Ortadoğu: İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi [3 ed.]
 9755094423

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

"""'

ORTADOGU Bemard Lewis

3. BASKI

Çeviri: Selen Y. Kölay

.M arkadaş

arkadaf YAYINEVI

28 / C Ankara (0312) 434 46 24 (4 hat) Faks: (0312) 435 60 57

Mithatpaşa Cad. Tel:

e-posta: [email protected] www.arkadas.com.tr

Kitabın Özgün Adı: The Middle East, Bernard Lewis

1. 2. 3.

& Nicholson, 1995 2000 Phoenix Press, 2003

baskı, Weidenfeld

baskı, Phoenix Press, baskı,

© Bemard Lewis,

1995

Orion Publishing Group Ltd. ile yapılan özel anlaşma sonucu yayınlanmıştır.

. ©Türkçe yayım hakları arkadaf yayınevinindir. Yayıncının yazılı izni olmadan hiçbir biçimde ve hiçbir yolla, bu kitabın içeriğinin bir kısmı ya da tümü yeniden üretilemez ya da dağıtılamaz.

ISBN:

975-509-442-3

ANKARA,

3.

BASKI

2006

Çeviri

: Selen

Yayına Hazırlık

: Mehtap Çayırlı

Sayfa Düzeni

: Mehmet Yaman

Baskı

: Özkan Matbaacılık ve Gazetecilik Ltd . .Şii.

Y.

Kölay

İÇİNDEKİLER Önsöz 1. KISIM

Giriş

2. KISIM

vii 1

Geçmiş 1

Hıristiyanlık Öncesi

2

23

İslamiyet Öncesi

37

3. KISIM

İslamiyet'in Doğuşu ve Yükselişi 3

Kökenler

4 Abbasi Halifeliği 5

Bozkır Halklarının Gelişi

6 Moğöllar'm Ardından 7 4. KISIM

Barut İmparatorlukları

57 84 97 116 127

Kesitler 8

Devlet

9

Ekonomi

10

181

Seçkinler

11

207

Halk

12

238

Hukuk ile Din

13

253

Kültür

283

5. KISIM

153

Modern Çağ

14

Mücadele

15

315

Değişim

16

331

Etki ve Tepki

353

17 Yeni Düşünceler 18 19

365

Savaşlar

385

Özgürlükler

415

Notlar

453

Kaynakça

458

Takvim Hakkında

460

Kronoloji

462

Haritalar

470

Dizin

481

ÖNSÖZ Oıtadoğu'nun tarihini tek bir ciltle anlatan, çoğunluğu İs­ lamiyet'in ortaya çıkışıyla başlayan ya da Hıristiyanlık çağının başlangıcıyla._sona eren birçok kitap yazılmıştır. Ben kitabıma Hıristiyanlığın ortaya çıkışı ile başlarken iki amaç güdüyorum. ilk amacım, İslam Devleti'nin kurulması ve Hz. Muhammed'in görevinin odağındaki İslamiyet öncesi Arabistan ile büyük Bi­ zans ve Pers imparatorluklarını tarihteki mütevazı yerlerinden kurtarmaktır. Yüzyıllardır Ortadoğu'yu parçalayan ve paylaşan bu birbirinin karşıtı güçler yüzeysel bir yaklaşımı hak etmiyor doğrusu. İkinci amacım ise, bugün tanıdığımız Oıtadoğu ile böl�enin tarihi belge ve anıtları aracılığıyla tanıdığımız eski uygarlıkla­ rı arasında köprü kurmaktır. Hıristiyanlığın başlangıcında, baş­ ka bir deyişle Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasındaki dönemde, Pers İmparatorluğu'nun batısında kalan bölgeler Helenleştir­ me, Romalılaştırma ve Hıristiyanlaştırma süreçlerinden sırasıyla geçerken eski uygarlıkların tüm izleri olmasa da anıları kaybol­ muştur. Kaybolan anıların bir bölümü modem çağ arkeologları ve doğubilimcileri tarafından yeniden günışığına çıkarılmıştır. İlkçağ'ın sonlarından başlayarak Ortaçağ'dan modem Ortado­ ğu'ya kadar doğrudan süregelen bağlantılar dikkate değerdir.. Oıtadoğu tarihinin kaleme alınması için yapıları ilk modem girişirrılerde, tarihin derirılemesine ve kolay anlaşılmasında ol­ mazsa olmaz değilse bile zorunlu olan siyasi ve askeri olayların tarihçesine önem verilmiştir. Tarihçilere teşekkürlerirrıle birlik­ te, çok gerekmedikçe siyasi tarihi arılatınadan, özellikle ekono­ mik, toplumsal ve en önemlisi kültürel tarih üzerinde durdum. Bu bakış açısıyla, çağdaş kaynaklardan yararlandım; tarihçeler, seyahatnameler, belgeler, yazıtlar, zaman zaman da öyküler ve vii

ÖN SÖZ

şiirlerden alıntılar yaptım. Kaynak:lann var olan İngilizce çevi­ rilerini kullandım, çevirisi olmayarılan kendim çevirdim. Yazılı belgelerin yanı sıra, resimlerin katkısı da çok önemli oldu. Me­ tirılerden ve hatta analizlerden çok da kolay elde edilemeyen görüşler sağladılar. Böylesine önemli, zengin ve hareketli bir bölgenin iki bin yıl­ lık tarihini bir kitap cildine sığdınnaya çalışmak, taşıdığı önemin büyük bir kısmına değinememeyi de beraberinde getiriyor. Bu konuda çalışan her araştınnacının kendi st;çimini yapması gere­ kiyor. Benim de kendi kişisel seçimimi yapmam gerekti. Daha

çok en özgün bulduğum olaylara, kişilere ve durumlara önem verdim. Ne kadar başanlı olduğuma siz okurlanm karar verecek­ siniz. Princeton Üniversitesi'deki genç araştırmacılar, David Mar­ mer, Michael Doran, Kate Elliott ve Jane Baun'a bu_kitabın ha­

zırlanmasında ve sizlerle buluşmasındaki önemli katkılan için teşekkürlerimi ve takdirlerimi sunuyorum. Özellikle titiz, bilim­ sel ve eleştirel yaklaşımı için Jane Baun'a sonsuz teşekkürler. Asistanım Annamarie Cerminaro'ya kitabın ilk taslağından son durumuna kadar her aşamasındaki özenli ve sabırlı katkısı için teşekkür ediyorum. Kitabın resimlendirilmesi, editörlüğü ve ya­ yınlanmasında değerli emekleri ve sabırlan için Benjamin Buc­ han, Tom Graves ve dizini hazırlayan Douglas Matthews'e te­ şekkür ediyorum. Kitabın hazırlanma sürecini hızlandırmak ve sonucun niteliğini artırmak için çok çaba gösterdiler. Katkıda bulunan herkese, kabul ettiğim tüm önerileri ve fi­ kirleri için teşekkür ediyorum; kabul etmediklerim için ise ken­ dilerinden özür diliyorum. Bundan da açıkça anlaşılacağı gibi, kitapta olabilecek tüm hatalar bana aittir. BERNARD LEWIS Princeton, Nisan 1995

viii

1. KISIM

Giriş

GİRİŞ Gün içinde herhangi bir saatte insanların, aslında yalnızca erkeklerin, bir masada oturup bir bardak çay ya da bir fincan kahve içerken yanında da sigaralarını tellendirdikleri, gazete­ lerini okuyup, tavla oynarken bir kenardaki televizyon ya da radyoya kulak verdikleri kahvehane ya da çayhanelere Ortado­ ğu'nun pek çok şehrinde sıkça rastlanır. Ortadoğu'daki kahvehanelerde zamanlarını geçiren insan­ ların dış görünüşleri Avrupa'daki, özellikle de Akdeniz Avru­ pası'ndaki kahvehanelerdeki insanlardan farklı değildir. Ancak elli yıl önce aynı yerde bulunan insanlardan çok farklı, yüz yıl önceki insanlardan ise bambaşkadır. Böyle bir fark, Avru­ pa'daki bir kahvehanede bulunan insanlar için de söz konu­ sudur ama bu iki farklılık birbirine benzemez. Avrupalı'nın gi­ yim, görünüş, tavır ve davranışlarında ortaya çıkan değişiklik­ lerin neredeyse tamamı Avrupa kökenlidir. Birkaç istisnası ol­ makla birlikte, bu değişim toplumun kendisinden kaynaklanır; istisnalar ise yakın ilişkide bulunulan Amerikan toplumundan etkilenıniştir. Ortadoğu'da gerçekleşen değişiklikler ise, bu. durumun tam aksine dış kaynaklıdır. Ortadoğulu'nun kendi geleneklerine tü­ müyle yabancı topl"umlardan ve kültürlerden kaynaklanmıştır. Kahvehanedeki bir masanın başında bir iskemleye oturmuş ga­ zete okuyan adam, kendisinin ve daha önce de arıne babasının yaşamlarını etkilemiş olan değişiklikleri taşımaktadır. Hali, tav­ rı, dış görünüşü, giyinişi ve davranışları, hatta kimliği ile mo­ dem çağlarda Batı'darı gelip Ortadoğu'yu etkisi altına alan son derece güçlü ve yıkıcı değişiklikleri simgeler. Açıkça görülen ilk ve en belirgin değişiklik giyiniş biçimin­ dedir. _Geleneksel giysiler giymesi de olasıdır ama şehirlerde

3

GİRİŞ

buna pek rastlanmaz. Genellikle Batı tarzında gömlek ve pan­ tolon ya da günümüzdeki gibi tişört ve kot giyer. Giyinmek, özellikle dünyanın bu bölgesinde, y�lnızca örtünmek, soğuk­ tan ve sıcaktan korunmak için değil, kimliğini tanımlamak, kökenini göstermek ve aynı gruptakilerce tanınmak için çok önemlidir. M.Ö. YIL yy'da peygamber Zephaniah'ın kitabında

(1:8), Allah'ın "Kurban gününde tuhaf biçimde giyinen herke­ si" cezalandıracağı yazıyordu. Museviler'in ve sonra da Müslü­ manlar'ın kitaplannda inananlann inanmayanlar gibi giyinme­ meleri, kendi ayırt edici giysilerini giymeleri buyrulur. "Onlar gibi olmamak için kafirler gibi giyinmeyin" genel bir uyarıdır. Hz. Muhammed'e atfedilen bir hadise göre "başörtüsü, inanç­ sızlıkla inanç arasındaki sınır" olarak kabul ediliyor. Bir baş­ ka hadise göre, "diğerlerine benzemeye çalışan onlardan bi­ ri olur". Yakın zamanlara kadar, bazı yerlerde günÜmüzde bi­ le, her etnik grubun, her dini zümrenin, her aşiretin, her böl­ genin ve bazen de her meslek grubunun kendine özgü, ayırt edici bir giyiniş şekli vardır. Kahvehanede oturan adamın (Türkiye dışında) hala bir tür şapka, belki bir takke ya da daha geleneksel bir şey giyme­ si olasıdır. Osmanlrdönemine ait mezarlıkları görenler, kişinin yaşarken giydiği başlığın mermerden yapılmış bir benzerinin mezar taşlarının üzerinde yer aldığını anımsayacaktır. Bir ka­ dıya ait mezar taşında kadı sarığı, bir yeniçerinin mezar taşın­ da katlanmış elbise koluna benzeyen özel yeniçeri başlığı bu­ lunur. Mezar taşlarında kişinin yaşarken yaptığı mesleği sim­ geleyen başlık yer alır. Bir kişiyi mezannda da bırakmayan bir ayrımın, o kişi yaşarken ne kadar fazla önemli olduğu ortada­ dır. Yakın zamanlara kadar Türkçedeki "şapka giymek" deyi­

mi İngilizcedeki "to turn one's coat" (paltosunu tersyüz etmek) şeklindeki ·eski bir deyimle aynı anlamda kullanılıyordu. De4

GİRİŞ

yimin anlamı dininden dönmek, başka dine geçmekti. Günü­ müzde Türkiye'de şapka, kasket ya da dindarların giydiği baş­ lık gibi pek çok türde şapka kullanıldığı düşünüldüğünde artık bu deyimin arılamını kaybettiği ;,çıktır. Öte yandan Arap ülke­ lerinde 13atı tarzında şapkalar nadir kullanılır, İran'da bile du­ rum aynıdır. Giyinme tarzının, özellikle de şapkanın Batılılaş­ ma süreci, Ortadoğu'nun modernleşme aşamalarını gösterme­ si açısından önerrılidir. Modernleşmenin gerçekleştiği pek çok alanda olduğu gi­ bi giyimde de değişimin başlangıcı askeriye ile olmuştur. Ba­ tılı askeri üniformalar, reformcular açısından büyülü bir çeki­ ciliğe sahipti. Müslüman hükümdarlar, savaş alarılarında ordu­ larının kafir düşmanlar karşısında peş peşe yenik düşmesiy­ le birlikte, istemeyerek de olsa düşmarılarının silahlarının yanı sıra, kururrılarını, Batı tarzında üniformalarını ve teçhizatlarını

da benimsediler. XVIII. yy sonlarında Osmarılı ordusundaki ilk reform çalışmalarında Batılı silahlan ve talim yönterrılerini be­ nimsemelerinin gerekli olduğu düşünülse bile, Batılı üniforma­ ları benimsemeleri gerekli değildi. Bu, askeri değil toplumsal bir seçimdi. Bu seçim, Libya ve İran İslam Cumhuriyeti de da­ hil olmak üzere tüm Müslüman ülkelerin modem orduları tara­ fından yapılmıştır. Batılı silahların ve taktiklerin etkileri ve güç­ leri nedeniyle tercih edilmeleri bir zorurıluluk olmuştur. ancak üniforma ve siperli kasket için herhangi bir zorurıluluk olmadı­ ğı halde hala giymektedirlı:r. Bu tarz değişikliği, şiddetle ve net olarak karşı çıkarılar için bile Batı kültürünün süregelen çekici­ liğinin ve otoritesinin bir kanıtı olmuştur. Askeri üniformalardaki en son değişiklik şapkada oldu. Ço­ ğu Arap ülkesinde kahvehanedeki adamın bugün bile, desen ve rengiyle toplunısal ya da bölgesel aidiyetini simgeleyen ge­ leneksel bir şapka giyiyor olması mümkündür. Başın örtül-

