösterdi. Eskiden bir or dunun nelere gereksinme duyacağı önceden hesaplanmadığı için sık sık bu gibi durumlar ortaya çıkardı. Kentte kıtlık başlayınca Lehliler kuşatmayı yarmayı denediler, ama yarısı öldürüldü, geri kalanlar ise canlarını zor kurtardılar. Kent teki Yah udiler bu çıkıştan yararlanıp havayı şöyle bir kok lamışlar; Kazaklardan kimin nereye gittiğini, kalenin çevre sinde kaç bölük asker kaldığını, bunların ne yapmak iste diklerini kısa sürede a n l ayıvermişlerdi. Haber hemen bütün kente yayıldı. Lehli komutanlar yüreklendiler, Kazaklarla cenk hazırlığına koyuldular. Kaledeki koşuşturmaların artmasından, gürültü patırtı dan, bir hazırlığın başladığını a n lamıştı Taras. O da kendi ordusuna çekidüzen verdi; a l ayını üç tabura ayırıp, surlarl a kuşatır g i b i h e r taburun çevresine y ü k arabalarını dizdirdi. Zaporojyelilerin bu savaş düzeninde yenildikleri hiç görül memişti. İki bölük pusuya yatırıldıktan sonra, belki bir yo lu bulunur da düşman süvarileri kovalanıp tuzağa düşürülür diye, ovanın bir ucuna kargı kırıkları, bozuk tüfekler, sivri kazıklar çakıldı. Bütün bu işler olup bittikten sonra Taras Bul ba, Kazakları toplayıp bir konuşma yaptı. Amacı onlara öğüt verip yüreklerini pekiştirmek değildi, askerlerinin böy le bir konuşma yapmasa da sağlam, güvenilir olduklarını bilirdi. İçinde biriken duyguların hepsini söyleyip bitirmek istiyordu. - Arkadaşlar, Kazak dayanışması nedir, size onu anla tacağım, diye başladı konuşmaya. Ülkemizin tarihte eriştiği ünü dedelerinizden, babalarınızdan işitmişsinizdir. Hal kı-
1 00
mız kendini Yunan ulusuna iyi tanıtmış, Bizans'ı kaç kere ha raca kesmiştir. Bir zamanlar bu topraklarda bayındır kent ler, zengin kil iseler, Rus kanından gelme beyler vardı. Uy durma Katolik krallarına kimse yüz vermezdi. Daha sonra dinsizler gelmişler, soyup soğana çevirmişler bizleri. Kazak lar dımdızlak kalmışlar; yurtları, erini yitiren dul karıya dön müş. İşte şimdi el ele verip dayanışma kurmamızın tam za manıdır. Arkadaşlık bunu gerektirir. Kardeşlik bağlarından daha kutsal bir şey var mı? Elbet ana-babalar çocuklarım se ver, onların üstüne titrerler. Çocuklar da analarını, babala rım sayarlar. Böyle bir yakınlık değil benim söylemek iste diğim. Hayvanlar da yavrularım sevmiyorlar m ı ? Öte yan dan soydaşlarına kan bağından başka bir şeyle, gönül ba ğıyla bağlanmak yalnız insanoğluna vergidir. Başka uluslar da böyle kardeşlik görülmüştür ama hiçbiri Rus toprağın daki arkadaşlıkla boy ölçüşemez. Her biriniz yabancı ülke lere gitmiş, oralarda aylarca sürtmüşsünüzdür. B ilirsiniz, orada da sizin gibi, benim gibi adamlar vardır. Oturursunuz bir yakınmızmış gi bi çekinmeden konuşursunuz. Ama bir de gönlünüz kabarıp da, duygularınızı coşkuyla dile getirmek istediniz mi, o zaman iş değişir. Hiçbiri anlamaz sizi. Oysa a k l ı başında insanlardır hepsi de. Akıllı olmakla iş bitmiyor ki . . . Bu insanların bize benzerlikleri yanında büyük bir ek siklikleri vardır. Evet kardeşler, bir Rus'un bütün yüreğiyle, bütün benliğiyle sevmesini onlarda bulamazsınız. Taras elini ileri uzattı, konuşmanın heyecanıyla başı sar sılırken kır bıyıkları titred i. - Kardeşlerim, bizden başkası anlamaz bu coşkuyu. Bi liyorum, ülkemizde nice soysuzlar türemiştir. Bunlar amba rının tahılla, ahırın sığırla, kilerinin yılbnmış şarapla dol masına bakıyor. Yabancı görenekler öz geleneklerimize bas kın çıkmış; ana dilimizi konuşma ktan utanır, kardeş karde şi saymaz olmuşuz. Bakı rnrsun uz, biri çıkıyor, din kardeşi ne hainlik edip onları pazarda hayvan satar gibi satıyor. Leh kralının gözüne girmekte yarışıyor başımızdakilerin çoğu. Bırakın kralı, sarı çizmeleriyle suratlarını tekmeleyen aşağı-
101
!ık leh beyleri bile onlar için öz kardeşlerinden üstündür. Ama bayağılık çirkefine bulanmış, dalkavukluğun en düşü ğünü benimsemiş bu alçaklarda bile Rusluk onuru büsbü tün kırılmamıştır, kırıntısı biraz olsun kalmıştır. Bir gün ge l ecek, onlar saçlarını yolacak, başlarını taştan taşa vuracak, yaptıkları a lçaklıkları ödemek için acıların en ağırına kat lanmaya razı olacaklardır. İşte Rus illerinde dostluk bağları neymiş, görsün o zaman bütün dünya ! Ölmek sırası geld i m i , Rus, gözünü kırpmadan ölecektir. Ölmekten korkma yan başka bir ulus bulabilir miyiz yeryüzünde? Rus'un ya radılışında yılgınlığın yeri yoktur! Komutan Bulba, konuşmasını bitirdiğinde, Kazaklık uğ runda ağarttığı bıyıkları, kırlaşmış başı heyecandan titri yordu. Bu sözler orada bulunan herkesin içine işlemiş, ta can evinden vurmuştu. Yaşlı Zaporojyeliler başlarını sessiz ce önlerine eğdiler, gözlerinden i nen yaşları yenleriyle usul ca sildiler. Sonra, sanki söz birliği etmişcesine, hep birden ellerini kaldırıp, görmüş-geçirmiş başlarını sallayarak ant içtiler. Taras Bulba, yaşam sıkıntılarının, binbir çeşit tasanın körelttiği duygularını yeniden alevlendirmiş, onlara bam başka bir dirilik kazandırmıştı. Gençler bile, pırıl pırıl yürek lerinin tatmadığı o coşkuyu ta derinden duydular. O coşku onlara atalarından armağan değil miydi ? Bu sıradan düşman ordusu trampet çalıp boru öttürerek kentin ana kapısından sökün etti . Leh soyluları ellerini bel l erine dayamışlar, askerlerinin ortasında gösteriş yapıp ça lım satıyorlardı. Saldırıyı Bucak alayının komutanı şişman albay yönetiyordu. Lehler, öfkeden parlayan gözleri, güneş te ışıldayan zırhlarıyla tüfeklerini Kazak askerlerine çevir diler; sıralarını bozmadan yürüdüler. D üşman tam tüfek menziline girince ilk ateşi Kaza klar açtı, hem de ateş üstüne ateş yağdırdılar. Bütün ova, çevredeki tarlalar, kırlar tüfek patırtısından inledi; soluk daraltan bir gümbürtü sardı or talığı. Lehler, Kazakların ardı arkası kesi lmeden nasıl ateş ettiklerine şaşıp kalmışlar, arka sıradakilerin tüfekleri dol durup ön sıralara aktardığını anlayamamışlardı. Anladıkla-
102
rı tek şey, tepelerinden sürekli kurşun yağdığı, bir de koyu bir dumana boğulduklarıydı. Bu sisin içinde kimin ö l üp, ki min kaldığı belli değildi. İşin sarpa sardığını anlayıp topar lanmak için geri çekildi kleri, böylece barut dumanından uzaklaştıkları sırada, saflarından birçok cenkçinin eksildiği n i gördüler. Oysa Kazak ordusundan ölenler birkaç kişiydi. Onların bu aralıksız ateşi karşısında, Leh ordusunun Fransız danışmanı bile hayran kalmıştı. Böyle bir savaş yöntemini hiçbir yerde görmediğini, Zaporojyelilerin uyguladığı takti ğin çok başarılı olduğunu söyledi. Hemen arkasından da Ka zak ordusuna top ateşi açılmasını salık verdi. Dökme demir topların geniş namlularından gümbürtüler koptu, bu gümbürtülerden yer-gök inledi, ovayı saran du man iki kat koyulaştı. Yanmış barut kokusu ta uzak kentle rin sokaklarında, alanlarında duyuldu. Ne var ki, nişancı lar namluları fazla yukarı çevirmişlerdi; kızgın gülleler bü yük bir eğri çizerek, korkunç uğultularla Kazakların tepe s inden aştı, hayli gerilere düştü. Güllelerin düştüğü yerler den toprak sütunlar yükseldi, koca koca çukurlar açıldı. Bu beceriksizliği görünce Fransız topçuluk uzmanı saçlarını yoldu; sağından solundan vınlayan Kazak kurşunlarına al dırmaksızın topların başına kendisi geçti. Taras Bulba, Nezamaykov bölüğü ile Stebli kov bölüğü n ü n tepesinde dolaşan tehlikeyi ta başından görmüştü. - Binin atlarınıza da araba çemberinin dışına çıkın! di ye kükredi. Belki her iki bölüğün askerleri de buna pek fırsat bula mayacaklardı. Ama o sırada Ostap, bölüğünün adamlarıyla Leh topçu birliğine saldırdı. Altı fünyeciyi tepelediler, fitille ri havaya savurdular, geriye kalan dördüne sıra geldiğinde, Lehliler onları geri püskürttü. O sırada yabancı danışman fitili eline almış, topların en büyüğünün başına geçmişti. Hiçbir Kazak'ın ömründe görmediği, namlusundan bin ölüm kusan, dehşetli bir toptu bu. Ard arda dört top birden gürleyerek tozu dumana kattı, nice ocaklar söndürdü. Kim bilir kaç Kazak anası, kocamış kuru elleriyle bir de-
103
ri bir kemik kalmış bağrını dövecekti. Gluhov'da, Nemi rov'da, Çernigov'da, öteki kentlerde kaç gelin dul kalacak; pazarda gelip geçenleri çevirerek kocası mıdır diye yüzüne bakacak, sevdikleri bir gün çıkagelir diye gözleri yolda bek leyecekti ! Ama kentlerden sürü sürü asker geçecek; gözleri yolda bekleyenlerin bir çoğu kocasına, yavuklusuna kavu şamayaca ktı . . . Yer yarı lmıştı da Nezamaykov bölüğünün yarısı yerin dibine geçmişti sanki. Buğday tarlasına düşen dolu, altın sarısı başakları nasıl yerlere sererse, yiğit Kazaklar da öyl e vuru l up seri lmişti toprağın üstüne. Bölüğünün en iyi adamlarının yok olduğunu gören Ku kubenko, öfkeden çılgına döndü. Kalan askerlerini topla yıp düşmanın üstüne öyle bir saldırdı ki, görenler parmak larını ısırdı lar. Karşısına çıkan ilk Lehliyi parçaladı, birkaç süvariyi a tlarıyla birlikte kargısıyla delik deşik etti. Sonra düşman topçusuna hücum edip toplardan birini ele geçir di. O sırada Uman bölüğünün başı S tepan Guska da bü yük topu a lmaya uğraşıyordu. Kukubenko bunu görünce, kendi adamlarını toplayarak düşmana başka bir yönden saldırdı. B ö l üğünün askerleri nereden geçerlerse orada bir boşl uk açıyorlard ı . Böylece geçtik leri yerleri kasıp kavura rak h a y l i ilerlediler. Tırpanla biçilen buğday sapları gibi dökülüyordu Leh ler, düşman safları gitgide seyrekleşiyor du. Arab a çemberi nin yanında Vovtuzenko, onun arkasın da Çereviçenko, biraz i leride D iyogtiyarenko, geri lerde Vertihvist durmadan d üşman kırıyorlardı. D iyogtiyarenko, iki Lehliyi kargısına takarak havaya savurduktan sonra bir üçüncüs ünün üstüne abandı. Ama babayiğit savaşçıydı Leh; pırıl pırıl koşumlu bir ata binmiş, yanına elli a damını a lmıştı. D iyogtiyarenko'nun elinden kurtulmasıyla onu al tına alması b i r oldu. Kıl ıcını kald ırıp vurmadan önce şöyle bağırdı : - Sizi köpek Kazaklar! Karşıma k i m çıkacaksa gelsin de görel im! - Ben varım! diyerek ileri atıldı Mosiy Şilo.
