129 60 17MB
Turkish Pages 512 [516] Year 2004
L CİLT
SON
TİMURL U !ROMAN!
•
•
PIRIM
KADİROV
SON
.TİMURLU 1. CİLT
Selenge Yayınları No: 16 Edebi Eserler No: 4
Dizgi-Sayfa Düzeni Eren Gündoğan e-mail: [email protected] Kapak Nüans Ajans
Baskı-Cilt
Matsan ISBN 975-8839-01-2
Selenge Yayınları Ticarethane Sok. No:41/24 Cağaloğlu 1 İSTANBUL Tel: 0.212 514 45 73 Fax: 0.212 511 09 35 www.selenge.com.tr , e-mail: [email protected]
•
•
PIRIM • KADIROV
SON
TİMURL U Türkiye Türkçesi
D. Ahsen BATUR
Selenge
Yayınları
istanbul- 2004
Kitapta geçen, o döneme ait saray deyimleri ve
diğer
adlar:
Aftabeci: Padişaha abctestlik getirip, su döken kişi. Osmanlı bu görevi yapan kişiye "peşkirci" denilirdi. Amu-Derya: Seyhun nehri. Balışi : Kocakarı ilaçlarıyla tedavi uygulayan kişi; aynı zamanda halk ozanı. Bargah: Padişahın özel çadın. Bedergah: Padişan iç hizmetlerine bakan kişi. Beginı : Prenses. Begüm : Kraliçe,. hatun. Bir kaşık kanından geçmek : Affetmek. Çaşnegir : Padişahın sofrasına nezaret edip, yemekleri padişahtan önce tadarak, zehirli olup olmadığını kontrolle görevli sarayında
kişi. Çağır
veya çakır: Bir tür içki. veya çakırım: Bir km.den biraz fazla bir uzunluk ölçüsü birimi. Çeçe: Yenge. Emir'ul ümera: Beyler beyi. Futa: Al-kırmızı renk üzerine çubuklu olarak doh.l!nan peştemal. Göşenge : Zifaf çadırı; çimildik. Hirgah :Tahtın bulunduğu merasim çadırı. Kethüda : Köyün en yaşlı kişisi; burada muhtar anlamında. Mevkeb : Padişahın maiyyetinde bulunanların tamamı. Puşt-ı penah : Koruyucu kişi anlamında. Kitapta padişah Çağırıın
manasında kullanılmıştır.
Sahipkıran: Venüs'ün Jüpiter'e yakın olduğu sırada dünyaya gelen ve padişah olanlara verilen "bahtlı" anlc>.mında bir ünvan. Sarayhan : Mabeyinci; eşikağası veya bugünkü dille devlet başkanı sekreteri. Savrın : Yemeğİn sağumaması için üstü kapalı özel bir kap. Sir-Derya : Ceyhun nehri. Tavacı : Orduya asker toplayan veya kaydeden memur. Toyana: Düğün hediyesi. Uran : Pm·ola; daha ziyade savaş sırasında yaksek sesle söylenen savaş pm·olası: savaş çağrı ve nidası.
