Marksizm ve Şiir [1 ed.]

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

UĞRAK KlTABEVÎ YAYINLARI: 7 Şiir Sorunları Dizisi: 1

Kapak

Sungu Çapan

UĞRAK KÎTABEVÎ Beyazsaray 44/1, Beyazıt İsta n bu l Birinci Baskı: K asım 1966 BAŞARAN M atbaasında dizilip, MAY Y ayınlan M atbaasında basılm ıştır.

GEORGE THOMSON

Marksizm ve Şiir Ç e v i r e n Cevat Çapan

UĞRAK KİTABEYİ YAYINLARI

I: SÖZ VE BÜYÜ Bu denem enin konusu şiirin başlangıcı ve evrim idir. B ir toplum bilim , ruhbilim , dilbilim so runudur bu; bu­ rad a da öyle ele alınacak. Şiirden yalnız şiir olarak ta t alm akla yetinenlere pek çekici gelmeyebilir bu yol; am a bildiğim kadar, şiir bilim sel olarak incelendiğinde, daha az değil, daha çok ta t verir. Şiirin tadına tam varabilm e­ miz için, onun ne olduğunu anlam am ız gerekir; ne oldu­ ğunu anlam am ız için de, nasıl ortaya çıkıp geliştiğini araştırm am ız. Ayrıca, ilkel şiiri incelememizin kendi şiirim izin geleceği konusunda da bize y ararlı şeyler öğ­ reteceğine inanıyorum , ileri sürdüğüm b u düşüncelerin ne kadar yerinde olduğunu okurun yargısına bırakıyo­ rum . Ben, şimdilik, beni bu tu tu m a iten nedenleri açık­ layıp asıl konuya geçeceğim. En iyi bildiğim şiir Ingiliz, Yunan ve İrlan d a şiiridir. Rasgele b ir birleşm e bu. Ne v ar ki, Yunan ve İngiliz şiiri eski ve yeni uygar şiirin belki de en yetkin örnekleri. İrlanda şiiri ise. Yunan şiiri k ad ar eski olm asa bile, b ir çok bakım lardan ondan daha da ilkel. İşte b u üç ayrı şiir geleneği oldukça gerilere uzanan b ir ta rih çerçeve­ si sağladı bana. Yunan şiiri ile Ingiliz şiiri arasındaki en belirgin ayrım lardan biri eski Yunan uygarlığında şiirle müziğin 5

b irbirine sıkı sıkıya bağlı olm asıdır. Eski Y unan’da salt çalgısal b ir müzik, sözsüz b ir müzik, yoktu. Yazılan en güzel şiirlerin pek çoğu m üzik eşliğinde okunm ak için yazılırdı. İrlanda'da da yakın b ir bağ v ar şiirle müzik arasında. Üstelik, çıkarsam a yoluyla vardığımız b ir so­ nuç değil, bugün bile yaşayan b ir gerçek bu. H anidir kitaplardan bildiğim b ir takım İrlan d a şiirlerini gelenek­ sel üslûpla okuyan u sta b ir köy türkücüsünden dinledi­ ğim ilk günü hiç unutam ıyacağım . Yepyeni b ir yaşan­ tıydı bu benim için. Ne şiir olarak, ne de müzik olarak buna benzer b ir şey duym uştum daha önce. Benim için yeni olan ve beni çok etkileyen b ir başka özelliği daha var İrland a şiirinin. B ir çok îngilizler için rafa kaldırılm ış b ir k itap tır İngiliz şiiri. Kimsenin ne bildiği vardır, ne de ilgilendiği. İlgilenen az sayıda insan­ ların arasında bile, şiirin gü*lük yaşayışlarına karıştığı kim seler pek çok değildir. İrlan d a köylüleri arasında ise, bu hiç de öyle değil. O nlar için k itap larla hiçbir ilintisi yoktur şiirin. Pek çoğu okur-yazar bile değildir. Şiir, dillerinde yaşar onların. H erkesin o rtak m alıdır. H erkes bilir, herkes sever şiiri. D urm adan günlük konuş­ maya karışır. Üstelik bugün bile yaşayan b ir güçtür. Ne zam an önemli b ir şey olsa, onu kutlam ak için b ir tü rk ü bestelenir. Bestelenir dem ek pek doğru değil aslında. Bu tü rküler bizim anladığım ız anlam da bestelenmez. Uydu­ rulur. B ir çok İrlanda köyünde, daha son zam anlara ka­ dar, b ir esinlenm e anında, bugünkü İngilizcede olduğun­ dan çok daha işlenmiş koşuk biçim lerinde şiir uydurabi­ lecek yetenekte geleneksel b ir ozan bulunurdu. Benim en iyi bildiğim köyde de, k ırk yıl önce ölm üş çok ünlü b ir ozan varm ış. Şiirlerinin hem en hem en hepsi belli zam an­ larda, belli olaylarla ilgili olarak uydurulm uş. Ailesinin bana anlattığına göre ölüm döşeğinde bile başını dirseği­ 6

ne dayıyarak durm adan şiir okum uş. B ütün bunları öğrendikten sonra Yunan şiirine dö­ nünce, acaba Yunan ozanları da — örneğin Aiskhylos ya da P in d aro s— bizim gibi ellerine kâğıt kalem alıp durup düşünerek mi, yoksa o okum a yazm a bilmeyen İrlandalı ozan gibi mi yazdılar şiirlerini, diye kendim e sorm adan edemedim. Elbette üstün yetenekli biriydi bu ozan. Sanatını b ir önceki kuşaktan gelme b ir ozandan öğrenm iş m eslekten b ir ozandı. Ama kısa zam anda gördüm ki, m eslekten ozanla öbür insanlar arasında kesin b ir sınır yok. Bü­ tün iş ustalığın derecesinde. B ir yere k ad ar hepsi şairdi bu insanların. K onuşm aları hep şiirleşm e eğiliminde. Na­ sıl şiir geleneklerini bizim toplum um uzda olduğundan çok daha iyi biliyorlarsa, sokaktaki insan da b ir çeşit şairdi. Sayısız örneklerden b irini anlatayım size. Atlas O kyanusuna bakan b ir tepe üzerinde, tünem iş gibi duran bu köyde b ir akşam dolaşırken, köyün kuyu­ suna geldim. O rada tanıdığım yaşlı b ir köylü kadına ra s t­ ladım. K ovalarını daha yeni doldurm uş, durm uş denize bakıyordu. Kocası ölmüş, yedi oğlu da, onun deyişiyle, «toparlanıp» M assachusetts’de Springfield’e «gitmişler­ di». B ir kaç gün önce oğullarından biri m ektup yazmış, son günlerini rah at geçirsin diye onu da yanlarına çağırıyorm uş. Gitmeye razı olursa, yol parasını da göndere­ cekmiş. Ayrıntılarıyla anlattı b ü tü n bunları bana, sonra da tepelerdeki tezek yığınına gitm ek için nasıl yoruldu­ ğundan, tavuklarının öldüğünden, karanlık, isli kulübe­ sinden yakındı; düşündeki A m erika’nın, kaldırım ların­ dan altın toplanabilecek b ir Eldorado olduğundan, C ork’a k ad ar yapm ası gereken tren yolculuğundan, deniz­ leri aşm aktan söz açtı, am a kem iklerinin ancak İrlanda toprağında dinlenebileceğini söyledi. K onuştukça lıeye 7

canı ve dilinin akıcılığı arttı, renklendi, ağıtlaştı nerdeyse. Gövdesi de b ir beşik gibi sallanırcasm a sözlerine eş­ lik ediyordu. Sonra kovalarını aldı, gülerek ban a iyi ge­ celer diledi, uzaklaşıp gitti. Okuma yazma bilmeyen, hiçbir sanat kaygısı olm a­ yan bu yaşlı kadının beklenm edik coşuşunda şiirin bü­ tün özellikleri vardı. Esinli b ir konuşm aydı bu. B ir şai­ rin esinlendiğini söylediğimiz zam an ne dem ek isteriz? Bu so ru lan kafam da evirip çevirirken şiirin başlan­ gıcını tem elinden incelemem gerektiğini anladım ; yapı­ lacak tek şeyin, bunu b ir yöntem e göre yürütm ek olduğu sonucuna vardım . İşte bu denem emde bu incelem enin gerçekleştirdiğim kadarının sonuçlarını açıklayacağım. İlkel şiir, özü gereği, yazılmamış olduğu, yazı öncesi olduğu için geçmişin yazılı edebiyatlarından incelene­ mez. Ancak kural-dışı bazı durum larda yazılıdır ilkel şiir. Bu yüzden günümüzde yaşayan ilkel insanların dillerin­ de sürdürüldüğü biçim de ele alınm alıdır. Ama biz bu insanların toplum yapılarını bilmezsek, şiirlerini de an­ layamayız. Üstelik, şiir özel b ir söz biçim idir. Bu da in­ sanın başlangıcına dönmeyi gerektirir, çünkü söz (konuş­ m a) insanın belirgin özelliklerinden biridir. S orunun tâ başına dönmemiz gerekiyor. İnsanın nasıl yaratıldığını tam olarak bilm ekten oldukça uzağız daha, am a bilim adam ları b ir tem el nokta üzerinde anlaşıyorlar. İnsan iki önemli özelliği ile hay­ vanlardan ayrılır : araçlar ve konuşm a.1 Üstün m em eliler (çeşitli m aym unlar ve insan) ayak­ ta durabildikleri ve ön ayaklarını el olarak kullanabildik­ leri için aşağı om urgalılardan ayrılırlar. Beyindeki de­ vimsel organların sürekli incelmesi anlam ına gelen bu gelişme çevredeki özel koşulların b ir sonucuydu. B unlar orm anlarda yaşayan hayvanlardı; ağaçlar arasında yaşa­ 8

m ak çeviklik, görme ve dokunm a duyuları arasında ya­ kın b ir iş birliği, iki gözle görüş ve incelmiş b ir kas dü­ zeni gerektiriyordu. Ellerin gelişmesi ise beyin için yeni sorunlar, yeni olanaklar çıkardı ortaya. Böylece daha başlangıçta beyinle eller arasında köklü b ir bağ k urul­ m uş oldu. İnsan, üstün m em elilerin b ir sonraki gelişmesi olan insan biçim indeki m aym unlardan, ayakta durabildiği gi­ bi, yürüyebildiği için de ayrılıyordu. İnsanın orm andan çıkıp toprağa basm ak zorunda kalm ası sonunda yürü­ meyi öğrendiği ileri sürülüyor. Böyle de olm uş olsa, asıl önem lisi böylece ellerle ayaklar arasındaki iş bölüm ü tam am lanm ış oluyordu. Ayak parm akları kavram a özel­ liğini yitirm iş, el parm akları ise m aym unlarda olm ayan b ir beceriklilik kazanm ıştı. M aym unlar ellerine değnek ve taş alabilirler, am a yalnız insan eli bunlardan araç yapabilir. Bu önemli b ir adım dı. Yepyeni b ir yaşam a yolu açı­ yordu. Araçlarla donanan insan artık geçimi için gerekli şeyleri arayıp bulm aktan kurtuluyor, onları üretiyordu. Doğanın kendisine sunduğu şeylerle yetinm eyip toprağı sürüyor, ekiyor, suluyor, biçiyor, buğdayı öğüterek ek­ m ek yapıyordu. İnsan, doğayı deneti altına alm ak için kullanm aya başladı araçlarını. Bunu başarm aya uğraşır­ ken doğanın insan istem inin (iradesinin) dışında kendi yasalarına göre yönetildiğini anladı. Çevresinde olup bi­ tenlerin nasıl olduğunu öğrenerek bu olayları gerçekleş­ tirm ek için ne yapm ası gerektiğini de öğrendi. Doğada ki yasaların nesnel gerekliliğini tanıyarak onları kendi am açlan uğrunda kullanm a gücünü elde etti. Bu yasala rın kölesi olm aktan k u rtu lu p onlara hükm etm eyi bn şardı. Öte yandan doğal yasalan n m nesnel gerekliliğini anlaya 9

m adiği sürece, çevresindeki dünyayı kendi isteğine kal­ m ış b ir hareketle değiştirebileceğini sandı. Büyünün te­ meli de budur. Büyüyü, gerçek tekniğin eksiklerini ta ­ m am layan aldatıcı b ir teknik olarak tanım layabiliriz; ya da daha doğrusu, gerçek tekniğin öznel görünüşüdür bu. Büyücülük ilkel insanların, gerçekleşmesini istedik­ leri doğal süreci benzetleyerek istem lerini çevrelerine uygulam aları hareketidir. Yağmur yağm asını istiyorlar­ sa, bulutların birikm esini, gök gürlem esini, yağm urun boşanm asını benzetleyen b ir dans yaparlar. Bu ülkede bile, elden günden uzak bölgelerde düşm anının balmum undan heykelini yapıp üzerine iğne batıran, ya da ateş­ te eriten insanların varlığını duyarız zam an zaman. Büyü budur. Olması istenen gerçeklik — sevilmeyen kişinin yok edilmesi — benzetleme yoluyla yerine getirilir.2 Başlangıç evrelerinde üretim çalışm ası topluca ya­ pılırdı. B ir çok insan el birliği yaparak birlikte çalışırdı. Bu koşullar altında araçların kullanılm ası yeni b ir bil­ dirişm e yolu çıkardı ortaya. Hayvan seslerinin anlatım ı sınırlıdır. Sesler insanda açık seçiklik kazanmış, gelişip düzenlenerek çalışan toplulukların hareketleri arasında b ir uyum sağlam ıştır. Böylece, insan araçları bulm akla konuşmayı da bulm uştur. Ellerle beyin arasındaki bağ gene karşım ıza çıkıyor. îlk olarak oyuncak b ir çekici kullanm aya çalışan küçük bir çocuğa bakacak olursak, daha başlangıçta araç kullanm aya kalkıldığında ne büyük b ir çaba sarfedildiğini az çok anlarız. Topluluklar tıpkı b ir küçükler orkestrasındaki çocuklar gibi birlikte çalışıyorlardı, el­ lerin ve ayakların her hareketi, taşa ve değneğe h er do­ kunuş b ir ağızdan söylenen b ir ezgiye göre ayarlanıyor­ du. Bu ezginin eşliği olm adan iş yapılam ıyordu. Böylece 10

konuşm a asıl üretim tekniğinin b ir parçası olarak o rta ­ ya çıktı.3 insanların ustalığı arttık ça bu ezginin eşliği de ge­ rekli olm aktan uzaklaştı, işçiler kendi başlarına çalışma yeteneğini edindiler. Ama toplu davranış o rtad an kalk­ madı. B ir işe başlam adan önce onun b ir provası olarak, daha önce işin kendinden ayrılam ayacak olan hareket­ leri düzene sokan topluluğu canlandıran b ir dans ola­ rak, yaşam aya devam etti. Vahşilerin bugün bile yaptık­ ları yansılam a (m im etic) dansları bunlardır. Bu arada konuşm a gelişti. Araçların kullanılm asın­ da yönetici b ir eşlik olm aktan çıktı, bireyler arasında, açık seçik, bütünüyle belirli b ir bildirişm e yolu, yani bu­ gün anladığım ız anlam da dil oldu. Y ansılam a dansların­ da ise b ir söz sanatı olarak devam etti ve b u rad a büyü görevini korudu. Böylece b ü tün dillerde iki konuşm a bi­ çimi olduğunu görüyoruz: biri, insanların birbirleriyle bildirişm elerine yarayan bildiğim iz günlük konuşm a; öbürü de, toplu olarak törenlerde kullanılan, daha yoğun, olağan dışı, ritim li ve büyüsel olan şiirsel konuşm a. Bu açıklam a doğruysa, şiir dili genel olarak ritim r müzik ve düş niteliğini daha çok koruduğu için konuşm a dilinden daha ilkeldir. Elbette, sadece b ir varsayım bu, am a ilkel diller üzerine bildiklerim iz de bu varsayımı doğruluyor. Bu dillerde şiirsel ve günlük konuşm a a ta ­ sında tam b ir ayrım ın iyice belirm ediğini görüyoruz. İlkel insanların kom ışm alarında belli b ir ritm in yanısıra oynak, ezgisel b ir vurgu ve bol el hareketleri vaı dır. Kimi dillerde vurgu öylesine ezgisel, anlam a öyle­ sine bağlıdır ki, b ir tü rk ü bestelendiğinde, türkünün ha vasmı daha çok konuşulan sözün doğal müziği belirler 11

Konuşan kimse de, sözünü ettiğim îrlan d alı köylü kadın gibi, arada coşarak yarı şiirsel b ir dil kullanm a eğilimin­ dedir. Bu özelliklerin ilk ikisine değilse bile, sonuncusu­ na b ir örnek verebiliriz burada. B ir Isviçre’li m isyoner Umbosi dem iryolu yakınla­ rında, Zulu bölgesinde kam p kurm uş. Y erliler için Um­ bosi dem iryolu D urban’a, Ladysm ith’e, Johannesburg’a yapılan yolculuk dem ekmiş — delikanlıların seçim hakkı vergisi yüzünden sazdan kulübelerini b ırakıp m aden ocaklarında gençliklerini tüketm ek için, genç kızların çoğunun da arka sokaklarda genelevlerde çalışarak daha korkunç b ir durum a düşm ek için h er yıl çıktıkları yol­ culuk. M isyonerin kam pındaki yerli uşaklardan birinin bulaşık yıkarken şu sözleri m ırıldandığı duyulm uş : Uzaktan hom urdanıp gelen, Delikanlıları ezip geçen. K arılarım ızı baştan çıkaran. Bizi bırakıp kentlere gidiyorlar, kötü oluyorlar. Irz düşmanı! Bizse yalnız kalıyoruz bu rad a.4 işte sanat kaygısı olm ayan b ir söylenme daha. Yaşlı b ir uşağın kendi kendine m ırıldandığı sözler, am a gene de şiir bu. Tren adam ın dikkatini çekiyor. B ulaşıkları unutuyor. Sonra treni de unutuyor. Tren tren olm aktan çıkıp en çok sevdiklerini yok eden b ir gücün simgesi olu­ yor. Bilinçaltının dilsiz yakınm ası b ir açıklanm a yolu buluyor. Sonra trenin gürültüsü kayboluyor, adam da bulaşıklarına dönüyor. Demek ki ilkel insanların konuşm aları ancak şiir için düşündüğüm üz ölçüde ritim li, ezgisel ve olağan dı­ 12

şıdır. Bu insanların günlük konuşm aları şiirselse, şiirleri de büyüseldir. Bildikleri şiir tü rk ü d ü r, tü rk ü söyleyişleri ise her zam an gövdesel b ir hareket eşliğindedir, ve b ir büyü görevini yerine getirir. Dış dünyayı öykünme (ta k ­ lit) yoluyla etkilem e — düşü gerçeğe uygulam a am a­ cını güder. M aorilerin b ir patates dansı vardır. K örpe ürünlerin doğu rüzgârlarından zarar görm esi söz konusudur, b u ­ nun için genç kızlar tarlalara gidip dans ederler, gövde­ leriyle rüzgârın esişini, yağm urun yağışım, b itkilerin bü­ yüyüp yeşerm esini tem sil ederler; b ir yandan da tü rk ü söyleyerek bitkilerin de kendilerine uym asını dilerler.5 Gerçekleşmesini istedikleri sonucu düşsel b ir biçim de yerine getirirler. Bu, asıl tekniğin b ir tam am layıcısı olan aldatıcı b ir teknik, yani büyücülüktür. Ama aldatıcı da olsa, boş b ir şey değildir bu. Dansın p atatesler üzerinde doğrudan doğruya b ir etkisi olm ayabilir, am a dansa ka­ tılan kızlar üzerinde hiç de küçüm senm eyecek b ir etkisi vardır. D ansın patatesleri koruyacağı inancıyla esinlene­ rek, daha büyük b ir güven ve güçle tarlaların a bakm aya başlarlar. Böylelikle dansın ü rü n ler üzerinde de b ir et­ kisi görülür sonunda. Bu dans kızların gerçeklik karşı­ sındaki öznel tutum larını, dolaylı olarak da gerçekliği değiştirm iş olur. M aoriler Polinezyalıdır. Yeni H ebrid adalarında ya­ şayanlar da öyle. B unların değişik ritim li iki bölüm den meydana gelen geleneksel b ir tü rk ü tü rleri vardır. B irin­ ci bölüm e «yaprak», ikinci bölüm e «meyve» derler.6 B ir başka Polinezya adası olan Tikopia’da ise üç bölüm lük b ir tü rk ü tü rü var. Birinci bölüm e verilen ad «ağaç göv­ desinin tabanı», ikinci bölüm ünkü «ara sözler», üçüncü bölüm ünkü ise «meyve demeti» anlam ına geliyor.7 Bu terim ler de gösteriyor ki b u tü rk ü tü rleri Maori kızları13

nınkine benzeyen yansılam a danslarının evrim i sonunda ortaya çıkm ıştır. Biraz daha ilerletelim uslam lam am ızı. Aşağıdaki alıntı M alinowski’nin T robriand A dalannda topladığı okuyup üflem e dualarından biri: Geçer, geçer, Kaval kem iğinin acısı geçer, Derinde açılan yara geçer, K arnındaki derin sızı geçer, Geçer, geçer.8 Şiirsel diyebileceğimiz b ir şey değil bu şiirin konusu. Ama biçimi şiirsel. M alinowski’nin de belirttiği gibi, b u dua­ ların dilinin özelliği, «sesçil ve ritim li olm ası, eğretilem e ve ses yineleme etm enlerinin zenginliği, garip titreşim ­ ler ve tek rarlard an yararlanm asıdır.» Gerçekleşmesini istediğin şeyin gerçekliğini öne sürerek onu gerçekleştir­ miş oluyorsun. Bu öne sürüşte kullandığın dil de, özle­ nen gerçekliğin yerine gelmesi için yaptığın yansılam a dansındaki coşkun müziğin yankılarını taşıyor. Bu da, b ir kayanın içinde yaşadıkları söylenen iki kadına söylenen b ir Yeni H ebrid türküsü: Türkü duyuluyor, tü rk ü bağırıyor, T ürkü bağırıyor, gelsin karım olsun! O rada duran kadın. Oradaki iki kadın, K utsal kayadaki kadınlar, K ayanın içinde oturan, kayanın içinde yaşayan, Türkü bağırıyor, ikisi de dışarı çıksın!8 f* -

B urada düşle gerçeği b irbirine k arıştıran b ir anlatım 14

yerine, b ir buyrukla karşı karşıyayız. Ama bu buyruk doğrudan doğruya ilgili kim selere yöneltilm iyor. T ürkü­ nün büyüleme gücünün aracılığıyla açıklanıyor. Türkü doğaüstü b ir güç olarak beliriyor. B undan sonraki örneğim b ir Alman orm ancı tü r­ küsü : Klinge du, klinge du, Waldung, Schalle du, schalle du, Halde, Halle w ider, halle w ider, Hainlein, Töne w ider, grösser Laubwald, W ider meine gute Stim me, W ider meine goldne Kehle, W ider mein Lied, das lieblichste! Wo die Stim m e zu verstehen ist, W erden bald die Büsche brechen, Schichten sich von selbst die Stam me, Stapeln sich von selbst die Scheiter, Fügen sich zum H of die K lafter, H aufen sich im Hof die Schober Ohne junger M änner Zutun Ohne die geschärften Aexte.10 O rm ancılar türkülerinin karşılığında ağaçların devrilm e­ si, k ütükler halinde orm andan yuvarlanarak avluya yığıl­ m aları için sesleniyorlar. Bu şiirdir. O rm ancılar söyle­ dikleri şeylerin olmayacağını bilirler, am a olacakm ış gi­ bi davranm ak çalışm alarına hız verir. Ş iir büyüden çıkıp gelişm iştir. Daha sonraki örneğim de eski b ir bilicilik şiiri, İ r ­ landa'dan : 15

