İnsanca, Pek İnsanca I [1, 6 ed.]
 9789754683905

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İnsanca, Pek İnsanca ÖzgürTinlerin Kitabı (1. Cilt)

Friedrich (Wilhelm) Nietzsche (d. 15 Ekim 1844, Röcken - 6. 25 Ağustos 1900, Weimar, Almanya) Alman asıllı İsviçreli filozof, ilkçağ uzmanı, kültür eleştirmeni ve şair. Babası da, dedesi de papaz olan Nietzsche, klasik öğrenimini ünlü din okulu Schulpforta'da yaptı. 1869'da Basel Üniversitesi klasik filoloji profesörlüğüne atandı. Nietzsche, eski metinlerin okunmasından kaynaklanan felsefi sorunlara açık tutumuyla zaman içinde öbürfilologlardan ayrıldı. Özellikle trajedi konusunda, Yunanlılarda sanatla dinin ve sanatla sitenin birliğini kavramak gerektiğini gösterdi. Ocak 1872'de yayımlanan ve Yunanlıların Dlonyssosçu yanını ilk kez ortaya koyan Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu adlı ilk yapıtı, onun Alman filoloji çevrelerince dışlanmasına yol açtı. Yapıt, özgün karakteri ve özellikle yazarın, çağdaş kültüre ilişkin sorunlar üzerindekikişisel görüşleriyle sarsıcı bir nitelik taşıyordu. Yapıtta filolog, giderek bir estetikçi, hatta bir filozof ve bir ahir zaman peygamberi halini alıyordu. 1874'ten itibaren Nietzsche, sürekli baş ağrılarından yakınmaya başladı. Aynıyıl, iki yıllığına fakültesinin dekanlığına atandı. Mayıs 1879'da sağlık nedenleriyle istifa etmek zorunda kaldı. Bundan böyle, on yıllık öğretim görevinden dolayı kendisine bağlanan emekli aylığı ile kanton yönetiminin bağışları tek geçim kaynağını oluşturdu. Menschliches, Allzumenschliches (İnsan-

ca, Pek İnsanca) adlı yapıtının ilk iki cildini tamamladı. 1873-1876 arasında

Unzeitgemaesse Betrachtungen (Çağa Aykırı Düşünceler) adlı dört ciltlik yapıtını yayımladı. Daha sonra yaşamı, bir kentten öbürüne göçmekle geçti; Marienbad, Rapallo, Roma, Nice, Venedik, Torino, Sıls-Marla. Yapıtlarını bu göçebeliği sırasında yazdı. Wagner'le olan dostluğu, bestecinin Menschliches, Allzumenschliches'in ilk cıldinı, filozofun da Parsifalı yermesi üzerine son buldu (1878). Tüm aldatmacaları açığa vurmak ve tüm önyargıları yıkmak isteyen Nietzsche, 1881'de Morgenröte'yi (Tan Kızıllığı), 1881-87'de Diefröhliche Wissenschaft'ı (Şen Bilim), 1883'te Also sprach Zarathustra'nın (Böyle Buyurdu Zerdüşt) ılk bölümünü yayımladı. 1885'e kadar bu sonuncu yapıtını yazmaya devam etti. 1886'da Jenseits von Gut und Böse (İyinin ve Kötünün Ötesinde), 1887'de de Zur Genealogie der Moral'i (Ahlakın Soykütüğü Üstüne) yazdı ve yayımladı. 1888'de Götzen-Dâmmerung'u (Putların Alacakaranlığı, kitap ertesiyıl basıldı), Der Fall Wagner (Wagner Olayı, Eylül 1888'de basıldı) ve Der Antichristi (Deccal, 1888'de basıldı) yayımcıya gönderdi. 1889'da, Torino'nun bir sokağında aniden yere yıkıldı. Jena'da hastaneye yatırıldı. Önce annesi onu yanınaaldı, sonra kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche, kardeşini Weimar'dakı evine

götürdü. Nietzsche, yaşamının sonuna kadar hiç konuşmadı. Yalnız zaman zaman zekâ belirtileri gösterdi. 1888'de Nietzsche contra Wagner (Nietzsche

Wagner'e Karşı); 1888'de Ecce Homo adlı yapıtları yayımlandı. 1886'dan beri yazınakta olduğunu arkadaşlarına söylediği Der Wille zur Macht (Güçİstenci) adlı yapıtından taslaklar, aforizmalar ve parçalar kalmıştır. Nietzsche'nin özgün yanı, Batı uygarlığının temelfelsefi sorunlarını koktenci bir kuşkuyla ele almasıdır. Nietzsche,bilginin (bilim), varlığın (Batı'ya özgü apaçık hakikatler) ve nihayet eylemin (ahlak ve siyaset) yeniden sorun haline getirilmesine olanak sağladı. Kantçı eleştirinin sonucunu daha ilerilere vardıran Nietzscheci eleştiri, giderek Kantçı eleştirinin kendisine yöneldi; aklın sözde önsel kategorilerini kabul etmeyerek bunların, bedensel ve sosyoekonomik kökenli, salt 'yaşamsal' zorunluluklardan başka bir şey olmadığınıileri sürdü. Nietzsche, bilimsel hakikat de dahil olmak üzere, her türlü hakikatin içyüzünü ortaya çıkardı; ınsanın ayırt edici özelliği olan icat gücünü ve aynı zamanda yeniliğe karşı direnişini (yabancısı olduğu şeyi barbarca, kendi aklına uyduramadığı şeyi 'akıldışı' diye niteleyen o değil midir?) göstermeye çalıştı. Nietzsche'den yoğun biçimde etkilenen düşünür ve sanatçılar arasında, edebiyat alanında Thomas Mann, Hermann Hesse, Andre Gide, D.H. Lawrence, Rainer Marla Rilke ve William Butler Yeats; felsefe alanında Max Scheler, Karl Jaspers, Michel Foucault sayılabilir. Psikoloji alanında ise başta Sigmund Freud olmak üzere Alfred Adler ve Carl G. Jung, birçok görüşünü Nietzsche'ye borçlu olduklarını belirtirler. Başlıca Yapıtları: Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu (Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik,1872, ); David Strauss,İtirafçı ve Yazar (David Strauss, der Bekenner und der Schriftsteller, 1873); Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine (Vom Nutzen und Nachteil der Historie für das Leben, 1874); Eğitimci Olarak Schopenhauer (Schopenhauer als Erzieher, 1874), Richard Wagner Bayreuth'da (Richard Wagnerin Bayreuth,1876); İnsanca, Pek İnsanca (Menschliches, Allzumenschliches, 1878); Tan Kızıllığı (Götzen-Daemmerung, 1881); Şen Bilim (Die fröhliche Wissenschaft, 1881-1887); Böyle Buyurdu Zerdüşt — dört bölüm (Also sprach Zarathustra, 1883-85); İyinin ve Kötünün Ötesinde (Jenseits von Gut und Böse, 1886); Ahlakın Soykütüğü Üstüne (Zur Genealogie der Moral, 1887); Dionyssos Dithyrambosları (Dionyssos-Dithyramben, 1888); Wagner Olayı (Der Fall Wagner, 1888); Putların Alacakaranlığı (Götzen-Daemerung, 1888); Nietzsche Wagner'e Karşı (Nietzsche contra Wagner, 1888); Deccal (Antichrist, 1888); Ecce Homo (Ecce Homo, 1888). Say Yayınları Nietzsche Kitaplığı: 1) Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu; 2) Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızığı Üzerine; 3) Putların Alacakaranlığı; 4) Tan Kızıllığı; 5) İyinin ve Kötünün Ötesinde; 6) İnsanca, Pek İnsanca (1. Kitap); 7) ŞenBilim Şiirler); 8) Wagner Olayı/ penhauer; 11) Ecce Homo 12) YazılmamışBeş Kitap İçin Beş Onsöz-YunanlılarınTrajik Çağında Felsefe; 13) Richard Wagner Bayreuth'da; 14) Dionyssos Dithyrambosları, 15) Öğretim Kurumlarımızın Geleceği Üzerine; 16) Şen Bilim (Ana Metin 1); 17) Yunan Tragedyası Üzerine İki Konferans; 18) David Strauss-İtirafçı ve Yazar; 19) Böyle Buyurdu Zerdüşt; 20) Deccal; 21) İnsanca, Pek İnsanca (2. Kitap), 22) Gezgin ile Gölgesi; 23) Güç İstenci. 24) Seçilmiş Mektuplar.

FRİEDRİCH NIEİZ5CHE

İnsanca, Pek İnsanca ÖzgürTinlerin Kitabı (1. Cilt)

Çeviren: Cemal Atila

Say Yayınları

Friedrich Nietzsche / Bütün Yapıtları 6 İnsanca, Pek İnsanca (1. Cilt) Özgün adı: Menschliches, Allzumenschliches, Ein Buchfür diefreie Geister (Erster Band) Türkçe yayın hakları © Say Yayınları Bu eserin tüm hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın kısmen veya tamamenalıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. ISBN 978-975-468-390-5 Sertifika no: 10962

Çeviren: Cemal Atila

Ön kapak resmi: Friedrich Nietzsche Baskı: Lord Matbaacılık ve Kâğıtçılık

Topkapı-İstanbul

Tel.: (0212) 674 93 54 Matbaa sertifika no: 22858 1. baskı: Say Yayınları, 2003 6. baskı: Say Yayınları, 2015 Say Yayınları

Ankara Cad. 22/12 e TR-34110 Sirkeci-İstanbul

Telefon: (0212) 512 21 58 e Faks: (0212) 512 5080

www.sayyayincilik.com e e-posta: sayGOsayyayincilik.com www.facebook.com / sayyayinlari e www.twitter.com / sayyayinlari Genel Dağıtım: Say Dağıtım Ltd.Şti. Ankara Cad. 22/4 e TR-34110 Sirkeci-İstanbul Telefon: (0212) 528 17 54 e Faks: (0212) 512 50 80 internet satış: Www.saykitap.com * e-posta: dagitim©saykitap.com

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ YERİNE ÖNSÖZ

9 11

L BÖLÜM

|

İLK VE SON ŞEYLER ÜZERİNE

IL BÖLÜM

23

o

AHLAK DUYGUSUNUN TARİHİ ÜZERİNE DIL. BÖLÜM DİNSEL YAŞAM

55 103

IV. BÖLÜM SANATÇILARIN VE YAZARLARIN RUHLARINDAN......mmm.137 V. BÖLÜM YÜKSEK VE DÜŞÜK KÜLTÜRÜN GÖSTERGELERİ

VL BÖLÜM

ii

183

BAŞKALARIYLAİLİŞKİLERDE

231

VI. BÖLÜM KADIN VE ÇOCUK

257

VML. BÖLÜM | DEVLETE KISA BİR BAKIŞ

279

IX. BÖLÜM

KENDİSİYLE BAŞ BAŞA İNSAN

311

DOSTLAR ARASINDA:BİR SON DEYİŞ

352

30 Mayıs 1878 olaylarının yakınlığı, insan ruhunun en büyük kurtarıcısına yerindebir kişisel saygı sunumunda bulunmak üzere oldukça yoğun bir istek uyandırmamış olsaydı,

Sorrento'da geçirilen bir kış mevsimi (1876-1877) esnasında dünyaya gelen bu monolojik kitap, böyle bir zamanda kamuya sunulmayacaktı.

ÖNSÖZ YERİNE”

- İnsanların bu yaşamda sahip oldukları çeşitli uğraşları incelemeye ve aralarından en iyi olanları seçmeye karar verdim; başkalarının uğraşları hakkında herhangi bir şey söylemeyi arzulamaksızın, kendimi içinde bulduğum uğraşa devam etmekten, yani tüm yaşamımı aklımı işlemenin hizmetine vermekten, kendime salık verdiğim yöntemi izleyerek, kendimi gerçeğin bilgisinde mümkün olduğunca ilerletmekten daha iyisini yapamayacağımı düşündüm. Bu yöntemi kullanmaya başladıktan sonra öylesine derin bir hoşnutluk hissettim ki, hiç kimsenin bu hayatta bundan daha sevimli ve daha masum bir şeye sahip olabileceğine inanmamaya başladım ve onun aracılığıyla her gün, bana biraz daha önemli görünen ve diğer insanların genellikle farkında olmadıkları gerçekleri keşfederken yaşadığım tatmin aklımı öylesine doldurdu ki başka hiçbir şey beni bu şekilde etkilememişti. Carteslus

#*

İlk baskı, 1878

ÖNSÖZ

B

1.

anasık sık ve her defasında büyük bir şaşkınlıkla, Tragedyanın Doğuşu'ndan tutun da Vorspiel einer Philosophie der Zukunft'a (Gelecekteki Felsefeye Giriş) kadar tüm yazmalarımda ortak ve ayırt edici bir şey olduğu söylenmiştir: ınsanlar bana tüm yazmalarımın acemi kuşlar için kapan ve tuzaklarla dolu olduğunu ve alışılagelmiş değerlerimizle değer verdiğimiz alışkanlıklarımızı yıkmak üzere, neredeyse sürekli, ama çoğu zaman göze çarpmayan bir davet içerdiğini söylemişlerdir. Ne? Her şey yalnızca; insanca, pek insanca? Bu iç çekişle, ahlaklılığa karşı bile bir tür nefret ve güvensizlik eksik olmaksızın, bir çırpıda en kötü şeylerin savunucusu olmak için hakikaten şiddetli bir dürtü ve yüreklilikle kuşanmış olarak doğuyorlar yazmalarımdan: sanki yalnızca en etkili biçimde karalanmış olan şeylermiş gibi? Yazmalarım bir şüphe, hatta bir küçümseme ekolü olarak adlandırılmıştır, ama ne mutlu kı, aynı zamanda bir cesaret ve hatta pervasızlık ekolü olarak da. Gerçekten de, ben kendim, hiç kimsenin bu güne kadar dünyaya, yalnızca şeytanın dönemsel bir avukatı olarak değil, ama aynı zamanda,teolojik olarak belirtmek gerekirse, her kırıntıya Tanrının düşmanı ve meydan okuyucusu olarak, böylesine derin bir şüpheyle baktığına inanmıyorum: ve her derin şüphenin kaynağından doğan sonuçlar hakkında, koşullandırılmamış her görüş farklılığının onun acısını yaşayanı kınadığı yalıtılmışlığa eşlik eden donukluk ve korkular hakkında bir tahminde bulunabilecek herkes, kendimden kurtulmak, kendimi adeta 1

İnsanca, Pek İnsanca - 1

geçici olarak unutmak için — her türden saygı veya düşmanlık veya bilgelik veya saçmalık veya aptallık içinde, ne kadar sık biçimde bir barınak aradığımı da anlayacaktır ve aynı zamanda niçin, ihtiyacım olan şeyi bulamadığımda, onu yapay biçimde bana görünmeye zorlamak, oldukça haklı olarak onu

kalıba dökmek ve icat etmek zorunda kaldığımı da (Şairler ne

zaman başka türlü yapmışlardır ki? Üstelik öteki türlü bunca sanat niçin dünyada varolacaktı ki?). Ama her defasında, iyileşmek ve kendimi yenilemek için en çok ihtiyaç duyduğum şey, bu şekilde davranan,şeyleri bu şekilde gören tek kişi olmadığım inancıydı; görmede ve arzulamada, başka biriyle akrabalığın ve benzerliğin etkileyici ama yine de güvenilmez içtenliği, arkadaşlığın getirdiği güven içinde erilen huzur, şüphenin ve soru işaretinin olmadığı karşılıklı bir körlük, önde görünenden ve yüzeylerden, yakında ya da en yakında olandan, rengi, kabuğu ve akla yatkınlığı olan her şeyden elde edilen haz. Bu anlamrda, belki de “sanatın” çeşitli türevlerine güvenmekle, kimi daha güzelsahtekârlık türlerine başvurmakla suçlanabilirim; örneğin, bilerek ve isteyerek, ahlaklılık hakkında çoktan netleştiğim bir zamanda, Schopenhauer'ın ahlaklılık karşısındaki kör iradesine gözlerimi kapattım; aynı şekilde, Richard Wagner'in iflah olmaz romantizmi hakkında kendimialdattım, sanki o bir son değil de bir başlangıçmış gibi; aynı şekilde Yunanlılar hakkında, aynı şekilde Almanlar ve onların geleceği hakkında -ki koca bir böylesine uzun aynışekildeler listesi olabilir mı?—- ama tüm bunların doğru olduğu ve haklı nedenlerle suçlanabileceğim dikkate alındığında, bu kendini korumanın ne kadar kurnazlık içerdiğini, böylesi bir kendini aldatmanın ne kadar akıl ve ne kadar yüksek bir uyanıklık içerdiğini siz nasıl bilirsiniz, nasıl bilebilirsiniz ve eğer kendime kendi dürüstüğüm lüksünü tanımaya devam edeceksem, daha ne kadar çok yalancılık talep ettiğimi? Yeter, hâlâ canlıyım ve ne de olsa hayat ahlaklılık tarafından icat edilmemiştir; hayat aldatma ister, aldatma sayesinde yaşar.. ama doğru değil mi? Ben, değme ahlaksız ve kuş avcısı olan ben, ahlaksızca, ahlakdışıca, iyinin ve kötünün ötesinde” konuşarak, her zaman yaptığımı yeni baştan yapmaya başlamıyor muyum? 2

Önsöz

2.

Böyle yapmam gerektiği zamanlardan birinde, kendim için,

İnsanca, Pek İnsanca başlıklı bu dokunaklı ve neşeli kitabı ada-

dığım “özgür ruhlar” icat ettim: böyle “özgür ruhlar” yoktur ve olmamıştır, ama daha önce de söylediğim gibi, korkunç şeylerin

(hastalık, yalnızlık, yabancılık, acedia,* eylemsizlik) tam ortasın-

da neşeli kalabilmek için o sıralar onların dostluğuna ihtiyacım vardı: kişinin gevezelik etmek ve gülmek istediği zaman, birlikte gevezelik edip gülebileceği ve canını sıktıklarında şeytana havale edeceği türden cesur dostlar ve hayaletler olarak, dost yoksunluğunun telafısı olarak. Böylesi özgür ruhların bir gün var olabilmesi, Avrupa'mızın kendi yarınlarının çocukları arasında böylesi canlı ve korkusuz dostlara, benim durumumdaki gibi, yalnızca birer hayalet ve bir münzevinin gölge oyunu olarak değil, fiziksel ve elle tutulur biçimde sahip olması: ben bundan şüphe duyan en son kişi olurum. Onların daha şimdiden, yavaş yavaş geldiklerini görüyorum ve eğer onların doğduklarını gördüğüm yazgıları, gelmekte olduklarını gördüğüm yolları önceden tanımlarsam, belki de gelişlerini hızlandıracak bir şey yapıyorumdur?

3.

İçinde bir tür “özgür ruh” bulunan bir ruhun günün birinde

mükemmel bir olgunluğa ve sevimliliğe ulaşmasının onuniçin belirleyici birolay,büyük bir devrim olacağı veonun daha önce köşesine ve sütununasıkıca bağlanmış olduğu ve sonsuza dek prangalanmış olarak göründüğü düşünülebilir. En sağlam biçimde bağlayan nedir? Parçalanmaları neredeyse imkânsız olan prangalar hangileridir? Üstün ve seçkin türden insanlar için, bu prangalar onların görevleridir: Gençlik için uygun olan o saygıyla eğilme, ezelden beri tapınılan ve değerli olanın huzurrundaki o utangaçlık ve kibarlık, içinden çıktıkları topraklara, kendilerini yöneten o ele ve tapınmayı öğrendikleri o kutsal yere duyulan o şükran; tam da onların en yüce anları onları en güvenli biçimde bağlayacak, en uzun süreli biçimde mecbur ede*

Acedia: (Lat) Uyuşukluk. (Çev.n)

3

İnsanca, Pek İnsanca - 1

cektir. Bu ölçüde bağlanmış olan insanların devrimi birdenbire gerçekleşir, adeta bir deprem gibi: gençlik ruhu birdenbire derindensarsılır, denetimden ve yerinden çıkar; ne olduğunu kendisi

de anlamaz.Bir dürtü (Antrieb) ve bir baskı (Andrang) adeta emre-

derek onu yönetir ve ona hâkim olur; ne pahasına olursa olsun, başka bir yere doğru yola çıkmak üzere bir istenç (Wille) ve arzu (Wunsch) uyanır; açığa çıkmamış bir dünyayailişkin yoğun ve tehlikeli bir merak onun tüm duyularında alevlenerek titreşir. “Burada yaşamaktansa ölmek daha iyidir” böyle der buyurgan ve ayartıcı ses ve bu “burası”, bu “kendini evde hissetme duygusu” bugüne kadar sevdiği tek şeydi! Sevdiğinden ani bir ürküntü ve kuşku, “görevini tanımlamış olana karşı şimşek gibi çakan bir küçümseme, asi, kaprisli, volkan gibi fışkıran bir yolculuk, uzak ülkeler, yabancılık, soğukluk, ılımlılık, donukluk arzusu, sevmekten nefret etme, belki de şu ana kadar taptığının ve sevdiinin gerisindekilere kirletici bir sarkıntılık ve bakış, belki de henüz yapılandan duyulan yakıcı bir utanç ve ayrıca böyle yapıldığı için sevinçten uçma, kazanılan zafere ihanet eden sarhoş, içsel, coşkun bir ürperti; zafer mi? Neye karşı? Kime karşı? Esrarengiz, kuşkulu, tartışmalı, ama yine deilk zafer; böylesine rezil ve acı verici şeyler büyük devrimin tarihine aittir. Ama bu, kendi kaderini tayin etme, kendi değerlerini yaratma gücünün ve iradesinin ilk patlak verişi, bu özgür irade, aynı zamanda, birilerine zarar verebilecek bir hastalıktır da: Özgürleşmişolanın, kurtulmuş olanın bundan böyle şeyler üzerindeki efendiliğini kanıtlamak için başvurduğu vahşi deneylerde ve ayrıksı davranışlarda ne kadar çok hastalık kendisini ifade eder! O haşin bir şekilde, tatmin edilmemiş bir şehvetle ortalıkta dolanır; ele geçirdiği her şey gururunun tehlikeli geriliminin gönlünü almalıdır; kendisini çeken her şeyi parçalar. Uğursuz bir gülüşle, herhangi bir utanç tarafından gizlenen ya da korunan herşeyin etrafında dolanır: Eğer kişi bu şeyleri tersine çevirirse nasıl göründüklerini araştırır. Desteğini şu ana kadar kötü bir şöhrete sahip olan

şeye yöneltmesi belki de keyfilik (Willkür) ve keyfiyetten duyu-

lan hazdır; belki de en çok yasaklanmış olanın etrafında meraklı ve kuşkucu bir şekilde dolanması. Bu etkinliğin ve dolanmanın gerisinde -çünkü o tıpkı bir çöldeymişçesine, durmadan ve amaçsızca yürür- çok daha tehlikeli bir merakın soru işareti 14

Önsöz

yatar. “Tüm değerleri tersine çeviremez miyiz? Yoksa iyi aslında kötü müdür? Yoksa Tanrı şeytanın bir icadı ve kurnazca bir oyunu mudur? Yoksa her şey son adımda yanlış mıdır? Ve eğer aldatılıyorsak, böylece bizler de aldatıcı değil miyiz? Bizler de aldatıcı olmamalı mıyız?” Böyle düşünceler onu her zamankinden daha öteye, her zamankinden daha uzağa sürükler. Yalnızlık, o korkutucu Tanrıça vemater saeva cupidinum," her zamankinden çok daha tehditkâr, boğucu,iç daraltıcı şekilde onu sarıp kuşatır; ama günümüzdeyalnızlığın (yalıtılmışlık) ne olduğunu kım biliyor?

4.

Bu hasta edici yalnızlık (yalıtılmışlık) ile, böylesi deneme yıl-

larının (Versuchs-Jahre) çölüyle bilginin bir aracı ve çengeli olarak hastalıkla bile dağılmayan olağanüstü, taşkın kesinlik ve sağlık arasında, bir o kadar da kalbin kendi -efendisi ve disiplini olan ve kişinin çok çeşitli ve karşıt düşünme yollarına sapmasına izin veren ruhun olgunlaşmış özgürlüğü arasında-—- ruhun bir şekilde kendisini kaybedebileceği, kendi yolunda gidiyorken bile, onlara âşık olabileceği, bir yerlerde bir köşede, zafer sarhoşu olarak oturmuş halde kalabileceği tehlikesini dışlayan içsel kavrayışlılık ve şımartılmış aşırı bolluk arasında, büyükbir sağlığın simgesi olan plastik,iyileştirici, taklit edici ve yenileyici güçlerin aşırılığı, özgür ruha deneyler için yaşamanın ve kendini maceraya sunabilmenin tehlikeli ayrıcalığını veren o aşırılık arasında hâlâ kat edilmesi gereken uzun bir yol var: Özgür ruhun başlıca ayrıcalığı olan maceraya kadar! Aradan uzun iyileşme yıllarının, çok renkli, çoğu zaman vakitsiz bir şekilde sağlık kılığına ya da maskesine bürünmeye cüret eden inatçı birsağlık istenci tarafından denetlenen ve dizginlenen acı verircesine büyülü dönüşümlerle dolu yılların geçmesi gerekebilir. Yolda, böyle bir yazgıya sahip

birinin daha sonra rikkat”* (his) olmaksızın anımsayamayacağı

bir orta aşama vardır: Soluk, zar zor görülebilen bir ışık ve güneş

mutluluğu onu bekler, kuş özgürlüğü (Vogel-Freiheit), kuş görüşü (Vogel-Umblick), merakın ve ince bir küçümsemeninbirleştiği üçün* *

Mater saeva cupidinum;(Lat) Tutkuların vahşi annesi. (Çev. n.) Rikkat: Yufkalık, incelik; merhamet, acıma. (Çev. n.)

15

İnsanca, Pek İnsanca — 1

cü bir şey. Bir “özgür ruh”; bu serinkanlı sözcük öylesi bir durumda insana iyi gelir, hatta Insanıısıtır. Kişi artık sevgiyle nefretin prangaları olmaksızın, 'evetsiz, 'hayır'sız, kendi iradesiyle, yakında ya da uzakta, tercihen uzaklara doğru süzülerek,sıvışarak, kanat çırparak, bir kez daha yükseklere ve ötelere doğru uçarak yaşar; ınsan, kendi altında olağanüstü bir bolluk görebilmiş olan herkes gibi hayretler içinde kalır ve kendileriyle ilgisi olmayan şeylerle ilgilenenlerin zıddı haline gelir. Aslında, özgür ruhun bundan böyle yalnızca, kendisini artık ilgilendirmeyen şeylerle —-ve artık pek çok şeyle!- uğraşması gerekir...

3.

İyileşme doğrultusunda bir adım daha: Özgür ruh bir kez daha

hayata yaklaşır, emin olabilmek için, yavaşça, neredeyse gönülsüzce, neredeyse güvensizce. Dahaısınır, eskiden olduğu gibi; duygu ve sempati derinlik kazanır, her tür eritici rüzgâr başından eser. Sanki gözleri ilk defa şimdi, yakında elinin altında olanı görmüş gibi gelir ona; şaşırmıştır ve sessizce oturmaktadır: Nerede

kalmıştı? Bu yakın ve diğer(öteki) şeyler: Ona ne kadar değişmiş

olarak görünüyor! Aradan geçen zaman içinde nasıl da ince bir doku ve büyülü bir hava kazanmışlar! Minnettarlıkla geriye bakar; minnettarlığı seyahate, kendi sertliğine, kendine yabancılaşmasına, uzak görüşüne ve soğuk tepeler üzerinde kuş gibi uçuşunadır. Narin, aptallaştırılmış bir aylak gibi hep “evde”, hep “kendi kendine” kalmamış olmasıneiyi! Kendisinin ötesine (dışına) geçmiştir: Bundan kuşku duyulamaz.Şimdiilk defa kendisini görüyor; orada ne sürprizlerle karşılaşacak! Daha önce eşi benzeri görülmemiş ne ürpertilerle! Bitkinlik, eski hastalık, iyileşme döneminde olsa bile, ne mutluluklarla! Marazı sessizlik içinde oturmak, çıldırmamak için sabretmek, güneşin altında uzanmak onu nasıl da mutlu ediyor! Kışın mutluluğunu ya da güneş ışınlarının duvardakı beneklerini kım onun kadar anlayabilir! Onlar, yolun yarısında bir kez daha yüzlerini hayata döndüren bu iyileşenler ve kertenkeleler dünyadaki en minnettar ve aynı zamanda en mütevazı hayvanlardır; aralarında hayatın geride bıraktığı patika yolun kenarında kısa bir şükran şarkısı (Loblied) söylemeden tek günün geçmesine izin vermeyenler vardır. Ve olanca ciddiyetle söylenir: Bu özgür 16

Önsöz

ruhların yaptıkları gibi hastalanmak,yeterince uzun bir süre hasta kalmak ve ardından giderek daha uzun sürelerle sağlıklı olmak, yani “daha sağlıklı” demek istiyorum,(eski idealistlerle iflah olmaz

yalancılar kanserli hastalardır bilindiği üzre) her türlü kötümserliğin (Pessimismus) gerçek dermanıdır. Bunda bilgelik (Weishett)

vardır, yaşamın bilgeliği, kişinin kendisine sağlığı bile uzunca bir süre yalnızca düşük dozlarla önermesinin bilgeliği.

6.

O zamanlar, hâlâ patırtılı, hâlâ değişken bir sağlıklılık tarafından yaratılan ani aydınlatma altında, büyük devrimin gizemi, O ana kadar onun belleğinde beklemiş olan karanlık, kuşkulu, neredeyse dokunulmaz bir gizem, özgür, her zamankinden çok daha özgür olan o ruha görünebilir. Uzunca bir süre boyunca, “Neden bu ayrılık?” “Neden bu yalnızlık?” “Bir zamanlar karşısında saygıyla eğildiklerimi reddetmek neden?” “Saygının kendisini de reddetmek?” “Bu sertlik, bu şüphe, kendi erdemlerime yönelik bu nefret neden?” diye sormayı göze alamamışsa da şimdi bunu yüksek sesle sormayı göze alır ve hatta cevaba benzer bir şey duyar. “Kendinin efendisi ve aynı zamanda erdemlerinin de efendisi olmalısın. Daha önce onlar senin efendilerindi; oysa onlar sadece senin diğer

araçların gibi birer araç (Werkzeuge) olmalıdır. Lehine ve aleyhine

olanlara hâkim olmalı ve yüksek amaçlarına göre onları yerinden çıkarıp sonra da geri asımayı öğrenmelisin. Her değer vermedeki perspektifsel öğeyi kavramayı öğrenmelisin; yerinden etme, saptırma ve ufukların görünüştekiteleolojisi ve perspektivizmleilgisi olan her şeyi. Ve aynı zamanda karşıt değerlerde ne kadar çok aptallık olduğunu, her leh Içın, her aleyh için nasıl da koca bir entelektüel bedel ödendiğini. Her leh ve aleyhteki zorunlu haksızlığı, insafsızlığı (Ungerechtigkeit), hayattan ayrılması mümkün olmayan haksızlığı, yaşamın kendisini de perspektif ve onun adaletsizliği tarafından koşullandırılmış olarak kavramayı öğrenmelisin. Her şeyden önce, adaletsizliğin (haksızlığın) her zaman en büyük olduğu yeri kendi gözlerinle görmelisin; yani, hayatın en küçük, en dar, en yoksul, en ilk yollardan geliştiğini ama yinedekendisini şeylerin amacı ve ölçüsü olarak kabul etmeyi engelleyemediğini, kendi varlığını koruma sevdasından,gizlice ve çirkince ve ara 17

İnsanca, Pek İnsanca — 1

vermeksizin ufalanıp gittiğini ve daha üstün, daha görkemli, daha zengin olan her şeyi kuşkuya düşürdüğünü; rütbe düzenini kurma sorununu ve gücün ve hakkın ve perspektif kavrayışlılıŞının nasıl beraberce doruğa çıktığını kendi gözlerinle görmelisin -melisin.” Yeter, özgür ruh hangi -“melisin”e itaat ettiğini ve ayrıca ne yapabileceğini artık biliyor, ilk defa şimdi; neyi yapmasına izin verildiğini...

1.

Bu şekilde, özgür ruh devrimin o gizemi hakkında kendisine bir cevap verir ve sonuçta kendi durumunu genelleştirip böylece kendi deneyimi hakkında bir karara varır. “Benim başımdan geçenler,” der kendi kendisine, “içinde cisimleşmek (beden kazanmak) ve 'dünyaya gelmek'i görev sayan herkesin başından geçmelidir.” Bu görevin gizli gücü ve zorunluluğu farkında olunmayan bir hamilelik gibi onun özgün (biricik) kaderini yönetecektir; o bu görevi fark edip ismini bilmeden çok önce. Kaderimiz olan yetenek, biz daha onu bilmeden bizden kurtulur; bu günümüzü düzenleyen gelecektir. Kendi sorunumuz olarak adlandırabileceğimiz sorununrütbe düzeni sorunu olduğu dikkate alındığında, ruhları özgürleştiririz: Bize karşı ayağa kalkmasınaizin verilmeden önce sorunun ne kadar hazırlığı, dolambaçlı(sapa) yolu, denemeyi, ayartmayı, maskeyi gerektirdiğini ve nasıl ilkin ruhlarımızda ve bedenlerimizde en çeşitli ve en çelişkili sıkıntı ve mutluluk durumlarını yaşamamız gerektiğini ancak şimdi, yaşamlarımızın gün ortasında anlıyoruz, “insan” denilen o içsel dünyanın maceracıları ve deniz gezginleri (Weltumsegler) olarak, aynı şekilde “insan” olarak

adlandırılan her “yüksek”in (Höher) ve her “üst üste”nin (Übereinan-

der) ölçücüleri olarak —-her yere dalarak, neredeyse korkusuzca, hiçbir şeyi küçümsemeden, hiçbir şeyi kaybetmeden, her şeyin tadını çıkararak, her şeyi rastlantısal öğelerinden arındırıp eskiden olduğu gibi eleyerek-— ta ki en sonunda ruhları özgürleştiriyoruz dememize izin verilinceye kadar: “Buyurun, yeni bir sorun!İşte, basamaklarında kendimizin oturduğu ve kendimizin tırmandığı uzun bir merdiven; bir zamanlar kendimiz olduğumuz bir merdiven! Burada daha yüksek (üstün), daha derin bir şey yatmaktadır, altımızdaki bir şey, muazzam biçimde uzun bir düzenleme, gör-

düğümüz bir rütbe düzeni:İşte.

18

Önsöz

8.

Biraz önce betimlenen gelişme içinde mevcut kitabın nasıl bir yere sahip olduğu (ya da yerleştirildiği) biran bile herhangi

bir psikologdan ve müneccimden (Zeichendeuter) gizli kalmayacak-

tır. İyi de günümüzünpsikologları nerelerde? Şüphesiz, Fransa'da; belki de Rusya'da; ama kesinlikle Almanya'da değil. Günümüz Almanlarının bundan şeref duymaları sebepsiz değil: Bu bakımdan Alman olarak yapılanmamış ve Alman haline gelmemiş biri için yeterince kötü. Bu Alman kitabı, geniş bir ülkeler ve halklar çeşitliliği içinde okurlarını nasıl bulacağını bilmiştir -yaklaşık olarak on yıldır yoldaydı-— ve utangaç yabancı kulakları (Awslânder — Ohren) dinlemeye sevk etmek için bir tür müzik ve flüt dinletisi icra etmeyi biliyor olmalıdır; yine de bu kitabın en aldırışsız biçimdeokunduğu ve kötü şekilde duyulduğu yer bizzat Almanyadır: Bu niye böyledir? “Çok talepkârdır,” denildiğini duydum, “bayağı yükümlülükler tarafından aşırı biçimde ezilmemiş insanlara hitap ediyor, kurnazca ve şımartılmış duyumsamalara çağrıda bulunuyor, aşırılık talep ediyor, zamanın aşırılığını, gökyüzünün ve yüreğin berraklığının, en gözü pek anlamda otiumun” aşırılığını: -Biz bugünün Almanlarının sahip olmadığı ve bu yüzden de veremeyeceği bütün güzel şeyler."— Böyle nazik bir cevabın ardından, felsefem banasessiz kalmamı ve artık soru sormamamı tavsiye ediyor; zira belli durumlarda, atasözünün” de işaret ettiği gibi, bizler ancak bu şekilde filozof olabiliriz, susarak. Nietzsche Bahar, 1886

Otium: (Lat.) Boş zaman (Çev. n.) “Si tacuisses, philosophus mansisses.” E&er konuşmasaydın,bir filozof olarak kalacaktın. Boethius, De consolatione philosophiae, 2, 7 (İnsanca, Pek İnsanca'yı Almanca'dan İngilizce'ye çeviren Garry Handwerk'in notu. |(G. Handwerk. nil The Complete Works ofFriedrich Nietzsche 3, Human All Too Human, Stanford University Press)

19

L BÖLÜM

İLK VE SON ŞEYLER ÜZERİNE"

K

1.

avramların ve hislerin kimyası. - Neredeyse her noktada, felsefi sorunlar bir kez daha iki bin yıl önce sahip oldukları biçimleri kazanıyorlar: Bir şey nasıl kendi karşıtından doğar, örneğin nasıl olur da rasyonel olandan irrasyonelolan, ölü olandan canlı olan, mantıklı olandan mantıkdışı olan, umursamaz düşünceden maksatlı arzu, egolzmden başkaları için yaşama, yanlıştan doğru çıkar? Metafızık felsefe şu ana kadar birinin diğerinden çıktığını yadsıyarak ve daha üstün bir değere sahip şeylerin mucizevi bir kökenden, doğrudan “kendi içindeki şey”in (Ding an sich) özünden ve aslından geldiklerini varsayarak bu zorluğu aşmaya çalışmıştır. Buna karşılık, tüm felsefi yöntemlerin en genci olan doğa bilimlerinden artık ayrı olarak düşünülemeyecektarih felsefesi ise, özel durumlarda (ki bu muhtemelen onun her durum için ulaşacağı sonuç olacaktır) halka özgü ya da metafizik görüşlerin alışılagelmiş abartısı dışında, hiçbir karşıtın bulunmadığını ve böylesi karşıtların temelinde bir muhakeme hatasının yattığını savunmuştur: Onun açıklamasına göre, dar anlamda söylemek gerekirse, ne bencil olmayan herhangi bir edim vardır ne de tamamen umursamaz olan herhangi bir düşünce; her ikisi de yalnızca, içlerindeki temel öğenin neredeyse buharlaşmış gibi göründüğü ve varlığını yalnızca en keskin gözleme gösterdiği birer yüceltmedir. - İhtiyacımız olan ve ancak şimdi, her bir bilimsel alanın mevcut aşamasında bize verilebilecek olan şey bir ahlakı, dinsel,

*

“Son Şeyler” (die letzten Dinge) 'eskalatogya'yı belirtir. (İnsanca, Pek İnsanca'yı İngilizce'ye çeviren Marion Faber'in notu. Human, All Too Human. Çevirenler: Marion Faber ve Stephen Lehmann, Penguin Books, 1994) .

23

İnsanca, Pek İnsanca — 1

estetik tasvirler ve hisler kimyasıdır, kültürün ve toplumun toptan ve perakende işlemlerinin (Gross- und Kleinverkehr) ortasında kendi içimizde, hatta yalnızlıkta bile, yaşadığımız tüm Oo uyaranlar gibi: Ya bu kimya, en görkemli renklerin, bu alanda da

köklerinden çekilip söküldüğü, hatta kumaşlarının aşağılandığı

sonucunaulaşırsa? Böyle araştırmaları sürdürmek isteyen çokkişi olacak mıdır? İnsanlık kökenler ve başlangıçlar hakkındaki sorunları aklından çıkarmaya bayılır: Kendi içimizde karşıt eğilimlerin izlerini bulduğumuzda neredeyse insanlık dışına çıkmamız gerekmez mi?

2.

Filozofların kalıtsal kusuru. - Tüm filozoflar işe bugünkü insanlardan başlayıp onları tahlil ederek amaçlarına ulaşmak gibi ortak bir hata yapar. İstemeden “insan”ın onların kendi gözleri önünde bir aeterna veritas" olarak, her türlü karışıklığın içinden aynı çıkan bir şey, şeyler için güvenilir bir ölçü olarak havada asılı kalmasına izin verirler. Ne var ki, filozofun insanlık hakkında iddia ettiği yegâne şey sonuçta, çok sınırlı birzaman diliminde insan hakkındaki tanıklıktan başka birşey değildir. Tarıhsel duyarlılık yoksunluğu tüm filozofların kalıtsal kusurudur”* (Erbfehler); hatta pek çoğu dikkatsizce insanların en yakın yapısını, belirli dinsel ve hatta siyasal olayların baskısı altında ortaya çıktığı gibi, kendisinden yola çıkmamız gereken sabit bir

biçim olarak kabul eder.İnsanlığın olmaya geldiğini, hatta bilme

yetisinin bile olmaya geldiğini öğrenmek istemiyorlar, hatta bir kısmı koca dünyayı bu bilişsel yetiden örmekte bile bir sakınca görmüyor. Oysa, insanın gelişiminde esas olan her şey ilk çağlarda, şu veya bu ölçüde aşina olduğumuz o dört bin yıldan çok önce cereyanetti; bu dört bin yıl içinde insanlık pekâlâ da fazlaca değişmemiş olabilir. Ama filozof günümüz insanında “içgüdüler” “

*

24

Aeterna veritas (Lat) Ölümsüz gerçek. (Çev. n.)

İrsi kusur, Nietzsche'nin uydurduğu Almanca sözcük olan “Erbfehler,” hem dinsel hem de daha düz bir “miras alınmış” ya da “doğuştan” anlamı vermek için, “ilk günah” anlamına gelenin “Erbsünde” sözcüğünün yerine kullanılmıştır. İG. Handwerk n.|

İlk ve Son Şeyler Üzerine görür ve bunların insanlığın değiştirilemez olgularına ait olduklarını ve bu yüzden de dünyayı genel olarak anlamak açısından bir anahtar işlevi görebileceklerini varsayar; tüm teleoloji, son dört bin yıldır insanın, öncesiz ve sonrasızlığı üzerine kuruludur. Dünyadakiher şeyin başlangıçtan itibaren doğal olarak yöneldiği sonsuz bir şey olarak bahsediş üzerine inşa edilmiştir. Halbuki, her şey olmaya gelmiştir: Hiçbir sonsuz olgu yoktur, tıpkı hiçbir mutlak doğrunun olmaması gibi. Bu yüzden, bundan böyletarıh felsefeciliğine ve onunla birlikte alçakgönüllülük erdemine ihtiyaç olacaktır.

3.

Göze çarpmayan gerçeklerin (hakikatin) değer-

lendirilmesi. - Güçlü yöntemler aracılığıyla ortaya çıkarılan küçük, göze çarpmayan gerçeklere, metafizik ve sanatsal çağlardan ve insanlardan kaynaklanan mutlu edici ve körleştirici hatalardan daha fazla değer vermek yüksek bir kültürün tipik özelliğıdir. Başlangıçta, insanlar birincisine dudak bükmüşlerdir, sanki hiçbir şey eşit bir gerekçeyle ikincinin karşısında ayakta kalamazmış gibi: Buradakiler son derece mütevazı, yalın, gösterişsiz, hatta neredeyse cesaret kırıcı, oradakiler ise son derece güzel, görkemli, sarhoş edici, hatta belki de coşturucu görünür. Fakat zahmetli bir şekilde elde edilen şey, kesin, uzun erimli ve böylece daha sonraki tüm bilgi için zengin sonuçlar doğuracak olan şey, yine de daha

üstün (yüksek) olandır. Ona tutunmak mertliktir ve kahraman-

lığı, sadeliği ve özdenetimi gösterir. Yalnızca birey değil, ama tüm ınsanlık, sağlam, uzun erimli bilgiye daha çok değer vermeye alıştığında ve ilhama ve gerçeklerin mucizevi mesajlarına duyduğu inancı tümüyle kaybettiğinde, aşamalı olarak bu mertliğe erişecektir. Güzel ve yüce olanı ölçen ölçüm çubuklarıyla biçimlere tapınanlar,” göze çarpmayan gerçeklere değer verişin ve bilimsel ruhun üstünlük kazanmayabaşladığı ılk aşamada, alay etmek için açıkçası yeterince neden bulacaklardır. Amasırf en yalın biçimin çekiciliğine kapatılan gözlerinin kilidi henüz açılmadığı için ya da bu ruhla ayağa kalkan insanlar uzunca bir süre tümüyle ve içsel *

Bilim insanlarına karşı sanatçılar ve estetler. (M. Faber n.

İnsanca, Pek İnsanca — 1

olarak o ruhla donanmış olımayacakları, böylece hâlâ düşünce-

sizce (daha da kötüsü, onlara artık pek değer vermeyen biri gibi)

eski biçimleri taklit edecekleri için. Daha önce ruh titiz biçimde düşünme yükümlülüğüaltında değildi; onun ciddiyeti sembolleri ve biçimleri abartmakta yatar. Bu değişti: Sembolik olana ilişkin o ciddiyet daha alt bir kültürün göstergesi haline geldi; sanatımız giderek daha entelektüel, duygularımız giderek daha tinsel hale geldikçe ve örneğin, kulaklarımıza hoş gelen şeyi şimdi yüz yıl öncesine göre oldukça farklı biçimde değerlendirmemizle birlikte, yaşamlarımızın biçimleri de giderek daha fazla tinsel hale gelmektedir, daha eski zamanların gözleriyle bakıldığında daha davetkâr olsalar da, amasırf içsel, tinsel bir güzellik ortamının sürekli olarak derinleştiğini ve genişlediğini ve canlı bir bakışın nasıl da hepimiz için en güzel yapıdan ya da en yüce yapımdan daha değerli olabileceğini görmek mümkün olmadığı için.

4.

Astroloji ve akrabaları. - Dinsel, ahlaki ve estetik duyarlılık nesnelerinin aynı şekilde yalnızca şeylerin yüzeyine

(Ober-flâche der Dinge) ait olması muhtemeldir, oysa insanlar en azından burada dünyanın özüne (das Herz der Welt) dokunduğu-

na inanmak ister; kendini aldatır, çünkü o şeyler onu öylesine derinden coşturup öylesine yoğun biçimde mutsuz eder ki. O bu yüzden astroloji alanındaki övünmenin aynısınısergiler. Zira astroloji yıldızlı gökyüzünün insanların kaderi etrafında döndüğüne inanır; ne var kı, ahlaklı kişi, yüreğine en yakın olan

şeyin aynı zamanda şeylerin de özü (Herz der Dinge) ve aslı olması

gerektiğini varsayar.

J.

Rüyaların yanlış anlaşılması. - İnsanlar ham, ilk

kültür çağlarında rüyalarında birikinci gerçek dünyayla karşılaştıklarına inanıyorlardı; tüm metafiziğin kökeni buradadır. Rüyalar olmasaydı, dünyanın bölünmesini gerektiren hiçbir neden olmayacaktı. Ruh ve beden arasındaki bölünme de aynı 26

İlk ve Son Şeyler Üzerine şekilde rüyalarailişkin en eski görüşlerle bağlantılıdır, tpkı ruhun bedensel bir biçime bürünebileceği varsayımı ve ondan kaynaklanan tüm hayalet inançlarının ve muhtemel Tanrılara duyulan

inancın da kökeni gibi. “Ölüler yaşamaya devam eder; çünkü onlar yaşayanlara rüyada görünürler”; kişinin binlerce yıl boyunca vardığı sonuç buydu.

6.

Bilimin bütünde değil, parçada güçlü olan ruhu.-Biliminayr,en küçük alanları tümüyle objektif olarak ele alınırlar; buna karşılık, bir bütün olarak değerlendirilen büyük, genel bilimler Ise şu soruyu sormamıza yol açar —açıkçası oldukça

öznel bir soru- ne için? Ne faydası var? Bu yararlılık (Nutzen) ilgi-

sinden dolayı, genel bilimler bir bütün olarak ele alındıklarında birer parça olarak ele alındıklarından daha kişisel olmayan biçim-

de değerlendirilir. Şimdi felsefede, tüm bilgi piramidinin (Wissens-

pyramide) doruğu olan felsefede ise, bilginin herhangi bir yararı olup olmadığı sorusu otomatikman ortaya çıkmaktadır ve herfelsefe farkında olmaksızın felsefeyeen yüksek yararlılığı atfetme niyeti taşır. Böylece tüm felsefelerde o kadar çok yüksekten uçan metafizik ve fiziğin görünüşteki önemsiz çözümleri için öylesine bir dehşet vardır ki; bilginin yaşam için arz ettiği önem mümkün olduğu kadar büyük görünmelidir. Bilimin tekil alanlarıyla felsefe arasındaki karşıtlık buradan kaynaklanır. Felsefe sanatın istediği şeyi, yani yaşama ve eyleme mümkün olduğu kadar derinlik vermek ister; birincisinde ise kişi bilgiyi bulmaya çalışır, daha fazla bir şeyi değil; sonuç ne olursa olsun. Bugüne kadar felsefenin elinde bir bilgi mazeretine dönüşmediği hiçbir filozof var olmamıştır; en azından bu noktada, en yüksek yararlılığın bilgiye atfedilmesi hususunda herkes iyimserdir. Onların tümü de mantığın zulmü altındadır: Mantık ise özü itibariyle iyimserliktir.

7.

Bilimdeki oyun bozucu. - Felsefe şu soruyu sormakla kendisini bilimden ayırmış oluyordu: İnsanların en mutlu biçimde yaşayabilmelerini sağlayacak dünya ve yaşam hakkındaki bilgi ne 27

İnsanca, Pek İnsanca — 1

tür bir bilgidir? Bu Sokratesçi okullarda gerçekleşti: Onlar gözlerini mutluluğa dikerek,bilimsel araştırmanın kan damarlarına düğüm attılar; bugüne kadar yaptıkları da budur.

8.

Doğanın pnömatik” (pneumatisch) açıklaması. — Metafizik, doğanın el yazısını adeta pnömatik olarak açıklar, tıpkı kilise ve onun bilginlerinin daha önce İncil'i aynı şekilde açıklamış olmaları gibi. Filologların tüm kitaplar için yarattıkları aynı türden daha çetrefil yorumları doğaya da uygulamak ciddi bir anlama çabasını gerektirmektedir: Çifte bir anlamın kokusunu almak ya da varsaymak için değil, yalnızca yazının ne kastettiğini anlamak maksadıyla. Fakat tıpkı, kitaplarda bile, kötü yorumların üstesinden hiçbir şekilde gelinmemiş olmasıve bizim hâlâ en Iyi eğitilmiş toplumlarda alegorik ve mistik yorumlarından arta kalan izlere sürekli tökezlememiz gibi, aynı şey —hatta çok daha kötüsü- doğa ıçın de geçerlidir.

9.

Metafizik dünya. - Doğrudur, metafizik bir dünya var olabilir; onun mutlak olasılığıyla (Möglichkeit) kolay kolay rekabet edilemez. Biz tüm şeyleri insan kafası aracılığıyla görürüz ve bu kafayı koparamayız; yine de, kafa gerçekten koparıldığında, dünyanın hangi kısmının hâlâ var olacağı sorusu cevaplanmamış olarak duruyor. Bu tümüyle bilimsel bir sorundur ve insanlar için hiç de gerçek bir kaygı değildir; fakat bugüne kadar metafizik varsayımları insanlar için değerli, korkunç, zevk verici kılan, böylesi varsayımları doğuran şey, tutku, hata ve kendini aldatmadır; tüm bilgi yöntemlerinin en iyisi değil, en kötüsü bize onlara inanmayı öğretmiştir. Bu yöntemlerin mevcut tüm dinlerin ve metafiziğin temeli olduklarını ortaya çıkardığımızda, ©

Pneuma: Antik Yunan düşüncesinde, hava, soluk ve nefes anlamına gelen Yunanca terim. Anaximenes'te evreni kuşatan hava anlamına gelen pneuma, Diogenes'te içimizdeki sıcak hava olarak ruhu tanımlamıştır. Arıstoteles'te hava anlamında kullanılan

pneuma, Stoacı düşüncedeise tin, güç ve yaratıcı ateş anlamına gelir. (Ed. n.)

İlk ve Son Şeyler Üzerine onları çürüttük.Diğer olasılık hâlâ var olmaya devam ediyor, ama mutluluğun, kurtuluşun ve yaşamın böylebir olasılığın örümcekli yivlerinden fışkırması şöyle dursun, bu olasılık hakkında bir şey yapmaya başlayamayız bile. Çünkü biz metafizik dünya hakkında onun ötekiliği, bizim için erişilmez ve kavranılmaz olan ötekiliği dışında hiçbir şey iddia edemeyiz; o negatif niteliklere sahip bir şey olacaktır. Böyle bir dünyanın varlığı mümkün olan en iyi şekilde kanıtlansa bile, onun hakkındaki her türlü bilgi şüphesiz ki hâlâ tüm bilgilerin en önemsizi olacaktır: Fırtına tehlikesiyle karşı karşıya olan denizci için suyun kimyasal bileşimine dair bilginin arz ettiği önemden bile daha önemsiz...

10.

Metafiziğin gelecekteki zararsızlığı. - Din, sanat ve ahlak, başlangıçta ve süreç boyunca metafizik müdaha-

lelerin (metaphysischer Einfritte) varsayımına sığınmadan onları

eksiksiz olarak kendimize açıklayabilmemiz Içın, ortaya çıkmaları bağlamında tanımlanır tanımlanmaz, tümüyle teorik olan “kendi içindekişey” ile “görünüm”(Erscheinung) problemine olan en güçlü ilgimiz yok olur. Çünkü nasıl olursa olsun: Din, sanat ve ahlakla bir-

likte, bizler “kendiiçindeki dünyanın özü” (Wesen der Welt an sich)

ile ilişkiye girmiyoruz; biz temsilin alanı içindeyiz, hiçbir “önsezi” bizi daha ileriye götüremez. Dünya hakkındaki izlenimimizin, dünyanın açığa çıkan özünden ne kadar farklı olduğu sorusunu tam bir sessizlik içinde fizyolojiye ve organizmalarla kavramların gelişimsel tarihine bırakacağız.

11.

Sozde bir bilim olarak dil. - Dilin kültürün gelişimi için arz ettiği önem, insanların diğerinin yanı başında kendilerine

ait yeni bir yeri (Ort), dünyanın geri kalan kısımlarını onun men-

teşelerinden söküp efendileri haline gelebilecekleri kadar sağlam kabul ettikleri bir yeri kurarken dili kullanmış olmaları olgusun-

da yatar. İnsanlar uzun zaman dilimleri boyunca birer aeternae

veritates”" gibi şeylerin kavramlarına ve isimlerine inandıkları sürece, kendilerini hayvanlardan daha üstün kabul etmelerini sağlayan onuru kendilerine ayırmışlardı: İnsanlar gerçekten dille *

Acternae veritates; (Lat) Ezeli ve ebedi gerçekler. (Çev. n.)

29

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

birlikte dünyanın bilgisine sahip olduklarına inanıyorlardı. Dile biçim verenler şeylere yalnızca isim verdiklerine inanacak kadar mütevazı değillerdi, tersine sözcükler aracılığıyla şeyler hakkındakien önemli bilgileri ifade ettikleri hayalini kuruyorlardı; dil esasen bilim mücadelesinin ilk adımıdır. En güçlü enerji kaynaklarını ortaya çıkaran şey, burada da, gerçeği bulmuş olma inancıdır. Dile inanmakla muazzam bir hata işledikleri çok sonraları -ancak ve ancak şimdi-— insanların aklına geldi. Neyse ki, o inanca bağımlı olan aklın gelişiminin tersine çevrilmesi için artık çok geç. - Mantık da gerçek dünyada hiçbir şeye tekabül etmeyen önkabullere dayanır; örneğin, şeylerin aynılığı, aynı şeyin farklı zaman boyutlarındakı özdeşliği varsayımına; ama bu bilim karşıt inançtan (böyle şeylerin gerçek dünyada hakikaten de var oldukları inancından) doğmuştur. Kişinin doğada hiçbir kesin çizginin, hiçbir gerçek dairenin, hiçbir mutlak çekimin bulunmadığını bilmesi durumunda kesinlikle ortaya çıkmayacak olan matematik için de aynı şey geçerlidir.

2.

Rüya ve kültür. - Beynin uykudan en çok zarar görenişlevi bellektir: yalnızca tamamen durmakla kalmaz, aynı zamanda, insanlığın ilk dönemlerinde, hatta gündüz ve uyanık haldeyken herkesin başına gelmiş olabileceği gibi, bir eksiklik durumuna geri

döndürülür." Keyfi ve muğlak (verwarren) olan bellek, en geçici

benzerliklerden hareketle sürekli olarak şeyleri birbirleriyle karıştırır; üstelik halklar aynı keyfilik ve muğlaklıkla kendi mitolojilerini oluşturmuşlardır ve hatta günümüzde bile seyyahlartipik bir şekilde yaban insanının unutkanlığa ne kadar eğilimli olduğunu, kısa bir bellek kullanımından sonra onun aklının nasıl bu şekilde sendelediğini ve sırf zayıflamadan ötürü nasıl yalan söyleyip saçmaladığını gözlemlemektedirler. Fakat rüya görürken hepimiz bu yaban insanına benzeriz; şeyleri tanımakta başarısız olma ve onları hatalı biçimde eşleştirme, rüyalarda yaptığımız ve sorumluları biz olan kötü çıkarımların nedenleridir: Böylece bir rüyayı açık bir şekilde anımsadığımızda, kendimizi korkuturuz, çünküiçimizde o kadar *



Krş. Freud, Düşlerin Yorumu. Bu çalışmanın beşinci baskısına yapılan bir ekte (1919) Freud, Nietzsche'nin rüya kavramından; insanın arkaik mirasına, “onda fiziksel olarak doğuştan var olana”ilişkin bilginin bir aracı olarak söz eder. İM. Faber ni

İlk ve Son Şeyler Üzerine çok aptallık saklıdır kı. Tüm rüya temsillerinin, onların gerçekliğine şartsız bir inancı önkoşul olarak gerektiren mükemmelaçıklığı bize yıne, halüsinasyonların olağanüstü sık olduğu ve zaman zaman tüm cemaatlere ve tüm halklara hâkim olduğu daha önceki bir insanlı$ın koşullarını anımsatmaktadır. Bu yüzden bizler uykuda ve rüyada daha önceki insanlığın derslerine bir kez dahaçalışırız.

13.

Rüyaların mantığı. - Biz uyuyorken,sinir sistemimiz çok çeşitli iç nedenlerin yarattığı sürekli hareketlilik hali içindedir, neredeyse tüm organlarımız salgılamakta ve etkin haldedir, kan gürültülü biçimde dolaşır, uyuyan kişinin pozisyonu tekil kol ve bacaklara baskı uygular, üzerine örttüğü yatak örtüleri duyumu değişik biçimlerde etkiler, mide sindirim yapmaktadır ve hareketleriyle diğer organları rahatsız eder, bağırsaklar etrafa doğru büküTüp kıvrılmakta, kafanın pozisyonu alışılmamış kas hareketlerine yol açmakta, pabuçlardan çıkarılmış olan ve tabanları yere basmayan ayaklar alışılmadık bir duygu yaratmaktadır, tıpkı bedenin farklı biçimde giydirilmesinin yaptığı gibi; bedende günlük olarak meydana gelen bu değişimler ve düzeyler, tüm sistemin düzenli olanın dışına çıkmasına, hatta beyin fonksiyonlarına ulaşılmasına neden olmaktadır: Böylece aklın şaşırması ve bu hareketliliğin nedenlerini araştırmasıiçin yüzlerce neden bulunmaktadır: Ancak rüyalar ortaya çıkan bu duyumların nedenlerinin araştırılması ve onların temsil edilmesidir, yani varsayılan nedenlerinin. Örneğin, ayaklarını iki şeritle bağlamış olan biri pekâlâ da rüyasında iki yılanın ayaklarına sarıldığını görebilir: Bu başlangıçta bir hipotezdir, ardından ona eşlik eden resimli bir temsıl ve ayrıntılama inancıdır: “Bu yılanlar, benim, yani uyuyan kişinin yaşadığı duyumların “causa'sı” olmalıdır” - Uyuyan kişinin aklı böyle bir yargıda bulunur. Böyle bir sonucun türetildiği kısa süre önceki geçmiş, harekete geçirilen fantezi sayesinde uyuyan kişiye sunulur. Böylece herkes deneyimlerinden hareketle, rüya gören kişinin nasıl da hızlı biçimde güçlü davetsiz sesleri, örneğin çalan *

Causa:(Lat) Neden, uydurma neden, bahane; özür, mazeret;iş, vazife; siyasal dava, parti, koşul, durum,hal; dava, tartışma konusu. (Ed. n.)

31

İnsanca, Pek İnsanca — 1

zilleri ya da ateş eden topları rüyasına kattığını, yani, rüya gören kişinin sonradan rüyasına nasıl bir açıklama getirdiğini, önce başlatıcı koşulları, ardından ses deneyimini yaşadığınıdüşündügünü bilir." Peki nasıl olur da rüya gören kişinin aklı hep yanlış tahminlerde bulunurken, aynı akıl uyanık olduğu zamanlarda öylesine ölçülü, öylesine dikkatli ve hipotezler karşısında öylesine kuşkucu olur? Nasıl olur da bir duyguyu açıklamak için mevcut olan ilk hipotez rüya görenin hemen onun gerçekliğine inanması için yeterli olur? (çünkü bizler rüya görürken, sanki bir gerçeklikmiş gibi ona inanırız, yani hipotezlerimizi tümüyle kanıtlanmış olarak kabul ederiz) - Bana göre: bugün insanların rüya görürken bazı sonuçlara varmaları gibi, binlerce yıl boyunca, insanlık u ya nık iken rüyalardan sonuçlar çıkarmıştır: Açıklanmayı gerektiren herhangi bir şeyi açıklayan ruhun aklına gelen ilk causa, onun için yeterliydi ve doğru olarak kabul ediliyordu. (Seyyahların hikâyelerine göre, ilkel insanlar günümüzde hâlâ böyle davranı-

yorlar.) Biz rüya görürken insanlığın ilk çağlarına ait bu kalıntı

kendisini içimizde icra etmeye devam eder, çünkü bu üzerinde daha yüksek bir aklın geliştiği ve halen de her insanda gelişmekte olduğu temeldi: Rüyalar bizi insan kültürünün uzak koşullarına geri götürür ve bize o koşulları daha iyi anlamamızı sağlayacak araçları verir. Rüya düşünmesi şu anda bizim için oldukça kolay çünkü insan gelişiminin muazzam dönemleri boyunca, aklımıza ilk gelen düşünce tarafından tam da bu fantastik ve indirimli açıklamalarla titiz bir şekilde talim edildik. Bu yüzden rüyalar, gündüzün düşünmenin üstün kültür tarafından belirlenen katı taleplerini karşılamak zorunda olan bir beynin sağlığına kavuşmasıdır. Anlamamız uyanık olduğundabile ilgili bir süreci, rüyaların kapı yolu ve holü olarak değerlendirilebilecek bir süreci doğrudan gözlemleyebiliriz. Eğer gözlerimizi kapatırsak, beyin, muhtemelen gün boyunca kendisini baskı altına almış olan tüm o ışık efektlerinin bir tür oyunsal ikincil görüntüsü ve tekrarı olarak, çok sayıda ışık ve renk taklidi üretir. Ancak anlama (düşlemle birleşmiş

olarak), kendiiçinde biçimsiz olan bu renk oyununu acele olarak

farklı şekillere, biçimlere, kır manzaralarına, canlandırılmış gruplara dönüştürür. Burada yaşanan asıl süreç bir kez daha sonuçtan *

32

Krş. Freud, Düşlerin Yorumu. s. 23-30 |M. Faber nl

İlk ve Son Şeyler Üzerine nedeni çıkarmaktır; akıl, bu ışık ve renk izlenimlerinin nereden geldiklerini sormakla, o şekillerin ve biçimlerin nedenler olduklarını varsayar; onları o renkleri ve ışıkları doğuran kaynak olarak değerlendirir, çünkü gündüz, gözler açıkken, akıl her renk ve her ışık izlenimi için başlatıcı bir neden bulmaya alışkındır. Böylece imgelem, görsel izlenimlerin gün esnasında üretiliş tarzlarını taklit ederek, durmadan akla imgeler sokmaktadır ki rüya imgelemi de tam olarak aynı şeyi yapar, yani, gerçek olmayan neden sonuçtan türetilmekte sonuçtan sonra algılanmaktadır: Tüm bunlar olağanüstü bir hızla gerçekleşir, öyle ki yargı tıpkı bir büyücüyü izliyormuşçasınaşaşırır ve ardıl bir şey eş zamanlı olarak görünebilir, hatta tersi bir sırayla gerçekleşebilir. Biz bu süreçlerden, çok daha katı mantıksal bir düşüncenin, nedenle sonucun çok daha güçlü bir algısının ne kadar geç geliştiği, oysa şimdi bile

us (Vernuft) ve zihin (Verstand) işlevlerimizin gayri keyfi olarak o

ilkel tümdengelim biçimlerine geri döndüğü ve yaklaşık olarak yaşamlarımızın yarısını o durum içinde geçirdiğimiz sonucunu çıkarabiliriz. Şair ve sanatçı da ruh halini ve zihinsel durumunu hiç de gerçek olmayan nedenlere bağlar. Bu öyle bir ölçekte yapılır ki, söz konusu nedenler bize daha eski bir insanlığı hatırlatır ve onu anlamamıza yardım eder.

14.

Tınlamalar. - Daha güçlü ruh halleri beraberlerindeilgili his ve ruh hallerinin bir tınlamasını getirirler; bunlar belleğimizi adeta çalkalar. Bir şeyi akla getirirler, bizi benzer durumlardan ve onların kaynaklarından haberdar ederler. Bu şekilde, bir alışkanlık olarak hızlı duygu çağrışımları ve düşünceler biçimlendirilir ki bunlar da nihai olarak, şimşek hızıyla birbirlerini izlediklerin-

de, artık karmaşıklıklar olarak değil, birlikler (Einheiten) olarak

duyumsanırlar. Bu anlamda, biz ahlaki duygulardan, dinsel duygulardan, sanki o duygular birliklerden başka bir şey değillermiş gibi söz ederiz; Gerçekte ise, onlar yüzlerce kaynağı ve kolu olan

akarsulardır. Her zamankigibi, burada da, sözcüğün birliği (Einheit des Wortes) şeyin birliği (Einheit der Sache) hakkında hiçbir güvence vermez.

İnsanca, Pek İnsanca — 1

15.

Dunyada içeri ve dışarı yoktur. - Demokritosun kavramları, herhangi bir anlam ifade etmedikleri sonsuz bir uzamın üstüne ve altına yerleştirmesi gıbı, filozoflar da aynı şekilde genel olarak “içeri” ve “dışarı” kavramlarını dünyanın özüne ve görünümüne göre genişletmişlerdir; onlar bizim derin duygularla içeride olanın derinliklerine indiğimizi, doğanın özüne daha çok yaklaştığımızı sanırlar. Fakat bu duygular ancak, derin olarak adlandırdığımız belirli karmaşık düşünce grupları, neredeyse fark edilmeksizin, düzenli olarak onlarla oluşturuldukları zaman derin olurlar; bir duygu,biz ona eşlik eden düşünceyi derin olarak kabul ettiğimiz için derindir. Ama derin bir düşünce yine de gerçekten bir hayli uzak olabilir, örneğin her metafizik düşüncenin gerçeklikten uzak olması gibi; eğer derin duyguya karışmış olan düşünce öğelerini ondan ayırırsak, geriye kalan şey duygunun gücüdür ve bu kendi gücü dışında bilgi bağlamında hiçbir şeyin güvencesini vermez, tıpkı güçlü bir inancın, inanılan şeyin gerçekliğini değil, yalnızca kendi gücünü kanıtlamasıgıbı.

16.

Görünü ve kendi içindeki şey. - Filozoflar kendilerini yaşamın ve deneyimin önüne -görünülerin dünyası (die Welt der Erscheinung) dedikleri şeyin önüne- koymaya düşkündürler, tıpkı ilk ve son kez örtüsü kaldırılan ve aynı olayları değiştirilmesı mümkün olmayan bir sabitlikle gösteren bir tablonun önünde olduğu gibi: Filozoflar bu tabloyu yaratmış olan varlık ve böylece her zaman görünümler dünyası için yeterli neden” olarak değerlendirilme eğiliminde olan kendi içindeki şey konusunda herhangi bir sonuca varabilmek için kişinin bu olayları doğru biçimde yorumlaması gerektiğini sanırlar. Buna karşılık, daha katı mantıkçılar, metafizik olan kavramını koşullandırılmamış olan ve böylece koşullandırmayan olarak tespit ettikten sonra, koşullandı-

rılmamış olan dünyayla (metafizik dünya) bizim bildiğimiz dünya ”

Bütün varlıkların, tüm nesnel gerçekliklerin bir varlık nedeninin olduğunu öne süren ontolojik ilke (Arı Usun Eleştirisi), A201 A783, B246, B811). Buna göre metafizik dünya, görünümler dünyasının varlığının açıklamasıdır. Schopenhauer'ın çok eski

bir makalesi(1813) “Yeterli Nedenİlkesi'nin Dört Katmanlı Kökü.” IM. Faber nl 34

İlk ve Son Şeyler Üzerine arasında her türlü bağlantıyı reddetmişlerdir: Böylelikle asıl görünümde kendi içindeki şey hiçbir zaman görünmez ve ikincisi hakkında birincisinden çıkarılan her türlü sonuç reddedilecektir.” Ne var kı, her iki taraf da soz konusu tablonun -biz insanların şu anda yaşam ve deneyim olarak adlandırdığımız şeyin- aşamalı olarak olmaya geldiği olasılığını, hatta, şu anda bile tümüyle

olmakta olduğunu ve bu yüzden yaratıcı (yeterli neden) hakkında

herhangi bir sonuca varmamıza, hatta böyle bir sonucu basitçe reddetmemize olanak veren sabit bir varlık olarak değerlendirilmemesi gerektiğini göz ardı etmiştir. Çünkü biz binlerce yıl boyunca dünyaya ahlakı, estetik ve dinsel taleplerle yaklaştık, kör bir eğilimle, tutkuyla ya da korkuyla ve mantıkdışı düşünmenin kötü alışkanlıklarıyla eğlendik, bu dünya adım adım böylesine harıkulade parlak, korkunç, derinlemesine anlamlı, duygulu oldu ve bizim rengimizi aldı; ama bizler renk verenler olduk; insan aklı görünümlerin görünmesini sağladı ve kendi hatalı görüşlerini şeylere de taşıdı. Geç, hayli geç kalmış olarak; kendine geliyor ve şimdi deneyim dünyasıyla kendi içindeki şey ona öylesine olağanüstü farklı ve ayrı olarak görünüyor ki ikincisi hakkında birincisinden herhangi bir sonuç türetmeyi reddediyor; ya da korkunç gizemli bir şekilde kendi aklımıza, kendi irademize teslim olmamızı talep ediyor: Öylelikle temelolana varabilmekiçin, biz temel

bir şey oöluyoruz.Öte yandan,başkaları bizim görünü dünya-

mızın -yani, entelektüel hatalardan örülüp ellerimize tutuşturulan dünyanın temsilinin- tüm tipik özelliklerini bir araya toplamışlar vesuçlu taraf olarak aklı itham etmek yerine,

şeylerin özünü dünyanın aslında varoluştan (Dasein) kurtuluşu Vaaz ettiği ve etmekte olduğu hayli esrarengiz niteliğin nedeni olmakla suçlamışlardır. Bir gün en yüksek zirvesi olarak nihayet

düşüncenin genetik tarihini (Entstehungsgeschichte des Den-

kens) kutlayacak olan aralıksız ve zahmetli bilimsel süreç, kararlı bir şekilde tüm bu kavramlara son verecek ve elde edeceği sonuç muhtemelen şu cümleyle yankılanacaktır: Şimdilerde bizim dünya dediğimiz şey, organık varlıkların genelgelişimi boyunca adım adım ortaya çıkan, büyüdükçe birbirine karışan ve şimdi tüm geçmişin birikmiş hazinesi olarak bize aktarılan çok sayıda hatanın ve fantezinin bir sonucudur; hazinedir çünkü bizim insanlığımızın *

Kantagönderme.(M. Faber ni

30

İnsanca, Pek İnsanca — 1

değeri ona dayanır. Kesin bilim, yüzlerce yılık duyumsama alışkanlığının gücünü temelden kıramadığı sürece, aslında bizi ancak küçük bir ölçekte bu temsil dünyasından kurtarabilir —ki zaten bu o kadar da istenilir bir şey olmayacaktır- ama oldukça aşamalı bir şekilde, adım adım, o temsil dünyasının başlangıcının tarihini aydınlığa kavuşturabilir ve en azından geçici olarak bizi tüm sürecin üstüne yükseltebilir. Belki de o zaman kendi içindeki şeyin bir Homeros gülüşüne” değdığını kabul edeceğiz: Bir hayli çok, hatta, her şeymiş gibi göründüğünü, aslında boş, yani anlamdan yoksun olduğunu.

17.

Metafizik açıklamalar. - Genç biri metafizik açıklamalara saygı duyar, çünkü bu açıklamalar onun tatsız ya da aşağılık bulduğu şeylerde hayli anlamlı olan bir şeye işaret ederler ve eğer soz konusu kişi kendisinden hoşnut değilse, eğer dünyanın eniçsel gizini ya da sıkıntısını kendi içinde bunca onaylamadığı şeyde kabul ederse, bu duygu yatışır. Kendisini daha sorumsuz hissetmek ve aynı zamanda şeyleri daha ilginç bulmak; bu onun metafiziğe borçlu olduğu çifte faydaya tekabül eder. Hiç şüphe yok ki, bu kişi daha sonra şeyleri metafizik aracılığıyla açıklama yöntemine güvenmemeye başlayacak ve ardından belki de aynı sonuçlara pekâlâ da farklı biçimde ve bilimsel olarak ulaşılabileceğini;fiziksel ve tarihsel açıklamaların en azından aynı ölçüde bir sorumsuzluk duygusuna yolaçtığını ve yaşama ve onun sorunlarına gösterilen ilginin belki de böylelikle daha güçlü bir şekilde tutuşturulduğunu kavrayacaktır.

18.

Metafiziğin temel soruları. - Günün birinde düşüncenin genetik tarıhi yazıldığında, seçkin bir mantıkçının aşağıdaki cümlesi yeni bir ışıkla aydınlatılmış olacaktır: “Özneyi bilmenin özgün, genel yasası her nesneyi kendiiçinde, kendi özü itibariyle, *

36

Homerosgülüşü Homeros'un asbestos gelos, “dindirilemez kahkaha” sözcesindenİlyada, kısım 1, 599 alınan yüksek sesli kulak tırmalıyıcı bir gülüş. İG. Handwerk n.|

İlk ve Son Şeyler Üzerine kendisiyle özdeş olan bir şey olarak ve bu yüzden özdenliolan, her zaman özü itibariyle aynı ve değiştirilemez olarak kalan şey olarak, kısacası, t0z olarak kavramanın içsel gerekliliğinden oluşur.” Burada “özgün” olarak adlandırılan bu yasa da olmaya gelmiştir: Bu eğilimin daha alt organizmalarda nasıl aşamalı olarak ortaya çıktığı, bu örgütlenmiş varlıkların zayıf görüşlü köstebek gözlerinin başlangıçta nasıl hep aynı şey dışında başka bir şey görmediği, ardından,çeşitli haz ve hoşnutsuzluk uyaranlarının nasıl daha çok göze çarpmaya başladığı, çeşitli maddelerin aşamalı olarak farklılaştığı, ama her birinin bir niteliğe, yani bu organizmayla tek bir ilişkiye sahip olduğu bir gün ortaya çıkacaktır. Mantığın ilk adımı, en iyi mantıkçıların belirlemelerine göre, özü inançtan oluşan yargıdır. Her türlü inancın temelinde ise duyumsamayı yaşayan özneye bağlı olarak haz ya da acı hissi yatar. Yeni, önceki iki tekil duyumsamanın sonucu olan üçüncü bir duyumsama en düşük biçimiyle yargıdır. Haz ve hoşnutsuzlukla olan ilişkisi dışında hiçbir şey başlangıçta biz organık varlıkları ilgilendirmez. Bizim bu ilişkiden haberdar olduğumuz anlar ve duyumsama durumları arasında, huzur ve duyumsamama anları yer alır, ardından dünyaya ve içindeki her şeye ilgisiz kalırız. Onlardaki hiçbir değişimi

fark etmeyiz (tıpkı şimdi bile zihni yoğun şekilde meşgul olan bir

kişinin birinin kendisini geçtiğini fark etmemesigibi). Bitkiler için normalde her şey huzurlu, sonsuzdur, her şey kendisiyle özdeştir. Özdeş şeylerin var olduğu inancı daha alt organizmalar

döneminden insanlara kalmıştır (€n yüksek bilimle öğrenilen

deneyim bu önermeyle çelişen ilk şeydir). En başından itibaren, organik olan her şeyin başlıca inancı belki de dünyanın geri kalan kısmının tek ve devinimsiz olduğu bile olmuştur. Başlangıçtaki bu mantık durumunun uzağına en çok düşen şey ise nedensellik (Causalitât) düşüncesidir; şimdi bile biz hâlâ tüm duyumsamaların ve eylemlerin tamamen özgür iradenin edimleri olduğunu düşünürüz; beş duyuyla algılanan birey kendisini gözlemlediğinde, her duyumsamayı, her değişikliği yalıtılmış, yanı koşullandırılmamış olan bir şey için, bağlantı olmaksızın kabul eder, daha önceki ya da daha sonrakişeylerle herhangı bir bağlantısı olmaksızın bizim içimizden doğar. Biz acıkırız, ama yine de organizmanın varlığını *

Afrikan Spir, Denken und Wirklichkeit: Versuch einer Erneuerung der kirtischen Philosophie (Leipzig, 1877), 2, 177. IG. Handwerk ni

37

İnsanca, Pek İnsanca — 1

sürdürme arzusunda olduğunu özellikle düşünmeyiz; bunun yerine, o duygunun kendisini herhangi bir dayanak ve amaç olmaksızın ileri sürdüğü, kendisini yalıttığı ve kendisini keyfi olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Bu yüzden iradenin özgürlüğü inancı, organik olan her şeyin, tıpkı kendi içinde var olan mantığın heyecanı kadar eski ve özgün bir hatasıdır; koşullandırılmamış tözler ve özdeş şeyler inancı da, organik olan her şeyin aynı ölçüde özgün ve eski bir hatasıdır. Ama tüm metafizik öncelikle töz ve irade özgürlüğü üzerinde yoğunlaştığı sürece, onu insanların temelhatalarıyla uğraşan ama bunu yaparken onlar temelgerçeklermiş gibi hareket eden bilim olarak tanımlayabiliriz.

19.

Sayı. -Sayı yasalarının keşfi ilk zamanlardan beri zaten baskın

olan bir hata, yani birkaç şeyin özdeş olabileceği (ki aslında özdeş şeyler yoktur) ya da en azından şeylerin var olduğu (ama “şey” yoktur) hatası temelinde gerçekleştirilmişti. Çokluk iddiası hep, birden

çok kez gerçekleşen bir şeyin var olduğunu önkoşul olarak gerektirir: Ama zaten hatanın etkili olmaya başladığı yer tam da burasıdır ve tam da bu noktada, var olmayan varlıkları, birlikleri icat ederiz. Uzam ve zaman hissimiz yanlıştır, çünküonlar, tutarlı bir şekilde incelendiklerinde, mantıksal çelişkilere düşmemize yol açarlar. Tüm bilimsel belirlemelerde her zaman kaçınılmaz olarak bir takım yanlış niceliklerle hesap yapmaktayız, ancak bu nicelikler en azından,tıpkı bizim uzam ve zaman anlayışımız gibi sürekli oldukları için, bilimin vardığı sonuçlar yine de birbirleri arasındaki ilişkilerde mükemmel bir katılık ve kesinlik kazanırlar; onlar üzerinde daha fazla şey inşa edebiliriz; hatalı temel varsayımların ve sürekli hataların atom teorisinde olduğu gibi, sonuçlarla çelişmeye başladıkları o nihai sona kadar. Bu noktada biz hâlâ, bir “şeyin”

ya da hareket ettirilen maddi bir “alt — tabaka”nın (Subsrats) varlı-

ğını farz etme zorunluluğu hissederken, tüm bilimsel prosedürler şeyimsi (maddi) olan her şeyi bölümlere ayırma hedefi gütmüşlerdir. Kendi duyumsamamızda, bu noktada da, hâlâ hareket eden şeyle hareket ettirilen şeyi birbirinden ayırıyor ve bu çemberin dışına çıkamıyoruz, çünküşeylere duyulan inanç antık çağlardan 38

İlk ve Son Şeyler Üzerine beri özümüze düğümlenmiştir. “Anlama yasalarını doğadan almaz, tersine onları doğaya dayatır”” diyen Kant'ın bu sözü, doğayla bağdaştırmamız istenen doğa kavramı bakımından tamamen

doğrudur (doğa < bir temsil, yani bir hata olarak dünya), fakat çok

çeşitli anlama hatalarını özetlemektedir. Sayı yasaları bizim temsilimiz olmayan bir dünyada hiçbir şeye uygulanamaz, bu yasaların ancak insan dünyasında bir geçerliliği vardır.

20.

Birkaç basamak geriye. - İnsanlar batıl inançların, dinsel düşüncelerin ve korkuların ötesine geçtiklerinde ve örneğın artık sevgili küçük meleklere ya da ilk günaha inanmadıklarında ve ayrıca ruhun kurtuluşu hakkında nasıl konuşulacağını unuttuklarında, bir birikim düzeyine, elbette yüksek bir birikim düzeyine ulaşılmış olacaktır. Eğer biri böyle bir kurtuluş aşamasındaysa, onun hâlâ metafiziğin üstesinden gelmesi gerekir ki bu da mevcut aklının olabilecek en yoğun kullanımını gerektirir. Ne var ki, bunun ardından, geriye dönük bir hareket gerekmektedir; söz konusu kişi böylesi düşüncelerin hem tarihsel hem de psikolojik gerekçelerini kavramalı, insanlığın en büyük kazanımlarının nasıl bunlardan çıktığını ve böyle geriye dönük bir hareket olmadığında, insanlığın bugüne kadar yarattığı en iyi sonuçlardan kendisini nasıl mahrum bırakacağını kabul etmelidir. Felsefi metafizik s6z konusu olduğunda, artık olumsuz hedefe (her

pozitif metafiziğin bir hata / yanılgı olduğu hedefi) ulaşmış olan

giderek daha çok insan görüyorum, fakat birkaç basamak geriye gidenler halâ birkaç kişi; kişi elbette merdivenin son basamağına dikkatle bakmalı ama ona basmayı arzulamamalıdır. En çok aydınlanmış kişilerin bile en ileriye gittikleri nokta kendilerini metafizikten kurtarmaları ve geriye dönüp metafiziğe üstünlükle bakmalarıdır: oysa, hipodromda olduğu gibi, burada da hâlâ yarış pistinin sonundan geriye dönmek gerekiyor. *

Immanuel Kant, Prolegomena, kısım 36. çev. Lewis White Beck (Indianapolis: BobbsMerril, 1950), 67. (G. Handwerkni

39

İnsanca, Pek İnsanca — 1

21.

Kuşkuculuğun muhtemel zaferi. - Kuşkucu başlangıç noktasını bir kez bile olsa kabullenelim: Başka, metafizik bir dünyanın olmadığını ve metafizikten alınan tüm açıklamaların bildiğimiz tek dünyaiçin kullanılamaz olduklarını farz ettiğimizde, ozaman insanlara ve şeylere ne tür bir açıdan bakacağız? Bunu kendimiz için düşünebiliriz ve bunu yapmak, Kantile Schopenhauer'ın metafizik hakkında herhangi bir şeyi bilimsel olarak kanıtlayıp kanıtlamadıkları sorusu bir tarafa bırakılsa bile, yararlıdır. Çünkü, tarihsel olabilirliğe göre, bu anlamda insanlık bir bütün ve genel olarak günün birinde kuşkucu hale gelecektir; bu yüzden soru şöyle devam eder: O zaman insan toplumu böyle bir inancın etkisi altında nasıl bir biçim kazanacaktır? Herhalde metafizik bir dünyanın var olup olmadığı hakkında bilimsel kanıt eldeetmek, ınsanlığın asla ona yönelik güvensizlikten kurtulamayacağı bağlamında daha baştan zordur. Metafiziğe güvenmediğimizdeise, bu genellikle sanki metafızık doğrudan çürütülmüş ve artık ona ıinanmamıza izin verilmiyormuş türünden sonuçlar yaratır. Metafizik olmayan insani bir yapı hakkındaki tarihsel soru her iki durumda da aynı şekilde kalmaya devam eder.

22.

“Monumentum adaere perennius”"” inançsızlığı. — Metafizik görüşlerden vazgeçmenin beraberinde getirdiği gerçek bir dezavantaj bireyin fazlaca dar biçimde kendi kısacık ömrünü göz önüne alması ve yüzlerce yıl ayakta kalacak kadar dayanıklı kurumlar inşa etme doğrultusunda güçlü bir dürtüye sahip olmaması olgusunda yatar; birey diktiği ağaçtan kendisi meyve toplamak ister ve bu yüzden yüzlerce yıl sürecek aralıksız bir bakımı gerektiren ve uzunca bir kuşaklar dizisine gölge sağlamaya yarayacak türden ağaçlar dikmek onun umurunda değildir. Çünkü metafizik düşünceler bizi, nihai, kesin temelin onlarda verildiği ve insanlığın gelecekteki tüm kuşaklarının bu temellere yerleşip onlar üzerinde yükseleceğine inanmaya yönelirler; birey, örneğin bir kilise ya da manastıra bağışta bulunmakla, kendi kurtuluşu*

40

Monumentum aere perennius: (Lat) Bronzdan çok daha uzun ömürlü bir anıt. Horati-

us Satyrler 330.1. İM. Faber ni

İlk ve Son Şeyler Üzerine nu hızlandırmış olur; yaptığı bu bağışın kendi hesabına alacak olarak kaydedileceğine ve ruhun sonsuz kurtuluşunda kendisine geri ödeneceğine, bunun kendi ruhunun kurtuluşu için çalışma kapsamına girdiğine inanır. Bilim de kendi sonuçlarına bu şekilde inanılmasını sağlayabilir mi? Aslında, bilim en yakın müttefikleri olarak şüpheye ve güvensizliğe ihtiyaç duyar; buna rağmen, karşı çıkılamaz olan gerçeklerin toplamı, yani kuşkuculuğun tüm firtnalarından ve her türlü parçalanmasından sağ çıkan gerçekler,

zaman içinde öylesine görkemli hale gelebilirler ki (Örneğin sağ-

lıktaki diyet ihtisası gibi) insanları “ebedi” işleri üstlenmeye sevk eder. Bu arada, bizim çalkantılarla dolu kısa ömrümüz, metafizik çağların derinden nefes alıp veren dinginliğiyle halâ fazlasıyla güçlü bir karşıtlık oluşturur, çünkü her iki zaman da hâlâ birbirinin çok yakınına yerleştirilmiştir; bireysel ınsanın kendisi de artık pek çokiçsel ve dışsal gelişimden geçer, yani kendisini, ilk ve son defa, ömrüne karşı kalıcı biçimde konumlandırmayı bile göze alır. Örneğin, kendisine bir ev yapınak isteyen tümüyle modern bir kişi, bunun, yaşayan bedenini bir mozolede gömmek istemekle aynı şey olduğu hissine kapılır.

23.

Mukayese çağı. - İnsanlar gelenekler tarafından ne kadar az kısıtlanırlarsa, dürtülerinin içsel hareketliliği de o ölçüde büyük olur ve bununkarşılığında halkların dışa yönelik hareketliliği, birbirine karışması ve çabalarının çoksesliliği de o ölçüde yoğun olur. Kendisini ve torunlarını kendi özgün yerine bağlama konusunda katı bir zorunluluk hisseden birileri hâlâ var mıdır? Kim herhangi bir şeyin kesin (streng) biçimde kısıtlayıcı olduğunu hissetmektedir ki? Tıpkı tüm sanat tarzlarının yan yana üremesi gibi, ahlaklılığın, geleneklerin ve kültürlerin tüm aşamaları ve biçimleri de yan yana ürerler. Böyle bir çağ, çeşitli dünya görüşlerinin, geleneklerinin, kültürlerinin onun içinde kıyaslanabilmesi ve yan yana yaşanabilmesi olgusuyla anlam kazanır; bu daha önce, her kültürün hâkimiyetinin her zaman yerelleştirildiği ve tüm sanatsal tarzların karşılıklı olarak belirli bir yer ve zamanla sınırlı olduğu dönemlerde mümkün değildi. Estetik duyguda yaşanacak bir yükseliş, kendilerini kıyaslamaya sunan bunca biçim içinde nihayet bir 41

İnsanca, Pek İnsanca — 1

karar verecektir, onlardan pek çoğunu -yani yüz çevirdiği tüm O biçimleri- yok oluşla baş başa bırakacaktır. Benzer şekilde, daha alt ahlaklılığı yıkmaktan başka bir amacı olmayan daha üstün bir ahlaklılığın biçim ve alışkanlıklarının seçimi şimdilerde gerçekleşiyor. Çağımız mukayese çağı! Bu onun gurur vesilesidir; ama haklı olarak aynı zamanda onun acı vesilesidir de. Bu acıdan korkmayalım! Bunun yerine çağın, altından kalkabileceğimiz en uzun vadeler için önümüze koyduğu görevleri anlamalıyız, ki gelecek kuşaklar bunun için bizi kutsayacaklardır; tekil halkların yalıtılmış, özgün kültürlerinin bir hayli ötesinde olduğu kadar mukayese kültürünün de ötesinde olduğunu bilen ama geriye dönüp her iki kültür tarzına da saygıyı hak eden antikiteler olarak bakacak olan gelecek kuşaklar.

24.

İlerleme olasılığı. — Antik kültür araştırmacısı ilerlemeye inanan insanlarla birlikte çalışmamaya yemin ederse, haklıdır. Çünkü antik kültür görkemini ve mükemmelliğini geride bırakmıştır ve tarih eğitimi kişiyi bu kültürün bir daha asla yenilenmeyeceğini kabul etmeye zorlar, bunu yadsımak hoş görülemez bir aptallığı ya da aynı ölçüde katlanılmaz bir hayalperestliği gerektirir. Ancak ınsanlar bilinçli olarak kendilerini yeni bir kültür doğrultusunda biraz dahailerletmeye karar verebilirler, oysa daha önce kültürlerini farkında olmadan ve rasgele geliştirmişlerdi. İnsanlar ortaya çıkmaları için, beslenmeleri, büyütülmeleri, eğitimleri için daha iyı koşulları yaratabilirler, yeryüzünü bir bütün olarak ekonomik temelde yönetebilirler, insanlığın güçlerini genel olarak birbirine karşı dengeleyip kullanıma sunabilirler. Bu yeni, bilinçli kültür, bir bütün olarak ele alındığında bilinçdışı hayvani ve bitkisel bir yaşama yol açan eski kültürü öldürür; ayrıca ilerlemeye güvensizliği de öldürür; ilerleme mümkündür. Şunu demek istiyorum: İlerlemenin zorunlu olarak sona ermesi gerektiğine inanmak patavatsızlık ve neredeyse saçmalıktır; peki, kişi ilerlemenin mümkün olduğunu nasıl reddedebilir? Tam tersine, antik kültür anlamında ve onun izlediği rotayı izleyen bir ilerleme kavranabilir bile değildir. Eğer romantik

fantezi de kendi hedefleri için (örneğin tekil bir halkın kendinden

42

İlk ve Son Şeyler Üzerine

menkul, özgün kültürüiçin) yine de “ilerleme”(Fortschritt) sözcüğünü

kullanmışsa, her koşulda bunun için geçmişten bir imge ödünçalıyor demektir; onun düşünüş ve hayal ediş tarzı bu alanda her türlü özgünlükten yoksundur.

2.

Özel ahlak ve dünya ahlakı. - İnsanlar Tanrı'nın

büyük ölçüde dünyanın kaderini belirlediğine ve insanlık yolundaki onca keskin kıvrıma rağmen, onları görkemli bir tarzda yönettiğine inanmaktan vazgeçtikleri için, artık kendilerine, tüm yeryüzünü kapsayacak evrensel hedefler belirlemelidirler. Eski ahlak, özellikle de Kant'ın ahlakı,” bireyden,kişinin herkesten beklediği davranışları talep eder. Bu güzel, naif bir şeydi, sankı herkes, hangi davranış biçimlerinin tüm insanlık için yararlı olduğunu, yani hangi davranışların arzu edilir olduğunu anında biliyormuş gibi; tıpkı serbest ticaret teorisi gibi, bu da kalkınmanın doğuştan gelen yasalarına uygun bir uyumun kendiliğinden ortaya çıkması gerektiğini varsayan bir teoridir. Herhalde insanlığın ihtiyaçları üzerine gelecekte yapılacak bir araştırma tüm insanların aynı şekilde davranmalarının hiç de arzulanır bir şey olmadığını, bunun yerine, evrensel hedefler lehine, özel ve hatta belirli koşullarda kötü görevlerin insanların tüm kesimlerine verilmesi gerektığıni ortaya çıkaracaktır. Her koşulda, eğer insanlık böylesibilinçli ve kapsamlı bir düzenleme aracılığıyla kendisini yıkmayacaksa, evrensel hedeflerin bilimsel bir ölçütü olarak, böyle bir bilginin daha önceki tüm düzeylerini aşan kültürün koşullarının bilgisi (Kenniniss der Bedingungen der Cultur) önceden keşfedilmelidir. Bu anlamda, gelecek yüzyılın büyük ruhlarını muazzam bir görev beklemektedir.

26. İlerleme olarak gericilik. (Reaction) - İnsanlığın

geçip gitmiş bir döneminin yeniden hokkabazlığını yapan ters, *

Kant'ın Pratik Usun Eleştirisi'ndeki(1788) kategorik zorunluluktan söz ediyor,7. böl: “Daima, davranış ilkelerin, evrensel bir davranış yasasının temeli olacak şekilde hareket et.” (M. Faber nl

43

İnsanca, Pek İnsanca — 1

güçlü ve coşkun amayine de gerici ruhlar (zurückgebliebene Geister),

eskiden olduğu gibi şimdi de ortaya çıkabilir. Onlar, karşı durdukları yeni eğilimlerin henüz yeterince güçlü olmadığının, bu eğilimlerde bir şeyin eksik olduğunun birer kanıtıdırlar, yoksa söz konusu eğilimler bu hokkabazlara karşı daha iyi bir direniş sergi-

lerlerdi. Örneğin Luther'in reform hareketi, onun yaşadığı yüzyılda,

ruhun özgürlüğünün tüm ateşleyicilerinin henüz muğlak, narin ve yeniyetme oldukları olgusuna tanıklık eder; bilim hâlâ kafasını kaldıramıyordu. Gerçekten de, koca Rönesans neredeyse yeniden karın altına giren erken bir ilkbahar gibi görünür. Ama bizim yüzyılımızda da, Schopenhauer'ın metafiziği bilimsel ruhun şu anda bile yeterince güçlü olmadığını kanıtladı. Böylece, tüm dogmaları uzunca bir süre önce yok edilmelerine rağmen, Hıristiyanlığın

ortaçağdaki tüm dünya görüşleri ve insanlık kavrayışları (Mensch

- Empfindung) bir kez daha Schopenhauer'ın öğretisinde yeniden dirilişini kutlayabilmiştir. Schopenhauer'ın öğretisinde güçlü bir bilim niteliği vardır ama bu nitelik onun felsefesine hâkim olmaz; bunun yerine, iyi bilinen, eski “metafizik ihtiyaç” hâkim olur. Duyumlarımızı zaman zaman, başka hiçbir yolun bizi böylesine kolayca götüremeyeceği dünyaya ve insanlara yeniden daha eski, güçlü biçimlerle yaklaşmaya zorlamış olması, şüphesiz ki Schopenhauer'dan edindiğimiz çok büyük ve paha biçilmez bir avantajdır. Tarihin ve adaletin buradaki kazanımı bir hayli büyüktür. Schopenhauer'ın yardımı olmaksızın, bugün hiç kimsenin kolayca Hıristiyanlığa ve onun Asyalı akrabalarına adil davranamayacagına inanıyorum; günümüz Hıristiyanlığını temel alarak bunu yapabilmek imkânsızdır. Ancak bu büyük adalet başarısından sonra, ancak biz Aydınlanma Çağı'nın beraberinde getirdiği tarihe yaklaşım tarzını son derece köklü biçimde değiştirdikten sonra, Aydınlanmanın bayrağını yeniden ileriye doğru taşıyabiliriz; üzerinde üç ismin yazılı olduğu o bayrağı: Petrarca,"” Erasmus ve Voltaire. Gericiliği ilerlemeye dönüştürmüş olurduk. *

Schopenhauer,İstenç ve Tasarım Olarak Dünya2, 1. Kitap, 17. böl: “İnsanın metafizik ihtiyacı üzerine.” |M. Faber ni

* Francesco Petrarca: (1304-1374)İtalyan düşünür. (Ed. n)

İlk ve Son Şeyler Üzerine

21.

Dinin yerine geçen. - Bir felsefeyi sıradan insanlara din yerine sunduğumuzda bu felsefe hakkında iyı bir şey söylediğimize inanırız. Aslında, geçici düşünce bölgeleri zaman zaman ruhani ekonomi (geistigen oekonomie) için gereklidir; böylece, dinden bilimsel görüşe geçiş şiddetli, tehlikeli, hakkında karşı tavsiyelerde bulunulmasını gerektiren bir sıçrayıştır. Kişi yukarıda yapılan övgüde buraya kadar haklıdır. Ama yine de aynı zamanda dinin tatmin ettiği ve felsefenin şu anda tatmin ettiği düşünülen ihtiyaçların değişmez olmadıklarını da nihayet öğrenmeliyiz; onları bile yaratıp sonrada yok edebiliriz. Örneğin, Hıristiyan ruhunun ıstırabını, içsel yoksunluğun iç çekişini ve kurtuluş kaygısını düşünün; tüm bunlar yalnızca aklın hatalarından kaynaklanan düşüncelerdir ve tatmin edilmeyi değil, ortadan kaldırılmayı hak etmektedir. Bir felsefe ya bu ihtiyaçları gidererek ya da onları ortadan kaldırarak yararlı olabilir; çünkü onlar biliminkilerle çelişen varsayımlara dayalı ve geçici olarak ortaya çıkan ıhtiyaçlardır. Burada bir geçiş yapabilmek için, duyguların yükü altında iki büklüm olmuş bir kalbi rahatlatmak için sanatı kullanmak çok daha iyidir; zira bu durumda o düşünceler metafizik felsefeye oranla sanattan çok dahaaz besleneceklerdir. Sanattan işe başlamakla, daha sonra çok daha kolay bir şekilde gerçek anlamda özgürleştirici olan felsefi bir bilime geçiş yapabiliriz.