BU KiTAP .. Babür ve evlatları, son Timurlulardır. Onların Şeybarıller karşısında tutunamıyarak, Türkistan'ı terkedip, şanslarını Hindistan'da denemeleri, Türk tarihinde ender rastlanan bir olay değildir. Ama oniki bin kişilik orduyla yaklaşık yüzbin kişilik bir orduyu yenip, 300 yıl ayakta kalan büyük bir imparatorluk kurma"ıarı, çeşitli Türk kabilelerinin değişik ülkelerde devlet kurma denemesinden çok farklıdır. Eyrıca Oğuzların Türkiye'de kurdukları devletten sonra, Türkistan sınırları ötesinde kurulan en uzun ömürlü imparatorluktur. Gerek Batı literatüründe ve gerekse Türkiye'de Batıyı taklit eden bazı kişilerin yanlışlıkla "Moğol" veya "Büyük Moğol lar" dedikleri Babürlüler'in doğru adı, "Büyük Mugallar"dır. Yine işin uzmanı olmayan bazı kişiler Moğol, Moğul ve Mugal'ı birbirine karıştırmaktadırlar. Moğollar'ın kim oldukları bilinmektedir. Moğul veya Moğıllar, Türkistan'da Şeybanllerden koparak Kazak halkının şekillenme arefesinde Yedisu ve civarında yaşayan Türkler'dir. Mugallar ise, Hindistan'a geçerek · orada bir Türk devleti kuran Timurlulardır. Bu kitap, daha önce Ötüken Yayınevi tarafından "Yıldızlı Geceler" adıyla yayınlanmış, fakat şu anda elinizde bulunan ikinci baskının adı, bizzat yazarı tarafından "Son Timurlu" olarak değiştirilmiştir. Eserin Özbekistan'da yazıldığı yıllarda baş ta komünist hükGmetin bulunması sebebiyle "Timur" adının kitabın başlığı olarak kullanılması elbette mümkün değildi. Babür, Türk hükümdarlar arasında divanı olan tek şair sultan değildir. Ama hatıralarını kaleme alan tek Türk hükümdardır. Onun bir diğer ve daha önemli özelliği ise, kitapta da okuyacağınız gibi, Türk halkının kendine özgü bir alfabesi olRlası gerektiğini düşünen, bu amaçla Sığnak runik alfabesini
6jPiRiM
KAD
ROV
modernize ederek yeni bir alfabe geliştiren tek Türk hükümdan olmasıdır. Onun dışında tarih boyunca, bu milletin de kendine ait bir alfabesi olması gerektiği görüşünü savunan bir padişah çıkmamıştır.
Elinizdeki kitapta anlatılan olaylar ve verilen isimler, gerçek olaylar ve isimlerdir. Elbette bunlar arasında fantazya türünden olanlar da vardır; ancak daha önce yayınladığımız "Uluğbey'in Hazinesi" adlı tarihi romanda da anlatıldığı gibi, Nakşibendiler ile Babür arasında geçen olaylar, inkar edilemeyecek şekilde doğrudur ve aynıyla olmuştur. Kitapta geçen bazı eski deyim ve terimler, kitabın sonuna konulan minik lügatçede gösterilmiştir. Bu tarih! ve belgesel bir roman, "tarihi seviyorum, ama akademik kitaplar arasında boğulmak istemiyorum" diyenler için yazılmıştır.
D. Ahsen Batur
BiRiNCi BÖLÜM
.if,
- 1-
1494 yılının yaz aylarıydı. Temmuz sıcağında Fergana vadisinin semalarını kaplayan kesif bulutlar, bütün gün bunaltıcı ve sıkıcı bir havadan sonra, akşama doğru birden yeryüzünü yağmurla sulamaya başlamış; kızıl topraklada kaplı tepeler arasından boşanıp gelen sel suları, Kuva nehrini kan dökülmüş gibi kıpkırmızı boyamıştı. Nehir boyundaki salkım söğütlerin altında, bir genç kızla bir delikanlı fısıltılı seslerle konuşuyorlardı. - Rabiye, inan, ben sağ oldukça kimse sana elini süremez! -Tanrım seni de korusun, Tahir ağa!. Düşmanın binlerce askeri var. Hangi biriyle başa çıkacaksın? Aha, şu kaçanlara bak!. Tahir, arkasına dönerek Kuva nehrinin aşağı taraflarına göz gezdirdi. Aşağıda, kamış bataklık ve onun üzerinden geçen uzun bir ahşap köprü vardı. Karınca gibi sayılamayacak kadar çok insan, at, sığır ve arabaların birbirine tutuşarak köprüden geçişleri, yağmur perdesi arasından hayal meyal göze çalınıyordu.
