Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi (Cilt 3 , Bas-Cam)

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

••

■#

ıw w m iiu ıwiü]— -■wLiMjumj.. m ı ı ı

■ m

m

■ : .

€ v-,:w ■■

v/^v1

.

t '

'

MEYDAN LAROUSSE BÜYÜK LÜGAT ve

ANSİKLOPEDİ

BAS-CAM

3

u ç u n c u

cilt

SABAH GAZETESÎ’NÎN OKURLARINA ARMAĞANIDIR

Meydan-Larousse’u yayımlayanlar

Safa KILIÇLIOĞLU, Nezihe ARAZ, Hakkı DEVRİM yayıma katılanlar DANIŞMA KURULU

Ord. Prof. Şükrü BABAN, Ord. Prof. Dr. Besim DARKOT, Prof. Dr. Nihat ERİM, Burhan FELEK, Prof. Dr. Macit GÖKBERK, Prof. Dr. Mehmet KAPLAN Prof. Dr. Sabri Esat SİYAVUŞGİL (öl. 1968), Prof. Dr. Şahabettin TEKİNDAĞ, Prof. Dr. Faruk TİMURTAŞ. MERKEZ YAYIN KURULU

Hakkı DEVRİM, genel yayın müdürü Nezihe ARAZ, telif servisi şefi; Doç. Dr. Adnan BENK, tercüme servisi şefi; Doç. Dr. Berke VARDAR, lügat servisi şefi YAYIN KURULU YARDIMCILARI

Oktay AKBAL, Ece AYHAN, Faik BAYSAL, İsmet Zeki EYÜBOĞLU, Tanju GÖKÇÖL, Vedat GÜNYOL, Selâhattin HILAV, Keyise İDALI, Oya KAMACIOĞLU, Afif OBAY, Fahir ONGER (öl. 1971), İSA ÖZTÜRK, Hülya POTUOGLU, Galip ÜSTÜN Birgül AKKOCA, Teoman AKTÜREL, Ateş ARALP, Güngör ARSLAN, Filiz AYMERGEN, Mustafa BURÇAK, Mustafa CEVAHİRCİOĞLU, Fuat ÇELEBİ, A. Atılgan ÇİLİNGİROĞLU, Yusuf ÇOTUKSÖKEN, Emel DENİZ, Lütfiye DO' ĞANAY, Aysel DUYAR, Gürel ERGEV, Emir ERSOY, Konur ERTOP, Sema GÜNEYSU, Metin GÜNGÖR, Ayşe GÜVEN, Kâmil GÜVEN, Mehmet GÜZEL' ŞEN, Merih HASER, Senih İNAL, Bürçin İNAN, Talât KIRCAN, Zeynep KIRCAN, Sinan KOCAPINAR, Babür KUZUCU, Sevinç MESTÇİ, Taner MUTLU, Nihat ÖZBEK, Çiğdem ÖZEN, Aynur ÖZHAN, Adalet SEVİN, Veli SEVİN, Hüseyin SEZER, Turhan TAN, Afşar TİMUÇİN, Erdoğan TOKMAKÇIOĞLU, Teoman TUNÇDOĞAN, Seyfettin TURHAN, Silva TÜCCARYAN, Şükrü TÜRKER, Gülden ÜSTÜNSOY, İsmail YILDIZHAN TASHİH

Abdülkadir ÇAKIR, şef Nihat EMENLİ, Orhan SEÇİLEN, Hulki AKTUNÇ, Hüsamettin YILMAZ, Aydın KURTAR, Nurettin KARAKURT, Haşan UZUNTAŞ RESİMLEME

Nurettin ERKILIÇ, fotoğraf; Nejat GÖNENÇ, resim; Bekir PEKTEN, hat; Zeki BAŞAR, Mansus TETİK, harita. (Fotoğrafları kullanılan sanatçılar ve arşiv­ lerinden faydalanılan kuruluş ve şahıslar ayrı ayrı belirtilmiştir). TEKNİK

SERVİSLER

Servet ORGUN, şef Ömer EKEN, dizgi-tertip\ Nail ULAŞ, Nusret KESELİOĞLU, Benan TOPAL, Bahri YAPAR, baskı-kalıp\ Mithat GÜL, kırma-katlama İDARI-MUHASEBE

Hamit TURAN, müdür Ayten AKÇAY, şef; Kemal ORHAN, muhasebe; Rıdvan SELÖZ, sevkiyat; Sabri ÇİÇEK Sevim TURHAN, Gürkan IŞI, abonman-satış

yazarlar ve mütercimler ACAROĞLU (Türker), M illî Eğitim Bakanlığı Basma Ya­ zı ve Resimleri Derleme müdürü

BARUTÇU (Şinasi), mütercim fotoğrafçılık

basın târihi, bibliyografya, kütüphaneler

BAŞARAN (Ekrem), mütercim

ADIL (Fikret), yazar, mütercim

genel konular

genel konular

BAYKURT (Şerif), M illi Eğitim Bakanlığı M illi Folklor

AKKOYUNLU (Zeki), yüksek mühendis

enstitüsü müdür muavini

ziraat

folklor

ALBEK (Suzan), İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller

BAYSUN (Dr. Cavit), İstanbul üniversitesinde ordinar­

okulunda okutman

yüs profesör

arkeoloji

tarih, (öl. 1968)

ALKIM (Dr. U. Bahadır), İstanbul üniversitesinde profe­

BAYTOP (Dr. Asuman), İstanbul üniversitesinde pro­

sör

fesör

eski önasya dilleri

eczacılık

ALPARSLAN (Dr. A li), İstanbul üniversitesinde doçent

BENGİSU (Dr. Ünal), İstanbul üniversitesinde doçent

güzel sanatlar

tıp

ALTINLI (Dr. Enver), İstanbul üniversitesinde profesör

BERK (N urullah), İstanbul Güzel Sanatlar akademisi

jeoloji

üyesi, İstanbul Resim ve Heykel müzesi müdürü

ALTINOVA (Nesrin), mütercim

güzel sanatlar

genel konular

BESBELLİ (Saim), emekli deniz albayı

AND (Metin), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğ-

ordu ve askerlik

rafya fakültesinde öğretim görevlisi temaşa sanatları, tiyatro

A N G IN (Ahmet), mütercim genel konular Cumhuriyet tarihi

(Ahmet),

BOZKURT (Ali Rıza), emekli kurmay albay ordu ve askerlik

ARAR (İsmail), avukat, Millet Meclisi başkan vekili ARIKAN

BİRÖN (Dr. Cemal), İstanbul üniversitesinde doçent metalürji

BOZKURT (Işık), mütercim fotoğrafçılık

İstanbul Eğitim enstitüsünde öğ­

retmen

BÖREKÇİ (Çetin), İstanbul üniversitesinde asistan tarih

matematik

BURAN (Halûk), yüksek elektrik mühendisi

ARIN (Berge), İstanbul üniversitesinde asistan

radyoteknik, televizyon

askeoloji

BÜYÜKTİMKİN (N adir), mütercim

ARSEVEN (Veysel), musiki öğretmeni

eczacılık

folklor

CAFEROĞLU

(Dr.

Ahmet),

İstanbul üniversitesinde

ARTUK (İbrahim ), İstanbul Arkeoloji müzesinde nü-

profesör

m'ısmat

edebiyat tarihi

nümismatik

CANBERK (Osman), emekli kurmay binbaşı, Harp a-

ARTÜZ (ilham ), İstanbul İhtiyoloji Enstitüsü Balıkçılık

kademileri fransızca öğretmeni

kürsüsünde uzman

ordu ve askerlik

balıkçılık

CANKAT (Beslan), yüksek mühendis

ARZURUNİ (İstepan), süt sanayii uzmanı

avcılık

aşçılık

CEMGİL (Adnan), mütercim

ATABEYOĞLU (Cem), gazeteci, spor yazarı

genel konular

spor

CEYLAN (Veyis), Teknik üniversitede asistan

ALTAN (Dr. Sabahat), İstanbul üniversitesinde pro­

bayındırlık

fesör

CUMBUR (Müjgân), M illi kütüphaneler genel müdürü

nümismatik

kütüphanecilik

AYGÜN (Burhanettin), İstanbul Terzilik okulunda öğ­

ÇAYLIGİL (Şadan), mütercim

retmen

müzik

terzilik

ÇELTİKÇİ (Fikret), Türkiye Sınai Kalkınma bankasında

BANARLI (N ihad Sami), edebiyat tarihçisi, yazar

müşavir

tiirk edebiyatı tarihi

motor

BARA (Dr. Metin), İstanbul üniversitesinde doçent

ÇIG (Dr. Kemal), İstanbul Topkapı Sarayı müzesi mü­

biyoloji

dür muavini

BARLAS (Gaye), edebiyat öğretmeni

hat sanatı

edebi eserler

ÇİÇEKOGLU (Ferit), kimyager, dericilik uzmanı

BARLİA (Odîl), Nötre Dame de Sion Fransız lisesinde

saraçlık

öğretmen

ÇOKAY (Önder), İstanbul üniversitesinde asistan

mitoloji

halk sanatları

DARKOT (Dr. Besim), İstanbul üniversitesinde ordinar­

GÖKDENİZ (Sermet), emekli kurmay albay, Denizci­

yüs profesör

lik bankası eski genel müdürü

coğrafya

askerlik, denizcilik

DAVAS (Sadi), İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller okulunda okutmayı

GÖKGÖL (M irza), İstanbul Yeşilköy Zirai Araştırma

Hıristiyanlık

Ziraat

enstitüsü eski müdürü

DEMİREL (N adir), mütercim

GÖKMEN (İsmail), matematik öğretmeni

zooloji

astronomi

DEMİRİZ (Dr. Hüsnü), İstanbul üniversitesinde doçent tabiî ilimler

DERİN (F. Çetin), İstanbul üniversitesinde uzman tarih

GÜRKAN (Dr. Kâzım İsmail), İstanbul üniversitesinde

ordinaryüs profesör tıp

GÜRKAN (Dr. Suat İsmail), İstanbul üniversitesinde

DEVRİM (Gülseren), avukat, mütercim

profesör

genel konular

tıp

DİKER (Mümtaz), kaptan

GÜROL (Ender), mütercim

denizcilik

genel konular

DİZER (Dr. Muammer), İstanbul üniversitesinde doçent

GÜRSAN (Kemal), mütercim

astronomi

genel konular

DORFANİ (Aldo), Teknik üniversitede yabancı uzman

GÜVENÇ (Lütfü), emekli general

yardımcısı

ordu ve askerlik

akustik, telekomünikasyon, radyoteknik

DUBOİS (Pierre), St. Louis kilisesi başpapazı, Galata­

saray lisesi felsefe öğretmeni

GÜZELŞEN (Mebrure), terzi, mütercim terzilik

HACIEMİNOĞLU (Dr. Necmettin), İstanbul üniversite­

Hıristiyanlık

DUYURAN (Rüstem), İstanbul Arkeoloji müzesi eski

müdürü

sinde asistan lügat

HIZAL (Ali Rıza), yüksek mühendis, İstanbul Yeşilköy havaalanı teknik müdürü

arkeoloji

EBUZZİYA (Ziyad), gazeteci, mütercim

elektronik

genel konular

HİLAV (Selâhattin), mütercim

EKİN (Rıfat), mütercim

genel konular

ziraat

İLGÜREL (Mücteba), İstanbul üniversitesinde asistan

EMEÇ (Aydın), gazeteci, mütercim

tarih

spor

ERALP (Dr. Halil Vehbi), İstanbul üniversitesinde pro­

fesör

İNSEL (Dr. Rifat), tıp doktoru, mütercim tıp

İŞGÜVEN (Hazım), emekli kurmay albay

felsefe

ERARSLAN (Kemal), İstanbul üniversitesinde asistan lügat

ordu ve askerlik

İZER (Sadi), İstanbul Teknik okulda öğretmen güzel sanatlar

ERAYDIN (Selçuk), mütercim

KAFALI (Dr. Mustafa), İstanbul üniversitesinde asistan

tarih

tarih

ERBEN (Dr. Reyan H.), avukat, mütercim

KARACAN (Dr. Nuri), İstanbul üniversitesinde doçent

masonluk

ERÇELİK (Mete), İstanbul üniversitesinde asistan

iktisat, ticaret

KARAMANLIOĞLU (Dr. A li), İstanbul üniversitesinde

zooloji

voleybol milli takım spor yöneticisi, mütercim ERDEM (Sinan),

eski kaptanı,

doçent dilbilgisi

spor

KARLIDAĞ (M. Fazıl), emekli albay

ERGÜVEN (Rıza), Tekel enstitüleri müdürü

ordu ve askerlik

içki sanayii

KAZANCI (Aydın), avukat, İstanbul Barosu başkan

ERYATAĞAN (Mehmet A li), mütercim

vekili

demiryolu

ESEN (Dr. Bülent Nuri), Ankara üniversitesinde profesör hukuk

hukuk

KORAP (Ali Rıza), İstanbul Üsküdar Kız koleji müdürü İslâm tarihi

EVREN (Güngör), Teknik üniversitede asistan

KÜFREVİ (Dr. Kasım), İstanbul üniversitesi eski doçen­

demiryolu

ti, milletvekili

EVRİM (Dr. Selmin), İstanbul üniversitesinde doçent

İslâm felsefesi

psikoloji

MERÇİL (Dr. Erdoğan), İstanbul üniversitesinde asistan

EYİCE (Dr. Semavi), İstanbul üniversitesinde profesör

tarih

sanat tarihi

MORALİ (Dr. Süeda), İstanbul üniversitesinde doçent

'

GÖKBERK (Dr. Macit), İstanbul üniversitesinde pro­

istatistik

fesör

MÜREN (Nedim), avukat, mütercim

felsefe

hukuk

NECATİGİL (Behçet), şair, yazar, İstanbul Eğitim ens­

SÜER (Hikmet), emekli general

titüsünde öğretmen

askerlik, havacılık

çağdaş Türk edebiyatı

ŞENER (Dr. Sevda), Ankara üniversitesinde doçent

NİGİSBERG (Nejat), İstanbul Üniversitesi Yabancı Dil­

tiyatro

ler okulunda okutman

TALAŞLI (Mesut), İstanbul Eğitim enstitüsünde öğretmen

genel konular

tarih

NUTKU (Dr. Özdemir), Ankara üniversitesinde doçent

TANÖR (Dr. Bülent), İstanbul üniversitesinde asistan

tiyatro

hukuk

ONART (Adnan), mütercim

TANYERİ (Salih), emekli vali, milletvekili, mütercim

felsefe

genel konular

ORHONLU (Dr. Cengiz), İstanbul üniversitesinde doçent

TARCAN (Dr. Bülent), İstanbul üniversitesinde profesör

tarih

müzik

ÖNDER (Mehmet), M illi Eğitim Bakanlığı kültür müs­ teşar muavini, Konya Mevlâna müzesi eski müdürü

TARHAN (Taner), İstanbul üniversitesinde asistan

müzecilik

TARLAN (Dr. A li Nihad), İstanbul üniversitesinde pro­

ÖNOL (N ihal), avukat, mütercim

fesör

genel konular

divan edebiyatı

ÖVÜNÇ (Turgut), yüksek mühendis mimar, İstanbul

TEREM (Dr. Haldun N.), İstanbul üniversitesinde pro­

Teknik okulda öğretmen

fesör

mimarî, inşaat

arkeoloji

kimya

ÖZALPAN (A tilla), İstanbul üniversitesinde asistan zooloji

TOPUZ (G azanfer), mütercim iktisat

ÖZBEL (Dr. Kenan), İstanbul üniversitesinde profesör halk sanatları

TÖMEK (Fikret), İstanbul Atom Reaktörü Radyo-izotop Üretim bölümü şefi

ÖZERDİM (Dr. Sami), yazar

nükleer fizik

kitaplar

TULUM (Dr. M ertol), İstanbul üniversitesinde asistan

ÖZGÜREL (Ragıp Rıfkı), mütercim

liigat

balıkçılık

TUNCEL (Dr. Metin), İstanbul üniversitesinde asistan

ÖZÖ N (N ijat), tenkitçi, mütercim

coğrafya

sinema

TUNCER (Dr. Talât), İstanbul üniversitesinde asistan

ÖZTELLİ (Cahit), M illi Eğitim Bakanlığı M illi Folklor

matematik, fizik, mekanik

enstitüsü müdürü

TÜREL (Mukdim), yüksek elektrik mühendisi

folklor

elektrik

ÖZTUNA (Yılmaz), Hayat Tarih mecmuası neşriyat

TÜTER (Cemaliye), İstanbul Cağaloğlu Kız enstitüsün­

müdürü

de öğretmen

musiki

ev ekonomisi

PEKMAN (Dr. Adnan), İstanbul üniversitesinde doçent

ULUÇAY (Çağatay), İstanbul Eğitim enstitüsünde öğ­

eski çağ tarihi

retmen

PERİN (Dr. Cevdet), İstanbul üniversitesi eski .doçenti

tarih

genel konular

URAL (Dr. Kenan), İstanbul üniversitesinde doçent

SAFOĞLU (Dr. Recep), Teknik üniversitede doçent

istatistik

metalürji

UYKUCU (Ekrem), İstanbul üniversitesinde asistan

SAĞIROöLU (Dr. G alip), İstanbul üniversitesinde pro­

tarih

fesör

ÜLKEN (Hilmi Ziya), Ankara üniversitesinde ordinaryüs

mineroloji

profesör

SAV (Ömer A tillâ ), avukat, tenkitçi

tiirk düşüncesi tarihi

tiyatro

YALIN (N ail), yüksek mühendis

SAYMAN (Dr. Yücel), İstanbul üniversitesinde asistan

tekstil

hııkuk

YADA (Sait), İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar okulun­

SUN (Selim), emekli general

da öğretmen

askerlik, havacılık

Ciltçilik, matbhacılık (öl. 1968)

SENCER (Oya), İstanbul üniversitesinde asistan psikoloji

YAZICI (Dr. Tahsin), İstanbul üniversitesinde profesör arapça

SÖZEN (Dr. Hayri), İstanbul üniversitesinde doçent

YÖRÜK (Ziya), avukat, mütercim

tabiî ilimler

genel konular

SÖZEN (Metin), Teknik üniversitede asistan tarih

i

SÖZER (Ö nay), İstanbul üniversitesinde asistan felsefe

YILDIZ (Dr. Hakkı D.), İstanbul üniversitesinde asistan tarih

YENER (Faruk), radyo yöneticisi, tenkitçi opera

SUNGUR (Rauf), emekl D.D.Y. memuru

YÜCEL (Dr. M. N adir), yüksek mühendis

demiryolu

sibernetik

Basia (öpücükler), flaman yazarı Jan Everaertz’in (1539) latince aşk şiirleri. Catullus’u izleyen .şair, sayıları on dokuzu bulan Basia'da, şen, canlı ve renkli bir hayal gü­ cünün bütün inceliklerini ortaya koydu. Şiirleri Ronsard’ı derin ölçüde etkiledi, (l) BASİE (William bİll , Count — denir), amerikalı piyanocu, orgcu, besteci ve caz orkestrası şefi (Red Bank. New Jersey. 1904). Daha genç yaşta, «The Lion» (As­ lan) adı verilen Willie Smith ile birlikte pi­ yano ve bateri, sonra da Fats Waller ile org çalıştı. Sessiz filimlere eşlik etti. Bir süre Walter Page topluluğunda çalıştıktan sonra, Bennie Moten topluluğuna geçti ve 1935’e kadar orada kaldı. Bir orkestra kurdu, ilk plaklarını doldurdu ve kısa zamanda Duke Ellington ile Jimmy Lunceford topluluklarına rakip oldu. Başlı­ ca solistleri arasında Buck Clayton ile Lester Young vardı. Orkestrasının kad­ rosu zamanla sık sık değişti. 1950-1951 ara­ sında kısa bir duraklamadan sonra, 1952’de yeni bir orkestra kurdu. Bu toplulukta özellikle Ray Eldridge, Budd Johnson ve 1955’te orkestranın halk arasında tanınıp sevilmesinde çok yardımı olan şarkıcı Joe Williams dikkati çekti. Orkestrası bütün dünyada turneler yaptı ve bellibaşlı caz fes­ tivallerine katıldı. Count Basie’nin sevil­ mesinde, duru üslûbu, doğru ve kesin çalışı, kusursuz orkestra düzeni, iyi işlenmiş ol­ masına karşılık gösterişten uzak ritmi büyük rol oynar. En iyi plaklar arasında şunlar sayılabilir: Honeysuckle Rose (1937). Swingin’ the Blues (1938), Jump the Blues away (1941), The King (1946), Every Day (1955), Kansas City Süite (1961), l ’m beginrıing to See the Light (Ella Fitzgerald ile birlikte, 1963). [l] BASİKH, hun-türk kumandanlarından Basık’ın bizans kaynaklarındaki adi. (m) BASİL i. (lat. bacillus, küçük çomak). Ço­ mak biçimindeki bütün bakterilere verilen ad. Basiller tek tek olabilecekleri gibi bir­ birine bitişik de olabilirler. || Basil hastalı­ ğı, basilden, özellikte verem basilinden ile­ ri gelen hastalık. || tğsi basil, 1893’te Vincent tarafından «hastahane döküntülerinde bulunan iğ biçimindeki basil. (Hastalıklarda bu basil çoğu zaman bir spiroketa ile birlik­ te bulunur. Vincent bunu «iğ-spiril ortak­ lığı» diye adlandırır. Bu ortak mikroplara bazı yaralı anjinlerde çok sık rastlanır [Vincent anjini]). ♦ Basitimsi sıf. Basil, yani çomak biçi­ minde olan, (l) BASİL (Vasili vaskresenski, Colonel de — denir), rus bale yönetmeni (Kaunas 1888 -Paris 1951). Kazak subayı idi, rus devriminde batıya göçtü. 1925’te, Paris Rus operasını kuran prens Zeretelli’nin yardımcısı oldu. 1932’de, Rene Blum ile birlikte Monte Carlo balesini kurdu, 1935’te Blum’dan ay­ rıldı, topluluğun adını «Colonel de Basil’in Rus balesi» olarak değiştirdi ve tek yönetici oldu. Topluluk Londra’da Covent Garden Krallık balesi adını aldı, savaş boyunca «Educational Ballet Russe», «Original Ballet Russe» adları ile Ispanya’ya, Güney ve Kuzey Amerika’ya turneler yaptı. Basil, 1947’de Paris’te. Palais de Chaillot’da ver­ diği temsillerden sonra, topluluğunu da­ ğıttı. (L) BASILAN. Filipinler’de takımada. Mindonao’nun batı ucu güneyinde. Adaların en önemlisi olan Basilan engebelidir ve orman­ larla kaplıdır. Kauçuk ağacı işletmeleri, ba­ lıkçılık. Kıyıda pirinç tarımı, (l) BASİLDON, Londra’nın kuzeydoğu bölge­ sinde (Essex) şehir. 1949’da Londra’nın nü­ fusunu azaltmak amacıyle kuruldu. Hızla gelişti; 154 8U0 niif. İOOOÖO’İ aşması gereken nüfusu toplayabilmek için Basildon’da bir­ çok sanayi (elektrik, makine yapımı, radyo cihazları) kuruldu, (l) BASİLE (Ernesto), İtalyan mimarı (Paler­ mo 1857-ay.y. 1932). Babası Giovanni Battista (1825-1891) ile birlikte Agrigente ve Marsala tiyatrolarını yaptı. Daha sonra Pa­ lermo sergisinde (1892) bir makine galerisi kurdu. (l)~ BASİLEİA, yun. mit. Uranos ve Titaia’nın kızı, Hyperion’un kız kardeşi ve karısı, Helios ve Selene’nin anası, (l) BASİLEİDES, ünlü gnostiklerden. 120-140 Yıllarına doğru İskenderiye’de yaşadı. Nazariyelerini, aziz Eirenaios’un Adversus

haereses (Mezhep Sapkınları Üzerine ince­ leme) adlı eseri ile, sistemi üstüne birbirin­ den oldukça ayrı yorumlar veren aziz Hippolytus’un Philosophıımena adlı incelemesin­ den öğreniyoruz. Eirenaios’a göre. Basileides, yüce Tanrı’nın 365 gök yarattığını, bunlardan en aşağıda bulunan «ayaltı» göğünün, bir ast tanrı olan yahudi tanrısı Yehova tarafından yö­ netildiğini ileri sürmektedir. Hippolytos’un yorumuna göre ise, Basileides, kavranılması imkânsız, yüksek bir Tanrı’yı, bütün var­ lıkların kaynağı olarak kabul etmektedir. Basileides, insanoğlu için, tamamiyle zihnî bir kurtuluş düşünmektedir. Bu, insan gu­ ruru yüzünden bilinmeyen Tanrı’nın ansızın kavranması ve tanınmasıdır. O zaman, dün­ yayı «büyük bir bilgisizlik» kaplayacak ve her varlık kendi dünyasının üstünde yer alan başka dünyaların varlığını unutacak ve içinde bulunduğu durumun üstüne çık­ mak isteği ile rahatsız olmayacaktır, öğütlediği ahlâk sıkı ve çetin bir ahlâktı, evlilikten kaçınmayı salık veriyordu. Basileides’in Mısır ve Orta Avrupa’da birçok çö­ mezi vardı, fakat bunlara IV. yy.dan son­ ra rastlanmaz oldu, (l) BASİLEİOS, bulgar tarikatçısı (öl. 1118). Hekim, sonra din ıslahatçısı. Philippopoli bogomillerinin başına geçti. Aleksios I Komnenos’un emriyle İstanbul’da bir ruha­ nî meclis önünde muhakeme edildi ve diri diri yakılmaya mahkûm edildi, (l) BASİLEİOS Aziz, Büyük denir, IV. yy. kilise ulularından. Kappadokia’da Kayseri piskoposu (Kayseri 329-ay.y. 379). İstanbul’­ da, ünlü retorikçi Libanios’un yanında öğ­ renim gördükten sonra Atina’ya gitti. Orada Kayseri’den okul arkadaşı Nazansos’lu Gregorios’u buldu; ömrü boyunca ona büyük bir dostlukla bağlı kaldı. Constantius’un sonradan imparator olan yeğeni Julianus ile tanıştı. Vaftiz olduktan sonra doğudaki ermişleri görmeye gitti. Yurduna döndüğünde varını yoğunu satarak Yeni Kayseri yakınında bir yere çekildi. 362’de papaz oldu, 370’te Kayseri piskoposu se­ çildi ve Yakın Doğu’yu sarsan din kavga­ larına karıştı. Aryusçuluğa karşı kesinlikle cephe aldı ve Valens’in tehditlerine rağ­ men bu mezhebin mensuplarını kiliselere sokmadı, inziva hayatı yaşayan ermişlerin öncüsü olarak ün yaptı. Eserleri: Dünyanın Altı Günde Yaratılışı üstüne Eksaemeron, mezmurlar ve başka konularda vaaz ve sohbetler. Ahlâklar; Büyük Kurallar, Kü­ çük Kurallar, türlü konularda üç yüz altmış beş mektup, (l) Basileios k u ra lları (Aziz), aziz Basileios’un, manastır hayatı kurallarını belirten eseri. Sorular ve cevaplar şeklinde yazılmış­ tır. Bu kuralların en önemlileri birlikte ya­ şayış, sükût, itidal, bazı besinlerden imsak kısımlarıdır. Bu kurallar Doğu kilisesinde günümüze kadar geçerli olmuştur, (l) BASİLEİOS I MakedonyalI, bizans im­ paratoru, makedonya hanedanının kûrucusu (Edirne 812’ye doğr.-öl. 886). Soyu sopu kesin olarak bilinmiyor. İmparator Mihail IlI’ün gözüne girdikten sonra, kendisini öl­ dürerek tahta geçti (867). Basileios, doğu­ da, Güney İtalya’da bizans egemenliğini yeniden kurdu ve Doğuda, imparatorluğu araplara karşı başarıyle savundu, izlediği din siyasetiyle. Bulgaristan’da bizans etkisi­ ni sağlam temellere oturttu. İçeride, patrik Photios’u (Konstantinopolis ruhanî meclisi. 869-870) görevinden uzaklaştırarak din ayrı­ lıklarına son verdiyse de, Photios 878’de yeniden patrik oldu. Basileios, devlet hâ­ zinesini düzene sokmaya çalıştı; kanunları yeniden ele aldı (Prokheiros nomos, Epanagoge). [l] BASİLEİOS II Bulgaroktonos («Bulgar kasabı») [957-1025], bizans imparatoru (9631025). Romanos II ile Theophano’nun bü­ yük oğlu. Babasının sağlığında taç giydi (960). Kardeşi Konstantinos VIII de aynı şekilde 961’dc taç giydi. Babasının ölümün­ den sonra, kral naipliğini anneleri Theophano yaptı, hükümeti de Joseph Bringas yö­ netti. Az sonra patlak veren bir askerî ayak­ lanma sonunda genç imparatorlar, Nikep^ horos II Phokas ile saltanatı paylaşmak zo­ runda kaldılar. Phokas, Theophano ile ev­ lendi. BizanslIlar Makedonya sülâlesine çok bağlı olduğu için, Nikephoros II Phokos ile (963-969), toannes Tsimiskes (969-976),

ergin çağa ulaşıncaya kadar Basileios II ile Konstantinos V lII’e çok iyi davrandılar. İoannes I’in vâris bırakmadan ölmesi üze­ rine, genç imparatorlar, başmabeyinci Basi­ leios Lekapenes’in vasiyeti altında tahta geçtiler. Başlangıçtan beri, askerlerle top­ rak sahibi soylular, naiplik zamanında kazandıkları gücü elde tutmaya çalışıyor­ lardı. Bu yüzden, büyük aileler arasında başgösteren rekabet, on üç yıl süren bir iç sa­ vaşa yol açtı. Bardas Skleros, önce impa­ ratorların vesayetini başmabeyinciden al­ maya çalıştı; orduları tarafından, Anado­ lu’da basileus olarak ilân edilince, 976’dan 979’a kadar savaşta direndiyse de general Bardas Phokas’a yenildi. O zamana kadar yalnız eğlenceyle oyalanan Basileios II. Skleros’un esareti sırasında devlet işleriyle il­ gilenmeğe ve başmabeyinciyle çatışmaya başladı. Başmabeyinci onu yok etmek amacıyle askerî şeflerle gizlice anlaştı. Ama Basileios daha önce davranarak başmabeyinciyi bir manastıra hapsetti. Böylece Basileios II bağımsız olarak saltanat sürmeye baş­ ladı (985-1025) ve dünya zevklerinden elini eteğini çekti. Sadece devlet işleriyle uğraşa­ bilmek için temsilcilik görevlerini kardeşine bıraktı. Kendisinden öncekiler gibi sarayda kalmayarak, komuta ettiği askerleri arasında yaşadı ve çok geçmeden, şaşırtıcı kış sefer­ lerine girişmekten bile çekinmeyen, eşsiz bir komutan olduğunu ispat etti. Bu duru­ mu hoş karşılamayan soylular, ilk Bulgaris­ tan seferinde (968) ona ihanet ettiler. Bar­ das Skleros ile Bardas Phokas yeniden ayaklandılar: Anadolu’ya hâkim olan Pho­ kas, Skleros’u hapsettikten sonra İstanbul’u kuşattı. Bunun üzerine Kiev büyük prensi Vladimir I’i yardıma çağıran Basileios II, Phokas’ın birliklerini bozguna uğrattı. Ye­ nilen Phokas, yakalanarak öldürüldü. Ser­ best bırakılan Skleros yeniden savaşa giriştiyse de, çok geçmeden teslim oldu (986989). Basileios II imparatorluğu kısa za­ manda bolluğa kavuşturdu, toprak sahibi soyluların gücünü azaltmak amacıyle, küçük mülk sahiplerinin mallarını kanunsuz ola­ rak elde etmeyi sağlayan kırk yıllık za­ man aşımı usulünü kaldırarak, topraklan ilk sahiplerine geri verdi. Her vergi bölge­ sindeki zenginlerin, vergilerini ödeyemeye­ cek durumda olan küçük mülk sahiplerine kefil olmasını zorunlu kılan Allelenguon usulünü yeniden koydu. Otoritesini, dinî işlerde de gösterdi. Kiev büyük prensi Vla­ dimir II ile yaptığı anlaşma (989) ile bizans kilisesinin gelişmesini sağladı. Aynı anda dört cephede (Bulgaristan, Arap devletleri, Kafkasya ve Güney İtalya’da) çarpışarak, imparatorluğun dış düşmanlarıyle de yılma­ dan savaştı. 976’dan 989’a kadar süren iç ayaklanmalar 980’den beri Samuil tarafından yönetilen bulgar krallığının güçlenmesine yol açmış, buna karşılık güney İtalya’da bizans direnişi zayıflamıştı. Basileios II, 989’dan 1001’e kadar Bulgaristan’a karşı kullandığı kuvvet­ lerini 995’te, Halep’i kuşatan fatımî halifesi El Aziz’e yöneltti;, kış ortasında Anadolu’­ yu on altı günde aştı ve Mısırlıları kaçmaya zorladı. Basileios, daha sonraki yıllarını, bulgar cephesiyle doğu cepheleri arasında ge­ çirdi. Antakya’yı yeniden ele geçirdikten sonra, yukarı Gürcistan’ı imparatorluğuna kattı, fatımî halifesi El-Hakim ile on sene­ lik bir ateşkes anlaşması (1001) yaptı; bu da ona 1001-1018 arasında Bulgaristan me­ selesini bir sonuca bağlama imkânını ver­ di. On yedi yıl içinde Bulgaristan’ı on yedi defa istilâ etti. Kendisiyle işbirliği yapan bulgar ileri gelenleri ihanet ettikleri için, Basileios, 15 000 esirin gözlerini oydurttuktan sonra hepsini çar Samuil’e yolladı; rehberlik etmeleri için, her yüz tutsaktan birinin bir gözünü sağlam bıraktı. Samuil, kederinden öldü. Savaş dört yıl daha sür­ dü; sonunda bulgar ileri gelenleri boyun eğdiler. Basileios II, imparatorluğun di­ ğer eyaletlerine benzemesin diye, Bulgaris­ tan’ın kurumlarının çoğunu olduğu gibi bı­ raktı. 1018’den 1025’e kadar Gürcistan’a bir sefer yaptı. İtalya’da barışı sağladı. Kafkas ülkelerine saldırdı (1021), çeşitli kralları boyunduruğu altına aldı, Orta As­ ya’nın ilkel topluluklarına karşı bir set meydana getiren Ermenistan’la Gürcistan’ı baştanbaşa ele geçirdi. Basileios II, İtalya’da Venedik’le yaptığı İktisadî ve askerî anlaş­ madan (992) sonra, germen imparatorları, İslav korsanları ve araplarla savaştı. Apuleia, Dalmaçya ve Hırvatistan’a gücünü ka-

BAS

2

artkafa

bul ettirdi. Sicilya’yı ele geçirmek amacıyle Messina’yı (1025) işgal etti; adaya çıkar­ ken birdenbire öldü ve ardında, İustinianos zamanından beri görülmemiş ■bir genişliğe ve güce erişen bir imparatorluk bıraktı, (l ) BASİLEİOS VALENTİNOS, Ortaçağda yaşamış simyacı. Bazı tarihçilere göre, benedikten keşişi. XV.yy. da, Prusya’da (Erfurt) yaşadı. Eserlerinden birinde, Asace’da doğduğunu söylemektedir. Yunanca ba­ sileus (kral) ve latince valens (güçlü) anla­ mına gelen adı. mecaz yoluyle simyanın gücünü dile getirir. Basileios, antimon’u ilk defa ilâç olarak kullandı. «Antimon’un Za­ fer Arabası» adlı eserinde, ayrıca tuz ru­ hunun (hidroklorik asit) hazırlanışını da gösterdi. Şarap veya birayı damıtarak, al­ kollü sert içkiler elde etme yollarını açık­ ladı. Bakırı kükürtten ayırmayı öğretti. Haliographia veya Tuzlar Üzerine İnceleme adlı araştırmasında çok sayıda ilgiye değer kimyasal olaylar yer alır, öbür eserleri Scripta Chimica başlığı altında bir araya getirilmiştir (1700). [l ] BASİLEMİ i. (fr. basilemie). Patol. Kan­ da basil bulunması. Basilden ileri gelen kan yangısı. |j Yanlış olarak, verem has­ talığı. — ansİkl . Basilemi deyince, özellikle bir hastalık sırasında, kanda geçici olarak basil bulunması anlaşılır. Basiller hasta organ­ dan zaman zaman çıkarak kana karışır, fakat çabucak yok edilir. Kanda bakteri araştırması yapıldığında, araştırmaların ço­ ğu olumsuz sonuç verdiği halde herhangi birinde basil bulunabilir. Gerçek kan yangı­ sında ise, tersine, kanda sürekli olarak mik­ rop bulunur. Bunlar kanda çoğalır ve her araştırmada var oldukları görülür, (l) BASİLEOPATOR i. Bizans’ta saray unva­ nı. 894’te imparator Leon VI (bilge) tara­ fından ihdas edildi. (X.yy.dan itibaren Basileopator en yüksek mevki sahiplerinden biri idi. imparatorun sofrasında patrik, kay­ ser, nobilissimus ve saray muhafız alayı komutanından sonra beşinci sırada yer alır­ dı.) [l ] BAS1LEUS i. (yun. k. kral anlamında), özellikle antik çağda en kudretli hüküm­ darları ifade eden terim. — ansİkl . Antik çağda yunanlılar devrin en büyük hükümdarı olan Pers kralına Basileus (ilk harfi büyük yazılırdı), yani Bü­ yük Kral derlerdi. Bu unvan sonra 330’da Büyük iskendere, o ölünce imparatorluğu­ nun en büyük parçasına sahip olan Selefkilere geçti. Selefkiler zayıflayınca (M.ö. 65- M.S. 224) bu defa Sasanî Persleri Basileus unvanını aldılar (224-630). Doğu Ro­ ma imparatoru Herakleios I, Persleri yen­ diği zaman Basileus unvanını resmî unvan­ larına kattı; bu unvan ondan sonra bütün vârislerine geçti ve imparator kelimesiyle eş anlam taşıdı. Bu yüzden, bizans impa­ ratorundan başka imparatorları ifade etmek için rex (kral) terimi yunan diline sokuldu. Bizans imparatorunun unvanı ise «Basileus autocrator Romanorum» idi. (l) BASİLİCATA, İtalya yarımadasının gü­ neyinde (Potenza ve Matera eyaletleri) böl­ ge; 618 000 nüf. Tamamen dağlık olan bu bölgenin engebeleri, kil tabakalarındaki kayşalardan ötürü sürekli olarak değişmek­ tedir; bu yüzden tarım kaynakları verim­ sizdir. Bununla beraber, eski Vulture yanar­ dağının çevresinde verimli bağlar vardır. Halkın çoğu başka yerlere göçmektedir; ama bugün, bölge iktisadının kalkındırıl­ masına çalışılmaktadır, (l) B asilikler (yun. basileke). Bizans kanun derlemesi. 60 kitaptır. Hazırlanmasına IX. yy.da Basileios I tarafından başlandı, Leon VI ve Konstantinos VII tarafından devam edildi. Basilikler kısa bir zamanda İustini­ anos kanunlarının yerini aldı, (l ) BASİLİKOGRAMMATEUS i. (yun. basilikos, kraTı ve grammateus, kâtip). YunanRoma devrindeki Mısır’da eyalet idaresinin genel sekreteri, (l) BASİL1KOS i. (yun. kralla ilgili, halk lat. basilicum). Bir bakışta insanları öldürdüğü­ ne inanılan efsanevî yılan. (Basilikos’un, ku­ luçkaya yatan bir kurbağanın altındaki ho­ roz yumurtasından çıktığına ve bir aynaya bakar bakmaz öldüğüne inanılırdı.) [l] BASİLİKOS Müstebit, Jacob Herakleitos da denir (öl. 1563). Moldavya prensi (1561-1563). Yunanlı maceracı. Kari V’in hizmetinden ayrıldıktan sonra Verbia’da La-

pusneanu’yu yendi. Türklerin karşısında kü­ çük duruma düştüğü ve Protestanlığı sa­ vunduğu için bir kargaşalık sırasında öl­ dürüldü. (l) BASİLİKULOS i. (yun. k.). Bazilika biçi­ minde kutsal emanet mahfazası, (l) BASİIıİNA, romalı prenses (öl. 331), Julius Constantius’un ikinci karısı, impara­ tor Julianus’un annesi, önce Ephesos, sonra aryusçu kiliselerinin koruyucusu. Ortodokslara işkence ve İskenderiye piskoposu aziz Eutropius’u sürgün etti. (L) BASİLİSKOS, bizans imparatoru (474476). Leon I’in karısı imparatoriçe Verina’nın kardeşi. Verina’nın desteğiyle Zenon’u kovdu. Ama kısa zamanda halkın gözünden düştü. Zenon, Isauria’lı askerlerin yardımıyle tahtı ele geçirdi ve Basiliskos’u bir kuleve hapsederek orada açlıktan öldürdü. (L )

'

BASİLOZ i. (fr. bacillose). Basilden ileri gelen her çeşit hastalık. özellikle akciğer veremi, (l) BASİLUSCUS i. Kertenkele cinsinden sü­ rüngen. Guatemala ve Meksika’da yaşar. (İguanagillerden.) [Bk. İguana.] (l) BASİLüRİ i. (fr. bacillurie). Sidikte basil bulunması, (l) BASİMA, Suriye’de yer. Antilübnan’m gü­ neyinde. Barada vâdisine hâkimdir; 300 nüf. Kayalıklara oyulmuş mağara mezarlar, (l) BASİNE, Thüringen kralı Bisin’in karısı, Frank kralı Childereik I için kocasından ayrıldı. Clovis’in annesi, (l ) BASİNE, Frank ve Audovere kralı Chilperich I’in kızı. Fredegonde’nin zulmüne uğradı ve Poitiers’de Sainte-Croix manastı­ rına kapatıldı, (l ) BASİNGSTOKE, Büyük Britanya’da (Hamoshire) şehir, North Downs’in eteğin­ de; 67 000 nüf. Tarım makineleri. Ecza malzemeleri, (l) BASİNGUİLER, Kongo’da zenci halk. Likuala ırmağı kıyılarında yaşarlar, (l ) BASİON i. (yun. basis, temel). Antropol. Artkafa kemiği deliğinin ön kenarı ortasın­ da bulunan nokta. Irklara göre yeri az çok değişir, (l) BASİR sıf. (ar. basar, görme’deıı ha­ şir). Esk. Gören. || Görüp anlayan. j| Ba­ siretli, ferasetli, zeki. || Her şeyi görüp an­ layan Tanrı: «Zâhir ii bâtın u semî’ü basir. (Tevfik Fikret), [m] BASİR (Ebu Ali, el-fazl bin Ca’fer), arap şair ve yazarı (IX.yy.). Gençliğinde Ubeyöullah bin Yahya himayesinde Kûfe’de ya­ şadı (859). Çağdaşı devlet adamlarından Mualla bin Eyyüb hakkında ünlü bir hic­ viye yazdı. Nesri çok beğenilirdi. Şiirleri bazı kimselerce şair Buhturî’den (819-897) daha üstündü. Münşeatının ve şiirlerinin ki­ tap halinde toplandığı Ibnü’n Nedim’in Fihristi’nde yazılıdır. Fakat her ikisi de henüz bulunamamıştır. Bazı şiirleri ve mektupları mecmualarda yayımlanmıştır, (m) BASİRET i. (ar. başar, görme, göz’den başiret). Esk. Doğru görüş, ölçülü görüş, uyanıklık: Böyle bir deha, hayır ve şer öl­ çülerini elinde tutan, itidal ve basiret tim­ sali bir makam ve bir kuvve tarafından vardım görmeli, desteklenmeliydi (N. Araz). || Gönül gözüyle görme. || Uzağı görme, seziş. || Anlayış, kavrayış, feraset. |j Dik­ kat, ihtiyat. II Ten’oih. |] Kalkan, siper. — çeş . dey . Basireti bağlanmak, gaflete düşmek, tehlikeyi sezmemek, gerçeği göre­ mez bir hale gelmek: Dünyada senin gibi beceriksiz adam görmedim. İnsanın basi­ reti bağlanıyor (B. Felek). |j Esk. Basiretkâri, sezişlilik. |[ Basiret-kârane, önceden görebilecek bir şekilde, sezişli bir surette. ♦ Basiretli sıf. Basireti olan, anlayışlı: Hiç bir zaman basiretli kurucular ve devlet adamları olamadılar (Ş.S. Aydemir). ♦ Basiretsiz sıf. İsabetsiz, gerçeği görebil­ m ekten uzak, sığgörüşlü [kimse], (m)

sunda, Süleyman Asaf, Mustafa Asım, Esat Efendi, İsmail Efendi, Hayrettin (Karski), Hâlet Bey, Ayetullah Bey vardı. Bağdat dö­ nüşü, Ahmed Mithat da burada çalıştı. Ali Suavi, bilim ve felsefe üzerine yazılarını bu gazetede yayımladı. Bir süre sonra, önemli bir gazete haline geldi. Alman-Fransız (1870) savaşında Almanlar tarafını tuttu. Savaş sonunda Bismarck, Ali Efendi’yi Almanya’­ ya çağırdı, birçok armağanla birlikte bir de matbaa makinesi verdi. Gazete, şimdiki Tan basımevinin yerindeki binaya taşındı. Teknik bakımdan daha mükemmelleşti. Ali Suavi’nin Murad V’i tahta geçirmek için Çırağan sarayına yapacağı baskını bir gün önceden gazetede yayımladığı bir mektupla ilân etmesi ve ertesi günü harekât sırasında öldürülmesi üzerine, gazete hemen kapatıldı. Sahibi, Kudüs’e sürüldü, 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra İstanbul’a dönebildi. (Mİ BASİRİ, türk şairi (öl. 1535). Birçok şuara tezkirelerinde acem olduğu yazılı ise de kendisi türktür. Haşan Çelebi ve Sami tez­ kirelerine göre Horasanlı, Lâtifi’ye göre İran hududuna yakın bir yerden, Kafzade Faizî’ye göre Bağdatlıdır. Türkiye’ye son­ radan gelip yerleşti. Âşık Çelebi ve Lâtifî’nin yazdıklarına göre Bayezid II devrin­ de Câmi ve Nevâî’nin tavsiyesiyle Istanbula geldi ve Nevâî divanını da başşehre ilk defa getirdi. Basirî’nin elimizde bulu­ nan şiirleri ancak tezkirelerde geçen bir­ kaç mısradan ibarettir. Divan’ı henüz bu­ lunamadı. Devrinde geniş bir şöhreti vardı ve padişah ile devlet büyüklerinin meclis­ lerinde sık sık bulunurdu, (m) BAStT sıf. (ar. besatet, sadelik veya büst, açma, genişletme’den). Sade, karışık olma­ yan, düz: Şimdilik, asıl yâni basit mad­ delerin sayısı belirlidir... v.d. (Ş.S. Ayde­ mir). || Orta halli, gösterişsiz, süssüz: Top­ lantı yeri basit bir salondu (Ş.S. Aydemir). Bu derece miitevazi şartlar içinde, sade, basit bir hayat sürerdi (N. Araz). || Kolay: Bu en basit usûle çocuk alışınca sedrin üs­ tünden «neylini aldı, kolay bir hava üf­ leineğe başiadı (H.E. Adıvar). |j Sıradan, bayağı: Kendisi Altın-Ordu devletinin basit bir emirberinden, veya suların sürdüğü bir sal parçasından başka bir şey değildi (F.R. Atay). || Olağan, özelliği olmayan: [...] ve idrâk yolunda basit ve kuru fikrin koltuk değnekleri elinden alıp onu en karanlık se­ zişlerin üzerine çeken ve ışık hızıyle uçu­ ran sihirli seccadedir (N.F. Kısakürek). || Yavan, açık, geniş. || Aruz vezinlerindeki bahir’lerden biri (müstef’ilün mefâîlün müstef’ilün failün). || Güler yüzlü. — çeş . dey. Basit-ül-vech, güleç. || Basitiil-yed, eli açık, cömert. || Arz-ı basit, düz yer. — Bot. Basit çiçek, taç yaprak sayısı nor­ mal olan çiçek. || Basit meyve, tek yu­ murtalıktan oluşan meyve. || Basit yaprak, az çok parçalı da olsa tek bir yaprakayasından ibaret yaprak. — Dy. Basil yol irtibatı, paralel iki yolu, her yolun üzerine yerleştirilmiş birer makas ve bunların arasında kalan diagonal yön­ deki kısmı ray çerçevelerinden meydana gelmiş yol parçalarıyle bağlayan tesise ve­ rilen ad. — Din. Basit adak, gösterişli olmayan adak. ! Basit âyin, dinî âyinlerin en az gösterişli olanı. — Fiz. Basit rakkas. Bk. rakkas. — Gram. Basit zaman çekimi, bildirme kipi. — Huk. Basit yargılama (muhakeme) usu­ lü. (Bk. YARGILAMA.) — Kim. Basit cisim, birkaç elementten meydana gelmiş bileşik cisme karşılık, mad­ desi tek elementten oluşmuş cisim. (Bk. KİMYA.)

— Mal. Basit faiz hesapları. Bk. FAİZ. — Mat. Basit denklem, eskid., birinci de­ receden denklem. || f (x) — 0 tam denk­ leminin basit kökü, f(,x) çok terimlisinin (.v—a)2 ile bölünmeyip (x—a) ile bölünebil­ diği a kökü. || Basit devirli ondalık kesir. Bk. KESİR. || Basit kesir. Bk. kes Ir . — Mekan. Basit makine. Bk. makIn e . — Miner. Basit biçimler, bütün yüzleri bir­ birine benzeyen billûrsu biçimler. — Mus. Basit makam. Türk musikisi sis­ teminde on üç makama verilen ad. Bk.

Basiret, İstanbul’da yayımlanmış, «menafi-i vataniye ve havadis-i umumiyeye, dair millet gazetesi» (1869-1878, 2 376 sayı). Sa­ hibi, Basiretçi diye ünlü Ali Efendi idi. Orta boy dört sayfa olan gazete, Vezirhan’da Tatyos Efendi’nin basımevinde basılırdı. Cuma ve pazardan başka her gün çıkardı. Kendinden öncekilere göre, yazı ve ha­ ber bakımından daha ileri, modern gazete­ cilik anlayışına daha yakındı. Yazı kadro­ ANSİKL.

— Zool. Hiçbir eklentisi, bölünmesi, deği­ BASİTRASİN i.( fr. bacitracine). Saman üç bölgeye mensup takımlar arasında başla­ şikliği, girintisi, çıkıntısı olmayan, (özel­ basilinden (Bacillus subtilis) elde edilen an­ yan Türkiye ligi ile bu spora ayrı bir veçhe likle bileşik karşıtı olarak kullanılır.) |l Ba­ tibiyotik. (Deri, ağız, boğaz, burun, gırtlak verildi ve" bugün basketbol memleketin en sit usul. Türk musikisi’nde, terkibinde bir­ hastalıklarında, stafilokok ve streptokoklara popüler sporları arasında yer aldı. den fazla usul bulunmıyan, parçalanması yerel uygulanmalarda etkilidir. Merhem, toz Basketbol’da bugüne kadar Türkiye şampi­ kabil olmıyan usullere verilen ad. Bu vasıf­ ve hap şeklinde kullanılır.) [l] yonluklarını kazanan takımlar şunlardır: ta ancak iki usul vardır: 2 zamanlı Nîm BASKAK i. Teşk. tar. Eskiden kullanılan 1946: Beykoz. 1947: Galatasaray. 1948: Ga­ Sofyân ve 3 zamanlı Semaî usulleri. bir memuriyet unvanı. Türk-Moğol impara­ latasaray. 1949: Galatasaray. 1950: Galata­ — ansİkl . Mus. Türk musikisi sisteminde (sı- torluğunda, îlhanlılar devrinde, daha soma saray. 1951: Harbokulu. 1952: Harbokulu. rasıyle) şu 13 makama basit makam denir: 1. Altmordu ve Türkistan’da kullanıldı. Zapt- 1953: Galatasaray. 1954*: Modaspor. 1955: Çargâh, 2. Buselik (inici şekli: Şehnaz-Buse- edilen yerlerdeki halktan vergi toplayan me­ Galatasaray ve Modaspor. 1956: Galatasa­ lik), 3. Kürdî, 4. Rast, 5. Uşşak (inici şek­ mur anlamına gelirdi. Bugün Anadolu'da ray. 1957: Fenerbahçe. 1958: Modaspor. 1959: Fenerbahçe. 1960: Galatasaray. 1961: li: Beyatî), 6. Hüseynî (inici şekli: Mu­ tahsildar yerine kullanılır, (m) hayyer), 7. Neva (inici şekli: Tahir). 8. BASKERVİLLE (John), İngiliz matbaacısı Darüşşafaka. 1962: Darüşşafaka. 1963: Ga­ Hicaz, 9. Hümayun, 10. Uzzal. 11. Zen- (Wolwerley 1706-Birmingham 1775). Kullan­ latasaray. 1964: Galatasaray. 1965: Fener­ gûle (Zîrgüle), 12. Karcığar. 13. Suznâk. dığı harflerin güzelliğiyle basımcılık sanatın­ bahçe. 1966: Altmordu. 1967: îst. Teknik Bir makamın basit olabilmesi ve sayılabil- da gerçek bir yenilik yarattı. Tirşe kâğıdını üniversitesi. 1968: Galatasaray, (g^. EK ClLT) mesi şu şartları taşıması lâzımdır: BASKI i. Bir maddeyi sıkıp ezen veya baş­ buldu, (l) 1. ) Bir tam dörtlünün bir tam beşliye ve­ BASKETBOL i. (ing. basket, sepet ve ball, ka bir maddeye yapıştırmak için hacimce ya bir tam beşlinin bir tam dörtlüye ek­ top anlamında basketbalVdan). Spor oyunu. küçülten âlet, pres. |j Basılmış bir eserin ba­ lenmesiyle yapılmış olmak. Türk musikisin­ Her biri beşer kişilik iki takım arasında oy­ sılış şekli ve hali: (Enternasyonal komünist)' de altışar tane tam dörtlü ve tam beşli var­ nanır. Oyunun amacı topu sepete sokarak in jransızca baskısının 15’inci sayısında... (P. Safa). En lüks haşalarda kalın ince dır ki, bunlar, basit makamların teşkiline elden geldiğince çok sayı yapmaktır. yararlar (bk. beşliler ve dörtlüler). Yal­ — ansİkl. Bu oyun 1891’de Dr. N^ismith betikler / Işıldar isimlen (B. Necatigil). || nız bu vasıf bir makamın «basit» sayıl­ tarafından Massachusettes’de (A.B.D.) Sp- Bir eserin, gazetenin bir seferki nüsha sayı­ ması için kâfidir. Aşağıdaki özellikler bu ringfield kolejinde icat edildi; o zamandan sı: Bazı gazetelerin günlük baskısı yiizbinvasıftan tabiî olarak doğan şartlardır. beri birçok ülkede iyice yayıldı. Küçük bir lerin üstündedir. || Bir eserin tekrarlanan 2. ) Makamın güçlüsü, dörtlü ile alanda beşlinin oynandığından ve malzemesi ucuz basımının her defası: Anadolu Evliyalarının ilk baskısını bitirirken... (N. Araz). || Mec. birleştiği ses olmak. Dörtlü ile beşlinin olduğundan kasabalarda bile oynanır. müşterek olan sesleri, makamın güçlüsiidür. Basketbol sahası yaklaşık olarak 26X14 m’- Sıkıştırma, tazyik, zor altında tutma: Rus­ Meselâ Uşşak makamı, asıl durağında ol­ lik bir yüzeydir. Ya bir döşemeden (salon­ ya’ya gittiğim vakitler vicdan baskısının ne mak şartıyle (dügâh=dâ perdesinde), nevâ da) ya da silindirlenmiş topraktan (açık ha­ olduğunu görmüştüm, bütün kiliseler kapalı (re) sesini güçlü olarak kullanır. Bu per- vada) meydana gelir. Dip çizgilerinin 1,20 idi (F. R. Atay). Kalbinde ağırlığını ve deyse, makam, uşşak dörtlüsüne buselik beş­ m içine yan çizgilerden eşit uzaklıkta, 1,80 baskısını hissettiği gizli hevecanlarm dolgun­ lisi eklenmesiyle yapıldığına göre, bahis X 1,20 m’lik birer levha (pota) yerleştirilir. luğu (P. Safa). (Bk. EK CİLT) konusu dörtlü ile beşlinin birleştikleri ses­ Potalardan her birinin üstünde yerden 3,05 — çeş . dey. Baskı altında, hareketleri kı­ tir. m yükseklikte sepet asılıdır; bu bir ağ ta­ sıtlı, sıkıda: Yoksa bu kadın birinin bas­ 3. ) Makamın birinci-dördüncü dereceleri ara­ kılı olan 0,45 sm çapında çelik bir çem­ kısı altında mı? Belki zalim bir belâlısının sında tam dörtlü oranı bulunmak. Bu oran, berdir. Meşin yüzlü top 600, 650 gr ağır­ yumruğunu yiyor (R. H. Karay). || Baskı 22 koma’dır. Ne daha eksik, ne daha fazla lıktadır, çevresi, 75-80 sm’dir. Oyun yirmi­ altında tutmak, davranışlarında, hareket ve olabilir. Bir tam beşli, bir tam dörtlüye şer dakikalık iki devrede oynanır. Ama bir­ düşüncelerinde serbest bırakmamak. || Bas­ bir tanînî (tam ses= 9 koma) eklenmesiyle çok defa süreleri oyundan sayılmayan mo­ kıdan kurtulmak, serbestliğe kavuşmak: yapıldığına göre, beşli de tam 31 koma ol­ lalarla kesilebilir. Her takımın on iki o- Baskıdan kurtulmak şimdilik hoşlarına gi­ mak icab eder. yuncusu olabilir. Bunlar oyun sahasında ay­ diyor (R. H. Karay). || Baskıya koymak, 4. ) Makamın seyri ve kalışı, kulakta ve beş kişiden çok bulunmamak şar- bir eseri basmak için matbaaya vermek. Bir nı anda muhayyilede tam bir huzur ve rahatlık duy­ tıyle istenildiği kadar sık değiştirilebilirler. kimseyi disipline sokmak. gusu vermek, Topu ellerinde tutan oyuncular elden ele Yukarıdaki tariflerden anlaşılacağı gibi, bir geçirmeye veya sayılamayacak kadar çok — Büro işleri. Baskı çubuğu, tabülatörlerin basit makamın dizisi, sekiz sesten ibaret­ kombinezonlar yardımıyle rakip takımın ko­ ve hesap makinelerinin baskı organı. (Yay’a tir. Ancak gene yukarıdaki sınırlandırma­ ruduğu potaya yanaşmağa ve topu sepetten takılmış harflerin yerleştirildiği oyuk ma­ ların gösterdiği gibi, sekiz sesten ibaret geçirmeğe çalışırlar. Topu taşıyan oyuncu denden bir saptır. Harf vuruşunu bir çekiç herhangi bir dizi basit makam olarak telâkki yerde sıçratarak (dribbling) ilerlemek ha­ düzenler. Çubuğun gerekli seviyede olması edilemez; yukarıdaki şartlan taşıması lâ­ riç, yürüyemez. Şarj yapmak kesin talimat­ klavyenin tuşları veya elektrik kumandazımdır. lara bağlanmıştır ve bir veya iki serbest siyle sağlanır.) ♦ Basite i. Esk. Döşeme. || Düz yer, arz. atışla cezalandırılır. Bazı uygunsuz davra­ — Ciltc. Baskı kalıbı, kitap kaplarına süs­ || irtifa tahtası, yüksekliği ölçmeye mahsus nışlar şahsî hata diye adlandırılır ve beş lemeler basmak için kullanılan kalıp. || şahsî hata yapan oyuncu oyundan çıkartılır. Baskı kâğıdı, bir mukavvaya yapıştırılan yayvan güneş saati. (Bk. Güneş saat’/.) sırasında yapılan sayılar çift, serbest kâğıtların altında beliren hava kabarcıkları­ ♦ Basitlik i. Sadelik, bayağılık: Meral Oyun atış sayıları ise tek sayılır. En çok sayı ya­ na engel olmak için üzerine konup yapıştı­ bu basitliğe cevap vermemek istedi (Peyami pan takım oyunu kazanır. Oyunun yönetimi rılan kâğıt. || Baskı makinesi, cilt atelyeleSafa). Basitlik ve iptidailik şeniyetlere işa­ hakeme verilmiştir; başhakem ve orta rinde kullanılan yaldızlama presi. || Kalıp ret ettiği zaman sanatın da sermayesi ol­ iki hakem, bunlara bir sayı (yazı) hakemi ve baskısı, kitap kaplarına süslemeler yapmak malıdır (Orhan Veli). bir kronometre hakemi yardım eder. için kullanılan kalıpları sıkıştırma işinde ♦ Basitleştirm e i. Basite çevirme (irca et­ • Türkiye’de. İlk defa 1904 yılında oynan­ kullanılan âlet. Bu şekilde yapılmış süsle­ me) işi; bu işin sonucu. dı. Oynayanlar, Amerikan Robert College me. || Kabartma baskı, üstü kazınarak ka­ — İşletmec. İşin basitleştirilmesi, zaman, okulu öğrencileriydi. Galatasaray lisesinin en bartmalı hale getirilmiş maden levhalarla enerji ve madde kaybını önleme veya azalt­ eski Beden Eğitimi öğretmenlerinden ve ilk yapılan oyuk baskı. Levhalar ısıtılır ve yük­ ma amacıyle, tesisleri, imalâthaneleri, dev­ devrin en ünlü kalecilerinden Ahmet Ro- sek bir basınçla cilt kapağı üzerine uygu­ releri ve uygulama yöntemlerini basitleştir­ benson. 1911 yılında eline geçen bir Ame­ lanır. || Sıcak baskı, bu baskıda ısı ve taz­ me ve iyileştirme imkânlarının sistemli ola­ rikan dergisinde rastladığı bu sporu öğren­ yik, kab üzerine bir boyayı veya bir ma­ rak araştırılmasını sağlayan usul. cilerine oynatmak için teşebbüse geçti. Onar deni (pirinç yaldız, ince altın yaldız) tesbit etmek için kullanılmıştır. || Soğuk bas­ — ansİkl . İşletmec. işin basitleştirilmesi kişilik takımlar arasında yapılan ilk maçta kı, bu baskıda tazyikin ve ısının tesiriyle, beş evreli bir sürece dayanır: 1. Sorunu yirmi oyuncunun hepsi sakatlandı, çünkü çukurlamasına, cilâlı ve parlak bir düzey oyun kuralları doğru olarak bilinmiyordu. seçmek ve iyice sınırlamak; 2. Olguları göz­ çıkar. (Eskiden bu sonuç, ısıtılma­ lemek ve kaydetmek; 3. Temel çözümleri 1913’te Fenerbahçe kulübünde bir basketbol ortaya dan elde edilirdi, bu terim oradan gelme­ şubesi kuruldu, ilk denemeler olumlu so­ hazırlamak, sonra bütünün çözümünü kur­ dir.) mak; 4. Başarıya ulaşması için gerekli nuçlar verdi, fakat oynayacak rakip takım — Deric. Baskı makinesiyle deriye pürtük yoktu. Bu yüzden herhangi bir gelişme ol­ maddî ve manevî bütün imkânları kullana­ (Baskıyle deriye kendinden pürrak yeni yöntemi uygulamak. İşin basit­ madı. 1935’te Türk basketbol takımları ku­ yapmak. tüklüymüş gibi görünüş verildikten leştirilmesi için kullanılan araçlar karmaşık ruldu. ilk millî basketbol takımı, Yunanis­ timsah, kertenkele derisi görünüşündebaşka, pür­ değildir: kaydetmeyi kolaylaştıran analiz tan millî takımıyle Beyoğlu Halkevi Spor kâğıtları; ortak bir dil meydana getiren Salonunda ilk millî maçını oynadı (24 ha­ tükler de yapılabilir.) ziran 1936). Bu maçı 49-12 kazanan ilk mil­ — Foto. Bir negatiften örnekler çıkarılma­ uzlaştırıcı işaretleme çizelgeleri; sistemli bir eleştiri sağlayan soru cetvelleri ve hareket lî basketbol takımı şu oyunculardan kuru­ sını sağlayan işlem: Bromürlü kağıt üzeri­ luydu. ne yapılan baskı. || Baskı makinesi, fotoğraf iktisadı ilkeleri, (ml) baskılarını kontak usulüyle çıkaran makine, BASİT sıf. (ar. bast, açma, uzatma, geniş- Nailî Moran (Kaptan), Sadri Usuoğlu, Fe­ tiröz. letme’den basit). Esk. Açılan, uzanan || U- ridun Koray. Jak Habib, Dionis Sakalak, Hayri Arsebük, Hazdayi Penso, Nihat Er- — Grafik santk Bk. gravür. zatılmış, uzun. — İkt. ve siyasî müessese. Baskı grubu. Bk. — çeş . dey. Esk. Bâsit-iil-kef, dilenci. ' Bâ- tuğ. 1936 Yılından itibaren basketbol «Spor O- GRUP. sit-ülyed, kuvvetli olup tahakküm eden. yunları federasyonu» adı altında kurulan — İnş. Baskı tuğlası (makine tuğlası veya — Mat. Bk. açan. bir federasyonun içinde voleybol ve eltopu prese tuğlası da denir). Pişirilmeden önce ♦ Bâsita i. (bâsit’in müennesi). Uzak yer. ile birlikte yürütülmeye başlandı ve bu 1959 kalıp içerisinde sıkıştırılan, balçıktan yapıl­ (M) yılma kadar sürdü. İ Mart 1959’da Türki­ mış ve sıkışmaya karşı dayanıklı olan tuğla. BASİTDİŞLİLER blş. çoğl. i. Kemirgen­ ye Basketbol federasyonu resmen teşekkül — İşleme. Baskı kalıbı, üzerleri işlenecek kumaşlara bezeme şekilleri basmağa yara­ ler alttakımı. Üstte bir çift kesici diş bulun­ etti. baskıcıların kullandıkları tahtadan oy­ ması hepsinin ortak özelliğidir. (Tavşanımsı- Önceleri İstanbul, Ankara ve İzmir bölgele­ yan, lar veya çokdişliler denen tavşan v.b. sayı­ rine dayanan basketbol faaliyeti, mahalli lig ma kalıp. sı pek de çok olmayan bir kısım kemirgen­ maçlarıyle bu bölgelerin lig birincileri ara­ — Mal. Vergi baskısı. Bk. Vergi YÜk ’ü. ler dışında bütün kemirgenler bu gruba' gi­ sında oynanan Türkiye şampiyonlarına in­ — Matbaac. Makine çalışmaya başladıktan rer.) [l] hisar ediyordu. 1966 Yılından itibaren bu sonra yapılan baskı işi. || Bu işin sonucu:

BASKI

4

M a ria BASK1RTSEVA ke n d i p o rtre si

bask cin si koyun

beşbin niishalı bir baskı, i Bir defada bas­ kısı yapılan bir eserin nüshalarının bütünü­ ne verilen ad. || Baskıya koymak, basıla­ cak malzemeyi makineye koymak, makineye vermek veya sıkıştırılması istenen malzeme­ yi baskı âletinin altına koyarak sıkıştırmak veya burada bir süre bekletmek. |j Baskı makinesi. Bk. ansîkl . ve basim . Prova baskı, bir yazının, dizgiyi kontrol için ba­ sıldığı ilk kâğıtlar. — Terz. İplik atmaması için kumaşın kıv­ rılıp dikilen kısmı. — Mim. Kenar baskısı. Bk. kivirma. — Tekst. Baskı çerçevesi, renkli basma iş­ lemi için hazırlanan değişik tahta levhalar. (Bk. basma.) || Baskı kolu, sabit iplik ma­ kinelerinde (vargellerde) kauçuk kaplı çekim silindirlerinin baskı işlemini uygulayan ve üzerlerine ağırlık asılan kollar. — ansîkl . Matbaac. Baskı makinesini Güttenberg’in bulduğu kesin değildir, Güttenberg’in, o çağda kullanılan bir sistemi geliştirmiş olması kuvvetle mümkündür. Bu sistem bir baskı presidir, tümü ağaçtan ya­ pılmıştır ve sabit bir forma yatağı üzerine sayfa kalıbını uygular. Bu tür baskı presi bazı ufak tefek değişmelerle 350 yıl kulla­ nılmıştır. Bu değişiklikler, ağaç kısımların madenî parçalarla kuvvetlendirilmesi veya değiştirilmesi şeklinde ortaya çıktı. Baskı tekniğinde, elle mürekkepleme yerine otoma­ tik mürekkepleme tekniği, 1811’de F. König tarafından baskı sisteminin mekanik bir hale getirilmesi ve baskı platini yerine mer­ dane usulünün kullanılması, matbaacılığın büyük adımları olmuş ve XIX. yy.ın orta­ sında rotatif matbaa makinelerinin icadı ile bobin halinde kâğıt verilmesi usulü matbaa­ cılığa yepyeni ufuklar açmıştır. • Tipo makineleri. Şu çeşitleri vardır: 1. Baskı kapaklı makineler. Bu makinelerde basınç iki düz yüzeyi yani kalıbı taşıyan masa ile basılacak kâğıdı tutan baskı ka­ pağını birbirine yaklaştırır: Küçük forma­ lar ve büyük basınç gerektiren işler için kullanılır. 2. Düz basım kalıplı ve silindirli makineler. Bu makinelerde basım kalıpları ileri geri gidip gelen düz. forma yatağı üzerine yer­ leştirilmiştir. Kâğıt bir silindirin makasları tarafından alınır. Makaslar, kâğıdı basım kalıbı üzerinden bastırarak geçirir. Silindi­ rin hareketine göre şu çeşitleri vardır: a) Stopsilindirliler. Bunlarda kazan, basım kalıbı geri geldiğinde hareketsiz durur. Kâ­ ğıt, makineye hareketsiz durduğu sırada sü­ rülür. b) «Çift turlu» silindirler. Kazan aynı yön­ de devamlı döner. Fakat forma yatağının geri dönüşü sırasında havaya kalkar. Böylece her baskıdan sonra bir tur boşlukta dön­ müş olur. Kâğıt hareket halindeki makaslar tarafından ya doğrudan doğruya veya den­ ge kolu aracılığıyle sürülür. c) îleri-geri silindirliler. Her zaman forma yatağına yapışık olan kazanın hareketinde, gidişte üst tarafa dönüşte alt tarafa dönük olarak çalışır. d) Tek turlu makineler. Bunlarda, forma ya­ tağı gidiş ve dönüş hareketi sırasında tam bir devir yapar. e) Girintili baskı makineleri. Sırasıyle kal­ kıp inen iki kazanı ve iki forma yatağı vardır. Kâğıdın ön yüzünde birinci silindir, arka yüzünde ise ikinci silindir baskı ya­ par. Kâğıt birinci silindirden ikinci siLndire bu sonuncunun makasları tarafından sürülür. f) İk renkli makineler. Bunlar da girintili baskı makineleri gibi çift turludur, iki bas­ kı silindiri arasında kâğıdı ters çeviren üçüncü bir silindirleri vardır. 3. Rotatifler. Bunlarda her baskı kalıbı bir kazan üzerine sabit olarak tutturulan yuvar­ latılmış kalıp klişelerinden meydana gelir. Basınç ikinci bir silindir aracılığıyle sağ­ lanır. Tabaka veya rulo halinde kâğıt alır, biçim bakımından baskı elemanlarının bir sırada olduğu tipler veya daire şeklinde di­ zildiği tipler vardır. Diğer yöntemler gibi tabaka kâğıda baskı yapan tipo makineleri de giderek otomatik marjörlerden yararlanmaya başladı. Çıkışta basılan kâğıtlar, makineler tarafından katla­ narak kırma ağzında toplanır. Silindirleri üzerindeki sayfa kalıpları adı verilen «me­

tal kalıplar» baskıya gerekli esnekliği sağlar. Bütün rotatiflerde mürekkep otomatik ola­ rak verilir. Forma yatağının alternatif ha­ reketi sebebiyle rotatiflerin süratleri sınırlı­ dır, ama dizilen harfler ve düz klişeler üze­ rine doğrudan doğruya baskı yapmayı sağ­ larlar. • Taşbasması (lito) makineleri ve ofset. İlk litografların baskı preslerinde basılacak kâ­ ğıt taş üzerine konurdu ve üstüne deri ge­ çirilmiş tahta bir levha altında hepsi bir­ den basılırdı. Taşbasması makinelerinde mürekkep sürme tertibatı dışında taşı nemlendiren ıslatıcı merdaneleri vardır. Ofset makinelerinin hepsi rotatif tipindedir. Her baskı unsu­ runun bir silindiri vardır; bu silindirin et­ rafında bir plaka, ıslatma ve mürekkepleme tertibatı üzeri kauçuktan makine fanilasıyle örtülü bir ikinci silindir ve bir baskı si­ lindiri tutturulmuştur. Plaka resmini kau­ çuk fanilaya çıkartır, oradan da kâğıt üze­ rine çıkar. Şu çeşitleri vardır: tek renkli tabaka kâğıt basan makine, girintili baskı makinesi, çok renkliler, otomatik marjörlü rulo kâğıda basan çeşitli rotatifler. • Tarama kazı ve tiftruk makineleri. Eski tarama kazı makinesinde, kazılmış forma yatağı üzerinde baskı basıncını yapan bir dirsek manivelası vardır. Mürekkepleme ve kurulama elle yapılır. Modern makinelerde mürekkepleme ve kurulama tertibatları var­ dır. Rotatif tipindeki tiftruk makinelerinde şu unsurlar vardır; baskı kalıbı (kalıp si­ lindiri veya bir silindir üzerine sarılmış bir plaka), kauçukla kaplı baskı kazanı, mü­ rekkepleme tertibatı (çoğunlukla yalnız bir mürekkep haznesi), baskı kalıbının mürek­ keplenen yüzünü kurulayan bir Bacle ve ni­ hayet ısıtma veya havalandırma ile kurut­ ma görevini yerine getiren bir tertibat. • Diğer baskı çeşitleri. Üç büyük baskı usulüne göre basan bu klasik çeşitlerinden başka en değişik ihtiyaç ve tekniklere ce­ vap veren pek çok baskı usulü bulundu: Serigraf, (tembraj) anitlin usulü, kumaş, maden, plastik v.b.... üzerine baskı. ♦ Baskıcı i. Baskı makinesinde eserlerin basılması işini yapan kimse. || Kumaş üze­ rine kalıpla desen basan kimse (elle çize­ ne yazıcı denir). || Mec. Sıf. Hürriyeti kı­ sıtlayan, disiplin altına alan. ♦ Baskılık i. Bir masa üzerindeki kâğıtla­ rın uçmaması için üstlerine konulan özel biçimde yapılmış ağırlık. ♦ Baskısız sıf. Disiplinsiz, kontrolsuz. — dey . Baskısız büyümek, baskısız yetiş­ mek, serbest yetişmek, (lm)

BASKIN i. Kısa süreli anî hücum: Eşkiya baskını. Gece baskını. || Bir suçun işlendiği yere ansızın girerek suçluları yaklama: Po­ lis baskını. || Mec. Kalabalık misafirlerin beklenmeyen ziyareti. — çeş . dey . Baskın çıkmak (gelmek), [Kar­ şılaştırma konusu olanları] Geçmek, geride bırakmak: Bu, öncekilerden baskın çıktı. || Esk. Baskın alayı, mahalle halkının zina yapıldığ haber verilen bir evi basmak üze­ re meydana getirdiği topluluk. — Ask. Düşmana ummadığı yer ve zaman­ da, beklemediği bir darbe indirmek ve kısa sürede azamî sonuç almak üzere yapılan anî saldırı. Meğer İngiliz ne zamandır bas­ kın hazırlığındaymış (Kemal Tahir). || Bas­ kın ateşi, beklenmeyen zamanda, habersiz ve hazırlıksız hedef veya hedefler toplulu­ ğuna çeşitli silâhlarla açılan ateş. || Baskın müfrezesi, baskın görevi için özel olarak kurulmuş ve hazırlanmış birlik. (Bk. an sİkl.) || Baskın vermek, anî ve habersiz sal­ dırıda bulunmak. || Baskına uğramak (uğ­ ratmak), beklenmedik hücuma hedef olmak (düşmanı bu durumda bırakmak). — Bot. Bir bölgede veya bir bitki toplulu­ ğunda en çok, en sık görülen tür. — Jeol. Deniz baskını, deniz sularının bir­ denbire yükselip, karaları kaplaması. || Su baskını, eriyen kar, yağmur v.b. sularıyle taşan ırmak, göl v.b. sularının karaları kap­ laması. — ansîkl. Ask. Uygulanacak askerî bir ha­ rekâtın baskın niteliğini taşıyabilmesi için, bu harekâtın düşman tarafından öğrenilme­ sinden sonra, karşı tedbir ve tertip almasına yeterli zamanın ve imkânın bulunmaması gereklidir. Her kademedeki kumandan, ken­

di imkânlarıyle baskın yapabilmek için, ha­ rekâtın devamı süresince her vasıtaya baş vurarak çare araştırır. Düşman istihbaratı­ na engel olmak veya kendi tertibatı, hare­ ketleri ve planları hakkında düşmanı al­ datmak, muharebede kullanılan sistemler­ de değişiklikler yapmak, uygulamada sürat sağlamak ve büyük güçlükler veren arazi­ den faydalanmak suretiyle taktik alanda baskın elde edilebilir. Baskın sayıca azlığı giderebilir. Savaşta baskın yeni metotlar uygulamak, yeni si­ lâhlar kullanmak suretiyle de yapılabilir. Yeni silâhlarla yapılan baskınlara silâh bas­ kını adı verilir. • Baskın ateşi. Genellikle taktik bakımın­ dan değerli hedeflerin sürat ve kolaylıkla ele geçirilmesi için hazırlanan bir harekât­ ta, düşmanı hazırlıksız yakalayarak, karşı tedbir almasına engel olmak ve direnmesini kırmak için baskın ateşi faydalı olarak kul­ lanılabilir. • Baskın müfrezeleri. Çok kere taktik amaçlar sebebiyle, bir veya birkaç askerî sınıfa mensup birliklerden kurulan ve geçi­ ci kuruluşa sahip baskın müfrezeleri, gö­ revin tamamen başarılmasına kadar özel kuruluşlarını muhafaza ederler. Görevin ta­ mamlanmasından sona birlikler, esas kıtala­ rına katılırlar. Baskın müfrezelerinin çekirdeğini genel ola­ rak piyade mekanize veya zırhlı bir birlik teşkil eder. Bunlar, harekât ve manevra ye­ teneği her bakımdan elverişli olan ağır si­ lâhlar, topçu, istihkâm, tank ve muhabere v.b. birlikler ile takviye edilmek suretiyle çok etkili bir kuruluş halinde düzenlenirler. Bazı hallerde, gerekiyorsa baskın müfreze­ leri, uçak ve helikopterlerle de desteklene­ bilirler. Baskın müfrezeleri, yalnız kara harekâtın­ da değil, düşman elinde bulunan, bir ada veya kıyı bölgesinde mevcut, önemli askerî tesisleri tahrip veya ele geçirmek amacı ile de görevlendirilebilirler, özellikle deniz aşırı olarak yapılacak çeşitli çıkarma harekâtın­ da, sık sık değişik maksatlarla, özel olarak kurulacak baskın müfrezeleri görevlendiri­ lir. (ml) BASKINLIK i. Psikol. Başkalarıyle yüzyüze ilişkilerde baskın olma veya liderlik ro­ lünü alma eğilimi. (Bk. ansîkl .) || Kavram­ ların baskınlık sırası, tecrübî psikolojide kullanılan bazı kavramların, diğer bazı kav­ ramlara oranla, deneklerin ortalaması tara­ fından daha çabuk tanınabilmesi. (Bk. anSİKL.) — ansîkl . Genel psikolojide baskınlık (as-

cendence) kişinin teslim olması veya baş­ kalarının hâkimiyetine boyun eğmesi şeklin­ de tanımlanan altkınlık (submission) ile bir­ likte, toplum hayatına uymanın iki esas tarzı olarak kabul edilir. Diğer kişilik ni­ telikleri gibi baskınlık ve altkınlık da her fert için her durumda her zaman sabit ve yerleşik değildir. Fakat baskın ve altkın davranış keyfî olarak değişmez veya kesin bir uyarım ortamına bağlı kalmaz. Bu ni­ teliklerin ölçümlerine tam güvenilebilir ve genel davranışın önceden tahmini başarılı­ dır. Kurala aykırı durumlar bulunsa da her ferdin kendine baskm-altkın yönde bir ra­ hatlama düzeyi bulması ve bu düzeyi deği­ şik ortamlarda devam ettirmesi bir kuraldır. Amerikalı psikolog G. Allport, baskınlık ve altkınlık tek bir bölünmezlik içinde sınıflan­ dırılmaya müsait ise de aynı nitelik oldu­ ğunu ve baskınlığın sadece altkınlığm yok­ luğu olmayıp, kendi başına bir yaşama tar­ zı olduğunu söyler. Mc. Dougall da altkınlığının pozitif karakteri üzerinde durarak bunu aslî bir içgüdü olarak tanımlar. • Kavramların baskınlık sırası, psikolog E. Heidbreder tarafından 1946 ve 1947’de or­ taya kondu. Heidbreder bu gerçeği «kavram oluşması» denen deneylere ve çok yönlü sınıflama denemelerine dayanarak gözönüne serdi. Bu deneylerde kavram, bir şekiller grubunun ortak unsurudur. Denek, bu un­ suru başka unsurlarla karışmış olduğu vakit bulup çıkarmakla görevlidir. Bu sınıflama deneylerinde, deneğin ilk önce aklına gelen konu sınıflama ilkesidir; şekli, rengi ve sa­ yıyı daha sonra düşünür. İster yazı ile iligili tasarımlar, isterse bunlara tekabül eden ke­ limeler| kullanılsın, baskınlık sırası değiş­ mez. Bu durum şunu gösterir: kelimeler algı ile ilgili değerleriyle değil de, ancak Foto. Oiraııdon, S tellu -P ressc (L A R O U SSE )

B A SM A anlamları yölüyle etkili olurlar. Oysa an­ lamlar, en eski oldukları ve en kullanışlı olan düzenlere yöneldikleri için nesnelerle igiiidirler (nesne, insanın ilkin, dokunduğu, ele alıp kullandığı şeydir.) işte, nesne kav­ ramının baskınlığının açıklanması bu ger­ çeğe dayanmaktadır, (lm) BASKİL, Elazığ’a bağlı ilçe merkezi; 1 312 km2 yüzölç.; 23 026 _nüf. Merkez nüfusu 4 374 Merkeze bağlı 59 köyü vardır. Ayrı­ ca 23 köylü Kuşsarayı (tzolu) ve 59 köylü Aydınlar (Muşar) bucakları vardır.' Haroğlu dağının güneyinde ve Malatya-Elazığ de­ miryolu üzerindedir, (m) BASKİRTSEVA (Maria), rus kadın ressa­ mı (Poltava yakını Gavronzi 1860-Paris 1884). 1870’te Rusya’dan ayrıldı. Paris’te Bastien-Lepage’m öğrencisi oldu. 1833’te Paris’te açtığı sergiyle parlak bir biçimde (Parisli kız ve Miting adlı tablolarını dev­ let satın aldı) sanat hayatına atıldı. Sana­ tında yer yer Bastien Lepage ve Manet’nin etkisine rastlanır. Portreler yaptı. Eserlerini bazen marîa, konstantİnovna russ veya andreI diye imzaladı. Journal’i (Günce) [1887] ve Cahiers Intime’i (Hatıra Defteri) [1925] tedirginliğini ortaya koyar, (l) BASKÜL i. (fr. bacııler, arkaya vurmak’tan bascule). || Mekan. İki kolu sırayle kalkıp inebilen, ortasında veya uçlarından birine az çok yakın sabit bir noktaya dayanabilen kaldıraç. (Bk. ansİk i .) || Bir arabayı, bir va­ gonu, eşyayı v.b. tartmağa yarayan âlet. (Bk. TERAZİ.) — Elektron. Schnıitt baskülü, sırayle biri iletici olduğu zaman diğeri çalışmayan iki aktif bileşenli elektronik devre. (trİgger de denir.) — Sibern. iki denge durumu olan; art ar­ da yapılan etkilerle, bu durumların birin­ den ötekine sırayle geçerek denge değişti­ rebilen cihaz. — ansİkl . Mekan. Genel olarak, basküller çoğunluk büyük bir kütleyi çok daha küçük bir kütle yardımıyle dengeleştirmeğe yara­ yan âletlerdir; bu dengeleştirme durumuna, düzenlenişi gözönüne alınan âletten âlete de­ ğişen bir kaldıraçlar sistemiyle erişilir. En basit sistem iki kaldıraç ihtiva eder: bir alt kaldıraç ve bir üst kaldıraç (bunlar bıçak üzerinde denge halindedir), bu kaldı­ raçlar bir yandan baskülün tablasına konan yükle, öte yandan kefeye konan ağırlıklarla etkilenirler. (Bk. terazi.) Kaldıraçların uzunlukları ve düşey çubuklarla olan bağları kefe üzerinde denge teşkil eden ağırlıklar, yükün ağırlığının onda birini gösterecek şe­ kilde hesaplanmıştır (Quinntenz baskülü). Başka sistemlerde dengeleyici kefe yerine tek veya iki sürgülü bir kadran sistemi ge­ lir. Kendi kendine kayıt yapan, sürekli yol­ lu (demiryollarında vagonların geçerken, durdurulmadan tartılması), dingil tartılı v.b. basküller mevcuttur, (l) BASK ülkesi, batı Pirene’lerde bölge. Bask ülkesi genellikle Baskların oturduğu (Eskual -Herria) bölge olarak kabul edilir; ama bu halkın (Eskıtalduna) bütünlüğü, arılığı ve etnik özelliği henüz tanıtlanamadığından bölgeyi, XVIII. yüzyılda Bask dilinin (Eskuara veya euskara) konuşulduğu toprakların bütünü diye tanımlamak daha doğru olur. Geleneksel Bask ülkesi yedi ilden meydana gelir: Ispanya’da Vizcaya, Guipizcoa, Alava ve Navarra; Fransa’da Labourd, Aşağı Navarre vc Soule. Bask ülkesinin Fransa’daki kısmı Anie te­ pesinin batısından ve Pirenelerin ön tarafın­ dan Adour alçak vâdisine kadar uzanır. Bask ülkesinin dağlık kesimi pek yüksek değildir, yükseltiler 2 000 m’yi ancak Orhy tepesinde (2 017 m) aşar. Ama jeolojik yapı çok karmaşıktır; Nive. Bidovze ve Saison nehirlerinin pek çok küçük kolu bu bölgede Pireneleri böler. İktisat yayla otlaklarına çıkarılan kuzu ile sağmal inek yetiştiriciliği­ ne dayanır. Bask ülkesi, fliş tabakaları için­ de şekillenmiş, çeşitli yönlerde uzanan tepe­ ler üzerinde yayılır. Hık ve yağışlı iklim, yeşillik ve korulukların yayılmasına elve­ rişlidir. Buralarda ilgi değer evleri olan köy ve köycükler serpilmiştir. Çayır ve yemlik bitki ekiminin gitgide yayılmasına rağmen ta­ hıl, mısır, meyve ağaçları (elma), hattâ bağ­ lar da önemli yer tutar. Sanayi Bayonne bölgesinde toplanır, ama birçok dokuma, özellikle de ayakkabı ve bez sandalet atelyesi iç kısımlardaki ka­ sabaları canlandırır. Bu arada kıyı kesimi de yaz turizmi (Biaritz, Hendaye, Bidart

v.b.) ve balıkçılıktan (Saint-Jean-de-Luz) büyük gelir sağlar. Bask ülkesinin Ispanya’daki illeri, Pirene­ leri Cantabria sıradağlarına bağlayan dağlık bölgeler üzerinde yayılır. Nüfus özellikle kuzey yamaçlarda yoğundur. Bu yamaçlar­ da yerşekilleri. Atlas okyanusuna ulaşan derin vâdilerle yarılır. Nemli iklim tarım (mısır, tahıl) ve özellikle otlaklara (büyük baş hayvancılık) elverişlidir; ama yerşekillerinin çeşitliliği ve ağaçlık alanlar tarı­ mın yayılmasını engeller. Kıyı ve açık de­ niz balıkçılığı çok etkindir. Çağlayanlar­ dan yararlanan sanayi (orman ürünleri sa­ nayii, kâğıtçılık, makine ve elektrik mal­ zemeleri) hızla gelişmiştir. Bilbao demir yatakları ağır demir sanayiinin doğmasına yol açtı. Limanların tümü, özellikle Is­ panya’nın ikinci büyük limanı Bilbao, çok etkindir. Turizm sanayii de (San Sebastian) ek gelir sağlar. (Bk. EK CİLT) I — Leng. Bask dili, Bask'lar tarafından kul­ lanılan dil. Bk. ANSİKL. — Müz. Bask tefi, tek derili küçük tef. Bk. ANSİKL.

— Zootek. Bask koyunu, Aşağı-Pireneler’de sütü için yetiştirilen dayanıklı koyun ırkı (sütünden Roguefort peyniri yapılır). — ansİkl . Leng. Baskların euskera, euscara, eskuara, uskara dedikleri bask dili latin alfa­ besiyle yazılır. Bugün Ispanya’nın kuzeyba­ tısında (bütün Guipozcoa ilinde. Vizcaya ile Navarra’nın bir bölümünde, Alava’nın bir­ kaç bucağında) 500 000 ilâ 600 000 kişi ve Fransa’nın güneybatısında (Eski Labourd, aşağı Navarre ve Soule bölgelerine tekabül eden bugünkü Bayonne ve Oloron idari çev­ resi) yaklaşık olarak 90 000 kişi tarafından konuşulur. Bundan başka, yurt dışına yer­ leşen. binlerce bask (Amerika’da bile) hâlâ anadillerini konuşurlar. Bilbao’nun doğusun­ dan Mauldon’un doğusuna, Biarritz’in gü­ neyinden Pampolina'nm kuzeyine kadar uza­ nan bask dilinin alanı eskiden daha genişti; ama latin dilleri karşısında daraldı. Bask dili, hiçbir zaman bir devletin resmî dili olmadı. Yapısının başlıca özellikleri her yerde aynıdır. Ama birbirinden farklı bir­ çok bask ağzı vardır. Bunlar 8 lehçede top­ lanabilir; Vizcaya lehçesi diğerlerinden his­ sedilir şekilde farklıdır, öbürleri: guipuzcoa, kuzey ve güney yukarı-navarre, labourd, batı ve doğu aşağı-navarre, soule. M.S. VIII. yy.dan beri bilinen baskça kelimeler vardır; ama tarihi bilinen en eski metinler XVI. yy.a aittir. Bask dili, İspanyolca, fransızca ve gaskon lehçesinden çok sayıda ke­ lime aktarmıştır, ama bitişime çok yer ve­ ren morfolojisi de sentaksı gibi değişik bir görünümdedir. Hint-Avrupa grubundan ol­ madığı halde yaşayan tek Batı Avrupa di­ li budur. Nereden geldiği ve diğer dillere olan akrabalığı konusunda çok değişik var­ sayımlar ortaya atılmıştır. Akitanya dili ile Vascones dili şüphesiz baskçanın eski biçimleridir. Bugün bu dilin eski iberceden gelmediğini gösterecek sağlam sebepler var­ dır. Bu dilin aynı zamanda, çok değişik ol­ malarına rağmen bir aile teşkil eden, kafkas grubu dilleriyle de akrabalığı vardır. Gerçeğe en yakın varsayıma göre, bask di­ linin en eski biçimi M.ö. 2000 yıllarına doğru, maden devri başlarında, önasya’dan gelen göçmenler tarafından getirilmiştir. — Müz. Bask tefinde deri, çevresinde çif­ ter çifter küçük ziller asılı çember biçimin­ deki kasnağın bir yüzüne gerilidir. (Çalgı basklara ait değildir; yanlış kullanılan bu terimin kaynağı bilinmiyor. Pompeii’deki bir mozaikte de yer alan tefin, Asya’dan gelerek Akdeniz havzası çevresine yayıldığı sanılır. Halk müziği çalgılarındandır. Mo­ dern orkestralarda ya derisine vurarak, ya zilleri çıngırdatmak üzere sallıyarak veya baş parmak deri üstüne sürtülerek çalınır. (l )

BASKÜLÖR i. (fr. basculeıır). Bir vagonu, bir kömür arabasını, yana doğru devirerek tek bir işlemle boşaltan mekanik tertibat. (L)

BASLER (Adolphe), fransız sanat eleştirme­ ni (Polonya’da Tarnovv 1876-Paris 1951). Dergilerdeki yazılarıyle modern sanat akım­ larına katkılarda bulundu. Eserleri: la Peinture, Religion Nouvelle (Yeni bir din: Re­ sim) [1926], l’Arl Prğcolombien (Kolomb öncesi Sanat) [1928], l’Arl chez les Peuples Primitifs (ilkel Kavimlerde Sanat) [1929]. (L )

BASMA i. Basmak eylemi. || Basma’dan

yapılmış giyecek: Yırtık basmasının altın­ dan kolunu çıkartarak... (F. R. Atay). || Baskın yapma: Bunların Babı âli’yi bir bas­ maları vardır, yanında Bastil baskını on para etmez (K. Tahir). || Sıf. Basılmış, bas­ kı işlemi görmüş: Duvarlardaki yazılar, pa­ rasına göre basma yahut yapma resimlerle değişecek (F. R. Atay). Basma ve yazma kitaplar. || Basma kalıp, herhangi bir ki­ tap, kumaş v.b. baskısı için hazırlanan ka­ lıp. (Bk. BASMAKALIP.) — Elektro- akust. Bir ana kalıba göre ve bir pres yardımıyle plak yapımı. — Inş. Yapıda kullanılan malzemenin ağır­ lığı sebebiyle toprağın veya binanın otur­ ması. (iki taraf birbirine eşit olmazsa yı­ kılma olur.) || Basma boya, bir veya birkaç kat renkten yapılan boya: Basma boya ağaç kaplaması. — Jeol. Deniz basması (veya baskını), de­ niz sularının çöken kara parçalarına yü­ rüyerek, oraları kaplaması. — Matbaac. Dökme harflerle veya taşbasma tekniğiyle basılmış yazı, matbu kitap. (Bk. TAŞBASMASI.) — Teknol. fıçı tahtalarının birbirine daya­ narak fıçıyı meydana getirmesini sağlamak üzere, bunların kenarlarına gerekli eğimin verilmesi. || Kontrplak yapımında ince ta­ bakaları birleştirme. — Tekst. Yer yer boyama sistemiyle kumaş üzerine tek veya çok renkli şekiller bas­ mak işlemi. (Bk. ansİkl.). || Bu usul ile ha­ zırlanmış pamuklu kumaş: Odaya sarı bas­ ma entarili, yeşil krep başörtülü bir kadın giriyor (R. N. Güntekin). — ansİkl. Tekst. Basma tekniği tekstil boyacılığıyle yakından ilgilidir; boyanın koyulaştırılması, kumaşa uygulanması ve tespiti, boya hamurunun kumaştan silinmesi işlem­ lerini kapsar. Boyalara, basılan şekillerin kılcallık etkisiyle bozulmaması için, genel­ likle bitkilerden çıkarılan koyulaştıncı mad­ deler katılır. Basma işi kalıp levha veya merdane ile yapılır. Kalıp levhalarla yapı­ lan baskıda, üzerine desenler oyulmuş tah­ ta kalıplar kullanılır. Basılacak kumaş, üze­ ri birkaç kat keçeyle kaplı uzun bir masanın üstüne gergin olarak yayılır. Tahta kalıbın desenli yüzüne boya sürülür, sonra bu kısım kumaşın üstüne konarak üzerinden tok­ makla vurulur. Pahalı olduğu için artık bu usulden yalnız büyük boy ve çok renkli de­ senler için faydalanılır. Bu usulün değişik bir şekli (Lyon usulü) daha vardır. Bunda kalıp levhaların yerine, üzerinde basılacak desenler bulunan çek ince kumaş (etamin veya tül) gerili çerçeveler kullanılır. Mer­ daneyle basma usulü tekstil sanayiinin bü­ yük ölçüde gelişmesini sağladı, iskoçyalı Bell’in bulduğu bu usulü XIX. yy.ın başın­ da ünlü Jouy-en-Josas fabrikasını kuran Oberkampf Fransa’ya soktu. Basma merdaneleri, üzerine desenler oyul­ muş tunçla kaplı silindirlerdir. Basma ma­ kinesinde, çevresine oyma desenli merdane­ ler dizili yatay eksenli bir kasnak bulunur. Basılacak kumaş gergin olarak büyük kas­ nakla merdaneler arasından geçer ve ard arda, boyanması istenen desenin her rengini üzerine alır. Levha veya merdane ile ba-

5

BA SM A

6

BASRA şehrin iç in d e k i k a n a l

sımdan sonra kumaş kurutulur, boyalar sa­ bitleşir. Daha sonra, buharda sabitleşme­ miş boya artıkları çifte yıkamayle temizle­ nir. Beyaz zemin üzerine birçok renk ba­ sılabilir. Beyaz kalması istenen yerlere bo­ ya tutmayan ve sonra çıkarılabilen madde­ ler sürülerek renkli zemin üzerine beyaz desenli kumaşlar da yapılabilir. Batik usu­ lünde boya tutmayan madde olarak mum kullanılır. Renkli kumaşlara beyaz desen yapılmak is­ tenirse desenler öyle bir maddeyle basılır ki kumaş buharla yıkandığı zaman basılan madde altındaki boyayı yok eder ve o kısım­ lar beyazlaşır. Buna silme usulü denir. Sili­ ci maddeye onun silemiyeceği bir boya ka­ tılırsa, renkli kumaş üzerine beyaz yerine renkli desen yapılmış olur. Çözgü üzerine basmada baskının genişliğini korumak amacıyle bir geçici dokuma yapılarak her san­ timetrede bir veya iki atkı atılır. Kumaş hazırlanınca motifler basılır. Sonra çözgü yeniden tezgâha konur, geçici atkılar çı­ karıldıkça yerine asıl dokuma yapılır. Böylece atkı daima beyaz kalır, ipliklerin hep­ si aynı derecede gergin olmadığı için ke­ nar çizgileri hafifçe gölgeli olur; kumaşın tersi yüzü olmaz. ♦ Basmacı i. Basma yapan veya satan kim­ se. I| Tülbent üzerine kalıp basan kimse. Bk. ans İkl . || Esk. Matbaacı. || Eşkiya çetesi. Bk. ANSİKL. — ansİkl . Eskiden kumaş üzerine kalıplar­ la çeşitli bezeme basan ve bunları satan esnafa basmacı deniyordu. İki türlü basmacı vardı: yastık basmacısı, çit basmacısı. Yas­ tık basmacıları katranlı boyalarla yastıklar, sofra örtüleri, perdeler, bezler yaparlardı. Çit basmacıları ise yorgan yüzü, yorgan çarşa­ fı ve perde basarlardı. Evliya Çelebi, İstan­ bul’da on beş dükkânda elli beş yastık bas­ macısının ve yüz çit basmacısının çalıştığını yazar. İstanbul’da bugün çoğalmış olan bas­ macı esnafı Kapalıçarşı’dadır. ♦ Basmak kökünden gelen ve eşkiya anla­ mında kullanılan bu kelime, Türkmenis­ tan, Başkurdistan, Kırım ve Kafkasya ba­ ğımsızlıklarını kaybedip rus hâkimiyetine girdikleri sırada türedi. Buralarda basmacı­ lar halka dokunmazlar, hazine malını yağ­ ma eder, çoğu zaman bunları halka dağı­ tırlardı. Köroğlu’nu manevî pirleri sayar­ lardı. 1917-1918’de sovyet ihtilâline karşı Türkistan’da kurulan silâhlı mukavemet kuv­ vetlerine de basmacı denildi. ♦ Basmacılık i. Pamuklu dokuma üzerine

BASSAİ A p o llo n E p ikurios ta p m a ğ ı

baskı ile desen yapma işi. j| Basma alım satımı ile uğraşanların işi. || Esk. Matbaa­ cılık: Evvelâ gizlice bir matbaa tesis ettim / Beş on öksüz bularak basmacılık öğret­ tim (M. Â . Ersoy). [ml] BASMAK geçz. ve geçi. f. Ayak tabanını, vücudun ağırlığını vererek, bir yere veya bir şeyin üzerine koymak: Toprağa sanki'çeki­ nerek basıyordum (Ş. S. Aydemir). |] Elle tazyik etmek: Zile basmak. || Yerleştirmek, sıkıştırmak: Kiipe yağ basmak. || Baskı işi yapmak, tab etmek: Kitap basmak. || [Ço­ cuk için] Ayakta durmak. |j Baskın yap­ mak: Benim doğduğum köyleri / Akşam­ ları eşkiyalar basardı (C. Külebi). — çeş . dey . Basıp geçmek, önem verme­ mek, yok farz etmek: «Yolumda durma kaçarken» dedim basıp geçtin (M. Â. Er­ soy). || Argo. Basıp gitmek, anî, acele, ar­ dına bakmadan uzaklaşmak: Allahın gön­ lüne güç varmasın, şu ramazanın basıp git­ mesine keyfolmuşum (K. Tahir). || Bastığı yerde ot bitmemek, gittiği yere uğursuzluk götürmek, kurutmak, bereketini kısmak. | Bastığı yeri bilmemek, kederden, şaşkınlık­ tan nerede olduğunu seçememek, durumunu kontrol edememek. || Ağır basmak, nüfuz ve etkisi diğerlerinden fazla gelmek. || Ağır­ lık (rehavet, uyku, efkâr) basmak, uyuşuk, uykulu, efkârlı hale gelmek. |l Ayak bas­ mak. Bk. ayak. || Ayaklarının ucuna bas­ mak, yürümek, sessiz, gizli, kaçamak yürü­ mek: Ayaklarının ucuna basarak yatağın kenarına gidip oturdu ve karısına uzun za­ Bir yaşına daha bas­ man baktı (S. Ali). mak, hiç bilinmeyen veya beklenmedik bir şey öğrenilince duyulan hayreti ifade et­ mek için kullanılır. |; Çığlıyı (kahkahayı, şamarı v.b.) basmak, atmak, vurmak v.d. anlamlarda yardımcı fiil olarak. || Dalları basmak, doldurmak, sarmak: Dalları bastı kiraz / On kuruşa bir dalı (Mâni). || Dama­ rına basmak, bile bile öfkelendirmek, kızdır­ mak: Damarıma basmadansa ayağıma ba­ sılmayı ehven bulurum (Burhan Felek). || Hararet basmak, çok susamak: Limonata yapayım da içelim, hararet bastı beni (R.H. Karay). || Karanlık, (gece, gölge, yaz) bas­ mak, olmak, gelmek: Tekrar ana yola gel­ diğim zaman akşam karanlığı basmıştı (S.F. Abasıyanık). || Kitaba (Kur’an’a) el bas­ mak, Kur’anı Kerim’in üzerine, töreye göre el koymak, yemin etmek: Mistik, yine yeşil bir bohçaya sarılı kitaba elini bütün kuvve­ tiyle bastı, çakmağı almadığına yeminler savurdu (Ömer Seyfeddin). || Mühür (imza) basmak, bir şeye kendi özelliklerini, şah­ siyetini vermek.: Sinan Süleymaniyeye müh­ rünü bastı. |l Öfke basmak, öfke krizine tu­ tulmak: -Aman efendim aman... bizim mol­ la Kasım’ı bir öfkedir basıyor (N. Araz). || Argo. Tongaya (dubaraya, mandepsiye, man­ tara, yaş tahtaya) basmak, aldatılmak, kan­ dırılmak, dolandırılmak. |j Yemini basmak, şiddetle, hararetle yemin etmek: Haşa kabul etmem vallahi, diye, bir biri arkasına ye­ minleri basıyor (Ömer Seyfeddin). — Denize. Dümen basmak, dümeni bir ta­ raftan karşı tarafa döndürmek. || Kıyı bas­ tı, karadan denize doğru esen ılık ve hafif rüzgâr. — Deric. Havuzdan çıkarılan derileri, bir kireç veya sepi havuzuna yeniden atmak. — Ev. işi. Çamaşır basmak, çamaşırı yıka­ maya hazırlamak üzere ıslatmak. — Mad. oc. Bir kazı yakınındaki toprak­ ların yavaş yavaş çökmesi. || Bir dayana­ ğın çatı kısmının hareketine bağlı olarak yavaş yavaş yer değiştirmesi. — Matbaac. Bir metni, tabloyu veya gra­ vürü herhangi bir usulle, birçok nüsha elde etmek üzere çoğaltmak. — Mutf. Turşu basmak, turşu kurmak, bazı yiyecekleri turşu olması için hazırlayıp bir kaba koymak. — Numism. Para basmak, her iki yüzüne baskılar yapmak suretiyle para veya madal­ ya yapma işlemi. (Bk. para.) — Teknol. Basma yoluyle meydana getir­ mek. || Oyuk bir ana kalıptan yararlana­ rak maden, deri veya karton üzerine kabart­ ma basım yapmak. || Kalıplara yer değiştirterek ince maden üzerine gravür bas­ mak. ♦ Basılı sıf. Basılmış, matbu: Adayların adlarını gösteren basılı oy pusulaları..

♦ Basılmak dönşl. f. Basmak işine konu olmak. || Suç üstü yakalanmak: Üstüme iyilik sağlık, kocam mı basılmış? (H.R. Gür­ pınar). Delirdin mi sen?.. Basılırız inan ol­ sun! Köşedeki eve polis taşınmış (K. Ta­ hir). ü Adım atılmak, basmak: Çamura ba­ sılmasın. İl Tab edilmek: Tiirkçeye çevri­ lerek Ulus tarafından basılmıştır (Peyami Safa). ... resimli basılarak yalnız bu nevi­ den 150 bin nüsha satılmıştır (Namık Ke­ mal). — Elektr. Devrelerin basılması, çizilmiş bir şemayı, fotoğrafını çekip, bakalit gibi, ya­ lıtkan bir yaprak tabakayle kaplanmış ilet­ ken madenî plaka üzerine geçirme işlemi. (Bir fotogravür işlemiyle maden yedirilir, yalnız şemanın şekli kalır), [ml] BASMAKALIP blş. sıf. Aynı kalıbı tek­ rarlayan, taklide dayanan, değişiklik göster­ meyen, hiç bir özelliği olmayan: Acemi pro­ pagandacıların her gün, binlerce defa tek­ rar edilen basmakalıp tekerlemelerinden baş­ ka bir şey konuşmuyordu. (Ş.S. Aydemir). Ölen yazarların arkasından söylenmesi âdet olan basmakalıp lâkırdıları bilirsiniz (N. Ataç), [m] BASMANOV (Piyotr Fiyodoroviç), moskovalı general (ölm. Moskova 1606). Boris Godunov ölürken (1905), oğlunu ona ema­ net etti, fakat Basmanov sahte Dimitri ile birleşti ve onun yanında öldürüldü, (l) Basma Yazı ve Resimleri Derleme ka­ nunu, 21 haziran 1934 tarihinde T.B.M.M. tarafından kabul edilen 2527 sayılı kanun gereğince, Türkiye’de her türlü baskı usulFeriyle (teksirler dahil) basılıp yayımlanan basma yazı ve resimleri (gazeteler, ajans tebliğleri, dergiler, kitaplar, broşürler, tez­ ler, haritalar, atlaslar, tablolar, gravürler, her çeşit resim, sanat değeri bulunan du­ var ilânları, kılavuzlar, planlar, krokiler, destan ve şarkı mecmuaları, müzik nota­ ları, dans notaları, tiyatro piyesleri, dernek ve ortaklıklarca yayımlanan raporlar, her çeşit kataloglar, takvimler, yıllıklar ve muh­ tıralar) basanlar, bunlardan beş nüshasını Millî Eğitim Bakanlığı Derleme müdürlüğü emrine vermeğe mecburdur. Derlenen eserler, Türkiye’nin en büyük beş kütüphanesi olan Millî (Ankara), İl Halk (Ankara), Beyazıt Devlet (İstan­ bul), Üniversite Merkez (İstanbul), Millî (İzmir) kütüphanelerine Derleme müdürlü­ ğünce gönderilir. Basma Yazı ve Resimleri Derleme müdür­ lüğü (Kuruluşu 21 haziran 1934). Millî Eği­ tim Bakanlığı Yayımlar ve Basılı Eğitim Malzemeleri Genel müdürlüğüne bağlı bir kuruluş olarak çalışan Basma Yazı ve Re­ simleri Derleme müdürlüğü, İstanbul’dadır. Derleme müdürlüğünce 1968 yılı sonuna ka­ dar derlenen eserlerin sayısı 123 197’dir. Türkiye’de 1966 yılında 6 099, 1967’de 5 688. 1968’de 5 492 kitap ve broşür basılıp der­ lenmiştir. Yurtta 1968 yılında yayımlanan bütün gazete ve dergilerin toplamı 2 347’dir. 1934-1953 yılları arasında üç ayda bir çı­ kan Türkiye bibliyografyası’nı da Derleme müdürlüğü yayımlamıştır. Bibliyografyanın 1928-1938, 1939-1948 yıllarına ait toplu (kü­ mülatif) ciltleri de vardır. İlkin • Ebussuut caddesindeki İbrahim Müteferrika İlkokulu binasında faaliyet göstermişken, daha sonra Hacı Yusuf Ef, Mekteb-i Sıbyanı olan şim­ diki binasına taşınmıştır, (m) BASMILLAR, eski türk boylarından biri. Göktürklere tabi olarak yaşarlardı, ilk de­ fa Çinlilerin Sui devrinde (580-618) tarih sahnesine çıktılar. Göktürk Uygur ve Karahanlılar devrine kadar Türk tarihin­ de görüldüler. Baykal gölünün güneyin­ de otururlardı. Göktürk hakanı Bilge Kağan tahta çıkınca Çinlilerle arası açıl­ dı. Çinliler Göktürklere tabi kavimlerle birlikte Basmılları da isyana şevkettiler, isyan, istenen sonucu vermeyince Göktiirkler, Basmılları ezdi. Tanrı Kağan ölünce (741) Göktürklerde başlayan taht kavgasın­ dan faydalanan Basmıllar, Uygur-Karluk birliğine girip Göktürklere karşı harekete geçtiler. Göktürk hakanı Pzmış Kağan ye­ nildi (743). Karısı esir edildi. Basmıllar ba­ şını kesip Çin sarayına gönderdiler (744). Çin hükümdarı, Basmıl reisi Assena-şi’ye Ho-la (Bilge Han) unvanını verdi. Basmıllar, Uygur ve Karluklarla beraber Göktürkleri yenince Uygurlara tabi oldular. Uygurlar, aralarına katılan bu iki boyu, uç mu­ Foto. Bousta/et (L A R O V S S E )

BAS hafızı yaptılar. Fakat Basmıllar bir süre sonra Uygurlara da isyan ettiler. Uygur hü­ kümdarı Moyun-Çur zamanında Uygurlara saldırdılar. Mücadele uzun sürdü. Sonunda Uygur kuvvetleri Basmılları ve Karlukları yendi. Basmılların bir kısmı Başbalık’a kaçtı. Oradan Çin’e sığındılar. Bir kısmı da batıya gitti. Karahanlılar devrinde de mücadeleden vazgeçmediler. Yabakularla be­ raber ve Büğe Budraç kumandasında Arslan Tigin’e karşı savaştılar, fakat yenildiler. Kaşgarlı Mahmud’a göre Basmıllar Hakaniye Türkçesini bilirlerdi.Fakat yine ona göre ayrı bir dile de sahiptiler, (m) BASOGALAR, Uganda’da bantu kabilesi. Luganda dilini konuşurlar; yaklş. 300 000 nüf. (l) BASOMMATOPHORA çoğl. i. Karındanbacaklı, akciğerli yumuşakçalar takımı. Göz­ leri, içeriye çekilebilen iki dokunacın dibindedir. Limnaca ve planorbis bu takımdan­ dır. (l) BASRA, Irak’ın ikinci büyük şehri, il mer­ kezi; Şattülarab’ın batı kıyısında, Basra körfezinden 120 km uzaklıkta; 616 700 nüf. Bağdat’a Dicle nehri ve demiryoluyle bağ­ lıdır. Basra, Mezopotamya’nın denize açılan kapısı, Basra körfezinin başlıca ticaret li­ manı ve Hindistan’la Yakın Doğu arasın­ daki geleneksel temas noktalarından biridir. Şehir dünyanın en geniş hurma ağaçları vahasının ortasında yer alır. Basra eski Aşşar limanından başlayarak kuzeyde yeni Ma’kil limanına doğru uzanır. Aşşar limanı­ nın kısmen modernleştirilen eski mahalle­ leri şehrin yönetim ve yerleşme1' merkezini meydana getirir. Basra Ma’kil limanından hurma, arpa, buğday, yün ve pamuk ihraç eder, petrol malzemesiyle, makine alır. Şeh­ rin yakınında sanayi gelişmiştir (dokumacı­ lık, besin maddeleri, dericilik). Körfezdeki deltada tarih öncesi çağlardan beri devam eden tıkanmalar Fao ön limanının yapıl­ masını gerektirmişti, fakat Şattülarab’ın baş­ lıca kanallarının temizlenmesi ile iç liman da yeniden canlandı. Margil hava alanı Av­ rupa ile Uzak Doğu veya Avustralya arasın­ da önemli bir duraktır. — Basra ili, Irak’ın en doğudaki ilidir; 1008 626 (nüf., Şattülarap deltası, bataklık Hor el-Hammar bölgesi ve Güney’le batı’da Suriye-Arabistan çölünün bir kısmı üze­ rinde uzanır. Burada Ez-Zübeyr etrafında Basrah Petroleum Co.’nin kuyuları işletilmek­ tedir. Buradan çıkarılan petrol, borular vasıtasiyle İran körfezine akıtılmaktadır. — Tar. Bu bölgede antik çağdan beri birçok şehirler kurulmuştur. Büyük İsken­ der zamanında adı geçen Diritidis (Teredon) şehrinin bu civarda olduğu arkeologlar tarafından kabul edilmektedir. A raplar'ta­ rafından 635’te yapılmış, sonra terkedilmiş bir ordugâhda, Halife Ömer’in emriyle, Utbe b. Gazvan tarafından kuruldu (637/8). Askerî bir şehirdi. Bu yeni şehir adını, üzerinde bulunduğu toprağın tabiatından al­ dı; el-basra «yumuşak, kefeki (kufekî) ta­ şı» demektir. Şehir kurulduktan sonra, Hin­ distan, Uzak Doğu ve Afrika’dan Akdeniz’e işleyen ticaret yolunun kontrolü İskenderi­ ye’den Basra’ya geçti. Kısa zamanda geli­ şen şehir İslâm tarihinde önemli olaylara sahne oldu. Ali halife olunca onu tanıma­ yanlar Basra’ya giderek, oradan topladık­ ları kuvvetlerle kendisine karşı savaştılar. Muaviye zamanında başlıyan karışıklıklar ve Emevîler’e karşı muhalefet de uzun süre devam etti. Basra en parlak devrini Abbasîler zamanında yaşadı. Şehir imar bakı­ mından olduğu kadar ticarî, İlmî ve fikrî bakımdan da çok gelişti. Arap filolojisinin beşiği Küfe ve Basra oldu. Kelamcılardan Haşan El Basrî ,ve mezhep kurucusu Eşarî basralıydılar. Basriyûn* adı verilen top­ lulukta Câhiz ve el- Kindî gibi büyük ilim adamları vardır. Abbasîler’in zayıflaması üzerine ortaya çı­ kan âsi valiler ve mahallî hanedanlar dev­ rinde Basra ihmale uğradı. Irak’a hâkim olan Moğollar.Timur, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safevîler devrinde Basra es­ ki önemini kaybetti. Moğol hâkimiyeti dev­ rinde eski şehrin yanı başında yeniden ku­ ruldu. 1538’de Osmanlı hâkimiyetine girdi ve bir eyalet merkezi oldu. Sefer zaman­ larında Bağdat beylerbeyliğine bağlanırdı. OsmanlIlar devrinde daha çok yerli valiler tarafından idare edilirdi. Hindistan yolunun keşfinden sonra ticarî bakımdan önem ka­ Foto. X İLA R O U H SE )

zandı. Basra limanı AvrupalI gemicilerin uğrak yeri oldu. 1773’te iranlılar’ın eline geçen şehir üç yıl sonra tekrar Osmanlılar’a katıldı. Bağdat vilâyetine bağlı bir muta­ sarrıflık merkezi oldu (1869). 1884’te ba­ ğımsız vilâyet olan Basranın, II. Meşrutiyet devrinde askerî bakımdan önemi arttı. Bi­ rinci Dünya savaşı sırasında İngilizler ta­ rafından işgal edilerek Türk hâkimiyetinden çıktı (21 Kasım 1914) ve Mezopotamya’da Türkler’e karşı hareket üssü olarak kullanıl­ dı. (Bk- EK CİLT) [ML] BASRA eyaleti, Osmanlı imparatorluğu zamanında büyük bir idare bölgesi, önceleri mülkiyet esasına tabi bir hükümetti. Bağ­ dat eyaletiyle beraber aynı şahsın eline ve­ rilir veya mutasarrıflık olarak veya müte­ sellim eliyle Bağdat’a bağlanırdı. Sonra şairane sistemiyle idare edilen bir beyler­ beylik haline getirildi (1546). 1667’den son­ ra ise diğer eyaletler gibi idare edildi. Eya­ letin bir hazine defterdarı vardı. On yük olan eyalet gelirini ve vergileri vali toplar­ dı. XVII.yy.da Basra’ya bağlı otuzdan faz­ la sancak vardı. XVIII. yüzyıl başlarında merkez sancağından başka Rahmaniye, Ze­ kiye, Kapan, Katif, Ebu Arna, Kal’a-i Me­ dine sancakları bulunuyordu. Basra eyaleti­ nin beylerbeyleri, sefer zamanı Bağdat bey­ lerbeyinin kumandası altına girerdi. Bağ­ dat’a bağlı olarak mütesellimle idare edil­ diği devirde, Bağdat valisine bağlı bir def­ terdar vardı. Divanda, yerlilerden acal adı verilen nüfuzlu bir kimse bulunurdu, müte­ sellim, acal’a sormadan hiçbir iş yapamaz­ dı. Adalet teşkilâtının başında bulunan kadı İstanbul’dan tayin olunurdu. Vilâyet teş­ kilâtında (1862) Basra, Bağdat vilâyetinin bir sancağı olarak kaldı. Mithad Paşanın İdarî ıslahatında (1869-1872) devlet oto­ ritesi kuvvetlendi. Daha sonra tamamen ay­ rı bir vilâyet haline geldi (1884). [m] Basra kaptanpaşalığı, Osmanlı impara­ torluğu zamanında Basra'daki deniz kuv­ vetleri kumandanlığı. Vazifesi 50 - 60 teknelik donanmasıyle Dicle, Fırat nehirleri­ ni korumak ve Basra körfezini savunmaktı. XVI. yüzyılda kuruldu, XIX. yüzyıl baş­ larına kadar devam etti, ihtiyaç olan ge­ miler Birecik tersanesinde yapılırdı. Paşalar İstanbul’dan tayin edilirdi. Paşalığın ihti­ yaçları Basra ve Bağdat eyaletlerinden alı­ nan tahsisatla sağlanırdı. Sonra Kölemenler devrinde Basra mütesellimle idare edilmeye başlanınca, Bağdat valileri Basra kaptanpaşalığmın gelirlerine el koydu, (m) BASRA körfezi, Eskiçağda Sinüs Persicus, Asya kıtasının güneybatısında büyük körfez. Yüzölç. 236 800 km2. Ortalama de­ rinlik 25 m, en derin yer 102 m. Umman denizinden Hürmüz boğazıyle ayrılır. Ara­ bistan ile İran arasında, Şattülarab'ın ağ­ zından güneydoğuya doğru uzanır. Bu kör­ feze araplarca Bahri Faris (Fars denizi) adı verilir. Bu ad istahrî ve ibni Havkal tara­ fından Hint okyanusuna da verilmiştir. Son­ radan Mukaddesi ve Mesudî, Şattülarab’ın denize döküldüğü Abadan mevkiinden Umman’a kadar [Umman körfezi dahil) olan kısma Basra körfezi adını verdiler. Kör­ fezin Iran sahilindeki başlıca limanları Aba­ dan, Mehruban, Siniz, Cannaba, Siraj, Hormuz (Hürmüz) ve Tiz’dir (Mekran). Bunlara gittikçe önem kazanan Bu-Şahr, Bender Abbas ve Linga’yı da eklemek lâzımdır. Bas­ ra (yahut Fars) körfezi, Hint okyanusun­ dan, Durdur dağlarıyle ayrılır. Burada Aval, Harak, Kiş ve el-Lar (Larek) adaları vardır. Arabistan sahilindeki başlıca limanları da Kûveyt, el-Katif ve Bahreyn’dir, (m) BASRİYÛN çoğl. i. (ar. Basra’dan basriyyun, basralılar), VIII. yüzyılda yaşamış basralı dilciler grubu. Kurucusu Sibeveyh’dh. Diğer ünlü temsilcileri: Ahfaşul Avsat (öl. 830), Yunus bin Habib’dir (709-796). Arapçanın gramer kaidelerini tespit ettiler. Me­ tot bakımından ayrı görüşlere sahip olduk­ ları Kûffiyûn (Kûfeliler) ile çalışırlar. Bas­ riyûn mecbur kalmadıkça kıyasa yer ver­ mez, kurallı bir dil kullanmaz, haİk dilini tercih ederdi. İki grup arasındaki çekişme uzun yıllar, Basra ve Küfe siyasî birer mer­ kez olmaktan çıkıncaya ve tartışmayı sürdü­ ren üstatlar ölüp taraftarları azalıncaya ka­ dar sürdü. Sonraki devirlerin arap dilciliği Basriyûn görüşüne dayandı, (m) BASSAİ, Arkadia yaylalarında, Phigalia yakınlarında; yüksl. 1 151 m. Antik kay­ naklar tarafından İktinos’a izafe edilen

Apollon Epikurios tapmağının kalıntıları (M.ö. 450-420). Tapmak mermerden yapıl­ mıştır. Dış görünüşüyle bir dor tapmağı te­ siri bırakır. İçteki salon ise 3/4 ion sütunlarıyle süslüdür. Sütunların üst kısmında salonun içini çeviren figürlü bir friz vardır (Amazonlar ile Yunanlıların savaşları). Bu salondan asıl sellaya açılan kapı, korinthos başlığı taşıyan tam bir sütun ile bölünmüş­ tür. Bu başlık korinthos nizamının mevcut en eski örneğidir. (-> Bibliyo.) [ml] BASSAM (Grand Bassam), Fildişi Sahili’nde (güneydoğu İdarî bölgesi) liman şehri. Ebrie deniz kulağını sınırlayan kıyı kordo­ nunda idare merkezi; 23 000 nüf. Orman işletmeleri ve bıçkıhaneler. Ananas, muz, kahve, kakao ve palmiye tarlaları. Meyve (ananas) suyu fabrikası. Balıkçılık limanı. Fildişi Sahili ticaretinin büyük bir kısmı 1931’e kadar Bassam iskelesinden yapılırdı. — Bassam idare bölgesi, 39 470 nüf. (l) BASSAM. Bk. büyük bassam. BASSANİ (Giorgio), İtalyan yazarı (Bologna 1916). Şiirleri: Te lucis ante [1947]; Un’altra Liberta (Başka Bir özgürlük) [1952]; L ’Alba ai Vetri (Camlarda Şafak) [1963] , Hikâyeleri, Cinque Storie Ferraresi (Ferrara’dan Beş Hikâye) [1956]; Gli Occhiali d’oro (Altın Gözlükler) -[1958]; II Giardino dei Finzi Contini (Finzi Contini’lerin Bahçesi) [1962] «Kapının arkasında» F rançois (1964) . [L] BASSANİ (Giovanni Battista), İtalyan bes­ tecisi ve orgcusu (Padova 1657 veya 1658Bergamo 1716). Bir süre Mirandola sara­ yında kaldıktan sonra Bologna akademisi başkanı (1683), Ferrara’da (1688) ve Ber­ gama’daki Santa Maria Maggiore’de kilise müzik yönetmeni oldu. Birçok tiyatro eseri besteledi, fakat ününü bir, iki, üç sesli kan­ tatları ve iki keman ve bas için on iki so­ nat (op. 5) ile kazandı. Eserlerinin başlıca nitelikleri biçim zarifliği ve yazı açıklığıdır. Kurallarını kemanın özelliklerinden alan bir çalgı tekniği geliştirdi. Sonat biçimine, es­ tetik yönünden birlik kazandırdı ve ona ke­ sinlik sağladı, (l) BASSANO Jacopo da fonte , lacopo — denir), İtalyan ressamı (Bassano 1510 veya 1516-ay.y. 1592). önceleri Pordenone ve Pâris Bordone’nin üslûbunu benimsedi, sonra roma ve flaman biçimleriyle ilgilendi, daha sonra Venedik’te Tiziano ve Tintoretto’nun etkisi altında kaldı. Dinsel veya dindışı sah­ nelere natüralist bir kır havasını getiren yeni bir akımın öncüsü oldu: «Çarmıha Geriliş» (1562, Treviso), Çobanların Tapını­ şı (1580, Bassano), Santa Lucilla'nın Vaftizi (1580, Bassano). öğrencisi olan dört oğlu arasında, francesco (1540-1592) ile leandro (1557-1622) en önde gelirler. Venedik’te yer­ leşerek, Montecassino kilisesindeki «Beş Ek­ meğin Mucizesi» adlı büyük tabloyu bir­ likte yaptılar. Ayrıca, Francesco tek başına, Madonna, Petrus ve Paulus ile, adlı tablo­ dan başka Venedik’te Palazzo ducale’de bir­ kaç tavan süslemesi yaptı, Viyana ve Ber­ lin’de birçok eser verdi. Leandro özellikle portre sanatında başarı kazandı. Madrid ve Münih’te dinsel tabloları, Dresden’de portreleri ve Bassano’da Mezara İndiriliş adlı bir tablosu vardır. —Bassano’nun diğer iki oğlu, gİovan battista (Bassano 1553ay.y. 1613) ve gerolamo (Bassano 1566Venedik 1621) daha çok babalarıyle kar­ deşlerinin çalışmalarını tekrar ettiler, (l) BASSANO DEL GRAPPA, İtalya’da Venetia bölgesinde (Vicenza ili) şehir. Brenta kıyısında; 35 100. nüf. XIII.yy.dan kalma kilise. Ticâret merkezi. Dokuma sanayii (ipekli), [l] BASSAP’LAR, Borneo’nun (İndonezya) iç kısmında ilkel halk; meyve toplayıcılığı ve pirinç tarımıyle geçinirler, (l ) BASSARİCYON i. Zool. Olingo’nun İlmî adı. Koati’ye yakın etçil hayvan. Orta Ame­ rika’da yaşar. (Küçükayıgillerden). [l] BASSARİS i. Zool. Etçil hayvan, Amerika’­ da yaşar, rînd taİled cat (halka kuyruklu kedi) de denir. (Küçükayıgillerden.) [l] BASS boğazı, Avustralya’yı Tasmanya’dan ayıran, 200 km genişliğinde deniz ko­ lu. (L) BASSEİN. Bk. BASEYN. BASSET (RenĞ), fransız şarkiyatçısı (Lun6ville 1855 - Alger 1924). Cezayir Edebiyat fakültesi arapça profesörü. Çok sayıdaki

7

de BASSOMPİRRE

BAS

1650'de B a stille F. H o ffb a n e r'irı 1882'de y a p tığ ı resim (c a b in e t des Estampes, Paris)

Temmuz sütunu B a s tille m e ydanı

b asu rotu

BASSOMPİERRE (François de), fransız subayı ve diplomatı (Lorraine’de Haroue 1579-Provins 1646). 1598’de Henri IV ün, sonra da Marie de Medicis’in hizmetine girdi. 1621’de fevkalâde büyük elçi olarak Ispanya’ya gönderildi, orada Valtelina’in İspanyollar tarafından boşaltılmasını şart ko­ şan bir antlaşma imzaladıysa da bu uygu­ lanmadı. 1622’de Fransa mareşali oldu, (l ) BASSO OSTİNATO i. Bk. bas. BASSOV (Nikolay Gennadieviç), sovyet fi­ zikçisi (Voronezh yakınında, Usman 1922). Orta öğrenimini Moskova’da tamamladıktan sonra, askerî tıp akademisine devam etti. 1945’te Moskova Fizik Mühendisleri enstitü­ süne girdi ve Bilimler akademisinin Lebedev enstitüsünde tez çalışmalarına başladı. Bugün Mühendisler enstitüsünde katı hâl fiziği dersleri vermekte ve Lebedev ensti­ tüsünde kuanta radyofiziği laboratuvarını yönetmektedir. Yaptığı tez çalışması 1956’da amonyaklı «molekül osilâtörün» gerçekleştirilmesiyle sonuçlandı. Sonra iş arkadaşı Prohorov ile birlikte bu osilâtörü geliştirdi. Bu tarih­ ten beri, gazlı laserlerin gerçekleşmesiyle optik alanda ve yarı iletken laserlerle kızıl altı alanda kuanta osilâtörlerini geliştirmeğe devam etmektedir. Bassov ve Prokorov amerikalı Townes’le birlikte 1964 Nobel fizik ödülünü paylaştı­ lar. (l) BASSUS, gnostik filozof (Il.yy.), Valentinus’un çömezi, öğretisini hesap ve sayı bilgileriyle açıklardı, (l) BAST i. (ar. bast). Esk. [Daima etmek, eylemek, olmak yardımcı fiileriyle kullanı­ lır.] Yayma, açma, serme: Samım-i ruhu­ ma bast ettiği bir hadıka-i ter (Tevfik Fik­ ret). Havada bast-ı riyaz eyleyen hevâm u tuyur (Cenab Şahabeddin). || Uzun uzadı­ ya, tafsilâtla anlatma. || Sevindirme. |[ Utan­ gaçlığı bırakma, rahatlama, rahat hareket etme. — çeş . dey . Esk. Bast-ı bisât, halı, kilim, örtü sermek. || Bast-ı cevâb, karşılık ver­ me. Bast-ı dâvâ, dava açma. || Bast-ı makaİ, söz açmak. || Bast-ı mukaddemat, esas konuya girmeden önce bir giriş yap­ ma. || Bast-ı yed, el uzatma, üzerine alma, yerine getirme, tahakküm etmeye kalkış­ mak. |! Bast «■ beyân, ortaya koyma, açık­ lama: ... Kâzım Kara Bekir Paşadan gelen bir telgrafta, şöyle bir mütâla’a bast ü be­ yan olunuyordu (Atatürk). || Kabz « bast, sıkma ve açma. İyilik, fenalık. — Tasav. özellikle hurufîlikte cezbe ve te­ fekkür içinde kendinden geçmeyi ifade eder. || Bast hali, Allah’a niyazdayken sevinç, ne­ şe, açılma ve onunla sohbete vasıl olma halidir, (m) BASTA ünl. Denize. «Dur» kumandası, aganta*, (m) BASTA i. Hindistan’da yapılan, pamuktan dokunmuş çok ince bez cinsi, (l) BASTAD, İsveç’te (Kristianstad) şehir. Kattegat’ın bir koyunda; 2 300 nüf. Sayfiye yeri ve önemli turistik merkez, (l ) BASTAN sıf. (fars. bastan). Esk. Geçmişe ait, eski. || i. Tarih. || Mec. Dünya. — çeş . dey , Esk. Bâstân-ı bî-bakâ, sonsuz tarih, mec. Dünya. || Bâstân-şinâs (geçmişi tanıyan), arkeolog, tarihçi. ♦ Bâstânî sıf. Esk. Çok eskiler, tarihle

soruşturma ve araştırmalarının (Notes de Lexicographie Berbere [Berberî Sözlük Bili­ mi Üzerine Notlar, 1883-1888]; Recııeils de Textes et de Documents Relatifs â la Philologie Berbere [Berberi Dilbilimi ile ilgili Metin ve Belgeler Derlemesi, 1887]; Recherches sur la Religion des Berberes [Berberî Dini üzerine Araştırmalar, 1910]) sonuç­ larını yayımlayarak berberîlerle ilgili ince­ lemelerin gelişmesine yol açtı, birçok arapça metinleri inceleyerek, Mille et ıın Contes (Binbir Masal) ve Recits et legendes Arabes (Arap Hikâye ve Efsaneleri) [1924-1927] başlığı altında derledi. — Oğlu henr İ (Luneville 1893 - Rabat 1926), Fas Yüksek Öğ­ renim enstitüsü müdürü; Hespiris dergisini kurdu, Essai sur la Litterature des Berberes (Berberî Edebiyatı üzerine inceleme) adlı bir deneme yazdı (1920). —andre (Luneville 1895- Paris 1956), öncekinin kardeşi, berberî dilbiliminin gerçek kurucusu. Ra­ bat’ta, Cezayir Edebiyat fakültesinde ve Pa­ ris Doğu Dilleri okulunda berberî dilini okuttu. Eserleri: Grammaire Kabyle (Kabil Grameri) [1948] ve Langue Berbere (Berbe­ ri Dili) [1952], (J.) BASSETERRE, Saint - Christopher ada­ sında idare merkezi; Britanya küçük Antilleri’nde (Rüzgâraltı adaları); 15 700 nüf. Ticaret merkezi, (l) BASSE-TERRE, Guadeloupe’un (fransız antilleri) batı kesimini meydana getiren ada. İdare merkezi, Basse-Terre. Soufriere volka­ nında 1 484 m’ye yükselen arazisi çok en­ gebelidir. Yerşekilleri bakışımsızdır; ada­ nın batı yamacı Grande-Terre’e bakan ya­ macından çok daha sarptır. Dağları orman­ lıktır. Yamaçların etekleri şekerkamışı, kahve, kakao ağacı, pamuk işletmeleriyle ör­ tülüdür. — Adanın idare merkezi Basse-Terre aynı zamanda önemli bir ticaret merkezi­ dir. Şehir Soufriere dağının ayağında haş­ metli bir konum üzerinde yayılır. 18 837 nüf. (l) BASSETTİ (Marcantonio), İtalyan ressamı (Verona 1588-ay.y. 1630). Tiziano ve Tintoretto’yu inceliyerek yetişti. Renklerinin zenginliğiyle tanındı, (l) ^ BASSİA i. Sütlü ağaç. Yaprakları tüysüz ve sert, sarkık çiçekleri sarı veya kırmı­ zımsıdır. Döllenmeden sonra taç kısmı ko­ pup düşmez, kuru inciri andıran çok tatlı ve etli küçük bir topak şeklinde şişer. Hin­ distan’da ve İndonezya adalarında yetişir. (Sapotaceae familyasından.) — ans İkl . Bassia'lar Doğu’da özellikle Hin­ distan’da önemli bir üretim konusudur. Hay­ vanlara yem olarak verilir. Şarap yapmak için kuru üzüm gibi işlenir, damıtılır, Hin­ distan’da yenir. Çiçeklerinden damıtmayle alkol elde edilir. Meyvesi pişirilerek yenir. ilgili, (m) Kabuğundan çıkarılan sütlü sıvı romatizma­ BASTARDO. i. Portekiz’in kara üzümü, (l) ya karşı ilâç olarak kullanılır. Odunu tec- BASTARNAE, Esk. coğ. M.ö. Il.jy.dan tona ağacmınki gibi çok sert ve dayanık­ başlayarak, yukarı Vistula’dan Aşağı Tulıdır, daha da zor işlenir. Tohumlarından na’ya kadar yayılmış germen halkı. Make­ yenebilen bir yağ çıkarılır; bu yağ çıralık donyalI Philippos V bunları Romalılara karolarak da kullanılır. Bassia butyracea Neayaklandırdı. İmparator Probus, Trakya’­ pal’de yetişir. Odunu hafiftir. Tohumların­ •'şı dan elde edilen yağ (Galam veya tllipe ya­ ya 100 000 Bastarnae yerleştirdi, (l ) ğı) sabunculukta kullanılır. Hindistan’da bu J3ASTI i. Mutf. Kıyma karıştırılarak ya­ yağ romatizma ilâcı sayılır. Küspesi zehirli pılmış bazı sebze yemeklerine verilen ad: Patlıcan bastısı, kabak bastısı. || Külbastı olduğu için hayvanlara yedirilmez. Otuz beş kadar bassia türü vardır. Bazı yemeğinin kısa adı. Bk. külbasti. (m) türlerinden tuzlu suya ve iskele kurtlarına BASTERNA i. (lat. k.). İki katırın taşı­ dığı tahtıravan. Romalılar tarafından kul­ dayanıklı kazık ve travers yapılır, (l) lanılırdı. (l) BASSO i. Bk. bas. BASTET. Mit. Eski çağda, Aşağı Mısır BASSOMPİERRE, germen imparatorluğu­ şehri Bubastis’de kutlu sayılan kedi başlı nun en eski ailelerinden. Kleve ailesinin en genç dalından gelir. Bassompierre senyör- tanrıça, (l) leri Bourgogne ve daha sonra Lorraine dük­ BASTIBACAK blş. sıf. Kısa ve çarpık lerine hizmet ettiler, (l ) bacaklı [insan]:.. Kısa boylu, şalvarlı, bas­

tıbacak biri fesini kaşlarına kadar çekmiş, bıyıklarını ağzının içine almış iki elini aç­ mış... (Ahmed Rasim). || Mec. i. Yaramaz, küçük çocuk, yumurcak: Seni bastıbacak seni, (m) BASTİKA i. Denize. Bir makarayı bir ha­ latın istenilen noktasına hemen takmak için, kenarı (yanağı) makaranın dilinin üst kena­ rından bir az yüksek olmak üzere kesilmiş makara. Buna ayak torno da denir, (m) BASTIRMAK geçşl. ve geçz. f. Bastırma işini yapmak; basmak: Elleri göğsünün üze­ rinde, kalbini bastırıyor (H.E. Adıvar). Anahtar sesi duydu. Gizliden suç yemenin alışkanlığı ile cıgarayı hemen bastırıp dön­ dü (K. Tahir) || Ezmek: .... Onun azliyle arbedenin bastırılması icabı halden olmak­ la... (Cevdet Paşa). || Tazyik ederek, iterek sığdırmak: Çamaşırı sandığa bastırmak. Yağ bastırmak. || Üstün çıkmak, alt etmek, yenmek: Acı acıyı, acı sancıyı bastırır (Atasözü). Birini haylazlıkta, (cömertlikte yiğitlikte v.b.) bastırmak. || [Sıcak, yağmur, kar v.b. için] Kaplamak, sarmak, artmak, çoğalmak: Sıcak bastırmış, kavuruyor (Ya­ şar Kemal). Dışarda tipi bastırdıkça bastı­ rıyor (K. Tahir). || Hemen yetiştirmek: Cevabı bastırmak. || Baskın yapmak, ansı­ zın, habersiz bir yere gitmek: Herifler bizi bir dere içinde bastırdılar (R.N. Güntekin). Misafir bastırdı. || Tab ettirmek, yayımla­ mak: O sıralarda Maarif vekâleti, bu şe­ kilde gönderilen eserleri tetkik ederek fay­ dalı bulduklarını bastırıyordu (Ş.S. Ayde­ mir). || Ucunu katlayıp dikmek: Elbisenin eteğini bastırmak. || Argo. Koymak, bırak­ mak: Postu serdin, haydi bastır beşliği de al voltanı (K. Tahir). — çeş . dey . Göğsüne bastırmak (basmak), kucaklamak, sarılmak: Kara çarşaflı, kara çatık kaşlı iri benli bir kadın göğsüne bas­ tırdı (R.H. Karay). || Safra bastırmak, az bir şey yiyerek açlığını gidermek: Boşalan eliyle tabaktan bir lokma alıp safrasını bastırdıktan sonra... (B. Felek). || Yangını bastırmak, söndürmek. || Uyku bastırmak, karşı koyamıyacak kadar uykusu gelmek. — Avc. Pençeleriyle yakalamak. (Yalnız çakırdoğan için kullandır.) || Avı bastır­ mak, uçarken ava pençe vurmak (doğan için kullanılır). — Denize. Beklenmeyen bir anda deniz ve rüzgârın ansızın çıkması. || Evvelce raspa yapılarak sülyen sürülmüş bir yeri esas rengiyle boyayarak sülyeni örtmek. — Mutf. Helva bastırmak, İrmik veya un helvası yapmak: Ocak başında mısır pat­ latılan, helva bastırılan bir eve misafirliğe gitmişti (S.F. Abasıyanık). ♦ Bastırm a i. Bastırmak eylemi, baskı ile sıkıştırma işi. — Bahç. Bahçelerde, kaba toprağı tıkız­ laştırma. — Denize. Rüzgârın birdenbire hızlanma­ sı. — Dokumc. Bastırma teknesi, su birikinti­ si, gölcük veya küçük akarsu kenarında açı­ lan ve dokuma sanayiinde kullanılan bitki­ leri bastırmak için kullanılan çukur. — Mutf. Bastırma. Bk. pastirma. — Petr. Sıcak bir ürünün, daha düşük sı­ caklıkta bir akışkan püskürtmek suretiyle birden soğutulması. (Bu işleme, tepkime sü­ resinin ayarlanması için reforning ve kraking usullerinde başvurulur.) — Psikanaliz. Bk. İt İlme. — Psikiyatr. Ahlâkça hoş görülmeyen bir istekten bile bile vaz geçme. — Psikol. Yapı (strueture) felsefelerine gö­ re, algısal bir yapının, kuvveti ve kararlılığıyle bize kendini diğer mümkün yapılardan daha güçle kabul ettirmesi. — Spor. Yağlı güreşte bir oyun. Ayaktaki rakibi yere çökerterek alta almaya denir. Bu oyun minder güreşinde de aynı adla anılır. — Ted. El ayasıyle dokuları bastırarak ya­ pılan masaj, (ml) BASTİA, Korsika’da İdarî çevre merkezi ve liman. Akdeniz kıyısında, Elbe adası karşısında; 45 081 nüf. Adanın en etkin ti­ carî merkezi. Tütün işlenmesi. İçki fabri­ kası. Bıçkıhane. Turistik merkez. — Bastia idari çevresi; 90 966 nüf. (l) Foto, y ouili es (LAROUSSE)