28.

A fişe (Verrufene) sözcükler. - Cılkı çıkmış usandı-

rıcı sözcüklere, iyimserliğe ve kötümserliğe” son! Çünkü onları kullanmanın giderek daha az nedeni kalıyor; yalnızca gevezeler hâlâ onları kaçınılmaz olarak zorunlu görüyorlar. Öyle ya, eğer tüm dünyaların en iyisini yaratmış olması gereken bir Tanrıyı savunmak zorunda değilse ve eğer bizzat kendisinin iyilik ve mükemmellik olduğunu varsayıyorsa, yeryüzündeki herhangi bir

insan niçin bir iyimser olmak istesin ki? Üstelik düşünebilen han-

gi insan hâlâ bir Tanrı hipotezini talep etmektedir? Yine de eğer Tanrı'nın savunucularını, teologları ya da teoloji yapan filozofları *

Schopenhauer'a bir gönderme (M. Faber nl)

45

İnsanca, Pek İnsanca — 1

kızdırmaktan ve kötülüğün yönettiğini, hoşnutsuzluğun hazdan daha önemli olduğunu, dünyanın baştan savma yapılmış bir eser, kötü bir yaşam iradesinin göstergesi olduğunu savunan karşıt iddiayı zorla ileri sürmekten özel bir zevk almıyorsak, kötümser bir inanç için de herhangi bir neden bulunmamaktadır. Ama günümüzde -teologlar dışında- kim hâlâ kafasını teologlarla yormaktadır? Her türlü teoloji ve ona karşı verilen mücadeleden ayrı olarak ele alındığında, en iyi ya da en kötü şöyle dursun, dünyanın iyi ve kötü olmadığı ve bu “iyı”ile “kötü” kavramlarının yalnızca ınsanlar bağlamında bir anlam kazandığı, hatta burada bile genel olarak alışık oldukları tarzda gerekçelendirilmedikleri açıktır: Her koşulda, hem dünyayı lanetleyen görüşten hem de onu göklere çıkaran görüşten vazgeçmeliyiz.

29.

Çiçek kokusuyla sarhoş olanlar. - İnsanlık denilen

geminin, yük yüklendikçe yüzebileceği derinliğin daha da arttığını sanırız; kişi ne kadar derinden düşünürse, o kadar ince hissedeceğine, kendisine daha yüksek bir değer vereceğine, diğer hayvanlarla arasındakı mesafenin daha çok açılacağına inanırız; ne kadar çok bir dâhi olarak görünürse dünyanın özüne ve onun hakkındaki bilgiye o kadar çok yakınlaşmış olacaktır ve aslında bunu bilim aracılığıyla yapar ama dini ve sanatı aracılığıyla yaptığını sanır. Bunlar, kesin bir şekilde söylemek gerekirse, dünyanın çiçekleri arasındadır ama hiçbir şekilde dünyanın köküne gövdeden daha yakın değillerdir, herkes öyle yaptıklarına inansa da şeylerin özünü daha iyi anlamamızı hiç de sağlamamaktadırlar. Hata insanları derin, hassas, din ve sanat gibi çiçekleri öne çıkaracak kadar yaratıcı hale getirmiştir. Saf bilgi bunu yapacak bir konumda olamazdı. Dünyanın özünü bize ifşa edebilecek herhangi biri olabilecek en can sıkıcı düş kırıklığını yaratmış olacaktı. Anlam bakımından böylesine zengin, derin ve harika olan, bağrında mutluluğu ve mutsuzluğu taşıyan dünya, kendi içindeki şey dünyası değil, temsili olarak (hata olarak) var olan dünyadır. Bu sonuç dünyayı mantıklı şekilde yadsıyan, daha da önemlisi, kendi karşıtıyla olduğu 46

İlk ve Son Şeyler Üzerine kadar, dünyanın pratik bir doğrulanmasıyla da kolayca birleşebilen bir felsefeye yolaçar.

30.

Sonuçlara varmaktaki kötü alışkanlıklar. -İnsanlar tarafından en hatalı biçimdeulaşılan sonuçlar şunlardır: Bir şey vardır, bu yüzden öyle yapma hakkına sahiptir. Bir şeyin amaçsallığı burada onun varlığını sürdürebilirliğinden, meşruluğu ise onun amaçsallığından türetilmektedir. Böylece bir düşünce bizi mutlu etmektedir, öyleyse o düşünce kendi içinde iyi ve doğrudur. Burada biz iyı, mutlu edici yüklemini, yararlı olan anlamında, sonuca atfediyoruz ve ardından nedeni, mantıksal olarak geçerli

olan (Logisch-Gültigen) anlamında, aynı iyi yüklemiyle donatıyoruz.

Bu önermelerin tersi ise şu şekilde devam eder: Bir şey kendisini kanıtlayamaz, savlayamaz, öyleyse yanlıştır. Sonuçlara böyle ulaşma tarzının yanlışlığını yeterince sık biçimde bilen ve bunun sonucundan mustarip olan özgür ruh, çoğu zaman, doğal olarak genel sonuçlar kadar hatalı olan karşıt sonuçlar çıkarma dürtüsüne teslim olur: Bir şey kendisini kanıtlayamaz, öyleyse iyidir; bir düşünce sıkıntı yaratır, rahatsız eder, öyleyse doğrudur.

31.

Mantıksız olma gerekliliği. - Mantıksız olmanın ınsanlar için gerekli olduğu ve iyi olan pek çok şeyin mantıksızlıktan doğduğu bilgisi, bir düşünürü çaresizlik içinde bırakabilecek şeylerden biridir. Bu yaklaşım tutkularda, dilde, sanatta, dinde ve genel olarak hayata değer veren her şeyde öylesine sabit hale gelmiştir ki, bu güzel şeylere onarılamaz bir zarar vermeden bu yaklaşımı ortadan kaldıramıyoruz. Ancak pek naif insanlar insan doğasının saf biçimde mantıksal olan bir şeye dönüştürülebileceğine inanırlar; ama eğer bu hedefe yönelik tahminlerin bir derecesi olsaydı, yol boyunca ne kadar çok şey kaybedilecekti! Zaman zaman, en rasyonel kişi bile bir kez daha doğayı, yani kendisinin şeyler karşısındaki özü itibariyle mantıksız tutumunu ister. 47

İnsanca, Pek İnsanca — 1

32.

Adaletsiz olma gerekliliği." - Yaşamın değeri hakkındaki tüm yargılar mantığa aykırı bir şekilde geliştirilmiştir ve bu yüzden adıl değildir. Yargının kirliliği birinci olarak, verilerinin sağlanış tarzından, yani yarım oluşlarından,ikinci olarak, bu verilerden toplamın çıkarılış tarzından, üçüncü olarak, her tekil veri parçasının bir kez daha arıtılmamış bilginin bir sonucu olması, hem de tümüyle zorunlu bir şekilde olması olgusundan kaynaklanır. Örneğin,bize ne kadaryakın olursa olsun, bir kişiyle sahip olunan deneyim miktarı hiçbir zaman bize,o kişi hakkında topyekün bir değerlendirmede bulunmanın mantıki hakkını verecek kadar tam olamaz; tüm değerlendirmeler yarımdır ve öyle olmak zorundadır. Ve nihayet, kendi varlığımızı ölçerken kullandığımız standart, değişmez bir yapıya sahip değildir, farklı ruh halleri ve dalgalanmalar yaşarız, oysa kendimizle herhangi bir şey arasındaki ilişkiyi adilane bir şekilde değerlendirebilmemiz için kendimizi sabit bir standart olarak bilmemiz gerekir. Herhalde tüm bunlardan hiçbir yargıda bulunmamamız gerektiği sonucu çıkar; keşke değerlendirmede bulunmadan,iticilik ve çekicilik olmadan yaşayabilseydik! Çünkü her türlü iticilik bir değerlendirmeyle bağlantılıdır, tıpkı her türlü çekicilik gibi. Yararlı olanı istediğimiz ve zararlı olandan kaçındığımız duygusu olmaksızın,bir şeye yönelme ya da bir şeyden uzaklaşma, hedefin değeri hakkında bir tür değerlendirmeyi bilmeksizin bir şeye yönelim insanlar arasında yoktur. Bizler başlangıçtan itibaren mantıkdışıyız ve bu yüzden adaletsiz varlıklarız veşunu kabul edebiliriz: bu, varoluşun en büyük ve en açıklanmaz ahenksizliklerinden biridir.

33.

Hayat hakkındaki yanılgı hayat için gereklidir. - Hayatın değeri ve önemi hakkındaki her inanç arınmamış düşünüş (unreinem Denken) tarzına dayanır; o ancak insanlığın genel yaşamına ve acılarına duyulan sempatinin bireyde çok zayıfbiçimde gelişmesi sayesinde mümkündür. Genelde gerçekten kendilerinin ötesinde düşünen en nadır insanlar bile bu genel yaşamı değil, *

48

Kış. Nietzsche'nin David Strauss hakkındaki yazısı(1873), Çağa Aykırı Düşünceler'in birincisi. İM. Faber n.

İlk ve Son Şeyler Üzerine yalnızca onun sınırlı parçalarını dikkate alırlar. Eğer dikkatimizi öncelikle istisnalara, yani daha üstün yeteneklere ve saf"ruhlara demek istiyorum, yöneltmeyi anlarsak, eğer onların ortaya çıkışını dünyanın tüm gelişiminin hedefi olarak kabul eder ve onların etkinliklerine katılırsak, o zaman yaşamın değerine inanabiliriz, çünkü böylece diğer insanlara tepeden bakıyoruzdur; bu yüzden arınmamış olarak düşünüyoruz. Benzer şekilde, eğer gerçekten de bakışlarımızı tüm insanlara yöneltir ama onlardaki yalnızca bir dürtü sınıfını, daha az egoistçe olan dürtüleri dikkate alırsak ve bunları diğer dürtülerle bağlantılı olarak gerekçelendirirsek; o zaman bunun karşılığında, bir bütün olarak insanlıktan bir beklentimiz olabilir ve o beklenti ölçüsünde hayatın değerine ınanabiliriz, bu yüzden, bu durumda da, bunu düşüncenin arınmamışlığıyla yaparız. Ama ne şekilde hareket edersek edelim, bu davranışımız itibariyle insanlar arasında bir istisnayız. Ne var ki, çoğu insan ciddi bir yakınmada bulunmadan hayata katlanır ve böylece varoluşun değerine inanır, özellikle de onların her biri yalnızca kendi yaşamını arzulayıp onayladığı ve o istisnaların yaptığının tersine kendisinin dışına adım atmadığı için; istisnaların kendileri dışındaki her şey onlar için ya dikkate değer değildir ya da en iylihtimalle soluk bir gölgedir. Böylece, sıradan, gündelik kişi için hayatın değeri yalnızca onun kendisini dünyadan daha önemli olarak kabul etmesinde yatar. Eksikliğini yaşadığı büyük bir hayal gücü yoksunluğu onu diğer varlıklarla empati içine giremeyecek hale getirir ve böylece o onların kaderlerine ve acılarına mümkün olduğu kadar az ortak olur. Buna karşılık, böyle şeylere gerçekten ortak olabilecek herhangi birinin, hayatın değerinden umudunu kesmesi gerekecektir; eğer insanlığın topyekün bilincini kendi içinde algılamayı ve hissetmeyi başarabilmişse, varoluşa lanetler yağdırarak çökecektir; çünkü insanlık bir bütün olarak hiçbir amaca sahip değildir ve sonuç olarak birey çaresizlikten başka, tüm süreci değerlendirerek kendisini teselli edecek ve kendisine güç verecek hiçbir şey bulamaz. Eğer birey tüm bu yaptıklarıyla insanlığın nihai amaçsızlığına bakıyorsa, onun kendietkinliği kendi gözünde beyhude bir çaba niteliği kazanacaktır. Ama kişinin ”

Buaforizma Nietzsche'nin, Karl Eugen Dühring'in Der Wert des Lebens einer heroischen Lebensauffassung (1865) (Destansı Anlamda Yaşamın Değeri) adlı eserine notlarından çıkmıştır. İM. Faber nl

49

İnsanca, Pek İnsanca - 1

kendisini (yalnızca bir birey olarak değil) tıpkı doğanın boşa harcanan en güzel çiçekleri kadar boşa harcanmış insanlık gibi hissetmesi, tüm duyguların ötesinde bir duygudur. Ama kim bunu hissedebilecek yetenektedir? Elbette yalnızca bir şair ve şairler kendilerini nasıl teselli edeceklerini her zaman bilirler.

34.

Güven verme adına. - Peki ama felsefemiz böylece bir trajediye dönüşmeyecek midir? Gerçek (Hakikat), hayatın ve daha iyi şeylerin düşmanı haline gelmeyecek midir? Ağır bir sorunun

dilimizin ucuna geldiği ama yine de işitilir olmak istemediği anla-

şılıyor. Bilinçli olarak gerçekdışılık içinde kalabilir miyiz kalamaz mıyız? Ya da, eğer bunu yapmalıysak,o zaman ölüm daha tercih edilebilir olur mu olmaz mı? Çünkü artık yapacaksın

(sollen) yoktur; ahlaklılık, bir Yapacaksın olduğu sürece, din tarafın-

dan olduğu kadar, bizim şeylere yaklaşım tarzımız tarafından da ciddi bir yıkıma uğratılmıştır. Bilgi ancak hazzı ve hoşnutsuzluğu ve dürtüler olarak var olmaya devam eden yararlılığı ve zararı sağlayabilir; iyi ama bu dürtüler gerçeklik anlayışıyla nasıl uzlaşacaklardır? Hata bu dürtülere de dokunmuştur(çekicilik ve iticilik ve onların oldukça adaletsiz ölçümleri, daha önce de dediğim gıbı,

bizim hazzımızı ve hoşnutsuzluğumuzu belirlemektedir). Tüm

ınsan yaşamı boğazına kadar gerçekdışılığa batmıştır; birey kendi geçmişine derin bir öfke duymaksızın, onur, saçmalık gibi mevcut dürtüleriyle buluşmaksızın ve kendisini geleceğe ve oradaki bir takım mutluluklara doğru iten tutkulara yönelik küçümsemesine ve teessüfüne karşı çıkmaksızın, o yaşamı bu kuyudan çekip çıkaramaz. Kışisel bir sonuç olarak çaresizliğe ve teorik bir sonuç olarak da bir yıkım felsefesine tekabül edecek yalnızca tek bir düşünüş tarzının geriye kalacağı doğru mudur? Ben bilginin ne tür yan etkilere yol açağını belirlemekteki en sonuca götürücü faktörün bir kişinin mizacı olduğuna inanıyorum; tanımlanmış olandan farklı olan, şimdikine oranla etkilerden daha çok arındırı!mış çok daha sade bir yaşamı doğuracak olan bireysel yapılar için bir yan etkiyi aynı kolaylıkla tasavvur edebilirim: Böylece daha yoğun bir arzu tarafından yaratılan eski dürtüler başlangıçta hâlâ eski, miras alınmış alışkanlıkların gücüne sahip olmalarına rağ0

İlk ve Son Şeyler Üzerine men, arındırıcı bir bilginin etkisi altında giderek daha güçsüz hale geleceklerdir. Bizler nihayetinde insanlar arasında ve kendimizle yaşayacağız, tipkıdoğadaymışçasına, övgü, kınama veya aşırı heves olmaksızın veya bir oyun oynuyormuşçasına, daha önce bizi yalnızca korkutmuş olan pek çok şeyi görüp bayram edercesine. Vurgu" yapmaktan kurtulmuş olacağız ve yalnızca doğa olmadıgımız ya da doğadan daha fazla bir şey olduğumuz doğrultusundaki azap verici düşünceye artık kapılmayacağız. Açıkçası, dediğim gibi, bunun için iyi bir mizaca ihtiyaç olacaktır, kalıcı, ılımlı ve özü lübariyle şen bir ruha, muzipliklere ve ani patlamalara karşı nöbet tutmak zorunda olmayan ve ifade biçimleri arasında hiçbir yakınma teması ya da somurtkanlık, uzun zamandır zincire vurulmuş yaşlı köpeklerin ve insanların o tanıdık,sıkıntı verici özellikleri bulunmayan bir ruh haline ihtiyaç vardır. Bunun yerine, kendisine vurulan sıradan yaşam zincirlerinin, onun yalnızca daha iyi bilmek için yaşamaya devam etmesini sağlayacak denli uzaklara savrulduğu biri, pek çok şeyden, esasen başkaları için bir değeri olan neredeyse her şeyden, kıskanma ve kızgınlık olmaksızın, vazgeçebiliyor olmalıdır; insanlar, gelenekler, kurallar ve şeylerin geleneksel değerleri üzerindeki o özgür, o korkusuz uçuş böyle bir kişi içın en arzu edilebilir durum olarak yeterli olmalıdır. Bu durumun sevincini paylaşmaktan memnundur ve muhtemelen paylaşacak başkaca hiçbir şeyi yoktur, ki burada, itiraf etmek gerekirse,bir başka yokluk, bir başka vazgeçme yatmaktadır. Ama eğer yine de ondan daha fazla şey istersek, anlamlı bir edayla yüzünü kardeşine, özgür eylem adamına çevirecek ve muhtemelen küçük bir alay kırıntısını gizlemeyecektir, çünkü onun “özgürlüğü” oldukçafarklı bir şeydir.

*

Almancametinde vurgu muhtemelenkişinin söylediğinden dahafazlasını kastetmesi bağlamında retorik bir anlamda ya da “görünümdenibaret” biçimindeki daha ileri Yunanca anlama göndermede bulunmak üzere kullanılmıştır. (G. Handwerk n.

ol

II. BÖLÜM

AHLAK DUYGUSUNUN TARİHİ ÜZERİNE

30.

Pp sikolojik gözlemin avantajları. - İnsanca, pek ınsanca şeyler üzerindeki o derin düşünme -ya da şu bilgili sözcedeki gibi psikolojik gözlem— yaşamın yükünü hafifletmemizi sağlayan araçlardan biridir, bu sanatın uygulanışının ZOr anlarda bize serinkanlılık ve sıkıcı ortamlarda eğlence sağladığı, kendi yaşamlarımızın en çetin ve en az mutlu edici dilimlerinden bile özdeyişler yaratabileceğimiz ve böylece kendimizi bir bakıma daha iyi hissetmemizi sağlayabileceğimiz; insanlar buna inanıyordu, bunu biliyordu; daha önceki yüzyıllarda. Bu yüzyıl neden bunu unuttu, hem de en azından Almanya'da ve hatta Avrupa'nın her yerinde, psikolojik gözlem eksikliğinin pek çok belirtiyle kendisini hissettirdiği bir zamanda? Özellikle romanda, kısa romanda ya da felsefi düşünmede değil —-bunlar istisnai insanların eserleridir- daha ziyade kamusal olaylar ve kişiler hakkındaki yargılarda. Her şeyden önce de, psikolojik ayırma ve birleşürme sanatı toplumun, insanların, daha açık söylemek gerekirse, hiçbir şekilde insanlık hakkında değil de, ınsanlar hakkında konuştukları tüm katmanlarında eksiktir. Buna rağmen insanlar niçin en zengin ve en Zararsız eğlence malzemesinin ellerinden kaçmasına izin veriyorlar? Niçin psikolojik özdeyişlerin büyük ustalarını artık okumuyorlar? Çünkü, hiç abartılmadan söylendiği gibi: Avrupa'da La Rochefoucauld” *

François VI, La Rochefoucauld: (1613-1680) Fransız ahlakçısı. Hayatlarını entrikalarla salonlar arasında geçiren XVII yy. soylu sınıfının hemen hemen mükemmelbir /.

D0

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

ile onun ruhani ve sanatsal akrabalarını okumuş olan kültürlü insanlara nadiren rastlanabilir, onları tanıyan ve küçümsemeyen birine ise çok daha nadiren. Ancak muhtemelen bu sıra dışı okurbile, o sanatçılardan, onların benimsediği biçimin kendisine verebileceğinden çok daha az haz alacaktır; çünkü en zekiakıl bile, eğer bizzat onlar için yetişürilmemiş ve onlarla yarışmamışsa, özdeyişleri kusursuzlaştırma sanatını tam olarak anlama yeteneğine sahip değildir. Bizler, böylesi pratik bir eğitim olmaksızın, bu yaratıcılığı ve biçimlendiriciliği olduğundan daha kolay kabul ediyoruz; başarılı ve çekici olan için yeterince keskin bir duyguya sahip değiliz. Bu yüzden, günümüz özdeyiş okurları özdeyişlerden görece düşük bir tatmin edinmektedir, hele onları beğenmekten ise hemen hemen hiç haz almıyorlar, böylece ınsanlar özdeyişlere tıpkı işlemeli akiklere bakarken verdikleri türden tepkiler veriyorlar; özdeyişleri övüyorlar çünkü onları sevemiyorlar, onlara hayran kalmakta hızlılar, ama bırakıp kaçmakta çok daha hızlılar.

36.

İtiraz. - Yoksa belki de psikolojik gözlemin, varoluşu can-

landırmanın, tedavi etmenin ve rahatlatınanın araçlarından biri olduğunu savunan önermeye karşıt bir değerlendirmede mi bulunulmalı? Bunun nedeni, kendilerini onun uzağında eğitenlerin bakışlarını başka yöne çevirebilmek için bu sanatın hoş olmayan sonuçları hakkında kendimizi yeterince ikna etmiş olmamız olabilir mi? Aslında ınsan doğasının iyiliğine duyulan belirli kör bir inanç, insan davranışlarının kesilip biçilmesine duyulan köklü bir antipatü, ruhun çıplaklığı hakkındaki bir tür utanç, bir insanın topyekün mutluluğu için, ancak belirli durumlarda bize yardımcı olan psikolojik anlayışlılık niteliğinden hakikaten de daha istenilir olabilir ve herhalde iyiye, erdemli insanlara ve davranışlara, dünyadaki kişisel olmayan yardımseverlik bolluğuna duyulan inanç, insanları, daha az güvenilmez hale getirmiş olması koşuluyla, daha iyi hale getirmiştir. .J. temsilcisi olan La Rochefoucauld çağının töreleri üzerine uzun uzun düşünüp bilgi edinmesi ve bu bilgiyı kısa ve açık bir şekilde dile getirmesi sayesinde çağdaşları arasında sivrildi. Edebiyat alanında ününü 1644'te Röflexions ou Sentences et Maximes

Morales (Düşünceler veya Hikmetler ve Ahlaki Özdeyişler) ile sağladı.(Ed. n.)

26

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine Plutarkhos'un kahramanlarını heyecanla taklit edip onların eylemlerinin nedenlerinin izlerini şüpheyle takip etmeyi itici bulduğumuzda, bundan faydasağlayan şey kuşkusuz gerçek değil, yalnızca insan toplumunun refahıdır. Bu alandaki psikolojik hatalar ve genel bir kalın kafalılık insanlığın ilerlemesine yardımcı olurken, galiba gerçeğin bilgisi, La Rochefoucauld'nun Sentences et maximes morales adlı eserinin ilk basımının başlarında ileri sürdüğü türden bir hipotezin kışkırtıcı gücünden daha çok şey almaktadır: “Ce gue le monde nomme vertu mest dordinaire gu'unfantömeforme par nos passions, â gui on donne un nom honnöte pourfaire impun€menice gu'on veut.”” La Rochefoucauld ve o ruhu inceleyen diğer Fransız ustalar (ki son zamanlarda onlara

Psychologischen Beobachtungen (Psikolojik Gözlemler) kitabının yazarı olan bir Alman da katılmıştır)** kara boğanın gözünü tekrar tekrar

vuran keskin nişancılara benzerler; onların vurduğu boğanın gözü ınsan doğasıdır. Yetenekleri ınsanı hayretler içinde bırakmaktadır, ama bilimin değil de insancıllığın ruhu tarafından yönetilen bir seyirci insanın ruhuna azaltma ve şüphe tohumları eken bir sanatı sonuç olarak lanetler.

37.

Yine de.- Ne var ki lehinde ile aleyhinde arasındaki denge şu noktada kurulabilir: Bu özellikli tekil bilimin mevcut durumu dikkate alındığında, ahlaki gözlemin yeniden canlanışı gerekli hale gelmiştir ve insanlık psikolojik ameliyat masasıyla onun bıçakları ve kıskaçlarının tüyler ürpertici manzarasına katlanmaya devam edemez. Çünkü burada yöneten şey güya ahlaki duyumsamaların kökenini ve tarıhini araştıran bilimdir ve bu bilim ilerledikçe karmaşık sosyolojik sorunlar ortaya atmak ve onları çözümlemek zorundadır; daha eski felsefe hiç de bu tür sorunlara aşina değildir ve ahlaki duyumsamaların kökeni ve tarihi hakkındaki araşurmalardan kaytarmak için her zaman sudan bahanelere sahip olmuştur. Hem de ne sonuçlarla: En büyük filozofların hatalarının başlangıç noktalarının genellikle insanların belirli davranışlarına

*

“Dünyanın erdem dediği şey tutkularımızın yarattığı bir hayaletten daha sıradan değildir ki cezalandırılmadan istediğimizi yapabilmekiçin bu canavara dürüstbir isim veririz.” La Rochefoucauld, Röflexions: Sentences et maximes morales, 606. (Ed. n.) Paul Ree, Psydholosischen Beobachtungen (Berlin, 1875). |G. Handverk ni

7

İnsanca, Pek İnsanca — 1

ve duyumsamalarına getirilen yanlış açıklamalar olduğu, güya bencilce olmayan eylemler üzerine yapılan, örneğin kişiyi dinsel ve mitolojik karışıklığa başvurmaya yönelten yanlış bir analiz üzerinde nasıl da yanlış bir ahlakın inşa edildiği pek çok örnekle kanıtlandıktan sonra bu artık gözle görülür biçimde kendisini göstermiştir ve nihayet bu kasvetli ruhların gölgeleri fiziğin ve tüm dünya görüşlerimizin üzerine düşmektedir. Ama eğer psikolojik gözlemin yapaylığının insanın yargısına ve çıkarımına en tehlikeli tuzakları kurduğu ve kurmaya devam edeceği kesin ise, şu anda gerekli olan şey taş taş üstüne, çakıl taşı çakıl taşı üstüne koymaktan yorulmayan ısrarlı bir çabadır, gerekli olan şey böyle önemsiz bir işten dolayı utanmamayı ve ona yönelik tüm aşağılamalara kafa tutmayı sağlayan makul cesarettir. Doğrudur, ınsanca ve pek insanca şeyler hakkında sayısız kişisel açıklama ortaya çıkarılmış ve önce toplumun,bilimsel bilgiye değil ama nükteli işveye her türlü fedekârlığı sunmaya alışık olan çevreleri arasında ifade edilmiştir ve ahlaki özdeyişlerin o eski evinin güzel kokusu -bir haylı baştan çıkarıcı olan kokusu- neredeyse ortadan kaldırılamaz şekilde tüm tarzlara sinmiştir. Böylelikle onun yüzünden bilimsel bir kişi istemeyerek tarza ve onun ciddiyetine karşı belli bir güvensizlik sergiler. Ama bunun sonuçlarına değinmek yeterlidir. Zira en ciddi türün sonuçlarının psikolojik gözlemin toprağından boy verdiği daha şimdiden ortaya çıkmaya başlıyor. Yine de, Über den Ursprung der moralischen Empfindungen (Ahlaki Duyumsamaların Kökeni Üzerine) adlı eserin yazarı olan en cesur ve soğuk düşünürlerden birinin, insan davranışı üzerine yaptığı doğrudan ve belirleyici analizi sayesinde, ulaştığı başlıca önerme ne olsa beğenirsiniz?

“Ahlaki kişi,” der söz konusu yazar, “Hiç de anlaşılabilir (metafi-

zik) dünyaya fiziksel kişinin durduğundan daha yakın durmaz.” Tarihsel bilginin çekiç darbeleriyle daha da katılaştırılıp keskinleştrilen bu önerme, herhalde bir gün, gelecek zamanlardan birinde, ınsanların “metafizik ihtiyacının” köküne indirilen bir balta olarak işe yarayabilir; genel refaha yönelik bir lanetten daha çok bir kutsama olarak indirilip indirilmeyeceğini kim söyleyebilir? Ama her koşulda en kayda değer sonuçları beraberinde getiren, aynı zamanda verimli ve ürkütücü olan ve tüm büyük genellemelerin sahip olduğu çifte çehreyle dünyaya bakan bir önermeolarak. *

08

Paul Ree, Der Ursprung der moralischen Empfindungen (Chemnitz, 1877) kısım 8. |G. Handwerk n.

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine

38.

Nereye kadar yararlı. - Bu yüzden: psikolojik gözlemin insanlara daha fazla yarar mı yoksa yükümlülük mü getirdiği konusu hâlâ bir karara kavuşturulmamış olabilir; bununla birlikte, kesin olan şey, onun gerekli olduğudur, çünkübilim ondan vazgeçemez. Ama tıpkı doğa gibi bilim de nihai amaçlarasınırlı bir ilgi duyar: Bunun yerine, tıpkı doğanın onları arzulamış olmaksızın kimi zaman olabilecek en amaçsal şeyleri başarması gibi, gerçek bilim de, doğanın kavramlarla taklit edilmesi olarak, zaman zaman, hatta sık sık, insanların yararını ve refahını ilerletir ve bazı amaçsal başarılar elde eder; amaaynı şekilde böyle bir sonucu arzu etmiş olmaksızın. Yine de ruhu şeyleri bu şekilde görmeesintisini fazlasıyla kış gıbi hisseden herhangi birinin içinde oldukça sönük bir ateş olabilir ama bırakın o etrafına baksın ve o buz kutularıyla hiçbir yerde havayı yeterince soğuk ve kesici bulmayacak kadar ateş ve ruhla “birlikte yoğrulmuş” ınsanları gerektiren hastalıkları görecektir. Bunun da ötesinde, pek ciddi bir sululuk ihtiyacı içinde olan bireyler ve halklar olarak, pek duyarlı ve değişken olan başkalarının kendi sağlıkları için zaman zaman ağır, baskıcı yükler gibi gördükleri olarak biz, giderek daha çok yerde ateş alan bir çağın daha ruhani insanları, en azından güçlü, Zararsız ve şimdi olduğumuz gibi ılımlı kalmak üzere söndürme ve soğutmaiçin mevcut olan tüm araçlara sıkı skıya yapışmak zorunda değil miyiz ve böylece bu çağa bir ayna ve kendini hatırlama olarak hizmet etmekle belki de bir noktada yararlı hale gelmeyecek miyiz?

39.

Anlaşılabilir özgürlük” masalı (Fabel). - Biri-

ne sorumluluk atfetmek amacıyla kullandığımız duyumsamaların, yani, güya ahlaki duyumsamaların tarihi şu başat aşamalardan geçer. Bayangışla, nedenleri hakkında herhangi bir kaygı taşımak yeri-

Bu deyim daha önce antikitede Platon ve başkaları tarafından, yalnızca akıl tarafından kavranabilecek ve görünüm dünyasının şeylerine bir model teşkil eden bir düşünce dünyası bağlamında kullanılmıştı. Kant'ın bu kavramı yeniden anlamlandırması bu “noumenon"ların, deneyimden ve duyulardan bağımsız olmalarına ve bu yüzden insan kavrayışı için bilinemez olmalarına rağmen, ahlaki davranışa ilişkin nihal amaçları ve ona yönelik tutkuyu sağlamakla, pratik akıl için düzenleyici bir işlev teşkil ettiğini vurguluyordu. |G. Handwerk n)

09

İnsanca, Pek İnsanca - 1

ne, yalnızca onların yararlı ya da zararlı sonuçları hakkındaki bir değerlendirmeden hareketle tek tek eylemleri iyi ya da kötü olarak adlandırırız. Ama verdiğimiz bu anlamların kökenini kısa süre sonra unuturuz ve “iyi” ya da “kötü” niteliğinin, onların sonuçlarından bağımsız olarak, bizzat eylemlerin doğasında olduğunu tasavvur ederiz: Taşın kendisini katı, ağacı ise yeşil olarak tanımlayan dille aynı hatayı yaparak, yani bir sonucu neden olarak kavrayarak. Ardından iyiyi ya da kötüyü nedenlere yerleştiririz ve eylemlerin kendilerini ahlaki bakımdan belirsiz olarak değerlendiririz. Daha daileriye giderek artık iyi ya da kötü yüklemini tek tek nedenlere değil, bunun yerine tıpkı bir bitkinin topraktan yetişmesi gibi, nedenin çıktığı kişinin tüm varlığına atfederiz. Böylece kışıyı sırasıyla sonuçlarının, ardından eylemlerinin, ardından nedenlerinin ve nihayet varlığının sorumlusu haline getiririz. En sonunda bu varlığın bile, tamamen zorunlu bir sonuç, geçmiş ve şimdiki şeylerin öğelerinin ve etkilerinin bir somutlaşması olması sebebiyle, sorumlu olamayacağını keştederiz. Bu yüzden bir kişi hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz, ne varlığından, ne nedenlerinden, ne eylemlerinden ne de o eylemlerin sonuçlarından dolayı. Böylelikle, ahlaki duyumsamaların tarihinin bir hatanın, sorumluluk hatasının tarihi olduğu bilgisine ulaşmış oluyoruz. Bu bilgi, bu haliyle, özgür irade hatasına dayanır. Buna karşılık, Schopenhauerşu yargıda bulunmuştur: Belli eylemler beraberlerinde

birtedirginlik(Unmuth) duygusu ('bir suçluluk bilinci”) getirdikle-

ri için, sorumluluk var olmak zorundadır; çünkü, eğer yalnızca tüm insan eylemlerinin zorunluluk doğrultusunda ilerlemekle kalmayıp -tpkı bu filozofun gerçekliğe yaklaşımında zorunluluk doğrultusundailerlediği gibi— aynı zamanda insanların kendilerinin de kendi tam yapılarına Schopenhauer'ın yadsıdığı bu zorunlulukla ulaşmaları söz konusu olmasaydı, bu tedirginliğin hiçbir temeli olmayacaktı. Schopenhauer bu tedirginlik olgusundan hareketle, ınsanların elbette eylemleri anlamında değil, ama yapıları anlamında bir şekilde sahip olmuş olmaları gereken bir özgürlüğün varlığını kanıtlayabileceğini sanır. Bu yüzden, özgürlük,şu ya da bu şekilde davranmak değil, şu ya da bu şekilde olmaktır. Özgürlüğün ve sorumluluğun alanı olan esse'den,” Schopenhauer'a göre, katı nedenselliğin, zorunluluğun ve sorumsuzluğun alanı olan operari" "



Esse:(Lat) Varlık (Ed.n)

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine doğar. Soz konusu tedirginlik açıkça operari ile bağlantılıdır -o ölçüde de bir hatadır- ama gerçekte, özgür bir iradenin eylemi olan,bir bireyin varlığının temel nedeni olan esse ile bağlantılıdır; bir kişi olmak istediği şey olur,isteği varlığının önündedir. Tedirginlik olgusundan, bu tedirginliğin gerekçesi ve rasyonel meşruiyeti türetildiği için, yanlış çıkarım tam da burada yapılmaktadır ve bu yanlış çıkarımdan hareketle, Schopenhauer güya anlaşılabilir bir özgürlük hakkında kuruntudan ibaret bir sonuca ulaşır. Oysa eylemden sonra gelen bir tedirginliğin hiç de rasyonel olması gerekmiyor: hatta, kesinlikle ve kesinlikle rasyonel değildir, çünkü söz konusu eylemin zorunlu olarak meydana gelmek zorunda olmadığı gibi hatalı bir varsayıma dayanır. Bu yüzden: insanlar özgür oldukları için değil, kendilerini özgür olarak kabul ettikleri için, pişmanlık ve vicdan azabı yaşarlar. Bunun yanında, bu tedirginlik ortadan kaldırabileceğimiz bir alışkanlıktır; pek çok insan onu gerçekten hissederken pek çok insan için de bu alışkanlık hiç de eylemlerde mevcut değildir. Geleneklerin ve kültürün gelişimiyle bağlantılı olan ve galiba yalnızca dünya tarihinin görece kısa bir döneminde ortaya çıkan oldukça değişken bir şeydir. Hiç kimse eylemlerinden, hiç kimse yapısından sorumlu değildir; yargıda bulunmak haksız olmakla aynı şeydir. Bu, birey ken-

disini yargıladığı zaman da aynı ölçüde geçerlidir. İlke gün ışığı kadar

aydınlıktır, yine de bu noktada herkes gölgeye ve gerçekdışılığa geri gitmeyi tercih ediyor: sonuçların korkusundan dolayı.

40.

Ueber-Thier.** -— İçimizdeki hayvan aldatılmak istiyor;

ahlak o hayvanın bizi paramparça etmesini önleyecek vazgeçilmez bir yalandır. Ahlak varsayımlarında yatan yalanlar olmazsa, ınsanlar hayvan olarak kalacaktı. Ancak insanlar ahlakla birlikte kendilerini daha üstün bir şey olarak kabul etmişler ve kendilerine daha kesin kurallar dayatmışlardır. Bu yüzden, hayvanlığa daha yakın kalan düzeylerden nefret ederler; ki bu da, eskiden insan olma* ©

Operari: (Lat) Eylem (Ed.n) Ueber-Thier: Ueberön ekinin Nietzsche'nin yazılarında ilk ortayaçıkışlarından biri burada insanları, hayvanlardan daha öte olan, ama yine de kendi hayvan kökenlerinin silinmezizlerini taşıyan varlıklar olarak nitelendirmekiçin “hayvan” sözcüğüyle kullanılmıştır.

6l

İnsanca, Pek İnsanca — 1

yan, şey olan bir varlık olarak görülen köleye yönelik aşağısamayı açıklar.

41.

Değiştirilemez karakter. - Karakterin değiştirilemez olduğu dar anlamda doğru değildir; tersine, bu yaygın önerme” ile olsa olsa, bir insanı kısa ömrü boyunca etkileyen nedenlerin, binlerce yılın damgasını taşıyan izleri yok etmek üzere yeterince derinden kazıyamayacakları kastedilmektedir. Ama eğer sekiz bin yaşında olan bir insan tasavvur edebilseydik, onda tümüyle değiştirilebilir olan bir karakterle karşılaşacaktık: böylece ondan aşamalı olarak bir farklıbireyler bolluğu ortaya çıkacaktı. İnsan yaşamının kısalığı bizi yanıltmakta ve insanların tipik özellikleri hakkında pek çok yanlış değerlendirmede bulunmamıza yol açmaktadır.

42.

İyi şeylerin düzeni ve ahlak. -Birzamanlar düşük ya

da daha yüksek ya da en yüksek egoizmin şunu mu bunu mu istediğine göre değerlendirilen iyi şeylerin rütbe düzeni, şimdi neyin ahlaki neyin ahlakdışı olduğuna karar vermektedir. Düşük bir iyiyi

(örneğin, şehvani hazzı) daha yüksek saygı gösterilen bir iyiye (örne-

gin, sağlığa) tercih etmek ahlakdışı olarak değerlendirilmektedir, tıpkı rahatbir yaşamı özgürlüğe tercih etmek gıbı. Ancak iyi şeylerin rütbe düzeni sabit ve tüm zamanlar için özdeş olan bir şey değildir; eğer biri ıntikamı adalete tercih ediyorsa, o kişi daha önceki bir kültürün standartlarına göre ahlaklı, şimdiki kültürün standartlarına göreise ahlaksızdır. Bu yüzden “ahlaksız” deyimi, belirli bir zamanın yeni kültürünün beraberinde getirdiği daha üstün, daha rafine, daha ruhsal nedenleri henüz hissetmeyen ya da yeterince güçlü biçimde hissetmeyen birini ifade eder, geri olan birine işaret eder, ama her defasında belli bir yere kadar.İyi şeylerin rütbe düzeninin kendisi ahlaklılığın bakış açısına göre kurulmuş ya da düzenlenmiş değildir; ama şunu da belirtmek gerekir ki, ona hâkim olan düzenleme bir eylemin ahlaki mi yoksa ahlakdışı mı olduğunu belirleyecektir. *

62

Kış. Aristoteles, Ethika Nikomakheia (Nikomakhos'a Ahlakj),6. 13.1: “Pek çok karakter özelliği doğa tarafından verilmiştir.” veya Herakleitos, “Karakter, kaderdir.” |M. Faber n.

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine

43.

Gerici olarak acımasız insanlar. - Günümüzde acımasız olan insanları geride kalmış olan önceki kültürlerin aşamaları olarak değerlendirmek zorundayız; insanlığın sıradağları başka yerde gizli kalan daha derin oluşumları burada açıkça sergilemektedir. Onlar, kalıtım sürecindekibir tür kazadan dolayı beyinleri pek hassas ve çok yönlü olarak gelişmeyen geri kalmış ınsanlardır. Onlar bize, hepimize bir zamanlarne olduğumuzu göstermekte ve bizi korkutmaktadırlar ama bir granit parçası granit olmaktan ne kadar sorumluysa onlar da bundan o kadar sorumludur. Beyinlerimizde aynı zamanda aklın o durumuna tekabül eden izler ve helezonlar olmalıdır, tıpkı varlığımızın hatırlatıcıları olan balıkların bireysel insan organlarının yapısında araştırılabiliyor olması gibi. Ama bu izler ve helezonlar artık

his (duygu, teessür, intiba) ırmağımızın aktığı yatak değildir.

44.

Minnettarlık ve intikam. - Güçlü birinin minnettar olmasının nedeni şudur. Onaiyilik yapan, yaptığı iyilik eylemiyle, o güçlü kişinin alanını ihlal etmiş ve kendisi oraya girmiştir; şimdi, bir misilleme olarak, o da minnettarlık eylemiyle, iyilik yapanın alanını ihlal etmektedir. Bu daha ılımlı bir intikam biçimidir. Minnettarlığın tatmininden yoksun olan güçlü (kudretli), önemlikişi, kendisini güçsüz biri olarak gösterecek ve bundan böyle değerlendirilecektir. Bu yüzden, özgün olarak güçlü insanlar anlamına gelmiş olan iyı insanlardan oluşan her toplum, minnettarlığı ilk görevlerin arasına koyar. İnsanların minnettar oldukları ölçüde intikam besledikleri yorumu Swift'e” aittir. * Jonathan Swift: (1667-1745) İrlandalı yazar. Diplomalarını “özelbir lütufla” elde eder. The Tale ofa Tub (1704) adlı yapıtındakiliselerin uzlaştırılmasını savunur. Paroditekniğinin ilk sistemleştirilmesi olan Argument to Prove that the Abolishing of Christanity (1708) ve olanaksız bir aşkilişkisini yücelten Cadenus and Vanessa'yı (1726) yayımlar. Otuz yılda Irlandalıların taptıkları kişi haline gelir. Içkulak rahatsızlığına yakalanan, “vahşi öfkenin artık yüreğini parçalayamayacağı yere” ulaşmadan önce delilik tuzağına kısılan Swift, bütün servetini Avrupa'nın ilk tümarhanelerinden birinin kurulmasına adar. Bu merhamet canavarı, bu saygınlık şehidi, bir çocuk kitapları yazarı olarak tanıtılır. (Ed. n.) Bu yorum aslında Alexander Pope tarafından yapılmıştır. (G. Hadwerk n)

İnsanca, Pek İnsanca — 1

45.

İyi ile kötünün ikili tarihöncesi. -İyi ve kötüdüşün-

cesi ikili bir tarihöncesine sahiptir: Her şeyden önce, kabilelerin

ve kastların ruhunda. İyiliğe iyilikle, kötülüğe kötülükle karşılık ver-

me gücüne sahip olan ve gerçekten karşılık vererek saldırıya geçen ve bu yüzden hem iyi hem de intikamcı olan herhangi biri, iyi olarak adlandırılır; güçsüz olan ve karşılık vererek saldırıya geçemeyen biri ise kötü olarak değerlendirilir. Kışı, iyı biri olarak, “iyilere”, ortak bir duygusu olan bir topluma aittir, çünkü tüm bireyler, karşılık beklendiği anlayışına sahip olmakla, birbirleriyle iç içe geçmişlerdir. Kişi kötü biri olarak,“kötülere”, hiçbir ortak duygusu olmayan itaatkâr ve

zayıf yürekli insanlar kitlesine aittir. İyiler bir kasttır, kötülerise bir

kitledir, tıpkı bir araya gelen toz zerrecikleri gibi. Uzun bir süre,Iyı ve kötü asıl ile adı, köle ile efendi anlamına gelmiştir. Buna karşılık,kişi kendi düşmanını kötü olarak değerlendirmez, karşılık vererek saldırıya geçebilir çünkü. Homeros'ta hem Troyalılar hem de Yunanlılar iyidir. Kötü olarak değerlendirilen kişi, bize zarar veren kişi değil,

daha ziyade alçak olan kişidir. İyilerin toplumunda, iyilik kalıtsal-

dır; böyle iyi bir topraktan kötü bir kişinin yetişmesi imkânsızdır. Eğer iyilerden biri yine de kendisine yakışmayan bir şey yaparsa, kişi gerekçelere başvurur; örneğin, kişi şöyle diyerek suçu Tanrı'ya atar: Tanrı söz konusu iyi kışiıyı körlük ve çılgınlık içinde çarpmış-

tür.İkincisi, baskı altındakilerin ruhunda, güçsüz kişi. Burada her

dığer kişı, ister asil ister alçak olsun, düşman, düşüncesiz, istismarcı, acımasız, dalavereci biri olarak değerlendirilir; kötülük bir insan için niteleyici bir sözcüktür, hakikaten de, varlığını Tanrı'nın varlığı gibi varsaydığımız yaşayan bir varlık için, örneğin insanca, kutsal olan

aynı şekilde şeytanca ve kötü olarak değerlendirilmektedir.İyiliğin,

yardımseverliğin ya da duygudaşlığın göstergeleri, korkudan dolayı bir hile, korkunç bir sonun başlangıcı, bir uyuşturucu ve bir aldatmaca, kısacası, rafine bir kötülük olarak kabul edilmektedir. Bireyler böylesi düşünceleri savunduklarında, komünal bir varoluş nadiren ortaya çıkabilir ya da çıksa bile en iyi ihtimalle en kaba biçimiyle çıkacaktır: Böylece bu iyılik ve kötülük anlayışının hüküm sürdüğü herhangı bir yerde, bireylerin, onların kabilelerinin ve ırklarının yok oluşu yakındır. Mevcut ahlakımız yönetici kabile ve kastların topragından yetişmiştir.” * 64

Kış. Ahlakın Soykütüğü Üstüne (1887), birinci makale. |M. Faber ni

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine

46.

Duygudaşlık acı çekmekten daha güçlüdür. Sempatinin İlilen çekilen acıdan daha güçlü olduğu durumlar

vardır. Örneğin, arkadaşlarımızdan biri yüz kızartıcı bir suça maruz

kaldığında, bu durumu kendimizin böyle bir suça maruz kalmasından dahafazla acı verici hissederiz. Birincisi, çünkübiz onun karekterinin saflığına onun kendisinden daha çok inanıyoruz; ikinci olarak da, ona olan sevgimiz, muhtemelen tam da bu inançtan ötürü, onun kendisine olan sevgisinden daha güçlüdür. Ve eğer onun egoizmi gerçekten bizim egolzmimizden ziyade bu durumdan dolayı daha çok acı çekerse, onun kendi kabahatinin daha fazla kötü sonucuna katlanmak zorunda kalması koşuluyla, bizdeki egoist olmayan Öğe —bu terim hiçbir zaman çok dar bir anlamda anlaşılmamalı, yalnızca dikkatli bir şekilde anlaşılmalıdır- her şeye rağmen, ondaki egoist olmayan öğeye oranla onun suçundan daha çok etkilenecektir.

47.

Hastalık hastalığı. - Başka bir kişiye olan sempatileri ve endişeleri nedeniyle hastalık hastası (Hypochondrie) olan insanlar vardır; buradan çıkan sempati biçimi bir hastalıktan başka bir şey değildir. Aynı şekilde, İsa'nın çektiği acıları ve onun ölümünü hiçbir zaman gözlerinin önünden ayırmayan o yalnız ve dinsel dürtülerle hareket eden insanlara saldıran bir Hıristiyan hastalık hastalığı da vardır.

48.

İyiliğin ekonomisi. - İyilik ve sevgi, insan işlerindeki (Verkehr) en şifa verici bitkiler ve güçler olarak, öylesine değerli

keşiflerdir ki, bu teskin ve teselli edici ilaçları (balsamische Mitter) kullanırken, mümkün olduğu kadar ekonomik davranmamız pekâlâ gerekebilir ama bu imkânsızdır. İyiliğin ekonomisi en cüretkâr

(pervasız, atılgan) ütopyacıların düşüdür.

49.

Teveccüh göstermek. - Küçük, ama sayılamayacak kadar sık ve böylece aşırı biçimde etkili olan, bilimin büyük, daha seyrek 65

İnsanca, Pek İnsanca - 1

şeylere gösterdiğinden daha fazla ilgi göstermesi gereken şeylere teveccüh” göstermek de dahil edilmelidir; sosyal etkileşimdeki o dostça duygu ifadelerini, gözlerin o gülümseyişini, ellerin o sıkışmasını, insanın neredeyse tüm eylemlerini saran o huzur verici hazzı kastediyorum. Her öğretmen, her yetkili, bu çeşniye kendisinin görevi olanı ekler; her şeyin içinde yetiştiği şey, insan doğasının sürekli etkinliği, onun aydınlığının bildiğimiz dalgalarıdır; özellikle de en dar çevrede, yani aile içinde, hayat yeşile boyanır ve ancak bu hayırseverliğin araçları aracılığıyla filizlenir. İyi huyluluk, muhabbet gösterme, yürek inceliği, egoist olmayan yönelimin her zamankinden daha çok akan ırmaklarıdır ve kültürün inşa edilmesinde onun sempati, şefkat ve fedakârlık olarak adlandırdıımız meşhur ifadelerinden çok daha fazla rol oynamıştır. Ama biz onları küçümseme eğilimindeyiz ve gerçekten de onlarda egoistçe olmayan çok şey yoktur. Bu daha küçük dozların toplamı yine de güçlüdür, onların birleşik gücü güçler arasında en güçlü olandır. Benzer şekilde, biz dünyada melankolik gözlerin gördüğünden çok daha fazla mutluluk buluruz. Eğer doğru bir hesap yaparsak, yani her insan yaşamının her gününün, en sıkıntılı günün bile zengin olduğu tüm o huzur verici haz anlarını unutmazsak.

20.

Merhamet uyandırmayı istemek.”“-La Rochefoucauld

(ilk kez 1658'de yayımlanan) kendi portresinin en çarpıcı pasajında,

merhamet karşısında rasyonel davranan herkesi uyarırken,”onlara * Teveccüh: 1. Çevrilme, yönelme, doğrulma, 2. Bir yere doğru hareket etme,3. Güler yüz gösterme yakınlık duyma, hoşlanma,sevgi, 4. Nasip ve müyesser olma (Ed. n.) ” Buaforizma, Schopenhauer'ın merhameti en yüksek ahlaki duygu olarak övmesine karşı

ortaya atılmıştır.(kış. İstenç ve Tasarım Olarak Dünya, 4. Kitap, 67. böl) IM. Faber nl

” Jesuispeu sensibleâla pitif et voudrais ne l'y ötrepoint du tout.. Cependani,il n'est rien gueje nefisse pourle soulagemeni d'unepersonne ajjiigee... Maisje tiens aussi gu'ilfautse contenter d'en tömoigner et se garder soigneusemeni d'en avoir. Cest une pasion gui mest bonne a'rien au dedansd'une âme bienfaite, gui ne sert gu'a ajjaiblir le cocur, et gu'on doit laisser au peuple, gui, nex€cutantjamaisrien par raison, a besoin des passions pourle porter âfaire les choses (Merhamet beni fazla duygulandırmıyor ve duygulanmak istemem... Yine de acı çeken bir insanı rahatlatmak için yapmayacağım şey yoktur. Fakat aynı zamanda, insanın bunu (merhamet) göstermekten hoşnut olması, ama merhamet uyandırmaktan özenle kaçınması gerektiğini öne sürüyorum. Bu, gelişmiş bir ruh için faydasız, sadece kalbi uyandırmaya yarayan ve akıldışı hiçbir şey yapmamış, harekete geçmekiçin tutkulara ihtiyacı olan kitlelere

bırakılması gereken bir tutkudur. |M. Faber ni) |M. Faber n|

66

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine bunu, kendilerini acı çekmekte olan bir kişiye yardım etme noktasına

getirmek ve bir talihsizliğe zorla müdahale etmek üzere(akıl tarafından yönetilmedikleri için) duygu talep eden sıradan insanlara bırak-

malarını tavsiye ederken elbette taşı gediğine oturtümaktadır; üstelik

La Rochefoucauld'un (ve Platon'un)" yargısına göre merhamet ruhu

zayıflatmaktadır. Hiç kuşkusuz, kişi merhamet sergilemelidir ama onasahip olma karşısında tetikte olmalıdır: Çünkü talihsizler açıkça öylesine aptaldırlar ki, merhametgösterisi onlara dünyadaki en büyük iyiliği yapar. Eğer talihsizlerin o ihtiyacını kesin bir aptallık, entelektüelbir eksiklik, talihsizliğin beraberinde getirdiği bir

tür zihinselsıkıntı olarak algılamak yerine (ki La Rochefoucauld'nun böyle algıladığı anlaşılıyor), oldukça farklı ve sorgulanabilir bir şey ola-

rak anlarsak, merhamete bu şekilde sahip olunması karşısında belki

de çok daha güçlü bir uyarıda bulunmuş oluruz. Örneğin, kendilerine

merhamet edilsindiye ağlayıp bağıran ve bu yüzden durumlarının birinin dikkatini çektiği ana kadar bekleyen çocukları; hastalık ve

ruhsal baskı trafiğinde (münasebetiyle) yaşayıp, belagatli yakınma-

nın ve sızlanmanın ya da talihsizlik gösterisinde bulunmanın, esasen halihazırdaki kişileri acıya maruz bırakma hedefi taşıyıp taşımadığı sorusunu kendinize sorduğunuzu düşünün;o kişilerin bundan sonra ifade edecekleri merhamet, onların böylelikle tüm güçsüzlüklerine

rağmen hâlâ en azından bir güce sahip olduklarını kabul

etmeleri koşuluyla, güçsüzler ve acı çekenler için bir rahatlamadır: Acı verme gücüne. Talihsiz kişi, merhamet gösterisinin kendi bilincine çıkardığı bu üstünlük duygusundan bir tür haz elde eder; düş gücü artar, o halâ dünyaya acı verecek kadar önemlidir. Böylece, merhamet arayışı kişinin hemcinsleri pahasına elde edilecek bir kendinden haz alma arayışıdır; kişinin kendi değerli özüne tamamen Ilgisiz olduğunu gösterir ama La Rochefoucauld'nun iddia ettiğinin aksine, hiç de “aptallığına” karşıilgisiz olduğunu değil Sosyal konuşmada tüm soruların dörtte üçü ve tüm cevapların dörtte üçü, muhataba bir parça acı vermek amacıyla ileri sürülür; pek çok kişinin toplum için güçlü bir arzu duyması bundandır; toplum onlara kendi güçlerinin duygusunu verir. Art niyetin kendisini hissettirdiği böylesi sayısız ama çok küçük dozlarda güçlü bir yaşam uyaranı vardır; tıpkı, ınsan

dünyası boyunca aynı şekilde yayılan hayırseverliğin (teveccühün)bir

çare olarak her zaman el altında hazır olması gibi. Peki karşıdakine *

Platon, Devlet,3. kitap, 387-88 (M. Faber ni

67

İnsanca, Pek İnsanca — 1

acı vermenin haz sağladığını itiraf eden kaç tane dürüst insan olacaktır? Başka insanları, en azından düşüncelerinde, kızdırarak ve onlara küçük bir art niyetin büyük ateşini açarak kendimizi hiç de seyrek olmayan biçimde bu yolla eğlendirdiğimizi —ve de iyi eğlendirdiği-

mizi— söyleyecektir. İnsanların çoğu fazlasıyla sahtekârdır ve yalnızca

birkaç kişi bu pudendum" hakkında bir şeyler bilecek kadar iyidir: bu yüzden böylesikişiler Prosper Merimge'nin”” şu sözlerinin haklılığını yadsımayı hâlâ tercih ediyor olabilirler: “Sachez aussi gu'il n'y a rien de plus commun gue defaire le mal pourle plaisir de lefaire.”**”

21.

Görünen nasıl var olan haline gelir.- Enderin acılar içinde olduğunda bile, kişi kendikişiliği tarafından yaratılan izlenim ve olayın genel manzarası hakkında düşünmekten bir türlü vazgeçemez; örneğin, kendi çocuğunun cenaze töreninde bile, kendi kendisinin seyircisi olarak, kendi acısı ve onun ifadesi üzerine gözyaşı dökecektir. Hep tek ve aynı rolü oynayan ikiyüzlübiri en sonunda ikiyüzlü biri olmaktan çıkar; örneğin, genç erkekler olarak bilerek ya da bilmeyerek çoğu zaman ikiyüzlü olan rahipler en sonunda doğallaşır ve herhangi bir yapmacık davranış olmaksızın gerçekten rahip olurlar; ya da, eğer baba bu yolda fazlaca ileriye gidemezse, belki de o zaman babasının açtığı çığırı kullanan ve onun alışkanlıklarını miras alan oğul dahaileriye gidebilir. E&er herhangı biri uzunca bir süre boyunca şaşmaz biçimde bir şey olarak görünmek isterse, o kişinin en sonunda başka herhangi birşey olması Zor olacaktır. Neredeyse herkesin beyanı, sanatçınınki bile, ikiyüzlülükle, dışarıdan alınma bir taklıtçilikle, etkili olanın kopya edilmesiyle başlar. Dostça bir yüz ifadesi maskesini takan herhangi biri en sonunda, o olmaksızın samimiyet ifadesinin ortaya çıkmaya zorlanamayacağı iyicil mizacı üzerinde bir iktidar kurmak zorundadır. Ve nihayet onlar kişi üzerinde iktidar kurarlar, o hayırseverdir. * Pudendum: (Lat) Utanç öğesi. (Çev.n.) ** Prosper Mörim€e: (1803-1870) Fransız yazar. Gogol, Puşkin ve Turgenyev'den çeviriler yaptı. (Ed. n)) ** “Şunu da bilin ki, hiçbir şey kötülük yapma hazzından dolayı kötülük yapmak kadar yaygın değildir.” (Paris, 1874), 1, 8 İG. Handwerkni

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine

KYA

Aldatmacadaki dürüstlük noktası. - Tüm büyük sahtekârlar bunun bir şeye değmediği doğrultusunda hareket ederler, çünkü güçlerini buna borçludurlar. Aldatmacanın asıl eyleminde, tüm hazırlıklar ve seslerinin, ifadelerinin, mimiklerinin korku ve merak uyandıran özellikleri arasında, etki bırakmak amacıyla yaratılan manzaranın tam ortasında, kendilerine olan inançları onların önüne geçer, bu daha sonra etrafındaki insanlarla harikulade konuşan ve onları ikna eden biridir. Dinlerin kurucuları, bu kibir (Selbsttâuschung) durumundan doğmamaları bakımından bu büyük sahtekârlardan ayrılırlar ya da dinlerin kurucuları yalnızca çok nadir durumlarda, şüphe kendilerine hâkim olduğunda bu daha belirgin anları yaşarlar; ama genel olarak bu daha belirgin anları kötü olan karşıta yüklerler. Kendini

aldatma (Selbstbetrug) bu tür bireyler için olduğu kadar, büyük sonuçlar yaratmakisteyen bireyler için de mümkün olma-

lıdır. Çünkü insanlar gerçeğe (hakikate) açıkça ve güçlü biçimde ınanılan şeye inanırlar.

33.

Gerçeğin sözde aşamaları. - Yaygın yanlış tümdengelimlerden biri şudur: Biri bize karşı gerçekçi ve dürüst biçimde hareket ettiği için, o gerçeği ifade ediyordur. Böylece, çocuk kendi ebeveyninin yargılarına inanır, Hıristiyan ise kilisenin kurucusunun iddialarına. Aynı şekilde, bizler, daha önceki yüzyıllardaki insanların kendi mutluluklarını ve yaşamlarını feda ederek savundukları tüm o şeylerin birer hatadan başka bir şey olmadığını kabul etmek istemeyiz, galiba onların gerçeğin aşamaları olduklarını söyleriz. Ama böylelikle kısaca şunu kastederiz, eğer biri içtenlikle bir şeye inanmış ve kendi inancı uğruna mücadele edip ölmüşse, ona ilham kaynağı olan şeyin aslında bir yanılgı oluşu gerçekten de korkunç bir haksızlık olurdu. Böyle bir yaklaşımın sonsuz adaletle çeliştiği anlaşılıyor; bu yüzden, duyarlı ınsanlar bu ilkeyi uygularken ellerindeki delilleri tekrar tekrar değerlendirirler: ahlaki eylemle entelektüel kavrayış arasında mutlaka zorunlu bir bağlantı olmalıdır. Ne yazık kı, durum bununtersidir; çünkü sonsuz (ebedi) adalet diye bir şey yoktur. 69

İnsanca, Pek İnsanca — 1

24.

Yalan. - İnsanlar niçin günlük yaşamda neredeyse her zaman

hep gerçeği söylerler? Elbette bir Tanrı yalan söylemeyi yasakladığı için değil. Tam tersine, birincisi; gerçeği söylemek daha kolay olduğu için; zira yalan yaratıcı olmayı, farklı görünmeyi ve belleği gerektirir. (Ki Swift bu konudaşöyle der: Yalan söyleyen herhangi biri altına girdiği ağır yükü nadiren fark eder; çünkübir yalanı sürdürebilmekiçin, yirmi yalan daha icat etmek zorundadır.” İkinci olaraksa basit durumlarda her şeyi doğrudan söylemek daha avantajlıdır. Bunu istiyorum, şunu yaptım ve benzerleri; işte bu yüzden zorlama ve otorite yolu kurnazlıktan daha emin bir yoldur. Ama eğer bir çocuk karmaşık ailevi düzenlemeler içinde büyütülmüşse, yalana başvurmayı doğal görür ve hep gönülsüzce kendiçıkarlarına hitap eden şeyi söyler; bir gerçeklik anlayışı, yalanların kendi içinde yalanlara duyulan nefret çocuğa tamamen yabancı ve onun ıçın erişilmezdir ve işte bu yüzden tam bir masumiyet içinde yalan söyler.

3D.

İnançtan dolayı ahlaktan kuşkulanma. - Eğer sadece ikiyüzlüler tarafından temsil edilirse, hiçbir iktidar varlığını sürdüremez; Katolik kilisesi pek çok “dünyevi” unsura sahip olabilir, ama onun gücü, bugünbile sayıları hâlâ bir hayli fazla olan, hayatı kendileri için zor ve derin anlamlı hale getiren ve bakışlarıyla s1ska bedenleri akla gece nöbetlerini, oruç tutmayı, ateşli yakarışları, hatta belki de dövünmeyıigetiren o ruhani yapılara dayanır; onlar ınsanların cesaretlerini kırarak onları korkuturlar. Ya böyle yaşamak bir zorunluluk olsaydı ne yapardık? İşte onları görünce dilimizin ucuna gelen berbat soru budur. Onlar bu kuşkuyu yaymakla, kendi iktidarlarına durmadan yeni sacayakları ekliyorlar; bağımsız eğilimlere sahip insanlar bile güçlü bir gerçek anlayışıyla o kişılıksizlik türüne karşı çıkmayı göze alıp şu soruyu sormuyorlar: “Siz aldatılanlar, başkalarını aldatmayın!” Ancak fikir farklılığı onları ondan ayırır, hiçbir şekilde iyilik ya da kötülük farklılığı değil; ama beğenmediğimiz herhangi bir şeye, çoğu zaman adil * Jonathan Swift, Humoristiche Werke (Stuttgart, 1844), 2: 188.

70

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine olmayan biçimde davranma eğilimindeyiz. Böylelikle, Cizvitlerin kurnazlığından ve kötü bir ün yapmış becerikliliğinden bahsederiz ama her bir Cizvit bireyinin kendisine dayattığı onca öz-hâkimiyetü ve Cizvit el kitaplarında vaaz edilen daha kolay yaşam tarzının hiç de onların değil, rahip sınıfından olmayanların yararına olurşunu küçümseriz. Aslında tamamen aynıtaktikleri ve düzenlemeleri kullanan biz aydınlanmış olanların, kendimizi yenmemizde (Selbstbesiegung), yorulmazlığımızda, adanmışlığımızdaaynışekilde birer Iyi araç, aynı şekilde hayranlık verici olup olmayacağı sorulabilir.

26.

Bilginin radikal kötülük karşısındaki zaferi. - Bilge olmak isteyen birinin belli bir zaman diliminde insanları özleri itibariyle kötü ve yozlaşmış olarak gören bir anlayışa sahip olmuş olması ona bol bol kazanç sağlamıştır, tıpkı karşıt anlayış gibi, bu da yanlıştır; ama uzun zaman dilimleri boyunca bu anlayış hâkimdi ve hem bize hem de dünyamıza kök salmıştı. Kendimizi kavrayabilmek için, onu kavramak zorundayız; ama bu defa da, daha yükseklere tırmanabilmek için onun ötesine tırmanmak zorundayız. Bu noktada metafizik anlamda hiçbir günahın olmadığını fark ederiz; ama aynı anlamda, hiçbir erdem olmadığını da; tüm bu ahlak anlayışları alanının sürekli bir değişim içinde olduğunu, daha üstün ve daha alçak iyılık ve kötülük, ahlaki olan ve ahlaki olmayan anlayışları olduğunu fark ederiz. Şeylerden onların bilgisinden dahafazla bir şey talep etmeyen herhangi biri kolayca ruh dingınliğine ulaşır ve çoğu zaman pek de aşırı arzudan dolayı değil, cehalet nedeniyle hata yapar (ya da dünyanın dediği gibi, günah işler). O artık arzuları karalayıp onları ortadan kaldırmayı istemektedir; tersine onu tam hâkimiyeti altına alan yegâne amaç, tüm zamanlarda mümkün olduğu kadar çok şey bilmek, onu sakinleştirecek ve kışiliğindeki tüm vahşılığı dindirecektir. Bunun yanı sıra, acı veren pek çok anlayıştan kurtulmuştur, cehennem azabı, günahkârlık, iyilik için yetersiz olma gibi terimler artık ona hiçbir şey hissettirmez, o onları yalnızca, dünya ve yaşam hakkındaki yanlış görüşler tarafından yayılan titreşimli

gölge görüntüleri (Schattenbilder) olarak görür.

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

YA

İnsanların kendi kendilerini bölüşü olarak

ahlak. - Konusuna yürekten bağlı olan iyi bir yazar, birinin çıkıp gelmesini ve bu konuyu daha açık bir şekilde temsil edip konunun içerdiği soruları bütünlüklü biçimde cevaplandırarak kendisini yok

etmesini arzular. Âşık olan bir kız, kendi aşkının sadık adanmışlı-

ğını, âşık olduğu kişinin vefasızlığıyla ölçerek kanıtlayabilmeyi ister. Asker kendi muzaffer anavatanı için savaş meydanında düşebilmeyi arzular, çünkü anavatanının zaferiyle birlikte, onun en yüksek arzurları da zafer kazanır. Anne çocuğuna kendisinden aldığı şeyi verir, uykuyu,en iyi yiyecekleri, bazı durumlarda sağlığını, malını mülkünü. Ama tüm bu durumlar bencilce olmayan durumlar mıdır? Bu ahlaklılık eylemleri, Schopenhauer'ın ifadesine göre, “imkânsız ama gerçek” oldukları için birer mucize midir? Tüm bu örneklerde

kişinin kendisinin bir kısmını (Etwas von sich), bir düşünceyi,

bir arzuyu, bir yavruyu kendisinin başka bir kısmından

(etwas Anderes von sich) daha fazla sevdiği ve bu yüzden varlığını böle-

rek bir kısmı diğer bir kısma feda ettiği açıkça ortada değil midir?

İnatçı bir herifin şu sözleri özü itibariyle farklı mıdır: “Bir adım atıp o kişinin önünden çekilmektense alnımdan vurulmayı tercih

ederim” Bir şeyin (dilek, dürtü, arzu) cazibesine kapılmak daha önce

belirtilmiş tüm durumlar için söz konusudur; tüm sonuçlarıyla bera-

ber kendini bir şeye vermek her koşulda “bencil olmamak” değildir.

İnsanlar ahlaklılıkta, kendilerini birer individuum” olarak değil,

tersine birdividuum” olarak görürler.

28.

Kişi neyin sözünü verebilirse. - Eylem (Handlung) sözü

verebiliriz ama duyguların sözünü değil; çünkü duygular istenç dışıdır. Birini sonsuza dek seveceğine ya da ondan nefret edeceğine ya da sonsuza kadar ona karşı dürüst olacağına söz veren herhangi biri, kendi gücü dahilinde olmayan bir şeyin sözünü vermiş olmaktadır; ama hiç şüphesiz sevginin, nefretin, sadakatin düzenli sonuçları olan ama aynı zamanda başka dürtülerden de doğabilen * Individuum: (Lat) Bölünemez (Ed. n.)

** Dividuum: (Lat) Bölünebilir (Ed. n.)

72

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine türden eylemleriçin söz verebilir, zira bir eyleme giden pek çokyol ve dürtü vardır. Bu yüzden birini sonsuza dek sevme sözü vermek şu anlama gelir: Seni sevdiğim sürece, sana karşı sevginin eylemlerini sergileyeceğim; eğer artık seni sevmemem gerekirse, benden aynı tavırları görmeye devam edeceksin, ama başka nedenlerle. Böylece sevginin değişmediği ve hâlâ aynı olduğu görüntüsü bizim ınsan türdeşlerimizin gözünde var olmaya devam edecek. Bu yüzden bizler, eğer kendimizi kandırmadan,birine onu sonsuza kadar sevme konusunda güvence veriyorsak, bir sevgi görüntüsünün sürekliliğinin sözünü vermiş oluyoruz.

9.

Anlık ve ahlak. - Verdiğimiz sözleri yerine getirebilmemiz için iyi bir belleğe sahip olmamız gerekir. Sempati duyabilmemiz için güçlü bir hayal gücüne sahip olmamız gerekir. İşte ahlak aklın (ntellect) mükemmelliğine böylesinesıkı bir şekilde bağlıdır.

60.

İntikam almayı istemek ve intikam almak. İntikamcı bir düşünceye sahip olmak ve onu gerçekleştirmek yoğun olan ama geçip giden bir heyecan saldırısına maruz kalmak anlamına gelir ama onu gerçekleştirecek güç ve cesaret olmaksızın, bir intikam düşüncesi taşımak, kronik bir acıyı, bir beden ve ruh zehirlenmesini kendimizle birlikte her yere taşımak anlamına gelir. Yalnızca niyetlere bakan ahlak, her iki durumu da aynı şekilde değerlendirir; bizler alışılmış biçimde, birinci örneği daha kötü olarak değerlendiririz (intikam eyleminden doğabilecek kötü sonuçlardan dolayı). Her iki yaklaşım da dar görüşlüdür.

61.

Bekleyebilmek. - Bekleyebilmek öylesine zordur ki en büyük yazarlar bile bekleme yetisinin yokluğunu kendi edebi çalışmalarının bir motifi haline getirmekten kaçınmamışlardır. 73

İnsanca, Pek İnsanca — 1

Shakespeare Othello'da, Sophokles Aias'ta" böyle yapmıştır: Eğer duygularının dinmesi için kendisine bir gün dahafırsat verseydi, kâhinin de ima ettiği gibi, Aias'ın intiharı artık hiç de ona bir zorunluluk olarak görünmeyecekti; muhtemelen kendi yaralanmış kibrinin korku verici kinayelerini yenecek ve kendisine şöyle diyecekti: Benim durumumdaki hangi kişi koyunu kahraman olarak görmemiştir? Bu o kadar da dehşet verici bir şey midir? Tam tersine, bu tipik biçimde insanca olan bir şeydir: Aias kendisine bu türden bazı teskin edici sözler söylemiş olabilir. Tutku, beklemek istemez; büyük adamların yaşamlarındakitrajik öğeler çoğu zaman onlarla yaşadıkları dönem ve onların türdeşi olan insanların alçaklığı arasındaki çatışmada değil, tam tersine, eylemlerini bir ya da iki yıl erteleme yeteneğinden yoksun olmalarında yatar; onlar bekleyemezler. Tüm düellolarda, öğüt veren dostların bir şeyi belirlemesi gerekir, düelloya katılan kişi biraz daha bekleyebilir mi bekleyemez mi diye; eğer bekleyemiyorlarsa, düello makul bir şeydir, taraflardan herbirinin kendisine şöyle demesi koşuluyla: “Ya ben yaşamaya devam ederim, ki bu durumda onun derhal ölmesi gerekir ya da bunun tersi.” Böyle bir durumda beklemek kişinin kendi onurunun karşısındaki tarafından yaralanması duygusunun korkunç ıstırabını yaşamaya devam etmek anlamına gelir; hatta bu, yaşamın değebileceğinden çok dahafazla acı çekmeyi gerektirebilir.

62.

İntikam ile eğlenmek. - Onurlarının kırıldığını hisse-

den kaba insanlar, sırf kendilerinde uyandırılan nefret ve intikam duygusuyla iyice eğlenmek (Schwelgen) için, mümkün oldugu kadar yüksek bir hakaret etme derecesi elde etme ve olayıbir hayli abartılmış terimlerle anlatma eğiliminde olurlar.

63.

Küçümsemenin değeri. - Kendilerine olan saygılarını ve eylemlerindekiustalığı korumak üzere, tanıdıkları tüm insan”

7/4

Agamemnon, Akhilleus'un zırhını Odysseus'a ödül olarak verince, Sophokles'in oyununun kahramanı Alas çılgına döner ve bir koyun sürüsüne, onları asker sanarak saldırır. Aklı başına geldiğinde kendini kılıcıyla keser. IM. Faber ni

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine ları hor görmeyi ve küçümsemeyi mutlak bir zorunluluk olarak görenler yalnızca birkaç kışı değil, muhtemelen tüm insanlardır. Ancak dar kafalı kişiler çoğunluk olduklarından, onların o ustalığa sahip mi oldukları yoksa onu yitirdikleri mi hususu büyük bir önemesahiptir, öyleyse.

64.

Öfkeli olan. -Birnoktada hayatımıza kastetme girişiminde bulunan birine ne kadar dikkat ediyorsak, bize öfkelenen birine de o kadar dikkat etmeliyiz: çünkü bizim hâlâ yaşıyor olmamız olgusu, onun öldürme gücünün yokluğundan kaynaklanmaktadır; eğer bir bakış yeterli olsaydı, işimiz çoktan bitmişti. Fiziksel vahşili$I açıkça göstererek ya da korku yaratarak birini susturmak rafine edilmemiş bir kültürün hüneridir. Aynı şekilde, üst düzey kişilerin hizmetkârlarına yönelttikleri o soğuk bakışlar bir kişiyle başka bir kişi arasındaki kast ayrımının kalıntıları, rafine edilmemiş bir antikitenin parçasıdır; geçmişin koruyucuları olan kadınlar bu hayatta kalışı da daha vefalı şekilde korumuşlardır.

65.

Dürüstlük nereye götürebilir. - Birisi kendisini harekete geçiren nedenleri, diğer herkesinki kadar iyi ya da kötü olan nedenleri, zaman zaman oldukça dürüst bir şekilde ifade etmek gibi kötü bir alışkanlığa sahipti. Başlangıçta gücendiriyordu, ardından şüphe uyandırıyordu ve en sonunda ise tamamen yasaklanmış ve toplumdışı biri olarak ilan edilmişti, ta ki yasa gözlerini kapatmak ya da başka yöne çevirmek yerine, nihayet kimi durumlarda böylesi yoksun bir kişinin varlığını anımsayıncaya dek. Genelsır hakkındaki suskunluğu bozması ve hiç kimsenin görmek istemediği şeyi —kendini— görmek gibi sorumsuz bir eğilim onu hapishaneye ve zamansız bir ölüme götürdü.

66.

Cezalandırılabilir olan, asla cezalandırılmayan.

- Suçlular karşısındaişlediğimiz suç, onlara alçak (hain, pezevenk, köpekoğlu köpek |Schuftel) muamelesi yapmaktır.

İnsanca, Pek İnsanca — 1

67.

Erdemin sancta simplicitas'ı." — Her erdemin ayrıcalıkları vardır: Örneğin, mahküm edilmiş bir kişiyi yakmakiçin toplanan odun yığınına kendi küçük odun destesini katmak.

68.

Ahlak ve başarı. Bir eylemin ahlakiliğini ya da ahlak dışılığını sık sık onun başarısıyla ölçenler yalnızca o eylemin tanıkları değildir; hayır, eylemde bulunanların kendileri bunu yapar. Çünkü dürtüler ve niyetler nadiren yeterince açık ve sade oldukları için ve bazen belleğin bile eylemin başarısından ötürü karıştığı anlaşıldığı için, kişinin kendisi kendi eylemine yanlış nedenler atfeder ya da hayati olmayan nedenleri hayati nedenlermiş gibi görür. Başarı çoğu zaman bir eyleme iyi niyetliliğin tamamen onur verici olan parlaklığını kazandırır, başarısızlık ise saygıyı en çok hak eden eylemi vicdan azabının gölgesinde bırakır. Bundan, şöyle düşünen politikacının iyı bilinen pratiği doğar: “Bana yalnızca başarı verin: Başarıyla birlikte, tüm onurlu ruhları da kendi tarafıma çekmiş olacağım ve kendimi kendi gözümde onurlu hale getirmiş olacağım.” Benzer şekilde, başarının daha iyı bir gerekçe sağladığı söylenir. Pek çok eğitimli kişi halâ Hırıstiyanlığın Yunan felsefesi karşısındaki zaferinin daha büyük gerçekliğinin bir kanıtı olduğuna inanır; esasen durum, daha baskıcı ve sert gücün daha ruhani ve hassas güç karşısında zafer kazanmasından ibaret olsa bile. Bu durumun daha büyük bir gerçeklik bağlamında nasıl bir duruş arz ettiğini, uyanış halindeki bilimlerin adım adım Epikuros'un”” felsefesine yakınlaşırken, Hıristiyanlığı adım adım reddetmeleri olgusundan anlayabiliriz. * *

76

Sanctasimplicitas: (Lat) Kutsal sadelik (Ed. n.) Epikuros: ((Ö 341-270) Özdekçi (materyalist) ve ateist. Bilginin amacının insanı, bilgisizlikten ve kör inançlardan, özellikle de Tanrı ve ölüm korkusundan kurtarmak olduğunu ve bu kurtuluş gerçekleşmedikçe insanların asla mutlu olamayacaklarını ileri sürüyordu. (Ed.n.)

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine

69.

Sevgi ve adalet. - Neden adaletin aleyhine olacak şekilde sevgiye olduğundan daha fazla değer verir, onun hakkında en güzel sözleri söyleriz, sanki sevgi adaletten daha üstün bir özelliğe sahipmiş gibi. Sevgi, açıkçası adaletten çok daha aptal değil midir? Elbette, ama tam da bu nedenden dolayı herkes için çok daha sevimlidir. Sevgi aptaldır ve zengin bir bereket boynuzuna (Füllhorn) sahiptir, Cornucopia'ya;* buradan çıkardığı armağanlarını, herkese dağıtır, hak etmeseler ya da şükranlarını ifade etseler bile. Sevgi, İncil'e ve deneyime göre, yalnızca haksız olanın değil, ama bazı durumlarda adil olanın da iliklerine dek işleyen yağmur kadar tarafsızdır.””

70.

İdam (Hinrichtung) - Nasıl olurda her idam bizi bir cina-

yetten daha fazla rahatsız eder? Bizi rahatsız eden şey yargıcın soğukluğu, özenli bir hazırlık ve başkalarını caydırmak amacıyla bir insanın burada araç olarak kullanıldığı düşüncesidir. Çünkü, böyle bir şey var olsa bile, burada suç cezalandırılmamaktadır: suç öğretmenlerde, ebeveynlerde, çevrede ve bizdedir, katilde değil; yani hazırlayıcı koşulları kastediyorum.

71.

Umut. - Pandora içi kötülüklerle dolu olan kutuyu getirip açtı. Dış tarafı güzel olan o baştan çıkarıcı armağan “mutluluk kutusu” olarak adlandırılmıştı ve Tanrıların insanlara verdiği bir armağandı. Derken tüm kötülükler birer canlı, kanatlı varlıklar gibi peş peşe ondan çıkmaya başladı; o gün bugündür, tüm O kötülükler ortalıkta dolanıyor ve gece gündüz insanlara zarar veriyor. Tek bir kötülük henüz kutunun dışına çıkmamıştı: O zaman Pandora, Zeus'un isteği üzerine, kutunun kapağını çarparak kapatmış ve son kötülük kutunun içinde kalmıştı. Şimdi insan kendi evinde sonsuza dek mutluluk kutusuna sahiptir ve * *

Cornucopia : (Lat) Amalthea'nın boynuzu;sanatçılar tarafından bolluk sembolü olarak kullanılan ve içinden çeşitli meyveler taşan boynuz şekli. (Çev. n.) Matta5:45|G. Handwerkn)

İnsanca, Pek İnsanca — 1

göz kamaştırıcı bir hazinesi olduğunu sanmaktadır; bu hazine ınsanın hizmetindedir, istediği zaman ona ulaşabilir; çünkü ınsan Pandora'nın getirdiği kutunun kötülükler kutusu olduğunu anlamıyor ve kutunun içinde kalan kötülüğü dünyeviservetn en büyüğüolarak kabul ediyor -bu servet umuttur. — Çünkü Zeus, diğer kötülüklerden ötürü ne kadar acı çekerlerse çeksinler, ınsanların yaşamlarından vazgeçmelerini istemiyordu, bunun yerine yeniden acı çekmeye devam etmelerini istiyordu. Zeus böylelikle insanlığa umudu verir amaaslında umut kötülüklerin en kötüsüdür, çünküinsanların ıstırabını uzatır.

72.

Ahlaki yanıcılığın bilinmeyen derecesi. - Tutkularımızın kor hale gelip tüm yaşamlarımıza yön verip vermeyecekleri hususu, haksız biçimde infaz edilen, öldürülen ya da şehit edilen bir baba, sadakatsiz bir kadın ya da beklenmedik acımasız bir saldırı türünden belirli cesaret kırıcı görüntüler ve izlenimler konusunda deneyim sahibi olup olmamamıza bağlıdır. Hiç kimse koşulların, acımanın, kızgınlığın kendisini nerelere götürebileceğini bilemez; hiç kimse kendi yanıcılığının derecesini bilemez. Acı verici, kapalı koşullar insanı merhametli hale getirir; iyiyle kötü bağlamında daha aşağılara düşmemizi ya da daha yukarılara çıkmamızı belirleyen şey, çoğu zaman deneyimlerin niteliği değil, niceliğidir.

73.

Şehit (Der Mârtyrer) iradesine karşı. - Siyasi bir

partide yoldaşlarıyla asla çelişmeyecek kadar endişeli ve korkak biri vardı. Yoldaşları onu her işte kullanıyordu, ondan istediklerini alıyorlardı, çünkü o kendi dostlarının kötü fikrinden, ölümden korktuğundan daha çok korkuyordu; o acınası, güçsüz bir ruhtu. Yoldaşları bunu fark etmişler ve buradan hareketle onu bir kahraman ve hatta en sonunda bir şehit yapmışlardı. Korkak kişi her zaman kendi içinden “hayır” demesine rağmen, dudakları hep 'evet diyordu, partisinin görüşleri için darağacında öldüğünde bile: çünkü arkasında eski yoldaşlarındanbiri 78

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine duruyordu ve onun sözleriyle bakışları korkak kişiye öylesine zorbalık etmişti ki gerçekten de ölümü en saygın biçimde yaşamış ve o günden beri görkemlibir kışıliğe sahip bir şehit olarak övülmüştür.

74.

Günlük standart. - Eğer aşırı davranışları beyhudeliğe, vasat davranışları alışkanlığa ve önemsiz olanlarını da korkuya dayandırırsak, nadiren hata yaparız.

19.

Erdem hakkındaki yanlış anlama. - Hazla bağlantılı olarak ahlaksızlığa aşına olan herhangi biri, tıpkı geride şehvetli bir gençlik bırakmış olan biri gibi, erdemin hoşnutsuzlukla bağlantılı olması gerektiğini düşünür. Buna karşılık, tutkuları ve ahlaksızlıklarından ötürü başı ciddi biçimde derde girmiş herhangi biri, bir ruhsal huzur ve mutluluk kaynağı olarak erdem için yanıp tutuşur. Böylece, iki erdemli kişinin birbirlerini hiçbir şekilde anlamaması mümkündür.

76. Zuhdı.* — Zuhdi, erdemden sefil bir zorunluluk türetir.

71.

Onuru kişiden şeye aktarmak. - Bizler sevgi ve kendini feda etme eylemlerine, nerede sergilenirlerse sergilensinler, genelde komşumuzun yararı için değer veririz. Böylece bu şekilde sevdiğimiz ya da kendimizi feda ettiğimizşeylere olan saygımızı artırmış oluruz, bu şeyler kendi başlarına fazlaca bir değere sahip olmadıkları halde. Kahraman bir ordu, başkalarını da uğruna savaştığı davaya inandırır. *

Hertürlü zevke karşı koyarak kendini ibadete veren.(Ed. n.)

79

İnsanca, Pek İnsanca — 1

18.

Ahlak duygusunun yerine geçen hırs. - Yapıları itibariyle hiçbir hırsa sahip olmayan insanların ahlak duygusundan yoksun olması mümkün değildir. Hırslı insanlar ahlak duygusu olmaksızın da, işlerini, neredeyse aynı başarıyla yürütebilirler. Bu yüzden ılımlı, hırslı olmayan ailelerin çocukları, bir kez kendi ahlak duygularınıyitirdiler mı, genellikle çok hızlı şekilde yozlaşa-

rak birersefil (Lumpen) haline gelirler.

79.

Kıbir zenginleştirir. - Kibir olmasaydı insan ruhu ne kadar da yoksul olurdu! Ne var kı, kibir olduğundaise, insan ruhu, her türden müşteriyi çeken ağzına kadar dolu ve sürekli ikmal edilen bir ambara benzer, kendileriyle birlikte gerekli parayı (hayranlık) getirmeleri koşuluyla, orada neredeyse her şeyi bulabilirler, her şeye sahip olabilirler.

80.

Yaşlı adam ve ölüm. - Dinin talepleri bir yana bırakıldığında, pekalâ şöyle bir soru sorabiliriz: Yaşlanan ve güçlerinin çökmekte olduğunu hisseden bir insanın yavaş yavaş tükenişini ve parçalanışını beklemesi neden eksiksiz bir bilinçle kendisine bir sınır koymasından daha övgüye değer olsun ki? Böyle bir durumda intihar, aklın zaferi olarak haklı bir saygı uyandırması gereken tümüyle doğal, açık bir eylemdir ve gerçekten de Yunan İfelsefesinin öncülerinin ve en cesur Romalı yurtseverlerin intihar etmeye alışık olduğu zamanlarda bu saygıyı uyandırmıştır da. Buna karşılık, hayatımızı bir gün daha uzatma, korku içinde doktorlara başvurma ve yaşamın gerçek amacına yaklaşma gücünden yoksun bir halde en acı verici şekilde yaşamaya devam etmeçılgınlığı çok daha az saygıdeğerdir. Dinler intihar taleplerinden kaçınma bakımından bir hayli zengindir; dinler hayata düşkün olanların gözüne böyle girmeye çalışırlar. 80

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine

81.

Acı çekenin ve acı verenin yanılgıları. - Eğer zengin biri yoksulbirinden zorla bir şey alırsa (Örneğin bir hükümdarın bir pleb'in* sevgilisini elinden alması gibi), yoksul olanda bir yanılgı ortaya çıkar; kendisinin sahip olduğu bu küçücükşeyi alan zengin kişinin tamamen aşağılık biri olması gerektiğini düşünür. Ama zengin kişi tek bir malın değerini hiç de böylesine yoğun biçimde hissetmez, çünkü bu türden pek çok şeye sahip olmaya alışkındır, bu yüzden kendisini yoksul kişinin yerine koyamaz ve hatta yoksul kişinin inandığı ölçüde bir adaletsizlik de yapmış olmaz. Her ikisi de diğeri hakkında yanlış bir anlayışa sahiptir. Güçlü olanın insanları tarihte en çok çileden çıkaran adaletsizliği, esasen göründüğü kadar büyük değildir. Kendisine miras kalan daha

üstün (yüksek) haklara sahip daha üstün bir varlık olmaanlayışı

daha baştan kişiyi bir hayli soğuk hale getirir ve onun vicdanını rahatlatır; gerçekten de, kendimizle bir başka varlık arasındaki fark oldukça büyük olduğu zaman, hiçbirimiz artık adaletsizlik duygusuna kapılmayız ki böylelikle herhangi bir vicdan azabı

duymadan bir sivrisineği öldürürüz. Bu yüzden, (tüm Yunanlıların

bile önde gelen bir soylu olarak betimledikleri) Kserkses'in,** adam bütün o kampanyalarından tedirginlik ve uğursuz bir güvensizlik duyduğunu ifade etti diye, çocuğunu alıp keserek parçalatması hiç de ayıplanacak bir şey değildir. Burada, tıpkı kabul edilemez herhangı bir rahatsız edici duygu yaratmasına izin verilmeyecek denli alt tabakaya dahil olmuştur. Hakikaten de, hiçbir acımasız kişi, kötü davrandığı kişinin sandığı kadar acımasız değildir; acıyı hayal etmek onu yaşamakla aynı şey değildir. Aynı şey adil olmayan yargıçla hafif bir sahtekârlık yaparak kamuoyunu yanıltan gazeteci için de geçerlidir. Tüm bu durumlarda neden ve sonuç tamamen farklı duygu ve düşünce öbekleri tarafından sarılmıştır; oysa biz otomatık bir şekilde, acıyı verenin ve acıyı çekenin aynı şekilde düşünüp hissettiklerini varsayarız ve bu varsayıma uygun olarak,birinin suçunu diğerinin acısıyla ölçeriz. *

*

Pleb: Eski Roma'da halktan biri. (Çev.n.)

Kserkses'(Ö V. yy.) Pers Kralı (Ed.n)

81

İnsanca, Pek İnsanca — 1

82.

Ruhun derisi. - Tıpkı kemiklerin, etin, bağırsakların ve kan damarlarının, insanın görünümünükatlanılır hale getiren bir deri tarafından çevrelenmesi gibi, ruhun hareketleri ve ihtirasları da kibirle örtülmüştür: Kibir ruhun derisidir.

83.

Erdemin uykusu. - Erdem uyuduğunda, dinçleşmiş olarak uyanır.

84.

Utancın arıtılması. - İnsanlar kirli bir şeyi düşündükleri için utanmazlar, tersine birisinin kendilerinin bu kirli düşüncelere sahip olduklarına inandığını düşündüklerinde utanırlar.

80.

Art niyet nadirdir. - Çoğuilnsanart niyetli olamayacak kadar kendisiyle meşguldür.

86.

Ağır basmak. - Yargı gücümüzün parlaması için bize daha fazla imkân sunmasına bağlı olarak över ya da suçlarız.

87.

Geliştirilmiş Luka 18:14.” - Kendisini alçaltan kişi yüceltilmekistiyordur. ”

82

Çünkü kendini yücelten herkes alçaltılacaktır, kendisini alçaltan ise yüceltilecektir. İG. Handwerk ni

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine

88.

İntiharı engelleme. - Bir kişiden canını almamızı sağlayan bir hak vardır ama ondan ölümünü almamızı sağlayan hiçbir hak yoktur: Su katılmadık bir acımasızlıktır bu.

89.

Kibir. - Başka insanların iyi görüşleri, birincisi bizim için yararlı olmaları ve ikincisi o insanları mutlu etmek isteyişimizden

bizim için önemlidir (çocuklar ebeveynleri, öğrenciler öğretmen-

leri, hayırseverler ise genel olarak diğer insanları mutlu etmek ister). Ancak,biri için fikirleri yararlı olma ve mutlu etme dışında önemliyse kibirden bahsederiz. Bu durumda,kişi kendisini mutlu etmek istemektedir ama kendi türdeşi olan insanlar pahasına, ki bu noktada ya insanları ayartarak kendisi hakkında yanlış bir fikre sahip olmalarını sağlar ya da (kıskançlık yaratarak) diğer herkes için acı verici olması gereken bir “iyi fikir” derecesi tutturmaya çalışır. Birey kendisinin kendi hakkındaki fikrini doğrulamak ve güçlendirmek için düzenli olarak başkalarının fikirlerini kullanmak ister; ama güçlü otorite alışkanlığı -insanlık kadar eski bir alışkanlık- aynı zamanda pek çok kişinin içlerinde var olan otorite inancını desteklemelerine ve böylece onu önce başkalarının ellerinden kabul etmelerine yol açar; başka kişilerin yargı gücüne kendi yargı gücüne güvendiklerinden daha fazla güvenirler. Kendine ilgi duyma, kendini mutlu etme arzusu, kibirli kişide öyle yüksek bir seviyeye ulaşır ki, başkalarını kandırarak kendisi hakkında yanlış, aşırı ölçüde yüksek bir övgüde bulunmalarını sağlar ama yine de o başka insanların otoritesine bel bağlar; böylece, kibirli

kişi, yine kendisinin de inandığı bir hataya neden olur (yanılgıya

düşer). Bu yüzden kibirli kişilerin yalnızca başkalarını değil, ama kendilerini de mutlu etmek istediklerini ve bunda kendiçıkarlarını göz ardı edecek kadar ileri gittiklerini kabul etmeliyiz; çünkü kibirli kişiler sırf kendini tatmin etme zevkini yaşamak için,sık sık diğer insanları, kendilerine uygun olmayan şekilde, düşmanca, kıskanç bir şekilde ve bu yüzden zararlı bir şekilde yaklaşıyorlarmış gıbi göstermekisterler.

İnsanca, Pek İnsanca — 1

90. İnsan sevgisinin sınırı. - Başkabirinin aptal, kötü oldugunu ilan eden herhangı biri, eğer söz konusu kişi öyle olmadığını gösterirse, öfkelenir.

9L Moralite larmoyante.* — Ahlaklılık ne büyük zevk verir! Asıl, yüce eylemlerin masallarından bugüne kadar ne büyük mutluluk gözyaşları denizinin ortaya çıktığını bir düşünsenize. Eğer tam sorumsuzluk inancı üstün gelseydi, hayatın bu büyüleyiciliği solardı.

92.

Adaletin kökeni. - Adaletin (dürüstlüğün) kökeni, Thukydides'in** (Atinalı ve Melialı elçiler arasındaki korkunç diyaloglar-

da)"** doğru bir şekilde anladığı gibi yaklaşık olarak eşit güce

sahip olan insanlara dayanır; açıkça ayırt edilebilen bir üstünlüğün olmadığı ve çatışmanın her iki tarafa da etkisiz hasarlar verdiği bir yerde, uzlaşmaya gitme ve her iki tarafın taleplerini görüşme düşüncesi doğar; mübadele niteliği adaletin orjinal niteliğidir. Her bir taraf, diğerinden daha çok değer verdiği şeyi elde etmesi bakımından, diğer tarafı tatmin eder. Diğer kişiye istediği şeyı, bundan böyle ona ait olacak şekilde veririz ve bunun karşılığında istemiş olduğumuz şeyi alırız. Bu yüzden adalet yaklaşık olarak eşit bir güç konumu varsayımı doğrultusunda gerçekleştirilen bir karşılık verme ve mübadeledir; böylece, intikam kökeni itibariyle adaletin alanına girer; intikam bir mübadeledir. Minnettarlık da öyle. Adaletin izi doğal olarak sağgörülü kendini koruma yaklaşımına dek uzanır, yanı şöylesi bir düşüncenin ego* Moralitölarmoyante: Gözüyaşlı ahlaklılık (G. Handwerk n. ** Thukydides: ((Ö 465-395) Tarih biliminin kurucularından sayıldığı gibi, toplumbilim

alanında da ilk düşünenlerden olmakla ünlüdür.(Ed. n.) "** Thukydides,5. kitap, 87-111.

84

Ahlak DuygusununTarihi Üzerine izmine dek: “Niçin boşu boşuna kendime zarar vereyim ve buna rağmen amacıma ulaşamayayım?”” Adaletün kökeni bundan

daha iyi açıklanamaz. İnsanlar, kendi entelektüelalışkanlıklarına uygun olarak, sözümona adil ya da hakkaniyetli eylemlerin özgün amacını unuttukları için ve özellikle de çocuklar binlerce yıl boyunca böylesi eylemlere hayran kalacak ve onları taklit edecek şekilde yetiştirildikleri için, adil bir eylemin bencilce olmayan bir eylem olduğu görüntüsü adım adım ortaya çıkmıştr. Ne var ki, söz konusu eyleme biçilen yüksek değer, o görüntüye dayanmaktadır ve daha da önemlisi, tüm değer vermelergibi, hâlâ hep artmaya devam ediyor; çünkü insanlar yüksek değer biçtikleri şey için fedakârlıkta bulunarak çaba harcarlar, onu taklit edip yeniden üretirler ve böylece o, her bireyin harcadığı çabanın ve gayretin değerini değer verilen şeye ekleyerek oylumsal olarak büyütür. Unutkanlık olmasaydı dünya güç bela ahlaki görünürdü!Bir şair, Tanrı'nın unutkanlığı insan şerefi tapınağının eşiğinde kapıcı olmaya gönderdiğini söyleyebilirdi.

93.