Semerkand sultanı, Kokan'ı zaptederek yağmalamış ve Mergilan'a doğru saldırıya geçmişti. Akıncılar, şehir ve köyleri talan etmekle yetinmıyor, güzel kızları da cariye yapmak için alıp götürüyorlardı. Bu söylentileri işitenler ise, düşmandan kaçarak daha güvenli yerlere doğru gitmekteydiler. - En iyisinin canı cehenneme! - dedi Tahir. 1 Sultanlar birbirleriyle vuruşmasalar olmaz sanki. Birinden kaçsan, öbürünün kucağına düşersin. Bu yüzden biz kaçmıyoruz! Allah kerim. Alnımıza ne yazılmışsa, o olur! #,
10 / P
i R i M
K A D
R O V
Yağmur altında sırılsıklam ısianan
Tahir, bedenine yapı şan termenesinin üzerinden hançer çekmişti. Rabiye, ürkek bir tavırla hançere bakarak: - Bilmiyarum, - dedi.- Babamlar beni kaleye göndermek istiyorlar. - Hangi kaleye? - Andican kalesinde arncamlar var ya!. Tahir, Rabiye'nin hemen gideceği endişesine kapılıp bileğinden tuttu. Daha önceleri ürkek bir ceylan gibi kendisine el sürdürmeyen Rabiye, şimdi nedense hiç sesini çıkarmamıştı. Kınalı elleri gül gibi zarifti. Başına babasının yün çakmanını örtünerek çıkmıştı ve yağmurdan iyice ısianmış olan çakman boynuna ağırlık veriyordu. Belki de bumin için olsa gerek, çakmanı omuzlarına indirdi. O an yakasının düğmelerinden birisi açılınca, kızıl mermer gibi dümdüz boynu göründü. Yeşil bengsüsü on yedi yaşlarındaki kızların sahip olduğu ince belinden kavramış, iri göğüslerini sıkıca sarıp sarmalamıştı. Kapı bir komşu oldukları için onunla birlikte büyüyen Tahir, akıncı bey ve askerlerin neden böyle güzel kızlara meftun · olduklarını sanki şimdi anlamış gibiydi. Bu yıl baharda aileleri arasında söz kesildiğinde bile, Rabiye Tahir'e şimdiki gibi güzel görünmemişti. Düğünleri Ramazan ayından sonra yapılacaktı. Tahir, nasıl olsa kısa süre sonra Rabiye'yle bir yastığa baş koyacağına inandığı için, gönlü rahat dolaşırdı. Ama şimdi savaş· davullarının sesleri Kuva'ya yakıniaşıp geldiği şu tehlikeli anlarda, Rabiye ona her zamankinden daha değerli, her zamankinden daha aziz görünüyordu. Tahir, Rabiye'nin Andican kalesinde ensesi kalın bir beyin tuzağına düşebileceği endişesine kapılmıştı:
- Hayır, - dedi.- Benim sözümü dinlersen kaleye gitme! Rabiye, Tahir'in kadife gibi Y!-lmuşak bıyıkları altında titreyen dudaklarına ve ızdırapla buğulanan kahverengi gözlerine baktı:
- Ben de senden ayrılmak istemiyorum .. Ama ne yapabilirim? .. Korkuyorum! ..
