145 7 5MB
Turkish Pages 183 [182]
REFİK HALÎD KARAY MEMLEKET HİKAYELERİ
'¡ I ' İ N K I L A P
MEMLEKET HİKÂYELERİ
REFİK HALİD KARAY
MEMLEKET HİKÂYELERİ Günümüz Türkçesine uyarlayan E nder K A R A Y
'¡I* İN K ILÂ P
Memleket Hikâyeleri
© İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş.
Sertifika No: 10614
Bu kitabın h e r tü rlü yayın hakları Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince inkılâp K itabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A .Ş.'ye aittir.
Sayfa tasarım M eline Pamukçuoğlu Kapak Sait Maden
ISBN: 978-975-10-0106-1 08 09 10 11 12
30 29 28 27
Raskı
İNKILÂP KİTABEVİ BASKI TESİSLERİ
:İİ: İN K IL A P Çobançeşme M ah. Sanayi Cad. A ltay Sk. No. 8 34 196 Yenibosna - İstanbul Tel : (0 2 1 2 )4 9 6 11 11 (Pbx) Fax: (0 2 1 2 )4 9 6 11 12 posta@ inkilap.com
www.inkilap.com
Z O R Ü N L C I B İR A Ç I K L A M A Son elli yılda; özellikle Arap ve Fars kökenli keli melerin ayıklanması ue yerlerine özlürkçelerinirı kulla nılması sonucu çok hızlı değişen dilimiz, kuşaklar ara sındaki iletişimde bazı zorluklar doğurmuştur. Dede ile torun arasındaki bu anlaşma güçlüğü, geriye dö nüş düşünülemeyeceğine göre, eskinin yeniye uyar lanmasını zorunlu kılmıştır. Çağında en yalın ve her kesçe anlaşılır Türkçeyi kullanmakla ün yapmış bulu nan Refik Halid bile; bu gelişim ve değişim karşısında, elli yılda, günüm üz orta öğretim gençleri için g ü ç kav ranır duruma düşmüştür. Memleket Hikâyeleri'nin 28. baskılarında korunan orijinal metninin, elinizdeki 10. baskısından başlayarak; yaşamakta olduğum uz dile ılımlı bir yaklaşımla, uyarlanmasına zorunluluk duyulmuştur. Rastlanacak kusurların, iyiniyetimize bağışlan ması dileğimizdir. E.K.
İ Ç İ N D E K İ L E R
Yatık E m i n e .........................................................................9 Şeftali B a h ç e le r i.............................................................. 39 K oca Ö k ü z ....................................................................... 49 Vehbi Efendinin K u ş k u s u .............................................. 57 Sarı B a l ...........................................................................
66
Ş a k a ................................................................................... 76 Küs Ö m e r ..........................................................................85 B oz E ş e k ........................................................................... 95 Y a t ır .......................................................... ...................... 102 K om şu N a m u s u ........................................................... 111 Yılda B i r .......................................................................... 121 S u s P a y ı .......................................................................... 129 K uvvete K a r ş ı ................................................................ 140 Cer H o c a s ı ..................................................................... 148 G arip Bir H e d iy e ............................................................161 Bir S a ld ır ı....................................................................... 166 A y şe 'n in Y a z g ı s ı ............................................................171 G a r a z ............................................................................... 177
"MEMLEKET HİKÂYELERİ" H A K K IN D A Y A Z IL A N L A R "Ben edebiyata biraz meraklıyımdır. Eskiden bu merakım estetiğin sının içinde kalırdı, şimdi biraz daha derine gidip ki taplardan yazarlarına, yazarlardan çağların düşüncelerine ve toplumlann davranışına doğru uzanmak isterim. Meselâ çok es kiden büyük üstad Refik Halid'in Memleket Hikâyeleri 'ni, salt bir güzel yazı okumak keyfi, katkısız bir edebî zevk için ezberlemiş tim, şimdi onları yeniden okuyor ve ber birinde, o edebî keyfin ötesinde, bambaşka hazineler keşfediyomm. Bana onlar, vatan Anadolu'nun yarım yüzyıl içinde değişen ve değişmeyen davra nışlarına en keskin ışığı tutuyor. Onlar sayesinde üstad Refik Halid'in öze varmaktaki büyük kudretine ve zamanı yenen eşsiz görüş ve anlayışına bambaşka bir anlayışla hayran oluyorum. Bana o hikâyeler, bugün, Anadolu'nun insan ve sosyal ha yatı üzerine yazılmış ve yazılacak, en azametli psikoloji ve sosyo loji eserlerinden daha etraflı, daha derin, daha dolu ve daha gerçek geliyor. Öyle sanıyorum ki, bu hikâyeleri okumadan Ana dolu'yu anlamanın, anlamaya başlamanın imkânı yok. Bavu luna kamerasını, not defterini, Mahmut Makal ve Fakir Baykurt'un eserlerini doldurarak Anadolu'yu keşfe hazırlananlara, haritaya bakmadan ve yola çıkmadan önce, o yarım yüzyıllık Memleket Hikâyeleri'ni okumalarını salık veririm. Ne yalan söyleyeyim, ben insanları iyi anlatan ve sevdiren edebiyatın taraflısıyım. Olaylara ve zamana, asıl o duru kafa ve engin insan aşkıyle yazılmış eserler dayanabiliyor da, ondan. Prof. Sabri Esad SİYAVUŞGİL
1964
10
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
* Türk endüstrisi yenidir ve son yıllarda kurulmuştur. Da ha bir işçi problemi yokken Refik Halid 1920'de yayınladığı "Memleket Hikâyelerinde (bu hikâye kitapta 1909 tarihini taşı maktadır) ilk sosyal hikâyeyi yazdı. Refik Halid'in "Memleket Hikâyelerinde ulaştığı yüksek sa nat örneğine bir daha erişilmemiştir. Dil, üslûp ve edebî yönden bugün de aşılamayan bu hikâyeler, modem Türk Edebiyatının en güzel ürünleridir. Prof. Otto SPİES
Bonn, 1963 * Refik Halid'in "Memleket Hikâyelerinde yer alan "Yatık Emine", "Cer Hocası", "Sarı Bal" ve başkaları Anadolu'yu ve ora da yaşayan yerli tipleri özel havası içinde o zamana kadar gö rülmemiş bir canlılık ve aydmlıkla bize tanıtır. Bunlar hep bi zim hayatımızın hikâyeleridir. Agâh Sırrı LEVENT * Refik Halid "Memleket Hikâyelerinde hiçbir siyasal inanç gözetmeden bütünüyle insanların acılarım incelemiştir. "Yatık Emine", "Koca Öküz", "Sus Payı", "Kuvvete Karşı", "Cer Hocası" ayrı ayrı birer ıstırap tahlilleridir. Refl' Cevad ULUNAY * "Memleket Hikâyeleri" Türk Edebiyatında Anadolu'nun ilk hakikî hikâyeleridir. Anadolu "Memleket Hikâyelerinde bü tün gerçek varlığı ve iç dünyasıyla karşımıza getirilmiştir. Nihad Sami BANARLI * "Memleket Hikâyeleri" gerçekten öz hikâyelerdir. Ondan sonra ne kadar gayretliler çıktı. Bu yolda uğraştılar, fakat gözle rindeki kalın perdeyi sıyıramadılar. Kabukta kaldılar, öze vara madılar. Refik Halid'in san'at prizmasından süzdüğü manzaralar, doğa ve kişiler altın suyuna batırılmış zincirler gibi kıvılcımlı bir parıltı ile göz alırlar. "Şeftali Bahçeleri", "Sarı Bal", "Yatık Emine" hikâyeleri, hikâyeye memleketin girişidir. Bunlarda, yazıldığı çağın man zarası, psikolojisi, mantığı, iç ve dış varlığı ile bütün memleket yaşar. Hakkı Süha GEZGİN N o t: M e m le k e t H ik â y e le r i'n in ç o ğ u ; d ü n ya d ille rin e ç evrilm iş, ta m a m ı Fran sızca yayınlanm ıştır.
Y A T I K E M İN E
—
I
—
A k şam üzeri, g e ç vakit, jandarm a teğm en i k a le m d e n ^ ) çıkarken çavu ş o d a y a girdi: S elâ m verip bir kâğıt uzattı: "İl merkezinde ard arda olaylar çıkmasına sebep olan uygunsuz takımından Yatık Emine ilçede oturtul m ak ve başk a yere gitm esine engel olunm ak üzere yollandığından gereğinin yapılm ası..." em rediliyordu. K aym a k a m bu tezkerenin arkasına kırmızı m ü rekkebe batm ış kam ış k a le m le y a zd ığ ı h a v a le d e "Kasabanın genel ahlâkını bozm asına meydan verilmemek için g e reken önlemlerin jan darm a bölük komutanlığınca alın m ası" demişti. T e ğ m e n daha yen i okuldan çıkm ış, p em b e, sarı şın, tüy gibi ince, güzel endam lı bir delikanlıydı. Okulda adı "D al Sabri" idi. Bunu okuyunca garip bir u tan ga ç lıkla h afifçe kjzardı; daha bu cinsten bir işe ilk Taslıyor du. Fakat çavu şa a c e m iliğin d e n renk v e rm e m e k v e çap kın gö rü n m em ek için kaşlarını biraz çatarak ç o k ciddi ya p m a k istediği bir sesle: — Getirin onu buraya! Dedi. N e ya p a ca ğın ı kendisi de p ek iyi bilmiyordu. Ö n ce şu kadını bir görecekti; sonra, sonra da belki k or ( * ) Resm î dairelerde yazı işlerinin görüldüğü yer.
12
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
kutacak, ona bazı em irler verecekti. Dirseklerini m a sa sına dayadı, önüne kâğıdı çekti v e bekledi. Burası A n k ara 'ya iki gün öte, ana yollardan aykırı küçük bir kasabaydı. İki gün bitm ez tükenm ez yokuşlar çıkılarak bin yorgunlukla gücü tükenm iş v e ezilm iş bir durum da gelin d iği halde orada oturulacak bir kahve, ya ta ca k bir han bulunmaz; şu çıplak kuru m em le k e te varm ak için neden bu kadar yollar aşıp güçlükler ç ek il diğini insan bir türlü anlam azdı. S oğuk, barınılm az bir kışı; susuz, dayanılm az bir yazı vardı. Y ö re y e oranla o kadar yolsuz v e yüksekti ki sanki buraya insanlar yokuşları tırm ana tırm ana değil, g ö k ten serpilerek gelm işler v e in m eğe iz bulam ayarak ö y le, dün yaya ilgisiz bir küm e halinde kalm ışlardı. H a y m ana ovasının ortasında, en yüksek bir yerd e gözcü g i bi b ek ley en kasaba, kerpiç evleri v e a ğ a ç sız so k a k la rıyla ne kadar zevksiz, yürek karartıcıydı. Bütün öm ü r lerini sonuç v e rm e y e n d avalar arkasında büyük üm it lerle koşa didişe geçirip sonunda umduklarını bu lam a dan yıkılıp ölen adam lar gibi buraya tırm ananlar da hiç kuşkusuz arayıp beklediklerini bulam am aktan ileri g e l m e bir k ederle düşüp kalmışlardı. İlk insanlar o, yanık ovaları, sarp dağları aşarak buraya çık m a ya neden gerek görm ü şlerdi? Tufan gibi nasıl bir teh like önünden kaçarak buraya yerleşm işler di? O, şim di bilinm iyordu, fakat her halde, bu d erece zorluğa katlanabilm ek için önem li sebepler olm alıydı. Zaten y ö re d e k i halk ile k o la yc a buluşup ilişkiye g iriş e m e m e k yüzünden bu kasaba g a y e t geri, g a y e t uyuşuk, atılım sız kalm ıştı. N e gen çlerin d e hayatın ilk tadlarını duym aktan g elen bir iştah, bir sıcaklık; ne de ih tiyarların d a rahat bir ya şlılığ ın v e r d iğ i çubuklu, hikâyeli bir keyif... Kadınlar ise taş gibi duygusuz, kütük kadar h are ketsiz v e donuktular; fakat hepsinin de ne kadar gü r
YATIK EMİNE/
13
büz, ne dinç v e sağlam vücutları vardı... Sıtm aların tırm anam adığı, hastalıkların barınam adığı bu d ağ sırtında çınarlar gibi gelişe gen işleye uzun, bıktırıcı bir öm ür sü rüyorlardı. N e kadar h eyecansız, ne d erece uyuşuk bir ömür! Hayatın alt tabakalarda insanları kavuran, çarpışıp didiştiren fırtınaları, burasını tutmuyordu. Burada d u y gu yönünden de durgun, değişim siz bir hava, karları la pa lapa yağan, kıpırtısız bir dağ iklimi vardı. K öylerinde halk apaçık, kaç göçsü z gezip yaşadıkları halde, bu k a sabada kadınların iki gözünü birden gö rm ek olan aksız dı. Gelin bir evde, kayın babasından kaçar, g ü ve y b a l dızının yüzünü tan ım azdı. Sazsız, sözsüz; düğünsüz, d em eksiz bir ölü hayatı geçiriyorlardı. Bol bol evlen m ek ten v e sık sık doğurm aktan b a ş ka öm ürlerinin tadı, acısı yoktu. K adınlarında ne o y naklık, erkeklerin de ne bir haşarılık. K açm a, kaçırm a gibi olayla ra tektük rastlanırdı; ahlâksızca olgu lar da binde bir görülürdü. İşte il m erkezinde bitip tükenm ez uygunsuzluklara seb ep olan Yatık Em ine, huyunu düzeltm ek için bu d o nuk kasabaya gönderilm işti. Jandarm a kum andanı kapının önünde sesler du yunca tavrını büsbütün ağırlaştırdı. İçeri, arkasında ren gi atmış siyah bol çarşaf, yazm a p eçesi inik, elleri p e le rininin altında saklı ufak tefek, sıkılgan v e korkak bir kadın girdi; hem en oracıkta, eşiğin yanında durdu. T e ğ m e n bunu b ek lem iyordu . O sanıyordu ki, İs tanbul sokaklarında bazan rasgeldiği gibi, sigarası p ar m aklarında, allıkları yüzünde, p e ç e s i açık, dişleri ç ü rük, yürüyüşü kıvrımlı, tıknaz bir kadın girecek, yayvan y a y va n h em en k on u şm a ya b aşlaya rak sonunda ja n darm alarla tutturulup dışarı artırılacaktı. Karşılıklı duruyorlardı. T e ğ m e n b ek ley ip hazırlan dığının çıkm am asından, büsbütün durgunlaşıp kızardı;
14
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
n eden sonra, okur gib i ya p tığı kâğıd a başını e ğ e re k sordu: — Em ine sen misin?.. Yatık Emine!.. Öbürü hiç c e v a p verm ed i; kım ıldam ıyordu bile... Sıkı sıkı yüzüne çek ip çenesinin altından iğn elem iş o l duğu, üzeri m or v e b eya z dallı yazm a peçesin in arka sında gözlerinin canlılığı, dikkatli dikkatli baktığı farkolunuyor, bu gergin tülbendin bastırdığı burnunun ucu da b eya z, toparlak bir b en ek le yüzünün tam ortasında g ö ze çarpıyordu. Sabri şim di yan gö zle onu inceliyor; o kadar kapalı, şekilsizdi ki insana ne iğren m e, ne b e ğen m e, hiçbir duygu verm iyordu . Ö k çeleri çarpık, u ç ları kalkık yam ru yumru ayak kabıları toz için d eydi; çarşafının kumaşı da yer yer akm ış v e buruşmuştu. — S ö ylesen e be!.. S en misin? K adın biraz kım ıldadı, sonra o vücuttan çıktığına in an ılm ayacak kadar boğuk, kalın bir, yaşlı v e şişman Lehli kadın sesiyle: — Benim , dedi, adım Em ine, babam ın adı A b d u l lah, anamınki Hürmüz... ü ç yüz y irm id e (*) doğm uşum , ru m î h es a p , h a m id iy e m d e (* * ) ö y le k a y ıtlı im iş, kâğıdım a Yanık E m ine yazm ışlar am m a o yanlış, bana Yatık Em ine derler... K arakollarda, m a h k em elerd e tekrar e d e ed e ö ğ renmiş, ezberlem iş olduğu bu sözleri bir bir arkasından kayıtsızca söylüyordu. T eğm en , sözünü keserek: — Bana bak dedi, Yatık Em ine misin, Yanık E m i ne mi, her ne herze isen, bana onun g e re ğ i yok; burası A n kara değil, aklını başına al, uslu uslu otur, ufak bir uygunsuzluğunu duyarsam seni karakola çeker, eşek sudan g e lin c e y e kadar döverim , kem iklerin kırılır anla dın mı? Şim di marş! ( * ) 1904. ( * * ) 2. Abdülham it çağın d a yapılan nüfus kaydı.