5

GİRİŞ

mesinin sembolik durumu açıkça ortadadır. Müslümanlar için önemli bir nokta da çoğu Avrupalı şapka tarzının siperli olması nedeniyle namaz kılmaya engel oluşuydu. Hıristiyanlar'ın ak­ sine Müslümanlar, Museviler gibi bir saygı ifadesi olarak başla­ rı örtülü ibadet ederler. Müslüman ibadeti olan namaz, alın ye­ re değerek secde etmeyi gerektir ancak şapkanın siperi bunu engeller. Ortadoğu'daki Müslüman orduları Batılı üniformala­ rın

neredeyse aynısını giymişler ancak uzunca bir zaman Ba­

tılı şapkaları giymeyip, geleneksel şapka taJzlannı sürdürmüş­

lerdir. XIX . yy'ın ilk önemli reformcularından Sultan II. Mah­ mud (padişahlığı 1808-1839) Arapçada "tarbış" adı verilen ye­ ni bir şapka türünü, fesi getirmişti. Önceleri kabul görmeyen ve kafir icadı olarak görülen fes zamanla kabul edilerek Müslü­ manlığın bir simgesi haline geldi. Türkiye Curnhuriyeti'nin ku­ rucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1925'te fesin kaldırılınası da tıpkı kabul edilirken olduğu ka­ dar sert tepkilere yol açtı. Toplumsal sembolizmin uzmanı olan Atatürk, fesin ve geleneksel erkek şapkalarının yerine Avrupa­ lı şapka ve kasketlerin giyilmesi yasasını koyarken, yaptığı şey kesinlikle bir otoritenin yersiz kaprisi değildi. Kendisi de, ya­ nında olanlar da, ona karşı çıkanlar da verdiği bu önemli top­ lumsal kararın anlamını çok iyi biliyorlardı. Bu türden bir değişim ilk değildi. XIIJ. yy'da Ortadoğu'nun Müslüman toprakları Moğollar tarafından fethedilmiş, Hz. Mu­ hammed döneminden sonra ilk olarak Müslüman olmayan bir hükümdar başa geçmiş ve Müslümanlar askeri alanlarda Mo­ ğol yöntemlerini benimsemişlerdi. Moğolların himayesine hiç girmemiş olan Mısır'da bile Müslüman emirleri Moğollar gibi giyinmeye, onların teçhizatlarını kullanmaya ve Müslümanla­ rın adetleri saçlarını kısa kesmek olduğu halde, Moğollar gibi uzatmaya başlamışlardı. Müslüman ordularının Moğolların üni-

6

GİRİŞ

formalarını ve teçhizatlarını benimsemelerinin nedeni bugün giydikleri üniforma ve siperli şapkaları benimseme nedenleri­ ne dayanıyordu. Bu neden, benimsedikleri şeylerin zamanla­ rının en önemli askeri gücünün dış görünüşünü ve taktikleri­ ni simgeliyor olmasıydı. Moğolların üniformalarının, teçhizatla­ rın ve saç biçimlerinin etkileri 1315 yılına kadar sürmüştür. Or­ tadoğu'daki Moğol hakanlarının Müslümanlığı kabul etmeleri­ nin ardından, Mısır sultanı askerlerin saçlarını kesmelerini, be­ nimsedikleri Moğol tarzını bırakmalarını, geleneksel Müslüman giysilerini ve şapkalarını giymelerini emretmişti. Böyle bir deği­ şiklik modem Müslüman ordularında henüz olmamıştır. Askeriyeden sonra sarayda değişimler olmaya başladı. Sul­ tanın giysileri Batılılaıın aynısı gibi görünırıemesi için farklılaş­ tırılmaya çalışılmış ama çok farklı olmayan yine Batı giysisi gi­ bi görünen bir değişim geçirmişti. Sultan II. Mahmud'un askeri giyim reformundan önce ve sonra yapılmış iki portresi Topka­ pı Sarayı'nda yer almaktadır. Aynı ressamın yaptığı anlaşılabi­ _ len bu iki portrede II. Mahmud aynı atın üstünde, aynı açıdan görünür. Portrelerden birinde geleneksel Osmanlı giysileriyle, diğerinde pantolon ve ceket ile resmedilmiştir. Atatürk daima yaptığı gibi konuyu temelinden ele alarak "Uygar giysiler giye­ lim" derken neyi anlatmak istemiştir? Eski uygarlıkların giysile­ ri neden uygar değildir? Atatürk'e göre uygarlık, modernliktir, yani Batı uygarlığıdır. Sultandan sonra sarayda da Batılı giyim tarzı etkili olınuş­ tur. ilk kez o dönemde siviller için giyim kanunları konuldu ve uygulandı. Osmanlı saray memurlarının giymeye başladık­ ları pantolon ve redingot, diğer memurlara da yayıldı. XIX. yy sonlarında artık Osmanlı topraklarındaki tüm devlet memurları türlü pantolon ve ceketler giyiyorlardı. Giysilerdeki bu değişim, toplumsal yapının önemli bir değişim içinde olduğunun gös-

7

GİRİŞ

tergesiydi. Yeni giyim tarzı memurlardan sonra şehirlerde ya­ şayan halk arasında da benimsenmeye başladı. İran'da bu bo­ yuttaki bir değişimin gerçekleşmesi zaman almıştır. Osmanlı'da da, İran'da da işçi sınıfının ve kırsal kesimde yaşayanların Batılı _ giysileri benimsemeleri uzun sürmüştür ve henüz tamamen be­ nimsenmemiştir. 1979 İslam Devrimi'nden sonra bile İran Cum­ huriyeti devlet adamları Batılı tarzı ceket ve pantolon giymişler­ dir. Kravat takmayı benimsemeyerek Batılı geleneklere ve kısıt­ lamalara karşı koyduklarını göstermeye çalışmışlardır. Kadınların giyiminde Batılılaşmaya ve modernleşmeye kar-· şı direniş güçlü olmuştur. Değişim, çok sonraları yaşanmıştır, bugün de olduğu gibi, hiçbir zaman erkeklerdeki orana ulaşa­ mamıştır. Müslümanların kadın ahlakı ile ilgili kuralları bu du­ rumu oldukça kritik bir sorun ve sıkça gündeme gelen _bir tar­ tışma konusu haline getirmiştir. Atatürk bile erkekler için fesi ve geleneksel şapkaları yasakladığı_ halde, kesinlikle peçeyi ya­ saklamamıştır. Peçenin kaldırılmasını, erkeklerin başlıklarının kaldırılmasındaki gibi kanuni yaptırımlar değil, toplumsal bas­ kı sağlamıştır. Kadın giyimindeki değişiklik süreci, başka konu­ lardaki gibi farklı kadın gerçeklerini ortaya koymaktadır. Kah­ vehanede kadınlara nadiren rastlanır, onlar da çoğunlukla ge­ leneksel giyim tarzına uygun olarak örtünmüşlerdir. ·Ama ba­ zı ülkelerde, zengin olanların gittikleri pahalı otel ve kafelerde modem giyimli, başka bir deyişle Batılı tarzı giyinmiş kadınla­ ra rastlanır. Batı karşıtı, radikal ülkelerde giyimde gerçekleşen değişim, başka bir ciddi değişimi göstermektedir. Bu ülkelerde yaşayan­ ların tamamen olmasa bile bazı Batılı giysileri giymesi gibi, dev­ letler de yazılı bir anayasa, bir yasama meclisi ve çeşitli seçim biçimleri kullanarak Batılı tarzı ceket ve şapka giymiş olmakta­ dır. Eski İran'da veya kutsal İslami tarihlerinde yer almamasına

8

GİRİŞ

rağmen, İran İslami Cumhuriyeti'nde durum böyledir:· Kahvehanedeki bir masa başında, bir sandalyede otururken bıraktığımız adama dönecek olursak, her iki eşya da Batı etki­ sinden gelen yeniliklerdir. Antik çağlarda ve Roma döneminde Ortadoğu'da masa ve sandalye kullanılırdı ama Arap fetihlerin­ den sonra yok oldular. Arapiar ağacın az, tahtanın değerli ol­ duğu bir ülkeden gelmişlerdi. Yün ve deri bol olduğu için ev­ leri ve tüm binaları döşemekte, giysileri yapmakta bunları kul­ lanırlardı. Halılarla kaplanmış minderlerde ve divanlarda (divan sözcüğünün kökeni Ortadoğu'dur) oturur, süslemeler yapılınış tepsilerde yemek yerlerdi. XVIII. yy'ın başında yapılan Osman­ lı minyatürlerinde Osmanlı saray kutlamalarında Avrupalıların figürleri yer alır. l}vrupalılar ceketleri, pantolonları ve şapkala­ rıyla birlikte üzerine oturdukları sandalyeleri ile Osmanlılardan ayrılirlar. Osmanlılar konukseverlikleri ile tanınırdı ve Avrupa­ lı konuklarını sandalye ile ağırlamışlardı ama kendileri kullan­ mazlardı. Kahvehanedeki adam şimdi kahvesini içerken sigarasını tüt­ türüyor. Sigara Batı, daha doğrusu Amerikan kökenlidir. Tütü­ _nün Ortadoğu'ya XVII. yy'ın başırida İngiliz tüccarlar tarafın­ dan getirildiği ve çok kısa sürede popüler olduğu bilinmekte­ dir. Kahve ise XVI. yy'da gelmiştir. Habeşistan'da çıkarı kahve Güney Arabfatan'a oradan da Mısır, Suriye ve Türkiye'ye gitmiş­ tir. Türk tarihçileri kahvenin Kanuni Sultan Süleymarı'ın zama­ nında (1520-1566) biri Halep'ten, diğeri Şam'darı gelen iki Su­ riyeli tarafından getirildiğini ve bunların İstarıbul'un ilk kahve­ hanelerini açtıklarını söylemektedirler.- Kahve çok rağbet gör­ müştür, öyle ki Halepli kahvehane sahibinin üç yıl içinde beş •

bin altın kazandığı rivayet edilir. Kahvehane kültürünün oluş­ ması, hem başkaldından korkan devlet adamlarının, hem de bu tür keyif verici maddelerin İslam hukukuna aykırı olınasın-

9

GİRİŞ

dan kaygılanan din adamlarının telaşa kapılmasına yol açmıştı. 1633'te Sultan IV. Murad kahveyi ve tütünü yasaklamış ve içen­ lerin öldürülmesini buyurmuştu. Tütünün destekçileri ve karşıt­ ları arasındaki tartışmalar sürerken, 1634'te tütün tiryakisi olma­ sı nedeniyle görevinden alınarak sürgüne gönderilen baş müftü Mehmed Bahai Efendi'nin fetvasıyla tütün yasal ilan edildi. Ay­ nı çağda yaşamış Osmarılı yazar Katip Çelebi tütünün yasallaş­ tırılmasını kendi bağımlılığı yüzünden değil, yasak olanın da­ ha çok istek doğuracağı ilkesinden ve halkın yararına yapıldı­ ğını söylemiştir.' Kahvehanedeki adamı gazete okurken ya da birinin oku­ duğu gazeteyi dirılerken görebiliriz. Gazete, tek tek kişileri ve toplumun tamamını etkileyen en genel ve büyük değişiklik­

lerden biridir. Gazete, bölgenin büyük bölümünde, Ortado­

ğu'da en yaygın kullanılan dil olan Arapça dilind . e basılır. Ve­ rimli Hilal'de (Mezopotamya-Suriye ve Ürdün bölgesi), Kuzey Afrika' da ve Mısır'da eski çağlarda konuşulan diller yalnızca di­ ni törenlerde ya da küçük azırılıklar arasında kalmak suretiyle yok olmuştur. Musevilerin dini ve edebi dil olarak korudukla­ rı, modern İsrail devletinde siyasi ve gündelik dil olarak yeni­ den kullanmaya başladıkları İbranice tek istisna olarak kalmış­ tır. İran'da konuşulan eski dilde değişiklikler olmuş ama yeri­ ni Arapça'ya bırakmamıştır. Ancak İslamiyet'in yayılmasıyla bir­ likte Arap harfleri kullanılmaya başlanmış, çok sayıda Arapça sözcük Farsça'ya geçmiştir. Farsça'nın başına gelenler, Türkçe­ nin de başına gelmiştir. Ancak reformcu Cumhurbaşkanı Mus­ tafa Kemal Atatürk, Türkçenin yazımında kullanılan Arap alfa­ besinin yerine yeni Latin alfabesini getirmiş ve böylece önemli bir kültürel değişimi gerçekleştirmiştir. Türki dil ailesinden dil­ lerin konuşulduğu Sovyetler Birliği'nin bazı eski cumhuriyetle­ rinde de 'fürklerdeki durumun benzerine rastlanır. 10

GİRİŞ

Antik çağlardan itibaren Ortadoğu'da yazıya rastlanfr. Yazı­ nın bulunmasından önce kullanılan simge, işaret ve resim diz­ gelerinin geliştirilmesi ile bulunan ilk alfabenin anavatanı Or­ tadoğu'dur. İbrani, Arap, Latin ve Yunan alfabeleri, Levant kı­ yısında (Doğu Akdeniz) yaşayan ve ticaretle uğraşan halkların ilk alfabelerinden kaynaklanmıştır. Alfabe ile metinlerin yazıl­ ması ve çözümlenmesi kolaylaşırken, VIII. yy'da Çin'den kağı­ dın gelmesi ile yazılı metinlerin üretimi ve yayılması çok daha hızlı olmuştur. Öte yandan, Uzakdoğu'da ortaya çıkan matbaa Batı'ya doğru ilerlerken Ortadoğu'ya uğramamıştır. Ancak mat­ baanın hiç bilinmiyor olmadığı, Ortaçağ'da kullanılmış bir tür tahta baskısı izlerinden anlaşılmaktadır. XIII. yy'ın sonlarında İran'ın Moğol hükümdarların kağıt para basma girişimleri, işçi­ lere kağıt para ödeyip vergilerini altın olarak almak istedikleri için paraya karşı doğan güvensizlik nedeniyle başarılı olama­ mıştı. Matbaanın Ortadoğu'ya girişi Çin'den değil, Türkiye'den olmuştur. Kafir. ülkelerde olanlarla ilgilenmemeyi tercih eden Osmarılı tarihçileri, matbaanın icadı ile ilgilenmiş, Gutenberg ve ilk matbaa makinesi ile ilgili birkaç satır bile yazmışlardı. Or­ tadoğu'ya matbaayı 1492'de İspanya'dan sürgün edilen İspan­ yol Musevileri'nin de getirdiğine ilişkin kaynaklar vardır. Mat­ baa ile birlikte, basılı kitaplarla Batı el sanatlarını, düşüncele­ rini, yeteneklerini ve burıları üretme bilgisini de getirmişlerdi. Museviler'den sonra Müslüman olmayan başka topluluklar da benzer etkilenmeye yol açmıştır. Bu etkinlikler, halkın tamamı­ nın kültürünü etkileyecek derıli güçlü olamamış ama başlangıç· noktası olmuştur. Osmarılı arşivlerindeki vasiyetname belgele­ rinden, Avrupa'daki Arapça harflerle basılmış kitapları Müslü•

manların satın aldığı arılaşılmaktadır. XVIII. yy'ın başında İstan­ bul'da kurulan ilk Müslüman matbaasında Hııistiyan ve Muse­ vi ustalar çalışmışlar.