îyi haberler: deniz bereketli, kıyılar dalgalı, gülümseyen korular; tılsım uçuyor, meyveler tom urcuklanıyor, tarlalar başak dolu, arılar vızıldıyor, yeryüzü sevinç içinde, barış ve bolluk, m utlu gelen yaz.11 Uğurlu, iyi b ir mevsimin gelmesi için b ir bilicinin oku­ duğu dua bu. Özlenen gerçeklik daha o anda gelm iş gibi tanımlanıyor. Böylece, nerdeyse sezilmesi güç b ir gelişmeyle çok iyi bildiğimiz b ir şiir türüyle karşı karşıya geliyoruz: Yaz mevsimi geliyor, Şakıyor guguk kuşu! Tohum başakta, çayır rüzgârda O rm an yeşeriyor gene — Öt guguk kuşu! B ir gerçeği bildiriyor b u sözler, am a gene de b ir buyruk var sonunda. Kökleri A vrupa'daki köylü yaşayışına ka­ d ar inen mevsimlerle ilgili olan b u türküler, toplu yaşa­ m a düzeninin isteklerinin gerçekleşmesini kutlam ak için bestelenirdi. Ama bu kutlam ada b ir duanın yankıları sü­ rü p gitm ektedir. Ş iir büyüden çıkıp gelişm iştir. Parlak yıldız, ben de senin gibi değişmez olsam! Neden şairler olm ayacak şeyleri özlerler? Çünkü şiirin, büyüden aldığı, başlıca görevi b u d u r da ondan. Yansıla­ m a danslarının coşturuculuğuna kendini k ap tıran aç, korkm uş vahşiler doğa karşısındaki güçsüzlüklerini ger­ çek dünyanın, dış dünyanın bilincinden uzaklaşıp, özle­ 16

dikleri dünyaya, bilinçaltına, düşlerdeki iç dünyaya ge­ çişlerini ruh ve bedenlerinin katıldığı yoğun b ir esrim e içinde dile getiriyorlardı. İn san ü stü b ir çabayla düşleri­ ni gerçekliğe dönüştürm eye çalışıyorlardı. B unu başaram ıyorlardı, am a çabaları da boşa gitm iyordu. Böylece kendileriyle çevreleri arasındaki fiziksel çatışm a çözüm­ leniyor, denge sağlanm ış oluyordu. Öyle ki, gerçekliğe döndüklerinde, gerçeklikle daha iyi başedebilecek b ir du­ rum a çelmiş oluyorlardı. Parlak yıldız, ben de senin gibi değişmez olsam! K oşulları hatırlayın. K eats yirm i d ö rt yaşında, sağlığı için son b ir çabayla İtalya'ya gitm ek üzere yola çıkmış. Fanny B raw ne'u son olarak görmüş. Manş denizinde kö­ tü hava yüzünden gemisi Lulw orth körfezine sığınmış. Keats b urada karaya çıkıyor — İngiliz toprağında son dolaşm ası. Akşam üstü gemiye dönüyor ve Shakespeare’ in şiirleri olan b ir kitabın arkasına bu soneyi yazıyor. D ört ay sonra da İtaly a’da verem den ölüyor. P arlak yıldız, ben de senin gibi değişmez olsam! Bilinçli b ir istek b u — ölm ekte olan b ir insanın isteği. Ama daha o anda şiirsel anılarla yüklü : Ama ben K utup yıldızı gibi kım ıldam am yerim den, Diretip yerinden ayrılm am akta Göklerde eşi olm ayan o yıldız gibi. Bu sözler boşanan b ir zem berek gibi kendi düşlerini h a­ rekete geçiriyor. Hayal gücü yüksekliklere doğru genişli­ yor. Kendisini yıldızla, ayla özdeş görüyor. İnsanlık ta ri­ 17

hinin başlangıcından beri sonsuz hayatın b ir simgesi ola­ rak gizemsel b ir tapınm a kaynağı olm uştur ay. Keats gözünü aydan çevirip, körfezde sallanan gemisinden, bu gezegeni belirten çizgilerin üzerinde alçalıp yükselen su­ lara b a k ıy o r: Yapayalnız, görkemiyle gecenin doruğundan, D oğanın sabırlı Dervişi gibi, K apanm ayan gözlerle bakakalm am ak Yeryüzünün kıyılarında su dökünüp Dua eden keşişler gibi koşuşan dalgalara, Ya da dağlara, fundalıklara ilk yağan k arın Yum uşak örtüsüne dalıp gitm em ek — Sonra, böylece sonsuzluğa çekilmiş, hâlâ gem inin uyutu­ cu sallanışını duyarak ve ölüm süzlüğe erişm iş olarak yeryüzüne iniyor : Hayır, am a gene de aynı, gene de değişmeden, Y aslanıp sevdiğimin k ab aran göğsüne, Hep onun yum uşak alçalıp yükselişini duymak, O tatlı sallantıyla h er an uyanık, Dinlemek, durm aksızın o ılık soluyuşu, Ve hep böyle yaşam ak — Ama olanaksızdır bu. Ölümsüz aşk olamaz. Ve hep böyle yaşam ak, ya da hiç uyanm am ak. Uyanır. Geminin sallanışıyla gelen b ir düş gibidir bu. Ama bu düşün yardım ıyla üstündeki sıkıntıyı atm ıştır. Kafası dinçliğini yeniden kazanm ıştır. Dünya nesnel ola­ rak gene 18

Gençliğin solup eriyerek öldüğü dünyadır, am a şairin b u dünyaya k arşı öznel tu tu m u de­ ğişm iştir. Bu yüzden, şair için a rtık aynı dünya değildir, işte bu, büyünün olduğu gibi, şiirin de diyalektiğidir.

19

II. RİTİM VE ÇALIŞMA Bu bölüm e m etin olarak Y eats’in Denem eler'inden b ir cümleyi alıyorum : «Müzik biçim leriyle konuşm a ara­ sındaki ilişki sanat yaratıcılığının olduğu kadar, bilim in de inceleme konusu olacaktır.»12 R itm i en geniş anlam ıyla perde ve tem posu belli aralıklarla düzenlenmiş sesler dizisi olarak tanım layabi­ liriz. Fizyolojik b ir başlangıcı v ar bunun kuşkusuz — bel­ ki de yüreğin vuruşuna bağlanabilecek b ir başlangıcı. Ama o düzeyde insanlarla hayvanların o rtak b ir niteliği bu. B urada, ne olursa olsun, ritm in fiziksel doğuşuyla değil de, insanın onu ne durum a getirdiğiyle ilgiliyiz. Ben insan ritm inin araçların kullanılm asıyla başladığını ileri süreceğim. Hepimiz biliyoruz ki, çocuklar yazı yazmayı öğrenir­ ken, sık sık elleriyle birlikte dillerini de kım ıldatırlar, kim i zam an yazdıkları kelimeyi yüksek sesle söyledik­ leri bile olur — dinleyen b iri olduğu için değil de, elin kalem i hareket ettirm esine yardım etm ek için yaparlar bunu. Düşünm eden yapılan b ir h arek e ttir bu. Aslında beyinde eli hareket ettiren alandan dili denetleyen alana b ir taşm a olur. Çocuk yaza yaza kolaylık kazanınca, bu taşm a ortadan kalkar. K ütük ya da taş kaldırm ak gibi ağır iş yapan b ir 20

adam da, kaslarını zorlayacak h e r h arek etten önce derin b ir soluk alm ak için du ru r, soluk borusunu kapar; kas­ ları gevşeyince de ciğerlerindeki soluğu çıkarır, böylece ses tellerinin titreşim inden anlaşılm az b ir h o m u rtu du­ yulur. Çocuklar konuşurken ilkel in san lar gibi ellerini kol­ larım kullanırlar. El kol kullanm anın görevi sadece söy­ leneni başkalarının anlam asına yardım etm ek değildir. Çocuklar kendi araların d a konuşurlarken de kullan ırlar ellerini kollarını. Daha önce anlattıklarım ız gibi içgüdü­ sel b ir h arek ettir bu. Ses organlarının hareketleriyle göv­ denin kaslarındaki öb ü r h arek etler birb irin e k arışır sanki. Bizim için önce konuşm a, sonra el kol hareketi gelir, am a ilk atalarım ız için bunun böyle olduğu söyle­ nemez. Yarım yüzyıl önce, b u görüşlere dayanarak, Bücher, konuşm anın, araçların kullanılm asında kasların zorlan­ m asıyla ses organlarında ortaya çıkan tepkeli hareketle­ rin b ir evrim i olduğunu ileri sürdü. E ller ustalaştıkça, ses organları da gelişti, sonunda bilinçlenen insan b u tepkeli hareketleri toplum un tanıyabileceği b ir b ildiriş­ me düzeni olarak geliştirdi. Varsayım a dayanıyor b ü tü n bunlar, am a ritim le ça­ lışm a arasındaki ilişkinin yakınlığı daha som ut b ir ka­ n ıtta da beliriyor. Bugün, batı A vrupa'da bile, b ir takım iş tü rk ü lerin in varlığını biliyoruz.13 D okum acıların, orakçıların, denizci­ lerin ve daha b ir çoklarının söyledikleri tü rk ü ler dem ek istiyorum . Bu tü rk ü lerin görevi ü retim işine ritim li, coş­ tu ru cu b ir nitelik k atarak onu hızlandırm aktır. îplikçi kız, tü rk ü sü çıkrığım döndürecek diye tü rk ü söyler; söy­ lediği tü rk ü kendisinin çıkrığı döndürm esine yardım et­ tiği için de, çıkrığın dönm esini kolaylaştırm ış olur. Bü­ 21

yüye çok yakm birşey bu. Belli duru m lard a b u türküle­ rin büyücülükte söylenen ezgiler olarak ortaya çıktıkları tanıtlanabilir. K ü ltü r tarihinin h er dönem inde, yeryüzünün her yanında iş türkülerine rastlan ır — sadece m akinalarm uğultusu bazı yerlerde b u tü rlü tü rk ü leri b astırm ıştır, îş türküleri b ir takım anlam lı değişimlere rağm en dille çalışm a arasındaki ilk ilişkiyi korudukları için bizim am acım ız bakım ından da özel b ir önem taşırlar. B ir iki örnek verelim. K ürek çekme işi değişikliği olm ayan, düzenli aralık­ larla yapılan basit b ir işlem dir. K ürekçilerin tem po tu t­ m ası için en yalın biçimiyle iki heceli b ir heyam ola kul­ lanılır: Ho-hop! İkinci hece küreklere asılm ayı b elirtir; birincisi ise hazırlayıcı b ir işarettir. B ir gem inin yönünü değiştirm ek kürek çekm ekten daha ağır b ir iştir, bu yüzden zorlanm a anları daha uzun bölüm lere ayrılm ıştır. Bu da İrlandalIların Ho-li-ho-hup! diye bağırdıkları heyam olada olduğu gibi hazırlayıcı he­ ceye yayılma olanağı sağlar. Kimi zam an R usların heya­ m olasında olduğu gibi son hece b ir rahatlam a hecesidir: E—yuh—nyem! Kimi d urum larda ise bu heyam olaların ya tüm üyle ya da b ir bölüm üyle açık seçiklik kazandık­ ları görülür: Heave—o—ho! H aul away! (Y elkenler fora!) İki heceli yalın iş heyam olalarının değişen ve değiş­ meyen öğelerinin, dansta ayağın kaldırılışını ve indirili­ şini belirten ölçülü düzenin vurgusu ve durgusu olduk­ ları anlaşılıyor^ Demek ki, ritim de vurgu ilkel çalışma süreciyle, sürekli olarak ağaç küçüklerini çekm ek ya da belli b ir aracı değneğe, taşa vurm akla başlıyor. İnsanlık tarihinin ta başlangıcına, insanın insan olduğu döneme uzandığı için de bizi böyle derinden sarıyor. Aşağıdaki türküyü de daha önce andığımız İsviçreli 22

misyoner, yol boyunda Avrupalı işveren için taş kıran Thonga’lı b ir çocuktan duym uş : Bize kötü davranıyorlar, ehe! Bize hiç acım ıyorlar, ehe! Kahvelerini içiyorlar, ehe! Bize hiç verm iyorlar, ehe! H er dizede tekrarlanan ehe çekicin vuruşunu belirten ça­ lışm a heyam olasıdır. Değişmeyen öğe bu sestir. H er di­ zede bu değişmeyen sesten önce gelen anlaşılır sözlerse, işçinin yaptığı işe karşı öznel tu tu m u n u açıklar. Haydi, asıl küreğe! Nasıl taşıyor çarpan yüreğim Gözlerinde çakan ışıkla, Ey Puhi-huia! Haydi, asıl küreğe! B ir Maori kayıkçı tü rk ü sü d ü r bu. Kürekçi-başı belli ara­ larla heyam ola çekiyor, heyam olaların arasında da kayık­ ta bulunan oymak beyinin kızına şiirler düzüyor. Şiirin uydurulm ası sırasında kelim elerin ritm iyle tem po tu tu l­ m uş oluyor. Heyamola görevselliğini yitirm iş değildir, am a nerdeyse nak arat olm a yolunu tu tm uştur. B undan sonraki örneğim Volga kürekçilerinin tü r küsü : E-yuh--nyem! e--yuh~nyerri! Yeşço razik! yeşço da raz! Razovyom mi beryozu, razovyom mi kudriavu! Aida da, aida! razovyom! Aida da, aida, kudriavu! E-yuh-nyem ! e-yuh~nyem! Yeşço razik! yeşço da raz!16 23

B urada yapılan işi kolaylaştırm ak için uydurulan yürek­ lendirm e sözlerinin başına ve sonuna bu sözleri içine alan ve tanım layan heyam ola ekleniyor. îş türküleri çalışm a sırasında, zorlanm a a n la n ara­ sında uydurulan değişik sözlerin çoğalmasıyla gelişmiş­ tir. İşçiler çalışırken geleneksel bilgi dağarcıklarına göre b ir şeyler düşünürler, ya da k afalan n ı kurcalayan gün­ lük olaylar üstüne rasgele yorum larda bulunurlardı. Söz­ leri arasında zorba P ittak o s’a değinen —öğüt, değirmen, öğüt — nakaratlı eski b ir Yunan tü rk ü sü biliyoruz;17 ge­ ne aynı nakaratı kullanan çağdaş b ir Yunan türküsünde kocasını arayan candarm alara bilgi verm ek istemeyen b ir kadının arpa öğütürken uydurduğu sözlerle karşıla­ şıyoruz.18 Asıl işle ilgili olan n ak aratın değişmeden kal­ m a eğiliminde olduğu, değişen öğenin ise gününe göre biçim aldığı anlaşılıyor. H alk türkülerim izdeki anlaşıl­ maz noktalardan pek çoğunun b u belli sözlere esin kay­ nağı olan yaşayış düzeninin unutulm ası yüzünden ileri geldiği söylenebilir. Bu çeşit örneklere b ir yandan çalı­ şanları yüreklendirm eye yarayan, b ir yandan da K utsal K itabın öğretisini yayan zenci İlâhilerinde ve aşağıya al­ dığımız on sekizinci yüzyıl sonu İngiliz denizci tü rk ü ­ leri gibi türkülerde rastlan ır : Fransa kiralıydı Louis, Devrimden önce, Heyamola, kardaşlar! heyamola! Boynunu vurdular Louis’nin, ele geçince, Heyamola, kardaşlar! heyamola! Bu arada tü rk ü sanatı çalışm a sürecinden ayrıldı. T ürkü­ ler boş zam anlarda, dinlenm e saatlerinde uydurulm aya başlandı. Ama b u tü rk ü ler gene de geleneksel örneklere uyuyordu. Aşağıdaki tü rk ü O rta A frika'da beyaz gezgin­ 24

lerin eşyasını taşıyan yerlilerin b ir akşam üstü kam p ate­ şinin çevresinde söyledikleri b ir tü rk ü d ü r : K ötü beyaz adam uzaklaşır kıyıdan—puti, puti! Gideceğiz kötü beyaz adam ın ardından—puti, puti! Bize yemek verdiği sürece—puti, puti! Aşacağız dereleri, tepeleri—puti, puti! Bu koca bezirgânın kervanıyla—puti, p u ti!20 Bu türküyü söyleyerek uykuya dalarm ış yerliler. O anda uydurulan sözleri herkes tek er teker sırayla okurm uş, tek rarlanan puti (yiyecek anlam ına gelen b ir sözcük) sözü ise hep b ir ağızdan okunurm uş. Bu da bize hepim i­ zin bildiği solo ve koro düzenini açıklıyor. Iş heyam olası artık sadece b ir n ak arat olm uştur. Çalışma sürecinden kopunca, heyam olaların değiş­ mez öğesi de genişlemeye başladı. B ütünlüğü sağlayan düzenli te k ra r anlayışını tüm üyle o rtad an kaldırm aksızm ritim yapısında çeşitlilik sağladı ve sözcükler tam b ir açık seçiklik kazandı: Niye böyle kana boyalı kıhncın, Edw ard, E d w ard ’im? Niye böyle kana boyalı kıhncın, Niye böyle üzgünsün, oy? Sorma! zorlu şahanım a kıydım, Anam, anam ; Sorma! zorlu şahanım a kıydım, Şahansız kaldım , oy.21 (Türkçesi : Can Yücel) Böylece «ballad» dörtlüğüne gelmiş oluyoruz. 25

B u d ö rt­

lüklerde n ak ara t ortadan kalkıyor, ancak tez ve karşı-tez, hab er ve karşılık olarak dörtlüğün ritim yapısında beli­ riyor : B ir güzel otururm uş şu derenin düzünde, Aşağı dere boyunda, oy, B ir güzel, K athrine Jaffray adında, Nice yiğitlerin oynaşı, oy.22 Ballad biçim inde d ö rtlük b ir müzik cümlesi, beyit b ir müzik cümleciği, dize de b ir müzik birim idir. H er cüm lecikte iki birim , h er cüm lede de iki cüm lecik var­ dır. H er çiftte birbirine benzeyen, am a gene de ayrı olan birim lerin birbirlerini tam am ladığı görülür. Müzik ku­ ram cıları ikili biçim diyorlar buna: AB. Ballad biçim inin böyle müzik açısından yorum lan­ m ası sadece b ir benzeti değil, tek doğru çözümleme yön­ tem idir. O kullarda okutulan dilbilgisi, yaşayan dil ta ri­ hinden ne kadar uzaksa, ders kitaplarındaki şiir k u ral­ ları da yaşayan şiir tarihinden o k ad ar uzaktır. B aşlan­ gıçta b ir dans biçimiymiş ballad. Bugün bile Faro ada­ larında olduğu gibi A vrupa'nın bazı yerlerinde b ir dans biçimi olarak yaşar : «Koro başı balladı söyler ve ayak v u rarak tem po tu ­ tulur. Oyuncular, sözleri hareketleriyle belirtecekleri için koro başını dikkatle dinlerler. E ller b ir savaş p a tır­ tısı içinde sım sıkı kenetlenir; sevinçli b ir sıçram a, za­ feri belirtir. H er dörtlüğün sonunda b ü tü n oyuncular koroya katılır, am a dörtlüğün öb ü r dizelerini ancak ün yapm ış belli bir, iki kişi söyler.»23 M odem müzik kuram ının çözümsel ilkeleri, şiirin, müziğin ve dansın o rtak tem eli olan ritm in incelenm esi­ ne bağlıdır. 26

H alk türkülerim izin çoğu ikili biçim dedir, am a daha gelişmiş olanları da vardır. Örneğin, Volga kürekçileri­ nin türküsünde başına ve sonuna geleneksel heyam ola di­ zelerini alan ve durum a göre değişebilen b ir bölüm var­ dır. Müzik terim leriyle söylersek, birinci konuyu ikinci b ir konu izler, sonra ya birinci konu te k ra rlan ır ya da türküye devam edilir. Bu üçlü biçim dir: ABA. U sta eller­ de A2 sadece A l'in b ir tek rarı değildir: B ile koşullana­ rak yeni b ir biçim e girm iştir Al. Öyle ki, üçlü biçim ikili biçim den daha organik, daha diyalektik b ir nitelik taşır. M odem m üzikte geniş ölçüde işlenmesi de bu yüz­ dendir. Özetlersek: dans, müzik ve şiir dediğimiz üç sanat b ir tek sanat olarak başlam ıştır. Bu sanatların kaynağı topluca çalışm aya koyulan insan gövdelerinin ritim li ha­ reketleridir. Bu hareketin iki öğesi vardı : gövdesel ve sözlü. Birincisi dansın tohum unu taşıyordu, İkincisi dilin. Dil ritm i belirtm ek için çıkarılan belirsiz sesler biçim inde başlayıp şiirsel ve konuşulan dile dönüştü. İn ­ san sesinden ayrılan belirsiz gürültüler araçların vuru­ şuyla elde edilerek çalgısal müziğin çekirdeğini ortaya çıkardı. Bizim anladığım ız anlam daki şiirin gerçekleşmesi için atılan ilk adım dansın b ir yana bırakılm asıydı. BöyIece tü rk ü ortaya çıktı. Türküde şiir müziğin özü, müzik de şiirin biçim idir. Daha sonra bu ikisi de birbirinden ayrıldı. Şiir türküden aldığı biçimi kendi m antığının özüne göre yalınlaştırarak korudu, ritim yapısı şiirin biçi­ mi oldu. Şiir, ritim düzenine bağlı olm aksızın, kendi iç bütünlüğü olan b ir hikâye anlatır. Böylece, daha sonra­ ları şiirden düzyazı ile yazılmış hikâyeler ve rom anlar doğm uş oldu. B unlarda şiir dilinin yerini kpnuşm a dili almış, ayrıca, konu uyum lu ve dengeli b ir biçim gerek27

tirm iyorsa, ritim de kullanılm az olm uştu. Bu arada salt çalgısal b ir müzik tü rü gelişti. Senfo­ ni rom anın b ir karşıtlam asıdır. Roman ritim siz sözcük­ lerse, senfoni de sözsüz ritim dir. Bu, elbette, rom an bi­ çimden, müzik de özden yoksundur, anlam ına gelmez. R om ana biçim ini anlatılan olayların sıralanışı verir; sen­ foninin, ve genellikle klâsik müziğin, özünü ise halk tü r­ külerinden ve danslarından alm an havalarda, bunlarla ilgili sözlerde aram ak gerekir. Ne var ki, b u m üzik tü rü özellikle sözlerden bu denli uzaklaştığı için incelediğimiz ritim ilkelerini görülm em iş ölçüde geliştirm iştir. Bu il­ keler böylece müzik sanatının özel gelişme alanı sayıl­ m aya başlam ıştır. Biz «müziksel biçim» diyoruz buna. Ama müzik duygusuyla incelediğimiz zam an, şiirde — şiirin yalnız ritim düzeninde değil, özünde — b u ilke­ lerin kalıntılarım görebiliriz. Şimdi yalnız bu düşünce­ mizi açıklam akla kalm ayıp şiirin büyüye nasıl bağlı oldu­ ğunu gösterecek iki örneğe bakalım . S appho’nun A phrodite’ye Y ak an ş’ı Avrupanm en es­ ki lirik şiiridir. Hem de lir eşliğinde söylenen gerçekten lirik b ir şiir, b ir türkü. Sappho kendilerini A phrodite ta ­ pınm alarına adayan dinsel b ir genç kızlar dem eğinin önderiym iş. Tutkuyla bağlandığı kızlardan b iri S appho'nun sevgisine karşılık vermemiş. Ey tah tı ışıl ışıl ölüm süz Aphrodite, Ulu Zeus'un düzenci kızı, Y alvarırım yüreğim i acılarla dağlama! Y ardım ım a gel gene, hani eskiden Sesimi duyunca nasıl çıkıp Babanın sarayından, k an at çırpan kuşların 28