BAŞ BASTİAN (Adolf), alman antropologu (Bremen 1826-Port of Spain 1905). Hayatını dünyayı baştan başa dolaşmakla geçirdi. İki yüzden fazla eser yayımladı. Berlin et­ nografya müzesini ve 1862’de Virchovv ile birlikte Zeitschrift jür Ethnologie adlı et­ noloji dergisini kurdu, (l) BASTİANİNİ (Ettore), İtalyan baritonu (Siena 1922-Roma 1967). Sanat hayatına bas olarak başladı. 1952’de İtalya’nın en seçkin «Verdi baritonu» olarak tanındı. Mi­ lano’da ve New York’ta büyük ilgi gördü (1953). Prokofiyev’in Savaş ve Barış adlı operasının Floransa'daki ilk oynanaşında rol aldı (1953). Bütün dünya sahnelerinde başarı kazandı, (l) BASTİAT (Frederic), fransız iktisatçısı ve siyaset adamı (Bayonne 1801-Roma 1850). 1848’de Kurucu Millî mecliste, daha sonra da yasama meclisinde milletvekili, Fransa ve Fransa dışında burjuva ekonomisinin temsilcisi sayıldı. Petits Pamphlets (Küçük Taşlamalar) ve Sophismes £conomiqtıes (İk­ tisadî Bilgicilikler) adlı eserleri parlak bir üslûpla yazılmıştır. Bastiat, sosyalizm ve proteksiyonizm’in (himayecilik) ateşli bir düşmanı olarak İktisadî yasaların varlığına inanır. Ona göre, bu yasalaç birçok libe­ rallerin inandığı gibi doğadan değil. Tanrı’dan gelir. Hermonies £conomiques (İkti­ sadî Uyumlar) adlı eserinde «Herkes ken­ dini, Tanrı ise herkesi düşünür» der. Bastiat, İktisadî olaylarda varlığına inan­ dığı «önceden kurulmuş düzen» görüşü dolayısıyle, Malthus ve Ricardo’nun klasik li­ beral iktisat okuluna verilen «kötümser» sıfatına karşılık, «iyimser» likle nitelendi­ rildi. (l) BASTİ6 (Maryse), fransız kadın havacısı (Limoges 1898-Lyon 1952). On defa ulus­ lararası mesafe ve sürat rekoru kırdı. En önemli rekorları: Tek başına yaptığı, 37 saat 55 dakika süren en uzun mekanik uçuş ile 30 aralık 1936’da. yine tek başına yap­ tığı Güney Atlantik uçuşu, (l) Bastien ile Bastienne (Bastien und Bastienne), W.A. Mozart’ın bir perdelik gülünç­ lü operası (Singsepiel). Librettosunu, Rousseau ve Favart’m Le Devin du Village (Köyün Kâhini) adlı eserinden esinlenerek F.W. Weiaskern yazdı. İlk oynanış: Viya­ na, 1768. Bu eser, Mozart’ın on iki yaşın­ dayken Philidor ve Monsigny’ye olan hay­ ranlığını yansıtmaktadır, (l) BASTİEN-LEPAGE (Jules), fransız res­ samı (Damvillers 1848- Paris 1884). Eserle­ rinde, Courbet ve Millet’nin natüralizmini yansıtır, bazen de Manet’yi andırır. Daha çok köy ve kır konularını işledi. Başlıca eserleri: Kuru otlar (1878, Louvre müzesi), Sarah Bernhardt (Montpellier müzesi) ve Gambetta’nın portreleri, (l) BASTİKA i. (ital. pasteca). Denize. Serene veya geminin ahşap herhangi bir kısmına açılan delik, (m) BASTİLLE i. (Provans dilinde bastida’dan). Paris’te inşa edilmiş ve uzun süre devlet hapishanesi olarak kullanılmış müstahkem kale. — ansIkl . Bastille, Paris’in doğusunda (Saint-Antoine kapısında) kralın oturduğu Saint-Pol konağını korumak için inşa edil­ miştir. Aslında askerî bir kale olan Bastille, Richelieu’den itibaren özellikle dev­ let hapishanesi olarak ün saldı. 42 mah­ pus banndırabiliyordu. Bunlar genellikle, büyük senyörler (Bassompierre, Fouquet, Lally-Tollendal), fikir suçlusu yazarlar (Voltaire) ve ağır suç işlemiş (Brinvilliers mar­ kizi, Latude), yüksek tabakadan kimselerdi. Mahpuslar, ayrı ayrı yerlere kapatılır ve kendilerine iyi davrandırdı. Bununla bera­ ber yakalananlar buraya hükümdar emirna­ meleriyle kapatıldığından kale, krallığın keyfî muamelelerinin bir sembolü haline gelmişti. 14 Temmuz 1789’da Paris halkı kaleyi, bundan ötürü zaptetti. Bu sırada içeride ancak yedi mahpus vardı (dört kal­ pazan, iki akıl hastası ve müsrif bir genç asilzade). Kale, zaptedilişinden birkaç' ay sonra yıkıldı, (l) Bastille meydanı. Kalenin bulunmuş ol­ duğu yerin bir kısmım kapsar. Paris’in gü­ neydoğusunda bulunan en önemli kavşak noktasıdır. Bastille sütunu, 1830 devriminin 27, 28 ve 29 temmuz günlerinin anısına di­ kilmiştir. (l)

Bastille’in zaptı. Bastille, 14 temmuz 1789, akşam saat beşe doğru alındı. Bu olay, par­ lamento ihtilâlinin halk ihtilâline dönüştü­ ğünü gösteren bir belirtiydi. Krallık kuv­ vetlerinin Paris ve Versailles çevresinde top­ lanması. özellikle de Necker’in yerine Breteuil’ün getirilmesi (11 temmuz) halkı kış­ kırtmıştı. Haber Paris’te duyulunca, iflâs­ tan korkan sarraflar borsayı kapattılar. O sırada birden bire ortaya çıkan Camille Desmouilins gibi hatipler ise büyük bir katliam yapılacağını açıklıyorlardı. Kargaşalık bü­ yüdü (Louis XIV meydanında halkın süva­ rilerle çarpışması, vergi dairesinde yangın çıkması v.b.) ve krallık muhafız birlikleri de ayaklanmaya katıldı. Hem krala bağlı kuvvetlerden hem haydutlardan korkan halk 13 temmuzda silâhlandı. Tiers etat’nın seç­ menleri, tehlike çanım çaldılar; nizamı sağ­ lamak için valilikte devamlı bir komite ve halktan milis kuvvetleri (müstakbel ulusal muhafızlar) kurdular. Bu kuvvetleri silâh­ landırmak için 14 temmuz sabahı invalides’den 32 000 tüfek alındı; içinde yalnız 30 isviçreli ve 80 malül asker bulunan Bastil­ le’in komutam Launay’den de silâh vermesi istendi. Launay teklifi reddetti, ama halkın avlulara girmesine ses çıkarmadı; sonra da üzerlerine ateş ettirerek büyük bir hata iş­ ledi. ilk saldırıda, halktan 100 kişi öldü. Ama halka katılmış bulunan astsubay Hulin, teğmen Elie ve komutalarındaki krallık muhafız birlikleri, iner kalkar köprünün kapılarım kırmak için topları getirince Lau­ nay teslim oldu; üç subay, üç asker ve be­ lediye reisi Flesselles ile birlikte öldürüldü. Aslında önemsiz bir olay olan kalenin zap­ tı, Louis XVI’yı, 15 temmuzda kuvvetleri­ ni geri almağa. 16 temmuzda Necker’i va­ zifeye çağırmağa ve 17 temmuzda da oldu bittileri onaylamak üzere resmen Paris’e gelmeğe mecbur etti. Bundan başka devrim yönetiminin Paris’e tamamen geçmesine yol açtığı gibi, taşrada hem bir yönetim devri­ minin hem de köylü devriminin (La Grande Peur [Büyük Korku]) patlak vermesine ön­ ayak oldu. Devlet cezaevinin düşmesi, kra­ lın keyfî yönetimine karşı halk ayaklanma­ sının elde ettiği bir zafer olarak selâmlan­ dı. Bundan dolayı 14 temmuzun Avrupa’­ da geniş yankıları oldu ve 1880 yılında IIl’üncü Cumhuriyet yönetimi tarafından Fransız ulusal bavramı olarak kabul edil­ di. (L) BASTİT i. (fr. basıite). Miner. Serpantin’in, yaprak halinde ayrılan çeşidi, (l) BASTNAEZİT i. (fr. bastnaesite). Miner. Seryum ve lântan tabiî fluokarbonatı. (l) BASTOGNE, flamanca Bastenaken, Bel­ çika’da şehir. Lüksemburg ilinin İdarî çev­ re merkezi, Ardenne’in iç kısmında; 10 900 nüf. XV. ve XVI. yy.dan kalma, roman tarzında vaftiz havuzlan (XlLyy.) dan kili­ se. İplikhaneler. Tarım makineleri. Jambon yapımı. Turizm. —Bastogne idari çevresi; 35 700 nüf. — Tar. 1944’te alınanların Ardenne’lerde giriştikleri saldırı sırasında Eisenhower, 101. hava indirme tümenini Bastogne’a indirdi. Bu tümen 21 den 26 aralığa kadar alman saldırılarına karşı koydu; 27 aralıkta Patton’un tankları Bastogne müdafileriyle irti­ batı yeniden sağladı. (L) BASTON i. (ital. bastone). Yürürken da­ yanmaya yarayan üzeri az veya çok işlen­ miş değnek: A nık doktor için bastonunu alıp davetli bulunduğu bu evden çıkmaktan ... başka yapacak şeyi kalmamıştı (A.H. Müftüoğlu). Amca bey elindeki abanoz bas­ tonla dayana dayana koru yolunu tuttu (H. R. Gürpınar). — dey . Baston yutmuş gibi (veya baston gibi), dimdik, dik duran (kimse): Bir za­ man çavuş-kral Frederik’in dayak attığı bastonu yutmuş gibi... (Yahya Kemal). — Ask. ve Denize. 1919’dan önce yapılan torpidobot ve muhriplerde baş bodoslamaya takılan ve çatışma halinde meydana gelecek hasarı azaltmaya yarayan ağaç çubuk. || Tekneden dışarıya taşan yelkenleri aç­ mak için kullanılan arma akşamı (siirme çubuk da denir). Bk. ansİkl. |j Baston bırakili (yelkenli gemilerde), büyük bastonu, baston gönyesi üzerinde tespit etmek için baston topuğu etrafından ve cıvadıranın altından alman zincir. (Bk. civadira.) |j Baston bosası, büyük bastonu cıvadıranın.

istenilen uzunlukta ilerisinde tutmak için kullanılan zincir. (Bu aslında biri diğerin­ den bir miktar uzun iki parça zincirdir. Bunların birer uçları civadira destamorasınm iki tarafına raptedilmiştir; uzun olanı büyük bastonun topuğundaki .oluktan do­ laştırılarak diğer taraftaki diğer parçaya maça kilidi ile bağlanır. (Bk. civadira.) Baston gönyesi, büyük bastonun civadira üstüne gelen kısmını, cıvadıraya paralel olarak tutmak için, baston ile civadira ara­ sına konulan ve üstten baston, alttan cıvadıra kavsine uydurulmuş ağaç. (Bk. civadira.) |j Baston kilidi kontura bastonu, bü­ yük baston üzerine veya cunda yelkeni bas­ tonlarını seren cundalarından dışarı süre­ rek tespit etmek için büyük baston ve gab­ ya serenleri ile ana serenler üzerindeki tırosalardır. (Bk. civadira.) || Baston kös­ teği, büyük baston cundasından kör bas­ ton cundasına gelen ve büyük bastonun ıstıralyalar doğrultusunda esnememesini sağ­ layan tel halat. (Bk. civadira.) || Baston yeke, dümen yekesinin boyunu uzatmak için yekeye takılan sağlam ağaç çubuk. || Bas­ ton ventosu, büyük baston cundasından cıvadıra sereninin cundasına gelen tel halat. — Mim. Triglifin yivler arasındaki kısmına verilen ad. — Sil. Kargılı baston, kılıçlı baston içine kargı veya kılıç yerleştirilmiş oyuk bas­ ton. || Kurşunlu baston, kurşun saplı ve topuz hizmetini gören baston. — ansİkl . Baston’ların (veya sürme Çu­ buk’ların) bir uçları serenlerdeki halkalara geçer; diğer uçları, tek dilli bir makaradan geçen bir tirenti ile döndürülür. Kullanıl­ mayacakları zaman geri çekilir ve arkadaki halkaya bağlanarak tespit edilir. Flok bastonları mutat olarak sabittir; kardeliçe yelkenlerinin bastonları ise hareketlidir ve özel bir donanımları vardır, (ml) BASUR i. (ar. (bösûr) Tıp. Anus-gödenbağırsağı toplardamarlarında meydana gelen varis: Bunu karşılık basurdan anası ağlı­ yordu (Orhan Kemal). || Kanlı basur, basur hastalığının kanlı şekli: Geçmek bilmez bir kanlı basuru var (H.R. Gürpınar). || Basur memesi, genişleyip meme gibi uzayan damar yığını. {Esk. Evram-ı basurivye). — ansİkl . Basur, daha çok kabızlarda, ge­ be kadınlarda ve hep oturan, eklemleri il­ tihaplı kimselerde görülür. îç basur ve dış basur diye iki çeşit basur vardır. Dış basur' anüsün dışındadır, iç basur ise içeride ol­ duğu halde dışa fırlayabilir. Her iki halde de dışkı ile beraber kan kaybı bulunabilir. Basur, sıcak veya soğuk suya oturmak, fitil veya atkestanesinden yapılma ilâçlar kulla­ nılmak suretiyle geçici olarak tedavi edi­ lebilir. Asıl tedavi için kinin ve üre eriyik­ leri şırınga edilerek doku sertleşmesi sağ­ lamaya başvurulabileceği gibi ameliyat veya elektrik tedavisi (yüksek frekans) de yapı­ labilir. Basur, gödenbağırsağmda bulunan bir kötü urun veya bir karaciğer bozuklu­ ğunun belirtisi olabilir. Onun için daima bir hekime göstermelidir, (lm) BASUROTU, blş. i. Yatık saplı küçük bitki. Yaprakları yürek biçimindedir. Serin yerlerde yetişir. (Düğünçiçeğigillerden) — ansİkl . Basurotıı (Ficaria ranunculoides) ilkbaharın ilk günlerinde düğünçiçeğininkine benzer sarı çiçekler açar. Çiçeğinde üç çanakyaprak, altı-dokuz taçyaprak bulunur. Kökünde uzun yumrucuklar vardır. Güneşli yerlerde yetişen basurotları tohum yapar. Gölgelik yerlerde yetişenler ise kökteki yum­ rucuklarla veya yaprakların koltuğunda ge­ lişen soğancıklarla çoğalır. Kökü kaynatı­ larak elde edilen menku basur memelerine karşı ilâç olarak kullanılır. (L) BASUTOLAND, Güney Afrika’da İngiliz himayesinde bölge (Bk. lesotho .) [l] BASUTO’LAR, Güney Afrika’da halk. İk­ tisadî hayatları büyükbaş hayvan yetiştiri­ ciliğine dayanır. Aile ve siyaset teşkilâtı, ataerkildir; dinsel hayatın temeli atalara tapınmadır (Bk. lesotho .) [l ] BASÜBADELMEVT blş. i. (ar. ba’sü ba’del-mevt). Esk. Kıyamet gününde ölülerin di­ rilmesi anlamında, ölümden sonra dirilme. || Mec. Yeniden uyanma, kalkınma: Yal­ nız Türk medeniyeti tarihi, eski Türk miiesseselerini tarihî bir ba’siiba’d-el-mevte mazhar ederken... (Ziya Gökalp). [ m] BAŞ i. Beyin ile dört duyum organının.

9 baş (geme.)

Maier tipi

b e j - k ıç sa rn ıcı (geme.)

b a ş -k ıç vu rm a (denize.)

dokunma duyusunun bir kısmının, sindirim ve solunum organlarının başlangıcının bu­ lunduğu, insan vücudunun üst. hayvan vü­ cudunun ön ucu: Fesinin altından basını kaşıyarak yavaş yavaş gülmeğe başladı (K. Tahir). [Bk. ansİkl .] Bir topluluğun reisi: Nerede sizin başınız olacak o sarhoş herif (K. Tahir). || Âmir, başkan: Baş asistan, baş defterdar, i] Toparlak çıkıntılı uç: İğne başı. Meme başı. || Temel, esas: Her şeyin başı sağlıktır. | Dağ, tepe gibi çıkıntıların en yüksek noktası: Kuzeyde başlan ebedi karlarla örtülü Kaf dağları (Ş.S. Aydemir). 1| [Soğan ve sarımsak ve kasaplık hayvan­ lar için] Bir tane: Bir baş soğan, t ki baş koyun. Belli bir sıranın başlangıcı: tik baştaki. || iki ucu olan nesnelerin uçla­ rından her biri: Köprünün iki başındaki ayaklar çökmüş. \ Şahıs, kendi: Başımda yeni bir tehlikenin dolaştığını anlıyor, fakat bir şey sormağa cesaret edemiyordum (R.N. Güntekin). || Eserin, yazının başlangıcı: Kitabın başından üç sahife kopmuş. |j Bir eşyanın yakını: Mangal başı. || Bir eşya ve­ ya âletin [kullanacak şekilde] başında bu­ lunmak: Hergiin sapan başında topladığın kederler (F.N. Çamlıbel). Sebep: Bu fe­ sadın başı hep fen okumaktır dediler (M. Â. Ersoy). || Akarsu kaynağı ve kıyısı: Budin dedikleri Aksıı’yun başı (Halk Tür­ küsü). || Akıl, hafıza: İzmit sokakları yap­ raklar içindeydi / Başımda unutamadığını şehrin havası (O.V. Kanık). Bitki sapının bir noktasından ayrılan ve dallanan çiçek kümesi. j| [Başına şekli ile] isimlerden son­ ra ve miktar belirten kelimelerden önce paylaştırma anlamı verir: Adam başına bu kadar ekmek azdır. || Esk. Yara, çıban. || Sıf. En önemli, önde gelen, birinci: Haddaneli Arap Hulusi derseniz, ittihatçıların baş düşmanı... (K. Tahir). — çeş . dey. Baş alamamak, çok meşgul olmak, vakit, fırsat bulamamak: öğleden sonra misafirlerden bir zaman baş alamazdı (H.E. Adıvar). || Baş aşağı, başı aşağı gele­ cek şekilde: Tavuğu baş aşağı tuttun diye beş lira, tramvayda yüksek sesle konuştun diye on lira alıyorlar (Y.K. Karaosmanoğlu). || Baş aşağı gelmek (gitmek), işlerin ters gitmesi, bir kimsenin kötü vaziyete düşmesi. || Baş belâsı, sıkıntı, dert verecek kimse veya şey: Doğrusunu isterseniz, Sü­ reyya onun değil, o Süreyya’nın baş belâ­ sı idi (Y.Z. Ortaç). || Baş bezi, mendil. || Baş boy, en iyi kalite. | Baş çanağı, kafa­ tası. || Baş bağlamak, başak vermek. |j Baş çatmak, başı bir bezle sıkmak. || Baş (yüz) çevirmek, selâm vermemek, dostluğu kes­ mek. || Baş döndürücü, hızlı, çabuk, sürat­ li: Bu baş döndürücü bir geçiş (M. Ş. Esendal). || Baş dikmek, lider, başkan tayin et­ mek: ... meşhur ve mücerrep zevattan emir­ ler ııasb etti ve her on kişiye «ârif» nanııyle birer baş dikti (Cevdet Paşa). || Baş edebilmek (edememek), bir şeyle veya kim­ seyle uğraşmağa gücü yetebilmek (yetememek), başarmak (başaramamak). i Baş eğ­ mek, itaat ettiğini göstermek. (Eşanl. bo­ yun eömek): Zorun yenemediği sınıf kaba­ dayıları onun sevgisine baş eğmişlerdi (Y. Z. Ortaç). || Baş elde iken, hayatta iken, yaşamakta iken. | Baş göstermek, belirmek,' ortaya çıkmak: Zenginliği ilk kocasından boşandıktan sonra baş göstermişti (Vâ-Nû). || Baş götürmek. Bk. kelle . || Baş göz et­ mek (olmak), evlendirmek (evlenmek). || Baş indirmek, teslim olmak, boyun eğdiğini belli etmek. || Baş kaldırmak, isyan etmek: Mustafa Kemal Paşa Padişaha baş kaldırmış... (K. Tahir). Belirmek, varlığını belli etmek: Bazan içimdeki eski Vartekes, komitacı başı­ nı kaldırıyor (F.R. Atay). Açık, seçik gö­ rünmek, belli bir şekilde ortaya çıkmak, siv­ rilmek: Dedeini, Afyon’un ceııub yüzünde baş kaldırmış İaraç, kara bir dağın he­ men de zirvesindedir (N. Araz). || Baş kal­ dıramamak, [hastalık için] iyileşememek, yataktan çıkamamak: Yanaklarından kan damlarken Anadolu’ya geldi geleli hasta­ lıktan baş kaldıramadığım söylüyordu (Ömer Seyfeddin). [İş için] Kurtulamamak, sonunu getirememek. Baş kaygusu, can için duyulan endişe. || Baş kesmek, selâm verirken hürmet göstermek için sağ eli göğ­ se bastırırken başı fazlaca eğmek: Sineçâk Yusuf bir adım ilerledi, semahane ka­ pısının tam karşısındaki makam önünde baş kesti, sonra o derin, o tatlı, o yanık sesiyle hazinimi selâmladı (N. Araz). || Baş koymak, bir kimse veya şey uğ­

runa kendini feda etmeğe hazır olmak. Bo­ yun eğmek, itaat ettiğini göstermek: Âşık­ lar baş koyup onu tasdik ettiler (N. Araz). || Baş köşe, (bir mecliste) en itibarlı yer: ... bütün kurulmuş nizamları aşarak baş kö­ şede yer alabilmenin ehemmiyetini kavra­ yınca ... (Ş.S. Aydemir). || Baş olmak, reis olmak: Her gittiği kalabalığa baş olmak arzusunu ve kaabiliyetini ... (H.E. Adıvar). j| Baş örtmek, örtü ile başı kapatmak. j| Baş sağlığı dilemek, ölmüş birinin yakınla­ rına acılarının paylaşıldığını ifade etmek, taziyette bulunmak. || [Her şeye] Baş salla­ mak, her şeyi kabul etmek, uygun görmek, dalkavukluk, umursamamak. || Baş selâmı, baş eğerek verilen selâm: Amca Beyin yap­ tığı derin bir reveransa karşılık miirebbiye hafif bir baş selâmı verdi (H.R. Gürpınar). || Baş tacı etmek, sevip sayarak itibarda tut­ mak. || Baş tarafı, (kısım) başlangıç kısmı: «Ateş ve Güneş» in baş tarafını hiç sev­ mem (F.R. Atay). || Baş tüyü, sorguç, te­ peye takılan tüy. il Baş vermek, belirmek, ortaya çıkmak, ölmek, kendini feda et­ mek. [Çamaşır için] Kaynamış çamaşırı temiz su ile çalkalamak. |! Baş vur­ mak, bir iş için yardım istemek, mü­ racaat etmek: Size niçin baş vurdur­ du? Muska yazdırmak için (K. Tahir). Bunun üzerine fransızca lügatlere baş vururlar (H.R. Gürpınar). || Baş yastığı, yatarken başın altına konulan yastık. || Baş yemek, sofraya çorbadan sonra ilk gelen en önemli yemek. |] Başaba.ş, birbirine eşit, birbirinden farklı olmadan. || Başabaş gel­ mek, bir kimseyle arasında fark olmamak. [Yarış v.b. de] Berabere kalmak. || Başa çıkmak, bir iş veya kimsenin üstesinden gelmek, bir işi başarmak veya bir kimseyi yola getirmek: Bari evde dırıltı olmasın. Ben onunla başa çıkmaya çalışırım (Saba­ hattin Ali). || Başa çıkarmak (iletmek), bir işi tamamlamak. || Başa (başına) geçmek, reis olmak, etrafını hükmü altına almak: Mensup oldukları kavinin başına geçecekler (Ömer Seyfeddin). || Başa güreşmek, en bü­ yük netice için mücadele etmek. || Başa kakmak, yapılan bir iyiliği veya birinin kötü, eksik bir yanını onun yüzüne vur­ mak. (Bu hareket, kırmak, incitmek kastiy­ le yapılmasa da deyimin böyle bir özelliği vardır): Usluluğu, okumuşluğu, nazikliği, terbiyesi ve daha bilmem neleri ikide birde başıma kakılan Kâmran'dı (R.N. Günte­ kin). || Başa sürmek, sonuna kadar devam ettirmek. |f Başa varmak (yetirmek), bitir­ mek, tamamlamak, bir sonuca ulaşmak. || Baş başa, iki kişi beraber, yalnız: Girmesin başka bir hayâl araya / Ben o rüzgârla şimdi baş haşayım (Yahya Kemal). Nihâi, kızardığına vâkıf değildi, fakat artık bu baş başa konuşmaktan sıkılıyordu (H.Z. Uşaklıgil). |[ Baş başa bırakmak, iki kişiyi yalnız bırakmak: Demek onunla baş başa kalıyorsunuz ve sana hislerinden bahse­ diyor (P. Safa). || Baş başa vermek, birkaç kişinin toplanıp bir meseleyi ara­ larında özel olarak konuşması. Daya­ nışmak: Baş başa verip işe başlamalı, bir hafta nihayet on güne kadar tercümeyi de beyazını da isterim (H.R. Gürpınar). j| Başı açık, örtü veya şapkayle başı örtülmemiş: Vatandaş Ahmet efendi o akşam evine başı açık gider (B. Felek). || Başı açık kâtip. Esk. Süslü, belâgatlı ve ustaca yazı yazan. || Başı açılmak, saçları dökülmek, dazlak­ laşmak. |i Başı ağırlaşmak, uykusu gelmek. || Başı araya gitmek, istemeden başkalarının kavgalarına karışmak, arada harcanmak. || Başı ateşe (nâre) yanmak, başkası için, baş­ kası uğruna bir zarara uğramak. || Başı boş, bir şeye veya kimseye bağlı olmadan: Bu aylak, başı boş yaşayışa alışkın değildir (H. Taner). Salıverilmiş, serbest bırakılmış: ... içeride başı boş bir çoban köpeği saklıy­ mış gibi kapıyı açmadan soruyordu (R.N. Güntekin). || Başı boş bırakmak (salıver­ mek), kayıt altına almamak, hür ve ser­ best bırakmak: Anam beni sokakta pek başı boş bırakmazdı (Ş.S. Aydemir). || Ba­ şı boş kalmak, baskı altında bulunmamak, hür olmak: Başı boş kaldı mı zira şaşırıp ber mııtad (M. Â. Ersoy). || Başı çatlamak, başı çatlayacak gibi ağrımak: Bugün gene başını çatlıyor, ayakta zorla geziyorum (M. Ş. Esendal). | Başı çekmek, bir işe önayak olmak. Oyun, alay v.b. toplulukları idare etmek. || Başı çıplak, saçsız. || Başı darda olmak, parasızlıktan dolayı sıkıntıda, üzün­ tüde olmak: Başı dertte olmak, halledeme­ diği bir sıkıntısı, bir meselesi olmak. ||

Başı dinç olmak, üzüntü ve tasası olma­ mak, rahatta olmak: Yaşımız ilerledikçe ba­ şımız dinç olsun istiyoruz (B. Felek). | Başı dinlenmek, rahata kavuşmak: Şakir Bey de bu işten bıkmış gibi yakamı bırak­ tı. Ben «Eh dedim, biraz başım dinlenecek» (Sabahattin Ali). !l Başı dumanlı, sarhoş olmuş, kendinden geçmiş: Tuna boyundan kopup Anadolu’ya düşen, başı dumanlı gön­ lü sevdalı bir şair kişiydi (N. Araz). [Dağ için] Tepesini duman sarmış. Başı gözü sadakası, gelecek bir belâyı önlemek için yapılan fedekârlık. || Başı göğe ermek (değ­ mek), umulmayan bir mutluluğa kavuşmak. Saadete ermek: Göğe mi erdi başım yer yüzüne geldimse (Şinasi). || Başı havada olmak, kibirlenmek. Bk. burnu havada ol­ mak. || Başı hoş olmamak, bir şeyden hoş­ lanmamak: Sahabettin Süleyman yıkanmak­ la başı hoş olmayan bir savruk adammış (Y. Z. Ortaç). || Başı (başım, başın) için, bir kimseye yalvarırken, onca kutsal sayı­ lan bir varlığı ortaya koyarak: Sevdiğinin başı içiin sus (Namık Kemal). || Başı kabak. saçı dökülmüş veya dibinden kesilmiş: Gün­ lerce boyunları iplerde takılı, rüzgârla sal­ lanan bu iri yarı, başı kabak miislümanların... (Ömer Seyfeddin). || Başı kalabalık, etrafında, yanında kalabalık bulunan, işi fazla olduğu için rahatsız edilmemesi gere­ ken kimseler için kullanılır. || Başı kazan gibi olmak, gürültüden serseme dönmek, ba­ şı ağrımak. || Başı kızmak, öfkelenmek. Başı kopsun. Bk. KAFASI kopsun. |i Başı önünde, etrafta gözü olmayan, sakin, mahçup kimseler için. || Başı pek (sert), kalın ka­ falı, anlayışsız. Süvarilikte, binicinin emirlerine uymayan at. || Başı sıkılmak (sı­ kışmak), bir güçlük karşısında bunalmak, zor durumda kalmak: Başları sıkıldığı za­ man rehine verebilecekleri veya satabilecek­ leri az çok para eder bir malları buluna­ cak demektir (A. H. Tanpınar). Başı sıkı­ şan karaborsaya müracaat ediyor, aradığını buluyor (B. Felek). || Başı sonu (kıçı) belli değil, başlangıcı ve sonu belli olmayan. | Başı taşa değmek (gelmek), hayatın zorluklarıyle karşılaşmak. ||Başı tutmak, başı ağ­ rımağa başlamak. || Başı yastık yüzü gör­ memiş, hiç rahata kavuşmamış, bir an ra­ hat etmemiş. |l Başı (kafası) yerine gelmek. akıl karışıklığı düzelmek. Sarhoşluktan ay­ rılmak. || Başı yukarıda, gururlu, kibirli. || Başı zaptolunmak, [at için] ehlîleşmek, diz­ gine alışmak. || Başım kel mi, bir şeyden mahrum" bırakılan kimsenin «benim suçum ne, neyim eksik» anlamında yaptığı itiraz. || Başımla beraber, memnuniyetle, seve seve: Al Gel Sedat, başımla beraber. Söyle nasıl yapacaksın? (S. F. Abasıyanık). || Başın (başı, başınız) sağolsun! ölmüş birinin yakın­ larına söylenen, teselli, taziye sözü: Yaa! başın sağolsun. Demek ben yanlış anla­ mışım (B. Felek). || Başına (başa) belâ al­ mak (çıkartmak, sarmak), bir sıkıntıya uğ­ ramak, başına bir dert almak: Çok söy­ ledim fazla bile, işin şakaya tahammülü yoktur. Başımıza belâ çıkartmayalım (R.H. Karay). || Başına belâ olmak, birine musal­ lat olmak, onu rahatsız etmek: Bir gün öfke ile kafana bir şey vururum, başıma belâ olursun (M. Ş. Esendal). || Başına bin­ mek (çıkmak), şımarmak. Israrla üzerine düşmek: İçsenize diye artık kimse de başı­ ma binmiyor, kafam dinç, yiyeceğimi yiyo­ rum (B. Felek). || Başına bir hal gelmek, kötü bir hale uğramak, ölmek. ! Başına bit­ mek, birinin başına belâ olmak, eziyet et­ mek. |i (Kendi) başına buyruk, kimseye bağ­ lı olmayan, istediği gibi davranan: Tamamen kendi başına buyruk bir kudret (H. E. Adıvar). || Başına çıkarmak, şımartmak, kar­ şısına çıkarmak, uğramak: Bu tarzda ba­ kış, hep ona vaatte bulunmuş olan hilkatin, insanın başına çıkarmak istediği işlerdendir (Ahmed Rasim). || Başına çorap örmek, bi­ rine kötülük etmek, sıkıntıya düşürmek: Ah o kızın halası olacak karı yok mu? İşte benim başıma bu çorabı ören odur (Y. K. Karaosmanoğlu). |ı Başına dermek, başına toplamak, kendi etrafına toplamak, biriktir­ mek: Saltanı sallanı vardım köyüne / Gü­ zeller başıma derilsin deyi (Karacaoğlan). || Başına dert çıkarmak, başına belâ almak. || Başına devlet kuşu konmak, şans yüze gülmek, daha iyi bir duruma ulaşmak. || Başına dikilmek, birinin yanından uzaklaşma­ mak, işini çabuk gördürmek için ısrarla beklemek. || Başına dolamak, sıkıntı etmek. || Başına ekşimek, birinin yanında (evinde)

Folu. Craven - Service d’informatlon des petrole» B.P. [LARO VSSR>

BAŞ bıktırıncaya kadar kalmak. Taciz etmek, sıkmak. || [Bir işin] Başına geçme!■ yanına gelmek, kullanmağa hazırlanmak: Makine­ nin başına geçti. Başına (başa) gelmek, bir felâkete uğramak: Geçenlerde ben sana şu fiata buğdaylarını bana bırak demiştim, bıraksaydın bak bu başına gelmezdi (S. F. Abasıyanık). Başa gelen çekilir (Halk de­ yimi). || Başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi, uğranılan felâketin büyüklüğünü anlatır. || Başına bal gelmek, bir eziyete, felâkete uğramak. | Başına iş açmak (çı­ karmak), bir olayın meydana gelmesine se­ bep olmak: Onunla alay edeyim diye başı­ ma açtığım işi anlamıştım (A. H. Tanpınar). | Başına (başında) kalmak, istenmedi­ ği halde bir işi yapmak veya bir kimseye bakmak zorunda bırakılmak: On sekiz ya­ şında oğlan kardeşi onun başına kalmıştı (Sabahattin Ali). |l Başına kan çıkmak, kız­ mak. öfkelenmeğe başlamak. Başına ka­ ralar bağlamak, matemde olmak, üzüntüsünü belli etmek. || Başına lanet yağmak, herke­ sin hakaretine maruz kalmak, felâkete düş­ mek: Bir Macar köyünde kızın oturduğu evin kapısına zift sürülür ve başına lânel yağardı (P. Safa). || (Kabak) Başına patla­ mak, [iş] birinin başına kalmak, [felâket] birinin başına gelmek. Başına sarmak, bir şeyi birine musallat etmek: Belâyı bu delikanlının başına sardıramadık (Sabahat­ tin Ali). || [Uykusunu] ,Başına sıçratmak, uykusunu bozmak, sinirlendirmek: Uykum kaçtı, kaçırdınız uykumu. Uykumu başıma sıçrattınız. Kov hepsini (R. H. Karay). || Başına soğuk geçmek. Argo. Aptalca hareket etmek. j| Başına taç etmek, el üstünde tut­ mak, itibar etmek. || Başına teller takınmak, son derecede sevinmek. || Başına tokmak olmak, hapsetmek, zabt altında tutmak. || Başına toplamak, etrafına kalabalık birik­ tirmek: Çetecilik etmek üzere sahillerimize çıkarılabilecek birkaç Rumu, Haralambos isminde bir adamın başına topladılar (Ata­ türk). || Başına toprak, birinin ölümü isten­ diği zaman söylenen bir beddua. |! Başına toprak saçmak (koymak), matemi, üzüntüyü ifade etmek maksadıyle bazı yerlerde yapı­ lan hareket. |j Başına üşüşmek (üşmek), ba­ şına toplanmak, birdenbire etrafını çevir­ mek: Herkes bir meraka düşmüş ve ev sahibinin başına üşüşmüştü (A. H. Müftüoğlu). || Başına (ağzına) vur lokmasını al. Bk. aüiz. || (Oruç, içki, sevinç v.bj Başına vurmak, sarhoş gibi olmak, yaptığını bile­ memek. İfrata kaçmak, hazmedememek. Hava dokunmak, başı ağrımak. || Başına yular geçirmek, hüküm altına almak. |j (Dünyayı) Başına zindan etmek, birine onu hayatından bıktıracak şekilde davranmak, bulunduğu yeri yaşanmaz hale getirmek. |j Başında ateş yanmak, büyük bir sıkıntıda olmak. || Başında beklemek (durmak), bir kimseyi nezaret altında tutmak. Yardıma muhtaç, çocuk, hasta gibi kimselere icabın­ da yardım edebilmek için yanında bulun­ mak. || Başında kavak yelleri esmek, aklı başka yerde olmak, ciddî olamamak, ha­ fifmeşrep olmak: Kocası yaşlı diye genç bir kadının başında kavak yelleri estiğine hük­ metmek lâzım gelmez (R. H. Karay). || Ba­ şında değirmen çevirmek (döndürmek), yor­ mak, rahat vermemek, belâya uğratmak: ... muharebe değirmeni onların başında dönüp duruyordu (Cevdet Paşa). |j Başında taşı­ mak, hürmet etmek, itibar etmek. || Başında olmak, bir hale duçar olmak. Bir işin reisi olmak. || Başında torbası eksik, hayvana benzeterek, hakaret maksadıyle bir kimseye söylenir. |j Başından aşmak, fazlalaşmak, fazla olmak, fazlalığıyie bunaltmak: Gü­ nahım başımdan aşkın (C. S. Tarancı). J| Başından aşağı kaynar sular dökülmek, üzüntülü bir olayla karşılaşmak, birden fena bir haber almak. || Başından atmak, güç bir işten kendini kurtarmak. Hoşlanmadığı bir kimseyi (bir şeyi) bırakmak: Beni başından atıyor musun? (R. H. Kıray). || Başından ayrılmamak, bir kimsenin yanında bulun­ mak, ona bakmak. |[ Başından almak, bir şeyi en başından anlatmak, bir işi başından başlayarak yapmak. I1 Başından beri, baş­ langıcından itibaren: Eğerler, başlıklar, özenginler OsmanlIların başından beri savaş­ ta bile rahatlarına ne kadar düşkün olduk­ larını gösteriyordu (K. Tahir). || Başından büyük işlere kalkışmak, altından çıkama­ yacağı, gücü dışında işlere girişmek. Ba­ şından geçmek, birçok olay görmek, yaşa­ mak: Adı Türkân hatundu. Bu kadının ba­ Foto. N oailles ( L A R O U fiS E )

şından geçenler pek garipti (A. H. Müftüoğlu). [Suyu] Başından kesmek, yapılma­ sı istenmeyen bir işi başında engellemek. Başından kork­ Başlamadan vaz geçmek. mak, hayatından endişe etmek, cezalandırıl­ maktan korkmak: Kasım ağa mesul olduğu için adamcağız başından korkmakta belki haklı idi (R. N. Güntekin). Başından ni­ kâh geçmek, (daha evvel) evlenmiş olmak. | Başından savmak, kovmak, bahane ile uzaklaştırmak: Siz bizi başınızdan savar ka­ çarsınız öyle mi? Nereye gittiniz bakayım (H. Z. Uşaklıgil). || Başını adamak, kutsal bir şeye canını adamak; O da Hak yoluna başını adadı (N. Araz). Başını (başınızı) ağrıtmayayım, uzun uzun anlatılan bir me­ seleyi sonuca bağlarken, sözün uzadığını ima için söylenir: Size bu kadının evveli­ yatını anlatayım mı? Başınızı ağrıtmaya­ yım (Ahmed Rasim). | ı Başını alamamak, işten göz açamamak. : Başını alıp gitmek, kimseye haber vermeden, sormadan, kendi kendine gitmek: Çok kere başını alıp git­ mek, Balıkesir’de Bandırnıa’da bir ağanın yanına arabacı yahut işbaşı girmek istedi (Sabahattin Ali). || Başını almak, serbest kalmak: Fakat bayır aşağı olduğundan, ara­ bacı hayvanları zaptedemedi, seninkiler al­ dılar başlarını (C. S. Tarancı). Başını bağ­ lamak, bağlanmak, yola girmek: Otuz sene­ dir hayattasın, erkânı Hakk’a başını bağla­ madın da... (N. Araz). Evlendirmek. || Ba­ şını belâya (derde) sokmak, bir derde uğrat­ mak, kötü bir vaziyete getirmek: Kafanı kabak gibi patlatıp da başımı belâya mı sokacaksın (R. N. Güntekin). II Başını bek­ lemek, gözetlemek, göz önünden ayırmamak. Ağır bir hastanın yanında bulunmak. |j Başını dik tutmak, utanacak bir şeysi ol­ mamak. Gururlanabilmek. |! Başını dinlemek, dinlenmek, bir köşede sükûnet içinde yaşa­ mak: Ancak burada kendimi buluyor, başı­ mı dinliyorum (Y. K. Karaosmanoğlu). * Başını ezmek, zararlı bir şeyi yok etmek. || Başını gözünü yarmak, dövmek, hırpalamak. Bir metni çok kötü okumak, bir işi çok kötü yapmak. || Başını (baş) istemek, bi­ rinin öldürülmesini istemek. || Başını kal­ dırmamak, çok meşgul olmak, çalışmak. || Başım kaşımağa vakti olmamak (eli değ­ memek), çok sıkışık durumda olmak. Ba­ şımızı kaşıyacak vaktimiz olmadığından böy­ le avarelikleri hatırlayacak halde değildim (B. Felek). || Başını (kelleyi) koltuğunun al­ tına almak, canını hiçe saymak, hayatına kıymet vermemek. |l Başını kurtarmak, ca­ nını, hayatını korumak. | Başını okutmak, baş ağrısı ve benzeri hastalıklardan kurtul­ mak için başkasına dua okutmak. || Başını ortaya koymak. Bk. CAN'ını ortaya koymak. || Başını secdeye koymamış, hiç ibadet etmemiş. || Başını sokmak, bir yere sığın­ mak, korunacak, barınacak bir yer bul­ mak: Şu eve başımızı soktuk. İyi, kötü işte ne hal ise geçiniyoruz (H. R. Gürpınar). || Başını taştan taşa vurmak, pişman ol­ mak. || Başını toplamak. Bk. akl' imi başı­ na toplamak, il Başını vermek, ölmek, şehit olmak. || Başını yaptırmak, (kadın berberin­ de) saç düzelttirmek. || [Birinin] Başını ye­ mek, başına bir felâket getirmek, ölümüne sebep olmak. || Başının altında, yastığının altında. [Birinin] Başının altından çık­ mak, sebep olmak: Biitiin açmazlar onun başının altından çıkıyor (Sabahattin Ali). || Başının çaresine bakmak, canını kurtarma­ ğa çalışmak, kurtuluş yolu aramak işini halletmek: Artık Ebu Siifyan’a yol yok. Biz hemen başımızın çaresine bakalım de­ yip kaçmışlar (Cevdet Paşa). || Başının der­ di, etrafını rahatsız eden, eziyet veren kim­ seler, özellikle çocuklar için söylenir. || Başının derdine düşmek, kendi hayatını kurtarmak için çalışmak: Kimsenin gözü kimseyi görmüyor, analar çocuklarını bile unutup kendi başlarının derdine düşüyorlar (N. Araz). || Başının etini yemek, daimî ısrarla bıktırmak. || Başının (başımın) üs­ tünde yeri olmak, itibarda olmak, sayılmak, hürmet görmek: Çölde nişan alâmeti işte bu çöptür. Damat demek istiyor ki, kızınız bir çöp de olsa başımın üstündedir (F. R. Atay). Başıvle oynamak, hayatını tehlikeye ataoak işler yapmak. | Başlı başına olduğu gibi, tek başına, bütünüyle: İncesaz böylece başlıbaşına ikide bir içine girdiğimiz bir âlemdi (A. Ş. Hisar). j| Baştan, bir işin başlangıcından. || Baştan aşağıya hepsini, bütününü: Ertesi gün bir saati baştan aşağı söktüm, tekrar taktım (A. H. Tanpınar). ||

Baştan aşağı kulak kesilmek. Bk. kulak ke­ silmek. |l Baştan ayağa, yukarıdan aşağıya, bütünüyle: Nevin cevap vermedi, onu baş­ tan ayağa siizdii (S. F. Abasıyanık). |) Baş­ tan başa, hepsi, bütün, başından sonuna ka­ dar: Arabada gelirken İkdam’ı baştan ba­ şa okumuştu (Ömer Seyfeddin). Ahmak kuşlar gibi göklerde ariyaları / Baştan başa nasibi (F. H. Dağlarca). || Baştan çıkmak (çıkartmak), kötü yola sapmak (saptırmak), namusunu feda etmek (ettirmek): Git herif beni baştan çıkarma. Ben namuslu bir kadı­ nım (B. Felek). | Baştan (tepeden) inme, birden olan, umulmadık zamanda başa ge­ len: Her iki vaziyette de baştan inme be­ lâlar muhakkak görülürdü (Ahmed Rasim). Baştan hüküm vermek, bir şey hakkında önceden karar vermek: Alabildiğine iyi kalpli, işgüzar, akıllı insanlar hakkındaki hükümlerini baştan vermiş ve hayatını ona göre ayarlamıştı (A. H. Tanpınar). Baştan kara gitmek. Bk. baştankara. |j Baştan sav­ ma, önem vermeden, üzerinde durmadan: Baştan savma görüşüyorsun! Sen benden bıktın (B. Felek). | Baştan tırnağa. Bk. tepe 'den tırnağa. Başiistüne!, verilen bir emre uyulaoağını bildirir söz: Başiistüne. söylerim diyor, eve sıvışıyor (Y.K. Karaos­ manoğlu). Başiistüne, öyle deriz efendim (Ömer Seyfeddin). i| Al da başına çal! bir şeyi vermekte hasis davrananlara hitaben kulla­ nılır. || Baharı başına vurmak. Bk. bahar. Belli başlı. Bk. BELLİ Dertsiz başını der­ de sokmak. Bk. dert. Dağ başı. Bk. dağ. || Eşekbaşı. Tekiz. Sayılmayacak, itibara aİınmayacak kimse. || İşbaşı ve işbaşı yap­ mak. Bk. iş. |'| Yalnız (tek) başına, yanında kimse olmadan: ... en arkadan yalnız başına yürüyorlardı (Vâ-Nû). || Yaşını başını al­ mak. Bk. yaş. || Yeni baştan, başladığı yer­ den, başlangıcından: Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan / Yaşamak istiyorum gençli­ ğimi yeni baştan (C. S. Tarancı.) — Anat. Bk. ansİkl . — Ask. Baş hedefi. Bk. hedef . Baş eski. Bk. ESKİ. || Baş kapudane, OsmanlI donan­ masında, yelken kullanıldığı devirlerde kaptanpaşaların savaşı yönetmek için bindikleri büyük kalyon. Bu kalyonun üç feneri ve üç de bayrağı vardı. || Baş kara kollukça. Yeniçeri ocağının bölük ve ortalarındaki kollukçuların başlarına verilen ad. Baş ka­ ra kollukçular çorbacı ve subayların emir çavuşlarıydılar. I Baş kılavuz, OsmanlIların Yeniçeri ordusundaki, törenlerde halkın dü­ zeni bozmaması için tedbir alan ve tören alayının düzenli bir şekilde ilerleyişini sağ­ layan kıtanın kumandanı. || Baş perdeci, çadır perdesi diken ve çadır mehterlerine mensup iki kişiden biri. (Diğerine de ikinci perdeci adı verilir.) || Baş reis, Asâkiri Mansure teşkilâtından sonra (1826), Bostancı ocağı yeniden kurularak bostancılar kethüdalığı kaldırıldığı zaman, bu işi görenlere ve­ rilen ad. II Baş sancaktar, osmanlı sara­ yında «sancak-ı şerif»i muafaza eden ha­ rem kapıcılarından kırk kişinin âmiri. (XIX. yüzyılda sayıları azaltıldı; bir baş sancaktar ve onun yamağı, bir de baş bekçinin de­ netiminde on beş kişi kaldılar.) || Baş şakird, Osmanlı imparatorluğunun Yeniçeri ocağın­ da ve Yeniçeri efendisi adı verilen ocak kâtibinin emrindeki, Ağakapısı şakirdleri de­ nilen kâtiplerin en kıdemlisi. (Ocaktan ve sekbanlardan tayin edilen bu kâtipler, önce on beş kişi idiler. XVIII. yüzyıl sonunda sa­ yıları yüze çıktı, bunlar yeniçerilere ait defterleri hazırlıyorlardı ve baş şakird bu kâtiplerin âmiriydi. Kâtiplerin terfi ve ceza­ landırmaları ile de ilgiliydi. || Baş usta, top dökümhanesinin başı ve âmiri (Dökümciibaşı veya ser rıhtegân da denirdi. Baş usta­ ların maiyetinde bir yardımcı ile tamirci, burgucu, yamacı, çıracı, demirci, marangoz ve kepçeci gibi çeşitli sanatçılar bulunurdu. || Baş yazıcı, Yeniçeri ocağının kâtibi. (Ye­ niçeri efendisi veya yeniçeri kâtibi de de­ nirdi.) Bk. YAZICI. — Bot. Ucu yuvarlak bir başla sona eren her organ için kullanılır: Başlı tepecik. — Dy. Baş atma, buharlı bir lokomotifin, uçtan tespit edilmiş dingil takımlarında, kal­ kış sırasında dingillerin yola yaptıkları dü­ şey etkilerde meydana gelen belirli değişik­ lik. — Denize. Geminin genellikle omuzlukları da içine alan en ileri kısmı. (Bk. omuzluk.)

11

kö rp e ç iç e k li başak ekseni, o lg u n başa k

BAŞ

12

|| Baş altı, baş kasarayı meydana getiren üst boşluğun içi. (Eski gemilerde bu kısım gemicilerin yaşama yeri olarak ayrılırdı). Baş altından yetişme, miçoluktan başlayarak gerekli kademelerden geçen ve subay olan kimse. Baş asmaköprii, eskiden, geminin baş ve kıçı arasında gidiş-gelişi sağlayan üst güverte bölümüne verilen ad. (Bugün, akaryakıt gemilerinde baş üstü ile geminin ortasındaki kaptan köşkü arasında bulunan ve mürettebatın güverteye inmeden baş ve kıç tarafa gitmesini sağlayan geçit.) || Baş ambarlar, geminin baş tarafındaki ambarlar. Baş bodoslaması, bir geminin, bodoslama­ sına dik veya dike yakın bir açıyle bağlan­ mış en uç kısmı. (Eski gemilerde bu kısım dövme çelikten yapılırdı. Bugün, çelik lev­ halardan bükülerek yapılan levha bodoslamalı gemiler kullanılmaktadır.) Bk. bodos­ lama. || Baş bocu postaları, geminin baş ta­ rafındaki bükülmeyi sağlayan dik postalar. |i Baş bölme, geminin müsademe perdesinin ilerisinde kalan bölmesi. (Bk. perde .) || Baş çalımı, geminin baş tarafında omurgaya doğ­ ru görülen daralış. || Baş denizleri, geminin seyretmekte olduğu yönden gelen dalgalar. (Bu dalgaların gemi üzerine olan etkileri dalgaların hızına, yüksekliğine, şekline göre değişir.) |! Baş direk, geminin en ilerideki direği. (Bk. DİREK.) |j Baş forsu, gemilerin işletmelerine ait amblemlerinin, baş bodos­ lama üzerine işlenmiş şekilleri (genellikle baş ve baca forsları birbirlerinin aynı ol­ makla beraber, baca forslarından tamamıyle ayrı renk ve biçimde baş forsları da var­ dır). || Baş gönder, gemilerin baş tarafların­ da güverteye dikey olarak tespit edilmiş bay­ rak direği. Ticaret gemilerinde işletme fla­ masını çekmeğe yarar. || Baş halatı, baş ta­ raftan ileri doğru verilen halat. |l Baş ha­ latları, geminin bir iskeleye veya bir rıhtı­ ma yanaşırken baş taraftan vermiş olduğu halatların tümü. (Bk. halat vermek.) || Baş ırgat, geminin baş tarafında hem demirini, hem de palamar halatlarını vira etmeğe mahsus ırgat. Bk. palamar. Baş kasara. Bk. kasara. I! Baş-kıç aynı gemi, baş ve kıç uçları tıpa tıp aynı olan teknelere ve­ rilen ad. || Baş-kıç köprüsü, eskiden kadır­ galarda, forsaların oturdukları sıraların üzerinden geçen ve pruvadan pupaya kadar uzanan asma köprü. || Baş-kıç sarnıçları, teknenin baş ve kıç ucunda bulunan sar­ nıçlar. (Bk. ansİkl .) || Baş-kıç topu, bir ka­ dırga veya Şalopa’da gemi omurgası yö­ nünde tam baş veya kıç taraf ateş etmek üzere yerleştirilmiş top. || Baş-kıç vurma (yapma), bir geminin boylamına sallanması. (Bk. ansİkl.) || Baş omuzluk. Bk. omuzluk. Baş oyması, yelkenli gemilerde ve eski yat­ ların baş taraflarında talimarların üst kıs­ ınma yapılan tavan işi süslemeleri. Bugün bu süslemeler sadece yelkenli okul gemileri­ ne yapılıyor. || Baş parıması, sandal ve fi­ lika ve diğer deniz araçlarının, bir yere bağ­ lanmak veya gerektiğinde yedekte çekil­ mek için baş taraftan verdikleri halat. || Baş pik, geminin en ucundaki genellikle tirim için kullanılan safra bölmesi. Bk. Tİrİm, safra . |J Baş potuç. Bk. potuç . |i Baş porsun, demirli savaş gemilerinde, özellikle halatlara, demirlere ve şamandıraya bak­ makla görevli porsunların en yüksek rüt­ belisi olan assubay. || Baş rüzgârı, geminin baş tarafından esen rüzgâr. || Baş taraf, ge­ nellikle geminin kumanda köprüsünün yer­ leştirildiği üst bina ilerisinde kalan kısım. (Kumanda köşkü tamamıyle kıç tarafta bulunan gemilerde de bu esas değişmez.) [Bk. kumanda köşkü.] || Baş tayfası, ge­ minin baş tarafında hem demiri, hem halat­ ların başını alan tayfa. (Bk. tayfa.) || Baş tentesi, baş üstüne açılan tente. || Baş tut­ mak, rotayı muhafaza etmek, rotada kal­ mak. (Bk. ansİkl .) || Baş üstü, geminin pruva payındaki üst güvertenin baş taraf kıs­ mına denir. Burada efrat serbestçe dolaşıp oturabilir. || Baş vermek, rüzgârı veya akmtıyı başa almak. || Baş yatırması, tah­ tadan yapılmış teknelerde baş tarafta bulu­ nan (V) biçimindeki tahtaya verilen ad. Boylam postalara veya borda kaplamasının baş taraftaki kısmını baş bodoslamaya bağ­ lar. Saçtan yapılmış teknelerde, aynı işi gö­ ren, kenarları çıkıntılı üçgen biçiminde saç levha. || Baş yelkenleri, yelkenli gemilerde cıvadra ile pruva direği arasına açılan yel­ kenlerin tümü. (Bu deyim bazen pru­ va direği açılan yelkenleri de içine alır.) [Bk. civadra.] Başa almak, geminin ba­

şını herhangi bir noktaya çevirmek. Başa geçmek, bir gemi kafilesinin, bir gemi filo­ sunun en ilerisinde yer almak. || Başı gö­ mülü gemi, baş taraftan çektiği su, kıç ta­ raftan çektiği sudan fazla olan gemi: Başı gömülü bir gemi rahat seyir etmez. Başıkıçı bir, başı kıçı aynı biçimde yapılmış tekne. Başı (burnu) üzerine yığılmak, yükleme sırasında baş tarafı denize çok gömülen bir gemiden söz edilirken başı, burnu üzerine yığıldı denir.) !! Başımı (bur­ nuna) dikilmek, bir gemiden söz ederken, fena havada, başına, burnuna dikiliyor, gö­ mülüyor denir (burnu dalgaya gömülüyor da denir). || Başını çelmek, fırtına veya dal­ gaların geminin başını rota hattının dışına savurması. || Başını savurmak, baş tarafın­ da, kıçına nispetle çok az su çeken gemi­ lerin, rüzgâr etkisi altında başının hızla rüzgâr altına düşmesi. || Baştan almak, dalgaya baştan diklemesine çarpmak. | Baş­ tan bindirmek, ileri yolla giden bir geminin sabit veya yüzer bir cisme baştan çarp­ ması. || Baştan bulmak, geminin baş tara­ fının su altında bir maddeye veya doğru­ dan doğruya dibe değmesi. || Direk başı (Eşanl. şapka, cunda, dİrek şapkasi, seren cundasi). Gemi kaburgasının veya armanın üstü veya ucu. — Dokumc. Sarılıp toplanmış ipek veya tire çilelerinden her biri. — Fişekçilik. Kapsül fitili başı, Eşanl. ELEKTRİK ATEŞLEYİCİ.

— Foto. Baş dayanağı, fotoğraf atelyelerinde insan resmi çekilirken, sallanmaması için başın arkasına konan ayaklı demir âlet. — G. santl. Baş uzunluğu, vücut boyutları­ nın ölçülmesinde kullanılan insan başı uzunluğu. | Yassı baş, özellikle Normandiya bölgesi roman mimarîsinde yaygın, hafif kabartmalı erkek veya hayvan başlarından yapılı süsleme motifi. — Havc. Bir uçağın izlediği yolla kuzey yö­ nü arasındaki açı. || Baş tutma, bir uçağın asıl kuzeye, manyetik kuzeye veya pusula kuzeyine göre doğrulduğu yönü tutma. — İnş. Baş ayak, bir araduvarın başına yerleştirilen ayak veya dayanağa verilen ad. — Mad. oc. Baş aşağı havalandırma, grizulu bir ocakta alışılmışın dışında havalan­ dırma sistemi. Hava, ilerlenen yönde, üst seviyeden alt seviyeye doğru iner. (Eşanl. ters havalandirma.) || Baş madenci, bir maden ocağında ustabaşıları yöneten ve mühendisten sonra gelen görevli. || Baş yu­ karı, bir kömür damarında ayağı hazırla­ mak için alttan üst seviyeye sürülen ve ge­ nellikle içinde demiryolu bulunmayan ga­ leri. (Baş yukarı ayağın ilk havalandırması­ nı sağlar ve bir kenarı ilerletilerek uzunayak halini alır. Bazı baş yukarılar geniş­ letilerek, demiryolu döşendiği zaman, «varagel [vinç]» haline sokulur ve iki seviye arasında araba nakliyatında kullanılır.) || Baş yukarı ayak veya yan direk, bir gale­ rinin tavanım taşıyan iki direkten biri. Ha­ fifçe eğri olarak yerleştirilen bu direkler galerinin kesitine yamuk biçimi verir. — Kyf. Baş süsleri veya süslemeleri. Bk. BAŞLIK.

— Matbaac. Baş harf, kitaplarda, bir bölüm, paragraf veya kelime başına konulan bü­ yük ve süslü harf. (Eski elyazması kitaplar­ da bu baş harf tezhiple süslenirdi. Ayrıca kâğıt, zarf veya çamaşır, mendil v.b.nin köşelerine de marka adı verilen baş harf­ ler konulur.) |j Baş harfler, bir kelimeyi ve­ ya kelimeler grubunu belirtmek için kulla­ nılan baş harf veya baş harfler grubu. (Baş harf, sadece bir tek baş harften ibaret ise basit, birkaç harften ibaret ise bileşik baş harf adını alır. İbranîler, Yahudiler ve Romalılar baş harfleri kullanıyorlardı. Bun­ ların, kanunlarda ve fermanlarda kullanıl­ ması birçok güçlüğe yol açtı, iustinianos bunların kullanılmasını yasakladı. Baş harf­ lerin, gerektiğinden fazla kullanılması, el yazmalarının okunuşunda ciddî güçlükler doğurdu. Günümüzde de, aynı aşırılık, an­ lam açıklığından çok, karışıklığına yol açmaktadır). || Baş müretıip. Bk. Ser mü Rett Ip . || Baş sayfa, gazete, mecmua veya kitapların ilk sayfası. (Eski elyazması ki­ taplarda bu sayfa süslü ve tezhipli olur­ du.) — Meteorol. Bir bulut sisteminin ön kıs­ mı. (Bk. bulut .)

