137 27
Turkish Pages 159 [157] Year 1990
DORIS LESSING
Evlenmeyen Adamın Hikayesi The Story of a Non-manying Man
llrtışım Yayınlan
I
BASKI
•
Çagdaş Dünya Edebiyatı Dizisi
© iletişim Yayıncılıh, İst 1990
KAPAK Bora Çetinkaya KAPAK BASKISI Özdemir Ofset IÇ BASKI Şrfik Matbaası
llı•t/}im }'aymları
.
• ISBN 975-470-03I-l
DORIS LESSING
Evlenmeyen Adamın Hikayesi C..
FVİREN Taciser Belge
iÇiNDEKiLER
BiR SOKAK ÇEŞ MESiNiN iÇiNDEN
...................................
PEK SEViMLi OLMAYAN BiR HiKAYE EVLENMEYEN ADAMIN HiKAYESi JACK üRKNEY'iN YOLDAN ÇIKIŞI SAÇLARI FlRTlNADAN DAGINIK
7
.... . . . . . ......... . ............
27
................ .......... . . .........
53
......... . ...... . . ..................
........................................
71 145
5
Bir Sokak
Çeşrnesinin içinden...
Şöyle başlayabilirdim hikfıyeye; bir zamanlar ... şehrinde oturan bir adam varmış... Oysa benim için bu hikaye bir sisle başlıyor. Pa ris'te sis, Londra seteri yapan bir uçağın kalkışını birkaç saat gecik tirmiş, böylece bir grup yolcu kahve içip vakit geçirmek üzere bir masanın etrafında toplanmıştı. Teksaslı bir kadın, bir hatta önce şansı açılsın diye Roma'daki çeş melerden birinin yalağına bozuk paralar attığı günden beri başına sürekli küçuk aksilikler geldiğini gülerek anlatıyordu. Kanadalı bir adam da üç gün önce tatilde çok fazla para harcadığını farkedince, kimsenin bakmadığı bir anda aynı çeşmedeki paraları bir mıknatıs la toplamaktan kendini alamadığını anlattı. Bir başkası, önceki ge ce Berlin tiyatrolarından birinde, muhteşem bir küstahlıkla sahne de paralar saçan bir genç kız seyretıiğini söyledi. Sonra da, para nın üzerinde tapinilip çiğnediği, yakıldığı, etrafa savrulduğu ya da başka törenlerle, aşağılandığı durumlardan söz açıldı; bu da olduk ça garip çünkü bu tür jestlere gerçek hayatta hiç rastlanmaz. New York'lu bir öğretmen hiç de öyle olmadığını, sırf nefretlerini kanıtla mak için kaldırırnın üzerinde para yakan Çiçek Çocuklarını kendi göz leriyle gördüğünü söyledi; ama ona göre bu olay o çocukların çok zengin aileleri olduğunu gösterirmiş, yalnızca. (Hikayenin ya da hiç değilse sisin rastladığı tarih de belli oluyor böylece.) Paranın hepimizin hayatında oynadığı role bakarsak yazarların, dolarlara, rublelere, sterlin banknailarına hakaret eden pek çok ka rakter yaratmalarında garip bir şey var. Bu, kitaplarını kapattıktan 7
ya da eve döndükten sonra okurların, izleyicilerin kendilerini o nes· neden arınmış hissetmelerini mi sağlıyor? Aşmalarını mı? Oysa bize anlatıldığına göre eskiden sultanlar, ülkenin üzerinde ki kara bulutların dağıldığı, şölenierin verildiği günlerde etrafa çil çil altın saçarlarmış insanlar da sevinç içinde bunları kapışırmış; kral lar gözde bakaniarına sel gibi altın akıtırmış; ya da gökyüzünden mü cevher yağacak olsa kimsenin aklına üzümün bağını sormak gel mez herhalde. içimizden biri bu krallara yaraşır davranışa benzer bir olay hatır ladı. Londralı bir gazete patronu, kendisinin (yani patronun) çok be ğeneceği bir yazı getiren, gelecek vaadeden genç bir gazeteciyi ödül lendirmek için gizli bir ulakla eline içi beş