Çektiği yaldızlı arab an a biner, Yeryüzüne inerdin bulutsuz m avilikten; Ölümsüz dudağında o aydınlık gülüşle sorardm , «Gene nen var?» derdin, «nedir gene Deli gönlünü çelen? Tılsım ım la kim i B aştan çıkarıp yollam am gerekiyor koynuna? Söyle, Sappho, kim seni üzen? Kaçıyorsa, kaçsın, bırak, Y akında o senin ard ın a düşecek, Bugün alm ıyorsa verdiklerini, Y arın o sana arm ağanlar verecek; Seni sevmiyorsa, istem ese de, er geç sevecek.» Geleceğin varsa, şim di gel, k u rta r beni K uşkudan, ne diliyorsa gönlüm Yerine getir, sen de katıl benim le savaşa! Sappho dileğini açıklayarak başlıyor söze. Sonra bu­ na benzer yakarışlarının nasıl karşılandığını hatırlıyor. Sonra yeniden A phrodite’ye yakarıyor. Bu bilinçli b ir sanatçının ustalıkla kullandığı üçlü biçim dir. Y akarış olumsuz, çekim ser b ir havayla başlıyor, olum lu, güvenli b ir havayla sona eriyor. Sanki arad a olup b iten ler dile­ ğinin yerine getirileceği inancını verm iştir Sappho'ya. Arada olup bitenler nedir? A phrodite’ye geçmişi ha­ tırlatıy o r Sappho. «Eskiden... nasıl... geldiysen... gene gel.» Geleneksel b ir şeyd\ bu. T anrılara yakardığınız za­ man, daha önce onlardan yardım gördüğünüz, size iyi davrandıkları zam anlan h atırlatarak isteğinizi pekişti­ rirdiniz. B ir tapınm a biçim iydi bu. Tapınm a da bizi bü­ yüye götürüyor. Büyücülükte olm asını istediğin şeyi, ha­ yal gücünde oldurursun. S appho’nun da b u rad a yaptığı 29

bu. Ne var ki, eylem yerine, dansetm e yerine b u rad a sa­ dece hayal gücünün harekete geçmesi var. Sappho, ta n rı­ çaya gelmesi için yalvarıyor; sonra gelişini canlandırıyor kafasında — onu görüyor, sesini duyuyor; sonra da ha­ yal gücünün bu çabasıyla coşup daha b ir güven kazanı­ yor ve yeniden yakarıyor tanrıçaya. B üyünün san ata dö­ nüşm esidir bu. İngiliz şiirinde müziksel biçim in b u çeşit kalıntı­ ları tek tüktür, bu yüzden şiirin kaynakları ile ilgilenme­ yen eleştirm enler görem em işlerdir bunları. Oysa Shakesp eare’in şu sonesini hepsi bilir: Düşünce insanların ve kaderin gözünden Afarozlular gibi, yapayalnız ağlarım ; İrk ilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden, B ahtım a lânet okur, yüreğim i dağlarım ; Talihi yâver giden herkese gıpta eder, Şu denli güzel olsam, dostlarım olsa derim ; Şunda sanata, bunda dehâya içim gider, Oysa solda sıfırdır yapm ak istediklerim ; K endim den iğrenirken aklım sana doğrulup Gönlüm kara dünyayı gerilerde b ırakır, Gün doğarken yükselen b ir ta rla kuşu olup Cennet kapılarında kutsal ezgiler şakır; Öyle b ir servettir ki sevgini anm ak bile, S ultanlarla yer değiş deseler de nafile.24 (T ü rk ç e si: Talât Sait H alm an) Bu on d ö rt dizede şairin dünyaya karşı olan tu tu ­ m unda b ir dönüşüm oluyor. Başlangıçta kendine kulak vermeyen göklere karşı göz yaşı döken afarozlu biriyken, sonunda cennetin kapısında övgüler okuyan b ir kıral oluyor. Büyük b ir um utsuzluk havası içinde başlayan 30

şiir b ir zafer türküsünün coşkunluğuyla bitiyor. Dünyaya karşı olan tutum um uzda b ir dönüşüm ya­ ratm ak. B undan önceki bölüm de, şiirin özüyle — dua­ larla, m evsimlik türkülerle ve K eats’in o sonesiyle — başlayıp şiirin başlıca görevinin bu olduğunu ileri sür­ m üştüm . Şiirin biçim ini incelediğimizde de aynı sonuca varm ış oluyoruz.

31

III. DOĞAÇTAN SÖYLEME VE ESİNLENME Bizim dünyam ızda doğaçtan şiir düzen kim se yok gibidir hem en hemen. Kâğıt kalem işidir bizim için şiir. Çağdaş şairler arasında şiirleri yüksek sesle okunm am ış olanlar bile vardır. Bu şiirler yazılmış, basılm ış, yayın­ lanm ıştır. Satın alan kişilerce de sessizce okunm uşlardır. Bizim şiirim iz konuşm a dilinden daha güç, belli ölçüde b ir ön çalışmayı gerektiren yazılı b ir sanattır. Yeni şiirin bu özelliğinin yepyeni b ir özellik olduğu­ nu unutm am ak gerekir. Eski ve O rta Çağlarda, h a ttâ bugün bile köylüler arasında şairle halkı birbirinden ayıran okur-yazarlık gibi b ir engel yoktur. Gerçi günlük dilden ayrıdır şairin dili, am a gene de hem kendisinin hem de halkın kullandığı konuşm a dilidir bu. H erkesten daha büyük b ir kolaylıkla kullanır b u dili, am a b u da kendisinin dil konusunda daha ustalaşm ış olm asından­ dır. Böyle b ir düzende herkes şaird ir b ir yere kadar. Bu yüzden de adsız kişilerin san atıd ır halk şiiri. Günlük yaşayış içinde kendiliğinden doğar, doğaçtan söyleme ye­ teneği tükeninceye dek, renk değiştire değiştire, ağızdan ağıza, babadan oğula, yüzyıldan yüzyıla geçer. Bu d u ru ­ m unda kendine özgü niteliğini korusa ve b u niteliği işçi­ lik açısından son derecede yetkin olsa bile, bilinçli sa­ n at niteliğinden yoksundur. Asıl eksiği b u d u r h alk şiiri32

nin: apayrı b ir kişiliğin dam gası. Bu da, halk şiiri b ir kişinin değil, bütü n b ir topluluğun ü rü n ü olduğu için, kaçınılm az b ir eksiktir. Uygar şiir oldukça bireyselleş­ miş b ir toplum un eseridir. Öbür yandan, şiirin görevi h er zam an olduğu gibi, gene de bilincimizi duyular dünyasından düşler dünyası­ na çekm ektir. Şiir diliyle konuşm a dilini karşılaştırdığı­ mız zam an şiir dilinin daha ritim li, daha düşsel, daha biiyüsel olduğunu gördük. Bilinçli yaşayışımızda bizi in­ san olarak belirleyen ekonom ik, toplum sal ve kültürel öğeler en etkin, bireysel ayrım lar en belirgin durum larm dadırlar. Öyle ki, nasıl günlük yaşayışımızın düşün­ me süreçleri bireyler arasındaki en büyük çeşitliliği be­ lirtiyorsa, b u düşünm e süreçlerinin dili olan günlük ko­ nuşm a da en özgür bireysel anlatım yolu olarak beliri­ yor. Ama duyular dünyasından çekilip uykuya ve düş­ lere daldığım ız zaman, kişiliğimiz de uyuyor ve günlük (bilinçli) yaşayışımızda toplum un baskısı altında kalan hepimize özgü tem el içtepiler ve istekler b u baskıdan kurtulm uş oluyor. Düş dünyam ız uyanık yaşayışımızdan daha az bireyselleşm iş, daha b ü tü n b ir dünyadır. Bir çeşit düş dünyasıdır şiir. Gene Y eats'in b ir sö­ zünü anacağım : «Ritmin am acı düşünceye dalm a anını, uy u r ve uya­ nık olm a anını uzatm aktır; b ir yandan tekdüze b ir nin­ niyle bizi uyutm aya çalışırken b ir yandan da çeşitliliği ile uyanık tu tarak yapar bunu; bu esrim e içinde istem i­ mizin baskısından kurtulan düşüncelerim iz de kendini simgelerle açıklar.»25 , B uradaki «kurtulan» sözü tartışılabilir, am a konu­ muz için büyük b ir önem i yok bunun. Ş iir dili ritim li olduğu için ninni gibidir. Ama b ü tü n bütüne uyutan bir ninni gibi de değil. H erhangibir dilin hangi şiir tartısın ı 33

çözüm lersek çözümleyelim, düşüncelerim izi uykuyla uyanıklık arası b ir düş dünyasında şiirle büyülenm iş olarak tutm ak için Y eats'in söylediği tekdüzelik ve çeşit­ lilik, benzerlik ve başkalık karışım ını buluruz. İşte bu yüzden, b ir şair için esinlenm iş dediğimiz zam an kendisinin bu bilinç-altı düş dünyasında öb ü r in­ sanlar gibi yabancı olm adığını söylemek isteriz. Ş airler­ de üstün b ir «nesnelerin yüzeyinden özüne inme» yete­ neği vardır. Bu sürecin yardım ıyla iç dünyasındaki çeliş­ melerden, toplum la kendi arasındaki çatışm alardan kurtulm uş olur. Gerçekliğin düğüm leri düşlerde çözüm­ lenir. Ama çekildiği bu dünya günlük yaşayışından daha az bireyselleşm iş ve öbür insanlarla kendisi arasında or­ tak b ir dünya olduğu için, bu dünyanın yaşantısını yan­ sıtan şiiri de genel b ir tepki y aratır, başkalarının duyup da dile getirem edikleri duygulan dile getirerek onlar arasında b ir duygu ve düşünce yakınlaşm ası sağlar:20 Ve acıdan dili tutulunca insanın, b ir tan rı Çektiğimi anlatayım diye bana dil verm iş.27 İnsanların açıklayam adıkları, dile getirem edikleri özlem­ leri vardır. Ş air de açıklayam az bunları, am a esinlenme yeteneği ile dile getirir hiç değilse. Ş air özlem lerini dile getirince de, öbür insanlar kendi özlemlerini b u lu rlar şairin sözlerinde. Onun şiirini dinlerken şiirin yazılışının yaşantısını paylaşırlar şairle. Onunla aynı düş dünyasın­ da yaşar, aynı dinginliğe kavuşurlar. Y ansılam a danslarında, ilkel avcılar içlerinden b iri­ nin önderliğinde, büyük b ir istem gücüyle düşlerini ger­ çekleştirm ek için avın b aşarılı b ir uygulam asının prova­ sını yaparlar. Gerçekte b ü tü n yaptıkları doğa karşısın­ daki güçsüzlüklerini açığa vurm aktır. Ama açığa vur­ 34

m akla onu b ir dereceye k ad ar yenm iş olurlar. Dans so­ na erdiği zaman, avcı olarak daha önce kendilerinde olm ayan b ir üstünlük kazanm ışlardr. Şiirde aynı süreci daha yüksek b ir düzeyde görürüz. Uygar insan doğa üzerinde büyük ölçüde b ir üstünlük sağlam ayı başarm ıştır, am a ancak toplum sal ilişkilerini daha karm aşık b ir biçim e sokarak yapabilm iştir bunu. İlkel toplum yalındı, sınıfsızdı, doğaya karşı zayıf da ol­ sa birleşm iş b ir bütü n olarak çıkıyordu. Uygar toplum ­ sa daha karm aşık, daha zengin, daha güçlüdür, am a bü­ tün bunların kaçınılm az b ir sonucu olarak da h er zam an kendine karşı bölünm üştür. Böylece büyünün temeli olan toplum la doğa çatışm asından sonra şiirin temeli olan birey ve toplum çatışm ası ortaya çıkar. İlkel avcı­ ların dansını yöneten önder onlar için ne yapıyorsa, şair de bizim için aynı işi yapar. İlkel şair kendi başına çalışmaz. Dinleyicileri de iş­ birliği yapar onunla. K endisini dinleyen b ir kalabalığın ilgisi olm adan hiçbir şey yapam az. İlkel şair yazmaz, yüksek sesle okur. Şiirlerini durup düşünerek değil, do­ ğaçtan söyler. Kendisine esin geldiği zam an, dinleyen­ leri hem en bunun etkisini duyar. Hem en o şiire k ap tırır­ lar kendilerini. Bir şiir okurken ya da dinlerken bizim de duygulandığımız olur, am a öyle kolay kolay kendim iz­ den geçmeyiz, ilkel b ir topluluğun tepkisi daha az incel­ m iştir. Böyle durum larda b ü tü n topluluk kendini bir düş dünyasında bulur: herkes kendinden geçer. B atı İ r ­ landa’da sık sık rastladım buna. Şimdi, Onega Gölünde­ ki adalardan birinde, b ir Ruş halk şairinin kulübesinde nasıl tü rk ü söylediğini açıklayan şu sözleri dinleyin: «Utka öksürdü. H erkes kulak kesildi. Başını geriye attı, gülüm seyerek çevresine şöyle b ir baktı. Sabırsız, is­ tekli bakışları görünce hem en başladı türküsüne. Yavaş 35

yavaş değişti yaşlı türkücünün yüzü. B ütün kurnazlığı uçup gitti. Yapmacıksız, çocuksu b ir yüz oldu. Esin do­ lu b ir ışım ayla aydınlandı. Güvercin gibi gözleri büyü­ yüp parlam aya başladı, ik i dam la gözyaşı belirdi içle­ rinde. E sm er yüzü al al oldu, sinirli gırtlağı düğüm len­ meye başladı. Otuz yıl döşeğinden kalkam ayan M urom ’lu Uya ile birlikte acı çekiyor, haydut Solovey’in hakkın­ dan gelişine onunla birlik te seviniyordu. B ütün dinle­ yenler de tü rkünün kahram anı ile b irlik te yaşıyorlardı. Arada birinin şaşırıp bağırdığı, b ir başkasının kahkaha­ sının çınladığı oluyordu. B ir başkasınınsa, gözlerinden boşanan yaşları isteksizce sildiği görülüyordu. Türkü bi­ tinceye k adar hepsi gözlerini kırpm adan oturdu. Bu tek­ düze am a çok tatlı ve yum uşak havanın h er notasını sevi­ yorlardı.»28 Okur-yazar değildi b u insanlar; am a şiir, bugünkü Ingiliz halkı için taşım adığı b ir anlam taşıyordu onlar için. Bizim Shakespeare’imiz, K eats'im iz vardı, doğru, üstelik U tka’dan daha büyük şairdi bunlar. Ama Utka'yı halk seviyordu. Bizse, aynı şeyi kendi yurdum uzda Shakespeare ve K eats için söyleyemezdik bugün. R usya'dan O rta Asya’ya uzanalım , bakalım altm ış yıl önce T ürkm enler nasıl şiir dinlerlerm iş: «Etrek'teyken, b ir halk şairinin çadırı vardı bizim çadırın yanında. Kimi ak şam lar sazını alıp gelir, b ü tün kom şu çadırların delikanlıları onun yiğitlik destanlarını dinlem ek için toplanırlardı. Bu adam ın türküleri, tü rk ü ­ den çok gırtlaktan çıkan h ırıltılara benziyordu. B ir yan­ dan tü rk ü söylerken b ir yandan da okşar gibi sazının tel­ lerine vuruyordu. Ama kendisi coştukça, sazı da hızlanıyordu. Savaş kızıştıkça, tü rkücünün de, genç dinleyici­ lerinin de coşkunluğu artıyordu. Bu genç göçebeler nara atıp külâhlannı havaya fırlattıkça, coşkuyla saçlarını sı­ 36

vazladıkça sanki b ir savaş öfkesine kapılıyorlar, destan­ sı b ir sahneyi canlandırıyorlardı gözlerimizin önünde.»29 Bu Türkm enler, şairi de, dinleyenleri de, gerçekten kendilerinden geçmişlerdi. Bize M ilton'u, D ante’yi ya da H om eros’u okurken kendimizi kaybetmeyiz. Acaba eski Y unanlılar ne yapar­ lardı H om eros’u dinlerken? Tıpkı bizim gibi davrandık­ larını sanırız biz. Oysa y anlıştır bu. P laton'un konuşm a­ larından birinde, H om eros destanlarını okuyan b ir ozan şiir okuyuşunun kendisi ve dinleyicileri üzerindeki etki­ sini şöyle anlatıyor : «Acıklı b ir şey anlatıyorsam , gözlerim yaşla dolar; anlattığım korkunç ve duyulm am ış b ir şeyse, tüylerim diken diken olur, yüreğim in atışı duyulur... Ne zam an beni dinleyenlere şöyle b ir göz atsam , bak arım kendile­ rini duydukları sözlere kaptırm ış, şaşkınlık içinde ağlı­ yorlar.»30 Biz b ir şairin esinlenmiş olduğunu söylediğimiz za­ man, boş b ir söz söylüyoruzdur. Oysa ilkel ozanlar, uğ­ raşlarının niteliği sorulduğunda hep aynı karşılığı verir­ ler. Hepsi esinlenm iş olduklarını, ciğerlerini T anrının soluğuyla doldurduklarını ileri sürerler. Gene O rta Asya’ ya dönelim. B undan yetm iş yıl önceki m odem folklor araştırm alarının öncülerinden Radlov’un sözlerini alı­ yorum aşağıya : «Usta b ir Kırgız halk şairi, olayların sırasını bildiği sürece, h er konuda doğaçtan şiir söyleyebilir, içlerinden en u sta olan b ir saz şairine şu ya da b u türküyü söyle­ yebilir mi diye sorduğum da, 'istediğiniz h er türküyü söyleyebilirim, tü rk ü söylemek T anrı vergisi bana. Söy­ lediğim türkülerden hiçbirinin sözlerini ezberlemedim. B ütün sözler kendiliğinden gelir dudağım a.'»31 Odysseia'da anlatılan ozan Phemios geliyor aklım ı­ 37

za, «Kendi kendim i yetiştirdim ben. Çünkü b ü tün tü rk ü ­ leri T anrı ezberletti bana.» 32 diyen Phemios. Sonra bü­ tü n şiirlerini kendisini görmeye gelen b ir m elekten öğ­ rendiğini söyleyen Anglo-Saxon ozanı Caedm on'u düşü­ nüyoruz.33 B ütün ilkel insanlar arasında ozan tanrıyla esinlen­ miş, tanrıyla esrim iş, tan rın ın sesiyle konuşan b ir yal­ vaçtır. Eski Y unanlılarda yalvaçlıkla (m antike) delilik (m ania) arasındaki bağ sözcüklerin kendisinde belirir. O nlar için şiirin ve yalvaçlığın büyüsel başlangıcı kendi­ liğinden anlaşılır b ir olaydır, çünkü h er ikisinin de belir­ tileri onlara Diyonizos şenliklerindeki esrim e danslarını h atırlatır. P lato n u n sözlerini alıyorum gene : «Bütün iyi ozanlar sanatçılıklarıyla değil, tanrısal b ir esinlenmeyle, ya da esrim eyle yazarlar şiirlerini. Şii­ rin doğduğu anda dans eden K orybantlardan daha az çılgın değildirler. K endilerini hep birden b ir ritm e kap­ tırd ılar mı, kendinden geçerek derelerden süt ve bal çe­ ken B akkhantlar gibidirler.»34 K orybantlar eski Yunan dünyasının dervişleri, ken­ dilerini Anadoludaki ana tanrıçaya adam ış esrik oyun­ cularıydı. B akkhantlar da müziğin etkisiyle esrim e nö­ betlerine tutulan Diyonizos rahibeleriydi. Bu esrimeyi «entheoi», yani içlerinde b ir ta n rı olduğunu söyleyerek açıklıyorlardı. «Enthusiasm » sözü de b uradan geliyor. Bu düzeye inince şiirden söz edemeyiz artık. B urada şiirin büyüsel köküne varm ış oluyoruz. Esinlenm e ve esrim e aynı şeydir. İlkel toplum larda bilincin kaybolması, çırpınm a ve kasılm a gibi ru h bozuk­ luklarının ya b ir tanrı, ya b ir hayvan, ya da atalard an birinin ruhu ile ilgili olduğu ileri sü rü lü rd ü .35 Bu düşün­ ce, yansılam a danslarında oyuncuların dansın konusuna göre kendilerinden geçip ya b ir hayvana, ya da b ir ru h a 38

öykünm elerinden doğuyor. îsteri bir sinir hastalığı, bireyle çevresi arasında bi­ linçaltının ayaklanm ası biçim inde beliren b ir çatışm a­ dır. İlkel insanlar bu çeşit çatışm alara daha yatkın ol­ dukları için değil de, bilinçleri daha az karm aşık ve es­ nek olduğu için isteri daha yaygındır onlarda. Bu h asta­ lık büyüyle iyileştirilir. İlk belirtiler ortaya çıkınca, has­ taya bir türkü okunur. Bu tü rk ü nöbeti hızlandırır, fi­ ziksel çözülmeyi kolaylaştırır. Demek ki b u rad a salt büyüsel düzeyde b ir şiirle, ya da daha doğrusu şiir olmayıp da şiiri doğuran iyileştirici büyüyle k arşı karşıyayız. Çünkü büyü de aynı yollarla iyileştirilen b ir bilinçaltı ayaklanışıdır. Arada şu ayrım v ard ır yalnız: yansılam a danslarında esrim e eğilimi topluca düzenlenir — düzenli yığın isterisidir bu, bireysel nöbetlerse dağınıktır. Ama her ikisinde de iyileştirm e yolu aynıdır. H astanın cinleri kovulur. H astanın benliğini saran kö tü ru h b ir tü rk ü n ü n büyüsüyle uyandırılıp uzaklaştırılır. Bu cin kovuculuk işini yapan kimse, yerine göre şam an, otacı, büyücü de­ nen kimse, çoğu zam an özel eğitim görm üş b ir isteri uzm anıdır. Bu bakım dan cin kovucuyla hastası arasın­ daki ilişki yansılam a danslarındaki oyuncularla önder­ leri arasındaki ilişkiye benzer. Bilicilik (kâhinlik) ru h ların ya da cinlerin etkisiyle esrim enin b ir gelişmesidir. B ir hastayı ru h ların etkisin­ den k urtarm anın en önem li özelliklerinden biri, o ru h u n adını açıklam aya zorlanm asıdır; çoğu zam an da, ru h adını açıkladıktan sonra kurbanını salıvermesine k arşı­ lık kendisinin de yatıştırılm ışım ister. Böylece b u süreç b ir çeşit tanrıların isteğini açıklam a ve geleceği h ab er verme yolu olur. İsteri nöbeti bilicilik esrim esi biçim ini alır ve bu esrim ede hasta, tanrının ya da ru h u n sesini duyuran, çağdaş ru h çağırm a olaylarındaki aracının 39

yaptığı işi yapar. Bu durum da, gelecekle ilgili ve bilinç­ liyken duymadığı korkuları, um utları, haberleri bildirir. Bugün bile, gelecekteki olaylar önce gölgeleriyle belirir­ ler, deriz. Son olarak da bilici şair olur. İlkel düşüncede bilicilikle şiir arasında kesin b ir çizgi yoktur. Hom eros des­ tan larında anlatılan ozanlara ikinci b ir görm e yetisi ta­ nınır, kişilikleri kutsal sayılırdı. Ş air daha ü stü n ruhsal ve toplum sal düzeye erişm iş b ir bilicidir. K endisindeki coşma belirtilerinin fiziksel yoğunluğu azalm ıştır am a, onun coşm ası da b ir esrim edir ne de olsa. Aklı b u esri­ meyle kendini b ir düş dünyasında bulur, bilinçaltı bu düş dünyasında b ir boğuşm a içindedir ve istekler b u ra­ da b ir gerçekleşme yolu bulur. Bilicinin gelecekten ver­ diği haber nasıl herkesçe benim seniyorsa, şairin sözleri de bütü n yürekleri duygulandırır. B ütün bunları önceden duym uş Goethe. Şairin dü­ şüncelerini yansıtan b ir bölüm ü olduğu gibi alıyorum buraya : Die Träne hat uns die N atu r verliehen, Den Schrei des Schmerzens, wenn der M ann zuletzt Es nicht m ehr trägt, und m ir noch ü b er alles, Sie liess im Schmerz m ir Melodie und Rede, Die tiefste Fülle m einer Not zu klagen: Und wenn der Mensch in seiner Qual verstum m t. Gab m ir ein Gott, zu sagen, wie ich leide. Y aradılış gözyaşı verm iş bize, acının çığlığını vermiş,, in san artık dayanam az gibiyse, üstelik Ezgiler, sözler bağışlam ış bana, yaram ı B ütün derinliğiyle dile getireyim diye; 40

Ve acıdan dili tutulunca insanın, b ir tan rı Çektiğimi anlatayım diye bana dil vermiş. (Goethe, Tasso). Shakespeare’den sonra, yeni A vrupa’nın belki de en büyük şairidir Goethe. B urada şairin görevini tanım lı­ yor kendisi. B undan iyi b ir tanım lam a da yapılamazdı.