Y A TIK EMİNE/
15
K adın hiç c e v a p verm ed i; ezile büzüle, sıska bir yavru k öp ek gibi duvara, kapının pervazına sürünerek dışarı çıktı. İyi m a l olsa buraya gö n d erirler m iyd i? K avruk murdarın biri... Çavuşu çağırdı: "A lın onu, kadınlar h a pish an esin e m isafir edin !" em rini verdi, kılıcını taktı, avluya yürüdü. Em ine orada etrafını alan yılışık jan d ar m a halkası ortasında sırtını duvara verip çöm elm iş, p e çesini açm ış, hararetli hararetli konuşuyor: — Taşlar ayaklarım ı daladı, bu ne cehennem in bu ca ğı yerm iş... D iye yılgın bir tavırla yold a çek tiği sıkıntıları an la tıyordu. — II — K asabada kim se Yatık E m in e'y e e v v erm ek is te m iyor, h içbir m a h a lle onu a lm a ya katlan am ıyord u . M em lek ette içten içe kayn ayan bir hiddet, bir hoşnut suzluk vardı. K a h v e le rd e top lan an erkek ler, ç e ş m e başlarında biriken kadınlar hep bu işi konuşuyorlar: — H ele hükûmatm ettiğine, bak, kötü karıları g ö n d erecek bizim m em lek eti m i bulmuşlar?.. D iye s ö y len iy o rla rd ı. V aliliğin bu kirli h ed iy e si onurlarına dokunmuştu. Hatta halkın sıkıştırması üzeri ne B eled iye üyeleri k aym akam ın yanına çıkıp şikâyet bile etm işlerdi. Fakat aldıkları c e v a p sertti; m a d em k i valiliğin em riyle gelm işti, geri çevrilm esin e olanak y o k tu; h em bu m em lek etleri için bir şerefti; vali burasının ne kadar ahlâklı bir kasaba olduğunu bildiğinden huyu nu düzeltsin d iye onu gönderm işti. Hiç şüphe yoktu ki gü nah yo lu n a sa p a n bu kadın, m e m le k e tle rin d e ahlâkını değiştirecek, doğru yolu bulacaktı; bunun h a y rı, sevabı onlara idi. Kırk yıl kötü, bir gün tövbekâr...
16
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
Bu açık lam a eşrafı p ek de kandıramadı, fakat d a ha çok zorlam aya çekinm işlerdi. "H ele bir zam an b e k leyelim !" karariyle dağıldılar. Halk hâlâ sert, acım a sız davranıyordu. K a y m a kam , Yatık Em ine'nin kadınlar hapishanesinde usul dışı uzun süre kalm asından ürküyor, jan d arm aya "ille e ve çıkarm alı" diyordu. Bir gün E m in e'yi kanlar içinde hapishanenin avlu sunda yatar buldular. E m ine oradan m em nundu; dostunu baltalayan bir yörük karisiyle kom şusunun sandığından b eşib iryerd e ler aşıran bir g ö ç m en kadın arasında külfetsiz, zah m et siz yaşıyor, başını dinliyor, yorgunluğunu alıyordu. A m a bir gün, hapishane bahçesindeki ağaçta dut lar oldu. Yarı ham, yarı olm uş silkinip ye re düşenlerin b era b erce yen m esin e ö n ce ses çıkarm adılar, fakat y e m işler pişip tatlılaşınca iş değişti. H apse g irm eğ e hakkı o lm ad ığı halde aralarına sokulup kısm etlerini yiyen bu kadın da kim di? İki m ahpus başbaşa verip konuştuktan sonra hiç yok tan bir k a v g a çıkardılar, E m in e'yi iyi bir dövdüler. O layı haber alan kaym akam , teğm en i çağırttı: — H aspa orada rahat durm am ış, bir gün Yörük karısı kızıp gırtlağından sıkarsa neden hapishanede du ruyordu d iye bizi sorumlu tutarlar. Bugün çıkacak, an laşıldı mı? Emrini verdi. E m ine sokak ortasında kaldı. N ered e yatıracaklardı? Sonunda k alem odacılarından bir ihti yar, evin d e a lık o ym a ğa razı oldu. Kasaba kadınları bu nu haber alınca ö b ek ö b ek yollara düzülüp seyre, o d a cının evin e geliyorlardı. O rak b içm e k için kasaba dolayın da çadır kuran çin g en e kadınları bile kulaktan kulağa işi duym uşlar, onlar da toplanarak odacının evin e m isafir gelm işlerdi.
YATIK EMİNE/
17
E v dolup dolup boşalıyor, bir düğüne gelir gibi fe ra c e lerine inci, boyunlarına b eşibiryerde takm ış, yüzlerine düzgünler sürmüş iri kuvvetli ve bu, yeni d işiye karşı kıskanç kadınlar arasında Yatık Em ine, Ş ak ağın d ak i taze yarası, sol ayağın a topallık veren beresi ile d ola şı yor, kovu lm am ak, dışarı atılm am ak için her ş e y e razı, kendini seyrettiriyordu. Kadınlar ona baktıkça şaşırıyorlardı. An kara'da bu cılız, sıska için m i adam lar birbirini vurmuş, k ocalar karılarını boşam ış, kasaba karm akarışık olmuştu. A n lamlı, anlamlı birbirlerine işaretler yaparak, gö z kaş sü zerek E m in e'ye uzun uzun bakıyorlar, fiskos gülüşüyor lardı. E rkeklerde m erak daha çoktu: "A c e p ne biçim k a rıym ış ki bu..." d iye toplaştıkları d ere boyunda k on u şurlar, fakat evlerin d e sorm aya cesa ret e d e m e y e re k kafalarında E m in e'yi büyütürlerdi. İşi gidip jan d arm a lardan soruşturm ağa kadar vardıran daha m eraklıları ise: — K or gibi sıcak am a bir sıkım lık canı var... dan başka, daha ayrıntılı cev a p alam am ışlardı. E m ine zayıf, çelim siz bir kadındı; fakat çirkin d e ğildi. Duru beyaz, ufacık yüzü üstünde birbirine uygun insanı şaşırtacak kadar kara, kapkara v e parıl parıl iki gözü vardı. İnsan gözünden ç o k bunlar kafese konm uş vahşi, yırtıcı hıyvanların içleri hırs v e haşinlikle dolu, gösterişli, fakat yılgın, ürkek gözlerine benziyordu. Bu gözlerin en ön em li özelliği dişiliği idi; hırsını bir türlü yen em iyen , bir türlü cinselliği bastırılam ayan bir kısrak b akışıyle erkekleri süzerken insanın, dam arları na bir ılık duygu yayardı. Bu etkiyi kendinde d u ym a yan yoktu. Serseri m üşterilerinden sık sık işinin düştü ğü kom iserlere, jan darm a subaylarına v e hatta m u ta s a r r ıf^ ) valilere kadar kimin karşısına çıkarsa peçesini ( * ) K a ym a k a m ile Vali arası idare amiri. M e m le k e t H ik a y e le ri - F. 2
1 8 / MEMLEKET HİKÂYELERİ
kaldırınca gözlerin in izini bırakır, birkaç gün arasıra kendini düşündürür, hatırlatırdı. O harap, hasta, güçsüz vücudunun üstünde bu gö zler ne kadar sağlam , ne k a dar sağlıklı v e güçlü dururdu... İnsan, onların b ö y le bir kadına nasip oluşuna acır, bayıltıcı olm ası gerek en k e yiften ancak birtakım serserinin tattığına kızardı. Em ine'nin dudakları da kendiliğinden fazla kırmızı, sanki b o y a lı gibiydi. D udağa allık sürm esini b ilm eyen bu m em lek ette duru b eya z yüz üzerindeki kırmızılık da çok etkili oluyordu. Sonra onun endam sız, za yıf vü cu dunda ısınmış bir tuğla gibi ç o k yalın, fakat işleyici, sü rekli, bir sıcaklık da vardı. Ö zetle hangi toplum dan o l salar k öylü v e y a m em u r, bütün erk ek ler E m in e'n in karşısında, yürekleri üzerine isteğin, bir kanat gibi sürü nüp geçtiğin i duyarlardı. O dacının karısı şim di m em lek ette ünlü, m e v k iliy di. Sokaklardan geçerk en her kapıdan bir kadın fırlıyor, onu lâfa tutarak E m ine hakkında bilgi alıyordu. İçlerin den bazıları da kocasına gö z kulak olm asını, kara gözlü büyücü kadına görü nm em esini söylüyorlardı. Bu ö ğ ü t lerin etkisinde kalan kadın artık gelip gid en misafirlerin şerefinden, E m ine'nin gördüğü işlerden de v a z g e ç m e ğ e razı oluyordu. Bir gün, kendisi de e vd e yokken, hiç alışkısı o lm a dığı halde k ocası, k alem i bırakıp e v e gelm işti. Bunu kom şu lardan h aber alınca k ıya m e t koptu; hırsından pen cereleri açıp sok ağa bağırıyor, üstünü başını p a rç a lıyordu. Fakat ö ğ le üzeri olduğundan erkek ler işte idi; kapının önü, başına d ö ş e m e s in i(* ) ş ö y le iğreti örtüp evinden fırlam ış kadınlar, entarilerinin etekleri yerlerde sürünen çocu klarla doldu. Bir aralık kadınlar h ep bir ağızdan: — H ele at dışarı, at dışarı!.. D iye bağırdılar. İçeri giren ler oldu. Biraz sonra E m in e'n in b oh ça gibi dışarı fırlatıldığı görüldü. O hiç ( * ) Bir çeşit baş-örtüsü.
YA TIK EMİNE/
19
ses çıkarm ıyor, elleriyle başını e s irg e m e ğ e çalışarak y e rd e yatıyordu. Öbürleri, sanki bu sessiz, hareketsiz vücut onları ısırıyor, sokuyorm uş gibi korka korka haykırışarak, ara verm ed en nalınlı ayak larıyle vuruşturu yorlardı. B ereket Hüküm et k on ağı uzak değildi; haber aldı lar, gelip E m in e'yi kaldırdılar. N e re y e götü receklerdi? Hapishanede ölm esin e razı olm ayan k aym akam şimdi: — G eberseyd i de kurtulsaydık! Diyordu. Sonunda hastahaneyi uygun buldular. Bu karar v e rilin c e y e k ad ar E m in e, eczah an en in kapısı önünde p eçesi inik, inliye inliye sekiz saat beklem işti. İhtiyar Rum eczacı yaralarını yık ayıp sarmıştı. İlaç p a rasını nereden alacaktı? B eled iyen in v e re c e ğ i kuşku luydu; hapishanenin çoktan ö d e n e ğ i bittiğinden zaten artık ölüm halindeki m ahpuslara bile ilâç v erile m iy o r du. Sonunda akşam a doğru elinde pusulasıyla bir ja n darm a geldi, k ım ıldam aya gücü olm ayan E m in e'yi ite, s ö v e önüne kattı, şehrin dışındaki hastahan eye götü r dü. Y old a iki defa düşmüş, fakat jandarm anın akıl a l m az bir ahlâksızlıkla şurasına burasına attığı çizm elerin tek m eleri altında, k am çı zoruyla kalkan bir cılız at gibi burnundan korkunç sesler çıkarıp soluyarak kendini to parlayabilmişti. Daha iki saat ön ce, içinde ölü yatan te m izle n m e m iş bir yatağa onu soktular. Bayıldı, kaldı... İşte bunun için, b öy le her zora katlanıp ne yapılsa sızıltısız boyun eğdiğinden E m in e'ye, Yatık E m ine derlerdi. — III — Hükümet m em urlarınca gelenekti; akşam üstü k a lem den çıkanlar ecza n ed e toplaşırlar, m em lek et v e iş
20
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
leri üzerine sonu g e lm e z dedikodular yaparlardı. K a y m akam ın yolsuz davranışları, ö zel hayatı hep burada konuşulur, kasabanın olup biten işleri hep burada ö ğ r e nilirdi. Rum eczacı, biri kırmızı, diğeri m or boyalı v e şiş karınlı iki cam k avan oz arasında yarı gizlen erek g ö z lüklerinin ardında dikkat kesilen gö zleriyle bu kon u ş m aları dinler, sigara yakm ak isteyenlere kibrit yetiştirir, kendi eliyle yaptığı zencefil liköründen arasıra ik ram larda bulunurdu. A m a m em lekette her türlü fenalıkların artm asını b ek led iği halde, söze karışm az, ufak bir fikir yürütmez, pek zorda kaldığı zam an da sade: — Ç ok sasti bu ise!.. Derdi. Bu cüm le her yeni habere, her yeni d ed ik o duya yaraşır ve ona hiçbir sorumluluk getirm ezdi. G en e b ö y le bir ak şam kasaba kodam anları e c z a n ey e toplaşm ışlardı. İki ay e vv el izinli gittiği il m e rk e zinden yeni dönen tapu memuru bir aralık sordu: — A y o l, dedi, buraya bir kadın gönderm işler, E m i ne mi, A y ş e mi, ne... Merkez kom iseri Hacı Bekir E fen di bana, "Git de gözü onda gör, adam ın yüreğini gıcık lı yor!" dedi, doğru mu? Jandarm a subayı hastane memuruna döndü: — Sahi ne oldu E m i n e 'y e , hâlâ ya tıyor m u? diye sordu. Hastane idare memuru sürmeli gözlü, yanık yü z lü ürfalı bir kırklık adam , hafifçe kızardı. Sonra, arap şivesine uygun sıcak bir sesle: — Yok, kalktı, fakat hastanede; h ad em e kadın ç o cuk düşürdü de onun işlerine bakıyor! dedi. E czan ed e herkes, birdenbire, kuşku ve duraksam a dolu bir ağır suskunluğa daldı. A c a b a hastane m em uru Yatık E m i n e 'y e m i tutulmuştu? Kâfir ürfalı, daha yen i de e v le n mişti, fakat ona bir karı, beş karı yetişir mi?.. Dal Sabri'nin yü reği âdeta burkuldu; "S ıc a ğ a fa y dalıdır, hararet k eser!" d iye eczacın ın uzattığı zen cefil
Y A TIK EMİNE /
21
likörünü bir ham lede yutup kalktı, kılıcını daha çalım la, sanki gö zd a ğı verirm iş gibi şakırdatarak askerce selâm verdi, çıktı. Bir ş ey e canı sıkıldığı zam an o b öyle yapar, selâm ını ask erce verir, kılıcını şakırdatırdı. E czan ed e kalanlar bir süre daha sustular; sonra tapu m emuru, çift çubuk sahibi kim seyi takm az bir yerli: — N e oldu bu tüysüze? Canı sıkıldı, hele hastaneci s ö y le bak alım , E m in e 'y e ta k ılıy o r m usun? Ç ocu ğu şüphelendirdin... D iye alay etti, ürfalı: — Y o k a canım , ben im o tarafa uğradığım yok, gardiyan Gürcü S erve r ilgili... İkisini de a tacağım ya, bir yakalarsam ... dedi. Dal Sabri o hiddetle çarşı boyunu geçti; çevresin e bakm ıyor, bir ola ya yetişir gibi a c e le acele yürüyordu. Y old a rasgelenlerin selâm ını bile gö rm ezliğ e geliyordu. Burada jandarm a subayı olsun da daha bir defa, A n k a ra'da şöhret salm ış olan o gözleri görm esin... Hay aptal hay, işte hastane m em uru işini yoluna bile koymuştu; h em bana haber verm ed en , danışm adan nasıl olu yor da jandarm anın gözetim i altında bulunan bir kadını iy i leştiği halde hastanede alıkoyuyordu: Yarın k a y m a k a m a m ü ze k k e re (*) verecekti... Önlerinde, e v boyunda gübre yığılı, bahçelerine çit yerin e ölm üş h ayvan k em ik leri örtülü dış m ahallelere gelm işti. Hazır hastane de şurada idi. Bir kere uğrasa, araştırm a yapsa fena olm azdı. Fakat ilk ön ce erkekler tarafına girdi. L âf yaparlar d iye korkmuştu; şöyle, ç a buk çabuk odalara baktı, havasız, kirli yerlerdi; b atm a ya başlayan güneşin ışıkları sık dem ir parm aklıklı kü çük p en cerelerden içeri girem ed iğin d en her yönü lo ş luk bürümüştü. A vlu biraz asitfenik, biraz da ap tesan e v e çirkef kokuyordu; h ava d eğişim in e g e le n askerlerden ölen ( * ) Bir iş hakkında üste sunulan yazı.