1 04
Gözü pek Kazaktı Şilo, kaptanlık ettiği zamanlar başın dan çok olaylar geçmişti. Bir gün Tra bzon yakınlarında ar kadaşlarıyla birlikte Türklere tutsak düşmüştü. Kalyona for sa yapılarak ellerine, ayaklarına zincir vuruldu; birkaç haf ta boyunca ağızlarına deniz suyundan başka bir şey girme d i . Tutsaklar birçok işkenceden geçirildiler, ama hepsi da yandı, hiçbiri dinini değiştirmedi. Yalnız Mosiy Şilo, baş bildikl eri adam, hainlik etti; kutsal dinini ayaklar altına ala rak, başına Müslümanların sarığını doladı. D inini değiştir diğini görünce paşa onu yanına çağırdı, forsaların başına gardiyan yaptığını söyledi, zindanın anahtarını eline verdi. Bu durumun Kazaklara ne kerte ağır geldiğini anlatmaya gerek yok. En yakın arkadaşları düşmana katılır, sonra da yapmadığı eziyeti bırakmazsa, buna katlanmak zordu işte. Mosiy Şilo onları üçer üçer dizip ayaklarına yeni zincirler vurdu, kollarındaki zinciri, kemikleri sızlayıncaya değin s ıktı, sonra da hepsini dayağa çekti. Türkler kend ilerine bağlı bir uşak buldukları için kıvançlıydıl a r. Bir gün şölen de tıka basa yediler, şarabın dinlerinde haram olmasına bakmaksızın körkütük sarhoş oldular. Mosiy Şilo, kuşağın daki altmış dört anahtarı teker teker arkadaşlarına dağıttı. Tutsaklar zincirleri çözüp denize attıktan sonra ellerine ge çirdikleri gemideki bütün Türkleri doğradılar. Kazaklar Za porojye'ye onurla döndüler, birçok savaş ganimeti getirdi ler. Mosiy Şilo'nun ünü, ozanların şarkılarıyla bütün ülkeye yayıldı. Şilo tuhaf huyları olan bir adamdı, işte bu yüzden onu atamanlığa seçmem işlerdi. Kimi zaman kimsenin becereme diği işleri başarır, kimi zaman da akla gelmez aptallıklar ya pardı. Hovardalığı, içkiye düşkünlüğü yüzünden Kazak or dusunda borçlanmadığı adam kalmamıştı. Hele bir keresin de geceleyin sokak hırsızı gibi komşu böl ükten bir koşum takımı çalmış, götürüp meyhaneciye rehin etmiş . Zaporojye yasa larına göre hırsızlığın cezası ağırdı. Şilo'yu a l a nda bir direğe bağlayıp yanına kalın bir çoma k koydular, gelenin geçenin var gücüyle kafasına birer kere vurmasını söyledi-
1 05
ler. Suçunun karşılığını ölümüyle ödeyecekti, ama yiğit bir Kazak'ın başarılarını unutmayan Zaporojyelilerden biri bile ona el kaldırmaya yanaşamadı. İşte böyle bir adamdı Mosiy Şilo. Lehli beyin üzerine atı lıp: - Seni köpek! Leşini serecek biri var mıymış, şimdi gö receksi n ! diye kükredi. Kıran kırana bir dövüş başladı. Kılıçlar karşılıklı indik çe omuzlar çöküyor, zırhlar parçalanıyordu. Leh savaşçısı bir vuruşta Şilo'nun çelik yeleğini deldi, yarasından boşa nan kan, gömleğini ala boyadı . Ama Şilo aldırmadı buna, demir yumruğunu kaldırıp Lehlinin başına öyle hızlı indirdi ki, tunç miğfer bir yana, sersemleyen Lehli bir yana savrul du. Şilo palasını çekerek düşmanın üzerine a bandı. Vurma Kazak, vurm a ! Dön de arkana bir bakıver! Ama Kazak ar kasına bakmadı. O sırada Lehli beyin adamlarından biri bı çağını kaptığı gibi Şilo'nun ense köküne sapladı. Şilo geriye dönüp amansız düşmanı yakalamak üzereydi ki, Lehli ba rut dumanları arasına karıştı. Ağızdan dolma tüfekler dört bir yandan kurşun yağdırıyordu. Şilo sendeledi, öldürücü bir yara a ldığını anlamıştı. Yere kapaklandı, elini yarasının üstüne bastırarak arkadaşlarına dönüp şöyle seslendi: - Tanrıya emanet olun, kardeşlerim! Kutsal Rus ü lkesi var olsun, ünü bütün yeryüzünü sarsın! Sonra gözleri kapandı, hoyrat bedenine sığınan Kazak ruhu gökyüzüne uçtu gitti. Bir Şilo ölmüş ne çıkar! Zadoroj ni, askerlerini almış ilerliyor, bölükbaşı Vertihvist, Leh safla rını darmadağın ediyor, Balaban durmadan saldırıyor . . . Taras, bölükbaşlarına sesl endi : - Ağalar! Keselerde daha barutunuz var m ı ? Kazakla rın gücü yerinde, düşmana karşı dayanıyorlar m ı ? - Evet baba, keselerimizde barut v a r daha. Kazakların gücü yerinde, düşmana karşı direniyoruz. Kazaklar bastırdıkça bastırdı. Leh askerlerini bozguna uğrattı. Çelimsiz albay, süslü püslü sekiz sancağını açtırıp boru çaldırtarak bütün ovaya dağılan askerlerini toplamak
106
istediyse de, yiğit Kukubenko onların toparlanmasına fırsat vermeden tam ortadan saldırdı, dosdoğru şişko a l bayın üs tüne çullandı. Albay baktı ki, işler kötüye gidiyor, atının başını çevirdiği gi bi kaçmaya başladı. Şimdi albay önde, Kukubenko arkada bir kovalamaca başlamıştı. Stepan Gus ka, uzaktan bu durumu görünce atının boynuna yatıp var gücüyle sürerek, elindeki kemendi bir atışta al bayın başın dan geçirdi. Kıpkırmızı kesildi al bayın yüzü; boğulmaktan kurtulmak için ipi eline dolayıp koparmaya çalıştıysa da, Guska'nın, kargısını saplamasıyla onu mıhlaması bir oldu. Ama Guska'nın kendisi de kurtulamadı ölümden. Kazaklar bir de dönüp baktılar ki, zaval lıcık, dört Lehlinin kargısının ucunda havada debeleniyor. - Bütün düşmanlarımız gebersin ! Rus ülkesi sonsuza dek var olsun! diye haykırdı Guska son kez. Onun da ruhu göklere ağınıştı. Stepan Guska gittiyse kalanlara bir şey mi oldu? Yiğit Metelitsa bir yanda Lehlile re bekledikleri dersi veriyor, bölükbaşı Neveliçkiy ileride adamlarıyla birlikte durmadan vuruyor, Zakrıtuguba ara balarının yakınında aslan gibi dövüşüyor, üçüncü Pisaren ko beş-on kişiyi önüne katmış kovalıyor. Gerilerde, uzakta ki arabaların çevresinde ise kıyasıya bir savaş sürüyor. Taras Bulba öne geçip bölükbaşlarına sordu: - Nasıl ağalar! Keselerimizde barut bitmedi mi? Ka zakların gücü yerinde, düşmana karşı koyuyorlar m ı ? - Görüyorsun baba, keselerimizde barut v a r daha. Kazakların gücü yerinde, düşmana karşı var gücümüzle da yanıyoruz. Arabada dinlenirken Bovdiyug birdenbire yere yuvar landı: Bir kurşun tam yüreğine saplanarak zavallı kocayı can evinden vurmuştu. Ölmeden önce bütün gücünü topla yarak: - Bu dünyadan gittiğime yanmıyorum, Tanrı hepimize böyle bir ölüm vers i n ! Biz ölsek de Rus ülkesi var o lsun ! di yebi l d i . R u h u gökyüzüne ağdı. Orada kendinden ö n c e ölenlere,
1 07
Rus topra klarında insanların nasıl dövüştüklerini, hele kut sal din uğruna nasıl öldüklerini anlatacaktı. Çok geçmeden bölükbaşı Balaban da devrildi. Son anda öldürücü ya ralar almışlardı: Biri kargı, biri kurşun, biri de ağır pala yarası. Kazakların en gözü peklerinden biriydi Ba laban. D enizlerde kaptanlık yaptığı sıralar birçok sefere ka tılmış, bir keresinde de Anadolu kıyılarını vurmuştu . Sayı sız gümüşler, altınlar, zengin Türk giysileri talan ettiler. Ama dönüşte atılan gülleler kayıkların yarısını devirdi, bir çok Kazak denize dökülüp boğuldu. Öteki kayıklar, iki ya na bağlanmış sazlar sayesinde batmaktan kurtuldu. Kürek çiler, kayıkların burnunu güneşe verip aralıksız kürek çeke rek, güneşten gözleri kamaşan Türkleri onların görmesini önlediler. Gece olunca taslarla, kalpaklarla kayıklardaki su lar boşaltıldı, delikler onarıldı, üstlerinde başlarında ne var sa kesilip yelken yapıldı; böylece hızlı Türk gemisinin ate şinden kurtuldular. Yurtlarına sağ salim vardıklarında, Ki yev'deki Mejigor manastırı başrahibine sırmalı bir cüppe i l e Zaporojye'deki Pakrov Kazak kilisesindeki aziz resimleri için gümüş çerçeveler getirmiş bulunuyorlardı. Banduracılar, on ların bu başarısını yıl larca dillerinden düşürmediler. Balaban a ldığı yaralardan öleceğini anlayınca başını önü ne eğdi. - Kardeşler, ne yüce bir ölümle öldüğümü biliyorum, dedi sessizce. Yedi kişinin kellesini uçurdum, dokuzunu kar gımla delik deşik ettim; kurşunla dığını, atımla tepelediğim düşmanın sayısı belli deği l. Biz ö l üyoruz ama Tanrı Rus ül kes i ni yücelts i n ! Balaban'ın d a r u h u göklere yükseldi . Kazaklar, Kazaklar! Ordumuzun gözbebekleri birer birer ölürken siz boş mu duracaksınız? Bakın Kukubenko'yu dört yandan sardılar. Nezamaykov bölüğünde topu topu yedi ki şi kaldı. Bölükbaşının gömleği kanlanmış, askerler son güç leriyle çarpışıyorlar. Kukubenko'nun d urumunun kötüye gittiğini gören Ta ras Bulba, her şeyi bırakıp onu kurtarmaya koştuysa da geç
108
kalmıştı. Adamlarıyla, genç yiğidin çevresindeki düşmanla rı dağıtmaya fırsat bulamadan, zavallının göğsüne bir kargı saplandığını gördü . Hemen oracıkta, arkadaşlarının kolla rına yığılıverdi Kuku benko. Sanki beceriksiz uşaklar, değer li bir şarabı kilerden çıkarırken eşikte tökezleyip billur sü rahiyi k ırmışlar da, güzelim şarap yerlere dökülmüştü. Evin yaşlı efendisi yüzünden saçlarını yoluyor, eski bir arkadaşı nın onuruna sakladığı eşi bulunmaz içkiyi gençlik günleri nin anısına içip coşamadıkları için dövünüyor. . . Kukubenko'nun gözleri kaydı, ölmeden önce: - Ş ükür Tanrıya, siz arkadaşlarımın kolları nda can ve receğim için gözlerim açık gitmiyor. Bizden sonrakiler mut l u yaşasınlar, İsa'nın sevdiği Rus ülkesi şanla, şerefle dolsun! diyebildi. Genç ruhu uçtu gitti. Melekler onu kucakladılar, yedi kat gökyüzüne çıkardılar. Orada İsa karşılayacak onu. " Gel, Ku kubenko, sağıma otur. Arkadaşlarına hainlik etmedin; dü rüstlükten, doğru bildiğin yoldan ayrılmadın, benim kilisemi korudun," diyecek. Kukubenko'nun ölümü kalanların yüreğini dağlad ı . Ka zak saflarında çarpışanların sayısı gitgide azalıyor, yiğitler ardı ardına vurulup düşüyor, gene de Lehli lere karşı direni yorlardı. Taras, geriye kalan bölükbaşlarına bir daha sordu: - Arkadaşlar, keselerimizde barut kaldı mı? Kılıçlarımız keskin mi? Kazakların güçleri yerinde, düşmana dayanıyor lar mı ? - Bize yetecek barutumuz var, baba. Kılıçlarımız kes kin, Kazaklar dayanıyorlar. D üşmana öyle bir saldırdılar ki, onları görenler hiç de azaldıklarını akıllarına getirmezdi. Oysa topu topu üç bö lük kalmıştı. Irmaklar gibi kan akıyor, Kazak ölüleriyle Lehli ö l ü leri dağlar gibi yığılıyordu. Taras, başını kaldırdı, sürü sürü akrabaların gökte süzülerek dolandıklarını gör dü. Kim bilir daha kimlerin leşlerine üşüşeceklerdi? İşte Me talitsa'nın başı bir düşman kargısına geçirilmiş. İkinci Pisa-
109
renko'nun kellesi gözlerini oynatarak havada uçuyor. Dört yerinden kılıç yarası alan O hrim Guska yerlerde sürünüyor. Taras, "Hadi ! " diyerek mendilini salladı. Ostap babasının verdiği bu işaret üzerine, bölüğü ile birli kte pusudan fırladı, Lehlilerin üzerine çullandı. Kıran kırana bir savaş başlamış tı . Lehliler fazla daya namadılar. Kazakların kargı kırıkları, bozuk tüfekler, sivri kazıklar çaktıkları tuzağa doğru gerile diler. Kazıklı tuzakta atlar tökezleyip kapaklanmaya, bini cilerini yere fırlatmaya başladılar. Ara baların gerisine sinen Korsun bölüğünün askerleri " Fırsat bu fırsattır! " deyip tü feklerini ateşlediler. Lehli ler şaşkına dönmüşlerdi, ne yapa caklarını bilemiyorlardı. Zaporojyeliler sevinçten utku çığ lıkları atıyor, şenlik boruları çalıyorlar, bayrak açıyorlardı: " Kazandık! Savaşı kazandık! " Bozguna uğrayan düşman kaçacak delik arıyordu. Fakat o sırada Taras'ın gözleri ken tin kapılarına takıldı. - Durun bakal ı m ! Daha tam utku kazandık sayılmaz, dedi yanındaki lere. Dediği doğru çıktı. Kentin ana kapısı açıldı. Leh süvarilerinden seçilmiş has sa alayı o k gibi dışarıya fırladı. Hepsi de donanıp kuşan mışlardı. Başlarında ise yakışıklı mı yakışıklı bir yiğit vardı. Tunç başlığının a ltından kara saçları savruluyor; kızların en güzelinin kendi eliyle iş leyip bağlad ığı hamaylı , rüzgar çarptıkça kolunda bayrak gibi dalgalanıyordu. Hassa alayı nın başında gelenin, oğlu Andrey olduğunu anlayan Taras, beyninden vurulmuşa döndü. Koluna sevgilisinin hamaylı bağlı Andrey, buna layık ol duğunu göstermek istercesine i leriye atıldı. Gözü pek deli kanlı, efendisinin a llayıp pulladığı bir tazı gibi, çevresini ku şatan tozun-dumanın içinden sıyrıldı; olanca yiğitliğiyle, gü zelliğiyle, gençliğiyle Kazakların üzerine çullandı. Cins bir tazı da, tavşanın peşinden koşarken böyle ok gibi fırlar, ku laklarını arkaya yatırıp gövdesini yere yapıştırarak, kovala dığı tavşanı on kez geçer de, gene çılgınca koşusunda dura maz . . . Taras, oğlunun sağına, soluna, önüne kim çıkarsa
1 10
ekin biçer gibi biçtiğini, kılıç savurduğunu, kendine yol aç tığını gördükçe deliye dönüyor; ne diyeceğini bi lemiyordu. En sonunda; - Ne yapıyor bu serseri ? Vurdukları kendi arkadaşla rı! Kardeşl erine kıyıyor! diye bağırdı. Ama Andrey'in kimseyi gözü görmüyordu. Onun gözü nün önünde yalnız bir şey vardı: Öpücükleriyle başını döndü ren sevgilisinin uzun ipek saçları, ay yüzü, ırmak kuğusunun göğsünü andıran ak göğüsleri, boynunu dolanan kolları . . . Taras bütün hıncıyla bağırdı; - Şunu kandırın da ormana çekin ! Benim için ormana çekin şunu! Otuz yiğit Kazak ileri fırladı, hassa alayına yandan sal dırarak önde gidenleri arkadakilerden ayırdılar. Arkadaşla rı durmadan kılıç sallarken, Golopitenko arkadan Andrey'e yaklaştı, kılıcını yanlamasına sırtına yapıştırdı, ondan son ra dörtnala ormana doğru at sürdü. Andrey h ızla döndü, öfkeden gözleri ateş saçıyordu. Atını mahmuzladığı gibi ka çanların ardına düştü. O sırada dönüp arkasına baksaydı, peşinden ancak yirmi adamının geldiğin i görecekti . Kazak lar rüzgar olmuş uçuyorlardı, gene de Andrey onlara yetiş ti. Tam ormana dalıp Golopitenko'yu yakalamak üzereydi ki, birinin güçlü eli atının dizginlerine yapıştı. Döndü baktı: Taras Bulba, babası, dimdik karşısında duruyordu. Dona kaldı, ne d iyeceğin i bilemedi, yüzü sapsarı kesildi. O kulda arkadaşı na sataştığı için yüzüne cetvel yiyen, sonra da ona vuran arkadaşını dövmek için kovalarken sınıfın kapısında öğretmenle burun buruna gelen bir çocuk nasıl korkar, sus pus olursa, Andrey de öyle, babasının karşısında s üt dök müş kediye dönmüştü. Taras Bulba'nın suratından düşen bir parça olurdu. Oğlunun gözlerine dik dik baktı. - Ee, söyle bakalım, sana ne yapalım şimd i ? Andrey'in başı önündeydi, susuyordu . - Demek arkadaşlarına, yurduna h a i n l i k eder, dinini satarsın ha! İn bakalım atından!