— Mim. Baş sedir, eski türk evlerinin oda­ larında, odanın en güzel yeri sayılan pen­ cerenin önüne yapılan ve üzerine minder­ ler konulan sedir. || Baş üstü yüksekliği, bir apartmanın, ayakta duran bir insan yüksekliği ile tavanı arasında kalan mesafe. — Mus. Baş sazende. Bk. sazende başı. — Müz. Bir senfonide parçayı çalan veya okuyan kısmı anlatmak için kullanılır: baş keman. || Keman ve benzeri çalgıların kol ucu. (Kulakların katıldığı kulaklık ve kıvrım denen kısımdan meydana gelir. Bu kıvrımın biçimi ve süsü okuldan okula değiştiği gibi, aynı okula bağlı lavta yapıcıları arasında da değişik olur. Başın alt kısmına «kulis» denir. Kimi lavta yapıcıları, özellikle violalarda, kıvrım yerine kadın, ejder veya hayvan başı koyarlardı.) |i Baş sesi veya fausset (fosse), gırtlak dudaklarının bağ kı­ sımlarındaki titreşimleri kısmak suretiyle el­ de edilen çok tiz ses. — Petr. Bir hidrokarbon karışımındaki en hafif veya en uçucu kısımdır. Fraksiyonlu damıtmada ilk elde edildiği için bıı kelime kullanılmıştır. (Karşıtı: kuyruk.) — Spor. Türk yağlı güreşinde, pehlivanla­ rın ayrıldığı beş dçrecenin en yükseği. || Baş altı, yağlı güreşte ustalığa göre ayrılan beş bölümden İkincisi. «Başlın alt kademesi. [ Baş altına güreşmek, yağlı güreşte, baş peh­ livanlıktan sonra gelen derece için güreş tutmak. |! Baş güreşi, yağlı güreşte bir sınıf (bu tür güreşte, sınıflar kilolara göre ay­ rılmaz; kategoriler, tecrübe, bilgi ve usta­ lığa göredir. Baş güreşi, yağlı güreşte en usta pehlivanların katıldığı en üst katego­ ridir). || Baş pehlivan, yağlı güreşte en üst kategoriyi teşkil eden baş güreşinde yapılan karşılaşmalardan sonra şampiyonluğu kaza­ nan pehlivanın aldığı paye. Bu payeyi ka­ zanan pehlivan, o yılın en büyük şampiyo­ nu sayılır. Günümüzde geleneksel Kırkpınar* güreşlerinde şampiyonluğu kazanan pehlivan bu payeyi almaktadır. || Başa (çık­ mak) güreşmek, baş pehlivanlığı kazana­ bilmek gayesiyle güreş tutmak. — Sine. Tiyat. Baş rol. Bk. ROL. — Tar. Yuvarlak başlar, 1641 İngiliz devriminin başlarında, Parlamento’culara verilen ad. O günlerdeki uzun lüleli saç modasına rağmen, partinin faal üyesi olan birçok Pü­ riten, saçlarını kısa kestikleri için, onlara bu ad takılmıştı. — Tasav. Baş kesmek, dervişlerin, şeyhleri ve tekke büyükleri önündeki saygı duruşla­ rından birine verilen ad. Dervişlerin, şeyh­ ten gelen bütün emirleri itiraz etmeden ka­ bul etme hali. — Tekst. Kamgam iplikçiliğinde, hazırla­ ma makinelerinde bulunan bir çift verim ve bir çift çekim silindiri ile, çift sıralı ve­ ya sadece tek sıralı iğneli çubuklardan (baretler) meydana gelen mekanik birim. Bir çekme makinesinde, üretime göre bir veya daha fazla baş bulunabilir. — Teşk. tar. Baş ağa odası, Ağakapısı’ııda bulunan odalardan biri. Bİc. aöakapisi. | Baş alkışçı, osmanlı padişahlarını alkışla­ yan Divanı Hümayun çavuşlarının başı. (Bk. alkiş .) || Baş bakı kulu, osmanlı ma­ liye teşkilâtında birinci derece tahsil me­ muru. Diğer adı da Sergutâm-ı bâki'dir. (Bk. b a k i kulu). || Baş bayraktar, Yeniçeri ocağında İmamıazam bayrağını taşıyan kim­ se. Bk. BAYBAKTAK, || Baş binbaşı, Mahmud II zamanında Asakir-ı Mansure-i Muhammediye adiyle kurulan teşkilâtta, sekiz alayın hepsine birden kumanda eden subay. (1828 Yı­ lında teşkilâtta değişiklik yapılmış, tertip denilen sekiz alaya yalnız «alay» denilmiş alay kumandanlarına miralay adı verilmiştir. Baş binbaşı rütbesi bu şekilde kaldırılmış­ tır.) || Baş bölük, osmanlı imparatorluğun­ da kapıkulu süvari bölüklerinden birincisi olan Sipahî bölüğünün adı. öteki adları da Kırmızı Bayrak’tu. |j Baş bölükbaşı, Yeni­ çeri ocağı Ağa bölükbaşılarının' en kıdem­ lisi. (Ocakta, kethüda yerinden sonra ve solakbaşından önce gelirdi. Ayrıca, Sarı­ ca bölükbaşlarının en kıdemlisine de bu unvan verilirdi.) || Baş cüce, Hasoda, hazi­ ne, kiler ve seferli odalarında bulunan cü­ celerin başı. (Baş cüce, her odada ikişer üçer tane olan cücelerin en yaşlısı ve en kıdemlisiydi. Saray halkını eğlendirmekle vazifeli

•akak yüzey a ta r >c t oplaı damarı

5 y o jın d c k i

Korsrl yatak

gocukta

ık^k sin iri

» rtkafa ata t ve topla rıL

gozıisui sin iri

görm e s in irle ri çaprazı (kıyanına hipof itt kamansaı kemi! üinftaö

köpebdlşle burun

epiflz

arı kan

.â lin a ta r ve tejrîarda ata rı

bilyiitgsIS

n ü n sinüsü

büyük a z ıla r

i>tının boşluğu lev h a c ık ta n

rife s in iri

anki!

stenon

küçiik sin iri

•ıımrıtı

k an alı

varol kSarSiST i it» a ta r ve

ense kaaiaza-

•‘Planlaman topiarrtsr

k u lak a ltı tükrüklıezi

şa iülam ar kökü —

çenenin

tü k rü k h ezi

ıttçene kem iği

boyuna ait sin:

ses telit-ri

omuru dikimsi ç ık ın tı beyin toplardam arı

oyuna üst sinüs

gırtlak tiro it k ık ırd a ğ ı

.vetiifSei boyun

halkam sı k ıkırdak

omur»

tırn ir n it tofilartim narı orta bosluk sinüsü

kafa-kol to p lard am arı tsol

kala-kol to p lard am arı (sağ

yutak ciH kem iği

•mvnr. eksefT^

köpekdi jle ri

tiro it üst a ia r ve to p la m am a n

boyun iki toplSYd.

Kanası

«Mas

ee n ea ln çukuru

bı>yOİB’^JİJğttoplar8®Ş?L

gırtlak

östaki b o ru su ,,-'' d e liğ i

bnym ı iç

ve am irleri 1

tisi, »fmuıpiarr.amar

BAŞİN ye BOYNUN ORTADAN DİKİNE KESİTİ

BAŞ ve BOYNUN YÜZEYDEKİ DAMAR ve SİNİRLER i

:iğneme kt >teıısıktı gibi. Ova Başkırtçasında kelime başındaki s’ler diş arası sızıcı z sesine dön­ müş, Dağ Başkırtçasında ise, (nefes) h sesi olur: siz>Zİz; sarı>harı gibi. Ufa ağzında kelime başındaki y sesleri muhafaza edilmiş­ se de, diğer ağıziarda Kazan ve Kazak şi­ velerinde olduğu gibi c olur cört (= yurt) gibi. Ünlü (vokal)ler bakımından bu şivenin özelliği iki ünlü arası ses değerlerine rastlan­ masıdır, meselâ a ile o ünlüsü arasında bu­ lunan labial (dudak) a sesi, âta gibi, o ile u sesi arasında bulunan o gibi: başkort. isim çekim ekleri: İlgi (negatif) halini m rig —ding yükleme (akkuzatif) hal -nı (-tı), Verme (datif) hali -ğa ((ca), bulunma (lokatif) hali -la, Uzaklaşma (ablatif) hali -nan, eşitlik (ekvatif) hali -sa’dır. Yazı: 1928’e kadar Arap alfabesi kullanıldı; 1928 Bakû Türkoloji kongresinden sonra latin asıllı, 1939’dan sonra ise, rus (kiril) asıllı alfabe kullanılmaktadır. —■ Ed. Başkırt edebiyatı. Başkırt şivesi ilk defa XIX. yy.m ortalarında Umütbayoğlu M. Selim tarafından yazı dili haline getiril­ meye çalışılmışsa da, bu teşebbüs başarıya ulaşamamıştır. Bu sıralarda Başkırt edebî dili, Orta Asya ve Doğu Avrupa’da Müs­ lüman Türkler arasında müşterek edebî dil olan. «Türkî» denilen yazı dili idi. Bu dil ile Başkırt ülkesinde tespit edilen en ilgi çekici ^eser. Çingizname adlı destandır. Yalçıkuloğlu Taceddin’in Risale-i Azize’si de bu dile örnek gösterilebilir. Bu karışık yazı dili geçen asrın sonunda canlılığını kaybedince, artık mahallî şiveler yazı dili halini al­ maya başlamıştır. Başkirtlar arasında bir yandan Kazan türkçesi bu yazı dilinin ye­ rini alırken, bir yandan da kendi şivelerini edebi dil haline getirmek isteyenler olmuş­ tur. Kiyikoğlu Arif ve M. Osmanî Til Yarışı (Dil Yarışı) adlı dergide mahallî dil ile yazı­ lar yazmışlardır (1910). 1917 İhtilâlinden sonra bu mesele aydınlar arasında ciddî ola­ rak tartışılmıştır. 1918’de çıkmaya başlayan gazeteler, isimlerinin Başkırtça olmalarına rağmen, birkaç yazı dışında yine Kazan Türkçesi ile yazıyorlardı. Başkırt edebiyatı­ nın doğuşu 1924’te Ufa’da ilk Başkırtça günlük gazetenin (Başkurdistan) çıkışı sıra­ sına rastlar. Bunu Başkırt şivesiyle yazan diğer dergiler takip etmiştir (Bilini, Başkurt Aymağı, Sesen gibi).- ilk Başkırtça es'erler okul kitapları, tercümeler ve tiyatro eserleri oldu. Bunlar konularını tarihten ve tabiatiyle Başkırtların istiklâl mücadelelerinden almış­ tır. Aşkazar yazarı Muhammed Burangulov,

Salavat Batır yazarı Said Miras (Merasov), Şeyhizadc Babiçin. Habibullah Abidin (Gabitov) gibi edipler, çok zengin olan halk edebiyatından da faydalanmışlardır. Sovyet hâkimiyetinin yerleşmesi millî Başkırt ede­ biyatının gelişmesini durdurmuştur. Roman­ cı ve şair Mecit Gafuri, Garif Gumerov ve Seyfi Kudaş sovyet Başkırt edebiyatının ku­ rucusu sayılır. Halis Başkırt şivesiyle yazan yeni yazarlar arasında G.' Hayri, S. Agiş, A. Karnay, S. Miftahov, B. Bikboy, R. Nigmati, H. Karim, A. Bikçentayev, S. Kulibay da sayılabilir. (-> Bibliyo.) [m] BAŞKİLİSE blş. i. Bk. katedral. BAŞKİN (Matvey Semyonoviç), XVI. yy. ortasında yaşamış özgür düşünceli rus ay­ dını. Topraklarına bağlı köylülere özgürlük­ lerini bağışlayan büyük bir beyin oğluydu. Incil’e dayanarak köleliğe ve Ortodoks ki­ lisesinin belli başlı dogmalarına karşı geldi. 1535’te, ruhanî meclis tarafından dine kar­ şı gelmekle suçlanarak Volokolamsk manas­ tırına sürüldü, (l) BAŞKİRTLER. Bk. başkirtlar. BAŞKİRSKAYA. Bk. başkirdİstan . BAŞKOMUTAN blş. i. Bk. başkumandan. BAŞKOYMALIK blş. i. Etnol. Eski Mı­ sırlılarda mumyalanmış ölülerin başlarını koymak için tabutun içine yerleştirilen bir mezar eşyası, (m) BAŞKUR i. Türk çadırlarının etrafındaki kanatları örten kısımların üst tarafına bağ­ lanan ve 18 santim kadar eni olan kuşak. (M)

BAŞKUMANDAN veya BAŞKOMUTAN blş. i. Ask. Bir devletin silâhlı kuvvetlerini yöneten yüksek rütbeli subay. (Kara, hava ve deniz kuvvetlerine ayrı ayrı kumanda eden kumandanlar, kara kuvvetleri başkumandanı, hava kuvvetleri başkumandanı ve deniz kuv­ vetleri başkumandanı gibi adlar alırlar). — ansİkl . Türkiye Cumhuriyeti Anayasa­ sına göre Başkomutanlık Türkiye Büyük Millet meclisinin manevî varlığından ayrı­ lamaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur. Millî güvenliğin sağlanmasından ve silâhlı kuvvetlerin savaşa hazırlanmasından, Türkiye Büyük Millet meclisine karşı Ba­ kanlar kurulu sorumludur. Silâhlı Kuvvet­ lerin komutanlığı ise Genelkurmay başkanına aittir. Osmanlı imparatorluğu devrinde başkomu­ tanlığı padişahlar yaparlar ve bu amaçla savaş zamanı ordunun başına geçerek savaşa katılırlardı. Fakat Kanuni Sultan Süleyman devrinin sonlarından itibaren buna riayet etmez oldular. Başkomutanlık görevini ve­ ziriazamlara, serdarıekremlere verdiler. İkinci Meşrutiyetten sonra çıkan savaşlarda (Balkan harbi. Birinci Dünya savaşı) baş­ komutanlık vekilliği ihdas olunarak bütün salâhiyet bunlara verildi. Birinci Dünya sa­ vaşının hemen arkasından girişilen İstiklâl savaşında başkomutanlık görevi Sakarya Meydan muharebesinden itibaren fiilen ATATÜRK tarafından yapıldı; ve Biiyük taarruzda düşmanın imhası ile sonuçlanmış olan Dumlupınar muharebesini, muharebe meydanında yakından idare ettiği için bu muharebeye «Başkumandanlık Meydan mu­ harebesi» adı verildi. ♦ Başkum andanlık veya Başkom utanlık

i. Ask. Silâhlı kuvvetleri yönetme yetkisi ve makamı. (Başkumandanlık T.B.M.M.’nin manevî varlığından ayrılmaz ve cumhurbaş­ kanı tarafından temsil edilir. || Başkumanmandanhk topçusu, harekât alanındaki veya cephe kumandanlıkları emrine verilme­ yerek gereğinde kullanılmak üzere doğru­ dan doğruya başkumandanlık emrinde tutu­ lan silâhlı kuvvetler. Bk, İHTİYAT. I) Başku­ mandanlık topçusu, Harekât alanındaki kuvvet veya cephe kumandanlıkları emrine verilmeyerek özel maksatlar için doğrudan doğruya başkomutanlık emrinde tutulan topçu birlikleri. Bk. topçu , (m) B aşkum andanlık (veya Başkom utanlık) Meydan m uharebesi. Türk İstiklâl harbin­ de, 26 ağustos 1922’de başlayan Büyük taar­ ruzun beşinci günü Dumlupınar çevresinde 5 tümenlik yunan kuvvetinin imhası ile so­ nuçlanan türk-yunan muharebesi (30 ağustos 1922). Bu muharebe, bizzat başkumandan Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) tarafından idare edildiği için bu adla anılmıştır. Muharebe, Aslıhanlar çevresinde 30 Ağustos 1922 saat 14’te başladı. Aynı günün saba­ hı, önce I. ordu ve sonra da ileri hattaki 4. kolordu, Musuafa Kemal Paşa tarafın­ dan teftiş edildi ve son taarruz için gerekli emirler verildi. Afyon kuzeyinde batıya ilerleyen 2. ordu ile 5. süvari kolordusunun da aynı zamanda düşmana taarruzu için ge­ rekli tedbirler alındı. Bu sırada güneyde, en önemli muharebe bölgesinde bulunan baş­ kumandan Mustafa Kemal Paşa, 4. kolor­ duya bağlı 11. tümenin ilk hatlarında taar­ ruzu bizzat idare etti ve tarihin en büyük ve en kesin sonuçlu meydan muharebelerin­ den birini kazandı. Bu muharebe strateji bakımından mükem­ mel bir şekilde hazırlanmıştı. Güneydeki 11., 5., 23. ve 3. Kafkas tümenleri ile ku­ zeydeki 16. ve 61. piyade tümenlerimiz Çalköy ve Aslıhanlar çevresindeki 5 tümenlik düşman ordusunun büyük bir kısmını imha etti. Ayrıca 8 piyade ve 3 süvari tümeninin de kesin sonuç yerinde toplanması ve baş­ kumandanın da en ileri muharebe hatla­ rında bulunması zaferin kazanılması üze­ rinde önemli rol oynadı. Başkumandanlık Meydan muharebesi, günün geç saatlerine kadar devam etti. Gece karanlığından fay­ dalanarak Murad dağı üzerinden çekilebilen yunan başkumandanı General Trikupis, ken­ di grubunu teşkil eden 5 tümenden elinde kalabilen 5 000-6 000 kişi ile 2 eylülde Uşak yakınında esir edildi. Bu başarılarda süvari kolordumuzun kuşatma hareketinin ve 1. kolordumuzun Uşak istikametinde süratle ilerlemesinin de büyük etkisi oldu. Bundan sonra başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın «Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ile­ ri» emri üzerine türk orduları yunan kılıç artıklarını İzmir’e kadar takip etti ve de­ nize döktü. (-» Bibliyo.) [m] BAŞKURTLAR. Bk. başkirtlar. BAŞKUT (Cevat Fehmi), türk gazetecisi, oyun yazarı (Edirne 1905-İstanbul 1971) İstanbul sultanîsini bitirdi (1921). Gazetecili­ ğin her bölümünde çalıştı. Vakit, Son Posta, Cumhuriyet gazetelerinde yazı işleri müdür­ lüğü yaptı. İstanbul Gazeteciler cemiyeti başkanlığında bulundu. Tiyatroyle. öğrencili­ ğinde ilgilenmeğe başladı. Büyük Şehir adlı komedisi, İstanbul Şehir tiyatrosunda oynan­ dı (1942). Muhsin Ertuğrul’un teşvikiyle oyun yazmağa devam etti. Küçük Şehir (1945) ile, İnönü Tiyatro armağanını aldı (1948). Yaygın ün kazanan Paydos (1948), Atina’da Argirepulos tiyatrosunda 65 defa oynandı. Paydos (1954-1963). Küçük Şehir, Soygun (1951) gibi eserleri filme de alındı. Oyunlarında halk-aydın, eski-yeni, yaşlı nesil-genç nesil, şehirli-köylü, avam-sosyete gibi karşıtlıkları ele aldı. Gerçekçi çizgiler yanında duygulu sahnelere de yer verdi. Batılılaşmanın yanlış anlaşılmasından do­ ğan ahlâk değişimini gösterdi. Maddeye düş­ künlük, çıkarcılık, sömürücülük, sevgi ve anlayış yoksunluğu gibi zaafları eleştirdi. Röportajlarını toplayan Geceleri Bizi Kim­ ler Bekliyor? (1933) adlı bir kitabı, Valde Sultanın Gerdanlığı (1954) romanı basıl­ dı. Yayımlanan oyunları Küçük Şehir (1946, 1955, 1963), Paydos (1948, 1955, 1962), Sa­ na Rey Veriyorum (1951), Göç (1962), Har­ pıma Bir Amerikalı (1955, 1963), Tabloda­ ki Adam (1963), Buzlar Çözülmeden (1965), Hepimiz Birimiz için ve Üzüntüyü Bırak’tır (iki oyun bir arada, 1965). [m] Foto. Gir a u don (LARO US& E)

BAŞ BAŞLAHANA blş. i. Yuvarlak başlı, sıkı soneklere de denir. (Meselâ, latincedeki -sc- aşan ve en genel bazı temel prensipleri ih­ yapraklı lahana. soneki başlatıcı bir sonektir. Obdormisco, tiva eden yedi maddelik kısım, (ml) — ansİkl . Başlahananın (Brassica oleracea uyukluyorum; dormio, uyuyorum.) BAŞLICA sıf. önde gelen, en önemli, bel­ veya capitatd) yaprakları düz ve parlaktır, ♦ Başlatm ak ettrg. f. Bir işin başlamasına li başlı: Edebiyatımızın başlıca yazarların­ fakat kabarık yapraklı olanları da Yardır. sebep olmak: Çocuğu ancak bu sene mek­ dan biri. (M) Bu lahananın, gelişme (ilkbahar, sonbahar tebe başlattı. BAŞLIGÖĞÜS blş. i. Kabuklularla örümcek­ ve kış lahanası), erken yetişme, baş biçimi (yuvarlak, sivri veya yüreğimsi), renk (kır­ ♦ Başlayıcı i. ve sıf. öğrenmeğe yeni baş­ lerde vücudun ön bölgesi. Başla göğsün birleşip kaynaşmasından meydana gelir. mızı lahana) v.b. bakımından değişiklik layan [kimse]. Esk. Mübtedî. gösteren yüzlerce çeşidi vardır, (l) ♦ Başlayış i. Başlama işi. Başlama şekli, — ansİkl . önayaklı kabuklularda, özellikle İstakoz ve yengeçte bu kaynaşma tamdır. tarzı: Şarkıya başlayışı zaten yanlıştı, ( ml ) Başlala kulesi, İstanbul’da Topkapı sara­ yında Fatih’in yaptırdığı kule. Sarayın BAŞLANGIÇ i. Bir şeyin, bir eylemin, bir İstakozda ve tatlısu yengecinde vücut böl­ derin izler halinde görü­ «Dördüncü yer» denilen kısmında bulunan dönemin, bir hayatın v.b. ilk kısmı: gelerinin sınırları alt tarafında ise halka sayısı kulenin içten genişliği ve uzunluğu 4,83 m, bir yolun, bir eserin, bir kitabın v.b. lür. Vücudun çift bacak bulunur, örümceğimsilerin Lâlebahçesi tarafındaki yüksekliği ise 6,70 başlangıcı. Muazzez’e bugün hâkim o- kadar m’dir. Taşkubbe de denilen bu yerde, Fatih lan dalgınlık ve dünyaya yabancılık onun çoğunda da başlıgöğüs vardır, (l) zamanında bir eczane vardı. Hekimbaşı ve yavaş yavaş Yusuf'tan da uzaklaşmasının BAŞLIK i. Başa giyilen nesne, takke, küBaşlala’nın baktığı eczanede, ilâçtan baş­ bir başlangıcı olamaz mıydı? (Sabahattin lâh v.b.: ... başındaki beyaz başlığın uçları ka, padişahlar için misk ve anberden ha­ Ali). Bir kere başlangıcını ve sonunu boş­ garip bir kuşun kanatları gibi saçlarıma zırlanan hünkâr macunu bulunur ve bun­ luk farzettiğimiz ve böyle olduğu şüphesiz sürünerek yakından yüzüme baktı (R.N. lar önemli devlet adamlarına verilirdi. Bir bir hayat telâkkisi kabul edelim (S.F. Aba- Güntekin). || Eski savaşlarda korunmak ara saraydaki silâhların temizlendiği yer, sıyanık). için başa giyilen miğfer. Bk. miğfer. || daha sonra da Meşkhane oldu. Başlala ku­ — dey. Başlangıç noktası, bir işin başla­ Hayvan koşumunun başa geçirilen kısmı: lesi 1909’da tamir edildi ve hâzinedeki Hayvan başlarına dekolte süsü veren baş­ Hekimbaşı odasına ait eşya biraraya getiril­ dığı yer. lıklar şimdi bir hayal oldu (Ahmed Ra— Astron. ve Mat. Başlangıç noktası, bir sim). || Gelinlerin başlarına süs olarak ko­ di. (M) BAŞLAMAK geçz. f. Harekete geçmek, bir noktanın koordinatlarını ölçerken başlangıç nulan mücevherli veya işlemeli taç. || Bir olarak alınan nokta. || Bir eğri veya doğ­ yazının, bir kitabın bölümlerinin başına ko­ işin ilk kısmını yapmak, işe girişmek: Ağzını ru ölçümünde başlangıç nokta­ nulan ve konuyu kısaca tanıtan yazı: Ka­ yırtarım, hikâyeye başla, fakat orasını anlat­ sı. parçasının koordinat olarak alınabile­ lemi aldım ve kâğıda yazının başlığını ma (H.R. Gürpınar). O günden sonra be­ cek ||bir«Tabiî» büyüklüğün ayarlanmasında başlan­ oturttum (Y.Z. Ortaç). || Anadolu’nun bir­ nim için her şeye yeniden başlamak gerekti gıç olarak seçilen nokta. çok bölgesinde evlenecek delikanlının kız (Y.K. Karaosmanoğlu). || Çalışır, işler yü­ rür hale gelmek: Okul başlıyor. Oyun baş­ — Dipiom. Avrupa Ortaçağında uluslararası tarafına ödemesi âdet olan para: Başlık ladı. || Kurulmak, teessüs etmek: O kez, bir antlaşma metninin baş tarafında bulunan olarak elli dinar hediye etti (N. Araz). || komşumuz Mesut Paşa ile dayım arasında ve nutuk başlangıcını andıran güzel yazılmış Her cins koltukta (dişçi, berber, taşıt aracı sıkı bir ahbaplık başlamıştı (R.N. Günte- giriş. (İster dinî, ister ahlâkî veya hukukî v.b.) baş dayamak için yapılmış ek parça, kin). || Kendini hissettirmek, görünmek: Ço­ olsun, başlangıçlar genel düşünceleri yan­ yer. cuğum yumdun mu gözlerini / Başladı mı sıtır. Bu türlü başlangıçlara Ortaçağın ba­ — çeş . dey . Başlık almak (vermek), Ana­ büyülü şehir (F.H. Dağlarca). || Dövmek, şından itibaren rastlanır [merovenj ve pa­ dolu’da evlenirken erkek tarafından bir mik­ azarlamak v.b. hoş olmayan bir davranışa palık hükümetleri]; bunlar X. ve XI.yy. da tar para veya mal almak (vermek). || Baş­ koyulmak: Kızdırma beni şimdi başlarım oldukça önem kazanmakla beraber XII. lık atmak (koymak), bir yazıya başlık ola­ ha ... yy.dan sonra ortadan kalkar [papalık mek­ rak bir şey yazmak: Sağdan soldan gelen küçük haberleri okumak, düzeltmek, başlık — DEY. Geçmişinden (sülâlesinden) başla­ tupları hariç].) mak. Argo. Küfür etmek, sövmeğe başla­ — Fels. Başlangıç problemi veya paradok­ atmak benim işimdi (Y.Z. Ortaç). mak. su, felsefe araştırmalarında söze tanınan — Arkeol. Başlık kıvrımı, ion sütun başlı­ — Dil bil. Esk. türk. başlamak geçi. f. görev ve kudretin gene sözle doğrulanma- ğının köşelerini süsleyen volütlü kıvrım. olarak «bir orduyu, bir kuvveti sevk ve ğa kalkışılması halinde ortaya çıkan prob­ (Bu volütlü kıvrımın merkezine göz adı ve­ idare etmek» anlamına da kullanılmıştır. lem. (Problemin her çözüm yolu ayrı bir rilir. Cizvit kiliselerinin yüzlerindeki çıkma destekleri veya uçları, piskopos kıvrımları ♦ Başlama i. Harekete geçme, işe giriş­ felsefî tercih demektir.) aynı düzende yapılmıştır.) || Örme başlık, me, ilk adımı atma: Yağmurların başla­ — Anayasa huk. Bir Anayasanın başında Ortaçağda savaşçının baş ve ensesini örten ması. || Ayakkabıya vurulan pençe. yer alan ve doğrudan doğruya uygulanma madenî örme başlık. — Bayınd. Başlama cephesi, bir galerinin imkânını haiz kurallardan çok, siyasî ikti­ — Avc. Doğan başlığı, doğanı alıştırmak veya bir tünelin açılmasında kazı işlerine darın amacını, dayandığı ve gerçekleştirece­ için giydirilen ve gözleri örten küçük baş­ ği temel prensipleri gösteren, Anayasanın başlanılan yer. yorumuna ışık tutan, onun ruh ve anlamını lık. — Ed. Türk halk şiirinde matla* karşılığı. aydınlatan kısım. (Bununla beraber, doğru­ — Bayınd. Bir kazığın veya bir kalasın üst — Fonet. Bir fonemin (ses öğesi) söylenişi­ dan doğruya uygulanması mümkün kuralla­ ucuyle onu toprağa saplayacak kütle ara­ nin başlangıcı. Şiddetli olup olmamasına rın, Anayasanın başlangıç kısmında yer al­ sında, koruma amacıyle konan organ. göre nitelenir. (Başlama, ses organlarının masına da bir engel yoktur). — Binic. Bk. alimlik. || Gem, hafif gem anî bir hareketi sonunda oluyorsa «kuv­ — İnş. Kemer veya tonağın örülmeğe baş­ ve yular takımının atın başı üstünden ge­ vetli»; çıkarılan ses, organların durgun ha­ landığı yer. || Duvar başlangıcı, inşa edilir­ çen kısmına verilen ad. liyle, harekete geçmeleri arasında bir de­ ken örülmesi yarım kalan duvar. || Kemer — Ciltc. Kitap başlığı, bir kitabın ilk say­ ğişiklik meydana getirmiyorsa «zayıf» tır.) başlangıcı, kemerin örülmeğe başlandığı kı­ fasına konan süslü başlık yazısı. || Bir ki­ — Jeomorfoloji. Aşınımın tekrar başlaması. sım. Ayaklar üzerine gelen ve üzengi ta­ tabın başlık sayfası karşısına konan ve ko­ (Bk. ANSİKL.) şının oturduğu seviye. || Merdiven başlan­ nu olarak kitabın muhtevasını işleyen re­ — Müz. Başlama müziği, bir müzik par­ gıcı, merdivenin ilk basamağı. || Sütun baş­ sim. || Teşm. yol. Kitabın başlığının ken­ çasının, bir sonatın, bir senfoninin, bir langıcı, sütunun kaidesine en yakın olan alt disi. II Bir bölümün başlığı. |j Bir eserin muhtevasını kısaca belirtmek için kitabın dans müziğinin, bir şarkılı müziğin, bir kısmı. operanın, bir lirik parçanın başlangıcını — Kronoloji. Başlangıç yılı, bir çağın ve­ sırtına konan açıklama. (Kitabın sırtı yeteri meydana getiren serbest temalı parça. ya devrin yıllarının sayılmasında başlangıç kadar geniş değilse uzunlamasına da kona­ bilir. Bu durumda, kitap dikine konduğu za— ansİkl . Jeomorfoloji. Akarsuyun morfoge- olarak kabul edilen yıl. netik faaliyetindeki değişiklik; akarsu yata­ — Mim. Bir tonozun, bir kemerin, bir ğındaki yarığın artmasıyle ortaya çıkar. sütunun alt sırası. || Başlangıç çizgisi. Bk. (Akarsuyun belli bir noktasında başlar, az Üzengİ çizgisi. || Sıva başlangıcı, çelipleme çok yukarı kesime doğru yayılan gerileyici çevresinde, alçıdan yapılan hafif çıkıntılı bir aşınım dalgasına yol açar. Aşınımın düz silme. tekrar başlaması, tektonik hareketlerin, su — ansİkl . Anayasa huk. 1961 Türk Ana­ seviyesinin genel veya yöresel azalmasının yasasının başındaki başlangıç kısmında, [ırmağın dolambaçlı bölümünün kesilmesi, «Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davrabir barajda vâdinin kazılmasını bir süre nışlarıyle meşruluğunu kaybetmiş bir ikti­ durdurduktan sonra bir boğazın açılması], dara karşı direnme hakkını kullanarak 27 veya çoğunlukla insanların meydana getir­ Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti» _ diği, morfoklimatik olayların sonucudur. nin «İnsan hak ve hürriyetlerini, millî da­ Böylece bitki örtüsühün tahribi akışın sel- yanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplu­ leşmesini, dolayısıyle akarsuların etkisini ar­ mun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve tırır. Akarsular yarıklarını oymağa başlar, teminat altına almayı mümkün kılacak de­ bu sırada büyük vâdilerin dipleri getirdik­ mokratik hukuk devletini bütün hukukî ve leri alüvyonlarla dolar.) sosyal temelleriyle kurmak için» bu Anaya­ ♦ Başlanmak dönşl. f. [tş, hareket v.b. sayı kabul ve ilân ettiği belirtilmiştir. Diğer için] Girişilmek, harekete geçilmek: Nihal’- taraftan Anayasanın 156. maddesine göre in dersi biter, on dakikalık bir tatilden son­ «Bu Anayasanın dayandığı temel görüş ve ra Biilend'in derslerine başlanırdı (H.Z. ilkeleri belirten Başlangıç kısmı, Anayasa metnine dahildir». Uşaklıgil). ♦ Başlatıcı sıf. Leng. Bir eylemin baş­ — Med. huk. Türk Medenî kanununun en langıcını veya gelişmesini işaret eden fiil­ başında yer alan ve dürüstlük (objektif iyılere denir (meselâ, yaşlanmak, yeşermek, niyet kuralı, sübjektif iyiniyet) kuralı gibi uyuklamak gibi). || Fiillere bu değeri veren bazıları medenî hukukun çerçevesini bile Foto. Bılit. (le Miııutt, Ateh. phot. ( LJ.ROVÜSE )

19

G eorge BATA İLLE

Sem ta ra fın d a n

A m ie ns k a te d ra lin in başucu

b a ta k lık bayku şu

b a ta k lık k ırla n g ıc ı

b a ta k lık kunduzu

b a ta k lık ta v u ğ u

b a ta k lık sam uru

man, başlık yukarıdan aşağıya ve saldan sa­ ğa doğru okunur.) Eşanl. sirt yazisi. Baş­ lık parçası, bir kitabın yüzüne veya sırtına yapıştırılan, kabın renginden ayrı renkte ve üzerinde başlık olan deri parçası. — Etnogr. ve kıyf. Başlık süslemeleri. Bk. ANSİKL. — Fiz. Başlık kıvrımı. Bk. kivrim . — Foto. Fotoğraf çekilirken başı hareket­ siz tutmağa yarayan yardımcı âlet: Baş­ lık, genellikle antropoloji ile ilgili fotoğ­ rafların çekiminde kullanılır. — Marang. Parçaların birleştiği kısım. Bir pano meydana getirmek üzere birleşti­ rilmiş parçaları tutmağa yarayan içi oyul­ muş tahta. — Matbaac. Bir kitabın sayfalarının üst kısmına konan ve kitabın konusunu veya içinde işlenen maddeleri belirten büyük harf­ lerle yazılmış satır. Başlık harfi, hüyiik başlık harfi, küçük başlık harfi; «kapital» de denir. Başlıklarda ve önemi belirtilmek istenen bazı kelimelerin yazılışında kulla­ nılan harfler. (Dilbilgisinde büyük harf de­ nir.) Bk. ansİkl . Başlık koyma, bir met­ nin başına, onu açıklayıcı bir formül koy­ ma. Kanun başlığı, karar başlığı. |j Başlık makinesi, fotoğrafla veya mekanik olarak başlık yazılarını yapmakta kullanılan ma­ kine. || Başlık süsü, kitap bölümlerinin ve­ ya dergilerde makalenin baş tarafına ko­ nan süs. |j Başlık yazısı, makale, inceleme veya belgelerin başına konan birkaç sa­ tırlık açıklama. — Mim. Başlık çanağı, tersine çevrilmiş çan biçiminde korinthos ve kompozit sü­ tun gövdesi. ‘| Korinthos üslûbunda bir sü­ tun başlığı tablasının her yüzünün ortasını süsleyen gül bezek. || Başlık kaytanı, bir sütun başlığının yumurta biçimi süsleme­ sinin altındaki çizgi veya şerit silme. Başlık kitabesi. Bk. SARAK. |; Başlık sepe­ ti. Bk. çanaklik. || Başlık tablası. Bk. aba­ küs . || Başlık tasması, sütun başlığı üzerine Yerleştirilen uzunca çekirdekli tasma. || Sü­ tun başlığı. Bk. sütun . — Saraçl. Başlık kayışı. Koşum takımları için sabit veya hareketli destek. — Şarapçılık. Şarapçılıkla kullanılan bir âlet. Bk. ansİ kl . || Tel başlık, köpüklü şarap şişelerinin boyun kısmına takılan ve man­ tarı tutmağa yarayan tel çember. — Vet. Ameliyat için yatırılan atın başına sarılan minderimsi kalın sargı. — ansİkl . Etnogr. ve Kıyf. Kadınlara ait giyim çeşitleri her çağda ve her yerde er­ keklere oranla daha zengin, daha ayrıntı­ lıdır. Bu yüzden, giyim konusunda yüzyıl­ lar boyunca biriken malzeme ayrı bir bilim konusu oldu, özellikle başlıklar ve baş süs­ lemeleri, giyim bilgisinin ana konusunu teş­ kil eder. Çünkü ilk çağlardan bu yana ka­ dınlar buna ayrı önem verdiler. Çağımız, başlıkların ve baş süslemelerinin genellikle en az geçerli olduğu bir devirdir. Baş süsle­ melerinde önce saçlar bahis konusudur. Saç süslemeleri Anadolu geleneğinde, hem bölge­ den bölgeye değişir, hem de aynı bölge içinde yaşayan kadınların yaşına, sosyal ve ekonomik durumlarına göre ayrı kurallara bağlanır. Meselâ bazı bölgelerde (Kütah­ ya ve dolaylan) genç kız evleninceye kadar zülüf kesemez; bazı bölgelerde bir kere da­ ha evlenmek istemeyen dul kadın kâhküllerini baş örtüsünün içinde saklar, zengin kızlar ve kadınlar servetlerinin özlü bir öze­ tini saç örgülerinin ucuna taktıkları altın, gümüş, akik v.b. mücevherlerle gösterirler, imkânlar azaldıkça bu süslemeler maddî de­ ğerini kaybeder. Saçlar bölge geleneklerine göre çeşitli şekil­ lerde düzenlendikten sonra sıra başlıklara gelir.

Başlıklar genellikle iki çeşittir: hazır olarak yapılan ve başa giyilenler; doğrudan doğ­ ruya başın üzerine yapılanlar. Fes5, rakçin* (arakçin), taç*, tuzak*, hotoz*, tepe­ lik*, tas* hazır başlıklardır. Baş üstünde düzenlenenler ise, tıpkı hazır­ lar gibi, keyfe göre yapılamaz, bazı kural­ ları vardır ve her kadın, aşağı yukarı bu kurallara uymak gerektiğini içinden duyar. Baş süslemelerinde kullanılan malzeme çe­ şitlidir: önce fesler söz konusudur. Bunlar hem baştaki duruşlarıyle kadını boylu gös­ terir, hem de çeşitli mücevherler fes üze­ rinde daha güzel durur. Fesler çeşitli boy­ larda. yumuşak veya sert kalıp ola­ bilir, bazıları sırma ile işlenerek üzeri kapanmıştır, bazıları (dal fes) işsizdir. Bk. fes. Diğer önemli malzeme başörtüleridir. Bunlar da çeşitlidir. Yemeni*ler, yama*lar, krep*ler, şal*lar. v.b. Bunların kimi fes üstüne örtülür (yazmalar, yemeniler); kimi de bütün baş düzeni bittikten sonra dış örtü olarak kullanılır (şallar, çarlar, çar­ şaflar). Bu iki ana malzemeden sonra kü­ çük süsleme eşyası gelir. Bunlar taşlar, in­ ciler, altınlar, maşallahlar ve büyü, sihir ve nazara karşı takılan tılsımlar*dan baş­ ka, elle yapılmış oya*lar’dır. Bu süslemelerin hâlâ kullanıldığı bölgeler­ de yapılan folklor ve etnografya araştırma­ larının ortaya çıkardığına göre bütün bu malzemenin kullanılma şeklinin bölgelere göre değişen bazı özel anlamları vardır. Meselâ süslemede kullanılan altınların sa­ yısı ya kadının kaç çocuğu olduğnu veya kaç yıllık evli olduğunu gösterir. Fes üs­ tüne sarılan ince kreplerin renkleri ve sa­ yıları da çeşitli anlamlara gelir. Kocası öl­ müş dul kadınlar fes üstüne kara yazma sarar. Yeni gelinler açık, canlı renkleri kullanır. Genç kızlar beyaz yazma bağlar. Gelenekler, dul ve bir daha evlenmek iste­ mediğini baş süslemesiyle ifade eden bir kadına evlilik teklifinde bulunan erkekleri çok ayıplar, bunları kimse hoş görmez. Ve­ ya başına uçuk hafif renkli bir krep bağlı­ yarak sözlü veya sevdalı olduğunu açıkla­ yan genç kıza artık kimsenin sataşma, tek­ lifte bulunma hakkı yoktur. Kadın başlıkları ve baş süslemeleri arasın­ da en zengin ve en güzelleri şüphesiz ki gelin başlıklarıdır. Bunlar bazen bir ger­ çek sanat eseri niteliği taşıdığı gibi bir serveti de ifade eder. Büyük şehirlere geldikçe baş süslemelerin­ deki bu teferruat kaybolmuş, yerine daha yaygın olan geçerli modalar geçmiştir. İs­ tanbullu hanımların hotoz süsleri ve bu süs­ ler üzerine takılan ağır mücevher de za­ manla kullanılmaz hale gelmiş, kadınlar başsüslerini yavaş yavaş çeşitli şapkalara doğru kaydırmıştır. Tamamen batı modası­ nın eseri olan bu şapkaların giyimine de bugünün gençleri fazla itibar etmiyor. Başı soğuktan koruyacak örtülerle yetiniyorlar. — Matbaac. Başlık harflerinin yüksekliği, küçük harflerden, onların, yarı yüksekliği kadar fazladır. Başlık harfleri cümle baş­ larında, bütün özel adların başlarında, ye­ rine göre bazı durumlarda cins adların baş­ larında kullanılır. Büyük başlık harflerin­ den, konu başlıklarının yazılmasında ve ki­ tap bölümlerinin ayrılmasında yararlanılır. Küçük başlık harflerinin biçimi, büyük baş­ lık harflerininkinin aynıdır, boyutları metin­ deki küçük harflerinki kadardır. Bunlar, bir kitabın bölümünü ayırmak için küçük harf­ le başlayan bir kelimenin başına konur. Aynı zamanda başlık ve başlık altı olarak da kullanılır. — Şarapçılık. Porselen, pişmiş toprak veya camdan yapılır, şarap yapımı sırasında, şe­ kerlerin parçalanmasından meydana gelen karbon gazının dışarı çıkmasını sağlar. Her tarafı kapalı olan mayalanma kabının üs­ tüne yerleştirilir. İki parçalıdır. Alt parça kabın içine girecek ölçüdedir. Üzerinde, alt parçadaki suyun içinden geçip gazı dışa­ rıya çıkaran asıl başlık vardır. ♦ Başlıkçı i. Gelinlerin başlarına takılan taçları satan veya kiraya veren kimse. ♦ Başlıklı sıf. Başlığı olan: Başlıklı yazı. — Bot. Başlığı olan, başlık biçiminde olan: Haseki küpesinin taçyaprakları başlıklıdır. ♦ Başlıksız sıf. Başlığı olmayan, başı açık. (ML) BAŞUKLIMAYMUN blş. i. Güney Ame­

rika maymunu. (İlmî adı: Cebus.) [Yenidünyamaymunugillerden.] — ansİkl . Başlıklımaymun (Cebus capucinus) Kolombiya’dan Arjantin’in kuzeyine kadar yaygın, sarılgan kuyruklu küçük bir maymundur. (C. futuellus) türü esmer renk­ tedir, Guyana ve Brezilya’da yaşar. Alın çevresindeki kıllar papaz başlığına benzedi­ ği için bu ad verilmiştir, (l ) BAŞMAK i. Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı. — ansİkl . önceleri yalnız, deriden yapıl­ mış sandal çeşidi bir ayakkabı anlamına ge­ lirdi. Sonraları genellikle bütün pabuçlar için kullanıldı. Birçok türk şivelerinde bu­ gün de yaşayan bir kelimedir. Hz. Muhammed’in kutsal emanetleri arasındaki «Na’leyn-i saadet» e de ad olmuştur. Başmak kelimesi, Ortaçağ türk-islâm devletlerinde hükümdarların ayakkabıları için de kullanıl­ dı. + Başmakçı i. Başmak yapanlara verilen ad (paşmakçı da denir). [Eski İstanbul’da başmak, özellikle kadınlar tarafından giyil­ diği için, bu ayakkabıları yapan ve satan esnaf bunların zarif ve süslü olmasına dik­ kat ederdi.] ♦ Başm akdar i. Kahire’de, memlûk sul­ tanlarının terliklerini taşıyan görevliye veri­ len ad. ♦ Başm aklık veya paşm aklık i. Osmanlı imparatorluğu arazi sisteminde, padişahın annesine, kız kardeşi ve kızı gibi kadın sul­ tanlara ve haseki sultanlara ayrılan ve yir­ mi bin akçaya kadar yükselebilen ödeneğe verilen ad. — ansîkl . Başmak, elbise ve diğer ihtiyaç­ ların karşılığı olarak kabul edildiği için bu ödeneğe başmaklık adı verildi (has veya ar­ palık da denirdi). Bu ödeneğin XVI. yy. m ikinci yarısından sonra verilmesine başlandı­ ğı kayıtlarda görülmektedir. XVII. yy. dan sonra başmaklık terimi kalkmış ve yerine sadece has terimi kullanılmştr. (M) BAŞMAKALE blş. i. Bk. başyazi, makale. BAŞMAL blş. i. Halk dili. Bk. sermaye. BAŞMAN (Avni), türk eğitimcisi ve devlet adamı (İstanbul 1887 - ay.y. 1965). Vefa idadisinde okudu (1905), İstanbul Hukuk fakültesinden mezun oldu (1908), öğretmen­ lik, Millî Eğitim müdürlüğü, yabancı ülke­ lerde Millî Eğitim müfettişliği, Millî Eği­ tim bakanlığı teftiş kurulu başkanlığı ve müsteşarlık yaptı. Demokrat parti millet vekili (1950-1954) ve Millî Eğitim bakanı oldu. Çok sayıda tercümeleri vardır: Mek­ tep ve Cemiyet (John Devy’den); Fikir ve Söz Hürriyeti (Bury’den); Nice Yazlardan Sonra (Aldous .Huxley’den); Donogoo (Jules Romains’den) ve terbiyeye ait birçok yazı ve çevirmeler, ( m) BAŞMELEK blş. i. Cebrail, Mikael, Rafaei gibi belli başlı meleklere verilen ad. (l) BAŞMÜRETTİP blş. i. Bk. mürettİp . BAŞO, japon şairi. Bk. matsuo (Başo). BAŞOL (Salim), türk hâkimi 1905 1990). Ankara Hukuk fakültesini bitirdi (1928). Hâkim, Yargıtay üyesi ve daire başkanı ola­ rak çalıştı. 27 Mayıs’tan sonra kurulan Yüksek Adalet divanı başkanı olarak ta­ nındı (1960-1961). Anayasa mahkemesine üye seçildi, (m) BAŞÖRTÜ veya BAŞÖRTÜSÜ blş. i. Kıyf. Kadınların saçlarını kapamak için başları­ na örttükleri işlemeli veya düz bez, eşarp: Orta halli hanımlar renkli yeldirmeler gi­ yerler ve beyaz tülbent başörtüleri örtiinürlerdi (A.§. Hisar). [...] boştaki eliyle baş­ örtüsünün uçlarını yüzüne götürdü ve başını öbür tarafa çevirdi (Y.K. Karaosmanoğlu). ♦ Başörtülü sıf. Başını başörtüsü ile ört­ müş: Beyaz başörtülü cemaat, papatya tar­ laları gibi dalgalandı (H.E. Adıvar). [m] BAŞPAPAZ blş. i. Bazı kiliselerin papaz­ larına öteki papazlara nispetle bir şeref üs­ tünlüğü veren unvan. || Bazı piskoposluklar­ da, yaşlı kanton papazlarına nispetle, «İda­ rî çevre papazlarına» üstünlük veren unvan. — ansİkl . Başpapaz, başlangıçta, bir pisko­ posluk kilisesinin papazları içinde en kı­ demli olandı veya en ehliyetli görülerek pis­ kopos tarafından atanan din adamıydı. Baş­ papazın en önemli görevi âyinlerde, hastalık yüzünden gelemeyen piskoposun yerini al­ maktı. Trento din bilginleri toplantısı, baş-

Fotu. X. Hoskina, Ool (iner, Canadien Information service (LAHOVSSE)

BAT papazın, piskopos adına ruhanî çevreyi na­ sürüler halinde yaşayan baştankaralar (bk. kuşlar levhası) böcek yiyen, tarıma yar­ sıl teftiş edeceğini açıklamıştır.

♦ Başpapazlık blş. i. Başpapazın yönettiği bölge. || Başpapazın yaşadığı yer. (L) BAŞPARE blş. i. (türk. baş ve fars. pare, parça’dan baş-pâre). Nargilenin, ağıza ko­ nan ve gerekince çıkarılabilen süslü kısmı. — Okçuluk. Ok nişanı arkasındaki siper. — Mus. Ney, girift v.b. kamıştan yapılmış nefesli sazların ağıza alınan baş kısımla­ rına geçirilen parça. Saz, dudaklar bu par­ çanın üzerine konularak çalınır. (Sazlarda aşınmayı önlemek için ekseriya ceviz ve şimşir gibi ağaçlardan veya fildişi ve boy­ nuz gibi sert maddelerden yapılır.) [m] BAŞPARMAK blş. i. Elin ve ayağın iç tarafındaki en kısa ve en kalın parmağı: Huriye hanım elinde ağzını başparmağiyle tıkadığı yan açılmış bir gazoz şişesiyle geldi (B. Felek). Ayağının başparmağını avucunun içine aldı (Y.K. Karaosmanoğlu). — Zool. Kuşların arkadaki tek parmağı. II Kabukluların kıskacının hareketli kısmı. j| Düzkanatlı böceklerin, mantislerin ön ayak­ larındaki tırnağa bağlı küçük eklenti. — ansİkl . Anat. ve Zool. Taraktan sonra­ ki ilk parmak kemiğinin noksan oluşu ve ilk ekleminin duruş şekliyle öteki parmak­ lardan ayrılan başparmak, memeli hayvan­ larda yoktur. Bunlarda parmak sayısı beş­ ten azdır, insan elindeki başparmak öteki parmaklara karşıttır. Başparmak, yalnız iki parmak kemiğinden yapılmıştır, (lm) BAŞPİSKOPOS blş. i. (fransızcası archeveque). Başpiskoposluk makamını işgal eden yüksek rütbeli rahip. (Başpiskopos ge­ nellikle belirli bir dinî bölgenin metropoli­ tidir.) — ansİkl . Din Tar. Daha III. yy.dan iti­ baren, bazı piskoposların öteki meslekdaşlarına karşı iyice belirlenmemiş bir otori­ teyle davrandıkları görüldü. IV. yy.da metropolitlik bulunan şehirlerin piskoposları, taşra piskoposlarından daha üstün kabul edildiler. Fakat bu kural her yerde uygu­ lanmıyordu. «Başpiskopos» unvanını ilk olarak. I. yy.da aziz Athanasius, eserlerinde kullandı, imparatorluğun yıkılmasından son­ ra, kilise, merkezlerdeki örgütleri muhafaza etti ve bunları bir sisteme bağladı. Başpis­ koposun, piskopostan daha geniş yetkileri yoktu; sadece yargılama konusunda pisko­ postan daha yetkiliydi. Bugün bile, başpis­ koposluk makamı, sadece bir onur payesi­ dir. Alâmetleri, papanın gönderdiği işlemeli omuz atkısı ve haçtır, (l) BAŞRESMİ blş. i. Yeni k. Bir insanın, resimle, fotoğrafla v.b. tasvir edilmesi. (Eşanl. portre .) — Arkeol. ve G. santl. Bk. portre . BAŞRESSAMI blş. i. Res. Baş resmi yapan ressam, (l) BAŞSAVCI blş. i. Bk. savci. BAŞŞEHİR blş. i. Bk. başkent. BAŞTABAN blş. i. Mim. Bütün saçaklığın, sütunların veya başka taşıyıcıların he­ men üzerine oturan bölümü, [j Baştaban kor­ nişi, baştabana oymasız olarak doğrudan doğruya bağlanan korniş. || Baştaban taşı, yunan- mimarlığında, saçaklığın doğrudan doğruya sütunlar üzerine oturan kısmı. (Baş­ taban da denir.) || Kesikli baştaban, bir gömme sütun aralığında kesilen baştaban. | Kopuklu baştaban, düz silmeleri teraziye getirilmiş veya kaldırılmış baştaban. — Marang. Kapı kanadını sergenden ayıran büyük silme, (l) BAŞTANKARA blş. i. Denize. Karaya saplanma. || Batma, mahvolma. || Sarhoş olma. || Baştankara etmek, herhangi zorla­ yıcı bir sebeple bir gemiyi başı karaya gel­ mek üzere sahile oturtmak. || Baştankara yanaşmak, geminin baş tarafını sahile ge­ tirmek üzere iskeleye yanaştırmak. — dey. Baştankara gitmek, hesapsız batarcasma gitmek, yaşamak: Bizim konak, baştankara giden bozuk bir devlete benzerdi (R.N. Güntekin). [m] BAŞTANKARA blş. i. Küçük ötücü kuş. Baştankara’ların rengi mat, gri, esmer, be­ yaz ve siyah olur; bazı türlerinde mavi, yeşil veya sarı benekler bulunur. (Çoğunun yanağında siyah çerçeveli beyaz bir kısım vardır. Gagası oldukça kısa, fakat güçlü ve sivridir.) [Baştankaragillerden.] (İlmî adı parus majör.) — ansîkl. Yuva yapma mevsimi dışında

dımcı kuşlardır. Çukurlara yuva yapar, ken­ dileri için hazırlanan sunî yuvalara da ko­ layca alışırlar. Baştankaraların pek çok türü vardır. En büyüğü (15 sn) ve en yay­ gın olanı bayağı baştankaradır. Bundan başka mavi, tepeli, siyah ve küçük baş­ tankara gibi birçok türü bilinir. Uzun kuy­ ruklu baştankara (Aegithalos caudatus), pembe benekli, esmer ve beyaz tüylü kat kat uzun kuyruklu çok küçük bir türdür. Yuvarlak büyük bir yuva yapar, (l ) BAŞTANKARAGİLLER blş. çoğl. i. Baş­ tankaralarla benzerlerini kapsayan uzun ba­ caklı kuşlar familyası, (l) BAŞTANSOLUNGAÇLILAR blş. çoğl. i. Zool. Bazı bilgiçlerce çokkıllı halkalısolucanlara verilen ad. Bunların solungaçları vücudun ön kısmındadır {sabella, spirographis v.b.). [l] BAŞTARDA veya BAŞTARDE i. (ital. galea bastarda: melez kalyon). Osmanlı do­ nanmasında kullanılan kadırga cinsinden bir çeşit savaş gemisi. — dey. Baştarda-i hümayun, padişaha ait o lan b aşlarda. — ansîkl . Orta ve yarım olmak üzere iki

sınıfa ayrılan baştardalar 20-36 oturaklı ve. çift kürekliydiler. Kürekçi ve savaşçı olarak mevcudu 800 kişiyi bulurdu. Çekdiri’den bü­ yüktür. (M) BAŞTENE veya BAŞTİNA i. (islavca k.). Teşİc. tar. OsmanlIlar zamanında Bosna’­ daki Hıristiyanlar arasında babadan oğula geçebilen arazi. Bk. ansîkl . — ansîkl . OsmanlIlar Rumelide fethettik­ leri yerlerdeki bağ bahçe ve evlerin babadan oğula geçmesine müsaade etmişler, fakat arazinin geçmesine izin vermeyerek araziyi devlet malı saymışlardı. Fakat Hıristiyanlara ekip biçmek, ürününü alıp satmak hakkı verilmişti. Bunlar toprağı satamaz­ lar, oğul ve karılarına veremezlerdi. Yalnız Bosna Hıristiyanlarında veraset yoluyle top­ rakların ailelerine geçmesine izin verilmişti. Böylece veraset yoluyle geçen arazi devlet malı olmaktan çıkıp baştene olurdu, (m) BAŞUCU blş. i. Bir yatakta başın konduğu taraf. || Teşm. yol. Herhangi bir eşyanın ve­ ya kimsenin baş tarafı: Emeti kadın, şimdi biraz sükunet bulmuş, çocuğun başucunda sessiz sessiz ağlıyordu (Y.K. Karaosmanoğ­ lu). || Mec. Çok yakını: İşte odıır düşün­ celerimin başucunda (O.V. Kanık). — Arkeol. Doğu uluslarının, yatarken baş­ larını koymak için kullandıkları bir destek. (Bu, yarım ay biçiminde oyulmuş, üstüne yastık konan bir taş veya kütüktür. Babil ve Asur tarzı başuçları çok basit; mısırlılarınki ise, tam tersine, çeşit çeşittir. Baş­ ucu veya başucu biçiminde bir muska, mum­ ya ile birlikte mezara konurdu). — Astron. Bir yerin düşeyinin (çekül doğ­ rultusu) gökküreyi kestiği nokta: Yengeç dönencesinde yaz dönencesi günü, güneş başucundan geçer. Zt. ayakucu. || Bir yıl­ dızın başucu uzaklığı, gözlemcinin gözün­ den yıldıza uzanan görüş doğrultusuyle göz­ lem yerinin düşeyi arasında kalan açı. — Hıristiyan mim. Büyük şahının sonun­ da, genellikle yarım çevre biçimindeki ki­ lise bölümü. Orta çağda, kilisede mihrabın bulunduğu bölüme başucu denirdi Zamanla absid kelimesi onun yerini aldı, başucu ise yalnız koro bölümünün dışında kalan bö­ lüm için kullanılır oldu. Paris, Reims, Amiens katedrallerinin başuçları ünlüdür.. — îç dekors. Başucu masası, yatakların başucu taraflarına konulan masa veya ko­ modin. — İnş. Dam derelerinin kenarına konulan kurşun süs. — Mat. Başucu dairesi. Bk. DAİRE. Baş­ ucu uzaklığı, bir doğrultunun, yükselen dü­ şeyle yaptığı açı: Başucu uzaklığını 90°’ye tamamlıyan açı, eğim açısıdır. BAŞVEKÂLET blş. i. Bk. başbakanlik. BAŞVEKİL blş. i. Bk. başbakan. BAŞVURMA blş. i. Bir af veya lütuf dile­ mek için yüksek bir makama yazılan dilek­ çe. — Huk. Kesin bir hak niteliği taşımayan ama kanunun, sağlanabileceğini öngördüğü bir durumun gerçekleştirilmesini istemek. Meselâ af için, vergi azaltımı için başvur­ ma.

Foto. Lııurent, Photothenue du de l’Homme (LAROVSSE)

— Kilise huk. Papalığa başvurma. Bir im­ tiyaz elde etmek için doğrudan doğruya papaya gönderilen dilekçe, (ml) BAŞYAPIT blş. i. Bk. şaheser . BAŞYARGIÇ blş. i. Bk. yargiç. BAŞYAZI blş. i. Olayları bir gazete veya derginin temel görüş açısından yansıtan ve baş sayfada çıkan yazı, başmakale: Ge­ çen gün 19 Mayıs'ın yirmi beşinci yıldönü­ mü hakkındaki başyazımı şöyle başlamıştım-, «25 yıl, bunun dördü bir asır eder» (F.R.Atay). Yine o yıllarda «Akbaba» imzalı baş­ yazıların da birçoğu onundur (Y. Z. Ortaç). [M]

BAT i. (ar. batt). Esk. Kaz. || Şarap kabı, uzun boyunlu desti, sürahi. |l Meşin çanak, maşrapa. — çeş . DEY. Esk. Batt-ı mey, (batt-ı sahbâ, batt-ı şarap,) şarap kabı, destisi. || Batt-ı şehd, bal kabı. || Batt-ı şîr, süt kabı. || Batt-ı zer (altın kap), güneş. ♦ Batbata i. Kazın ötüşü. || Kazın suya dalışı. + Batta i. Kab. (m) BAT i.(ar. (batt, yırtarak açma). Halk dili. Şimşirden yapılma, sivri uçlu, kurşun boru­ ların ağzını açmada kullanılan bir çeşit takoz, (m) BAT i. (fr. batte). Bazı oyunlarda (beyzbol, kriket v.b.) topu geri göndermeğe yarayan tahtadan araç, (l) BATA, Rio Muni (Gine) İspanyol eyaletinin merkezi; 27 000 nüf. Ticaret merkezi, (l) BAT’A (Tomas), çek sanayicisi (Zlin 1876Otrokovice 1932). Kunduracılıkta yetiştikten sonra yurt dışında çalıştı. Daha sonra Zlin’de, bir kundura yapımevi kurdu ve onu Bi­ rinci Dünya savaşında alabildiğine geliştirdi. Maliyet fiyatını düşürerek, dış pazarları el­ de etmeğe çalıştı. Bazı ülkelerin gümrük tedbirlerine rağmen, Bat’a’nın çabasıyle kü­ çük Zlin şehri kısa zamanda önemli bir sanayi merkez haline geldi. Bat’a, atelyelerin muhasebe yönünden bağımsızlığına da­ yanan bir sistem uygulayarak işçilerini ka­ zanca ortak eden ilk sanayicilerdendir, (l ) BATAAN, Luzon adasında (Filipinler) dağ­ lık yarımada. Kuzeybatıda Manilâ koyunu kapatır, (l) BATÂET i. (ar. batâet). Esk. Ağır dav­ ranma, yavaşlık. — dey. Batâet göstermek, ağır davranm ak. (M)

BATAİLLE (Georges), fransız yazarı (Billom 1897-Paris 1962). Hegel, Nietzsche ve Heidegger’in etkisinde kaldı, dadacılık ve gerçeküstücülük akımına yöneldiyse de çok geçmeden bunlara cephe aldı. Daha VExpSrience tnterieure (1943) adlı ilk denemelerini yayımlamadan önce, iki savaş arası yazar­ ları üzerinde büyük bir etki yaptı. La Part Maudite (Lânetli Pay) [1949] adlı eserinde açıkladığı düşüncelerini, L ’Erotisme (1957) ve Les Larmes d’Eros’ta (Eros’un Gözyaş­ ları) [1961] geliştirdi, (l) BATAİLLE (Henry), fransız tiyatro yazarı (Nîmes 1872-Malmaison 1922). önce res­ sam olmağa hazırlanan Bataille, 1894’ten sonra, tiyatro yazarlığına başladı. İlk eseri, peri masalı türünde bir sembolik piyes olan la Belle au Bois Dormant'dır (Ormanda Uyuyan Güzel) [R. d’Humiere’in işbirliği ile]. Yeni tarz oyunlarının başlangıcı olan Ton Sang (Senin Kanın) [1897] adlı eserden son­ ra, yazar daha çok modern konul ra eği­ lerek, sırasıyle l’Enchantement (Büyü) [1900], en büyük başarılarından biri olan Maman

Bateke

BAT BATAK’LAR, İndonezya'da (Proto-malezyalı) halk, özellikle Sumatra’da Toba gölü bölgesinde yaşarlar; yaklş. 1 250 000 nüf. Birçok kabileye ayrılırlar (Karo, Toba), ovada pirinç, yaylalarda çalılıkları yakarak tarım yaparlar. Cepheleri yere doğru eğik evleri vardır. Nüfusları gittikçe artmakta ol­ duğundan, birçoğu dağlara, büyük tarım iş­ letmelerine ve şehirlere göç etmektedirler.

22

(l )

b a te ri (m üz.)

Colibri (1904), la Femme Nue ,(Çıplak Ka­ dın) [1908] ve la Possession (1922) adlı pi­ yeslerini verdi. (L) BATAİLLON (Eugene), fransız biyoloji bil­ gini (Jura’da Annoire 1864-Montpellier ya­ kınında Castelnau-le-Lez, 1953). Dijon Fen fakültesinde zooloji profesörü, Strasburg Fen fakültesinde profesör ve dekan, sonra Clermont-Ferrand üniversitesinde rektör ve nihayet Montpellier Fen fakültesinde profe­ sör oldu. Kurbağalarda suni partenogenez üzerindeki çalışmaları ve Loeb ile Delage’m kimyasal dölleme konusundaki araştır­ malarının ardından 1910’da, dokunma yoluyle partenogenezi gerçekleştirmesiyle millet­ lerarası üne ulaştı. Bu temel araştırmaların­ dan ayrı olarak, taşemen yumurtalarında çok embriyonluluğa yol açan olayları, yu­ murtanın olgunlaşmasında karbonik asidin rolünü, ipekböceklerinde çokdöllülüğü. kuy­ ruksuz kurbağalarda başkalaşmayı bulup or­ taya çıkardı. (Bil. akad. 1946.) [l ] BATAK i. (hatmak’tan). Üzerine basıldığı zaman çöken nemli veya çamur haline gel­ miş toprak: Yahu bu dere batağa benziyor (R. N. Güntekin). Gecikirsem kalırım bek­ lemeyin... Zira yol / Hem uzun, hem de bataktır... (M. Â. Ersoy). |l Sıf. Kötü du­ ruma sürüklenen, iflâs eden: Çünkü o çağ, batak kumarcılara çok yatkın bir çağdı (K. Tahir). — dey. Batağa saplanmak, çıkmaza girmek, zor duruma düşmek.