22
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
çoktu; delik tıkandığından teneşirin sabunlu suları etra fa taşıyor, her zam an yenisi döküldüğünden batak bu kızgın güneş altında bile kurumuyordu. Sabri karşısında ellerini gö ğü slerin e k a p a yıp bir çeşit divan duran hastabakıcılara! "A çın ! Süpürün! Y ı kayın.." d iye em irler verdikten sonra bah çe içindeki tel kapıdan öbür tarafa geçti, m erdivenleri çıktı. S ofada, çarşafının pelerinini om uzlarına atıp başı na b eya z bir tülbent örtmüş, yüzü açık bir kadın vardı; is k e m le y e oturmuş, hareketsiz duruyordu, a y a ğ a bile kalkm adı, acab a Sabri'nin çizm e seslerini d uym am ış m ıydı? Y ok sa uyuyor m uydu? E vet uyuyordu. A ğ zı b i raz çarpılm ış, gözünün biri yarı açık, rahat bir solu m a y la derin derin uyuyordu. K apıdan giren kızıl bir aydınlık altında hiç de fena görünm üyordu; yüzü ne kadar b e yaz v e dudakları ne kadar kırmızıydı; haspa burada bile m uhakkak düzgününü sürüyor, allığını unutmuyordu. Sabri'nin , üzerine dikilip kalan bakışları altında E m ine uyandı; hem en a y a ğ a kalktı. G özleri şaşkınlıkla, korkaklıkla doluydu; kendisini çarşaflı sanarak elini h e m en p eç es in e attı; fakat hatırlayarak tülbendin ucunu çekti; ağzının üstüne kapattı; Sabri dik, ürkütücü bir sesle: — Başka kim se yo k mu burada? D iye sordu. E m in e'ye , nedense, doğrudan d oğru ya b ak am ıyor v e bunu sorarken içeriye, boş bir k orido ra sesleniyordu. Öbürü, kalın, boğuk sesle anlattı: — Hanife kadın hastalandı; şimdi, o ge lin c e y e k a dar işlerini ben yapıyoru m ; çam aşır yıkadım da yoru l muşum, şöyle içim geçm iş... Sabri, etrafın sessizliğin den , binanın loşluğundan cesaret aldı, birden başını çevirip gözlerini E m ine'nin tâ gözlerin e dikerek: — Nasıl, artık iyileştin mi?
Y A TIK EMİNE /
23
Dedi. Bu cü m lede, bu seste; istem eyerek fazla bir acım a, bir sam im iyet vardı; hem en değiştirdi: — Bir dayak daha yersen geberirsin ha!.. D iye ilâve etti. T e ğ m e n in yü reğin d en g e ç e n bu yufkalık E m ine'nin gözünden kaçm am ıştı. T ecrü b eleri nin bilgisiyle şimdi karşısındaki şu ince, güzel delikanlı nın kendisine istem ey e istem ey e sokulduğunu, soku l m a ya m ecbur kaldığını, anlamıştı. Yüzünün gül destesi gibi ne de dalga dalga renkleri vardı... Ya boyu bosu? Em ine istekli, aç gözleriyle şimdi, korkusuzca, zevk ala ala bakıyordu; karşılıklı bakışıyorlardı. Bu, iki taraf için de sıcak, sokulgan bir bakıştı. Sabri, fazla ileri gittiğini anladı, başını kapıya d ön dürüp: — Hastane mem uru sık sık gelir mi buraya? D iye sordu. Konuşa konuşa, biri arkada uyumlu, ezgin, öbürü ön de hâkim v e dik, m erdiven leri indiler. Kapının önünde Sabri döndü, etkisini duyduğu o istekli g ö zlere şim di bir daha, k açam aksızca baktı; sonra h iç bir ş e y d em ed en , yen i bir karar alm ış gibi sert, çıkıp gitti. *
Jc
it
K aym a k a m ertesi günü hastane memurunu ç a ğ ır dı: — Hani, dedi; A n k ara 'd a n g e lm e bir kadın vardı; jandarm a dairesi ona bir e v bulmuş, artık hastanede kalm ası doğru değil; elin oynağını biz mi b esleyeceğiz; onu gönderin de yerin e namus ehli bir başkasını kulla nın! E m in e'ye bu kararı bildirdikleri'zam an gen e, huyu üzere, hiç itiraz etm edi. Fakat yüreği sızlamıştı. Öm rün de bu kadar, hiçbir ye rd e rahat görm em işti; vücudu; yerlerde sürüklenm eden, hırpalanm adan Allah azığını veriyordu. İçinden: "A h o jandarm a, diyordu, beni h as tane mem urundan kıskandı da buradan attırıyor!"
24
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
O na buldukları ev, kasabanın ucunda, göçm en lere ayrılm ış ü cra m a h ellen in en izb e bir k öşesin d eyd i. B om b oştu , ne m inder, ne şilte, ne perde... İçeri girdi; kom şunun kuyusundan taşm a bir su ayağından kuvvet alan bodur kabaklar dizili bir b ah çesi v e iki yer odası vardı. N e y iy ip ne yakacak, nasıl geçin ecek ti? Kenarda hasır esk ileri kalmıştı, onları b a h çeye bakan p e n c e re nin önüne çekti, üstüne kıvrıldı, düşündü. A h hastane! N e rahat, am m a ne rahattı... Şimdi, bu saatte, çorba v e ek m ek dağıtılırdı. Gürcü gardiyan S erver duvardan: — E m ine, kâseleri yakala da gel! D iye seslenir, sonra onun tabağına bir k ep çe fazla dökerek: — Y e de biraz et, can tut, yü reğim gibi kavrulup gidiyorsun b e kız... D iye takılırdı. Ş im di, gü neş k ayboldu ğu n dan bu çukur o d a y a karanlık, batan bir gem in in am barlarına su nasıl dolarsa, ö y le her taraftan taşkın bir halde giri yor; koyulaşıp ağırlaşıyordu. Em ine, rahatın tadını aldıktan sonra ilk defa şu d e ğişiklikten, şu yoksulluktan üzüntü duymuştu! Sabri'yi hatırlayarak: — A h gidinin k öp eği! D edi; fakat etkisinden de kendisini kurtaram ayarak: "A m an ın ne körpe çocu k ..." diye söyleniyor, düşü nüyordu. — IV — Hükümet konağının yan sokaklarında bir sıra ufak dükkân vardı, arzuhalci v e avukat dükkânları... Küçük bir ç ek m ecen in önüne g e ç ip bol sigara v e ç a y içerek sohbet eden bu dükkâncılara arasıra köylüler uğrar, d i
Y A T IK EMİNE /
25
le k ç e yazdırır, dâva açarlardı. Bunların çoğu toprak s a hibi, zen gin ce adamlardı; eşraf ile düşer, kalkar, onlarla eş sa ygı görürlerdi. S aygın yaşarlardı; fakat m em urluk tan ayrılm a arzuhalciler de vardı ki k alem odalarından kovula atıla, azarlana sövüle şunun bunun işini kurtarıp beş on para çıkarm aya çalışırlar, bu parayı da içki ile bitirirlerdi. Em ine günlerce beklem iş, ne kom şulardan, ne de baş vurduğu jandarm a çavuşundan bir yardım görm ü ş tü. N e yapacaktı? Bir gün sıkıca örtündü, arzuhalcilere birer birer baş vurdu, itibarlıları derhal bu yaban cı v e çarşaflı kadının kim olduğunu seziyorlardı v e m evk ileri nin şerefin i koru m ak için daha lâkırdı s ö y le m e s in e m e yd a n v erm ed en "B aşka dükkâna, bizim vaktim iz dar!" bahanesiyle başlarından savuyorlardı: Öbürleri ise halk nazarında kirlenip söylen m ek ten , m üşteri k a çır m aktan korkarak: — F ayda etm ez kadın, pul parasına yazık... Nasihatiyle atlatıyorlardı. O, b ö y le bir c ev a p alınca hiç sızlanm adan, kızm adan dükkândan çıkıyor, sabırla öbürüne dalıyordu. Sonunda birisi: — ü ç kuruş pul parası, on para kâğıt, bir çeyrek de ya zm a hakkı; hadi çıkar, ben sana dokunaklı bir d i lek çe yazıvereyim ... Dedi. Bu, reji kantarcılığından kovulm uş serseri ve yarı deli bir adam dı. E m ine göğsünün altından çıkardı ğı rutubetli bir m eşin çantanın orta gözünü açtı, h esap ladı; kırk para çıkışm ıyordu. Öbürü dayatıyordu, başka türlü yazam azdı; canı isterse, hem onun ya za c a ğ ı çok etkili, acıklı olurdu, kesinlikle istediğini yaparlardı. K a dın, iri, derin gözlerini karşısındaki bu gö ğsü açık, b ı yıkları dağınık kaba herife dikmiş: — N e etsek ki, vallahi yok, olsaydı saklar m ıydım ayol! d iye söylen iyordu . D ükkânda yalnızdılar; sokak
26
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
ö ğ le güneşinin altında tenhalaşm ış; gübreleri eşen ser çelerle arasıra haykıran horozlardan başka m eydan da canlı kalm am ıştı. E rkek düşünüyor. E m ine de m erh a m ete getiririm , diye sürekli anlatıyordu: — Dört gündür sıcak y e m e k yem ed im , günah d e ğil mi, beni buraya gön derdilerse açlıktan ölsün d e m e diler a; A n k ara'da hiç olm azsa karnım doyardı... G ö zle rim kararıyor! Bir aralık arzuhalci düşündü: — Haydi git, pul getir! Dedi; sonra tuttu uzun bir dilekçe yazdı. Em ine k a lan parayı v erm ek istiyordu; öteki alm ıyordu: "S en de kalsın, k eb ap y e !" diyordu. İki serseri acım a duygusu ile birbirlerine ne kadar yaklaşm ışlardı... E m in e ç ık m akta a c e le etm edi; tahta kanapenin bir kenarına ilişti, arzuhalci de m ürekkebin kurumasını bekledi. K onuşu yorlardı. Kadın: — Bu m em leketten misin? D iye sordu. Öbürü R u m eli'den geldiğin i, dört yüz kuruş aylıkla rejide çalışıp giderken kafasına bir sızı y a pıştığını, şim di, işte gördüğü gibi, arzuhalcilikle g e ç in diğini anlattı. Hükümet konağını işaret ederek: — Bunlarda akıllıca iş aram a... Seni sürerler, nasıl geçin eceğin i düşünmezler; açlık bu, ne yapacaksın, g e ne önüne ge len le düşüp kalkacaksın... Yarın hadi yeni bir olay, buradan da b ilm em n ereye; oradan da başka bir cehennem in bucağına... D iye söyleniyordu. Sonunda: "H ele götür bakalım şu kâğıdı, ne buyuracaklar?" cüm lesiyle bir türlü kalkıp g itm ey e istek gösterm eyen E m in e'yi harekete getirdi. Kâğıt, yen iden ilgi yönünden, jan d arm aya h avale edilmişti. E m ine'nin kapıdan içeri girdiğini görü nce Dal Sabri:
YATrK E M İN E /
Tl
— G en e ne var, artık her iş bitti, Yatık E m in e'yle uğraşacağız! D iye haykırdı; d ilek çeyi okuduktan sonra büsbü tün kızdı: — N e o, dedi, hastane hoşuna m ı gittiydi? Ye, iç, keyfini d e getir, âlâ... Ben sana bir ş e y s ö y ley e y im mi? Bir daha hüküm et tarafına a yağın ı attığını duyarsam karakola tıkarım! Çam aşıra git, hizm etçilik et, çorap ör, dikiş dik, geçin, anlaşıldı mı? Yallah! Sabri, eni konu hoşlandığı E m in e 'y e için için k ız gındı; gözlerini unutam ıyordu; fak at o kadar s ev iye si düşük, b a ya ğı bir kadındı ki, elini sürebilm esine imkân yoktu; işte bu im kânsızlık onu b ö y le kötü v e kıskanç ediyordu. E m ine çıktı; beş, altı senelik sok ak orospusu ö m ründe ne acı zam anlar geçirm işti... İşte bu da onlardan biriydi; bu da elbette g e ç e c e k ti. Firm a uğradı, k o c a man, has bir pide aldı; kalan paranın yarısını peynire, yarısını da karpuza verdi; yolunun üstünde bir bostan vardı; sulak, serin, g ö lg e bir yer seçip oturdu, iştiha ile karnını doyurdu. Henüz yem eğin i bitirmişti, arkadan biri: — N e o, Emine, g e z m e ğ e m i çıktın kız! D iye seslendi. Bu, h astan ed ek i Gürcü S erver'd i; m eşe gibi sağlam , gürbüz bir delikanlı... Hiç ç e k in m e den gelip setin üstüne, E m ine'nin yanına oturdu. O, ne şehirler görm üş, ne m aceralar geçirm iş, yiğit bir ad am dı; bu m em lek ette zevksizlikten bunalmıştı; kaçıp b aş ka bir tarafa gid ecek ti am m a askerliğini bitirem em işti. Em ine dedi ki: — Bizi görürler, lâf olur... Server: — Ö y le ise gel, nah şuracıkta kireç o c a ğ ı var, si per yer, rahat rahat konuşuruz...
28
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
Kalkıp yürüdüler; gerçek ten orası h em de serindi. S erve r bir sigara da E m in e 'y e manları savura savura sıcaktan bunalmış bir sında, akşam a, hatta g e c e y e kadar konuşup
izbe, hem sardı. D u d oğa orta kaldılar.
_ v — Ertesi gün Gürcü S erver Erm eni kuyum cuya u ğra dı, o güne yetişm ek üzere savatlı bir bilezik ısmarladı; sonra çarşıyı dükkân dükkân dolaştı; p em b e papatyalı, k ocam an dallı in ce bir kum aştan dokuz e n d a z e (* ) e n tarilik (orad a fistanlık derlerdi) birkaç gaz b oyam ası al dı, biraz da y iy e c ek , iç e c e k düzdü; bunların hepsini iki çıkın yaparak akşam karanlığında Em ine'nin evin e g ö türdü. K ap ıyı ça ld ığı vak it E m in e çoktan uyumuştu; bir türlü duyuram ıyordu; geri d ön ecek değildi ya, elini ara lıklardan sokarak m andalı çevirdi, açtı, b a h çe y e girdi. C am a ö n ce fisk eyle vurdu; işittiremedi, sonra p arm ak larının tersiyle sert sert, bir darbuka gibi öttürdü. E m i ne: — O kim ? Me istersin? D iye soruyordu. Beriki: — Benim , Server, al şunları... Diyordu. Fakat kadın başka başka adam lar tarafından sık sık uyandırılm aya alışık olduğundan v e kafasında birbi rine karışm ış birçok erkek isimleri dolaştığından birden gelenin kim olduğunu v e nerede bulunduğunu hatırlıyam ıyor, halâ S erver'i tanıyam ıyordu. N ih ayet anladı, k a pıyı a çm a ya cesaret e d e m e y e re k p en cereyi sürdü. D ı şarıda ç o k yıldızlı bir gecen in , yü ksek d ağ gecelerin in ( * ) Endaze; 65 cm .lik uzunluk ölçüsü.
YATIK EMİNE /
29
durgun, huzurlu aydınlığı vardı. Odanın v e uykunun k a ranlığından çıkan E m in e 'y e bah çe sanki sabah alacası içinde gittikçe açılır gibi göründü, gittikçe kıyıyı, k ö ş e yi, S erver'in yüzünü daha iyi seçiyordu. O rada, kom şulara duyurm am ak için fısıl fısıl k o nuşm aya başladılar. N e S erver içeri girm ek isteği g ö s teriyor, ne de öbürü gelm esin i tek lif ediyordu. Çıkınlar p en cereden uzanınca Em ine şaşaladı, sevinçli bir sesle: — N e y e m asraf ettin a kız! D iye söylendi. O, b öy le sevindiği zam an erkeklere de tıpkı kadın larla konuşur gibi "A kız!" diye seslenirdi. Mennun, k o ruyucu tavırla: — Paranı tü ketm işsin sen... N e le r var bunların içinde?.. D iye hem fazla m asrafa taraftar olm adığını anlatı yor, hem de çok m em nun olduğunu, m eraktan çatladı ğını gösteriyordu. Server: — K aç kuruşluk iş ki... Ye, kuşan! D iye c ev a p veriyordu. Pen cered en içeriy e yıldızlı gecen in keskin soğuğu doluyordu. Bir aralık söz bitti, gök teki yıldızlar gibi bun ların da gözleri karanlığın içinde keskin bir aydınlıkla parıldaşıyor, birbirlerinden alm a ışıkla yanıyordu. İkisi d e düşün celerin den g e ç e n le r e dalm ış ö yle, sessiz duruyorlar, bekliyorlardı. S erve r om uzlarını o y natarak: "A y a z y a p ıy o r b e!" d iye söylen di. E m in e bu fırsatın üzerine bir kedi gibi atılarak: — Gir içeri, kendini soğuklatırsın!.. D iye c ev a p verdi. Sanki soğuk birden, yıldırım hı zıyla S erver'in üzerine düşecek, v e onu yakacakm ış g i bi telâş ederek hem en koştu, iç kapının sürmesini ç e k ti. Şim di E m in e'n in sıcak n efesleriyle sanki ılıklaşm ış
30
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
olan o d a d a kapalı, gü ven ilir bir y e rd e idiler. Lam ba yoktu ki yaksın... S erver bir kibrit çaktı: fakat etrafına, o d a ya değil, karşısındaki kadına, daha doğrusu kadının derin kara gözlerin e baktı. Sonra birden tekrar karanlı ğa, daha koyu, daha kapanık bir karanlığa gömüldüler. G ecen in sesleri büyülten durgunluğu içinde p e n c e renin y a va şça cık indiği duyuldu. * * * S erver, E m in e 'y e iyi bakıyordu. Tütün k a ç a k çılı ğıyla hastane m utfağından payın a düşen kârı hep ona sarfediyor, şurada burada ne bulursa h em en çıkın y a pıp g e c e , bir yavrulu k öp ek gibi duvarlara sürüne sürü ne görünüşte m iskin v e korkak, fakat için için azılı v e hücum a hazır, hep ona taşıyordu. T ere k e v e m ezadlardan m inder, şilte gibi, çan ak çö m lek gibi e v eşyası da almıştı. Şim di oda, döşeli, p en cere perdeliydi; ocakta ateş, duvarda lâm ba vardı. E m ine ne kadar rahattı... B o h ça sını hazırlayıp sık sık h am am a gidiyor, bir k oca kalıp sabunla yıkandığını, fildişi tarakla tarandığını gören k a dınlan kıskandırıyordu. O na Server, h am am dan başka, dışarıya çıkm asını yasaklam ıştı. Bütün gün yapayalnız canı sıkılıyordu, am a katlanm aktan başka çare bulam ı yordu. F akat e v e g e lip gitm esin i a ç ığ a vuran S e rv e r'e düşmanlar türemişti. K om şu Tatarlar kendi soylarından o lm ayan bu iki uslu insanla pek ilgilenm iyorlardı, am a arasıra da elinde dolu sep et v e m endi! ile Gürcü uşağı nın içeri girdiğin i gö rd ü k çe alınıyorlardı. B erek et güz m evsim i gelm işti; kasaba kışlık hazırlığı ile u ğraşıyor du. Bu sırada hastanedeki çavuş, bir g e c e S erver ç ek i lip gittik ten sonra, yü reğin d ek i k ısk an çlığın arttığını duydu, yanındaki arkadaşına açıldı: — H ele ettiğine bak Gürcünün... Bizi, çağırsa ya!..