Güçsüz olanın hakkı üzerine. - Eğer biri belli koşullar altında, örneğin kuşatılmış bir şehrin yaptığı gibi, daha güçlü birine boyun eğerse, buna denk düşen koşul, onun kendisini ortadan kaldırabilemesi, şehri yakabilmesi ve böylece daha güçlü düşmana büyük kayıp verdirmesidir. Böylelikle, burada hakların öngörülmesinde temel teşkil edecek bir tür eşdeğerlilik ortaya çıkar. Düşman,kişinin varlığını sürdürmesinden bir avantaj elde eder. Böyle bir ölçüyle bakıldığında, kölelerle efendiler arasında bile haklar vardır, yani, kölenin mevcudiyetinin onun efendisi için faydalı ve önemli olması ölçüsündeki haklar. Kişinin ha kları aslında ancak bir kişinin diğerine değerli, gerekli, kaçınılmaz, fethedilmez ve benzeri biçimde göründüğü yere kadar uzanır. Bu bağlamda, daha güçsüz kişinin bile hâlâ hakları vardır, ama daha azdır. Şu meşhur deyimde olduğu gibi; unusguisguec 85

İnsanca, Pek İnsanca - 1

tantum juris habet, guantum potentia valet* (ya da daha kesin bir şekilde. guantum potentia valere credi-

tur)."*

94.

Ahlakın bugüne kadarki üç aşaması. -Bir hayvanın bir insan haline gelişinin ilk işareti, onun eylemlerinin artık ansal değil, tersine uzun erimli bir gönenç anlayışıyla ilişkilenmesi, yani, faydalı ve amaçsal hale gelişidir. Bu noktada, aklın bağımsız kuralıilk kez öne çıkar. İnsan onur ilkesine göre hareket ettiğinde ise, bundan daha üstün bir aşamaya ulaşmış olur ve onur aracılığıyla kendisini başkalarıyla bir düzen içine sokar, kendisini ortak duyguların gerisine koyar ve bu durum onu yalnızca kişisel bağlamda anlaşılan bir yararlılık anlayışının yönettiği aşamanın hayli üzerine çıkarır; saygı duyar ve kendisine saygı duyulmasını ister, yani yararlılığı kendisinin başkaları hakkında, başkalarının da kendisi hakkında düşündüklerine bağlı bir şey olarak anlar. Nihayet, ahlakın bugüne kadarki en yüksek aşamasında, şeyler ve kişiler hakkında kendı standartlarına göre hareket eder, neyin onurlu olduğunu, neyin yararlı olduğunu kendisi ve başkaları için belirler; her zamankinden çok daha üstün bir gelişim kaydetmiş bir yararlı ve onurlu olan anlayışına uygun olarak, artık fikirlerinin yapıcısı olmuştur. Bilgi onun, kişisel yarar karşısında, en yararlı olana, * #*

86

Unusguisgue tantum juris habet, guantum potentia valet: (Lat) Her kişi gücü oranında hakkasahiptir. (Çev. n.) Ouantum potentia valere creditur: (Lat.) Onun sahip olduğuna inanılan güç gibi. (Çev.n.) Bu söze Spinoza'nın Tractatus Theologico-Politicus adlı eserinin çeşitli yerlerinde rastlanmaktadır ve Schopenhauer tarafından Parerga und Paralipomena adlı eserinde alıntılanmıştır, çev. E. F.). Payne (Oxford, ClarendonPress,1874), 2. kısım 124, 242. R.H. M. Fiwes kendi Tractatus basımında (Londra, 1895) söz konusu sözceyi “bir bireyin hakları, öyle koşullandırıldığı üzere, onun gücünün en uç sınırlarına kadar genişler” biçiminde çevirir (bölüm 16, 200). Spinoza'nın metninin bu bölümünden de açıkça anlaşıldığı gibi, “hak” ahlaki sorumluluğun doğasını ve sınırlarını belirlemek amacıyla kullanılmıştır. Böylece, “henüz aklı bilmeyen ya da henüz erdem alışkanlığını kazanmamış olan biri, yalnızca kendi arzusunun yasalarına göre davranır ve tıpkı kendi yaşamını aklın yasalarına göre düzenleyen biri gibi hükümranlık hakkına sahiptir.” (201) (G. Handwerk n))

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine yani genel, uzun erimli yararlılığa ve ansal değer karşısında, genel, uzun erimli değerin saygın itirafına öncelik tanımasını sağlar; kolektif bir birey olarak davranır ve yaşar.

95.

Olgun bireyin ahlakı. - Buraya kadar,kişisel olmamayı ahlaki eylemin gerçek ayırt edici işareti olarak değerlendirdik ve başlangıçta, insanların kişisel olmayan tüm eylemleri övmelerinin ve ayrı bir yere koymalarının nedeninin genelyararlılık kaygısı olduğu kanıtlandı. Peki, en büyük genel yararlılığı sağlayan şeyin tam da kişisel kaygılara verilen en büyük önem olduğunu giderek daha açık biçimde kavradığımız böyle bir zamanda, bu görüşlerde köklü bir dönüşüm yaklaşıyor olamaz mı? Böylece dar anlamdaki kişisel eylemler tam da (genel yararlılık olarak) mevcut ahlak anlayışına tekabül edemez mi? Kişinin kendisini bütünlüklü bir kişi haline getirmesi ve yaptığı her şeyde kendisininen yüksek gönencinden gözünü ayırmaması; bu biZı, başkalarının hatırı için yapılmış o sempatik hareketlerden ve eylemlerden daha fazla ilerletir. Hiç kuşkusuz, hepimiz içimizdeki kişisel olan hakkında hâlâ çok küçük bir kaygı duymanın eksikliğini yaşıyoruz; bu kötü bir şekilde gelişti; bunu kendimize itiraf edelim. Bunun yerine, dikkatimizi zorla ondan çekip onu devlete, bilime, ihtiyacı olana bir kurban olarak sunduk, sanki o feda edilmesi gereken kötü bir şeymiş gibi. Şımdıibile kendi insan türdeşlerimiz için çalışmak istiyoruz ama ancak bu işte kendi şahsi çıkarımızı bulduğumuz sürece, ne daha fazla ne daha az. Bu tamamen kendi şahsi çıkarımızı nasıl anladığımız sorunudur; olgunlaşmamış, gelişmemiş, işlenmemiş birey aynı zamanda bu çıkarı en kaba biçimiyle anlayacaktır.

96.

Örf ve adap. - Ahlaki olmak, uzun süre önce kurulmuş

adap ya da geleneğe itaat etmek anlamına gelir. Bunlara zorla mı yoksa isteyerek mi boyun eğdiğimiz önemli değildir; boyun eğmemiz yeterlidir. Adeta doğası itibariyle uzun bir mirasın ardından, yani kolayca veisteyerek, geleneksel olanı yapan biri87

İnsanca, Pek İnsanca — 1

ni “iyi” olarak adlandırırız, yaptığı şey ne olursa olsun (örneğin, antik Yunanlılar arasında da olduğu gibi, eğer intikam almak iyi ahlaki davranış kapsamına giriyorsa, bu bir intikam alma

olabilir). Böyle biri iyi olarak değerlendirilir, çünkü“bir şey için”

iyidir; ancak hayırseverlik, sempati ve benzerlerinin hep “bir şey için Iyi” olması, değişen gelenekler içinde yararlı olması düşünüldüğü için, şimdi özellikle hayırsever, yardımsever kişiden “iyi”

olarak bahsediyoruz. Kötülük “ahlaki olmama” (ahlaksız olma),

geleneğe aykırı davranma, ne kadar akla yatkın ya da aptalca olursa olsun, geleneğe karşı direnme anlamınagelir; ancak çeşitli zamanların tüm ahlaki kurallarında, kişinin komşusuna Zarar vermesinin özellikle kötü olduğu düşünülmüştür, öyle ki şimrdilerde “kötü” sözcüğü özellikle kasıtlı olarak komşuya verilen zararı aklımıza getirmektedir. İnsanların ahlaki olan ile ahlak dışı olanı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmek için kullandığı temelkarşıtlık “egoistçe olan” ile “egoistçe olmayan” değil, tersine bir geleneğe ya da yasaya bağlanma ve ondan kopmadır. Geleneğin kökeninin ne olduğu burada önemlideğildir; o her koşuldaiyı ve kötü ya da her yerde hazır ve nazır olan herhangi bir kategorik zorunluluktan bağımsızdı ama her şeyden önce bir toplumu, bir halkı koruma amacına hizmet ediyordu; yanlış yorumlanan,rastlantısal bir olaydan doğan her batıl gelenek bizi, ahlaki olanın temeli olarak bir geleneği izlemeye zorlar; kendini o gelenekten koparmak tehlikelidir, hatta toplum için birey için olduğundan daha zararlıdır (çünkü Tanrılar, kendi ayrıcalıklarına yöneltilen her küfür ve saldırı için toplumu cezalandırırlar ve ancak bu ölçüde bireyi de cezalandırmış olurlar). Şimdi her gelenek, kökeni ne kadar uzakta kalıyor ve ne kadar unutuluyorsa, o ölçüde sürekli olarak daha saygın hale geliyor; geleneğe gösterilen saygı kuşaktan kuşağa birikiyor, gelenek nihayet kutsal hale gelmekte, korku ve merak karışımı bir saygı uyandırmaktadır ve böylece dindarlığın ahlakı her koşulda, egoistçe olmayan davranışları gerektiren ahlaktan çok dahaeskidir.

97.

Gelenekteki haz. - Önemli bir haz kategorisinin ve

böylece ahlakın önemli bir kaynağının kökeni alışkanlığa daya88

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine

nır. Alışıldık şeyleri daha kolayca, daha iyi ve bu yüzden tercih ederek yaparız, onları yapmaktan haz alırız ve deneyimimiz sayesinde alışılmış olanın kendisini kanıtladığını ve bu yüzden yararlı olduğunu biliriz; birlikte yaşayabileceğimiz bir geleneğin, yeni ve henüz kanıtlanmamış deneylerin aksine, geliştiricı, yararlı olduğu kanıtlanmıştır. Böylece gelenek keyif verici olanla yararlı olanın birliğidir ve daha da önemlisi, hiçbir şekilde düşünmeyi gerektirmez. Bir kişi başkalarını zorlayacak güce sahip olur olmaz, kendi geleneklerini oluşturmak ve onları dayatmak üzere bu gücünükullanır, çünkü gelenekleri onun için yaşamın kanıtlanmış bilgeliğidir. Aynı şekilde, bireylerden oluşan bir topluluk her bireyı aynı gelenekleri kabul etmeye zorlar. Yanlış bir tümdengelim tam da burada yapılmaktadır: Biri verili bir gelenek sayesinde tatmin olduğu ya da en azından bu gelenek aracılığıyla varlığını sürdürdüğü için, bu gelenek gereklidir, çünküsöz konusu kişi bu geleneği kendisini hoşnut hissedebilmenin biricik olasılığı olarak değerlendirir; yaşamdaki hoşnutluğun yalnızca ondan doğduğu anlaşılıyor. Alışılmış olanı varoluşun bir koşulu olarak gören bu anlayış ahlakın en küçük ayrıntısında bile karşımıza çıkmaktadır. Daha düşük bir gelişim aşamasında olan halklar ve kültürler arasında gerçek nedensellik hakkında çok az kavrayış olduğu için, onlar batıl bir korkuyla her şeyin aynı eski yolda ilerlediğini düşünürler; bir gelenek, zor, katı, sıkıntı verici olduğu yerlerde bile korunacaktır çünkü onun yararlılığı en önemli şey olarak görünür. Böylesi insanlar aynı gönenç düzeyinin aynı zamanda başka koşullar altında da var olabileceğini ve hatta daha yüksek bir gönenç düzeyine ulaşılabileceğini bilmezler. Ama hiç kuşkusuz, tüm geleneklerin, en katı olanların bile, zaman içinde daha zevk verici ve ılımlı hale geldiklerini ve en katı yaşam tarzının bile bir alışkanlık ve böylece bir haz haline gelebileceğini kavrarlar.

98.

Haz ve toplumsal içgüdü. - Diğerinsanlarla olan iliş-

kilerimizden, kendimizden edindiğimiz haz duygularının ötesinde yeni bir hazlar kategorisi elde ederiz ve böylece haz verici duygu-

ların alanını kayda değer ölçüde genişletmiş oluruz. Bununlailgisi

89

İnsanca, Pek İnsanca — 1

olan pek çok şey muhtemelen, birbirleriyle, özellikle de anneler yavrularıyla oynadıkları zaman açıkça haz alan hayvanlardan bize geçmiştir. Ardından, hazla ilişkili olarak her dişiyi her erkekiçin ve her erkeği her dişi için ilginç hale getiren cinsel ilişkilere bakmak gerekiyor. Genel olarak, insan ilişkilerine dayalı haz duygusu insanları daha iyi hale getirir; paylaşılan sevinç, birlikte edinilen haz, çoğaltılır; bireye güven verir, onu daha iyi huylu hale getirir, güvensizliği, kıskançlığı dağıtır; çünkü birey kendisini mutlu hisseder ve başkalarının da aynı şekilde kendilerini mutlu hissettiklerini görür. Benzer haz ifadeleri, hayali bir sempatı, bir tür aynı olma duygusu uyandırır, ortak acılar, aynı fırtınalar, tehlikeler ve düşmanlar da aynı şeyi yapar. Öyleyse en eskiittifak bunun üzerine kurulmuştur ki bunun önemi, herkesin birlikte hareket ederek, yaklaşan hoşnutsuzluk tehdidine karşı, her bireyin yararı için savunmaya geçmesidir. Böylelikle hazdan toplumsal bir içgüdü doğmuşolur.

99.

Sözümona kötü eylemlerde masum olan. - Tüm

“kötü” eylemler, kaynağını korunma(sakınma) dürtüsünden, daha

kesin bir şekilde, bireyin haz elde etme ve acıyı önleme çabasından alır; böylece, onlar motive edilmiştir ama kötü değillerdir. Filozofların beyninde olan dışında, “bilinen anlamda bir acı verme” yoktur, tıpkı “bilinen anlamda haz vermenin” (Schopenhauer'a

göre acıma) mümkün olduğu kadar az olması gibi. Uygar toplum

öncesi koşullarda, eğer kendimiz açsak ve ağaca yaklaşıyorsak, ister insan ister maymun olsun, ağacın meyvesini elde etmek için bize saldıran varlığı öldürürüz:tıpkı ıssız bir alanda dolaşırken yine bir hayvanı öldüreceğimiz gibi. Şu anda bizi en çok çileden çıkaran kötü eylemler, onları bize dayatan kişinin özgür bir iradeye sahip olduğu, bu yüzden bize bu kötü şeyi yapmamanın onun seçme özgürlüğünün dahilinde olduğu türünden bir hatadan kaynaklanır. Özgür iradeye duyulan bu inanç nefreti, intikamcılığı, kini ve hayal gücünün tümüyle çökmesini provoke ederken, onu sorumlu olarak değerlendirmediğimiz için bir hayvana çok daha az kızarız. Korunmak amacıyla değil de, misillemede bulunmak amacıyla birine zarar vermek yanlış bir yargının sonucudur ve bu 90

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine yüzden de masumcadır. Uygar toplumdan önceki koşullarda, birey caydırmak amacıyla diğer varlıklara haşin ve acımasız şekilde davranabilir; kendi caydırıcılık gücünü ortaya koyarak varlığını güvence altına almak için. Şiddet taraftarı ve güçlü insanlar bu şekilde davranırlar, tıpkı bir devletin daha güçsüz bireylere boyun eğdiren ilk kurucusu gibi. Onun bunu yapmaya hakkıvardır, şimdi devletin aldığı hak veya daha ziyade: bunu engelleyebilecek hiçbir hak yoktur. Her türlü ahlakın temeli, ancak daha büyük bir birey ya da kolektif birey (örneğin devlet ya da toplum) bireylere boyun eğdirdiği, böylece onları içinde bulundukları yalıtılmışlıktan çıkarıp bir ortaklık olarak örgütlediği zaman kurulabilir. Güç ahlaktan önce gelir, ahlakın kendisi de güçtür, acıdan kaçınmak için sığınılan bir şeydir. Daha sonra gelenek haline, çok daha sonra Özgür itaat haline ve nihayet neredeyse bir içgüdü haline gelir; ardından, uzun bir süre boyunca alışılmış ve doğal olmuş her şey gibi, hazla ilintili hale gelir; şimdi ise erdem olarak adlandırı!maktadır.

100.

Utanç. - Bir gizemin (mysterium) olduğu her yerde utanç

vardır ama bu, insan kültürünün antik dönemlerinde yaygın bir etkiye sahip olan dinsel bir kavramdır. Her yerde kutsal hakkın spesifik koşullar dışında, erişilmesini yasakladığı kapalı alanlar vardı: Başlangıçta tümüyle uzamsaldı, öyle ki belli yerlere, oralara yaklaştıklarında ürperen ve korkan henüz dine kabul edilmemiş kişilerin ayak basmaması gerekiyordu. Bu duygu sık sık başka ortamlara da taşınıyordu, örneğin, daha olgun bir çağın ayrıcalığı ve 'adytum'u'" olarak, gençlerin kendi yararı için onların görüş alanlarından çıkarılması gereken cinselilişkilere, korunması ve kutsanmaları için evlilik odalarına muhafız olarak gönderilen pek çok Tanrı nın

etkin olduğunun düşünüldüğü türdenilişkilere. (Bu yüzden bu oda Türkçe'de harem,yani “kutsal yer” (Heiligtum) olarak adlandırılır ve

bu yüzden genellikle camilerin ön avlusu için kullanılan aynı s0Z-

cükle ifade edilir.) Böylece, krallık, gücün ve görkemin yayıldığı bir

merkez olarak, kendi kulları için gizlilik ve utançla dolu bir sırdır, bunun çeşitli yan etkileri, başka türlü utancı hissedecek biçimde *

Adytum:Bir tapınağın en iç kısmı; öğütlerin verildiği gizli türbe. (Ed. n)

91

İnsanca, Pek İnsanca — 1

karakterize olmayacak halklar arasında şimdi bile ayrımsanabilir. Aynı şekilde, tüm o içsel durumlar dünyası, yani ruh denilen şey, ruhun kutsal bir kökene dayandığı, kutsal olanla ilişkili olmayı hak ettiğine inanılan nice çağlardan sonra,filozof olmayan herkes için hâlâ bir sırdır. O, bu yüzden bir adytum'dur ve utancı tahrik

eder (uyandırır).

101.

Yargılamama.' - Daha önceki dönemleri değerlendirirken, onlara haksızlık etmemeye özen göstermeliyiz. Kölelikteki adaletsizlik, kişilere ve halklara boyun eğdirişteki acımasızlık bizim standartlarımızla ölçülemez. Çünkü o zamanlar adalet içgüdüsü

(nstinkt der Gerechtigkeit) henüz yeterince gelişmemişti. Kim Dok-

tor Servet'nin”” yakılışı için Cenevreli Calvin” suçlamaya cüret edebilir? Bu onun inançlarından tutarlı şekilde doğan bir eylemdi ve engizisyon da aynıölçüde haklıydı; tüm olup biten hâkim fikirlerin yanlış olması ve o görüşler bize yabancılaştığı için acımasız görünen mantıki bir sonuç doğurmasından ibaretti. Üstelik neredeyse herkesi bekleyen sonsuz bir cehennem azabının yanında tek kişinin yakılışının lafı mı olur! Yine de bu anlayış, çok daha yoğun olan iğrençliği Tanrı düşüncesine ciddi bir zarar vermeksizin, O sıralar tüm dünyaya hâkim olmuştu. Bizim aramızda bile, siyasal fraksiyonların taraftarlarına katı ve acımasızca davranılmaktadır, ancak bizler devletin gerekliliğine inanmayı öğrendiğimiz için, buradaki acımasızlığı, arkasındaki görüşleri reddettiğimiz

zamanki acımasızlık kadar hissetmiyoruz. Çocuklar ve İtalyanlar arasında hayvanlara yönelik acımasızlık bir kavrayış eksikliğinden ” “Yargılama ki sen de yargılanmayasın.” Matta 7:1

** Servet, Miguel de Vilonova: (1511-1553) Serveto adıyla da tanınan İspanyol hekim ve

Tanrıbilimci. Teslis hakkındaki geleneksel inanca karşı çıktığı De Trinitatis Erroribus

(Teslis İnancının Yanlışlığı, 1531) ve teslis ile birlikte ilk günah ve kefaret öğretisini

reddettiği Christianismi Restitutio (Hıristiyanlığın Onarılması; 1553) adlı yapıtlarında hem katoliklerin hem protestanların kabul edemeyecekleri görüşler öne sürdü. Fransa'daki engizisyondan kıl payı kurtularak Cenevre'ye iltica etti, orada tutuklana-

rak Calvin'in de belirleyici rol oynadığı bir yargılamadan sonra sapkın sayılarak ateşte yakıldı. Reform anlayışına aykırı olan bu höşgörüsüzlük, Calvin'in manevi mirasçılarında üzüntü yarattı ve bunlar 1909'da Cenevre'de Miguel Servet'nin anısına bir anıt diktiler.

##*

92

(Ed.n) Jean Calvin: (1509-1564) Fransız din reformcusu, Kalvinizmin kurucusu.(Ed.n.)

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine kaynaklanır; kilise doktrinlerinin çıkarları doğrultusunda, hayvanlar insanların çok daha gerisine konulmuştur. Tarihteki pek çok korkunç ve insanlık dışı olay, inanılması mümkün olmayan şeyler, aynı zamanda, emirleri verenlerle onları uygulayanların farklı bireyler oldukları değerlendirmesiyle hafifletilmektedir; emri veren ne olduğunu görmez ve böylece onun hakkında güçlü bir izlenime sahip olmaz, emri uygulayan ise kendi üstüne itaat eder ve kendisini sorumlu hissetmez. Hayal kurma gücünden yoksun oldukları için, hükümdarların ve askeri liderlerin çoğu aslında öyle olmadıkları halde tesadüfen acımasız ve katı görünür. Ego-

izm kötü değildir, çünküiçimizdeki 'komşu'nun (Nâchsten) takdimi/temsilidir -bu sözcük Hıristiyan kökenlidir” ve gerçeğe

tekabül etmez- oldukça zayıftır ve komşumuza karşı kendimizi bitkilere ve taşlara karşı olduğu kadar özgür ve sorumsuz hissederiz. Başka birvarlığın acı çektiği öğrenilmelidir ama hiçbir zaman tümüyle öğrenilemez.

102.

“İnsanlar her zaman iyi olanı yapar.””*- Doğabizi yıldırımlı bir fırtınaya tutup ıslattığında onu ahlaksız olmakla suçlamayız: peki zarar veren bir insana niçin ahlaksız deriz? Çünkü birincisinde zorunluluk ikincisinde ise gönüllü olarak denetlenen özgür bir iradenin varlığını farz ederiz. Ama bu ayırım bir hatadır. Öyleyse şu da hatadır: Bir zararın maksatlı olarak verilmiş olmasını tüm durumlarda bile ahlaksızlık olarak değerlendirmiyoruz; örnegin, sırf ötüşü bizi rahatsız ettiği için, kasıtlı olarak ve herhangi bir vicdanı sıkıntı yaşamaksızın bir sivrisineği öldürürüz, kasıtlı olarak bir suçluyu cezalandırır, kendimizi ve toplumu korumak için ona zarar veririz. Birinci örnekte, kendisini korumak ya da sadece kendisini sıkıntıya sokmamak için kasıtlı olarak zarar veren birey99 ek

dir; ikincisinde ise, devlettir. Öz savunma amacıyla kasıtlı olarak

zarar vermemize her türlü ahlak izin vermektedir; yani kendini koruma söz konusu olduğunda! Ancak bu iki bakış açısı bir kişi tarafından başka bir kişiye karşı girişilen tüm kötü eylemleri * Nietzsche büyük bir olasılıkla, Luka 10:25-37'ye İyi Samiriyeli'ye gönderme yapıyor.

İM. Faber n|

** Platon, Gorgias, 468. İM. Faber ni

93

İnsanca, Pek İnsanca — 1

açıklamak için yeterlidir, kendimiz için biraz haz isteriz ya da kimi sıkıntıları engellemekisteriz; şu veya bu şekilde söz konusu olan hep kendini korumadır. Sokrates ile Platon haklıdır: Kişi ne yaparsa yapsın, hep iyi olanı yapar, yani aklının düzeyine, rasyonelliğinin hâkim ölçüsüne göre kendisineiyi (yararlı) görüneni.

103.

Kindeki zararsızlık. — Kinin amacı başkalarının bildiğimiz anlamda acı çekmesi değil, daha ziyade kendimizi tatmin etmektir, örneğin bir intikam duygusu ya da sinirlerimize yönelik daha güçlü bir uyaran gibi. Tüm sataşma türleri gücümüzü başkasına karşı salıvermekten ve haz verici bir üstünlük duygusu ortaya çıkarmaktan ne kadar hoşlandığımızı zaten göstermektedir. Şimdi bundaki ahlak dışı öğe başkalarının mutsuzluğundan zevk almamız olgusu mudur?

Bir başkasının talihsizliğinden aldığımız zevk (Schadenfreude), Scho-

penhauer'ın söylediği gibi,” zalimce midir? Doğanın içinde iken, açıkçası gücümüzün farkına varabilmekiçin, dalları kırarak,taşları yerlerinden oynatarak, vahşi hayvanlarla savaşarak kendimize haz veririz. Başkabir kişinin bizden dolayıacı çektiğini bilmek öteki türlü kendimizi sorumlu hissetmediğimiz bir şey bağlamında bizi burada ahlaksız hale getirmeli midir? Ama eğer bunu bilmemişsek, aynı zamanda kendi üstünlüğümüzden de herhangi bir zevk almamışızdır; bu ancak, başkasının acısında, örneğin sataşmada, insandaki kendisini bilinir kılabilir her türlü haz ne Iyi ne de kötüdür; öyleyse kendimizi mutlu etmek üzere başkalarını mutsuz etme hakkına sahip olmadığımız koşulu nereden doğmaktadır? Yalnızca yararlılığın bakış açısından, yani, sonuçlar hakkındaki bir kaygıdan,zira sonuçta ortaya çıkacak bir hoşnutsuzluk,eğer incinen taraf ya da onun temsilcisi olarak devlet misilleme ve intikam beklememize yol açtığında ancak böyle bir şey özgün olarak böylesi eylemlerin kınanması için bir neden sağlamış olabilir. Daha önce tanımlanan kin başkasının bildiğimiz anlamdakiacısını ne kadar az amaçlıyorsa sempati de başkasının hazzını o kadar az amaçlıyordur. Zira o kendi içinde en az * “Ethik Üzerine,” Parerga,2, kısım 114, 214 |G. Handwerk nl 94

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine iki (belki de çok dahafazla) kişisel haz ve böylece kendini tatmin etme öğesi saklamaktadır: Birincisi, duygudan edinilen bir haz, trajik dramada karşılaştığımız türden bir acıma ve ikincisi, eğer bizi eyleme geçmeye zorlarsa, gücün kullanılmasından edinilen tatmin hazzı. Eğer acı çeken birkişi, üstelik de bize yakınsa, semrpatık bir davranışta bulunarak kendiacımızı azaltırız. Birkaçfilozof dışında, insanlar her zaman ahlaki duygular sıralamasında sempatiyı haylı alt bir sıraya koymuşlardır: haklı olarak.

104.

Öz savunma. - Eğer öz savunmayı genelde ahlaki olarak değerlendirirsek, aynı zamanda sözümona ahlakdışı bir egoizmin neredeyse tüm ifadelerini de kabul etmeliyiz: Biri kendini korumak, kişisel zararını önlemek için acıya sebebiyet verir, soygun ya da hırsızlık yapar. Kurnazlık ve ikiyüzlülük kendini korumanın uygun araçları olduğunda yalan söyleriz. Varlığı-

mız ya da güvenliğimiz (gönencimizin korunması) söz konusu

olduğunda, kasıtlı olarak zarar vermemiz ahlaki olarak kabul edilir; ceza verdiği zaman devletin kendisi de bu bakış açısıyla hareket eder. Kasıtlı olmaksızın zarar vermekte doğal olarak herhangi bir ahlaksızlık yoktur, çünkü burada rastlantının hâkimiyeti söz konusudur. Öyleyse, varoluşumuzun, gönencimizin korunmasının söz konusu olmadığı durumlarda verilen kasıtlı bir zarar biçimi var mıdır? Saf kinden dolayı herhangi bir zararın verildiği durumlar var mıdır, örneğin acımasızlıkta olduğu gibi? Eğer bir eylemin ne kadar acıya yolaçtığını bilmiyorsak, o zaman bu kinden kaynaklanan bir eylem değildir; bu yüzden bir çocuk bir hayvana karşı art niyetli ve kötü değildir; çocuk hayvanı bir oyuncak gibi inceler ve ortadan kaldırır. Peki bir eylemin başkası için ne kadar acı verici olduğunu tam olarak bilmemiz mümkün müdür? Sinir sistemimizin yayılabildiği ölçüde kendimizi acıdan koruruz. Eğersinir sistemimiz daha uzağa, örneğin türdeşimiz olan insanların içlerine dek ulaşabilseydı, hiç kimseye acı vermeyecektik (kendimize acı verdiğimiz, yani, iyileşmek amacıyla bir tarafımızı kestiğimiz ve sağlık uğruna zahmete girip çaba harcadı-

ımız durumlar dışında). Bir şeyin birine zarar verdiğini benzetme

aracılığıylaanlarız ve kendi anımsamamızla hayal gücümüzün 95

İnsanca, Pek İnsanca — 1

gücü bizi hasta edebilir. Peki bir diş ağrısıyla diş ağrısına tanık olmanın yarattığı acı (sempati) arasında her zaman ne tür bir fark kalır? Bu yüzden sözümona art niyetle verilen her türlü zararda, oluşan acının derecesi her koşulda bizim için bilinmezdir; ama

eyleme eşlik eden bir haz varolduğu sürece (kendi gücümüzün, kendi güçlü uyarımımızın duygusu), eylem bireyin gönencini

korumak üzere gerçekleşir ve böylece öz savunma ya da kaçınılmaz yalan söylemeyle benzer bir bakış açısının kapsamına girer. Haz olmadan hayat olmaz; haz elde etme mücadelesi hayatta kalma mücadelesidir. Bireyin bu savaşı, insanların onu iyi olarak adlandırdığı biçimde mi yoksa kötü olarak adlandırdığı biçimde

mi vereceğine gelince, buna onunanlığının (Mntellects) ölçüsü ve

bileşimi karar verecektir.

105.

Ödüllendirici adalet. -Tamsorumsuzluk kuramınıkavramış olan herhangi biri artık güya cezalandırıcı ve ödüllendirici adaleti adalet anlayışına dahil edemez; bunun herkese hak ettiğini vermekten oluştuğunu varsaydığı için. Çünkü cezalandırılan biri cezayı hak etmez, o yalnızca insanları gelecekte belli eylemlerden caydırmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır; aynı şekilde, ödüllendirilen biri de bu ödülü hak etmez, davrandığından başka türlü davranamazdı. Bu yüzden, ödülün biricik anlamı daha sonraki eylemlere motivasyon sağlamak üzere onu ve başkalarını cesaretlendirmektir; bitiş çizgisine ulaşmış olana değil, hâlâ koşmaya devam edene tezahürat yapılır. Ne ceza ne de ödül herhangi birineonun hakkı olarak gelen bir şeydir; bunlar, onun adil bir şekilde üzerinde hak talep etmeksizin, ona yararlılık nedeniyle verilmiştir. “Bilge insan, insanları iyi davrandı diye ödüllendirmez” demeliyiz, tıpkı aynı kolaylıkla “Biri kötü davrandı diye bilge insan onu cezalandırmaz,tersine insanlar kötü davranmasınlar diye onu cezalandırır” dediğimiz gibi. Eğer ceza ve ödül ortadan kalksaydı, bizi belli eylemlerden uzaklaştıran ve belli eylemlere yönlendiren en güçlü nedenler de ortadan kalkacaktı; insanların yararı onların sürdürülmesini gerektirmektedir ve ceza ve ödül, 96

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine suçlama ve övgü, kibirden kolayca etkilenerek işledikleri sürece, aynı yarar kibirin sürdürülmesini de gerektirir.

106.

Şelalede. - Bir şelaleye baktığımızda, dalgaların sonsuz kıvrımlarında, kovalamacalarında ve kırılmalarında irade özgürlüğünü ve seçme özgürlüğünü gördüğümüzü sanırız; ama hepsi

gereklidir, her hamle matematiksel olarak hesaplanabilirdir. İnsan

eylemlerinde de bu böyledir; eğer her şeyi bilebilecek durumda olsaydık, elbette her tekil eylemi önceden hesaplayabilirdik, aynı şekilde bilgideki her ileri adımı, her hatayı, her kötülük eylemini. Öznenin kendisi açıkçası özgür irade yanılsamasına saplanıp kalmıştır; eğer dünyanın çarkı bir an için dursa ve bu duraksamadan faydalanabilecek her şeyi bilen ve hesaplayan bir kavrayış var olsaydı, her varlığın geleceğini olabilecek en uzak zamanlara dek açıklayabilirdi ve bu çarkın geçeceği her yolu tanımlayabilir-

di. Öznenin kendisi hakkındaki yanılsaması, özgür irade iddiası,

halâ- hesaplanması gereken bu mekanizmanın bir parçasıdır.

107.

Sorumsuzluk ve masumiyet. - İnsanın kendi dav-

ranışı ve doğası karşısındaki tam sorumsuzluğu, bilgili insanın, eğer sorumlulukta ve görevde kendi insanlığı için soyluluğun ifadesini görmeye alışmışsa, yutmak zorunda olduğu en acı lokmadır. Onun tüm değerleri, ayırımları ve nefreti böylece değerden düşmekte ve tahrıf olmaktadır. Kararlılığa ve kahramanlığa sunmuş olduğu en derin duygusu bir hatadan başka bir şey değildi; artık ne övmesine ne de suçlamasına izin vardır, çünkü doğayı ve zorunluluğu suçlamak ya da övmek saçmadır. Soz konusu kişi tıpkı öyle olmaktan başka bir şey elinden gelmeyen iyi bir sanat eserini sevdiği ama övmediği gibi, tıpkı onun önünde bir bitkinin önünde dururcasına durduğu gibi, Insan eylemleri ve kendi eylemleri karşısında da aynı şekilde durmalıdır. Onların gücüne, güzelliğine ve bütünlüğüne hayran kalabilir ama orada bir erdem bulamaz; kimyasal süreç ve elementlerin çekişmesinde, iyileşmek için can atan hasta kişinin acısında da, 97

İnsanca, Pek İnsanca — 1

nihayet en güçlü olan karar verinceye kadar; öyle deriz (ama gerçekte, en güçlü neden bizim adımıza karar verinceye kadar) çeşitli nedenlerden dolayı şu veya bu şekilde yaşadığımız ruhun o mücadeleleri ve sıkıntılarındaki kadar az erdem vardır. Ama tüm bu nedenler, onlara verilen isimler ne kadar yüce olursa olsun, kötü zehirlerin ikamet ettiğini sandığımız aynı köklerden boy vermiştir; iyi ve kötü eylemler arasında tür bakımından herhangi bir fark yoktur, en fazla bir derece farkı vardır. İyi eylemler yüceltilmiş kötü eylemlerdir; kötü eylemler Ise bayağı ve aptalca hale getirilen iyi eylemlerdir. Bireyin kişisel tatmine yönelik tek-amaçlı arzusu (onu kaybetme korkusuyla birlikte) her türlü koşulda kendisini tatmin eder, ne kı kişi yapabıldığı her şekilde davranabilir, kı davranmalıdır da; ister kibir, intikam, haz, yarar, kötülük ya da kurnazlık edimlerinde olsun, isterse de kendini feda etme, sempati ya dabilgi edimlerinde olsun. Onun yargıda bulunma kapasitesinin derecesi kişinin arzu tarafından nereye dek sürüklenmesine izin verdiğini belirler; iyi şeylerden oluşan bir rütbe düzeni her toplumda, her bireyde, kendi eylemlerini belirleyiş tarzına ve başkalarının eylemlerini yargılayış tarzına uygun olarak her zaman mevcuttur. Ama bu standart sürekli olarak değişmekte, pek çok eylem, sırf onları belirleyen akıl düzeyi çok düşükolduğu için kötü ve aptalca değerlendiri!mektedir. Gerçekten de, belli bir anlamda tüm eylemler bugün bile halâ aptalcadır, çünkü insan aklının şu anda erişilebilecek en yüksek düzeyi hiç kuşkusuz ki aşılmaya devam edecektir; o zaman ise, geçmişe bakıldığında, bizim tüm eylemlerimiz ve yargılarımız tıpkı geri ve vahşı kabilelerin eylemlerinin ve yargılarının şu anda bize görünmesigibisınırlı ve çökük görünecektir. Tüm bunları fark etmek insana derin bir acı verebilir ama daha sonra insanı rahatlatan bir şey ortaya çıkar: Böyle acılar doğum sancılarıdır. Kelebek kozasından çıkmak ister, onu çekiştirir, parçalara ayırır, sonra bilinmez bir aydınlık, bir özgürlük âlemi onu şaşırtır, gözlerini kör eder. O acıyı yaşayabilen böyle ınsanların —-birkaç kişidir ancak!- ilk girişimi insanlığın kendisini ahlakibir insanlık olmaktan çıkarıp bilge bir insanlığa dönüştürüp dönüştüremeyeceğini görmektir. Yeni bir gerçeğin güneşi o bireylerin ruhlarındaki en yüksek doruklara ılk ışınlarını yayar, sis her zamankinden çok daha kalın bir per98

Ahlak Duygusunun Tarihi Üzerine de oluşturur ve en parlak aydınlık ile en karanlık alacakaranlık yan yana uzayıp gider. Hepsi de zorunluluktandır; böyle der yeni bilgi ve bu bilginin kendisi zorunluluktur. Hepsi masumiyettir ve bilgi bu masumiyetin bağrına giden yoldur. Eğer haz, egolzm ve kibir, ahlaki fenomenlerle onların en sevgili filizlerinin uç vermesiiçin, bilgideki gerçek ve adalet anlayışı için gerekli ise, eğer hata ve hayal gücünün yanılması insanlığın aşamalı olarak kendisini Oz aydınlanmanın ve öz kurtuluşun bu düzeyine yükseltmesine yarayan araçlar ise kim bu araçları küçümseyebilir? Bu yolların menzilindeki amaçların farkına vardığında, kim üzgün olabilir? Ahlak alanındakiher şey olmaya gelmiştir, değişkendir, sabit değildir; her şey devinim halindedir, bu doğru: Ama her şey aynı zamanda akmaktadır da, tek bir amaca doğru. Miras alınan yanlış bir şekilde değerlendirme, sevme, nefret etme alışkanlığı halâ içimizde geçerliliğini koruyabilir, ama giderek artan bilginin etkisi altında giderek daha zayıf hale gelecektir. Yeni kavrama, sevmeme, nefret etmeme, göz yumma alışkanlığı içimizdeki aynı toprağa yavaş yavaş tohumlarını serpmektedir ve muhtemelen birkaç bin yıl içinde, insanlığa

bilge, masum (masumiyetinden haberdar olan) bir insan ortaya

çıkarma kudretini kazandıracak kadar güçlü olacaktır, tıpkı şu anda düzenli olarak —-öyle bir insanın karşıtına değil, ona yönelik zorunlu, hazırlık aşaması olarak-bilge olmayan, adıl olmayan ve suçlarının farkında olan insanları ortaya çıkardığı gibi.

99

MI. BÖLÜM

DİNSEL YAŞAM 108.

T alihsizliğe karşı çifte savaş. - Başımıza bir talihsizlik gelirse, ya onun nedenini ortadan kaldırarak ya da bizim duyarlılığımız üzerinde bıraktığı etkiyi değiştirerek üstesinden gelebiliriz, yanı, talihsizliği muhtemelen yararı ancak daha sonra görülebilecek

bir şey olarak yeniden yorumlarız. Din ve sanat (metafizik felsefe de) kısmen deneyimler hakkındaki yargılarımızı değiştirerek (örneğin,

“Tanrı kimi değerli görürse, onu acımasızca cezalandırır” cümlesinin yardımıyla), kısmen de acıda, genel olarak duygularda bir haz yara-

tarak (ki tragedya sanatının kendisine hareket noktası olarak seçtiği yerdir burası) duyarlılıkta bir değişim yaratmaya çalışır. Kişi yeniden

yorumlama, değerlendirme eğilimine ne kadar çok sahip olursa, bir talıhsizliğin nedenleriyle de o kadar az karşı karşıya gelecek ve onları bir kenara bırakacaktır; örneğin, çoğu zaman diş ağrısında da olduğu gibi, anlık yatışma ve uyuşma, onun daha ciddi bir acı çekmesiiçin yeterli olur. Dinlerin ve her uyuşturucu sanatın hâkimiyeti ne kadar çok azalırsa, insanlar da talihsizliklerin gerçekten yok edilmesine o kadar çok önem vereceklerdir ki bu da açıkçası tragedyaşairlerinin işine gelmez -zira değişmez, yenilmez bir kaderin alanı her zamankinden dahafazla daraldığı için, tragedyaya giderek daha az malzeme kalacaktır- yine de rahiplerin işi çok daha zor olacak, çünkürahipler şu ana kadar insan talihsizliklerini uyuşturarak geçimlerini sağlamıştr. *

Çünkü Rab sevdiğini azarlar ve kul kabul ettiği her oğulu döver.”(İbraniler 12:6) |(M. Faber n.

103

İnsanca, Pek İnsanca - 1

109.

Keder bilgidir. - Rahiplerin, bizden iyi olanı talep eden, her eylemin, her anın, her düşüncenin izleyicisi ve tanığı olan, bizi seven ve hersıkıntılı durumda bizim için en iyi olanı isteyen bir Tanrı olduğu biçimindeki yanlış iddialarını nasıl da memrnuniyetle değiş tokuş ederdik; tüm bunları nasıl da sevinçli bir şekilde, bu hatalar kadar etkileyici, yatıştırıcı ve yararlı gerçeklerle değiştirirdik! Ne ki böyle gerçekler yoktur; felsefe en iyi ihtimalle

onlara karşı bazı metafizik olasılıkları ortaya koyabilir (ki bunlar

da kökenleri itibariyle gerçek dışıdır). Yine de trajik olan şu ki, eğer aklımızda ve kafamızda gerçeğin katı yöntemi olursa, dinin ve metafiziğin o dogmalarına inanamayız ama öte yandan,insanlığın gelişimi bizi öylesine hassas, alıngan ve hastalıklı bir hale getirmiştir ki olabilecek en aşırı dermanlara ve tesellilere ihtiyaç duymaktayız; böylece bunun bir sonucu olarak da, insanlığın gerçeği bulayım derken kan revan içinde kalma tehlikesi ortaya çıkmaktadır. Byron bunu şu ölümsüz dizelerle ifade eder: Sorrow is knowledge: they who know the most must mourn the deepst o'er thefatal truth, the tree ofknowledge is not that oflife."

Böylesi kaygılar karşısında hiçbir şey Horatius'ın şölen ciddiyetsızlığınin hokkabazlığını yapmak ve hiç olmazsa en kötü zamanlarda ve ruh tutulmalarında onunla birlikte kendimize şöyle demek kadar yararlı olamaz: guid aeternis minorem consiliis animumfatigas? cur non sub alta vel platano vel hac pinu jacentes —" > ! *

104

Keder bilgidir;en çok bilenler ölümcül gerçeğin en koyu yasını tutmalıdır, bilgi ağacı hayat ağacı değildir. Manfred,1110-12. Byron'ın metninin 11. dizesinde “deepst” yerine “deepest” sözcüğü geçmektedir (biri eskibiri yeniİngilizce olan bu sözcüklerin herikisi de “en derin”, “en koyu” anlamına gelmektedir. (Çev. n.) (Lat) “Öyleyse sonsuz kaygılara yol açmak neden Yorgun kafalarınızıeşitsiz güçlere? Hayır, ağır çalışmadan ve kaygıdan kurtulmak daha yeğdir, Çam ya da çınar ağacı altında uzanmak.” (Horatius Satyrler, 2. Kitap, 1111-14 mısralar.)

Dinsel Yaşam

Ancak her düzeydeki ciddiyetsizlik ve melankoli elbette geçmişe ve terk edilmişliğe romantik bir dönüşten, Hıristiyanlığın herhangi bir biçimiyle rahatlamaktan çok daha iyidir, çünkü bilginin şu anki düzeyiyle, entelektüel vicdanımızı geri dönülemeyecek şekilde kirletmeksizin, kendi adımıza ve başkaları adına ona teslim olmaksızın, onunla herhangı bir işimiz olamaz. O güçlük yeterince acı verici olabilir ama kişi acı çekmeden ınsanlığın lideri ve öğretmeni olamaz ve buna teşebbüs edip de artık saf bir vicdanı olmayanın vay haline!

110.

Dindeki gerçek (hakikat). - Aydınlanma döneminde

ınsanlar dinin önemine adil bir şekilde davranmadılar; bundan şüphe edilemez. Ancak insanların aydınlanmanın daha sonraki gerileyişi esnasında, dinlere sevgiyle hatta delice bir aşkla yaklaşmakla, öneğin, dünya hakkında daha derin, esasen en derin kavrayışa sahip olduklarını itiraf etmekle adaletten bir hayli uzaklaştıkları da bir o kadar kesindir; bilimin gizemli olmayan biçimde “gerçeğe” sahip olmak üzere kendi dogmatik çöplüöğünden yoksun bıraktığı şey buydu. Bu yüzden dinlerin —-ki bu her Aydınlanma muhalifinin iddiasıydı- kitlelerin kavrayışı kaygısıyla sensu allegorico," yakın zamanların tüm gerçek bilimlerinin ondan uzaklaşmak yerine ona yaklaştıkları, kendi içinde bilgelik olan çağ bilgeliğini ifade ettiği varsayılıyordu. Böylece insanlığın en eski evreleriyle daha sonrakı tüm evreleri arasında bir uyum, hatta bir düşünce özdeşliği ortaya çıkıyordu ve bilgideki herhangi bir ilerleme —böyle bir şeyden bahsetmek istersek tabli— o gerçeğin özüyle değil, tersine onun iletilmesiyle ilgilidir. Böylesi bir din ve bilim anlayışı baştan sona yanlıştır ve eğer Schopenhauer'ın belagatliliği onu koruma altına almasaydı, halâ hiç kimse onu açıkça beyan edemezdi; yüksek sesle çınlayan ama yine de ilk dinleyicilerine bir kuşak sonra ulaşan bu belagatlilik olmasaydı. Nasıl ki Hıristiyanlığı ve diğer dinleri anlamak bakımından Schopenhauer'ın insanlar ve dünya üzerine yaptığı dinsel-ahlaki yorumlardan emin bir şekilde çok şey *

Sensu allegorico: (Lat) Kinayeli anlam aracılığıyla. (Çev .n.)

105

İnsanca, Pek İnsanca — 1

öğreniyorsak, Schopenhauer dinin bilgi için ifade ettiği değer bakımından da bir o kadar kesin biçimde yanılıyordu. Schopenhauer bu anlamda, tümü de romantizme hürmet eden ve aydınlanmanın ruhunundan vazgeçtiklerine dair yemin eden kendi dönemindeki bilimsel öğretmenlerin pek itaatkâr bir öğrencisiydi; eğer Schopenhauer şimdiki dönemde doğmuş olsaydı muhtemelen dinin “Sensus allegoricus'undan bahsedecek durumda olamazdı; bunun yerine, şu sözleriyle çoğu zaman yaptığı gibi, gerçeği onurlandırırdı: Bugüne kadar hiçbir din, ne dolaylı olarak ne de doğrudan, ne bir dogma ne de alegori olarak, gerçeği içermiştir.” Çünkü her din korkudan ve ihtiyaçtan doğmuştur; aklın hatalı yolları üzerinde ağır ağır varoluşa doğru ilerlemiştir; belki bir ara, bilim tarafından tehdit edilince, daha sonra görebilmemiz için, şu ya da bu felsefi doktrini yalandan kendisistemine katmış olabilir; ama bu, dinin daha baştan kendisinden şüphe ettiği zamandan kalma bir teolog hilesidir. Teolojinin açıkçası Hıristiyanlığın çok erken bir döneminde bile uygulanan bu hileleri, bilgili bir çağın dininin felsefeyle iyice doyurulmasıyla birlikte, sensus allegoricus hakkındaki o batıl inanca yol açmıştır, tıpkıfilozofların kendilerinde buldukları tüm duyguları genel olarak insanların temel özü olarak değerlendirme ve böylece kendi dinsel duygularının kendi sistemlerinin kavramsal yapısı üzerinde çarpıcı bir etkide bulunmasınaizin verme alışkanlığının (özellikle de o yarım varlıklarda, şiir yazan filozoflarla felsefe yapan sanatçı-

lardaki alışkanlığın) daha büyük ölçüde yaptığı gibi. Filozoflar

sık sık geleneksel dinsel alışkanlıkların etkisi ya da en azından o “metafızık ihtiyacın” antik kalıtsal iktidarı altında felsefe yaptıkları için, Yahudi, Hıristiyan ya da Hint dinsel inançlarına oldukça yakın görünen kuramlara ulaşmışlardır -tıpkı çocukların kendi anneleri gibi görünme eğiliminde olmaları gibi, şu farkla ki, bu durumda babaların bu anneliğin tam olarak nasıl ortaya çıktığı konusunda pek de açık bir fikri yoktu- bunun yerine, masum bir şaşkınlık içinde, tüm dinlerin ve bilimlerin aileye benzeyişi hakkında masallar uydurmuşlardı. Aslında, dinle gerçek bilim *

Schopenhauer, “Din Üzerine”, Parerga,2. Cilt |G. Handwerk nl)

106

Dinsel Yaşam

arasında ne bir ilişki, ne dostluk ve hatta ne de düşmanlık vardır, onlar farklı yıldızlarda yaşarlar. Dinsel bir kuyrukluyıldızın kuyruğunun kendi nihai manzarasının karanlığından ileriye doğru parıldamasına izin veren her felsefe, bilim olarak ileri sürdüğü her şeyi kendieliyle kuşkulu hale getirir; tüm bunlar, bilim gibi süslense bile, muhtemelen dindir de. Bunun yanı sıra, eğer tüm halklar belirli dinsel şeyler, örneğin Tanrı'nın varlığı (ki bu arada, bu konu söz konusu olduğunda durum hiç de öyle

değildir) hakkında görüş birliği içinde olsalardı, bu yine de bu

şekilde ileri sürülen iddialara, örneğin Tanrı'nın varlığına karşı, yalnızca bir karşı argüman olurdu: Consensus gentium ve hatta hominum”"en adilane biçimde olsa bile yalnızca aptallık olarak değerlendirilebilir. Tam tersine, Goethe'nin aşağıdakı dizesinde dile getirilen şey bir yana bırakılırsa,consensus omnium sapientium”"" diye bir şey yoktur: Alle die Weisesten aller der Zeiten lâcheln und winken und stimmen mitein: Thörichi, aufBess'rung der Thoren zu harren! Kinder der Klugheit, o habet die Narren eben zum Narren auch, wie sich's gehört!”* Dize ve uyak olmaksızın bizim örneğimize uygulandığında consensus sapientum, 'consensus gentium'u aptallık olarak kabul etmekten oluşur.

111.

Dinsel kültün kökeni. - Eğer dinsel yaşamın en güçlü biçimde filizlendiği zamanlara geri gidersek, artık paylaşmadığı” Consensus gentium. Hominum:(Lat.) Tüm insan ırklarından. Tüm insanlardan oluşan bir konsensüs. (Ed. n.) * Consensus omnium sapientium: (Lat) Tüm bilenlerden oluşan bir konsensüs. ” Tümzamanların en bilgeleri gülümseyin ve başınızı sallayın ve kabul edin: Aptallıktır, aptalların gelişmesini beklemek! Zekânın çocukları, aptalların aptallarını da yaratın, yakışır! (Goethe, “Kophtisches Lied”, 3-7. mısralar;)

107

İnsanca, Pek İnsanca — 1

mız temel bir kanıya sahip oluruz ve bundan dolayı dinsel yaşam kapılarının sonsuza dek bize kapalı olduğunu görürüz: Bu doğadan ve bizim onunla girdiğimiz etkileşimden kaynaklanmaktadır. Öylesi zamanlarda,insanlar henüz doğanın yasaları hakkında hiçbir şey bilmemektedirler; ne yeryüzü için ne de cennet için bir “meli” vardır; bir mevsim, güneş ışığı ve yağmur gelebilir de uzak durabilir de Doğal nedensellik gibi her türlü kavram eksiktir. Eğer kişi kürek çekerse, tekneyi hareket ettiren şey kürek çekme değildir, tersine kürek çekmeyalnızca,kişinin bir ruhu tekneyi hareket ettirmeye zorlamasını sağlayan bir büyü törenidir. Her türlü hastalık, hatta ölüm bile, büyülüetkilerin sonucudur. Hastalanmak ve ölmek hiçbir zaman doğal bir şekilde gerçekleşmez, bir “doğal süreç” tümüyle eksiktir -bu ilk defa antik Yunanlılar arasında doğar, yani insanlığın oldukça geç bir evresinde, Tanrılar üzerinde hüküm süren moira" anlayışı olarak. Eğer biri ok atarsa, bunda her zaman başka irrasyonelbir el ve güç yer almaktadır; eğer çeşmeler aniden kurursa,kişi önce yeraltı ruhlarını ve onların hilelerini düşünür; kişinin birdenbire boğulmasına yol açan şey bir

Tanrı'nın okunun görülemez etkisi olsa gerek. Hindistan'da (Lubbock'a** göre),"*** bir marangoz genelde kendi çekicine, el baltasına

ve diğer aletlerine adak sunar; bir Brahman yazı yazmakta kullandığı kaleme askerin savaş alanında ihtiyaç duyduğu silahına davrandığı gibi veya bir duvarcının malasına ya dabir işçinin sabanına davrandığı gibi davranır. Dindar insanların anlayışına göre, doğanın tümü varlıklarım bilinçli ve kasti eylemlerinin toplamı, devasa birkeyfi eylemler kompleksidir. Dışımızdaki her şeye gelince, bir şeyin şu ya da bu şekilde olacağı, şu ya da bu şekilde gerçekleşmesi gerektiği hakkında bir karara varmamıza izin verilmemiştir; biz yaklaşık olarak kesin, hesaplanabilir olan şeyiz: İnsanlık yasadır, doğa yasaların yokluğudur;bu cümle ham, dinsel açıdan üretken ilkel kültürlere hâkim olan temel inancı içerir. Biz bugünün insanları ise tamamen farklı şekilde düşünüyoruz: kişi kendisini ne kadar çok zengin ve kendi öznelliğini ne kadar * Moira:(Gr) Kader.(Ed.n)

** John Lubbock: (1834-1913) İngiliz doğabilimcisive filozof. (Ed. n.)

“> John Lubbock'un tarihsel antropoloji alanındakiçalışması A. Passow'un Almanca çevirisi ve R. Virchow'un önsözüyle 1875 yılında (Jena'da) Die Enistehung der Civilisation und der Urzustand des Menschengescheclehtes, erlautert durch das innere und aussere Leben der Wilden olarak çıktı; Nietzsche bu çalışmayı 28 Temmuz 1875 yılında edindi. |G. Handwerkn.|

108

Dinsel Yaşam

çok çoksesli hissederse, doğanın düzeni de onu o kadar güçlü şekilde etkiler: Goethe ile birlikte, hepimiz doğada ruhu yatıştırmaya yarayan büyük araçları fark ediyoruz, saatlerin bu en büyüğünün, sanki bu düzen içinde içip böylece ilk defa neşelenebilirmişiz gibi, huzuriçin, evde ve durgunluk içinde olmak için can atarak tıktak ettiğini duyuyoruz. Daha önce durum bunun tersiydi. Eğer geri dönüp kabile halklarının o ilk, ham koşulları üzerine düşünürsek ya da günümüz vahşilerine yakından bakarsak, onların en güçlü biçimde yasa tarafından, gelenek tarafından belirlendiklerini görürüz; birey neredeyse otomatık olarak o şeylere bağımlıdır ve bir sarkaç düzenliliğiyle hareket eder. Doğa —anlaşılmayan, ürkütücü, gizemli doğa- bir özgürlük alanı olarak, istediğini yapabilme yeteneğinin, daha üstün bir gücün, neredeyse insanüstü bir varoluş düzeyinin, bir Tanrı'nın alanı olarak görünüyor olmalıdır. Ne ki böyle zaman ve koşullardaki her birey kendi varoluşunun, kendisinin, ailesinin ve devletinin mutluluğunun yanı sıra tüm yükümlülüklerin başarısının nasıl da doğanın keyfiliğine bağımlı olduğunu hisseder; bazı doğa olayları uygun bir zamianda cereyan ederken, diğer bazı doğa olayları uygun zamanda cereyan etmemektedir. İnsan bu korkunç, bilenmez şeyleri nasıl etkileyebilir, özgürlük alanına nasıl sınır koyabilir? Böyle sorar kendisine ve huzursuz bir şekilde böyle araştırır. Öyleyse tıpkı kendin düzenlendiğin gibi o güçleri düzene koymak amacıyla geleneği ve yasayı kullanmanın hiçbir yolu yok mudur? Büyüye ve mucizelere inanan insanların düşünceleri doğaya bir yasa dayatmaya yöneliktir ve az ve öz konuşmak gerekirse, dinsel kült” bu düşüncelerin bir sonucudur. Bu insanların bizzat hazırladıkları sorunun en yakından bağlantılı olduğu diğer bir sorun şudur: Daha zayıf soy nasıl olurdadaha güçlü olana yasalar dayatabilir, onu belir-

leyebilir, onun (daha zayıf olan karşısındaki tutumu bağlamında)

eylemlerini yönlendirebilir? Birincisi, kişi zorlamanın en Zararsız biçimini,kişinin birini kendisine yeterince bağladığı zaman uyguladığı zorlamayı anımsar. Bu yüzden, yakararak ve dua ederek,itaatkâr hale gelerek, düzenli haraçlar ve armağanlar vererek, dalkavukluk yapıp onları göklere çıkararak, aynı zamanda doğanın güçlerini de zorlamak,kişinin onları kendisine yeterince bağlaması koşuluyla, mümkündür. Sevgi bağlayıcıdır ve bağlanmışlık*

Kük(cult / usk Terbiye, uygarlık; yaşam biçimi; giyinme biçimi; (Tanrılar) tapma;

(İnsanlar) hürmet,saygı.(Ed. n.)

109

İnsanca, Pek İnsanca — 1

tır. Bunun ardından, kişi karşılıklı olarak kendisini spesifik bir tutuma adamasını, güvenceler vermesini ve yeminleri değiş tokuş etmesini sağlayan sözleşmeler yapabilir. Ama bundan çok daha önemli olan şey çok daha güçlü bir zorlama, büyü ve sihir türüdür. Kişinin bir büyücü yardımıyla daha güçlü bir düşmana zarar verip onu korku içinde tutmayı bile bilmesi gibi; sevginin büyülü sözlerinin uzak bir mesafeden de işe yarayabilmesi gibi, aynı şekilde daha güçsüz kişi de doğanın daha güçlü ruhlarını kontrol edebileceğine inanır. Her türlü sihirin başlıca tekniği başka kişiye ait olan bir şey üzerinde, onun saçı, tırnakları, sofrasından bir miktar yemeği ve hatta görüntüsü, ismi üzerinde güç sahibi olmayı gerektirir. İşte kişi böylesi araçlarla büyü yapabilir, çünkü temel varsayım şudur: Ruhsal olan her şey cismani bir öğeye sahiptir ve kişi bu öğenin yardımıyla ruhu bağlayabilir, ona zarar verebilir, onu ortadan kaldırabilir; cismani öğe kişinin ruhsal olanı tutmasına yarayan bir kulp sağlar. Şımdı,tıpkı bir insanın başka bir insanı kontrol etmesi gibi, insan herhangi bir doğal ruhu da kontrol edebilir, çünkü o da, ele geçirilmesine olanak veren cismanibir boyuta sahiptir. Ağaç içinden çıktığı tohumla kıyaslandığında; bu gizemli yakınlık tek ve aynı ruhun her iki biçimde de, bir defasında küçük, başka bir defasında büyük bir şekilde cisimleştiğini kanıtlıyor gibi görünmektedir. Aniden hareket eden birtaş, içinde bir ruhun hareket ettiği bir bedendir; eğer büyük bir kaya tenha bir fundalıkta boylu boyunca duruyorsa, onu burayagetiren şeyin insan gücü olduğunu düşünmek imkânsız görünüyor, bu yüzden taş kendisi hareket etmiş olmalıdır, yani içinde bir ruh barındıyor olmalıdır. Bir bedene sahip olan her şey büyüye ve böylece aynı zamanda doğal ruhlara karşı da hassastır. Eğer bir Tanrı doğrudan kendi görüntüsüne bağlıysa, kişi aynı zamanda pekâlâ da doğrudan (kurbanlık yiyecekleri ona vermeyerek, onu kırbaçlayarak ya da zincire vurarak ve benzer şekillerde) ona baskı uygulayabilir. Çin'dekisıradan insanlar, kendi Tanrılarının var olmayan onayını ondan Zorla almak için, kendilerini terk eden Tanrı'ya benzeyen bir şeyin etrafına halatlar koyarlar, onu aşağı çekerler ve sokaklarda çamur ve hayvan gübresi yığınlarının arasından peşlerinden sürüklerler ; “Seni ruhun köpeği...” derler, “Biz seni muhteşem bir tapınakta yaşattık, biz seni güzel yaldızlarla süsledik, seni tıka basa doyurduk, sana kurbanlar getirdik ve buna rağmen hâlâ ne kadar nankörsün.” Veba ve kuraklık dönemlerinde görevlerini 10

Dinsel Yaşam

yerine getirmeyi reddederlerse, benzer şiddetli yöntemlerazizlerle Meryem Ana'nın tasvirlerine de yöneltiliyordu, hatta bu yüzyılda Katolik ülkelerde cereyan etmiştir. Doğayla kurulan tüm bu büyü bağları sayısız tören yaratmıştır ve nihayet, bu törenleraşırı ölçüde kaotik hale geldiğinde, kişi uygun bir sonuç yaratacak bir prosedürler sistemi geliştirip doğanın tüm sürecinin, özellikle de büyük yıl döngüsünün iyi gelmesini güvenceye alabileceğini düşünerek, onları düzenleme, sistematize etme çabası içine girer. Dinsel bir kültün anlamı doğayı insanın yararları doğrultusunda denetim altına almak ve onasınırlar getirmektir, böylece doğayı başlan gıçta sahip olmadığı bir kurallılığa tabi kılmaktır; oysa bizler kendimizi doğaya adapte edebilmek için, şu anda doğanın kurallılığının bilgisini elde etmek istiyoruz. Kısacası, dinsel kült bir kişiyle bir başka kişi arasındaki büyu ilişkisi anlayışlarına dayanır ki büyücü rahipten daha eskidir. Ama dinsel kültbir o kadar da diğer ve daha asil anlayışlara dayanır; bir kişiyle bir başkası arasında bir duygudaşlık ilişkisi olmasını,iyi niyetin varlığını, minnettarlığı, talep sahiplerini dinlemeye hazır oluşu, düşmanlar arasında sözleşmelerin varlığını, teminat vermeyi, Özel mülkiyetin korunma hakkının varlığını önkoşul olarak gerektirir. Kültürün her ilkel aşamasında bile, insanlar doğa karşısında eli kolu bağlı köleler olarak durmazlar; onlarille de doğanın iradeden yoksun hizmetçileri değildir. Dinin Yunan'daki evresinde, özellikle de Olympos Tanrılarıyla ilişkili olarak,kışı, biri daha soylu ve güçlü, diğeri daha az soylu amaikisi de bir şekilde aynı soya ve türe ait olan iki kastın birlikte varoluşunubile görebilir; onların birbirlerinin varlığından utanmaları gerekmiyor. Bu Yunan dinsel duyarlılığının asil bir öğesidir.

112.

Bazı antık kurban vecibelerini görme üzerine. Bize ulaşmayan pek çok duygu, örneğin kaba ve hatta müstehcen güldürüyle dinsel duygunun kombinasyonunda görülebilir; bu karışımınolasılığı duygusu kaybolur; biz onu artık yalnızca tarıh” #*

Demeter: Yun. mitolojisinde ekili topraklar Tanrıçası, Kronos ve Rhea'nın kızı. Simgeleri buğday başağı, nergis çiçeği ve haşhaş bitkisidir. Genellikle oturur durumda ve elinde bir meşaleyle betimlenir. (Ed. n.) Dionysos: Yunan mitolojisinde Şarap ve Bereket Tanrısı. (Ed. n.)

11

İnsanca, Pek İnsanca — 1

sel terimlerde, Demeter” ile Dionysos'un” şenliklerinde, Hıristiyan ihtiras ve gizem oyunlarında var olduğu haliyle tasavvur ederiz ama yüce olanın yergiyle kurduğu ya da dokunaklı olanın komik olanla Iç içe geçtiği türden ittifaklar hâlâ bize tanıdık geliyor. Ne var ki daha sonraki bir zaman muhtemelen onları anlamayacaktır.

113.

Bir çağ aşımı olarak Hıristiyanlık. -Eğerbirpazar sabahı eski çanların çaldığını duyarsak, kendimize şöyle sorarız: Bu gerçekten mümkün mü! Bütün bunlar, Tanrı'nın oğlu oldugunu söyleyen ve iki bin yıl önce çarmıha gerilen bir Yahudi'den kaynaklanıyor. Böyle bir iddiayı doğrulayacak herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Şüphe yok ki bizim zamanlarımızda Hıristiyanlık uzak bir geçmişten kalma bir çağ aşımıdır ve o iddiaya inanmak -üstelik başka zaman olsa iddiaları çok katı biçimde inceleriz- herhalde bu mirasın en eski parçasıdır. Çocukları ölümlü bir kadınla yaratan bir Tanrı; bizi artık çalışmamaya, artık yargıda bulunmamaya,yalnızca dünyanın kaçınılmaz yıkımının alametleri içın beklemeye davet eden bir bilge; masum olanı bir kurbanın temsilcisi olarak kabul eden bir adalet; müritlerine kendi kanını içmelerini söyleyen biri; kutsal müdahale duaları; bir Tanrı'ya karşı işlenen, bir Tanrı tarafından karşılığı ödenen günahlar; kapısı ölüm olanın sonrasından duyulan korku; haçın anlamını ve küçük düşürülüşünü artık bilmeyen bir zamanın tam ortasında bir sembol olarak haçın şekli, tüm bunlar, çağlar ötesindeki bir geçmişin mezarından çıkarcasına, nasıl korkunç bir şekilde yüzümüze çarpıyor! Buna benzer bir şeye hâlâ inanıldığına inanmamız mı bekleniyor?

114.

Hıristiyanlıktakı Yunan olmayan. - Yunanlılar, Yahudilerden farklı olarak, Homerosçu Tanrıları kendilerine hâkim olan efendiler, kendilerini de onlara tabi olan köleler olarak görmüyorlardı. Yunanlılar, bu haliyle, yalnızca kendi kastlarının en başarılı örneklerini ve böylece kendi varoluşlarının 112

Dinsel Yaşam

antitezini değil, bir idealini görüyorlardı. Kendilerini birbirlerine bağlı hissederler; burada her iki tarafı da ilgilendiren bir çıkar, bir tür symmachia" söz konusudur. Bir insan kendisini böylesi Tanrılara verdiğinde ve daha alt bir soylulukla daha üst bir soyluluk arasındakine benzer bir ilişkiye girdiğinde kendini soylu zanneder; kötü huylu despotlar ve zalimlerden dolayı sürekli olarak korku içinde olan İtalyan halkları gerçek bir köylü dinine sahiptir. Olympos Tanrılarının geri adım attıkları herhangi bir yerde, Yunan hayatı da kasvetli ve korkutucuydu. Buna karşılık, Hıristiyanlık insanları tamamen ezip onları adeta yapışkan derinliklere attı; ardından birdenbire, tam bir yoksunluk duygusu içinde, kutsal bir merhamet parıltısı parlayabildi ve böylece şaşıran ve ve görkemin cazibesine kapılan biri büyük bir sevinç çığlığı atıyor bir an için cennetin tümünü içinde taşıdığına inanıyordu. Hıristiyanlığın tüm psikolojik keşifleri bu patolojik duygu fazlalığı temelinde, Hıristiyanlık için gerekli olan derin bir kafa ve yürek kirliliği temelinde gerçekleşir. Hıristiyanlık ortadan kaldırmak, parçalamak,afallatmak, sarhoş etmek ister; istemedi8i tek şey vardır: Ölçü ve böylece en derin biçimde anlaşıldığında, barbarca, Asya'ya özgü, alçakça, Yunan olmayan bir ölçü.

115.

Dindar olmanın yararlı olduğu yerler. - Dinin daha üstün bir insanlığın perçemi olarak üzerlerine düştüğüağırbaşlı ve çalışkan insanlar vardır. Onlar dindar kalmak için gayet güzel davranıyorlar; din onları güzelleştiriyor. Herhangi bir tür sılahı kullanmakta —ağzın ve tüy kalemin silah olarak kullanılması da dahil olmak üzere- yetenekli olmayan tüm insanlar birer kul haline gelir: Hıristiyan dini böyle kişiler için çok yararlıdır, çünkü bu durumda, kulluk bir Hıristiyan erdemi görünümü kazanmakta ve şaşırtıcı biçimde güzelleştirilmektedir. Günlük yaşamlarını fazlasıyla boş ve monoton bulan insanlar kolayca dindar olur, bu anlaşılabilir ve affedilebilir bir şeydir, şu şartla ki, onların günlük yaşamları boş ve monoton bir şekilde geçmeyen insanlardan dindarlık talep etme hakkı yoktur. * Symmakhia:(Gr)İttifak. (Ed. n) 113

İnsanca, Pek İnsanca — 1

116.

Günlük hayattaki Hıristiyan. - Eğer Hıristiyanlık, ıntükamcı bir Tanrı, genel bir günahkârlık, lütuf tarafından seçilme ve ebedilanetlenme gibi prensipleriyle birlikte, doğru olsaydı, bir rahip, bir havari ya da bir münzevi haline gelmemek ve korkuyla ürperti içinde yalnızca kendi kurtuluşumuz için çalışmamak bir geri zekâlılık göstergesi ve kişilikten yoksunluk anlamına gelirdi; geçici bir dünyevi rahatlık hatırına ebedi avantajlarımızı gözden çıkarmak anlamsız olurdu. Onun gerçekten inandığını varsayarsak, günlük hayattaki Hıristiyan acınası bir figürdür, üçe kadar bile saymasını bilmeyen ve bunun da ötesinde, tam da ruhsal sorumluluktan yoksun oluşu nedeniyle, Hıristiyanlığın onun için vaat ettiği katı şekilde cezalandırılmayı hak etmeyenbiridir.

117.

Hıristiyanlığın kurnazlığı üzerine. - Hıristiyanlığın insanlığın tüm değersizliğini, günahkârlığını ve adiliğini, türdeşimiz insanlar içın aşağılama artık hiç mümkün olmayacak ölçüde yüksek sesle öğretmesi akıllıca bir numaradır. “O istediği kadar günah işleyebilmesine rağmen, hâlâ özü itibariyle benden farklı değildir, ben tamamen değersiz ve aşağılık olanım”; böyle der Hıristiyan ama bu duygu bile en keskin ucunu yitirmiştir, çünkü Hıristiyan kendi bireysel alçaklığına inanmaz; genelbir insan olarak kötüdür ve şu cümleyle kendisine biraz daha güvence verir: Hepimiz bir türüz.

118.

Rollerin değiştirilmesi. — Bir din egemen olmaya başlar başlamaz, ilk müritlerini muhalifleri olarak karşısına alır.

119.

Hırıstıyanlığın kaderi. - Hıristiyanlık yüreği ferahlatmak üzere ortaya çıktı; ama ferahlatabilmesi için önce sıkıntıya sokması gerekiyordu. Sonuç olarak, yok olacaktır. 14

Dinsel Yaşam

120.

Haz aracılığıyla kanıtlama. - Hoş olan fikir doğru fikir olarak kabul edilir. Bu, tüm dinlerin utanmaları gerekir-

ken,iftihar ettikleri haz aracılığıyla kanıtlamadır (ya da kilisenin

dediği gibi, güç aracılığıyla kanıtlama). Eğer bir inanç bizi mutlu etmeseydi, ona inanılmayacaktı; bu yüzden, ne kadar önemsiz bir değeri olacaktı!

ZI.

Tehlikeli oyun. - Şu anda kendi içinde bir kez daha dinsel duyarlılık için yer açan herhangi biri aynı zamanda onu büyütmelidir; başka türlü yapamaz. Ama o zaman onun doğası aşamalı olarak değişir, dinsel unsurlara hayran olan ya da onlarla birleşen şeye öncelik verir, yargının ve duyumsamanın tüm ortamları kararır, dinsel gölgelerle örtülür. Duyarlılık paydos etmez; bu yüzden kendinize dikkat edin.

122.

Kör müritler. - Biri kendi öğretisinin, kendi sanat tarzının ya da kendi dininin gücünü ve zayıtflıklarını iyi bildiği

sürece, onların gücü hâlâ zayıftır. Öğretinin, dinin ve benzerle-

rinin zayıflığını görecek gözü olmayan, ustadının ortaya çıkışı ve adanmışlığı tarafından gözleri kör edilen mürit ve havariı, bu yüzden de çoğu zaman üstadından daha fazla güce sahiptir. Bugüne kadar bir insanın ve onun çalışmasının etkisi, kör müritler olmaksızın hiçbir zaman ciddi bir düzeye ulaşamamıştır. Belli bir bilginin zafer kazanmasına yardım etmek çoğu zaman yalnızca şu anlamagelir: Onu aptallıkla öyle bir şekilde ilişkilendirmeli ki ikincisinin önemi aynı zamanda birincisinin Zaferini dayatsın.

123.

Kiliseleri aşağı çekmek. - Dünyada onun dinlerini ortadan kaldırmaya yetecek kadar bile din yok. 115

İnsanca, Pek İnsanca - 1

124.

İnsanların günahsızlığı. - Eğer “günahın dünyaya

nasıl geldiğini”, yani insanların kendilerini kolektif, hatta bireysel olarak aslında olduklarından daha karanlık ve daha kötü kabul etmelerine yol açan aklın hataları aracılığıyla geldiğini anlarsak, o zaman tüm duyarlılığımız büyük ölçüde yatışır ve insanlarla dünya şimdi ve o zaman baştan sona bize iyilik yapan bir zararsızlık halesi olarak görünür. Doğanın orta yerinde, ınsanlar her zaman esas itibariyle çocuktur. Daha kesin söylemek gerekirse, bu çocuklar zaman zaman baskıcı, ürkütücü bir rüya görürler ama gözlerini açtıklarında, bir kez daha kendilerini cennette görürler.

125.

Sanatçıların dinsizliği. —- Homeros, Tanrılarına öylesine alışkın,bir şair olarak onlarla öylesine huzurludur ki, o her koşulda yoğun biçimde dinsiz olmuş olmalıdır; Homeros halk inancının kendisine sunduğu şeyi —yetersiz, kaba, kısmen tüyler ürpertici bir batıl inanç- en azından heykeltıraşın kille uğraşması kadar, böylece, Aisklylos” ile Aristophanes'iın”* sahip olduğu ve modern zamanlarda Rönesans'ın büyük sanatçılarını ve onların yanısıra Shakespeare ile Goethe'nin arasındaki farkı gören aynı etkilenmemişlik kadar serbestçe ele aldı.

126.

Yanlış yorum sanatı ve gücü. - Tüm vizyonlar, tedhişler, tükenmişlikler ve azizlerin esrimeleri, iyı bilinen hastalık durumlarıdır ve kökleri derine giden dinsel ve psikolojik hatalara dayandıklarından, onun tarafından kısacası oldukça farklı biçimde yorumlanır, yanı, bir hastalık olarak değil. Bu yüzden, Sokrates'in de 'daimon'unu"”" kendisinin ezici biçimde ahlaki * Aiskliylos: (Ö 525-456) Yunan tragedya yazarı. (Ed. n.) ** Aristophanes: ((Ö 444-380) Yunan komedya yazarı. (Ed. n.)

*** Daimon: (Gr) Yol gösterici güç, cin ya da ruh. Sokrates bu terimi töreselbir sezgi (Gr. daimonion) anlamında kullanmıştır. Her türlü fiziğe ve metafiziğe sırt çevirir, ama “içimdeki 'daimonion'un sesine uyarım,” derdi. (Ed. n.)

116

Dinsel Yaşam

olan düşünmetarzına göre, bizim bugün yapacağımızdan farklı biçimde yorumlaması muhtemelen bir kulak rahatsızlığından kaynaklanmaktadır. Peygamberlerin ve kâhin rahiplerin çılgınlıkları ve saçmalıklarında da herhangi bir farklılık yoktur; tüm bunlardan bunca şey çıkaran, her zaman bilgi düzeyı, hayal gücü, çaba ve yorumcuların kafasındaki ve yüreğindeki

ahlaktır. İnsanlığının iyiliği için kendilerini yanlış anlayan yorumcuları zorla öne çıkarmaları, bizim dâhi ve aziz olarak adlandırdıklarımızın en büyük başarısıdır.

127.

Çılgınlığa tapma. - İnsanlar her türlü uyarımın çoğu zaman kafayı daha açık hale getirdiğini, en ani ve en mutlu kavrayışları öne çıkardığını fark ettikleri için, en yoğun uyarımlar aracılığıyla en mutlu kavrayışlara ve ilham kaynaklarına erişebileceğimize inanıyorlardı. Bu yüzden deli insana bir bilge ve nasihat verici olarak tapıyorlardı. Bunun temelinde yanlış bir çıkarım yatmaktadır.

128.

Bilimin vaatleri. - Modem bilim kendine amaç olarak şunu seçmiştir: Mümkün olduğu kadar az acı, mümkün olduğu kadar uzun yaşam; böylece, bir tür sonsuz mutluluk (cennetmekânlık), dinlerin vaatleriyle kıyaslandığında, açıkçası oldukça mütevazı bir mutluluk.

129.

Yasaklanmış cömertlik. - Dünyada herhangi bir kısmını hayali varlıklara gösterebileceğimiz kadar çok sevgi ve Iyilik yoktur.

130.

Dinsel kültün etkileyici ısrarı. - Katolik Kilisesi ve onun öncesindeki her türlü antikite kültü, insanları olağan117

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

dışı ruh hallerine sokabilmek ve onları hesap yapmanın soğuk yararından ya da saf rasyonel düşünceden koparmak için koca bir araçlar çeşitliliğine hükmetmiştir. Derinden çınlayan tonlarla titreyen bir kilise; kendi heyecanlı gerilimini istemeyerek cemaate bulaştıran ve adeta bir mucize yaklaşıyormuşçasına onlarn korkuyla dinlemesini sağlayan bir rahipler alayının boğuk, düzenli, sınırlandırılmış çağrıları; kutsallığın ikamet yeri olarak, belirsiz bir uzama doğru genişleyen ve korku içinde o kutsallığın karanlığının ulaştığı her şeyin içinde onun heyecanlarını önceden sezmemize yol açan bir mimarinin esintisi; eğer insanlar onların arkasındaki varsayımlara artık inanmasalardı, kım böyle işlemleri yenilemek isterdi? Ama tüm bunların sonuçları yine de kaybolmamıştır. Yüce, devingen, kötüye alamet, tümden pişman, mutlu edici şekilde beklenti içindeki ruh hallerinin iç dünyası başlangıçta kült tarafından insanlıkta cisimleştirilmiştir; onun geri kalan ve ruhta hâlâ yaşayan kısmı fışkırdığı bir zamanda ruhta yetiştirildi ve büyüyüp filizlendi.

I3I.

Dinsel yan etkiler. - Kendimizi dinden arındırdığımıza ne kadar inanırsak inanalım, kavramsal bir içeriğin bulunmadığı dini duygularla veruh halleriyle, örneğin müzik alanında, karşılaşmaktan zevk aldığımız sürece, bu arınma henüz gerçekleşmemiştir ve eğer bir felsefe metafizik umutlar için, onlarda elde edilebilecek derin ruh huzuru için bize bir parça gerekçe gösterir ve örneğin “Rafael'in Madonnalarının ebedi bakışlarındaki mutlak ve gizli hakikat”ten” söz ederse, bu tür ifadelere ve açıklamalara özellikle samimi bir şekilde karşılık veririz. Burada kanıt aracılığıyla f1lozofun işi daha kolaydır, vermek istediği şeyi kabul etmeye hazır olan bir yürekleiletişim kurar. Biz bunda, daha az yansıtıcı özgür ruhların gerçekte yalnızca dogmalara karşı saldırıya geçtiklerini ama dinsel duyumsamanın büyüsüne oldukça aşina olduklarını görürüz; birincisinden dolayı ikincisinin gitmesine izin vermek onları incitiyor. Bilimselfelsefe bu ihtiyaçtan, kazanılmış ve sonuç olarak aynı zamanda geçici olan bir ihtiyaçtan hareketle içine yanlışları kaçırmamaya bir hayli dikkat etmelidir. Mantıkçılar bile ahlak ve * Schopenhauer,İstenç ve Tasarım Olarak Dünya, 1. Cilt, 4. kısım, 71. (G. Handwerk n) 118

Dinsel Yaşam

sanatta gerçeğin “önsezileri”nden söz ediyorlar (örneğin,“şeylerin özünün tek olduğu” önsezisi) ki esasen onlara yasaklanmalıdır. Dikkatlice çıkarsanmış gerçeklerle böylesi “sezilmiş” şeyler arasında kapatılamaz bir uçurum bulunmaktadır, zira birincisini akla, ikincisini ise ihtiyaca borçluyuz. Açlık kendisini giderecek olan yiyeceğin var olduğunu kanıtlamaz, ama yine de bu yiyeceği arzular. “Bir önsezide bulunmak”bir şeyin var olduğunu herhangi bir düzeyde bilmek anlamına gelmez, ama daha ziyade, onu arzulamamız ya da ondan korkmamız koşuluyla, onun varlığını olası olarak kabul etmek anlamına gelir; “önsezi” kesinlik alanı doğrultusunda bizi tek bir adım bile ilerletmemektedir. Bizler istemeyerek,bir felsefenin dinsel renk katılmış kısımlarının diğer kısımlarına oranla daha daha iyi kanıtlandığına inanırız; ama aslında durum bunun tam tersidir; gerçekten de öyle olabilece61 konusunda içsel bir arzumuz vardır; böylece, bizi mutlu eden şey de doğru olabilir. Bu özlem bizi yanlış bir yola saptırarak kötü nedenleri iyi nedenler olarak kabul etmemize yolaçar.

132.

Hıristiyan kurtuluş ihtiyacı üzerine. - Dikkatli ve ayrıntılı bir inceleme sayesinde, bir Hıristiyan ruhuyla kurtuluş ihtiyacı çağrısında bulunduğumuz süreç hakkında bir açıklamaya, mitolojiden bağımsız bir açıklamaya ulaşmak mümkün olmalıdır, yani tümüyle psikolojik bir açıklamaya. İtiraf etmek gerekirse, şimdiye kadar dinsel durumların ve süreçlerin psikolojik açıklamaları oldukça kötü bir ün yapmıştır, hele de kendisine özgür diyen bir teolojinin bu alanda sürdürdüğü sonuçsuz etkinlikler dikkate alındığında. Zira bu teoloji başından itibaren Hıristyan dinini korumayı ve -onun kurucusu olan Schleiermacher'ın” ruhunun tahmin etmemize izin verdiği gibi- yeni bir limanda demirlemeleri ve her şeyden önce de dinsel “olgular”ın psikolojik analiziyle yeni bir uğraş edinmeleri beklenen Hıristiyan teologları ölümsüzleştirmeyi amaçlıyordu. Böylesi önceller tarafından yanıltılmadan, amaçlanan fenomen hakkında aşağıdaki yorumu *

Friedrich Ernst Daniel Schlelermacher: (1768-1834) Alman düşünür. Modern Protestan Tanrıbilim kurucusudur. Der christliche Glaube (Hıristiyan İnancı; 1821) ve Monologen (Monologlar; 1810) adlı yapıtlarıyla tanınmıştır. (Ed. n.)

119

İnsanca, Pek İnsanca — 1

göze alıyoruz.Bir insan eylemlerin her zamanki rütbe düzeninde alt sıralarda yer alan belli eylemlerin bilincindedir; hatta kendisinde bu tür eylemleriçin, en az tüm varlığı kadar değiştirilemez görünen bir eğilim olduğunu bile ortaya çıkarır. Çoğu zaman en önemli ve üstün eylemler olarak saygı duyulan diğer eylem kategorısıyle nasıl da seve seve denemeler yapardı, bencil olmayan düşünme biçimlerinden doğması beklenen iyi vicdanla dolup taştığını hissetmekten nasıl da mutlu olurdu! Ama ne yazık ki bundan daha öteye gidemez; onu tatmin edememekten doğan hoşnutsuzluk, genel kaderi tarafından ya da kötü olarak adlandırılan eylemlerin sonuçları tarafından onda yaratılan tüm diğer hoşnutsuzluktürleriyle birleşir; böylece o, derin bir hoşnutsuzluk duyma noktasına gelir ve bu duyguyu tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırabilecek bir hekim aramaya başlar. Eğer bir kişi kendisini tarafsız olarak yalnızca başka insanlarla kıyaslarsa, bu durum çok keskin bir şekilde hissedilmez; çünkü o zaman onun herhangi bir düzeyde kendisinden hoşnutsuz olmasını gerektiren hiçbir neden olmayacaktır, zira o yalnızca insanların ortak yükü olan hoşnutsuzluğa ve eksikliğe katlanmaktadır. Ama o kendisini, bencil olmayan eylemler olarak değerlendirilen eylemleri tek başına yapma yeteneğine sahip olan ve sürekli olarak bencil olmayan bir düşünme biçimi ve Tanrı bilinci içinde yaşayan bir varlıkla kıyaslar; işte böylesine parlayan bir aynaya baktığı için onun kendi doğası ona böylesine karanlık, böylesine alışılmamış ölçüde deforme olmuş görünür. Ve ardından o aynı varlığın düşüncesi, gözünün önünde gelip giden cezalandırıcı bir adalet olarak onu korkutur; büyük ya da küçük olsun, her olası deneyimde, adaletin gazabına uğradığını, onun tehdidi altında olduğunu, hatta daha şimdiden yargıcının ve infazcısının kırbaçlarını tasavvur eder. Dehşeti, sunduğu ölçülmez sonsuz ceza olasılıklarındaki tüm diğer anlaşılabilir korkunçlukları aşan bu tehlike karşısında kim ona yardım edecektir?

133.

Bu durumun yeni sonuçlarını değerlendirmeden önce, en azından insanların kendi “suç”larından ve “günah”larından dolayı değil, tersine, akıl yürütmedeki bir dizi hatadan dolayı 120

Dinsel Yaşam

bu noktaya geldiklerini, eğer onların doğası onlara böylesine karanlık ve iğrenç görünmüşse bunun aynanın suçu olduğunu, bu aynanın onların eseri olduğunu, insan hayal gücünün ve kusurlu eserinin ta kendisi olduğunu kendimize itiraf etmek istiyoruz. Her şeyden önce, yalnızca tümüyle bencil olmayan eylemlerde bulunma yeteneğine sahip bir varlık Anka Kuşu'ndan çok daha hayalidir; onu ayrı bir şekilde bile tasavvur edemeyiz, hele de “bencilce olmayan eylem” kavramı bir bütün olarak derinlemesine araştırıldığında rüzgârda dağılıp gideceği dikkate alındığında. Hiçbir insan herhangi bir kişisel neden olmaksızın asla yalnızca başkaları için bir şey yapmamıştır; üstelik o kendine göndermede bulunmaksızın,yani (kişisel bir ihtiyaçtan kaynaklanması gereken) içsel bir zorlama olmaksızın nasıl olur da bir şey yapma yeteneğine sahip olabilir? Ego nasıl olur da egosuz hareket edebilir? Tam tersine, insanların zaman zaman tasavvur ettikleri türden,tümüyle sevgi olan bir Tanrı, bencilce olmayan tek bir eylem bile yapamaz ki bu bağlamda Lichtenberg'in" bir düşüncesini, açıkçası daha alt bir tabakadan alınan bir düşünceyi anımsamalıyız: “Öyle söyleme eğiliminde olsak da, muhtemelen başkalarının yerine hissedemeyiz; yalnızca kendimiz için hissederiz. Bu sözler acımasız görünüyor ama tamamen doğru bir şekilde anlaşıldığında öyle değildir. Ne babayı, ne anneyi, ne eşi ne de çocuğu severiz, daha ziyade onların bizde uyandırdığı haz verici duyguları severiz” ya da la Rochefoucauld'un da söylediği gibi “si on croit aimer sa maitresse pour lamour d'elle, on est bien trompe.””** Sevgi tarafından motive edilen eylemlere neden diğerlerinden daha fazla, yani, doğalarından dolayı değil, yararlılıklarından dolayısaygı gösterildiğine gelince, bunu, daha

önce belirtilen “Ahlaki Hazların Kökeni Üzerine”başlıklı incele-

meyle mukayese edin. Ama herhangi bir insan tıpkı o Tanrı gibi olmak istese, Iyi olmakistese, her şeyi başkaları için yapsa ve istese, kendisi için hiçbir şey istemese bile, bu imkânsız olacaktır, en azından o insanın başkaları için bir şey yapabilmek için kendisi için pek çok şey yapması gerektiğinden dolayı. Öte yandan * Georg Christoph Lichtenberg;(1742-1799) Alman fizikçi ve hiciv yazarı. (Ed. n.) * Lichtenberg, “Bemerkungen,” Vermischte Schriften (Göttingen, 1867), I. kısım, 83. ” “Eğer metresimizi ona olan sevgimizden dolayı sevdiğimizi sanıyorsak, fena halde yanılıyoruz.” La Rochefoucauld, Röflexions, özdeyiş 374, 77. IG. Handwerk n.

21

İnsanca, Pek İnsanca — 1

bu, diğer kişinin, kendisi için tekrar tekrar yapılan bu fedakârlığı, bu yaşanmışlığı kabul edecek kadar egoist olmasını gerektirir; böylece seven, kendilerini feda eden insanların, sevgisiz ve fedakârlık yapma yetisinden yoksun olan egoistlerin sürekli olarak var olmasında bir çıkarı vardır ve en üstün ahlakın varlığını sürdürebilmesiiçin, gerçekten ahlaksızlığın varoluşunu dayatmalıdır (ki onun sayesinde açıkçası kendisini inkâr edecektir). Bunun da ötesinde: Tanrı anlayışı, ona inandığımız sürece, bizi rahatsız eder ve küçük düşürür ama mevcut göreli etnoloji düzeyimizle, onun nasıl ortaya çıktığından artık şüphe edemeyiz ve bu köken kavrandığında söz konusu Tanrı inancı zayıflar. Kendi doğasını Tanrı'yla kıyaslayan Hıristiyan, şovalye masalları kahramanlarının muhteşem eylemlerini kafasında taşıdığı için kendi kahramanlığını küçümseyen Don Ouixote'yle aynı konumdadır; her iki durumda da, ölçü olarak kullanılan standart söylence alanına aittir. Ne var ki, eğer Tanrı düşüncesi zayıflarsa, kutsal reçetelere yapılan bir tecavüz olarak, Tanrı'ya adanmış bir varlığı çirkinleştürme olarak, “günah” duygusu da zayıflar. Eğer kendi eylemlerimizde gerçekten de insan geleneklerine karşı, insani statü ve düzenlemelere karşı suç işlediğimizi, ama bu noktada bile “ruhun ebedi kurtuluşunu” ve onun Tanrısallıkla olan ilişkisini tehlikeye atmadığımızı anlarsak, azap içindeki bir vicdanın sıkıntısı diner, suç duygusunun dikenli keskin ucu törpülenir. Eğer herhangi biri en sonunda tüm eylemler ve onların tam sorumsuzluğununşartsız gerekliliğine ilişkin felsefi bir kanı oluşturmayı başarır ve bu kanıyı canıyla ve kanıyla sindirirse, vicdanın geriye kalan o sancıları da ortadan kalkacaktır.

134.

Şımdi eğer Hıristiyan,azöncedesöylendiği gibi, belirli hatalardan,yani, eylemlerinin yanlış, bilimsel olmayan bir yorumundan ve değerlendirmesinden dolayı kendini küçümseme duygusuna kapılmışsa, o küçümseme durumunun,azap içindeki o vicdanın, o genel hoşnutsuzluk durumunun devam etmediğini, tüm bunların onun ruhundan sökülüp atıldığı saatlerin nasıl zaman zaman geldiğini ve kendisini bir kez daha özgür ve cesur hissettiğini büyük bir şaşkınlık içinde fark etmelidir. Gerçekte, 22

Dinsel Yaşam

onun kendisinden aldığı haz, kendi gücünden edindiği tatmin, her derin uyarımın zorunlu ortadan kaldırılışıyla birleşerek, zaferi gerçekleştirmiştir; kendisini bir kez daha sevmektedir, bunu hisseder; ama tam da bu sevgi, bu yeni kendine saygı, ona inanılmaz görünür; o onda yalnızca yukarıdan gelen aydınlık bir lütfun kendi üzerindeki tümüyle hak edilmemiş aydınlığını görebilir. Daha önce uyarıları, tehditleri, cezaları ve her olayda kutsal gazabın her türden işaretini gördüğüne inanıyorken, şimdi kutsal iyiliği kendi deneyimleriyle anlamaktadır.Birolay ona sevgiyle dolu görünür, bir başka olay ona yararlı bir işaret olarak,özellikle de onun tümüyle sevinçli ruh haline eşlik eden bir üçüncü olay ise, ona Tanrı'nın bağışlayıcı olduğunu kanıtlıyormuş gibi görünür. Nasıl ki daha önce, özellikle sıkıntılı olduğu durumda, eylemlerini yanlış yorumlamışsa, şımdi de aynı şekilde deneyimlerini yanlış yorumlar; o bu avutucu ruh halini kendi dışında hüküm süren bir gücün etkisi olarak tasavvur eder, esasen kendisini severken başvurduğu sevgi kutsal sevgi gibi görünür; onun lütuf ve kurtuluşun başlangıcı olarak adlandırdığı şey aslında kendini affetme, kendini kurtarmadır.

135.

Bu yüzden belirli yanlış bir psikoloji, nedenlerin ve olayların yorumlanmasındakı belli bir hayalperestlik, Hıristiyan olmanın ve kurtuluş ihtiyacını hissetmenin zorunlu bir önkoşuludur. Kişi bu akıl ve kuruntu karmaşasını kavramaya başladığında, Hıristüyan olmaktan çıkar.

136.

Hıristiyan münzeviliği ve kutsallık üzerine. - Bireysel düşünürler genelde münzevilik ve kutsallık olarak adlandırdığımız nadir ahlak görünümlerini mucizevibir şey olarak temsil etmek için o kadar çok çaba harcamışlardır kı, onları rasyonel bir açıklamanın ışığıyla aydınlatmak neredeyse küfür ve saygısızlık anlamına gelmektedir. Bunun bir karşılığı olarak, boylesi bir küfür eğilimi de bir o kadar güçlüdür. Doğanın güçlü bir dürtüsü tüm zamanlarda böylesi fenomenlere yönelik karşı 123

İnsanca, Pek İnsanca — 1

çıkışlara yol açmıştır; bilim, daha önce de söylendiği gibi, doğanın bir taklidi olduğu sürece, kendisine en azından onların varsayılan açıklanamazlığına, hatta, erişilmezliğine itiraz etme hakkı tanır. Açıkça söylemek gerekirse, bilim bunu henüz başaramamıştır; o fenomenler, daha önce sözü edilen ahlaki mucizevilik hayranlarını bir hayli tatmin edercesine, henüz açıklanmamıştr. Çinkü genel olarak konuşmak gerekirse açıklanmamış olan bütünüyle açıklanamaz olmalı, açıklanamaz olan ise bütünüyle anormal, doğaüstü ve mucizevi olmalıdır; dindar insanların ve metafizikçilerin ruhundaki talep böylece uzayıp gider (onları da düşünürler olarak değerlendirmek gerekirse, aynı şey sanatçılar için de geçerlidir); oysa bilimsel kişi bu talepte “kötülük ilkesi"ni görür. Münzeviliği ve kutsallığı değerlendirirken karşımıza çıkan ilk genelolasılık onların karmaşık bir doğaya sahip olmalarıdır. Zira gerek fiziksel gerekse de ahlaki dünyanın her yerinde mucizevi oldukları varsayılan şeylerin izi başarılı bir şekilde karmaşık ve çeşitli biçimlerde koşullandırılmış olan bir şeye dek sürülmüştür. Bu yüzden önce azizin ve münzevinin ruhundaki tekil dürtüleri yalıtmayı göze alalım, ardından da nihayet onların beraberce içimizde nasıl geliştikleri üzerine düşünelim.

137.

En yüce ortaya çıkış olarak münzeviliğin pek çok biçimi-

ni içeren bir kendine meydan okuma (Troiz gegen sich

selbst) vardır. Bazı insanlar, güç ve hâkimiyet tutkularını hayata geçirmek için öylesine büyük bir ihtiyaç içindedirler ki, diğer nesneler eksik oldukları ya da başka türlü işe yaramadıklarını kanıtladıkları için, çareyi kendi doğalarının belli parçalarına, kısımlarına ya da düzeylerine zorbalık etmekte bulurlar. Böylece bazı düşünürler, açıkçası kendi şöhretlerinin artmasına ya da gelişmesine hizmet etmeyen görüşleri dile getirirler. Gerçekten bazıları, sessiz kalarak saygınlıklarını kolayca koruduklarında, başkalarının küçümseyişlerini kendi üzerlerine alırlar; diğerleri daha önceki görüşlerini inkâr ederler ve bundan böyle tutarsız olarak adlandırılmaktan utanmazlar; tam tersine, bunun için can atarlar ve atlarını en çok, vahşileştiğinde, ter içinde kaldığında ve oynak hale getirildiğinde beğenen küstah süvariler 24

Dinsel Yaşam

gibi davranırlar. Böylece kişi kendi korkaklığına ve titreyen dizlerine katıla katıla gülebilmek için en yüksek dağlara giden tehlikeli patikaları tırmanmaya başlar; bunun bir sonucu olarak, bir filozof münzevilik, tevazu ve kutsallık hakkında, aydınlığı kendi imajını tamamen iğrenç hale getirecek görüşler belirtir. Bu kendini parçalama, bu kendi doğasıyla alay etme, dinlerin bunca yarattığı bu spernere se sperni" gerçekten çok yüksek bir kendini beğenmişlik derecesidir. Dağdaki Vaaz'da bulunan tüm ahlak buraya sığar; insanlar aşırı taleplerle kendilerini ihlal edip sonra da bir şeyi böylesine zorbaca istemeyi daha sonra ruhlarında idolleştirmekten gerçek bir haz alırlar. Her münzevi ahlakta insanlar kendilerinin bir kısmına bir Tanrı olarak taparlar ki bu yüzden kalan kısmı şeytanlaştırmaya ihtiyaçları vardır.