11

GİRİŞ

;

Gazetelerin ortaya çıkışı çok sonra olduğu halde Müslü­ man aydınlar basının olanaklarının ve elbette tehlikelerinin far­ kındaydılar. 1690'da Fas'ın ispanya elçisi olan, Vezil-el Gassani lakaplı Muhammed ibn Abdül Vahab, gazetelerden "haberler yazdığı söylenen ama sansasyonel yalanlarla dolu yazılar basan yazı fabrikaları" olarak söz etmiştir.' XVIII. yy'da Osmanlılar'ın Avrupa matbaasını bildikleri ileri sürülmekteydi. Basın Ortado­ ğu'ya doğrudan Fransız Devrimi'nin bir sonucu olarak girmiş­ tir. Ortadoğu'da basılan ilk gazete, 1795'te Fransız Elçiliği'nde basılmış olan Gazette Française de Constantinople'dir. Fransız vatandaşları için basılmış olmasına karşın, Fransız olmayanlar­ ca da okunmuştur. General Bonaparte aracılığıyla Mısır'a ulaş­ masından sonra Kahire'de Fransız gazeteleri ve resmi gazetele­ rin basımına başlanmıştır. Kahire'de Fransızlar tarafından Arap­ ça bir gazete çıkarıldığı konusunda bilgiler olmasina karşın, bu­ güne kadar bu gazeteye rastlanmamış olması, gazetenin haya­

ta geçirilmemiş olduğunu göstermektedir.

Geleneksel Müslüman toplumlarında hükümdarlar, önemli değişiklikleri çeşitli yollarla halka bildirirlerdi. Sikkelerin üze­ rindeki yazılar ve camilerdeki cuma hutbesi bu amaç için kulla­ nılırdı. Sikkelerde ve hutbelerde hükümdarın adı geçerdi. Dua­ . da hükümdarlardan birinin adının söylenmemesi ya da yeni bir ad eklenmesi değişiklik olduğuna işaretti. Cuma hutbesinin de­ vamında alınan önlemler ve yeni politikalar anlatılırdı ve vergi­ lerin kaldırılması kamu yerlerinde yazılı şekilde bildirilirdi. Sa­ ray şairleri hükümdar için övgü şiirleri yazarlardı. Bu şiirler ko­ lay ezberlenebildiği ve hızla yayıldığı için halkla ilişkiler amaç­ lı olurlardı. Resmi tarihçilerin yayınladığı yazılı belgeler önem­ li olayları haber vermek amaçlı kullanılırdı. Osmanlı sultanla­ rının askeri başarılarını bildiren zafer mektupları olan fetihna­ meler başka bir halkla ilişki kurma yoluydu. Yazılı ve sözlü ile-

12

GİRİŞ

tişimi yönetime destek için kullanma deneyimi olan Müslüman hükümdarlar, ithal bir yenilik olan gazeteyi de nasıl kullana­ caklannı biliyorlardı. Ortadoğu'da yerel bir matbaanın kurulması, çağdaş ve rakip olan iki önemli reformcu yönetici, Mısır'da Mehmed Ali Paşa ve Osmanlı Sultanı II. Mahmud tarafından gerçekleştirilmiştir. Baş­ ka konularda olduğu gibi bu konuda da Mehmed Ali Paşa ön­ cü olmuş, Sultan Mahmud da bir paşanın yaptığını, bir padişa­ hın daha iyi yapabileceği ilkesinden hareketle onu izlemiştir. Mehmed Ali Paşa önce Fransızca, sonra da Arapça resmi gazete ile Sultan II. Mahmud ise Fransızca ve Türkçe bir gazete ile işe başladı. Ortadoğu'da yayınlanan gazeteler, uzun bir zaman yal­ nızca resmi gazeteler oldu. O zamanın bir makalesinde, "Ga­ zetenin amacı hükumetin karar ve emirlerini halka bildirmek­ tir."3 sözleriyle anlatılan basının bu durumu ve işlevi, bölgede bugün de sürmektedir. Gazete basınunın Ortadoğu'daki tarihini yazmak oldukça zordur. Pek. çok gazete birkaç sayı yayırılanıp kapanmış oldu­ ğundan tam bir arşiv bulunmamaktadır. Bilindiği kadarıyla, res­ mi olmayan ilk gazete 1840'ta İstanbul'da Türkçe basılan Ce­ ride-i Havadis'tir. Gazetenin sahibi ve editörü, bir ferman elde eden ilk kişi olan William Churchill adında bir İngiliz'dir. Ga­ zete belirli aralıklarla "düzensiz olarak yayırılanmasına rağmen varlığını sürdürebilmiştir. Ortadoğu'ya Kırım Savaşı ile gelen ve o zamana kadar gö­ rülmeyen bir iletişim sağlayan telgraf, gazete basımının dö­ nüm noktası olmuştur. Churchill, Kırım Savaşı için bölgeye ge­ len İngiliz ve Fransız savaş muhabirlerinden biriyle arılaşmış _

ve raporlarını Londra'daki gazetesine göndermesini sağlamıştı. Churchill'in gazetesi, Ceride-i Havadis haftada beş gün çıkma­ ya başlan;ııştı. Böylece önce Türkler, sonra da diğer Ortadoğu-

13

GİRİŞ

!ular tütünden de, kahveden de daha fazla bağımlılık yapacak bir alışkanlığa kapılmış oldular. Kısa süre sonra Osmanlı im­ paratorluğu'nda yaygın dili Türkçe yerine, Arapça olan bölge­ ler için Arapça bir gazete çıkarıldı. Savaştan sonra, Arapça ga­ zetenin yayını sona ererken, Türkçe gazetenin yayını sürdü ve Ônu başkaları izledi. 1860'ta İstanbul'da Osmarılı hükümeti tarafından, yalnızca resmi bildirim amaçlı olmayan, aynı zamanda imparatorluğun içinden ve dışından haberler ve makalelerin bulunduğu, ger­ çek bir Arapça günlük gazete çıkarıldı. Aynı zamarılarda, Bey­ rut'ta Cizvit papazları da Arap ülkelerinin ilk gürılük gazetesini çıkarmışlardı, emperyalistler ve misyonerlerin oluşturduğu iki büyük tehlikeden şikayet eden Müslümarılar, bu açıdan haksız da sayılmazlar çünkü onlara günlük gazeteyi emperyalistler ve misyonerler vermiştir. Basının gelişmesi gazeteciler ve okurlar için beraberinde propaganda ve sansür olmak üzere iki öneme li sorunu getirdi.

IX. yy sarıları ile XX. yy başlarında, özellikle İngiliz işgalinin uygun koşullar yarattığı Mısır başta olmak üzere, gürılük, haf­ talık ve aylık basında çok hızlı ve yaygın bir gelişme oldu. Mı­ sır'da çıkan yayırılar Arapça konuşulan diğer ülkelerde yaygın" !aşınca, bu ülkeler de kendi gazete ve dergilerini hazırladılar. Basının gelişmesinin etkileri çok büyük oldu. Hem ülke için­ den hem ülke dışından sürekli haber alınabilmesi sayesinde, gazete ve dergileri okuyan ya da okuyanları dinleyen sıradan insanlarda, yaşadıkları şehir, ülke, kıta ve dünya hakkında ön­ cesiyle karşılaştırılamayacak ölçüde önerııli bir bilinçlenme ol­ du. Basın yeni bir siyasileşme ve toplumsallaşma da içeriyordu. Kırını Savaşı ile gelen tek yerlilik basın olmamış, Batılı örnek­ lere uygun belediyelerin oluşturulması, Batı tarzında devlet fi­ nansmanının, özellikle de kamu borçlanmasının getirilmesi gibi

14

GİRİŞ

başka yenilikler de olmuş ve bunlar gazetelerde yazılmıştı. Dilde de çok önemli değişiklikler olmuştu. Önce Türkçe ve Arapça'da, sonra Farsça'da, ilk gazetelerin resmi emirler gi­ bi olan tarzından, sonraki yıllarda çıkan ve bugüne kadar ge­ len gazeteci tarzına doğru hızla bir ilerleme olmuştu. Modem dünyanın sorunlarını tartışmak için Ortadoğu gazetecilerinin artık yeni bir iletişim ortamı yaratınalan zorunlu olmuştu. IX. yy'daki gazeteler, Amerika İç Savaşı, Polonya'nın Rusya'ya di­ renmesi, Kraliçe Victoria'nın Parlamento'yu açış konuşması gibi haberleri veriyor ve bunları tartışıyorlardı. Bu tür haberleri ver­ me ve tartışma gereği Ortadoğu'nun modem gazetecilik ve si­ yasi dilinin oluşmasında oldukça önemli bir etkendir. Daha da önemlisi, Ortadoğu'da daha önce hiç görülmemiş yeni ama çok önemli bir mesleğin, gazeteciliğin ortaya çıkmasıdır. Günümüzde kahvehanede bulunan tek kitle iletişim ara­ cı gazete değildir. Kahvehanelerde mutlaka bir radyo ve te­ levizyon bulunur. Ortadoğu'daki ilk radyo yayıncılığı, Lond­ ra'dakinden üç yıl sonra, 1925'te Türkiye'de başlamıştır. An­ cak iletişimleri başka ülkelerin denetiminde olan pek çok ül­ kede radyo yayıncılığının başlaması gecikmiştir. Radyo yayıncı­ lığı, Mısır'da 1934'te başlamış ve 1952 devrimine kadar önemli bir gelişme göstermemiştir. Türkiye 1964'te kurulan ve doğru­ dan devlet denetiminde olmayan bağımsız radyo yayın kuru­ mu ile yine öncü olmuştur. Bir ülkede radyo yayıncılığının ba­ ğımsızlığı genellikle siyasi rejime koşuttur. İtalyan faşist hüku­ meti tarafından 1935'te Bari'den yapılan Arapça yayın ile dışa­ rıdan doğrudan propaganda yayınlan başlamıştır. Böylece, sı­ rasıyla İngiltere, Almanya, Fransa, ABD ve SSCB'nin katıldıkla­ rı

bir propaganda savaşı başlamıştı. Bu sırada, Ortadoğu ülke­

leri de birbirlerine yönelik radyo yayınlan yapıyorlardı. Mali­

yeti televizyonun gelişini geciktirmiş olsa da, bugün televizyon

15

GİRİŞ

Oıtadoğu'nun her yerine girmiştir, Okuryazarlığın önemli bir sorun olduğu bölgede kitle ileti­ şiminin doğrudan konuşma yoluyla başlamasının devrimci bir etkisi olmuştur.1979 İran Devrirrii, Ayetullah Humeyni'nin nu­ tuklarının kasetlerle dağıtılınası ve emirlerinin telefonla veril­ mesi özellikleriyle dünya tarihindeki ilk elektronik olarak yü­ rütülen devrimdir. Hitabet yeni bir boyut kazanmış, öncesin­ de hayal bile edilemeyecek kadar çok kişiye nutuk verme ola­ nağı yaratmıştır. Genellikle, radyo ve televizyon yayınlarını ülkenin hükümet biçimi ve hükümeti yöneten devlet ya da devlet başkanı yön­ lendirir. Büyük olasılıkla da kahvehane duvarında resmi bulu­ nur. Batı tarzı demokrasiyi başarıyla alan ve uygulamakta olan az sayıda ülkede bu başkan demokratik yollarla seçilen bir li­ derdir. Bu ülkelerde medya devletin görüşleri kadar muhalefe­ tin görüşlerini de aktarır. Oıtadoğu'nun büyük bölümünde hü­ kümdar genellikle otokratik bir hükümetin başkanıdır. Bazı ül­ kelerde otorite geleneksel ama ılımlıdır ve belli bir ölçüde gö­ rüş farklılıklarına izin verir. Bazı ülkelerde ise siyasi ya da as­ keri diktatörlerin totaliter duzerıleri hüküm sürer ve medya to­ taliter bir fikir birliğini temsil eder. Kahvehanede asılan resim, hükümetin biçimi ya da dev­ let başkanının otoritesi her nasıl olursa olsun, geleneklerden köklü uzaklaşmayı ve bir yenileşmeyi simgeler. 172l'de Fran­ sa'daki Osmanlı elçisi bir yazısında gelenek olarak kralın baş­ ka ülkelerin elçilerine portresini verdiğini belirtmiştir. Ancak "İslamiyet'te resmin günah olması nedeniyle" kendisi başka bir hediye istemiştir.4 Öte yandan, portre bilinmiyor değildi. Fatih Sultan Mehmed İtalyan ressamı Bellini'ye portresini yaptırmış, ayrıca İtalyan ressamlarının tablolarından bir koleksiyon oluş­ turmuştut: Fatih'ten sonra yerine geçen ve daha dindar olan