YA T IK EMİNE /
31
D iye söylendi. O gün, kasabadan gelirken yan s o kakta h am am dan dön en E m in e 'y e rastlam ıştı; salına salına, oyn ak oyn ak gidiyorm u ş, onu tanım ış am a a l d ırm am ış... Öbürü çavuşun hoşuna gitsin d iye kızar görünüyor: — İndireydin kafasına kasaturayı!.. D iyordu. B ö yle saatlerce söyleştiler. Sonra bölük yazıcısına işi haber verm ek karariyle yattılar. Ertesi gün S erve r köprü n ö b e tç iliğ iy le iki günlük u zağa atıldı; E m in e'yi görm esin e bile m eyd an verm em işlerdi; olayı haber alan Dal Sabri: — K ahpe bize de gö z yumdurttu be, hele bir payını vereyim !.. D iye bağırm ış, E m in e'yi çağırtm ıştı. İki jan d arm a ya tutturup kılıcının kabzası ile onu bir iyi döverken: — G eldiğin gün sana uslu otur, yok sa kem iklerini kırarım dedim di; al işte... D iye söyleniyordu. Her vuruşta biraz daha sakinle şiyor, yatam ad ığı bu kadını d övm ekten tad alıyordu. Sızıltısız, sessiz d a ya ğı yedikten sonra E m in e’yi b ı raktılar, doğru arzuhalciye gitti; onu kendisine candan bir ahbap sayıyor, o günkü dostluğunu unutamıyordu. Kollarını bacaklarını a c e le acele, açarak berelerini g ö s terdi. — Bak, bana ne etti o oğlan?.. Dedi. Fakat m em nun gibiydi, sesinde keder yoktu, sanki k en disin e e ziy e t ettiği halde elinde o lm a y a ra k hoşlandığı bu güzel delikanlıdan d ayak y e m e k ona tatlı gelm iş, sinirlerini yatıştırmıştı. Bunu yarı yarıya farkeden öbürü, filozof tavriyle: — Onlar öyledir, adam ın posasını çıkarırlar. D e d i. E m in e , iy iliğ in i g ö rd ü ğ ü bu a d a m ı mükâfatsız, karşılıksız bırakm aya razı değildi; çantasın
32
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
dan iki çeyrek çıkardı, elaçıklığı, sevecen liğ i ü zerindey di: "A l borcunu, yarın ahrette Allah benden sorar!" d e di. Arzuhalci hâlâ inad ediyordu: — G eç kız, var işine, ben para mara istem em ! D iye söylen iyor, gözlerin i yum uyordu. K adın d a ya ğın tadından sanki şım arm ıştı. Donuk yüzü p e m b e leşm iş, o her zam anki kıpkırm ızı dudakları ise tersine uçuk bir renk almıştı, gözlerinin siyahlığı şim di yorgun, dumanlı, fakat ateşliydi; yarı sarhoş gibiydi, arzuhalci ye: — A lıv e r be kız!.. D iye ısrar ediyor, arasıra da kendi kendine s ö y le nir gibi: — Hay gidinin oğlanı, bedenim i bere etti... Diyordu. Bunu söylerk en sanki tatlı bir şeyd en söz eder gibi süzülüyor, yutkunuyordu. Çoktandır erkek d a ya ğı yem em işti. Onu şim di çok tatlı bulmuştu... A rzu halci birden kızdı; ikindiden çıkanlardan üç dört kişi durmuş, yazıhanenin cam ek â n ın d a n bunları s e y r e d i yordu. M askara olacaktı, bu ne belâlı karıydı, yerinden fırladı, onun b ö y le b irden bire tutan delilik leri vardı. E m in e'yi yakaladı, kapının önüne götürdü, om uzların dan tuttu, sonra b acağın ı olan ca k u vvetiyle kaldırıp ni şanlayarak tâ arkasına bir tek m e vurdu.. Bu durum sözü k a h velere düşürdü. Gürcü S erver işinden haber alan yerlilerin ayak tak ım ı bir zam andır g e c e le ri E m ine'nin e vi önünde d ola şm ayı âd et e tm iş lerdi. Hatta güpegündüz iki delikanlının kapıyı zorlayıp içeri girdiklerini ileri sürenler vardı. D endiğin e g ö re d a dananlar yalnız bunlar da değildi; o, ürfalı m em u r da arasıra uğruyordu. Halbuki hiçbir ş ey d e n E m in e'n in haberi yoktu, hepsi yalandı. İşin doğrusu bir gün kendisi yo k k en T a tar karıları e v e girm işler, buldukları eşy a y ı m inderlere
Y A T IK EMİNE/
33
kadar aşırmış, taşım ışlardı. K im se şikâyet d in lem iyo r du: "H angi eşya be? S en d e m al ne arar, jandarm anın önünde kolunu sallıya sallıya geld iğin i daha unutm a dık!" diyorlardı. Em ine, Sabri'nin yanına girm ek istedi, fakat d evre çıktığını haber aldı. E vi soyulduğu zam an yarı kederlenm işti, fakat bu fırsatla jandarm a te ğ m e n i nin yanına gireceğin i düşünmüş, sevinm işti. Şim di bu ümidin b oşa çıktığını anlayınca birden üzüntüye k ap ıl dı: "Kuru tahtada kaldım . Fildişi tarağı da aşırm ışlar, asıl buna canım yan d ı!" d iye tutup jan d arm alara bir m üddet derdini döktü; hiç acım ayarak hatta alay e d e rek dinliyorlardı. Sonunda, kalem lerin b oşalm aya b aş ladığını, m em urların birer birer çıktığını görü nce k ork tular, E m in e'yi kovdular. Boş evd e sıkıntılı bir g e c e geçirdi. Arasıra, bir te selli gibi: "T eğm en ge lin ce çıkar anlatırım, isterse beni g e n e d övsü n .." d iye söylen iyord u . F akat te ğ m e n bir türlü gelm iyor, E m ine de bu sefer büsbütün aç çıplak, fırınlar bakkallar önünde çarşıyı kovula, sövü le d ola şı yor, bazan da bostanlarda, kırlarda yatıp kalkıyordu. Arasıra sataşanlar oluyordu; açlıktan gözleri kararan, bu güçsüz, bitkin kadına sadaka verecek lerin e lâf atıp geçiyorlar, gülüşüyorlardı. Artık soğuklar da başlamıştı; yağm urların ardı ara sı k esilm iyor, bazan sulu sep ken kar bile düşüyordu. M ahalle aralarında dolaşan E m ine fırını tüten evlerin kapısını çalıyor, ek m ek dileniyordu; am a ek m ek yerine "Daha çıkm adı", yahut "Fırına salm adık" gibi ters c e vaplar alıyordu. Bir gün sabahtan akşam a kadar polis kom iserinin kapısında bekledi. Kapı aralığından, Yatık Em ine'nin şekli gözüne iliştikçe herif içeriden: — Kırk gün beklesen boşuna... d iye haykırıyordu. Bir aralık polislerden biri, yeni kaydolm uş bir d eli kanlı, m erh am ete geldi, çantasını açtı, bir kuruş çık a r dı. Bir kuruş k oca bir e k m ek dem ekti. Lâkin nasılsa bu M e m le k e t H ik a y e le ri - F. 3
34
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
sadaka hazırlığı kom iserin gözü n e ilişti; tutuşmuş gibi bir ham lede gözleri dönm üş, kendisini dışarı attı: — V erm e, verm e! d iye bağırdı... Em ine'nin uzattığı el boşta kaldı. Hayatın dayan ıl m az bir sarsıntısı bu kadını bir defa yere kapatm ış, son ra her halkası başka biçim sıkıntı v e katlanıştan y a p ıl m a bir uzun, ağır zincir vücuduna dolanarak onu yaralı ya, b ereliye sürüklemiş, param parça etm işti. Bu, m a n evi değil âdeta elle tutulur bir zincirdi... Bu, ben zetm e değil, işin doğrusuydu. O her ş e y e ne derin bir boyun e ğ işle katlanm ıştı. Fakat bu kadar h ayın lığa şim diye dek ra stgelm em işti. G özlerini çevirdi, içinden on beş senelik uğursuzlukların h azm ed ilm em iş acısı taşan bir bakışla kom iseri uzun uzun süzdü. Sonra g e n e bir şey dem eden , aç bir kurt gibi üstüne atılıp ısırması, p arça lam ası gerek en bu herife karşı hâlâ isyan etm ek isteği duym adan salma salına hüküm et avlusundan çıkıp g it ti.
— VI —
Em ine'nin b ö y le çarşıda, pazarda düşe kalka, d ile ne kovula gezd iğin i gö ren eşraftan bazı güçlüler sarık larını bastırıp k aym a k a m a çıktılar. Burası namuslu bir kasabaydı, o karı açlıktan geberir, fakat kim seden ya r dım görm ezdi; günahtı, başka bir yere d efetm ek için bir defa vilâyete yazılsa uygun olurdu... K aym akam : "Nasıl olur canım ? diyordu, ben nasıl kendiliğim den yazarım ." G ene de başka çare olm adığın ı gö rerek razı oldu. M u tasarrıflığa tezkere yazıldı, kâğıt buradan vilâ yete g id e cek, sonra ge n e uğraya uğraya, kim bilir kaç ayda, o da izin çıkarsa buraya g e lec e k ti. D evird en dönen Dal Sabri bir aralık m erh am ete geldi, kendi tayınından gü n d e bir e k m e k v e rm e k üzere fırın cıya em ir gön derdi.
Y ATIK EMİNE/
35
Emine, teğm en in bu ekm eğin d en sanki ayrı bir tad bu luyordu. Önüne gelen e, tablakâra, çıraklara: — Bir yiyip bin şükür ediyorum , öm rüne öm ür b e reketli, yavuz çocuk... D iy e şükranını anlatıyordu. F a k a t tablakâr hile ediyor, fırına uğrayan E m in e'ye bazı günler: — Kız dem in verdik ya, ne arsız şeysin, defol!.. D iye haykırıyordu. Etraftaki adam lar da buna ina narak: "H ay çirkef hay, sıkılm asa fırını götü recek!" diye ona arka çıkıyorlardı. G itgide verm ed iği günler ç o ğ a lı yordu. E m in e'd e itiraz, şikâyet, hakkını korum a gücü yoktu. B öyle bir c e v a p alınca dönüp gidiyordu. Bir gün cesa rete geldi, iki gündür, kom şusunun b ah çesinden çaldığı lâhana yapraklarından başka m idesin e bir şey girm em işti. — D em in aldın ya, günde beş çift m i yiyecek sin ? D em esi üzerine elini uzattı, tezgâhın üzerinden sı cak, b eya z bir okkalık yakaladı, ortasından böldü, iri bir parçayı hem en ağzına attı. Çıraklar koştular elinden alm aya, ağzındakini çıkarm aya uğraşıyorlardı. O sırada biri yetişti, çocuklara birkaç tokat attı, fırıncıya bir kü für patlattı: — H ele itlere bak, aç olm asa karı e k m e ğ i kaparm ıydı be... D iye bağırdı. Bu, arzuhalci idi, ge çe rk en görm üş, dayanam am ış, işe karışmıştı. Em ine, elinde kalan e k m eği sıkıca yakalam ış, şimdi kaçıyordu. Halk delişm en bir adam olduğundan arzuhalciden çekinirdi; sessizce dinliyorlardı; o sürekli bağırıyor: — ülan ambarlarınız zahire dolu; bir ordu beslenir, elin sıska karısına bir dilim ek m ek verm ez misiniz? Siz ne alçak adamlarsınız! D iye s ö y lem e d iğin i bırakm ıyordu. Sonunda daha
36
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
ileri gitti, bütün halka sövdü. O zam an sarıklılardan b i ri: — Hadi nene lâzım , İsmail efendi, bizi de b elaya sokm a... D iyerek arzuhalcinin arkasını sıva ya sıvaya, yarı tehdit, yarı nezaket sokaktan çıkardı. M eydanı boş bu lan fırıncı şimdi: — Kahpenin gözlerin e m i tutulmuş ne... Arka çık ı yor, aha uyuz, küreği kafana indirirdim am m a Hatip E fen di'ye dua et! Diyordu. Biraz sonra peştem alını toplayıp kuşak gibi beline doladı, doğru jandarm a kumandanına çıktı, onuru kırıl mış bir adam davranışıyla: — Paşam , dedi, affet, o kötü karıya ben artık e k m ek m ek m ek verm em , çarşı ortasında h aysiyetim i bir paralık ediyor. Dal Sabri o sırada eşk iya işleriyle ç o k m eşguldü; öfkeliydi: — Kes, dedi, gebersin kahpe! E rtesi gün süklüm püklüm fırına u ğraya n E m in e 'y e bağırdılar: — Başka kapıya, senin tayınını kestiler! *
"k
*
E kim ayı içinde yağm urun kar parçalarına d ö n e rek rüzgârlar önünde savrula savrula harm anlara y a ğ dığı sert bir ge ce yd i. S erver'in e v v e lc e yattığı koğuştaki çavuşla arkadaşı önlerine m angalı çek m işler, karanlı ğında sigara içerek konuşuyorlardı; nefeslerinin buharı köm ürlerin kızıl ışığı üzerinden geçerk en p em b em si bir ç içe k gibi açılıyor, sonra birbirlerinin yüzlerine çarpıp dağılıyordu. D oğru ca gidip kapıyı çalsalar sanki ne lâzım gelir di? Gürcünün girdiği gibi bunlar da girerlerdi, elin kah
Y A T IK EMİNE/
37
pesi, ne d iyecekti ki? Bu karada kalktılar, başlarına ö r tülerini sıkıca dolayarak sok ağa çıktılar. Bastıkları yeri görm üyorlar, bataklara, su birikintilerine dala çıka, k o nuşm adan acele a c e le yürüyorlardı. Sonunda soğ u ğa rağm en terlem iş bir halde evin önüne geldiler; çavuş kapıya abandı; m andalı bile inik değildi, acaba iç kapı ne tarafta idi? E lleriyle duvarı yo k la y a y o k la ya biraz gittiler; yüzlerine iri iri, yum uşak kar parçaları çarpıyor, yapışıyordu. — Sabaha kadar bastıracak... D iye söylendiler. Sonra ellerine kerpiç yerine tahta iliştiğini anlayınca: — Hah, kapıyı bulduk... Dediler, kancasını yokladılar. Bu da açıktı, acaba karı e vd e değil m iydi? İçeri girdiler. N efeslerini tıkıyan rüzgârdan burada eser yoktu. — Behey, Em ine!.. D iye içlerinden birisi seslendi; fakat c ev a p veren olm adı. Çavuş, kibrit kutusunu bulm ak için ceplerini karıştırıyor, tütün tabakasın a anahtar v e y a çak ı gibi şeylerin çarptığı duyuluyordu. Sonunda yarı boş bir ş a m alı kutusunun yok lan dığı, kibritin zım para kâğıdına sürtüldüğü duyuldu; rutubet aldığından o la ca k ya n m ı yordu. B ö yle dört beş kibrit sürttüler, fosfordan birkaç çizgi kapkaranlık odanın ortasında m a v iy e yakın bir aydınlıkla ışıldıyordu. Sonunda tem bel, isteksiz, çok dumanlı bir alev b e lirdi... K öşede, ikiye katlanm ış bir hasır parçası üstünde bir şekil uzanmış, yatıyordu. Sevin çle: — Hah, burada!.. D ediler. Kibrit sönm üştü, fak at artık g e re k var m ıydı ya? Çavuş, karanlıkta h esapladığı k ö ş e y e yürü dü, elini uzattı, fakat ürkek bir sesle:
38
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
— Aha, karı buz kesm iş!.. D iye haykırdı. Yatık E m ine açlıktan v e soğuktan ö leli sanırım günler geçm işti. Tüh, bu ne aksi işti... Jandarm a eri de, işi daha sağla m tutm ak için, bir kez yokladı: — Y etişem ed im be, geberm iş!.. Dedi. Bir süre akıllarından kötü şeyler ge çirere k durdular. Sonra "Hadi, gid ek !" uyarısı ile birbirlerini ite rek ge ce n in karlı rüzgârlarına karışıp küfür ed e ed e uzaklaştılar. Feneryolu, 1919
ŞEFTALİ BAHÇELERİ Irm ağa giden yol, kasabadan kurtulunca, gö z a la bildiğine uzanan sayısız şeftali bahçeleri arasından g e çerdi. Haziran içinde b ile taşkın dere ayaklarının ç a murlu, ıslak tuttuğu bu g ö lg e li yerlerde otlar bütün bir yaz m evsim i yeniden yen iye sürer, kızgın güneş, a ğ a ç ların tepelerinde m eyvaları pişirirken, rutubetli toprakta birbiri arkasına yon ca lar fışkırır, çayırlar kabarırdı. S u ların serinliği, taze ot kokusu, gö lg e lik v e bereket için de bahar, bu bahçelerde tâ kışa kadar uzanıp giderdi. Her tarafa taşkın bir şeftali kokusunun dolup sindi ği durgun sıcak gü nlerde işsizler takım takım k a s a b a dan inerler, ırmakta yıkandıktan sonra gelip g ö lg e li ç i m enlerde yatarlardı. Yüksek dallardaki fazla olgun, b al lı şeftaliler saplarından kurtularak dolgun, yum uşak bir sesle yerlere, çim en ler içine, yatanların üzerine durmam acasına yavaş yavaş dökülürdü. T op lam ak la biter tü kenir şey değildi; ürünün yarısı ağaçlard a kalır, b öyle, pişip oldukça teker teker, ağır ağır top rağa düşer, karı şır, kaybolurdu. Kasabanın çocu k çiğliğiyle dolu, gübre kokulu kız gın sokaklarından kurtulanlara; bu kuytu, loş, hoş k o kulu yerler ne tatlı gelirdi. A k şa m üzerleri hüküm et m e murları h eybelerin e rakılarını koyar, m erk ep lere binip bu b ah çelere gelirlerdi... Y er yer içki sofraları kurulur, sohbetler edilir, ga zeller okunurdu. Şeftali bahçelerinin
40
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
eğlentisi tâ uzak diyarlara bile ün salm ış, dillere destan olmuştu. Onun için ne kadar zevkin e düşkün, k eyfin e m eraklı m em urlar varsa hep burasını ister buraya y e r leşirdi. Çapkın m u tasarrıflarla(*) hoş görülü kadınların u ğrağı olm aktan kasaba ö y le serb eslem iş, halkı ö y le açılıp zevke, safaya dalmıştı ki artık uygun görü lm eyen günah kalm am ıştı. B u rası A n a d o lu 'n u n S a a d â b a d ı idi. T ıp k ı "S aadâbad" gibi burada da sürekli sazlar çalınıp ç e n g i ler oynar; gazeller okunup şiirler yazılırdı, içki düşkünü mutasarrıflar, müdürler içinde, çoğu şairdi. N ed im gibi g a z e lle r yazarlar; aruzdan, ta sa vvu fta n konuşurlar; M evlevîlikten d em vururlardı. Ömürleri sazla, sözle tatlı geçerd i. Bu k ey if düşkünü m em urlar suya sabuna d o kunan işlere karışm adıklarından s en e lerc e yerlerin de kalırlar, kasabayı ben im seyip evler yaptırırlar, havuzlar açtırıp k am eriyeler kurdururlardı. Aslında çoğu , devrin hoş görm ed iği, başından savd ığı kim selerdi. Yü kselm e üm idinde olm adıklarından resm î işlere ö n em v e rm e z ler, zevklerine bakarlardı. •k -k -Je Sıcak, ağır bir yaz günü idi... Yeni g elen Yazıişleri Müdürü ikindi vakti, kalem lerin boşalıp dairelerde k im senin kalm adığına p ek şaştı, hükümet konağının iç a v lusuna dizili kadife palanlı, dinç, gürbüz m erk ep lerden birine atlıyan, şeftali bah çelerin in yolunu tutuyordu. K âtiplere kadar herkes, b öy le birbirlerine selâm lar d a ğıtarak, şakalar yaparak, kabarık, taşkın heybelerinin ortasına göm ülü, keyifli keyifli, koşa koşa uzaklaşıp g i diyorlardı. Şehrin açığında, tâ o va ile b ah çeler arasında gü neşe karışm ış, gittik çe büyüyen, ge n işle ye n bir toz bulutu geçtikleri yolu gösteriyordu. A g â h B e y dünya gid işin den h abersiz, kuram sal görü şlerle büyüm üş dik başlı, kuru zevk li bir adam dı. ( * ) Vali ile K a ym a k a m arası m ü lkiye amiri.
ŞEFTALİ BAHÇELERİ/
41
M ü lkiyeden çıktıktan sonra A v ru p a 'y a kaçm ış, fakat nüfuzlulardan birinin aracılığıyla İstanbul'a dönmüştü. T a m dört ay Zaptiye N e z a r e ti(* ) tutukevinde sebepsiz alıkonulduktan sonra buraya Y azıişleri M üdürlüğüyle atılmıştı. A n adolu içinden hanlarda kalıp k öylerd e yatarak m em uriyetin e gelirken yüreğini keder, ga m kaplam ış, m em lek ete ciddî hizm et etm ek kararını almıştı. Başının içinde, k asabaya indiği gün, yeni düzenlem eler, örgü t ler, yardım dernekleri gibi ağır düşünceler doluydu. Bu küçük şehirde k ocam an işler gö receğin i, h erkese p ar m ak ısırtacak eserler çıkaracağını sanıyordu. Durm ıyacak, dinlen m iyecek, çalışacaktı. Atılgan lık gerekd iyordu, m utasarrıftan tutarak âm ir v e m em urların hepsini yola g etireceğin e inanmıştı. M em lek eti k aplayan te m belliği, durgunluğu kafası alm ıyordu. "Bu uyuşukluk, bu kayıtsızlık ne?" diye kendi kendine soruyor, c e v a b ı nı bulam ıyordu. Hayır, kendisi büsbütün başka türlü bir m em ur, A vru p a 'lı bir hüküm et adam ı olacak tı... İşte bu ufak m em uriyet ne iyi bir d en em e alanıydı... Fakat ilk günü üm itsizliğe düştü. Mutasarrıf ona bu m em lekette işlerin az olduğundan, rahatına b ak m asın dan, yorgunluk alm asından söz etti. "K adı Ya h ya"d a n beyitler okuyarak yerden selam lar, g e v re k kahkahalar arasında; yerine getirip, kuru üzümden iki çekilm iş, yir m i iki grado sert rakısını övdü. Bal ile yapılm ış b a k la vanın türlüsünü sayıp döktü. E vk a f mem uru daha ileri varm ış, bekâr olduğunu anlayınca burada yokluk ç ek il m e y e ce ğ in i m üjdelem işti. A la y kom utanı altmış beşlik iri yarı bir bunak, baba diliyle onu; "S afa âm edi, safa â m e d i(* * )" d iye p ek teklifsiz karşılam ış, hiç sebepsiz, birdenbire saat m eydan ın daki som ak i m erm erd en geniş g ö b e k taşlı, yü ksek kubbeli selâtin h am am ını tarif ( * ) Eski idarede, E m n iyet işleri gören bakanlık. ( * ) Hoş geldiniz
42
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
etmişti. Ö nüne gelen d e şeftali b ah çelerin i söylü yor, keyiften, eğlen ced en söz ediyordu. A g â h B ey şaşkına dönmüştü. M uhasebecinin: "A r zu buyurursanız b ah çelere gidelim , m erk ep hazırlattık, e ğ le n iriz !" tek lifin i h em en sert bir yü zle redd etti. Hükümet konağında bir başına kalmıştı. ikindi güneşinin gö zler alan çiy aydınlığı içinde bil m ed iğ i sokakları yaban cı yaban cı d ola şm aya m ecbur oldu. Kasabanın içi m ah alleleri şenlik günlerine özgü bir boşlukla sessiz, durgundu. Ç eşm elerd en su taşıyan tek tük adam larla birkaç yaşlı nineden başka k im seye rasgelm em işti. Onlar da kendisine acayip bir g ö zle bu saatte, herkes b ah çelerde iken neden buralarda d o la ş tığına şaşar gibi bakm ışlardı... Sonra... Kızgın, dumanlı bir gurup oldu; ezan sesleri arasında kısık, uyuşuk lâm balar birer birer yanıp k asab ayı k asvetli bir g e c e sardı. Erkenden yatmıştı... A rad an birkaç saat g e çm işti ki uykusundan şen seslerle uyandı, p e n c e re y e koştu. Dar sokakları kızıl alevli m eşaleler aydınlatıyor, gündüz hükümet avlusun da gördüğü kadife palanlı eşeklerd e m em urlar yarı k e y if şakalaşa gülüşe geçiyordu . G eç kalanların uzaklar dan gürültüsü duyuluyordu. A g â h B ey öfkelendi. Zevk, safa bu adam ları bir deniz gibi, gırtlaklarına kadar sar mıştı, içinde rahat, durgun bir balık hayatı geçiriyorlar, dünya ile ilgilenm iyorlardı. Ertesi günden b aşlayarak daha ciddi daha kararlı görünm ek, bu b a ya ğı duygulu, âdi ömürlü adam lara daha sert, daha kaba davranm ak niyetiyle yumruklan sıkılı, yüreği kinli, tekrar uyudu... •k
"k
•k
Her gün bir düğün evi n eş'esiyle çalkalanan bu ş e hirde yen i Yazıişleri Müdürü sıkıntıdan boğuluyordu . Ö n ce işiyle uğraşıp boş vakti k a lm a yacağın ı sanmıştı, fakat ya p a ca ğ ı kıttı. E sn iye esn iye odasında gevşiyor, uyuşuyordu. Mutasarrıfa ilk h evesle şehrin imarına, s a
ŞEFTALİ BAHÇELERİ /
43
pan v e tırpanlarının islâhına, kağnı arabalarının d eğişti rilmesi gereğin e dair ayrıntılı öneriler vermişti. Hiçbir sonuç çıkm ıyordu. D aim a gelişim d en , u y garlıktan söz açıp uzun, sinirli, umutsuzluk dolu nutuk larını, nezaketin bile örtem ed iği ö y le anlam sız, hiçten bakışlarla uyuşuk uyuşuk dinliyorlardı ki ağlıya ca ğı g e liyordu. Hayır, hiçbir iş ya p m a k , bir hizm et gö rm e k o lan ağı yoktu. Ö d en ek azlığı, arkadaşların tem b elliği her atılım a engeldi. Yü reğinde köpüren gayret, hizm et isteği yavaş yavaş sönüyor, yatışıyordu. Bu dayanılm az bir ömürdü... Zaten hüküm etteki arkadaşları da ondan b ezm iş ler, yo la g e lm e y en , zevk ten an lam ayan bu adam dan yüz çevirm işlerdi. Eski Yazıişleri Müdürü gözlerinde tü tüyordu. N e çapkın bir İzm ir'liydi... K asab aya ilk g e ld i ği g e c e onu bir ziy a fete götürm üşlerdi. İçip içip ö y le coşm uştu ki...parm aklarına tahta kaşıklar takm ış, daha yeni tanıdığı adam lar arasında takırdata takırdata sa a t lerce "A dan alıyı" "K on yalıyı" oynam ıştı. Şairdi de... S a bahleyin g e c e k i eğlen tiyi anlatan "kat ender kat" matla 'l ı ( * ) ga zel yazıverm iş, mutasarrıfın b eyen isin e eriş mişti. Hatta kadı efendi; "Aziz, sen devrin Fuzulî'sisin!" diyerek onu gözlerinden öpmüştü. Şim diki müdür ne gazelden anlıyordu, ne de rakı dan... N ereden de buraya gelm iş, herkesin başına dert kesilmişti? Aradan iki ay geçtiği halde, bugüne dek ş e f tali bahçelerinin ak şam cılığın a onu götü rem em işlerdi. Kafasına zevk e ğ len c e düşüncesi sokam ıyorlardı. M u h asebeci boş yere yirm i iki gra d o şeftali rakısını ballan dırıyor. E vk af memuru arasıra evin e aşırdığı H avva ku zularını boşuna övüyordu. Bir gün m u haseb eci dayattı, hatırını kırarsa gü cen ecekti, p ek g e ç kalm azlar, onu rahatsız etm ezlerdi; şöyle bir kır gezintisi yapacaklardı. Kadı, E vk a f m e m u ( * ) K aside v e y a gazelin ilk b e y iti.
44
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
ru, Posta müdürü, dört, beş kişi, kalabalık değil... Artık büsbütün kabalık olur d iye A g â h B ey korktu, "Peki" dedi. K asab ad a kim sesizlikten, işsizlikten de b oğu lu yordu. Bir defa eğlen ip şu âlem i görm esi elbette uygun olurdu, b elki de eğlenirdi; d o ğ a gü zelliğin e bu kadar çekin gen durmak saçm aydı... İkindi üzeri m erkeplere bindiler, rahvan yürüyüşlü, yum uşak palanlı rahat hayvanlardı; kendilerine özgü, ufak ufak adımlarla, çabuk çabuk v e düzenli salıntılarile tuhaf bir yürüyüşleri vardı. A g â h B ey hoşlandı. İlle şeftali bahçelerinin arasına girip de tozdan, güneşten kurtuldukları zam an yosun gibi koyu yeşil, yarı ıslak yon ca lar v e su sesi büsbütün keyfin e gitti. İğdeler, b ö ğürtlenlerle örtülü iki yüksek çit arasından dolana d ola na uzun bir y o l gittiler. Şeftalilerin kokusu sinirlerini gevşetm işti. E ğile kalka m e y v a devşiren kızlara şimdi tuhaf, istekli bir gö zle bakıyordu. Arasıra elleri bohçalı, yüzleri terli takım takım kadınlara rasgeliyorlardı. Bun lar ırmaktan dönüyorlardı. M em leketin gelen eğiyd i; y a zın hepsi açıkta d ereye girerler, oyn aşa haykırışa uzun uzun yıkanırlardı. N e de iri kalçalı, endam lı kadınlardı... Y ü reğe fazla bir sıcak gibi, çarpıntılar getiren sarıcı, is tekli bakışları da vardı... M uhasebeci Bey, p em b e y e yakın bulanık renkli bir cins şeftali rakısına düşkündü; "B akalım benim âbı h a y a t ^ * ) nasıl bulacaksınız?" d iye kad eh i uzattı: A g â h B ey içti; biraz buruk am a baygın kokulu, değişik tadlı, hoş bir içkiyd i. Ö ted e k a lem efen dileri rakı sofrasını kurm ak, m ezeleri, salataları hazırlam akla uğraşıyor; odacılar kenarda ateş yakm ışlar, k eb ap çeviriyorlardı. Şeftali kokusuna karışan bu pişmiş et kokusu akşam ın serinliği içinde insana keyifli bir iştah veriyordu; sürekli içiyorlar, üzerlerine yoğu rt dökülm üş sıcak patlıcan kı zartmalarından, taratorlu sem izotu salatalarından kaşık kaşık yiyorlardı. ( * ) H ayat suyu. İçki (ra k ı) anlamına.