111
Andrey uslu bir çocuk gi bi babasının sözünü dinledi, atından inerek yarı diri, yarı ölü, karşısında durdu. - Dur orada, kıpırdama! Seni ben dünyaya getirdim, öld üren de ben olacağım! Böyle diyerek bir adım geriledi, omzundan tüfeğini çı kard ı . Andrey'in yüzü kireç gibi ağarmıştı, dudakları kıpır dadı, bir ad fısıldadı. Ama bu, yurdunun adı değildi, anası nın adı değildi, kardeşinin adı değildi, Leh güzelinin adıydı . Taras ateş etti. Tırpanla biçilmiş başak gibi, yüreğine saplanan bıçağın soğukluğunu duyan kuzu gibi, Andrey'in başı önüne düştü; tek söz bile söylemeden otların üstüne yığıldı. Baba, öldürdüğü oğlunun başında dikildi, onun soluk al madan yatışını uzun uzun seyretti. Andrey, ölürken bile ya kışıkl ıydı . Az önce sıksan kan fışkıracak yüzünün güze l liği, bu yüzün hiçbir kadının karşı koyamayacağı büyüsü oldu ğu gibi duruyordu. Kömür koyusu kaşları, solgun yanakla rı üzerine yas için gerilmiş iki kara kadife parçasıydı sanki. Taras Bulba ; - Gerçek bir Kazak o l m a k için nesi eksikti bu oğla nın? dedi. Fidan boylu, kara kaşlı, güzel yüzlü, savaşta bile ği bükülmez bir ba bayiğitti. Ama harcadı kendini, bir kö pek gibi pisi pisine geberdi . Ostap atının üstünde hızla babasına yaklaştı: - Baba, baba, ne yaptın? Sen mi öldürdün kardeşimi ? Taras b aşını salladı. Gözlı>rini Andrey'den ayıramıyordu Ostap. İçi yanıyor du ama
ııc
yapabilirdi ki?
- Baba, bari onu gömelim de kurda-kuşa yem olmasın, düşmanın ayakları altında çiğnenmesin. - Biz olmadan da gömerler onu. Başında ağlayanı, yas tutanı eksik olmaz. Bir-iki dakika öylece durdu. Oğlunun ölüsünü akbabala ra mı bıraksın, yoksa her yiğide karşı gösterilmesi gereken saygıyı mı göstersin, bilemiyordu. O sırada Golopitenko, atını dörtnala koşturarak yanlarına yaklaştı.
1 12
- Haberler kötü, baba! Lehlilere yardım geldi, yeniden topa rlanıyorlar! Vuvtuzenko'nun ardından Pisarenko koştu . - Baba, nerede kaldın? Kazaklar her yerde seni arıyor lar. Nevelıçkiy öldü, Zadoroj nıy öldü, Çereviçenko öldü, ama kalan arkadaşlar dayanıyorl ar. Ö lmeden önce seni bir kez daha görmek istiyorlar. Ö lüme nasıl atıldıklarını gör meli, onlar ölürken yanlarında bulunmalıymışsın. Taras, askerlerini son kez görmek, son nefeslerini verir ken yanlarında bulunmak amacıyla davrandı. - Hadi Ostap! Bin atına! Daha ormandan çıkmaya fırsat bulamadan, elleri kargı lı, kılıçlı bir sürü düşman askeriyle çevrildiklerini gördüler. - Ostap! Osta p ! Koru kendin i ! diye bağırdı Taras . . . Kılıcını çekmişti, önüne kim çıkarsa kellesini uçuruyor du. Altı Lehli, Ostap' ı n üstüne çullandı, fakat kötü bir zamanda gelmiş olmalılar ki, birisinin kellesi gitti. İkincisi iki adım geri ledi, yere yuvarlandı, üçüncüsü kargıyı kaburga sından yedi, daha atik davranan dördüncüsü başını kurşun dan kurtardıysa da atı göğsünden yaralandı, hayvan şahla nıp sırtüstü düştü, düşerken de binicisini altına alıp ezd i . Ta ras b i r yandan habire k ı l ı ç sallıyor, b i r yandan d a ; - Yaşa oğlum! Dayan, aslanım! B a k , ben de arkanda yım! diyordu. Ostap başına üşüşen altı kişiden kurtulmuş, fakat onla rın yerine şimdi sekizi gelmişti. Taras, oğlunun güç durum da olduğunu anladı. Önüne kim çıkarsa pırasa gibi doğra yarak ona doğru ilerledi. Tam o sırada bir Leh li, Ostap'ın boynuna kemendini geçirdi, birkaç Lehli daha koştu. Os tap'ı sürüklemeye başladılar. - Ah Ostap! Dayan oğlum! Dayan, geliyorum ! Böyle demeye kalmadı, başının üstüne ağır bir şey indi, beyninde şimşekler çaktı . İnsan başları, kargılar, dumanlar, ışıklar, ağaç dalları gözlerinin önünde karmakarışık oldu. Sonra balta yemiş meşe kütüğü gibi devrildi, gözlerini bir sis perdesi bürüdü.
113
x Gözlerini açtığında ağır bir sarhoşluktan yeni ayılıyor gibiy di. Nerede olduğunu, yanında kimlerin bulunduğunu anla maya çalışarak: - Çok mu uyudum? diye sordu. İyice zayıf düşmüştü, kollarını kımıldatacak durumda de ğildi. Tanımadığı bir odanın köşelerini, duvarlarını belli be l irsiz seçebiliyordu. En sonunda başucunda oturan, soluk alışlarını dinlemeye çalışan birini tanıdı. Tovkaç'tı bu, en ya kın arkadaşı, yardımcısı Tovkaç. Tovkaç içinden, " Çok uyudun ya . . . Neredeyse bir daha uyanamayacaktın" diye geçirdiyse de sesini çıkarmadı, par mağını gözdağı verircesine sallayarak susmasını bildirdi. Ama Taras kendini zorluyor, olanları anımsamaya çalışıyordu. - Neredeyim ben ? Onu bari söyle. Tovkaç arkadaşına çıkışmak zorunda kaldı: - S ussana be adam! Ölümden döndüğünü bilmiyor musun? Bak, her yerin yara bere içinde! İki haftadır durdu rak bilmeden at üstünde kaçıyoruz. Yollarda ateşten yandın, aralıksız sayıkladın. İlk kez doğru dürüst uyuyorsun. Kendi ne kötülük etmek istemiyorsan konuşma artık. Ama Taras'ın susmaya hiç niyeti yoktu. Başından geçen leri anlamaya uğraşıyordu . - Dört bir yandan düşmanla çevrilrniştim. Kaçıp kur tulmam olanaksızdı. Nasıl oldu da . . . Tovkaç'ın sabrı tükenmişti. Büyüttüğü yumurcağın söz din lememesine kızan bir dadı gibi: - Sus be, koca bebek! dedi. Nasıl kurtulduğunu öğre nip de ne olacak? Kurtulduğun yetmiyor mu? Dua et, seni seven arkadaşların varmış. Geceleri at üstünde bir süre daha yol gideceğiz. Seni önemsiz bir Kazak saymadıkları, başına iki b in altın koymalarından belli . . . Taras, Lehlilerin Ostap'ı gözleri önünde bağlayıp götür düklerini anımsadı birdenbire. Yattığı yerden silkinerek doğ ruldu.
1 14
- Ya Ostap ? Ostap'a ne oldu? Acısı öylesine büyüktü ki, bu acıya dayanamayarak yara larındaki sargıları koparıp koparıp attı, sesini yükseltip bir şeyler söylemeye çalıştıysa da yeniden sayıklamaya başladı. Ateşi artmıştı, ağzından saçma sapan sözler dökülüyordu. Ama yanında, onu bırakmayan arkadaşı Tovkaç vardı. Taras'a ağzına geleni söyledikten sonra onu sımsıkı kucak ladı, yaralarını yeni baştan sarıp bir bebek gibi kundakladı. Şimdi sıra, üzerine öküz derisi geçirmeye, ondan sonra da sağına soluna tahta koyup eyere sıkı sıkı bağlamaya gelmiş ti. Bütün bu işler bitince gene dörtnala yola koyuldular. - Ölsen bile bırakmam seni düşman eline! Lehlilerin, etini dilim dilip edip kuşlara atmalarına, Kazakl ı k onurunu ayaklar altına almalarına göz yumamam. Etini yiyecekse bizim kartallarımız yesin, gözlerini oyacaksa bizim kartal larımız oysun; Lehistan akbabalarına bırakmam seni ! Sağ kalırsan dirini, ölürsen ölünü Ukrayna'ya götüreceğim! Vefalı dost dediğini de yaptı; gece demeyip, gündüz de meyip durmadan at sürdü, yorgunluktan bitmiş de olsa Ta ras'ı Zaporojye'ye ulaştırdı. Geriye can yoldaşını iyileştir mek kalıyordu. Tovkaç çeşitli otlarla, pansumanlarla bunu da denedi. Bulup getirdiği bir Yahudi kadını, Taras Bulba'ya ilaçlar içirdi, yarasına melhemler sürdü. Bir ay sonra düzel meye yüz tuttu Taras. Verilen ilaçlardan mı, yoksa yedi can lı oluşundan mı, ölmedi; bir buçuk ay sonra sapasağlam ayağa kalktı. Gövdesindeki sıra sıra yara izlerini görmeseler, Kazak'ın hangi tehlikelerden geçtiğine kimse inanmazdı. Ama bir durgunluk çökmüştü üstüne, gece gündüz kara kara d üşünüyordu. Alnında beliren üç derin kırışık bir da ha gitmedi. Sağında solunda gördüğü insanlar hep yeniyet melerdi, bütün yakın arkadaşlarını savaş alanında yitirmiş ti. Onunla birlikte din uğruna, kardeşlik uğruna çarpışan lardan biri bile kalmamıştı. Atamanla birlikte Tatarların ar dına düşenler de yok olmuşlardı. Kimisi savaş a lanında can vermiş, kimisi Kırım' ın çorak topraklarında açlıktan, su suzluktan kırılmış, kimisi de Tatarlara tutsak düşmeyi ken-
115
dilerine yediremedikleri için kahırlarından ölmüşlerdi. Ne ataman geriye dönebilmişti, ne de öteki yaşlı arkadaşları. Toprağa karışan güçlü bedenlerinden yaban otları fışkırmış tı şimdi. İçkili bir eğlentinin, gürültülü patırtılı bir şölenin sabahı nı düşünün. Kadehler yerlere atılıp kırılmış, kilerde bir dam la şarap kalmamış; uşaklar, eve gelen konuklar, bütün değer li kaseleri, altın kupaları çalıp götürmüşler. Evin efendisi, " O lmaz olaydı böyle şölen ! " diye sızlanıyor . . . İşte Taras' ı n durumu d a aynıydı. Gönlünü almak, onu neşelendirmek için ne yaptılarsa hepsi boştu. Evine biri gidip, biri gelen sakallı ozanlar, onun için düzülmüş türküleri çalıp söyledilerse de o hiçbirini dinlemiyordu. Bakışları durgunlaşmış, suratı asıl mıştı. Oğluna çok üzüldüğü belliydi. " Oğlum benim ! Os tap'ım ! " diyor da başka bir şey söylemiyordu. Zaporojyeliler yeni bir deniz seferine çıktılar. İki yüz ka yık Dinyeper'den aşağı indi; kazınmış kafalı, uzun perçemli Kazaklar, Küçük Asya kıyılarında boy gösterdiler. Anadolu yakasının bereketli toprakları kısa sürede talan edildi, yakı lıp yıkıldı. Yüzlerce Müslüman sarığı, renk renk çiçekler gi bi deniz kıyılarına, kanla sulanmış savaş alanlarına saçıldı. Katrana bulanmış Kazak şalvarları, kara kırbaçlı, kaslı kol lar dört bir yana korku saldı. Üzümler çiğnendi, asmalar sö küldü, camiler pislendi. Kazaklar, en güzelinden Acem şalla rını kesip kesip, kirli mintanlarının bellerine kuşak yaptılar. Baskından sonra uzun süre yerli halk, kısa Kazak çubukları nı, savaşın acı anıları olarak, bırakıldıkları yerlerden topla dılar . . . Yurtlarına neşeyle dönmek üzereydiler ki, on toplu bir Türk kalyonu yollarını kesti; açılan ateş sonunda, Kazaklar çil yavrusu gibi dağıldılar. Kayıkların üçte biri denizin dibini boyladı, kalanlar ise on iki fıçı dolusu altınla Dinyeper kıyı larına ulaştılar. Ama Taras'ın gönlü bu haberden de neşelenmedi. "Ava gidiyorum " diye evden çıkıyor, tüfeğini bir kez olsun ateşle meden geriye dönüyordu. Böylece kırlara, bayırlara günler-
116
ce boşuna gitti geldi. Tüfeğini deniz kıyısında bir yere dayı yor, üzgün başım önüne eğerek derin düşüncelere dalıyordu. " Ostap'ım! Aslan oğlum ! " sözleri düşmüyordu dilinden. Karadeniz pırıl pırıl bir çarşaf gibiydi önünde, sazlıkta ara sıra bir martı bağırıyordu. Gözlerinden si.izi.ilen yaşlar kır laşmış bıyıklarını ıslatıyordu. Taras, oğlunun acısına dayanamaz olmuştu. Bir gün; " kal kıp gideyim; öldü mü, sağ mı, sorup soruşturayım. Öldü de mezara konmadıysa, onu d a öğreneyim ! " diyerek kararım verdi. Bir hafta sonra atına binmiş, tüfeğini, kılıcını kuşanmış, yanına yol azığını, içki tulumunu, barut kesesini, yolda ge rekecek her şeyini almış olara k Uman kentinin yolunu tut tu. Kente varınca ilk işi pis, y ıkıntı bir evi aramak oldu. Ara dığını da buldu. Evin ufacık pencereleri isten görünmez ol muş, bacasına paçavralar tıkılmış, delik çatısına bir sürü serçe konmuştu. Kapının önünde ise yığınla s üprüntü vardı. Hotozundaki inciler isten kararmış bir Yahudi karısı, evin penceresinden başını uzatmış bakıyordu. Taras atından in di, hayvanın dizginlerini duvara çakılı demir tokaya geçir dikten sonra; - Kocan evde m i ? diye sordu. Yahudi karısı; - Evde, diyerek yerinden fırladı, atın önüne yulaf koydu, Taras' a da bir bardak bira getirdi. - Ne yapıyor senin Yahudi? - İçeride dua ediyor. Taras bira bardağını dudaklarına götürürken, Yahudi ka rısı yerlere değin eğildi. Kazak efendiye sağlıklar diledi. - Sen burada kal . Biz içerideyken ata bakar, yem, su ve rirsin. Kocanla konuşacaklarım var. Taras'ın aradığı Yahudi, Yankel 'den başkası değildi; Bu rada hancılık, meyhanecilik yapmakla, mal kiraya vermekle hayli zengin olmuştu. Yahudi, becerikliliği sonunda ülkenin irili ufaklı birçok beyini avcunun içine almış, paralarım da cebe indirmişti. Kentin çevresinde, onun açgözlülüğü yüzün-
117
den yıkılmadık ev, dağılmadık ocak kalmamış gibiydi. Kim se evine bakmaz olmuş, elindekini avucundakini meyhaneye yatırmıştı . O çevre insanlarının giyimlerini görenler, yangın ya da veba salgını geçirdiklerini sanırdı. Eğer Yankel oralar da on yıl daha kalsa, bütün yöreyi soyup soğana çevirir, da ha bir nicesinin ocağına incir dikerdi. Taras içeriye girdiğinde, sırtındaki kirli entarisiyle Yan kel son duaya durmuştu . Dininin gereği olarak başını yana çevirip şeytana tükürdüğü sırada, arkasında dikilen Taras'ı gördü. Kazak beyini görür görmez, yaşlı yiğidin başına ko nulan iki bin altın geldi aklına. Ama bu düşüncesinden do layı utandı. Bir Yahudi'nin beynini kurt gibi kemiren para hırsını bastırmaya çalıştı. Taras, konuştuklarını kimse duymasın diye kapıyı ka pattı, karşısında durmadan yerlere eğilen Yahudi'ye döndü: - Beni iyi dinle, Yankel! Biliyorsun, seni ölümden kur tardım, ben olmasam Zaporojyeliler seni parça parça etmiş lerdi. Şimdi sıra sende, bana bir iyilikte bulunacaksın. Bu sözleri işiten Yahudi'nin suratı buruştu. Aman efendim, elimden gelen bir şey varsa başım üstüne. Lafı gevelemeyi bırak. Beni Varşova'ya götürmeni istiyonım. Yankel şaşırmıştı. Omuzlarını kaldırdı, kaşlarını çattı. - Ne ? Varşova'ya mı? Varşova'da ne yapacaks ı n ? - Kes sesini ! Beni Varşova'ya götüreceksin, dedim. Ne olursa olsun onu göreceğim, bir sözcük dahi olsa onunla ko nuşacağım. O görüp konuşacağın kimmiş? Oğlum Ostap. Ağam bilmiyor mu . . . Biliyorum, hepsini biliyorum. Kellemi getirene iki bin altın verileceğini işittim. Köpoğl uları neye değer biçtik lerini pek iyi biliyorlar. Ama ben sana beş bin altın verece ğim. Şimdilik al şu iki bini. Üstünü de dönüşte öderim. Bulba böyle diyerek koynundan bir meşin kese çıkardı,
118
içindeki altınların hepsini masaya boşalttı. Yahudi k aptığı bir havluyu hemen altınların üstüne örttü, sonra a l tınlar dan birini a l ı p elinde evirdi, çevirdi, dişleriyle denedi. - Ay, ay! Ne temiz altın ! Ne güzel altı n ! Bunları kimin elinden a l dıysan çok yaşamamış, kahrından ölmüştür. Çil çil a ltınlardan ayrılmaya hangi yürek dayanır? - Varşova'ya götürmeni senden istemez, tek başına gi derdim, ama köpoğlu Lehliler, beni hemen tanırlar. Siz Yahu diler gibi cin fikirli değilim, kurnazlığa pek aklım ermez. Bili rim, sizler şeytana külahı ters giydirirsiniz. İşte onun için sa na geldim. Varşova'da kendi başına bir iş becereceğimi bil sem hiç durmazdım. Hadi, arabanı koş da hemen gidelim. - Ağam, sen bu işi öyle kolay mı sanıyors u n ? Kısrağı arabaya koş, dehle, tamam, öyle mi? .. Yo ! .. Seni güzelce saklamadan yola çıkamam. - İyi, nasıl saklayacaksan sakla. İstersen fıçıya kapa. - Ay, ay! Seni fıçıya nasıl kaparım ? Görenler içinde votka var sanmazlar mı ? - Ne olur sanırlars a ? Yahudi iki eliyle birden uzun saçlarını kavradı, sonra kollarını havaya kaldırdı. Ne m i olur? - Ne var bunda ? Niye öyle afalladın? - Bilmez misin, ağam? Tanrı votkayı içilsin diye yaratmış. Orada herifler içki diye deli riyorlar. Fıçıyı uzaktan gö rünce başına bir sürü adam üşüşür. Birisi k ı l ıcını çekip fıçı da bir delik açar da içinden içki akmadığını görürse, başı ma neler geleceğini hiç düşündün mü ? " Ay, bu Yahudi fıçıyı boş götürmez, içinde bir şey olmalı. Tutun Ya hudi'yi, sıkı sı kı bağl ayın, paralarını alıp tıkın kodese ! " demezler m i ? Ya hudi' den her kötülük beklenir. B ilirsin, ağam, kimse Yahu d i'yi insan yerine koymaz, adamdan saymaz Yahudi'yi. - Öyleyse arabana balık yükler, beni de içine saklarsın. - O lmaz, ağam, olmaz ? Lehistan'da kıtlık var şimdi, herkes acından geberiyor. Balığı görüp kapışırlarsa seni de buluverirler.