— Mim. Bazı eski İstanbul hamamlarında içine girilen havuz. (Hamamın bu bölümünü çoğunlukla Yahudiler yıkanmak için kulla­ nırlardı, havuzdaki su haham tarafından kutsal kılınır ve arada sırada değiştirilirdi. Batak genellikle kapalı tutulur, ancak iste­ yenlere açılırdı.) ♦ Bataklam a i. Batak hale getirme. — Ask. Bataklama engeli, bir savunma mev­ zii önünde düşman saldırılarını yavaşlatmak veya durdurmak için yapılan engel. — ansİkl . Bataklama engeli, ya bir akarsu önünde bent yapmak veya geçici olmak üzere bölgede bulunan bir bendin yıkılması sonunda birikmiş suyun serbest bırakılmasıyle meydana getirilir. Böylece düşman pi­ yade ve zırhlı araçlarının bu bataklık için­ den geçerlerken yavaşlamaları veya dur­ maları, bu engeli koruyan ateşli silâhlar ta­ rafından kolaylıkla saf dışı edilmelerini sağ­ lar. ♦ Bataklı sıf. Bataklık yeri çok olan böl­ ge: Bataklı ovaların tathiri (Şemseddin Sa­ mi). ♦ Batakçı i. Borcunu ödemeyen: Batak­ çıdır: Erkekten, kadından, yabancıdan bo­ yuna para koparır ve geri vermez (F. R. Atay). || Eline geçen parayı iyi kullana­ mayan, batıran. ♦ B atakhane blş. i. Devam edenleri do­ landıran veya kötü bir duruma düşüren yer: Sizin isleteceğiniz kumarhane değil, batakhane... (ö. Seyfeddin). Mahalle kah­ vesi Şark’ın harim-i katilidir / Tamam o eski batakhaneler mukabilidir (M. Â. Er­ soy). || Mec. işleri normal yürümeyen veya yürütmeyen yer, kurum, (m) BATAK i. İndonezya grubu dillerinden biri. Sumatra’da, yaklaşık olarak 1,5 milyon in­ san tarafından konuşulur, (l) BATAKÇIL sıf. ve i. Zool. Bataklıklarda yaşayan canlı. |! Bot. Bataklıklarda yetişen bitki, (l)

BATAKLIK i. Az derin sularla örtülü ba­ tak bölge. Kısmen bitkilerle kaplıdır. (Bk. ansİkl .). || Yeşil bataklık, bitki tabakasıyle kaplı, çayırı andıran bataklık. |j Bataklık çamuru. Durgun suların dibine çöken siyah ve ağır çamur. — ansİ kl . Coğ. Bataklıklar, akaçlama yeter­ sizliğinden, bir bölgenin sularını boşaltabile­ cek tabiî su şebekesinin yokluğundan mey­ dana gelir. Küçük çapta bataklıklar aşın­ manın çok etkin olduğu bölgelerde bile (dağlarda, yamaçlardaki iki dik bayırın arasında bulunan az meyilli bayırlarda veya hafif meyilli vâdi kesimlerinde) bulunabilir. Ama bataklıklar çoğunlukla az engebeli böl­ gelerde toplanır: özel tipte olan bazıları (turba yatakları) kimi zaman çok büyük yükseltilerde, eski dağ kütlelerinin aşınma yüzeylerindedir (msl. İrlanda, iskoçya, İs­ kandinavya). Pek çok bataklık, çayların ve ne­ hirlerin yakınında, akar suların terkettiği vâdi kesimlerinde (örneğin tekrar kesilmiş bir menderesin kıvrımı) veya önceleri çok büyük miktarda su akıtan ırmaklar tarafın­ dan şekillendirilen, bugünse artık yalnız dar nehirlerin işgal ettiği (Paris havzasında pek çok rastlanan durum) vâdilerde toplanır. Ba­ taklıklar ayrıca, birçok «kapalı çöküntü» (Karst tipi engebe) kapsayan bölgelere te­ kabül eder. Çok geniş bataklık alanları, sularını denize ulaştıramayan (kapalı havza) ve çoğu zaman yarı-kurak bölgelere (Ce­ zayir’deki yüksek ovalar) tekabül eden ke­ simlerde bulunur. En geniş bataklıklar şüp­ hesiz deniz yüzeyine yakın yerde bulunan bataklıklardır. Bunlara, bütün alçak kıyı­ larda ve her enlemde rastlanr. (Guine kör­ fezi, kuzeybatı Avrupa, kuzey Amerikanın Atlas okyanus’u kesimi v.b.). Oluşumları yenidir. Son buzullaşmayı izleyen deniz iler­ lemesi sırasında karaların kıyısında bulu­ nan az veya çok geniş çöküntüler sularla kaplanmış, ama pek derin olmayan bu koy­ ların balçıkla dolması değişik şekillerde ge­ lişmiştir: bazen bir kıyı şeridinin arkadan dolmasıyle (Fransa’da Bretagne bataklığının durumu) veya çok alüvyon taşıyan bir neh­ rin ağzında (Ren ve Meuse ırmakları delta­ sı, Escaut bataklığı), bazen de denize açık bir koyun dolmasıyle (Poiton Bataklığı). Balçık çökeltisi, uzmanlar arasında bugün, de tartışma konusudur: sıvının yumak yu­ mak çökelmesinden (parçacıkların deniz su­ yuna değmesiyle elektrolize uğrayarak top­ laşması) veya denizin çekilmesi sırasında yan çökeltinin birikmesinden meydana ge­ lebilir. Her ne olursa olsun, balçığın tespi­ tinde ve bataklığın yükselmesinde bitki, bi­ rinci derecede rol oynar. Deniz bataklıklarında birkaç desimetrelik bir sarp bayırla sınırlanan iki kesim var­ dır. Slikke, yumuşak bir balçık tabakası­ dır; deniz çekilmesi sırasında, bataklığın meydana gelmesine yardım eden katı par­ çacıklar bitkiler tarafından bu tabakada tu­ tulur. Tuzcul bitkiler balçığın tuzunu alır ve kurutur, böylece katılaştırılan araziye deniz artık tamamiyle yayılmaz; ama bir­ kaç desimetre derinlikteki ince kanallarla sızar; o zaman slikke bir «schorre» (denizin su yükselmelerinde örttüğü toprak) olur: çöğen otlarının ve hasır otlarının yerini sü­ rekli bir örtü meydana getiren otlar alır. «Schorre» yükselmeğe devam ederse, ancak büyük su kabarmaları oraya tuzlu su bi­ rikintileri bırakır. «Slikke» ile «schorre» arasında meydana çıkan yalıyar, ot kaplı «schorre»ye gelip çarpan ve yıkmağa çalı­ şan açık denizlerin orta seviyesine tekabül eder. Yavaş yavaş «tuzlu bataklık» durumu­ na gelen «schorre»nin kaderi yine de deni­ zin bir geri dönüşüne bağlıdır. Deniz ba­ taklıkları sağladıkları kaynaklarla ilgi çe­ kerler: eski iktisatta turba, otlaklarda yo­ ğun koyun yetiştiriciliği, zengin tarım ve hayvan üretimi sağlayan toprakların kaza­ nılması. Siyasal birliğin kesin ve sermayenin bol olduğu ülkelerde, halk, devamlı gözetil­ mesi ve bakılması gereken bentlerin koruyu­ culuğunda akaçlama ve pompalama ile, dev

ölçüde teşebbüslere girişmiştir. Bu tür ça­ lışmalar, yüzyıllardan beri hollandalılara özgüdür ve deniz seviyesinin altında bile (polder’ler) tarım ve yoğun hayvan yetiştiri­ ciliği yapılabilecek toprakların kazanılması istenen her yerde, çoğu zaman, onların me­ totları kullanılır. Sağlığa zararı giderildik­ ten sonra bataklık, humus rezervi yüzünden en güç tarıma bile elverişli, pek zengin bir toprak meydana getirir. Bununla beraber ba­ taklık toprakları genellikle çok asitli bir tepki gösterir ve önemli bir kireçlenme ge­ rektirirler. — Ask. Bataklık engeli. Düşman piyade ve zırhlı araçlarına karşı bataklama sure­ tiyle yapılan engele verilen ad. I| Bataklık köprüsü. Bataklık bölgeden geçişi sağlamak amacıyle yapılan köprüye verilen ad. (Ayak­ ları geniş istinat sathına sahip olan böyle bir köprü üzerinden, erler ve taşıt araçları kolaylıkla geçebilirler.) — Avc. Bataklıklarda genel olarak, batak­ lık çulluğu, su yelvesi, su tavuğu ve batak­ lık kuşları adı altında belirtilen bütün di­ ğer av kuşları bulunur, (m) BATAKLIK baştankarası blş. i. Baş­ tankaragillerden kuş türü. Tepesi kara, sırtı esmerimsidir. Kuzey bölgelerinde yaşar. (İl­ mî adı: Parus palustris.) [l ] BATAKLIK baykuşu blş. i. Sarımsı, es­ mer baykuş. Başında gayet kısa ve çoğu za­ man göze çarpmayan sorguçlar bulunur. (Bataklık baykuşu [Asio fiammeus] dünyanın büyük bir kısmında, az çok nemli, açık alan­ larda yaşar, özellikle kemirgenlerin çoğalma zamanında vuva yapar ve onlarla beslenir.) [l ]

BATAKLIK çulluğu blş. i. Bk. çulluk . BATAKLIK kaplum bağası blş. i. Bk. kaplumbaöa.

BATAKLIK k ır l a n g ıc ı blş. i. Bk. kiri.angiç. BATAKLIK köm ürü blş. i. Miner. Bk. kö­ mür .

BATAKLIK kunduzu blş. i. Bk. kunduz. BATAKLIK sam uru blş. i. Bk. samur. BATAKLIK tavuğu blş. i. Bk. tavuk. BATAKLIK yosunu blş. i. Bk. yosun . BATAKOTÜ blş. i. Tüysüz bitki. Yaprak­ ları uzun saplı, düz kenarlıdır. Çiçekleri çok küçük, pembe veya beyaz olur. Mil’li kıyı­ larda yetişir. (Aslanağzıgillerden.) [l] BATALA, Hindistanda (Pencap) şehir, Amritsar’m kuzeydoğusunda; 87 135 nüf. Tarım makineleri. (L) BATALET i. (ar. batalet). Esk. işsizlik, tembellik,- avarelik, işe yaramazlık, gevşek­ lik: Vay o kavme ki batalet döşeğinde nıeluf-ı hâb-ı gafletti (Namık Kemal). |i Yiğitlik, cesaret, bahadırlık. || Konuşmada sathîlik, latife, (m) BATALHA, Portekiz’de kasaba, Estramadura’da (Leıra bölgesi); 6 600 nüf. Santa Maria da Victoria Dominikan manastırı. Manastır Aliubarrota zaferini (1385) anmak ve portekiz krallarının gömülmesi için kral Joao I tarafından yaptırıldı; gotik üslûbun­ da olağanüstü bir dinî mimarî bütünüdür. Geniş bir alan üzerindeki yapılarında üç dehliz vardır. Bunlardan sonuncusu bugün kaybolmuştur. Kilisenin yanındaki türbeler arasında «bitmemiş» kilisecikler çok ünlü­ dür. (l) BATALYUSİ (Ebu Muhammed Abdullah ibn Muhammed ibn Sid), arap dilcisi (Badajoz 1052-Valencia 1127). En önemli eseri İbnü Kuteybe’nin Edeb-ül-Kâtibin (Kâtiple­ rin Edebi) adlı eserine yazdığı şerhtir (Elîktizab fi Şerhi Edeb-il-Küttap [«Edeb-ilKüttab’ın Şerhini Renklendirme] bas. 1901). [m]

BATAN adaları, esk. Başi adaları, Filipinlerin kuzey ucunda takımada; 10 70İO nüf. Kömür, (l) BATANAY (Hafız Kemal), türk hattatı ve musikişinası ( 1894 1981 ), İlahiyat fakül­ tesinde okurken askere çağırıldı (1914), öğ­ renimi yarıda kaldı. Musikiyi küçük yaş­ tan başlayarak tekkelerde öğrendi. Dinî mu­ siki yanında ayrıca tanınmış musiki usta­ larından ders aldı. 30 Kadar beste yaptı. Hat sanatında sülüs ve nesih yazıyı Erkânı harbiye baş hattatı Mehmet Efendiden öğ­ rendi, ayrıca Hacı Kâmil Akdik’ten de ders aldı. Asıl ustalığını gösterdiği tâlik yazıyı Foto. L A R O U SSE

BAT ise Hulusi Efendiden öğrendi. 1965 Yılın­ da basılan Ömer Hayyam Rubaileri adlı ki­ tabın talik yazıları, sanatçının ustalığına bir örnektir, (m) BATANGAS, Filipinler’de şehir. Luzon adasının güneyinde; 143 570 nüf. Balıkçılık li­ manı. (l) BATARA i. Orta veya ufak boyda ötücü kuş. Enlemesine beyaz çizgili, gri veya siyah tüylüdür. (Tropikal Amerika’da yaşar. Ha­ reketleri ve huyları örümcek kuşlarına ben­ zer. Karıncakıışugillerden.) [l ] BATARDO i. (fr. batardeau). Bayınd. Ge­ çici bent. Bir akarsu üstünde yapılır, ka­ zıklar veya madenî kalaslar ile tutulur, amacı onarılmak veya inşa edilmek istenilen yapının temelindeki suları boşaltmaktır. (Yeni, sututmalık). [ m ] BATARYA i. (ital. batlaria). Ask. Bir su­ bayın kumandasındaki ağır silâhlarla, bun­ ların hizmetinde bulunan vasıtaların bütü­ nü (Topçuda böliik yerine batarya denir): Düşmanın ağır bataryaları gündüz biriktir­ dikleri mermileri hep birden bir yere boşalt­ tı (F. R. Atay). Bk. ansİkl. || Teşm. yol. İlgili birkaç âletin bir araya gelmesiyle ku­ rulmuş takım: Musluk bataryası, pil batar­ yası. — Ask. Batarya dürbünü. Bk. ansİkl. |[ Batarya planı. Bk. ansİkl. — Denize. Yan yana dizilmiş borda topları. || Topların dizildiği yer. (Yelkenli savaş ge­ milerinde, suya en yakın olana birinci veya alt batarya, onun üstündekine ikinci, onun da üstündekine iiçüncii veya üst batarya de­ nirdi. Gerektiğinde, üst güverteye kasara bataryası veya barbet bataryası da yerleş­ tirilirdi.) || Açık batarya, üst güvertedeki toplar. |i Borda bataryası, savaş gemilerinde bordada bulunan toplar. || Sahil bataryası, bir sahili koruyan sahil topları. || Yüzer ba­ tarya, üzerine karaya ateş etmek için büyük toplar veya obüsler yerleştirilmiş zırhla kap­ lı duba. (İlk yüzer bataryalar Fransızlar tarafından 1870’te Cebelitarık’ta, 1855’te de Kırım’da Kimburn’a karşı kullanılmıştır). — Elektr. Elektrik bataryası, üreteçlerin (pil veya akümülatör) gruplanması veya bir­ likte yüklenmiş veya boşalmış kondansatör topluluğu. (Bk. ansİkl.) || Güneş bataryası, güneş ışınlarını alıp, elektrik enerjisi üre­ ten bir enerji değiştiricisidir. (Uzun ömürlü yapma uyduların elektrik enerjisiyle bes­ lenmesi, güneş bataryaları sayesinde ol­ muştur. Uydu, vazife gördüğü müddetçe radyo vericilerini güneş bataryaları ile bes­ lemek mümkündür.) || Toplama batarya, husule getirdiği akımın değişimlerini azalt­ mak üzere, generatör uçlarına derivasyon olarak bağlanan akümülatör bataryaları. (Bk. EK CİLT) — Şeker sanay. Yayınma bataryası, pan­ cardan usulüne göre şeker elde etmek amacıyle, süreksiz yayınma yapmayı sağlayan kapların ve gereçlerin tümü. — Telekom. Genel batarya, bir tek pil ba­ taryasından birçok telgraf hattının fayda­ lanmasını sağlayan sistem. (Bir tek ucun­ dan akım çekildiği halde bataryanın bütün elemanları eşit olarak çalışırlar.) i| Merkezi batarya sistemi, abonelerdeki telefonlarına, tali telgraf ve telefon merkezlerine gerekli olan elektrik enerjisi kaynaklarının bir mer­ kezde toplanmasını sağlayan sistem. Tali telgraf ve telefon merkezleri, abonelerdeki telefon cihazları bu bataryadan akım çeker­ ler. — ansİkl . Ask. Topçu sınıfında bir ateş birliğini teşkil eden batarya, 2-6 topla gö­ zetleme aracı, ateşli araç, yeteri kadar in­ san, hayvan veya motorlu araçtan ibaret­ tir. Ağır toplardan kurulu bataryalar, 2’şer toplu oldukları halde orta veya küçük çaplı sahra toplarının 4-6’sı bir batarya meydana getirir Topçu bölüğü kumandanına da, ba­ tarya kumandanı adı verilir. Bir bataryada belli sayıdaki toplardan başka, yakın savun­ ma ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeteri kadar tüfek ve hafif makineli tüfek de bulunur. • Batarya dürbünü. Bir topçu bataryası­ nın hedef bölgesini gözetlemek ve batarya­ nın ateşini düzenlemek ve idare etmek amacıyle kullanılan iki kollu büyük makaslı dürbüne batarya dürbünü denir. Bunlar, ku­ ral olarak bataryaların gözetleme ve atış, hizmetlerini yürütmek maksadıyle kadrola­ rında bulunmakla beraber, büyük kumanda

karargâhlarında kumandanların, savaş böl­ gesini gözetlemek ve harekâtı devamlı şe­ kilde takip etmeleri için de kullanılır. • Batarya planı, bir bataryanın aldığı mu­ harebe görevine göre, ateş mevziini, gözet­ leme yerini, desteklediği muharip birliğin (piyade, tank v.b.) muharebe şeridini, hedef­ lerini ve ateş idaresine ait diğer gerekli bilgileri gösteren plandır. Batarya planı, kendisini desteklediği birliğin, muharebe maksat ve hedeflerini tamamen kavrayacak şekilde hazırlanır. — Elektr. Elektrik kondansatör bataryaları arasında, paralel batarya ve seri batarya vardır. • Paralel batarya. Kondansatörlerin yerleş­ tirilmesi, bütün dış armatürlerin ve bütün iç armatürlerin birbirleriyle irtibatlı kalma­ sını sağlayacak şekilde yapılmıştır. Dış ar­ matürler, dibi kalay kaplı kasaya yerleştiri­ len şişelerin iki madenî kulp ile birleştiril­ mesiyle irtibatlandırılmışlardır. tç armatür­ ler ise bir iletkenle birbirlerine bağlanırlar. Kulpla toprağa bağlandığından, armatürler sıfır potansiyeldedir, iç armatürleri bir kay­ nak ile beslenirse aynı V potansiyele gelir­ ler. Meselâ: sistemin C sığası her bir kon­ dansatörün sığasının toplamına eşittir, C her kondansatörün c sığası birbirleriyle eşit ve n kondansatör sayısıyle C=nc’dit. Eğer sis­ temin enerjisi W ve Q makinesinin üret1 1 Q* tiği yük ise, W = — nc, V2 = -------dir. 2

2

nc

(Bk. kondansatör.) • Seri batarya. Birinci kondansatörün iç armatürü ikinci kondansatörün dış armatü­ rüyle irtibatlandırılır, irtibatlar böyle devam eder. Birincinin iç armatürü kaynak ile temas ettirilir, son kondansatörün dış ar­ matürü ise toprağa verilir. Kaynak her kon­ dansatöre aynı Q yükü verir, eğer c, c', c"... kondansatörlerin sığası ve ona tekabül eden potansiyeller v, v', v"... ise, tarif gereğince Q Q — = v—v', — — v'—v"... olur c c' n kondansatörü n aynı olduğunu farz eder­ sek ve yukarıda yazılı eşitlikleri toplarsak: c

Q = v — elde edilir. n Bu takdirde sistemin sığası her bir kondansatörünkinden n kere daha küçüktür: Diğer taraftan 1 cv* 1 nQJ W = --------- = ---------- olur. (ML) 2 n 2 c BATAV adaları, esk. coğ. Ren nehri ağ­ zında bölge. Kuzey denizi, Meuse veya Leck nehriyle Waal nehri arasında. Mi­ lâttan kısa bir süre önce Kelt’ler, germen istilâcıları Batav’lar tarafından buradan sü­ rüldüler. Buraya yerleşen Batav’lar kendi isimlerini bölgeye verdiler. Başlıca şehri: Batavodurum. (L) BATAV cum huriyeti, federatif ve aristok­ ratik Birleşik-Eyaletler, fransız generali Piehegra’ya yenilerek (kasım 1794-ocak 1795). Fransa’nın müttefiki olunca Lahey antlaşmasıyle (16 mayıs 1795) demokrat ve bir­ likçi Batav cumhuriyeti şeklini aldı; bir Directorium ve iki Meclisle merkezîleşti. Anayasası meclisten federalleri kovan hollandalı başkomutan Daendels tarafından zor­ la kabul ettirildi. Directorium, Beurnonville aracılığıyle yeni cumhuriyeti istismar et­ ti. Bonaparte 1801 ve 1805’te, cumhuriyetin statüsünü değiştirdi, sonra krallık haline sokarak başına kardeşi Louis’yi getirdi (1806). [l] RATAVİA, Tjilivvoung ırmağının ağzında kurulan kaleye 1619’da verilen ad. Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyasının temsilcisi Jan Pieterszoon Coen tarafından yaptırtıldı. Çok geçmeden bu kumpanyanın en önem­ li ticaret merkezi ve Cavanın başkenti ol­ du. XIX. yy. başında HollandalIlar daha güneye, sağlığa daha uygun olan Weltvreden’e yerleştiler, eski Batavia’yı (bu gün­ kü Cakarta*) Cavalılara ve Çinlilere bırak­ tılar. (l) BATAV’LAR, lat Batavi. Esk. coğ. Ger­ men halkı. Sezar’dan önce Ren nehrinin

ağzına yerleştiler. İlk merkezleri, tnsula Batavodurum (Batav’ların adası) oldu. Daha sonra Ijssel ve Flevo gölünden denize kadar yayıldılar. Batav’lar, Farsalos’da, Actium’da v.b. ücretli asker olarak döğüştüler. Romalı subayların kötü muameleleri karşısında is­ yan ettiler. Neron’un ölümünden sonra (6970) içlerinden biri olan Civilis’in yönetimin­ de bir Galya imparatorluğu kurmayı dene­ diler. Yenik düşen, Balav’lar Roma’nın sa­ dık müttefikleri olarak kaldılar. Frank’ların boyunduruğu altına girdiler. Merovenj’ler devrinde Austrasia krallığına bağlandılar; millet olarak adları Karolenj’ler zamanında ortadan kalktı, (l) BATAY i. (fr. bataille). Oyun. Batay oyu­ nu iki kişiyle ve 32 veya 52’lik iskambil destesiyle oynanır. Kâğıtların sırası ve de­ ğerleri şöyledir: as, papaz, kız, bacak, on­ lu, dokuzlu v.b. Oyunculardan biri kâğıtları, deste bitinceye kadar teker teker dağıtır. Dağıtılan kâğıtlara bakılmaz ve sırası bo­ zulmaz. öbür oyuncu kendi kâğıtlarının en üstünde bulunanı açar, dağıtan oyuncu da aynı şeyi yapar. Büyük kâğıdı açan (renk gözetilmeden), açılan iki kâğıdı kendi des­ tesinin altına koyar ve yeniden kâğıt açar. Oyunculardan biri diğerindeki bütün kâğıt­ ları aldığı zaman oyun biter. Aynı değerde iki kâğıt açıldığı zaman «batay» olur, bir ikinci, gerekirse üçüncü, dördüncü v.b. kâ­ ğıtlar açılır, ortada toplanan kâğıtlar bü­ yük değerli kâğıdı ilk açana geçer, (l) BATAYSK, S.S.C.B.’de (R.F.S.E.C.) şehir. Rostov’un güneyinde, Don nehri yakınında; 85 000 nüf. Metalürji. Uçak yapımı, (l) BATEAU-LAVOİR, Paris’te Ravignan ala­ nında sırasıyle Picasso, Juan Gris, Herbin Max Jacob, Van Dongen gibi sanatçıların oturduğu ev. Ahşap merdiveni ve iç tertibi yüzünden bu lakabı aldı. Kübizm akımı bu­ rada gelişti. 1908’den 1914’e kadar Guiilaume Apollinaire’in arkadaşı olan sanatçıla­ rın buluşma yeriydi (Andre Salmon, Pierre Reverdy, Maurice Raynal, Albert Gleizes, Francis Picabia. Metzinger, Andre Lhote, Jacques Villon, Robert Delaunay v.b.). [l ]

BATEKE, Kongo’da yaylalar bölgesi. Braz­ zaville'm kuzeybatısında. Güneybatıdan ku­ zeydoğuya doğru eğimli olarak uzanan kalın kumtaşı tabakalarından (üst Karroo ve Kalahari tabakaları) meydana gelir. Bu taba­ kalar hızla ayrışır, sarp değildir. Nehirler tabakalar arasından geçer, kıyıları orman­ larla kaplıdır. Kuru kumluk kesimleri ise savanlar kaplar. Bu yaylalarda Bateke'ler yaşar, (l) BATEKE’LER, zenci halk. Ogoue ve Ali ma arasındaki iki Kongo cumhuriyetinde yaşar­ lar. Bateke’ler uzun boyludurlar; renkleri çok siyahtır. Bütün hatlarıyle örnek zenci tipidirler. Tarımla uğraşırlar (manyok, tü­ tün), bitkiyle beslenirler; çok az sayıda hayvan beslerler. Silâhları zehirli ok ve bir çeşit mızraktan ibarettir. İyi müzik sanatçısıdırlar. İlkel heykeller yaparlar. Gövdesi ve başı silindir biçiminde, dikdörtgen çiz­ gili çocuk heykelcikleri ilgi çekicidir, (l) BATER (Cafer), türk ressamı (İstanbul 1913). Yüksek Ticaret okulunu bitirdi, memleket içinde ve dışında sergilere katıl­ dı, özel sergiler açtı. Suluboya ile duy­ gulu, şeffaf renklerle bezenmiş tabiat man­ zaraları yaptı, (m) BATERİ i. (fr. batterie). Müz. «Vurma çalgılar» denen çalgıların tümü. Yaylı ve nefesli çalgıların yanında orkestranın üç grubundan birini meydana getirir. (Bk. an­ s İkl .)

— Koreografi. Bacakların vurulup çaprazlanmasıyle yapılan akademik dans hareketi. || Büyük bateri, özel bir yükseliş gerektiren hareket (meselâ altılı, sekizli entreehat gibi). || Küçük bateri, aynı hareketin yerde yapıl­ ması; küçük kabriol gibi. — ansİkl . Müz. Trampetler, tam-tam veya gonglar, ziller, tefler, kastanyetler, çalparalar v.b. kulağın ses yüksekliğini kestiremiyeceği sesler verir; timpani, çelestalar, silofonlar, çanlar v.b. ise belirli notalar çı­ karır. Tahta baget, madenî süpürge veya tokmakla vurularak çalınan bütün bu çalgı­ lar vurgu, ritim ve kadansları belirtmeye yarar. Caz müziğinde kullanılan bateri bir büyük davul, bir trampet, bir veya iki tomtom, birkaç sabit zil ve bir de high-hat de­ nen oluklu çifte zilden meydana gelir.

23

b a th y n e lla

İAT ♦ Baterici i. Orkestrada bateri (davul) ça­ lan kimse. «Baterist» de denir. Özellikle caz orkestralarında önemli bir ver tutar, (l) BATES (Henry Walter), İngiliz tabiî bilim­ ler uzmanı (Leicester 1825-Londra 1892). özellikle böcek uzmanı olarak tanındı. Ama­ zon bölgesinde yaptığı yolculuğun izlenimle­ rini The Naluralist on the River Amazons (Amazon Kıyısında bir Tabiat Bilimi Uzma­ nı) [1863] adlı eserinde açıkladı. Londra Coğrafya derneğinin genel sekreteri oldu, önemli incelemeler yayımladı, (l) BATES (Herbert Ernest), İngiliz yazarı (Nothamptonshire 1905-1974) önce İngiliz köy hayatını yansıtan hikâyeler yaz­ dı: The Pocher (Kaçak) [1935]. Sonra, «Flying officier X» (Uçan Subay X) takma adiyle savaş hikâyeleri yayınladı: How sleep the Brave (Yiğitin Uyuyuşu) [1943]. Daha sonraki romanlarında ve hikâye derleme­ lerinde (The Golden Oriole [Altın Asmakuşu, 1962]; Oh, To be in England [Oh! İn­ giltere’de Olmak Ne Güzel, 1963]; The VFedding Party (Düğün Töreni, 1965]) mizah dolu bir üslûpla çağdaş hayatın çeşitli yön­ lerini dile getirdi, (l) BATESON (Thomas). İngiliz madrigal bes­ tecisi (1570’e doğr.-Dublin 1630). Chester katedralinde ve Dublin Trinity katedralinde orgcu. Bestelediği 3, 4. 5 ve 6 sesli madrigaller, Wilbyle ve Morley’inkiler kadar ba­ şarılı değildir, (l) BATESON (VVilliam), İngiliz biyoloji bilgini (Whitby 1861-Surrey’de Merton 1926). Ka­ lıtım konusunda araştırma yapan öncülerden dir. önce Cambridge biyoloji profesörü, sonra Merton’da John İnnes Horticultural İnstitution müdürü oldu. Avrupa ve Sibir­ ya’da yaptığı yolculuk sırasında topladığı belgelere dayanarak yazdığı Materials for the Stııdy of Variation (Canlılarda Değişirliği İnceleme Materyali) [1885] adlı eseri, biyolojide önemli bir aşamadır. Değişirliklerin kesik kesik gerçekleştiğini ileri sürmüş­ tür. Daha sonra, kalıtım konusunda çalış­ mağa koyuldu; Mendel kanunlarını yeniden bulan beş biyoloji bilgininden biri olduğu gibi, bu kanunları hayvanlara uygulayan iki bilginden biri ve «allelomorphe», «homozigot» ve «heterozigot» kelimelerini yaratan kimsedir. Başlıca eserleri: Mendel’s Principles oh Heredity: A Defence (Mendel’in Kalıtım Kuralları: Bir Savunma) [1902]. Reports to the Evolution Committee (Evrim Komitesine raporlar) [1902-1909], Mendel's Principles of Heredity (Mendel’in Kalıtım ilkeleri) [1909]; Problems of Genetics (Genetik So­ runları) [1913]. (l) BATH, Büyük Britanya'da (Somersetshire) şehir, Avon kıyısında, Cotsvvold Hills’in gü­ neyinde; ;80 000 nüf. Eski bir roma sitesi olan Bath', sıcak sularıyle (120° F) ün yap­ tı. Ortaçağda şehir, bir benediktin manastırı ve yün işçiliği sayesinde önemini bir derece­ ye kadar muhafaza etti. XVIII. yy.ın baş­ larında Londra sosyetesi burayı gözde bir aristokrasi ve edebiyat merkezi haline ge­ tirdi. 1725’te önce ilk şehir planlamacılığı burada uygulandı; mimar John Wood’un. sonra da oğlunun gayretiyle Bath, değişik­ liklere uğradı. 1754’te yapımına başlanan, oğul Wood tarafından tamamlanan ve Colis6um’dan esinlenen Sirk’te otuz üç ev var­ dı. 1755’te roma hamamları ortaya çıkar­ tıldı. Şehirde, mimarî bakımından ilgi çe­ kici bir manastır da vardır; nefis camlarla süslüdür ve cephesinde yukarıdan aşağıya kadar, inen ve çıkan melek figürleri bulu­ nur. Bath bugün de büyük bir kaplıca merkezidir: birçok banyolarında romatizma­ ya, gut hastalığına, siyatiğe v.b. iyi gelen şifalı sular vardır. İkinci Dünya savaşı sı­

24

b a tis k a f «FNRS III»

rasında v fı iardımanlardan zarar görmüş­ tür. (L) BATH (VVilliam pultenay), İngiliz siyaset adamı (1684-1764). 1705’ten 1742’ye kadar Avam kamarasında liberal parti mebusu. Önceleri VValpole’un dostuydu; sonra Bolingbroke ile birleşerek ona karşı cephe aldı (1725). Tutumunu haklı göstermek için, par­ tiler üstü bir hükümet düşüncesini ortaya attı ve bundan «Yurtsever» partisi doğdu. 1742’de Lordlar kamarası üyeliğine yüksel­ di, hükümete girdi (1742-1746), ama hiçbir sorumluluk yüklenmek istemediği için gözden düştü, (l) BATHÂ i. (ar. batha’). Esk. Sazlı, çakıllı sel mecrası, dere. j| iki dağ veya tepe ara­ sındaki dere. || Mekke'de bir derenin adı. || Mekke-i Mükerreme. || Mekke vâdisinin en alçak kısmı. ♦ Batayih çoğl. i. Sazlı dereler. ♦ Batiha i. Sazlı dere. || Geniş, çakıllı mecra. (M) BATHA, Çat’ta vilâyet. Çat gölünün do­ ğusunda; 340 000 nüf. İdare merkezi, Ati. Batha’run güneyinde, Guera sıradağı (1 790 m) yükselen bir ovadır, (l) BATHGATE, Büyük Britanya'da şehir, iskoçya’da (Batı Lothian), Edinburgh’un batı ve güneybatısında; 14 000 nüf. Kamyon ve traktör, (l) BATHİE, Savoie’da (Albertville İdarî çev­ resi) komün. Tarantaise’de, işere kıyısında; 1 617 nüf. Chantemerle köycüğii yakınında, Roselend barajının beslediği yeraltı hidroe­ lektrik santrali, (d BATHORİ (Jeanne-Marie beathİer, Jane de denir), fransız kadın ses sanatçısı (Pa­ ris 1877). Debussy, Ravel ve Roussel’in me­ lodilerini piyano ile çalarak ve okuyarak uluslararası bir ün kazandı. 1942’de Buenos Aires’te Fransız Yüksek öğretim enstitüsünün müzik bölümünü kurdu, iki küçük eseri vardır: Conseils sur le Chant (Şarkı Üze­ rine Öğütler) [1928] ve Sur l’interpretation des Melodies de Claude Debussy (C. Debussy’nin Melodilerinin Yorumu Üzerine) [1953], (l) BÂTHORY, eski macar ailesi. Ataları breczk Briccius (1279-1321), kral Laszlo IV (1272-1290) zamanında Bâthory adını al­ dı. — Stepan Bâthory, bk. stepan i bât­ hory , Polonya kralı. — zsîgmond (1573Prag 1613), öncekinin yeğeni. 1518’de Erdel beyi seçildi. 1596’da Silezya’dan aldığı topraklar, kardinallik ve ömür boyu aylık karşılığında prensliğini impara­ tor Rudolf Il’ye sattı. Sonradan pişman ola­ rak Türkler’i yardıma çağırdıysa da yenildi ve aman diledi. — gabor, sonuncu Bâthory, Erdel beyi (1608-1613). Bcthlen tarafından kovuldu. Oradea’da öldürüldü, (l) BATHURST, Britanya Gambia’sında şehir. Gambia nehri halicinin girişinde, aynı adı taşıyan koloni ve protektora bölgesinin idare merkezi; 28 000 nüf. Ticaret merkezi. Pal­ miye yağı ve yerfıstığı ihracatı, (t) BATHURST, Kanada’da (New-Brunswick) şehir. Chaleurs koyu kıyısında; 16 300 nüf. Üniversite unvanına sahip dinî Sacre-Coeur koleji. Balıkçılık. Bakır, kurşun, çinko, gü­ müş ve manganez madenleri, demir yatak­ ları. Bıçkıhaneler. Kâğıt hamuru ve kâğıt fabrikaları. (L) BATHURST, Parry adalarından biri. Ka­ nada arktik (Kuzeybatı arazisi, Franklin) takımadasında, (l) BATHURST (Henry), İngiliz devlet ada­ mı (1762-1834). Muhafazakâr parti üyesi Pitt’in dostu ve öğrencisi. 1783’ten 1830’a kadar hemen hemen devamlı olarak bakan­ lık görevlerinde bulundu, özellikle 1812’den 1827’ye kadar millî savunma ve sömürgeler bakanlığı yaptı. Koyu muhafazakârlığı se­ bebiyle, Wellington politikasını destekleye­ rek parlamento reformuna karşı çıktı. 1815’te Avustralya’da kurulan bir şehre Bathurst adı verildi, (l) BATHY, Yunanistan’da liman şehri. Vathi de denir. Sisam (Samos) adasının kuzey kıyısında, Bathy koyunda. Samos yönetim çevresinin merkezi; 7 200 nüf. (l) BATHYCRİNUS i. Zool. Derisidikenlilerden crinoidea türü. Atlas okyanusunda ve Büyük okyanusta çok derin yerlerde yaşar.

(Baıhyerinidae familyasının örnek hayvanı­ dır.) [l] BATHYERGUS. Bk. kumkazan. BATHYGADUS i. Morinaya yakın balık. Denizin çok derin yerlerinde yaşar. ([Uzunkuyruklıtbalıkgillerden.) [l] BATHYKLES Magnesia’lı, yunan heykel­ tıraşı (Magnesia e epi Maindroi M.ö. VI. yy.). Amiklai’deki (Lakonia) Apollon tapı­ nağı için, kocaman bir taht hazırladı. Pausanias, bu kabartmaları bütün ayrıntılarıyle anlatır. Pers savaşlarından önce Laconia'ya yerleşti, (l) BATHYKOLPOS (yun. bathys, derin, kolpos: körfez). Esk. coğ. İstanbul boğazının Rumeli yakasında yer alan Büyiikdere kör­ fezinin BizanslIlar zamanındaki adı. ( m ) BATHYLLOS (İskenderiyeli), Maecenas’ın azatlı kölesi. Ünlü pantomimin Pulades ile birlikte bu sanatı roma tiyatrosuna sok­ tu. Pantomim sanatı üzerine, birlikte yazdık­ ları inceleme dört bölüme ayrılır: komedi, trajedi, yergi ve çeşitli türler. Bathyllos ile Pulades arasında aşırı geçimsizlik baş gösterince, imparator Augustus. Pulades’i sürgün etmek zorunda kaldı, (l) BATHYNELLA i. Orta Avrupa yeraltı su­ larında yaşayan kabuklu hayvan, (l) BATHYPHANTES i. Esmer veya kırmızım­ tırak küçük örümcek. Çoğu zaman karın kıs­ mında beyaz benekler bulunur. Çayırlarda, bataklıklarda, taşların altında veya bitki­ lerin üzerinde yaşar, (örümcekgillerden. Hık ve soğuk bölgelerde altmış kadar türü var­ dır.) [l] BATHYPTEROİS i. Denizin çok derin yerlerinde yaşayan kemikli balık. (Göğüs ve karın yüzgeçlerinin her birinden çatal bir uzantı çıkar. Göğüs yüzgecindeki uzantılar çok hareketlidir. Çevresini yoklamak için bunları duyarga gibi öne doğru uzatır.) [l] BATI i. (batmak’tan). Güneşin battığı ta­ raf, batı yönü. Esk. Magrip, garp: Geniş kanatlarını batıya açtı kuşlar (F. N. Çamlıbel). Ankara, İstanbul'un batısında mı, doğusunda mıdır? Biliyor mu? (B. Felek). || Teşm. yol. Batı yöndeki ülkeler, Av­ rupa. Esk. Garp: Kurtarıcı olanı batıdan almakta nice asır geç kaldık (F. R. Atay). Batının biitiin başkentleri üzerinde de aynı suretle dalgalanacaktı (Ş. S. Aydemir). |i Sıf. Batı tarafında olan: Evin batı yüzü. — Coğ. 20 Martta güneşin battığı yer. || Batı yelleri, batıdan esen rüzgâr. || Batı Hint adaları, Amerika’ya verilen ilk ad. (Buraya Batı yoluyle ilk varanlar Hindistan’a ulaştıklarını sandılar.) — Denize. Batı karayel, batı-kuzeybatı yö­ nü. (Bk. karayel.) || Batı kerte karayel. Bk. karayel. || Batı kerte lodos, batılodos. Bk. lodos. || Batılodos, batı-güneybatı. || Batı yönü, batı rotasında seyir, batı yönünde seyreden tekne. |[ Dünyanın batı yönü, asıl batı yönü, batı yönünde bulunan bir şeyin asıl kutba göre yönü. || Pusula batısı, ya­ nılmalar ve gerekli düzeltmeler dikkate alınmadan pusula ibresinin batı yönünü gös­ termesi. — Leng. Batı Türkçesi. Bk. Türkçe. — Masonluk. Loca’da «gözeticilerin» (na­ zırların) oturduğu taraf. — Polit. Atlantik antlaşmasının (NATO’nun) güçlü devletlerine bazen verilen ad. — Tar. Batı imparatorluğu. Bk. b a t i r o m a imparatorluğu. ♦ Batıcılık i. Yeni. Avrupa medeniyetine bağlılık. Bk. garpçilik. || Çar Nikola 1 za­ manında Rusya’da gelişen reformcu akımı. — ansİkl. Batıcılık akımı, Çaadayev’in Felsefi Mektuplarına dayanır (1836). Çaadayev, bu mektuplarda, Ruslara, Hegel’in «millî mesele» üzerindeki düşünceleri açık­ ladı. Batıcılar (Çaadayev, Herzen, Biyelinski) islavseverlerin tersine, Rusya’nın tarihî görevini yerine getirebilmesi için Batıya yönelmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ama Batıyı körü körüne krpyı etmemeli, yal­ nızca en modern yanını (yönetim teşkilâtı, laiklik) almalıydı. Herzen ile birlikte kimi batıcılar bir avrupa sosyalizmine bile yö­ neldiler. 1848 Karışıklıklarından hemen son­ ra polis batıcılığa karsı sert bir tutum gös­ terdi. Aralarında Dostoyevski’nin de bulun­ duğu Çaadayev’in arkadaşları tutuklandı. Böylece, batıcılık akımı da sona erdi. Foto. E .C .A . {L A R O U S S E )

BA ♦ B atılı sıf. ve i. Batıda oturan, doğuda oturana karşıt: Batılı halklar. Batılı. || Batı medeniyetini benimsemiş olan: Musta­ fa Kemal, türktii, batılı idi, miisliiınandı (F. R. Atay). — Mücevhercilik. Kıymeti az bir taşa veya in­ ciye verilen ad. Kıymetli ve seçme taşlara doğulu denir. (Bk. doöu’lu.) ♦ Batılılaşm a dönşl. f. Batı medeniyetini benimsemek. (Bk. garplilaşma.) [ml] BATIBEKİ (Atıf Yılmaz), türk sinema yö­ netmeni (Mersin 1925). önemli filimleri arasında Gelinin Muradı (1957), Bu Va­ tanın Çocukları (1959), Alageyik (1959), Karacaoğlan'ın Karasevdası (1959), Dolan­ dırıcılar Şahı (1961), Keşanlı Ali Destanı (1965), Murat’ın Türküsü (1965), Toprağın Kam (1966), Kozanoğlu (1967), Aaah Güzel İstanbul (1967) bulunmaktadır, ( m ) BATI cordillera’sı, And sıradağlarının bir­ çoğunun adı. özellikle Kolombia (Atrato ve Cauca vadileri arasında), Ekvator ve Peru’dakilere bu ad verilir, Pasifik okyanusu kıyısında yükselirler, (l) BATIL sıf. (ar. butlan, boş olma, anlam­ sız olma’dan bâtıl). Gerçeğe uymayan, doğ­ ru ve haklı olmayan: Beni bir bâtıl yola davet eylediğin anlaşıldı (Cevdet Paşa). || Boş, çürük, asılsız: Şiir demem, ne için yazdığım neşıdelere / Ya şi’ri bir tutuyorlar hayâl-i bâtıl ile (Tevfik Fikret). || i. Boş, yanlış, hak olmayan inanç; asılsız, doğru olmayan düşünce: Asırlar geçti hâlâ bâtılın p'ış-i hiicûmunda / Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bizar (M. Â. Ersoy). Lâyık mıdır insan olana vakt-i kazada / Hak zahir iken bâtıl için hükmü imâlet (Ziya Paşa). — dey . Bâtıl itikat (inanç), yersiz, boş, doğ­ ru olmayan, doğruluğu ispat edilemeyen, ger­ çekle uyuşmayan inanç. Esk. Hurâfe: İmam sadece bâtıl itikatların doğurduğu bir siirü masalı tekrar ediyor (H. E. Adı var). De­ mek ki bu bâtıl itikatlar içinde faydalı olanlar da vardır (Z. Gökalp). — Huk. Bk. butlan, (m) BATIN veya BATN i. (ar. batn). Esk. Ka­ rın. Bir şeyin içi, ortası. || Mec. Soy, nesil: Yine bu esnada kabail-i Ezd’in bir batm olan Ganıid kabilesinden on kişi ge­ lip... (Cevdet Paşa). || Bir olayın iç yüzü. || Gizli olan mistik anlam. — çeş. DEY. Bir batında, bir doğuruşta: Bir batında iki çocuk doğurdu. |j Esk. Batnen ba’de hainin, soydan soya, nesiller bo­ yunca. |1 Batn- kebir, büyük karın. || Batnperest, midesine düşkün. || Elmânâ fi batni’ş-şair «anlam şairin karnında» anlamında iyi anlaşılmayan söz ve yazılar için kulla­ nılır.

♦ Batin sıf. Esk. Büyük karınlı. || İyi dol­ durulmuş. || Gizli, uzak yer. ♦ B atnî sıf. Esk. Karınla ilgili, (m) BATIN i. (ar. batn, içte olma, gizli olma, ve iç taraftan bâtın). Esk. İç, iç yüz: Neyise zâhiriin bâtınım oldur (Yunus Emre). || İç anlamı: Kur’anda bulunduğu söylenen zâhir-bâtın, havf-r'ıca, sabır ilâh... gibi mis­ tik tabirler her yerde bulunur (P. Safa). || sıf. Gizli, gözle görülmeyen. Esk. Derunî. |i Mec. Tanrı. || Sır. — dey . Esk. Ehl-i bâtın, Tanrının sırlarına vâkıf olduklarına inananlar, sofiler. — Fels. Esk. Havâss-ı bâtına, hiss-i müşte­ rek, hayal, vehim, hafıza ve mutasarrıfa adları verilen beş iç duygusu. ♦ Bâtm en zf. İçten, ruhun içinden, içten olarak.

Bâtınî sıf. Dahilî, sır ve hakikatle ilgili. (Zt. zah İrî). || Bâtınîlik mezhebine men­ sup: Bu mukavemetlerin tarihi bazen, bâtınilerde olduğu gibi aktif bir mücadele şeklinde yürümüştü (Ş. S. Aydemir). Bk. BÂTINÎLİK. (M)

BÂTINÎLİK veya BÂTINİYE i. Din. Kufan’ın ve buyruklarla yapılmaması emredi­ len şeylerin bütününü bilip, zâhirine lüzum olmadığına inananların yoluna verilen ad. Bu inancı benimseyen kişilere, hangi mez­ hepten olursa olsun bâtını, yollarına da Bâtınîlik denir. — ansİkl . Kur’an’ın zâhirî (görünen, dışa ait) anlamlan olduğu gibi batını (görünme­ yen, içe ait) anlamları da vardır. Foto. A .F .P . ( L A R O V S 8 E )

Bâtınîlik a) Tc’vil (metotsuz yorum), b) Guliiv (Peygamber ve imam hakkında aşırı inanç), c) Tanrının bu kulda tecelli ede­ ceğine inanç, ç) Âhireti inkâr edip tenâsuhu (ruh göçümü) kabul, d) Dinî emir ve nehiylerin âlemin düzeni için konduğuna ina­ nıp inkâra varmak gibi esaslara dayanır. — Tar. Bâtınîliği meydana getiren sebep ve inançlar: Bâtınîlik, eski hint-iran dinle­ riyle, Sâbiliğin ve yunan felsefesinin İslâm­ laşmış bir şekli olan Hükemâ felsefesinin karışımından meydana gelmiştir. Bâtınîler, Tanrı, akıl, nefs, mekân, halâ (boşluk) olarak kabul ettikleri ve bütün varlık âleminin, bundan meydana geldiğine inandıkları beş cevheri sâbık, tâtî, ced, feth, hayâl adını verdikleri beş cevherle karşıla­ mışlardır. Sâbık, önce var olan, varlığına bir sebep bulunmayıp kendiliğinden mevcut bulunan yaratıcı kudret olan akl-ı küll’dür (tüm akıl). Tâli, ilk varlıktan sonraki var­ lık, onun ardından gelen kudret nefs-i kül (tüm nefis). Ced, maddenin, bütün suretleri kabul etme yeteneğidir. Hukema, buna heyûlâ demiştir. Feth, yaratılışa vasıtadır. Feth, varlık suretlerinin zuhuruna mekân olacak boşluktur. Hayâl, mutlak zamandır. Tanrı, yaratıcı kudrettir, ondan aktif bir kudret olan akl-ı kül meydana gelmiştir; bu aktif kudret, pasif bir kabiliyet meydana getirmiştir. Bu aktif ve pasif kabiliyet gök­ leri ve göklerin bedenleri olan yedi yıldızı meydana getirir. Göklerin dönüşü, ateş, su, yel ve toprağı (dört unsuru) meydana ge­ tirir. Dokuz gökle dört unsur, cansızlar, bitkiler ve canlıları doğurur. Canlıların en olgunu insandır. İnsan bedene, yaratıcı kud­ retten başlayarak bütün bu varlıklardan devrederek gelir. Ancak bu yaratılış ve ya­ ratış, zamanla kayıtlı değildir. Yaratıcı kudret her an aktif bir güce sahiptir; bu güç, pasif kabiliyeti meydana getirir. Bu ak­ tif ve pasiklif gökleri; göklerin hareketi un­ surları; unsurlar da cansızları, bitkileri ve canlıları doğurur. Yaratışın önü ve sonu yoktur, yaratılış sonsuzdur. Tanrı, bütün kemal sıfatlarına sahip olan ve her şeyden münezzeh bulunan bir kudret sahibi değil, yaratıcı kudrettir. Yaratılış tan­ rı iradesiyle değildir, bir oluştur, bir zaru­ rettir. Bâtınîlikte kıyamet iki şekilde anlamlanır. Bir bakıma ölen adamın kıyameti kopmuş­ tur. Ahret, bedenin, unsurlar âlemine geçi­ şi, çürüyüp âleme karışmasıdır. Bir kısım Bâtınîlere göre insanın ruhu, dünyada yap­ tığı işlere göre, ölümden sonra cansızlara, bitkilere, huyuna uygun bir hayvana girer ve yeniden, olgunlaşmak için bu âleme ge­ lir, olgunluğa ulaşıncaya kadar böylece yü­ rür gider. Buna tenasüh (ruh göçü) denir. Bir kısmına göreyse ruh, bedenden ayrı­ dır. Bu bakımdan da ölümden sonra ruh, bu âlemin mânâsı olan ahret âleminde, ken­ disine yakışan bir makama gider. O âlem­ de olgunlaşma çabasına başlar. Batınî teşkilâtı. Bâtınîler, kâinatı Batlamyus ve Hukema felsefesine göre kabul et­ mişler, mezheplerini bu inancı dünyevî bir sistem haline getirmek suretiyle kurmuşlar­ dır. Akıl ve nefse karşılık natık ve samit’i, yedi yıldıza karşılık yedi imamı kabul et­ tikleri gibi on iki burca karşılık da on iki hüccet kabul etmişlerdir. Teşkilât yedi dere­ ceye ayrılır: 1. İmam, bâtın bilgisine sahip olan ve bütün Batınîlerin reisi. 2. Hüccet, imam vekilidir, emirleri bizzat imamdan alır. 3. Zû-Massa (süt emen), bâtın bilgisini hüc­ cetten alır. 4. Dâî-i ekber (en büyük davetçi). halkı bâtınîliğe davet edenlerin en büyüğü ve onları idare eden. 5. Daî-i me­ zun (izinli davetçi), halkı bâtınîliğe davet edip kabul edenlerin akdini alan ve dâî-i ekber’in emrinde bulunan. 6. Miikelleb (av­ lanmaya alıştırılmış), bâtınîliğe girebilecek­ lerin fikirlerini çelen, onları dâîye teslim eden. 7. Mümin yahut miistecîb (inanmış, davete uymuş), bâtını mezhebine girmiş olan. Bâtınîlerin kitaplarında olmayan, onları ye­ renlerin kitaplarında bulunan davet derece­ leri şunlardır: 1. Teferriis (anlamağa uğraş­ mak). Mükellebler, bâtınî olmayanlar arasın­ da bu mezhebi kabul edebilecekleri bulup fikirlerini çelip kendilerine bağlarlar. 2. Te’nîs (uzlaşmak, uyuşmak), meşrebi anlaşılan adamı bâtınîliğe kabule hazırlamağa başlar­ lar. 3. Teşkîk (şüpheye düşürmek), bâtınîli-

ğe kabul edecek duruma gelen kişide şüp­ heler uyandırırlar. (Göklerin, yerlerin, yıl­ dızların yedi oluşu gibi). 4. Ta’lîk (ileriye bağlama), bâtınî anlamları öğrenmek isteyen kişiyi, henüz vakti gelmediğini, bunları yalnız imamın bildiğini, ondan me’zûn olmadan öğ­ renemeyeceğini söyleyip bir süre oyalamak. 5. Rabt (bağlama), bâtınî anlamları öğren­ mekte ısrar edeni mükelleb, Bâî-i Me’zuna götürür, yemin ettirir, sırları, tanıdığı tanı­ yacağı kişileri kimseye söylemeyeceğine dair söz alınır. 6. Tedlis (karanlıkta bırakma), öğreneceği sırların önemi belirtilir, tanış­ masına imkân bulunmayan şöhret sahibi bü­ yük kişilerin hep bâtınî oldukları söylenir. Mezhebe yeni giren kişinin önüne sır per­ deleri gerilir. 7. Te’sis (kurmak), bâtınîliği benimsemiş olan kişiye yorum yapıp bâtınîliğe inancı güçlendirilir. 8. Hal’ (çıkar­ mak), bâtınî yorumları kavrayan, hattâ ar­ tık kendisi de yorumlar icat eden bâtınîye, şeriatın, âlem düzenini korumak için^ ku­ rulduğu, zâhir ehline ait olduğu, bâtına ulaşan kişinin artık banlara bağlı kalama­ yacağı telkin edilir. 9. Selh (derisini yüz­ mek, soymak), bu dereceye ulaşan bâtınî nazarında ne mezhebin, ne dinin, ne ima­ nın bir önemi vardır. Bunlar insanın aklın­ dan doğmuş şeylerdir. (-» Bibliyo.) [m] B atm m eydan savası, 1806-1816 OsmanlıRus harbi içinde yapılan bir savaş. Rus kuvvetleri 26 haziran 1810’da Ruscuk’u ku­ şattı. 6 Ağustos sabahı taarruza geçen rus kuvvetleri, türk kuvvetleri karşısında yenil­ giye uğradı ve birçok kayıp verdikten sonra geri çekildi. Ruslar, Varna, Razgırad, Koz­ luca bölgelerinde önemli sayıda kuvvet bı­ raktıktan sonra, 10 000 kişilik bir kuvvetle tekrar Ruscuk’a ilerlemeğe başladılar. Rus­ çuk’taki türk kuvvetleri, takviye beklemek­ teydiler. Rusçuk seraskerliğine atanan Halil Paşa, 40 000 kişilik ordusunu takviye alarak kuvvetlendirdikten sonra ilerledi ve Bele kö­ yü (Tırnova ile Rusçuk arasında) yakının­ da 7 000-8 000 kişilik bir rus kuvvetini mağ­ lûp etti. Bundan sonra Halil Paşa kuvvet­ leri 28 ağustos’ta Rusçuk batısındaki Ba­ tın deresinin batı sırtlarını işgal ederek savunma düzenine geçti. Ruscuk’u kuşat­ mış olan rus kuvvetlerine Silistre ve Çirnavut bölgesinden yardım geldi ve ordu sa­ yısı 34 000’i buldu. Razgırad bölgesinden türk ordusuna takviye kuvvetleri gelmekte olduğunu öğrenen Ruslar, bir an önce sonu­ ca ulaşmak için 8 500 kişilik bir kuvvetle Batın köyü güneyinde tertiplenmişlerdi. Bu arada Halil Paşa vurularak şehit oldu. Bu­ nun üzerine diğer kumandanlar Halil Paşa­ nın ölümünü saklayarak, Ruslar ile, geri çekilmek için bir anlaşma yaptılar. Ancak Ruslar, daha sonra Halil Paşanın ölümünü öğrenince, anlaşmanın onun adına yapıldığı­ nı ileri sürerek tanımadılar. Bu suretle Rus­ cuk’u kurtarmakla görevlendirilen türk ordu­ su dağıldı. Kurtulabilen 6 000 kişilik bir kuvvet Şumnu’ya çekildi. Batın yenilgisin­ den sonra iki hafta içinde Ruslar, Ziştovi ve Tırnova’yı aldılar, 27 eylül 1810’da Rus­ çuk ve Yerköyü de ele geçirdiler, (m) BATIK veya BATUR sıf. Bk. bahadir. BATI KOMA im paratorluğu, ikiye bölü­ nen Roma İmparatorluğunun batıda kalan parçası (merkezi, Roma). [Bk. ansİkl .] — ansİkl . Tar. Batı Roma imparatorluğu. Roma imparatorluğunun bölünmesi Diocletianus’un Maximilianus’u iktidara ortak et­ mesiyle başladı. (İkili yönetim, daha sonra dörtlü yönetim). Asıl bölünme, Theodosios’un ölümünden sonra (M.S. 395) Honorius’la (Batı) Arcadius (Doğu) arasında oldu. Batı Roma imparatorluğu, Odovacer’in Romulus Augustulus’u iktidardan düşürmesine kadar sürdü (476). İmparatorluk fikri, yıkılıştan sonra da yaşadı ve 800 yılında papa Leo III tarafmdan yeniden kurularak kutsal im­ parator ilân edilen Kari I’e verildi (Bk. germanya împaratorluöu .)

[l]

Batı Yakasının Hikâyesi, amerikan filmi (1961). Yöneticileri Robert Wise ve Jerome Robbins. New York’ta Winter Garden’de üç yıl boyunca temsil edilen müzikli komediyi sinemaya aktarırken gerek Busby Berkely’in müzik üslûbu, gerek V. Minnelli G. Kelley ve S. Doren’in oyun tarzı tamamen değiş­ tirildi. Konu, Romeo ve Juliet’i andırmak­ ta, fakat olay New York’un yoksul mahal­ lesinin köhne dekorları içinde geçmekte­ dir. Bütün dünyada büyük bir ilgi gö­ ren filim, başarısını, yönetici R. Wise, ko-

25

B A TİS TA Y Z A L V İD A R

BAT reograf J. Robbins, besteci Leonard Bernstein kadar George Chakiris, R. Beymer, Nathalie Wood’la Rita Moreno’nun oyunlarına borçludur, (l) BATİYE i. (fars. bat, içki sürahisi’nden ar. batiye). Esk. Ağzı geniş, iki kulplu kadeh (yıin. krater). Ayrıca el Mi’laf adı verilen ve göğün güney yarımküresinde yer alan yıl­ dız kümesine de denir, (m) BATİ ünl. (ital. k.). Denize. «Ters çevir» kumandası. |J Bati etmek, halatları, palanga takımını tersine çevirmek, (m) BATİ’ sıf. (ar. bata< et, yavaşlık, ağır ha­ reketlilik’ten batit). Esk. 'Yavaş, ağır hare­ ketli: O halde tedricî ve batı’ bir surette ihtiyacımızla mütenasip bir hâle ifrağına ça­ lıştığımız bu kanunu... (P. Safa). || Tembel. — çeş . öey. Esk. Batî’-iil-hareke, yavaş ha­ reket eden, hareketi ağır. || Batî’ül-inhizâm (veya batî’-iil-hazm), hazm i güç, geç sindi­ rilen. || Batî’-iil-mizaç, huyu, tab iatı ağır,

26

yavaş olan, (m)

B A TM AN (H a sa n ke yf) S e lçuk kü m b e ti m o z a ik le ri

B A TN A , genel görünü ş

BATİK veya BATTİK i. (Malezya dilinde nokta, noktalamak. Teşm. yol. resim çiz­ mek). Kumaş, deri veya kâğıt süslemede kullanılan bir usul. |j Bu usulle süslenmiş kumaş. — ansİkl . Doğu kaynaklı olan bu usul (Çin, Hindistan. Güneydoğu Asya takımada­ ları) Avrupa’ya XVII. yy. da HollandalIlar tarafından getirildi. İlkel şekliyle bu usul Seylan ve Cava’da şöyle uygulanır: süsleme yapılacak kumaşın yüzeyi balmumuyle kaplandıktan sonra, de­ senin renklendirilecek kısmı kazınır. Boya ve kurutma işlemlerinden sonra; boyanmış kısımlar mumlanarak başka rengi boyana­ cak kısımlar kazınır. Böylece desen renk­ lendirilir. Günümüzde, üzerine renklendirilecek dese­ nin ana hatları çizilmiş kumaşın önce açık kısımları mumlu maddeyle kaplanır. Daha sonra, bu madde benzinle yıkanarak çıka­ rılır. ♦ Batiklem e i. Batik usulüyle bir kuması (deriyi, kâğıdı v.b.) süsleme, (l) BATİMETRİ i. (fr. bathymetrie). Denize. Deniz derinliğini ölçme işi. (Bk. denîzbîl İm.) |i Batimetri haritası, deniz dibi yüzeyi­ nin engebelerini, deniz düzeyine oranla eksi değerler halinde gösteren eğrileri kapsayan harita. (Eşanl. Dip harİtasi .) [l ] BATİREOMETRE i. Deniz akıntılarının hız ve yönünü sürekli olarak kaydeden cihaz, (l) BATİS, İranlIların hizmetinde zenci haremağası, Gazze valisi idi. İskender’in ku­ şatmasına iki ay dayandı (M.ö. 332 sonba­ harı), şehir düştükten sonra idam edildi, (l) BATİSFER i. (fr. bathysphere). 1,45 m ça­ pında, 2 300 kg ağırlığında, yukarıya kab­ lo ile bağlı çelik küre. Batisferi ilk olarak amerikalı William Beebe kullandı ve 1934 yılında. Bermuda adaları civarında, 906 m derinliğe indi, (l) BATİSKAF i. (yun. bathus, derin, skaphes, kayık’tan fr. bathyscaphe). Denizlerin de­ rinliklerinde gözlem yapmağa yarayan araç. — ANSİKL. Profesör A . Picard tarafından i-

cat edilen batiskaf, bir kablo ile su yüzüyle irtibat halinde olmaması bakımından, Beebe ve Barton’un yaptıkları batisferden farklı­ dır. Araç su yüzüne bağlı olmadığı için de dalgaların meydana getireceği sarsıntılardan etkilenmez. Ayrıca, taşıyıcı kablonun kop­ ması gibi bir tehlike de söz konusu de­ ğildir. Batiskaf küre biçiminde bir kamarayle yay­ van bir yüzücünün birleşmesinden meydana gelir. Gözlemcilerin çalışma yeri olan ka­ mara, denizaltındaki büyük basınçlara da­ yanacak şekilde çelikten yapılmıştır. Taşır­ dığı sudan daha ağırdır ve yüzücü tarafın­ dan .taşınmak zorundadır. Yüzücü sudan da­ ha hafif olan benzinle dolu olduğu için su yüzünde kalabilir. Oldukça ince saçtan ya­ pılan yüzücünün alt kısmında ısı ve basınç değişikliğine karşı benzinin hacim değiştir­ mesini dengede tutacak olan deniz suyunun girip çıkabileceği bir delik vardır. Bu, yü­ zücüyü ağır denizaltı basıncı dolayısıyle ezilmekten korur. Batiskafta, dalış ve çıkış manevraları için bir supap bulunur. Bu su­ pap pilotun benzin boşaltmasına yarar. Ay­ rıca, istenilen miktarda safra atacak bir ci­ haz bulunur. Bu safra atma işi. ayrıca benzi­ nin sıkıştırılabilme özelliği yüzünden batis­ kafın iniş sırasında kaybedeceği yüzme im­ kânlarını yeniden sağlamak için de gerek­ lidir. Safra olarak demir talaşı kullanılır. Bu talaş bir elektrik akımının sağladığı magnetik alan yardımıyle silo’larda tutulur. Pilot safra atmak istediği zaman akımı ke­ ser. Bir elektrik arızası olduğu zaman ba­ tiskaf derhal su yüzüne çıkar. Deniz dibine yakın yerlerde, batiskafın dengede kalması ve yönetilmesi için, balonlarda kullanılan iniş ipinden (guiderop) yararlanılır. Yatay hareketler ise, elektrik motorlarıyle çalışan iki pervane yardımıyle gerçekleşir. Gözlem­ ler, kalın plexiglas lombozlar gerisinden ya­ pılır ve görüş alanı kuvvetli farlarla aydın­ latılır. İlk batiskaf olan FNRS 2 A. Pi­ card tarafından Belçika Bilimsel Araştırma Millî fonu yardımıyle, Belçika’da gerçekleş­ tirildi. Bu âlet 1948’de, otomatik pilotla 1 380 metreye indi. Su üstüne çıktığ za­ man yüzücü, dalgalar yüzünden ağır hasara uğradı. FNRS 2 bu haliyle fransız deniz kuvvetlerine devredildi; sonradan yeni bir yüzücü yapıldı ve araca FNRS 3 adı veril­ di. A. Picard ve oğlu Jacques, bundan sonra İtalya’da Trieste adı ile yeni bir batiskaf yaptılar. 1953’te FNRS 3, deniz binbaşısı Huot ve deniz istihkâm mühendisi Willm ku­ mandasında 2 100 metre derinliğe indi. Ar­ kadan A. ve J. Picard Trieste ile 3 150 met­ reye indiler. 1954’te FNRS 3 yine Huot ve Willm kumandasında Dakar açıklarında 4 050 metreye, ocak 1960’ta, Trieste Mariannes çukuru yakınlarında 10 911 metreye in­ di. Arşimed 11 000 adiyle yapılan yeni bir batiskaf da 1961’de kızaktan indirildi, (l) BAT1SSA i. İki kabuklu yumuşakça. Ko­ caman. oval, değirmi veya üçgenimsi kalın ve sağlam bir kavkısı vardır. Daha çok Büyük okyanusun tuzlu sularında yaşar. (Cörbiculidae familyasından.) [l] BATİST’LER. Batizm taraftarları, (l) BATİST i. (fr. batiste). Dokumc. İnce do­ kunmuş bez. (Bk. patIska.) [m] BATİSTA Y ZALVİDAR (Fulgencio), kübalı subay ve devlet adamı (Küba’da Banes, 1901-İspanya 1973) (Orduda çavuş ola­ rak çalıştı; 1933 devriminden sonra genel kurmay başkanı oldu ve yedi yıl fiilen ik­ tidarı elinde tuttu. 1940 Anayasasını hazır­ lattı, aynı yıl Cumhurbaşkanı seçildi. 1944’te bu görevden uzaklaştırıldı, 1952’de bir hükümet darbesiyle yeniden iktidarı ele ge­ çirerek kendisini devlet başkanı ilân etti, Anayasayı yürürlükten kaldırdı. 1959 ocak ayında, Fidel Castro’nun devrim hüküme­ ti tarafından görevine son verildi. (L) BATİST1N i. Bk. stuck. BATİTERMOGRAF i. (fr. bathythermographe). Balıkç. Kısaca B.T. Suların ısısını derinliğe göre kaydeden âlet. — ansİkl . Isı değişimine karşı hassas bir kısmiyle, suyun basıncına hassas ve basınçderinlik ilişkisine göre ayarlanmış diğer bir kısım, hep birlikte bir yazıcı-gösterge terti­ batını hareket ettirirler. Bu kalem, işlenmiş veya ince bir yaldız tabakasıyle kaplı bir cam üzerine derinliğe ve o derinlikteki ısıyı devamlı olarak kaydeder. Bir tel ve vinç

aracılığıyle dibe doğru salınan âlet geri çe­ kilerek ısı okunur, (m)

BAT1YAL sıf. (fr. bathyal). Okyanusların «kıtasal şeve» tekabül eden bölgelerine ve­ rilen ad. Bu bölgeler 200 ile 2 000 veya 3 000 m derinlikte, neritik bölgeyle abisal bölge arasında yer alır, (l) BATİZM i. (yun. baptisma, vaftiz’den fr. baptiste). Ancak iman sahibi ve pişmanlık duyan ergen kişilerin vaftiz edilebileceğini (tercihen vaftiz suyuna batırılarak) söyleyen doktrin. — ansİkl. Batizm eskiden anabatizm ve memnunculuk mezheplerini doğuran öğreti­ nin modern şeklidir. Bugün özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde 30 milyon taraftarı vardır, (l) BATJAN, indonezya’da ada. Moluk ta­ kımadasında, Halmahera’nm güneyinde; 7 500 nüf. Linyit, bakır ve altın yatakları. En büyük şehir, kereste, baharat ve hindistan cevizi içi ihraç eden Labuha lima­ nıdır. (l) BATLAMYUS. Bk. ptolemaİos. . BATLEİOUSE. Bk. batlaİtous. BATLEY, Büyük Britanya’da (Yorkshire, Batı Ridina^ şehir, Pennine dağları kena­ rında; . 42 OTO nüf. Dokuma sanayii (yün, kumaş artıkları; sentetik iplik). Döküm­ haneler. (l) BATLLE Y ORDONEZ (Jose), uruguaylı siyaset adamı (Montevideo 1856-ay.y. 1929), 1903’ten 1907’ye ve 1911’den 1915’e kadar Cumhurbaşkanı. 1904’te, içsavaşa son vere­ rek Beyazların çıkardığı ayaklanmayı bas­ tırdı. Dürüst, inatçı ve örnek bir yerli dev­ let adamı idi. Ülkesinde, İktisadî gelişmenin gerçekleşmesine önayak oldu. İsviçre’yi ör­ nek alarak, idari kurumlan yenilemeye ça­ lıştı. (l) BATMAK geçz. f. Sıvının veya yumuşak bir maddenin içine gömülmek, dibe inmek, düşmek, çökmek: Bir sabah baktık, çamu­ ra batmış en az dörtyiiz kişi, çoluk çocuk bebeler de var (Yaşar Kemal). || [Deniz araçları için] Kaza v.b. sebeplerle suyun dibinde kaybolmak: Ah küçük hanımcığım! Acaba batar mıyız? (B. Felek). || [Sivri uç­ lu şeyler için] Girmek, saplanmak: Battı güyâ gönlüme tir-i kazalardan biri (Namık Kemal). || [Güneş, ay ve yıldız için] Ufuk­ ta kaybolmak. Esk. Gurub etmek: ...ak­ şam üzeri güneş battıktan sonra sizin anlıyacağtnız düpedüz gece (B. Felek). || Mec. Bir düşünceye, bir âleme dalmak: Derviş Yunus içine battığı aşk deryasında öyle kendinden geçmişti ki (N. Araz). || Gücü­ ne gitmek, tesir etmek, ağır gelmek: Bir­ çoğu, daha dün kolayca söyleyebildiğimiz birçoğu, bugün bize batıyor (N. Ataç). Müjgan, çirkindir fakat bu, bana hiç batmaz (R.N. Güntekin). || Zararlı çıkmak, iflâs etmek: Amma Perverdigar bilür batmışuz. Üç ay içinde temam on beş tane satabilmişüz (Ömer Seyfeddin). Bu devlet beş ku­ ruş borç ederse batar, zira bir kerre borca alışırsa önü alınmaz (Fethi Paşa). || Te­ dirgin etmek: Rahat sana batıyor mu? || Hoşa gitmeyen bir duruma girmek: Tere batmak. Toza batmak. — çeş. dey. Batıp bulanmak, tepeden tır­ nağa batmak, içinde kaybolmak, mülemma hale gelmek: Hasrete battı bulandı. || Bata çıka, zorlukla, sürüklenerek: Dalgalar ara­ sında bata çıka bir ziya görünüyor (Abdülhak Hâmid). || Batıp çıkmak [suya, deni­ ze), acele girip çıkmak. || Battı balık yan gider, «ne olursa olsun» anlamında. || Adı batsın. Bk. ad. |j Çamura batmak. Bk. çamur. || Yere batsın, «yok olsun» anla­ mında beddua. || Yerin dibine batmak, utanmak. — Astron. Ufkun altına inen bir gökcis­ minin gerçekleştirdiği eylem. Bk. ansİkl. || Batmayan yıldız, kuzeyde ufkun yukarısında bulunan, hiçbir zaman yer değiştirmeyen yıldız (sınırı gözlem yerine göre değişir). Genel­ likle astronomide 10° kuzeyde bulunan yıl­ dızlar, batmayan yıldızlar adı altında top­ lanır. Bu yıldızlar meridyenleri belirlemede yardımcı olur. — ansİkl. Astron. Bir gökcisminin, alma­ naklarda belirtilen batış saati, bu gökcis­ minin görünür ufka vardığı andır. Oysa, gerçek batışı veya gözlemcinin gözünden kaybolması, Yer yüzeyindeki engebeler se­ bebiyle gözlemcinin Yer’in nazarî yüzeyin-

Fotu. M. Nihat ACAR {MEYDAN) ; Ran Delvert (L AR O VS SB )

BAT den az-çok yüksekte olması ve kırılma ola­ yından dolayı, almanakta belirtilen batış aniyle uyuşmaz. Aynı gökcisminin batış saati, gözlem yerinin enlemine bağlıdır ve bir günden öbür güne değişir. ♦ B atık sıf. ve i. Suya veya yumuşak bir cisme batmış: Batık gemiler. || Batmış ge­ mi enkazı. — dey . Batık gözlü, çukur gözlü. ♦ Batırm ak ettrg. f. Batma işini yaptır­ mak: Bir topta bir İngiliz dritnotu batır­ mış (N. Ataç). || Mec. Mahvetmek: Ne saklıyayım gaflet ettiğimi / Elimle batır­ mışım gençliğimi (C.S. Tarancı). || Kötü­ lemek: «En kötü şiirlerinden birinin en kötü mısraını alıp bir şâiri batırmağa kal­ kıyorsun» diyecekler. (N. Ataç). ♦ B atırılm ak edilg. f. Batma veya ba­ tırma işine konu olmak. ♦ Batma ve batış i. Batmak işi. — İstihkâm . Batma demeti, birbirine bağlı çu­ buk, direk veya sopalardan yapılm ış demet. Batma demeti, top kundaklarına desteklik etm ek, istinat duvarları yapm ak, hendek doldurm ak v.b. gibi sahra inşaatında kul­ lanılır. Bk. ANSİKL.