ŞEFTALİ BAHÇELERİ /
45
T â g e ç vakit döndüler; dağların ardından yarısı k o puk kırmızı bir ay karanlığı yararak hüzünlü hüzünlü yü kseliyordu ; arka k afiled e biri "Tah am m ü l mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın kâfir" d iye haykırırken daha uzaklardan, B oğaziçi'n in durgun gecelerin d e suları d ö ven bir uskur sesi gibi davulun gümbürtüsü, vakit vakit duyuluyordu. A g â h B ey, yarı keyifli, onu evin e kadar getirdiler. H em en soyundu, yattı. Her g e c e k in e b e n ze m eyen bu kurşun gibi ağır uyku, beynin değil, midenin, vücudun yorgunluğunu dinlendiren bu kaba uyku ne hoştu... Ertesi günü c u m a (* ) idi. Erkenden arkadaşları h a ber gönderdiler, ırm ağa, yık an m aya gid eceklerd i. D ö nüşte d eğirm en de ö ğ le y e m e ğ i yiyecek ler, akşam rakı sını Mutasarrıfın yen i yaptırdığı havuz başında iç e c e k lerdi. G itm em ek istedi. Fakat bu gübreli, tozlu kasabada tek başına uzun bir gün nasıl geçerd i? H em de ırm ağa kadar inm em işti. Yık an m asa bile bir k ere gö rm e k g e rek d eğil m iydi? M erk eplere atladılar, şeftali b a h ç e le rinden geçtikten sonra tım ar görm em iş, sık gür bir a y valığa daldılar. Suyun iki tarafında da dalların örgü lerle çevrilip g ö lg e le r iy le kuytulaşm ış b irçok ufak havuzlar vardı. Yüksekten dökülen su, buraları oym u ş, derinleştirm iş, sanki yıkan m ası k ola y olsun d iye özen ip hazırlamıştı. A g â h B ey yık an m ak fikrinde değild i. Bir süre yalnız seyretti. Fakat baktı ki bu hiç de fena bir iş değildi; ak şam ki ispirto ile zehirlenm iş şu sıcak terli vücudu serin sudan elbette k eyif duyacak, fayda görecek ti. Ona ince kumlu, kapanık, derin bir havuz buldular, sere serpe, zevkli zevkli yıkandı. Şim di dönerlerken, açılıp rahatlam ış olan derisin den bu güzel kokulu hava k ola yca giriyor, sanki kanına bile hoş kokular katıyor, ciğerlerini şeftalili, serin, eşi bulunmaz bir hava dolduruyordu. ( * ) Cum a. O devird e hafta tatili.
46
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
D eğirm en de, daha sabahtan gönderilip hazırlanan y a ğ lı bir o ğ la k çevirm esin i tam k ıva m ın d a buldular. Daha beş on türlü y e m e k yaptırılmıştı. O kadar y e m iş lerdi ki yola çıkm aya güçleri kalmamıştı. Dere kenarın da, dalları sarkık k oca söğütlerin altında birer birek s e rilip uyudular. Mutasarrıfın evin de ge ce , daha kibarca, daha zarif ç e geçm işti. Rakı billûr sürahilerle k esm e kadehlerden sunuluyor, balık yumurtası, siyah h avyar gibi Anadolu için s e ç m e m ezeler yeniliyordu. İzinle liv a y a (* ) gelen bir malmüdürü güzel kem an çalm ış, bir tapu mem uru da İstanbul'daki M ahm utpaşa çarşısının kusursuz bir taklidini yapm ıştı. Çok eğlenm işlerdi. A g â h şimdi hem en her eğlen tiye giriyordu. Sonu n da ona, kendisi için bir m erkep alm ası gerektiğini s ö y lediler. K öylerle, pazarlara adam lar gönderildi. İri b o y lu, sağlam yürüyüşlü, rahat bir eşek bulduruldu, bir de kadifeli, m or püsküllü, şeritli, saçaklı yeni palan y a p tı rıldı. Akşam ları, Yazıişleri Müdürünün de m erkebi öbür leriyle artık hükümet konağının iç avulusunda sıralanı yordu. Öneriler, kararlar çoktan boşlanm ıştı. Aslında çalışm ıya, kendisini din lem eğe vakti kalm ıyordu. A ğu stos içinde av başladı, erkenden kalkıp bağlara yayılıyorlar, çil keklik vuruyorlardı. Bütün kasaba, m em urlarının zevkin e hizm etle görevliydi... G ünlerce uzak köylerden jandarm alar, şöhretli zağarlar getiriyorlar, kış için ta v şan avına tazılar peyliyorlardı. Bu kusursuz bir dam at yaşantısıydı. E ğ len c e toplantılarında bir kenara çek ilip kah ve fincaniyle yarı gizli rakı atıştıran C eza Reisi, A g â h 'ı zor luyor, "Seni evlendirelim oğlum , bu m em lek ette bekâr durulmaz!" diyordu. Sahi, bu güç işti. İçin için eridiğini, zorluk çektiğini o da duyuyordu. ( * ) İlçe ile il arası eski bir idare bölümü. Mutasarrıflık.
ŞEFTALİ BAHÇELERİ /
47
Karanlık bir g e ce d e, E vk af m em uru onu arka k a pıdan evinin zem in katında basık bir od a ya soktu. İçeri de iki kadın vardı. İkisi de ün kazanm ış, güzel, dolgun kadınlardı, erk eğe alışkın görgülü tavırla sigara iç iy o r lar, uzun bir m em ur kuşağına b öyle yarı gizli hizm et e t m ekten şiveleri nazikleşm iş, ince bir dille rahat, rahat konuşuyorlardı. Biri esmer, uzun boylu, endam lıydı; gö ğsü dar y e leğinin altında gen ç, gürbüz duruyor, insana dalgın, tat lı gözlerle derin derin bakıyordu. Öbürü sarışın, büsbü tün iri, gösterişliydi, üzün saçlarını elli altmış örgü y a pıp sırtından aşağı, eşi bulunmaz bir atkı gibi koyuvermişti. Başlarına oyaları aynı örnek yem en iler b ağla m ış lar, üzerlerine kenarları aynı g e r g e f iğn esiyle işlenm iş gö m le k le r giym işlerdi; ayaklarında da gül resim li ç o raplar, sarı m eşinden kunduralar vardı. Esm eri ağır başlı, tok, dolu bir sesle türküler s ö y ledi, sarışını kırıla döküle, çocuksu tavırlarla oyunlar oynadı. A g â h B ey, bu eğlen tiyi um duğundan iyi bul muştu. "Vallahi hoş, lâtif ş ey !" d iye arkadaşına te ş e k kürler ediyor, öbürü, kasabaya ait açıklam alar y a p ıy o r du. Bazan azılılar bu cins kadınların evleri önüne to p la şırlar, ağızdan d olm a pis barutlu hantal tabancalar p a t latarak g e c e yarısı m ahalleyi korkuya verirlerdi. Ertesi günü jandarm alar kabahatlileri yakalar, koğuşta bir te miz döverlerdi; m esele de kapanm ış olurdu. Kış gelin ce g e c e toplulukları başlardı. H elva soh betleri yaparlar, arasıra da o meşhur, görk em li ham am ı kapatıp turşulu ye m e k le r yerlerdi. P a y ıta h tta (*) vilâyet m erkezinde yasak olan toplantılara, e ğlen celere burada izin vardı... H erkes ucuza, k o la y c a eğlen eb ild iğin d en başkasının keyfini çok görm ü yor, çek em ezlik e tm iy o r du. A g â h B ey ya va ş yavaş alışkınlıklarını değiştirmişti. Şim di rakısız ya p a m ıyor, gözü önünde toprak bir im ( * ) İstanbul
48
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
bikten halis cibre çektiriyordu. Kadınsız da duramamıştı, sık sık arka kapıdan e v e ziyaretçiler girerdi. Entari ile püfür püfür, rahat rahat g e z m e ğ e vücudu alışmıştı; e v e gelir g e lm e z soyunuyor, b ah çe üstündeki o d a ya nargilesini kurup k ö ş e y e geçiy ord u . G elsin sohbet... Kabarık şilteli rahat köşe minderlerinin, yan yastıkları nın, arasında vücudu gevşiyor; gitgide genişliyordu. Ç a lış m a ğ a gö n lü n d e hiç de istek k alm am ıştı. Hattâ Kadı Efendi ile satranç oyn am ak, fıskiyeli k a h ve de m u h aseb eci b ey le tavla atm ak gibi e ğ le n c e le r onu çoğunlukla dışarda alıkoyuyor, d aireye gitm esine engel oluyordu. Kış, aslında A k den iz sırtındaki bu m e m le k e t te sonbahar gibi hafif geçerdi. Biraz rüzgâr soğu k ça e s se tavan boyu ocaklara kuru zeytin kütükleri atıyorlar, hindiler doldurarak, kazlar kızartarak kışın da zevkini çıkarıyorlardı. Bu gam sız, geniş öm ür yüreğinin ateşini söndürm üştü. Ş im di g e ç e n gü nlerdeki hizm et, imar, yeni düzenlem eler gibi fikirlerini hatırladıkça nargilesini gü rleterek gülüm süyor, arkadaşlarına kendini m azur gösterm ek için: — Toyluk, ne yaparsın?. Diyordu... Aslında ikinci yaz gelm işti. Sinirleri gevşeten olgun bir m e y v a kokusu sıcak rüzgârlara karışarak p e n c e re den o d a ya doluyor, herkesi gö z alabildiğine uzanan s a yısız şeftali bahçelerine çağırıyordu. Daha g e çe n yıl dar redin gotu sırtında; uyuşukluk üzerine nutuklar veren A g â h B ey şimdi bu hoş kokulu h avayı ciğerlerine kadar derin derin çektikten sonra yen leri sıvalı bol entarisi içinde rahat rahat geriniyor, yeni atılmış m inderin ü ze rine yaslanıp: — Gel keyfim gel!.. D iye söyleniyordu. Feneryolu, 1919
KOCA ÖKÜZ Yatsıdan çıkan ihtiyarlar, uzaktan sessizce birkaç karaltının k ö y e yaklaştığın ı gördü ler. Haziran içinde m ehtaplı gibi parlak bir ge ce yd i. G ökte aydan v e y a g ü neşten değil, kendi içinden, bir kayn ak gibi yavaş y a vaş taşan, süzülmüş, tatlılanm ış bir aydınlık vardı; y ıl dızlar bunun içinde sönük, isteksiz kalıyordu. Sanki s a bah oluyordu; uykulu bir alacakaranlık içinde g ö z ö te lere uzanıyor, çeşm enin söğü tleriyle çit boyundaki y a bani iğd eleri birbirinden seçeb iliyo rd u . An adolu 'n u n yü ksek yaylalarına özgü sessiz, pussuz, boz renkli g e celerinden biriydi. K öylü ler sözü k esip gözlerin i y o la diktiklerinden şim di gelen lerin ayak sesleri de duyuluyordu. Ortada ya yva n , geniş, k ocam an bir g ö lg e vardı. Bu, sanırım, bir öküzdü; iki tarafında birer adam yürüyordu. Birden anladılar: Hacı M ustafa ağa pazardan, her seneki gibi y e d e k hayvan almış, oğlu ile beraber önlerine katmış, getiriyorlardı. Onun huyu idi; harm an başında gider, kart, hurda bir öküz alırdı; ekini kaldırmak, döveni d ön dürm ek, m alı am bara taşım ak gibi işlerde bunu iyice kullandıktan sonra güze doğru götürüp satardı. Çok d e fa aldığı fiyatla müşteri bulduğundan b oğaz tokluğuna hayvana işi gördürm üş olur, kışın, işsiz aylarda, boşuboşuna b eslem ekten kurtulurdu. Mustafa İstanbul'da jan d arm alık etm iş, bir Sürre em in i* yanında H icaza gitm iş, hacı olm uş, gözü açık, ( * ) Hac m evsim in d e H icaza gön derilen para v e hediyelerin başındaki memur. M e m le k e t H ik a y e le ri - F. 4
50
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
hileci bir adam dı. Mal müdürü, V ergi kâtibi, E vk a f m e muru gibi her zam an işinin d ü şeceği sözü ge çe n a d a m larla senlibenli konuşan, odalarına uğradıkça baş k ö ş e de ikram gören biriydi. Çünkü haftada bir, kasabanın pazarında bunlardan herbirisinin kapısını çalar, içeriye "Fırını iyi olur, afiyetle yiyiniz!" diye bir ya ğlı oğlak, y a hut "K üçük paşam ızı eğlendirsin, m askara şeydir!" d i yerek kuyruğu kara, vücudu ak bir kuzu bırakır, g id e r di. Kış ortasında karlar ya ğa rk en ren gi k açm ad an , derisi buruşm adan kuruttuğu kayısıdan, yahut da ç ü rütm eden, suyunu çek tirm ed en sak layabild iği arm ut lardan bir sep et dolusu bıraktığı da olurdu. Her işin ehli, m eraklısıydı. Gider Kayserili göçm en lerd en sucuk, p as tırma ya p m a yı beller, Çerkez köylerinde peynircilik ö ğ renirdi; bütün bunlara kendinden çok, h ed iye verm ek için m erak sarardı. Bakracını doldurup kasabaya indiğini gören k öylü ler: "H a cı M ustafa bir tas götürür, bir tulum getirir!" derlerdi. D oğrusu da ö y le y d i... U ğrayıp iç e riy e canlı cansız her hafta bir h ed iye bıraktığı kapıların korum ası ile tarlalarını başkalarının zararına genişletm iş, su v a k fına m ü tevelli olm uş, eski verg i borçlarını kapatm ıştı. M ustafa’nın evin e tahsildar uğrayam az, jan darm a sokulam azdı. H erkes, s ev m e y en le r, ç e k e m e y e n le r bile ondan saygıyla sözederler, "H acı a ğ a " derlerdi. T op rak dam lı, kavruk yüzlü yıkık köyün ortasında kırmızı kiremitli, çam tahtalı, yeni yapı evi; d eğirm en le rin hakkından çalınıp; yaz, kış gürül gürül akan suların v erim liliğ iyle fışkırm ış gür ağaçlarla dolu bir b ah çesi vardı. Evinin önüne bir tarafı bütünüyle açık; boylu b o yunca k oca bir sundurma yaptırmıştı. Burası, yaz g e c e lerinde yıldızların ışığı, böceklerin sesiyle dolduğu z a m an ne hoş olurdu. Hacı A ğ a ömrünü orada geçirirdi. Kasabanın, evi basıla taşlana dillenmiş en namlı kahpesini, Ç içek E m i
KOCA ÖKÜZ /
51
n e'y i bir g e c e atma alm ış, k ö y e getirm işti. A sıl karısı, beşik, oca k başında, gübreler içinde, öküzler, m andalar arasında evin kaba işlerini görürken Ç içek E m ine Hac ı’nın dizleri yanında kötürüm olm uş bir kart kedi gibi esn iye uyuya tem b el tem b el vakit geçirir, başında altın dizili, inci işlem eli fesi, ayağın da servi, karanfil resim li çorapları, sırtında bir yolu sarı bir yolu p em b e, kumaş fistanı gelin gibi yaşardı. Bu davranışa ne k öy halkı, ne oğlu ses çıkarabiliyordu. Hacı ağa, önünde öküzüyle çardağa yaklaşınca ih tiyarlar hep birden, dua e d er gibi: "Hayrını göresin, hayrını göresin !" d iye seslendiler. Yarı aydınlık içinde h ayvanı s e ç m e y e çalışıyorlardı. Kuru kafalı, kocam an boynuzlu, kem ikleri çıkık, kart olduğu uzaktan belli bir öküzdü. Yorulm uş, bezm iş görünüyor, ç ö k e c e k bir yer arıyordu. Şim di durmuşlar konuşuyorlar, kasabadan haber alıyorlardı. Köylülerden biri H acı'ya yaranm ak için y e r den bir avuç dolusu toprak almış, hayvanın kulaklarına sürüştürüyor, m u a y e n e ediyordu ; fak at öküz başını ovanın sonsuz derinliğine çevirm iş, uzak uzak bakıyor, derin derin düşünüyordu. Köylü, gen e Hacı'nın hatırını ya p m a k için: — Çok cevherli öküzm üş bol yedir de hele bak, ne yavuz m al olur... D iye söylendi. Susuyorlardı, uzak ağılların birinden tok sesli k o cam an bir k eçi çanının hüzünlü yankısı geldi. Uyuyan genişlikler içinde bütün eşyaya, bütün ruhlara yakından dokunarak, sürtürenek uzun uzun her yön e dalgalandı. Ayrıldılar. it * i İşe koşulduğunun üçüncü günü k oca öküzü ahırda çalışm aya isteksiz bir yatışla yan gelm iş, ge viş getirir
52
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
buldular. Y anaşm a dürttü, vurdu, tek m eled i, yerinden kım ıldatam ad ı. H a c ı'y a haber verdiler. Boynuzlarına geçirdikleri bir kalın ipi, var kuvvetiyle ikisi çekiyor, biri küreğin keskin tarafıyla vuruyordu. Öküz etrafındaki bu gürültüye, ipe, küreğe; k u vvete, acıya karşı kayıtsız, sanki rahatta v e yalnızm ış gibi aynı yatışı, aynı ağır b aşlılığıyla duruyordu. G özlerinde ne şaşkınlık, ne hid det vardı. Yanaşm a ikide birde: — A c a b a marazlandı mı ki?.. D iye söyleniyordu. Hacı, kızdı: — Kahpenin eniği, başka lâf bilm ez misin? N e marazlanacak ki... Önündeki yulafı, sam anı bitirekoym uş, dırlanacağına çal küreği! D iye haykırdı. Bu doğruydu; öküzün iştihası yerindeydi. Sonunda başa çıkam adılar, biraz kendi haline bırakm ak, ö ğ le y e doğru yanaşm ayı gön derip getirtm ek kararıyla öbür öküzleri önlerine kattılar; yen i doğan g ü neşin keyifli aydınlığı içinde isteksiz, neşesiz bir yürü yüşle ağır ağır gittiler. Hacı; "Bu da ne iş ki... Yesin, iç sin; işe gitm esin, keserim dom uzu!" d iye arasıra m ırıl danıyordu. Ö ğ le y in ya n a şm ayı k ö y e gö n d erip tarlada baba oğul kaldılar. Burası; olgun, dolu başakların baştanbaşa sapsarı ettiği dümdüz, tüm seksiz, tep esiz, çıplak bir o v a idi. Güneş vurmuş bir bakır tepsi gibi sıcağın altında çoşkun, keskin bir aydınlıkla parlıyor, yorgun gö zler önün de gök ten is gibi yanm ış kâğıt parçalan gibi bir takım g ö lg e ler dökülüyordu. Başlan yere eğilm iş, dalgın duruyor, bekliyorlardı. S ıcak top rak üzerinde iri, çevik karıncaların koştukları görülüyordu. Bunların içinde kanatlıları da vardı; Hicaz yolculuğunun sözünü etm eden yapam ayan Hacı: — Ç öld e karıncalar tosbağaları taşır, bunlar nedir ki...