138.

İnsanlar her zaman aynı ölçüde ahlaklı değildir; buiyi bilin-

mektedir. Eğer onların ahlaklılıklarını büyük, kendini feda edici kararlar verme ve kendinden feragat etme yeteneğine göre

değerlendirirsek (ki bu, sürüp giden vebir alışkanlık haline gelen kutsallıktır), onlar şiddetli ve ani heyecan (Affect) bakımından en

ahlakı insanlardır; daha üstün bir uyarım düzeyı, başka zamanlarda ciddi ve soğuk olan bu insanlara, muhtemelen sahip olduklarına bile inanmadıkları tamamen yeni motifler sunar. Peki bu nasıl gerçekleşir? Muhtemelen büyük ve bir hayli uyarıcı olan her şeyin yakınlığından dolayı; kişi bir kez istisnai bir gerilim düzeyine getirildiğinde, kendi intikam ihtiyacından ürkütücü biçimde vazgeçmeye kolayca karar verebildiği gibi kolaylıkla korkunç bir intikam eyleminde bulunmaya da karar verebilir. Güçlü bir duygunun etkisi altında, o her koşulda büyük, güçlü, korkunç olanı ister ve eğer kendisini feda etmenin başkasını feda etmek kadar, hatta ondan daha fazla kendisine tatmin sağlayacağını şans eseri fark ederse, birincisinitercih eder. Bu yüzden onun için asıl önemli olan kendi duygularının boşalımıdır; böylelikle, gerilimini hafifletmek için düşmanlarının mızraklarını kapıp onları kendi göğsüne saplayabilir. Yalnızca intikamda değil, *

Spernere se sperni: (Lat) “Saygısızlığa saygısızlıkla cevap vermek.” Lavardiuslu Hildebert, Carmina Miscellanea, 124 |G. Handwerk n.

125

İnsanca, Pek İnsanca — 1

kendinden vazgeçmekte de büyük bir görkem olduğu düşüncesinin öncelikle uzun bir alıştırma dönemi boyunca insanlığa aşılanması gerekiyordu; kendini feda eden kutsal bir varlık bu tür bir büyüklüğün en güçlü ve en etkili sembolüydü. Yenilmesi en Zor olan düşman karşısındakızafer, bir etkinin ani hâkimiyeti; bu vazgeçme böyle bir şey gibi görünüyor. Ve boyutuyla da ahlaklılığın zirvesi olarak sayılır. Gerçekte, bu, kişinin yapısı aynı yüksekliği, aynı su seviyesini korurken,bir anlayışın yerine başka bir anlayışı geçirme sorunudur. Böylesi insanlar ciddileşüklerinde ve etkiden kurtulduklarında, bu anların ahlaklılığını artık anlamazlar ama aynı anları yaşamış tüm diğer insanların hayranlığı onlara güç verir; yaptıklarının etkisi ve anlamı ortadan kalktığında övünme böylesi insanlar için bir avuntudur. Bu yüzden bu kendini inkâr eylemleri bile, kesin biçimde başkalarına bağlı olarak gerçekleştirilmedikleri sürece, sonuç olarak ahlaki değildir; bunun yerine, diğer kişi, oldukça yoğunlaşmış bir istemin o inkâr aracılığıyla hafifletilmesi için yalnızca bir vesile sağlar.

139.

M ünzevi de pek çok açıdan hayatı kendisi için kolaylaştırmayaçalışır, en çok da karşıt bir irade ya da kapsamlı bir yasa

ve ritüel karşısında tamamen ikinci planda kalarak,tıpkı Brah-

man'ın kesinlikle hiçbir şeyi kendi kararına bırakmaması ve her an kutsal bir temelilkeye göre kendisine kılavuzluk etmesi gibi. Bu ikinci planda kalma kişinin kendi efendisi haline gelmesinin önemli bir aracıdır; meşgul oluyoruz, böylece sıkılmayız ama yine de kasıtlı ya da şiddetli tutkulara sahip değiliz; bir eylemi gerçekleştirdikten sonra, sorumluluk duygusu ve bundan dolayı da pişmanlık acısı yoktur. İrademizden sonsuza dek vazgeçmiş olduk ki bu ondan yalnızca bazen vazgeçmekten daha kolaydır; tıpkı bir arzudan tamamen vazgeçmenin onu belli bir sınırda tutmaktan daha kolay olması gibi. Bir kişinin şu anda devlet karşısındaki konumunu hatırladığımızda, burada da, koşulsuz itaatin koşullu itaatten daha uygun olduğunu görürüz. Bu yüzden aziz kendi kişiliğinden tamamen vazgeçerek hayatını kolaylaştırır ve eğer biz o olguya en kahramanca ahlak marifeti olarak hay126

Dinsel Yaşam

ran kalırsak kendimizi aldatmış oluruz. Bocalama ve karışıklık olmadankişiliğimizi ortaya koymak her durumda yukarıda tarif edildiği biçimde kendimizi ondan kurtarmaktan daha zordur; üstelik bu çok daha fazla ruh ve derin düşünmeyi gerektirir.

140.

Açıklanması daha zor olan o eylemlerin pek çoğunda du ygudan olduğu gibi haz almanın belirtilerini gördükten sonra, kutsallığın ayırt edici bir niteliği olan kendini küçümsemede ve aynı şekilde (açlık ve güçsüzleşme, kol ve bacakların yerlerinden çıkarılması, deli numarası yapıma aracılığıyla) kendine işkence etmeyi içeren eylemlerde, o yapıların kendi yaşama iradelerinin (kendisinirlerinin) tükenmişliğine karşı mücadele ederken kullandıkları bir araç görüyorum. Böylesi tipler, onların o büyük ruhsal uyuşukluğunun ve daha önce tanımlandığı biçimiyle dışsal bir iradeye tabi oluşlarının onları sık sık düşürdüğü o uyuşukluk ve can sıkıntısından en azından belli bir süreliğine çıkabilmek için en acı verici tahrık ve acımasızlık yöntemlerine başvururlar.

141.

Münzevinin ve azizin yaşamlarını her şeye rağmen dayanılır ve eğlenceli hale getirebilmek için başvurduğu en yaygın araçlar zaman Zaman savaş açmaktan ve bazen zafer bazen de yenilgi yaşamaktan oluşur. Bunu yapabilmek için bir rakibe ihtiyaç duyar ve onu sözde “içerideki düşman”da bulur. Kendi yaşamına, devam etmekte olan bir savaş, kendisine ise iyi ve kötü ruhların farklı başarı dereceleriyle birbirleriyle mücadele ettikleri bir savaş alanı olarak bakmakla, özellikle kendisinin kibire, hırsa ve sevgi gücüne yönelik eğilimlerine, ardından da şehvetli arzularına başvurur. Bildiğimiz gibi, şehvet kuruntusu cinsel birleşmenin düzenliliği tarafından azaltılır, hatta neredeyse bastırılır, buna karşılık birleşmenin düzensizliği ya da birleşmeden kaçınmatarafından özgürleştirilir ve ahlaksız hale getirilir. Pek çok Hıristiyan aziz alışılmadık biçimde kirli kuruntuya sahipti; 127

İnsanca, Pek İnsanca — 1

bu arzuların onların içinde öfkeden kuduran gerçek şeytanlar oldukları teorisi sayesinde, azizler kendilerini hiç de bundan sorumlu hissetmemişlerdi; azizlerin öz ifadelerinin oldukça öğretici olan içtenliğini bu duyguya borçluyuz. Bu savaşı belli bir yoğunluk derecesiyle sürdürmek onların işine geliyordu çünkü, daha önce de söylendiği gibi, onların boş yaşamları bu savaş aracılığıyla varlığını sürdürüyordu. Ancak savaşın aziz olmayanlar arasında sürekli bir gereklilik anlayışı ve hayranlık uyandıracak kadar önemli görünebilmesiiçin, şehvetin giderek daha çok karalanıp lanetlenmesi gerekiyordu; gerçekten de, ebedi lanetlenme tehlikesi bu şeylerle öylesine yakından bağlantılıydı ki, Hıristiyanlar çağlar boyunca yalnızca kötü bir vicdanla çocuk yapmışlardır ki bu da şüphesiz insanlığa büyük bir zarar vermiştir. Yine de gerçek burada tamamen baş aşağı durmuştur ve gerçeğe özellikle yakışmayan bir durumdur bu. Hıristiyanlık elbette şöyle demişti: Her insan günah içinde gebe bırakılır ve doğar. Ve bu düşünce, Calderon'un" dayanılmaz ve üstün Hıristiyanlığında, bir kez daha düğümlenip iç içe geçmişti, öyle ki Calderon meşhur bir ayette var olan en çetrefil paradoksu tehlikeye atmıştı: die grösste Schuld des Menschen ist, dass er geboren ward.””

Her kötümser dinde, üreme eyleminin kendi içinde kötü olduğu düşünülür ama bu hiçbir şekilde genel bir Insani duygu değildir; hatta tüm kötümserlerin bu konudaki düşünceleri aynı bile değildir. Örneğin Empedokles erotik şeyler hakkında utanç verici, şeytani, günah olan hiçbir şey görmez; yerine, tek bir kutsal ve umut verici figür olan Afrodite'nin talihsizliğin büyük çayırlarında ortaya çıktığını görür; Afrodite, Empedokles * Calderon De La Barca: (1600-1681). İspanyol oyun yazarı. İspanyol edebiyatının iki

özgün türünü “auto sacramental'i ve 'comedia'yı kusursuz bir noktaya getiren Calderon'un yapıtları devrinin mutlakiyetçi ideolojisini güçlü bir biçimde sergiler. Calderon'un ölümüyle auto sacramental türü neredeyse tümüyle ortadan kalkar.(Ed. n.)

* “İnsanınen büyük kabahati

doğmuş olmaktır,” (Calderon, La Vida es Sueno, 1:2.) Schopenhauertarafından alıntılanmıştır, İstenç ve Tasarım Olarak Dünya 1. Cilt, 63. (G. Handwerk n)

128

Dinsel Yaşam

için kavganın egemenliğinin sonsuza dek sürmeyeceği, hükümdar asasının bir gün daha ince bir ruhun eline verileceğinin güvencesi anlamına gelir.” Daha önce de söylendiği gibi, Hıristiyan kötümserliğinin uygulayıcıları hâkimiyetini koruyan başka bir düşünceye ilgi duyuyordu; onlar yalnızlıkta ve yaşamlarının ruhsal çoraklığında her zamankinden çok daha etkili bir düşmana ihtiyaç duyuyordu; genel kabul görmüş bir düşman, ona karşı savaşıp üstesinden gelerek kendilerini olabilecek en yeni biçimde aziz olmayanlara kavranılamaz, doğa üstü varlıklar olarak sunmalarına izin veren bir düşman. Eğer bu düşman, onların yaşam tarzının ve mahvolmuş sağlıklarının bir sonucu olarak, nihayet sonsuza dek kaçarsa, kendi içsel yaşamlarına yerleşen yeni şeytanları nasıl görmeleri gerektiğini hemen anlıyorlardı. Gurur ve tevazu ölçeğindekiinişli çıkışlı dalgalanmalar, tıpkı arzu ile ruhun süküneti arasındaki nöbet değişimi gibi, onların düşüncelere gömülmüş kafalarını eğlendiriyordu. O zamanlar, psikoloji insanca olan her şeyin yalnızca kuşkulu görünmesine değil, aynı zamanda karalanmasına, kırbaçlanmasına ve çarmıha gerilmesine de hizmet ediyordu; insanlar kendilerini mümkün olduğu kadar kötü ve ahlaksız değerlendirmek istiyordu, ruhun kurtuluşu hakkında endişelenmeye, kendi güçleri hakkında çaresizliğe düşmeye çalışıyorlardı. İnsanlığın kötülük ve günahkârlık düşüncesini atfettiği her doğal şey

(tıpkı şimdibile, örneğin erotik olan hakkında yapma eğilimin-

de olduğumuz gibi) hayal gücünüzorlar ve karartır, bakışımızı ürkek hale getirir, bizi kendimizle kavgaya sürükler ve muğlak ve güvenilmez hale getirir; rüyalarımız bile azap içinde kıvranan bir vicdan kıvamı kazanır. Üstelik doğal olandan dolayı çekilen bu acı hiçbir şekilde şeylerin gerçekliğine dayanmamaktadır: O yalnızca şeyler hakkındakı fikirlerin bir sonucudur. İnsanların, kaçınılmaz olarak doğal olanı kötü olarak nitelendirmekten ve bundan itibaren onun hep böyle bir yapıya sahip olduğunu düşünmekten ötürü nasıl daha kötü hale geldiklerini kolayca görüyoruz. Doğayı kendileri için kuşkulu görünür hale getirmek ve böylece onların kendilerini kötü hale getirmek, insanların özü itibariyle kötü ve günahkâr olmalarını isteyen dinin ve metafizikçilerin bir aldatmacasıdır. Çünkü onlar böy* Empedokles, Doğa Üzerine, 35. IM. Faber ni 129

İnsanca, Pek İnsanca — 1

lelikle kendilerini kötü olarak algılamayı öğrenirler, zira onlar doğanın örtüsünü kaldıramazlar. Uzunca bir süre doğal olanın içinde yaşamakla, onlar giderek öyle bir günah yükü altında ezildiklerini hissederler ki, bu yükün kaldırılması için doğaüstü güçler gerekli hale gelir; tam da bu noktada, daha önce sözü edilen ve gerçek olana değil, yalnızca hayali bir günahkârlığa tekabül eden kurtuluş ihtiyacı sahneye çıkar. Hıristiyanlığın orijinal belgelerinde bulunan ahlak hakkındaki açıklamaları incelediğinizde, insanlar onları karşılayamasınlar diye, her alandaaşırı taleplerde bulunulduğunu göreceksiniz; niyet ınsanların daha ahlaki hale gelmesi değil, tersine kendilerini mümkün olduğu kadar günahkâr hissetmeleridir. Eğer bu duygu onlar için sevindirici olmamışsa niçin böyle bir düşünceyi yarattılar ve böylesine uzun bir süre ona yapıştılar? Tıpkı antikite dünyasında, şenlik kültleri aracılığıyla yaşam sevincini artırmak üzere ölçüsüz bir ruh gücünün ve zekânın harcanması gibi Hıristiyan dönemde de ölçüsüz miktardaki ruh aynışekilde başka bir tutkuya feda edilmişti. İnsanlar her şekilde günahkâr olduklarını hissetmeli ve böylece özendirilmeli, güçlendirilmeli ve canlandırılmalıydı. Ne pahasına olursa olsun özendirmek, güçlendirmek, canlandırmak; bu, kuvvetten düşmüş, fazlasıyla olgunlaşmış, fazlasıyla görgülü bir zamanın parolası değil midir? Tüm doğal duyguların çemberi etrafında yüz defa dönülmüş ve ruh artık bundan bıkıp usanmıştır. Derken aziz ve münzevi yenibir canlandırıcı uyaranlar sınıfı keşfetti. Kendilerini herkesin gözleri önüne yerleştirdiler, esasen pek çok kişinin kendilerini taklit etmesi için değil, daha ziyade, dünyayla onun ötesinde olan arasındakisınırda sahneye konulan korkunç ama yine de büyüleyici bir gösteri olarak, ki o sıralar herkes bazen bir an için göksel aydınlığın ışınlarını, bazen de derinlerden yükselen alevin esrarengiz yalımlarını gördüğünü düşünüyordu. Azizin, kısa bir dünyevi varoluşun her bakımdan korkunç olan değerine, yaşamın yeni ve sonsuz uzamları hakkındaki nihai kararın yakınlığına yöneltilen bakışı, yarısı harap olan bir bedendeki bu kavurucu bakış antik dünyanın insanlarını iliklerine kadar titretmişti; bakmak, ürpererek ötelere bakmak, gösterinin uyarıcı cazibesini yeniden hissetmek, kendini ona kaptırmak, ruh heyecanla 130

Dinsel Yaşam

ve ürpertiyle titreyene dek kendini onunla tıka basa doyurmak; işte bu, kendisi insanlar ya da hayvanlar arasındaki rekabet karşısında duyarsız hale geldikten sonra,antikitenin keşfettığı nihaihazdiı.

142.

Söylenenleri özetlemek gerekirse azizi ya da bir gayesi olan azizi sevindiren ruh halleri hepimizin bir hayli aşina olduğu öğelerden oluşur, dinsel olanlar dışındaki kavramların etkisi altında yalnızca onlar kendilerini farklı renklerle gösterirler ve ardından da hayranlık kadar, hatta tapınma kadar, yoğun olan bir lanetlenmeye maruz kalma eğilimine girerler, dinle ve varoluşun nihal anlamıyla süslendiklerinde itimat ederler ya da en azından daha önceki dönemlerde itimat edebiliyorlardı. Aziz kimi zaman kendisine karşı, hâkimiyet aşkıyla yakından bağlantılı olan ve en yalnız kişiye bile bir güç duygusu veren bir meydan okumada bulunur; diğer zamanlarda kabarmış duyguları, tutkularının dizginlerini serbest bırakma arzusundan mağrur bir ruhun güçlü baskısı altında onları yaban gülleri gibi ezme arzusuna sıçrar; bazen tüm rahatsız edici, acı verici, uyarıcı duyguların tamamen durmasını, donuk, hayvansal ya da bitkisel bir uyuşukluk içinde, canlandırıcı bir uykuyu, bitmeyen bir dinlenmeyiister; başka zamanlardaysa, savaş peşinde koşar ve onu kendi içinde tutuşturur çünkü can sıkıntısı esnemekte olan yüzünü ona çevirmiştir. Kendi kendine tapınmasını, kendini küçümseme ve acımasızlıkla cezalandırır; arzularının vahşi gürültüsünden, günahların keskin acısından, hatta kaybolma düşüncesinden bile sevinç duyar; kendi hislerine, örneğin en aşırı hâkimiyet aşkına nasıl tuzak kuracağını öğrenir, böylece en uç alçalma durumuna geçer ve onun canlanmış ruhu bu karşıtlık tarafından paramparça edilir ve en sonunda eğer hayal kurmak, ölü ya da kutsal varlıklarla sohbet etmek için yanıp tutuşuyorsa, arzuladığı şey esasen alışılmadık bir şehvetliliktir, ama galiba tüm diğer türlerinin tek bir düğümde birleştikleri bir şehvetlilik. Deneyim ve içgüdü aracılığıyla ulaşılan kutsallık sorunları alanındaki uzmanlardan biri olan Novalis,* tüm 31

İnsanca, Pek İnsanca — 1

sırrı naif bir sevinçle ifade eder: “Şehvetlilik, din ve acımasızlık arasındakıilişkinin yalnızca kısa bir süre önce bunlar arasındaki akrabalığı ve ortak eğilimi görmemizi sağlamış olmasıfazlasıyla şaşırtıcıdır.”

143.

Azize, dünyadakitarihsel değerini veren şey onun ne olduğu değil, onun aziz olmayanların gözünde neyi kastettiğidir. Çünkü insanlar onun hakkında yanılmıştır, çünkü insanlar onun ruhsal durumunu yanlış biçimde yorumlamışlar ve onu, tamamen eşsiz ve tuhaf şekilde insanüstü bir şey olarak mümrkün olduğu kadar keskin biçimde kendilerinden ayırmışlardır: işte aziz, tüm çağlar boyunca bütün halkların hayal gücüne hâkim olmasını sağlayan istisnal gücü bu şekilde elde etmiştir. Aziz kendisini tanımıyordu; en az İncil'in şişirilmiş yorumu kadar ölçüsüz ve yapay bir yorum sanatına göre, kendi ruh halinin, eğilimlerinin ve eylemlerinin yazılı niteliklerini öğrenmiştir. Azizin, ruhsal yoksulluğu, yanlış bilgiyi, harap olmuş bir sağlığı ve fazlasıyla gerilmiş sinirleri bir araya getiren doğasında sapkın ve hasta edici olan ne varsa, kendi bakışı karşısında oldugu kadar onu düşünenlerin bakışları karşısında da gizli kalmaya devam etmiştir. O özellikle iyı bir kişi değildi, hele özellikle bilge bir kişi hiç değildi: ama o iyilikte ve bilgelikte insan ölçülerinin ötesine ulaşan bir şeyi kastetmişti. Ona duyulan inanç kutsal ve mucizevi şeylere, her türlü varoluş için dinsel bir anlama, yaklaşmakta olan nihai bir Kıyamet Günü'ne duyulan inancı destekliyordu. Azizin karanlık silueti, Hıristiyan halklar üzerinde batan bir dünyanın son güneşinin (Weltunterfangs — Sonne) alacakaranlı&ında devasa bir büyüklüğe ulaşıyordu; gerçekten de öyle birzirveye ulaşıyordu ki, artık Tanrı'ya inanılmayan günümüzde bile, hâlâ azize inanan azımsanmayacak sayıda düşünür vardır. *

Novalis: (1772-1801) Alman romantik şair. Friedrich von Hardenberg'in takmaadı.

ii

Novali Schriften, edit. R. Samuelve P. Kluckhohn (Leipzig, 1928), 3: 294, Nietzsche tarafından 1815'teki Tieck-Schlegel basımından alıntılanmıştır. 2:250. İG. Handwerk n.

32

Dinsel Yaşam

144.

Tüm türün bayağılığına göre aziz hakkında çizilen bu kabataslak tablonun daha rahatlatıcı bir duyguyu ortaya çıkarabilecek pek çok tabloyla kıyaslanabileceğini belirtmeye gerek yok. İster büyük incelikleri ve hayırseverlikleri aracılığıyla olsun, isterse de sıra dışı enerjilerinin büyüsü aracılığıyla olsun, sOz konusu türdeki tekil istisnalar dikkat çekicidir; diğerleri olabıilecek en yüksek derecede çekicidir çünkü bazı delice düşünceler aydınlık derelerini onların tüm bedenlerine akıtmışlardır. Bilindiği gibi, Hıristiyanlığın, kendisini Tanrı'nın vücuda gelmiş biricik oğlu olarak gören ve bu yüzden günahsız olduğunu düşünen ünlü kurucusunun başına gelen de budur; böylece aziz -tüm eskiçağ Tanrıların çocuklarıyla dopdolu olduğu için kişinin fazla katı biçimde cezalandırmayacağı- bir aldatmaca aracılığıyla aynı amaca, şu anda herhangi birinin bilim aracılığıyla ulaşamayacağı günahtan ve sorumluluktan tamamen kurtulma duygusuna ulaşıyordu. Ayrıca Hıristiyan azizle Yunanlıfilozof arasında orta bir yerde duran ve bu nedenlesaf bir türü temsil etmeyen Kızılderili azizleri de göz ardı ettim. Bilgi, bilim —-böyle bir şey varsa tabli— düşüncenin mantıksal olarak disipline edilmesi ve yetiştirilmesi aracılığıyla diğer insanlar karşısında sağlanan üstünlük bir kutsallık göstergesi olarak Budistler arasındaistenildiği kadar, kutsal olmayışın bir göstergesi olarak değerlendirilen bu aynınitelikler Hıristiyan dünyada reddedilmiş ve küçümsenmişti.

133

IV. BÖLÜM

SANATÇILARIN ve YAZARLARIN RUHLARINDAN 145.

ükemmel olan olmaya gelmiş olamaz. Mükemmel olan her şey konusunda oluş sorununu bir kenara bırakmaya alışkınız; tersine, sanki topraktan tek, mucizevi bir darbeyle çıkmış gibi, mükemmel olanın varlığına seviniriz. Bizler bu noktada muhtemelen hâlâ bir ilkçağ mitolojik duyarlılığının sonradan ortaya çıkan etkisi altındayız. Örneğin Paestum'daki” gibi bir Yunan tapınağında, halâ neredeyse sanki Tanrı bir sabah o devasa kütlelerden kendi ikametgâhını inşa etmiş gibi hissederiz; başka zamanlardaise, sanki bir ruh aniden, mucizevi şekilde bir taşa dönüştürülmüş ve şu andataşın içinden konuşmak istiyormuş gibi hissederiz. Sanatçı eserinin, ancak bir doğaçlama inancı, varlık kazanmasını sağlayan sözde mucizevi anılık inancı yarattığı zaman en bütünlüklü etkiye sahip olacağını bilir; böylece sanatçı bu yanılsamanın sürmesine yardım eder ve seyırcı ya da dinleyici mükemmelliğin aniden ortaya çıktığına inansın diye, sanatta, seyircinin ya da dinleyicinin ruhunu aldatmanın ve böylece alıştırmanın aracı olarak, esinlenmiş bir hareketliliğin, körlük içinde el yordamıyla aranan bir düzensizligın, yaratıcı eylemin başlangıcındaki özenli bir hayal kurmanın öğelerini geliştirir. Sanat bilimi, bizzat kendisinden anlaşılacağı gibi, bu yanılgıyla mümkün olduğu kadar açık biçimde çelişmek *

Yunanlılar tarafından Posidonia olarak adlandırılan Luciana'daki bu şehir, iki ünlü Dor tapınağının kalıntılarının bulunduğu yerdir. |(G. Handwerk n.|

137

İnsanca, Pek İnsanca — 1

ve aklı sanatçının tuzağına düşüren yanlış muhakemeye ve kendini sevmeye işaret etmek zorundadır.

146.

Sanatçının gerçeklik anlayışı. - Gerçeklerin kavranılması söz konusu olduğunda, sanatçı düşünürden daha zayıf bir ahlaka sahiptir; sanatçı yaşama getirdiği görkemli, derinlemesine anlamlı yorumlarının elinden alınmasına hiçbir koşul altında izin vermeyecektir ve kendisini yalın, sade yöntemler ve sonuçlar karşısında savunur. Sanatçı sanki daha yüce bir insanlık onuru ve anlamı için mücadele ediyormuş gibi görünür; gerçekte, sanatçı, kendi sanatı içinen çok etkili (Wirkungsvollsten) olan varsayımları, yani fantastik olanı, efsanevi olanı, kuşkulu olanı, aşırı olanı, sembolik olanın anlayışını, kendi kişiliğinin abartılmasını, dehada mucizevi bir şey olduğu inancını bırakmak istemez; bundan dolayı, sanatçı kendi yaradılış biçiminin devamını, herhangi bir biçimdeki gerçeğe bilimsel bir şekilde adanmaktan daha önemli görür, bu ne kadar yalın görünürse görünsün.

147.

Ölülerin sihirbazı olarak sanat. - Sanat,silikleşmiş ve solmuş düşünceleri koruma altına alma görevini icra etmenin yanı sıra, onları bir parça ıslah eder; sanat bu görevi yerine getirirken, farklı çağları sarıp sarmalar ve onların ruhlarının geri dönmesini sağlar. Açıkçası, buradan çıkan şey, mezarlıkların etrafında bulduklarımız ya da sevilen ölülerin rüyada geri gelmesi gibi, yalnızca yaşamın bir benzeridir ama en azından bir anlık da olsa eski duygu bir kez daha canlanır ve kalp unutulmuş, başka türlü bir ritimle atmaya başlar. Şimdi, sanat genel olarak böyle bir işleve hizmet ettiği için, eğer aydınlanmanın ve insanlığın ilerici tarzda erkekleştirilmesinin

(Vermânnlichung) en ön saflarında yer almıyorsa, sanatçının ken-

disini mazur görmek zorundayız; o yaşamı boyunca çocuk ya da genç olarak kalmıştır; kendi estetik dürtüsüne ilk defa yenildiği noktada tutulmuştur; ne var ki, yaşamın ilk evrelerinden 138

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

kaynaklanan duygular, mevcut yüzyılın duygularına oranla açıkçası daha önceki zamanların duygularına daha yakındır. Sanatçının öyle bir niyeti olmadığı halde, ınsanlığı gençleştirmek onun görevi (ödevi) haline gelir; bu onun hem görkemi hem de sınırlanmışlığıdır.

148.

Hayatın yatıştırıcıları olarak şairler. - Yaşamımızı kolaylaştırmayı istemeleri koşuluyla, şairler de ya bakışlarumızı yorucu şimdiden başka yere yöneltirler ya da geçmişten şimdiye ışık tutarak şimdinin yeni renkler kazanmasına yardımcı olurlar. Bunu başarabilmek için, pek çok bakımdan geçmişe dönmeleri gerekir. Böylelikle biz onları uzak zamanlara ve düşüncelere, ölmekte olan ya da ölü dinlere ve kültürlere uzanan köprüler olarak kullanabiliriz. Gerçekten de şairler, her zaman zorunlu olarak döleşidir (Epigonen). Şairlerin yaşamı daha da kolaylaştırmak için kullandıkları araçlar hakkında şüphesiz ki bazı nahoş şeyler söyleyebiliriz: Şairler yalnızca geçici olarak, yalnızca şimdilik yatıştırıp iyileştirirler; hatta insanları kendi koşullarını gerçek anlamda iyileştirmeye çalışmaktan alıkoyarlar, çünküşairler hoşnut olmayan insanları eyleme sevk eden tutkuyu erteleyip yatıştırmakla, onu deşarj ederler.

149.

Güzelliğin ağır oku. - En asil güzellik türü bizi birden-

bire çarpmaz,fırtınalı ve sarhoş edici saldırılarda bulunmaz (böy-

le bir güzellik kolayca nefret uyandırır), tersine en asil güzellik, neredeyse farkında olmaksızın yanımızda taşıdığımız, ağır ağır içe işleyen ve yine kimi zaman bir rüyada karşılaştığımız, ama en sonunda, uzunca bir süre yüreğimize özenle yerleştikten sonra, bize tamamen sahip olan ve gözlerimizi yaşlarla, yüreklerimizi tutkuyla dolduran türden bir güzelliktir. Güzelliği görünce ne için yanıp tutuşuruz? Güzel olmak için. Güzellikle birikmiş

epeyce bir mutluluk / kısmet (Glück) olması gerektiğini tasavvur ederiz. Ama bu bir yanılgıdır.

139

İnsanca, Pek İnsanca — 1

150.

Sanatın canlılığı. - Sanat dinlerin çöktüğü yerde sesini yükseltir. Din tarafından yaratılmış birbirinden farklı duyguları ve ruh hallerini ele geçirir, onları bağrına basar, kendisi daha derin, daha canlı hale gelir ve daha önce iletemediği coşkunluğu ve heyecanı böylelikle iletebilir. Dalgalanan,sel gibi taşan dinsel duygu bolluğu tekrar tekrar öne atılır ve yeni alanlar fethetmek ister. Ancak yükselen aydınlanma dinin dogmalarını sarsmış ve onlar hakkında ciddi bir güvensizlik yaymıştır. Bu yüzden aydınlanmatarafından dinsel alanın dışınaitilen duygu sanatasığınır; hatta bazı tekil durumlarda, aynı zamanda siyasal yaşamda da,

doğrudan bilime sığınır. İnsan çabalarında yüksek, mahzun bir

rengi algıladığımız her yerde, ruhların dehşetinin, tütsü kokursunun ve kiliselerin gölgesinin hâlâ ona yapışık olduğunu düşürnebiliriz.

DI.

Ölçü nasıl güzelleştirir. — Ölçü (metrum) gerçekliğin

üzerine bir tül örter; belirli bir konuşma yapaylığı ve düşünce

muğlaklığı (Unreinheit) yaratır; düşünce üzerine bıraktığı gölge

aracılığıyla, bazen gizler bazen de vurgular. Bir şeyi süslemek için gölge nasıl gerekliyse, “muğlaklık” da (Dumpfe) onu anlaşılır hale getirmek için o kadar gereklidir. Sanat, belirsiz düşünce tülünü onun üzerine örterek, hayatın görünümünü dayanılır hale getirir.

152.

Çirkin ruhun sanatı. - Eğer yalnızca derli toplu, ahlaki açıdan dengeli ruhun sanatta ifade bulmasına izin verilmesini talep edersek sanatın sınırlarını fazlasıyla dar tutmuş oluruz. Tıpkı plastık sanatlarda olduğu gibi, müzik ve edebiyatta da, güzel ruhun sanatının yanı sıra, çirkin bir ruhun sanatı vardır ve sanatın en güçlü etkileri, ruhların parçalanması, taşların yerinden oynaması ve hayvanların insanlara dönüşmesi muhtemelen en yetkin biçimde tam da bu tür bir sanat tarafından başarılacaktır. 140

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

153.

Sanat düşünürün kalbini iki büklüm eder. — Metafizik ihtiyacın ne kadar güçlü olduğunu ve doğanın onun geride bırakılmasını nasıl da zor hale getirdiğini, özgür ruh kendisini metafizik olan her şeyden arındırdığı zaman bile, sanatın en yoğun etkilerinin, çoktan beridir sessiz hatta kırılmış olsa bile, metafizik bir çalgıdan kolayca sempatik tınlamalar çıkarmasından anlayabiliriz; örneğin, Beethoven Dokuzuncu Senfonisinin bir yerinde, yüreğindeoölümsüzlük düşüyle, kendisini yeryüzünün üzerinde yıldızlı bir kubbede havada sabit kalmış bir halde hissetmiş olabilir. Tüm yıldızlar onun etrafında parıldıyormuş gibi, yeryüzü ise giderek daha çok batıyormuş gibi görünür. Eğer o bu durumu fark ederse, hiç kuşkusuz yüreğinin derinliklerinde şiddetli bir acı hisseder ve onu ister dın ister metafizik olarak adlandıralım, yıtirılmış aşkını ona geri getirebilecek biri için iç çeker. Onun entelektüelkışılığı böyle zamanlarda sınava tabitutulur.

154.

Hayatla oynamak. - Yunanlıların aşırı ölçüde hırslı mizacını ve fazlasıyla keskin zekâsını dizginlemek ve bazen askıya almak için Homerosçu hayal gücünün ustalığına ve sululuğuna ihtiyaç vardı. Yunanlıların aklı konuşmaya başladığında, hayat nasıl da sert ve acımasız görünür! Onlar kendilerini aldatmazlar, amabilerek ve şenlikli bir şekilde hayatı yalanlarla kuşatırlar. Simonides” kendi yurttaşlarına hayatı bir oyun olarak kabul etmelerini tavsiye etmişti; onlar acının bir kaynağı olarak ciddiyete pek aşinaydı(elbette insanlığın sefaleti, Tanrıların canı gönülden dinledikleri şarkıların temasıydı) ve yalnızca sanatın bizzat sefaleti hazza dönüştürebileceğini biliyorlardı. Ne var ki, Yunanlılar bu anlayışın bir bedeli olarak, masal uydurma hazzına öylesine gömülmüşlerdikı, tıpkı her şiirsel halkın yalanlardan bu tür bir haz alması ve üstelik de oldukça masum * Simonides: (İÖ 566 - İÖ 467) Yunanlılirik şairidir. Enkomion (methiye), threnos (mersiye) ve epinikion(zafer şarkıları) gibi bazılirik türlerin yaratıcısı olarak bilinmektedir.(Ed. n.)

141

İnsanca, Pek İnsanca — 1

bir şekilde böyle davranması gibi, günlük yaşamda kendilerini yalancılıktan ve aldatmacadan uzak tutmak Yunanlılar için de zor hale gelmişti. Kuşkusuz bu durum zaman zaman komşu halkları çaresizlik içinde bırakıyordu.

155.

İlhama inanma. - Sanatçılar bizim ani kavrayış parıl-

damalarına, ilham (Inspirationen) olarak adlandırdığımız şeye ınanmamıza ilgi duyarlar; sanki bir sanat eserinin, bir şiirin ve bir felsefenin temel düşüncesi hakkındakifikir gökten zembille inermiş gıbı. Aslında, Iyi bir sanatçının ya da düşünürün hayal

gücü(Phantasie) sürekli olarak iyi, vasat ve kötü şeyler üretir, ama

onun bir hayli keskinleşmiş ve pratikleşmiş olan yargı gücü (Urteilskraft) reddeder, seçer ve bir araya toplar; böylece, Beethoven'ın not defterlerine baktığımızda, onun en iyi melodileri aşamalı olarak bir araya topladığını ve onları, o halleriyle, birbirinden farklı başlangıçlardan seçtiğini görüyoruz. Şeyleri daha az katı biçimde sınıflandıran ve taklitçi anımsamadan vazgeçmek isteyen biri belirli koşullar altında büyük bir doğaçlamacı olabilir; ancak ciddi ve özenli biçimde seçilmiş sanatsal düşüncelerin yanında sanatsal doğaçlama zayıf kalır. Tüm büyük sanatçılar, yalnızca yaratmada değil, aynı zamanda reddetmede, elemede, yeniden biçimlendirmede ve düzenlemede de yorulmak bilme-

yen büyük işçilerdi (Arbeiter).

156.

Yine ilham. - Eğer üretici güç uzunca bir süre lanetlenmiş ve dışa doğru akışı bir engel tarafından engellenmişse, o zaman önünde sonunda adeta ani bir ilhamın, yanı mucizevi bir şeyin önceden sarf edilmiş içsel bir emek olmaksızın gerçekleşmesi gibi aniden ınfılak edecektir. Sanatçıların, daha önce de belirtildiği gibi, sürdürmeye fazlasıylailgi gösterdikleri yaygın yanılgıyı oluşturan şey budur. Sermaye adım adım çoğaltılmıştır; birdenbire gökten zembille inmemiştir. Üstelik, böylesi açık bir ılham başka yerde de, örneğin iyilik veya erdem veya kötülük alanında da vardır. 142

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

157.

Dâhilerin acıları ve onların değeri. - Sanatsal deha keyif vermek ister, ama eğer çok yüksek bir düzeyde durursa, dâhinin yaptıklarından hoşlanabilecek biri bulunmayabilir; sanatsal deha (Genius)* yiyecek sunar, ama kimse onu istemez. Bu durum bazen ona komık,etkileyici bir dokunaklılık kazandırır; zira insanlara zorla keyif vermeye aslında hiçbir şekilde hakkı yoktur. Sanatsal dâhinin kavalı çalmakta, ama hiç kimse dans etmek istememektedir: bu trajik olabilir mi? Herhalde olabilir. Ama sonuç olarak, bu eksikliğin bir telafisi olarak, sanatsal dâhi yaratmaktan, başka insanların diğer herhangi bir etkinlik türünden elde ettiklerinden daha fazla haz elde eder. Biz onun acılarını abartılı buluruz çünküiniltileri daha çok ses çıkarır ve ağzı daha belagatlidir ve bazen acıları gerçekten oldukça büyüktür, amasırf hırsları ve kıskançlıkları da aynı ölçüde büyük olduğu için. Kepler" ve Spinoza gibi bilgi dehâlârı, çoğu zaman çok şey istemez ve kendilerinin gerçekten daha büyükacıları ve yoksunlukları için ortalığı fazlaca velveleye vermez. Bilgi dehası daha büyük bir kesinlikle gelecek kuşaklara güvenebilir, oysa bunu yapan bir sanatçı her zaman, kendisine derin bir acıya mal olacak olan tehlikeli bir oyun oynamaktadır. Çok nadir durumlarda -bir yapma ve bilme dehasıyla ahlaki bir deha aynı bireyde birleştiğinde— daha önce belirtilen acılara yeni bir acılar kategorisi, dünyadaki en tekil istisnalar olarak görmemiz gereken türden acılar eklenir; bir halka, insanlığa, tüm kültürlere, acı çeken tüm varlıklara yönelen o ekstra ve kişi üstü duyarlılık. Bu acılar özellikle zor ve ulaşılması güç bir bilgiyle olan ilişkileri sayesinde değer kazanır* Dâhi, deha anlamına gelen Genius'un Latince karşılığı “koruyucu ruh; aileyi ve devleti koruyan ve sürdüren kutsal eril güç; zevk, hoşlanma, eğilim; yetenek”tir. (Ed.n.) * Johannes Kepler: (1571-1630) Alman gökbilgini. Modern gökbilimin (astronominin) kurucusudur. Gezegenlerin devinim yasalarını (ünlü üç yasa) keşfetmiştir. Gezegenlerin, daire biçiminde değil de elips biçiminde devindiklerini göstermiştir. Bu o çağda, antik Yunan düşüncesinden gelme bir gelenekle Tanrılaştırılmış olan daire (değirmi) anlayışını kökünden yıkma demektir). Kepler, ünlü yasalarını bilimsel bir yöntemle, eşdeyişle matematiksel gözlemlerle bulmuştu. “Nerede özdek varsa, orada geometri de vardır,” diyen Kepler, hastalıklar ve yoksulluklarla savaşarak yaşamış ve acılar içinde ölmüştür. (Ed.n.)

143

İnsanca, Pek İnsanca — 1

lar (acı kendibaşına sınırlı bir değere sahiptir). Peki bu acıların gerçekliği nasıl ölçülebilir, ağırlığı ne tür bir teraziyle tartılabilir? Bu tür bir duyarlılığa sahip olduğundan söz eden herkese güvenmemek neredeyse bir zorunluluk değil midir?

158.

Büyüklüğün kaderi. - Her büyüklük gösterisini bir yozlaşma izler, özellikle de sanat alanında. Büyüklük örneği kibirli kişilikleri, büyüklüğü görünüşte taklit etmeye ya da onu aşmaya sevk eder; buna ek olarak, tüm büyük yetenekler daha zayıf olan pek çok gücüve filizi ezmek ve etraflarındaki tüm doğayı adeta işe yaramaz hale getirmek gibi bir eğilime sahiptir. Sanatın gelişimindeki en talihli durum, birkaç dâhinin birbirlerini çeşitli sınırlar içinde tuttukları durumdur; onlar arasındaki mücadele çoğu zaman daha zayıf ve narin kişiliklerin de nefes almasına imkân verir.

159.

Sanat sanatçı için tehlikelidir. - Eğer sanat bir birey üzerinde güçlü bir denetim sağlarsa, söz konusu kişiyi sanatın en güçlü biçimde tfilizlendiği zamanların tipik özelliği olan görme biçimlerine geri götürür; sanat bu andan itibaren geriye doğru işler. Sanatçı ani uyarıma giderek daha fazla tapmaya, Tanrılara ve şeytanlara inanmaya, doğanın her tarafında ruhlar görmeye, bilimden nefret etmeye, ruh hali bakımından eskiçağın insanları gibi değişken olmaya ve sanat için elverişli olmayan tüm koşulların, adeta bir çocuğun öfkesi ve adaletsizliöiyle, ortadan kaldırılmasını arzulamayabaşlar. Öyleyse, sanatçının kendisi daha baştan geri kalmış bir varlıktır çünkü ergenlere ve çocuklara özgü oyunlarla oyalanmaktadır; üstelik de, aşamalı olarak geçmiş dönemlere geri gider. Böylece en sonunda, sanatçıyla onun çağındakı diğer insanlar arasında şiddetli bir karşıtlık ortaya çıkar ve bu da karanlık sonuçlar doğurur; tıpkı antiklerin masallarına göre, Homeros ile Aiskhylos'un yaşamayı ve ölmeyi melankolide birbirine dolamasıgibi. 144

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

160.

Yaratılmış insanlar. - Dramacının (ve genel olarak

sanatçının) karakterleri gerçekten yarattığını (Schaffe) söyler-

sek, bu güzel bir aldatmaca ve abartı olur ki sanat bu aldatmaca ve abartının varlığı ve yaygınlığı içinde, maksatlı olmayan, adeta ek zaferlerinden birini kutlar. Hakikaten de, gerçek ve yaşayan herhangi bir kişi hakkında fazlaca bir şey bilmeyiz ve ona şu ya da bu niteliği atfedecek olursak oldukça yüzeysel bir genelleme

yaparız: İşte şair, en azından onlar hakkındaki bilgimiz kadar yüzeysel olan insan tasvirleri yapması bakımından, bizim insanlar karşısındaki bu hayli kusurlu tutumumuza uyar (ve bu

anlamda “yaratır”). Sanatçılar tarafından yaratılan bu karakter-

lerde epeyce hile vardır; onlar hiç de doğanın cismani ürünleri değildir, tersine, birçok yönden resim figürleri gibi ve dikkatli bir incelemeyi kaldıramayacak kadar dayanıksızdırlar. Yaşayan sıradan bir kişinin karakterinin çoğu zaman kendisiyle çeliştiğini ve dramacı tarafından yaratılmış olanın, doğanın belirsizce algıladığı ideal imge olduğunu söylediğimizde, tamamen gerçekdışı bir şey söylemiş oluruz. Gerçek bir kişi (0 sözde çelişkilerde bile) mutlak ve tamamen zorunlu olan bir şeydir, ama biz bu zorunluluğu her zaman kabul etmeyiz. İcat edilen kişi, hayalet, zorunlu olan bir şeyi ifade etmek maksadıyla icat edilmiştir, ne ki yalnızca, gerçek insanları bile inceliksiz biçimde, doğal olma-

yan sadeleştirilmiş terimlerle anlayanlar için. Öyle ki, güçlü, sık

sık tekrarlanan ve gölgelerle alacakaranlıklar tarafından parlak biçimde aydınlatılan ve kuşatılan birkaç özellik onların taleplerini tamamen karşılar. Bu yüzden onlar hayaletlere gerçek, zorunlu bir insan gibi davranmaya pekâlâ da hazırdırlar çünkü onlar gerçek insanlarla birlikte bir hayaleti, bir silueti bütünün keyfi bir kısaltması olarak görmeye alışıktırlar. — Ressamın ve heykeltiraşın insanlık “düşüncesini” ifade edebilecekleri düşüncesi beyhude bir kuruntu ve duygusal bir aldatmacadır; böyle bir şey söylediğimizde gözün zorbalığı altına girmiş oluruz çünkü göz yalnızca yüzeyı, insan bedeninin kabuğunu görür; oysa içsel beden de aynı ölçüde bu düşüncenin bir parçasıdır. Plastik sanatlar niteliği kabuğun yüzeyinde görünür kılmak ister; sözel sanatlar aynı amaç için sözcükleri kullanır; onlar niteliği sesle

betimler. Sanat bizim içimizde (bedenimizde ve kişiliğimizde)

145

İnsanca, Pek İnsanca - 1

olanlar hakkındaki doğal cahilliğimiz (Unwissenheit) saye-

sinde varlığını sürdürür; doğa bilimcileri ve filozoflar için sanat yoktur.

161.

Sanatçılara ve filozoflara duyulan inançta özün abartılması. - Hepimiz bir sanat eserinin ya da sanatçının, bizi ele geçirip derinden etkilediğinde, mükemmelliğinin kanıtlandığını düşünürüz. Oysa burada, yargı ve duyarlılık konu-

sunda önceliklekendi mükemmelliğimizin (Unsere eigene Güte) kanıtlanması gerekir ki bu daolası değildir. Plastik sanatlar

alanında kim, Asya tarzını geliştiren ve onun iki yüzyıl sürecek egemenliğini kuran o Demosthenes sonrası hatipten" daha güçlü bir etkiye sahip olan Bernini"” kadar insanları etkileyip onlara haz vermiştir? Yüzyıllara yayılan bu ustalık bir tarzın mükemmelliği ve uzun erimli değeri hakkında hiçbir şeyi kanıtlamaz. Bu yüzden, herhangi bir sanatçıya duyduğumuz olumlu inançtan çok da emin olmamalıyız; aslında böyle bir inanç, yalnızca duyarlılıgımızın doğruluğu inancı olmakla kalmayıp, aynı zamanda yargımızın yanılmazlığı inancıdır, oysa bizzat yargı ya da duyarlılık ya da her ikisi fazlasıyla bayağı bir şekilde ya da fazlasıyla ince bir şekilde oluşturulmuş, abartılmış ya da işlenmemiş olabilir. Bir felsefe ya da bir din tarafından yaratılan takdisler ve büyük mutluluklar bile, onların gerçekliği hakkında herhangı bir şeyi kanıtlamaz; tıpkı deli bir adamın kendi sabit düşüncesinden edindiği küçük mutluluğun bu düşüncenin rasyonelliği hakkında herhangi bir şeyi kanıtlamamasıgıbi.

162.

Kibirden doğan dâhi kültü. - Kendimiz hakkında Iyi şeyler düşündüğümüz ve buna rağmen günün birinde Rafaelvarı bir tablo çizebilecek ya da bir Shakespeare oyunundakine benzer bir sahne üretebilecek hale geleceğimizi pek beklemediğimiz için, kendimizi böyle şeyleri üretme yeteneğinin aşırı *

Magnesialı Hegesias. İG. Handwerk ni

** Lorenzo Bernini: (1598-1680) İtalyan barok sanatçı ve mimar. (Ed. n) 146

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

ölçüde şaşırtıcı, oldukça nadir bir raslantı ya da eğer halâ dinsel bir duyarlılığımız varsa, bahşedilmiş bir armağan olduğuna ikna ederiz. Böylece, kibirimiz, öze olan aşkımız, dâhi kültünütalep eder; çünkü ancak dâhiyi kendimizden oldukça uzak biri, bir miraculum” olarak düşündüğümüz zaman o bizi incitmez (kıskanç biri olmayan Goethe, Shakespeare'i kendisinin en yücelerdeki yıldızı olarak adlandırmıştı ki kişi bununla bağlantılı olarak şu

mısrayı hatırlayabilir: “yıldızları istemiyoruz”).*”* Ancak kibirimi-

zin o kinayelerinden ayrı olarak, dâhinin etkinliği temelde, hiç de mekanik alanındaki kâşıtın ya da gökbilimcinin ya da tarih araştırmacısının, usta taktisyenin etkinliğinden farklı görünmez. Düşünme tarzları tek doğrultuda etkin olan, her şeyi malzeme olarak kullanan, kendilerinin ve başkalarının iç yaşamlarını hep merakla izleyen, her yerde gözlerine modeller ve tahrikler ilişen ve bıkıp usanmadan kendi teknik kaynaklarından yeni kombinasyonlar yaratmaya çalışan insanları tasavvur ettiğimizde, tüm bu etkinlikler açıklanabilir. Aynı biçimde dâhi de, önce taş taş üstüne koymayı, ardından inşa etmeyi öğrenmekten başka, sonsuza kadar malzeme aramaktan ve sonsuza kadar ona yeni bir biçim vermekten başka bir şey yapmaz. Yalnızca dâhininki değil, her türlü insan etkinliği şaşırtıcı ölçüde karmaşıktır ama hiçbiri “mucize” değildir. — Öyleyse, yalnızca sanatçının, hatibin ve filozofun dâhi olduğu, yalnızca onların “sezgiye” sahip oldukları

inancı nereden kaynaklanır? (Biz buna inanmakla, onlara, doğru-

dan “varlığın” içini görebilmelerini sağlayacak bir tür mucizevi

gözlük vermiş oluruz!) Açıkçasıinsanlar, yalnızca büyük bir aklın

etkilerinin kendileri için en kabul edilebilir olduğu ve kıskançlık duymak istemedikleri noktada dehadan söz ederler. Birine “ulu” demek “burada rekabet etmek zorunda değiliz” anlamına gelir. Ve ardından bitirilen, mükemmelleştirilen her şey hayretle görülür, henüz oluşum halinde olan her şey ise küçümsenir. Öyleyse, hiç kimse sanatçının eserine bakarak onun nasıl olm a ya geldiğini göremez; bu onun yararınadır, çünkü oluşum sürecini görebildiğimiz her noktada giderek daha heyecansız * *

Miraculum: (Lat) Mucize, tansık, hayret veren şey. (Ed. n.) Nietzsche burada (bir şekilde yanlışlıkla) Goethe'nin “Her iki Dünya Arasında” adlışiirinden alıntı yapmaktadır.İlk mısra aslında “William! En sevgili yüceliğin yıldızı" olarak geçmektedir. Sonraki alıntılar Goethe'nin “Gözyaşlarındaki Rahatlık” adlışiirinden yapılmıştır. |(G. Handwerk nl)

147

İnsanca, Pek İnsanca — 1

hale geliriz. Mükemmelleşmiş temsil sanatı oluşum hakkındaki tüm düşünceleri bir kenara iter, şımdi ve burada, mükemmelleşme olarak zorbaca yönetir. Bu yüzden dâhi olarak değerlendirilenler özellikle temsil sanatçılarıdır, bilim insanları değil. Oysa temsil sanatçılarına gösterilen takdirle bilim insanlarına yönelik küçümseme aslında yalnızca aklın çocuksuluğudur.

163.

Ustalığın ciddiyeti. - Sakın bana doğal ya da doğuştan gelen yeteneklerden söz etmeyin! Yalnızca önemsiz bir doğal yeteneğe sahip olan pek çok büyük insanın ismini sıralayabıliriz. Ama onlar, yoksun olduklarında onların farkında olanların kolayca konuşmadığı nitelikler aracılığıyla büyüklük kazanıp (dediğimiz gibi) “dâhi” oldular. Hepsi de, büyük bir bütün yaratmayı göze almadan önce, parçaları mükemmel şekilde biçimlendiren zanaatkârın o dikkatli ciddiyetine sahipti; onlar kendilerine zaman tanıdılar çünkü göz kamaştırıcı bir bütünün etkisiyle kıyaslandığında, küçük ve rastlantısal şeyler yapmaktan daha çok zevk alıyorlardı. Örneğin, birinin nasıl iyi bir romancı olabileceği konusunda kolayca bir reçete yazılabilir, ama o reçeteyi uygulamak “yeterince yetenekli değilim” derken küçümseme eğiliminde olduğumuz nitelikleri gerektirir. Hiçbiri iki sayfadan uzun olmayan, buna karşılık içlerindeki her sözcük zorunlu olacak kadar anlaşılır olan yüz veya daha fazla sayıda roman taslağı yazın; en anlamlı, etkili biçimini bulmayı öğreninceye kadar günlük anekdotlar yazın; bıkıp usanmadan insan türlerini ve niteliklerini derleyip betimleyin; her şeyden önce de, halihazırdaki kişilerin nasıl etkilendiklerini gözleriniz ve kulaklarınızla dikkatlice gözleyerek, mümkün olduğu kadar çok hikâye anlatıp dinleyin; bir manzara ressamı ya da kostüm tasarımcısı gibi dolaşın; her bir bilimsel alandan,iyi temsil edildiğinde sanatsal bir etkiye sahip olan her şeyi alıntılayın ve nihayet, insan eylemlerinin nedenleri üzerinde düşünün, bu konuda hiçbir öğretici ayrıntıyı küçümsemeyin ve gece gündüz böyle şeyler toplayın. Tüm bunları ugulamak için kendinize on yıl gibi bir süre tanıyın; o zaman içinde atölyede yaratılan şeyin gün ışığı görmesine bile izin verilebilir. Peki çoğu insan nasıl ilerler? Onlar parçayla değil, 148

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

tersine bütünle işe başlarlar. Muhtemelen belli bir noktada, hedefi doğru yerden vururlar, biraz ilgi uyandırırlar ve o andan itibaren, anlaşılır ve doğal nedenlerden ötürü, hedefi giderek daha az tuttururlar. Bazen, eğer bu tür sanatsal bir karıyeri oluşturacak akıl ve kışılik eksikse, yazgı ve zorunluluk onların yerini alır ve geleceğin ustasını bu sanatın tüm gereklilikleri boyunca adım adım yönlendirir.

164.

Dâhi kültündeki tehlike ve kazanım. - Büyük, üstün, üretken ruhlara duyulan inanç, zorunlu olarak olmasa bile, çoğu zaman, o ruhların insanüstü bir kökenden geldikleri ve diğer insanlardan tamamen farklı biçimde bilgi edinmelerini sağlayan belirli mucizevi yeteneklere sahip oldukları biçimindeki o tümüyle ya da kısmen dinsel olan batıl inanca bağlıdır. Gerçekten de, biz onlara, adeta bir görünüm pelerinindeki bir deliğin içinden, doğrudan dünyanın özünü görme gücünüatfederiz ve onların, yorucu ve sıkıntılı bilimsel çalışma olmaksızın, bu mucizevi kâhince görme güçleri aracılığıyla, insan ırkı ve dünya hakkında nihai ve kesin bir şey iletebileceklerine inanırız. Bilgi alanında hâlâ mucizelere inananlar bulunabildığı sürece,bizatihi inananlar içın bundan, kendi ruhlarının gelişim döneminde bu büyük ruhlara koşulsuz bir şekildeitaat ederek en iyi disiplini ve eğitimi almaları koşuluyla, yararlı bir sonuç

çıkabileceğini belki de kabul edebiliriz. Öte yandan, deha hakkında-

ki, onun ayrıcalıkları ve özel yetenekleri hakkındaki batıl inancın, eğer onda köklü hale gelirse, dâhinin kendisiiçin faydalı olup olmadığı en azından tartışmalıdır.İster Sezar'ın ünlü huşusu ister burada incelediğimiz dâhinin huşusu olsun isterse de, yalnızca bir Tanrı ya dürüstçe sunduğumuz kurban kabilinden güzel koku dâhinin beynine ulaşsın ve o böylece sendelemeye başlayıp kendisini insan- üstü bir şey olarak görsün, kişinin kendi huşusunun herhangibir insana yansıması her koşulda tehlikeli bir alamettir. Bundan aşamalı olarak çıkacak sonuçlar; bir sorumsuzluk,istisnai haklar duygusu, yalnızca kendisiyle arkadaşlığın başkalarına yapılmış bir iyilik olduğu inancı, kendisini başkalarıyla kıyaslama, hele de onu başkaları karşısında daha düşük bir dereceye koyma ve onun eserinin kusurlarına ışık tutma girişimi karşısında çılgınca bir öfke. O kendisini eleştirmekten 149

İnsanca, Pek İnsanca — 1

vazgeçtiği için, kanat tüyleri en sonunda peş peşe düşmeye başlar; o batıl inanç onun gücünün kökünü kazır ve gücü onu terk ettikten sonra belki de ikiyüzlü biri haline getirir. Bu yüzden büyük ruhların, güçlerini ve onun kaynağını kavramayı başarabilmesi, yani ne tür saf insani niteliklerin kendilerindeiç içe geçtiğini, onları ne tür elverişli koşulların izlediğini anlamaları muhtemelen onlar için daha yararlıdır. Her şeyden önce, uzun süre korunmuş enerji, bireysel hedefler karşısında sağlam bir özen, büyük bir kişisel cesaret ve ikinci olarak, erken bir zamanda en iyi öğretmenleri, modelleri ve yöntemleri sunmuş olan bir eğitim şansı. Kuşkusuz, eğer amaçlar, olabilecek en büyük etkiyi yaratmaksa, o yarı deliliğin eklendiği kendi hakkındaki karışıklık her zaman büyük bir rol oynamıştır; çünkühalklar tüm zamanlarda, tam da kendilerindeki başkalarını iradelerinden yoksun bırakma ve onları doğaüstü kılavuzların öncürlük ettiği aldatmacasıyla saf dışı etmelerini sağlayan güce hayran kalmış ve o gücü kıskanmışlardır. Hakikaten de, birinin doğaüstü bir güce sahip olduğuna inanmak insanları yüceltir ve onlara ilham verir. Bu açıdan, delilik, Platon'un da dediği gibi, insanlığa en büyük iyilikleri yapmıştır." Nadir bireysel durumlarda, deliliğin bu kadarı pekâlâ da, her bakımdan aşırı olan bir mizacın sağlam bir şekilde bir arada tutulmasını sağlayan araç olabilir. Bireylerin yaşamlarında da, sanrılar sık sık, kendi başlarına zehir olan dermanların değerine sahip olur, yine de zehir, kendi kutsallığına ikna olan “dâhinin” yaşlanmasıyla orantılı olarak, en sonunda her “dâhide” kendisini ortaya koyacaktır. Örneğin, kendisine ve yıldızına olan inancının ve bunun bir sonucu olarak diğer insanlara yönelik saygısızlığının tam da onun varlığını, onu tüm diğer modem adamlardan ayıran güçlü bir birlik haline getiren şey olduğu Napolton'u anımsayalım;ta kı, bu aynı inanç en sonunda neredeyse çılgınca bir kaderciliğe dönüşüp onu atik, güçlü yaratıcılığından kopararak ölümünün nedeni oluncaya kadar.

165.

Dâhı ve hiçlik. - Belirli koşullar altında, kendilerinden hareketle, tamamen boş ve tekdüze bir şey ortaya çıkarabilenler tam da o özgün sanatsal tiplerdir, oysa daha bağımlı bir kişiliğe *

Platon, Phaidros,244a.|G. Handwerk n)|

150

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

sahip olanlar, yani sözümona işin erbapları, her türden Iyı şeyin anılarıyla dopdoludurlar ve hatta zayıf zamanlarında bile dayanılabilir bir şey üretebilirler. Ne var ki, özgünlüğe sahip olanlar kendilerinden vazgeçseler de, anılar onlara herhangı bir yardımda bulunmaz, onlar abuk sabuk hale gelirler.

166.

Kamu. - Sıradan insanlar gerçekten de tragedyanın, bir kerecik bile olsa haykırabilsinler diye, kendilerini derinden etkilemesinden başka bir şey istemezler; öte yandan, yeni bir tragedyayı gören sanatçı, zekice teknik buluşlardan ve hilelerden, malzemenin ele alınışıyla dağılımından, eski motiflere ve eski düşüncelere yeniden yer verilmesinden haz alır. Onun konumu sanat eseri karşısındaki estetik konumdur, yaratıcının konumudur; ılk olarak tanımlanan, yalnızca konuyla, yani sıradan insanlarla ilgilenendir. Aradakiler için söylenebilecek bir şey yoktur; onlar ne halk ne de sanatçıdır ve ne istediklerini bilmezler. Bu yüzden onların hazzı bile belirsiz ve zayıftır.

167.

Kamunun sanatsal eğitimi. - Aynı motif çeşitli ustalar tarafından yüz defa ele alınmamışsa, halk konuya yönelik bir ilginin ötesine nasıl geçeceğini öğrenmez; ama eğer halk bu motifi çok önceden çeşitli yeni çalışmalardan tanımışsa ve artık herhangi bir yeniliği ve kararsızlığı çekici bulmuyorsa, en sonunda bu motifin işlenmesindeki ayrıntıları, ince, yeni icatları bile anlayıp beğenecektr.

168.

Sanatçı ve onun takipçileri birbirlerine ayak uydurmalıdır. - Bir tarz düzeyinden başka bir tarz düzeyine ilerleyiş, yalnızca sanatçıların değil, aynı zamanda dinleyicilerin ve izleyicilerin de bu ilerleyişe katılmalarına ve tam olarak ne olup bittiğini bilmelerine imkân verecek kadar yavaş olmalıdır. Aksi takdirde, sanatçıyla artık o zirveye ulaşamayan ve en sonunda düş 51

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

kırıklığına uğrayarak bir kez daha derinliklere inen halk arasında birden bire büyük bir uçurum ortaya çıkar. Zira eğer sanatçı artık kendi halkını yükseltmezse, halk çabucak batar ve gerçekten de, bir dahi onu ne kadar yükseklere taşırsa o kadar derin ve tehlikeli bir şekilde derine dalar, tıpkı pençelerinde bulutların üzerine çıkarılan kaplumbağanın feci şekilde düştüğü kartalın durumunda olduğu

gibi.

169.

Komik olanın kökeni. - İnsanların yüz binlerce yıl

boyunca korkudan en çok etkilenen hayvanlar olduklarını, ani ve beklenmedik olan her şeyin onlar için savaşa, belki de ölüme hazır olma anlamına geldiğini ve hatta daha sonra, toplumsal ilişkilerde, tüm güvenliğin düşünce ve eylemde neyin beklendiğine ve geleneksel olduğuna bağlı olduğunu dikkate aldığımızda, bir kişinin, kendisi için gerçek bir tehlike ve zararın söz konusu olmaması koşuluyla, her ani ve beklenmedik söz ya da eylem karşısında ölçüsüz bir tepki vermesi ve korkunun karşıtı bir duruma geçmesi bizi şaşırtmamalıdır. Korkudan titreyen, büzüşen bir varlık, aniden ortaya çıkıp çözülür; bir insan güler. Anlık korkudan kısa süreli neşeye yapılan bu geçişi komik olarak adlandırırız. Öte yandan, trajik olan olgusunda ise, kişi büyük ve sürekli bir neşeden çabucak büyük bir korku durumuna geçer; ancak ölümlüler arasında büyük ve sürekli neşe durumu korku vesilelerinden çok daha nadir olduğu için, dünyada trajik olandan çok daha fazla komik olan vardır; derinden sarsıldığımızdan çok daha sıkça güleriz.

170.

Sanatçının hırsı. - Yunanlı sanatçılar, örneğin tragedyacılar, zafer kazanmak için şiiri yarattılar; onların tüm sanatı rekabet olmaksızın düşünülemez. İyi Hesiodosca* Eris,** hırs, onların * Hesiodos: (Ö VII yy.) Aristoteles'in ilk teologlar adını verdiği Helen yazarlarının en

eskisi. Masalımsı (mistik) düşünceye bağlı olan ilk Helen yazarları için dünyanın doğuşuyla Tanrıların doğuşu aynı şeydir. Bundan ötürü de Hesiodos ilk Tanrıdo-

*

52

gumcu sayılır. (Ed. n.)

Erga kai Hemerai'da (İşler ve Günler)11-13, Hesiodos savaş Tanrıçası “Korkunç Eris”le insanlar, özellikle de sanatçılar arasındaki barışçıl rekabeti teşvik eden “ıyı Eris”i birbirinden ayrı tutar. Bu mücadele Tanrıçası, Nietzsche'nin güç isteği kuramının habercilerinden biridir. |M. Faber ni

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

dehasını kanatlandırdı. Tabii bu hırs her şeyden önce eserlerinin onların kendi gözünde en üstün mükemmelliğe sahip olmasını gerektiriyordu, yani, sanat eserinde mükemmel olanın ne olduğu konusunda geçerli bir beğeni ya da genelbir fikir olmaksızın, onların mükemmelliği anladığı tarzda; böylece Aiskhylos ve Euripides, nihayet kendi çalışmalarını kendilerinin belirlediği standartlara göre değerlendirecek sanat bilirkişilerini eğitinceye kadar uzunca bir süre başarısız kalmışlardı. Sonuç olarak, sanatçılar kendi belirledikleri koşullarda, kendi çöplüklerinde rakipleri karşısında zafer kazanmak için yanıp tutuşurlar, gerçekten daha mükemmel olmak isterler; ardından dışarıdaki uzlaşmanın kendibelirledikleri koşullarda yapılmasını, kendi yargılarının doğrulanmasını talep ederler. Saygınlık kazanmak için çabalamak burada “kendini üstün hale getirmek ve ayrıca bunun kamusal olarak beyan edilmesini istemek” anlamına gelir. Eer bunlardan birincisi eksikse ve buna rağmen ikincisi isteniyorsa, sözü edilen şey hırstır. Eğer ikincisi eksikse ve istenmiyorsa oövünçten söz edilmektedir.

171.

Sanat eserinde zorunlu olan. - Bir sanat eserinde zorunlu olan şeyin ne olduğu konusunda o kadar çok konuşanlar, eğer sanatçılar,in majorem artis gloriam" iseabartıyorlar, eğer sıradan kişiler iseler cahilliklerinden konuşuyorlardır. Bir sanat eserinin, onun düşüncelerini ifade eden ve bu yüzden onun konuşmatarzı olan biçimleri her zaman, her türden dil gibi, bir özensizlik içerir. Heykeltıraş birçok küçük ayrıntıyı ekleyebilir ya da çıkarabilir. Aynı şey, ister bir aktör isterse de müzik SÖZ konusu olduğunda, bir virtüöz ya da orkestra şefi olsun, sanatçı için de geçerlidir. Bu birçok küçük ayrıntı ve incelik bugün heykeltıraşı tatmin edebilir, ama yarın değil; onların varlığı sanattan çok sanatçıdan kaynaklanır, çünkü merkezi bir düşünceyi temsil ederken sanatçıdan beklenen katılık ve kendine hâkim olmanın ortasında, sanatçı da kötü huylu biri haline gelmemekiçin, zaman zaman şekerlemeler ve oyuncaklar ister. *

İnmajorem artis gloriam: (Lat) Sanatın daha büyük zaferi için. (Çev. n)

153

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

172.

Ustayı bize unutturmak. - Bir ustanın eserini Icra eden bir piyanist, eğer ustayı bize unutturursa ve eğer sanki O kendi yaşamından bir öykü anlatıyormuş ya da tam da şu anda bir deneyim yaşıyormuş gibi görünürse, en iyı şekilde çalmış olacaktır. Şuna kuşku yok ki eğer piyanist herhangi bir önemi olmayan biri Ise, herkes onun kendi yaşamını bize aktarırken yaptığı gevezeliği lanetleyecektir. Bu yüzden piyanist, dinleyicinin hayal gücünü kendi lehine nasıl büyüleyebileceğini bil-

melidir. Öte yandan, “virtüözlüğün” tüm zaafları ve aptallıkları

bununla açıklanabilir.

173.

Corriger la fortune."- Büyük sanatçıların yaşamlarında, örneğin bir ressamı kendisinin en çarpıcı tablosunun yalnızca en önemsiz ve kısa düşüncesini tarıf etmek zorunda bırakan ya da örneğin Beethoven'ı bize pek çok muhteşem sonatından (örnegin muhteşem B-bemol Majör sonatı)*” yalnızca bir senfoninin tatminkâr olmayan piyano parçalarını miras bırakmak zorunda bırakan korkunç olasılıklar vardır. Burada, daha sonra gelen sanatçı büyük sanatçının yaşamını doğru bilgiyle düzeltmeye çalışmalıdır; örneğin, tüm orkestral etkilerde usta olan birinin yapacağı şey, bir piyano esrimesi haline geldiği anlaşılan bir semfoniyi bizim için hareketlendirmek olurdu.

174.

Küçültmek. - Pek çok şey, olaylar ya da kişiler küçük bir ölçekle ele alınmaya dayanamaz. Kişi Laocoön grubunu”küçük bir bibloya indirgeyemez; o büyük bir ölçeği gerektirir. Ancak doğası itibariyle küçük olan bir şeyin büyütülmeye dayanması çok daha nadir bir durumdur ki bu yüzden biyograficilerin * Corrigerlafortune: (Fr.) Kaderi düzeltmek.(Çev. n.) * Beethoven'in Piyano Sonatı, No. 29, opus 106, Hammer-klaiver. |G. Handwer n) *** Vatikan Sarayı'nda bir heykel grubu. Rodoslu üç heykelcinin eseridir. (Ed. n.)

154

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

küçük bir insanı büyük terimlerle temsil etmeye oranla büyük bir insanı küçük terimlerle temsil etmekte başarılı olmaları her zaman daha olasıdır.

175. Çağdaş sanatta duygusallık. - Sanatçılar eğer duygular üzerinde çalışarak estetik etkilerine ulaşmaya çalışırlarsa çoğu zaman yanlış hesap yaparlar: çünkü onların seyircileri ya da dinleyicileri kendi duygularını artık tümüyle kullanmamaktadır ve sanatçının niyetinin tam tersine, onun sanat eseri onlarda, can sıkıntısıyla yakından bağlantılı olan “kutsanmış” bir tür duygu uyandırır. Seyircilerin ya da dinleyicilerin duygusallığı herhalde tam da sanatçının duygusallığının sona erdiği yerde başlar; bu yüzden, onlar en iyı ihtimalle yalnızca tek noktada çakışırlar.

176.

Bir ahlakçı olarak Shakespeare. - Shakespeare tutkular üzerine epeyce düşünmüş ve muhtemelen mizacı itibariyle pek çok tutkuya erişmişti (dramacılar genelde ziyadesiyle muzip insanlardır). Ancak Shakespeare tutkular hakkında konuşmakta Montaigne kadar yetenekli değildi, o daha ziyade tutkular ha kkındakı gözlemleri tutkulu kişiliklere söyletmiştir. Kuşkusuz bu doğaya aykırıdır ama Shakespeare oyunlarını düşüncelerle öylesine doldurmaktadır ki, onlar tüm diğerlerinin boş görünmesine neden olmakta ve onlara karşı kolayca genelbir antipati uyandırmaktadır. - Schiller'in (neredeyse her zaman yanlış ya da önemsiz kavrayışları temel alan) özdeyişleri tiyatroya hitap eden özdeyişlerdir ve bu halleriyle de büyük bir etki yaratmaktadırlar: Shakespeare'in özdeyişleri ise onun modeline, Montaigne'e gerçek bir saygınlık kazandırmakta, cilalanmış biçimde oldukça ciddi düşünceleri içermektedir ama sonuç olarak teatral camianın gözleri için fazlasıyla uzağı gören ve fazlasıyla güzelbir şekilde işlenmiş olduklarından etkisizdirler. 155

İnsanca, Pek İnsanca — 1

177.

Kendisinin iyi duyulmasını sağlamak. -Kışinasıl Iyi çalınacağını öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda kendisinin iyi duyulmasını nasıl sağlayacağını da öğrenmelidir. En büyük ustanın elinde bile olsa, eğer oda gereğinden fazla büyükse, keman yalnızca cıvıldayan bir ses yayar; orada basit bir başarısızlık yüzünden ustayı yanlış anlayabiliriz.

178.

Yarım kalanın etkileyiciliği. — Kabartma işlerinde oldukça güçlü biçimde hayal gücüne dayanılarak yapılan figürlerin adeta duvardan öne fırlayacak gibi görünmeleri ve ardından,bir şekilde engellenerek, bir yerde durmaları gibi bir düşüncenin ya da bütün bir felsefenin tıpkı bir kabartıma gibi yarım kalmış temsili kimi zaman bu temsilin tamamlanmış halinden daha fazla etki yaratır; seyirciye yapacak daha çok şey bırakırız, seylrci biçimlendirmeye devam etmeye, böylesine güçlü bir ışık ve gölgeyle karşısına çıkan şeyi sonuna kadar düşünmeye ve bizzat kendisi söz konusu kabartmanın tamamen öne çıkmasını önleyen engelin üstesinden gelmeye sevk edilir.

179.

Özgünlere karşı. - Sanat kendisini en çok yıpranmış materyallerle örttüğünde, onun sanat olduğunu en kolay biçimde fark ederiz.

180.

Kolektif ruh. - İyi bir yazar yalnızca kendi ruhunu değil,

aynı zamanda etrafındaki dostlarının ruhunu da bastırır.

181.

Çifte yanlış anlama. Akıllı vekararlı yazarların talihsizliği bizim onları yapmacık olarak görmemiz ve bu yüzden 156

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

onları anlamak için herhangi bir çaba sarf etmememizdir; muğlak yazarların talıhlıliğı ise okurun onlara kafa yorması ve kendi gayretinden elde ettiği hazzı onlara atfetmesidir.

182.

Bilimle ilişki. — Bilime, ancak kendileri o alanda çeşitli keşifler yaptıklarında yakınlaşmayabaşlayanların hiçbiri gerçek anlamda ilgi duymaz.

183.

Anahtar. - Önemli birinin büyük bir değer verdiği tek bir

düşünce, önemsiz kişiler için gülünç ve alay konusuolsa bile, sz konusu önemli kişi için hazine odasının anahtarı, diğerleri içinse eskimiş bir demir parçasından başka bir şey değildir.

184.

Çevrilemez olan. - Çevrilemez olan şey bir kitabın ne en Iyi ne de kötü kısmıdır.

185.

Yazarın paradoksları. - Yazarın sık sık okurun saldırılarına uğrayan sözde paradoksları çoğu zaman hiç de yazarın kitabında değil, tersine okurun kafasındadır.

186.

Nükte. - En nüktedan yazarlar en az göze çarpacak kadar gülümsetir.

187.

Antitez. - Antitez hatanın gerçeğe doğru sessizce sokulmayı tercih ederken geçtiği dar kapıdır. 157

İnsanca, Pek İnsanca — 1

188.

Bir tarzcı olarak düşünür. - Bize yalnızca düşüncele-

rini değil, ama aynı zamanda düşünmetarzını da (das Denken der Gedanken) aktardığı için, çoğu düşünür kötü biçimde yazar.

189.

Şiirlerdeki düşünceler. - Şair kendi düşüncelerini şenlikli bir şekilde, ritmin iki tekerlekli savaş arabasıyla ilerletir: çünkü bu düşünceler çoğu zaman kendi ayaklarıyla yürüyemez.

190.

Okurun ruhuna karşı günah işlemek. -Bir yazar sırf kendisini okurla eşitlemek için kendi yeteneğini yadsıdığında, okurun onu asla affetmeyeceği biricik ölümcül günahıişlemiş olur; tabii, okurun bu durumu fark etmesi koşuluyla. Kural olarak, biri hakkında her türlü kötü şeyi söyleyebiliriz ama o şeyleri söyleyiş tarzımızla söz konusu kişinin kibrini nasıl lade edeceğimizi bilmeliyiz.

191.

Dürüstlüğün sınırı. - O bir sözceyi toparlamak istedi-

ginde, söz en dürüst yazardan bile bir hayli uzaklaşır.

192.

En iyi yazar. -Eniyi yazar, yazar olmaktan utanan yazar olacaktır.

193.

Yazarlara karşı Drakon” yasası. - Bir yazarı yalnızca çok nadir durumlarda aklanmayı ve affedilmeyi hak eden bir *

Drakon İÖ 7 yy'da çok katı yasalar çıkarmakla tanınan Atinalı devlet adamı ve yasa yapıcı. (Çev.n.)

158

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

suçlu olarak değerlendirmeliyiz; bu kitapların artışı karşısında başvurulacak çarelerden biri olacaktır.

194.

Modern kültürün aptalları. - Ortaçağdaki saray aptalları bizim sanat eleştirmenlerimize tekabül eder; onlar yarırasyonel, nüktedan, abartılı, budala olan aynı türdenkişilerdir ve yalnızca büyük olayların pek ağır, heybetli çınlamalarını kendi haykırışlarıyla bastırmak üzere dokunaklı bir atmosferi zaman zaman espri ya da gevezeliklerle yumuşatmak için vardırlar; daha önce hükümdarların ve soylu sınıfın hizmetindeydiler,

şimdi ise partilere hizmet ediyorlar (zira halkla hükümdarın

etkileşimindeki eski itaatkârlığın önemli bir kısmı halâ parti duygusunda ve parti disiplininde var olmaya devam ediyor). Ancak modern entelektüeller sınıfı bir bütün olarak sanat eleşürmenlerine oldukça yakın durmaktadır; onlar, eylemlerinden tümüyle sorumlu olmayan kişiler olarak kabul ettiğimizde daha hoş görülü bir şekilde yargılayacağımız “modem kültürün aptallarıdır.” Yazmayı ömür boyu süren bir meslek olarak kabul etmek,adil bir şekilde bir tür delilik olarak değerlendirilmelidir.

195.

Yunanlılardan sonra. - Duyguların yüzlerce yıl boyunca abartılması olgusundan dolayı tüm sözcüklerin bulanık ve şişik hale gelmiş olması bilgiye giden yoldaki önemli engeller-

den biridir. Bilginin (zorbalığı altına olmasa bile) egemenliği

altına giren üstün kültür düzeyi büyük bir duygu ılımlılığını ve her sözcüğün üzerinde yoğun bir şekilde durulmasını gerekürir kk Demosthenes" çağındaki Yunanlılar bu açıdan bizden ilerideydi. Tüm modern yazmalar aşırı ölçüde zorlanmış olarak nitelendirilebilir; üstelik yalın bir şekilde yazıldıklarında bile, onlardaki sözcükler hâlâ fazlasıyla ayrıksı olarak hissedilecektir. Bilerek son sınırına kadar zorlanmış katı temkınlilik, özlülük, soğukluk,sadelik, genel bir duygu dizginlenmesi ve suskunluk; * Demosthenes: (İÖ 384 - İÖ 322) Atinalı hatip ve devlet adamı.(Ed. n.) 159

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

ancak bunlar işe yarayabilir. Daha da önemlisi, böylesine soğuk bir yazma ve hissetme yöntemi şimdilerde, tam tersine, oldukça kamçılayıcıdır ve tam da bu noktada, kuşkusuz yeni bir tehlike

bulunmaktadır. Zira hareketli (keskin) soğukluk en az yüksek bir sıcaklık düzeyi kadar uyarıcıdır.

196.

İyi anlatıcılar, kötü açıklayıcılar. - İyi anlatıcılar bu şeylerin onların karakterlerinin eylemlerinde gerçekleşebilmesi koşuluyla, çoğu zaman hayranlık verici bir psikolojik kesinlik ve tutarlılık sergiler ama bu onların psikolojik düşünme tarzının beceriksizliğiyle tamamen gülünç bir tezat oluşturur. Öyle ki onların kültür düzeyi bir an için çarpıcı biçimde yüksek görünürken hemen sonrasında acınacak ölçüde düşük görünür. Onların kendi kahramanlarını ve kahramanlarının eylemlerini açıkça yanlış biçimde açıklamaları oldukça sık rastlanan bir durumdur; inanılmaz görünse de, buna şüphe yok. En muhteşem piyano çalıcısı kendi sanatının teknik koşulları ve her parmağın

özel yeteneği, kötülüğü, yararı ve eğitilebilirliği (daciylic* etiği)

hakkında herhalde oldukça az kafa yormuştur ve böyle şeylerden bahsettiğinde olmadık hatalar yapar.

197.

Tanıdıkların yazmaları ve onların okurları. Onlar hakkındakibilgimizin sürekli fısıltıları altında olduğumuz

dikkate alındığında, tanıdığımız insanların (dostların ve düş-

manların) yazmalarını iki biçimde okuruz: “bu onundur, onun içsel varlığının, onun deneyimlerinin, onun yeteneklerinin bir göstergesidir” ve aynı zamanda başka bir bilgi türü aslında bu eserin ne tür bir sonuç yarattığını, genel olarak ne tür bir takdiri hak ettiğini, beraberinde ne tür bir bilgi zenginliği getirdiğini araştırmaya çalışır. Açıkça görüleceği gibi, bu okuma ve ayrıntılı düşünme yollarından her biri diğerini engeller. Aynı şekilde bir dostla yapılan sohbet de, ancak her ikisi nihayet yalnızca mevcut *

Daciylic, dactylography: Parmakizini ve hareketlerini inceleyen bilim dalı. (Çev. n.)

160

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

konuyu düşünüp dost olduklarını unuttuğu zaman, olgunlaşarak iyi bir bilgi meyvesi verir.

198.

Ritmik kurban. - İyi yazarlar, sırf sıradan okurlarda

satırların ilk versiyonunda tutturulan tempoyu kavrama kapasitesi görmedikleri için pek çok satırın ritmini değiştirirler. Bu yüzden de, daha iyi bilinen ritimlere öncelik tanımakla, okurun işini kolaylaştırırlar. Günümüz okurunun ritmik yetersizliği hakkındaki bu değerlendirme daha şimdiden pek çok iç çekişi ortaya çıkarmıştır, çünkü buna zaten çok şey kurban edilmiştir. İyi müzisyenlerin başına da aynı şey geliyor olmasın?

199.

Estetik bir uyaran olarak yarım kalan. - Methiyede de görüldüğü gibi, tamamlanmamış bir şey çoğu zaman tamamlanmışlıktan daha etkilidir. Methiye için, irrasyonel bir öğe olarak dinleyicinin hayal gücünübir deniz imgesiyle şaşırürken karşı kıyıyı, yani övülecek nesnenin sınırlılığını adeta sisler altındaymış gibi gizleyen uyarıcı bir tamamlanmamışlığa ihtiyaç duyarız. Eğer birinin bilinen erdemlerini ayrıntılı ve kapsamlı bir şekilde belirtirsek, bu her defasında bunların söz konusu kişinin yegâne erdemleri olduğu kuşkusuna yol açar. Övgüsünde tam olan herhangi biri kendisini övülmekte olandan üstün tutar; o onu yukarıdan inceliyormuş gibi görünür. İşte bu yüzden, tamamlanımnışlık değer azaltıcı bir etkiye sahiptir.

200.

Yazmada ve öğretmede neye dikkat etmeli. — Herhangi bir zamanda yazmaya başlayan ve yazma tutkusunu içinde hisseden herhangi biri hemen hemen her vesileyle, yazmada yalnızca iletilebilir olanı yaptığını ve yaşadığını öğrenir. Artık kendisini düşünmez, bunun yerine yazarı ve onun kitle161

İnsanca, Pek İnsanca - 1

sini düşünür; kavrayış ister, ama kendisine kullanmak için değil. Öğretmen olan herhangi biri çoğu zaman kendi başına kendi yararı için bir şey yapma yeteneğine sahip değildir; hep öğrencilerinin yararına düşünmektedir ve herhangibir bilgi, ancak öğretebilmesi koşuluyla ona haz verir. Öğretmen sonuç olarak kendisini bir bilgi koridoru ve genelde bir araç olarak değerlendirir, bu yüzden kendiniciddiye alma yeteneğini kaybetmiştir.

201.

Kötü yazarlar gereklidir. - Kötü yazarların her zaman olması gerekir, çünkü onlar gelişmemiş, olgunlaşmamış yaş gruplarının beğenilerine hitap eder; tıpkı daha olgun olan gruplar gibi, bu olgunlaşmamış grupların da ihtiyaçları vardır. Eğer insan ömrü daha uzun olsaydı, olgun bireyler sayıca olgun olmayanlardan daha üstün olacak ya da en azından onlar kadar çok olacaklardı; ama bilindiği gibi, çoğu insan fazlasıyla genç bir yaşta ölmekte, yani, her zaman gelişmemiş ve kötü bir beğeniye sahip çok daha fazla kişi vardır. Bunun da ötesinde, bu sonuncular, gençliğin büyük bir çoğunluğuyla birlikte, kendi ihtiyaçlarının karşılanması için can atmakta ve kötü yazarları ortaya çıkmaya zorlamaktadır.

202.

Fazlasıyla yakın ve fazlasıyla uzak. - Okur ve yazar sık sık birbirini anlamaz çünkü yazar konusunu fazlasıyla iyi bilir ve neredeyse sıkıcı bulur, o nedenle de yüzlercesini bildiği örnekleri kendisine ayırır; ne var ki, okur konuya aşına değildir ve eğer örnekler ondan esirgenmişse, konunun kötü bir temele dayandırıldığını kolayca düşünebilir.

203.

Sanat için tarihe karışmış bir hazırlık. - Onca kolej hazırlık okullarının yaptığı tek işe yarar şey, Latin tarzında pratığı talep etmekti; tüm diğer etkinlikler yalnızca bilgiyi amaç162

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

larken,buestetik bir egzersizdi (Kunstübung). Alman dene-

mesine ayrıcalık tanımak barbarcadır, çünkü kamusal belagatlıliğin içinden doğan örnekleyici bir Alman tarzına sahip değiliz; ne var kı, eğer düşüncenin pratiğe geçmesini teşvik etmek için gerçekten Alman denemesini kullanmak istiyorsak, tarzı şimdilik bir kenara bırakmak, yani düşünce pratiğiyle sunum arasında bir ayrım yapmak kesinlikle daha iyidir. Sunum bağımsız içerik icadına değil, verili bir içeriğin birbirinden farklı türevlerine dayandırılmalıdır. Verili bir içeriğin sade sunumu Latin tarzının göreviydi ki eski öğretmenler bu tarz için çoktan kaybolmuş bir dinleme keskinliğine sahiplerdi. Daha önce, modern bir dilde Iyi yazmayı öğrenen herhangi biri bunu bu egzersize borçluydu (şimdi kişi daha yaşlı Fransız yazarlarla birlikte mecburen okula

gitmek zorunda); üstelik bu kadarla da sınırlı değil: söz konusu

kişi bir görkem anlayışı ve biçim zorluğu kazanıyordu ve sanata genel olarak tek doğru yoldan, yani pratik aracılığıyla hazırlanıYOTdu.

204.

Karanlık ve üstün aydınlık yan yana. - Düşüncelerine nasıl açıklık kazandıracaklarını genellikle bilmeyen yazarlar, bazı özel durumlarda en güçlü olan abartılmış nitelendirmeleri ve en üstün sözcükleri seçerler; bundan karmakarışık orman yollarının el feneriyle aydınlatılmasına benzer bir aydınlık çıkar.

205.

Resim olarak yazı. - Çarpıcı bir nesneyı, eğer, tıpkı bir kimyagerin yapacağı gibi, resim renklerini nesnenin kendisinden alırsak ve ardından da o renkleri bir sanatçı gibi kullanırsak, en iyi şekilde temsil edebiliriz; böylelikle tasarımın renklerin sınırlarından ve geçişlerinden doğmasını sağlamış oluruz. Bu durumda resim nesneyi anlamlı hale getiren coşturucu bir doğal öğe gibi bir nitelik kazanır. 163

İnsanca, Pek İnsanca — 1

206.

Nasıl dansedileceğini öğreten kitaplar. - İmkân-

sız olanı mümkünmüş gibi gösteren ve ahlaklılıkla dehadan, sanki her ikisi de yalnızca birer ruh hali, birer kaprismiş gibi bahseden, sanki kişi neredeyse parmak uçlarına basıp keyfinden hemen dans edecekmiş gibi, neşeli bir özgürlük duygusu uyandıran yazarlar vardır.

207.

Tamamlanmamış düşünceler. - Tıpkı yalnızca yetişkınliğın değil, aynı zamanda ergenliğin ve çocukluğundakendi

içinde (an sich) bir değerinin olması ve bir köprü vazifesi gören

basit birer geçiş dönemi olarak değerlendirilmemesi gerektiği gibi, aynı şekilde, tamamlanmamış düşünceler de kendi değerlerine sahiptirler. Bu yüzden bir şaire kurnazca yorumlarla eziyet etmemeli ve yeni düşüncelere giden yol hâlâ açıkmışçasına, onun ufkunun muğlaklığından haz almalıyız. Eşiğin önünde duruyoruz; hazine bulmak üzere yapılan bir kazıdaymışız gibi bekleriz, sanki rastlantısal bir derin düşünce keşti yapılmak üzeredir. Şair çok önemli bir düşünceyi keşfederken düşünürün aldığı türden bir haz alır ve bizim hazzı arzulamamızı sağlar, böylece biz onu elde etmek için elimizden gelen her şeyi yaparız; ama o, en güzel kelebek kanatlarını sergileyerek kafamızın etrafında kanat çırpıp durur; sonunda çaktırmadan yanımızdan sıIvışır.

208.

Neredeyse insan olmuş kitap. - Bir kitabın yazarından kopar kopmaz nasıl kendine has bir yaşam sürdüğü her yazarı tekrar tekrar şaşırtır; yazar adeta böceğin bir parçasının gövdeden koparıldığı ve kopan parçanın artık kendi yolundan gıttığı duygusuna kapılır. Galiba yazar kitabı neredeyse tümüyle unutur, galiba kendisini kitapta belirtilen görüşlerin üzerine çıkarır, galiba kitabı artık anlamaz bile ve o kitabı kurgularken kendisini yukarı çeken havayı kaybetmiştir. Bu arada, kitap okurlarına ulaşmaya çalışır, hayatı tutuşturur, mutluluğa ya da korkuya yol açar, yeni eserlere babalık yapar, projelerin ve 164

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

eylemlerin ruhu haline gelir; kısaca kitap ruhu ve canı olan ama yine de bir insan olmayan bir varlık gibi yaşar. Yaşlı bir adam olarak, kendisindeki her yaşam-yaratıcı, canlandırıcı, yüceltici, aydınlatıcı düşünce ve duygunun hâlâ yazmalarında yaşamaya devam ettiğini ve ateş her tarafta saklanıp yakılmaya devam ederken, kendisinin artık yalnızca koca bir kül yığınını temsil ettiğini söyleyebilen yazar en büyük mutluluğu yakalamıştır. Bu durumda, eğer yalnızca bir kitabın değil, aynı zamanda tüm insan eylemleminin bir şekilde başka eylemlerin, kararların, düşüncelerin nedeni haline geldiğini, olan her şeyin değişmez şekilde olacak şeylere bağlı olduğunu düşünürsek, o zaman var olan gerçek ölümsüzlüğü, yanı devinimin ölümsüzlüğünü fark etmiş oluruz; herhangi bir zamanda hareket etmiş olan her şey, var olan her şeyin toplam birliğinde, tıpkı kehribardaki bir böcek gibi, tetiklenir ve sonsuzlaştırılır.

209.

Eski çağlarda sevinç. - Özünün dahaiyi tarafı eser-

lerine sığınmış olan düşünür ve aynı şekilde sanatçı, bir köşede emniyetli bir şekilde çalışan ve yaşamın boş olduğunu, değerli her şeyin kurtarıldığını bilen bir amir gibi, bedeninin ve ruhunun zaman tarafından nasıl kırılıp mahvedildiğini gördüğünde neredeyse kötücül bir sevinç duyar.

210.

Sakin üretkenlik. - Doğuştan aristokrat ruhlu olanlar çok hırslı değildir; onların yaratımları ortaya çıkar ve sonra da sabırsızlıkla beklenmiş olmaksızın,aceleyle bir yerlere yetiştiri!lmeksizin ya da yerlerini yeni bir şeye kaptırmaksızın,sakin bir sonbahar akşamı ağaçtan düşer. Hiç durmaksızın yaratma arzusu adice bir arzudur, kıskançlığın, çekememezliğin,hırsın göstergesidir. Eğer kişi bir şeyse, kişinin bir şey yapmasına çok da gerek yoktur; yine de kişi pek çok şey yapar. “Üretken” (productiven) insandan daha üstün olan bir tür daha vardır. 165

İnsanca, Pek İnsanca — 1

211.

Akhilleus ve Homeros. - Durum hep Akhilleus ile Homeros'un arasındakı gibidir; kişilerden biri deneyime, duyguya sahiptir, diğeri ise bu deneyim ve duyguyu tanımlar. Gerçek bir yazar başkalarının duygulanımlarına ve deneyimlerine yalnızca sözcükleri ekler; onu sanatçı yapan şey, hissettiği az şeyden pek çok şey çıkarmaktır. Sanatçılar hiçbir şekilde güçlü tutkuları olan insanlar değildir, ama eğer sanatçının kendi yaşamı onun bu alandaki deneyimlerine tanıklık ederse, betimledikleri tutkulara başkalarının daha büyük bir değer vereceğini bilinçsizce düşünerek, sık sık kendilerini böyle sunarlar. Yeter ki kendimizi denetlemeyelim, serbest bırakalım, gazabımıza ya da arzularımıza serbestçe var olma imkânı tanıyalım, tüm dünya ayağa kalkar. Ne ihtiraslı bir kişi! Fakat Insanı içten içe kemirerek tüketen ve çoğu zaman yutan bir tutkuda gerçekten de çarpıcı bir şey vardır. Böyle bir deneyim yaşayan herhangı biri onu kuşkusuz ki oyunlarda, müzikte ya da romanlarda tanımlamaz. Sanatçılar, bir şartla, yani sanatçı olmamaları koşuluyla, çoğu zaman dizginlenmemiş bireylerdir ama bu farklı bir şeydir.

212.

Sanatın etkisi hakkında eski kuşkular.- Acıma ve korku, Aristoteles'in iddia ettiği gibi,” tragedya tarafından arındırılıyor ve böylece seyirciler daha serinkanlı ve huzurlu bir şekilde eve dönüyor olabilir mi? Hortlak masalları gerçekten insanları daha az endişeli ve batıl inançlı hale getirebilir mi? Belirli fiziksel süreçler, örneğin cinsel haz aracılığıyla dürtünün yatıştırıldığı ve ihtiyaç giderildiğinde geçici olarak azaltıldığı doğrudur. Fakat acıma ve korku bu anlamda, rahatlatılmaları gereken spesifik organların ihtiyaçları değildir. Ve uzun vadede her dürtü, o periyodik yatıştırmaya rağmen, onu tatmin etme pratığı aracılığıyla dahadayoğunlaştırılır. Her özel durumda acıma ve korku tragedya tarafından azaltılarak tasfiye ediliyor olabilir. Bununla birlikte, acıma ve korku tragedyanın etki*

Poetika,1449b,28(/M. Fabernl|

166

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

siyle bir bütün olarak daha da büyüyebilir ve Platon tragedyanın bir bütün olarak insanları daha endişeli ve duygudan daha kolay etkilenir hale getirdiğini savunmakta hâlâ haklı olabilir. Öyleyse tragedya şairi, mecburen karanlık, korkulu bir dünya görüşüne ve yumuşak, duyarlı, gözü yaşlı bir ruha sahip olacaktır ve eğer tragedya şairleri ve onlardan özellikle zevk alan tüm toplum yozlaşarak eşi görülmemiş bir aşırılığa ve şehvetliliğe düşerse, bu aynı şekilde Platon'un yaklaşımına denk düşecektir." Peki ama çağımız, Platon'un sanatın ahlaki etkisi hakkındaki önemli sorusuna herhangı bir şekilde cevap verme hakkını nereden alıyor? Sanata sahip olsak bile sanatın etkisini, herhangi bir etkisini görebildiğimiz bir yer var mı?

213.

Saçmalıktan alınan haz. - Nasıl oluyor da insanlar

saçmalıktan (Unsinn) haz alabiliyor? Çünkü kahkahanın atıl-

dığı yerde olup biten budur; hakikaten de, mutluluğun olduğu hemen hemen her yerde, saçmalıktan haz alındığı söylenebilir. Deneyimin kendi tersine, amaçlı olanın amaçsız olana, zorunlu olanın keyfi olana dönüşmesi ve buna rağmen bu sürecin neşemize Zarar vermeyen ve ancak neşeyle kavranacak biçimde yaşanması bizi mutlu ediyor, çünkü bu süreç bizi zorunlu, amaçlı ve içinde genellikle değişmez efendilerini gördüğümüz deneyimle uyum içinde olanın baskısından geçici olarak kurtarıyor; beklenen bir şey (ki çoğu zamanbizi korkutur ve gergin hale getirir) herhangi bir zarar vermeden boşaltıldığında oynar ve güleriz. Esirlerin Satürn bayramından” aldığı türden bir hazdır bu.

214.

Soylulaştıran gerçeklik. - İnsanlar cinsel arzu uyandıran dürtüde bir kutsallık gördükleri ve onun kendi içlerinde taparcasına bir minnettarlıkla işlediğini hissetikleri için, o dürtü * *

Krş.Platon, Politeia (Devlet), 10.1-8. |M. Faber ni Satüm Bayramı: Romalılarda Tanrı Satürn adına düzenlenen bir festival. O festival süresince kölelerle efendiler yer değiştirirlerdi. (Ed. n.)