16

GİRİŞ

oğlu bu koleksiyonu kaldırtmıştır. Ondan sonra gelen sultan­ lar bu kadar titiz olmadıklarından Topkapı Sarayı'nda sultanla­ nn ve diğerlerinin geniş bir portre koleksiyonu vardır. Modem çağlarda· Şii ülkelerin Hz. Ali ve Hüseyin portrelerinden ve çok olmasa da Sünni ülkelerin lider portrelerinden tür İslam iko­ nografisi oluşmuştur. Eski Yunan ve Roma'dan itibaren Avru­ pa'da gelenekselleşen portreli sikkelere Ortadoğu'da neredey­ se hiç rastlanmaz. Anadolu'daki birkaç küçük Selçuklu beyliği­ nin sikkelerinde emirlerin portreleri görülür ama bunlar da Bi­ zans geleneklerinin taklidinden başka bir şey değildir. Kahvehanede başka resimlere rastlanmaz ama çerçevelenip asılmış bir Kuran ayeti ya da Hz. Muhamrned'in bir hadisi ke­ sinlikle bulunur. İslamiyet on dört yüzyıldır bölgeye hakim en büyük din olmuştur. Kuran'daki birkaç sure ile yapılan cami ibadeti kolay ve sadedir. Namaz, yaratıcıya, ilahi ve tek olan Allah'a bağlılıktır, bir dram ya da ·sır içermez. İslam geleneğin­ de şiir ve müziğe izin verilmez, heykel ve resim de puta tap­ ma olarak kabul edildiği için yasaktır. Müslüman sanatında so­

yut ve geometrik şekiller tercih edilir, süslemelerde çoğunlukla sistematik yazılar kullanılır. Cami süslemelerinde yaygın olarak kullanılan Kuran ayetleri, evler ve kamu binalarının duvar ve tavan süslemelerinde de kullanılır. Batı kültürüne ait yöntemle­ rin ilk etkileri sanat afanında olmuştur. Batı'dan uzak ve Batı et­ kisine kapalı İran'da bile XVI . yy'dan sonra resimdeki gölge ve perspektif kullanımı, insan figürü çizimi Batı etkisinde kalmış­ tır. İslamiyet'in insan resmini yasaklamasına karşın, uzuca bir süredir Osmanlı ve İran sanatında var olan insan figürü özelle­ şip, kişiselleşmiş, klişe olmaktan çıkmıştı. Hükümdar portreleri­ nin para, pul ve duvarların üzerine konması hemen kabul gör­ mez ve tutucu ülkelerde puta tapmaya girdiği düşünüldüğün­ den dine küfür sayılır. 17

GİRİŞ

Sanat dallanndan tiyatro Ortadoğu'da pek etkili olamadığı halde, sinema oldukça etkili olmuştur. 1897'de İtalya'dan Mı­ sır'a sessiz fılm getirilmiştir. Ortadoğu, !. Dünya Savaşı sırasın­ da Müttefik askerlerin izlediği fılmler sayesinde yeni bir ileti­ şim aracını tanımıştır. 191 Tde Mısır'da yerel fılmler çekilmeye başlamış, 1927'de de ilk uzun metrajlı fılm gösterilmiştir. Bu ta­ rih Ortadoğu'da sinema sanayisinin başlangıcı olmuştur. Gü­ nümüzde sinema sanayisi sıralamasında ABD ve Hindistan'dan sonra üçüncü sırada Mısır yer alır. Batıdan gelen yenilikler öyle yerleşmiştir ki, bunların batı­ dan alındıkları neredeyse unutulmuştur. Kahvehanedeki adam eğitimli, çok okuyan biriyse ve gözleri rahatsızsa, Ortadoğu'ya XV. yy'da gelen Avrupa icadı bir gözlük !akıyordur. Kahveha­ nedeki duvar saati ve adamın kol saati, Avrupa'dan gelmiştir ve hala Uzakdoğu'dan ya da Avrupa'dan gelmektedir. Geçen zamanın an be an ölçülebilmesi, toplumsal alışkanlıklarda gü­ nümüzde de süregelen önemli değişikliklerin belirleyicisi ol­ muştur. Kahvehanedeki adam arkadaşları ile birlikte kahve içerken, ölçmesi gerekmeyen saatlerini bölgede çok eskilerden beri oy­ nana gelen masa oyunlarına ayırır. Tavla en favori oyundur, eğitimli kişilerin tercihi satrançtır. Batı'ya Ortadoğu'dan giden bu oyunlardan satrancın Hindistan'da doğduğu bilinmektedir. İki oyun, iran'da islamiyet'ten önce de oynanan oyunlardır. Her iki oyun, Ortaçağ'daki Müslüman din bilginlerinin irade ve kaderden hangisinin daha önemli olduğu konusundaki tartış­ malarında prototip ve sembol idi. Hayat, her hamlesini oyun­ cunun seçtiği, öngörü ve ustalık sayesinde kazanacağı bir tür satranç mıdır? Hayat, sonucunu zarların saptadığı, kimilerinin şans, kimilerl-ı. ı in Allah'tan gelen önceden belli yazgı olarak ka­ bul ettiğr; bir tür tavla mıdır? 18

GİRİŞ

Kahvehanede haberler ve konuşmalar ile birlikte gelenek­ sel ya da popüler Ortadoğu müziği dinlenir. Bir ölçüde Doğu­ lulaşmış Batı pop müziği de dinlenir ama Batı sanat müziğinin dinlenmesi pek olası değildir. Kültürel ve toplumsal açıdan en fazla Batılılaşmış öğeler arasında Batı sanat müziği pek benim­ senmemiştir. Aralarında İsrail Musevileri' ve Lübnan Hıristiyan­ larının olduğu Batılılaşmış toplumlarda Batı sanat müziği din­ lenir. Türk operaları, bestecileri ve orkestralarının varlığı batılı­ laşmanın Türkiye'de müzik alanında da gerçekleştiğini göster­ mektedir. Sanat dallarından müziğin, özellikle de enstrümantal müziğin dile duyarlı olmaması farklı kültürlere kolayca girebi­ leceğini düşündürse de Ortadoğu'da pek çok bölgede, Batı sa­ nat müziği sınırlı bir dinleyici kitlesi bulabilıniştir. Bunun nede­ ni, Ortadoğu'nun şarkının çıkış yeri olması olabilir. Bu durum, değişimin Batı etkisinin dalı� önce başlayıp tamamlandığı mi­ mari ve resimde, geleneksel biçimlerinin neredeyse tamamen yok olduğu e.debiyatta; roman, tiyatro ve hatta şiir gibi modem dünyanın genel şablonlarına uyan yapılardaki diğer sanatlarda ilginç bir çelişki yaratmaktadır. Batılılaşmanın en yaygın oldu­ ğu alanlardan biri sanatken, müzik en sonuncu ve en kısıtlı ol­ duğı.ı alandır. Aslında bif toplumun unsurları içinde müzik dı­ şardan gelen bir yabancının anlayabileceği, kabul edebileceği ve uygulayabileceği 'en sonuncu unsur olduğu için bu da bel­ ki bir arılam taşımaktadır. Ortadoğu'da bir kahvehaneye girildiğinde dikkati çekecek ilk şey hiç kadırun olmamasıdır; eğer varsa arıların yabancı ol­

duğunu düşünmek yarılış olınayacaktır. Tüm masalar grup ola­ rak ya da yalnız oturan erkeklerle doludur. Kadınların yaşam­ larındaki değişiklikler erkeklerin yaşadıkları değişikliklere göre epeyce az olmuştur. Hatta bazı yerlerde geriye doğru değişik­ likler de yaşanmıştır. Böylece ortaya eski ve köklü bir kültüre 19

GİRİŞ

sahip bir bölge çıkmıştır. Bu bölge, fikirlerin, malların ve hatta ordulann çıkış noktası durumundaki bir merkez olmuştur. Ay....._

nı zamanda da insanları kendine çeken bir mıknatıs olmuştur. Bu çekime kapılanlar hacılar, esirler, müritler, fatihler ve de hü­ kümdarlar olmuştur. En önemlisi de bölge, uzak ülkelerin mal­ larının ve bilgilerin gelip Avrupa'ya gönderildiği bir pazaryeri ve bir köprübaşı durumuna gelmiştir. Önceleri Avrupa'nın, sonra genel anlamda Batı'nın etkisi ile gerçekleşen değişim, modem çağlarda Ortadoğu'daki bi­ linçlenmenin temel kaynağıdır. Bölgede modem tarih, yaban­ cı dünyanın tehdidi, çeşitli durumların ve etkilerin baskısı, zo­ runlu ve hızlı değişim, karşı çıkışlar ve tepkilerin olduğu bir se­ yir izler. Pek çok açıdan değişim köklü ve geri dönülemez ol­ muş, daha ileri götürülmesinden yana kişilerce desteRlenmiş­ tir. Bazı açılardan da değişim yüzeysel ve kısıtlı olmuştur. Bu­ gün, bölgede bu değişimleri tersine çevirip geri dönüşü yay­ gınlaşurmak isteyen radikal ve tutucu kesimler vardır. Bu ki­ şiler, Batı kültüründen kaynaklanan değişimi, bölgenin başı­ na gelen XIII. yy'daki Moğol istilasından bile büyük bir felaket olarak görmektedirler. Humeyni'nin Amerika Birleşik Devletle­ ri'ni "Büyük Şeytan" olarak adlandırması, Batının etkisine karşı olanların tavrını açıkça göstermektedir. Şeytan emperyalist de­ ğil, ayartıcıdır. O fethetmez, tecavüz eder. Batı kültürünü yıkı­ cı ve tecavüz edici bir güç olarak görüp ondan nefret eden ve korkanlar ile onu, kültürler ve uygarlıklar arasındaki sürekli ve verimli alışveriş için yeni bir olanak olarak görenler arasındaki savaş bugün de sürmektedir. Ortadoğu'daki bu durumun nasıl sonlanacağı belirsizliğini hala korumaktadır.

20

2. KISIM

Geçmiş

1 . BÖLÜM

HIRİSTİYANLIK ÖNCESİ

Bugün Ortadoğu adını verdiğimiz bölge, Hıristiyanlık çağı­ nın başlangıcında, iki büyük imparatorluk arasında, bölgenin yazılı tarihinin binlerce yılında, ne ilk ne de son olarak, paylaşı­ lamayan bir yerdi. Bölgenin, Boğaziçi'nden Nil deltasına kadar uzanan Doğu Akdeniz kıyısındaki ülkeleri içine alan batı ya­ rısının tamamı Roma İmparatorluğu'nun bir parçası durumuna gelmişti. Bu bölgenin eski uygarlıkları yıkılmış ve eski kentleri Roma valilerinin ya da yerli kukla prenslerin yöntemine girmiş­

ti. Bölgenin doğu yarısı, önce Yunanlılar'ın, sonra da Romalı­ lar'ın "Pers İmparatorluğu", orada yaşayan halkın ise "İran" ola­ rak adlandırdığı başka bir büyük imparatorluğa aitti. Bölgenin siyasi haritası, hem dış görünüşü hem de temsil et­ tiği gerçeklik açısından, bugün olduğundan çok farklıydı. Ülke­ lerin adları gibi, üzerinde bulundukları topraklar da günümüz­ dekinden çok farklıydı. Bu ülkelerde yaşayan insanların çoğu, bugün oralarda yaşayanlardan farklı diller konuşmuş ve farklı dinleri benimsemişlerdi. Bugüne gelen bazı istisnalar ise, değiş­ meden korunan eski geleneklerden çok, yeniden farkına varı­ lan eski uygarlıkları bilinçli anırnsatına çabasıdır. Pers-Roma imparatorluklarının rekabet ve egemenliklerinin sürdüğü çağda, kuzeydoğu Afrika ve güneybatı Asya harita­ sı da, Roma, Makedonya ve Pers imparatorluklarının egemen­ likleri altına girmeden çok daha önce, güçlü komşuları tarafın­ dan asimile olan eski Ortadoğu imparatorlukları ve kültürleri zamanındakinden çok farklıydı. Hıristiyanlık çağının başlangı-

23

GEÇMİŞ

cına dek, varlığını sürdüren eski kültürlerden, kendi eski kimli­ ğinin pek çok şeyini ve eski dilini koruyarak kalan en eski kül­ tür, kuşkusuz Mısır idi. Tarih ve coğrafya açısından kesin sınırları çizilmiş olan Mı­ sır, Nil nehrinin aşağı vadisi ile deltasını içine alır; doğu ve batı sınırlarında da deniz bulunurdu. Fethedilmeye başlandığında, Mısır uygarlığı binlerce yıllıktı ve birbiri ardına İranlılar, Yunan­ lılar, Romalılar tarafından istila edilmesine karşın, kendi özel ni­ teliğini büyük ölçüde korumuştu. Eski Mısır dili ve yazısı bin yıllık süreçte pek çok değişikliğe uğradığı halde, dikkate değer bir süreklilik göstermiştir. Eski hi­ yeroglif yazısı ve onun halk arasında kullanılan elyazısı (demo­ tic) Hıristiyanlık çağının başladığı yıllarda, yerlerini Kıpti yazı­ sı alana dek kullanılmıştır. Kıpti yazısı; eski Mısır dilinin Yunan alfabesine uyarlanarak çevrilen ve halk yazısından harfler ekle­ nerek oluşturulan son biçimidir. Kıpti yazısına ilk olarak M.Ö.