KOCA ÖKÜZ /
53
D iye bir yalan uyduruyor, oğluna yutturuyordu. Birden ovan ın ta ucunda, g ö k le yolun birleştiği yerde bir şey kım ıldayıverdi: — A h a A li geliyor, dediler. A m a yalnızdı. B aba oğu l öküzün ölm üş o lm ası korkusuyla sarardılar; Ali'nin söylem esin e m eydan v e r m eden: — Geberdi mi ki?.. D iye sordular. Hayır, öküz canlıydı, sabahki yerin de g e v iş getirip yatıyordu. Ç ok vurmuştu fakat kaldıra m amıştı; Fatm a T eyzey i, E m in e'yi çağırm ış, üçü birleş m işler, dövm üşler, sövm ü şler, hatta boş b öğrü n e çivi ile kakıştırmışlar, gen e kım ıldatam am ışlardı. H acı Mustafa bağırıyor, öm ründe b öyle işe ç a tm a dığını söylüyordu. Hiçbir m eselen in hiçbir olayın söze karıştırm adığı oğlu -için için uyuyan, çilli yüzlü dudak larının etrafı daim a tükürüklü bir delikanlı- kederli bir yüz alıp susuyordu. Altında oturdukları cılız ahlatın g ö l gesi doğu tarafına uzanıp gidiyordu. B ekleyip ne duru yorlardı? Baba: "Ya A lla h !" seslen işiyle yerinden zorla, oğluna abanarak kalktı. Bacaklarında sızılar vardı. İlle Ç içek E m ine e v e ge leli M ustafa büsbütün çökm üştü; arasıra sol dizine bir ağrı giriyor, ayağının parm ağı filiz le n m e y e başlam ış, yum ru yumru bir patates gibi şişi yordu. Haftalarca yattığı, inlediği oluyordu. H ed iye götürdüğü m em urların zoru yla kendisini m u ayen e eden doktor: — Biraz nefsini yen be adam , gü m leyip g id e c e k sin!.. Diyordu. Fakat Hacı Mustafa "Atın ölümü arpadan olsun beyim , ö y le de gözüm üzü yu m acağız, b ö y le de. Aldırm a sen!" C eva b ıy la reçeteleri sarığının arasıra sıkıştırıyor, e c z a n e y e ad ım ın ı a tm ıy o rd u . S o ra n la ra : "G a vu r
54
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
ilâcından Müslümana fayda olur mu b e!" diyordu. A m a afyo n kantarının k ö ş e sin d ek i aktar B u hara'lı B ekir E fen d iye sık sık uğruyor, onun küçük bir m erm er h a vanda döğü p yaptığı am ber kokulu, ballı baharatlı h ap lardan kutu kutu alıyordu. Bu ilâçlar, Ç içek E m in e'ye: — Kudurdun mu, ki Hacı?.. Güllük* gibi ne tepreşiyon?.. Dediriyordu. A k şam dam a dönüşlerinde öküzü sabahki yerinde, aynı durum da buldular. Artık bu akşam öüne sam an d ö k m eyecek lerd i, belki acıkınca işe giderdi. Fakat bu da fa yd a verm em işti. H ayvan, bütün g e c e y i aç g e ç ir miş, am a yerinden kım ıldam am ıştı. G ene yedek siz g it tiler. Ö ğleyin soruşturmak için e ve gönderilen A li dönü şünde tuhaf bir ş e y anlattı: Ahıra girm ed en e v v e l k a p ı nın budak deliklerinden içeriye, usulca bakm ıştı; öküz yerinden kalkm ış, öbür b ölm elere geçm iş, çiftlerden ar ta kalan sam anları ayakta yiyordu. Fakat sonra, m a n dalın gürültüsü, kanadın gıcırtısını duyunca hem en y e rine dönm üş, yatm ış, kalıp kesilmişti. Karılar da yardım ettiği halde gen e kaldıramamışlardı. Hacı Mustafa: — Bu ne hileci öküz, beni m a h fe d e c e k be! dedi. O ğlu b aşıyla tasdik etti. Çare yok, satm ak gerek, am a ahırından çıkm ayan hayvanı kim alırdı? Kasaba bile g i d e c e k olsa hiç olm azsa k asab aya kadar yürüm esi g e rekti. A c a b a birkaç gün iyice b esleseler, tıkabasa doyursalar canlanır, kalkar m ıydı?.. Sonunda buna karar verildi; o akşam önüne yarım şinik yulaf; iki kalbur dolusu sam an döküldü. Köylüler; — H acı ağa da yeni öküzü işe koşm uyor; b esleyip pastırmasını m ı yapacak?.. Diyorlar, m erak ediyorlardı. ( * ) At, eşek; yük hayvanı.
KOCA ÖKÜZ /
55
M ustafa dışarı sır sızdırm ıyordu; am a üzüntüden de eriyordu. K oca öküzün önüne am barı dökseler tüke tecekti, iştihasında kusur yoktu, o çalışm ak istem iyor du, buna azm etm işti, "am barım ı kül ed ecek , nasıl deflesek b e?" d iye M ustafa arasıra, ahıra uğradıkça, yarı karanlık içinde, gözleri şim şek çakarak, haykırıyordu. A ç bırakm ak da işine gelm iyordu, hayvan büsbütün za y ıf düşecek, büsbütün ahıra bağlanacaktı. Sonunda bir sabah erken kalktı, k asabaya indi. C a v g a Rıza derler, yarı sersem bir kasap vardı; onu buldu: — G eçen gün bir öküz aldım, hurdaymış, işe ya ra m adı, sana aldığım paraya satayım ... dedi. C a vg a Rıza -cavga, bir cins aptal karganın oralarca adıydı- iki m e cidiye eksiğin e de razı oldu. Yalnız bir şartı vardı; Hacı, tarlasından ayrılam ıyordu, yanaşm ası da, oğlu da ö y le... Rıza kendisi gelip ahırdan alacak götürecekti. — Sana ahırda öküzü sattım, ben ö tesin e karış m am ha! Diyordu. K asap kabullendi, paraları saydı. H acı M ustafa sevin cin d en k ö y e doğru uçuyordu. "N e m e gerek, ister arabaya koysun, indirsin, ister o ra da kessin, ben karışm am !" diyordu. Ertesi gün C a vg a Rıza elinde bir arşın çürük iple k ö y e gelin ce Hacı: — Cİlen n ideceksin ipi, öküz yerinden kalkm ıyor! Dedi. Daha ö n ce haber verm ek le üzerinden kabahati at mış sayıyordu. Rıza şak aya aldı, aldırmadı, ahıra girdi. Öküz yerin de yatm ış, tıpkı ilk günkü gib i dalgın, b e z gin, g e v iş getiriyordu. K alk m aya hiç niyeti yoktu, g e lenlere dönüp bakm adı bile... K asap hayvanı süzdü. — H ele Hacının ettiği işe bak, bunun neresi yenir ki? K em ik le deriden ötesi yel! dedi. Kaldırm ak için to z lu çarığının burnuyla öküzün kalçasına vurdu.
56
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
M ustafa gülüyordu: — N ezaketten anlam az, p ek çe vur!.. Hatırlatm asıyla eğlen di. Kendi kendine "tek m eyle, sop ayla kalksaydı ben onu eksiğine satar m ıyd ım ?" d i y e düşünüyordu. Fakat birden şaştı. G özleri dört açıldı: K o c a öküz başını çevirdi, kasabın kirli elbiselerini derin derin gü rültülü bir n efesle kokladı, kokladı, sonra kım ıldandı, top lan d ı, y a v a ş y a v a ş kalktı. Ş im di C a v g a Rıza'nın önüne katılm ış, ahırdan çıkm ış, b ah çeyi geçm iş, tozlu yolda, her adım da biraz daha ufalıp silinerek kasabaya doğru gidiyordu. Sanki dam arlarındaki son ku vveti top lam ış, son gücünü, kendisini yıllarca süren yorgunluklardan sonra bir bıçakta sonsuz rahata kavuşturacak olan bu adam a saklamıştı. Ç alışm aya gitm eyecek ti; fakat ölüm e hazır dı; büyük bir filozof gibi başı yerde, ağır ağır, gözlerinde kayıtsızlık, yürüyor; oylukları arasında dolaşan, g ö lg e arayan yaldız kanatlı, ufak, inatçı sineklerin üzerinden arasıra kuyruğuyla in citm ek istem eyen bir yelp a ze g e çiriyordu. , Hacı M ustafa hiddetlendi. Onun yü rü yeceğin i b il seyd i iki m e c id iy e y i k a y b ed e r m iyd i? Bu ne uğursuz h ayvan dı, bir haftadır bol bol yem iş, iliklerini doldu r muş, k es ilm e ğ e gidiyordu. D ünyayı elinde çeviren H a cı, öküzün oyununa gelm işti. Ö fkesinden, yanaşm aya, hiç seb ep siz bir tokat attı. Karısının başına o iri savatlı güm üş tabakasını fırlattı. O ğlunu g e c e tarlada yatırdı; Ç içek E m in e'ye bile surat etti. O, bunlarla didişirken kasabada tellal çarşı pazar dolaşıyor: "C a v g a Rıza'nın dükkânında bugün ikindiden s o n ra öküz k esilecek, isteği olanlan buyursun, hey!" D iye haykırıyordu. K adıköy, 1918
V E H B İ E F E N D İN İN K Ü Ş K Ü S Ü Vehbi Efendi bu ufak kazanın Düyunu tim u m iy e * idaresinde kantar kâtibiydi. Fakat bir türlü yerli halka özgü giyim i üzerinden atam am ış, bir türlü, m em ur kılı ğını alam am ıştı. Şal yeleğinin içinde yarı gizli k ocam an bir kuşağı, aba poturu altında b eya z yün çoraplarını m eydan da b ı rakan ö kçeleri basık yem en ileri vardı. Bunların üzerine de ön celeri siyah olm ası gerek en havı dökülmüş, soluk bir redin got geçirirdi. Durgun, bön, ürkek bir adam dı. K alem inde, basılı kâğıtları doldurm aktan başka elinden bir iş g e lm e z, soru lm adıkça k en diliğin den konuştuğu görülm ezdi. Cum a ile bayram günleri ya balık avı için Karasu kenarına inen, yahut da buz gibi kaynaklarda karpuz çatlatm ak üzere kiraz yaylaların a çıkan ark a daşlarına katılm az; pazar dönüşü bir sarı gaz b o y a m a sına, bir cam b ileziğe kuytulara çek ilen çin gen e kızları na sataşm azdı. A k ş a m , k alem d en çıkın ca, d oğ ru ca T ab ak h an e sem tindeki evin e gelir, erken yatar, erken kalkıp y e n i den aynı yollardan dairesine dönerdi. Ömrünün gü n le rini b öyle, daire ile evinin arasında, değişiksiz, pürüzsüz bir m akara gibi sağm ak, tü ketm ek onu m em nun e d i yordu. Doğuşundan o kadar beceriksiz, bezgindi ki otuzu nu geçtiği, dört kuruş m aaşına im ren erek kısm etler tâ ( * ) Dış borçları ö d e m e yönetim i.
58
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
ayağın a g e ld iğ i halde e vlen m em iş, kadın nedir, daha henüz tadam am ıştı. Bu y o ld a ilk adım ın kendisini bir uçuruma sürü kleyeceğine; hayatının o p ek sevdiği b o ş luğunu, durgunluğunu olaylar, dertlerle dolduracağına inanırdı. B ö yle olm asa, şimdi bile, elinin altında istekle rini yatıştıracak ne elverişli bir olanak vardı. Oturduğu bina, kapıları d estek len erek sofalarına iğreti b ölm eler çek ilerek iki e v e ayrılmıştı. Öbür tarafın da Rum eli göçm en lerin den b ez dokuyucu dul bir kadın oturuyor, biri ufak, diğeri gelinlik iki kızının ya türkü, ya k a v g a sesleri sabahtan ak şam a kadar evin bu tarafını gürültülere boğuyordu. Kom şunun kızında, bir süredir, sabırsızlık, taşkınlık belirtileri çoğalm ıştı. Türkü sesleri içinde evi sarsan yü rüyüşler, m erdivenlerden atılıp inişlerle, incecik b ö lm e nin arkasında hasta bir ö rd ek gibi uyuklayan Vehbi E fen diyi dü rtm eğe çalışıyordu . N e var ki yeldirm esini bile takm adan, başına bir örtü bile alm adan b a h çeye uğrayışlar, sözde çam aşır asm ak için çıplak baldırlarını göstererek ağaçlara tırmanışlar hep faydasız kalıyordu. Hanife hiç de çirkin değild i. Biraz kısa, biraz e n dam sız, am a uzaktan bile yum uşak, sıcak görünen d o l gun vücudunun yürürken güzel bir çalkalanışı vardı. İlle ağaçlara çıkıp inerken düz entarili, belinden kuşaklı, bu süssüz, dolgun v e baskısız vücut ne güzel bir biçim alı yor, eğilirken ne hoş bir kıvrım yapıyordu. Vehbi Efendi, gön lü n de istekler, iştihalar d u ym u y o r değildi. G öz g ö ze gelirse; gülüşler, dudak büküşler, hatta dil çıkarışlarla Hanife o kadar ileri varıyor, görü l m ekten , bakılm aktan k eyiflen d iğin i anlatan ö y le atak belirtilerde bulunuyordu ki, Vehbi Efendi sersem leşiyor, p en cered en uzaklaşıyordu. Artık öksürükler, cum badan seslenişler, cam a taş atm alar bile başlam ıştı. V ehbi Efendi, doluya tutulmuş bir adam gibi rahat n efes alam ayarak, ne ya p a ca ğın ı
VEHBİ EFENDİNİN KUŞKUSU /
59
b ile m e y e re k , kurtulm aya çare b u lam aya rak , orada şaşkın, ürkek bekliyordu. Kıza cesaret v e re c e k bir h a rekette bulunmuyordu. Hatta, bazan, b ölm eyi vurup da kom şu kadına: "A yıp tır yahu, kızına bak; bu ne aşiftelik!" dem ek isteği duyuyordu, halbuki onun yerin de bir başkası, m e se lâ T ab ak ların K âm il, m a h a lley i altüst ed en şu çapkın olsaydı, çoktan atılır, tehlikesiz, sıkıntısız bir g ö nül eğlen cesin e m eyd an verilirdi. N e yapalım ki Vehbi E fendide o atılganlık yoktu. Bir m id ye gibi, yapıştığı yerde bekliyordu. * * * M ayıs içinde m eh taplı bir g e c e y d i. Penceresinin önünde uzun uzun oturduktan, iki üç sigara içtikten sonra henüz kom şudan d ön m eyen annesini b ek lem eğe gerek görm edi, yattı. A y , duvarları, kafeslerin büyümüş g ö lge leriyle n a kışlamış, süslemişti. O d a ya toz gibi, duman gibi tavan dan döküldüğü sanılan tatlı, m avi bir aydınlık iniyordu. Salh an e önünde durup tâ yukarı m ahalled eki seslere c e v a p yetiştiren k öp eğin inatçı, üşenm ez havlam aları arasında birden yan duvar, öbür evin b ölm esi vurulur gibi oldu, sonra vak tiyle yan tarafa açılan, şim di d e s tekli, mıhlı duran kapının önünde biri, yalancı öksürük lerle üç kere seslendi. Vehbi E fen di yatağın d an başını kaldırdı, dinledi. Öksürük kesilm işti, am a anahtar d eliğin e yapıştırılm ış olm ası gerek en bir ağız içeriye derin, uzun, yanık ahlar yolluyordu. Bu, çabuk, am ansız bir etki yaptı; Vehbi'nin uyuşuk damarlarında kezzap gibi yakıcı, işleyici bir kan dolaşıyordu. O racıkta, elinin altında, Hanife'nin b e k le diğini, onu istediğini, yana yakıla yalvardığını bildiği, duyduğu halde nasıl dayanacaktı? K en disin i hayatının o d eğişik siz alışkanlıklarına d ü ğü m leyen bağların gevşed iğin i, çözüldüğünü duyar
60
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
gibi oldu; boğuk bir sesle, tanım adığı, bilm ediği, bir y a bancı, bir korkutucu sesle: "Kız ne oluyorsun, git işine!" d iye bağırdı. Hanife şimdi, ilk defa doğrudan doğruya kendisine çevrilen bu erkek sesinden ayrılm ak is te m e yerek konuşuyor, "A n am kom şuda da, korkuyorum ..." başlangıcıyla birçok şeyler söylüyordu. O, yatağın d an çıkm ış, duvara yaklaştıkça b ü yü yen g ö lg e s in e doğru, b oğu şacak bir pehlivan g ö s te ri şiyle yürüyor, kapının önüne gidiyordu. Ortalık korkut m a yacak , ürkü tm eyecek kadar aydınlık, durgun v e ıs sız idi. Aralarında yarı çürük, yarı çarpık bir kapı vardı. Vehbi E fendi beceriksiz, korkak adam larda görülen aç bir h a yv a n c e s a re tiy le gö zle ri dönm üş, kulaklarının uğultusu, yü reğinin çarpıntısı içinde, kapının kilidini, sürmesini çevirm eğe, çivilerini sarsm aya çalışıyor, a c e le acele bir oradan, bir buradan tutuyor, çekiyor, o yn u yordu. Ö bür tarafta Hanife, sessiz, b ek ley ip duruyordu. A m a kapı, zın gırdayan kilidine, esn e yen aynalarına karşı dayanıyor, bir türlü açılm ıyordu. O zam an kız, yol gö s te rm e k gereğin i duyarak: "Yukarı kaldır, k a n ca la rından kurtulur!" dedi. Sahi, en doğrusu bu idi; Vehbi E fendi çöm eld i, bir eliyle altından, öbürü ile de d evril m esin diye ortasından tutarak kaldırdı. Sürgüler gıcırdadı, biraz daha dayandı, biraz daha itti... Sonra çivilerden kurtarm ak için kendisine doğru kuvvetle çekti. Birden kapı, olanca ağırlığıyla elleri ü ze rinde kalıverdi. N e ya p a ca k tı? A ra d a en gel kalm ayın ca yü reğine bir bezginlik düştü. Kanında aynı ateşi duym u yor san dı. U su lcacık kap ıyı yan tarafa dayadı, içeriye, öbür o daya adımını çekin e çekin e attı. B eyaz bir şekil, horozunu b ek leyen bir tavuk gibi, ortada hazır duruyor; hiç kım ıldam ıyor, bir ş e y s ö y le m iyor, uçurumdan d ü şecek bir adam gibi elleriyle g ö z lerini kapam ış, soluksuz bekliyordu.