— Patol. Tırnak batması, tırnak kenarının tırnak oluğuna girmesi. Ayak parmağının ve çoğu zaman ayak başparmağının dış kenarında bir yangıya yol açar. (Tırnak yanı yangısı da denilen bu hastalık, sürekli olarak mikrop kapma yüzünden yara mey­ dana getirir. Uzun süren şiddetli ağrılara yol açarak ameliyat gerektirebilir.) — Denize. Batış miktarı, bir geminin, yük aldıktan veya avaryadan sonra, önceki su hattına oranla suya batma miktarı. — ansİkl . İstihkâm. Batma demetleri, muha­ sara savaşlarında, tahkimli bir tesise giden istikameti göstermek üzere işaret olarak kul­ lanıldığı gibi, siperlerin örtülmesinde ve iksa işlerinde de kullanılır; katranlı batma demetleri’nden yangın veya aydınlatma ara­ cı olarak faydalanılır, (ml) BATMAN i. (esk. türk. k.). özellikle Ya­ kındoğu’da kullanılan eski bir ağırlık ölçü­ sü. Miktarı bölgelere ve tartılacak cisim­ lerin türüne göre değişirdi. (Yaklş. ol. 2 okka ile 8 okka, 2,5 kg ile 10 kg arası ve 1280 miskallik batman 5,888 kg’a, 640 miskallik batman 2.944 kg’a eşdeğerdir.) — ansİkl . Türk ve Türklerle ilgili kavimlerin kullandığı ağırlık, bu ağırlık ölçüsü çe­ şitli ülkelere ve tartılan eşyanın cinsine göre değişir. XVI. ve XVII. yy.da hekimlikte kul­ lanılan batman 266 dirhem, Türkiye’de ti­ carette 6 okka, İran’da 2,9 kilo ve Kırım’da 425 kilo gelmektedir. Bu değişme sebebiyle eski eserleri araştıranlar güçlük çekerler. Eski eserlere göre et, pamuk, darı, buğday, un, şarap, su, erzak ve ekmek batman ile ölçülürdü. Bugünkü Türk kavimlerinin bazı­ larında da tahıl ve sıvılar için kullanılır. Zaman zaman karışıklığı önlemek gayesiyle, ölçülerin değeri devlet veya mahallî idare­ lerce tespit edildiği hallerde, batman için de çareler arandı. Meselâ uygurca-çince bir lügatte 1 batman = 1 ketti (ketti; Çinlile­ rin ve Japonların kullandıkları bir ölçü bi­ rimi) gelmektedir. Daha sonraki devirlerde ise Türkistan’da 1 batman = 8 sir (1 sir = 4,097 kg) idi. Buhara’da da 1 batman = 45,093 km geliyordu. Türkiye’de 1 batman = 6 okka idi. Rus ansiklopedisinde Idil havzasında XVII. yüzyılda batman ölçüsü devletçe tayin edilmiş olduğu bildirilir, fakat değeri hakkında bilgi verilmez. Çeşitli lü­ gatlerde dç. batmana değişik yerlerde farklı ölçüler tekabül ettiği gösterilmektedir. Arazi ölçüsü olarak batman ekilen tohumun ve alınan mahsulün araziye oranını ifade edi­ yordu. Yani bir batman tohumun ekilebileceği veya bir batman mahsul verebilecek toprak parçasını ölçüyordu. Batmanın bu şekilde kullanılışına idil havzası ve Azer­ baycan bölgesinde rastlıyoruz. Sonraları mecazî anlamda, deyimlerde, bakkallıkta v.b. yerlerde kullanıldı. F.W.K. Müller’e göre bu kelime Orta tran­ çadaki patman’dan gelir. Eski Farsçada ise patimana’dır. İslav diline de girmiştir, (m) BATMAN, Güneydoğu Anadolu’da il 498 km2 yüzölç.; il nüfusu 344 689 mer­ kez nüfusu 147 547 dir. 22 Köyü vardır. Diyarbakır-Kurtalan demiryolu üzerindedir. Foto. (Urandan (L A R O U kS E )

Petrol rafinerisi sebebiyle gelişen bu küçük şehir, petrol boruları ile Raman ve Garzan istihsal bölgelerine bağlıdır. Raman petrol sahasının 30 km batısında, Diyarbakır’ın 100 km doğusundadır. Raman bölgesine ge­ niş ve sağlam bir asfalt yol ile bağlıdır. Git­ tikçe gelişmeğe başlayan ve Doğunun başlı­ ca petrol istasyonu olan Batman’da, Raman dağının Maymune boğazındakinden sonra. Türkiye’nin ikinci petrol rafinerisi kuruldu. Buraya getirilen ham petrol tasfiye edilir ve saf petrol haline getirilir. || (Bk. EK CÎLT) [Lfİ BATMAN çayı, Dicle nehrinin kollarından biri; 120 km uzunluğunda. Diyarbakır’ın doğusunda kalır. Dicle’ye kuzeyden ve sol taraftan karışır. Kaynaklarını Muş ile Genç arasındaki Akçakara ve Kurtok dağların­ dan alır. Silvan’ın doğusunda 70 m geniş­ liğe ve 1 m derinliğe ulaşır. Batman çayı birçok yerde derinlerde aktığı için sulama bakımından pek elverişli değildir. Silvan’ın 17 km doğusunda Malabadi köyü yanında, çayın üzerinde 175 m’lik eski bir taş köprü vardır. Batman çayı, Beşiri güneyinde, Ra­ man dağının batısında Dicle’ye karışır, (m) BATN i. Bk. batin . BATNA, Cezayir'de şehir. Aynı adı taşıyan İdarî bölge ve çevrenin merkezi. Konstantin şot’lar havzasının güney sınırında, Avras ve Bellezma dağlarının eteğinde; 48 162 nüf. Ticaret merkezi. — Batna idare çev­ resi, 102 263 nüf. (l) BATNA_İdarî bölgesi, Cezayir’de idari bölge: f589 1Ö0Tnüf. Merkezi: Batna. Avras dağında merkezleşmiştir; derin vâdilerin kes­ tiği bu sıradağ, vâdilerin dibinde çiftçilik ve hayvancılık yapan yerli halka sığınak ol­ muştur. İdarî bölge, kuzeyde yer yer kısa dağ zincirlerinin bulunduğu yüksek Konstan­ tin düzlüklerinin güney sınırını içine alır; geniş bataklıklar, yağmur mevsiminde, en alçak kesimlere yayılır. Bu kesimler yarı gö­ çebe koyun yetiştiricilerinin aeçit yeridir. (L)

BATNAi, lat. Batlınae. Esk. coğ. Anado­ lu’da Osrhoene bölgesinde Edessa (Urfa) ile Euphrates (Fırat) nehri arasında, bugünkü Suruç (Urfa) şehri. MakedonyalIların kur­ muş olduğu şehri Roma imparatoru Traianus işgal etti (116). Ammianus Marcellinus’a göre burada zengin bir panayır kuruluyor­ du. ( m ) BATOE. Bk. batu. BATOİD’LER çoğl. i. Zool. Kıkırdak is­ keletti balık takımı. Kedibalığı, testerebalığı ve torpilbalığı bu takımdandır. (Bunlar üstten basık yassı balıklardır. Solungaç ya­ rıkları ve ağız karın tarafındadır.) [l ] BATOKRİNUS i. Kuzey Amerika’da, Kar­ bon çağında yaşamış fosil derisidikenli. (l) BATOLİT i. (fr. batholite). Jeol. Plutonik derinlik kayacı kütlesi kubbe biçimindedir. — ansİkl . Batolitler, granit, diyorit, siyenit’ten v.b. meydana gelir. Bunları oluştu­ ran madde derinde katılaşmıştır; hiç de­ ğilse önemli bir kısmı daha önce varolan kayaçlardan meydana gelir, bu kayaçlar yer­ lerinde «özümlenmiş» lerdir. Bazı yazarla­ ra göre, madde bu dönüşüm sırasında sıvı haldeydi (magma);- bazılarıysa başlangıçtan beri katı halde olduğunu kabul ederler. (L) BATOLOJİ i. (yun. battologia; kekeme ol­ duğu için aynı kelimeyi birçok kere tek­ rarlayan Kyrene kralı Battos’tan ve yun. lo­ gos, söz’den fr. battologie). Aynı sözün, ay­ nı cümlenin, aynı düşüncenin, yararsız bir şekilde tekrarı. [ Konuşmada, bir söz par­ çasının tekrarına yol açan heceleme bo­ zukluğu, kekeleme, (l ) BATON, atinalı komedi yazarı (M.ö. III. yy.), özellikle, zamanının filozoflarına sal­ dırdı. Şiirlerinden sadece birkaç parça kal­ mıştır. (l) BATON H erakleialı, yunanlı heykeltıraş (M.ö. III. yy.). Tunçtan heykeller yaptı. Plinius, Roma’da Concordia tapınağında, onun yaptığı Hera ve Apollon heykellerini gördüğünü söyler. Eleusis’te ve Atina’da Baton’un imzaiarına rastlanmıştır, (l ) BATONİ veya BATTONİ (Pompeo), İtal­ yan ressamı (Lucca 1708-Roma 1787). Dinî (Madonna, Louvre müzesi) ve tarihî tab­ lolar, papa Benedictus XIV, Clemens XIII, Pius VI, imparator Joseph II ve Leopold IFnin portrelerini yaptı, (l ) BATON1YEN i. ve sıf. (ing. Bath adlı şe­

hirden fr. Bathonien). Orta Jura devrinin üst katma verilen ad. (Bajosiyen ile Kalloviyen arasında yer alır. İki askatı vardır: Vezüliyen ve bradfordiyen.) [l ] BATON ROUGE, Amerika Birleşik devlet­ lerinde şehir. Louisiana’nın merkezi, Mississippi’nin aşağı kesimi kıyısında; 166 000 nüf. Üniversite. Demiryolu merkezi ve önemli nehir limanı. Büyük petrol rafinerile­ ri. Kimya sanayii. Alüminyum. Sentetik kau­ çuk. Şehri 1719’da Fransızlar kurdu, (l) BATORO’LAR, Uganda’da bantu kabilesi. Lunvoro dili konuşurlar. Yaklş. 150 000 nüf.

27

(l )

BATORY (Etienne). Bk. et İenne bathory. BÂTORY. Bk. bâthor . BATPAZARI blş. i. Eski eşyanın alınıp satıldığı pazar yeri veya çarşı. (Bk. bît PAZARI.) [M]

BATRACHOSPERMUM i. Tatlı akarsular­ da yaşayan suyosunu. Jelatinimsi teşbih gö­ rünüşü, kurbağa yumurtalarına benzediğin­ den bu ad verilmiştir. (Kızılsuyosunlarından.) [ l ] BATRAK i. Denizde yaşayan, balık biçi­ minde küçük hayvan (uzunluk: 5-7 sm). Gömleklilerle birlikte kordalıların ilk basa­ mağıdır. Avrupa’nın kumlu kıyı sularında yaşar (İlmî adı: amphioxus). — ansİkl . Batrak, önceleri salyongoz cin­ sinden karındanbacaklı bir yumuşakça sa­ nıldı. Sonra bazı bilginler ona basit yapılı bir balık gözüyle baktılar. Şimdiki omurga­ lıların atası olabilecek soysuzlaşmış bir omurgalı veya omurgalılarla gömlekliler ara­ sında geçit sayılabilecek ayrı bir hayvan grubundan olduğu söylendi. Ne olursa olsun batrak, kafatassız omurgalılar grubunun tek örneğidir. Tümbeyin, kafatası, yürek ve böb­ reğin olmayışı, organlarındaki aşırı bakışım­ sızlık, yemekborusunun oluk biçiminde olu­ şu, derisinin tek sıra hücre tabakasından meydana gelişi, gözlerinin durumu v.b. yü­ zünden bu hayvan zooloji bilginlerini çok ilgilendirmektedir, (l) Batrakhom uom akhia (yun. Kurbağalar’la Farelerin Kavgası anlamına gelir), Homeros’un üslûbunu alaya alan, küçük manzu­ me. Kraliçe Artemisia’nın kardeşi Karya’lı Pigres tarafından yazılmış olduğu söy­ lenir (M.ö. V. yy.), [l] BATRAKİT (yun. batrakhos, kurbağa keli­ mesinden). Miner. Montisellit’in bir çeşidi. (0 BATRİSUS i. Kınkanatlı böcek. Avrupa’da bulunan türleri, lasius cinsinden karıncala­ rın yuvalarında yaşar. (Pselaphidae familya­ sından.) [l] BATS dili, Kafkas dillerinin kuzeydoğu kol­ larından bir dil. Gürcistan’da, Tiflis’in ku­ zeyindeki Telavi bölgesinde, Alazan ırmağı­ nın yukarı kısımlarındaki bazı köylerde tah­ minen 2 000 dağlı tarafından konuşulur. Çeçen-Lezgi bölümüne giren Çeçen (Nahçuy) grubundandır. Yerli adı Batsbur mott’tur; yabancılar bu dili yanlış olarak Tuş diye adlandırırlar, (m) BATSANGUİ’LER, zenci halk. Kongo ve Gabon’da, Du Şaillu dağ kütlesinde yaşar­ lar. (l) BATSANY (Janos). Bk. bacsanyİ. BATŞ i. (ar. batş). Esk. Şiddetle tutup kap­ ma, koparma. || Saldırgan kuvvet, şiddet, haşinlik, (m) BATŞEBA, güzelliğiyle ünlü yahudi kadın, Davud’un subayı. Uriya’nın karısı (II. Samuel, XII, 1-25). Davud’un sevgilisi oldu. Davud onunla evlenebilmek için Uriya’yı öldürdü. Bunun üzerine peygamber Natan ona şöyle dedi: «Bir şehirde biri zengin, biri yoksul iki adam vardı. Zenginin çok sayıda koyunları ve sığırları, yoksulunsa üzerine titrediği bir tek koyunu vardı sadece. Zengin, evine gelen bir konuğa yoksulun koyununu ikram etti. — Davud; bu adam ölümü haketti, diye haykırdı. — Natan; bu adam sensin, diye cevap verdi. Seni kral yapan Rabbin sözünü hiçe saydın; Rab se­ ni cezalandıracak.» Çok geçmeden Davud’­ un Batşeba’dan olan çocuğu öldü. Davud’un Batşeba’dan daha sonra Süleyman ile üç erkek çocuğu daha dünyaya geldi. Batşeba öyküsünde, özellikle banyo sahnesi, Büyük Palma’ya, Cranach’a (Berlin müzesi) ve Rembrandt’a (Louvre) ve daha birçok

« B a tje b a » R e m brand t’ ın eseri (1654) [L o u v re m üzesi, Paris]

BAT

28

G aston BATY

ve kuklaları

sanatçıya ilham kaynağı ölmüştür. Bu arada, J.F. De Troy (Angers müzesi) ve William Blake’in (Tale Gallery) tablolarını da sa­ yabiliriz. (l) BATŞİOKO’LAR, Kongo devletinin güne­ yinde ve Angola’da zenci halk. Sanatları, özellikle, atalarını canlandıran figürlerde kendini gösterir. Çok gerçekçi olan bu fi­ gürlerde kasların gösterilişi anatomiye son derece uygundur. Yeni heykelcilik daha özentilidir. Yontulmuş parçalar çoğunlukla çi­ vilerle kaplıdır. Koltukların biçimi XVII. yy. avrupa iskemlelerinden kopye edilir. Maske­ ler saz ve hafif ağaçtandır; üstlerindeki baş­ lık, çoğunlukla, XVI. yy. portekiz asker­ lerinin miğferlerinin taklididir, (l) BATTAK’LAR. Bk. b a t a k ’ l a r . BATTAL sıf. (ar. batâlet, avarelik ve cesaret’ten battal). Esk. Cesur, kahraman: Bat­ tal Gazi. Ii Kullanılmaz, işlemez, iptal edil­ miş: Bu mahalle karısının diline düşmektense dipsiz battal kuyulara diişüp geber­ menin daha iyi olduğunu iiçii de biliyorlar­ dı (H. R. Gürpınar). || Hantal, işe yaramaz: S... deki o uyur gibi oturan, sayıklar gibi söyleyen battal zat değil mi (R. N. Güntekin). || İşsiz. |! i. Dairelerde müsvedde için kullanılan bir tarafı parlak kalın kâğıt. H Battal çizgisi, kullanılmaz olduğunu belli eden iptal çizgisi: Herifin kabasına battal çizgisi çekmişsin! «Beğendim» diye gülmüş. (K. Tahir). ; Battal etmek (çekmek), iptal etmek, bir daha kullanmamak: Barınılmaz hale gelen bazı odalar battal edilmişti (R. N. Güntekin). || Battal olmak, kullanılmaz olmak: Hak ü insaf ile kan etmeden ettin kanun / Oldu batıl işi cellad-ı lainin battal (Şinasi). — Denize. Battal gemi, iyi dümen dinleme­ yen, manevrası yavaş, ağır ve çok baş kıç vuran gemilere verilen ad. — Teşk. tar. Battal torbası, eski dairelerde dosya usulü konmadan evvel hükmü kalmıyan evrakın konulduğu torba. Üzerlerine ay ve sene yazılır ve bekleme süresi bitin­ ce yakılırdı. ♦ Battaliye i. Esk. İşi bitmiş resm î evra­ kın konulduğu torba, (m)

BATZ a da sı fenerinin tepesinden alınmış görünüş

A n d re BA UC HAN T «A ziz M a rtin , T ou raine O rm a n la rın d a » , 1949 (d e ta y ) [Tours m üzesi]

BATTAL GAZİ, Müslümanların VII. yy.da Bizans’a karşı yaptığı gazalarda ün yap­ mış arap kumandanı; türk ve arap destan hikâyelerinin kahramanı. Türkler arasında Battal (kahraman) Gazi. Seyyid Battal ve Seyyid Battal Gazi adlarıyle tanınmıştır. Arap kaynaklarına göre asıl adı Abdullah’­ tır. Emevî ordularının 717-740 yıllarındaki Anadolu seferlerine katıldı, 740’ta Afyonkarahisar yakınlarındaki Akroinon’da şehit oldu. Daha sonra Emîr Danişmend 1102’de Malatya’yı fethedince Battal ile ilgili arap rivayetleri, Türkler tarafından kahramanlık destanı haline getirildi. Menkıbelere göre Battal, Emevî kumandanı Mesleme’nin Bizans’ı kuşatması sırasında (717-718) şehre girer, Ayasofya’yı görür, oradan kıymetli bir haç alarak çıkar. Başka bir rivayet rum ülkesinde hastalanıp bir manastırda tedavi edildiğini ve kendisine yardım eden kızla birlikte kaçtığını anlatır,

Osmanlı tarihlerinin bazılarında, hattâ Ev­ liya Çelebi Seyahatnamesi’nde, Battal’ın in­ sanüstü kahramanlıkları anılır. Battal ile ilgili arap edebiyatında Zelhimme’den yapılan tercümeler XI. ve XIII. yy.lar boyunca türk-bizans mücadelelerine ait riva­ yetlerle birleşerek mensur Battalname’yi meydana getirdi. XVIII.yy.da Bakaî (öl. 1785) tarafından yazılmış manzum bir Bat­ talname de vardır. Alevî zümreleri arasında Battal’ı, Haricîlerle mücadele etmiş bir alevî kahramanı olarak gösteren destanî şiir­ ler yazılmıştır. Anadolu dışındaki Türklere ait Battal Gazi menkıbeleri Manakıb-ı Gazuvat-ı Seyyid Battal'da toplanmıştır (Kazan, 1888). [-> Bibliyo.] (m) BATTAMBANG, Kamboç’ta şehir, Tonlesap gölünün kolu olan Stung-sanş-ke nehri kıyısında eyalet merkezi; 35 600 nüf. Battambang, bölgenin tarım ürünlerini (pirinç, kakao, kakule) toplayan, balık konserveciliği yapan ve fosfat işleyen hareketli bir ticaret merkezidir. Bıçkıhaneler ve ince marangoz­ luk. — Battanıbang eyaleti, 452 000 nüf. Önemli bir ticaret kaynağı olan pirinç yetiş­ tiriciliğinde, Kamboç’un birinci eyaletidir. Ormanlarla kaplı dağlar, kakule, kereste, sa­ fir ve yakut elde etmek için işletilir. Eya­ lette çok sayıda arkeolojik anıt vardır; bun­ ların en önemlileri Angkor* grubunu mey­ dana getirenlerdir, (l) BATTANCILAR çoğl. i. (ar. batton, çift kat yapma’dan). Teşk. tar. Yeniçeri ocağı için yaptırılan çuhaları döğüp kaplayanlara verilen ad. — ansİkl . Battancılar, çuhaları köylerine götürüp battanladıktan sonra ocağın ambarı­ na teslim ederlerdi. Rumeli’de (Selânik) bu işle uğraşan üç köy halkı, bu hizmetlerine karşılık vergi ve resimlerden affedilmişlerdi. Bu üç köyün halkına Battancı neferleri denirdi. Yeniçerilerle Acemi oğlanların giydikleri, çivit renkli bu çuhalar vücudu sıcak tutar­ dı. Battancıların başına Battan kethüdası denirdi, (m) BATTANİYE i. (ar. battan, çift kat etme’den battaniye). Yatağın üstüne konulan ve yorgan yerine bazen de yorgan üstünde kul­ lanılabilen yün veya pamuktan yapılmış ör­ tü: O da dizlerinde bir battaniye, arkasında yastıklar, olduğu yerden kendini süzüyordu (H. E. Adıvar). Örtündüğüm battaniyeyi getirmiş (K. Tahir). || Elektrikli battaniye, içine elektrikle işleyen ısıtıcı bir tertibat yerleştirilmiş çift katlı battaniye, (m) BATTEY, amerikalı cerrah. Georgia’da (A. B.D.) Rome’da dünyaya geldi. 1872’de yumurtalık çıkarma veya Battey ameliyatı adiy­ le tanınan, sağlam yumurtalıkların çıkarıl­ ması, yani kadının kısırlaştırılması usulünü icat etti. (L) BATTHYANY, eski macar ailesi. 1389’da Battyon köyünü yurtluk elde etti. Ailenin en tanınmış kişileri: karl jo seph (1698-1772), prens Eugen’in emrinde general olarak görev aldı. Bohemya’da Prusya kralı Friedrich ile savaştı, sonra Segur kontunun komutasmdaki Fransız ve Bavyeralılara karşı koy­ du. 1764’te prensliğe yükseldi. — Piskopos İgnac (Nemetujvar 1747-Kolozsvar 1798), Macar krallığının kilise yasalarını derledi (1785);— lajos (Bratislava 1806-Peşte 1849). 1848’de ilk macar bakanlar kurulunca baş­ kan seçildi. Başlangıçta, Avusturya ile si­ yasî birliğin korunmasını savundu. Kossuth partisinin muhalefeti karşısında, ülkesi için çarpışmakla yetindi, Peşte diyetine katıldı, şehrin Windischgrâtz tarafından işgali sıra­ sında (18 ocak 1849), hapsedildi, daha son­ ra da kurşuna dizildi (6 ekim 1849); —kazmer (1807-Paris 1854), siyaset adamı. 1840’tan itibaren geniş ve liberal görüşleriyle di­ yetlerde kendini gösterdi. 1848 Devriminde Hırvatlarla savaştı. Eszek kalesini ele ge­ çirdi, ama AvusturyalIların Hırvatistan’ı iş­ gal etmeleri üzerine Debrecen’e çekildi. Kossuth. Macaristan’ın bağımsızlığını ilân edince, dışişleri bakanı oldu. Vilagos felâ­ ketinden (1849) sonra Kossuth ile birlikte Türkiye’ye sığındı ve Şumnu’da göz hapsin­ de tutuldu. Daha sonra Fransa’ya yerleşti. (L)

BATTtADAİ, Kyrene’yi kuran Battos’un sülâlesi. Bu hanedandan gelen sekiz hüküm­ dar, iki yüzyıla yakın bir zaman Kyrene tahtında kaldılar: battos i , Thera’lı, Kyre­ ne kolonisinin (M.Ö. 631-590) kurucusu. İlk

Apollon tapınağını yaptırdı, koloniyi geliş­ tirerek, bütün iktidarı elinde topladı, öfdükten sonra mezarı, ulusunun tapınma yeri ha­ line geldi. Kendinden sonra iktidar Arkesilaos Te geçti. — Mutlu battos ıı. Arkesilaos I’in oğlu (574-560), Kyrene’yi bayındır bir hale getirdi, kolonileri genişletti, Lib­ yalIları uzaklaştırdı ve Mısır kralı Amasis’i (570’e doğr.) yendi, — Aksak battos ın (550-530 dolaylarında), Arkesilaos ll’nin oğ­ lu. Gücünü kaybetti, kral unvanını ancak belirli dinsel görevler için koruyabildi. — Güzel battos iv (510-470), Arkesilaos l l l ’ün oğlu ve halefi barış içinde geçen krallığı zamanında, Kyrene en parlak devrini yaşa­ dı, büyük tapınaklarla donatıldı; ikinci mey­ dan savaşından sonra yunan kolonisi, pers nüfuzundan kurtuldu. Battos lV’ün oğlu, Arkesilaos IV adiyle anılmaktadır, (l) BATTİK i. Bk. BATİK. BATTÎSTA (M antova’lı). Bk. spagnolî. BATTLE CREEK, Amerika Birleşik devlet­ lerinde (Michigan) şehir. Detroit’in batısın­ da; 39 000 nüf. Pazar yeri. Sanatoryumlar ve dinlenme evleri. John Harper’s askerî has­ talı anesi. (l) BATTLE DRESS i. (ing. k., anlamı savaş giysisi). Ask. üniforma ceketi. (Bk. bluzon .) BATTONİ (Pompeo). Bk. batonİ. BATTOS, Battiadai hanedanından dört Kyrene kralının adı. (l ) BATTUTA (İbni). Bk. İbnI battuta. BATTUTO i. (ital. k.), Sirklerde uzun sıç­ ramalar için elverişli, elastiki tramplen, (l) BATU veya BATOE, İndonezya’da küçük takımadalar, Sumatra’nın batı kıyısı açık­ larında. Ormanlarla kaplıdırlar. Hindistance­ vizi içi ve reçine ihraç ederler, (l) BATU (Selâhattin), türk sair ve yazarı (Eceabat 1905-İstanbul 1973) İstanbul Yüksek Veteriner mektebini (1925) bitirdi, Almanya’da ihtisas yaptı, yurda dönünce (1931) Ankara Ziraat ve Veteriner fakülte­ lerinde görev aldı, 1942’den beri Zootekni profesörü. Resmî mesleğiyle ilgili, İlmî eser ve araştırmaları da olan Batu, edebiyat ala­ nında şiir (Bursa’da Yeşiller [1949], Rüz­ gârlı Su [1962]); deneme (İnsan ve Sanat [1945]); gezi (Romancero [1953], İsviçre Gün­ leri [1966]) ve tiyatro (İphigenia Tauris’te [1942], Kerem ile Aslı [1943], Güzel Helena [1959], Oğuzata [1961]) türlerinde eser­ ler verdi. Güzel Helena, Bernt von Heiseler tarafından Almanca’ya çevrilerek («Helena Bleibt in Troja» 1959) Bregenz milletlerara­ sı tiyatro eserleri yarışmasında ikincilik ka­ zandı, aynı yılda Bregenz’de tiyatro ve mü­ zik festivallerinin açılışında oynandı, (m) BATUALAR veya BEKUİLER, pigme top­ luluğu; Kongo'nun iç taraflarında, geniş bir bölgede yaşarlar, (l) BATUECAS, Ispanya’da bölge. Gata dağı eteklerinde (Leon, Salamanca eyaleti). Vah­ şi ve dağlıktır. (L) BATU HAN, Altınordu devletinin kurucusu (1204-1255). Cengiz’in torunu ve Cuci’nin oğludur. Ortaçağda, doğuda devlet, hüküm­ darın bütün ailesinin ortak malı sayılıyor ve bu ortak malın bazı bölümlerinin ida­ resi, ailenin çocuklarına veriliyordu. Cen­ giz Han da sağlığında topraklarını oğulları arasında böldü. Babasının ölümü üzerine (1227) Batu Han, onun halefi olarak tanındı. Fakat ülkesinin hudutları hiçbir anlaşma ile tayin edilmiş değildi. Devrinde yapılan bütün teşebbüsler ve seferler imparatorluğun bir parçasının menfaati için değil, bütün impa­ ratorluğun müşterek menfaati için yapılırdı. Batu Han, Rusya ve komşu devletlere karşı yapılan savaşta görevli kıtaların başına geçti, Buz tutmuş Volga’yı geçip (1237), Rusya’yı (1240), Lehistan’ı, Macaristan’ı ve Dalmaçya’yı (1241-1242) aldı. Tunayı geçerek Gran şehrini, Bulgaristan’ı ve oradan Eflak ve Buğdan’ı ele geçirerek Volga’daki merkezi­ ne döndü. 1243 Yılından sonraki savaşlara katılmadı. Batu Han zamanında alınan mem­ leketlerden sadece Rusya, Altınordu devleti­ ne bağlı kaldı. Sonraları Batu Han’ın, ye­ ğeni Mengü’yü kağan seçtirmesi üzerine, ailenin diğer fertleri arasında ayaklanmalar oldu. Neticede Cengiz imparatorluğu Mcngü ile Batu Han arasında bölündü. Bu iki büyük devletin sınırları Talaş ve Çu ne­ hirleri arasındaydı. Batu Han daha sağlığın­ da hükümdarlık salâhiyetlerinden bir kısmını oğlu Sartak’a verdi. Rusların zalim bir hü-

Foto. Agencc intereontinentale, .1. Ray, (lirau Bibliyo.) [m] BAYINDIR, Oğuz hanı. Dede Korkut ki­ tabında Üçok ve Bozok’un hanlar hanı unvanıyle anılır. Künyesi Kamgan oğlu idi. 24 oğuz boyundan Bayındır’ın onun soyun­ dan türediğine inanılırdı. Menkıbeye göre Oğuz hanları ondan izinsiz sefere çıkamaz, onun istemediği şeyleri yapamazlardı. Şö­ lenlere başkanlık eder, anlaşmazlıkları çözerdi. Dışoğuzun hanı Kazan Beyin kaynatasıydı. Şahsiyeti Dede Korkut hikâyelerinin tarihî eksenini meydana getirmiştir, (m)

39

BAY Bayındırlık bakanlığı, Türkiye cumhuri­ yeti devleti içinde demiryolları, limanlar, havaalanları, kara yolları ile ilgili her türlü alt ve üst yapı iğlerini yürütmekle görevli devlet teşkilâtı. Bayındırlık bakanlığı ilk defa Nafia* neza­ reti adiyle kuruldu (1848). Cumhuriyet devrinde 2 mayıs 1920 tarihli 3 sayılı kn.'la Nafia vekâleti olarak kurul­ makla beraber teşkilât kn.’u birkaç defa değişti; bugünkü kanun 26 mayıs 1939 yı­ lında 3611 sayı ile çıkarıldı. Bu kanunla, evvelce Bayındırlık bakanlığına bağlı olan posta nakliyatı, telli, telsiz muhabere ve rad­ yo işleri, demiryolları, deniz ve hava yolları nakliyatı, seyrüsefer güvenliği işleri, liman­ lar ve teçhizatı, su mahsulleri ve avcılığı işleri işletme olarak Ulaştırma bakanlığına devredildi. Başlıca görevleri: demiryolu, liman, iskele, barınak yapmak; millî ve NATO hava alan­ larını ve uçuş tesislerini inşa etmek; resmî kuruluşların inşaat işlerini emanet usulüyle üzerine almak; proje ve keşif işlerini yürüt­ mek; Kara Yolları Genel müdürlüğünün plan, program ve faaliyetini düzenleyip denet­ lemek; yapı ve malzeme teknikleriyle ilgili araştırmalarda bulunmak; yapı maliyetleri için resmî fiyat analizleri ve birim tarife­ leri hazırlamak; genel ve İdarî, fennî şart­ namelerle tip sözleşmeleri tespit edip ya­ yınlamak: yapı müteahhitlerine müteahhitlik karnesi vermek; müteahhitlerin sicillerini tutmak: bu faaliyetle ilgili istatistikleri top­ lamak, derlemek ve yayımlamak.

40

b a yp a s

Bayındırlık bakanlığının danışma birimleri bayındırlık kurulu, baş müşavirlik ve yük­ sek fen heyeti’nden ibarettir. Bağlı büro­ ları: teftiş kurulu, hukuk müşavirliği, sa­ vunma sekreterliği, plan, program, bütçe, şartnameler ve fiyat analizleri bürosudur. Esas birimleriyse demiryolları ve limanlar inşaat reisliği ve reis muavinliği. İdarî işler dairesi başkanlığı, kamulaştırma müdürlüğü, hava meydanları ve akaryakıt tesisleri in­ şaat reisliği, yapı ve imar işleri reisliği teş­ kil eder. Ayrıca zat işleri, muhasebe, mal­ zeme ve umumî evrak müdürlüğü gibi yar­ dımcı birimleri vardır. B ayındırlık bakanlan

b a y ra k ta r

İsmail Fazıl Paşa (26.5.1920), Ömer Lütfi Yaran (28.12.1920), H. Rauf Orbay (30.11. 1921), Fevzi Pirinççioğlu (8.1.1922), Adnan Adıvar (8.6.1922). Reşat (31.7.1922), Fevzi Pirinççioğlu (5.9.1922), A. Muhtar Çilli (30. 10.1923). Süleyman Sırrı Gedikoğlu (19.11. 1924), Fevzi Pirinççioğlu (23.11.1924), Sü­ leyman Sırrı Gedikoğlu (5.3.1925). Ali Cenaııi (15.12.1925). Behiç Erkin (14.1.1926), Abdülhalik Renda (15.8.1928), Recep Peker (11.10.1928), Zekâi Apaydın (27.9.1930), Hil­ mi Uran (28.12.1930), Ali Fuat Cebesov (28. 10.1933), Ali Çetinkaya (27.2.1934), Aİi Çetinkaya (10.8.1937), Ali Fuat Cebesoy (4.4. 1939), Sırrı Day (10.3.1943), Cevdet Kerim İncedayı (5.3.1946), Kasım Gülek (11.9. 1947), Nihat Erim (10.7.1948), Şevket Adalan (17.1.1949), Fahri Belen (23.5.1950). Ke­ mal Zeytinoğlu (23.12.1950), Muammer Çavuşoğlu (9.11.1955), Ethem Menderes (12.10. 1956), Ethem Menderes (25.11.1957), Tevfik ileri (20.1.1958). Daniş Koper (2.5.1960), Sıtkı Ulay (29.8.1960), Mukbil Gökdoğan (10.9.1960), Sıtkı Ulay (22.8.1961), Emin Paksüt (21.11.1961), llyas Seçkin (26.6. 1962). Arif Hikmet Onat (19.10.1963), Or­ han Alp (21.2.1965), Ethem Erdinç (28.10. 1965), Orhan Alp (1.4.1967), Turgut Gülez (4.11.1969). [M] BAYIR i. Yüksekliği az olan eğik yer, kü­ çük tepe: Bu yaramaz, açık kalan mutfak kapısından bahçeye, oradan dereye inen bayıra kaçmış... (R. N. Güntekin). — dey. Bayıraşağı, meyilli bir şekilde. Bayı­ rın zirvesinden aşağıya doğru. — Bot. Bayır turpu, iri bir turp çeşidi. Mec. Kaba ve terbiyesiz adam. ♦ B ayırcık i. Küçük tepe, (m) BAYIRKU’LAR, türk boyu. Çin kaynakla­ rında VII. yy.ın ilk yarısından beri bilinir­ ler. Büyük kum çölünün kuzeyinden geniş bir sahada altmış bin çadırda otururlardı.

Savaşta bir tümen asker çıkarabilirlerdi. Ço­ banlık ve avcılıkla geçinirler, iyi cins at yetiştirirler, demir eşya ihraç ederlerdi, ön­ ce Çin’e (674), sonra Göktürk imparatorlu­ ğuna (681-742) tabi oldular. Kapağan Ka­ ğan zamanında isyan ettiler. Fakat yenildi­ ler. Bundan sonra tekrar Çin’e tabi olan (742) Bayırku’Iar adına antik kaynaklarda ve Çin boyları arasında rastlanmadı. (M) BAYİ sıf. ve i. (ar. bey’-, satma’dan bayi’). Satıcı, bir maddeyi devamlı olarak satan: Bayiin heves ve emniyeti suistimal ederek cevaz perdesi altında... (Namık Kemal). |j Gazete bayii, gazete, mecmua ve benzeri neş­ riyatın satıldığı küçük dükkân. || Tekel başbayii, tekel bayilerine dağıtımı yapan mer­ kez. || Tekel bayii, sigara ve alkollü içkile­ rin satıldığı yer. + Bayiiye i. Esk. Pazar yerlerine gönderi­ len eşyalardan gümrük resminden ayrı ola­ rak alınan vergi. ♦ Bayilik i. Herhangi bir maddenin de­ vamlı satıcılığı. : Bir yerde muayyen bir müessese veya firmanın mallarını satma işi: Tekel bayiliği. Bayilik işinin yapıldığı bina, ( m) BAYİÇ (Behiç Hakkı), türk idare ve siya­ set adamı (İstanbul 1886-Ankara 1943). Mül­ kiye mektebini bitirdi. Mülkiye müfettişi. Bilecik ve Akçay mutasarrıfı. Birinci B.M. M.’de Denizli milletvekili. İlk icra ve­ killeri heyetinde Maliye bakanı, daha son­ ra İçişleri bakanı. Yeşilordu cemiyeti ile Halk İştirakiyyun fırkası ve resmî TürkKomünist fırkası kurucularından. Asabî ra­ hatsızlığı yüzünden siyasetten ve faal gö­ revlerden çekildi, (m) BÂYİN sıf. (ar. beyn, ara’dan bâyiri). Esk. Ayırıcı, aralayıcı, ayıran, (m) BÂYİR i. Bk. bâ İr . BAYKAL gölü, S.S.C.B.’de göl, Orta Si­ birya’da, faylı bloklar bölgesinde; 31 500 km2. Uzunluğu 640 km, genişliği 60 ilâ 85 km. Göl, bakışımsız, tektonik bir çukuru dol­ durur; batı kıyısı diktir, ama doğu kıyısın­ da kıyı kordonuyle sınırlanan bir kıyı ova­ sı vardır. Derinlik hemen hemen her yer­ de en az 1 000 m veya daha fazladır (en derin yeri, 1 620 m). Balıkçılık. Gölün ayağı, Angara nehridir. — Tarih öncesi de­ virde Bavgal bölgesi, peş peşe neolitik Kinskayapad, İsakovo, Serov ve Kitoi mede­ niyetlerinin, sonra Güney Mançurya, Sahalin, Kore ve Japonya’ya kadar uzanan Glaskovo ve Chivera kalkolitik kültürlerinin be­ şiği oldu. Magdarlenyen devirde Baykal gölü bölgesinin Asya’daki üstünlüğü, son çalış­ maların gün ışığına kavuşturduğu en iigi çekici olaylardandır. Bölgenin iç kısım­ ları tamamen Sibirya'ya mahsus nitelikler taşır. Bunların izlerine Ural’da, Ordos, Lena ve Amur’da yaşayan halkların medeni­ yetlerinde rastlanır. Baykal medeniyetinin izleri, insanların Kuzey Amerika’ya yerleş­ mesinde de önemli rol oynamıştır. Bir açıklamaya göre Türkçe sayılan Baykal «zengin göl» anlamındadır. Göl kıyıları Türkler tarafından çok eskilerden beri iskân edilmiş, muhtemelen, Bayırkular bu sahada oturmuştur. Baykal gölünün en bü­ yük adası olan Orhon (Olkhon) adasında, bazı türkçe yazıtlar bulunmuştur. Göl kı­ yısındaki sahalarda da Türklerle ilgili birçok buluntuya rastlanmaktadır. X. yüzyıldan iti­ baren bu sahaya Moğollar gelmeye başladı, Türkler ise daha batıya kaydılar, (lm) BAYKALÖTESİ, rusça Zabaykalie, Si­ birya’da (S.S.C.B.) coğrafî bölge; eski bir idari bölüm. Orta Sibirya’da, Baykal gölü­ nün doğusundaki yaylalardan meydana gelir: Buryat Moğolları millî özerk cumhuriyeti (Başkent Ulan Ude) yaylalarıyle Yablanoi (Yablanovyi) dağlarının ötesindeki Nerçinsk ve Çita yaylaları, Baykalötesi deyimi bugün Baykal ile Orta Amur arasındaki yayla ve dağların bütününü ifade eder. Maden yatak­ ları bakımından çok zengin bir bölgedir. Ulan-Ude ve daha ötede, doğuya doğru, Çite ile Nerçinsk sanayi merkezleri bu böl­ gededir. (l)

fından methedilir. Bir süre Belh emîrliği yaptıktan sonra 1414’te Şahruh tarafından Luristan, Hemedan ve Nihavend kendisine timar olarak verildi. Fakat bir yıl sonra isyan ederek şiraz’ı ele geçirdi. Şahruh ta­ rafından mağlup edilerek Kandehar’a gönde­ rildi. Burada da isyan çıkaran Baykara bir süre hapsedildi. Tekrar Şahruh tarafından affedilerek Hindistan’a gönderildi. Rivayete göre Herat’a dönen Baykara Şahruh’un sa­ rayında öldürüldü, ( m) BAYKARA. Bk. HÜSEYİN baykara. BAYKER1T i. (fr. hdikerite). Miner. Bir ozoserit çeşidi, (i.) BAYKONUR, S.S.C.B.’de (Kazakistan) şe­ hir, Karsakpay bakır yatakları bölgesinde. Maden cevheri taşımada kullanılan demiryo­ lunun sonu. Kömür madeni. Sanayi merkezi. Rusya’nın en büyük peyk ve uzay cihaz­ ları atma istasyonu. 12 Nisan 1961’de Gagarin’in yörünge uçuşundan bu yana Vostok ve Voskhod peyklerinin hepsi bu is­ tasyondan atıldı. Ay ve gezegenleri incele­ yen uzay araçlarının atılmasıyle Büyük ok­ yanusa düşen kıtalararası balistik füzelerin denenmesi de bu büyük istasyondan yapıl­ maktadır. General de Gaulle, 1966’da Rus­ ya seyahati sırasında burasını ziyaret etti ve bu istasyonu gören batı blokuna dahil ilk devlet adamı oldu, (l) BAYKURT (Fakir), türk hikâye ve roman yazarı (Burdur 1929). Ankara Gazi Eğitim enstitüsü mezunu, öğretmen. Hikâye kitap­ ları: Çilli (1955), Efendilik Savaşı (1959). Karın Ağrısı (1961), Ciice Muhammed (1964) ; romanları: Yılanların öcii (1959 [1957-1958 Yunus Nadi armağanı; 1962’de sinemaya, 1966’da sahneye uygulandı]), Irazcanın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Amerikan Sargısı (1967), Kaplumbağalar (1967). Im] BAYKURT (Şerif), türk folklorcusu, öğret­ men (Drama 1919). İlk ve orta öğrenimini Kırklareli ve Edirne’de yaptı. Gazi Eğitim enstitüsünü bitirdi (1941). Resim öğretmen­ liği yaptı. 1947’de öğrencileriyle katıldığı resim yarışmasında Türkiye birinciliğini al­ dı. Türk halk oyunları, elişlemelcri, kıyafet­ ler ve genel folklor üzerine araştırma ve incelemeler yaptı. Türk Halk Oyunları (1965) ve Mimar Sinan adlı eserleri vardır. Bugün Millî Folklor enstitüsü müdür yar­ dımcısı. (M) BAYKUŞ i. Gece yırtıcılarından tepelikli kuş. (Tepeliği olmayan gece yırtıcılarına gece kuşu denir.) [Baykuşgillerden.] — ansİkl. Tepelikli gece yırtıcılarının ço­ ğuna baykuş denirse de, bu ad özellikle orta boy, esmer ve kızılımsı, uzun tepelikli orman kuşlan için kullanılır. Kulaklı orman bay­ kuşu (Asio otus), Bataklık baykuşu (A. flammeus), bütün kıtalarda yaygın, kısa te­ pelikli bir baykuş türüdür. Baykuş son de­ rece faydalı bir kuştur. Kemirgenleri büyük ölçüde yok eder, (l) Baykuş, İstanbul’da Dârülbedayi adlı ilk ödenekli tiyatro topluluğunun oynadığı ilk yerli oyun (15 mart 1917). Halit Fahri Ozansoy’un yazdığı bu manzum oyun o zaman çok beğenildi. Batı sembolistlerinin etkisi­ ni. özellikle M. Maeterlinck’in havasını ta­ şır. (M)

BAYKUŞLAR çoğl. i. Gececil yırtıcı kuş­ lar takımı. Yalnız baykuşgiller familyasını kapsar (baykuş, kukumav), [l] BAYKUŞZADE (Şinasi Mehmed Ağa) Çor­ bacı, osmanlı tarihçisi (XVII.yy.). Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor. Yeniçeri ocağı mensuplarından Baykuş Haşan Ağanın oğ­ lu. Sultan İbrahim devri devlet büyüklerin­ dendir. Basılmamış olan Tezkiret-iis-Selâthı ve Mecalis-ül’-Havakîn (Sultanlar Tezkiresi ve Hakanlar Meclisleri) adlı dört ciltlik ese­ rinin bir nüshası Topkapı müzesi Revan kütüphanesindedir. Ayrıca Feridun Beyin Nüzhet-iil-Ahbar (Güzel Haberler) adlı Sigetvar tarihini de Niizhet-iil-Ahbar fi-lcmali Seferi Sigetvar (Sigetvar Seferini özetleyen Güzel Haberler) adı ile özetlemiştir, (m) BAYLDONİT i. Miner. Bakır ve kurşun tabiî arseniyatı. (l) BAYKAR i. ve sıf. (ar. baykar). Esk. Bez BAYLE (Gaspard Laurent), fr.ansız hekimi ve kumaş dokuyan, çulha, (m) (Provence’da Vernet 1774-1816). Tıp öğre­ BAYKARA, Timur’un torunu (1392-1416). niminin bir kısmını Montpellier’de yaptı ve Güzelliği ve cesareti devrin yazarları tara­ oradan asker oldu. Charite hastahanesinde Foto. X. Er kılıç (MEYDAN)

BAYRAK hekim olan Bayie (1807). Napolyon l ’in İspanya seferine katıldı. Bazı kalp hasta­ lıklarında doğrudan doğruya kalbi dinleye­ rek teşhis koyma usulünü uygulayan ilk doktor olarak kabul edilir. Akciğer veremi­ nin daha iyi tanınmasına hizmet etti, (l) BAYLE (Pierre), fransız yazarı (Le Carla 1647-Rotterdam 1706). Protestan bir aileden gelen bir aralık katolik mezhebine girdik­ ten sonra yeniden Protestanlığa dönen Bay­ ie öğrenimini Cenevre'de yaptı ve özel öğ­ retmenlik etti. 1681'e kadar Sedan’da tarih ve felsefe profesörü oldu. Orada Letlre sur la Comete de 1680 (1680’de Geçen Kuyruk­ lu Yıldız Üstüne Mektup) adlı kitabı yazdı. 1682’de yayımlanan bu eser gözden geçiril­ dikten sonra Pensees sur la ComHe (Kuy­ ruklu Yıldız Üstüne Düşünceler) adiyle ye­ niden basıldı (1694-1704). Sonra Rotterdam’a geçti, orada da felsefe okuttu ve les Nouvelles de la Repııblique des Lettres (Edebi­ yat Cumhuriyetinden Haberler) adlı eserini yazdı (1684-1687). Fransa kralına bağlı ol­ makla beraber /4vı'.v Important aux Refugies sur leur Prochain Retour en France (Ya­ kında Fransaya Dönecek Sığıntılara önem­ li Uyarı) [1690] adlı eserini eleştiren Jurieu’ye karşı çıktı; Jurieu onu 1693’te profe­ sörlükten attırdı. O tarihten sonra kendini tamamen yazarlığa verdi ve Dictionnaire Historigııe et Critiqııe (1696-1697) adlı ese­ rini tamamladı. Bayie, her şeyden önce Louis XIV çağından çok filozoflar çağına yakışır bir bilgin ve eleştirmendi. Bazı yön­ lerden de bir Rönesans adamı sayılabilir. XVI. yy. bilginleri gibi ayrıntılara ve eleş­ tiriye tutkundur. Üstelik, Soz/ıifc'ünde bir edebiyat eleştirmecisidir, hattâ kendisinde bir Sainte- Beuve tutumu sezilir: biyografi araş­ tırmalarında ve bibliyografya ayrıntılarında aynı titizlik göze çarpar. Fakat eserini da­ ha çok bir tarih filozofu olarak yazar. Onun için bütün ahlâk, yorum ve ilâhiyat sorunlarını tazelemeye çalışır. Bunu iğne­ leyici ve şakacı bir üslûpla yapar. Bu ba­ kımdan Montaigne. Guy Patin ve Gassendi’nin vârisidir. Fakat öte yandan Louis XV devrinin başlangıcındaki özgürlükçülerin ön­ cüsüdür. «5öz/f/k»ünde kullandığı sistemi ileride Encvclopedie'de de kullandı. Bel­ geli bir olaya dayanmayan hiç bir şeyi kabul etmeyecek gerçek tarih görüşünü her Şeye uygulamak ister. Bir bakımdan onu modern eleştirinin öncülerinden biri say­ mak yerindedir. Kısaca, Bayie, hiç bir kurama sıkıca bağ­ lanmayan ve önceden belli bir amaç güt­ meyen özgür düşünceli bir adamdır. Şüphe­ siz her şeye, özellikle basmakalıp ve yer­ leşik düşüncelere saldırmıştır. Spinoza ve Leibniz’i eleştirmesi ünlüdür: ahlâkî ne­ denlerle, Leibııiz'in önceden kurulmuş ahenk tezine karşı çıkmıştır. Fakat onun şüpheciliğinden çıkartılan akılcılığı bağnaz­ lığa vardıranlara da her halde karşı koyar­ dı. Sözlük’ü büyük bir başarı kazanarak 1760’a kadar on defa basılmıştır, (l) BAYLEBRİDGE (Charles VVilliam blocks İdoe, William — denir), avustralyalı şair (Brisbane 1883-Sydney 1942). Nietzsche ve Bergson’un etkisi altında kalarak avustralya milliyetçiliğine bir felsefe kazandırmak is­ tedi. Şiirleri parlak değilse de büsbütün güçsüz de sayılmaz. Selected Poems (Seçil­ miş Şiirler) [1919], This Vital Flesh (Bu Canlı Ten) [1939]. (L) Bayie hastalığı. Eşanl. felç . BAYL1SS (Sir William Maddock), İngiliz fizyoloji bilgini (Wolverhampton 1860-Londra 1924). Londra’da, elektrofizyolojinin çe­ şitli alanlarında araştırmalar yaptı, Starling ile birlikte, onikiparmak bağırsağı mukoza­ sından elde edilen ve pankreas özsuyunun salgılanmasına yol açan sekretin hormonunu buldu, (l) BAYMAK, S.S.C.B.'de (Rusya F.S.S.C.) şe­ hir. Güney Ural’da. Bakır metalürjisi. Böl­ gede bakır ve altın çıkarılır, (l ) BAYNES (Thomas Spencer), İngiliz yazar ve filozof (Somerset’de Wellington 1823-Londra 1887). Daily Nevvs’un başyazarı ve Saint Andrews üniversitesinde profesör oldu. Man­ tık Şekillerinin Yeni Tahlili (1852) ve Encyclopaedia Britannica’nm 9. baskısı onun ese­ ridir. (l ) BAYNUKLAR, Batı Afrika’da zenci halk. Ziguinchor yakınında, Casamance (Senegal) Foto, (lirattdon, H bayraktar). ret gemisi de bağlı olduğu kumpanyanın Bayrak taşımak göreviyle mükellef olana ve­ forsunu taşır. Fransız denizciliğindeki usul­ rilen ad. lere göre savaşta, yaptıkları bir fedakârlık­ ansİkl . Yeniçeri ocağını meydana getiren tan dolayı donanma günlük emrinde adı — ortanın bir bayraktarı vardı. Diğer ka­ geçmek suretiyle takdir kazanan gemiler, her pıkulu teşkil eden her ortanın da bunu göstermek için cıvadıra gönderine özel yine birocaklarını bayraktarı bulunurdu. Sipahilerin bir bayrak toka eder. de özel bayrakları bayraktarları vardı. — Spor. Bayrak yarışı, dört kişilik t3kım Ayrıca beylerbeyleri ve ile diğer ümera da se­ yarışması. Bir yarışmacı belli bir mesafeyi fere giderlerken kendi taşıya­ koşunca takım arkadaşı sonraki mesafeyi cak özel bayraktarlara bayraklarını sahiptiler. Yeniçeri koşmaya devam eder. Atletizmde bayrak ya­ ortalarında bayraktar aynı zamanda rışları, bir koşucudan ötekine stafet (Türk- sınıfına mensuptu. «Bas eski» denilen,subay orta çede bayrak sopası) denilen yirmi bes santi­ subaylarından sayılan nefer de bayrak tası­ metre kadar uzunlukta bir sopanın verilmesi ma isinde bayraktara yardım ederdi. Bay­ suretiyle yapılır. Klasik bayrak yarışları «alem» taşıyanına alemdar, «san­ 4x100, 4x400’dür. Ancak bu yarışlar iste­ raktarların taşıyanına da sancaktar denilirdi. Bay­ nilen mesafeler üzerinde de düzenlenebilir. cak» raktar başına, alt kısmına beyaz sarık sa­ Balkan ülkeleri arasında yapılan resmî at­ rılmış mavi bir kiilâh giyerdi. Arkasına letizm yarışmalarında ayrıca Balkan bayrak kırmızı cüppe, ince ve kırmızı şalvar, yarışı denilen 800-400-200-100 metre üzerin­ ayaklarına da sarma entari çizme giyerdi, (m) de takım yarısı yapılır. Yüzmelerde, bayrak sopası kullanılmaz. Bir BAYRAM i. Dinî veya millî bakımdan yarışmacının eli yarış noktasına değince, özel önemi olan ve milletçe kutlanan gün veya günler: Doludur ışıklarla bu bayram takım arkadaşı yarışmaya başlar. (Y.K. Beyatlı). Şeker bayramı. Cum ♦ Bayraklam a i. Havc. Bir uçağın motoru sabahı huriyet Spor ve Gençlik bayramı. stop ettiği zaman, değişik hatveli pervane |! Erkekbayramı. adı. || Bayram arefesi, bayramdan palalarının, ilerleyişe en az engelleyici hat- önceki gün. Bk. arefe . |' Bayram ayı, hicri veler haline konması eylemi. takvime göre ramazandan sonra gelen ay. ♦ B ayraklı sıf. Bayrağı olan, bayrak çekil­ || Bayram bahşişi, dinî bayramlarda, bayram miş: Ecnebi bayraklı bir gemi. münasebetiyle, bekçi, çöpçü, postacı v.b. — dey . Eli bayraklı, şirret, edepsiz, (m) hizmet görevlilerine verilen para. || Bay­ ram ertesi, bayram bittikten sonra gelen BAYRAK (Mithat), türk güreşçisi (Geyve’­ de Doğançay 1930). Güreşe 1948’de başladı. gün (günler). I| Bayram günü, bayrama 1954’te seçildiği millî güreş takımında yeri­ rastlayan gün. 1 Bayram hediyesi, özellikle ni 10 yıl korudu. 55 Defa millî formayı şeker bayramında büyüklerin çocuklara ver­ giydi. 1956 ve 1960 Olimpiyat oyunlarında diği hediye. || Bayram koçu, kurban bayra­ altın madalya kazandı, (m) mında nişanlı erkeğin, nişanlısının evine BAYRAK balığı blş. i. Jordanella Floridae. süsleyip gönderdiği kurbanlık koç. || Bay­ Kemikli balıkların dişli sazancıklar (Cypri- ram şekeri, iki dinî bayramda, fakat özel­ nodontidae) familyasından tatlısu akvaryum likle Şeker bayramında misafirlere ikram edilen veya bayram ziyaretine giderken gö­ balığı. Bayram topu, Şeker ve — ansİkl . Erkeklerinin vücudu kırmızı ze­ türülen şeker. min üzerine yeşil ve altınsarısı pullarla kap­ Kurban bayramlarında atılan top. (Arefe lıdır. Dişilerin vücudunda ise tek bir siyah gününün ikindi vaktinden bayramın son gü­ leke bulunur. Yüzgeçler yeşil; anal, sırt ve nünün ikindisine kadar namaz vakitleri atı­ kuyruk yüzgeçleri üzerinde yeşil zemin üze­ lır). || Bayram tebriği, dinî bayramları ya­ rine kırmızı küçük noktalardan yapılmış çiz­ zılı kartla veya doğrudan doğruya ziyaret giler vardır. Bayrak balığının vatanı Ame­ ederek kutlama. !i Bayram üstü, bayramın rika’nın Florida bölgesidir. Canlı yem ve ye­ hemen öncesi, başlamasının çok yakın ol­ duğu günler. Bayram yeri, bayramda ço­ şil alglerle beslenir, (m) BAYRAKLI. Esk. coğ. Eski devirlerde İz­ cuklar için kurulan açık eğlence yeri, bir çeşit lunapark. |j Bayram ziyareti, dinî bay­ mir körfezinde yarımada. Bugün denizden hayli içeridedir. İzmir’in en eski tarihini gös­ ramlarda, bayram tebriği için, günün he­ teren önemli bir höyüktür. 1824-1828’de Pro- men her saatinde yapılan kısa ziyaret. koseh von Osten tarafından keşfedildi, 1930’- — çeş . dey. Bayram etmek (yapmak), çok da Prof. Miltner, 1948-1951 arasında Prof. sevinmek, m em nun olm ak: Bir göz boEkrem Akurgal ve Cook tarafından araş­ yamasıyle bayram ederdi (H.R. Gürpınar). tırma ve kazılar yapıldı. Bayraklı’nın tarihi || Bayram havası, bayram günlerinde imiş M.ö. III. bin sonlarıyle başlar. Bu katta gibi neşeli, sevinçli bir ortam: Hülâsa bir Truva I., II. kat keramiklerine rastlandı. bayram havası içinde herkes sofraya oturdu Bayram koçu gibi, [er­ Sonra M.ö. II. bin keramiklerini kapsayan (A.H. Tanpınar). taoaka gelir. Höyükte en önemli tabakalar kekler için] beşli, süslü, gösterişli, biraz Bayramdan bayrama, (bir erken yunan kültürüne ait olan katlardır da zevksiz. Protogeometrik katta keramiklerden başka bektaşî fıkrasına telmihen) çok seyrek, na­ oval bir kerpiç ev bulunmuştur.M.ö. 900’e diren. || Bayramdan sonra bayramın mü­ tarihlenen bu ev bilinen en eski yunan barek olsun, yaoılması gereken bir nezaket evidir. Bu iskân yerinin alt kısımları taştan vazifesinin, bir teşekkürün geciktiğini belirt­ bir surla çevrilmiştir. M.ö. IX. yy.a tarih­ mek için. || Bayramınız kutlu (mübarek) lenen bu sur da halen bilinen en eski yu­ olsun, iyi bayramlar dilemek amacıyle söy­ nan surudur. Bu kasaba askerî bir istilâ so­ lenen ve klişeleşmiş bir tebrik deyimi. || nunda yanmış ve harap olmuştur. Bu tarih­ Ben diyorum bayram haftası, o anlıyor ten sonra, M.ö. VIII. yy. ortalarına tarih mangal tahtası, bir konu üzerinde anlaş­ lenen ve iki tali tabakaya ayrılan katta (M. maya imkân olmadığını, birinin dediğini ö. 760-670) dik dörtgen planlı evlerin ya­ öbürünün ters anladığını ifade için. || İki nında, apsidli (mihraplı) ve oval evler gö­ bayram arası, ramazan ve kurban bayram­ rülür. Bu evlerin yanında kısmen toprağa larının arasındaki süre. (Bu arada nikâh ve gömülü yuvarlak yapılar bulundu. Bunlar düğün yapılması uğur sayılmaz.) Foto. Olficc du tourisme allem ami ( L A R O l'SSE )

43

BAYREUTH tiy a tro n u n g iriş i

— Denize. Bayram şeridi, eski bayramlarda gemilerin her iki bordasına, baştan başa gerilen, kenarları kırmızı çizgili geniş, ma­ vi bez şerit. — Din. İslâm dininde bayramlar. Bk. an­ s İkl . || Bayram namazı. Bk. namaz. || Diğer dinlerde bayramlar için bk. ansİkl . (Yahudi bayramları. Bk. yahudİlİk .) — Etnogr. Bir olayı anmak amacıyle ya­ pılan gösteri ve eğlencelerden meydana ge­ len tören. Bk. ansİkl. — Huk. Bk. ANSİKL. — Mus. Bayram salâtı. Bk. salât. — Teşk. tar. Bayram alayı, osmanlı padi­ şahlarının ramazan ve kurban bayramla­ rının birinci günleri bayram namazını kıl­ mak üzere camiye gidiş ve gelişlerinde ya­ pılan törene verilen ad. (Bk. ansİkl .) || Bayram bahşişi. Bk. ansİkl . — ansİkl . Bayram kelimesinin İslâmlıktan önce de dinî bayram günlerini ifade ettiği kesin değildir. Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlar’ın «sevinç ve eğlence günü» karşılığı olarak id yerine bayram’ı kullandıklarını belirtir. Da­ ha sonraki yüzyıllarda kelime İslâmî an­ lamda geçer, son yıllarda bu anlama millî bayramlar da eklenmiştir. İslâmlıktan önce Türklerde bayramların ço­ ğu dinî âyinlerdi. Moğollarda İlkbahar ve Güz bayramları devletin dinî bayramları ol­ muştur. İlkbahar bayramına Öriis sara (sü­ rüleri otlatmaya çıkarma ayı) bayramı, güz bayramına Sağan sara (ak ay) bayramı de­ nirdi. İlki 9 mayıs, diğeri 28 ağustosta kut­ lanırdı. İlkbahar bayramı müsliiman Kazak-Kırgızlarda ve Başkurtlarda Kımız nıurundıık adiyle anılırdı. Yakutlardaki en büyük bayram ve âyin ma­ yıs ayı sonlarında veya haziranda Ayı Toyon (yedinci veya dokuzuncu gökte bulun­ duğuna inanılan çok merhametli bir tanrı­ dır; insanların özel hayatlarına karışmadığı gibi, kanlı kurbanlar da istemez; Yakutlar iyi ve temiz ruhlara ayı derler, bunlar insan­ lara refah ve saadet verirler; Ayı Toyon bunların en büyüğüdür.) şerefine yapılır. Do­ kuz gün süren bu bayrama Ay ve Güneş bayramı da denir. Sonbahar bayramı ise kö­ tü ruhlardan korunma bayramıdır. Ergenekon destanında Türklerin Ergenekon’dan çıkışlarını, her yıl bir bayram tö­ reniyle kutladıkları belirtilir. Hakanın da katıldığı bu törende kızgın bir demir, örs üzerinde dövülürdü. Dede Korkut’ta Bayındır Hanın her yıl dü­ zenlediği toylardan bahsedilir. Hanların başa geçişlerini, doğum, düğün ve zaferlerini kut­ lamak için yapılan toylar ve şölenler, de­ ğişik adlarla anılsa da bayramdır. • İslâm dininde bayramlar, ramazan ayının sonunda kutlanan ve eski tak­ vimde şevval ayının birinci gününe rast­ layan Ramazan (veya Şeker) bayramı ile eski takvimde, zilhicce ayının onuncu gü­ nüne rastlayan Kurban bayramı’dır. (Bk. ramazan, şeker , kurban.) Birinciye küçük, İkinciye büyük bayram da denir. Bunların dışında Islâmlar bazı dinî yıldönümlerini de bayram olarak kutlarlar ve bu İslâm memleketlerinin gelenek ve göreneklerine göre değişir. Meselâ, muharrem ayının onun­ cu günü aşure bayramı vardır. Bu bayram Şiî Müslümanların, Kerbelâ günü saydıkları ve matem tuttukları muharrem ayının ilk on gününden sonra selâmete çıkmanın ifa­ desi olarak kabul edilir. Aşure gününün Firavun’un Kızıldeniz’de boğulduğu gün ol­ duğu rivayeti vardır. Başlangıçta bu sadece bir oruç günüydü. Fakat sonra, 680’de imam Hüseyin’in öldürüldüğü tarihe bağ­ lanmıştır. İslâmların bayram gibi kutladığı