il. yy'da rastlanır ve M.S. !. yy'a kadar görülür. Mısırlılar'ın Hıris­ tiyanlığı benimsemeleriyle birlikte, önce Roma, sonra da Bizans egemenliğine giren Hııistiyan Mısır'ın milli kültür dili olur. Mı­ sır'ın Müslüman Araplar tarafından fethi ve· sonraki Müslüman­ laştırma, Araplaştırma döneminde Hııistiyan kalan Mısırlılar bi­ le Arapça'yı benimserler. Bunlara bugün de Kıpti denilmektedir ama Kıpti dili yavaş yavaş yok olmuştur ve günümüzde yalnız­ ca Kıpti Kilisesi'nin ayirılerinde kullanılmaktadır. Tüm bu geliş­ melerle Mısır yeni bir kirrılik kazanmıştır. Günümüzde de kullanılan Arapça adı "Mısır", Arap fetihle­ riyle birlikte gelıniştir. Bu ad, İbrani Tevratı ve diğer eski metin­ lerde geçen Mısır'ın Sami dillerindeki adlarıyla ilişki içindedir. Ortadoğu'nun Dicle ve Fırat uygarlığı olarak bilinen diğer bir nehir vadisi uygarlığı, Mısır' dan eski olsa bile; Mısır devleti­ nin ve toplumunun birliğini de, sürekliliğini de gösterememek-

24

HIRİSTİYANLIK ÖNCESİ

tedir. Bölgenin güneyi, ortası ve kuzeyinde, Babilleı-; Asurlar, Akadlar, Sümerler olarak bilinen farklı dilleri konuşan, farklı halklar yaşıyordu. İbrani Tevrat'ında burası, Aram Naharayim, başka bir deyişle İki Nehrin Aramı olarak adlandırılır. Helen­ Roma dünyasında ise aynı anlama geldiği söylenebilecek Me­ zopotamya adı verilmiştir. Hıristiyanlık çağının ilk yıllarında, bölgenin güneyi ve ortası Persler'iri kesin egemenliğindeydi. Pers imparatorluğunun baş­ kenti bugünkü Bağdat yakınlarındaki Ktesiphon kentiydi. Bağ­ dat adı, "Tanrı verdi" anlamına gelen Farsça bir sözcüktür. Bağ­ dat, yüzyıllar sonra Araplar'ın kuracağı yeni imparatorluk baş­ kentinin olduğu yerdeki bir köyün adıdır. Irak, Ortaçağ Arap­ çası'nda, ülkenin bugünkü güney yarısının Takrit'in güneyin­ den denize kadar olan bölümünde bulunan bir eyaletin adı ola­ rak kullanılıyordu. Kimi zaman bu eyalet, güneybatı İran'a sını­ n olan Irak-ı Acemi bölgesi ile karıştırılmaması için Irak-ı Ara­

bi olarak adlandırılmıştır.

Zaman içinde, Kuzey Mezopotamya Pers, Roma ve bazen de yerel hanedanlar tarafından yönetilmiş olan paylaşılamayan bir bölge olmuştu. Bölge bazen de, sınırları güneyde Sina çö­ lü, kuzeyde Toros dağları, batıda Akdeniz, doğuda Arap çölü ile çizilen ve Suriye olarak adlandırılan bölgenin bir parçası ol­ muştu. Suriye sözcüğünün kökeni ile ilgili bir bilgi bulunma­ maktadır. Herodot'a göre Suriye Asuriye'nin kısaltılmış biçimi­ dir. Modem çağ bilim adamları bu sözcüğün kaynağı olabile­ cek bazı yerel yer adlar saptamışlardır. Suriye adı ilk kez Yu­ nanca'da görülür ancak Helen öncesi metinlerde izine rastlan­ mamıştır. Bizans ve Roma resmi diline geçen bu Yunanca ad, VII. yy'da Arap istilasından sonra neredeyse tamamen kaybol­ muştur. Avrupa'da, klasik bilgilere artan ilgi sonucu kullanılma­ ya başlanmıştır. Geçmişte Suriye adıyla bilinen bölge Arap, ge-

25

GEÇMİŞ

nel anlamda İslam dünyasında, Şam olarak adlandırılmiştı. Böl­ genin en büyük şehrinin adı da Şam'dı. Suriye adı coğrafi yazı­ larda nadiren kullanılrıuştır ve XIX. yy'ın ikinci yarısında Avru­ pa'nın etkisiyle yeniden kullanılana kadar çok bilinmezdi. 1865'te Osmanlı yönetimi tarafından Şam vilayetinin adı olarak resmen benimsenen Suriye, !. Dünya Savaşı'ndan son­ ra Fransız mandasının kurulmasıyla bu ülkenin adı olmuştur. Mezopotamya ve Suriye'ye yerleşen Aramlılar'ın adından gelen Aram adı, bölgenin eski adlarından en çı;ık kullanılamdır. Me­ zopotamya "İki Nehrin Aramı" olarak anılır, kuzey ve güney Suriye ise "Şam Ararıu" ve "Zoba (Halep) Aramı" olarak anılır­ dı. (bkz: 2 Samuel 8:6 ve 10:8) Öte yandan Verimli Hilal'in batı kolundaki ülkelerin adla­ rı oralarda hüküm süren krallıkların ve yaşayan halkların adla­ rıdır. Burılardan en çok tanınan ve hakkında en ·çok belge bu­ lunan Kenan, Tevrat'ta ve öteki eski metinlerde de anılan gü­ neyde yer alan topraklardır. İsrailliler'in fethedip yerleştikle­ ri topraklar "İsrailoğullan'nın topraklan" Qoshua 1 1 :22) ya da "İsrail diyarı" (1 Samuel 13: 19) olarak adlandınlınıştır. M.Ö. X. yy'da Süleyman'ın ve Davud'un hükümdarlıklarının yıkılması­ nın ardından, başkenti Kudüs olan güney Yahudiye, kuzey İs­ rail ve sonrasında Samiriye olarak anılrıuştır. Güney ve Kuzey kıyı bölgelere Fenike ve Filistiye olarak halklarının adları veril­ miştir. Babilliler'in fetihleri sırasında kaybolan Filistirıliler'in ad­ ları bir daha duyı.ılmarıuştır. Bugünkü güney Lübnan ve kuzey İsrail bölgesinde Fenikeli­ ler, Roma ve erken Hıristiyan çağına dek kalrıuşlardır. M.Ö. Vl. yy'daki Pers fethinin ardından sürgünden dönenler Yehud ola­ rak tanınan bölgeye yerleşmişlerdir. Romalılar ülkenin kuzeyi­ ne, güneyine ve ort�sına Yahudiye, Galile ve Samariye adları­ nı verm.işlerdir. Romalılar, bugün Ürdün nehrinin doğusunda26

HIRİSTİYANLIK ÖNCESİ

ki Necef ve Peraea adlarıyla bilinen, Tevrat'ın Edom'ufıa atfen güneydeki çöle İdumea adını vermişlerdir. Suriye ile Mezopotamya'da kullanılan Sami dilleri, kendi içe­ rinde dil ailelerine ayrılmışlardır. Burılardan en eski olan ve ço­ ğurılukla Mezopotamya'da kullanılan Akadça dil ailesine bağlı diller arasında Babilce ve Asurca bulunmaktadır. Başka bir dil ailesi olan Kenan ailesi, Fenike dilini ve onun Kuzey Afrika ko­ lu olan Kartaca dilini, Tevrat İbranicesi'ni içine almaktadır. Hı­ ristiyarılığın başlangıç döneminde bu dillerden pek çoğu nerey­ se tümüyle kaybolmuş, arıların yerine yine bir Sami dil ailesine bağlı ve birbirine çok benzeyen Arami dilleri geçmiştir. Fenike dili Kuzey Afrika kolonilerinde ve Levant lirnarılarında konuşul­ maya devam ederken; artık Museviler'in ortak konuşma dili ol­ mayan İbranice ise bir edebiyat, bilim ve din dili olarak yaşa­ maya devam ediyordu. Babilce ve Asurca tamamen kaybolmuş­ tu.

Arami dili uluslararası diplomasi ve ticaret dili olmuş, yalnız­

ca Verimli Hilal ile sınırlı kalmayıp Mısır'da, iran'da ve bugünkü güney (doğu) Türkiye'de yaygın olarak konuşulmaktaydı. Hıristiyarılık döneminin başlangıcında bölgeye giren Sami dillerinden sonuncusu Arapça, Arap yarımadasının kuzey ve

orta bölümünde kullanılıyordu. Şimdiki Yemen'de yer alan gü­ neybatının gelişmiş şehir kültürlerinde, güneydeki Arap kolo­ nicilerinin Afrika'ya taşıdığı ve Güney Arapçası olarak bilinen Habeşçe'ye yakın başka bir Sami dili kullanılıyordu. YIL yy'da Arapça'nın bölgenin tamamında hakimiyet kurmasını sağlayan büyük Arap fetihlerinin öncesinde bile, kuzeyde Irak ve Suri­ ye'ye Arapça komışarıların gelip yerleştiklerine ilişkin bulgular vardır. Verimli Hilal'de Arapça yerini Arami'ye bırakmıştı. Bu­ gün de hala Doğudaki kilise ayinlerinde ve uzak küçük birkaç köyde yaşamaktadır. Günümüzde Türkiye olarak tanınan ülke, Ortaçağ'da do-

27

GEÇMİŞ

ğudan Türklerin buraya gelişine kadar bu ad ile anıİmıyordu, sonrasında bile sadece Avrupa'da bu adla biliniyordu. Hıristi­ yan çağının başlarında bölge için Anadolu, Asya ve Küçük Asya adlan en yaygın kullanılanlardı. Bunlar Ege Denizi'nin doğu kıyılarını anlatıyordu ve sonra da çeşitli yollarla doğuya ya­ yılmıştı. Ülke genellikle bölündüğü krallık, şehir ve eyaletlerin adlarıyla anılırdı. Bölgede hakim dil olan Yunanca, başlıca ile­ tişim aracıydı. "Anatolia" adı, İtalyanca "Levant'', Latince "Orient" sözcük­ leriyle aynı anlamdaki (güneşin doğması) Yunanca bir sözcük­ ten gelmektedir. Bu adlar, tanıdıklan dünyanın sınırları doğu Akdeniz toprakları olan halkların görüşlerini taşımaktadır. Da­ ha sonraları çok uzaklarda, çok daha büyük bir Asya olduğunu öğrenen Akdeniz halkları, kendi Asya'larına "Küçük Asya" adı­ nı vermişlerdir. Yüzlerce yıl sonra da "Doğu" "Yakın" ve Batı _ ufuklarından çok daha uzakta bir Doğu ile tanışıldığında "Orta" Doğu doğmuştur. Yeni daha Uzakdoğu ülkelerinden en önem­ lisi Batı'nın Persia olarak adlandırdığı İran idi. Persis ya da Persia adı bir ülke ya da milletle değil, bir eyale­ te aittir. Pers ya da Fars, adı verilen köıfezin doğusundaki eya­ letin adıdır. Persler bu adı tüm ülkeye vermeseler de bölgenin dilini kullanmışlardır. Perslerin kullandığı ve 1935'te tüm dün­ yada kabul edilen "İran" adı, "Arilerin ülkesi" anlamına gelen ve Hint-Ari halkların ilk göç zamanlarından kalma eski Fars­ ça'daki "Aryanam" sözcüğünden türemiştir. Ortadoğu'nun dini haritası, dil ve etnik haritasına göre daha karışıktır. Eski tanrılardan pek çoğunun ölmüş ve unutulmuş olmasına karşın ilginç ve farklı şekillerde yaşatılanlar da vardı. Ortadoğu halklarının yaşadıkları göçler ve fetihler sonucunda, önemli bir gücü olan Helen kültürü ve Roma yönetimi sayesin­ de ort..ya yeni inanışlar çıkmıştır. Romalılar arasında, Roma'da

28



HIRİSTİYANLIK ÖNCESİ

bile bazı Doğu kültleri kabul görmüştü. Ortadoğu'nun yeni ha­ kimleri Küçük Asya' dan Frigya'lı Kibele, Suriye'li Adonis ve Mı­ sır'lı İsis destekçi kazandılar. Eski tanrıların ve kültlerin tümünden vazgeçilmesi ve yerle­ rini tektanrılı iki dünya dininin alması, binlerce yılı alan uzun bir sürede değil, yüzyıllara sığan kısa bir sürede gerçekleşmiş­ tir. İslamiyet ve Hıristiyarılık, bölgede art arda çıkan ve birbiri­ nin rakibi olan iki yeni dindi.