167

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

zaman içinde daha kavramsal alanlara doğru çekildi ve böylece gerçekten muhteşem ölçüde soylulaştırıcı oldu. Bazı halklar, bu idealize etme sanatının avantajı sayesinde hastalıklardan kültür için büyük faydaları olan güçler yarattı; örneğin, daha önceki yüzyıllarda büyük ölçekli sinirsel bozukluk salgınlarına (epilepsi ve rakıs hastalığı biçiminde) maruz kalan ve bundan muhteşem Bakkhos” tipini yaratan Yunanlılar. Çünkü Yunanlıların gerçek bir sağlıklılıkla uzaktan yakından alakası yoktu; onların mahareti, bir Tanrı olarak güç sahibi olması koşuluyla, hastalığa bile büyük bir saygı ve hayranlık göstermekti.

215.

Müzik. - Müzik kendi içinde ve kendi başına içsel varlığımız için çok da anlamlı değildir ve duygunun vasıtasız,

doğrudan doğruya (unmittelbar) dilin yerine geçebilecek ölçüde

derinden uyarıcıdır; ancak çağlardır müzikle şiir arasında var olan ilişki ritmik devinimlere ve tonların yüksekliğiyle yumuşaklığına öylesine çok sembolizm koymuştur ki, artık müziğin doğrudan içsel varlığımıza hitaben konuştuğunu ve bizim içsel varlığımızdan geldiğini tasavvur ediyoruz. Dramatik müzik öncelikle müzik sanatı şarkı, opera ve ses tonlarının resme dökülmesine yönelik yüzlerce girişim aracılığıyla muazzam bir sembolik kaynaklar çeşitliliğine erişüği zaman mümkün hale gelir. “Mükemmel müzik” ya müziğin yalnızca tempolu şekilde ve değişken ses yüksekliğiyle çeşitli sesler çıkarmanın haz verdiği ilkel evresinde kendi başına bir biçimdir ya da her iki sanatın uzun bir gelişim dönemi boyunca birbirine bağlı hale gelmesinin ve müziksel biçimin nihayet tümüyle kavramsal ve duygusal yumaklarla örülmesinin ardından günümüze gelindiğinde şiir olmaksızın anlamaya hitap eden bir biçimler sembolizmidir. Müziksel gelişimlerinde geri kalanlar, kendilerinden daha fazla ilerlemiş olanların tümüyle sembolik şekilde anladıkları aynı müzik parçasını tamamen biçimselci bir şekilde kavrayabilirler. Hiçbir müzik kendi başına derin ve anlamlı değildir, hiçbir müzik “rade”den ya da “kendi içindeki şey”den söz etmez; akıl *

Bakkhos: Dionysos'un Latince adı. (Ed.n)

168

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

ancak tüm içsel yaşam alanının müziksel sembolizm adına fethedildiği bir çağda böylesi şeyler üzerine düşünme noktasına gelebilirdi. Aklın kendisi seslere bu çarpıcılığı atfetmiştir, tıpkı heykeltıraşlıktaçizgilerle kitleler arasındakiilişkilere de atfettiği ama kendi başına mekaniğın yasalarına tamamen yabancı olan çarpıcılık gibi.

216.

Jest ve konuşma. - Konuşmadan daha eski olan şeyel kol işaretlerinin taklit edilmesidir ki bu istençdışı gerçekleşir ve şimdi bile, el kol hareketlerine dayalı dil ve etkin bir adale ustalığı genel olarak bastırılmasına rağmen, öylesine güçlüdür kı kendi yüzümüze güç vermeden karşımızdakinin yüz hareketlerine bakamayız (esniyormuş gibi yapmanın karşılaştığımız

birinde doğal bir esnemeyeyolaçtığını gözlemleyebiliriz). Taklit

edilen el kol hareketleri taklit eden kişiyı, taklit edilen kişinin yüzünde ya da bedeninde ifadesini bulan duyumsamaya geri

götürür. İnsanlar böylelikle birbirlerini anlamayı öğrendiler;

çocuk halen bu şekilde annesini anlamayı öğrenir. Genelolarak, acı verici duyumsamalar, bizzat kendileri acı veren el kol hareketleri tarafından pekâlâ da ifade edilebilirdi (örneğin, kişinin saçını yolması, göğsüne vurması, yüz hatlarının sert biçimde buruşturulması ve gerginleştirilmesi). Bunun tam tersine hazza ilişkin el kol hareketlerinin kendileri haz vericiydi ve bundan dolayıiletişimsel anlaşma hedefi doğrultusunda kolayca benimrsenmişlerdi (gıdıklanmanın bir ifadesi olarak haz verici olan kahkaha, diğer benzer haz verici duyumsamaların ifadesine hiz-

met ediyordu). İnsanlar el kol hareketleri aracılığıyla birbirlerini

tanımaya başlar başlamaz, bir el kol hareketleri sembolizmi ortaya çıkabilirdi. Demek istiyorum ki, insanlar öncelikle sesi ve el kol hareketlerini daha sonra ise yalnızca sesi üreterek bir ses işaretleri sistemi üzerinde anlaşabilirlerdi (ses sembolik bir şekilde el kol hareketleriyle birleşmiştir). İlk zamanlarda gerçekleşen aynı şeyin şimdisık sık gözlerimizin ve kulaklarımızın önünde müzığın,özellikle de dramatik müziğin gelişim seyri içinde ger-

çekleştiği anlaşılıyor. Açıklayıcı dansın ve mimiklerin (el kol hareketleri dilinin) olmadığı müzik başlangıçta kuru gürültü

169

İnsanca, Pek İnsanca — 1

iken, uzun bir zaman dilimi boyunca müzığın bitişikliğine ve temrposuna alışan kulak tonal figürleri hemen yorumlayacak biçimde eğitildi ve nihayet gözle görülebilir hareketin artık gerekli olmadığı ve bu olmaksızın tonal şairi anladığı hızlı bir anlama düzeyine erişt. Bunun ardından da mükemmelleşmiş müzik, yani içindeki her şeyın ek bir yardım olmaksızın hemen sembolik olarak anlaşıldığı müzik gündemegelir.

217.

Yüksek sanatın şehvetten arındırılması. — Modern müziğin estetik gelişiminden kaynaklanan aklın istisnal aşırı kullanımı nedeniyle, kulaklarımız her zamankinden çok daha entelektüel hale gelmiştir. Bu yüzden şimdi çok daha yüksek bir ses düzeyine, çok daha fazla “gürültüye” tahammül ediyoruz, çünkü bizler müziğin içindeki nedeni dinlemek bakımından atalarımıza oranla çok daha iyı yetiştirildik. Hakikaten de, tam da hemen bir nedeni araştırmaktan, yani artık “müziğin ne olduğu”nu değil, onun “neyi kastettiğini” araştırmaktan dolayı tüm duyularımız oldukça sönük hale gelmiştir. Bu sönükleşme, örneğin tonal yapılandırmanın mutlak hâkimiyetinde kendisini ele vermektedir; zira örneğin C diyezle D bemol arasında hâlâ daha güzel ayırım yapan kulaklar artık birer istisna olarak kabul edilmektedir. Bu anlamda kulağımız daha da bayağılaşmıştır. Öyleyse, dünyanın başlangıçta duyulara düşman olan çirkin yüzü de müzik için fethedilmiştir; onun iktidar alanı, özellikle de yüce, korku verici ve gizemli olanın ifade edilmesi için, şaşırtıcı ölçüde genişlemiştir; müziğimiz artık daha önce dile getirilmeyen şeyleri söze dökmektedir. Benzer şekilde, bazı ressamlar gözü daha entelektüel hale getirmişler ve daha önce renklerden ve biçimlerden alınan haz denilen şeyin çok ötesine geçmişlerdir. Burada da, dünyanın başlangıçta çirkin olarak değerlendirilen yüzü estetik anlayış tarafından fethedilmiştir. Peki tüm bunlardan çıkan sonuç nedir? Göz ve kulak düşüncelere ne kadar açık hale gelirse, duygusuzlaşacağı sınıra da o kadar yaklaşır; haz yerinden edilip beyne sürülmekte, duyu organları bizatihi sönükleşip zayıflamakta, sembolik olan var olanın yerini gide170

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

rek daha fazla almaktadır. Ve böylece başka bir yoldan olduğu kadar bu yoldan da kesinlikle barbarlığa varıyoruz. Bu arada halâ şöyle deniliyor: Dünya her zamankinden dahaçirkindir, ama o şimdiye kadar var olandan çok daha güzel bir dünyayı ifade eder. Ne var ki, anlamın amber kokusu ne kadar çok dağılıp yayılırsa, onu hâlâ algılayanların sayısı da o kadar seyrek olur. Diğerleri ise en sonunda çirkin olanın yanı başında çakılıp kalarak ondan doğrudan hoşlanmaya çalışacaktır ki bu girişimlerinde kaçınılmaz olarak başarısız olacaklardır. Bu yüzden Almanya'da iki yönlü bir müziksel gelişim söz konusudur; bir yanda her zamankinden çok daha önemli, çok daha rafine talepleri olan ve “müziğin neyi kastettiği”ni her zamankinden çok daha fazla önemseyen on bin kişilik bir kalabalık, diğer yanda Ise duyumsalçirkinlik biçiminde bile olsa, anlamlı olanı anlama yeteneğini her geçen yıl biraz daha yitiren ve bu yüzden müzikte özü itibarıyle çirkin ve tiksindirici olanı, yani kaba bir duyumsallığa sahip olanı her zamankinden daha büyük bir hoşnutlukla kapmayı öğrenen muazzam çoğunluk.

218.

Taş, eskiye oranla daha çok taşlaşmıştır. — Genel olarak, artık mimariden anlamıyoruz, en azından müzikten anladığımız kadar anlamıyoruz. Çizgilerin ve flgürlerin sembolizmine sığamayacak kadar büyüdük,tıpkı retorik tonların etkilerini tanıma alışkanlığını kaybettiğimiz ve artık yaşamlarımızınilk anlarından itibaren böyle bir kültürel anne sütünü emmediğimiz gibi. Bir Yunan ya da Hıristiyan yapısındaki her şey başlangıçta bir şeyi temsil ediyordu, üstelik şeylerin daha üstün bir düzenine göndermede bulunarak bunu yapıyordu; bu bitmez tükenmez çarpıcılık atmosferi büyülü bir peçe gibi yapıyı örtüyordu. Güzellik, anlaşılmaz bir yüceligın, Tanrılara ve büyücülüğe yakın olmaktan dolayı kutsanan şeylerin temel duygusunu köklü biçimde etkilemeksizin, tamamen rastlantısal bir şekilde bu sisteme dahil olmuştu; güzellik en iyi ihtimalle korkuyu azaltmıştı;ama bu korku her yerde bir varsayım olarak ortaya çıkıyordu. Bir yapının güzelliği şu anda bizim için ne ifade eder? Ruhsuz bir kadının güzel yüzüyle aynışeyi; maskeye benzerbir şeyi. 171

İnsanca, Pek İnsanca - 1

219.

Yeni müziğin dinsel kökeni. -Soul müziği, Trento Konsili” yeni uyanan, derinden etkilenen içsel ifade ruhunu destekleyen Palestrina'ya"" teşekkür ettikten sonra yenilenen Katoliklik içinde ortaya çıkar; daha sonra, Bach ile birlikte, softalar tarafından daha derin hale getirilmesi ve özgün, temel dogmatık niteliğinden arındırılması koşuluyla Protestanlıkta da ortaya çıkar. Bu her iki gelişmenin önkoşulu ve gerekli başlangıç adımları Rönesans ve Rönesans öncesi dönemi karakterize eden müzik üzerine yapılan zihin meşguliyetinden, özellikle de bilgili şekilde müzik ile ilgilenmekten, armonik ustalıklardan ve kontrpuanlardan edinilen ve özü itibariyle bilimsel olan hazdan oluşuyordu. Öte yandan, operanın da bunu öncelemesi gerekiyordu. Rahipler dışındaki halk aşırı derecedebilgili, soğuk bir müziğe yönelik tepkisini opera aracılığıyla dile getirmek ve Polyhymnia'ya”** bir kez daha bir ruh kazandırmak istiyordu. Ruh halindeki o derin dinsel değişiklik olmaksızın, en içe yönelik biçimde ortaya çıkan yapının haykırılışı olmaksızın, müzikbilgililik ve operaylasınırlı kalacaktı; Karşı Reform döneminin ruhu

modern müziğin ruhudur (çünkü Bach'ın müziğindeki softalık

da bir tür Karşı Reform'dur).İşte dinsel yaşama böylesine çok şey borçluyuz. Müzik Murillo'nun””daha sonraki ressamlığının ve muhtemelen Barok tarzın da dahil olduğu sanat alanındaki Karşı Rönesanstı; her koşulda, Rönesans ya da eskiçağ mimarisinden çok daha fazla öyleydi. Yine de şimdi şöyle bir soru sorabiliriz: Eğer modern müziğimiz taşları yerinden oynatabiliyorsa, onları * Trento Konsili: 1545 - 1549 arasında, 1551 - 1552'de ve 1562 - 1563'te Trento'da(İtalya) toplanan piskoposlar meclisi. HI. Paulus tarafından toplantıya çağrılan ve IV. Plus tarafından sonra erdirilen bu konsilde, Katolik kilisesi Protestan Reform karşısında kendidisiplinine çeki düzen verme kararını aldı -özellikle papaz adaylarının seminerlerde eğitilmesi ve piskoposlar tarafından yakından denetlenmesi- ve Protestanlara karşı çıkarak kendi inançlarından -1man kaynakları, ilk günah, aklanma, kutsamalar- susmayacağını tekrarladı. (Ed. n.) ** Giovani Pieluigi Da Palestrina: (Palestrina 1528 - Roma 1594) İtalyan besteci. Çok yaygın bir söylentinin tersine, Palestrina, Trento Konsili'nin (1545 - 1563) isteğiyle, “dinsel müziği kurtarmış” olmasa gerek. Dindiışı temaları, kendinden önce-

kilerden daha az kullandı; metnin, müzik aracılığıyla daha anlaşılır olmasına özen gösterdi.(Ed.n.) ** Polyhymnia: (Gr) Çoksesliilahi. (Çev.n.)

** Bartolomö Murillo: (1618-1682) İspanyol ressam. (Ed. n) 172

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

eskiçağ mimarisi gibi bir mimaride tekrar bir araya getirecek midir? Bundan oldukça kuşkuluyum. Çünkü bu müziğe hâkim olan şey; dürtü, her şeyi sarıp sarmalayan, yüceltilmiş ruh hallerinden alınan haz, bedeli göze alınmış bir canlılık arzusu, duyguların hızlı değişimi, aydınlıkta ve karanlıkta güçlü rolyef efektleri, coşkunlukla saflığın yan yana konulması; tüm bunlar bir zamanlar plastik sanatlara zaten hâkimdi ve yeni tarz yasaları yaratıyordu, ama o ne eskiçağ ne de Rönesans zamanıydı.

220.

Sanatta öte düşüncesi - Tüm çağların sanatçılarının en yücelerdeki uçuşlarında cennetsel tecellilere tam da bizim şımdıi yanlış olarak gördüğümüz kavramları taşıdıklarını derin bir acı hissetmeden itiraf etmiyoruz. Onlar insanlığın dinsel ve felsefi hatalarının yücelticileridir ve bu hataların mutlak doğruluğuna duydukları inanç olmaksızın bunu yapamazlardı. Şimdi eğer böyle gerçeklere duyulan inanç genel olarak azalırsa, eğer insan bilgisinin ve düşünüşünün en dış kenarlarındaki gökkuşağı renkleri solarsa: o zaman, Divina Commedia," Rafael'in resimleri, Michelangelo'nun freskleri, Gotik katedraller gibi, sanatsal nesneler için yalnızca kozmik değil, aynı zamanda metafizik bir anlamı önkoşul olarak gerektiren sanat türleri bir dahaasla filizlenemez. Ve bundan geriye, bir zamanlar böyle bir sanat ve böyle imançlara sahip sanatçılar olduğu biçiminde dokunaklı bir masal kalacaktır.

221.

Şiirde devrim .- Fransız dramacıların tarzda, dize ve cümrle yapısında, sözcüklerin ve düşüncelerin seçiminde olduğu gibi, eylem, yer ve zaman bağlamında kendilerine getirdikleri kısıtlamalar, modern müziğin gelişimindeki kontrpuanla füg eğitimi ya da Yunan retoriğindeki Gorgias kinayeleri"” kadar önemli bir eği*

#*

Divina Commedia: İlahi Komedya.(Çev. n)

Gorgias kinayeleri: Leontinoili hatip-filozof Gorgias'ın ((Ö 480-370) koşutluklar ve antitezler içeren, oldukça süslü bir Attika lehçesiyle çoğunlukla kafiyeli kinayeleri. IM. Faber nl

173

İnsanca, Pek İnsanca — 1

tumdi. Kişinin kendisini bu şekilde bağlaması saçma görünebilir; ne var kı, doğallaştırıcı güdünün ötesine geçmenin kişinin önce kendisini en katı biçimde (belki de en keyfi biçimde) sınırlamasından başka bir yolu yoktur. Böylece baş döndürücü uçurumları birbirine bağlayan dar yaya köprüleri üzerinde bile nasıl zarif bir şekilde yürüneceğini aşamalı olarak öğreniriz ve en geniş hareket esnekliğini kâr hanemize yazarız; tıpkı müzik tarihinin şu anda yaşayan herkesin gözü önünde kanıtladığı gıbı. Prangaların ta ki en sonunda tamamen sökülüp atılabilecek gibi görününceye kadar nasıl gevşediğini burada adım adım görüyoruz. Bu görünüm (Schein) sanattaki zorunlu bir gelişmenin en önemli sonucudur. Modern şiirde, kendi kendine vurulan prangalardan böylesitalihli, aşamalı bir kurtuluş gerçekleşmedi. Lessing” Fransız biçimini, yani biricik modern sanat biçimini, Almanya'da alay konusu haline getirirken Shakespeare'i kendisine dayanak noktası olarak kabul etti ve böylece biz prangaları çözmenin O sarsılmaz sürekliliğini kaybederek natüralizme doğru bir sıçrama yaptık; yani tekrar sanatın başlangıcına. Goethe kendisini her zamankinden daha yeni veçeşitli yöntemlerle bağlamayıbilerek bundan kurtarmaya çalışıyordu; ancak gelişim yumağı bir kez çözülmeye başladı mı, en yetenekliler bile ancak sürekli deneyciliğe kadar gidebilir. Schiller” kendi biçiminin göreli kesinliğini, reddedilmiş olsa bile, bir model olarak Fransız tragedyasına gönülsüzce saygı duymaya ve kendini makul ölçüde Lessing'den

(ki iyi bilindiği üzere Schiller onun dramatik denemelerini red-

detmişti) bağımsız tutmuş olmaya borçludur. Voltaire'den sonra, Fransızlar tragedyanın kısıtlamalardan kurtarılıp özgürlük görünümüne kavuşturulmasına öncülük edebilecek büyük yeteneklerden birdenbire mahrum kaldılar; Alman modelini izleyen Fransızlar da daha sonra bir tür Rousseaucu sanatta doğal duruma doğru bir sıçrama yaparak denemelere başladılar. Bu gelenekten kopuşun Avrupa kültürüne ne tür bir yeri doldurulamaz kayıplara mal olduğunu açıkça görebilmek için ara sıra Voltairein Mahomet'ini”” okumanız yeterlidir. Voltaire tragedyanın en büyük yıldırım fırtınalarını kapsayabilecek çok yönlü bir * Gotthold Ephraim Lessing; (1729-1781) Alman dramayazarı ve eleştirmeni. (Ed. n.) ** Friedrich von Schiller: (1768-1834) Alman şair, drama yazarı ve eleştirmeni.(Ed. n.) ** Mahometoüle Fanatisme (Trajedi, Muhammed ya da Bağnazlık, 1743). (Ed. n.)

174

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

ruhu kısıtlamak için Yunan ılımlılığını kullanan son büyük dramacıydı; Voltaire henüz hiçbir Alman'ın yapamadığı şeyi yapabilmişti, çünkü Fransızlar yapıları itibarıyle Yunanlılara Almanların olduğundan daha yakındırlar; tıpkı Voltalre'in nesir söylevleri ele alırken Yunan kulağına, Yunan estetik bilincine, Yunan sadeliğine ve cazibesine sahip olduğunu ortaya koyan son büyük yazar olması gibi; tıpkı onun, tutarsızlığa ve korkaklığa düşmeden en üstün ruh özgürlüğüyle kesinlikle devrimci olmayan bir mizacı kendilerinde birleştiren o insanların sonuncusu olması gibi. O günden bu yana modem ruh, yerinde duramayışıyla, ılımlılığa ve kendine hâkim olmaya duyduğu öfkeyle, önce devrim ateşiyle dizginlerinden boşandı sonra da kendisinin korkusuna ve dehşetine kapıldığında tekrar dizginlerine sarılarak her alan üzerinde hâkimiyetini kurma noktasına geldi; ne ki artık estetik ılımlılığın dizginleriyle değil, mantığın dizginleriyle. Kesin konuşmak gerekirse, bu şekilde prangalarımızdan kurtulduğumuzda tüm halkların şiirlerinden, gizli yerlerde yetişmiş her şeyden,ılkçağ yükselişinden, vahşice çiçek açandan, harikulade güzel ve muazzam biçimde düzensiz olandan, halk şarkılarından tutun da “büyük barbar” Shakespeare'e kadar, her şeyden bir süreliğine zevk alabiliriz; şu ana kadar tüm sanatsal halklara yabancı olan yerel renklerin ve dönemsel giysilerin sevinçlerini tadarız; Goethe'nin Faustunun biçimsizliğini en parlak şekilde ortaya koyabilmek için Schiller'e karşı savunduğu çağımızın “barbarca avantajları”nı istediğimiz kadar kullanırız. Peki ama ne zamana kadar? Tüm tarzlardan ve tüm halklara attşiir sellerinden doğan her taşkın,içindesessiz, gizli bir büyümenin hâlâ mümkün olabilece&Ii toprağı yavaş yavaş silip süpürmelidir; başlangıçtaki güçleri ne kadar büyük olursa olsun, tüm şairler deney yapan taklitçilere, pervasız kopyacılara dönüşmelidir; nihayet, temsilin gücünün sınırlanmasındaki, her estetik tekniğin ustalığının oluşumundaki gerçek estetik eylemi nasıl göreceğini unutmuş olan halk, güç hatırına güce, renk hatırına renge, düşünce hatırına düşünceye, hatta ılham hatırına ılhama giderek daha çok değer vermelidir; onun için, bu halk, yalnız kalmadıkça, sanat eserinin öğelerinden ve koşullarından hiç de zevk alamaz ve en sonunda sanatçının bu öğeleri ve koşulları da yalnızlık içinde kendilerine sunması gerektiği gibi doğal bir talepte bulunur. Kesin konuş175

İnsanca, Pek İnsanca — 1

mak gerekirse, Fransız — Yunan sanatının “mantıkdışı” prangalarından kurtulduk ama farkına varmadan kendimizi tüm prangaları, tüm sınırlamaları saçma bulmayaalıştırdık; böylece sanat kendi çözülüşüne doğru ilerleyerek —açıkçası oldukça öğretici bir şekilde- kendi başlangıcının her evresine, kendi çocukluğuna, kendi tamamlanmamışlığına, kendi bir kerelik kumarlarına ve ısraflarına dokunur. Sanat yıkıma doğru sürüklendikçe, kendi ortaya çıkışını, kendi oluşunu yorumlar. İçgüdüsüne kesinlikle güvenebileceğimiz ve teorisinin otuz yıllık bir pratık daha gerektürmekten başka bir eksiği olmayan büyüklerden biri, Lord Byron bir zamanlar şöyle demişti: “Genel olarak şiir söz konusu oldugunda, şiiri düşündükçe hepimizin yanlış bir yolda olduğuna daha çok ikna oluyorum,her birimiz bir diğeri kadar yanlış yolda. Hepimiz yanlış bir içsel devrimci sisteme dayanıyoruz; bizim kuşağımız ya da bir sonraki kuşak en sonundabu fikre sahip olacaktır.” Şu sözleri söyleyen de yine aynı Lord Byron'dır: “En kötü model olarak Shakespeare'e bakıyorum, ona yazarların en olağanüstü olanı olarak baksam bile.”Peki aslında, Goethe'nin yaşamının ikinci yarısındaki olgunlaşmış estetik kavrayış da tam olarak aynı şeyi ifade etmiyor mu? Bir dizi kuşağın ötesine sıçrarken başvurduğu o kavrayış dikkate alındığında, Goethe'nin etkisinin henüz ortaya çıkmadığı ve onun zamanının henüz gelme-

diği bir bütün olarak savunulabilir. Özellikle de Goethe'nin

yapısı uzun bir süre boyunca onuşiirsel devrimin yolundatuttugu için, özellikle de Goethe o gelenekten kopuş tarafından dolaylı olarak örtüsü kaldırılan ve adeta sanatın yıkıntılarının

#*

Lord Byron'ın 15 Eylül 1817'de John Murray'a yazdığı bir mektuptan. Gerçek alıntı “Şir konusunda genel olarak onu ne kadar çok düşünüyorsam onun ve bizim hepimizin Scott-Southey-Wordsworth-Moore-Campbeli-Ben-hepimizin yanıldığına birimizin diğerimiz kadar kendi başına beş para etmeyen ve yalnızca Rogers ile Crabbe'ın bulaşmadığı yanlış bir devrimci şiirsel sistem ya da sistemler üzerinde olduğumuza ve şimdiki ve bir sonraki kuşağın en sonunda bu fikre sahip olacağına giderek daha çok ikna oluyorum.” olarak geçmektedir. Byron Letters and Journal, ed. Leslie A. Marchand (Cambridge, Mass: Harvard University Press, 1976) 5:265. |(G. Handwerk n.| Lord Byron'ın 14 Temmuz 1821'de John Murray'a yazdığı bir mektuptan. Asıl alıntı “Tüm bunları Shakespeare'e uymayan şeyler ve bir anlamda çok dahaiyi şeyler- olarak bulacaksın, çünkü ben ona modellerin en kötüsü olarak bakıyorum, yazarların en olağanüstü olanı olarak baksam bile,” olarak geçmektedir.

Byron Letters andJournals, 8:152 |G. Handwerk n.

176

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

altından kazılıp çıkarılan tüm keşifleri, olasılıkları ve kaynakları en derin biçimde tattığı için, işte bu yüzden onun daha sonraki dönüşümü ve değişimi bu kadar çok ağırlık taşımaktadır. Bu, Goethe'nin kolları, yıkılması için böylesine muazzam güçlerin gerekli olduğu herhangi bir şeyi inşa edemeyecek kadar takatten düşmüş olsa bile, onun sanatsal geleneği yeniden kazanmak ve en azından hayal gücünün gözüyle, tapınağın hâlâ ayakta duran yıkıntılarına vesıra sütunlarına antık mükemmelliği ve bütünlüğü atfetmek için en derin arzuyu duyduğu anlamına gelir. Böylece Goethe sanatta gerçek sanatın anılarında yaşıyormuşçasına yaşadı; Goethe'nin yazmaları antık, çoktan gözden kaybolmuş sanatsal çağları anımsamanın, anlamanın bir aracı haline geldi. Kesin bir şekilde belirtmek gerekirse, yeni çağın gücüdikkate alındığında, Goethe'nin talepleri karşılanamaz türdendi; ne var ki, bunun acısı, Goethe'nin bu taleplerin bir zamanlar karşılandığı ve bizim de hâlâ onların bu karşılanışınaiştirak edebileceğimiz olgusundan aldığı neşe tarafından fazlasıyla telafı edilmişti. Bireyler değil, şu ya da bu ölçüde ideal maskeler; gerçeklik değil, ama alegorik bir genellik; tarihsel tipler, neredeyse görülmeyecek ölçüde sılikleştirilmiş ve mitleştirilmiş yerel renkler; çağdaş duyarlılık ve çağdaş toplumun sorunları olabilecek en yalın biçimlere sıkıştırılmış, uyarıcı, yutucu, patolojik niteliklerinden koparılmış, sanatsal olan dışındaki tüm anlamlarda etkisız hale getirilmiştir; ne yeni materyaller ne de yeni karakterler, sadece, bitmez tükenmez yeniden canlanma ve dönüşüm halinde olan antık,fazlasıyla tanıdık karakterler; işte bu sanattır, Goethe'nin daha sonra anladığı, Yunanlıların ve Fransızların da icra ettiği sanat.

222.

Sanattan geriye ne kalır. - Sanatın belirli metafizik onkabuller çerçevesinde çok daha büyük bir değere sahip olduğu doğrudur; örneğin, eğer ınsan kışılığın değişmez olduğu ve dünyanın özününsürekli olarak kendisini tüm kişiliklerde ve eylemlerde ifade ettiği inancına sahip olursa o zaman sanatçının eseri ebedi bir şeyin imgesi haline gelir, oysa bizim anlayışımıza 177

İnsanca, Pek İnsanca — 1

göre, sanatçı kendi imgesine ancak belli bir süreliğine geçerlilik kazandırabilir, çünkü insanlık bir bütün olarak olmaya gelmiştir ve değişebilirdir, hatta bireysel insan bile ne sabittir ne de uzun süre etkisini koruyabilecek bir varlıktır. Aynı şey başka bir metafizik önkabul altında da geçerlidir. Metafizikçilerin de farz ettiği gibi, gözle görülebilir olan dünyamızın yalnızca bir görünüm olduğunu varsayarsak, o zaman sanat gerçek dünyaya bir hayli yaklaşmış olur çünkü o zaman görünüm dünyasıyla sanatçının hayal dünyası arasında pek fazla benzerlik olacaktır ve geriye kalan farklılık sanatın önemini doğanın öneminin bile üstüne çıkaracaktır çünkü sanat doğanın tek biçimliliğini, tiplerini ve tmsallerini temsil edecektir. Ne var ki bu önkabuller yanlıştır. Bunu bilme noktasına geldikten sonra sanat için geriye nasıl bir yer kalacaktır? Her şeyden önce, sanat binlerce yıl boyunca bize hayata onun tüm biçimleri içinde ilgi ve hazla bakmamızı ve duyarlılığımızı, en sonundaşu sözleri haykıracak kadar öne çıkarmamızı öğretti: “Hayat, nasıl olursa olsun, güzeldir.” Bu sanat öğretsi -varoluştan haz almak ve onunla gereğinden fazla coşkun bir ilişki içine girmeksizin, ınsan yaşamını doğanın bir parçası olarak, gelişimi yasalar tarafından yönetilen bir nesne olarak görmek-— bu öğreti içimizde yetişti ve şimdi de her şeyi yapma gücü olan bir bilme gereksinimi olarak tekrar aydınlatmaya başlıyor. Sanattan vazgeçebilirdik ama ondan öğrendiğimiz yetenekleri böylelikle kaybetmiş olmazdık, tıpkı dinden vazgeçtiğimiz halde, duyarlılığın yükselişinden ve ondan aldığımız coşkudan vazgeçmememiz gıbı. Nasıl ki plastik sanatlar ve müzik gerçekten dinden sağlanılan ve elde edilen duygu zenginliğinin ölçüsüyse, aynı şekilde sanat tarafından ekilen yoğun ve çeşit çeşit yaşam sevinci de, sanat ortalıktan kaybolduktan sonra hâlâ hoşnutluğu talep eder. Bilimsel ınsan sanatsal insandan daha ileri bir gelişmedir.

223.

Sanatın alacakaranlığı. - Eski çağlarda gençliğimizi anımsayıp anma şenlikleri düzenlememiz gibi, insanlık da kısa bir süre sonra sanatla böyle birilişki içinde olacak ve sanatı genç*

Bu,Goethe'nin “Damat” isimlişiirinin son dizesidir. |(G. Handwerk nl)

178

Sanatçıların ve Yazarların Ruhlarından

lik sevinçlerinin dokunaklı bir anımsaması olarak görecektir. Herhalde sanat daha önce hiçbir zaman, ölümün büyüsünün onu şenlikli bir şekilde kuşatıyor gibi göründüğü günümüz kadar derinden ve içtenlikle kavranmamıştır. Yabancı barbarlığın Yunanistan'dan alınan gelenekler karşısında tekrar tekrar zafer kazanırken yarattığı acı ve gözyaşlarının tam ortasında

yılın tek günü hâlâ kendi Yunan şenliklerini kutlayan İtalya'nın

güneyindeki o Yunan kentini düşünün;hiç kimse çökmekte olan bu Helenler kadar, Helenik olanın tadını böylesine çıkarmamış, hiç kimse hiçbir yerde bu altın nektarı bu kadar yoğun bir hazla kana kana içmemişti. Kısa bir süre sonra sanatçıyı muhteşem bir kalıntı olarak göreceğiz ve ona kendi türümüze kolay kolay göstermeyeceğimiz bir saygı göstereceğiz, adeta eski zamanların güzelliğinin ve mutluluğunun onun gücüne bağlı olduğu harıkulade bir yabancıyı onurlandırırcasına.İçimizdeki eniyi şeyler belki de eski zamanların duygularından miras alınmıştır ki bu duygulara artık nadiren doğrudan yaklaşabiliriz; güneş çoktan battı, ancak yaşamımızın cenneti, bulunduğu yerden sıcaklık yaymaya ve parlamaya devam ediyor, her ne kadar biz onu görmesek de.

179

V. BÖLÜM

YÜKSEK ve DÜŞÜK KÜLTÜRÜN GÖSTERGELERİ

224.

Yor aşarak arınma. - Tarih bir halkın varlığını en uzun süre koruyan kesiminin, çoğu bireyin kendialışıldık ve tartışılmaz ilkeleri arasındaki benzerliğin bir sonucu olarak, yani ortak inançlarının bir sonucu olarak bir toplum anlayışına sahip olan kesim olacağını bize öğretmiştir.İyi, sağlam gelenekler burada güçlendirilir, bireyin ikinci plana konulması burada öğrenilir ve bir doğum armağanı olarak kiışılığe daha şimdiden katılık kazandırılır ve daha sonra yetiştirme aracılığıyla takviye edilir. Hepsi benzer kişiliklere sahip olan bireylere dayalı bu büyük toplumların tehlikesi, her türlü istikrarı onun gölgesi gibi izleyen miras alınmış bir aptallığın giderek artmasıdır. Böyle toplumlardaruhsal gelişim daha az kısıtlanmış, çok daha belirsiz ve ahlaki açıdan daha zayıf olan bireylere bağlıdır; bunlar yeni şeylere ve genelde pek çok farklı şeye teşebbüs eden insanlardır. Zayıtlıklarından dolayı, bu türden sayısız birey gözle görülebilir ciddi bir etki yaratmaksızın yok olup gider; ama genelde, özellikle de bu bireyler torunlara sahip olduklarında,işleri gevşetirler ve zaman zaman bir toplumun istikrarlı öğelerinde yara açarlar. Tam da bu yaralanmış ve zayıflatılmış noktada, adeta yeni bir şeye karşı, kolektif varlık aşılanır; ancak onun gücü bir bütün olarak, bu yeni şeyi içine çekip kendi kanına karıştırarak asimile edecek kadar büyük olmalıdır. Arkalarından ilerlemenin geleceği yozlaşmış kişilikler en büyük öneme sahiptir. Her büyük ölçekli ilerlemeden önce kısmi bir zayıflama gelmelidir. 183

İnsanca, Pek İnsanca — 1

En güçlü kişilikler üpin varlığını korurlar;daha zayıf olanlar ise onun daha fazla geliştirilmesine yardım eder. Buna benzerbir şey bireysel insanda da gerçekleşir; yozlaşmanın, bozulmanın, hatta herhangi bir fiziksel ya da ahlaki hasarın başka bir açıdan çeşitli faydalar sağlamadığı durumlar pek nadirdir. Örneğin, savaşçı ve huzursuz bir kabilede yaşayan daha hastalıklı bir birey, kendisiyle baş başa kalmak ve böylece daha soğukkanlı ve daha bilge olmak için herhalde daha çok vesileye sahip olacaktır; tek gözü olan bir insanın daha güçlü bir gözü olur; kör biri içini çok daha derinden görür ve her koşulda daha keskin biçimde işitir. Bu noktaya kadar, meşhur hayatta kalma mücadelesi bana bir bireyin ya da bir ırkın gelişimini ya da güçlenişini açıklayabilecek tek görüş açısı gibi görünmüyor. Onun yerine,iki şey bir araya gelmelidir; birincisi, düşüncelerin inançta ve ortak duygularda birleştirilmeleriyle istikrarlaştırıcı güçte sağlanan artış; ikincisi ise, yozlaşmış tiplerin ortaya çıkması ve bunun bir sonucu olarak, ıstikrarlaştırıcı güçte kısmi zayıflama ve yaralanmaların meydana gelmesiyle birlikte daha üstün amaçlara ulaşmaolasılığı; her türlü ilerlemeyi esasen mümkün kılanlar, tam da daha narin ve özgür olan daha zayıf tiplerdir. Bir yerde parçalanmaya ve zayıflamaya başlayan, ama bir bütün olarak hâlâ güçlü olan bir halk yeni gelen bir enfeksiyonu içine çekebilir ve onu yararına olacak biçimde kendisine katabilir. Bireysel insan için eğitimin görevi şudur: Onun bir bütün olarak bir daha asla bu yoldan saptırılamayacak kadar sağlam ve güvenlibir şekilde rotaya oturtulması. Ne var ki daha sonra, eğitimcinin onda çeşitli yaralar açması ya da sonunda dayatmalar olan çeşitli yaraları kullanması gerekir ve bundan acıyla ihtiyaç doğduğu zaman ise, yaralanmış yerlere yeni ve rafine bir şey aşılanabilir. Onun tüm yapısı bu aşıyı kabul eder ve daha sonra, verdiği meyveler onun rafineliğinin izlerini görülebilir hale getirir. Devleti kaygılandıran şeye gelince, Machiavelli, “yarı-eğitimli kişiler başka türlü düşünseler de yönetim biçiminin oldukça sınırlı bir önemi vardır. Politika sanatının asıl amacı, özgürlükten çok daha değerli olduğu için diğer her şey karşısında ağır basan uzun ömürlülük olmalıdır,” der. Ancak maksimum uzun ömürlülük güvenli bir temele dayan*

Machiavelli, Hükümdar |(G. Handwerk n.|

184

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

dırıldığı ve güvenceye alındığı zaman sağlam gelişme ve arıtıcı aşılama mümkün olabilir. Açıkçası, her türlü uzun ömürlülüğün tehlikeli ahbabı olan otorite, çoğu zaman buna karşı çıkacaktır.

225.

Özgür ruh göreli bir kavram. - Kökenini, içinde

bulunduğu ortamı, sosyal statüsünü ve konumunu dikkate alarak ya da döneme hâkim olan görüşleri dikkate alarak, kendisinden beklediğimizden farklı biçimde düşünen birini özgür ruhlu olarak değerlendiririz. O bir istisnadır, kaide olanlar ise zorlama ruhlulardır; onlar onun özgür ilkelerinin ya ilgi çekme arzusundan kaynaklandığını ya da mantıklı olarak özgür eylemlere, yani hiçbir güvenli ahlaklılıkla uzlaştırılamaz olan türden eylemlere yol açtığını söyleyerek onu ayıplarlar. Ara sıra, şu ya da bu özgür eylemin kaynağını sapkınlıktan veya entelektüel abartıdan aldığını söyleyen biri de çıkar; yine de ancak kendisi de söylediklerine inanmayan, sadece birilerine zarar vermek isteyen kötü niyetliler böyle konuşur; çünkü zekâsının büyük üstünlüğü ve keskinliği çoğu zaman özgür ruhlunun alnına öylesine okunaklı bir şekilde yazılmıştır ki, zorlama ruhlular bunu kolayca anlar. Fakat özgür ruhluluğun diğer iki kökeni içtenlikle dile getirilmektedir ve gerçekten de pek çok özgür ruhlu bu kökenlerden birinden gelir. Buna rağmen onların bu yolda ulaştıkları ilkeler bu yüzden zorlama ruhluların ilkelerinden daha doğru ve daha güvenilir olabilir. Gerçeğin bilgisi söz konusu olduğunda, asıl önemli olan, neyin kişiyi gerçeği araştırmaya yönelttiği ya da kişinin gerçeği ne şekilde bulduğu değil, kişinin onasahip oluşudur. Eğer özgür ruhlular haklıysa, o zaman, özgür ruhluların gerçeğe ahlaksızlık aracılığıyla ulaşıp ulaşmamalarından ya da diğerlerinin o ana kadar ahlaklılıkla yalana bağlanmalarından bağımsız olarak, zorlama ruhlular yanılmaktadır. Üstelik, özgür ruhluda esas olan şey onun görüşlerinin daha doğru olması değil, bunun yerine, onun kendisini gelenekten kurtarmış olması, sonucun bir başarı mı yoksa başarısızlık mı olduğudur. Yine de çoğu zaman özgür ruh aslında gerçeğe sahip olacaktır ya da en 185

İnsanca, Pek İnsanca — 1

azından gerçekçi araştırma ruhu ondan yana olacaktır. O, nedenleri talep eder, diğerleri ise inancı.

226.

İnancın kökeni. - Zorlama ruhlu biri bulunduğu konu-

mu nedenlerden dolayı değil, alışkanlıktan dolayı benimser; örnegın o, diğer dinleri incelediği ve onlar arasında bir seçim yaptığı

için Hıristiyan;İngiltere'yi seçtiği için İngiliz değildir, tersine Hıristiyanlığı ve İngilizliği elinin altında hazır bulduğu ve herhangi

bir neden olmaksızın onları benimsediği için öyledir, aynen şarap üreten bir ülkede doğan birinin şarap içen biri olması gibi. Daha

sonra, bir Hıristiyan ve İngiliz olduğunda ise, kendialışkanlıkları

için elverişli olan birkaç neden de keşfetmiş olabilir; bu nedenleri ortadan kaldırabiliriz fakat böylelikle onun tüm konumunuorta-

dan kaldırmış olmayız. Örneğin zorlama ruhlu birini,iki eşlilik

hakkındaki nedenlerini ortaya koymak zorunda bırakın, onun tek eşlilik hakkındaki tüm hevesinin nedenlere mi yoksa alışkanlığa mı dayandığını işte o zaman keşfedeceksiniz. İnanç dediğimiz şey nedenler olmaksızın tinsel ilkelere alışmaktır.

227.

Sonuçlardan geriye doğru muhakeme ederek nedene ulaşma yada bir nedenin yokluğu. - Tüm devletler ve toplumsal düzenler; toplumsal statüler, evlilik, eğitm, hukuk, tüm bu kurumlar güçlerini ve uzun ömürlülüklerini yalnızca zorlama ruhluların onlara duydukları inançtan alır yani nedenlerin yokluğundan ya da en azından nedenleri araştırma zahmetinden kurtulmaktan alır. Zorlama ruhlular bunu kolay kolay itiraf etmezler, şüphesiz ki bunun birpudendum.” olduğurnu düşünerek. Entelektüel kavramları itibarıyle oldukça masum olan vebupudendum'dan hiçbir şey anlamayan Hıristiyanlık, inanç dışında başka hiçbir şey talep etmeyerek ve neden taleplerini elinin tersiyle bir kenara iterek inancın başarısına işaret ediyordu, “Kısa süre içinde inancın yararını göreceksiniz,” diye oğütlüyordu Hıristiyanlık, “Kısa süre içinde onun tarafından kut*

186

Pudendum: (Lat) Utanç öğesi. (Çev. n.)

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

sanacaksınız.” Aslına bakılırsa, devlet de tam olarak aynışekilde davranır ve baba oğlunu bu şekilde yetiştirir. “Sen şunu doğru olarak kabul et bir kere,” der baba, “ne kadar çok işe yarayacağını kısa süre içinde göreceksin.” Ama bu, bir fikrin doğruluğunun söz konusu fikrin sağlayacağı kişisel yarar tarafından kanıtlanacağı, bir doktrinin yararlılığının teminatının onun entelektüel kesinliği ve sağlamlığı olacağı anlamına gelir. Bu tıpkı bir sanığın mahkemede şöyle demesi gibi bir durumdur: Avukatım tüm gerçekleri açıklıyor, onun konuşmasından çıkan sonuca bakmanız yeterli; beraat edeceğim. Zorlama ruhlular ilkelerini kendilerine sağlayacakları yarardan hareket ederek benimsedikleri için, onlar özgür ruhlunun da kendi görüşleri itibariyle aynı şekilde kendi çıkarı peşinde koştuğunu ve yalnızca kendisine doğrudan yararlı olacak şeyi doğru olarak kabul edeceğini varsayarlar. Ne var ki, özgür ruhlu için yararlıymış gibi görünen şey onun yurttaşları ya da aynı sosyal tabakadaki diğer kimseler için yararlı olanın zıddı olduğu için, bu kişiler özgür ruhlunun ilkelerinin kendileri için tehlikeli olduğunufarz ederler; şunu ya söylerler ya da hissederler: O haklı olmamalı, çünküo bizim için zararlıdır.

228.

Güçlü, iyi kişilik. - Alışkanlıktan ötürü içgüdüsel hale gelen bir dar görüşlülük, insanı güçlü kişilik dediğimiz şeye ulaştırır. Biri yalnızca birkaç dürtüyle, ama hep aynı dürtülerle eylemde bulunduğunda, onun eylemleri büyük bir güç kazanır; eğer bu eylemler zorlama ruhluların ilkeleriyle uyum içindeyse, saygınlık kazanırlar ve onları gerçekleştiren kişide bir vicdan duygusu yaratırlar. Az sayıda dürtü, enerjik eylem veiyı bir vicdan güçlü kişilik dediğimiz şeyi oluşturur. Güçlü kişiliğe sahip biri eylem hakkındakipek çok olasılığın ve bu eylemlerin yönelebileceği pek çok doğrultunun bilgisinden yoksundur; onun aklı özgür değildir, kısıtlanmıştır, çünküher verili durumdaaklı muhtemelen onun için yalnızca iki olasılığa işaret eder; o Zorunlu olarak kendisinin tüm yapısına uyacak şekilde onlar arasında seçim yapar, bunu kolayca ve çabucak yapar çünküelli olasılık arasında bir seçim yapmak zorunda değildir. Bu olasılıkların ortaya çıktığı ortam, insanların karşısına hep olabilecek en az 187

İnsanca, Pek İnsanca — 1

sayıdaki olasılığı çıkararak her insanın özgürlüğünü kısıtlamaya çalışır. Bireye kendisini yetiştirenler tarafından sanki o adeta yeni bir şeymiş, ama bir tekrar olması gerekirmiş gibi davranılır. Her insan başlangıçta bilinmeyen, daha önce hiç var olmayan biri olarak görünüyor olsa bile, onun yine de bildik, önceden var olan birine dönüştürülmesi gerekir. Bir çocuğun önceden var olana gösterdiği dar hayranlık görünür hale geldiğinde onu iyi kışılığı olan biri olarak tanımlarız; çocuk zorlama ruhluların tarafını tutmakla, kendisinde uyanmaya başlayan toplum duygusuna tanıklık eder; çocuk bu toplum duygusunu esas alarak ileride kendi devleti ya da sınıfı için faydalı olacaktır.

229.

Zorlama ruhlular arasında şeylerin ölçüsü. Zorlama ruhluların doğrulandıklarını söyledikleri dört tür şey vardır. Birincisi, zaman içinde varlıklarını koruyan tüm şeyler doğrulanmıştır; ikincisi, bizim için rahatsız edici olmayan tüm şeyler doğrulanmıştır; üçüncüsü, bize yarar sağlayan tüm şeyler doğrulanmıştır; dördüncüsü, uğruna fedakârlık yaptığımız tüm şeyler doğrulanmıştır. Örneğin bu sonuncusu,bir halkın iradesine rağmen başlatılan bir savaşın ilk kurbanlar verilir verilmez niçin istekle sürdürüldüğünü açıklar. Kendi davalarını zorlama ruhluların forumunda savunan özgür ruhlular, her zaman özgür ruhluların olduğunu, böylece, özgür ruhluluğun zaman içinde varlığını koruduğunu, kendilerinin rahatsızlık yaratmak istemediklerini ve nihayet bir bütün olarak, zorlama ruhlulara çeşitli yararlar sağladıklarını kanıtlamak zorundadırlar; ancak onlar bu son şey konusunda zorlama ruhluları ikna edemeyecekleri için, birinci ve ikinci hususları kanıtlamış olmaları onların hiçbir işine yaramaz.

230.

Esprit fort." - Gelenek kendisinden yana olan ve eylemleri için herhangi bir nedene ihtiyaç duymayan biriyle kıyaslandığında, özgür ruh her zaman, özellikle de eylem halindeyken zayıftır; çünkü o gereğinden çok dürtü ve bakış açısıyla karşı karşıyadır *

Espritfort: Güçlü bir ruh. (Çev.n.)

188

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

ve bu yüzden kararsız, deneyimsiz bir eli vardır. Öyleyse, buna rağmen, en azından kendisini savunabilsin ve herhangi bir etki bırakmaksızın yok olup gitmesin diye özgürruhugörece güçlü hale getirmek için geriye ne gibi araçlar kalmaktadır? Güçlü ruh (esprit fort) nasıl olmaya gelir? Bu bireysel bir durumdur, dehanın nasıl cisimleştirileceği sorunudur. Peki geleneğe karşı çıkan bireyin dünya hakkında tümüyle bireysel bir bilgiye ulaşmak için çabalarken kullandığı enerji, kararlı güç ve ısrar nereden gelir?

231.

Dehanın oluşumu. - Bir mahkumun kaçma yöntemlerini araştırırken sergilediği türden bir ustalık, her küçücük avantajı kullanmak üzere sarf edilen en soğukkanlı ve bezdirici çaba, doğanın dehayı —-bu sözcüğü herhangi bir mitolojik ya da dinsel boyut olmaksızın anlamanızı istüyorum— yaratmak için ne tür manevralara başvurduğunu bize öğretebilir. Doğa dehayı tuzağa düşürüp hapse kapatarak onun kendisini özgürleştirme arzusunu mümkün olan en yoğun ölçüde kamçılar. Ya da farklı bir imgeyle anlatmak gerekirse ormanda yolunu kaybetmiş olan, açık alana çıkan herhangi bir yol bulmak için alışılmadık bir enerjiyle çaba

harcayan biri bazen, hiç kimsenin bilmediği bir yolu keşfeder.İşte

sonradan özgünlükleriyle övülen dâhiler bu şekilde ortaya çıkar. Belli bir organdaki bozulmanın, kötürümleşmenin ve ciddi bir kusurun çoğu zaman başka bir organın genellikle iyi gelişmesine yol açtığını çünkü o başka organın hem kendi işlevini hem de onun yanı sıra başkabir işlevi yerine getirmek zorunda olduğunu daha önce belirttim. Bu noktada pek çok görkemli doğal yete-

neğin kökenini tahmin edebiliriz. Öyleyse, dehanın ortaya çıkışı

hakkındaki bu genelbelirlemeleri özel duruma, yani mükemmel özgür ruhun ortaya çıkışına uygulayın.

232.

Özgür ruhluluğun kökeni hakkında bir tah-

min. —- Tıpkıgüneşekvatoral bölgelerde öncekinden daha büyük bir ısıyla denizleri yaktığında buzulların hacim olarak büyümesi gıbı, çok güçlü ve pahalı bir özgür ruhluluk pekâlâ da sorumluluk ısısının bir yerlerdeistisnai ölçüde arttığının kanıtı olabilir. 189

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

233.

Tarihin sesi. —- Tarih dehanın ortaya çıkışı hakkında genel olarak aşağıdaki dersi veriyor gibi görünüyor: İnsanlara kötü davranın ve onlara işkence yapın -böylece o kıskançlık, öfke ve rekabet tutkularına çağrıda bulunur- onları uçlara doğru sürün, onları karşı karşıya getirin, bir halkı başka bir halkın karşısına çıkarın ve bunu yüzyıllarca yapın; o zaman muhtemelen, bu şekilde tutuşan korkunç enerjinin sağasola saçılan kıvılcımlarının içinden birdenbire dehanın aydınlığı parlayacaktır; binicisi tarafından mahmuzlanan bir at gibi vahşileştirilen irade o zaman ortaya çıkar ve başka bir bölgeye sıçrar. Dehanın nasıl cisimleştirildiğini fark eden ve aynı zamanda doğanın her zamanki prosedürünü uygulamak isteyen herhangi birinin tamı tamına doğa kadar art niyetli ve acımasız olması gerekir. Ama galiba yanlış anladık.

234.

Yolun ortasının değeri. - Dehayı yaratma görevi herhalde insanlık tarihinin yalnızca sınırlı bir dönemine verilmiştir. Zira insanlığın geleceğinin ancak çok özel koşulların geçmiş herhangi bir dönemde ortaya çıkarmayı başardığı her şeyi birden bire üretmesini bekleyemeyiz; örneğin, dinsel duygunun şaşırtıcı etkilerinin birden bire üretilmesini bekleyemeyeceğimiz gibi. Bunun bir zamanı vardı ve pek çok güzel şey bir daha asla ortaya çıkamaz çünkü bunlar ancak öyle bir zamandan doğabılirlerdi. Böylece, bir daha asla dinsel olarak kısıtlanmış bir yaşam ve kültür ufku söz konusu olmayacaktır. Hatta belki de aziz tipi bile ancak akla, sona erdiği anlaşılan ve sonsuza dekişi bitirilen belirli kısıtlamaların getirilmesiyle mümkündür. O nedenle, galiba üstün zekâ düzeyi de insanlığın belirli bir çağına tahsis edilmiştir. O zekâ düzeyi olağanüstü, uzun süreden beri biriken iradi bir enerji kalıtım yoluyla kendisini istisnai bir yöntemle ruhani (geistige) amaçlara sunduğu zaman ortaya çıktı ve hâlâ bu çağda yaşadığımız için ortaya çıkmaya devam ediyor. Bu vahşılik ve enerji artık geniş bir şekilde işlenmediği zaman, üstün zekâ düzeyisona erecek ve geride bırakılacaktır. İnsanlık yolun sonundan ziyade, galiba yolun yarısına, yani varoluşunun orta dönemine geldiğinde kendi gerçek amaçlarına daha çok yakla190

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

şacaktır. Örneğin, sanatın dayandığı türden güçler tükenebilir; yalandan, kesin olmayandan, sembolik olandan, zafer sarhoşlurğundan, kendinden geçmeden elde edilen haz hor görülme noktasına gelebilir. Hakikaten de, eğer yaşam gerçekten mükemmel bir durumda düzenlenseydi, şimdiki zamandan artık hiçbir şiir teması çıkarılamazdı ve yalnızca geri kalmış insanlar şiirsel gerçekdışılığı arzulardı. O zaman, bu insanlar her koşulda geriye dönüp kusurlu durumların bulunduğu zamanlara, yarı barbar toplumun zamanlarına, yani bizim zamanlarımıza özlemle bakacaklardı.

235.

Deha ideal devlet ile çelişir. - Sosyalistler mümrkün olduğu kadar çok insanın iyi bir hayat yaşaması için can atarlar. Eğer bu iyi yaşamın süreceği uzun ömürlü yere, yani mükemmel devlete ulaşılırsa, söz konusu iyi hayat büyük akılların ve güçlü bireylerin yetiştiği toprağı, o muhteşem enerjiyi kastediyorum, mahvedecektir. Eğer olur da bu duruma ulaşılırsa, insanlık dehayı yaratamayacak kadar güçsüzleşmiş olacaktır. Öyleyse yaşamın şiddetli niteliğini korumasını ve yabanıl güçlerin ve enerjilerin tekrar tekrar ortaya çıkmalarını dilememiz gerekmiyor mu? Sıcak, sempatık kalp şimdi tam da o şiddetli ve yabanıl niteliğin ortadan kaldırılmasını arzuluyor ve hayal edebileceğimiz en sıcak yürek bunu en tutkulu biçimde arzulayacaktır. Her ne kadar, kendiateşini,ısısını, kendi gerçek aşkını yaşamın o yabanıl ve şiddetli niteliğinden alan şey bizzat bu tutku olsa da; böylece en sıcak yürek kendi temelini ortadan kaldırmak, kendi kendisini yok etmek istiyor ki bu da şu anlama gelir; en sıcak yürek mantıkdışı bir şey ister, o zeki değildir. En üstün zekâ ve en sıcak yürek aynı kişide birlikte var olamaz ve hayat üzerine yargıda bulunan bilge aynı zamanda kendisini iyiliğin üzerinde tutar ve iyilığı yalnızca yaşamın bir bütün olarak dikkate alınmasında övülecek tek şey olarak değerlendirir. Bilge, akıllıca olmayan iyilik doğrultusundaki o aşırı arzulara karşı direnmelidir çünkü o kendi tipinin hayatta kalması ve sonunda en üstün aklın ortaya çıkışıyla ilgilenmektedir; bilge en azından, içinde yalnızca şapşallaşmış bireylere yer olduğu sürece, 191

İnsanca, Pek İnsanca — 1

“mükemmel devletin kurulmasını teşvik etmeyecektir. Bunun aksine, yüreklerin en sıcağına sahip olduğunu düşünmekten hoşlandığımız İsa, insanların aptallığını teşvik etmiş, ruhsal bakımdan yoksul olanların yanında yer almış ve en büyük aklın ortaya çıkışını ertelemiştir ve tüm bunları yapmakla tutarlıydı. Onunzıt imgesi, yani mükemmelbilge de -böyle bir şeyi gerçek-

ten de öngörebiliriz- tam da aynı zorunlulukla yeni bir İsa'nın

ortaya çıkışını engelleyecektir. Devlet bireylerin birbirlerinden korunmasıiçin akıllıca bir düzenlemedir. Ancak eğer devletin inceliğini gereğinden fazla ileri götürürsek, en sonunda bireyi zayıflatacak, hatta onu ortadan kaldıracağız. Ve böylece devletin başlangıçtaki amacı bütünüyle engellenmiş olacaktır.

236.

Kültürün alanları. - Eğretiselsöylemek gerekirse, coğrafik alanlar gibi yan yana değil, arka arkaya gelişlerini saymazsak, kültür çağlarının çeşitli iklim kuşaklarına tekabül ettiğini soyleyebiliriz. İçinden geçmek bizim görevimiz olan ılıman kültür alanıyla kıyaslandığında, geçmişteki kültür alanı bir bütün olarak tropikal bir iklim izlenimi vermektedir. Gece ile gündüz, sıcak ile görkemli renkler arasındaki keskin karşıtlıklar, beklenmedik değişiklikler, anı, gizemli, korkunç olan her şeyin önünde saygıyla eğilme, fırtınaları koparan o hız, her tarafta doğanın bolluk boynuzunun savurgan taşkınlığı. Buna karşılık bizim kültürümüzde, parlak ama yine de aydınlık olmayan bir gökyüzü, açık, genellikle değişmeyen hava, keskinlik, hatta zaman zaman soğukluk; böylece iki alan birbirleriyle tezat oluşturmaktadır. Birinci alanda en hiddetli tutkuların metafizik kavramların esrarengiz gücütarafından nasıl alt edilip paramparça edildiğini gördüğümüzde, sanki vahşi tropikal kaplanlar gözlerimizin önünde devasa yılanların kangalları arasında eziliyormuş gibi hissederiz; ruhsal iklimimizde bu türden hiçbir olay yoktur, düş gücümüz yumuşatılmıştır, daha önceki halkların uyanıkken gördükleri şeylere biz rüyalarımızda bile nadiren yaklaşırız. Tropikal kültürün yok oluşunun sanatçılara ciddi zararlar verdiğini ve sanatçıların biz sanatçı olmayanları biraz fazla ağırbaşlı bulduğunu Itiraf etsek bile, bu değişiklikten mutlu olmamız gerekmiyor 192

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

mu? Buraya kadar, sanatçılar hiç kuşkusuz “ilerlemeyi” reddetme hakkınasahiptir, çünküaslında son üç bin yılın sanatta ilerici bir gelişmeyi sergileyip sergilemediği hususu en azından kuşkurlu görünüyor; tıpkı Schopenhauer gibi metafizikçi bir filozof, son dört bin yılı metafizik felsefe ve din açısından incelediğinde herhangı bir ilerleme gözlemlemesini sağlayacak hiçbir neden bulamayacağı gibi. Ne var ki bize göre, kültürün ılıman alanının kendi gerçek varlığı ilerleme yerine geçer.

237.

Rönesans ve Reform.-İtalyan Rönesansı modern kültürü borçlu olduğumuz tüm pozitif güçleri içinde taşıyordu. Yani, düşüncenin özgürleşmesi, otoriteleri hor görme, yetiştirmenin soy küstahlığı karşısındaki zaferi, bilime ve insanlığın bilimsel geçmişine gösterilen büyükilgi, bireyin prangalarının çözülmesi, dürüst olma çabası ve görünüş ile katıksız etkiye duyulan nefret (en üstün ahlaki saflıkla kendilerinden eserlerinden mükemmellikten başka bir şey talep etmeyen koca bir sanatsal karekterler dizisinde öne çıkan bir çaba); hakikaten de, Rönesans o günden bu yana modem kültürümüzde asla eskisi kadar etkili olmayan pozitif güçlere sahipti. Tüm kusurlarına ve kötülüklerine rağmen, Rönesans bu bin yılın altın çağıydı. Buna karşılık, Alman Reform dönemi, ortaçağdaki dünya görüşleriyle hiçbir şekilde tatmin olmayan ve O görüşlerin geçersizleşmelerinin belirtilerini, dinsel yaşamın istisnai dalkavukluğunu ve yüzeyselliğini Isabetli olabilecek bir sevinçten ziyade derin bir hoşnutsuzlukla hisseden ruhani olarak geri kalanların güçlü bir protestosu olarak sivriliyor. Onlar kendi kuzey güçleri ve inatçılıklarıyla insanlığı geriye götürdüler, Karşı Reform'un gerçekleşmesine, yani Katolik Hıristiyanlığın kendisini kuşatan şiddete karşı savunmacı bir konum benimsemesine yolaçtılar ve böylelikle bilimin gerçek uyanışını ve üstünlüğünü iki yüz ya da üç yüzyıllığına geciktürdiler, tıpkı antik ve modem ruhun olası birlikte gelişimini muhtemelen ebediyen imkânsız hale getirdikleri gibi. Rönesansın büyük görevi tamamlanamazdı, bu arada geri kalmış (oysa ortaçağda o kişilik Alpler'e tekrar tekrar tırmanarak kur193

İnsanca, Pek İnsanca — 1

tulmaya çalışacak kadar düşünceliydi) bir Alman kişiliğinin karşı çıkışı bunu engelliyordu. Luther'in o sıralar korunması ve protestonun güç kazanması istisnai bir siyasal olaylar takımryıldızının rastlantısal sonucuydu. Çünkü imparator, Luther'in yeniliğini papaya baskı yapmanın bir aracı olarak kullanmak amacıyla korumuştu ve benzer şekilde papa da Protestan ımparatorluk hükümdarlarını imparatora karşı bir ağırlık olarak kullanmak üzere Luther'i gizlice destekliyordu. Niyetlerin bu garip karşılıklı etkileşimi olmasaydı, Luther de Hus”" gibi yakılırdı. Ve Aydınlanmanın şafağı belki de bir bakıma daha erken ve şimdi algıladığımızdan çok daha güzelbir parlaklıkla sökecekti.

238.

Oluş halindeki Tanrı için adalet. - Eğer kültürün tüm tarihi kötü ve soylu, doğru ve yanlış kavramlarının bir düğümü olarak kendisini bize açarsa ve eğer bu sarsıcı dalgaları görmek neredeyse deniz tutmuş gibi hissetmemize yol açarsa, o Zaman oluş halindeki Tanrı kavramında ne büyük bir rahatlamanın saklı olduğunu anlarız. O insanlığın dönüşümlerinde ve yazgısında, yanlızca körü körüne mekanik olmayan her şeyde, güçler arasındaki anlamsız ve amaçsız karşılıklı etkileşimde kendisini giderek daha çok açığa vurur. Oluşun yüceltilmesi —-adeta deniz fenerinden tarih denizine yansıyarak- tarihçilik yapmaya pek hevesli olan bir araştırmacılar kuşağını huzura kavuşturan metafizik bir görünü arz eder; bu anlayış ne kadar hatalı olursa olsun, buna kızmamalıyız. Ancak gelişimi yadsıyan Schopenhauer gibi biri, aynı zamanda bu sarsıcı tarihsel dalgaların yarattığı sıkıntıyı hiçbir şekilde hissetmez ve bu yüzden oluşmakta olan o Tanrı ve onun varlığını gerçek sayma hakkında hiçbir şey bilmediği ve hissetmediği için açıktan alay etmekte haklı olabilir. *

Jan Hus: (1369-1415) Çek din reformcusu ve yazar. Vaiz, edebiyat ve sanat uzmanı, Tanrıbilim Fakültesi dekanı ve Prag Üniversitesi rektörü (1409) olan Hus Çek kültürünün belli başlı temsilcilerinden biridir. İmparator Sigismund, Husçu öğretilerin (Kilise'nin ilk haline dönüş) yaratabileceği toplumsal çalkantılardan çekinerek himayesini ondan çektiği için sapkınlıkla suçlandı ve yakılarak idam edildi. Din uğrunda ölümü, Hus Savaşları'na yolaçtı. (Ed. n.)

194

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

239.

Mevsimi geçen meyveler. - İnsanlık için dilediğimiz her daha iyi gelecek aynı zamanda birçok açıdan zorunlu olarak daha kötü bir gelecektir; çünkü yeni, daha üstün bir insanlık düzeyinin daha önceki tüm düzeylerin erdemlerini kendi içinde birleştireceğine ve böyle bir düzeyin örneğin en üstün sanat biçimini yaratacağına inanmak ham hayalden başka bir şey değildir. Tersine, her mevsimin kendi erdemleri ve çekicilikleri vardır ve her mevsim diğer mevsimlerin erdemlerini ve çekiciliklerini dışlar. Dinden, onunla bağlantılı olarak doğan şey, eğer din ortadan kaldırılırsa bir daha doğamaz; en iyi ihtimalle, başıboş, geç çıkan filizler, tıpkı eski sanat anılarının çağdaş patlamasıgıbı,bizi yanıltarak aldatabilir. Hiç kuşkusuz kayıp ve yoksunluk duygusuna ihanet eden bir durumdur bu amaiçinden yeni bir sanatın doğabileceği gücün kanıtı değildir.

240.

Dünyanın acımasızlığını arttırmak. - Kişinin kültür düzeyi ne kadar yükselirse, keyiften ve eğlenmeden de o kadar çok alan çıkarılmış olur. Voltaire evliliğin ve kilisenin 1Icadından ötürü Tanrı'ya yürekten teşekkür etmişti: E$lenmemize böylesine özen gösterdiği içın. Ancak Voltaire ve onun zamanı ve ondan önce on altıncı yüzyıl, bu konularla bol bol eğlenmişlerdi; birinin şimdi bu alanda yaptığı her şaka passödir” ve her şeyden önce de müşterilerin ilgisini çekemeyecek kadar ucuzdur. Bugün biz nedenleri araştırıyoruz; çağımız ciddiyet çağı. Gerçeklikle gösterişli görünüm, kişinin ne olduğuyla neyi tasavvur etmek istediği arasındakı fark gülünç bir aydınlık içinde artık kimin umrunda; biz neden aramaya başlar başlamaz, bu kaırşıtların hissedilişi de oldukça farklı biçimde işlemeye başlar. Biri yaşamı ne kadar eksiksiz anlarsa, o kadar az alay edecektir, onun en sonunda hâlâ “kendi kavrayışının eksiksizliği” (Gründlichkeit

seines Verstehens) ile alay edebileceği durumlar hariç. *

Pass(Fr.) Eski, modası geçmiş. (Çev.n.)

195

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

241.

Kültür dehası. - Eğer biri bir kültür dehasını hayal etmek isteseydi, böyle bir varlık nelerden oluşacaktı? O yalanları, gücü, en Zalım kişisel çıkarları birer araç olarak öylesine ustaca ve özgüvenle kullanır ki, ancak kötü, şeytani bir varlık olarak adlandırılabilir; fakat onun orda burdaışıldayan amaçları büyük ve iyidir. O yarı hayvan yarı insan olan bir kentaurdur” ve üstelik başında melek kanatları vardır.

242.

Mucizevi eğitim. - Kişibir Tanrı'ya veonun hakkındaki endişelere inanmaktan vazgeçtiği andan itibaren, eğitime gösterilen ilgi büyük bir yoğunluğa ulaşacaktır; tıpkı tıp sanatının ancak mucizevi tedavilere duyulan inanç yok olduğu zaman gelişebilmesi gibi. Ancak şu anda bile, tüm dünya hâlâ mucizevi bir eğitime (Wunder-Erziehung) inanıyor. Çünkü biz en verimli ve güçlü insanların en büyük düzensizliklerden, amaç karmaşasından, elverişsiz koşullardan çıktığını gördük. Bu nasıl normal bir şekilde gerçekleşebilirdi? Bu durumlara da kısa bir süre sonra daha yakından bakacağız, onları daha yakından inceleyeceğiz, burada asla mucize keştetmeyeceğiz. Aynı koşullar göz önüne alındığında,sayısız insan sürekli olarak yok olur; kurtarılan tek birey, kendisinin uyguladığı ve artırdığı doğuştan gelen yok edilemez bir güce sahip olma avantajının bir sonucu olarak bu korkunç koşullara dayandığı için çoğu zaman daha güçlü hale gelmiştir. Mucizenin açıklaması budur. Artık mucizelere inanmayan bir eğitimin üç şeye hizmet etmesi gerekir; birincisi, ne kadar enerji miras alınmıştır? İkincisi, daha fazla yeni enerji nasıl yaratılabilir? Üçüncüsü, birey kültürün birbirinden aşırı ölçüde farklı olan o iddialarını, onlar kendisinin huzurunu kaçırmadan ve biricikliğini bozmadan nasıl kendisiyle bağdaştırabilir? Kısacası, birey kamusal ve özel kültür kontrpuanına nasıl entegre olacaktır, nasıl hem melodiyi çalacak hem de aynı zamanda melodiye eşlik edecektir? *

Kentaur: Yunan mitolojisinde yarı insan yarı at yaratıklar. (Ed. n.)

196

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

243.

Hekimin geleceği. - Şu anda hekimlik mesleği kadar değeri artan hiçbir meslek yoktur; özellikle de ruh hekimleri, yani ruhu okuyanlar olarak tanımlananlar, sihirbazlık marifetlerini icra etmek için artık kamusal onay alamadıkları ve görgülü kişiler onları engellediği ıçın. Pratik deneyimi en iyı ve en son yöntemlerle bilip yaşadığında, sonuçlardan ve nedenlerden teşhisçileri meşhur eden o hızlı çıkarımların nasıl yapılacağını öğrendiğinde bile, bir hekimin en yüksek ruhsal eğitimine hâlâ da ulaşılmış olmayacaktır. Hekim tüm bunlara ek olarak, her bireye uyarlanan ve yüreğe hitap eden bir belagatlıliğe, görül-

mesi bile umutsuzluğu (tüm hasta insanları kemiren o kurdu)

savan bir mertliğe, iyileşmek için mutlu olmayıisteyenlerle sağlık nedenlerinden dolayı başkaları için mutluluk yaratmasıgere-

kenler (ve yaratabilenler) arasında bir diplomat düzgünlüğüyle

aracılık yapma yetisine, bir polis ajanıyla bir avukatın bir ruhun sırlarını, onlara ihanet etmeden anlamaktaki inceliğine sahip olmalıdır, kısacası, iyi bir hekim olmak şimdi tüm diğer profesyonel sınıfların hünerlerini ve sanatsal yetkinliklerini gerektiriyor. Bunlarla donatılan hekim, kötü düşünceleri, tasarımları, (iğrenç kaynağı sık sık alt beden olan) üçkâğıtçılıkları engelleyerek,iyi işleri, ruhsal neşeyi ve verimliliği artırarak, (evliliklerin yapıcısı ve engelleyicisi olarak) ruhsal —- bedensel bir aristokrasi kurarak, yardımsever bir şekilde güya ruhunişkencelerinive pişmanlığı bir organı keser gibi keserek,işte o zaman tüm toplum için yararlı olacak bir konuma gelir. Böylece hekim ilk defa bir “up adamı” olmaktan çıkıp bir kurtarıcıya, ama ne herhangi bir mucize yaratmaya ihtiyaç duyan ne de kendisinin çarmıha geriimesine izin veren bir kurtarıcıya dönüşür.

244.

Deliliğe yakınlık. - Duyguların, bilginin, deneyimlerin, yani kültürün olanca yükü öylesine ağırlaşmıştır ki, sinirsel ve entelektüel güçlerin aşırı uyarımı evrensel bir tehlike haline gelmiştir; hakikaten de, Avrupa ülkelerindeki kültürlü sınıflar tamamen nevrotiktir ve o sınıfların neredeyse tüm büyük aile197

İnsanca, Pek İnsanca — 1

leri kollarından birinde deliliğe bir hayli yaklaşmışlardır. Şimdi açıkçası bugün mümkün olabilecek herşekilde sağlığımızı korumaya çalışıyoruz; ancak kaçınılmaz olmaya devam eden şey duygunun geriliminin azalması, ağır bedellerle elde edilse bile, yine de yeni bir Rönesans için büyük umutlara kapılmamıza neden olan ezici kültürel yüktür. Bizi derinden sarsan duyumsamaların aşırı bolluğu için teşekkür etmemiz gerekenler arasında Hıristiyanlık,filozoflar, şairler ve müzisyenler var; ancak onların bizden daha fazla büyümesini engellemek için, bizi bir bütün olarak bir bakıma daha soğuk ve daha şüpheci hale getiren ve özellikle de, inancın uçarı akışının önüne ağırlıklı olarak Hıristiyanlıktan dolayı böylesine acımasız hale gelen nihal, kesin gerçeklerle set çeken bilimin ruhunu el çabukluğuyla almalıyız.

243.

Kültürün çan-kalıbı. - Kültürbir çan gibi, daha bayağı, daha sıradan bir malzemekılıfı içinde ortaya çıkmıştır. Bu kılıfı oluşturan şey yalan, şiddet, her bireysel egonun, her bir halkın sınırsız genişlemesiydi. Onu ortadan kaldırmanın zamanı artık gelmiş midir? Eritilerek kalıba dökülen madde katılaşmış mıdır, daha soylu mizacın iyi, yararlı alışkanlıkları metafiziğe ve dinin hatalarına bel bağlamanın,bir kişiyi ya da bir halkı en sıkı biçimde bir başka kişiye ya da halka bağlamanın aracı olan acımasızlıkla şiddetin artık gerekli olmadığı ölçüde güvenli ve genel hale gelmiş midir? Bu sorulara cevap vermek için artık bize yardım edecek hiçbir kutsal işaret yok; bizim kendi kavrayışımız karar

vermeli. İnsanlığın kendisi tüm insanlığın dünyevi yönetimini kendieline almalı, onun “her şeyi bilişi” (Allwissenheit) kültürün

bundan sonraki kaderini dikkatli gözlerle izlemelidir.

246.

Kültürün Kyklopları (tepegözleri). - Buzulların

uzayıp gittiği yerlerdeki eğri büğrü koyakları gören herhangi biri, bu aynı yerin günün birinde,içinde çayırların, ormanların ve akarsuların bulunduğu bir vadiye dönüşeceğine kolay kolay inan198

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

maz. İnsanlık tarihi de böyledir; en azılı güçler başlangıçta yıkıcı bir şekilde yolu keserler, ne var kı, daha ılıman bir kültürel olurşumun daha sonra burada ortaya çıkabilmesi için o güçlerin bu faa- liyeti gerekliydi. Korkutucu enerjiler —-kötü olarak adlandırdıklarımız- insanlığın büyük yapı mimarları ve yol yapıcılarıdır.

247.

İnsanlığın yörüngesi. - Tüm insanlık herhalde sınırlı bir ömrüolan belli bir hayvan türünün yalnızca gelişimsel bir evresidir; yani insanlar maymunlardan türemiştir ve tekrar maymunlara dönüşecektir, her ne kadar bu harikulade komik akıbete herhangı bir ilgi kırıntısı gösterecek biri olmasa da. Tıpkı Roma kültürü ve onun en önemli davasının, yani Hıristiyanlığın yayılışının çöküşüyle birlikte, insanın iğrençliğine yönelik genel bir

eğilimin Roma İmparatorluğu içinde baskın olmaya başlaması

gibi, evrensel dünya kültürünün çöküşü de günün birinde çok daha yoğunlaşmış bir iğrençliğe ve insanlığın en sonunda maymunlaşma derecesinde vahşileşmesine yol açabilir. Özellikle de biz böyle bir yaklaşımı tasavvur edebildiğimiz için, muhtemelen geleceğin böyle bir akıbete uğramasını engelleyebilecek durumdayız.

248.

İlerlemeden umudunu kesenler için rahatlatıcı sözler. - Çağımız bir geçiş dönemi izlenimi veriyor; eski dünya görüşleri, eski kültürler halâ kısmen var, yeni olanlar ise henüz güvenli ve alışılmış halde değil ve bu yüzden kesinlikten ve tutarlılıktan yoksunlar. Her şey kaotik hale gelecekmiş, eski olan yitirilecekmiş, yeni olan ise hiçbir şeye değmeyerek daha da zayıflayacakmış gibi görünüyor. Ama askeri yürüyüşü öğrenen askerin durumu da bundan farklı değildir; o bir süreliğine her zamankinden çok daha kuşkulu ve beceriksizdir çünkü kaslar bir eski sisteme göre bir yeni sisteme göre hareket ettirilmektedir ve henüz hiçbir sistem nihai zaferi kazanmamıştır. Sendeleriz ama bunun bizi korkutmasına ve yeni başardığımız şeye teslim olmamıza yol açma olasılığına izin vermemek gerekiyor. Bunun yanı 199

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

sıra, eskiye geri gidemeyiz, gemileri yaktık; yapılabilecek tek şey, sonuç ne olursa olsun cesur olmaktır. İleri doğru adım atalım gitsin! İlerleyelim gitsin! Herhalde davranışımız en azından ilerleme gibi görünecektir; ama eğer öyle görünmezse, bizi rahatlatmaları için Büyük Frederick'in şu sözleri söylenebilir. Ah, mon cher Sulzer, vous ne connaissez pas assez cette race maudilte,

â laguelle nous appartenons."

249.

Kültürel geçmişin acısını çekmek. - Kültür sorununu kendisi için anlaşılır hale getirmiş olan herhangi biri, yasadışı yollardan elde edilen bir servet miras alan birinin ya da kendi atalarının acımasız uygulamalarının bir sonucu olarak saltanat süren bir hükümdarın hissettiği türden duyguların ıstırabını hisseder. Kökenini acıyla anımsar vesık sık utanır, sık sık alıngan olur. Sahip olduğu şeylere ayırdığı onca güç, yaşama arzusu ve sevinç Çoğu zaman derin bir usanmışlıkla dengelenir; kökenini unutamaz. Geleceğe acıyla bakar; torunlarının da tıpkı kendisi gibi geçmişin acısını çekeceğini daha şimdiden bilir.

250.

Görgü. -Sarayın ve kapalı bir arıstokrasinın etkisi zayıfladığı ölçüde görgü kuralları da ortadan kaybolur. E&er kamusal davranışlara bakarsak her on yılda bir yaşanan bu düşüşü açıkça gözlemleyebiliriz. Söz konusu kamusal davranışlar giderek dahafazla alt tabaka davranışları haline geliyor. Artık hiç kimse canı gönülden hürmet etmekten ve dalkavukluk yapmaktan anlamıyor; bu ise, günümüzde birinin (örneğin, büyük bir devlet adamına ya da

sanatçıya) hürmet etmek zorunda kaldığı durumlarda, en derin

duyguların, içten ve saygın bir dürüstlüğün dilini ödünç alması gibi gülünç bir sonuç doğuruyor; mahcubiyetten, nüktedanlığın ve görkemin eksikliğinden ötürü. Böylece, halk ve halk arasındakı törensel karşılaşmalar her zamankinden çok daha beceriksizce ama asıl mesele o olmadığı halde yine de çok daha derinden hissedilen *

Ah sevgili Sulzerim, mensubu olduğumuz bu lanetlenmiş ırkı yeterince tanımıyorsun. (Çev.n.)

200

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

karşılaşmalar olarak görünüyor. Peki görgünün sonsuza dek baş aşağı gitmesi bir zorunluluk mudur? Tersine, bana öyle görünüyor ki, görgü sarp bir eğriyi izlemektedir ve biz onun en düşük noktasına yaklaşıyoruz. Eğer olur da toplum günün birinde kendi amaçları ve ilkeleri hakkında daha kesin olursa ve böylece bunlar yapıcı bir şekilde işlerse (halbuki, daha önceki yapıcı dönemlerde elde edilen görgü her zamankinden çok daha zayıf bir şekilde aktarılmakta ve

edinilmektedir), etkileşimler, jestler ve o amaçların kendisi kadar

gerekli ve doğrudan görünecek toplumsal ilişki ifadeleri olacaktır. İlerlemiş bir zaman dağılımı ve işbölümü, hersevinçli boşsaate eşlik edecek şekilde dönüştürülenjimnastik idmanı, bedenebile kıvraklığı ve esnekliği veren artmış ve daha güçlü olan bir düşüncelilik tüm bunları yaratacaktır. Açıkçası şimdi burada durup yeni kültürün öncüleri olmak isteyen ve daha görgülü oldukları gerekçesiyle kendilerini başkalarından ayıran araştırmacılarımızı, bir bakıma alay edercesine anımsayabiliriz. Onların ruhu fazlasıyla istekli olsa da, durum elbette bu değil; çünkü onların bedeni güçsüzdür." Geçmiş hâlâ onların kaslarında çok fazla güçlüdür; hâlâ kısıtlanmış bir konumda bulunuyorlar ve aristokrat insanların ve sınıfların yarı dünyevirahipleri, yarı bağımlı eğitimcileri, buna ek olarak,bilimin kılı kırk yaran titizliği ve modası geçmiş, esin kaynağından yoksun yöntemler tarafından kötürümleştirilip köreltilmektedirler. Onlar bu yüzden, en azından bedenleri bakımından ve ayrıca sık sık da ruhlarının dörtte üçü bakımından yaşlanmış, fazlasıyla bunak bir

kültürün nedimleridir ve bu halleriyle kendileri de bunaktır; bu

arada, zaman Zaman bu antik kapların içinde guruldayan yeniruh onları daha kararsız ve korkulu hale getirmekten başkabir şeye hizmet etmez. Hem geçmişin hem de geleceğin hayaletleri onların içinde yürür. Bu durum dikkate alındığında, onların en iyi görünümü vermemelerinde ya da en sevimli davranışları sergilememelerinde şaşıracak bir şey var mı?

251.

Bilimin geleceği. - Bilim o alanda çalışan ve araştırma yapan kişiye büyük bir tatmin sağlar ama onun sonuçlarını öğrenen kişiye pek değil. Ancak bilimin tüm önemli gerçekleri aşamalı *

Matta26:41.(M. Fabern)

201

İnsanca, Pek İnsanca — 1

olarak günlük, sıradan şeyler haline gelmek zorunda oldukları için, bu önemsiz tatmin bile bitme noktasına gelir; tıpkı oldukça olağanüstü olan çarpım tablolarını öğrenmekten uzun süreden beridir hiçbir zevk almadığımız gibi. Şımdi eğer bilim onu icra ederken bize giderek daha az zevk verirse ve metafizik, din ve sanat tarafından sağlanan huzuru kuşkulu hale getirerek her defasında zevkimizin bir kısmını alıp götürürse o zaman en büyük zevk kaynağı, insanlığın insan olmanın tüm anlamlarını borçlu olduğu o kaynak kuruyacaktır. Bu yüzden üstün bir kültür insanlara ikili bir beyın, adeta iki beyin kompartımanı kazandırmak zorundadır, biri bilim deneyimini, diğeri ise bilimdişi olanın deneyimini yaşamak için. Yan yana durmak, birbirine karışmaksızın, ayrılabilir olma, her birinin bir diğerine karşı kapalı olabilmesi; bu bir sağlık gereksinimidir. Bir bölgede güç kaynağı, diğer bölgede ise regülatör bulunmaktadır; yanılsamalar, tek yanlılık ve tutkular ısı yaratmak üzere kullanılmalı, öte yandan aşırı ısınmanın zararlı ve tehlikeli sonuçları bilimsel bilginin yardımıyla önlenmelidir. Eğer üstün kültürün bu gereksinimi yerine getirilmezse, insan gelişiminin gelecekteki seyri hemen hemen kesin bir şekilde öngörülebilir. Doğru olan daha az zevk verdiği ölçüde ona gösterilen ilgi de yok olacaktır; yanılsama, hata ve fantezı, bir zaman kendi denetimleri altında olan alanı adım adım yeniden fethedeceklerdir, çünkü bunlar hazla bağlantılıdır; bilimin iflası ve tekrar barbarlığa gömülme bunun bir sonraki sonucu olacaktır; insanlık, tıpkı Penelope gibi, onu geceleyin ortadan kaldırdıktan sonra, kendi duvar halısını

yeni baştan örmek zorunda kalacaktır. İyi ama insanlığın bu yeni

baştan için gerekli olan gücü her zaman bulacağının garantisini kim verebilir?

252.

Bilmekteki haz. - Araştırmacının ve filozofun bir Öğesi olan bilme, niçin hazla bağlantılıdır? İlkin ve her şeyden önce, biz böylelikle kendi gücümüzün farkına vardığımız için, yani seyirciler olmaksızın da Jimnastik ıdmanlarını haz verici yapan aynı nedenden ötürü. İkincisi, bilgi edinme sürecinde dahaeski kavramların ve onların savunucularının ötesine geçtiğimiz, ziya202

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

retçi olduğumuz ya da en azından öyle olduğumuza inandığımız için. Üçüncüsü,olabilecek en küçük yeni bilgi kırıntısıyla diğer herkesi aştığımızı ve bu konuda doğru olanı bilen kişinin yalnızca kendimiz olduğunu hissettiğimiz için. Hazzın bu üç nedeni en önemli nedenlerdir, yine de bilenin yapısına bağlı olarak, pek çok diğer ikincil neden vardır. Azımsanmayacak bir böylesi nedenlerlistesi kişinin onu aramayacağı bir yerde, benim Schopenhauer üzerine yazdığım düşmanca ötesi denemede sunulmuştur; o sayfaların üzerindeymiş gibi görünen ironik rengin orada olmamasını arzulayabiliyor olsa bile, bilginin her tecrübeli hizmetkârını tatmin edebilecek bir çizelge. Çünkü, bilgin kişinin ortaya çıkabilmesi için “gerçek insani dürtüleri içinde taşıyan biriyle küçük tutkuları içinde taşıyan birinin birleştirilmesi gerektiği”," bilgin kişinin açıkçası çok güzel, ama saf bir metal olmaktan uzak olduğu ve “çok farklı içtepi ve uyaranları içeren karmakarışık bir düğümden oluştuğu”doğru olmakla beraber; yine de, aynı şey benzer şekilde sanatçının,filozofun ve ahlaki dehanın ortaya çıkışı ve yapısı için de geçerlidir; o denemede yüceltilen isimler ne kadar muhteşem olurlarsa olsunlar. İnsanca olan her şey kendi kökeni bakımından ironik bir şekilde ele alınmayı hak eder. İşte bu yüzden dünyada bu kadar çokironi fazlalığı var.

253.

Geçerliliğin kanıtı olarak sadakat. - Yaratıcısının kırk yıl boyunca onun hakkında herhangı bir kuşkuya kapılmaması bir teorinin mükemmelliğinin eksiksiz göstergesidir; ama ben, gençliğinde icat ettiği felsefesine en sonunda küçümseyerek ya da en azından şüpheyle bakmayan bir filozofun henüz var olmadığını iddia ediyorum. Fakat söz konusu filozof, kibrinden dolayı ya da -soylu tipler için daha olası olduğu üzere- hayranları için taşıdığı hassas kaygıdan ötürü, bu fikir değişikliğinden açıkça bahsetmemiş olabilir. ” **

“Eğitimci Olarak Schopenhauer,” Toplu Eserler, 2:230. Nietzsche burada orijinal cümlede önemsiz değişiklikler yapar. |G. Handwerk ni “Eğitimci olarak Schopenhauer,” Toplu Eserler, 2:225. (G. Handwerk n.

203

İnsanca, Pek İnsanca — 1

254.

İlginç olandaki artış.- Kişi daha kültürlü hale gel-

me sürecinde her şeyiilginç olarak görme noktasına gelir; bir şeyin içgüdüsel yanını çabucak nasıl bulacağını ve bunun onun düşünme tarzındaki bir boşluğu doldurabileceği ya da onun düşüncelerinden birini onaylayacağı noktayı nasıl tanımlayacağınıbilir. Böylece, can sıkıntısı, tıpkı onun aşırı kolay bir şekilde heyecanlanabilme özelliği gibi, giderek ortadan kalkar. O en sonunda insanlar arasında tıpkı bir doğa bilimcinin bitkiler arasında dolaştığı gibi dolaşır ve kendisini bile sadece kendisinin bilme dürtüsünü yoğun bir şekilde uyaran bir olgu olarak algılar.

255.

Eşzamanlılık hakkındakı batıl inanç.- Eşzamanlı olarak gerçekleşen her şeyin bağlantılı olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Uzaklarda bir yerde bir akrabamız ölür ve biz tam o sırada onu rüyada görürüz; ne olmuş yani! İyi de sayısız akrabamız biz onları rüyamızda görmeksizin ölür. Bu tam da batmakta olan bir gemide yemin eden insanların durumuna benziyor; yok olanlar hakkında daha sonra tapınakta açıklayıcı tabletler bulmayız.Biri ölürken, bir baykuş acı acıferyat eder, duvar saati durur, tümü de gecenin tek saatinde. Burada bir bağlantı olmamalı mı? Bu tahminde de varsayıldığı üzere, doğayla kurulan böyle bir yakınlık insanların gururunu okşar. Bu batıl inanç kategorisine aynı zamanda tarihçiler ve kültürü betimleyenler arasında, bireylerin ve halkların yaşamlarını her şeye rağmen böylesine zenginleştiren tüm anlamsız yan yana koymalardan ötürü bir bakıma kuduz olma eğiliminde olanlar arasında da damıtılmış bir tarzda rastlanılabilir.

26.

Bilme yeteneği değil, yapma yeteneğidir bilimin öğrettiği. - Belli bir süreliğine kesin bir bilimi izlemiş 204

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

olmanın değeri doğrudan bu izleyişin sonuçlarına bağlı değildir; çünkü bu çabalar, bilinmeyı hak eden şeyler denizinde küçücük, gözden kaybolan bir damla olacaktır. Fakat bu izleyişten, enerjinin, sonuç çıkarma yeteneğinin, azmetme kararlılığının artması gıbi bir sonuç çıkar; kışı bir amaca anlamlı bir şekilde nasıl ulaşacağını öğrenmiştir. Kişinin daha sonra yaptığı her şey bağlamında, bir zamanlar bir bilim insanı olmuş olmanın bu kadarı çok değerlidir.

257.

Bilimin taze cazibesi. - Gerçek arayışı hâlâ da her yerde gri ve sıkıcı hatalara karşı güçlü bir kıyaslama yapma cazibesine sahiptir; bu çekicilik giderek yok oluyor; kesin olarak söylemek gerekirse, şu anda hâlâ bilimin gençlik dönemini yaşıyoruz ve gerçeği güzelbir kızın peşinden gider gibi izleme eğilimindeyiz; ya bu güzel kız günün birinde ters ters bakan yaşlı bir kadına dönüşürse ne olacak? Bilimin hemen hemen her alanında, en önemli kavrayış ya çok erken bir noktada keşfedilmiştir ya da hâlâ araştırılmaya devam ediyor; bunun bize verdiği heyecan, temelolan her şeyin keşfedildiği ve araştırmacıya yalnızca bereketsiz bir sonbahar hasat sonrası başakları toplamaişinin kaldığı zamanki heyecandan nasıl da farklıdır (kendimizi belli tarihsel

disiplinlerle ilintilendirebilmemizi sağlayan bir duygu).

258.

İnsanlığın heykeli. — Kültür dehası, Cellini'nin Perseus heykelini kalıba döktüğü zaman davrandığı gibi davranır; akışkan kütlenin yeterli olmaması gibi bir tehdit söz konusuydu, ama yeterli olmak zorundaydı; bu yüzden Cellini eline ne geçtiyse çanaklarda ve tabaklarda birbirine karıştırdı. Dâhi de tamı tamına aynı şekilde, hatalar, kötülükler, umutlar, sanrılar ve daha adi ya da daha güzel bir metali oluşturan diğer şeyler arasında oradan oraya savrulup durur, çünküinsanlığın heykeli buradan çıkmalı ve bitirilmelidir; şurasında ya da burasında bir miktar değersiz malzeme kullanılmış olmasının ne önemivar? 205

İnsanca, Pek İnsanca — 1

259.

Bir erkek kültürü. - Klasik dönem Yunan kültürü bir erkek kültürüdür. Kadınlar söz konusu olduklarında, Perikles” kendi cenaze töreni söylevinde söylenebilecek her şeyi söyler: Erkekler onlar hakkında mümkün olduğu kadar az konuştuklarında kadınlar en iyi durumdadır.” Erkeklerle gençlik arasındaki erotik ilişki, bizim kavrayışımız için bir ölçüde ulaşılmazdı,

tüm erkek eğitiminin tek gerekli önkoşuluydu (bir bakıma

kadınlara verilen tüm üstün eğitimin uzun süre boyunca aşk işleri ya da evlilik aracılığıyla gerçekleştirilmesi gibi); Yunan mizacının gücündeki tüm idealizm kendisini o ilişkide ortaya koymuş ve genç insanlara muhtemelen o günden bu yana bir daha asla altıncı ve beşinci yüzyıllardaki gibi öylesine özenli,

öylesine şefkatli, onlar için en iyi olabilecek şeyle (virtus)*”** öylesi-

ne tamamen uyumlu olarak davranılmamıştır, yani, Hölderlin'in güzel sözcesindeki gibi, “çünkü ölümlü, sevgide her şeyinden vazgeçer.”Bu ilişki daha önemli kabul edildikçe, kadınlarla sosyal etkileşimin önemi de o kadar azaldı: üreme ve cinsel haz boyutu; bunun ötesinde hiçbir şey dikkate alınmadı; hiçbir ruhsal etkileşım, hatta gerçek aşk ilişkileri bile yoktu. Buna her tür yarıştan ve gösteriden bizzat dışlandıklarını da eklediğimizde, kadınların biricik üstün eğlencesi olarak geriye yalnızca dinsel kültler kalmaktadır — Elbette Elektra ve Antigone tragedyada temsil edildiklerinde, yaşamlarında hoşlanmamalarına rağmen, sanatta buna katlanıyorlardı. Tıpkı bizim şimdi yaşamda herhangi bir dokunaklılığa dayanamayışımız ama onu sanatta görmekisteyişımiz gibi. Kadınların, baba karakterinin mümkün olduğu kadar bozulmadan yaşayabileceği ve böylesine çok gelişmiş bir kültüre giderek hâkim olan aşırı tahrike karşı koyabilecek güzel, güçlü bedenler üretmekten başka bir görevi yoktu. Bu, Yunan kültürü* Perikles: (İÖ 495-429) Yunan devlet adamıve hatip. (Ed. n.)

* “İster övgü ister yergi için olsun, adı erkeklerin ağzında en az dolaşan kadın övgüyelayıktır.” Thukydides, 1.2.35:46. (M. Faber ni ** Virtus: Erdem. (Çev.n) “©“denn liebend gibt der Sterbliche vom Besten.” Friedrich Hölderlin, “Empedokles'in Olümü,” 2: 4. Nietzsche'nin alıntısı Friedrich Hölderlin, Kurze Biographie und Proben aus seinen Werken'den yapılmıştır. (Leipzig, 1859) (G. Handwerk ni

206

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

nu görece oldukça uzun bir süre genç tuttu; çünkü Yunan annelerinde, Yunan dehası tekrar tekrar doğaya geri dönüyordu.

260.

Büyük olanın lehine önyargılı olmak. - İnsanlar büyük ve dikkat çekici olan her şeyi açıkça abartırlar. Bu, onların herhangi bir kişinin tüm gücünü belli bir alana yoğunlaştrmasını ve kendisini adeta tekdevasa organa dönüştürmesini oldukça yararlı bulmaları gibi bilinçli ya da bilinçsiz anlayıştan kaynaklanır. Kişinin kendisi için, güçlerinin dengeli bir gelişimi kesinlikle çok daha yararlı ve hayırlıdır; çünkü her yetenek diğer güçlerin kanını ve enerjisini emen bir vampirdir ve onun aşırı üretimi en yetenekli kişiyi hemen hemen delirme noktasına getirebilir. En uç kişilikler sanat alanında da haddindenfazla ilgi çeker; ancak onlar tarafından büyülenmemize izin vermekiçin

çok daha düşük bir kültür düzeyine sahip olmalıyız.İnsanlar alışkanlıktan dolayı kendilerini güç isteyen her şeye tabıkılar.

261.