S O N
T
i
M
U R L U / 11
. Tahir, kızı çakmanla birlikte kucaklayarak bağrına bastı. Rabiye'nin yumuşak saçı delikanlının yüzüne dokundu ve bir süre nefesleri birbirine karıştı. Tahir, kızın titrediğini hissedince: -Gerçekten bunun için mi korkuyorsun, Rabiye?- dedi.- N'oldu sana? -Kötü bir düş gördüm, Tahir ağa! İnşaallah korktuğum gibi olmaz!. Bu defa Tahir de endişelenmişti. Kızı kucağından bırakıp·, onun kocaman açılmış gözlerine baktı: - Kötü bir düş mü? - Anlatmaya bile dilim varmıyor. - Rüyaya neler girmez ki! Anlat! Boşver.. - Siyah bir öküz, seni hançer gibi sivri boynuzlarıyla boynuzlayıp .. Hayır: Hayır! Hai:ırlayınca bile tüylerim diken diken oluyor! Tahir, kötü bir felaketi önceden sezmiş gibi, yüreğ~nin uyuştuğunu hissetti. - Telaşlanma, anlat! Boynuzlayınca kan aktı m.ı? - Kan? He, he .. Kan fışkırıp aktı. . - O halde korkma. Rüyada kan görmek aydınlıktır. Babam hep böyl~ söyler. - İnşaallah öyledir! Tahir ağa, ben .. Eğer Andican'a sen gelmezsen, ben de gitmem. Ne olac9ksa burada, beraber.: Salkım söğüt yaprakları arasından süzülen yağmur damlaları, kızın çatık kaşlarına, kıvırcık kirpikierine çarpıyordu. Tahir, Rabiye'nin kötü Öir şaı'ısızlığı şimdiden sezip gözlerinin yaşardığını zannetti: -Benim için fazla endişelenme, Rabiye. Ben bir köylüyüm. Hava açılınca tarlaya çıkıp işimle uğraşır, ekinimi biçerim. Düşmanın benimle ne işi var? Fakat sen .. Tedbirini al. Andkarı kalesindeki arncalarına git.'. - Andkan'da senin de bir molla dayııi var var Ya da beraber gidelim mi? Tahir düşünmeye başladı. Andkan'da mimarlıkla uğraşan Fazlıddin dayısı, herkesee tanınan· meşhur biriydi. Kuva nehri '·
12/ P i R i M
K A D
R O V
bataklığının üzerine kurulmuş olan şu ahşap köprü bile Molla Fazlıddin'in çizdiği
projeye göre yapılmıştı. Andican sarayında Molla Fazlıddin'in dini motifler ve bezeklerle süslediği divanhane Sultan Ömerşeyh Mirza'nın beğenisini kazandığı için, bir kaşka at ve bir kese altınla mükafatlandırıldığını Tahir de işit mişti. Dayısının şehir kalesinin dışındaki Bagat manallesinde ikamet ettiğini biliyordc~.: Fazlıddin, Kuva'da kaldığı zamanlar Tahir'e okuma yazma öğretmişti. Şimdi yeğeni yardım dileyerek kapısına varsa, herhalde onu kanatları altına alırdı. Ama buradaki yaşlı karı koca ne diyeceklerdi? Tahir tek oğulları. Reddedebilirlerdi. Kendisi ise Andican'a Rabiye için gittiğini anne babasına söylemeye utanırdı. Belki bunu Rabiye'nin ağa beyi Mahmud söyleyebilirdil - Peki Rabiye. mümkün olursa Andican'a beraber gideriz. Fakat babamları ikna etmek kolay değil.. Mahmud ağabe yin evde mi? - Dükkana gitmişti. İftara dönerler. Ne vardı? - İftardan sonra bizim eve gelsin. Bir mesele var. - Peki, söylerim. Rabiye yüzünü Tahir'in geniş göğsüne bastı ve -Tanrım bizibibirimize çok görmesin! -diyerek salkım söğüt ağacının dalları arasından çıktı.
duran boş bakır güğüm, yağmur damladövülüp duruyordu. Rabiye, güğüme bakın ca su almak için geldiğini hatırlayarak, doldurup evlerine doğ ru yürüdü. Sözlüler, insan nazarından uzakta gizlice buluşup görüşür lerciL Kız uzaklaşıp gittikten sonra Tahir de dallar arasından dı Nehir
kenarında
cıkları tarafından
şarı çıktı.
O an Rabiye'nin düşünde gördüğü korkunç olay aklına düşünce. birden vücudu meçhul bir tehlike korkusuyla titredi..
-2Bu yılki Ramazan ayı, yazın en sıcak günlerine rastlamış Sabah· seher vaktinden akşam karanlığı düşünceğe kadar ağzına bir lokma koymadan aç dolaşan insanların gözlerinin önü kararıyor, susuzluktan dilleri bir karış dışarı çıkıyordu. Oruç tutanlar, günün nasıl geçtiğiyle değil, iftar saatinin bir an önce gelmesiyle ilgileniyorlardı. Yarı aydınlık çevrede, Kuva camisinin minaresinden ezan sesi işitildi. Savaş tehlikesi ne boyutlara ulaşırsa ulaşsın, sofra etrafında toplanan insanlar oruçlarını açarken, açlık ve susuzluktan kurtulunca, dünya dertlerini biraz olsun hayallerinden tı.
kovabiliyorlardı.