BAYRAM

44

m areşal B A ZA İNE

S a in t-F lo u r b a z a lt s ü tu n la rı

günlerin biri de rebi’ül-evvelin on ikinci günüdür. Bu tarih Hz. Muhammed’in do­ ğum günüdür ve islâmlarca mevlit kandili olarak kutlanır. (Bk. mevlît kandili.) Bun­ dan başka, recep ayının on beşinci gününe rastlayan Regaip kandili vardır. Bu gün. İslâmlarca Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü gün olarak bilinir ve kutlanır. (Bk. REGAİP kandili.) Recebin 21. günü ise Mi­ raç kandili adını alır. Bu gün de Hz. Mu­ hammed’in Hak katına huruç ettiği gün olarak kutlanır. (Bk. MİRAÇ kandili.) Şaban ayı­ nın on beşinci günü ise Berat kandilidir: bu gün de. Hz. Muhammed’in peygamber­ liğinin tasdiki günü olarak kutsal bilinir. (Bk. berat kandili.) İslâm geleneği ramazan ayının her gecesini şenlik ve eğlence gece­ si olarak kabul etmiştir, fakat özellikle ra­ mazanın yirmi yedinci gününün gecesi Kur'an-ı Kerim’in ilk vahyedildiği gece (Kadir gecesi) olarak kabul edilir ve kutlanır. (Bk. kadI r gecesi.) İslâmlarda yılın birinci günü sayılan muharrem ayının ilk günü büyük bayram yapılmaz, fakat yeni yıl tebrik edi­ lir, büyükler küçüklere bereket parası ve­ rirler. Nevruz ise müslümanların bir halk bayramıdır, çeşitli memleket ve zamanlar­ da, çeşitli tarihlerde kutlanır. Fakat resmî bayram sayılmaz. (Bk. nevruz .) Türk geleneğinde Şeker ve Kurban bay­ ramlarına büyük önem verilmiştir. Fa­ tih devrinde bayram resami ve şenlik­ leri bir kanunla düzenlenmişti. Halk bu bayram günlerinde dost ve ahbaplarıvle. ya­ kınlarının kabirlerini ziyaret ederdi. Çocuk­ lara hediyeler verilir. Yeni elbiseler giyilir (bayramda yeni elbise giymek sünnettir). Bay­ ram elbiselerini bayramdan önce giyenlerle areje0 böceği veya arefe* çiçeği diye alay edilirdi. Bayram sabahı selâtin camilerinde kılınan baytam namazından sonra bayram­ laşma başlardı. Mahallenin bekçisi, çöpçüsü ve tulumbacılar sıra ile gelerek bayram bah­ şişi toplarlardı. Çok masraflı olan bayram ziyaretleri, 1845’ten sonra resmen kaldırıl­ mış, memurların âmirlerinin evlerini ziyaret etmelerine lüzum olmadığına dair bir nizam konmuştur. OsmanlIlarda dinî bayramlar dı­ şında ilk resmî bayram Meşrutiyet’in ilânı­ nın günü kabul edildi. Cumhuriyet devrinde dinî bayramlar gele­ nek olarak muhafaza edilmiş, yeni millî bay­ ramlar da konmuştur. Cumhuriyet bayramın­ da Ankara’da cumhurbaşkanı T.B.M.M.’de devlet ve hükümet erkânını, mebuslar ve elçilerin tebriklerini kabul eder, büyük bir resmigeçit yapılır. Halkın geniş ölçüde ka­ tıldığı bu bayram, şehirlerde de resmigeçitlerle kutlanır. • Katolik bayramları. Dinî bayramlar iba­ dete ayrılmış günlerdir. Bu günlerde Allah’a dua edilir (pazar günleri) veya (Noel, Epiphaneia, Paskalya. Göğe çıkış). Hz. İsa’nın ve Aziz Meryem’in hayatiyle ilgili olaylar anılır. Din şehitlerinin ölüm yıldönümü (dies natalis) de bayram günlerindendir. Bu bayramların bazıları (meselâ Bütün Aziz­ ler günü) belirli, bazıları da Paskalya ta­ rihine göre ayarlandıklarından değişik giin-

lere rastlar. (Bk. comput .) Büyük sayıda olmaları sebebiyle bayramlar iki grupa ay­ rılmıştır. Mecburî bayramlarda dinlenmek ve âyinlerde bulunmak zorunludur. Diğer gruptaki bayramlarda mecburiyet yoktur. 1802 Yılından beri Fransa’da mecburî bay­ ramların sayısı dörttür. (Noel. Göğe çı­ kış, Meryem Ananın göğe çıkışı ve Bü­ tün azizlerin günü). Bayramlar için bir kademeleşme de kurulmuştur. Çift bayram­ lar, ruhbanlar ve halk tarafından kutlanır. • Ortodoks bayramları. Ortodoks kilisesi de başlıca bayramlarda aynı sırayı izler. Fakat bunları Julius (Caesar) takvimine gö­ re, yani 14 gün sonra kutlar. Ayrıca ken­ dine mahsus birtakım bayramları daha vardır (Ortodoks bayramı). Bu bayramda katolik kilisesi takviminde bulunmayan ba­ zı azizler anılır. • Hint bayramları. Hintlilerin bayramları dinî bayramlardır. Sayıları büyük olan bu bayramların tarihleri belirlidir ve bazıları birkaç gün sürer. Başlıcaları: Makara sankranti (Magna [ocak, şubat] ayının birinci günü kutlanır, hindiler bu bayramda su­ sam yağıyle yıkanırlar); Vasant Panchami (aynı ayın mehtaplı yarısına rastlayan bi­ rinci günüdür, bu bayram ilkbahar bayra­ mı sayılır ve öğrenciler tanrıça Sarasvati’nin ayaklarına kalem, kâğıt ve kitap bı­ rakırlar); Sivarat (siva gecesi, şubat ortası veya sonunda kutlanır, tanrıya çiçekler su­ nulur); Holi (bir çeşit satumus bayramıdır). — Etnogr. Bir olayı anmak ve kutlamak amacıyle yapılan gösteri ve eğlencelerden meydana gelen bayram insanın köklü bir ihtiyacını karşılar. Bu gösterilerde kişi alı­ şılmamış bir şekilde duygularını dile geti­ rebilir ve yeni bir canlılık kazanır. Bayram genellikle kollektif niteliktedir, bir aile ve­ ya toplumun bütün üyelerine seslenir. İste­ yen gruplar, bu bayramlarda topluluğa bağ­ lılığını gösterme fırsatını bulur. Hemen dai­ ma dinî bir olayla ilgili olan ve inançları günlük hayatlarının ayrılmaz bir parçası olan kavimler için bayramlar maddî yaşan­ tılarının şartlarını aşmak imkânıyle tanrı­ lara ve atalara yaklaşabilme duygusunu ve­ ren gösterilerdir. Bir bayrama tesirli bir şekilde katılabilmek için çoğu zaman bay­ ramın belirttiği efsanevî olayın bilinmesi gerekir. Bu bilgiye sahip olmayanlar bay­ ramlarda az çok şaşkınlığa uğramış se­ yirciler durumuna düşerler. Bayram aileyle (doğum, sünnet, düğün, ölüm), toplum hayatiyle ilgili İktisadî (tarım bayramları) veya siyasî nitelikte (meselâ bir savaşın mutlu bir şekilde sonuç­ lanması) bir olay olabilir. Bayramın yapıl­ dığı yer. niteliğine göre değişir: aile bay­ ramları evde, toplum bayramları umumî yerlerde, meselâ köy meydanlarında yapılır. Bayram bir veya birkaç gün sürebilir, bu sırada çeşitli gösteriler yapılır; genellikle bayramlarda normal günlerdekinin aksine çok yiyip çok içilir. Bazen bayramlar gös­ teriş isteğinin etkisiyle bir servet savurgan­ lığı halini alır. Bayramlarda alınan veya karşılıklı verilen hediyeler de bir hediye alışveriş sistemine göre yapılır. Hediye verenlerin şerefi bu hediyelerin değe­ riyle ölçülür. Bazı durumlarda (Okyanus­ ya’da) bayram şölenleri için toplanan er­ zak sergilenir ve bayramı yöneten kişinin şöhreti bunların az veya çokluğuna göre ölçülür. Bayram hazırlıkları uzun zaman önce başlar, ürünün iyi olmadığı yıllarda bayramlar önemli şekilde azalır. Biiyiik miktarda yiyeceğin yanında büyük miktarda içki de bulunur; sarhoşluk da bayram şen­ liklerinin sebeplerinden biri olarak görü­ nen «insanın kendi kendini aşması» im­ kânını sağlar. Mayalanmış (tahammür et­ miş) içkilerle kızıştırıcı maddeleri (tütün, kenevir v.b.) hemen hemen bütün kavimler bilir. Ziynet ve süsler herkese olduğundan başka türlü bir görünüş sağlar. Mauss çoğu zaman müziğin de katıldığı dansı «bir in­ sanın olduğundan başka bir şey olmak için harcadığı çabg» olarak açıklar. Dans, bay­ ram şenliğinin en son noktası, en çok bek­ lenen anıdır. Bazen dans insanı «kendin­ den geçme» durumuna kadar götürür, tabiatüstü âleme yaklaşıldığı sanılır ve dans edenin bir ruh tarafından görüldüğüne ina­ nılır. Gerçek veya uydurulmuş ataları tem­ sil eden maskeler, onların da doğrudan doğruya bayram şenliklerine katılmalarını sağlar ve bunlar çoğu zaman bayramın var oluş sebebini doğrular. Maskeli şenliklerde

bayrama katılanlar toplumun içindeki yer­ lerinin şuuruna daha iyi varırlar, bayram yapan topluluk böylece birlik ve beraberliği daha iyi hisseder. — Huk. 2739 sayılı Ulusal Bayram ve Ge­ nel Tatiller hakkında kanun gereğince Ulu­ sal bayram yalnız Cumhuriyetin ilân edil­ diği 29 ekim günüdür. Türkiye’nin içinde ve dışında devlet adına yalnız o gün tören yapılır. Bayram 28 ekim günü öğleden son­ ra başlar ve 29, 30 ekim günleri devam eder. Bunun dışında, aşağıda yazılı bay­ ramlar genel tatil günleri arasında sayıl­ mıştır: 1. Zafer bayramı (istiklâl savaşın­ da son zaferin kazanıldığı 30 Ağustos gü­ nü. Millî Savunma bakanlığı tarafından hazırlanacak askerî törenle kutlanır); 2. Ulusal Egemenlik bayramı, 22 nisan öğle­ den sonra ve 23 nisan günü; 3. Bahar bay­ ramı, mayısın birinci günü; 4. Şeker bay­ ramı, 3 gün; 5. Kurban bayramı, 4 gün; 6. Gençlik ve Spor bayramı, 19 mayıs gü­ nü; 7. Hürriyet ve Anayasa bayramı, 26 mayıs öğleden sonra ve 27 mayıs günü. Ay­ nı kanun Yılbaşı gününün de (31 aralık öğ­ leden sonra ve 1 ocak) genel tatil günii ol­ duğunu ayrıca belirtmiştir. Kanunda öngö­ rülen genel tatil gününün son günü cuma’ya tesadüf ederse, onu izleyen cumar­ tesi bütün gün tatil yapılır. 29 Ekim günü hariç, diğer bütün bayram ve genel tatil günlerinde özel yerlerin ka­ panması zorunlu değildir. İş hukuku bakı­ mından yukarıda anılan bayram ve genel tatil günlerinde işyerlerinde çalışılıp çalışılmayacağı (tatil zorunluğu olan 29 Ekim günü hariç) toplu sözleşmede veya işçilerle yapılan hizmet sözleşmelerinde gösterilir. Çalışılmadığı takdirde işçilere bir iş kar­ şılığı olmaksızın o günün ücretleri tam olarşk; tatil yapılmayıp çalışıldığı takdir­ de çalıştıkları günlerin ücretleri bir kat fazlası ile ödenir (931 sayılı İş. kn. md. 3942). Usul hukuku bakımından 7201 sayılı Tebli­ gat kn.nun 33. maddesinin son fıkrası resmî ve adlî tatil günlerinde de tebligatın caiz olduğunu kabul ettiğinden, bayram günlerinde yapılan tebligat geçerlidir. Sü­ reler tatil (bayram) günlerinde de işler. Yal­ nız, sürenin son günü yine genel tatil gü­ nü niteliği taşıyan bir bayram gününe te­ sadüf ederse, süre tatilin ertesi günü son bulur. Bunun gibi 2490 sayılı Artırma, Ek­ siltme ve İhale kn.u gereğince yapılacak artırma ve eksiltme için tayin olunan iha­ le günü bayram veya tatil günlerine dü­ şerse, tekrar ilâna lüzum kalmaksızın ar­ tırma veya eksiltme tatilden sonra gelen ilk iş gününde yapılır. icra iflâs hukuku bakımından resmî tatil günü niteliğini taşıyan bayram günlerinde kural olarak hiç bir icra takibi işlemi ya­ pılamaz. İstisna olarak, 1. Haciz yapıl­ ması; 2. muhafaza tedbirleri alınması; 3. tebligat yapılması caizdir. Ceza İnfaz hukuku bakımından ölüm ce­ zası, mahkûmun mensup olduğu din ve mezhebin özel günlerinde icra olunamaya­ cağından (647 sayılı Cezaların İnfazı Hak­ kında kn.), dinî bayram niteliğindeki gün­ ler bu cezanın infazına engeldir. — İkonogr. Kır ve köy şenlikleri hollandalı ressamların özellikle işledikleri konu­ lardan biri: Teniers (Loııvre, Viyana, Dresden, Leningrad), Büyük Bruegel (Münih), D. Rijckaert (Viyana), Rubens (Louvre, Madrid), C. Bega (Leningrad), D. Calvaert (Napoli), Van Ostade (Besançon), J. Steen (Louvre), Maes (Amsterdam), Direk Hals (Louvre, Amsterdam). Fransız sana­ tında ise Claude le Lorrain (Louvre) bu konuyu işledi ve Fragonard St. Cloud bay­ ramından (1770) esinlenerek aynı adı ta­ şıyan ünlü tablosunu yarattı (Banque de France, Paris). Berry kontunun çok muh­ teşem günleri (Chantilly) adlı minyatürler dizisinden sonra saray şenlikleri çok sık işlenen konulardan biri oldu: XVI. yy.da Artemis Efsanesi adı altında, Valois sülâ­ lesinin göz kamaştırıcı hayatını canlandı­ ran duvar halıları; Caron’un Büyük Fontainebleau Havuzunda Su Şenliği Bayramı adlı deseni (Edinburg); XVII. yy.da Silvestre’in: XVIII. yy.da Cochin’in gravür­ leri; ikinci imparatorluk devrinde Winterhalter’in resimleri. Venedikli ressamlar ara­ sında. Gentile Bellini, Carpaccio, Guardi, Canaletto ve Tiepolo’yıı sayabiliriz. Dini bayramlar konusu ilk defa dua kitaplarında

Foto, l ’illııs tr a tio n , F ch cr-.ltla s-p lıo to (L A R 0 V 8 8 B )

BAY (Savois’lı Adelaide’in Günleri [Chantilly], Loııis de Naval’in Günleri '[Bibi, nat.], Re­ ne II de Lorraine'in Günleri (Arsenal]) gö­ rüldü. Şövalye sınıflarınca kutlanan bay­ ramlarla ilgili konular özellikle Bourgogne minyatürcüleri (Toisoıı d’Or) tarafından ele alındı: Fouquet (Saint-Michel) ve Philippe de Champaigne (Saint-Espriı). Hubert Robert’in Federasyon bayramı (Versailles) ve J. Steen’in Aziz Nicolaus yortusu (Amsterdam) adlı eserleri de anılmaya değer. Kadın ve erkeklerin toplanarak açık hava­ da kutladıkları aşk şenlikleri XVIII. yy. başlarında fransız ressamlarının en çok iş­ lediği konulardan biriydi. Bu tür resimlerdç, ince bir aşk duygusu ile tabiatın şiirli havası birbiriyle kaynaşır: Watteau’nun Fransız Tiyatrosu’nda Aşk (Berlin), Park­ ta Toplantı (Louvre), Kır Eğlenceleri (Lond­ ra, VVallacc koleksiyonu) ve özellikle bu türün şaheseri sayılan Aşk Adası Kithera’ya Hareket (Berlin, eskisleri Louvre'da) adlı tabloları. Watteau’dan sonra, Pater (Kır Şenliği, Louvre), Lancret {Aşk Sohbeti, Londra, Wallace koleksiyonu), Octavien {Parkta Prova, Nancy), Bonaventure de Bar (Kır Şenliği, Louvre). Phillippe Mercier. Pierre-Antoine Quillard ve Barthelemy Ollivier gibi ressamlar da aynı konuyu işledi­ ler. — Teşk. tar. Bayram alayı, osmanlı padişah­ larının Ramazan ve Kurban bayramlarının birinci günleri bayram namazını kılmak üzere camiye gidiş ve gelişlerinde yapılırdı. Padişahlar bayramın ilk günü, bayram na­ mazını hangi camide kılacaklarını önceden bildirirlerdi. OsmanlIların, özellikle yükse­ liş ve ikbal devirlerinde, bayram alayı tö­ reni çok gösterişli bir şekilde yapılırdı. Bayram sabahında muaycdeden (bayramlaş­ madan) sonra padişah Hareme dönerek el­ bise değiştirir ve tekrar dışarı çıkardı. Çev­ resinde üzengi ağaları bulunduğu halde bü­ yük imrahorun çektiği eğeri mücevherlerle süslenmiş atına biner, beraberindekiler pa­ dişah Ortakapıdan çıkıncaya kadar yaya yürürler, yalnız silâhtarla, çuhadar ata bin­ miş oldukları halde padişahı takip ederler­ di. Ortakapıda, kapı ağası onlara katılırdı. Bu kapıdan çıkınca, çavuşlar (subaylar) al­ kış tutarlar ve sol tarafta bulunan sadrazam hükümdarı selâmladıktan sonra padişahın yedekte götürülen atlarının önündeki yerini alırdı. Alay, hükümdarın isteğine göre, çok defa Sultanahmet ve bazen de Ayasofya ca­ miine giderdi. Padişah daha camiye varma­ dan önce hazinedarbaşı, önden giderek hünkâr mahfelinde, hükümdarın namaz kı­ lacağı yeri hazırlar, seccadesini yayar ve buhur yakardı. Padişah camiye varınca, çiz­ meleri ayağından çekilerek papuç giyerdi. Yine çavuşlar alkış tutarlar, sadrazam da burada padişahı karşılayıp yer öper ve kol­ tuğuna girerek seccadesine kadar götürürdü. Namazdan sonra dönüşte, yine aynı tören yapılır ve sadrazam Padişahı orta kapıya kadar geçirerek orada selâmlayıp Ktıbbealtı’na gelir ve yemekten sonra Paşakapısı’na dönerdi. • Haremde bayram. Bk. harem. • Bayram bahşişi. Tulumbacılar bayram­ da çifte nakkare ve zurnalarıyle bekçiden sonra bahşiş toplamağa çıkarlardı. Bayram­ lık kıyafetlerini giymiş olan tulumbacılar, bahşişi fener veya borunun içine toplar­ lardı. Bunu sonra koğuşta paylaşırlardı. • Bayram laşm a i. Birbirinin bayramını tebrik etme: Ben bayram severim de bay­ ramlaşmaya dair olan merasimden hoşlan­ mam (B. Felek). Bk. ansîkl . — ansİkl . Padişahların bayram namazlarını kılmak için camiye gitmeleri vesilesiyle yapı­ lan tören. Bayramlarda padişahlar Bâbüssaade önüne kurulan tahtlarına otururlar ve bayram tebriklerini, önceden hazırlanan program ve sıraya göre kabul ederlerdi. Her memurun tebrik töreninde (muayedede) dav­ ranışı değişik olurdu, önce padişahın ho­ cası el öperdi. Sonra sırayle Kırım hanzadeleri etek öperler ve onların arkasından nakibiileşraf, şehzade hocaları, üzengi ağa­ ları, kapıcıbaşılar, şeyhülislâm, kazaskerler, ulema sınıfı mensupları, kapıkulu süvari bö­ lükleri ağalan, yeniçeri ağası ve Yeniçeri ocağının ileri gelenleri, sarayın diğer men­ supları ve teşrifata dahil olan başka kim­ seler el, etek veya tahtın saçağını öperek padişahın bayramını tebrik ederlerdi. Fakat şeyhülislâm diğerleri gibi el, etek veya taht

saçağını öpmez, sadece eğilirdi. Bu sırada mehter takımı devamlı olarak çalar ve top­ lar atılırdı. Teşrifatçı eşik öperek törenin bittiğini haber verir ve sonra padişah, ha­ zırlanan alayla bayram namazına giderdi. Bayram namazından sonra, ikinci derecedeki Endenın mensupları etek öperlerdi. Sadra­ zam ve diğer vezirler ise, daha önceden arzodasında padişahla bayramlaşmış olurlardı. Bu arada saray hizmetlilerine bahşişler de verilirdi. ♦ B ayram lık sıf. ve i. Bayramda kullanı­ lan, bayrama ait: Bayramlık elbise. || Bay­ ramda verilen hediye: Garip saadetler duy­ sak / Bayramlıklar kadar yeni (F. H. Dağ­ larca). — dey. Bayramlık ağzını açmak, kaba bir tarzda konuşma, küfür etmek, (ml) ' BAYRAM ALİ HAN (7-1786), Merv emîri. (hük. 1782-1786). Kaçarların Merv’deki Izzeddinli kolundandır. Cesaretiyle annesinin mensup olduğu türkmen boyları arasında ün kazandı. Buhara emîri Murad-Bî ile yaptığı savaşta ölünce, yerine oğlu Muhammed Ke­ rim geçti. Merv'in güneyindeki bir kale ve bir demiryolu onun adını taşır, (m) BAYRAM HAN. Türkmenlerden Baharlu boyunun başkanı (7-1560). Dedeleri Timuroğullarının hizmetinde çalışan Bayram Han Hindistan’daki Hümayun’un hizmetine girdi. Ekber Şah’ın vezirliğine kadar yükseldi ve «Han-ı Hanan» unvanını aldı. Fakat Hi­ caz’a giderken Gucerat’ta bir savaşta baba­ sını öldürmüş olduğu Mübarek Han Luhanî tarafından öldürüldü, (m) BAYRAM HOCA. Karakoyunlu devletinin kurucusu (7-1380). Kara Mehmed Turmuş’un babası. Van gölünün güneyini. Musul ve Sancar’ı aldı ve uzun süre buralarda hü­ küm sürdü. (-> Bibliyo.) [m] BAYRAMİÇ, Çanakkale’ye bağlı ilçe mer­ kezi: 10 156 nüf.; yüksl. 75 m. — İlçe 31 949 nüf.; 1 275 km- yüzclç. Evciler, Yiğitler bucakları ve 74 köyü vardır. Çanakkale’­ ye bağlıdır. Ezine ile Kaz dağı arasındadır. Tahıl, pamuk, tütün, baklagiller ve patates yetiştirilir. Zeytincilik ve bağcılık, (m) BAYRAMİLİK veya BAYRAMİYE i. Tasav. Bk. îiaci bayram velî. BAYRAM PAŞA. Murad IV devri sadra­ zamlarından (İstanbul 7 - ay. y. 1638). Gençliğinde Yeniçeri ocağına girdi, ilerliyerek ocak ağalıkları yaptı, sonra kul kethü­ dası ve 1623’te yeniçeri ağası oldu. 1625’te vezirlikle Mısır valisi tayin edildi. Fakat da­ ha evvel 1623’te IV. Murad’ın kızkardeşi Hanzâde ile evlendirilmişti. Mısır’dan İs­ tanbul’a geldiğinde kubbe altı vezirleri ara­ sına katıldı. Bir aralık da sadaret kayma­ kamlığı yaptı. Şubat 1636'da sadrazam ta­ yin edildi. Murad IV ile Bağdat seferine giderken Urfa’ya yakın Colab mevkiinde hastalanarak öldü (eylül 1638). Cesedi İs­ tanbul’a getirilip Avratpazarı’ndaki (Cerrah­ paşa mevkii) türbesine defnedildi. İstanbul’­ da türbesine bitişik tekkesiyle sebili, mektebi, Kayseri’de mevlevîhanesi, Amasya’da diğer bazı hayır eserleri vardır, (m) BAYRAM VELİ. Bk. haci bayram velİ. BAYRAMZADE Bk. zeker İya efend İ. BAYRAN, Irak’ta yer. Musul’un ve eski Ninova’nın 30 km kuzeyinde, Gomel vâdisinde. Irmağa hâkim kayalara oyulmuş al­ çak kabartmalar. Bunlar kral Sanherib’in (M.ö. 705-681) Ninova’ya su getirtmek için yaptırdığı kanallardan birinin başlangıç nok­ tasını tanrıların himayesine vermek amacıyle oyulmuşlardı. Çivi yazısı metinler bu saltanat zamanındaki başlıca olayları an­ latır. (L) BAYREUTH, Almanya’da (Batı Almanya, Bavyera) şehir. Yukarı-Franken’de; 70 957 nüf. Bombardımanlardan pek çok zarar gö­ ren eski anıtlar şehri Bayreuth, Wagner müzik festivaliyle ünlüdür. XVIII. yy.dan kalma barok üslûpta opera. Roter Main vâdisinde. Franken Jura’larının ortasındaki şe­ hir, bölgenin ticaret merkezidir. Makine sa­ nayii (hassas âletler), dokuma (pamuk); por­ selen. — Yakınında Eremitaae şatosu ve paıkı (XVIII. yy.). — Tar. Bayreuth, XII. yy.da prenslik mer­ keziydi. XIII. yy.da Hohenzollern’lere geçti, XVIII. yy.da Ansbach hanedanı toprakla­ rına katıldı, 1791’de Prusya’ya bırakıldı.

Foto. Boudot-Lamottc, Office ıhı tourisme italien, Alinari (LAFCOUSSE)

Napolyon I, 1806’da Bayreııth’ü fethettik­ ten sonra 1810’da Bavyera’ya verdi. — Müz. Bayreuth müzik merkezlerinden bi­ ridir. Birinci markgrafların saltanatından iti­ baren müziğe büyük yer ayrıldı. XVI. yy.da Bayreuth’ün bir belediye orkestrası vardı. Schütz, Scheidt. Praetorius, konserler verdi­ ler. 1661’den itibaren opera temsilleri bir­ birini izledi. Friedrich der Grosse’nin karde­ şi prenses VVilhelmlne’in saltanatı sırasında müzik ve sanat, şehirde büyük önem ka­ zandı. Yüz yıllık bir duraklama devrinden sonra müzik hayatı VVagner ile yeniden can­ landı; 22 mayıs 1872’de ve VVagner’in eser­ lerinin temsili için yapımına başlanan fes­ tival tiyatrosu (Richard-VVagner Festspielhaus) 13 ağustos 1876’da Der Ring des Nibelungen (Niebelungen’in Halkası) ile perde­ sini açtı. 1882’de Parsifal bu tiyatroda başa­ rıyla temsil edildi. O tarihtenberi de, birkaç duraklama hariç, festivaller her yıl birbirini izledi. Tiyatro 1 500 kişiliktir, bütün yerler sahneye dönüktür; orkestra görünmez, sahne­ nin altında derinlemesine uzayan bir çukur­ da yer alır. 1951 Yılında yeniden açılışın­ dan beri eski yapma dekorun yerini ışık al­ mıştır. Şehir VVagner anılarıyle doludur (V/ahnfried, Wagner -Archiw [VVagner müze­ si], Liszt'in, Siegfried VVagner’in mezarları). Şair Jean-Paul de Bavreuth’de eömüliidür.

s o ld a , A e m ilia b a z ilik a 's ı s a ğ d a , J u lia b a z ilik a 's ı (Roma)

(l)

BAYRI (Mehmet Halit), türk folklorcusu ve halk edebiyatı araştırıcısı (İstanbul 1896-ay.y. 1958). Eserleri: Mâniler (1932). Balıkesirli Bir Şair (1934), İstanbul Ar­ gosu ve Halk Tabirleri (2 cilt, 1934), Halk Şairleri Hakkında Küçük Notlar (1937), Halk Adetleri ve İnanmaları (1939), İstanbul Folkloru (1947), Halk Şiiri XIX. yüzyıl (1956), Halk Şiiri XX. yüzyıl (1957), Gevheri (1958), Viranı (1959). Bun­ lardan başka basılmamış birçok eseri de vardır. (-> Bibliyo.) [m] BAYSAL (Faik), türk şair ve yazarı (İs­ tanbul 1918). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi (1942), fransızca öğretmenliği ve tercümleler yaptı. Romanları: Sarduvan (1944), Rezil Dünya (1955); hikâyeleri: Perşembe Adası (1955), Sancı Meydanı (1968), İlk Defa (1957) tek şiir kitabıdır, (m) BAYSUN (Mehmed Cavid), türk tarih pro­ fesörü (İstanbul 1899-ay.y.l968). Abbas Ağa ilkokulu, Nişantaşı lisesi ve Hukuk fakül­ tesini bitirdi (1926). Galatasaray ve Kan­ dilli kız lisesinde tarih öğretmenliği yaptı. Edebiyat fakültesine tayin edildi (1937). do­ çent (1939), profesör (1946) ve Yeniçağ ta-

B.L.A. II — 15

R om a'da S a in te -M a rie M a je u re b a z iiik a 's ın ın dış görünüşü

R om a'da S a in te -M a rie M a je u re b a z iiik a 's ın ın iç görünüşü

İAY

4€

bazo ko

rihi ordinaryüs profesörü oldu (1960). Türk Tarih kurumu üyesiydi. Türkiyat enstitüsü ve İslâm ansiklopedisi murahhas müdürlü­ ğünde bulundu (1950-1951). Edebiyat fakül­ tesi Tarih dergisini kurdu (1949). Eserleri; Cem Sultan, Hayatı ve Şiirleri (İstanbul, 1946), Tiryaki Haşan Paşa ve Kanije Savaşı (İstanbul 1950), Cevdet Paşa’nın Tezâkir'i (Ankata, 1953-1967, 4 cilt), [m] BAYSUNGUR blş. i. Şahin cinsinden yır­ tıcı kuş. (M) BAYSUNGUR, çeşitli devirlerde yaşamış moğol veya türkmen hanlarının ortak adı. Bk. GIYASEDDİN mİrza baysungur, mahmud BAYSUNGUR, YAKUP BAYSUNGUR.

BAYT AL-DİN veya BEYTÜDDİN, Lüb­ nan’da yer, Lübnan dağında, Beyrut’un gü­ neyinde; 830 nüf. Cumhurbaşkanının yazlık konutu XIX. yy. başında yapıldı, ince bir üslûba sahiptir: ona avluyu, kenarları ince uzun kemerli üst üste bindirilmiş galeriler çevreler. (L) BAYTAR veya BEYTAR i. (ar. baytar ve beytâr). Ehli hayvan hastalıkları hekimi, ve­ teriner: Çünkii bir tecrübe etsen senin aklın da yatar / Bize insan hekiminden daha lâ­ zım baytar (M. Â. Ersoy). — Huk. Bk. VETERİNER. ♦ B aytâra veya baytare i. Esk. Baytarlık ilmi. ♦ B aytarı veya baytariye i. Esk. Bay­ tarlık. || Sıf. Baytarlık ile ilgili. ♦ B aytarlık i. Baytar olma hali, (m) BAYTOWN, A.B.D.’de (Texas) şehir. Galveston koyu kıyısında; 56 923 nüf. Petrol rafinerisi. Sentetik kauçuk fabrikası, (l) BAYTURSUNOĞLU (Ahmed), kırğız edibi (Kırgızistan’da Tosun ilçesi 1872-1936). Orenburg Rus öğretmen okulunu bitirdi (1895), öğretmenlik yaptı. Orenburg’da kazak mil­ liyetçileriyle Kazak gazetesini çıkardı (1913). 1917’de kırğız Alaş partisi lideri, 1920’de Kırgız Sovyet Sosyalist cumhuriyeti eğitim komiseri oldu. Sovyet siyasî polisi tarafın­ dan öldürüldü (1936). Krilov’dan manzum tercümeler yaptı. Kazak lehçesi gramerini yazdı, imlâsını tespit etti. İlmî ve edebî eserleri Kazakistan’ı öğrenme Derneği’nde (3. cilt) toplandı. Kolbahan, Karagöz, Köroğlu v.b. kırğız havalarını tespit etti. (M) BAYUR (Yusuf Hikmet), türk siyaset ve bilim adamı (1891-ay.y.l980) . Dedesi Osman­ lI sadrazamlarından Kâmil Paşa, babası Haşmet Beydir. Galatasaray lisesini bitirdi, Paris üniversitesinde yüksek öğrenim yaptı. Dönüşte Galatasaray lisesinde öğretmen ol­ du, sonra siyasî hayata geçti. Millî Müca­ deleye katıldı. Yunanlıların İzmir’i işgali ve Ayvalık dolaylarına sarkmaları üzerine Ali Çetinkaya tarafından Ayvalık’ta kurulan cepheye Salihli’den yardımda bulundu. 1920’de Dışişleri bakanlığı Siyasî İşler ge­ nel müdürü. 1923’te Londra elçiliği müs­ teşarı, 1925’te Belgrad ortaelçisi, 1927’de Cumhrubaşkanlığı Genel sekreteri, 1928’de Kâbil büyükelçisi oldu. 1932’de tekrar Cum­ hurbaşkanlığı Genel sekreterliğine getirilen Yusuf Hikmet Bayur. 1933’te Manisa’da milletvekili seçildi. 26 Ekim 1933’ten 9 tem­ muz 1934 tarihine kadar Millî Eğitim ba­ kanlığı yaptı. Üniversite reformunu geliş­ tirdi; 1942 yılına kadar da milletvekilliği ile birlikte Ankara ve İstanbul üniversitelerin­ de türk inkılâp tarihi dersleri okuttu. 1942’de milletvekilliğini tercih ederek üniversite­ deki derslerini bıraktı. Başlıca eserleri: Ye­ ni Türkiye Devletinin Harici Sivaseti (19531942), Hindistan Tarihi (1946. 1947, 1960), Türk İnkılâp Tarihi (1940-1951), Ahvali Hazıra (1940) ve Belleten*de İlmî yazıları vardır, (m) BAZ i. (fr. base). Kim. Tuz yapan bazlar

veya kısaca bazlar, asitlerle birleşerek onları yansız hale getirebilen maddeler. Alkali veya alkali toprak bazlar, bileşiminde alkali veya alkali toprak metal bulunan bazlar. (Alkali bazlar, lityum, sodyum ve potasyum hidroksitlerdir, alkali toprak bazlar ise, kal­ siyum, stransiyum ve baryum hidroksitler­ dir.) [Bk. ANSİKL.] — Kim. Asitler veya tuzlar gibi bazlar da, «baz görevi» adı verilen kendilerine has bazı özellikler gösteren kimyevî bir grup­ tur. Bu özellikler şöyle özetlenebilir: özel bir tat (boğada tadı); renkli ayıraçlar üs­ tüne etki (bazlar, ftalein eriyiğini kırmızıya, helvantini sarıya, turnusol kâğıdını ise ma­ viye boyar); asitler üstüne etki (bir asitle olaya giren bir baz, olay sonucu bir tuz ve­ rir; su ve ısı açığa çıkar). Eriyik halindeki bazlar, iyonlaşma sonucu OH— iyonları ve­ ren elektrolitlerdir: eğer eriyik halinde iyon­ laşma tam oluyorsa bunlara kuvvetli bazlar (msl.: sodyum, potasyum ve baryum hidrok­ sit). iyonlaşma tam olmuyorsa bunlara da zayıf bazlar (msl.: amonyum hidroksit) de­ nir. Bazların formülleri incelendiği zaman, bileşimlerinde bir veya birkaç OH grubu oulunduğu görülür. Formülünde sadece bir OH grubu bulunan bazlara monobaz (msl.: sodyum hidroksit NaOH, amonyum hidroksit NHıOH), birden fazla OH grubu bulunan bazlara da polibaz (msl.: baryum hidroksit [barit] Ba(OHL bir ikilibaz’ân) adı verilir. Baz formülündeki OH gruplarından su çı­ karılarak ioımülü bulunan baz anhidritleri ve bazik oksitler de bazın yerini tutar ve aynı etkiyi yapar (msl.: CaO, kalsiyum ba­ zik oksidi sönmemiş kireç Ca(OH)a, kalsi­ yum hidroksitle [kireç] aynı özellikleri gös­ terir). Bazen, bazik oksit üzerine suyun et­ kimesiyle doğrudan doğruya baz meydana gelir; meselâ, alkali ve alkali toprak bazlarböyle elde edilir. Oksitlerle bazlar arasında­ ki bu ilgiden dolayı bazlara madenî hidrok­ sitler adı verilir. Herhangi bir maden ye­ rine M sembolü alındığında, madensel bir hidroksitin genel formülü M(OH)n dir. Bü­ tün madenler için böyle bir bileşik söz konu­ sudur ve bazı madenlerin değişik yapılı bir­ den fazla çeşidi vardır (msl.: Fe’nin II de­ ğerli olduğu FeO, III değerli olduğu FeaOs bazik oksitleri ve Fe(OH)s, ferro hidroksit Fe(OH):ı, ferri hidroksitleri). ♦ Bazal sıf. (fr. basal). Temel’e ait olan, temel ile ilgili. — Histol. Bazal zar, epitelyumların alt yüzinde bulunan camsı, saydam, ince zar. — Tıp. Bazal metabolizma. Bk. METABOLİZ­ MA. — ansİkl . Histol. Epitelyumlardaki bazal zar

bir hücre tabakasıdır. Bu tabaka epitelyu­ mu alttaki besleyici bağ dokusuyle birleştirir. Epitelyum urları zararsız olduğu zaman bazal zar bozulmaz. Urlar kötü ve yayılıcı ise bu zar harap olur. Gözün saydam taba­ kasında bulunan bazal zarı (ön sınır zarı veya Bowman zarı) alttaki bağ zarından ayırt etmek güç olduğu için bazı bilginler bunu saydam tabaka katlarının en yüzeyde kalan katı sayar. ♦ Bazik i. (fr. basique). Kim. Baz niteliği gösteren cisim, ortam ve çözeltiler için kul­ lanılır. || Bileşimindeki asit ve baz ağırlığı oranı normal tuza göre az, fakat baz oranı normal tuza göre yüksek olan tuzlar için kullanlır. (Bk. tuz ’lar.) || Bazik oksitler, su ile olaya girince baz etkisi gösterir, asitlerle birleşince tuzlan verirler. Bu durumda ok­ sijenle birleşen eleman daima bir maden­ dir; bazik oksitlerin çoğu oksijen bakımın­ dan zayıftır: NaaO, CuO, Cn?Ch. — Petrog. Bazik kaya, gabro, peridotit gibi içinde yüzde 55’ten az silis bulunan endogen kaya. ♦ Bazlaşma i. Kim. Bir maddenin baz haline gelmesi, (l) BAZ sıf. (fars. bâz). Esk. Açık, açıkça. || Zf. Yeni baştan, "tekrar. || Geri, geriye. — çeş . dey. Esk. Bâz-be-hâne. Bk. ansİkl . || Bâz-geşt, geri dönüş, vaz geçme. Tövbe, pişmanlık. İki kişi arasında geçmişte vuku bulan, münakaşa, kavga. Tasav. Münacaat, mukabele ile okunan dua, nakarat, tekrar. Bâz-geşte, dönmüş, pişman, vaz geçmiş. Baz-gûn veya bâz-gûne, ters dönmüş, başaşağı. Uğursuz. Baştan çıkmış, ahlâkı bo­ zuk, kötü huylu. || Bâz-güşâ veya bâzküşâ, insandaki iyiyi kötüden ayırt etme hassası. || Bâz-hâh, geri isteyen, bir şeyin aynısını geri isteyen. || Bâz-hâst, dirilme, ayaklanma.

Mec. Kıyamet. |j Bâz-hiz (yeniden kalkma), kıyamet. Bâz-rnûnde. geri kalmış. Artık. Kurtulmuş. Kabiliyetsiz. Bâz-mândegi, ge­ ri kalma hali. || Bâz-pes, geri. Yeniden, (m) BÂZ veya BÂZÎ i. (fars. bâz). Esk. Zool. Doğan kuşu, şahbaz: Şahin arar iken bâz iras geldi (Karacaoğlan). Bk. doğan. — çeş. dey. Esk. Bâz-bân (veya bâz-dâr veya bâz-kâr) [Doğan saklayan], kuşçu, av­ cı, kuşçubaşı. || Bâz-hâne, doğan kafesi. |, Bâz-nâme, kuşçuluk, özellikle doğan hakkın­ da yazılan eser. |! Bâz- 1 bâlâ-pervâz, yüksek­ lerde uçan doğan. Mec. Yüksekten atan, kudretinin dışında işlere karışan. i| Bâz-ı sefid, beyaz doğan kuşu. ♦ Bazhane blş. i. Teşk. tar. İstanbul'da Doğancılar semtinde bulunan cv kuşlarının yetiştirildiği ve korunduğu yer. || Bazhane mülâzimleri, padişahların avlanmaları için bazhane denilen yerde av kuşları yetiştiren ve bunlara bakan kuşhane mensuplarına ve­ rilen ad. (M) — BAZ ek (fars. bâhten, oynamak’tan — bâz, oynayan). Esk. Kelimelerin sonuna ge­ len ve «... ile oynayan» anlamında birleşik kelimeler meydan getiren farsça ek: Ateş­ baz, ateşle oyanayaıı, can-baz, canı ile oy­ nayan, cambaz, hokka-baz, el çabukluğu ile oyun gösteren, kumar-baz, kumar oynayan. (M)

BAZA i. Zool. Eski Dünya’nın tropikal böl­ gelerinde yaşayan yırtıcı kuş. (Bu cinsin bazı türlerinde, baştaki tüyler tepelik şek­ linde gelişmiştir. Kartalgillerden.) [l] BAZA, Ispanya’da (Andalucia Granada ili) şehir, Sierra de Baza’nın kuzeyinde; 20 000 nüf. Yanında yükselen Alçazaba ile hâlâ arap izlerini taşıyan küçük bir şehirdir. XVI. yy.dan kalma (tuğladan kulesi XVIII. yy.dan kalma) katedral. — Çevrede kurşun ve demir madenleri, (l) BAZAİNE (Achille), fransız mareşali (Versailles 1811-Madrid 1888). 1831’de orduya gönüllü katıldı. Cezayir ve Ispanya’daki parlak hizmetlerinden dolayı çabuk yükseldi. 1862’de Meksika’ya gönderildi, büyük başarı ve ün kazanarak 1864’te mareşal oldu. 1870 -1871 alman-fransız savaşında 180 000 as­ ker ve 1 500’den fazla topla Almanlara tes­ lim olduğu için dönüşünde ölüme mahkûm edildi, ölüm hükmünün 20 yıl kalebentli­ ğe çevrilmesi üzerine hapsedildiği kaleden kaçarak Ispanya’ya sığındı, orada öldü, (l) BAZAİNE (Jean), fransız ressamı (Paris 1904). Edebiyat lisansı ve heykeltıraşlık öğ­ renimi yaptıktan sonra, 1924’te resme baş­ ladı. Eserleri: Assy kilisesinin resimli cam­ ları, Audincourt kilisesinin duvar çinileri. Modern Sanat Millî müzesinde eserleri var­ dır. Notes Sur la Peintııre d’aujourd’hui (Bugünkü Resim Üstüne Notlar) adlı bir eser yayınladı (1948). 1958’de Paris’te UNES­ CO sarayı için anıtsal bir mozaik yaptı. Büyük Sanat armağanını (1964) kazandı, (l) BAZALT i. (lat. basaltes'den). Koyu renk­ li plajiyoklaz ile mineralleri olan feldispatlı bir volkan kayası. — ansİkl . Bazalt, gabronun mikroliti k çe­ şididir. Ağırdır (yoğunluğu 2,9-3,l ’dir). Ye­ ni iken kara fakat bozulunca yeşilimtırak, kahverengimsi veya kızılcadır. Keskin kı­ rıklı ve kırık yüzeyi donuktur. Tıkız, boş­ luklu, bademcikli olabilir. En sık rastlanı­ lan koyu renkli mineraller, ojit, olivin, man­ yetit ve daha seyrek olarak da hornblenttir. A. Lacroix bazaltları, içlerindeki silis mik­ tarına göre şöyle ayırmıştır: a) aşırı silisli bazaltlar veya sakalovitler veya asıl bazalt­ lar, bunlarda silis tümüyle bazlarla birleş­ miş bulunur, b) Bazanitler ki bunlarda si­ lis yalnız feldispatlar oluşturacak yeterlikte bulunmadığı için feldispatoitler gelişmişler­ dir. Analsitli bazaltlarda, feldispatoitler yeri­ ni analsit alır. Ayrıca plajiyoklaz cinsine göre de oligoklazlı bazalt, andezitli bazalt, labrador bazaltı vardır. Yapıya göre yapı­ lan sınıflamada doleritik, afirik, porfirik ve camsı bazalt bulunur. Bazaltlar, genellikle, akışkanlıkları dolayısıyle, düzenli şekiller ha­ lindedir. Tabakalar çoğun pek kalındır ve yer yer pek geniş alanlar kaplarlar. Hin­ distan’daki Dekkan bölgesi 300 000 km- yer tutan bir bazalt örtüsüyle kaplıdır. Pek yay­ gın bazalt alanlarında İngiltere, İrlanda, Auvergne. Almanya ve A.B.D.’de rastlanılır. Bazalt lavları, soğuma yüzeylerine dikey prizmalar halinde bölünme eğilimindedirler.

Foto. Service cincimi

des armce*. V . S .i .S . ( L A R O V S S E )

BAZ Bunlara «bazalt orgları» veya «bazalt sü­ tunları» denmiştir. Murat ve Saint-Flour’daki bazalt orgları; Iskoçya’daki Fingal’da. İrlan­ da’da Antrim’deki Devler yolu "bazalt sü­ tunları ünlüdür. Bazaltlar, ayrışınca esmer veya kızıl top­ raklar, tropiklerde de lateritler verir. Bazalt, yol kaplaması olarak kullanılır. ♦ Bazaltik sıf. (fr. basahique). Bazalttan oluşmuş, bazaltla ilgili: Bazaltik lav. Ba­ zaltik yayla, (l ) BAZAN zf. Bk. bazen. BAZANİT i. için d e az silis, plajiyoklaz. ojit, olivin ve bir feldispatoit nefelin) bulunan bazalt, (l )

(losit veya

BAZAR i. (fars. bâzâr). Esk. Pazar, çar­ şı. || Alışveriş yeri: Âvâre beşer işte bu bazar-ı cihanda. (M. Â. Ersoy). ! Pazar yeri. (Bk. pazar.) — çeş . dey. Esk. Bazar-ı aşk. aşk pazarı: Dertli tellâlidir bazar-ı aşkın. (Âşık Dert­ li). || Bazar-ı esb, at pazarı. | Bazar-ı esirjiirûşân, esir pazarı. Akd-t bazar, alışve­ riş mukavelesi, bağlantısı. Şâhid-i bazar, sokak kadını, kötü ahlâklı kadın: Nigâh-ı pâkdamen şâhid-i bozara benzer mi? (Ne­ dim). ♦ Bazargâh i. Pazar yeri, çarşı. ♦ Bazarî sıf. Pazarla ilgili, çarşıda alı­ nıp satılan. || i. Tüccar, (m) BAZARD (Armand), saint-simoncu fransız sosyalisti (Paris 1791-Courtry 1832). «Charbonnerie» derneğinin kurucularından biridir. «Belfort komplosu»ndan dolayı gıyabında ölüme mahkûm edildi (1822). Saint-Sirnon’un doktrini adlı eserin ikinci cildini yazdı (Açıklama). Çağına büyük etki yapan ya­ zarlardan biridir. J. Stuart Mill’i de etkile­ diği sanılır. (L) BAZAR-DÜZÜ, Doğu Kafkasların (S.S.C. B.) en yüksek tepesi. Azeıbaycan ile R.F.S. S.C. (bağımsız Dağıstan cumhuriyeti) sını­ rında; 4 480 m. (l) BAZDAR i. Teşk. tar. Osmanlı saray teşki­ lâtında avcılık için yetiştirilen kuşlan ter­ biye edenlere verilen ad. Baktıkları kuşlara göre atmacacı, doğancı, çakırcı, şahinci gi­ bi adlar alırlar. (Bk. bâz veya BÂzf). [m] BAZEN veya BAZAN zf. (ar. ba beceîleşmek). Münakaşa etmek, çekişmek, uğraşmak: Çünkü şair, doktorun naklettiği hatıraları yazmıyor, doktorla becelleşivordu (Ş. S. Aydemir). — Dil bil. Arapça cidal veya cedel'den cedeliesmek ve cebelleşmek olan bu kelime, metatez ile beceîleşmek şekline girmiştir. Türkçede çok görülen b>m ile mecelleşmek ve halk ağızlarında cencelleşmek de vardır. (M)

BECERRA (Gaspar), İspanyol ressam, hey­ keltıraş ve desencisi (Baeza 1520-Madrid 1570). Roma'da Michelangelo’nun sanatından esinlendi. Valladolid’e yerleşti ve kralın res­ samı oldu (1557), Madrid’de Alcazar’ın süslenmesine katkıda bulundu. Desenler (Madrid Millî kütüphanesi) şatafatlıdır. Astorga katedralindeki mihrap arkası resmiyle Castilla la Vieja’da özenticiliğini yaydı, (l) Foto. Monde ct Cirmim. A.F.P.

( LARO U SSE )

BECET i. Mah. Küçük kuş cinsi (serçegillerden.) [Bornova, İzmir]. (M) BECHAUX (Auguste Etienne), fransız ikti­ satçısı (Porrentruy 1854-Paris 1922). Les Ecoles Economiaues ait XIX. Siecle: l'ecole Economique Française (XIX. yy.da İktisadî Okullar: Fransız İktisadî Okulu) [1902] ad­ lı eserinde fransız liberalizmi ile İngiliz fer­ diyetçiliği arasındaki farkı belirtti. Emek ve ücret sorunları üstüne eserleri de var­ dır. (l) BECHER (Johannes). alman şairi ve tiyatro yazarı (Münih 1891-Berlin 1958). Aşırı sol taraftarı. 1935-1945 arasında Sovyetler bir­ liğine sığındı, sonra Demokratik Alman cumhuriyetine döndü, tik eserleriyle eks­ presyonist okula bağlanır: An Eııropa (Avrupaya) [1916]: Paan Gegen dil e Zeil (Paian Çağımıza Karşı) [1918]; Vonvarts, du Rote Front (Kızıl Yürüyüş) [1924]; Maschinenrhythmen (Makinelerin Ritmi) [1925], Yeni eserleri, özellikle Aıısgewahlte Dichtun Aıısder zeit der Verbaunung (Sürgün Devre­ sinden Şiirler) [1945] daha açık ve sade bi­ çimlidir. (L) BECHER (Johann Joachim), alman simya­ cısı (Speyer 1635-Londra 1682), Mainz üniversitesinde tıp profesörü (1666). sonra Münih’e yerleşti; aşırı gururu ve bağımsız ruhu herhangi bir yerde devamlı yerleşme­ sine engel oluyordu. Münih'ten Viyana’ya gitti, kont Von Zinzendorf’un dostluğu sa­ yesinde ticaret odası danışmanlığına geti­ rildi. Kısa zamanda gözden düştü ve 1678'e doğru Hollanda’da Harlem’e geçti. Nihayet 1680’e doğru İngiltere’ye gitti ve orada İskoçya ve Cormvall madenlerini incelemekle iki yıl geçirdi. Çok usta bir deneyci olan Becher büyük bir faaliyet gösterdi. 1669’da etileni buldu. Bir maddenin başka bir mad­ deye dönüşme yeteneğine en son inananlar­ dan biridir. Üç madde tezini savunuyordu: toprak madde, madenî madde ve yanıcı madde. Flojistik teorisinin öncülerindendir. Eserleri: Physica Subterranea ( Yeraltı Tabiatı) [1669]. Tlıeses Chymicae (Kimya Tezleri) [1682]. (l) BECHET (Sydney), amerikalı zenci caz müzikçisi (New Orleans 1897-Garches 1959). Saksafon ve klarnet virtüözü. 1914’ten iti­ baren Eagle Bande ile çalışmaktadır. Bechet, «New Orleans» üslûbunun en gerçek temsilcilerindendir. (l) BECHİ (Gino), İtalyan baritonu (Floran­ sa 1913). 1936’da Traviata ile sanat haya­ tına başladı; 1939’da Roma’da sahneye çık­ tı; Titta Ruffo’nun oyun gücünü ve üst seslerdeki rahatlığını andırmasıyle çabucak devrin en beğenilen İtalyan baritonu oldu. Güney Amerika’da olduğu gibi Avrupa’da da en büyük başarıyı Verdi’nin operalarında gösterdi; sinemada ve plaklarda tenor Gigli’ye eşlik eder, (l) BECHSTEİN (Friedrich Wilhelm Kari), al­ man piyano imalâtçısı (Gotha 1826-Berlin 1900). Almanya’da, Londra’da. Paris’te çe­ şitli fabrikalarda çalıştı, sonra Berlin’de kendi fabrikasını kurdu. Bu fabrika çok çabuk gelişti, (l) BECHSTEİN (Johann Matthaus). alman tabiat bilimcisi (Waltershausen 1757- Meiningen yakını 1822). Kendini ormancılık incelemelerine verdi, 1794’te Kemnote’da bir ormancılık okulu kurdu, sonra 180ü’de, sak­ san Meiningen dükü tarafından Dreissigacker orman akademisi müdürlüğüne atandı. Eserleri: Yerli ve Yabancı Tabiat Tarihi (1792-1797), Orman Botaniği (1810), Orman Entomolojisi (1818), Osmancılık Bilimi Ders­ leri (1818-1921). [L] BECHSTEİN (Ludvvig), alman yazarı (Weimar 1801-Meiningen 1860). Johann Matt­ haus Bechstein’in yeğeni, 1845’te ve 1856’da yayınlanan alman efsane ve masalları derle­ mesiyle ün kazandı. En tanınmış eseri: Bir Çalgıcının Seyahati (Fahrten Eines Musikanten) [3 cilt, 1836-1837]. (L) BECHTEL (Friedrich), alman dilbilimcisi (Baden’de Durlach 1855-Hale 1924). Schleiclıer’den beri hint-gernıen dilbiliminin temel sorunları (1891) adlı eserin yazarı, (l) BECHTERMUNZE (Heinrich), alman mat­ baacısı (öl. 1466). Mainz’de Gütenberg’in arkadaşı; ünlü Caıholicon (1460) ona atfedi­ lir. Sonradan Eltville’e yerleşti, (l) BECHUANA. Bk. beçuana’lar. BECİD sıf. (fars. be-, ve ar. cidd, cid­

diyetten becidd). Esk. Ciddî, gerçek, önem ­ li. Zf. Cidden, gerçekten. (M) BECİLE, bedevî arap kabilelerinden biri. Taif yakınında oturmaktaydı. Bu kabile ge­ rek komşu kabileler ve gerekse iç savaşlar yüzünden birçok gruba ayrıldı. İslâmlıktan önce diğer kabilelerle karıştılar. Bir kısmı uzun süre varlığını koruyabildi. Sayılarının azlığı ve etrafa dağılmaları sebebiyle İslâm tarihinde önemli faaliyetleri yoktur, (m) BECK (Conrad), isviçreli besteci (1901 1989). Andreae ve Honegger’in talebesi. 1939’dan beri, Basel radyosunda müzik ya­ yımları müdürüdür. Eserleri arasında altı senfoni, bir bale (Biiyiik Ayı), oda müziği parçalan vardır. Besteleri Hindemith’den büyük ölçüde esinlenir, (l) BECK (Franz), Rheinland’lı besteci, fransız tabiiyetine geçti (Mannheim 1723-1733 ara­ sı - Bordeaux 1809). Venedik’e gitti ve Galuppi’nin yanında sanatını geliştirdi. 1757’ye doğru Fransa’ya geldi. 1767’de Saint Seurin’in orgcusu ve tiyatronun orkestra şe­ fi olarak Bordeaux’ya yerleşti. Eserleri ara­ sında otuz senfoni, iki divertimento, on iki klavsen sonatı, iki opera ve bir Stabat Mater vardır, (l) BECK (Josef), polonyalı siyaset adamı (Varşova 1894-Romanva’da Staneşti 1944). Bi­ general L u d w ig BECK rinci Dünya savaşında Pilsudski’nin Polon­ ya lejyonunda savaştı. Pilsudski’nin özel ka­ lem müdürü (1926-1930), Devlet bakanı, sonra müsteşar (1930-1932) oldu. 1934’te Almanya ile on yıl süreli bir saldırmazlık antlaşması imzaladı. Hitler’in desteğiyle 1938’de Çekoslovakya’nın terkettiği Teschen kömür bölgesini Polonya’ya kattı. Fakat 1939’da Dantzig’in Almanya’ya ilhakını red­ dedince. alman orduları Polonya’ya girdi. Beck Romanya’ya sığındı ve orada gözal­ tına alındı, (l) BECK (Ludwig), alman generali (Wiesbaden’de Briebrich 1880-Berlin 1944). Bi­ rinci Dünya savaşında Kronprinz’in kur­ may heyetinde binbaşı idi. 1938’de korge­ neral ve genelkurmay başkanı oldu. Reichstvehr’in Wehrmacht haline gelmesinde büyük rol oynadı ise de Hitler’e karşı ol­ duğu için ağustos 1938’de istifa etti. İkin­ ci Dünya savaşı boyunca emir ve kuman­ da dışında tutuldu. Rejime karşı olan kim­ selerle temas kurdu. Hitler’i ortadan kal­ dırmağa çalışan askerî komplonun başına geçti. Ayaklanmanın başarısızlığa uğrama­ Samuel BECKETT sı üzerine tutuklandı (20 Temmuz 1944), intihara kalkıştı ve aynı gece öldürüldü. (D BECKE (Friedrich), avusturyalı mineraloji ve litoloji bilgini (Prag 1855-Viyana 1931). Prag, daha sonra da Viyana üniversitele­ rinde profesör (1898). Kayaların gözle gö­ rülmeyen parçacıklarında meydana gelen ışı­ nın kırılması olaylarını mikroskopla belir­ leyen bir usul icat etti, (l) BECKEM i. (esk. türk. k. alâmet anla­ mında). Türk yiğitlerinin savaşlarda alâmet olarak taşıdığı ipek veya yaban sığırı kuy­ ruğundan kumaş. Oğuzlar buna perçem der­ ler. (m) BECKEM, abbasî halifelerinin ünlü emirler H enry BECOUE emîri (? - 941). Aslen tiirk olan Beckem A u g u s te R o din'în ye d irm e önce Gilân emîrine intisap etti, sonra 935’- resim k a lıb ı

53

BEC 54

beç ta v u ğ u

te onun öldürülmesine önayak oldu. Bu­ nun için kaçmak zorunda kaldı ve halife Rasi’ye bas vurarak ordusuna girdi, 937’de Beridîler’den Ebu Abdullah’ı mağ­ lup etti. Emirülümera İbn-ür-Raik’i ortadan kaldırdıktan sonra onun yerine geçti. Ken­ disi emîrülümera olunca Hamdanîleri itaat altına aldı. Sonra Büveyhoğulları ve Beridîlerle mücadele etti; 941 yılında Beridîlere karşı çıktığı seferde kürtler tarafından öldürüldü, (m) BECKENHAM, Londra’nın (Kent) güneydo­ ğu banliyösünde yerleşme merkezi: 77 300 nüf. (l ) BECKER (August), alman manzara ressamı (Darmstadt 1822 - Düsseldorf 1887), kendi­ sini yukarı İskoçya’da Balmoral şatosunun süsleme projelerini yapmak için çağıran kraliçe Victoria’nın gözde ressamları ara­ sında yer aldı, (l ) BECKER (Johann Phillip), alman sosyalis­ ti (Frankenthal 1809-Cenevre 1886). Çeşitli demokratik hareketlere katıldıktan sonra, kendisini sosyalizmi yaymaya adadı, Marx ve Bakunin’in tartışmalarında önemli bir rol oynadı. Internationale’in kurucuların­ dandır (1865). 1877’de Cenevre’de sosyalist eğilimli Precurseur gazetesini kurdu, (l) BECKER (Kari Wilhelm), eski paralar uz­ manı, Gothe’nin dostu (Speyer 1772-Berlin 1830). Eski madenî paraları taklitteki ustalığıyle tanınır, (l) BECKETT (Samuel), İrlandalI yazar (Dub­ lin 1906,Paris 1889 Paris’e yerleşti. Murphy (1938) ve Happy Days (Mutlu Günler) [1951] gibi İngilizce romanları hariç, 1947’den sonra eserlerini genellikle fransızca yazmaya başladı: Molloy (1951), Malone Meurt (Malone Ölüyor) [1951], l’Innomable (1953) ve Comment c’est (Bu, nasıldır) [1961], Tiyatro eserleri: Godot’yu Bekler­ ken (En Attendant Godot) [1953], Oyunun Sonu (Fin ve Partie) [1957], Son Bant (la Derniere Bande) [1960], Comedie (Komedi) [1963], Va et Vient (1966). Bütün bu oyun­ larında, Beckett, hayatın boşluğu, insanı amaçların anlamsızlığı ve umutsuzluk te­ malarını işler. Diğer eserleri: Bram van Velde (1958), İmagination Morte lmaginez (1965), pantomim biçiminde bir piyes olan Sözsüz oyun (Actes sans Paroles) [1957]; Actes sans Paroles II (1962). Radyo için piyesler: Tous Ceux qui Tombent (Bütün Düşenler) [1957]; Cendres (Küller) [1959]; Paroles et Musique (Sözler ve Müzik) [1962]. 1969 Nobel edebi­ yat ödülünü kazandı, (lm) BECKFORD (William), İngiliz siyaset ada­ mı (Jamaica 1709-Londra 1770). Londra Sitesi’nin Alderman’ı ve 1762-1769 arasında Belediye başkanı oldu. George III ile baş­ bakanı Bute’in şahsî politikasına şiddetle muhalefet etti. Kudretini, sömürgelerle ti­ caretten elde ettiği muazzam servete borç­ luydu. (L) BECKFORD (William), İngiliz koleksiyon­ cusu ve yazarı (Fonthill 1760-Bath yakı­ nında Lansdown Hill, 1844). Çok zengin­ di, uzun süre Avrupa’da dolaştı ve karşı­ laştığı olayları European Travels adlı gezi mektuplarında anlattı. Ayrıca, İngiliz ve hollandalı sanatçılar üzerine bir yergi ni­ teliğini taşıyan Biographical Memoirs of Extraordinary Painters (Harika Ressamla­ rın Biyografileri) adlı eserini yazdı. Ama asıl ününü 1782’de fransızca olarak yazdığı ve sonradan (1786) İngilizceye çevrilen ro­ manı The History of Caliph Vathek (Halife Vathek’ın öyküsü) ile kazandı, (l) BECKMANN (Max), alman ressamı (Leipzig 1884-New York 1950). Parlak renkli, ama biçim bakımından basitleştirilmiş tab­ lolarında güçlü bir ekspresyonizm kendini gösterir. Beckmann başarılı bir litograftı. Eserleri arasında, Richard Pipper’in port­ resi, Brauloehrens’in Bir Gece Şehri adlı kitabı için yaptığı resimler sayılabilir, (l) Be CLARD D’HARCOURT (Marguerite), fransız kadın bestecisi (Paris 1884- ay.y. 1964). Dierdane adlı bir lirik dram, Raimi adlı bir peru balesi ve Mussorgski’nin «Ev­ lenmesiyle M. Emmanuel’in Poeme du Rhöne’nu (Rhone Şiiri) için orkestra uygulama­ ları besteledi. Diğer eserleri: oda müziği (sonatlar, triolar), piyano için dorik bir tarz üzerine çeşitli tema, şarkı ve org için Me­

zamir, Üç deniz şiiri (metin, J. Superville), ikinci bir senfoni (Mevsimler, 1952). [l] BECQUE (Henry), fransız tiyatro yazarı (Paris 1837-ay.y. 1899). Sardanapale (1867) adlı bir opera librettosu ile tiyatro yazar­ lığına başladı. Bir ara gazetecilik yaptı, sonra yeniden tiyatroya döndü: Les Corbeaııx (Kargalar) [1882] ve İa Parisienne (Parisli kız) [1885] adlı şaheserlerinden son­ ra, 1897’de la Veuve’ü (Dul kadın) yazdı. Querelles Litteraires (Edebî Tartışmalar) [1890] ve Souvenir d’un Auteur Dramatique (Bir Tiyatro Yazarının Anıları) [1895] adlı eserlerinde, edebiyat kroniklerini ve yaptığı tartışmaları bir araya getirdi. Becque, fransız gerçekçi komedi türünün son temsilci­ sidir. (l) BECQUER (Gustavo Adolfo), İspanyol ya­ zarı (Sevilla 1836-Madrid 1870). Mensur masalları Maese Perez el Organista (Orgçu Perez Usta), El Miserere v.b. [18601865], Leyendas Espanolas (İspanyol Ef­ saneleri) adiyle yayımlandı (1904). Asıl ününü, devrin gençliği üzerinde derin bir etki yaratan lirik şiirler derlemesi Rimas (Kafiyeler) [1861] ve Cartas desde mi Celda (Hücremden Mektuplar) [1864] adlı eserle­ riyle kazandı, (l) BECQUEREL (Antoine), fransız fizikçisi (Châtillon-Coligny 1788-Paris 1878). 1819’da basınç elektriğini (piezoelektrik) keşfetti. 1829’da elektrotları kutuplaşmayan iki sıvılı ilk pili tasarladı. Mıknatıs iletkenliği zayıf cisimlerin varlığını ortaya koydu. 1839’da fotoelektrolitik pili icat etti. Elektrik, mık­ natıs, elektrokimya, meteoroloji ve gübreler üstüne birçok eser yayımladı, ( l ) BECQUEREL (Edmond), fransız fizikçisi (Paris 1820-ay.y. 1891). 1878’de Museum’da fizik profesörü olarak babasının yerine geçti. İlkin 1842’de, ültraviyole görüntüsü­ nün incelenmesinde Daguerre levhasını sis­ temli bir şekilde kullandı. 1847’de güneş tayfı renklerini fotoğrafla saptamayı başardı. 1853’te, yüksek ısılı bir cismin etrafında meydana gelen gazların iletkenliği üstüne önemli bir inceleme yaptı. 1866’da termo­ elektrik pil yardımıyle meydana gelen ısı­ nın ilk ölçülerini vererek, madenlerin elek­ tromotor güçlerinin değerine göre sınıflan­ dırılmasını sağladı, (l) BECQUEREL (Henri), fransız fizikçisi (Paris 1852-Lecroisie 1908), Edmond Becguerel’in oğlu. 1877’de mühendis, 1892’de Museum d’histoire naturelle’e, 1895’te Politeknik okuluna fizik profesörü oldu. 1889’da İnstitut üyesi oldu. X ışınlarının keşfin­ den sonra, bu ışınlarla fosforışı olayı ara­ sında bir ilişki bulunup bulunmadığını araş­ tırdı. Böylece 1896’da uranyum tuzlarında radyoaktivite olayını buldu. Bir elekromıknatısça sağlanan magnetik alanda uranyu­ mun saçtığı ışınları tahlil etti ve bu ışın­ ların uranyum atomuna has ve uranyumun bütün bileşikleri için geçerli olduğunu mey­ dana çıkardı. Uranyum ışınlarına tutulan gazların iyonlaşmasını da o buldu. Magne­ tik dönerle polarma (1876), fosforışı (1882), kızılötesi tayf (1883), ışığın billûrlarca emilmesi (1886) üzerindeki çalışmalarını da saymak gerekir. 1903’te Nobel fizik ödü­ lünü P. ve M. Curie ile paylaştı, (l) BECQUEREL (Jean), fransız fizikçisi (Pa­ ris 1878-Pornichet 1953), Edmond Becquerel’in oğlu. 1902’de, Tabiat bilimleri mü­ zesinde uygulamalı fizik kürsüsüne getiril­ di. Elementlerin bağıllığı ve birinden öbü­ rüne dönüşümü ile fiziğin müzikle ilişkileri üstüne çeşitli eserler yazdı, (l) BECULA. Esk. coğ. İberik yarımadasında şehir, Betica’da. Sonradan «Africanus I» adını alan Scipio burada Hasdrubal’i yen­ di. (L) BEÇ veya BEC i. (macarca Becs). Tar. Viyana’ya verilen bir ad. || Avusturya an­ lamında da kullanılmıştır: Beç kralı. ♦ Beçkârî sıf. Esk. «Viyana işi» anla­ mında oradan gelen eşyalar için kullanı­ lırdı. ♦ Beçli veya beciti sıf. Esk. Viyanalı. AvusturyalI. (M)

BEÇÇE veya BEÇE i. (fars. beççe). Esk. Çocuk. Yavru. Manend-i div beççelerin Htikam eder / Köhne ribât-ı dehr aceb âşiyânedir. (Ziya Paşa) || Esir çocuk. — çeş. dey. Esk. Beççe-bâz, (çocukla oy­

nayan) Kulampara. || Beççe-dâr, çocuk sa­ hibi olan. Hamile. || Beççe-i hor veya beççe-i hurşid (güneş yavrusu), değerli taş ve­ ya maden. || Beççe-i hunin, keder gözyaşı, derin üzüntünün gözyaşları. | Beççe-i kûy. gayr-ı meşru dünyaya gelen çocuk. || Beç­ çe-i nev, yeni doğan çocuk veya hayvan yavrusu. Yeni sürüp çıkan taze filiz, he­ nüz tomurcuklanmış çiçek. Yeni ortaya çı­ kan hadise. || Beççe-i tâvus-ı ulvi, (ulvi ta­ vus kuşunun yavrusu), güneş. Gündüz. Ay. Ateş. La’l, Yakut. || Horos-beççe, piliç. || Sir-beççe, arslan yavrusu, yiğit kişi, cesa­ retli genç. || Tersâ-beççe, hıristiyan genci. — Teşk. tar. OsmanlIlarda savaşta esir edilenler arasında bulunup da acemiliğe alın­ mayan erkeklere verilen ad. ♦ Beççedân i. Esk. Rahim, dölyatağı. ♦ Beççegân çoğl. i. Esk. Çocuklar, yav­ rular. — dey . Esk. Beççegân-ı dîde, gözyaşları. (M)