Ruhun tiranları. - Yunanlıların yaşamının ancak efsane ışınlarının düştüğü yeri aydınlanır; diğer yerleri karanlıktır. Şimdi Yunan filozofları kendilerini tam da bu efsaneden mahrum bırakıyorlar; sanki güneşin altından kalkıp gölgede, karanlıkta oturmak istiyorlarmış gibi değil mi? Ama hiçbir bitki aydınlıktan kaçamaz; aslında o filozoflar yalnızca daha parlakbir güneşin, kendileri için yeterince açık ve aydınlık olmayan bir efsanenin peşindeydi. Bu aydınlığı kendibilgilerinde, her birinin “gerçek” olarak adlandırdığı şeyde buldular. Ne var ki o zamanlar, bilgi hâlâ daha büyük bir parlaklığa sahipti; hâlâ gençti ve yolunun üzerindeki tüm zorluklar ve tehlikeler hakkında hâlâ az çok bir şeyler biliyordu; o, o zamanlar hâlâ tek sıçrayışta tüm varlığın merkezine ulaşmayı ve orada dünyanın esrarını çözmeyi umut edebiliyordu. Bu filozoflar kendileri hakkında ve kendilerinin “gerçek”i hakkında, tüm çağdaşlarını ve öncellerini yıkmak için kullandıkları güçlü bir inanca sahiplerdi; her biri birer 207

İnsanca, Pek İnsanca - 1

kavgacı, birer acımasız tirandı. Herhalde bu dünyadakişinin kendisinin gerçeğe sahip olduğuna inanmasından daha büyük bir mutluluk asla olmamıştır ama benzer şekilde böyle bir inancın doğurduğu katılık, küstahlık, zorbaca ve kötü sonuçlar da daha büyük olmamıştır. Onlar tirandı, yani her Yunanlının olmak istediği ve herkesin olabildiği zaman olduğu şeydi. Galiba yalnızca Solon bir istisnaydı. Şiirlerinde kişisel tiranlığı ne kadar küçümsediğini anlatır. Ancak Solon işini sevdiği için, yasa yapmak için böyle davranmıştı; yasa koyucu olmak ise daha yüceltilmiş bir tiranlık biçimidir. Parmenides de, muhtemelen Pythagoras ile Empedokles'in yaptığı gibi yasa koymuştu; Anaximandros ise bir şehir kurmuştu. Platon ulu felsefi yasa koyucusu ve devletlerin kurucusu olma arzusunun canlı simgesiydi; onun yapısının tatmin olmayışından bir hayli çektiği anlaşılıyor ve sonlara doğru ruhu en iç karartıcı aksiliklerle dolmuştu. Yunan felsefesi güç kaybettikçe, bu küskünlüğün ve karalayıcı düşkünlüğün ıstırabını içten içe daha çok yaşadı; çeşitli mezhepler ilk defa kendi gerçekleri için sokaklarda dövüştüklerinde, gerçeğin tüm bu özgür adamlarının ruhları kıskançlığa ve kine boğulmuş, tiranlık öğesi bir zehir gibi onların bedenlerini kırıp geçirmişti. Bu sayısız küçük tiran birbirini çiğ çiğ yemek isterdi; içlerinde ne tek bir sevgi kıvılcımı ne de kendi bilgilerinden aldıkları zerre kadar haz kalmıştı. Genel olarak, tiranların çoğu zaman öldürürlüyor olmaları ve nesillerinin kısa bir yaşamlarının olmasıilkesi aynı zamanda ruhun tiranları için de geçerlidir. Tarihleri kısa, şiddet doludur, etkileri birdenbire kırılan türdendir. Neredeyse tüm büyük Helenlerin oldukça geç ortaya çıktıklarını söyleyebiliriz, Aiskhylos, Pindaros, Demosthenes ve Thukydides ıçın de aynışey söylenebilir; onların üzerinden bir kuşak geçti ve ardından her şey bitti. Yunan tarihini çalkantılı ve anlaşılmaz hale getiren şey budur. Kesin olarak belirtmek gerekirse, şimdilerde kaplumbağanın hakikatine hayranlık duyuyoruz. Şu anda tarıhsel düşünmek, tarihin her zaman şu ilkeye göre yapıldığını düşünmekten başka bir anlama gelmiyor: “Mümkün olduğu kadar uzun bir zaman diliminde mümkün olduğu kadar az şey” Eyvah, Yunan tarıhı uçarcasına ilerliyor! O zamandan bu yana hiç kimse hiçbir zaman öylesine savurganca, öylesine ölçüsüzce 208

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

yaşamamıştır. Yunanlıların tarihinin bu kadar çok övülmesine neden olan o doğal doğrultuya saptığına kendimi ikna edemiyorum. Yunanlılar Akhilleus ile yarış halinde olan kaplumbağanınki gibi adım adım bir tarzla aşamalı olamayacak kadar birbirinden farklı yeteneklerle donatılmıştı; ki” doğal gelişim dediğimiz şey de budur. Yunanlılar sayesinde işler çabuk ilerledi ama aynı çabuklukla da baş aşağı gitti; tüm makinenin devinimi öylesine hızlandırılmıştır ki, onun aksamlarının arasına fırlatılan tek bir taş makineyi tuz buz eder. Örneğin Sokrates böylebir taştı; felsefi bilimin o güne kadar şaşırtıcı biçimdealışılmış, açıkçası yine de pek hızlı olan gelişimi bir gecede mahvedildi. Platon'un, Sokratesçi büyüden bağımsız kalması durumunda, daha da üstün bir felsefi varlığı, edediyen yıtirdiğimiz bir varlığı keşfedip edemeyeceği sorusu yersiz değildir. Onun öncesindeki çağlarda böyle tipleri adeta bir heykeltıraşın stüdyosundaymışlar gibi görebiliyoruz. Yine de altıncı ve beşinci yüzyılların, bizzat gerçekleştirdiklerinden daha fazla ve daha üstün şeyler vaat ettikleri anlaşılıyor; ancak söz konusu yüzyıllar o daha fazla ve daha üstün şeyleri vaat etmenin ve ilan etmenin ötesine geçemedi. Yine de bir tipin, yeni, şu ana kadar keşfedilmemiş, üstün bir felsefi yaşam olasılığının kaybından daha acı bir kayıp nadiren bulunur. Daha yaşlı tiplerin bile önemli bir kısmı eksik bir şekilde bize aktarılmıştır; Thales'ten tutun da Demokritosa kadar, tüm filozoflar bana, kavranmaları olağanüstü zor görünüyor ancak bu şahsiyetleri yeniden canlandırmayı başaran herhangi biri en güçlü ve en arı tiplerin imgeleri arasında gezinecektir. Açıkçası, bu nadiren rastlanılan bir yetenektir; daha eski felsefenin bilgisiyle ilgilenen daha sonraki Yunanlılar bile bu yetenekten yoksundu; hele onların betimlemelerinin önünde duran Aristoteles'te göz diye bir şeyin olmadığı anlaşılıyor.İşte bu yüzden, bu görkemli filozoflar sanki boşuna yaşamışlar ya da sanki onların yalnızca Sokratesçi okulların tartışmacı ve geveze kalabalıkları için yolu açmaktan başka bir şey yapmadıklarının düşünülmesigibi bir durum söz konusu. ”

Nietzsche, Elealı Zenon'un çelişkilerinden birine gönderme yapıyor, bu çelişki, kaplumbağanın yarışa önde katılması durumunda, Akhilleus'un hiçbir zaman ona yetişemeyeceğini savunuyordu; çünkü Akhilleus aralarındaki mesafeyi kapaürken, kaplumbağa daha fazla ilerlemiş olacaktı ve bu sonsuza dek böyle sürüp gidecekti. |G. Handwerk ni

209

İnsanca, Pek İnsanca — 1

Daha önce de söylediğim gibi, buradaki gelişmede bir aralık, bir mola vardır; olağanüstü bir felaket yaşanmış olmalı ve yaratıcı güçlerin o büyük tatbikatının anlamını ve amacını kavrayabilmemizi sağlayacak tek heykel parçalanmış ya da ölü doğmuş, gerçekte olup biten şey sonsuza dek atölyenin birsırrı olarak kalmış olmalıdır. Yunanlılar arasında olan şey, mutlak gerçeğe sahip olduğuna inanan o her büyük düşünür bir tiran oldu, böylece Yunanlılar arasında ruhun tarihi de, onların siyası tarihinin sergilediği şiddet dolu, telaşlı ve tehlikeli karakteri kazandı; bu tür olaylardan yana bir kıtlık söz konusu değildi; giderek daha seyrek olsa ve Yunanlı filozofların açık, naif vicdanını artık devam ettiremese bile, pek çok benzer olay en yakın zamanlara kadar cereyan etti. Çünkü bir bütün olarak ele alındığında, iddiacı dogmalar ve kuşkuculuk şu anda fazlasıyla güçlü biçimde, fazlasıyla yüksek sesle konuşuyor. Ruhuntiranlarının dönemi sona ermiş-

tir. Üstün kültürün alanlarında, açıkçası, her zaman bir tür efen-

dilik olmalıdır ama bu efendilik bundan böyle ruhun oligarklarının ellerindedir. Tüm uzamsal ve siyasal bölünmelere rağmen onlar, kamuoyu haklarında ne tür olumlu ya da olumsuz değerlendirmeler yayarsa yaysın ve yaygın bir dağıtım ağına sahip gazete ve dergilerde yazanların yargıları ne olursa olsun, üyelerinin birbirlerini tanıdıkları ve kabul ettikleri bir arada duran bir toplum oluşturuyorlar. Daha önce bölünme ve düşmanlık yaratan ruhsal üstünlük şimdi birleştirme eğilimindedir. Eğer orda burda kendileri gibi olan, aynı koşullar altında yaşayan başkalarını görmeselerdi ve eğer yarım-ruhlu ve yarı-kültürlü oklokraük” kışilıklere karşı olduğu kadar kitleleri yönlendirerek tiranlık kurma doğrultusundaki dönemsel girişimlere karşı da verilen bir mücadeleye girişmeselerdi, insanlar nasıl kendilerini ortaya koyup hayat boyunca gelgitlere karşı bildikleri gibi kürek çekebilirlerdi? Oligarkların birbirlerine ihtiyacı vardır, en büyük hazzı birbirlerinden alırlar, kendi rütbelerini anlarlar, ama yine de onların her biri özgürdür; kendi yerinde mücadele ederek zafer kazanır ve teslim olmaktansa ölmeyitercih eder. *

Oklokratik: Kalabalığın yasası. (Ed. n)

210

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

262.

Homeros.- Yunanlıların yetişmesindeki en büyükolgu hâlâ da Homeros'un böylesine erken bir noktada Pan-Helen olmasıdır. Yunanlıların ulaştıkları her türlü ruhsal ve insani özgürlük bu olguya dayandırılabilir. Ama aynı zamanda, bu aslında Yunanlıların yetişmesinin belirleyici yazgısıydı, çünkü Homeros Yunan kültürünü merkezileştirerek daha yüzeysel hale getirdi ve daha ciddi bağımsızlık içgüdülerini yok etti. Zaman zaman Helenizmin en derin kaynağından Homeros'a karşı muhalefet yükseltildi; fakat Homeros hep galip olmaya devam etti. Tüm büyük ruhsal güçler baskıcı olduğu kadar da özgürleştirici olan bir etki yaratırlar; ama insanlara zorbalık yapanın Homeros mu, İncil mi ya da bilim mi olduğu açıkçası biraz fark eder.

263.

Doğal yetenek. - Şimdiki kadar yüksek bir gelişime ulaşmış bir insanlıkta, herkes doğası itibariyle pek çok yeteneğe sahip olur. Herkes doğuştan gelen yeteneğe sahiptir ama o kadar az sayıda kişi yeterli bir azim, ısrar ve enerji düzeyiyle doğup eğitilmektedir ki, onlardan herhangi biri gerçekten bir yetenek, yani bizzat olduğu şey olur” ki bu da o yeteneği eserler ve eylemler aracılığıyla boşalttığı anlamına gelir.

264.

Ruhun ya abartılan ya da küçümsenen zekilig1. - Bilimsel değil ama yetenekli olan insanlar, ister doğru ister yanlış bir yoldan gitsin, ruhun her belirtisine saygı duyarlar; onlar her şeyden önce,ilişki içinde oldukları kişinin kendilerini iyi eğlendirmesi, kışkırtması, tutuşturması, ciddiyet ve şaka içinde coşturmasıiçin zekâsını kullanmasını ve her koşulda kendilerini can sıkıntısından koruyan güçlü bir nazarlık olmasını isterler. Bilimsel olanlar ise, tam tersine, akıllarına gelen her türden düşünceye sahip olma yeteneğinin bilimin ruhu tarafından *

Nietzsche'nin gözde alıntılarından biri, Pindaros'un Pythionikon 2, 72 adlı yapıtından alınmıştır; Ecce Homo'nun alt başlığı olarak kullanılmıştır. |(G. Handwerk n.

211

İnsanca, Pek İnsanca — 1

katı biçimde törpülenmesi gerektiğini bilirler; bilimsel olanın bilgi ağacından düşürmek istediği şey, parıldayan, ışıldayan ve tahrık eden meyve değil, tersine çoğu zaman sade, iddiasız gerçektir. Tıpkı Aristoteles gibi, bilimsel kişi de “can sıkıcı” olanla “akıllıca” olan arasında herhangı bir ayırım yapmamalıdır; o her yerde yalnızca gerçek, geçerli ve sahici olandan haz alsın diye, koruyucu cini hem çöl boyunca hem de tropikal bitki örtüsü boyunca ona kılavuzluk eder. Bu durum ciddiyetsiz araştırmacılarda, genel olarak zeki insanları küçümseme ve onlar hakkında kuşkulanmagibi bir sonuç doğurur, buna karşılık zeki insanlar da çoğu zaman bilimden nefret eder, örneğin, neredeyse tüm sanatçıların bilimden nefret etmesi gibi.

265.

Akıl okulda.- Eğitimin ütüz düşünmeyi, dikkatli değerlendirmeyi ve mantıklı muhakemeyi öğretmekten daha önemli bir görevi yoktur. Bu yüzden eğitim bu türişler için yararlı olmayan her şeyi, örneğin dini, göz ardı etmelidir. Eğitim anlaşılmazlığın, alışkanlıkların ve gereksinmelerin fazlasıyla gerilmiş düşünce yayını daha sonra rahatlatacağına güvenebilir. Ancak etkisinin ulaşabildığı yerlerde, insanlarda temel ve özel olanı zorla teşvik etmelidir: “Akıl ve bilim, insanın üstün güçleri”; Goethe'nin, en azından, tahmin ettiği gibi. Büyük doğabilimci von Baer, Asyalılarla kıyaslandıklarında, okullarda inandıkları şey için neden sağlama yeteneğini, yani Asyalıların gerçekleştirme yeteneğinden tümüyle yoksun oldukları şeyı geliştirmeleri bakımından tüm Avrupalıları üstün bulur. Avrupa mantıksal ve eleştirel düşünmetarzıyla eğitilmiştir; Asya gerçeği kurgudan nasıl ayıracağını hâlâ da bilmiyor ve inançlarının kişisel gözlemle yasalara tabı düşünmeden mi yoksa fantezilerden mi kaynaklandığının farkında değil. Okullardaki akıl Avrupa'yı Avrupa yapmıştır. Avrupa, ortaçağda bir kez daha Asya'nın bir parçası ve eklentisi haline gelme, böylece de Yunanlılara borçlu olduğu bilimsel anlayışı yitirme yolunda ilerliyordu. *

Goethe, Faust, Bölüm, 1851-52. satırlar. (G. Handwerk n.)

212

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

266.

Gymnasium” öğretiminin küçümsenen etkisi. — Gymnasium'un değerini orada öğrenilen ve silinmez bir şekilde aşılanan şeylerde aramak yerine, öğretilen ama öğrencinin tamamen gönülsüzce özümsediği ve mümkün olduğu kadar çabuk vazgeçtiği şeylerde ararız. Klasikleri okumak -ki her eğitimli kişi bunuitiraf eder- her yerde hiçbir şekilde klasikleri anlayacak olgunlukta olmayan genç insanlarla her sözleri ve hatta çoğu zaman yalnızca görüntüleri bile iyi bir yazarı bozan öğretmenler

tarafından devasa bir prosedürün izlenmesi anlamına gelir. İşte

çoğu zaman yanlış anlaşılan değer tam da burada yatar; yani bu öğretmenlerin, hantal ve anlaşılması zor olmasına rağmen, yine de daha yoğun bir beyin Jimnastiği olan üstün kültürün soyut diliyle konuşuyor olmaları, konuşmalarında genç insanların neredeyse hiçbir zaman aile içindeki ya da sokaktaki sohbetlerde duymadığı kavramların, teknik terimlerin, yöntemlerin ve kinayelerin geçiyor olması. Eğer öğrenciler yalnızca dinlerse, onların aklı istem dışı olarak şeyleri bilimsel bir tarzda görme doğrultusunda işler. Soyutlamaya hiçbir şekilde bulaşmadan, doğanın saf çocuğu olarak bu eğitimden çıkmak mümkün değildir.

267.

Birçok dili öğrenmek. - Birçokdili öğrenmekhafızayı olgular ve düşünceler yerine sözcüklerle doldurur, oysa hafıza her kişinin içinde yalnızca belirli, sınırlı miktardaki içeriği içine

alabilen bir kaptır. Öyleyse,birçok dili öğrenmek,belirli başarıla-

ra sahip olduğumuz inancına yol açtığı sürece insana zarar verir ve sosyal etkileşimde birilerine gerçekten ayartıcı bir görünüm yansıtır; ayrıca bilgimize sağlam bir temel kazandırma çabasına ve dürüst bir şekilde başkalarının saygısını kazanma niyetine karşı işlemekle de dolaylı olarak zarar verir. Nihayet, anadilimiz için hissettiğimiz daha ince duygunun köküne bir balta gibi iner; böylelikle bu duygu bir daha onarılamayacak şekilde tahrip edilerek ortadan kaldırılır. En büyük tarzcıları yaratan *

Alman Gymnasium'u, öğrencileri üniversiteye hazırlamak üzere uygulanan güçlü bir eğitim programının olduğu bir ortaokuldur.

213

İnsanca, Pek İnsanca — 1

ıki halk, yanı Yunanlılar ve Fransızlar, hiç yabancı dil öğrenmemişlerdi. Ancak insanlar arası etkileşim kaçınılmaz biçimde her zamankinden çok daha uluslararası hale gelmekte olduğu için ve örneğin Londra'daki iyi bir tüccar şimdi sekiz dilde sözlü ve yazılı olarak anlamak zorunda olduğu için, birçok dilin öğrenilmesi açıkçası zorunlu bir kötülüktür, fakat bu en sonunda had safhaya ulaşacak ve insanı bir çare bulmaya zorlayacak türden bir kötülüktür ve uzak bir gelecekte, başlangıçta ticarı bir dil olarak, ardından genel bir ruhsal ticaret dili olarak herkes için yeni bir dil olacaktır, tıpkı bir gün kesinlikle hava yolculuğunun yapılacağı gibi. Dil bilimleri başka ne tür bir amaç için yüzyıl boyunca dil yasaları üzerine çalışıp her bir dilde gerekli, değerli ve başarılı olanı takdir etmiş olabilir ki!

268.

Bireyin askeri tarihi üzerine. - Birkaç kültürden geçen bireysel bir insan yaşamında aslında iki kuşak arasında, babayla oğul arasında yaşanması gereken yoğun mücadeleyi görürüz; ilişkinin yakınlığı bu mücadeleyi yoğunlaştırır, çünkü taraflardan her biri karşı tarafın çok iyi bildiği içsel özelliklerini acımasızca bu mücadelenin içine çeker ve böylece bu, bir bireyin içindeki en şiddetli mücadele olacaktır; her yeni evre burada, daha önceki evrelerin araçlarını ve amaçlarını yanlış anlamakta acımasızca adaletsiz davranarak onların üzerinden geçer.

269.

Çeyrek saat daha erken. - Arada sırada kendi zamanının ve kendi görüşlerinin ilerisinde duran ve yine de ancak bir sonraki on yılın sıradan görüşlerini önceden görecek kadar ileride duran birine rastlarız. Böyle biri, genel kanı genel hale gelmeden önce ona bağlanır, yanı diğer insanlardan çeyrek saat daha erken önemsizleşmeyi hak eden bir görüşün kucağına düşmüştür. Ne var ki, gerçekten muhteşem ve üstün olanlara oranla, böylesi bir kişinin şöhreti üzerine daha çok gürültü koparma eğilimi vardır. 214

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

270.

Okuma sanatı. - Her güçlü yönelim tek yönlüdür, yaklaşık olarak düz bir çizginin yönelimi gibidir ve o çizgi gibi kendine özgüdür, yani, zayıf kişilerin ve yapıların ileri geri bocalamalarının aksine, diğer birçok yönelime pek dokunmaz. Bu yüzden, tek yönlü olmalarından ötürü filologları da affetmeliyiz. Metinlerin üretilmesi ve onların, yüzyıllar boyunca loncalarda tutulan yorumlarıyla birlikte, bozulmaya karşı korunması, en sonunda doğru yöntemleri keşfetmemizi sağladı; koca ortaçağ güçlü filolojik yorumlar yapmakta tümüyle yeteneksizdi, yani bir yazarın ne dediğini anlamak gibi basit bir arzudan yoksundu; bu yöntemleri keşfetmek gerçekten bir şeydi, küçümsemeyelim! Bilimin tüm dalları ancak doğru okuma sanatı, yani filoloji doruŞa ulaştığı zaman süreklilik ve ciddiyet kazandı.

271.

Sonuç çıkarma sanatı.-İnsanların kaydettiği en büyük ilerleme doğru şekilde sonuç çıkarmayı öğrenmiş olmalarıdır. Bu hiç de, “herkes sonuç çıkarma, ama yalnızca birkaç kişi yargıda bulunma yeteneğine sahiptir” diyen Schopenhauer'ın farz ettiği kadar doğal bir şey değildir, tersine geç kazanılır ve hatta şimdi bile henüz üstünlük sağlamamıştır. Yanlış olan sonuçlar çıkarmak daha antik zamanlarda kuraldır ve tüm halkların mitolojileri, büyüleri ve batıl inançları, dinsel kültleri ve yasaları bu ilkenin kanıtları için tükenmez bir kaynaktır.

272.

Büyüme bireysel kültürü kuşatır. - Ruhsal üretkenliğin gücü ve zayıtlığı, hiçbir zaman, ona eşlik eden dinçlik düzeyine bağlı olduğu kadar miras alınan doğal yeteneğe bağlı değildir. Otuzlu yaşlardaki eğitimlilerin çoğu yaşamlarındaki bu erken gündönümünde geriler ve bu dönemden itibaren ruhsal doğrultularını değiştirmekte isteksiz olur. Bu yüzden gittikçe *

Schopenhauer, Etik, 114 (M. Faber.n)

215

İnsanca, Pek İnsanca — 1

büyüyen bir kültürün selameti için, şeyleri çok ilerletmeyen yeni bir kuşağa acilen ihtiyaç vardır çünkü babasının kültürüyle at başı gitse bile, oğul hemen hemen, babanın ona hayat verdiği dönemde bizzat sahip olduğu miktardaki miras alınmış enerjiyi sarf etmek zorundadır; küçük bir fazlalıkla biraz daha

ileriye gider (zira buradaki yol ikinci kez kat edilmekte olduğu

için, işler birazcık daha hızlı ilerler; oğul, babasının bildiklerini öğrenmekiçin, pek de aynı miktardaki enerjiyi harcamaz). Goethe gibi aşırı ölçüde enerjik olanlar, dört ardışık kuşağın nadiren kat ettiği kadar büyük bir mesafe kat ederler; ama bu yüzden öylesine ileriye giderler ki, diğer insanlar ancak bir sonraki yüzyılda onlara yetişir, hatta o zaman bile muhtemelen tam olarak değil, çünkü sık sık yapılan müdahaleler kültürün sürekliliğini ve onun gelişiminin mantıksal tutarlılığını zayıflatır. İnsanlar tarihin akışı içinde ulaşılan ruhsal kültürün bildik yollarında her zamankinden çok daha hızlı ilerler. Günümüzde, dinden etkilenen ve bu duygularla belki de en büyük canlılıklarına on yaşında ulaşan çocuklar olarak kültür dünyasına girmekle işe başlıyorlar; ardından inceltilmiş biçimlere (panteizm) geçerken bilime yaklaşıyorlar, Tanrı'nın, ölümsüzlüğün ve benzeri şeylerin tamamen ötesine geçerler ama metafizik bir felsefenin büyüleyiciliğine kapılırlar. En sonunda bu da onların nezdinde güvenilirliğini yitirir; buna karşılık, sanat, giderek daha çok şeyi açığa vurur gibi görünür, böylece metafizik, sanata ya da estetik olarak şekli değiştirilip yüceltilen bir yapıya dönüştürülmüş olarak, zar zor varlığını koruyup hayatta kalır. Fakat bilimsel anlayış her zamankinden çok daha hükmedici hale gelip insanı doğa bilimleriyle tarıhe, özellikle de en sıkı bilgi yöntemlerine yöneltirken, her zamankinden çok daha ılımlı ve çok daha iddiasız bir çarpıcılık sanatın başına kalır. Tüm bunlar şimdi bir insanın yaşamının ilk otuz yılı içinde gerçekleşme eğilimindedir. İnsanlığın herhalde otuz bin yıl boyunca uğraştığı bir dersin özetidir bu.

273.

Geriye giden, arkada bırakılmayan. - Şu anda gelişimine dinsel duygulardan başlayan ve muhtemelen ardın216

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

dan uzun bir süre boyunca metafizik ve sanat içinde yaşayan herhangi biri epeyce geriye gitmiştir ve elverişsiz koşullar altında diğer ınsanlarla yarışa başlar. Görünüşe bakılırsa o hem yeri hem de zamanı kaybeder. Fakat azmin ve enerjinin sınırsız olduğu ve gücün tükenmez kaynaklardan doğan volkanik bir akıntı gibi sürekli olarak öne atıldığı o bölgelerde bir mola vermiş olmakla, kendisini isabetli zamanda o bölgelerin dışına çıkarır çıkarmaz çok daha büyük bir hızla ilerler; ayakları kanatlanmıştır, göğsü daha sakin, daha derin bir şekilde ve daha büyük bir tahammülle nefes alıp vermeyi öğrenmiştir. Yalnızca sıçrayışı için yeterli boşluğu sağlamak amacıyla geri çekilmiştir; böylece, bu geriye gidişte korkutucu ve tehdit edici bir şey bile bulunabilir.

274.

Sanatsal nesne olarak kendi özümüzün bir dilimi. —- Daha önemsiz insanların neredeyse düşüncesizce yaşayıp geçtikleri ve ardından ruhlarındaki tabletlerden sildikleri belli başlı gelişim evrelerinde bilerek beklemek, kendimiz için onların aslına uygun bir imgesinin kopyasını çıkarmak üstün kültürün göstergelerinden biridir: zira bu resim sanatının, yalnızca birkaç kişinin anladığı üstün bir türüdür. Bunu yapabilmek için, o evreleri yapay olarak yalıtmak gerekiyor. Tarıhsel çalışmalar bu tür bir resim yapma yeteneğinioluşturur, zira böylesi çalışmalar, tarihin bir dilimi ya da bir halkın veya bir bireyin yaşamı aracılığıyla teşvik edildiğinde, sürekli olarak bizi çok özgün bir düşünce ufku, özgün bir duygu yoğunluğu, şunun önceliğini ve bunun önemsizliğini hayal etmeye davet eder. Tarıh anlayışıverili bir durumda böylesi düşünce ve duygu sistemlerini çabucak, adeta bir tapınağın tam taklidini şans eseri ayakta kalmış birkaç sütun ve yıkık duvardan yaratıyormuşuz gibi yeniden inşa edebilme yeteneğinden oluşur. Bunun en doğrudan sonucu türdeşimiz olan insanları bu türden oldukça özgün sistemlerin ve farklı kültürlerin temsilcileri olarak, yani zorunlu ama değişebilir olan insanlar olarak anlamamızdır. Tersi bir durumda ise, kendigelişimimizi parçalara bölüp her bir parçayı bağımsız olarak temsil edebiliriz. 217

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

279.

Kinik ve Epikuroscu. - Kinik, daha yüksek bir kültür düzeyine ulaşmış insanların çoğalmış ve büyümüş acılarıyla ihtiyaçlarının bolluğu arasındaki bağlantıyı görür; bu yüzden kinik, güzel, kusursuz, uygun, zevkli olan şeyler hakkındaki fikirleri ağırlayan hancının yalnızca hazzın verimli kaynaklarını değil, aynı zamanda hoşnutsuzluğun kaynaklarını da yaratması gerektiğini düşünür. Bu görüşle uyumlu olarak, kinik bu fikirlerin pek çoğunuterk ederek ve kültürün belirli taleplerinden vazgeçerek kendi gelişiminde geri adım atar; böylelikle bir özgürlük ve güçlenme duygusu kazanır ve alışkanlık aşamalı olarak, onun yaşam tarzını onun için dayanılabilir kıldığında aslında kültürlü insanlara oranla çok daha az ve çok daha zayıf hoşnutsuzluk duygusuna sahip olacak ve hemen hemen evcil bir hayvan haline gelecektir; buna ek olarak, gerçekten hissettiği her şey karşıtlığın cazibesine sahiptir ve kalbinin hoşnutluğunu da lanetleyebilir ki böylece pekâlâ da bir hayvanın duygu dünyasının ötesine geçebilir. Epikurosçu da kinikle aynı bakış açısını benimser; genel olarak,yalnızca bir mizaç farklılığı onları birbirinden ayırır. Ve böylece Epikurosçu kendisini egemenfikirlerden kurtarmak için kendi üstün kültürünü kullanır; Epikurosçu egemen fikirleri aşarken, kinik onları yadsımaya devam etmekten başka bir şey yapmaz. Öyle ki, Epikuroscu rüzgârsız, korunaklı alacakaranlık yollarda gezinirken, yukarısındaki ağaçlar rüzgârla silkelenip ona ihanet ederek dışarıdaki dünyanın ne kadarşiddetli bir şekilde hareketettiğini gösterir gibidir. Öte yandan kinik ise, çıplak bir şekilde dışarıda esen rüzgâra çıkıp bayılıncaya kadar kendisini kasıyor gibidir.

276.

Kültürün küçük evreniyle büyük evreni. — İnsanlar içlerinde iki heterojen gücün hüküm sürdüğünü fark ettiklerinde kültür hakkındaki en iyi keşifleri gerçekleştirirler. Plastik sanatlara ya da müziğe sevdalı olduğu kadar bilimin ruhuyla da kendinden geçen ve bu çelişkiyi bir tarafı Iptal edip diğerini tamamen serbest bırakarak ertelemenin imkânsız oldu218

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

gunu gören biri veri olarak alındığında; onun önündekitek olasılık kendisine, o her iki gücün de, zıt köşelerde bile olsa, içinde ikâmet edebilecekleri kadar büyük bir kültürel yapı biçimini vermesidir, gerektiğinde, bu iki güç arasında patlak verebilecek sorunların üstesinden gelebilecek kadar güçlü olan aracı güçler de orada yer alır. Tek bireydeki böyle bir kültürel yapı, yine de, koca bir çağın kültürel yapısıyla en büyük benzerliğe sahip olacaktır ve örnekseme yoluyla onun hakkında kesintisiz bir öğretim sağlayacaktır. Zira kültürün muhteşem mimarisi nerede gelişmişse, oradaki görevi, dığer daha az uyumsuz olan güçlerden oluşan muazzam sayıdaki birlikleri bir araya toplayarak, ama çekişme halinde olan güçleri bastırıp zincire vurmadan,karşılıklı uyuma zorlamak olmuştur.

277.

Mutluluk ve kültür.- Çocukluğumuzun geçtiği yerleri görmek bizi derinden etkiler; bahçe içindeki ev, mezarlarıyla birlikte kilise, gölcükler ve korular; bunları tekrar görmek her zaman bize acı verir. Kendimize acıma bizi sarıp sarmalar, zira o Zamandan beri ne kadar çok acı çektik! Ama burada herşey hâlâ nasıl da sessiz, nasıl da ebedi duruyor, sadece biz çok farklılaştık, biz böylesine altüst olduk; hatta zamanın bir meşe ağacına geçirdiğinden dahafazla diş geçiremediği insanlara bile bir kez daha rastlayabıiliriz: Çiftçiler, balıkçılar, ormancılar; onlar yine aynı. Daha düşük bir kültürü gördüğünde etkilenmek ve kendine acıma duygusuna kapılmak üstün kültürün göstergesidir; ki bundan, üstün kültürün hiçbir durumda mutluluğu artırmadığı gibi bir sonuç çıkar. Mutluluğu ve yaşamdan haz almayı hasat etmek isteyen birinin yapacağı tek şey üstün kültürden uzak durmaktır.

278.

Dans metaforu. - Birinin bilgiyi edinirken, şiirin, dinin ve metafiziğin adeta kendisinin yüz adım önüne geçmesine izin verdiği ve hâlâ da onların gücünüve güzelliğini takdir ettiği diğer zamanlardaki gibi açık ve titiz olacak kadar güce ve esnekliğe sahip olması şimdi büyük bir kültürün belirleyici göstergesi ola219

İnsanca, Pek İnsanca — 1

rak değerlendirilmelidir. Bu kadar farklı olan iki iddia arasında bu türden bir konumu sürdürmek oldukça zordur, çünkübilim kendi yöntemlerinin mutlak üstünlüğü için bastırır ve eğer kişi bu baskıya boyun eğmezse, değişik Itkiler arasındaileri geri bocalayıp durmak gibi farklı bir tehlike ortaya çıkar. Her şeye rağmen bu zorluğa, en azından bir metafor aracılığıyla geçici bir çözüm bulabilmek için dans etmenin farklı güdüler arasında zayıf bir şekilde ileri geri sendelemekle aynı şey olmadığını hatırlayın.

Üstün kültür gözü pek bir dans gibi görünecektir. Bu yüzdendir kı, görüldüğü gibi, epeyce güce ve esnekliğe ihtiyaç vardır.

279.

Hayatı kolaylaştırmak üzerine. - Hayatı kolaylaştırmanın başlıca araçlarından biri onun içinde cereyan eden tüm olayları idealize etmektir fakat resme bakarak idealize etmenin ne anlama geldiğini kendimiz için oldukça anlaşılır hale getiririz. Ressam izleyicinin fazla dıkkatlı, fazla keskin bakmamasını talep eder; onu belli bir mesafede durmaya, oradan gözlem yapmaya Zorlar; ressamdan, gözlemciyle resim arasında oldukça özgün bir mesafe öngörmesi istenir; gerçekten de, ressam aynışekilde izleyicisinin görüş gücünde bile özgün bir keskinlik düzeyini varsaymalıdır; böyle şeyler söz konusu olduğunda tereddüt etmeye kalkışmamalıdır. Yaşamını idealize etmek isteyen herkes işte bu yüzden onafazla dikkatli bakmamalı ve bakışlarını hep belli bir mesafede tutmalıdır. Mesela Goethe bu hileyi anlamıştı.

280.

İşleri kolaylaştırırken zorlaştırmak ve tersi. — İnsan yaşamını belli aşamalarda zorlaştıran pek çok şey dahaileri bir aşamada kolaylaştırmaya hizmet eder çünküböylesi ınsanlar hayatta daha zor şeyler görmüşlerdir. Bunun tersi de olur. Böylece, örneğin din, birinin ona kendi yükünden ve sıkıntısından kurtulmak için mi, yoksa yükseklere çıkamasın diye kendisine vurulmuş bir prangaya bakar gibi mi baktığına bağlı olarak iki çehreye sahiptir. 220

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

281.

Üstün kültür zorunlu olarak yanlış anlaşı-

lır. — Enstrümanına yalnızca iki tel takan herhangi biri, tıpkı sahip oldukları bilme dürtüsünün yanı sıra yalnızca kazanılmış bir dinsel bilgiye sahip olan bilginler gibi, daha fazla telle çalabilen insanları anlamaz. Daha düşük kültürler tarafından yanlış yorumlanmak, üstün, çok-telli kültürün doğasında vardır; örneğın, sanata yalnızca dinselliğin kılık değiştirmiş bir biçimi olarak değer verildiğinde olduğu gibi. Hakikaten de, yalnızca dindar olan insanlar bilimi bile bir dinsel duygu arayışı olarak anlar, tıpkı sağır-dılsizlerin müziğin gözle görülebilir hareketlerden başka ne olduğunu bilmemesi gibi.

282.

Matem şarkısı. - Vita contemplativanın* giderek daha az ve seyrek olarak küçümsenmesi herhalde zamanımızın beraberinde getirdiği avantajlardan biridir. Fakat zamanımızın büyük ahlakçılar bakımından yoksul olduğunu Pascal, Epiktetos, Seneca ve Plutarkhos'un artık çok az okunduğunu -bir zamanlar büyük Tanrıça sağlığın maiyetinde olan- çalışmanın ve gayretin zaman zaman bir hastalık gibi kırıp geçirir göründüğünü itiraf etmeliyiz. Çünkü düşünmek için zamandan ve düşünürken gerekli olan sakinlikten yoksunuz, farklı düşünceler üzerine artık düşünüp taşınmıyoruz; onlardan nefret ederek kendimizi rahatlatıyoruz. Yaşamın muazzam ölçüde hızlandırılmasıyla birlikte, ruh ve göz kısmen ya da yanlış bir şekilde görüp değerlendirmeye alışık hale geldi ve herkes, bir ülkeyi ve onun halkını, içinde yolculuk ettiği trenden bakarak tanıyan yolcuya benzemeye başladı. Bilgi karşısındaki bağımsız ve dikkatli tutumu neredeyse

bir delilik türü olarak küçümsüyoruz. Özgürruh,özellikle, şeyle-

ri kendi bütünlüğü içinde ve karınca gayretiyle gözlemlemesini sağlayan sanatı ıskalayan ve onu memnuniyetle bilimin ücra köşelerinden birine sürgün edebilecek olan bilginler tarafından gözden düşürüldü. Oysa özgür ruhun,silah altına alınmış olan *

Vita contemplativa: (Lat) Derin düşünceye ya da meditasyona adanmış bir hayat.

221

İnsanca, Pek İnsanca - 1

tüm bilim insanları ile bilginlere uzaktan komuta etmek ve kültürün yollarını ve amaçlarını göstermek gibi oldukça farklı ve daha önemli bir görevi vardır. Biraz önce yaşanan türden bir matem muhtemelen ömrünü dolduracak ve meditasyon dehası etkili bir geri dönüş gerçekleştirdiğinde, en sonunda kendiliğinden susacaktır.

283.

Aktif insanların başlıca eksikliği.- Aktif insanlar genellikle üstün bir etkinlik biçiminden yoksundur; bireysel etkinliği kastediyorum. Onlar tamamen kendine özgü bireyler ve benzersiz birer insan olarak değil, yetkililer, iş insanları, bilginler, yani belli türdeki varlıklar olarak aktiftir; bu anlamda onlar tembeldir. Etkinliklerinin neredeyse her zaman bir parça saçma oluşu aktif insanların talihsizliğidir. Örneğin, para biriktirmekle meşgul olan bir bankacıya, bu durmak bilmeyen etkinliğinin amacını sormayı göze alamayız, saçmadır bu. Aktif ınsanlar, bir taşın, mekaniğin yasalarının aptallığına göre yuvarlanmasıgibi, yuvarlanıp dururlar. Tüm zamanlarda olduğu gibi, tüm insanlar şimdi köleler ve özgürler kategorilerine ayrılmaktadır; zira gününün üçte ikisini kendisine ayırmayan herhangi biri, kim olursa olsun,ister devlet adamı, ister işadamı, ister resmi görevli, ister bilgin olsun, aslında bir köledir.

284.

Aylaktan yana olmak. - Düşünceli yaşama değer verilmesinin bir göstergesi olarak, bilginler, bu tür bir hazza gerçekte hakları olan ve aslında daha mutluluk verici olan hazza verdiklerinden daha yüksek bir değer veriyormuşgibi görünsünler diye, şimdi telaş içinde edinilmiş bir tür hazla aktif insanlarla yarış halindeler. Bilginler otiumdan” utanır. Halbuki boş zamanda ve aylaklıkta bir soyluluk vardır. Eğer aylaklık gerçekten tüm kötülüklerin başlangıcı ise, hiç olmazsa bu yüzden tüm erdemlerin en yakınına düşer; aylak her zaman aktif olandan daha iyi biridir. *

Otium:(Lat) Boşzaman.(Ed.n)

222

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

Ama boş zamandan ve aylaklıktan söz ederkensizı,siz miskinleri kastettiğimi elbette düşünmüyorsunuz değil mi?

285.

Modern huzursuzluk.- Batıya doğru gidildikçe modem yaşamın curcunası giderek büyür, öyle kı bir bütün olarak Avrupa sakinleri, arılar ve eşekarıları gibi ortalıkta uçuşmalarına rağmen, kendilerini Amerikalılara sakin ve zevk sahibi Insanlar olarak takdim ederler. Bu curcuna öyle bir noktaya gelmiştir ki, üstün kültür artık kendi meyvelerinin olgunlaşmasına tahammül edemiyor; sanki mevsimler hızla birbirlerini izliyormuş gibi. Bu sakinlik eksikliğinden ötürü, uygarlığımız yeni bir barbarlığa doğru ilerliyor. Aktif insanlar, yani huzursuz insanlar, hiçbir zaman bu kadar değerli olmamıştır. Bu yüzden insanlığın karakterinde gerçekleştirmemiz gereken zorunlu düzeltmeler arasında, insanlıktaki dalgınlık öğesinin kayda değer şekilde güçlendirilmesi de vardır. Kafasında ve yüreğinde sakin ve sebatkâr olan her birey yalnızca iyi bir yapıya değil, aynı zamanda genel olarak yararlı bir erdeme sahip olduğuna ve hatta bu erdemi korumakla daha yüce bir görevi yerine getirdiğine inanma hakkına sahiptir.

286.

Aktif kişi ne ölçüde tembeldir. - Herkesin, hakkındafikir sahibi olunabilecek her şey hakkında kendifikrinin olması gerektiğine inanıyorum, çünküo kendisi bir bireydir, her şeye karşı yeni, eşi görülmemiş bir yaklaşım sergileyen benzersiz bir şeydir. Ne var ki, aktif bir kişinin ruhunun derinliklerinde yatan tembellik onun kendi kuyusundan su çekmesini engeller. Fikir özgürlüğü için geçerli olan sağlık için de geçerlidir: Her ikisi de bireyseldir; hiçbiri hakkında genel geçerliliği olacak bir anlayış ortaya konulamaz. Bir bireyin kendi sağlığı için ihtiyaç duyduğu şey bir başkasını hasta eder ve kişiyi ruhun özgürlüğürne götüren pek çok yol ve araç, daha yüksek bir gelişim düzeyine erişmiş kişilikler için esarete götüren yollar ve araçlar haline gelebilir. 223

İnsanca, Pek İnsanca — 1

287.

Censor vitae." - Sevgiyle nefret arasındaki dalgalanma uzunca bir süre, yaşam hakkındaki yargılarında özgür olmak isteyen birinin içsel durumunu tanımlar; böyle biri hiçbir şeyi unutmaz ve iyi ya da kötü olsun, her şeyin kaydını tutar. Ruhundaki koca tablet en sonunda deneyimlerin yazılmasıyla dolduğunda, varoluşu küçümseyip ondan nefret etmeyecek, ama onu sevmeyecektir de ve bunun yerine, bazen neşeli bir gözle, bazen kederli bir gözle varoluşa odaklanacak ve tıpkı doğa gibi, bazen yaz, bazen de kış havasında olacaktır.

288.

Yan başarı. - Özgür olmayı ciddi olarak isteyen biri, süreç

içinde, öyle yapmak zorunda olmadığı halde her tür hata ve kötülük eğilimini kaybedecektir; sıkıntı ve kızgınlık da ona daha seyrek dil uzatacaktır. İradesi bilgiden ve onu elde etme araçlarından başka hiçbir şeyi böylesine azimle istemez, yanı, bilgiyi elde etmeye en uygun olduğu kalıcı durumu.

289.

Hastalığın değeri. - Yatakta hasta yatan kişi bazen, kendisini hasta eden şeyin resmi konumu, mesleği ya da toplumu olduğunu ve onların akıl sağlığını yitirmesine neden olduklarını keşfeder. Hastalığının ona dayattığı boş zaman sayesinde bu bilgeliğe ulaşır.

290.

Kırda duyarlılık. - Eğer birinin yaşam ufkunda sağlam, huzur verici çizgiler, dağlar ve ormanlar tarafından çizilen türden çizgiler yoksa, onun en içindekiiradesi, tıpkı şehirde yaşayan birinin yapısı gibi, huzursuz, telaşlı, açgözlü hale gelir. Ne kendisi mutludur ne de başkalarına mutluluk verebilir. *

Censorvitae:(Lat.) Hayatın sansürü.(Ed. n.)

224

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

291.

Özgür ruhların sakınganlığı. —- Yalnızca bilgi için yaşayan özgür görüşlü insanlar yaşamdaki dışsal amaçlarına, toplum ve devletle ilişkide nihai konumlarına ulaştıklarını çabucak fark edeceklerdir ve örneğin, küçük bir resmi konumla ya da yaşamaları için zar Zor yeterli olan bir mülkiyetle mutlu olacaklardır; çünkü onlar yaşamlarını öyle bir şekilde düzenleyeceklerdir ki ne ekonomik koşullardaki büyük bir değişim ne de siyasal düzenin yıkılması onların yaşamını yıkabilir. Onlar tüm bu şeyler için mümkün olduğu kadar az çaba harcarlar ki böylelikle biriktirdikleri tüm güçleriyle ve derin bir nefesle bilgi öğesine dalabilsinler. Bu yüzden, onlar derinlemesine dalmayı ve hatta en dibi görmeyi umabilirler. Böyle bir ruh bir olayın yalnızca kenar kısımlarını dikkate alır; şeyleri tüm genişlikleriyle ve kıvrımlarının enginliğiyle sevmez, çünkü kendini onların içinde dolaştırmak istemez. O, esaretin, bağımlılığın, köleliğin çalışma günlerini de bilir. Ama zaman zaman özgürlüğün bir pazar günü de ona denk gelmelidir, yoksa hayata tahammül edemez. Onun sahip olduğu insanlık sevgisinin bile sakıngan ve nefes darlığı çekiyor olması muhtemeldir, çünkü o, eğilimler ve körlükler dünyasıyla yalnızca bilgi amacının gerektirdiği ölçüde bir ilişki içinde olmak ister. Ve eğer suçlayıcı sesler onu sevgi fakiri olarak tanımlarsa adaletin kılavuzluk yapan ruhunun kendi hayranı ve protögg'si" adına konuşacağına güvenmek zorundadır. Onun hayatı yaşama ve düşünmetarzında, daha adi kardeşlerinin yaptığının tersine, kendisini kitlelerin onayına sunmaya tenezzül etmeyen ve dünyanın içinden ve dışından sessizce geçmeyi tercih eden ince bir kahramanlık vardır. Ne tür labirentler içinde dolanırsa dolansın, deresi ne tür kayalıklar arasında azap dolu yoluna devam ederse etsin, aydınlığa ulaştığında, yoluna açıkça, hafifçe ve neredeyse sessizce devam eder ve gün ışığının oynayarak kendi derinliklerine inmesineizin verir.

292.

İleri.— Ve onunlabirlikte, bilgelik yolunda sağlam bir adım ve sarsılmaz bir güvenle ileri! Ne olursan ol, kendinin deneyim *

Protög& (Fr) Korunuk, korunup kayırılan kimse, (Ed. n))

İnsanca, Pek İnsanca — 1

kaynağı olarak hizmet et! Yapın hakkındaki hoşnutsuzluğunu bir tarafa at, kendini kendi özüniçin affet, çünkü her durumda, içinde, bilgiye trmanmanı sağlayacak yüz basamaklı bir merdivene sahipsin. Yaslı bir şekilde içine fırlatıldığını hissettiğin çağ bu iyi talihinden dolayı seni kutsanmış olarak kabul ediyor; o çağ sana, senin daha şimdiden, daha sonraki bir çağın insanlarının belki de mahrum kalacağı deneyimler yaşadığını haykırıyor. Hâlâ dindar olduğu için çağını küçümseme; sanata hâlâ gerçek anlamda ulaştığın ölçüde onu keşfet. Tam da bu deneyimlerin yardımıyla ve daha büyük bir kavrayışla insan geçmişinin olaganüstü uzamının kaynağına geri gidemez misin? Daha antık kültürlerin en görkemli meyvelerinin pek çoğu tam da zaman zaman canını bir hayli sıkan bu toprakta, anlaşılır olmayan düşünce toprağında yetişmemiş miydi? Sanatı ve dini bir anne ve bir hemşire gibi sevmiş olmalıyız; öteki türlü bilge olamayız. Ama ötesine de bakabilmeli ve onların içine sığamayacak kadar büyümeliyiz; büyüleri altında kalırsak onları anlamayız. Sen de aynı şekilde tarihe ve bu ölçeklerin titiz dengesine aşina olmalısın: “Bir yandan-öte yandan.” İnsanlığın geçmişin çölünde geçtiği en büyük, en kederli yoldaki ayak izlerini takip ederek geriye dön. Böylece, daha sonraki tüm insanlığın ne gidebileceği ne de gitmeyi göze alabileceği yer hakkındaki en büyük kesinlik sana öğretilmiş oluyor. Ve sen tüm gücünle ileriye dikkatle bakmak ve geleceğin düğümünün nasıl atılacağını görmek istediğin için, yaşamın bilginin bir aracı ve yöntemi olarak değer kazanır. İçinde yaşadığın her şeyi -deneyler, yanlış yöne sapmalar, hatalar, yanılsamalar, tutkular, sevgin ve umudun- geride hiçbir şey bırakmaksızın çözerek amacın haline getirmek senin elindedir. Bu amaç kendinin kültür halkalarının zorunlu bir zinciri haline gelmen ve bu zorunluluktan kültürün genel doğrultusundaki zorunluluğa ilişkin sonuçlar çıkarmandır. Bakışların varlığının ve bilginin kuyusunun karanlık dibini görecek kadar güçlendiöinde, o zaman belki geleceğin kültürlerinin uzak takımyıldızları da bu aynada senin için gözle görülebilir hale gelecektir. Böyle amacı olan böyle bir yaşamın fazlaca yorucu, tüm konforlardan fazlaca yoksun olduğuna inanıyor musun? Öyleyse hiçbir balın bilgi balından daha tatlı olmadığını ve üzerinde dolaşan sıkıntı bulutlarının güçlenmek için süt sağacağın bir hayvan memesi 226

Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri

olarak hizmet etmesi gerektiğini henüz öğrenmemişsin. Yaşlılık geldiğinde, doğanın sesine, tüm dünyayı haz aracılığıyla yöneten doğanın sesine nasıl kulak verdiğini ilk defa gerçekten göreceksın. Zirvesine yaşlılıkta ulaşan bu aynı yaşamın bilgide de, kesintisiz bir ruhsal neşenin tatlı gün ışığında da bir zirvesi vardır; yaşamın aynı tepesinde hem yaşlılığa hem de bilgeliğe rastlayacaksın, doğa öyle olmasını arzuladığı için. Artık ölüm denilen sisin yaklaşmasının zamanı gelmiştir, ofkelenmeyi gerektiren hiçbir neden yoktur. Işığa doğru, son hareketin; coşkun bir bilgi haykırışı, son sesin.

227

VL BÖLÜM

BAŞKALARIYLA İLİŞKİLERDE 293.

İyi niyetli ikiyüzlülük. - Başka insanlarla olan ilişkilerimizde çoğu zaman iyi niyetli bir ikiyüzlülüğe ihtiyaç vardır, sanki onların eylemlerinin nedenlerini sezmemişiz gibi.

294.

Kopyalar.- Hiçde seyrek olmayan ölçüde, önemli insanların kopyalarıyla karşılaşırız ve yağlıboya tablolarda olduğu gibi, burada da çoğu insan oryinallerden değil kopyalardan daha çok haz almaktadır.

295.

Konuşmacı.- Çok anlamlı konuşabiliriz ama yine de öyle bir tarzda konuşuruz ki, dünyadaki herkes tersini bağırır yani, dünyadaki herkese hitaben konuşmadığımız zamanlarda.

296.

İçtenliğin olmayışı. - Arkadaşlar arasında içtenliğin olmayışı, onarılamaz hale gelmeksizin kınanması mümkün olmayan bir hatadır.

231

İnsanca, Pek İnsanca — 1

297. Verme sanatı üzerine. - Sırf doğru biçimde sunulmadı diye bir hediyeyi reddetmiş olmak bizi hediyeyi veren kişi karşısında üzer.

298. En tehlikeli partı üyesi.- Her partide partinin ilkelerini fazlasıyla saf bir şekilde ifade ettiği için diğerlerinin partiden ayrılmalarına yolaçan biri vardır.

299. Hastalara danışman. - Hasta olan birine tavsiyelerde bulunan herhangi biri, tavsiyesi ister kabul isterse de reddedilsın, söz konusu hasta karşısında üstünlük duygusuna kapılır. Bu yüzden, hassas ve onurlu olan hastalar, hastalıklarından daha çok, kendilerine tavsiyede bulunanlardan nefret ederler.

300.

İki eşitlik türü. - Eşitlik tutkusu ya diğer herkesi(onları hor görerek, onlarınsırlarını elde ederek veya onlara çelme taka-

rak) kendi bulunduğu düzeye düşürmek isteyen ya da kendisini diğer herkesle (onları onaylayarak, onlara yardım ederek,onla-

rın başarılarından haz alarak) birlikte yukarıya çekmek isteyen birinde ifadesini bulabilir.

301. Mahcubiyete karşı. - Aşırı ölçüde mahcup olan insanların yardımına koşmanın ve onlara güven vermenin en iyi yolu onları inandırıcı şekilde övmektir. 232

Başkalarıyla İlişkilerde

302.

Belirli erdemlerin tercih edilmesi.- Onun rakibimizde hiçbir şekilde var olmadığını fark edinceye kadar, belirli bir erdeme sahip olmaya özelbir değer atfetmeyiz.

303.

Neden çelişkiye düşeriz.-Bırfıkirile, kabul edilemez bulduğumuz şey aslında yalnızca onunifade ediliş tarzı olmasına rağmen,sık sık çelişiriz.

304.

Güven ve içtenlik. - Hararetle başka birini kendisine karşı içten olmaya zorlayan biri, genelde o kişinin güvenini kazanıp kazanmadığından emin değildir. Kendisine güvenildiğinden emin olan herhangi biri içtenliğe fazlaca değer vermez.

305.

Arkadaşlığın dengesi. - Başka bir kişiyle olan ilişkimizde, kantarın bizim tarafımızdaki ölçeğine birkaç tahıl tanesi kadar hata koyduğumuzda, bazen uygun bir arkadaşlık dengesi yakalarız.

306.

En tehlikeli hekimler. - En tehlikeli hekimler, doğuştan oyuncu olanlar olarak, doğuştan hekim olanları taklit etmelerini sağlayan aldatına sanatını mükemmelleştiren hekimlerdir.

307.

Çelişkiler düzenli olduklarında. - Belli bir önermeye akıllı insanların onayını kazandırmak için, zaman zaman söz konusu önermeyi muntazam bir çelişki olarak sunmamız yeterlidir.

İnsanca, Pek İnsanca - 1

308.

Cesur insanlar nasıl kazanılır. - Bir eylemi oldurgundan daha tehlikeli göstererek cesur insanları harekete geçmeye ikna ederiz.

309.

Nezaketler. - Sevmediğimiz insanlar tarafından bize gösterilen nezaketleri hakaret sayarız.

310.

İnsanları bekletmek. - İnsanları tahrik etmenin ve

kafalarına art niyetli düşünceleri sokmanın emin yollarından biri onları uzun süre bekletmektir. Bu, insanları ahlaksızlaştırır.

311.

İnsanlara güvenmeye karşı. -Bizetamgüven duyan insanlar böylelikle bizim de onlara tamamen güvenmemiz hakkını kazandıklarına inanırlar. Bu yalnış bir sonuçtur; armağan vererek hiçbir hak kazanamayız.

32.

Telafi etmenin araçları. - İncittiğimiz birine üzeri-

mizden espri yapma imkânı tanımak, çoğu zaman ona kişisel bir tatmin sağlamak, hatta onu kendimize karşı iyı niyetli hale getirmek için yeterlidir.

313.

Dilin kibri. - Biri kötü niteliklerini ister gizlesin isterse de açıkça itiraf etsin, onun kibrinin her iki durumda da istediği şey böylelikle bir avantaj elde etmektir; bu niteliklerini sakladıklarıyla dürüst ve samimi davrandıkları arasında nasıl keskin bir ayrım yaptığına baksanıza. 234

Başkalarıyla İlişkilerde

314.

Düşünceli. - Hiç kimseyi kırmak istememek, kimseye zarar vermek istememek, korkulu bir karakterin olduğu kadar adıl bir karakterin de göstergesidir.

315.

Tartışma için gerekli olan. - Düşüncelerini buz üzerine nasıl koyacağını bilmeyen biri savaşın sıcaklığına bulaşmamalıdır.

316.

Birliktelik ve küstahlık. - Hep değerli insanlar arasında olduğumuzu bildiğimizde küstahlığı unuturuz; yalnız olmak küstahlığı besler. Genç insanlar hep, kendileri gibi, bir hiç olan ama önemli bir şey olmak isteyenlerle birlikte oldukları için küstahtır.

317.

Saldırı dürtüsü. - Çoğuzaman birine zarar vermek, onu yenmekiçin değil, yalnızca gücümüzün farkına varabilmekiçin saldırıya geçeriz.

318.

Dalkavukluk. - Onlarla olan ilişkilerimizde dikkatimizi dağıtmak için dalkavukluğu kullanmak isteyen insanlar tehlikeli bir araca, adeta uyuyan bir zehre, eğer bizi uyutmazsa, çok daha uyanık tutacak bir zehre başvuruyorlar.

319.

İyi mektup yazanlar. - Hiç kitap yazmayan, çok düşü-

nen ve etrafında fazlaca kişi olmayan biri genellikle iyi mektup yazacaktır.

235

İnsanca, Pek İnsanca — 1

320.

En çirkin olan nedir. - Çok gezmiş birinin dünyada ınsan yüzünden daha çirkin bir yer görmüş olup olmayacağı kuşkuludur.

321.

Sempatik insanlar. - Sempatik olan ve talihsiz durumlarda hep yardımcı olan tipler sevinci paylaşmakta nadiren böyledirler. Başkalarının işleri yolunda gittiğinde, onların yapacağı bir şey yoktur, gereksizdirler, üstün konumlarına artık sahip değillermiş gibi hissederler ve böylece hoşnutsuzluklarını kolayca açığa vururlar.

322.

İntihar edenin akrabaları. - İntihar eden birinin

akrabaları kendişöhretleri hakkındakıkaygılarından dolayı onu canlı kalmamaklasuçlarlar.

323.

Nankörlüğü önceden görmek. - Büyük bir hediye veren biri hiç minnettarlık görmez; çünkü hediyeyi alan onu kabul etmekle zaten fazlasıyla ağır bir yükünaltına sokulmuştur.

324.

Tekdüze bir toplumda. - Hiç kimse,akıllı birine, kendi zekiliğini göstermenin kibar olmadığı sosyal bir çevrede kendisını onların seviyesine koyma kibarlığı gösterdiği için teşekkür etmez.

320.

Tanıkların varlığı. - Biri suya düştüğünde orada bunu yapmayı göze alamayan insanlar mevcutsa, çok daha kolayca atlarız. 236

Başkalarıyla İlişkilerde

326.

Sessiz kalmak. - İşin içinde olan heriki taraf için de,

polemiğe karşılık vermenin en zevksiz yolu sinirlenip sessiz kalmaktır, çünküsaldırgan sessizliği genellikle bir aşağısama belirtısı olarak yorumlar.

327.

Bir dostun sırrı. - Bir sohbete konu bulma sıkıntısı çektklerinde, arkadaşlarının gizli işlerini açığa vurmayacak çok az kişi vardır.

328.

İnsanlık. —- Ünlü insanların insanlığı, pek tanınmayan ınsanlar arasında olduklarında kendilerini nazikçe yanlış olana dahil etmekten gelir.

329.

Kendini bilen kişi. - Toplum içinde kendilerinden emin olmayan insanlar, en yakınlarında olup onlardan daha aşağı olan ama yine de onlara sataşan biri karşısında üstünlüklerini açıkça sergilemekiçin her türlü imkânı kullanırlar.

330.

Şükran. - İncelmiş bir ruh birilerinin kendisine karşı

yükümlülük altında olduğunu bilmenin baskısı altındadır; kaba bir ruh ise, kendisinin başkalarına karşı yükümlü olduğunu bilmenin baskısı altındadır.

331.

Yabancılaşmanın belirtisi. -İkiinsanın sahip olduğu görüşlerdeki yabancılaşmanın en güçlü belirtisi, her birinin diğeriyle ironik bir şekilde konuşması ama hiçbirinin oradakiironiyi fark etmemesidir. 237

İnsanca, Pek İnsanca — 1

332.

Saygıya layık olanların küstahlığı. - Erdemli olanlardaki küstahlık erdemli olmayanlardaki küstahlıktan çok daha fazla rahatsızlık verir çünkü erdem zaten rahatsızlık vermektedir.

333.

Sesteki tehlike. - Bazen sohbette kendi sesimizin gürültüsübizi telaşlandırıp yanıltarak hiç de düşüncemize denk düş-

meyen değerlendirmeler yapmamıza yolaçar.

334.

Sohbette.-Sohbet sırasında, diğer kişiyle hemfikir olma ya da fikir ayrılığına düşme eğiliminde olmamız tamamenbiralışkanlık meselesidir, diğeri de öbürü kadar mantıklıdır.

330.

Komşumuzun korkusu. - Komşumuzun düşmanca karakterinden ürkeriz çünkü onun sırlarımıza erişmesinden korkarız.

336.

Azarlayarak ayırt etme. - Derin saygı gösterilen ınsanlar azarlamalarını bile sanki bizi bu şekilde ayırt etmek istiyorlarmış gibi, birer unvan gibi sunarlar. Bunların bize, söz konusu kişilerin bizlerle ne kadar ciddi biçimde ilgilendiklerini fark ettirmesi beklenir. Eğer onların azarlamalarını objektif

kabul edip kendimizi onlara karşı savunursak, onları tamamen

yanlış anlamış oluruz; böyle davranmakla onları kızdırırarak kendimizden uzaklaştırırız.

337.

Başkalarının iyi niyetine sinirlenme. -Bizdenne ölçüde nefret edildiği ve korkulduğu konusundakı inancımızda 238

Başkalarıyla İlişkilerde yanılıyoruz, çünkü kendimizin bir kişiden, bir konumdan ya da bir partiden ne ölçüde uzak olduğumuzun gayet farkındayız, oysa başka insanlar bizi yalnızca yüzeysel olarak tanımaktadır ve bu yüzden yalnızca yüzeysel olarak bizden nefret etmektedir. Sık sık bizim için açıklanamaz olan iyi niyetle karşılaşırız; ne var ki, eğer onu gerçekten anlarsak,bizi rahatsız eder, çünkübirinin bizi ciddiye almadığını ya da pek önemsemediğini gösterir.

336.

Çatışan kibirler. - Tanışan iki kışı, eğer onların kibri çoğu zaman aynı ölçüde yoğunsa, daha sonra birbiri hakkında olumsuz bir izlenime sahip olur çünkü onlardan her biri karşı kişi üzerinde bırakmak istediği izlenimi yaratmakla öylesine meşguldü ki karşıdaki kişi onun üzerinde hiçbir izlenim bırakmadı. Her ikisi de en sonunda çabalarının boşa gıttığını fark eder ve suçu ötekine atar.

339.

İyinin işareti olarak görgüsüzlük. - Üstün ruh patavatsızlıktan, küstahlıktan, hatta hırslı gençlerin kendisine yönelik düşmanlığından bile haz alır; bunlar henüz hiçbir binici taşımamış ama yakında taşımaktan onur duyacak olan ateşli küheylanların görgüsüzlükleridir.

340.

Yanlış yapmak makul olduğunda. -Bize haksızlık yapan suçlamaları bile, suçlayıcının, onu çürütmemiz şöyle dursun, onunla çeliştiğimizde bizde daha büyükbir yanlışlık göreceği her durumda, çürütmeksizin kabul etmekle iyi ederiz. Bu şekilde, açıkçası biri her zaman yanlışlık yapabilir ve yine de haklı olduğunu savunabilir ve nihayet dünyadakieniyi vicdanla en dayanılmaz tiran baş belası haline gelebilir; ve birey için geçerli olan aynı zamanda her kategorideki toplumlar için de geçerli olur. 239

İnsanca, Pek İnsanca — 1

341.

Çok az saygı duyulan. - Görmeyi beklediklerinden daha önemsiz bir ilginin belirtilerini gösterdiğimiz aşırı ölçüde kendini beğenmiş insanlar uzun bir süre boyunca bu konuda kendilerini ve başkalarını yanıltmaya çalışır ve diğer insanların gerçekten onlara yeterli ilgi gösterdikleri gibi bir durum yaratabilmek için kurnaz psikologlar haline gelirler; eğer amaçlarına ulaşamazlarsa, eğer aldatmacanın maskesi düşerse, çok daha büyük bir öfkeye kapılırlar.

342.

Konuşmada hâlâ yankılanan temel koşullar. — Erkeklerin bugünün toplumunda iddialarını ileri sürüş tarzında, onların başka her şeyden çok silah uzmanıoldukları zamanların yankısını sık sık algılayabiliriz: Erkekler zaman zaman iddialarını sankısilahlarını doğrultan nişancılarmış gibi ortaya koyarlar; başka zamanlarda ise, kılıçların ıslığını ve çatışmasını fülen duyarız ve bazı erkekler iddialarını yere çakılan ağır bir sopa gibi fırlatırlar. Öte yandan kadınlar ise, binlerce yıldır dokuma tezgahında oturmuş ya da bir dikiş 1iğnesine kılavuzluk etmiş veya çocuklarla çocuk gibi olmuş olan yaratıklar gibi konuşurlar.

343.

Anlatıcı. - Bir şeyi anlatan herhangi biri, söz konusu olayı, kendisini ilgilendirdiği için mi yoksa anlatımının başkalarının ilgisini çekmesini istediği için mi anlattığını kolayca ayırt edilebi-

lir hale getirir. İkinci durumda, anlatıcı abartacaktır, en üstünlük derecesi veren sözcükleri kullanacaktır ve benzer diğer şeyleri yapacaktır. Bu durumda genellikle kötü bir anlatıcı olacaktır çünkü kendisini düşündüğü kadar konuyu düşünmemektedir.

344.

Yüksek sesle okumak. - Heyecan verici metinleri yüksek sesle okuyan herhangi biri kendikışilığı hakkında keşiflerde bulunur. Kendi sesini başka durumlardan çok belirli ruh halle240

Başkalarıyla İlişkilerde ri ve sahneler için, dokunaklı olan her şey için ya da örneğin kaba güldürüler için doğal bulur, oysa tüm mesele onun günlük yaşamında muhtemelen dokunaklılığı ve maskaralığı sergileme ımkânı bulamamış olmasıdır.

345.

Komedide yaşamda cereyan eden bir sahne. — Biri bir konu hakkında, sosyal bir ortamda ortaya koymak üzere

akıllıca bir fikir geliştirir. İşte bir komedide, onun belli bir nok-

taya ulaşmak ve konuyu kendiaçıklamasını ortaya koyabileceği yere doğru yönlendirmek için nasıl pupa yelken gitmeye çalıştığını; nasıl konuyu sürekli olarak tek bir istikamet doğrultusunda ittiğini, zaman Zaman nasıl yönünü şaşırdığını, sonra nasıl tekrar bulduğunu, en sonunda nasıl uygun anı yakaladığını dinleyip gözlemleyeceğizdir; nefesi neredeyse ona yetersiz kalır ve sonra gruptakı bir başkası açıklamayı adeta onun ağzından alır. Şimdi ne yapacak? Kendi fikrini mi reddedecek?

346.

İstemeyerek kaba. - Biri istemeyerek bir başkasına kaba

davrandığında, örneğin onu tanımadığı için onu selamlamadığında, kendi niyetlerinden ötürü kendi kendisine sitem etmese bile, bu onun içine dert olur; diğer kişide yarattığı kötü düşünce canını sıkar ya da kötü duygunun sonuçlarından korkar veya diğer kişiyi incitmiş olmak ona acı verir; bu nedenle, kibir, korku ya da acıma harekete geçirilebilir, hatta belki tümü beraberce.

347.

Hainin başyapıtı. - Kişinin komplocu bir dostuna onun kendisine ihanet edeceği gibi aşağılayıcı bir şüpheyi ifade etmesi ve bunu tam da o bir ihanetle meşgulken yapması bir kötülük başyapıtıdır çünkü bu diğerkişiyi kendisiyle meşgul eder ve uzun bir süre boyunca oldukça şüphesiz ve açık davranmaya zorlar, böylece gerçek hainistediğini yapma imkânı bulur. 241

İnsanca, Pek İnsanca — 1

348.

Hakaret etmek ve hakarete uğramak. - Hakaret etmek ve daha sonra af dilemek hakarete uğrayıp daha sonra bağışlamaktan çok daha keyif vericidir. Birincisini yapan bir güç işaretini verir ve ardından da kişiliğinin iyiliği hakkında bir işaret verir. Diğeri, eğer ınsanlıkdışı biri olarak değerlendirilmek istenmiyorsa, affetmek zorundadır; bu zorunluluktan dolayı, bir başkasının utandırılmasında yalnızca zayıf bir keyif vardır.

349.

Anlaşmazlıkta. - Eğereşzamanlı olarak bir fikirle çelişip kendi fikrimizi ortaya koyarsak, diğer fikri sürekli olarak dikkate alışımız kendi fikrimizin doğal ifadesini genel olarak bozar; kendi fikrimiz daha amaçlı, daha katı, belki de bir parça abartılı görünür.

390.

Bir hile. - Bir başkasından zor bir şeyi elde etmekisteyen herhangı biri bu konuyu bir sorun olarak ele almamalı, tersine planını sanki tek olasılıkmış gibi ortaya koymalıdır; eğer muhatabının gözlerinde herhangi bir red ya da çelişki parıltısı görürse, nasıl çabucak müdahale edeceğini ve muhatabına nasıl hiç düşünme zamanı bırakmayacağını bilmelidir.

301.

Sosyal toplantılardan sonraki vicdan azapları. - Olağan sosyal toplantıların ardından neden vicdan azabı çekeriz? Önemli şeyleri hafife aldığımıziçin, başka insanlardan bahsederken tam bir dürüstlükle konuşmadığımız için ya da bir şey söylememiz gereken yerde sessiz kaldığımız için, durumdan faydalanarak yerimizden fırlayıp kaçmadığımız için, kısacası, toplum içinde onun bir parçasıymışız gibi davrandığımıziçin. 242

Başkalarıylaİlişkilerde

302.

Yanlış değerlendiriliyoruz. - Sürekli olarak kendisinin nasıl değerlendirildiğini duymak için dinleyen herhangi

biri en sonundasinirlenecektir. Çünkü bize en yakın olanlar (bizi

“en iyi tanıyanlar”) tarafından bile yanlış değerlendiriliyoruz.

İyi dostlar bile zaman zaman kıskanç bir sözcükte kendi kötü huylarını açığa vururlar; kaldı ki, onlar eğer bizi olduğumuz gibi tanısalardı dostlarımız olur muydu? Kayıtsız insanların değerlendirmeleri bir hayli incitir çünkü son derece bağımsız, neredeyse objektif gibi gelir. Ancak eğer bize düşman olan birinin hakkımızdaki gizli bir hususu kendi bildiğimiz kadar iyi bildiğini fark edersek, o zaman ne büyük bir dehşete düşeriz!

33.

Tablo tiranlığı. - Birkaç bireysel özelliği birleştirerek bir kişinin ya da bir olayın tam bir tablosunu çabucak ortaya çıkarabilen sanatçılar ve diplomatlar daha sonra olayın ya da kişinin onların betimlediği gibi olması gerektiğini talep etmeleri bakımından en adaletsiz kişilerdir; onlar aslında bir kişinin, onların onu temsil ettiği gibi yetenekli, kurnaz ve haksız olmasını talep etmektedirler.

394.

En iyi dost olarak akrabalar. -Birdostun nedemek olduğunu çok iyi bilen Yunanlılar, sadece ve sadece onlar dostluk üzerine derin, çok yönlü felsefi bir inceleme yapmışlardır; bu yüzden onlar, dostun kendilerine çözümlenmesi gereken bir sorun olarak göründüğü ilk ve şu ana kadar son halktı; bu aynı Yunanlılar akrabaları “dost” sözcüğünün en üstünlük derecesini belirten bir sözcükle ifade ediyorlardı. Bu benim için açıklanamaz olmaya devam ediyor.

3».

Yanlış anlaşılan dürüstlük. - Biri konuşmasında kendisini örnek olarak verdiğinde (“dediğim gibi”, “demek istiyo243

İnsanca, Pek İnsanca — 1

rum ki”) bu bir tür küstahlık izlenimi uyandırır, oysa bu durum daha sıklıkla karşıt bir kaynaktan ya da en azından bu anı daha önceki bir ana ait olan düşüncelerle süsleyerek güzelleştirmek istemeyen bir dürüstlükten doğar.

396.

Asalak. - Birinin sırf çalışmak zorunda kalmamak için bağımlılık içinde ve başkalarının sırtından yaşamayı tercih etmesi ve çoğu zaman, bağımlı olduklarına gizliden gizliye kin beslemesi, onun ince duyarlılıktan tamamen yoksun olduğunu gösterir. Bu tip erkeklere oranla kadınlar arasında daha yaygın-

dır ve (tarihsel nedenlerden dolayı) daha affedilebilirdir.

397.

Uzlaşma denilen sunak üzerine. -Birindenbir şeyi ancak onu kırarak ve onun düşmanı haline gelerek elde edebileceğimiz zamanlar vardır. Bu düşman kazanmış olma duygusu ona öylesine çok eziyet eder ki, yumuşatılmış bir tavrın ilk işaretini bir uzlaşma önerisi olarak değerlendirir ve daha önce kendisi için çok şey ifade ettiği için ne pahasına olursa olsun vermek istemediği şeyi uzlaşma denilen bu sunakta feda eder.

398.

Küstahlığın bir işareti olarak merhamet dıile-

mek. - Öfkelendiklerinde ve başka insanları kırdıklarında,

birincisi, bunu onlara karşı kullanmamamızı ve ikinci olarak böylesi şiddetli krizlere maruz kaldıkları için onlara acımamızı talep eden insanlar vardır.

399.

Yem. -“Herkesin bir değeri vardır” - Bu doğru değil. Ama herkes için yutmaktan kaçınamayacağı türden bir yem bulmak mümkündür. Böylelikle, bir şeye sırf hayırseverlik, soyluluk, yardımseverlik ve kendini feda etme süsü vererek o 244

Başkalarıyla İlişkilerde şey için pek çok kişinin desteğini kazanabiliriz; ki bu süsü veremeyeceğimiz herhangi bir şey var mıdır? Bunlar onların ruhlarının tatlı ve nefis buldukları şeylerdir; başkalarının ise farklı beğenileri vardır.

360.

Tavır övüldüğünde. - İyi dostlar yetenekli yapıya sahip birini övdüklerinde, söz konusu kişi çoğu zaman, aslında umrunda olmamasına rağmen, sanki kibarlıktan ve iyi niyetten dolayı memnunmuş gibi davranacaktır. Onun gerçek yapısı bu övgü karşısında oldukçailgisizdir, bu yüzden yapısı ona uzandığı güneşli ya da gölge yerden tek bir adım dahi attıramaz; ancak insanlar överek haz vermek ister ve eğer onun övgüsünden neşe almazsak onu üzmüş oluruz.

361.

Sokrates'in deneyimi. - Eğer biri herhangi bir şeye hâkim olabilmişse, tam da aynı nedenden ötürü tüm diğer şeylerde genelde tamamen beceriksiz kalmıştır; oysa o, Sokrates'in

de fark ettiği gibi, tam tersine inanır. İşte ustalarla arkadaşlık etmeyi tatsız hale getiren dezavantaj budur.

302.

Acımasızlaşmanın araçları. - En mantıklı ve nazik insanlar bile, aptallıkla mücadele ederken en sonunda acımasız insanlar haline gelir. Onlar böylece muhtemelen doğru savunma hattını bulmuşlardır, çünkü haklı olarak,aptal bir alın karşısındaki uygun argüman sıkı bir yumruktur. Ancak,belirtildiği gibi, kişilikleri nazik ve mantıklıdır, böyle bir öz savunma aracılığıyla kendilerine, karşı tarafa verdiklerinden çok daha fazla zarar verirler.

363.

Merak. - Eğer merak var olmasaydı, komşularımızın rahatı için çok az şey yapılacaktı. Ancak merak görev ya da acıma adı 245

İnsanca, Pek İnsanca - 1

altında talihsizlerin ve yoksulların evinin içine kadar sokulur. Herhalde bu kadar çok övülen anne sevgisinde bile azımsanmayacak miktarda merak vardır.

364.

Toplumdaki yanlış hesaplama. - Şu kişi yargılarından dolayı, bu kişi eğilimlerinden ve nefretinden dolayı, üçüncü bir kişi tanıdıklarından dolayı, bir dördüncüsü de yalnızlığından dolayı ilginç biri olarak değerlendirilmek ister; hepsi de yanlış hesaplar yapıyor. Çünkü önünde bu tür bir gösteri icra edilen kişi kendisinin burada dikkate alınacak tek gösteri olduğunainanır.

3065.

Düello. - Tüm onur meseleleri ve düellolar için, eğer biri, şu ya da bu kişi onun hakkında şu ya da bu şeyi söyledi ya da düşündü diye yaşamak istemeyecek kadar hassas duygulara sahipse, o zaman meseleyi onlardan birinin ya da ötekisinin ölümünü gerektirecek hale getirme hakkına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Onun bu kadar hassas oluşunaitiraz edemeyiz, çünkü bizler bu anlamda geçmişin, onun mükemmelliğinin olduğu kadar, onlar olmaksızın mükemmelliğin hiçbir zaman var olma-

dığı aşırılıklarının da mirasçılarıyız.İşte eğer kanın ölümün yeri-

ne geçmesine izin veren bir onur kuralı varsa, böylece bir düellonun kurallara göre yapılmasından sonra ruh rahatlayacaksa, bu büyük bir avantajdır çünkü ötekitürlü pek çok insan yaşamı tehlikede olacaktır. Daha da önemlisi, böyle bir kurum insanları ifadelerinde daha dikkatli olma doğrultusunda eğitir ve onlarla arkadaşlık yapılmasını mümkünkılar.

366.

Zerafet ve minnettarlık. - İnce bir ruh seve seve minnettar olma zorunluluğu hissedecektir ve zorunluluğa tabi olacağı durumlardan tedirgin bir şekilde kaçınmayacaktır; daha sonra ifade edeceği minnettarlığında da aynı şekilde sakin davranacaktır; oysa daha sıradan ruhlar herhangı bir şekilde zorunlur246

Başkalarıyla İlişkilerde luk altına girmeye karşı çıkarlar ya da daha sonra minnettarlıklarını ifade ederken aşırıya kaçarlar ve pek sebatkâr olurlar. Daha da önemlisi, bu sebatkârlığa aynı kökenden gelen ya da keyifsiz koşullar içinde olan insanlar arasında da rastlanır; kendilerine yapılan bir iyilik onlara bir zerafet mucizesi gibi görünür.

3067.

Belagatliliğin saatleri. - Bir kişi güzel konuşabilmek için, kendisinden açıkça daha üstün olarak tanınan birine ihtiyaç duyabilecekken, bir başkası, eksiksiz bir konuşma özgürlüğünü ve akıllıca seçilmiş, belagatli söz oyunlarını ancak üstün olduğu birinin huzurunda bulabilir; bunun nedeni her iki durumda da aynıdır; söz konusu kişilerden her biri ancak sans göne” konuştuğunda, yani biri kendisinden üstün olanların huzurunda herhangi bir rekabetçi dürtü ya da düşmanlık hissetmediği için, diğeri ise aynı şekilde kendisinden dahaaşağı düzeyde olanlara bağlı olarak güzel konuşabilir. Öyleyse, zafer kazanmak amacıyla ancak rekabetçi bir tarzda konuştuklarında güzel konuşan tamamen farklı bir insan türü vardır. Bu iki türden hangisi daha hırslıdır: Harekete geçen hırstan dolayı güzel konuşan tür mü, yoksa tamamen aynı dürtüden dolayı kötü biçimde konuşan ya da hiç konuşmayan tür mü?

368.

Dostluk yeteneği. — Özel bir dostluk yeteneğine sahip olan insanlar arasında iki tip öne çıkar. Biri sürekli olarak yükselmektedir ve kendi gelişiminin her evresine tamı tamına uyan bir dost bulur. Onun bu şekilde kazandığı dostlar dizisi kendi içinde nadiren tutarlıdır, kimi zaman uyumsuz ve çelişkilidir; söz konusu kişinin daha sonrakıgelişim evrelerinin daha önceki evreleri askıya alması ya da onlara karşıt bir doğrultuda ilerlemesi olgusuna tamamen uygun olarak. Böyle biri şakacıktan merdiven olarak adlandırılabilir. Diğer tip ise birbirinden oldukça farklı kişilikler ve yetenekler üzerinde bir çekim gücü kullanan,böylelikle geniş bir arkadaş çevresi kazanan biri tara*

Sansgöne:(Er)Sıkıntı ya da kısıtlama olmaksızın. (Ed. n.)

247

İnsanca, Pek İnsanca — 1

fından temsil edilmektedir; ne var ki, aralarındaki farka rağmen, onlar söz konusu kişiden dolayıbirbirleriyle yakın ilişkiye girerler. Böyle bir kişiyi bir çember olarak adlandırabiliriz, çünkü böylesine farklı mizaçlar ve yapılar arasındaki uygunluk bir şekilde o kişide önceden canlandırılmalıdır. Buna, iyi dostlar edinme yeteneğinin pek çok insanda iyi bir dost olma yeteneğinden çok daha büyük olduğu da eklenebilir.

369.

Konuşma taktikleri. - Biriyle yaptığımız bir sohbette, eğer muhatabımıza karşı nüktedanlığımızı ve cazibemizi tüm görkemiyle sergileme imkânı bulmuşsak onu en iyi biçimde alt etmişizdir. Birini kendi taraflarına çekmek isteyen akıllı insanlar söz konusu kişiye iyi bir nüktedanlık ve benzeri şeyler için en iyi ımkânları sunarak sohbet sırasında bu yöntemi kullanır. Her ikisi de karşıdaki kişiyi kendi tarafına çekmek isteyen ve bu yüzden her ikisi de sohbetteki iyi imkânları kullanmayarak ileri geri itip kakan son derece akıllı iki kişi arasında eğlenceli bir sohbet hayal edilebilir; böylece sohbet bir bütün olarak herhangi bir nükte ya da cazibe olmaksızın ilerler çünkütaraflardan her biri nüktedanlık ve cazibe imkânını karşı tarafa bırakır.

370.

Kötü huyları terk etmek. - Bir şeyi yapmakta başarısız kalan herhangi biri bu başarısızlığını tesadüf yerine, bir başkasının kötü niyetine bağlamayı tercih eder. Başarısızlığının nedeni olarak bir şeyi değil de bir kişıyı düşünmek onun kamçılanmış duyarlılığını rahatlatır; çünkü insanlardan intikam alabiliriz ama tesadüfün zararlarına katlanmak zorundayız. Bu yüzden, bir hükümdar bir şeyi yapmakta başarısız kaldığında, onun çevresibelirli bir bireyi sözde neden olarak gösterip o kişiyi tüm saray ahalisinin yararına feda etme eğiliminde olur; çünkü öteki türlü, hükümdarın kötü huyunun bedeli onların tümüne ödetilecektir, ne de olsa hükümdar Kader Tanrıçası'nın kendisinden intikam alamaz. 248

Başkalarıyla İlişkilerde

371.

Çevremizin rengini almak. - Eğilim ve nefret niçin bu kadar bulaşıcıdır ki, onun lehine ve aleyhine olan hususlarla dolup taşan bir varıle dönüşmeksizin, güçlü duyguları olan birinin yakınında hemen hemeri hiç yaşayamıyoruz? Birincisi, yargıdan tamamen kaçınmak çok zordur, kimi zaman kıbrimiz için bütünüyle dayanılmazdır; bu, düşünce ve duygu yoksulluğu ya da ürkeklik ve kadınsılıkla aynı ışık altında ortaya çıkar ve bu yüzden bizler taraf tutmaya, eğer bu konum gururumuzu daha çok okşayacaksa, en azından baskın yönelime karşı taraf tutmaya sevk ediliyoruz. Yine de, her zaman olduğu gibi —ki bu ikinci olasılıktır- aldırışsızlıktan eğilime ya da nefrete geçişin farkında bile değiliz, tersine aşama aşama kendimizi etrafımızdakilerle aynı şekilde hissetmeye alıştırırız ve duygusal uyumla karşılıklı fikir birliği her zaman hoş oldu6u için, kısa süre içinde çevremizin tüm belirtilerini ve tarafgir renklerinialırız.

372.

İroni. -İroninin yalnızca herhangi bir öğrenciyle etkileşim

içinde olan bir öğretmen tarafından kullanılacak pedagojik bir teknik olarak bir anlamı vardır; ironinin amacı küçük düşürmek ve utandırmaktır, ama iyi niyet uyandıran ve bize bu şekilde davranmış olan herhangi birkişiye, örneğin bir hekime yapacagımız gibi, saygı ve minnettarlık sunmamızı emreden geliştirici

bir tarzda. İroni yapan kendisini öylesine etkileyici biçimde cahil

biri olarak sunar kı, aslında onunla sohbet eden öğrenciler aldatılır, daha iyı bildiklerine duydukları kendinden emin inançla gözü pek hale gelirler ve kendilerini olabilecek her şekilde açığa vururlar; sakınganlıklarını terk ederler ve kendilerini oldukları gibi gösterirler; ta ki öğretmenlerinin yüzlerine tuttukları lambanın ışığı oldukça küçük düşürücü şekilde onlara yansıyıncaya

kadar. Öğretmen ile öğrenciler arasındaki türden bir ilişkinin

bulunmadığı herhangi bir yerde, ironi görgüsüzlüğün göstergesidir ve kaba bir yapmacık davranış türüdür. Tüm ironik yazarlar, diğer herkes karşısındaki üstünlüğü yazarla paylaşıyorlarmış gibi hissetmeyi ve yazarı kendi küstahlıklarının sözcüsü olarak 249

İnsanca, Pek İnsanca - 1

değerlendirmeyi seven aptal türden insanlara güvenirler. Bunun da ötesinde, ironiye alışma, tıpkı iğnelemeye alışma gibi, kötücül bir üstünlüğün niteliğini ona kazandırarak, insanın kişiliğini yozlaştırır; kişi en sonunda hem nasıl güleceğini hem de nasıl ısıracağını öğrenen çevik bir köpeğe benzer.

373.

Kuüstahlık. - Karşısında, tüm ekinlerimizi mahveden ve adına küstahlık denilen zararlı otun büyümesi karşısında olduöumuzdan daha dikkatli bir şekilde tetikte olmamız gereken başka hiçbir şey yoktur; çünküsevgide, saygının ifadelerinde,iyicil samimiyette, okşamada, dostça tavsiyede, hataların itiraf edilişinde, başkalarına acımada küstah bir yan vardırve eğero zararlı ot aralarındafilizlenirse tüm bu güzel şeyler insanda tiksinti uyandırır. Küstah bir kişi, yani olduğundan daha önemli görünmek isteyen ya da öyle değerlendirilen biri hep yanlış hesap yapar. Şüphesiz ki, huzurlarında küstahça davrandıkları, talep ettiği şeref payesini genelolarak ya korkudan ya da üşengeçlikten ötürü ona verdikleri sürece, küstah biri kendi cephesinde yalnızca geçici bir başarı elde edebilir; ancak söz konusu insanlar, tam da onun talep ettiği değerdeki ölçüsüzlüğe tekabül eden bir miktarı daha önce ona atfettikleri değerden eksilterek, korkunç bir

intikam alırlar. İnsanlar bize hiçbir şeyin bedelini, onları küçük

düşürmenin bedeli kadar pahalıya ödetmezler. Küstah biri gerçekten muhteşem olan yeteneğini başkalarının gözünde öylesine kuşkulu hale getirip küçültür kı, insanlar onu tuz buz ederler. Onurlu bir davranış bile ancak yanlış anlaşılmayacağımızdan ya da küstah biri olarak değerlendirilmeyeceğimizden emin olabiİeceğimiz bir noktada, örneğin dostlarımızın ya da eşlerimizin önünde, sergileme hakkını kendimize tanıyacağımız türden bir şeydir. Çünkü başka insanlarla olan ilişkilerimizde adımızın küstaha çıkmasına neden olmaktan daha büyük bir aptallık yoktur; bu, kibarca nasıl yalan söyleneceğini öğrenmemiş olmaktan bile daha kötüdür. 250

Başkalarıylaİlişkilerde

374.

Diyalog. - Diyalog kusursuz bir sohbettir çünkü kişilerden birinin söylediği her şey, konuşmakta olduğu diğer kişiye gösterdiği titiz ilgiden kendi özgün rengini, tonunu ve ona eşlik eden jesti alır ve bu yüzden, tek ve aynıkişinin şu ya da bu kişiye yazmasına bağlı olarak, kendi ruhunu ifade etmenin on yolunu ortaya koyduğu mektuplaşmada olup biten şeylere epeyce benzer. Bir diyalogda herhangi bir düşüncenin yalnızca tek bir kırılması vardır. Bu kırılma, düşüncelerimizi mümkün olduğu kadar güzel bir şekilde bize geri yansıtmasını arzuladığımız bir aynanın işlevini gören muhatap tarafından yaratılır. Peki ıkı, üç veya daha fazla muhatap söz konusu olduğunda durum nedir? Böyle bir durumda, sohbet bireyselleştirici inceliğini yitirir, değişik dürtüler ayrı amaçlara yönelerek birbirlerini geçersiz kılar; bir kişiyi hoşnut eden söz oyunu bir başkasının mizacına uymaz. Bundan dolayı, diğer birkaç kişiyle etkileşim içinde olan herhangi biri, kendi kabuğuna çekilmeye, olguları oldukları gibi ortaya koymaya ama konuları, insanlığın sohbeti dünyadaki en hoşnut edici şeylerden biri haline getiren şen, uçuk havasından arındırmaya zorlanır. Erkeklerin koca bir erkekler grubuyla sohbet ederken tercih ettikleri tona şöyle bir bakın; sanki söylenmiş olan her şeyin nakaratı gibidir: “İşte ben böyleyim, benim söylediğim budur, ondan istediğin sonucu çıkar.” Bu yüzden zeki kadınlar toplum içinde tanıştıkları herhangi biri üzerinde geneldeitici, acı verici, yasaklayıcı bir izlenim bırakırlar; bu kadınları tüm ruhsal çekicilikten mahrum bırakan ve göz kamaştırıcı bir aydınlık altında onların bilinçli bir şekilde kendilerine güvenmelerini, taktiklerini ve kamusal bir zafer kazanmaplanlarını teşhir eden şey, pek çok kişinin önünde pek çok kişiyle konuşmuş olmalarıdır: Oysa bir diyalogda, aynı kadınlar tekrar kadınsı hale gelerek ruhsal çekiciliklerine yeniden kavuşurlar.

370.

Ölümden sonra gelen şöhret. — Uzak bir gelecekten kabul görme umudu, ancak insanlığın özü itibariyle değişmemiş olarak kalacağını ve muhteşem olan her şeyin yalnızca bir çağ 251

İnsanca, Pek İnsanca — 1

için değil, tüm çağlar boyunca muhteşem olarak düşünülmesi gerektiğini varsaydığımız zaman anlamlı olur. Ama bu bir hatadır; insanlık, güzel ve iyi olan hakkındaki tüm duygularında ve yargılarında oldukça hızlı biçimde değişir; kendimizin bir mil daha önde olduğumuza ve tüm insanlığın bizim yolumuzdan

geldiğine inanmak bir kuruntudan ibarettir. Üstelik tanınmamış

biri olarak geçip giden bir bilgin kendi buluşunun bir başkası tarafından da gerçekleştirildiğine kesinlikle güvenebilir, böylece en kötü ihtimalle, daha sonrakı bir tarıhçi onun şu ya da bu şeyi genel kabulünden önce bildiğini ama bu tezine güven kazandıracak bir konumda olmadığını kabul edecektir. Tanınmamış olmak daha sonraki kuşaklar tarafından hep bir güç yoksunluğu olarak yorumlanır. Kısacası, çok da kolay bir şekilde küstah bir yalıtılmışlığın lehine konuşmamalıyız. Elbette istisnalar vardır; ancak insanları muhteşem niteliklerimizi görmekten alıkoyan şey çoğu zaman başarısızlıklarımız, zayıflıklarımız ve aptallıklarımızdır.

376.

Dostlar üzerine. - En yakın tanıdıklar arasında bile duyguların ne kadar farklı olduğunu ve düşüncelerin ne kadar bölünmüş olduğunu kendi kendinize şöyle bir düşünün; hatta aynı fikirlerin bile nasıl arkadaşlarınızın elinde, sizin elinizde olduğundan tümüyle farklı bir yere ve yoğunluğa sahip olduuna; yanlış anlamaiçin ya da birbirini, düşmanınıatlatırcasına atlatmak için nasıl yüzlerce vesile doğduğuna. Tüm bunlardan sonra kendinize şunu söyleyeceksiniz: Tüm birlikteliklerimizin ve dostluklarımızın dayandığı temel ne kadar da kuşkuluymuş, fırınalı havanın soğuk sağanakları ne kadar da yakınmış, her ınsan ne kadar da yalıtılmışlık içindeymiş! Eğer biri bu durumu kavrayıp buna ek olarak kendi türdeşi olan insanlar tarafından savunulan tüm fikirlerin ve ayrıca bu fikirlerin türlerinin ve yoğunluklarının tıpkı o insanların eylemleri kadar zorunlu ve sorumsuzca olduğunu fark ederse, eğer bu içsel fikir zorunlulurgunun nasıl kişilikten, meslekten, yetenekten ve çevreden oluşan çözülemez bir yumaktan doğduğunu görebilecek bir göze sahip olursa, muhtemelen bir bilgenin şu sözleri haykırırken 252

Başkalarıyla İlişkilerde hissettiği duygu acılığından ve katılığından sıyrılacaktır: “Dostlar, dost diye bir şey yoktur!” Bunun yerine kendisine şunu itiraf edecektir: Evet, dostlar vardır ama onları seninle buluşturan şey senin hakkındakihataları ve yanılgılarıdır ve onlar senin dostun olarak kalabilmek için sessiz kalmayı öğrenmiş olmalıdırlar; çünkü böylesi insani ilişkiler hemen hemen her zaman birkaç şeyin asla söylenmemesine, hatta ve hatta, o birkaç şeye hiç dokunulmamasına bağlıdır; fakat bu çakıl taşları bir kez yuvarlanmaya başladı mı, dostluk da onları arkadan izler ve paramparça olur. En yakın dostlarının kendileri hakkında bildikleri asıl şeyleri öğrendiklerinde, ölümcül bir yara almayacak insanlar var mıdır? Kendimizi tanıdıkça ve yapımızıfikirlerin ve ruh hallerinin değişen bir alanı olarak görüp böylece bir parça kendini küçümsemeyi öğrendikçe, bir kez daha kendimizle diğer ınsanlar arasında bir denge sağlamış oluruz. Her bir tanıdığımıza,hatta aralarında en önemli olanlara bile, oldukça az saygı göstermemiz ıçın pek çok neden olduğu doğrudur ama bu duyguyu kendimize yöneltmemiz için de bir o kadar çok neden vardır. Öyleyse, birbirimize tahammül edelim zira kendimize tahammül ediyoruz ve galiba biri günün birinde şöyle dediğinde dahasevinçlibir ana ulaşacaktır: “Dostlar, dost diye bir şey yoktur” diye haykırdı ölmekte olan bilge; “Düşmanlar, düşman diye biri yoktur” diye haykırıyorum ben, yaşayan aptal.

VI. BÖLÜM

KADIN ve ÇOCUK 377. Mükemmel kadın. - Mükemmel kadın mükemmel erkekten daha üstün bir insan türüdür; aynı zamanda çok daha ender rastlanılan bir türdür. Hayvanları konu alan doğa bilimleri bu önermenin olası gerçekliğini kanıtlayacak araçlar sunar.

378.

Arkadaşlık ve evlilik. - En iyi arkadaş muhtemelen en iyi eşe sahip olacaktır çünküiyi bir evlilik arkadaşlık yetenegine dayanır.

379. Ebeveynlerin ölümsüzleştirilmesi. — Ebeveynlerin ilişkilerindeki çözülmemiş kişilik ve mizaç uyumsuzlukları onların çocuğunun yapısında yankılanır ve çocuğun içsel acılarının tarıhıni oluşturur.

380.

Anneden. - Herkes kendi içinde kendi annesine öykünen bir kadın imgesi taşır; kişinin kadınlara saygı ve hayranlık göstermesini ya da onları aşağılamasını veya genel olarak onlara aldırışsız olmasını bu imge belirler. 257

İnsanca, Pek İnsanca — 1

381.

Doğayı düzeltmek. - Eğer birinin iyi bir babası yoksa, kendisine Iyi bir baba bulmalıdır.

382.

Babalar ve oğullar. - Oğullara sahip olmuş olmalarını telafi edebilmeleri için babaların bir hayli uğraşmaları gerekir.

383.

İnce kadınların hatası. - İnce kadınlar, bir şeyden

toplum içinde söz edilemiyorsa o şeyin gerçekten var olmadığını sanır.

384.

Bir erkeklik hastalığı. - Kendini küçümseme biçimindeki erkek hastalığının en kesin çaresi, erkeğin akıllı bir kadın tarafından sevilmesidir.

38».

Bir kıskançlık türü. - Oğullarının arkadaşları özellikle başarılı olduklarında anneler oğullarının arkadaşlarını kolayca kıskanırlar. Bir anne çoğu zaman kendi çocuğundan daha fazla çocuğundakı kendisini sever.

386.

Mantıklı mantıksızlık. - Yaşamlarının ve anlayışlarının olgunlaşmış evresinde, babalarının kendilerini yaratmakla hata ettiği duygusu herkeste ortaya çıkar.

387.

Anneye özgü iyilik. - Bazı anneler mutlu, saygı duyulan çocuklara, bazıları ise mutsuz çocuklara ihtiyaç duyar; öteki türlü, birer anne olarak kendiiyiliklerini ortaya koyamazlar. 258

Kadın ve Çocuk

388.

Farklı iç çekişler. - Bazı erkekler eşlerinin kaçırılmasından dolayı iç çekmişlerdir, ne var ki çoğu erkek, hiç kimse eşlerini kaçırmak istemediği için iç çekmiştir.

389.

Aşk eşleşmesi. - Aşkiçin yapılan evliliklerde (sözde aşkeşleri), hata babadır yoksulluk (ihtiyaç) ise annedir.*

390.

Kadınların dostluğu.- Kadınlar bir erkekle arkadaşlık kurmakta çok iyı olabilirler; ancak bu arkadaşlığın sürebilmesi için, hafif bir fiziksel antipatiden biraz yardım almak gerekiyor.

391.