41

IV. EPİK Uygarlık nedir? Şimdilik, uygarlığın günümüze ka­ dar gelen anlamıyla, boş zam anı olan b ir sınıfın varlığı­ nı öngördüğünü belirtm ekle yetinebiliriz. İnsan geçimi­ ni sağlayan araçları yapm akla nasıl hayvanlardan aynlıyorsa, uygar insan da, ü retim biçim ini geliştirm esi so­ nucunda topluluğun b ir kesim inin — yönetici sınıfın — başkalarının emeğiyle geçinebilmesiyle ilkel insandan ay­ rılır. Boş zam anı olan yönetici sınıf arasında büyü artık daha az önceliği olan gereksinm eler için uygulanır. B ir yandan bilime, öbür yandan sanata dönüşür. Bilim bü­ yünün nesnel yanının — doğaya karşı b ir dış boğuşm a­ nın, sanatsa öznel yanının — b ir iç, fiziksel boğuşm anın sonucudur. Şiir işte bu noktada büyüden doğar, am a bu doğuşuyla bütün b ir toplum un isteklerini dile getir­ m ekten uzaklaşır. Toplum artık kendine karşı içinden bölünm üştür. M odern Avrupa şiiri lirik, epik, d ram atik şiir diye başlıca üç türe ayrılır. B unların hepsi Yunan etkisi al­ tında gelişm iştir. Bu gelişme sürecinde b ir takım ilkel niteliklerinden de sıyrılm ışlardır. Yunan lirik şiiri, adı­ nın da belirttiği gibi, gerçekten tü rk ü olarak söylenir­ miş; Yunan epik şiiri b ir kalabalığın önünde okunur­ muş; Yunan oyunlarında ise hem tü rk ü söyleyen, hem 42

de danseden b ir koro bulunurm uş. Yunan epik şiirinin baş eserleri İlyada ile Odysseia’ d ır.1'1Bu destanlar epik hexameter (altı ölçülü b ir koşuk) denen ve uyaksız olarak tek rarlan an b ir koşukla yazıl­ m ıştır. İlyada’da 15 000, Odysseia’da ise 12 000 dize var­ dır. İlyada Troya Savaşı sırasında Agamemnon ile Akhileus arasındaki kavgayı, Odysseia ise bu savaşın sonun­ da, b ir başka önderin, Odysseus’un, yurduna nasıl dön­ düğünü anlatır. Bu şiirlerle, şiirin çekirdeği olduğunu söylediğimiz ilkel tü rk ü ve dansların ilişkisi nedir? Bu şiirler dinsel şenliklerde söylenirdi. Bu şiirleri okum a sanatı başlı başına b ir m eslekti. Ş iir okuyucuları H om eridai, «Homerosoğulları», denen b ir loncaya bağ­ lıydılar. Tarihöncesi zam anlarda, bu H om erosoğullarının, adlarından da anlaşılacağı gibi, m esleklerini b ab a­ larından öğrenen b ir halk ozanları topluluğu olduğu sa­ nılıyor. Bu şiirler tü rk ü gibi söylenmez, yüksek sesle oku­ nurdu. Ama H om erosoğulları töresine göre şiir okuyan kim se elinde b ir değnek b u lundururdu. Geleneğe göre, ataları H om eros’un lir eşliğinde şiir okuduğuna inanı­ lırdı. B undan da anlıyoruz ki değnek, lirin törensel b ir kalıntısıdır. Tarihöncesi zam anlan anlatan şiirler de b u ­ nu doğruluyor. Phemios ve İlyada ile Odysseia’da sözü geçen öb ü r halk ozanları hep lir eşliğinde şiir okuyor­ lar. Demek ki, epik şiirler de daha önce türküym üş­ ler. Odysseia’da d ö rt çeşit şiir okum a gösterisi anlatılır. B irincisinde sadece lir eşliğinde b ir tü rk ü söylenir. İkin­ cisi de birincisine benzer, yalnız bu n d a ozan daha önce lir eşliğinde dans eder. Ö bür ikisinde ise ozan şiirleri (tü rk ü leri) okurken b ir koro da dans eder. Bu tü rk ü ler daha önce dansm ışlar. Altı ölçülü epik koşuğunu ince43

Iediğimiz zam an da bu sonuca varıyoruz. Bu koşuğun da­ h a önce b ir ağızdan söylenen Yunan şiirinde aynı tü r­ den beyitlerin koşuğuna benzediği sanılıyor. H alk şiirinin evrim i böylece ortaya çıkmış oluyor. Halk şiiri ilkel b ir koro-başı ve koro, solo ve n ak arat birleşim i olarak başlıyor. Koro-başı ve solo gelişiyor, koro ve n akarat bırakılıyor. Daha sonra solocu çalgısını b ir yana bırakınca tü rk ü de şiir olm uş oluyor. Epik şii­ rin doğuşu budur. Ama epiği doğuran nedir? Y unan uygarlığı daha eski b ir uygarlığın, B alkanlar­ dan gelen b arb arların akınlarıyla yıkılan Minos uygar­ lığının, yıkıntıları üzerine kurulm uştu. Bu kuzeyli to p ­ luluklar Ege topraklarına geldikleri yıllarda daha oy­ m ak düzeninden kurtulam am ışlardı. Ne v ar ki, yağm alar ve savaşlar sonunda biriken zenginliğin yarattığı buna­ lım serüvenci savaşçıları yönetici sınıf olarak başa ge­ tirdi. Bu yönetici sınıf ele geçirilen to p rak lar üzerinde­ ki Mikene ve S parta gibi kale kentlerinin dolaylarında varı derebeylik düzeni içinde örgütlendi. Bu kaynaşm a­ lar yeni b ir ozan tipi çıkardı ortaya — b ir kirala ya da öndere bağlı, o önderin sav aşlarn n ı öven, böylece ünü­ nü a rttıra n b ir ozan tipi. B ir de yeni b ir şiir tü rü , — bu savaşçı, erkeksi, bu dünyaya bağlı, bireyci ve hayat do­ lu b ir sınıfın görüşünü dile getiren kahram anlık desta­ nı — ortaya çıktı. Bu kırallıklar, varlıkları savaşa bağlı olduğu için, çok yaşam adılar. Kuzeyden gelen yeni akınlarla yıkılıp gittiler. Mikene ve S p arta'd an kovulduktan sonra, m alı m ülkü elinden alınan bu k ırallar geri kalan uyruklarıyla Anadolu’nun batı kıyılarına yerleştiler, am a eski zengin­ liklerinden ve görkem lerinden artık pek b ir şey kalm a­ m ıştı. Ozanları, artık yeni zaferler olm adığı için, yeni zaferleri kutlam ıyorlar, geçm işin ülküleştirilm iş anılan44

na dönüyorlardı. İlyada ile Odysseia başlangıçta, Aga­ m em non'un N estor'un soyundan gelen küçük kıratların saraylarında doğaçtan söylenen kahram anlık destanları­ nın birbirine bağlı olm ayan bölüm leriydi. Homerosoğulları da b ir çok ozan topluluğundan biriydi, am a öbürle­ rinden üstün oldukları için, ünleri zam anla hepsininkini aştı. B undan sonra ticaret yeniden canlandı. Denizcilik gelişti, yeni yeni şehirler kuruldu. Yapım ve alım -satım la uğraşan yeni b ir sınıfın başındaki tüccar p rensler tecim yolları boyundaki bütü n k ıra lla n ve to p rak sahibi soy­ luları silip süpürdü. Tüccar k ırallar kendi saraylarını k u rd u lar ve günün önde gelen ozanlarını b u saraylara çağırdılar. Daha sonra bu prenslerden biri, N estor’un soyundan gelen A tina’lı Peisistratos, İlyada ile Odysseia' nın kâğıt üzerine yazılm alarım sağladı. İlyada ile Odysseia nın gelişm esinin b ir benzerini, Chadwick’in de belirttiği gibi, Cermen epiğinin tarihinde görüyoruz. Caesar’ın Y orum lar'ında Teutonlarm adını ilk duyduğumuzda, T eutonlar hâlâ oym ak düzeni içinde ya­ şam aktadırlar. T acitus’un sayfalarında biraz ilerledikleri sezilir. B ir kaç kuşak sonra ise Rom a im p arato rlu ğ u n u parçalayarak kendi kırallıklarını kurm ak tad ırlar. Taciı tu s u n anlattığına göre bu to pluluklar Arminius gibi bü­ yük önderlerin kahram anlıklarını canlandıran eski tü r­ küleri geliştirdiler. E d d a’ların, N ibelungenlied'in ve Beow ulf'un çekirdeği b u türkülerdi. Yunan ve Cermen epiği arasındaki belirli benzerlikler — Chadw ick'in görüşüyle kahram anlığa değgin ö zellikler— b u şiirlerin yazıldığı toplum sal koşullar arasındaki benzerliklere bağlıdır.37 Şimdi, epik şiirin evrim ini gözden geçirdiğimize gö­ re, bu şiiri yaratan ozanları ele alalım . B unların tekniği 45

ve dinleyicileriyle aralarındaki ilişkiler neydi? Bunun karşılığını, epik şiirin bugün bile yaşayan b ir sanat oldu­ ğu o rtam larda aram ak gerekir. K ırgızlar bugün, H indu K uş'un kuzeyindeki Tien Şan dağlarındaki Bağımsız Kırgız C um huriyeti’nin özgür ve eşit yurttaşlarıdır. 1917 Devriminden önce b u insanlar geri, hastalıklı, ölmeye yargılı, am a şiirleriyle ün salmış göçebelermiş. B undan sonra verilecek bilgi, onları o du­ rum da tanıyan Radlov’dan alınm adır. H epsi ozanmış Kırgızların. İçlerinden yalnız m eslek­ ten olanlar halk karşısına çıksa bile, nerdeyse herkes doğaçtan b ir kahram anlık tü rk ü sü söyleyebilirmiş. Uğ­ raşı ozanlık olan kim seler şenlikten şenliğe gider, tü rk ü ­ lerini kopuz denen iki telli b ir saz eşliğinde söylerlermiş. Tekniklerini şöyle açıklıyor Radlov : «Az çok yeteneği olan h er ozan h er zam an doğaçtan tü rk ü okur, öyle ki, b ir ozanın b ir tü rk ü y ü yeniden aynı biçim de söylemesi beklenemez. Ama h er keresinde de yeni bir şiir yazar anlam ına gelmez bu. Ozanın yaptığı iş piyanistinkine benzer. Piyanist belli b ir anın esinle­ mesiyle nasıl bildiği havaları uyum lu b ir kalıba döker, böylece eskiyi yeni yaparsa, ozan da aynı şeyi yapar. Uzun b ir ustalık dönem i sonunda, anlatılan öykünün akışına uyan b ir biçim de b ir araya getirdiği b ir çeşit 'üretm e öğeleri’ dizisi edinm iştir. B unlar b ir k ahram a­ nın doğuşu, büyüyüşü, silâhların yüceliği, savaş hazır­ lığı, savaşın fırtınası, kahram anın savaştan önce konuş­ tukları, insanların ve atların anlatılm ası, b ir gelinin gü­ zelliğinin övülmesi gibi belli olayları ve durum ları betim ­ leyen imgelerdi. Ozanın sanatı b u duruk parçaları du ru ­ m un gerektirdiği biçim de b ir araya getirm ek, gene o du­ rum a göre uydurduğu dizelerle b u ayrı bölüm leri birleş­ tirm ekti. Bu kalıplar b ir çok değişik biçim lerde kullanı­ 46

labilir. Ozan b ir kaç fırça vuruşuyla bir" olayı canlandırabileceği gibi, o olayı b ü tü n ayrıntılarıyla ve epik b ü tü n ­ lüğüyle işlemesini de bilirdi. B ir ozan bu öğeleri ne ka­ d ar iyi bilirse, ustalığı o ölçüde ayrıntılı, dinleyenleri sıkm adan kendini dinletm e yeteneği de o k ad ar güçlü o lu rdu... Nasıl hiç durm adan konuşup, m asal anlatabi­ lirse, b ir gün, b ir hafta, b ir ay boyunca durm adan tü rk ü söyleyebilirdi.»38 K oşukta kelim eler yapm a-kalıplara göre dizilir, ozan da, koşuk dilini konuşm a dili k ad ar kolay kullanabiliyorsa, konusuyla ilgili h er olayı, toplum sal hayatın bili­ nen bütü n törelerini ve süreçlerini kapsayan geleneksel örnekleri bildiği için yapabiliyordur bunu. Ustalığı biraz da buna dayanır. Epik anlatım ın bu k ad ar kolay oluşu ise, bu k ad ar biçimsel olm ası yüzündendir. Başlangıcı doğaçtan söylemeye dayandığı için töresel b ir nitelik ta ­ şır. Ozanın sanatının püf noktası budur. Buna karşılık, yazılı gelenek içinde yetişen şair doğaçtan söyleme ye­ tisini yitirm iş, am a dilini kişiselleştirm e gücünü kazana­ rak bilinçli sanatçı olm uştur. Epik anlatım ın bu nitelikleri evrenseldir. Bu Kırgız hanlarının görünüşü Odysseus un sarayında nasıl yeni­ den ortaya çıkıyorsa, kullandıkları dilin yankıları da Odysseia’da öyle duyulur. Ya da, Yunan epik şiiriyle Cermen epik şiirini karşılaştırdığım ızda, yatm ak, kalk­ m ak, yemek hazırlam ak, konukları ağırlam ak, atlara ko­ şum takm ak gibi olayların hep aynı kalıplaşm ış sıfatlar, süslü m ecazlar ve tekrarlan an bölüm lerle anlatıldığını görürüz. Bu özelliklerin bulunuşu Yunan ve Cermen epik şiirlerinin de Radlov’un anlattığı koşullar altında geliş­ tiğini doğruluyor. Peki, E ddalar, Beowulf ve ö b ü r epik şiirlerin ya­ nında, sanat eseri olarak, İlyada ile Odysseia’nın büyük 47

üstünlüğünü nasıl açıklayacağız? Eski Yunan ülkesinin tarihsel koşulları epik şiirin gelişmesi için özellikle el­ verişliydi. Bu sorunu bü tü n ayrıntılarıyla b u rad a ele ala­ m am , am a b ir nokta üzerinde kısaca d urm ak istiyorum : bu şiirler hangi koşullar altın d a yazılı olarak kâğıda ge­ çirildi? Eski Y unanlılar bu şiirlerin Isa ’dan önce altın­ cı yüzyılın ikinci yarısında A tina'da P eisistratos’un yö­ netim inde yazıldığına inanıyorlardı. Bu inancın doğru­ luğundan kuşkulanm ak için hiç b ir neden yok. Ama bü­ tü n Yunan ülkesinde bundan çok önceleri yazı kullanı­ lıyordu. Acaba H om erosoğulları bundan neden yararlan­ m ıyorlardı? Çok iyi örgütlenm işlerdi de ondan. Sözlü gelenekleri öylesine işlenm işti ki, kalem kullanm ayı dü­ şünm üyorlardı bile. B ütün bildiklerini kafalarında taşı­ yorlardı. Şaşılacak b ir yanı yok bunun, üstelik. Homerosoğullarının sözlü geleneğinin tek özelliği —asıl belirtm ek istediğim noktaya geliyorum— b u geleneği o k u ry azarlı­ ğın bütün toplum a yayılarak yazılı b ir edebiyat ve b ir eleştiri duygusu yarattığı dönem e kadar korum uş olm a­ larıdır. Öyle ki, bu şiirlerin yazılm aları gerektiği zaman bu iş başarıyla gerçekleştirildi. Tarih iyi davranm ıştı H om erosoğullanna. Yazılı şiire karşı epik anlatım ın belirli güzelliği akı­ cılığı ve tazeliğindedir. Doğaçtan söylemenin erdem idir, bu. Söyleyiş h er şenlikte yeni b ir renk kazanır; anlık heyecanlarla parıldar. Ama geçicidir bu parıltı. Doğaçtan söylenen sözler kanatlıdır, b ir yere bağlanamaz. K ırgızlardan b ir şey daha öğrenelim şimdi. Radlov, K ırgızların şiirlerini kaydetm ek için gösterdiği çab alan açıklıyor. «Bütün çabalarım a karşın tü rk ü lerin i tam b ir b a­ şarıyla kâğıda geçiremedim. Aynı tü rk ü y ü tekrarlam ala­ rı, ağır ağır söyleyerek yazdırm aları, benim o n la n sık 48

sık durdurm am , tü rk ü n ü n iyi okunm ası için gerekli olan coşkunluğu yok ediyordu. Ozan daha önce tutkuyla söy­ lediği türküyü, ancak yorgun ve bıkkın b ir sesle yazdı­ rıyordu.»39 G ram ofonun çıkmasıyla, R adlov’un karşılaştığı güç­ lük az çok giderilebilm iştir, am a b u bile yetersizdir. B ir ozan hiçbir zam an b ir kalabalığın karşısında coştuğu gi­ bi coşarak tü rk ü söylem eyecektir, b ir m akinanın karşı­ sında. Bu soruna kökten b ir çözüm yolunu, son bölüm de de göreceğimiz gibi, ancak bizim kuşağım ız bulm uştur. Cermen destanlarının kâğıt üzerine yazılma koşulla­ rı çok daha az elverişliydi, Hom eros destanlarının düze­ yine erişem eyişleri de bu sözlü geleneğin yazılı edebiyata aktarılışındaki aksaklıklara bağlanabilir. K aranlık Çağ­ lar denen zam anlarda okuma-yazma çok ağır yayılıyordu, üstelik, uzun b ir süre bu yalnız Lâtince ile sınırlıydı. Ayrıca, batı Avrupa’da, halk şiiri H ıristiyan olm adığı için destek de görm üyordu. Alcuin, Lindisfam e Piskopo­ suna gönderdiği b ir m ektupta, «Rahipler birlikte yemek yerken Tanrının sözleri okunsun. Bu durum larda b ir ozanın çalgısını değil, b ir rahibin okuyuşunu dinsizlerin şiirlerini değil, kilise ulularının sözlerini dinlem ek daha uygundur. Ingeld’in ne ilintisi v ar İsa'yla?»40 diye yazı­ yordu. H om erosoğulları Sarayın saygıdeğer konukları ve kutsal törelerin tanınm ış bilge kişileri sayılıyorlardı. H okkabazlardan ve öbü r çağlardaki gezici ozanlardan bu önem li üstünlükleriyle ayrılıyorlardı. İlyada ile Odysseia’yı b ir kişi mi yazmıştı, yoksa çe­ şitli yazarların yazdıkları kısa kısa bölüm ler b ir araya mı getirilm işti? Klâsik edebiyat uzm anlarını yüz elli yıl­ d ır «bütüncüler» ve «ayrıcılar» diye uzlaşmasız b ir ça­ tışm aya düşüren ünlü H om eros sorunu budur. İki soru­ ya da olum lu b ir karşılık verilemez. Bu destanları tek 49

b ir insanın, ya da b ir çok insanların yaratm ış olması önemli değilsir. Yazarlık kavram ı söz konusu olamaz b u ­ rada. Bu şiirler hazırlıksız çeşitlem elerin b ir çiçek d ü r­ bününden görünen değişkenliği içinde, belli b ir anın esinlenişine uyarak biçim almış, doğaçtan söyleme yeteneği yavaş yavaş azaldıkça billûrlaşm ış ve bu şiirlere büyük b ir özenle sağlanan son görünüşlerinde, ilkel halk şiiri­ nin yalın gerçekçiliği ve doğal dil güzelliği olgun sanatın ince ve eleştirsel kişiselliği ile kaynaşm ıştır. Bu durum ­ dan da anlaşılacağı gibi, bu şiirler ne tek b ir sanatçının, ne de ayrı ayrı çalışan b ir sanatçılar dizisinin ürünüy­ dü. Bu babadan oğula kalm a b ir sanatı yetkinleştirm e uğrunda hayatlarını adam ış u sta ve çırakların, kuşaklar boyunca belli b ir düzen içinde çalışan b ir okulun eseriy­ di. Bu ustaların en iyileri yaratıcı sanatçılardı; am a bu u stalar bile özgünlüklerini kesin yenilikler getirm ek ye­ rine, geleneksel gereçlere incelik ve uyum kazandırm aya adam ışlardı, tlyada ve Odysseia ile ilkel destanların doku­ su aynıydı, aynı yöntem le yaratılm ışlardı, am a doğaçtan söylenen koşuğun nitelikleri bu iki destanda öylesine iş­ lenm işti ki, bunların kendiliğindenliğini yitirm eden sa­ nat haline gelebilmeleri sağlanm ıştı. B ütün b u n lar doğaç­ tan söylemeyle bileştirm e, sözle yazı arasında k öprü ku­ ran belli tarih koşullarının b ir araya gelmesiyle olabil­ mişti. Öyle ki, kendisini, soluğu kesilmiş, gözleri açılmış kalabalığın heyecanına kap tıran ilkel ozanın önceden ta­ sarlanm am ış coşkunluğu yazılı kelim elerin kalıcılığına aktarılabildi. H om eros'la ilgili yanılm alarım ın b ir gün nasıl o rta­ dan kalktığını bugün olm uş gibi hatırlıyorum . Önce Odysseia’yı okum uş ve «Boylu boyunca serilm işti tozla­ ra, biniciliğini unutup.» dizesine b ü tü n öğrenciler gibi bayılm ıştım . Eşsiz, esinlenmiş b ir dize gibi gelm işti b a­ 50

na. Daha sonra aynı dizeyle Ilyada’da karşılaştım . Şaşır­ tıcı b ir durum du bu. G erçekten esinlenm iş b ir dize idiy­ se, nasıl yeniden kullanılabilirdi? B ir bölüm ün, öbür bölüm ün b ir benzetlemesi olduğunu ileri sürüyordu m et­ ni hazırlayanlar. Ama b u açıklam a yetm iyordu bana. Bu durum da yam alı b ir bohçadan b aşka b ir şey değildi bu şiirler. Şaşırm ış kalm ıştım . O sıralarda İrlanda'ya gittim . Bu kılıksız köylülerin konuşm aları da, kendilerini az çok anlam aya başlayınca, iyice şaşırttı beni. Sanki Hom eros yeniden hayata dön­ m üştü. Soluğu tükenm eyen b ir konuşm a diliydi bu, am a gene de ritim li, ses yinelemelerine yer veren, biçimsel, yapay b ir dildi. Bir gün b ir kadının doğurduğunu haber verdiler. H abercim in deyişiyle, «Kadın batıd an getirip yıkm ıştı yükünü.» Ne dem ek istediği anlaşılıyordu. Sık, sık, tezek azaldığı için, bayırlardan topladıkları süpürge otlarının yükü altında iki büklüm olm uş kadınların, kö­ ye dönüşünü görm üştüm . Ne güzel b ir görüntü, dedim, ne güzel b ir söz sanatı! Çok geçmeden üç d ö rt kişiden daha duydum aynı deyimi. H erkesin hergün kullandığı b ir deyimdi bu. Buna benzer daha b ir çok olaydan son­ ra, bu insanların dillerinden dökülen incilerin yeni şey­ ler olm adığını anladım . Yüzyıllarca eskiydi bu deyimler. H om eros’a dönünce, yeni b ir anlayışla okudum onu. H al­ kın şairiydi H om eros—soyluydu, elbette, am a sınıf eşit­ sizliklerinin kulübeyle saray arasında daha b ir k ültür ayrılığı yaratm adığı b ir çağda yaşam ıştı. Yapay b ir dil kullanm ıştı, am a ne g arip tir ki, doğal b ir yapaylıktı bu. Güçlü ve yüceltilmiş b ir halk “diliydi H om eros’un dili. H alkın onu dinlemeye koşuşm ası boşuna değildi.