sterlinlik banknotlarla do lu bir zarf ulaştıracağını ilan etmişti. Ama bu cins hikayeler çok acı masız yorumlara açıktır: armağanı alacak kişinin hakkında söylene bilecek şeylerden duyacağı korku ve gazetedeki arkadaşlarının uğ rayacağı hayalkırıklığı bir arada düşünülürse, belki bu tür olayların neden hep böyle tersinden sahneye konduğu anlaşılabilir. Ya da in sanın aklı başındayken hep pişmanlık duyduğu bir ilişki yaşarken büyülü bir çeşmenin başında durup, tıpkı sevgiliye yazılan bir aşk mektubunu zarfın içine kaydırır gibi, yalağa tek bir madeni para al mamızın nedeni de böyle açıklanabilir. Büyüyle -ama küçücük bir büyü, mini- büyü -kurulan duygudaşlık, Altınlar Tanrısının yardıma çağrılmasının en sinsi biçimi. Ve o çeşmenin içinden bir el uzanıp bize paralar, mücevherler atsa, yakın dönemlerin edebiyatının bize verdiği terbiye yüzünden, şöyle tepeden bir bakışla hepsini kafası na çalarız- sanki. Şimdi de daha önce hiç konuşmayan bir adam, italya'da şehir meydanlarından birinde, tozun dumanın içine mücevherlerin sav rulduğu bir olay bildiğini söylüyordu. Savrulan mücevherleri kimse gerı vermemiş. Adam cüzdanından, mücevhercilerin kullandığı tür den katlanmış bir kağıt çıkardı. Üzerinde tek bir kıvılcım ya da ışık zerresi vardı. Bu süt beyazı -ve- gökkuşağı renginde bir opal parça sıydı. Evet, oradaydım, diyordu. Parçayı yerden almış, saklamıştı. Değerli değildi elbette. Kimbilir hangi nedenle onun için çok değerli 8
olan bu hikayeyi, zaman olsa bize aniatacaktı ama şimdi aceleye getirip tadını bozmak istemiyordu. Tam bu sırada lokantanın cam duvarının ardında yeniden, ipekten bir sis sarmalı oluşmuştu ve bir kez daha uçuşun ertelenmesini önleyemediklerini bildiren bir duyuru yapıldı. Böylece hikayeyi anlattı. Bir gün birisi bana ll. Dünya Savaşı sı rasında doğmuş, Nikki adında (ya da istediğiniz herhangi bir ad ko yabilirsiniz) bir genç tanıştıracak. Babası bir savaş kahramanıymış annesi ise şimdi ... Eiçisiyle evli. Ya da belki de bir otobüste gider ken, bir akşam yemeği davetinde de olabilir, boynundaki zincirin ucunda bir inci sallanan bir genç kıza rastlayabiiirim ve o genç kıza ıncisinin güzelliği üzerine sorular sorulduğunda, şöyle bir şey söy leyebilir: bu inciyi annerne hemen hemen hiç tanımadığı bir erkek vermiş o da bana verdi ve dedi ki ... Bir gün böyle bir olay olacak ve ondan sonra bu hikaye artık bir sisle değil bambaşka bir biçimde başlayacak... Johannesburg'da oturan Ephraim adlı bir adam vardı. Babası, tıpkı ondan önce kendi babasının da yaptığı gibi elmas işiyle uğraşırdı. Bir göçmen ailesiydi bu. Yüzyıllık bir şehir olan Johannesburg'da bugün yaşayan insanların hepsi için hala geçerlidir bu. Ephraim or tanca erkek çocuklu. Ne akıllı ne aptal, ne iyi ne kötü. Göze çarpan bir özelliği yoktu. Kardeşleri elmes tüccarlan oldular ama Ephraim'in belirli bir eğilimi yoktu böylece sonunda onu elmas kesme zenaatı nı öğrensin diye amcalarından birinin yanına çırak verdiler. Elması en kusursuz biçimde kesmek, bir samurayın kılıç darbesi ya da usta bir okçunun hedefi bulması gibi bir iştir. Değerli bir el masa biçim verilirken insan bir