1 19
- Bul bir yolunu. İstersen beni şeytanın sırtına bindir. Ne yaparsan yap ama götür Varşova 'ya! Yahudi, entarisinin yenlerini kıvırdı, on parmağını aça rak Bulba'ya iyice sokuldu. - Şimdi diyeceklerimi iyi dinle, ağam. Almanya'dan mühendisler gelmiş; kaleler, şatolar yapıyorlarmış. Yollarda taş taşıyan, tuğla götüren arabadan geçilmiyor. Sen, araba nın di bine uzanırsın, ben de üzerine tuğla yığarım. Bilirim, sağlamsındır; o ağırlığın altında ezilmezsin. Arabanın dibin de bir delik açarım, yiyeceğini, içeceğini oradan veririm. - Beni götür de, nasıl götürürsen götür! Bir saat sonra iki arık atın çektiği, tuğla yüklü bir araba Uman'dan yola düzüldü. Yankel, beygirlerden birinin üstüne kurulmuştu. Hayvan zıpladıkça, takkesinden dışarı fırlayan uzun, kıvırcık Yahudi saçları hop hop oynuyor, upuzun bo yuyla yolun ortasında dimdik giderken bostan korkuluğuna benziyordu.
XI Bu olayın geçtiği çağlarda, sınırlarda ve kent kapı larında ne gümrük vardı, ne de gümrük memurları. Onun için isteyen, istediği malı karşıya korkusuzca geçirirdi. Ama sınır koru yucusunun aklına eser de nelerin gelip geçtiğini şöyle bir yoklamak isterse, b u onun gönlüne kalmış bir işti. Hele gö züne iyi bir mal ilişir, eli de b iraz uzun olursa arabaları, hayvanların yükünü kolaçan etmeden bırakmazdı. Fakat tuğlanın böyle bir özelliği bulunmadığından, Yankel'in ara bası Varşova'nın ana kapısından içeri rahatça geçiverdi. Ta ras Bulba, sıkışıp kaldığı dar tuğla kafesinde bağırıp çağır malardan, araba takırtı larından başka bir şey işitmedi. Yankel, üzerine kurulduğu, toza bulanmış kuyruğu gü dük beygirin üstünde biraz daha hoplayıp zıpladıktan sonra dar, karanlık bir sokağa saptı. Varşova Yahudilerinin otur duğu bu yere Pis Sokak da derlerdi, Yahudi Sokağı da. Sanki
1 20
araya bir duvar çekil miş gibi, burası kentin öbür mahallele rinden ayrılmıştı. Güneş ışığının pek uğramadığı bu sokak, isli ahşap evler arasında uzanan sırıklara asılmış çul çaput yüzünden daha da karanlık görünürdü. Arada bir göze çar pan kırmızı tuğla duvarlar bile kirden, isten kararıp koyu laşmıştı. Eğer üst kısmı badanalı beyaz bir duvara biraz gü neş vuracak olsa, bu karanlıkta insanın gözleri kamaşırdı. Pencerelerden fırlamış soba boruları, yerlere atılmış paçav ralar, yemiş kabukları, çanak-çömlek kırıklarıyla sokağın karmakarışık bir görünüşü vardı. Herkes evinde işe yarama yan ne varsa sokağa atar, pencere altlarından geli p geçenler başlarına yağan bu şeylerden bol bol nasiplerini a lırlardı. Evden eve uzanan sırıklara neler asılmazdı ki! Atıyla geçen birisi kolunu uzatsa, sırıklara asılı kadın çoraplarına, çocuk donlarına, isli kaz kızartmalarına eli değerdi. Bazen evlerin köhne pencerelerinden, kararmış incilerle süslü hotoz giymiş Yahudi güzellerinin başları gözükürdü. Evler arasında koşu şan, kıvırcık saçlı, üstü başı yırtık bir sürü kirli çocuğun işi gücü, sokağın pislikleri arasında oynamaktı. Çilli yüzü serçe yumurtasını andıran kızıl saçlı bir Yahu di, pencereden başını uzattı, Yankel onunla konuşmaya başladı. Az sonra da araba bir evin avlusundan içeri girdi. Yoldan geçen başka bir Yahudi de konuşmaya katılmıştı. Taras B u l ba, bir yolunu bulup tuğlalar arasından çıkınca baktı ki, üç Yahudi ateşli ateşli tartışıp duruyorlar. Yankel, Bul ba'ya döndü, Ostap' ı n Varşova hapishane sinde yattığını söyledi. Gardiyanları kandırmak zormuş ama onu oğluyla görüştürmenin bir yolunu bulabilirlermiş. Taras, üç Yah udi 'yle birlikte bir odaya girdi. O n lar gene kendi arasında konuşmaya daldılar. Ama Taras ne dediklerini anlamıyor, sırayla bir onun, bir öteki nin suratına bakıyordu. Onları böyle dinledikçe durgun yü zü canlanmaya, içinde bir umut ışığı belirmeye başladı. İn sanın, karamsarlığın son deminde böyle umuda kapıldığı olur. Taras sanki yeniden gençleşmişti, yüreği küt küt atı yordu . Sesi heyecandan titreyerek:
121
- Dinl eyin beni, Yahudiler! dedi. Sizin üstesinden gele meyeceği niz iş yoktur. İsterseniz denizin dibini kazar, top rak çıkarırsınız. Bir atasözü vardır, " Yahudi, insanın gö zünden sürmeyi çeker de farkına varmazsınız" der. O n un için kurtarın Ostap'ımı ! Bir yolunu bulun da kaçırın hapis haneden, kaçırın o cehennemden! Şu adama beş bin altın vereceğimi söyledim, şimdi beş bin daha ekliyorum. Evim de ne kadar a l tın, gümüş varsa; malım-mülküm, kabım ka cağım hepsi sizin olsun. Bundan böyle savaşlarda kazana cağım şeylerin yarısını size vereceğim, bu konuda size senet imzalarım. Yankel; - Ama ağam, senin bu istediğin olmaz. Yapamayız, dedi. İkinci Yahudi de; - O lacak iş değil, diye onayladı Yankel ' i . Sonra üçü birbirine bakıştılar. Üçüncü Yahudi, ötekile rin yüzüne ürkek bir bakış fırlattıktan sonra; - Bir denesek. Belki Tanrı b ize yardım eder, dedi . Üçü birden konuşmaya başladılar. Taras onların ne de diklerini anlamıyordu, ama " Mordahay" sözcüğünün sık sık geçtiğine dikkat etti. En sonunda Yan kel; - Bak, ağam, dedi. Biz şimdi gidip biriyle konuşacağız. Bu böyle bir kimse ki, altından kalkamayacağı iş yoktur. Sü leyman Peygamber gibi akıllı bir adamdır. Eğer bu işin için den o çıkamazsa, dünyada kimse çıkamaz. Sen burada otur. İşte evin anahtarı, içeriye kimseyi sokma ! Yahudiler böyle diyerek ayrıldılar. Taras kapıyı kapadı, odanın küçük penceresinden Yahu di Sokağı'nı seyretmeye koyuldu. Üç Yahudi varıp sokağın ortasına dikildiler, orada ateşli bir konuşmaya daldılar. Der ken, yanlarına bir dördüncüsü, sonra bir beşincisi geldi. Hepsi de i kide bir, "Mordahay, Mordahay" diyorlardı. Bir yandan da gözlerini sokağın bir köşesine dikmişlerdi. O sı rada köhne evlerin birinden sırtında gocuk, ayaklarında Ya hudi yemenisi bulunan bir adam çıktı. Onu görünce beş Ya-
1 22
hudi birden "Mordahay, Mordahay! " diye bağırd ılar. Bu, boyu Yankel 'den biraz daha kısa, ama çok sıska Yahudi'nin bumburuşuk bir yüzü vardı, üst dudağı kocamandı. Mor dahay ötekilerin yanına gelince hepsi birden, birbirlerinin sözünü keserek, elleri ni-kollarını sallayarak harıl harıl ko nuşmaya başladılar. Konuşma arasında Mordahay'ın ikide bir ondan yana bakmasından, Taras kendisinden söz edildi ğini anladı. Mordahay da ötekiler gibi elini-kolunu sallıyor, onları dinlemekten çok kendisi konuşuyor, hiç gereği yok ken elini gocuğunun cebine sokup sokup çıkarıyor, oradan eline geçen ıvır zıvırı evirip çeviriyor, bu arada giydiği pan tolonun ne berbat şey olduğu daha iyi göze çarpıyordu. So kak toplantısı Yahudi havrası gibi gürültülü bir durum a lınca, gözcü diktikleri başka bir Yahudi susmalarını işaret etti . Doğrusu Taras, güvenliğinden kaygılanmaya başlamış tı. Ama sonra, Yahudilerin ancak konuşarak d üşünebildik l erini, konuşmalarını ise şeytanın kendisinin bile anlayama yacağını anımsayınca rahatladı. İki dakika sonra Yahudiler, Taras'ın bulunduğu odaya doluştular. Mordahay, Taras'ın yanına geldi, omzunu tapış ladı: - Biz istersek, Tanrı da yardım ederse dileğin yerine ge lir, dedi. Taras, her işin üstesinden gelen, Hazreti Süleyman görü nüşlü adama baktı, içindeki umut güçlendi. Gerçekten de Yahudi'nin yüzü, Tanrı'nın her kulunda rastla nmayan er demlerin toplandığı bir yer gibiydi. Üst dudağının korkunç iriliği, birtakım dış nedenlere bağlı olmalıydı. Çünkü' para için gözünü budaktan sakınmayan yüzünden, yediği dayak lardan yanağında o denli çok iz kalmıştı ki, kendisi bile bun ları anadan doğma ben olarak görmeye alışmıştı. S üleyman Peygamber'in suratında sakal yerine topu topu on-on beş kılı vardı, onlar da yüzünün bir yanında bitmişti. Mordahay, bilgeliğine inanmış Yahudileri yanına aldı, bir likte dışarı çıktılar. Taras, odada gene yalnız ka lmıştı . O gü ne değin tatmadığı tuhaf bir duygu, bir tedirginlik vardı yü-
1 23
reğinde. Yaşamında ilk kez ürperdiğini hissediyordu. Meşe gibi dayanıklı, yılmaz, sarsılmaz bir koca Kazak gitm iş, ye rine ürkek, zayıf bir varlık gelmişti. En ufak hışırtıdan, so kağın ucunda görünen her Yahudi'den irkiliyordu. O gün yemedi, içmedi, küçük pencerenin önünden ayrılmaksızın kuşku içinde sokağı gözetledi. Ancak akşamleyin geç vakit, Mordahay ile Yankel eve dönebildiler. Beklemekten Taras'ın yüreği neredeyse duracaktı . - Bir ha ber var mı? diye sordu sabırsızlık içinde. Yahudiler sorusunu yanıtlamadan önce Taras, Morda hay'ın takkesinin altından fırlayan saç l ülelerinden birinin eksildiğini fark etti. Zavallı adam, pis mis de olsa, suratına güzellik veren bir şeyini yitirmişti. Yankel ağzını açtı, ama öksürüğe tutulmuş da konuşamı yormuş gibi tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Mordahay ise öyle çok şeyler zırvaladı ki, Taras bir türlü ne demek istedi ğini anlayam'adı. En sonunda Yankel: - Ah efendiciğim, olmuyor! diyebildi. Adam değil bun lar, yezit, yezit! Al birini, vur ötekine! İşte sor Mordahay'a, çok uğraştı adam, çok . . . Elinden ne iş gelirse hepsini yaptı. Demek, Tanrı böyle buyurmuş. Cezaevinde tam üç bin asker var. Yarın tutsakları işkence ederek öldüreceklermiş. Taras, gözlerini kaldırıp Yahudilere şöyle b ir baktı. Ama bu bakışta ne bir kin vardı, ne de herhangi bir heyecan. - Ama ağamız oğluyla görüşmek isterse; yarın erkence cik, güneş doğmadan gideriz. Nöbetçi gardiyanları elde et tik, çavuş sağlam söz verdi. Ama iki yakaları bir araya gel mesin pis herifl erin ! Böyle aç gözlüler Yahudi milleti arasın da bile bulunmaz. Her birine tam elli altın verdim. Çavuşa gelince . . . - Olsun, olsun! Beni oraya götürün! dedi. Taras, Yankel'in isteği üzerine Almanya 'dan gelmiş bir kont kılığına girmeye razı oldu. Yabancı konuk için gerekli giyim-kuşam önceden hazır edilmişti. Yatma vakti gelince ev sahibi, yüzü çilli Yahudi, hasır kap lı ince bir şilte çıkardı, bunu sedirin üstüne sererek Taras'a
1 24
döşek yaptı . Yankel ise yere, yine böyle bir şiltenin üzeri ne uzandı. Bu işler bitince, çilli Yahudi bir çanağa içki cinsin den bir şey doldurup içti, sırtındaki gocuğu çıkardı, ayakla rında çorap ve yemenisiyle kalı nca paçalı horoz gibi bir sü re ortalıkta dolaştı, sonra karısını alıp dolabımsı bir boşlu ğa çekildi. Evin av köpekleri gibi ikisi dolabın dibine kıvrıl dılar. Taras bi.iti.in gece uyumadı. Şiltenin üstünde kıpırdama dan otururken, parmaklarıyla masayı tıklattı durdu. Çubu ğunu ağzından hiç çıkarmamıştı. Ti.iti.in dumanı ev sahibine pek iyi gelmemiş olacak ki, zavallı Yahudi uykusu arasında durmadan aksırdı, hep burnunu kaşıdı. Tanyeri bi raz ağa rınca Taras, Yankel'i ayağıyla dürttü . - Kalk bakalım, Yahudi! Şu bizim Alman giysisini getir. Birkaç dakika içinde Taras bambaşka bir adam olmuş tu. Soylu Alman kılığına girdikten sonra kaşlarını, bıyıkla rını boyadı; başına koyu renkli ufacık bir şapka geçirdi. Onu böyle görseler, en yakın arkadaşları bile tanıyamazdı. Görünüşte otuz beş yaşlarında var-yoktu. S ırmalı giysi ona pek yakışmış, yanaklarına bir pembelik gelmişti. Yüzünde ki yara izleri, tavırlarına buyurucu bir hava veriyordu. Sokaklar bomboştu. Ellerinde tab lolarla erkenden sö kün eden gezgin satıcılar bile kalkmamışlardı daha. Taras ile Yankel, tünemiş kocaman çul luğa benzeyen bir yapının önüne geldil er. Bu basık, yayvan, kapkara yapının b i r ucun dan leylek boynu gibi dar bir kule yükseliyordu; kulenin tepesinde ise küçücük bir çatı vardı. Bizim yolcular aynı zamanda hem kışla, hem hapishane, hem de mahkeme gö revi yapan bu yapıdan içeri girince kendi lerini geniş bir sa londa, daha doğrusu i.isti.i örtülü bir avluda buldular. Me ğer burası bin kişinin uyuduğu bir koğuşmuş. Karşılarında alçacık bir kapı, kapının önünde de iki nöbetçi vardı. Nö betçi ler oturdukları yerde, iki parmaklarıyla birbirinin av cuna vurarak tuhaf bir oyun oynuyorlardı. Eğer Yankel on lara seslenmese, gelenlerin kim olduğuna bile aldırmaya caklard ı .