51

V.

DRAM SANATININ EVRİMİ

Eylemi,, .kişileştirmeyi içerir dram sanatı. Özüyle yansılam aya (taklide) dayanır. Ayrıca, Yunan dram ında b ir koro —tü rk ü söyleyen, danseden b ir insan topluluğu vardır. Bu yüzden, yapıca, epikten daha az ayrıntılı, da­ ha ilkeldir. Görünüşüyle, büyüye uzanan başlangıcının izlerini taşır. B ununla birlikte, dram sanat biçim i ola­ rak, sınıflı toplum un daha sonra gelen b ir dönem ine gi­ rer. İlkel yansılam a dansı, daha önce de gördüğüm üz gi­ bi, yapılacak asıl işe b ir çeşit hazırlıktı. Bu evrede uy­ durm a ile gerçek arasındaki ilişki yalındı. Ama teknik geliştikçe, hazırlığın pek önemi kalm adı, böylece dans­ la çalışm a süreci arasındaki bağ da kopm uş oldu. Dans ekonom ik değil de, toplum sal diyebileceğimiz yeni gö­ revler yüklendi. Zamanla, çalışm a daha çok uzm anlığı gerektirince, büyücülük de daha uzm anca b ir uğraş ol­ du. Dans b ir hazırlık olm aktan çıkarak, büyücülerin, ya da din adam larının yönetim inde uygulanan, halkın esen­ liği için gerekli, am a ü retim işiyle ilgisi kalm ayan b ir törene dönüştü. Epiğin esin kaynağı savaşlardı. D ram ın gelişmesi ise ilk hızını tarım ın gelişmesinden aldı. îlkel toplum da sa­ vaş erkeklerin işiydi, oysa tarım , bahçe bakım ı gibi ilk 52

dönem inde kadınların uzm anlığına giriyordu. Ayrıca, yiyecek toplam aya, avcılığa, ya da hayvancılığa göre ta­ rım oldukça güç b ir tekniktir. Bu yüzden, doğum tören­ leri örnek alınarak geliştirilen ve toprağın bereketini arttırm ak am acını güden yeni büyücülük törenlerinin eşliğinde tarım yapılm aya başlandı. Tarım ın geliştiği hangi toplum sal ortam ı incelersek inceleyelim, orada ekinlerin doğum tannçasın ca kutsandığını, ya da kırıl­ dığını görürüz. Bu toprak törenlerinin baş kişisi belli b ir süre hü­ küm sürdükten sonra öldürülen kıraldır. B u ilgi çeki­ ci geleneği açıklam ak için, böylesi törenlerin başlangıç dönem lerinde, k ırallan n saray kadınlarının, yani kıraliçelerin yanında sadece b irer uşak olduklarını ve b u çok önem li törenlerin kıraliçelerin denetinde yapılm asının bu kadınlara toplum düzeninde o oranda yüksek b ir yer sağladığını unutm am am ız gerekir. Toprağın verim li ola­ bilm esi için kıraliçelerin gebe kalm aları gerekiyordu. K ıraliçeler de kırallarda cisimleşen b ir tan rıd an gebe kalıyorlardı. K ırallar bu görevi yerine getirdikten sonra öldürülüyorlardı, çünkü bu k ırallar tanrısal oldukları için ölüm süzdüler. B ütün Yakın Doğuda, b u töre ortadan kalktıktan çok sonra bile, anısı tan rısal b ir çifte —ölen kıralla ona yas tutan karısına, bacısına ya da anasına— tapınm a törenlerinde sürüp gitm iştir. B abil’de Tam muz ile Iştar, Fenike’de Adonis ile Astarte, M ısır'da Osiris ile îsis, A nadolu'da Attis ile Kibele, Y unanistan'da Diyonizos ile Semele bunun örnekleriydi.41 Hom eros şiirlerinde Diyonizos ile ilgili dinsel tören­ lere pek az rastlıyoruz. Bunun nedeni, H om eros gele­ neğinin elini sabana sürmeyen, fetih yoluyla insanları yöneten savaşçı önderlerin saraylarında oluşm asıdır. Ne var ki, Diyonizos törenleri toprağı işleyen köylüler 53

arasında da yaşayıp gitm iştir. Bu inanışları erkek din adam larının önderliğindeki gizemci kadın toplulukları benim sem işti. Aşırı b ir coşkunluk içinde yapılan b u tö­ renlere katılanlar kendilerinden geçiyorlardı. Bu töre­ nin özü tanrının doğum unu, ölüm ünü ve dirilişini içe­ ren ve yalnız o inanca katılm ış olanlara açıklanan b ir gizdi. Tanrının ölüm ü kim i zam an ya tanrıyı cisimleştiren din adam ının, ya da onun yerine b ir başkasının k u r­ ban edilm esi biçim ini de alıyordu. B ir çok yerlerde bu tapınm a törenleri R om alıların zam anına k ad ar sürm üş, am a b ir çok bölgelerde ise soysuzlaşarak m askeli köy eğlencelerine dönüşm üştü. Daha sonra ise, Atina tarih i­ nin özel koşulları altında, bu m askeli eğlenceler dram sanatı olarak gelişm iştir. Bunun nasıl olduğunu göster­ m ek için İsa ’dan önce yedinci ve altıncı yüzyıllarda Yu­ n an istan'ı sarsan ekonom ik çalkantılar üstüne b ir şeyler söylemem gerekir. İsa ’dan önce sekizinci yüzyılda Y unanistan basit b ir tarım ekonom isine dayanan, az çok kendine yeterli sayı­ sız küçük devletten m eydana gelen b ir ülkeydi. Bu dev­ letlerin yöneticileri savaşçı çağların önderlerinden gelme ve yönetim i babadan oğula ak taran büyük to p rak sahibi b ir sınıfın insanları, uyrukları ise küçük m ülk sahipleri, toprağa bağlı köleler ya da yarıcılar ve küçük b ir el sa­ natçıları sınıfıydı. T oprak sahibi soylu sınıf dönemiydi bu. Yapımcılığın ve ticaretin gelişmesiyle bu dönem e son verdirildi. Ticareti kolaylaştırm ak için bulunan paranın ortaya çıkması, to p rak tan ay n yeni b ir zenginliğin ve devleti yönetm ekte olan to p rak sahiplerine karşı yeni b ir sınıfın, paralı insanların, tüccar sınıfının gelişmesini sağladı. Bu iki sınıf arasında zorbalıkla sonuçlanan sert b ir çatışm a baş gösterdi. Bu zorbalık tü ccar sınıfının desteğiyle devlet yönetim ini ele geçiren, to p rak sahibi 54

soyluları y u rt dışına süren, top rak ları köylüler arasında bölüştüren, şehirlerin kurulm ası için büyük ta sa n la r hazırlayan ve ticareti desteklem ek için elinden geleni ya­ p an tüccar-prensin diktatörlüğüydü. Yeni yönetici sınıf kendi ilerici ekonom ik anlayışına uygun olarak kültü­ rü n gelişmesi için de büyük ilgi gösterdi. Atinalı «tiran» P eisistratos’un epik için yaptıklarını daha önce b elirt­ m iştim . Kendisi dram sanatı için belki de daha çok şey yapm ıştır. K orinthos’ta, altıncı yüzyılın başlarında, o şehrin başındaki yönetm enin görevlendirdiği b ir ozan, Diyonizos törenlerinden ditiram p denen yeni b ir korolu gösteri dü­ zenledi. O labilir ki, bu gösterinin tem eli korobaşının baş­ lıca bölüm lerini okuduğu, koronun da buna b ir n ak arat eklediği dinsel b ir geçit töreniydi. Bu tö ren İlâhiye, din adam ı ozana, kendisine bağlı kim seler de koroya dönüş­ m üştü. Kısa b ir süre sonra, belki de K orinthos'un etkisi al­ tında, A tina’da da buna benzer b ir şey kendini gösterdi. Atina dram ını açıklayan Aristoteles tragedyanın diti­ ram pta korobaşlarının doğaçtan söyledikleri sözlerin b ir sonucu olduğunu söylüyordu. Aristoteles şunu söy­ lemek istiyor. Tragedyanın çekirdeği ditiram p korosuydu, korobaşının oyuncu —önce b ir oyuncu, sonra iki ve üç oyuncu— olmasıyla bu çekirdek büyüm üştü. Bu de­ ğişim nasıl gerçekleşti? Yunancada «oyuncu» sözü aslında «yorumcu» anla­ m ına gelir. D itiram pın başlangıcı Diyonizos’un alınyazısını gizli b ir dem ek tarafından korolu b ir kutlam a tö ­ reniyle tem sil etm ek olduğuna göre, bu gösteri halka gös­ terildiğinde yorum lanm asının gerekeceği de açıkça o rla ­ ya çıkar. Böyle b ir topluluğun tanrının ölüm ünü temsil eden b ir dans gösterisi yaptığını düşünelim. Danscdcnlcr 55

dansın anlam ını bilm ektedirler, am a seyirciler gördük­ lerini anlayam azlar. İşte b u yüzden, dansın belli b ir ye­ rinde korobaşı —din adam ı ya da ozan— öne çıkarak «Ben Diyonizos’um» diye söze b aşlar ve hikâyeyi o top­ luluktan olm ayanlara anlatır. B unu yaparken kendisi artık b ir yorum cudur ve b ir oyuncu olm a yolundadır. Aristoteles Yunan tragedyasının yalnız b ir tek oyun­ cuyla başladığını, ilk zam anlarda da bu role doğrudan doğruya ozanın kendisinin çıktığını söylüyor. Bu da bi­ zim sıralam am ızı tam am lıyor: din adam ı —ozan— oyun­ cu. Din adam ı kendinden geçiyordu, ozan esinleniyordu, oyunculuk uğraşında olanlara ise Yunan dram ının son yıllarına k adar belli b ir kutsallık tanınıyordu. Neden? O yuncuların kutsallığı başlangıçlarından geliyordu. O yuncular b ir zam anlar tan rın ın sesi olan b ir şeyi dile getiren araçlardı. Ozanın yazdığı rolü okuyan oyuncu ozan —oyuncudan geliyordu; kendi rolünü oynayan —doğaçtan söyleyen, esinlenen— ozan —oyuncu da ditiram pin korobaşı aracılığıyla tan rın ın kendinde cisimleş­ mesiyle tanrı olan Diyonizos rahibinden geliyordu. Yunan dram ının evrim inde son adım altıncı yüzyı­ lın sonunda atıldı. Atina tiran ları bu Diyonizos gösteri­ lerini şehre getirm işler, onlar için b ir tiyatro yapm ışlar ve onları yeniden düzenlemişlerdi. Daha sonra bu zorba yönetime son verildi. Tüccar sınıfı yönetim i ele alm ak için kendini yeterince güçlü saydı ve halkçı b ir anayasa getirdi. B ir kaç yıl sonra da tiyatro şenliği çok daha bü­ yük b ir ölçüde yeniden ele alındı. Bu sırada Aiskhylos daha yirm i b ir yaşındaydı. Övle ki, Atina’nın ve dram sanatının yükselişine baktığım ız zaman, Atina dram ının halkçı devrim in b ir ü rü n ü olduğunu kesinlikle söyleye­ biliriz. Şimdi Ingiltere’ye dönelim. On ikinci yüzyılın sonu­ 56

na kadar ekonom i derebeylerin to p rak ların a dayanıyor­ du. Derebeyin toprakları da derebeyin kendisinden, ır­ gatlarından ve belli sayıdaki el sanatçılarından m eydana geliyordu. Toprağı isleyen ırg atlar nasıl derebeyine bağ­ lıysa, derebeyi barona, b aron da k irala öyle bağlıydı. De­ rebeylik düzeni babadan oğula geçme b ir aşam a sırasıydı. Bunun arkasından gelen m eta üretim iyle b u rju v a lon­ caların deneti altında olan şehirler büyüdü, denizciliğin ve uluslararası ticaretin yeniden önem kazanm ası da A m erika’nın bulunm asına yol açtı. Meta üretim iyle bağ­ daşam adığı için derebeylik düzeni yıkıldı ve onun yeri­ ni kapitalist düzen aldı. Bu b u rju v a devrimiydi. Bizi bu­ rad a ilgilendiren dönem, b u rju v a sınıfının desteğiyle Tudorların kesin b ir kırallık kurduğu on altıncı yüzyıldır. B ir sanat tü rü olarak İngiliz tiyatrosu bu dönem de ken­ dini gösterm iştir. Cham bers'e göre o rta çağdaki dinsel oyunların özü, daha sonra üç Meryemin melekle, sonra H avarilerle, en sonra da İsa ’nın kendisi ile karşılaşm aları gibi olayları oyunlaştırıp geliştiren Paskalya efsanesinin Quen quoeritis törenleridir.42 Kilisede okunan dualar neden oyunlaştırılm ıştır? Böyle b ir oyunlaştırm a isteği önce din tö­ renlerini içgüdüleriyle y ararlı bir şeye, büyücülüğe, dö­ nüştürm ek eğiliminde olan köylülerden gelmiş olmalı. Kilisenin dışında, köylülerin H iristiyanlık öncesi atala­ rından kalm a mevsim şenliklerinde, m askeli eğlencele­ rinde oyunsal törenler zaten yaşam aktaydı. Germen hal­ kı arasında eski Y unanistan’da rastlanan gizli tapınm a topluluklarının bulunduğunu1 biliyoruz. B urjuva sınıfı­ nın önem kazanm asıyla dinsel oyunlar loncalar tarafın ­ dan din adam larının elinden alındı ve katedrallerden pa­ zar yerine getirildi. Böylece dinle olan bağları koparıldı. B undan sonra bu oyunlar öylesine hızlı b ir gelişme gös­ 57

teriyorlar ki, başlangıçlarıyla olan bağları kesinlikle bel­ li olm uyor. Belli olan yalnız b ir şey var. T udor’lar bu oyunları saraya getiriyorlar. K iralın Oyuncuları adı veri­ len topluluk sarayın b ir parçası oluyor. B unlar meslek­ ten oyunculardı. Ayrıca, eğlenceler, ara oyunları, alaylar gibi am atör gösteriler de sarayda çok tutuluyor. Sir Thom as More sarayda kiralın hizm etinde b ir delikanlıy­ ken oyunlar yazıp bu oyunlara arad a kendisi de katıla­ rak ilgiyi üzerine çekm işti: «Noel zamanı, b ird en oyun­ cuların arasın a karışır, hiçbir hazırlık yapm adan onlar­ dan biri olurdu.»43 Böylece, bazı bakım lardan A tina’daki halkçı devrim ­ le İngiltere’deki burjuv a devrim i arasında b ir takım ko­ şu tlu k lar görüyoruz. H er ikisinde de basit b ir tarım eko­ nom isinden paralı ekonom iye b ir geçiş var; h e r iki dev­ rim le birlikte yeni b ir sanat, d ram sanatı, önem kazanı­ yor. Ama ikisi arasında b ir takım temel ayrım lar da var elbet. Birincisinin temeli köle emeğine dayanıyordu, ikincisininki ücretli emeğe. Eski halk yönetim i (dem okrasi) Akdenizin küçük b ir köşesiyle sınırlıydı. D ar b ir çevre­ de gelişmiş ve süresini b ir buçuk yüzyılda tam am layıp bitirm işti. Modern kapitalizm ise, b ü tü n Avrupayı kap­ lamış, A m erika’yı ve Avustralya'yı söm ürgeleştirm iş, H indistan’ı ve A frika’yı ele geçirmiş, beş yüzyıl içinde yeryüzüne yayılarak bü tün insanlığın hayatını değiştir­ m iştir. Bu devrim in düzeyi çok daha yüksek olduğu gi­ bi, kapsam ı da birincisiyle karşılaştırılm ayacak k ad ar geniştir. Dram sanatı bu ayrım ları yansıtır. Yunan dram ında b ir koro vardır. İlkel b ir özelliktir bu. E lizabeth çağı dram ında koro ortadan kalkm ıştır. Yunan dram ı hiçbir zam an bütünüyle dinden kopm uş değildir, özellikle tra ­ gedya dinsel törenlere uyan ağırbaşlı biçimselliğini hep 58

korum uştur. Aiskhylos’un ve Sophokles’in baş eserleri yapıları bakım ından tam b ir yetkinliğe erişm işlerdir. B unların yanında Shakespeare’in oyunları dağınıktır. P artenon’un yanında b ir gotik katedralinki gibi dizgin­ siz, gösterişli b ir canlılığı v ard ır Shakespeare'in oyunla­ rının. Daha geniş, daha zengin, daha hareketli, daha atıl­ gan, daha serüvenci ve ufukları daha geniş b ir toplum un eserleridir bu oyunlar. A yrım lar üstüne bu k ad ar söz yeter. B undan sonra­ ki bölüm de her iki sanat arasındaki benzerlikler üzerinde duracağız.

59

VI

TRAGEDYA

Tragedya Avrupa'ya özgü b ir oyun tü rü d ü r. Önce A tina’da, sonra, m odem b u rju v a sınıfının önem kazan­ m asıyla batı A vrupa’da yeniden ortaya çıkar. Elizabeth çağı tragedyası hem en hem en hiçbir Yunan etkisinin izi­ ni taşımaz; ne var ki, herkesin tragedyaya özgü saydığı b ir takım nitelikleri de içerir. Bizler paralı b ir ekonomiye öylesine alışm ışızdır ki, paranın ilk çıktığı zam an insan düşünüşü üzerinde ne gibi etkiler yaptığını kolay kolay anlayamayız. Aristo­ teles’in bu konuyla ilgili düşüncelerine değinerek başlıyacağım sözüme.44 Paranın ilk görevi, diyor Aristoteles, alış-veriş süre­ cini—alm ak için satm ayı—kolaylaştırm aktı. Köylü dom u­ zunu pazara götürür, satar, böylece elde ettiği parayla kendisine üst-baş satın alır. Bu am acın sınırlarını aşm a­ dıkça, paranın dolaşım ı sadece b ir am acın aracı olm a­ sı temel gereksinim lerin karşılanm ası dem ekti. Ama za­ m anla p ara yeni b ir am aç uğrunda, satm ak için alm ak uğrunda, kullanılm aya başlandı. Tüccar pahalı satm ak için ucuza alır. B ir takım m alları parayla k ap atarak fiatınm yükselm esini sağlar, sonra da büyük k ârla o m al­ ları satar. Para kazanm ak başlı başına b ir am aç olm uş­ tu r artık. Tüccar bu işi b ir kez yaptı mı, b ir kez daha 60

yapar. Atinalı b ir ozanın dediği gibi, zenginliğin sonu yoktur. Tüccar durm adan yeni y atırım lara girişir, ta ki, sonunda —belki de öbü r tü ccarlar da aynı oyunu oyna­ dıkları için— giriştiği iş kendi gücünü aştığm dan herşeyini yitirir. Aristoteles bun d an alınm ası gereken dersi iyice belirtm ek için M idas'ın hikâyesini anıyor. Midas, altın m adenleri zengin b ir ülke olan P hrigia'nm kiralıy­ mış. Dokunduğu herşeyi altına çevirme gücünü kendisi­ ne verm elerini tanrılard an dilemiş. Dileği kabul olmuş, am a Midas da bütün altınlarının arasında açlıktan can verip gitmiş. A ristoteles’e göre, bu eğilim p aralı ekonom inin özü­ nün gereğidir. Paranın insan hayatına karışm asının top­ lum sal ve töresel etkilerini Yunan edebiyatında kolayca izleyebiliriz. Toprak sahibi soylu sınıf zam anında toplum sal iliş­ kiler basit, doğrudan doğruya ve belirli ilişkilerdi. Gizli kapaklı hiçbir yanı yoktu bu ilişkilerin. Irg atların sö­ m ürülm esi emek ve benzeri b ir k atkının som ut olarak elde edilmesi dem ekti. Irgatla efendinin tanışıklığı ta atalarından sürüp gelen b ir yakınlıktı. Odysseia’da Odys­ seus ile domuz çobanı arasındaki gibi oldukça yakın b ir bağ olabilirdi bu ilişki. Bu dönem in görüşünü, kendisi to p rak sahibi b ir çiftçi olan ve ırgatlara karşı hem ko­ ruyucu hem de onları baskı altında bırakırcasına davra­ nan Hesiodos dile getiriyor. Ozan ayrıcalıklarım kötüye kullanm am aları konusunda soyluları uyarıyor; köylüle­ re de paylarına düşenle yetinm elerini öğütlüyor. H içbir şeyin aşırısına kaçm am alı, elindekiyle yetinm eli; payına düşenden fazlasını istersen, ölçüyü kaçırdığın için ceza­ landırılabilirsin. B ütün bunları altüst etti para. Para olm asaydı, Peisistrato s'u n yeniden kurduğu altın şehir belki de hiç yük61