haftasını, hatta birkaç haftasını bü tün dikkatini, hafızasını, sezgisini yoğunlaştırarak bu taş parçasını incelemekle geçirebilir: Taşın tam orasına, gerilimin odak noktası na hafif bir darbeyle -fazla değil- dokununca, tam istediği yerden ayrılacağını bildiği ana gelene kadar. Ephraim bunu yapmayı öğrenirken Johannesburg kasabalanndan birinde oturuyordu. Erkek kardeşleri, kız kardeşleri, çoktan evlenip aile sahibi olmuşlardı. Evlenma konusunda işi ağırdan alan tek er9
kek evlat oydu. Önceleri bütün aile zor beğenir diye işi alaya vuru yordu, sonra konu büsbütün kapatıldı. Ama başkaları, doğanın ola· ğan bir amacını yerine getirmeyi reddeden kadınlara ve erkeklere karşı kullanılan bildiğimiz o asabiyet, kötülük ve hatta biraz da kor· ku taşıyan ses tonuyla konuşaya devam ettiler. Daha temiz yürekli olanlar ise, iyi bir evlat olduğunu, amcası Ben'in yanında güzel gü· zel çalıştığını, evde namuslu bir hayat sürdüğünü, pazar akşamları bekar arkadaşlarıyla poker oynadığını söylerdi. Yirmi beş yaşınday dı, sonra otuz oldu, otuz beş, kırk. Annesiyle babası yaşlanıp öldü· ler, aile evinde yalnız başına yaşamaya başladı. insanlar onunla meş gul olmaktan vazgeçtiler. Artık kimse ondan bir şey beklemiyordu. Ve sonra önemlice biri hastalandı ve bu yüzden onun yerine Eph· raim'in bir uçakla iskenderiye'ye gitmesi istendi. iskenderiyeli zen· gin bir tüccar, yakında evianecek olan kızına armağan etmek üzere bir parça brüt elmas almıştı. Bu almasın en iyi biçimde yapılmasını istiyordu. Bu olay sırasında, dünyanın en usta elmas kesicilerinden biri olarak adı ortaya atılan Ephraim bir uçağa atlayıp Mısır'a gitti. Tüccarın evinde birkaç gün sakin bir odaya kapanıp taşla yoğun bir ilişkiye girdikten sonra, onu üç nefis parçaya ayırdı. Biri yüzük, iki· si, küpe için. Artık memleketine dönme vakti gelmişti ama tüccar onu bir ak şam yemeğine davet etti. Talihin garip bir cilvesi, olağandışı. Bu ken di içine kapalı varlıklılar dünyasına dışarıdan girebilan insan azdır. Kimbilir belki de o sessiz odada Ephraim'in elmasla neredeyse bü· tünleşme halinde geçirdiği bir haftanın yarattığı gerilim tücr:fira da bulaşmıştı. Yemekte Ephraim mücevherlerin gelecekteki sahibiyle tanıştı . Ve sonra· ama bunu izleyen onbeş gün üzerine ne söylenebilir ki? Elbette, Johannesburg'lu küçük esnafın modern bir tüccar pren sin kızına, Mihrene'ye aşık olduğu söylenemez. Bu kadar basit bir şey değil. Ve Mihrene'nin tutucu bir adam olan tüccar babasının, tepkisi de, işin çok sıradan bir yanı olduğunu gösteriyordu. Tutucu, sıradan, banal. .. Mihrene Kantannis'in ait olduğu takım, ya da sınıf için kullanılan sıfatlardır. Onlar, uluslararası modayı izle10