125
Yankel; - Biz geldik, biz! deyince biri bir eliyle kapıyı açtı; - Geçi n ! dedikten sonra öteki elini açıp oyun için arkadaşına uzattı. Taras ile Yankel dar, karanlık bir koridordan geçtiler, ora dan, tavanında küçük küçük pencereler bulunan ikinci bir koğuşa girdiler. Ama girer girmez birkaç kişi birden bağırdı: - Kimdir o! Buraya girmek yasak! Taras, koğuşu bekleyen, tepeden tırnağa silahlı bir sürü asker gördü. Yankel ha bire; - Biziz, ağalar! Tanıyorsunuz bizi, biz geldik! diye ne kadar dil dökerse döksün, onu pek dinleyen olmadı. O sırada iri yarı, şişman bir gardiyan girdi içeriye. Bağı ra bağıra sövmesine bakılırsa , oradakilerin komutanı olma lıydı. Yan kel; - Biziz efendimiz, bizi tanımadınız mı? diye atıldı. Kont Hazretleri size çok teşekkür edecek. Komutan askerlere bağırdı: - Bırakın da geçsinler! Son olarak bu şeytanın dölleri girsin, ondan sonra kimseyi bırakmayacaksınız! Hey, sük lüm püklüm durmayın öyle! Kılıçlarınızı dik tutun! Bizim yolcular, sunturlu küfürlerin sonunu işitmeden ora dan uzaklaştılar. Karşılarına kim çıkarsa Yankel hemen; - Biziz . . . Biz geldik . . . Yabancı değiliz . . . sözleriyle geç meye çalışıyordu. Koridorun bittiği yere yaklaştıklarında Yankel oradaki nöbetçilerden birine; - Biz geldik, izin verin de geçelim, dedi. - Geçin ama sizi hücreye sokacaklarını pek sanmıyorum. Çünkü şu anda Ya n yok, yerine bir başkası bakıyor. Yahudi kimseye duyurmadan; - Aay, ay efendimiz! Haberler kötü! diye mırıldandı. Taras oralarda oyalanmak istemediğinden; - Yürü sen, durma! diye yüreklendirdi onu. Bodruma inen kapının önünde bıyığı üç çatala ayrılmış,
1 26
çam yarması gibi bir gardiyan duruyordu . Bıyığının bir ça talı yukarıya, bir çatal ı aşağıya, bir çatalı da öne bakan gar diyan, bu görünüşü ile tıpkı bir yaban kedisine benziyordu. Yankel onu görünce ufaldı, sonra ezile-büzüle yanına so kuldu. Efendimiz! Yüce efendimiz! Bunları bana mı söylüyorsun, Çıfıt! Size ya, soylu efendimiz! Hımm! Ama ben basit bir gardiyanım! Çatal bıyıklı asker, böyle dediyse de gözleri sevinçten par lıyordu. - Ben de sizi buranın komutanı sanmıştım. Aman efen dim, bu ne heybetli görünüş! . . Yahudi, bir yandan boyun büküp bel kırarken, b i r yan dan da yaltaklanmasını sürdürdü: - İnan olsun, sizi albay sanmıştım. Albaydan ne eksiği niz var ki? Altınıza fırtına gibi bir at verip bir alayın başına geçirince görmeli sizi ! Nöbetçi, bıyığının alt çata l l arını düzeltti, keyifli keyifli kuruldu. Yahudi hiç durmuyordu: - Şu askerlere bayılıyorum doğrusu ! Göğüslerindeki s ırma şeritler, pırıl pırıl düğmeler ne yakışıyor! Hangi genç kız gönlü dayanır bu güzelliğe! Nöbetçi, koltukları kabararak başını salladı, bu sefer bı yığının üst çatallarını burmaya başladı. Keyfinden at kişne mesine benzer sesler çıkarıyordu. Yahudi; - Bize bir iyilikte bulununuz efendimiz, dedi . Kont haz retleri ta uzaklardan geldiler. Ömründe hiç Kazak görmedik leri için onları pek merak ediyorlar. O zamanlar birçok yabancı kont, baron, Lehistan'a ge lirler, yarı Asyalı saydıkları bu ülkeyi yakından tanımak is terlerdi. Ama Moskova topraklarına, Ukrayna'ya Asya gö züyle baktıkları için oralara pek uğrayan olmazdı. Nöbetçi, yabancı konuğun önünde saygıyla eğildi. - Kazakları görüp de ne yapacaksınız, soylu efendimiz?
1 27
Onlar insan değil, sözüm yabana, it sürüs ü ! Hepsi de din siz-imansız b irer haydut bozuntusu bunları n ! . . - Ulan, şeytanın piçi, sensin i t ! K imse dinimize e l uza tamaz! Asıl dinsiz-imansız haydutlar sizlersiniz! . . - Ya, öyle mi ? Şimdi anladım senin kim ol duğu n u ! Se nin gibiler içeride bir yığın. Şimdi bizimkil eri çağırayım da göstersinler gününü ! Taras, çıkışının gereksizliğini anladıysa d a , gururuna ye diremediğinden yanlışını düzeltmeye yanaşmadı. Bereket versin, hemen Yankel yetişti yardımına: - Aman, yüce efendim! Kont hazretlerine nasıl Kazak dersiniz! Kazak'a benzer bir görünüşü, Kazak duruşu var mı şu soylu kişinin? - Onu külahıma anlat! Nöbetçi böyle diyerek öteki gardiyanları çağırmak için davrandı . Ama Yankel zor durdurdu onu: - Durun, efendimiz, yapmayın ! Sizin gibi soylu efendi ye bağırıp çağırmak yakışır m ı ? Bizi içeri sokarsanız size çok para veririz. Tam iki altın veririz size! - Ne? İki altın mı ? Ona sen para mı diyorsun? Ben iki altını sakalımın yarısını tıraş eden berberime veriyorum. Yüz altın çıkar şuradan, Yahudi ! Çıkarmazsan hemen nöbetçileri çağırırım. Gardiyan böyle diyerek bıyığının ön çatallarını burmaya başladı. Yan kel; - O kadar para istenir mi ? dedi. İnsaf yok mu sizde ? Yüzü sapsarı kesilmişti, gene de kesesinin kaytanını çözdü. İçinde yüz altından çok olmadığı, olsa bile bu haydutun yüzden sonrasını saymayı bilmediği için seviniyordu. Ama gardiyanın, altınları avcuna doldurup da saymaya başladığı nı görünce, daha çok istemediğine pişman olur diye Taras'ın kolundan çekti. - Ama n, çabuk gidelim buradan, efendimiz! B u alçak la rın gözü doymaz. Yahudi, gardiyana döndü :
128
- Ee! Hem parayı aldın, hem de bizi içeri sokmayacak mısın ? Madem altınları aldın, artık aç kapıy ı ! - Çekilin, gidin buradan ! Gitmezseniz şimdi nöbetçile ri çağırırı m ! Zavall ı Yankel; - Efendim, çabuk kaçalım! Bu açgözlü adamların yü zünü şeytan görsün! Hemen gidelim! diye yalvarıyordu. Bulba başını önüne eğdi, yavaş yavaş geriye döndü, yü rü.ineye başladı. Yankel, verdiği yüz altının acısını unutamı yordu bir türlü . Taras'a; - Ne vardı öyle öfkelenecek? dedi. Kendi kendine it gi b i ürüsün dursun. Köpek milleti değil mi, hırlaşmadan ede mezler bunlar. Talihin böylesine de pes doğrus u ! Bizi kapı dışarı etmek için tam yüz altın aldı herif. Ama Yahudi'ye gelince zırnık koklatmazlar. Saçı-sakalı kopartılır, suratı da yaktan morarır, üst dudağı şişer, gene de çıkarıp yüz altın vermezler. Aman Tanrım, sen bize acı! Girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, Taras'a çok ağır gelmişti. Gözlerinden ateş saçarak; - Gidelim. Tutsaklara işkence yapacakları alana gide l i m ! diye tutturdu bu sefer. - Ay, ay, efendim, bunun size ne yararı var ? O n lara bir yardımınız dokunmadıktan sonra ! . . Taras Bulba niyetinden cayacak gibi eğildi. - Gidelim diyorum sana ! Yahudi içini çekerek Taras'ın arkasına düştü. Halk dört bir yandan oraya aktığı için işkence yapılacak alanı b ulmakta güçlük çekmediler. Hoyratça yaşanılan o çağlarda işkenceleri seyretmek yalnız ayaktakımının değil , k e l l i fel l i, kibar insanların da en büyük eğlencesiydi. E n so fu kocakarılar, yufka yürekli ka dınlar, genç kızlar, kan gö rünce bayılan ödlek l er bile " bir fırsat çıksa da işkence sey retsek" diye can atarlardı. Ama sonra korkul u düşler gö rüp, gece yarısı uykudan çığlıkla uyanacaklarmış, kim dü şünür o n u ? " Ah, bu kadar da o l ur mu? İnsana bu denli ezi yet edilir m i ? " diye kıvranırlar, gözlerini kapayıp başlarını
129
çevirirler de, oradan kalkıp gitmeyi akıl etmezlerdi. Taras'la Yankel a lana vardıklarında, işkenceye çekil ecek tutsakları daha yakından görmek için halk üstüste yığılmıştı . Kolları nı ileri uzatan, ağzı açık ayran budalaları gibi bakan dar görüşlü, sıradan insanlar arasında, ablak suratlı bir kasap da hazırlı kları b ir bilirkişi tavrıyla izliyor; b ir zamanlar meyhanede kafa çekerken ahbap o lduğu, yanındaki silah ustasına, heyecanlı insanların tek sözcüklü konuşmasıyla keyifli keyifli bir şeyler anlatıyordu. Ateşli tartışmalara gi ren, hatta bahse tutuşanlar bile vardı, ama çoğunluğu par maklarıyla burunlarını karıştıran hımbıl takımındandı. Kalaba l ığın önüne dizilmiş bıyıklı koruma polislerinin hemen a rkasında, kurumlu tavırlar takınarak k i barl ı k tas layan, resm i giyimli bir genç d ikkat çekiyordu. Eski p abuç larıyla yırtık gömleğinden başka evinde ne varsa takmış ta kıştırmış; boynuna ise, uçlarında birer duka altını sarkan iki zincir birden asmıştı. Yanında yavuk l usu Yuzisya vard ı . İ k i d e bir de geri dönüyor, sevgil isinin i p e k l i fistanını b u ruşturmasınlar d i y e arkadakiler sert sert bakıyordu. Sevgi l isine öyle ipe sapa gelmez şeyler anlatıyordu ki, dinleyince insanın aklı dururdu: "İşte, Yuzisya'cığım, bütün b u i nsan lar işkenceleri seyretmeye gelmişler. Şurada, elinde bir bal ta ile işkence gereçleri tutan adam var ya, işte tutsakları te mizleyecek cellat odur. Suçluları önce çarka gerip çevire cekler, öldürmeden önce bir sürü işkenceden geçirecek, iyi ce bitkin düştüklerinde kafalarını kesiverecek. İşkenceye çe kilen l er tepinirler, bağırıp çağırırlar ama kellesi kopunca hemencecik ö lüverirler. Artık n e bağırırlar, ne de yer-içer ler. Öyle değil m i canım, insanın kafası ol mayınca böyle şeyleri yapa bilir m i ? " Yuzisya ürperiyor, gene de ilgiyle din liyordu. Evlerin damları insan doluydu. Bıyıklı, hotozlu başlar pencerelerden sarkmış; kentin soylular takımı süslü sundur malara, balkonlara yığılmıştı. Kar gibi beyaz elleriyle kor kuluğa tutunan bir bey kızı kıkır kıkır gülüyor; besil i , kelli felli kodamanlar aşağıdaki kalabalığa bakıp çalım satıyor-
1 30