YIL yy'da İslamiyet ortaya çıkı­

şını ve başarısını, büyük ölçüde Hıristiyanlığın ortaya çıkması­ na ve yayılmasına borçludur; tıpkı Hıristiyanlığın da kendinden önceki felsefi ve dini akımlara borçlu olduğu gibi. İslam ve Hı­ ristiyan uygarlıkları Ortadoğu'nun eski geleneklerindeki ortak köklere dayanmaktadır. Tektanrıcılık tamamen yeni bir düşünce değildi. M.Ö. XIV. yy'da Mısır firavunu Akhenaton'un ilahilerinde tektanrıcılık dü­ şüncesine rastlanır ama bu tür düşüncelerle sık karşılaşılma­ dığından etkileri yerel ve geçicidir. Ahlaki tektanrıcılık ilk kez Museviler tarafından dinin önemli bir parçası haline getirilmiş­ ti. Museviler'in ilkel aşiret dini inançlarından evrensel tektanrı­ cılık inancına geçişleri İbrani Tevratı'nın kitaplarına yansunış­ tır. Aynı zamanda bu kitaplarda, puta tapan, çok tanrılı komşu­ larının kendilerini bu inançları yüzünden nasıl dışladıkları da arılatılmaktadır. Modem çağlarda, gerçeği bulduklarına inanarılar, ona kendi başarıları sayesinde ulaştıklarına kolayca inanırlar. Ne var ki es­ ki çağlardaki dindarların böyle bir düşünceye inanmaları müm­ kün değildi. Tektanrı gerçeğine yalnızca kendilerinin sahip ol­ duğunu düşünen Museviler, Allah'ı seçmiş oldukları fikrini ke�

sirılikle düşünmeyerek, mütevazı bir biçimde, Allah tarafından seçilmiş olduklarına inanmışlardır. Aslında bu seçirrıleri onlara bir ayrıcalık değil, sorumluluk yüklüyor; hatıa bazen taşınması

29

GEÇMİŞ

çok güç bir yük getiriyordu: "Dünyadaki tüm halklar arasında yalnızca sizi bildim. Bu nedenle tüm günahlarınız için sizi ce­ zalandıracağım." (Alnos 3:22) Tek bir evrensel tanrıya inanan ve tapan yalnızca Yahudi­ ler değildi. Doğuda, İran yaylasında iki akraba halk, Persler ve Medler, eski paganizmlerini bırakmış, eninde sonunda iyiliğin kazanacağına ve tek bir tanrının kötülükle savaştığına inan­ mışlardı. Bu dini görüşün ortaya çıkışının peygamber Zerdüşt ile olduğu bilinmektedir. Pers dilinin en ·eski biçiminde yazıl­ mış Zerdüşt kaynaklarında Zerdüşt'ün öğretilerine rastlarımış­ tır. Zerdüşt'ün ne zaman yaşadığına ilişki bir bilgi bulurımama­ sıyla birlikte bu konudaki tahminler yaklaşık bin yıllık farklarla yapılmaktadır. Zerdüşt dininin en çok yayıldığı dönem M.Ö. VI. ve V. yüzyıllarıdır. Birbirlerinden habersizce Allah'ı arayan bu iki halk, kendi yollarında gitmeyi sürdürmüşlerdir. Onları bir araya getiren M.Ö. VI. yy'daki önemli olaylar, yüzyıllarca dün­ yayı sarsacak sonuçlar doğurdu. Babil kralı Nabukadnezar, M.Ö. 586'daki fetih savaşları ile Kudüs'ü ele geçirmeyi başardı. Musevi tapınağını ve Yahuda krallığını yıktıktan sonra o zamanki geleneklere göre, esir aldığı halkı Babil'e gönderdi. Bu yüzyılın sonraki yıllarında, o zaman­ ki Suriye topraklarına ve çevresinde hüküm süren yeni Pers im­ paratorluğunun kurucusu Med'li Kiros, Babil krallığını fethetti. Bu topraklarda yaşayan fethedilmiş halklar arasından bir grup­ la fethederılerin inançlarında bir benzerlik olduğu görüldü. Ki­ ros, Museviler'in İsrail topraklarına geri dörımelerine müsade et­ ti. Kudüs'teki Tapınağı devlet bütçesi ile yaptırttı. Tevrat'ta Ki­ ros'a Musevi olmayan bir hükümdara, bundan da öte Musevi­ ler'e gösterilebilecek en büyük saygı gösterilmiştir. Babil'deki tutsaklığın aıdmdan yazılmış olan İşaya kitabının son bölümün­ de şunlar yazar: "Koreş çobanım ve tüm isteklerimi gerçekleşti30

HIRİSTİYANLIK ÖNCESİ

recek: Yeruşalim ve tapınağın temelleri atılacak." (İşay� 44:28) Babil'deki esaretin öncesinde ve sonrasında yazılan Tevrat kitaplarının inanışlarında ve düşüncelerinde, bir bölümü İran'ın dini düşünce yaşamının etkisinden kaynaklanan önemli fark­ lar vardır. En önemlileri; öldükten sonra yargılanma, cennette ödüllendirilme, cehennemde cezalandırılma düşüncesi; insan­ ların da rol aldığı iyilik ve kötülük güçleriyle Allah ve Şeytan arasındaki kozmik mücadele düşüncesi; kutsal tohumdan çı­ kıp zamanı geldiğinde iyilikle kötülük arasındaki savaşta iyili­ ğin zaferi kazanmasını sağlayacak bir kurtarıcının geleceği dü­ şüncesidir. Tüm bu düşünceler, Museviliğin son döneminde ve Hıristiyanlığın ilk döneminde de çok önemiydi. Musevi-Pers ilişkisi siyasi sonuçlar da içermekteydi. Kiros, Museviler'e iyilik yapmış, onlar da Kiros'a bağlılıkla hizmet et­ mişlerdir. Sonraki yüzyıllar boyunca hem yurtlarındaki hem de Roma hakimiyetinde bulunan başka ülkelerdeki Museviler'in, Roma'nın Pers.düşmanlarıyla yakınlık ve işbirliği içinde olduk­ larından şüphe duyulmuştur. Alman filozof ve tarihçi Kari Jaspers M.Ö. 600 ile 300 arasın­ daki yılları, birbirleriyle ilişkileri olmayan, birbirlerinden uzak ülkelerde yaşayan halkların entelektüel ve manevi gelişimle­ ri açısından "mihver dönemi" olarak nitelendirmiştir. Bu dö­ nem, İran'da Zerdüşt'{\n ve önemli havarilerinin, İsrail'de pey­ gamberlerin, eski Yunan' da filozofların, Hindistan' da Buda'nın, Çin'de Konfüçyüs'un ve Lao-Tse'in birbirlerini tanımadan yaşa­ dıkları yıllardır. Hindistan'dan gelen Budist misyonerler, Orta­ doğu'da birtakım etkinliklerde bulunmuşlar ancak tanınıp et­ kili olamamışlardır. Kiros ve ondan sonra gelenler döneminde - Persler ile Museviler arasında karşılıklı iyi ilişkiler kurulmuştur. Bu halefler topraklarını Küçük Asya'nın Ege kıyılarına kadar genişletmişler, Yunanlılar ile olan ilişkileri ve çatışmaları saye31

GEÇMİŞ

sinde, Pers İmparatorluğu'nun çeşitli halklarıyla ortaya çıkma­ ya başlayan Yunan uygarlığı arasında köprü kurulmuştur. Yu­ nan uygarlığının din yerine bilime ve felsefeye dayanmasına rağmen Yunan bilim adamlarının ve filozoflarının fikirlerinin, Ortadoğu 'nun, dahası dünyanın sonraki dini uygarlıkları üze­ rinde çok önemli etkileri olmuştur. Eski çağlardan itibaren Yunan paralı askerleri ve tüccarla­ rı Ortadoğu'nun çeşitli yerlerini keşfederek, bu yabancı diyar­ lardan Yunan bilim adamlarının ve filozoflarının entelektüel il­ gilerini çekecek bilgiler getirmişlerdi. Pers İmparatorluğu'nun genişlemesiyle Pers hükümetinde Yunan yeteneklerinden fay­ dalanma olanağı doğmuştu. Makedonyalı Büyük İskender'in (M.Ö. 356-323) Makedon hakimiyetini ve Yunan kültürel et­ kinliğini Orta Asya'ya, İran'a, Hindistan sınırlarına ve güneyde Suriye üzerinden Mısır'a kadar yayan doğu fetih!E:ri yeni bir ça­ ğın başlangıcı olmuştur. Büyük İskender öldükten sonra, Suri­ ye, İran ve Mısır'da üç krallık kurulmuştur. İskender'in fetihlerinin öncesinde de İran ile ilgili bilgileri olan Yunanlılar'ın fetihlerin sonrasında Mezopotamya, Suriye ve Mısır'ı tanıma şansları olmuştur. Bu topraklarda, kurdukları siyasi üstünlük sonunda Romalılar tarafından yıkılmış olsa da, kültürel üstürılükleri Roma döneminde bile sürmüştür. M.Ö. 64 yılında Romalı general Pompey Suriye'yi ele geçirmiş, çok kısa bir süre sonra da Yahuda'yı fethetmiştir. Arıtonius ve Kleopat­ ra'rıın M.Ö. 31'de Aktium savaşındaki yenilgilerinin ardından Mısır'ın Greko-Makedon hükümdarları da Roma hakimiyetine girmişlerdir. Roma hakimiyetinin ve Helen kültürünün büyük zaferine karşı koyma cesaretini yalnızca Persler ve Museviler gösterebilmiş ve bu direnişin çok çeşitli sonuçları olmuştur. Arşak adlı biri, M.Ö. 247 yıllarında Yunan yönetimine kar­ şı başarılı ·bir isyan başlatarak tarihte, geldikleri yerin ya da ka32

HIRİSTİYANLIK ÖNCESİ

bilelerinin adıyla Partlar olarak bilinen bağımsız bir hanedan­

lık kurdu. Makedonya hakimiyetini tekrar kurma girişimleri­ nin ardından Partlar varlıklarını sürdürdüler. Siyasi bağımsız­ lıklarını genişleterek Roma'nın karşısında tehlikeli ve güçlü bir rakip olmaya başladılar ama Yunan kültürel etkisine açık kal­ dılar. Partlar, Zerdüşt inancını tekrar carılandıran Sasani hane­ darılığının kurucusu Ardeşir (M.S. 226-240) tarafından yıkıldı. İran'da hakimiyetin, hükümetin, toplumun bir parçası ve dev­ let dini haline gelen Zerdüştlük, devlet baskısıyla dini sınıf ve hiyerarşlli: din adamlığı oluşturan; karşıt inançların belirlenme­ si ve bastırılmasıyla uğraşan tarihteki ilk devlet dini sayılabi­ lir. Bu açıdan Sasaniler'in uygulamaları gerek Partların gerekse imparatorluk Roma'sının büyük hoşgörüsüyle önemli bir çeliş­ ki yaratmaktadır. Zerdüşt dini ve rahipliği devletle olan sıkı bağı nedeniyle büyük bir güç kazanmış ancak devletin yıkılmasıyla birlikte de zarar görmüştür. Zerdüşt rahipliği kurumu Pers İmparatorluğu ile birllli:te yok olmuş, Arap fetihleriyle imparatorluğun yıkılma­ sı Zerdüştlüğün uzun bir çöküş dönemine girmesine yol açmış­ tır. İslam döneminde İran'ın kültürel ve siyasi yaşamının yeni­ den dirilmesi sürecinde çöküşten kurtulamamıştır. İran'da İsla­ miyet'in yayılışına karşı direnişi Zerdüşt rahipliği değil, muhale­ fet ve baskıya alışkın dan Zerdüşt karşıtları göstermiştir. Zerdüşt karşıtı düşüncelerden bazılarının Ortadoğu'da ve genel anlamda tarihte çok önemli yerleri olmuştur. Bunlardan en iyi bilineni, Roma İnıparatorluğu'nda, özellikle askerler ara­ sında, çok benimsenmiş olan ve İngiltere'de bile kabul gören Mitraizm'dir. Ondan daha çok bilineni ise Maniheiznı'dir. Ma-

ni, 216 ile 277 yılları arasında yaşamış, Zerdüşt ve Hıristiyan düşüncelerinin birleşiminden oluşan bir din kurmuştur. Ma­

ni 277'de şehit olmuş ama dini yaşamını sürdürmüş, hem Av33

GEÇMİŞ

ıupa'da hem Ortadoğu'da Hıristiyan ve Müslüman baskılarına direnmiştir. Zerdüşt karşıtı düşüncelerden daha yerel nitelikli ama çok önemli olan bir başkası Mazdak'tır. Vl. yy başlarında İran'da yaşamış ve bir tür dini komünizm kurmuş, islamiyet'te daha sonraki muhalif Şii hareketlere esin kaynağı olmuştur. İran'ın dinlerinden biri olan Zerdüştlük, imparatorluğun kül­ türel dünyası dışında yaşayanlara ciddi olarak açılmamıştı. Baş­ langıçta etnik kökenli olan uygar eski dinlerin tümü gibi bu da olağan bir durumdu. Zamanla siyasi nitelik kazanan, sonra da kültlerini sürdüren siyaset ile birlikte çöken bu dinlerin tek bir istisnası vardır. Antik çağlarda tek bir din siyasi ve coğrafi üssü yok edildikten sonra ayakta kalabilmiş, ikisi de olmadan köklü bir kendini değiştirme süreciyle yaşamayı sürdürmüştür. Önce İsrailoğulları, ardından da Yahuda halkının Musevi oluşları bu şekilde olmuştur. Museviler, Roma'ya ve Yunan'a karşı olan siyasi direnişle­ rinde başarı gösterememişlerdir. Başlangıçta Makabiler altında Suriye'nin Makedonyalı hükümdarı karşısında başarılı olmuş­ lar ve bir süreliğine Yahuda'daki krallıklarının bağımsızlığını elde etınişlerdir. Ancak Roma'nın gücüne karşı koyamamışlar ve bazı Persler'in yardımıyla peş peşe gerçekleştirdikleri baş­ kaldınların tümü bastırılmış, sonunda sindirilip köle haline gel­ mişler, başrahipleri ve kralları Roma'nın kuklaları olmuştu. Ya­ huda:, Romalı bir valinin hakimiyetindeydi. 66 yılında başlayan en önemli başkaldırı zorlu bir mücadelenin sonunda, isyancı­ ların yenilgisi ile sonuçlanmıştı. Romalıların 70 yılında Kudüs'ü fethedip Babil esaretinden kurtulanların yaptığı ikinci tapına­ ğı yıkırıaları bile Musevi direnişini durdurmayı sağlayamamış­ tır. 135'teki Bar-Kohba isyanının ardından Romalılar Museviler­ den mutlaka kurtulmaya karar verdiler. Daha önce Babilliler'in yaptığınıyaparak Musevilerin büyük çoğunluğunu esir alıp sür34

HIRİSTİYANLJK ÖNCESİ

Ş

güne gönderdiler ama bu sefer onlann imdadına yeti ecek bir Kiros yoktu. Museviler'in tarihi adlan dahi silindi, Kudüs'e Ae­ lia Capitolina adı verildi ve yıkılan Musevi Tapınağı'nın yerinde Jupiter'e bir tapınak yapıldı, Samariya ve Yahuda adlan kaldırıl­ dı ve ülkeye çoktan unutulmuş olan Filistinliler'in adı verildi. Aşağıdaki eski bir Musevi metni Musevi ve başka Ortadoğu halklarının Roma imparatorluk yönetiminin faydalarını ve za­ rarlarını nasıl gördüğünü açık bir biçimde anlatmaktadır. Bö­ lüm il. yy'da üç hahamın konuşmalarından alınriııştırJ Haham Yahuda dedi ki: ''Bu insanların (Romalılar) es.erleri ne de güzel. Pazarlar, köprüler, hamamlar yapmışlar.,, Haham Yose sessiz kaldı. Ha­ ham Simeon Bar-Yohai yanıtladı: "Tüm yaptıklarını kendi gereksinnıele­ ri için yaptılar. Fahişelerini yerleştirmek için pazaryerleri, kendilerini gü­ zelleştirmek için hamaınlar, vergi toplamak için köprüler yaptılar. " Ya­ huda konuşmalarını yetkililere anlattı veyetkililerşu ·karan verdiler: "Bi­ zi öven Yahuda övülsün. Sessiz kalan Yose, Seforis'e sürgün edilsin. Bizi suçlayan Sim(:}on idam edilsin."