yerek, gerektiğinde Paris'i, gerektiğinde Londra'yı tutarak, New York'a, Roma'ya yolculuklar yaparak, yazın canlannın çektiği bir kı yıda ama bir tür grup güdüsüyle o yılın en gözde yerini seçerek, in sanı hiç sıkboğaz etmeyen hoşgörülü kanaatları payiaşarak Akde niz kıyılarındaki bütün şehirlere serpiştirilmiş küçük cemaatler ha linde yaşarlar; çok zengindirler ama belirli incelikleri de önemser ler. Bunlar zenginlikleri dışında hiçbir dikkate değer yanları olma yan insaniardı ve hala da öyledirler. Ephraim'in ilk kez bir tıskiye nin başında işlemeli beyaz bir muslin sisi içinde gördüğü Mihrene, aynı gece örneğin iskenderiye'de onlarca, Mısır'da binlerce, başka ülkelerde yüz binlercesine rastladığınız ve hepsi onun tipini -güzel tipini: ince kemikli, siyah saçlı, kayısı tenli, esnek vücutlu- çeşitlen diren kızlardan ne daha güzeldi, ne daha yetenekli. Bu titizlikle seçilerek oluşturulmuş lüks atmosferi içinde yirmi yıl yaşamıştı. Annesi ve kızkardeşleriyle hem sevişir hem didişirdi; ba basını, sayardı; Güney Amerikalı bir gençle, Paulo'yla evlenmeye hazırlanıyordu. Onunla tıpatıp aynı hayatı ama başka bir şehirde Bu enos Aires'te sürdürecekti. Mihrene açısından bu, sıradan bir akşamdı, babasının bir ahpa bının da katıldığı, bir aile yemeği. Elmaslardan haberi yoktu. Onlar sürpriz olacaktı. Üzerindeki elbise geçen yıldan kalmıştı, boynuna kelepçeli, sahte inci bir gerdanlık takmıştı. O yıl, sahte inci takıp sa hicisini tuvale! masasının üzerinde duran bir mahfaza içinde bırak mak şıklık sayılıyordu. Kuyumcu oğlu Ephraim kızın boynundaki sahte incileri gördü ve içi sızladı. Ama neden? Johannesburg güzel kızlarla doludur. Ama Ephra im çok az yolculuk yapmıştı ve Johannesburg kaba bir şehirdi, altın üzerine inşa edilmişti, sanki altının gücüyle soluk alıyor, altının ge tirdiği servetle genişleyip daralıyordu (bu hikayeye de uyuyor bu). Heyecan uyandıran bir yanı olabilirdi, şiddet dolu, titreşim li olabilir di ama esrarengiz değildi, hayal gücüne hiç bir şey bırakmazdı, gö rünmez boyutları yoktu. Ama iskanderiye .. .. Örneğin bu ev, usulca beyaza boyanmış dış duvarları, her şeyi, bir cinayeti ya da maiye11
tiyle birlikte sürgün edilmiş bir kralı bile saklayabilirdi. Içinde gizli bahçeler, çeşmeler ve bütün bunlara uyan soluk bir ay beyazı ren ginde giysileriyle Mihrene vardı ve o... her neyse o bu akşam en iyi halinde değildi belki de. Pek çirkin bir kahkahası olduğunu söy leyenler vardı. Bazan da evdekiler, onunla ilgili bir şaka yapmak is tediklerinde allahtan hiçbir zaman ekmek parası kazanmak zorun da kalmayacak derlerdi. Vemeğin bir anında, biraz da davete katılı mını belirtmek gereğini duyduğu için bir arkadaşı hakkında oldukça yavan hatta biraz da haince bir hikAye anlattı. Fena halde içinin sı kıldığı beliydi, bir iki kere esnedi, bunu saklamak için de fazla bir çaba göstermedi. Johannesburg'lu kuyumcu gözlerini ondan ayır mıyordu, yemek yemeği unutmuştu ve iki kere ona sert bir yakınma tonuyla neden sahte inci taktığını sordu. Mihrene onun köylü oldu ğuna karar verdi ve -artık onu unuttu Ephraim eve dönmedi, telegrafla para gönderilmesini istedi. Gel diğinden beri hiç para harcamamıştı, istediği kusursuz tek bir inciyi satın alabilmesi için cebinde yeterli para vardı. Günlerce aradıktan sonra, nihayet Kahira'de bir arka odada istediği gibi bir inci bulmuştu. Yaşlı bir Iranlı tüccarla günlerce, kahve üstüne kahve içerek, çeki şe çekişe pazarlık etmişti. ihtiyar iranlı, mücevher konusunda en az kendisi kadar bilgili olduğundan inciyi takas etmek için değerinin tam karşılığının