Tahir, yaşlı anne babasıyla birlikte iftar açıyordu. Sofradan üzerine çörekotu serpilmiş sıcak ekmek ve kabiyye kokusu geliyordu. Tahir, ekmekle beraber bir kap yoğurtlu aş içtikten sonra Andican'a gidiş konusunu çıtlatmaya hazırlamyordu ki, o an birinin kamçı kabzası ile dış kapıyı dövmeye başladığı duyuldu. Avludaki yaşlı köpek de kalın sesiyle havlamaya baş lamıştı. Tahir yerinden kalkarken babası: - Tedbirli ol!- dedi sesini alçaltarak.- Önce kim olduğu nu sor! Dışarıda yağmur dinmiş olmasına rağmen, hava hala kapalıydı ve bu yüzden karanlıkta göz gözü görmüyordu. Tahir, dış kapıya yaklaşarak:
-Kim o?- diye sordu. Köpek yeniden yüksek sesle havyüksek sesle: -Tahir! Yeğenim?- dedi.- Aç, dayın ben! Tahir, dışarıdaki sesi tanıyınca, açık kapıdan içeriye doğ
ladı. Dışardaki kişi
ru
bağırdı:
-Ana, Fazhcldin dayım! -Sonra zincirini indirdi.
pının
hızlı
hareketlerle
dış
ka-
14 / P
i R i M
K A D
R O V
İçeriden çıkan yaşlı karı koca gelen misafirle kucaklaşır ken, Tahir kararıp duran iki tekerlekli tenteli arabayı gördü. Arabaya koşulan at ·üzerinden tanımadığı birisi aşağı inmekteydi. - Molla dayı, araba sizden mi? - Evet, yeğenim. Her şeyi topladım geldim. -Öyle mi?- dedi Tahir şaşkın vaziyette. Biraz önce dayısını gördüğünde gönlünde coşan sevinç, şimdi yerini bir takım endişelere bırakmıştı. Onun Andkan'daki güvendiği dağı bu dayısıydı. O da göçüp geldiğine göre, kaleye gitme şansı kalmamıştı. Ya şimdi Rabiye n'olacaktı? -Tahir, niye dikilip duruyorsun? Yükleri indiriver! -dedi anası.- Molla dayın yağınurda çok eziyet çekmişe benziyor. - He valla, eziyet de laf mı. abla! Araba çarnuriara saplanıp canımızdan bezdirdi. Yollar ana baba günü. Kaçan kaçana! Tahir, arabadan yükleri indirirken kolu atın uyluğuna deği!]Ce, eline vıcık vıcık çamur bulaştığını hissetti. Çamur atın uyluğuna kadar ulaştığına göre, bu zavallılar gelinceğe kadar kimbilir neler çekmişlerdi? Herkes düşmandan kaçıp Andican'a doğru giderken, bunlar niçin Kuva'ya gelmişlerdi? Tahir harara sarılan yükü arabadan indirirken dayısı: - Çabuk ol, çok ağır, beraber indirin! - dedi arabacıya. Tahir, hararın içinde çok büyük olmayan çelik bir sandı ğın bulunduğunu anlamıştı. Molla Fazlıddin, ateşte yanmayan, içine su almayan bu sandığı Kuva'nın demirci ustalarına sipariş verip yaptırmıştı. Bunun içinde projeler, planlar ve resimler saklanırdı. Molla Fazlıddin, üç yıl Semerkand'da, dört yıl da Herat'da tahsil görmüş, oralarda mimarlık ve ressamlık öğren mişti. Mevlana Behzad'ın çizdiği Alişir Neval ve Hüseyin Baykara resimleri devlet ricali arasında meşhur olmuştu, ama Semerkand ve özellikle Fergana vadisinde insan resmi çizmek İs lami açıdan son derece sakıncalı bulunmuştu. Bu yüzden Molla Fazlıddin, kendisinin çizmiş olduğu resimleri daima bu çelik sandıkta gizleyerek muhafaza ederdi. Tahir, harardaki çelik sandığı arabaoyla birlikte taşıyara~ · içeri götürdü.