!ardı. Kibarların toplandığı balkonlarda sırma giysili, elleri tepsili uşaklar vardı. Bunlar efendilerine içkiler, çeşitli yiye cekler taşıyorlar; kara gözlü fingirdek bir hanım da eline geçirdiği çörekleri, yemişleri kalabalığa atıyordu. Aşağıda şapkalarını çıkarıp, atılan yiyecekleri yakalamaya çalışan bir sürü aç delikanlı arasında uzun boylu bir herif vardı. Sırtına kırmızı kadifeden bir giysi geçirmişti, ama ceketinin sırmaları çoktan kararıp solmuştu. İşte bu koca sırık, uzun kollarıyla, fingirdek kadının attıklarını herkesten önce ka p ıyor, dudaklarına götürüp öpüyor, sonra da ağzına tıkı yordu . Sundurmalardan birinin a ltında sarkan, yaldızlı bir kafese konmuş bir kartal da bir pençesi havada, başı yana eğik, yukarıdakiler gibi kalabalığı seyretmekteydi. Birden bire kalabalık dalgalandı; dört bir yandan, " Kazakları geti riyorlar! Kazakları getiriyorlar ! . . " sesleri yükseldi. Başları açık, uzun perçemleri yandan sarkan Kazaklar uzaktan göründüler. Tutsak k a l dı kları sürece saçları sakal l arına karışmıştı . Bakışlarında ne üzüntü, ne de korku var dı; gururla yürüyorlardı. Giysil eri eskimiş, l ime lime ol muştu. Sağlarına, sollarına bakmadan yürüyorlardı, tavır larından kalaba lığı hiçe saydıkları belliydi. En önde Ostap gidiyordu. Koca Taras, oğlunu görünce kim bilir yüreği hangi duygularla burkuldu? Gözlerini ona dikmiş, d ikkat l e bakıyor; en ufak hareketini bile kaçırmıyordu. Tutsaklar işkence yerine varınca Ostap durdu. Zehir dolu kadeh önce ona sunulacaktı. Arkadaşlarına baktı, elini kaldırdı, yüksek sesle: - Tanrım, bana öyle bir dayanma gücü ver ki, ş u din sapkınlarının önünde ağzımdan tek inleme dahi çıkması n ! Bir Hıristiyanın çığlık attığını duyamasınlar! diye haykırdı. Sonra işkence masasına yaklaştı. Taras, kır saçlı başını önüne eğmişti, yavaşça; - Aferin, oğlum! Senden bunu beklerdim, dedi. Cellat, Ostap'ın üstündeki paçavraları sıyırdı, aldı; kol larından, bacaklarından işkence çarkına sımsıkı bağladı. . . Şu cehennem acılarını anlatmayı bırakalım da okurları-
131
mız ürpermesin, tüyleri diken diken olmasın. Hoyrat, aman bilmez bir çağdı o çağ. İnsanlar savaştan sonra yerlerde sü rüklenirler; ruhları kanlı olaylarla, insanlık dışı işkencelerle nasırlaşırdı. Bu korkunç azapl arın durdurulmasını isteyen aklı başında birkaç kişi çıkmadı değil, ama onları dinleyen k i m ? Lehistan kralı ile duyguları yücelmiş bazı saray ileri gelenleri, Kazaklara yapılacak işkencelerin, bir ulusun kini n i körüklemekten başka bir işe yaramayacağını söylediler. Fakat düşüncesizlikleri, dar görüşlülükleri, gelgeç hevesleri ve boş gururları ile devlet yönetimini çocuk oyuncağına çe viren meclis üyeleri bu sözleri kulak ardı ettiler. Ostap, işkencelere bir dev gücüyle dayandı, dudakların dan tek inilti çıkmadı. Kollarındaki, bacaklarındaki kemik ler teker teker kırılırken, kırılan kemiklerin takırtısı, ölü sessizliğine gömülen izleyicilerin kulaklarında yankılanır ken, kibar hanımlar ürpererek başlarını yana çevirirken bi le çığlı k atmadı; yüzü acıdan buruşmadı. Kalabalığın ara sında başı önüne eğik duran Taras Bulba, arada bir gözleri n i kaldırıyor: - Aferin oğul, aferin! diye mırıldanıyordu. Ama işkencelerin sonuna doğru Ostap'ın gücü tükenir gib i oldu. Gözleriyle kalabalığı şöyle bir taradı: Aman Tan rım, hepsi yabancı, hepsi yadırgı insanlar! Hiç olmazsa ölür ken bir yakını yanında bulunsay d ı ! İstediği, ne yufka yürekli annesinin hıçkırıkları, ne de saçını- başını yolan, ak göğsünü yumruklayan bir yavuklu nun acı çığlıklarıydı. Hayır, hayır, o bir erkeğin ölüm anın da avutucu, yüreklendirici sözlerini işitmek istiyordu. Bu candan yardımın yokluğundan sarsıldı; - Baba, neredes i n ? Beni duyuyor musun ? diye bağırdı. Ölüm sessizliğine gömülen kalabalığın arasından; - Duyuyorum oğlum, duyuyorum! haykırışı yükseldi. Bir ürpertiyle birlikte bütün başlar o yana çevrildi. Tutsakların koruyucularından bir bölümü atlarının başlarını oraya çevirdiler, kalabalığın arasından haykıran adamı ara maya başladılar. Yankel'de betbeniz kalmamıştı. Atlılar ya-
132
nından biraz uzaklaşınca Taras'a bakmak için döndü, fakat Taras yoktu ortalarda. Sanki yer yarılmıştı da yerin dibine geçmişti.
XII Taras'ın izi bulundu en sonunda. Tam yüz yirmi bin Kazak askeri, yerden biter gibi bir gün Ukrayna sınırında gözüktü. Bu, ne talana çıkmış bir Zaporojye alayı, ne de Tatarların peşine düşen bir ordu döküntüsüydü. Hayır, bu seferki, sabrı taşan bir halkın, öcünü almaya ant içmiş bir ulusun ayaklanmasıydı. Hakları yendiği, töreleri çiğnendiği, atala rının dini, kutsal inançları ayaklar altına a l ındığı, kiliseleri aşağılanıp birleştirildiği, Lehli buyurganlar halkı ezdiği, Ya hudi bezirganlar ülkelerinde Hıristiyanları inim inim inlet tiği için ayaklanmışlardı. Uzun yıllar biriken, yüreklerinden taşan zehir gibi acı bir kin sürüklemişti onları buraya. Kazak ordusunun başına Ostranitsa adında genç ama yi ğit bir ataman geçmişti. Günya adındaki yaşlı, deneyimli bir arkadaşı da yanında danışmandı. O n iki bin kişilik sekiz alayın başında sekiz albay vardı. Sancaktarbaşı, ordunun büyük sancağını taşıyordu, daha bir nice sancaklar, bayrak lar açılmıştı. Tuğcular, alay ve tabur tuğları dikmişl erdi. Ya ya ve atlı birliklerin yanı sıra arabacı birl ikleri, a l ayların araç subayları, yazıcılar vardı. Kayıtlı asker yanında bir o kadar da gönüllü toplanmıştı. Kazaklar nerelerden gelme mişlerdi ki . . . Çigirn'den, Pereyaslav'dan, Baturin'den, Glu hov'dan, Dinyeper ırmağının kolları arasından, geniş ırma ğın a da larından, aşağı Dinyeper ovasından . . . S ür ü l erle at ların, dizilerle arabaların sayısı belli değildi. Kazak alayları nın en düzgünü, Taras Bul ba'nın komutasındaki a l aydı. Ta ras, yaşıyla, askerlik bilgisiyle, a layını yönetmedeki beceri siyle, en önemlisi de düşmana karşı beslediği kinle bütün komutanların saygısını kazanmıştı. Kazakların kendileri bile onun sertliğini, acımasızlığını aşırı buluyorlardı. O rdu top-
133
l a ntılarında asmaktan, kesmekten, kılıçtan geçirmekten baş k a ağzından söz çıkmıyordu. Kazakların nasıl sefere çıktıklarını, Lehlilerle nasıl savaş tıklarını anlatmaya girişmeyeceğiz; tarih bunları uzun uzun yazar. Öfkesi kabaran bir ulusun din uğruna yaptığı bu sa vaşta yenilmezliğini ortaya koyduğunu bütün dünya bilir. O, öyle bir ulustur ki, fırtınalı, k ükreyen bir denizin ortasın da dimdik duran yılmaz, sars ılmaz bir kayaya benzer. Ko caman taşlardan yapılmış kale surları gibi, denizin ta dibin den başlayıp başını bulutlara dayayan ulu bir kaya . . . Nere den bakılırsa bakılsın, her yerden görülür, bütün azgın dal galar onu tanır. Kasırgaya tutul up ona çarpacak gemilerin vay haline! Gövdesi kaburgası parça parça o lur, içindekile rin ölüm çığlıkları gökleri tutar. . . Leh askerlerinin kentlerini bırakıp bırakıp kaçtıklarını, vicdansız Yahudi tefecilerin darağaçlarında sallandırıldıkla rını, Leh kralının başkomutanı Nikolay Pototskiy ile büyük ordusunun, yenilmez Kazaklar karşısında çil yavrusu gibi dağıldıklarını, tarih kitapları bütün ayrıntılarıyla anlatır. Pototskiy, bozguna uğrayan ordusunu Kazaklardan kur tarayım derken, ufacık bir ırmaktan geçtiği sırada en seçme savaşçılarını sulara kaptırdı. Gene de Kazaklar, Polonnıy kasabasında ona yetişip ordusunu dört bir yandan kuşatın ca " Aman ! " dedi, Ukraynalıların bütün haklarını, bütün eski topraklarını geriye verecekleri konusunda kral ve hü kümeti a dına ant içti. Ama Kazaklar, Leh andının ne oldu ğunu iyi biliyorlardı. Artık Nikolay Pototskiy, altı bin altın değerindeki atına kurulup sarayl ı kibar hanımlara caka sa tamayacak, Lehistan meclisinde verdiği görkemli şölenlerle hovardalık gösterisi yapıp senatörleri kıskançlıktan çatlata mayacaktı. Fakat Polonnıy'da Kazakların yollarını kesen Rus papazları kurtardı Pototskiy'i. Başında tacıyla en önde piskopos, onun arkasında, pırıl pırıl işlemeli cüppelerini giy miş, ellerinde haçlar, aziz resimleri tutan bir papaz alayı karşıdan görünüverince, Kazaklar kalpaklarını çıkardılar, saygıyla eğil diler. O sırada kim olursa olsun, kralın kendisi-
1 34
ne bile bu saygıyı göstermezlerdi. Ama Ortodoks din adam larına karşı başka türlü davranabilirl er miydi ? Kazak ata manı a l bayları topladı; Ortodoks kilisesinin bağımsız ola cağı, bütün düşmanlıkların unutulacağı, Kazak ordusuna bir zarar verilmeyeceği konusunda Pototskiy'den söz aldıktan sonra onu salıverdi ler. Yalnız bir al bay onaylamadı barışı, o da Albay Taras'tı. Perçeminden bir tutam saç kopararak: - Beni iyi dinleyin ağalar, albaylar! dedi. Sizin bu yap tığınızı karılar yapmaz. Lehlilerin sözüne kanarsanız, kan cık köpekl er gibi sizi satacaklarını bilmiyor musunuz! Ama ordu yazıcısı antlaşmayı getirip de ataman m ührü nü basınca, Taras Bulba en has çelikten yapılma Türk işi yatağanını çekti; dizinin üstünde bir vuruşta ikiye böldük ten sonra bir parçasını bir yana, öbür parçasını bir yana fır l attı. - Elveda dostlarım! Bu kılıcın parçaları nasıl birleştiri lip yeniden kılıç yapılamazsa, biz de sizinle artık bir a raya gelemeyiz. Size söyleyeceğim son sözleri kulaklarınızı açıp iyi dinleyin! Perde perde yükselen sesi oradakilerin üzerinde büyük bir etki uyandırmıştı. Taras Bulba 'yı büyülenmiş gibi dinli y orlardı. - Sanıyor musunuz, artık barışa, dinginliğe kavuştu nuz? Sanıyor musunuz, ülkenizde artık özgür yaşayacaksı nız? Gafi l l er ! . . Hey, ataman, sen düşmanının, derini yüzüp içine darı kepeği doldurduktan sonra p anayır panayır do laştıracağı nı bilmiyor musun ? Siz, albaylar, eğer diri diri kazanlara atılıp kuzu kızartılır gibi kızartılmazsanız bile ru tubetli zindanlarda çürüyeceğinizden haberiniz var m ı ? Kendi a layının askerlerine döndü: - Arkadaşlarım ! Aranızda karılarının eteği dibinde, ocak başlarında miskin miskin ölmek, meyhane köşelerinde ömür tüketmek isteyen varsa, burada Katolik papazlarına kulluk etmek isteyenler varsa, atamanlar kalsınlar! Ama Kazaklık onurunu unutmayıp, bütün kardeşleriyle birlikte kucak kucağa ölüme atılacakla r varsa, gelsinler beniml e !