selmeyecekti; dem okrasi, Oresteia, Partenon yaratılm ayacaktı. Ama Atina dem okrasisi parayla yaratıldıysa, gene parayla yok edildi. Köle emeğinin gittikçe artan rekabeti karşısında yoksul olan y u rttaşlar daha yeni el­ de ettikleri dem okratik haklarını kullanarak önderleri­ ni kendilerine para yardım ı yapm aya zorladılar; önder­ ler ise bu parayı zenginlerin m allarını alm adıkça ancak b ir yoldan bulabilirlerdi, o da başka halkları söm ürm e yoluydu. Atina böylece dem okrasinin karşıtı b ir davra­ nışla dem okrasiyi korum aya kalkarak saldırgan b ir sö­ m ürgeci devlet oldu ve sonra da \ukıhp gitti. Bilerek, bilmeyerek, düşünen herkesi tasalandıran yıpratıcı çe­ lişme buydu. «însan paradır.» İlk p ara basan şehirlerden birin ­ de söylenen b ir sözdü bu. Paranın satın alamayacağı hiç­ b ir şey yoktur; paralı insanın olamayacağı hiçbir şey yok­ tur. Sophokles de aynı şeyi söylüyor: Dostluk, onur, güç, önem kazandırır para, K urum lu kıralla yan yana o tu rtu r kişiyi. Y oksulların düşlerini hiç gerçekleştiremeyeceği Aşılmış, aşılm am ış yolların hepsi Eli-çabuk zenginlikle ölçülür. Daha sonraki b ir ozan Tanrıdan da üstün sayıyor parayı: Tapılacak tan rı varsa, Altınla güm üştür, diyorum . B unlar elindeyse, Ne dilersen dile, herşey senin olur Arkadaş, yargıç, tanık, hepsi şenindir parayla. Ne sandın, ta n rılar bile hizm etinde çalışır. Para, bu yüzden, b ü tü n toplum sal ölçüleri, töresel 62

değerleri alt ü st eden bozucu b ir güçtü. Bu sözler de Euripides'in: Zenginlik en üstü n değerlerle süsler köleyi, Özgürü özgürlüğünden ederken yoksulluk. Bu sözler de gene Sophokles’in: B ir insan çirkin mi yaratılm ış, sevilm iyor mu. Para hem güzelleştirir onu hem de sevdirir. Varlık, sağlık, m utluluk parayla gelir hep, Yalnız para gizler h er tü rlü haksızlığı. Aynı ozan, bu yüzden, b ü tü n kötülüklerin kaynağı sayıyor p a r a y ı: K ötü diye ne varsa yeryüzünde bilinen, P aradır en kötüsü. Kişiyi yurdundan eder, Yağmaya u ğ ratır yiğit kentleri, kandırır, Yoldan çıkarır en iyi yüreklileri. P ara herşeyi karşıtına dönüştürüyordu. Bozucu et­ kisiyle toplum un her köşesine yayıldıkça, insanlar bul­ dukları bu yeni şeyin kendilerinin efendisi olduğunu sez­ meye başladılar. Bunun ne olduğunu ne anlayabildikleri, ne de onu denetleri altına alabildikleri için de, parayı ancak evrensel b ir yasa olarak ülküleştirerek açıklayabil­ diler. İşte Yunan edebiyatında sık sık karşılaştığım ız, yalnız zenginlik değil, sağlı|c, m utluluk gibi kendi başı­ na iyi olan herşeyin aşırısını istem enin bunun karşıtını getireceği düşüncesi burad an doğuyor. Platon un dediği gibi: «Yılın m evsim lerinde, b itkilerin yaşayışında, insan 63

bedeninde, hele hele uygar toplum da aşırı b ir eylem tam k arşıtına dönüşür.» Aristoteles şiir sanatı ile ilgili incelem esinde tra ­ gedyayı, kahram anın b ir yanlışı yüzünden talihinin ter­ sine dönm esini içeren b ir eylemin gösterisi olarak tanım ­ lıyor. Bu talihin dönmesi ya b ir yıkılıştır, ya da b ir yı­ kılış olm a eğilim indedir: A ristoteles’in kendi deyişiyle, «eylemin karşıtına dönüşm esidir.» Bu ilkeye dayanan b ir olay örgüsü daha çok tragedyanın özelliklerini taşır. Bunun en ü stü n örneği Sophokles'in K ıral O idipus'udur. Laios ile îokaste Thebai kentinin kıralı ve kıraliçesidirler. Thebai'nin güneyinde K orinthos vardır; batısın­ da ise tapm ağında «Kendini bil» sözleri kazılı olan Apollo n ’un Delphoi Bilicisi. Bunların Oidipus adını verdik­ leri b ir oğullan olur. Biliciye göre b u çocuk babasını öl­ dürüp anasıyla evlenecektir. Babayla ana böyle b ir çocu­ ğu yetiştirm ektense, dağlarda bırakılıp ölmesi için onu b ir adam larına verirler. Çobanlık eden bu adam çocuğa acır, onu K orinthos’lu başka b ir çobana verir. O da evine götürür. Ç ocuklan olm ayan K orinthos kıralı ile kıraliçesi de bu çocuğu alarak kendi çocuklan gibi b ü y ü tü r­ ler. Yirmi yıl sonra b ir takım insanlar genç O idipus’u, ana baba sandığı kim selerin öz oğlu olm adığını ileri sü­ rerek kızdırırlar. K ıral ve kıraliçe, gerçeği söylemeden, O idipus’u bunun tersine inandırm aya çalışırlarsa da, o buna kanm ayarak Delphoi Bilicisine gider. Bilici ilk söy­ lediği sözleri b ir kez de O idipus'a söyler. Ama Oidipus babasını öldüreceğini ve anası ile evleneceğini ilk olarak duyuyordur. B ir daha K orinthos'a ayak basm am a karan y la geldiği yolun tersine, Thebai kentine doğru yöne­ lir. Bu sırada Thebai’liler de, sorduğu bilmeceyi çöze­ m edikleri için her gün belli sayıda insanın canına kıyan 64

Sphenks denilen b ir dişi canavarın derdine düşm üşler­ dir. Laios ne yapm aları gerektiğini Biliciye danışm ak için yola çıkar. A rabasını süren kiralın yanındaki adam ­ la rın arasında daha önce sözü edilen çoban da vardır. O idipus’la karşılaşan kıral onu yoldan çekilmeye zorlar. Oidipus direnir. Laios kırbacıyla O idipus'a vurur. Oidipus da kirala vurarak onu öldürür. Genç adam kiralın yanındaki adam ları da öldürür, yalnız çoban kaçarak Thebai’ye döner ve korkunç olayı an latarak kiralın yol­ da haydutlar tarafından öldürüldüğünü söyler. Oidipus Thebai’ye varır, ilk yaptığı iş de Sphenks'in bilmecesini çözmek olur. Kendisini kurtarıcıları olarak gören halk O idipus'u kıral yapar. Bu sırada kendisini tanıyan, am a gerçeği saklam aya k arar veren çoban son günlerini dağlarda geçirmek üzere îo k a ste’den izin alır. Yeni kıral dul kıraliçeyle evlenir. Yıllar geçer, çocukları olur. Derken Thebai'liler yeni b ir yıkımla, bu kez bir veba salgınıyla, karşı karşıya kalırlar. H alkını düş kırık­ lığına uğratm ak istem eyen Oidipus Delphoi Bilicisine danışm ak için b ir adam gönderir. Bilicinin verdiği k ar­ şılığa göre Laios’u öldüren kim se şehirden sürülürse ve­ badan kurtulacaklardır. Oidipus bilinm eyen katili lânetliyerek araştırm aya girişir. Çobandan başka gerçeği bilen biri daha vardır —yaşlı bilge Teirisias; am a o da bu konuda susm aya kararlıdır. Kendisini sorguya çeken O idipus'a karşılık vermeyeceğini söyler. Oidipus kızar. Bunun üzerine Tei­ risias da öfkeye kapılarak .katilin Oidipus olduğunu açıklar. Çileden çıkan Oidipus T eirisias’ı kıralhğa karşı gizli b ir şeyler tasarlam akla suçlar. îokaste araya gire'r e k kavgayı yatıştırır. Kocasının sorduğu sorulara k ar­ şılık vererek Laios’un ölüıiıü ile ilgili ne biliyorsa açık­ lar: eski kıral Delphoi’ye giderken b ir takım haydutlar 65

tarafından öldürülm üştür. Oidipus Delphoi yolunu h atırlar. Ama b ir takım haydutlar— kendisi yalnız başına değil miydi? İokaste bu noktanın da olayı bilen tek sağ kişinin, dağlara çekilen çobanın, çağırtılarak açıklanabileceğini belirtir. Oidipus temize çıkm ak um u­ duyla İokaste’nin hem en bu adam ı çağırtm asını ister. Bu sırada K orinthos'tan gelen b ir haberci kiralın öl­ düğünü ve O idipus’un onun yerine geçeceğini bildirir. Oidipus artık talihin doruğuna erişm iştir —iki ülkenin kı­ ralı olm uştur. îokaste b u haberi Bilicinin yanıldığını gösteren b ir kanıt sayar. O idipus’u n babası eceliyle öl­ m üştür. Bu noktadan b ir kuşkusu kalm ayan Oidipus, anasıyla evlenm ekten korktuğu için gene de K orinthos’a hiç dönmeyeceğini söyler. K endisinin b u korkusunu da giderm ek isteyen haberci, O idipus’un kıralla kıraliçenin öz oğulları olmadığını, kimsesiz b ir çocuk olarak büyü­ tüldüğünü açıklar. Bu arada yaşlı çoban da gelm iştir. K orinthos’lu habercinin yıllarca önce çocuğu verdiği ço­ ban olduğunu anlar. K iralın sorularını savuşturm aya ça­ lışırsa da işkence yapılacağı korkusuyla bildiklerini söy­ ler'. Gerçek artık ortaya çıkm ıştır. Oidipus saraya koşa­ rak bu arad a kendini asm ış olan anasının üstünden al­ dığı bir iğneyle kendi gözlerini oyar. Kıral olan bu sürgün, sürgün olan bu kıral, iki kez ne idiyse onun karşıtı olur. Bu değişim kendi isteğinin dışında gerçekleşir, am a ilgili kim selerin, bilm eden de olsa, bu değişimde payları olur. Bilicinin söyledikleri gerçekleşmesin diye çocuk b ir yere bırakılır, çoban acı­ yarak onu ku rtarır, bunun sonucu olarak da Oidipus kim olduğunu bilm eden büyür. Anasıyla babası konusunda içine b ir kuşku düşünce Oidipus Biliciye danışır. Bilici alınyazısını açıklayınca, bundan kaçarak Thebai'ye gi­ der. Kendisini savunm ak için babasını öldürür, çoban 66

daha sonra onu tanır, am a anasıyla evlenmesine göz yu­ mar. Bilici katilin şehirden sürülm esini istediği zaman, Oidipus soruşturm ayı kendisi yönetir. Oidipus Teirisias’ı suçlam asaydı, belki Teirisias da onun suçunu açıklamazdı. O idipus’un yıkım ına yol açan yanlış budur; am a bu yanlış da onun en değerli erdem inin, halkına duyduğu sevginin, aşırı b ir belirtisidir. Son olarak da, babasını öldürm ediğini tanıtlam ak üzere çağrılan yaşlı çoban, tıpkı O idipus’u anasıyla evlenme korkusundan k u rta r­ m ak isterken onun korktuğu şeyi gerçekleştirdiğini açık­ layan K orinthos’lu haberci gibi, istem eden O idipus’a duym ak istediği sözlerin tam tersini söyler. İsteklerin böyle durm adan karşıtlarına dönüşm esi tragedyanın en ağır basan güç kaynaklarından b irid ir— b ir düşün ü r­ kütücü özdevimiyle yıkıma varan b ir güç kaynağı. Derebeylik düzeninin paranın gücüyle nasıl yıkıldı­ ğını Marx şöyle açıklıyor : «Burjuva sınıfı nerede başa geçtiyse, oradaki b ü tün derebeyliğe özgü, ataerkil ve şehir-dışı yalın ilişkilere bir son verdi. Derebeylik insanını doğal üstleriyle birleş­ tiren bütün karm aşık ve değişik bağları kopararak in­ sanlar arasında öz-çıkarından ve paranın katı yasasından başka bir ilişki tanım adı. Dinsel coşkunluğun kiatsal tit­ reşim lerini, yiğitçe davranışları, küçük insan duygululu­ ğunu bencil bir hesapçılığın soğuk sularında boğdu. Ki­ şisel onuru basit b ir alım-satım değeri yaptı, büyük em eklerle elde edilen sayısız özgürlüklerin yerine tek ve acımasız b ir özgürlük, ticaret yapm a özgürlüğünü, ge­ tirdi.»15 Ama bırakalım da o çağların yazarları konuşsunlar kendi adlarına. Derebeyliğe dayanan toplum kavram ı ast-üst düzeni sözleriyle özetlenebilir. O rta çağlardaki bilge kişilerin ya­ 67

zılarında bu düzene sık sık değinildiği görülür : «Bir ast-üst düzeni olduğunu çok iyi biliyorum , in­ sanların ödevlerini bu düzene göre yapm aları da yerindedir; am a kişinin astın a kötü davranm ası, onu h o r gör­ mesi de aşağılık b ir şeydir.»4“ Toplum un, köylüyle efendisi arasındaki kişisel bağ­ lılık ve açık yüreklilikle pekiştiği b ir çağdı bu: Ey iyi yürekli ihtiyar, nasıl da belli yüzünden, H izm eti bağlılık sayan eski günlerdeki gibi, Çıkarın için değil, ödev uğrunda ter dökm en.47 Meta üretim iyle bu derebeylik ilişkileri de kopm uş oldu: O yum uşak yüzlü efendi, ayartıcı mal hırsı: Mal hırsı, dünyaya yeni yön veren — O dengeli dünyaya ki. Düzenli yolu üstünde düzenini yitirmezken, Bu yeni çıkar hırsı, bu aşağılık tutku, Bu akılları çelen sınırsız mal düşkünlüğü ile O da çığırından çıktı; h er yönden, h er am açtan, H er yoldan uzaklaşıp bu yeni gidişe uydu.19 Geleneksel törelerle ve kilisenin önderliğiyle kutsal­ laşan bütü n bu karm aşık ast-üst ve ödev düzeni özgür girişim adına yerle b ir edildi. Ticaret hayatını kısıtlam ak isteyen İkinci Philip’e Anvers’liler, «Bu şehrin zenginli­ ğini burada ticaret yapanlara tanınan özgürlüğe borçlu olduğunu kim yadsıyabilir?» diyerek karşı çık tılar.19 Bu arada Amerika bulunm uş ve Am erika’dan altın akm a­ ya başlam ıştı. Altının gücü sınırsızdı. Colom bus’un söz­ lerini okuyun: 68

«Hazineler altınla olur. K im in altını varsa, o insan bu dünyada istediğini elde edebileceği gibi A raf'ta bek­ leyen ruhları da k u rtarıp onlara Cennet’in m utluluğunu bağışlayabilir.»50 Ya da yığılan m allarını sayan M altalı Y ahudi’yi din­ leyin: İşte böyle yığılıyor servetim k arad an ve denizden, Böyle artıyor işte insanların zenginliği h er yandan... Gökler daha ne yapsın yeryüzünde insana Bolluğunu kucaklara yağdırm aktan başka, Deşip toprağın bağrını önlerine sererek Yüklü gemileri kazasız varsın diye lim ana Denizi, rüzgârları insana köle kılm aktan öte.51 Faustus ruhunu satm ıştır, am a az şey alm am ıştır karşılığında: Nasıl sarıyor beni şim di bu yüce düşünce! Canım ne istiyorsa onu mu getirtsem perilere, Bilmediğim her şeyi açıklasalar mı bana. Olmayacak işler mi yapm alarını istesem ? Altın getirsinler diye H ind'e yollayacağım, Doğu incileri için denizlere salacağım, Tatlı yemişler, eşsiz güzellikler arayacaklar Benim için yeni dünyanın her köşesinde.52 Bu, m adalyonun yalnız b ir yüzü. Ö bür yüzünü de unutm am am ız gerekir — binlerce köylü ailesi özel m ül­ kiyet yasalarıyla evinden barkından çıkarılm ış, yollara dökülm üş, buradan da aylaklığı yasaklayan b ir takım yasalarla zindanlara atılm ış, darağacm a gönderilm işti. Thom as More şöyle anlatıyor bu insanları: 69

«Çiftçiler evlerinden kovuluyorlar; yalan, dolan, tü rlü haksız davranış ve baskıyla öylesine hayatlarından bezdiriliyorlardı ki, neleri varsa satm ak zorunda kalıyor­ lardı; kadını, erkeği, dulu, yetimi, m em edeki bebeleriyle bu zavallı insanlar iste r istemez yollara dökülüyorlar-' dı. Doğup büyüdükleri evlerinden uzakta, sığınacak b ir yer bulam adan sürünüp d u ruyorlardı... Bu yüzden, za­ ten pek b ir değeri olm ayan öte berilerini yok pahasına satm ak zorunda kalıyorlardı. Ellerine geçen b u sınırlı p ara da bitince, hırsızlık yapıp asılm aktan, ya da dilenip aylaklar gibi zindana atılm aktan başka yapacak b ir şey kalm ıyordu.»53 H am pton Sarayının görkem ini k arartan bu gölge­ leri biz unutabiliriz belki. Ama Shakespeare unutm u­ yordu: Şim di kim b ilir nerede, bu am ansız fırtınanın S aldırılarına göğüs geren çırılçıplak zavallılar, Başınızı sokacak b ir dam dan yoksun, Kemiğe dönm üş vücutlarınız, y ırtık p ırtık paçavralar Nasıl korur sizleri böylesi havalardan? Ah, pek kafa yorm am ışım şimdiye kadar B ütün bunlara b e n .'1 Ne var ki, bu yüzyılda Ingiltere daha önce tarihinde hiç olm adığı kadar zengindi. Gene S ir Thom as M ore’un söz­ lerine dönelim : «O yüce soylu para hazretleri yolum uza çıkıp ekm e­ ğimizle bizim aram ıza girmeseydi, b u bize m utluluğun kapılarını açacak araç, acım adan b ü tü n yolları kapamasaydı, insanlar geçimlerini kolayca sağlayabilirlerdi.»55 B ulucusunun başına belâ olm uştu bu buluş. 70

B undan zarar gören yalnız köylüler değildi. Büyük balık küçük balığı nasıl yutarsa, hepsi özgürlük adına kurulan büyük ortaklıkların, m onopollerin gelişmesiyle, büyük tüccar da küçük iş adam larını o rtad an kaldırm a­ ya başladı, denetlenm esi güç piyasa oyunları yüzünden de büyük tüccarlar bile ertesi gün beş parasız kalm a tehlikesiyle karşılaşır durum a düştü.50 Sanki b ir tılsım la h er şeyi k arşıtına dönüştürm e gücü olan paranın gizi böyleydi. İşte kök bulm ak için toprağı kazan Timon : Ne o? Altın mı? Sapsarı, pırıl pırıl, değerli altın mı? Hayır, tanrılar, Açgözlü alığın biri değilim ben. Kökler, ey d u ru gökyüzü! K arayı ak; çirkini güzel; haksızı haklı; alçağı soylu; Yaşlıyı genç; korkağı yiğit yapm aya yeter bunun bu kadarı. Ah, tanrılar, neden bu? N edir bu, ey tanrılar? Rahiplerinize, uşaklarınıza yüz çevirtir b u sizden, B aşının altındaki yastığı çeker dipdiri b ir insanın; Bu sarı köle dinler kurar, sonra yıkar; tlençliyi kutsar; cüzzamlıya ta p tırır; hırsızı alıp Üne, övgüye boğar, yanyana o tu rtu r u lu kişilerle; B udur işte yeniden evlendiren kırk yıllık dulu; K apanm az yarasıyla en um utsuz hastayı M erhemler, kokularla b ir Nisan gününe çeviren de bu.67 îş te gene Timon, burada da insanoğluna şöyle sövüyor: t

Tanrı sevgisi, tan rı korkusu, Barış, doğruluk, gerçek, Ev düzeni, uyku, kom şuluk, Ö ğütler, töreler, gizler, h er tü rlü iş-güç. 71

Büyük-küçük sırası, gelenek ve yasalar Şaşırtan karşıtların a dönsün sende Sonra da başlasın kargaşa! '8 Altının lânetlenm esidir bu — Shakespeare’in tragedyala­ rındaki korku ve acının altında uğuldayan b ir lânetlenme. B aşkalarının m alını zorbalıkla ele geçiren, am a ken­ disi de zorbalardan korkan b irid ir Macbeth. Büyücü cadı­ lar, Birnam K orusu D unsinane’e gelinceye k ad ar kırallık edeceğini, kadından doğan kim senin onu öldürmeyeceği­ ni söylerler kendisine. M acbeth korkularından böylece k urtulur. Ama olm ayacak olan olur. Birnam K orusu D unsinane’e gelir, anasının karnından vakitsiz doğmuş biri de M acbeth’e meydan okur. Yaşlı Gloster yeni çağı hâlâ unutam adığı geçm işle karşılaştırır: «Şu son günlerdeki ay ve güneş tutulm aları hiç d e hayra yorulacak gibi değil. Gerçi insan aklı bu olayları şu ya da bu yüzdendir diyerek açıklayabiliyor, am a bun­ ların ardından gelen belâlardan insan kendini k u rta ra ­ mıyor. Sevgi azalıyor, dostluklar bozuluyor, kardeş k ar­ deşe düşüyor; şehirlerde ayaklanm alar; ülkelerde anlaş­ mazlık; saraylarda birbirinin kuyusunu kazanlar; babay­ la oğul arasındaki bağlar bile kopuyor. Oğlum olacak x> alçak da doğrulam ıyor mu bunu? îşte babasına karşı çıkan oğul. Kıral sapıyor doğanın doğru yolundan. îşte çocuğuna karşı çıkan b ir baba. En güzel yıllarımız geri­ de kaldı artık. Yalan, dolan, aldatm a, h er tü rlü yıkıcı kargaşa rahat bırakm ayacak bizi, yolumuz ta m ezara va­ rıncaya kadar. »M Daha sonra G loster kendisini koruyacak olan oğlu­ nu oğul saymaz, güvendiği oğlu ise babasını öldürm eyi 72

kurar. Tıpkı onun gibi, Lear de kendisini sarayından kovacak olap kızlarına güvenirken, onu k ara gününde avutacak olan kızını yanından uzaklaştırır: Hekim ini öldür, ücretini de O iğrenç hastalığa ver.1'1 Ve böylece, bütün gece boyunca çılgın bir dilenciyle çılgın bir kiralın, fırtınada sürüklenen sam an çöpleri gi­ bi, çılgın bir evreni yargılam alarıyla sürüp gider tra ­ gedya En küçük kusuru bile gizleyemez yırtık p ırtık giysiler; Sırm alı kürklerse, her ayıbı örter. Günahını altınla kaplat, İz bırakm adan kırılır doğruluğun mızrağı; Paçavralara sar, b ir sam an çöpü bile kolayca delip geçer.1,1 H ayatı altüst olan Othello, onu altüst eden Iago ile karşılaşınca şunu sorar: Ne olur, sorar mısınız şu yarı-iblise, Neden kapana kıstırm ış ruhum la bedenim i böyle?02 Evet, neden? Pek çok eleştirm en sorm uştur bu soruyu. Coleridge'e göre «sebepsiz kötülük»tür bu. Ruhbilimsel açıdan pek inandırıcı b ir açıklam a değil, bu yüzden de Shakespeare’in, çağının kaynaşan toplum hayatından çok bireylerin kişilikleriyle ilgilendiğine inananları pek kan­ dırm ıyor. Bence Coleridge’in yargısı doğru. İnsan kişili­ ğine bürünm üş de olsa, Iago gerçekte ne olduğu kendi sözleri ve davranışlarıyla ortaya çıkan insanlık-dışı b ir 73