Romalılar, -Museviler ve Yunanlılar, birbirlerine benzeyen önenıli bir yönleriyle antik çağlarda yaşayan diğer insarılardan farklıydılar. işte bu benzerlik ve farklılıkların onların gelecek­ teki uygarlıkları biçinılendirmelerinde büyük etkisi olmuştur. Ortadoğulular dünyanın başka yerlerinde yaşayanların da yap­ tığı gibi kendi gnıplan ile başkalarınınkini kesin sınırlarla ayı­ rırlardı. Böylelikle gn.ıp saptanırken yabancılar gnıp dışında bırakı­ lırdı. Gn.ıplaşma ve yabancıyı dışlama, insanoğlunun içgüdüsel davranışıdır; hatta çeşitli hayvan türlerinde de görülmektedir. Gn.ıbun içindekiler ile dışındakiler arasındaki değişmez ay­ rım ya akrabalık ya kan ya da günümüzdeki etnik kavramı ile belirlenir. Eski çağlarda iki halk, Museviler ve Yunanlılar birbir­ lerini farklı şekillerde adlandırırlar: Yunanlılar onlardan olma­ yanları "barbar", Museviler de kendilerinden olmayarılan "gen-

35

GEÇMİŞ

tile" olarak adlandırırlar. Aslında bu adlar büyük engelleri sim­ gelerdi ama yine de bunlar aşılmaz değillerdi. Bu özellikleriy­ le akrabalığa ya da kana bağlı olan daha genel ve ilkel ayrım­ lardan farklıydılar. Tarafların karşılıklı olarak Musevi din ve. ka­ nunlarını, Yunan dil ve kültürünü benimsemeleriyle engeller aşılabilir, hatta kaldırılabilirdi bile. İki grup da yeni üye aramaz­ lardı ama kabul etmeye de hazırlardı. Hıristiyanlık çağının baş­ larında, Ortadoğu'da Yahudileşmiş gentile'lere ve Helenleşmiş barbarlara rastlanırdı.. Eski dünyada Museviler'in ve Yunanlı­ lar'ın diğer halklardan farlı bir yanları da düşmanlarına merha­ met göstermeleriydi. Tevrat'ın Yunus kitabında Asur'un Nino­ va halkı için kaygılanılması ya da Pers savaşlarına katılmış olan Yunan tiyatro yazarı Aeskilus'un yenilgiye uğrayan Persler'in acılarını paylaşarak betirıılemesi çarpıcı örneklerdir. Romalılar kendilerine dahil olma fikrini öyle . genişletmiş­ lerdi ki bir ortak imparatorluk yurttaşlığı kavramına kadar iler­ letmişlerdi. Yurttaşlık kavramını geliştiren Yunanlılar olmuştu. Yurttaş hükümetin kurulmasına ve yürütülmesine katılma hak­ kı olan kişiydi. Yunan şehrinin üyeliği, şehrin kendi üyeleri ve onların yerine gelecek olanlarla sınırlıydı. Yabancı bir kişi yal­ nızca o şehirde yaşayan yabancı konumuna erişebilirdi. Başlan­ gıçta Roma yurttaşlığı da benzer biçimdeydi ancak belirli süreç­ ler sonucunda Roma yurttaşlarının görevleri ve hakları tüm im­ paratorluk eyaletlerine genişletilmişti. Musevi dininin, Helenistik kültürün ve Roma devlet sistemi­ nin erişilebilir olması birlikte Hıristiyanlığın doğmasını ve ya­ yılmasını sağlamıştır. Birkaç yüzyıl sonra, farklı yöntem ve içe­ riği ile İslamiyet ikinci evrensel din olarak doğmuş ve aynı gö­ revi üstlenmiştir. İnançları ve amaçları aynı olan, aynı bölge­ de yan yana yaşayan iki ayrı dünya dininin çatışması kaçınıl­ maz olmı.rŞtur.

36

2. BÖLÜM

İsLAMiYET ÖNcEsi

Hıristiyanlık çağının yaklaşık ilk altı yüzyılını, yani Hıristi­ yanlığın doğuşundan İslamiyet'in doğuşuna kadar geçen süre­ yi, hem uygarlıkların hareketlerindeki hem de yaşanan olaylar zincirindeki önemli gelişmeler şekillendirmiştir. İlk gelişme ve birçok açıdan en önemli olanı, Hıristiyanlığın yükselmesi, benimsenmesi ve yaygınlaşması, Persler ve Muse­ viler dışında Hıristiyanlıktan önceki tüm dinlerin yok olması kaybolması, en azından batmasıdır. Klasik Helen-Roma paga­ nizmi bir süre yaşamış, hatta imparator Julian'ın hükümdarlığı süresince (361-363) son kez alevlenmiştir. Bu dönemin iV. yy başlarına kadar olan ilk yansında Hıristiyanlık, Roma sistemi­ ne protesto olarak büyümÜş ve yaygınlaşmıştır. Hıristiyanlık za­ man zaman hoşgörü ile karşılansa da çoğunlukla yargılanma­ sı nedeniyle devletten ayrılması ve kendi kurumunu, Kilise'yi kurması zorunlu olmuştur. Kilise kendine özgü yapısı, sistemi, hiyerarşisi, liderliği, yönetimi, yasaları ve mahkemeleri ile za­ manla Roma dünyasının tamamına hakim olmuştur.

Hıristiyanlık, İmparator Konstantin'in (311-337) Hıristiyan

olmasıyla Roma İmparatorluğu'nu ele geçirmiş, bir bakıma da Hıristiyanlık imparatorluğun eline geçmiştir. Sonrasında Roma devleti Hıristiyan olınuştur. Yeni dinin yayılması otorite ve ik­ na ile sağlanmıştır. Roma'nın büyük gücü, Justinien dönemin­ de (527-569) yalnızca Hıristiyanlığın diğer dirılere üstünlüğünü sağlamak için değil, Hıristiyanlar'ın ayrıldıkları çeşitli düşünce akımlarının devlet onaylı öğretiyi benimsemesini sağlamak için

37

GEÇMİŞ

de kullanılmıştır. O günlerde artık birden çok Kilise vardı. Bu kiliseler teolojik öğretilerde anlaşamadıkları gibi, kişisel, bölge­ sel ve de milliyetçi bağlarla bağlıydılar. İkinci önemli gelişme, Roma İmparatorluğu'nun güç merke­ zinin batıdan doğuya, Roma'dan Konstantin'in doğu başken­ ti yaptığı Konstantinopolis şehrine taşınmasıdır. 395'te İmpara­ tor Teodosius'un ölmesinin ardından, İmparatorluk Konstanti­ nopolis'ten yönetilen doğu ve Roma'dan yönetilen batı olarak ikiye ayrıldı. Çok geçmeden Batı imparatorluğu art arda gelen barbar istilaları sonucunda yıkıldı. Doğu imparatorluğu zorluk­ ların üstesinden gelerek bin yıl daha varlığını sürdürdü. Bugün çoğunlukla Doğu imparatorluğu iÇin kullanılan Bi­ zans adı, eskiden Konstantinopolis şehıinin olduğu yerde bu­ lunan bir yerleşimin adından gelen ve modem bilim adamla­ rı tarafından bulunan bir addır. Asla Bizanslılar kendilerine Bi­ zanslı demezler, Romalı derlerdi. Roma hukukunun uygulandı­ ğı, bir Roma imparatorunun hükümdarlığında yaşarlardı, tabii ki.içük farklarla ... İmparator ve tebaası dinsiz değil Hıristiyan­ dı ve Bizanslıların kendileri için kullandıkları Romalı adı, Latin­ ce'deki "romani'" sözcüğünden değil, Yunanca'daki "rhomaioi" sözcüğünden geliyordu. Bazı Yunan yazıtlarında "hegemonia ton Rhomaion" (Roma­ lılar'ın egemenliği) için dua ediliyordu. Persler'in yıktığı ve Ro­ malılar'ın tekrar kurduğu Edessa prensliğinin prensi Yunanca "Philoromaios" (Romalılar'ın dostu) unvanını almıştı. Yunan­ ca, gücünün en parlak olduğu zaman bile Roma İmparatorlu­ ğu'nda ikinci dil olarak kalmışken, Doğu Roma İmparatorlu­ ğu'nda birinci dil olmuştu. Latince varlığını sürdürmeyi başar­ mıştı. Bizanslı Yunanlılar'ın ve yüzyıllar sonra halifelik Arap­ ça'sında Latin terin1lcrinin izleri görülınüştür. Yunanca, ıızun­ ca bir zaı}Yd11 ki.ıltürün yanı sıra devletin de dili olarak kullanıl38

İSLAMİYET ÖNCESİ

mıştır. Doğu eyaletlerinde varlığını sürdüren Yunanq;· dışında­ ki diller ve edebiyatlar, Kıpti, Arami dilleri, Arapça, Helenistik bilim ve felsefeden önemli ölçüde etkilenmiştir. Üçüncü önemli gelişme, yüzyıllar önce, Büyük İskender ile Mısır ve Suriye imparatorluklarında başlamış olan Ortado­ ğu'nun Helenleşmesidir. Yunan kültürü, Roma devletini de Hı­ ristiyan Kiliselerini de etkileyerek daha çok yayılmıştır. isken­ der ve haleflerinin Roma Sezarlarınınkinden çok farklı olan Yu­ nan monarşileri Doğu Roma devletinin hükümet kurnmlarını etkilerınıiştir. ilk Hıristiyanlar, Yunanlılar'ın eskiden beri ilgi­ lendikleri, Museviler'i ve Romalılar'ı pek rahatsız etmeyen fel­ sefe konularına ilgi göstermişlerdir. Hıristiyanların kutsal kita­ bı Yeni Ahit, Yunanca yazılmıştı. Eski Ahit'in de yüzyıllar önce iskenderiye'de yaşayan ve dilleri Yunanca olan Museviler için yazılmış Yunanca çevirisi vardı. Geçmişteki değişikliklerin etkisiyle gerçekleşen önemli bir başka gelişme· de, bugün güdümlü ekonomi olarak adlandırı­ labilecek ekonominin, devlet otoritesiyle planlanma ve yöne­ tilme düzeninin süregelen gelişmesidir. Nehir vadisi toplumla­ rında, özellikle de Mısır'da böylesi bir siyasi gelişme olağandı. Mısır'da, İskender'in generallerinden birinin kurduğu Ptoleme­ us hanedanında ileri düzeye ulaşmış bir güdümlü ekonomi var­ dı. Hıristiyanlığın ilk .yüzyıllarında, özellikle de III. yy'dan iti­ baren devlet ticaret, sanayi, üretim ve hatta tarım alanlarında etkinlik göstermeye başlamıştı. Devlet dışındaki özel girişimci­ lerin ekonomik etkinlikleri, devlet tarafından denetlenmiş, bir devlet ekonomi politikası oluşturulup uygulanmaya çalışılmış­ tır. Devlet pek çok alanda özel girişimcilerle ticareti tercih et­ meyip kendi olanaklarını kullanmıştır. Örneğin ordu, silah, do­ . natım ve kimi zaman da üniforma gereksinimlerini devlet giri­ şinılerinden sağlamıştır. Genellikle ordunun erzakı vergi olarak

39

GEÇMİŞ

toplanıp askerlere tayın olarak verilirdi. Devletin ekonomik et­ kinliklerinin giderek artması özel girişimcilerin çalışma alanla­ rını büyük ölçüde kısıtlamıştı. Devletin artan müdahalesi tanın alanında da olmuş, ya­ vaş yavaş tanın alanları azalmıştır. Devletin, topraklarını terk eden toprak sahiplerini ve köylüleri maddi olarak ve başka ba­

zı özendirmelerle topraklarında kalmaya ikna etme çabaları ve bu konudaki kaygısı, imparatorluğun çoğu bugüne kadar ge­ len kanunlarına da yansımıştır. Bu durum, ekonomik müdaha­ leciliğin önemli savunucularından Diocletian (284-305) döne­ minden, İslami fetihlere, yani ekonomik güç ve işlevin tekrar sağlanmasına kadar, III. ile VI. yy'lar arasında, büyük bir so­ run olmuştur. Bizans ve Pers imparatorlukları, YIL yy'ın ilk birkaç on yı­ lında yaklaşan İslamiyet dalgasına kapılmış olsalar da, kaderle­ ri çok farklı olmuştur. Araplar Bizans ordularını ağır yenilgilere uğratarak pek çok eyaletlerini ele geçirdikleri halde, Küçük As­ ya'nın merkez eyaleti Yunan ve Hıristiyan kalmıştı. Öte yandan imparatorluğun başkenti Konstantinopolis aldığı saldırılara rağ­ men, onu denizden ve karadan koruyan surlarıyla ayakta kal­ mayı başarmıştı. Bizans imparatorluğu gücünü kaybederek kü­ çülmeye başlamasından sonra bile yedi yüzyıl dilini; kültürünü ve kurumlarını özgün biçimleriyle sürdürerek yaşamıştır. İran'ın kaderi çok daha farklıydı. Fethedilen yalnızca dış eyaletleri olmamış, başkenti ve topraklarının tamamı da fethe­ dilerek yeni Arap-İslam imparatorluğuna dahil olmuştu. Mısır ve Suriye'deki Bizanslı işadarrılarının Bizans'a kaçma şansları vardı ama İran'ın Zerdüşt destekçilerinin Müslüman yönetimi­ ne girmekten ya da gidebilecekleri tek yere, Hindistan'a göç­ mekten başka seçenekleri yoktu. İran'daki Müslüman hakimi­ yetinin ilk yüzyıllarında eski dil ve eski yazı, küçük bir azınlık 40