135
Alayın bütün erleri; - Seninleyiz ağa seninle geliyoruz! diye bağırdılar. Öteki bölüklerden de birçok Zaporojyeli gelip Taras'ın alayına katıldı. Taras; - Öyleyse yürüyün, kardeşlerim! dedi. Kalpağını başına sımsıkı geçirdi, atının üstünde daha bir dik oturdu, kalanlara öfkeli öfkeli baktıktan sonra kendi adamlarına; - Adınız bu ülkede hayırla anılacak, dedi. Hadi, arka daşlar! Gidelim bakalım, Katolikler ne durumdalar . . . Kırbacını vurup atını sürdü, yüz arabalık bir kervan da onun peşinden yürüdü. Atlısı, yayasıyla bir alaydan çok as keri vardı . Taras birkaç kez dönüp meydan okurcasına bak tı; kimse onu durdurmaya, yolundan çevirmeye kalkmadı. Ataman ile a lbayların yüreğine bir tasadır çökmüştü. İç lerine doğan bir önsezi, bu işin sonunun iyiye varmayacağını söylüyordu. Çok geçmeden Taras'ın bütün dedikleri çıktı. Atamanın başı kesilip kazığa geçirildi, birçok Kazak albayının derileri yüzüldü. " Ya Taras'a ne old u ? " diyeceksiniz. Taras, alayı ile Lehis tan'ın altını üstüne getirdi, tam on sekiz köy ile kırka yakın manastır yaktı, ta Krakov önlerine vardı . En zengin konak lar talan edilip soylular kılıçtan geçirilmiş, Leh beylerinin kilerinde sakladıkları yüzyıllık şaraplar, en lezzetli ballar yerlere dökülmüş; sandıklarından çıkarılan değerli giysiler, en ağır kumaşlar, evlerdeki en gözde eşyalar parçalanmış, kırılmış, yakılmıştı. Taras, " Kimsenin gözünün yaşına bak mayacaksınız! " diye buyuruyordu. Kara gözlü, ay yüzlü, kar gibi ak göğüslü kızlar diri diri ateşe atıldı; kiliselere sı ğınanlar kiliseyle birlikte yakıldı. Alevler arasından yükse len ak kolları, acıklı çığlıkları gören, işiten en katı yürekler bile ta derinden sarsılıp ürperdi l er. Ama Kazaklar hiçbirine aldırmadılar, sokaklarda buldukları insanları kargılarının ucuna takıp ateşe attılar. Taras, " Al ın bakalım, pis Lehler, iş-
1 36
te ben Ostap'ın ruhuna böyle dua okuturum ! " diyordu. Ta ras Bulba'nın yaptıkl arının çapulculuğu çoktan aştığını gö ren Leh h ükümeti, azılı haydutu yakalaması için N i kolay Pototskiy'in emrine tam beş alay verdi. Kazaklar atlarını sapa yollardan sürerek altı gün, altı ge ce Lehlerden kaçtılar. Yiğit atlar bu amansız kovalamacadan binicilerini zor kurtarıyordu. Pototskiy, Kazakları adım adım izledi, nereye gittilerse o da arkalarından sürdü. Taras Bulba, Dinyester kıyılarına varınca yıkık bir kaleye sığındı, orada bir süre dinlenmeye karar verdi. Kale, D inyester ırmağının kıyısında, sarp bir kayalığın te pesindeydi. Bütün tabyalar yıkılmış, surlarda büyük gedikler açılmıştı. Duvarlar her an çökerek yerle bir olacağa benzi yordu. Pototskiy yetişip Kazakları iki yandan sardı. Zaporojye liler dört gün yiğitçe karşı koydular; kurşun attılar, taş attı lar, tuğla attılar. Askerin yiyeceği, tüfeklerin barutu tüke nince Taras, kuşatmayı yarma emri verdi. Kazaklar belki bu işi de becereceklerdi, fakat Taras birden atını durdurdu: " Durun, arkadaşl a r ! Çubuğumla ti.iti.in kesemi düşürdüm. D üşmanın eline geçmesini istemiyorum " dedi. Karada, de nizde, bütün seferlerde yanından ayırmadığı tiryaki avadan l ığını otlar arasında aramaya koyuldu. O sırada Leh l i l er te pesine üşüşmüşlerdi. Onu sımsıkı yakaladılar. Taras silkin di, onu yaka layan Lehlerden kurtulmak istediyse de gücü yetmedi. " Ah, gözü kör olası yaşlılık ! " diye sızlandı. Oysa suç yaşlılıkta değil, kuvvetten üstün olan kuvvetteydi. Otuz kadar Lehli kollarına, bacaklarına sarılmışlardı. - Seni pis karga, işte şimdi elimize düştün! Ö l ümlerden ölüm beğen! diye bağırdılar. Pototskiy'in de izni alı ndıktan sonra, Taras Bulba'nın ateşte yakılmasına karar verildi. Yakınlarda, tepesi yıldırım lardan parçalanmış kuru bir ağaç vardı. Taras'ı ağacın göv desine, herkesin görebileceği b i r yüksekliğe ellerinden çivi leyip bağladılar, altına kucak kucak odun yığıp tutuşturdu lar. Ama Taras, altındaki ateşe değil, Kazakların kaçtığı yö-
137
ne bakıyordu. Yüksekten onların bütün yaptıklarını gördü ğü için: - Ormanın arkasındaki tepeye kaçın! Lehliler oraya ya naşamazlar ! diye bağırdı. Ama rüzgar haykırışını dağıttı, Kazaklara ulaştırmadı . Taras büyük üzüntü içindeydi. - Kurtulamayacaklar! Kurtulamayacaklar! Kurtulama yacaklar! diye inledi. Tam o sırada gözleri sevinçle parladı. Dinyester 'in sula rında, birçok sandalın çalılar arasında durduğunu görmüş tü. Bütün gücünü toplayarak bağırdı: - Kıyıya koşun yiğitler, kıyıya koşun! Tepenin solun daki cılgadan i n i n ! Orada kayıklar var! Hepsini alın ki, ar kanızdan yetişemesinler ! B u sefer rüzgar yardım etmiş, koca Kazak'ın söyledikleri ni askerlerine iletmişti. Deliye dönen Lehler, ellerindeki bal tanın tersiyle Taras'ın kafasına nasıl vurdularsa, onu hemen oracıkta bayılttılar. Kazaklar taşlık, dolambaçlı bir cılgadan atlarını sürdüler. Peşlerinde de amansız Lehliler vardı. Yol , gide gide bir uçu rumun başında bitti. - Arkadaşlar, yol burada bitiyor! diye haykırdı birisi. Fakat bir an durup bekledikten sonra kamçılarını şaklat tılar, altlarındaki çevik Tatar atları yılan gibi kıvrılıp hava ya sıçradı, boşlukta bir eğri çizerek uçurumun dibi ndeki Dinyester'e düştüler. Yalnız iki kişi ırmağa u laşamamış, at la rıyla birlikte kayalara çarpıp parçalanmıştı. Kazaklar at larının üstünde yüze yüze kayal ık lara vardıkları sırada uçu rumun başına gelen Lehliler, ırmağa atlayıp atlamama kta kararsızdılar. Kazakların yaptıkları bu işe şaşıp kalmışlardı. Andrey'in s evdiği kızın ağabeyi olan, genç, yakışıklı, acar bir al bay fazla beklemedi; atını mahmuladığı gibi uçurum dan aşağı saldı. Ama havada üç takla atan hayvan sivri ka yaların üstüne d üşmekten kurtulamadı; at da, birincisi de parça parça oldular. Genç yiğidin kanla karışmış beyni, uçu nımun yamaçlarındaki çalılara takıldı kaldı.
138
Taras baygınlıktan kurtulup kendine geldiği zaman Ka zaklar, kayıklara binmişler, hızla küreklere asılıyorlardı. Te pelerinden yağan kurşunlar onlara yetişmekten çok uzaktı. Taras'ın gözleri sevinçten parladı. - Elveda arkadaşlar! diye bağırdı yukarıdan. Beni unut mayın! Bir dahaki bahara gene gelin buralara; vurun, kırın, gönül eğlendirin ! Size söylüyorum, şeytanın dölü Lehliler! Hani elinize ne geçti ? Kazakları yıldıracağınızı mı sandınız? Daha durun bakalım, günü gelecek, Ortodoks inancının ne menem bir din olduğunu anlayacaksınız! Uzak-yakın bütün uluslar Rus halkının toparlanacağını, hiçbir kuvvetin onla ra karşı duramayacağını görecekler! . . Alevler yükseldikçe yükseliyor, Taras'ın bacaklarını ka vurduktan başka ağacın gövdesini de tutuşturuyordu. Ama yeryüzünde Rus'un gücünü yenecek güç, Rus'u sindirecek işkence var mıdır? D i nyester ırmağı, yatağında sere serpe yayılmış akıyor. Sular kimi yerde sığ, kimi yerde derin, kimi yerde coşkun . . . Sazlık adacıkların serpiştirildiği bu ışıltılı sularda kuğular çığlık atıyor, cakalı balıkçıl l ar, kırmızı bağırtlaklar, uzun gagalı çulluklar bağrışarak av kovalıyorlar. .. Kazaklar kü reklere asılıyorlar durmadan. Çifte dümenli kayıklarını sığ yerlerden tehlikesizce aşırtıp sürü sürü kuşları ürkütüyor, yiğit komutanlarını konuşuyorlar. . .
139
Petersburg Öyküleri
B ir Delinin Güncesi
3
EKİM
Bugün başıma neler geldi, bir bilseniz! Sabahleyin oldukça geç uyandım. Hizmetçim Mavra, boyadığı çizmelerimi geti rince saatin kaç olduğunu sordum. Meğer l ü'u çoktan geç miş. Bunu işitir işitmez hemen kalkıp giyinmeye başladım. Giyiniyordum ama bir yandan da daireye gitmek içimden gelmiyordu. Çünkü bizim şube müdürü gene ekşiyecek, su ratını asacaktı. Ne zamandır dırdır ediyor zaten; " Bıktım senin dağınıklığından, laçkalığından. Doğru dürüst bir iş yaptığını görmeyecek miyim. Elin ayağın birbirine dolaşı yor, işleri arap saçma çeviriyorsun. Adamın adının, sanının küçük harfle yazıldığı nerede görülmüş ? Hani evrak l arda tarih, sayı? .. " diye. Pis karga, beceriksiz herif! Kıskançlıktan çatlayacak ne redeyse. Ekselans, genel müdür beni odasına çağırıp kalem lerini sivril ttiriyor ya, bütün derdi o. Açıkçası, daireye gidip şu bizim pinti saymanla görüş mek, belki de ondan aylığımın bir bölümünü önceden al mak umudu olmasa, bugün yerimden bile kıpırdamazdım. Aman ben de neler zırvalıyorum! O Çıfıtm, aylığı gününden önce verdiğini kim görmüş ? Yalvar, yakar, istersen acından öl, geber; herif vermez oğlu vermez! Oysa evinde hizmetçi sinden dayak yediğini bilmeyen yok. Şu bizim dairede çalışmanın ne yararı var sanki? Üç-beş kuruş aylık alıyoruz, hepsi o kadar! Ama adliyede, defterdar lıkta, hatta belediyede çalışmak bambaşka. Adamın oralar-
143
da, köşedeki bir masaya sinip mıymıntı mıymıntı çalıştığına bakmayın. Hani, üstünden dökülen eski giysiye, mendebur suratına baksanız içinizden tükürmek bile gelmez. Ama bir de siz onun tuttuğu yazlık eve bakın. Armağan olarak yaldız l ı bir fincan götürmeye kalksanız, " Bunu kime getiriyorsu nuz ? " diyerek beğenmez. Ya bir çift eşkin at ya bir ya da en azından 300 rublelik kunduz kürk bekler sizden. Oysa duru şu süklüm püklümdür, hep nezaketle, alttan alarak konuşur. " Kalemimi yontacağım, çakınızı l ütfeder misiniz ? " gibisin den . . . Öte yandan bir eline düşmeye görün, sizi öyle bir yon tar, soyulmuş soğana çevirir ki, neye uğradığınızı şaşırırsınız. Doğrusunu söylemek gerekirse bizim dairedeki hava bambaşkadır. O ne yüce davranışlar, o ne soyluluk! Masala rımızın tümü maundan, amirlerimiz bizlerle "siz" diye ko nuşurlar. İşte görevimin bu soyluluğu olmasa orada bir gün bile durmazdım. Hayli yıpranan kaputumu •· giydim, sağanak halinde yağ mur yağdığı için şemsiyemi aldım. Sokakta fazla kimse yok tu. Eteklerini başlarına devşirmiş yürüyen köylü kadınlar, şemsiyeli birkaç küçük esnaf, bir de odacılar. Şöyle efendi kılıklı kimselerden, yol kavşağında benim gibi bir memur gözüme i l işti. Ama görür görmez işi anladım. "Yoo, memur kardeş, seninki daireye gidiş fil a n değil . Şu önünde yürüyen dişiye yetişmeye çalışıyorsun, gözlerin yosmanın bacakla rında. Daireden kaytardığın nasıl da bel li ! " dedim kendi ken dime. Şu bizim memur takımı yok m u ? Çapkınlıkta subaylar dan geri kal mazlar. Yol dan geçen başı şapkalı kibar bir ha nım görmesinler, hemencecik peşine takılırl ar. Böyle düşüne düşüne yürürken, önünden geçtiğim mağa zanın kapısına yanaşmış bir araba gördüm. Hemen tanıdım, bizim genel müdürün arabasıydı bu. " Ekselansın bu saatte çarşıda ne işi var ? Olsa olsa kızıdır " diye düşünerek hemen * Sivil memurlar da resmi giysilidir, her bakanlığın özel 'üniforması vardır. - ç .n.
144
bir duvara sindim. Uşak kapıyı açtı ve gerçekten de o, bir kuş hafifliğiyle dışarı süzüldü. O ne bakışlar, kaş-göz oyna tışlar! D urduğum yerde eridim, bittim . . . Ne diye çıkmış so kağa bu yağmurda ? Bir de kadınlarımızın süse, giyim-kuşa ma düşkün olmadığını söylerler. Neyse, beni tanımamıştı, ben de zaten gözüne pek gö zükmemeye çalışmıştım. Çünkü üstümde kirli, modası geç miş, eski bir kaput vardı. Kaputum astarsızdı, yakası iyice yıprandığı için uçları üst üste biniyordu. Genç bayanın köpeği hanımının arkasından yetişemedi, mağazanın dışında kaldı. Bu köpeği de tanırdım, adı Me ci 'dir. Ben orada dikilmiş dururken ince bir sesin, " Merha ba, Meci ! " dediğini duydum. Bu da ne demek oluyor, kim söyledi bunları ? Baktım; biri genç, öbürü yaşlı, şemsiyeli iki kadın geçiyorlar önümden. Kadınlar yürüyüp gittiler, fakat aynı ses bir daha duyuldu. " Ayıp değil mi, Meci ? " Vay canına ! . . Nasıl i ş bu? . . Derken, iki kadının peşinden tin tin koşan köpeğin Meci'yle koklaştığını görmeyeyim mi ? Konuşan onlar mıydı yoksa ? " Ee, bu kadarı fazlaydı doğrusu! Sarhoş muyum neyi m ? " diye geçirdim içimden. Oysa sarhoşluk kim, ben kimim ? .. "Dur bir dakika, Fide!, haksızlık etme! Ben . . . Hav hav, ben . . . Hav hav, çok hasta yım ! " Bunu Meci söylüyordu, gözlerimle görmüştüm. Vay köpoğlusu vay! Köpeklerin insanlar gibi konuşma sına doğrusu çok şaşırmıştım, fakat sonra bu konuyu iyice düşününce şaşkınlığım geçti. Gerçekten de yeryüzünde bir sürü tuhaf olay yaşanıyordu. Anlattıklarına göre, İngilte re'de bir balık, sudan dışarı fırlayıp birkaç anlaşılmayan söz söylemiş. Bu sözleri öyle garip bir dille söylemiş ki, b i lgin ler üç yıldır uğraşıyorlar, bu sözlerden bir anlam çıkaramı yorlarmış. Bir gün de gazetede, iki ineğin bakkal dükkanına girip yarım kilo çay istediklerini okumuştum . Bütün bunlar gene neyse ama Meci sözlerine; " Sana mektup yazıp gön dermiştim. Bizim Polkan getirmedi mi yoksa ? " diye devam edince, az kalsın küçük dilimi yutuyordum. Düşümde görsem inanmazdım. Köpeklerin yazı yazdığı-
145
nı gören, işiten var mı ? Bu işi becerse becerse ancak soylu lar takımından kişiler becerebilirler. Gerçi şimdi esnaftan mürekkep yalamışlar da türedi, hatta derebeylerimizin kö lelerinden bile bu işi kıvıranlar çıkıyor, fakat onlarınki yaz maktan çok, noktasız, virgülsüz bir şeyler karalamaktı r . . . Çok şaşırmıştım. Ne yalan söyleyeyim, son zamanlarda kimsenin görüp işitmediği şeylerle karşıl aşıyordum. Kendi kendime, " Hele şu köpeğin peş inden gideyim bakay ı m ! Ne yin nesiymiş, o zaman daha iyi anlarız, " dedim. Şemsiyemi açıp kadınların arkasından yola düştüm. Grohoyov soka ğından Meşçanski'ye, oradan Stolyar sokağına saptık. So nunda Kukuşkin köprüsünün karşısındaki büyük bir apart manın önünde durdular. " Aa, Ziverkov burada oturur. Bili yorum burayı , " dedim kendi kendime. Çok da kalabalık bir apartmandı kadınların girdiği yer. Kimler oturmuyordu k i ? Gündelikçi kadınlar mı istersiniz, taşralılar m ı ? .. Bizim memur takımından bir sürü i nsan balık istifi gibi yerleşmiş ti küçücük dairelere. Baktım, kadınlar beşinci kata çıktılar. " İyi," dedim, " Yer lerini öğrendim. Şimdi girmeyeyim de ilk fırsatta bundan ya rarlanırım."