verilmesini istiyordu. Mücevheri alınca MihrEme'nin babasının evine gitti. Duvarları ya semin sarmaşıklarıyla örtülü, ve havuzunda nilüfer çiçeklerinin yüz düğü bir iç avluya bakan bir odaya kabul edildikten sonra, inciyi genç kıza vermek için izin istedi. Babanın bu esnafı akşam yemeğine davet etmesi oldukça garip bir davranıştı. Şimdi bu işe kızmaması da çok garipti. Baba kurnaz bir adamdı: hayatı kurnazlık üzerine kurulmuştu. Eğer bir bakışta, bir ses tonunda, bir cümlenin bitişinde, en ufak bir ticari ima varsa, buna en doğru biçimde karşılık vermemesi imkansızdı. Konuk ola rak evlerine yalnızca zenginlerin geldiği bu acaip zengin adamın kar şısında küçük bir elmas-kesicisi oturmuş, kızına bir inci biçimine bü rünmüş küçük bir servet vermeyi teklif ediyordu, ve karşılığında hiçbir 12
şey beklemiyordu. Birer, kahve içtiler, sonra viski, mücevherlerin dünyadaki duru mundan, yaklaşmakta olan düğünden söz ettiler ve Ephraim ikinci defa akşam yemeğine davet edildi. Yemekte Mihrene babasının iş arkadaşı olan yaşlıca adamın (Ephraim kırkbeş yaşları civarınday dı) karşısına oturdu. Önce sıradan bir nezaket gösteriyordu: baba sının uyarıcı bir bakışından sonra biraz daha nazik davranmaya baş ladı. Yemekte, Mihrene, babası, nişanlısı Paulo, ve Ephraim vardı. Annesi ve kızkardeşleri başka bir yere gitmişlerdi. Sofrada hiçbir şey olmadı. Genç çift, yaşlı ikiliyle pek ilgili değillerdi. Sonunda Ephra im cebinden bükülmüş bir kağıt parçası çıkardı ve içine sardığı, bir gül yaprağı ya da yirmisinde bir kız gibi ışıldayan, kusursuz inciyi masaya bıraktı. Bu inciyi, sahte inci takmaması gerektiğini belirte rek Mihrene'ye verdi. Gene sertti sesi: kusurlu bir kusursuzluğu ayıp lar, ya da bundan yakınır gibi. Mum ışığında, beyaz şam ipeğinden bir kumaş parçasının üzerinde duruyordu inci. incinin üzerine vu ran ışığa Ephraim'in yüzü girmişti. Onu son gördüğünden beri yal nızca iki hafta geçmiş olmasına rağmen Mihrene bu yüzün hatlarını çok büyük bir güçlükle hatırlayabildi. Tabii çok olağanüstü bir andı bu. Ama dramatik olduğu söyle nemez- hayır, Ephraim'in almasa o küçük darbeyi indirdiği, ya da okçunun yayı bıraktığı andaki gibi doruk noktasına ulaşmış bir ka rarlılık yoktu bu anda. Mihrene bir açıklama bekler gibi babasına bak tı. Tabii nişanlısı da. Babası şaşırmış ya da mahcup olmuş gibi gö rünmüyordu hiç daha çok kendini böyle bir durumu değerlendirme ye yetkili görmediği için kenara çekilmeyi yağiemiş gibiydi. Mihre ne'nin kendisi de herhalde daha önce hiç karar verme özgürlüğüy le karşılaşmamıştı . inciyi ipekli kumaşın arasından alıp avucunun içine koydu. O, ni şanlısı ve babası hepsi, inciye bakıyorlardı ve hepsinin değerini an layacak kadar bilgili oldukları bir konuydu bu, ve Ephraim çok ciddi bir yüzle Mihrene'ye bakıyordu. Sonra Mihrene uzun siyah kirpikle rini kaldırıp ona baktı- bir soru mu soruyordu? Yalvarıyor muydu. Kendisini bıraksın diye? Ephraim'in gözleri yargılıyordu, hayal kınklığı 13