BEÇ tavuğu blş. i. Beyaz benekli siya­ hımsı tüylü kuş. (Küçük ve çıplak başında boynuzsu maddeden bir ibik, gagasının al­ tında iki sakal bulunur. Kuyruğu kısadır. Sülüngillerden.) || Beç palazı, beç tavuğu­ nun pilici: Beç palazının eti çok lezzetli­ dir. — ansİkl . Beç tavuğu (numida), Afrika sa­ vanlarında yaşayan yabanî bir tavuktur. Birçok türü vardır. En tanınmış türü (N.urnida meleagris) evcil tavukların atasıdır. Eski Yunanlılarla Romalılar buna «Numidia veya Kartaca tavuğu» derlerdi. Ortaçağda «Türk veya Hint tavuğu» adı verilirdi. Beç tavuğu, tavuk gibi üretilir, ama daha geniş alan ister. Bir yaşından itibaren yu­ murtlamaya başlar. Kuluçka süresi 28-30 gündür. Tavuk veva hindi altına konabilir. (L)

BEÇUANALAND, Güney Afrika’da Bri­ tanya himayesi; 710 000 İcm2; 337 000 nüf. Başkenti, Kap eyaletinde, Mafeking. Kendi­ sini çevreliyen Güneybatı Afrika yaylaları Rodezya ve Transvaal’e oranla bu bölge, çanak biçiminde geniş bir tortul yayladan (yaklş. 1 000 m) meydana gelir. Ortası ve güneyi Kalahari çölüyle, kuzeyi ise Tambezi havzasına bağlı Makarikari ve Okauango bataklık çukurlarıyle kaplıdır. Gü­ neybatıdaki cılız bozkırlar ile kuzey ve kuzeydoğusundaki seyrek ormanlar arasın­ da geniş savan düzlükleri uzanır. Nüfus, özellikle güneyde ve doğuda toplanır. Az ölçüde tarım yapılmakla beraber, belli baş­ lı gelir kaynağı, yoğun hayvancılıktır (sı­ ğır: 800 000 baş; koyun ve keçi: 550 000 baş). Mafeking-Bulawayo demiryolu boyun­ ca, Kanye ve Francistovvn yöresinde gümüş, altın ve amyant madenleri işletilir. Kap eyaletinin idare bölümlerinden biri de Beçuanaland adını taşır; idare merkezi, Vryburg. 1960’ta kabul edilen Anayasayle çoğunluğu memurlardan meydana gelen bir Yürütme meclisi ve seçimle gelen bir Yasama mec­ lisi kuruldu. 1965 Anayasası sorumlu bir hükümet getirdi; 1 mart 1965 seçimlerini muhafazakâr parti (Bechuanaland Democratic party) [Beçuanaland Demokrat parti­ si] kazandı. Bu partiyi doktor Seretse Khama yönetiyordu. S. Khama seçimlerden sonra başbakan oldu. Meclisteki 31 millet­ vekilliğinden 28’ini muhafazakâr parti al­ dı. 30 Eylül 1966’da Beçuanaland, Commonvvealth içinde tam bağımsızlığına ka­ vuştu ve Botsvana adım aldı, (l) BEÇUANA’LAR, Güney Afrika’daki zenci halkların tümü. Başlıcası Tsvana’lardır. (l) BED sıf. (fars. bed). Esk. Kötü, çirkin, işe yaramaz, fena: Haris’in öyle bed mua­ melesini ifade ettikte Resulü Ekrem Haris’e «mülkü zail olsun» diye beddua etti (Cevdet Paşa). — çeş . dey . Bed bed bakmak, kötü kötü bakmak, bir fenalık yapacakmış gibi dur­ mak: Suratıma öküz gibi ne bed bed ba­ kıyorsun (H.E. Adıvar). || Bed gelmek (veya bed görünmek), çirkin görünmek, ya­ kışmamak. || Bed suratlı, kötülüğü, yüzün­ den belli olan. || Bedine (veya betine) git­ mek, fenasına gitmek, incinmek, kendine yedirememek. || Esk. Bed-âgâz, kötü başlangıçlı. || Bed-ahd (veya bed-peymari), ver­ diği sözde durmayan, .yalancı. || Bed-ahlâk, Foto. S nailleş (L A R O U SSE )

BED ahlâkı kötü olan. |i Bed-ahter, yıldızı, ta­ lihi kötü. |! Bed-âhû, zayıf karakterli, kötü huylu. || Bed-alef, pis boğaz. || Bed-amel, işi, hareketleri kötü olan. || Bed-âmuz, kötü şeyleri öğrenen veya öğreten. Bed-asl (veya bed-asıl), aslı, soyu kötü: Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma (Ziya Paşa). || Bed-âyin, âdetleri, gelenekleri kötü olan; dinî düşünceleri aykırı olan kimse. ]! Bedazmâ, kötülüğü denenmiş kimse, i Bed-bû, fena kokulu. || Bed-bûk, hain korkak. || Bed-çehre (veya bed-çihre), çirkin yüzlü. Bed-çeşm, nazarı değen. Bed-dimag, inatçı, muhteris. J Bed-eda, kaba davranış­ lı, terbiyesiz. |[ Bed-endam, çirkin vücutlu, biçimsiz, çarpık. |i Bed-endiş, kötü niyetli, kötülük düşünen: Zemane ateş urdu hirmen-i can-ı bed-endişe (Baki). |j Ber-fal, uğursuz. || Bed-fencâm, sonu kötü olan. || Bed-ferma, fena işler, günah işlemeyi emreden. || Bed-girdâr (veya bed-kirdâr), kötü tabiatlı, fena işler yapan. || Bed güher (veya bed-gevher), mayası bozuk. || Bed-giimân, şüphelenen. Kötülük düşünen: Zehre-çâk olsa n’ola toptan adu-yı bedgümân (Ziya Paşa). || Bed-hâh, birisinin kötülüğünü isteyen: İstikbalde dahi, seni bu hâzineden mahrum etmek isteyecek da­ hili ve harici bed-hâhların olacaktır (Ata­ türk). || Bed-huy (veya bed-hû), kötü ka­ rakterli, fena huylu. || Bed-kâr, kötü işle uğraşan. || Bed-maaş, geçimsiz.|| Bed-maye, mayası bozuk: Bed-maye olan anlaşılır meclis-i meyde (Ziya Paşa). || Bed-mest, ken­ dini bilmeyecek kadar sarhoş: Evvelce ta­ hammülü mümkün bir çakırkeyiflikten iba­ ret kalan sarhoşluğu şimdi bed-mestliğe dö­ nüyordu (H.Z. Uşaklıgil). || Bed-mezhep, kötü mezhepli, dinsiz (küfür olarak kul­ lanılır). || Bed-nam, adı kötüye çıkmış: Sonra biçare kadın / Dul, beceriksiz, bed­ nam (Tevfik Fikret). || Bed-niyet, niyeti kö­ tü olan. || Bed-nigâh, kötü bakışlı. || Bednihad, zayıf karakterli. || Bed-nijad, aslı bozıık, bayağı. || Bed-niima, çirkin görü­ nüşlü. || Bed-pesend, kötülükten hoşlanan. Kötü insanların beğendiği. || Bed-rah, yolu kötü, kötü yola sapan. || Bed-rey, fikri yan­ lış, fena düşünceli. | Bed-rûzgâr, talihsiz. || Bed-siret (veya bed-tıynet), ahlâksız. || Bedsuret, görünüşü çirkin. |j Bed-şekl, biçim­ siz, deforme olmuş. || Bed-tedbir, niyeti bo­ zuk. || Bed tıynet, cinsi, mayası bozuk. || Bed-iislûb, kötü yolu tutan. || Bed-zeban, ağzı bozuk. || Bed-zinde, cansız, kuvvetsiz. ♦ Bedan çoğl. i. ve sıf. Esk. Kötüler, çirkin [şeyler]. ♦ Bedleşmek dönşl. f. Çirkinleşmek. ♦ Bedter sıf. Esk. Daha kötü, beter: Ne dedim tövbeler olsun bu da fi’l-i şerdir / Benim özrüm giinehimden iki kat bedıerdir (Şinasi). Bk. beter, (m) BED’ i. (ar. bed’). Esk. Başlama, başlayış. || Bed etmek, başlamak: Teşrih-i ruh-ı san­ ma bed ettiğin zaman / Tuttu lisan-ı kal­ bimi kahretti nâgehan (Hüseyin Suad). — Tar. Bed-i besmele, osmanlı sarayların­ da şehzadelere verilen ilk okuma dersi. ♦ Bed’an veya bed’en zf. Esk. ilk baş­ ta, başlangıç olarak. ♦ Bedeten zf. Esk. ilk başta, (m) BEDÂAT i. (ar. bedfcat). Esk. Güzellik. || Yenilik, orijinalite. || Güzel söz söyleme. (M )

BEDAHET veya BEDAHE i. (ar. bedahet veya bedâhe). Esk. Açıklık, bellilik, ayan beyan, ortada olma: Bir bedahet bu ki in­ kâra çalışmak delilik (M.Â. Ersoy). Be­ nim gibilerinin ispatına muhtaç olmayan bir bedahettir (H.R. Gürpınar). || Hazır­ lıksız konuşabilme kabiliyeti. || Ansızın ortaya çıkma, beklenmedik olay. || Baş­ langıç, ilk hareket. ♦ Bedaheten zf. Birdenbire, ansızın, dü­ şünmeden: Bedaiıeten kusulan herze- pareler ki düşün... (M. Â. Ersoy). || Açıkta, şüp­ hesiz olarak: Tahkika yol bulan nazarın her hakikati / Bir gün bedâheten görecektir (Tevfik Fikret), [m] BEDAHŞ veya BEDAHŞAN i. (Afganis­ tan’daki Bedahşan eyaletinden). Bedahşan yakutu. — çeş. dey. Esk. Bedahş-ı muzab, erimiş, yakut, şarap. La’l-i Bedahşan, Bedahşan’da çıkarılan iyi cins yakut.

♦ Bedahşi veya bedahşanî sıf. Bedahşan’a mensup. || t. Açık pembe yakut, ( m ) BEDAHŞAN (veya BADAKŞAN), Afga­ nistan'da eyalet, Hindikuş’un kuzeyinde, Sov­ yet Tacikistan’ı, Çin Sin-Kiang’ı ve Pakis­ tan arasında, 450 000 nüf. Merkezi Feyzabad. Bedahşan lâl’i Ortaçağda bütün İslâm dün­ yasında meşhurdu. Madenocakları Şugnan’da Amııderya’mn sağ kıyısında ve Bedahşan'ın dışındadır. Bedahşan’ı sulayan Kek­ çe nehri bölgenin İktisadî hayatında önemli rol oynar. Bedahşan’ın ünlü lâcivert taşı. Kökçe neh­ rinin yukarı yatağından çıkar, bugün bu taşın ticareti Afganistan devletinin tekelin­ dedir ve sadece Hindistan'a ihraç edilir. Bedahşan’da demir ve bakır madenleri de bulunur. — Tar. Bedahşan adı önce Çin kaynakla­ rında Milâdî VII. ve VIII. yy.larda geçer. Bu kaynaklar Bedahşan’ı Taharistan’ın bir bölgesi olarak gösterir. XII. yy.da ismailî mezhebinin büyük hati­ bi Nasır Hüsrev burada geniş faaliyette bu­ lundu. Bugün hâlâ bunun izlerine rastlanır. Bedahşan XII. yy.da Hurrilerin bir ko­ lunun istilâsına uğradı. Hurrilerin buşah ortadan kaldırdı. XIII. yüzyılda Moğol istilâsında Bedahşan zarar görmedi. Ebu Said Gürkan devrinde Timur’luların hâkimiyetine girdi. 1669’da özbekler tarafın­ dan zaptedildi; 1873’te de Afgan sınırları içine alındı. 1876’da rus nüfuzu sahasına girdi. 1891-1892 yıllarında Ruslar bütün Pamir'i ellerine geçirdiler. İngiltere ve Rus­ ya’nın Maıtu’da yaptıkları antlaşmaya gö­ re (1895) Pamir AfganlIları ile Buhara emîri arasında paylaşıldı. Bedahşan Afganis­ tan’ın, Batı Pamir bölgesi de Buhara’nın elinde kaldı. 1918 Rus inkılâbında Buhara emirliği ortadan kaldırıldı ve Kurnu-Bedahşan adiyle Dağlık Bedahşan’ı yarı muh­ tar bir devlet haline getirildi, ( m l ) BEDAHŞAN veya BADAKŞAN S.S.C.B.’de (Tacikistan) Batı Pamir’de dağlar. Çok dik yamaçlı tepeler Yukarı Pamir boyunca ve Pandj (Amurderya) ile kolu Vakh hav­ zası kenarında sellerle iyice aşınmıştır. En yüksek yerleri 4 000 ile 6 000 m arasında­ dır. (L) BEDÂUNÎ (Abdülkadir), hintli tarihçi ve edebiyatçı (1540-1605). Muluk Şah’ın oğlu. Şeyh Mübarek ve Ebülfazl’dan ders gördü. Hüseyin Han Tukriya’nın hizmetine girdi. Sonraları Ekber’in sarayına imam oldu (1574). Fakat saray hayatı onu sıktı. Ha­ bersizce kaçtı (1579). Fakat aynı yıl mün­ şi olarak 1 000 bigalık tımarla yeniden işe alındı. Çok bilgili olduğu için kendisine sanskrit metinlerinin tercümesiyle, kitap yaz­ ma işi verildi. Farsçaya tercümeler yaptı. Eserleri: Necâlür-Reşid (1581); Miintehabüt-Tevarih (Tarihlerden Seçmeler) [15911596]. Bu kitap üç ciltlik Hindistan tari­ hidir. özellikle II. cilt, Ekber’in dinî teo­ rilerini ve teşebbüslerini inceler. Şeyh Mü­ barek, Feyzi ve Ebulfazl gibi âlimleri, Ekber’i din alanında serbest hareketlere teş­ vik ettikleri için tenkit eder. Onun için bu eseri yayımlanmadı. Tercümeleri: Atharua Veda, Ramâyânâ (1589), Bahr-ül-Esmâr (Hikâyeler Antoloji­ si), Cihadın Faziletleri Hakkında 40 Hadis, Molla Şah Muhammed Sâhâbâdi’nin Keşmir Tarihi, ( m ) BEDAUX (Charles), fransız mühendisi (Pa­ ris 1888-Miami 1944). İşçi olarak hayata atıldı. Kendi çalışmasını gözleyerek bir ça­ lışmayı ölçme sistemi buldu. Bu sistem’in özelliği, herhangi bir işin yapılması için ayrılan zamanı, işi yapanın çalışma tavrını göz önünde tutarak, belirlemektir. İnsan çalışmasını değerlendirmek için ölçü biri­ mi puvan-dakikadn (veya bedaux). Bu, nor­ mal bir insanın sekiz saatlik iş gününde sağlığını tehlikeye koymadan bir dakikada sağlayabileceği iş miktarıdır. Şu halde, bu normal işçi saatte 60 bedaux üretir ve bu tempo ile çalıştığında hareketlerinin hızı, onun çalışma ölçüsünü meydana getirir: bu ölçü 60’tır. Bir hareketi incelemek için onun süresini ölçmek ve işi yapanın bu hare­ ket, tamamlamak için yaptığı çalışmayı çalışma ölçüsüyle (60) oranlayarak değer­

Foto. A. t . , H aut C om m issariat â la Jeunessc et auz Sports (L A R O U S S E )

lendirmek gerekir. Böylelikle basit bir orantıyle incelenen hareketin «bedaux değeri» elde edilir. Bu ilkeler bütün dünyaya ya­ yıldı ve uygulandı, (l) BEDAVA sıf. (fars. bâd-ı hevâ, rüzgâr’dan bedava). Parasız, beleş, karşılıksız, emeksiz: Bedava sofraya düştün mü hoş geçer ramazan (M.Â. Ersoy). || Kolay bulunan, ucuz: Bi­ raz vakit geçli mi, hele biz kahramanlar bedava yiğitliğimize alışıveririz (F.R. Atay). Zf. Parasını, karşılığını vermeden: Be­ dava yaşıyoruz bedava / Hava bedava, bu­ lut bedava / Dere tepe bedava (Orhan Veli). Akşamları gelmek istersen ben seni bedava sokarım (H.E. Adıvar). — dey. Bedavadan ucuz, «çok ucuz» anla­ mında şaka yollu söylenir. ♦ Bedavacı sıf. ve i. Her şeyi bedava­ dan elde etmeğe çalışan [kimse]: Bunlar toptan bedavacı. Eğer hediyesini isteme­ den, burada diiş yormağa çıksak, ekmek ye­ meğe vakit bulamayız (K. Tahir). + Bedavadan sıf. Karşılığı olmadan, pa­ rası ödenmeden: Beni Üsküdar’daki mek­ tepte sünnet ettirmek isterdi. Hani beda­ vadan sünnet (B. Felek). || Kolayca: Beda­ vadan en büyük kâra konabileceğini umup sevinecek (K. Tahir). + Besbedava sıf. Çok ucuz, (m) BEDÂVET i. (ar. bâdiye, çöl’den bedavet). Esk. Bedevîlik, çölde çadırda yaşama. |j Çöl, boş arazi, (m) BEDÂYi çoğl. i. (ar. bedüa, güzel şey’in çoğulu bedâyi9. Esk. Görülmemiş, yeni icat edilmiş güzel şeyler: Doğan bedâyie bir şâirin hayalinden / Bu şeylerin biri müm­ kün müdür nazır olmak? (Tevfik Fikret). || Güzel konuşmalar, vecizeler. — çeş. DEY. Esk. Bedâyi—âşinâ (veya bedâ­ yi’-şinas,) güzellik tanıyan, güzellikten an­ layan: Bedâyi -şinas bir mimar planını ge­ tirir (Cenab Şahabeddin). || Bedayi’-i âsâr. eserlerin güzelleri. || Bedâyi-i lafziye, şekil, kelime güzellikleri. || Bedâyi-i maneviye, mânâ güzellikleri. || Bedâyi-perver: sanat­ kâr. || Bedâyi - pesend, güzelleri, güzellik­ leri seven: Arz-ı didar etmeğe başlar ki bedâyi-pesend olan gönüller için ... (Namık Kemal), [m] BEDBAHT blş. sıf. (fars. bed, kötü ve baht, talih’ten bedbaht). Talihi kötü olan, felâkete uğrayan: Şehremaneti müzesinde Kara Mustafa Paşa’nın resmini ve bed­ baht kumandana nispet edilen kesik kelleyi ve gömleği gördü (A.H. Müftüoğlu). || Üzün­ tülü, meyus, mutsuz: Zavallı bedbaht âşık, o anda aşağıya inip yalıyı alt üst etmek, amcayı, Sadri’yi, Miirebbiye’yi vurmak fik­ rine düştü (H.R. Gürpınar) || Zf. Felâket, keder içinde: Bu mektupta halifenin isti­ fasına dair haberlerden, milletin ne ka­ dar müellinı ve bedbaht kalmakta olduğu­ nu ispat için bir vapur hikâyesi uydurul­ muştu (Atatürk). || Bedbaht etmek {olmak), üzme (üzülmek), hayatını karartmak: Fe­ ride Hanım, rica ederim beni böyle olma­ yacak hayallere düşürerek büsbütün bed­ baht etmeyin (R. N. Güntekin). [Eşanl. mutsuz .]

♦ Bedbahtlık i. Talihsizlik, üzüntü için­ de olma, mutsuzluk. {Eşanl. mutsuzluk.) [m] BEDBİN blş. sıf. (fars. bed, kötü ve bin, gören’den bedbin). Her şeyi kötü gören, ka­ ramsar. (Zt. NİKBİN): Hep aynı hataya dü­ şen bedbin ve mübalâğacı ruhlu doktorlar yok mudur? Fakat nikbin olanlar da çok­ tur (R.H. Karay). Bedbin bir tavırla başı­ mı sallayarak: Epeyce bozuk ama sör, de­ dim (R. N. Güntekin). || Bedbin etmek, üzüntü içinde bırakmak, ümitsizliğe, yeise düşürmek: Hadisat etmesin oğlum, seni as­ la bedbin. (M.Â. Ersoy). || Bedbin olmak, her şeyi menfî tarafından ele almak, ümit­ siz olmak: Ne derece düşünse bedbin olma­ dığı için, bir fena netice bulamıyordu (Ahmed Rasim). [Eşanl. kötümser.] ♦ Bedbinane zf. Karamsar bir şekilde: Tereşşuhat-ı umumiye ve gazete havadisleri umumiyetle bedbinanedir (Atatürk). ♦ Bedbini i. Esk. Daima karamsar oluş: Her vakayı su’ı meşmulâtıyle telâkki etmek bana mahsus bir nıeslek-i bedbini (H.Z. Uşaklıgil). ♦ Bedbinlik i. Her şeyi menfi tarafından ele alış, kötü yanını görüş, ümitsizlik: Be­

te beden eğitimi

BED 56

ııiınki vehim, bedbinlik, şiddetli arzularda duyulan kaybetme korkusu (R.H. Karay) [Eşanl. kötümserl İk.] (m) BEDDOES (Thoıras Lovell), İngiliz şairi ve tiyatro yazarı (Clifton 1303-Basel 1849). Bir cerrahın oğlu ve Maria Edgeworth’un yeğeni, öğrenimini Oxford’da yaptı. 1821’de. sonradan dağıtımını durdurduğu The tmprovisatore adlı şiiri yayımladı. 1822’de Elizabeth devri tiyatro yazarları üslûbunda The Bride's Tragedy’yi (Gelinin Trajedisi) yazdı. Üç yıl sonra tıp öğrenimi yap­ mak için Göttingen’e gitti, Almanya’da ve daha sonra İsviçre'de göçebe bir hayat geçirdi. Death’s Jest Book or The Fool's Tragedy (ölümün Şaklabanlıkları ve­ ya Soytarının Trajedisi) isimli uzun tiyatro eseriyle uğraştı. Bu eser ölümünden sonra (1850-1851) lirik şiirleriyle birlikte yayım­ landı. 1848’de intihara kalkıştı. Ertesi yıl zehir içerek kendini öldürdü. Beddoes’in eseri romantiktir. Olağan dışına ve ölüme saplantısı hastalık derecesindeydi. Biçim ba­ kımından büyük bir titizlikle islediği eser­ lerinde heyecan verici bir coşkunluk gösterir. Şiirlerinden birkaçı Shellev'inkileri andırır. (L)

BEDDUA blş. i. (fars. bed bâdiye, çöl’den bedevi). Çölde çadırda ya­ şayan göçebe, arap göçebesi: Aynı dostum Sina’da ihtiyar bir bedevinin, doğduğu gün­ den beri yalnız deve sütü içtiğini anlattı (F. R. Atay). [Bk. ansİkl.] || Sıf. Çölle il­ gili. || iptidaî şartlarda yaşayan. || Hızlı koşan [arap atı için]. — ansİkl . Kuzeydoğu Afrika ve Ortadoğu’­ da (Suriye, Ürdün, Irak, Arabistan) istep ve çöllerde yaşayan göçebe veya yarı göçebe halklara bedevi denir; bu halklar sürekli tarım bölgelerinde ve şehirlerde yerleşik olarak yaşayanlardan kesinlikle ayrılırlar. Be­ deviler şeyhlerin otoritesi altında yaşar, ataerkil topluluklar meydana getirir, hayvan­ cılık ve ticaretle geçinirler. ♦ Bedavî çoğl. i. Esk. Bedeviler. ♦ Bedeviyane sıf. Çölde yaşayanlara uy­ gun, yakışacak bir şekilde, bedeviler gibi. ♦ Bedeviyet i. Bedevîlik, ilkellik: Fakat kabâîl-i Arap dahi bütün bütün bedeviyyet halinde bulunarak kendilerini cehalet kap­ lamıştı (Cevdet Paşa), [ml] BEDEVİ (Mahmud-el), mısırlı yazar (Asyut yakınında, Abnub 1912), rus yazarları­ nın eserlerini (Çehov, Andreyev, Gorki) çe­ virdi; romanlarında köylülerin ve gençliğin­ de kendisinin de içinde yaşadığı fakir hal­ kın hayatını anlatır (Aç kurtlar, 1952; Li­ mandaki Topal Adam. 1958; Son Kira Ara­ bası, 1961). [l] Bedevi çardak zindanı, Osmanlı devleti­ nin kuruluş devrinde, Tokat kalesinde bu­ lunan zindan. Kalenin bir kısmı bizans dev­ rinden kalmadır. Diğer kısımlar Dânişmentliler, Selçuklular ve OsmanlIlar tara­ fından yapılmıştır. Kalenin bugün harabe halinde olan kısmının Selçuklular zamanın­ da da zindan olarak kullanıldığı sanılır. Sarp ve yüksek bir kayanın üstüne oturtulduğu için Osmanlı devletinin ileri gelenleri, hış­ ma uğrayan vezirler buraya gönderilirdi. Osmanlı kaynaklarına göre, Ezmiroğlu ile yapılan savaşa katıldığı için Çelebi Sultan Mehmed tarafından cezalandırılan Ankara valisi Yakup Bey (1411), Musa Çelebi, bey­ lerbeylerinden Mihaloğlu Mehmed Bey (1413), Murad II tarafından mağlup edilen Menteşeoğullarının son beyinin iki oğlu (1424), Semendire’de esir edilen Vulkoğlu’nun göz­ lerine mil çektirilen iki çocuğu (1441) ve Turhan Bey (1444) burada hapsedilmiştir, (m ) BEDEVİLİK veya BEDEVİYYE i. Ebul Abbas Seyyid Ahmed*-ül-Bedevî’nin (12001276) kurduğu tarikat. (Ahmedİ de denir.) — ansİkl . Kurucusu Ahmed Bedevi’nin ata­ ları, Haccac bin Yusuf-üs-Sakafî’nin zulmün­ den dolayı 692’de Fas’a hicret etmişti. Ah­

med Bedevi Fas’ta doğdu, 7 yaşında baba­ sı ve kardeşleriyle birlikte Hacca gitti, 37 yaşında gördüğü bir rüyanın etkisiyle Irak ve §am’a giderek bir süre orada kaldı. Da­ ha sonra Mısır’da Tanta kasabasında yer­ leşti. Tarikatının kuruluş ve yayılış merkezi orasıdır. 41 Yıl kadar Tanta’da yaşadı ve orada öldü. Irak'ta iken, yine gördüğü rü­ yaların etkisiyle, Seyyid Ahmed-ür-Rufaî ve Abdülkadir-i Geylânî’nin türbelerini ziyaret ettiği rivayetleri, Ahmed Bedevi’nin, tari­ katını kurarken bu iki kutb’un (büyük ve­ linin) maneviyatından ilham aldığını gös­ terir. Ahmed Bedevi, tarikatına intisap edenleri ilkin «nazar»la terbiye ettiği halde, sonra­ ları «esmâ» usul ve adabına göre yetiştirir­ di. Bedevîliğe intisap merasimi, iki rekâtlık tevbe namazı ile başlar. Sonra müntesip, şeyhi ile diz dize oturur, eli şeyh tarafın­ dan tutulduğu sırada kendisinden şeriate uyacağı ve günahlarını terk edeceği konu­ sunda söz alınır. Söz verirken edilen yemin İzzet-i RabbVdir (Rabbimin izzeti hakkı için). Bedevîlik tarikatı Kur’an ve sünnete sıkıca bağlıdır. Gece namazlarının gündüz kılı­ nanlardan bin misli makbul olduğu telkin edilir. Kalp ile iştirak etmek şartıyle, zikrin değeri çok üstün tutulur. Bedevîlik inancına göre İlâhî aşka ancak zikrullahın sonunda yaşanan vecd hali sayesinde ulaşılır. Bedevîlik, Allah’ın birliğine imanı, O’na mutlak bir aşk ile bağlılığı, Allah’ın ke­ lâmı olan Kur’an’a, elçisi Peygamber’e ve sünnetine, bir de mutlak hakikate aynı de­ recede bağlılığı ister. Düşünce ve davra­ nışlarda doğruluk, temiz kalplilik, verilen söze bağlılık, muhtaçların, hele yetimlerin yardımına koşmak, acılarına merhem olmak, son olarak ıstıraplara karşı sabırla dayan­ mak, ahlâkî prensiplerindendir. Istıraplara tahammül esası bakımından Rufaîlikle il­ gisi vardır. Ahlâk temelini bayatın güçlük­ lerine, acılara karşı mutlak bir kayıtsızlık ve tahammülden olan Revakiye’ye de (Stoa­ cılık) bağlanır. Ahmed-ül-Bedevî’nin ilk halifesi Abdülâl’e emanet ettiği vasiyetnamesindeki (Vesaya) mevizalar İslâmlığın her çeşit zühd* ve takva*sma, hattâ bazen İslâm dışı dinlerin bile mistik prensiplerine uyacak kadar ge­ niştir. Bedevî tarikatı merasimlerinde eski Mısır âyinlerinin, hattâ Eş-Şa’ravî’ye göre, ahlâka aykırı bazı hareketlerin izi vardır. Ahmed Bedevi’nin kendisinin de, çamaşır ve elbiselerini paçavra haline gelinceye ka­ dar kullandığı ve hiç yıkamadığı bilinmek­ tedir. Bedevîlik tarikatı kıyafetinde, üstüne kır­ mızı yünden sarık sarılmış 12 dilimli kır­ mızı yünden taç, kırmızı hırka, bir de yü­ zü kaplayan nikap (örtü) ve kırmızı alem (bayrak) kullanılmıştır. Tarikatın yayılması, başta ulema ve devlet adamlarının tepkisi gelmek üzere, büyük dirençlerle karşılanmıştır. Osmanlı impara­ torluğu devrinde türk tarikatları karşısında Bedevîlik pek tutunamamıştır. İstanbul’da Bedevîliğin 8 kadar tekkesi vardı. Mem­ lûk sultanları kendi merasim alaylarında bedevî halifelerini bulunduracak kadar de­ ğer vermişlerdir. Hattâ Ahmed Bedevî, Mı­ sır’ın kurtarıcı bir velisi sayılıyor, İslâm esirlerini Hıristiyanların elinden kurtardığı ileri sürülüyordu. Kendisi için yılda üç mev­ lit okunmak âdeti Mısır’da bugüne kadar devam etmiştir, (m) BEDFORD, İngiltere’de şehir. Ouse nehri kıyısında, idare merkezi; 74 245 nüf. Oto­ mobil sanayii. Mekanik malzeme. Tuğla fab­ rikaları. (l ) BEDFORD (Francis russel , II. kontu), [1527 ?-Londra 1585], John Russel’ın oğlu. Koyu protestan, Elisabeth I’in etkili da­ nışmanı; onun hesabına Fransa ve İskoçya ile yapılan müzakereleri yönetti, (l) BEDFORD (Francis russel , 5. dükü) [1765 -VVoburn 1802], 4. Bedford kontu Francis Russell’ın torunu. Fox’un yönettiği liberal whig grubuna katıldı. Daha çok tarımın ilerlemesine gösterdiği ilgiyle tanınır. Bu ilerlemeyi, Woburn’da bir örnek çiftlik ku­ rarak sağlamağa çalıştı, (l) BEDFORD (John OF). Bk. LANCASTER BEDFORD (John russell , I. kontu), İngi­ liz siyaset adamı (1486 ?-Londra 1555).

Henry VIII, Edward VI ve Mary I’in da­ nışmanı oldu. Dinî siyasetteki kararsızlığa rağmen, her zaman aynı sadakatle krala hizmet etti. 1536 ve 1549 Katolik ve 1554 Protestan ayaklanmalarının bastırılmasına yardım etti ve Henry VIII hesabına Fran­ sa ve İtalya’da, Mary Tudor hesabına Is­ panya’da önemli siyasî görevlerde bulun­ du. Çok toprak satın alması, Russell ailesi­ nin gücünü sağladı, (l ) BEDFORD (John russell , 4. dükü), İngiliz siyaset adamı (1710-Woburn 1771). Liberal partili olmakla beraber, Walpole’un muha­ lifi olan ve parlamentoda pek çok taraftarı bulunan bu büyük senyör, 1744’te Pelham kabinesine girdi. Baskısına katlanamadığı Pitt ile arası açıldı, 1761’de Bute hükümeti­ ne girdi ve Paris antlaşmasının hazırlayı­ cılarından (1763) oldu. Sonra Grenville ka­ binesinde tekrar bakanlığa getirildi (17631765). Cumberland dükünün dostu olduğu halde, krala yaklaştı, Wilkes’in hücumları­ na ve amerikan sömürgelerinin şikâyetlerine karşı krallık imtiyazlarını korudu, (l ) BEDFORDSHİRE, İngiltere’de bölge. Chiltern Hills’in kuzeyinde, Ouse ovasında; 380 700 nüf. İdare merkezi. Bedford. (l) BEDİ sıf. (ar. bed bedB, benzeri görülmemiş sey'den bedBl). Güzel, beğenilen: Tatlı, temiz, asude, bedii bir ha­ tıra (Ömer Seyfeddin). Bu neşidenin bedii esirini kaçırmamak için sahibini görmek is­ temeyerek dinlerdi (H. Z. Usaklıgil). | Gü­ zellik: Dini eserlerin tercümesiyle başlayan bu cereyan XI. asırda, İran edebiyatı tesiri altında aruz vezniyle yazılmış Kutadgu Bilig gibi bedii ve felsefi kıymetçe de yüksek mahsuller vermeğe başladı (Z. Gökalp). || Erkek ismi. ♦ Bediiyat çoğl. i. Güzellikler, güzel eserler: Türk masallarıyle halk şiirlerinin gü­ zelliği de, Tiirklerin bediiyat sahasında bü­ yük bir kaabiliyete malik olduklarını gösterir (Z. Gökalp). || Estetik ilmi, güzel sanatlar: Bediiyat ile maliye nazırları niçin uğraşsın (Ömer Seyfeddin). [m] BEDİİ FAİK. Bk. akin (Bediî Faik). BEDİK i. Etnol. Kazaklarda bir tören. Hayvanlarda bedik hastalığı görüldüğünde yapılan bu törende gece karanlıkta kızlar ve delikanlılar hayvanın etrafında dönerek «git bedik, ağaca, suya git» diye ;arkı söyler­ ler. (m) BEDİL i. (ar. bedel, karşılık’tan bedii). Esk. Bir şeyin karşılığı, bir şeyin veya bir insa­ nın yerini alan. |j Bahsi kaybeden kimsenin ödeyeceği sey. (M) BEDİR veya BEDR i. (ar. bedr). Esk. Dolunay, ayın on dördü. (Bk. ay.) |j Bedr-i biilend, ayın on dördü. || Bedr it kemal, bir yazı çeşidi, (m) BEDİR veya BEDR, Bedir* gazasının ya­ pıldığı yer. Mekke ile Medine’yi birleştiren yol üzerinde, 8-9 km uzunluğunda, 6 km ge­ nişliğinde düz bir araziden ibarettir, islâmdan önceki Medine, Mekke ve Suriye’ye gi­ den kervan yolları burada birleşirdi. Bu sebeple Bedr’de zilkade ayının ilk hafta­ sında büyük bir panayır kurulurdu. Bura­ da ne zaman kurulduğunu kesin olarak bil­ mediğimiz ve aynı adı taşıyan bir kasaba vardır. 8-10 Bin arasında nüfusu olan ka­ sabadan Bedir savasında şehit olanların tür­ beleri ve Peygamberin muhareoeyi idare et­ tiği yerde yapılmış olan el-Aris camii bu­ lunur. — çeş . dey. Esk. Ashab-ı Bedr, bedr çar­ pışmasında Peygamberle beraber olan 313 kişi. |1 Yevm-i bedr, Bedr çarpışmasının ol­ duğu gün. (m) Bedir, İstanbul’da Ahmed Midhat Efendi­ nin yayımladığı günlük (pazar ve cumaları çıkmazdı) edebiyat, letaif, maliye, ticaret gazetesi (14 eylül-1 ekim 1288/1872, 13 sa­ yı). Koleksiyonu Millî kütüphanededir, (m) Bedir gazası, İslâm tarihinde Müslüman­ ların, müslüman olmayanlarla yaptıkları ilk muharebe (623 [Hicrî 21]). Hz. Muhammed tarafından Suriye’den gelen Ebu Süfyan’ın idare ettiği bir Kureyş kervanına karsı ka­ zanılan zafer. Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra her fırsatta Mekkelileri kontrol etmeğe başladı, özellikle Suri­ ye’ye giden ticaret kervanları Medine yakın­ larından geçtiklerinden Müslümanlar için iyi bir hedef teşkil ediyordu. 624 Yılı baş­ larında bin develik bir Mekke ticaret ker­ vanı Surye’ye gitti. Bunu haber alan Hz. Muhammed, kervanı dönüşte pusuya düşür­ mek için hazırlığa başladı. Kervan, Medine’­ Foto. Poirier, Stcreoscopie (LARO U SÜ E)

nin güneybatısındaki Bedir'den geçecekti. Peygamber 312 kişilik bir kuvvetle Medine’­ den hareket etti. Fakat bunu daha önce haber alan kervan reisi Ebu Süfyan Mek­ ke’ye haber gönderip yardım istedi ve ken­ disi de yolunu değiştirerek baskından kur­ tuldu. Durumu öğrenen Mekke halkı hemen hazırlanarak 950 kişilik bir kuvvetle hareket ettiler. Kervan’ın kurtulduğunu öğrenmele­ rine rağmen yürüyüşlerine devam ederek Bedir’e geldiler. Müslümanlar da aynı an­ da gelmişlerdi. İki ordu karşılıklı savaş dü­ zeninde beklemeğe başladı. 14 Mart 624 cu­ ma günü Müslümanların teşvikiyle her iki taraftan birer kişi çıkıp karşılıklı mücade­ leye başladılar. Öğleye doğru genel hücuma geçildi. Sonunda da Müslümanlar kendile­ rinden üç misli fazla olan bir kuvveti yenil­ giye uğrattılar. Savaş sırasında on dört müs­ lüman şehit düştü. Buna karşılık Mekkeliler yetmiş ölü, bir o kadar da esir verdi­ ler. Bedir gazası İslâm tarihinin bir dö­ nüm noktasıdır. Bu savaşa gelinceye kadar Müslümanlar daima pasif mukavemet etmiş­ ler, türlü eziyetlere uğramışlar, hattâ mem­ leketlerini bile terk etmişlerdi. Fakat Bedir zaferi şimdi durumu bütünüyle değiştirmiş ve Müslümanları üstün bir duruma yükselt­ mişti. (-> Bibliyo.) [m] BED1RHAN BEY (PAŞA), Cizre emîri (Cizre 1802-Şam 1868). Ağabeyinin kendi isteğiyle çekilmesi üzerine emîr oldu. 1839 Nizib savaşına katıldı; 1845’te Hakkâri ci­ varındaki nasturî aşiretlerini idaresi altına alması yabancı devlet temsilcileri tarafından Hıristiyanların öldürülmesi şeklinde şikâyete ve diplomatik baskılara sebep oldu. Bedirhan Bey üzerine gönderilen osmanlı kuvvet­ leri birkaç defa yenilgiye uğradı. Bedirhan Bey, Orak (veya Oruh) kalesine çekildi. Mus­ tafa Reşid Paşanın vaatleriyle teslim oldu. İstanbul’a getirilen Bedirhan Bey, bir süre sonra Girit’in Kandiye şehrine gönderildi (1848). Affedilince İstanbul’a döndü. 1866’da Şam’a gitti, (m) BEDİÜLUSTURLÂBİ (Ebul kasım Hibetullah), arap bilgini (7-1139). özellikle as­ tronomi alanında çalışmaları ve rasat âletle­ rinden usturlab hakkındaki bilgisi ile dik­ kati çekti. İsfahan’da devrin ünlü astrono­ mu Eminüddevle bin El-Tilmiz’in yanında kaldı ve onun dostluğunu kazanarak astro­ nomi hakkındaki bilgisini geliştirdi. Daha sonra Bağdat’a yerleşen Bediülusturiâbî 1130’dan itibaren yapılan rasatları idare et­ ti, sonuçlarını Selçuklu sultanı Mahmud adma kaleme aldı. Ayrıca felsefe ve tıpla da uğraştı, arap edebiyat tarihi bakımın­ dan değerli sayılabilecek şiirler de yazdı, (m) BEDİÜZZAMAN (ar. Badı - el - Zaman) [«Zamanın Harikası»], özellikle mektuplarıyle ün yapan arap edibi Bedîüzzaman-ülHemedanî tarafından taşınan şeref unvanı (Hemedan 968-Herat 1008). Nişabur’da, Buyi hükümdarlarının sarayında yaşadı. Ma­ kama denilen (meclis, yahut secili mensur hikâye) edebî türün yaratıcısı. Ayrıca çok taklit edilen bir mektup derlemesi de bı­ raktı. (l) BEDİÜZZAMAN EL- MUZAFFER, Hora­ san’da XV. yy.da yaşamış, Timurlenk ha­ nedanına mensup sonuncu emîr. 1500-1507 Arasında Özbek Muhammed Şeybanî tara­ fından yerinden atıldı, (l ) BEDİÜZZAMAN Mirzai Tim urî, Hüseyin Baykara’nın oğlu. Babasının ölümünden son­ ra kardeşi Muzaffer’in yardımıyle tahta oturdu (1505-1506). Saltanatının başlangıcında Özbek Şeybek Han ile çatıştı ve 1506’da Şeybek Han’a yenilince Şah İsmail Safevî’ye sığındı. Bediüzzaman, Şah İsmail tarafın­ dan önce Rey’e sonra Tebriz’e vali olarak gönderildi. Yavuz Sultan Selim’in ilk İran seferinde (1514) OsmanlIlara katıldı ve sa­ vaşta öldü, (m) BEDLAM (Bethleem’in bozulmuşu), İngilterenin en eski psikiyatri hastahanesi. 1547’de Henry VIII tarafından kuruldu, (l) BEDLİNGTON, Büyük Britanya’da (Northumberland) şehir, New-castle’in kuzeyinde; 28 200 nüf. Kömür madenleri, (l) BEDLOE adası, New York koyunda kü­ çük ada, Manhattan’ın güneyinde. Hürriyet heykeli Bedloe adasındadır. (l) BEDNAR (Alfonz), slovak yazarı (Roznova Neporadza 1914). Romanlarında çağdaş avrupa edebiyatının büyük temalarını halk esinleriyle birleştirir (Cam Tepe [1954]; Sa­

atler ve Dakikalar [1956]; Yabancılar [1960]; Kırlar [1964]). [l] Bednar aftları, bebeğin damağında beli­ ren ve çocuk iki aya yaklaşırken kaybolan küçük kistler, (l) BEDR i. Bk. bedİr. BEDR (Bedr-i Sirvani de denir). Şirvanşahlar sarayının meşhur şairi (öl. 1424). Şi­ irlerinin çoğu kayıptır, fakat elde bulu­ nanlar onun bu alandaki kudretini gösterir. Çağdaşı olan İran şairlerinden Muhammed Kâtibi ile münazara yaparlar ve karşılıklı şiirler söylerlerdi, (m) BEDRE i. Altın sikkelerin sandıklarda mu­ hafaza olunmadığı devirde, sütten kesilmiş keçi derisinden yapılan para kesesine ve­ rilen ad. — ansİkl . Tac-el-Mille unvanını alan Aduddevle 977 yılında halife El-Tai’e on bin dinarı ihtiva eden bir bedre takdim etmiş­ ti. Arapların bu bedre’lere koydukları pa­ ralar bazen bin, bazen on bin dirhem, bazen de yedi bin dinardı. (-> Bibliyo.) [m] BEDREDDİN Lülü, Musul atabeki. Bk.

59

LÜLÜ.

BEDREDDİN MAHMUD Kaysunîzade W illia m BEEBE XVI. yy. türk hekimlerinden. Doğum ve barisferinin içinde ölüm tarihleri bilinmiyor. 1562-1568 Arasın­ da, Kanunî Sultan Süleyman’ın son ve Se­ lim II’nin ilk zamanlarında hekimbaşılık (seretıbba) etti. Hasköy’de gömülüdür, (m) BEDREDDİN MAHMUD Sımavnalı. Bk. S1MAVNAL1 BEDREDDİN.

BEDREDDİN MEHMED EL-MARDİNÎ, türk matematik ve özellikle astronomi bil­ gini. Hayatının sonlarında Mısır’a giderek Camiül Ezher’e muvakit oldu. Yirmiden faz­ la eseri vardır. Bunların üçü 1853’te bir arada olarak İstanbul’da basılmıştır, (m) BEDREDDİN MESUD, Lur aşiretine men­ sup Atabeyler sülâlesinden altıncı atabey. Babası Hüsameddin Halil’in ölümünden son­ ra emîr oldu. Babasının ölümünün öcünü almak için Mengü Kaan’a gitti, Hülâgu’nun ordusuna katılarak Bağdat’ın fethinde bu­ lundu (1258). Dindar bir hükümdar olan Bedreddin, imamı Şâfiî’nin fetva verdiği 400 fıkıh hadisini ezbere bilirdi, ölümünden sonra kardeşi Taceddin Şah Atabeyliğe geç­ ti. (M) BEDREDDİN YAHYA, türk münsîsi. Anadolu Selçukluları devrinde Konya’da ya­ şadı. Hayatı hakkındaki bilgi azdır. Mevlânâ Celâleddin Rûmî ile ilgili olduğu sanılır. XIII. yy.daki başlıca Anadolu edipleri, bu arada tarihçi İbni Bibi onun öğrencisidir. Mektuplarını toplayan Et-Tevessül lle’t-Teressül eserinin tek yazması Paris’te Millî kütüphanededir, (m) BEDREKA veya BEDRİKA i. (fars. bedrehe, yol büyüğünden arapçalaşmış bedre/şa). Esk. Yol gösteren, kılavuz: Susuz çöllerde kalsan bedrikan ilham-ı sa’yindir (M. Â. Ersoy). || Manevî rehber, mürşit, (m) BEDRİ PAŞA (Haşan Bedreddin). Bk. ha­ şan

BEDREDDİN PAŞA.

BEDRİYE i. (ar. bedriyye). Sühreverdiye tarikatının altı şubesinden biri. Bk. sühre VERDİYE. (M)

BEDRİACUM. Esk. coğ. İtalya’da bölge, Alp ötesi Galya’da. Cenoman’lar zamanın­ da Ollius veya Oglio’nun kıyısında, Chieso ile birleştiği yer yakınındaydı. Neron’un ölümünden sonra birbirini izleyen iç savaşlar sırasında Otto burada Vitellius’a yenildi (M.S. 69). Birkaç ay sonra da Vespasianus için çarpışan Antonius ve İllyria lejyonları Vitelliusu yine burada yendiler, (l) BED-ROCK i. (ing. bed, yatak ve rock, kaya anlamında). Miner. Üstü madenlesmiş alüvyon tabakasıyle kaplı temel arazi. — ansİkl . Bed-rock, alüvyonları taşımış olan eski bir ırmağın kayalık yatağıdır. Yo­ ğunluğu fazla olan maden filizleri (msl. al­ tın) alüvyonların altında özellikle bed-rock’un çukur ve kayaları arasındaki girintilerde toplanır, (l) BEDRÜDDEVLE SÜLEYMAN, Artukoğulları emirlerinden (XII. yy.). Bir süre amca­ sı ilgazi adına Halep şehrini idare etti. 1122’de amcası ölünce şehre' hâkim oldu. Fakat yeğeni Belek’in Halep üzerine yürü­ mesi üzerine şehri terk etmek zorunda kal­ dı. Kısa bir süre sonra Zengi, Halep’i ele

BEECHER-STOVVE

geçirdi. Kutluğ Aba adında birini vali ta­ yin etti. Şehir halkı bu valinin idaresini beğenmeyerek 1128 yılında Bedrüddevle’yi davet etti. Bunun üzerine Bedrüddevle, şehri kuşattı, ama kesin sonuç alamadı. Zengi’nin müdahalesi ile iş tatlıya bağlandı ve Bedrüddevle bir daha Halep’e dönemedi, ( m ) BEDRÜDDİNİ’L-HALEBf. Bk. h a l e p l İ BEDREDDİN.

W r d 6 t Î\ «' *

J*

i

ıın ıiîf a lij t ö c

c

M a k im e



Ştrrıı £ . pim SStefppprn, »

11 4

BEDRÜLCEMÂLÎ. Mısır Fatımî devletinin vezir ve kumandanlarından (1013-1094). As­ len ermenidir, Suriyeli emîr Cemalüddevle’nin kölesiydi. Fatımî halifesi Mustansır’ın kötü idaresi sonucunda memleket içte ve dışta büyük tehlikelere maruz kaldı. Sel­ çuklular Suriye’de ilerliyor, içeride hassa as­ kerleri zencilerle savaşıyordu. Bedrülcemâlî bu sıralarda Şam valisiydi. Büyük bir şöhret yapmıştı. Akkâ kumandanı olduğu zaman sultan Melikşah’m kuvvetleriyle çarpıştı. Merkezde durum karışınca 1073 yılında hali­ fenin daveti üzerine Kahire’ye geldi ve kısa zamanda iç karışıklıkları önledi. Halife onu emîrül-cuyûş ve baş vezir tayin etti. Bun­ dan sonra İskenderiye üzerine yürüyerek orayı ele geçirdi. Suriye’de ise Selçuklular devamlı ilerlemekteydiler. İdarî faaliyeti son derece başarılı olmuştu. Devletin gelirleri bir senede 1 milyon dinar arttı. Bu parayle Kahire imar edilmiştir, ( m ) BEDUH i. (ar. bedüh). Esk. Mektup zarf­ ları üzerine yazılan veya mühürle basılan kelime. — ansIkl . Bir tılsım kelimesidir. Üç sıralı sihirli bir karenin unsurlarını meydana ge­ tirir. Bu kare şöyle tertiplenir:


behirne, havvan’dan behimi). Esk. Hayvana yakışır tarz­ da, hayvan gibi, kaba: Cemal Nadir’in ala­ yı ve hicvi kötücii, kırıcı ve behinıi de­ ğildi (F. R. Atay). Hayat artık behinıİdir. Hayır ondan da alçaktır (M.Â. Ersoy). Teşm. yol. Cinsî ihtirasla, şehevî: Derin, behinıi, muharrik bir hırsla güzel kadına baktı ve: Alı vakit olsaydı (Ömer Seyfeddin). ♦ Behimiyet i. Esk. Hgyvanlık, kabalık: Onu behinıiyetin, cehlin, yoksulluğun ve kıt­ lığın eline bıraktın (Y.K. Karaosmanoğlu). Aklın kaybolma hali (XIX.yy.da fr. hebetude karşılığı olarak kullanılmıştır), [m] BEHİRE sıf. (ar. behr, güzel olma veya biihr, soluma zorluğundan behtre). Esk. [Ka­ dın için] Güzel. !| Asil. Şişmanlıktan dola­ yı nefes darlığı çeken. 1. Kadın adı. (m) BEHİSTUN, İran kürdistanında köy, Kermanşah’ın 26 km batısında. Yerden 100 m yükseklikteki bir kaya üzerinde, Dara’nın zaferini (M.ö. 521-486) canlandıran alçak

kabartma. Bu kabartma 1837'den sonra, çivi yazısı incelemelerine temel oldu, (l) BEHİŞT veya BİHİŞT i. (fars. behişt). Esk. Cennet. — ÇEŞ. DEY. Esk. Behişt- aşiyaıı, meskeni cennet olan, cennetmekân. || Behişt-i dün­ ya, dünya cenneti. || Behişt-hıram, melek gibi yürüyen. Behişt-nişan, içinde cennet­ ten iz, eser olan: Bir kûh-ı behişt-nişân için­ de (Cenab Şahabeddin). | Behişt-nişİn, cen­ nette oturan. Behişt-niimâ, cennet görünüş­ lü: Hepsi revzenlerin belıişt-niima (Abdül­ hak Hâmid). || Behişt-rû (veya behişt-sima), melek gibi güzel yüzlü. Behiştzâr, cennet gibi güzel olan yer. — Din. Mazde dininde cennetin adı. Ruh üç gün süreyle cesedin yanında kalır. Son­ ra rüzgâr onu Tşinvet köprüsüne alıp gö­ türür, butada üç yargıç tarafından tartılır. Böylece ruh Cehennemin üzerindeki köp­ rüyü aşar, uzun bir yolculuktan sonra «dün­ yaların en iyisine» (anhu vahişta) ulaşır. (Bk. CENNET.) ♦ Behiştl sıf. Cennete ait: sari bu yeşil gölgeliğe/... âheng-i behişti (Tevfik Fikret). Melek gibi güzel: Behişti çehreli bir mihri ziba (Cenab Şahabeddin). [m] BEHİŞTİ (asıl adı Ahmed Sinan Çelebi), osmanfı şairi, tarihçi (öl. 1501’den sonra). Karıştıran Süleyman Beyin oğlu. Bayezid II tarafından saraya alınarak yetiştirildi. Padi­ şahla aralarındaki bir anlaşmazlık yüzünden, Herat’a kaçarak, bir süre sultan Hüseyin Baykara’nın yanında yaşadı. Molla Câmi ve Ali Şîr Nevaî'den istifade etti. Dönüşte, Bayezid'e Hüseyin Baykara’dan hediyeler getir­ di ve Kerem redifli kasidesini sunduktan sonra, beylerbey ilikle İstanbul'a yerleşti. Os­ manlIların kuruluş devirlerine ait olan Be­ hişti Tarihi'mn yazarıdır, aslı Museum Britannicum’dadır. Eserin tamamı, her bölüm bir padişah devrine ait olmak Üzere, ilk sekiz padişah zamanını ele alır. Eldeki yaz­ ma. Bayezid I’in cülusu ile başlar ve Fa­ tih’in ölümüne kadar gelir. Topkapı sarayı, Revan kitaplığındaki (nu. 1270), Vekayi-nanıe-i Behişti, eserin Bayezid II devrine ait olan sekizinci bölümüdür. Behişti Tarihi geniş ölçüde Neşri Tarilıi’ne dayanmaktadır. İran şairlerini örnek alarak, Vamık it Azra, Yusuf u Ziileyha, Leylâ iı Mecnun, Hiisn it Nigâr, Süheyl ii Nevbalıar mesnevilerinden meydana gelen Hamse’si, osmanlı edebiyatı­ nın ünlü eserlerindendir. Divan’1 henüz bu­ lunamadı. Edirneli Nazmi’nin Mecnıuat-iinNezair'inde ve Pervane Bey mecmuasında şiirlerine rastlanır. Yazılarının bir kısmında çağatay ve azerı lehçelerine ait özellikler görülmektedir. (-> Bibliyo.) [m] BEHİŞTİ RAMAZAN EFENDİ, türk âli­ mi, şair ve şeyh (Vize ?-Çorlu 1571). Vizeli Abdülmuhsin Efendinin oğlu. Halvetiyenin Sünbüliye kolundan Merkez Efendiye inti­ sap etti. Çorlu'da imamlık ve şeyhlik yaptı, oraya gömüldü. İlmî eserler ve şiirler yazdı. Eserleri: Divan, Çenışah ve Âlenışah (mes­ nevi). Ayrıca Teftâzânî. Mesûd Rûmî, Câmî’nin eserlerine şerhler ve haşiyeler yazdı. (m)

BEHİYE sıf. (ar. heha, güzellikten belli­ ye). Esk. Güzel. i. Kadın adı. — DEY. Esk. Hedive-i behiye, güzel he­ diye.

— Tar. Idare-i behiye (veya enıanet-i be­ hiye, nıiidiriyyet-i behiye), nazırına bâlâ’dan daha aşağı rütbe verilen nezaret ve daire­ ler. (m) BEHLE veya BEHLİ i. (fars. behle veya behll). Esk. Doğancı eldiveni, yırtıcsı kuş­ larla uğraşanların veya onları taşıyanların giydiği kalın eldiven. (M) BEHLÛL veya BÜHLÛL sıf. (ar. behle, ap­ tallık. ahmaklık, maskaralıktan hehlül veya biihlül). Esk. Çok gülen, çok güldüren, şa­ kacı, komik. || Hayır seven (adam). || i. Erkek adı. (m) BEHLÛL—i DANA (EbuViiheyb bin Amr Sayrafî), İslâm sofisi (öl. 805). Türk ve İran edebiyatında nükteleriyle ünlüdür. Akıllıca sözlerinden ötürü Behlûl-i Dânâ yani «bil­ gin Behlûl» olarak tanındı. Bazı söylentilere göre Harun-ür-Reşid'in kardeşi, bazılarına gö­ re de 7. imam Cafer Sadık’ın talebelerindendir. Güzel sözleri ve vecizeleri edebiyata geçti. Devrinin fıkıh âlimlerinden olduğu da söylenir. Küfeli olduğu halde Harun-ür-Reşid zamanında Bağdat’ta yaşadı. Tam bir mec­ nun hayatı geçirdi. Cafer Sadık’m öldürül­

mesine fetva vermemek için kendini deliliğe vurduğu söylenir. Allah'a karşı sonsuz te­ vekkül duymuş ve iradesini onun iradesi kar­ şısında terk etmiştir. Fani olan insanların dünyada bir şeye bağlanmalarını saçma bu­ lur, türlü tutkuların elinde oyuncak olduk­ ları için insanlardan kaçmak gerektiğine inanırdı. Hayatına dair fıkralar, birçok sofi eserlerinde anılır. Feridüddîn Atlar bu fık­ raları genişletip edebî bir şekle soktu, (m ) BEHLÛL EFENDİ. Türk bestecisi (İstan­ bul, ?-ay.y. 1895). İsmail Dede Efendinin son talebelerinden, iyi bir hanende, özellik­ le yüzlerce İlâhiyi ezber bilen mükemmel bir ilâhici olarak ün yaptı. Çok iyi durak okurdu. Dinî ve dindışı birkaç eser bestele­ di. Günümüze kadar gelen, müsteâr'dan bir durak ve bir İlâhisidir, ( m) BEHLÛL LÛDİ, Dehli’de Lûdi sülâlesinin kurucusu (1451-1488). Aslen A fg an istan lI­ dır. Amcasından sonra Sirhind hüküm darı oldu. Seyyidler hanedanının sonuncusu Âlem Şahı devirip Dehli tah tın a oturdu. Kavnpur eyaletini Dehli’ye bağladı. Adalet­ li idi, bilginleri korurdu, (m) BEHM (Ernst), alman coğrafyacısı (Golha 1803-ay.y. 1884). Geographisches Zahrbuch'un (Coğrafya Yıllığı, 1860) kurucusu. 1876'dan 1884'e kadar Gotha Almanağı’mn coğrafya ve istatistik bölümlerini yazdı, (l) BEHMEN i. (fars. behnıen). Esk. İran mecusîlerinin rahipleri olan Brehnten adının kısaltılmış şekli. || Şemsî yılda 20 ocak ile 20 şubat arasındaki bir ay adı. | Her ayın ikinci günü. || Sıf. Zeki, anlayışlı. | Tedbirli. — Esk. bot. Şemsî senenin behmen ayında çiçek açan, bir adı da kavza kökü olan turpa benzer otsu bitki. Çiçeğin rengine göre kızıl behmen ve ak behmen adlarında türleri vardır. — Mit. İran mitolojisinde isfendiyar’ın oğ­ luna verilen ad. — Esk. tar. Zerdüşt dininde Emşaşpend (Ebedî Kutsal) adı verilen yedi melekten, faydalı büyükbaş hayvanları korumakla gö­ revli olan, (m) BEHMENLİLER veya BEHMENİLER, Dekken’de (Hindistan) hüküm süren 18 hü­ kümdarın mensup olduğu müslLiman sülâle, iki yüzyıla yakın hüküm sürdüler (13471527). En parlak devirlerinde sınırları ku­ zeyde Berar’a, güneyde Vicayanagar'a. kuzey -güney arasında bir denizden diğerine kadaı uzanıyordu. Kurucusu Dehli sultanı Muhammed bin Tuğluk maiyetinde serdar olan Haşan Gângû idi. Dehli’deki karışıklıktan yararlanarak Dekken'de bağımsız bir devlet kurdu ve Alâeddin Behmen Şah unvanını aldı. Gülberge'yi kendine başkent yaptı. Ha­ şan Gângû hâkimiyetini tanıtmak için sa­ vaşlara girişti. Halife tarafından tanındı. Behmenliler kendilerini Kalaç ve Tuğluk ha­ nedanının mirasçısı saydılar. Bu ülkeler üzerinde hak iddia ettiler. Uzun yıllar Gü­ ney hududunda kuvvetli bir devlet olan Viceyanagarlarla savaştılar. Tuğluk devletinin parçalanmasından doğan diğer devletlerle çarpıştılar. Şah Ahmed I zamanında baş­ kent Bidar’a nakledildi. Tilangana'nın almmasıyle sınırlar genişledi. Fakat şah Muhammed Il’den sonra iç karışıklıklar arttı. Çeşitli vilâyetlerin valileri bağımsızlıklarını ilân ettiler. Ülke parçalanarak, Berar'da imadşahlar, Alımednagar’da Nizamşahlar. Bidar’da Adilşahlar, Golkonda’da Kulbşahlar arasında paylaşıldı, (m) BEHMENYAR (İbn-ül-Merzbân Ebii’l-Hasan), AzerbaycanlI mecusî filozof (öl. 1066). Bazı kaynaklarda adı Kiya Reis diye geçer. İbn-i Sina’nın öğrencilerindendir. İbn-i Si­ na’nın kitaplarını açıklayan arapça eserler yazdı. 1038 Yıllarında çok ünlüydü. Risale fi meratib-i Mevcudat (Varlıkların Mertebe­ leri Üzerine Risale). Risale fi Mevzu’-il-1Imil-Mâruf bi-Ma-Ba'd-it-Tahi’a (Ma-ba-d-itTabia [tabiat sonrası] Adiyle Bilinen ilim Konusu Üzerine Risale), Kitab-iil-Mubasahat-ı ibn-i Sina (ibn-i Sina ile Karşılıklı Konuşma), Kitab-üt-Tuhsil der Mantık ve Tabiiyat ve İlahiyat (Mantık, Tabiat ve İlâhiyat Hakkında Bilgi Veren Kitap). Ayrıca El-Kitab fi'l-Musiki (Musiki Üstüne Kitap) gibi bilinmeyen eserleri de vardır, (m) BEHN (Afra johnston , Mrs.), kadın İngiliz yazar (Kent’de Wye 1640-Londra 1689). Genç­ liği Surinam’da geçti. Ingiltere’ye döndüğünde. Foto. V lh teh ı IHldertliemt (L A R tıC SSE >

BEH hollanda asıllı zengin bir tüccarla, Mr. Behn ile evlendi; 1666’da dul kaldı. Charles 11 onu Hollanda’da gizli servislerde çalıştırdı. İngiltere’ye tekrar gidişinde, eğlenceye düş­ kün, hoşsohbet, erkeker arasında serbest bir hayat sürdü ve o zamanki İngiliz kadın ya­ zarlarının ilki oldu. Oldukça açık saçık on yedi komedisi vardır. Bu yüzden ona kadın wycherley adı takıldı. Başlıca tiyatro eser­ leri: The Forc’d Marriage (Zoraki Evlen­ me) [1670]; The Town-Fop (Küçük Usta) [1677]; The Rover (Korsan) [1677-1680] ;77»e Lııclv Cltance (tyi Talim) [1686], Birçok da roman yazdı: en ünlüsü afrikalı prens Oronoko’nun meraklı ve ilginç maceralarını an­ latan Oronoko orthe RoyalSlave'dır(Oronoko veya Köle Kral) [1678], Hindistan’dan derlenme bir hikâyeden esinlenen yazar, bu eserinde kötü muamele gören zencilere karşı sıcak bir ilgi uyandırmağa çalışır. Ayrıca çeşitli şiirleri de vardır, (l) BEHN-ESCHENBURG (Hans), isviçreli mü­ hendis ve elektrik uzmanı (Zürich 1864-ay.y. 1938). Alternatif akım ve elektrik çekimi konularında uzman. Trenlerin çekiminde, özellikle, komütasşon problemlerinde, alter­ natif akımın kullanılmasında karşılaşılan başlıca güçlükleri çözümledi, (l) BEHR i. (ar. hehr). Esk. Uzaklık. Felâ­ ket. || Ümidin boşa çıkması. (M) BEHRÂ, arap kabilesi. Humus ovasında yer­ leşmişti. İbni Hallikân’a göre hıristiyardılar. Vâkıdî ise Behrâlardan on üç temsilci­ nin müslüman olmak için 631’de Hz. Muhammed'e gittiklerini yazar. 635’te bu kabi­ lenin kuyuları yakınında Suriye savaşları olmuştu. (M) BEHRÂM i. (fars. behrâm). Esk. Eski İran dininde yolcuları korumakla görevli olduğuna inanılan melek. || Şemsî (güneş) yılda ayın yirminci günü. || Bir çiçek. — Astronom. Merih yıldızının diğer adı. — Tar. Behrâm-tel, Behrâm Çûbîn’in kestiği başlardan yaptırdığı minare. (M) BEHRÂM, birçok sasanî kralının adı: Behrâm I, pers kralı (273-276), Şapur’un oğlu, kardeşi Hürmüz l ’den sonra tahta çık­ tı. — Behrâm II, pers kralı (276-293), Behram I’in oğlu, Roma imparatoru Caıus (Ktesiphon yakınında öldü [283]) ile savaştı ve Mezopotamya’nın bir kısmını Diocletianus’a bırakmak zorunda kaldı (287 antlaşması); — Behrâm III, pers kralı (293), Hürmüz I’in oğlu, .ımcaoğlu Behrâm Il’nin yerine tahta çıktı, ama ancak dört ay hüküm sü­ rebildi. — Behrâm IV, pers kralı (388399), Şapur Il’nin oğlu, önce Kerman nai­ biydi, bu yüzden Kermanşah lakabını aldı, kardeşi Şapur 111’ten sonra tahta çıktı ve Roma imparatoru Theodesius 1 ile Erme­ nistan sorununu çözümledi. Ak Hunların Horasan'ı tehdit etmeleri üzerine 387 veya 390’da Theodosius’la bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşmaya göre Theodosius Ermenistan himayesini perslere bırakıyor ve Roma ege­ menliği altında ancak birkaç batı eyaleti kalıyordu. Behrâm lV’ün yerine Şapur III’ün oğlu Yazdgird I geçti. — Behrâm V, pers kralı (421-438), Yazdgird I’in oğlu; babası ölünce Hira’nın arap kralının yardımıyle (onun yanında büyütülmüştü) kral­ lığı ele geçirmeyi başardı. Baktria’yı istilâ eden Ak Hunları Merv yakınında bozguna uğrattı. Hıristiyanların ezilmesine göz yum­ du; bu durum Doğu Roma imparatorunun silâhlı müdahalesine yol açtı (421); müda­ hale fcaşariyle sonuçlandı. O zaman. İran imparatorluğundaki hıristiyanların ve roma imparatorluğundaki zerdüşt dininden olanların din özgürlüğü garanti altına alındı. Ermeni soyluları Arsakîlerden olan hükümdarlarını tahttan indirince Behrâm V ülkeyi ilhak etti (429). — Behrâm VI, pers kralı (590591), Mihran’ın soyundan; Arsakîlerden gel­ diği de ileri sürülür. Sasanîlerden HürmüzIV’ün emrinde generaldi, Kafkasya’da Svanetie’de Türkleri yendi, ama Ermenistan'da bizanslılara yenildi. Hürmüz IV tarafından azledildi, isyan etti ve soylu sınıfın ve zer­ düşt dininin ruhban sınıfının desteği saye­ sinde tahtı ele geçirdi. Ama Hürmüz IV’ün oğlu Hüsrev Perviz II Bizans imparatoru Maurikos’un himayesini istedi: iki müttefik Behrâm Vl’yı Azerbaycan’da yerdiler (591); Behrâm VI Tiirklere sığındı ve öldürüldü. /file s e m