yarı-iblis, b ir yıkıcılık simgesidir: «Araba olan aşkı uzun sürem ez Desdemona'nın — sen para koy kesene — ne de A rabın ona olan aşkı. B irdenbire başlıyan b ir aşktı bu, sonu da, göreceksin, öyle birdenbire gelecek — sen p ara koy kesene. Bu Araplar hiç belli olm az — keseni parayla d oldur sen : şimdi ona hurm a gibi tatlı gelen b u yemiş, çok geçmez acı b ir hıyar tadı verir. Arabın gövdesine doyunca, anlıyacak yaptığı yanlışlığı: canı daha gençleri çekecek. Değişiklik isteyecek, değişiklik. Onun için sen p ara koy kese­ ne. »ı;; B undan sonra Iago Cassio’yu tuzağa düşürm eye kalkar: Çünkü bu doğru sözlü alık, Desdem ona’ya baş vururken kendini k u rtarsın diye, K adın da kocasına yalvarırken Cassio için, Ben Arabın kulağına akıtırım şu zehiri, karın Kendi şehveti için istiyor bunü, derim; İyilik yapm ak için ne kadar çırpınırsa kadın, O kadar düşürm üş olacak kendini Arabm gözünde. Böylece iki paralık etm iş olacağım nam usunu, Ve hepsinin içine düşeceği b ir ağ öreceğim K adının iyi yürekliliğinden.04 İstekleri karşıtlarına çeviren b ir yan-iblistir Iago. Shakespeare L ondra’ya geldiğindenberi Elizabeth’in sarayından yayılan parlak kü ltü rd en gözünü ayıram ıyor, am a taşralı b ir çiftçinin oğlu olduğu için de y urdun h er yanını kaplam aya başlayan karanlığa gözünü yumamıyordu. L ondra’da b aşarı kazanarak kendisine rah at b ir 74

hayat kurdu. Shakespeare yeni düzene bağlı b ir b u rju ­ vaydı. Ne var ki, yaşlı Kıraliçe ölm eden önce bile saray­ da çeşitli dolaplar dönmeye başlam ış, yozlaşm a b elirti­ leri baş gösterm işti. B irinci Jam es’in ta h ta çıkmasıyla saray bu rju v a kültürünün odak noktası olm aktan iyice çıktı. Bu değişikliğin büyük b ir etkisi oldu Shakespeare' in üzerinde. B ütün büyük tragedyaları bu dönem de ya­ zılmıştı. Julius C aesar’da, H am let'te, M acbeth'de ve Lear' de Shakespeare belki bilinçaltından, am a açıkça. Birinci Jam es’in burjuva sınıfına karşı k ıra lla n n tan rısal hak­ larını savunm asını ele alıyor. C oriolanus'ta b u rju v alar kırallığı yıkm aya kalkarlarsa, harekete geçirecekleri güç­ lerden duyduğu korkuyu dile getiriyor. Toplum yapısın­ da yeni b ir çatlak belirm iştir, ve bu kez uğraşı ve yılların alışkanlığı ile saraya bağlı olan Shakespeare kendisini savaşı yitirenlerin yanında buluyor. B unun sonucu ola­ rak da bilinçli dünya görüşü gittikçe artan b ir tu tu cu ­ luğu dile getiriyor: Saygı sıra gözetme, tellerin düzenini boz, O zam an seyreyle güm bürtüyü! H er şey birbirine girer; Uslu uslu akan su lar yataklarından taşar, Cıvık çam ura boğulur bu sapasağlam toprak; Kuvvetli zayıfı ezer, Azgın evlât babasını öldürür, Zorbalık hakkın yerine geçer; Daha doğrusu, adaletin uzlaştırdığı haklı haksız B irbirinden ayırd edilmez olur, Adalet nam ına da b ir şey kalmaz. O zam an kuvvet hırs olur, hırs da aç gözlülük, Ve bu aç gözlülük, kuvvetle hırsın yardım ıyla B ir k u rt gibi dünyaya saldırır, h er şeyi yer yutar, Sonunda da kendi kendini kem irir.0'’ (Türkçesi : S. Eyüboğlu - M. Urgan) 75

B ütün bu sözler, hiç değilse bu sözlerin pek çoğu, geleneksel b ir görüşü yansıtır. Saygı-sıra gözetme kav­ ram ı kargaşalıktan kurtulm anın tek yolu olarak yaygın b ir düşünceydi.00 Yıllarca önce yayımlanm ış olan Elyot' un G ovem er'm dan b ir takım sözleri buraya aktarm am b u noktayı açıklam am a yeter: «Ast-üst düzenini ortad an kaldırırsak, geriye ne kalır^ E lbette, pek çok kim selerin düşündüğü gibi karga­ şalıktan başka b ir şey kalmaz.» Ne var ki, Shakespeare’in sözleri bu kökten çıkıp dallanan düşünceler değil sadece. Shakespeare b urada b ü tü n ozanların her zam an yaptığı b ir şeyi yapıyor — ön­ ce bilinçli b ir önermeyle söze başlıyor, sonra düş ev­ renine doğru havalanıyor. Saygı sıra gözetme. Tam bi­ linçli bir öneridir bu. Derebeylik düzenini yıkarsan, k ar­ gaşalık yaratm ış olursun, anlam ını taşır. Tutucu siyasal görüşü açıkça dile getirir. Saygı sıra gözetme, tellerin düzenini boz. Ha, burada yeni b ir şey çıkıyor ortaya. Anlam gene aynıdır, am a artık yalın b ir önerm e değildir bu — işin içine imgeler ve düş gücü girm iştir. Ozanın düş gücü havalanır, burada ele alm am ız gerekmeyen başka geleneksel kavram lara değinerek salt düş dünyasına varır: O zam an kuvvet hırs olur, hırs da aç gözlülük, Ve bu aç gözlülük, kuvvetle hırsın yardım ıyla Bir k u rt gibi dünyaya saldırır, h er şeyi yer yutar, Sonunda da kendi kendini kem irir. Bunun anlam ı nedir? Shakespeare’in kendisinin de bildiğini sanmıyorum. Çünkü bu şiirdir, simgelerle dile gelen b ir gelecek haberciliğidir. Çözümlersek şu anlam ı çıkarırız: derebeyliğin yerine geçen düzen sınırsız b ir ya­ 76

rışm a anlayışına dayandığı için gelişebildiği ölçüde ge­ lişecek, sonra kendine karşı dönerek kendi kendini yok edecektir. T arihte olan da budur. Kendi yaşadığımız yıl­ larda bile gördük bunu. B undan da ötesini görm üş m üdür Shakespeare? Buna karşılık verm ek kolay değil, am a son yıllarında tragedyadan vazgeçen Shakespeare F ırtın a’yı yazar. Bu oyunda şehirdeki burjuva düzeninden uzaklaşır, tılsım lı bir adaya gideriz, Ariel adlı b ir meleğin hizm et süresi dolunca özgürlüğe kavuşacağını görürüz. B u m elek do­ ğanın güçlerini evcilleştirerek efendisinin yararlanabile­ ceği b ir biçime sokar; evlenm ekte p lan iki nişanlının düğününde ise düş gücünün doruğuna eriştiği görülür: Bolluk eksilm esin topraktan, A m barlar hiç boş kalm asın, Salkım salkım olsun bağlar, Ağaçlar meyveden bel versin; H asadın ürünü bitm eden Varıp yetişsin ilkbahar! Bilmeyin açlığı, kıtlığı; B udur Toprak Ana’nın dileği.07 Son b ir esinlenmeyle koca ozan nasıl b ir geleceği gör­ m üş olursa olsun, bu düşün gerçekleşmesi için aşırı b ir çaba, çok uzun b ir zaman gerekir, eğlenceye katılan oyuncular bu yüzden kendi dünyalarına gönderilir: Oyunumuz burada bitti. Önce de söylediğim gibi, Hep perilerdi oyuncularımız, artık uçup havaya, İncecik havaya karıştılar; Bu düşün temelsiz yapısı gibi, B ulutlarla çevrili kuleler, koca saraylar, 77

Ulu tapınaklar, yüce yeryüzünün kendisi bile Ü stündekilerin hepsiyle birlikte eriyerek Bu boş gösteri gibi kaybolup silinecek gözden. D üşlerin özündeki nesneleriz biz, Ve uykuyla çevrili küçücük yaşamlarım ız. Efendim , bağışlayın beni, iyice bitkin düştü Y aşlanan beynim. Sizi üzmesin bu şaşkınlığım; Dilerseniz, m ağaram a çekilip orada dinlenin; Ben şöyle biraz dolaşıp kafam ın uğultusunu D indirm ek istiyorum. «Şiirsel düş gücünün sorum suz b ir oyunu» olarak tanım lanm ıştır. Fırtına,68. ö yledir de—ozanın bilincinden bağımsız olduğu için sorumsuz, am a bu yüzden de Elizabeth çağı yaşayışının parıltılı yüzeyi altındaki kaynaş­ m anın devinimine uyan bilinçaltını o ölçüde doğrulukla dile getirebilen b ir oyun.

78

VII. GELECEK K apitalist düzende ozanın toplum içindeki yeri değişinişti. Shakespeare Leicester kontuna bağlıydı. Ailesi ve dünya görüşüyle burjuva olsa bile, toplum daki yeri bakım ından derebeylik düzenine uyuyordu. Oysa Mil­ ton, Cromwell zam anındaki İngiliz cum huriyetinde yıl­ larca görevli olarak çalışmış, Cromwell’e dış işleri ba­ kanlığı etm işti. Toplum içindeki yerine göre de b u rju ­ vaydı. Ama siyasal görüşüyle şiiri arasında yakın b ir bağ vardı. Politika, şiir, din tek ve bölünm ez b ir b ü tü n d ü onun için. K ırallığın yeniden kurulm asıyla sanatçıların korunm ası konusunda yarı-derebeylik koşullarına belli ölçüde b ir dönüş oldu. T oprak sahibi soyluların koru­ duğu Pope ve Gay gibi ozanların şiirlerini bastırm aları için kendilerine para yardım ı yapıldığı gibi ayrıca bu sı­ nıfın insanları tarafından sekreter olarak kullanıldıkları da görüldü. Ama E ndüstri Devriminin gelmesiyle dere­ beylik kalıntısı ne varsa, silinip süpürüldü. Şiir bir «meta», şair ise açık pazar için çalışan ve ürünlerine karşı isteğin gittikçe azaldığı b ir üretici oldu. Son elli yıl içinde kapitalizm ilerici b ir güç, b u rju v a sınıfı ise ile­ rici b ir sınıf olm aktan çıktı; bu yüzden de burjuva kül­ türü, bu arad a şiir, canlılığını yitirm eye başladı. Yöne­ tici sınıfın eseri değildir çağımızın şiiri — büyük iş çev79

relerinden şiire aldırdığı görülm üş m üdür hiç? — şiirle, toplum un dışına itilm iş sayıca önem li olm ayan b ir ta ­ kım o rta tabaka aydınları uğraşır ki, b u n lar da egemen sınıfların kendilerini h o r görm elerine rağm en tekelci kapitalizm in çelik çem berini yarabilecek tek güç olan emekçi halk yığınlarıyla el ele verm ekten çekinirler. îşte b urjuva şiiri toplum sal değişim için gerekli olan köklü güçlerle ilintisini bu yüzden yitirm iştir. Özü kısırlaşm ış, etki alanı daralm ıştır. B ir halkın, h attâ b ir sınıfın sesi ol­ m aktan çıkmış, d a r b ir arkadaş çevresinin uğraşı olm uş­ tu r şiir. B urjuva ozanı sanatına yeni b ir yön vermeyi b a­ şaram azsa çok geçmeden şiirlerini okuyabileceği ken­ dinden başka kim se kalm ayacaktır çevresinde. Shakespeare'in başeserleri toplu b ir kalabalık önünde yüksek sesle okunm ak ve oynanm ak, sözlerin büyüsüyle binler­ ce yüreğin tellerini titretm ek için yazılmıştı. Ş iir artık bu gücünü yitirm iş, Shakespeare bile insanlara çekici gelmemeye başlam ıştır. Shakespeare’in sonelerinde, K eats’in övgü şiirlerinde salt edebî biçim bakım ından elde edilen başarıyı unutuyor değilim. Ne var ki, bütün şiir, başlangıcında ozanın ve halkın katıldığı toplum sal b ir eylemdir. Bizim şiirimiz öylesine bireyselleşm iştir ki, kendini besleyen kaynakla bağını koparm ış, kökün­ den kurm aya başlam ıştır. Hom eros sınıflı toplum un başlangıcına yakın b ir zam anda yaşam ıştı. Bizse sınıflı toplum un sonuna yakın b ir zam anda yaşıyoruz. H om eros'un zam anında şiir tam olgunluğuna varm am ış bile olsa, halk arasında tutkuyla benimsenen b ir sanattı. Y unanistan’da daha sonraki yıl­ larda ve Elizabeth çağı îngilteresinde, halkın ilgisini b ü ­ yük ölçüde koruyarak tam olgunluğa eriştiğini görüyo­ ruz. Elizabeth çağı şiirinin esin kaynağı yepyeni ve göz ka­ m aştırıcı b ir geleceğin kapılarını açan burjuva devrimi80

nin ilk başarılarıydı. Bu şiir, b u rju v a devrim inin bu ül­ kede tam am landığı on sekizinci yüzyıl sonunda, daha sı­ nırlı bir ölçüde de olsa, yeni b ir canlılık kazandı. Ama bu ulu ağacın dalları soğuktan titriy o r bugün. B urjuva biçim leri artık «klâsik» kalıplara dönüştü. Yavanlaşan bu kalıpları b ir yana itti genç ozanlarım ız. Ama yeni ka­ lıplar için de ne yana döneceklerini bilem iyorlar. Bu ozanlar esin gücüne yeniden kavuşm ak istiyorlarsa, esin kaynaklarını halkta aram ak zorundadırlar. İrlan d a’da burjuva devrim i ancak bizim kuşağım ızın zam anında gerçekleştiği için, İrlandalı ozanların toplum içinde kapitalizm öncesi yerlerini ve halkın ilgisini y itir­ melerini derinden duym aları doğaldır. Ozanların köy­ lüler arasında saygıyla ve konukseverlikle karşılanm a­ ları İrland a'da hâlâ yaşayan b ir gelenektir. Ne v ar ki, İrlanda köylüleri artık tükenm ekte olan b ir sınıftır. H er yıl göç yoluyla en değerli gençler dış ülkelere akıp git­ m ektedir. Bu arada köy kültürü de ölm ektedir. Babayiğit adlı oyununun önsözünü yazarken Synge bunun bilinci­ ne varm ıştı: «Her tü rlü sanat b ir iş birliğidir; şu da su götürm ez b ir gerçek ki, edebiyatın m u tlu çağlarında göz alıcı, gü­ zel sözler m asalcı ya da oyun yazarı için zam anındaki sırm alı kaftanlar, giysiler kadar kolayca kullanılabile­ cek şeylerdi... Bunun önemli b ir no k ta olduğunu sanı­ yorum , çünkü halkın düş gücünün ve kullandığı dilin zengin ve canlı olduğu b ir yerde, yazarın da zengin b ir dil kullanm a ve her tü rlü şiirin kökü olan gerçekliği ek­ siksiz ve doğal b ir biçimde* verme olanakları v ard ır... Başarılı b ir oyunda konuşm alar yem işler gibi belirli b ir tat vermeli, am a dillerini şiire kapam ış insanlar arasın­ da yaşayan herhangi b ir kim se de yazamaz böylesi ko­ nuşm aları. İrlan d a’da daha b ir kaç yıl için, halkın ateş­ 81

li, görkem li ve ince b ir hayal gücü olacak; öyle ki, ara­ m ızdan yazm ak isteyenler, toplu yaşam a düzeninin anutulduğu, hasat zam anının yalnızca b ir anı, sam anın tuğ­ la olduğu yerlerdeki yazarların yoksun kaldığı b ir takım olanaklarla yola çıkabilecek.» Yeats de varm ıştı bunun bilincine: Artık b ir daha dönmese de o büyük türkü, Diri b ir sevinç yaşıyor söylediklerimizde: Kıyıda sürtüşen çakıl gürültüsü Çekilen dalgaların ardında.™ Ama ilkyazın yeniden döneceğine inanıyordu Yeats. Bu inancını Galway At Y arışlarında70 adlı küçük b ir şii­ rinde belirtm işti. Köy ağalarını, yol boyundaki gezici ti­ yatro gösterilerini, kalaycıları, ak yelekli erkeklerle al etekli köylü kadınlarını Galway Y arışlarında dolaşırken, ya da bir sokak türkücüsünü dinlerken görür gibi oluyo­ rum . Günümüzden çok O rta Çağları h atırlatan b ir şen­ lik. İşte Y eats’in şiiri Orada, atların yarıştığı çayırda. Aramızda birlik y aratıyor duyduğumuz sevinç. A tlılar dörtnala atlarının üstünde, Yüreği ağızlarında ark ad an bakanların: Bizim de seyircilerimiz vardı eskiden, Dinleyen, işimizde bizi yüreklendiren; Y oldaşlık ederdik binicilerle Yeryüzü tüccarın, kalem efendisinin Kesik soluklarıyla buğulanm adan. S ürdürün türkünüzü: b ir yerde doğarken yeni b ir ay, 82

Göreceğiz uyum anın ölm ek olm adığını, Duyarak yeryüzünün yeni b ir hava tutturduğunuYeryüzü hep delikanlı çünkü — Sonra bağıranlar çıkacak yarışlardaki gibi, Ve insanlar olacak bizi yüreklendiren Atını sürüp gidenlerden. Bu düş gerçekleşecek mi? Yıllarca bu soruna b ir çı­ k ar yol bulm ak için uğraştım . O yıllarda Gaelic dili ko­ nuşan İrlanda köylülerinin kültürlerini korum aya çalı­ şıyordum. B unda başarılı olam adım . B ir toplum un eko­ nom ik düzeyi yükseltilm eden k ü ltü r düzeyinin de yükseltilemeyeceğini düşünem em iştim ; üstelik, eninde so­ nunda Gaelic dili konuşan üç yüz b in İrlan d a köylüsü üzerinde dururken, yeryüzünün başka yerlerinde olup bitenleri de görmez olm uştum . Bu denem ede ilkel şiiire örnek verm ek için zam an zam an O rta Asya’da yaşayan insanlara değindiğim oldu. Düşüncelerini buraya aktardığım bilginlerin hepsi, bu il­ kel insanların İrlandalı köylüler gibi yoksulluk ve ilgi­ sizlik yüzünden yavaş yavaş yok olm akta oldukları Çar­ lık dönem inin bilginleriydi. 1917’den sonra bu insanların nelerle karşılaştıklarına b ir göz atalım . 1913’te Rus İm paratorluğunda yaşayan insanların yüzde yetm iş sekizi okum a yazma bilm iyordu. 1936 yı­ lında bu oran yüzde sekize düştü. N üfusu 150 milyonu aşan b ir ülkede okuma-yazma sorunu otuz yıl içinde nerdeyse kökünden yok edilm işti. T arihte daha önce benzeri olm ayan b ir başandıı* bu. Öyle ki, O rta Asya'nın ilkel insanları ekonom ik, toplum sal ve k ültürel bakım ­ lard an ilkel olm aktan çıkm ışlardı. Altı m ilyonluk Ka­ zakistan Cum huriyetini ele alalım. 1917’den önce halkın yalnız yüzde altısı şehirlerde oturuyordu; bugün şehir 83

lerde yaşayan insan sayısı nüfusun yüzde yirm i sekizini tutuyor. Ya da onun yam başm daki b ir buçuk milyonluk Kırgız Cum huriyetini ele alalım . 1917’den önce buranın başkenti Frunze dağınık b ir köydü. Bugün içinde yüz bin insanın yaşadığı, elektrik santralı, tra k tö r onarm a atölyesi, e t konserve kom binası, çeşitli hafif endüstri­ leri, hastaneleri, tiyatroları, üniversitesi olan derli toplu b ir şehirdir Frunze. Bu insanlar ilkel olm aktan çıkmış, endüstrileşm işlerd ir artık. E ndüstri Devrimi sırasında İngiliz köylüle­ rin in başına gelen de buydu, yalnız bunun sonucunda kültürleri de yok olup gitm işti. Bugün aynı şey İrlan d a köylülerinin de başına gelm ektedir. Peki, Kazakların, K ırgızların ve Sovyet Asya'da yaşayan ö bür insanların kültürleri ne durum dadır? Yok olm ak şöyle dursun, bu insanların kültürleri eskisinden daha zengin, daha canlı b ir hayata kavuşm aktadır. Sınırsız olanakları var bu kül­ tü r uyanışının ve bu olanaklar yeryüzünün her köşesin­ de kendini duyuracak güçte. İki olayla karşı karşıyayız. Birincisi, bu uluslar b u r­ juva Avrupa k ü ltürünün şiir, tiyatro ve rom an alanında yarattığı bütün klâsikleri büyük b ir hevesle benim siyor­ lar. Bu cum huriyetlerin h er birinde en yeni araçlarla do­ natılm ış, oyuncuları bugün dünyanın en önem li tiyatro okullarından biri olan Moskova Tiyatro O kulunda yetiş­ miş b ir ulusal tiyatro var. Ulusal Kırgız T iyatrosu 1926 yılında kurulm uş. K ırgızlar bu tiyatroda yerli oyunlar ve yerli dans uyarlam alarıyla işe başlam ışlar; daha sonra Rus klâsiklerinin çevirilerini oynam ışlar; son on yıl içinde ise Shakespeare en çok tutulan yazarlardan biri olm uş. Bu tiyatroda 1938'de Othello oynanm ış, daha sonraki yıllar­ da da Lear, Romeo ve Juliet, Venedik Taciri sahneye kon­ muş. Öbür halk cum huriyetlerinde de buna benzer şeyler 84

yapılm akta.71 Özellikle Shakespeare b ü tü n Sovyetler B ir­ liğinde büyük kalabalık toplayan b ir yazar şu sıralarda. U tanarak söylememiz gerekir ki, Shakespeare bugün İn ­ giltere’de tutulduğundan daha çok tu tu lu y o r Sovyetlerde. Ayrıca, bu insanlar b ir yandan kendi kültürleriyle ilgilenmekten de geri kalm ıyor, ozanlık geleneğini bile ele alıyorlardı. Aşağıda vereceğim bilgileri Londra'daki Sovyet Basın B ürosunun yardım ıyla Kazak Dili ve Ede­ biyatı Enstitüsünden elde ettim . Eskiden K azaklar yılda hiç değilse b ir kere halk ozanları arasında bir yarışm a düzenlerlerm iş. H erkesin katıldığı b ir şenlikm iş bu. Ü lkenin en iyi ozanları birbirleriyle yarışm ak için bozkırın d ört b ir yam ndan kalkıp gelirlerm iş. Türkülerini orada uydurup söylerlermiş. H er ozan yarışm aya katılan başka b ir ozanı dinledikten son­ ra hem en ona koşuklu olarak karşılık verm ek zorunday­ mış. K azananlar Kazak oym akları arasında büyük saygı görür, en ünlü atletler ve kahram anlarla b ir tu tu lu rla r­ mış. Zam anla bu şenlikler yapılmaz olmuş, am a ozanlık geleneği yaşam ış ve son yıllarda şenlikler yeniden dü­ zenlenmeye başlam ış. Sovyet Y azarlar B irliğinin girişi­ miyle K azakistan’ın başkenti Alma Ata’da ulusal b ir ya­ rışm a düzenlenmiş. İnsan lar eskiden at ve deve üstünde gelirmiş bu toplantılara; şim di ise trenle, uçakla geliyor­ lar. Başka değişiklikler de var. K azaklar göçebeyken ozan kendi oymağı, oymak beyi ve öb ü r oym aklara k ar­ şı kazandıkları savaşlar üstüne tü rk ü ler söylermiş. Şimdi ise faşist /istilâcılara karşı kullanılm ak üzere K azakistan fabrikalarında yapılan silâhlar, ağır sanayi işçileri, yapı ustaları ve m ühendisler üstüne tü rk ü ler yazıldığını öğre­ niyoruz. Bu yarışm alarda söylenen tü rk ü ler görevli kim ­ 85