belirtileri vardı: gözleri de daha önce sözleriyle belirttiği şeyi tekrar lıyordu: Neden ikinci sınıf şeylerle yetiniyorsun? Saçma. . . . imkansız... . Sonunda Mihrene, bu gece pembe organzalarla örtülü omuzları nı çok hafif silkaleyerak Ephraim'e döndü, "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim", dedi. Masadan kalktılar. Kahvelerini, terasta, iskanderiye mehtabının vahşi çağrıları altında içtiler. Dolunay olmasına iki gece vardı ve bu keskin Johannesbu rg gecelerinde parlayan aya hiç benzemiyordu. Mihrene inciyi avucunda bırakmış ay ışığını yansıtmasını seyredi yordu. Arada bir kara gözleriyle Ephraim'in gözlerini yakalamaya çalışıyordu -ama onun gözlerinin rengi şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da kimseyi ilgilendi rmeyecekti- ve onun uyaran, ha tırlatan hatta tehdit eden bir insan olduğundan artık şüphesi kalmadı. Ertesi gün Ephraim Johannesbu rg'a döndü, Mihrene'nin masa sında ise içinde kusu rsuz tek bir inci bulunan küçük gümüş bir kutu duruyordu. Üç hafta içinde evlenecekti. Olayın aile arasında konuşulması "Mihrene'ye vu rulan şu ufak te fek Yahudi ... " biçimini aldı. Mihrene'nin inciyi kabul etmesinden bü yük bi r incelik ve iyi yüreklilik olarak söz edildi. "Çok iyi davrandı Mihrene, zavallı ihtiyara ... " Böylelikle, orasından bu rasından törpü leyerek kendi hayatlarında, düşünce tarzlarında hiç yeri olmayan bir olayı kabul edilebilir hale getirdiler. Ama tabii, hepsi biliyordu, özel likle de Mihrene biliyordu, aslında bambaşka bir şey olmuştu. Pau lo'yla evlenmeyi, oldukça terbiyeli ve sevimli bir biçimde red dettiğinde, anne ve baba Katannisler kadir bilmezliği, hata ettiği fa lan gibi kalıplaşmış sözlerini söylediler ama bu tür nişanlanmalar da, taraflardan hiçbirinin kalbinin kırılması beklenmez, çünkü evli likler hanedanların önceden tasarlanmış evlilikleri gibidir. Paulo ile evlenmezse ona benzer bir başkasıyla evlenecekti, ve daha h�l� çok gençti. inci olayından beri Mihrene'nin çok değiştiğini söylediler. Baba 14
bir daha bir -gecelik misafirleri sofrasına kabul etmeyeceğin dair ken di kendine söz verdi. Mihrene'nin istanbul'daki kuzenlerinin yanına gitmesi ayarlandı. Bu sırada Johannesburg'da bir elmas kesici zenaatını icra etmekle meşguldu, nışan yüzükleri, broşlar, kravat iğneleri, kolyeler bilezik ler yapmak üzere elmas kesiyordu. Elmas gibi parlayan kristal bir kase içinde güller hayal ediyordu. Ama güllerin hepsi beyazdı, be yazın tonlarındaydı. Mermer soğukluğunda beyaz, kahverengine ça lan beyaz , bazı kelebeklerin kanatları gibi yeşilimsi beyaz, yüzü kı zaran bir beyaz , krema beyazı , beje çok yaklaşan beyaz , neredey se sarıya dönmüş beyaz güller görüyordu. Gül biçiminde yüz tane beyaz hayal etti. Bunların hepsini sıkıştırıp kristal bir tabağa doldu rup verdi -Mihrene'ye mi_? Ephraim daha o zamanlarda bile Mihre ne'yi sık sık düşünmüyordu herhalde. Nasıl çeşitli beyaz tonlarda mücevher toplayıp bunlardan mükemmel bir mücevher, bir bilezik , gerdanlık ya da saç tokası yapacağını hayal ediyordu -Mihrene'ye mi sunacaktı? Kimin için olduğu önemli miydi? Opaller satın aldı , bunlar ışığın üzerinde oynayıp solduğu, camın arkasındaki sise ben ziyordu; ya da içinde ateş gömülü süt e; ya da kırağı tutmuş bir ge cede, genç bir kızın soluğunun