VEHBİ EFENDİNİN KUŞKUSU /
61
Vehbi Efendi de duruyor, düşünüyordu. Birden, zihninin yüklü bulutları içinden bir şim şek çaktı. Korkunç, d eh şetli bir fikir önünde aydınlandı, canlandı, istekler, hırslar ile hareketlenm iş vücudunu olduğu yere mıhladı. Y a bir çocu k olursa, bir defa alı şan ayaklan onu her akşam buraya çeker, bir gün, beş gün, sonra... Sonrası tehlikeli idi, ömrünün o pürüzsüz, engelsiz yürüyüşü arasında bu ne yam an bir set, d a v a lar, dedikodularla donanm ış salkım saçak ne çirkin bir kep azelik olurdu... E vet, bu bir kepazelikti ki, k asab a nın aylarca serm ayesi olacak , aylarca kah velerde, kır larda bunun sözü edilecekti. E v hâlâ sessiz, sokak tenha idi. A y, b eya z patiska perdeli kafessiz o d a yı güneş vurmuş bir deniz içi gibi, durgun bir ışıkla m avi, sakin aydınlatıyor, şimdi, ellerini yüzünden çek en Hanife'nin gö zlen gö lgeli g ö lg e li yüzü nün ortasında, parıl parıl yanıyordu. Vehbi Efendi söz etm eden , daha fazla bakm adan döndü, kapıyı sürgülerine sokup yerine indirdi. Sürm eyi çekti. Geniş bir n efes aldı. Kurtulmuştu... A m a dizlerin de ö y le bir derm ansızlık duyuyordu ki yatağın a kadar yürüm ek ona zor, olanaksız göründü; hem en oraya şil tenin ayak ucuna oturdu; dizlerine d aya d ığı dirsekleri aynı zam anda, başının yükünü de taşıyor, tepesin den dökülen m ehtap altında iki büklüm düşünüyordu. Öbür odada da ses, hareket yoktu, belki Hanife de b öyle bir kesiklikle ra sgele çöm elm iş, anlayam adığı bu dönekliği k avram aya çalışıyor, şaşıyordu... ★ "k * T â sabahleyinden başlayan yüklü, dum anlı bir sı cak kasabanın kızgın kayalar arasındaki bu çukur m a hallesini ateşi çekilm iş bir fırın içi gibi kapalı bir hava ile doldurmuş, boğm uştu. S oka kla rın neş 'eleri olan horozlar bile g ö lg e li k o vuklara sokulup isteksiz, güçsüz duruyor, çocuklar bile
62
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
oyunlarını bırakıp top rak d öşeli kuytu, serin odalarda uyukluyordu. Yalnız suları tükenm iş derenin kavakları üzerinde sonu g e lm e y e n tek rarla m ala rla c ızıld a ya n a ğ u s to sb ö ce k leri bu durgun, b oğu k, kavruk evrenin susm ayan, b ezm ey en inatçı şikâyetçileriydi. Başka ses yoktu. Vehbi Efendi, kızgın güneşin altında tarla kuşlarını aldatacak parıltılarla yanan redingotun ağırlığından y a kınarak boynunda sırm alı çevresi, yokuşu ağır ağır ç ı kıyordu. Yolunun üzerinde salkım ağaçlarıyla g ö lge len m iş şadırvan ı dolu bir ca m i avlusu vardı ki, b ö y le sıcak günlerde onu; biraz nefes alm ak için sanki çeker, ç e v i rirdi. A m a bugün gire m e y e ce k , din len em eyecek ti. G it tikçe suyu çekilen kuyusuna ip ek lem ek için evd e g e cikm iş, hem dairesinin vaktini kaçırmış, hem de bu kız gın gü neşe kalmıştı. Ş ö yle içeriye g ö lg e liğ e özlem le bir baktıktan sonra yü rü m eğe hazırlanıyordu, şadırvanın arkasından biri a c e le acele: "Vehbi Efendi, Vehbi E fen di!" diye seslendi. M ahalle im am ı onu g e çe rk en görm ü ş, telâşlı bir tavırla h em koşuyor, hem çağırıyordu. İmam: "Biraz g i rer misin? Ben de şim di sana, k alem e uğrayacaktım ..." dedi. Vehbi Efendi, yeni bir yardım toplam a v e y a seçim dedikodusu d in leyeceğin i sanarak: "Şim di vaktim yok, kuyuya ip salladım da geciktim . Bu ne kurak. A k şam a görüşürüz!" karşılığıyla yürüm ek istedi. A m a im am , ç a tık bir yüzle: — üzerine.
Başka bir ş e y s ö y ley e c ek tim , şu senin m esele
Dedi. Onun m eselesi de ne idi? Soruyordu. K arşı sındaki hileli bir bakışla: "H ele gir canım , bak gölgelik, serin, şöy le hasıra otur, konuşuruz" diyordu. İm am ın çapkın bir bakışı, bir gülüşü vardı ki Vehbi Efendiyi ürkütüyordu. Zorunlu olarak girdi. Şim di h ası
VEHBİ EFENDİNİN KUŞKUSU /
63
ra yerleşmişlerdi. Kumrular, yanlarında kanatlarını ıs lak, çamurlu kaldırımlar üzerine sarkıtarak salıntılı yü rüyüşlerle geziniyorlar, şadırvanın rutubetli yalakları çevresinde keyifli keyifli dönüyorlardı. İmam, çapraşık cümlelerle başladı. Evin öbür tara fında oturan bez dokuyucu kadın dün gelmiş, ona olan biten işi anlatmıştı, mademki olay bu dereceyi bulmuş, tamir edilmez hale gelmişti, o halde bir çıkarma bağla mak daha uygundu. Vehbi Efendi, şaşkınlığından büsbütün irileşen ap tal gözlerle bakıyor, anlamıyor. "Nedir canım? Hangi iş? Neyi? Ne olmuş?" diye durmadan soruyordu. Öbürü sonunda kızdı: — Yoo canım, diye gürledi, kızı hem gebe koy, hem de böyle anlamazlıktan gel, bu bana, Cin İmama yutturulmaz. Sen sorguyu suali bırak da ben olayı oldu ğu gibi, baştan anlatayım... Bak, yanlış var mı, yok mu? Meğerse Vehbi Efendi, kıza göz etmiş, olur a, gençlik. Pencereden ayrılmaz, ne zaman raslarsa işaret eder, söz atar, her akşam kalemden dönünce kapının önünde öksürür, gözlerini kafese, cumbaya çevirirmiş. Böylece işi ilerletmiş eh, öbürü de daha çocuk, cahil kız, yavaş yavaş gönlü çelinmiş, sonra bir gece, bun dan üç ay evvel, anası evde yokken iki evi bölen kapı lardan birini çıkarıp... Kabahat, kabahat amma, bir de fa olmuş... Vehbi Efendi "Yalan, yalan" diye bir düziye mırıl danıyordu. İmam: "Yalanı var mı ya; çivileri sökülmüş, menteşeleri oynamış, kapıyı dün gittim, gözümle gör düm... Vallahi birader; sen bilirsin, yarın kadıya gide cekler. Ben bir rezaletin önünü alayım diye savaşıyo rum!" dedi. Hava gittikçe ısınmış, şimdi artık bir çelik gibi kız gın kiremitlerin çinkoların; çevredeki kayaların sıcaklı
64
/ MEMLEKET HİKÂYELERİ
ğıyla her yer, hatta bu gölge, bu serin, sulak avlu bile yanmaya başlamıştı. Vehbi Efendinin beyni ise sanki haşlanmış, erimiş, büsbütün yok, büsbütün hiç olmuş tu. Anlamıyor, kavrayamıyor, yalnız imamın kızıl saka lına bön bön, ahmak ahmak bakıyordu... Kadı, müdür, imam hep birlik olup, Vehbi Efendi nin andlarına, yeminlerine, gözyaşlarına, "Ben namuslu adamım!" iddialarına aldırmayarak nikâhın kıyılmasın da, pürüzün ancak bu yolda temizlenmesinde inat edi yorlardı. İllâ daire müdürü, Bitlisli bir Kürt, bangır ban gır bağırarak, "Ya nikâh, ya istifa, yoksa başmüdüre yazarım ha!" diyordu. Hepsi, herkes kız tarafını tutmak ta birbirlerini geçiyordu. Hanife, biraz kendini göster meğe başlayan karnını büsbütün çıkararak kapı kapı, memur, eşraf evlerini dolaşıyor, ışıldak mavi gözlerin den tükenmez parlak yaşlar dökerek başına gelenleri anlatıyordu. Herkes "Hay alçak herif" diyordu. Vehbi Efendinin bu kadar kargaşalığa, bu kadar üzüntüye dayanma gücü yoktu; yatakta kalıp gibi uzanmış, hareketsiz, ümitsiz yatıyor, dışarı çıkmıyordu. Hem onda da yavaş yavaş bir kuşku, bir kararsızlık oluşuyor, "Acaba farkında olmayarak öyle bir şey mi olduydu?.." diye düşünerek bütün kabahatin, bütün so rumluluğun kendisinde olabileceğine yer vermeğe baş lıyordu. Sonunda, memurluğunu elden kaçırmak kor kusu kararsızlığına son verdi, "Peki" dedi. Terziye götürülüp tersine çevrilen redingot artık güneşle karşılaşınca parıl parıl yanmıyordu. Nikâh gü nü davetliler hep yeni sandılar. Yavaş yavaş mesele sohbetlerin sermayesi olmaktan kurtuluyor, unutulu yordu. Vehbi Efendi memnundu. Yalnız, altı ay sonra, kundağı kucağına koydukları zaman, daha kendisinin de pekiyi anlayamadığı babalığın esrarını bulup çıkar mak isteyen bir düşünceyle çocuğa uzun uzadıya baktı;
VEHBİ EFENDİNİN KUŞKUSU /
65
fakat bu kapalı, buruşuk, yumuk yüzden hiçbir anlam çıkaramayarak "fesubhanallah!" dedi. Tabakların Kâmil, Vehbi Efendi dalgın, oturaklı bir tavırla; ağır ağır kahvenin önünden geçerken, arkadaş larına anlamlı, anlamlı işmar ediyor. — Yutturduk öküze!.. Diyordu.
Bilecik, 1918
M e m le k e t H ik a y e le ri - F. 5
SARI BAL Kapının tunç tokmağı bu karlı gecenin sesleri sağır eden durgunluğu, dolgunluğu içinde kof bir uğultu çı kardı. Buna içeriden havlama ile uluma arasında bez gin bir köpek hemen cevap verdi. Sonra bir kapının gı cırdayarak açıldığı, fısıltılar, telâşlı yürüyüşler içinde, bir iki kişinin gidip geldiği duyuldu. Tokmak sürekli dövülüyordu. Sonunda birkadın sesi: — O kim? dedi. Burası kasabanın dışarısında, elekçilerin oturduğu alçak damlı, dar sokaklı, pis, ışıksız bir mahalle idi. Ho vardalık etmek isteyenler geceleri, böyle geç vakit ge lirler, uyumuş kızları uyandırırlar, oynatırlardı. Liralar serpildiği, tabancalar boşaltılıp kamalar çekildiği, kan lar döküldüğü de olurdu. Eşraftan Külâhçıoğlu Hilmi Ağa bu akşam iki ar kadaşıyla içip içip coşmuş, saat beşe* doğru: "Ne du ruyoruz be, haydin gidip Sarı Balı oynatalım!" demişti. İşte bunun için gelmişler, kapıyı dövüyorlardı. İçeride fısıltılar, kararsız yürüyüşler, birbirinden so ruşlar vardı. Hilmi Ağa kızdı, rakının büsbütün yayık, peltek ettiği bir sesle: — Kız açıver, bizik, ne duruyonuz!.. (*) Alaturka saat, gün batışından 5 saat sonra.
SARI B A L/
67
Diye bağırdı. Kasabanın bu adlı sanlı mirasyedisi, bu yarı çılgın hovardası bir eve girmek ister de hiç önü ne geçilir miydi?. İçeride bir süre, tanınan bu sesin verdiği bir korku ile her şey sustu, sanki taş kesilmişlerdi. Artık Hilmi Ağa beklemedi; "Abanın behe!" emriyle yanındakileri ileri sürdü; dayandılar. Ama zora gerek kalmadı. Ç a buk, çabuk biri yetişti, sürmeleri çekti. Şimdi kusur dili yorlardı. Birden tanıyamamışlardı. Önüne gelen buraya uğruyordu da iyice anlamadan, güvenmeden içeri al mıyorlardı. Yoksa bilselerdi, bir dakika bekletirler miy di? Keşke, daha önce biriyle bir haber gönderselerdi, hazırlanırlardı... Külâhçıoğlu cevap bile vermiyordu. Karanlık bir avluyu geçtiler. Yarı açık kalmış bir kapının ışıktan dört çizgisi birden genişledi. Dışarıya kızıl bir aydınlık taşır dı. Gelenler başları lâz başlıklı, arkaları çerkes yamçı lı, olağan dışı iri, korkunç görünen üç kişiydi. İki basa maklı bir toprak merdivenden indiler. Odaya girmişler di. Burası, penceresi, nefesliği olmayan çukur, basık, loş bir yerdi; ahıra benziyor ve ahır kadar kokuyordu. Dışarıdan yeni girince keskin ve ekşi bir yaşlık, gözleri sulandıran bir sirkeleşmiş hava insanı tıkıyor, değişme ye değişmeye çürümüş sanılan sıcak, kötü bir yağ gibi yüze yapışıyordu. Duvarda elekler, sepetler asılıydı; ta vandan torbalar, soğan dizileri, ayva hevenkleri sarkı yordu. Bir tarafta iki yatak seriliydi, üç dört baş görülü yordu. Bunlar, herhalde uyuyan çocuklardı. Kenarda yeşil boyalı tahta sandıklar diziliydi; oda tıka basa dolu idi. Yalnız ortada ufak bir alan vardı ki biraz sonra şen lenecek; sazların, teflerin, zillerin sesleri altında bükü lüp kıvrılan çengilerin danslarıyla şereflene