S O N
T
i M U R L U / 15
Molla Fazlıddin, yağmurdan çıpıt gibi olmuş yünlü çakma~ nını ve çizmesini koridorda çıkarıp, ayağına deri bir terlik geçirerek abdesthane kenarında elini yüzünü yıkadıktan sonra, biraz önce Tahir'lerin yemek yemekte olduğu odaya geçti. Çakmanın içine işleyen yağmur, kısa abasını nemlendirmişti. Fakat yaz akşamları ılık olduğu için, üstünü değiştirmeye gerek görmedi. Yolda çektiği meşakkatlerden fırsat bulup da doğru dürüst bir şey yememişti. Yine de bir iki dilim kawn yiyip, üzerine üç dört kase çay içmekle yetindi. Arabacı delikanlı, dolu dolu iki tas yoğurtlu aş içtikten sonra atlara bakmak için avluya doğru gitti. -Atana rahmet, Molla Fazlıddin! -dedi Tahir'in babası uzun, beyaz sakalım aheste okşayarak.- Şu kötü günlerde çı kıp gelmekle çok iyi ettin! - Herkes düşmandan kaçarken bizim ejderhanın kucağı na doğru gelmemiz tuhaf şey! - dedi Molla Fazhcldin yeğenine üzgün nazarlarla bakarak. - Gelişinizin bir sebebi var mıdır. molla dayı? - diye sordu Tahir. -Sebebi şu ki yeğenim, savaş baslarsa inşaat işleri durur. Mi mara da ihtiyaç duyulmaz .. - Padişah sizi kendi hizmetlerine almamış mıydı? - Padişah, Ahsı kalesinde müdafaa hazırlıklarıyla meşgul. Taşkent sultanı Mahmud-han dahi Hocend taraflarından bize karşı ordu kaldırıp gelmekteymiş. Ayrıca Kaşgar hakimi Ebu Bekir Duglat isminde başka bir akıncı, doğrudan Özgent'e saldırıya geçmiş bulunuyor. Tahir'in yaşlı babası, korkuya kapılmış, şaşkına dönmüştü: - Ya tövbe! Bu tarafta da Semerkand ordusu .. Yani düş man üç taraftan mı saldırıya geçti? Bu ne dehşet, Molla Fazlıddin? Bu padişahlar biraz barış içinde yaşasalar olmaz mı ha? Hepsi birbiriyle akraba imiş. Doğru mu bu? -Evet, doğru. Bizim padişahımız Taşkent sultanının damadıdır. Kokan'ı talan edip ordularıyla üstümüze gelen Semerkand sultanı Ahmed Mirza ise, yine padişahımızla aynı babadan olma ağabey kardeştirler. Bu ikisi. aynı zamanda birbirle-
16 / P i R i M
K A D
R O V
rinin dünürü olmak istiyorlardı. Semerkand sultanının kızıyla Babür Mirza'ya beş yaşındayken söz kesilmişti. Anlaşılan, ağabey kardeşine, kaynata damadına karşı kılıç çekmekte! -Aman ya Rabbi! Ahir zaman dedikleri bu olmasın, Molla Fazlıddin? -Bilmiyorum enişte. Her halükarda, kötü sultanların devirleri sona ereceğe benzer. Keşke birbirlerini yeseler de, bizi rahat bıraksalar! Savaşl~nn bütün acısını zavallı halk çekiyor! - Çekeceğimiz çile varmış desenel - Öyle. Bir mucize olmazsa, işimiz zor! Ben ne arzu, ne heveslerle ilim irfan öğrenmiştim. Vatanımız olan Fergana vadisinde Semerkand ve Herat'daki medreseler gibi görkemli abideler kurma hayalindeydim. Bu saltanat ve padişahlardan ne kalır geriye? Hepsi sessiz sedasız çekip gidecekler! Bizden yadigar kalırsa, Uluğbey Medresesi gibi, Nevai külliyesi gibi sanat