donmasına. inciler satın aldı, her bi rini tek tek arayıp buldu, her biri kusursuz. Sedef parçaları satın al dı. Buğulu elmaslara benzer ayiaşiarı aldı. Hatta birilerinin ışığı çok iyi yansıtabilecek biçimde kestiği cam topakları bile aldı. Beyaz ye şimtaşı, kristal satın aldı ve elmas kıymıkları topladı, bunlarla inciy le opalin içine sıkışmış bastırılmış ateşi pariatarak donukluklarını kar şılayacaktı. Bu mücevherleri katlanmış düz bir kağıt üzerinde topla yıp, önce küçük bir sigara kutusuna, koydu, sonra boğaz pasıille rinden boşalan daha büyük bir kutuya daha sonra da daha da bü yük olan bir püro kutusuna aktardı. Bu cevherlerle oynuyor, rüya sında görüyor, kafasında binbir şekle sokuyordu. Bazan ayışığı bu ğusu giyinmiş olağanüstü nefis bir kız hatırlıyordu: bu hayal gitgide duygusal bir kartpostala ya da müdası geçmiş takvim yaprakların daki bir resme benziyordu. istanbul'da Mihrene evlendi. Ailesinin onayı olmadan. Olağan ha15
yatında, hiç karşılaşmayacağı cinsten genç bir halyan mühendisti bu. MihrEme'nin amcası bir yat yapımı işine karışmıştı; Mihrime arn casının bürosuna geldiğinde mühendis onunla bu işi tartışıyordu. ilk hareket Mihrene'den geldi: öyle olmak zorundaydı. Yirmi yedi ya şındaydı, maaşından başka bir geliri yoktu, belirli planları da yoktu. Adı Carlos'tu. Siyasetle uğraşıyordu. Yani, açıkça söylenecek olur sa devrimciydi, gizli örgütlerle ilişkisi vardı. Siyaset Mihrene'nin dün yasında yoktu. Daha doğrusu, servetleri yönünden bakılırsa öyle ai leler siyasetin kendisidir de denebilir; ama bu yalnızca ticari an laşmalarda açıkça görünür: ve öylesine geniş çaplı işlerdir ki bun lar, tarafların anlaşma ya da çatışma halindeki ülkeler gibi uluslara rası kaşeleri ve itibarları da olmak zorundadır. Mihrene ağırbaşlılığıyla onu etkilerneye çalıştığı anlarda Carlos ona "beyaz kaz" derdi. "Küçük zengin orospu" derdi. Mihrene'nin bir ricasını yerine getiriyormuş gibi onu bazı toplantılara götürürdü. Bu toplantılarda fena halde ciddi genç kadınlar, genç erkekler yaklaş makta olan savaşı - 1 939 yılıydı- tartışırlardı. Tam anlamıyla bu tür aşkların geleneğine oturan bir ilişkiydi bu: ailesi onun kendini mah vettiğine inanıyordu; Carlos ve arkadaşları da Carlos'un mahvoldu ğuna. Mihrene bu genç kahramana layık biri olduğu konusundaki kararlılığını sürdürebilmek ve biraz cesaret bulmak için, içinde ipek kumaşın arasına gömülü incinin durduğu küçük bir gümüş kutuyu açar ve kendi kendine söyle derdi: "O benim bir değerim olduğu:. na inanıyordu. . . " Carlos'la, evlendiği hafta Paulo Fransız hanedamndan bir kızla evlenmişti. Mihrene Roma'ya gitti, hizmetçisi bile olmadan, küçük bir viiiaya yerleşti. Neyin nesi olduğu belirsiz yaşlıca bir adamın anı sından başka hiçbir dayanağı yoktu. Uzun ve sıkıcı iki akşam ye meğinde karşısında oturup, sanki ona bir ders verir gibi çıkarıp bir inci veren adamın anısı. Hayatı boyunca, ondan başka hiç kimse nin kendisinden bir şey beklememiş olduğunu, kendisinden hiçbir şey istenmemiş olduğunu, ve hiçbir zaman ciddiye alınmadığını dü şünüyordu. Savaş başladı. Buenos Aires'te, onun yerini alan gelin lüks için.