4
EKİM
Bugün çarşamba, onun için bizim genel müdürün odasın daydım. Mahsus erken gelmiş, bütün kalemleri sivriltip bi tirmiştim . . . Bizim genel müdür akıllı adam besbelli, masa sının yanındaki raf tıklım tıklım kitap dolu. Kitapların ba zılarının adlarını okudum, bizlerin anlayacağı cinsten deği l, hepsi de çeşitli bilimlerle ilgili, Fransızca, Almanca yapıt lar. . . Zaten ekselansın yüzünden ne büyük bir adam oldu ğu okunuyor. Kimseyle uzun boylu konuşmaz. " Hava na sıl ? " - " Epeyce yağışlı, beyefendi . " İşte hepsi bu . . . Bizim gibi ufak memurların dengi değildir. Büyük devlet adamıdır o. Gene de bana karşı bir yakınlık duyduğu gözümden kaç mıyor. Bari kızı da . . . Şey . . . Ahh ! Sus, sus en iyisi !
1 46
O günkü Arı dergisini okuyordum. Şu Fransızlar ne ap
tal insa nlar! Nedir istedikleri? Elime geçirsem basardım hepsine kırbacı, vallahi ! . . Bir de Kursklu toprak ağaları iyi yazı yazarlar. Bir aralık saatin yarımı vurduğunu duydum. Bizimki görünürlerde yoktu henüz. Fakat bir buçuğa doğru öyle bir şey oldu ki, hiçbir kalem anlatmaya yetmez: Bir denbire kapı açı ldı, ben genel müdür geliyor, diye dosya elimde ayağa fırladım; oysa ekselans değildi gelen . . . Hayır, kızıydı bu! Aman Tanrım! Beyaz giysiler içinde . . . Kuğu gibi içeri süzüldü. Ya o bakışı? Tıpkı güneş. İnsanın gözleri ka maşır. Selam verdi . " Babam gelmedi mi ? " d iye sord u . Ya o sese ne demel i ? " Ay, ay, ay ! Kanarya solda sıfır kalır. " Kü çük hanım, beni cezalandıracaksanız gönl ünüzce cezalandı rın! Kulunuz, köleniz olayım ! " demek istedim, ama diye medim. Ağzımdan, "Hayır, hanımefen di, gelmediler daha. " sözünden başkası çıkmadı. O da bir bana, bir de raflardaki kitaplara baktı, sonra elindeki mendilini yere düşürd ü . Atı larak yerden kaptım, ama körolası cilalı parkede az kalsın kapaklanıyordum. D üşmedim, mendil i yavaşça sundum. Hey, güzel Tanrım! O ne mendi ldi öyl e ! Patisten, ince cik . . . " General v arabanın arkasından koştu . Bu sefer şansı yar dım etmiş, araba Kazan katedralinin önüne gelince durmuş tu. Kovalev kolayca vardı oraya; eskiden başını çevirip bakmadığı, yüzleri örtülü, gözleri için küçük iki delik bı rakmış dilenci kocakarıların arasından geçerek katedrale girdi. İçerisi fazla kalabal ık deği ldi, gelenler daha çok giriş te oturmuşlardı. Kovalev öylesine allak bullak olmuştu ki, dua etmek için en ufak bir istek duymaksızın gözleriyle bur nu aramaya koyuldu. Sonunda onu kalabalıktan uzak bir köşede, tek başına duaya çekilmiş olarak gördü. Yüzünü yüksek yakasının içine saklamıştı. Kovalev; " Yanına nasıl yaklaşma l ı ? Giyimine-kuşamı na, tavırlarına bakıl ırsa en azından 3. dereceden yüksek bir memur. . . " diye geçirdi içinden. Yanına usulca sokuldu, al çaktan bir-iki kez öksürdü. Fakat burun duaya dalmıştı. Arada bir istavroz çıkarıyor, kutsal tasvirlerin önünde eği lip eğil i p kalkıyordu. Kovalev kendi kendini yüreklendirme ye çalışarak; - Beyefendi, beyefendi, diye seslendi. Burun dönüp baktı. - Ne var? Ne istiyorsunuz? . . - Şey . . . Durumunuz biraz tuhafıma gitti de, efendim . . . Herkes yerini bilmeli, öyle değil mi? Sizi hiç ummadığım bir yerde, hem de kilisede buluyorum. Siz de kabul edersiniz ki . . .
212
- Neden söz ettiğinizi anlamıyorum. Açık konuşun, ne istediğinizi açıklayın lütfen. Kovalev " Kolay açıklanacak gibi değil ki . . . " diye geçir di içinden. Sonra sakin görünmeye çalışarak; - Demek istediğim şu ki, diye konuşmasını sürdürdü. Bir binbaşı olarak ben . . . burunsuz gezmekten ne denli utan dığımı bilmenizi isterim . . . Voznesensk köprüs ünün orada portakal satan burunsuz kadınların durumuna benzemez be nimkisi. Yüksek makamlar bekleyen 3. derece memur karı sı bayan Çehtareva gibi birçok hanımefendiyi yakından ta nıyan birisi için . . . Nasıl anlatsam bilmem ki . . . ( Bin başı Ko valev omuzlarını kal dırdı . ) Kusura bakmayın ama burun suzluğu onur sorunu yapan birinin durumunu anlamanız gerekir . . . ·
- Söylediklerinizden gene bir şey anlamış değilim. Daha açık konuşamaz mısınız? Binbaşı Kovalev'in tepesi attı. - Beyefendi, bundan daha açık nasıl konuşur u m ? Bel ki de beni anlamak istemiyorsunuz. Her şey apaçık orta d a ! S i z . . . s i z benim kendi bum umsun u z ! Burun binbaşıya dik dik baktı, kaşlarını çattı. - Yanlışınız var, beyefendi. Ben kimsenin burnu fi lan değilim. Üstelik aramızda bir ilişki bulunduğunu da sanmı yorum. Üniformanızın düğmelerinden anladığıma göre, siz benim çalıştığım bakanlıktan başka bir yerde görev yapı yorsunuz. Burun bunları söyledikten sonra başını çevirdi, gene dua etmeye koyuldu. Binbaşı Kovalev afalladı, ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Tam o sırada az ileriden tatlı bir ipek hışırtısı gel di. Kovalev o yana dönünce, giysisi damellerle süslü, yaşlı ca, tombul bir kadın ile onun yanında sülün gibi genç bir hanım gördü . Genç bayan, bedeninin inceliklerini ortaya çıkaran zarif bir giysi ile, başında yumuşacık bir pasta gi bi duran, gül kurusu bir şapka giymişti. Onların arkasından gür favorili, boynu kat kat yakalara gömülü, iri kıyım bir
213
adam yürüyordu. Adam bayanlara yaklaşınca durdu, cebin den çıkardığı enfiye kutusunu açtı. Kovalev bir an kendini toparlayarak gelenlere doğru bir kaç adım yaklaştı, gömleğinin kolalı yakasını düzeltti, altın saat kösteğinden sarkan mühürleri şıngırdattı. Gözlerini, bir bahar çiçeği kadar taze, inceci k kadından alamıyordu. Kadın hafifçe öne eğilerek istavroz çıkarıyor, kar beyazı eli nin parmaklarını sırayla alnına, omuzlarına, göğsüne değ diriyordu. Kovalev, genç kadının şapkası nın kenarından çe nesi ile yanağı nın bir bölümünü görünce iyice heyecanlan dı, gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. O anda da burnu nun yerinde durmadığını anımsayarak ateş basmış gibi ge riye sıçradı, gözlerine yaş doldu. Büyük bir öfkeyle, onu bu duruma sokan burna ver yansın etmeye hazırlandı .
Ona, 3 . derece memur maskesi altındaki düzenbaza, o
dolandırıcı herife, düpedüz kendi burnu olduğunu çekinme den haykıracaktı. Kendi burnu da olsa göstermeliydi edepsi ze dünyanın kaç bucak olduğun u . Fakat Kovalev gözleriyle burnu dört bir köşede aradı; yoktu, gene birilerini görmeye gitmişti anlaşılan. Büyük bir umutsuzluğa kapılan Kovalev, kiliseden dışarı çıktı. Gelip geçen insan kalabalığının arasına bir daha göz gezdirdi. Adamın şapkasının tüyünü, omuzlarındaki sırma ları nerede görse tanırdı, fakat nasıl olduysa kaputunun ren gine, arabasına, atlarına, varsa yanındaki uşağına hiç dik kat etmemişti. Sağa-sola koşuşturan bu kalabalık arasında onu nasıl tanıyacak, tanısa bile nasıl durduracaktı ? Hava alabildiğin e güzel ve güneşliydi. Neva caddesine iğ ne atsanız yere düşmezdi. Renk renk giysili kadınlar, Poli t seysk köprüsünden tutun da Aniçkin köprüsüne kadar, oluk ta:-ı boşanırcasına bütün yaya kaldırımlarını doldurmuştu. Kovalev uzaktan, özellikle başkalarının yanında " yarbayım" diye hitap ettiği 4 . dereceden, tanıdık bir memur gördü. Onun arkasından yakın arkadaşı Yarıjkin'e gözleri i l işti. Yarıjkin senotada masa amiriydi, birlikte boston oynarlardı. Kova lev ikisini de görmezlikten geld i . Tam onları atlatmıştı ki,
214
kendisi gibi Kafkasya'da 5. dereceye kadar yükselmiş bir binbaşı arkadaşına takıldı gözleri . Adam, yanına gelmesi için ona el sallıyordu. Kovalev kendini ilk gördüğü arabaya ata rak; " Canı cehenneme ! " diye sövdü içinden. Sonra arabacı ya bağırdı: - Emniyet müdürlüğüne götür beni! Çabuk ! Yol boyunca durmadan; - Durma arabacı! Yapıştır kırbacı! diye haykırıyordu. Emniyet müdürlüğüne vardıklarında hemen kapıcıyı çağırdı. Müdür içeride mi, oğl u m ? Geldiğimi haber ver! Yoklar efendim. Yeni çı ktılar. Nasıl yok ? Öyle şey olur m u ? Biraz önce çıktılar, efendim. Bir dakika önce gelseniz yerinde bulurdunuz. Kovalev, mendili hep yüzünde, arabaya gerisin geriye bin di, acı bir sesle bağırdı: - D urma arabacı! Çabuk sür! Arabacı bir an durakladı. Ne yana gideceğiz, beyim? Dümdüz sürsene be adam! Dümdüz süremem, efendim. Yol sağa, bir de sola sapıyor. Kovalev gideceği yönü bir a n kestiremediği için düşün meye başladı. En iyisi ahlak zabıtasına başvurmaktı. Orası da polis kuruluşuydu; yalnız işler orada daha hızlı, kestir meden görül ürdü. Yoksa " burnun" çalıştığı yerin amirine mi gitsey d i ? Ama güvenilmezdi k i o madrabaz herife. Kut sal şeylere değer vermediği konuşmasından belliydi. Onu, yani K ovalev'i hiç tanımadığını söyler, çıkıverirdi işin için den. Kovalev, arabacıya, ahlak zabıtasına sürmesini söyle mek üzereydi ki, birdenbire kafasına dank etti. Bu madra baz, dolandırıcı herif bir yolunu bulup kenti n dışına kaç masındı ? Ondan sonra koydunsa bul, aylarca arasan ele ge çiremezdin düzenbazı . . . Aklı başına yeni gelen Kovalev, doğruca gazete ilan ku-
215
rumuna gidip, " burnun" bütün özelliklerini bildiren bir du yuruyu gazetelerde yayınlatmaya karar verdi. Böyle bir bu runa rastlayan bir yurttaş onu bulup getirebilir, hiç olmazsa bulunduğu yeri ha ber verirdi. Bu sevindirici karara varan Kovalev, arabacıya gazete duyuru kurumuna gitmesini bu yurdu; ondan sonra da zaval lının sırtına yumruklarını in dirmeye başladı. - Hızlı sür, alçak! Daha hızlı sür! Hadi, ne duruyorsun? Arabacı; - Yapmayın efendim ! diye yalvarıyor, bir yandan da zağarlar gibi saçak saçak tüylü atına dizgin kayışlarıyla ha bire yapıştırıyordu . Gazete duyuru kurumuna geldiklerinde Kovalev soluk soluğa içeri daldı. Girişte, frakı üstü nden dökülen kır saçlı, gözlüklü bir memur, kalem ağzında, önündeki bakır man gırları saymaktaydı. Kovalev; - Burada duyuruları kim alıyor? diye bağırdı. Oo, siz miydiniz, beyim! Merhaba! - Buyurun, beyim, bir emriniz mi var? Kır saçlı memur bir an gözlerini Kovalev'a çevirdi, sonra tekrar önü ndeki para yığınını istiflemeye koyuldu. - Şey . . . Bir duyuru yayımlatacaktım da . . . - İzin verin, efendim. Şu işimi bitireyim önce . . . Memur kağıda birkaç rakam yazdıktan sonra, hesap tah tasında iki yuvarlağı sağa itti. Soylu, zengin kişilerin evinde hizmet ettiği pelerinindeki şeritlerden anlaşılan, temiz kılık lı bir uşak, elinde bir kağıtla masanın önünde dikil iyor; bir yandan da kibar insanlarla konuşmasının yolunu yordamı nı bildiğini gösteren bir ataklıkla durmadan konuşuyordu: - Tanrı sizi inandırsın, beyefendi. Köpek, benim pa ramla sekiz metelik etmez. Gel gelelim, kontes deli oluyor bu hayvan için. Bulana tam yüz ruble ödül verecek. Söyleme si ayıp değil, şurada biz bize konuşuyoruz, gerçekten renk lerle zevkler tartışılmazmış. Köpeğe düşkün müsün, ver beş yüz bin rubleyi; tazı mı olur, pudel mi, al evine iyi cins bir
216
köpek. Böylesi için insan paraya acımaz . . . Ama ya bu hay van? . . Tavırlarıyla saygı uyandıran kır saçlı memur, uşağın an l a ttıklarını dinler görünerek, onun eli nden aldığı kağıttaki sözcükleri saymaya koyulmuştu. Böyle, ellerinde verecekle ri duyurularla bekleyen bir sürü müşteri vardı odada. Daha çok yaşlı kadınlar, tüccar yanaşmaları, varlıklı evlerin uşak ları göze çarpıyordu. Duyurulardan birinde içki içmeyen bir ara bacının iş aradığı, öbüründe 18 l 4 'te Paris 'ten gel me