eserleri kalır! Molla Fazlıddin, ağzından çıkan son sözlerden dolayı endişelenerek, kapıya doğru baktı. Tahir, onun saray halkına yakınlığı sebebiyle ayakçılardan çekindiğini hissetmişti. -Molla dayı, anlatıverin, burada biz bizeyiz.. Molla Fazlıddin, son günlerde başından geçen olaylan hatırlayarak, bir süre sessizliğe gömüldü .. Geçenlerde yatsı vakti, Molla Fazhcldin evinin beş altı ha. ne beri tarafında· oturan bir hattat arkadaşında iftar açıp sohbet ettiği bir sırada, bazı meçhul kişiler evini basmışlar; avludaki köpek havlamaya başlayınca bir kılıç darbesiyle onu yaralamışlar; bugün arabayı süren hizmetçi delikanlının ağzını bezle tıkayıp, elini ayağını bağlayarak kilere atmışlar; sonra da içeri girip orayı burayı karıştınrken çelik sandığı görmüşler, ama bir türlü açamayınca kiJidini balta ile kırmaya kalkışmışlardı. Kılıç darbesiyle yaralanan köpeğin acı acı havlamasından içeride kötü bir şeyler olduğunu hisseden komşulardan birisi, Molla Fazlıddin'e bir şey mi oldu diye çıkıp gelirken, giriş kapısının karşısındaki ağaç altında duran birinin dört atın dizginini tutarak dikildiğini görmüş. Adamın yüzü siyah bir maske ile örtülüymüş, ama gözleri görünüyormuş. İÇeriden ise çelik sandığın kiJidini kırmak için kullanılan balta sesi geliyormuş. veliahdımız
s o Molla
Fazlıddin'i
seven
N
komşusu,
T
i M
u R
onun evine
L
u
1 17
bazı kişilerin
girdiğini sezip· heıyıen hattatın evine giderek olayı anlatınca,
Fazhcldin hızla evine gelmişti. · Çelik sandığın kilidini pqrçalayıp açan kişiler, içindeki kağıtları karıştınrken ev sahibini görünce kapıdan fırlayarak eyvana doğru atılmışlardı. - Dur bre densiz! - diye bağıran Molla Fazlıddin, birisinin karşısına dikilmiş, fakat yüzü maskeli iri yarı kişi onu omuzı.ttıdan tuttuğu gibi yan tarafa fırlatıp sokağa çıkmayı başar mıştı.
Bu arada öbürleri de atiarına atlayıp kaşla göz .arasında ortadan kaybolmuşlardı. Molla Fazlıddin, onları yakalamanın imkansızlığını anlayarak, hallaç pamuğu gibi atılmış evine dönmüş ve açık sandığın başına dikilmişti Takada bir çift mum yanıp duruyordu. Mumun ışığı altında o tarafa bu tarafa atılmış, yer yer yııi.ılmış plan ve projeler gözüne çalınmıştı. Sandığın içinde padişah tarafından in'am edilmiş bir miktar altın vardı ve bunlar alınmış~ tı. Ama o anda Molla Fazlıddin'in nazarında bunlarin .hiç bir kıymeti yoktu. Aklı fikri, sandığındip kısmındaki gizli bölmeyi kamufle eden düz bakır parçasındaydı. Onu hafifçe sola itince gizli bölümün kilitli kısmı.açılırdı. Molla Fazlıddin, etrafı kolaçan etmiş; evde hiç kimsenin olmadığına kanaat .getirmişti. Komşusu, eli ayağı bağlanıp kilere atılan hizmetkarın bağları nı çözmekle meşguldü. Molla Fazlıddin, koynundan bir am1htar çıkarıp gizli bölümün kilidine sokarak kapağı açmış ve in~ ce deri içind