seler tarafından yazılıp en İyileri Kazak basım evlerinde basılm ış ve radyodan yayınlanmış. Rusçaya çevrilm ekte olan b u tü rk ü ler yakında M oskova’da da yayım lanacak­ mış. Ünü b ü tü n Sovyetler Birliğini tu tm u ş biri v ar bu Kazak ozanları arasm da. Adı Jam boul. 1846’da doğmuş dünyanın en yaşlı ozanı. 1917’den önce bile en büyük Ka­ zak ozanı diye bozkırlarda yaşıyan insanlar arasm da tanm ıyorm uş, am a en iyi şiirlerini Devrim 'den sonra yaz­ mış. H epsi doğaçtan söylenmiş yarım m ilyon şiiri oldu­ ğu sanılıyor; ne var ki, 1917’den önceki şiirlerinin pek çoğu bugün artık kaybolm uş, dinlem iş olanlarca u n u tu l­ m uş. Son yazdığı şiirler arasm d a K azakistan Cumhuriye­ tinin kuruluşunu kutlayan övgüler, P uşkin’in yüzüncü yıldönüm ü ile ilgili, M aksim Gorki'ye, Lenin'e ve S talin’e yazılmış şiirler var. Kendisine söylediği şiirleri hem en yazacak görevli yazm anlar, sağlığına bakm ak için aynı köyde kalan b ir hekim verilmiş; K azakistan Sosyalist C um huriyeti Yüce Divanına üye seçilmiş, hayatı boyun­ ca kendisine özel b ir aylık bağlanm ış.72 İşte oym ak dü­ zeni içindeki yerini toplum cu düzen içinde de koruyan ilkel b ir ozanla karşı karşıyayız. Bu iki gelişme — b u rju v a Avrupa kültü rü n ü n özüm­ lenm esi ve ilkel Asya k ü ltürünün yeniden canlandırıl­ m ası — ayrı ayrı büyük önem taşısalar da, bu n ların ger­ çek önem ini bu iki ayrı olayı tek b ir akım ın b irbirini tam am layan iki ayrı görünüm ü olarak düşünürsek kav­ rayabiliriz. Günümüze k ad ar b u rju v a k ü ltü rü kapitalist öncesi kültürü yoketm e pahasına gelişip yayılm ıştır. Köylüleri, söm ürülen em ekçilere dönüştüren kapitalist koşulların kaçınılm az b ir sonucudur bu. Öylesi b ir dü­ zende bu iki ayrı kü ltü r yan yana yaşayamaz. Ama Sov­ yet Asya’da iki k ü ltü r de gelişerek kapitalizm in elde et­ 86

tiğini koruyacak, yitirdiğini ise yeniden ele geçirecek ye­ ni b ir kültüre, toplum cu k ültüre dönüşm ektedir. Bu işin başlangıcı ancak. Sayısı 500 m ilyona yaklaşan Çin halkı, iki bin yıl odunculuk ve sakatlık yapm ak zorunda kalan bu halk artık özgürlüğüne kavuşm uştur. Çinliler Yunan­ lılarla birlikte dünya şiirinin en eski yaratıcılarıdır. Çin’ in güney batısında 400 milyon insanıyla H indistan bu­ lunm aktadır. H indistan halkı özgürlüğünü kazanınca — ki nasıl olsa kazanacaktır yakında — aynı şey orada da olacak, böylece dünyada yaşıyan insanların yan sın d an çoğu bu uyanışa kavuşacaktır. Bu yüzden inanıyorum Y eats’in sözlerinin gerçekle­ şeceğine : S ürdürün türkünüzü, b ir yerde doğarken yeni b ir ay, Göreceğiz uyum anın ölm ek olmadığını, Duyarak yeryüzünün yeni b ir hava tutturduğunu. Yeniden dönecek o büyük tü rk ü — halkın dudaklarında belirecek. Paul Robeson’un m ilyonlarca insanı coş­ tu ran türküsü de doğruluyor Y eats’in sözlerini: Y urdum uz güçlü, yurdum uz genç, En büyük türküleri daha söylenm edi... Y alanlar üstüne, ald atm alar üstüne, Kan dökm eler, linç etm eler üstüne, Vatan-m illet diyen söz cam bazları, Kuşku ve karanlık üstüne... Yeniden duyulacak, Yeniden duyulacak yürüyüş türküm üz, B ir halk havası kadar yalın, koyaklarım ız kadar derin, 87

Dağlarımız kadar yalçın, onu y aratan halkımız k ad ar yiğit.71 Ama ilkel halk şiirinin yok olduğu ülkelerde nasıl gerçekleşir bu? Batı A vrupa’da, tek tük bazı bölgelerin dışında, kapitalizm öncesi k ültür silinip gittiğine göre böyle b ir yeni doğuş bekleyemeyiz. B atı A vrupa’da yal­ nız burjuva şiiri kalm ıştır artık. Ama dünyanın en ince şiiridir bu şiir. Göz kam aştırıcı b ir m irastır burjuva şiiri. Ne var ki, bu m iras kullanılm am aktadır. Yapılması ge­ reken ilk iş bu hâzinenin kapılarını halka açm ak olm a­ lıdır. Bu ülkenin insanları Shakespeare’le neden ilgilenme­ sinler? Ne Shakespeare yüzündendir bu ilgisizlik, ne de kendileri yüzünden. Bunun sorum lusu en büyük şairle­ rini kesik soluklarının sisine gömen çağdaş burjuva sını­ fıdır. Shakespeare yaşadığı çağın burjuva sınıfına b ir ayna tutm uştu; o insanlar nasıl sevinçli, hareketli, can hbk ve coşkunluk dolu b ir görünüm le karşılaşm ışlardı o aynada. Aynı sınıf bugün o aynaya bakm aktan ü rk ü ­ yor. Kendi çağında devrimci bir güçtü Shakespeare. B ur­ juva sınıfı onu öyle b ir güç olarak gösterm ekten çekini­ yor bugün. Onu kendilerinin boyutlarına indirgem ek, etkinlik alanını sınırlam ak, devrimci özünden yoksun kılm ak zorunluluğunu duyuyorlar. Uzaklarda, Tien Şan Dağlarında, nüfusu Birm ingham ’ınkini aşmayan Kırgız Cum huriyeti ulusal b ir tiyatro kurm a gücünü kendinde buluyor. Ingiliz H üküm eti yapam ıyor bunu. Shakespeare ’i gerçekten halka götürm ek isteyen b ir hüküm etim iz olsaydı, her şehirde özel çocuk gösterileri düzenleyen, devlet yardım ı ile işleyen b irer Shakespeare tiyatrosu olurdu. Shakespeare’in okullarda, ders kitaplarında na­ sıl okutulduğunu hepimiz biliyoruz. Çocuklarımızın bü­ 88

yük bir çoğunluğunun on d ö rt yaşında okulu b ırak tık ­ larını da unutm ayalım . Lise bitirm e sınavları için Shakespeare'i hazırlam a tadını bile bilm iyor bu çocuklar. Yaşayan b ir Elizabetlı çağı îngilteresinin çerçevesi için­ de söz konusu edileceği yerde, b ir takım töresel soyut­ lam aların aracı olarak sunuluyor Shakespeare. Meraklı ve heyecanlı L ondralılar da bunun için mi dolduruyor­ lardı Globe Tiyatrosunu? Demek ki, yapılm ası gereken ilk iş, burjuva m irası­ nı burjuvalardan kurtarm ak, bu m irası ele geçirdikten sonra onu yeniden yorum lam ak, kendi gereklerim ize uy­ durm ak, her yanıyla kendimizin b ir parçası yaparak ona yeni b ir canlılık katm ak olm alıdır. Peki, yeniden y aratı­ lacak şiir nasıl olm alı? Genç ozanlarım ız hangi am aç­ lara yönelmeli? Yalnız iki şey söylemek istiyorum bu konuda. B irin­ cisi, ozanların şiiri bir söz ustalığı olarak ele alm aları gerekir. Y eats’in, kendisine danışm aya gelen genç ozan­ lara söylediği gibi, «İşinizi iyi öğrenin.» Genç ozanlar günüm üzün edebiyat eleştirisinde ağır basan bireysel, izlenimci tutum dan kendilerini k u rtarm ak zorundadırlar. Bu tutum un geçm işteki olum lu sonuçlarını yadsıyacak değilim, am a her zaman yetersiz olan bu tutum bugün önemini bütü n bütüne yitirm iştir. Edebî eleştirinin artık bilim selleştirilm esi gerekm ektedir. B elirtm ek istediğim ikinci noktaya gelince, burada G oethe’nin o unutulm ayacak dizelerini anm ak yetecek­ tir sanıyorum Ve acıdan dili tutulunca insanın, b ir tanrı Çektiğimi anlatayım diye bana dil vermiş. Ozan yalnız kendi adına değil b ü tün insanlar adına konuşuyor. Ozanın sesi, yalnız onun duyurabileceği bu 89

ses, halkın da sesidir aynı zam anda. Derinliğini de b u n ­ dan kazanıyor. Ama ozan nasıl onlar adına konuşuyorsa, onlarla birlikte acı çekmek, sevinmek, çalışm ak ve sa­ vaşm ak zorundadır da. B unu yapm azsa, söylediklerinin insanlar için b ir çekiciliği kalmaz, b u yüzden de önemsiz olur. Yeni tu tu m u n olum lu sonuçları özellikle Nazi b as­ kısı altında kalan ülkelerde görüldü. Savaştan önceki Fransız şiirinin genel görünüşü biaim şiirim izden pek ayrı değildi, oysa son yıllarda Fransız ozanları direniş hareketine katıldılar ve şiirleri gizli olarak basıldı ve el­ den ele dolaştı. B unlardan ülkem izde en tanınanı, gerçeküstücü b ir ozan olarak yazm aya başlayan, sonunda ise toplum cu olan A ragon'dur. B u rad a da b u n a benzer b ir değişim başladı. En u m u t verici genç ozanlarım ız­ dan ikisi, C hristopher Caudwell ile John Com ford, Is­ panya'da faşizme karşı savaşırken öldüler. Bu iki oza­ nın şiirlerini okuyanlar o n lan böyle davranm aya iten güçlerin ne olduğunu kolayca göreceklerdir. Eylemleriy­ le şiir ve halk arasındaki duvarı aşan b u ozanlar, şiirle halk arasında bozulm uş olan uyum u yeniden kurm uş­ lardır. Kendileri elbette ki bilinçli devrim ci olan ilk İn ­ giliz ozanları değildi. İkisi de daha önce aynı yollardan geçen M ilton’un, Shelley'nin, W illiam M orris’in izinden gidiyorlardı. Sonuç olarak, konusu b u rad a ileri sürdü­ ğüm düşünceleri özetleyen b ir şiiri, Shelley’nin Zincir­ den K urtulan Prom etheus’unu anm ak istiyorum . Tanrıların kıralı Ju p iter insanlığın o rtad an kalk­ m asına k arar verir. Prom etheus insana h er tü rlü teknik buluşun kaynağı olan ateşi ve ölüm lü yaradılışı yüzün­ den tasalanm am ası için um udu arm ağan ederek onu k u rtarır. Ateşle donanan, um utla esinlenen insan kendi­ ni k u rta rır ve ilkellikten uygarlığa yüceltir. Ju p iter de Prom etheus u b ir kayaya zincirleyerek cezalandırır, am a 90

sonunda Jü p iter yenilir, Prom etheus k u rtarılır ve insan­ lığın geleceği güvenlik altın a alınır. in san araçları kullanarak ateşi deneti altın a alabil­ miş, ateşi deneti altına alarak da uygarlık için gerekli olan m adenleri işleyebilmişti. Demek ki, ateş bilim in — insanın kendisini ve çevresini yöneten nesnel yasaları anlayıp denetlem esinin — simgesidir. Umut ise — insa­ nı daha derin b ir anlayışa ve daha sağlam b ir denetim e iten uzlaşm a bilmeyen öznel b ir etken o la ra k — sanatın simgesidir. Sanatçı, G oethe’nin tu tu şu p yok olurcasına göklere yükselen Euphorlon’u gibi, hep olm ayacak şey­ lerin ardında koşar; am a sonunda, esin gücünün yardı­ mıyla temelsiz b ir düşü som ut b ir gerçekliğe dönüştü­ rür. Sanatçı birlikte yaşadığı insanları düş ülkelerine götürerek onları rahatlal/r, böylece insanın çevresinin koşullarına boyun eğmeme bilincini destekler, b u yolda yoğunlaşan gizli güç birikim i ise gerçek dünyaya ak tarıl­ mış olur ve düşü gerçeğe dönüştürür. Sanatçı genellikle ne yaptığının bilincinde değildir, daha çok b ir yalvaç gi­ bi, anlayışıyla değil, önsezisiyle davranır, am a kim i za­ m an kendine olan güveni önüne geçilmez b ir güçle bilinç­ li düşünce düzeyine erişir. Beethoven’in Dokuzuncu Sen­ fonisinin sonunda m ilyonlarca insana seslenen b ir sevinç korosuyla coşm ası da bu yüzdendir; gene aynı neden yü­ zünden Shelley de Zincirden Kurtulan Prometheus'ta ge­ leceğin özgür toplum unu açıkça tanım lar. Beethoven’in ve Shelley’nin esin kaynağı Fransız Devrimiydi; am a h an ­ gimiz Dokuzuncu Senfoniyi ya da Zincirden Kurtulan Prometheus u bugün yeryüzünü kaplıyan devrim gücünü içimizde duym adan dinleyebiliriz? Tahtlar, sunaklar, zindanlar, yargı yerleri; K ırallık asâları, papalık taçlarıyla, 91

K ılıçlar, zincirlerle, hesaplı b ir haksızlığın Yanlış bilgilerle dolu koca kitaplarıyla Ezilen zavallı insanların Bilinmez b ir tapınağın hortlakları, Korkunç, b a rb a r gölgeler gibi dolaştıkları yerler... Yaban, azgın, karanlık, aşağılık ve korkunç Nice adlar altında nice kılığa giren, Ne tanrıca, ne insanca sevilen bu iğrenç karaltılar D ünyaların zorbası Jü p ite r’di hep; U lusların ürkerek kanları ve um utsuzluktan yenik yürekleriyle, Ve sevgileriyle boyun eğdikleri, S unaklarına toz içinde, çelenksiz sürüklendikleri, İnsanların çaresiz göz yaşları içinde baş verdikleri, Korkuyla, nefrete dönen b ir korkuyla, övdükleri O asık yüzlü, ü rk ü ten p u tlar yıkılıyor şimdi Kimsesiz kutsal m ezarlarının toprağı üstüne... O iğrenç m aske düştü artık, insan Boyunduruksuz, özgür, sınırsız, am a eşit, Ne sınıf, ne oymak, ne ulus, K orkudan, baskıdan, ezilmekten uzak Kendi başına buyruk insan.71 Sınıf çatışm ası sona erince, işte o zaman, Engels’in dediği gibi, tarih öncesi sona erecek ve tarih başlaya­ cak. İngiliz halkı şiir duygusunu yitirm iş değildir; sade­ ce, şiiri elinden alınıp yanlış yorum larla çekiciliğini yi­ tirm iştir. İngiliz halkı kendisine kalan m irasın öbür zen­ ginlikleriyle birlikte kendi şiirine de yeniden kavuşa­ caktır.

92

N O T L A R ].

G. E llio t S m ith , The E volu tion o f M an, 1924; F re d e ric k E ngels, D ialecticcs of Nature, 1940, K. B ü c h er, Arbeit und R hythm us, 1896;

R. A. S P aget, H um an Sp eech, 1930. 2. J. B. H a rris o n , Ancient Art and R itual, 1913. 3. B. M alin o w sk i, Coral G ardens and T heir M agic,

1935, V ol. II,

p. 232; «The P ro b lem of M eaning in P rim itiv e L anguages», C. K. O gden ile I. A. R ic h a rd s'in M eaning o f M eaning’inde, 1927. 4. H . A. J u n o d , Life o f a S ou th African Tribe, 2nd ed. 1927. Vol. I I , p p . 196-97 5. B ü c h e r (5 e d .), pp. 409-10. 6. J. L ay a rd , S ton e M en o f M alekula, 1942, p. 315. 7. R. F irth , We the T ikopia, 1936, p . 285. 8. M alin o w sk i, C oral G a rd e n s, Vol. II, p p . 236-37, b k . 213. 9. L ay a rd , p. 142. 10. B ü c h er, p. 473. 11. 12.

R evue celtiq u e, Vol. X X V I, p. 32. W. B. Y eats, E ssays, 1924, p. 24.

İ3.

B ü c h er, pp. 63-243. A. L. L lo y d 'u n The S in gin g E n glish m an

14.

in d e İn g iliz iş tü rk ü le rin d e n ö rn e k le r v e rilm e k te ve b u k o n u la r ele a lın m a k ta d ır. Ju n o d , Vol. I I , p. 284.

(1944)

15. J. C. A n d e rse n , M aori Life in Ao-tea, 1907, p. 373. 16. B ü c h er, p. 235. 17. C a rm . Pop. 30. 18. 19.

N. G. P o lite s, Eklogai, 1932, p. 241. B ü c h e r, p. 239.

20.

R. F. B u rto n , 361-62.

The Lake R egion s o f Central A frica,

93

1860, pp.

21. O xford B ook o f E n g lish V erse, 1918, p. 425. 22. F. B. G u m m e re , O ld E n glish B allad s, 1894, p . 263. 23. W. J. E n tw h is tle , E uropean B alladry, 1939, p. 35. 24. 29. so n e, W. H . H a d o w ’u n ç ö zü m lem esi, A C om parison o f P oetry M usic, 1926, p p . 10-12. Ü çlü b iç im in b a şa rılı b a ş k a b ir ö rn e ğ i de B la k e ’in The T iger ş iirid ir. 25. Y eats, E ssa y s, p p . 105-96. 26. C. C au d w ell, Illu sio n and R eality, 1937, p p . 171-72. 27. G o e th e, T asso, vv. 3432-3. 28.

29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36.

37. 38. 39. 40. 41.

P. N. R v b n ik o v , H. M. ve N. K. C h a d w ic k ’in The G row th of L iterature (1932-40) a d lı e s e rin d e k a y n a k o la ra k v e riliy o r, Vol. I l l , p p . 24041. A. V a m b ery , T ravels in Central Asia, 1864, p. 322. P la to , Ion , 535. V V. R ad lo v , Proben der V olk sliteratu r der türkischen Stam m e, 1866-1904, Vol. V, p p . xvi-xvii. O dyssey, xxii, 34748 B ede, E c clesia stic H istory, iv 24. P la to , I o n , 533. B k. A eschylus and A thens, 1941, ss. 374-78. Y u n a n e p ik ş iirin in d o ğ u şu y la ilgili b u a ç ık la m a S tu d ies in A ncient G reek S ociety a d lı k ita b ım d a v a rd ığ ım s o n u ç la rın b ir ö z e tid ir. H . M. C h a d w ick , The H eroic Age, s. 41. R ad lo v , C ilt V, ss. xvi. ayn. esr., s. xv. C h a d w ic k ’de a lın tı. H eroic Age, s. 41. D ra m s a n a tın ın o y m a k d ü z e n in d e k i b a şla n g ıc ı k o n u su n u A eschylus and A th e n s’d e in ce led iğ im için b u r a d a ele a lm a d ım . B u n u n y e ri­ ne, o k ita p ta d e ğ in m e d iğ im b a ş k a b i r ön em li kon u , a n a e rk il ra-

h ip -k ıra l tö re n i, ü z e rin d e d u rd u m . 42. E. K. C h a m b e rs, The M ediaeval Stage, 1903. 43. C h a m b e rs ’d e a lın tı, C ilt I I , s. 193. 44. B k. A eschylus and Athens, B ö lü m xviii. 45. The C om m u nist M anifesto, s. 11. In te r n a tio n a l P u b lish e rs, 46. C h a u ce r, P arson ’s T ale, 763. 47. S h a k e sp e a re , As Y ou Like It, ii. 3. 48. K ing John, ii. 2 49. T a w n e y ’n in R elig io n a n d th e R ise o f C a p ita lism a lın tı, s. 74.

94

a d lı

1932.

k ita b ın d a

50. T a w n e y ’d e a lın tı, s. 89. 51. M arlow e, Jew o f M alta (E v e ry m a n b a sk ısı), s. 165. 52. 53. 54. 55. 56. 57. 58. 59. 60. 61. 62. 63. 64. 65. 66.

67. 68. 69. 70. 71. 72.

73. 74.

M a rlo w e, D octor F au stu s, s.123. U top ia (E v e ry m a n b a sk ısı), s. 24. K rai Lear, iii. 4. U topia, s. 113. T aw ney, ss. 87-88. A tina’h T im on, iv. 3. ayn. esr. iv. 1. Lear, i. 2. ayn. esr., i. 1. ayn. esr., iv. 6. O thello, v. 2. ayn. esr., i. 3. ayn. esr., ii. 3. T roilos lie K ressld a, i. 3. B k. E. M. W. T illy ard , The E lizabethan World P icture, 1942, ve S h ak esp eare’s H istory P lays, 1944. B u iki k ita p la ç o k d a h a fazla sa y ıd a ö rn e k v e rilm e k te d ir. T illy a rd ’ın d u ru k E liz a b e th Çağı d ü n ­ ya g ö rü ş ü o la r a k ta n ım la d ığ ı g ö rü ş a slın d a ç ö k m e k te o lan d e re ­ b e y liğ in id e o lo jis id ir. T aw n cv b u n o k ta y ı b e lirtm iş s e de, T illy ard , T a w n e y ’n in k ita b ın ın sö z ü n ü e tm e m e k te d ir. F ırtına, iv. 1. S. Lee, L ife o f W illiam S h a k e sp e a re , 1898, s. 256. C ollected P oem s, 1933, s. 271. C ollected P oem s, s. 108. J. M acleod, The N ew S oviet T heatre, 1943. 22 H a z ira n 1945’de ölen J a m b o u l, A lm a A ta ’d a b e n z e ri d a h a ö nce g ö rü lm e m iş b ir tö re n le g ö m ü ld ü . E n y aşlı ö ğ re n c isin in k e n d isi için o k u d u ğ u b ir a ğ ıtı k a la b a lık a ra s ın d a k i ö b ü r o z a n la r d a k endi söz­ leriy le s ü rd ü r d ü le r. E a rl R o b in so n ve Jo h n L a lo u c h e , A B allad for A m ericans, P rom eth eu s U nbound, I I I . 4.

95

Bu kitapta ünlü İngiliz yazarı George Thomsoıı’un A vrupa’da büyük ilgiyle k a r­ şılanan incelemesi yer alm aktadır. Şiiri hazırlayan kaynaklan, ilkel insanın çalış­ ması sırasında hareketle sözün uyumundan günümüze k ad ar geçirdiği dönemleri ele alarak inceleyen yazar, günümüz şiirine m arksist bir açıklam a getiriyor. Şiirin de­ ğerlendirilmesinde kaynaklık edecek bu eseri okuyucularımıza sunmakla kıvanç duyuyoruz.