16
de yaşadı. Yoksul bir ev kadını olan Mihrene, faşist Mussoline'ye karşı komplolara karışmış olan kocasının önce Mussolini'nin ordu suna yazıldığını, sonra da kendisi birinci çocuğunun doğumunu bek lediği sıralarda, savaşmak üzere evden ayrıldığını gördü. Savaş onu yutmuştu. Tekrar kendisinden haber alındığında kah raman ölmüştü, birinci çocuğu da ölmüştü ve birkaç ay içinde Car los'un son izne geldiğinde olan çocuğunun doğması bekleniyordu. Orta italya'nın bir şehrinde, grurundan başka hiçbir şeyi olmadan yaşıyordu: ailesinin gözüne girmek için kendi şartlarından başka hiç bir şeyi kabul etmemeye yemin etmişti. Gelin gittiği aile ise savaşta çok sarsılmıştı: halalardan birinin evinde bir odada kalıyordu. Almanlar italya'dan çekiliyorlardı: Müttefiklerin muzaffer orduları onları peşlerinden kovalıyordu . . . ama bu anlatım resmi savaş tari hine çok benzedi. Bir daha deneyelim: yıkılmış harabeye dönmüş, kıtlık çekmiş, bir yarım ada üzerinde, buranın yerlilerine bütünüyle yabancı, iki erkek ordusu harekat halinde; biri Avrupa'nın göbeğine doğru geri çekili yor, öbürü onu kovalıyor. Öyle coğrafi yerler vardı ki buralarda bu iki karşıt gövde, tam anlamıyla birbirine kanşıyor, yalnızca ünifor malar ayırd edici bir unsur olabiliyordu. Her iki ordu da iyi besleni yor, iyi giydiriliyor, alkol ve sigara ihtiyaçlan güzelce karşılanıyor du. Yerli halkın ne yakacağı, ne giyeceği, ne yeterli miktarda yiye ceği ne de sigarası vardı. Ama bol bol alkol vardı. Ordulardan birinde, biraz yaşlıca olduğu için muharip olmayan ama levazım mekanizmasında görevlendirilen Ephraim adlı biri vardı. Çavuş rütbesindeydi ve sivil hayatta olduğu kadar orduda da silik biriydi. Çoğunluğu kuzey Afrika'da geçen dört yıllık askerliği boyunca bir özel ilgisini ya da sapiantısını terk etmemişti. Bu saplantı, yeni bir şehre v:ardığında ilk iş olarak, cebinde yassı bir teneka kutuda taşıdığı ışıklı parlak maddeye bir yeni zerre daha katmasına yara yacak insanları ya da yerleri arayıp bulmaktı. Askerlik arkadaşları onu da uğraşını da biraz komik buluyorlardı. Başkalannda tehlike duygulan ayaklandıracak kadar yoğunlaşan bir tedirginlik yaratmadığı için kimsenin hedefi olmamıştı ; ne bu kadar 17
çok seviliyordu ne de bu kadar çok nefret ediliyordu. Alay edip, deli demiyariardı ona. Belki daha çok bölüğün sevilen köpeği gibiydi. Bir kez ganimetini sakladığı teneka kutuyu kötü bir- yere koyduğunda bu adamlardan biri