Can sıkıntısı. - Pek çok kişinin, özellikle de kadınların canı pek sıkılmaz çünkü doğru dürüst çalışmayı hiçbir zaman öğrenmemişlerdir.

392.

Aşkın bir öğesi. - Her türden dişi aşkında anne sevgisinin bir izi de ortaya çıkar.

393.

Yerin ve dramanın birliği. - Eğer eşler birlikte yaşamasalardı,iyı evlilikler daha yaygın olurdu.

394.

Evliliğin olağan sonuçları. - Yükselmeyen her birliktelik bizi aşağıya doğru çeker ya da bununtersi olur; bu yüz*

Platon, Symposion 203b-'de Aphrodite'yi poros (kaynak)ile 'penia'nın (gereklilik, ihtiyaç) yavrusu olarak tanımlar. |G. Handwerk ni

259

İnsanca, Pek İnsanca — 1

den erkekler eşlerini alırken çoğu zaman bir parça batarlarken, kadınlar hafifçe yükselirler. Yapıları itibariyle fazlaca canlı olan erkekler, hem tatsız bir ılaçmışçasına evliliğe karşı çıkarlar hem de aynı ölçüde evliliği isterler.

395.

Komuta etmeyi öğretmek .-Ilımlailelerin çocuklarına nasıl komuta edeceklerinin eğitimi verilmelidir, tıpkı diğer çocuklara nasıl itaat etmeleri gerektiğinin eğitiminin verilmesi gibi.

396.

Âşık olmak istemek. - Birbirlerine uygun olmaları sebebiyle nişanlanan insanlar, soğuk, hesaplı bir yararlılık amacıyla suçlanmayı önlemek üzere, âşık olmak için çoğu zaman yoğun bir çaba sarf ederler. Benzer şekilde, kendi çıkarları için Hıristiyanlığa yönelmiş olanlar da gerçekten dindar olmak için çok uğraşırlar; çünkübu, dinsel pantomimi onlar için daha da kolaylaştırır.

397.

Sevgide duraklama olmaz. - Yavaşbirtempoyu seven bir müzisyen aynı müzik parçalarını giderek daha ağır icra eder. Herhangi bir sevginin tamamen durduğu hiçbir nokta yoktur.

398.

Alçakgönüllülük. - Genel olarak, kadınların alçakgönüllülükleri güzellikleriyle birlikte artar.

399.

Uzun ömürlü evlilik. - İçindekikişilerden herbirinin

diğer kişi aracılığıyla bireysel bir amaca ulaşmak istediği evlilik uzun ömürlü olacaktır; örneğin, kadın kocası aracılığıyla ünlü olmak istediğinde ya da koca karısı aracılığıyla popüler hale gelmekistediğinde. 260

Kadın ve Çocuk

400.

Dönek tip. - Kadınlar aşktan dolayı, tam da kendilerini seven erkeklerin olmalarını istediği şey olurlar.

401.

Sevmek ve sahip olmak. - Kadınlar çoğu zaman önemli bir adamıöyle bir tarzda severler ki, ona yalnızca kendileri sahip olmak isterler. E$er kibirleri aksini tavsiye etmeseydi, sevdikleri adamı memnuniyetle bir yere kapatıp kilit altına alırlardı. Bu kibir söz konusu adamın öneminin aynı zamanda başka ınsanlar tarafından da görülmesiniister.

402.

İyi bir evliliğin sınavı. - Bir evlilik, arada sırada karşılaştığı “istisna”lara tahammül edebilme yeteneğiyle kendi mükemmelliğini kanıtlar.

403.

Herhangi birine herhangi bir şeyi yaptırmanın yolu. - Herhangi birini kargaşayla, huzursuzlukla,aşırı bir çalışma ve düşünme yüküyle öylesine canından bezdirip zayıf hale getirebiliriz ki, oldukça karmaşık görünen bir şeye artık karşı çıkamayarak o şeye teslim olur; diplomatlar da kadınlar da bunu iyibilir.

404.

Saygınlık ve dürüstlük. - Yalnızca gençlik çekiciliklerine güvenmek, bu çekiciliklerini tüm yaşamları boyunca korumak isteyen ve kurnazlıkları annelerinin kurnazlıkları tarafından teşvik edilen genç kızlar tamı tamına fahişelerin istediklerini istemektedirler, tek fark birincilerin ikincilerden daha zeki ve daha namussuz olmalarıdır. 261

İnsanca, Pek İnsanca - 1

405.

Maskeler. - Ne kadar dikkatli incelersek inceleyelim,içlerinde hiçbir şey olmayan, tersine tümüyle bir maskeden ibaret olan kadınlar vardır. Adeta hayaletleri andıran ve zorunlu olarak tatmın edici olmayan bu varlıklara bulaşan bir erkeğe acımak gerekir, ne var kı, erkekte en güçlü arzuyu uyandırma yeteneğine sahip olanlar tam da böylesi kadınlardır. Erkek o kadının ruhunu arar ve sonsuza dek aramaya devam eder.

406.

Uzun bir sohbet olarak evlilik. - Bir evlilik yaparken kendimize şu soruyu sormalıyız: Sonu yaşlılık olan o uzun yol boyunca bu kadınla sohbet etmekten keyif alacağına inanıyor musun? Evlilikteki diğer her şey geçicidir ama birlikte olurnan Zamanın önemli bir kısmı sohbet ederek geçirilir.

407.

Kızların rüyası. - Deneyimsiz kızlar, bir erkeği mutlu etmenin ellerinde olduğunu düşünerek kendi gururlarını okşarlar; yalnızca kendisini mutlu edecek bir kız isteyen bir erkek varsaymanın aslında o erkek hakkında çok az şey düşünmek anlamına geldiğini daha sonra öğrenirler. Kadınların kibri erkeğin mutlu bir eşten daha fazla bir şey olmasını talep eder.

408.

Faust ile Gretchen'in yavaş yavaş ortadan kalkması. - Bir bilginin" de pek akıllıca belirttiği gibi, çağdaş Almanya'nın kültürlü erkekleri Mephistopheles ile Wagner'in karışımına benzer, elbette dedelerinin (en azından gençliklerin-

de) içlerinde gümbürdediklerini hissettikleri Faust'a değil.** Bu

yüzden -aynı önermeye devam etmek gerekirse- Gretchen'* Sözü edilen bilgin Paul de Lagarde'dir. (1827-1891) (IM. Faber n.

*

262

Mephistopheles, Wagner, Faust ve Gretchen, Goethe'nin Faust'undakı merkezi karakterlerdir. (G. Handwerk n.

Kadın ve Çocuk

lerin onlara uymamalarının iki nedeni vardır. Ve onlar artık istenmedikleri için, yavaş yavaş ortadan kalktıkları anlaşılıyor.

409.

Gymnasıum'daki kızlar. - Başka her şey bir yana, Gymnasium eğitimimizi kızları da kapsayacak biçimde genişletmeyın! Akıllı, meraklı, ateşli gençleri çoğu zaman öğretmenlerinin birer kopyasına dönüştüren bir eğitim!

410.

Rakipler olmaksızın. - Kadınlar bir erkeğin ruhunun daha önce başkabir şey tarafından sahiplenilip sahiplenilmediğini kolayca anlar; kadınlar rakipleri olmaksızın sevilmek isterler ve eğer erkek böyle şeylere tutkunsa, onun hırsının amaçlarından, siyasal görevlerinden, bilimsel ve sanatsal çalışmalarından dolayı erkeğe sitem ederler. Tabıı, böyle şeyler nedeniyle erkeğin yıldızının parladığı durumlar harıç; kadınlar öylesi bir durumda, erkekle aralarındaki bir bağlantının kendilerini de daha parlak bir şekilde parlatacağını umut ederler; eğer durum buysa, kadınlar sevgililerini yüreklendirirler.

411.

Dişi akıl. - Kadınların aklı mükemmel bir özdenetim, soğukkanlılık ve her avantajın değerlendirilmesi olarak kendini ortaya koyar. Bu onların kendi çocuklarına aktardıkları ve babanın iradesinin daha karanlık geçmişini eklediği başlıca özelliktir. Babanın etkisi adeta, yeni yaşamda çalınacak ritmi ve armoniyi belirler; ama bu yeni yaşamın melodisi kadından gelir. Ya da böyle şeyleri nasıl yorumlayacaklarını bilen insanlar için başka türlü ifade etmek gerekirse kadınlarda zekâ, erkeklerde ruh ve tutku vardır. Bu, erkeklerin aslında zekâlarıyla çok dahaileriye gittikleri olgusuyla çelişmez; erkekler, kendi başına pasif bir şey olsa bile, zekâlarını oldukça uzun bir yol boyunca taşıyan daha derin, daha güçlü dürtülere sahiptir. Kadınlar, erkeklerin onların ruhuna gösterdikleri derin saygı karşısında sık sık gizliden 263

İnsanca, Pek İnsanca - 1

gizliye hayrete düşerler. Eş seçiminde erkekler her şeyden önce büyük bir derinliği ve ruhu olan birini, buna karşılık kadınlar ise zeki, soğukkanlı ve hayranlık verici birini arıyorlarsa, bir erkeğin temelde ideal bir erkeği, kadının da ideal bir kadını, böylece, kendilerini tamamlayıcıbir şeyi değil, tersine kendi erdemlerini mükemmelleştirecek bir şeyi aradığını açıkça görebiliriz.

412.

Hesiodos'un bir tespiti” doğrulandı. - Kadınların zekiliğinin bir göstergesi hemen hemen her yerde tıpkı arı kovanındaki erkek arı gibi kendilerini nasıl geçindireceklerini öğrenmiş olmalarıdır. Yine de bunun özgün olarak ne anlama geldiğini ve erkeklerin niçin kadınlar tarafından geçindirilmelerine izin vermediklerini bir düşünün. Bu kesinlikle eril kibrin ve hırsın dişi zekilikten daha büyük olmasından kaynaklanır; çünkü kadınlar üstün bir avantajı, hatta kendilerinin efendiliğini, kendilerinin ikincil konumu aracılığıyla nasıl güvence altına alacaklarını öğrenmişlerdir. Çocuk bakımı bile başlangıçta kadınların zekiliği tarafından, mümkün olduğu kadar çok işten kurtulmanın bahanesi olarak kullanılmış olabilir. Günümüzde bile, örneğin evi çekip çeviren olarak gerçekten meşgul oldukları zamanlarda, kadınlar bu konuda insanı sersemleten bir yaygarayı nasıl koparacaklarınıbiliyorlar.İşte bundan dolayıdır ki, erkekler kadınların işlerinin değerini on kat abartma eğilimindedirler.

413.

Miyop insanlar âşıktır. - Bazen daha güçlü bir gözlüğe sahip olmak aşka kapılmış birini iyileştirmek için yeter de artar ve bir yüzü ya da şekli olduğundan yirmi yaş daha yaşlı temsil etmesini sağlayacak bir hayal gücüne sahip olan herhangi biri muhtemelen pek rahatsız edilmeden hayatını yaşayacaktır. *

Theogonia, 585, 602. (G. Handwerk n)

264

Kadın ve Çocuk

414.

Kadınlar nefret ettiğinde. - Nefretin söz konusu olduğu durumlarda, kadınlar erkeklerden daha tehlikelidir; çünkü,birincisi, kadınlar, düşmanlık duyguları bir kez uyandı mı hiçbir adalet kaygısı tarafından dizginlenmezler, tersine nefretlerinin hiçbir müdahale olmaksızın nihai sınırlarına kadar

kabarmasına izin verirler ve ikinci olarak, çünkü kadınlar (her

insanın ve her tarafın sahip olduğu) hassas bölgeleri bulmakta ve bıçaklarını oralara saplamakta ustadırlar ki onların hançer keskinliğindeki zekâsı bu amaca mükemmel biçimde hizmet eder (oysa erkekler yaraları gördüğünde geri çekilirler ve çoğu zaman

bağışlayıcı ve uzlaşmacı olma eğilimindedirler).

415.

Aşk. - Kadınların aşk karşısındateşvik ettikleri putperestçe tutum, tüm o aşk idealleştirmeleri onların gücüne güç kattığı ve kendilerini erkeklere giderek daha çok arzulanabilir olarak sunmalarını sağladığı sürece, temelde ve özgün olarak zekiliklerinin bir icadıdır. Ancak yüzyıllar boyunca bu abartılı aşk yargısına alışılmış olması kadınların kendi kazdıkları kuyuya düşmelerine ve onun kökenini unutmalarına yol açmıştır. Kadınlar neredeyse kaçınılmaz olarak her kadının hayatına girecek olan düş kırıklıSını bu yüzden daha çok yaşıyorlar; kadının aldatılabilmesini ve düş kırıklığına uğratılabilmesini sağlayacak bir hayal gücüne ve zekâya sahip olması koşuluyla.

416.

Kadınların kurtuluşu üzerine. - Aşka ve her şey karşısında çabucak lehte ve aleyhte duygulara kapılmaya böylesine alışmış olan kadınlar gerçekten adıl olabilir mi? Bu yüzden kadınlar erkeklerden daha çok nedenlere ilgi gösterirler? Ancak bir kez elverişli bir neden buldular mı çabucak onun taraftarı haline gelirler ve böylece o nedenin saf, masum etkisini mahvederler.

O nedenle,politika ve bilimin belirli dalları (örneğin, tarih) kadın-

lara emanet edilirse, azımsanmayacak bir tehlike ortaya çıkar. Zira 265

İnsanca, Pek İnsanca — 1

bilimin ne olduğunu gerçekten bilen bir kadından daha nadir ne olabilir kı? Kadınların en iyileri koyunlarında bilim karşısında gizli bir hor görmeyi bile beslerler, sanki bir şekilde bilimden üstünlermiş gibi. Belki bu değişebilir ama şimdilik durum bu.

417. Kadınların yargılarındaki ilham kaynağı. — Kadınların bir şeyden yana ya da bir şeye karşı verme eğiliminde oldukları o ani kararlar, eğilimleri ve nefretleri öne atıldıklarında şimşek hızıyla aydınlanan kişisel ilişkiler, kısacası, dişil adaletsizliğin kanıtları, sanki tüm kadınlar Delphoi kazanı ve defne çelengi" bile olmaksızın bilgelikten ilham almışlar gıbı, sevdalı

erkekler tarafından kızıl bir ışıkla etrafa yayılmıştır ve kadınların ifadeleri, tpkı kadın kâhinlerin kehanetleri gibi, çok sonradan yorumlanıp anlamlandırılır. Yine de, herhangi bir kişinin ya da şeyin lehine bir şeyler söylenebileceğini ama aynı kolaylıkla onların aleyhine de bir şeylerin söylenebileceğini ve her şeyin yalnızca iki değil, üç ya da dört yüzü olduğunu dikkate aldığımızda, o zaman bu tür ani kararların tümüyle yanlış olması özellikle imkânsızdır; gerçekten de, şunu diyebiliriz: Şeylerin doğası öyle bir şekilde düzenlenmiştir ki, kadınlar hep haklı taraftadır.

418.

Sevilmemize izin vermek. - Bir aşk çiftinde çoğu zaman iki kişiden biri seven, diğeri de sevilen olduğu için, her aşk olayında değişmez bir sevgi miktarı olduğu inancı doğmuştur: Biri kendisi için ne kadar çok kaparsa, diğeri için de o kadar az kalır. Kibir heriki kişiden birini, onun sevilen taraf olması gerektiğine ikna ettiğinde bazı istisnalar gerçekleşir, ne de olsa heriki kışı de sevilmesini sağlamak ister. Bu ise, özellikle evlilikte, yarı eğlendirici yarı saçma olan pek çok sahneyle sonuçlanır. *

Bunlar rahiplerin kehanette bulundukları Delphoi Yunan Apollon tapınağının geleneksel amblemleriydi. |(G. Handwerkn)

266

Kadın ve Çocuk

419.

Dişi boncuklardaki çelişkiler. - Kadınlar objektif olmaktan çok daha fazla kişisel oldukları için, kendi düşünce çemberlerinde mantıksal olarak birbirleriyle çelişen durumları hoş görebilirler. Bu durumların temsilcilerine peş peşe hayranlık gösterme ve onların sistemini toptan kabul etme eğilimine girerler; ancak bunu öyle bir tarzda yaparlar kı, yeni bir kişiliğin daha sonra üstünlük sağlayacağı 1ssız bir alan ortaya çıkarılır. Yaşlı bir kadının kafasındaki tüm felsefenin böyle bir 1ssız alandan ibaret olması mümkündür.

420.

Kim daha çok acı çeker? -Bir kadınla bir erkek arasındaki herhangi bir kişisel uyumsuzluk ya da atışmadan sonra, onlardan biri en çok diğerine acı vermiş olma düşüncesinden dolayı acı çeker; diğeri ise en çok birinci kişiye yeterince acı vermemiş olma düşüncesinden dolayı acı çeker, öyleki bu ikinci kişi atışmadan sonra bile diğer kişiyi üzgün tutmak için gözyaşlarını, hıçkırıkları ve bir şok havasını kullanmayaçalışır.

421.

Dişi bağışlayıcılık için fırsat. - E&ermümkün olur da geleneklerin taleplerinin ötesinde düşünmeyi başarabilirsek, doğanın ve aklın bir erkeği, belki de yirmi iki yaşında kendisinden biraz yaşlı olan, ruhsal ve ahlaki olarak kendisinden üstün

olan ve yirmili yaşlardakitehlikeler (hırs, nefret, kendini küçümrseme, her türden tutku) boyunca kendisine kılavuzluk edecek

olan bir kızla ilk evliliğini yaparak, peş peşe birçok evlilik yapmaya yöneltip yöneltmediğini pekâla da düşünebiliriz. Kızın aşkı daha sonra tümüyle anneye özgü bir sevgi haline gelecektir ve eğer erkek otuzlu yaşlarında eğitimini bizzat kendi eline alacağı çok genç bir kızla bir ilişki kurarsa, birinci eşi bu ilişkiyi hoş görmekle kalmayıp, aynı zamanda en geliştirici biçimde teşvik edecektir. Evlilik yirmili yaşlarında olanlar için vazgeçilmez, otuzlu yaşlarında olanlar için ise yararlı ama vazgeçilmez olmayan bir 267

İnsanca, Pek İnsanca — 1

kurumdur. Yaşamın ileriki safhaları için ise, çoğu zaman zararlıdır ve bir erkeğin ruhsal gelişiminde gerilemeye yolaçar.

422.

Çocukluğun trajedisi. - Hırslı vesoylu bir yapıya sahip olanların, hiç de seyrek olmayacak ölçüde, en çetin mücadelelerini çocukluklarında yaşamaları mümkündür; belki de kendisini gösterişe ve namussuzluğa kaptırmış zayıf yapılı bir babaya karşı kendi inançlarını korumak zorunda kalarak ya da tıpkı Lord Byron gibi, çocuksu ve hiddetli bir anneye karşı sürekli mücadele ederek. Buna benzer bir deneyim yaşamış herhangi biri, hayatında, en büyük,en tehlikeli düşmanının aslında kim olduğunu öğrenmeyi hiçbir zaman beceremeyecektir.

423.

Ebeveyn aptallığı. - Bir kişi değerlendirilirken en kocaman hatalar onun ebeveynleri tarafından yapılır. Bu bir olgudur ama onu nasıl açıklayabılırız? Ebeveynler çocukları hakkında aşırı bir deneyime mi sahiptirler ve artık bu deneyimitutarlı bir biçimde bir araya mı getiremiyorlar? Yabancı halklar arasında seyahat edenlerin bir halkın genel, ayırt edici özelliklerini yalnızca o halk arasındaki ikametlerinin başlangıç döneminde kavrayabildikleri gözlemlenmiştir; o halkı daha yakından tanıdıkça, o halkta tipik ve ayırt edici olanın ne olduğunu görmekte daha az yetenekli olurlar. Seyyahlar miyop olmaya başlar başlamaz, gözleri uzağı göremez hale gelir. Bu yüzden ebeveynler de, çocuklarından hiçbir zaman yeterince uzakta durmadıkları için onları yanlış değerlendiriyor olabilirler mi? Ya da bunu aşağıdaki biçimde tamamen farklı bir tarzda açıklayabiliriz: İnsanlar ellerinin altında, etraflarında olan şey üzerine derinlemesine düşünmek yerine, onu kolayca kabul etme eğilimindedir. Çocukları hakkında günün birinde bir değerlendirme yapmaya zorlandıklarında, bu değerlendirmenin böylesine çarpık olmasının nedeni herhalde ebeveynlerin alışılagelmiş düşüncesizliğidir. 268

Kadın ve Çocuk

424.

Evliliğin geleceğinden. - Dişi cinsin eğitimini ve yükselmesini görev edinen o asıl, özgür düşünceli kadınlar bir etmeni gözden kaçırmamalıdır. En üstün biçimiyle, farklı cinslere mensup iki insan arasındaki ruh dostluğu olarak algılanan, yani gelecekte olmasını umut edebileceğimiz gibi, yeni bir kuşağı yaratmak ve eğitmek amacıyla yapılan evlilik, böyle bir evlilik, şehveti sanki yalnızca daha büyük bir amaca hizmet eden nadir, geçici bir araçmış gibi kullanarak, muhtemelen odalıktan biraz doğal yardım almamızı gerektirecektir; çünkü, erkeğin sağlığından kaynaklanan nedenlerden, karısının da onun cinsel ihtiyaçlarının biricik tatmin kaynağı olarak hizmet etmesi beklenirse, o zaman, yukarıda belirtilen amaçlara ters düşen yanlış bir etmen eşin seçilmesinde daha baştan belirleyici olacaktır; çocukları doğurmak şansa kalacaktır ve onların başarılı bir şekilde eğitilmesi büyük ölçüde olasılık dışı olacaktır. Bir arkadaş, bir yardımcı, çocuk doğurucusu, bir anne, bir ev sorumlusu ve belki de kocasından ayrı olarak kendi işlerini ve kendi resmi görevlerini bile yürütmek zorunda kalacak bir yönetici olabilecek iyi bir eş, aynı zamanda bir odalık olamaz. Bu genel olarak ondan çok şey istemek anlamına gelir. Sonuç olarak, Perikles'in Atina'sında olan şeyin tersi gelecekte meydana gelebilir: O sıralar eşlerinde odalıklardan öte fazlaca özellik bulunmayan erkekler eşlerine ek olarak bir de Aspasia'lara” yöneliyorlardı çünkü bu erkekler aklı ve yüreği özgürleştiren bir toplumculluğun, ancak kadınların çekiciliğinin ve ruhsal esnekliğinin yaratabileceği bir toplumculluğun cazıbelerini arzuluyorlardı. Evlilik gibi tüm insan kurumları yalnızca makul bir pratik idealizasyon düzeyine izin verirler, inceliksiz çarelerin çabucak zorunlu hale geldiği bir başarısızlıktır bu.

425.

Kadınların fırtına ve gerginlik”" dönemi. Avrupa'nın uygarlaşmış üç ya da dört ülkesinde, kadınları iste* #*#

Aspasia: İÖ 5 yy.'da Atina'da güzelliği ve zekâsıyla ün yapan kadın; Perikles'in metresi. (Çev.n.) Fırtına ve gerginlik, xvıu. yy Almanya'sındaki Sturm und Drang edebi dönemiyle kurulan bir benzerlik. (G. Handwerk n.

269

İnsanca, Pek İnsanca — 1

diğimiz herhangi bir hale, hatta birer erkek haline getirmekiçin birkaç yüzyıllık eğitim yeterli olacaktır; erkekler haline derken, cinsel anlamda değil elbette ama en azından tüm diğer anlamlarda. Kendilerine bu şekilde davranıldığında, kadınlar belli bir noktada erkeklerin tüm erdemlerini ve güçlerini kazanmış olacaklardır, elbette bu alışverişin bir parçası olarak aynı zamanda zayıtflıklarını ve kötülüklerini de kazanmak zorunda olacaklardır. Bu kadarını, yukarıda da belirtildiği gibi, zorla başarabiliriz. Peki ama bu durumun yaratacağı ve bizatıhı birkaç yüzyıl sürebilecek, kadın aptallıklarının ve adaletsizliklerinin, onların çağlar boyu süren doğum haklarının yeni kazanılmış ve elde edilmiş tüm o şeyler karşısında yeniden üstünlük iddiasında bulunacakları ara döneme nasıl dayanacağız? Bu, erkeğin öfkesinin, tüm sanat ve bilim dallarının eşi görülmemiş bir sanat düşkünlüğü tarafından boğulup tıkanmasına,felsefenin insanı sersemleten bir gevezelikle en ince ayrıntısına kadar konuşulmasına, politikanın her zamankinden daha hayal ürünü ve taraflı hale gelmesine, eski ahlakın koruyucularının kendileri için bile gülünç hale geldikleri ve mümkün olan her biçimde ahlakın dışında kalmaya çabaladıkları için toplumun tümüyle çözülmekte olmasına duyulan sersemletici öfkenin biçim vereceği bir zaman olacaktır. Çünkü eğer kadınlar en büyük güçlerini ahlaktan alıyor olsalardı, ahlakı bıraktıktan sonra kıyaslanabilir bir güç bolluğunu yeniden elde etmek için neleri kavramak zorunda kalacaklardı?

426.

Özgür ruh ve evlilik. - Özgür ruhlar kadınlarla bir-

likte yaşayacak mı? Genelolarak, onların, tıpkı eskiçağın kâhin kuşları gibi, günümüzün doğru düşünen ve gerçeği söyleyen erkekleri gibi, yalnız uçmaları gerektiğine inanıyorum.

427.

Evlilikte mutluluk. - Alışkanlık haline gelmiş her şey etrafımıza her zamankinden çok dahasıkı bir örümcek ağı örer; ipliklerin halat haline geldiğini ve kendi kendisini yakalamış olan 270

Kadın ve Çocuk

ve bu yüzden kendi kanıyla beslenmek zorunda kalan örümcek olarak bizzat ağın ortasında oturduğumuzu kısa süre içinde fark

ederiz. İşte bu yüzden özgür ruh tüm alışkanlıklardan ve kural-

lardan, kalıcı ve kesin olan her şeyden nefret eder, işte bu yüzden etrafındaki ağı sıkıntılı bir şekilde tekrar tekrar parçalar; her ne kadar bunun bir sonucu olarak pek çokirili ufaklı yaraya maruz kalsa da; çünkü özgür ruh o iplikleri kendisinden, kendi bedeninden ve ruhundan koparıp atmalıdır. Daha önce nefret ettiği yeri sevmeyi ve bunun tersini yapmayı öğrenmelidir. Gerçekten de, özgür ruh için hiçbir şey imkânsız olmamalıdır, daha önce nezaketinin boynuzlarını salıverdiği aynı tarlada ejderhanın dişlerini” ekmekbile. Buradan hareketle, onun evlilik mutluluğu için yaratılıp yaratılmadığını belirleyebiliriz.

428.

Aşırı yakın. - Eğer biriyle aşırı bir yakınlık içinde yaşarsak, çıplak ellerimizle her defasında iyi bir oymacılık yapmak zorundaymışız gibi durum söz konusu olur. Günün birinde elimizde berbat, kirli bir kâğıt parçasından başka bir şey kalmaz. İşte bu yüzden,bir insan ruhu da sürekli olarak işlendiğinde en sonunda aynı şekilde yıpranır; en azından sonuç olarak bize o şekilde görünür; onun özgün desenini ve güzelliğini bir daha asla göremeyiz. Kadınlarla ve dostlarla pek yakın birilişkiye girmekle her zaman bir şeyler kaybederiz; hatta bazen yaşamımızın incisini kaybederiz.

429.

Altın beşik. - Özgür ruh nihayet, etrafındaki kadınların

kendisine hâkim olmalarını sağlayan anne bakımını ve dikkatlıliğini bir kez silkelemeye karar verdi mi, hep daha özgürce nefes alıp verecektir. Altın beşiğin özgürsüzlüğü ile, tavuskuşu kuyrugunun yelpazesiyle ve bir bebek gibi üzerinde beklenip şımartıldığı için üstüne üstlük minnettar olma zorunluluğunun getirdiği ”

Ejderha dişleri: Ekilen ejderhadişlerinden silahlı savaşçıların doğduğu Yunan Kadmos efsanesine yapılan gönderme. (G. Handwerk n)

271

İnsanca, Pek İnsanca — 1

baskıcı duyguyla kıyaslandığında, o kadınların onu öylesine özenle korudukları soğuk hava akımının ona ne zararı olabilir ki, yaşamında gerçek bir dezavantaja sahip olmanın, bir kaybetmenin, bir kaza, bir hastalık geçirmenin, bir hata yapmanın ya da delicesine âşık olmanın ne önemiolabilir ki? İşte bu yüzden, etrafındaki kadınların annelik mizacı tarafından ona verilen süt böylesine kolayca nefrete dönüşebiliyor.

430.

Hayvanları kurban etme arzusu. - Eğer şöhretin ve büyüklüğün adamları iseler, önemli kadınların kocaları için yaptıkları hiçbir şey, diğer insanların genel hoşnutsuzluğu ve dönemsel kötü tutumları karşısında, adeta içine öteberi konulan bir kap haline gelmek kadar onların hayatını kolaylaştırmaz. Çağdaş kadınlar, eğer kendilerini rahatlatmak için gerçek bir kurbanlık hayvan gibi kötü davranıp boğazlayabilecekleri birini bulabilirlerse, erkeklerinin yaptığı pek çok hataya ve aptallığa ve hatta bağışlanamaz adaletsizlik eylemlerine göz yumma eğilimindedirler. Bir kadın, hiç de seyrek olmayan biçimde, kendisini böylesi bir kurbanlık olarak sunma isteği duyar ve ardından erkek elbette oldukça hoşnutolabilir; erkeğin etrafındaki şimşekleri, fırtınaları ve yağmuru bir orkestra gibi idare etme türünden bir arzuya sahip olmaya dayanacak kadar egoist olması koşuluyla.

431.

Sevimli düşmanlar. - Kadınların huzurlu, düzenli, mutlu ve uyumlu bir varoluşa ve topluma yönelik doğal eğilimi, yaşam denizinin üzerine dingin bir parlaklık yaymaktakı başarısı, kasıtsız olarak özgür ruhun kahramanca içgüdüsüne karşı işler. Kadınlar bunu fark etmeksizin, ayakları takılıp tökezlemesın diye gezgin bir maden bilimcinin yolundan taşları kaldıran biri gibi hareket ederler; oysa maden bilimci tam da o taşlara takılıp tökezlemek üzere yola çıkmıştır. 272

Kadın ve Çocuk

432.

İki uyumun ahenksizliği. — Kadınlar hizmet etmek isterler ve mutluluklarını böyle yapmakta bulurlar; özgür ruh ise kendisine hizmet edilmesini istemez ve mutluluğunu bunda bulur.

433.

Ksanthippe. - Sokrates ihtiyaç duyduğu eşi bulmuştu; ama o bile, eğer eşini yeterince iyi tanımış olsaydı onu aramazdı; bu özgür ruhun kahramanlığı bile bu kadar ileriye gitmezdi. Aslında Ksanthippe Sokrates'in evini ve yuvasını onuniçin yaşanılmaz ve kalınmaz hale getirmekle Sokrates'i giderek daha fazla kenditipik uğraşına yöneltmişti. Ksanthippe Sokrates'e sokaklarda ve kişinin sohbet edip aylaklık yapabileceği her yerde yaşamayı öğretmiş ve böylece onu Atina'nın en büyük sokak diyalektikçisi haline getirmişti. En sonunda kendisini, bir Tanrı'nın, huzura ermesini engellemek için o güzelatın, Atina'nın boynuna yerleştirdiği başıboş dolaşan can sıkıcı bir sinekle kıyaslamak zorunda kalan bir diyalektikçi.”

434.

Uzakta olana karşı kör olma. - Tıpkı annelerin çocuklarının yalnızca gözle görülüp elle dokunulabilen acılarını gerçekten hissedip görebilmeleri gibi, hırslı erkeklerin eşleri de eşlerinin acılarını, açlıklarını görebilecek bir noktaya gelemezler ve hatta ilgisiz kalırlar; oysa tüm bunlar, bu erkeklerin yaşam tarzlarını doğru bir şekilde seçtiklerinin biricik işareti olmakla kalmaz, ama aynı zamanda büyük hedeflerine bir gün ulaşacaklarının garantisi de olabilir. Kadınlar hep gizlice kocalarının daha üstün ruhlarına karşı entrika çevirirler; acısız, rahat bir şimdinin yüzü suyu hürmetine kocalarının geleceklerini hileyle ellerinden almak isterler. *

Platon, Apologia, 30e.

273

İnsanca, Pek İnsanca — 1

435.

Güç ve özgürlük. - Kadınlar kocalarına ne kadar büyük bir saygı gösterirlerse göstersinler, yine de toplum tarafından kabul edilen güçlere ve düşüncelere daha fazla saygı gösterirler: Kadınlar binlerce yıl boyunca her yöneticinin karşısına başlarını eğmiş, elleri göğüslerinde kavuşturulmuş olarak çıkmaya alışmışlardır ve kamusal otoriteye yönelik hiçbir başkaldırıyı onaylamazlar. Bu yüzden, böyle bir şey yapma niyetleri olmasa bile, tersine içgüdülerinden kaynaklansa bile, kadınlar kendilerini birer fren gibi her özgür ruhlu, bağımsız çabanın tekerleklerine bağlarlar ve bazı durumlarda kocalarını hayli sabırsız hale getirirler, özellikle de kocaları kendi kendilerini, kadınları bunu yapmayaiten şeyin temelde aşk olduğuna ikna etmişlerse. Kadınların bu yöntemlerin gerisindeki nedenleri yüce gönüllürlükle onurlandırırken başvurdukları yöntemlere gelince; bu bir erkeğin tarzıdır ve fazlasıyla sık biçimde bir erkeğin çaresizliğidir.

436.

Ceterum censeo.* — Hiçbir şeyleri olmayan insanlardan oluşan bir toplumun miras hakkı yasası çıkarması gülünçtür; çocukları olmayan insanların bir ülke için yasa yapmak gibi pratik bir işle uğraşmaları ise çok daha gülünçtür; halbuki onların gemilerinde güvenli biçimde gelecek okyanusuna yelken açabilmelerine yetecek kadar ağırlık yoktur. Fakat en evrensel bilgiyi elde etmeyi ve varoluşu bir bütün olarak anlamlandırmayı kendisine görev olarak seçmiş birinin kendisini kişisel aile kaygıları, hayatını idame ettirme, güvenlik ya da eşinin ve çocuğunun saygısını korumak gibi bir yükün altına sokması ve böylece teleskopunun önüne neredeyse hiçbir uzak galaksinin ışınlarının içeriye sızamayacağı karanlık bir örtü germesi de bir o kadar saçmadır. Böylece ben de, en üstün türden felsefi konular söz konusu olduğunda, evli olan herkesten şüphelenilmesi gerektiği önermesine varıyorum. *

Ceterum censeo: (Lat) Üstelik ben bu düşüncedeyim. Marcus Cato'nun Roma Senatosu önündeki tüm konuşmalarını, “Ustelik ben, Kartaca'nın yok edilmesi düşüncesindeyim,” cümlesiyle bitirdiği iddia edilir. Plutarkhos, Hayatlar, 431. |G. Handwerk n.

274

Kadın ve Çocuk

437.

En sonunda. - Pekçok baldıranotu çeşidi vardır ve kader en sonunda bu zehirli otun suyunu bir özgür ruhun dudağına değdirecek bir vesile bulur; tüm dünyanın ondan sonra söylediğI gibi, onu “cezalandırmak”için. Peki o zaman onunetrafındaki kadınlar ne yapar? Çığlık atarak ağlayıp sızlayacaklardır ve belki de düşünürün günbatımı dinginliğini bozacaklardır, tıpkı Atina hapishanesinde yaptıkları gibi. “Aman Crito, birine bu kadınları buradan uzaklaştırmalarını söyle!” demişti Sokrates en sonunda.

279

VII. BÖLÜM

DEVLETE KISA BİR BAKIŞ 438.

/ emini istemek. - Demagogca bir nitelik ve kitleleri etkileme niyeti günümüzdeki tüm siyası partilerin ortak özelliğidir. Bu niyetten dolayı, söz konusu partilerin tümü kendi ilkelerini büyük aptallık fresklerine dönüştürmek ve onları bu halleriyle duvara resmetmek zorunda kalmaktadırlar. Hakikaten de bu noktada artık hiçbir şey değiştirilemez, buna karşı tek parmağını kıpırdatmak bile gereksizdir; çünkü Voltaire'in söylediği şey bu alanda geçerlidir: Oyand la populace se mele de raisonner, tout est perdu." Bu daha şimdiden gerçekleştiğine göre, tıpkı deprem arazidekieskisınırları ve dış hatları altüst ederek mülkiyetimizin değerini değiştirdiğinde yaptığımız gibi, kendimizi yeni koşullara uyarlamamız gerekiyor. Üstelik eğer şimdi politika mümkün olduğu kadar çok sayıdaki insan için hayatı dayanılabilir hale getirme sorunuysa, o zaman bu mümkün olduğu kadar çok sayıdaki insanın da dayanılabilir bir hayatın ne olduğunu belirlemesine izin verilmelidir; eğer onlar aklın bu amaca ulaşmak için gerekli olan uygun araçları keşfedecek güçte olduğuna inanıyorlarsa, bundan şüphe etmenin ne faydası var? Onlar şimdi bir kereliğine bile olsa kendi mutluluklarını ve mutsuzluklarını kendileri kalıba dökmek istiyorlar” ve eğer bu kendi kaderini belirleme duygusu, akıllarının sahip olduğu ve gün ışığına çıkardığı beş ya da altı düşünceden kaynaklanan X*

*

“Ayaktakımı düşünmeye başladığında, her şey kaybedilir.” Voltaire tarafından1 Nisan 1766'da Danilaville'e gönderilen mektup. (IG. Handwerknl Jeder ist seines Glückes Schmied (Her insan kenditalihinin nalbantıdır.) Alman deyişi. IM. Faber ni

279

İnsanca, Pek İnsanca - 1

bu övünme gerçekten de onların yaşamlarını, kendi dar görüşlülüklerinin ölümcül sonuçlarına seve seve katlanacak kadar mutluluk verici hale getiriyorsa. Burada karşı çıkılabilecek çok az şey vardır, onların dar görüşlülüğünün her şeyin bu anlamda politika olmasını ya da herkesin bu standarda göre yaşayıp çalışmasını talep edecek kadar ileri gitmemesi koşuluyla. Çünkü her şeyden önce, her zamankinden dahafazla şimdi, bazı insanların politikadan uzak durmalarına ve yoldan birazcık. çıkmalarına izin verilmelidir. Bunu yapmakla onlar da kendi kaderini tayin etme zevkinden paylarını alırlar ve fazlasıyla çok kişinin ya da yalnızca çok kişinin konuştuğu bir yerde sessiz kalmanın getirdiği birazcık övünç de söz konusu olabilir. Öyleyse, çoğunluğun mutluluğunu pek de ciddiye almamaları ve arada sırada ironik bir havaya bürünme suçu işlemeleri durumunda, bu bir kaç kişiyı mazur görmeliyiz, çoğunluk derken ister birçok halkı isterse de pek çok sosyalsınıfı kastedelim; çünkü onlar ciddiyeti başka bir yerde bulurlar, onların mutluluk anlayışı oldukça farklıdır, onların amaçları tesadüfen beş parmağı olan her beceriksiz ele emanet edilemez. Onların kendisessiz yalıtılmışlıklarından çıkıp kendi ciğerlerinin gücünü bir kez daha deneyecekleri elverişli an en sonundagelir; ki bu onlara izin verilmesi gereken en Zor şeydir ama bu olanakda tanınmalıdır. Daha sonra onlar, varlıklarını duyurmak ve birbirlerini cesaretlendirmek için ormanda yolunu kaybeden insanlar gibi birbirlerine sesleneceklerdir; ki açıkçası bunlar olurken hitap etmedikleri kulaklara kötü gelen pek çok şey duyulabilir hale gelir. Bunun hemen sonrasında, ormanda yine sessizlik vardır, öyle bir sessizlik ki, ormanın üzerinde ve altında yaşayan sayısız böceğin vızıldayışını, mırıldanışını ve kanat çırpışını açıkça algılayabiıliriz.

439.

Kültür ve kast. - Üstün bir kültür ancak toplumdaiki farklı kastın olduğu yerde ortaya çıkabilir: İşçiler kastıyla aylaklar kastının, gerçek boş zamana yatkın olanların olduğu yerde; ya da daha güçlü biçimde ifade etmek gerekirse çalışmaya zorlananlar kastıyla çalışmakta özgür olanların kastı. Sorun üstün bir kültürün yaratılması olduğunda, mutluluğun nasıl bölüştürüle280

Devlete Kısa Bir Bakış

ceği başlıca kaygı değildir; ama her koşulda, aylaklar kastı daha çok acı çekmeye yatkındır ve gerçekten de daha çok acı çeker, varoluştan aldığı haz daha fazladır, görevi en ağır olan kasttır. Şimdi eğer iki kast arasında, üst kasta mensup daha monoton, daha az zekiolan ailelerin ve bireylerin alt kasta düşürülebilmesini ve bunun karşılığında alt kasta mensup daha özgür insanların üst kasta kabul edilme hakkı kazanabilmesini sağlayacak bir devinimin gerçekleşmesi mümkün olursa o zaman,ötesinde yalnızca belirsiz arzulardan oluşan bir açık denizin görülebileceği bir düzeye ulaşılmış olacaktır. Geçmiş günlerin solgunluğu bize böyle der; ama bunu duyacak kulaklar artık nerede var?

440.

Kan bağı üzerine. - Asil bir kana sahip olan erkeklere ve kadınlara başkaları karşısında bir avantaj sağlayan ve daha üstün bir saygı görme hakkını onlara tartışmasız olarak veren şey, kalıtsal aktarım tarafından giderek daha da çoğaltılan iki sanattır: Hükmedebilme sanatıyla onurlu itaat sanatı. İşte hükmetmenin günlük yaşamın bir parçası olduğu her yerde (iş ve sanayi dünyasında olduğu gibi), o “soylu kan bağları”na benzer bir şey ortaya çıkar ama onlar, o insanların feodal koşullardan miras aldıkları ve bizim kültürel iklimimizde artık yetişmeyecek olan itaate aristokratça dayanma yetisinden yoksundurlar.

441.

İkinci plana koyma. - Askeri ve bürokratik devlette

böylesine derin bir saygı gösterilen ikinci plana koyma, kısa bir süre sonra bize Cizvitlerin sağlam taktiklerinin daha önce göründüğü kadar inanılmaz görünecektir ve bu ikinci plana koyma artık mümkün olmadığında, en şaşırtıcı sonuçlara ulaşmanın artık hiçbir yolu kalmayacak ve dünya daha yoksulbir yer haline gelecektir. İkinci plana koyma yok olmalıdır çünkü onun temeli yok olmadır; mutlak otoriteye, mutlak gerçeğe duyulan inanç; askeri devletlerde bile bu inancı üretmek için fiziksel güç yeterli değildir, çünkü o kaynağını daha çok, sanki insanüstü şeylermiş gibi hükümdarca niteliklere gösterilen miras alınmış 281

İnsanca, Pek İnsanca — 1

hayranlıktan alır. Daha özgür ilişkilerde, karşılıklı anlaşmanın bir sonucu olarak, insanlar yalnızca belli koşullar altında kendilerini ikinci plana koyarlar, bundan dolayı da, kendi öz çıkarları mümkün olabilecek her şekilde güvence altına alınmış olarak bunu yaparlar.

442.

Zorunlu askerlik orduları. - Günümüzde bunca göklere çıkarılan zorunlu askerlik ordularının en büyük dezavantajı, en uygarlaşmış bazı bireyleri boş yere harcamalarından ileri gelir; onlar ancak ve ancak her koşul elverişli olduğu zaman var olurlar; onlara ne kadar da tutumlu ve özenli yaklaşmamız gerekir, zira böylesine nazik bir yapıya sahip beyinleri üretebilme olasılığı olan koşulları yaratmak uzun zaman dilimlerini gerektirir! Ama tıpkı Yunanlıların Yunan kanında debelenmesi gibi, Avrupalılar da bugün Avrupalı kanında boğuluyorlar ve hakikaten de, kurban edilenlerin görece daha fazla kısmını hep en kültürlü bireyler oluşturmaktadır, derin ve mükemmel gelecek kuşakların güvencesi olabilecek bireylerin ta kendisi; böyle ınsanlar birer komutan olarak savaşın cephe hatlarında yeralırlar ve üstelik daha büyük hırslarından ötürü kendilerini en çok tehlikeye atanlar onlardır. Romalıların işlenmemiş yurtseverliği bugün, patria ve honor'dan” daha üstün görevlerin önümüzde durduğu böyle bir zamanda, ya sahtekârca bir şeydir ya da geri kalmışlığın bir göstergesidir.

443.

Bir varsayım olarak umut. - Yeni düşüncelerin güneşleri insanlık üzerinde yeni bir ısıyla parlamaya başlar başlamaz, toplumsal düzenimiz, tıpkı daha önceki tüm düzenler gibi, yavaş yavaş eriyip yok olacaktır. Yalnızca umut sahibi olduğumuz zaman bu eriyip yok olmayı dileyebiliriz ve ancak kendimize ve bizim gibi olanlara şu andaki düzenin temsilcilerine verdiğimizden daha fazla gücü kalplerimize ve beyinleri*

Patriave Honor: (Lat) Vatan ve şeref. (Ed. n.)

282

Devlete Kısa Bir Bakış

mize ayırdığımız zaman makul derecede umutlu olabiliriz. O nedenle bu güç çoğu zaman bir varsayım, bir abartma olacaktr.

444.

Savaş.- Savaşa karşı şu söylenebilir: Savaş galibi aptallaştırır yenileni ise kindar yapar. Savaşın lehinde ise şöyle denilebilir: Bu sonuçların her ikisi de insanları daha barbar ve böylece daha doğal hale getirir; savaş kültür için bir uyku zamanı ya da kış mevsimidir ki insanlık bu uykudan iyi ve kötü için daha da güçlenmiş olarak uyanır.

445.

Hükümdarın hizmetinde. - Bir devlet adamı, eksiksiz bir acımasızlıkla hareket edebilmekiçin, işini en iyi şekilde kendisi ıçın değil de bir hükümdar için icra edebilir. Onun genelilgisizliğinin parlaklığı her gözlemcinin gözünü öylesine kör eder ki gözlemci devlet adamının işine eşlik eden art niyeti ve acımasızlığı görmez.

446.

Bir adalet sorunu değil, iktidar sorunu. - Her şeyi üstün yararlılığı bağlamında gören insanlar için, sosyalizm, binlerce yıldır ezilen ve baskı altında tutulanlara zulmedenlere karşı gerçekten bir başkaldırı olması koşuluyla, herhangi bir ada-

let sorunuyla değil, (0 gülünç ve anlamsız soruyla: “Onun talep-

lerine nereye kadar boyun eğmeliyiz?”) tersine yalnızca iktidar sorunuylailgilenir «Onun taleplerinden nereye kadar faydalanabiliriz?”); bu yüzden sosyalizm doğanın gücüile, örneğin insanlar ya kendilerine makine put olarak hizmet etmeye zorlayacakları ya da öteki türlü, makinenin işe yaramaması yani insanın onu çalıştırma hesaplarında hata yapması durumunda, makineyi yanı başındaki insanlarla birlikte paramparça edebilecekleri buharla aynı şeydir. Bu iktidar sorununu çözebilmek için, sosyalizmin ne kadar güçlü olduğunuvesiyasal güçlerin mevcut faaliyeti içinde 283

İnsanca, Pek İnsanca — 1

hangi dönüştürülmüş biçimle hâlâ kullanılabileceğini bilmemiz gerekiyor; belli koşullar altında, onu güçlendirebilmek için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Çünkü hangi büyük güç -en tehlikeli güçler bile- söz konusu olursa olsun, insanlık onu nasıl insani niyetlerin bir aracı haline getirebileceği üzerinde iyice düşünmelidir. Ancak eskiyı ve yeniyi temsil eden güçler arasında bir savaşın patlak vermek üzere olduğu gibi bir durum söz konusu olduğu zaman sosyalizm belli haklar elde edebilir fakat o zaman da, her iki tarafın kendi mevcudiyetini ve avantajlarını korumayı nasıl en üst düzeye çıkaracağı hususundaki ihtiyatlı hesaplama bir uzlaşmaya varma arzusu doğurur. Bir sözleşme olmaksızın hiçbir hak söz konusu olamaz. Ne var kı, bugüne kadar, belirtilen bölgede ne savaş ne de sözleşme olmuştur ve bu yüzden ne haklar ne de “— meli” söz konusu olmuştur.

447.

Sahtekârlığın en küçük diliminden faydalanma. - Basının gücü ona hizmet eden her bireyin yalnızca çok zayıf bir sorumluluk ve yükümlülük duygusunu hissetmesi olgusundan gelir. O genelde kendifikrini gerçekten ifade eder ama kenditarafına ya da kendi ülkesinin, hatta bizzat kendisinin siyasal amaçlarına yarar sağlamak için, yeri geldiğinde fikrini ifade etmez. Bu önemsiz sahtekârlık veya belki de yalnızca sahte suskunluk sürçmelerine birer bireysel davranış olarak tahammül etmek zor değildir ama yine de olağanüstü sonuçlar doğururlar çünkü bu önemsiz sürçmeler pek çok kişi tarafından aynı anda yapılmaktadır. Onlardan her biri kendi kendisine şöyle der: “Bazı çok önemsiz hizmetler yapmakla, yaşamımı geliştirip kendimi idame ettirebilirim, bu küçük kaygılara gerekli ilgiyi göstermekte başarısız kalmakla kendi hayatımı imkânsız hale getiririm.” Kişinin, her koşulda kendi imzasını bile taşımayabilecek ek bir satır daha yazması ya da yazmaması ahlaki bağlamda neredeyse alakasız göründüğü için, para ve nüfuz sahibi biri kamuoyuna herhangi bir görüşü benimsetebilir. Çoğu insanın önemsiz meselelerde güçsüz olduğunu bilen ve onlar aracılığıyla kendi amaçlarına ulaşmak isteyen herhangi biri her zaman tehlikeli bir kişidir. 264

Devlete Kısa Bir Bakış

448.

Aşırı yüksek sesle yakınmak. -Birkrizi(6rneğin,bir

yönetimin kusurlarını,siyasal ve bilimsel örgütlenmelerdeki yozlaşmayı ve keyfi kayırmacılığı) hayli abartılmış bir tarzda temsil etmek, açıkçası durum hakkında bir şeyler bilenler üzerindeki etkisini azaltır, durum hakkındahiçbir şey bilmeyenler (ve özen-

li, ılımlı bir açıklamayailgisiz kalacak olanlar) üzerinde ise çok

daha büyükbir etki yaratır. Ancak hiçbir şey bilmeyenler çarpıcı bir çoğunluğu oluşturdukları ve içlerinde daha büyük bir irade gücüyle daha şiddetli bir eylem tutkusunu barındırdıkları için, söz konusu abartı araştırmalara, cezalandırmalara, vaatlere ve yeniden örgütlenmelere yol açacaktır. Krizleri böyle bir ölçüyle abartılmış bir tarzda temsil etmek yararlıdır.

449.

Politikanın aleni hava yapıcıları. - Tıpkı sıradan insanların gözlerden ırak bir şekilde, havadan anlayan ve onu bir gün önceden tahmin eden birinin aslında havayı oluşturduğunu varsayması gibi, kültürlü ve eğitimli insanlar bile, onlar Iktidardayken cereyan eden tüm önemli değişimlerin ve dalgalanmaların kişisel sorumluluğunu büyük devlet adamlarına atfetmekle kendi batıl inançlarını sergilerler, hem de o devlet adamlarının söz konusu değişimlerden ve dalgalanmalardan diğer insanlardan azıcık önce haberdar oldukları ve hesaplarını ona göre yaptıkları açık seçik ortadayken; böylece, onlar da hava yapıcılar olarak kabul edilmektedir ve bu inanç onların iktidarının hiç de önemsiz olmayan bir aracıdır.

450.

Eski ve yeni yönetim anlayışları. - Yönetimle halk arasında, biri daha güçlü ve daha üstün, diğeri daha zayıf ve daha alt seviyede olan iki ayrı iktidar alanı görüşmeler yapıp bir anlaşmaya ulaşıyorlarmış gibi bir ayırım yapmak, bugün bile çoğu devlette iktidar ilişkilerinin tarihsel düzenlenişine tamı tamına tekabül eden miras alınmış siyasal duyarlılığın bir

kalıntısıdır. Örneğin, Bismarck anayasal biçimi yönetimle halk

285

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

arasında varılmış bir uzlaşma olarak tanımlarken, mantığını(ve tam da bu nedenle, açıkçası, insani olan hiçbir şeyin onsuz var

olamayacağı bir mantıksızlık karışımını da) tarihten alan bir

ilkeyle uyumlu olarak konuşmaktadır. Öte yandan, bizim şimdi - tümüyle ekmekten doğan ve şimdi tarihi yaptığı farz edilen bir ilke doğrultusunda - yönetimin alışıldık biçimde özgüvensiz bir “aşağı” ile bağlantılı olan ihtiyatlı, kutsal bir “yukarı” değil, bir halk organından başka bir şey olmadığını öğrenmemiz bekleniyor. Şu ana kadarki tarıh dışı ve keyfi ama aynı zamanda daha mantıklı yönetim formülasyonunu kabul etmeden önce, sonuçlarını gerçekten göze almamız gerekir. Çünkü halklarla yönetimler arasındakiilişki diğer ilişkilerin en güçlü modelidir, öğretmenle öğrenci, aile reisiyle hizmetçiler, babayla aile, komutanla asker, ustayla çırak arasındaki etkileşimlerin biçimlerini içgüdüsel olarak ondan aldıkları bir tasarımdır. Tüm bu ilişkiler şimdi mevcut anayasal yönetim biçiminin etkisi altında bir parça yeniden formüle edilmekte, birer uzlaşma haline gelmektedir. Ancak anlayışların en yenisi her yerde kendisini bir kez halkın beyninin efendisi haline getirdi mi, onların ne kadar büyük bir dönüşüme uğratılması, hem özlerinin hem de isimlerinin nasıl da köklü biçimde değiştirilmesi gerekecektir! Ki bu yine de bir yüzyıl daha gerektirecektir. Bu süreç boyunca, hiçbir şey dikkat ve yavaş gelişme kadar arzu edilebilir değildir.

431.

Bir parti tuzağı olarak adalet. - Yönetici sınıfın

(iile de zeki olmasa bile) soylu temsilcileri pekâlâ da şöyle yemin

edebilirler: “Biz insanları eşit saymak ve onlara eşit haklar tanımak isüyoruz.” Buraya kadar, adalete dayandırılmış sosyalist bir düşünme tarzı mümkündür ama daha önce de belirtildiği gibi, yalnızca, bu durumda kurbanları ve feragatlarıyla adaleti icra eden yönetici sınıf içinde mümkündür. Buna karşılık, boyun eğdirilmiş sınıfa mensup Sosyalistler tarafından dile getirilen eşit hak talebi hiçbir zaman bir adalet anlayışından değil, tam tersine açgözlülükten doğar. Eğer biri bir hayvanın yakınında kanlı iri et parçalarını tutup ardından da hayvan en sonunda kükrediğinde onları birdenbire hızla çekerse sizce bu kükreyiş adaleti ifade eder mi? 286

Devlete Kısa Bir Bakış

452.

Sahip olma ve adalet. - Sosyalistler günümüz insanlığı arasındaki mülkiyet dağılımının sayısız adaletsizlik ve şiddet eyleminin bir sonucu olduğunu kanıtlarken ve böylesine adaletsız bir temele dayalı bir şey karşısındaki her türlü yükümlülüğü in summa”" reddederken yalnızca yalıtılmış tek bir şeyi görmektedirler. Eski kültürün tüm geçmişi güç, kölelik, aldatmacave hata üzerine kurulmuştu; ama bizler, tüm bu koşulların mirasçıları olarak, hatta tüm o geçmişle birlikte büyüyenler olarak, buyruklarla kendimizi silemeyiz ve o geçmişin herhangi bir parçasını ortadan kaldırmayı arzu etmemeliyiz. Adaletsiz duygular mülkiyet sahibi olmayanların ruhlarında da yerleşiktir,; onlar hiç de mülk sahiplerinden dahaiyi değillerdir ve hiçbir ahlakı ayrıcalıkları yoktur, çünkü bir noktada onların ataları da mülk sahipleriydi. Gerekli olan mülkiyetin zor yoluyla yeniden bölüştürülmesi değil, bunun yerine duyarlılığın aşamalı dönüşümüdür; adalet anlayışı herkeste daha da büyümeli, şiddet içgüdüsü ise daha da zayıflamalıdır.

453.

Tutkuların dümencisi. - Bir devlet adamı, zayıflatılan karşı tutkulardan yararlanmak için kamusal tutkular yaratır. Bir örnek vermek gerekirse: bir Alman devlet adamı Katolik Kilisesi nin hiçbir zaman Rusya'yla aynı planlara sahip olmayacağını ve aslında Katolik Kilisesi'nin Rusya'dan daha çok Türklerle ittifak yapacağını gayet Iyı bilir; aynı şekilde, Fransa'yla Rusya arasındaki bir ittüfakın Almanya için büyük bir tehlike teşkil ettiğini de bilir. Şımdı, eğer Alman devlet adamı Fransa'yı Katolik Kilisesi'nin ocağı ve yuvası haline getirmeyi başarırsa, uzun bir süreliğine bu tehlikeyi bertaraf etmiş olacaktır. Sonuç olarak, Katoliklere karşı nefret sergilemek ve papanın otoritesini kabul edenleri ateşlibir siyasal güce, Alman politikalarına düşman olan ve doğal olarak Fransa ile, yani Almanya'nın düşmanıyla birleşmesi gereken bir güce dönüştürmek için her türlü düşmanlığı kullanmak Alman devlet adamının çıkarınadır. Nasıl ki Mirabeau" kendi anavata*

Im summa:(Lat) Tümüyle (Çev.n)

287

İnsanca, Pek İnsanca — 1

nının kurtuluşunu Katoliklikten arındırılmasında görmüşse, Alman devlet adamı da aynı zorunlulukla Fransa'nın Katolikleştirilmesini amaçlar. Bu yüzden bir devlet başka bir devletteki milyonlarca aklın karanlığa gömülmesini ister, bu karanlık sayesinde bir avantaj elde edebilmekiçin. Komşu bir devletteki cumhuriyetçi yönetim biçiminin desteklenmesinin gerisinde de aynı tutum yatar -Merimee'nin” dediği gibi, le dösordre organise””— sırt bu yönetimin halkı daha zayıf, daha dağınık ve savaşa daha az yatkın hale getireceği düşünüldüğü için.

454.

Devrimci ruhlar arasında tehlikeli olanlar. — Toplumu devirmeyi amaçlayanları, kendileri için bir şey elde etmek isteyenlerle çocukları ve torunlarıiçin bir şey elde etmek isteyenler olarak ikiye ayırabiliriz. İkinciler daha tehlikelidir, çünkü onlar umursamazlığın sağladığı inanca ve iyı vicdana sahiptirler. Diğerleri satın alınabilir; toplumun yönetüci unsurları hâlâ bunu yapabilecek kadar zengin ve akıllıdır. Amaçlar kişisel olmaktan çıkar çıkmaz tehlike de başlar; kişisel olmayan nedenlerle devrimci olanlar statükonun tüm savunucularını kişisel kaygılara sahip kişiler olarak değerlendirebilirler ve bu yüzden kendilerini onlardan daha üstün görebilirler.

435.

Babalığın siyasal değeri. - Eğer bir adamın hiç oğlu yoksa, o herhangi bir devlet işinin neyi gerektirdiği üzerine yapılan tartışmalara katılma hakkına sahip değildir. Biz kendimiz, diğer insanlarla birlikte, bizim için en değerli olanı tehlikeye atmış olmalıyız; ancak bu bizi devlete sıkıca bağlar; gelecek kuşaklarımızın mutluluğunu göz önüne almalıyız, işte bu yüzden, kurumlara ve onlarda yapılacak değişikliklere gerçek, doğal * Honore Gabriel Rigueti Comte de Mirabeau: (1749-1791) Fransız devlet adamı.(Ed. n)

* Prosper Mörimce: (1803-1870) Fransiz romantik yazar. (Ed.n.)

*** Le dösordre organisö: Örgütlü düzensizlik. Prosper Merimee, Lettres â une inconue, 2372, (G.

Handwerk nl)

288

Devlete Kısa Bir Bakış

bir ilgi gösterebilmek için, her şeyden önce gelecek kuşaklara sahip olmalıyız. Bir kişide üstün ahlakın gelişimi onun oğullara sahip olmasına bağlıdır; bu onu egoistçe olmayan bir tarzda hevesli hale getirecektir ya da daha doğrusu; onun egoizmini zamana yayar ve onun ciddi biçimde kendi bireysel ömrünün ötesindeki amaçlar peşinde koşmasınısağlar.

436.

Ata övüncü. - Babalarımız aracılığıyla bize dek uzanan kesintiye uğramamış bir iyi atalar zincirine sahip olmaktan dolayı haklı olarak övünebiliriz; zincirin kendisinden dolayı değil ama, çünkü herkes bunasahiptir.İyi ataların soyundan gelmek doğuştan gelen gerçek soyluluğu teşkil eder; o nedenle, bu zincirin tek bir halkasının bile kopuk olması, yani tek bir kötü atanın var olması, doğuştan gelen soyluluğu geçersiz kılar. Kendi soyluluğundan söz eden herkese şunu sormalıyız: Atalarının arasında şiddet tutkunu, açgözlü, azgın, art niyetli ve acımasız birileri hiç mi yok? Eğer bu kişi herhangi bir kuşkuya yer bırakmaksızın ve vicdan rahatlığı içinde “Hayır” cevabını verirse, onun dostluğunu kazanmayaçalışmalıyız.

437.

Köleler ve işçiler. - Tüm diğer refah türlerine (güvenlik, barınma her türden hazlar) oranla kibrimizi tatmin etmeye

daha fazla değer verdiğimiz olgusu, herkesin (siyasal neden-

lerden oldukça ayrı olarak) köleliğin ortadan kaldırılmasını arzulama ve insanların bu duruma indirgenmelerinden nefret etme tarzında inanılmaz bir açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Oysa herkes kölelerin her bakımdan modem işçiden daha güvenli ve mutlu biçimde yaşadıklarını ve “işçinin”işiyle kıyaslandığında, kölelerin işinin çok az çalışmayı gerektirdiğini itiraf etmelidir. “İnsan onuru” adına buna karşı çıkarız. Ne var ki bu, daha açık seçik biçimde ifade edildiğinde, dayanılması en zor olan kaderin bir başkasıyla eşit biri olarak değerlendirilmemek ya da daha az kamusal saygı görmek olduğunuhisseden o şefkatle büyütülmüş kibrin ta kendisidir. Kinik bu konuda farklı düşünür çünkü o 289

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

onura tepeden bakar:İşte bu yüzden Diogenes bir ara hem bir köle hem de özel bir öğretmendi.

458.

Öncü ruhlar ve onların araçları. — Büyük devlet adamlarının ve genel olarak kendi planlarını hayata geçirmek için pek çok kişiyi kullanmak zorunda olan herkesin, bazen bir yoldan, bazen de başka bir yoldan ilerlediklerini görüyoruz. Onlar kendi planlarına uygun olan insanları ya çok kurnazca ve özenle seçip ardından da seçtikleri kişilerin doğalarının onları tam da kendilerinin istedikleri doğrultuya yönelteceğini bildikleri için onlara görece büyük bir özgürlük düzeyi tanırlar ya da öteki türlü, önlerine gelen her şeyi alarak kötü biçimde seçerler ama ardından da bu kişiye amaçlarına uyacak bir biçim verirler.

İkinci türden kişi daha güçlüdür ve aynı zamanda dahaitaatkâr

araçları arzular; o genelde, sözü edilen ilk ruhlara oranla insanlar hakkında çok daha az şey bilmektedir ve onlar karşısında çok daha saygısızdır ama onun kurduğu makine çoğu zaman birincisının atölyesinden çıkan makineden daha iyi çalışır.

439.

Keyfi yasa gereklidir. - Hukukçular, üzerinde en bütünlüklü biçimde düşünülmüş olan yasanın mı yoksa anlaşılması en kolay olan yasanın mı geçerli olduğu konusunda görüş ayrılığı içindedir. En üstün modeli Roma hukuku olan birinci tür, sıradan insana anlaşılmaz ve bu yüzden onun adalet anlayışının ifadesi olmayan bir yasa türü gibi görünür. Halka özgü yasalar, örneğin Cermen yasaları, kaba, batıl inançlara dayalı, mantıksız ve kısmen aptalcaydı ama oldukça özgün, miras alınmış ve yerel gelenek ve duygulara gerçekten tekabül ediyorlardı. Fakat yasa, artık bir gelenek olmadığı herhangi bir yerde, tıpkı artık bizim için de öyle olmadığı gibi, ancak emretme ya da zorlamaaracılığıyla işlevini yerine getirebilir; artık hiçbirimizde gelenekselbir yasa duygusu yoktur, işte bu yüzden belli bir yasa olması gerekliliğinin ifadesi olan keyfi yasalardan hoşnut olmalıyız. Öyleyse bu durumda, en mantıklı olan en kabul edilebilir olandır çünkü 290

Devlete Kısa Bir Bakış

o en tarafsız olandır; karşı gelmeyle cezalandırma arasındaki iliş-

kinin en küçük ölçü biriminin her olayda keyfi olarak belirlendiğini itiraf etmek bile.

460.

Kitlelerin büyük adamı.- Kitlelerin büyük adam dedig1 kişinin reçetesi kolayca yazılabilir. Kişi her koşulda kitlelere oldukça kabul edilebilir bulacakları bir şey sağlamalı ya da önce şu ya da bu şeyin kabul edilebilir olacağını kafalarına sokmalı sonra da onu onlara vermelidir. Ama bu hemen, ne pahasına olursa olsun tarzında yapılmamalıdır; tersine, kişi bunu büyük bir çabayla elde etmeli ya da öyle elde ediyormuş gibi görünmeli. Kitleler kudretli, hakikaten yenilmez bir irade gücünün ortaya konulduğu izlenimine sahip olmalıdır; en azından ortaya konulmuş gibi görünmelidir. Herkes irade gücüne hayran kalır çünkü kimse ona sahip değildir ve herkes kendi kendisine eğer o güce sahip olsaydı, kendisi ve kendi egoizmi için artık hiçbir sınırın olmayacağını söyler.İşte eğer bu türden güçlü bir iradenin kitlelerin dikkatini o irade arzusunailişkin dileklere vermek yerine, kabul edilebilir buldukları bir şeyi gerçekten başarması gibi bir durum söz konusu olursa, daha çok hayrete düşer ve kendimizi kutlarız. Diğer açılardan, büyük adam kitlelerin tüm özelliklerine sahip olmalıdır, kitleler onun önünde ne kadar az utanırlarsa, o da o kadar çok popüler hale gelir. Bu yüzden bırakın büyük adam şiddet tutkunu, kıskanç, sömürücü, entrikacı, dalkavuk, yaltak, küstah, koşullar neyi gerektiriyorsa, öyle olsun.

461.

Hükümdar ve Tanrı. -İnsanlar sık sık hükümdarlarıyla tıpkı Tanrılarıyla ilgilendikleri gibi ilgilenirler ve hakikaten de, hükümdarsık sık Tanrı'nın temsilcisiydi ya da en azından onun üst düzey bir rahibiydi. Neredeyse esrarengiz olan bu saygı, korku ve utanma çoktan zayıfladı ve zayıflamaya devam ediyor ama zaman zaman alevlenip genel olarak güçlü insanlara bulaşıyor. Deha kültü Tanrılara ve hükümdarlara gösterilen saygının bir yankısıdır. Kişi nerede bireyleri insanüstü bir şey mertebesine 291

İnsanca, Pek İnsanca — 1

çıkarma çabasına girerse, orada aynı zamanda tüm insan sınıflarını olduklarından daha bayağı ve düşük algılama eğilimi de var olacaktır.

462.

Benim ütopyam. - Daha iyi bir düzenin olduğu bir toplumda, zorlu çalışma ve yaşam ihtiyaçları, onlardan dolayı en az acı çeken kişiye, yani en bilinçsiz olanlara ve böylece adım adım en üstün, en yüce acı çekme türlerine karşı duyarlı olan ve bu yüzden kendi yaşamı mümkün olduğu kadar kolaylaştırılmış olmasına rağmen acı çekmeye devam eden kişiye devredilecekÜr.

463.

Devrim kuramındaki yanılgı. -Güzelbirinsanlığın en görkemli tapınağının çabucak, adeta kendiliğinden yükseleceği inancıyla her türlü toplumsal düzenin yıkılmasını ateşli ve belagatli bir şekilde talep eden siyasal ve sosyal hayalperestler vardır. Bu tehlikeli rüyalarda, Rousseau'nun insan doğasının harıka, ezeli ama adeta bastırılmış iyiliğine inanan ve bu bastırılmışlığın tüm suçunu toplum, devlet ve eğitim olarak cisimleşmiş kültürel kurumlara yükleyen batıl inancının bir yankısını duymamız hâlâ mümkündür.” Ne yazık kı, bu türden her devrimin en yabanıl enerjilerin en uzak çağların çoktan gömülmüş dehşetleri ve aşırılıkları biçimindeki yeniden dirilişini de beraberinde getirdiğini, bu yüzden insanlığın zayıf düştüğü bir zamanda, bir devrimin kesinlikle bir enerji kaynağı olabileceğini ama asla bir düzenleyici, mimar, sanatçı, insan doğasının kusursuzlaştırıcısı olamayacağını tarihsel deneyimlerden biliyoruz. Devrimin iyimser ruhunu yaratan Voltaire'in düzenlemeye, arındırmaya ve yeniden yapılandırmaya eğilimli olan ılımlı doğası değil, tersine Rousseau'nun tutkun aptallıkları ve yarı yalanlarıdır ki ben bunlara karşı şöyle haykırıyorum: “Ecrasez Vinfâme””” Bu ruh uzun *

Kış. Jean-Jacgues Rousseau, Discours sur les Sciences et Res Arts (Bilimler ve Sanatlar

Üzerine Söylev, 1750). İM. Faber n.

292

Devlete Kısa Bir Bakış

bir zaman dilimi boyunca aydınlanmanın ve ilerici gelişmenin ruhunu ürkütmüştür. Şöyle bir bakalım —-herkes kendi içineonu yeniden geri getirmek mümkün mü değil mi!

464.

Ilımlılık. - Düşünce araştırmadaki tam kararlılık, yani bir kışılik özelliği haline gelmiş özgür ruhluluk,bizi eylemlerimizde ılımlı hale getirir çünkü o arzunun yeteneğinizayıflatır, ruhsal amaçları ilerletmek üzere mevcut enerjinin önemli bir kısmını kendine çeker ve tüm ani değişimlerin kısmi yararlılığını veya yararsızlığını ve tehlikesini kanıtlar.

465.

Ruhun dirilişi. - Bir halk siyasal ölüm döşeğinde yattığında, genelde kendisini gençleştirir ve güç arayışı ve iddiası boyunca aşama aşama yitirdiği ruhu yeniden keşfeder. Kültür en üstün başarılarını siyasal güçsüzlük zamanlarına borçludur.

466.

Eski evde yeni fikirler. - Kurumların yıkılmasının hemen ardından fikirlerin yıkılması gelmez; tersine, yeni fikirler uzunca bir süre kendi öncellerinin 1ssız ve tuhaf biçimde tanıdık olmayan evinde yaşar ve hatta o evi kendileri korurlar, ne de olsa onların da bir barınağa ihtiyacı vardır.

467.

Eğitim. — Tıpkı büyük mutfaklarda pişirilen yemeğin en iyi ihtimalle hep vasat olması gibi büyük devletlerdeki eğitim de en iyi ihtimalle her zaman vasat olacaktır. ”

“Ezin alçak şeyı!” Voltaire, 28 Kasım 1762'de Jean Le Rond d'Alembert'a gönderdiği bu mektupta d'Alembert'ı, “Danube karşısında” çok güçlü olduğunu düşündüğü Katoliklikteki batıl inançlara, aşırı unsurlara karşı direnmeye davet ediyordu. |G. Handwerk nl)

293

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

468.

Masum yozlaşma. - Kamusal eleştirinin keskin rüzgârının esmediği tüm kurumlarda, masum bir yozlaşma adeta mantar gibi biter (örneğin, bilimsel kurullarda ve senatolarda böyle olur).

469.

Birer politikacı olarak bilginler. - Politikacı olan bilginlere genelde siyasal bir partinin vicdanı olmak zorunda kalmak gibi komik bir rol verilir.

470.

Koyunun arkasına gizlenen kurt. - Hemen hemen her politikacı bazı durumlarda dürüst bir insana öylesine çok ihtiyaç duyarkı, tıpkı aç bir kurt gibi, bir koyun sürüsünün içine dalar; çalınmış koçu yemekiçin değil de onun yünlüsırtının arkasına gizlenmekiçin.

471.

Mutluluk zamanları. - İnsanlar ona sahip olmayı değil, yalnızca onun için dilekte bulunmayı istediklerinden, bir mutluluk çağı mümkün olamaz ve her birey kendi iyi günlerinde

huzursuzluğun ve sıkıntının bedelini ödemeyi öğrenir. İnsanla-

rın kaderi mutlu anlara uyarlanmıştır -her yaşamda böyle anlar vardır- ama mutlu çağlara değil. Ne var ki bunlar insanların hayal dünyasında “dağların ötesindeki şey” olarak, atalarımızdan kalan bir miras olarak var olmaya devam eder; çünküilk çağlardan beri bir mutluluk çağı kavramı, hiç şüphesiz, avcılık ve savaşla kendisini bir hayli yormuş olan birinin dinlenmeye çekildiği, kollarını ve bacaklarını uzattığı ve uykunun kendi etrafında kanat çırptığını duyduğu durumdan alınmıştır. Eğer, o antık alışkanlıkla uyumlu olarak amasıkıntı ve ıstırapla dolmuş olan uzun zaman dilimlerinden sonra,biri şimdi o uygun şekilde yoğunlaştırılan ve uzatılan mutluluk durumunu yaşayabileceğini düşünürse, yanlış bir sonuca varmış olur.

294

Devlete Kısa Bir Bakış

472.

Din ve yönetim. - Devlet, daha açık söylemek gerekirse, yönetim, hâlâ yeterince olgunlaşmamış bir çoğunluğun bekçisi olarak kurulduğunubildiği ve dinin korunması mı yoksa ortadan kaldırılması mı gerektiği sorununu onlar adına değerlendirdiği sürece, büyük ihtimalle her zaman dinin korunması yönünde karar verecektir. Çünkü, kayıp, mahrumiyet, korku ya da güvensizlik durumunda, yani yönetimin sıradan insanın ruhsal acılarını dindirmek için doğrudan bir şey yapamayacağınıhissettiği zamanlarda, din bireysel ruhu tatmin eder. Hakikaten de, evrensel, önüne geçilmez ve şimdilik kaçınılmaz olan kötülüklerin (kıtlık, ekonomik krizler, savaşlar) tam ortasında bile din çoğunluğa sakinleştirici, sabırlı ve güven verici bir tutum kazandırır. Devlet yönetiminin kaçınılmaz ya da tesadüfi kusurlarının veya hanedanlık çıkarlarının tehlikeli sonuçlarının dikkatli bir gözlemci için görülebilir hale geldiği ve onu daha dikkafalı olmaya yönelttikleri herhangi bir yerde, daha az kavrayışlı insanlar Tanrı'nın elini gördüklerini düşünecekler ve yukarıdan gelen düzenlemelere sabırla boyun eğeceklerdir (ki bu, kutsal ve insani

yönetim biçimlerininiç içe geçtiği bir anlayıştır). Böylece, iç barış

ve gelişimin sürekliliği korunmuş olacaktır. Bir rahiplersınıfının kendi sadakati pahasına yönetici güçle anlaşmaya varamayıp onunla çatışmaya girdiği nadir durumları saymazsak, halk duygularının birliğinden, herkesin aynı fikirlere ve amaçlara sahip olmasından doğan güç, din tarafından korunur ve onun damgasını taşır. Her zaman olduğu gibi, devlet rahipleri nasıl kazanacağını bilir çünkü devlet ruhları hayli özel ve örtük biçimde eğiten bu rahiplere ihtiyaç duyar ve dışarıdan bakıldığında tamamen farklı bir çıkarı temsil ediyor gibi görünen hizmetkârlara nasıl değer vereceğini bilir. Rahiplerin yardımı olmaksızın, günümüzde bile hiçbir iktidar “meşru” hale gelemez; tam da Napolyon'un anladığı gibi. O nedenle, mutlak vasi bir yönetim ve dinin dikkatlice korunması zorunlu olarak atbaşı gider. Bu ise yönetici kişi ve sınıfların dinin kendileri için sağladığı avantajların farkında olmalarını ve dini bir araç olarak kullandıkları sürece, sonuç olarak belli bir noktaya kadar kendilerini dinden üstün hissetmele-

rini önkoşul olarak gerektirir. İşte bu yüzdendir ki özgür ruhlu-

luk kökenini buradan alır. Peki, tupkı demokratik ülkelerde 295

İnsanca, Pek İnsanca — 1

öğretildiği gibi, tamamen farklı bir yönetim anlayışı egemen olmaya başlarsa ne olur? Eğer insanlar onu halk iradesinin bir aracı olmaktan başka bir şey olarak görmezlerse, yani bir Aşağı ile bir Yukarı arasındaki bir kıyaslama olarak değil, yalnızca tek hükümranın,yanı halkın bir işlevi olarak görürlerse ne olacak? Bu durumda, yönetim din karşısında ancak halkın sergilediği tavrın aynısını sergileyebilir; her aydınlanma yayılımının onun temsilcilerinde yankılanması gerekir, dinsel dürtülerin ve avuntuların herhangi bir şekilde yönetimin amaçları doğrultusunda kullanılması ve yönlendirilmesi pek de sanıldığı kadar kolay olmayacaktır (güçlü parti liderleri geçici olarak, aydın despotizminkine benzer bir etki yaratmadıkları sürece). Ama eğer devlet bizatihi dinden artık hiçbir avantaj elde edemeyecek olursa ya da eğer insanlar dini şeyler hakkında, yönetimin dini alanlarda tek ve birleşik bir plan benimsemesine imkân vermeyecek kadar farklı görüşlere sahip olurlarsa, o zaman, tek çare dini özel bir konu olarak değerlendirip onu her bireyin vicdanına ve pratiğıne bırakmaktır. Bununilk sonuçlarından biri, devletin bilerek ya da bilmeyerek açığa çıkabilecekleri bir alan tanımadığı, gizlenmiş ve baskı altına alınmış ve şımdı de uç ve aşırı tarzlarda patlak veren belli başlı tutkuların onunla birleşmesi koşuluyla, dini duyarlılığın daha da güçleniyormuş gibi görünmesidir; daha sonra mezhepler tarafından istila edilen dinin özel bir konu haline getirilmesiyle birlikte bol miktarda ejderha dişi tohumu serpilmiş olduğu anlaşılacaktır. Çatışma bölgesi, dinsel inançların tüm zayıflıklarının düşmancaifşası, en sonunda her dahaiyı ve yetenekli kişinin önünde, dinsızlığı özel meselesi haline getirmekten başka bir çıkış yolu bırakmaz; ki bu eğilim şimdi bile yönetenlerin ruhuna hâkim olmaya başlıyor ve neredeyse iradelerine rağmen, uygulamalarına dine düşman olan bir nitelik kazandırıyor. Bu gerçekleşir gerçekleşmez, hâlâ dinden etkilenen ve daha önce kısmen ya da tümüyle kutsal bir şey olarak devlete tapmış olan insanların tutumu değişerek kararlı biçimde devlete düşman olan bir tutum haline gelir; yönetimin koyduğu kuralları delmekten, ellerinden geldiği kadar o kuralları engellemek veya tıkamak veya saptırmak ve muhalefetlerinin heyecanıyla diğer, dinsiz tarafı neredeyse fanatik bir devlet tarafgirliğine doğru itmekten çekinmezler; onların çevrelerine ait olanların, dinden 296

Devlete Kısa Bir Bakış

koptuktan ve dinin yerine geçici olarak devlete bağlılıklarını koyduktan sonra, bir tür boşluk duygusuna kapılmaları olgusu da bu sürece gizlice suç ortaklığı eder. Dini partilerin hâlâ eski durumları yenileyip tekerleği geriye doğru çevirecek kadar güçlü olup olmadıklarına, ki bu durumda da devlet kaçınılmaz olarak aydın bir despotizmin eline geçecektir (muhtemelen eskiye oranla daha az aydın ve daha çok korkulu olan bir despotizm) ya da dini olmayan partilerin iktidara gelip, muhtemelen okullar ve eğitim aracılığıyla rakiplerinin propagandasını birkaç kuşak boyunca kısıtlayıp, en sonunda onu imkânsız hale getirip getirmeyeceklerine, uzun sürebilecek bu geçiş mücadelelerinden sonra, nihayet karar verilecektir. Ama o zaman onların devlete olan yakınlığı da azalacaktır. Devleti bir gizem, dünyadışı bir güç tarafından bahşedilmiş bir varlık olarak gören dini tapınmayla birlikte, o saygın ve dindar ilişkinin de derinden sarsıldığı her zamankinden çok daha açık biçimde ortaya çıkacaktır. Bundan böyle bireyler, yalnızca onun kendileri için yararlı ya da zararlı olabilecek tarafını görecekler ve onu etki altına almak için olası her türlü-aracı kullanarak, kendilerini öne çıkaracaklardır. Ama bu çekişme kısa süre içinde fazlasıyla şiddetlenecektir, insanlar ve partiler fazlasıyla çabuk biçimde değişecekler ve zar Zor tırmandıkları zirveden birbirlerini vahşice aşağı atacaklardır. Hiçbir yönetim koyduğu kuralların geçerlilik süresini güvencealtına alamayacaktır; insanlar meyvelerini olgunlaştırmak için onlarca yıl ya da yüzyıllar sürecek sessiz bir büyümeyi gerektiren yükümlülüklerden kaçacaklardır. Hiç kimse bir yasa karşısında yasayı koyan güç önünde geçici olarak eğilmekten daha fazla yükümlülük hissetmeyecektir; insanlar başka bir güç aracılığıyla, yeni bir çoğunluğun oluşumu aracılığıyla, çabucak bu yasayı el altindan çökertmenin yolunu arayacaklardır. En sonunda -bunu kesinlikle söyleyebiliriz— tüm yönetici güçlerin güvensizlığı, kısır döngü içindeki bu mücadelelerin boşuna ve yıkıcı doğasının kavranması, insanları tümüyle yeni bir karar vermeye sevk edecektir: Devlet kavramını yok etmek, “özel olanla kamusal olan”arasındakikarşıtlığı ortadan kaldırmak.Özelşirketler adım adım devletin işlevlerini üstleneceklerdir; eski yönetim eserinin en direngen kalıntıları (Örneğin, özel kişileri birbirlerine karşı

koruması beklenen etkinlik) bile en sonunda özel girişimcilere

297

İnsanca, Pek İnsanca — 1

emanet edilecektir. Devlet karşısındaki aldırışsızlık, devletin çöküşü ve ölümü,özel kişinin kurtuluşu (birey kurtuluşu deme-

meye özen gösteriyorum) demokratik devlet anlayışının bir

sonucudur; onun misyonu burada yatmaktadır. O misyonunu yerine getirdiğinde -ki insani olan her şey gibi bu da rahminde epeyce mantık ve mantıksızlık taşır- eski hastalığın tüm yeni tezahürlerinin üstesinden gelindiğinde, bir kısmı muhtemelen iyi olan, tüm garip hikâyeleri okuyacağımız insanlığın hikâye kitabında yeni bir sayfa açılmış olacaktır. Söylediklerimi kısaca özetlemek gerekirse; vasi yönetimin çıkarlarıyla dinin çıkarları atbaşı gider, yani eğer ikincisi sönmeye başlarsa, aynı zamanda devletin temeli de derinden sarsılacaktır. Siyasal şeylerin düzenine, devletin varlığı hakkındaki gizeme duyulan kutsal inanç, dinsel bir kökene sahiptir. Eğer din tarihe karışırsa, devlet de kaçınılmaz olarak kendi antik İsis peçesini yitirecektir ve artık hiç saygı uyandırmayacaktır. Yakından bakıldığında, halkın hükümranlığı aynı zamanda büyünün ve batıl inançların son izlerinin korkutularak bu duygu ortamından uzaklaştırılmalarına da hizmet eder; modern demokrası devletin çöküşünün tarıhsel biçimidir. Bu kesin çöküşten sonra ortaya çıkacak manzara öyle her bakımdan sevimsiz değildir; insanların zekiliği ve öz çıkarları tüm nitelikleri arasında en çok gelişmiş olanlardır; eğer devlet artık bu güçlerin taleplerine hitap etmezse, ortaya çıkma ihtimali en düşük olan şey kaostur; bunun yerine, devletten çok daha anlamlı bir icat devlet karşısında zafer kazanacaktır. İnsanlık bugüne kadar nice örgütleyici gücün yok oluşunu gördü; örneğin, binlerce yıl boyunca aileden çok daha güçlü olan ve hakikaten de ailenin ortaya çıkmasından çok önce toplumu yönetip örgütleyen kalıtsal klanlar. Bir zamanlar Roma yaşam tarzının ulaştığı düzey kadar güç sahibi olan ve o günden beri giderek daha zayıf ve güçsüz hale gelen aileye çarpıcı bir yasal ve siyasal güç atfeden düşünceyi biz de görüyoruz. Böylece, daha sonrakibir kuşak da dünyanın belli bölgelerinde devletin önemsizleştiğini aynı şekilde görecektir; ki, günümüzde pek çok kişinin korku ve tiksinti duymaksızın nadiren kavrayabildiği bir düşüncedir bu. Bu düşüncenin yayılması ve hayata geçmesi için çalışmak açıkçası tamamen farklı bir şeydir; sabana doğrudan el sürebilmek için, rasyonel kapasitemiz hakkında oldukça küstah 298

Devlete Kısa Bir Bakış

olmamız ve tarihi ancak yarım yamalak anlamamız gerekecektir. Üstelik de, henüz hiç kimsenin, yarılan toprağa daha sonra serpilecek olan tohumları ortaya çıkarmadığı bir noktada. Bu yüzden, “insanların zekiliğine ve öz çıkarlarına” güvenelim, devlet uzunca bir süre varlığını korumaya devam edecek,aşırı hararetli ve olgunlaşmamış yarı bilicilerin yıkıcı denemeleri geri püskürtülecektir!

473.

Araçları bakımından sosyalizm. - Sosyalizm varisi olmak istediği neredeyse elden ayaktan düşmüş bir despotizmin küçük kardeşidir; bu yüzden onun istemleri en derin anlamıyla gericidir. Çünkü sosyalizm bugüne kadar yalnızca despotizmin sahip olduğu türden bir yönetsel güç bolluğu ister ve bireyi tümüyle ortadan kaldırmaya çalışmakla hakikaten de tüm geçmişi geride bırakır. Sosyalizm bireyi doğanın anlamlı bir toplum organına dönüştürmesi gereken haksız bir lüksü olarak algılar. Her aşırı güç gösterisiyle ilişkili olmak hep sosyalistlere yakın gelir, tıpkı tipik bir eski sosyalist olan Platon'un Sicilya tiranlarının sarayında yap-

tığı gibi;* sosyalizm bu yüzyılın güçlü Sezarcı devletini özler (ve belli koşullar altında onu teşvik eder) çünkü dediğim gibi, onun

mirasçısı olmak ister. Ama bu miras bile onun amaçları için yeterli olmayacaktır; sosyalizm tüm yurttaşlara, daha önce eşi benzeri görülmemiş mutlak bir devlet tarafından en topyekün biçimde boyun eğdirilmesini ve onların bastırılmasını talep eder ve devlete duyulan eski dinsel inançlara artık güvenemeyeceği ve bu yüzden bunun yerine istemeyerek, ama yine de sürekli olarak, o dindarlığı ortadan kaldırmak için çalışması gerekeceği için çünkü,sosyalizm elbette, tüm mevcut devletlerin ortadan kaldırılmasıiçin çalışmaktadır- ancak orda burda, en uç terörizme başvurarak kısa zaman dilimleri için varlığını korumayı umabilir. Bu yüzden, sosyalizm gizlice bir terör yönetimi olmaya hazırlanmaktadır ve onların anla-

yışını (onların kısmi eğitiminden dolayı bu anlayış zaten büyük bir

tahribata uğradıktan sonra) tamamen gasp etmek ve oynayacakları ”

Platon'un Syrakusa yöneticileri olan Dionysos ile Dion'u ziyaret edişi ve onlarla arasındakiilişkiler üzerine yaptığı değerlendirme için, Plantonun Yedinci Mektubu'na bakınız. |G. Handwerk n.

299

İnsanca, Pek İnsanca - 1

kötü oyun için onlarda iyi bir vicdan yaratmak üzere, “adalet” sözcüğünü tıpkı bir çivi gibi yarı eğitimli kitlelerin kafalarına çakmaktadır. Sosyalizm her türlü yönetsel güç birikimi hakkındaki tehlikelerin acımasızca ve zor yoluyla bize öğretilmesine ve o ölçüde de bizde bizzat devlete karşı bir güvensizliğin yaratılmasına hizmet edebilir. Sosyalizmin acımasız sesi savaşta “mümkün olduğu kadar çok yönetim” çığlığına karıştığında, bu başlangıçta her zamankinden daha yüksek sesli olur ama kısa süre içinde karşıt çığlık daha büyük bir güçle bastırır: “Mümkün olduğu kadar az yönetim.”

474.

Ruhun devletin korktuğu gelişimi. —- Herdüzenleyici siyasal güç gibi, Yunan Polis” de kültürün gelişimine direnmiş ve ona güvenmemiştir; onun güçlü temel tutkusu, kültürü baltalamak ve engellemekiçin sari ettiği çabalarda neredeyse özel bir şekilde kendisini açığa vurmuştur. Polis, kültürde tarıhe ya da oluşa herhangi bir yer ayırmak istemiyordu; devlet yasalarının emrettiği eğitim her kuşak tarafından bir görev olarak görülmeli ve herkesi aynı gelişim düzeyinde tutmalıdır. Keza Platon da kendi ideal devletinde işlerin bundan farklı olmasını istemiyordu. Bu yüzden kültür polise rağmen gelişti; elbette polis dolaylı olarak ve iradesine zıt bir şekilde kültürün gelişimine yardım etti çünkü poliste bireyin hırsı öylesine yoğun biçimde uyarılmıştı kı, bir kez ruhsal işleme yoluna girdiğinde, bu yolun en uzak uçlarına kadar devam etti. Karşıt bir kanıt olarak Perikles'in övgülerine”” başvurmamalıyız çünkübu, polis ile Atina kültürü arasında zorunlu olarak var olduğu farz edilen ilişkinin hayli iyimser ve yanıltıcı bir izleniminden başka bir şey değildir; Thukydides onun, Atina'da gece olmadan (gelenek denilen musibet ve bozulma) hemen önce, başka bir kılığa girmiş olan ve saçtığı ışıkla kendisinden önceki korkunç günü bize unutturması beklenen bir günbatımı gibibir kez daha parlamasınaizin verir. *



3Ü0

Polis:(Gr) Kent devleti. (Ed. n)

Thukydides, 2. kitap, 35-36.

Devlete Kısa Bir Bakış

475.

Avrupalı ulusların yıkımı. - Ticaret ve sanayı, kitap ve mektup dolaşımı, tüm üstün kültürün ortaklığı, hızlı yer ve görünüm değişiklikleri, toprağı olmayan herkesin mevcut göçebe varoluşu; bu koşullar kendileriyle birlikte kaçınılmaz olarak ulusların zayıflamasını ve en sonunda da yıkımını getirecektir, en azından Avrupa uluslarının. Öyle ki, bu değişimlerin ve onların yol açtıkları sürekli çapraz döllemenin bir sonucu olarak, karışık bir ırk, yani Avrupalı ortaya çıkmak zorundadır. Ulusal düşmanlıklar üreterek ulusları yalnızlaştırmak bilerek ya da bilmeyerek bu amaca ters düşmek anlamına gelir, yine de kaynaşma süreci, o dönemsel karşı akımlara rağmen yavaş da olsa devam eder. Üstelik bu yapay milliyetçilik bir zamanların yapay Katolikliği kadar tehlikelidir, çünkü o özü itibariyle azınlığın çoğunluğa dayattığı bir ıstırap ve kuşatmadır ve onun otoritesinin bekası yalanı, düzenbazlığı ve kaba kuvveti gerektirir. Bizi bu milliyetçiliğe doğru iten şey, bazılarının iddia edebileceğinin

aksine, (farklı halklardan oluşan) çoğunluğun çıkarları değil,

ama her şeyden önce belli soylu hanedanların ve belli ticari ve sosyal sınıfların çıkarlarıdır; bunu fark ettiğimizde, yapmamız gereken tek şey kendimizi iyi Avrupalılar olarak sunmak ve ulusların kaynaşması için pratikte çalışmaktır: Almanya'nın antik ve doğruluğu kanıtlanmış halklar arasında tercüman ve aracı olma özelliğinin onları yardım edilebilir hale getirdiği bir süreç. Bu arada o koca Yahudi sorunu yalnızca ulusal devletler içinde mevcuttur, çünkü onların enerjilerinin ve üstün zekâlarının, kuşaklar boyu süren uzun bir acı çekme okulunda biriktürdikleri ruh ve irade sermayesinin üstün bir düzeye ulaşmak zorunda olduğu, kıskançlık ve nefret yarattığı yer burasıdır, öyle ki, neredeyse mevcut her ulusta, olabilecek her türlü kamusal ve kişisel talihsizliğin şamar oğlanları olarak görülen Yahudilere, mezbaha yolunda yazınsal olarak kılavuzluk etme kabalığı —ve bu ulusların bir kez daha milliyetçi bir tarzda davranmalarıyla birlikte daha da artan ölçülerde- ağır basıyor. Asıl mesele ulusların korunması olmaktan çıkıp tersine mümkünolabilecek en güçlü Avrupalı ırk karışımının yaratılması olduğunda, Yahudi 301

İnsanca, Pek İnsanca - 1

de diğer herhangi bir ulus kalıntısı kadar kullanışlı ve arzu edilebilir bir bileşendir. Her ulus, her kişi sevimsiz, hatta tehlikeli niteliklere sahiptir; Yahudi'nin bir istisna olmasını istemek acımasızlıktır. Söz konusu nitelikler Yahudı'de özellikle tehlikeli ve tehditkâr hale gelebilir ve genç borsa Yahudisi herhalde tüm Insan türünün en tiksindirici icadıdır. Buna rağmen, ben,tarihi diğer herhangi bir halkın tarihinden dahafazla acıyla dolu olan, ki hepimiz bu suça ortağız, en asil insanoğlunu (İsa), en safbilgeyi

(Spinoza), dünyadaki en kudretlikitabı ve en etkili ahlaki kural-

ları borçlu olduğumuz bir halkın nihai yerini ne zamana kadar gözden kaçırabileceğimizi bilmek istyorum. Daha da önemlisi ortaçağın en karanlık dönemlerinde, Asya'dan gelen bir bulut kümesinin Avrupa'yı kararttığı bir zamanda, aydınlanmanın ve ruhsal bağımsızlığın bayrağına çabucak sarılanlar ve en haşin kişisel baskıya maruz kaldıkları halde Asya'ya karşı Avrupa'yı savunanlar, Yahudi özgür düşünceliler, bilginler ve hekimler olmuştu; dünyanın daha doğal, daha rasyonel ve her koşulda mitik olmayan bir tarzda açıklanmasının bir kez daha Zafer kazanması ve şimdi bizi Yunan ve Roma eskiçağının aydınlanmasıyla birleştiren kültürel halkanın kırılmamasıda bir o kadar onlar sayesinde mümkün olmuştur. Hıristiyanlık Batı'yı doğululaştırmak için her şeyi yapmışsa, Yahudilik de vazgeçilmez bir şekilde onun yeniden Batılılaştırılmasına yardım etmiştir ki bu da bir bakıma Avrupa'nın misyonunu ve tarihini Yunanlıların bir devamı haline getirmek anlamınagelir.

476.

Ortaçağın görünüşteki üstünlüğü. - Ortaçağ kilise aracılığıyla, tüm insanlığı kucaklayan ve tamamen evrensel bir amacı olan bir kurumu ortaya koyar, üstelik de onların en temel çıkarlarıyla -sözde- ilgisi olan bir amaç. Buna karşılık, devletlerin ve ulusların modern tarih tarafından sergilenen hedefleri cesaret kırıcı bir izlenim bırakır; bu amaçlar, önemsiz, bayağı, materyalist ve ölçek olarak sınırlı görünür. Fakat hayal dünyamıza yansıyan bu farklı izlenim yargımızı belirlememelidir; çünkü o evrensel kurum kurgulara dayalı yapay ihtiyaç302

Devlete Kısa Bir Bakış

lara, daha önce var olmadıkları için öncelikle yaratılması gereken ihtiyaçlara (örneğin kurtuluş ihtiyacına) hitap ediyordu; modern kurumlar gerçek sıkıntı durumlarına çare olurlar ve kurumların tüm insanların ortak, gerçek ihtiyaçlarına hizmet etmek ve o hayali ilk örneği, yanı Katolik Kilisesi'ni karanlığa ve unutuşa gömmek üzere ortaya çıkacakları bir zamana doğru ilerliyoruz

477.