İSLAMİYET ÖNCESİ

dışında, kullanılmayarak unutuldu. Anglo-Saxon dilinin İngiliz­ ce'ye dönüşmesi sürecinde yaşandığı gibi fetih dili bile değiş­ tirdi. İran'ın İslamiyet'ten önceki tarihi, modern çağlarda eski Pers yazılarının çözüriılenmesi çalışmalarıyla araştırılmaya baş­ lanmıştır. İran İmparatorluğu tarihinde Hıristiyanlık çağının ilk altı yüzyıllık bölümünde, Sasani ve Part döneriıleri olmak üzere iki büyük dönem vardır. ilk Sasani hükümdarı Ardaşir (226-240) Roma'ya yeni bir dizi savaş açmıştır. Ondan sonra gelen I. Şah­ pur (240-271) savaşta Roma İmparatoru Vaierian'ı esir almış ve Valerian esarette ölmüştür. 1 . Şahpur övündüğü bu başarısının resimlerini İran'daki çeşitli dağların kayalarına yontturmuştur. At üstündeki Pers şahının, yerdeki Roma imparatorunun boy­ nuna ayağını koymuş olduğu bu resimler hala durmaktadır. İslam halifeliği ortaya çıkana kadar bölge tarihine egemen olan siyasi durum, Pers-Roma, sonrasında da Pers-Bizans reka­ betiydi. İslamiyet ise bir rakibini ortadan kaldırmış, diğerine de öneriıli ölçüde gücünü kaybettirmişti. Bu sonuca büyük etki­ si olan sonu gelmek bilmeyen savaşlar bir istisnayla kesintiye uğramıştır. Bu istisna, yüz yıldan fazla süren Uzun Barış'tır. III. Şahpur (383-388) 384'te Roma ile barış yapmıştır. 421-22 yılla­ rındaki ufak bir sınır çatışması hariç, Vl. yy'ın ilk yıllarına ka­ dar bir daha savaş olmamış, bu tarihlerde başlayan ilk savaş kı­ sa aralıklarla 628'e kadar devam etmiştir. Bu sıralarda da çok yakında bu iki düşmanı gölgede bırakacak yeni bir güç doğ­ maya başlamıştır. Modern ve Ortaçağ tarihçilerine göre bu savaşların temel gerekçesi toprak olmuştur. Romalılar. bu dönemde Persler'in egemenliğindeki Ermenistan ve Mezopotamya üzerinde hak iddia ediyorlardı. Romalılar imparatorları Trajan'ın fethettiğini söyledikleri bu topraklan istiyorlardı, bu da Romalılar'ın, Pers-

41

GEÇMİŞ

ler'in, sonra da Müslümanlar'ın ortak öğretilerine göre buralar üzerinde kendilerine sürekli hak tanıyordu. Ayrıca Bizanslılar, Mezopotamya ve Ermenistan halklarının büyük çoğurıluğu Hı­

ristiyan olduğundan Hıristiyan imparatoruna bağlı olmaları ge­

rektiğini öne sürüyorlardı. Persler de M.Ö. 525'te Kiros'un oğ­ lu Kambiz'in fethettiği Filistin, Suriye ve Mısır'da bile hak iddia ediyorlardı. Bu topraklan savaşlar sırasıada zaman zaman ele geçirdiler. Buralarda Persler ya da Zerdüştler yoktu ama onlara sempati duyan Hıristiyan olınayan gruplar vardı. Modem tarihçiler toprak dışındaki başka nederıleri de bu­ lup belgelemişlerdir. Bunların en önemlilerinden biri Doğu ile Batı arasındaki ticaret yollarını ele geçirme arzusudur. Akdeniz dünyası için Çin'den ipek, Hindistan ve Güneydoğu Asya'dan baharat olmak üzere Doğu'dan yapılan iki ithalat büyük önem taşımaktaydı ve bu malların ticareti çok yaygırılaşnııştı. Roma yasalarında ticareti müdahaleden koruyacak önlerrılere yer ve­ riliyordu. Bu ticaret Roma ve Bizans'ın, Çin ve Hindistan uygar­ lıklarıyla ilişkide olmasını sağlıyordu. Ülkeler arasında ne düzenli bir ilişki ne de ziyaret bulunu­ yordu ama her ikisinden de ithalat yapılıyordu. Romalılar ve sonra da Bizanslılar bu ithalat için altın ödüyorlardı. Hint ba­ haratları ve Çin ipeğine karşılık Akdeniz dünyasının verilebile­ cek bir şeyi yoktu. Altın her zaman geçerliydi ve çok miktarda Roma altını Akdeniz havzasına yapılan ithalatın karşılığı olarak Doğu Asya'ya gönderiliyordu. Bu arada, belirli dönerrılerde hü­ kümranlıklarını Orta Asya'ya yayan Persler, ipek ticaretinin çı­ kış noktasındaki hakim güç olarak aracılık yapıyorlar ve bu sa­ yede büyük kar elde ediyorlardı. Roma dünyası Doğu'ya altın akışından şikayetçi oluyordu ama yine de bu ölçüde bir kay­ ba dayanabilınişti. Akd.eniz'den doğuya giden en kısa yolun Persler hakimiye42

ISLAMİYET ÖNCESİ

tindeki topraklardan geçmesi nedeniyle, Pers silahlaiının ol­ mayacağı başka yollar bulamak hem ekonomik hem de strate­

jik açıdan yararlı olacaktı. Çin'den sonra Avrasya bozkırların­ daki Türk topraklarından Karadeniz ve Bizans topraklarına ve­ ya Hint Okyanusu'ndan geçerek güney denizlerine giden yol­ lar var olan alternatiflerdi. Bu yollar, Basra Körfezi ve Arabis­ tan'a veya K.ızıldeniz'den sonra Mısır ve Süveyş kıstağından ge­ çerek Akdeniz'e ya da Yemen'den Batı Arabistan kervan yolla­ rıyla Suriye sınırlarına uzanıyordu. Başta Roma'nın ve daha sonra Bizans'ın çıkan, Hindistan ve Çin ile dış ticaret bağları yaratmak ve korumak, bu sayede Pers­ ler hakimiyetindeki orta bölgelerden uzak durmaktı. Öte yan­ dan Pers İmparatorluğu transit yollardaki durumundan fayda­ lanarak Bizans ticaretini denetim altında tutup barış zamanında kar sağlamak, savaş sırasında da yolu kapatmak istiyordu. Bu da her iki imparatorluğun, kendi sınırları dışındaki topraklar­ da etkin olabilmek için sürekli mücadele halinde olmaları an­ lamına geliyordu. İki bölgede, tüm bu diplomatik, ticari ve nadiren de askeri müdahalelerin etkisi de küçümsenemeyecek derecedeydi. Bu dunımdan ilk önce kuzeyde Türk beylikleri ve aşiretleri ile gü­ neyde Arap beylikleri ve aşiretleri etkilenmişti. Ne Araplar'ın ne de Türkler'in bölgenin ·eski uygarlıkları üzerinde öneı'nli bir et­ kileri olduğuna dair kanıt bulunmamaktadır. Ancak daha son­ radan gelen istila dalgalarında ortaçağlarda islamiyet'in merke­ zi olan topraklardaki etkileri önemli olmuştur. Hıristiyanlık çağının ilk altı yüzyıllık döneminde Araplar ve Türkler .henüz imparatorluk sınırlarının dışında, barbar ya da yan barbar olarak çöllerde ve bozkırlarda yaşıyorlardı. Roma­ lılar ve Persler, imparatorluklarını genişletirken bile çöl· ya da bozkır topraklarını ele geçirmekle ilgilenmemişler, hatta arılar-

43

GEÇMİŞ

la yakınlık kurmamaya özen göstermişlerdi. N. yy Romalı ta­ rihçisi Suriyeli olan Ammianus Marceilinus bozkır halklan için şunları söylemiştir:' "Tüm bu bölgelerin halkları vahşi ve savaşçıdır. Çatışma ve savaş on­ lara keyif verir. Onlar için savaşta ölenler en mutlu kişilerdir. Dünya­ dan doğal ölümle ayn/anlan korkaklıkla suçlayıp hakaret ederler. (XXI­

Il, 644) " Ammianus Marceilinus, güneydeki çöl halklarını "dost da, düşman da olamayacak Araplar" sözleriyle anlatmıştır (XIV,

4.1). Bu komşulann silah gücüyle fethedilmesi tehlikeli, mali­ yetli ve zordu. Bu yüzden, iki imparatorluk da yaptıkları mad­ di, askeri ve teknik yardımlar, verdikleri unvanlar ile bu halkla­ rı kendi yanlarına çekmeye çalıştıkları, genel imparatorluk po­ litikası şekline getirilecek bir yol izlediler. Kuzeyin ve güneyin aşiret reisleri bu durumu kendi çıkarlarına kul_lanarak, bir biri­ nin bir ötekinin, bazen ikisinin birden yanında oldular. Kimileri kervan ticaretinden elde ettiği servet ile kendi şehirlerini ya da krallıklarını kurdular, imparatorlukların uydularıymış gibi, ba­ zen de müttefikleri olarak siyasi rol üstlendiler. Bu imparator­ luklar çıkarları doğrultusunda sınır beyliklerini ele geçirip doğ­ rudan hakimiyet altına almışlarsa da, genellikle dolaylı hakimi­ yeti ya da müşteri devlet konumunu tercih etmişlerdir. Bu çok eskiden kalan ilişki türiinün kökeni şüphesiz antik çağa uzanmaktadır. Romalılar M.Ö. 65'te Romalı Pompey'in bu­ gün Ürdün Haşimi krallığında bulunan Petra'daki Naba.t baş­ kentine yaptığı ziyaretle çöl politikalarının başlangıcını yaptı­ lar. Nabatiler'in yazılı dilleri ve kültürleri Arami olduğu halde kendilerinin Arap oldukları bilinmektedir. Petra vahasında bir kervan şehri kurdular, Romalılar da onlarla kuracakları ilişkinin dostça olmasını doğru buldular. Petra, Roma eyaletleri ile çöl arasınClaki tampon ülke, Güney Arabistan,ve Hindistan ile tica-

44

İSLAMİYET ÖNCESİ

ret yollarına ulaşmak için çok önemli bir komşuydu. M.Ö. 25'te İmparator Augustus Yemen'i fethetmek için bir ordu göndere­ rek başka bir politika denedi. Romalılar'a Kızıldeniz'in güney ucunda bir köprübaşı yaratarak Hindistan yolunu Ronıa'nın doğnıdan hakimiyetine almayı amaçlıyordu. Fetih başarılı ola­ madı ve Romalılar oraya bir daha sefer düzenlemediler. Yeni­ den Arabistan içlerine ordularını göndermeyi denemediler, hat­ ta barış sırasındaki ticari, savaş sırasındaki askeri gereksinimle­ ri nedeniyle çöldeki sınır devletleriyle ve kervan şehirleriyle iyi ilişkiler kurmaya başladılar. Romalıların bu politikası Arap sınır beyliklerinin sayısında büyük bir artışa yol açtı. Burıların birincisi Petra idi, en önemli­ lerinden biri de şimdi güneydoğu Suriye'deki Tadmur olan Pal­ mira idi. Palmira Suriye çölündeki bir kaynağın etrafında bulu­ nuyordu. Çok eski çağlarda orası bir ticaret ve yerleşim şehriy­ di. Palmiralılar'ın Fırat üzerinde Dura' da bir merkezleri bulun­ duğu için Akdeniz ile Mezopotamya ve Körfez çöl ticaret yolu üzerinde söz sahibi olmaları, arılara bir ölçüde stratejik ve tica­ ri önem sağlıyordu. Benzer dumm, iki imparatorluğun ve Karadeniz'le Hazar Denizi'nin kuzeyinde, Çin'e uzanan Orta Asya yolu üzerin­ de de geçerliydi. Bu bölgedeki Orta Asya aşiretleri arasında !. yy'ın son çeyreğinde Çhı'in otoritesine karşı başkaldırılar olına­ ya başladı. Bu başkaldırının liderleri arasında olan ve Çin tarih­ çileri tarafından "Hiung Nu" olarak adlandırılan halkın, Avmpa tarihindeki Hunlar oldukları bilinmektedir. Pan Chao adlı Çirıli general Çin'den Orta Asya'ya gerçekleştirdiği seferle başkaldı­ rıyı durdurarak Hiung Nu'ları ipek yolu üzerinden atmıştır. Bu �

kez Çinliler daha da ileri giderek, sonraları adı Türkistan olan, bugünkü Özbekistan ile batı komşularını içine alan bölgeyi fet­ hettiler. Pan Chao buradan iç Asya ipek yolunu Çin'in denetimi 45

GEÇMİŞ

altına aldı ve Kan Ying adlı elçisi önderliğinde bir heyeti Roma­ lılar'la görüşmeleri için batıya yolladı. Heyetin 97'de Basra Kör­ fezi'ne ulaştığı bilinmektedir. Roma İmparatoru Trajan'ın Ortadoğu'da yayılma politikası­ nı açıklamada, Doğu'nun bu ve diğer diplomatik ve askeri et­ kinlikleri yardımcı olmaktadır. 106'da Trajan, Roma ile Petra es­ ki ilişkisine son vererek şehri fethetti. Artık Nabatiler'in ülke­ si Provincia Arabia adlı bir Roma eyaleti oldu ve Basra'da bu­ lunan bir Roma Lejyonu tarafından yöri