Savaş kaçınılmazdır. - Bir kez savaş açmayı unuttuk-

tan sonra, insanlıktan çok dahafazla şey beklemek (hatta çok şey

beklemek bile) boş bir hayal ve mistik bir kuruntudur. Şu anda, kamp yerlerinin o ham enerjisinin, o derin, kişisel olmayan nefretin, katilin iyi bir vicdanın eşlik ettiği o soğukkanlılığının, düşmanın yok edilmesine yönelik o ortak, örgütleyici azmin, büyük kayıplar karşısındakı, bizzat kendimizin ve kendi arkadaşlarımızın varoluşu karşısındaki o mağrur duyarsızlığın, ruhun o boğulmuş, adeta depremi andıran ürpertisinin, her büyük savaşta olduğu gibi bitap düşmüş halklara aynı güçle ve aynı kesinlikle verilebilmesinin başka hiçbir yolunu bilmiyoruz. Burada taşan dereler ve akarsular, kendileriyle birlikte her türlü taşı ve çer çöpü taşıyarak narin kültürlerin tarlalarını mahvetmelerine rağmen, daha sonra elverişli koşullar oluştuğunda ruhun atölyesindeki çarkları yeni bir enerjiyle döndüreceklerdir. Nereden bakılırsa bakılsın, kültür, tutkular, ahlaksızlıklar ve kötülük edimleri olmaksızın yapamaz. Emperyalistleşen Romalılar savaşmaktan bir hayli yorulduklarında, hayvanları kasten kızdırmaktan,gladyatör yarışmalarından ve Hıristiyanlara zulüm etmekten yeni enerji elde etmeye çalışıyorlardı. Günümüzün savaştan tümüyle vazgeçmiş gibi görünen İngilizleri de, sönmekte olan enerjilerini yeniden toparlayabilmek için farklı araçlara başvuruyorlar; o tehlikeli keşif seferlerinin, denizden dünyanın etrafını dolaşmaların, dağ tırmanışlarının bilimsel amaçlarla gerçekleştiri!diğini iddia ediyorlar, ama asıl amaç tüm bu çeşit çeşit macera ve tehlikelerden artı bir enerji elde etmektir. İnsanlar savaşın 303

İnsanca, Pek İnsanca — 1

yerine geçebilecek bu türden pek çok yapay etkinliği keşfedecektir fakat herhalde onlardan hareketle mevcut Avrupa kadar yüksek bir kültür düzeyine erişmiş ve bu yüzden kaçınılmaz olarak yorgun düşmüşbir insanlığın yalnızca savaşları değil, aynı zamanda en büyük ve en korkunç savaşları gerektireceğini —ve böylece geçici olarak barbarlığa sapacağını— kavrayacaklardır, eğer kültürün araçları o insanlığa kültürüne ve temelvarlığına mal olmayacaksa.

478.

Güneyde ve kuzeyde çalışkanlık. - Çalışkanlık birbirinden oldukça farklı olan iki biçimde ortaya çıkar. Güneydeki işçiler herhangi bir açgözlü içtepiden dolayı değil, başkalarının bitmek bilmeyen ihtiyaçlarının bir sonucu olarak çalışkan hale gelirler. Nalbantın çalışkan olmasının nedeni, atını nallatmak ya da arabasını tamir ettirmek isteyen birinin her zaman çıkıp gelmesidir. Eer hiç kimse gelmeseydi, nalbant pazar yerinde tembelce uzanıp yatacaktı. Onun geçimini sağlaması verimli bir ülkede çok da zor değildir, yalnızca önemsiz bir miktarda çalışmasını gerektirir, her koşulda çalışkanlığı değil; en kötü ihtimalle, o dilencilik yapmaya başlar ve bundan da hoşnut olur.

Buna karşılık,İngiliz işçilerinin çalışkanlığının gerisinde kazanç

anlayışı yatar: İngiliz işçileri kendi varlıklarının ve amaçlarının farkındadır ve mülkiyetin yanı sıra güç, gücün yanısıra da mümkün olabilecek en geniş özgürlüğü ve bireysel saygınlığı istemektedir.

479.

Asıl kanlı olmanın kökeni olarak zenginlik. — Zenginlik zorunlu olarak bir arıstokrasıırkı yaratır, çünküinsana en güzel kadınları seçme, en iyi öğretmenleri çalıştırma imkânı verir ve kişinin temizlik içinde yaşamasını,fiziksel egzersiz yapma zamanına sahip olmasını ve en önemlisi de, köreltici fiziksel çalışmadan kurtulmasını sağlar. Bu açıdan bakıldığında, zenginlik, hareketleri ve hatta eylemleri bile soylu ve güzel olan Insan304

Devlete Kısa Bir Bakış

ların birkaç kuşak içinde yetiştirilmesi için gerekli tüm koşulları yaratır: Daha geniş bir mizaç özgürlüğü, acınası ya da önemsiz hiçbir şeyin ve cimri bir zihniyetin olmayışı, işverenlerin önünde küçük düşmeme. Ne var ki, tam da bu olumsuz nitelikler talihin genç bir kişiye verebileceği en değerli armağanlardır; gerçekten yoksul olan herhangi biri genelde mizacının soyluluğu tarafından mahvedilecektir; hiçbir gelişme kaydedemez ve herhangi bir kazanım elde edemez; onun ırkı yaşama yetisinden yoksundur. Ancak,kişi yılda ister üç yüz isterse de otuz bin dolar harcayabilecek durumda olsun, zenginliğin de hemen hemen aynı sonuçları yarattığını gözden kaçırmamalıyız, olumlu koşulların bundan daha vazgeçilmez bir gelişim seyri yoktur. Fakat daha az şeye sahip olmak,dilencilik yapmak ve kendini bir çocuk gibi küçük düşürmek korkunç bir şeydir; her ne kadar, mutluluklarını bir sarayın parıltısında, güçlü ve etkili insanlara boyun eğişte arayanlar ya da kilisenin önde gelen şahsiyetleri olmak isteyen-

ler için, bu doğru bir başlangıç noktası olsa da. (- Bu insana, lüt-

fun boş ve uzun koridorlarında sürünerek ilerlemek üzere nasıl

boyun eğmek gerektiğini öğretir;

480.

Kıskançlık ile tembellik farklı doğrultulara sahiptir. - Birbirine zıt olan her iki parti de, yani sosyalist ve milliyetçi partiler -ya da Avrupa'nın farklı ülkelerinde isimleri ne olursa olsun— birbirine layıktır; her ikisinde de motive edici güç kıskançlık ve tembelliktir. Sosyalist kampta, insanlar elleriyle, milliyetçi kampta ise kafalarıyla mümkün olduğu kadar az çalışmak istiyor; ikincisindeki insanlar, göze çarpan, kendilerini yetiştirmiş olan ve kitlesel eylem peşinde koşanların saflarında hizaya sokulmalarına izin vermeyen bireylerden nefret eder ve onları kıskanırlar; birincidekiler, toplumun dıştan bakıldığında daha elverişli bir yere konumlanmış olan ve gerçek görevi, yani en üstün kültürel malların üretimi, onun iç yaşamını çok daha zorlu ve acı verici hale getiren kesiminden nefret eder ve onu kıskanırlar. Daha kesin konuşmak gerekirse, eğer kışı o kitlesel eylem ruhunu toplumun daha üst sınıflarının ruhuna dönüştürmeyi başarsaydı, o zaman sosyalist çoğunluk dıştan bakıldığında 305

İnsanca, Pek İnsanca — 1

kendisiyle başkaları arasında var olan farklılıkları da gidermekte oldukça haklı olurdu,zira sosyalistler böylelikle daha baştan kendi içlerinde kafaca ve yürekçe aynı seviyede olacaklardı. Üstün insanlar olarak yaşayın ve üstün kültürün edimlerini yapın; o zaman yaşayan her şey sizin haklarınızı ve toplumsal düzeninizi kabul edecektir ve sizin temsil ettiğiniz bu zirve, her kötü göz ve el karşısında bir kalkan oluşturacaktır.

481.

Büyük politika ve onun bedeli. - Tıpkıbir halkın savaştan ve savaşa hazır olma durumunu sürdürmekten ötürü ödediği en büyük bedellerin savaş masraflarından ya da alışverişle tücaret alanlarından ve hatta düzenli bir orduya sahip olmasından bile değil —ki sekiz Avrupa devletinin yıllık iki ya da üç milyarı ordulara harcadığı günümüzde bu bedeller ne kadar büyük olursa olsun- tersine, geçen her yıl boyunca olağanüstü sayıdaki en yetenekli, en enerjik ve en çalışkan insanın, asker olmak üzere kendi gerçek uğraşlarından koparılarak alınıp götürülmesi olgusundan kaynaklanmasıgibi, aynı şekilde, büyük politikalara girmeye ve en güçlü devletler arasında kendisine sağlam bir yer edinmeye hazırlanan bir halk da en büyük bedelleri bizim genelde öngördüğümüz alanlarda ödemez. Bu noktadan itibaren en seçkin yeteneklerden oluşan bir çoğunluğun sürekli olarak “anavatan mimberi'ne ya da ulusal hırs mimberine feda edileceği doğru iken, diğer eylem alanları, şu anda politikacılar tarafından silinip süpürülen yeteneklere daha önce açıktı. Fakat bu kamusal katlıamların uzağında ve temelde onlardan çok daha korkunç olan, aynı anda yüz binlerce rolle kesintisiz biçimde icra edilen bir dramanın devam ediyor olmasıdır. Politik defne ağacına göz diken bir halka mensup her yetenekli, çalışkan, hevesli, hırslı kişi bu göz dikişle ustalaşır ve artık eskiden olduğu kadar tümüyle kendi dünyasına ait olmaz. Kamusal refah hakkındaki yeni sorunlar ve kaygılar günübirlik olarak her vatandaşın zihinsel ve duygusal sermayesinin bir parçasını alıp götürür. Bireysel enerji ve emekteki tüm bu fedakârlık ve bedellerin toplamı öylesine büyüktür ki, bir halkın politik gelişimi neredeyse kaçınılmaz olarak ruhsal bir yoksullaşma ve tükenmişliği, büyük bir konsantrasyonu ve tek 306

Devlete Kısa Bir Bakış

amaçlılığı gerektiren işleri üstlenme kapasitesinde bir azalmayı de beraberinde getirir. Sonunda şunu sorabiliriz; Eğer, bu ulusun toprağının daha önce bolbolyetiştirdiği daha soylu, daha narin, daha ruhsal bitkilerin ve yükselişlerin tümünün ulus denilen bu kaba ve cırtlak çiçeğe feda edilmesi gerekiyorsa, tüm bu çiçek

açmalara ve bütünün bu görkemine (ki aslında yalnızca diğer devletlerin yeni devlerinden duyulan korkuda ve daha elverişli koşullarda ise dış ülkelerden zorla elde edilen alışveriş ve ticarette

kendini açığa verir) değer mi?

482.

Herşeyi bir kez daha söylemek gerekirse, -Kamusal fikirlerözel tembellik.”

*“ Mandeville'in Arı Masalı veya Özel Kötülükler, Kamusal Yararlar (1714) adlı eserine

yapılan gönderme, Nietzsche tarafından “Eğitimci olarak Schopenhauer”da alıntı-

lanmıştır, Toplu Eserler, 2:172. |(G. Handwerk nl)

307

IX. BÖLÜM

KENDİSİYLE BAŞ BAŞA İNSAN 483.

Gerçeğin düşmanları. - İnançlar gerçeğin yalandan daha tehlikeli düşmanlarıdır.

484.

Alt üst olmuş dünya. - Bize sevimsiz bir önerme sunduğunda, düşünürü daha keskin biçimde eleştiririz; oysa önermesi bizi hoşnut ettiğinde bunu yapmak daha mantıklı olur.

485.

Kıişılık olarak güçlü. - Bir kişinin, sürekli olarak ilkelerine bağlı kalmaktan çok sürekli olarak kendi mizacına bağlı kalmaktan dolayı kişilik gücüne sahipmiş gibi göründüğü durumlar çok daha yaygındır.

486.

Gerekli olan bir şey. - Bir kişi şu iki şeyden birine sahip olmalıdır: Ya doğal olarak kaygısız olan bir mizaç ya da sanat ve bilgiyle aydınlanmış bir mizaç.

311

İnsanca, Pek İnsanca — 1

487.

Şeyler için tutku. - Tutkusunu şeylere (bilim, kamusal

refah, kültürel ilgi alanları, sanat) yönelten herhangi biri, insanlara

yönelik tutkusunun ateşini önemli ölçüde söndürecektir (insanlar o

şeylerin temsilcileri olsalar bile, tıpkı devlet adamlarının, filozofların

ve sanatçıların kendi yaratımlarının temsilcileri olmaları gibi).

488.

Eylemde temkinlilik. - Tıpkı bir şelalenin aşağıya doğru düştükçe daha yavaş devinmesi ve daha tembelce süzülmesi gibi, büyük bir eylem adamı da fırtınalı arzusunun eylemden önce beklememize yol açtığından dahafazla temkinlilikle hareket etme eğiliminde olur.

489.

Fazla derin değil. - Bir şeyi tüm derinliğiyle kavrayanlar nadiren sonsuza kadar ona sadık kalırlar. Çünkü onlar o şeyin derinliğini aydınlığa çıkarmışlardır; her zaman görülecek pek çok korkunç şeyin olduğu yere.

490.

İdealistlerin yanılsaması. — Tüm idealistler hizmet

ettikleri davaların özünde dünyadakı diğer her şeyden dahaiyi olduğunu tasavvur ederler ve eğer davaları gelişecekse, bunun diğer her insani yükümlülükle tamı tamına aynı berbat kokuyu gerektireceğine inanmak istemezler.

491.

Kendini gözlemleme. - İnsanlar kendilerine karşı, ken-

dilerinin kendileri üzerindeki her türlü gözetimi ve kendilerinin kendilerini kuşatmaları karşısında gayet iyi savunulmaktadır, her zaman olduğu gibi, kendi dışsal savunularından daha fazlasını algılayacak durumda değildirler. Dostları ya da düşmanları onlara ihanet edip onları gızlı bir yoldan içeri sokmadıkları sürece, gerçek kale onlar için ulaşılmazdır, hatta gözle görülmezdir. 32

Kendisiyle Baş Başa İnsan

492.

Doğru meslek. - Erkekler bir mesleğe, onun temelde diğer her türlü meslekten daha önemli olduğuna inanmadıklarında ya da kendilerini ikna etmediklerinde, nadiren azimle devam ederler.

493.

Soylu kışılık. - Soylu kişilik büyük ölçüde iyi huylu ve güvensizlikten yoksun olmaktan oluşur ve bu yüzden tam da açgözlü ve başarılı ınsanların üstünlük ve küçümsemeyle değerlendirmekten hoşlandığı şeyi içerir.

494.

Amaç ve yol. - Pekçokinsan bir zamanlar girdikleri yol hakkında inatçıdır, amaçları hakkında inatçı olanlar ise çok azdır.

495.

Bireysel bir yaşam tarzında kızgınlık yaratan şey. - İnsanlar, kendi yaşamıiçin aşırı ölçüde bireysel odak noktalarını benimseyen herhangi birine her zaman sinirlenirler; söz konusu kişinin kendisine layık gördüğü istisnai tutum aracılığıyla kendilerinin sıradan varlıkların statüsüne indirgendiklerini hissederler.

496.

Büyüklüğün ayrıcalığı. - En önemsiz yeteneklerle büyük bir haz yaratmak büyüklüğün bir ayrıcalığıdır.

497.

Bilmeyerek soylu. - Bir kişi, eğer kendisini başka insanlardan hiçbir şey istememeye ve.her zaman onlarabir şeyler vermeye alıştırmışsa, bilmeyerek soylu davranır. 313

İnsanca, Pek İnsanca - 1

498.

Kahramanlığın şartı. - Eğer biri bir kahraman olmak istiyorsa, o zaman yılan çoktan bir ejderha olmuş olmalıdır; öteki türlü kendisine uygun bir düşmandan yoksun olur.

499.

Dost. - Bir dostu yaratan şey, paylaşılan acı değil, paylaşılan sevinçür.

200.

Medcezire başvurmak. -Bizi bir şeye karşı çeken akıntıyı ve ardından, bu defa da bizi bir süre sonra o şeyden uzaklaştıracak olan şeyi bilgi amacı doğrultusunda nasıl kullanmamız gerektiğini bilmeliyiz.

201.

Kendinden haz alma. - “Bir şeyden haz almak” hep dediğimiz şeydir ama aslında şey aracılığıyla kendimizden haz almaktayız.

202.

Ilımlı olan. - İnsanlara karşı ılımlı olan herhangi biri küs-

tahlığını daha güçlü biçimde şeylere (şehir, devlet, toplum, yaş, insanlık) karşı sergiler. Bu onun intikam almasıdır.

203.

Kıskançlık ve çekememezlik. - Kıskançlık ve çekememezlik insan ruhunun utanç verici özel yanıdır. Bu kıyaslama galıba daha da genişletilebilir.

204.

En rafine ikiyüzlü. - Kişinin kendisinden hiç bahsetmemesi oldukça rafine bir ikiyüzlülük biçimidir. 314

Kendisiyle Baş Başa İnsan

505.

Can sıkma. - Can sıkma, can sıkma nedeninin sonradan

ortadan kaldırılmasıyla hiçbir şekilde üstesinden gelinemeyen fiziksel bir hastalıktır.

206.

Gerçeğin savunucusu. - Gerçeğin bir savunucu bulma olasılığının en düşük olduğu zaman, gerçeği dile getirmenin tehlikeli olduğu zaman değil, tersine bunu yapmanın sıkıcı olduğu zamandır.

207.

Düşmanlardan daha külfetli. - Bize her türlü koşul altında yakın davranmayabileceklerine ikna olduğumuz kişiler,

herhangi bir nedenle (örneğin, minnettarlıktan) onlara karşı

koşulsuz bir yakınlık görünümü sergilemek zorunda iken, düş gücümüze düşmanlarımızdan çok daha fazla eziyet ederler.

208.

Dışarıda doğanın ortasında. - Dışarıda doğanın ortasında olmak bizi oldukça mutlu eder çünkü doğanın hakkımızda hiçbir fikri yoktur.

209.

Herkes bir şeyde üstündür. - Uygarlaşmış koşullar altında, herkes en azından bir şey konusunda diğer herkesten daha üstün olduğunu düşünür. Herkesin belli koşullar altında yardım sağlayabilecek ve bu yüzden utanç olmaksızın kendisine de yardım edilmesine izin verebilecek biri olması koşuluyla, başkalarına yönelik iyi niyet buna bağlıdır.

510.

Teselli için nedenler. - Ölüm zamanında, teselli için genellikle nedenlere ihtiyaç duyarız, acının şiddetini azaltmak 315

İnsanca, Pek İnsanca - 1

ıçın değil de böylesine kolayca teselli olduğumuz için kendimizi affetmek üzere.

311.

İnançlarına bağlı kalanlar. - Yapacak çokşeyiolan

herhangi biri genel görüşlerini ve fikirlerini neredeyse hiçbir değişikliğe uğratmadan korur. Tıpkı bir düşünceye hizmet etmek

üzere çalışan herkes gibi. İrade düşünceyi bir dahaasla incelemez,

kişinin artık buna zamanı yoktur; hatta kişinin o düşünceyi tartışılabilir bir düşünce olarak değerlendirmesibile çıkarlarına ters düşer.

212.

Ahlak ve nicelik. -Bir kişinin başka bir kişininkiyle kısyaslandığında daha üstün olan ahlakı sırf onun amaçlarının nicelik olarak daha büyük olması olgusundan kaynaklanır. Küçük şeyler ile dar bir çember içinde meşgul olmaikinci kişiyi aşağıya doğru çeker.

513. Yaşamın ürünü olarak yaşam. - İnsanlar bilgide ne

kadar ileriye giderlerse gitsinler, kendilerine ne kadar objektif görünürlerse görünsünler, sonuçta, kendileriyle birlikte kendi biyografilerinden başka bir şeyi götürmüş olmazlar.

314. Demir zorunluluk. - Demir zorunluluk insanların tarihin

akışı boyunca ne demir ne de zorunluluk olarak algıladıkları bir şeydir.

515.

Deneyimden. - Bir şeyin irrasyonelliği varlığına karşıt bir sav değil, daha ziyade onun bir koşuludur. 316

Kendisiyle Baş Başa İnsan

16.

Gerçek. - Şimdilerde hiç kimse ölümcül gerçeklerden ölmüyor; gereğinden fazla panzehirvar.

17.

Temel kavrayış. - Gerçeğin ilerletilmesiyle insanlığın refahı arasında önceden sağlanmış hiçbir uyum” yoktur.

18.

İnsanın yazgısı. - Daha derin düşünen herhangi biri, nasıl davranıp yargıda bulunabileceğinden bağımsız olarak, hep yanıldığını bilir.

219.

Kirke”” olarak gerçek. - Hata hayvanları insan haline getirdi; acaba bir gün gerçek de insanları tekrar hayvan haline getirebilecek midir?

220.

Kültürümüzün tehlikesi. - Kültürü kültür araçlarından dolayı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir zamanda yaşıyoruz.

21.

Büyüklüğün anlamı: Yön verme. - Hiçbir ırmak kendi başına büyük ve doğurgan hale gelmez; genellikle pek çok akarsuyu emerek ve kendisiyle birlikte ileriye taşıyarak bu hale gelir. Ruhen büyük olan herkes için de aynı şey geçerlidir. Tüm mesele tek birin pek çok akarsuyun daha sonra izleyeceği yönü sağlamasıdır; yoksa başlangıçta ona zayıflığın ya da bolluğun bahşedilmiş olması değil. * #M

Önceden sağlanmış uyum: Leibniz'in, bütünün parçaları, özellikle de dünya tözünü oluşturan monadlar arasındaki uyumutarif eden kavramı |M. Faber ni Kirke: Yunan mitolojisinde insanları hayvan haline sokan, sonra onları ahırlara yerleştiren büyücükadın. (Ed. n)

317

İnsanca, Pek İnsanca — 1

22. Zayıf vicdan. - İnsanlık için önemlerinden söz edenler, sözleşmelere ve sözlere bağlı kalma biçimindekisıradan, burjuva

dürüstlük bağlamında zayıf bir vicdana sahiptir.

323. Sevilmek istemek. - Sevilme isteği tüm varsayımların en büyüğüdür.

224. İnsanlığı küçümseme. - Birinin insanlığa tepeden bakmasının en açık göstergesi, başka herkesi yalnızca kendi amaçları ıçin dikkate aldığı ya da öteki türlü hiç dikkate almadığı zamanlarda ortaya çıkar.

325.

Çelişkiden doğan taraflar. - Birilerini öfkelendirmiş olan herhangi biri her zaman birilerini de kendi tarafına çekmiştir.

226. Deneyimleri unutmak. - Çok ve nesnel bir şekilde düşünen biri deneyimlerini kolayca unutur, ama deneyimlerin öne çıkardığı düşünceleri unutmaz.

327. Bir fikre sıkıca yapışmak. - Biri, o fikre ulaştığını düşünüp kendisini aldatarak bir düşünceye sıkıca yapışır, bir başkası ise onu Zar Zor öğrendiği ve kavramaktan onur duyduğu için: Bu yüzden,herikisi de kibrinden dolayı böyle yapar. 318

Kendisiyle Baş Başa İnsan

228.

Işıktan kaçmak. -İyibiredim en azından kötü bir edim

kadar farkında olmayarak ışıktan kaçar.İkincisi bilindiği zaman

acının (cezalandırmaolarak) ortaya çıkmasından korkar,birincisi ise bilindiği zaman hazzın (yani kişinin, kibrin tatmini hâkim olmaya başlar başlamaz ortadan kalkan kendinden aldığı saf haz) yok olacağından korkar.

YAA Günün uzunluğu. - İçlerine koyacak pek çok şeyimiz

olduğunda, bir günün yüz cebiolur.

330.

Tıranların dehası. - Eğerruh zorbaca kendibildiği yoldan gitmenin fethedilmez arzusuyla harekete geçmişse ve eğer

bu ateş güçlü bir şekilde korunuyorsa, (politikacılar ve sanatçı-

lardaki) alçakgönüllü bir yetenek bile adım adım neredeyse karşı durulmaz bir doğal güç haline gelir.

31.

Bir düşmanın hayatı. - Bir düşmanla savaşma hatırına yaşayan herhangı birinin söz konusu düşmanın hayatta kalmasını sağlamakta bir çıkarı vardır.

332.

Daha önemli. - Açıklanmayan ve muğlak kalan bir şeyı, açıklanmış ve anlaşılır hale gelmiş bir şeyden daha önemli olarak kabul ederiz

333.

Yerine getirilen hizmetlere değer biçmek. -Birinin bizim için yerine getirdiği hizmetlere, başka bir kişinin onlara verdiği değere göre saygı gösteririz, onların bizim için sahip olduğu değere göre değil. 319

İnsanca, Pek İnsanca — 1

334.

Mutsuzluk. - Mutsuzlukta yatan ayrım (sanki kendini

mutlu hissetmek bir yüzeysellik, gösterişsizlik ya da sıradanlık

göstergesiymiş gibi) öylesine büyüktür ki biri: “Ama sen ne kadar da mutlusun” dediğinde, genellikle ona karşı çıkarız.

330.

Hayali korku.- Hayali korku, zaten tam da en ağır yükün altında olduğu sıradabir kişinin sırtına sıçrayan o kötü, maymunu andıran gulyabanidir.

336.

Tatsız muhaliflerin değeri. - Bazen bir davaya, sırf onun muhalifleri iflah olmaz şekilde tatsız oldukları için bağlı kalırız.

337.

Mesleğin değeri. - Meslek bizi düşüncesiz hale getirir; onun en büyük kutsallığı da burada yatar. Çünkü meslek, kuşkuların ve kaygıların sıradan türleri bizi köşeye sıkıştırdıklarında meşru bir şekilde arkasına geri çekilebileceğimiz bir kale burcudur.

338.

Yetenek. - Pek çok kişinin yeteneği, olduğundan daha az görünür çünküo, hep önüne kendisi için çok büyük olan görevler koymuştur.

339.

Gençlik. - Gençlik tatsızdır; çünkü gençlikte herhangi bir anlamda üretken olmak mümkün değildir ya da makul değil-

dir. 320

Kendisiyle Baş Başa İnsan

540.

Aşırı büyük hedefler. - Herkesin gözü önünde önüne büyük amaçlar koyan ve sonra da o amaçlar için fazlaca güçsüz olduğunualgılayan herhangi biri genelde herkesin gözü önünde o hedeflerden vazgeçme gücüne sahip olmaz ve kaçınılmaz olarak ikiyüzlübiri olur.

241.

Akıntıda. - Güçlü sular kendileriyle birlikte epeyce taş ve çalı kalıntısı taşır, güçlü ruhlar ise pek çok aptal ve sersem kafayı.

242.

Ruhsal kurtuluşun tehlikeleri. -Bir kişi kendi ruhsal kurtuluşunu ciddi bir amaç haline getirdiğinde bile, onun tutkuları ve arzuları gizlice bundan kendileri için bir avantaj elde etmeyi umar.

243.

Ruhun cisimleşmesi. - Bir kişi çok ve kurnazca düşündüğünde, onun yalnızca yüzüdeğil, ama aynı zamanda bedeni de bir kurnazlık görünümü kazanır.

944.

İyi duymamak ve iyi görmemek. - İyi görmeyen

biri gördüğü yerde olandan daha azını görür; iyi duymayan biri ise duyduğunun yanında her zaman daha fazla şey duyar.

245.

Kibirden alınan 6z tatmin. - Kibirli bir kişi yalnızca ünlü olmak değil, aynı zamanda kendisini ünlü biri olarak hissetmek ister ki bu nedenle kendisini aldatmak ve dolandırmak için her türlü araca başvurmaktan çekinmez. Başkalarının fikirlerini değil, başkaları hakkındaki kendifikirlerini dikkate alır. 321

İnsanca, Pek İnsanca - 1

246.

İstisnai olarak kibirli. - Genellikle kendine yetenbiri, fiziksel olarak hasta olmak gibi istisnai koşullar altında kibirli olur ve onore edilip övülmekten kolay etkilenir hale gelir. Kendisini kaybettiği ölçüde, dışarıdan, başkalarının fikirleri aracılığıyla kendisine geri gitmesini sağlayacak yolu bulmaya çalışmalıdır.

247.

“Ruhu zengin” olan. - Ruh peşinde koşan birinin ruhu yoktur.

348.

Parti liderlerine yararlı bir öğüt. - Eğerinsanları kamusal planda bir şeyden yana olduklarını ilan etmeye zorlarsak, çoğu zaman onları içsel olarak da aynı şeyden yana olduklarını ilan etme noktasına getirmiş oluruz; bundan sonra, onlar tutarlı görünmekisteyeceklerdir.

249.

Küçümseme. - İnsanlar başkalarının kendilerini küçüm-

semesi karşısında kendilerinin başkalarını küçümsemeleri karşısında olduğundan dahâ duyarlıdırlar.

390.

Minnettarlığın Ipıi.- Kendilerine yapılan iyilikleri itiraf etmekte kendilerini minnettarlık ipiyle boğazlayacak kadar ileri giden köle ruhlu insanlar vardır.

291.

Peygamberin hilesi. - Sıradan insanların nasıl davranacaklarını önceden tahmin edebilmek için, onların kendilerini tatsız bir durumdan kurtarmak için her zaman mümkün olduğu kadar az zekâ harcayacaklarını farz etmeliyiz. 322

Kendisiyle Baş Başa İnsan

302.

Yegâne insanca doğru. - Gelenekten sapan herhangi biri olağanüstü olanın kurbanı olur; gelenek içinde kalan herhangi biri geleneğin kolesidir. Her iki durumda da mahvolur.

33.

Hayvandan daha aşağı. - Bir insan kahkahayla kişnediğinde, bu kabalığında tüm hayvanları geçer.

394.

Kısmi bilgi. - Birazcık yabancı dil konuşan herhangı biri o dili iyi konuşandan daha fazla keyif alır. Buradaki haz kısmi bilgiye sahip olmaktan gelir.

ID.

Tehlikeli yardımseverlik. - Yaşamı kolaylaştırmak için kendi reçetelerini, örneğin kendi Hıristiyanlıklarını sunmaktan başka bir şey yapmayarak, başka insanların yaşamlarını daha da zorlaştırmak isteyen insanlar vardır.

326.

Çalışkanlık ve bilinçlilik. - Çalışkanlık ile bilinçlilik çoğu zaman uzlaşmazdır çünküçalışkanlık meyveyi henüz ekşi iken ağaçtan almak isterken, bilinçlilik onun gereğinden fazla, ta kı yere düşüp parçalanıncaya kadar dalda kalmasına izin verir.

297.

Başkalarından şüphelenmek. - Tahammül edemediğimiz insanlardan şüphelenmeyeçalışırız.

298.

Doğru koşullardan yoksun olmak. -Pekçokinsan koca ömrü boyunca kenditarzındaiyi olmafırsatını bekler. 323

İnsanca, Pek İnsanca — 1

399.

Dostların olmayışı. - Dostların olmayışı kıskançlığın ya da küstahlığın etrafta dolaştığı sonucuna varmamıza yol açar. Pek çok kışı dostlarını yalnızca onlara hiçbir kıskanma nedeni vermediği şanslı koşullara borçludur.

260.

Nicelikteki tehlike. - Yeteneklerimize bir tane daha eklendiğinde, genellikle bir yeteneğimizin daha eksik olduğu zamandan daha az güvenli oluruz; tıpkı bir masanın dört yerine, üç ayak üzerinde daha iyi durması gibi.

261.

Başkaları için model. - İyi bir örnek olmak isteyen herhangi biri kendi erdemlerine bir aptallık kırıntısı da karıştırmalıdır. Böylece başkaları onu taklit edecekler ve aynı zamanda kendilerini taklit ettikleri kişinin üstüne çıkaracaklardır. Ve ınsanlar bunu yapmaya bayılır.

262.

Bir hedef olmak. - Başkalarının hakkımızdakiart niyetli konuşmaları çoğu zaman aslında bizimle ilgili değildir, tersine, oldukça farklı nedenlerden kaynaklanan bir can sıkıntısının ya da kötü ruh halinin ifadesidir.

263.

Kolay kabullenme. - Geçmişten nefret etmek üzere hayal gücümüzü eğitirken yadsınan arzulardan dolayı çok acı çekmeyiz.

364. Tehlikede. - Tamda herhangi bir aracın yolundan çekildiği-

miz zaman en büyük çiğnenmetehlikesiyle karşı karşıyayızdır. 324

Kendisiyle Baş Başa İnsan

265.

Sese uyarlanan rol. - Normalde konuştuğundan daha

yüksek bir sesle konuşmaya zorlanan herhangi biri (yarı yarıya sağır olan ya da büyük bir dinleyici kitlesine hitap eden biri gibi)

aktarması gereken şeyleri genelde abartır. Pek çokkişi, sırf sesi fısıldamaya daha uygun olduğu için, bir komplocu, art niyetli dedikoducu ya da entrikacı haline gelir.

266.

Sevgi ve nefret. -Sevgivenefret kör değildir, ama etraflarında taşıdıkları ateş tarafından körleştirilirler.

267.

Avantaja dönüşen düşmanlık. - Yeteneklerini tam olarak dünyaya açıklayamayanlar kendilerine karşı güçlü bir düşmanlık yaratmaya çalışırlar. Bundan sonra, bu düşmanlığın yetenekleriyle yeteneklerin kabulü arasında bir yerde durduğunu düşünmenin rahatlığına sahip olurlar. Ve diğer pek çok kişi de aynı şeyi farz eder ki bu onların değer anlayışı için oldukça avantajlıdır.

268.

İtiraf. — Başkasınaitiraf ettiğimiz zaman suçumuzu unutu-

ruz, Itiraf ettiğimiz kişi genelde unutmaz.

269.

Öz tatmin. -Öztatminin altın yapağısı, darbelerden korur

ama iğne batmalarından korumaz.

270.

Alevin gölgeleri. - Alev, aydınlattığı şeyler kadar parlak değildir; bilge insan da öyle. 320

İnsanca, Pek İnsanca - 1

71.

Kendi fikirlerimiz. - Bir şey hakkında aniden bize soru sorulduğunda aklımıza gelen ilk fikir genelde kendi fikrimiz değil, tersine, yalnızca mensubu olduğumuz sınıfa, rütbemize, neslimize uygun düşen geleneksel fikirdir; kendi fikirlerimizin yüzerek su yüzüne çıktıkları zamanlar nadirdir.

372.

Cesaretin kökeni. - Sıradan bir insan, eğer tehlikeyi görmezse, eğer tehlikeyi görecek göze sahip olmazsa, en azından bir kahraman kadar cesur ve sarsılmaz olur. Bunun tersi olarak kahramanın dasırtında, yani gözlerinin olmadığı bir yerde, kendine özgü savunmasız bir noktası vardır.

373.

Hekimdeki tehlike. - Doktorumuz için doğmuş olmalıyız, yoksa onun tarafından yok edileceğiz.

274.

Mucizevi kibirlilik. - Hava hakkında üç defa cesurca tahminde bulunan ve tahminlerinde başarılı çıkan herhangi biri, ruhunun derinliklerinde kâhince yeteneğine bir parça inanır. Kendimize saygımızı okşadıklarında mucizevi ve irrasyonel şeylere prim veririz.

3/0.

Meslek. - Meslek bir yaşamın belkemiğidir.

276.

Kişisel etki tehlikesi. - Bir başkası üzerinde yoğun bir içsel etki bıraktığını hisseden herhangi biri söz konusu kişinin dizginlerini tamamen serbest bırakmalıdır, dönemsel bir direnişle 326

Kendisiyle Baş Başa İnsan karşılaşmaktan, hatta bu direnişi teşvik etmekten hoşnut olmalıdır; öteki türlü, kaçınılmaz olarak kendisine bir düşman yaratacaktır.

277.

Mirasçılara paylarını vermek. - Büyük bir şeyin kurulmasında, özgeci duygulardan hareket eden herhangi biri, kendisi için mirasçılar yetiştürdiği düşüncesiyle avunur. Eserinin mümkün olabilecek her mirasçısında bir muhalifi görmek ve onlara karşı sürekli olarak öz savunma halinde yaşamak, zorbaca ve alçakça bir tipin göstergesidir.

278.

Kısmi bilgi. - Kısmi bilgi tam bilgiden daha sık galip gelir: Şeyleri olduklarından daha yalın biçimde algılar ve bu yüzden kendi fikrini kavranılması daha kolay ve daha ikna edici hale getirir.

79. Parti üyeliğine uygun olmayan. - Çok fazla düşü-

nen biri parti üyesi olmaya uygun değildir; partinin kat ettiği yol boyunca çok erken bir zamanda kendi kendine düşünmeye başlar.

580.

Hafıza yetersizliği. - Hafıza yetersizliğinin faydası, o aynıiyi şeyleri sanki ilk defa yaşıyormuşuz gibi birkaç kez yaşamaktır.

81.

Kendine acı verme. - Düşüncenin acımasızlığı çoğu zaman, uyuşukluğu isteyen ahenksiz bir içsel yapının göstergesidir.

82.

Şehit. - Bir şehidin müridi ondan çok dahafazla acı çeker. 327

İnsanca, Pek İnsanca — 1

383.

Arta kalan kibir. - Kibirli olması gerekmeyen birçok ınsanın kibri, henüz kendilerine inanma haklarının olmadığı ve bu inançtaki küçük bir değişimi önce diğer insanlardan dilemek zorunda oldukları zamandan kalma ve o zamandan beri büyütülen bir alışkanlıktır.

84.

Tutkunun Punctum saliens'i.* — Öfkeye kapılmak ya da birine sırılsıklam âşık olmak üzere olan herhangi biri, ruhurnun bir gemi gibi dolduğu bir noktaya erişir. Buna rağmen bir

damlasu, tutku için güçlü bir irade (ki bunu genelde güçsüz bir irade olarak adlandırırız) yine de eklenmelidir. Sadece bu damlacığa ihtiyaç vardır, ardından gemi taşacaktır.

38. Kötü huylu düşünce. - İnsanlar koruluklardaki kömür

ocakları gibidir. Genç ınsanlar, tıpkı kömür gibi, ancak sıcaklıkları sönüp karbonlaştıkları zaman yararlı hale gelirler. İçten içe yanıp dumanları tüttüğü sürece, daha ilginç olabilirler, ama bir işe yaramazlar ve hayli rahatsız edicidirler. İnsanlık kendi devasa makinelerini ısıtmak için her bireyi acımasız biçimde bir ısı mad-

desi olarak kullanır ama eğer tüm bireyler (yani insanlık) yalnızca

bu makinelerin işlemeye devam etmesine hizmet edecekse, bu makineler kimin içindir? Kendi kendilerinin amacı olan makineler; umana commedia”"" dedikleri bu mu yoksa?

386.

Yaşam saatinin akrebi üzerine. - Yaşam erişilebilecek en üstün yer olan nadir tekil anlardan ve içinde olsa olsa o güzel anların karanlık suretlerinin etrafımızda uçuştuğu sayısız zaman aralıklarından oluşur. Aşk, ilkbahar, her güzel melodi, *

”* 328

Punctum saliens: (Lat) Çarpıcı nokta. (Ed. n.)

Umanacommedia: (Lat) İnsanlık komedisi. (Ed. n.)

Kendisiyle Baş Başa İnsan dağlar, ay, deniz; tüm bunlar yalnızca bir kere yüreğimizle tam olarak konuşurlar; üstelik de, eğer sözcüklere giden doğru yolu bulabilirlerse. Çünkü pek çok insan hiç de böyle anlara sahip değildir ve bunlar gerçek yaşamın senfonisinde birer zaman aralığı ve durmadır.

387.

Saldırmak ya da hücum etmek. - Sık sık bir doğrultunun veya bir partinin ya da belli bir yaşın amansız bir düşmanı haline gelme hatasına düşeriz, çünküsadece onun zorunlu olarak ona eşlik eden yüzeysel yanını, gelişmemiş özelliklerini ya da “erdemlerinin kusurlarını” görebilmişizdir; belki de bunlar bizzat kendimizin en çok iştirak ettiği boyutlar olduğu için. Ardından onlarasırt çevirerek karşıt bir doğrultuya saparız; ama onların iyi, güçlü taraflarını bulup çıkarmak ya da onları kendi içimizde geliştirmek daha iyi olurdu. Oluş halinde ve kusurlu olanı geliştirmek açıkçası, onu kusurluluğu içinde görmek ve inkâr etmek için gerekli olandan çok daha güçlü bir vizyonu ve daha sağlam bir iradeyi gerektirir.

388.

Alçakgönüllülük. - Gerçek bir alçakgönüllülük (yani, kendi kendimizin eseri olmadığımızın itiraf edilişi) vardır ve bu alçakgönüllülük büyük bir ruha sahip birine hayli yakışır, çünkü

o tam da (kendisinin yaptığı iyilikler karşılığında bile) mutlak

sorumsuzluk düşüncesini kavrayabilen kişidir. Büyük bir şahsiyet, kendi gücünün farkında olduğu için değil, tersine o gücünü önce başkalarını kırarak, onlara zorbaca davranarak ve onların buna nereye kadar dayanacaklarına bakarak denemek istediği için insanlar onun kendini beğenmişliğinden nefret eder. Bu çoğu zaman aslında gücünün kesinliği hakkındaki duygudan yoksun olduğunu ve sonuç olarak insanların onun büyüklüğünden şüphelenmelerine yolaçtığını gösterir. Kurnazlık açısından konuya bakıldığında, kendini beğenmişliğin bu kadarı hiç tavsıye edilmez. *

George Sand: “Chacun a les döfauis de ses vertus.” |M. Faber n.

329

İnsanca, Pek İnsanca — 1

389.

Günün ilk düşüncesi. - Her yeni güne iyi başlamanın en iyi yolu şudur: Uyandığında, bugün en azından bir kişiyi keyiflendirip keyiflendiremeyeceğini düşünmek. Eğer bu dua gibi dini bir alışkanlığın yerine geçebilirse, insan türdeşlerimiz bu değişimden bir fayda sağlayacaktır.

290.

Tesellinin son aracı olarak küstahlık. -Biribir talihsizliği, entelektüel yetersizliklerini ya da onlarda önceden belirlenen kaderini, yargılanışını ya da daha önce yaptığı bir şey için verilen gizemli cezayı görmekteki körlüğünüizah ettiğinde, kendivarlığını kendisi için ilginç hale getirir ve kendisini, türdeşi olan diğer insanları algıladığından çok daha ayrıntılı bir biçimde kavrar. Kıvançlı günahkâr tüm dinsel mezheplerde tanıdık bir simadır.

91.

Mutluluğun bitki örtüsü. - İnsanlar dünyanın göz-

yaşlarının hemen yanında ve çoğu zaman volkanik yerinin Üüzerinde, kendi küçük mutluluk bahçelerini kurmuşlardır; yaşamı, ister varoluştan yalnızca bilgi isteyen birinin gözüyle, ister boyun eğen ve kendiiçine çekilen birinin gözüyle isterse de üstesinden gelinmiş zorluklardan keyif alan birinin gözüyle gözlemlesinler her yerde talihsizliğin yanı başındafilizlenen bir mutluluk bulacaklardır, üstelik, yer ne kadar volkanikse, o kadar çok mutluluk; ne ki, acının bu mutlulukla haklı çıkarılabileceğini söylemek gülünç olur.

92.

Atalarımızın yolu. - Birinin, babasının ya da dedesinin uğruna çaba harcadığı bir yeteneği kendi içinde daha da geliştirmesi ve tamamen yeni bir şeye yönelmemesi anlamlıdır; öteki türlü, o kendisini herhangı bir sanat dalında mükemmelliğe ulaş-

ma olasılığından yoksun bırakmışolur.İşte bu yüzden bir atasözü şöyle der: “Hangi yoldan gitmelisin? Atalarının yolundan.”

330

Kendisiyle Baş Başa İnsan

93.

Birer eğitici olarak kibir ve hırs. - Biri henüz ınsanlığın genel faydalarının bir aracı haline gelmediği sürece, hırs hâlâ ona eziyet edebilir; ama eğer o amaca ulaşılmışsa ve O kişi herkesin iyiliği için bir makine zorunluluğuyla çalışıyorsa, o zaman bırakın kibir gelsin; kibir kaba çalışmayı (yani onu faydalı hale getirmeyi) bir kez tamamladıktan sonra, onu önemsiz yöntemlerle insanileştirecek, daha sosyal, daha dayanılabilir, daha düşünceli hale getirecektir.

94.

Felsefi çıraklar. - Eğer biri bir filozofun bilgeliğine henüz yeni yeni ulaşmaya başlamışsa, sanki dönüşüme uğrayıp büyük bir şahsiyet haline geldiğini düşünerek ortalıkta gezecektr; çünküo yalnızca onun bilgeliğinden haberi olmayan insanlar bulur ve bu yüzden de her şey hakkında iddiada bulunmak gibi alışılmamış bir yargıya sahiptir; bir yasa maddesini biliyor diye, şimdi bir yargıç olarak davranmak zorunda olduğunusanır.

295.

Gücendirerek mutlu etmek. - Dikkat çekmeyi ve böylelikle başkalarını gücendirmeyi seçenler, dikkat çekmek ve başkalarını gücendirmek istemeyenlerle aynı şeyı isterler, sadece daha yüksek derecede ve dolaylı olarak, kendilerini kendi amaçlarından uzaklaştıracakmış gibi görünen bir adım aracılığıyla. Nüfuz ve güçisterler ve bu nedenle kendi üstünlüklerini bile, onu rahatsız edici hale getiren biçimlerde sergilerler; çünkü onlar en sonunda gücüele geçiren birinin yaptığı ve söylediği her şey ile, başkalarını gerçekten de mutlu ettiğini ve onları gücendirdiğinde

bile hâlâ mutlu ediyormuş gibi göründüğünübilirler. Özgür ruh ve benzer şekilde inanır da güç ister çünkügüç onları bir süreliğine sevindirir; eğer doktrinlerinden dolayı kötü bir kader, zulüm görme, hapis ya da infaz tehdit ediyorsa, onlar hâlâ doktrinlerinin bu şekilde kurcalanıp insanlık üzerinde Iz bırakacağı düşüncesiyle sevinirler; onlar doktrinlerini, yavaş işlese bile, yine de gücü elde etmenin acı verici, ama güçlü bir aracı olarak kabul ederler.

331

İnsanca, Pek İnsanca — 1

296.

Casus belli" ve onun gibi şeyler. - Komşu bir ülkeye savaş açmaya karar veren ve bir casus belli icat eden bir hükümdar, çocuğuna bir anneyi yutturan ve onun bundan sonra hep böyle değerlendirilmesini isteyen baba gibidir. Zaten eylemlerimizin kamusal olarak ilan edilen tüm nedenleri bu türden üvey anneler değil midir ki?

297.

Tutku ve haklar. - Hiç kimse, ruhunun derinliklerinde herhangi bir hakkı olup olmadığından şüphe eden biri kadar tutkulu biçimde kendi haklarından söz etmez. Tutkuyu kendi tarafına çekmekle, o kendi anlayışını ve şüphesini yok etmek ister; böylece iyi bir vicdan ve onunla birlikte, insan kardeşleri arasında başarı kazanır.

98.

Terk edenin hilesi. - Evliliğe Katolik rahiplerin karşı çıktığı tarzda karşı çıkan herhangi biri onu mümkün olabilen en alt ve en bayağı kavrayış tarzıyla yorumlamaya çalışacaktır. Benzer şekilde, kendi çağdaşlarının onurunu reddeden herhangi biri, onların onur anlayışlarını kaba bir şey olarak kavrayacaktır; böylece, o, onurdan vazgeçişi ve ona yönelik mücadelesini kendisi için daha kolay hale getirmiş olur. Daha da önemlisi, bir bütün olarak kendisinden pek çok şeyi esirgeyen herhangi biri kendisini küçük şeylere kaptırmaya kolayca izin verecektir. Kendi çağdaşlarının alkışlarının ötesine geçen birinin hâlâ küçük kibirlerin hoşnutluğunu kendisinden esirgemediği durumlar da mümkün olabilir.

299.

Küstahlık yaşı. - Yirmi altıyla otuzuncu yaşlar arası yetenekli insanlar için gerçek küstahlık dönemidir; bu onların, yoğun bir ekşilik tortusuyla ilk olgunlaşma zamanıdır. Kendi *

Casusbelli: (Lat) Savaşnedeni. (Ed.n)

332

Kendisiyle Baş Başa İnsan içlerinde hissettikleri şeyden hareketle, gördüklerinin çok azını gören ya da hiç görmeyen diğer insanlardan saygı ve tevazu talep ederler ve bu saygıyla tevazu hemen ortaya konulmadığı için, o küstah bakış ve mimiklerle, hassas bir kulağın ve gözün, ister şiirler ve felsefeler isterse de resimler ve müzikler olsunlar, o yaşın tüm ürünlerinde tanıyacağı o ses tonuyla kendilerinden intikam alırlar. Daha yaşlı, daha deneyimli olanlar buna gülerler ve bu kadar çok şey olup bu kadar az görünmek gibi bir kadere kızdığımız yaşı güçlü bir duyguyla anımsarlar. Daha sonra, gerçekten daha fazla görünürüz, ama çok olduğumuza ilişkin o güzel inancı artık yitırmışizdir; yaşamlarımızın geri kalan kısmı boyunca iflah olmaz kibir aptalları olarak kalmadığımız sürece.

600.

Aldatıcı ama yine de sağlam. - Tıpkı, derin bir kuyunun yanından ya da derin bir akarsuyun üzerindeki dar tahta köprüden geçebilmek için —aslında onlara tutunmak üzere değil, zira bunu yaparsak çabucak çökeceklerdir, ama gözümüze bir güvenlik imgesi sunabilmek üzere- parmaklıklara ihtiyaç duyabilmemiz gibi, gençliğimizde de, o parmaklık gibi farkında olmadan bize hizmet eden insanların olmasını isteriz; gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya olmamız ve onlara dayanmak istememiz durumunda onların bize yardım etmeyecekleri doğrudur ama

yakın bir rahatlatıcı koruma duygusu sağlarlar (Örneğin, her üçü de genelde öyle olan babalar, anneler ve öğretmenler).

601.

Sevmeyi öğrenmek. - Gençliğimizden itibaren sevmeyı, nazik olmayı öğrenmeliyiz; eğer eğitim ve rastlantı bize bu duyguları yaşama imkânı sağlamazsa, o zaman ruhumuz kuruyacak ve seven insanların o içten icatlarını bile anlayamaz hale gelecektir. Eğer biri yetenekli bir kindar olmak istiyorsa, nefreti de aynı şekilde öğrenip beslemelidir, yoksa, nefret nüvesi de adım adım kuruyacaktır. 333

İnsanca, Pek İnsanca — 1

602.

Bir süsleme olarak yıkıntılar. - Birçok ruhsal dönü-

şümden geçenler daha önceki durumlarının bazı görüşlerini ve alışkanlıklarını koruyacaklardır ve ardından bu görüşler ve alışkanlıklar muammalı eskiçağ parçaları ve gri taş Işçılığı gibi yayılarak yeni bir düşünme ve davranma yoluna sapacaklardır; çoğu zaman tüm bölgeyi süslemeye hizmet etmek üzere.

603.

Sevgi ve saygı. -Sevgiarzular, korku önler. Birinin aynı kişi tarafından, en azından aynı zaman dilimi içinde hem sevilip hem saygı görememesinin nedeni budur. Çünkü bir başkasına saygı duyan biri onun gücünü kabul etmiş olur, yani o güçten korkmuş olur. Merak ve korkuyla karışık bir saygı” durumudur onunki. Ne var ki sevgi, hiç bir gücü, bölen,zıtlaştıran, yücelten ve ikincil plana koyan hiçbir şeyi tanımaz. Çünkü sevgi hiçbir saygı sağlamaz, hırslarına saygı gösterilmesi gereken insanlar sevilmeye gizlice ya da açıkça muhaliftir.

604.

Soğuk insanların lehine olan önyargı. - Çabuk alevlenen insanlar, çabuk soğurlar ve bu yüzden bir bütün olarak bakıldığında güvenilmezdirler. Öyleyse her zaman soğuk olan ya da kendilerini böyle sunanların lehine olan, onların özellikle güvenilir ve dürüst oldukları biçiminde bir önyargı vardır. Biz onları yavaş yavaş alevlenen ve ateşlerini uzun bir süre koruyanlarla karıştırıyoruz.

605.

Geleneğe aykırı fikirlerin tehlikesi. - Kendimizi tesadüfen geleneklere aykırı fikirlerle meşgul etmek bir tür kaşınma cazibesine sahiptir; eğer ona teslim olursak, kaşınan ”

Nietzsche burada, Almanca'da saygı ya da onur anlamına gelen Ehre, korku anlamına gelen Furcht ve herikisini birleştiren ve saygı gösterme ya da korku ve merakla karışık saygı anlamına gelen Ehrefurcht(ki bunu burada Ehrfurcht olarak yazar) terimlerinden oluşan bir kelime oyununa başvurmaktadır. |(G. Handwerknl)

334

Kendisiyle Baş Başa İnsan yeri ovalamayabaşlarız; ta ki en sonunda açık, acı verici bir yara oluşuncaya kadar, yani geleneğe aykırı fikir, bulunduğumuz s0syal konumda ve insanlarla olan ilişkilerimizde bizi rahatsız edip eziyet etmeye başlayıncaya kadar.

606.

Şiddetli acı arzusu. - Tutku geçtikten sonra geride, kendisi için anlaşılmaz bir özlem bırakır, gözden kaybolurken bile bize ayartıcı bir bakış fırlatır. Aslında tutku, kendi kırbacıyla kırbaçlanması gereken bir tür haz sağlamış olmalıdır. Daha ılımlı duygular ise tersine durgun görünür; öyle anlaşılıyor ki, dahaşiddetli hoşnutsuzluğu her zaman zayıf hazza tercih ediyoruz.

607.

Başkalarına ve dünyaya karşı kötü huy. - Sık sık olduğu üzere, aslında kendimize öfkelenirken hıncımızı başkalarından çıkardığımız zamanlarda, esas olarak kendi yargımızı bulandırıp yanıltmaya çalışıyoruz; başkalarının dalgınlığında ve kusurlarında, bu kötü huya a posteriori bir motif kazandırmak ve böylece kendimizi gözden kaçırmak istiyoruz. Kendilerini acımasızca yargılayan katı dindar insanlar, benzer şekilde insanlığın en kötü hastalığını dile getirmişlerdir. Günahı kendisine erdemi ise başkalarına ayıran bir aziz hiçbir zaman yaşamamıştır; tıpkı, Buda'nın reçetesine göre, iyiliğini diğer insanlardan saklayan ve onların kendisinin yalnızca kötü yanlarını görmelerine izin veren herhangi birinin çok nadir olması gibi.

608.

Birbiriyle karıştırılan neden ve sonuç. - Yapımıza uyan ilkeleri ve dogmaları farkında olmadan öyle çok ararız ki, en sonunda, sankıilkeler ve dogmalar kişiliğimizi yaratmış, ona istikrar ve güvenilirlik kazandırmışlar gibi bir durum ortaya çıkar. Oysa bunun tam tersi olmuştur. Düşünme tarzımızın ve yargımızın, olgunun ardından yapımızın nedeni haline getirilmesi gerekiyormuş gibi görünüyor ama aslında şu ya da bu şekilde düşünüp yargıda bulunmamıza yol açan şey yapımızdır. 330

İnsanca, Pek İnsanca — 1

Peki bu neredeyse bilinçsiz sulu komediyi oynamamızı belirleyen şey nedir? Tembellik ve rahatlık ve bir o kadar da kibrin tekrar tekrar, yapıda olduğu gibi düşüncede de tutarlı bulunma arzusu, çünkübu saygı kazandırır, güven ve güç verir.

609.

Yaş ve gerçek. - Genç insanlar, ne ölçüde doğru ya da yanlış olduğundan bağımsız olarak, ilginç ve olağandışı olana bayılırlar. Daha olgunlaşmış ruhlar ise gerçeği, onda ilginç ve olağandışı olan şey için severler. Nihayet, tamamıyla olgunlaşmış zihinler ise, gerçeği, sade ve yalın olduğunda ve sıradan insanlara can sıkıcı görünse bile severler çünkü onlar gerçeğin kendisinin en yüce ruhsal aidiyetlerinden bir yalınlık havasıyla söz etme eğiliminde olduğunu fark etmişlerdir.

610.

Kötü şairler olarak insanlar. - Tıpkı şairlerin bir mısranın ikinci bölümünde kendi kafiyelerine uygun bir düşünce aramaları gibi, insanlar da yaşamlarının ikinci yarısında daha önceki yaşamlarına uyan eylemler, konumlar, ilişkiler bulma konusunda daha çok kaygılanmaeğiliminde olur, böylelikle her şey yüzeyde bir hayli uyumlu hale gelir ama onların yaşamları artık güçlü bir düşünce tarafından yönetilip yeniden yönlendirilmemektedir, tersine, bunun yerini, bir uyak bulma niyetialır.

6li.

Can sıkıntısı ve oyun. - İhtiyaç bizi çalışmaya zorlar ve çalışmanın yarattığı ürünle birlikte ihtiyaç susturulur; ihtiyaçların sürekli olarak yenilenmesibizi çalışmayaalıştırır. Ancak ihtiyaçların susturulduğu, adeta uyuşturulduğu ara zamanlarda can sıkıntısı bizi ele geçirir. Nedir bu? Kendisini şu anda yeni, ek bir ihtiyaç olarak hissettiren şey böyle çalışma alışkanlığıdır ve biri çalışmaya ne kadar güçlü biçimde alışmışsa, daha doğrusu biri ıhtiyaçlarından ötürü ne kadar çok acı çekmişse, ihtiyaçları da o kadar çok olacaktır. İnsanlar can sıkıntısından kurtulmak için, ya ıhtiyaçlarının gerektirdiği ölçünün ötesinde çalışırlar ya da oyur336

Kendisiyle Baş Başa İnsan nu, yani bu şekilde çalışma ihtiyacından başka bir ihtiyacı giderme maksadı taşımayan çalışmayı keşfederler. Oyundan bıkan ve daha fazla çalışmasını gerektiren hiçbir yeni nedeni olmayan herhangi biri zaman zaman, hareketlilikle dans arasındaki, dansla yürüme arasındakine benzer üçüncü bir durumun özlemine, büyük bir mutluluk veren dingin bir hareketliliğin özlemine kapılır. Bu, sanatçının ve filozofun mutluluk vizyonudur.

612.

Resimlerden çıkan ders. - Eğer çocukluğun başlangıcıyla erkeklik arasındaki dönemden kalmabir dizi resmimizi incelersek, sevindirici bir şaşkınlık içinde erkeğin genç gibi değil de çocuk gibi göründüğünü; bu yüzden, muhtemelen bu sürecın tipik özelliği olan bir tarzda, temel kişiliğimize geçici olarak yabancılaşmanın bir müdahalede bulunduğunu ve erkeğin birikmiş, yoğunlaşmış gücünün bu müdahaleye hâkim olduğunufark

ederiz. Bu algıya, gençliğimizde bizi kuşatan tutkuların, öğret-

menlerin ve siyasal olayların tüm o güçlü etkilerinin daha sonra bir kez daha sabit bir ölçüye indirgenmiş gibi göründükleri başka bir algı tekabül eder. Onlar elbette içimizde işlemeye ve yaşamaya devam edeceklerdir ama temel duygularımız vefikirlerimiz daha ağır basar ve buşeyleri, artık yirmili yaşlarımızdaki regülatörler olarak değil, birer enerji kaynağı olarak kullanırlar. Böylece, erkeğin düşünceleri ve duyguları çocukluk düşünceleri ve duygularıyla yeniden daha uyumlu görünür ve bu içsel olgu daha önce belirtilen dışsal olguda ifadesini bulur.

613.

Belli bir yaşın ses tonu. - Genç insanların konuşurkenkises tonu, övgü, suçlama ya da ezbere anlatım, daha yaşlı bir kişi için can sıkıcıdır çünküfazla gürültülüdür ve tıpkı boşluktan belli bir rezonans alan bir kubbeninki gibi, aynı zamanda boğuk ve anlaşılmazdır; çünkü genç insanların düşündükleri şeylerin çoğu yapılarının bütünlüğünü izlemek yerine, yakınlarında düşünülen, söylenen, övülen ya da suçlanan şeyle uyumludur

ve onu yankılar. Ancak duygular (çekici ve itici duygular) genç ınsanlarda nedenlerinden çok daha fazla çınladığı için, gençler

337

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

duygularını yüksek sesle dile getirdiklerinde, nedenlerin yoklugunu ya da aralıklı oluşlarını bildiren o boğuk, yankılanan ses tonu ortaya çıkar. Daha olgun bir yaşın ses tonu katı, kaba ve makul ölçüde yüksek olur, ama, açık seçik biçimde dile getirilen her şey gibi, oldukça uzun bir yolu kat eder. En nihayet, yaşlılık, çoğu zaman sese belli bir ılımlılık ve hoşgörü getirir, onu adeta tatlılaştırır; açıkçası, pek çok durumda, onu ekşitir de.

614.

Geri kalmış ve öngörülü insanlar. - İçi güven-

sizlikle dolu olan, rakiplerinin ve komşularının her başarısını kıskanan ve farklı fikirler karşısında sertleşip öfkeye kapılan birinin rahatsız edici kışıliğı, onun daha önceki bir kültür seviyesine alt ve bu yüzden bir kalıntı olduğunu gösterir, çünküinsanlarla etkileşime girme tarzı, kudretin doğru olanı belirlediği bir çağın koşulları için geçerli ve uygundu; bu geri kalmış bir insandır. Başkalarının sevinçlerini paylaşacak geniş bir kapasitesi olan, her yerde dost edinen, büyümekte ve oluş halinde olan her şeye sevgi besleyen, başkalarının onurlarından ve başarılarından edindikleri her türlü hazzı onlarla paylaşan ve gerçeği fark eden tek kişi olma ayrıcalığına sahip olduğunu iddia etmeyen, tersine makul bir güvensizlikle dolu olan başka bir kişiliğe gelince, bu, daha üstün bir insani kültür için çabalayan öngörülü bir kişidir. Rahatsız edici kişılik, insanlar arasındakı etkileşimin kaba temellerinin henüz ınşa edilmediği bir zamana dayanır, diğeri ise bu yapının en Üst katlarında, kültürün temelleri altındaki mahzenlere kapatılan, hiddetlenen ve uluyan vahşi hayvandan mümkün olduğu kadar uzakta yaşamaya devam eder.

615.

Hastalık hastaları için rahatlık. - Büyük bir düşünür geçici olarak hastalık hastalığı biçimindeki kendi kendine işkence etmeye maruz kaldığında, şöyle diyerek kendisini rahatatabilir: “Bu parazitin beslenmesini ve büyümesini sağlayan şey senin kendi büyük gücündür; eğer bu güç daha az olsaydı, sen de daha azacı çekerdin.” Bir ulusun temsilcisi olarak kendisine mecburen yoğun biçimde bahşedilmiş olması gereken kıskançlık 338

Kendisiyle Baş Başa İnsan ve kindarlık, genel olarak bellum omnium contra omnes” ruh halı, zaman Zaman kişiselilişkilerine de bulaştığında ve yaşamını Zorlaştırdığında, bir devlet adamı da aynı şeyleri söyleyebilir.

616.

Şimdiye yabancılaşan. - Kendimizi belli bir noktada içinde bulunduğumuz çağdan büyük ölçüde uzaklaştırmamızda ve adeta onunkıyılarından uzaklaşıp arkaik dünya görüşlerinin okyanuslarına çekilmemizde büyük avantajlar vardır. Oradan kıyıya bakarken,ilk defa onun tüm biçimini dikkatle inceleriz ve ona bir kez daha yaklaştığımızda, onu, ondan hiçbir zaman ayrılmamış olanlardan daha iyi anlama avantajına sahip oluruz.

617.

Kişisel başarısızlıkları ekmek ve biçmek. Rousseau gibi insanlar zayıtlıklarını, kusurlarını ve kötülüklerini, adeta yeteneklerinin gübresi olarak, nasıl kullanacaklarını bilirler. Rousseau toplumun yoksunluğuna ve yozlaşmasına kültürün üzücübir sonucu olarak teessüf ettiğinde, bunu,acılığı onun genelkarşı çıkışına keskinlik kazandıran ve fırlattığı okları zehirli hale getiren kendi kişisel deneyimine dayanarak yapar; öncelikle bir birey olarak içini boşaltır ve doğrudan toplumu iyileştürecek, ama dolaylı olarak ve yarar aracılığıyla onun kendisini de iyileştirecek olan bir derman arama çabasına girer.

618.

Felsefi kafaya sahip olma. - Yaşamdakitüm durumlar ve olaylar için genellikle tek bir zihinsel duruş, tek bir fikirler sınıfı edinmeyeçalışırız, yanı felsefi kafalı olarak adlandırılmamıza yol açma olasığı en yüksek olan şeyi. Ama kendimizi böylesine tek biçimli hale getirmek yerine, yaşamdakifarklı durumların yumuşak sesini dinlemek, bilginin zenginleşmesi için daha değerli olabilir; bu farklı durumlar kendi özgün görüşlerini de kendileriyle birlikte getirirler. Böylece, sabit, kalıcı, tek bireyler *

Bellum omnium contra omnes; (Lat.) Herkesin herkesle savaşı. (Ed. n.)

339

İnsanca, Pek İnsanca — 1

olarak davranmamakla, yaşama ve pek çok şeyin varlığına dıkkatli bir ilgi gösteririz.

619.

Küçümsemenin ateşinde. - Onları savunan insanlar için küçültücü olarak değerlendirilen görüşleri ilk defa ifade etmeyi göze aldığımızda, bağımsız olma doğrultusunda yeni bir adım atmış oluruz; o zaman dostlarımız ve tanıdıklarımız bile sinirlenme eğiliminde olur. Yetenekli kişilik de bu ateşin içinden geçmelidir; daha sonra o kendisine daha çok ait olacaktır.

620.

Fedakârlık. - İkisi arasında bir seçim yapılabilmesi durumunda, büyük bir fedakârlık, küçük bir fedakârlığa tercih edilecektir, çünkü büyük olanı kendine hayran olmayla telafı ederiz, oysa küçük olan için muhtemelen bunu yapamayız.

621.

Bir hile olarak sevgi. - Yeni bir şeyi (ister bir kişi, ister bir olay isterse de bir kitap olsun) gerçekten öğrenmek isteyen

herhangı biri, bu yeni şeyi olanca sevgisiyle ele alırsa, onda kendisine düşmanca, saldırgan ya da yanlış görünen her şeyden gözünü çabucak çevirirse, hatta onları unutursa Iyı eder. Böylelikle, örneğin bir kitabın yazarına, adeta bir yarıştaymışçasına, mümkün olabilen en ön noktadan başlama imkânı veririz ve aslında küt küt atan bir kalple onun hedefine ulaşması için yanıp tutuşuruz. Bu şekilde ilerlemekle, yeni şeyin kalbine, ona devinim veren noktaya dokunmuş oluruz ki onu öğrenmek tamı tamına bu anlamagelir. Eğer bu noktaya varabilmişsek, kavrayış kendi sınırlamalarını daha sonra koyabilir; o abartı, o eleştiri sarkacının geçici duruşu, şeyin ruhunu öne çıkması için kandırmak üzere başvurulan bir hileden ibaretti.

622.

Dünya üzerine aşırı iyi ve aşırı kötü düşünme. - Şeyler üzerine ister aşırı iyı isterse de aşırı kötü düşünelim, 340

Kendisiyle Baş Başa İnsan böylelikle her zaman dahafazla haz elde etme avantajına sahibiz. Çünkü öncedenalgılanan bir fikir aşırı olumlu olduğunda, genel

olarak şeylere (deneyimlere) gerçekte içerdiklerinden daha fazla

hoşluk atfederiz. Aşırı olumsuz olan önceden algılanmış bir fikir ise hoş bir hayal kırıklığına yolaçar; şeylerin hoşluğuna şaşkınlığın hoşluğu eklenir. Buna karşılık, mahzun bir mizaç, her iki durumda da tersi bir deneyim yaşayacaktır.

623.

Derin insanlar. - Güçleri şeylerden ne kadar derin biçimde etkilendiklerinden kaynaklanan insanlar -onlara genelde derin insanlar deriz- ani bir şey olduğunda görece daha derli toplu ve kararlıdırlar, çünkü ilk anda izlenim hâlâ yüzeyseldir ancak daha sonra derin hale gelir. Fakat bu tür kişilikleri en çok, uzun süredir öngörülen ve beklenen şeyler ya da insanlar harekete geçirir ve söz konusu şeyler gelip çattığında, onları neredeyse soğukkanlılıklarını bile koruyamaz hale getirir.

624.

Üst benlikle münasebet. - Herkesin kendi üstün benliğini bulduğu iyi günleri vardır; ki gerçek insanlık, bizim birını, onun sınırlamalar ve kölelik içinde geçen iş günü koşullarına göre değil, yalnızca bu durumuna göre değerlendirmemizi talep eder. Örneğin, bir ressamı, görebildiği ve temsil edebildiği en yüksek görme gücüne göre övüp onurlandırmalıyız. Ancak bizzat insanlar, daha sonra en iyı anlarının benliklerini tekrar tekrar taklit ettikleri sürece, bu üstün benlikleriyle oldukça farklı bir ilişki içine girerler ve sık sık kendirollerini oynarlar. Pek çok kişı, kendi idealinin huzurunda utangaç ve alçalmış olarak yaşar ve onu yadsımak ister. Onlar kendi üstün benliklerinden korkuyorlar çünkü bu üstün ben konuştuğunda, sözcükleri dikkat ve çaba

gerektirir. Üstelik, üstün ben,istediği zaman gelme ve istediği

zaman uzak kalma gibi doğaüstü bir özgürlüğe sahiptir; işte bu yüzden sık sık Tanrıların bir armağanı olarak adlandırılır, oysa

gerçekte, Tanrıların (rastlantıların) bir armağanından başka her şeydir; bu olsa olsa kışının kendisidir.

341

İnsanca, Pek İnsanca — 1

625.

Yalnız insanlar. - Bazı insanlar kendileriyle başbaşa kalmaya öylesine alışmışlardır ki, kendilerini başka insanlarla kıyaslamazlar bile, huzurlu ve şenlikli bir ruh hali içinde, kendileriyle gayet güzel sohbet ederek, hatta gülerek, kendi monolojik yaşamlarını iplik gibi eğirip dururlar. Ama eğer bir yolunu bulup da onları kendilerini başkalarıyla kıyaslama noktasına getirirsek, kendilerini yoğun biçimde küçümseme eğilimi sergilerler. Böylece onlar öncelikle başkalarından kendilerine ilişkin iyi ve adil bir fikri öğrenmeye zorlanmalıdır ve onlar her zaman,oluşan bu fikirden de bir şeyleri eksiltmek ve koparmak isteyeceklerdir. Bu yüzden bazı kişileri kendi yalnızlıklarıyla baş başa bırakmalı, sık sık yapılanın tersine, bu yalnızlıktan hareketle onlara acıma

aptallığına düşmemeliyiz.

626.

Melodi olmaksızın. - Sağlam bir iç huzur ve tüm yeteneklerinin uyumlu bir düzenlenişi bazı insanlarda o kadar kendine özgüdürki, bir amaca yönelik her türlü etkinlik onlara tiksinti verir. Onlar, açık seçik, aktif bir melodinin başlangıcını bile göstermeyen, uzun, durağan armonik akorlardan başka bir şeyden oluşmayan müziğe benzerler. Dışarıdan gelen tüm devinim yalnızca onların teknesini coşkulu armoninin gölü üzerinde bir kez dengeye oturtmaya hizmet eder. Modern insanlar, hiçbir şey haline gelmeyen, onların hiçbir şey olduklarını söyleme imkânımız olmayan böyle kişiliklerle karşılaştıklarında genelde aşırı ölçüde sabırsız olurlar. Ama belli ruh hallerinde, onları görmek o alışılmadık soruyu akla getirir: Melodiye ne gerek var ki? Hayatın kendisini sakin bir şekilde derin bir gölün üzerine yansıtması niçin yeterli olmasın ki? Ortaçağ bu tür kişilikler bakımından bizim çağımızdan daha zengindi. Kalabalığın tam ortasında bile, kendisiyle bu kadar huzur ve neşe içinde yaşayabilen ve tıpkı Goethe gibi kendi kendisine şunları söyleyen biriyle artık ne kadar seyrekkarşılaşıyoruz: “En iyı şey, içinde yaşadığım ve büyüdüğüm ve onların ateş ve kılıçla benden alamayacakları şeyi içinde elde ettiğim dünya karşısındaki derin sessizliktir.”” ”

Goethe'nin 13 Mayıs 1780 tarihli güncesinden bir alıntı.

342

Kendisiyle Baş Başa İnsan

627.

Yaşamak ve denemek. - Bazı bireylerin kendi deneyimlerini -oönemsiz günübirlik deneyimlerini- yılda üç defa mahsul veren bir tarla haline gelecek biçimde idare ederken; diğerlerinin -ki onların sayısı ne çoktur!- en teşvik edici kaderlerin çarpan dalgaları boyunca, en çeşitli çağlar ve halklar akıntıları boyunca sürüklenmelerine rağmen, nasıl olup da yine de tıpkı bir şişe mantarı gibi, her zamankinden daha aldırışsız, her zamankinden daha yüzeyde kaldıklarını dikkate aldığımızda, ınsanlığı, çok az şeyden büyük şeylerin nasıl çıkarılacağını bilen-

lerden oluşan bir azınlık (minimallik) ve büyük şeylerden çok az

şey çıkarmayı bilenlerden oluşan bir çoğunluk olarak ikiye bölmekten kendimizi alıkoyamayız; hiçbir şeyden dünyayı yaratmak yerine, dünyadan hiçbir şey yaratmayan o ters dehâlarla hakikaten de karşılaşıyoruz.

628.

Oyunda ciddiyet. - Cenova'da, akşamın alacakaranlığı geldiğinde, bir kulenin çanlarının uzun uzun çaldığını duydum. Çanlar durmak bilmiyordu, sanki kendilerine doymak bilmiyorlarmış gibi, caddelerin gürültüsünün üzerinde, akşamın gokyüzünde ve deniz havasında, son derece berbat ve aynı zamanda son derece çocuksu, melankoliyle öylesine dolup taşmış olarak, çalmaya devam etti. Sonra Platon'un sözlerini anımsadım ve birdenbire onları yüreğimde hissettim: İnsanca olan hiçbir şeyi fazlaca ciddiye almaya değmez." Ne olursa olsun.

629.

İnanç ve adalet üzerine.” - Birinden, söylediği, söz

verdiği, tutkuyla karar verdiği şeyin arkasında daha sonra ciddi ve kararlı biçimde durmasınıtalep etmek; bu insanlığı baskıaltına alan en ağır yüklerden biridir. Gazabın, kabarmış kindarlığın, tutkun adanmışlığın sonuçlarını tüm gelecek zamaniçin kabullenmiş olmak; bu, söz konusu duygulara karşı, tam da onlar her * ”

Platon, Devlet, 10, 604 b-c. Nietzsche, sadakat ve ihanet üzerine yazısında, bu bölümde olduğu gibi, şüphesiz Wagner'le ilişkisini düşünmektedir. Fakat aynı zamanda, ruhun değişimi kuramıiçin

taban çalışmayı yapmaktadır.(Krş. Böyle Buyurdu Zerdüşt, Birinci Bölüm) IM. Faber n.

343

İnsanca, Pek İnsanca -— 1

yerde, özellikle de sanatçılar tarafından putperestliğin nesneleri haline getirildiklerinde, daha büyük bir keskinliği teşvik edebilir. Sanatçılar tutkulara saygı gösterirler ve hep öyle yapmışlardır; açıkçası, onlar aynı zamanda,birinin tutku için üstlendiği o korkunç gönlünü almaişini, sonu ölümle, sakatlanmayla, gönüllü sürgünle biten o intikamcı patlamaları ve paramparça olmuş bir yüreğin boyun eğişini de yüceltirler. Her koşulda uyanan tutkulara meraklı olmaya devam ederler; sanki şöyle demekistiyor gibilerdir: Tutkular olmaksızın hiçbir deneyim yaşayamazdınız. Bizler, Tanrı gibi tamamen kurgusal bir varlığa bile olsa, sadık olmaya yemin ettiğimiz için, kalbimizi, bizi büyüleyerek o varlığın her türlü onura ve fedakârlığa değen bir şey gibi görünmesini sağlayan körbir çılgınlık içinde, bir hükümdara, partiye, kadına, kutsal bir düzene,bir sanatçıya ya da düşünüre kaptırdıgımız için artık kaçınılmaz olarak bağlı mıyız? Aslında o zaman kendimizi aldatmıyor muyduk? Tüm onlar, kendimizi adadığımız o varlıkların gerçekte olmalarını tasavvur ettiğimiz şeyler olduğu biçiminde, açıkça dile getirilmeyen bir varsayımdan hareketle verilen ikiyüzlü birer söz değil miydi? Bu sadakâtin bir sonucu olarak, üstün benliğimize zarar verdiğimizi gördükten sonra bile, hatalarımıza sadık kalmak gibi bir yükümlülüğümüz mü var? Hayır, bu türden hiçbir yasa, hiçbir yükümlülük yoktur; hain olmamız, vefasızca davranmamız ve ideallerimizden tekrar tekrar vazgeçmemiz gerekir. Bu ihanet acılarını yaratmadan ve onlardan dolayı acı çekmeye devam etmeksizin, yaşamın bir döneminden başka bir dönemine geçmiyoruz. Peki bu acılardan kurtulmak için, kendimizi duygularımızın başkaldırısına karşı korumamız gerekmez mi? Ve öyle bir durumda dünya bizim için fazlasıyla çorak ve hayalet gibi olmaz mı? Bunun yerine, bu acıların, inançlardaki zorunlu bir değişimin sonuçları olup olmadığını ya da aslında hatalı bir düşünceye ve tahmine bağlı olup olmadıklarını kendimize sormalıyız. Niçin inançlarına bağlı kalan birine hayran kalıp, inançlarını değiştiren birini hor görürüz? Cevabın şu olmasından korkuyorum: Çünkü herkes, ancak daha bayağı bir fayda ve kişisel korku türlerine dayalı nedenlerin böyle bir değişime yol açabileceğini farz eder. Başka bir deyişle kısacası hiç kimsenin, kendisi için yararlı oldukları sürece ya da en azından ona herhangi bir zarar vermedikleri sürece,fikirlerini değiştirmediğine inanıyoruz. Ama eğer durum 344

Kendisiyle Baş Başa İnsan bu olsaydı, tüm inançların entelektüel önemi için acımasız bir tanıklık yapacaktı. İnançların nasıl ortaya çıktığını şöyle bir inceleyelim ve sonra da onların büyük ölçüde abartılıp abartılmadıklarına bakalım. Bunu yapmak, inançlarımızı değiştirme eyleminin her koşul altında yanlış bir standartla ölçüldüğünü ve şimdiye kadar böyle bir değişimden dolayıaşırı ölçüde acı çekme eğiliminde olduğumuzu gösterecektir.

630.

İnanç, bilginin özgün bir noktası hakkında mutlak gerçege sahip olduğumuza inanmaktır. Bu yüzden bu inanış mutlak gerçeklerin var olduğunu; benzer şekilde, o mutlak gerçeklere ulaşılması için, kusursuz yöntemlerin keşfedildiğini; nihayet, inancı olan herkesin bu kusursuz yöntemleri kullanacağını farz eder. Bu her üç iddia da, inancı olan birinin bilimsel düşünen biri olmadığını hemen kanıtlar; başka açılardan ne kadar büyümüş olursa olsun, karşımızda kuramsal olarak masumiyet yaşında ve bir çocuk olarak durur. Yine de binlerce yıl çocukça varsayımlar içinde geçti ve onlardan insanlığın en kudretli güç kaynakları

doğdu. İnançları uğruna kendilerini feda eden o sayısız insan

bunu mutlak gerçekler için yaptığına inanıyordu. Onların tümü de bunda yanılıyordu. Muhtemelen bugüne kadar kendisini gerçek uğruna feda eden hiçbir insan henüz var olmamıştır; en azından onun inancının dogmatik ifadesi bilimdışı ya da yarı bilimsel olsa gerek. Ama gerçeklikte, kişi haklı olmak istemiştir çünkü haklı olmak zorunda olduğunu düşünmüştür. Kişinin kendi inancının parçalanıp dağılmasına izin vermesi muhtemelen ebedi kurtuluşunu tartışma konusu haline getirme anlamına gelmiştir. Böylesine ciddi önemesahip bir konuda, “irade” aklın pek hissedilebilir bir teşvikçisiydi. Her inançtan her inanırın varsayımı kendisinin çürütülemeyeceğiydi; kendisine yöneltilen itirazlar oldukça güçlü olsa da, nedene dil uzatmak, hatta belki de “credo guia absurdum est”1” en uç fanatizmin bayrağı olarak yükseltmek onun için hâlâ mümkündü. Tarihi böylesine şiddetle dolduran şey fikirler arasındaki çatışma değil, tersine fikirler*

Credo guia absurdum est: (Lat) Ona inanıyorum çünkü saçmadır. Yanlışlıkla St Augustinus'a atfedilen bir açıklama. |(G. Handwerk ni

345

İnsanca, Pek İnsanca - 1

deki inanışlar, yani inançlar arasındaki çatışmadır. Buna rağmen eğer inançlarını o kadar yoğun düşünenlerin tümü bu inançları için her türlü fedakârlığı yaparken, ne onurlarını ne bedenlerini ne de yaşamlarını onlardan esirgemezken, güçlerinin sadece yarısını hangi hakla şu ya da bu inanca yapıştıkları ya da hangi yolla bu inanca ulaştıklarının araştırılmasına ayırsalardı. O zaman ınsanlık tarihi ne kadar barışçıl bir görünümesahip olacaktı! Nasıl da çok dahafazla bilgi olacaktı! İki nedenden dolayı, her türden din karşıtına yapılan zulümden doğan tüm acımasız sahnelerden kurtulmuş olacaktık: Birincisi, çünkü engizisyoncular her şeyden önce kendilerini inceleyecekler ve mutlak gerçeği savundukları varsayımının ötesine geçeceklerdi. Çünkü, din karşıtları, en azından tüm dinsel tarikatçıların ve “gerçek inanırların” varsayımları kadar çürük bir temele dayandırılan varsayımları şöyle bir incelediklerinde, onlara daha fazla prim vermeyeceklerdi.

631.

Her türlü bilgi sorununa yönelik tüm kuşkucu ve göreceli yaklaşımlar, insanların mutlak doğrulara sahip olduklarına inanmaya alıştıkları zamandan kalma derin bir hoşnutsuzluğu taşır;

genelde belli bir otoriteye sahip insanlar (babalar, dostlar, öğret-

menler, hükümdarlar) tarafından savunulan bir inanca koşulsuz olarak boyun eğmeyi tercih ederiz ve bunu yapmadığımızda bir tür vicdan azabı yaşarız. Bu tümüyle anlaşılabilir bir eğilimdir ve onun sonuçları hiç de bize insan aklının gelişimi karşısında öfkeli sitemlerde bulunma hakkı vermiyor. Ancak insanlardaki bilimsel ruh, dikkatli ayırma erdemini, kuramsal yaşam alanına oranla pratik yaşam alanında daha çokaşina olduğumuz ve örnegin Goethe'nin Antonio'da tüm Tassolar” için, yani aynı zamanda bilimdışı hem de hareketsiz olan kişilikler için bir ofkelendirme nesnesi olarak betimlediği o bilgece ılımlılığı adım adım olgun-

laştırmalıdır. İnançları olan kişi kendiiçinde, dikkatli düşünürü,

kuramsal Antonlo'yu kavramama hakkına sahiptir; öte yandan, bilimsel olanın da hiçbir şekilde bu yüzden onu suçlama hakkı yoktur; bilimsel olan ona gerekli müsamahayıgösterir ve üstelik * Antonio ve Tasso, Goethe'nin Torguato Tasso (1790) adlı oyunundakitiplemelerdir. İG. Handwerk ni

346

Kendisiyle Baş Başa İnsan

belli durumlarda diğerinin kendisine yapışacağını bilir, tıpkı Tassonun en sonunda Antonio'ya yapışması gibi.

632.

Farklı inançlar arasında yol almak yerine, tuzağına ilk defa düştüğüinanışa yapışık kalan herhangi biri, tam da bu süreklilikten dolayı her türlü olayda, geri kalmış kültürleri temsil eder;

kültürlüleşmeden (ki bu her zaman kültürlüleşebilmeyi varsayar)

yoksun oluşuyla uyumlu olarak, o katıdır, mantıksızdır, öğretilebilemezdir, incelikten yoksundur, her zaman kuşkuludur, kendi fikrini geçerli kılabilmek için her türlü aracın üzerine atlayan ahlaksız bir kişidir çünkükısacası başka herhangı bir fikrin olması gerektiğini kavrayamaz; bu anlamda, o belki de pek özgür ve gevşek hale gelmiş kültürlerde bir güç kaynağı haline gelebilir, hatta etkileyici bile olabilir, ama sırf zorla kendisine yönelik muhalefeti teşvik ettiği için; çünkü bu şekilde, yeni kültürün ona karşı mücadele etmeye zorlanan daha zarif yaratımları da güçlü hale gelir.

633.

Bizler temel noktalar açısından hâlâ Reform dönemindekilerle aynı insanlarız, zaten niçin öteki türlü olsun kı? Fakat fıkrımizin galip gelmesine yardımcı olmak için artık kendimize belli araçları kullanma iznini vermememiz olgusu bizi o zamandan ayırmakta ve daha üstün bir kültüre ait olduğumuzu kanıtlamaktadır. Tıpkı insanların Reform döneminde yaptıkları gibi, bugün halâfikirlere karşı suçlamalarla ya da öfke patlamalarıyla mücadele eden ve onları bastıran herhangı biri, farklı zamanlarda yaşamış olması durumunda onun muhaliflerini yakmış olacağımız ve kendisinin bir Reform muhalifi olarak yaşaması durumunda engizisyonun tüm önlemlerine başvuracağı olgusuna açıkça ihanet etmektedir. Bu engizisyon o zaman için mantıklıydı, çünkükilisenin tüm ortamına dayatılması gereken ve her kuşatma gıbı, kişiye en uç önlemlere başvurma hakkı veren genel kuşatma durumundan başka bir şeyi temsil etmiyordu; elbette, kişinin kilisede gerçeği aktardığı ve insanlığın kurtuluşu için ne pahasına olursa olsun ve her türlü fedakârlığı yaparak

onu korumak zorunda olduğu varsayımından (ki bizim artık o

347

İnsanca, Pek İnsanca — 1

insanlarla paylaşmadığımız bir varsayımdır bu) yola çıkarak. Ne

var ki şimdi, herhangi birinin gerçeğe sahip olabileceğini artık o kadar kolay kabullenmiyoruz. Güçlü araştırma yöntemleri, sözleriyle ve yöntemleriyle birfikri şiddetli biçimde savunan herkesin günümüz kültürünün düşmanı olarak ya da en azından geri kalmış bir kişi olarak düşünülmesine yol açacak kadar güvensizlik ve dikkat yaymıştır Aslında gerçeğe sahip olduğumuz hissiyat, daha ılımlı ve daha sessiz olan, yeniden öğrenmekten ve yeni olanı incelemekten bıkmayan gerçeği arama hissiyatına kıyasla daha az geçerlidir.

634.

Üstelik, yöntemsel gerçek arayışı kendi başına, inançların birbirleriyle kanlı bıçaklı oldukları o çağların bir sonucudur. Eğer birey kendi “gerçeği”ne, yanı kendisinin haklı oluşuna hiçbir şekilde önem vermeseydi, hiçbir araştırma yöntemi söz konusu olmayacaktı; ama bu şekilde,çeşitli bireylerin mutlak gerçek hakkındakı iddiaları arasındaki ebediçatışmayla birlikte, bu iddiaların adaletinin sınanmasını ve kavganın çözüme kavuşturulmasını sağlayabilecek çürütülemez ilkeleri bulma yolunda adım adım ilerlediler. Başlangıçta, ınsanlar karar verirken otoriteleri izliyordu; daha sonra, birbirlerinin sözde gerçeği bulma doğrultusundaki yöntemlerini ve araçlarını eleştirdiler; arada, karşıt ilkeden sonuçlar çıkardıkları ve belki de onları zararlı ya da mutsuzluk yaratan ilkeler olarak gördükleri bir dönem vardı ki buradan hareketle, herkesin, kişinin muhalifinin inancının bir hata içerdiği sonurcuna varması gerekti. Düşünürlerin kişisel mücadelesi nihayet bu yöntemleri, gerçeklerin aslında keşfedilebileceklerini ve eski yöntemlerdeki sapmaların çıplak bir şekilde herkesin gözü önüne serilebileceğini gösterecek kadar keskinleştirdi.

635.

Bir bütün olarak ele alındığında, bilimin yöntemleri ve araştrmanın sonuçları en azından diğer herhangi bir sonuç kadar önemlidir; çünkübilimsel ruh yöntemlerin kavranmasına dayanır ve bilimin vardığı tüm sonuçlar, o yöntemlerin kaybedilmesi durumunda, batıl inancın ve aptallığın yenilenen geçerliliğini 348

Kendisiyle Baş Başa İnsan önleyemezdi. Akıllı insanlar bilimin vardığı sonuçlar hakkında istedikleri kadar şey öğrenebilirler. Sohbetlerinden, özellikle de bu sohbetlerin içerdiği hipotezlerden, onların bilimsel ruhtan yoksun olduklarını her zaman çıkarabiliriz, onlar, yanlış yönlendirilmiş düşünmetarzı karşısında, uzun eğitimin bir sonucu olarak her bilimsel kişinin ruhunun derinliklerine kadar kok salmış içgüdüsel güvensizliğe sahip değildir. Herhangi bir şey hakkında herhangi bir hipotez bulmak onlar için yeterlidir, ardından da o hipotezler için yanıp tutuşurlar ve böylelikle onları güvenceye aldıklarını sanırlar. Bir fikre sahip olmanın anlamı aslında onlar için şudur: O fikri fanatikçe savunmak ve bundan böyle onu bir inanç olarak bağrına basmak.Bir şey açıklanamaz olduğunda, akıllarına gelen ve o şeyin bir açıklaması gibi görünen ilk düşünce için alevlenirler ki bundan, özellikle de politika alanında, sürekli olarak iğrenç sonuçlar doğar. Bu yüzden, günümüzde herkesin en azından bir bilimsel alanda sağlam bir temele kavuşması gerekir; işte o zaman yöntemin ne anlama geldiğini ve en uç noktadaki soğukkanlılığın ne kadar gerekli olduğunu öğrenecektir. Bu özellikle de kadınlara tavsiye edilmelidir; zira kadınlar, şu anda her türlü hipotezin çaresiz kurbanlarıdır, özellikle de bu hipotezler zeki, çekici, heyecanlı ve güçlü olma izlenimi verdiklerinde. Hakikaten de, yakından incelendiğinde, tüm kültürlü insanların olabilecek en büyük kısmının hâlâ bir düşünürden yalnızca ve yalnızca inançları talep ettiğini, yalnızca küçücük bir azınlığın kesinliği istediğini görürüz. Birinciler güçlerini artırmak için güçlü bir şekilde sürüklenmek ister; sınırlı sayıdaki ikinciler ise, kişisel avantajları savsaklayan nesnel ilgiye sahiptir, daha önce belirtilen şey onların gücünüartırsa bile. Bir düşünür, bir dahi gibi davranıp kendisini öyle sunduğu, sanki otoriteyi hak eden daha üstün bir varlıkmış gibi insanlara tepeden baktığı her yerde, yukarıda sözü edilen birinci kategoridekileri, yani sayıca çok daha büyük olanları dikkate alır. Bu türden bir dâhi inançlarının ateşini koruduğu ve dikkatlı,ılımlı bilimsel duyarlılık karşısında güvensizlik yarattığı sürece, gerçeğe talip olduğuna ne kadar inanırsa inansın, gerçeğin düşmanıdır. 349

İnsanca, Pek İnsanca — 1

636.

Kesin konuşmak gerekirse, oldukça farklı bir dâhi türü, yani adalet dâhisi de vardır ve ben bu türü, diğer tüm felsefi, siyasal ya da sanatsal dâhi türlerinden daha alt bir mertebeye koymakta zorlanıyorum. Onun tarzı, şeylerin değerlendirilmesini dikkatsizleştiren ve muğlaklaştıran her şeyi içten bir kızgınlıkla önlemektir; bu tür sonuç itibariyle inançların muhalifidir, çünkü, ister yaşasın ister ölü olsun, ister gerçek ister kurgusal olsun, her şeyin hakkını vermek ister ve bu amaçiçin şeyleri açıklıkla algılamak zorundadır; böylelikle, her şeyi en iyi ışığa tutar ve dikkatli bir gözle inceler. En sonunda, kendi muhalifine, körce ya da dar

görüşlü “inanca” (erkekler onu öyle adlandırır; kadınlar ona “inanış” der) bile, inancın hak ettiği şeyi verir; gerçeğin hatırı için.

637.

Fikirler tutkulardan doğar; ruhun tembelliği bunların katılaşarak inançlara dönüşmesine yol açar. Fakat özgür, kıpır kıpır bir yaşam ruhunuhisseden herhangi biri, sürekli değişim aracılığıyla bu katılaşmayı önleyebilir ve o bir bütün olarak düşünen bir kartopu olsa bile, genelde fikirlere değil, yalnızca kesinliklere ve aklında dikkatlice ölçülen olasılıklara sahip olacaktır. Ne var ki, karmaşık bir yapıya sahip olan, kimi zaman ateşle ısıtılan kimi zaman ise ruhla soğutulan bizler, üzerimizde kabul ettiğimiz yegâne Tanrıça olarak adaletin önünde diz çökmeliyiz. İçimizdeki ateş genellikle bizi adaletsiz hale getirir ve o Tanrıça'ya göre, kirletir; böyle bir durumdayken belki hiçbir zaman eline dokunamayabiliriz, o zaman da onun zevkinin en içten gülüşü bile bize işlemez. Ona yaşamlarımızın gizli İsis'i olarak taparız; ne zaman ateş bizi yakıp tüketme girişiminde bulunsa, acımızı utançla ona kefaret ve kurban olarak sunarız. Bizi tamamen yanıp kül olmaktan kurtaran şey ruhtur; ruh kendimizi adaletin kurbanlık mimberinden uzaklaştırmamızı sağlar ya da bizi asbestle kaplar. Bedelini ödeyerek yanmaktan kurtulan, ruh tarafından harekete geçirilen bizler, sonra da, partilerin nöbet değişimleri boyunca, hiçbir zaman ihanet edilemeyecek şeylerin soylu ihanetçileri olarak, bir fikirden başka bir fikre geçip dururuz; üstelik de herhangi bir suçluluk duygusuna kapılmadan. 300

Kendisiyle Baş Başa İnsan

638.

Gezgin. - Aklın özgürlüğüne giden yolun bir kısmını bile kat eden herhangi biri, yeryüzündeki bir gezginden başka bir şey olduğunu hissedemez; belli bir nihai amaca doğru yol alan bir yolcu olmasa bile, çünkü böyle bir şey yoktur. Yine de dünyada gerçekten olup biten şeyleri gözlemlemeyi ve onlar için gözlerini açık tutmayı gerçekten ister; bundan dolayı, hiçbir tekil şeye aşırı güçlü biçimde bağlanmayı göze alamaz; kendi içinde, değişimde ve geçicilikte haz bulan gezgin bir şeye sahip olmalıdır. Böyle bir kışı, yorulduğunda ve kendisini dinlendirmesi gereken şehrin kapılarının kapalı olduğunu gördüğünde, açıkçası kötü geceler geçirecektir; bunun da ötesinde, Doğu'da olduğu gıbı, çöl taa şehir kapısına kadar uzanabilir, bir an daha uzakta bir sonraki anda ise daha yakında olan yırtıcı hayvanlar uluyabilir, şiddetli bir rüzgâr çıkabilir ya da soyguncular onun arkasındaki hayvan sürüsünü alıp götürebilir. Ardından korkunç gece çöl üzerindeki ikinci bir çöl gibi üstüne çökebilir ve yüreği gezginlikten bıkabilir. Bir Gazap Tanrısı gibi ışık saçan sabah güneşi nihayet doğduğunda ve şehir kapıları nihayet açıldığında, orada daha büyük bir çölde yaşayanların yüzlerinde, kapıların dışında olduğundan çok daha fazla kırlılık, düzenbazlık ve güvensizlik görebilir ve gün neredeyse geceden çok daha kötü olabilir. Gezginin başına zaman zaman böyle şeyler gelebilir; ama bunların ardından, bir telafi olarak, daha şafağı söken günle birlikte, dağlardakisis içinde dans ederek yanından geçen ılham perilerini gördüğü ya da daha sonra, sabahının özüyle birlikte ağaçların altında sessizce yürüdüğünde, ağaçların tepesinden ve yaprakların gizli derinliklerinden kendisine yalnızca Iyı ve parlak şeylerin atıldığı, dağların, ormanların ve yalnızlığın ortasında kendi evlerinde olan ve tıpkı kendisi gibi, şimdi keyif verici, artık düşünceli olan kendilerine özgü bir tarzda, birer gezgin ve filozof olan tüm o özgür ruhların verdiği armağanların atıldığını gördüğü diğer bölgelerin ve günlerin sevinçli sabahları gelir. Şafağı söken günün gizemlerinden doğan bu özgür ruhlar, günün nasıl olup da, onuncu ile on ikinci saatin çalışı arasında, böylesine arı, aydınlık, böylesine ışık saçarak parlayan bir yüze sahip olabileceği üzerine düşünürler; sabahın felsefesinin peşindedir onlar. dol

DOSTLAR ARASINDA: BİR SON DEYİŞ 1 Ne güzeldir,sessizlikte birlikte olmak Daha da güzeldir, gülmekbirlikte; Cennetin ipekten şalı altında Yosunlara ve kayın ağaçlarına yaslanarak, Kahkahamız kadar yüksek sesli olduğunu dostluğumuzun Gösteriyor dişlerimizin beyazlığı. İyi şeyler yapsaydım, sessiz kalmaya devam ederdik; Kötü şeyler yapsaydım, o zaman gülerdik Ve onu her zamankinden daha da kötüleştirirdik Daha kuvvetli gülerek daha da kötüleştirirdik onu Ta ki mezara tırmanıncaya kadar.

Dostlar! Evet! Öyle olsun mu?

Amin! Yeniden buluşuncaya dek! 2 Bahane yok! Affetmek yok! Verin,siz neşeliler, gönlü geniş olanlar, Mantıksızlığına bu kitabın Kulaklarınızı ve yüreklerinizi ve hemensığının!

İnanın bana dostlar, mantıksızlığım

Bir lanet olmadı benim için! Bulduklarım, aramakta olduklarım Herhangi bir kitapta bulunabilir mi? Beni aptallar derneği olarak çağırın! Sonra da öğrenin bu aptalca kitaptan, Aklın aklının en sonunda nasıl “başına geldiğini!” Bu yüzden dostlar, öyle olsun mu? Amin! Yeniden buluşuncaya dek! 302